Running head: BREAST CANCER DIAGNOSIS

Transkript

Running head: BREAST CANCER DIAGNOSIS
Kapsamlamalar
Kapsamlamalar 1 (Synecdoques, Tzvetan Todorov)
Fransızca’dan çeviren: Fırat Caner 2
Girne Amerikan Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü, KKTC
1
Bir saptama ile başlayalım: Birkaç yıldan beri Fransa’da figürler hakkındaki
düşüncenin önemli aşama kaydettiği görülüyor (Figür henüz bazen onu yutan
kısımlarından biri olan eğretilemeyle yer değiştirdiğinden, durmaksızın her şeyi
kendi kısımlarından biri yapıyor). Gérard Genette’te ya da Jacques Derrida’da
olduğu gibi ilke analizlerinde, Jean Cohen, Francis Edeline ya da Jacques Durand
gibi modern retorikçilerin sınıflandırma ya da açıklamaya yönelik çalışmalarında –
ki bunların çalışmalarında görülen parlaklık eski öncüllerinin çalışmalarındakini
haydi haydi aşıyor - ya da Benveniste ve Barthes tarafından bir önsezi niteliğinde
söylediklerinde, figürler yalnızca dilde değil, tüm simgesel sistemlerde kullanılır.
Bu, yüzyıllarca unutulduktan, hatta hor görüldükten sonra dile ilişkin bir ilginin
uyanışını mı müjdeliyor?
Nietzsche’nin bir sözünü alıntılayalım: “Retorik figürleri, yani dilin özü.”
2
Çiçero’dan beri figürler figür olmayan ve onların yerine bulunabilecek bir başka
şeye göre tanımlanır. Bunlar ikame edici teorilerdir ve biri asıl anlam, diğeriyse
mecazi anlam olan iki göstereni semantik olarak eşitleme olanağına dayanırlar. Ve
ifade edilmeyen bu terim (düz), doğası hakkında kolaylıkla bir anlaşmaya
varılamasa bile, bir normun içinde hemen yitecektir. Şimdiki teorilerin çoğu, bu
tanımı yalnızca mükemmelleştirmiş ve ayrıntılandırmıştır. Figür normun
dışındadır, figür içeren bir ifade daha normal, daha ortak ve daha sade bir ifade ile
yer değiştirebilir. Oysa ısrarla kendisini tekrarlayan bu anlayış, pek çok karşı çıkışı
beraberinde getirmiştir. Özetle:
a) Tüm sapmaların figür olmadığı konusunda fikir birliği var. Ama kimse
figür olan sapmaları ve figür olmayan sapmaları birbirinden ayırt edecek
bir ölçüt getirmiyor. Şu halde terim en azından eksiktir: “Ayırt edici
özellik”ten yoksundur.
1
Bu makale ilk kez Communications 16 (1970) dergisinde yayımlandı.
[email protected]
48
2
F Caner, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 4(7), 48-58, 2008
b) Peki bunun tersi olan ve tüm figürlerin sapma olduklarını iddia eden
öneriyi dışlamak için ödenmesi gereken bedel nedir?
Neden sapma? Normdan. Modern retorikçilerin hayali, bu normu dilin yasası ile
açıklamaktı. Ve belli sayıda figürün dilin kurallarına uymadığı da bir gerçektir
(Örneğin Klinkenberg’in “metaplazma”larının çoğu). Ama bunlar figürlerin
yalnızca bir kısmına uygundur; diğerlerine, dilin içinde değil, bir söylem tipi içinde
bir norm aramak gerekir. Böylece Jean Cohen kendisinden önce Pius Servien’in
tanımladığı bilimsel söylemin normunu inşa etti: Belirsizlik olmayan, aktarılması
kolay ve ritmin önem taşımadığı bir bina olarak. Elbette, denebilir ki, bir başka
söylem (örneğin şiirsel, ama gazete dili ya da günlük dil de olabilir) ilkinden bir
sapmadır; ama bu gözlemin değeri ne ki? Dilin kuralları tüm söylemlere uygulanır;
bir söylemin kurallarıysa yalnızca kendisine uygulanır; bu kuralların bir başka
söylemde bulunmadığını söylemek gereksiz bir tekrarlamadan başka bir şey
değildir. Her söylem kendi organizasyonuna sahiptir, ki bu organizasyon zorlama
yoluyla bir diğer söyleminkine indirgenemez. Bunun aksini iddia etmek,
sandalyelerin masadan sapma olduklarını söylemek demektir.
Şu halde, figürlerin sapma olduklarını söylemek yanlış değildir; ancak bu, bir işe
yarayıp yaramayacağı belli olmayan bir fikirdir. Ve eğer dilin yasasındaki
uyumsuzluklarla sınırlandırılırsa, bu uyumsuzluklar ve figürler bir kesişim kümesi
oluşturur. Böyle bir olay, elbette üzerinde durmaya değerdir (Belli uyumsuzluklar
niye figür olarak algılanır?); ama figürün doğasını açıklamaz.
Bu, sapmanın son zamanlarda değersizleştirilmesini haklı kılmaz. Bu, yalnızca
ardında, Jean Cohen’in maruz kaldığı cadı avının da kanıtladığı gibi, çok eski bir
karanlıkçılığı, edebiyatın bilinemez bir nesne olduğu görüşünü saklayan tanımın
reddi yüzünden değil, aynı zamanda, “ideolojiye göre gözlem yapmanın göreli
bağımsızlığı” olarak adlandırılabilecek ilke yüzündendir. Bir figür eğer bir tür
tekrar tipi gibi tanımlanırsa, tanım, retorikçinin varsayımlarının aksine, norm
tekrarları dışlamasa bile doğru olarak kalabilir. Sapma teorisi açıklama düzleminde
başarısız olur; fakat betimleme düzleminde pek de başarısız olduğu söylenemez.
3
Aristo’nun figür tanımıysa böyle değildir. Figürlü bir ifadenin düz bir ifadenin
yerine geçmesi söz konusu değildir; söz konusu olan, düz anlamın yerine figürlü
bir anlamın belirmesidir. Bu tanımın avantajları açıktır: İki ifade arasındaki
sorunsal eşdeğerliliğin yerine, karşılaştırma zemini olarak, birden fazla anlamı
olduğunda, bir sözcüğün (ses ya da yazı olarak) kendisine ait reddedilemez kimliği
koyulur. Öyleyse, eşzamanlı bir sistem içindeki temel olarak algılanan bağlamdan
bağımsız bir anlam fikri ile değiştirmek üzere düz anlam (etimolojik anlam) fikrini
dışlamak yeterlidir (Bunu kurmak çoğu zaman kolaydır).
49
Kapsamlamalar
Retorikçiler bu iki işlemi genellikle birbirine karıştırmış ve aralarında hiçbir fark
yokmuş gibi davranmışlardır. Hedvig Konrad’ın kitabından bir örnek vereyim: “Bu
yabancılaştırma etkisini üreten sözcüklere bağlamından çıkartılmış terimler deniyor
ve bu durumda anlam değişmesinden söz ediliyor. Şu halde, eğretilemeler anlam
değişiminin özel bir biçimidir. Bu yüzden, kuyruk sözcüğü, eğretilemeli
kullanımında sıra anlamına gelir...”
Bu “gaf” nasıl açıklanabilir? Şüphesiz, gösteren ve gösterilen arasındaki ayrımı
yapmakla, daha doğrusu, semantiğin kendisinden kaynaklanan bir engelle, yani
sözcüklerden yalnızca sözcükler aracılığıyla söz edebilmekle. Kuyruk’un ikincil
anlamı, (yaklaşık olarak) sıra ile ifade edilebildiğinden, tanımlamada “sıra” sözcüğüne
başvurulmuştur; daha sonraysa, üstdil işlemi (sıra sözcüğünün ikincil anlamına ad
verme işlemi) eğretileme işlemi olarak kabul edilmiştir. Klasik retorik anlaşmalarında,
“düz” terimlerle, eğretilemeli kullanımların çevirileri, eğretilemenin yerine bir “düz
anlamlı” sözcüğün kurulması olarak algılanması bundan dolayıdır. Breton’dan bununla
ilgili bir alıntı: Şair söylediğinden başka bir şey söylemek istemedi; ama sözcükler
eğretilemeler içinde normalde gösterdiklerinden başka şeyler söylüyorlar.
Fontanier, iki işlem arasındaki ayrımın farkında olan nadir kişilerdendir; mecazları,
gösteren aynı kalırken, bir gösterilenin bir diğerinin yerine ikame etmesiyle açıklar.
Figürlerse, ona göre, bir gösterenin aynı kalan bir diğerinin, gösterilenin yerine
ikame etmesiyle ortaya çıkar. Buradan da meşhur (geçmişte değil, bugün)
eğretileme tartışması doğar: Fontanier’e göre figür olmayan, Beauzée için zaten
değldir; zira başka bir sözcük yoktur ki “masanın ayağı” ve “kapı kanadı”nın
yerine geçsin. Ama belki de asıl önemli karşıtlık zincirin öbür ucundadır:
Gösterenin eşdeğerli bir diğeriyle yer değiştiremeyeceği istisnai yanlış kullanımlar
(catachrese) ile diğer bütün figürler arasında değil, bu ikamenin mümkün olduğu
istisnai alegori ile mümkün olmadığı bütün figürler arasındadır.
4
Bir vecize: Eğretileme bir istisnadır; doğal olarak kendi karşıtına eşlik ederken bulunur:
Eğretileme kuraldır. Bu düşüncenin varyantlarından birini Vico geliştirdi; Hamann ve
Herder, Condillac ve Rousseau başka varyantlar ürettiler (Derrida bu son ikisini
yorumlamıştır). Zaten önemli varyantlar: Vico için ilk dil eğretilemeliydi (“Sayısını
dörde indirgediğimiz mecazların (eğretileme, düzdeğişmece, kapsamlama, ironi),
burada da görüldüğü üzere, yazarların ruhsal icatları değil, tüm ilk poetik toplumların
kendilerini ifade etmeleri için gerekli tarzlar olduklarını göstermiş olduğumuza
inanıyoruz”); ama yalnızca şimdi görebildiğimiz üzere, dilin başlangıcındaki tek ifade
tarzıydı. Bu ifade tarzı basit ve ortaktı. Bu ifadeler düz ifadelerdi; bizse onlara
türetilmiş ya da sonradan belirmiş ifadeler diyoruz. Bu önce-lik düşüncesi, göstergeyle
anlam arasındaki “doğal bağ”ın araştırılmasıyla, diğerleri arasında meşrulaşıyor. İşte
bu nedenle, “önceden dilleri olmayan toplumlar, konuşmaya yazı aracılığı ile
50
F Caner, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 4(7), 48-58, 2008
başladılar” (yazıyla, daha doğrusu hiyerogliflerle retorik figürler arasındaki bu eski
benzerlik, daha önce Clément d’Alexandrie tarafından dile getirilmiştir: hiyeroglifler
aynı zamanda “simgelerle, mecazlar aracılığıyla” gösterir).
Buna karşın Nietzsche, bütün dilin eğretilemeli olduğunu söyler. Sözcük (kavram)
yalnızca, bir olay ya da olguyu, soyutlama yardımıyla özelliklerinin birçoğunu
atlayarak belirtir. “Her kavram benzer olmayanın tanımlanmasından
[benzetilmesinden] doğar. Bu yüzden, bir yaprak bir diğerine kesinlikle benzemez ve
yine kesinlikle, yaprak kavramı özgün farklılıkların bilerek bir yana bırakılması ve
ayırt edici özelliklerin unutulması sayesinde biçimlenmiştir.” Ama parçanın bütünün
yerine geçirilmesi bir retorik figürüdür: Kapsamlama (Nietzsche bunu bazen
eğretileme bazense düzdeğişmece olarak adlandırır). Zira bütün dil mecazlardan
meydana gelir: “Eğretilemesiz ne bir düz anlam ne de düz bilgi diye bir şey vardır.”
İşte bu yüzden, eğretileme insanlığın ayırt edici özelliği seviyesine yükseliyor.
Nietzsche “onsuz bir an olsun soyutlama yapamayan –zira bu insanın kendisini
soyutlaması olur- bu temel içgüdüsünden, eğretileme yapmasına yol açan bu
içgüdü”den bahseder ve insanı bir eğretilemeli hayvan olarak tanımlar.
Bu ifadeler şüphesiz göründükleri kadar “eğretilemeli” değiller. Modern dilbilimciler
hayvan iletişimi üzerine yapılan çalışmalar sonucunda, kendilerini insan dilinin özgün
özellikleri konusunda sorguladıklarında, Nietzsche’nin vardığı sonuçlardan çok da
uzak olmayan sonuçlara vardılar. Bu özelliklerden biri, dilsel topluluklar öncesi
toplumlarda bilinmeyen bir anlamda, sözcüklerin mükemmel bir biçimde anlaşılacak
biçimde kullanılması olasılığı olabilir; diğer bir deyişle, bu eğretileme yaratma
yeteneğidir.
Nietzsche’nin teorisi, eğer gerçeği, bilgiyi ve bilimi arıyorsanız, tüm eğretilemeleri
söyleminizin dışına çıkarmanızı talep eden çok bilmişliğin sınırlarını da içine alır.
Nitzsche bize alışılmış eğretilemelerin kullanılmasının zorunluluktan başka bir şey
olmadığını söylüyor. “Bilme olgusu yalnızca en çok kabul görmüş eğretilemeler
hakkında çalışma olgusudur.” Yani, gerçekçi olmak alışılmış eğretilemeleri
kullanmaktır.”
Ama dilde her şeyin eğretileme olduğunu söylersek, ayrımın yalnızca “yenilik,
adetler ve sıklıkla seyreklik arasında” yattığını söyleyerek, eğretilemenin
biricikliğini reddetmiş ve bu durumda aynı zamanda onun varlığından vazgeçmiş
oluruz. Nietzsche şöyle diyor: “İnsanın onun gerçeği barındırdığını sanmasını
sağlayan yalnızca onun unutma kapasitesidir.” Ama unutma vardır. Unutmayı yok
saymak, tarihi ve değişimi, ya da Saussure’cü deyişle, eşzamanlılıkla artzamanlılık
arasındaki farkın varlığını reddetmektir. Eğer dil artzamanlı olarak eğretilemeliyse,
eşzamanlı olarak onun yalnızca bir kısmı öyledir. Köken sorgulaması, çelişkili bir
biçimde, tarihsel olmayan bir düşünceden kaynaklanır.
5
51
Kapsamlamalar
Bir istisna olarak “klasik” eğretileme teorisinin ve bir disiplin olarak “romantik”
eğretileme teorisinin yanısıra, “biçimci” olarak adlandırılabilecek bir üçüncü teori
daha vardır: Dilbilimsel olguyu kendisi ve eşzamanlı bir kesinti içinde
tanımlamaya çalışan bir teori. Bunun, Aristoteles tarafından, doğrusunu söylemek
gerekirse dezavantajlı bir biçim içinde dile getirildiği görüldü: Yalnızca düz
anlama ilişkin inanç yüzünden değil, aynı zamanda, eskisinin yerine geçen yeni
anlam yüzünden. I. A. Richards, bir ikameden ziyade bir etkileşimin söz konusu
olduğunu söyleyen ilk kişi olacaktı. İlk anlam kaybolmaz (aksi takdirde eğretileme
olmazdı), eğretilemenin arkasındaki ikinci plana düşer; bu ikisi arasında
(“sözcüğün kendisinin de ispatladığı gibi”) özdeşlik doğrulanmasına benzeyen bir
ilişki ve bir eşdeğerlilik ortaya çıkar. Ama eşdeğerlilik ya da özdeşlik, artık basit
bir ilişki değildir. Eğretileme çalışmaları (eğretilemeli ya da eğretilemeli olmayan)
anlam etkileşimi çalışmalarının bir bölümü haline gelir; çoklu anlam teorilerinin
ilki, bir temel yapıt olan Karmaşık Sözcüklerin Yapısı bu konuya adanmıştır 3 .
Bu tür bir açıklama elbette ki yalnızca mecazlar için geçerlidir. Retoriğin eski
anlaşmalarında figürlerle (anlam değişmesi olmaksızın) ilgili ilginç bir telkin
bulunur: Figürler, tanımlamayı ve adlandırmayı bildiğimiz dilsel birimler
arasındaki ilişkilerin bir parçasını oluştururlar. Bunlar dilin saydamlığı üzerindeki
ardışık geometrik şekiller gibidir: Tekrarlar, karşıtlamlar, artırmalar, müstezatlar,
tard ü akslar (chiasme); bunlar, “doğal” olanın görünmezliğine ulaşan dili,
aralarından algılamaya başladığımız parmaklıklar gibidir. Retorik figürü, böyle
algılanan dildir. Bu, Novalis’in Selbstsprache, Khlebnikov’un samovitaja rech’
dediği şeydir.
6
Grup Mu’nun mecazlar ve özellikle de kapsamlama hakkındaki çalışmalarında yer
alan açıklamalara göre betimlemenin göreli bağımsızlığı örneklenebilir. Peri
masallarında ve Kral Lear’da olduğu gibi uzun zaman büyük kardeşleri yüzünden
(eğretileme ve düzdeğişmece) aşağılanan, hatta varlığı görmezden gelinen ve
sonunda en güzel ve en zeki olduğu ortaya çıkan üçüncü kız (kapsamlama), bugün
bize temel bir figür olarak görünüyor (Fouquelin ve Cassirer bunu önceden
hissetmişlerdi).
Grup Mu, kapsamlamayla ilgili çalışmalarında, bugün pek çok yazarın kabul ettiği bir
prensibi ciddiye aldılar ve bir takım sonuçlara vardılar; prensip doğruysa analizleri de
meşrudur: Semantik planda bir sözcüğü ayrıştırma olasılığını bilmek. Liége’liler bize
bugün anlamsal ya da bileşensel olarak tanınan bu ayrıştırmanın iki tip olduğunu
hatırlatır. Birincisi bağlayıcı ve maddidir: Bir koltuğun, bir oturağı, yaslanacak bir sırtı,
3
s. 27-83.
52
F Caner, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 4(7), 48-58, 2008
bacak ve ayakları vb. olmalıdır. İkinci tip kavramsaldır ve bağlayıcı değildir: Bir küre,
bir başta, bir balonda, bir karpuzda vb. olabilir. Diğer bir deyişle, bu ikinci durumda,
baştan, balondan, karpuzdan, ortak bir özellik (bir belirti) elde ederiz ve onu bir sınıf
olarak düşünürüz (Sağduyu “küresel”in “baş”ın bir parçası olmasını gerektirir; ama
mantıki bakış açısına göre “baş”, “küre” sınıfının bir öğesidir).
Öte yandan, bu şekilde kapsanan anlam zincirini kırabilir ya da çıkartabiliriz; böylece
genelleştirici ya da özelleştirici kapsamlama ortaya çıkar. Gerçekten de,
genelleştirmenin, ayrıştırmanın maddi ya da kavramsal olmasına göre değişen bir
anlamı vardır: “Maddi ‘parça’ bütüne göre daha küçüktür; oysa anlamsal parça
bütünden daha geneldir.”
Kapsamlama bir sözcüğün, o sözcüğün bir başka anlamının bir kısmı olan bir anlamda
kullanılmasıyla, genellikle ayrıştırmanın bir ya da diğer tipi ya da yönün bir ya da
diğeri olarak ortaya çıkar. “Yelken”in “gemi”ninkine yakın bir anlamda kullanıldığı
meşhur örnek bir özelleştirici maddi kapsamlamadır; “insan”ın “el”inkine yakın bir
anlamda kullanıldığı örnekse genelleştirici bir kapsamlamadır, vb.
Eğretileme çifte kapsamlamadan başka bir şey değildir. Eğretilemede olan, sıradaki iki
anlamın özdeş kısmının, bir arabulucuymuşçasına, biri ya da diğerinin kapsamlaması
olarak işlev görmesidir. Örneğin, /esnek/, /kayın ağacı/ için bir kapsamlamadır ve /genç
kız/ için de öyledir; “kayın ağacı”na “genç kız”ınkine yakın eğretilemeli bir anlam
vermeyi mümkün kılar.
Düzdeğişmece de çifte kapsamlamadır; ama tam tersi anlamda: Eğretilemenin
simetriği ve tersidir. Düzdeğişmecede her iki anlam da onları kapsayan bir üçüncünün
kapsamlaması olarak işlev görür. Yazar, yapıtları hakkında konuşurken, yapıtları,
yaşamı vb. kapsayan çok engin bir birlikteliğe göre, bu yapıtlar, biri diğeri gibi,
kapsamlama tarzında hareket eder. İki anlamı eşdeğerli kılmak mümkün hale gelir; zira
her ikisi de aynı bütüne aittir.
Bu mantıksal analizin tüm sonuçları henüz birbiriyle ilişkili hale gelmedi. Burada,
şimdi, basitçe, retorik olgulara yönelik şimdiye kadarki dikkatsizliği açıklayan bir
örnek verilebilir: Jakobson, Freud’un “yoğunlaşma”sını kapsamlama ile açıklar;
Lacan’sa bunu eğretileme ile yapar. Bu bir çelişki mi? Hayır; zira eğretileme çifte
kapsamlamadan başka bir şey değildir.
7
Retorik figürlerini sınıflandırmak niçin? Eski söylevcilere edilen sitem, figürlerin
özellikleri hakkında temel olarak hiçbir şey söylemeyen sınıflandırmalar yapmamış
olmaları yüzündendir (Mantık tutarsızlıklarından, çakışmalardan vb. söz bile
etmiyoruz). Dilbilimcilerin olumlu getirisi, her bir figürün ardında, gerçekten söz
konusu olan kategorileri aramış olmaları ve figürleri üreten kurallar toplamını ifade
53
Kapsamlamalar
etmeye çalışmalarıdır. Bu anlamda, Frye’nin de söylemiş olduğu gibi,
sınıflandırmak açıklamak demektir.
Pek çok kategori türü vardır. Bunların en belirgini, figürü oluşturan dilbillimsel
öğelerin doğasıyla ilgilidir. Bu kategoriler serisi, birimin boyutlarına ya da düeyine
göre (ssentagmatik ya da paradigmatik bakış açısına göre) hemen ikiye ayrılır. Birinci
durumda, şu kademeleri ayırt etmek mümkündür: 1) Ayrışık ses (ya da harf); 2)
morfem (ya da sözcük); 3) tümce (ya da söz). Ve ikincisi: 1) Sesler ya da yazılış; 2)
sözdizim; 3) semantik. Bu son sınıfın içinde, semantik sentagmatik ilişkileri, semantik
paradigmatik ilişkilerle karşı karşıya getirmek zorunda kalacağız. Elbette, belli figürler
aynı anda birden fazla kategori içinde yer alabilir; örneğin tekrar, aynı anda hem
seslerin (ya da harflerin) hem de anlamın tekrarıdır.
Daha az belirgin ikinci bir kategori, tüm figürlerin sonucu olduğu işlemlerle ilgilidir.
Grup Mu ve Jacques Durand burada dört işlem olduğu konusunda hemfikirdirler:
Ekleme, kaldırma, ikame etme (yani ekleme ve kaldırma) ve yer değiştirme. Böylesi
bir bölünmeye mantık bakımından söylenecek bir şey yok; ancak insan kendi kendine
bu bölünmenin figürlerin temel özelliklerini ne dereceye kadar karşılayabildiğini ve
basit bir bellek eğitimi süreci olup olmadığını sorabilir. Ullmann, semantik
değişimlerin üçe ayrılabileceklerini zaten söylemişti: Genişleme, sınırlama ve yer
değiştirme, figürleri tanımak konusunda çok mu ileri gittik acaba?
Bu toplamın içinde olması gereken diğer kategoriler hakkında bir uzlaşmaya varılmış
değildir. Jacques Durand, “kimlik”, “benlik”, “ayrım” ve “karşıtlık” gibi kademelerde,
iki terim arasındaki ilişkilerde kesin bir ayrım yapılabileceğini söyler; Liège grubu ise
bu “basit”, “kısmî”, “tümel” vs. işlemleri niteler. Jean Cohen’in eserlerinde olduğu
gibi, belirsizlik, uyum vs., anlamlandırılmış ve önceden varsayılmış daha dilbilimsel
kategorilere dayanabilir (Hiçbir sınıflandırma kesin değildir).
8
Bir Klasik dönem yazarı “alev” sözcüğünü eğretilemeli bir anlamda kullanıyorsa, onun
aslında aşk demek istediği söylenemez. O, başka hiçbir gösterenle kesin olarak ortaya
koyulamayacak bir anlamı ortaya koymak ister. O hâlde kullanılan “alev” sözcüğü
gösterdiğini göstermesinin en dolaysız yoludur. “Alev” aşkı, “aşk”ın aşkı gösterdiği
gibi göstermez.
O hâlde “aşk” sözcüğünün bu durumdaki rolü nedir ve neden bu kadar çok
çağrışmaktadır? Anlam sözcükten (gösterilen gösterenden) ayrılamaz; biri diğeri
olmadan varolamaz; bir gösterilen iki gösteren tarafından adlandırılamaz. Bununla
beraber, sözcükler ıssız adalar değildirler; aralarında iletişim vardır ve bir sistem
değilse bile, en azından bir birlik oluştururlar. Gösteren-gösterilen ilişkisinin birliği, bir
gösterilenin başka bir gösterilenle ilişkisini engellemez. Eğretilemeli olarak kullanılan
“alev” sözcüğü, “aşk” sözcüğünü göstermez; ama onu çağrıştırır. “Aşk”, denebilir ki,
54
F Caner, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 4(7), 48-58, 2008
eğretilemeli olarak kullanıldığında “alev” sözcüğünün anlamını yeniden yaratabilecek
en yakın dolaylamadır (periphrase).
Öyleyse, sözlü sistemde iki tür ilişki vardır. İlk bakışta, bu ilişkilerin ikisi de anlamla
ilgilidir. Ancak bunlar aynı zamanda başka bir adla anılmayı hak edecek kadar
özgündürler. “Alev” göstereniyle “alev” gösterileni arasındaki ilişkiye gösterme
diyelim; “alev” gösterileni ile “aşk” gösterileni arasındakineyse simgeleştirme.
Mecazlar bize simgeleştirmenin kodunu verirler; zira bir gösterilenle bir diğeri (daha
soğrusu, simgelenenle simgeleyenin) arasındaki olası farklı ilişkileri formüle ederler.
Simgesel bağ, birbirinden bağımsız olarak varolabilecek aynı yapıdaki iki varlığın sabit
bir birlik oluşturmasıyla ortaya çıkar.
Göstergelere yaygın olarak atfedilen pek çok nitelik, simgelerden kaynaklanıyor olsa
gerektir. Örneğin, gösterilenin, sırası gelince gösterene dönüştüğü ve böylece
zincirleme bir süreç başlattığı söylenir; oysa bu biçimde uzayıp gidebilen ve sonsuz
zincirler oluşturan, simgeleştirmedir. Gösterme, gösterenle gösterilenin birlikteliğiyle
sınırlıdır.
9
Burada, “göstergenin keyfîliği” dosyasını yeniden açmak gerekiyor. İki bin yıllık
bu sorun, göstergenin bağımsız olduğunu söyleyen Saussure tarafından ve sonra da
ona karşı çıkan Benveniste tarafından yeniden gündeme getirildi: Gösterge keyfî
değil, gereklidir. Uzun bir tartışma aldı yürüdü; tartışmalar Engler’in tezinde
özetlenmiştir.
Oysa sorun, gösterge ya da simge sorunu olmasına göre, farklı şekilde ortaya
koyuluyor. Bir gösteren ve bir gösterilen arasındaki ilişki zorunlu olarak
nedensizdir: Bir grafik dizisinin ya da seslerin bir anlama benzemesi (ya da ona
yakın olması) düşünülemez. Aynı zamanda, bu ilişki gereklidir; çünkü gösterilen,
gösterensiz varolamaz (ve bunun tam tersi de geçerlidir). Buna karşın simgede,
simgelenen ve simgeleyen arasındaki ilişki gerekli (ya da zorunlu) değildir; zira
simgeleyen de simgelenen gibi bu ilişkinin dışında varolabilir. Yine bu nedenle,
ilişki ancak “nedenli” olabilir; zira aksi hâlde hiçbir şey bizi bu ilişkiyi kurmaya
itemezdi. Öyleyse kısmen ya da göreli olarak nedenli gösterge yoktur; çünkü
gösterme ilişkisi nedensizliği gerektirir. Buna karşın farklı şekillerde olmasına
rağmen tüm simgeler nedenlidir, yalnızca aralarından birkaç tanesi değil.
Benveniste bir çalışmasında bunu söylemişti: “Dilbilimsel göstergeden farklı
olarak, bu çok sayıda gösteren ve tek gösterilen [biz onlara simgeleyenlerle
simgelenen diyelim], birbirlerine sürekli olarak neden ilişkisiyle bağlıdır.
Herkesin “göstergenin nedenliliği” dediği bu şey nedir? Önce en çok sözü edilen
yansılamaların (onomatopée) durumunu ele alalım: “Guguk” ya da “gurultu”nun
nedenli göstergeler oldukları düşünülür; zira, belirttikleri şeylere benzerler. Ama
55
Kapsamlamalar
görülüyor ki, nedenli olan belirtme ilişkisi değil, onun esas anlamı ya da göndergesidir.
“Guguk” sesleri “guguk”un anlamına benzemez (ya da benzeyemez); fakat onun
zihinsel göndergesine (kuşun ötüşüne) benzer (Zihinsel anlamlandırma göndergenin
yerini tutar ve hiçbir şekilde gösterilenle aynı şey değildir). Bu anlamda, anlama
simgelemenin özel bir hâlidir.
Keyfîlikten söz eden (ve nedensizlik demek isteyen) Saussure, gösterge-gönderen
ilişkisi ile simgelenen-simgeleyen ilişkisini birbirine karıştırmış değildi. Zaten bu
ilişkilerin ilkinin gayet iyi farkındaydı ve çalışmasına bir özel ad vermişti: Ada ilişkin
(Onymique). “Göstergebilimin en kaba yanı, onun (işaret etmek için seçilen nesnelerin
rastlantısallığı nedeniyle) sadece ada ilişkin basit bir şey olmasıdır”. Gönderge dil dışı
bir varlıktır.
Nedenselliğin ikinci türü, bize mecazlar yoluyla gelendir. “Yelken” sesiyle yelken’in
anlamı arasındaki ilişki nedensel değildir; ama yelken’in anlamı ve gemi’nin anlamı
(geçici olarak gemi ile belirtilen anlam) arasındaki ilişki nedenseldir. Evet, ama
yalnızca ilk ilişki göstermedir; ikincisiyse simgelemedir. Bu nedensellik mümkündür;
zira iki anlam, guguk kuşu örneğinde gösterenle gönderge arasında olduğu gibi,
birbirine benzeyebilir (ya da birbirinin parçası olabilir vb.); ama bir gösterenle bir
gösterilen asla birbirine benzemez.
Bir üçüncü nedensellik türü daha var; morfolojik “armut-armut ağacı/elma-elma ağacı”
türü. Jakobson diyagramsal bir nedensellikten bahsederken bu kavramı pek güzel
genişletir: Bununla beraber, bu örnekleri tek tek incelemek, her birinin, bir gösterge ile
değil, birçok gösterge arasındaki ilişki ile ilgili olduğunu görmeye yeter. Bir ilişki,
diyelim ki, gösterenler düzenindeki peşpeşelik, derecelendirme ya da antitezler,
gösterilenler düzenindeki bir ilişkiye benzeyebilir; ama bu artık nedensel bir gösterme
değil, söylemin organizasyonudur.
10
Bir göstergeler sistemi olan dil, hepsi de simge sistemleri olan diğer pek çok kodlar
tarafından istila edilmiştir; öyle ki, iletişim göstergeler sistemiyle değil, bir simgeler
sistemi ile gerçekleşir denebilir (Bu romantik eğretileme teorisine uygun değildir:
Burada artzamanlılık değil, bir sistemin bir başka sistem tarafından bertaraf edilmesi ve
eşzamanlılık söz konusudur. Vico’cu bir bakış açısıyla, simgeleştirmenin yerine
gösterme geçmiştir). Yalnızca uzun zamandır bilinen, ama göz ardı edilen bu biçim
yüzünden değil (Bu biçime “popüler etimoloji” deniyor. Jakobson’sa bunu bir
benzetmeyle “poetik etimoloji” olarak adlandırıyor. Poetik etimolojide şair ses
benzeşimi sayesinde iki sözcüğün anlamlarının birbirine bağlı oldukları izlenimi
verir.), yalnızca argoda ya da retorik figürlerin varlığının aşikar olduğu örtmecede
değil, aynı zamanda, bir şey söylerken başka bir şeyden bahseden kapsamlama,
eğretileme, karşıtlama ve düzdeğişmecenin söz konusu olduğu, günlük iletişimin en
basit durumlarında da böyledir. Gérard Genette’in de belirtmiş olduğu gibi, “dolaylı
56
F Caner, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 4(7), 48-58, 2008
dil”in genelleştirici işlevini fark eden, dilbilimci ve göstergebilimcilerden çok
Proust’tur. Ve bu Guermantes’lere özgü değildir: Genç Dogon bir örtmece kullanırken
eğretilemeli konuşur; ama cinsel organ adlarını söylerken, şeylerin adlarının bilindiği
bir çağa ulaştığını belirmek için, düzdeğişmece kullanır.
Şimdi, toplumda uygulanan sistemlerinin göstergelerin değil, simgelerin arasında
işlediğini görmek daha az şaşırtıcı olacaktır. Gelb’in yazının temelinde pars pro toto
bir ilişki keşfetmesi; Frazer ve Mauss’un “büyü” dilini yaklaşık retorik terimlerle
betimlemeleri; Freud’un yalnızca günlük sözlü ilişkiler değil, aynı zamanda rüyalar
için de bunu yapması ya da bugün bizim su götürmez biçimde reklamın bundan
çıktığını ifade etmemiz tesadüf değildir. Liège grubu sözlü olmayan sistemlerin
içindeki retorik figürleri keşfetmeye yönelik açık çaba göstermeyi kendine görev
edindi. Onu tesadüfen değil, simgeleyen ve simgelenen arasındaki bağların çeşitliliğini
betimleyen figürler sayesinde bulacaklardı. Freud bu birliği zaten fark etmişti: “Bu
simgesellik yalnızca rüyalar için geçerli değildir; onu bilinçdışı imgelemin tümünde,
tüm kolektif ve özellikle de popüler temsillerde görebiliriz: folklorda, mitlerde,
efsanelerde, özdeyişlerde, atasözlerinde ve kelime oyunlarında.” Ve Benveniste, bu
metni yorumlarken, dildeki bu simgeselliğin tutarlılık derecesini görmüştü: Bu “dilden
çok üslupta”dır; “minimal birimlerden ziyade, söylemin büyük birimlerinde,
mecazların eski kataloğundadır”. Göstergebilim kendisini simgesel kılacaktır.
Figürlerin retoriğinin tanımı mükemmel olmayabilir; ancak hiç değilse birçok farklı
biçimin dökümünü yapma ve bunlar arasındaki farkları dikkate alma yeteneğine
sahiptir. Zaman, tüm figürlerin yalnızca ikiye indirgenebilmesi olasılığına duyulan
hayranlığının kesintiye uğradığı zamandır: Benzerlik ve yakınlık. Mauss, Saussure
(Kruszewksi’nin aracılığıyla) ve Freud bu çatallanmayı kullanmış olsalar da, bu
efsanevi karşı çıkışın, karşıtlığın doğru olduğunu onayladığını sanmamak gerekiyor:
Onlar, basitçe, psikolojik örgütlenmelere ilişkin mevcut sınıflandırmalara kaynak teşkil
etmişlerdir. Nietzsche’nin dediği gibi: “Birisi çalılık arkasındaki bir şeyin görülmesini
engellemeye de çalışsa, o yeri ara ve bul; bu araştırma ve keşif gözde büyütülecek bir
şey değildir”.
Pierce’in ikon’u eğretilemeye, indis’i ise düzdeğişmeceye daha fazla indirgenemezdi.
Gerçek bir benzerlik ilişkisi içinde bulunması gereken iki anlamı içeren (ya da birbirini
çağrıştıran iki nesne) düzdeğişmecenin aksine, indis, göstergenin, kendi
maddeselliğinde, gösterdiğine bağlı olmasını gerektirir. Pierce buradan yola çıkarak
örnek veriyor: Kesin bir biçimde düzdeğişmece olmayan, ama örneğin, konuşan ve
kendini söylemle doğrudan bağlantı hâlinde bulan kişiyi belli eden kişisel zamirler (ve
genelde tüm deixis’ler). Ya da ateş için duman, mevsimler için barometre, rüzgâr için
yelkovan: Bunlar, biz onları algıladığımız anda bile, gösterdikleriyle bağlantıdadırlar.
Cümlenin kendisi (Pierce’in söylediği anlamda) simgelerden meydana gelmese bile,
kesin anlamıyla (hazırdaki bir nesnenin betimlemesi) tüm göndermelerin bir indis
aracılığıula gerçekleşmesi bu yüzdendir: Pierce, Saussure gibi, göndergeyle ilişkiyi
dilin anlamlı özünün dışında düşünür. Yine bu yüzden, Pierce’in zihninde, bir dil, ilgi
57
Kapsamlamalar
çekici jestlerle yer değiştirmeleri hâlinde, indislere sahip olamaz: “Mısırlılar ne
öntakılara ne de her zaman doğrudan Nil’e işaret eden demonstratif zamirlere sahipti.
Eskimolar, ayı derileriyle o kadar iyi sarıp sarmalanmışlardır ki, ayırt edici
tanıtlayıcıları vardır: Toprağa, denize, kuzeye, güneye, doğuya ve batıya...”
İkon’a gelince, belirtilen nesneyle ortak bir özelliğe sahip olmaıdır; ikona, belirtilen
nesnenin niteliklerini örnekler. Yansıma [(Onomatope)] bu nedenle bir ikondur ve
siyah bir leke siyah rengin ikonudur. Eğretileme de bir ikon olabilir, ama sadece işaret
edilen nesnenin bir özelliğini muhafaza ettiği ölçüde (Zira Pierce burada Grup Mu’ya,
onların alışılmış yorumlarına kıyasla daha yakın durur). İkonlar, şöyle tanımlanan üç
sınıfa ayrılırlar: “Basit nitelikleri olanlar…imgelerdir; bir şeyin parçaları arasındaki,
sıklıkla görülen ya da ikili (dyadic) ilişkileri — temsil edenin temsil edici özelliğindeki
benzerlik ilişkileriyle, bir başka şeyle paralellik arz ederek —temsil edenler
metaforlardır.”
11
Gösterme ve simgelemenin dilde bir arada bulunuşu ilk bakışta indirgenemez görünen
bir karşıtlığı aydınlatabilir: Bu karşıtlık Terör ile Retorik, ya da son zamanlardaki
deyişle, çoğul, sonsuz okuma arasındadır. Sözcükleri bir kerede “edebi bakımdan ve
bütün anlamlarıyla” anlamak nasıl mümkün olabilir?
Gösterme edebi olamaz. Büyük şairler profesyonellerden daha iyi dilbilimcilerdi:
Sözcükler gösterdiklerini göstermezler ve söylediklerini söylemenin başka hiçbir yolu
da yoktur; yorumlar onların göstermelerini ıskalar. Kafka “bir şato” derken bir şato
demek istemiştir.
Ama bu, her simgelenenin sırası geldiğinde simgeleyen olabildiği ve böylece gelişimi
durdurulamayan bir anlam zincirini açan sonsuz simgelemedir. Şato aileyi, devleti,
Tanrı’yı ve daha pek çok şeyi simgeler. İkisi arasında bir çelişki yoktur ve haklı olan
Rimbaud’dur.
Edebiyat teorisinin simgebilim kadar anlambilime de ihtiyacı olacaktır. 4
Kaynakça
Todorov, Tzvetan. “Synecdoques”. T. Todorov ve diğerleri (1979), Sémantique de
la poésie. Paris: Éditions du Seuil: 7-26.
4
Çeviri sürecindeki yardım ve katkılarından dolayı önce Sevil Güner’e, sonra Ali Serdar,
Reyhan Tutumlu, Jale Özata Dirlikyapan ve Yalçın Armağan’a minnet borçluyum.
58

Benzer belgeler

işaret yahut gösterge nedir?

işaret yahut gösterge nedir? bir anlamın belirmesidir. Bu tanımın avantajları açıktır: İki ifade arasındaki sorunsal eşdeğerliliğin yerine, karşılaştırma zemini olarak, birden fazla anlamı olduğunda, bir sözcüğün (ses ya da ya...

Detaylı