BİR SG P DERGİSİDİR EYL ÜL 2015

Transkript

BİR SG P DERGİSİDİR EYL ÜL 2015
BİR SG P DERGİSİDİR
I EYLÜL 2015
previously on
ÖNSÖZ
“Eylül toparlandı gitti işte,
Ekim falan da gider bu gidişle”
Turgut Uyar.
Eylül hakikaten çok hızlı geçti.
Kurumsal yayınların son rötuşları,
masaüstü reklamların sonbahara
özgü artışı, yeni viral filmimizin
toplantıları derken, Eylül sanki iki
gün sürdü.
Eylül, bir çocuğun okula dönmesi gibi bizim için de; heyecanlı,
kavuşmalı ve yeni neler yapacağız merakıyla dolu.
Bir heykeli yapmak gibi bir yayını
çıkarmak...
Uğraşıp, uzun uzun yontuyorsun,
ince ince çalışıyorsun. Tam sergiye hazır hale getiriyorsun ama
oturup keyifle izleyecek vakti bulamadan bir başka heykele başlıyorsun.
Biz bu ritmi seviyoruz, yalan söylemeyeceğiz.
Şu sıralar yeni heyecanlarımız var
yine, biraz sürpriz olsun istiyoruz.
Bir heykelin daha malzemelerini
topluyoruz, başlayınca buradan
paylaşacağız.
Ekimde görüşürüz.
Selda GÜLAY KAPLAN
PAUSE II
Önsöz
2-3
Mesleki Deformasyon
6-7
Karıncadan File HAYTAP
Bizden Gezgin Çıkmaz
10-11
12-13
Bir Korku Unsuru Olarak Donald Trump
İşkolikler İçin Box Office
Hep Sexist Hep Agresif
Bir İfşa Hikayesi
18-19
20-23
26-27
SG P Günlüğü: Bulgur Sendromu
Sanayide Ofisinin Olması
30-31
Kelimelerle Tedavi Mümkünse
@sgpproduksiyon
35
Bi’ Beş Dakkanız Var Mı?
36-37
32-33
28-29
14-17
BİR MESLEKİ
DEFORMASYON
HİKAYESİ
Volkan Kaplan
Sosyal statümüze, şahsi zevklerimize, aile ve birey ihtiyaçlarımıza,
sağlık garantilerimize özetle her şeyimize sayesinde ulaştığımız
mesleğimiz…
Sıkıldığımızda ve yenileme ihtiyacı duyduğumuzda değiştirdiğimiz arabamız, saçımız, telefonumuz gibi de değil kendisi. Hani şu yeni keşfedilen kutup bakterisi gibi başladığı ve kendi şekillendiği gibi devam
eden mesleğimiz.
‘’Ruhumuzu makineye kaptırmışız, hayaller virmanlı…’’
Her görüntü ekranlaşıyor.
Gözümde play ve pause tuşları.
Beynim, akan hayatı bir durdurup bir oynatma çabasında.
Koltukta başkası kalmadı. Ee durdur, oynat, başa al yavaş oynat…
Salon bomboş.
Filmden etkilendim mi?
Yok, şu an son sahnenin dramatikliğinden etkilenemeyeceğim, daha başka sorular var kafamda.
Ağız tadıyla bir film izleyemez oldum zaten.
Oyuncu seçimleri iyi hangi ajansmış? Kostüm detayları ile ilgili bir sıkıntı var sanat yönetmenleri kim acaba? ışığı kim yapmış? Hadi filmin sonunda künyeden
ışık ekibini bul.
Ya o değil de, mekân seçimleri mükemmeldi!
Mekan seçimlerindeki başarısı yüzünden garip bir Ürdünlü’nün peşine de düş
bakalım. Akıl almaz kamera hareketleri için filmi izlerken kucağındaki iPad’ten
yaptığın mini araştırma sonucu, bu sefer kesin uzaylı olduğunu ortaya çıkartacağın görüntü yönetmenin yine kanlı canlı, normal bir insan olduğunu fark et.
Ne demek normal insan? Çok saçma!
Genelde 120 dakikayı sadece 7 plana sığdırabilmiş bir ecdadın uzantısı olarak
dünyaya gelip, çapraz kurgu üstüne kurgu, flash backlerin havalarda uçuştuğu
jump cutlar, senkronize sekanslar, aslında bahsi bile geçsin istemediğim ama
parmaklarımı tutamadığım 3D –VFX dijital yaşamındaki sonsuz vizyonlar ve
gustolar…
İşin komiği bunlar sadece bildiklerimiz-duyduklarımız; bir de bizde olacağını
duyduğumuz ama tüm detaylarına ulaşılamayan dedikodular var…
Anlaşılacağı gibi, ağız tadıyla, izleyici olarak üzerime düşen “filme kapılıp, etkilenerek salondan çıkma” ritüelini en son ne zaman yaşadım hatırlamıyorum.
Bir yapımın bende yarattığı heyecan, biraz daha farklı. Beni afişten çok roll
caption heyecanlandırıyor. Hala yolun başındaymışım gibi hissettiğim için mesleğimi çok seviyorum. Sevmeye de devam edeceğim çünkü insanların hayalleri
bitmediği sürece daha çok bir elimde Google bir elimde kumandayla oturacağım.
‘’Arının yuvasını yıkan, balın tatlılığıdır ‘’
Sakinim.
Kontrol bende.
Geçecek, biliyorum.
Korkulacak bir şey yok.
Bu sadece ‘’meslek deformasyonu’’.
KARINCADAN
FİLE
HAYTAP
Geçen ay Adım Adım
koşmuştuk, bu ay da
HAYTAP’tayız.
Çünkü, insanlara, birbirimize olduğu kadar,
doğaya, hayvanlara, ait
olduğumuz ekosisteme
karşı da sorumluyuz.
Bu yüzden size, bu sorumluluğumuzu yerine
getirmemize yardımcı
olabilecek olan federasyonu, HAYTAP’ı anlatalım
istedik bu ay.
KİMDİR HAYTAP?
HAYTAP kendini, “doğal yaşam alanı kaybının
ve bu alanların parçalanarak yok olmasının önlenmesi politikalarının merkezinde olmak için
var” diye tanımlıyor. Kapıları herkese açık olsa
da günübirlik, bir hevesle gelen değil; sürdürülen yardımlar öncelikleri.
Sosyal medya kullanıcılarının sık sık rastladığı, dramatik görseller üzerinden de
gidebilirdik ama sektör olarak dikkat
çekmek adına yeterince böyle yayınlara
doymuş olduğumuzu düşünerek, dramatik tarafı yerine, biz size HAYTAP’dan
alacağınız mutluluğu anlatalım.
HAYTAP’ın hedefi tek tek sokaktaki hayvanlarla
ilgilenmekten ziyade daha çok makro çalışmalar, ekip çalışmaları, ulusal çapta binlerce yüzbinlerce canlıyı etkileyen çalışmalara katılmaktır. Dava açmak, hukuki süreçleri takip etmek,
lobicilik, eğitim ve halkla ilişkiler çalışmaları
çok daha önemlidir. Bu sebeple, bünyesinde bürokrasiden anlayan gönüllüleri görmek
istiyorlar. Sorun çözümünde hız, zaman kazanma ve pratiklik onlar için çok önemli. Sonuçta
sorumluluklarını aldıkları dava en nihayetinde
bir canın.
EKOSİSTEMİN KAHRAMANLARI
HAYTAP; Nesli tehlike altında olan bitki ve hayvan türleri kadar, onların yaşam
alanları ile de ilgilli olan bu fedarasyon,
koruma kadar türler üzerinden yapılan
ticaretle de ilgili. Yani ismi her ne kadar
bu birliğin hayvanlarla ilgisini öne çıkarsa da, hayvan hakları kadar, orman, sulak alan, bozkır, çöl, deniz, tarım da aynı
öneme sahip. Sorumlulukları bunlarla
da bitmiyor. HAYTAP, ulusal parklarda
ve korunması gereken alanlarda doğaya
ve insana zarar veren maden arama, endüstriyel üretim, kitle turizmi, vb. yapılmasına karşı da mücadele ediyor.
EKOSİSTEME DAHİL OLMAK 101
Siz de yaşadığı gezegene karşı sorumluluk hisseden insanlardansanız ve doğadaki her canlının yaşam hakkı sizin için
de önemliyse bu ekosisteme mutlaka
dahil olmalısınız. Süreci uzun zannetmeyin. Takıma girmek çok kolay; sosyal
medya üzerinden bile üyeliğinizi gerçekleştirebiliyorsunuz. Ama üye olduğunuzda mutlaka projelerini inceleyin. İnternet
sitelerindeki Sık Sorulan Sorular bölümünü ve HAYTAP manifestosu ile neyi
hedeflediklerini çok iyi öğrenin.
Unutmayın, HAYTAP içinde kimsenin bir
maddi beklentisi olmadığı gibi, herkes
resmin büyüğüne bakıp binlercesine,
onbinlercesine ulaşmak için elini taşın
altına koyan, sizden farklı olmayan gönüllü kişiler. Eksikliklerimizi görüyorsanız
da gelin, anlatın, mücadele edin fakat
çözümün de bir parçası olun.
BİZDEN
GEZGİN
ÇIKMAZ!
Sık sık karşımıza çıkan haberler:
“Motorsikleti ile 15 ülke gezdi..”
“İşini ve kariyerini bırakıp dünyayı gezen çift”
“Yeni mezun genç kız yürüyerek tüm Amerika’yı gezdi”
Ofiste büyük bir iç geçirmeye sebep oluyor bu başlıklar. Bir de fotoğraflara
bakınca; tekrar masamıza dönmek, 5 yaşındaki çocuğun camdan sokakta oynayan arkadaşlarını izleyip, sonra ödevinin başına dönmesine benziyor.
Bütün eğlenceyi kaçırıyormuşuz gibi...
Tam böyle haberlerden birinde, yayına alalım mı diye konuşurken, bilinçaltı
diline vuran bir ses geldi ekipten; “iyi de biz yapamayız zaten, bunun vizesi
var, pasaportu var...”
Hakikaten, bizden sınır tanımayan bir gezgin çıksa durum nasıl komik olurdu
diye düşündük:
Bir defa dünyanın %70’ne vize ile giriyoruz.
Bu vizelerin pek çoğu için, aktif ve iyi bir hesap cüzdanı, mal-mülk, daha önce
alınmış vizeler, en son çantamıza attığımız ıslak mendilin markası, alt komşumuzun spor ayakkabı markası gibi türlü beyannameler gerekiyor.
Pasaport desen, böyle sınırsız bir seyahat için bol sayfalı pasaport fiyatları,
bizde seyahat sırasında harcayacağımız miktara denk.
Gelelim manevi sorunlara;
Bir defa mezun olduğumuz an yapamayız. Askerlik ile ilgili, “yoksa kaçıyor
musun evladım?” tadındaki bürokratik emekli albay soruları var.
Askerliği yaptıysak, işsizlik seviyesini düşünerek oturduğumuz koltuğu bırakamama durumu var.
Anne babanın, bir acentadan senin yerine 7 gece 12 günlük, sanat ve kültür
dolu bir tur paketi alarak daha planlı, hanım hanımcık/beyfendi bir gezgin
olman için girişimi var.
Sevgilinin; “doğru söyle tatildeki İngiliz kıza/çocuğa gidiyorsun değil mi?”
gibi şüpheleri var.
Arkadaşlarının; oğlum dur ya iş buluruz, napcan oralardası var.
En iyisi biz masamıza dönüp, son gezginin haberini yayına alalım, hafta sonu
da Bozcaada’ya kaçarız.
BİR KORKU
UNSURU
OLARAK
DONALD
TRUMP
Ne zamandır konuşuyoruz:
Cumhuriyetçi partiden başkan adaylığını
açıkladığından beri.
Neden Konuşuyoruz:
Çünkü kendisi Oreo bisküvisini protesto
etmek için Oreo yemeyecek kadar aktivist.
“Madem küresel ısınma var ben neden üşüyorum?” diye sorabilecek kadar septik ve
Gineli bir futbolcu kadar sarışın.
Muhtemelen dünyada hiçbir ülke politikasına, Amerikan politikasına olduğumuz kadar
aşina değiliz. Bu durumu sosyal bilimciler
Hibritleşme başlığında ya da Globalization
konseptinde inceleyebilirdi ama biz biraz
eğlenmek istiyoruz. Lafı şuraya getireceğiz;
malum Amerikalı Donald Trump’ı biz de
Türkiye saatiyle konuşur olduk. Adaylığına
şaşırıp, anlamaya çalışmamıza fırsat kalmadan kendisinin “ilginç” açıklamaları girdi
gündemimize.
Elimizde değil, ilginç karakterlerden içerik
çıkarmadan duramıyoruz.
Donald Trump uzaktan izlemesi gerçekten
çok eğlenceli bir politik aday, ama bir Amerikan vatandaşı için korku senaryosu ne yazık
ki.
Tam olarak bu kadar korku senaryosu;
İŞKOLİKLER
İÇİN
BOX
OFFICE
Sonbahar demek; o sıcak havalara, tatlı yaz akşamlarına biraz veda
demek. Gerçekçi olalım; hiçbir şey yaz kadar keyifli olmuyor. Tırnaklarımızı sağlıklı ruh haline geçirmiş ve sonbahar depresyonuna karşı
koymak için takdirlik bir performans gösteriyoruz adeta.
Eylülde “Bir şal alabilir miyim?” cümlesini yeterince tekrarladık, artık
“içeride yeriniz var mı?” cümlesinin dönemindeyiz. Akşam planlarında yavaş yavaş sıcak evimize dönme isteğimiz artmışken, televizyondaki Prime Time esaretine mahkum olmamak için bir film listesi
hazırladık. İşkolik olanlarımızı da düşünerek, sektörümüzden de çok
uzaklaşmadık. Faydacı bir şirketiz, elimizde değil.
Belgeseller:
Art & Copy (2009)
Ceský sen (2004)
Consuming Kids (2008)
Killing Us Softly 3 (1999)
Our Brand Is Crisis (2005)
Filmler:
Thank You for Smoking (2005)
Putney Swope (1969)
The Joneses (2009)
The Queen (2006)
People I Know (2002)
HEP CİNSİYETÇİ
HEP AGRESİF
Kadın ve erkek eşitliği için bireysel çabalarımızda “Acaba beyhude mi?” sorusunu sık sık
düşündüğümüz bu dönemde, vintage reklamlar
çıktı karşımıza.
Kabul etmeliyiz ki, Ortadoğu bir kadın için en
acımasız topraklarsa, reklam endüstrisi de bir
kadın için en acımasız sektördür. Daima serttir
dili kadına karşı. En cinsiyetsiz ürünler bile kadınla var olur, tıpkı Ying&Yang felsefesindeki
her şey zıttıyla var olması gibi, reklam sektöründe de her şey kadınla anlatılır sanki.
Eski reklamlardaki cinsiyetçi tavıra baktığımız
zaman irkildik. O günkü reklam endüstrisinin
kadına bakışını görünce, bugün Türkiye’de mikro
sayılacak, Avrupa’da büyük tartışmalara sebep
olan reklam görsellerindeki cinsiyetçi yaklaşımın
miktarına şükrettik.
Hayalimiz; pozitif ayrımcılığa bile ihtiyaç duymadığımız günler.
Manipülatif reklamlara yeni bir süslü eleştiriler
sayfası ekleme niyetinde değiliz, biz biraz nereden nereye geldik ona bakalım istiyoruz.
5-Çirkin “oynat Uğur’cum” şakalarımızın muhattabı monitör.
6-Beş numaranın suç ortağı.
7-Sürekli CAPS’i açık kalan klavye.
9-İzole olmak için kullandığı kulaklıklar.
8-Seneye Contemporary İstanbul’da sosyal mesaj amaçlı
kullanılacak kablolu mouse.
11-Daha çok Mert’i dürtmek için kullandığı alet.
12-Kalbi kadar temiz kağıt (2001’den beri düzenli olarak tozu
alınıyor)
Geçen ay Duygu Palamutçu’nun masasını fişlediğimiz
13-Masasındaki eksik oyuncakların listesini tuttuğu defter.
ifşa köşemizin bu ayki “talihli” konuğu, tam “yaşını yan14-Mesaisi saat 15.00’ten sonra başlayan gözlük.
sıtan” masasıyla Sinan Sinanoğlu.
15-Bir edebi eser yazmasını beklemediğimiz kalem.
1-Ofise gelen 50 yaş üzeri misafirlere babası olarak tanıttığımız
16-Tenis hariç her türlü spora hizmet eden tenis topu (Bu topfigür (Ne hayırlı evlat)
raklardan Wimbledon şampiyonu çıkmaz!)
2-Bu çocuğun da ne kötü kaderi varmış ya.
17-NASA’nın planlarına yetecek kadar CD.
(Diziyi izliyor musunuz?)
18-CD etiketiyle önemsiz görüntüsü verilmeye çalışılan başka
3-YODA?!
bir harici disk.
4-Demir’in kankası.
BİR İFŞA HİKAYESİ:
SİNAN’IN
MASASI
19-SİNAN, TOPLA LEGOLARINI YAVRUM BURADAN!
20-3 adet iPhone 5 koruyucu (Kendisi iPhone 6 kullanıyor?!?)
21-Kıyamadığı için kimseye vermediği kartvizitler.
22-Gün gelir çoluğunu çocuğunu da yedekler bu adam.
23-Yine bir flash disk.
24-NEREYE YEDEKLEYECEK?!?!
25-Sigarayı bıraktırıp alışverişe başlatan alet. (Bir lokomotif kadar buhar çıkartıyor)
26-İkinci baharını bekleyen pad.
27-İçinden şirinler köyünün çıkma ihtimali olan kalemlik.
28-Üzerine dantel örtmesinden korktuğumuz, hiç kullanmadığı
hoparlörler.
29-Olur da anaokulu açmak istersek diye bulundurduğu bir
diğer oyuncak.
30-Geri kalan 25 Terabyte alanı olan cihazlar yetmezse diye
bileklik USB.
SG P DAILY
ROUTINS
feat.
BULGUR
SYNDROME
Gerçek Christopher Robin ve ayısı Winnie the Pooh
Duygu Palamutçu
Hayatın ve pek tabii
SG P’nin rutinleri var.
Örneğin işe gitmek için
alarmın çalması, hazırlanmak, trafikte hayatı
sorgulamak, ofise gelmek, bulgur yemek,
bekleyen işleri bitirmek,
bulgur yemek ve
bulgur yemek.
Ama tüm bunların içinde bulgur bizim için ayrı bir yerde, bulgur bir
yaşam biçimi, bir tutku, bir..
Bir talihsizlik…
Nasıl olur da insanlar sevmedikleri bir şeyi hayatlarının rutinine oturtabilirler diye düşünürken bulgurun da verdiği ilhamla aşağıdaki psikolojik yaklaşımları yaşadığımız “bulgur sendromu”na yakın bulduk
kendimizi;
Merhaba biz SG P ekibi, bulgur bağımlısıyız!
Pika Sendromu: İsmine pek aşina olmasak da bu sendrom, yabancı
madde yeme alışkanlığını tanımlıyor. Sendromun esir aldığı kişiler,
besin olmayan maddeleri yeme dürtüsünü bastıramayan kişilerdir. Bulgur yeme alışkanlığımız bu hastalığı refere ediyor olabilir mi
acaba dedik.
Yabancı El Sendromu: Bu sendrom, etkilenen kişinin elinin ondan
bağımsız ne istiyorsa yapmasıdır. Hastalar ellerinin kontrolünü kaybettiklerini hisseder. Belki de beynimiz ve midemiz isyan ederken
bulguru kaşık kaşık yememize vesile olan sendrom budur?
Alice in Wonderland Sendromu: Bu sendromda kişinin algılama
yeteneği bozulur. Algılama yeteneğimizin bozulmuş olma ihtimali,
bulguru her birimizin en sevdiği yemekmiş gibi görmesini sağlıyor
olabilir mi? SG P in Bulgurland…
Aşırı Empati Sendromu: Kişinin yapacağı seçimlerde kendi hayatını başkalarının fikirlerine göre yaşamasına sebep olan bir psikolojik
rahatsızlıktır. Yemek şirketine karşı aşırı empati mi besliyoruz acaba?
“Bulgur göndermesene kardeşim” diyerek neden sözleşmeyi feshetmiyoruz?
Tükenmişlik Sendromu: Tükenmiş bir kişi bunu ya duygusal çöküş ya
da duyarsızlaşma şeklinde yaşar. Yemek şirketine ısrarla “bulgur getirme kardeşim” diyen dillerimiz aşındı, vücutlarımız tükendi, sendromların en kralı geldi SG P’nin üstüne çöktü.
İçerik üreten bir ofisin sanayide olmasından daha büyük bir nimet yok.
Kapıdan içeri girdiğimizde, adeta İsviçre düzeyinde bir algı ve refah düzeyine
ulaşma çabasına giren zihnimiz, ofise gelene kadar bambaşka bir atmosferden
geçiyor. Kapalı plazalara sıkışmış olmamanın konforunu yaşamaya
başladığımızdan beri, bizim için sanayi bir tür beslenme kaynağı haline geldi.
İzole ve yapay rezidans hayatlarımızdan gerçek sokağa çıkmak bir tür uyanış gibi.
İÇERİK
SOKAKTA
Sanayide olmak demek;
Tüm gün floresanlı koridorlarda laboratuvar ruh haliyle
yürümemek.
Metrodan çıkıp bir başka labirente hapsolmamak.
Sabah komşunuz olan esnaflarla mekanikleşmemiş
sohbetler yaşamak.
“1TL farka büyük seçim ister misiniz?” sorusu yerine;
“ablacım bozuk yoksa kalsın” samimiyeti ile muhattap olmak.
Araban binanın önünde bozulunca, gözlerini deviren bir
güvenlik yerine, komşunun direkt kaputu açarak olaya
müdahale etmesi.
“Lansmana geliyor musun” yerine “çay söyledim, nereye?”
sorusuyla ilgilenmek.
Çok şekerli Mocha yerine sıcak oralet de içebilmek.
Demografik araştırmaları, ekran karşısında istatistik okumadan,
Kaptan Gıda’da tost yiyerek yapabilmek.
Gün içinde duyduğumuz en yönlendirici cümlenin; “bu park yeri
Ajans Başkanımız X Bey’in park yeri” yerine, “Abla buraya mal gelecek” olması.
Stajyerin junior olmasına denk gelen, ustanın çırağına “kendine bir
kebap söyle” cümlesine de şahit olmak.
Ekonomik verilerde kaybolmak yerine, ustanın yanına bir
tabure çekip, “ne olacak bu mesleğin hali” diyebilmek.
*Bu yazıda bizi misafir eden komşumuz Erol Usta’ya da çok
teşekkür ederiz.
KELİMELERLE
TEDAVİ
MÜMKÜNSE...
A. Turgay Gülay
İngilizce’de, yaptığımız işe “Content Curation” deniyor
SG P olarak hepimizin değil tabii, editoryal bölümün..
Bizler de -Türkçesi de var- Küratör oluyoruz.
Böyle sanat haftalarında daha çok duyarız ya; küratörlüğünü falanca şahsın yaptığı diye..
Gelen eserleri seçip beğenen; şu sergiye girer, bu girmez
diyen insan..
Bizle de onun “içerik seçici” versiyonlarıyız.
Onlarca web sitesi önümüzde açık…
Dünyanın haberi, dünyanın gelişmesi, son dakikası, az sonrası, toplantısı, mitingi,
açılışı..
Kimi aylarca hazırlanılmış, meraklısının aylarca beklediği bir ödül töreni.
Kimi, sadece o an orada olunduğu için yakalanmış rastlantısal görüntüler..
Çok izlenenler, deli gibi paylaşılanlar, gülmekten öldürenler, utanmasan ağlatanlar.
Biz her gün açıp kapadığımız, binlerce çift gözün izlediği o sergi salonumuza,
-Yani kurumsal yayınlarımızaHepsinin içinden içerik seçiyoruz.
Kendi hesabıma en çok teknolojik yenilikler, yaşamı kolaylaştıran buluşlar, sağlık alanındaki ilerlemeler,
uzaydaki o küçücük noktanın çekilen ilk yüzey görüntüleri mutlu ediyor beni.
En çok onları “Curate” etmekten hoşlanıyorum.
20-30 yıl sonrasını görebiliyorum.
Yapılan prototipler, ilk denemeler olumlu gidiyor.
Müthiş pratik bir yaşam bizleri bekliyor.
Hepimizin kendimize, çevremizdeki insanlara, hobilerimize,
sevdiklerimize ayırabileceğimiz daha çok zamanı olacak.
Kimisi içinse daha çok fenalık düşünebileceği, hatta yapacağı zamanlar.
Ne yazık ki…
Oysa, evrenin sonsuzluğunda, atomun milyarda bir parçasından
Çok daha küçük şu güzelim mavi gezegende
Hep daha ileriye gitsek hep beraber.
Biz o kötü insanların da kuratörü olsak;
Seçsek en güzel haberleri,
Göstersek;
Bak çok güzel şeyler oluyor
Daha da olacak dünyada.
Not: Baktım:
‘Curate’in kökeni “Cure” imiş;
Tedavi.
Annem babam doktor olmamı istemedi,
Ama anneanneciğim, ruhun şad olsun.
Doktor olamadım ama tedavi edebiliyorum.
Kelime anlamında kalsa da..
@sgpproduksiyon
Bİ’
BEŞ
DAKKANIZ
VAR
MI?
Bu ay en sıkı hazırlandığınız sunum?
15 kişinin katılacağı zamana karşı bir yarış gerektiren son viral filmimizin sunumu.
Bu ayın en uzun fazla mesaisinin konusu?
Son viral filmimiz.
Bu ay kaç fincan kahve içtiniz?
Bununla birlikte epey bir fincan olacak, yapmama izin verirsen tabii.
Bu ay en çok hangi ayrıntı için uğraştınız?
Allianz alt bantlarındaki ince çizgilerin Pantone 429 mu, Pantone 430 mu olsun diye
çok uğraştık.
Şirket içinde detaylar konusundaki takıntınızla biliniyorsunuz.
E bu markalar sadece Türkiye’de büyük değil ki dünyada da büyük bir rekabetin içindeler. Bu şu demek; bu büyüklük sorumluluk olarak bize de yansıyor ve bu da bazı
takıntıları beraberinde getiriyor, idare edeceksiniz.
En sevdiğiniz müşterinizi sorsak bu bize mesai olarak döner mi?
Ben onları hep çok severim. Yoksa zaten bu kadar ince detaylarla saatlerce ilgilenemezdik. Ancak severek yapılabilecek bir iş bu. Ama sen bir kaç küçük soru diye başladığın bu şeye devam edersen, işte bu sana fazla mesai olarak dönebilir :)
Selda Hanım’la boş bir vaktinde
“bir kaç soru” için anlaşmıştık,
bu anlaşma üzerinden iki ay geçti
fakat o boş vakit çıkmadı.
Baktık o boş vakit yok, kahve makinesinin başında sabah kahvesini
hazırlarken, fazla da uzağa kaçamayacağı bir noktada yakalamaya
karar verdik.
İnsan bazen mesleği için ne
riskler alıyordu..
SG P’nin ilk günkü yayını ile bugünkü işleyişi arasında değişen ve değişmeyen
tek bir şey?
Değişen şey; müşterilerimizin talepleri değişti. Değişmeyen ise; müşteri daima haklıdır.
Ofiste en çok hangi bölüme söz geçirmekte zorlanıyorsunuz?
Dediğim dedik grafik ekibine!!!
Bu ay cevabını alamadığınız soru?
Greenbox’taki 44 numara ayak izlerinin sahibi.
Ofisteki favori alanınızı sorsam?
Kışın şömine başı.
Son soru, söz! Bu ayın en önemli toplantısı?
Demir’in veli toplantısı.
“Eğer bir kuş
olsaydım, hep bir
sonraki sonbaharı
yakalamak için
dünyanın üzerinde
uçar dururdum”.
George Eliot
SG P
“It’s all about collaborating”