Ceviri_Polanyi_FasizminOzu

Transkript

Ceviri_Polanyi_FasizminOzu
Faşizmin Özü
Karl Polanyi
Çeviri: Benan Eres
Çevirmenin Notu: Bu yazı ilk olarak 1930 yılında
Avusturya’da mütedeyyin sosyalist bir grubun dergisi olan
Menschheits Kampf’ta 1, “Das Wesen des Faschismus”
başlığıyla yayınlandı. Aşağıdaki Türkçe çeviri, Karl
Polanyi’nin kendi İngilizce çevirisi olan, “The Essence of
Fascism” başlığıyla John Lewis, Karl Polanyi ve Donald K.
Kitchin’in derledikleri Christianity and the Social Revolution
adlı 1935 tarihli kitapta yer alan versiyona dayanmaktadır. 2
Polanyi yazıyı 1920’lerin sonunun Sosyalist Viyana’sında,
tüm Avrupa’da Faşizmin yükselişini gözlemlediği sıralarda
kaleme almıştır.
MUZAFFER FAŞİZM sadece Sosyalist Hareket’in düşüşü değildir;
Hıristiyanlığın da, en bayağı biçimleri bir kenara bırakıldığında, sonudur.
Alman Faşizmi’nin hem işçi sınıfı hareketinin örgütlerine hem de kiliselere
karşı müşterek saldırısı sadece bir tesadüf değildir. Bu, Faşizmin, onu Sosyalizm,
Hıristiyanlık ve benzerlerinin ortak düşmanı yapan saklı felsefî özünün simgesel
bir dışavurumudur. Temel savımız budur.
Tüm Orta Avrupa’da Sosyalist Partiler ve sendikalar Faşistler tarafından baskı
altına alınıyorlar. Aynı şekilde Hıristiyan Barışseverler ve Mütedeyyin Sosyalistler
de. Almanya’da Nasyonal Sosyalizm kesinlikle Hıristiyanlık karşısında bir karşıdin olarak tasarlanmakta. Kiliseler baskı görmekte; laik bir gücün Hıristiyanlık
karşıtı rekâbetinden değil, dünyaya karşı tüm tavizlerine rağmen, Hıristiyan
olmaktan vazgeçmedikleri için. Devlet Protestan Kiliselerin dinî bağımsızlıklarına
saldırıyor ve, bağımsızlıklarını savunmakta başarılı olduklarındaysa, sakince
1 İnsanlığın Savaşı
2 Karl Polanyi (1972[1935]). “The Essence of Fascism,” John Lewis, Karl Polanyi ve Donald
K. Kitchin (der.) Christianity and the Social Revolution, Hollandale: New World Book
Manufacturing Co. içinde, s.359-94.
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
137
toplum ve eğitimi laikleştirmeye koyuluyor. Roma Kilisesi bile Almanya’da ağır
ateş altında. İtalya’daki Lateran Anlaşması’nın Roma Kilisesi’nin beklentilerini
gerçekleştirdiğine dair şüphe duymak gerçekçi. Avusturya’da olduğu gibi,
görünürde tutunduğu yerlerde ise konumu hem siyasî hem de ahlakî olarak nazik
eşiğin ötesinde.
Çizdiğimiz resim Almanya’daki gelişmelere fazla vurguda bulunuyor ve
Faşizm ve Kiliseler arasındaki mücadelenin umumî olmaktan uzak olduğu
gerçeğini ihmal ediyor görülebilir.
Kuşkusuz ki, Roma Kilisesi farklı ülkelerde farklı siyasî hatları takip etmekte
ve aynı ülke içinde dahi çeşitli Hıristiyan topluluklarının Faşist Parti Devleti
karşısındaki tutumları farklılık göstermekte. Papalık genelgesi Quadragesimo
Anno’da Papa, Faşist sosyolojiye taviz yolunu açtı. Bu Nasyonal Sosyalizm’in
zaferinden önce gerçekleşmiş olsa da, Roma’nın gelecekte nihaî olarak tayin
etmeye hazır olduğu yön hakkında şüphe bırakmadı. Avusturya’da bir çeşit
Katolik Faşizm’iyle yaptığı deney bu durumu kesin olarak ispatlamakta.
Ancak, Katolik iradenin taviz veren bu hâlleri, ciddiyeti ve gerçekliği küçük
görülmemesi gereken Alman Kilise çatışmasının önemini azaltmaktan ziyade
arttırır görünmekte. Kanâatimiz odur ki, tam olgun Faşizm’in siyasî ve felsefî
niteliklerini keşfetmek için Nasyonal Sosyalizm’e bakmalıyız. Diğer ülkelerdeki
paralel hareketler asıl nüshanın görece az gelişmiş çeşitlemelerinden başka
bir şey değiller. İtalyan Faşizmi, Mussolini’ye rağmen, kendine ait ayırt edici
bir felsefeye sahip değil. Bilakis, bilinçli şekilde felsefesiz oluşu belirleyici
özelliğini oluşturuyor. Korporatif Avusturya hazırolda yerinde saymakta. Faşizm
sadece Almanya’da siyasî bir felsefenin bir dine dönüştüğü kati aşamaya erişti.
Sovyet Rusya’daki Sosyalizm, Orta Avrupa’daki İşçi Hükümetleri’nin Sosyalist
politikalarının ne kadar ilerisindeyse, aslında Nasyonal Sosyalizm de İtalyan ya
da Avusturya Faşizmi’nin neredeyse o kadar ilerisinde.
Ancak, yine de, Alman Kilise çatışmasının, Faşizm’in Hıristiyanlıkla olan
içkin uzlaşmazlığının bir ispatı olarak kullanılmasına itirazlar var. Her şeyden
önce, Hıristiyanlığın Kiliselerle aşikâr olarak özdeş olmadığı gerçeği; ikinci
olarak, Sosyalist Hareket’le Kıtadaki Kiliseler arasındaki geleneksel kan davası.
Kuşkusuz ki, Hıristiyan Kiliseleri’ne saldıranın Hıristiyanlığa saldırıyor
olduğunu ileri sürmek imkânsız olurdu. Tarih boyunca sıklıkla gerçekleşen
bunun tersidir. Bugün Almanya’da dahi Hıristiyan Barışseverler ve Mütedeyyin
Sosyalistler, her zaman olduğu gibi çoktandır resmî Kiliselerin solgunluğundan
138
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
uzaktalar. Aynısı Avusturya’daki Mütedeyyin Sosyalistler için de geçerli. Baskılara
müştereken maruz kalmak bile Hıristiyan devrimcilerin canlı inançlarıyla, örgütlü
Hıristiyanlık arasındaki uçurumu gideremez. Ancak, Almanya’daki Kilise
Hıristiyan inancını savunmak adına Faşizme karşı durduğu sürece vazifesinin
evrenselliği içerisinde şehadetinin önemi yadsınamayacaktır. Arızî olarak bu
durum Almanya’daki Batılı Kiliselerle Rusya’daki Ortodoks Kilise arasındaki
önemli bir farkı gün yüzüne çıkarmakta. Rusya’da Kilise Hıristiyan vazifeye bağlı
olduğundan değil, olmadığından baskı altına girmişti. Hıristiyanlığın toplumsal
gayesi, niteliği gereği devrimin yanındayken, Rusya’daki Ortodoks Kilise’nin
çarcı tiranlığın başlıca siyasî dayanağı olduğunu kim yadsıyabilir?
Bu, Kıta Avrupası’ndaki Sosyalist Partilerle Kiliseler arasındaki kan davasına
gönderme yapan ikinci itirazın cevaplanmasına yardım ediyor. İşçi sınıfı
hareketinin yükselişinden beri bu düşmanlık vardı. Ancak, Rus örneği bunu
bir sav olarak ileri sürmenin karşısında güçlü bir uyarı teşkil etmeli. Kaldı ki
kitlelerin gözünde Batılı Kiliseler, Hıristiyanlığın ideallerini içermekten de çok
uzaktılar. Örgütlü Hıristiyanlık Sosyalizmin idealist amaçlarına sözde bağlıymış
gibi görünürken, Sosyalizm’in ilerlemesine tüm gücüyle karşı koydu. Ancak,
bugünkü dönüm noktasında kiliseler, ağırlıklı olarak gerici olsalar da, şuursuz
biçimde Hıristiyanlığın, Sosyalizmle ortak olan özünün farkına varıyorlar. Demek
ki, Nasyonal Sosyalizm Marksist Sosyalizmle olan uzlaşmaz çelişkisine rağmen
değil, tam da bu çelişkinin sonucu olarak kiliselere saldırıyor. Bu bizim savımızı
tam olarak anlatmakta.
Hemen ilk bakışta, iddia gerçekten de aşırı derecede basit. Sosyalizme
yapılacak hiçbir saldırı, bu hareketin dinî ve ahlâkî köklerini kazımadığı sürece
kalıcı şekilde etkin olamayacaktır. Ancak bu köklerde Hıristiyan mirası yatmakta.
İnsanoğlunu Sosyalizmin sözde yanılgılarından kurtarmaya koyulan Faşistler,
İsa’nın öğretilerinin nihaî hakikât ya da sahtelik sorgusunu geçemezler.
Ancak siyaset soyutlamalarla uğraşmaz. Saf düşüncede, çözümsüz bir çelişki
olarak görülen, gerçekte illa bir çatışmaya yol açmaz. Eğer Faşist hükümetler
Hıristiyan dinine pagan unsurlar aşılamak uğruna büyük riskler alıyorlarsa, bunu
tamamıyla pratik bir tertibin mecburî nedenleriyle yapıyorlar. Nedir bu nedenler?
Tesadüfîler mi; yoksa kaçınılmaz olarak, Faşizmin toplumun yapısını, Sosyalizme
doğru gelişme ihtimalini sonsuza dek ortadan kaldıracak şekilde yeniden
şekillendirme çabalarından mı kaynaklanıyorlar? Ve eğer öyleyse neden, aynı
zamanda Hıristiyan ideallerinin Batı medeniyetinin siyasî ve toplumsal kurumları
üzerinde olabilecek her etki zerresini de yok etmeden, Sosyalizm ihtimalini
ortadan kaldıramıyorlar?
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
139
Cevap için Faşizmin felsefe ve sosyolojisine bakmalıyız.
I. Faşist Bireyselcilik Karşıtlığı
Faşizmin kendisine ait kapsayıcı bir felsefe üretmemiş olduğu suçlaması
Viyanalı Profesör Othmar Spann’a haksızlık olur. Korporatif ilkenin İtalyan Faşist
siyasetinde ortaya çıkışından daha beş yıl önce bu fikri yeni bir devlet kuramının
temeli yapmıştı. Daha sonraki yıllarda bu kuramı beşerî evrenin bir felsefesine
doğru geliştirdi ve detaylı biçimde siyaset, iktisat, sosyolojinin yanı sıra genel
yöntem, ontoloji ve metafizikle de ilgilendi. Ancak Spann’ın sisteminin bizi bu
incelemede özel olarak ilgilendiren yönü ne üstünlüğü ne de kapsayıcılığı. Bizi
ilgilendiren yazarının bu sistemin temeli olarak aldığı ve şu ya da bu biçimiyle,
nasıl tanımlandıkları fark etmeksizin tüm Faşist düşünce ekollerinin yol gösterici
ilkesi haline gelen fikrin ortaya koyuluş biçimi: Bireycilik karşıtlığı fikri. 3
Bu gerçeği önce uzun uzadıya ortaya koyduktan sonra daha az gözle görülür
sonuçlarını daha yakından soruşturacağız.
Spann, karşı devrimin peygamberi, kariyerine 1919’da, orta sınıfın yıkıntısı
ve ümitsizliğinin tam ortasında başlar. Neredeyse geri dönülmez noktaya gelmiş
olduğumuz inancındadır. İki dünya sistemi arasında seçim yapmak zorundayızdır:
Bireycilik ve Evrenselcilik. 4
İkincisini kabul etmediğimiz takdirde ilkinin ölümcül sonuçlarından
kaçamayız. Çünkü Bolşevizm, bireyci, insanın doğal hakları öğretisinin siyasî
alandan iktisadî alana uzantısından başka bir şey değildir. Bireyciliğin zıddı olmak
şöyle dursun, onun tutarlı icrasıdır. Hegel’e karşın Marx, Spann’ın iddiasına
göre, baştan sona bireyci kalmıştır. Devlet kuramında Marx anarşist ütopyacılık
derecesinde bireycidir. “Marksizmde ‘Devletin Ölümü’, toplumu özünde, insanın
insana tahakkümünün olmadığı, bireylerin ‘özgür birlikteliği’ olarak gören içkin
bireyciliğinin sonucudur.” Doğru, Sosyalist ideal kesinlikle “Devletsiz” toplumdur.
Tarihsel olarak Bireycilik, Demokrasi ve Liberalizm yoluyla Bolşevizme yol
açar. Liberal Kapitalizmin, Spann’ın kendi deyimiyle “barbar, acımasız ve kanlı”
egemenliği, temsili Demokrasinin siyasî mekanizmalarının sağladığı geçişin,
yani iktisadî hayatın Sosyalist örgütlenmesinin yolunu hazırlar. Bireyci virüsün
bir kere ortaçağ toplumunun evrenselci ilkesini sonuna kadar yok etmesine izin
verirsek, başka bir sonuç mümkün değildir.
3 O zaman “Liberalizmdeki ahlâkî çürüme, Demokrasi yoluyla kültürel felç ve Sosyalizmin nihaî
bozulması” kaçınılmazdır.
4 Bu kavramın Spann’ın kullandığı anlamının, hâlihazırda Hıristiyan Kiliselerinin kabul edilmiş
kullanımıyla hiçbir ortak noktası yoktur.
140
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
Spann’ın sisteminin ayırt edici özelliği bu virüsü konumlandırmaya kalkışma
üslûbu. Onun için bireycilik sosyal felsefeyle sınırlandırılmış değil, biçimsel
bir inceleme yöntemi. Esasen modern bilimde doğal olguya habis, nedenselci
yaklaşımdan ve nihayetinde, kendi zararımıza, toplumu anlamlandırmada kullanır
hale geldiğimiz atomistik bireycilikten sorumlu. Spann’ın “Evrenselciliği” 5 ise bu
kapsamlı bireycilik mevhumunun karşı yöntemi olduğunu ileri sürüyor.
Bugün sosyalizm lehine çalışan güçlerin doğasının bireyci olduğuna dair bu
derin kanı Faşizme tüm biçimlerinde hâkim oluyor. Ernst Krieck, önde gelen
Alman pedagogu, Nasyonal Sosyalist devrimi, bir yanda Batı Avrupa’nın son
yüzyıllarında içerilen bireyciliğin iki aşamasıyla, öte yandan da Sosyalizmle
karşı karşıya getirir. Rönesans’tan itibaren “Halk, devlet, toplum, iktisadî hayat
özerk bireylerin sadece bir toplamı olarak görülürdü... Ardından Marksizm ile
birlikte topluluğa doğru diyalektik yöneliş eklendi. Sosyalizmde toplam, toplamı
meydana getiren parçalardan daha yüksek bir mertebeye sahip. Bunun nedeni ise
temsiliyetçi kitle Demokrasisi içerisinde önceden şekillendirilmiş biçimde yatan
cebrî bir mekanizmadır.” Dediğine göre Sosyalizmde bireycilik aşılmaz, sadece
çekim merkezinde bir kayma gerçekleşir. Kasıca, Sosyalizm Demokrasi içerisinde
önceden şekillenmiştir. Çünkü Sosyalizm vurgusu farklı bir bireycilikten başka bir
şey değildir. İtalyan Faşistleri arasında da Sosyalizmin bireyci ve liberal kökenleri
hakkında aynı ısrara rastlıyoruz. Mussolini’nin kendisini ele alın: “Düşmanımız
Hür Masonluk, Liberalizm, Demokrasi ve Sosyalizmdir.” Ya da Katolik Faşist
Malaparte’yi alın: “Yakın zamanda Liberalizm ve Sosyalizmle muzaffer olmuş
olan, kökeninde Anglo-Saxon medeniyetidir.” Son olarak, gerici aristokrat Baron
Julius Evola: “Reformasyon hiyerarşinin yerine, otoritenin kelepçelerinden
kurtulan İnançlıların manevî ruhbanlığını geçirdi ki bu herkesi kendi kendinin
yargıcı ve türdeşinin eşiti yaptı. Bu, Avrupa’da ‘Sosyalist’ çürümenin başlangıç
noktasıdır.” Fakat özdeş bir tutum siyasî Nasyonal Sosyalizmde de belirgin. Hitler’i
5 Evrenselcilik terimi genel bir isimdir. Spann’ın kendi felsefesine verdiği özel isim
“Tümselcilik”tir (Ganzheitslehre).
[Ç.N.: Karl Polanyi, Othmar Spann’ın Ganzheitslehre terimini İngilizce Totalitarianism olarak
çevirmiştir. Başka yerlerde İngilizce “Holistic Theory” olarak da anılmaktadır. Totalitarianism
kelimesi İngilizce’de, İtalyanca “tam, mutlak, totaliter” anlamlarındaki “totalitario”yu model
alarak (ve iki dildeki ortak Latince “total”dan yola çıkılarak), İtalyan Faşizmine gönderme
yapmak üzere ilk olarak 1926’da kullanılmıştır (bkz. Oxford Çevrimiçi Etimolojik Sözlüğü).
Bugün Türkçe’de de totaliter kelimesi mevcuttur. Ancak diğer dillerde olduğu gibi bugün
Türkçe’de de, Spann’ın kendi felsefî yaklaşımına isim olarak verdiği terimden çok daha geniş
ve, özel olma niteliğini yitirip genel cinsi ifade eden bir anlam kazanmıştır. Spann’ın bu özel
isimlendirmesini karşılamak üzere Tümselcilik kelimesinin daha uygun olacağını düşünüyoruz.
Ayrıca Almanca Ganzheitslehre’nin, parçalanamaz tümlük, bütünlük anlamındaki “Ganzheit” ve
öğreti anlamındaki “Lehre” kelimelerinden oluşan bir birleşik kelime olduğunu ve Almanca’da
bugün ayrıca totalitercilik kelimesini karşılayan “Totalitarismus” kelimesinin de bulunduğunu
belirtmekte fayda var.]
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
141
alıntılarsak: “Batı Demokrasisi Marksizmin öncüsüdür ve o olmadan Marksizm
kesinlikle tasavvur edilemezdir.” Benzer şekilde Rosenberg: “Demokratik ve
Marxgil hareketler duruşlarını bireyin mutluluğu üzerinden belirlerler.” Ve
Gottfried Feder’in parti programına yarı resmî yorumu kısaca, “Kapitalizm ve
onun Marxgil ve burjuva uyduları”ndan söz eder – ses düşüren bir deyiş biçimi:
Bariz aykırılık içeren önermesinin altında taktiksel olarak iyi düşünülmüş bir
bireycilik ve Sosyalizm alaşımını saklıyor. Bu fikir birliği etkileyici. Bir ya da iki
nesil boyunca Sosyalizm, eleştirenleri tarafından insan benliğinin düşmanı ilan
edilerek saldırıya uğruyordu.
Oscar Wilde gibi duyarlı zekâlar aldatmacanın farkına varmış olsalar da, bu
eleştiri günün yazarlarının gözde suçlaması olarak kaldı: Bolşevizmin benliğin
sonu olduğu, orta sınıf yazınında neredeyse değişmez bir ifadedir. Faşizm
bu saftirik eleştiri ekolüyle tüm dayanışmayı reddeder. Sosyalizmi yok etme
konusundaki iradesi, böyle aciz, yalan yanlış suçlamaları silah olarak kullanmaya
zaman ayırmak için fazla ciddi kalmaktaydı. Onun yerine aslı olan bir tanesinde
karar kıldı: Sosyalizm bireyciliğin varisidir. Bireyciliğin gerçek özünün modern
dünyada korunabileceği tek iktisadî sistemdir. Sistematik, özgün Faşist bir bilgi
birliği, yani radikal, bireycilik karşıtı bir felsefe üretme çabalarını böyle anlamak
mümkün. Bu başlık altında, Prinzhorn gibi psikologlar, Baümler, Blüher ve Wirth
gibi etnologlar, Spengler gibi tarih felsefecilerinin çalışmalarının önemli kısmı
bizim sorunumuzla ilgili. Faşizmi, Sosyalizm karşıtlığının diğer tüm tonlama ve
çeşitlemelerinden ayıran görünmez sınır çizgisinin, indirgenemez ve aşırı bireycilik
karşıtlığından oluştuğunu söylemek doğru olacaktır. Bireycilik fikrinin hiçbir
manevî atası, ne denli saygın olursa olsun, Faşistin insafsız hücumundan bağışık
değil ve istisnasız, uğradığı saldırıda Bolşevizmin müsebbibinin bireycilik olduğu
suçlamasıyla karşılaşacak. Almanya’da yeni, devlet destekli dinler, ister ırksal,
ister kavimsel, isterse sadece ulusal ve aşırı yurtsever akidelere dayanıyor olsun,
ahlâktan tam bir muafiyeti keşfettiklerini ilan etmeden dahi, bireyciliğin aleyhine
dönüyorlar. Bundan dolayıdır ki, yazarı Friedrich Gogarten’in ulusalcı olmayan
eğilimi daha sonra Alman Hıristiyan Hareketi’nde oynayacağı rol hakkında ipucu
vermeyen Politische Ethik sosyal ahlâkı, manidar biçimde, bireyselcilik karşıtı
anlamda yeniden tanımlamayı amaçladı. Tüm Hıristiyan inanışlar içerisinde,
öğretilerinde bireyci unsurlara en az vurgu yapma eğilimiyle bilinen Katolik
Kilisenin bile, Faşizmdeki Hıristiyanlık dışı temayüllerden, Faşizmin içinde insan
bireyi değerinin eksikliğine dem vurarak şikâyet etmesine şaşmamak gerek.
Son olarak, Alman İnanç Hareketi, Alman Hıristiyan duruşunun tüm utanç
verici muğlâklığından bağışık. Bu hareket Alman, Hıristiyan değil. Bu iki
sözüm ona alternatif arasında yaptığı seçimden de gurur duyuyor. Bu nedenle
de insanların temelde eşit olmadıklarını din adına iddia etmeye hazır. Bu şekilde
142
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
nihaî amaca ulaşılıyor. Çünkü açık ki, bireyciliğin demokratik sonuçları bireylerin
bireyler olarak eşit olduğunun kabulünden doğmakta. 6
Bu, üzerine demokrasinin inşa edildiği ve Faşizmin yıkımını hedeflediği
bireyciliktir. İncil’in bireyciliğidir. Başladığımız noktaya geri dönüyoruz.
Spann’ın, demokrasinin Sosyalizmle bireycilik arasındaki kurumsal bağ olduğu
konusundaki ısrarına işaret etmiştik. Bu temsili demokrasiyi, Faşizmin saldırı
hedefi olarak tayin etmektedir. Bu görüşün temelinde yatan siyasî inancın gerçeğe
sağlam bir şekilde dayandığını kavramak büyük önem taşıyor.
Avrupa’nın tamamında değilse bile Orta Avrupa’da genel oy hakkı sanayi
işçi sınıfının iktisadî ve sosyal yasama üzerindeki etkisini muazzam bir şekilde
artırdı. Ne zaman bir kriz vuku bulsa halkoylamasıyla seçilen parlamentolar
istisnasız Sosyalist çözümlere meyil gösterdiler. Sosyalist Hareketin istikrarlı
ilerleyişi, temsili demokrasinin devamına izin verildiğinde, kıtanın savaş sonrası
dönemdeki belirleyici tarihsel deneyimini oluşturuyor. Bu, Kıtadaki temel kanının
kaynağı: Temsiliyetçi kurumlar zarar görmeden hayatlarına devam ederlerse
sonuçta Sosyalizm gelecektir. Öyleyse, eğer Sosyalizmin gelmemesi isteniyorsa
demokrasi gitmelidir. Bu Avrupa’daki Faşist hareketlerin esbab-ı mucibesidir.
Bireycilik karşıtlığı bu siyasî bakışın akılcılaştırılmasından başka bir şey değildir.
Dahası, bireycilik karşıtı formül bu hareketin pratikteki gereklerini de en
uygun biçimde karşılıyor. Sosyalizm ve Kapitalizmin ikisini birden bireyciliğin
sonuçları olarak lanetlemek Faşizmi kitlelerin önünde ikisinin de ezeli düşmanı
gibi gösterme imkânı veriyor. Liberal kapitalizme duyulan yaygın hoşnutsuzluk
bu yolla, kapitalizmin liberal olmayan, yani korporatif biçimleri es geçilerek, etkin
bir biçimde Sosyalizme yönlendiriliyor. Bilmeden yapılsa da bu dalavere oldukça
dâhiyane. Önce liberalizm kapitalizmle özdeşleştiriliyor; sonra liberalizm idama
mahkûm edilirken, aynı suçtan yargılanan kapitalizm ise burnu bile kanamadan
başka bir adla hayatına devam ediyor.
II. Tanrıtanımaz ve Hıristiyan Bireycilik
Fakat biz burada öncelikli olarak siyasetle ilgili değiliz. Bireycilik karşıtlığının
genel anlamda tüm Faşist düşünce ekollerinin nişanı olduğu gerçeğini ortaya
koymakta başarılı olduğumuzu umuyoruz. Fakat Faşist saldırının hedef aldığı
6 Wilhelm Stapel “Teoloji ve Milliyetçilik” adlı kitabında (alt başlığı, Der Christliche Staatsmann’ın
(Hıristiyan Devlet Adamı) da anlattığı gibi) ahlâka karşı neredeyse düşüncesizce dürüst bir
nefreti sergiliyor: “[Ahlâk] varlığını, sadece yanılsamalardan kurtulmayı henüz becerememiş
olanların duygusallıklarına borçludur.” Ernst Krieck bile, eğitim üzerine el kitabında, “zorunlu
bir ahlâkın, uygun şekilde hareket etmemizi gerektirecek değer ve yasaları belirlemesine izin
veremeyiz” demektedir.
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
143
bireycilik tam olarak nedir ve onun Sosyalizm ve Hıristiyanlıkla ne ilgisi
bulunmaktadır?
Spann’ın iddiasından çıkartmaya çalışacağımız cevap oldukça çelişik bir
niteliğe sahip. Kısaca, Sosyalizmin temel olarak üzerinde yükseldiği ve Spann’ın
saldırısının ister istemez hedef aldığı bireycilik, iddialarının gerçekte yöneldiği
bireycilikten tamamen farklı. Bu nedenle, Faşizme eleştirel bir katkı olarak
Spann’ın iddiaları başarısızdır. Yine de, istemeden sorunun gerçek doğasını
istisnaî bir açıklıkla ortaya koymakta: Bireyciliğin, Sosyalizm ve Hıristiyanlığın
ortaklaştığı anlamı.
Spann’ın bireyciliğe karşı suçlaması, onun hem birey hem de toplum
mevhumlarının düzmece ve kendi kendiyle çelişir oldukları çifte iddiasına dayanır.
Bireycilik insanları manevî olarak “kendi başlarına”, gerçekte öyleymişler gibi
kendi kendine yeten teklikler olarak kavramak zorundadır. Ancak böyle bir benlik
gerçek olamaz. Manevî özerkliği hayalîdir. Varlığı dahi bir kurmacadan daha
fazlası değildir. Aynısı bu tür bireylerden müteşekkil bir toplum için de geçerlidir.
Var olup olmaması bireylerin onu “oluşturmaya” karar verip vermemesine
bağlıdır. Bu, yine, birbirlerine karşı yakınlık ya da soğukluk beslemeleri, kişisel
çıkarları hakkında akılcı ya da akıldışı görüşlere sahip olmaları ve bunun gibi az
ya da çok arızî koşullara dayanır. Bu şekilde anlamlandırılan bir toplum olmazsa
olmaz gerçeklikten yoksundur.
Kimse bu iddiaların güçlülüğünü yadsıyamaz. Hakikâten de reddedilemez
kesinlikteler. Ve, yine de kanıtlamaya niyetlendiklerinin tam tersini kanıtlıyorlar.
Spann’ın bireycilik eleştirisi temel bir muğlâklık nedeniyle geçerliliğini
yitiriyor. Çürütmeyi hedeflediği, Sosyalizmin özünü oluşturan bireycilik. Bu,
aslen Hıristiyandır. İddialarıysa tanrıtanımaz bireyciliği işaret ediyor. Bireyciliğin
bu iki biçimi de kökeninde teolojiktir. Ama Mutlak’a yapılan gönderme birinde
müspetken diğerinde menfîdir. Aslında biri tam olarak diğerinin zıddıdır. Birbirine
karıştırılırsa geçerli bir sonuca ulaşılamaz. Tanrıtanımaz bireyciliğin formülü
Dostoyevski’nin Ecinniler’indeki Kirilov’inkidir: “Eğer tanrı yoksa, o zaman ben,
Kirilov, tanrıyım.” Çünkü tanrı, insan hayatına anlam veren ve iyi ve kötü arasında
bir fark yaratandır. Benim dışımda böyle bir tanrı yoksa eğer, bunları kendim için
ben gerçekleştiririm. Bu iddia reddedilemez. Romanda Kirilov, ölüm korkusunu
bertaraf ederek, kendi ilâhîliğini gerçek ve sahici kılmaya azmeder. Bunu intihar
ederek gerçekleştireceğini ileri sürer. Ölümü dehşet verici bir başarısızlıktır.
Dostoyevski’nin acımasız Kirilov çözümlemesi benliğin manevî özerkliğinin
gerçek doğası ve sınırlılığı hakkında şüphe bırakmamakta. Titansı Süper
İnsan Nietzsche’nin, ölmüş olduğunu ilan ettiği tanrıların vârisidir. Mitolojik
144
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
Raskolnikov, Stavrogin figürlerinde, Ivan ve ondan türemiş Smerdyakov’da, ve
hepsinden daha güçlü olarak Kirilov’da, Dostoyevski bize insan benliğinin bu
mevhumunun neredeyse matematiksel katîlikte bir reddini sunuyor. Spann’ın
bireycilik eliştirisi, Dostoyevski’nin, konumunun üstesinden yarım yüzyıl önce
gelmiş olduğu Nietzsche’ye karşı geç kalmış bir saldırıdır. Tarihsel olarak
Nietzsche ve Dostoyevski’nin ikisi de Søren Kierkegaard’ın yalnız dehası
tarafından öngörülmüştü. Onlardan bir nesil önce, eşsiz diyalektik bir çabayla,
yine Özerk Birey’i yaratmış ve sonra da ortadan kaldırmıştı. 7
Ancak Othmar Spann sadece kapıları açılmaya zorlamıyor, aynı zamanda
bu kapılardan yanlış odalara giriyor. Tanrıtanımaz bireyciliğe yönelttiği etkin
ama yersiz saldırısıyla, korporatif kapitalizmde yüceltmek istediğini çürütüyor:
Eşitsizlerin bireyciliği; ve çürütmek için yola koyulmuş olduğunu da istemeden
yüceltiyor: Eşitlerin bireyciliği. Çünkü ikincisi, ayrılmaz biçimde Hıristiyan, ilki
de tanrıtanımaz bireyciliğe bağlı. 8
Hıristiyan bireycilik Mutlak’la olan tam olarak yukarıdakinin tersi ilişkiden
ortaya çıkar. “Benlik sonsuz değere sahiptir, çünkü tanrı vardır.” Bu bireycilik
insanın kardeşliğinin öğretisidir. İnsanların ruhları olduğunu söylemek, onların
bireyler olarak sonsuz değere sahip olduklarını belirtmenin bir başka yoludur.
Eşit olduklarını söylemek ruhları olduğunu sadece tekrar ifade etmektir. Kardeşlik
öğretisi benliğin topluluğun dışında gerçekliği olmadığını imâ eder. Topluluğun
gerçekliği bireylerin ilişkisidir. Topluluğun gerçekliğinin olması tanrının iradesidir.
Bu hakikâtler dizisinin tutarlılığının en iyi ispatı, Faşizmin kendisini, bu
bağların birinden kurtarmak için tamamını terk etmek zorunda bulması gerçeğidir.
İnsanın eşit olduğunu yadsımaya çalışır, ancak bunu ruhu olduğunu da yadsımadan
yapamaz. Geometrik bir şeklin farklı özellikleri gibi bu ifadelerde de gerçekten
bir teklik vardır. Bireyin keşfi insanoğlunun keşfidir. Tekil ruhun keşfi toplumun
keşfidir. Eşitliğin keşfi toplumun keşfidir. Her biri bir diğerinde imâ edilir. Bireyin
keşfi, toplumun bireylerin ilişkisi olduğunun keşfidir.
Çünkü insan düşüncesi ile toplum düşüncesi birbirinden ayrı ele alınamaz.
Faşizmin mücadele ettiği, bir bütün olarak Hıristiyanlığın insan ve toplum
düşünceleridir. Bu bütüncül düşüncenin merkezinde de birey mevhumu, dini
7 Aslında, kısmen, Zerdüşt’ün kendisinin yayınlanmasından da önce.
8 Titansı bireycilik, benliğin değerini tanrının var olmadığı iddiasından türetir. Luther’in ya
da Calvin’in ya da Rousseau’nun bireyciliğiyle, kapitalizmin yükselişinde farklı yönleriyle
saptanmış bireycilikle karıştırılmamalıdır. Titansı bireycilik, Kierkegaard’ın Baştançıkarıcısı’nın,
Stirner’in Tek Olanı’nın, Nietzsche’nin Süper İnsanı’nın tanrıtanımaz bireyciliğidir; liberal
kapitalizmin muzaffer olduğu kısa geçiş döneminin felsefesidir.
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
145
yönüyle birey bulunur. Bireyin bu yönü üzerinden Faşizmi tutarlı biçimde
reddetmesi, bu düşüncenin Hıristiyanlıkla Faşizmin kesin uzlaşmazlığının
farkında olduğunun işaretidir.
III. Çözümler
Sorunu tekrar ifade edelim. Bireylerin ilişkisi olmayan bir toplum nasıl
kavranabilir? Bu, birimi birey olmayan bir toplum anlamına gelir. Fakat böyle
bir toplumda iktisadî yaşam – her ikisi de bireyler arası kişisel ilişkiler olan –
ne işbirliği ne de mübadele olmadığı sürece nasıl mümkün olabilir? İrade ya
da dileklerini dışavuracak bireyler var olmadığında güç nasıl ortaya çıkar, nasıl
denetlenir ve yararlı amaçlar için kullanılır? Ne tür bir insanın, kendisi hakkında
hiçbir bilince ve bilinci de kendisini türdeşleriyle ilişkilendiren bir etkiye sahip
değilken, bu toplumu meydana getirmesi beklenir? Bildiğimiz türde bir bilinçle
donatılmış insanda böyle bir şey doğrusu imkânlı değildir.
Aslına bakarsanız imkânlı. Faşist felsefe kasıtlı olarak diğer bilinç düzlemlerine
kayar. Bu düzlemlerin doğası iki terimle ortaya konuluyor: Dirimselcilik ve
Tümselcilik. Canlı merkezli bir felsefe olarak Dirimselcilik Nitzsche’den,
Tümselcilik Hegel’den türer. Ancak burada ikisi de, sadece düşünce sistemleri
olmanın çok daha fazlasını amaçlıyorlar. Katî birer varoluş biçimini işaret
ediyorlar. Nietzsche’nin Dirimselci felsefesi Ludwig Klages tarafından dehşet
verici bir aşırılığa taşınmıştır. Genellikle bilincin beden-ruh kuramı olarak bilinir.
Hegel’in Mutlak Akıl felsefesi de Spann tarafından aynı ölçüde aşırı bir tarzda
kullanılmıştır. Tümselci felsefe olarak bilinir; bazen de, daha geniş anlamı olan
Evrenselcilik terimiyle anılır. Birtakım yönleriyle Hegel’in Nesnel Akıl kuramının
bir benzeştirmesidir, fakat merkezî ilke olarak Aklın yerini Tüm alır.
Toplumsal felsefeler olarak Dirimselcilik ve Tümselcilik birbirinden farklı, ya
da daha ziyade birbirine zıt insan varaloşu tipleri tanımlarlar. Dirimselcilik, daha
karanlık ve daha maddî bir bilincin hayvanî düzlemini temsil eder. Tümselcilik ise
daha muğlâk, daha gölgeli ve sığ bir bilinci imâ eder. İşin tuhafı, dirimsel bilincin
özüne “Ruh” adı verilmekte (Kalges tarafından kullanılan bir terim); Tümselciliğin
özüne de Akıl. Kural olarak Faşist düşünce bu ikisi arasında gidip gelmekte. Faşist
felsefenin kısmî görüleri ve ölümcül çelişkileri en iyi bu iki mevhum arasındaki
çekişme içerisinde anlaşılabilir.
IV. “Ruh”a Karşı Akıl
Esaslı bir aykırılıkla başlayalım. Birinci bilinç türü “Ruh”. Bitkisel ya
da hayvanî yaşam düzlemine ait. Ego yok. Özbenlik olmadığından kendini
gerçekleştirme eylemi de yok. Bilinç cereyanı idrak yetisine kadar uzanmaz;
146
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
doruk noktası esrikliktir. Hiçbir Akıl buharı Ruhun yüzeyinden tütmez ve hayvanî
dürtü dokusuna iradenin kamasını saplamaz. Kabilesel varoluşun gündüz düşünde
ne güç ne de değer billûrlaşır. Yaşam dolaysızdır, dokunuş gibi: “Dokunuş beyaz
akıl uyuduğunda/ ve yalnız o zaman gelir/…/Benlikler birbirinden ayrı varlar;/ ve
bedensel yakınlığın kalbi ise yok./ Dokunuş kanın dokunuşu/ kirlenmemiş, zihin
taşımayan taşkın.” 9
Kadınlığın mı, yoksa erkekliğin mi egemenliği olduğu şüphelidir. Her iki
durumda da yaşamın akışını belirleyen yalnızca tek bir cinse ait topluluklarıdır, ya
genç erkeklerin kulüplerinde ya da anaerkil kızkardeşliklerde. Cinsel arzu eşcinsel
duygusallığın zengin taşkınında ince bir lif gibi işler. Kan ve toprak, bu neredeyse
cisimleşmiş ve doğanın rahmine hâlâ sıkıca yapışık olan beden-ruhun metafizik
besinidir. Seyreltilmemiş Dirimselcilikteki bilincin yapısı böyledir.
Alternatif tür bilinç ise bundan tahayyül edilebilecek en uzak olanıdır. Kişisel
ilişki olmayan toplumun bulunduğu diğer varoluş düzleminin hazırlanmasında
baş aktör Akıldır. Tümlüğün hâkim olduğu toplum birim olarak bireylerden
oluşmaz. Birimler Siyasî olan, İktisadî olan, Kültürel olan, Sanatsal olan,
Dinî olan, vesairedir. Bireyler bir diğer bireyle, ikisini birden içeren ilgili
Tümsellik evreninin aracılığının dışında ilişkide değildirler. Mallarını mübadele
ediyorlarsa Tümselliğin denkleşmesini, yani Bütünü icra ediyorlardır. Malların
üretiminde iş birliği yapıyorlarsa eğer, kendilerini diğeriyle ilişkilendirmiyor,
ürünle ilişkilendiriyorlardır. Burada kişisel olanın nesnelleştirilmediği, yani
gayrişahsîleşmediği sürece hiçbir cismi yoktur. Dostluk bile iki kişi arasındaki
dolaysız bir ilişki değil, ikisinin de müşterek olan Dostluklarıyla olan ilişkileridir.
Tekil bireyin taşıdığı varsayılan öznel tecrübe kendi içindedir. Böylelikle kendi
dışında renksiz, yarı saydam nesnellikle karşı karşıyadır. Toplum, Akıldan
yapılma elle tutulmaz kendindenliklerin uçsuz bucaksız bir mekanizmasıdır.
Kişisel varoluşun gerçekliği yalnızca bir gölgenin gölgesidir. İnsan dışında her
şeyin yaşama sahip olduğu anlaşılan bir hayaletler dünyasındayız.
Bu geniş karşıtlığın detayları az çok rastgele seçilmiş. Karşıtlıkların her
biri tüm bir düşünce ekolünün ruhunun bileşimleri. Yine de içlerinde ortaya
sunulan değerler ve yöntemler nihayetinde sırasıyla Nietzsche ve Hegel’den
kaynaklanıyor. İlk betimlemede anlatılan sistemde canlı merkezliler, yani hayatta
kalmaya yönelik, mâneviyatsız, faydacı, mitolojik, hazcı, estetik, dürtüsel, akıl
dışı, savaşçı ya da hissiz. Akıl ve Tinin nesnel varoluşlarının hâkim olduğu, değer
9 D.H. Lawrence, Pansies
[Ç.N: Hercaî menekşeler. Argoda kadınsı erkekler. Argosunun Türkçe karşılığı “labunya.”
D.H. Lawrence’ın, kendisini, romanlarının müstehcenlik ve pornagrafiyle suçlanmasına karşı
savunduğu iğneleyici şiirlerinin bir kısmının toplandığı kitabı].
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
147
ve fikirlerin akla göre hiyerarşik biçimde değerlendirilip ilişkilendirildiği ikinci
betimlemede ise kavram (söz) merkezciler.
Nietzsche ve Hegel’in ikisi de, yüksek derecede düşünsel tutkuya sahip
düşünürlerdi. Ancak onların düşüncelerinin bu günkü ifade buluşları, itibar
açısından daha aşağı olsalar da, tek taraflı düşünce çizgisi ortaya koyma
kapasitesi açısından onları oldukça geride bırakıyor. Klages, Süper İnsanın
olmadığı Nietzsche’dir. Spann diyalektiği yolunmuş Hegel’dir. İki eksiklik de o
kadar elzem ki bu düşüncelerin bu yeni ifadeleri, portreler değil birer karikatür
ortaya koyuyorlar. Klages’te olduğu gibi Spann’da da bu değişiklik sadece gerici
etkinin artırılmasına hizmet ediyor. Anarşist bireycilikten kopartılmış Nietzsche,
devrimci dinamiklerden yoksun Hegel, biri yüceltilmiş Hayvanîlik, diğeri durağan
Tümselcilik: Açık ki, değişiklikler, Faşist felsefenin bakış açısından, kendi
sistemlerinin yöntemsel kullanışlılığını büyük oranda artırmakta.
V. Spann, Hegel ve Marx
Spann’ın, Hegel’in Nesnel Akıl mevhumunu diyalektiği olmaksızın kullanma
yöntemi, yeni bir tür metafizik, kapitalizm savunusu üretme eğiliminde.
Bu, Marx’ın kapitalist toplum eleştirisiyle karşılaştırılarak kolayca görülebilir.
Marx, insanlığın ilk durumu olarak ilkel komünizmden başlar. Burada gündelik
yaşamdaki insan ilişkileri dolayımsız, doğrudan ve kişiseldir. Gelişmiş bir piyasa
toplumunda iş bölümü araya girer. İnsan ilişkileri dolaylı hale gelir. Dolaysız
işbirliğinin yerini, metaların mübadele edilmeleri yoluyla gerçekleşen işbirliği alır.
İlişkinin gerçekliği devam eder, üreticiler bir diğeri için üretir. Ancak şimdi ilişki
malların mübadelesinin arkasına gizlenir. Gayrışahsîdir: Kendini metaların nesnel
değişim değeri kisvesinde ifade eder. Nesneldir, eşya gibidir. Öte yandan metalar
bir yaşam sureti edinirler. Kendi yasalarını takip eder, piyasaya girer çıkar, yer
değiştirir, kendi kaderlerini kendileri tayin ediyormuş gibi görünürler. Hayalî, ama
hayaletlerin gerçek olduğu bir dünyadayızdır. Metanın sahte yaşamı için değişim
değerinin nesnel karakteri yanılsama değildir. Paranın değeri, sermaye, emek,
devlet gibi diğer “nesnelleştirmeler” için de aynısı geçerlidir. İnsanın kendisinden
yabancılaşmış olduğu bir gidişat durumunun gerçeklikleridirler. Özbenliğinin bir
bölümü şimdi, kendilerine ait tuhaf özbenliklere sahip olan bu metalarda içerilir.
Aynısı, devlet olsun, hukuk olsun, emek, sermaye ya da din olsun, kapitalizmdeki
tüm toplumsal olgular için geçerlidir.
Ancak insanın gerçek doğası kapitalizme karşı isyan eder. İnsan ilişkileri
toplumun gerçeğidir. İş bölümüne rağmen dolaysız olmalıdırlar, yani kişisel.
Üretim araçları topluluğun denetiminde olmalıdır. İnsan toplumu o zaman gerçek
148
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
olacaktır, çünkü o zaman insanî olacaktır, yani bireylerin bir ilişkisi olacaktır.
Spann’ın felsefesinde toplumun gerçekliği olarak tespit edilen tam olarak insanın
bu kendine yabancılamış durumudur. Böylelikle sahte gerçeklik savunulur ve
sürdürülür. Sosyal olgular evrensel olarak şeylermiş gibi gösterilir ancak yine
de kendi kendine yabancılaşmanın olduğu yadsınır. Hegel’de olduğu gibi sadece
devlet, hukuk, aile, gelenek ve benzerleri değil, aynı zamanda iktisadî ve özel
yaşamı da içine alan her tür toplumsal grup işlevi ve temâsı da “nesnelleştirme”dir.
Bu, birey için tutunacak bir yer bırakmaz. İnsan kendi yabancılaşmasının içerisinde
tuzağa düşürülmüştür. Kapitalizm sadece haklı değil ayrıca ebedîdir de.
Bu duruşun bireycilik karşıtı uzantıları Hegel’in çok ötesine geçer. Bunun
nedeni kolayca görülebilir. Hegel’in Mutlak Devlet savunusu ve yarı feodal
Prusya devletine olan övgüsü ne de olsa siyasî ahlâk alanıyla sınırlı; bireyi
etkilemiyor. Toplumu değil, devleti, “yeryüzünde var olduğu şekliyle İlâhî Tasarı”
olarak ilan etmiştir. Ancak, Hegel’ e göre, devletin kendisi bir bireydir ve bir birey
olarak kendisini özgürlüğün metafizik esasından – kendini gerçekleştirmekten
– asla tamamen sıyıramaz. Özgürlük mevhumunu İnsanın dünyasından tümüyle
çıkartmak için – devlet değil – toplum en yüce mertebeye taşınmak zorundadır.
Aslında, Spann’la Hegel arasındaki farklılaşma noktası da tam olarak budur.
Spann, sisteminde devleti, olabilecek en mütevazı konuma (arızî olarak, ortaçağa
ait organik anlayışlara uygun bir konuma) geriletirken Tümselliği bir bütün olarak
topluma atfetmekte. Bu kurnazca hamleyle özgürlük ihtimalini tümüyle saf dışı
bırakmakta. Çünkü köleci bir devlet bile nihayetinde bir devlettir ve özgürleşebilir.
Ancak, devletin zor gücü olmadan da varlığını sürdürebilecek kadar mükemmel
biçimde örgütlenmiş köleci bir toplum hiçbir zaman özgür olamayacaktır. Böyle
bir toplum kendini özgürleştirme mekanizmasından yoksundur. Demek ki, Hegelci
yöntemin kullanılmasına rağmen, tümselliği içerisinde insanın dünyası bir birey
değildir, bilinçten yoksun âciz bir kütledir. Özgürlük yoktur. Değişim yoktur.
Toplum içinde kendi kendini belirlemenin, hiç bundan daha tam bir eksikliğinin
tasavvur edilip edilmediğinden şüphe duyulabilir.
VI. Klages, Nietzsche ve Marx
Nesnel Akıl, insan bireylerinde, onları kişisel ilişkilerle birbirine bağlamayan
bir tür bilinç öne sürerken, Dirimcilik hiçbir akılcı bilinci olmayan insanı imâ
etmektedir.
Bu ürkütücü düşünce hattının cazibesini Almanya’daki genç nesle sunan,
Ludwig Klages’in felsefesidir.
Klages kendi düşüncesini Nietzsche’den türetir. Nietzsche’nin zihninde
bulunan iki farklı görüden sadece birini, olabilecek en yüksek tutarlılıkla takip
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
149
ediyor. Nietzsche, bilinçsiz de olsa, bağlılığını Süper İnsan ile Sarışın Vahşi
arasında bölüştürmüştü. Klages ikincisinde karar kıldı. Ustasının hem büyüklüğünü
hem de sınırlılığını şöyle özetliyor: “Nietzsche vahşi hazzın filozofuydu; bunun
dışındakiler işe yaramazdı.” “Bunun dışındakiler” Zerdüşt, Titansı Bireycilik ve
Süper İnsandır.
Klages Nietzsche’nin tutarsızlığından dehşete düşüyor. Hıristiyanlığa, Doğa
ve Yaşamın yasalarına karşı başkaldırmış kölelerin bu akılsızca cüretli, aşağılık
ve yüreksiz dinine sövüp sayıyor. Ancak kendisi, “daha soylu” ve “daha yüce”
bir var oluş biçiminin hayali peşinde budalaca koşarken bu yasalara uymayı
reddediyor. Klages, Hıristiyanlığa karşı duyduğu tüm o hiddetli tiksintiye rağmen
Nietzsche’nin, hiçbir zaman, hayvanî yaşamın yetersiz olduğuna dair Hıristiyan
hurafesinin üstesinden gelememiş olduğundan şüphe duyuyor. Ona göre
Nietzsche’nin Doğal Değerler felsefesi mânevî unsurlarla kirletilmiştir. Klages,
bu felsefenin arındırılmasını kendine ödev olarak kabul etti.
Klages Nietzsche’nin vahşi haz düşünce çizgisinden, insan karakterinin
bilincinin bir kuramı, tarih öncesi kültür ve mitolojiden oluşan bir antropoloji
çıkarsadı. J.J. Bachofen’in kurguladığı, tarih öncesi kültürün, bir yanda yeraltına
dair (chothonic), öte yanda güneşe dayalı (solar) ilkeleri arasındaki karşıtlık
Klages’in bu çalışmalarına ilham vermiştir.
Klages’in antropolojisinin çekirdeği, Beden ile, bir yandan “Ruh”, diğer
yandan da Akıl arasındadır. Beden ve “Ruh” birbirlerine aittirler. Çünkü “Ruh”
Klages için anima’yı (dişil) değil animus’u (eril) işaret ediyordu: Bedenin
fizyolojik yoldaşı. Akıl uzakta durur. Bilincin ilkesidir. Beden-Ruh dünyasının
içine doğru düşmanca bir hücûmdur. Aslında, hastalıktır. Bu meşum tecâvüz
gerçekleşmeden önce insan çevresiyle, Doğanın, yaşamın istila ettiği parçasıyla
hayvanî uyum içerisindeydi. Gerçekleşmesiyle bilinç başlar. Ego ortaya çıkar.
“Ruh” Akıl tarafından ele geçirilir, bireye, yaşam üzerindeki bir parazite dönüşür;
“Ruh” bu yaşamda Ego’nun sadece bir uydusuna indirgenir. Ancak aklın yaşamı
tamamen ele geçirdiği biçim iradedir. Çünkü egemenlik akla içkindir. Akıl tüm
Güç İsteminin kaynağıdır. Oysa hayvanî içgüdünün itici kuvveti maksatlı değildir.
Doğurma eyleminde işbaşında olan güçlere daha çok benzer: Yunanlıların ’si
10
gibi. Bilinç ve ahlâk akıl sürecinin arazlarıdır. Bu akıl süreçlerinin en
10 [Ç.N.: Anangi ya da Ananke. Antik Yunan’da, kader, dürtü ve ihtiyaç tanrıçası. Evrenin
başlangıcından beri var olduğuna inanılan (primordiyal) ilahlardandır. Kaçınılmaz olanın efendisi
olarak kabul edilmektedir. Evrenin başlangıcını zamanın efendisi Kronos’la birlikte işaret
ettiğine inanılır. Zamanla unutulmuş ve ilginç bir şekilde yerini Eros almıştır.
deyimi de kaderin çemberi anlamına gelmekte. Bu çemberin, zorunlu bir devinimin yanı sıra,
özellikle 19. Yüzyıl’ın ezoterik felsefe teşebbüslerinde (örneğin Helena Petrovna Blavatski’nin
teosofisi ve Rudolph Steiner’in antroposofisi gibi) bedenden ayrılan tekliğin hazzın doruğuna
yükselip geri dönmesini de anlattığı söylenmekte.]
150
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
zararlı biçimi Hıristiyanlıktır. Mâneviyat dediği “Ruh”un zehiridir. Yaşamın yok
edilmesine hasredilmiş Güç İstemidir. Başarılı olduğunda insanlığın sonu gelmiş
olacaktır.
Klages için psikoloji kesinlikle bir bilinç kuramı değil. Onun için yaşam
bilinçsiz. Psikolojide sadece ikisi bilinçli olan altı temel mevhumu sıralar.
Beden, duyumsama sürecinde ve hareket etme dürtüsüyle açığa vurulur. “Ruh”
tefekkür sürecinde ve biçimlendirme dürtüsünde (yani imgelerin büyüsel ya da
mekanik idrâkinde) açığa vurulur. Akıl ise kavrayış fiilinde ve isteme fiilinde
açığa çıkar. Beden ve “Ruh” ile ilişkili olan ilk dördü bilinç olmadan gerçekleşir.
Bütünlüklerinde hayvan ve insan diriminin meydana geldiği “hakîkî” süreçlerdir.
Kavrayış ve istenç bilinçlidirler. Yabancı ve yaşamı yok eden ilkenin, Aklın
ürünleridirler.
Bu, Nietzsche’nin iradeciliğinin çok uzağında. Nietzsche’ye göre istem
yaşamın doğal bir işlevidir; Güç İstemi dirimselin vücut buluşudur. Klages’te
ise irade Aklın bir ürünüdür. Ancak Akıl, dirimselin hakîkî bir parçası değildir;
yaşamın en ölümcül parazitlerinin atasıdır. Klages’te yaşam ruhanîdir. Oysa
Nietzsche’nin kendisi, Hıristiyanlıkta ruhanî olanı düşman olarak ilan etmişti.
O halde, işte burası Nietzsche’deki tüm tutarsızlıkların kaynağı. Boşuna
Güç İstemiyle Hıristiyanlığı birbirlerine karşıtlaştırmaya çalışmıştı. Çünkü ikisi
temelde yakınlar. İstem Gücünü olumlarken Nietzsche, farkında olmadan başka
bir kılıkta Hıristiyanlığı yeniden olumladı. Aşkın ahlâkındaki tehlike aşkta değil
ahlâkta. Ancak, Zerdüştün ahlâkı, Hıristiyan karşıtı olmanın ahlâkından daha
az bir ahlâk mı? Benlik yaşamın bir parazitidir, bu ister insanın benliği olsun
isterse Süper İnsan’ın. Görülüyor ki, yanlış anlaşılmış bir psikoloji çelişkiden
çelişkiye götürüyor. Çünkü, ya İradeyi dirimselliğin doğal dışavurumu olarak
kabullenmeliyiz – ve bu yolla Nietzsche’nin olumlamayı reddettiği manevî bilinç
ve ahlâkı olumlamak zorundayızdır – ya da, Klages gibi İrade ve Aklın insana doğal
olduğunu yadsımalıyız, ve onun yaptığı gibi Aşkın Hıristiyan “Ruhsallığının”
yaşama karşı baskınlığına boyun eğmeyi tutarlı bir biçimde reddedebiliriz.
Temel olarak seçim iki insan mevhumu arasında: Bilinçle donanmış insan ve
bilinçten yoksun insan. Dirimselciliğin konumu şüphe götürmez: Doğal insan
ve doğal toplum bireysel bilinç içermezler. İnsanın gerçekliği bir birey olmama
kapasitesinde yatar. 11
İki topluluk kuramının Dirimselcilikle uyumlu olduğu söylenebilir. Biri Karl
11 İmgelerin hâlâ bozulmamış “Ruh” tarafından biçimlendirilişi, bu antropolojinin merkezî bir
parçasıdır. Evrensel ve özellikle sahiplenici olmayan bir duygusal kendinden geçiş şeklinde
sunulan Eros kuramının parçasıdır. Bu Eros kuramı sadece yüzeysel olarak cinsellikle ilgilidir.
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
151
Schmitt’in “Düşmanlık” ilkesi: Ona göre siyaset düşmanlık olgusuna dayanan bir
kategoridir. Siyasal kurumların en önde geleni olan devletin ön koşulu, düşmanın
fiziksel olarak ortadan kaldırılmasının onaylanmış gerekliliğidir. Buna göre,
devlet silahlı mücadelenin bir aracı anlamına gelir. Sadece, varsayımsal görevi bu
olduğu sürece devlet var olur. Bir dünya devleti kavramsal bir çelişkidir, çünkü
böyle bir devlet düşman olmadığından savaş halinde olamaz. Savaşın ahlâkî ya da
iktisadî alternatifleri kavramsal olarak siyasetin dışına çıkartılmıştır.
Schmitt’in siyaset kuramı Dirimselcinin topluma yaklaşımının içerildiği
Kabilecilik’le oldukça uyumlu. 12 Bergson’un, kabileye ait, korkudan kaynaklanan
içgüdüsel ahlâkın dışavurumu olduğunu göstermiş olduğu morale close’un tipik
bir ürünüdür. Bunun karşısında ise Hıristiyanlığın morale ouverte’i durur. 13
Ancak, siyasetin düşmanlık kuramı insan toplumunda varolduğu şüphe
götürmeyen içeriği hesaba katmıyor. Öldürülenlerin başka ulustan olmaları, ulusal
devletin mantıksal gerekçesi olsa da topluluk içerisinde âhenklilik unsurlarının
olduğu yadsınamaz. Hans Prinzhorn, Klages’in önde gelen takipçisi, bu olguyu
şöyle açıklıyor: İnsanın hayvanî içgüdüsü bize, eşyanın, mükemmel âhengin
hüküm sürdüğü bir düzenini işaret ediyor. Her hayvan sonunun bir başkasının
midesinde olacağından emin. Bu, doğal çevresindeki tüm hayvan yaşamını ele
geçiren, kaçınılmazın tam kesinliği duygusunun varoluşsal arka plânı. “Yenilip
yutulmanın değişmez sıralaması” ilkesi, bilincin yokluğuyla birlikte, ilkel
topluluğun anısıyla bağdaştırılan tam saadet hâlinin doğal önkoşullarıdırlar.
İnsan toplumunun doğasına dair bu kuram, Klages’in Nietzsche’yi sözümona
Hıristiyanlığından temizlemekte başarısız olmadığını ortaya koyuyor. En sonunda
Nietzsche’den Bireyselciliğin tüm izlerini silmiştir. Nietzsche’nin çağdaş Nasyonal
Sosyalizm üzerindeki geniş etkisi, büyük ölçüde, Klages’in tüm hayatının
çalışmasının beslediği, Nietzsche’nin Dirimciliğinin Bireycilikten sıyrılabileceği
– mantıksal olarak sıyrılmak zorunda olduğu – kanısından kaynaklanır. Bu yolla,
insanların bir ilişkisi olan toplumun karşı alternatifine hizmet edebilecektir.
Bachofen’in Kalges tarafından yeniden keşfedilişine değinmekte fayda var. Bir
düşünce çizgisinin yol ayrımı olduğu anlaşılan bir noktadan başlayarak ilerlemesi
her zaman anlamlar içeren bir gerçektir. Bachofen’in anaerkillik üzerine çalışması,
Morgan’dan ayrı olarak, Marksizmin ilkel toplum görüsünün ana kaynağıdır. Marx
12 Karl Schmitt’in kendisinin Dirimselci ekole ait olduğunu ima etme niyetimiz yoktur.
13 [Ç.N.: Henri Bergson’un “Ahlâkın ve Dinin iki Kaynağı” (Les Deux Sources de la Morale et
la Religion, 1932) adlı çalışmasında tanımladığı, morale close (kapalı maneviyat) ve morale
ouverte (açık maneviyat) ikilemine gönderme yapılıyor. İlki toplumsal gereklilik ve ahlâkî
görevi içerirken, ikincisi yaratıcı duygu ve bilince karşılık geliyor.]
152
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
ve Engels, Bachofen’in çalışmasının tarih öncesi zamanlardaki insan varoluşunun,
iddia edilen birliğine yaptığı şiirsel vurgudan, Klages’in kendisi kadar etkilenmiş
olabilirlerdi. Ancak onların eğilimleri zıt yöndeydi. Nietzsche’nin Dionysosçu
ilkesi ve Klages’in beden-ruh’u geriye, gelişmemiş âhengin haz dolu bölgelerine
doğru bir hareketi temsil eder. 14 Marksizm ise ileriye, insanın çevresiyle olan
ilksel âhenginin daha yüksek bir benzerine doğru hareketi temsil eder. Demek
ki, Sosyalizm ve Faşizm bir anlığına aynı düzlemde belirirler, daha yakınlaşmış
bir insan toplumunun koşullarına doğru birbirine zıt yolları temsil ederler.
Ancak gerici yol bir kandırmacadır. Gerileme, fakat ne kadar geriye? Alman
milliyetçileri 1918’in öncesine gitmeyi önerdi. Moeller van der Bruck gibi gerici
romantikler 1789’a çektiler. Spann ve Alman Hıristiyanları bir karşı-Rönesans
ilan ettiler, ve böylece gerilemeyi yarım binyıla kadar götürdüler. Alman İnanç
Hareketi, saati tam iki binyıl geriye almadığımız sürece gericiliğin ne emniyetinin
ne de kalıcılığının mümkün olamayacağının farkına vardı. Hıristiyanlığın yok
edilmesinin yeterli olmadığını, on bin yıl geriye gitmenin gerektiğini göstermek
ise Klages’in başarısıdır.
Devrimci çözüm gerçeklere dayanıyordu. Karşı devrimci olansa sınırsız bir
gerilemeye yönlendiriyor.
Dirimselciliğe ve Tümselciliğe geri dönelim. Onları mantıksal alternatifler
olarak görmeye hiç gerek yok. Göze çarpan tezatlıkları, aralarında yüzeysel bir
karşıtlıktan daha fazlasının olduğunu ispatlıyor. Zıt kutuplar arası bir ölçüyü ortaya
koyuyor. Dirimselcilik bilinç öncesi ve tarih öncesi. Tümselcilik bilinç sonrası ve
tarih sonrası. Birinde tarih henüz başlamamıştır, diğerinde “başlamıştır.” Birinde
değişim zorunluluğu yoktur, diğerinde değişim imkânsızdır. Birinde gerçeklik
“Ruh”tur, Akıl ölümcül bir sapmadır, diğerinde Akıl gerçekliktir, belanın nedeni
ise “Ruh” kalıntılarıdır. Birinde kişi henüz topluma doğmamıştır, diğerinde
toplum tarafından yutulmuştur. Birinde diyalektik yoktur, çünkü “Ruh” diyalektik
değildir, diğerinde diyalektiğin olmamasının nedeni kapitalist toplumun ileriye
daha yüksek bir kişiliğe değil, geriye bilinçsiz toplumsal organizmaya doğru
yönlendirmesidir. Biri bugünden hayvanî geçmişe kaçmaktadır, diğeri insanî
olmayan bugünün kutsanmasıdır. Aslında Dirimselcinin, Akıl-dünyanın kişiliksiz
kendindenlikleri tarafından sinsice zayıflatılmış ve yok edilmiş yaşam görüsü
tamamen kurmaca değil: Tümselciliğin piyasa-toplumundaki gerçek koşul
budur. Ancak, yüksek seviyede gelişmiş bir makine çağı toplumunda kapitalizme
14 [Ç.N.: Nietzsche Apolloncu ve Dionysosçu iki duruşun Yunan Tragedyasının özünü
oluşturduğunu ileri sürer. Kahraman, düzensiz ve belirsiz (Dionysosçu) kaderine bir düzen
vermeye (Apolloncu) çalışır ve başarısız olur. Nietzsche’ye göre bu trajedi bize bir özü keşfetme
fırsatı verir. O da başlangıçtan beri varolan (primordiyal) birliktir ve Dionysosçu doğamızı,
tarifedilemez bir hazzı farketmemizi sağlar.]
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
153
Sosyalizmden başka alternatif bulunmaz. Tutarlı dirimselcilik her tür medeniyet ve
kültürün sonu demektir. Tümselcilik özgürlüğün kaybının kendine yabancılaşma
ve gerçekdışılıkta sağlanan devamlılığına işaret ederken Dirimselcilik mağaranın
elini ayağını nereye koyacağını bilmeyen körlüğüne geri dönüşü işaret ediyor.
VII. Irakçılık ve Mistisizm (Gizemcilik)
Gerçekte Faşizm Dirimselcilik ve Tümselcilik kutupları arasında sürekli bir
salınım halinde. Her ikisi de Faşist felsefenin temel gerekliliği olan şeyi tesis
etmekte başarılı oldu: Bireylerin bir ilişkisi olmayacak insan toplumu mevhumu.
Bu sonuca bize, insan varoluşunun bir görüsünü sunarak ulaştılar. Bu görü kabul
edildiği takdirde bilincimizi, insanın kardeşliği öğretisininkinden farklı bir kalıba
sokmaya zorlayacak. Ancak, Faşizmin eğilimi ayırdedici biçimde Dirimselciliğe
doğru. Bu eğiliminde Hıristiyanlığa karşı indirgenemez düşmanlığının en derin
kökleri belirginleşiyor.
Faşizm Dirimselci eğilimini en çok Almanya’da ortaya koyuyor. Irkçılık ve
gizemcilik bu gelişmenin uzantıları. Bu ikisi, korporatif kapitalizmin kendi içinde
sağlayamadığı iki temel gerekliliğini Dirimciliğin karşılamasına olanak sağlıyor:
Teknolojik akılcılık ve milliyetçilik.
Dirimselcilik ve Tümselciliğin her ikisinin de kavramsal yapılarında
milliyetçiliğe çok az yer ayırmış olmaları şaşırtıcı bir gerçek. Klages genel
geçerliliği olan antropolojik yasalar keşfettiğini iddia eder. Spann’ın Nesnel Akıl
yöntemi insanoğlunu içermekten geri durmaz. Aslında, Nietzsce de, Hegel de
duygusal olarak milliyetçilik karşıtıdırlar.
Ancak, bir kurgu yardımıyla ulus, Dirimselciliğin maddeci örüntüsüne
kolayca yerleştirilebilir. Irk mevhumu kabileye ait gerçekliğin ve çağdaş ulusun
yapaylığının ortak paydası olarak hareket eder. Nasyonal Sosyalist felsefe, ırkı
ulusun ikâmesi olarak kullanan Dirimselciliktir. Faşist düşüncede ırkın öncelikli
rolü daha sonra ortaya çıkacaktır.
Akılcılığa olan ihtiyaç daha derin hususlar ortaya çıkarıyor. Çağdaş makinenin
korporatif kapitalizmde işlemesi için, akılcılığın sadece mevhumu değil gerçekliği
de sağlanmalı. Her dereceden üreticide zekâ ve İradenin başarmaya yönlendirilmiş
kullanımı, yani psikolojik Ego’nun örgütlenmiş bilinci şart. Ancak dirimselcilik
yaşamın bilinç dışı işlevinin bir tasdîkidir. İnsanın gerçekliğini birey olmama
kapasitesinde arar. Ve de tam olarak bu ilkesi onu Faşizmin felsefesi yapmaktadır.
Bireyi tekrar tesis etmeden, akılcı bilinç nasıl gerisin geriye dahîl edilebilir? Ve Ego
karşılığında Sen (Thou) olmadan nasıl ortaya çıkabilir? Teknolojik medeniyetten
ayrılamaz akılcılığa olan ihtiyaç Faşist felsefenin tüm dokusunu tehlikeye atıyor.
154
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
Sorun açık bir şekilde dinî bir sorun. Daha doğrusu, dinî biçiminde Faşizmin
felsefi sorunu. Sorun şu: Hayatıma, eninde sonunda ötekinin hayatında karşıma
çıkmayacak bir anlam vermem mümkün mü?
Faşist çözüm sahte Mistisizmdedir. Gerçek Mistisizm inancın bir ürünü
ve kanıtıdır, inancın yerine geçecek bir şey değildir. İnanç olmadan mistisizm,
neredeyse herhangi bir estetik ya da dinî içerikle doldurulabilir hâlde, biçimsel
bir akla dönüşmek üzere yozlaşır. Böyle bir mistisizm Mâneviyat evrenine değil
Ruh evrenine aittir. İster pagancılığın vahşi hazcılığının mistisizmi olsun, ister
moda olan çağdaş estetikçiliğin mistisizmi olsun, psikolojiktir, mânevî değildir.
Mâneviyata karşı Ruhun (ya da hatta hayvanî bedenin) gerçekliğini ileri sürmek
sahte mistisizmdir. İçsel olarak toplumsal olan dinin bakış açısından menfî bir
olgudur. Çünkü mistisizm Tanrı ve İnsanın birleşmesidir. Dolayısıyla aynı
zamanda insanın insandan tanrı eliyle ayrılışıdır. Mistik insan Tanrıyı elinde tutar,
Ebedîyet tarafından kendi türdeşinden ayrılır. Mistik tecrübe komşun dışındaki
tüm evreni kucaklar. Mistik Ego’nun, karşılığı olan bir Sen’i yoktur. Bundan
dolayı, ortaçağa ait Alman mistisizmini, bu sefer inancın kendisine bir alternatif
olarak yeniden olumlayarak Faşizm, mistisizmi dinî ve estetik duyguların, âhlaka
sapma tehlikesinden uzak bir çıkış noktası olarak kullanıyor. Aklın mistik hâlinde
idrâk ve iradeye en yüksek değerin biçilmesi, ruhun melekelerinin ilahlaştırılması,
benliğin kendisinin eksiksiz tasfiyesiyle aynı anda gerçekleşir. Ancak, bu şekilde
gizemleştirilen akılcılık ve irade özünde toplumsallık dışıdır. Eckehart’ın Hıristiyan
inanç mistisizmi, ortaçağa ait ruhun, temas ve daha kalabalık yoldaşlıkları
zorunlu olarak gerektiren yeni dünyaya rağmen, yalıtılmış inzivasına devam etme
özleminin dışavurumuydu. Nasyonal Sosyalizmde mistisizm, bireyi bir toplumsal
birlik olarak kurmamak koşuluyla, onun için yapay bir bilinç merkezi inşa etmeye
hizmet ediyor. Çünkü Eckehart’ın mistik sisteminde Tanrının kendisi insan
ruhunda doğar. İnsan ruhunun yasaları Tanrının kendisine hükmeder – doğanın
akılcılığının bundan daha kuvvetli bir teminatı tahayyül edilemez. Böylece sahte
mistisizm şaşırtıcı şekilde tedbirli bir akıldışılığın gerekliliklerini karşılar. Bu
akıldışılık insanın doğayla olan ilişkilerinde aşırı bir akılcılıkla, insanın insanla
olan ilşkilerinde tam bir akıl yoksunluğunu birleştirir. Nihayet, kan ve ırk bu
mistik araca, dine dönüştürülmüş Dirimselci felsefe ile yakından türdeş olan bir
içerik kazandırır. Bu Nasyonal Sosyalist dinin inşa edilişidir.
VIII. Dirimselciliğin Zaferi
Nasyonal Sosyalizmin siyasî bir din üretme eğilimi Rosenberg’in çalışmasında
açığa vuruluyor. Rosenberg bu yaratıya mythus adını veriyor. Çabaları,
incelememizin bize fark ettirdiği, Faşizmin farklı tüm yönlerini yansıtıyor:
Dirimselciliğe ve Tümselciliğe ikili bir bağlılık; Dirimselciliğin makine çağının
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
155
ihtiyaçlarına göre uyarlanması; dirimselci üstünlüğe doğru bir meylediş; ve nihaî
yeterlilik sınaması olarak bireyselcilik karşıtlığı.
Rosenberg felsefî konumunu, Kalges ve Spann’ın sistemlerinin her ikisini
de reddederek tanımlamaya çalıştı. Yine de, kaydedilmesi gereken önemli bir
fark bulunuyor: Klages’e karşı eleştirilerine rağmen Rosenberg’in kendisi,
Dirimselciliğe derin bir şekilde bağlı kalmıştır. Spann’ı reddedişi ise çok daha
derin bir kopuştur.
Rosenberg, Klages’in “medeniyet karşısındaki kötümser görüş”üne keskin
bir şekilde karşı çıkar. “Medeniyet öncesi güçler süper medeniyetin hizmetine
zorlanamaz” diye buyurur. Çağdaş kapitalizmin, taş devri insanına ait tarzda bir
insan bilinci temeli üzerinde işletilmesi çabasının beyhude olduğunun tam olarak
farkındadır. Yeni Dirimselciliğin, Nietzsche’nin Aşkın Müjdesini (İncil) bertaraf
etmiş olduğu gibi Güç İradesi’ni de yasaklananlar arasına ekleyerek, Nietzsche’den
daha ileri gidemediğinden şikâyet eder. Nasyonal Sosyalist düşüncenin,
Klages’in, Beden ve Ruh’un ilksel birliği ve insan hayvanının ahlâkî bilinçle
bulandırılmamış bir âhengin keyfini sürdüğü “kaçınılmazın tam kesinlik” hâlinin
keşfedilişine olan derin borcunun bilincindedir. Ancak Rosenberg, Klages’in
ilerleme karşıtı gerici önyargılarının yanı sıra, insan gelişiminin genel yasalarını
belirleme peşindeki tiksindirici eğilimlerine karşı çıkar. Bu, hiçbirşeyin iyi ya da
kötü olmadığını, iyi ve kötüyü belirleyenin ırk olduğunu savunan ırkçı felsefenin
temel ilkelerine tamamen terstir. Rosenberg, Klages’in antropolojisini ırkçı
çizgide yeni bir kalıba dökmeye yönelir. Ona göre, Klages’in ilkel insana atfettiği
Beden ve Ruh’un yanında Akıl ve Mâneviyatın başka ırklarda âhengi bozan şaşalı
nitelikleri Kuzeyli Irk [Nordikler] için itibar teşkil etmelidir. Çünkü, bilincin
yüksek biçimleri Kuzeyli Irkta hiçbir zaman, Aklın, bize Hıristiyanlığın sunduğu
hastalıklı ifrazatlarına dönüşmek üzere yozlaşmaz. Bu yozlaşmalar tarihte Küçük
Asya, Suriye ve Akdeniz havzasına yerleşmiş aşağılık ya da karışmış ırkların
bozuk kanının sonucudur. Kuzey Irkının aklı “doğal olarak Dirimselcidir,” dini
güneşe tapınmadır – şarkî büyünün, büyücülüğün ve batıl inancın hiçbir zaman
kurbanı olmamış, sağlam bir inanış.
Ancak, Rosenberg Klages’in antropolojisini Aryan mitolojisine uydurmakta
zorlanır. Kaçınılmazın eksiksiz doğal kesinliğinin ülküleştirilmiş “Ruh”unu
Klages, Helenik dönem öncesi Küçük Asya halklarının dinî, mitolojik, şiirsel ve
arkeolojik belgelerinden çıkarsamıştır. Rosenberg’in antisemit ve Katolik karşıtı
ideolojisinin nefret duyduğu şu “Suriyeli” ırk ve “Akdenizli çeşni” tam da bu
halklara karşılık geliyor. Ayrıca, Klages Bachofen’in ilkel anaerkillik konusundaki
kuramlarına da inanırdı. Rosenberg Kuzey Irkı için babaerkilliğe inanıyor. Bu
konuda da oldukça katî.
156
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
Rosenberg’in kendi felsefesi esasen Dirimselci. “Gerçek, yaşamın organik
ilkesinin belirlediğidir.” Ya da, “Mantık ve bilimde, sanat ve şiirde, ahlâk ve
dinde en yüksek değerler, organik ırk gerçeğinin farklı yönlerinden başka şey
değillerdir.” Kuramsal ve uygulamaya yönelik amaçları belki de en iyi şekilde şu
ifadede özetlenir: “Tüm gerçek medeniyet, ırkın bitkisel ve dirimsel özellikleriyle
uyumlu bilincin biçimlenmesi ve kalıba dökülmesinden başka bir şey olamaz.”
Bu ırk mevhumunun kendi içinde illa biyolojik bir mevhum olmasının gerekli
olmadığını belirtmekte önem var. Kural olarak ırk, kanla özdeşleştirilse de, aynı
sıklıkla, soyun, baskınlığına rağmen, içlerinden sadece bir tanesi olduğu birçok
farklı unsurdan meydana geldiği de kabul edilir. Dolayısıyla, ırkın taşıyıcısı
Beden değil, “Ruh” tur. Irk kuramının dokusuna milliyetçiliğin [Nasyonalizmin]
nakledilmesini çok daha kolaylaştıran, bu mevhumun bir uzantısıdır.
Ancak Klages’in sistemi, Rosenberg’in kendi felsefesinin temeli olarak
farkında olunmadan sadece tekrar yükselmek üzere yasaklanırken, Rosenberg’in
Spann’ı reddedişi karşılaştırılmaz derecede çok daha kesindir. Rosenberg
Evrenselciliğe nefret ve aşağılamayla karşı çıkar. Eski Âhit ve Yahudi zihni, Yeni
Âhit ve Hıristiyan zihni, Roma Kilisesi ve Marxgil Sosyalizm, Barışseverlik ve
Hümanizm, Liberalizm ve Demokrasi, Anarşizm ve Bolşevizm, tümü sırayla
Evrenselci oldukları için kınanırlar. Bu dizi, Zebur’dan, Dağdaki Vaaz’a ve
Komünist Manifesto’ya kadar yazarın nefret duyduğu hemen her şeyi içerir.
Rosenberg’in Evrenselciliğe yüklediği manayı tam olarak anlamak, Faşist
düşüncenin Dirimselci çizgisinde açıkça görülen, Hıristiyanlığa karşı tutkulu
düşmanlığı anlamlandırmak için oldukça önemlidir.
Öncelikle,
Rosenberg’in
lanetlediği
Evrenselciliğin,
Spann’ın
“Evrenselciliği”yle, Viyanalı filozofun kendi Tümselci sistemini betimlemek için
kullandığı genel terimle hiçbir ortak noktası yoktur. Spann’ın terminolojisinde
Evrenselcilik, Aristocu “Bütün Parçalardan önce gelir” ya da Hegelci, “Gerçek
bütündür” görüşlerinden esinlenen mantıksal bir çözümleme yöntemini ifade
eder. Rosenberg bu sistemi Evrenselci olarak tanımlarken, terimi tamamen
farklı bir anlamda kullanıyor. Aslında kullandığı anlam kabaca terimin, bugün
kabul edilmiş kullanılışına karşılık geliyor. Örneğin, Kiliselerin, Hıristiyan
vazifelerine içkin olan Evrenselciliğin reddi manasına geldiğinden dolayı ırkçılığı
lanetlemelerinde olduğu gibi. Menfî olarak Evrenselcilik, demek ki, az ya da çok
ırkçı olmamakla aynı anlama geliyor. Rosenberg’in Mythus’daki en kapsayıcı
kullanımından çıkarsanan müspet anlamı, bir insanlık mevhumunu kastediyor.
Başka deyişle, bir bütün olarak insanlık için, yani onu oluşturan tüm bireyler ya
da birey grupları için geçerli olacak bir düşünce iddiası. Aslında bu anlamıyla
Evrenselcilik, farklı ırkların farklı değerlerini sorgulamadan her birini kendi
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
157
içinde var sayan ve böylece zımnî olarak bireylerin eşitliği ve insanoğlunun birliği
mevhumlarını yadsıyan ırkçı ilkenin tam olarak zıddı. Bu anlamda Evrenselcilik
ve Bireyselcilik, birbirinin karşıtı olmak şöyle dursun, bağdaşık terimlerdir.
Buna uygun olarak Rosenberg, felsefede nihaî uzlaşmaz çatışmanın, bir yanda
ırkçı-milliyetçi ilkeyle, öte yanda bireyselci-evrenselci ilke arasındaki çatışma
olduğunu ilan eder.
Bu Rosenberg’in Spann’ın Tümselci felsefesini neden eleştirdiğini açıklıyor.
“Evrenselci olduğu için Bireyselci” olmakla itham ediyor. Spann’ın sisteminin
temel ilkesini bireyselcilik karşıtlığı olarak koymuş olduğunu hatırlarsak bu
durum hayret verici gelebilir. Ancak Rosenberg haklı olarak, ırkçı-milliyetçi
ilkeyi kabullenmeyen hiçbir düşünce hattının (Spann’ınki gibi) insanların eşit
olduğuna dair bireyselci çıkarımdan tamamen kaçamayacağını ileri sürüyor.
Spann’ın çürütmüş olduğu sadece On Dokuzuncu Yüzyıl’ın akılcı ve maddeci
bireyselciliği, bu diğeri değil. Doğrusu, biz de Spann’ın saldırısının, Hıristiyan
Bireyciliğin çürütülmesi hedefini şaşırdığını göstermeye çalışırken aynı argümanı
kullandık.
İyi kurgulanmış bireyselcilik karşıtı bir felsefe, en çıplak zoolojik anlamı
dışındaki bütün insanlık mevhumlarını reddetmek zorundadır. Her tonlamadan
Faşistin bireyciliğe karşı şiddetli eleştirisinin coşkunluğu buradan kaynaklanmakta.
Bu nedenden dolayıdır ki, insanlığın, bireylerin bir topluluğu olduğu fikrinin
bireyselci ve evrenselci iki kutbuna karşı direniş için ırkçı-milliyetçi ilkeye
bel bağlanmaktadır. Enternasyonalizmin Faşist reddi, Faşizmin Demokrasiyi
reddedişinin öteki yüzünden başka bir şey değildir. Korporatif kapitalizm hem
otoriterdir hem de milliyetçi. Hem bireylerin hem de ulusların eşit olmadığını
savunur. Hitler, hala yeterince dikkate alınmayan, Nasyonal Sosyalizmin temelleri
üzerine yaptığı Düseldorf konuşmasında “Enternasyonalizm ve Demokrasi
birbirlerinden ayrılamaz” diye ilan etmişti.
Bireyselci-evrenselci ilkeye ırkçı-milliyetçi karşı çıkış din sorununun kalbine
kadar iner. İster Nasyonal Sosyalist, ister başkası, ırk ya da ulus Faşizmin en
yüksek değeridir. Birey ve insanlık ise, bütün olarak insan dünyası alanındaki
Hıristiyan ideolojisinin iki kutbudur. Bu nedenledir ki, yaklaşmakta olan
dinî çatışmanın kaçınılmazlığı bilinci Nasyonal Sosyalizm için başından beri
ortadaydı. İlk parti programı müspet Hıristiyanlığını ilan etmiş olsa da olaylar
gösterdi ki, platformundaki bu payandaya şimdi tamamen bir kenara atılmış
diğer payandalardan daha katı biçimde sadık kalınmayacaktır. Hitler’in kendi
felsefesi sadece açıkça Hıristiyanlığa ters düşen ırkçı görüşler değil, aynı
zamanda Makyavelci taktik ilkelerinin de bir tasdikini içermekteydi. Bu ona, ırkçı
158
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
görüşlerine uygun olarak hareket ederken bir yandan, bu hususta samimiyetsizlik
suçlamasına ciddi bir şekilde açık olmadan, müspet Hıristiyanlığa sözde bağlılık
gösterebilme imkânı tanıdı. Aslında, görece erken bir tarihte Gottfried Feder’in
parti programı üzerine yorumu, Nasyonal Sosyalist hareketin yörüngesi içerisinde
yeni bir dînin ortaya çıkması olasılığına değinmekteydi. Programı kaleme
alanlara karşı bu muhtemel düşünsel çekince işaretinin ardından, Rosenberg’in
Mythus’unda “müspet Hıristiyanlığa” karşı savaş ilanına varan bir hamle geldi.
Rosenberg dahîce İncil’deki Hıristiyanlığı “menfî Hıristiyanlık” diye isimlendirdi.
Bu yolla bir tarafta Hıristiyanlığı tasdikleyip desteklemeyi üzerine almakla,
öte tarafta onun yerine yeni bir tür pagancılığı ikâme etmeyi kasıtlı olarak
amaçlayan bir politika arasındaki uçurumu kapatacak basit bir araç geliştiriyordu.
Rosenberg’in yaşam felsefesiyle ilgili hususlarda “Führer’in Komiseri” olarak
atanması, Mythus’un, yazarının felsefî görüşünü tüm Almanya’nın gözleri önüne
sermiş olduğu bir zamanda gerçekleşti. Hitler’in ve Rosenberg’in görüşlerinin
kamu önünde ortaya konuluşları arasındaki tonlama farkının, bu ikisi arasındaki
işlev ve konum farkından kaynaklanmadığı düşüncesi şüphe götürür. On Yedinci
Yüzyıl’ın Almanya’yı çöle çeviren din savaşları, Hitler’e göre, yaşadığımız
zamanın çehresi olan akıl ve tin yarılmasının gerçek yansımasıdır: Kan ve ulus,
savaşma ve hayatta kalma, bir dinin nihaî gerçekleridir. Diğer din ise, insanların
eşit ve insanoğlunun bir olduğu yanılgıları adına gerçeklerin sürekli yadsınmasıdır.
Komiser de, Avrupalı zihne kök salmış, barışseverlik ve hümanizmin hastalıklı
ırsî çarpıklığının Hıristiyan virüsünden kaynaklandığına dair inancını defalarca
tekrarlar. Rus Komünistinin kronik enternasyonalizminin izini, haklı olarak,
Hıristiyan esinin, Tolstoy ve Dostoyevski’deki şiirsel ifadesinde belirgin olan,
insanlığın hizmetine adanmışlığın sınırtanımaz ruhunda sürer. Çünkü, onun
için Rusya’daki Sosyalist Rus Devrimi, tarihi boyunca Batı’nın yaşam gücünü
baltalamış olan “çöl mâneviyatının” yeni bir patlamasından başka bir şey değildir:
Töton Avrupa’nın dinsiz ruhuna dadanan manevî bir veba, Hıristiyanlık.
Evrenselciliğin lehine duran Kiliseler kendi inançlarının özüne sadık
kalıyorlar. Ancak, Alman Faşistleri de insanın eşitliğini sonuna kadar yadsıyarak
kendi inançlarına sadık kalıyorlar. Mücadele, insan bireyini keşfeden dinin
temsilcileriyle, yeni dinlerinin merkezine birey düşüncesini ortadan kaldırma
saplantısını yerleştirenler arasında vuku buluyor.
IX. Faşizmin Sosyolojisi
Faşist felsefe Faşizmin oto portresidir. Sosyolojisi ise daha çok bir fotoğraf
niteliğindedir. Biri, faşizmi kendi bilincinde yansıdığı biçimiyle; diğeri ise tarihin
nesnel ışığında sunar. Bu iki resim ne derecede uyuşurlar?
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
159
Faşizmin felsefesi insan dünyasının, toplumun bireylerin bilinçli ilişkisi
olmadığı görüsünü yaratma çabasıysa eğer, sosyolojisi, Faşizmin, toplumun
yapısını, Sosyalizme yönelen tüm gelişim eğilimlerini ortadan kaldırılacak
biçimde dönüştürme teşebbüsü olduğunu ortaya koyar. Bu ikisi arasındaki
uygulamaya yönelik bağlantı siyasî alanda bulunur, Demokrasinin kurumlarını
yıkma gerekliliğinde yatar. Çünkü kıtanın tarihsel deneyiminde Demokrasi
Sosyalizme yol açar ve eğer Sosyalizmin gelmesi istenmiyorsa, Demokrasi
yıkılmalıdır. Faşist bireycilik karşıtlığı bu siyasî çıkarımın akılcılaştırılmasıdır.
Bu nedenle Bireyselcilik, Demokrasi ve Sosyalizmi birbirleriyle ilintili, insanın ve
toplumun doğasına dair tek ve aynı yorumdan türeyen düşünceler olarak görmek
Faşist felsefe için esastır. Söz konusu yorumu Hıristiyan yorumla özdeşleştirmekte
hiçbir zorluk çekmedik.
Ancak eşyanın bu düzeninde Faşist hareketin sadece sosyolojik doğası değil,
aynı zamanda tahayyül edilen Faşist Sistemin doğası da görülüyor. Açık ki Faşizm
sadece Demokrasinin ortadan kaldırılmasıyla yetinemez. Demokrasiye geri dönüş
ihtimalini tamamen yok edecek bir toplumsal yapıyı kurmaya kalkışmak zorunda.
Ancak böyle bir teşebbüsün gerektirdiği görevlerin doğası tam olarak nedir? Ve
neden Faşizm, yükselme mücadelesi aşamasında gerekli olan radikal bireycilik
karşıtlığı tavrını sürdürmeye mecbur kalıyor? Bu soruların cevabı korporatif
devletin doğasına üstünkörü de olsa değinmeyi gerekli kılıyor.
Demokrasi ve kapitalizmin karşılıklı bağdaşmazlığı bugün, neredeyse genel
olarak yaşadığımız zamanın toplumsal krizinin arka planı olarak kabul edilmekte.
Bu konuda fikir ayrılıkları sadece değerlendirme biçimi ve vurgu farklılıklarıyla
sınırlı. Mussolini’nin Dottrina’sı kısaca Demokrasinin bir anakronizma olduğu
görüşünde, “çünkü kapitalizmin özündeki çelişkilerle ancak otoriter bir devlet
baş edebilir.” İnancına göre demokrasinin zamanı geçmiştir, ancak kapitalizm
henüz daha kariyerine yeni başlamaktadır. Hitler’in daha önce değindiğimiz
Düseldorf konuşması, siyasetteki demokratik eşitlik ilkesiyle, iktisadî yaşamdaki
üretim araçlarının özel mülkiyeti ilkesi arasındaki katî bağdaşmazlığı krizin
temel nedeni ilan eder, çünkü “siyasî demokrasi ile iktisadî komünizm benzer
ilkelere dayanırlar.” Mises ekolünün liberalleri temsiliyetçi demokrasi tarafından
uygulanan fiyat sistemine müdahalelerin kaçınılmaz olarak üretilen malların
toplamında bir gerileme yaratacağında ısrar ederler. Onlar için Faşizme,
Liberal iktisadın teminatı olduğundan dolayı göz yumulabilir. “Müdahaleci” ve
“Liberal” faşistlerin ortak kanısı demokrasinin sosyalizme yol açtığıdır. Marxist
Sosyalistler onlarla nedenler konusunda hem fikir olmayabilirler ancak kapitalizm
ve demokrasinin karşılıklı olarak bağdaşmaz hale geldikleri konusunda aynı
görüşteler. Her inançtan sosyalist Faşizmin Demokrasiye karşı saldırısını, var olan
160
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
iktisadî sistemi zor yoluyla kurtarma teşebbüsü olarak lanetliyorlar.
Temel olarak iki çözüm söz konusu: Demokratik ilkenin siyasetten iktisada
doğru genişletilmesi ya da demokratik “siyasî alanın” hepten ortadan kaldırılması.
Demokratik ilkenin iktisada uygulanması üretim araçlarının özel mülkiyetinin
tasfiyesi ve sonuçta ayrı özerk bir iktisadî alanın ortadan kalkması anlamına gelir:
Demokratik siyasî alan, toplumun bütününe dönüşür. Bu esas olarak Sosyalizmdir.
Demokratik siyasî alanın tasfiyesinden sonraysa geriye sadece iktisadî yaşam
kalır. Sanayinin farklı kollarında örgütlenmiş kapitalizm toplumun bütününe
dönüşür. Bu da Faşist çözümdür.
Her ikisi de henüz gerçekleştirilmedi. Rus Sosyalizmi, demokrasiye doğru
eğilimi açık şekilde görülüyorsa da, hâlâ diktatöryel aşamasında. Faşizm korporatif
devleti kurma yolunda ağırdan alarak ilerliyor. Hitler ve Mussolini’nin ikisi de,
demokrasi görmüş bir neslin korporatif vatandaş olmak için yeterince olgunlaşmış
olmadığını düşünüyor gibiler.
Sosyalizmin sosyolojik içeriği kabaca, bütünün bireyin irade ve niyetine
bağımlılığının daha eksiksiz bir şekilde gerçekleştirilmesidir – ve ayrıca buna
karşılık olarak, bireyin bütün içindeki payından kaynaklanan sorumluluğunun
artmasıdır. Devlet ve devlet organları bu amacın kurumsal olarak gerçekleştirilmesi
için çalışırlar. Tüm üreticilerin girişimciliğe teşvik edilmeleri, planların her açıdan
tartışılması, sanayi sürecinin ve bireylerin bu süreç içerisindeki rollerinin kapsayıcı
bir şekilde gözetimi, işlevsel ve bölgesel temsiliyet, siyasî ve iktisadî olarak kendi
kendini yönetmeye yönelik eğitim, küçük çevrelerde yoğun demokrasi, liderlik
eğitimi, bunların hepsi, toplumu bireylerin bilinçli ve dolaysız ilişkisinin artan
şekilde biçimlendirilebilir bir aracı yapmayı hedefleyen bir tür örgütlenmenin
özellikleri.
Faşizmin sosyolojik içeriği bütünün, onu oluşturan bireylerin bilinçli irade ve
niyetine olan bağımlılığına izin vermeyen yapısal bir toplum düzenidir. Eğer amaç
buysa, böylesi bir irade ve niyet hiç ortaya çıkmamalıdır. İtiraz demokrasinin
biçimine değil özünedir. İster genel oy hakkı ve parlamenter demokrasi biçiminde,
ister küçük gruplar içindeki demokrasiye dayalı örgütlenmiş kamu görüşü
biçiminde, ister yerel ve kültürel birimler içindeki düşünce ve ifade özgürlüğü
biçiminde, ister toplumu kendine özgü kanallardan yönlendiren dinî ve akademik
özgürlük biçiminde, ya da isterse bunların bir kombinasyonu biçiminde olsun,
Faşizmde hepsi ortadan kalkmalıdır. Bu yapısal düzende insanlar üretici olarak
ve sadece üretici olarak değerlendirilirler. Sanayinin farklı kolları yasal olarak
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
161
şirketler olarak tanınır ve kendi alanlardaki iktisadî, malî, endüstriyel ve toplumsal
sorunlarla ilgilenme ayrıcalığıyla donatılırlar. Daha önce biçimsel olarak siyasî
devlete mahsus olan neredeyse bütün yasama, yürütme ve yargı güçlerinin bir
havuzuna dönüşürler. Yaşamın fiilî örgütlenmesi meslek temeli üzerine inşa edilir.
Temsiliyet iktisadî işlevle bağdaştırılır. Temsiliyette ne düşünce ve değerler ne de
ilişkili insanların sayısı ifade bulur. Böylesi bir yapısal düzen bildiğimiz şekliyle
insan bilinci temelinde var olamaz. Başka tür bir bilince geçiş süreci ister istemez
uzun olmak durumundadır. Hitler bu sürecin uzunluğunu nesillerle ölçüyor.
Faşist parti ve devlet her aracı kullanarak bu değişimin gerçekleştirilmesi için
çalışıyorlar. Bu amaca ulaşmakta başarılı olamazlarsa toplumun sosyalizme ani
geçişi neredeyse kaçınılmazdır.
Faşizmin nesnel doğasının yalın bir özeti, felsefesi hakkındaki yorumlarımızı
destekleme eğiliminde. Faşist sistem Faşist hareketin başlattığı görevi ısrarla
sürdürmek zorunda: Toplumdaki demokratik partilerin, örgütlerin ve kurumların
ortadan kaldırılması. O halde Faşizm insan bilincinin kendisinin doğasını
değiştirmeye koyulmak zorunda. Uygulamada Hıristiyanlıkla çatışmasının nedeni
bu gereklilikten kaynaklanıyor. Çünkü korporatif devlet, ne bireye ait toplulukla
ilgili bilinçli irade ve niyetin, ne de buna karşılık olarak bireyin topluluktaki
payından kaynaklanan sorumluluğun olmadığı bir durumu anlatır. Ancak, toplumu
bireylerin ilişkisi olarak kavradığımız sürece, ne böyle bir irade ne de böyle bir
sorumluluk dünyamızı tamamen terk edemez.
162
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin
Siyasî Başarısının Kaynakları Üzerine
Kısa bir Not*
Benan Eres**
Özet
Bu kısa yazı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin parlamento seçimlerinde üç dönem üst üste
tek başına iktidar olabilecek çoğunluğu elde etme başarısının gizine ışık tutmak amacıyla ileri
sürülen başlıca nedenlerin kısmî haklılıklarından yola çıkarak açıklayıcı genel bir çerçevenin
taslağını sunmayı hedeflemektedir. Piyasa tahakkümünün insan toplumunda tesis edilmesi
sürecinin çok yönlülüğü bu açıklamanın temelini oluşturuyor. Ayrıca bu çerçeve içerisinde
Türkiye’de tam bir faşist rejimin mümkün olup olmadığı sorgulanıyor.
Anahtar Kelimeler: Çift yönlü hareket, neoliberalizm, Adalet ve Kalkınma Partisi, faşizm.
A Brief Note on the Sources of Justice and Development Party’s Political
Success
Abstract
This brief note aims at presenting a sketch of an explanatory general framework that would
shed some light on the success of the Justice and Development Party in gaining the majority
in parliamentary elections and coming to power without a partner, three times in a row. The
multi faceted movements in the process of establishing the market domination in a human
society constitute the basis of this explanation. Furthermore, in line with this framework, the
possibility of the establishment of a properly fascist regime in Turkey is briefly questioned.
Key Words: Double movement, neoliberalism, Justice and Development Party, fascism.
* Bu yazı sayı editörlerinden biri tarafından kaleme alınmıştır. Editörlük ve hakemlik sürecinin
birlikte, bağımsız ve sağlıklı bir şekilde çifte karar mekanizmasıyla işlemesine uygun
olmadığından dolayı ayrıca bir hakem sürecine girmemiştir. Yazı bu nedenle doğrudan akademik
değerlendirme sürecinden geçmemiş olarak değerlendirilmelidir.
** Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, İktisat Bölümü öğretim üyesi.
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
163
Piyasalar ve Toplumun Dönüşümü
Piyasalara dayalı kapitalist örgütlenme biçiminin, ezelî ve ebedî olmayan,
tarihsel bilgi ve algısına dayalı bir anlayışının ve incelemesinin peşine düşmüş
hemen herkes artık, bu toplumsal örgütlenme biçiminin tarihsel olarak tesis
edilişinde en azından iki tane, farklı yönde işleyen hareketin rol oynamış olduğunu
kabul ediyor. Bu genel kabul, bu fikri ilk olmasa da en açık ve güçlü biçimde
ortaya koymuş olan Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm adlı eserinin 1, uzun süreden
beri hukuk felsefesinden antropolojiye, iktisattan sosyolojiye, bilim felsefesinden
arkeolojiye, etnografyadan siyaset bilimine kadar alt çalışma alanlarını da içerecek
şekilde, tüm sosyal bilim dallarının akademik ve düşünsel çalışmalarında yoğun
ve sürekli atıf almasından da anlaşılabilir.
İnsan toplumunun iktisadî gerekliliklerinin örgütleniş biçiminin kurumsal
açıdan diğer tüm yönlerinden kopmuş olması, bu iktisadî örgütlenmenin karşısında
onunla zıt yönde işleyen en az bir başka sürecin daha ister sistematik ister arızî
olarak oluşmasını garanti edecektir. Kaldı ki kapitalizm gibi, kendinden önceki ve
hatta kendisinin yarattığı toplumsal yapı ve dokuların her birini dur durak bilmeden
“buharlaştıran” devrimci bir dönüşümün sürdürülebilirliği, karşısında sürekli ve
sistematik biçimde yükselen bir karşı hareketin varlığına bağlı olmalı. Hürmüz ile
Ehrimen’in sonlanmayan güreşinin var ettiği dünyevî yaşam gibi, piyasaların soğuk
katîliğinde sağlanan, arzular ve zahmetler dengesi de, insanoğlunun doğasından
geleni korumak üzere seferber ettiği kurumlar olmadan varlığını sürdüremez. Ne
Ehrimen’in zifirî karanlığı ne de cansız bir mutlak bahtiyarlık tek başına hâkim
olabilecektir. Bu kısa yazı bu genel kabul ışığında Türkiye siyasetinde Adalet ve
Kalkınma Partisi’nin (bundan sonra AKP) kazandığı ve sürdürdüğü başarının çok
tartışılan gizine bir ışık tutmayı amaçlıyor.
Böylesi uzun dönemli tarihsel bir bakışın bir ulusal ekonominin sadece
son on yıllık bir dönemini anlamlandırmak için kullanılmasının sakıncaları
bulunmakta. Bu sakıncalar, Polanyi’nin, insanlığın Büyük Buhran ve dehşet
verici savaşların sonrasında piyasa sistemine dayalı ve toplumdan kopartılmış
iktisadî bu örgütlenmeyi tekrar tesis etmeyeceğine olan güveninin nasıl boş
çıktığı hatırlandığında kolayca anlaşılabilecektir. Ancak aynı örnek böyle bir
çabanın o kadar boş olmadığını da gösteriyor. AKP’nin oluşum, siyasî yükseliş ve
iktidar yıllarının sadece bir kısmını kapladığı 30 yıllık dönem boyunca dünyanın
geri kalanı için olduğu gibi Türkiye için de neoliberal iktisat politikalarının
hâkimiyeti söz konusuydu. 2 Toplumun tamamı gittikçe artan derecelerde
1 Karl Polanyi (2010[1946]). Büyük Dönüşüm. Çağımızın Sosyal ve Ekonomik Kökenleri, 9.
Basım, çev. Ayşe Buğra, İstanbul: İletişim yayınevi.
2 Neoliberalizm kavramının düşünce tarihi, iktisat politikası vesaire için birden fazla tanımı
164
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
piyasaların müdahalesiz işleyişlerinin gerekliliklerine uyacak biçimde yeniden
düzenlenmeye ve değiştirilmeye ve hatta inanç ve değerleri piyasaların gerekli
ve kaçınılmaz olduğu yargısı üzerine yeniden inşa edilmeye koyuldu. Polanyi’nin
“19. Yüzyıl medeniyeti”nin, birçok temel yönden aynı ve fakat daha kapsayıcı,
daha amansız ve daha sinsi bir versiyonu 20. Yüzyılı 21.’ye bağlayan on yıllar
boyunca dünya üzerindeki tüm insan topluluklarının gerçek tecrübesi haline
geldi. Dünyanın kapitalist piyasalara doğrudan ya da dolaylı olarak bağlı her
yerinde yaşananlar Türkiye’de de karşılık buldu. Bu süreci, kolaylık olsun diye
kapitalist ekonominin merkezlerinde 21. Yüzyıl’ın ilk on yılının sonunda ortaya
çıkan ve etkileri bugün iddia edilenin aksine hâlâ hız kesmeden devam eden krizle
sonlandırabiliriz. Dünyadaki bu gelişimden hiçbir anlamda yalıtık olmayan bir
ülkede bu süreç içerisinde şekillenen, gelişen ve iktidar olan bir siyasî hareketi ve
başarısını anlamlandırmak için Polanyi’nin gelişimine en büyük katkıyı yaptığı
yukarıda değinilen yaklaşımın kullanılmasının oldukça yararlı olacağı açık. Bu
süreci birbirine zıt birden fazla hareketin birlikteliği olarak gören bu yaklaşımın
bir başka avantajı da ister taraftarı ister muhalifi olsun AKP’yi açıklamaya çalışan
farklı görüşlerin birbirlerine alternatifmiş görünen kısmî olarak haklı ve gerçekçi
yönlerini tek bir açıklamada içerebilecek olması.
Piyasa Piyasa Piyasa
AKP’nin toplumun piyasaların istekleri doğrultusunda yeniden örgütlenmesi
için gerekli iktisat politikalarını kendinden önceki tüm iktidar parti ya da parti
koalisyonlarından çok daha geniş ölçek ve hızda gerçekleştirdiği şüphe götürmez. 3
Partiyi neoliberalizmin uygulayıcısı olarak ilan edenler kesinlikle haklılar. Sadece
kamunun sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik sistemlerinin piyasaya tam devri
yolunda kararlı ve planlı tasfiyesi bile bu yaftayı yemek için yeterli. Özelleştirmeler
ve piyasa hâkimiyetinin tesisi için birçok uygulamayı saymaya dahi gerek yok.
Liberal burjuva devletinin tarihsel koşullar altında kurup geliştirdiği bazı mal ve
hizmetlerin kamu tahsisi yoluyla sağlanmasına ve bunun da ötesinde bunların
birçoğuna ücretsiz ya da düzenlenmiş fiyatlardan ulaşmanın bir vatandaşlık
hakkı olduğuna dair inanca karşı sistemli saldırı AKP’nin hiçbir kademesinden
eksik olmamıştır. Bunun ötesinde, benzer piyasa yanlısı söylemleri paylaştığı
kendinden önceki iktidarların bunların tasfiyesi konusunda siyasî çıkarları için
kısmen de olsa takındıkları fiili ayak sürümeler, yavaşlatmalar AKP için geçerli
mevcut. Burada geniş anlamıyla bir genel hareketi, “sermayenin sınırsız tahakkümünü
oluşturma, yerleştirme girişimini” anlattığı şekliyle kullanıyoruz. Korkut Boratav (2010).
“Geçmişe Dönüşü Savunarak İleriye Gitmek,” Korkut Boratav Emperyalizm, Sosyalizm ve
Türkiye, İstanbul: Yordam kitap içinde, s.307-16.
3 Bu yönde bir yorum açısından AKP’nin iktisat politikalarının ayrıntılı bir dökümü için bkz.
Nazif Ekzen (2009). “AKP İktisat Politikaları: 2002-2007,” İlhan Uzgel ve Bülent Duru (der.)
AKP Kitabı. Bir Dönüşümün Bilançosu. Ankara: Phoenix Yayınevi, s.473-509.
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
165
değildir. 1994 ve 2000-2001 krizlerinin sonunda zorunlu olarak bir harabeye
dönmüş olan toplumun üretici örgütlenmesi ve onun düzenlenme biçimi AKP’ye
başka alternatifin olmadığı palavrasını her zaman olduğundan daha inandırıcı ve
caydırıcı şekilde kullanma ve böylece bu yolda harekete geçme imkânı vermiştir:
“AKP bu bakımdan sosyo-ekonomik koşulların “dip noktaya” ulaştığı bir
dönüm noktasında iktidara geldi. İktidarının ilk beş yılı…. uluslararası çevrimin
“çıkış” aşamasıyla çakıştı. Emperyalist sistemin çevresinde yer almış bir ülkede
bir iktidar değişikliği için 2002’den daha ideal koşullar tasarlamak güçtür. Hele o
ülke, 2002 Kasımındaki Türkiye gibi ağır bir krizin bitim noktasında ise…” 4
Ayrıca tersini iddia eden tüm söylemlerinin aksine özellikle iktidarının ilk
döneminde uygulamaya koyduğu “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” süreci
muhtemelen IMF için Türkiye’deki bir iktidarla yaşadığı pazarlık ilişkileri
açısından en rahat dönem olmuştur. Bu açılardan bakıldığında AKP’nin yükselişi
ve başarısının kaynağının uluslararası ve ona eklemlenmiş yerel sermayenin
çıkarlarını daha önce hiç olmadığı kadar hızlı ve kararlı biçimde savunması ve
geliştirmesi olarak gösterilebilir. Tabii bu yaklaşım arada ses düşürmektedir. Bu
sonuca varmak için aralarında değme komplo teorilerinin de geliştirilebileceği bir
zımnî bağlantılar silsilesi söz konusu.
Öncelikle Türkiye’de devletin dolaysız olarak sermayenin denetimi ve şaşmaz
yönlendirmesi altında olduğu kabul edilmelidir. Ulusal sermaye ile uluslararası
sermayenin çıkarlarının önemli ölçüde ortaklaştığı da ayrıca varsayılmaktadır.
Bir diğer zımnî varsayım da Türkiye’de işçi sınıfının ya da daha geniş anlamda
yoksul kesimin en azından dolaysız maddî çıkarlarını savunan siyasî hareketlerin
namevcut olduğu ya da genel oy hakkına dayalı burjuva liberal devlet içerisinde
hiçbir etkilerinin bulunmadığıdır.
AKP’nin başarısının bu şekilde açıklanışını tamamen reddetmek yukarıda
özetlenen somut tarihsel gelişmeleri yok saymak olacaktır. Ama görüldüğü
gibi tek ve kapsayıcı bir açıklama olarak kabul edilmesi kolaylıkla ve katilikle
ispatlanabilmesi mümkün olmayan bir dizi önemli bağlantının da kabul
edilmesini gerektirmekte. Devlet-sermaye ilişkisinin, dar anlamda söz konusu
dönem açısından dahi tek yönlü ve sabit olmaktan uzak olduğu açıktır. Aynı
belirsizliğin ulusal ve uluslararası sermayeler arası ilişki açısından, sadece
rekabetçi uluslararası piyasalar göz önüne alındığında bile daha da geçerli olduğu
görülebilir. İşçi sınıfının çıkarlarını merkezine alan siyasî hareketlerin, 1980
darbesinden bugüne çalışan karşıtı tüm düzenlemeler ve krizlerin şişirdiği yedek
4 Korkut Boratav (2009). “AKP’li Yıllarda Türkiye Ekonomisi,” İlhan Uzgel ve Bülent Duru
(der.) AKP Kitabı. Bir Dönüşümün Bilançosu. Ankara: Phoenix Yayınevi, s.464.
166
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
sanayi ordusu nedeniyle oldukça cılız, güçsüz ve etkisiz oldukları kabul edilse
bile, en azından AKP öncesi iktidarların çeşitli şekillerde neoliberal politikaların
uygulanmasında (neticesiz ya da ikiyüzlü de olsa) sergiledikleri gönülsüzlük,
sınıfın çıkarlarının Türkiye’nin arazlı parlamenter burjuva devletinde bile canlı ve
yaşıyor olduğunu gösteriyor (kaldı ki kapitalist üretim biçimi devam ettiği sürece
tersi mümkün değildir).
Tekrarlamakta fayda var: AKP Türkiye’de neoliberal, çalışan karşıtı iktisat
politikalarının en istikrarlı, en inançlı ve en başarılı uygulayıcısı olmuştur.
Ayrıca dahası, bu politikalarına muhalefet edenleri ortadan kaldırmak üzere
iktidar gücünün sağladığı tüm kamusal ve diğer olanakları meşru ve gayrimeşru
yollardan seferber etmiştir. Ancak bu yazının iddiası başarısının gizinin tek başına
bu özelliğinde yatmıyor olduğu.
Hayırsever Devlet
21. Yüzyıl’ın neoliberalizminin “19. Yüzyıl medeniyeti”yle olan benzerliğinin
kaynaklarından biri genel anlamda toplumun daha önce geliştirmiş olduğu
dayanışma ve geçim garantisi örgülerinin (19. Yüzyıl için kapitalizm öncesi yapılar,
21. Yüzyıl için ise refah toplumu gösterilebilir) piyasaların lehine tasfiyeleridir. Bu
bakış açısından neoliberal politika demek, daha önce çeşitli şekillerde toplumsal
olarak koruma altına alınmış olanların korumalarının kaldırılması politikaları
demektir. AKP’nin de başarıyla gerçekleştirdiği buydu.
Ancak bunun gerçekleştirilmesi için tasfiye edilenin yerine başka bir şeyin
ikâme edilmesi yazının başında belirttiğimiz çok yönlü hareket hipotezinin
uygulamadaki bir gerekliliği. Neoliberal tasfiyeyi tecrübe eden dünyanın her
yerinde benzer süreçler yaşandı. 5 MacGregor, neoliberal süreçte metropollerde
refah devletinin yok olmadığı ancak keskin şekilde dönüştüğünü savunduğu
yazısında, toplumun tamamından vazgeçerek daha çok en alt kesimlerde
yoğunlaşan sosyal politikalar açısından “dışlananlar söz konusu olduğunda,
politikaların neoliberal olmaktan çok, yeni muhafazakâr ya da otoriter nitelikte
olduğu görülüyor: Devletin daha çok müdahale etmesi, daha saldırgan politikalar
5 Aynı kuramsal çerçeveden dünyadaki bu tasfiye ve ikâme sürecini genelleştirerek sunan bir
çalışma için bkz. Ayşe Buğra (2009). “Polanyi’nin Çifte Hareket Kavramı ve Günümüz Piyasa
Toplumunda Siyaset,” Ayşe Buğra ve Kaan Ağartan (der.) 21. Yüzyılda Karl Polanyi’yi Okumak.
Bir Siyasal Proje Olarak Piyasa Ekonomisi, çev. Azer Kılıç, İstanbul: İletişim yayınevi, s.23759. Ronaldo Munck (2007). “Neoliberalizm ve Siyaset, Neoliberalizmin Siyaseti,” Alfredo
Saad-Filho ve Deborah Johnston (der.) Neoliberalizm. Muhalif bir Seçki, çev. Şeyda Başlı ve
Tuncel Öncel, İstanbul: Yordam Kitap, s. 106-22 ise aynı sürecin tek yönlü, sadece piyasa
sisteminin kurulmasını hedeflediği bir resmini çiziyor.
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
167
ve gözetim” diye vurguluyor. 6 Türkiye için bu durumu en can alıcı şekilde
örnekleyecek olan AKP’nin yoksulluk politikalarıdır. Bahçe ve Köse yaptıkları
ayrıntılı bir çalışmanın sonucunda AKP’nin, “… kamunun ricatı politikası gereği
[tasfiye], vicdanlı vatandaşları ve hayır kurumlarını ön plana çıkarma [ikâme]…”
hedefini harfiyen yerine getirdiğini ortaya koyuyorlar. 7 Burada AKP’yi benzer
piyasa yanlısı diğer iktidarlardan ayıran önemli bir nokta bulunuyor. Piyasaların
hâkimiyetinin (“kamu varlıklarının ve kamusal korunakların özel sektör merkezli
bir anlayışla yok edilmesi[nin]” 8) genel sonuçlarından biri olan yoksulluğun,
kuramsal olarak devletin sermayenin gelirinden el koyduklarıyla karşıladığı kamu
kaynak ve korunaklarından değil, başka yollardan telafisinin sağlaması. Genel oy
hakkına dayalı liberal burjuva devlet toplumsal vazifelerinden bağışlanıyorken
ardında bıraktığı boşluk siyasî bir hareketin muhafazakâr motiflerle inandırıcılık
kazandırdığı bir mekanizmayla dolduruluyor ve bunda büyük oranda başarılı
olunuyor. Toplumun özellikle daha az avantajlı ve/veya talihli olan mensuplarına
karşı duyduğu dayanışma gerekliliği AKP’nin çeşitli doğrudan örgütleriyle ya da
temasta olduğu dolaylı kaynaklar yoluyla karşılanıyor.
Bu dayanışma gerekliliğinin birbirinden oldukça farklı iki yönü söz
konusudur. Bu yazının boyutlarını aşmasına rağmen kısaca değinelim. İlki, tüm
insan toplumlarına ait manevî (etik) bir gerekliliktir ve insanın ve dolayısıyla
insan toplumunun “doğasından” kaynaklandığı ileri sürülür. İkincisi ise kapitalist
üretim biçimine aittir. İşçi sınıfının nüfusunu düzenleyen ilke olarak Marx
tarafından ortaya konulan yedek sanayi ordusuyla doğrudan ilgilidir. Tarihsel
olarak çeşitli vadelerde istikrarsız özellikler taşıyan kapitalist üretim örgütlenmesi
içerisinde bir atıl işgücü yığınının yedekte tutulması gerekliliği bulunur. Bu elzem
stepne kullanılmaktan olduğu kadar kullanılmamaktan da eriyip gidebilir. Fazla
kullanıldığında işçi sınıfına toplumsal üründen daha fazla pay isteyebileceği bir
pazarlık gücü kazandırır; kullanılmadıkça ise bir daha tekrar “kullanılamayacak”
düşkünler ordusuna dönüşmenin yanında İncilvarî toplumsal kötülüklerin türediği
bir karanlık kuyu haline de gelecektir.
AKP’nin siyasî söylemine elbette ki ilki damgasını vuruyor. Tek bir farkla:
Bu versiyonda manevî gereklilik insan toplumunun değil İslam toplumunun
doğasından kaynaklanıyor. Bahçe ve Köse’nin etkileyici şekilde ifade ettikleri
6 Suzanne MacGregor (2007). “Refah Devleti ve Neoliberalizm,” Alfredo Saad-Filho ve Deborah
Johnston (der.) Neoliberalizm. Muhalif bir Seçki, çev. Şeyda Başlı ve Tuncel Öncel, İstanbul:
Yordam Kitap, s. 240.
7 Köse, A. Haşim ve Serdal Bahçe (2009). “”Hayırsever” Devletin Yükselişi: AKP Yönetiminde
Gelir Dağılımı ve Yoksulluk,” İlhan Uzgel ve Bülent Duru (der.) AKP Kitabı. Bir Dönüşümün
Bilançosu. Ankara: Phoenix Yayınevi, s.492-509.
8 Köse ve Bahçe (2009) s. 507
168
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
gibi Türkiye’de son on yılda bir “aktarım” toplumu yaratılıyor. 9 Şunu kabul
etmek gerekir ki AKP dar anlamda iktisadî eşitsizlikle mücadele açısından
oldukça inandırıcı bir politika kurmuş ve izlemiştir. En manidar olan örnekler
çeşitli islamî cemaatlerin bünyesi ya da denetimi altında küçük ölçekli Owenvarî
üretim birimlerinin dahi hayat bulmuş olması, bazı özel girişimlerin çalışanlarına
mahsus yemekhane ya da benzeri tesislerin genel kullanıma açılmasının
sağlanması, vb… Kamuoyunda çokça tartışılan ve siyasî malzemeye dönüşmüş
olan kömür ve yiyecek yardımlarını saymaya bile gerek yok. Bunlar AKP’nin,
yine ister muhalif isterse destekçilerinden geliyor olsun, “Türkiye’de solun
yapması gerekenleri yapıyor” olduğu tahlilinin hiç de boş olmadığının kanıtları. O
halde AKP’nin başarısının kaynağı toplumsal dayanışma, güvenlik ve piyasanın
etkilerine karşı korunma konularında diğer tüm siyasî hareketlerden daha başarılı
bir yol tasarlayarak hayata geçirmesi midir? Bunun cevabı, AKP’nin yukarıda
tartışılan, neoliberal politikaları uygulamadaki kararlılığı ve başarısı göz ardı
edildiğinde pekâlâ evet olabilir. Diğer bir deyişle bu görüş de kısmen haklıdır.
Ancak yukarıdaki düşünce silsilesi takip edildiğinde ortaya bir garabet çıkıyor:
Toplumun bünyesine ölümcül bir virüs zerk eden politikaların denetimcisi aynı
zamanda uygulanmış en başarılı tedaviyi sunuyor!
Bir Dalda İki Kiraz / Biri Al Biri Beyaz
AKP’nin siyasî başarısını anlamlandırmada ikisi de, dayandırıldıkları toplumsal
ve tarihsel gerçekler ölçüsünde kısmî olarak haklı olan iki görüşü kısaca özetlemeye
çalıştık. Birçok görüş de bu ikisini de bir şekilde içermekte. Çoğu, her ikisinin
gerçekliğini yadsımamakta ama bu ikisinden birini diğerinin bahanesi, özrü ya
da paravanı olarak sunarak diğerine nazaran değersizleştirmekte. ‘Neoliberal
politikalarla dünya sermayesine ödün vermeden harap olmuş bir ekonomide nasıl
bu sosyal politikalar, özgürleştirici siyasî hamleler gerçekleştirilebilirdi ki?’ Ya
da, ‘zaten yüzeysel ve uygulamada partizan (ya da daha gizli islamî bir acendaya
hizmet eden) olan bu sosyal politikalar AKP’nin devleti sermayenin tam bir aygıtı
haline dönüştürme projesini gizlemek için kullanılmıyor mu?’ 10 Bu satırların yazarı
da belirleyici olan sürecin neoliberal politikaların uygulanması olduğu konusunda
benzer görüşlerle mutabıktır. Kapitalist dünya ekonomisine eklemlenmiş olan
Türkiye gibi bir aksak burjuva demokrasisinin daha farklı bir öncelik kabul
etmesini beklemek zaten akılcı olmayacaktır. Ama bu yazının amacı daha önce de
9 Ahmet H. Köse ve Serdal Bahçe (2008). “Türkiye’de Yoksulluk ve Gelir Dağılımı,” Kongre
tebliği, 10. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi, ODTÜ, Ankara 28-30 Kasım.
10 Benzer ikiyüzlülük (“sinsilik”) ya da siyasî fedakârlık yakıştırmaları Tony Blair’in İşçi Partisi
hükümeti ve ne üdüğü belirsiz üçüncü yolu için de çokça telaffuz edilmişti. Bkz. Phillip Arestis
ve Malcolm Sawyer (2007). “Neoliberalizm ve Üçüncü Yol,” Alfredo Saad-Filho ve Deborah
Johnston (der.) Neoliberalizm. Muhalif bir Seçki, çev. Şeyda Başlı ve Tuncel Öncel, İstanbul:
Yordam Kitap, s. 293-302.
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
169
açıkça ortaya koyulduğu gibi AKP’nin neden başarılı olduğunun açıklanmasına bir
katkı sunmaktır. AKP öncesi iktidar parti ya da parti koalisyonlarının hangisinin
bu öncelikten vazgeçtiği iddia edilebilir ki? Ancak başarısız olmuşlardır.
Yazının başında kısaca açıklanmaya çalışılan çok yönlü tarihsel hareketin bu
başarıyı açıklamakta önemli bir aday olduğu kabul edilecektir. AKP bünyesinde
iki hareketin uygulamadaki gerekliliklerini karşılayabilecek odak, bağlantı ve
bağımlılık ilişkilerini içermeyi başarmıştır. 2008’de metropol ülkelerdeki finansal
ve takip eden yaygın iktisadî krizi de içerecek şekilde, Türkiye’de neoliberal
ilkelere uygun olarak bir tam piyasa ekonomisinin inşasının iskambil kağıtlarından
kale yapmaya benzetebiliriz. Her bir kâğıdın karşısına onu ve tüm kaleyi ayakta
tutmak üzere bir diğerinin dikilmesi gereklidir. Piyasanın hâkimiyetinin tesis
edildiği her alan şu ya da bu yolla bir toplumsal koruma ve güvenlik “kozunu”
gerekli kılmaktadır. Bu iş, destenin sınırlı olduğu göz önüne alındığında ve piyasa
kâğıtlarının birçoğunun daha önceki “koz”ların dönüştürülerek elde edilebilecekleri
düşünüldüğünde hiç de kolay olmasa gerek. AKP desteye dışarıdan birkaç joker
ekliyor. Uluslararası likiditenin bolluğu, liberal burjuva devletine yabancı islamî
cemaat ilişki ve örgütlenmelerinin el altında bulunması bunlardan birkaçı. Ancak
daha da önemlisi kaleyi tek başına inşa etme becerisini gösteriyor. AKP bunu
yapabildiği, özünde birbirinin tersi yönde işleyen iki sürecin idaresini tek bir
bünyede gerçekleştirdiği ölçüde başarılı olmuştur. Bu aynı zamanda başarısızlığa
düşme koşullarını da açığa çıkarır. Başta iskâmbilden kalenin ne kadar dayanacağı
sorusu karşımıza çıkar. İkincisi aşağıda kısaca ele alınacak olan, tek bir bünyede
iki ters yönlü hareketin varlığının ne yolla içerildiği ve bunun sürdürülebilirliğiyle
ilgili.
Demokrasinin Değersizleştirilmesi ya da Ehrimen’in Zifirî Karanlığı
İnsan toplumuna ait kurumların genel bir kuramı mutlaka işlevselci öğeler
taşıyacaktır. Kuramın tamamı işlev esasına dayandırılmasa bile, örneğin, piyasa
ya da aile kurumlarının insan toplumlarının hangi ihtiyaçlarını karşıladıkları
sorusu oldukça meşru ve gerekli bir sorudur. Genel oy hakkına dayalı liberal
burjuva demokrasisinde siyasî partilerin varlık sebebi nedir? Seçmen tabanı
olarak adlandırılan çeşitli toplumsal grupların maddî çıkarlarının tesisi ve
korunması değil midir? Siyasî partiler elbette, çeşitli kısmî konularda çıkar
birliğinin mümkün olmadığı farklı kalabalıkları, ortaklaşabilecekleri daha
kapsayıcı bir program altında birleştirme kapasitesine sahip olacaklardır.
Kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu bir toplumdaki en önemli fay hattı
doğrudan üretenlerle, bu üretimden sadece yasalarla tesis edilmiş olan üretim
araçlarının özel mülkiyetinden kaynaklı biçimde pay alanlar arasındadır. Ulusal
kalkınma, savunma ve bunun gibi kapsayıcı tarihsel seferberlik süreçleri dışında
170
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
beklenen, siyasî partilerin ne kadar muğlâk, ne kadar sınırları belirsiz olursa
olsun bu fay hattının iki yanında ayrı ayrı kümelenmeleri olacaktır. Bu fay
hattındaki sarsıntıların toplumda katlanılamaz bir hal alması ya doğrudan taviz
içeren uzlaşma ya da yapay yollarla siyasî ayrışmanın bu fay hattının çok uzağına
hapsedilmesiyle dolaylı olarak denetlenebilir. Bu ikincisinin en güzel örneği zorla
inşa edilmiş olan Birleşik Devletler ikili siyasî sistemidir. 11 İlkini ise belki en iyi
Kuzey Avrupa Sosyal Demokrasileri örneklemekte. 12
11 Bu yapının inşasının, sınıf merkezli ayrıntılı tarihsel bir anlatısı için bkz. Howard Zinn (2005)
Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi. 1492’den günümüze, çev. Sevinç Sayan Özer,
İstanbul: İmge Kitabevi. Birleşik Devletler’deki “temsiliyetin temsiliyetinin temsiliyeti”
sisteminin Türkiye uygulamasının en önemli ayağını %10’luk seçim barajı oluşturuyor.
12 Neoliberal politikaların Kuzey Avrupa’daki zayıf uygulaması ve hızla terk edilmesi hakkında
bkz. MacGreogor (2007).
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
171
Bu fay hattının iki yakasındaki karşıt çıkarlar kümesinin aynı siyasî bünyede
önemli bir süre boyunca yürütülmesi oldukça maharet isteyen zorlu bir iş. Yukarıda
tespit ettiğimiz gibi AKP’nin başarısının gizi de bunu gerçekleştirebilmesinde
yatıyor. Şunu da belirtmek gerekli ki Türkiye demokrasisi, bunun başarılabilmesini
oldukça kolaylaştıran, 1980 darbesi sonrasında geliştirilmiş çok sayıda siyasî
kurum ve yapılarla çevrelenmiş durumda: Sürekli saldırlar altında zayıflamış
emek örgütleri, ikili yargı sistemi, tekçi ve niteliksizleştirilmiş yüksek öğretim,
siyasi partiler kanunu, seçim barajı ve daha birçokları.
Bütün düzenlemeler ve toplumsal ve tarihsel koşullar bir yana bırakıldığında,
böyle bir şizofrenik siyasî örgütlenmenin, örgütün kendisi açısından anti
demokratikliği şu ya da bu ölçüde zorunlu kıldığını görmek çok önemli. AKP’ye
haksızlık etmeyelim. Yasal düzenlemedeki kastî eksiklikler nedeniyle Türkiye’deki
hiç bir siyasî partinin önünde, anti demokratik örgütlenme üzerine oturmasına
bir engel yok. Çoğu da uygulamada örgütlenmesini demokratik (eşitlikçi, şeffaf)
olmayan biçimde inşa edip sürdürüyor. Ama görülen o ki AKP bu fırsatı kullanmada
en başarılıları. Birbirine zıt iki yönlü hareketi bünyesinde taşıyabilmesini de büyük
oranda buna borçlu. Fakat maalesef bu sadece AKP’nin sorunu değil. Bu yazıda
sırrını aydınlatmaya çalıştığımız başarısını sürdürmeye, yani genel oyla seçimleri
tek parti iktidarı olacak şekilde kazanmaya devam ettikçe Türkiye’nin tamamını da
kendi çarpık bünyesine benzetmeye çalışmak zorunda. Yine çokça dillendirilen ve
“siyasî kadrolaşma,” “laikliğin aşındırılması” tartışmalarını da içeren “AKP’nin
devletin kendisi ve toplumun tamamı olma” çabası bunun göstergesi. Tüm siyasî
partiler toplumun tamamına yönelik olan kurumların denetimini şu ya da bu
şekilde elde etmek arzusundadırlar. Liberal burjuva demokrasisinin rekabeti bunu
gerektirir ve hatta bu kuramda rekabet sözümona ilerici ve dönüştürücü doğasına
vurgu yapılarak yüceltilir. 13 Ancak, yukarıda söz edilen iki karşıt hareketi ve bu
hareketlerin genel anlamda denk düştüğü fay hattının iki yakasındaki toplumsal
çıkar kümelerini bünyesinde taşıyan ve bunu yapabilmek için şu ya da bu derecede
anti demokratik olmak zorunda olan bir siyasî hareketin böyle geniş ölçekli bir ele
geçirme hamlesine girişmesi toplum açısından korkunç sonuçlar doğurabilir.
Bu muhtemel korkunç sonuçlara kısaca değinerek bu yazıyı noktalayalım.
Ronaldo Munck neoliberalizmin siyaseti için şöyle diyor:
“Neoliberalizme özgü ideolojiler, şimdiye kadar devletin ağırlığı altında kalmış
olan kişisel özgürlüklere dikkat çekerler, ancak siyasî bir temsil sistemi olarak
demokrasi değersizleştirilir … Hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde yurttaşların
13 Neoklasik iktisadın kapitalist serbest piyasa sistemine övgüsünün siyasî liberalizme sirayet etmiş
bir garabeti. İktisadî olmayanda bile dayanışma yerine rekabeti öven hastalıklı bir düşünce.
172
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
çoğu siyasete olan ilgisini kaybederken… genel bir inançsızlık havası ortaya çıktı.
Neoliberal iktisadî gündemin siyasî partilerin çoğunun ortak temeli haline gelmesi
ve aralarındaki siyasî farklılıkların ortadan kalkması ölçüsünde siyasî seçenekler
son derece kısıtlı hale geldi.” 14
Buna eklenebilecek bir nokta neoliberal tecrübeyi yaşayan birçok ülkede
yükselen siyasî hareketlerin çoğunluğunun başarılarını yukarıda belirttiğimiz iki
yönlü bünyelerine borçlu olmaları. Bazen geleneksel olarak işçi sınıfı çıkarlarına
dayanan partiler metamorfoza uğrayarak neoliberal yapılanmanın öncüsü haline
gelirken (Birleşik Krallık’taki İşçi Partisi gibi), bazen de piyasacı muhafazakârlar
hayırsever devleti kuruyorlardı. 15 Polanyi, benzer bir toplumsal şizofreninin
çözümlemesi sonucunda yaptığı yorumda şöyle söylüyor: “Rastlantı sonucu
olmayıp nesnel bir durumun gereklerine cevap vermiş olan bir siyasî hareket varsa
o da faşizmdir.” 16 Bahsettiği nesnel durum, piyasa tahakkümünün kurulması
sürecinde ortaya çıkan birbirine ters yönlü iki hareketin uzlaşmazlığının felç ettiği
insan toplumu. AKP hiçbir açıdan faşist bir hareket olarak nitelendirilemez. 17
Ancak AKP’nin ve diğer ülkelerdeki benzer tüm siyasî hareketlerin bu uzlaşmazlığı
içermek için zorunlu anti-demokratikleşmesi ve anti-demokratikleştirmesinin
sınırını bu korkunç ihtimalin koyduğunu görmek oldukça önemli. Ehriman’in zifirî
karanlığı tarihsel koşullarımız altında ne kadar uzak görülüyor olsa da Hürmüz’le
aynı bedende ikici birlikteliği, bu ihtimalin hiç tamamen kaybolmayacağını
unutmamamızı gerektiriyor.
14 Munck, (2007) s. 106.
15 Birleşik Krallık’ta benzer bir şizofreninin ürünü olan üçüncü yol palavrası Tony Blair’le birlikte
tepelenirken Birleşik Devletler’de bile Obama’nın kişiliğinde Cumhuriyetçi/Demokrat hattı
kamuoyunun zoruyla sınıf hattına en azında bir nebze yaklaştı. İspanya’daki son seçimler
Sosyalistler’in gerçekten sosyalist olmadıkları için iktidardan uzaklaştırılmalarıyla sonuçlandı.
Bu örneklerde partilerin içerdikleri iki yönlü politikanın hangisinde başarısız oldukları sadece
ayrıntı.
16 Polanyi (2010[1946]) s. 237.
17 Faşizmin genel bir tanımı peşindeki çabaların iyi bir sunumu ve güçlü bir alternatif genel faşizm
tanımı için bkz. Robert O. Paxton (2008). “The Five Stages of Fascism,” The Journal of Modern
History, C.70, S.1, s.1-23.
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
173
Kaynakça
Arestis, Phillip ve Malcolm Sawyer (2007). “Neoliberalizm ve Üçüncü Yol,” Alfredo Saad-Filho
ve Deborah Johnston (der.) Neoliberalizm. Muhalif bir Seçki, çev. Şeyda Başlı ve Tuncel Öncel,
İstanbul: Yordam Kitap, s. 293-302.
Boratav, Korkut (2009). “AKP’li Yıllarda Türkiye Ekonomisi,” İlhan Uzgel ve Bülent Duru (der.)
AKP Kitabı. Bir Dönüşümün Bilançosu. Ankara: Phoenix Yayınevi, s.464.
Boratav, Korkut (2010). “Geçmişe Dönüşü Savunarak İleriye Gitmek,” Korkut Boratav
Emperyalizm, Sosyalizm ve Türkiye, İstanbul: Yordam kitap içinde, s.307-16.
Buğra, Ayşe (2009). “Polanyi’nin Çifte Hareket Kavramı ve Günümüz Piyasa Toplumunda
Siyaset,” Ayşe Buğra ve Kaan Ağartan (der.) 21. Yüzyılda Karl Polanyi’yi Okumak. Bir Siyasal
Proje Olarak Piyasa Ekonomisi, çev. Azer Kılıç, İstanbul: İletişim yayınevi, s.237-59.
Buğra, Ayşe ve Kaan Ağartan (der.) (2009) 21. Yüzyılda Karl Polanyi’yi Okumak. Bir Siyasal Proje
Olarak Piyasa Ekonomisi, çev. Azer Kılıç, İstanbul: İletişim yayınevi.
Ekzen, Nazif (2009). “AKP İktisat Politikaları: 2002-2007,” İlhan Uzgel ve Bülent Duru (der.)
AKP Kitabı. Bir Dönüşümün Bilançosu. Ankara: Phoenix Yayınevi, s.473-91.
Köse, Ahmet H. ve Serdal Bahçe (2008). “Türkiye’de Yoksulluk ve Gelir Dağılımı,” Kongre
tebliği, 10. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi, ODTÜ, Ankara 28-30 Kasım.
Köse, Ahmet H. ve Serdal Bahçe (2009). “”Hayırsever” Devletin Yükselişi: AKP Yönetiminde
Gelir Dağılımı ve Yoksulluk,” İlhan Uzgel ve Bülent Duru (der.) AKP Kitabı. Bir Dönüşümün
Bilançosu. Ankara: Phoenix Yayınevi, s.492-509.
MacGregor, Suzanne (2007). “Refah Devleti ve Neoliberalizm,” Alfredo Saad-Filho ve Deborah
Johnston (der.) Neoliberalizm. Muhalif bir Seçki, çev. Şeyda Başlı ve Tuncel Öncel, İstanbul:
Yordam Kitap, s. 240.
Munck, Ronaldo (2007). “Neoliberalizm ve Siyaset, Neoliberalizmin Siyaseti,” Alfredo SaadFilho ve Deborah Johnston (der.) Neoliberalizm. Muhalif bir Seçki, çev. Şeyda Başlı ve Tuncel
Öncel, İstanbul: Yordam Kitap, s. 106-22.
Paxton, Robert O. (2008). “The Five Stages of Fascism,” The Journal of Modern History, C.70,
S.1, s.1-23.
Polanyi, Karl (2010[1946]). Büyük Dönüşüm. Çağımızın Sosyal ve Ekonomik Kökenleri, 9. Basım,
çev. Ayşe Buğra, İstanbul: İletişim yayınevi.
Uzgel, İlhan ve Bülent Duru (der.)(2009). AKP Kitabı. Bir Dönüşümün Bilançosu. Ankara:
Phoenix Yayınevi.
Zinn, Howard (2005) Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi. 1492’den günümüze, çev.
Sevinç Sayan Özer, İstanbul: İmge Kitabevi.
174
mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271