ORSAM G NL K ORTADO U B LTEN (02.05

Transkript

ORSAM G NL K ORTADO U B LTEN (02.05
Indexed by
tarafından taranmaktadır
aylık uluslararası ilişkiler dergisi
sayı
Mayıs 2013 Cilt 5
53
Su Jeopolitiği ve Türkiye
Sınıraşan Sulardan Faydalanmalara
İlişkin Temel Yaklaşımlar
Türk Dış Politikası ve Su
Ortadoğu’da Bölgesel Düzen ve “Arap Baharı”
ABD Suriye Konusunda Neyi Bekliyor?
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
ORSAM
STRATEJİK BİLGİ YÖNETİMİ, ÖZGÜR DÜŞÜNCE ÜRETİMİ
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Tarihçe
Türkiye’de eksikliği hissedilmeye başlayan Ortadoğu araştırmaları konusunda kamuoyunun ve dış
politika çevrelerinin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek amacıyla, 1 Ocak 2009 tarihinde Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) kurulmuştur. Kısa sürede yapılanan kurum, çalışmalarını Ortadoğu özelinde yoğunlaştırmıştır.
Ortadoğu’ya Bakış
Ortadoğu’nun iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak, ne Ortadoğu ne de halkları, olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkum edilmemelidir. Ortadoğu ülkeleri, halklarından aldıkları güçle ve iç dinamiklerini seferber ederek barışçıl bir kalkınma seferberliği başlatacak
potansiyele sahiptir. Bölge halklarının bir arada yaşama iradesine, devletlerin egemenlik halklarına,
bireylerin temel hak ve hürriyetlerine saygı, gerek ülkeler arasında gerek ulusal ölçekte kalıcı barışın
ve huzurun temin edilmesinin ön şartıdır. Ortadoğu’daki sorunların kavranmasında adil ve gerçekçi
çözümler üzerinde durulması, uzlaşmacı inisiyatifleri cesaretlendirecektir Sözkonusu çerçevede, Türkiye, yakın çevresinde bölgesel istikrar ve refahın kök salması için yapıcı katkılarını sürdürmelidir.
Cepheleşen eksenlere dahil olmadan, taraflar arasında diyalogun tesisini kolaylaştırmaya devam etmesi, tutarlı ve uzlaştırıcı politikalarıyla sağladığı uluslararası desteği en etkili biçimde değerlendirebilmesi bölge devletlerinin ve halklarının ortak menfaatidir.
Bir Düşünce Kuruluşu Olarak ORSAM’ın Çalışmaları
ORSAM, Ortadoğu algılamasına uygun olarak, uluslararası politika konularının daha sağlıklı kavranması ve uygun pozisyonların alınabilmesi amacıyla, kamuoyunu ve karar alma mekanizmalarına aydınlatıcı bilgiler sunar. Farklı hareket seçenekleri içeren fikirler üretir. Etkin çözüm önerileri
oluşturabilmek için farklı disiplinlerden gelen, alanında yetkin araştırmacıların ve entelektüellerin
nitelikli çalışmalarını teşvik eder. ORSAM; bölgesel gelişmeleri ve trendleri titizlikle irdeleyerek ilgililere ulaştırabilen güçlü bir yayım kapasitesine sahiptir. ORSAM, web sitesiyle, aylık Ortadoğu
Analiz ve altı aylık Ortadoğu Etütleri dergileriyle, analizleriyle, raporlarıyla ve kitaplarıyla, ulusal
ve uluslararası ölçekte Ortadoğu literatürünün gelişimini desteklemektedir. Bölge ülkelerinden devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve STK
temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak bilgi ve düşüncelerin gerek Türkiye gerek
dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır.
* ORSAM, The Middle East Studies Association (MESA) üyesidir.
www.orsam.org.tr/tr/
STRATEGIC INFORMATION MANAGEMENT AND
INDEPENDENT THOUGHT PRODUCTION
ORSAM
CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES
CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES
History
In Turkey, the shortage of research on the Middle East grew more conspicuous than ever during the
early 90’s. Center for Middle Eastern Strategic Studies (ORSAM) was established in Janu- ary 1, 2009
in order to provide relevant information to the general public and to the foreign policy community.
The institute underwent an intensive structuring process, beginning to con- centrate exclusively on
Middle Eastern affairs.
Outlook on the Middle Eastern World
It is certain that the Middle East harbors a variety of interconnected problems. However, ne- ither
the Middle East nor its people ought to be stigmatized by images with negative connota- tions. Given
the strength of their populations, Middle Eastern states possess the potential to activate their inner
dynamics in order to begin peaceful mobilizations for development. Respect for people’s willingness to
live together, respect for the sovereign right of states and respect for basic human rights and individual freedoms are the prerequisites for assuring peace and tranquility, both domestically and internationally. In this context, Turkey must continue to make constructive contributions to the establishment
of regional stability and prosperity in its vicinity.
ORSAM’s Think-Tank Research
ORSAM provides the general public and decision-making organizations with enlightening in- formation about international politics in order to promote a healthier understanding of interna- tional
policy issues and to help them to adopt appropriate positions. In order to present effective solutions,
ORSAM supports high quality research by intellectuals and researchers that are com- petent in a
variety of disciplines. ORSAM’s strong publishing capacity transmits meticulous analyses of regional
developments and trends to the relevant parties. With its website, books, reports, and periodicals,
ORSAM supports the development of Middle Eastern literature on a national and international scale.
ORSAM facilitates the sharing of knowledge and ideas with the Turkish and international communities by inviting statesmen, bureaucrats, academicians, strategists, businessmen, journalists, and NGO
representatives to Turkey.
* ORSAM is a member of the The Middle East Studies Association (MESA).
www.orsam.org.tr/en/
An Interview with Kosrat Rasul,
Deputy Secretary General of PUK and Vice President of KRG
KYB Genel Sekreter Yardımcısı ve
IKBY Başkan Yardımcısı Kosrat Resul ile Söyleşi
Kapak Konusu /
Cover Story
Su Jeopolitiği ve Türkiye
Water Geopolitics and Turkey
9-11
Sınıraşan Sulardan Faydalanmalara İlişkin
Temel Yaklaşımlar
Basic Approachs on Utilization of
Transboundary Waters
Seyfi KILIÇ
Sınıraşan Su Havzalarında İşbirliği Sorunu
The Problem of Cooperation in Transboundary
Water Basins
Tuğba Evrim MADEN
AB Su Politikası ve Türkiye: Uyum Sürecine
Kuramsal Bir Yaklaşım
EU Water Policy and Turkey: A Theoretic
Approach to Harmonization Process
Vakur SÜMER
Nil Nehri Havzası ve Su-Hegemonyası
The Nile River Basin and Water Hegemony
İlhan SAĞSEN
Türk Dış Politikası ve Su
Turkish Foreign Policy and Water
Ayşegül KİBAROĞLU
13-68
Introduction to a “Complicated Story”: The Role
of Wastewater Reuse to Alleviate the Water
Problems of Palestine
“Karmaşık bir Hikaye” için Giriş: Filistin’in Su
Problemlerini Hafifletme Konusunda Atıksuyun
Yeniden Kullanımının Rolü
Gül ÖZEROL
Konferans Değerlendirmesi Serisi - 11 /
Conference Evaluation Series: 11
Üçüncü Insight Turkey Yıllık Konferansı “Türkiye ve AB: Yollar Ayrılıyor mu?”
25 Mart 2013, Brüksel
Third Annual Conference of Insight Turkey “Turkey and the EU: Drifting Apart?”
25 March 2013, Brussels
114
Kıvanç ULUSOY
Kitap İncelemesi Serisi: 6
Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi
Misagh Parsa Çevirenler: Alper Birdal, Nahide Özkan ve Derya Göçer, İletişim Yayınları, İstanbul 1. Baskı
2004, ISBN 975-05-0258-2, 423 sayfa
Özüm S. UZUN
120
İncelemeler / Analyses
Ortadoğu’da Bölgesel Düzen ve
“Arap Baharı”
Regional System in the Middle East
and “Arab Spring”
Meliha BENLİ ALTUNIŞIK
71
Ortadoğu’daki Kamplaşma:
Bölgesel Görünümlü Küresel
Saflaşma
The Polarization in the Middle East:
Regional-looking Global Polarization
79
Barış DOSTER
Oxymorons: Fairness and Justice in
International Affairs
Oksimoron: Uluslararası İlişkilerde
Hak ve Adalet
Suudi Arabistan’ın Dış Politikasını
Şekillendiren Faktörler
Factors Shaping the Foreign Policy of
Saudi Arabia
Süreyya YİĞİT
Ertan EFEGİL
94
ABD Suriye Konusunda Neyi
Bekliyor?
What is the U.S. Expectation about
Syria?
Oytun ORHAN
87
104
ORSAM KONUK / Guest
Ahmet Mete Saatçi: “Türkiye Olarak Su Zengini Bir Ülke Değiliz. Bunun Yanında Ekonomik Kalkınma,
Nüfus Artışı ve Artan Yaşam Standartlarının Bir Sonucu Olarak Tarım ve Enerji İçin Gittikçe Daha
Fazla Suya İhtiyaç Duyuyoruz.”
Ahmet Mete Saatçi: “As Turkey, We Are Not a Water Rich Country. Furthermore, We Need Increasingly More
Water for Agriculture and Energy as a Result Of Economic Development, Population Growth and Rising
Living Standards.”
Bu Sayıda Katkıda Bulunan Yazarlar
Ortadoğu Güncesi / Middle East Diary
21 Mart 2013 – 20 Nisan 2013
21 March 2013 – 20 April 2013
Karikatürler - Mehmet Şüküroğlu
130
134
137
Mayıs 2013
Sahibi: ORSAM adına Hasan Kanbolat
Editör: Prof. Dr. Tarık Oğuzlu
Editör Yardımcısı: Dr. Tuğba Evrim Maden
Yönetici Editör: Tamer Koparan
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Habib Hürmüzlü
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık
Hasan Kanbolat
Doç. Dr. Hasan Canpolat
Prof. Dr. Ahmet Kesik
Doç. Dr. Hasan Ali Karasar
Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen
ORSAM Danışmanı, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü
ORSAM Başkanı
Milli Savunma Bakanlığı Başdanışmanı
Kalkınma Bakanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürü
ORSAM Danışmanı, The Black Sea International Koordinatörü - Bilkent Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
ORSAM Akademik Kadro
Hasan Kanbolat Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık
Doç. Dr. Hasan Ali Karasar Prof. Dr. Tarık Oğuzlu Doç. Dr. Harun Öztürkler Doç. Dr. Mehmet Şahin Doç. Dr. Özlem Tür Habib Hürmüzlü Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen Yrd. Doç. Dr. Canat Mominkulov Yrd. Doç. Dr. Didem Danış Yrd. Doç. Dr. Bayram Sinkaya Doç. Dr. İlyas Kemaloğlu (Kamalov) Dr. Jale Nur Ece Doç. Dr. Yaşar Sarı Dr. Süreyya Yiğit Av. Aslıhan Erbaş Açıkel Pınar Arıkan Sinkaya Noyan Gürel Volkan Çakır Dr. Göknil Erbaş Tamer Koparan Bilgay Duman Oytun Orhan Fazıl Ahmet Burget Seval Kök Nebahat Tanriverdi Shalaw Fatah Aytekin Enver Tuğçe Kayıtmaz Uğur Çil ORSAM Başkanı
ORSAM Danışmanı, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü
ORSAM Danışmanı, The Black Sea International Koordinatörü - Bilkent Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Uluslararası Antalya Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Afyon Kocatepe Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Gazi Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, ODTÜ Uluslararası İlişkiler
ORSAM Danışmanı
ORSAM Danışmanı, Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
ORSAM Danışmanı Al Farabi Kazak Ulusal Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Galatasaray Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Tarih Bölümü
ORSAM Danışmanı, Deniz Emniyeti ve Güvenliği
ORSAM Danışmanı, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniv. Ögretim Üyesi
ORSAM Danışmanı, Avrasya [[email protected]]
ORSAM Danışmanı, Enerji-Deniz Hukuku [[email protected] , [email protected]]
ORSAM Danışmanı, Ortadoğu - ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü
ORSAM Danışmanı
ORSAM Danışmanı, Afrika [[email protected]]
ORSAM, Karadeniz [[email protected]]
ORSAM Yönetici Editörü [[email protected]]
ORSAM Uzmanı, Ortadoğu [[email protected]]
ORSAM Uzmanı, Ortadoğu [[email protected]]
ORSAM Uzmanı, Ortadoğu, Afganistan
ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu [[email protected]]
ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu [[email protected]]
ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu
ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu
Mütercim Tercüman
ORSAM, Ortadoğu
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Dr. Tuğba Evrim Maden Dr. Seyfi Kılıç ORSAM Su Araştırmaları Programı Hidropolitik Uzmanı
ORSAM Su Araştırmaları Programı Hidropolitik Uzmanı
ORSAM Danışma Kurulu
Dr. İsmet Abdülmecid Av. Aslıhan Erbaş Açıkel Hasan Alsancak Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık Prof. Dr. Ahat Andican Prof. Dr. Tayyar Arı Prof. Dr. Ali Arslan Başar Ay Prof. Dr. Mustafa Aydın Doç. Dr. Ersel Aydınlı Dr. Serdar Aziz Prof. Dr. Hüseyin Bağcı Prof. Dr. İdris Bal
Yrd. Doç. Dr. Ersan Başar Kemal Beyatlı Barbaros Binicioğlu Prof. Dr. Ali Birinci Doç. Dr. Mustafa Budak Doç. Dr. Hasan Canpolat E. Hava Orgeral Ergin Celasin Doç. Dr. Mitat Çelikpala Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya Doç. Dr. Didem Danış Prof. Dr. Ramazan Daurov Prof. Dr. Volkan Ediger Prof. Dr. Cezmi Eraslan Prof. Dr. Çağrı Erhan Dr. Amer Hasan Fayyadh Cevat Gök Mete Göknel Osman Göksel Timur Göksel Av. Niyazi Güney Prof. Dr. Muhamad Al Hamdani Numan Hazar Doç. Dr. Pınar İpek Dr. Tuğrul İsmail Doç. Dr. Şenol Kantarcı Doç. Dr. Nilüfer Karacasulu Selçuk Karaçay Prof. Dr. M. Lütfullah Karaman Doç. Dr. Şaban Kardaş Arslan Kaya Dr. Hicran Kazancı İzzettin Kerküklü Prof. Dr. Ahmet Kesik Doç Dr. Elif Hatun Kılıçbeyli Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu Prof. Dr. Aleksandr Knyazev Prof. Dr. Alexandr Koleşnikov Prof. Dr. Erol Kurubaş Prof. Dr. Talip Küçükcan Hediye Levent Dr. Max Georg Meier Prof. Dr. Mosa Aziz Al Mosawa Büyükelçi Shaban Murati Dr. Sami Al Taqi Prof. Dr. Mahir Nakip Irak Danıştayı Eski Başkanı
ORSAM Danışmanı, Enerji-Deniz Hukuku
İhlas Holding, Gn.Md.Yrd., Statejik İs Gelistirme ve Dış İliskiler
ORSAM Ortadoğu Danışmanı, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü
Devlet Eski Bakanı, İstanbul Üniversitesi
Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
İstanbul Üniversitesi, Tarih Bölümü
Türkiye Tekstil Sanayii İşveren Sendikası Genel Sekreteri
Kadir Has Üniversitesi Rektörü
Bilkent Üniversitesi Rektör Yardımcısı & Fulbright Genel Sekreteri
ORSAM Danışma Kurulu Üyesi
ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
TBMM 24. Dönem Milletvekili
Karadeniz Teknik Üniversitesi, Deniz Ulaştırma İşletme Mühendisliği Bölüm Başkanı
Irak Türkmen Basın Konseyi Başkanı
Ortadoğu Danışmanı
Polis Akademisi
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı
Milli Savunma Bakanlığı Danışmanı
23. Hava Kuvvetleri Komutanı
Kadir Has Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
YÖK Başkanı
ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Galatasaray Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Rusya Bilimler Akademisi Doğu Çalışmaları Enstitüsü, Direktör Yardımcısı
İzmir Ekonomi Üniversitesi, Ekonomi Bölümü
Başbakanlık Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı
Ankara Üniversitesi, Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü
Bağdat Üniversitesi, Siyaset Bilimi Fakültesi Dekanı
Irak El Fırat TV Türkiye Müdürü
BOTAŞ Eski Genel Müdürü
BTC ve NABUCCO Koordinatörü
Beyrut Amerikan Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prens Group Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı
Irak’ın Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarı
Emekli Büyükelçi
Bilkent Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Dokuz Eylül Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Vodofone Genel Müdür Yardımcısı
Istanbul Medeniyet Üniversitesi - (SBF) Uluslararası İlişkiler Bölümü
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
KPMG ,Yeminli Mali Müşavir
Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi
Kerkük Vakfı Başkanı
Kalkınma Bakanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürü
Çukurova Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
Okan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
Rus-Slav Üniversitesi (Bişkek)
Diplomat
Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Müdürü
Gazeteci (Suriye)
Hanns Seidel Vakfı Proje Müdürü (Bişkek)
Bağdat Üniversitesi Rektörü
Arnavutluk Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü
Orient Research Center Başkanı
Erciyes Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Vitaly Naumkin Dr. Farhan Ahmad Nizami Prof. Dr. Dorayd A. Noori Muhammed Nurettin Murat Özçelik Prof. Dr. Çınar Özen Doç. Dr. Harun Öztürkler Prof. Dr. Victor Panin Prof. Aftab Kamal Pasha Dr. Bahadır Pehlivantürk Doç. Dr. Fırat Purtaş Prof. Dr. Suphi Saatçi Safarov Sayfullo Sadullaevich Ersan Sarıkaya Patrick Seale Dr. Bayram Sinkaya Doç. Dr. İbrahim Sirkeci Dr. Aleksandr Sotnichenko Zaher Sultan Dr. Irina Svistunova Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin Mehmet Şüküroğlu İlhan Tanır Doç. Dr. Oktay Tanrısever Prof. Dr. Erol Taymaz Prof. Dr. Sabri Tekir Dr. Gönül Tol Dr. Umut Uzer Dr. Ermanno Visintainer M. Ragıp Vural Prof. Dr. Vatanyar Yagya Yaşar Yakış Semir Yorulmaz Volkan Çakır Rusya Bilimler Akademisi Doğu Çalışmaları Enstitüsü Direktörü
Oxford Üniversitesi İslami Çalışmalar Merkezi Yöneticisi
Irak’ın Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarı Yardımcısı
Beyrut Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı
Büyükelçi
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Afyon Kocatepe Üniversitesi
Pyatigorsk Üniversitesi (Pyatigorsk, Rusya Federasyonu)
Hindistan Batı Asya Araştırmaları Merkezi Başkanı
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, TÜRKSOY Genel Sekreter Yardımcısı
Kerkük Vakfı Genel Sekreteri
Tacikistan Cumhurbaşkanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı
Türkmeneli TV (Kerkük,Irak)
Ortadoğu ve Suriye Uzmanı
ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlşkiler Bölümü
Regent’s College (Londra, Birleşik Krallık)
St. Petersburg Üniversitesi (Rusya Federasyonu)
Lübnan Türk Cemiyeti Başkanı
Rusya Strateji Araştırmaları Merkezi, Türkiye-Ortadoğu Araştırmaları Masası Uzmanı
Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Enerji Uzmanı
ORSAM Danışma Kurulu Üyesi, Vatan Gazetesi Washington Temsilcisi
ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölümü
ODTÜ, Kuzey Kıbrıs Kampusü Rektör Yardımcısı
İzmir Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Dekanı
Middle East Institute Türkiye Çalışmaları Direktörü
İstanbul Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri
Vox Populi Direktörü (Roma,İtalya)
2023 Dergisi Yayın Koordinatörü
St. Petersburg Şehir Parlamentosu Milletvekili, St. Petersburg Üniversitesi (Rusya Federasyonu)
Büyükelçi, Dışişleri Eski Bakanı
(Gazeteci, Mısır)
ORSAM Danışmanı, Afrika
Yönetim Merkezi:
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM)
Mithat Paşa Caddesi No: 46/3-4 Kızılay-Ankara • Tel: 0312 430 26 09 Faks: 0312 430 39 48
Grafik Tasarım:
Karınca Ajans Yayıncılık Matbaacılık
Meşrutiyet Cad. 50/9 Kızılay Ankara • Tel: 0312 431 54 83
www.karincayayinlari.net - [email protected]
Baskı: Ames Matbaacılık
Zübeyde Hanım Mah. Kazım Karabekir Cad. No:95-1A Altındağ - Ankara • Tel: 0312 341 47 48
Fotoğraflar: Associated Press
Dergisi
abonesidir.
Bu dergide yer alan yazılardaki değerlendirmeler, aksi belirtilmedikçe ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır.
© 2013 ORSAM
Dergideki tüm yazıların telif hakları ORSAM’a ait olup, 5846 Sayılı
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunun uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, yeniden yayınlanamaz.
ISSN 1308-7541
Sayı 53, Cilt 5, Mayıs 2013
Yerel Süreli Yayın
Basım Tarihi: 1 Mayıs 2013
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ yayınıdır.
ORSAM’dan
Değerli Okurlar,
Ortadoğu Analiz’in Mayıs sayısını “Su Jeopolitiği ve Türkiye” kapak konusuyla çıkarıyoruz. Bu bağlamda Dünyada ve Türkiye’de su sorunu, bu soruna ilişkin hukuki ve politik çözüm çabaları, suyun Türk dış politikasındaki
konumu ve Ortadoğu bölgesinde suyun jeopolitik yansımalarını mercek altına aldık. Bu konuda kaleme alınan
kavramsal ve empirik çalışmaları ilginize sunuyoruz.
Irak Kürdistan Bölgesi Başkan Yardımcısı ve KYB Genel Sekreter Yardımcısı Kosrat Resul ile Irak’ta gerçekleştirilen ve Celal Talabani’nin rahatsızlığı sonrasında Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki siyasi durumu, yapılması planlanan seçimleri ve Irak siyasetini değerlendiren röportajı İngilizce olarak yayınlıyoruz.
Kapak konumuzun ilk makalesi Seyfi Kılıç’a aittir. Kılıç makalesinde Dünyada yaşanan su sorununu hukuki boyutlarıyla ele alıyor ve bu konuda dönem dönem hakim olmuş doktrinleri inceliyor.
Tuğba Evrim Maden, su sorununu işbirliği bağlamında ele alıyor ve çalışmasında su sorununun çözümü için
oluşturulması gereken şartları su ve uluslararası ilişkiler teorilerini kullanarak değerlendiriyor.
Vakur Sümer ise makalesinde Avrupa Birliği aday ülkesi Türkiye’nin AB Su Çerçeve direktifini uygulama sürecini ve bu süreçte karşılaştığı zorlukları inceleyiyor. Olası AB üyeliğinin Türkiye’nin su yönetimi konusunda ortaya
çıkarabileceği etkileri tartışıyor.
Nil nehri havzasının durumunu geçmişten günümüze inceleyen İlhan Sağsen, Nil nehri havzasında yapılan anlaşmaları, Mısır’ın havzada baskın kıyıdaş olarak rolünü ve diğer kıyıdaşların durumunu analiz ediyor.
Ayşegül Kibaroğlu makalesinde suyun Türk Dış Politikası’nın bir meselesi haline gelmesini 1980’li yıllarla birlikte özellikle Fırat ve Dicle havzasında çok sayıda büyük baraj ve sulama projeleri inşa etmeyi içeren ve kapsamlı
bir sosyo-ekonomik kalkınma projesi olan Güneydoğu Anadolu Projesi bağlamında tartışıyor. Kibaroğlu bu tartışamayı gerek AB gerekse de Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkileri çerçevesinde yapıyor.
Filistin, Ortadoğu’da su fakirliğini en yoğun hisseden ülkelerden biridir. Gül Özerol makalesinde, Filistin’in su
sorununu hem hidroloijk hem de İsrail’in izlediği politikalar doğrultusunda inceliyor ve Filistin’in alternatif su
kaynakları yaratma çalışmalarına ışık tutuyor.
Meliha Benli Altunışık Mayıs sayımızda yer alan çalışmasında ABD eliyle başlamayan ancak ABD’nin sonradan
müdahil olduğu “Arap Baharı” denilen süreç içerisinde Ortadoğu’daki bölgesel politikaların nasıl ceryan ettiğini
inceliyor.
Barış Doster çalışmasında, Irak ve Suriye’de meydana gelen politik ve diplomatik kutuplaşmayı sadece iç etkenlerin oluşturduğu şartlarla değil bölgede ve dünyadaki diğer aktörlerin etkisi çerçevesinde inceliyor.
Oytun Orhan makalesinde ABD’nin Suriye konusundaki temkinli tavrının nedenleri irdeliyor ve Suriye’de değişimi savunan dış aktörlerin soruna bakışının ele alıyor. Orhon, ABD’nin Suriye’ye bakışını etkileyen unsurları
derinlemesine tartışıyor.
Süreyya Yiğit bu ay dergimizde yer alan çalışmasında Suriye’de giderek daha da kana bulanan iç çatışmayı uluslararası toplumun farklı bakış açıları çerçevesinde inceliyor ve buradan yola çıkarak uluslararası ilişkilerde etik
konusunu tartışıyor.
Ertan Efegil, Ortadoğu’nun bölgesel güçlerinden biri olan Suudi Arabistan’ın dış politikasını, ülkenin sosyo-ekonomik yapısı, sahip olduğu doğal kaynaklar, karar alma süreçleri ve ülkedeki dış politika aktörleri bağlamında
inceliyor.
Konferans İzlenimleri köşemizde ise Kıvanç Ulusoy, Insight Turkey dergisi tarafından Brüksel’de düzenlenen
“Turkey and the EU: Drifting Apart?” - “Türkiye ve AB: Yollar Ayrılıyor mu?” başlıklı konferansa ait izlenimlerini
bizlerle paylaşıyor.
Bu sayımızın Kitap İncelemesi bölümünde Özüm Uzun, Migash Parsa tarafından yazılan “Devlet, İdeoloji ve
Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi” adlı kitabı okuyucularımızın ilgisine sunuyor.
Bu sayımızda Türkiye Su Enstitüsü Müdürü Ahmet Mete Saatçi ile yapılan röportajı siz okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.
Keyifli okumalar
Haziran sayımızda görüşmek üzere,
Tarık Oğuzlu
Ortadoğu Analiz Editörü
Hasan Kanbolat
ORSAM Başkanı
Ortadoğu Güncesi
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Su Araştırmaları
Programı Raporları
Kasım 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 35
93
ORSAM Özel Söyleşi
AN INTERVIEW WITH KOSRAT RASUL,
DEPUTY SECRETARY GENERAL OF
PUK AND VICE PRESIDENT OF KRG
Kosrat Rasul, one of the most prominent figures of the Kurdish Movement in Iraq, took part in the
armed struggle against the Saddam Hussein’s regime for many years. Being one of the closest figures
to PUK leader Jalal Talabani, Kosrat Rasul has been working as the Vice President of the Iraqi Kurdistan Regional Government (KRG) since 2005 in addition to serving as the Deputy Secretary General
of PUK (Patriotic Union of Kurdistan). Besides, Kosrat Rasul has also assumed the leadership of PUK
by proxy due to the health problem of Jalal Talabani. As ORSAM, we talked to Kosrat Rasul about the
internal politics of the Iraqi Kurdistan Regional Government, as well as the relations between Turkey
and Iraqi Kurdistan Regional Government.
KYB GENEL SEKRETER YARDIMCISI VE IKBY
BAŞKAN YARDIMCISI KOSRAT RESUL İLE SÖYLEŞİ
Irak’taki Kürt hareketinin en önemli isimlerinin başında gelen Kosrat Resul, yıllarca Saddam Hüseyin rejimine karşı silahlı mücadelenin de içerisinde yer aldı. KYB lideri Celal Talabani’ye en yakın
isimlerinden biri olan Kosrat Resul, KYB Genel Sekreter Yardımcılığı görevinin yanı sıra 2005’ten
itibaren de Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin de Başkan Yardımcılığı görevini yürütüyor. Kosrat Resul
ayrıca Celal Talabani’nin rahatsızlığı sonrası KYB’nin liderliğini de vekaleten üstlenmiş durumda.
ORSAM olarak Kosrat Resul ile hem Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin iç siyaseti hem de Türkiye ile
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ilişkilerini konuştuk.
Kosrat Rasul:“Bir süre önceTürkiye’deydim. Birçok yetkiliyle görüştük.
Biz onların, onlarsa bizim ne istediğimizi biliyordu. Türkiye, bölgede
büyük bir devlet. Bizim için Türkiye’ye gitmemiz çok önemli.”
ORSAM Özel Söyleşi
Kosrat Rasul: “I was in Turkey not long ago. We talked to several authorities. We knew what they wanted, and also they knew what we
wanted. Turkey is a major state in the region. It is very important for
us to go to Turkey.”
ORSAM: First of all, thank you for receiving
us. The political situation in the Iraqi Kurdistan Region has entered a new phase following Jalal Talabani’s health problem. Could you
firstly describe this new situation to us?
Kosrat Resul: Jalal Talabani is one of the good
leaders of the Middle East. As you know he is
ill at the moment. Incidents are occurring everyday. Jalal Talabani’s existence is very important
for the region. Talabani is like an umbrella for
the entire Iraqi community.
Kosrat Resul: We plan to give priority to the issue of human rights. Moreover, we desire a free
state. Our goal is to provide a better future for
the public. We have no problems with anyone
and we want to develop better relations.
ORSAM: What do you think about the economic problems in the Kurdistan Region?
ORSAM: Local elections will be held in Iraq
on 20 April 2013. Do you expect the situation
in Iraq will get worse before and after these
elections?
Kosrat Resul: We have many resources such as
petroleum, water, industry, agriculture. For the
time being we are concentrating more on the
area of petroleum. But we have to give importance to other areas as well.
Kosrat Resul: It is apparent that the situation is
critical. Political parties must work together for
the situation to improve.
ORSAM: What are your thoughts regarding
Turkey?
ORSAM: Jalal Talabani’s absence has not only
affected Baghdad, but has also affected the
Iraqi Kurdistan Region. An election must take
place in the Iraqi Kurdistan Region in 2013.
What are your thoughts on this election? Will
this election be held? If so, what will its effect
be on the Iraqi Kurdistan Region?
Kosrat Resul: I was in Turkey not long ago. We
talked to several authorities. We knew what they
wanted, and also they knew what we wanted.
Turkey is a major state in the region. It is very
important for us to go to Turkey.
ORSAM: What can be done to improve relations?
Kosrat Resul: It is too soon to say anything at
the moment. Interpretations can be made according to the situation of the government and
the public after the elections are held.
Kosrat Resul: Right now economically we are
working together. There are many Turkish companies here. We could send petroleum from here
and Turkey could distribute it to Europe.
ORSAM: Well then, will presidential and parliamentary elections be held this year in the
Iraqi Kurdistan Region?
ORSAM: The Iraqi Central Government has
an objection towards the selling of petroleum.
Kosrat Resul: It has not been finalized yet.
10
ORSAM: You assumed the leadership of PUK
after Jalal Talabani’s health problem. What
are PUK’s projects towards the future?
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kosrat Resul: They are talking on their own behalf. We take the constitution as principle.
ORSAM Özel Söyleşi
ORSAM: Well, apart from economic relations, what can be done to develop political
relations?
existing between the PKK and Turkey must be
settled through dialogue. For instance, a delegation going to Imrali.
Kosrat Resul: Recently there is a process of
a “Kurdish Opening” in Turkey. That is an important step taken towards the resolution of the
Kurdish problem
ORSAM: Solutions such as some PKK leaders
coming to the Iraqi Kurdistan Region are also
being talked about. Does this have any possibility?
ORSAM: At the end of the meetings held currently in Turkey, it is believed that the Iraqi
Kurdistan Region can also play a role. What
kind of a role can the Iraqi Kurdistan Region
play in the resolution of the Kurdish problem? For instance, it is being speculated that
some members of the PKK will come to settle
in the Iraqi Kurdistan Region. What kind of
contribution can you make towards settling
the PKK problem?
Kosrat Resul: No. We are not aware of anything
like this.
Kosrat Resul: We have not heard anything
about PKK members coming to the Iraqi Kurdistan Region. There is no such plan. The problems
* This interview has been conducted on 19 February 2013 by ORSAM specialists in the city of
Arbil of Iraq.
ORSAM: Last of all, is there any message you
would like to give Turkey?
Kosrat Resul: I send my respects to the President, Prime Minister, Foreign Minister, police
forces and the entire community of Turkey. We
hope that our relations will further develop.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
11
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
www.orsam.org.tr
Kapak Konusu
Kapak Konusu
Su Jeopolitiği ve Türkiye
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
13
Kapak Konusu
Dünya nüfusunun %40’a yakın bir kısmı, en az iki ülke tarafından paylaşılan nehir havzalarında yaşamakta ve
200’den fazla nehir birden çok ülkenin egemenliği altında akmaya devam etmektedir.
Sınıraşan Sulardan Faydalanmalara İlişkin
Temel Yaklaşımlar
Basic Approachs on Utilization of Transboundary Waters
Seyfi KILIÇ
Abstract
There is not any binding international law regulation on the utilization of transboundary waters. Thus,
states want to depend these kind of utilizations to some doctrines. States tend to base their demands to geographical or chronological principles. Even the most moderate doctrine, “reasonable and equitable utilization” must be evaluated as an effort to find a path among the so called obsolete doctrines. In this study, the
claims of those doctrines and critisims towards them are evaluated.
Keywords: Absolute Sovereignity, Absolute Territorial Integrity, Prior Utilization, Reasonable and Equitable Utilization, Transboundary Waters Law
14
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
Günümüzde birden çok devletin ülkesinden geçen ya da ülkeler arasında sınır oluşturan sularla ilgili olarak birçok kavram kullanılmakta
ve tartışma yaratmaktadır. Özellikle sınıraşan ve uluslararası su kavramları arasında bu tartışma yoğun olarak yaşanmaktadır.
Giriş
19. yüzyılın sonlarına kadar akarsulardan faydalanma, ulaşım, balıkçılık ve küçük çaplı sulamalarla sınırlı kalmış ve devletler arasında seyrüsefer dışında, fazla bir sorun oluşturmamıştır.
Akarsuların, söz konusu dönem içinde sorun
oluşturmama nedenleri arasında, yoğun tarımsal
sulama ya da endüstriyel kullanımın yokluğunun
yanı sıra, o dönemin politik yapısı en büyük etkendir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ve
II. Dünya Savaşı’ndan sonra doruk noktasına
ulaşan bağımsızlık hareketleri neticesinde parçalanan imparatorluklar, gerilerinde birçok devlet bırakmışlardır. Daha önceleri tek bir yönetim
altında idare edilen havzalarda, birçok ulusal
devlet egemen hale gelmiş ve bu yeni ülkeler arasında sınıraşan veya sınır oluşturan akarsuların
kullanımına ilişkin sorunlar çıkmasına neden olmuştur. Bu süreçle aynı zamana denk gelen bir
başka gelişme de, suları depolama tekniklerinin
ilerlemesi ve yaygınlaşmasıdır. Birden fazla ülkenin egemenlik sahasında bulunan nehirlerin,
coğrafi konum açısından, nehrin yukarısında
bulunan memba ülkeleri, bir akarsuyu daha önce
kullanma şansına sahip olmaktadırlar. Bu ülkelerin, tarımsal ve/veya endüstriyel kullanıma bağlı
olarak, suların miktarını azaltıcı ya da niteliğini
değiştirici faydalanmaları, memba-mansap çatışmasını ortaya çıkarmaktadır. Bu tip bir çatışmanın yanı sıra, kronolojik açıdan, suları daha önce
kullanmaya başlayan bir devlet ile daha sonra
kullanmaya başlayan bir devlet arasında da sorun oluşabilmektedir.
Aynı akarsuya kıyısı bulunan ülkeler arasında bu
iki temel sebep nedeniyle çıkan sorunlarda, ül-
keler, genellikle hangi konumda iseler -memba
ya da ilk kullanan- uyuşmazlıkta, o konuma göre
iddialarla ortaya çıkmaktadırlar.
Dünya nüfusunun %40’a yakın bir kısmı, en az
iki ülke tarafından paylaşılan nehir havzalarında yaşamakta ve 200’den fazla nehir birden çok
ülkenin egemenliği altında akmaya devam etmektedir. Bu kadar çok nehrin, en az iki ülkenin
egemenliği altında bulunması ise, o ülkeler arasında sorunların ortaya çıkmasına ve uyuşmazlık
çözülebilirse andlaşmalara konu olmaktadır.
Ulusal Su-Uluslararası Su-Sınıraşan Su
Kavramlarının Gelişimi
Ulusal ve uluslararası akarsuları birbirinden
ayırmakta kullanılan esas kıstas coğrafidir. Bu
ayırıma göre; kaynağından denize ulaştığı yere
kadar, tek bir devletin sınırları içinde kalan akarsular ulusal akarsular olarak tanımlanmaktadır.1
Geleneksel uluslararası hukukun, ulusal ve uluslararası akarsuları birbirinden ayırmak için gözönünde tuttuğu bir diğer faktör de ulaşıma elverişliliktir. Ancak bir akarsuyun ulaşıma elverişli
olması, onun uluslararası akarsu olarak tanımlanması için yeterli değildir. Akipek’e göre:
“...bir akarsuyun milletlerarası önemi olması,
onun muhakkak surette bir milletlerarası akarsu addedilmesini icap ettirmez. Böyle olabilmek
için, akarsuyun, tabii yapısı dolayısıyla denizden
içeriye veya içeriden denize doğru seyrüsefere
müsait olması ve seyrüsefere müsait olan kısmının birden ziyade devlet ülkesini kat etmesi veya
o kısmının milletlerarası sınır teşkil etmesi gere-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
15
Kapak Konusu
kir. Bu tarife giren akarsular milletlerarası rejime
tabidirler.”
Meray da ulusal akarsuları tarif ederken, ulusal
akarsuların her bakımdan ülke-devletinin hakimiyeti (tam yetkileri) altında bulunduğunu ve
ülke devletinin böyle bir nehirde yabancı devletlerin bayrağını taşıyan gemilere seyrüsefer
imkanı tanıyıp tanımamakta tamamıyla serbest
olduğunu belirtmektedir.
Ancak, nehirlerin ulusal mı, uluslararası mı olduğunu ayırmakta kullanılan ulaşıma elverişlilik kıstası tek başına yeterli olamamaktadır.
Şimşek’in de belirttiği gibi uluslararası akarsuları
tanımlamada kullanılan bir diğer faktör de, akarsu üzerindeki ulaşım özgürlüğünün uluslararası
sözleşmelerle tanınmış olmasıdır.2
Sonuç olarak, bir nehrin ulaşıma elverişli olması,
söz konusu nehrin, uluslararası nehir olarak kabul edilmesinin tek şartını oluşturmamakta, aynı
zamanda ulaşıma elverişli kısmın birden çok
devletin ülkesini kesmesi veya aralarında sınır
oluşturmasını gerektirmekte ve ahdi hukuk tarafından bu akarsu üzerinde ulaşım özgürlüğünün
tanınması gerekmektedir.
Ulusal ve uluslararası nehirlerin ayırımında kullanılan ulaşıma elverişlilik kıstası, nehirlerden
modern anlamda -tarım, endüstri, enerji üretimi- kullanımın yaygın olmadığı dönemler için
geçerlidir.3 Ancak, nehirler artık sadece ulaşım
amacıyla kullanılmamaktadır. 20. yy’da ortaya çıkan ekonomik ve teknolojik gelişmeler ile nehir
sularından faydalanma şekilleri çeşitlenmiştir.
Bu durumda bir nehrin, ulusal mı uluslararası mı
olduğunu açıklamaya çalışan ve coğrafi konum
ile ulaşıma elverişlilik kıstaslarını temel alan klasik yaklaşım terk edilmek zorunda kalınmış ve
artık sadece coğrafi kıstas esas alınmaya başlanmıştır.
Günümüzde birden çok devletin ülkesinden geçen ya da ülkeler arasında sınır oluşturan sularla ilgili olarak birçok kavram kullanılmakta ve
tartışma yaratmaktadır. Özellikle sınıraşan ve
uluslararası su kavramları arasında bu tartışma
yoğun olarak yaşanmaktadır. Esas itibarıyla bir-
16
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
birinden çok da farklı olmayan bu kavramlar,
ilgili devletlerin, çıkarları gereği bunlara farklı
anlamlar yüklemesi nedeniyle tartışmalara yol
açmaktadır. Uluslararası suyolu ya da akarsu
kavramlarındaki “uluslararası” ibaresi sadece
söz konusu akarsuyun birden çok devleti ilgilendirdiğini belirtmek amacıyla kullanılmaktadır.
Oysa aşağı kıyıdaş devletler tarafından bu kavram, “uluslararasılaştırma” olarak algılanmakta
ve ilgili suyoluna ilişkin düzenlemeler yapılırken
suyolunun kıyıdaş devletler arasında neredeyse
ortak egemenliğe konu olması gerektiğini ileri
sürmektedirler.4
Bu şekilde anlamı tahrif edilen bir başka kavram
da “ortak sular” kavramıdır. Esas olarak yanlızca, fiziki bir durumu açıklamak için kullanılan
bu kavramı, genişleterek ve gerçek anlamını tahrif ederek ilgili devletlerin ortak mülkiyeti ya da
egemenliğinde sayarak, bir çeşit kondominyom
oluşturmaya çalışmak, devletlerin ülkeleri üzerindeki mutlak egemenliklerine ilişkin temel
uluslararası hukuk prensibine aykırıdır. Paylaşılan doğal kaynak kavramı da, aynı şekilde, ülkelerin egemenlik haklarına halel getirebilecek
şekilde yorumlanabileceği için uygun değildir.
Bu konuda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun
1962 tarihli 1803 sayılı kararı açıktır.5
Çeşitli bölümleri, birden çok devletin ülkesi
içinde bulunan suyollarının “uluslararası” olarak ifade edilmesi, söz konusu suyollarının ortak
bir yönetime tabi olması gerektiği iddiasına yol
açmaktadır. Halbuki, buradaki tek amaç coğrafi bir durumu ifade etmektir. Bu nedenle bu tür
suyollarının uluslararası yerine, sınıraşan ve sınır oluşturan suyolu kavramı ile ifade edilmesi,
hem suyolunun birden çok devleti ilgilendirdiğini belirtecek, hem de devletin, suyolu üzerindeki
egemenliğine zarar verebilecek bir algılamadan
kaçınılmış olacaktır.
Günümüzde sınıraşan ve sınır oluşturan sularla
ilgili olarak, genel kabul görmüş bir uluslararası
hukuk düzenlemesi bulunmamaktadır. Bu nedenle, ülkeler arasında, su konusundaki uyuşmazlıklar, hala büyük ölçüde siyasi pazarlıklar
yoluyla çözüme ulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Uluslararası hukukun bu konudaki boşluğuna
Kapak Konusu
Hakkaniyete uygun kullanım doktrinine göre, bir uluslararası nehirden, her kıyıdaşın ekonomik ve sosyal ihtiyaçları doğrultusunda
yararlanmada, hak eşitliğine sahip olduğu vurgulanmaktadır.
rağmen, devletler, her davranışlarında olduğu
gibi, sınır aşan sulardan faydalanma konusunda da, yaptıkları faaliyetleri hukuki bir düzleme
oturtma çabası içindedirler. Bu nedenle de sınıraşan sulardan faydalanma konusunda ileri sürülen doktrinleri kullanmaktadırlar. Bu doktrinler:
Mutlak Egemenlik Doktrini, Doğal Durumun
Bütünlüğü Doktrini, Ön Kullanımın Üstünlüğü
Doktrini ve son olarak Makul ve Hakça Kullanım
Doktrini olarak sayılabilir.
Mutlak Egemenlik Doktrini
Bu doktrine göre, bir devlet sınıraşan bir nehrin kendi ülkesi içinde akan kısmında girişeceği
faydalanma eylemlerinden dolayı, aşağı kıyıdaş
devlet ya da devletlere karşı hiçbir sorumluluk yüklenmemektedir. ABD Başsavcısı Judson
Harmon’dan esinlenerek, Harmon doktrini olarak da adlandırılan bu doktrin, ilk olarak ABD
ile Meksika arasında 1894-95 yıllarında ortaya
çıkan Rio Grande nehrinin kullanımına ilişkin
sorun sırasında ileri sürülmüştür. Esasında, nehirlerden faydalanmaya mutlak bir nitelik tanınması bu tarihten de önce Alman hukukçu Johann
Ludwig Klüber tarafından 1851 yılında son baskısı yapılan, ‘Milletlerarası Hukuk’ adlı kitapta
öne sürülmüştür.6
ABD’nin 1894-95 yıllarında yukarı Rio Grande nehrinde saptırmalar yaparak, nehrin sularını tarım alanlarına yönlendirmesi neticesinde, Meksika’ya ulaşan sularda azalma meydana
gelmiştir. Bunun üzerine, Meksika hükümeti
ABD’ye bir nota göndererek durumu protesto
etmiştir. Bu notadan sonra ABD Dışişleri Bakanlığı konu hakkında dönemin başsavcısı Judson
Harmon’dan görüş istemiştir. Başsavcı Harmon
sunduğu mütaalasında, uluslararası hukukun
ABD’ye herhangi bir sorumluluk yüklemediğini
ve bunun aksini düşünmenin, ABD’nin kendi ülkesi üzerindeki egemenliği ile bağdaşmayacağını
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
17
Kapak Konusu
Antlaşma yoluyla kazanılmış haklar dışında, uluslararası hukukta kazanılmış haklara saygı, ancak devletlerin halef olmaları durumunda
ortaya çıkmaktadır. Böyle bir durum da, ülkeler üzerindeki devlet egemenliğinin değişmesi neticesinde, eski hukuk düzeninde kazanılmış
olan hakların yeni hukuk düzenince de tanınması şeklinde uygulanmaktadır.
belirterek, devletin ülkesi üzerindeki egemenliğinin, gene ancak devletin kendi rızası ile kısıtlanabileceğini belirtmiştir.
Mutlak ülke egemenliği doktrini, genellikle
memba durumundaki ülke hukukçuları tarafından savunulmaktadır. Özellikle ABD’nin bu
doktrini kabul ettiği yıllarda, Amerikalı hukukçulardan, James Simsarian, Charles C. Hyde,
H.W. Briggs, Charles G. Fenwick bu doktrini
kabul eden isimler arasında sayılabilir. Ayrıca
Hintli hukukçulardan Singh Bains, G.S. Raju da
bu doktrinin savunucuları arasındadır. Avrupalı
hukukçulardan, Bulgar Petka Stainov, Alman F.J.
Berber ve kısmen İngiliz G. Schwarzenberger bu
doktrini benimseyenler arasındadır.7
Ancak zamanla ABD, bu doktrinin bir hukuk
kuralı olduğu fikrinden vazgeçmiştir. 21 Mayıs
1906 tarihli, ABD ile Meksika arasındaki Rio
Grande nehrine ilişkin andlaşma ve ABD ile
Kanada arasındaki sınır sularına ilişkin andlaşma dışında, Harmon doktrinini benimseyen bir
başka andlaşma yoktur.8 Ulusal ve uluslararası
mahkeme kararları açısından da durum farklı
değildir. Avustralya Kraliyet İdare mahkemesinin, 11 Ocak 1913 tarihli, Leitha nehrine ilişkin
kararı dışında, hiçbir hakemlik kararında Harmon doktrinine başvurulmamış ve bu doktrini
destekler nitelikte bir sonuç çıkmamıştır.9
ABD’nin sınıraşan sular konusundaki tutumu
ilgi çekicidir. Kendisinin yukarı kıyıdaş olduğu
nehirlerle iligili olarak yaklaşık elli yıl boyunca
ülkesel egemenliğini ileri süren ABD, aşağı kıyıdaş durumunda olduğu ve Kanada ile arasında
18
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
sorun oluşturan Columbia nehri ile ilgili müzakerelerde adil kullanım doktrinin bir hukuk
kuralı olduğunu ileri sürmüştür. ABD, Meksika
ile Colorado nehrine ilişkin müzakerelerde, yukarı kıyıdaşın yaptığı barajların, aşağı kıyıdaşın
ülkesine ulaşan suları düzenlemesinin, aşağı kıyıdaşın kullanımına yaptığı faydaları özellikle
vurgulamış ve iki ülke arasındaki su tahsisinde,
atık sular da hesaba dahil edilmiştir.10
Mutlak ülke egemenliği görüşü, özellikle devletin egemenliğinin, diğer devletlerin aynı türdeki
egemenlik haklarıyla sınırlı olduğu ve bu doktrinin devletlere sadece yetki verip sorumluluk
yüklememesi nedeniyle eleştirilmektedir.
Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini
Mutlak egemenlik doktrininin memba ülkelerine tanıdığı üstünlüğü, mansap ülkelerine tanıyan
bu görüş, sınıraşan nehirlerin aktıkları devletin
ülkesinden geçerken doğal durumlarının bozulmamasını öngörmektedir. Bu nedenle aşağı kıyıdaş devletler tarafından en azından bir dönem
için savunulmuştur.11
Doğal durumun bütünlüğü doktrininin uygulanmaya konması durumunda üç sonuç ortaya çıkmaktadır.
1- Yukarı kıyıdaş devlet, nehrin fiziki durumunda bir değişiklik yapamaz.
2-Aşağı kıyıdaş devletin, memba devletinin
kendi ülkesindeki kullanımlarına karşı veto
yetkisi vardır.
Kapak Konusu
3- Aşağı kıyıdaşın muhtemel kullanımları korunmaktadır.12
Doğal durumun bütünlüğü doktrininin ileri sürüldüğü en önemli uyuşmazlık Mısır ile Sudan
arasında 1924 yılında başlayan ve 1929 Andlaşması ile sonuçlanan uyuşmazlıktır.13 Bu uyuşmazlıkta Mısır, hem mevcut hem de gelecekteki
kullanımlarına zarar verilmemesi gerektiğini ileri sürerek doğal durumun bütünlüğü doktrinine
açıkça değinmese de, oldukça yakın bir tutum
takınmıştır. Zaten, daha sonra kurulan Nil komisyonu, Mısır’ın bu iddiasını kabul etmemiştir.
Doğal durumun bütünlüğü doktrininin ileri sürülmesine verilecek bir diğer örnek de Fransa ile
İspanya arasındaki Carol nehri uyuşmazlığıdır.
Uyuşmazlığın hakemlik mahkemesine sunulmasından sonra, İspanya bu doktrine yakın bir
görüş içindeyken, davanın daha sonraki aşamalarında bu fikrini değiştirmiştir.14 Zira mahkeme
de, doğal durumun bütünlüğü doktrinini kabul
etmememiştir. Uluslararası mahkemelerin yanı
sıra ulusal mahkemeler de bu doktrini kabul etmemişlerdir. Ayrıca, sınıraşan nehirlere ilişkin
yapılan antlaşmaların hiçbirinde bu doktrini
doğrulayacak bir hüküm bulunmamaktadır.
Yukarı kıyıdaş devletin yapacağı her türlü faydalanma eylemini yasaklayan bu görüş, devletin
ülkesi üzerindeki egemenliği şeklindeki temel
uluslararası hukuk kuralına ters düşmekte ve
bu nedenle hukuksal dayanaktan yoksun görünmektedir. Ayrıca doktrin sınıraşan su yollarından
faydalanmayı düzenleyebilecek bir yeterlilikte de
değildir.15
Ön Kullanımın Üstünlüğü Doktrini
Ön kullanımın üstünlüğü doktrini, herhangi bir
kıyıdaşın diğer bir kıyıdaştan önce başladığı faydalanmalara mutlak bir üstünlük tanımaktadır.
Bu doktrine göre, sınıraşan nehire komşu olan
devletlerden faydalanma eylemine daha önce
başlayanlar, kazanılmış bir hak elde ederler. Ancak kazanılmış hak kapsamına ilgili ülke toprağından akan bütün sular girmemekte sadece ön
kullanıma konu olan sular girmektedir.
Bu doktrin sadece fiili bir durumu açıklamaktadır. Yani; kazanılmış haklar kavramı, sınıraşan
nehrin sularını bir şekilde kullanmaya dayanmaktadır. Andlaşmalar yoluyla kazanılan haklar
bu doktrinin kapsamı dışında kalmaktadır. Kıyıdaş ülkeler arasında andlaşma yoluyla kazanılmış haklara ilişkin bir uyuşmazlıkta ilgili ülke
kazanılmış haklarını bu doktrine değil, andlaşma
hükümlerine dayandırmak durumundadır.16
İlk bakışta, hem aşağı hem de yukarı kıyıdaş tarafından ileri sürülebilecek gibi görülen bu doktrin, esas olarak yukarı kıyıdaşın zarar verme potansiyeli taşıması nedeniyle, sadece aşağı kıyıdaş
devletçe ileri sürülebilecek bir doktrindir. Ayrıca,
genel olarak aşağı kıyıdaş devletler akarsulardan
daha önce yararlanmaya başlamaktadırlar.
Zaten “kazanılmış haklar” bir iç hukuk düzenlemesidir ve iç hukuktan uluslararası hukuka
aktarılmaya çalışılmıştır. Ancak uluslararası hukukun yapısından kaynaklanan nedenlerle, bu
kavramın uluslararası hukuka aktarılması mümkün görülmemektedir. Bir bu durumu şöyle açıklamaktadır.
“...uluslararası hukuk, bu düzene tabi kişilerin
hak ve yükümlülüklerini tesbit eder. Uluslararası hukuk düzeninin tümden değişip, yerini yeni
bir hukuk düzenine bırakamayacağına göre devletlerin kazanılmış hak iddiasında bulunmaları
mümkün değildir”17
Antlaşma yoluyla kazanılmış haklar dışında,
uluslararası hukukta kazanılmış haklara saygı,
ancak devletlerin halef olmaları durumunda ortaya çıkmaktadır.18 Böyle bir durum da, ülkeler
üzerindeki devlet egemenliğinin değişmesi neticesinde, eski hukuk düzeninde kazanılmış olan
hakların yeni hukuk düzenince de tanınması şeklinde uygulanmaktadır. Bu tür bir uygulama da,
iç hukuktaki, kanunların birbirini izlemesi ilkesi
ile örtüşmektedir.
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, devletlerin
bir nehrin sularını daha önce kullanmaya başlamış olması, o devletin bu kullanımlarına kazanılmış hak gözüyle bakarak, mutlak dokunulmazlık
istemesi, uluslararası hukuk tarafından kabul
edilmemektedir. Ön kullanımın üstünlüğü teorisi, ayrıca memba ülkesinin ekonomik gelişmesini engelleyerek, devletler arasında eşitsizliğe yol
açabilecek bir yapıya da sahiptir.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
19
Kapak Konusu
Hakça ve Makul Faydalanma Doktrini
Bu doktrine göre her havza devleti, kendi ülkesi içinde akan kesiminde, o akarsudan makul ve
hakkaniyete uygun bir şekilde yararlanma hakkına sahiptir. Bu doktrin ilk defa bir hukuk kuralı
olarak ABD tarafından Kanada ile ortaya çıkan
Colombia nehri uyuşmazlığında ileri sürülmüştür.
Doktrine göre hakkaniyete uygunluk, bir devletin fayda getiren eyleminin diğer devlete verdiği
zarardan daha fazla fayda getirmesi durumunda
mümkündür. Ancak burada çözümü gereken
sorun, fayda ve zararın hangi ölçülere göre belirleneceğidir. Doktrin, fayda ve zararın her durumun özel şartları içinde tespit edileceğini belirtmektedir.
Hakkaniyete uygun kullanım görüşü, uluslararası özel bilimsel kurumlarca da öne çıkarılmaktadır. Uluslararası Hukuk Derneği, 1966 yılında
aldığı Helsinki kararlarında, hakkaniyete uygun
kullanımın kıstaslarını sınırlayıcı olmamakla birlikte şu şekilde belirlemiştir.
a. Her havza devletinin ülkesine düşen drenaj
alanının oranı da dahil olmak üzere, havzanın
coğrafi durumu,
b.Her havza devletinin su katkısı da dahil olmak üzere havzanın hidrolojik durumu,
c. Havzayı etkileyen iklim,
d.Mevcut kullanımlar da dahil olmak üzere,
havza sularının geçmiş kullanımı,
e. Her havza devletinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçları,
f. Her havza devletinde, havza sularına bağımlı
nüfus,
g. Her havza devletinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak alternatif imkanların
maliyetlerinin karşılaştırılması,
h. Diğer kaynakların mevcudiyeti,
i. Havza sularının kullanılmasında yersiz israftan kaçınma,
j. Kullanımlar arasındaki çatışmaları uzlaştırma çaresi olarak bir veya daha çok havza devletine tazminat verme imkanları,
k. Havza devletinin ihtiyaçlarının, diğer bir havza devletine ciddi bir zarar verilmeden karşılanabilme derecesi.
20
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Dernek, bu kuralların hiçbirinin diğerine göre
bir üstünlük taşımadığını ve her özel durumda
ilgili tüm faktörlerin, bir bütün olarak ele alınıp
değerlendirileceğini de belirtmiştir.19
Hakkaniyete uygun kullanım doktrinine göre, bir
uluslararası nehirden, her kıyıdaşın ekonomik ve
sosyal ihtiyaçları doğrultusunda yararlanmada,
hak eşitliğine sahip olduğu vurgulanmaktadır.
Ancak buradaki hak eşitliği ifadesi, mutlak bir
eşitliği öngörmemekte yani bir akarsuyun sularının kıyıdaş ülkeler arasında eşit bölüşüleceği
anlamına gelmemektedir.20 Ayrıca bir akarsudan
faydalanmanın optimum olması da gerekmemekte makul bir fayda yeterli görülmektedir.
1997 Uluslararası Suyollarından Ulaşım Dışı
Amaçlarla Faydalanmaya İlişkin Birleşmiş
Milletler Sözleşmesi
Hakça ve makul faydalanma doktrini, Birleşmiş
Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu’nca hazırlanan ve BM Genel Kurulu’nda, 1997 yılında
kabul edilen “Uluslararası Su Yollarının Ulaşım
Dışı Amaçlarla Kullanılması Hakkında Sözleşme” de de geçmektedir. Sözleşmenin 5. maddesinde, su yolu devletleri kendi toprakları içinde
kalan kesiminde uluslararası su yollarını hakça
ve makul bir şekilde kullanmalıdırlar derken, 6.
maddede de hakça ve makul kullanıma ilişkin
faktörler şu şekilde belirtilmiştir:
a. Coğrafi, hidrografik, hidrolojik, iklimsel, ekolojik vb, faktörler,
b. Suyolu devletlerinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları,
c.Herbir suyolu devletinde suyoluna bağımlı
nüfus,
d.Bir suyolu devletindeki kullanımların diğer
suyolu devletine etkisi,
e. Suyolunun mevcut ve potansiyel kullanımı,
f. Suyolunun su kaynaklarının muhafazası, korunması, geliştirilmesi ve israftan kaçınma ile
bunlar için alınan önlemlerin maliyeti,
g. Alternatif kullanımların mevcudiyeti.
Maddenin 3. paragrafında, hakça ve makul kullanım için sayılan bu faktörlerin bir bütün olarak
ele alınacağı ve bu faktörlerin hiçbirine peşinen
bir ağırlık verilemeyeceği belirtilmiştir.21
Kapak Konusu
Uluslararası hukuk uzmanlarınca bu doktrin,
ilkelerinin kesin olmaktan uzak ve uygulanması
güç bir bütün olduğu şeklinde eleştirilmektedir.
Örneğin, hakça kullanım ve kayda değer zarar
arasındaki ilişki tam olarak tanımlanamamaktadır.22 Adil ve hakça kullanım doktrini, kapsadığı
kurallar ve getirmek istediği düzenler açısından,
hem memba hem de mansap ülkeler tarafından
ileri sürülebilir gibi görünse de diğer kıyıdaşa zarar verme potansiyelini esas olarak taşıyan yukarı kıyıdaş devlet olduğu için, aşağı kıyıdaşın başvurabileceği bir görüş olarak ortaya çıkmaktadır.
Diğer yandan Sözleşme, aşağı kıyıdaş ülke olmanın tüm özelliklerini tam olarak taşıyan Mısır tarafından da, yukarı kıyıdaşlara fazla hak tanıdığı
ileri sürülerek reddedilmektedir.
Sonuç
Sınıraşan sulardan faydalanmalara ilişkin yukarıda etraflı bir şekilde açıklanmaya çalışılan
doktrinlerden günümüz sorunlarını çözmeye en
yakın doktrin hakça ve makul faydalanma doktrini olarak görünmektedir. Diğer doktrinler, günümüzün karmaşık ve çok yönlü faydalanmalarını açıklama ve devletler arasında bu yönde ilişki
geliştirme kapasitesine sahip değildirler. Buna
karşın en önemli çıktısı 1997 Birleşmiş Milletler Sözleşmesi olan hakça ve makul faydalanma
doktrini de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda
103 ülke tarafından kabul edilmesine ve aradan
geçen onaltı yıla rağmen henüz otuz ülke tarafından onaylanmıştır. Aradaki fark esasen devletlerin sözleşmenin hükümlerine yönelik kaygılarının göstergesidir. Büyük oranda aşağı kıyıdaş
veya önemli bir sınıraşan suya kıyısı olmayan
devletler tarafından onaylanan bu sözleşme yukarı kıyıdaşların direnişi ile karşılaşmaktadır.
Sözleşmede makul ve hakça kullanımın yanı sıra
optimum kullanıma ilişkin özellikle Türkiye’nin
önerileri kabul edilmemiştir. Zaman ve mekan
açısından sınırlı bir kaynak olan suyun, ülkeler
arasındaki faydalanmalarda etkin faydalanmayı
yok saymak ciddi bir eksiklik olarak görülmelidir.
O
DİPNOTLAR
Cem Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Amaçlarla Faydalanma Hakkı,Ankara, A.Ü. Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları No: 303, 1970, s. 50.; Seha L. Meray, Devletler Hukukuna Giriş, Birinci Cilt, Ankara, A.Ü. Siyasal
Bilgiler Fakültesi Yayınları No: 237, 1968, s. 473.; Ömer İlhan Akipek, Devletler Hukuku,İkinci Kitap, Devletler Hukukunun Şahıslarından Devlet, Ankara, Başnur Matbaası, 1965, s. 53.
2 Tacettin Şimşek, Sınır Aşan Su Yollarından Hakça ve Makul Faydalanma, (Yayımlanmamış Doktora tezi), Ankara:
Gazi Üniversitesi, 1997, s. 7.
3Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Amaçlarla Faydalanma Hakkı, 1970, s. 53.; Mustafa Bir, Akarsulardan Faydalanma ve Türkiye’nin Uluslararası Hukuku İlgilendiren Akarsuları (Yayımlanmamış Doktora tezi), Ankara: AnkaraÜniversitesi, 1986, s. 26.
4Şimşek, Sınır Aşan Su Yollarından Hakça ve Makul Faydalanma, 1997, s. 12.
5UN, Permanent Sovereignity Over Natural Resources, http://daccess-ddsny.un.org/doc/RESOLUTION/GEN/
NR0/193/11/PDF/NR019311.pdf?OpenElement, (Erişim tarihi: 11 Nisan 2013).
6Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Amaçlarla Faydalanma Hakkı, 1970, s. 105.
7Şimşek, Sınır Aşan Su Yollarından Hakça ve Makul Faydalanma, 1997, s. 41.
8Bir, Akarsulardan Faydalanma ve Türkiye’nin Uluslararası Hukuku İlgilendiren Akarsuları, 1986, s. 81.
9Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Amaçlarla Faydalanma Hakkı, 1970, s. 164.
10 Özden Bilen, Ortadoğu Su Sorunları ve Türkiye, Ankara, TESAV Yayıncılık No:10, 2000, s. 173.
11 Dante Caponera, Principles of Water Law and Administration, Rotterdam: Balkema Publishers, 1992, s. 213.
12Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Amaçlarla Faydalanma Hakkı, 1970, s. 221.
13Bir, Akarsulardan Faydalanma ve Türkiye’nin Uluslararası Hukuku İlgilendiren Akarsuları, 1986, s. 87.
1
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
21
Kapak Konusu
14Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Amaçlarla Faydalanma Hakkı, 1970, s. 227.
15Şimşek, Sınır Aşan Su Yollarından Hakça ve Makul Faydalanma, 1997, s. 57.
16Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Amaçlarla Faydalanma Hakkı, 1970, s. 275.
17Bir, Akarsulardan Faydalanma ve Türkiye’nin Uluslararası Hukuku İlgilendiren Akarsuları, 1986, s. 92.
18Meray, Devletler Hukukuna Giriş, 1968, s. 550-551; Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, 3. Kitap,Ankara,
Turan Kitabevi, 1999, s. 54.
19 Salman L.A. Salman, “The Helsinki Rules, the UN Watercourses Convention and the Berlin Rules: Perspectives on
International Water Law”, Water Resources Development, Cilt 23, No 4, Aralık 2007, s. 625–640.; ILA, “The Helsinki
Rules on the Uses of the Waters of International Rivers” http://www.mpil.de/shared/data/pdf/pdf/8helsinki_rules_on_the_waters_of_international_rivers_ila.pdf (Erişim tarihi: 10 Nisan 2013).
20 Yüksel İnan, “Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları.” A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 49, Ocak-Haziran
1994, s. 243-253.
21 UN, “http://untreaty.un.org/ilc/texts/instruments/english/conventions/8_3_1997.pdf” (Erişim tarihi: 05, Nisan
2013).
22 Awn Khassawneh, “ The International Law Commission and Middle East Waters.” (Ed.), J.A. Allan and Chibli Mallat, Water in the Middle East: Legal, Political and Commercial Implications, London, I.B. Tauris Publishers, 1995, s. 24.
22
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
Su kaynakları üzerinde, hem insan faaliyetleri hem de doğanın yarattığı değişimler nedeniyle su kaynakları hem miktar
hem de kalite açışından değişime uğramaktadır.
Sınıraşan Su Havzalarında İşbirliği Sorunu
The Problem of Cooperation in Transboundary Water Basins
Tuğba Evrim MADEN
Abstract
There is a bilateral pressure on water resources resulting from both human activities and changes caused
by nature. As a result of decline in water resources, today and in the future, countries will have difficulty in
meeting the water demand of people in their regions and also in utilizing water resources due to insufficiency
of water. The fact that water is a fundamental source of life and shortages lead to social tension, rivalry and
conflict. Unilateral misuse of this exhaustible resource has been a driving force to create a joint management
of resources. In this study, the utilization of transboundary waters in cooperation was assessed within the
framework of theories of international relations.
Keywords: Water Scarcity, Transboundary Waters, Cooperation, International Relations Theory
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
23
Kapak Konusu
Su kaynaklarının azalması ile günümüzde ve gelecek dönemlerde ülkeler su yetersizliği nedeniyle kendi coğrafyalarında yaşayan nüfusunun su talebini karşılamakta, su kaynaklarından faydalanmalarında
sıkıntı yaşayacaktır. Yapılan çalışmalar ile 2025 yılında 3 milyar insanın
su sıkıntısı ile karşı karşıya kalacak ülkelerde yaşayacağı tespit edilmiştir.
Giriş
Su, dünya üzerinde yaşam döngüsünün kilit
noktasıdır. Dünya nüfusunun artması, sanayinin
gelişmesi, şehirleşmenin artması, onun getirisi
olarak da artan atıklar doğal kaynaklar üzerinde
baskı yaratmaktadır. Özellikle karbon salımlarının artması ile dünya ikliminde önemli değişiklikler meydana gelmektedir. Yüzyılımızın en büyük çevre sorunu olarak nitelendirilen iklim değişikliği de, su kaynaklarını, canlı yaşamını tehdit
edecek boyutta olumsuz etkilemektedir.
Dünya yüzeyinde tahmini su miktarı 1,386 milyon km3’tür. Bu miktarın %2,5’i tatlı sudur. Bu
oran 35,2 milyon km3’e tekabül etmektedir. Tatlı
suyun %68,7’si buzullarda (%0,8’i Tiyal Tabakasında), %30,1’i yeraltı suyu olarak, %0,4’ü ise atmosfer ve yüzeyde bulunmaktadır. Söz konusu
0,4’lük oranın %67,4’ü tatlı su göllerinde, %8,5’i
sulak alanlarda, %12,2’si toprak nemi olarak,
%1,6’sı nehirlerde, %9,5’i atmosferde ve %0,8’i
bitki ve hayvanlarda bulunmaktadır.1 Ekonomik
ve teknik olarak ulaşabildiğimiz tatlı su miktarı
çok azdır ve bu miktar dünya yüzeyinde de eşit
olarak dağılmamıştır.
Su kaynakları üzerinde, hem insan faaliyetleri,
hem de doğanın yarattığı değişimler nedeniyle
çift yönde gelişen baskı vardır. Özellikle su sıkıntısı olan bölgelerde aşırı nüfus artışı, kırsal
kesimden şehirlere doğru artan göç ve sonucu
oluşan nüfus değişimleri, gıda güvenliği, sosyo-ekonomik refahın artması, tarımsal, evsel ve
sanayi kaynaklı kirlilik, küresel iklim değişikliği
sonucu yağış rejimlerinin değişmesi hidrolojik
24
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
döngünün tüm elemanlarını2 etkilemektedir. Bunun sonucunda dünya üzerinde yer alan su kaynakları gün geçtikçe hem miktar hem de kalite
açışından değişime uğramaktadır.
Su kaynaklarının azalması ile günümüzde ve gelecek dönemlerde ülkeler su yetersizliği nedeniyle kendi coğrafyalarında yaşayan nüfusunun su
talebini karşılamakta, su kaynaklarından faydalanmalarında sıkıntı yaşayacaktır. Yapılan çalışmalar ile 2025 yılında 3 milyar insanın su sıkıntısı ile karşı karşıya kalacak ülkelerde yaşayacağı
tespit edilmiştir.3 Şimdiden birçok ülke su sıkıntısı ile karşı karşıyadır. Suya artan talebi karşılayabilmek için yüzey suları yetersiz kalmakta, bu
sebeple yeraltı suları kontrolsüzce kullanılmakta
ve su tablalarının seviyeleri aşağıya düşmektedir.
Suyun yaşam için temel bir kaynak olması ve yaşanan sıkıntılar sosyal gerilime, rekabete ve çatışmaya sebep olmaktadır.
Artan su sıkıntısı, coğrafi koşullar ile de bir araya
gelince, kıyıdaş ülkeler arasında uluslararası nehrin kullanımına ilişkin anlaşmazlıklar ortaya çıkmaktadır. Birçok ülkenin su kaynakları, sınıraşan
su özelliği taşımaktadır. Yerküre üzerinde yaklaşık 276 adet sınıraşan nehir havzası bulunmaktadır4 ve bu havzalar yerkürenin yarısını kaplarken,
toplam su kaynaklarının %60’ını oluşturmaktadır
ve dünya nüfusunun % 40’ından fazlasını etkilemektedir. Coğrafi olarak yaklaşık Avrupa’da 69,
Afrika’da 59, Asya’da 57, Kuzey Amerika’da 40,
Güney Amerika’da 38 adet uluslararası havza
vardır.5 Bu ülkelerinin su arzı diğer ülkeye de
bağımlıdır. Bu durum su kaynaklarını, ulusal güvenlik konularından bir haline getirmektedir.6
Kapak Konusu
Son yıllarda su kaynaklarının çatışmaların içinde
yer alması olasılığı nedeniyle, küresel su sorunları “öncelikli politika” statüsünde yer almaktadır.
Su kaynakları, barış için de, savaş için de itici güç
olabilmektedir. Devletlerin izleyeceği politikalar
ile sonuç işbirliği de olabilir çatışma da olabilmektedir. İsrailli hidrolojist Uri Shamir’in, “siyasi
niyet barış ise su engel oluşturmayacaktır, fakat
çatışma için bir sebep aranacak ise su yeterli bir
sebep olacaktır”, ifadesi de bunu ortaya koymaktadır.7 Birleşmiş Milletler Eski Genel Sekreteri
Kofi Annan, 2000 yılında, temiz suya ulaşabilmek için yapılan büyük rekabetin gelecekte,
meydana gelecek çatışma ve savaşların kaynağı olabileceğini belirtmiştir.8 2004 Nobel Barış
ödülü kazanan Wangari Maathai bir demecinde
“ormanların yok olması, çölleşme, biyolojik çeşitliliğin azalması ve su kıtlığı ile ekolojik kriz ile
karşı karşıya olunduğunu, orman, su, toprak, mineral ve petrol gibi kaynakları uygun bir şekilde
yönetilmedikçe, yoksulluğa karşı savaşta başarılı
olunamayacağını ve barışın var olamayacağını”
belirtmiştir. Ayrıca, mevcut politikaların değişmediği sürece eski çatışmaların canlanacağı ve
yeni kaynak savaşlarının ortaya çıkacağının ifade
etmiştir.9
Çevre ve politika arasında oluşan tehditsel ilişki uzun yıllardır ele alınan bir konudur. Sprout
ve Sprout,10 çevrenin uluslararası politikanın
ayrılmaz bir faktörü olduğunu anlatırken, günümüzdeki çevresel güvenlik literatürünün öncülerinden olmuştur. Çevresel güvenlik konusunun
tanınmış isimlerinden T.H.Dixon ise, mansap ve
memba ülkeler arasında oluşabilecek su savaşlarının sadece sınırlı şartlar bütününde gerçekleşebileceğini ve bu tür örneklerin dünyada az miktarda olduğunu belirtmektedir.11
Su havzalarında, su kaynağı ile ilgili sıkıntının
sonucu işbirliği veya çatışma olarak sonuçlanmaktadır. Postel’e12 göre, problemlerin kaynağı
yerel seviyelere dayanmaktadır. Tükenebilir bir
kaynak olan su, toplumun tüm kesimini etkilemektedir. Bu sebeple, su tek bir amaçla yönetilememektedir. Tüm kaynaklar ve kullanımları hep
birlikte ele alınmalıdır. Söz konusu bu kullanımlar ise tarımsal, hidroelektrik enerji üretimi, rekreasyon, evsel, sanayi ve çevre amaçlıdır.13
Suyun sadece tarihsel olarak askeri bir çatışma
sebebi olmadığını ve önümüzdeki yıllarda da savaşlara yol açabileceğini irdeleyen çalışmalar yapılmıştır. Cooley, Starr, Remans, Amery ve daha
da popüler olan Bulloch and Darwish yayınlarında su savaşlarının kurak bölgelerde özellikle de
Ortadoğu’da çıkabileceğini işaret etmektedir.14
Westing, sınırlı su kaynağı için yapılan rekabetin politik gerilimi arttıracağı, hatta savaşa kadar
gidebileceğini söylemiştir. Gleick, su kaynaklarını askeri ve politik birer amaç olduğunu, Ürdün,
Fırat, İndus, Ganj, Rio Grande ve Nil nehirlerini
örnek vererek tartışmıştır.15 Özellikle sınıraşan
sularda tipik uyuşmazlık sebebi, aşağı kıyıdaşın,
yukarı kıyıdaşın yarattığı kirliliğe, aşırı sulama
veya baraj yapmasına karşı çıkmasıdır. Bu faaliyetler aşağı kıyıdaşa ulaşan suyun kalitesini ve
miktarını etkilemektedir. Askeri müdahalelere
de sebep olmuş bu faaliyetlere birkaç örnek vardır. 1950-1960 yılları arasında İsrail, Suriye ve
Ürdün arasında Ürdün ve Yarmuk Nehirlerinin
sularını yönünü değiştirmesi sebebiyle çatışmalar çıkmıştır. Bir diğer örnek olan Fırat ve Dicle
nehirleri kıyıdaşları Türkiye, Suriye ve Irak arasında Fırat nehri üzerine yapılacak barajlar yüzünden anlaşmazlıklar yaşanmıştır.16 Anlaşmazlıkların bir kısmı, Meksika ve ABD örneğinde
olduğu gibi Rio Grande Nehri’nde yaşanan kirlilik ve Kolorado Nehri üzerine yapılacak baraj nedeniyle çıkan anlaşmazlıklar barışçıl bir biçimde yönetilmiştir. Güncel çalışmalar, uluslararası
ilişkilerde paylaşılan su kaynaklarının önemini
ortaya koymuş, sınıraşan sular ve askeri çatışmalar arasında güçlü bir ilişki olduğunu ortaya
çıkartılmıştır.17
Uluslararası ilişkiler çalışmalarının konusu da
olan bu durum, uluslararası ilişkilerin ana ekollerince incelenmiştir. Realistlere göre, devletler,
geleceklerini ve güvenliklerini etkileyen kaynak,
ülke sınırları dışında yer alıyorsa, bu kaynağa sahip olmak zorundadır. Ayrıca, göreceli kazanç
ve güvenlik ikilemi üzerinde duran realistler,
kaynağın diğer devlet tarafından sahiplenilmesinin bir diğeri için tehdit oluşturabileceğini ve
bu durumun kaynak için devletlerin rekabet etmesine neden olabileceğini iddia etmektedirler.
Bir diğer ekol liberaller ise daha iyimser bir bakış
açısı ile piyasanın kaynaklar için etkin ticareti ya-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
25
Kapak Konusu
ratacağını ve önemli kaynaklardan yoksun olan
devletlerin eksiklerini uluslararası piyasadan
sağlayabileceğini belirtmiştir. Marksistler ise
ekonomik sistem içerisindeki eşitsizliğin önemine odaklanmış ve kaynak kıtlığının hem küresel
hem de içte eşitsizliğe sebep olacağını, bu durumunda devletlerarası ve devlet içinde çatışmaları
arttıracağını belirtmiştir.18 Yukarıda belirtilen üç
ekol tartışmalarının odağında, gözden kaçırdıkları bir durum söz konusudur. Dünyanın farklı
coğrafi bölgelerinde, su kaynaklarının yönetimi
kıyıdaşların maruz kaldığı sorunlara göre değişiklik göstermektedir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi tatlı su kaynakları
dünya üzerinde eşit dağılmamıştır. Özellikle Avrupa ve Amerika bol su kaynaklarına sahipken,
Ortadoğu gibi bölgeler ise günden güne su kıtlığı
ile karşı karşıya gelmektedir. Bu sebeple, sınıraşan suların yönetimine ilişkin kurumların oluşturulması ve başarılı olamamasında farklılıklar
gözlenmektedir. Avrupa’da, Tuna ve Ren Nehri
sularının yönetimi için oluşturulmuş kurumlar
uzun süredir görevlerini yerine getirmektedir.
Kuzey Amerika’da ise ABD-Kanada arasında
karşılıklı olarak 50 yıldır, sınıraşan suların yönetimi için kurumlar varlıklarını sürdürmektedir.
Fakat söz konusu Ortadoğu olduğunda nehirlerin ortak yönetiminde çok az başarılı olunmuştur, çünkü suyun kıtlaşan bir kaynak olduğu bu
bölgede su, devletlerin bekası için önemli bir
kaynaktır. Kıt bir kaynak üzerinde devletlerin ortak bir karara varması ve ortak bir yönetim sağlayabilmesi zorlaşmaktadır. Su sıkıntısın yaşandığı
Ortadoğu’da kurumsallaşmanın zayıf, Avrupa’da
ise tatlı su kaynakları ile ilgili kurumsallaşmanın
yaygın olduğu görülmektedir. En az su sıkıntısının yaşandığı Amerika’da ikili ilişkiler ile oluşmuş kurumsallaşmalar yaygındır.19
Su çatışmalarının merkezinde hakkaniyet sorusu
vardır. Hakkaniyet kriterinin ne olduğu, su çatışmalarında belirsizdir ve görecelidir. Bu durumda
uluslararası hukuk muğlak ve tutarsız görünebilmektedir. Çünkü kabul edilmiş prensipleri uygulayacak bir mekanizma bulunmamaktadır. Buna
rağmen, hakkaniyetli su paylaşım anlaşmaları,
hidropolitik dengeler için bir ön koşul yaratmakta ve politik güçleri, çatışma yerine işbirliği tarafında olmaya sevk etmektedir.20
26
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Su ile ilgili anlaşmazlıkların tarihi, M.Ö.2500 yıllara kadar gitmektedir. İki Sümer şehri, Lagash
ve Umma, Dicle nehri ile ilgili anlaşma yaparak
su savaşını sona erdirmişlerdir. Bundan sonra
büyük su kütlelerini kapsayan anlaşmalar yapılmaya başlanmıştır. Bu anlaşmaların çoğu suyollarının ulaşım amaçlı kullanımı ile ilgilidir. Ama
günümüzde suyollarının ulaşım dışı amaçlı kullanımı ile ilgili anlaşmaların sayısı gün geçtikçe
artmaktadır.21
Su, sadece politik sınırları değil, kurumsal sınıflandırmaları ve hukuki genellemeleri de aşabilmektedir. Su kaynakları yönetilirken havzanın
tüm elemanları; yeraltı suları, yüzey suları, suyun miktarı, kalitesi ele alınmalıdır. Genelde,
uluslararası kuruluşlar,22 havza yönetimine dahil
olduklarında su kalitesinden ziyade su miktarına
odaklı düşünceler ile hareket etmektedirler. Tahsis haklarının tespit noksanlığında, ayrıcalıklı
çıkarların orantısız politik gücünde ve çevresel
amaçların oluşturulmasında genel bir ihmal de
göze çarpmaktadır.23
Bilinen su anlaşmazlıkları, kıyıdaşların su kullanımında rekabet etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu anlaşmazlığın boyutunu, her bir kıyıdaş
ülke içindeki kullanılan su miktarı oranı önemli
bir faktör olarak belirlemektedir. Frey’e göre, su
kaynakları ile ilgili çatışmayı oluşturabilecek üç
faktör sırasıyla; söz konusu suyun her aktör için
önemi; her bir aktörün göreceli gücü özellikle de
askeri gücü ve kıyıdaşların pozisyonudur.24
Çatışma durumunda, yukarı kıyıdaş aşağı kıyıdaşa göre avantajlı bir konuma sahiptir. Ara
konumda yer alan kıyıdaş ülkenin ise oynadığı
role göre durumu değişmektedir. Koalisyon şekillenirken, kıyıdaşların konumu etkili olmakta
ve güç ilişkisini değiştirebilmektedir. Genelde iki
tür işbirliği söz konusudur;25
a. Yukarı kıyıdaşa karşı ara kıyıdaş ve aşağı kıyıdaşın işbirliği
b. Yukarı kıyıdaş ve en yakın ara kıyıdaşın işbirliği
Sınıraşan suyolları ile ilgili anlaşmazlıkların kaynaklarını açıklayan bir diğer model ise Mandel’in
Kapak Konusu
İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Filistin, Ürdün nehri havzasında yer almaktadır.
Yıllardır bu bölge yoğun politik çatışmaların etkisi altındadır.
1991 yılında oluşturduğu modeldir. Bu modele
göre; sınıraşan su havzaları çatışma kaynaklarının teorik modeli;26
a.İşbirliği olmayan düzenlemeler; Mandel, işbirliği olmamasını havzada var olan etnik, din
veya ideolojik düşmanlıklara bağlar. Bazen
nehrin kendisi de düşmanlığın sebebi olabilmektedir.27
b. Çevresel dengesizlik; su kıtlığı problemin ana
sebebidir. Su kıtlığı, güvenlik sorununda “zero
sum” sıfır toplamdır. (Bir tarafın kaybı bir tarafın kazancıdır) Çatışma için potansiyel bir
sabittir.
c. Güç asimetrisi; devletlerin askeri, ekonomik
veya politik güç seviyeleri, ülkenin su havzasını bozabilecek veya değiştirebilecek teknik
güce sahip olması, devletin yukarı kıyıdaş olmasından kaynaklanan coğrafi gücüdür.28
Sınıraşan su havzalarında bir diğer çatışma sebebi çevresel etkidir. Sadece sınıraşan suların kullanımından etkilenmeyen bu durum, insan faaliyetlerinden de etkilenmektedir. Yukarı kıyıdaş
faaliyetleri taşkın kontrolü gibi olumlu etkilere
sahipken, kirlilik gibi olumsuz etkilere de sebep
olmaktadır.29
Sınıraşan Su Havzaları ve Uluslararası
İlişkiler Teorileri
Birleşmiş Milletler (BM), FAO (Food and Agriculture Organization) su anlaşmazlıkları çözümü
ile ilgili işbirliği ve anlaşma verilerini bir araya
getirmişler ve sonucunda M.S. 805 ve 1984 yılları arasında sınıraşan sular ile ilgili 3600 anlaşma
tespit etmişlerdir. 1814 yılı itibari ile uluslararası
suların ulaşım dışı kullanımı, taşkın düzenleme,
hidroelektrik enerji amaçlı 300 anlaşma tespit
edilmiştir.30
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
27
Kapak Konusu
Su çatışmalarının merkezinde hakkaniyet sorusu vardır. Hakkaniyet
kriterinin ne olduğu, su çatışmalarında belirsizdir ve görecelidir. Bu
durumda uluslararası hukuk muğlak ve tutarsız görünebilmektedir.
Çünkü kabul edilmiş prensipleri uygulayacak bir mekanizma bulunmamaktadır.
Su havzalarının fiziksel, politik ve insani kesişmeleri ile yönetimi daha zor bir hal almıştır. Su
sıkıntısının artması, su kalitesinin düşmesi, nüfusun artması, su havzalarında yürütülen projeler, dengesiz ekonomik gelişmeler, kıyıdaş ülke
ilişkilerinin kötüye gitmesine sebep olmaktadır.31
Suyun küresel mal olarak algılanması ile birlikte,
ortak hareket ihtiyacının oluşması tetiklenmiştir.
Tükenebilir bu kaynağın tek taraflı kötü kullanımı ortak kaynak yönetiminin oluşturulması için
itici güç olmuştur. Su kaynağının paylaşılması
hidrolojik, ekonomik, devletlerin dış politikasını ve iç dinamiklerini etkiler bir boyuttadır. Bu
sebeple yeni işlevselcilerin öngörüsüne göre su
ile ilgili işbirlikleri ikincil politikadan, birincil
politika konularına sıçrayacaktır. Bunun yanında rejim teorisine göre, bölgesel kurumlar doğal
kaynakların kullanımına ilişkin oluşturulacak işbirlikleri için önemli araçlardır.32
Realist ve neorealistlerin, su kaynaklarında işbirliği çalışmaları ile ilgili olan özerklik, çıkar ve
egemenlik ile ilgili kaygıları vardır. Aslında, uzmanlar da, sınıraşan sularda işbirliğinin devletlerin egemenlik, güvenlik ve toprak bütünlüğü
gibi önemli kaygıları ile çatıştığı için başarısız
olduğu konusunda fikir birliği içindedirler. Genel olarak devletler, doğal kaynaklarını paylaşmak istememektedir. Bu durum, devletler arası
ilişkilerin öngörülememesi olgusuyla ve karşılıklı
bağımlılık nedeniyle ortaya çıkan zayıf noktalar
ile desteklenince devletler uzun süreli su kaynakları paylaşım anlaşmalarından kaçınmaktadır.33
İşbirliği çabaları, devletleri, güvenlikleri, egemenlikleri ve komşusuna karşı politik husumeti
ile ilgili kaygılandırmaktadır. Liberal ve neolibe-
28
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
raller, devletler çıkarları olduğu zaman ortak kazançları algılayabilecek ve işbirliklerini sürdürebileceklerini iddia etmektedirler. Sınıraşan sular
dahilinde kıtlığın üstesinden gelinebilmesi ve su
kaynağından faydalanmanın düzenlenmesi de işbirliği için teşvik edici unsurlardır. Tek taraflı çözümlerin tükendiği veya işbirliğinin sağlayacağı
artı faydaların farkına varıldığı noktada devletler
çatışmak yerine işbirliği yapmayı tercih edecektir. Devletlerin işbirliği yapma probleminde, kurumlar ve düzenlemeler işbirliğini sağlamak için
yerlerini alacaktır.34
Bireysel faydalarını maksimize etme kaygısına
sahip devletler, kaynakları tek taraflı tüketme
güdülerini bu kaygı ile güçlendirmektedir. Devletler arasında yaşanan çatışmalar, kıyıdaş anlaşmazlıkları ile bir arada var olmaktadır. Müzmin
çatışma durumları nedeniyle kıyıdaşlar işbirliğini
başaramamışlardır. Örneğin; İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Filistin, Ürdün nehri havzasında
yer almaktadır. Yıllardır bu bölge yoğun politik
çatışmaların etkisi altındadır. Su kaynağı ile ilgili
kıyıdaşların anlaşmazlığı Arap-İsrail çatışmasının öğelerinden biridir. Bu durumu destekleyen
diğer örnekler Indus ve Nil havzalarıdır.35
Bu örnekler, kurak ve yarı-kurak bölgelerde cereyan etmektedir. Tüm örneklerde, su, tarım, sanayi ve evsel amaçlı kullanılmaktadır. Havzaların
kıyıdaş ülkelerinin bir kısmı veya hepsi, su kaynaklarına sorunsuz ulaşmayı, ulusal güvenlikleri
ile ilişkilendirmişlerdir. Örnek havzalarda, işbirliğine ulaşabilmek için çabalar sarfedilmiştir.
Ama bu havzaların hiçbirisinde “optimal” nehir
havzası geliştirilmesi yönetimi ve planlaması yapılmamıştır.36
Kapak Konusu
Sınıraşan suların çatışmaya sebep olmaksızın
kıyıdaşlarınca kullanımı ancak devletlerin işbirliği ile gerçekleşmektedir. Sınıraşan sular tartışma konusu olduğunda devletler kendi çıkarları
doğrultusunda hareket etmektedirler.37 Yukarı
kıyıdaş devlet coğrafi avantajı ile sınıraşan sulardan faydalanırken ve aşağı kıyıdaş ülkeye zarar verirken işbirliği yapması beklenemez. Bazı
durumlarda, aşağı kıyıdaş ülke, yukarı kıyıdaş
ülkeyi işbirliği yapma yolunda etkilemek için
yukarı kıyıdaş ülkenin coğrafi avantajını, askeri
veya ekonomik güç ile dengelemesi gerekmektedir. Hidropolitik alanında ortak sular işbirliği
neorealistler tarafından hegemon denge teorisi
ile açıklanmaktadır. Bu konuda Miriam Lowi,
havzada yer alan hegemon devletin çıkarının, işbirliği için ilk koşul olduğunu belirtir. Eğer hegemon devlet su kaynağına bağımlı ve aşağı kıyıdaş
pozisyonunda ise işbirliği beklenen sonuç olarak
ortaya çıkmaktadır. Eğer hegemon güç yukarı kıyıdaş pozisyonda ise avantajını korur ve bu havzada işbirliği beklenmemelidir. Hegemon gücün
yukarı kıyıdaş olduğu durumda işbirliği olasılığı,
aşağı kıyıdaş olduğu ve yukarı kıyıdaşa bağımlı
olduğu duruma göre daha azdır. Sonuçta, yukarı
kıyıdaş ortak sudan faydalanırken aşağı kıyıdaş
ülkeye zarar vermesi ancak güçlü olduğunda söz
konusu olmaktadır.38 M. Lowi’ye göre ideal olan;
bu kaynağa ihtiyaç duyan ülke suyun bir güvenlik meselesi olduğu bir durumda, diğer kıyıdaş
ülkeler ile işbirliği yapma yoluna gitmelidir. Ama
gerçekler söz konusu olduğunda genelde bölgede hegemonik denge açısından güç dağılımı çok
önemlidir. Baskın güç durumundaki ülke sınıraşan su ile ilgili işbirliğinden fayda sağlayacak ise
uygulanacak düzen için liderlik yapar ve kuralları oluşturur. Eğer, bölgedeki baskın gücün herhangi bir çıkarı yok ise bu işbirliği sağlanamaz.
Bu nedenle, sınıraşan su aşağı kıyıdaşın zararına
kullanıldığında ve aşağı kıyıdaş kendini yukarı
kıyıdaş ülkeye göre daha güçlü olduğunu fark
ettiğinde, devletler arası düşmanlık artmaktadır.
Hegemon gücün aşağı kıyıdaş olduğu durumlarda çatışma beklentisi artmaktadır. Aşağı kıyıdaş
hegemon devletin çeşitli anlaşmalar zemininde
yukarı kıyıdaş devletin kullanımını kısıtlaması
ile işbirliği fırsatı artmaktadır. Bu duruma örnek
olarak 1959 yılında Nil nehri havzasında aşağı
kıyıdaş Mısır’ın, yukarı kıyıdaş Sudan ile işbirli-
ği anlaşması gösterilebilir.39 Yukarı kıyıdaşın hegemon olması her zaman zayıf aşağı kıyıdaş ile
anlaşma yapmayacağı anlamına gelmemektedir.
Uluslararası nehir yönetimi işbirliğine aşağı kıyıdaş devlet çok ilgi gösterirken hegemon yukarı
kıyıdaş devlette karşılıklı münasebet anlaşmaların, yan girdileri nedeniyle az da olsa ilgi gösterebilmektedir.40
Bazı durumlarda da, devletler işbirliği yapma
konumunda olmayabilirler, her zaman stratejik
konumlarını kullanmak veya aşağı kıyıdaşa zarar vermek için tüm güçlerini bir arada toplamak
zorunda değildirler. Neoliberaller bu durumu,
genellikle tek taraflılığın tatmin edici sonucun
devam etmesine bağlamaktadırlar. Diğer bir
durum ise, uluslararası nehrin iki ülke arasında
sınır oluşturması, iki ülke için stratejik kesişme,
karşılıklı münasebet ve yan girdiler gibi şartlar
oluşturabilir, bu durum da işbirliği yapma olasılığı yüksektir.41
Birden fazla uluslararası havzada yer alan kimi
zaman aşağı kıyıdaş, kimi zaman yukarı kıyıdaş
devlet olan devletler, işbirliği yaparken taleplerini, işbirliği şartlarını diğer havzalarda bağlayıcı bir durum ve emsal yaratmaması için kısıtlar
veya mağduriyetlerine rağmen işbirliğinden kaçınırlar. Neorealistler ve bazı neoliberal kurumsalcılara göre özellikle, suyun büyüme ve gelişme
için önemli bir girdi olduğu durumlarda, her kıyıdaş ileride zarara uğrayabileceği bir durumda
kalmaktan korkar bu sebeple de hiçbir taraf, hasmının daha güçlü bir konuma geçebileceği bir
oluşumda, kendini yükümlülük altına sokmak
istemez.42
Son yıllarda gündemde sıkça yer alan uluslararası ilişkiler yaklaşımlarından biri olan konstrüktivizm, işbirliği ve uluslararası anlaşmaların kolaylaştırılmasında ulusüstü kurumların, hükümet
dışı örgütlerin ve bilgi toplumlarının önemli rolleri olduğunu su havzalarında işbirliği örneklerini
de kullanarak savunmaktadırlar. Konstrüktivistlere göre, bilgi toplumları profesyonellerin önem
kazandığı bilgi temelli toplumlardır. Bu gruplar,
ortak değerlere sahip, aynı amaca inanmakta ve
ilişkileri etkilemektedir. Konstrüktivistler, dünya
politikalarının sosyal olarak inşa edildiğini iddia
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
29
Kapak Konusu
ederler. Kural oluşturan ve müşterek anlayışların, fiziksel ve sosyal dünya için sonuçları vardır. Uluslararası politika da maddesel gerçekler
dışında sosyal gerçeklerde önemli bir rol oynar.
Uluslararası aktörler, birbirleri ile ilişkilerini bu
maddesel gerçeklerden öte uluslararası alanda
oluşturulan sosyal gerçeklere göre şekillendirir.
Örneğin bu sosyal gerçekler egemenlik, hukukun üstünlüğü gibi ilkelerdir. Aktörlerin çıkar ve
kimlik tanımlamaları ve davranışları uluslararası
politikada devletler arası ilişkiler ve etkileşimler sonucu oluşan ortak anlayışlar, normlar ve
kurallar tarafından şekillendirilir. Aynı zamanda aktörlerin kendi davranışları ve etkileşimleri
uluslararası politikada hakim olan bu kuralları,
normları ve ortak anlayışları etkiler ve şekillendirir. Devletlerin önceden tanımlanmış ve değişmeyen çıkar tanımlamaları yoktur. Bu doğrultuda devletlerin çıkarları uluslararası politika da
her devlet tarafından farklı tanımlanan, şekillendirilen ve değişime açık bir kavramdır.43
görüşmelerinde tarafların işbirliği yapmasını kolaylaştırmak için önemli rol almışlar ve finansal
olarak büyük projelere işbirliği çatısında destek
olmuşlardır.44 Konstrüktivistlerin iddiaları örnekler ile desteklenmektedir.
Su politikalarında devletlerarası işbirliği oluşturulurken yukarıda sözü edilen aktörlerin, engellerin üstesinden gelinmesine yardımcı olacağı ve ilgili devletleri “kazan-kazan” (win-win)
durumunda oluşturulmuş işbirliklerine ikna
edebileceği vurgulanmaktadır. Elhance’e göre,
bu kurumlar, fikir birliğini inşa eder, müzakere
gündemini hazırlar ve problem çözer bir ortam
hazırlarlar. Ayrıca, bu kurumlar, işbirliği kazançlarını etkileyerek anlaşmayı daha cazip hale getirecek finansal desteği de sağlayabilmektedirler.
BM Kalkınma Programı (UNDP) Mekong Nehri
görüşmelerinde, Dünya Bankası ise İndus Nehri
Sınıraşan sularının kıyıdaş devletlerce kullanımında, geçmişten günümüze işbirlikleri gerçekleştirilmiştir, bu doğrultuda anlaşmalar yapılmış,
kurumlar inşa edilmiştir. Ancak bu işbirlikleri,
devletlerin özellikle havzada güçlü olan kıyıdaşın
çıkarlarına uygun olmadığı durumlarda gerçekleştirilmemektedir. Yukarıda bahsedilen kurumlar işbirliği oluşturulmasını sağlamaktadır fakat
yukarda da ifade edildiği gibi işbirliği taraflara
cazip bir hale getirilerek, çıkarlarına uygun hale
getirilerek oluşturulmuştur. Bu durum, realistlerin temel argümanlarını çıkarlar dahilinde işbirliği yapılması görüşünü desteklemektedir.
Sonuç
1990’ların başıyla birlikte küresel su kıtlığı ve
buna bağlı sonuçların ortaya çıkması, suyun küresel politik gündemde yer almasını sağlamıştır.
Su yönetimi, güvenlik kaygıları ile ilişkilendirilmiş ve sınıraşan su havzaları politik odaklar haline gelmiş ve su konusu ikincil politika konusu
olmaktan çıkmış, birincil politika konularından
biri haline gelmiştir. Su stresinin artması, ulusal
kaynaklara tehdit oluşturması ve suyun eşit dağılmaması teorik tartışmalar da çatışma boyutunu da ortaya çıkarmıştır. Güvenlik, doğal kaynakların kontrolü ve dağılımı çatışmanın merkezini oluşturmaktadır.
O
DİPNOTLAR
1UNESCO, Water, A Shared Responsibility: The United Nations World Development Report II, Paris, Berghahn Books,
2006, ,s.121; A. Dinar, S.Dinar, S.McCaffrey ve D. McKinney, Bridges Over Water, Singapore, World Scientefic Publishing Co. Pre. Ltd, 2007, s.6.
2 Hidrolojik döngü içerisinde sözü edilen elemanlar; yağış, buharlaşma, bitkilerde terleme, toprak ve bitkilerde
muhafaza edilen nem, yeraltına süzülme ve yeraltı suyunun beslenmesi, vb. (Ayrıca bkz. UNESCO, Water Shared
Responsibility, 2006, s. 122)
3 A. Swain, Managing Water Conflict; Asia, Africa And The Middle East, London, Routledge, 2004, s.25.
4UN-Water, Water Security and the Global Water Agenda, United Nations University, Canada, 2013, s.7.
30
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
5
Meredith A. Giordano and Aaron T.Wolf, “The World’s Freshwater Agreements: Historical Developments and Future Opportunities “, Atlas of International Freshwater Agreements, New York, UNEP, 2002, s. 1; A. T. Wolf , “ Conflict
and Cooperation Along International Waterways”, Water Policy, 1998, s.251.
6 A. Swain, s.27.
7 A. Swain, s.33.
8 Sandra Postel ve Aaron T. Wolf, “Dehydrating Conflict,”, Foreign Policy, September/October 2001 , s.60.
9 Dinar, Dinar, McCaffrey ve McKinney., s.13.
10 Harold Sprout ve Margaret Sprout, “Environmental Factors in the Study of International Politics”, The Journal of
Conflict Resolution. Vol.1, No.4, Dec.1957, s.309-328.
11 Jerome Delli Priscoli ve Aaron T.Wolf, Managinig and Transforminig Water Conflicts, New York, Cambridge University Press, 2009, s.10.
12 Bkz. Sandra Postel. Pillar of Sand: Can the Irrigation Miracle Last? , New York, W.W. Norton, 1999.
13 Priscoli ve Wolf, s.10.
14 Bkz. John K. Cooley, “The War Over Water”, Foreign Policy, No.54 (Spring, 1984), s.3-26; Joyce R. Starr, “Water Wars”,
Foreign Policy, (Spring 1982), s.17-36; Wilfried Remans, “Water and War”, Humantäres Völkerrecht, Vol. 8, No.1,
1995; Hussein A. Amery, “Water Wars in the Middle East: A Looming Threat “,The Geographical Journal, Vol. 168,
No. 4, December 2002, s.313-323; John Bulloch, Adel Darwish, Water Wars, Gollancz, 1993.
15 Priscoli ve Wolf, s.10; Peter Gleick, “Water and Conflict: Fresh Water Resources and International Security”, International Security, Vol.18, No.1, Summer, 1993, s.80.
16 Paul R.Hensel, Sara Mclaughlin Mitchell ve Thomas E. Sowers II, “Conflict Management of Riparian Disputes”,
Political Geography, 25, 2006, s. 384.
17 Paul R.Hensel, Sara Mclaughlin Mitchell ve Thomas E. Sowers II.
18 Paul R.Hensel, Sara Mclaughlin Mitchell ve Thomas E. Sowers II , s. 385.
19 Hensel, Mitchell ve Sowers II, s. 385.
20 Priscoli ve Wolf, s.61.
21 Priscoli ve Wolf., s.62
22 AB Su Çerçeve Direktifi, bölge su kalitesi ağırlıklı sorun yaşadığı için su kalitesi odaklı bir düzenlemedir.
23 Priscoli ve Wolf, a.g.e., s.11.
24 Kliot, Shmueli ve Shamir, a.g.e., s.10.
25 Frederick Frey, “The Political Context of Conflict and Cooperation over International River Basins”, Water International, Vol.18, No.1, March, 1998 ; Kliot, Shmueli ve Shamir., s.14.
26 Robert Mandel, “Sources of International River Basin Disputes”, Conflict Quarterly, Fall 1992; Kliot, Shmueli ve
Shamir, s.15.
27 Kliot, Shmueli ve Shamir, s.16.
28 Kliot, Shmueli ve Shamir s.17.
29 Kliot, Shmueli ve Shamir, s.18.
30 Aaron T.Wolf , “Conflict and Cooperation Along International Waterways”, Water Policy, Vol.1, No.2, 1998, s.255-8.
31 Giordano ve Wolf, a.g.e., s. 2.
32 David Philips, Marwa Daoudy, Stephen McCaffrey, ve d., “Trans-boundary Water Cooperation as a Tool for Conflict Preventation and for Broader Benefit-Sharing.”, Global Devolopment Studies, No.4, Stockholm, 2006, s.15.
33 Shlomi Dinar, International Water Treaties: Negotiation and Cooperation Along Transboundary Rivers, London, Routledge, 2008, s.17.
34 Dinar, s.17.
35 M.R. Lowi, Water and Power; The Politics of a Scarce Resource in the Jordan River Basin, Updated Edition, Australia,
Cambridge University Press, 1995, s.2.
36 Kathryn Furlong, “Hidden Theories, troubled Water: International Relations, the ‘Territorial Trap’, and the Southern African Development Community’s Transboundary Waters,” Political Geography, 25, 2006, s.442 ; Lowi, s.3.
37 Lowi, s.10.
38 Dinar, s.20.
39 Jeroen F.Warner, Mark Zeitoun, “International Relations Theory and Water Do Mix: A Response to Furlong’s
Troubled Waters, Hydro-Hegemony and International Water Relations”, Political Geography, 27, 2008, s. 805; M.
Lowi, s. 199.
40 Paul Williams, “Water Usually Flows Downhill: The Role of Power, Norms, and Domestic Politics in Resolving
Transboundary Water-Sharing Conflicts”, Alan Richards (der.), California, Institute on Global Conflict and Cooperation, 1997, s. 56 ; Dinar, s.21.
41Dinar, s. 22.
42 Dinar, s.22.
43 Alexander Wendt, “Constructing Internaitonal Politics”, International Security, Vol.20, No.1, Summer 1995, s.72.
44 Arun P. Elhance, “ Hydropolitics in the 3rd World: Conflict and Cooperation in Internaitonal River Basins.”, Washington D.C., United States Instute of Peace Press, 1999.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
31
Kapak Konusu
AB’nin su ile ilgili yasal düzenlemeleri, genel çevre politikasının bir alt öğesi olarak
gelişmiştir ve bu çerçeveden bağımsız düşünülmemelidir.
AB Su Politikası ve Türkiye:
Uyum Sürecine Kuramsal Bir Yaklaşım
EU Water Policy and Turkey:
A Theoretic Approach to Harmonization Process
Vakur SÜMER
Abstract
This paper presents a theoretical framework in order to capture the interaction between the EU Water
Framework Directive (WFD) and Turkey’s water management policy. It is argued that legal discourses, organizations and policy networks prevailing in Turkey’s water management policy are more flexible in terms of
change, whereas institutional arrangements, which constitute the substantive part of the necessary changes
for the implementation of the WFD, are likely to change more subtly and gradually. Not only the embedded
flexibility in the WFD but also the established traditions and continuities in Turkey’s water management
policy contribute to the explanation of this argument.
Keywords: European Union, Turkey, Water Politics, Water Frame Directive
32
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
19. yüzyıl öncesinde suyun kullanımı, genellikle, suyu mümkün olan
en yakın kaynaktan getirme ve kullanma biçimindeydi. Sanayi devrimi
ve sonrasın ortaya çıkan teknolojik yenilikler ve gittikçe gelişen finansal imkanlarla, önceden “uzak” kabul edilen suların kullanımını gerek
teknolojik gerekse ekonomik olarak mümkün kıldı.
Giriş
Veciz ifadenin belirttiği üzere, su, hayattır. Dünya üzerindeki yaşam suyun varlığına bağlıdır.
Ayrıca, pek çok ekonomik ve toplumsal amaca ulaşmada suyun önemi büyüktür. Su, çeşitli
ekonomik sektör için temel bir girdidir ve sürdürülebilir ekonomik ve toplumsal gelişme için
vazgeçilmez bir unsurdur. Su yönetiminin tarihi, suyun önemine koşut olarak, insanlık tarihi
ile yaşıttır. Bu çerçevede, son derece önemli bir
kaynak olan suyun yönetimi tarih boyunca değişimler geçirmiştir.
Suyun nasıl yönetildiğine ilişkin meselenin ortaya çıkardığı yaklaşımlar, zaman (tarih boyunca) ve mekan (ülkeler arasında) bazında büyük
oranda farklılıklar arz etmektedir. Su yönetimi
tarzlarındaki bu farklılıklar “paradigma değişimleri” adı altında bir analitik çerçevede incelenmektedir.1 Bu yaklaşıma göre, her bir su yönetimi
paradigması, suyun; toplum, ekonomi ve çevre
bağlamlarında edindiği farklı rollerle ve bunlara
dayalı olarak oluşan pratiklerle karakterize olmaktadır.
19. yüzyıl öncesinde suyun kullanımı, genellikle,
suyu mümkün olan en yakın kaynaktan getirme
ve kullanma biçimindeydi. Sanayi devrimi ve
sonrasın ortaya çıkan teknolojik yenilikler ve gittikçe gelişen finansal imkanlarla, önceden “uzak”
kabul edilen suların kullanımını gerek teknolojik gerekse ekonomik olarak mümkün kıldı. Bu
çerçevede, “su kontrol edilebilir” şeklinde özetlenebilecek bir modernist anlayış gelişti ve mühendislikte yaşanan gelişmelerle birlikte büyük
su yapılarının (barajlar, kanallar, tüneller) inşası
mümkün hale geldi. Böylelikle, “hidrolik misyon”
adı verilen bir paradigmaya girildi. Hidrolik misyon çerçevesinde su kaynaklarının ekonomi ve
toplumun yararına sunulması en temel öncelik
oldu.2
1970’lerin sonlarına gelindiğinde, sanayileşmiş
Batı’da, gitgide toplumsal yapıların ve kurumların ve bunlara olan bağlılığın sorgulandığı bir
sürece girildi.3 Bu süreçte, eskisine oranla daha
esnek (flexible) ağlar oluşmaya başladı. Gitgide,
“hidrolik misyon”un yerini farklı paradigmalar
almaya başladı ve son olarak, Entegre Su Kaynakları Yönetimi paradigması kabul görmeye
başladı. Artık su kaynaklarının sadece ekonomi
ve topluma olan yararı değil, aynı zamanda çevresel boyutları da gündeme alınmaya başladı. Su
kaynaklarının bütün yönleriyle yönetilmesini hedefleyen bir anlayış yavaş yavaş egemen olmaya
başladı.
AB ve Su Politikası
Global düzlemde yaşanan bu değişimlerle kısmen paralel olarak, her ülke kendi su yönetimi
tarzını benimsedi ve geliştirdi. Avrupa Birliği ülkeleri ve Türkiye de kendi tarihsel ve kurumsal
gelişimlerine ve fiziksel yapılarına koşut su yönetimi biçimleri oluşturdular ve su yönetimi politikalarını kendi koşullarına göre biçimlendirdiler.
Avrupa kıtasında 1950’lerde başlayan bütünleşme çabalarına karşın, bölge ülkeleri su yönetimlerinde ulusal önceliklerini uygulamayı sürdürdüler. Avrupa ülkelerinin ortak bir su yönetimi
politikasına geçişleri Avrupa entegrasyonunun
ileriki safhalarında derece derece gerçekleşmeye
başladı. Bu çerçevede, Avrupa çapında ortak bir
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
33
Kapak Konusu
çevre politikasının şekillenmeye başlaması, su
politikasında da bütünleşmeye doğru giden yolu
açtı.
nundan itibaren, Su Çerçeve Direktifi, Avrupa
Birliği su politikasının temel taşıyıcısı konumuna geldi.
Avrupa Birliği’nin su politikalarının da içinde geliştiği çevre politikasına baktığımızda AB
düzeyinde gelişen ortak bir çevre politikasının
yanında, bu politikayla çok benzeşmeyen kimi
ulusal öncelik ve kurumların varlıklarını inatla
sürdürdükleri gerçeği ile karşılaşıyoruz. Bunun
nedeni, ortak düzlemde gelişen çevre politikasının yeterince (hatta yeterinden öte) esnek oluşu
ve Üye Devletler’e geniş bir hareket alanı tanımasıdır. Bu durumun eleştiren bazı otoriteler açısından, Üye Devletler’in kendi ulusal gelenek ve
kurumlarının bu derece devamı, AB çevre politikası açısından bir “uygulama sorunu”ndan başka
bir şey değildir.4 Vurgulanması gereken diğer bir
husus da AB çevre politikası altında ekonomik
kalkınma ile çevresel koruma hedefleri arasında
bir denge kurulmaya çalışıldığı bulgusudur. AB
çevre politikasının içinde geliştiği genel şartların
ve politikanın evriminin su ile ilgili yasal düzenlemelere nasıl yansıdığının ipuçlarını çevre politikasında bulabilmek mümkündür. AB’nin su ile
ilgili yasal düzenlemeleri, genel çevre politikasının bir alt öğesi olarak gelişmiştir ve bu çerçeveden bağımsız düşünülmemelidir.
Bu noktada vurgulanması gereken önemli bir
nokta, su kalitesinin iyileştirilmesini hedefleyen
katıksız bir bilimsel yaklaşımın yasal düzleme aktarılmasından çok, SÇD’nin, çok çeşitli ve farklı
çıkarlara sahip tarafların arasında kurulmuş bir
uzlaşı metni olarak değerlendirilmesi gereğidir.
Bilindiği üzere Su Çerçeve Direktifi (SÇD), yarım on yılı bulan bir müzakere sonucunun bir
ürünüdür. Bu açıdan bakıldığında, SÇD, pek çok
oyuncunun (tek tek Üye Devletler, Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu, Hükümet Dışı
Örgütler, vd.) çıkarlarının öne çıkmasını sağlamaya çalıştıkları zorlu bir süreç sonucunda kabul
edilebilmiş bir ortak metindir. Dolayısıyla, SÇD
belli bir “esnekliğe” sahip çerçeve bir Direktif ’tir.
Dolayısıyla, AB düzleminde bir su politikasının
oluşması için önce bir ortak çevre politikası kurma yaklaşımının gelişmesi beklendi. Ne var ki,
ilk aşamalarda geliştirilen su yönetimi politikasının unsurları, anlamlı bir bütün oluşturamadı ve
sonuç olarak, Avrupa kıtası çapında kayda değer
ilerlemeler sağlayamadı. Başlıca Avrupa nehirlerinde kirliliğin önlenememesi ve hatta giderek
daha kötü boyutlara ulaşması, Avrupa su yönetimi politikasının dağınık yapısının bir örneği ve
başarısızlığının önemli bir sonucu olarak görülmüştür.
Bu şartlar muvacehesinde, daha açık ifadesiyle,
Avrupa tatlı su kaynaklarını başarıyla yönetecek
entegre bir politikaya duyulan gereksinimin artmasıyla birlikte, 1990’ların ortalarından itibaren,
Avrupa Su Çerçeve Direktifi’nin benimsenmesi
ile sonlanacak olan bir çok taraflı bir tartışma ve
politika yapma sürecine girildi. Bu sürecin so-
34
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
SÇD ve Türkiye: Kurumlar, Yasal Söylemler ve
Politika Ağları
Türkiye, uzun kabul edilebilecek bir süredir belli
başlı Avrupa politik yapılarıyla bütünleşmiş durumdadır. NATO, AGİT ve Avrupa Konseyi bunların en önde gelenleri olarak sayılabilir. Benzer
bir biçimde, Avrupa bütünleşmesi çerçevesinde
de Türkiye 1959’dan itibaren, oluşmakta olan
bu Avrupa politik yapısı içinde yerini almak istemektedir. AT/AB ile Türkiye arasındaki ilişki
yıllar içinde atılan pek çok ortak adımla derinleşmiştir. 1963’te Ankara Antlaşması ile “Ortaklık” kurulmuş, 1999’da Türkiye “aday ülke” ilan
edilmiş, 2005 Mart’ında ise üyelik müzakereleri
resmi olarak başlamıştır. Su Çerçeve Direktifi,
AB müktesebatının (acquis communautaire) bir
parçası durumundadır. Buna göre, üyelik müzakerelerini sürdüren bir ülke olarak Türkiye söz
konusu Direktif ’in, aksi kabul edilmedikçe, en
geç üyelik tarihi itibariyle iç hukuka aktarılması
ve uygulanması yükümlülüğünü üstlenmiş durumdadır.
Türkiye’nin Su Çerçeve Direktifi ile olan ilişkisi ilgi çekicidir, zira Direktif ’in temel odağı “su
kalitesi”nin Avrupa çapında iyileştirilmesi, diğer bir ifade ile Avrupa tatlı sularının, su kalitesi yönünden “iyi duruma” ulaştırılması iken5,
Kapak Konusu
Türkiye’nin tarihsel olarak öncelikli su politikası,
su kaynaklarının geliştirilmesi çizgisinde gerçekleşmiştir. Su kaynaklarının geliştirilmesini
geçmiş on yıllarda tamamlamış bulunan Avrupa
ülkeleri için temel sorun, sanayileşmenin getirdiği olumsuz dışsallıklardan olan çevre kirliliği
ve su politikası özelinde de su kirliliği ile mücadele olmuştur. AB su kaynakları yönetimi anlayışı, su kaynakları geliştirilmesi ile ilgili yönetim
ilkelerini çok genel hatlarıyla ele alan, öncelikle
su kaynakları geliştirilmesinin etkileri (impacts)
ve olumsuz olarak değerlendirilen bu etkilerin
giderilmesi için önlemlerin (measures) alınması
odaklıdır. Bir başka deyişle özellikle AB’nin önde
gelen ülkelerinin su kaynakları geliştirme ile ilgili projelerini tamamıyla bitirmiş olmaları ve
su kaynakları yönetiminin bir ileri aşaması olan
“mevcut kaynakların daha etkin kullanılması”,
“talep yönetimi” ve “çevresel etkilerin giderilmesi” aşamalarına geçmiş olmaları, su kalitesi odaklı SÇD’nin yasalaşması sonucunu doğurmuştur.6
Öte yandan Türkiye sosyo-ekonomik kalkınmaya yönelik hedefleri doğrultusunda ve artmakta
olan içme suyu, enerji ve tarım suyu ihtiyaçlarını
karşılamaya yönelik su kaynakları geliştirilmesi
ile ilgili faaliyetlerini tamamlayamamıştır. Diğer
bir ifade ile Türkiye su kaynakları yönetiminin
bir önceki safhasındadır. Gelişmekte olan bir
ülke olarak Türkiye, su kaynaklarının ancak üçte
birinden biraz fazlasını kullanıma sokabilmiştir.
Bu çerçevede, gerek tarımsal üretim, gerek hızlı artan nüfusunun içme suyu ihtiyacı, gerekse
hidroelektrik potansiyelini gelişen endüstrisinin
hizmetine sunma bağlamlarında, Türkiye, su
kaynaklarının geliştirilmesine büyük önem atfetmektedir. Bu öncelik, su kaynakları yönetim
politikasının ana eksenini oluşturmuştur.
Bunun da ötesinde, Türkiye’nin su kaynaklarının üçte birinden fazlası sınıraşan su kaynaklarından gelmektedir. Bu ise tüm resmi daha da
karmaşıklaştırmaktadır. Bu noktada, Su Çerçeve Direktifi’nin, sınıraşan sularla ilgili olarak da
bazı hükümler barındırdığını hatırlamak gerekir.
Türkiye’nin su yönetimi politikasına etki eden bu
iki etmenin dışında, Su Çerçeve Direktifi’nin, halihazırdaki Üye Devletler için de zorlu uygulama
süreçleri öngördüğü gerçeği de pek çok uzman
tarafından kabul edilmektedir.7 Nehir havza-
larının SÇD’nin uygulanmasında başlıca birim
olarak ele alınıyor olması bu zorluklardan birisidir. Bu pencereden bakıldığında, Su Çerçeve
Direktifi’nin uygulanması Türkiye’nin su yönetimi politikası ve bu alandaki pratiklere ciddi bir
meydan okuma anlamına gelmektedir.
SÇD’nin Türkiye tarafından uygulanması çerçevesinde yapılacak işler şu şekilde sıralanabilir:
SÇD’nin ileriki uygulama aşamalarındaki çalışmalar için bir altlık teşkil edecek olan güvenilir
bir data envanteri çıkarmak, uygun standartlarda ve yeterli bir izleme sistemi oluşturmak, tüm
sektörleri kapsayan şekilde ve tüm maliyetlerin
karşılanması ilkesini temel alan bir fiyatlandırma
sistemi ortaya koymak, ilgili tarafların geniş anlamda su yönetimine ve özellikle nehir havzası
yönetim planlarının hazırlanması ve uygulanmasına katılımlarını sağlamak, Direktif ’te su kütlelerinin “iyi duruma” ulaştırılması şeklinde öz ifadesini bulan çevresel amaçlara ulaşmayı hedefleyen tedbirler programını uygulamaya koymak.
Bütün bu işlerin gerektirdiği çalışmalar dikkate
alındığında, Su Çerçeve Direktifi’nin uygulanmasının Türkiye için ciddi bir gayret gerektirdiği
ortaya çıkmaktadır.
Su Çerçeve Direktifi çok boyutlu bir yasal düzenlemedir ve bu nedenle, herhangi bir ülkenin
su yönetimi politikasının farklı boyutlarına farklı
etkilerde bulunacaktır. Bu boyutlar şu şekilde kategorize edilebilir: 1-kurumlar, 2-yasal söylemler
ve 3-politika ağları.
Kurumlar, geniş bir kavramsal çerçevede, gerek
su yönetimi konularında rol alan organizasyonları, gerekse kurumsallaşmış pratikleri kapsayacak şekilde tanımlanmaktadır. Literatürde, kurumların bu iki farklı kategorisini adlandırmanın
bir biçimi olarak, kurumları, sırasıyla “sert” kurumlar ve “yumuşak” kurumlar olarak tanımlamak kullanılmaktadır. Diğer bir ifade ile somut
kurumsal yapılanmalar olan organizasyonlar
“sert” kurumlar olarak adlandırılmakta, soyut
ancak kurumsallaşmış, belirli bir kurallar bütünü oluşturan pratikler ise “yumuşak” kurumlar
olarak adlandırılabilmektedir.8 Birinci kategoriye
örnek olarak bakanlıklar, DSİ (Devlet Su İşleri),
Devlet Planlama Teşkilatı, sulama birlikleri gibi
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
35
Kapak Konusu
Su konusundaki yeni yaklaşımın altında yatan nedenlerden en önemlisi hızlı şehirleşmenin getirdiği olumsuzluklar ve
su kirliliğinin artan şehirleşme ve sanayileşme paralelinde ciddi boyutta artışı olmuştur.
organizasyonlar sayılabilir. İkinci kategoride ise,
fiyatlandırma, izleme, havza bazında su yönetimi, katılımcılık ve sınıraşan sular gibi kurumlar
yer almaktadır. Yasal söylemler kavramı ile kastedilen, su yönetimine yön veren temel yasal
metinlerin içinde barındırdığı kavramsal yaklaşımlar ve önceliklerdir. Politika ağları ise, su
yönetimi politikasının karar alma süreçlerine ve
uygulama aşamalarına katılmakta olan belli başlı
oyuncuların aralarındaki ilişki örüntüsünü kastetmektedir.
Su Çerçeve Direktifi, Türkiye’nin su yönetimi politikasının üç boyutunu da değişen derecelerde
etkileyecektir. Diğer bir ifade ile Türkiye’nin su
yönetimi politikasının Su Çerçeve Direktifi’nden
etkilenmesini incelerken, her boyutu tek tek ele
almak gerekmektedir. Türkiye’nin Su Çerçeve
Direktifi’ne uyum amacıyla uyguladığı adımlar-
36
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
dan anlaşılacağı üzere, politika ağları ve yasal
söylemlerde yaşanacak değişiklikler hızlı olarak
gerçekleşmekteyken, kurumsal pratiklerdeki değişimler çok daha tedrici gerçekleşmektedir.
Türkiye’deki su ile ilgili temel yasal düzenlemeler incelenerek tarihsel ve kavramsal bir düzleme
oturtulduğunda, bu düzenlemelerin barındırdığı
söylemlere ulaşılmaktadır. Yasal metinler, söylem
analizi için önemli ve değerli kaynaklar olarak
kabul edilmektedir.9 Türkiye su yönetimini belirleyen yasal düzenlemeler incelendiğinde üç temel aşama gündeme gelmektedir. Cumhuriyet’in
ilk otuz yılını kapsayan ilk aşamada, çerçeve kanunlar çıkarılmış ve su yönetimi yasal bir düzleme yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu dönemin
önde gelen yasaları arasında Köy Kanunu, Sular
Hakkında Kanun ve Belediyeler Kanunu sayılabilir. Tekil projelerin inşası ve kamu sağlığını ko-
Kapak Konusu
Kurumlar, geniş bir kavramsal çerçevede, gerek su yönetimi konularında rol alan organizasyonları, gerekse kurumsallaşmış pratikleri
kapsayacak şekilde tanımlanmaktadır. Literatürde, kurumların bu iki
farklı kategorisini adlandırmanın bir biçimi olarak, kurumları, sırasıyla
“sert” kurumlar ve “yumuşak” kurumlar olarak tanımlamak kullanılmaktadır.
rumaya yönelik tedbirler, bu dönemin belirleyici
öncelikleriydi. 1950’lerin ortalarında başlayıp
1980’lerin ilk yarısına kadar süren ikinci dönemde ise su kaynaklarının sistematik olarak geliştirilmesi öne çıkan bir öncelik olmuştur. Devlet Su
İşleri Genel Müdürlüğü’nün 1954’te kurulması
bu dönemin en önemli kilometre taşlarındandır.
Bu dönemde yeraltı suları ile ilgili yasal düzenleme de yapılarak, bu suların da DSİ’nin yönetimine verilmesi sağlanmıştır. 1980’lere kadar, su
kaynaklarından optimum düzeyde faydalanma
şeklinde özetlenebilecek öncelik su yönetimine
hakim olan anlayış olmuştur. 1980’lerin ilk yarısından itibaren başlayan üçüncü aşama ile birlikte, “su kalitesi” konusu yavaş yavaş gündeme
oturmaya başlamıştır. Ancak, su kaynaklarının
geliştirilmesi yine de temel öncelik olmayı sürdürmüştür. Bu aşamanın ilk yıllarında yapılan
önemli yasal düzenlemelerden üçü 1983 yılında
çıkarılan Çevre Kanunu, 1988 yılında kabul edilen Su Kirliliğinin Kontrolü yönetmeliği ve 1991
yılında Çevre Bakanlığı’nı kuran yasal düzenlemedir. Su konusundaki bu yeni yaklaşımın altında yatan nedenlerden en önemlisi hızlı şehirleşmenin getirdiği olumsuzluklar ve su kirliliğinin
artan şehirleşme ve sanayileşme paralelinde
ciddi boyutta artışı olmuştur. Son olarak, bu son
aşamada iki konu, Türkiye su yönetimi politikasına yön veren faktörler arasına girmeye başlamıştır: Adem-i merkeziyetçilik ve özelleştirme.
Kısacası, 1980’li yıllardan bu yana Türkiye’de su
sektöründe reformlar gündemdedir ve bunlar
kimi zaman somut ve başarılı uygulamalara da
dönüşmüştür. Ama artan ihtiyaçlar, gittikçe karmaşık hale gelen yasal mevzuat ve teşkilat yapısı,
su kaynakları yönetiminde kapsamlı bir yeniden
yapılanmayı gündeme getirmektedir. Ülke düzlemindeki bu gelişmelere paralel olarak, Avrupa Birliği’ne üye olmanın gerekleri kapsamında
karşımıza çıkan reform süreci de su kaynakları
yönetimi ile ilgili bu kapsamlı yeniden değerlendirmeyi desteklemektedir.
SÇD bağlamında, Türkiye su yönetimi politikasında yer alan kurumlardaki devamlılıklar ve
değişimler de irdelenmelidir. “Kurum” kavramı
gitgide sadece somut toplumsal oluşumları değil
(örneğin “organizasyonlar” ya da “teşkilatlar”),
fakat aynı zamanda soyut birtakım politik süreçleri ve toplumsal etkileşimleri, uygulama pratiklerini de kapsayan biçimde ele alınmaktadır. Bu
çerçeveye göre, kurumsal yapılanmalar iki temel
kategoride incelenebilir. Konuyla ilgili literatürden mülhem, birinci kategori somut kurumları
yani organizasyonları (teşkilatları) kapsamaktadır. İkinci kategori ise toplumsal ve idari kuralların oluşturduğu “soyut” olarak tanımlanabilecek
kurumlardır. Organizasyonlar, ortak bir amaç
etrafında bir araya gelip çalışan ve ortak çıkarları
olan bireyler topluluğunu ifade etmektedir. Siyasi
partiler, okullar, sendikalar, devlet kurumları organizasyonlara örnek olarak verilebilir. SÇD çerçevesinde incelenmesi gereken organizasyonlar
arasında DSİ, EİEİ, Orman ve Su İşleri Bakanlığı,
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı,
Devlet Planlama Teşkilatı gibi kurumlar sayılabilir. İkinci kategori, soyut kurumları, diğer bir ifade ile, kurumsallaşmış pratikleri kapsamaktadır.
Bu ikinci kategorideki kurumsal yapılanmalara
örnek olarak fiyatlandırma, izleme, nehir havzası
yönetimi, sınıraşan sularla ilgili ilişkiler ve halkın
katılımı ile ilgili uygulamalar sayılabilir.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
37
Kapak Konusu
Su Çerçeve Direktifi’nin öngördüğü kurumsal
yapılanmalar (kurumsal pratikler kastedilmektedir) ile Türkiye’nin uygulamakta olduğu kurumsal pratikler arasında önemli sayılabilecek farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar, Türkiye’nin
2000’li yılların başından itibaren içinden geçmekte olduğu SÇD’ye uyum sürecinin en önemli
kısmını teşkil etmektedir. Türkiye’nin kurumsallaşmış pratikleri ile Su Çerçeve Direktifi’nin uygulamaya geçirilmesini istediği kurumsallaşmış
pratiklerin arasındaki ciddi farklılık, Türkiye’nin,
AB Direktifleri ile ilgili olarak ortaya koyduğu
kayda değer yasal uyumlaştırma geçmişiyle tezat oluşturmaktadır. Bu durumun en önde gelen
nedeni, kurumsallaşmış pratiklerin yasal dokümanlara oranla çok daha yavaş adapte olabildikleri gerçeğidir. Yasal düzenlemelerdeki değişiklikler Parlamento’nun karar alma süreçlerine
bağlı olarak hızlı bir biçimde gerçekleşirken, kurumsallaşmış pratiklerdeki değişimler ise tedrici
olabilmektedir. Dolayısıyla, kabul edilen pek çok
“su” Direktifi’ne karşılık, fiyatlandırma, halkın su
yönetimine katılımı, sınıraşan sularla ilgili ilişkiler, izleme ve havza bazında su yönetimi gibi
konularda değişim çok daha yavaş gerçekleşebilmektedir. Dolayısıyla, Su Çerçeve Direktifi’nin
önerdiği ile Türkiye’nin uygulamakta olduğu kurumsal pratikler arasındaki farklılıklar, SÇD’ye
uyum için gereken değişikliklerin temelini ve
en önemli kısmını oluşturmaktadır. Kurumların
(“teşkilatlar” anlamında “kurumlar”) yapısındaki
değişimler, yasal söylemler ve politika ağları gibi,
daha hızlı olmaya adaydır.
Politika ağlarının (politika yapım ve uygulama
süreçlerinde etkin bulunan aktörlerin aralarındaki ilişki örüntüleri) analizi, politik süreçlerin
bütüncül bir yaklaşımla incelenmesine olanak
sağlayan bir analitik araç olarak kabul edilmektedir. Politika ağlarının analizi, Türkiye su yönetimi politikasının belirlenmesi ve uygulanması
süreçlerinde yer alan tüm oyuncuların arasındaki ilişki bütününü incelemek için kullanılan bir
araçtır. Diğer bir ifadeyle, seçilmiş aktörler arasındaki ilişkileri çalışmak, özellikle de Türkiye
su yönetimi politikası örneğindeki gibi çakışan
görev alanlarının bulunduğu ve “parçalı” bir yapı
nedeniyle etkin bir su yönetiminin gerçekleştirilemediği ifade edilen bir politika alanında, iste-
38
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
nen sonuçları ortaya koyamayacaktır. “Politika
ağları” yaklaşımı, politikanın belirlenmesi ve uygulanması süreçlerinde rol alan kurumların arasındaki ilişkileri bir analitik çerçeveye oturtmada
ve aktörler arasındaki dinamik güç dağılımlarını anlamlandırmada belirli bir açıklayıcı güce
sahip bulunmaktadır. Türkiye’nin su yönetimi
politikasının son elli yılında politika ağları düzleminde meydana gelen değişimlerin büyüklüğü�,
SÇD’nin uygulanması sürecinde Türkiye’nin sahip olduğu uyum kapasitesini vurgulamaktadır.
Bu açıdan yaklaşıldığında, politika ağlarındaki
büyük değişimin Türkiye için bir kazanım olduğu değerlendirilebilir.
Yasal söylemler, kurumlar ve politika ağlarının,
Türkiye’nin su yönetimi politikasındaki konumlarının irdelenmesinin yanında, Türkiye su yönetimi politikasında meydana gelmekte olan SÇD
kaynaklı değişimler de analiz edilmelidir. Bu çerçevede, şu sorunun yanıtı aranmalıdır: “SÇD’ye
uyum çerçevesinde atılan adımlar, Türkiye’nin
su yönetimi politikasında hangi değişikliklere yol
açmaktadır?” Bu alanda üç farklı kategori belirlenmiştir. Birinci kategoride pilot projeler yer almaktadır. Pilot projeler kimi zaman belirli bir lokasyonu hedeflemiş (Büyük Menderes Havzası’nı
hedefleyen MATRA Projesi gibi), kimi zaman
da ülke çapında uyumu hedeflemiştir (İzleme
alanındaki Twinning Projesi gibi). Pilot projeler kimi zaman tek ülke tarafından desteklenen
projeler olmuş (DEFRA tarafından desteklenen
proje gibi), ya da bir grup ülke tarafından desteklenen projeler olmuştur (Hollanda, Slovakya
ve Birleşik Krallık tarafından desteklenen Twinning Projesi [“Capacity Building Support to the
Water Sector in Turkey”] gibi). İkinci kategoride
ise Türkiye’nin Su Çerçeve Direktifi’ne uyumunu
hedefleyen yasal düzenlemeler yer almaktadır.
Bu düzenlemeler var olan yasal düzenlemelerdeki değişiklikleri ya da yepyeni birtakım düzenlemelerin çıkarılmasını kapsamaktadır. Üçüncü
kategoride ise, bağımsız kuruluşların raporları,
resmi raporlar yer almaktadır. Bunlara örnek
olarak, Ulusal Programlar, Çalışma Grupları’nın
(Working Groups) ortaya koydukları belgeler ve
Strateji Belgeleri sayılabilir.
Yasal söylemleri, politika ağlarını ve kurumları
değiştirmede bu proje ve çalışmaların ne ölçüde
Kapak Konusu
değişimlere yol açtığı konusu önem taşımaktadır, zira söz konusu proje ve çalışmaların etkileri büyük oranda değişkenlik göstermektedir.
Bu çalışmalar yasal düzenlemeleri tetiklemede
ve politika ağlarını değişikliğe uğratmada etkili
olmuştur, ancak su yönetiminin işleyişini belirleyen kurumsallaşmış pratiklerde ciddi değişimlere yol açmada etkili oldukları kanıttan yoksun
durumdadır.
Bu konu ile ilgili ikinci önemli husus, 2009 yılının Aralık ayında Çevre ile ilgili müzakere faslının açılması ile birlikte SÇD’ye uyum sağlamaya
yardımcı olmayı hedefleyen projelerin kapsam
ve sayısında kayda değer bir artış ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede, Türkiye’de su yönetimi politikasından sorumlu kuruluşlar ile bu kuruluşların
Avrupalı muhatapları (Üye Devletler’in temsilcileri, Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu
milletvekilleri, vb.) arasındaki ilişkilerin de yoğunlaştığı söylenebilir. Bu noktadan hareketle,
yoğunlaşan ortak projelerin de gösterdiği biçimde, Türkiye’nin belli başlı su kuruluşlarında, Su
Çerçeve Direktifi’ne ve Direktif ’in öngördüğü
kurumsallaşmış pratiklere yönelik farkındalık ve
uyum isteğinde, gelecek yıllarda belirgin bir artış
olacağı beklenebilir.
Sonuç
AB SÇD, Türkiye su yönetimi politikasının her
üç boyutunu da değişen ölçülerde etkileyecektir.
Türkiye’nin, SÇD’ye uyum çerçevesinde attığı
adımların gösterdiği üzere, politika ağları ve yasal söylemlerde yaşanacak değişimler daha hızlı
ve somut olurken, kurumsal süreçlerde yaşanacak değişimler daha tedrici olacaktır. Buna neden olarak iki temel etmenden bahsedilebilir: İlk
olarak, SÇD’de kayda değer derecede esneklik ve
geniş uygulama sahasına sahip muafiyetler söz
konusudur. SÇD’deki bu esneklik ve muafiyetler Üye Devletler’e geniş bir manevra alanı tanımakta ve önemli kimi sorumluluklardan kaçma
olanağını sunmaktadır. Bu nedenle, Türkiye özelinde düşünüldüğünde, SÇD’deki muafiyetlerin
Türkiye’de SÇD’nin uygulanmasında su yönetiminin üç boyutu bağlamında eşitsiz uygulama
sonuçlarına yol açacağı beklenebilir. Politika
ağları ve yasal söylemler değişime daha açık bir
konumdayken, geniş uygulama alanı bulabilecek
olan SÇD’deki muafiyetler, kurumların (özellikle
de kurumsallaşmış pratiklerin) çok daha yavaş
değişebileceğine işaret etmektedir. İkinci olarak,
kurulu bulunan kurumsal geleneği kırmanın zorluğundan bahsedilmelidir. 1950’lerden 1980’lere
kadar su kaynaklarının geliştirilmesi, Türkiye’nin
su yönetimi politikasının tek ve güçlü önceliği
idi. Su kaynaklarını ülkenin yararına kullanma
yaklaşımı temel olan bu öncelik çerçevesinde gerekli yasal düzenlemeler yapılmış ve ilgili resmi
teşkilatlar kurulmuştur. Su kaynaklarının geliştirilmesine odaklanan bu yaklaşım, kendine uygun birtakım kurumsal pratikleri de beraberinde
geliştirdi. Diğer bir ifadeyle, fiyatlandırma, izleme, sınıraşan sularla ilgili ilişkiler, nehir havzası
yönetimi ve katılımcılık ile ilgili kurumsallaşmış
pratikler, temel öncelik olan su kaynaklarını geliştirme politikasına uygun olarak şekillendi.
Özellikle 1980’lerden itibaren kimi çevresel ve
toplumsal kaygılar ön plana çıkmaya başladıysa
da (su kalitesine yönelik çalışmalar, ya da katılımcı su yönetimi uygulamaları gibi), su kaynaklarının geliştirilmesi, su yönetimim politikasını
şekillendiren elitlerin temel düşüncesi olmayı
sürdürdü.
SÇD “su kalitesi”ne odaklanmıştır, ancak Üye
Devletler’i Direktif ’in hedeflerine ulaşmada,
SÇD’nin benimsediği yaklaşımdan farklı bir yaklaşımı benimsemede serbest bırakmıştır. Bu bakımdan, retorik açıdan yaklaşılırsa, Türkiye’nin,
su kaynakları geliştirme odaklı yaklaşımından
uzaklaşmadan, SÇD kurallarına uyum sağlaması
mümkün görünmektedir.
Esasen, su kalitesinin iyileştirilmesini hedefleyen ve AB çapında senkronize edilen son yasal düzenlemeler göstermektedir ki, Su Çerçeve Direktifi’nin kurallarına uyum sağlamak
ve Direktif ’in gerektirdiği kurumları hayata
geçirmek mümkündür. Ancak, kurumlarda ve
köklü uygulamalardaki değişimler hem zaman
alıcı niteliktedir hem de maliyetlidir. Kurumsal
süreçlerde yaşanması beklenen değişimlerin,
Türkiye’nin, su yönetimi politikasında devam
edegelen geleneklerinden vazgeçmeden gerçekleşip gerçekleşmeyeceği gelecek yıllarda görülecektir.
O
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
39
Kapak Konusu
DİPNOTLAR
1
J. Anthony Allan, “IWRM: The Sanctioned New Discourse?”, (der.) Peter Mollinga, Ajaya Dixit and Kusum Athukorala, Integrated Water Resources Management: Global Theory, Emerging Practice and Local Needs, Sage Publications, New Delhi, 2006, s. 38-64.
2 Allan, IWRM: The Sanctioned New Discourse?, s. 38-64.
3 Ulrich Beck, World Risk Society, Polity Press, Cambridge, 1999.
4 Henry Buller, Philip Lowe and Andrew Flynn, “National Responses to the Europeanisation of Environmental Policy: A Selective Review of Comparative Research”, (der.) Duncan Liefferink and Arthur P.J. Mol, European Integration and Environmental Policy, John Wiley& Sons, New York, 1995, s. 181.
5 Directive 2000/60/EC of the European Parliament and of the Council of 23 October 2000, establishing a framework for Community action in the field of water policy, OJEC L 327 (22/12/2000).
6
Win van Leussen, Erik van Slobbe and Georg Meiners, Transboundary Governance and the Problem of Scale for the
Implementation of the European Water Framework Directive at the Dutch-German Border, CAIWA 2007, International Conference on Adaptive and Integrated Water Management, 12-14 Kasım 2007, 2007, s. 15.
7 Common Strategy on the Implementation of the Water Framework Directive, 2001, s. 1.
8
Bo Carlsson and Staffan Jacobsson., “In search of useful public policies: key lessons and issues for policy makers,
(der.) Bo Carlsson, Technological Systems and Industrial Dynamics, Kluwer Academic Publishers, Dordrecht, 1997,
s. 299-316.
9 William Walters, “The Power of Inscription: Beyond Social Construction and Deconstruction in European Integration Studies”, Millennium- Journal of International Studies, Cilt. 31, No. 83, 2002, s. 83-108.
10 Vakur Sümer, The European Union Water Framework Directive and Turkey’s Water Management Policy: An Analysis,
yayınlanmamış Doktora Tezi, Middle East Technical University, Ankara, 2011, s. 309.
40
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
11 kıyıdaş ülkenin arasında akmasına rağmen ve aslen nehre katkısı hiç bulunmamasına rağmen,
Nil havzasının üzerinde hem güç asimetrisi açısından hem de tarihi kazanımları açısından baskın olan ülke Mısır’dır.
Nil Nehri Havzası ve Su-Hegemonyası
The Nile River Basin and Water Hegemony
İlhan SAĞSEN
Abstract
Water as a basic human necessity, is a critical resource for all aspects of human existence, environmental
survival, economic development, and good quality of life. Water has become more and more crucial and
strategic natural resource in the Middle East. Nile River Basin can be shown as one of the most important
and vital rivers in the region. In the Nile River Basin, there are 11 countries. These are Egypt and Sudan and
South Sudan (newly independent state) as the downstream countries, Ethiopia and Eritrea on the Ethiopian highlands as upper riparian states and the Democratic Republic of Congo, Uganda, Tanzania, Kenya,
Rwanda and Burundi in Central and the East African lakes region. All riparians need the water of the river
basin to different degrees in order to meet the basic requirements and sustain the economic growth. However,
Egypt has historical rights and has a hegemon position on the Nile River. In this subject, power asymmetry
plays a central role in determining the hegemon state. Power relations between riparians are the prime
determinants of the degree of control over water resources that each riparian attains. In that case, power
relations are going on in favor of Egypt. Principles of its acquired rights and its dominant position of Egypt
have been a focal point of negotiations with upstream riparians. Except for Cooperation Framework Agreement in 2010, the main aim of all agreements was to provide a constant and unhampered flow of the Nile
into the Egyptian.
Keywords: Nile River Basin, Egypt, Hydro-Hegemony, Power Relations, Power Asymmetry
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
41
Kapak Konusu
Su kıtlığı problemleriyle karşı karşıya kalacak olan bölgelerden biri de
hali hazırda istikrarsızlıkların yaşandığı, yoksulluk ve kıt kaynaklarla
mücadele eden Ortadoğu bölgesidir. Kurak ve yarı kurak bir bölge
olarak tanımlanan Ortadoğu, yukarıda sayılan ve birbiri ile iç içe etkileşim halinde bulunan faktörlerin hayati sonuçlar doğuracağı bir bölgedir.
Giriş
Temel yaşam kaynağı olarak su, insanlığın varlığını sürdürmesi, çevresel yaşamın devamlılığı,
ekonomik gelişme ve yüksek hayat kalitesinin
sağlanması gibi birçok açıdan kritik bir kaynaktır. Dünyadaki toplam su miktarı 1,4 milyar
km³’tür. Bu suların %97,5’i okyanuslarda ve denizlerde bulunmakta ve tuzlu su niteliğindedir.
Sadece %2,5’luk kısmı nehir ve göllerde tatlı su
olarak bulunmaktadır. Tatlı su kaynaklarının da
%90’ının kutuplarda ve yeraltında bulunduğu
düşünüldüğünde insanoğlunun kolaylıkla yararlanabileceği elverişli tatlı su miktarının ne kadar
az olduğunu tahmin etmek güç değildir.1 Suyun
bu kritik konumu dünyadaki çeşitli bölgelerde
anlaşmazlıklar ve hatta çatışmalar yaşanmasına
neden olmaktadır. Suyun gittikçe artan öneme
sahip bir kaynak olmasına ilişkin birbiri ile ilişkili
birçok neden vardır. Bunlardan ilki artan dünya
nüfusudur. İkinci neden artan ve değişen insan
ihtiyaçlarıdır. Üçüncü neden uzun dönemli olarak ülkelerin ulaşabildikleri temiz ve tatlı su miktarının sınırlı olmasıdır. Dördüncü neden artan
insan aktiviteleri nedeniyle, daha fazla tüketim
maddelerinin üretilmesi kullanılabilir yer üstü
ve yer altı sularını kirletmektedir. Beşinci neden
olarak yeni gelişim projelerinin artan teknik karmaşıklığı, yatırım fonlarının yetersizliği ve artan
proje maliyetleri gibi nedenlerle yeni su gelişim
projelerinin sürekli olarak ertelenmesi gösterilebilir. Altıncı ve son etken olarak iklim değişimi
ve küresel ısınmanın su sistemleri üzerindeki negatif etkisi gösterilebilir.
Su kıtlığı problemleriyle karşı karşıya kalacak
olan bölgelerden biri de hali hazırda istikrarsız-
42
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
lıkların yaşandığı, yoksulluk ve kıt kaynaklarla
mücadele eden Ortadoğu bölgesidir. Kurak ve
yarı kurak bir bölge olarak tanımlanan Ortadoğu, yukarıda sayılan ve birbiri ile iç içe etkileşim
halinde bulunan faktörlerin hayati sonuçlar doğuracağı bir bölgedir. Su kaynaklarının yetersiz
olduğu bölgede beklenen sıcaklık artışları ve yağışların azalması ile tarım, gıda, enerji, turizm
gibi alanlarda olumsuz etkiler yaşanabileceği
tahmin edilmektedir.
Dünya nüfusunun %40lık bölümü en az iki kıyıdaş ülkeye sahip sınıraşan bir nehri paylaşmakta
ve dünya çapında 260 civarı nehir birçok ülkenin sınırından geçerek akmaktadır. Bu nehirlerden bir tanesi de dünyanın en uzun nehri olan
Nil nehri havzasıdır. Nil nehir havzasını 11 ülke
paylaşmaktadır. Bu ülkeler Mısır, Sudan, Güney Sudan, Etiyopya, Eritre, Demokratik Kongo
Cumhuriyeti, Uganda, Tanzanya, Kenya, Ruanda
ve Burundi olarak sayılabilir. 11 kıyıdaş ülkenin
arasında akmasına rağmen ve aslen nehre katkısı hiç bulunmamasına rağmen, Nil havzasının
üzerinde hem güç asimetrisi açısından hem de
tarihi kazanımları açısından baskın olan ülke
Mısır’dır. Bu bağlamda, 2010 yılında imzalanmış
olan ve yukarı kıyıdaş ülkelerin katılımıyla ortaya
çıkan İşbirliği Çerçeve Anlaşması haricinde, Nil
nehri havzasındaki tüm girişimler Mısır’ın çıkarları doğrultusunda ve etkisi altında gerçekleştirilmiştir. 2010 yılında Mısır olmadan imzalanan
anlaşmayı da konjonktüre bağlamak mümkündür. Zira “Arap Baharı” sonrasında yaşanan gelişmeler ve devrim sonrası yaşanan politik belirsizlikle, Mısır’ın Nil nehrindeki “tarihi haklarını”
kaybetmekle karşı karşıya kalacağı projeksiyonlar yapılmaya başlanmıştır.2
Kapak Konusu
Bu çalışmada öncelikle hegemonya ve hegemonyayı belirleyen faktörler üzerinde durulacak.
Ardından hegemonyanın temel unsuru güç kavramı ve gücün üç şekli irdelenecektir. Çalışmanın diğer kısmında Mısır’ın Nil nehri üzerindeki
baskın pozisyonunu da ortaya koymak adına Nil
nehrindeki işbirliği süreci üzerinde durulacaktır.
Hegemonya ve Güç tartışması:
Sınıraşan su ilişkileri son derece karmaşıktır
ve tüm sınıraşan nehir havzaları birbirlerinden
farklıdır. En önemlisi de, her nehir havzasındaki güç ilişkilerinin doğası da kendine özgüdür.
Naff ve Matson’a göre, genel olarak bir devletin
bir nehir havzası üzerinde dominant karaktere sahip olmasının unsurları olarak, ekonomik/
politik/askeri güç, ülkenin nehirdeki coğrafi pozisyonu (alt çığır ya da üst çığır ülkesi olması)
ve nehirden faydalanabilme kapasitesi (altyapı
ve teknolojik kapasite) gösterilmektedir.3 Zeitoun ve Warner 2006 yılında yazdıkları makalede
Naff ve Matson’un da sınıflandırmasını analiz
ederek, bir nehir havzasında baskın devletin sahip olması gereken en önemli hususun güç olduğunu belirtmişlerdir. Bunu yaparken, Türkiye,
yukarı çığır ülkesi olarak, Fırat-Dicle havzasında
Güneydoğu Anadolu Projesini inşa edebiliyorsa,
Etiyopya’nın aynı şeyi neden Nil nehri üzerinde
yapamadığı sorusundan yola çıkmışlar ve cevabın güç oyunu içinde olduğunu ifade etmişlerdir.
Kıyıdaş ülkeler arasındaki güç ilişkileri, her kıyıdaşın erişmek istediği su kaynakları üzerindeki
kontrol derecesini belirleyen asli unsurdur. Kıyıdaşların nehirdeki coğrafi pozisyonu ve hidrolik
altyapı ile nehri kullanabilme potansiyeli de, güç
faktörü kadar belirleyici olmasa da nehrin kontrolü konusunda belirli etkilere sahiptir.4
Ancak, güç, kimin hegemon olacağını belirleyen
temel faktördür. Hegemonya, ulus devletler gibi
birbirlerine eşit aktörlerin gücün yumuşak ya da
sert hallerini kullanabilme becerilerine bağlıdır.5
Aynı zamanda, Su Hegemonyası, havza ölçeğinde bir baskınlıktır ve daha güçlü aktör tarafından
sınıraşan su üzerinde kontrolün gerçekleştirilmesiyle sağlanır.6 Bu çerçevede, Lukes 2005 yılındaki eserinde uluslararası su politikalarında
gücün üç şeklini ortaya koymuştur.7 Güç, en çok
kullanıldığı tanımlamasına göre, bir tarafın diğer
tarafa kendini kabul ettirmek için elinde bulundurduğu askeri kapasitedir. Devletler düzeyinde,
bu tip güç, bir devletin askeri ve ekonomik üstünlüğü ile anlaşılır ve ölçülebilir. Bu güç tipine
sahip olan devletler, ayrıcalıklı konumlarını sürdürebilmek için bu bahsedilen yapısal güçlerini
kullanırlar. Burada amaç diğer aktörlerin çıkarlarını ve davranışlarını etkileyebilmektir. Bu düşünce, bir devletin kıyıdaş pozisyonunda sert ya
da yapısal gücü olarak değerlendirilir. Lukes’e
göre gücün ikinci ayırt edici yönü oyunun kurallarını kontrol etme yetisidir. Burada kastedilen
oyunun kurallarının istenildiği şekilde değiştirilebilmesi ve oyunun sınırlarına karar verebilme
gücüdür. Bu tarz güce sahip olan devlet, sadece
ne tarz kararlar alınacağına değil aynı zamanda
ne tür konuların gündeme dahi alınmayacağına
bile karar verebilir. Lukes’e göre gücün bu şekli,
güçlü tarafın taleplerine uygun olmadığı zaman
güçsüzün seçim yapma kapasitesini sınırlandırma etkisini içerir. Bu konu ile ilgilenen birçok
araştırmacı bu tarz gücü “pazarlık gücü” olarak
nitelerken, Nye “yumuşak güç olarak” tanımlamıştır. Yani, bu gücü elinde bulunduran aktörler,
var olan müzakere içerisinde bulunan resmi ya
da gayri resmi kurumları etkileyebilmek için güçlerini pazarlık süreci üzerinde kullanırlar. Gücün
üçüncü tipi ise içerisinde fikirleri barındıran ve
insanların algılarını, tercihlerini ve farkındalıklarını şekillendirme konusunda yönlendirebilme
gücüdür. Bu nedenle, bazı araştırmacılar bu güç
tipini “düşünsel güç” olarak tanımlamaktadırlar.
Lukes’in görüşünde, bu güç tipine sahip devlet,
yol göstericilik duygusu ile bir hegemon olarak
davranmalıdır.8 Kurulu bir düzenin işlemesinde
en çok kullanılan güç çeşidi “pazarlık gücüdür”.
Bir düzenin kurulması ve muhafaza edilmesi
aşamasında en verimli kabul edilen güç çeşidi ise
“düşünsel güç”tür.9 Ancak gücün bu üçlü sınıflandırması içerisinde sınıraşan sularda kontrolü
sağlamak isteyen aktör, yapısal güç ve pazarlık gücünü, coğrafi pozisyona ve düşünsel güce
oranla çok daha fazla kullanmaktadır.10
Bu bağlamda, yukarıda bahsedilen güç ilişkileri
kapsamındaki güç asimetrisinin, sınıraşan sulardaki anlaşmazlıkların savaşlara ya da şiddete
dönüşmeme nedeni olduğu ve bu asimetrik or-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
43
Kapak Konusu
Su-hegemonu devlet havza içerisinde rehberlik rolünü gerçekleştirir
ise geniş çaplı bir işbirliğinin de yolu açılmış olacaktır. Ancak baskın
devlet kaynaklardan tek taraflı faydalanma yoluna giderse bu negatif
hegemonya olarak adlandırılır ve bu durumda taraflar arası işbirliği
yapma ihtimali güçleşmektedir.
tam içerisinde gerçekleşen işbirliğinin devam
edebilmesini sağlayan bir faktör olduğu yönünde
bir inanç vardır.11 Bir sınıraşan su havzasında bir
hegemon gücün olmasının işbirliğini yaratıp yaratmayacağı ya da oluşan işbirliğinin potansiyel
etkileri literatürde hala bir tartışma konusudur.
Bazı uzmanlar bir havzada hegemon gücün olmasının o aktöre kullanabileceği daha fazla taktik sunacağını ancak hegemon gücün varlığının
Realist hegemonik istikrar kuramının hegemonya önderliğinde yapılacak bir işbirliğinin kamu
yararını sağlayacak bir istikrar ortaya çıkaracağı
görüşünün aksine, mutlaka işbirliğine yol açacağı gibi bir durumun olmadığını savunmaktadırlar. Bu çerçevede, hegemonun varlığı istikrar
sağlayıcı bir faktör mü yoksa daha güçsüz kıyıdaşın kazanımlarını kısıtlayacak bir işbirliğini
gerçekleştirmek için kontrol ve kabul ettirme
gücünü kullanma yolu mu olduğu tartışılmaktadır.12 Ancak, burada belirleyici nokta, hegemon
devletin su-hegemonyası kavramının pozitif/liderlik şeklini mi kullandığı yoksa negatif/otoriter
şeklini mi kullandığı hususudur. Su-hegemonu
devlet havza içerisinde rehberlik rolünü gerçekleştirir ise geniş çaplı bir işbirliğinin de yolu açılmış olacaktır. Ancak baskın devlet kaynaklardan
tek taraflı faydalanma yoluna giderse bu negatif
hegemonya olarak adlandırılır ve bu durumda
taraflar arası işbirliği yapma ihtimali güçleşmektedir.13
Diğer sınıraşan su havzaları gibi Nil nehri havzasına da bu kavramsal çerçeve uygulanmıştır. Nile
nehrindeki durum değerlendirildiğinde tarımda
ve sulamada nehre son derece bağımlı olan Mısır hegemon güç olarak kabul edilmekte ve çeşitli zamanlarda çeşitli seviyelerde su hegemon-
44
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
yasının negatif/otoriter şeklini uyguladığı genel
düşünce olmuştur.14 Naff ve Matson’un sınıflandırılması açısından değerlendirildiğinde Mısır,
Nil nehrine hiç su katkısında bulunmamasına
ve alt çığır ülke olmasına rağmen hegemon güç
olarak kabul edilmektedir. Mısır’ın, bölgesel bir
güç olmasının yanı sıra, Nil havzası kıyıdaşları
ile karşılaştırıldığında güç asimetrisinde ibrenin
kendinden yana olması ve nehirden faydalanma
kapasitesinin yüksekliği, havzada baskın güç kabul edilmesinde önemli rol oynayan faktörlerdir.
Mısır’ın havza üzerinde etkinliğini sağlayan faktörlere eklenmesi gereken bir başkası da tarihsel olarak kazanılmış pozisyon ve hakları olarak
gösterilebilir.
Nil Nehri Havzası’nda işbirliği süreci ve Mısır:
Nil nehir havzasını 11 ülke paylaşmaktadır. Bu
ülkelerden Mısır, Sudan ve Güney Sudan aşağı
çığır ülkesi, Etiyopya ve Eritre yukarı çığır ülkesi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Uganda,
Tanzanya, Kenya, Ruanda ve Burundi ise Orta
ve Doğu Afrika göller bölgesinde bulunmaktadır. Tüm bu kıyıdaş ülkeler temel su ihtiyaçlarını
karşılamak ve ekonomik büyümelerini sürdürebilmek için farklı derecelerde de olsa bu nehrin
suyuna ihtiyaç duymaktadırlar.15 Nil nehri ile
ilgili resmi anlaşmalar 20. yüzyılın başlarında
yapılmaya başlanmıştır.16 2010 Mayısında imzalanan İşbirliği Çerçeve Anlaşması hariç olmak
üzere, Nil nehri suları ile ilgili olarak yapılan tüm
düzenlemeler Mısır’ın kullanımlarını korumaktadır. 1959 Nil Sularının Tam Kullanımı Antlaşması ve 2010 Mayıs’ında imzalanan İşbirliği
Çerçeve Anlaşması hariç diğer tüm düzenlemeler ise, kolonyal güçler tarafından ya da onların
etkisi altında imzalanmıştır.
Kapak Konusu
2010 yılı Mayıs ayında Ruanda, Etiyopya, Uganda ve Tanzanya arasında imzalanan İşbirliği çerçeve anlaşması ile
Nil sularından hakça yararlanma üzerinde durulmuş ve su güvenliği kavramı ele alınmıştır.
İngiliz İmparatorluğu döneminde, Nil nehri
ile ilgili yapılan birçok anlaşma Kuzey ve Doğu
Afrika’da farklı İngiliz kolonilerinin Yüksek Komiserleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu anlaşmalar, 1891 İngiliz-İtalyan Protokolü, 1902
İngiltere-Etiyopya Anlaşması, 1906 İngiltereBelçika Anlaşması ve yine 1906 İngiltere-Fransaİtalya Anlaşması olarak sayılabilir. Bu anlaşmalar,
Mısır’a Nil’in sularının sürekli ve engelsiz akışını
garanti altına almıştır. Bu konudaki en önemli
anlaşma 1929 Nil Suyu Anlaşması’dır (The 1929
Nile Water Agreement). Anlaşma İngiliz İmparatorluğu adına Doğu Afrika ülkeleri, Sudan
Yönetimi ve yeni bağımsız olmuş Mısır arasında
imzalanmıştır. İki konu, anlaşma ile karara bağlanmıştır. Bunlardan biri, aşağı çığır ülkelerinin
çıkarlarının başatlığı vurgulanmıştır. Dolayısıyla
Doğu Afrika ülkelerinin Nil üzerinde bağımsız
aktivitelerde bulunmalarına izin verilmedi. İkincisi ise, anlaşmanın Mısır ve Sudan yönetimi gibi
iki aşağı çığır ülkesi arasında su kullanımı hakkındadır.17 1952 yılında, General Nasır Mısır’ın
su ihtiyaçlarını karşılamak için Aswam Barajının
yapımına karar verdi. Aswam Barajının bir bölümü de Sudan topraklarında kaldı.
Nil havzasında koloni döneminin sonunda, 1959
yılında, Mısır ve Sudan arasında Nil sularının
kullanımı hakkında anlaşma imzalandı. Bu anlaşma 1929 anlaşmasının yerini aldı. 1959 Anlaşmasına göre, Nil nehrinin suları diğer kıyıdaşlara
tahsis edilmedi. Buna karşılık, bu durum Mısır
ve Sudan dışında hiçbir kıyıdaş ülke tarafından
kabul edilmedi ve taraflar arasında gerginliklere
ve problemlere neden oldu. Aynı zamanda, bu iki
kıyıdaş ülke, Mısır ve Sudan, gelecekteki planları
ve projeleri hazırlamak ve gerçekleştirmek için
bir Kalıcı Ortak Teknik Komisyon (Permanent
Joint Technical Commission) (PJTC) kurmaya
karar verdiler.18 İki aşağı çığır ülkesinin konu
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
45
Kapak Konusu
hakkındaki hayati çıkarları statükonun devamı
şeklindeydi. 1959 anlaşmasının ardından, havzadaki işbirliği çabaları Mısır’ın güvenlik algılamaları ve Nil akışının engelsiz bir şekilde olmasını
sağlama konusunda Mısır’ın kendi çıkarları doğrultusunda devam etmiştir.
1990’lı yıllara kadar Hydromet Projesi ve Undugu Projesi gibi bölgedeki hegemon güç olan
Mısır’ın mutlaka içinde bulunduğu ve hiçbir
zaman kazanılmış haklarından ödün vermediği bazı işbirliği çabaları yapılmıştır, ancak bu
projeler ya başarısız oldu ya da kısmen başarılı oldu.19 1967 yılında havzadaki kıyıdaş ülkeler
arasında işbirliğini arttırmak için ilk çok taraflı
işbirliği çabası Hydromet Projesidir. Beyaz Nil’in
yukarı çığır ülkeleri olarak Mısır ve Sudan Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (The United
Nations Development Development Program)
(UNDP) ve Dünya Meteoroloji Örgütü (World
Meteorological Organization) (WMO) ile anlaşma sağlamışlardır. Anlaşmaya göre, Etiyopya haricindeki Beyaz Nil’in yukarı çığır ülkeleri detaylı
bir hidrolojik araştırma konusunda anlaştılar.
Hydromet Projesi 1967’den 1992’ye kadar ki yaklaşık 25 yıl için uygulanmıştır. Bu çabanın önemi
Nil havzasındaki çok taraflı işbirliği çabasının ilk
adımı olmasıdır.20
Yeni bir işbirliği çabası olarak 1983 yılında, baskın ülke olarak Mısır tarafından Undugu Girişimi (The Undugu Initiative) olarak bilinen bir
girişim gerçekleştirildi. Bu bağlamda, Mısır yeni
bir işbirliği platformu ortaya koymaya çalıştı.
Undugu resmi olmayan bir Afrika grubudur. Bu
girişimin ana amacı Nil havzası bölgesinin genel ekonomik kalkınması ile ilgili bir tartışma
platformudur. Bu grup Mısır, Sudan, Kongo ve
Orta Afrika Cumhuriyeti’nden oluşmuş ve bu
gruba daha sonra Ruanda, Burundi ve Tanzanya
katılmışlardır. Buna karşılık, Etiyopya ve Kenya
bu girişime katılmadılar. Undugu Girişimi çerçevesinde bakanlar seviyesinde yıllık toplantılar
enerji, tarım, sağlık, çevre, ticaret ve ulaştırma
gibi su temelli kalkınma sektörlerine odaklanmıştır. 1989 yılında, bu grup Undugu üyeleri arasında ileri işbirliği çabalarının teknik ve ekonomik yönlerini araştırmak için Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’na talepte bulunmuştur.
46
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
1989 yılı boyunca, Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı Nil havzası devletleri arasında işbirliğini arttırmak konusundaki fırsatları araştırmak
için iki heyet göndermiştir.21
Soğuk Savaşında bitmesinin etkisiyle, havzadaki siyasi gerginlikler, özellikle Mısır ve Etiyopya
arasındaki gerginlikler, azalmıştır. Bu tarihten
sonra, diğer kıyıdaşlarında pazarlık sürecine
dahil olduğu bir döneme girilmeye başlanmıştır.22 Ancak bu dönemde başlayan işbirliği girişimlerinden Mısır’ın etkinliğinin azaldığı ya da
kazanımlarından vazgeçtiği anlamı çıkartılmamalıdır. 2010 yılındaki İşbirliği Çerçeve Anlaşmasına kadar Nile havzasında Mısır etkinliğini
ve baskınlığını sürdürmüştür. 1990’lı yıllarda,
Nil havzası’nda tüm kıyıdaş ülkeleri içeren işbirliği temelli ilişkiler ortaya çıkmaya başlamıştır.23
1992 yılında, Tecconile (Technical Cooperation
Committee for the Promotion of the Development and Environmental Protection of the Nile
Basin-Nil Havzasının Çevresel Korumasının ve
Kalkınmasının Arttırılması için Teknik İşbirliği
Komitesi) olarak bilinen işbirliği çabası Nil Nehir Havzası’nın 10 kıyıdaş ülkesinin (2011 yılı
sonrası kıyıdaş sayısı 11 olmuştur) 6’sı tarafından kuruldu. Tecconile’ın üyeleri olarak Mısır,
Sudan, Uganda, Tanzanya, Ruanda, ve Demokratik Kongo gösterilebilir.24 Tecconile Girişimi
ile uzun ve kısa dönemli hedeflerini içeren geniş
bir yasal ve kurumsal çerçeveye ulaşılması amaçlanmaktadır. Kısa dönemde, Tecconile’ın amacı
teknik, kurumsal ve bireysel bir yapı kurmaktır.
Bu karşılık, Tecconile’ın uzun dönemli amacı ise
tüm kıyıdaş ülkeleri kapsayan genel bir anlaşmanın sağlanmasıdır. 1992 yılında oluşturulan
Tecconile girişiminin yerini 1998 yılında nehrin
kıyıdaşları arasındaki işbirliği seviyesini arttıracak bir çaba olarak Nil Havzası Girişimi (The
Nile Basin Initiative) (NBI) aldı.25 NBI’nın kurulmasındaki ana amaç tüm Nil havzası devletlerinin faydaların paylaşımı için nehir havzasının
kaynaklarını geliştirme konusunda birlikte çalışmaktır.26 Etiyopya, Kenya ve Burundi Nil Havzası
Girişimi’ne gözlemci olarak katıldılar. Ancak, bu
ülkeler 2002 yılı baharında bu işbirliği sürecine
katılarak bu girişime üye oldular. Bu ülkelerden
sadece Nil havzası kıyıdaşlarından biri olarak
Eritre bu süreçte gözlemci olarak kaldı.27
Kapak Konusu
Mısır son dönemlere kadar Nil nehri üzerindeki etkinliğini devam ettirmiştir. Şu anda yapılan projeksiyonlar ise özellikle Arap Baharı sonrası
yaşanan devrim sonrası politik belirsizliğin Mısır’ın Nil nehri üzerinde
pozisyon kaybettiği ve bu şekilde devam ederse su sıkıntısı yaşamaya başlayacağına dair görüşler ortaya atılmaya başlanmıştır.
Bu süreç çerçevesinde, Nil Nehir Havzası Eylem
Planı (The Nile River Basin Action Plan) adında
bir eylem planı hazırlandı. Bu plan 1992 yılından
1998 yılına kadar 6 yıllık bir periyotta tartışıldı.
Bu plan, 1998 yılında, Nil nehrinin kıyıdaş ülkelerinin Su Bakanları tarafından kabul edilmiştir.
Bu eylem planını uygulamak için gerekli olan
finansal kaynakların yetersizliğinden dolayı kıyıdaşlar Dünya Bankası’ndan Nil Havzası Eylem
Planını uygulamak ve havzada kıyıdaşlar-arası
işbirliğini arttırmak için uluslararası donörleri
koordine etmesini talep etmişlerdir. Bunun üzerine, Dünya Bankası dış yardım kuruluşlarını
koordine etmek için, Nil Nehrinde İşbirliği İçin
Uluslararası Konsorsiyum’u (The International
Consortium for Cooperation on the Nile) (ICCON) tasarladı.
Bu işbirliği girişimleri hakkındaki Finansal konular Dünya Bankası desteği ile çözülmeye çalışılırken, öte yandan da kurumsallaşma adına hem
Tecconile hem de Nil Nehir Havzası Girişimi
kapsamında üç kurum oluşturulmuştur. Bunlardan biri başkanlığının yıllık olarak değişeceği Bakanlar Konseyidir (Nile-COM). Bu kurum
tüm kıyıdaş ülkelerin bakanlarını içeren bir karar
alma organıdır. Nil Nehir Havzası Girişimi’nin
ikinci kurumu ise Teknik Danışma Komitesi’dir
(The Technical Advisory Committee) (NileTAC). Bu komite her üye devletten iki kalıcı resmi yetkiliden oluşmaktadır. Üçüncü kurum ise
Uganda Entebbe’de bulunan Kalıcı Sekreterlik’tir
(Nile-SEC). 1999 Şubat ayında, Nil Havzası Girişimi Nil Bakanlar Kurulu tarafından resmi olarak
kurulmuştur ve 1999 Haziran’ında ise Nil Havzası Girişimi’nin yeni Sekreterliği çalışmaya başlamıştır.28
İşbirliği girişimleri Nile Havzası Girişimi ile devam ederken, bu girişimin bölge ülkeleri arasındaki sorunları çözemediği de görülmektedir.
2010 yılına gelindiği zaman, Mayıs ayında Ruanda, Etiyopya, Uganda ve Tanzanya arasında
imzalanan İşbirliği çerçeve anlaşması ile Nil sularından hakça yararlanma üzerinde durulmuş
ve su güvenliği kavramı ele alınmıştır. Aslında
tüm kıyıdaşlara açık olan bu anlaşmaya aşağı çığır ülkeleri Mısır ve Sudan katılmamışlardır. Bu
anlaşmadaki problem, hegemon güç olarak kabul edilen Mısır’ın taraf olmadığı bir anlaşmanın
kendisini bağlamayacağıdır.29 Bu durum ilerleyen dönemlerde mutlak bir soruna yol açacaktır.
Sonuç
Sınıraşan sulardaki ilişkiler son derece karmaşık bir yapıya sahip olmalarının yanı sıra, her bir
havzanın kendine has özellikleri vardır. Bu nedenle, değerlendirme yapılırken şartlara ve nehir
havzası temelinde düşünülmesi önemlidir. Bu
kendine has nehirlerden bir tanesi de dünyanın
en uzun nehri özelliğini taşıyan Nil nehridir. Nil
nehri şu an ki durumda 11 kıyıdaş ülkeye sahiptir. Bu kıyıdaşlardan en öne çıkan olarak ve Nil
nehri üzerindeki uluslararası ilişkilerde en baskın olan ülke olarak Mısır’ı görmekteyiz. Mısır’ın
Nil nehri üzerindeki baskınlığı, nehrin suyuna
olan bağımlılığı, kolonyal dönemden beri edindiği hakları ve Nil nehri üzerinde tanımladığı
güvenlik algılamaları bağlamında düşünüldüğü
zaman çok da şaşırtıcı değildir. Bunun yanında
da güç ilişkilerinde güç asimetrisi diğer kıyıdaşlarla karşılaştırıldığında Mısır’ın lehine geliştiği
için Nil nehri üzerinde Mısır’ın hegemon güç olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
47
Kapak Konusu
Soğuk savaş sonrasında değişen ortam, Rusya’nın
etkisinin azalması, uluslararası donörlerin kıyıdaşların anlaşması şartını koyması gibi birçok
sınıraşan nehirde karşılaşılan etkenlerden dolayı 1990 sonrasında havza üzerinde daha geniş katılımlı işbirliği çabalarına girilmiştir. Bu
gelişmelerin 2010 yılındaki İşbirliği Çerçeve
Anlaşması’na kadar Mısır’ın dahli olmadan gerçekleştiğini söylemek ya da Mısır’ın çıkarlarına
aykırı hareket edildiğini söylemek ise zordur.
Mısır son dönemlere kadar Nil nehri üzerindeki etkinliğini devam ettirmiştir. Şu anda yapılan
projeksiyonlar ise özellikle Arap Baharı sonrası yaşanan devrim sonrası politik belirsizliğin
Mısır’ın Nil nehri üzerinde pozisyon kaybettiği
ve bu şekilde devam ederse su sıkıntısı yaşamaya
başlayacağına dair görüşler ortaya atılmaya başlanmıştır. En ciddi tehdit olarak da Etiyopya’nın
inşa edeceğini duyurduğu hidroelektrik üretmek
amacıyla inşa edilmeye başlanan Grand Renaissance Barajı olarak gösterilmektedir. 2011 yılında Etiyopya bu barajın inşasına başlamıştır.
Mısır ise öncelikle barajın uluslararası finansmanını bloke etme çabasına girmiş, ancak iki ülke
müzakereler sonucunca bu barajın, üreteceği
elektrik enerjisi ve nehir sularını düzenlemesi
açılarından iki ülkenin de faydasına olduğu sonucuna vararak şuan için anlaşma zemini oluşturmuşlar gibi görünmektedir. Mısır’ın Nil nehrindeki hegemon pozisyonuna darbe vuracak bir
başka gelişme olarak, 2010 yılında imzalanan ve
sadece şu an için yukarı çığır ülkelerinin bulunduğu çerçeve anlaşması görülebilir. Bu anlaşma
tüm kıyıdaşların imzasına açık olmakla beraber
şuan itibariyle aşağı çığır ülkelerinden ne Mısır
ne de Sudan anlaşmaya katılmıştır. Bu noktada,
Etiyopya henüz onaylamadığı bu anlaşmayı baraj
inşasına Mısır’ın tepkisine karşı bir koz olarak
elinde tutmaya çalışmaktadır. Her şeye rağmen,
devrim sonrası bir siyasi boşluk dönemi geçiren
Mısır’ın bu anlaşmaya tepkisiz kalmayacağını,
elde ettiği pozisyonu korumak ve bölgedeki tüm
aktörler gibi Mısır için de çok hayati olan Nil
sularını kaybetmeme çabası içine gireceğini tahmin etmek güç değil. Çünkü Mısır, tarih boyunca
her dönemde kendisine gelen suyun miktarının
azalmasını istemediği için yukarı çığır ülkelerin
kullanımlarını her zaman engellemeye çalışmıştır. Yine etkinliğinin ve daha da önemlisi kendisi
için hayati öneme sahip bir kaynağın kontrolünü
kaybetmek istemeyecektir.
O
DİPNOTLAR
1
2
3
4
5
6
7
8
9
48
---, “Toprak Su Kaynakları”, http://www.dsi.gov.tr/toprak-ve-su-kaynaklari,
Erin Cunningham, “Egypt is losing its grip on the Nile”, http://www.globalpost.com/dispatch/news/regions/
middle-east/egypt/120406/egypt-losing-its-grip-the-nile, 9 Nisan 2012.
Naff T. ve Matson R., “Middle East water: the potential for conflict or cooperation.”, Naff, T. ve Matson, R. (der),
Water in the Middle East – Conflict or Cooperation? (Westview Replica Edition), Westview Press, Boulder, USA.
Mark Zeitoun ve Jeroen Warner, “Hydro-Hegemony-a framework for analysis of trans-boundary water conflicts”,
Water Policy, No:8, 2006, s.436.
Mark Zeitoun ve J.A.Allan, “Applying hegemony and power theory to transboundary water analysis”, Water Policy, 10 Supplement 2, 2008, s.3
Ana Elisa Cascão and Mark Zeitoun, “Power, Hegemony and Critical Hydropolitics”, http://www.uea.ac.uk/international-development/People/staffresearch/Power,+Hegemony+and+Critical+Hydropolitics, (Erişim Tarihi:
13.04.2013), s.27.
Steven Lukes, “Power: A Radical View”, İkinci Baskı, Palgrave Macmillan, New York, 2005, s.15-16.
Mark Zeitoun ve J.A.Allan, “Applying hegemony and power theory to transboundary water analysis”, Water Policy, 10 Supplement 2, 2008, s.7-9.
Mark Zeitoun ve J.A.Allan, “Applying hegemony and power theory to transboundary water analysis”, Water Policy, 10 Supplement 2, 2008, s.11.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
10 Ana Elisa Cascão and Mark Zeitoun, “Power, Hegemony and Critical Hydropolitics”, http://www.uea.ac.uk/international -development/People/staffresearch/Power,+Hegemony+and+Critical+Hydropolitics, (Erişim Tarihi:
13.04.2013), s.27.
11 Mark Zeitoun ve Jeroen Warner, “Hydro-Hegemony-a framework for analysis of trans-boundary water conflicts”,
Water Policy, No:8, 2006, s.435.
12 Jeroen Warner ve Neda Zawahri, “Hegemony and asymmetry: Multiple-chessboard games on transboundary
rivers”, Springerlink.com, 9 Mart 2012.
13 Mark Zeitoun ve Jeroen Warner, “Hydro-Hegemony-a framework for analysis of trans-boundary water conflicts”,
Water Policy, No:8, 2006, s.455.
14 Mark Zeitoun ve Jeroen Warner, “Hydro-Hegemony-a framework for analysis of trans-boundary water conflicts”,
Water Policy, No:8, 2006, s.455.
15 Claudia W. Sadoff and David Grey, “Beyond the River: the benefits of cooperation on international rivers”, Water
Policy 4, Washington, 2002, s.401.
16 Metawie, Abdal Fattah, “History of Cooperation in the Nile Basin”, Water Resources Development, Vol.20, No:1,
Mart2004, s.47.
17 Henrike Peichert, “The Nile Basin Initiative: A Promising Hydrological Peace Process”, (der.) I. Baz et al., Cooperation on Transboundary Rivers, Baden, Nomos Baden, s.117.
18 A.T. Wolf, “International Water Conflict Resolution: Lessons from Comparative Analysis”, International Journal of
Water Resources Development, Vol.13, No:3, Aralık 1997, s.271.
19 Henrike, Peichert, “The Nile Basin Initiative: A Catalyst for Cooperation”, (der) Brauch, Hans Günter; Selim, Modammed; liotta, Peter H.; Chourou, Bechir; Rogers, Paul, Security and Environment in the Mediterranean. Conceptualising Security and Environmental Conflicts, Berlin-Heidelberg, Springer, 2003, s.766.
20 Henrike Peichert, “The Nile Basin Initiative: A Promising Hydrological Peace Process”, (der.) I. Baz et al., Cooperation on Transboundary Rivers, Baden, Nomos Baden, s.119.
21 Henrike, Peichert, “The Nile Basin Initiative: A Catalyst for Cooperation”, (der.) Brauch, Hans Günter; Selim, Modammed; liotta, Peter H.; Chourou, Bechir; Rogers, Paul , Security and Environment in the Mediterranean. Conceptualising Security and Environmental Conflicts, Berlin-Heidelberg, Springer, 2003, s.767.
22 Jeroen Warner ve Neda Zawahri, “Hegemony and asymmetry: Multiple-chessboard games on transboundary
rivers”, Springerlink.com, 9 Mart 2012.
23 J. Anthony Allan, “The Nile Basin: Evolving Approaches to Nile Waters Management”, Occasional Paper 20, SOAS
Water Issues Group, Haziran 1999, s.1.
24 Debay Tadesse, “The Nile: Is it a curse or blessing?”, ISS Paper 174, Kasım 2008, s.18.
25 Ayman Al-Sayed Abdel-Wahab, “The Nile Basin Initiative”, http://www.siyassa.eg/esiyassa/AHRAM/2002/7/1/
REPO1.HTM, (Erişim tarihi 19 Temmuz 2006).
26 ---, “Nile Basin Initiative, Recent Development in the Nile Basin Countries”, http://www.worldbank.
or.jp/02event/01seminar/pdf_ss/ss4_meraji.pdf, (Erişim tarihi 19 Temmuz 2006).
27 Henrike, Peichert, “The Nile Basin Initiative: A Catalyst for Cooperation”, (der) Brauch, Hans Günter; Selim, Modammed; liotta, Peter H.; Chourou, Bechir; Rogers, Paul , Security and Environment in the Mediterranean. Conceptualising Security and Environmental Conflicts, Berlin-Heidelberg, Springer, 2003, s.769.
28 Henrike, Peichert, “The Nile Basin Initiative: A Catalyst for Cooperation”, (der) Brauch, Hans Günter; Selim, Modammed; liotta, Peter H.; Chourou, Bechir; Rogers, Paul, Security and Environment in the Mediterranean. Conceptualising Security and Environmental Conflicts, Berlin-Heidelberg, Springer, 2003, a.769-770.
29 Seyfi Kılıç, “Nil Nehri Havzasının Hidropolitik Tarihi ve Son Gelişmeler”, ORSAM Su Araştırmaları Programı, Rapor
No: 3, Nisan 2011,s. 13-14.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
49
Kapak Konusu
Suyun, Türk Dış Politikasının bir meselesi haline gelmesi, 1980’li yıllarla birlikte özellikle Fırat ve Dicle havzasında çok sayıda büyük baraj ve
sulama projeleri inşa etmeyi içeren, GAP’ın planlanma ve inşa aşamalarında olmuştur.
Türk Dış Politikası ve Su
Turkish Foreign Policy and Water
Ayşegül KİBAROĞLU
Abstract
Turkey’s transboundary water policy is formulated in accordance with national socio-economic development goals, and determined in its specific geographical and historical context. Transboundary water policy
has been mainly planned and implemented by the government institutions, namely the Ministry of Foreign
Affairs (MoFA), particularly with the initiation of the GAP project in the early 1980s. Other concerned ministries and non-governmental institutions have attempted to provide technical and intellectual input to the
formulation of the policy. Transformation of the water bureaucracy had also an impact on the foreign policy
initiatives such as the signing of the bilateral Memorandum of Understandings with Syria and Iraq with the
keen initiatives of the Ministry of Environment and Forestry. All in all, MoFA have articulated the main
principles of transboundary water policies some of which are highly inspired by the international customary
water law and treaty practice. Most of the transboundary water policy principles are directly related to the
Euphrates-Tigris river basin where Turkey has developed vast experience, interest and power to set the regional agenda as well as to lead the establishment of regional customary law. Turkish transboundary water
policy should have a comprehensive understanding and strategic vision, which should include contingencies
in the Middle East region and urgencies in the Meriç/Maritsa basin.
Keywords: Turkey, transboundary water policy, institutions, principles, international water law, Southeastern Anatolia Project (GAP), Euphrates-Tigris, Meric/Maritsa, European Union, Middle East
50
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
Suyun, Türk Dış Politikasının bir meselesi haline gelmesi, 1980’li yıllarla birlikte özellikle Fırat ve Dicle havzasında çok sayıda büyük baraj
ve sulama projeleri inşa etmeyi içeren, kapsamlı bir sosyo-ekonomik
kalkınma projesi olan Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) planlanma ve inşa aşamalarında olmuştur.
Türkiye’nin su politikası, tarımsal üretimi artırma ve gıda güvenliğini sağlama; sanayi, kentsel
ve kırsal alanlardaki artan içme suyu ihtiyacını
karşılama; ithal enerji kaynaklarına bağımlılıktan
kurtulma; ülke içindeki bölgesel, ekonomik ve
sosyal dengesizlikleri giderme; halkın hayat standardını yükseltme hedefleriyle tanımlanabilir.
Ulusal düzeydeki bu stratejik hedeflerle uyumlu
biçimde sınıraşan sular politikaları biçimlendirilmiştir. Bu bağlamda, sınıraşan su politikasının oluşturulması ve uygulamasından doğrudan
sorumlu olan Dışişleri Bakanlığı sınıraşan sular
politikasını şöyle tanımlamaktadır: “Sınıraşan
sular politikamız, suyun ülkemizin ekonomik ve
sosyal kalkınması, su ve gıda güvenliği açısından
önceliklerimiz, Avrupa Birliliği (AB) ile tam üyelik müzakereleri, bölgesel gelişmeler göz önünde
bulundurularak oluşturulmakta ve değişen şartlara göre gözden geçirilmektedir.”1
Suyun, Türk Dış Politikasının bir meselesi haline
gelmesi, 1980’li yıllarla birlikte özellikle Fırat ve
Dicle havzasında çok sayıda büyük baraj ve sulama projeleri inşa etmeyi içeren, kapsamlı bir sosyo-ekonomik kalkınma projesi olan Güneydoğu
Anadolu Projesi’nin (GAP) planlanma ve inşa
aşamalarında olmuştur. Dış politikayı belirleyen
en önemli faktörler olan ‘tarih’ ve ‘coğrafya’ sınıraşan su politikasının belirlenmesinde de esas
rolü oynamıştır. Bu bağlamda, komşularımızla
ve bölge ülkeleriyle Cumhuriyet’in ilk yıllarından
bu yana gelişen siyasi ve ekonomik ilişkilerinin
durumu sınıraşan su politikasını belirleyen esas
çerçeveyi oluşturmuştur. Öte yandan, 20. Yüzyılın ikinci yarısının önemli bir bölümünü kapsayan ‘Soğuk Savaş’ Türkiye’nin komşularıyla olan
bölgesel ve ikili siyasi ilişkilerini belirlerken sını-
raşan su politikalarını da doğrudan etkilemiştir.
Bu dönemde Suriye, Irak ve Bulgaristan’la Asi,
Fırat-Dicle ve Meriç havzalarında kapsamlı sınıraşan su işbirliğinin kurulamamasında Soğuk Savaşın ikili ve bölgesel ilişkiler üzerindeki olumsuz etkisi rol oynamıştır.
Buna karşılık, Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından bu yana, Türkiye, sınıraşan su havzalarında
komşularıyla diplomasi ve uluslararası hukukun
araçlarını kullanarak, müzakereler yürütme, antlaşmalar yapma ve geçici veya sürekli teknik komiteler gibi kurumsal yapılar oluşturma gibi dış
politika çıktıları üretmiştir. Soğuk Savaş döneminde “düşman” kampta yer alan Ermenistan’la
Arpaçay üzerinde inşa edilen ortak baraj, Suriye ile imzalanan Fırat nehrinden su paylaşımını (geçici) olarak belirleyen 1987 Protokolü ve
Bulgaristan’la imzalanan bir dizi anlaşma ve protokoller, Türkiye’nin farklı siyasi kamplarda yer
aldığı komşularıyla bile sınıraşan su konusunda
uyuşmazlıklarını ele alırken, uluslararası teamül
hukukunun ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın (Antlaşması) öngördüğü biçimde barışçıl yollardan
çözüm yöntemlerini tercih ettiğini ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafi şartlar sınıraşan su politikasının belirlenmesinde önemli
rol oynamıştır. Türkiye’de; Meriç, Çoruh, Asi,
Fırat-Dicle ve Aras havzalarında yer alan akarsuların kolları, sınıraşan ya da sınır oluşturan2 sular
kapsamında yer almaktadır. Bu havzaların Türkiye’deki yağış alanları toplam 256.000 km2 olup,
ülke yüzölçümünün yaklaşık üçte birini kaplamaktadır. Türkiye’deki ortalama su potansiyelleri
ise toplam 70 milyar m3/yıl mertebesinde bulun-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
51
Kapak Konusu
Sınıraşan suların özellikle 1980’lerden bu yana dış politikanın bir unsuru haline gelmesiyle beraber Türkiye bu alanda küresel
gelişmeleri izleyen ve bölgesel siyasi koşulları dikkate alan gerçekçi ve tutarlı dış politika ilkeleri belirledi.
52
makta, dolayısıyla ülke ortalama su potansiyelinin yaklaşık %30’na karşı gelmektedir. Türkiye,
Fırat-Dicle, Çoruh, Aras nehirlerinde ve küçük
tekil akarsularda memba (yukarı-kıyıdaş) ülke,
Meriç nehrinde mansap (aşağı-kıyıdaş) ülke, Asi
nehrinde ise memba (nehir kollarında) ve büyük
oranda mansap ülke konumundadır. Türkiye’nin;
Yunanistan, Bulgaristan, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, İran, Irak ve Suriye olan sınırlarının birçok bölgede ya akarsulardan oluştuğu
ya da kesiştiği görülmektedir. Toplam uzunluğu
2753 km olan Türkiye sınırlarının %22’sini akarsular oluşturmaktadır.
alması (Örneğin: Fırat ve Dicle havzası Türkiye
alansal yüzölçümünün %20’ni kaplar) gerek ise
insani coğrafi koşullar bağlamında, sınıraşan su
havzalarında yaşayan kentsel ve kırsal nüfusun
durumu, nüfus artış hızı ve gelişen yaşam standartları çerçevesinde artan sosyo-ekonomik gereksinimleri de dikkate alındığında, sınıraşan su
politikalarının belirlenmesinde ‘coğrafyanın’ oynadığı rol ön plana çıkmaktadır.
Gerek fiziki coğrafi şartlar itibariyle: Sınıraşan su
kaynaklarının Türkiye’de tatlı su kaynaklarının
önemli bir bölümünü (%30) oluşturması ve bu
havzalarda Türkiye’nin ekilebilir ve sulanabilir
toprak kaynaklarının önemli bir bölümünün yer
20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında gelişen küresel, bölgesel ve ikili siyasi ve ekonomik ilişkilerin genel tarihsel bağlamında ve fiziki ve insani coğrafyanın belirlediği koşullar çerçevesinde
biçimlendirilen sınıraşan su politikaları devlet
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Sınıraşan Su Politikasının
Oluşturulmasında Kurumsal Gelişim
Kapak Konusu
bürokrasisi içinde özellikle 1980’li yıllardan itibaren kurumsallaşmış ve başlıca dış politika ilkeleri belirlenmiştir. Bu ilkelerin oluşturulmasında
ulusal siyasi ve ekonomik çıkarlar doğrudan rol
oynadığı gibi uluslararası su hukuku ve siyasetinin de önemli etkileri olmuştur.
GAP’ın uluslararası etkisinin artmasıyla 1980’lerden bu yana sınıraşan sular konusunda ilke ve
politikaların belirleneceği bürokratik yapılanma
oluşturulmuştur. Dışişleri Bakanlığı’nda bölgesel
ve sınıraşan sularla ilgili bir dairenin kurulması
ve bu dairenin Enerji, Su ve Çevre İşleri Genel
Müdür Yardımcılığı altında yapılandırılması
sağlanmıştır. Öte yandan, sınıraşan su politikalarının oluşturulabilmesi için su kaynaklarının
miktar ve kaliteye ilişkin durumunun ve değişkenliğinin tespiti ile ilgili pek çok teknik bilgiyi
sağlayan; su kaynaklarının geliştirilmesi, yönetilmesi ve korunmasından sorumlu diğer ilgili devlet kurumlarının da dış politikanın ilke ve politikalarının oluşturulmasında Dışişleri Bakanlığı
ile eşgüdüm içinde çalışması hedeflenmiştir. Bu
kurumların başında, Türkiye’deki sistematik su
kaynakları yönetiminden 1954 yılından bu yana
sorumlu olan Devlet Su İşleri (DSİ) gelmektedir.
Türkiye’nin 25 nehir havzasındaki yüzey ve yer
altı sularının miktar ve kaliteye ilişkin verilerinin toplanması, suların tarım, içme suyu, sanayi, enerji ve diğer ilgili sektörlerce olan talebinin
karşılanması için gerekli su geliştirme projelerinin planlanması, projelendirilmesi, inşa ve işletmesinden sorumlu olan DSİ’nin görevleri zaman
içinde ülkedeki ve dünyadaki siyasi ve ekonomik
koşulların ve yaklaşımların değişmesiyle özel
sektör, kullanıcılar ve diğer kamu kurumlarına devredilmiş olsa da Türkiye’nin sınıraşan su
havzalarında başta GAP olmak üzere enerji, içmesuyu, sulama, taşkın ve kuraklıktan koruma
projelerini gerçekleştiren bir kurum olarak DSİ,
sınıraşan su politikalarının ilkelerinin belirlenmesinde Dışişleri Bakanlığı’na önemli girdiler
sunmuştur.
GAP bölgesinde sosyo-ekonomik kalkınma projelerinin eşgüdümünden ve bölgesel kalkınmanın etkin ve adil bir biçimde yürütülmesinden
sorumlu GAP Bölge Kalkınma İdaresi’nin Suriye ile suya dayalı kalkınma alanında işbirliği
girişimleri olmuş ve bu girişimler sınıraşan su
politikalarına yeni açılımlar sağlamıştır. Bu bağlamda, 2001 yılında, GAP Bölge Kalkınma İdaresi öncülüğünde Suriye ile 2000’li yıllarda gelişen siyasi ve ekonomik ilişkileri destekleyecek
biçimde, Suriye Arazi Islah Müessesi (GOLD)
ve Suriye Sulama Bakanlığı’nın daveti üzerine
ülkeye bir delegasyon gönderilmesiyle olumlu
adımlar atılmıştır. Bu ziyaretin ardından, Sulama
Bakanlığı’nın öncülüğüyle Suriye delegasyonu
Türkiye’ye iade-i ziyarette bulunmuştur. Bu ikili görüşmelerin sonucunda, 23 Ağustos 2001’de
GOLD ve GAP yönetimleri arasında bir Ortak
Bildiri (Protokol) imzalanmıştır. Protokol iki tarafın eğitimi, karşılıklı uzman değişimi, teknoloji alışverişi ve ortak projelerin yürütülmesi gibi
alanlarda işbirliği yapmasını öngörmektedir. Ayrıca, Haziran 2002’de bir uygulama belgesi imzalanarak, Ortak Bildiri’de ortaya konan işbirliğinin uygulanmasının prensipleri belirlenmiştir.
Bu belge, ülkeler arasında yürütülecek olan projeleri, eğitim programlarını ve diğer faaliyetleri
tanımlamaktadır.3 Bu protokolün ve daha sonra
imzalanan uygulama belgesinin amacı, sosyoekonomik kalkınmayı genel bir çerçevede değerlendirerek bölgenin toprak ve su kaynaklarından
sürdürülebilir biçimde yararlanılmasını sağlamak, ayrıca da Türkiye ve Suriye’nin az gelişmiş
bölgelerinin geliştirilmesini ve bütüncül bir kalkınma anlayışı ile ele alınmasını sağlamaktır. Bir
zamanlar bölgesel politikada yalnızca gerilime
yol açmış olan GAP’ın bu protokol kapsamında
kalkınmayla ilişkili alanlarda gelişen işbirliğinin
bir unsuru olması hedeflenmiştir. Protokol ve
uygulama dokümanında yer alan ortak projeler,
eğitim ve uzman değişimi projeleri takip eden
dönemde uygulanamamış olmasına karşılık iki
kurum arasındaki yarı-resmi diyalog hep sürmüş ve bu işbirliği adımı iki ülkenin diğer ilgili
kurumları ve bakanlıkları arasında 2009 yılında
somutlaşan bölgesel sosyo-ekonomik kalkınma
hedefli su kaynaklarının geliştirilmesi ve yönetimiyle ilgili kapsamlı işbirliğinin ilk nüvesini oluşturmuştur.
Öte yandan Avrupa Birliği’ne adaylık ve uyum sürecinin başladığı 2000’li yılların başlangıcından
bu yana Çevre ve Orman Bakanlığı su kaynaklarını kullanma ve koruma dengesini gözetecek
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
53
Kapak Konusu
yasal ve uygulamaya yönelik girişimler gerçekleştirmiş, bu bağlamda sınıraşan su politikalarının biçimlendirilmesine katkılarda bulunmuştur.
Nitekim 2009 yılında Suriye ve Irak’la Fırat, Dicle ve Asi nehir havzalarındaki su kaynaklarının
kullanımı, geliştirilmesi ve korunmasıyla ile ilgili
imzalanan mutabakat zabıtlarında4 Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, AB ile ilişkiler çerçevesinde,
geliştirdiği yeni yaklaşımlar önemli rol oynamıştır. Bu mutabakat metinlerinde kullanılan: “havza
düzeyinde su kaynaklarının yönetimi,” “emisyon
standartlarının oluşturulması ve çevresel kalite
standartlarına geçiş,” “kirleten öder,” ve “maliyet
geri dönüşünün sağlanması,” gibi kavramlar AB
su politikalarının oluşturulmasında, özellikle de
AB su kaynakları yönetiminin başlıca yasal belgesi olarak nitelenen AB Su Çerçeve Direktifinin
içerdiği kavram ve terminolojiyi yansıtmaktadır.
Bu protokollerin hazırlanmasında doğrudan rol
oynayan ve uygulayıcı başlıca otorite olarak Çevre ve Orman Bakanlığı, AB ile üyelik müzakereleri çerçevesinde açılan “Çevre” faslı kapsamında
geliştirdikleri yasal ve kurumsal gelişim ve deneyimleri Suriye ve Irak’la ile gerçekleştirilen bu iki
protokole doğrudan yansıtmışlardır. Böylelikle
sınıraşan sular konusunun Dışişleri Bakanlığı
gibi ‘yüksek politika yapıcılarının’ yanı sıra, doğrudan konunun teknik yanıyla ilgili bakanlıklarca da ele alındığı gözlemlenmiştir. Bu durum,
özellikle Fırat ve Dicle havzasında 1980’lerden
Suriye ve Irak’la sürdürülen müzakerelerden çok
farklı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu yaklaşım
farklılığı, geçmişteki diplomatik müzakerelerin
gündeminden çok farklı olarak tarafların sınıraşan su kaynaklarının kullanımı ve yönetimi hususuna odaklanarak su kaynaklarının paylaşımı
ve tahsisinden bahsetmemiş olmalarıdır.
Diğer yandan, 2011 yılında hükümette yeniden
yapılanma süreci doğrultusunda Çevre ve Orman Bakanlığı’nın görevleri iki ayrı bakanlık altında toplanmış ve bu bağlamda Orman ve Su
İşleri Bakanlığı kurulmuştur. Bakanlığa bağlı Su
Yönetimi Genel Müdürlüğü ve Genel Müdürlük
altındaki Su Hukuku ve Politikası Daire Başkanlığı da sınıraşan su politikalarına yeni girdiler
hazırlayacak kamu kurumları olarak biçimlendirilmişlerdir. Su Hukuku ve Politikası Daire
Başkanlığı’nın başlıca belirlenen görevleri ara-
54
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
sında ulusal ve uluslararası su hukuku ve mevzuatı ile ilgili çalışmalar yapmak, sözleşmeleri takip
etmek ve uyumlaştırma çalışmalarını ilgili kurum ve kuruluşlar ile gerekli koordinasyonu sağlayarak yürütme görevi bağlamında sınıraşan su
politikalarının oluşturulmasına önemli katkılar
vermesi beklenebilir. Ayrıca yine Orman ve Su
İşleri Bakanlığı’na bağlı Türkiye Su Enstitüsü’nün
(SUEN) amaçları arasında ulusal ve uluslararası
su politikalarının geliştirilmesi için bilimsel araştırmalar yapmak ve desteklemek bulunmaktadır.
Bu bağlamda SUEN’in sınıraşan su politikalarının biçimlendirilmesine katkı veren bir düşünce
ve araştırma kurumu olarak faaliyet göstermesi
beklenebilir.
Kamu kurumlarındaki bu yeniden yapılanmanın,
sınıraşan su havzalarında stratejik siyasi ve ekonomik gelişmeleri dikkate alacak ve Türkiye’nin
sınıraşan su hukukunun ve politikalarının oluşturulmasında aktif ve üretken olmasını sağlayacak biçimde gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Bu yeniden yapılanma sürecinde kurumlararası
eşgüdümün en verimli biçimde sağlanması halinde sınıraşan su politikaları üretiminin zenginleştirilmesi beklenebilir. Bütün bu gelişmelere
ek olarak sınıraşan su politikalarının oluşturulmasında bilimsel ve akademik kadroların, düşünce ve araştırma kuruluşlarının, sivil toplum
kuruluşlarının katkı sunmasına olanak sağlayacak açılımlar sağlanmalıdır. Küresel ve bölgesel
düzeylerde (özellikle Orta Doğu ve Avrupa) su
politikaları gerek siyasi gerek hukuksal alanlarda hızla gelişmektedir. Bu gelişmelere katılmak
ve öncülük etmek için Türkiye’nin sınıraşan su
politikalarının paydaşların zengin ve etkin katılımı ile belirlenmesi gerekecektir. Ayrıca ulusal
ve uluslararası medya araçları da sınıraşan su
politikalarının tanıtımı ve kamuoyu ile paylaşımı
açısından etkin bir araç olarak tercih edilmelidir.
Sınıraşan Su Politikasını Yönlendiren Başlıca
İlkeler ve Uluslararası Su Hukuku
Sınıraşan suların özellikle 1980’lerden bu yana
dış politikanın bir unsuru haline gelmesiyle beraber Türkiye bu alanda küresel gelişmeleri izle-
Kapak Konusu
Kamu kurumlarındaki bu yeniden yapılanmanın, sınıraşan su havzalarında stratejik siyasi ve ekonomik gelişmeleri dikkate alacak ve
Türkiye’nin sınıraşan su hukukunun ve politikalarının oluşturulmasında aktif ve üretken olmasını sağlayacak biçimde gerçekleştirilmesi
gerekmektedir.
yen ve bölgesel siyasi koşulları dikkate alan gerçekçi ve tutarlı dış politika ilkeleri belirledi. Bu
çerçevede, Dışişleri Bakanlığı tarafından sınıraşan sular politikasının temel ilkelerini aşağıdaki
biçimde sıralanmıştır:5
1. Her ülke topraklarından doğan veya topraklarında akan sınıraşan nehirlerden faydalanma hakkına sahiptir. Ancak bunu yaparken
aşağı kıyıdaş ülkelere önemli zarar vermeme
ilkesi esastır.
2. Sınıraşan sular kıyıdaş ülkeler arasında anlaşmazlıktan ziyade, bir işbirliği unsurudur.
3. Sınıraşan sular hakça, akılcı ve etkin biçimde
kullanılmalıdır.
4. Suyun yararlarının paylaşılması hedeflenmelidir.
5. Sınıraşan sularla ilgili meselelere kıyıdaş ülkeler arasında çözüm aranmalı, üçüncü tarafların arabuluculuk girişimleri desteklenmemelidir.
6. Suların tahsisi ve kullanımında tabii hidrolojik ve meteorolojik şartlar dikkate alınmalıdır. Bu durum kuraklığın yaratacağı risklerin
bütün kıyıdaş ülkelerce paylaşılmasını gerekli
kılmaktadır. Dolayısıyla, kesin rakamlar veya
miktarlar üzerinden su paylaşımı söz konusu
olamaz.
7. Türkiye komşularıyla hidro-elektrik santrali,
baraj ve diğer su altyapıları, sulama sistemleri ve içme suyu tesisleri alanında edindiği
deneyimleri, teknoloji ve insan kaynakları
potansiyelini paylaşmaya hazırdır.
8. Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularıyla ilgili olarak, “iki nehir tek havza” yaklaşımı Türkiye
için vazgeçilmezdir. Bu bağlamda iki nehrin
toplam su potansiyelinin kıyıdaş üç ülkenin
ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olduğu değerlendirilmektedir.
9. Ülkemiz Dicle ve Fırat suları konusunu bütün boyutlarıyla görüşmeye hazırdır. Bu çerçevede bir iyi niyet gösterisi olarak talep edilen bilgi ve veriler diğer kıyıdaş ülkelere iletilmektedir. Ancak veri ve bilgi değişiminin
havza bazında karşılıklı olması gerekmektedir.
10.Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularının bütün
kıyıdaş ülkelerce etkin bir biçimde kullanımı önem taşımaktadır. Bu kapsamda aşağı
kıyıdaş ülkelerin de suyu etkin bir biçimde
kullanmaları, su tasarrufu için yeni sulama
sistemlerini devreye sokmaları ve suyun kirlenmesini önlemek suretiyle kendilerine düşeni yapmaları gerekmektedir.
Bu ilkelerin, özellikle ilk üç ilkenin, belirlenmesinde, uluslararası teamül (örfi hukuk), antlaşmalar hukuku, doktrin ve yumuşak hukuk kurallarından etkilenildiğini iddia etmek yanlış olmaz.
Dünyada çeşitli coğrafi, sosyal, siyasal ve ekonomik özelliklere sahip sınıraşan su havzalarındaki
uyuşmazlıkların işbirliğine dönüştürülmesi için
uluslararası su hukukunun suyla ilgili anlaşmazlıkların çözümünde ve su kaynaklarının daha iyi
yönetilmesi ve tahsisi için gerekli (evrensel) ku-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
55
Kapak Konusu
ralların belirlenmesinde önemli rolü olabilmektedir. Nitekim uluslararası su hukuku uzmanları
başlıca üç uluslararası hukuk kaynağı üzerinde çalışırlar: Uluslararası su kaynaklarını konu
alan ikili ve çok taraflı antlaşmalar; devletlerin
uygulamaları sonucu ortaya çıkan ve Birleşmiş
Milletler (BM) Uluslararası Hukuk Komisyonu
(ILC) ve bağımsız profesyonel bir kuruluş olan
Uluslararası Hukuk Derneği’nin (ILA) faaliyetleriyle yazılı hale gelen örfi uluslararası hukuk
kuralları (teamül) ve bir sınıraşan nehir üzerindeki kıyıdaşlar arasındaki iddia ve karşı iddiaların oluşturduğu bir süreçle gelişen yasal çerçeve
doktrinleri.6
Uluslararası su hukuku, sınıraşan sular konusunda devletlerin etkin kurumlar oluşturabilmelerine zemin hazırlayacak başlıca ilke ve kuralları
sağlar. Öte yandan, ulusal hukukun temel niteliklerinden olan gerektiğinde yargılama yetkisi ve
yaptırım araçlarını kullanma gibi özelliklerden
yoksun olan uluslararası hukuk devletler üstü olmayan bir sistemdir ve ancak devletlerin rızası
ve onların oluşturduğu ilke ve normlara dayanarak uygulama olanağı vardır. Uluslararası hukuk
sisteminin bu zayıf uygulama ve yaptırım yapısına rağmen, devletler çoğunlukla uluslararası hukukun birçok normuna uygun hareket ettiklerini
kanıtlamaya çalışarak, uluslararası hukuk sistemini temel bir referans olarak kabul etmişlerdir.
Hukukun uyuşmazlıklara çözüm bulmaktaki
rolü değişken olsa da, devletler kabul görmüş
uluslararası hukuk ilkelerini nadiren ihlal ederler. Esasen, diplomatik ilişkilerinde sıklıkla bu
kurallara dayanırlar. Bu argüman, uluslararası su
hukuku için de geçerlidir.
Uluslararası su hukukunun birçok ilkesi iki tür
kaynaktan beslenmektedir: antlaşmalar ve uluslararası örfi (teamül) hukuk. Antlaşmalardan
kaynaklanan kurallar göreli olarak daha kolay
tespit edilebilirler ancak bazı maddelerin farklı
yorumlanması olasılığı daima mevcuttur. Örfi
uluslararası hukuk kurallarını saptamak ve uygulamaya dönüştürmek görece daha zordur. Önde
gelen uluslararası su hukuku kurumlarının bu
kurallarla ilgili sürdürdükleri kodifikasyon çabaları sürece büyük oranda katkıda bulunmuştur. Bu bağlamda, uluslararası hukuk uzmanları,
56
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
1997 yılında BM Genel Kurulu’nda “Birleşmiş
Milletler Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı
Amaçlarla Kullanılmasına İlişkin Sözleşme”
(United Nations Convention on the Law of the
Non-Navigational Uses of International Watercourses) kabul edilmesinin uluslararası hukuk
(örfi) kurallarının kodifikasyonunda ve ileriye
yönelik olarak geliştirilmesinde kayda değer bir
başarı olduğunu vurgulamışlardır.7 Söz konusu
metni günümüze değin 30 ülke onaylamıştır. Bu
Sözleşme birçok sınıraşan su havzalarında, çatışan çıkarları nedeniyle karşı karşıya gelen kıyıdaş ülkelere anlaşmazlıklarıyla ilgili çözüm için
referans olabilecektir. Türkiye, Sözleşme’nin BM
Genel Kurulu’ndaki oylamasında, özellikle İkinci
Bölümü’ndeki “planlanan (snıraşan su kaynakları üzerindeki projelerin) önlemlerin önceden
haber verilmesi” ve “uyuşmazlıkların barışçıl
yollardan çözümü için zorunlu diplomatik ve
yargısal mekanizmalar” ilkelerini içermesinden
dolayı red oyu vermiştir. Öte yandan gerek uluslararası teamül (örfi) hukukunun gerekse başta
BM Sözleşmesi olmak üzere uluslararası antlaşma hukukunun temel ilkeleri olan: “adil kullanım
hakkı,”“önemli zarara yol açmama,”“sınıraşan işbirliği” ve “hidrolojik ve diğer ilgili veri ve bilgilerin düzenli olarak paylaşılması” yükümlülükleri
Türk dış politikasının da temel ilkelerini (Dışişleri Bakanlığı’nın vurguladığı ilk üç ilke) oluşturmaktadır.
Şüphesiz ki bu ilkeler, antlaşmalara ulaşmak isteyen sorunlu sınıraşan su havzalarında kıyıdaşlar
için yararlı referanslar sağlamaktadırlar. Ancak
bu ilkelerin sınıraşan nehir havzalarında oluşturulabilecek anlaşmalarda yer alacak kıyıdaşların
karşılıklı hak ve yükümlülüklerini içeren kuralları aracılığıyla operasyonel ve kurumsal kılınmaları gereklidir.8 Dolayısıyla, örneğin, uluslararası su hukukunun en önde gelen ilkesi: “adil
ve makul kullanım ilkesi”, daha çok genel ifadelerle hakkaniyetli ve makul kullanımı; sınıraşan
suların geliştirilmesini ve korunmasını tanımlar;
böylelikle yalnızca gerçekleştirilecek eylemlerin çerçevesini çizer. Kıyıdaşlar, hukukun çeşitli
araçlarla sunduğu bu genel ilkeleri spesifik ve sınıraşan su kaynağının özgün koşullarıyla ilişkili
uluslararası antlaşmalar tarafından oluşturulmuş kurallar ve karar-alma mekanizmaları aracı-
Kapak Konusu
Türkiye komşularıyla hidro-elektrik santrali, baraj ve diğer su altyapıları, sulama sistemleri ve içme suyu tesisleri alanında edindiği
deneyimleri, teknoloji ve insan kaynakları potansiyelini paylaşmaya hazırdır.
lığıyla operasyonel, ölçülebilir ve doğrulanabilir
hale getirmelidirler.
Sınıraşan su anlaşmazlıklarının yaşandığı birçok
havzada ikili ve çok taraflı nehir anlaşmalarının
gerçekleştirilmiş olduğu gözlenmektedir. Ancak
ikili veya çok taraflı bu su anlaşmalar tutarlı bir
biçimde tüm etkilenen tarafları (tüm kıyıdaşları) kapsamalı; uyuşmazlıkları görüşmeye yetkili
ortak bir yürütme komitesini içermeli; hidrolojik
koşullarda meydana gelebilecek uzun dönemli değişimlere uyum sağlayacak biçimde esnek
olmalıdır. Sınıraşan su müzakereleri, antlaşmaların oluşturulmasını ve bu antlaşmaların uygulanmasını sağlayacak nehir havzası yönetim
yapılanmalarının kurulmasını hedefleyen uzun
soluklu bir çaba olmalıdır. Nitekim kısa dönemli
siyasi çıkarlar için ve ilgili tüm paydaşlar (devlet,
özel sektör, sivil toplum ve su kullanıcıları) arasında gerekli tüm istişareleri tamamlanmadan
imzalanan ve uygulanan sınıraşan su paylaşım
antlaşmaları bu havzalarda su kullanımını etkin,
verimli, sürdürülebilir kılamamaktadır. Bu bağlamda, Fırat nehri sularının Türkiye ve Suriye
arasında metreküp üzerinden paylaşımını içeren 1987 tarihli Protokol ve 1990’lı yıllarda Irak
ve Suriye arasında aynı nehrin sularını yüzdeler
üzerinden paylaşımını içeren Protokol, ikili antlaşmalar olarak suyun miktarı ve kalitesiyle ilgili gerçek sorunlara değinmemiş; artan sorunlar
için de açılım sağlayamamıştırlar.9 Belli kotalar
üzerinden paylaşımı içeren bu antlaşmalar nehirlerin doğal-hidrolojik ve iklim değişikliğine
bağlı değişkenliklerini dikkate almamış; kuraklıkların etkilerine, su kalitesine, havzadaki toprak kaynaklarının yönetimi ve korunmasına ise
hiç değinmemiştir. Bu bağlamda 2009 yılında
imzalanan ikili mutabakat zabıtları Fırat, Dicle
ve Asi sularıyla ilgili taşkın, kuraklık ve kirlilikle mücadele, su geliştirme projeleri (barajlar ve
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
57
Kapak Konusu
sulama) gerçekleştirme gibi kıyıdaşların birçok
ihtiyacına cevap vermeye çalışan ve çağdaş su
yönetiminin birçok ilkesine ve uygulama politikalarına yer veren anlaşmalar olmuştur. Ancak
bu mutabakat metinlerinin uygulanması önünde
siyasi engeller oluşmuştur. Gerek Suriye’de meydana gelen iç karışıklık gerekse Irak’la olan siyasi
ilişkilerdeki gerginlikler mutabakat metinlerinin
uygulanması için gerekli olan karşılıklı güven ve
barış ortamını ortadan kaldırmıştır. Esasında,
Türkiye, 2009 yılında imzaladığı sınıraşan sularla
ilgili ikili mutabakat metinlerini havza temelinde
ve kapsamlı bölgesel işbirliği politikalarının bir
parçası olmasını hedeflemişti. 2007-2011 arasındaki dönemde amaç, güvenlik, enerji ve“su”
işbirliğini içeren bölgesel sosyo-ekonomik kalkınma havzaları oluşturmaktı. 2009 yılında Suriye ve Irak’la imzalanan mutabakat metinleri bu
proaktif politikanın sonucuydu. Bu politikalar
stratejik bir planın parçası olmalıdır. Bir başka
deyişle, ulusal çıkar tanımlarıyla uyumlu, ülkemizin uzun dönemli gereksinimlerini dikkate
alan ve bu bölgesel işbirliği politikalarının tarafı
olan ülkelerdeki siyasal, sosyal ve ekonomik değişim ve dalgalanmaları göz önünde bulunduran
uzun dönemli hedefler belirlenmelidir.
Türkiye’nin, Fırat-Dicle havzasında diplomatik
(ve teknik) müzakereler ve siyasi ilişkiler bağlamında yaşadığı deneyimler, söylemleri ve uygulamaları Türk Dış Politikasının suyla ilgili ilke-
lerinin (4-10 maddeler) önemli bir bölümünün
oluşmasını sağlamıştır. Bu ilkelerin tamamı ya da
bir bölümünü içeren (Örneğin: “Suyun yararlarının paylaşılması hedeflenmelidir” ilkesi) bölgesel
su hukuku teamülünün oluşması için Türkiye su
hukuku ile ilgili politika ve strateji belirleme çalışmalarına önemle devam etmelidir. Türkiye’nin
bölgedeki politik önemi, sınıraşan su konusunun
doğrudan ulusal çıkar unsurları içinde yer alması ve bu nedenlerle Fırat-Dicle havzasında 20.
Yüzyılın ikinci çeyreğinden bu yana çok çeşitli
uygulama ve söylemlerde bulunuyor olması bu
alanda kapasitesinin gelişmesini sağlamıştır. Bu
kapasitesinin, uygun politik şartlar oluştuğunda,
bölgesel su (hukuku) işbirlikleri oluşturulması
için eyleme geçirilmesi sağlanmalıdır.
Öte yandan Türkiye’nin sınıraşan su politikasının yalnızca Orta Doğu cephesini değil, stratejik boyutta Avrupa cephesini de kapsadığı göz
önünde bulundurulmalıdır. Bu bağlamda sınıraşan dış politika ilke ve uygulamaları Meriç
Nehri havzası için de uygulanabilir nitelikte olmalıdır. Meriç havzasında iklim değişikliğinden
ve Bulgaristan’ın eşgüdümsüz kullanımlarından
ileri gelen yıkıcı taşkınlarla mücadele edebilmek
için AB nezdinde proaktif politikalar izlenmeli AB Su Çerçeve Direktifi ve AB Taşkın (Sel)
Direktifi’nin Meriç havzasında uygulanması için
girişimlerde bulunulmalıdır.
O
DİPNOTLAR
1
Havza Yönetimi ve Su Bilgi Sistemi Çalışma Grubu Raporu, Ormancılık ve Su Şurası 21-23 Mart 2013, Orman ve Su
İşleri Bakanlığı, Ankara, 2013, s. 33.
2
Egemen bir ülkenin topraklarından doğup, bu topraklardan aktıktan sonra komşu ülkeyle olan siyasi sınırları
aşarak komşu ülkenin veya nehir havzasındaki diğer ülkelerin topraklarından akarak deniz ve göllere kavuşan
nehirler sınıraşan; iki ülke arasındaki siyasi sınırların tamamını ya da bir kısmını oluşturannehirler ise sınır oluşturan nehirler olarak tanımlanmaktadır.
3
Ayşegül Kibaroğlu, “Socio-Economic Development and Benefit Sharing in the Euphrates-Tigris River Basin,” Hillel Shuval and HasanDwiek(der.), Proceedings of the 2nd Israeli-Palestinian International Conference: Water for Life
in the Middle East, IPCRI, Jerusalem, 2006, ss. 891-904.
4
Ayşegül Kibaroğlu, “Fırat-Dicle Havzası Sınıraşan Su Politikalarının Evrimi: İşbirliği için Fırsatlar ve Tehditler,” Cilt
4, Sayı 4,Orta Doğu Analiz, Temmuz 2011-2.
58
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
5
6
7
8
9
Havza Yönetimi ve Su Bilgi Sistemi Çalışma Grubu Raporu, Ormancılık ve Su Şurası 21-23 Mart 2013, Orman ve Su
İşleri Bakanlığı, Ankara, 2013, s.33-34.
Albert H. Garretson, Robert D. Hayton ve Cecil Olmstead (der.), The Law of International Drainage Basin, Dobbs
Ferry, Oceana Publications, 1967; D. A. Caponera, “Patterns of Cooperation in International Water Law: Principles
and Institutions”, Natural Resources Journal, Cilt 25, 1985, ss. 563-88; Joseph W. Dellapenna, “Building International Water Management Institutions: The Role of Treaties and other Legal Arrangements”, John Anthony Allan ve
Chibli Mallat (der.), Water in the Middle East: Legal and Commercial Implications, London, Tairus, 1994, ss. 55-93;
Stephen C. McCaffrey, “The Evolution of the Law of Transboundary Rivers”, Transboundary Waters in the Middle
East: Prospects for Regional Cooperation adlı konferansa sunulan bildiri, Bilkent Üniversitesi, Ankara, Turkey, 2-3
Eylül 1991; Stephen C. McCaffrey, “International Organizations and the Holistic Approach to Water Problems” ,
Natural Resources Journal, Cilt 31, 1991, ss. 139-165.
Sözleşme BM GenelKurulu’nda 105 olumlu, 27 çekimser ve 3 red oyu ile kabul edilmiştir. Sözleşme henüz yeterli
onay sayısına (35) ulaşmadığı için bağlayıcı biçimde yürürlükte değildir. Sözleşmeyi reddeden ülkeler Çin, Türkiye ve Burundi’dir.
Bir uluslararası rejimin kuralları, üye devletlerin gerçekleştirecekleri ya da gerçekleştirmekten kaçınacakları beklenen davranışlarla ilgili talimat ve rehber kurallardır.
Ayşegül Kibaroğlu, “Fırat-Dicle Havzası Sınıraşan Su Politikalarının Evrimi: İşbirliği için Fırsatlar ve Tehditler,”Orta
Doğu Analiz, Cilt 4, Sayı 43, Temmuz 2012.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
59
Kapak Konusu
Palestine is among the Middle Eastern countries that intensively experience water problems,
which are exacerbated due to the conflict with Israel.
Introduction to a “Complicated Story”:
The Role of Wastewater Reuse to Alleviate
the Water Problems of Palestine
“Karmaşık bir Hikaye” için Giriş: Filistin’in Su Problemlerini
Hafifletme Konusunda Atıksuyun Yeniden Kullanımının Rolü
Gül ÖZEROL
Özet
Ortadoğu’da su havzalar, ülkeler ve sektörler arasında değişen ölçülerde rekabet ve çatışma ile ilişkilendirilen kıt bir kaynak olarak karakterize edilmektedir. Dünyanın diğer kurak ve yarı-kurak bölgeleri gibi,
Ortadoğu’da da atıksu, deniz suyu ve yağmur suyu gibi geleneksel olmayan su kaynakları artan bir biçimde
öne çıkarılmaktadır. Bu durum, ilave su arzı yaratma ve su kullanıcı sektörler üzerindeki artan baskıyı
hafifletme konusunda geleneksel olmayan su kaynaklarına atfedilen büyük potansiyel ile açıklanabilir. Ancak geleneksel olmayan su kaynaklarının farklı sosyal, kültürel ve ekonomik koşullarda benimsenmelerini
etkileten riskler ve kısıtlar olduğu da bilinmektedir.
Filistin, Ortadoğu ülkeleri içinde su sorunlarını en yoğun biçimde yaşayan ülkeler arasında olup bu sorunlar İsrail ile olan çatışma sebebiyle daha da şiddetlenmektedir. Bu çalışma, Filistin’de geleneksel olmayan
su kaynaklarından yararlanılması konusundaki mevcut durumu alternatiflerden biri olan arıtılmış atıksuyun yeniden kullanımı üzerine odaklanarak incelemektedir. Daha iyi politikalar ve uygulamalar için farklı
kademelerde ve boyutlarda kapasite artırımı gereksinimlerini işaret eden bir stratejik yaklaşımın gerekliliği
sonucuna varılmıştır. Atıksuyun yeniden kullanımı konusundaki başlıca kaygıları içine alan böyle bir yaklaşım için yerel, ulusal ve bölgesel kademelerde ve izleme ve değerlendirme konusunda kapasite artırımı için
gelişme alanları ortaya konulmuştur.
60
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
To generate water from non-conventional resources, specialised processes are applied such as desalination of seawater and brackish
water; collection and treatment of wastewater; harvest of rainwater;
capture of agricultural drainage water and extraction of saline groundwater”.
Abstract
Introduction
Water in the Middle East is characterised as a
scarce resource that is associated with varying
degrees of competition and conflict among its users in basins, countries, and sectors. Like the other arid and semi-arid regions of the world, nonconventional water resources such as wastewater,
seawater and rainwater are increasingly promoted in the Middle East. This situation can be
explained by the great potential attributed to the
non-conventional resources to alleviate the water
scarcity problem by producing additional water
supply and relieving the increasing pressure on
water user sectors. It is however also known that
non-conventional water resources entail risks
and constraints, influencing their adoption in
different social, cultural and economic contexts.
Water in the Middle East is characterised as a
scarce resource that is associated with varying
degrees of competition and conflict among its
users in basins, countries, and sectors. Many
rivers and aquifers in the Middle East constitute
transboundary basins such as the Jordan, Euphrates and Tigris rivers, and the Upper Jezira/
Mesopotamia, Eastern Mediterranean and Syrian Steppe aquifers. The equitable and allocation of the scarce freshwater in these basins constitutes a highly relevant issue in the relations
among the countries in those basins.
Palestine is among the Middle Eastern countries that intensively experience water problems,
which are exacerbated due to the conflict with Israel. The paper examines the existing situation
in Palestine in terms of the utilisation of nonconventional water resources through focusing
on one of the options, namely the reuse of treated
wastewater. It is concluded that a strategic approach that addresses capacity-building needs
in multiple levels and dimensions is essential
for better policies and practice. For such an approach that incorporates the major concerns regarding the reuse of wastewater, improvement areas are identified for capacity-building at local,
national and regional levels and for monitoring
and evaluation.
Keywords: Water Scarcity, Water Management,
Wastewater Management, Non-Conventional
Water Resources, Wastewater Reuse, Palestine
Domestic, industrial and agricultural sectors are
the three major water user sectors that compete
for the scarce water resources in every basin. At
the global level, agricultural sector is the largest
user constituting 70 percent of freshwater withdrawals, whereas this share reaches to 82 percent
in the Middle East.1 Demand for freshwater has
been increasing in all the sectors due to population growth, urbanisation and changing lifestyles
and food consumption patterns.
Particularly in low-income countries, the agricultural sector also creates a major part of national income and therefore social welfare. However, the growing competition among the water
user sectors works against the agricultural sector, since water productivity in agriculture remains low with slow improvements, while the
domestic sector demands the best quality water
available.2 This implies that in order to meet the
growing food, fibre and fodder demand of increasing global population, the agricultural sec-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
61
Kapak Konusu
tor has to improve water productivity by producing ‘more crops per drop’ or using alternative or
complementary water resources.
In many arid and semi-arid countries that face
increasing water scarcity, conventional water
resources3 are insufficient to meet the growing
demand. As a result, non-conventional water resources such as seawater, brackish water, wastewater, agricultural drainage and rainwater are
developed to complement conventional freshwater resources. To generate water from nonconventional resources, specialised processes
are applied such as desalination of seawater
and brackish water; collection and treatment of
wastewater; harvest of rainwater; capture of agricultural drainage water and extraction of saline
groundwater.4
Non-conventional water resources can be used
for potable and non-potable purposes that both
increase water supply. Marginal-quality water
resources such as wastewater, agricultural drainage water and saline groundwater contain impurities at levels higher than in freshwater, such
as salts, metals and organic compounds.5 Due
to the environmental and public health risks of
these constituents, marginal quality water resources are mostly suitable for non-potable uses,
mainly including industrial and agricultural uses,
and limited domestic uses such as toilet flushing.
Desalinised waters, on the other hand, can also
be suitable as potable water, as long as the quality
and public health standards are met.
Like the other arid and semi-arid regions of the
world, non-conventional water resources are
increasingly promoted in the Middle East. Palestine is among the Middle Eastern countries
that intensively experience water problems and
consider resorting to non-conventional water
resources. This paper elaborates on the water
problem of Palestine by analysing the potential
of non-conventional water resources for solving
the water problems through focusing on one of
the options, namely the reuse of treated wastewater. The outline of the paper is as follow: Section 2 gives an overview of the existing situation
of water sectors in Palestine. Section 3 outlines
62
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
the benefits, costs and risks of wastewater reuse.
Finally in section 4, the potential of wastewater
reuse as a non-conventional water resource is investigated and improvement areas regarding the
wastewater reuse policies and practices in Palestine are identified.
Water and Palestine: “A Complicated Story”6
Palestine is among the most challenged countries
in the world when it comes to water resources
availability and accessibility. Per capita daily water consumption is around 77 litres in the West
Bank,7 and around 98 litres in the Gaza Strip,8
both lower than 100 litres, the minimum level
of “optimal access to water” as recommended by
the World Health Organisation9.
All the freshwater sources of Palestine are transboundary waters. On the one hand, the surface
water from the Jordan River is shared among
Lebanon, Syria, Jordan and Israel, while Palestine cannot use the Jordan River waters as a riparian since 1967. On the other hand, groundwater resources from the aquifers, the West
Bank Aquifer System and the Coastal Aquifer,
are shared with Israel that controls the water and
exploits around 89 percent, leaving 11 percent
to Palestine.10 Thus the only practically available
freshwater water resource of Palestine is limited
to groundwater that is threatened by problems
such as over-pumping, saltwater intrusion and
fertilizer infiltration.11 The unsustainable use of
groundwater is an urgent problem in the Gaza
Strip. Annually 169 million cubic meters of water
are consumed from the Coastal Aquifer, which
substantially surpasses the renewable groundwater feeding into the basin that is estimated at
55 million cubic meters.12
Several drivers can exacerbate the water scarcity
problem of Palestine. These include population
growth (lower water availability per capita), urbanisation (higher water demand per capita),
and more importantly climate change. The semiarid to arid climate of the region implies that precipitation levels are low and evaporation is high.
Projections of climate change indicate that precipitation will decrease, whereas temperatures
Kapak Konusu
To generate water from non-conventional resources, specialised processes are applied
such as desalination of seawater and brackish water.
will increase.13 Decreased precipitation implies
lower groundwater recharge, and thus worsened
water scarcity, which will increase the existing
competition among the water user sectors.
Several constraints obstruct the development of
water resources that can alleviate the water scarcity problem of Palestine. Infrastructural problems such as the high rates of losses in water networks and the difficulty of extending the water
network to rural areas persist in large parts of
Palestine.14 The water losses are mainly attributed to the destroyed infrastructure that has been
inherited from the Israeli occupation. Similarly,
the difficulty of extending the water networks
and developing new water resources is related to
Israel’s military control over water resources. Israel imposes physical restrictions and obstacles
on Palestinians’ access to water, and inhibits the
development of Palestinian water sector by re-
jecting, cancelling or suspending many water
projects and destroying water infrastructure.15
Several Israeli actors significantly influence the
development of the water sector of Palestine.
According to the Oslo Interim Agreement from
1995, “all development of water resources and
systems, by either side, shall require the prior approval of the Joint Water Committee”.16 The approval process of the Joint Water Committee
often lengthens and even inhibits the realisation
of water development projects, since the committee comprises of an equal number of representatives from each side and all its decisions are
to be reached by consensus.17 Furthermore, the
water wells in the West Bank are controlled by
Mekorot, the Israeli national water company. To
reduce the supply deficit, water that is extracted
from Palestinian wells by Mekorot is purchased
back from Mekorot. The Palestinian Water Authority reports that in 2010 the share of water
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
63
Kapak Konusu
Per capita daily water consumption is around 77 litres in the West
Bank, and around 98 litres in the Gaza Strip, both lower than 100
litres, the minimum level of “optimal access to water” as recommended by the World Health Organisation.
purchased from Mekorot did not exceed 5 percent of the total supply, whereas the share of the
purchased resources in the West Bank exceeded
the 35 percent.18 Purchasing water from Mekorot
also implies a dependency on Israeli water supplies, which also constitutes a major indication
of water ‘insecurity’ in Palestine.
Benefits, Costs and Risks of
Wastewater Reuse
Although the treatment of wastewater serves
the major environmental objective of preventing
water and soil pollution and protecting public
health, the major driving force behind the reuse
of wastewater is alleviating water scarcity, making the reuse of wastewater a major non-conventional water resource.20 The benefits expected
from of using wastewater as a non-conventional
water resource can be categorised under environmental and socio-economic dimensions. Environmental benefits include water conservation
by using the freshwater resources more efficiently; and environmental protection through the
prevention of direct emission of wastewater to
the environment, whereas the socio-economic
benefits are economic contribution by using the
same water several times; reduced costs for sanitary disposal of municipal wastewater; increased
soil quality and agricultural yields; reduced need
and costs for artificial fertilizers; and additional
income through use in other enterprises such as
aquaculture.21
Increased domestic, industrial and agricultural demand implies the generation of higher
amounts of wastewater. Four options are possible regarding the handling of this wastewater.
It can be 1) released to the environment without
treatment 2) released to the environment after
treatment but without reuse, 3) reused without
treatment and 4) reused after treatment. These
four options are associated with different social,
The major socio-economic benefits of wastewater are due to the use of wastewater in irrigated agriculture. Reusing treated or untreated
wastewater augments the water supply by substituting or complementing the available water
sources. This both contributes to the expansion
of irrigated agriculture and enables the reuse of
nutrients, which in principle would increase the
agricultural production and the resulting agri-
In its strategic plan, the Palestinian Water Authority asserts that “it is vital for Palestinians to
be able to have full access to their water rights
as well as be able to develop conventional and
non-conventional methods to access more (desalination, water reuse, importing water from
outside sources) in order to fulfill the increase
in demand.”.19 Thus, in addition to making efforts towards obtaining water rights, it is crucial
that Palestine improves the effectiveness of water management. This paper elaborates on the
utilisation of wastewater as a non-conventional
water resource that is increasingly considered in
Palestine due its potential for contributing to the
protection of freshwater and soil resources and
the augmentation of water supply.
64
cultural, institutional, technical, economic and
environmental objectives that entail often conflicting benefits and costs as well as risks to be
managed.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
cultural income. In the countries where agricultural production constitutes a major component
of national economy, wastewater reuse can enable a productivity improvement in this sector
and an increase in the range of agricultural products, both of which are important contributions
to social and economic development. Despite
these positive benefits, however, negative socioeconomic impacts can also be experienced from
reusing wastewater. For instance, the property
values in the vicinity of the reuse location might
decrease.22 Furthermore, the costs of treating the
wastewater and transporting it to the reuse location and the acceptance for different reuse options should be taken into account and handled
appropriately. Reflecting these concerns during
the planning and implementation of wastewater
treatment projects can contribute to the social
and economic sustainability of reuse practices.23
The sustainability of wastewater reuse practices
require a sound planning, implementation and
management of reuse projects also due to public health and environmental risks and potential
impacts. Uncontrolled use of wastewater for irrigation is the major issue that entails public
health and environmental risks.24 Increased exposure of farmers, consumers and neighbouring
communities to infectious diseases constitutes
the major health risk factor.25 The level of environmental impacts depends on the degree of purification, the method and the location of reuse
and can be observed in the form of pollution of
groundwater or surface water.26 In the long run,
wastewater irrigation can also cause soil quality problems such as accumulation of salts and
heavy metals. Proper treatment and monitored
use of wastewater can alleviate the negative environmental and public health impacts associated
with using wastewater for irrigation.
All the impacts associated with the reuse of
wastewater should be assessed with an integrated approach taking into account not only
the monetary cost and benefits in terms of environmental, social and economic concerns, but
more to consider a systemic perspective on sustainability.27 The assessment of social and economic impacts of wastewater reuse as well as the
adequacy of management and planning schemes
can be made by using relevant socio-economic
indicators. An appropriate approach can be the
investigation of the current socio-economic indicators that are used to assess the sustainability
of the water use.28
Water quality criteria and treatment standards
are the tools to assess and monitor the public
health and environmental impacts of wastewater
reuse. Various countries are active in monitoring
and improving the quality of treated wastewater
within the initiative of the World Health Organisation (WHO).29 In 2006, the WHO issued the
third edition of guidelines that set standards and
reduction goals for managing environmental and
public health risks associated with wastewater
use in agriculture as well as measures to achieve
human health and environmental health.30 The
resulting criteria for the sustainability of wastewater reuse projects are identified as health;
economic feasibility; social impact and public
perception; financial feasibility; environmental
impact; market feasibility; institutional feasibility; and technical feasibility.
For realising sustainable wastewater reuse policies and projects, it is also essential to incorporate country-specific conditions at the national
and local levels and to consider project-specific
requirements. The final edition of the WHO
guidelines on wastewater aim to adjust the
wastewater reuse projects to different national
and local contexts, a principle considered essential for project sustainability.31
Several studies comprehensively investigate the
constraints related with implementing wastewater treatment and reuse policies and projects by
addressing, among others, the multi-level and
multi-dimensional issues that affect wastewater
treatment and reuse. A recent study that reviews
the situation in Mediterranean partner countries
in the Middle East and North Africa32 adopts
such an approach and categorises the key constraints of wastewater treatment and reuse into
eight areas:
1-Financial constraints: The investment and
operation costs are too high, especially for
small- and medium-sized communities.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
65
Kapak Konusu
Wastewater treatment and reuse can play a significant role in alleviating the water problems of Palestine,
both in the West Bank and the Gaza Strip.
2-Standards and regulations are mostly based
either on United States Environmental Protection Agency 33 or on WHO guidelines that
sometimes do not respond to scheme- and
country-specific needs
3-Monitoring and evaluation: Due to the lack
of personnel and institutions, the monitoring
and evaluation programs are irregular, insufficient or not well-developed
4-Institutional set-up and personnel capacity:
Planning, design, implementation, operation
and maintenance of wastewater treatment
and reuse facilities are usually distributed
among many governmental departments,
while coordination and cooperation is lacking.
5-Policy and political constraints: There is a
lack of political commitment and of a nation-
66
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
al policy and/or strategy to support wastewater treatment and reuse.
6-Technical constraints of wastewater treatment: Responsible authorities lack information on treatment technologies; the transferred treatment technology does not work
in practice due to high operation costs and
the lack of qualified technical personnel; the
infrastructures for treatment and for the conveyance and distribution of the treated effluent is limited.
7-Health impacts and environmental safety of
wastewater reuse: Negative impacts are experienced on water, soil, humans and animals.
8-Public acceptance and awareness regarding
wastewater reuse: Local farmers, civil society
and the private sector have limited involvement in policy planning. This reduces partic-
Kapak Konusu
Several drivers can exacerbate the water scarcity problem of Palestine. These include population growth (lower water availability per
capita), urbanisation (higher water demand per capita), and more importantly climate change.
ularly the awareness and knowledge of farmers and consumers on health risks, management procedures and economic benefits of
reuse and the awareness of consumers.
The Role of Wastewater in Alleviating the
Water Problems of Palestine
Wastewater treatment and reuse can play a significant role in alleviating the water problems of
Palestine, both in the West Bank and the Gaza
Strip. This is particularly valid for the Gaza Strip
since groundwater pumping rate exceeds the replenishment rate of the aquifer and the quality of
water continually decreases. The reuse of treated
wastewater in irrigation will increase the water
supply for agriculture, which consumes the two
thirds of groundwater supplies, and the availability of freshwater resources for domestic and
industrial uses (Nassar et al., 2009).
The agricultural sector has a similar share at
the national level. In 2008, domestic water consumption was recorded as 94 million cubic meters, whereas the consumption of the agricultural sector is estimated as 123 million cubic
meters.34 Thus the share of agricultural sector in
total water consumption is around 57 percent.
The contribution of agriculture to national income, however, shows a decreasing trend with
a 4.9 percent share in 2012.35 This justifies the
argument that the conventional water resources
should be diverted from agricultural to domestic
use, whereas the reuse of non-conventional water resources like treated wastewater should be
emphasised.
The development of water treatment systems
in Palestine has been limited to few large- and
small-scale projects implemented without a strategic vision on wastewater management. In cooperation with the Ministry of Agriculture, the
Palestinian Water Authority plans to develop and
implement a strategy, which focuses, among others, on benefiting from treated wastewater. According to Palestinian Water Authority, “the inability to rehabilitate and manage the necessary
infrastructure needed for wastewater services […]
negatively effect[s] economic and social development in Palestine” (PWA, 2010). In line with this
understanding, Palestinian Water Authority and
the international donors and organizations make
substantial effort to improve wastewater collection and treatment infrastructure.36 Construction plans and designs for various wastewater
collection systems and treatment plants have
been accomplished in the past five years for the
main cities and towns of both the West Bank
and the Gaza.37 Unless rejected or delayed by the
Joint Water Committee, these projects can be
realised in the coming few years and significant
amounts of treated wastewater can be produced.
The current practice regarding wastewater is
the release of untreated water to the environment and the use of untreated wastewater for
irrigation.38 Even if not reused in irrigation, the
treatment of wastewater would contribute to
the protection of groundwater resources, since
the current practice of releasing the untreated
wastewater to the environment causes groundwater pollution through seepage. When utilized
in irrigation, treated wastewater can create a
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
67
Kapak Konusu
great potential for agricultural development
by significantly increasing the amount of water
available for irrigated agriculture, while preventing public health risks of using untreated wastewater. These practices have environmental and
public health implications that are addressed by
relevant governmental authorities, seeing the
sustainable management of wastewater a socially
and politically relevant issue.
Achieving the benefits expected from wastewater reuse in Palestine requires sound planning,
management and monitoring of wastewater
reuse schemes. Otherwise treated wastewater
reuse might cause serious health problems for
the exposed people as well as environmental
problems due to the contamination of soil and
water resources. It is therefore a priority issue
for Palestine to develop and implement a policy
approach that reflects the needs and realities of
both local, national and regional contexts. As
stated in the Strategic Water Sector Plan of the
Palestinian Water Authority “it is more important to focus on wastewater, as it can be used as
an additional source of water after being treated.
[…] The PWA has begun preparing a clear strategic plan to manage wastewater, in accordance
to a vision that ascertains the importance of this
water after it has been treated, to be used specifically for irrigation.”.39
Focusing on the need for capacity building at
different dimensions and levels, four improvement areas are discerned to assess and exploit
the potential of wastewater reuse, particularly in
irrigation, and to manage the environmental and
public health risks:
• Local capacity: Awareness raising for the general public (not only for farmers) on technical, environmental, economic and health aspects of wastewater reuse and the facilitation
of public participation in the development of
guidelines for planning, managing, pricing
and monitoring wastewater reuse
• National capacity: Establishment of a collaborative institutional structure that involves
clear goals and responsibilities for each na-
tional actor of wastewater collection, treatment and reuse processes
• Regional capacity: Cooperation with the
countries in the Middle East and North Africa region that share similar cultural and
social contexts and experience similar water
problems.40
• Monitoring and evaluation: Development of
tools for economic, financial and institutional
analysis and for assessing social, environmental and public health impacts at multiple levels
Policy changes are necessary in order to realise
concrete and sustainable outcomes in each improvement area. These changes include revising the national water legislation, restructuring
the water institutions and changing the water
pricing strategies, each of which entails socioeconomic and geo-political considerations. A
crucial ingredient of these policy changes is
managing both the demand and supply sides of
water and wastewater. Although non-conventional water resources are appropriate options
to increase the water supply, defining water scarcity as a merely supply problem and neglecting
the demand side will not bring long-term solutions, given that demand is likely to continue
increasing, whereas supply side is very limited.
It is therefore equally important to manage the
demand for non-conventional resources. In this
regard, the acceptance of the farmers to use the
treated wastewater is crucial, since the farmers
are the key actors on the demand side of wastewater reuse in irrigation. According to recent
studies, the farmers’ awareness on the benefits
of reuse of treated wastewater is found to be significantly high both in the West Bank41 and in
the Gaza Strip,42 whereas they are not yet aware
of the guidelines and regulations for wastewater
reuse. Pricing treated wastewater is, however, a
totally new phenomenon to the farmers and to
all other stakeholders, since it has never been
practiced in Palestine before. Experiences in
these issues remain to be seen until the reuse of
treated wastewater becomes a common practice
in the coming years or decades.
O
68
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
ENDNOTES
1
FAO, Aquastat Database - Global Tables, 2010, www.fao.org/nr/water/aquastat/dbase/AquastatWorldDataEng_20101129.pdf (Accessed 16 April 2013).
2
M. Qadir, B.R. Sharma, A. Bruggeman, R. Choukr-Allah, F. Karajeh, “Non-conventional water resources and opportunities for water augmentation to achieve food security in water scarce countries”, Agricultural Water Management, 87:1, 2007, p.2-22.
3 Water resources that originate from rainfall and snowmelt: water in rivers, streams, lakes, reservoirs, and aquifers.
4ibid.
5ibid.
6 The author of the paper visited the West Bank in between January and March 2013 and conducted about 20
meetings with various stakeholders of the water sector in Palestine and talked to more than 50 people. Out of
those, at least half of them stressed that the water issue in Palestine was a “complicated story”; hence the title of
the section.
7 PCBS, 2011, Quantity of Water Supply for Domestic Sector and Water Consumed and Total Losses and Population and Daily Allocation per Capita in the West Bank by Governorate, accessed at: www.pcbs.gov.ps/Portals/_
Rainbow/Documents/water/tab7.htm (Accessed 16 April 2013).
8 PWA, 2010a cited in ARIJ, Status of Environment in the Occupied Palestinian Territory: A Human Rights-Based Approach. Chapter Five: Access to Water and Wastewater Management in the oPt, 2011.
9 WHO, 2003, Domestic Water Quantity, Service Level and Health, WHO, Switzerland, p.3.
10 PWA, 2011c cited in ARIJ, Status of Environment in the Occupied Palestinian Territory: A Human Rights-Based Approach. Chapter Five: Access to Water and Wastewater Management in the oPt, 2011.
11 World Bank, The World Bank Report for West Bank and Gaza, Assessment of Restrictions on Palestinian Water Sector
Development, Sector Note, 2009.
12PWA, Executive Summary: National Sector Strategy for Water and Wastewater in Palestine 2011-2013, Palestine Water Authority, Ramallah, Palestine, 2010.
13ARIJ, Status of Environment in the Occupied Palestinian Territory.
14ARIJ, Status of Environment in the Occupied Palestinian Territory; PWA, Executive Summary: National Sector Strategy for Water and Wastewater in Palestine 2011-2013.
15 World Bank, The World Bank Report for West Bank and Gaza, Assessment of Restrictions on Palestinian Water Sector
Development; ARIJ, Status of Environment in the Occupied Palestinian Territory; PWA, Executive Summary: National
Sector Strategy for Water and Wastewater in Palestine 2011-2013.
16 The Israeli-Palestinian Interim Agreement on the West Bank and the Gaza Strip - Annex III - Protocol Concerning Civil Affairs, Schedule 8 - Water and Sewage - Joint Water Committee, www.mfa.gov.il/mfa/peace+process/
guide+to+the+peace+process/the+israeli-palestinian+interim+agreement+-+annex+iii.htm (Accessed 16
April 2013).
17ibid.
18PWA, Executive Summary: National Sector Strategy for Water and Wastewater in Palestine 2011-2013.
19ibid.
20 M.B. Pescod, Wastewater Treatment and Use in Agriculture, FAO, Rome, Italy, 1992, FAO Irrigation and Drainage
Paper 47; Richard Helmer, Ivanildo Hespanhol (eds), Water Pollution Control - A Guide to the Use of Water Quality
Management Principles, E.&F.N. Spon, London, 1997; Nicole Kretschmer, Lars Ribbe, Hartmut Gaese, Wastewater
Reuse for Agriculture, Technology Resource Management & Development - Special Issue: Water Management,
vol. 2, Cologne, 2002; Richard Davis, Rafik Hirji, Wastewater Reuse, the World Bank, Washington DC, 2003, Working Paper - Report No: 26325, Water Resources and Environment Technical Note F3.
21Pescod, Wastewater Treatment and Use in Agriculture; Intizar Hussain, Liqa Raschid, Munir A. Hanjra, Fuard Marikar, Wim van der Hoek, A Framework for Analyzing Socioeconomic, Health and Environmental Impacts of Wastewater Use in Agriculture in Developing Countries, IWMI, Colombo, Sri Lanka, 2001, Working Paper 26; Kretschmer
et al., Wastewater Reuse for Agriculture.
22Hussain et al., A Framework for Analyzing Socioeconomic, Health and Environmental Impacts of Wastewater Use in
Agriculture in Developing Countries.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
69
Kapak Konusu
23 Davis and Hirji, Wastewater Reuse.
24 Qadir et al., Non-conventional water resources and opportunities for water augmentation to achieve food security
in water scarce countries.
25Hussain et al., A Framework for Analyzing Socioeconomic, Health and Environmental Impacts of Wastewater Use in
Agriculture in Developing Countries.
26Kretschmer et al., Wastewater Reuse for Agriculture.
27 Gül Özerol, Dirk Günther, “The role of socio-economic indicators for the assessment of wastewater reuse in the
Mediterranean Region”, (eds.) A. Hamdy, F. El Gamal, N. Lamaddalena, C. Bogliotti, R. Guelloubi, Non-conventional Water Use: WASAMED Project, Bari, CIHEAM-IAMB, 2005, pp.169-178.
28 Manuel Winograd, Marta Aguilar, Andrew Farrow, Lisa Segnestam, Michael Linddal, John Dixon, Conceptual
framework to develop and use water indicators, CIAT-World Bank-UNEP Project on Rural Sustainability Indicators: Outlook for Central America, Technical Note, CIAT: Cali, Colombia, 1999). Davis and Hirji, Wastewater Reuse.
29 FAO and WHO, Proceeding of the Expert consultation for launching the regional network on wastewater re-use in
the Near East, Food and Agriculture Organization of the United Nations - Regional Office for the Near East, World
Health Organization - Regional Office for the Eastern Mediterranean, Cairo, 2003.
30WHO, Guidelines for the Safe Use of Wastewater, Excreta and Greywater - Vol 2: Wastewater Use in Agriculture. WHO,
Switzerland, 2006.
31WHO, Guidelines for the Safe Use of Wastewater, Excreta and Greywater.
32 Algeria, Palestine, Egypt, Jordan, Israel, Lebanon, Morocco, Syria, Tunisia and Turkey.
33 Eleftheria Kampa, Redouane Choukr-Allah, Mohamed Tawfic Ahmed, Maria Fu¨rhacker, “Constraints of Application of Wastewater Treatment and Reuse in Mediterranean Partner Countries”, (eds.) D. Barcelo, M. Petrovic,
Waste Water Treatment and Reuse in the Mediterranean Region, The Handbook of Environmental Chemistry, Springer, Berlin - Heidelberg, 2011, pp.93-124.
34PWA, Executive Summary: National Sector Strategy for Water and Wastewater in Palestine 2011-2013.
35PCBS, Palestine in Figures 2012, Palestinian Central Bureau of Statistics, Ramallah, Palestine, 2013.
36 Numan R. Mizyed, “Challenges to treated wastewater reuse in arid and semi-arid areas”, Environmental Science
and Policy, 25, 2013, pp.186–195.
37ARIJ, Status of Environment in the Occupied Palestinian Territory. Mizyed, Challenges to treated wastewater reuse in
arid and semi-arid areas.
38 O.R. Zimmo, N. Imseih, “Overview of wastewater management practices in the Mediterranean region”, (eds) D.
Barcelo, M. Petrovic, Waste Water Treatment and Reuse in the Mediterranean Region, The Handbook of Environmental Chemistry, Springer, Berlin – Heidelberg, 2011, pp.155-181.
39PWA, Executive Summary: National Sector Strategy for Water and Wastewater in Palestine 2011-2013.
40 Marwan Haddad, Numan Mizyed, “Non-Conventional Options for Water Supply Augmentation in the Middle
East: A Case Study”, Water International, 29:2, 2004, pp.232-242. Capacity building activities of MEDRC adopt a
regional approach as well: www.medrc.org/index.cfm?area=capacity (Accessed 16 April 2013).
41Mizyed, Challenges to treated wastewater reuse in arid and semi-arid areas.
42 Abdelmajid R. Nassar, H. Al-Najar, Jamal Y. Al-Dadah, “Socio-economic aspects of wastewater reuse in the Gaza
Strip”, Journal of Environmental Science and Technology, 2, 2009, pp.170-178.
70
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
İnceleme
2003 yılında ABD’nin BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan bir “istekliler koalisyonu” ile Irak’ı işgal etmesi Irak açısından
sonuçları kadar bölgesel sonuçları ile bir dönüm noktası oluşturdu.
Ortadoğu’da Bölgesel Düzen ve “Arap Baharı”
Regional System in the Middle East and “Arab Spring”
Meliha BENLİ ALTUNIŞIK
Abstract
Since the end of the Cold War, what kind of a new regional system would appear in parallel with this important change in international system in the Middle East both has been discussed in intellectual terms, and
also has led to major power struggles among regional and external actors. This process has been affected
both by international developments such as the 9/11 attacks and also by the changes taking place in the region. The U.S., which became a dominant power in the international system and in the region after the end of
the Cold War, made several attempts to establish a new regional system in the Middle East. However, those
attempts sometimes failed, sometimes were transformed, and sometimes led to unexpected consequences.
Because each time the U.S. had to “negotiate” with regional actors and their policies. In this context, not
only anti-U.S. Actors but also allies of the U.S. defied the policies of Washington. The process called “Arab
Spring” appeared in such a context. This time, how is the regional policy being shaped in this critical process, which was not launched by the U.S. but in which the U.S. was involved afterwards? Lastly, this paper
is seeking answers to this question. In this context, the article examines continuing and changing features of
the regional system.
Keywords: Middle East, regional system, the U.S. and Middle East, Arab Spring
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
71
İnceleme
1990’lı yılların sonuna gelindiğinde, ABD’nin Irak politikası çeşitli meydan okumalarla karşı karşıyaydı ve Saddam rejimi yıkılmak şöyle dursun, elini güçlendirmişti. Benzer şekilde ABD’nin İran’ı kuşatma politikası da başarısızlığa uğradı. ABD’nin müttefikleri İran’a ambargo
politikasını desteklemediler.
İki yıl önce Tunus’ta başlayan Arap ayaklanmalarının, bu ayaklanmaların ortaya çıktığı ülkelerdeki gelişmelerin yanı sıra bölgesel düzlemde de etkilerinin ortaya çıkmaya başladığı bilinmektedir.
Bu etkilerin bölgede nasıl bir yeni düzene1 yol
açacağının halen kesin olarak belli olmamasına
rağmen, şimdiye dek var olan etkilerini tartışmak yararlı olacaktır. Ancak 2011 sonrası ortaya
çıkan eğilimlere bakmadan önce, tarihsel olarak
Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren bölgesel siyasetin nasıl şekillendiği ve hangi aşamalardan
geçtiğini irdelemek gerekmektedir.
“Arap Baharı” sonrası bölgesel politika, Arap
ayaklanmalarından etkilense de, sonuç itibariyle
daha önce de var olan bazı oluşumlar ve eğilimleri anlamadan bölgesel politikadaki süreklilik ve
değişim olgusu anlaşılamaz. Bu makale bölgesel
politikanın dönüşümünü, her biri önemli uluslararası ve bölgesel değişimlere tekabül eden üç
alt dönem altında tartışacaktır. Bu alt dönemleri şu şekilde sıralamak mümkündür: İki kutuplu
dünyanın sona ermesi ve Körfez Savaşı (199091) ile ortaya çıkan dönem, 11 Eylül saldırıları ve
ABD’nin Irak’ı işgali sonrası gelişen bölgesel düzen ve son olarak da Arap ayaklanmaları ile birlikte bölgesel politikadaki değişim ve süreklilik.
Soğuk Savaş ve Körfez Savaşı Sonrası Dönem:
Kabaca 1990’lı yılları kapsayan bu dönem hem
uluslararası sistemde hem de bölgede önemli
değişikliklerle başlamıştır. Tanınmış Mısırlı gazeteci Muhammed Heikal’ın Sovyet depremi ve
Arap depremi olarak adlandırdığı bu gelişmeler
sadece bölgedeki güç dengelerini değiştirmekle
kalmamış, aynı zamanda bölgenin yeni kimliği
72
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
ve dünyaya ile ilişkileri konusunda da yeni bir
tartışma başlatmıştır.
Bu dönemdeki en önemli gelişme, hem Soğuk
Savaş’ın hem de Körfez Savaşı’nın kazananı olan
ABD’nin bir yandan bölgedeki etkinliğini ve varlığını artırırken öte yandan bu bağlamda yeni bir
Ortadoğu düzeni kurma çabaları olmuştur. Bu
düzen, o dönemde üç ayak üzerine oturmaktadır. Öncelikle ABD yeni dönemde Arap-İsrail
uyuşmazlığını bitirmek kararlılığında olmuştur.
Vaşington’a göre yeni düzende bu uyuşmazlığa yer yoktur. Bu nedenle ABD 1991 yılında
Madrid’te barış sürecinin başlamasına ön ayak
olmasının ötesinde, özellikle Başkan Clinton döneminde (1993-2001) Arap-İsrail Barış Sürecini
Ortadoğu politikasının temel öğelerinden biri
haline getirmiştir.
İkinci olarak, Clinton yönetiminin politikası, bu
yeni düzeni tehlikeye sokacak ülkeler olarak gördüğü Irak ve İran’ı “kuşatmayı” (containment)
amaçlamıştır. Irak açısında bu kuşatma, Savaş
sonrası Birleşmiş Milletler eliyle empoze edilen
ve ambargo, uçuşa yasak bölge ve kuzeyde merkezi hükümetin kontrolü dışında yaratılan Kürt
bölgesini desteklemek gibi araçlardan oluşan
politikalar eliyle sağlanacaktı. İran konusunda
ise ABD yaptırım uygulamalarını genişleterek bu
ülkeyi baskı altında tutmayı amaçlıyordu. Körfezin bu iki önemli ülkesini kuşatmanın en önemli
aracı ise ABD’nin Körfez’de artan askeri varlığı
oldu.2
ABD’nin yeni Ortadoğu düzeninin üçüncü ayağını ise dünyadaki gelişmelere paralel olarak
liberal demokrasi ve ekonominin bölgede yay-
İnceleme
gınlaşması oluşturuyordu. Ancak demokrasinin
yaygınlaştırılması amacı özellikle Cezayir’deki
1991 seçimlerinden sonra bir yana bırakıldı.3
Vaşington, bölgedeki müttefiklerinin de kaygı
duyduğu gibi demokratikleşmenin İslamcıları
iktidara taşıyacağına ve bunun da bölgedeki çıkarlarına ters düşeceğine kanaat getirdi.
Öte yandan, ABD’nin bu başat durumu Suriye
gibi Soğuk Savaş döneminde ABD karşıtı kampta yer alan ülkelerin pozisyonlarını yeniden gözden geçirmelerine yol açtı. Suriye, hem ABD’nin
önderliğinde Irak’a karşı savaşan koalisyonda yer
aldı hem de Madrid Barış Sürecine, Hafız Esad’ın
deyimiyle “stratejik bir karar” alarak dahil oldu.
Irak gibi önemli bir Arap ülkesinin yenilgisi,
Suriye’nin ABD ile ilişkilerini düzeltme yoluna
gitmesi, ABD’nin bölgesel hegemonyasını pekiştirdi. Öte yandan ambargo ile İran’ın da sınırlandırılmasına çalışıldı. Aslında Saddam Hüseyin
rejiminin yenilgisinden hoşnut olan İran, Körfez
Savaşı sırasında tarafsız bir politika izlemişti.
Ancak Savaş sonrası ABD’nin Körfez’de artan etkisinden de rahatsızdı.
İlginç olan, ABD’nin bölgede kurmaya çalıştığı
hegemonyaya bir süre sonra asıl tepki müttefiklerinden gelmeye başladı. Bu dönemde geleneksel ABD yanlısı ülkeler zaman zaman ABD’nin
gücünü dengelemeye çalıştılar ve ABD’nin politikalarını eleştirdiler. Özellikle Irak politikası,
Suudi Arabistan, Türkiye gibi ABD müttefiklerinin de tepkisini çekmeye başladı. 1990’ların
ortalarından itibaren bölge ülkeleri Bağdat’la
ilişkilerini geliştirmeye başladılar. Bu arada
uluslararası düzlemde de ABD’nin Irak politikası eleştiri oklarının hedefi olmaya başlamıştı.
Fransa, Rusya gibi Güvenlik Konseyi daimi üyeleri Irak’a uygulanan ambargonun sona ermesi
gerektiğini düşünüyorlardı. Değişen bölgesel ve
küresel konjonktürden güç alan Bağdat yönetimi
de 1998’den itibaren silah denetimcilerine ülkeye
giriş izni vermedi.
Kısacası, 1990’lı yılların sonuna gelindiğinde,
ABD’nin Irak politikası çeşitli meydan okumalarla karşı karşıyaydı ve Saddam rejimi yıkılmak
şöyle dursun, elini güçlendirmişti. Benzer şekilde
ABD’nin İran’ı kuşatma politikası da başarısızlığa uğradı. ABD’nin müttefikleri İran’a ambargo
politikasını desteklemediler. Avrupa Birliği (AB)
tam tersine İran’a karşı önce “eleştirel diyalog”,
Hatemi’nin cumhurbaşkanı olmasından sonra
ise “yapıcı angajman” politikalarını geliştirdi.
Türkiye de bu dönemde İran’la ilişkilerini yeni
bir boyut getiren doğalgaz boru hattı yapımına
başladı. Suudi Arabistan gibi Körfez ülkeleri bile
İran’la ilişkilerini normalleştirme yoluna gittiler.4
Kısacası, uluslararası ve bölgesel düzlemde gücünü pekiştirmiş olan ABD’nin, Clinton döneminde bazı ülkeleri angaje edip, bazılarını “kuşatmaya” dayalı yeni bir Ortadoğu düzeni yaratma
çabaları sonuçsuz kaldı. Bu politikalar ABD’nin
en başta müttefikleri tarafından zayıflatıldı. Vaşington, 2000’li yıllarda çok farklı bir uluslararası
ortamda ve farklı bir ideolojiye sahip George W.
Bush iktidarında bir kez daha farklı enstrümanlarla bölgede yeni bir düzen kurma çabası içine
girdi.
11 Eylül ve ABD’nin Irak’ı İşgali
2001 yılında yeni muhafazar ideolojinin egemen
olduğu George W. Bush yönetiminin iktidara
gelmesiyle, ABD’nin politikalarında zaten değişimler bekleniyordu. Yeni muhafazakarlar Soğuk
Savaş’ın bitmesinden sonra ABD’nin tek süper
güç olma durumunu yeterince kullanamadığını,
“istisnai gücü ve moral üstünlüğü” ile ABD’nin
yeni dünyayı gerekirse güç kullanarak şekillendirmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu nedenle
yeni yönetim, Clinton döneminin Ortadoğu politikasını da eleştiriyor ve özellikle çifte kuşatma
politikasını başarısız buluyordu. Böyle bir ortamda gerçekleşen 11 Eylül saldırıları yeni muhafazakarlar için neredeyse bir tür iddialarının
kanıtı olarak görüldü. Nitekim bu saldırılara karşı geliştirilen “terörizme karşı savaş” politikasının ilk hedeflerinden biri Irak oldu. Aslında hem
Irak’ın işgal edilmesi hem de “terörizmin temel
nedenlerini” ortadan kaldırmaya yönelik olarak
geliştirilen Büyük Ortadoğu Projesi, Ortadoğu
coğrafyasını hedef alıyordu. Özellikle 11 Eylül
ile birlikte ABD’nin bölge politikası, jeopolitik
dengeler ve çıkarların yanında ideolojik bir bakış
açısının da etkisiyle şekillendi.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
73
İnceleme
Hamas’ın Suriye’den çıkması ve askeri kanadının lideri Halid Meşal’in Suriye’den ayrılarak Katar’a yerleşmesi,
bölgesel mücadelenin mezhebi boyutunu güçlendirdi.
2000’li yıllarda “terörizme karşı savaş” politikası
çerçevesinde rejim değişikliği, “şer ekseni”, gerekirse güç kullanımı ile demokratikleşme bu yeni
politikanın önemli öğeleri oldular. Buna karşın
Arap-İsrail uyuşmazlığı ABD’nin öncelikli konuları arasından çıktı. Dış politika aracı olarak
Bush yönetimi askeri güce yoğunlaşarak özellikle
angajman politikalarını bir yana bıraktı.
Bu yeni politikanın en önemli sonucu, 2003 yılında ABD’nin BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan bir “istekliler koalisyonu” ile Irak’ı işgal
etmesi oldu. Bu işgal Irak açısından sonuçları
kadar bölgesel sonuçları ile de bir dönüm noktası oluşturdu. Öncelikle ABD’nin Irak’ı işgali
yarattığı yıkım ve insan kaybının yanında Irak’ı
çok farklı bir aktör olarak yeniden biçimlendirdi. Neoliberal ideoloji içinde hareket eden Bush
yönetimi işe “bütün kötülüklerin anası” olarak
gördüğü devleti (ordu ve Baas Partisi de dahil)
tamamen ortadan kaldırarak başladı.5 Daha son-
74
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
ra Bush yönetiminden de birçok kişinin eleştirdiği bu politika ülkede halen süren istikrarsızlık
ve kaosun başlangıcı oldu. Benzer şekilde petrol
sektörünün özelleştirilmesi sonuçları henüz tam
olarak hissedilmeyen önemli bir süreci tetikledi.
Öte yandan, yıllarca bastırılmış kimliklerin tanınması gibi anlamlı bir politikanın çok ötesinde
bir noktaya gidilerek, demokrasi tamamen etnik ve mezhebi kimliklere dayalı bir siyasi yapı
olarak tanımlandı. Bu süreç kimlikleri daha da
ayrıştırarak yeniden üretirken, hem Irak içinde
hem de bölgede mezhepsel ve etnik çatışmaların
fitilini ateşledi.
1990’larda ABD hegemonyasının peşine takılan (Suriye) ya da doğrudan meydan okumayan (İran) ülkeler ise değişen ABD politikasına
karşı tutumlarını değiştirerek alternatif bir blok
oluşturma yoluna gittiler. Bush yönetiminin
“şer ekseni” içinde gördüğü İran ve Suriye, sıranın kendilerine geleceğini anladıklarından hem
İnceleme
ABD’nin küresel ve bölgesel gücünün doruk noktasını temsil eden
Irak işgali, aslında ABD’nin bölgedeki gücünün inişe geçtiği bir dönemin başlangıcı oldu. Bölgesel aktörler açısından ise iki eksenin oluştuğu ve bu çerçevede Arap dünyasının da zayıfladığı, Arap-olmayan
aktörlerin, özellikle İran ve Türkiye’nin, bölge politikasında etkinliklerini artırdığı bir dönem başladı.
ABD’nin Irak’ta başarısız olması için ellerinden
geleni yaptılar hem de bölgesel düzeyde ABD’nin
politikalarına ve bölge için sahip olduğu vizyona
muhalefet geliştirdiler. Irak’taki rejim değişikliği
sadece İran’ı Körfez’de dengeleyecek bir gücün
kalmaması demek değil, aynı zamanda ve Suriye ile ittifakı da göz önüne alındığında Tahran’ın
Maşrık bölgesinde de artan etkisi demekti. Nitekim Hizbullah ve Hamas ile ilişkileri çerçevesinde İran bu bölgede de etkin bir aktör olarak
ortaya çıktı. Ayrıca muhalif tutumu ile yumuşak
gücünü de artırdı.
Yine ilginç bir şekilde Bush yönetiminin politikaları ABD’nin müttefiklerini de rahatsız etti.
Öncelikle Irak işgali, Irak’ın komşusu olan Türkiye, Suudi Arabistan gibi ABD müttefiklerinde
endişe yarattı. Benzer şekilde Vaşington’un Büyük Ortadoğu Projesi olarak adlandırdığı siyasi
dönüşüm projesine en büyük eleştiri Suudi Arabistan Kralı Abdullah ve Mısır Cumhurbaşkanı
Hüsnü Mübarek’ten geldi. ABD’nin bölge politikalarından rahatsız olan Türkiye de ABD’ye karşı
“yumuşak dengeleme” politikası geliştirdi. Ankara, bu politika çerçevesinde ABD’den gelen muhalefete rağmen Batı yanlısı blok dışında, karşıt
bloğun aktörleri (özellikle Suriye, Hamas, İran)
ile de ilişkilerini geliştirdi.
Bu gelişmeler karşısında Bush yönetiminin ikinci döneminde yönetimin içindeki Realist kanadın daha etkin olduğu, dolayısıyla Vaşington’un
Büyük Ortadoğu Projesi gibi ideolojik projeleri
ikinci plana atarak, daha jeopolitik bir yaklaşım
geliştirdiği görüldü. Bu dönemde de, özellikle
2006 Lübnan Savaşından sonra, mezhepsel poli-
tika bölgesel politikanın önemli bir parçası oldu.
İran’ın bölgede artan etkisini sınırlamak isteyen
ülkeler, mezhepsel ayrımları stratejik bir unsur
haline getirdiler. İran’ın bölgedeki etkisini dengelemek isteyen Türkiye ise bölgede yumuşak
gücünü artırarak, Suriye ve Hamas’la ilişkilerini
geliştirdi ve Filistin meselesinde aktif pozisyon
alarak bu amaca ulaşmaya çalıştı.
Sonuç olarak, bu dönemde ABD’nin yeniden hegemonya kurma projesinin yine bölgesel aktörler
tarafından bir ölçüde akamete uğratıldığını görüyoruz. ABD’nin küresel ve bölgesel gücünün
doruk noktasını temsil eden Irak işgali, aslında
ABD’nin bölgedeki gücünün inişe geçtiği bir
dönemin başlangıcı oldu. Bölgesel aktörler açısından ise iki eksenin oluştuğu ve bu çerçevede
Arap dünyasının da zayıfladığı, Arap-olmayan
aktörlerin, özellikle İran ve Türkiye’nin, bölge
politikasında etkinliklerini artırdığı bir dönem
başladı. Bölge politikası bu iki eksen arasında
güç mücadelesi olarak gelişirken, bu mücadelede
mezhepsel kimliklerin stratejik bir unsur olarak
kullanılması durumu ortaya çıktı. Bu bağlamda
Türkiye eksenler-ötesi bir pozisyon geliştirerek
iki tarafla da ilişkilerini geliştirdi. Bu durumun
tek istisnası 2009 yılından sonra İsrail ile bozulan ilişkilerdi. Ancak 2008 yılının Aralık ayında
başlayan ve 2009 yılının ilk ayında sona eren
İsrail’in Gazze operasyonu, Ankara tarafından
kendi geliştirdiği bölgesel stratejik vizyona bir
tehdit olarak algılandı. Bu bağlamda Hükümetin
İsrail eleştirisi hem Türkiye’nin İsrail’in politikalarını bir tehdit olarak görmesine verilen bir
cevap hem Türkiye’nin bölgede yumuşak gücünü artıracak bir politika hem de İran’ın yumuşak
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
75
İnceleme
Irak’ın Suriye krizine karşı geliştirdiği politika da bölgesel uyuşmazlığa
katkıda bulundu. Aslında Irak içinde kendi gücünü artırmağa çalışan
Maliki, Suriye’deki gelişmelerin Irak’ın Sünni ve Kürt nüfusu üzerindeki etkilerinden rahatsızlık duyduğu için Suriye’deki rejime sınırlı da
olsa destek verdi.
gücünü azaltacak bir hamle olarak ortaya çıktı.
İşte Arap ayaklanmaları böylesi bir bölgesel konjonktürde ortaya çıktı.
“Arap Baharı” ve Bölgesel Politika
Tunus’ta başlayan ve daha sonra başka Arap ülkelerinde ortaya çıkan rejim karşıtı ayaklanmaların bölgesel etkileri, aslında Mısır’daki ayaklanmayla birlikte ortaya çıktı. Bölgenin önemli
aktörlerinden biri olan ve en önde gelen Arap
ülkesi Mısır’daki rejim değişikliği, özellikle bu ülkeyle aynı eksen içinde yer alan ülkeleri rahatsız
etti. Bunlardan Suudi Arabistan ayaklanmanın
başından itibaren Mübarek’in yanında yer aldı.
Benzer şekilde Mısır’la 1977-79 Camp David
süreci sonunda bir barış anlaşması imzalayan ve
böylece güney sınırlarını güvenceye alan İsrail de
Mısır’daki rejim değişikliğinden endişe duydu.
Özellikle son yıllarda artan bir şekilde işbirliği
içinde olduğu Mübarek rejiminin yıkılması tehlikesi, İsrail’de Mısır’la barışın geleceği, bu gelişmenin Filistin sorununa özellikle de Gazze’ye
etkileri gibi konularda tehdit algılamalarının
artmasına yol açtı. Son olarak ABD de Camp
David’den beri bölgedeki en önemli müttefiklerinden biri olan Mısır’ın geleceği, dolayısıyla
ABD ile ilişkileri konusunda kaygılandı. Ancak
Mısır’da ordunun devam eden kilit rolü ve iktidara gelen Müslüman Kardeşler’in dış politikada
pragmatik mesajları ve davranışları bu kaygıları
en azından şimdilik öteledi.
Ancak rejim karşıtı ayaklanmaların Bahreyn ve
Suriye’de başlamasıyla “Arap Baharı”nın bölgesel
boyutları iyice şekillenmeye başladı. Bahreyn’de
aslında “Arap Baharı”ndan çok önce rejimin de-
76
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
mokratikleşmesi için halk hareketleri başlamıştı. Bu hareketler “Arap Baharı” bağlamında hız
kazandı. Diğer Körfez Ülkeleri İşbirliği Örgütü
üyeleri, özellikle Suudi Arabistan, bu gelişmeden
ve Bahreyn’de olası bir demokratikleşmenin kendileri için sonuçlarından oldukça rahatsız oldular. Sünni al-Khalifa ailesi tarafından yönetilen
Bahreyn’in nüfusunun çoğunluğunun Şii olması
bu kaygıları daha da derinleştirdi. Demokratikleşen bir Bahreyn’de Şiilerin yönetimde söz sahibi
olmasının başta Suudi Arabistan olmak üzere bu
ülkelerdeki Şii azınlıklar üzerinde olası etkilerinin yanında, İran’ın bu ülkede artabilecek etkisi
de diğer Körfez ülkelerince tehdit olarak algılandı. Bu ülkeler aslında açıkça İran’ı bu ayaklanmanın arkasında olmakla suçluyorlardı. Bahreyn’de
yönetici elit arasında bu siyasi krizi çözme konusunda fikir ayrılığı oluşurken, Riyad, rejim içinde
gösterilerin bastırılmasının gerekli olduğunu savunanları destekledi. Nihayet ayaklanma Suudi
askeri yardımıyla -şimdilik- bastırıldı. Kısacası,
Bahreyn ayaklanması, “Arap Baharı”ndan önce
bölgede oluşan güçler dengesi ve stratejik mezhepsel bakış açısıyla ele alındı ve bu çerçevede
dengelerin bozulmasına izin verilmedi.
Öte yandan, Bahreyn şimdilik sakinleşirken, Suriye’deki ayaklanmanın vardığı nokta bölgesel sonuçları itibariyle çok önemli değişimlere yol açabilir. Suriye’nin bölgesel kimliği ve iç yapısının
özellikleri Suriye’deki ayaklanmanın kısa sürede
bölgesel -ve küresel- boyutlarını ön plana getirdi.
Bir taraftan Suriye’nin mezhepsel ve etnik olarak
farklılıklar gösteren yapısı buradaki çatışmanın tam da bölgenin özellikle 2003 Savaşı’ndan
sonra ortaya çıkan özelliklerine eklemlenmesine yol açtı. Diğer taraftan Suriye tarihsel olarak,
İnceleme
özellikle Hafiz Esad’ın iktidarı ele geçirdiği 1970
yılından önce, olduğu gibi bir kez daha bölgesel
güç müdahalelerinin odağı haline geldi. 2003
yılından sonra derinleşen bölgesel eksenlerin
aktörleri Suriye üzerinden mücadelelerini sürdürmeye başladılar. Özellikle Suudi Arabistan
ve Katar gibi bazı Körfez ülkeleri Suriye’deki
değişimin İran’ın bu ülke ile ilişkilerini olumsuz
etkileyeceğini ve dolayısıyla İran’ın Maşrek’deki
etkisini kıracağını hesaplayarak Suriye’de muhalefeti desteklediler.6 Diğer yandan İran ise Arap
dünyasında tek müttefiğini kaybetmenin bölgesel poziyonuna stratejik bir darbe indireceğini
görerek var gücüyle Esad rejimini desteklemeye
başladı.
Kısacası, daha önceki dönemde başlayan ve o
dönemde Lübnan ve Irak’ta tezahür eden stratejik/mezhepsel güç mücadelesi bu sefer Suriye
üzerinden yürütülmeye başlandı. Daha önceki dönemden farklı olarak, özellikle üç aktörün
pozisyonlarındaki kaymalar bu mücadeleyi bu
dönemde daha da derinleştirdi. İlk olarak, daha
önceki dönemde iki eksenle de ilişkilerini sürdüren ve mezhepsel siyaseti dışlayan Türkiye’nin,
Suriye’de muhalefeti çok aktif bir biçimde desteklemesi ve özellikle Suriye Müslüman Kardeşler’i
ile yakın ilişkileri -her ne kadar Ankara bu politikasının mezhepsel boyutu olmadığını söylese
de- Türkiye’nin bu bağlamda algılanmasına yol
açtı. Bu gelişme bir yandan bölgede ve Suriye’de
Türkiye’nin etkisini sınırlarken, öte yandan bölgesel kırılmaların daha da derinleşmesine yol
açtı. İkinci olarak Hamas’ın Suriye’den çıkması ve
askeri kanadının lideri Halid Meşal’in Suriye’den
ayrılarak Katar’a yerleşmesi, bölgesel mücadelenin mezhebi boyutunu güçlendirdi. En azından
daha önce bu örgütün İran liderliğindeki eksende yer alışı bu bloğun Şii bloğu olduğu iddialarını
zayıflatan bir unsurdu. Son olarak, Irak’ın Suriye krizine karşı geliştirdiği politika da bölgesel
uyuşmazlığa katkıda bulundu. Aslında Irak içinde kendi gücünü artırmağa çalışan Maliki, Suriye’deki gelişmelerin Irak’ın Sünni ve Kürt nüfusu
üzerindeki etkilerinden rahatsızlık duyduğu için
Suriye’deki rejime sınırlı da olsa destek verdi. Bu
arada Türkiye’nin de Iraklı Kürtlerle ve Sünnilerle gittikçe gelişen ilişkilerini de tehdit olarak
algılamaya başladı. Bu nedenler Irak’ı İran’a daha
çok iterek bölgesel mücadeleyi etkiledi.
Bu çerçeve içinde yukarıdaki analizden anlaşılacağı üzere bölge-dışı aktörlerin rolünün bölge
aktörlerinin gerisinde kaldığını ve genel olarak
bölge-dışı aktörlerin etkisinin dönüştüğünü görebiliriz. Özellikle ABD’nin “Arap Baharı” politikası, bu dönüşümün iyice ortaya çıktığı bir dönem oldu. Irak’tan çekilen Obama yönetimi, Suriye’deki krize doğrudan müdahil olmaktan genellikle çekindi. Özellikle Demokratların, Bush
dönemi politikalarından ve Irak’ın işgalinden
çıkardıkları sonuçlar Suriye’de benzer bir müdahalenin önünde önemli bir engel olarak görüldü.
Öte yandan, Vaşington’un liderlerin devrildiği
diğer ülkelerdeki gelişmelerden rahatsızlığı ve
Suriye’de de Esad rejiminden sonra yaşanacaklara ilişkin kaygıları, ABD’nin Suriye politikasını
ve bu bağlamda kendi çıkarlarını nasıl tanımladığını etkiledi. Ancak son dönemde Suriye’deki
gelişmelerin yayılma riskinin artması ve buradaki artan istikrarsızlığın olası etkilerinden de endişe duymaya başlayan Vaşington’un, bir yandan
da Esad’ın kendisi dışında var olan rejimin bazı
aktörlerinin de parçası olacağı bir geçiş sürecinin hazırlamaya çalıştığı görülüyor. Öte yandan
bu çerçeve ile ilişkili olarak Obama yönetiminin
İran meselesini nasıl ele alacağı önem kazanıyor.
İran’la zaman zaman süren müzakerelerin ne sonuç vereceği bu anlamda çok önemli gözüküyor.
Sonuç olarak, Suriye’de önümüzdeki dönemde
ne tür gelişmeler yaşanacağı, ortaya çıkan bölgesel düzen açısından da önemli ipuçları verecek.
Bu gelişmeler sürecinde hangi bölgesel aktörler
başat rol oynayacak, genel olarak bölge ülkeleri
mi, uluslararası aktörler mi bu gelişmelerde öncü
rol oynayacak, Obama yönetimi, Bush yönetiminden farklı araçlar kullanarak Suriye ve İran
krizini bir şekilde sonuçlandırabilecek mi, eğer
bu olabilirse bu gelişmeler nasıl bir bölgesel düzenin ortaya çıkmasına yol açacak? Önümüzdeki
kısa dönemde bu tür soruların cevaplarının nasıl
şekilleneceğini hep birlikte gözleyebileceğiz.
Sonuç
Soğuk Savaşın sona ermesi, Ortadoğu bölgesi içinde daha önceki dönemin parametrelerini
kökten bir şekilde değiştirdi. Bu yeni uluslararası
sistemde tek başat güç olarak kalan ABD, strate-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
77
İnceleme
jik olarak önemli gördüğü Ortadoğu bölgesinde
yeni bir düzen yaratma çabası içine girdi. Bu dönemde ABD’de iktidara gelen yönetimler farklı
yöntemler kullanarak bu amaca yönelik politikalar uyguladılar. Zaman zaman ABD’nin askeri
güç projeksiyonuyla doruk noktasına çıkan bu
çabalar ilginç bir şekilde hem Körfez Savaşı sonrası Bill Clinton döneminde, hem de 11 Eylül ve
Irak işgali sonrası George W. Bush döneminde
tam anlamıyla başarılı olamadı. Çünkü bölgedeki
devletler ve devlet-dışı aktörler kendi çıkarlarına
bazen aykırı gördükleri bu politikalara karşı açık
ya da örtülü muhalefet geliştirdiler. Burada daha
ilginç olan nokta ABD politikalarına muhalefetin sadece bölgedeki ABD hegemonyasına karşı
çıkan ülkelerden değil, ABD müttefiklerinden de
gelmesi oldu.
Sonuç olarak bölge ülkeleri ABD politikalarını
bazen akamete uğrattılar, bazen de dönüştürdüler. Dolayısıyla bölgede ortaya çıkan düzen her
defasında bu farklı aktörler-arası “müzakereler”
sonucu oluştu. Bugün bölge bir yandan 2003
sonrası düzenin özellikleri taşıyor, eksen politikası üzerine oturan bir güç dengesi mücadelesi
ve mezhepsel siyasetin strateji aracı haline gelmesi bölgesel düzenin özellikleri olmaya devam
ediyor. Ayrıca önceki dönemden daha fazla olmak üzere çatışma ve istikrarsızlık yeni düzenin
öğeleri oluyor. Üstelik bu ortam birçok ülkeye de
yayılmış durumda. Öte yandan ABD politikasının da dönüştüğünü görüyoruz. Vaşington’un
ilgisinin Asya’ya kayması, Obama yönetiminin
yeni müdahale anlayışı ve farklı dış politika araçlarına ağırlık vermesi, yeni düzenin başka bir boyutunu oluşturuyor. Bütün bu gelişmelerin işaret
ettiği başka bir nokta da, aslında bölgesel düzenin kritik bir anı yaşıyor olması: Bölgesel düzenin
bundan sonra nasıl evrileceği birçok parametreye bağlı olarak gelişecek, ancak sonuç olarak yine
bölge aktörleri ile bölge-dışı aktörlerin, özellikle
ABD’nin, parçası olduğu “müzakereler” sonucu
belirlenecek.
O
DİPNOTLAR
1
Düzen kelimesi Uluslararası İlişkiler’de mutlaka barış ve istikrara işaret etmez; aslında bu ikisi de düzenin özellikleri olabilirler. Burada bölgesel düzen hem yapısal olarak ilişkiler örüntüsüne hem de bu ilişkileri düzenleyen
normlara işaret etmektedir.
2 Henner Fürtig, “Conflict and Cooperation in the Persian Gulf: The Interregional Order and US Policy,” Middle East
Journal, 61/4, 2007, pp. 627-40.
3 Cezayir’de bağımsızlıktan sonra iktidara gelen FLN (Ulusal Bağımsızlık Cephesi) Partisi Aralık 1991’de ilk defa
parlamento seçimlerine başka partilerin de katılmasına izin verdi. Ancak seçimlerin ilk turunda İslami Kurtuluş
Cephesi (FIS) Partisinin gösterdiği başarı (ikinci turda anayasayı değiştirecek üçte iki çoğunluğa erişeceğinin
tahmin edilmesi) üzerine ordu yönetime el koydu. Bu durum Cezayir’de binlerce kişinin öldüğü ve 2002 yılına
kadar süren bir iç savaşı başlattı.
4Ibid.
5 Toby Dodge, “The ideological roots of failure: the application of kinetic neo-liberalism to Iraq,” International
Affairs, 6, 2010, pp. 1269-86.
6 Mohammed Ayoob’a gore ayrıca Suudi Arabistan İran’ın Suriye ile meşgul olmasından memnun oldu çünkü
böylece İran’ın Bahreyn’le ilgilenemeyeceğini hesapladı. Ayoob, “The Arab Spring: It’s Geostrategic Significance,”
Middle East Policy, 19/3, 2012, p. 85.
78
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
İnceleme
Rusya, Suriye rejimiyle muhalifler arasındaki görüşmelere ev sahipliği yapabileceğini açıklayarak sorunun
çözümünde daha fazla inisiyatif almıştır.
Ortadoğu’daki Kamplaşma:
Bölgesel Görünümlü Küresel Saflaşma
The Polarization in the Middle East: Regional-looking Global Polarization
Barış DOSTER
Abstract
The politic and diplomatic polarization that is seen in Iraq and Syria can’t be explained only by internal
dynamics. There are also important external dynamics in Iraq and Syria. Russia, Iran and China support
the central governments. The USA, England, France and Turkey support the powers which are against central governments. And the polarization between these forces is a reflection of the conflicts between Eurasia
and Atlantic powers.
Keywords: Syria, United States, Iraq, Kurds, oil, Middle East
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
79
İnceleme
Ortadoğu’dan çekilmeye çalışan ABD, Aralık 2011’de Irak’tan askerlerini çekmiştir. 2014’te de Afganistan’dan çekileceğini açıklamıştır.
Dahası, yeni bir askeri harekâtı siyasi, iktisadi, askeri açıdan göze alamamaktadır.
Giriş
Ortadoğu büyük uygarlıkların, derin çelişkilerin,
keskin rekabetlerin coğrafyasıdır. Tek tanrılı dinlere, kadim medeniyetlere beşik olmuş, kaynaklık
etmiştir. Tasavvufun derinliklerine burada inilmiş, Arap-İsrail Savaşları burada çıkmıştır. O nedenle bölgenin günceli üzerine yorum yaparken,
geçmişini hiç unutmamak, hep göz önünde tutmak gerekir. Çünkü Ortadoğu, tarihsel belleğin
ve geçmişteki algıların bugünü ve geleceği belki
de en çok şekillendirdiği, etkilediği, yönlendirdiği bölgedir. “Arap Baharı” olarak adlandırılan
süreç de, böyle bir bakış açısıyla, bölgenin tarihi,
birikimi, deneyimi, donanımı, kabiliyeti, toplum
yapısı, insan malzemesi gözetilerek yorumlanmalıdır. Çünkü batıdan ithal modellerin de, rejimlerin de, kavramların da yürürlükte olmadığı,
dolaşıma girmediği bir bölgedir Ortadoğu.
“Arap Baharı” diye adlandırılan sürecin başlamasının (Aralık 2010, Tunus) üstünden 2,5 yıl
geçmiştir. Ama “baharın geldiği” ülkelere henüz
demokrasi gelmemiştir. Kısa vadede gelmeyeceği de görülmüştür. Arap dünyasının merkezi
olarak görülen Mısır’da lider ve anayasa değiştiği
halde, istikrar sağlanamamıştır. Tunus gergindir.
Suudi Arabistan’ın desteğiyle ayakta kalabilen
Bahreyn’de rejim sıkıntılıdır. Ürdün’ün geleceğine ilişkin karamsar yorumlar yapanların sayısı
artmaktadır. Libya’nın ülke bütünlüğünü koruyup koruyamayacağı tartışılmaktadır. 2011 yılı
Mart ayında olaylar başladıktan sonra “gitti gidiyor, eli kulağında, az kaldı” denilen Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad ise Rusya, Çin ve İran’ın
da desteğiyle direnmektedir.
Bu durum Suriye’ye ilişkin hesapların gözden
geçirilmesine, hatta bir ölçüde değiştirilmesi-
80
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
ne neden olmuştur. Öyle ki artık ABD bile kısa
vadede Esad’ın devrilmeyeceğini kabullenmiştir.
Suriye’ye bir askeri müdahale konusunda ısrarlı,
istekli değildir. Ortadoğu’dan çekilmeye çalışan
ABD, Aralık 2011’de Irak’tan askerlerini çekmiştir. 2014’te de Afganistan’dan çekileceğini açıklamıştır. Dahası, yeni bir askeri harekâtı siyasi, iktisadi, askeri açıdan göze alamamaktadır. Türkiye
gibi sadık bir müttefikini dahi Suriye’ye askeri
müdahale yapması yönünde ikna edememiştir.
Ve gelinen noktada ABD, özde Suriye’nin bölünmesini istemesine rağmen, sözde “Suriye’nin bölünmesine karşı olduğunu” dillendirmek zorunda kalmıştır. Suriye konusunda özellikle Rusya
ve İran’la uzlaşma yolları aramasının önemli bir
nedeni de budur.
ABD, öncelikli tehdit olarak görmediği bölgelerde, gücünün azalmasını da dikkate alarak, askeri
güç bulundurmaktan kaçınmaktadır. Askeri güç
kullanma işini ise “alt bölgesel taşeron” olarak tanımlanabilecek ülkelere havale etmektedir. Ancak Suriye meselesinde bu iş için öne çıkan ülkelerden hiçbiri, Suriyeli muhalif güçlere her türlü
yardımı yapmanın ötesinde bir adım atmayı göze
alamamışlardır. Nitekim Afganistan, Irak, Suriye, Lübnan, Kuveyt, Pakistan gibi kritik ülkelerde ABD büyükelçiliği yapmış olan Ryan Crocker, Suriye’de rejimin gücünün küçümsendiğini,
muhalefetin gücünün ve uzlaşma becerisinin ise
abartıldığını belirterek, tek seçenek olarak “ılımlı
unsurlar” arasında müzakereyi gördüğünü söylemiştir. Crocker şu noktalara dikkat çekmiştir:
“Askeri müdahale mevzubahis değil. Bu haliyle muhalefeti silahlandırmak tehlikeli derecede
aptalca ve öngörülemez bir adımdır. Irak deneyiminin yorgunluğu henüz atılmadı. Amerikalılar
bugün artık başka birinin ülkesine silahlı müda-
İnceleme
hale istemiyorlar. ABD İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra “Ortadoğu’nun İngiltere’si” haline geldi,
bugün “neo İngiltere” olarak görülür oldu. ABD
bölgeye yönelik politikasını da SSCB’nin dengelenmesi ve petrol temelinde şekillendirdi. Suudi
yönetimiyle özellikle “petrole karşılık güvenlik”
temelinde ilişki kurdu. İsrail’in güvenliği ile ılımlı
Arap rejimlerinin desteklenmesi politikaları arasındaki çelişki ise “barış süreçleriyle” giderilmeye çalışıldı. Arap Baharı, daha ziyade ülkelerin iç
dinamikleri neticesinde başladı. Gelinen noktada demokrasinin ne kadar zor olduğu görüldü”.1
lenip, sıkıştırılması, yalnızlaştırılması anlamına
gelir. Nitekim gerek Rusya gerekse İran, Suriyeli
muhalif gruplarla da görüşerek, gerekli mesajları
vermektedirler. Hele de Rusya, Suriye rejimiyle
muhalifler arasındaki görüşmelere ev sahipliği
yapabileceğini açıklayarak sorunun çözümünde daha fazla inisiyatif almıştır. Böylece Suriyeli
muhalifler de, dünya da Rusya’sız bir çözümün
olanaksız olduğunu anlamışlardır.
ABD’nin İngiltere ile birlikte dünyadaki iki stratejik ortağından biri olan İsrail ise Beşar Esad’ın
devrilmesini çok istemesine karşın, kısa sürede
devrilmeyeceğini anlamıştır. Lübnan’daki Suriye
etkisinin kalkmasını arzulayan, bu gerçekleşirse
İran’ın da Lübnan’la bağının kopacağını bilen İsrail, Suriye ve İran gibi en büyük iki düşmanının,
dahası onlardan destek alan Lübnan’da Hizbullah
ve Filistin’de Hamas’ın etkisinin kısa sürede kırılamayacağının farkındadır. O nedenle, Mısır’ın
çabalarının da etkisiyle El Fetih’le barış masasına
oturup anlaşan Hamas’ın ılımlı bir çizgiye yönelmesinden memnundur.
Suriye; Tunus, Yemen, Libya, Ürdün veya Bahreyn değildir. Ortadoğu denkleminde kilit
önemdedir. Ve bu denklem zor bir denklemdir.
Suriye’deki gelişmeler Lübnan’ı da doğrudan
etkilemektedir. İşin siyasi yönünün, güvenlikle ilgili boyutunun yanında, mezhepsel boyutu
da vardır. İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’la olan
mücadelesinde Suriye’nin konumu çok önemlidir. Henry Kissinger’in “Ortadoğu’da Mısır’sız
savaş, Suriye’siz barış olmaz” şeklindeki ünlü
sözü önemli bir gerçeğe işaret eder. Suriye’de yaşanan olaylar sonrasında Şam’ın İran, Rusya ve
Çin’in desteğini alması, sorunun bölgesel değil
küresel olduğunun kanıtları arasındadır. Mesele
Suriye’deki insan hakları, özgürlükler, demokrasi sorunu zaten hiçbir zaman olmamıştır. Suriye
üzerindeki örtülü ve açık operasyonlar, istikrarsızlaştırıcı faaliyetler, psikolojik harp yöntemleri,
toplum mühendisliği uygulamaları, “demokrasi,
insan hakları ve özgürlük” ihracı, ABD ve müttefikleri açısından şimdiye dek umdukları ölçüde
başarılı sonuçlar vermemiştir.
ABD’nin bölgeden çekilmeye başlamasına ve
müttefiklerinin de yeni bir hamle yapamamasına
koşut olarak Rusya’nın ağırlığı ise artmaktadır.
Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde
özellikle Suriye ile ilgili oylamalarda Çin’in de
desteğini almaktadır. Bu durum Suriye’nin yanı
sıra İran’ın da elini güçlendirmektedir. Ayrıca,
İran’la yakın ilişkileri olan Irak merkezi hükümetinin de bölgesel politikalara ağırlık vermesinde
etkili olmaktadır. Ve görünürde Suriye meselesi
üzerinden gerçekleşen ayrışma, giderek bölgesel
ve hatta küresel ölçekte boyut kazanan bir saflaşmaya dönüşmüş bulunmaktadır. Taraflar cephe
gerisini de bu saflaşmaya göre oluşturmuşlardır.
Şurası muhakkaktır ki, Rusya ve İran, Suriye
Cumhurbaşkanı Esad’dan vazgeçseler bile, Suriye siyasetinde etkili, belirleyici, yönlendirici
olma iddialarından vazgeçmezler. Çünkü Suriye her iki ülke için de stratejik önemdedir.
Suriye’nin kaybı, Rusya’nın Akdeniz’deki varlığından vazgeçmesi, İran’ın ise daha fazla çevre-
Suriye Meselesindeki Kutuplaşmanın
Yansımaları
Suriye üzerinden yaşanan saflaşmada bir tarafta ABD, Avrupa’nın İngiltere ve Fransa gibi büyük güçleri, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi
Müslüman ülkeler, diğer tarafta ise Rusya, Çin ve
İran vardır. Bu üç ülkenin de Suriye konusunda
belirgin kırmızı çizgileri bulunmaktadır. Askeri
müdahaleyi kesinlikle reddetmektedirler. Suriye’deki etkilerinin azalmasına, iktidara ABD’ye
yakın bir kişinin ve kadronun geçmesine karşıdırlar. Libya’ya yapılan askeri müdahale sonrasında bu ülkenin enerji kaynakları üzerinde söz
sahibi olan ABD, İngiltere ve Fransa da Suriye
konusunda BM Güvenlik Konseyi’nde direnç
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
81
İnceleme
Suriye’de yaşananlar, Avrupa Birliği’nin inişte olan bir güç olduğunu
bir kez daha kanıtlamıştır. Askeri bir güç olmayan, siyasi bütünleşmeyi de arzuladığı ölçüde başaramayan AB, ekonomik bunalımı aşmakta zorlandığından, küresel diplomasideki ağırlığı daha da azalmıştır.
gösteren Rusya ve Çin’i henüz ikna edememişlerdir. Moskova ve Pekin, Suriye’nin bağımsızlığı,
bütünlüğü, egemenliği ve içişlerine saygı duyulmasının BM Şartı’nda da geçtiğini anımsatarak,
Suriye’deki rejim aleyhine bir kararın çıkmasını
engellemişlerdir.
Suriye Ulusal Konseyi, Suriye Ulusal Koalisyonu, Özgür Suriye Ordusu gibi muhalefeti temsil etme, bir çatı altında toplama iddiası taşıyan
yapıların hiçbiri şimdiye kadar yaygın, saygın,
meşru, muteber bir odak olamamışlardır. Terörist unsurlarla çalışmaları, şiddete başvurmaları,
ABD başta olmak üzere batılı ülkelerin güdümünde olmaları, halk genelinde taban bulmalarını güçleştirmiştir. Terör örgütü PKK’nın Suriye’deki uzantısı olarak bilinen PYD, başlangıçta
ülkedeki çatışmalarda taraf olmamış, ancak bir
süre sonra Suriye ordusuyla çatışmaya başlamıştır. PYD’nin, Türkiye’deki “Kürt açılımı” belli bir
olgunluğa ulaştıktan sonra Suriye’deki rejim güçleriyle çatışmaya başlaması, zamanlama açısından da dikkat çekicidir. O nedenle Türkiye’nin,
Irak ve Suriye’deki Kürtlerle bir federasyon çatısı
altında birleşmesi üzerine zihin egzersizi yapanlar, böyle bir durumda, Türkiye’nin içinde de kaçınılmaz olarak bir Kürt özerkliğinin gündeme
geleceğine işaret etmektedirler.
Ancak bu iş hayli zor görünmektedir. Başına
Irak’ın kuzeyinden sonra bir de Suriye’nin kuzeyinden kaynaklanan bir sorun çıkan Türkiye için,
Suriye’nin bütünlüğünün bozulması, doğrudan
bir tehdittir. Kuzey Irak’ın Kuzey Suriye ile birleşerek Akdeniz’e açılmak için fırsat kollaması,
Türkiye’yi rahatsız etmektedir. Türkiye’nin Suriye konusunda Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi
lideri Barzani’den yardım istemesi ise yarar sağ-
82
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
lamamıştır. Zira Barzani zaten Suriye Kürtlerini
(Suriye Kürtleri ülkede dağınık halde yaşarlar,
Irak Kürtleri gibi belli bir bölgede yoğunlaşmamışlardır) Suriye’nin bütünlüğü aleyhine kışkırtmaktadır. Onları, Irak’ın kuzeyindeki ve diğer
bölge ülkelerindeki Kürtlerle birlikte bağımsız
bir Kürt devletinin parçası olmaya davet etmektedir. Suriye’deki ayrılıkçı Kürt gruplara da terör
örgütü PKK’nın İran kolu olarak bilinen PJAK’a
da her türlü desteği vermektedir.
Bir kez daha vurgulamak gerekir ki Suriye meselesi, bölgesel ittifakları pekiştirmiştir. İlişkileri
zaten iyi olan Rusya ve İran, bu sorun nedeniyle daha yakın işbirliğine yönelmişlerdir. İran’la
yakın olan Irak da bu konuda Moskova’yla iletişimini güçlendirmiştir. Bu ülkelerin Suriye meselesinde Türkiye ile çok farklı politikalar izlemeleri de aralarındaki işbirliğini güçlendiren bir
diğer unsurdur. Çünkü hepsi Türkiye’nin, Suudi
Arabistan ve Katar’la birlikte, Suriye muhalefetine verdiği destekten rahatsızdır. Arap Baharı’nın
başlangıcında konuya mesafeli yaklaşan, gelişmelerin Kafkasya’yı da etkisi altına almasından,
istikrarsızlığa neden olmasından endişe duyan
Rusya, zamanla sürece daha aktif şekilde müdahil olmuştur. Kafkasya’daki istikrarsızlığın ve aşırı akımların Ortadoğu’dan beslendiğine inanan
Moskova (Azerbaycan ve diğer Türk Cumhuriyetleri de bu fikirdedir), ABD’nin Orta Asya’dan
sonra Ortadoğu’da da etkisinin azalacağını umut
etmiştir.
Rusya, Türkiye’deki bazı gruplar ile El Kaide
arasındaki ilişkinin, Rusya’da ve etki sahasındaki ülkelerde Selefi grupları güçlendirdiğine
inanmaktadır. Selefi grupların Türkiye’de taban
bulması, Rusya’nın etki sahasında, Türk dünya-
İnceleme
Bağdat’taki merkezi hükümet Kerkük’te nüfus kayıtlarının yok edildiğini, Kerkük’e yerleştirilen
Kürt nüfusla bölgenin nüfus yapısının değiştirildiğini belirtmekte, referandumdan uzak durmaktadır.
sında, hatta bir ölçüde Azerbaycan’da bile itibarı
azalan Türkiye’nin önüne bölgede Rusya tarafından yeni engeller çıkarılmasına neden olabilir.
Türkiye’nin, Rusya ve Çin’in adını anmaksızın,
ama bu iki ülkeyi kastederek, Suriye’ye destek
veren ülkelerin izole edilmesi gerektiğini açıklaması, Moskova’da bir kenara not edilmiştir.
Ankara’nın Moskova’ya enerji alanında bağımlı
olması, Rusya ile artan ticari ilişkiler, 20 milyar
dolarlık bir proje olan ve 2022’de bitmesi planlanan Mersin Akkuyu Nükleer Santrali’nin de Ruslar tarafından yapılacak olması, Rusya karşısında
Türkiye’nin diplomatik manevra sahasını oldukça daraltmaktadır. Rusya Devlet Başkanı Putin’in
2012 yılı Aralık ayında Türkiye’ye yaptığı ziyarette imzalanan 11 anlaşmanın üçünün enerjiyle
ilgili olduğunu unutmamak gerekir.
Ayrıca Rusya, Türkiye’nin ithalatında ilk sırada, ihracatında ise 5. sıradadır. 2012’de Türkiye
Rusya’dan 22 milyar dolarlık ithalat yapmıştır.
Doğalgaz ilk sıradadır, tüketilen doğalgazın yüzde 60’ı, petrolün yüzde 35’i Rusya’dan alınmıştır.
Türkiye’nin 2011’deki enerji faturasının 54 milyar dolar olduğu dikkate alındığında, Rusya’ya
olan bağımlılığın boyutları daha iyi anlaşılır.
Rusya’nın yanı sıra Çin’in de İran ve Suriye ile
ilişkileri güçlüdür. Irak merkezi hükümetiyle de
güçlenmektedir. Çin ekonomik gücünü başat bir
yumuşak güç unsuru olarak bölgede başarıyla
devreye sokmuştur. Suriye’de yaşananlar, Avrupa Birliği’nin inişte olan bir güç olduğunu bir kez
daha kanıtlamıştır. Askeri bir güç olmayan, siyasi
bütünleşmeyi de arzuladığı ölçüde başaramayan
AB, ekonomik bunalımı aşmakta zorlandığından, küresel diplomasideki ağırlığı daha da azalmıştır. Sorunu yapısallaşmıştır. Birlik içinde büyük borcu olan ülkeler ya birlikten dışlanacaklar
ya da AB’nin tam anlamıyla bütünleşmesi uzun
yıllar boyunca rafta ve lafta kalacaktır. İktisadi
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
83
İnceleme
ayak zayıflatılıp, siyasi birliğin öne çıkarılması da
bunalımı aşmaya yetmeyecektir.
Irak’ın Bölge Merkezli Yönelimleri
Irak açısından Kuzey Irak’ın bağımsızlık yönündeki adımlarının ve kendi “Kürt sorununun” nasıl bir hal alacağı ve ne yönde çözüleceği şimdilik
belirsizdir. Ancak ülkenin bütünlüğü yönündeki
tercihler giderek ağırlık kazanmaktadır. Ciddi sağlık sorunları olan Cumhurbaşkanı Celal
Talabani sonrası için yapılan hesaplar da erkene alınmıştır. ABD ise istekli olmasa da zorunlu olarak, en azından bir süre için, Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olduğunu açıklamak
durumunda kalmıştır. O kadar ki Washington
Ankara’yı, Irak’ın toprak bütünlüğüne saygılı
olması ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ni bağımsızlığa teşvik etmemesi yönünde uyarmıştır.
Irak Başbakanı Maliki’nin, İran’a yakın bir siyaset
izlemesi, Rusya ile yakınlaşması, Suriye meselesinde Esad’a destek vermesi ve Türkiye’yi sık sık
ülkesinin içişlerine karışmakla eleştirmesi dikkat
çekicidir. Cumhurbaşkanı Talabani de ülkesinin
birliğinden yana tavır almakta, partisi Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) bu yönde mesajlar
vermektedir.
ABD Irak’tan çekilirken, özellikle Kuzey Irak’ın
istikrarı öne çıkmıştır. Bunu ABD adına bir ülkenin sağlaması gerektiği, bu ülkenin de Türkiye olacağı sıklıkla dillendirilmiştir. Ancak
Türkiye’nin temel bir açmazı vardır: Kendi içindeki Kürt meselesini çözmekte zorlanmaktadır.
O nedenle Kuzey Irak siyasetinde etkili olması,
o bölgenin istikrarını sağlaması, gerektiğinde
Irak merkezi hükümetine karşı bölgesel yönetimi koruması oldukça zordur. Bu yüzden Kuzey
Irak’ı Kuzey Suriye üzerinden Akdeniz’e bağlayan senaryolar temelde, dört bölge ülkesindeki
(Türkiye, İran, Irak, Suriye) Kürtlerin, ülkelerinden koparak tek bir çatı altında birleşmesine dayanmaktadır. Bu yolla hem Kuzey Irak’taki enerji
Akdeniz üzerinden dünyaya pazarlanacak, hem
bölgedeki 4 ülke bölünecek, hem Kürtler devlet
sahibi olacak, hem de İsrail rahatlayacak, Doğu
Akdeniz ABD, İsrail ve İngiltere’nin denetimine
girecektir. Dahası, Rusya’nın Akdeniz’deki gücü
budanacaktır. Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nde bu-
84
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
lunan ve İngiltere’ye ait olan Agratur ve Dikelya
üslerini, İsrail’in Mısır’la gelişen ilişkilerini ve
Akdeniz’deki petrol-doğalgaz arama faaliyetlerini de hesaba katarsak, büyük resim daha net
görülür.2
Irak, petrol rezervleri açısından dünyadaki en
zengin 5 ülke arasındadır. 2011’de 80 milyar
dolarlık petrol ihraç etmiş, bu satışla dünyada
7. sırayı almıştır. Kişi başına düşen milli gelir 4
bin dolardır ve büyüme eğilimindedir. Kuzey
Irak’taki bölgesel Kürt yönetimiyle merkezi hükümet arasında doğrudan petrol sevkiyatı, bütçe
kesintisi, kuzeydeki yönetimin bağımsız hareket
etmesi gibi konulardaki anlaşmazlıklar ise henüz
tam olarak aşılmamıştır. Bölgesel Kürt yönetimi,
Bağdat’taki merkezi hükümetin onayı olmaksızın çoğunluğu ABD’li yabancı petrol şirketleriyle
50’den fazla anlaşma imzalamıştır. Ancak unutmamak gerekir ki Irak merkezi hükümetinin;
Musul ve Kerkük gibi önemli bölgeleri, kuzeydeki zengin petrol kaynaklarını başka ülkelerle paylaşmak istememesi de kendisi açısından doğaldır.
Irak merkezi hükümeti, petrol gelirinden elde
edilen paranın yüzde 17’sini her yıl kuzeydeki
Bölgesel Kürt Yönetimi’ne vermektedir. Bu yaklaşık 30 milyar dolar tutan bir kaynaktır. Bölgede
her yerde petrol kuyuları açılmaktadır. 2013’te
bölgenin ürettiği petrol gelirinin 17 milyar dolar olması beklenmektedir. Bu gelirin önümüzdeki yıllarda artarak 2017’de 138 milyar dolara
ulaşacağı hesaplanmaktadır. Erbil’deki Barzani
yönetimi bu paranın da verdiği cesaretle ülkeden ayrılmayı istemektedir. Musul Bağdat yönetimindedir. Kerkük ise anayasa referandumuyla
yeni statüsüne kavuşacaktır. Ancak, Bağdat’taki
merkezi hükümet ABD’nin işgal ettiği Kerkük’te
nüfus kayıtlarının yok edildiğini, Kerkük’e yerleştirilen Kürt nüfusla bölgenin nüfus yapısının değiştirildiğini belirtmekte, referandumdan
uzak durmaktadır.3 Kerkük-Yumurtalık Boru
Hattı ise çoğunlukla ülkenin Arap nüfusunun
yaşadığı bölgelerden geçerek Türkiye’ye uzandığı için, Barzani tarafından tercih edilmemektedir. Barzani’nin niyeti, sadece kendi bölgesindeki petrolü çıkarıp Türkiye üzerinden dünyaya
satmaktır. Bu amaçla yapılacak bir petrol boru
hattının inşasına ise Irak Başbakanı Maliki karşı
çıkmaktadır.
İnceleme
Irak’taki zengin petrol kaynakları, sadece Irak’ın, Irak’taki Kürtlerin veya Türkiye’nin değil, ABD başta olmak üzere bütün büyük güçlerin ve
yükselen devletlerin ilgisini çekmektedir. O nedenle, söz konusu kaynaklar için verilen mücadele bölgesel değil küresel bir mücadeledir.
Barzani’nin Türkiye’nin desteğini alması,
Maliki’nin ise İran’dan destek görmesi, Irak siyasetindeki ayrışmayı gösterdiği kadar, bölgesel
saflaşmayı da ortaya koymaktadır. Çünkü nüfusunun üçte ikisi Şii olan Irak’ta İran’ın etkisi
belirgindir ve Tahran hem Irak hem de Suriye
üzerinden Lübnan Şiilerine ve Hizbullah’a nüfuz etmektedir. Filistin’de El Fetih ve Hamas
arasında uzlaşma sağlandıktan sonra Hamas
üzerindeki İran ve Suriye etkisinin önemli ölçüde kırılacağını hesaplayan ABD ise Suriye’de de
Müslüman Kardeşler çizgisinde bir kadronun
işbaşına gelmesiyle bölgede ağırlığı artan İran’ın
daha da yalnızlaştırılacağını hesaplamaktadır.
Bu yolla İran’a yakın duran ve Akdeniz’e kadar
uzanan bir Şii hilalinin önünün kesileceğini düşünmektedir. Türkiye’nin Barzani’yle gelişen
ilişkilerinin, Maliki’nin İran’la daha çok yakınlaşmasına ve Talabani’nin İran’a yönelmesine
zemin hazırladığını düşündüğü için de son dönemlerde daha dengeli bir siyaset izlemektedir.
O nedenledir ki Barzani de hem Irak merkezi
hükümetiyle Rusya’nın gelişen ilişkilerine karşı
bir önlem olarak, hem de Moskova’nın bölgede
artan ağırlığını dikkate alarak son dönemlerde
Rusya’ya da sıcak mesajlar vermektedir. Kuzey
Irak’ta Rusya’nın milli enerji şirketi Gazprom’a
yüzde 1 hisse verilmiştir. Bu hisse miktarı her ne
kadar simgesel olsa da politik açıdan önemlidir
ve ucu açık bir adımdır. Bu adım, Rusya’nın hem
merkezi hükümet hem de bölgesel yönetim üzerinde artan ağırlığının işaretidir. Kısa süre önce
Türkiye’den özür dileyen İsrail’in de hem Barzani
ile çok yakın ilişkilere sahip olduğu hem de Rusya ve Azerbaycan ile ilişkilerini hızla geliştirdiği
unutulmamalıdır.
Ayrıca şu soruyu da sormak gerekir. Irak’ta geniş yetkileri olan, kendi başkanı, başbakanı, ba-
kanlar kurulu, meclisi, ordusu, emniyet gücü,
istihbarat örgütü, bayrağı, resmi dili, eğitim
kurumları, yarısı özel olan 24 üniversitesi, askeri okulları, bankaları, şirketleri olan, Bağdat
üzerinde etkisi bulunan, Irak parlamentosunda
Kürt siyasi partilerinden seçilen 75 milletvekili olan Kürtler, Irak’tan kopmayı ne kadar istemektedirler? Irak’ın cumhurbaşkanı, başbakan
yardımcısı, genelkurmay başkanı, hükümetteki 6
bakan Kürt’tür. Ayrıca çok sayıda üst düzey bürokrat (ordu, emniyet, istihbarat örgütü dahil)
Kürt’tür. Bunca mevzi kazanılmışken, Irak’tan
kopup Türkiye’ye yamanmak Kürtlere ne yarar
getirecektir? Nitekim Cumhurbaşkanı Celal Talabani, verdiği bir mülakatta (14. 04. 2012’de El
Cezire’den Jane Arraf ’a) “Irak’ta tüm haklarımız
var. Kürtlerin çoğunluğu anayasaya evet diyerek
Irak’ta yaşamaya karar verdiler” demiştir.4 Dolayısıyla, bağımsız bir Kürt devleti isteyenlerin
kendilerince öne sürdükleri gerekçeler kadar,
toprak bütünlüğünü korumayı başarmış, bağımsızlığını ve egemenliğini güçlendirmiş bir Irak’ın
parçası olarak kalmak isteyen Kürtlerin de kendilerince haklı gerekçeleri vardır.
Görüldüğü üzere Irak’taki zengin petrol kaynakları, sadece Irak’ın, Irak’taki Kürtlerin veya
Türkiye’nin değil, ABD başta olmak üzere bütün
büyük güçlerin ve yükselen devletlerin ilgisini
çekmektedir. O nedenle, söz konusu kaynaklar
için verilen mücadele bölgesel değil küresel bir
mücadeledir. Ülkeler tüm devlet kapasiteleri ve
olanca kuvvetleriyle, bütün güç unsurlarını seferber ederek bölgeye yüklenmektedirler. ABD
ve İsrail, Irak’ın kuzeyinde doğup, İran, Suriye ve
Türkiye aleyhine büyüyecek bir Kürt devletinin
Akdeniz’e ulaşmasının, bu devletin yaşaması için
şart olduğunun bilincindedirler. Ancak Irak’ta-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
85
İnceleme
ki ulusal dengeler de İran’ın öne çıktığı bölgesel
dengeler de Rusya ve Çin’in yükselişiyle değişen
küresel dengeler de ABD’nin istediği fırsatı ona
vermemektedir.
Bu çerçevede bölgede ABD’nin çok önemli bir
müttefiki olarak öne çıkan Türkiye’nin hedefleriyle olanakları arasında fark vardır. Devlet kapasitesi ve Türk özel sektörünün gücü, Irak konusunda konulan hedefe varmada yetersizdir. Her
ne kadar Türkiye’nin en büyük holdingi olan Koç
Holding’in işlem gören hisselerinin yüzde 78’i
yabancılara ait olsa da5, son toplamda Türk özel
sektörü, Irak’ta, özellikle de petrol söz konusu olduğunda, aslan payını alacak çapta değildir. Irak
merkezi hükümetiyle ilişkiler, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Lideri Barzani’ye açıktan verilen
destek nedeniyle gerilmiştir. Irak siyaseti üzerinde belirgin bir güç olan İran, Türkiye’nin izlediği
Irak politikasından duyduğu rahatsızlığı sık sık
dillendirmektedir. Ankara’nın Barzani’yi destekleyerek, Irak’ın bölünmesine zemin hazırladığını,
bu yolla Kuzey Irak petrolleri üzerinde söz sahibi
olmaya çalıştığını düşünmektedir. Türkiye’nin si-
yasi ve diplomatik desteğinin yanında Türk özel
sektörünün Kuzey Irak’a yaptığı büyük yatırımlar da (özellikle inşaat ve altyapı yatırımları öne
çıkmaktadır), Bağdat merkezi hükümetinin tepkisini çekmektedir. Bağdat yönetimi, Türk şirketlerinin işlerini zorlaştırmakta, onlara yapılması
gereken ödemeleri geciktirmektedir.
Sonuç
Özetle Irak’taki ve Suriye’deki saflaşma, sadece
bu ülkelerin kendi içlerindeki kutuplaşmayla değil, bölgesel ve giderek küresel ölçekteki saflaşmayla açıklanabilir. Her iki ülkedeki saflaşmada
da Rusya, İran ve Çin bir taraftadır ve bu ülkelerin bütünlüğü yönünde hareket eden iç politik
aktörleri, merkezi hükümetleri desteklemektedir. ABD, İngiltere, Fransa ve Türkiye ise diğer
taraftadır ve merkezi hükümetlerle çelişen, çatışan iç siyasi aktörleri desteklemektedirler. Irak ve
Suriye’deki politik gerginliğe daha geniş bir açıdan bakıldığında bir tarafta Avrasya’nın yükselen
güçleri, diğer tarafta ise Batının büyük kuvvetleri
vardır.
O
DİPNOTLAR
1
2
3
4
5
86
“Crocker: Başkalarının Hükümetini Değiştirmek İyi Fikir Değil”, Özgür Ulusoy, Cumhuriyet, 23. 02. 2013, s: 13.
Doğu Akdeniz’deki enerji jeopolitiği ile ilgili olarak bkz: Emre İşeri – Panagiotis Andrikopoulos, “Energy Geopolitics of the Eastern Mediterranean: Will Aphrodite’s Lure Fuel Peace in Cyprus”, Ortadoğu Analiz, Mart 2013, Sayı:
51, cilt: 5, s: 37 – 46.
“Petrol ve Kan”, Güneri Cıvaoğlu, Milliyet, 05. 04. 2013 http://siyaset.milliyet.com.tr/petrol-ve-kan/siyaset/siyasetyazardetay/05.04.2013/1689492/default.htm
“Petrol Odaklı Kürt Federalizmi”, Mustafa Sönmez, Cumhuriyet, 10. 08. 2012 http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn
=358128&kn=889&ka=4&kb=889
Bu bilgiyi Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Stanford I. Weill, holdingin yayın organında vermiştir. Bizden Haberler, Şubat 2013, sayı: 398, s: 27.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
Suriye’deki çatışma sürdükçe söz konusu gruplar arasındaki düşmanlık artmaktadır.
Ölü sayısının fazlalaşması söz konusu grupların gelecekte tek bir ulusal kimlik altında bir arada yaşama şansını zayıflatmaktadır.
ABD Suriye Konusunda Neyi Bekliyor?
What is the U.S. Expectation about Syria?
Oytun ORHAN
Abstract
This article will study the reasons of cautious approach of the U.S. on Syria. The article argues that the factors which lead the U.S. to approach with caution would become deeper and the negative effects of the regime
change would increase if waited longer. Within this framework, after the introduction, where the outlook of
the external actors arguing for a change in Syria on the problem is dealt, the elements that affect the U.S.’
outlook on Syria will be discussed. In the last section, some predictions will be made regarding which policy
options the U.S. might put into action in the forthcoming period.
Keywords: Syria, US Syria Policy, Syria Conflict, Post-Assad
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
87
İnceleme
Suriye’de rejim değişikliğini savunan ülkelerin politikalarını koordine
edememesi Esad rejiminin yaşam süresini uzatan faktörlerin başında
gelmektedir. Söz konusu aktörler içinde ABD’nin pozisyonu ise sahip
olduğu askeri ve ekonomik kaynaklar, siyasi ve diplomatik güç çerçevesinde düşünüldüğünde daha büyük önem arz etmektedir.
Giriş
Suriye’de iki yılı aşkın bir süredir devam eden istikrarsızlık ve çatışmaların nasıl sona erdirileceği, daha olumsuz sonuçlar doğurmadan iktidar
değişiminin nasıl gerçekleşeceği, hangi dış politika araçlarının kullanılarak bu sonuçlara ulaşılacağı konularında hiçkimsenin çözüm planı bulunmamaktadır. Herkes Suriye’nin her halükarda
çözümü çok uzun yıllar sürecek istikrarsızlık, iç
çatışmalar, yıkılmış bir ekonomi ve altyapı, insani
sorunlar, devlet ve ulus inşası gibi zorlu süreçlerle mücadele edeceğinden neredeyse emindir. Bu
aşamadan sonra rejimin değişmesinin de sorunları çözmeyeceği anlaşılmaktadır. Suriye sorununun çözümü konusunda iyi bir seçenek bulunmamaktadır, bütün aktörler kötü seçenekler içerisinden en az zararlı olacaklar arasında tercihte
bulunacaktır. Ancak aradan geçen iki yılın ortaya
koyduğu bir diğer gerçek Suriye konusunda ne
kadar beklenecek olunursa Esad sonrası risklerin
de o oranda artacağıdır.
Suriye’de değişim adına çok sayıda ülke tam koordineli olmamakla birlikte farklı kanallar vasıtası ile Suriye muhalefetini desteklemektedir. Bu
süreçte en aktif ülkeler Türkiye, Fransa, İngiltere,
ABD, Suudi Arabistan ve Katar’dır. Ancak sahip
olduğu mali-askeri kaynaklar, uluslararası siyasi ve diplomatik etki, Esad rejimini destekleyen
ülkelerin pozisyonunda gerek baskı gerekse de
teşvikler vererek değişim sağlama kapasitesina
sahip olma açısından ABD’nin Suriye konusundaki pozisyonu büyük önem taşımaktadır. ABD
söylem olarak Esad rejimine karşı sert bir tutum
takınmakla beraber pratikte bunu gerçekleştirmeye yönelik adımları atma konusunda Suriye
88
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
muhalefeti ve bölgesel müttefiklerinde hayal kırıklığı yaratmaktadır.1 Suriye siyasi ve askeri muhalefetine daha fazla destek konusunda sözler
verilmiş olmasına rağmen bu yardım Suriye’de
Ordu ile Özgür Suriye Ordusu arasındaki dengeyi muhalifler lehine bozacak çapta değildir.
Beklenti uçuşa yasak bölge ilanı, muhaliflere ağır
silah yardımı yapılması, daha fazla maddi katkı
sunulması yönündedir.2
Bu çalışmada ABD’nin Suriye konusundaki temkinli tavrının nedenleri irdelenmeye çalışılacaktır. Makalede, ne kadar daha fazla beklenir ise
ABD’yi temkinli davranmaya iten faktörlerdeki
derinleşmenin ve rejim değişikliğinin olumsuz
yansımalarının artacağı savunulmaktadır. Bu
çerçevede, çalışmada Suriye’de değişimi savunan
dış aktörlerin soruna bakışının ele alındığı girişin
ardından ABD’nin Suriye’ye bakışını etkileyen
unsurlar irdelenecektir. Son bölümde ABD’nin
önümüzdeki dönemde hangi politika seçeneklerini hayata geçirebileceği öngörülmeye çalışılacaktır.
Dış Aktörlerin Bakışı
Suriye’deki çıkmazın temel sebeplerinden biri
rejimin değişmesini arzulayan aktörler arasında çözüme nasıl ulaşılacağı konusundaki görüş
farklılıklarıdır. Söylem düzeyinde ve nihai hedef açısından bakıldığında söz konusu ülkelerin
ortak görüşe sahip olduğu görülmektedir. ABD,
İngiltere, Fransa, Türkiye, Suudi Arabistan ve
Katar gibi ülkelerin başı çektiği cephe Suriye’de
Esad rejiminin meşruiyetini kaybettiğini, bundan
sonra ülkeyi yönetmesinin mümkün olmadığını
İnceleme
ve Beşar Esad’ın iktidarı devretmesi gerektiğini
savunmaktadır. Ancak her bir ülkenin bu hedefe
nasıl ulaşılacağı konusunda izledikleri yol, kullandıkları dış politika araçları, destek verdikleri
gruplar, muhalefete verilen desteğin niteliği ve
miktarı gibi faktörler açısından farklar bulunmaktadır. Askeri seçenekleri öne süren ülkeler
dahi kendi içinde doğrudan askeri müdahaleyi
ve Suriye’nin belli bölgelerinde uçuşa yasak bölgeler oluşturulmasını savunanlar şeklinde ayrılmaktadır. Bazı ülkeler rejim-muhalefet dengesini
muhalifler lehine değiştirecek çapta muhaliflere
ağır silah yardımı yapılmasını, bazı ülkeler rejimin tamamen yıkılmasının daha büyük can kaybı ve güvenlik riskleri doğuracağı düşüncesi ile
sorunun siyasi çözüm yöntemi ile çözülmesini
savunmaktadır. Bunun yanı sıra muhalefete destek veren ülkeler de kendilerine yakın gördükleri gruplara para ve silah desteği vermeyi tercih
etmektedir. Bu da Suriye askeri muhalefetinin
dağınık ve parçalı yapısının en önemli nedenidir.
Suriye’de rejim değişikliğini savunan ülkelerin
politikalarını koordine edememesi Esad rejiminin yaşam süresini uzatan faktörlerin başında
gelmektedir. Söz konusu aktörler içinde ABD’nin
pozisyonu ise sahip olduğu askeri ve ekonomik
kaynaklar, siyasi ve diplomatik güç çerçevesinde
düşünüldüğünde daha büyük önem arz etmektedir. Diğer ülkelerin çabalarına rağmen, ABD’nin
iradesini net şekilde ortaya koymaması durumunda Suriye’de değişimin zor gerçekleşeceği
ortadadır. ABD’nin Suriye politikasına bakıldığında ise son derece temkinli hareket ettiği görülmektedir. Bazı faktörler ABD’yi Suriye’deki
sorunu bir an önce sonlandırmak konusunda
motive ederken bazı faktörler politikalarını sınırlamaktadır. Ancak ABD açısından ortaya çıkan sonuç Suriye’yi henüz tüm iradesini değişim
yönünde kullanmaya yetecek kadar stratejik bir
sorun olarak algılamadığıdır. Diğer taraftan istikrarsızlığın bölge geneline yayılması, İsrail’in
güvenliğini doğrudan tehdit etmesi Suriye sorununu stratejik boyuta taşıyabilir ve ABD’yi daha
etkin bir politika izlemeye yönlendirebilir. Bu
durumda doğrudan askeri müdahale, muhaliflere ağır silah yardımı yapılması ya da Rusya ile anlaşarak siyasi bir çözüm bulma şeklindeki değişik
seçeneklerden biri hayata geçirilebilir.
ABD’nin Suriye’ye Bakışını
Etkileyen Faktörler
ABD’nin Suriye politikası sert söylemi ile çelişiyor gözükmektedir. Kapasitesi düşünüldüğünde
Suriye muhalefetine destek açısından beklentileri
karşılayamamaktadır. ABD bir taraftan Esad rejiminin değişmesi gerektiğini dile getirmekte, Suriye muhalefetine destek vermektedir. ABD’nin
çok uzun süredir sorunlu ilişkilere sahip olduğu
ve teröre destek veren ülkeler listesinde saydığı
Suriye yönetimine karşı bir ayaklanma ortaya
çıktığında muhalefet safında yer alması son derece normaldi. Ayrıca Suriye’den önce Tunus,
Mısır ve Libya’da değişimden yana tavır almış
bir ABD’nin aksi bir pozisyon belirlemesi dış
politikada meşruiyet krizi de yaratabilirdi. Diğer
taraftan ABD kendi iç sorunlarına bağlı olarak
Ortadoğu’da yeni bir askeri müdahaleye katılmaya sıcak bakmamaktadır. ABD’nin Suriye konusundaki temkinli tavrına bir diğer gerekçe ise sorunu kendi çıkarları açısından stratejik bir sorun
olarak değerlendirmemesi hatta belli bir düzeye
kadar fırsat olarak algılaması olabilir. Bu görüşe
göre ABD’nin Suriye politikası İsrail’in güvenliği
bağlamında şekillenmektedir. Suriye’nin sosyal
olarak bölünmesi, ekonomisinin, ordusunun ve
altyapısının neredeyse yıkılması bir daha hiçbir
zaman İsrail’e karşı tehdit oluşturamamasını sağlayacaktır. Bu görüş İsrail’in Suriye konusundaki
sessiz tavrını da aynı düşünceye dayandırarak
açıklamaktadır.
Diğer taraftan Suriye’de ayaklanmanın niteliğinden kaynaklanan bazı faktörler ABD’nin muhalefete desteğini sınırlamıştır. Bu faktörler şu şekilde sıralanabilir:
Esad sonrası istikrarsızlık ve daha kanlı iç
savaş korkusu: Suriye’de halk ayaklanması sivil
gösteriler yoluyla daha fazla özgürlük talepleri şeklinde başlamıştı. Ancak Esad yönetiminin
olayları şiddet yoluyla bastırmaya çalışması belli
bir aşamadan sonra protestocuların kendilerini
koruması ihtiyacını doğurdu. Bu sürece paralel
olarak, göstericilere ateş açılmasına karşı çıkan
askerler ordudan ayrılmaya başladı. Böylece silahlanan sivil halk ile ordudan ayrılan askerlerin
birleşmesi sonucu Özgür Suriye Ordusu adı al-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
89
İnceleme
4 milyon nüfusa sahip Lübnan’da kamplar dışında yaşayanlar ile birlikte yarım milyonun üzerinde Suriyelinin yaşadığı tahmin edilmektedir.
tında silahlı muhalefet doğmuş oldu. Bu aşamada Suriye yönetimi Hama, Deir ez Zor, Dara gibi
Sünni niteliği ağır basan vilayetlere saldırarak isyanı mezhepsel boyuta indirgemeye çalışmıştır.
Böylece ülkede zaten var olan ancak üstü örtülmüş mezhepsel çatışmalar körüklenmiştir. Esad
rejimi ancak mezhep çatışması yaratarak kaybettiği meşruiyeti güvenlik ve güç üzerinden inşa
edebileceğini düşünmüştür. Suriye’deki sorun
“Sünni çoğunluğun iktidarı ele geçirme çabasına indirgenmiş ve “Sünni Arap tahakkümünden”
çekinen diğer toplumsal kesimlerin desteğini
alınmaya çalışılmıştır. Aradan geçen iki yılı aşkın
sürede Esad söz konusu çatışmayı yaratma konusunda “başarılı” olmuş ve mezhepsel kutuplaşma
Suriye’deki iç savaşın en önemli dinamiklerinden
biri haline gelmiştir.
Suriye’deki çatışma sürdükçe söz konusu gruplar
arasındaki düşmanlık artmaktadır. Ölü sayısının
fazlalaşması söz konusu grupların gelecekte tek
90
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
bir ulusal kimlik altında bir arada yaşama şansını
zayıflatmaktadır. Ülkede hali hazırda iç savaş yaşanmakla beraber rejimin yıkılması ve ordunun
dağılması durumunda farklı etnik ve mezhepsel
gruplar arasında daha kanlı bir sivil savaş yaşanması olasılığı her geçen gün artmaktadır. Bu argüman Esad rejiminin meşruiyet temelini oluşturan “ya ben ya kaos” ikilemi yaratarak ABD’yi
temkinli davranmaya itmektedir.3
Radikal İslamcıların güçlenmesi: Suriye’de
çatışmada mezhepsel unsurların daha fazla öne
çıkmasına neden olan bir diğer faktör bazı bölge
ülkelerinin izledikleri Suriye politikasıdır. Bölgeye bakışı mezhepsel temelde şekillenen bazı ülkeler kendi etki alanlarının yayılmasını Suriye’de
kendilerine yakın mezhepsel grupların iktidarı
ele geçirmesinde görmüştür. Bu hem rejimin
hem de muhalefetin destekçileri için geçerli bir
durumdur. Suriye’deki sorunu Arap Alevi iktidara karşı Sünni ayaklanması olarak okuyan ülke-
İnceleme
ABD muhtemelen bir taraftan muhalefete desteği artırarak sürdürecek ve böylece hem rejim hem de müttefiklerini müzakere masasına
oturmaya zorlayacaktır. Bir taraftan Suriye sorununu sonlandırma gerekliliği diğer taraftan Suriye’de çatışmanın niteliğinden kaynaklanan
faktörlerin zorlaması ABD’yi siyasi çözüm bulmaya yönlendirecektir.
ler hem ülke içindeki Sünni İslamcı hareketleri
desteklemeye başlamış hem de dünyanın her
bölgesinden Sünni İslamcı savaşçılar Suriye’ye
akın etmeye başlamıştır. Bu süreçte otorite boşluğundan faydalanarak etkinlik kazanan gruplardan biri Irak El Kaidesi ile bağlantılı El Nusra
Cephesi olmuştur. Esasen askeri muhalefet içinde cihatçılar ve El Nusra Cephesi gibi grupların
oranı düşük olmakla birlikte ideolojik bağlılıkları, eğitimli olmaları, nispeten iyi askeri kaynaklara sahip olmaları nedeniyle Esad rejimine karşı
en fazla mücadele eden grupların başında gelmişlerdir. Suriye’deki El Kaide’nin en ilginç yanı
ise zamanında Suriye rejimi tarafından eğitilmiş
olmalarıdır. Irak işgali sonrasında ABD’ye karşı
savaşmaları için Suriye’de eğitilip Irak’a gönderilen bu savaşçılar şimdi Esad rejimine en fazla
zarar veren gruba dönüşmüştür.
Oranı düşük olmakla birlikte muhalefet içinde
en etkili gruplardan olan El Nusra Cephesi ABD
tarafından Irak El Kaidesi ile bağlantılı olduğu
gerekçesi ile terör örgütü olarak ilan edilmiştir.4
ABD, Suriye askeri muhalefeti içinde Sünni İslamcı kimliğin öne çıkması ve El Kaide bağlantılı
El Nusra Cephesi’nin güçlenmesini Suriye konusunda adım atmamanın en başta gelen nedeni olarak öne sürmeye başlamıştır. ABD rejimin
yıkılması durumunda bu grupların Suriye’de etkinlik kazanacağı argümanını sık sık kullanmaktadır.5
Siyasi ve askeri muhalefetin dağınık yapısı:
Suriye halkı uzun yıllar siyasal muhalefet geleneğinden uzak bir şekilde yaşamıştır. Ülkede
ayaklanma öncesine kadar güçlü ve organize bir
muhalif hareket bulunmamaktadır. Bazı girişim-
ler ise rejim tarafından hemen bastırılmıştır. Ani
bir şekilde ortaya çıkan ayaklanma uzun yıllardır
üstü örtülen toplumsal ve siyasal taleplerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ancak muhalif
siyasal hareket geleneğinin olmayışı ve muhalif
liderlerin zayıflığı nedeniyle belli bir planı olan,
örgütlü siyasal muhalif yapılanma oluşturulamamıştır. Buna rejimin siyasal muhalefete ülke
içinde yaşama şansı tanımaması nedeniyle ülke
dışında örgütlenme zorunluluğu eklenmiştir. Bu
durum meşruiyeti zayıf, dağınık, çıkar çatışmaları ile boğuşan ve tek ortak noktaları Esad rejimine karşıtlık olan zayıf bir muhalefetin doğmasına neden olmuştur.
İlk siyasi muhalif çatı örgüt İstanbul’da kurulan
Suriye Ulusal Konseyi’dir. Bu yapı uzun süre boyunca içeriyi temsil etme, iç muhalefet üzerinde
etkin olma, kendi içindeki rekabet sorunlarını
aşma gibi unsurlar açısından başarısızlıkla suçlanmıştır. Bunun ardından ABD’nin öncülüğünde Katar’da Suriye Ulusal Koalisyonu adı ile yeni
bir siyasi muhalif oluşuma gidilmiştir. Suriye
Ulusal Konseyi için dile getirilen eleştirilen aynıları neredeyse Koalisyon için de dile getirilmektedir. Koalisyon Suriye halkını yönlendirebilecek
etkinliğe sahip değildir. Daha önemlisi sahada
esas mücadeleyi yürüten askeri muhalefet bu sivil yapının kontrolünde değildir. Bu da Esad sonrasına ilişkin olarak yönetim boşluğu kaygılarını
körüklemektedir. Antalya’da kuruluşu ilan edilen
ve askeri muhalefeti tek çatı altında toplamayı amaçlayan Yüksek Askeri Konsey de dağınık
askeri güçleri tek komutanlık altında toplamayı
henüz başaramamıştır. Bu açılardan ABD Esad
rejimine alternatif olabilecek düzenli ve etkili
bir siyasal ve askeri muhalefetin olmadığını öne
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
91
İnceleme
sürerek Suriye konusunda temkinli davranmayı
tercih etmektedir.6
noktada istikrarsızlık İsrail’i güvenliğini olumsuz
etkileyecek şekilde bölgeselleşecektir.
Bütün bu faktörlere rağmen ABD önümüzdeki
dönemde Suriye’de çatışmanın sonlanması konusunda daha fazla çaba sarf etmek isteyebilir.
Zira Suriye sorunu ABD açısından giderek stratejik bir soruna dönüşmektedir. Bunun nedenleri
ise şu şekilde sıralanabilir:
Kimyasal silahların merkezi kontrolden çıkması: Suriye yönetiminin kendi ifadesi de ülkede
kimyasal silahların var olduğunu göstermektedir.
Son dönemde bazı çatışmalarda kimyasal silahların kullanıldığına ilişkin iddialar hem rejim
hem de muhalifler tarafından dile getirilmiştir.7
Suriye’de çatışmaların uzun süre devam etmesi
durumunda bu silahlar rejim tarafından kullanılabileceği gibi bazı muhalif güçlerin eline geçmesi ihtimali de bulunmaktadır. Ayrıca rejim tarafından Hizbullah gibi müttefiklere verilmesi de
ihtimal dahilindedir. Her iki şekilde de İsrail’in
güvenliği açısından tehlikeli bir durum oluşacaktır. Bu değerlendirme ABD’yi Suriye sorununa çözüm bularak kimyasal silahların güvenli bir
şekilde imha etmeye yönlendirebilir.
Mülteci meselesi insani bir konu olmanın ötesinde stratejik bir tehdide dönüşmektedir: 1
milyonu aşkın Suriyeli mülteci Ürdün, Lübnan,
Türkiye, Irak ve Mısır’a yerleşmiş durumdadır.
Bu sayı ülkede istikrarın her geçen gün daha da
bozulması ile giderek artmaktadır. Bu durum
insani açıdan çok büyük sorunlar doğurmaktadır. Tüm yardım çabalarına karşın mülteciler son derece zor koşullar altında yaşamalarını
sürdürmeye çalışmaktadır. Sorunun insani boyutu ABD’yi Suriye konusunda ikna için yeterli
olmamaktadır. Ancak mülteci sorunu giderek
tüm Ortadoğu bölgesini etkileme potansiyeline
sahip stratejik bir soruna dönüşmekte, Suriye
sorununun bölgeselleşmesine neden olmaktadır.
Türkiye ekonomik ve siyasi gücü ile bu sorunun
bir şekilde üstesinden gelebilir ve mülteci meselesinin Türkiye’nin istikrarını olumsuz etkileme
potansiyeli sınırlıdır. Ancak Ürdün ve Lübnan
gibi iki kırılgan ülke her birinde yarım milyona
yaklaşan Suriyeli mülteciyi daha fazla barındırma konusunda zorlamaktadır. Ürdün neredeyse
bir mülteciler ülkesine dönüşmüştür. Zaten var
olan Filistinli ve Iraklı mültecilere Suriyeliler eklenmiştir ve ülke toplam nüfusunun büyük çoğunluğunu mülteciler oluşturur hale gelmiştir.
Bunun yanı sıra yaklaşık 4 milyon nüfusa sahip
Lübnan’da kamplar dışında yaşayanlar ile birlikte yarım milyonun üzerinde Suriyelinin yaşadığı
tahmin edilmektedir. Lübnan’da mezhepler arası hassas dengeye dayalı siyasi ve sosyal bir yapı
mevcuttur. Ülkedeki temel siyasi dinamik Sünni-Şii çatışmasıdır. Lübnan’a göç eden Suriyeli
mültecilerin çok büyük çoğunluğu ise Sünni kökenlidir. Bu durum Lübnan’daki hassas dengeleri
kökten sarsmakta ve ülkeyi her an patlamaya hazır bir bomba haline getirmektedir. Dolayısıyla
Suriye’de bir şekilde istikrar sağlanmazsa mülteci akını söz konusu ülkelere devam edecek ve bir
92
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Sonuç Yerine: ABD Ne Yapabilir?
Yukarıdaki değerlendirmeler çerçevesinde,
ABD’nin henüz Suriye sorununu sonlandırma
konusunda ikna olmadığı, sorunu stratejik bir
tehdit olarak algılamadığı, hatta bazı açılardan
mevcut dengenin belli bir süre daha korunmasını fırsat olarak algıladığı şeklinde değerlendirme
yapmak mümkündür. Bu şartlar altında yakın
dönemde ABD’nin hayata geçirebileceği politika alternatifleri; “iyi muhalefeti” destekleyerek “kötü muhalefeti” zayıflatmak, muhalefetin
kontrolü altındaki bölgelerde Esad sonrası kaos
ortamını engellemek için yönetim altyapısını
oluşturmaya çalışmak, daha ileri aşamada sivillerin korunmasına yönelik olarak bazı bölgelerde
uçuşa yasak bölge ilan etmek olabilir. Buna paralel olarak Suriye’nin iç dinamiklerinden kaynaklanan faktörler nedeniyle de siyasi çözüm bulma
çabalarını artırabilir.
ABD temkinli tavrına gerekçe olarak en fazla El
Kaide’nin askeri muhalefet içinde güçlenmesini öne sürmektedir. Ancak Suriye’de ayaklanma
başladığında radikal grupların etkisi son derece
sınırlıyken aradan geçen sürede etkinliklerini
artırmışlardır. Suriye’de çözüm için daha fazla
beklenmesi durumunda ülkede radikal grupların
daha fazla güçlendiği görülecektir. Dolayısıyla
İnceleme
olumsuz tabloya rağmen ABD Suriye sorununa
bir şekilde son vermeye kendini zorunlu hissedecektir. Ancak bu çözüm yolu Esad rejiminin
tamamen yıkılması ve bir kanadın zafer kazanması şeklinde olmayabilir. ABD muhtemelen bir
taraftan muhalefete desteği artırarak sürdürecek ve böylece hem rejim hem de müttefiklerini
müzakere masasına oturmaya zorlayacaktır. Bir
taraftan Suriye sorununu sonlandırma gerekliliği diğer taraftan Suriye’de çatışmanın niteliğinden kaynaklanan faktörlerin zorlaması ABD’yi
siyasi çözüm bulmaya yönlendirecektir. Ancak
Suriye’de ne kadar beklenirse o kadar fazla riskin ortaya çıkacağı gerçeği artık çok net olarak
anlaşılmıştır.
O
DİPNOTLAR
1
2
3
4
5
6
7
Bu konuda bir örnek için bkz.: “Davutoğlu: Suriye halkı haklı olarak hayal kırıklığı yaşıyor”, Zaman Gazetesi,
28 Şubat 2013, http://www.zaman.com.tr/dunya_davutoglu-suriye-halki-hakli-olarak-hayal-kirikligi-yasiyor_2059510.html (Son Erişim Tarihi: 22 Nisan 2013).
Bu yöndeki beklentiler için bkz.: “Suriye Halkının Dostları İstanbul’da toplandı”, Cumhuriyet Gazetesi, 20 Nisan
2013, http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=412230&kn=7&ka=4&kb=7 (Son Erişim Tarihi: 22 Nisan 2013).
ABD’nin bu yöndeki kaygılarına örnek için bkz.: “Clinton’dan İç Savaş Uyarısı”, TRT Haber, http://www.trthaber.
com/haber/dunya/clintondan-ic-savas-uyarisi-16856.html (Son Erişim Tarihi: 22 Nisan 2013).
“Nusra Cephesi” terör örgütü listesinde, Anadolu Ajansı, 11 Aralık 2012, http://www.aa.com.tr/tr/dunya/110437-quot-nusra-cephesi-quot-teror-orgutu-listesinde (Son Erişim Tarihi: 21 Nisan 2013).
“Clinton: Biz şimdi El Kaide’yi mi destekliyoruz?”, Radikal Gazetesi, 27 Şubat 2012, http://www.radikal.com.tr/
radikal.aspx?atype=radikaldetayv3&articleid=1080044&categoryid=81 (Son Erişim Tarihi: 22 Nisan 2013).
ABD’nin Suriye muhalefetien bakışına örnek için bkz.: “Amerika’dan Suriye muhalefetine balans ayarı”, Taraf Gazetesi, 5 Kasım 2012, http://www.taraf.com.tr/ceren-kenar/makale-amerika-dan-suriye-muhalefetine-balansayari.htm (Son Erişim Tarihi: 22 Nisan 2013).
““Suriye’de kimyasal silah kanıtları var”, Dünya Gazetesi, 19 Nisan 2013, http://www.dunya.com/suriyedekimyasal-silah-kanitlari-var-189148h.htm (Son Erişim Tarihi: 22 Nisan 2013).
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
93
İnceleme
According to the UN and media sources, the past two years or so has witnessed the death of more than
70,000 Syrians and more than a million Syrians have fled to live as refugees in nearby countries.
Oxymorons: Fairness and Justice in
International Affairs
Oksimoron: Uluslararası İlişkilerde Hak ve Adalet
Süreyya YİĞİT
Özet
Uluslararası ilişkilerin içinde, egemenlik ile müdahale etmek arasında daimi bir gerginlik mevcuttur. Uluslararası sistemin içinde devletlerin önemini göz önünde bulundurduğumuzda ve doğal olarak da onların kendi
topraklarında nihai sorumluluğa sımsıkı bağlandığından dolayı, devletlerin iç işlerine müdahale etmek oldukça zordur. Teorik olarak, realistler müdahale nedenleri konusunda hep şüpheci olmuştur. Onlar genelde
müdahaleleri artniyetleri gizleyen bir maske olarak görürler. Aksine, idealistler egemenliğin en mühim prensip
ya da değer olmadığına inanırlar. Onlara göre bir insani kriz patlak verdiğinde müdahalenin ahlaki bir sorumluluk olduğu kanaati mevcuttur. Bu tartışmalar devam ederken, Suriye’de giderek daha da kana bulanan bir
iç çatışma da devam etmektedir. Uluslararası toplum Suriye hakkında iki tarafa çekilmektedir. İç işlerine karışmamayı kabullenen ve herhangi bir uluslararası müdahaleye karşı olanlar bir tarafta, diplomatik çözümün
neredeyse imkansız hale geldiğini belirten ve bundan dolayı müdahalenin düşünülmesi gerektiğine inananlar
da karşı taraftadırlar.
94
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
İnceleme
The refugees who fled have mainly settled in Turkey, Lebanon, Jordan and Iraq, though these four countries are straining to meet the
demands incurred by such large scale forced migration.
Abstract
A perennial tension exists within international
relations: how to reconcile sovereignty with intervention. Given that the international system
is composed of states, which are naturally determined to hold onto ultimate responsibility
on their territories, it is difficult to intervene in
domestic affairs. Theoretically, the realists have
always been skeptical about the reasons for intervention. They regard intervention as a mask, hiding ulterior motives. Idealists on the other hand,
believe that state sovereignty should not be the
ultimate principle or value. Should a humanitarian crisis erupt, then intervention is a moral responsibility. Whilst this debate continues, so does
an increasingly bloody domestic conflict in Syria.
The international community is divided between
those who believe in non-interference, objecting
to any international intervention and others who
see that a diplomatic solution is becoming improbable, calling attention to considering intervention.
Keywords: Intervention, Sovereignty, Ethics, Syria
Politics resembles sport. Both are arenas where
several parties compete to win. Both have rules
by which the players are supposed to play by, as
well as maintain high ethical standards for the
duration of the pursuit. The players are expected to push themselves to the limit, but never to
cheat.
Unfortunately, politics as well as the domain of
sports is littered with numerous examples of
bending the rules and trying to win whilst employing unethical methods. There are, however,
a few incidents of high morals such as that demonstrated collectively by a Danish football team.
When awarded a penalty after their opponent
had picked up the ball to hand it to the referee
due to a spectator blowing a whistle, the ball was
purposely kicked into touch from the penalty
spot.
A commendable individual example of ethics
was seen from Lawrence Lemieux, the Canadian
sailor who whilst on his way to winning a silver
medal in the 1988 Olympic Games noticed one
of his competitors had fallen out of his boat. Seeing his fellow sailor injured and having trouble
keeping afloat, Lemiuex abandoned the race to
save his colleague and came in 22nd rather than
second. By his action he acknowledged that the
safety of his fellow man was more important
than his personal gain; a most gallant act.
Whilst the modern Olympic Games began in
1896, the academic field of International Relations dates back to 1919 when the first Department of International Politics was founded at
Aberystwyth University in Wales. Established in
the immediate aftermath of World War I it concentrated on the eternal quest of justice, the way
nations and peoples interacted to assist in the
idealistic hope of bringing worldwide peace and
preventing future war. The field very much pursued the pacifistic tendencies of the interwar period, focusing on the “idealist” interpretation of
international relations. In the 1940s when E.H.
Carr began to make a name for himself at Aberystwyth University he became the father of the
“realist” theory in Britain and Hans Morgenthau
its leading proponent in the U.S whilst teaching
at the University of Chicago.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
95
İnceleme
Theoretical Tendencies
The idealists who were dominant throughout
the interwar period focused on justice and the
impact of ideas, whereas the realists were wary
of morality and placed much more attention on
power, given the experience of the 1930s. The
post-war dominance of realism thus began and
can be argued to still be in existence, even if challenged by various different theories.
One premise of realism that has attracted strong
criticism since the ending of the cold war is the
clear demarcation between politics and morality. Theoretically, realism treats ethics as a separate area from politics. Whilst individuals can be
moral in their private lives, a statesman does not
have the luxury to pursue moral policies such as
intervening in other countries to save lives. Nevertheless, ethics does play a role in international
politics as actions are motivated and justified by,
as well as critiques and challenges based on ethical principles and objectives.
In this perspective, the first issue that raises its
head concerns the sacrosanct principle of sovereignty. As Makinda1 reiterates, states are constituted as territorial authorities and subsequently
lack the legitimate right to unilaterally control issues and events outside of their borders. Therefore, rrealists are fundamentally attached to the
inviolability of national borders and the rights
of governments to be fully responsible for their
own patches of territory on the planet.
A host of opponents of realism put forward
powerful arguments in favour of humanitarian
intervention, the necessity for an ethical foreign
policy with the prevalence of human suffering
compared to the inviolability of state frontiers.
Accepting, therefore, that an ethical foreign policy can be based on the interests of others, rather
than on self interest, the realists object by arguing that such a policy is based on a false understanding of the realities of international politics.
The objections extend to the assertion that it
cannot be anything but a self-deception to imagine self-interest in terms of universal ethics.
Furthermore, implicit within this argument is
the high chance that ethics are probably an at-
96
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
tempt to manipulate to pursue national interests
through an ideological smokescreen; i.e. part
and parcel of an intelligent ideological maneuver. They are considered to benefit the national
interest by pretending to transcend and overcome it, by making everybody believe in this
transformation.
The contemporary media interpretation of not
intervening in a crisis or a conflict is almost synonymous with allowing terrible developments
to continue. Given the fact that references to
an ethical foreign policy became popular during the post-cold war, some have argued that it
needs to be understood and placed in the context of explaining the vacuum left by the ending
of the Cold War which gave the Western nations
an opportunity to generate a new, strong sense
of mission with a dramatic representation of its
meaning in history.2
In this regard, the language of ethical foreign
policy is usually of interventions being necessary to uphold cherished values. Such linkages
raise doubts concerning the need for such defensiveness and lead to charges of illegitimacy, with
assertions that a truly genuine ethical or value
based policy would not need to speak in such
terms. The fear is that ethics are abused in order to grant credibility and legitimacy to states;
especially when it comes to interference in domestic affairs.
Sovereignty and Non-Intervention
In terms of interventions and the guidelines for
going to war, Aquinas has had a significant impact through specifying three preconditions for
deciding to go to war.3
1- The action must be ordered by an accepted
authority,
2- The cause must be just,
3- The authority must have the intention of promoting good or avoiding evil.
In this vein while the just-war traditions identified are primarily employed by Catholic scholars, it must be remembered that all three mono-
İnceleme
theistic religions - Christianity, Islam and Judaism contain elements of this framework. For the
modern age, Walzer has developed a contemporary version -a legalist paradigm- which stems
from this tradition, where he purports that aggression can be understood in six propositions:4
1. There exists an international society of independent states,
2. This international society has a law that establishes the rights of its members—above
all, the rights of territorial integrity and political sovereignty,
3. Any use of force or imminent threat of force
by one state against the political sovereignty
or territorial integrity of another constitutes
aggression and is a criminal act,
4. Aggression justifies two kinds of violent response: a war of self-defence by the victim
and a war of law enforcement by the victim
and any other member of international society,
5. Nothing but aggression can justify war,
6. Once the aggressor state has been militarily
repulsed, it can also be punished.
Walzer suggests that “the defence of rights is a
reason for fighting. I want to stress again, and finally, that it is the only reason. The legalist paradigm rules out every other sort of war. Preventive wars, commercial wars, wars of expansion
and conquest, religious crusades, revolutionary wars, military interventions—all these are
barred and barred absolutely, in much the same
way their domestic equivalents are ruled out in
municipal law”.5 He later revised the strict application of these provisions by adding that intervention was permissible in order “to rescue
people threatened with massacre”.6
Critics of intervention have put forward the case
that the option of humanitarian intervention is
rarely ever that: humanitarian. Hoffman asserts
that the stated ends of humanitarian intervention
are “likely to be too saintly to be believed” while
the real ends are likely to be ambiguous.7 Donnelly states that intervention is the instrument of
the strong against the weak with the strong far
more likely to be motivated by self-interest than
altruism.8 Moreover, Phillips and Cady accuse
defenders of humanitarian intervention of being
unable to see the “selectivity, inconsistency and
even capriciousness of applying [humanitarian]
grounds for intervention.9 In this regard, Walzer
himself admits that he has not found a pure case
of humanitarian intervention, only “mixed cases
where the humanitarian motive is one among
several”.10
Observing from the prism of power politics, outcomes are viewed as a result of calculations based
on material interests rather than ideational or
normative considerations. Critiques of American foreign policy highlight the interventions
in Iraq and Afghanistan as valid examples. As
these actions are coming to an end, an enduring
conflict is increasingly capturing the attention of
both policy-makers and the general public alike.
Syria
An Arab Spring-style revolt began in Syria in
2011. The protests quickly turned violent as opponents took up arms to try to resist a brutal
crackdown by the authorities.
According to the UN11 and media sources12, the
past two years or so has witnessed the death of
more than 70,000 Syrians and more than a million Syrians have fled to live as refugees in nearby
countries. On March 19th, the UN High Commissioner for Refugees António Guterres described
the humanitarian situation in Syria as “dramatic
beyond description,” admitting that more than
3.6 million people have been displaced within
the country – whose total population numbers
20 million.13
The refugees who fled have mainly settled in
Turkey, Lebanon, Jordan and Iraq, though these
four countries are straining to meet the demands
incurred by such large scale forced migration.
This issue was picked up by the UNHCR calling on the international community to provide
more support for the generosity and hospitality
shown by Syria’s neighbours. A recent UN report identified Turkey as providing a temporary
home for some 184,000 refugees, having already
spent more than $600m establishing 17 refugee
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
97
İnceleme
camps, whilst building new ones to meet the increasing need.14 In March, Guterres announced
that “These countries should not only be recognised for their unstinting commitment to keep-
ing their borders open for Syrian refugees, they
should be massively supported as well”.15 Needless to say, this call has fallen on deaf ears.
Table1-Syrian Developments: March 2011- March 201316
Protests erupt in Deraa after youths arrested for painting revolutionary slogans. Security
forces shoot a number of people in Deraa - trigger more unrest
May
Tanks enter Deraa, Homs and suburbs of Damascus
July:
Hundreds of thousands of people across the country protest
October:
Opposition Syrian National Council formed
Damascus: Car bombs outside intelligence agency buildings leave 44 dead, Syria
December:
agrees to allow Arab League observers into the country
January 2012 Damascus: Explosion at intersection kills 25 people
February
Aleppo twin suicide bombings target security compounds, killing 28 people
March
Damascus blasts kill 27 people near intelligence and security buildings
Damascus twin suicide car bombings outside military intelligence building kill 55
May
people
May
108 killed in Houla, near Homs - UN later blames Syrian troops and militia
Damascus blast inside the headquarters of the National Security Bureau (NSB) kills
July
the Defence Minister, Deputy Defence Minister, former Defence Minister and NSB chief
August
Hundreds killed as troops storm the Damascus suburb of Darayya
October
Aleppo, three bombs explode near an officers’ club and a hotel killing 33 people
Opposition groups unite in National Coalition for Syrian Revolutionary and Opposition
November
Forces
December
US recognizes coalition as “legitimate representative” of Syrian people
Jan 2013
At least 100 people killed and burned in their homes in Haswiya, near Homs
February
UN estimates up to 70,000 have been killed
Russian Foreign Ministry declares Arab League’s decision to allow members to supply
March
Syrian opposition forces with weapons breach of international law.
March 2011
98
As summarised in Table: 1, the government of
Bashar Al-Assad has consistently deployed air
power to strike areas held by the rebels culminating in increasing daily casualties. At first, the
rebels seemed to be making certain progress
in the capital city and Aleppo throughout the
summer of 2012, though they have lost significant ground since then. The Syrian government
whilst inflicting major damage on the rebel-held
areas has so far been incapable of taking control
of the whole country. Therefore, the pressing issues relating to Syria are threefold.
opposition. This tactic has fragmented the opposition somewhat, as Christians and Alawites
have sought protection from Damascus rather
than the opposition which also contains extremist groups who advocate a universal jihad. In November 2012, the meeting of the Syrian opposition in Qatar culminated in a hastily arranged
United Syrian opposition.17 Whilst much has
been made in the international press about the
importance of the disparate opposition groups
uniting under one roof it remains to be seen how
durable disunited opposition will be.18
Firstly, the fear that the authoritarian regime of
Al-Assad will succeed in transforming the conflict into a sectarian one; effectively dividing the
One impression that has been created is that
these groups have been highly encouraged by external powers to come together to publicly dem-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
İnceleme
Russia, together with China, has wielded its veto in the UN Security Council on three occasions so far. In October 2011,
it vetoed a draft resolution which threatened the Syrian government with sanctions under Article 41 of the UN Charter.
onstrate a united front. What is vital, however, is
for there to be not only a common aim, i.e. that
of removing the authoritarian Syrian leader, but
a plan of action relating to political transition.
In such situations, as has been witnessed in the
Arab Spring, the initial aim of removing the unpopular leader is the easiest part of union. The
difficult part is coming together to decide on the
regime that will be constructed afterwards. It is
in this area where groups find it very difficult to
compromise and to maintain unity in opposition. This aspect will, in all likelihood, be at the
forefront of the international community’s mind
in the near future.
Secondly, there is great danger that the conflict
could spread to Syria’s neighbours. Turkish territory has been shelled several times and Turkish citizens have been killed as a result. Turkey
has consistently called for the creation of safe
havens, but has been unable to gather support
for any military intervention. Lebanon is another
country which is particularly vulnerable due to
the fragility of the present peace between its different religious groups. In October, the Lebanese
intelligence chief, a Sunni, was killed by a car
bomb, which many commentators have interpreted as a deliberate attempt by Syria to destabilise Lebanon. Similar to the Turkish case, there
have been exchanges of fire over the Lebanese
border and fighting has broken out between Sunni and Shia Lebanese, supporting the rebellion
and the Syrian Government respectively. Furthermore, western press reports have indicated
that Iran has also been helping Iraqi Sunnis to
fight alongside the Syrian government forces.19
Thirdly and perhaps most significantly, the UN
Security Council has not come together to show
a united front on the Syrian crisis. For example,
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
99
İnceleme
A recent UN report identified Turkey as providing a temporary home
for some 184,000 refugees, having already spent more than $600m
establishing 17 refugee camps, whilst building new ones to meet the
increasing need.
much hope was placed on the call by the UN’s
Special Envoy, Lakdar Brahimi, for a temporary ceasefire to coincide with Eid al-Adha, the
Islamic Feast of the Sacrifice at the end of October led to a slight initial lull, but hostilities
quickly escalated with car bombs and ferocious
air strikes. To put the bloodshed into perspective
the numbers of dead in Syria far outstrip those
of Libya, where less than 10,000 died.20 The difference, however, is that the population of Syria
is three times that of Libya and the timescale at
least thrice as long. Therefore, in comparison the
Libyan civil war was of shorter duration but the
numbers of casualties estimated at the time were
proportionately significantly higher.21 The fact
remains, however, that fewer died in less time in
Libya.
Related to this matter, commentators have observed a confusion prevailing in American foreign policy with regard to the Middle East and
beyond.22 Washington was very eager to see the
end of Colonel Gaddafi in Libya and actively encouraged its allies to pursue a path that would
eliminate him from the Libyan leadership. On
the contrary, President Obama has so far, been
very hesitant in asking the international community to act together to overthrow his Syrian
counterpart.
Objectionable Arguments to Intervention
So far one cannot see any repetition of the negotiation and attempts to build a coalition as was
witnessed concerning Libya being replicated in
Syria. One factor that must be born in mind in
this equation is the recent statements made by
the Russian Federation. On Syria, Moscow’s last
100
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
ally in the Middle East, the Russian government
has steadfastly refused to acknowledge that the
civil war began as a peaceful protest movement
against the government of Bashir al-Assad.
Furthermore, in November 2012, Prime Minister
Dimitri Medvedev reminded his audience that
“The situation in Syria causes our greatest concern,” continuing to reiterate that “The Russian
Federation is certain that it is up to the Syrian
people themselves, not international structures
or any other forces, to determine this country’s
future”.23 In March 2013, the Russian Foreign
Ministry stated the Arab League’s decision to
allow its members to supply Syrian opposition
forces with weapons contravened international
law, emphasising “the league’s decisions on Syria
are illegal and baseless, because the government
of the Syrian Arab Republic remains a legitimate
representative of this UN member state”.24 Such
statements indicate that Moscow disdains any
international intervention.
Determined to avoid a repetition of what happened in Libya, Russia (allied with China) has refused to allow even economic sanctions against
Damascus to be authorized by the Security
Council. In one sense, Moscow’s Security Council activity regarding Syria has been a success:
Russia has blocked the U.S. and others from taking any meaningful action against the Assad regime with the blessing of the Security Council.
Russia, together with China, has wielded its veto
in the UN Security Council on three occasions
so far. In October 2011, it vetoed a draft resolution which threatened the Syrian government
with sanctions under Article 41 of the UN Char-
İnceleme
ter.25 The principle that underlined the veto concerned the Council respecting the sovereignty of
Syria and the principle of non-intervention.
In February 2012 Russia vetoed another draft
resolution, which expressing concern over the
thousands of deaths in Syria, called on all parties
to halt the violence.26 Whilst the resolution did
not threaten military action, it was still blocked
by Russia due to the fact that the message sent
was an unbalanced one to the parties in Syria, as
it had not placed sufficient responsibility for the
events on the ground on the regime’s opponents.
The third veto, in July 2012, was of a threat of action under Chapter VII of the UN Charter unless
Syria complied with previous resolutions.27 Russia considered such action would inevitably lead
the Security Council to pursue sanctions and
onto military intervention, henceforth, it could
not agree to such a resolution.
Concerning the latest proposed UN Security
Council resolution, the Russian Foreign Ministry
declared on 13 April that “Moscow is concerned
about the possibility of new escalation of tensions and confrontation around the Syrian issue
at the United Nations. Some countries have prepared a draft resolution of the U.N. General Assembly on Syria and intend to put it to the vote
shortly….The document, just like the previous
two resolutions of the U.N. General Assembly, is
clearly one-sided. All responsibility for the tragic
developments in Syria is placed on the government of that country contrary to the obvious
facts, including those confirmed by authoritative international organisations, that expose unlawful, including terrorist, actions of opposition
armed groups….The Russian Federation will
not support this draft resolution and will vote
against it”.28
Whereas the veto by Russia in 2003 of a Security Council resolution authorizing the use of
force against Iraq did withhold legitimacy from
the American-led intervention of that country,
Moscow’s opposition to Security Council measures against the Assad regime carries the danger that the blame for what is happening in Syria
will be placed at the door of Russia. One needs
to remember that the Arab world and the West
already consider Kremlin responsible for the
suffering of Syrians through its blocking of any
meaningful UN Security Council action to stop
the violence or even to allow humanitarian aid
to flow across Syria’s borders, directly to the millions of civilians who so desperately need it.
Therefore, Russia has refused to back any UN
Security Council resolution threatening sanctions or military force against the Syrian government. It has, moreover, also refused to back
any demand that President Bashar al-Assad step
down as a precondition for talks,29 in the meantime continuing to supply military equipment to
Syria during the conflict.30
Writing in June 2012, Stepanova considered if
the humanitarian crisis in Syria reached such a
magnitude so that the UN Security Council believed there was no alternative but to act, then
it was highly likely that Russia would approve a
full-scale multilateral UN peace mission. This
could be agreed to only with the proviso that it
was “accepted by the Syrian government, whoever the government is by that time. A lack of Russian support for an open-ended Security Council
resolution explicitly calling for regime change or
external intervention in Syria is unlikely to be reversed - nor will it stop such an intervention”.31
The risk for Moscow in taking such an unpopular action is that states as well as public opinion
in other countries could be more willing to contemplate the U.S. leading others to take action in
Syria outside the auspices of the Security Council. Should such an occurrence take place, Russia
would be in a weak position trying to prevent it.
Therefore, given the fact that Russian opposition
to international intervention in domestic affairs
remains as before, imaginative thinking in two
respects is required from the proponents of humanitarian intervention: Firstly, to try to find a
way to involve Iran as a party offering their assistance to seek a solution to the crisis as Tehran
remains the Assad regime’s closest ally.
Secondly, to transform the Syrian conflict from
what is increasingly being perceived as a proxy
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
101
İnceleme
battleground between the West and Russia,
whereby a contained domestic power struggle
is taking place with covert international support
for both sides, to another domino along the path
of the Arab Spring.
Conclusion
Bearing in mind that the worst post-cold war instance of human rights abuse took place in 1994
with the Rwandan genocide while the international community stood idly by, it is difficult to
have faith in international ethics and morality.
Successful interventions do not hinge on gaining
the approval of the UN Security Council as the
cases of Somalia and Kosovo attest. Given political will and a clear goal with resources to match,
intervention can be a success. It does seem that
value-lead interventions are often, however,
driven by a lack of both clear interests and of a
well-defined sense of moral duty. This makes the
position of power abroad an arbitrary and ad hoc
one, driven by contingencies rather than ambitious plans.32
Writing more than 15 years ago, Rosenau captured the dilemma well when he identified the
“implications of the ever greater civic responsibilities that turbulent conditions are imposing on
individuals and the ever sharper choices leaders
have to make….between order and autonomy….
it remains to be seen whether they can cope with
the unfamiliar normative challenges that have
arisen in the widening space of the domesticforeign Frontier”.33 Certainly the new millennium has provided policy-makers with more than
enough challenges within which to wrestle with
their consciences.
Syria is the latest human tragedy facing the international community but it certainly will not be
the last. It is only in the public spotlight because
it cannot deny the Security Council from placing it on its agenda. There are far more powerful states, in terms of military and political capabilities who similarly engage in human rights
abuses. They are able, either through their own
endeavours, or good relations with other globally powerful states, to remain below the international human rights radar or to ensure they do
not attract too much attention. To illustrate the
point, the North Korean people have been suffering for decades under a brutal dictatorship,
yet there are very few calls for aiding and assisting them - or proposing humanitarian intervention - as there were for the people of Kosovo. One
does wonder if the situation would be different if
Pyongyang did not possess nuclear weapons. In
many respects, the world has not changed since
Plato’s observation in the ‘Republic’: “justice is
the advantage of the stronger”.
O
ENDNOTES
1
2
3
4
5
6
102
Samuel Makinda, “Contesting Sovereignty” in Franceschet, Antonio.The ethics of global governance. Boulder,
Colo. : Lynne Rienner Publishers, 2009.
Chandler, David. & Heins, Volker, Rethinking ethical foreign policy : pitfalls, possibilities and paradoxes. Abingdon,
Oxon [England] ; New York : Routledge, 2007, s..11.
Aquinas, St. Thomas. “The Just War.” In The Summa Theologica. Great Books of the Western World vol. 20 (Chicago, Illinois: Encyclopedia Britannica, Inc., 1952).
Walzer, Michael, “Book Review: ‘Just and Unjust Wars’ , DISAM Online Journal & News Source,” 15, Nisan, 2013,
http://www.disamjournal.org/articles/book-review-just-and-unjust-wars-by-michael-walzer-743.
Michael Walzer, “Book Review: Just and Unjust Wars”.
Doyle Michael W., “A Few Words on Mill, Walzer, and Nonintervention”, 15 Nisan 2013, http://www.elac.ox.ac.uk/
downloads/Doyle_Mill%20Walzer%20and%20Nonintervention-1.pdf.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
İnceleme
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
Hoffmann, Stanley (1981) Duties Beyond Borders: On the Limits and Possibilities of Ethical International Politics,
New York: Syracuse University Press, P.70
Donnely, Jack, “Human Rights: The Impact of International Action,” International Journal 43 (Spring), 1998, s. 24163.
Phillips, R. L, & Cady, D. L. Humanitarian intervention : just war vs. pacifism. Lanham, Md.: Rowman & Littlefield,
1996.
Walzer, Michael, Just and unjust wars : a moral argument with historical illustrations. New York : Basic Books,
1997, s.101.
“Syria Death Toll Probably at 70,000, U.N. Human Rights Official Says - CNN.com,” 15 Nisan 2013, http://edition.
cnn.com/2013/02/12/world/meast/syria-death-toll/index.html?hpt=hp_t1.
“BBC News - Syria Crisis: Gulf States Recognise Syria Opposition,” 13 Kasım 2012, http://www.bbc.co.uk/news/
world-middle-east-20295857.
“BRICS: Take Concrete Steps to Help Syria’s People | Human Rights Watch,” 15 Nisan 2013, http://www.hrw.org/
news/2013/03/26/brics-take-concrete-steps-help-syria-s-people.
“BBC News - Syria Conflict: Refugees Number a Million, Says UN,” 15 Nisan 2013, http://www.bbc.co.uk/news/
world-middle-east-21676542.
BBCNews- Syria Conflict: Refugees Number a Million.
Source: compiled from open sources
“West Backs Qatari Plan to Unify Syrian Opposition | World News | Guardian.co.uk,” 15 Nisan 2013, http://www.
guardian.co.uk/world/2012/nov/02/west-backs-qatari-plan-syria.
“Syrian Opposition Groups Sign Unity Deal - NYTimes.com,”15 Nisan 2013, http://www.nytimes.com/2012/11/12/
world/middleeast/syrian-opposition-groups-sign-unity-deal.html?pagewanted=all&_r=1&.
“U.S. Officials Confirm Captured Iranians in Syria Are ‘active’ Military: Report,” 15 Nisan 2013, http://english.
alarabiya.net/articles/2012/08/15/232401.html.
“Libyan Revolution Casualties Lower Than Expected, Says New Government | World News | Guardian.co.uk,”
15 Nisan 2013 , http://www.guardian.co.uk/world/2013/jan/08/libyan-revolution-casualties-lower-expectedgovernment.
“Libyan Estimate: At Least 30,000 Died in the War | World News | The Guardian,” 15 Nisan 2013, http://www.
guardian.co.uk/world/feedarticle/9835879.
Commentary: The U.S. Lacks Interests in the Mideast | The National Interest” 15 Nisan 2013, http://nationalinterest.org/commentary/the-falsity-us-interests-the-mideast-7595. “Enough About the Middle East Already |
NewAmerica.net”, n.d., http://newamerica.net/node/73344.
Syria’s Future Belongs to Its People - Russian Premier — RT” 15 Nisan 2013, http://rt.com/politics/syria-russiamedvedev-conflict-047/.
“Russia Slams Arab League’s Decision to Arm Syrian Rebels | Russia & India Report,” 15 Nisan 2013, http://indrus.
in/news/2013/03/27/russia_slams_arab_leagues_decision_to_arm_syrian_rebels_23299.html.
“United Nations News Centre - Russia and China Veto Draft Security Council Resolution on Syria,” 15 Nisan 2013,
http://www.un.org/apps/news/story.asp?NewsID=39935#.UWxl01eQNLE.
“Russia U.N. Veto on Syria Aimed at Crushing West’s Crusade | Reuters,” 15 Nisan 2013, http://www.reuters.com/
article/2012/02/08/us-un-russia-idUSTRE8170BK20120208.
“Russia, China Veto Western-backed Syria Resolution at UN Security Council — RT News,” 15 Nisan 2013, http://
rt.com/news/russia-china-unsc-veto-syria-584/.
“RF to Vote Against New Resolution on Syria | Russia & India Report,” 15 Nisan 2013, http://indrus.in/
news/2013/04/13/rf_to_vote_against_new_resolution_on_syria_23795.html.
“IISS Russia’s Syrian Stance: Principled Self-interest,” 15 Nisan 2013, http://www.iiss.org/publications/strategiccomments/past-issues/volume-18-2012/september/russias-syrian-stance-principled-self-interest/.
“Russia Confims It Is Still Supplying Syria with Arms,” 15 Nisan 2013, http://www.alarabiya.net/articles/2013/02/13/266063.html.
Ekaterina Stepanova, “The Syria Crisis and the Making of Russia’s Foreign Policy”, PONARS Eurasia Policy Memo
No. 199, June 2012.
Chandler, David. & Heins, Volker. Rethinking ethical foreign policy : pitfalls, possibilities and paradoxes. Abingdon,
Oxon [England] ; New York : Routledge, 2007.
Franceschet, Antonio, The ethics of global governance. Boulder, Colo. : Lynne Rienner Publishers, 2009.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
103
İnceleme
Suudi Arabistan, Körfez bölgesinde hâkim konumunu pekiştirebilmek için Körfez İşbirliği Konseyi’nin kurulmasına ön ayak olmuştur.
Suudi Arabistan’ın Dış Politikasını
Şekillendiren Faktörler
Factors Shaping the Foreign Policy of Saudi Arabia
Ertan EFEGİL
Abtsract
Saudi Arabia is one of the regional powers in the Middle East. For that reason, analyzing the foreign policy
principles of Saudi Arabia, the factors affecting its foreign policy and its political system has a vital importance
in order to understand the Saudi regime’s foreign policy attempts. The Saudi regime views itself as a leader of
the Muslim World. It has pursued different foreign policy principles at three diverse levels. At the international
level, it has close and strategic partnership with the United States. In the Middle Eastern geopolitics, it gives
priority to the regional balance of power. It sees the Gulf region as its own sphere of influence. In line with
this mentality, the Saudi regime is rejecting the democratization demands of the local people during the Arab
Spring as well as feels alarmed that Iran will dominate reginal politics through having close cooperation with
Shiites scattered across the region.
Keywords: Saudi Arabia, Foreign Policy, Islam, Oil, Arab Spring
* Yazının hazırlanmasındaki katkılarından ötürü Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Araş. Gör. Recep Tayyip Gürler’e ve Araş. Gör.
Ahmet Üçağaç’a teşekkür ederim.
104
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
İnceleme
Ortadoğu’daki Arap halklarının çoğunluğu, Arap Birliği fikriyle kendi
öz kimliklerini özdeşleştirmektedir. Ancak Suudiler, kendi Arap kimliklerini ifade ederken, siyasi ideoloji olarak gördükleri laik Arap milliyetçiliğini ret ederler. Suudiler arasında kimliği belirleyici temel unsur,
kan bağına dayalı kimliktir.
SUUDİ ARABİSTAN
IRAK
Süveyş
Kanalı
Basra
Körfezi
Akabe
Madain Salah
Tabuk
Dammam
Hail
BAHREİN
MANAMA
DOHA
Hurghada
Safaga
Riyad
Luxor
Kızıl
Deniz
i
önences
Medine
Aswan
Dubai
ABU
DHABI
KATAR
BİRLEŞİK ARAP
EMİRLİKLERİ
Hofuf
Al-Ula
MISIR
İRAN
KUVEYT
Kuveyt Şehri
Domad
al-Jandal
ÜRDÜN
Yengeç D
Cidde
Mekke
OMAN
Taif
SUDAN
Port Sudan
Salalah
Asir Ulusal Parkı
Necran
YEMEN
Sayun
Atbara
ERİTRE
Modern bir petrol üretici ülke olmasına rağmen,
Suudi Arabistan, askeri açıdan zayıftır. Dünyanın en büyük petrol üreticisi ve petrol ihracatçısı olan Suudi Arabistan, bu özelliğinden ötürü,
bölgenin en büyük ekonomisine sahiptir. Aynı
zamanda İslamiyet açısından iki kutsal şehir olan
Mekke ve Medine, Suudi Arabistan sınırları içerisindedir. Bu özelliğinden ötürü, Suudi Arabis-
SAN’A
tan, kendisi için Müslüman Dünyasında liderlik
rolü öngörmektedir.1
Suudi Arabistan’ın dış politikasının temel
iki amacı bulunmaktadır: Ülkeyi yabancı
hâkimiyetinden veya işgalinden korumak ve elSuud ailesinin ülke içerisindeki iktidarının istikrarını güvence altına almaktır. El-Suud ailesi, dış
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
105
İnceleme
politikayı, kendi iktidarının ve Suudi devletinin
güvenliğini sağlamak amacıyla başvurdukları
pek çok araçtan birisi olarak kullanırlar. Diğer
taraftan, Suudi Arabistan’ın dört dış politika ilkesi bulunmaktadır: İslami hayatı bölge ve dünya
genelinde korumak, ulusal ekonomik refahı muhafaza etmek, Arap ve İslam ülkelerine yardımda bulunmak ve rejimin hayatta kalmasını sağlamak. Yine de Suudi Arabistan için en temel dış
politika ilkesi, rejimin güvenliğidir.2
Suudi Arabistan, uluslararası ilişkilere ilişkin
dünya görüşünü geleneksel İslami anlayışa göre
şekillendirmiştir. Bu anlayışa göre, dünya, iki birbirleriyle sürekli çatışma halinde olan kampa ayrılmaktadır: İnananlar (Dar-ül İslam ki bu gruba
Hıristiyanlar, Yahudiler ve Zerdüştler dâhildir)
ve İnanmayanlar (Dar-ül Harb). Bu bakış açısı,
üç güçlü temanın ürünüdür: Arap kimliğine yapılan güçlü vurgu, İslam’a derin ve saygılı bağlılık
ve kendilerini İslam-dışı dünyadan fiziksel olarak
izole etme. Aynı zamanda Suudi Arabistan’ın dış
politikasında iki görüşte yansıtılmıştır: a) İslam
mirasına sahip olduğunu düşünmesinden ötürü
kendisinde olağanüstü kültürel özgüven hissetmesi ve b) dış dünyada düşmanlar tarafından
çevrelendiklerini düşünerek sürekli güvensizlik
içerisinde olması.3
Suudi Arabistan’ın dış politikasında, hem Arapçılık (Arap Birliği) hem de İslamcılık düşünceleri
aynı anda yer almaktadır. Ancak Suudi Arabistan, bir yandan gerçek İslami görüşün temsilcisi
olarak kendisini görürken, diğer yandan Arap
Birliği fikirlerinden de aşırı derecede rahatsızlık
duymaktadır. Çünkü bu tür akımlar, bölgesel ve
ülke içi istikrara olumsuz etkide bulunabilir. Bu
düşüncelerinden ötürü, Suudi yönetimi, sadece
bölgedeki askeri ve ekonomik güç değişimlerine
karşı değil, aynı zamanda kendi yerel meşruluğuna ve güvenliğine yöneltilen siyasi tehditlere de
aşırı tepki göstermektedir.
Ancak halkın Arap Birliği’ni ve İslami anlayışı
destekleyen görüşlerinden ötürü, Suudi Arabistan, İsrail ile ilişki kurmaktan sakınmakta ve
Filistin sorununda İsrail karşıtı tavır almaktadır.
Diğer yandan ABD ile ilişkilerinde daha dengeli
ilişkiler gütmek zorunda kalmaktadır. Halkın bu
106
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
yöndeki eğilimleri, Suudi yönetimin dış politika
seçeneklerini sınırlandırmaktadır. Bölgesel dengelere bakıldığında, aslında İsrail, Suudi Arabistan için potansiyel bir müttefik olarak ortaya
çıkmaktadır. Fakat Suudi Krallık, İsrail ile resmi
ilişki içerisinde olmamıştır. Hatta Camp David
Antlaşmasını bile resmen kabul etmediğini deklere etmiştir.4
Ortadoğu’daki Arap halklarının çoğunluğu, Arap
Birliği fikriyle kendi öz kimliklerini özdeşleştirmektedir. Ancak Suudiler, kendi Arap kimliklerini ifade ederken, siyasi ideoloji olarak gördükleri laik Arap milliyetçiliğini ret ederler. Suudiler
arasında kimliği belirleyici temel unsur, kan bağına dayalı kimliktir.5
Suudi Arabistan yönetimi, Arabistan topraklarının İslam’ın doğuş yeri olmasından ve İslami yaşam yollarının korunması için sahip olduğu sorumluluktan ötürü özel bir gurur duymaktadır.
Suudilere göre, kutsal şehirlerin koruyucuları
olmalarından ötürü, kendilerini Müslüman dünyada İslami yaşam biçimini savunmakla yükümlü görmektedir. Ayrıca Yahudi devletini kurmak
için Arap halklarına yapılan haksızlıklardan ve
Sünni İslam Dünyasının üçüncü kutsal mekânı
olan Kudüs’teki el-Aksa Camii’nin İsrail tarafından işgal edilmesinden dolayı Kral Faysal, Filistin
davasına güçlü destek vermişti.6
Suudi Arabistan’ın dış politikası üç farklı düzeyde farklı ilkeler ve anlayışlar doğrultusunda yürütülmektedir.
Bu düzlemlerin ilki, uluslararası düzlemdir. Bu
düzlemde, Suudi Arabistan, ABD’nin bölgedeki en önemli stratejik müttefiki ve dünya enerji
sektöründe en önemli üretici ülke olarak ortaya
çıkmaktadır. ABD ile stratejik müttefiklik ilişkileri, Suudi rejime, büyük askeri ve ekonomik
menfaatler sağlamaktadır. Amerikan yönetimleri, Suudi Arabistan’ın siyasi istikrarına ve rejiminin güvenliğine hayati önem vermektedir. Ancak
bu durum gerek ülke içerisinde gerekse Arap
milletleri arasında eleştirilere neden olmaktadır.
Özellikle bölgesel yayılmacı/devrimci rejimler
tarafından tehdit edildiğini hissettiği takdirde,
Suudi Arabistan, iç ve bölgesel tepkilere rağmen,
İnceleme
kendi güvenliğini muhafaza altına almak amacıyla Amerikan yönetimini ve askeri birliklerini
yardıma çağırabilmektedir.7 Örneğin, 1991 yılındaki Körfez Savaşı sırasında, Irak tehdidi karşısında topraklarına Amerikan askerlerinin konuşlandırılmasına izin vermiştir.
İkinci düzlem ise bölgesel politika düzlemidir.
Bu düzlemde, Suudi Arabistan, Ortadoğu jeopolitiğinde statükocu devlet olarak mevcut düzeni
korumaya yönelik dengeleyici rol oynamakta ve
bu role uygun dış politika adımları belirlemektedir. Daha açık ifadeyle, eğer Mısır, İran ve/veya
Irak gibi revizyonist bölgesel güçlerin bölgenin
güç dengesini bozacak hamlelerde bulunması
halinde, Riyad yönetimi, ABD yönetimi ile ilişkilerine zarar vereceğini düşünse bile, bölgesel
dengeyi muhafaza edebilmek için gerekli adımları atmaktan çekinmemektedir. Örneğin, Arap
Baharı sırasında, İran’ın Şii Hilali kurma ihtimali
üzerine, Suudi Arabistan Kralı, Türkiye’yi ziyaret
ederek, Sünni cephesini güçlendirmeye gayret
etmiştir.8 Ayrıca Suudiler, Mısır Devlet Başkanı
Nasır’ın Arap Birliği politikasına şiddetle karşı
çıkmıştır.
Diğer taraftan, Suudi Arabistan, askeri açıdan
zayıf devlet olduğu için bağımsızlığını ve özerkliğini bölgesel hegemon güçlerden korumaya
gayret etmiştir ve halen daha etmektedir. Bu nedenle Ortadoğu’ya ilişkin olarak, her zaman kendi güvenliğine tehdit oluşturacak çatışmalardan
kaçınmıştır ve olası tehditlere karşı müttefiklik
ve işbirliği arayışı içerisinde olmuştur. Bu yaklaşımları da, dış politikasının temel ilkeleri olarak
benimsemiştir. Örneğin, Suudi Arabistan, Haşimilerin, Arap Birliği kurma arayışlarına iki sebepten ötürü karşı çıkmıştır. Birincisi, Haşimileri dengeleme çabasıdır. İkincisi ise, Haşimilerin,
Suudi rejiminin güvenliğini tehdit etmesidir.9
Bu anlamda 1979 İran İslam Devrimi ve Saddam
Hüseyin’in Baas milliyetçiliği politikası, Suudi
Arabistan için ciddi tehdit olarak ortaya çıkmıştır. İran İslam Devrimi, Suudi Arabistan rejimini
gayri İslami olarak nitelendirmişti ve Suudi Arabistan’daki Şii azınlığı rejime karşı teşvik etmişti.10 Saddam Hüseyin de rejimini, Arap milliyetçiliği söylemi üzerine inşa etmişti ve Saddam re-
jiminin İslami söylemleri, İran rejimi gibi, Suudi
rejimini gayrı meşru görüyordu.11
Üçüncü düzlem ise, Arap Yarımadasıdır. Arap
yarımadasına ilişkin olarak, Suudi Arabistan, Yemen ve Körfez ülkeleri gibi zayıf komşu monarşi
rejimleri üzerinde hegemon rol oynamaktadır.
Bu coğrafi alanda, kendi hâkimiyetini kıracak
her türlü girişime şiddetle karşı çıkmaktadır.
Çünkü bu bölgeyi kendisinin etki alanı olarak
görmektedir. Suudi Arabistan, Körfez bölgesinde hâkim konumunu pekiştirebilmek için Körfez İşbirliği Konseyi’nin kurulmasına ön ayak
olmuştur. İran’ın bölgeye yönelik tehdidinden
ötürü, Körfez ülkeleri de, Suudi Arabistan ile
müttefiklik ilişkileri içerisinde bulunmayı tercih
etmektedir.12
Suudi Arabistan, Ortadoğu jeopolitiğinde, Arap
ulusu/Arap milliyetçiliğine dayalı politikaları/
söylemleri kendi ulusal bağımsızlığı, güvenliği
ve toprak bütünlüğü açısından tehdit olarak nitelendiriyordu. O nedenle Suudi Arabistan, bölge politikasının temeline İslam kavramını yerleştiriyordu. Bu bağlamda Arap olmayan, ama
Müslüman olan Türkiye gibi bölgesel devletlerle
dostluk kurmaya gayret etmiştir. Ayrıca bu hedefini hayata geçirebilmek için 196513 yılında İslam
İşbirliği Teşkilatı’nın kurulmasına ön ayak oldu.
Diğer taraftan Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler gibi İslamcı gruplar ile bağlarını muhafaza etmiştir. Suudi Arabistan, muhalif gruplarla
ilişkilerini, diğer Arap yönetimlerine karşı baskı
unsuru olarak kullanmış ve bu ülkelerin dış politikalarını etkilemeye çalışmıştır.14
Soğuk Savaş döneminde, Suudi rejimi, Sovyetler
Birliği’ne ve dolayısıyla Komünizme karşı antipati beslemiştir. Suudiler, ateist komünist rejimi,
tüm Müslüman dünya için bir tehdit olarak algılamıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise, Suudiler, kendi rejimlerinin güvenliği açısından öncelikli tehdit olarak bölgesel çatışmaları görmektedir. Örneğin, 1990 yılındaki Irak’ın Kuveyt’i işgali, El-Kaide’nin terör eylemleri, Filistin sorunu
gibi bölgesel sorunları, öncelikli tehdit unsurları
olarak görmektedir. Bu nedenle Suudi rejimi,
bölgesel çatışmalara müdahil olmaktadır. Kimisinde arabuluculuk girişiminde bulunmakta, ki-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
107
İnceleme
Suudi Arabistan, Suriye’de muhalifleri destekleyerek, İran’ın bu ülke üzerindeki etkisini azaltmayı ve
kendi kontrolünde Sünni bir oluşumun ortaya çıkmasını arzu etmektedir.
misinde ise, daha farklı araçları/yöntemleri kullanabilmektedir.15
Toprak ve Nüfus Yapısı
Suudi Arabistan’ın yüzölçümü, yaklaşık iki milyon kilometrekaredir. Devasa coğrafi alanına
rağmen, Suudi Arabistan’ın nüfusu oldukça azdır. Küçük nüfusuna ve zengin petrol yataklarına
rağmen, Suudi Krallık, günümüze kadar sosyoekonomik sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.
Suudi Arabistan, Ortadoğu jeopolitiğinde, homojen nüfus yapısına sahip yegane ülkedir. Bütün Suudi vatandaşları, Arap ve Müslüman’dır.16
Ancak Suudi Arabistan’da, bireylerin kimliğini,
ulusal özellikler değil, aşiret ilişkisi ve böylece
kan bağları belirlemektedir. Bireyler, devletin
egemenliğine değil, öncelikle kendi aşiretlerine
bağlılık göstermektedir. Bu nedenle Suudi yöne-
108
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
ticiler için siyasi sınırlar geleneksel olarak belirleyici unsur değildir. Sonuçta, geniş aile, Suudi
Arabistan’da en önemli sosyal kurumdur.17
Ekonomik Koşullar
Petrol, Suudi Arabistan ekonomisinin belkemiğini oluşturmaktadır. Ülkenin tüm gelirlerinin
yüzde 75’ini, ihracat gelirlerinin yüzde 90’ını
petrol sektörü karşılamaktadır. Dünya petrol rezervlerinin yaklaşık yüzde 25’i Suudi Arabistan
topraklarındadır. Petrol gelirleri sayesinde, Suudi
Arabistan, dünya ekonomik ve stratejik sektörlerine entegre olmuştur. Ayrıca petrol gelirleri
sayesinde Suudi Arabistan yüklü miktarlarda askeri donanım satın alabilmektedir.
Aynı zamanda petrol rezervleri, Suudi Arabistan
ile ABD arasındaki stratejik ilişkilerin temelini
oluşturmaktadır. Petrol ihracatının sürekliliğini sağlama karşılığında, Amerikan yönetimleri,
İnceleme
Suudi Arabistan, Arap Baharı sürecinde ortaya çıkan demokratikleşme taleplerine karşı bir tutum sergilemektedir. Çünkü bölgedeki gelişmelerin hem kendi rejiminin geleceğini hem de ülkenin toprak bütünlüğünü tehdit ettiğini öngörmektedir.
1940’lardan bugüne kadar, Suudi Arabistan’ın
siyasi istikrarını ve askeri güvenliğini güvence
altına almaktadır. Bu nedenle Suudi Arabistan,
dış politika ekonomi alanlarında çok az özerkliğe
sahiptir. Çünkü Suudi Arabistan’ın ekonomik ve
siyasi istikrarı, Amerikan yönetimlerinin desteğine ve iyi niyetine bağımlıdır. Bu nedenle Suudi
rejim, ABD’nin önderliğini talep etmek zorunda
kalmaktadır.18
Diğer taraftan petrol gelirlerinin büyüklüğü,
petrol üretim hacmi ve petrol üretim seviyelerini
değiştirebilme kabiliyeti, Suudi Arabistan’ı dünya
ekonomisinde etkili oyuncu haline getirmektedir. Suudi Arabistan, bu kabiliyetini uluslararası
politikada manivela gücü olarak kullanmaktadır.
Örneğin, Suudi Arabistan, 1960 yılında OPEC’in
kurulmasında ve 1973-1974 yıllarında petrol
ambargosunda belirleyici rol oynamıştır.
Suudi Kraliyet ailesi, ülkedeki petrol üreticisi
firma olan ARAMCO’ya hâkimdir. Bu nedenle,
Kraliyet ailesi, kendi varlığını koruyabilmek ve
sürdürebilmek için halkın ve/veya kabilelerin
desteğine ihtiyaç duymamaktadır.19
Siyasal Kültür
Suudi Arabistan kültürünün temelinde, İslami
anlayış yatmaktadır. Davranışın yüksek düzeyde kişiselleştirilmesi ve güçlü kişisel onura sahip
olunması gibi unsurlar da Suudi kültürünün diğer parçalarıdır. Suudi yöneticiler ve halkı, kişisel ve kolektif onura öncelik vermekte ve kendi
ırkının diğer toplumlara nazaran daha üstün
olduğuna inanmaktadır. Çünkü Suudiler arasında, diğer bölge halklarına nazaran, Batı dünyası
karşısında bir eziklik ve/veya aşağılık kompleksi
hissi bulunmamaktadır. Kendilerini Batı kültürü
karşısında eşit görmeyen Suudiler hatta kendi
kültürlerinin laik Batı kültüründen daha üstün olduğunu düşünmektedir. Böylece Suudiler
kendilerini “evrenin merkezinde görme” eğilimi
içerisindedir. Ayrıca Suudiler, kişisel statülerini
maddi zenginlik veya başarıdan ziyade kan bağı
ile edinmektedirler.20
Suudi Arabistan’ın siyasal kültürü İslam’dan ayrı
düşünülemez. Ülkenin siyasal ideolojisini Vahhabilik oluşturmaktadır. Bu nedenle Suudi yönetimi Vahhabilik anlayışını İslam âlemine yaymaya gayret etmektedir. Bu hedefi açısından Suudi
rejim, Batılılaşma girişimlerini ve Şiiliği kendi
İslami anlayışları açısından tehdit olarak algılamaktadır.21
Karar Alma Süreci
Suudi Arabistan, el-Suud ailesi tarafından yönetilen İslami bir monarşi rejimidir. Kral, el-Suud
ailesinin diğer üyelerinin uzlaşmacı desteği sayesinde iktidarda kalabilmektedir. Kral, hem
devletin hem de hükümetin başıdır. Ancak Kral,
mutlak bir hükümdar değildir. Çünkü Kral, kararlarını oluştururken, ailenin diğer üyeleri ile
uzlaşmak zorundadır. Ancak bu sayede hareket
kabiliyeti edinebilmektedir. Diğer bir ifadeyle,
Kral, kendi hükümetinin politikalarını meşrulaştırabilmek için karar alma sürecinde yer alan
tüm aktörlerin (ailenin diğer üyelerinin) istişare
yoluyla onayını almalı ve uzlaştırıcı bir tavır sergilemelidir.22
Hükümet üyeleri el-Suud ailesinin mensuplarıdır. Bu nedenle, hükümet üyeleri arasındaki ilişkiler ileri düzeyde kişiselleştirilmiştir. Fakat yine
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
109
İnceleme
de resmi siyasi kurumlar arası ilişkilere belli yasal standartlar getirilmeye çalışılmaktadır.
Ülkede, Parlamento bulunmamaktadır. Fakat
onun yerine, istişari bir kurul bulunmaktadır.
Şura olarak adlandırılan bu kurulun üyeleri arasında işadamları, teknokratlar, gazeteciler, İslam
âlimleri ve profesyonel askerler yer almaktadır.
Bu kurul, iç ve dış politikaları gözden geçirip değerlendirme yapabilmektedir.23
Suudi Arabistan’ın iç siyasi süreci, üç temel düzeyde işlemektedir: Kraliyet ailesinin politikaları, ulusal ve bürokratik politikalar. Bu süreçlerin
tümü neredeyse sadece kendi düzeylerinde işlemektedir. Ancak yine de birbirleriyle oldukça
ilişkilidir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kraliyet ailesinin üyeleri arasındaki ilişkilerde uzlaşma kavramı anahtar rol oynamaktadır. Ama Kraliyet
ailesinde, aile üyeleri arasındaki ilişkilerde, aile,
nesil, kıdem ve kardeşlik ilişkileri belirleyici rol
oynamaktadır. Hükümet, Kralın hayatta olan
oğulları tarafından oluşturulmaktadır. Oğulların
siyasi/bürokrasi içerisindeki konumları da, doğum durumlarına göre belirlenmektedir. Kralın
bazı torunları üst düzey görevlere atanabilirler,
ancak genellikle babalarının neslinden daha az
etkilidirler.
Kraliyet ailesinin en kıdemli üyeleri, ulusal güvenlikle ilgili kabinenin en üst makamlarını işgal etmektedirler. Üst düzey teknokratlar, kralın
başdanışmanı olabilmekte, kendi alanlarında sorumluluk olabilmekte ve operasyonel karar vericiler olarak görev üstlenebilmektedir.
Dış politikayı belirleyen aktörler ise bütün önemli
siyasi konularda etkindirler. Dış politika sürecine
iktidardaki ailenin hâkimiyet kurması nedeniyle,
karar alma süreci, rasyonel-bürokratik anlayışa
uygun olarak işlememektedir. Diğer bir ifadeyle,
karar alma süreci, aile içi anlaşmazlıklar ve farklılıklar, kaçınılmaz olarak bir alandan diğerine
yayılabilmektedir. Böylece dış politika konularını
aile üyeleri birbirlerine karşı koz olarak kullanabilmektedir.24
110
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Suudi Arabistan yönetimi, önemli dış politika
kararlarını meşrulaştırmak için dini liderlerden
fetva almaya öncelik vermektedir. Örneğin, Kral
Fahd, Körfez Savaşı sırasında Amerikan askerlerinin yaptığı işgali haklı gösterebilmek için dini
liderlerden fetva almıştır.25
Ayrıca 1992 yılında Suudi rejim, Danışma
Konseyi’ni kurmuştur. Konseyin bünyesinde Dış
İşler Komitesi de yer almaktadır. Komitenin görevi, dış politikaya ilişkin konular hakkında hükümete tavsiyelerde bulunmaktadır. Ancak yine
de Dışişleri Bakanı, Suudi Arabistan’ın dış politikasının genel ilkelerini çizmektedir. Bakanın belirlediği ilkelere uygun olarak Danışma Konseyi
tavsiyelerde bulunmaktadır.
Suudi Arabistan yönetimi, iki temel dış politika
aracını kullanmaktadır: 1) Petrol üretim seviyesi
ve 2) dış mali yardımlar.26
Arap Baharına Suudi Arabistan’ın Yaklaşımı27
Suudi Arabistan, Arap Baharı sürecinde ortaya
çıkan demokratikleşme taleplerine karşı bir tutum sergilemektedir. Çünkü bölgedeki gelişmelerin hem kendi rejiminin geleceğini hem de ülkenin toprak bütünlüğünü tehdit ettiğini öngörmektedir. Aynı zamanda Mübarek yönetimi gibi
güçlü bölgesel müttefiklerini kaybeden Suudi
Arabistan, İran’ın bölgedeki etkisinin artmasından endişe etmektedir. Arap Baharı ile birlikte,
Suudi Arabistan ile İran arasında ideolojik ve
jeopolitik rekabet en üst düzeye çıkmıştır. İran
nükleer programına karşı tavır alan Suudi Arabistan, nükleer silaha sahip bu ülkenin bölgedeki
etkisinin daha fazla artacağını öngörmektedir.28
İran’ın Körfez ülkeleri, Irak, Suriye ve Lübnan’da
etkisinin arttığını ve artmaya devam edeceğini
öngören Suudi Arabistan, zamanla bu durumun
kendi ülkesindeki Şii unsurları da etkileyeceğini
ve gösterilerin ortaya çıkacağını düşünmektedir.29
Bahreyn’de gösterilerin bastırılması için bir askeri birliğini bu ülkeye gönderen Suudi yönetim, Bahreyn hükümetinin demokratik reform
girişimlerine de engel olmuştur. Yemen’deki ge-
İnceleme
lişmeleri, Bahreyn’de olduğu gibi, kendi bölgesel üstünlüğüne karşı bir meydan okuma olarak
algılayan Suudi Arabistan, bu ülkeye müdahale
ederek, bir antlaşmanın imzalatılmasını, barışçıl
yollarla geçiş sürecinin sağlatılmasını ve Devlet
Başkanı’nın da herhangi bir suçlamaya maruz
kalmadan ülkeyi terk etmesini sağlamıştır.30
Suriye’de ise Suudi Arabistan muhalif grupları
desteklemektedir. Suriye’de muhalifleri destekleyerek, İran’ın bu ülke üzerindeki etkisini azaltmayı ve kendi kontrolünde Sünni bir oluşumun
ortaya çıkmasını arzu etmektedir.
Bölgedeki güç dengesini muhafaza edebilmek
için yoğun çaba harcayan Suudi Arabistan, Amerikan yönetiminin 2003 yılından bu yana bölgeye yönelik izlediği politikadan memnun değildir.
Özellikle ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali, Mübarek yönetimine görevden ayrılması yönünde
çağrıda bulunması, Bahreyn’e askeri birlik gönderme konusunda isteksiz davranması ve Suriye
muhalefetine askeri destek sağlamaması, Suudi
Arabistan’ın bu ülkeye karşı güvensizlik hissetmesine neden olmaktadır.31
Başlangıçta Mısır’daki Müslüman Kardeşleri
tehdit olarak algılayan Suudi Arabistan, Filistin sorununda doğrudan bir rol üstlenmeyi ve
Ürdün’ün Körfez İşbirliği Örgütü çatısı altına
girmesini istemektedir.32
Suudi Arabistan, Türkiye’nin bölgedeki aktif
politikasından memnuniyet duymaktadır. Öncelikle Suudi yetkililere göre Türkiye, Yemen
ve körfez bölgesinde herhangi bir şekilde Suudi
Arabistan’ın etkisini ortadan kaldıracak adımlar
atmaktan kaçınmaktadır. Aksine Türkiye’nin bölgedeki girişimleri, İran’ı dengelemektedir. Arap
Dünyasının iç işlerine fazlaca müdahale etmeyen
Türkiye, bölgede Arap olmayan laik bir cumhuriyettir. Bu da Türkiye’nin bölgedeki muhtemel
mezhepsel etkisini sekteye uğratmaktadır.33
Sonuç
Suudi Arabistan, Ortadoğu bölgesinin en büyük
ekonomisine sahiptir. Müslüman Dünyasının li-
deri olarak kendisini görmektedir. Kendi ülkesini
yabancı işgalinden korumaya gayret eden Suudi
ailesi, ulusal çıkar olarak, ülke yönetimindeki durumlarını muhafaza etme ilkesini görmektedir.
Arap Baharı sırasında meydana gelen gelişmeleri
de, bu ilkeler ışığında değerlendirmektedir. Siyasal ve ekonomik reform süreçlerine karşı olan
Suudi Arabistan, bölgesel denklemleri de bu bakış açısına şekillendirmeye çalışmaktadır.
Diğer taraftan Suudi Arabistan, geleneksel İslami
anlayışa uygun olarak uluslararası sistemi tanımlamaktadır. Bu bakış açısına uygun olarak, Arap
kimliğine güçlü vurgu yapan Suudi Arabistan,
yine de Arap Birliği politikasına, kendi rejimine
karşı tehdit olarak görmüştür.
Kendi halkının tepkisinden çekinen Suudi rejim,
İsrail yönetimi ile siyasi ve diplomatik ilişki kurmaktan sakınmaktadır.
Suudi halkının kimliğini belirleyen temel unsur,
kan bağıdır. Bu nedenle halk, devletten ziyade,
kendi aile yapılarına daha fazla bağlıdır.
Suudi Arabistan dış politikasında üç farklı düzlem bulunmaktadır. Uluslararası düzlemde, Suudi rejim, ABD ile müttefiklik ilişkilerine özel
önem vermektedir. ABD ile ilişkilerinde petrol ve askeri boyut etkin konumdadır. Bölgesel
düzlemde ise, Suudi yönetim, Ortadoğu jeopolitiğinde güç dengesine dikkat etmektedir. Bu
dengeyi bozacak her türlü girişime karşı politikalar izlemektedir. Bu nedenle bölgesel gelişmeleri mezhepsel düzlemde değerlendirmektedir.
Üçüncü düzlemde de, Körfez bölgesini kendi
etki siyasi kararlarına uygun şekilde davranmasını istemektedir. Bu düşüncesine uygun olarak,
Suudi Arabistan, Yemen ve Bahreyn’deki olaylara
müdahale etmekte beis görmemektedir.
Suudi Arabistan, Krallık rejimine sahiptir ve halkın geneli siyasal hayata yön verme yetkisine ve
imkânına sahip değildir. Ülkede kararları, Suudi
ailesinin ileri gelenleri vermektedir. Devlet kurumları ise Suudi ailesinin mensuplarının doğrudan kontrolü altındadır.
O
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
111
İnceleme
DİPNOTLAR
1
A.B.D. Dışişleri Bakanlığı Resmi İnternet Sitesi, “Suudi Arabistan Ülke Künyesi / U.S. State Department, Bacground
Note: Saudi Arabia”, http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/3584.htm, (Son Erişim: 22 Şubat 2013).
2 Helen Chapin Metz (der.), Saudi Arabia: A Country Study, Washington: GPO for the Library of Congress, 1992.
3 Madawi Al-Rasheed, A History of Saudi Arabia, New York: Cambridge University Press, 2002, s. 35.
4 Othman Al-Rawaf, “A Saudi View on Gulf Stability and the Peace Process,” Josef Janning ve Dirk Rumberg (der.),
Peace and Stability in the Middle East and North Africa, Gütersloh: Bertelsmann Foundation Publishers, 1996, ss.
49-59
5 Muhittin Ataman & Yurdanur Kuşçu, Suudi Arabistan’da Siyasal ve Toplumsal Hareketlerin Gelişimini Etkileyen Faktörler. Alternatif Politika, Cilt.4, Sayı. 1, Şubat 2012, s. 1-26.
6 Joseph Nevo, “Religion and National Identity in Saudi Arabia”, Middle Eastern Studies, Cilt 34, Sayı 3, Temmuz
1998, s. 47.
7 Naveed S. Sheikh, The New Politics of Islam: Pan-Islamic Foreign Policy in a World of States, s.44.
8 William Ochsenwald, “Saudi Arabia and The Islamic Revival”, International Journal of Middle East Studies, Cilt 13,
Sayı 3, Ağustos 1981, s. 271-286.
9 Zekeriya Kurşun, “Tarihten Günümüze Suudi Arabistan”, http://www.ordaf.org.tr/tarihten-gunumuze-suudi-arabistan.aspx.
10 Herayir Dukmeçiyan, “Conbeşhaye İslamiye Muasır”, (der.) Cihane Arap, (ter: Hamid Ahmedi), Keyhan Yayınları,
1383, s. 245–248.
11 Amatzia Baram,“Saddam Husayn: Between his Power Base and the International Community”, Middle East of
International Affairs, Cilt 4, Sayı 4, Aralık 2000, s. 11.
12 Reyadh Alasfoor, The Gulf Cooperation Council: Its Nature and Achievements. A Political Analysis of Regional Integration of the GCC States 1979-2004, Lund Political Studies, 149, Department of Political Science Lund University,
pp. 78-96.
13http://www.oic-oci.org/page_detail.asp?p_id=52.
14 Naveed S Sheikh, s. 44.
15 Dışişleri Bakanlığı, “Suudi Arabistan’ın Siyasi Görünümü”, http://www.mfa.gov.tr/suudi-arabistan-siyasi-gorunumu.tr.mfa.
16 U.S. State Department, “Bacground Note: Saudi Arabia”, http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn /3584.htm, (Erişim
tarihi: 25 Şubat 2013).
17 Jozeph Nevo, “Religion and National Identity in Saudi Arabia,” Middle Eastern Studies, c. 34, n. 3, 1998, ss. 34-53.
18 Kadir Türk, Mısır ve Suudi Arabistan’ın Ekonomik Yapıları ile Karşılıklı Ekonomik İlişkilerinin Değerlendirilmesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006.
19 Fuad el-Farsi, Modernity and Tradition: The Saudi Equation (Modernite ve Gelenek: Suudi Denklemi), Londra: Kegan
Paul International, 1990, s. 16-22.
20 David Holden ve Richard Johns, The House of Saud: The Rise and Rule ol the Most Powerful Dynasty in the Arab
World (Suudi Ailesi: Arap Dünyasının en Güçlü Hanedanının Yükselişi ve Yönetimi), New York: Hoit, Rinehart and
VVinston, 1981, s. 19-25; H. St. John Philby, Saudi Arabia, Londra: Emest Benn Limited, 1955, s. 33-59.
21 Hanbeli İslam ekolü, Sünni teoloji içerisinde en küçük mezhebi temsil eder. Hanbelilik esasında dört mezhepten biri olarak, Osmanlı hakimiyeti sırasında geniş Osmanlı memleketinin baskın bir kısmındaki kadı (hakim)
ların mezhebe bağlı olması ile güçlenmiştir. Hanbeli mezhebi on sekizinci yüzyılda, muttaki bir vaiz olan Muhammed bin Abudvahhab’ın Arap dünyasının en büyük dini ekollerinden biri olan Ibn Teymiyye’nin öğretilerini
yeniden canlandırması ve Muhammed bin Suud ile anlaşması ile, yeniden güçlenmiştir. Bkz. Abdullah el-Salih
el-Usaymin, al-Shaykh Muhammed bin Abdul Wahhab, Riyad: Darü’l-Ulum, tarihsiz.
22 R. Hrair, Dekmejiyan, “Saudi Arabia’s Consultative Council” (Suudi Arabistan’ın İstişari Meclisi), The Middle East
Journal Cilt 52, Sayı 2, Yaz 1998, s. 204-18.
23 Bu adımların 1992 yılından başlayarak, Riyad’ın resmi olarak Meclis el-Şura (Şura Melisi) oluşturması ve ülkenin
Anayasasını uyarlaması ile atıldığı ile ilgili bir tartışma gündeme gelebilir. Bkz. David E. Long, The Kingdom of
Saudi Arabia (Suudi Arabistan Krallığı), Gainesville: Florida Üniversitesi Yayını, 1997, s. 129.
24 David Holden ve Richard Johns, s. 19-25; H. St. John Philby, ss. 40-51.
112
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
İnceleme
25 Joseph A. Kechichian, “Saudi Arabia’s Will to Power”, Middle East Policy, Cilt 7, Sayı 2, Şubat 2000, s. 47-60.
26 Bu açıdan bakıldığında Riyad 1962 yılında Dünya Müslüman Ülkeler Birliği’nin oluşumuna öncülük etmiş ve yıllar boyunca birçok İslami çalışmaya manevi ve finansal destek göstermiştir. Yine buna bir örnek olarak Kral Fahd
26 Ekim 1986’da “majesteleri” olan resmi unvanını “Hadimu’l Haremeyn” (İki kutsal mescidin hizmetkarı) olarak
değiştirmiştir. Bkz. “Fidei Defensor”, The Economist, 301: 7471, 8 Kasım 1986, s. 49.
27 Detaylı bilgi için bakınız: Madawi Al-Rasheed, “Saudi Arabia: Local and Regional Challenges”, Contemporary Arab
Affairs, Cilt 6, Sayı 1, 2013, s. 28-40; Saud Mousaed Al Tamamy, “Saudi Arabia and the Arab Spring: Opportunities and Challenges of Security”, Journal of Arabian Studies: Arabia, the Gulf, and the Red Sea, Cilt 2, Sayı 2, 2012,
s. 143-156; Simon Mabon, “Kingdom in Crisis? The Arab Spring and Instability in Saudi Arabia”, Contemporary
Security Policy, Cilt 33, Sayı 3, 2012, s. 530-553; Mohammed Nuruzzaman, “Politics, Economics and Saudi Military
Intervention in Bahrain”, Journal of Contemporary Asia, 2013, s. 1-16.
28 Neil MacFarquhar, “Saudi Cash is the Key to Quiet in the Kingdom,” The International Herald Tribune, 10 Haziran
2011, s. 4.
29 Suudi Arabistan nüfusunun yaklaşık yüzde 15’i, Şii’dir.
30 “Gulf Cooperation Council sets up 20 bn-dollar fund for Bahrain, Oman projects”, Saudi Press Agency, 11 Mart
2011.
31 “US pulls out of Saudi Arabia”, BBC News, 29 Nisan 2003.
32 Sultan Sooud Al Qassemi, “Katar’ın İhvan’la ilişkileri, Körfez ülkelerini birbirine düşürüyor”, 9 Şubat 2013, http://
www.ydh.com.tr/haber.php?HID=11472.
33 “Davutoğlu: Suudi Arabistan İlişkileri, Arap Dünyası ile İlişkilerin En Önemli Ayağı”, lukah News, http://www.alukah.net/World_Muslims/0/9123.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
113
KONFERANS DEĞERLENDİRMESİ SERİSİ: 11
Üçüncü Insight Turkey Yıllık Konferansı “Türkiye ve AB:
Yollar Ayrılıyor mu?”
Third Annual Conference of Insight Turkey “Turkey and the
EU: Drifting Apart?”
25 Mart 2013, Brüksel
25 March 2013, Brussels
Kıvanç ULUSOY
Türkiye ve AB: Yollar Ayrılmıyor, Kesişiyor
Insight Turkey dergisinin Üçüncü Yıllık Toplantısı “Turkey and the EU: Drifting Apart?”
(Türkiye ve AB: Yollar Ayrılıyor mu?) başlığı
altında Belçika’nın başkenti Brüksel’de Avrupa Parlamanetosu’nda yapıldı. Türkiye’den ve
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden katılımcıların
olduğu toplantı son dönemlerde Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin gelişimi üzerinde
odaklandı. Özellikle son dönemde hem AB hem
de Türkiye tarafından iyiden iyiye sorgulanmaya
başlanan, adeta “yolların ayrıldığı” kuşkularını
da beraberinde getiren bu ilişkileri Brüksel’de
değerlendirmeyi hedefleyen toplantı oldukça ilgiyle karşılandı. Toplantı Insight Turkey dergisi
editörü Prof. İhsan Dağı’nın derginin yeni, global
vizyonu üzerine yaptığı kısa konuşma ile başladı.
Konuşmasında Insight Turkey’in Orta Doğu’da
Arap Baharı ile gündeme gelen gelişmeleri yakında takip ettiğini kaydeden Prof. Dağı, bütün
bu gelişmelere rağmen derginin global vizyonu
ve bunun kaçınılmaz bir parçası olarak TürkiyeAB ilişkilerinin gözden kaçırmadığının kuvvetle
altını çizdi.
Prof. Dağı’nın konuşmasının ardından Marmara
Üniversitesi’nden Prof. Talip Küçükcan’ın mode-
114
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
ratörlüğünde açılış paneline geçildi. Toplantının
açılış konuşmasını Türkiye-AB ilişkilerinin en
kritik önemdeki başlığı niteliğindeki hukuksal
ve anayasal gelişmeleri değerlendirebilecek en
üst düzey yetkili olan T.C. Adalet Bakanı Sadullah Ergin yaptı. Bakan Ergin, geçtiğimiz günlerde TBMM’de kabul edilen 4. Anayasa Paketi’ni
değerlendirdiği konuşmasında Türkiye-AB ilişkilerinin birçok kimsenin iddia ettiğinin tersine
son dönemlerde önemli mesafeler aldığının altını çizdi. Bunun en önemli göstergesi 4. Anayasa
Paketidir. Bakan Ergin, Türkiye-AB ilişkilerinin
ikiyüz yıllık bir modernleşme sürecinin devamı
olduğunun altını çizdiği konuşmasında kimi kesintiler, ayrışmalar da olsa inişli-çıkışlı bir seyir
de izlese bu ilişkilerin kararlılıkla devam ettiğini
belirtti. Bu süreçte en ciddi zamanın 1990’larda kaybedildiğini iddia eden Bakan Ergin’e göre
2005 yılında üyelik müzakerelerinin açılmasıyla
Türkiye’nin Avrupalı kimliği tartışmaya açılmış
ve alternatif üyelik senaryoları ortaya atılmaya
başlanmıştı. Avrupa’daki “hazım kapasitesi” yönünde açılan tartışmaların Türkiye tarafından
oldukça negatif karşılandığını belirten Bakan
Ergin, AK Parti hükümetinin “pacta sund servanda” prensipi çerçevesinde üyelik müzakerelerinin devam etmesi ve alternatifler üzerinde
düşünülmemesi görüşünde olduğunu belirtti.
Konferans
Bugünkü Türkiye’nin 1990’lardan farklı olduğunun altını çizen Bakan Ergin, özellikle demokratikleşme alanında önemli mesafeler alındığını
ve ülkenin bölgesinde lider bir rol üstlendiğinin
altını çizdi. Bakan Ergin’e göre Türkiye, AB’nin
öngördüğünün de üzerinde bir siyasi ve iktisadi
dönüşüm içerisindedir. Bu bağlamda Türkiye’de
en ciddi dönüşüm yargı alanında olmuş mevzuat, fiziki altyapı ve ceza infaz sistemindeki değişikliklere ek olarak 2010 Anayasa referandumu
ile radikal bir demokratikleşmenin önü açılmıştır. Yargı sistemine hız ve kalite gelmiş, makul sürede yargılama konusunda önemli aşamalar kaydedilmiş, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru ve “kamu denetçiliği” gibi vatandaşı devlet
karşısında güçlendiren demokratik uygulamalar
geliştirilmiştir. Son olarak TBMM’ye görüşülmek üzere getirilen 4. Anayasa Paketi ise özünde
Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
karşısındaki görünümünü iyileştirmeyi hedeflemektedir. Türkiye yargı sistemindeki son gelişmeler sayesinde AİHM deki birinciliğini 2012
yılında devretmiştir. Bununla birlikte önemli
sorunlar ve Türkiye-AB ilişkilerinde önemli yan-
lış algılamalar sözkonusudur. Bu durum özünde
Bakan Ergin’e göre “güvelik-özgürlük paradoksu”
olarak da nitelenebilecek bir şekilde ifade edilebilir. Son yıllarda Türkiye, demokratikleşme arttıkça terörün arttığı terör arttıkça özgürlüklerin
budandığı kapalı devre yapıdan çıkmayı hedeflemektedir. Türkiye, Bakan Ergin’in deyişiyle, “bir
kostüm modernizasyonu veya parlak bir etiket
arayışında değildir”, aksine Türkiye’nin hedefi
“AB’nin öngördüğü evrensel standartları yakalamaktır”.
Bakan Ergin’in yaptığı açılış konuşmasının ardından, yıllık toplantının ilk oturumuna geçildi. Moderatorlüğünü Avrupa Politikalar
Merkezi’nden Amanda Paul’un yaptığı “Turkey
and Europe: Time to decide”, (Türkiye ve Avrupa: Karar verme Zamanı), başlıklı ilk oturumun
konuşmacıları, Tübingen Üniversitesi’nden Prof.
Thomas Diez, Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof.
Hakan Yılmaz, Brookings Enstitüsü’nden Prof.
Kemal Kirişçi ve eski-Avrupa Parlamenteri Joost Lagendijk’dı. Oldukça ilginç sunuşların yapıldığı bu oturum, Türkiye ve AB ilişkilerinde
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
115
Konferans
kritik bir eşiğe gelindiğini açıkça ortaya koydu.
İlk konuşmacı Prof. Diez, Avrupa’daki siyasi ve
iktisadi ortamın etraflıca bir değerlendirmesini yaptıktan sonra Avrupa’da Türkiye ile ilgili
perspektifin temelde AB organları, hükümetler
ve vatandaşlar olmak üzere üç düzeyde şekillendiğini belirtti. Prof. Diez’e göre ilişkilerdeki asıl
sıkıntılar Avrupa vatandaşlarının Türkiye’nin
üyeliği konusuna bakışında kilitlenmektedir. Bu
bakış açısını özellikle son dönemde ortaya çıkan
çeşitli kaygılar belirlemektedir. Prof. Diez’e göre
Türkiye’ye bakış üzerinde kaçınılmaz olarak “İslamofobia”, giderek derinleşen finansal kriz ve bu
vesileyle açıkça ortaya çıkan yönetim krizi etkili
olmaktadır. Diğer yandan, üyelik müzakerelerinde çok büyük adımlar alınmamasına rağmen
AB Komisyonu’nun süreçte kritik etkisi devam
etmekte, Komisyon Türkiye ile ilgili kapsamlı
ve yönlendirici raporlar hazırlamaktadır. Ayrıca
son dönemde AB üyesi devletler cephesinde de
Türkiye ile ilgili pozisyon değişikleri gözlenmektedir. Örneğin Fransa ve Almaya’dan ilişkilerin
yeniden canlandırmaya yönelik adımlar gelmektedir. Prof. Diez’e göre Türkiye üyeliğinin bir
güvenlik meselesi olmaktan çıkartılması kritik
önemdedir ve taraflar bunun için çalışmalıdır.
116
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Son dönemde özellikle Güney Kıbrıs’ta gerçekleşen hükümet değişimiyle birlikte ilişkilerin en
önemli konularından Kıbrıs konusunda da bir
mesafe alınabileceğine ilişkin umutlar belirdiğini
iddia eden Prof. Diez’e göre, Türkiye-AB ilişkilerinin “fırsat” perspektifinden değerlendirip süreci fırsatlarla yönlendirmek gerekmektedir.
Thomas Diez’in ardından ilk oturumun ikinci
konuşmasını Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof.
Hakan Yılmaz yaptı. Prof. Yılmaz’ın 2002-212
yıllar arasında yaptığı bir dizi kamuoyu yoklamasının sonuçları üzerine bina ettiği konuşmasında
Türk vatandaşlarının AB ile ilgili algısında derin
bir dönüşüm olduğunun altını çizdi. AB üyeliğine desteğin keskin bir düşüş yaşadığı son yıllarda
bu düşüşün sebebi AB’den Türkiye’nin üyeliğine
ilişkin gelen soğuk mesajlar olduğu kadar Türk
vatandaşlarında artan kendine ve ülkelerine güvendir. Avrupa’daki finansal kriz ve Türk ekonomisinin son yıllarda çizdiği iyi performans Türk
vatandaşlarının AB’ye bakışını değiştirmiştir.
Gerçekten de 2002 yılında özellikle Türkiye’nin
yaşadığı 2001 finansal krizi ve ardından gelen
siyasi krizin de etkisiyle Türkiye’de AB üyeliği-
Konferans
ne destek olağanüstü artmıştı. 2000’li yıllardaki
yüksek desteği hem ülkenin içinde bulunduğu
iktisadi krize hem de Türk toplumundaki demokratikleşme beklentisi sebep olmuştur. Prof.
Yılmaz’a göre bu süreçte Türk vatandaşlarının
bireysel yaklaşımlarındaki değişim de rol oynamaktadır. Fakat, Prof. Yılmaz’ın paylaştığı verilerde şaşırtıcı bir nokta kendini göstermektedir.
Demokratikleşme konusunda Türk toplumunda
AB’den olumlu beklentiler düşmüştür. 2000’li
yllarda Türkiye’de birçok kesimde AB’den demokratikleşme konusunda bir beklenti vardı. Şu
an gelinen noktada bu keskin düşüşün nedenlerini araştırmak gerekir. Daha açık ifade edecek
olursak, AB uygulamalarının ve müzakere sürecindeki son gelişmelerin örneğin din hürriyeti
veya etnik ve toplumsal haklar yönünde beklentleri olan siyasi ve toplumsal gurupları nasıl etkilediği önemli bir araştırma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Prof. Yılmaz’ın kamuoyu çalışmasındaki diğer önemli bulguların altını çizmek gerekirse:
“Sevr Sendromu” olarak adlandırılan toplumda
Türkiye’nin bölünme korkusu olarak ifade edebileceğimiz korku armıştır; Türk vatandaşlarında AB’ye yönelik positif yaklaşımlarda ciddi
bir artış olmamıştır; AB ülkelerini ziyaret eden
Türk vatandaşlarında ciddi bir artış olmamıştır;
nüfus artmış fakat bu durum AB vatandaşları
ile arkadaşlık gibi yakın ilişkilerde bir artışa yol
açmamıştır. Prof. Yılmaz, bu bulgular bağlamında Türkiye-AB ilişkilerinde kamu diplomasisi ve
toplumlararası ilişkilerin artırılmasının öneminin altını çizmektedir. Son olarak Prof. Yılmaz,
AK Parti hükümeti döneminde de görülen şüphe, korku ve geçmişin aşırı politize edildiği bir
siyasal ortamın Türkiye vatandaşlarının AB üyeliğine bakışında ciddi bir ilerlemenin aksine gerilemeye sebep olduğunun altını çizmiştir.
İlk panelin üçüncü konuşmacısı ise Brookings
Enstitüsü’nden Prof. Kemal Kirişçi’ydi. Prof.
Kirişçi, Türkiye’nin uzun yıllar AB üyesi olamamasına rağmen coğrafi olarak Avrupa’nın bir
parçası olduğunu, bu durumun en kolaylıkla iktisadi alanda görüldüğünü belirtti. Türkiye’nin
ihracatı ve ithalatında, sermaye ilişkilerinde
Avrupa ülkeleri hep en üst sıralarda yer almaktaydı. Türkiye’nin iktisadi coğrafyası büyük öl-
çüde Avrupa alanıydı. Bununla birlikte Prof.
Kirişçi’nin 1970’lerden 2000’li yılların sonlarına
kadar verilere dayalı olarak açıkladığı gelişmelerde özellikle son yıllarda Türkiye’nin iktisadi büyümesinde Orta Doğu komşularıyla ticaretinin
önemli ölçüde artışı görülmektedir. Prof. Kirişçi,
Türkiye’nin Avrupa ve Orta Doğu ekonomileri
arasında adeta bir köprü işlevi de gördüğünün,
Türkiye’nin “Doğrudan Finansal Yatırımlar” alanında hem yatırım alan hem de yatırım yapan bir
ülke konumuna geldiğinin altını çizdi. Bu durum
Türkiye’nin iktisadi büyümesi açısından oldukça
kritik bir gelişmedir.
Bununla birlikte Prof. Kirişçi’ye göre, Batı’dan
gelen doğrudan yatırımlar daha çok üretici sektörlere yönelirken Körfez’den gelen yatırımlar
büyük ölçüde üretici olmayan emlak sektörüne
yönelmektedir. Türkiye sadece Orta Doğu’ya değil Avrupa ülkelerine ve Rusya Federasyonu’na
doğrudan sermaye ihraç eden bir ülke konumuna gelmiştir. Bu bağlamda, Prof. Kirişçi ilginç bir
detay da vermektedir. Türkiye artık çeşitli sektörlerde Avrupalıların iş aradığı ve çalıştığı bir
ülke haline gelmiştir. Prof. Kirişçi, Türkiye-AB
ilişkilerinin giderek daka karmaşık bir hal aldığını bunda da AB ve komşu bölgeler arasında
giderek artan etkileşimin önemli rol oynadığını
kaydetmektedir.
Bu oturumun son konuşmacısı eski Avrupa
Parlamenteri Jooost Lagendijk, Prof. Kirişçi’nin
bıraktığı yerden devam ederek Türkiye-AB ilişkilerinin giderek daha karmaşık bir hal aldığını
buna sadece iktisadi ilişkiler değil aynı zamanda
toplumlar ve kültürler arası boyutların da eklemlendiğini belirtti. Müzakereler konusunda büyük
bir ilerleme olmasa da hem Türkiye kamuoyunda AB ile ilgili gelişmeler ciddi bir şekilde takip
edilmektedir hem de Avrupa kamuoylarında
Türkiye tartışması tam anlamıyla gündemden
düşmemiştir.
Bununla birlikte, Lagendijk Türkiye’de hem toplumsal düzeyde hem de yönetim düzeyinde AB’ye
bakış açısında ayrışmalar olduğunu kaydetmiştir.
Türkiye’de AB’ye yönelik heyecanın gözle görülür
bir şekilde azaldığını belirten Lagendijk, bunda
AK Parti hükümetinin yaklaşımının önemli rolü
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
117
Konferans
olduğunu belirtti. Fakat Türkiye’de üst yönetim
düzeyinde Türkiye-AB ilişkileri konusunda bir
ayrışma sözkonusudur. Örneğin Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan konuya özünde farklı bakmaktadır. Son olarak Lagendijk, Türkiye-AB ilişkilerindeki kültürel boyutun giderek daha fazla önplana çıktığını
da belirtmektedir. Avrupa’daki İslam konusundaki tartışmalar veya Avrupa’daki Türk göçmenlerin uyum sorunları ile ilgili tartışmalar Türk
kamuoyunu ve hükümetin bakış açısını negatif
bir şekilde etkilemektedir. Bu duruma paralel
olarak, Lagendijk bir yandan Türkiye konusunda
AB içerisinde de bir bölünme olduğunu kaydederken diğer yandan Türkiye konusunun Avrupa
bütünleşmesinin karakteri ve geleceği konusunda önemli tartışmalar açtığını da belirtmektedir.
“Turkey and Europe: Still Partenrs in the Middle
East”, (Türkiye ve AB: Halen ortaklar mı?) başlıklı ikinci oturumun moderatörlüğünü İstanbul
Üniversitesi’nden Insight Turkey yardımcı editörü Doç. Dr. Kıvanç Ulusoy yaptı. Oturumun konuşmacıları ise SETA Vakfı Başkanı Taha Özhan,
“Democratization” dergisi editörü Prof. Jeffrey
Haynes, German Marhall Fund Brüksel Temsilcisi Ian Lesser ve İstanbul Kültür Üniversitesi’nde
Prof. Dr. Mensur Akgün’dü. Taha Özhan’ın konuşması Arap Baharı’nın Türk siyasetini ve dış
politika vizyonunu ne yönde etkilediği konusundaydı. Özhan, Arap Baharı ile yeni bir Orta
Doğu doğduğunu, eski düzenin yerine yeni bir
düzen kurulmakta olduğunu belirtti. Özhan’a
göre bu yeni Orta Doğu eskisinden farklı olarak
halkların “Ekmek, Hürriyet ve Onur” mücadelesi ile yükselmektedir ve Türkiye’nin kurulmakta
olan bu yeni düzende kritik bir rolü olmaktadır.
Özhan, bölgede Türkiye’nin öneminin giderek
arttığını bunun Türkiye’nin yaklaşımında önemli bir değişimi de beraberinde getirdiğinin altını çizdi. Öncelikle Türkiye Özhan’a göre, Arap
ülkeleri için hem iktisadi hem siyasi bir model
olarak yükselmektedir. Bu bağlamda, Türkiye ile
bölge komşuları arasında her düzeyde etkileşim
artmıştır ve yeni Orta Doğu bağlamında daha da
derinleşmesi sözkonusudur. Diğer yandan Türkiye bölgede Arap Baharı ile gündeme gelen “güç
boşluğunu” da doldurarak kritik bir dış politika
manevrası içerisine girmiştir. Özhan’a göre bu
118
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
durumu Türkiye’nin yakın zamana kadar bir ittifak içerisinde olduğu İsrail’le olan ilişkilerinde
net bir şekilde görebiliriz. Son olarak Özhan,
Türkiye’deki değişimin bölgeye yaklaşımdaki
etkisinin altını çizmektedir. Son yıllarda demokratikleşen ve hızla kalkınan bir Türkiye’de Arap
imajı da değişmektedir. Türkiye’deki dönüşüm
siyasi ve iktisadi olduğu kadar kültürel boyutları
da olan yeni bir projedir.
İkinci oturumun ikinci konuşmacısı İstanbul Kültür Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mensur
Akgün’dü. Taha Özhan’ın konuşmasıyla tamamlayıcı nitelikte olan bu konuşmanın ana temasını
son dönemlerde Orta Doğu’da Türkiye’nin nasıl
algılandığı oluşturuyordu. Prof. Akgün görüşlerini Orta Doğu ülkelerinde gerçekleştirilen
kapsamlı bir kamuoyu araştırmasına dayandırdı.
TESEV Dış Politika Programı raporlarından biri
olarak henüz basılan “The Perception of Turkey
in the Middle East 2012” (Orta Doğu’da Türkiye
Algısı) adlı kamuoyu araştırması toplantı sırasında da dağıtıldı. Prof. Akgün Arap Baharı’nın
öncesinden itibaren bölgede Türkiye imajının oldukça pozitif olduğunu belirtti. Bu durumunda
Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı demokratikleşme, iktisadi ve siyasi istikrar ve kalkınma sürecinin oldukça etkili olduğunu belirtti. Bu durumun ayrıca Türkiye’deki aktif siyasi liderlikle de
perçinelendiğini vurgulayan Prof. Akgün Orta
Doğu’da neredeyse her ülkede izlenen televizyon
dizilerinin ise bu süreçte araçsal bir rol oynadığı ifade etti. Çağdaş Türkiye imajlarının dizilerle
Orta Doğu’da yayıldığı ve Türkiye’ye olan ilgiyi
olağanüstü arttırdığını belirten Prof. Akgün bu
durumun 2012’de yaptıkları son araştırmalarda da değişmediğini belirtti. Değişiklik sadece
Suriye ve İran’da kısmen gerçekleşti. Türkiye’ye
pozitif yaklaşımın düşüş kaydettiği bu ülkelerde
sebep Suriye’deki krizin ortaya çıkarttığı olağanüstü ortamdır.
Prof. Akgün’ün ardından sözü alan “Democratization” dergisinin editörü Prof. Jeffrey Haynes
ise Arap Baharı’nın Avrupa üzerindeki etkileri üzerinde durdu. Konuşmasını demokratikleşme tartışmaları çerçevesinde şekillendiren
Prof. Haynes, Arap Baharı’nın Avrupa’da Orta
Doğu algısında ilk başlarda kısmen bir değişiklik yarattığını fakat bunun özellikle Libya, Mısır
Konferans
ve son olarak Suriye’de olanların ardından eski
haline dönmeye başladığına dair ipuçları verdi. Orta Doğu’daki değişimlerle heyecanlanan
Avrupa kamuoyu kısa sürede bu bölgeye ilişkin
heyecanını kaybetmiş, heyecan yerini kaygıya
terketmiştir. Diğer yandan Orta Doğu’daki hızlı değişimlere karşı ortak bir Avrupa perspektifi
geliştiğini söylemek de zordur. AB politikaları ve
üye devletlerin politikaları arasında bir paralellik yaratmanı önemini vurgulayan Prof. Haynes,
Orta Doğu ülkelerindeki gelişmelerle ilgili olarak
şu yorumları yaptı. Prof. Haynes’a göre Tunus ve
Mısır’da seçimler sürecin en kolay aşamasıydı ve
atlatıldı fakat önümüzdeki süreç asıl zor ve sancılı olan siyasi yapıların ve kurumların bina edilmesi süreci olacak. Prof. Haynes’a göre özellikle
iktisadi zorluklar altında gerçekleşecek olan radikal dönüşümler oldukça kırılgan olacaktır.
Arap Baharı sonrası Orta Doğu’daki demokratikleşme sürecini karşılaştırmalı bir perspektiften
değerlendiren Prof. Haynes’a göre yeni rejimlerin
bina edilmesi ve demokratik oyunun kurallarının
oturması daha önce böyle süreçlerden geçen Avrupa ve Latin Amerika ülkelerinde de oldukça
zor süreçlerdi. Bu yeni oyunun kuralları aktörler
tarafından kabul edilmeli, aşırılıklar törpülenmeli ve siyasete daha pragmatik bir yaklaşımın
gündeme gelmesi gerekir. Prof. Haynes’a göre
özünde yeni dönemde yeni siyasi elitlerin, demokratikleşme taraftarı olması ve demokrasinin
kurallarıyla oynamayı kabul etmesi gerekir. Bu
durum etnik, dinsel, bölgesel farklılıkların siyasetle uzlaşıldığı bir yeni oyun kurgusudur. Fakat
Prof. Haynes’a göre Arap coğrafyasında böylesine yeni ve demokratik bir sürecin yaslanabileceği kurumlar oldukça zayıf olduğu gibi, bu bölge
Latin Amerika ve Güney Avrupa gibi diğer bölgelerde demokrasiye geçişte kritik önemde olan
geçmiş tecrübelerden de yoksundur. Avrupa’nın
yumuşak gücü ile süreci desteklemesi ve yeni
siyasal yapıların oluşmasına destek vermesi gerekir. Hem iktisadi destek hem iyi yönetim yapılarının oluşması için bilgi ve teknik düzeyde
destekler AB’nin verebileceği kritik desteklerdir.
Fakat Avrupa’nın bölgeye ilişkin geçmiş tecrübesi bu konuda dezavantaj teşkil etmektedir. Hem
koloni geçmişi hem de daha yakın geçmişe kadar
otoriter rejimlerin Avrupa devletleri tarafından
desteklenmesi Avrupa’yı demokrasi destekleyicisi olarak özellikle bu ölgede pek de güvenilir bir
ortak olarak ortaya çıkartmamaktadır.
İkinci oturumun son konuşmacısı ise German
Marshall Fund’ın Brüksel temsilcisi Ian Lesser’di.
Kendisi özellikle hem Türkiye-AB ilişkilerini hem
de Orta Doğu’da gündeme gelen siyasi ve stratejik değişiklikleri “Transatlantik” perspektifinden
değerlendirdi. Lesser öncelikle Türkiye’nin dış
politiasında net bir “reoryantasyon” olduğunu
bunun da gerçek, geçici olmayan bir fenomen
olduğunu güçlü bir şekilde ifade etti. Türkiye’nin
jeopolitik olarak Batı İttifakı için eskisine nazaran çok daha önemli bir aktör olma yolunda
olduğunu kaydeden Lesser, bunun riskler de
içerdiğini vurguladı. Türkiye’nin Batı İttifakı’nın
önemli bir parçası olmasına ek olarak bölgesinde
de hareket alanını genişleten politikalar izlediğini belirten Lesser, bu durumun Orta Doğu’da
gündeme gelen çok önemli siyasi değişimlere
de paralel değerlendirilmesi gerektiğini belirtti.
Lesser’e göre Arap ülkelerindeki iç siyasal değişimler kaçınılmaz olarak dış dengeleri de etkilemektedir. Bu bağlamda, Lesser Türkiye’nin
yalnız hareket etmesinin ciddi dezavantajları
olduğunu ve gücünü ortaya koymak açısından
ciddi sınırları da beraberinde getireceğini savundu. Bu durum Lesser’e göre İran ve İsrail ile
ilişkilerde net bir şekilde kendisini göstermiştir.
Diğer yandan Lesser, Türk dış politikasında bir
“hedefler” ve “öncelikler” sorunu olduğunun da
altnı çizdi. Bu durum aslında, Lesser’in ortaya
koymaya çalıştığı gibi, Türkiye açısından bir genel dış politika hattı çizme ve belirleme sorunu
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte Lesser, Türkiye’nin tek başına hareket etmeyeceğini, çok taraflı bir dış siyaset ve diplomasi
izleyeceği yönündeki inancının tam olduğunu
belirtti. Lesser Türkiye ve AB arasındaki ilişkileri
de büyük ölçüde dış politika beklentilerinin farklılığı ile açıkladı. Lesser’e göre Türkiye daha aktif
bir AB beklemekte ve istemektedir, fakat AB ne
mekanizmaları ne de doğası açısından böylesine
aktif bir şekile hareket edemez. Bununla birlikte Arap Baharı sonrası Orta Doğu’da gelişmeler
kaçınılmaz olarak Türkiye ve AB’nin ortak çıkarı
olan siyasi istikrar, barış ve iktisadi kalkınma gibi
konuları ön plana çıkarmakta ve bu hedefler için
işbirliğini zorunlu hale getirmektedir.
O
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
119
Devlet, İdeoloji ve Devrim:
İran, Nikaragua ve
Filipinler Devrimlerinin
Karşılaştırmalı Analizi
Yazar adı: Misagh Parsa
Çevirenler: Alper Birdal,
Nahide Özkan ve Derya Göçer,
İletişim Yayınları, İstanbul 1. Baskı 2004,
ISBN 975-05-0258-2, 423 sayfa
Hazırlayan:
Özüm S. UZUN
KİTAP İNCELEMESİ SERİSİ: 7
2000 yılında basılmış olan Parsa’nın “Devlet,
İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler
Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi” adlı kitap,
Türkçe’ye 2004 yılında çevrilmiştir. Kitap, o dönemde devrim çalışmalarıyla ilgilenenlerle sınırlı
bir okuyucu kitlesinin dikkatini çekmiş olmakla
birlikte 2010 yılının sonlarında Ortadoğu ve
Kuzey Afrika bölgesinde başlayan halk ayaklanmaları sonucunda mevcut yönetimlerin sona ermesiyle şekillenen “Arap Baharı” sürecinde daha
geniş bir kitlenin dikkatini çekmeye başlamıştır.
Dolayısıyla, Parsa’nın bu kitabı, tanık olduğumuz
“Arap Baharı” sürecinin devrim olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceğine, devrimci çatışmaların nasıl geliştiğine ve hangi sonuçları doğurabileceğine dair önemli ipuçları barındırmaktadır.
Kitabın inceleme alanını oluşturan üç ülkede,
İran, Nikaragua ve Filipinler’de, Şubat 1979 ile
Şubat 1986 yılları arasında uzun süre varlığını
120
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
koruyan yönetimler, halk hareketlenmesi ve kolektif eylemlerle sona ermiştir. Devrimle, İran’da
2500 yıllık monarşi sona ermiş ve bir İslami teokrasi kurulmuş; Nikaragua’da, 1930’ların başlarından beri yönetimde olan Somoza hanedanlığına son verilerek sosyalist Sandinistalar iktidar
olmuş ve Filipinler’de 20 yıllık Marcos yönetimi
devrilmiştir.
Kitap, üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci
bölümde teori ve yapısal arka plandan bahsedilmektedir. İkinci bölümde toplumsal hareketlilik
ve kolektif eylemler çerçevesinde önemli aktör
olan öğrenciler, din adamları, işçiler ve kapitalistlerin rolleri incelenmiştir. Son bölümde ise
ayaklanmalarda kurulan koalisyonlar, çıkan isyanlar ve siyasal sonuçlar üzerinde durulmuş ve
özet kısmıyla kitap sonuca bağlanmıştır.
Kitap İncelemesi
Çoğu bilim adamına göre, toplumsal devrimler devletin ve sınıf yapılarının alttan gelen sınıf
temelli ayaklanmalarla hızla dönüşmesidir. Bu
tanıma göre İran’da Şah, Nikaragua’da Somoza
yönetimlerinin sona erdirilmesi bir devrim olarak değerlendirilebilirken, Filipinler’de Marcos
yönetiminin sona erdirilmesi bu sınıflandırmaya
uygun olmayabilir.1 Ancak Parsa, bu üç durumun nedenlerini ve gelişmelerini açıklama gayretindedir. Toplum bilimciler tarafından birkaç
kuşaktır toplumsal devrimlerin nedenleri ve kökenleri üzerinde çalışılmasına rağmen, üzerinde
mutabık kalınan genel bir teori yoktur. Son on
yıldır yapısal devrim modelleri, devletin niteliği,
ekonomi, sınıflar ve uluslararası koşullar gibi değişkenlere yoğunlaşarak devrimlere ilişkin kavrayışımızın gelişimine katkı sağlamıştır. Yapısal teoriler, devletin ve ekonominin yapılarını incelemekte, devletin kırılganlığına ve saldırıya maruz
kalma olasılığına ışık tutmaktadır. Süreç teorileri
ise bir koalisyonun oluşması ve toplumsal yapının yıkılması olasılığını çözümlemektedir. Ancak
yapısal modeller tek başlarına devrim süreçlerini
ya da sonucunu açıklamada yeterli değillerdir2
Yazarın da savunduğu gibi toplumsal devrimler,
çeşitli toplumsal, siyasal, ekonomik ve tarihsel
güçlerden etkilenen son derece karmaşık fenomenlerdir. Dolayısıyla Parsa, yapısal ve süreçsel
yaklaşımları birleştirerek, Üçüncü Dünya devrimlerini açıklamak için bir model geliştirmeye
çalışmıştır.3 Radikal isyancıların ve toplumsal
devrim önderlerinin yükselişini incelemenin de
önemini göz ardı etmeyerek çok yönlü bir yaklaşımla İran, Nikaragua ve Filipinler devrimlerini
incelemiştir.
Yazar, İran’da, Nikaragua’da ve Filipinler’de devrimci çatışmaların patlak vermesine dek, yönetimlerin toplumun çok geniş çoğunluğunu dışlayan bir devlet yapısına dönüştüğünü ve bu yönetimlerin muhaliflerini ya da başkaldıranları etkisiz hale getirmek için şiddete ve baskıya başvurduğunu göstermektedir. Sürekli baskı kullanımı
sonucunda, halk desteğini kaybeden rejimlerin
hem orduya hem de dış desteğe bağımlı hale
geldikleri de görülmektedir. İran’da Şah, 1950 ve
1960’larda muhalefetin hiçbir örgütlenmesine
izin vermeyerek yasaklarla baskıları arttırmıştır.
Aynı zamanda petrol fiyatlarının artmasıyla kay-
naklarını arttıran devlet, bakanlar kurulu, parlamento ve siyasi partiler, yargı, devlet bürokrasisi
ve ordu dahil olmak üzere ana güç merkezlerini
denetimi altına almıştır.4 Bununla birlikte ekonomik kaynaklara sahip olan sınıfların fazla güçlenmemesi için de elinden geleni yapmıştır. Yazar,
Şah’ın “Meclise ve senatoya seçilmeyi başaran
servet sahibi adayların, sermayedarların çıkarlarını korumak için görevlerini kötüye kullanmalarına ve halkı soymalarına olanak tanınmayacaktır” şeklinde yaptığı uyarıya dikkat çekmektedir.5
Şah yönetiminin aşırı merkezileşmesi ve dışlayıcı
yönetime dönüşmesi, halkın seçimlere kayıtsız
kalmasına neden olarak seçimlerin yapılmasına
rağmen seçmen sayısının giderek azalmasına
neden olmuştur. Yazarın verdiği rakamlara göre
1977 meclis seçimlerinde Tahran’da oy kullanabilecek yaklaşık 4 milyon kişi bulunurken, sadece 61 bin kişi kayıt yaptırmış, bunların da sadece
18.275’i sandık başına gitmiştir.6 Aşırı merkezileşme ve dışlayıcı yönetimin bir diğer sonucu da
iktidarın kendi varlığını sürdürebilmesi için ordu
üzerinde kurduğu hakimiyet olmuştur. İran’da
Şah, güçlü bir ordu ve SAVAK adıyla bilinen gizli
polis örgütü kurmuştur. Silahlı kuvvetler zaman
içerisinde büyümüş, yıllık askeri harcamaların
ulusal bütçedeki oranı giderek artmış, SAVAK’ın
tam zamanlı çalışan personelinde ciddi bir artış
yaşanırken yarı zamanlı çok sayıda jurnalci istihdam edilmeye başlanmıştır.7 Sonuç olarak, devleti destekleyen taban, toplumun geniş kesimleri
yerine, ordu, SAVAK, bürokrasinin yüksek kademeleri ve küçük bir grup sermayedarı kapsayacak şekilde daralmıştır.
Yazarın belirttiği gibi Nikaragua’da kırk iki yıl süren Somoza Saltanatlığı (1927-1979) da zamanla
toplumun geniş kesimlerini dışlayıcı bir yönetime dönüşmüştür. Somozalar, iki siyasi fraksiyon
olan Liberaller ile Muhafazakarlar arasındaki yoğun çatışma ortamında iktidara yükselmiş, ancak
toplum tarafından desteğinin sınırlı olmasından
dolayı, Amerikan desteğine yaslanmıştır. Başlangıçta ABD tarafından kurulan, finanse edilen
ve eğitilen Ulusal Muhafız Birliği de Somoza’nın
neredeyse kişisel ordusuna dönüşmüş, İran’da
olduğu gibi yıllar içerisinde personelin sayısı
çok ciddi bir şekilde artmıştır.8 Ulusal Muhafız Birliği’nin, Nikaragua’nın telefon, telgraf ve
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
121
Kitap İncelemesi
posta hizmetlerini, radyo, gümrük, demiryolu,
ulusal sağlık bakımı ve vergi toplama sistemlerini de işlettiği dikkate alındığında, Somoza yönetiminin nasıl bir dışlayıcı yönetime dönüştüğü
ve tüm muhalifleri nasıl baskı altında tutabildiği
daha iyi anlaşılmaktadır. 1972 yılının Aralık ayında başkent Managua’da 10.000 kişinin ölümüne
yol açan depremin ardından Somoza yönetimin
dışlayıcı ve merkezi yapısından doğan toplumsal
hoşnutsuzluk, deprem yardım fonlarının idaresi
sırasında hükümetin yaptığı yolsuzluklarla daha
da artmış ve belirginleşmiştir.
İran ve Nikaragua’nın aksine, ABD’nin kolonisi
durumundayken oluşturulmuş olan resmi demokratik kurumlara sahip olan Filipinler’de, bu
kurumların toplumsal ve siyasi çatışmaların niteliğiyle sonuçları üzerinde etkili olduğu görüşü savunulmaktadır.9 Ancak ekonomik gerileme
ve seçkinler arasındaki anlaşmazlıklar, yükselen
milliyetçilikle birleşince 1970’lerin başında toplumsal çatışmaların yaşanmasına neden olmuştur. İran ve Nikaragua’da olduğu gibi, Filipinler’de
de yönetim merkezileşerek toplumun varlıklı kesimlerinin etkisi altına girmiştir. Oy satın alma
geleneği, yani bir oyun para karşılığında alınması
-ki seçmenlerin tahminen dörtte biri oyunu satmaktaydı-, sadece parasal güce sahip olan varlıklıların makam için rekabete girmesi sonucunu
doğurmuştur.10 İktidarın merkezileşmesinin yanı
sıra yaşanan ekonomik sorunlar da siyasi gerilimlere, hatta çatışmalara neden olmuştur. 1969
yılının sonunda ülkenin ilk borç krizi patlak vermiş, Marcos yönetimi mali durumu dengelemek
amacıyla IMF’den yardım istemiş ve devlet harcama ve hizmetlerini daraltmıştır. Bu sırada seçkinler arasında artan milliyetçilik, yabancıların
ülke içindeki yatırım ve etkinliklerine karşı ayaklanmaları körüklemiştir. Marcos’un Vietnam’a
geri hizmet personeli gönderme kararı da hem
milliyetçi hem de solcu hareketleri beslemiştir.
İran ve Nikaragua’da olduğu gibi Filipinler’de de
ordu siyasallaştırılmış, birçok özel kuvvet kurularak muhaliflere karşı kullanılmıştır.11 İktidarın
merkezileşmesi ve toplumsal desteğin azalmasıyla Marcos da Şah ve Somoza gibi iktidarının
devamı için daha fazla orduya bel bağlamaya
başlamıştır. Bu da devleti ve Marcos’u isyana ve
saldırıya daha açık hale getirmiştir.
122
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Yazara göre, toplumsal çatışmalar kapsamında devlet ile ekonomi arasındaki ilişki oldukça
önemlidir. Yapısalcı devrim teorisyenleri tarafından göz ardı edilmesine karşın, sermaye bölüşümü ve birikimine dönük devlet müdahalesinin toplumsal etkileri vardır. Yazar, Skocpol’un
“rantçı devlet” analizinin devlet müdahalesinin
bir boyutunu kavramakla birlikte yeterli olmadığını, çünkü bu analizin petrol üreticisi olmayan
ülkelerdeki devrimi açıklamada yetersiz kaldığını savunmaktadır.12 Bu bağlamda, yazarın dikkat
çekmeye çalıştığı nokta ekonomik alana devlet
müdahalesinin siyasi politikalarıyla devrimci çatışmalara hazırladığı zeminin nasıl oluştuğudur.
Dışlayıcı yönetimlerle ve daha fazla merkezileşmeyle birlikte, devletin ekonomiye müdahalesi
de artmış, üç ülkedeki her bir yönetim önemli
bir ekonomik aktöre ve sermaye bölüşüm veya
birikimin merkezine dönüşmüş olduğu vurgulanmaktadır.13 Her üç ülkede uygulanan devlet
eliyle kalkınma stratejisi dünya ekonomisiyle entegrasyonu arttırmış ve bu ekonomilere önemli
olanaklar sunmuştur. Diğer taraftan ise dünya
ekonomisine olan bağımlılıkları arttırmış olmasından dolayı bu ülkeleri olumsuz uluslararası
ekonomik koşullara karşı kırılgan hale getirmiştir. Söz konusu olan her üç ülkede etkileyici büyüme oranlarına rağmen, hükümetler tarafından
uygulanan kalkınma stratejileri, sermaye bölüşüm ve birikim süreçleri siyasallaştırılarak çatışmaların zeminini hazırlamıştır.
Yazar, devletin ekonomiye müdahalesinin derecesinin, hükümetin sermaye birikimi sürecine
dahil olma düzeyini kategorileştiren bir tipolojiyle analiz edilebileceğini savunuyor. Buna göre
de “düzenleyici devletler”, “idare edici devletler”
ve “hiperaktif devletler” olmak üzere üç farklı
devlet türünden bahsetmektedir.14 “Düzenleyici
devletler” ekonomiye en düşük düzeyde müdahil
olurken, “idare edici devletler” orta karar düzeyde müdahale etmekte, “hiperaktif devletler” ise
sermaye bölüşüm ve birikimine kapsamlı bir şekilde müdahale ederek piyasa işleyişinin etkinlik
alanını sınırlandırmaktadır. İran devleti, Nikaragua ve Filipinler’e göre çok daha müdahaleci
olup, Pehlevi rejiminin sonlarına doğru devlet,
ülkenin biricik büyük bankacısı, sanayicisi, işvereni ve toprak sahibi haline gelmiştir.15 İran
Kitap İncelemesi
kadar olmasa da Nikaragua’da da devletin ekonomiye müdahalesi oldukça fazlaydı. Nikaragua
hükümetinin kendisi sanayi sektöründe başlıca aktörlerden biri olmasa da ülkenin en büyük
bankacısı olarak mali alana hakimdi ve sermaye
bölüşümünde oldukça önemli bir role sahipti.16
Filipinler’de ise İran ve Nikaragua’nın “hiperaktif
devletler”inden faklı olarak devlet, 1946 yılında
kazanılan bağımsızlık sonrasında düzenleyici bir
rol üstlenmiştir. Dolayısıyla, devletin düşük düzeydeki müdahalesi, sermaye bölüşüm ve birikimi özel sektöre ve piyasa güçlerine kaydırmıştır.
Hükümetin kaynaklarının sermayenin yalnızca
yüzde 5’ini temsil etmesi de devletin düzenleyici
rolünün sebebiydi.17 (s. 97) Ancak 1972’de sıkıyönetimin ilan edilmesi, devletin ekonomiye müdahalesini arttırdığı gibi kaynaklarını da çoğaltarak kamunun sermaye içindeki payını da giderek
arttırmıştır. (s. 98-99) Söz konusu üç ülkede devletin ekonomiye müdahalesi farklı derecelerde
bile olsa, yazarın da savunduğu gibi, her üçünde
de çarpıcı sonuçlar yaratmıştır.
Devlet politikaları, giderek artan ekonomik eşitsizliklerin ortaya çıkmasında ve devlet karşıtı
hareketleri baskı altına almada merkezi bir rol
oynamıştır. İran’da devlet, ekonomiye müdahalesini arttırırken toplumsal eşitsizliği daha da
derinleştirmiş ve işçi hareketlerini hareketsiz kılacak politikalar izlemiştir.18 İran’da olduğu gibi
Nikaragua’da da ithal ikameci sanayileşme stratejisi gelirlerin dağılımındaki eşitsizliği arttırarak
önemli toplumsal ve ekonomik sonuçlara neden
olmuştur. 19 Filipinler’in ekonomik kalkınması
da piyasa temelli olmasına rağmen, 1972 yılında
ilan edilen sıkıyönetim öncesinde giderek artan
gelir eşitsizliğiyle gerçekleşmiş, dolayısıyla toplumsal çatışmalara zemin hazırlamıştır.20 İran
ve Nikaragua’da olduğu gibi Filipinler’de de işçi
örgütleri sıkıyönetimle baskı altında tutulmuştur.21 Sonuç olarak, her üç ülkedeki devlet politikaları, hızlı ekonomik kalkınmaya neden olsa da
baskıcı ve dışlayıcı politikalarla bir araya gelince
toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri arttırmıştır.
Aynı zamanda dünya piyasasına giderek daha
fazla entegre olan bu ekonomiler, uluslararası
ekonomik gelişmeler karşısında daha fazla kırılgan hale gelmişlerdir. Petrol gelirlerinden çok
yüksek miktarlarda kazanç sağlayan İran, 1975’te
dünyadaki petrol talebinin düşmesinden olumsuz etkilenmiş, Filipinler’de uluslararası finans
kurumlarına bağımlılık, ekonomik zorluklar yaratmıştır. Tüm bu gelişmeler de İran, Nikaragua
ve Filipin devletlerinin ekonomiye müdahalelerinden dolayı siyasi krizlerle karşı karşıya kalmaları, dolayısıyla isyanlara açık hale gelmeleri
sonucunu doğurmuştur.
Yazarın da belirttiği gibi baskının yoğun olduğu
yönetimlerde toplumsal hareketler, fırsatların
uygun olduğu durumlarda filizlenerek, kolektif
eylemlere dönüşebilirler.22 Aynı zamanda yazar,
toplumsal desteği az olan yönetimlerin, dışarıdaki güçlü destekçileri tarafından tavsiye ya da
talep edilen değişiklikleri ve reformları uygulamaya koymasıyla toplumsal bir kalkışmanın
koşullarını oluşturabileceğini savunmaktadır.23
Nitekim İran, Nikaragua ve Filipinler’de söz konusu fırsatlar, toplumsal hareketlenmeler için
zemin hazırlamıştır. Kitabın ikinci kısmında, her
üç ülkede örgütlenme, fırsat yapıları, aktörlerin
(öğrencilerin, din adamlarının, işçilerin ve kapitalistlerin) talepleri ve ideolojileri analiz edilerek bu ülkelerdeki devrim süreçleri ve sebepleri
açıklanmaya çalışılmıştır.
Öğrencilerin devrim sürecindeki rolünü inceleyen Parsa, toplum teorisyenlerinin genel kabullerini sorgulamakta ve bu kabullerin öğrencilere
uygulanmasının zor olduğunu savunmaktadır.24
Çoğunlukla Avrupa’nın deneyimlerinden kaynaklanan analizler, toplumsal devrimlerin genelde devrimci niyetlerle başlamadığını ve devrimlerin sebep ve süreçlerinin ideolojik terimlerle anlaşılamayacağını iddia etmektedir. Aynı
zamanda sıradan insanların ve emekçi sınıfların
kolektif eylemlerini, yerleşmiş hakları savunmaya dönük muhafazakar çabalar olarak nitelendirmektedir. Ancak yazara göre bu analizler, gelişmekte olan ülkelerin devrimlerindeki öğrencilere uygulanamaz. Gelişmekte olan ülkelerde
öğrenciler, devrimci mücadelelerin ön saflarında
yer alarak toplumsal yapıları temelden dönüştürmeyi amaçlamışlardır. Öğrencilerin, sadece büyük şehirlerde yoğunlaşmış olmalarına rağmen,
kolektif eylemlerini kolaylaştıran geniş iletişim
ağlarına sahip olmaları, üniversitelerin kendilerine sağladığı göreli özerklikten ve akademik öz-
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
123
Kitap İncelemesi
gürlükten yararlanmaları ve bir kampüste ortaya
çıkan çatışma ya da baskının diğer kampüslere
hızla yayılma potansiyeli gibi faktörler bir arada
ele alındığında, siyasi ayaklanmalarda oynadığı
rol daha iyi anlaşılmaktadır.25 Parsa’nın karşılaştırmalı analizi, İran, Nikaragua ve Filipinler’de
öğrencilerin örgütlenmesi ve kolektif eylem becerileri arasında farklılık olduğunu göstermektedir. Nikaragualı ve Filipinli öğrenciler görece
daha örgütlüyken, İranlı öğrenciler en çok baskılanan ve en az örgütlü olanlardı.26 İran’daki siyasi çatışmalarda öğrencilerin hep en ön cephede
yer alması, devlet tarafından en çok baskılanan
grup olmalarını da beraberinde getirmiştir. Öğrencilerin muhalefeti, monarşinin dışlayıcı yönetimine, ekonomideki devlet müdahalesine, siyasi
merkezileşmeye, artan baskı ve toplumsal eşitsizliklere odaklanmıştı. 1940’larda ve 1950’lerde
ulus çapındaki sosyalist ve milliyetçi hareketlerden etkilenen İran öğrenci hareketi, siyasi baskı
ve hareketsizleştirme yılları olan 1960 ve 1970’li
yıllarda hükümete karşı tek muhalif ses olmuş
ve ideolojik olarak genelde laik sosyalist kampın
içinde yer almıştır.27 Hatta Parsa, İranlı öğrencilerin devrim lideri olan Humeyni’ye desteğin,
ideolojik uzlaşmadan çok, taktiksel koalisyonlara
ve siyasi fırsatlara dayandığını savunmaktadır.28
Sonuç olarak, İranlı öğrenciler Şah yönetiminin
devrilmesiyle sonuçlanan devrimci hareketlerde
önemli bir rol oynamıştır. Yazarın da belirttiği
gibi, 1998 yılının Mart ayında hükümet tarafından kamuoyuna sunulan istatistiklerin de gösterdiği gibi devrimde öldürülenlerin %72’sinin 14 ile
24 yaş arasında olduğu dikkate alındığında, öğrencilerin devrimci hareketlerdeki önemi bir kez
daha anlaşılacaktır.29 Nikaragua’da da öğrenciler
İran’daki gibi politize olmuş ve Somoza yönetiminin sona erdirilmesinde başrolde yer alışlardır. İran’da olduğu gibi sosyalist kanat içerisinde
yer alan öğrenci hareketleri, başkent Managua’da
Nikaragua tarihinde en uzun süren (33 gün) açlık grevine damgasını vurmuştur.30 1970’lerdeki
çatışmalarda ön saflarda yer alan öğrenciler ve
gençler, radikal işçilerle ittifak kurmuş ve çoğu
zaman protestolarında devleti ve kapitalist işverenleri hedef almışlardır.31 Filipinler’de ise 1960’lı
yıllarda başlayan öğrenci hareketi, tüm toplumsal
yapıyı değiştirmek yerine Filipin toplumuna sosyal reformlar getirmeyi amaçlayan ılımı bir ideo-
124
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
lojiyle başlamıştır.32 İran’ın aksine, Filipinler’deki
demokratik kurumların varlığı, öğrencilerin örgütlenmesine ve ideolojik tartışmalara katılmalarına izin vermiştir. Bu dönemde iktisadi çöküş
ve artan işsizlik, öğrenci hareketlerinin itici gücü
olmuştur. 1970’lere gelindiğinde Filipinler’de öğrenci hareketlerinin toplumsal değişimi gerçekleştirememiş olduğu görülse de yazara göre üç
önemli sonucu olmuştur. Birincisi, hem öğrenciler hem de işçilerin bir kısmı politize olmuş,
bu da bir sonraki aşamada eğitimli liderler kadrosunun doğmasına zemin hazırlamıştır. İkincisi, Kongre’nin anayasayı değiştirme yetkisinin
alındığı Anayasa Meclisi Kanunu’nun geçmesine
yardımcı olmasıdır. Son olarak da öğrenci hareketleri sivil yönetimin askıya alınmasının yolunu
açmıştır.33 1972 yılındaki sıkıyönetimle ise öğrenci hareketlerinin sınırlandırılmaya başlandığı
bir döneme girilmiştir.34 Böylece sıkıyönetimle
birlikte Filipinler’de öğrenci hareketi hızlı bir
düşüş yaşamıştır. 1970’lerde farklı sorunlara yönelen öğrenci hareketi, 1980’lerde hükümete yönelmiş, Marcos’un iktidardan düşmesine kadar
etkinliklerini devam ettirmiştir.
Yazara göre, öğrencilerin çatışmaların sonucunu etkilemedeki rolü ise çelişkili olmuştur. Bir
yandan, sık hareketlenmeleri ve isyanları, diğer
toplumsal grupları cesaretlendirdiğinden rejime karşı meydan okumaların önemli bir parçası haline gelmiştir. Diğer yandan, öğrencilerin
yoğun ideolojik yönelimleri geniş koalisyonların kurulmasını engellemiştir. Nitekim 1970’lerin başında Filipinler’deki öğrencilerin siyasi ve
ideolojik yönelimlerinin geniş koalisyonların
kurulmasına engel olduğu görülmektedir. İran
ve Nikaragua’da ise, öğrencilerin koalisyonlara
katılarak 1979 yılında her iki rejimin de yıkılmasına katkı sağladıkları bir gerçektir. İncelenen üç
örnek sonucunda öğrenci hareketleri ve kolektif
eylemlerinin diğer büyük toplumsal gruplarla bir
araya gelmesi durumunda başarılı olduğu görülmüştür. Dolayısıyla yazar, bu ülkelerdeki toplumsal çatışmaların sonucunu anlamak için din
adamları, işçiler ve kapitalist işverenler gibi diğer
kolektiflerin rollerini de analiz etmiştir.
Bazı yaklaşımlar, dini kurumları ve onların temsilcilerini durağan güçlerle özdeşleştirmektedir-
Kitap İncelemesi
ler. Oysa her üç ülkede de din adamları, sahip
oldukları kaynaklardan dolayı devrim hareketlerinde önemli aktörler olmuştur. Yazara göre
din adalarının politizasyonu kısmen dışlayıcı
bir yönetimin kurulmasından, iktidarın devlette
merkezileşmesinden ve devletin dış desteğe artan bağımlılığından kaynaklanmıştır.35Yazar, her
üç ülkede din adamlarının çoğunluğunun ideolojik olarak devrimci bir siyasetten çok, ılımlı ya
da reformcu bir siyaset izlediklerini savunmaktadır.36 Örneğin İran’da din adamları, İslami bir
hükümetin kurulmasından çok, İslam karşıtı
yasa ve uygulamalara karşı çıkmış ve anayasanın doğru bir şekilde uygulamaya konmasını
talep etmişlerdir.37 Ancak yazar, din adamlarının katkılarının üç ülkede farklı olduğunu da
göstermektedir. İran’da seçkin din adamları, siyasi çatışmalara meydan vermemeye çalışmış,
sadece siyasi baskılara tepki vermiş ve camileri
siyasi hareketlenmelere açmışlardır. Dolayısıyla,
olaylara önderlik etmek yerine, gelişmeleri takip etmişlerdir. Yazar, İranlı din adamları içerisinde sadece küçük bir grubun ideolojik olarak
Humeyni’yi desteklediğini iddia etmektedir. Her
ne kadar çatışmaların son aşamasında İranlı din
adamları etkili olmuş olsa da, yazar merkezde
yer aldıklarına dair iddiaların abartılı olduğunu
savunmaktadır.38Çünkü din adamlarının, diğer
büyük gruplar ve kolektiflerin hükümete karşı
harekete geçene kadar hareketlenmeye başlamadıklarını ileri sürmektedir.39 Nikaragua’da ise Katolik Kilisesi hükümete karşı muhalefette başat
bir rol oynamış, ancak sonucu belirleyememiştir.
1972 Managua depremi sonrasında Kilise organizasyonları yardım maddelerinin ana dağıtıcısı
olmuşlardı. Ancak kısa bir süre sonra hükümet,
yardım maddelerinin dağıtımının sorumluluğunu hükümet birimlerine ve Somoza’nın partisiyle
ilişkide olan insanlara vermiştir. Bir felaketin iktidarın kazançları için kullanılması, din adamları
arasında güçlü eleştirilere zemin hazırlamıştır.40
İran camileri gibi, Nikaragua kiliseleri de hareketlenme ve kolektif eylem merkezleri haline dönüşmüştür. Nikaragua’da da din adamları ılımlı
siyaset izlemişler ve Somoza’yı barışçıl yollardan
görevden alma çabasına girmişlerdir. Ancak çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Filipinler’de
ise Kilise, siyasi etkinliklerinde ölçülü olmuş ve
Marcos yönetimine karşı isyanın büyük bir kıs-
mında önemli bir rol oynamamıştır, çünkü Katolik Kilisesi’nin genel statüsü devlet yüzünden
olumsuz etkilenmemiştir.41 Hatta 1972’de Marcos sıkıyönetim ilan edip, demokratik kurumları
feshettiği zaman, dini yöneticiler genelde olumlu tepki vermiş ve yönetimle bağlarını koparmak yerine “eleştirel işbirliği” siyasi duruşunu
benimsemiştir.42 Ancak 1970’lerde çatışmaların
şiddetlenmesiyle, Kilise yöneticilerinin politikaları da farklılaşmıştır. 1986 seçimlerinden sonra
da Marcos’un görevinde kalma niyetinde olduğu
anlaşılınca Filipinler Katolik Piskoposları Konferansı, Marcos’la olan ilişkilerini resmi olarak
bitirmiştir. Sonuç olarak, Filipinli üst düzey din
adamları ancak mücadelenin son günlerindeki
etkinlikleriyle çatışmaların sonucunu etkileyebilmişlerdir.
Yazar, öğrenciler ve din adamları gibi, her üç ülkede işçilerin de devlete karşı ayaklanmalarda
kritik önemde olduğunu savunmaktadır. Her üç
ülkedeki toplumsal yapıda en alt kademeye yakın
bir yerde duran işçiler, kendi çıkarlarının hem
devlet, hem de işverenler tarafından olumsuz
etkilendiğini görmüşlerdir. Bunun sonucunda da
hem devleti, hem de kapitalist sınıfı hedef alan
hareketler içerisinde yer almışlardır. İran’da devletin ekonomiye müdahalesinin yüksek olması ve
dışlayıcı politikalar uygulaması, işçilerin politize
olmasına zemin hazırlamıştır. Tırmanan enflasyon ve düşen hayat standartlarından dolayı, işçilerin ilk talepleri ekonomik olmuş ve grevler
yapmaya başlamışlardır. Grevlerin başladığı ilk
günlerde devlet, baskı yerine uzlaşı yolunu aramıştır. Grevler devam ettikçe, işçiler daha fazla
politize olmaya başlamış ve ekonomik talepler
giderek siyasallaşmıştır. Ancak yazarın da belirttiği gibi, siyasallaşan taleplerin niteliği hiçbir zaman devrimci ya da İslamcı olmamış, devletin ya
da egemen sınıfların devrilmesini istememiş ya
da İslamcı hareketi ve Humeyni’yi ideolojik olarak desteklememiştir.43 İranlı işçilerin büyük bir
çoğunluğu Humeyni’nin önderliğini desteklediyse de İslami teokrasinin kuruluşu için hiçbir ideolojik destek göstermemişlerdir. Bu yüzden işçilerin çatışmalara girişi, ideolojik dönüşüm ya da
din adamlarının tavsiyelerinden ziyade hükümetin reformları ilan etmesine ve bunun sonucunda
baskının azalmasıyla olmuştur. Artan grevlerle,
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
125
Kitap İncelemesi
İranlı işçiler ekonominin tüm sektörlerindeki,
özellikle petrol sektöründeki üretimi, dağıtımı
ve hizmeti aksatmakta başarılı olmuş, böylece
işçi eylemleri birleşerek siyasi istikrarsızlığı arttırmış ve yönetimin devrilmesini mümkün kılmıştır. Devlet tarafından istihdam edilmemiş ve
bir ölçüye kadar örgütlerini muhafaza edebilmiş
olmalarından dolayı Nikaragualı işçilerin mücadeleleri İranlılarınkinden farklı olmuştur. Ancak
Nikaragualı işçiler de İranlı işçiler gibi devlet
baskısına maruz kalmış, devlet politikaları yüzünden politize olmuş ve İranlı işçilerin aksine
siyasi çatışmaların devamlı ön saflarında yer
almışlardır.44 Diğer toplumsal hareketlenmeler
gibi, işçi ayaklanmasının zamanlaması da 1972
Managua depreminden sonra gerçekleşmiş ve
Chamorro’nun Ocak 1978’de öldürülmesinden
sonra şiddetlenmiştir. Hatta Chamorro’nun ölümünü protesto eden ilk toplumsal sınıf, örgütlü
işçiler olmuştur.45Siyasallaşan işçi hareketleri,
1978 yılı boyunca öğrencilerle siyasi koalisyonlar
kurmuştur.46İranlı işçilere göre daha iyi örgütlü
olan Nikaragualı işçilerin asıl hedefi devletten
çok kapitalist işverenler olmuştur. Bu nedenle
ilk olarak ekonomik ve çalışma koşullarını iyileştirmek için hareketlenmişlerdir. Ancak devlet baskısı yüzünden belli bir süre sonra mücadelelerinde devleti hedef almaya başlamışlardır.
İdeolojik olarak bölünmeler yaşanmış olsa da,
örgütlü işçiler Sandinistalara katılarak hükümetin devrilmesine yardımcı olmuşlardır.47 (s. 258)
Filipinler’deki işçi hareketleri ise İran ve Nikaragua örneklerinden farklı gelişmiştir. Öncelikle
Filipinli işçiler büyük bir oranda özel sektörde
çalışmaktaydı, dolayısıyla ekonomik kazanç için
devleti hedef almamışlardır. Aynı zamanda diğer iki ülkeden farklı olarak Filipinli işçiler 1950
ve 1960’lı yıllarda örgütlenebilmiş ve işçi sendikalarını yaratmışlardır.48 Buna rağmen 1972
yılında sıkıyönetimin ilan edilmesiyle devletle
işçiler arasındaki ilişkiler değişmeye başlamış ve
1980’lerde kötüleşen ekonomik koşullarla birlikte 1983 yılında Aquino’nun öldürülmesiyle oluşan yeni siyasi koşullarda Filipinli işçi hareketi
radikalleşerek hem hükümete hem de kapitalist
sınıfa karşı mücadele vermeye başlamıştır.49 Sonuç olarak yazar, her üç ülkedeki işçi hareketlerinin işçilerin yönetimden dışlanmaları ve hükümetleri tarafından bastırılmaları sonucunda hız
126
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
kazandığını savunmaktadır. Aynı zamanda yazar,
işçi hareket ve eylemlerinin zamanlamasını ideolojik faktörlerle değil de baskının azalması ve
devletin zayıflığının artmasıyla ilişkilendirmiştir.
Son olarak yazar, kapitalist sınıfın da devrimlerdeki önemine vurgu yaparak her üç ülkedeki
kapitalistlerin rolünü analiz etmiştir. Kapitalistlerin hükümeti devirmek için diğer sınıflara ve
koalisyonlara katılmalarıyla devrimlerde önemli
rol oynayabileceğini savunan yazar, aslında kapitalistleri “gönülsüz isyancılar” olarak tanımlayarak yönetimden dışlandıkları zaman hareketlendiklerini göstermektedir. Her üç ülkede de
kapitalistlerin çoğu, yönetime erişme imkanları
olmadığından ve devlet müdahalesinden kendi
lehlerine bir çıkar sağlamadığından var olan yönetimlere muhalefet etmişlerdir.50 İran’da kapitalistlerin siyasi olarak monarşiye karşı gelmedikleri görülmektedir, çünkü sermayeleri için büyük
ölçüde devlete bağımlı kalmış ve devletin kalkınma politikalarından faydalananlar arasında yer
almışlardır.51 Aynı zamanda İranlı kapitalistler
bağımsız örgütlere sahip olamamışlardır. Devlet, ticaret odası kurmalarına izin vermiş olsa da,
oda temsilcileri kısmen devlet tarafından belirlenmiştir. Kapitalistlerin aksine, çarşı esnafı, yani
tüccar, dükkan sahipleri ve zanaatkarlar İran’daki
devrimci çatışmalarda çok etkin ve önemli bir rol
oynamışlardır. Yazarın da belirttiği gibi bölünmelere rağmen, çarşı esnafı siyasi krizlerde genelde
yekvücut olarak hareket etmiş ve yönetime karşı isyanın genişlemesine katkı sağlamıştır. Ülke
içerisindeki toplam ticaretin üçte ikisine ve tüm
ithalatın %30’undan fazlasına hakim olan çarşı
esnafının protesto olarak işletmelerini kapatmalarının ekonomik sonuçları, hükümetin devrilmesinde de etkili olmuştur. 52 Yazara göre, küçük
bir azınlık dışında çarşı esnafının çoğunun dini
yönelimi, ideolojilerini belirlememiştir.53 Dolayısıyla yazar, çarşı esnafının politikaları ve kolektif
eylemlerinin en iyi şekilde din adamlarıyla olan
bağlarıyla değil, kitapta kullanılan hareketlenme modeliyle açıklanabileceğini savunmaktadır.541950’lerden beri muhalif hareketler içerisinde olan çarşı esnafının genelde liberal-milliyetçi
politikaları takip ettiği görülmüştür. 1950’lerin
başındaki siyasi çatışmalarda monarşiyi desteklemiş olan çoğu din adamının aksine, Başbakan
Kitap İncelemesi
Musaddık’ın önderlik ettiği Ulusal Cephe’yi
desteklemişlerdir. 1963’te de din adamlarının
önderlik ettiği hükümet karşıtı protestolara katılmışlar, ancak o yıllarda örgütlenememişlerdir.
1975 yılından sonra ise çarşı esnafının devrimci mücadelelerinde değişim yaşanmıştır, çünkü
çarşının bazı kesimleri, örneğin halı sektöründeki zanaatkarlar, geniş çaplı tutuklamalarla artan
baskılarla ve hükümetin mali politikalarından
dolayı ekonomik zorluklarla karşılaşmaya başlamışlardır.55 Sonuç olarak yazar, 1977’den 1979’a
kadar çarşı esnafının hareketlenmeleri ve kolektif eylemlerini kurulu hak ve çıkarlarının ihlal
edilmesinden kaynaklandığını söylemektedir.56
Sermaye birikimini destekleyen devlet politikalarının çarşı yerine sınai ve ticari sektörlere fayda
sağlayarak çarşı esnafının hareketlenmesine zemin hazırlamış olduğu ifade edilmektedir. Çarşı
esnafının ulus çapındaki muhalefeti cami ağları
yoluyla örgütlenmiş ve Humeyni’yi desteklediği
bir gerçek olmakla birlikte teokratik bir devletin
kurulmasını amaçlayarak yönetimi değiştirme
mücadelesine girişmiş oldukları tezine karşı çıkılmaktadır.57 Devrim sonrasında büyük esnaf
gruplarıyla köktendinci din adamları arasında
patlak veren çatışmalar da bu görüşü desteklemektedir. Nikaragua’da da kapitalistlerin devletle
yakın ilişkileri var olmuş ve ciddi bir muhalefette bulunmamışlardır. Kapitalist sınıf Somoza’yı,
devletin artan müdahaleciliği, ABD’nin rejime
olan ekonomik desteği ve Orta Amerika Ortak
Pazarı’nın kurulması nedeniyle çekici bir müttefik olarak görmüştür.58 Ancak 1977 ve 1978
yıllarında değişen ekonomik ve siyasi koşullar
kapitalistlerin Somoza’ya karşı tutumlarını değiştirmeye başlamış ve Somoza’nın istifasını istemeye başlamakla talepleri siyasallaşmıştır.59
Sermayedarların grevi hedefine ulaşamadıysa
da kapitalistlerin yönetimden kopması, yönetimi
tek başına bırakarak başkaldırılara daha kırılgan
hale gelmesine yol açmıştır. Filipinli kapitalistler
ise İran ve Nikaragua’nın aksine yüksek katılımlı kolektif bir eyleme girişmemişlerdir.60 Filipinli
sermaye sınıfında var olan etnik farklılıklar da
sermayedarlar topluluğunun dayanışmasını kısıtlamıştır. Özellikle Çin kökenli önemli bir grup
kapitalist ki Çinliler ülkenin ulusal zenginliğinin
neredeyse üçte birini denetimi altında tutmaktaydı, hükümet politikalarından faydalanmışlar-
dır.61 Sonuçta, 1970’lerin başında Filipinli kapitalistler hükümet karşıtı protestolardan uzak
durmuşlardır. 1980’lerin başında Marcos yönetimine karşı çıkmış olsalar da Aquino’nun öldürülmesinden sonra kötüleşen ekonomik ve siyasi
koşullarla daha fazla ilgilenmeye başlamışlardır.
Ancak rejimi devirmek için büyük çaplı kolektif
eylemler başlatmamışlar, İran ve Nikaragua’da
olduğu gibi rejime karşı işlerini asla kapatmamışlardır.62 Aksine Marcos yönetimini mitingler
ya da mektuplarla baskı altına almaya çalışmışlardır. Sonuç olarak, kapitalistlerin yönetimden
kopması, rejimin toplumsal desteğini zayıflatmıştır. Yazar, her üç ülkede kapitalistlerin eylemlerinin siyasi çatışmaların sonuçlarını önemli
derecede etkilemekle birlikte tek başlarına belirli sonuçları doğurmada başarılı olamadıklarını
göstermiştir.63
Kitabın sonuç bölümünde yazar, her üç ülkede
gerçekleşmiş olan devrimleri kavramak için koalisyonların doğasına, çeşitli isyancıların gücüne,
silahlı kuvvetlerin niteliğine ve dış baskılara yer
vermiştir. Yazar, incelenen üç ülkede daha önce
geniş koalisyonların yokluğu nedeniyle devrimin
gerçekleşmediği siyasal karışıklıkların yaşandığı bir dönemin deneyimlenmiş olduğuna, daha
sonraki yıllarda ise rejimin devrilmesinde etkili
olmayı başarmış geniş ölçekli hareketlenmelerin
yaşandığına dikkat çekmektedir.64 Bu bağlamda
devrimci mücadele geçmişinden yoksun olan
İranlı köylü ve çiftçilerin, işçilerin, öğrencilerin
ve çarşı esnafının kurmuş olduğu geniş koalisyona devrimci mücadelelerin son aşamasında katılmış olması önemlidir.65 Benzer şekilde
Nikaragua’da da geniş koalisyonların kurulması
1978 yılında Somoza iktidarının sonunu getirmiştir. Filipinler’de ise geniş bir koalisyonun kurulamamış olması, elit iktidarının restorasyonuna ve toplumsal değişim doğrultusunda çok az
yol alınmasına neden olmuştur.66 Aynı zamanda
yazar, silahlı kuvvetlerin istikrarsızlaşmasını ve
yapısal zayıflıktan dolayı çökmesini de devrimin
başarıyla sonuçlanmasına neden olan faktörler
arasında zikretmektedir.67 Son olarak yazar, dış
güçlerin de çatışmalar üzerinde rol oynadığına
dikkat çekmiştir. ABD’nin her üç ülkede radikal
sonuçları engelleme gayreti çerçevesinde iktidarın el değiştirmesi için koşulları hazırladığını ve
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
127
Kitap İncelemesi
hatta yönetimleri görevlerinden ayrılmak zorunda bıraktığını iddia etmiştir.68
Parsa’nın İran, Nikaragua ve Filipinler devrimlerini karşılaştırmalı olarak analiz ettiği bu kitap,
devrim çalışmalarıyla ilgilenenler için kaynak
bir kitaptır. Özellikle teorik bir analizin yapılmış
olması, kitabın akademik literatür içerisindeki
önemini arttırmaktadır. Kitabın en ilginç yanı,
birbirinden çok farklı üç ülke olan İran, Nikaragua ve Filipinler’deki ayaklanmaların benzer deneyimlerini ve yapısal özelliklerini karşılaştırmasıdır. Devrimci hareketlere zemin hazırlayan faktörlere ki dış faktörleri yadsımayarak daha çok iç
faktörlere odaklanması ve farklı ülkelerde toplumsal çatışmaların temel aktörlerinin nasıl bir
rol oynadığını karşılaştırmalı olarak incelemesi,
okuyuculara önemli bilgiler vermektedir. Her üç
ülkenin yerel medyasından edinilen bilgilerle gelişmelerin incelenmiş olması ve yazarın devrim
öncesi ve sırasında aktif olarak rol almış kişilerle
yapmış olduğu görüşmelere atıflarda bulunulması, kitabı önemli kılmaktadır. Aynı zamanda
mevcut Ortadoğu ve Kuzey Afrika yönetimlerinin karşı karşıya kaldığı halk ayaklanmalarının
sebeplerini ve gelişimini inceleyenlere de faydalı
olacağı değerlendirilmektedir.
O
DİPNOTLAR
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
128
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, Çev. Alper Birdal, Nahide Özkan ve Derya Göçer, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s.20.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.20.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.381.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.59.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.60.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.60.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.60.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.64.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.73.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.73.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.81.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.28.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.87.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.28-29.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.89.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.93.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.97.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s. 101105.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.105112.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s. 112113.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.114.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.133.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.133.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s.141.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.142.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.144.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.148.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.158.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kitap İncelemesi
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
68
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.158.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.167.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.169.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.171.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.178..
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.172.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.191.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.192.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.201.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.193.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.194.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.213.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.220.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.223-224..
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.240.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.246.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.254.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.255.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.258.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.258.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.264.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi, s. 278.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.280.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.280.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.282.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.282.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.286.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.298.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.299.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.300.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.305
-306.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.311.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.312.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.317.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.325.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.331.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.333.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.378.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.334-337.
Parsa, Migash, Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizi,s.379.
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
129
ORSAM Konuk
TÜRKİYE SU ENSTİTÜSÜ (SUEN) BAŞKANI
PROF. DR. AHMET METE SAATÇİ İLE
SÖYLEŞİ
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi, alanında ulusal ve uluslararası önemli görevler üstlenmiş ve çeşitli üniversitelerde dersler vermiş bir akademisyendir. Su konusunda çalışan kurumlar ile birlikte ulusal bir su politikasının oluşturulmasına katkıda bulunmak amacıyla kurulan SUEN
Başkanı Ahmet Mete Saatçi ile Türkiye’nin su politikalarını, SUEN’in
kurulma sürecini, SUEN’in Türkiye’nin su politikalarının geliştirilmesinde rolü ve yaptıkları çalışmaları konuştuk.
AHMET METE SAATÇİ: “TÜRKİYE OLARAK
SU ZENGİNİ BİR ÜLKE DEĞİLİZ. BUNUN
YANINDA EKONOMİK KALKINMA,
NÜFUS ARTIŞI VE ARTAN YAŞAM
STANDARTLARININ BİR SONUCU OLARAK
TARIM VE ENERJİ İÇİN GİTTİKÇE DAHA
FAZLA SUYA İHTİYAÇ DUYUYORUZ.”
INTERVIEW WITH PROF. DR. AHMET METE SAATÇİ, PRESIDENT OF
TURKISH WATER INSTITUTE (SUEN)
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi is an academician who assumed important national and international tasks in his
field, and gave lectures in various universities. We talked to Ahmet Mete Saatçi, President of SUEN that was established with the aim to contribute to form a national water policy in cooperation with other organizations working on
water, about Turkey’s water policies, SUEN’s formation process, SUEN’s role in developing Turkey’s water policies,
and about the works carried out by the Institute.
AHMET METE SAATÇİ: “AS TURKEY, WE ARE NOT A WATER RICH
COUNTRY. FURTHERMORE, WE NEED INCREASINGLY MORE WATER
FOR AGRICULTURE AND ENERGY AS A RESULT OF ECONOMIC
DEVELOPMENT, POPULATION GROWTH AND RISING LIVING
STANDARDS.”
Söyleşi
ORSAM: Kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi: 1972 yılında
ODTÜ Kimya Mühendisliği Bölümünden mezun oldum. Yüksek lisansımı 1973 yılında aynı
bölümde tamamladım. 1973-1976 yılları arasında İTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü’nde asistan
130
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
olarak çalıştım. 1976-1979 arasında Iowa State
Üniversitesi’nde çalışmalarda bulundum. 1979
yılında Iowa State Üniversitesinde doktora derecemi aldım. 1985 yılında doçent, 1991 yılında
profesör oldum. 1980-1990 yıllarında Kral Abdülaziz Üniversitesinde çalıştım. 1990 yılında
Marmara Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölü-
ORSAM Konuk
münün bütün kuruluş aşamalarında görev aldım.
Türkiye ve yurtdışında çevre mühendisliği, su
kimyası, su ve atıksu arıtma tesisleri tasarımı, işletilmesi ve modellemesi üzerine lisans ve yüksek
lisans düzeyinde dersler verdim. İstanbul, Bursa,
Fethiye, Kayseri, Siirt, Malatya, Konya, Samsun
şehirlerinin atıksu arıtma tesisleri boyutlandırılmasında ve işletilmesinde danışmanlık yaptım.
Uluslararası kaynaklarda İngilizce olarak yayınlanmış makale, eleştiri ve konferans bildirilerim
vardır. 1990-2011 yılları arasında Marmara Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölüm Başkanlığını
yaptım. 2009 yılında İstanbul’da yapılan 5. Dünya
Su Forumu’nun Genel Sekreter Vekili olarak görev aldım. Şu anda ise Türkiye Su Enstitüsü’nün
Başkanlık görevini yürütüyorum. Aynı zamanda
Ilısu Barajı ve HES Projesi Bilim Komitesi Başkan Yardımcısı olarak görev yapıyorum.
ORSAM: SUEN’in enstitü olma sürecini anlatabilir misiniz?
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi: SUEN 2 Kasım
2011’de Resmi Gazete’de yayımlanan 658 sayılı
kanun hükmünde kararname ile kuruldu. 5. Dünya Su Forumu’nun dünya çapında yankı uyandıran başarısından sonra, uluslararası su politikaları konusunda etkin olan tüm ülkelerde olduğu
gibi Türkiye’de de su konusunda bilgi, strateji
ve fikir üreterek su politikaları belirlemede karar vericilere danışmanlık sağlayan bir düşünce
kuruluşuna ihtiyaç olduğunu gördük. SUEN bu
amaçla kuruldu. Kuruluş süreci epey sancılı geçti. Hala bir takım sıkıntılar yaşıyoruz. Ancak bu
Türkiye için çok önemli bir adım oldu. Özellikle
de Türkiye’nin Doğu Avrupa, Orta Asya ve Orta
Doğu bölgesinde su konusunda uluslararası işbirlikleri oluşturulması için bölgesel koordinatör konumuna gelme potansiyelini arttırması
bakımından son derece fayda sağladı. Hedefimiz ülkemizi bölgesinde ve küresel düzeyde su
politikalarının şekillendirilmesi konusunda söz
sahibi bir ülke konumuna getirmek. Bugüne kadarki çalışmalarımız daha çok toplantı ve forum
düzenleme ve yurtdışından gelen mühendislere
eğitim vermeye yönelik oldu. Ancak gelecekte
yapacağımız faaliyetler ile SUEN’in öneminin
daha da iyi anlaşılacağına inanıyorum.
ORSAM: SUEN’in organizasyon yapısı hakkında bilgi verebilir misiniz?
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi: SUEN, DSİ, Su
Yönetimi Genel Müdürlüğü, Meteoroloji Genel
Müdürlüğü gibi doğrudan Orman ve Su İşleri
Bakanlığı’na bağlı bir kurum. SUEN’in organizasyon yapısı 1 Başkan, 1 Başkan Yardımcısı, 1
Politika Geliştirme Koordinatörü, 1 Proje Geliştirme ve Uygulama Koordinatörü, 1 İdari ve
Mali İşler Koordinatörü, 2 Hukuk Müşaviri, 32
Uzman ve 1 Teknisyen dâhil olmak üzere toplam
40 kişiyi içeriyor.
ORSAM: Türkiye’nin su politikalarında
SUEN’in bir aktör olarak konumu ve görevi
nedir?
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi: SUEN olarak Türkiye ve çevresinden su konusunda farklı disiplinlerden paydaşları bir araya getirmek vasıtasıyla
bilgi ve fikir üretmeyi ve su konusunda çalışan
diğer kurumlar ile birlikte ulusal su politikamızın
oluşturulmasına katkıda bulunmayı hedefliyoruz. Her üç yılda bir İstanbul’da düzenlediğimiz
Uluslararası İstanbul Su Forumu bunun için bir
platform sağlıyor. Aynı zamanda bu politikaları
uygun uluslararası etkinliklerde savunarak, ülkemizin uluslararası su politikalarını şekillendirme
çalışmalarına daha etkin bir biçimde katılmasını
desteklemeyi amaçlıyoruz.
ORSAM: SUEN’in işbirliği yaptığı ulusal ve
uluslararası kurumlar hangileridir?
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi: SUEN’in ilişki
olduğu başlıca ulusal kurumlar arasında DSİ, Su
Yönetimi Genel Müdürlüğü, Meteoroloji Genel
Müdürlüğü, Dışişleri Bakanlığı, Çevre Bakanlığı,
TİKA, İSKİ ve İBB sayılabilir. Uluslararası düzeyde ise Dünya Su Konseyi, Gelişen Sekiz Ülke
(D-8) Sekreteryası, Uluslararası Su Kaynakları
Birliği (IWRA), Monako Prens Albert II Vakfı,
SciencePo ve diğer birçok önemli kurum ile yakın işbirliği içindeyiz. Avrupa Komisyonunun
desteklediği 7. Çerçeve Programı (FP7) kapsamında “WatEUr - Avrupa Su Sorunlarına Çözüm
Arayışı” projesinde görev alıyoruz. Azerbaycan
bölgesel su idaresi Azersu personeline içme suyu
ve atıksu arıtma konusunda eğitimler veriyoruz.
Bunların yanı sıra, SUEN BM-Habitat Küresel Su
İdarecileri Ortaklıkları Ağı’nın (GWOPA) Orta
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
131
ORSAM Konuk
Asya Bölgesel Ofisi olarak seçildi. Bu platformun
oluşturulması konusunda çalışmalarımız devam
ediyor.
ORSAM: Diğer uluslararası Su Kurumları ile
kıyaslarsak, SUEN’in faklılıkları ve ortak yönleri nelerdir?
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi: SUEN için kendimize İsveç’teki Stokholm Uluslararası Su Enstitüsü (SIWI) ve 3. Dünya Su Forumu’ndan sonra
kurulan Japon Su Forumu gibi uluslararası kurumları örnek aldık. Bu kurumlar gibi sınıraşan
sular, su yönetişimi, su-gıda-enerji bağıntısı gibi
konularda araştırma yapan, bilgi üreten ve sürdürülebilir su politikalarının geliştirilmesi yönünde
karar vericilere danışmanlık veren bir kurumuz.
Bunun yanında bir görevimiz de ulusal ve uluslararası düzeyde eğitim programları düzenlemek.
Ancak SIWI ile kıyaslarsak kapsamımız küresel
değil bölgesel düzeyde. Öncelikli ilgi alanımız
Türkiye ve çevresindeki, yani Doğu Avrupa, Orta
Asya ve Orta Doğu’daki su sorunlarıdır. İstanbul
Uluslararası Su Forumu ile bölgedeki su sorunlarını gelecek Dünya Su Forumlarının siyasi süreçlerine ve diğer önemli uluslararası toplantılara
taşımayı hedefliyoruz.
ORSAM: 5. Dünya Su Forumu olmak üzere bugüne kadar Türkiye adına SUEN birçok
organizasyonu gerçekleştirdi. Önümüzdeki
günlerde hangi etkinlikle gerçekleştirilecek?
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi: 2014 yılında İstanbul Uluslararası Su Forumu serisinin üçüncüsünü düzenliyoruz. Bu Forum, 7. Dünya Su
Forumu’na bir hazırlık toplantısı niteliğinde olacak. Bunun öncesinde bir dizi bölgesel toplantılar gerçekleştireceğiz. 2012 yılında Marsilya’da
yapılan 6. Dünya Su Forumu’na katılarak Yaşar
Yakış’ın üst düzey paneldeki sunumuna destek
vermiştik. Aynı şekilde 2015’te Kore’de düzenlenecek 7. Dünya Su Forumu’na da aktif bir şekilde katılarak uluslararası su topluluğuna önemli
mesajlar sunmayı amaçlıyoruz. Ayrıca, bu yıl
29 Eylül-5 Ekim tarihlerinde Mardin’de düzenlenecek 1. Dünya Sulama Forumu’na katılarak,
geçtiğimiz Şubat ayında gerçekleştirdiğimiz Gelişen Sekiz Ülke (D-8) Su İşbirliği Toplantısının
132
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
gelecek sene Tahran’da yapılacak ikinci toplantısından önce bir ara toplantı düzenleyecek ve üye
ülkeler arasındaki işbirliği imkânlarını değerlendireceğiz. “Avrupa Su Çerçeve Direktifi’nin Uygulanması için Avrupa Havza Organizasyonları
Grubu”nun (Europe-INBO) 2013 yılı dönem
başkanlığını üstlendiğimiz “Uluslararası Havza
Organizasyonları Ağı”nın (INBO) Ağustos ayında Brezilya’da düzenlenecek Dünya Genel Kurul
toplantısına ve Ekim ayında Belçika’da düzenlenecek bir sonraki Europe-INBO toplantısına
katılacağız. Bunun yanı sıra, Temmuz 2012’den
beri Azerbaycan bölgesel su idaresi Azersu personeline verdiğimiz içme suyu ve atıksu özellikleri ve arıtılması konulu eğitimlere 2013 yılında
da devam edeceğiz.
ORSAM: SUEN, Küresel Su Kurumları içerisinde de görevler almaya başladı. Bu görevler
nelerdir?
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi: SUEN 2018 yılına kadar Dünya Su Konseyi’nin gözlemci üyesi.
Ayrıca INBO bünyesinde yeralan Europe-INBO
grubunun 2013 yılı dönem başkanlığını yürütüyoruz. Bunun yanı sıra BM-Habitat GWOPA’nın
da Orta Asya Bölgesel Ofisi olma yolundayız.
ORSAM: Türkiye’nin sınıraşan sular konusunda su politikası nedir?
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi: Türkiye olarak su
zengini bir ülke değiliz. Bunun yanında ekonomik kalkınma, nüfus artışı ve artan yaşam standartlarının bir sonucu olarak tarım ve enerji için
gittikçe daha fazla suya ihtiyaç duyuyoruz. Bu
açıdan Türkiye’nin su potansiyelinin üçte birini
oluşturan Fırat ve Dicle Nehirleri’nden faydalanmamız son derece önemlidir. Ancak bu faydalanma sırasında söz konusu nehirlerin sınıraşan
yapıları nedeniyle Türkiye aşağı kıyıdaş ülkelere
karşı mesuliyetinin de farkındadır. Sınıraşan suların hakça, akılcı ve optimum bir şekilde kullanılmasını, kıyıdaş ülkeler arasında eşit miktarda
paylaşım yerine suyun faydalarının paylaşılmasını ve sulardan en fazla yarar sağlanacak şekilde
istifade edilmesini savunuyoruz. Bu doğrultuda
geliştirilen Üç Aşamalı Plan ilk aşamada FıratDicle Havzasının toplam su potansiyelinin be-
ORSAM Konuk
lirlenmesini, ikinci aşamada Türkiye, Suriye ve
Irak’ın toplam sulama ihtiyacının belirlenmesini,
üçüncü aşamada da bulunan su potansiyelinin
tespit edilen ihtiyaca uygun olarak tahsis edilmesini içeriyor. Bunun yanı sıra Türkiye, diğer
kıyıdaş ülkelerle karşılıklı bilgi değişimi, tecrübe
paylaşımı ve teknik işbirliği yapmaya hazır.
ORSAM: Diğer ülkeler ile kıyasladığımızda
Türkiye’nin su politikalarını özellikle kıyıdaş
ülkelere anlatabilme durum nedir?
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi: Türkiye, birçok
uluslararası platformda sınıraşan sular konusunda çözüm için kıyıdaş ülkeler arasında diyalog ve
uzlaşı olması gerektiğini vurguluyor. Ancak Orta
Doğu bölgesinde genel olarak bir ülkeler arasında güvensizlik durumu mevcut. Komşu ülkeler
birbirlerine güvenmiyorlar. Bu da haliyle işbirliği çalışmalarını olumsuz etkiliyor. Ülkeler komşuları ile doğrudan diyalog kurmak, sorunlara
birlikte çözüm aramak yerine bunu Avrupa’dan,
ABD’den arabulucu kurumlar vasıtasıyla yapmaya çalışıyorlar. Bilhassa Irak yeterli su bırakmadığımızdan şikâyetçi. Avustralya, ABD gibi
ülkelerde Irak ve Suriye’yi destekleyen bilimsel
yazılar yayımlanıyor. SUEN olarak haklı olduğumuz konuları veriye dayalı bilimsel çalışmalarla
destekleyerek açıklığa kavuşturmaya çalışıyoruz.
Tabii bu noktada veri çok önemli. Argümanlarımızın geçerliliğinin olabilmesi için bilimsel verilere dayalı olması gerekiyor. Türkiye olarak artık
uluslararası toplantılara Dışişleri Bakanlığımız
ile katılarak daha aktif bir politika gütmeye başladık. Geçen ay İstanbul’da medyaya tanıtılan ve
İsveç Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Ajansı
ile İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Ajansı desteğiyle
Strategic Foresight Grubu tarafından yürütülen
Ortadoğu’da Mavi Barış projesi buna bir örnek.
ORSAM: Önümüzdeki yıllarda su zengini olmayan ülkemiz, nüfus artışıyla birlikte su sıkıntısı çeken ülke grubuna dâhil olacaktır, bu
konuda SUEN tarafından yürütülen çalışmalar var mı?
Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi: Bu sorunun önlenmesi için arz yönetiminden talep yönetimine
bir geçiş gerekiyor. Günümüzde dünyada böyle
bir eğilim var. Su kaynaklarının bütüncül yönetimi ve su arzı ile talebin dengelenmesinin önemi
anlaşıldı. Bu konuda kamuoyu ve karar vericiler
bilgilendirilmeli ve bilinçleri arttırılmalı. Düzenlediğimiz forum ve toplantılarla bu anlayışın gelişmesine katkıda bulunmayı amaçlıyoruz. Aynı
zamanda yağmur suyu toplama, atıksuyun arıtılarak yeniden kullanılması, tuzdan arındırma
gibi geleneksel olmayan su kaynaklarının kullanımı da çözümün bir parçası. SUEN olarak Ergene Projesi’nde atıksuların yeniden kullanılması için inşa edilen tesislerin projelerinde çalıştık.
Dönüştürülen atıksuların kalitesi kullanılabilecek düzeye getirildi.
ORSAM: Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
* Bu söyleşi ORSAM Su Araştırmaları Programı
Uzmanı Tuğba Evrim Maden tarafından 16-18
Nisan 2013 tarihinde Nevşehir’de gerçekleştirilen
“2. Uluslararası Nehir Havza Yönetimi Üst Düzey Sempozyumunda” yapılmıştır.
O
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
133
Bu Sayıda
Katkıda Bulunan Yazarlar
Dr. Seyfi Kılıç
Seyfi Kılıç ORSAM Su Araştırmaları Programı’nda danışman olarak çalışmaktadır. Çalışma alanı
özellikle Ortadoğu su sorunları üzerinedir. Aynı zamanda uluslararası su hukuku, çevre politikaları
ve Kuzey-Güney ilişkileri çalışma alanı içindedir. Seyfi Kılıç Ankara Üniversitesi Sosyal Çevre Bilimleri Anabilim Dalı’ndan doktora derecesine, Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik Anabilim Dalı’ndan
Yüksek Lisans derecesine sahiptir. Lisansını Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamlamıştır. Ankara’da yaşamaktadır.
Dr. Tuğba Evrim Maden
Tuğba Evrim Maden Lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi, Hidrojeoloji Mühendisliği bölümünde,
yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik ve Stratejik Araştırmalar Merkezinde
tamamlamıştır. Doktora derecesini “ AB Su Çerçeve Direktifi ve Meriç Nehri” başlıklı tezi ile 2010
yılında Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünden almıştır. 1 Aralık 2010 tarihinden itibaren
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Su Araştırmaları Programı’nda “Hidropolitik
Uzmanı” olarak görev yapmaktadır. Tuğba Evrim Maden, ISA (International Studies Association) ve
IWA (International Water Association), International Association of Hydrological Sciences (IAHS)
ve UİK (Uluslararası İlişkiler Konseyi) üyesidir.
Dr. Vakur Sümer
Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmaktadır. Yayınlanmış makale ve kitap
bölümleri bulunan Sümer pek çok ulusal ve uluslararası konferansta tebliğ sunmuştur. Orta Doğu
Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden doktorasını alan Sümer, 2008-2009 yıllarında
Amerika Birleşik Devletleri’nde Kaliforniya Üniversitesi’nde (Davis) çalışmalarda bulunmuştur. Su
politikaları, sınır aşan sular, çevre politikaları, Avrupa entegrasyonu, ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne
üyeliği konularını çalışan Sümer, ISA (International Studies Association) ve IWA (International Water Association) üyesidir.
İlhan Sağsen
Lisans eğitimini 2001 yılında Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Yüksek Lisans eğitimini de 2006 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde
“The Issue of Management of the Waters of the Euphrates and Tigris Basin in International Context”
başlıklı tez çalışması ile tamamlamıştır. Halen ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Doktor adayı
olarak Doktora eğitimine devam etmektedir. Doktora çalışması sırasında Brüksel’de “European Policy Center” bünyesinde misafir araştırmacı olarak bulunan Sağsen, halen Bonn Üniversitesi’ne bağlı
“Center for European Integration Studies” isimli enstitüde misafir araştırmacı olarak çalışmalarını
sürdürmektedir. Ayrıca 2002 yılından beri Abant İzzet Baysal Üniversitesi adına Orta Doğu Teknik
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaktadır.
134
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Yazarlar
Prof. Dr. Ayşegül Kibaroğlu
Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 1989
yılında tamamladı. University of Reading, Graduate School of International Studies bünyesinde
Master eğitimini 1990 yılında tamamladı. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden
doktora derecesini 1998 yılında almıştır. Doktora çalışmaları süresince ve sonrasında gerçekleştirdiği, Fırat-Dicle havzasında su politikaları ve işbirliği olanakları, uluslararası su hukuku, uluslararası
rejimler teorisi ve sınıraşan su kaynakları yönetimi üzerine yayınlanmış birçok eseri bulunmaktadır.
2002 yılında İskoçya, University of Dundee, International Water Law Research Institute bünyesinde doktora sonrası çalışmalarda bulunmuştur. 2001-2003 yılları arasında Başbakanlık Güneydoğu
Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi’nde danışman ve uluslararası ilişkiler birimi koordinatörü
olarak görev yapmıştır. ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 2003-2011 yılları arasında Doçent
Doktor olarak görev yapmıştır. 2011 Eylül ayından itibaren Okan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü’nde Prof. Dr. olarak görev yapmaktadır. Dr. Kibaroğlu, ETIC’in kurucu üyesidir.
Gül Özerol
Gül Özerol, Ortadoğu ve Avrupa ülkelerinde su kaynaklarının kullanımı, yönetimi ve yönetişimi
konularında araştırmalar yapmaktadır. Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Endüstri Mühendisliği Bölümünden lisans ve yüksek lisans, Almanya Osnabrück Üniversitesi, Çevre Sistemleri Araştırma Enstitüsünden yüksek lisans derecelerini almıştır. Hollanda Twente Üniversitesi, Teknoloji ve Sürdürülebilir Kalkınma Çalışmaları Araştırma Merkezinde devam eden ve “sulu tarımda su ve toprak kaynaklarının sürdürülebilir yönetişimi” konusunu inceleyen doktora çalışmasını Eylül 2013 itibariyle
tamamlamayı planlamaktadır. Su kaynakları yönetimi, tarımsal su yönetimi, geleneksel olmayan su
kaynaklarının kullanımı ve karar alma süreçlerine halkın katılımı konularında yayımları bulunmaktadır.
Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık
Meliha Benli Altunışık, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. Ortadoğu politikası
ve Türkiye’nin Ortadoğu politikaları konusunda çeşitli yayınları vardır. Son yayınlarından bazıları:
‘Making Sense of Turkish Foreign Policy in the Middle East under AKP,” (Lenore G. Martin ile) Turkish Studies (2011); ‘Unfinished Transitions: Challenges and Opportunities of the EU’s and Turkey’s
Responses to the “Arab Spring”’ (Emiliano Alessandri ile) GTE Working Paper (2013); ‘The Middle
East in Turkey-USA Relations: Managing the Alliance,’ Journal of Balkan and Near Eastern Studies
(2013).
Doç. Dr. Barış Doster
Kars’ta doğdu (1973). İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü
bitirdi (1994). İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Türk siyasal
yaşamı üzerine yazdığı tezle yüksek lisans, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda izlediği dış politikayı incelediği çalışmayla doktora yaptı. 2011’de siyasi tarih doçenti oldu. Halen Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesidir.
Oytun Orhan
Lisans eğitimini Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamlayan Orhan, yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde “Kimliğin Suriye’nin
Bölgesel Politikalarına Etkisi (1946-2000)” başlıklı tezi vererek tamamlamıştır. Orhan, halen Bolu
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler bölümünde doktora
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
135
Yazarlar
eğitimine devam etmektedir. 1999 – 2009 yılları arasında Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi
(ASAM)’nde Ortadoğu Araştırmaları Masası’nda çalışan Orhan, 2009 yılından bu yana Ortadoğu
Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM)’nde araştırmacı olarak görevine devam etmektedir.
Dr. Süreyya Yiğit
Süreyya Yiğit ORSAM’ın Avrasya Danışmanıdır. Lisansını Uluslararası İlişkiler konusunda London
School of Economics’den aldı. Uluslararası İlişkiler’de yüksek lisansını ve doktora araştırmalarını
Cambridge Üniversitesinde sürdürdü. Kendisinin Pedagojik Bilimler konusunda Fahri Doktorası
vardır. Aalborg Üniversitesi, Semerkant Devlet Üniversitesi, Semerkant Yabancı Diller Devlet Enstitüsü, Kırgız-Türk Manas Üniversitesi, Kırgızistan-Rus Slavyan Üniversitesi, Amerikan Orta Asya
Üniversitesi ve Uluslararası Atatürk Alatoo Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler konusunda ders
vermiştir. Mevcut araştırma ve çalışmaları enerji güvenliği, Moğolistan’ın siyasal yapılanması ve Kırgız parlamenter rejimi üzerinedir. Cambridge Review of International Affairs ve openDemocracy
gibi uluslararasi hakemli dergilerde Avrasya alanında, özellikle Avrupa Birliği, Türk Dış Politikası ve
Orta Asya ile ilgili yayınları bulunmaktadır. 2012’de Energy Security, Shanghai Cooperation Organisation and Central Asia adlı kıtabı yayınlanmıştır. 2012 yılından beri İstanbul Aydın Üniversitesinde
ders vermektedir.
Doç. Dr. Ertan Efegil
Doç. Dr. Efegil Sakarya Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. Dış politika analizi, Türk dış politikası, Orta Asya ve Kıbrıs konularında çeşitli sayıda makaleleri ve derleme
kitapları bulunmaktadır. Halen daha dış politika analizi teorileri üzerine çalışan yazar, “Dış Politika
Analizi ders notları” ismiyle bir kitap yayınlamıştır. Yazar, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Orta Doğu Çalışmaları Yüksek Lisans programlarında “Foreign Policy Making in the Middle
East” ismiyle ders anlatmaktadır.
Doç. Dr. Kıvanç Ulusoy
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Kıvanç Ulusoy halen Harvard Üniversitesi Kennedy Hükümet Okulu›nda Fulbright burslusu olarak bulunmaktadır. Uzmanlık
alanlarını demokratikleşme, uluslararası kuram ve bütünleşme kuramları, Türkiye-Avrupa Birliği
İlişkileri, Kıbrıs Sorunu ve İspanyol siyaseti oluşturmaktadır.
Dr. Özüm Sezin Uzun
Özüm Sezin Uzun, 2002 yılında Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde lisans eğitimini tamamladıktan sonra Monterey Institute of International Studies’de (Monterey, California, ABD)
Uluslararası Politika bölümünde Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Önlenmesi (Nonproliferation)
dalında uzmanlaşarak 2004 senesinde yüksek lisansını bitirmiştir. 2007 senesinde Georgetown Üniversitesi (Washington D.C., ABD) tarafından lisansüstü öğrencilere yönelik düzenlenen “Women in
International Security” adlı sempozyuma katılarak sertifika almıştır. 2012 yılında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünde “2000’li yıllarda Türkiye-İran İlişkileri: Yakınlaşma mı?” (Turkish-Iranian
Relations in the 2000s: Rapprochement or Beyond?) başlıklı teziyle doktora derecesini almıştır.
O
136
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Kapak Konusu
Ortadoğu Güncesi
21 Mart – 20 Nisan 2013
Günce No: 53
Hazırlayan:
Seval KÖK
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
137
Ortadoğu Güncesi
21 Mart 2013: ABD Başkanı Barack Obama, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ile bir araya
geldi. Obama, Suriye hükümetinin, “kendi halkı
üzerinde kimyasal silah kullanmasının ciddi ve
trajik bir hata olacağı” uyarısını yaparak, kimyasal silahların kullanımından veya teröristlerin
kontrolüne geçmesinden Şam yönetiminin sorumlu tutulacağının altını çizdi. 21 Mart 2013: Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin
Sadr Hareketi üyelerine hükümette kalıp kalmamaları konusunda net bir karar vermeleri için
pazar gününe kadar süre tanıdığı bildirildi.
21 Mart 2013: Uluslararası Barış ve Demokrasi Forumu’nun (IFDP) Irak temsilcisi, gıyabında
idam cezası kararı verilen eski Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi oldu.
21 Mart 2013: Mısır’daki Müslüman Kardeşler
Teşkilatı’nın (İhvan) yasal statü kazanarak sivil
toplum kuruluşuna (STK) dönüştüğü bildirildi.
21 Mart 2013: BM Genel Sekreteri Ban Kimun, Suriye’deki çatışmalarda kimyasal silah
kullanıldığı iddialarını araştıracaklarını söyledi.
22 Mart 2013: Birleşmiş Milletler (BM) Genel
Sekreteri’nin Irak Özel Temsilcisi Martin Kobler,
Suriye’deki şiddetin devam etmesi durumunda
bunun ciddi bir biçimde Irak’a sıçrama tehlikesi
olduğunu söyledi.
22 Mart 2013: ÖSO Birleşik Komutanlığı Genelkurmay Başkanı Selim İdris, “Sizden Suriye’ye
askeri müdahale yapmanızı istemiyoruz.
NATO’dan tek beklentimiz sivilleri hedef alan
Esad rejimi uçaklarına ülkedeki hava sahasını
kapatması, sivillerin ölümünü engellemesidir’’
dedi.
22 Mart 2013: Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), ülkenin önde gelen alimlerinden Ramazan el-Buti
suikastını Esad rejiminin gerçekleştirdiğini öne
sürdü.
23 Mart 2013: Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun, İsrail Hükümeti ile Türkiye’nin
ilişkilerini düzeltme kararından memnuniyet
duyduğunu bildirdi.
138
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
24 Mart 2013: Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) Başkanı Muaz elHatib, görevinden istifa etti. Ancak Genel Kurul
nihai kararını verinceye kadar görevinde kalacak.
24 Mart 2013: Mısır’da bir araya gelen Suriyeli muhalif Nusayriler, Esad rejimine karşı mücadele eden muhaliflere destek mesajı verdi.
Nusayri liderler, Suriye Devlet Başkanı Beşşar
Esad’e “mezhep kartını kullanmaması’’ çağrısında bulundu. 25 Mart 2013: ABD Dışişleri Bakanı John
Kerry’nin Irak Meclis Başkanı Üsame en-Nuceyfi
ile bir araya gelerek ülkedeki krizden çıkış yollarını görüştüğü bildirildi. Nuceyfi’nin ofisinden
yapılan yazılı açıklamada, ikilinin görüşmede, “Irak’taki siyasi durum, Musul ve el-Enbar
eyaletlerinde seçimlerin ertelenmesi ve mevcut
krizden çıkış yolları üzerine yoğunlaştığı’’ belirtildi.
25 Mart 2013: İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, Irak Başbakanı Nuri El-Maliki hükümetine, ülkede güvenlik ve istikrarın sağlanması için üzerine düşen
görevi yapması çağrısında bulundu.
25 Mart 2013: Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi
(IKYB) Başbakanı Neçirvan Barzani Ankara’ya
geldi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Irak Kürt
Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başbakanı Neçirvan
Barzani ile görüştü. Başbakanlık Resmi Konut’ta
basına kapalı gerçekleşen görüşme, yaklaşık 2
saat sürdü. Görüşmede, Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu da hazır bulundu.
25 Mart 2013: Irak Milli Meclisi Başkanı Usame
en-Nuceyfi, “İsrail’in özür dilemesi, tarihte bir
ilktir’’ dedi.
26 Mart 2013: ABD yönetiminden Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu
(SMDK) Başkanı Muaz el-Hatib’in istifası üzerine artan strateji değişikliği iddialarına cevap geldi. Beyaz Saray Sözcü Yardımcısı Josh Earnest,
ABD’nin Suriyeli muhaliflerin çabalarını desteklemeye devam edeceğini ifade etti.
Ortadoğu Güncesi
26 Mart 2013: Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) Başkanı Muaz
el-Hatib, “Suriye’de katledilen masum insanların tek sorumlusu Esad rejimidir’’ dedi.
26 Mart 2013: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Suriye geçici hükümetinin Birleşmiş
Milletler’de yer alması için çaba harcamalıyız’’ dedi.
27 Mart 2013: Katar’ın başkenti Doha’da düzenlenen 24. Arap Birliği Zirvesi sonuç bildirisinde,
Suriye muhaliflerine güçlü destek kararı çıktı.
Arap Birliği’nde Suriye koltuğunun Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyon’una (SMDK)
verilmesinin ardından Birlik, Suriye muhalefetine her türlü desteğin verileceğini resmen duyurdu.
27 Mart 2013: İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Arap Birliği’nin,
Suriye’nin askıya alınan üyeliğini, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’na
(SMDK) vermesini eleştirdi.
27 Mart 2013: Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, ülkesindeki 2 yıllık iç savaşı sona
erdirebilmek için Güney Afrika’da toplanan
BRICS’ten (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) yardım istedi.
27 Mart 2013: Arap Birliği tarafından Suriye’nin
tek temsilcisi olarak tanınan Suriye Muhalif Koalisyonu, bugün Katar’ın başkenti Doha’da ilk elçiliğini açtı.
27 Mart 2013: Suriye hükümeti, Arap Birliği’nin
Doha’daki zirvesinde, Suriye’ye ait koltuğun muhaliflere teslim edilmesine tepki gösterdi.
27 Mart 2013: Yemen Cumhurbaşkanı Abdurabbu Mansur Hadi, İran’ı, ülkesinin güvenliğini
ve istikrarını sarsmakla suçladı.
28 Mart 2013: Arap Birliği’nin Katar’ın başkenti
Doha’da yapılan zirvesinde Suriye halkı ve Özgür
Suriye Ordusu’na (ÖSO) başta silah olmak üzere her türlü desteğin verilmesi kararı, muhalifler
tarafından memnuniyetle karşılandı. ÖSO basın
sözcüsü Albay Mustafa Abdulkerim kararı “gecikmiş, olumlu bir gelişme” olarak değerlendirdi.
28 Mart 2013: Suriye Geçici Hükümeti Başbakanı Gassan Hito, “Devrim Şeyhi’’ lakaplı Suriyeli muhalif Ahmed es-Siyasine ile “geçici hükümet üyelerinin kim olacağı’’ konusunda görüşme
yaptı.
28 Mart 2013: Suriye İnsan Hakları Örgütü (SNHR), Halep’te Zahra ve Nebul
Halk Komiteleri’nden olan Şiilerin, “ateşkes, kaçırılanların serbest bırakılması ve kuşatmanın
kaldırılması’’ için Sünnilerle görüşmelere başladığını belirtti.
29 Mart 2013: Birleşmiş Milletler (BM) Şam yönetiminin kimyasal silah kullanılıp kullanılmadığını araştıracak ekibin çalışmaları için gönderilen ‘İşbiliği Yöntemleri’ mektubuna olumlu yanıt
verdiğini duyurdu.
29 Mart 2013: Suriye Geçici Hükümeti Başbakanı Gassan Hito, “Savunma Bakanlığı’na getirilecek ismi Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) belirleyecek’’ dedi.
27 Mart 2013: Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu Başkanı Muaz El Hatib,
NATO’nun Suriye’de Patriot füze savunma sistemi kurulması talebini reddetmesinin, Esad yönetimine “istediğini yapabilirsin” mesajı taşıyacağını söyledi.
29 Mart 2013: İran Dışişleri Bakan Yardımcısı
Hüseyin Emir Abdullahiyan, Katar’ın başkenti
Doha’daki Suriye Büyükelçiliğinin muhalefete devredilmesini eleştirerek, “Suriye halkına
karşı aceleci girişimlerden kaçınmak Katar’ın
kendi menfaatine olur’’ dedi.
27 Mart 2013: Güney Afrika’nın Durban kentinde düzenlenen BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) zirvesi sonrası yayınlanan ortak bildiride, İran ve Suriye’ye askeri
müdahaleye karşı olunduğu açıklandı.
31 Mart 2013: Almanya’da yaklaşık 3 aydır tedavi gören Talabani’nin özel doktoru ve aynı
zamanda Kerkük Valisi olan nöroşirurji uzmanı
Dr. Necmeddin Kerim, yaptığı yazılı açıklamada,
Talabani’nin sağlık durumunun iyiye gittiğini ve
tedaviye cevap verdiğini belirtti. Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
139
Ortadoğu Güncesi
1 Nisan 2013: Hamas hareketine bağlı “Değişim ve Reform Bloku’’, Arap ve İslam dünyasına,
Mescid-i Aksa’da gerçekleştirilen ihlaller karşısında “sessiz kalmayın’’ çağrısı yaptı.
2 Nisan 2013: İran İstihbarat Bakanı Haydar Muslihi, güvenlik konularında görüşmelerde
bulunmak üzere Irak’ı ziyaret etti.
2 Nisan 2013: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye Türkmen Meclisi Başkanı Samir Hafez
ve meclisin yeni seçilen Yürütme Kurulu üyelerini kabul etti. Davutoğlu görüşmede Türkmenlere
“birlik olun” mesajı verdi.
3 Nisan 2013: Lübnan’ın hava sahasını 20 kilometre ihlal eden bir Suriye uçağı, sınırdaki Arsal
kasabası yakınlarını hedef aldı. Saldırıda ölen ya
da yaralanan olmadığı bildirildi.
4 Nisan 2013: Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel
Süleyman, İsrail hapishanelerindeki Filistinli
mahkumlar için “uluslararası eylem’’ çağrısında bulundu.
5 Nisan 2013: Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya’nın İran’ın
nükleer programıyla ilgili müzakerelerin ikinci
turu, Kazakistan’ın Almatı şehrinde başladı.
6 Nisan 2013: Rusya Devlet Başkanı Vladimir
Putin, Suriye lideri Beşşar Esad’in görevden ayrılması yollarını düşünmediklerini, tarafların
bir an önce müzakere masasına oturup “soykırım” ve “yıkıma” son vermeleri gerektiğini söyledi. Putin Suriye’de çatışan tüm taraflara şiddeti
durdurmaları, silah sevkiyatına son vermeleri ve
ateşkesin sağlanması çağrısında bulundu.
6 Nisan 2013: Kerbela Şehir Stadyumu’nda
destekçilerine seslenen Irak Başbakanı Nuri elMaliki, Irak’ın yaşadığı krizden kurtulabilmesi
için erken seçime gitmesi gerektiğini söyledi. 6 Nisan 2013: BM Güvenlik Konseyi’nin daimi
üyeleri ve Almanya’dan oluşan “5+1” grubu ile
İran arasındaki nükleer müzakerelerde herhangi
bir ilerleme sağlanamadı.
7 Nisan 2013: Irak’ın kuzeyindeki Bölgesel Kürt
Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, Erbil’de
140
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Genel Başkanı
Selahattin Demirtaş ve beraberindeki heyeti kabul etti.
8 Nisan 2013: Lübnan’da hükümeti kurmakla görevlendirilen Temmam Selam, Rusya ve
İran’dan destek mesajı aldığını söyledi.
8 Nisan 2013: Birleşmiş Milletler (BM) Genel
Sekreteri Ban Ki-mun, Suriye’de 2 yıldır süren
çatışmalarda kimyasal silah kullanıldığı iddialarını araştırmak amacıyla bu ülkeye gidecek heyetin hazır olduğunu açıkladı.
9 Nisan 2013: Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) Temsilcisi Nizar
el-Hiraki, SMDK’nın Arap Barış Planı Komitesi İstişare Toplantısı’na katılışını, ‘Suriye devrimi’
için diplomatik bir zafer olarak niteledi.
9 Nisan 2013: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Suriye’deki kimyasal silahların derhal denetim altına alınması ve herhangi bir şekilde kullanılmasının engellenmesi şarttır.” dedi.
9 Nisan 2013: ABD Dışişleri Bakanı John Kerry,
Filistin ve İsraillileri yeniden masaya oturtacak
bir planın tartışıldığı müzakerelerin üçüncü gününde, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile
biraraya geldi. “İlerleme kaydettiğimizi söylemenin adil olacağını düşünüyorum.” diyen John
Kerry, gelecek birkaç hafta boyunca tüm parçaları nasıl birleştirecekleri konusu üzerinde duracaklarını ifade etti.
10 Nisan 2013: Irak Başbakanı Nuri el-Maliki,
“Türkiye’ye dostluk elimizi uzatıyoruz, komşularımızla istikrarlı ve barışçıl ilişkiler kurmayı hedefliyoruz” açıklamasında bulundu.
10 Nisan 2013: Suriye’de Esad ordusuna karşı
savaşan Nusra Cephesi’nin El Kaide ile işbirliği
içinde İslam devleti kuracağı açıklamasına Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) tepki gösterdi. ÖSO,
yöneticilerinin Nusar Cephesi ile herhangi bir
koordinasyonunun olmadığını ifade ederek, “Hiç
kimse sistemini Suriye halkına dayatamaz.” açıklamasını yaptı.
10 Nisan 2013: Lübnan Dışişleri Bakanlığı, Lübnan sınır bölgelerine yönelik hava saldırıları nedeniyle Suriye’ye nota verdi.
Ortadoğu Güncesi
11 Nisan 2013: Rusya Dışişleri Bakanı Sergey
Lavrov, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’den
Suriye muhalefetinin Beşşar Esad rejimi ile görüşmesi yönünde baskı yapacakları garantisi verdiğini söyledi.
16 Nisan 2013: Suriye yönetimi yanlısı Suriye
Komünistler Birliği Genel Sekreteri ve Başbakan
Yardımcısı Kadri Cemil, “iç muhalefetin” Suriye
Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu
(SMDK) ile diyaloga hazır olduğunu söyledi.
11 Nisan 2013: İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) bugün yayınladığı raporunda, Suriye Hava Kuvvetleri’nin sivillere yönelik misket
bombası kullandığını kanıtladığını açıkladı.
17 Nisan 2013: İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı
Muhammed Rıza Rahimi, “İran dışında, dünyadaki petrol kuyularının tümü Amerika’nın boyunduruğu altındadır. Ancak burası İslami, bağımsız ve özgür İran’dır” dedi.
12 Nisan 2013: Suriye Dışişleri Bakanlığı, El
Kaide liderlerinin Nusra Cephesi ile ilişkileri ve
niyetlerine dair açıklamalarından sonra harekete
geçti. Şam yönetimi, BM Genel Sekreteri ve BM
Güvenlik Konseyi başkanına gönderdiği iki mektupta Nusra Cephesi’nin kara listeye alınmasını
istedi.
13 Nisan 2013: İsrail, Suriye’den dün Golan tepelerine yapılan top atışını Birleşmiş Milletler’e
(BM) şikayet etti.
13 Nisan 2013: Suriyeli muhalifler, Esad yönetiminin kontrolünü kaybettiği bölgeleri geri almak
amacıyla kimyasal gaz kullanabileceğini söyledi.
Muhalifler özellikle Şam kırsalında kimyasal silahların kullanılabileceği endişesini taşıyor.
14 Nisan 2013: Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, Bağdat ve Erbil sorunları
görüşmek için Bağdat’ta bulunan Kürt bakanlar
ve milletvekilleri ile bir araya geldi.
15 Nisan 2013: Suriye Müslüman Kardeşler
Lideri Muhammed Riyad El-Şukfa, Esad’e karşı
yürütülen mücadelenin yanında olduklarını söyledi. Suriye’de muhalefetin birliğini bozmak için
çalışmalar yapıldığını belirten Şukfa, devrimin
halk devrimi olduğunu ve kendilerinin bu süreci
desteklediğini ifade etti.
15 Nisan 2013: İran Cumhurbaşkanı Mahmud
Ahmedinejad, ülkesinin nükleer programının
barışçı olduğunu yineleyerek, Tahran yönetiminin atom bombasına başvurma niyeti olmadığını
belirtti.
15 Nisan 2013: Mısır Ceza Mahkemesi, eski Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in serbest
bırakılması talebini reddetti.
18 Nisan 2013: İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Hasan Firuzabadi, İran’a saldırı tehdidinde bulunan İsrail hakkında “Siyonist rejim sadece gürültü yapıyor” dedi.
19 Nisan 2013: Lübnan’daki İslami Cemaat
mensubu bağımsız milletvekili İmad el-Hut, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’i ülkeyi ateşe sürüklemekle suçladı.
19 Nisan 2013: Fransa ve İngiltere, Suriye’de rejimin kimyasal silah kullandığına yönelik güvenilir kanıtlar bulunduğunu belirtti.
19 Nisan 2013: NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, gelecek hafta Brüksel’de
toplanacak NATO dışişleri bakanlarının Suriye’deki gelişmeleri de değerlendireceğini fakat
İttifak’ın mevcut politikasında bir değişiklik beklenmemesi gerektiğini söyledi.
19 Nisan 2013: Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile bir araya geldi. Mursi, iki ülkenin ekonomik alanda işbirliğini geliştirilmesi çağrısında
bulundu.
20 Nisan 2013: Irak Bölgesel Kürt Yönetimi
(IKBY) bölgesi, Kerkük, Musul ve El-Enbar illeri
hariç 12 ilde açılan oy kullanma merkezlerinde
Iraklılar bu sabah yerel saatle 07.00’da oy kullanmaya başladı. Olaysız bir şekilde başlayan oy
kullanma işleminde ülkenin 12 ilinde kayıtlı yaklaşık 13 milyon 600 bin Iraklının oy kullanması
bekleniyor. 20 Nisan 2013: Filistin Devlet Başkanı Mahmud
Abbas, İstanbul’a geldi.
O
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
141
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Raporlar
142
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
ORSAM RAPORLARI
ORSAM Rapor No: 1
Mart 2009
Deniz Haydutluğu ile Mücadele
ve Türkiye’nin Konumu: Somali
Örneği
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 2
Nisan 2009
60. Yılında Nato ve Türkiye
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 12
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 2
Şubat 2010
Rusya Federasyonu’nun Bakışı:
Irak Faktörünün Türkiye’nin
Ortadoğu Politikasına Etkisi
(1990-2008)
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 3
Mayıs 2009
Irak’ın Kilit Noktası: Telafer
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 13
Şubat 2010
7 Mart 2010 Irak Seçimleri Öncesi
Şii Kökenli Parti ve Seçmenlerin
Politik Davranışlarının Analizi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 4
Temmuz 2009
2009 Lübnan Seçimleri:
Kazananlar, Kaybedenler ve
Türkiye
(Tr)
ORSAM Rapor No: 14
Şubat 2010
Seçim Öncesi Irak’ta Siyasal
Durum ve Seçime İlişkin
Beklentiler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 5
Ağustos 2009
Türkiye-Lübnan İlişkileri: Lübnanlı
Dinsel ve Mezhepsel Grupların
Türkiye Algılaması
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 15
Mart 2010
Orsam Heyetinin 7 Mart 2010 Irak
Seçimlerine İlişkin Gözlem Raporu
(Tr)
ORSAM Rapor No: 6
Kasım 2009
Tuzhurmatu Türkmenleri: Bir
Başarı Hikayesi
(Tr - Eng - Ar)
ORSAM Rapor No: 7
Kasım 2009
Unutulmuş Türkmen Diyarı: Diyala
(Tr - Eng - Ar)
ORSAM Rapor No: 8
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 1
Aralık 2009
Karadeniz’in Bütünleşmesi İçin
Abhazya
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 9
Ocak 2010
Yemen Sorunu: Bölgesel Savaşa
Doğru mu?
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 10
Yemen İç Savaşı: İktidar
Mücadelesi, Bölgesel Etkiler ve
Türkiye ile İlişkiler
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 11
Şubat 2010
Unutulan Türkler: Lübnan’da Türk
Varlığı
(Tr – Eng – Ar)
ORSAM Rapor No: 16
Nisan 2010
Oman Sultanlığı:
Arap Yarımadasında Geleneksel ile
Modernite Arasında Bir Ülke
(Tr)
ORSAM Rapor No: 17
Nisan 2010
7 Mart 2010 Irak Parlamento
Seçim Sonuçlarının ve
Yeni Siyasal Denklemin
Değerlendirilmesi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 18
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 3
Mayıs 2010
Komşuluktan Stratejik İşbirliğine:
Türk-Rus İlişkileri
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 19
Eylül 2010
Türkiye’ye Yönelik Türkmen Göçü
ve Türkiye’deki Türkmen Varlığı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 20
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 4
Ekim 2010
Kırgızistan’da Mevcut Durum,
İktidar Değişiminin Nedenleri ve
Kısa Vadeli Öngörüler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 21
Kasım 2010
Irak’tan Irağa: 2003 Sonrası
Irak’tan Komşu Ülkelere ve
Türkiye’ye Yönelik Göçler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 22
Ocak 2011
Türkiye-Yemen İlişkileri ve
Yemen’deki Türkiye Algısı
(Tr – Eng – Ar)
ORSAM Rapor No: 23
Ocak 2011
Katar-Irak-Türkiye-Avrupa Doğal
Gaz Boru Hattı Projesi Mümkün
mü?
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 24
Ocak 2011
Kuveyt Emirliği: Savaş ve Barış
Arasındaki El Sabah İktidarı ve
Türkiye ile İlişkiler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 25
Ocak 2011
Hukuki ve Siyasi Yönleriyle
Güvenlik Konseyi’nin İran
Ambargosu
(Tr)
ORSAM Rapor No: 26
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 5
Şubat 2011
Kırgızistan’da Son Gelişmeler:
Dün, Bugün, Yarın
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 27
Şubat 2011
Mısır Devriminin Ayak Sesleri: Bir
Devrin Sonu mu?
(Tr)
ORSAM Rapor No: 28
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 6
Şubat 2011
Uluslararası Deniz Hukukunda Kıyı
Devletlerinin Gemilere El Koyma
Yetkisinin Sınırları: Gürcistan’ın
Karadeniz’de Seyreden Gemilere
El Koyması
(Tr)
ORSAM Rapor No: 29
Şubat 2011
Tunus Halk Devrimi ve Türkiye
Deneyimi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 30
Şubat 2011
Kerkük’te Mülk Anlaşmazlıkları:
Saha Araştırmasına Dayalı Bir
Çalışma
(Tr)
ORSAM Rapor No: 31
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 7
Mart 2011
Afganistan ve Pakistan’da
Yaşanan Gelişmeler ve
Uluslararası Güvenliğe Etkileri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 32
Mart 2011
Suudi Arabistan’da Şii Muhalefet
Sorunu ve Etkileri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 33
Mart 2011
Irak’ta Türkmen Varlığı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 34
Mart 2011
Irak’ta Türkmen Basını
(Tr – Ar)
ORSAM Rapor No: 35
Mart 2011
Irak’ta Mevcut Siyasi Durum ve
Önemli Siyasi Gelişmeler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 36
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 1
Mart 2011
Eu’s Water Framework Directive
Implementation in Turkey:
The Draft National Implementation
Plan
(Eng)
ORSAM Rapor No: 37
Mart 2011
Tunus Halk Devrimi ve Sonrası
(Tr)
ORSAM Rapor No: 38
Mart 2011
Libya Savaşı, Uluslararası
Müdahale ve Türkiye
(Tr)
ORSAM Rapor No: 39
Mart 2011
Tarihten Günümüze Libya
(Tr)
ORSAM Rapor No: 40
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 2
Mart 2011
İklim Değişiminin Güvenlik Boyutu
ve Ortadoğu’ya Etkileri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 41
Mart 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak-1
(Tr)
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
143
ORSAM Rapor No: 42
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 3
Nisan 2011
Nil Nehri Havzasının Hidropolitik
Tarihi ve Son Gelişmeler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 43
Nisan 2011
Kuzey Irak’ın Sosyal-Siyasal
Yapısı ve Kürt Bölgesel
Yönetimi’nin
Türkiye ile İlişkileri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 44
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 4
Nisan 2011
Meriç Nehri Havzası Su
Yönetimi’nde “Uluslararası
İşbirliği” Zorunluluğu
(Tr)
ORSAM Rapor No: 45
Nisan 2011
Suriye’de Demokrasi mi İç Savaş
mı?:
Toplumsal-Siyasal Yapı, Değişim
Senaryoları ve Sürecin Türkiye’ye
Etkisi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 46
Mayıs 2011
Suriye’de İktidar Mücadelesi,
Uluslararası Toplumun Tepkisi ve
Türkiye’nin Konumu
(Tr)
ORSAM Rapor No: 47
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 5
Mayıs 2011
Türkiye-Suriye İlişkileri: Sınıraşan
Sularda Örnek İşbirliği Olarak Asi
Dostluk Barajı
(Tr)
144
ORSAM Rapor No: 51
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 8
Mayıs 2011
75. Yılında Montrö Boğazlar
Sözleşmesi
Karadeniz’in Değişen Jeopolitiği
Çerçevesinde
(Tr)
ORSAM Rapor No: 52
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 9
Mayıs 2011
Afganistan ve Bölgesel Güvenlik
(Ortadoğu, Orta ve Güney Asya,
Rusya Federasyonu)
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 53
Mayıs 2011
Madagaskar: Bağımsızlığın 50.
Yılında Kazanımlar,
Kaçan Fırsatlar ve Türkiye ile
İlişkiler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 54
Mayıs 2011
Iraklı Grupların Temel Siyasi
Sorunlara Bakışı ve Türkiye İle
İlişkiler: Saha Araştırmasına Dayalı
Bir Çalışma
(Tr)
ORSAM Rapor No: 62
Ağustos 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak - 3
(Tr)
ORSAM Rapor No: 63
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 7
Ağustos 2011
Görünmez Stratejik Kaynak:
Sınıraşan Yeraltı Suları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 64
Ağustos 2011
AK Parti’nin 12 Haziran 2011
Genel Seçimlerindeki Zaferi
(Tr – Ar)
ORSAM Rapor No: 65
Ağustos 2011
Karikatürlerin Dilinden Arap
Baharı - 1
(Tr)
ORSAM Rapor No: 55
Haziran 2011
Suriye Muhalefeti’nin Antalya
Toplantısı:
Sonuçlar, Temel Sorunlara Bakış
ve Türkiye’den Beklentiler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 66
Ağustos 2011
Karikatürlerin Dilinden Libya İç
savaşı ve Uluslararası Müdahale
-1
(Tr)
ORSAM Rapor No: 56
Haziran 2011
Seçimler ve Ak Parti’nin Tecrübesi
(Tr – Ar)
ORSAM Rapor No: 67
Ağustos 2011
Somali: Bir Ulusun Yok Oluşu ve
Türkiye’nin İnsani Yardım Girişimi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 57
Haziran 2011
12 Haziran 2011 Türkiye
Genel Seçimlerinin Ortadoğu
Ülkelerindeki Yansımaları
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 68
Eylül 2011
Karikatürlerde Usame Bin Ladin
Operasyonu ve Yankıları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 48
Mayıs 2011
Orsam Söyleşileri - 2
Iraklı Araplar, Azınlıklar ve
Akademisyenler-1
(Tr)
ORSAM Rapor No: 58
Temmuz 2011
Karikatürlerin Dilinden 12 Haziran
2011 Türkiye Genel Seçimlerinin
Ortadoğu’daki Yansımaları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 49
Mayıs 2011
Orsam Söyleşileri - 2
Irak Türkmenleri-1
(Tr)
ORSAM Rapor No: 59
Temmuz 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak - 2
(Tr)
ORSAM Rapor No: 50
Mayıs 2011
Orsam Söyleşileri - 3
Iraklı Kürt Yetkililer,
Akademisyenler ve Gazeteciler-1
(Tr)
ORSAM Rapor No: 60
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 6
Temmuz 2011
Mekong Nehri Suları Üzerinde
İşbirliği ve İhtilaf
(Tr-Eng)
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
ORSAM Rapor No: 61
Temmuz 2011
Antalya’da 1-2 Haziran 2011
Tarihlerinde Gerçekleşen
“Suriye’de Değişim
Konferansı” nın Tam Deşifresi
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 69
Eylül 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak - 4
(Tr)
ORSAM Rapor No: 70
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 10
Eylül 2011
XXI. Yüzyılda Rusya ve Türkiye’nin
İran Politikaları
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 71
Eylül 2011
Gazze Sorunu: İsrail Ablukası,
Uluslararası Hukuk, Palmer
Raporu ve Türkiye’nin Yaklaşımı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 72
Eylül 2011
Ortadoğu Ülkelerine Dair
İstatistikler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 73
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 11
Ekim 2011
Anadolu Etki Alanı
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 74
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 12
Ekim 2011
Ukraine in Regress: The
Tymoshenko Trial
(Eng)
ORSAM Rapor No: 75
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 13
Ekim 2011
Kazaklar ve Kazakistanlılar
(Tr)
ORSAM Rapor No: 76
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 14
Ekim 2011
İtalya’da Unutulmuş Türk Varlığı:
Moena Türkleri
(Tr - It)
ORSAM Rapor No: 77
Ekim 2011
ABD’nin Çekilmesinin Ardından
Irak Politikasının Bölgesel, Küresel
Etkileri ve Türkiye’ye Yansımaları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 78
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 8
Ekim 2011
Türkiye’de ve İsrail’de Yapay
Sulak Alanlar ile Atıksu Arıtımı ve
Atıksuyun Sulama Amaçlı Olarak
Tekrar Kullanımı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 79
Ekim 2011
Yaklaşan Seçim Öncesi Tunus’ta
Siyasal Denklemler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 80
Ekim 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak - 5
(Tr)
ORSAM Rapor No: 81
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 15
Ekim 2011
Büyük Güçlerin Afganistan
Politikaları
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 82
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 16
Ekim 2011
Bölge Devletlerinin Perspektifinden
Afganistan
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 83
Kasım 2011
Suriye’de Değişimin Ortaya
Çıkardığı Toplum: Suriye
Türkmenleri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 84
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 9
Kasım 2011
Somali’nin Açlık Felaketi: “Siyasi
Kuraklık” mı Yoksa Doğal Afet mi?
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 85
Kasım 2011
Suriye Politik Kültüründe Tarihsel
Pragmatizm, Beşar Esad Dönemi
Suriye Dış Politikası ve TürkiyeSuriye İlişkileri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 86
Kasım 2011
Geçmişten Günümüze Irak
Türkmen Cephesi’nin Yapısı ve
İdari Durumu
(Tr)
ORSAM Report No: 87
Kasım 2011
Turkmen in Iraq and Their Flight: A
Demographic Question?
(Eng)
ORSAM Rapor No: 88
Kasım 2011
Irak’ta Bektaşilik (Türkmenler –
Şebekler – Kakailer)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 89
Kasım 2011
Değişim Sürecindeki Fas
Monarşisi: Evrim mi? Devrim mi?
(Tr)
ORSAM Rapor No: 90
Kasım 2011
Arap Dünyasının İstisnai Krallığı:
Yerel Aktörler ve Arap-İsrail
Uyuşmazlığı Çerçevesinde Ürdün
Krallığı’nın Demokratikleşme
Deneyimleri
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 91
Aralık 2011
Türkiye ve Arap Birliği’nin
Suriye’ye Yaptırım Kararları ve
Olası Sonuçları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 92
Aralık 2011
Irak’ta İhtilaflı Bölgelerin Durumu
(Tr)
ORSAM Report No: 93
ORSAM Water Research
Programme Report: 10
December 2011
Turkey and Wfd Harmonization: A
Silent, But Significant Process
(Eng)
ORSAM Rapor: 94
Aralık 2011
Türkiye-Fransa Krizinde Algının
Rolü: Fransızların Türkiye Algısı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 95
Aralık 2012
Karikatürlerle Arap Baharı – 2
(Tr)
ORSAM Rapor No: 96
Aralık 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak – 6
(Tr)
ORSAM Rapor No: 97
Ocak 2012
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak – 7
(Tr)
ORSAM Rapor No: 98
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 17
Ocak 2012
Kırgızistan’da Cumhurbaşkanlığı
Seçimi ve Türkiye ile İlişkilerine
Etkisi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 99
Ocak 2012
Türk Siyasal Partilerinin Hatay’daki
Suriyeli Sığınmacılar Konusundaki
Açıklamaları ve Hatay’daki Siyasi
Parti Temsilcileri ile Hareketlerin
Suriye Olaylarına Yaklaşımları
(Mart-Aralık 2011)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 100
Ocak 2012
Irak İstatistikleri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 101
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 11
Ocak 2012
Emniyetli İçme Suyu ve
Sanitasyon Hakkı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 102
Ocak 2012
Irak Hangi Şartlarda, Nasıl
Parçalanabilir?: En Kötüye
Hazırlıklı Olmak
(Tr – Eng)
ORSAM Rapor No: 103
Ocak 2012
Irak’ta Petrol Mücadelesi: Çok
Uluslu Şirketler, Uluslararası
Anlaşmalar ve Anayasal
Tartışmaların Işığında Bir Analiz
(Tr)
ORSAM Rapor No: 104
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 12
Şubat 2012
Sınıraşan Akiferler Hukuku
Taslak Maddeleri Üzerine Bir
Değerlendirme
(Tr – Eng)
ORSAM Rapor No: 105
Şubat 2012
Irak Hukuk Mevzuatında
Azınlıkların Siyasal Hakları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 106
Şubat 2012
Irak Hukuk Mevzuatında
Azınlıkların Siyasal Hakları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 107
Şubat 2012
Uluslararası Hukuk ve Irak
Anayasası Açısından Azınlıkların
İnsan Hakları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 108
Şubat 2012
Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın
(EİT) Geleceği
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 109
Şubat 2012
Türkiye’nin Yükselişi ve «Bric»
Bölgesi
(It)
ORSAM Rapor No: 110
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 13
Mart 2012
İran’da Su Kaynakları ve Yönetimi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 111
Mart 2012
Suriye Kürt Muhalefetine Eleştirel
Bir Bakış
(Tr)
ORSAM Rapor No: 114
Nisan 2012
Karikatürlerle Suriye Sorununu
Anlamak - 8
(Tr)
ORSAM Rapor No: 115
Nisan 2012
Suriye’de Güvenli Bölge
Tartışmaları: Türkiye Açısından
Riskler, Fırsatlar ve Senaryolar
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 116
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 14
Nisan 2012
Fayda Paylaşımı Kavramı, Teorik
Altyapısı ve Pratik Yansımaları
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 117
Nisan 2012
Musul’a Yatırım Geleceğe
Yatırım Demektir
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 118
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 19
Mayıs 2012
Ukrayna - Türkiye Ticari Ekonomik Münasebetlerinin
Analizi
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 119
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 20
Mayıs 2012
Bölgesel Gelişimin Trend ve
Senaryolarının Araştırılmasındaki
Araç: Jeopolitik Dinamikler
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 120
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 21
Mayıs 2012
Kazakistan Siyasi Sisteminin
Gelişimi: 2012 Parlamento
Seçimleri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 121
Mayıs 2012
Musul’da Yerel Siyaset ve Irak
Siyasetinde Yeni Dinamikler (Saha
Çalışması)
(Tr - Eng - Ger)
ORSAM Rapor No: 112
Mart 2012
İran İslam Cumhuriyetinde
Anayasal Sistem ve Siyasi Partiler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 122
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 15
Mayıs 2012
Irak’ta Su Kaynakları Yönetimi
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 113
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 18
Nisan 2012
Mongolia: A Developing
Democracy and a Magnet for
Mining
(Eng)
ORSAM Rapor No: 123
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 22
Haziran 2012
Küresel Göç ve Avrupa Birliği ile
Türkiye’nin Göç Politikalarının
Gelişimi
(Tr)
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
145
ORSAM Rapor No: 124
Temmuz 2012
Türkiye Afrika’da: Eylem Planının
Uygulanması ve Değerlendirme
On Beş Yıl Sonra
(Tr - Eng - Fr)
ORSAM Rapor No: 131
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 26
“The Third Wave”: Geopolitics of
Postmodernism
Kasım 2012
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 138
Aralık 2012
Birlik mi, PYD’nin Güç Gösterisi
mi? Erbil Anlaşmasından Sonra
Suriye Kürt Dinamikleri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 125
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 23
Temmuz 2012
Rusya’nın Ortadoğu Politikası
(Tr)
ORSAM Rapor No: 132
Kasım 2012
Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun
Kerkük Ziyareti
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 139
Aralık 2012
Suriye’de Kürtler Arası Dengeler,
Rejim Muhalifleri ve Türkiye:
Çatışma-İstikrar Ayrımındaki
İlişkiler Örüntüsü
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 126
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 16
Temmuz 2012
Yeni Çerçeve Su Kanunu’na
Doğru: Su Kanunu Taslağı Üzerine
Notlar
(Tr)
ORSAM Rapor No: 133
Kasım 2012
Irak Kürdistan Bölgesi’nde
Muhalefetin Doğuşu ve Geleceği
(Tr)
ORSAM Rapor No: 140
Aralık 2012
Kuzey Irak’ta İç Siyasal Dengeler
ve Stratejik İttifak’ın Geleceği
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 127
Ağustos 2012
Suriye’de Kürt Hareketleri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 128
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 24
Eylül 2012
Günümüz Şartlarında
Türkiye - Belarus Ekonomik
Münasebetlerinin Gelişimi
(Tr - Rus - Eng)
ORSAM Rapor No: 129
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 25
Eylül 2012
Belarus-Türkiye: Devletlerarası
İşbirliğinin Pozitif Dinamikleri
(Tr - Rus - Eng)
ORSAM Rapor No: 130
Suriye Çerkesleri
Kasım 2012
(Tr - Eng)
146
Mayıs 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 53
ORSAM Rapor No: 134
Kasım 2012
Irak Çerkesleri
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 135
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 27
Kasım 2012
Türkiye’nin Eski Sovyet
Cumhuriyetleriyle
Münasebetlerinin Özellikleri
(Tr - Rus - Eng)
ORSAM Rapor No: 136
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 28
Kasım 2012
Türk-Ukrayna İlişkilerinde
Entegrasyon Faktörü Olarak
Türk-Kırım Münasebetleri
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 137
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 29
Aralık 2012
Belarus’un Enerji Politikası ve
Belarus’un Rusya ve AB ile Enerji
Alanında Geliştirdiği İşbirliği
(1992-2011)
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 141
Aralık 2012
Irak’ta Türkmen Eğitiminin
Durumu
(Tr)
ORSAM Rapor No: 142
Ocak 2013
President Obama’s Second Term:
Domestic and Foreign Challenges
(Eng)
ORSAM Rapor No: 143
Ocak 2013
2012 Irak Değerlendirmesi ve Irak
Kronolojisi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 144
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 17
Ocak 2013
ORSAM Su Söyleşileri 2011
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 145
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 18
Ocak 2013
ORSAM Su Söyleşileri 2012
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 146
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 30
Ocak 2013
2013 Yılında Avrasya: Siyasi ve
Ekonomik Analiz
(Eng)
ORSAM Rapor No: 147
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 31
Ocak 2013
Kültürler Arası Diyalog: İdil Ural
Bölgesinden Büyük Litvanya
Knezliğine
Belarus-Litvanya Tatarları
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 148
Ocak 2013
Uluslararası Politika ve Uygarlıklar
(Uygarlıklar Çatışması ve Diyalog)
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 149
Şubat 2013
David Cameron ve AB: Dönüşü
Olmayan Karar
(Eng)
ORSAM Rapor No: 150
Mart 2013
Suriye Türkmenleri: Siyasal
Hareketler ve Askeri Yapılanma
(Tr – Eng)
ORSAM Rapor No: 151
Nisan 2013
Irak Kürdistan Bölgesi’nde
Demokrasi Süreci ve Sorunları
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 152
Nisan 2013
Irak’ta 2013 Yerel Seçimlerine
İlişkin Temel Veriler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 153
Nisan 2013
Irak’ta Seçim Yasaları
(Tr)
ORSAM SÜRELİ YAYINLAR
ORTADOĞU
ETÜTLERİ
(Aylık)
(6 Aylık)
Indexed by
tarafından taranmaktadır
aylık uluslararası ilişkiler dergisi
sayı
Mayıs 2013 Cilt 5
53
Su Jeopolitiği ve Türkiye
Sınıraşan Sulardan Faydalanmalara
İlişkin Temel Yaklaşımlar
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Türk Dış Politikası ve Su
Ortadoğu’da Bölgesel Düzen ve “Arap Baharı”
ABD Suriye Konusunda Neyi Bekliyor?
ORSAM KİTAPLARI
ORSAM Kitapları No: 4
ORSAM Orta Asya Kitapları
No: 1
Enerji Güvenliği,
Şanghay İşbirliği
Örgütü ve Orta Asya
ORSAM Kitapları No: 5
Ortadoğu Kitapları No: 3
Osmanlı Vilayet
Salnamelerinde Musul
ORSAM Kitapları No: 6
Ortadoğu Kitapları No: 4
Osmanlı Vilayet
Salnamelerinde Basra
ORSAM İNTERNET YAYINLARI
ORSAM
ORSAM (Eng)
ORSAM SU
ARAŞTIRMALARI
PROGRAMI
ORSAM
WATER
RESEARCH
PROGRAMME
ORSAM Kitapları No: 7
Ortadoğu Kitapları No: 5
Osmanlı Vilayet
Salnamelerinde Bağdat
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi
Mithatpaşa Caddesi No: 46/3-4 Kızılay/ANKARA Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48
www.orsam.org.tr

Benzer belgeler

ORSAM - Suriye Türkmenleri Raporu

ORSAM - Suriye Türkmenleri Raporu Ortadoğu’nun iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak, ne Ortadoğu ne de halkları, olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkum edilmemelidir. Ortadoğu ülkeleri, halkların...

Detaylı

ORTADO U ANAL Z Aral k 2013 60. Say

ORTADO  U ANAL  Z Aral  k 2013 60. Say Ortadoğu’nun iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak, ne Ortadoğu ne de halkları, olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkum edilmemelidir. Ortadoğu ülkeleri, halkların...

Detaylı

tarihçe-kavramlar-doktrinler - Su Yönetimi Genel Müdürlüğü

tarihçe-kavramlar-doktrinler - Su Yönetimi Genel Müdürlüğü Sınıraşan sulardan sağlanacak fayda, kıyıdaşların karşılıklı ihtiyaçlarına göre dikkate alınmadığı için, devletlerarası işbirliği ve uzlaşma

Detaylı