ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ
Transkript
ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ
Ahmet Turan Alkan ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ Üç Noktanın Söylediği Bu kitap, anadilimiz, sevgilimiz ve dâr-ı dünyada bizi ifade edebilecek tek ifâde vasıtası olan Türkçe'nin güzelliğine sunulmuştur. Onu tarihî devamlılığı içinde bir bütün olarak anlıyor ve o haliyle kutsuyorum. Bu anlamda, sunuşun ve yazıların ihtiva ettiği bütün anlamı, beni Türkçe'yle tanıştıran güzel insanlara: Öğretmenlerime, hocalarıma, bütün Osmanlı şairlerine, okuduğum bütün Türk yazarlarına, benimle aynı hassasiyeti paylaşan dostlarıma ve harcımda emeği bulunan herkese tâzim ve şükranla takdim ederim. İÇİNDEKİLER Feth-i Kelâm ........................................................................................... 9 BÖLÜM 1 İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ YA DA KAYBEDİLMİŞ DÂVÂ İnsanlığın kırık kadehi ya da kaybedilmiş dâvâ ............................. 13 Yaşasın irrasyonalite.......................................................................... 23 Bir muzdarip, bir muhalif ve doğmamış bir jöntürk "Ferid Nazmi" ................................................................................................... 31 Bir otobiyografi denemesi: Öncesi ve sonrasıyla seksenli yıllar ... 40 Cinayeti gördüm .................................................................................. 48 Muhalefet güzeldir .............................................................................. 53 Reşid Paşa savunuyor ........................................................................ 61 Benim aforizmalarım .......................................................................... 77 Eşyâya bakışımıza dair ...................................................................... 85 BÖLÜM 2 GÖNÜL İHTİLAFLARı Kahramanlar çağı bitti mi? ............................................................... 93 Eşyâya ölüm ....................................................................................... 103 Gâvur dostlarım ................................................................................ 110 Uzaydan (mı) gelmişlerdi? .............................................................. 117 Kaderle coğrafya arasına çizilmiş haritalar .................................. 122 Kapılardan sığmayan yiğit hakkında bilmek istemedikleriniz... 131 BÖLÜM 3 RESİMALTı YAZıLARı Halamın romanı niçin yazılmadı? .................................................. 141 Şairler ve şiir aleyhindedir .............................................................. 147 Bir resimaltına düşen resimler ....................................................... 154 Tren düşünceleri ............................................................................... 161 8 ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ Komik itaatsizlik ............................................................................... 169 Karlı dağdaki kulübe ........................................................................ 177 Bir sinema münâfıkının not defterinden: Ben yine de annemin fikrine katılıyorum! .................................................................. 186 Kaside olsun dağlara ........................................................................ 194 BÖLÜM 4 HELE O ÇıKMAZ SOKAKLAR Hele O Çıkmaz Sokaklar ................................................................... 203 Daktiloya mersiye ............................................................................. 207 Bir sülüs elifi ...................................................................................... 212 Zapta geçirilsin .................................................................................. 216 El Fâtiha ............................................................................................. 220 Hâdim-i devlet fikrinden içtimai tulumbacılığa Osmanlı paşaları ............................................................................................... 223 Üç noktanın söylediği ....................................................................... 226 Hasaneyn'in rûhu içün ..................................................................... 228 Kardır yağan üstümüze geceleri ..................................................... 230 Macbeth uykuyu öldürdü; biz de "şehir"i... .................................... 233 Ali Desidero ve "okumuş çocuklar"ımız! ........................................ 236 Servi ki, "Hüdâ-yı nâbittir" ............................................................... 240 Çek faytoncu ...................................................................................... 243 Her köprüyü bir melek bekler ......................................................... 247 Sizde bu şal satılır mı? ..................................................................... 251 Orda bir şehir vardı........................................................................... 254 Kaldırım Gülleri................................................................................. 257 Hatm-i kelâm ..................................................................................... 260 Feth-i Kelâm Bed-nâm-ı aşk oldum ölürsem belâ budur Mahşerde dahi diyeler: "Ol mübtelâ budur!" Necâti V konulmuş her kitap, okuyucunun herhangi bir türden ihtiyacına cevap vermek zorundadır. Doğruyu söylemeli: Bu kitabın, muhtemel okurlarına nasıl bir fayda sağlayacağını peşinen bilmiyorum. İçerideki yazılar, çoğu son altı sene içinde muhtelif vesilelerle okuyucu önüne çıktı. Okumada rahatlık sağlar düşüncesiyle yazıları dört bölüm altında topladım. Ne var ki bir kitap tertibi ile okuyucuda nasıl bir intiba bırakacağını önceden tahmin etmek pek müşkil bir iş; aynı sıkıntıyı, kitaba isim koyarken de yaşadım. Benim nokta-i nazarımdan bu yazıların taşıdığı değer, yazarına Türkçe'nin mutfağında tadına doyulmaz lezzetli zamanlar yaşatmış olmasıdır. Şüphesiz kelâm mûcizedir ve sözün kudretine daima iman ettim; imanımı büyük ölçüde hırçın bir münekkid sıfatıyla okuduğum Türkçe metinlere ve kısmen dahi olsa kendi yazı tecrübelerime borçluyum. Türkçe'yi güzel konuşanlar zümresinden olmak isterdim ama bu vadide ne kadar nasipsiz olduğumu tez zamanda öğrendim. O dakikadan beri Türkçe üzerindeki hassasiyetim, onun kâğıt üzerindeki görünüş, tertip ve plastiğine eğilmekle münhasır kaldı. Türkçe'nin büyük ustalarını daima zaptolunmaz bir hasetle okudum, tamamen kendi zihnimde kalmak üzere onları tamir etmek cür'etinde bulundum: "Daha iyisi ve güzeli nasıl yazılabilir?" küstahlığını âdet edindim. Bilerek veya bilmeyerek İTRİNE 10 ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ ustalarımı taklit ettim ve neticede taklidin öğrenme usullerinden biri olduğunu farkettim. Bana "üslûp sahibi" iltifatında bulunan dostlarımı tekzib ederim: Sadece "Türkçe İşçisi" olarak bilinmek, benim için yeterince ciddi bir sıfat olacaktır. Anadilimi seviyorum ve ona hizmet etmek aşkın kendisidir. Tevfik Fikret'in İstanbul için teşbih ettiği tâbirle Türkçe bir "bîve-i bâkir", bâkire bir dul'dur: Tarihin misline tesadüf etmediği ihanetlere uğramış, izzeti pâmâl edilmiş ama havsalaya sığmaz bir yaşama imanıyla iffetini daima koruyabilmiş bir dul; üstüne getirilen sıska ve kokona bir "kuma"nın dayanılmaz tahkirlerine rağmen mağrur; pörsümez güzelliği, sarsılmaz vekarı ve bükülmeyen endâmı ile ben o "her dem tâze dul"un meclûbu, mahkûmu ve mecbûruyum. Bu kitaptaki yazılar, esasen onun şâhâne güzelliğine arzedilmek üzere derlediğim bir kucak vahşi kır çiçeği. İhtimâl ki arasında diken ve ısırgın da bulacaksınız: onlar benim kusurum ve eminim ki sevgilim içindeki en güzel çiçeği (ümid ederim ki kırmızı bir karanfili) tebessümle bağrına basarak beni affedecektir. Siz de hoşgörünüz; bu kitapta rastlayacağınız bütün güzellikler, değerini arzedilmiş olduğu makamdan alıyor; nâhoşluklar ise bana ait. Tevfik Hak'tandır! Sivas, Ocak 1995 BÖLÜM 1 İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ YA DA KAYBEDİLMİŞ DÂVÂ İnsanlığın kırık kadehi ya da kaybedilmiş dâvâ "Ve demiştik: ‘Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun ve orada dilediğinizden bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yaklaşırsanız (nefsinize) zulmedenlerden olursunuz'. Şeytan ise (hile ile) onların ayaklarını kaydırdı ve içinde bulundukları nimetten onları çıkardı. Biz de ‘Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin. Yeryüzünde bir zamana kadar oturun ve rızkınızı orada bulun' demiştik." (Bakara Sûresi- 35, 36) problemi kaybedilmiş bir dâvâdır! ÇevrecileÇrin, iktisatçıların, politikacıların ve tabiat âlimleEVRE rinin gayretleri boşuna. Binlerce yıldan beri Alâaddin'in lambasını kurcalayarak dışarıya çıkarıp emrimize râm olmasını istediğimiz cin artık bize hükmediyor: Teknoloji ve kitlevî üretim. Şimdi tabiat hışmına ve intikamına uğramadayız. Siyasilerimiz ve teknotratlarımız insanlığın yeni efendisine durup dinlenmeksizin arz-ı ubûdiyet ederken çevrecilerin ümitsiz çabaları insana burkuntu veriyor. "Yeryüzünde Bir Zamana Kadar Oturun ve Rızkınızı Orada Bulun" Yazının epigrafında yer alan âyetler tarih felsefesi bakımından ilginç yorumlara kapı açıyor: Âdem ve eşinin cennette oturup, dilediklerinden bol bol istifade edebilmeleri, âdetâ insanlık tarihinin "tarihsiz" dönemini tasvir etmektedir. Yaklaşılması istenmeyen ağaç ise insanın tabiatında mevcut bulunan âsi ve serbest iradeye hitap eder. O ağaç, orada mevcut tutulmuştur 14 ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ ve Âdem'in o ağaca yaklaşmaması emredilmiştir. Âdem'in şahsında insan nesli bir tercih karşısındadır: Tarihsiz ve tabii çelişkisiz bir dönemden tarihli bir döneme geçişin dönemecinde o ağaç vardır. Ama şeytan Âdem'i aldatmış ve "içinde bulundukları nimetten onları çıkar"mıştır. Yaygın anlamıyla tarihin başladığı andır bu. Bu cürmün müeyyidesi ise "birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin. Yeryüzünde bir zamana kadar oturun ve rızkınızı orada bulun" emridir. İşte biz o andan beri yeryüzünde rızkımızı bulabilmek için toprağı tırmalıyor, ısınmak için yerin yedi kat dibinde köstebekler gibi didiniyor ve bulduklarımızı bölüşebilmek için birbirimize zulmediyoruz. Eğer Âdem, memnû meyveyi tamahla koparıp tadına bakmamış olsaydı, iktisat tarihçilerinin "toplayıcılık dönemi" olarak adlandırdıkları bir devr-i saadeti hâlâ yaşıyor olacaktık. Mülkiyet hissinin ve ilişkilerinin belirmediği, iktisadî kaynakların sınırsız derecede bol olduğu ve yarın endişesinin olmadığı bir devri saadet. Adı üstünde cennet! Orada tarih olmayacaktı, zira paylaşacak, yarın için saklayacak ve birbirimizden esirgeyecek kadar iktisadî değerlere bağlı kalmayacaktık. Orada hiçbir keşfe ihtiyacımız olmayacaktı, ticaretten, maliyetten, fiattan habersiz yaşayacak, kazandıklarımızı korumak için silah edinmeyecek, alacakaranlıkda birbirimizden korkmayacaktık. Ne tarlamız olacaktı, ne sabanımız. Ne ambara ihtiyaç duyacaktık, ne kervana. Böylece tarih filan da olmayacaktı! Tarih Başlıyor Tarih insanın mutsuzluğunun hikayesidir ve oldukça da tatsızdır: Başka türlü olması da beklenemezdi! Cennetten kovulan Âdem, yeryüzünde çıplaklığının farkına vardı ve örtünmek gereğini duydu. İncir ağacından kopardığı yaprakla birlikte insanın tabiatı istismarı da başlamış oldu. Âdem'in İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ 15 nesilleri artık bütün ihtiyaçlarını "çevre"lerinden edinmek zorundaydılar. Önce toplayıcılık yaptılar, ağaçlardan yemiş, sulardan balık yediler. Bugünlere göre yine daha mutlu olmaları gerekir; herkese yetecek kadar yemiş ve balık vardı. Sayıları arttıkça topladıkları kâfi gelmedi. Yürüyen, uçan ve yüzen hayvanlara diktiler gözlerini. Lâmbadaki cin ilk defa o zaman başını dünyamıza uzatıp, insanoğluna taş atmasını, bıçak, yay ve ok yapmasını öğretti. O da yetmedi: Bu defa toprağı kullanmasını akıl ettiler. Bu hoş bir şeydi ama havalar her zaman iyi gitmiyordu ve kurak yıllar için erzak saklamaları gerekiyordu. Bu senin tarlan, benim tarlam, senin bıçağın benim bıçağım, senin yattığın yer, benim yattığım yer münakaşası o günlerde başlamış olmalı, yani Tarih! Meşhur sosyolog Ali Şeriati'ye göre insanın tarımı öğrenmesi hayatında, içinde yaşadığı toplumda ve bütün düzende köklü değişikliklere yol açmıştır: "Bence bu devrim en büyük devrimdir. Bu devrimle birlikte ortaya yeni bir insan çıktı: Güçlü ve kötü bir insan. Böylece medeniyet ve farklılaşma dönemi başladı" . Çünkü tarım, ürünün paylaştırılması, miras, mülkiyet, kanun ve kölelik gibi kurumları gerekli kılıyordu. Ali Şeriati, Maide Sûresinin 27-31'nci ayetlerinde anlatılan Hâbil ve Kâbil kıssasını da, geleneksel tefsir usulünün dışında bir yaklaşımla yorumlar: Hâbil çobandır ve Allah'a kızıl tüylü bir deve armağan etmiştir. Böylece Hâbil, tarihte toplayıcılık devri olarak adlandırılan kesiti temsil eder. Kâbil ise ancak bir avuç buğday sunabilmiştir: O da tarıma dayalı ekonomiyi temsil eder, zira çiftçidir. Aynı kökten gelen, aynı çevreyi, dini ve ideali paylaştıkları halde onları farklılaştıran şey Dr. Şeriati'ye göre onların farklı işlerle uğraşmalarıdır. Farklı işler, iktisadi ve sosyal konumları da farklılaştırmış ve onları Ali Şeriati, Toplumbilim Üzerine, İstanbul 1985, s.100 16 ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ kaçınılmaz bir çatışmaya sürüklemiştir. Kâbil'in, Hâbil'i öldürmesiyle gerilim doruk noktasına ulaşır. Kâbil'i cinayete iten yaradılışı değil, sınıflı topluma ve özel mülkiyete yol açan hayat tarzının ta kendisidir. Tasadaylar Örneği Dr. Şahin Uçar'ın yaklaşımı, anafikir itibariyle Ali Şeriati'yi destekliyor. Dr. Uçar önce kültür ve medeniyet kavramlarını nasıl anladığını izah ediyor: "İnsanlık tabiatın normal ve gerçek bir üyesi olarak yeryüzünde yaşarken insan toplumları sadece kültürlere sahip olmuştur. Bir toplum evcil hayvan veya tarımın kullanımıyla tabiatın dengesini değiştirmeyi mümkün kılınca, işte ancak bu anda medeniyetler ve sınıf farkı da böylece başlar" . Medeniyetin ayırıcı vasfı, tabiatın dengesini değiştirebilme kabiliyetine sahip olmasıdır. Bir kültür ancak bu kabiliyeti kazandığı zaman bir medeniyete dönüşür. Kültürler ancak tabiatın yardımıyla varolurlar, onun tabii bir üyesi için bu dengeyi değiştirmek imkansızdır. "Kendi amacı için tabiatı değiştirme yeteneği"ne sahip insanlar, artık tabiatın dengesine tabi değil, o dengeye hâkim yaratıklardır. Homo Faber! İçinde yaşadıkları tabiatın dengesi tarafından sunulan şeylerle yetinen insanlar, sayıları artınca, yiyecek yetecek derecede azalıyor, bir başka bakışla dengeleniyordu. Tarımın temsil ettiği dönüşüm bu dengeyi kırdı, insanlar tüketebileceklerinden de fazla üretmenin yollarını bulmuşlardı. Tabiata karşı kazandıkları zaferle göçebe ve çiftçiler dünyanın efendileri haline geldiler. Artık tarımın himayesinde bir şehir hayatının doğuşu için herşey hazırdı. Bütün gününü gömlek dikerek, hububat tarŞahin Uçar, "Patterns And Trends in History," Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, S. 3, 1986, s. 169 vd. İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ 17 tarak, taş keserek başkalarına hizmet sunan bir meslek erbabını doyuracak tarım ürünü artık elde edilebiliyor ve saklanabiliyordu. Böylece şehir medeniyeti "dev" adımlarla ilerledi ve insanlar "tabii bir yaratık olma ve serbest bir hayat yaşama tabiatına yabancılaştılar". Dr. Şahin Uçar'a göre medeniyet denilen şey, kendine yabancılaşmış bir toplumdur; önce yerli kültürüne ve tabiata yabancılaşmış, sonra da ekonomik eşitsizliklerle sınıflara ayrılmış, böylece sosyal adaletsizlik doğmuştur. Yazar, bu görüşlerine delil olarak yeni keşfedilen ilkel topluluklar üzerinde yapılan gözlem ve araştırmaları sunuyor. 1971 yılında Filipinlerin Mindanao ormanlarında keşfedilen ve kendilerini Tasaday'lar olarak adlandıran bir ilkel topluluk sadece cins düzenlemesini (kadınerkek) ve lisanı kültürel özellikler olarak bilmeleriyle dikkat çekmişlerdi. Ne herhangi bir zorbalık, ne de aşağılayıcı herhangi bir insan özelliği bilmiyorlardı; masum insanların son temsilcileri gibiydiler. Hayvan bile avlamıyorlar, sadece toplayıcılıkla hayatlarını sürdürüyorlardı . Dr. Uçar burada haklı olarak şu soruyu soruyor: "İlk insan topluluklarının Tasadaylar gibi yaşadıklarını bilebilir miyiz?" Bu suale verdiği cevap şudur: Öyle olabilirdi ve olmalıdır da! Sonra J.J. Rousseau'yu hatırlatıyor bize: "Hiçbir şey, ilkel durumdaki bir insandan daha soylu olamaz." İnsan Eti ve Tabiat İnsanın tabiata hakim olması ve tarımı öğrenmesiyle başlayan dönüşümün insanlar arısında eşitsizliğe, sınıf tezadına ve tabiatın sömürüsüne yol açtığı yolundaki bu yorumlara katılmamak mümkün mü? Bire en az iki veren toprak, fazladan bahşettiği tanelerle sanayi ihtilalini doğuran sermaye birikimini besledi: Sanayi ihtilali ve modern teknoloji kana a.g.m., s. 171 18 ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ susamış Güney Amerika tanrılarını andırıyordu: Çeliğe, enerjiye, kömüre, hammaddenin her türlüsüne, insan teri ve kanına doymayan bir heyula icad edilmişti. Yoktan var edemiyorduk: Bu canavarı beslemek için iki şey lâzımdı: İnsan eti ve tabiatın kendisi! Peymâne-i Şikeste Birkaç yıl önce Amazon yerlileri hakkında yapılan bir belgesel seyretmiştim. "Keşfedilerek, uygarlaştırılmadan önce" kendi ölçüleri içinde mutlu ve dengeli bir hayat sürdüren bu insanlar, tuhaf makinelerin sırtına binerek kendilerine, din, teknoloji ve çağdaş dünyanın nimetlerini getiren yaratıklarla karşılaştıktan sonra geleneksel hayat tarzlarından zorla uzaklaştırılıyor ve büyük kısmı uyuşturucu otlar çiğneyerek, vakitlerini sağda solda ağızlarından salyalar sızdırıp yarı ölü gibi yatmakla geçirmek zorunda kalıyorlardı. Kültürel şok onları mahvetmişti. Dr. Şahin Uçar'ın Ruth Benedit'den naklettiği enteresan bir muhavereyi hatırlayalım: "Digger yerlilerinin (Bir Kızılderili kabilesi) başkanıyla, din değiştiren bir Hristiyan arasında şöyle bir konuşma olmuştur. Bir gün Ramon ‘başlangıçta' dedi. ‘Tanrı her topluma bir kadeh, kilden bir kadeh verdi ve bu kadehten onlar hayatlarını içtiler.' Bu mecâzi anlatımın onların halkına ait geleneksel bir âyinden mi, yoksa onun hayâlinden mi olduğunu bilmiyorum. ‘Hepsi de suya gömüldüler' diye devam etti, ‘Fakat onların kadehleri farklıydı.' Bizim kadehimiz şimdi kırık. Her şey sona erdi!..." Batı, sadece tabiatın değil, toplumların da kadehini kırdı. Çevrecilik söz konusu olduğunda Batı'nın katkısı veya önderliği olsun- yaklaşımı; bir günah a.g.m., s.168 İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ 19 çıkarma hâletini aksettirmiyor. Onlar da aynı gemide yolculuk etmek zorundalar! Mahşerin Dört Atlısı Bu noktadan sonra şimdi bize geriye dönüp, tabii hayatla, insan ihtiyaçları arasında insanî bir denge kurmamızı teklif ediyorlar? Bu artık mümkün mü? Bunlar bizi şirke davet ediyorlar: Hem yeşile, hem de teknoloji tanrısına nasıl tapınabiliriz? İktisat ilminin her yerde genel kabul gören tarifi eğer, kıt kaynaklarla, sınırsız ihtiyaçlarımız arasında bir denge kurmaksa ve bunu yapabilmek için her ekonomik sistemin, en ideal durum olan tam istihdam halinde kazanları faryap etmesi gerekiyorsa, bu satranç tabiriyle "açmaz"ın ta kendisidir. Artık ne fabrikaların kapılarına kilit vurabilir, ne hormonlu domates yetiştirmekten vazgeçebilir, ne de teknolojinin putunu kırabiliriz: İşsizlik, açlık, isyan ve ölüm mahşerin dört atlısı gibi ensemizin kökünde solumaktadır. Plastik Poşet ya da Kesekağıdı Romantizmi Geçenlerde bir dostum, artık plastik poşet kullanmayacağını, bunun yerine file ya da kesekağıdını tercih ettiğini söyledi. Plastik kanserojen madde taşıyormuş ve yakılsa bile bu zararlı maddeler tabiata yayılıyormuş, o da çevreci bir gayretle plastik poşet'e boykot ilân etmiş. Mizah yazarlarımızdan biri, Türkiye'de mizah yapmanın hiç de güç olmadığını söylemişti. Haklıymış! Bodrum Körfezi'ni çöplerden temizleme kampanyası açan entel amca ve teyzelerin yaptığı da mizahın dikâlâsı değil mi? Bodrum'un çöplerini Torosların arka yakasına dökebilseler uykuları kaçmayacak. Gel de gülme! 20 ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ Tabii yanlış anlaşılmamalı: Konuyu bir bütün olarak ele alan çevrecilere saygı duyuyorum. Ama bütün kabahati deterjanın LAB'ında, spreyin kloroflorokarbon'unda, sanayinin atıklarında bulup, ancak Ozon tabakası delindikten, kanser vakaları arttıktan ve denizde yüzlerine petrol artığı bulaştıktan sonra çevreciliğe soyunanlara taaccüp etmem fazla görülmemelidir. Bu ucuz romantizmlerin, bu temelsiz nostaljilerin, kirletilmiş ve hırpalanmış dünyamıza bir faydası olacağına inanmıyorum. Politikacılar, sesleri gür çıkan çevrecileri teskin etmek için birşeyler yapmak yanlısı görünüyorlarsa da aslında bu gibi problemler pek de umurlarında değil. Az önce radyodan duyduğum bir haberi yazıyorum: 1980 yılında dünyada 33 milyar 900 milyon dolarlık silah alış verişi yapılmış. Her ülkenin kendisi için ürettiği silahın tutarı, bu rakamın dışında! Ama siz yine de kloroflorokarbonlu sprey kullanmayın: Belki bir faydası olur! Esasen delinen Ozon tabakası değil, insanlığın ar damarıdır. Güleryüzlü Teknoloji ya da Küçük Ne Kadar Güzeldir? Dünyanın mağrur efendisi Batı, Alâaddin'in sihirli lâmbasını kurcalayarak teknoloji cinini olanca hışmıyla dışarı uğratırken nasıl haşarı bir çocuğu andırıyorsa, özeleştiride de vekarlı bir bilge gibi davranabilmektedir. E.f. Schumacher, "Küçük Güzeldir" isimli kitabında Batı'nın yanılgılarını sıralıyor. Kitabın özetini epigraf olarak seçtiği R.H. Tawnen'in sözünde bulmak mümkün: "Ekonomik ihtiraslar iyi hizmetçi fakat kötü bir efendidir!" Sonra her biri taş ağırlığında tenkidler: "Tabiatla savaş" kavramının ahlâkî değerlendirmesi, politikacıların giderek teknokratlaşması, ekonominin bir sosyal ilim olmaktan çıkıp "ekonomizm dini" haline gelmesi ve Batılıların ağzından çıktığında duyduğumuz zevkle iliklerimizi yumuşatan İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ 21 bir hüküm: "Maddenin meşru yeri ikinciliktir, birincilik değil!" diye buyuruyor üstad. Oh, neyse ki Schumacher var: Ezelî doğrularımızı ve hakikatlerimizi, nedense bir Batılının ağzından doğrulamadıkça şüphelerimizden sıyrılamıyoruz. Lübb'ün lübb'ünü arzetmek gerekirse Schumacher, endüstrinin azmanlaşması ve uzmanlaşması karşısında duyduğu ürküntüyü dile getirerek güleryüzlü teknolojiden dem vuruyor: İnsancıl teknoloji, zararsız teknoloji! Fakat "bâ'de harab'ül Basra". Vaktiyle Tolstoy'un söylediklerini ve hatta yaptıklarını tekrardan başka bir şey değil. İasnaya Poliana'da sırtında basit bir mujik gömleği ile kunduralarını yamarken büyük şehirlerdeki sefaleti gördüğünde: "Böyle yaşanılmaz, olmaz böyle şey! Olamaz!" diye hıçkıra hıçkıra ağlarken, Tolstoy, Schumacher'in idealizmini ve çelişkilerini çok önceden yaşamış önemli bir örnek olarak belirir. Mantığında ve naturasında gizli kalmış kahramanlığı, onu hâlâ yüceltiyor: "Çok sık tekrarlanan şu sözler her zaman şaşırtır beni: ‘Evet kuram olarak iyi bir şey, ama uygulamada nasıl oluyor?' Kuram konuşma için gerekli olan güzel sözlerden başka bir şey değilmiş, gerçeği kurama uydurmak gerekmezmiş gibi!.. Üzerinde düşündüğüm bir şeyi anladım mı, anladığımda başka türlü yapamam ben" "İntikam Benimdir ve Ödeteceğim!" Bay Schumacher'in güleryüzlü teknolojiden muradı herhalde, üretim ve tüketimde beşerî boyutun gözden kaçırılmaması arzusudur. Endüstri ve teknolojinin tamamen reddi yerine onu atomize ederek küçük işletmeler haline bölmek, çalışanları, kuru mekanizm yerine üretirken haz duymasını sağlayaE.F. Schumacher, Küçük Güzeldir, İstanbul 1979, s.253. Romain Rolland, Tolstoy'un Hayatı, İstanbul 1969, s.67. 22 ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ cak yaratıcılığa teşvik etmek ve insan ihtiyaçlarıyla tabiatın imkanlarını beşerî ölçüler içinde dengelemek. Bunları düşünürken aklıma Onuncu Asır sularında İslam âlim ve teknisyenlerinin icadları geldi: Hiç şüphesiz bu insanlar çağlarını bilgileri itibariyle aşmış insanlardı ve çağdaşlarını hayrette bırakan ve ilim ve teknik birikimine sahip idiler. Yaptıkları harikulade otomatları, bugün bir robot ya da oyuncak firması görse herhalde seri üretimine geçmek için patent kuyruğuna girerlerdi. Ama onlar için yaptıkları icatlar sadece bir oyun anlamı taşıyor olmalıydı. Bir hüner gösterip, defteri kapatmışlar, "bir özge temâşâ" ile kendilerince daha mühim ve ezelî problemler üzerine eğilmişlerdi. İşte bu ahlâkî bir tercih noktasıdır. Bu tercihte şuurun ne kadar rolü vardı, bunu tartışmıyorum: Ama batılı insan, yani Prometheus'un nesli "Demir Melekler"i keşfettiği günden beri eşyaya, tabiata, diğer insanlara ve -şu sıralarda anladığı kadarıyla- kendine zulmedip duruyor. Tabiatın cevabı ise şu: İntikam benimdir ve ödeteceğim! Sadece Yönünü Değiştirmelisin! Tabii, "yakında kıyamet kopacak, tövbe edin" çığlığıyla ve dramatik bir üslupla ortaya çıkan herkes, küçümsenemeyecek sayıda dinleyici bulmuştur. Böyle çağrıların ve haberlerin önlenemez bir daveti vardır. Dünya ahvâli her ne kadar dramatik bir akıbeti haber veriyorsa da ben felâket tellâllarıyla uygun adım yürümek yanlısı değilim. Çevre problemleri ve çevrecilik hareketi her geçen gün sesini biraz daha duyuruyor ve etkili oluyor, zira teknoloji dünyayı durmadan küçültmektedir. Bunun hayır mı şer mi getireceğini irdelemeden Franz Kafka'dan "Küçük bir Fabl" sunarak hatm-i kelâm etmek istiyorum: Walther Kiaulehn, Demir Melekler, İstanbul 1971. İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ 23 "Heyhat" dedi fare, "dünya her gün biraz daha küçülüyor. Başlangıçta o kadar büyüktü ki korktum ve devamlı koştum, durdum ve nihayet sağda solda duvarlar görünce sevindim. Fakat bu uzun duvarlar o kadar çabuk daraldı ki, şu anda son odadayım ve işte köşeye koşup girmek zorunda olduğum bir tuzak duruyor." "Sen sadece yönünü değiştirmelisin" diyerek kedi onu yedi.