uluslararası ilişkilerde anahtar metinler
Transkript
uluslararası ilişkilerde anahtar metinler
ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ANAHTAR METİNLER 1 www.uikutuphanesi.com Yayına Hazırlayan: ESRA DİRİ ii Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler ESRA DİRİ © Bu baskının Türkçe yayın hakları Avcılar Plastik Ambalaj Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi adına Röle Akademik Yayıncılığa aitir. Sertifika no:28503 ©Tüm haklar: Cambridge Univerty Press MIT Univerty Pres ISBN 978-605-64199-0-4 Redaksiyon: Gün Zileli Birinci Basım: İstanbul- Ekim 2013 Baskı: Özener Matbaacılık San. ve Tic. LTD. ŞTİ. Davutpaşa Cad. Kale İş Merkezi No: 201- 204 Topkapı/ İST. Sertifika no:11973 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler SUNUŞ Uluslararası ilişkiler / uluslararası siyaset alanının kavramsal çerçeve ile ilgili literatürünün çok büyük bir bölümünün bazı önde gelen Batı dilleri ve özellikle de İngilizce çerçevesinde üretildiği kolaylıkla söylenebilir. Bu durum sadece Türkiye açısından değil dünyadaki benzer birçok ülke için geçerlidir. Zaten, günümüzün küreselleşen dünyasında, başta internet olmak üzere çeşitli iletişim araçlarında ortaya çıkan yaygınlaşma durumuna paralel olarak, akademik zeminde de İngilizce dilinin rakipsizliği ortadadır. Uluslararası ilişkiler / uluslararası siyaset alanına ilişkin kavramsal çerçeve kapsamındaki teori ya da yaklaşımlara yönelik bilgi üretiminin esas olarak İngilizce dilinde gerçekleşiyor olması, bu konular ile ilgilenenlerin bu dili kullanmalarının gereğini ortaya koymaktadır. Yine de bu durum, İngilizce konuşulan toplumlar dışındakilerin, küresel nitelikli bilimsel dil olarak İngilizce kullanmalarının yanında kendi bilimsel dillerini geliştirme çabalarının anlamsız olduğunu göstermez. Özellikle uluslararası ilişkiler / uluslararası siyaset gibi Türkçe ifade biçimlerinin oldukça eksik, gelişmemiş olduğu sosyal bilim dallarında bu türden çabalar, sadece basit bir ülke dili önceliği açısından önem taşımaz. Aynı zamanda İngilizceyi anadil ölçüsünde kullanma imkanı olmayan büyük bir çoğunluğun konuya daha iyi nüfuz edebilmesine, konunun özünü daha iyi kavrayabilmesine de yardımcı olur. İşte, bu alana ilişkin öncelikle kavramsal nitelikteki çalışmaların Türkçe literatüre kazandırılması uğraşına gönül vermiş bir uluslararası ilişkiler / uluslararası siyaset meraklısı olan Esra Diri’nin elinizdeki derlemesi bu açıdan önemlidir. Kendisinin çalışmanın editörü olarak, alana ilişkin yaklaşımlar, teorik tartışmalar konusunda eski ve yeni literatür, ana-akım ve eleştirel yaklaşımlar arasında makul bir denge gözettiği görülmektedir. Ayrıca bu önemli çalışmaların yayın haklarını elde etmenin editoryal bir yükümlülük olarak maddi/manevi ciddi bir maliyete işaret ettiği hatırlanmalıdır. Yine editörün yayına hazırlama sorumluluğu açısından büyük önem taşıyan, metinlerin sağlıklı çevirilerinin sağlanması için önemli olan meslekten, uygun elemanlardan yardım alınması, ayrıca tüm metinlerin redaksiyonunun yapılması iii iv Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler konusunda da dikkate değer bir hassasiyet gösterildiği anlaşılmaktadır. Nihayet, sonuçta çalışmanın alan ile ilgili öğrencilerin serbest kullanımına açık olmasının planlanıyor olması da editörün konuya gönül vermiş olma derecesini göstermektedir. Bütün bu çabalar sonucunda, uzak ve yakın geçmişte yayınlanan uluslararası öneme sahip birçok değerli yazıyı Türkçe uluslararası ilişkiler / uluslararası siyaset literatürüne kazandırmakta olan bu derleme için başta editör olarak Esra Diri olmak üzere tüm emeği geçenleri kutlar başarılar dilerim. Prof.Dr.Faruk Sönmezoğlu Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler ÖNSÖZ Bu kitap, uluslararası ilişkiler disiplininin gelişmesine katkı sağlamış, can alıcı analizlerin ve yorumların yer aldığı seçme makalelerden oluşmaktadır. Bir uluslararası ilişkiler bölümü öğrencisinin, disiplini hakkıyla anlayabilmek için belirli seviyede ingilizce bilgisine sahip olması gerekmektedir. Ancak ülkemizde öğrencilerimiz eşit düzeyde yabancı dil bilgisini geliştirebilecek imkanlara sahip değillerdir.Bu sebeple uluslararası ilişkiler literatürünün içinde önemli yer tutan makalelerden bir derlemenin Türkçe literatüre kazandırılmasının hem Türkçe’nin bilim dili olarak gelişmesine katkı sağlayacağını hem de bu alanla ilgilenen öğrencilerin daha adil bir şekilde kaynaklara erişim imkanına sahip olabileceği kanısındayım. Çalışmanın gerek araştırma, gerekse yazım safhalarında desteklerini ve yardımlarını esirgemeyen hocalarıma ve dostlarıma minnet borçluyum. Bir araya geldiğimiz her zaman bana anlattığı anılarıyla keyifli zaman geçirdiğim, yok bu iş olmayacak galiba diyerek paniklediğim her an aradığım Prof. Dr. Yaşar Gürbüz’e ne kadar teşekkür etsem azdır. Manevi desteğini her zaman yanımda hissettiğim, teşvik edici yorumlarından dolayı Prof. Dr. Ercüment Tezcan’na ayrıca minnettarım. Araştırmam sırasında bilgilerinden faydalandığım ve kaynak paylaşımı konusunda cömertliklerinden dolayı Andrew Linklater ve Robert Jervis’e teşekkür ederim. Uluslararası ilişkiler çalışmalarında öğrenciler için kaynak kitapların yazarı olan Prof.Dr. Faruk Sönmezoğlu’na desteklerinden dolayı teşekkür ederim. Bu çalışma sürecinde gösterdikleri sıcacık, ilgi ve destekleri için, Neslihan Tacar Salah, Selin Ayyıldız, Dr.Aşkın İnci Sökmen, Harun Yılmaz ve Şükrü Okyar Çebi’ye en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca çalışmam eski dostlukları pekiştirmenin yanında yeni deneyimler yaşamama ve yeni insanlarla tanışmama vesile oldu. Yayıncılık hakkında yaşadığım sıkıntılarda her zaman gittiğim, bana destek olan Bağlam Yayınları’nda İffet Baytaş ve Hatice Günaydın’na teşekkür ederim. Beklemediğim bir anda tanıştığım Ayşe Üstündal’a bütün yardımları için teşekkür ederim. Ve çıktığım bu yolda, farklı farklı kapıları açmama her zaman destek veren, hoşgörü ile yaklaşan aileme ne kadar teşekkür etsem azdır. Sevgileriyle her zaman yanımda oldular. Bana güç verdiler. v vi Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Bir öğrenci projesi olan bu çalışma içerisinde, elimden geldiği kadar önemli ayrıntıları göz ardı etmemeye çalıştım. Buna rağmen atladıklarım olduğuna eminim. Öncelikle hocalarımın fark ettikleri eksiklikler için aflarına sığınırım. Kitapla ilgili geri bildirimleriniz yeni çalışmalarda yol gösterici olacaktır. Çünkü kitaplar insanoğlundan farklılar. İnsanın ömrü belirli, oysa ki bazı kitapların hiç yaşı yok. Bu anlamda çalışmanın devam edecek olan serileri için düşünce ve yorumlarınızı merak edeceğim. Esra Diri [email protected] Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler İÇİNDEKİLER SUNUŞ ..................................................................................................... iii ÖNSÖZ...................................................................................................... v Uluslarası İlişkilere Giriş: Ne Siyah Ne de Beyaz, Gri Dünyayı Anlamak Teorik, Kavramsal ve Tarihsel Arka Plan Dış Politika Ve Coğrafya, I-II Nicholas J. Spykman ............................................................................... 3 Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik” Arnold Wolfers ...................................................................................... 43 Güçler Dengesi Talimat, Propaganda ya da Kavga mı? Ernest B. Haas ....................................................................................... 59 Uluslararası İlişkiler Teoriye Giden Uzun Yol Stanley H. Hoffmann ............................................................................. 91 Yerel Yapı ve Dış Politika Henry A. Kissinger .............................................................................. 121 Bir Amerikan Sosyal Bilimi: Uluslararası İlişkiler Stanley H. Hoffmann ........................................................................... 143 Barış, Güç ve Güvenlik: Uluslararası İlişkilerde Çatışan Kavramlar Barry Buzan ......................................................................................... 165 Tarih, Teori ve Ortak Zemin John L. Gaddis..................................................................................... 191 Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri Daniel Philpott ..................................................................................... 203 vii viii Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Teorik Bakış Açılarından Uluslararası İlişkilerin Rengini Görebilmek: Savaşlar, Algılamalar ve Dış Politika Davranışları Uluslararası Teori Klasik Yaklaşım Üzerine İnceleme Hedley Bull ........................................................................................... 249 Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar Robert Jervis ........................................................................................ 265 Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri: Kuramsal Bağlantılar ve Analitik Sorunlar Jack S. Levy ......................................................................................... 291 Anarşi Altında İşbirliğini Açıklamak:Varsayımlar ve Stratejiler Kenneth A.Oye..................................................................................... 317 Anarşi Koşullarında İş Birliği Sağlayabilmek: Strateji ve Kurumlar Robert Axelrod ve Robert O.Keohane .............................................. 341 Liberalizm ve Dünya Siyaseti Michael W. Doyle ................................................................................ 371 Azalan Güç Ve Savaş İçin Önleyici Motivasyon Jack S. Levy ......................................................................................... 397 Hegemonik Savaş Teorisi Robert Gilpin ....................................................................................... 423 Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni Kenneth N. Waltz ................................................................................ 443 Vestfalya’dan Waterloo’ya Güç Değişimleri ve Büyük Güçler Savaşı Woosang Kim....................................................................................... 457 Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik John A. Vasquez .................................................................................. 479 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Dünü Yeniden Yorumlamak: Teorik Tartışmalarda Eleştiriler, Değişim ve Süreklilik Sosyal Kuvvetler, Devletler ve Dünya Düzenleri Uluslararası İlişkiler Teorisinin Ötesinde Robert W. Cox ..................................................................................... 509 Gramsci, Hegemonya ve Uluslararası İlişkiler: Metot Üzerine Bir Deneme Robert W. Cox ..................................................................................... 551 Geleceğe Dönüş: Soğuk Savaş Sonrasında Avrupada İstikrarsızlık John J. Mearsheimer ........................................................................... 567 Uluslararası İlişkiler Teorisinde Sonraki Soru Aşaması: Eleştirel ve Teorik Bir Bakış Noktası Andrew Linklater ................................................................................ 619 Liberal Demokrasilerde Kamuoyu, Ulusal Yapı ve Dış Politika Thomas Risse-Kappen ........................................................................ 643 Ortak Kimlik Oluşumu ve Uluslararası Devlet Alexander Wendt ................................................................................. 679 Realizm, Neoliberalizm ve İşbirliği: Tartışmayı Anlamak Robert Jervis ........................................................................................ 709 Soğuk Savaş Sonrası Yapısal Realizm Kenneth N. Waltz ................................................................................ 733 Uluslararası Siyasette “arası”nı Yeniden Düşünmek Friedrich Kratochwil .......................................................................... 771 Kelsen/Schmitt Üzerinden Egemenliği Anlamak Hidemi Suganami ................................................................................ 789 ix x Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler ULUSLARARASI İLİŞKİLERE GİRİŞ: NE SİYAH NE DE BEYAZ, GRİ DÜNYAYI ANLAMAK; TEORİK, KAVRAMSAL VE TARİHSEL ARKA PLAN 2 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler DIŞ POLİTİKA VE COĞRAFYA, I NICHOLAS J. SPYKMAN Çeviren: Dr. Aşkın İnci Sökmen* Napolyon,”Bütün güç politikası kendi coğrafyaları içindedir.”1 Gerçeğini benimseyerek, herhangi bir siyasi kurumu küçümseyen ünlü cevabıyla “Koşullar mı? Koşulları ben yaparım” diye belirtmiştir. Ancak insan kaderinin hakemi olmayı istemektedir. Hz. Musa için Kızıl Deniz’in ikiye bölünmesinden ve Hz. Yuşa’nın güneşi durdurmasından beri, insanoğlu topografya ve iklim üzerinde onlar gibi kontrolü sağlayamamaktadır ve Rus coğrafyası, Korsikalı Napolyon’u trajik yenilgiye uğrattığı söylenebilir. Eğer hâlâ hayatta olsaydı Napolyon, bugün bile Waterloo savaşında, Wellington Dükü’nü zafere götüren, ne dehaya sahip bir zekâ ne de beceriydi, sadece bir bataklıktan oluşan hendekti. Maalesef siyaset bilimci basitleştirmeye eğilim gösterirken, neyse ki devlet adamı kendi ülkesinin coğrafi handikaplarını yenmek için mücadele etmektedir. Bir ülkenin ne tüm dış politikası ne de bu politikanın bir parçası tümüyle coğrafya üzerine dayalıdır. Devletlerin politik durumlarını belirleyen faktörler çeşitlidir; kalıcı ve kısa süreli, belirgin ya da gizli olurlar; coğrafi faktörler dışında, nüfus yoğunluğu, ülkenin ekonomik yapısı, halkın etnik kompozisyonu, hükümet şekli, dışişleri bakanlarının kompleksleri ve nefrete dayalı ön yargıları gibi faktörlerden oluşur. “Dış politika” karmaşık bir fenomen olarak, bu faktörlerin eş zamanlı ve etkileşim içinde olmasıyla gerçekleşir. Sosyal bilimcilerin görevi, yoğun tarihi materyaller içerisinde, dış politika biçimleri ve onu oluşturan faktörler arasındaki korelasyonları bulmaya çalışmaktır. Bu durum, Diplomasi tarihi çalışmalarının, farklı uyarıcı faktörler altında ve çeşitli uluslararası çevrelerde devletlerin davranış özelliklerinin araştırılmasıyla, desteklenmesi zorunluluğu anlamına gelmesidir. Bilimsel * 1 Dr. Aşkın İnci Sökmen Kara Harp Okulu doktora programından mezun olmuştur. Uluslararası Güvenlik ve Terörizm uzmanıdır. Napolyon’un Prusya Kral’ına 10 Kasım 1804’de gönderdiği Mektuplar, Correspondance de Napoléon I (Paris, 1862), X 60, No.8170. 4 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler metot, korelasyonların, tamamlanmamış kısmî somut tarihi olayların açıklanmasına dayalı bazı soyutlamalardan oluştuğu konusunda sağduyu uyarılarını da yaparak, araştırmanın soyutlama yolu olmasına ihtiyaç duymaktadır. Devletlerin dış politikalarını oluşturan durumların çeşitli faktörleri arasında, Napolyon en önemlisini işaret etmemiştir. Onun döneminde ve halen günümüz dünyasında savaş ulusal politikanın bir aracıdır ve gruplar savaş yoluyla güç elde etmeye çalışmaktadırlar, politika yüksek strateji haline gelmektedir. Böyle bir dünyada, devletin coğrafi alanı, savaş dönemlerinde faaliyet gösterdiği ve barış olarak adlandırılan geçici ateşkes dönemleri sırasında işgal ettiği toprak temeline dayanır. Ulusal politikanın belirlenmesinde, kalıcı olduğundan en temel faktördür. Devlet bakanları gelir gider, diktatörler bile ölür, ancak dağ sıraları hiç bozulmadan durur. George Washington 13 devleti düzensiz bir ordu ile savunurken, Franklin Roosevelt emrindeki kıtanın kaynakları ile başarılı olmuştur. Ancak Atlantik sürekli Avrupa’yı Amerika Birleşik Devletleri’nden ayrı tutmayı sağlamaktadır ve Saint Lawrence limanları kışın oluşan buzlar nedeniyle halen kapalıdır. Rus Çarı I.Alexander, tüm Rusya’yı, basit bir Komünist Parti üyesi Stalin’e, sadece gücünü değil, bitmeyen denize ulaşma mücadelesini de miras bıraktı. Fransa başbakanı Georges Clemenceau, Alman açık sınır bölgesi konusundaki endişelerini Sezar ve 14. Lui ile paylaşmıştı. Devletlerin coğrafi özellikleri nispeten değişmez ve değişmeyen özellikte olduğundan, coğrafi talepleri yüzyıllar boyunca aynı kalacaktır ve diğeri ile çatışma istemeyen mutlu devletlerin olduğu bir dünyaya ulaşılmadığından, bu coğrafi talepler anlaşmazlığa neden teşkil edecektir. Böylece coğrafya kapısı, tüm tarih boyunca uzanan, hükümetlerin ve hanedanların yükselmesine ve düşmesine neden olan uzun mücadeleler için suçlu olabilecektir. Gelişme imkânlarının yer ve ekonomik açılardan sınırlı olmasından ve birinin dezavantajının diğerine avantaj sağlaması açısından bazı ulusların ve hükümetlerin karşı karşıya geldikleri çeşitli durumlar vardır. Burada her daim, çeşitli hükümetlerin coğrafi ve yerel politik durumlarını geliştirmeye zorlaması konu olurken, tek hedefleri bir ülkenin, denizin veya stratejik ve ekonomik durumlarının önemli derecede yükseltilmesinin elzem görülmesidir. Yerel politikanın bu tip davranışlarının sebebi ise, siyasi tarihlerinde yer alan bazı sorunların çözümlenmemiş olması ve çeşitli koşulların her zaman ayyuka çıkmasıdır.2 2 J.J. Rüdorffer (Kurt Riezler) Erich Topf’da belirtilmiştir.” England und Russland an den Türkischen Meerengen,” Zeitschrift für Geopolitik, 1928, II, 665. Dış Politika ve Coğrafya I, II 5 Coğrafyanın, saptayıcı değil, durumu belirleyen bir faktör olarak tanımlandığı vurgulanmalıdır. Kelime (belirleyen olması) akıllıca seçilmiştir. Coğrafi özelliklerin, dış politikada nedensel bir rol oynadığının ima edilmesi anlamında değildi. Her şeyi dördüncü senfoniden dördüncü boyuta doğru coğrafî yol ile açıklayan coğrafî determinizm, bu hali ile zarar görmüş bir resmin boyanması gibi coğrafyaya referans vermeden politikanın açıklanmasıdır.3 Bir ülkenin coğrafyası, politikası için bir nedenden çok, araçtır. Bu durum bir parçanın en nihayetinde elbiseye uygun hale getirilmesi için kesilmesi zorunluluğunun kabul edilmesinin, elbisenin, parçanın stilini veya doğru parça olduğunun belirlenmesi anlamına gelmemektedir. Ancak bir devletin coğrafyası, politikayı uygulayan insan tarafından göz ardı edilemez. Toprağa dayalı temel geçmişte politikacılar tarafından uygulandığı gibi gelecekte de uygulanmaya devam edecektir. Bu temelin özelliği, dış politika üzerinde birçok etkiye sahiptir. Coğrafi genişlik devletin güç için mücadele konusunda göreceli üstünlüğünü etkiler. Doğal kaynaklar insan topluluğunu ve politikanın uygulanmasında faktör olan ekonomik yapıya tesir eder. Ekvatora, okyanuslara veya kıtalara göre ülkenin pozisyonu, güç merkezlerine, çatışma alanlarına veya mevcut iletişim yollarına olan durumunu belirlemekte ve ülkelere komşuluk durumu, toprağa dayalı güvenliğin temel problemlerini oluşturan potansiyel düşmanlara göre devletin pozisyonunu ortaya çıkarmaktadır. 3 Mevcut Alman Jeopolitik okulu, belli bir dereceye kadar Ratzel’in coğrafi determinizmi ile diğer yandan da coğrafyanın en son belirleyici olduğunu benimseyen metafizik tarafından engellenmiştir. Terimin ortaya koyduğu gibi, ilgi duyanlar sadece coğrafyanın siyasi durumu belirleyen olarak çalışmamış aynı zamanda bilimsel bir gerçek olan politikaları desteklediği ile de ilgilenmiştir. Coğrafyanın en iyi durumu, Zeitschrift für Geopolitik kitabının dört editörü tarafından 1928’de ortaya konmuştur. Kitaba göre,”Coğrafya toprağa bağlı siyasi süreçlerin çalışılmasıdır. Özellikle siyasi coğrafya bölgenin yapısının geniş anlamda çalışılması esasına dayanır… Jeopolitika siyasi yaşamda ve siyasi eylemlerde ona rehberlik edecektir.Jeopolitika siyaset alanında yer almalıdır ve sağlam bir zemin oluşturulmalıdır. Bilgiye dayalı olması bir sıçrama yaratırken, cehalet tehlikeli olabilir. Jeopolitika yardımıyla devletin coğrafî bakış açısı olacaktır. {Zeitschrift für Geopolitik içinde Richard Henning tarafından belirtilmiştir. (Leipzig, 1931) sf.9} Vidal de la Balance ile başlayan, Brunhes ve Vallaux ile devam eden günümüzde de Febvre’nin ilgilendiği Fransız okulu, insanoğlunun coğrafyayı değiştirebileceği ve diğer faktörlerin, insanın kaderini belirlemede coğrafya ile birleşebileceği fikirlerini dikkate alarak,”coğrafî determinizm olasılığına“ karşı çıkarlar; “Gerçek ve sadece coğrafî sorun imkânlardan faydalanmadır.” [Lucien Febvre, A Geographical Introduction to History (New York, 1925), p. 349.] “En mükemmel morfolojik biçimler belirgin etkiler içermemektedir “[Henri Berr,”Önsöz’de" Febvre’ye, op. cit., p. xii.] Bu son ifade ile konumuz olan Ratzel’in determinizmi arasında muhtemel bir yer vardır. Coğrafya belirlemekte, sadece bir durum oluşturmaktadır. Sadece kullanım için imkân yaratmazken kullanılmış olmayı da talep etmektedir. İnsanoğlunun özgürlüğü, kapasitesini iyi veya kötü kullanmasına bağlıdır veya coğrafî olasılıkları daha iyi ya da kötü olarak değiştirmesiyle ilgilidir. 6 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Dış politikada büyüklük ve konum faktörlerinin önemi, topografya ve iklimin değiştirici etkilerini dikkate almadan değerlendirilememektedir. Topografya, birlik ve içsel uyum üzerindeki etkisiyle gücü etkilemektedir. İklim, ulaşımı, tarımsal üretim üzerindeki sınırlandırmaları, devletin ekonomik yapısını ve böylece dolaylı yoldan açıkça dış politikayı etkilemektedir. BÜYÜKLÜK FAKTÖRÜ Devletlerin karşılaştırılabilir büyüklükleri, etkili bir siyasi ve ekonomik alan sağlarken güçlerin karşılaştırılması için bir gösterge ve dış politikanın bir unsurunu oluşturmaktadır. Toplam yüzey alanı olarak soyut biçim, belirli amaçların yükselmesine ve dış politikaya içerik sağlamazken, diğer devletlerden gelen baskılara karşı koymadan bir güç göstergesidir ve ulusal politikanın araçlarından olan savaş veya diplomasi arasında seçim yapmayı etkileyebilir. Tarih boyunca ve özellikle de ilk dönemlerde, güçlü devletlerin baskın çoğunluğu büyük toprağa sahip devletlerdi.Mısır, Babil, Asur, Pers ve Roma, en geniş organize olmuş devlet yapısına sahiplerdi ve bu yüzden de güçlüydüler. Belli bir dönemde Atina, Venedik ve Hollanda gibi küçük devletler denizlerde ulaşım yollarını kontrol ederek deniz gücü olmuşlardır ve dünyanın geniş alanlarına egemenliklerini yaymışlardır. Ancak toprak alanında mücadelelerde bu küçük devletler daha geniş devletler karşısında yenilmişlerdir. Deniz mücadelesinde ise geniş üslere sahip olarak daha geniş toprak anlamına gelmekteydi. Modern zamanlarda ise büyük güçler geniş büyüklüğe sahip devletler olmuştur. Almanya, Polonya’nın ve Rusya’nın kendi doğu sınırında genişletilmiş pozisyonuna endişeli ve istenmeyen bir şekilde yaklaşırken, Japonya, Çin ve Rusya’nın Japon Denizi’nde güç potansiyellerini devasa boyutta geliştirme konusunda ölümcül bir gelecek korkusu yaşamaktadır. Son örnek, büyüklüğün sadece güç değil potansiyel bir güç olduğunu göstermektedir. Güç şimdiye kadar olduğu gibi ekilebilir alana eşittir ve bu nedenle de insan gücüne bağlıdır. Bu mantıktan yola çıkıldığında, birçok toprak güçleri geçmişte toprağa dayalı genişleme politikası izlemişlerdir. Sanayi devriminden itibaren, güç sanayi gücü ile tanımlanır olmuştur. Hammadde kaynakları ve sanayi organizasyonu, deniz ya da kara yolu oluşan gücün ön koşullarını oluşturmaktadır. Ancak büyüklük halen etkindir, çünkü geniş alan farklı iklimsel özellikler ve değişik topografya sonucu değişik kaynaklar ve ekonomik imkânlar sağlamaktadır. Büyüklük, savunma alanında temel öneme sahip elemanlardan biridir. Özellikle ülkenin hayati merkezlerinin sınırdan uzak olması savunma açısından önem taşır. Napolyon, Moskova’ya ulaşmak için kendi imparatorluğu döneminde, kendisi için daha sessiz bir alan bulmak ve umutsuzca arkadan Dış Politika ve Coğrafya I, II 7 destek bulmak amacıyla, bitkin ordusunu çok geniş bir alandan geçmeye zorlamıştır. Yüzyıl sonra, Beyaz Rusların ve müttefiklerinin anti-komünist kampanyaları, Rusya sınırındaki topraklarda başarısız olurken, komünistler soğukkanlı bir şekilde ülkenin hayatî merkezlerini düzenlediler. İnsanın düşmanı, insan ırkının ortak zayıflıklarını ve güçlü yanlarını ortaya çıkarır ve insan düşmanına karşı kendi yetenekleri ve kararlılığıyla tuzaklar kurabilir. Alan basitçe mağlubiyeti sağlıyor. Eğer ülkenin hayatî merkezleri sınırdan uzak bir yerdeyse, savunma fonksiyonuna alan sağlamaktadır. Amerika Birleşik Devletleri ile Kanada arasındaki savaşta, Kanada’nın sanayi ve yaşam merkezleri güneydoğu sınırında yer aldığından daha az korunmuştur, buna rağmen Amerika’nın ise sınırın daha gerisinde yer aldığından savaştan etkilenmesi küçük boyutlarda olmuştur. İnsanoğlu karadan gelmek yerine havayı tercih etmesiyle, alan ve uzaklık, savunmanın elemanları olarak daha büyük önem kazanmışlardır. Bir bombardıman filosunun etkileme yarıçapı aşağı yukarı sekiz yüz mildir. Rusya, böylece hayatî sanayi ve maden merkezleri düşman filosunun alanı içinde olmayan tek Avrupa ülkesidir. Paris, Londra’dan 250 milden daha az yer almaktadır ve Almanya’daki Ruhr yerleşim yeri Paris’ten üç yüz mil daha aşağıdadır. Bir Rus-Japon çatışması durumunda, Japonya’nın Vladivostok’u bombalaması gerekmektedir. Rus sanayi ve tarım üretimi küçülmeden devam edecek ve ülkenin savunma organizasyonu taktik pozisyonunda kalabilecektir. Rusya’nın bombardıman filosu, Japonya’nın üretim, ulaşım ve ticaret merkezleri olan Osaka ve Kobe’ye vurarak başarı sağlayabilir. Ortaya çıkan organizasyon bozukluğu Japonya’yı yenme konusunda küçük bir deniz zaferinden daha büyük bir etken olabilir. Devletin toprak büyüklüğü, herhangi bir zamanda, belirleyici faktör olarak açıklanamaz. Teknik, sosyal, ahlaki ve ideolojik gelişmelere, devlet içerisindeki dinamik güçlere, geçmiş siyasi gruplara ve bireylerin kişiliklerine bağlıdır. Ancak inkâr edilemez şekilde topografik gerçekler tarafından devletin büyüklüğü oluşmaktadır. Büyüklük üzerindeki topografya etkisi, insanoğlunun dağlar arasından geçen tünelleri açmayı ve büyük dar boğazları köprülere atarak geçmeyi öğrenmesinden itibaren hiç kuşkusuz azalmıştır. Ancak teknolojik fetih tam anlamıyla sonuçlanıncaya kadar topografya göz ardı edilemez. Yunanistan doğa tarafında küçük ekonomik parçalara ayrılmıştı ve bu nedenle küçük siyasi yapılar geliştirmişti. Vadiler kendi kendine yeten merkezlerdi ve ülkenin en verimli bölümleri denize açık alanlardı, ancak yarımadanın geri kalanı ile kara üzerinden iletişimleri kapalıydı. Fikirlerin ve malların dolaşımı böylece kara yerine deniz yolu ile gerçekleşti ve Yunan 8 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler yerleşim alanları, birçoğunun birbirine düşman olduğu şehir dizisi içerisindeydi.4 Benzer durum bugün Balkan yarımadasında mevcuttur. Her vadi veya plato dağ duvarları tarafından izole olmuştur ve çeşitli gruplar kendi sosyal, siyasi ve dini karakteristiklerini korumaktadır. Büyük bir devletin etrafında oluşturabileceği doğal bir merkez yarımadada mevcut değildir ve küçük devletler arasındaki rekabet kaçınılmazdır. Alçak ve yüksek arazi dağılımının benzer etkisi, Roma İmparatorluğu’nun Batı Avrupa’da küçük parçalar şeklinde dağılmasında görülebilir. Küçük birimler, alçak ve yüksek alanların ufak bölgelerde dağılması nedeniyle bu şekilde adlandırılıyorlardı. Topografya faktörleri, yayılma isteğine engeller yaratarak ve bu engellerin kaldırılması gerekli bulunarak, etkili savunma ve eski etki alanıyla yeni topraklarda birleşmenin önünde engeller oluşturacak şekilde faaliyette bulunmaya devam etmektedir. Savunma ve dış politikada sınır topraklarında doğanın etkisi genel olarak daha sonra tartışılacaktır. Ancak bu noktada saldırganlık tehlikesi dışında etkili kontrol problemine değinilmesi gerekmektedir. Çünkü sadece etkili merkezi kontrol, geniş alanı, zayıflığın yerine gücün bir elemanı yapar. Bazı kontroller temel olarak iki etkene dayanır: merkezden çevreye etkili iletişim sisteminin varlığı ve ayrılıkçılığın olmaması ya da ayrılıkçılığın merkezkaç güçlerinin başarılı bir şekilde dengelenmesi. Ayrılıkçı eğilimler ile mücadelede en faydalı olan etkili bir iletişim sisteminin kurulmasında devletin şekli ve topografyası doğrudan etkiye sahiptir. Sadece, bir devlet için ideal toprak şekli mükemmel bir daire biçimidir. Herhangi bir örnek vermek gerekirse, mümkün olan en büyük alan, savunma faaliyetini gerçekleştirerek en kısa sınır içerisine eklenmiştir ve alanın tüm parçaları eşit uzaklıkta olmalı ve bir hükümet mümkün olabilecek en yakın şekilde dairenin merkezinde yer almalıdır. Devletler uzun veya dar biçimde – özellikle kara güçleri için doğrudur- ya hükümetin merkezî etkisinin az olduğu çevrede toprak kaybedecek şekilde parçalanarak ya da bölünerek ayrı devletler olarak yeniden ortaya çıkma eğiliminde olmaktadırlar. Parçalanma örneği Osmanlı İmparatorluğunda görülmüştür. Kendisinden önce Arap, Moğol ve Makedonya imparatorluklarının elinde olan Kuzey Afrika ve Balkanların çoğunda etkin kontrolünü kaybetmişti. Balkanlar diğer güçlerin etkisine girdi. Belirli bir alan üzerinde merkezî kontrolün kurulmasının şekillenmesinden daha önemli olan faktör topografyadır. Yüksek dağ sıraları, derin ve geniş vadiler, nehirlerin yönü ve iklimin değiştirici etkisi gibi tüm özellikler, bir ülke içerisindeki iletişim kolaylığını belirlemektedir. And’lardaki, İskandinavya’daki veya İsviçre’deki dağlar yolları kesmekte, Balkan yarımadasındaki bölümlerden 4 Marion Newbigin, The Mediterranean Lands (New York, 1924), s. 149. Dış Politika ve Coğrafya I, II 9 ayırarak, iletişim yavaş kurulabilmekte, pahalı ve düzensiz kalmaktadır; bataklıklar veya çöller bir ülkeyi iki parçaya bölmekte, yol yapımı zorlaşmaktadır ve nehir sisteminde benzer şekilde işleyerek merkez hükümet ile elverişli iletişim sağlamayarak birleşme yerine ayrılma eğilimi içerisinde olmaktadır. Ülkenin bu bölümleri üzerinde düzensiz bir iletişime sahip hükümetin zayıf bir kontrolü olacaktır. İsviçre’de nehir sistemi ile de güçlenmiş dağ dağılımı, mevcut etnik dağılımın en temel nedeni olarak ademimerkeziyetçi bir etki yaratmıştır. Nehir sisteminde birleşmeyi engelleyen önemli etki, tüm nehirlerin çevreden dışarıya doğru aktığı gerçeği dışında nehrin akım yönü değildir. Nehirler ülke içerisinde iletişim şebekesini etkisiz hale getirirken, çevre bölgeleri ana ülkenin parçalarından çok, yabancı ülkelerle birleştirme eğiliminde olmaktadırlar. Çeşitli siyasi nedenler için mevcut olmadığı İsviçre örneğinde, gerçek siyasi ayrılıkla sonuçlanmıştır. Buna rağmen nehir sistemi, Cumhuriyet’in belirgin özelliği olan kültürel, dilsel ve ekonomik ademimerkeziyetçiliğin temel nedenidir. Paralel nehirlerin aynı ayırıcı etkisi Almanya’da yer almaktadır. Ren, Weser, Elbe, Oder ve Weichsel nehirleri kuzey batı yönünde paralel hat olarak akıp ülkeyi beş vadiye bölmekte ve merkezi hükümetin nehir vadilerinde devletin etkisini oluşturacak noktalar yaratmamaktadır. En küçük Çin nehir havzaları, tüm Çin tarihinin özelliklerini oluşturan küçük siyasi birimler oluşturmuşlardır ve üç geniş nehir vadileri siyasi birleşmenin önünde engel teşkil eden bir bölgesel ayrımı ısrarla muhafaza etmişlerdir. Sibirya’da iklim, topografyanın ademimerkeziyetçi etkisini oluşturmakta ve nehirler sadece paralel akmamakta, aynı zamanda Kutup bölgesine ulaşarak buzla nehirler kapanmaktadır. Tren yolunun gelişimine kadar, Sibirya’nın Rus İmparatorluğunun etkisiz yerlerinden biri olması tesadüfi değildir. Nehirler buna rağmen sıklıkla, özellikle de ilk siyasi örgütlenmelerde birleştirici etkiye sahiptir. İlk devletler, Fırat ile Dicle ve Nil nehirleri etrafında merkezileşmiş nehir devletleriydi. Kuzey Amerika’daki Fransız Koloni imparatorluğu St. Lawrence ve Mississippi vadileri boyunca kurulmuştu. Dinyeper nehri Moskova’nın sadece kuzeybatısından, güneye Karadeniz’e doğru akmaktadır, Volga nehri doğudan güneye Hazar Denizine, Volkhof ise kuzeyden Ladoga nehrinden geçerek Finlandiya körfezine Neva olarak akmaktadır. Kiev’in aşağısındaki Dinyeper üzerindeki şelaleler iletişime bir engel oluşturduğundan, Kiev Moskova’daki pozisyonundan hükümette bir sandalye olacak şekilde yol vermişti, Volga’ya doğru akan Oka nehrinin bir kolu Rusya’nın Avrupa’nın her köşesine merkezi etkisini genişletebilmektedir. Benzer bir nehir şebekesi Paris’te birleşerek bu şehri Fransa için göz ardı edilmeyecek bir merkez yapmaktadır. 10 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Başlangıçtan itibaren, hükümetler iletişimi doğal şekilde sağlayarak ve topografyanın ortaya koyduğu engelleri yenmek için çaba göstererek topraklar üzerinde kontrollerini güçlendirdiler. İnkalar yollarla imparatorluğu birleştirdiler, Persler Sardes’ten Susa’ya merkezi bir karayolu inşa ettiler, ilginç şekilde aynı yol iki bin yıl sonra Berlin-Bağdat tren yolu olarak projelendirildi; Çinli, Fransız ve Ruslar büyük nehirleri kanal petekleriyle takviye ettiler; Roma, halen o kadar iyi yapıldığı için bugün bazıları mevcut olan yollar ile uzak imparatorluğun bölgeleriyle iletişim içerisinde oldular. Başbakan Charlemagne yollar yaptı ve her adımında Fransız Krallığı merkezileşmeyle birlikte ülke içerisinde mükemmel bir iletişim kurulmasına da adım atmış oldu. Yüzyıl savaşlarından sonra yeniden örgütlenme döneminde, 11.Lui ilk posta servisi kurdu ve dini savaşların akabinde hızlı ulusal gelişmenin başlangıcında, Fransa’da Kral Henri IV’ün maliye bakanı Sully ilk büyük karayolu sistemini planladı. Bu yol demiryoluydu. Buna rağmen geniş alanların etkili şekilde birleştirilmesi konusunda muhtemel etkileri oldu. Gelişmesinden önce, çatışma bölgelerinde yer alan birkaç devlet, merkezi hükümetten 3000 mil uzakta yer alan kendi toprakları üzerinde kontrol sağlayamıyordu. Bu nedenle, geniş devletler bu araçtan kendileri için faydalandılar ve inşaat gibi uzak bölgelerin ekonomik öneminden çok önce stratejik ve siyasi nedenlerle, hatlar kurdular. Fransa, Almanya ve Rusya tren yolları, Paris, Berlin ve Moskova’dan yayılıyordu. Aynı şekilde, geniş kıtasal güçler kendi birliklerini tren yolu sistemini geliştirerek pekiştirdiler. Kıtalararası yollar Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avustralya’ya uzanmakta ve Trans Sibirya ve TürkistanSibirya tren yolu hatları, Asyalı Rusya’nın merkezi hükümetinin içine ulaşımını sağlamaktadır. Madrid, aynı yönde zayıf bir çaba göstererek günümüzde yetersiz tren yolunun tehlikeleri karşısında üzüntü duymaktadır. Gerçekten, tren yollarına sahip olmak topraklar üzerinde, egemenlik hakkı yolu ile en etkili kontrolün kurulması açısından çok önemlidir. Modern bir devletin karayolu ağından ziyade, demir yolları ağı daha elzem görülmektedir. Bu devletin kendi topraklarına olan hâkimiyetinin önemini ortaya koymaktadır. Kim demir yolları ağları üzerinde hâkimiyet kurabiliyorsa, o devleti hâkimiyeti altına almış demektir. Kral Wilhelm bu sebeple Saksonya Eyaletini politik bakımdan bağımsız bırakmak istemiştir, ancak demir yollarının hâkimiyetini kaybetmesi, bağımsızlığını kaybetmesi ile eş anlama gelmekteydi. Danzig şehri bağımsız bir devlet olarak ele alınabilinir; ancak gerçek bir bağımsızlıktan kesinlikle söz edilemez, zira Polonyalılar demir yollarını hâkimiyet altına almışlardı. Bu sebeple demir yollarının politik anlamda fethedilmesi veya hâkimiyet altına alınması ilk sırayı almaktadır; tam tersi olması halinde ise, yani devletin demiryollarını kaybetmesi politik hâkimiyetini kaybetmiş Dış Politika ve Coğrafya I, II 11 sayılmaktadır. Demir yolları hususunda taviz ve imtiyaz verenler (Çin Devletinin Kuzey Mançurya için Rusya Devletine, Türkiye) politik zayıflığını ve zaaflarını ön plana çıkararak kendi bünyesindeki bölünmeyi ortaya koymaktadır. 5 İç su yollarının ve tren yollarının gelişmesini yakından takip eden havayolları günümüzde her kıtayı kapsamakta ve halen malların taşınmasında kusurlu olsa da, merkezi hükümet ile ülkenin uzak bölümleri arasında sürekli mükemmel iletişimi sağlayabilmektedir. Bu bağlantıda, kültürel ve ideolojik merkezileşmeyi sağlayan radyonun etkisi unutulmamalıdır. Aksine, büyük imparatorlukların düşüşü sıklıkla iletişim sistemini ihmal etmeleriyle ilişkilendirilmiştir. Ortaçağın Avrupalı ve Asyalı devletleri, iyileştirme veya gelişme konusunda sorunlu olmayan mevcudu kullanmışlar ve böylece büyüklük açısından küçük ölçekli olmuşlardır. Moğol imparatorluğu ve Halifeliğe dayalı geniş devletlerin bulunduğu yerlerde sadece ismen siyasi birimlerdi, kendi topraklarının çevre bölümlerinde gerçek bir kontrole sahip değillerdi. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, iletişim konusunda etkili bir sistem geliştirmeyle ilgili hırslı detaylı planlarıyla birlikte kendisinden öncekilerin örneklerinden faydalanmıştır. Deniz aşırı toprakların birleştirilmesi ve elinde tutulmasıyla ilgili stratejik ve siyasi sorunlar, ülkenin topraklarındaki uzak bölgelerinde sorunlardan tümüyle farklı olmasına rağmen, şüphe götürmeyen bir gerçek, uzak alanlarla iletişimin mevcut şekillerinin, İngiliz ve İspanyol ana ülkelerinden Amerikan kolonilerinin kaybedilmesinde oynadığı roldür. Amerikan kolonilerinin İngiltere’ye karşı ayaklanmasında siyasi coğrafyanın tanınmış hukukunu izlemişlerdir. Avrupa’nın uzak batı sınır bölgesini oluşturmuşlardır ve ayrılmaya yönelik eğilim tüm çevre topraklarda ortaya çıkmış… görece uzak yerler hükümet kontrolünü zorlaştırrmaktadır…6 Topografya, iklim ve uzaklık böylece ülke içerisinde kolay iletişimi belirlemektedir ve ayrılıkçılığın gelişme olasılığını yaygınlaştırmakta veya büyük ölçüde azaltmaktadır. Bölümler, dağlar veya çöller tarafından kesilebilir veya nehir vadisinde yer alan bölüm ana ülkenin diğer bölümleriyle değil de, yabancı ülke ile ekonomik kimliği önceden tasarlayabilir, yerel çıkarlar ve yerel politikaları geliştirme eğilimi merkezî hükümetin kontrolünü sarsabilir. Bölgecilik, çevrede meydana gelmedikçe ve etnik farklılıklarla birleşmediği sürece siyasi bağlantıların kopması mutlaka neden teşkil etmeyecektir. 19. ve 20.yüzyıl başlarında bölgecilik Türk ve Avusturya İmparatorluklarının çözülmesine neden olmuştur ve Orta ve Doğu Avrupa’da, Topografya etnik 5 6 Otto Maul, Politische Geographie ( Berlin, 1925 ), ss.498-499. E. C. Semple, American History and Its Geographic Conditions (New York 1903), s. 47. 12 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler yayılmanın önlenmesinde rol oynamasına rağmen topografik açıdan izole olmuş alanlar yerine kendi kaynakları etnik birimlerden oluşan bağımsız devletler kurulmuştur. Bölgecilik, milliyetçiliğin şiddetli şeklini aldığı durumlarda Tuna havzasının devleti olarak doğal coğrafya biriminin bir elementine sahip Avusturya-Macaristan devletini sona erdirebilir. Bölgecilik, ayrılıkçılığın gerisinde kalsa da yine birleşik bir ulusal politikanın uygulanmasında güçlükler yaratabilir ve sonrasında ulusal politika bu çatışmalar arasında bir uzlaşmayı yansıtacaktır. Bölgeciliğin bir paradoksal özelliği, ekonomik bölgecilik malların karşılıklı değişimini geliştirdiğinden bir ülkenin birliğinde en güçlü elemanlardan biri olabilirken, halen dış politika da, dış ticaret politikasının çeşitli bölgelerin koruma, pazarlar, hammaddeler ve sermaye için çatışan talepleriyle birleştirilmesinin zorlukları nedeniyle anlaşmazlık konularından biri olabilmesidir. Böylece bölgecilik, birçok faktörün katkısıyla karmaşık bir fenomen olarak görülmekte, topografya ve iklim daha az öneme sahip olmaktadır. Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya ve Avustralya’da bulunan bölgecilik, topografya ve iklim tarafından belirlenen ekonomik uzmanlaşma temelindedir. Almanya’da hem topoğrafik hem de ideolojik olarak oluşturulmuştur; Fransa’da coğrafik, ekonomik, geleneksel ve ideolojiktir. Zamanımızda tren yolu, buhar gemisi ve havayolu gelişmeleri şeklinde kendini gösteren teknolojik gelişme bölgecilikten kaynaklanan neredeyse tüm topografik sorunları çözebilmeyi mümkün hale getirmiştir ve böylece herhangi büyüklükteki alanın etkili bir biçimde bütünleşmesi sağlanabilmektedir. Dış politika üzerinde en görünen etkiye ekonomik bölgeciliğin sahip olduğu söylenebilir. Büyük alan, özellikle istenen iklim ve verimli toprakla birleştiğinde, gücü oluşturan eleman olmaktadır, ancak bazı güçler tüm topraklar üzerinde etkili bir iletişim sistemi kurulmasıyla oluşan merkezi bir kontrolden sonra etkili olabilmektedir. Eğer topografya ve iklim iletişimin gelişmesinde yardımcı olurlarsa, geniş devletten güçlü devlete evrim hızlı olabilecektir. Tersi durumda topoğrafya ve iklim engeller yarattığında, devlet bu doğal engelleri yapay yollarla sona erdirmek için gerekli sermaye ve teknolojik beceri için gerekli elemanlara sahip oluncaya kadar beklemek zorunda kalacaktır. Türkiye’nin 1914’ten önce ve Brezilya ve Çin’in günümüzde en geniş devletler arasında yer almalarına rağmen halen ikinci sınıf güç olmalarının nedeni böylece netleşmektedir. Türk topraklarının büyük bir kısmı çöldü ve daha önce de belirttiğimiz gibi ülke yeterli iletişim sistemi ve etkili bir yönetime sahip değildi. Aynı iletişim eksikliği Çin örneğinde tam endüstriyel tekniğin eksikliği ile birleşmiştir, bugüne kadar Brezilya ve Çin’in çeşitli bölgeleriyle etkili bir şekilde entegrasyonunu geciktirmiştir. Büyüklüğün potansiyel güç anlamına gelmesinden ve batı teknolojisinin yayılmasıyla büyüklüğün zamanla birleşerek Dış Politika ve Coğrafya I, II 13 hemen hemen gerçek güç anlamına gelmesi sonucundan az da olsa kaçınmak mümkündür. Avrupa Konfederasyonu hayali gerçekleşmediğinde, şu andan itibaren elli yıl da dünya güçlerinin yönetim grubunda Çin, Hindistan, Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya Federasyonu yer alacaktır. KONUM FAKTÖRÜ Büyüklük önemli olabilir, ancak yalnızca devletin dünya güçleri hiyerarşisinde sıralamasını belirlememektedir ve devletin uluslararası ilişkilerde ve dış politika problemlerinin tanımlanmasında, devletin konumundan daha az öneme sahip olabilmektedir. Devletin konumu, kara kıtalarına ve dünya denizlerine yakınlığı veya bölgesel konumu açısından diğer ülkelerin topraklarına ve etrafındaki komşulara göre tanımlanabilir. Dünya denizlerine ve kıtalara uzaklığı, enlem, boylam, rakım olarak belirtilmektedir. Bölgesel açıdan ise çevre alanlar ile ilişkiler, uzaklıklar, iletişim hatları ve doğal sınır toprakları terimleriyle ifade edilmektedir. Bir devletin coğrafî konumunun tüm tanımı her iki tanımlamayı içermekle birlikte ve bu bilgilerin analizini de kapsar. Bazı bilgilerin önemi, iletişim araçları, iletişim yolları, savaş teknikleri ve dünya merkezlerinde kaymalar olduğunda değişmektedir ve belirli bir yerin tam anlamı, o yerin iki sistemle ilişkisine göre elde edilmektedir; konum bilgilerini oluşturduğumuz bir coğrafî sistem ve bu bilgileri değerlendirdiğimiz bir tarihi sistem. Açıkladığımız devletin coğrafi konumu yani dünya ve bölgesel konum bilgileri ve önemi, devletin dış politikasında en temel faktördür. Ülke topraklarının büyüklüğünü konumu değiştirebilir ve birçok küçük devletin tarihsel önemini açıklayabilir. Konumu devlete ait birçok faktör üzerinde belirleyici olarak etkide bulunmaktadır. Dünya konumu iklim bölgesini ve böylece ekonomik yapısını, bölgesel konum ise potansiyel düşmanlarını tanımlayarak toprak güvenliği problemini ortaya çıkarmakta ve potansiyel ittifakları ise ortak güvenlik sisteminin bir katılımcısı olarak muhtemelen devletin rolünün sınırlarını belirlemektedir. İngilizler İmparatorluktan vazgeçmeye istekli olsalardı, bin mil batısındaki Britanya adaları “izolasyonizm “(yalnızcılık -kendini diğer ülkelerin sorunlarından ve dünya politikasından uzak tutan devletlerin stratejik politikalarını tanımlamak için kullanılır ) lüksü içinde olmaktan zevk alabilirlerdi. Mevcut konumlarıyla, İmparatorluk olsun ya da olmasın, Britanya adaları kaçınılmaz biçimde Kıta Avrupa’sı politikalarıyla sarılmış durumdadır. Kuzey Kutup Denizi’ndeki sulama problemleri nedeniyle Fransızlar Süveyş yakınlarında bir hendek kazdığından ve Panama yakınlarında Amerikalılar ile birlikte bir hendek oluşturduklarından beri, dünyanın geniş toprak yığınları iki 14 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler adadan Avrasya ve Kuzey Amerika yarımada fonksiyonu olarak ve üç gerçek adadan Güney Amerika, Afrika ve Avustralya olarak oluşmaktadır. Bir devletin dünya konumu bu toprak parçalarına göre bir problem oluşturmaktadır. En büyük kara parçalarının kuzey yarımkürede ve en geniş alanların ise güney yarımkürede tropikal bölgede olmasının belirli sonuçları vardır. Siyasi ve endüstriyel olarak, kuzey yarımküre güneyden her zaman daha önemli olacaktır ve kuzey yarımkürenin çeşitli bölümleri arasındaki ilişkiler dünya tarihinde güney yarımkürenin bölümlerinden veya iki yarımküre arasından daha fazla etkiye sahip olacaktır. Böylece bir devletin kuzey veya ekvatorun güneyinde olması, devletin siyasi önemini, uluslararası ilişkilerinin yapısını ve dış politikasının problemlerini belirlemede geniş bir rol oynayacaktır. Ekvatora göre konum, iklimi büyük ölçüde belirleyecektir ve dünya siyasi olaylarının büyük bir kısmı ılımlı bölgelerde merkezileşmiştir. Okyanus akımları ve diğerlerinin normal iklim durumları üzerinde değiştirici etkiye sahip olmasına rağmen, konumun önemi belli bir ölçüye kadar değişmiş olacaktır. Körfez akıntıları ile ısınan Avrupa kıyılarında, devletler kutup dairesinden olabildiğince kuzeyde yer almaktadırlar. Ancak Amur nehrinin ağzı ve Kamtchatka ve Labrador limanları yılın altı ayı buzla kaplıdır. Tarih 25 ve 60 derece enlemleri arasında yapıldığından ve güney yarımkürenin toprak alanlarının oldukça küçük bir kısmının bu enlem değerleri arasında yer almasından dolayı, genel olarak tarihin 25 ve 60 derece kuzey enleminde yapılmaktadır. Dünya konumunun önemi sadece kıta yığınlarına göre değil, okyanuslara göre de açıklandığında net hale gelmiştir. Beş temel su yolu, Güney Kutup Denizi, Kuzey Kutup Denizi, Hint Okyanusu, Pasifik ve Atlantik Okyanusudur. Güney Kutup Denizinin drenaj için toprağı yoktur ve Kuzey Kutup Denizindeki konum, her ne kadar Sovyet hükümetinin Kuzey Sibirya Kıyılarını cesurca açma çabalarına rağmen, çok uzun bir dönem büyük engellerle dolu olarak kalacaktır. Hint, Pasifik ve Atlantik okyanusları arasında, dağ sıraları dağılımı ve nehir akışları nedeniyle kara yüzeyi ile okyanus yüzeyi arasında en tercih edilen orana sahip olduğundan Atlantik okyanusu en önemlisidir. 35 milyon mil karelik alanda, Afrika dışında Atlantik 19 milyon kare mil alana suyunu akıtmaktadır ve nehirlerin birçoğunun deniz seferine imkân tanıması bölgelerin iç kısımlarına kolayca ulaşmaya imkân sağlamaktadır. Atlantik kıyılarında ve iç denizlerinde 9 yüz milyon insan veya toplam dünya nüfusunun yüzde 44 yaşamaktadır ve Atlantik birçok alana yüksek yaşam standardı getirmiştir. Atlantik dünya için en azından dünya dış ihracatının üçte biri muhtemelen daha fazlasını gerçekleştirmektedir. Atlantiği geçen trafik tüm deniz yolu Dış Politika ve Coğrafya I, II 15 trafiğinin yüzde 75’idir. En önemli hammadde ve mamul malların üretimi Atlantik dünyası içerisinde Atlantik kıyılarında aynı şekilde yoğunlaşmıştır.7 Atlantik alanı tüm geniş güçlere ve Japonya dışında tüm büyük deniz güçlerinin temel deniz üslerine sahiptir. Pasifik, yüzeye su akıtma oranı olarak daha az tercih edilendir. Okyanus 68 milyon mil kare alandan oluşmakta ve su akıttığı yüzey sadece 8 milyon mil karedir. “723.000.000 insan veya tüm nüfusun yaklaşık yüzde 35, 4’ü Pasifik kıyılarında yaşamaktadır.”8 Yüzdelik bu kısmın büyük çoğunluğu Asya’da görece düşük yaşam standartlarında yaşamaktadır. Sadece altın değeri değil, göreceli olarak şu an yükselmekte olan dış ticaret hacmi açısından Pasifiğin ticari öneminin Atlantik ile karşılaştırılabilmesi çok uzun dönem alacaktır. Coğrafi olarak, iki okyanus arasında yer alan Hint Okyanusu, Malakka Boğazı ve Süveyş Kanalı ile bağlantıyı sağlamaktadır. Yaklaşık 400 milyon insan örneğin toplam nüfusun yüzde 19, 8’i burada, çoğunluğu oldukça düşük yaşam standartları içerisinde yaşamaktadır. Avustralya dışında, politika üretmeyen bir koloni dünyasıdır ve halen günümüzde pratik açıdan İngiliz denizidir. Bu nedenle günümüzde Kuzey Atlantik, bir devletin konum olarak yer almak isteyeceği deniz yapısına sahiptir. Onu takiben Güney Atlantik, Kuzey ve Güney Pasifik ve Hint Okyanusu gelmektedir. İklim ve toprak yığınlarının dağılımını düşündüğümüzde, dünyanın siyasi faaliyetlerinin 25 ile 60 derece kuzey enleminde şu an ve gelecekte de merkezileşmiş olduğu sonucuna varılmaktadır. Dünya konumu, devletlerin siyasi ve endüstriyel olarak aktif olmak istedikleri güç ve önemin elemanlarından biridir ve Kuzey Atlantiğe doğrudan ya da dolaylı giriş yapabilen kuzey yarımkürenin ılımlı bölgelerinde yer alan devletler böylece dünya güçleri olarak sıralanacaklardır. İnsanoğlu ilk olarak Atlantiği geçtiğinde, Japonya kendi kıyılarından gelişme göstermiş tek büyük güçtür. Konum açısından bakıldığında en istenilebilecek ülke dünyada Amerika Birleşik Devletleridir. Toprakları iki okyanus kıyılarındadır ve bu nedenle dünyanın en önemli iki ticaret yoluna doğrudan ulaşım imkânına sahiptir. Rocky dağ sıraları (Amerika’nın kuzey batısında uzanan büyük dağ sıraları, Kayalık Dağları ) ve sarp dorukların yükseklik ve yönleri açısından Amerika’yı başlıca Atlantik drenaj alanı yaptığı için, Panama kanalı yapılmadan önce bu olgu çok sınırlı bir öneme sahipti. Kıstağın delinmesiyle birlikte, buna rağmen kıtanın kalbi ve can alıcı noktası olarak sonsuza kadar kalacak olan Rocky dağlarının doğu toprakları, Pasifiğe kolayca bir yön verebilmekteydi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm ekonomik yapısı iki okyanusa açılmayı sağlamıştı. 7 8 Gregory Bienstock, The Struggle for the Pacific (Londra, 1937), s. 93. Ibid. 16 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Bu nedenle konum denirken ilk akla gelen büyük topraklar ve okyanuslardır. Unutulmamalıdır ki küresel çerçeve referansı, her ülkenin farklı bir merkezi olduğu için başka bir deyişle devletin başkenti olarak, her ülke için farklıdır. Her dış ofis, kullandığı atlas ne olursa olsun, zihinsel olarak dünyanın farklı bir haritası ile çalışır. Bunun anlamı dünyada belirli bir alanda birbirinden uzakta yer alan iki devletin tümüyle stratejik ve siyasi öneme sahip olacağıdır, bu olgu dünya çapındaki kolektif güvenlik sistemimizin hatasından sorumludur. Aynı zamanda tümüyle, farklı referans çerçeveleriyle birlikte devletler arasında etkili siyasi işbirliğini geliştirme çabaları sırasında ortaya çıkan yenilemeyecek güçlüklerden de sorumludur. Konum gerçeği değişmez. Efsanevi 7. Roma Kralı Tarquinius Superbus, kendi yarımada krallığı, Mussolini’nin yarımada krallığının yaptığı aynı denizi saptadı; ABD’nin 25. başkanı McKinley şehir planı düzenlenmesini imzaladı, Rooselvelt ise bu anlaşmayı kaldırdı, ancak ABD’ye göre Küba’nın coğrafi konumu değişmeden kaldı. Bazı olguların önemi buna rağmen değişmektedir. Daha önceden açıklanan, öncelikli dünya konumunu değerlendirmeye hizmet eden referans çerçevesi, hem coğrafyayı bu yüzden sabit, hem de tarihi açıdan değişen yönleri içermektedir. Bir kez daha hatırlamakta fayda vardır; belirli bir alanın önemi belli bir devletin dış politikasında bir etmen ve aynı devletin geçmiş tarihinin bir sonucudur. ABD’nin dış politikasında Kuzey Atlantik’te bulunan konum bir faktördür ve Atlantik’in bugünkü öneminde ABD’nin gelişmesi belirleyicidir. İkinci nokta tarihçiler için bir problemdir. Coğrafi olan ilk yön ise devlet adamları için bir olgusal veridir. Yavaş ancak değişmez etkiler, askerî güç ve kültürel yayılma merkezlerinin değişmesinden ortaya çıkan önemli konum değişiklikleridir. Tarihin başından itibaren, Batı medeniyeti geniş su havzaları etrafında gelişme göstermiştir. Helen medeniyeti (Eski Yunan kültürü ile doğu medeniyetinin kaynaşmasından ortaya çıkmış yeni bir kültür) Ege Denizi’nin çevresindeydi, Roma uygarlığı Akdeniz etrafındaydı ve günümüzün Batı uygarlığı da Atlantiği kuşatmıştır. Konum önemlidir bu nedenle belirli bir tarihsel dönemde su havzası kültürel yayılmanın kaynaklarını içermektedir. Uygarlığın yüzyıllar boyunca ilerlediği genel yol, kuzeye alt tropik enlemden serin ılıman bölgeye, yani doğudan batıya doğrudur. Antik medeniyetin hepsi 20 ile 30. derece kuzey enlemi arasındaydı; Doğu’da Yangtze-Kiang nehirleri üzerinde Çin medeniyeti; merkezde Ganj’ın kıyılarında Hint medeniyeti; nihayet Batı’da, Nil boyunca, Mezopotamya ve Mısır medeniyetleri. Ardından, nispeten daha yakın bir zamanda, medeniyet kuzeye doğru bir on derece hareket etti ve Kuzey enleminde 35 ile 45 dereceleri arasında gelişti; bu Doğu’da Hoang Ho (Sarı Nehir) kıyılarında Çin ve Batı’da Yunan ve Roma medeniyetlerini meydana getirdi. Modern medeniyete gelince, o Dış Politika ve Coğrafya I, II 17 daha da kuzeye tırmanarak, 45 ile 55 derece enlemleri arasında gelişti ki bu Avrupa’nın kuzey-batısı ve Amerika Birleşik Devletleri, vs’dir. 9 Dünya güç merkezlerindeki bazı kaymaların bir ülkenin kaderinde dikkate değer bir kesinlikle değişiklik yarattığı çok açıktır. M.Ö. ilk yüzyılda güç merkezi Akdeniz’di ve Avrupa bölümü Kuzey Denizi kıyılarında bulunan önemsiz ve faaliyet alanlarından uzak Hollanda olarak biliniyordu. 1500 yılından sonra merkez Batı Avrupa’ya kaydı ve Hollanda, Avrupa’nın en önemli nehirlerinden birinin ağzına sahip olarak dünya güçlerinden biri konumuna geldi. Ülke ilk dönemdeki izolasyon ortamının yol açtığından daha fazla bir kredi hakkına sahip olmadan dış siyasi ve ticari bir pozisyon elde etmişti. Buna karşın, M.Ö.2000 yılında Suriye ve Filistin dünya medeniyetinin kalbinde yer alıyordu ve siyasi faaliyetler Babil ve Mısır büyük imparatorlukları arasındaydı. İki bin yıl sonra bu bölge doğudaki güç merkezlerinden uzak kalmıştır. Zaman geçtikçe Avrupa ile Asya arasındaki en kısa yol olma özelliği ile geçiş ülkesi olarak yeniden büyük önem kazandılar ve gelecekte de muhtemelen çeşitli düzeylerde bu konumlarını muhafaza edeceklerdir. Karavan, motosiklet veya havadan mutlaka Küçük Asya (Anadolu’dan) geçilmek zorundadır. Ancak uygarlık hareketlerinin döngüsü kendini tamamlayana kadar siyasi yaşam bir kez daha Akdeniz’in doğu kıyılarında yoğunlaşmış olduğundan, Suriye ve Filistin varış yeri yerine kendilerini bir kavşak rolüne uyarlamak zorundadır. Ortaçağ dönemleri sırasında, Roma İmparatorluğunun gücü düşüşe geçtikten sonra, Avrupa hâlâ doğu ve güneydoğuyu, Akdeniz’deki en zengin limanları ve en çağdaş şehirleri nasıl daha iyi yapacağını düşünmüştür. Amerika kıtasının keşfi ile merkezin çekim kuvveti kuzeybatıya doğru hareket etmiştir ve 16. yüzyıl başlangıcından 20.yüzyıl başına kadar, zenginlik, kültür ve siyasal yaşamın merkezleri batı Avrupa’ydı. Büyük Britanya ada konumunun sağladığı avantajla ve sürekli güç dengesi politikasıyla dünyayı sahip olduğu deniz gücü ile belirlemekteydi. İspanyol-Amerikan Savaşından sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya gücü statüsü olarak yükselmesiyle, Batı Atlantik ve Güney Amerika’daki Büyük Britanya’nın gücü azalmıştır. Benzer biçimde Dünya savaşlarından sonra Japonların güç olarak yükselmesiyle, özellikle de Washington Konferansı sonrasında denizlerde Japonya’nın etkinliği kurulunca, Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri kendi hâkim pozisyonlarını Batı Pasifik’te kaybetmiştir. 9 T. Kobayashi, La Société Japonaise (Paris, 1914), s. 84, not. Bu bağlantıda aşağıdaki tablo ilginçtir; Babil Enlem 32.5 Kuzey Boylam 44.5 Doğu. Atina Enlem 38 Kuzey Boylam 23.5 Doğu. Roma Enlem 41.5 Kuzey Boylam 12.5 Doğu. Paris Enlem 48.5 Kuzey Boylam 2 Doğu. Londra Enlem 51.5 Kuzey Boylam 0.5 Batı. 18 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Dünya gücünün merkezi batı Avrupa’ya taşındı veya daha fazla dünya merkezi olabilecek yerler kalmadı. Dünya tarihinde bir dönem sona erdi. Yeni dönemin özellikleri gücün ademimerkezileşmesi ve farklı merkezlerin hâkim olduğu büyük alanların yaratılmasıdır. Bu merkezler Amerika kıtasından Amerika Birleşik Devletleri, Doğu Asya’dan Japonya, Avrasya’nın stratejik merkez alanından Moskova ve Avrupa’dan Doğu Atlantik ve Hint Okyanusudur. Büyük kayma değişimleriyle, her alanın konumu böylece dış politika problemlerini etkiledi. Roma’nın problemi artık Kartaca değildi, ancak Londra ile Merkezi Amerikan Cumhuriyetleri Washington’un planları hakkındaki Londra endişeleriyle ilgili niyetlerini değiş tokuş yaptılar, Çinliler sadece uzak Avrupalı güçlerin talepleriyle değil, kendi saldırgan komşularının talepleriyle karşılaştılar. Uygarlık merkezlerinde ve güçlerde kaymalar sadece yavaş gelişirken, iletişim yönlerindeki kaymalar kısa bir dönem için görece konumun önemini değiştirebilir. Hindistan’a deniz yolunun keşfi ile Doğu Asya’ya olan eski yolun yerini, Akdeniz ve Merkezi Avrupa aldı. Amerika kıtasının keşfi Atlantik dünyasını en önemli faaliyet sahnesi ve Akdeniz’i bir küçük iç deniz yaptı. Venedik konumu nedeniyle, İspanya ve Portekiz’e karşı dünya ticaretinin kraliçesi olarak yerini aldı. Aynı zamanda Baltık önceden Kuzey Avrupa ticaretinin merkezi olarak, ana ticaret yollarından yoksun kaldı. Zenginleşmiş şehirler Nürnberg ve Augsburg, Lübeck ve diğer Hamburg ve Bremen gibi Hansa Birliği şehirleri10 (Kuzey Avrupa’da ticari ittifak şehirleri) daha önemsiz hale geldi. İngiltere ve hatta Hollanda dünya ticaretinin çevre bölgesinden merkezine hareket ettiler. Güney Afrika uç kısmından gemiler seyahat etmeye başladıklarında, Capetown, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla bir kez daha Akdeniz’e dönen 1869’daki kaybettiği ticari önemini yeniden kazandı ve Doğu Asya ilk başlardaki önemini yeniden kazandı ve Avrupa’dan Asya’ya hava yolu güzergâhı olduğundan günümüzde yaygınlaştı. Brezilya ve Arjantin limanlarından geçerek akıp giden trafiğin büyük bir kısmı, günümüzde Panama Kanalı’na doğru akmaktadır ve bu yol Merkezi Amerika ile Amerika’nın batı kıyılarının lehine işlerken, Güney Amerika’nın doğu kıyılarının zararını karşılamaktadır. Tren yollarıyla birlikte kanalların inşa edilmesi konumun önemi açısından büyük bir değişim meydana getirebilir. 1901 yılında Trans-Sibirya tren yolunun açılması, Çin çay ticaretinin ilk merkezi Kjatchta için ölümcül bir darbeydi. 10 Vogel, genel olarak kabul edilmiş Hansa Birliği şehirlerinin öneminin azalmasının Amerika kıtasının ve Hindistan’a deniz yolunun keşfedilmesi sonucunu tartışmaktadır. Bu sonucun Almanya’nın siyasi çözülmesi ve Alman Emperyal gücünün Hansa birliğinin çıkarlarını koruma konusunda yetersiz kalmasıyla daha çok ilgili olduğunu ileri sürmüştür.. [W. Vogel, Die Entstehung des modernen Weltstaatensystems (Berlin, 1929), ss. 62-63.] Dış Politika ve Coğrafya I, II 19 Çin, Irkutsk ve diğer Sibirya’nın pinekleyen kasabaları kendilerini Petrogad’tan Vladivostok’a giden yolun kenarında bulurken, yol acımasız şekilde güzergâh olarak Kjatchta’yı içine almıyordu. Novo Sibirsk’ten Moskova-Taşkent hattına yapılan Türkistan-Sibirya tren yolu bir yanda Pasifik kıyılarıyla diğer yanda yüzyıllar boyu izole olmuş Moskova ve Petrograd (St.Petersburg) bölgesiyle doğrudan iletişim içerinde bir konuma sahip olmuştur. İngiliz Hindistan’ına önceleri akan Sinkiang ticaret noktasından Yarkand, tren yoluna ulaşım imkânı olan Kaşgar ve Kuldja’ya (Doğu Türkistan’da yer alan şehir) karşın bir ticari merkez olarak konumunu oluşturdu. Amur nehrinin ağzında yer alan Nikolayevsk şehri, Taishet’ten kıyıya doğru tren yolunun seyahat güzergâhlarından biri olmuştur ve Komsomolsk şehri Ukrayna’da başlangıçta var olmazken, günümüzde tren yolunun ana seyahat güzergâhlarından biridir ve Nikolayevsk’e üç kolun kavşağı Khabarovsk ve halen isimsiz yeni liman Komsomolsk’un doğusunda yaratılmıştır. Bu liman elli yıl önce akla hayale gelmeyen bir ticari ve stratejik öneme sahip kıyı ili olmuştur. Bir ülkenin ya da o ülkenin bir bölümünün iletişim ya da ticari yolların trafiğinin hattı üzerinde veya yakınında oluşan değişimlerden faydalanıyor olması açıkça görülmektedir. Ekonomik bakış açısından doğru olmasına rağmen, siyasi açıdan mutlaka geçerli değildir. Ülkenin çalıştığı rota zayıf olabilir ve rotanın büyük önemi, söz konusu bölümde dünyanın büyük güçleri arasında rekabetin kemikleştiği bir yer haline gelebilir, ülke sahip olduğu avantajlı konumu bağımsızlığı ile ödeyebilir. Süveyş Kanalı’nın savunmasında Mısır yeterli güce veya güvenilecek istikrara sahip değildi ve bu nedenle Mısır hükümeti İngiliz işgalini kabul etmeye zorlandı. Yeni dünya’da Isthmian Kanalı (Panama Cumhuriyeti içerisinde) Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu ve batı kıyıları arasındaki iletişim yolu açısından hayati öneme sahip olarak yönetme yetkisi Kolombiya ve Panama devletinin elindeydi. Panama bu konuma uygun olarak bağımsızlığını ilan etti. Kra kıstağı Pasifik’ten Hint Okyanusa kadar olan kanalın mantıki noktalarından biridir. Japonlar, taklit için sahip oldukları hediye ile bir gün Anglo Sakson kız kardeşlerini taklit edebilirler ve kendilerine ait bir kanal işletebilirler, böylece Hint Okyanusuyla mevcut olan güç ilişkisini yıkabilir ve Singapur’un değerini ortadan kaldırabilirler. Bu sezon için, Siyam kendi gelişiminde hem Londra ve Tokyo’dan hayati bir çıkar beklemeye devam edebilir. Yollardaki bazı değişimler şu an belirtilmiştir ve coğrafi konumdaki önem üzerindeki etkileri iletişim anlamındaki teknolojik gelişmenin sonucudur. Buhar gemisinin gelişimiyle insanoğlu denizde büyük dairesel yollar izleyebiliyordu. Uçakların gelişimiyle birlikte daha önce olmadığı kadar topraklar üzerinde geniş daireler izleme imkânına kavuşmuşlardır. Uçaklar denizin uzandığı alandan 20 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler daha geniş alana ulaşmasına rağmen, etkin seyir yarıçaplarının yükselmesine kadar kara üslerinin bulunduğu yolları takip etmeleri zorunludur. Yeni iletişim yolları hayata geçince, dünyanın yüzeyinin yeni bölümleri kesinlikle kazanacaktır ve diğer bölümlerin önemi azalacaktır. Hava ulaşımının gelecekteki gelişmesinin anlamı, şu an değersiz ve sahipsiz küçük toprak parçalarının en çok istenen yerler olacağıdır. Amerika Birleşik Devletleri, Büyük Britanya ve Rusya, 1881’de keşfedilmiş Kutup okyanusu üzerinde New York’tan Tokyo’ya doğru uzanan doğrudan hava yolu üzerindeki Wrangel adalarına sahip olma konusunda uzun süreden beri devam eden bir anlaşmazlık içerisindedirler. Büyük Britanya 1916 yılında ada üzerinde hak iddia etmişti, Amerika Birleşik Devletleri 1924 yılında adaya kendi bayrağını dikti ve bu tarihten üç gün sonra Rus bayrağı adaya çekildi. Rusya, 1916, 1924 ve 1926’da adayı ilhak ettiğini ilan etti, 1927 yılında adada bir koloni kurdu. Ancak Birleşik Devletler bu ilhakı tanımayı reddetti. Hawaili izci gençler Baker, Jarvis ve Howland kamp seyahatlerinde keşfettikleri mercan kayalıkları noktalarının işgalini de ekleyerek yasal başlıkları güçlendirdiler ve bu başlıklar tapu kayıtlarına girdi. Bermuda adaları, Azor kıyıları, Cape Verde adaları, St.Helena, Ascension, Tristan d’Acunha, Fernando Noronha ve St.Paul geleceğin hava yolları üzerinde yer alacaktır ve Midway, Wake ve Guam adaları Birleşik Devletlerden Filipinler’e yolları işaretlemektedir. Şimdiye kadar dünya ticaretinden dışlanmış New York’tan Avrupa’ya direkt hava yolu üzerinde yer alan Kuzey Sibirya, İrlanda ve Grönland gibi anakaranın bölümleri, kendilerini dünya ticaret akımının ötesindeki uzak köşeler yerine merkez olarak bulacaklardır. Ancak aynı coğrafi konum, yönde bir değişiklik içermemesine rağmen, iletişimin yeni anlamıyla yeni bir stratejik ve siyasi anlam elde edecektir. Örneğin uzaklık sadece mil olarak değil saat olarak tanımlanacaktır ve böylece hareket somut anlamda olasılıkları ortaya çıkarır. At ve arabadan tren yoluna, motorlu araba ile traktörden uçak ve uçak gemilerine, denizde ise yelkenli gemiden buharlı gemi ve motorlu gemi ile zeplin ve uçak gemisine uzaklıklar sürekli azalmaktadır. 18.yüzyılın ikinci yarısında, Atlantik Okyanusu altı hafta genişliğindeydi ve Birleşik Devletler pratik olarak Avrupa’dan izole olmuştu. Aynı okyanus, günümüzde üç gün genişliğindedir, sabırsız New York’lu hafta sonu Paris’te olabilmektedir. Yunanlılar Persleri yendikten sonra, herhangi bir Pers ordusunun, bir atın 24 saat içerisinde gidebileceği uzaklık yerine kıyıya daha yakın gelmemesini şart koşmuş, böylece kendileri için büyük derecede bir güvenlik sağlamışlardı. Aynı hüküm günümüzde Pers atlı grubun seyir çapını belirten hattın gerisinde, Türk hava saldırılarına karşı küçük güvenlik çabaları sağlayabilir. İngiliz deniz kuvvetleri tarafından yeniden güçlendirilmiş İngiliz kanalı, en süratli gemilerin 21 Dış Politika ve Coğrafya I, II gelişmesinden sonra bile İngilizlerin kendilerini kanalın arkasında kaldıkları için güvenli hissetmelerini sağlayan bir bariyer olarak kaldı. Hava taşımacılığı açısından Londra şimdi eski kıtada olduğundan daha az güvenlidir. Bazı teknolojik gelişmelerin savaş silahlarına uygulanması, belirli bir alanın önemini stratejik ve siyasi açıdan hızla değişime uğratmaktadır. Hava savaşı öncesi günlerinde, eğer filo kara takviyesinin arkasında korunmuş şekilde yer alır ise deniz üsleri ve deniz istasyonları kendi görevlerini yerine getirmektedirler. Açık deniz adaları veya zayıf güçler yakınındaki dar yarımada noktaları bazı amaçlar için ideal uygunluktaydı ve İngiliz ve diğer deniz güçleri tarafından aranan yerler olmuştur. Savaş sonrası dönemde, bomba saldırısı, savaş uçaklarının karşı atağına temel olarak dayanan hava savunması üzerinde bir taktik avantaj elde etti. Hava savunması gerekli uyarıyı sağlayabilmesi için toprağın derinliğini gerektirir. Ancak uzak deniz istasyonlarının birçoğu, savunma kolaylığının alanın küçüklüğünü gerektirdiği zamanda farklı taktik durumlar elde ettiler. Günümüzün modern koşullarında eğer çevresinde potansiyel düşmanın, yerel hava kuvvetine karşın kendi hava üstünlüğü varsa, bir filoyu güvenli bir yerde demir atmış şekilde tutmak zordur. Malta’nın değişen konumu bu koşullar altında, son İtalyan-İngiliz diplomasisi üzerinde etkili olmuştur. Sadece Malta değil Aden de, Etopya’nın fethinden itibaren bu değişimi geçirmiştir ve gelecekte aynı problemler Cebelitarık ve Hong Kong için oluşabilir. Uçaksavarlardaki son gelişme dar toprak alanın yeterli savunmasını mümkün kılabilmesine rağmen, uçaksavar noktaların başlangıçtaki önemini yeniden kazanabilmesi gerekir. Önceki sayfalarda coğrafyanın dış politika üzerinde oluşturduğu durumların bir analizi yapılmıştır. Büyüklüğün, iklim, topoğrafya ve teknolojik gelişmeyi değiştirme etkisi belirtilmiştir. Güç merkezlerinin kaymalarında, iletişim yollarının değişmesinde ve ulaşım ve savaş için yeni icatlar ile değişen konumun önemi gösterilmiştir. Dünya konumu, dış politikada derhal etki yapan faktör olarak vurgu yapılmıştır. Bölgesel konum yeniden gözden geçirilmek üzere kalmıştır. Uluslararası hukuk öğrencisi uzak kalmak için kendisine izin verebilir, ancak uluslararası politika öğrencisinin temel bir gerçek olarak coğrafya ile ilgilenmek zorunda olduğu aşikardır.11 DIŞ POLİTİKA VE COĞRAFYA, II 11 Bu makalenin ikinci ve sonuç bölümü Nisan’da MAN. ED. Review dergisinin sayısında yayınlanacaktır. 22 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Bu makalenin ilk bölümünde, devletlerin uluslararası ilişkilerinde ve dış politika problemlerinde büyüklük ve dünya konumunun etkisini analiz ettik. Ancak daha yakın konumun etkisi, bölgesel konum ve yakın çevresiyle bağlantılıdır. Dünya konumu gibi, bölgesel konum, coğrafî ve herhangi bir zamandaki tarihi dönemle ilgili sorulardan oluşur. Coğrafî ve tarihî iki sistemle ilişkisine göre dünya konumunu düşünmek nasıl gerekli ise, bölgesel konumun tam anlamı, hem coğrafî hem de tarihî ve siyasi devletin yakın çevresinin öneminin dikkate alınmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bölgesel konum, komşuların çok veya az, güçlü ya da zayıf ve bölgenin topografik durumu komşularıyla ilişkilerinin yönünü ve doğasını belirler. Mançurya’nın dış politikasını uygulayan kişinin bir gözü Japonya da diğer gözü Rusya’da olmak zorundaydı; Belçika’nın her uluslararası pozisyonunda, Fransa ve Almanya arasında yer aldığı ve Büyük Britanya’dan kanal ile geçilebileceği dikkate alınmaktadır; Merkezi Amerika devletleri, topraklarının kuzey bölümünün güçlü bir devlet tarafından işgal edildiğini bir an için unutamazlar; Balkan devletlerinin birkaçı olmasa da biri diğerine karşı Avrupa da aynı alanı paylaşmalarına rağmen minimum düzeyde ilişki içerisinde olabildikleri gibi bazı zamanlarda kuzey komşularıyla ilişki içerisinde olabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletlerinin dış politikasının geleneksel ve değişmeyen yapı taşlarından ikisi, tüm Avrupa ilişkilerinden izole olması ve sık alıntı yapılan genellikle de yanlış alıntı yapılan Monreo doktrini ilkeleridir. Bu politikaların her biri, Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupalı komşularından üç bin mil uzakta olması gerçeği ile sadece savunulabilmesidir. Eğer Amerika Birleşik devletleri Büyük Britanya gibi Avrupa kıtasına yakın bir konumda olsaydı izolasyon politikasını benimseyemezdi, bu politikaya devam etmek için hiçbir gerekçe ileri süremezdi; Güney Amerika’nın çoğunluğu Afrika gibi Avrupa’ya yakın olsaydı, Amerika Birleşik Devletleri, Güney Amerika’nın Avrupalı güçler tarafından tıpkı Afrika’da yaptıkları gibi kolonileşmesini önleyemezdi. Sadece coğrafî çevrenin dikkate alınması, üç ana bölgesel konumu önermektedir; kara sınırı olan kara devletleri, deniz kıyısında sınırı olan ada devletleri ve diğer ikisinden daha geniş olan hem deniz hem de kara sınırı olan üçüncü grup. Herhangi bir konumun önemi anın siyasi gerçeklerine göre ve bir devletin eşit veya kendisinden daha güçlü ya da zayıf güce sahip devletler arasında olmasına göre değişebilir. Her zaman karşılaştırılabilen az sayıda kara devleti vardır. Günümüzde Avrupa’da üç, Asya’da iki ve Güney Amerika’da iki devlet ve diğer devletlerden sadece Etiyopya ve Sırbistan haritadan şu an görünmez olmuştur. Tüm devletlerin dış politikasının üstün özelliği, kara savunması ve böylece yakın komşuları ile ilgili özel olarak tanımlanan kendi güvenlikleridir. Denize Dış Politika ve Coğrafya I, II 23 çıkışı olan devletler uzakta bile olsalar, güçlü herhangi bir deniz gücünün baskısı altındadırlar. Uzaklık etkili istila zorluklarını arttırmaktadır, ancak bombardıman olasılığını büyük ölçüde engelleyememektedir. Hava savaşının yeni durumları altında kalan kara devletlerinin bu avantajı, komşu devletlerin tarafsız görevlerini yapabilmelerine ve düşman bombalarını engellemelerine bağlı olarak kalacaktır. İspanyol iç savaşından alınan ders, gelecekle ilgili büyük bir güven için ilham kaynağı oluşturmamaktadır. Kara devletlerinin çoğunun doğa yapısı savunmalarına katkıda bulunmaktadır. Geçmişte Macaristan ve Çekoslavakya sınırları kanıt olarak bu tip örneğe uygundu; her iki ülkenin sınırlarının tümüyle oluşmamıştı. Ancak bütünüyle her kara devleti dünyanın geri kalanından doğal engellerle ayrılmak zorunda kalmıştır. İsviçre dağları ve Etiyopya, Bolivya ve Paraguay’ın dağları ve balta girmemiş ormanları, Tibet platoları örnek verilebilir. Ada devletlerinden daha çok bu devletler izolasyondan mutluluk duymaktadırlar. Sahip oldukları zor coğrafya yüzünden, iletişim ve ulaşım yolları gelişmiş ve ayrı devlet yapıları olarak kendilerini korumuşlardır. Karasal yönden kapalı konumun belirli dezavantajları, doğa koşulları aşılmaz sınırlar yaratmadıkça böyle bir konumun normal olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Aksi takdirde eğer devlet yeterli derecede güçlü ise Sırbistan’ın yaptığı gibi yollarını denize doğru sonunda zorlayacaktır veya Bolivya ve Paraguay’ın yaptığı gibi deneyecektir. Eğer zayıf bir devlet ise komşuları tarafından ele geçirilecek ya da bölünecektir. Yunanistan’da bir bölge olan Arcadia’nın komşuları, Ermenistan, Transilvanya, Etiyopya tarafından bu sonuçları yaşaması örnek verilebilir. Çekoslovakya ve Macaristan önümüzdeki on yılda bu tezi değiştirebilirler. Karasal olarak kapalı az sayıda ada devleti vardır. Sadece büyük güce sahip ada devleti olarak Büyük Britanya ve Japonya, diğer ada devletleri ise Avustralya’nın dominyonları, Yeni Zelanda, yeni yaratılmış olan Filipin Cumhuriyeti ve küçük Amerikan devletleri Küba, Porto Rico, Santa Domingo ve Haiti’dir. Santa Domingo ve Haiti aynı adayı paylaştıkları için tam anlamıyla ada devleti sayılmazlar. Tarihte bu listede Girit devleti ve Hawai ile Samoi ulusları yer almaktaydı. Uçağın gelişimine kadar ada devletlerinin savunma problemi, özellikle bir deniz filosu bulundurmayla ilgiliydi. Ada devletleri stratejik olarak, navigasyonun az gelişmiş düzeyde olması ve deniz kuvvetlerini üstün konuma getirdikçe güvenlik konumundaydılar. Kıtasal komşularıyla karşılaştırıldığında, Büyük Britanya ve Japonya daha az istila edilmiştir. Ana kara yakınındaki ada devletlerinin, okyanus engeli geniş devletlerden tümüyle farklı bir savunma problemi yoktu. Karşı kıyıdan istila sürekli bir tehdit durumudur ve devletin 24 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler herhangi bir karşı hücumu yeterli şekilde engelleyebilmek için deniz gücü muhafaza etmek veya karşı kıyı üzerinde kontrol kurmak zorundadır. Büyük Britanya ile Avrasya kara kıtasının karşıt ucunda yer alan Japonya’nın bölgesel konumlarındaki bazı çarpıcı benzerliklerden dolayı temel stratejik problemlerinde temel bazı çarpıcı benzerlikler bulunmaktadır. Her iki ada grubu bir anakaradan kısa uzaklıktadır ve karşı kıyının okyanusuna girişini kontrol edebilecek bir deniz üssü pozisyonuna sahiptirler. Ancak her iki devlette aynı kıyıdan gelen sürekli tehdit altında olduğundan güçlü askerî birimlere sahip olmaları gerekmektedir. Büyük Britanya ana toprakları işgal ederek güvenliğini sağlamıştır. İnşa edilmiş köprülerden memnun kalmış en sonunda da güvenlik problemini küçük tampon devletler yaratarak ve onları muhafaza ederek çözmüştü. Örneğin tampon devletler, Hollanda ve Belçika kıtanın büyük güçleri arasında bir denge politikasını korumuştu. Japonya’nın anakara ilgisi daha geç gerçekleşmiştir. Nedenleri arasında kısmen ilkel yelkenli teknik dönemi sırasında ülkenin topografyası kara girişlerine engel teşkil etmesi diğer sebep ise kıyıda pozitif bir tehdit oluşturan siyasi birimin çok uzun zamandan beri olmamasıydı. 19.yüzyıl’ın son on yılı sırasında Rusya güneye doğru buzla kaplı olmayan limanlar bulmak için ilerlemeye başladı ve Mançurya ile Kore’nin kontrolünün ele geçirilmesi için bu ülkeleri tehdit etti. Aynı dönemde Çin batılılaşmada ilk çabalarına başladı ve böylece süreç Japonya’yı daha güçlü hale getirdi. Büyük Britanya’nın 14. ve 16. Yüzyıldaki pozisyonu ile ilgili morfolojik (bir nesnenin biçimiyle ilgili özelliklerinin değerlendirilmesini anlatan bir terim) benzerlikler olabileceğini haber veren bir durum söz konusuydu. Uluslararası düzeyde temel olarak stratejik düşünen Japon askeri düşüncesi, kendi güvenlik problemini, 19. yüzyıldaki İngiliz tipini yapay olarak yaratmayla çözmeye çalışmış görünmektedir. Tampon devletler olarak Kuzey Çin Belçika, Mançurya’da Hollanda gibi hizmet etmektedir. Mançurya’nın fonksiyonunu etkili şekilde yerine getirebilmesi için Sovyetler Birliği’nin deniz illerine doğru genişlemiş olması gerekiyordu. İngiliz dış politikasından ilham alan bu çaba, göreceli tarihsel zamanı düzgün olarak yansıtıp yansıtmadığı ile ilgili ilginç bir soru ortaya çıkarmıştır. Tampon devlet gibi hizmet eden Avrupalı siyasi unsurlar modern milliyetçiliğin gelişmesinden önce yaratılmıştı. Uzak doğu’da ise, ülkelerinde tümüyle etkin olan Çin ile ulusal birlik bilincini oluşturduktan sonra yaratılmışlardı. Kendi ulus bilincini ve farklılıklarını geliştirebilecekler miydi? Cevap hayır ise büyük ekonomik kayıplar karşılığında sürekli askeri kontrol altında kalmak zorunda olacaklardı. Japonya stratejik amaç yerine bu olasılığı gerekli düşünerek diğer faktörleri ön plana çıkarabilir. Yüzyıl savaşları gibi Uzak Doğu’nun da böyle bir mücadele içine girmesi şaşırtıcı olmaz. Dış Politika ve Coğrafya I, II 25 Bu nedenle ana karadan tümüyle ayrı konum ve izolasyonun sağladığı mükemmel savunma imkânı ada devletlerinde günümüzde bulunmamaktadır. Ada devletleri korunma avantajını savunmanın bir tipi ile kara devletleriyle paylaşmaktadır. Doğal engellerin sağladığı kısmı korumayı, her iki devlet biçimi de izolasyonu paylaşmadan faydalanırlar. Kara engeli ortaya çıkardığı ekonomik ve sosyal dezavantajlardan kara ve ada devletleri de etkilenir. Eğer devletler zayıf ise, bazı güçlü devletler tarafından işgal veya en azından kontrol edilirler. Dünyadaki adaların birçoğunun başına bu durumlar gelmiştir. Öte yandan devletler eğer kendi bağımsızlığını kurma ve koruma konusunda bir süreliğine yeterli güçte ise, ada olarak sahip oldukları konum, ticari avantajlar yaratarak birinci sınıf güç sıralamasına yükseltme imkânı verirken güçlü bir deniz filosuna sahip olma imkânını da sağlamaktadır. Dünyadaki devletlerin büyük bir çoğunluğunun hem deniz hem de kara sınırları vardır. Sınırları düşmanların kolaylıkla yaklaşamadığı, tümüyle aşılmaz doğal engellerden oluşmadıkça veya kıyılar her zaman donmadıkça, devletler hem kara hem deniz gücü oluşturmak zorundadırlar. Bir devletin birincil savunma sorunu karasal askerî ya da deniz gücü mü olacaktır veya bağlantıları özellikle deniz aşırı mı ya da sınırları geçerek mi olacaktır gibi sorulardan oluşarak çeşitli faktörler ile açıklanabilir. Bu faktörler devletin sınırlarının uzunluğu, devletin dünya ve bölgesel konumu, topografyası ve iklimidir. İyi limanlara devletin sahip olması gemiciliğin ve deniz faaliyetlerinin gelişimi yönünde olacaktır. Kıyıları hiçbir faaliyete imkân tanımayan devletler ise deniz yerine kara yolu ile bağlantı kurma yönünde gelişme göstereceklerdir. En iyi ticari gelişme, birçok ada ile girintili olan düzensiz kıyı şeridi üzerinde gelişmiş limanlara sahip olarak denizde iken, dağ ya da ovanın küçük bir önemi olacaktır. Fenike şehirleri, iç bölgelerden Babillilerin, Hititlerin ve Asurluların atakları ile tehlikeye düşmüşlerdi. Lübnan kıyı şeridi boyunca göreceli bir güvenlik buldular. Bu şerit ticarete katılmak için Piedmont yoluna yeterli yakınlıktaydı ve güvenli olma açısından da yeterli düzeyde uzaktı. Fenike kıyısında iyi limanlar vardı ve Lübnanlılar Fenikelilerin zeminleri için sedir ürettiler, ancak tarımsal yaşamın gelişmesi için etkileri daha az olmuştur. Fenike komşuları ile olumsuz ilişkiler sürdürdüğünden dönemin lider deniz güçlerinden biri olmuştur. Komşuları Yahudiler ülkenin verimli geniş alanına sahip olarak, limansız olmanın maliyeti onları tarımsal kara halkı yapmıştır. Ege Denizi sayısız limanları, denizden karaya uzanan dar su şeritleri ve adaları ile denizcilik kurumlarının gelişmesi için ideal ortam sağlamaktadır. Tarihte ilk deniz güçlerinin başarısı bu bölgede olmuştur. Norveç, Dalmaçya, Güney Çin ve Rio yarımadasının düzensiz dağ kıyıları buralarda yaşayanların denizde büyük beceriler kazanmasına neden olmuştur. Sayısı muhteşem limanlarıyla İngiliz 26 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler kanalının kuzey kıyısı kendi halkının kaderini denizde aramasına ve dünyanın geri kalanın da kendi limanlarının imkânlarını kullanmaya zorlamıştır. Fransa, Havre şehri dışında doğanın imkân tanımadığı güney kıyılarını başarılı limanlar haline getirmek için zamanın büyük kısmını ve parasını, harcamak zorunda kalmıştı. Aynı şekilde Adriyatik’in doğu kıyıları iyi limanlarla dolu iken doğu İtalyan kıyısı tümüyle limansızdır. Gemicilik ve denizlerdeki bir ülkenin çıkarı, o ülkenin sadece iyi limanlara ve iyi kıyı şeridine sahip olduğu için gelişmemektedir. Aynı zamanda açık deniz adası konumunda olması ve karşı kıyıya çok uzak olmaması gerekir. Karşı kıyısı olmayan karalar müsait kıyı şeritleri olsa da denizciliğin sürekli gerisinde kalmıştır. Afrika, Avustralya, Güney Amerika ve Meksika körfezi dışında Kuzey Amerika bile bu noktada örnektirler. Diğer yandan, Norveç, Hollanda, Yunanistan, Güney Çin ve Güney denizler, adaları ve karşı kıyıları ile orada yaşayanların gemiciliği seçmesine neden olarak, tarihte en büyük gemicileri yaratmıştır. Görünen o ki, bölgesel konum, topografya ve iklim kadar gemiciliğin gelişmesinde önemlidir. Devletlerin denizlerdeki çıkarının son belirleyicisi olmaktadır. İki deniz arasındaki konumuyla, Yunanistan geçiş ülkesiydi. Fenike daha sonra Ceneviz ve Venedik, Doğu’dan gelen malların indirilip ve yeni malların yeniden yüklenerek doğuya gitmesi için antrepo görevi görüyordu. Venedik, korunaklı lagünler üzerinde bulunan ve hemen arkasındaki verimli alanları sulayan, Brenta, Po, Adige ve Tyrol vadileriyle, malların güneyden geçerek Apenin dağlarından Roma’ya ve Adriyatik’ten daha aşağılara, doğuda Akdeniz’e transfer edildiği noktaydı. Ceneviz’in Arap akınlarının aralıksız saldırılarından kaçmak için Venedik’in iyi bir şansa sahip olmasına rağmen, Dalmaçya kıyılarında korsan saldırılarından sürekli rahatsız edilmişti. Sonraları, Venedik şehri Akdeniz limanlarının ilki olan Marsilya’nın ortaya çıkmasını sağlayarak uygarlık kuzeybatıya doğru gelişmeye başladı. Marsilya yönünden Rhone vadisinden geçerek kanalın merkezine ve Kuzey Deniz’ine doğru akarak böylece modern sanayi Avrupa’sının kalbine doğru gelişmeyi sağlamıştır. Bir devletin kara ve deniz faaliyetlerini sadece deniz sınırları değil, aynı zamanda kara sınırlarının konumu da belirleyecektir. Norveç, Şili ve İspanya örneğindeki gibi bir devletin kara sınırı geçilmez dağ sırası ise, devlet doğal olarak deniz yolu ile iletişimini sağlayacaktır. Fransa ve Almanya’da olduğu gibi, devlet kolayca karaları ve deniz sınırlarını aşarak hareket edebilir. Bu şekilde ticari ve iletişim yönlerinin avantajlarına sahip olsa da bir savunma problemi eklenecektir. Kıyı şeridinde birçok millik toprağı bulunmasına rağmen, eğer Rusya gibi deniz kıyısı okyanusa kolayca açılmıyorsa, dünya kara güçleri arasında yer alma eğiliminde olacaktır. Dış Politika ve Coğrafya I, II 27 İlk tarihi siyasi örgütlenmeler farklı coğrafi tipteki sayısız dar kıyı devletleri örneklerinden oluşmaktadır. Atina gibi küçük kıyı vadisinde yer alan devletler, Mısır gibi nehir deltası devletler ve Fenike gibi kıyı sınırına sahip devletler.12 Dar kıyı devletleri örnekleri antik ve ortaçağ veya en azından modern tarihin ilk dönemlerindendir. Arkaik (eski döneme ait) özellikler gösterirler, çünkü kimi devlet iç bölgelere doğru yayılarak geniş alanlar elde ederlerken, diğerleri denize çıkış arayan kara devletleri tarafından ele geçirilmişlerdir. Günümüzde benzer modellerin var olduğu yerler geniş bir skalaya sahiptir. Topografya veya tampon bölge fonksiyonları sebebiyle bu durumlarını muhafaza etmektedirler. Peru ile Şili, dağ sınırları tarafından korunmaktadır. Hollanda ve Belçika Büyük Britanya’nın koruması altındadır. Ekvator iç bölgesine denizden ulaşabilecek bir devlet olmadığından bağımsız bir siyasal yapıya sahiptir. Uruguay, Brezilya ile Arjantin arasında bir tampon görevi gördüğü için devlet olarak var olma hakkını kazanmıştır. Afrika’nın küçük devleti Liberya, büyük güçlerin bir nevi koruması altında yaşamını sürdürmektedir. Portekiz dış politikası uzun bir dönem kendi müttefiki Büyük Britanya’ya tabi kılınmıştır. Arnavutluk ve üç Baltık ülkesi Litvanya, Letonya ve Estonya gibi yeni yaratılmış kıyı devletlerinin durumu yeni tespit edilmiştir. Ancak coğrafyacılar coğrafi devlet konumlarının evriminde ayrı anakronizm (herhangi bir olay ya da varlığın içinde bulunduğu zaman dilimi (dönem) ile kronolojik açıdan uyumsuz olması) yapmış görünürken, herhangi bir tarih öğrencisi Avupa haritasını çalışırken, Rusya’nın bir gün Baltık ülkeleri üzerinde gücünü kullanarak ikinci kez bu ülkeleri kontrolü altına alacağı düşüncesini dikkate almak zorundadır. Bir denize çıkışa sahip olma durumunu az sayıda büyük devletle paylaşan ülkeler, Arjantin, Brezilya, Venezüella, Romanya ve Perslerdir. Deniz kuvvetleri savunması, deniz faaliyetlerinde konsantre olmaya izin verdiği için, birden fazla okyanus sınırı olan, ülkelere göre daha kolaydır. Ancak, Romanya ve Bulgaristan örneklerinde olduğu gibi var olan bir deniz okyanusa açılmaya izin vermediği için ayrı bir dezavantaja sahiptir. Bu ülkeler kıyı şeridini kontrol eden güç veya güçlerin merhametine kalarak varlıklarını sürdürebilmektedirler. Bir deniz kıyısından daha fazlasına sahip Fransa ve İspanya gibi ülkeler özellikle de kıyıları geniş olan Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Rusya teorik açıdan en zor savunma problemlerine sahiptir. Bu yüzden sadece kara 12 Kıyı Vadi Tipi: Argos, Kolkhis, Valensiya, Napoli gibi. Nehir delta tipi: Pegu, Kamboçya Krom, Siyam, Tonkin, Floransa vb. Kıyı sınır tipi: Kilikya, Etrurya, Lazio, and Moritanya, Numidia sonrasında, Suebi toprakları ve İberya adalarındaki Cantabrianlar ve Kuzey Afrika’da Vandallar; Haçlı seferleri zamanında, Küçük Ermenistan, Antakya prensliği, Trablus ilçesi, Kudüs Krallığı ve Yakın Doğu’da Trabzon ve Avrupa’da Normandiya, İngiltere ve Frizce; halen daha sonra Dalmaçya, Granada, Aragon, Portekiz ve Akdeniz’de Ceneviz Otto Maull, Politische Geographie (Berlin, 1925), sf. 213214, ve Josef Mdrz, Die Ozeane (Breslau, 1931), s. 15-16. 28 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler gücü değil, iki veya daha fazla deniz savaş gücüne sahip olmak zorundadırlar. Çift taraflı deniz ulaşımına ilaveten, kara sınırına sahip olmak ana yayılma yönünde önemli kaymalar yaratabilir. 17. ve 18. yüzyıllarda hatta 19.yüzyıl başlarında, Fransa Kuzey Amerika kıtasında yoğun koloniye sahip olarak kendini Atlantik deniz gücü olarak kabul ettirmişti. Önemli Amerikan kolonilerini kaybetmeye başlamasıyla birlikte deniz gücünü Akdeniz’e transfer etmek zorunda kaldı. Bu bölge ana kara ile Kuzey Amerika kolonileri arasındaki yolun kontrolünü sağladığından hayati öneme sahipti. Batı Afrika’ya Fransa’nın yaklaşımı, denizden çok kara ile ilgiliydi. Fransa kara saldırıları ve kara savunmasını düşündüğümüzde temelde bir kara gücüne sahip ülkeydi. Kara gücü olmasında Ren nehrinin doğusunun birinci sınıf kara gücü özelliği taşıması ve doğu kara sınırının en zayıf yer olmasından kaynaklanmaktaydı. Almanya her zaman zor bir stratejik pozisyonda olacaktır. Doğu ve batı sınırlarından karadan saldırıya açıktır. Büyük Britanya, Kanal ve Kuzey Denizi’ni kapatarak okyanusa ulaşımına engel koyabilir. 1871’ de kurulmasından sonra ilk on beş yıllık dönemde Almanya deniz gücü geliştirme konusunda çaba sarf etmedi ve tüm enerjisini kara kuvvetleri üzerinde yoğunlaştırdı. Önümüzdeki otuz yılda kıta ya da denizlere yönelim konusunda tereddüt etmiş, kıtadaki dominant pozisyonunu feda ederek kendini bir deniz gücü olarak kurmaya çalışmıştır. Dünya savaşları sırasında kara, deniz ve havadan sürekli saldırılara dayanamayan Almanya, tüm sınırlarda üstünlüğünü kaybetti ve kara, deniz ve hava kuvvetlerinden tümüyle yoksun bırakıldı. Günümüzde savunmanın üç alanını yeniden yaratmaktadır, ancak İngiliz deniz gücünden yüzde 35 daha aza sahip olması gerektiğini belirten anlaşma yüzünden sınırlı deniz gücüne sahip olacaktır. Sınırlı deniz gücü, Hitler’in Benim Kavgam’da13 savunduğu, izlediği dünya dış politikasının karasal eğilimini göstermektedir. Geçtiğimiz yedi yüzyılda Almanya’nın kıyı şeridinin sürekli gelişimi ilginç bir şekilde yavaş olmuştur. Aşağıdaki tablo bu durumu çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır: Yıl Kıyı Şeridinin Uzunluğu 1240 5100 km kıyı şeridi 1370 3700 1850 2400 1900 1355( kolonisiz dönem) 1925 112014 İlk bakışta, İtalya kesinlikle bir deniz gücü olmaya muktedir görünüyordu. Gerçekten açık denize ulaşarak ihtiyaç duyduğu yabancı hammaddeleri temin 13 14 Adolf Hitler, Mein Kampf (München, 1933), c. 1, ss.152-153, ve c.11, ss.689. Richard Henning, Geopolitik (Leipzing, 1931), s.97. Dış Politika ve Coğrafya I, II 29 edebilirdi. Kara sınırı doğa tarafından iyi korunmamıştı, buna rağmen ilk başta göründüğü gibi deniz savunmasını bütünüyle düşünme konusunda özgür değildi. Üçlü İttifak döneminde, güvenlik problemini en tehlikeli kara komşusu ile ittifak yaparak çözdü ve 1920’den sonra zayıf sınır bölgesinde güçsüz bir devletin bulunmasını en uygun strateji olarak benimseyerek, Akdeniz’e ulaşmada deniz üstünlüğü kurabilmek için özgürce konsantre oldu. Kendi geleceğinde gelişme yönünden birinci sınıf güç olabilmesi için Akdeniz’i temel almıştır. Avusturya’nın yok olmasıyla birlikte, İtalya bu sefer deniz gücünün yayılmasına odaklanılmış ve en güçlü kara komşusuyla bu sefer Almanya ile dostluk kurma yolunu seçmiştir. Rusya uzun kıyı mili toprağıyla, kara gücü olarak listede sürekli yer alan bir devlettir. Denizlere ulaşmak için sürekli ve tekrarlanan askerî ve diplomatik çabalarına rağmen, buzla kaplı ya da kısmen açık limanları çok azdır. Uzun kıyı miline sahip olmasına rağmen paradoksal şekilde su zenginliği yoktur. Denize açık konumda olması, gelmesi muhtemel saldırılarda az sayıda noktada negatif dezavantaj ortaya çıkarmaktadır. Sanayisinin en can alıcı merkezleri denize tehlikeli bir şekilde yakın değildir. Diğer taraftan kara yönünden Rusya zayıftır. Rusya-Japonya savaşını denizde kaybetmesine rağmen, sürekli yaptığı planları kara saldırılarını esas almaktadır. Tuhaflık Çin’le ilgilidir. Muazzam kıyı şeridi vardır. Bir dönem deniz gücü olarak önem taşırken, Sumatha ve Java‘nın uzak adalarına geniş keşif güçleri gönderebiliyordu. Güney Çin’de belirgin miktarda denizcilik faaliyetleri devam etmesine rağmen, Çin artık günümüzde bir deniz gücü değildir. Bu durumun en temel nedeni, istila tehlikesi karadan geldiğinden, karaya yönelinmiştir. Katkıda bulunan diğer faktörler, Çin’in dünya konumu, Pasifiği geçen görece geç deniz ticareti ve teknolojik geri kalmışlıktır. Çin’in ilk modern deniz donanması, ÇinJapon savaşı sırasında yok edilmişti. Çin hükümetleri devrimle birlikte iç bölünme tehdidi ile mücadele etmişlerdir. Sonuçta günümüzde Çin, donanmaya sahip olmadan beş yüz millik deniz kıyısıyla dünyanın temel deniz güçlerinden biridir. Yeni dünyada, Amerika Birleşik Devletleri, kırk binden fazla kara sınırıyla, yine de kesinlikle bir deniz gücüdür. Sahip olduğu topraklar ve nüfusunun daha fazlası bile tüm kıtanın geniş bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünyadaki iki milyar yabancıdan sadece 18 milyonu trenle Amerika Birleşik devletlerine erişebilir. Kuzey Amerika ile bağlantılı Güney Amerika’da bile iletişim özellikle deniz yolu ile korunmaktadır. Kara sınırları güvenliktedir. Dış bağlantılarına göre Amerika Birleşik Devletleri’nin durumu, bir ada gibi yaklaşık kara gücünden çok deniz gücüne dayalı Amerikan savunma kurumunu oluşturmuştur. 30 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Çift deniz ulaşımıyla ortaya çıkan stratejik zayıflık unsurlarına rağmen, devletler bir denizden daha fazla denize ulaşımına sahip olmaya çalışırlar. Gelen hammaddeler için farklı yolların kısmen askeri avantajının sağlanması ve ticari ve ekonomik avantajlar birden fazla deniz ulaşımını cazip kılmaktadır. Charlemagne krallığı Verdun antlaşması ile ikiye ayrıldığında, Almanlar, Franks (Alman kabileleri konfederasyonu) ve Lorraine (Fransa’da bir bölge) her biri üç deniz üzerinde dışarıya çıkış yerine sahipti; Orta çağda, Bulgaristan’ın Karadeniz’e, Ege ve İonya denizlerine çıkışı vardı. Stephen Duschan yönetimi altındaki Sırplar hem Adriyatik denizine hem de Ege denizine ulaşmışlardı. Uzun bir süre Hapsburg İmparatorluğu Avrupa’nın kuzey kıyılarından güney kıyılarına kadar hüküm sürmüştü. Günümüze kadar dünyanın büyük güçlerinin neredeyse istisnasız hepsi, bir denizden daha fazla ulaşıma sahiptir. Çift deniz ulaşımının diğer tipleri, her biri bir devletin politika ve gelişmesinin temel özelliklerini vermektedir. Özellikle de bir devletin kara sınırı, Himalayalar, Pireneler veya Alpler gibi doğal engeller ile korunuyorsa, bir yarımada pozisyonu deniz gücünün gelişmesine elverişlidir Kara sınırı korunmadığında, Danimarka örneğinde olduğu gibi, yarımada devletler barış dönemi avantajlarındaki hem kara hem de deniz ile ilişkilerinden faydalanırlar ve birini diğerine karşı rekabet içine sokarlar. Savaş döneminde stratejik yönden zayıf bir pozisyonda kalırlar, çünkü hem kara hem de denizden gelecek saldırılara açıktırlar. Politikası bir denizden daha fazlasına sahip olan devletler, her iki tarafı deniz olan dar kara şeridine sahip devletlerdir. Örneğin Meksika, Salvador dışında Merkezi Amerika devletleri, 1903’ten önce Kolombiya ve bir bakış açısından Mısır. Coğrafi durum ve biçim nedeniyle bazı devletler esas olarak geçit ülkeleridir. Kendi güçleriyle değil sadece stratejik ve ticari nedenlerden dolayı bağımsız yapılar olarak devam etseler de, büyük güçlerin hiçbiri diğer gücün bu ülkelerin eline geçmesine izin vermez. Yine de kaçınılmaz olarak, güçlü bir devlete yakınlık veya çıkarlarında öncelik ya da ulaşımı diğer güçler üzerinde avantaj sağladığında o güçlü devletin hâkimiyetindedirler. Bu devletin bir deniz gücü olabilmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü her iki tarafı deniz, dar kara alanı coğrafi konumu, paradoksal olarak iki kıtadan çok iki okyanus arasında geçiş ülkesi olarak önem kazanmasına neden olacaktır. Dünya konumu, bölgesel konum, topografya ve iklim olarak sayılan faktörlerin kombinasyonu devletin deniz gücü ya da kara gücü olarak gelişmesini etkileyecektir. Saf modeller, ada devletleri ve karasal yönden kapalı devlet modellerinin sayıca az olduğu ve çoğu devlet için aşağı yukarı bir sorun olduğu belirtilmiştir. Deniz yolları ve deniz gücü yönünden savunma ve saldırı açısından tasarlanan planları ilk olarak düşündüğümüzde kesinlikle deniz gücüne sahip devletler olacaklardır. Bir devletin denizdeki çıkarı, deniz sınırının Dış Politika ve Coğrafya I, II 31 uzunluğu ile sahip olduğu alanın matematiksel olarak bölünmesiyle açıklanabilir. Bu rakam bir devletin denizdeki esas çıkarını muhtemelen gösterecektir. Bir ülkenin yaşamında denizin ticari öneminin daha fazla gösterilmesi, herhangi bir büyüklükteki tüm limanlardaki toplam yaşayan kişi sayısının toplam nüfusa bölünmesiyle sağlaması alınabilir. Böylece yaşamını doğrudan ya da dolaylı yoldan denizden kazanan toplam nüfusun yüzdesi belirlenmiş olur. Dış politikaları kara sınırlarını aşan ilişkilerle sağlanan ve kara savunması problemi temel güvenlik problemi olan devletler kara güçleridir. Roma dışındaki eski imparatorluklar kara gücüne dayanıyordu ve güçleri kara üzerindeki hareketliliklerine diğer bir deyişle düz alanlara sahip olmaya ve kara yollarının kontrolüne bağlıydı. Modern tarihin imparatorlukları deniz güçleriydi ve güçleri deniz üzerindeki hareket kabiliyetine ve deniz yollarının kontrolüne dayanıyordu. Alanın farklı kavramsallaştırmaları ve alanın fethedilmesi, deniz ile kara güçleri arasındaki önemli farklılıklardan birini göstermektedir. Bir deniz gücü noktadan noktaya atlayarak büyük bir alanı ele geçirir, mümkün olan her yerde var olan siyasi ilişkileri kendine göre ayarlar ve sıklıkla kendi gerçek hâkimiyeti uzun süre zımnen onaylanıncaya kadar yasal kontrolünü oluşturmaz. Yayılmacı kara gücü ise yavaşça ve ileriye doğru hareket eder, arazinin doğasından dolayı kontrolünü adım adım kurmaya zorlanır ve böylece kendi güçlerinin hareket kabiliyetini muhafaza eder.15 Bir kara gücü, kontrol merkezi noktasını çeviren sürekli bir alanı düşünürken, deniz gücü ise noktaları ve geniş bir toprak hâkimiyetindeki bağlantı hatlarını dikkate alır. Sözde düşünce ve alan, deniz gücü ile kara gücü arasındaki çatışma problemini ortaya koyar. Alman coğrafyacı Hennig, bazı çatışmaların oldukça düzensiz olduğunu, ancak zaferin deniz gücü ile gerçekleştiğini belirtir. Bu tezin desteklenmesinde, Hennig Roma’nın kara gücünün ilk Pön savaşında Kartacalıların gemiciliğini ele geçirdiğini kabul etse de, büyük deniz zaferleri olarak Salamis savaşı (Eski Yunan ile Pers arasında), İnebahtı savaşı (Osmanlı imp-Habsburg İmp arasındaki savaş), Trafalgar savaşı (İngiliz deniz zaferi ile sonuçlanan Fransa, İspanya ve İngiltere arasındaki savaş), Navarin savaşı (İngiliz, Fransız, Rus ve Osmanlı donanmaları arasında) ve Tsushima savaşını (Rus-Japon savaşı) örnek vermektedir.(4a) Hennig’in görüşüne ilk karşı tez, Mackinder’den gelerek kara gücünün nihai üstünlüğünü ileri sürmüştür: 15 Josef Marz, Landmachte und Seemachte ( Berlin, 1928), s. 8-9. 4a Henning, op.cit., s.204. 4b H.J. Mackinder, Democratic Ideals and Reality (New York, 1919) s.74-75. 32 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Nil üzerinde savaş kanolarının ordusu vardı ve Nil nehri tüm Mısır boyunca verimli toprakları kontrol eden bir küçük kara gücü yoluyla bunların arasındaki çekişmeye kapanmıştı. Girit adasına özgü yaşam alanı bir Yunan yarımadası yaşam alanı tarafından ele geçirilmişti. Makedonyalıların kara gücü, Doğu Akdeniz’i kendi yaşam alanlarından mahrum bırakacak şekilde hem Yunan hem de Fenikelilerin savaş gemilerine kapatmıştı. Hannibal, yarımadaya dayalı Roma imparatorluğu deniz gücünü karada vurdu ve yaşam alanı kara üzerindeki zafer ile kurtuldu. Sezar, denizdeki zafer ile Akdeniz’deki ustalığını kazandı ve Roma daha sonra kara sınırlarının savunmasıyla kontrolü muhafaza etti. Orta çağlarda, Latin Christendom yarımada üssünden denizden kendini savundu, ancak modern zamanlarda, yarımadada birbiriyle çatışan devletlerin gelişmesinden dolayı yarımada üzerinde birçok deniz gücünün üssü oldu, karadan gelen saldırılara açık hale geldi, denizlerdeki ustalık karaya dayalı güce geçti. Neyse ki verimli ve kömür yataklarına sahip bir adaya.(4b) Hennig ve Mackinder tarafından ortaya konmuş tarihi gerçeklerin doğruluğu konusunda kimse soru yöneltmeyecektir. Fikirlerini test edebileceği bir laboratuvar deneyi olarak, en büyük karasal güç Rusya ile en büyük deniz gücü Büyük Britanya büyük bir savaşta asla karşılaşmadığından entelektüel bir pişmanlıktan acı duymaktadır. Eğer bu konuda bir trajedi gerçekleşirse, Büyük Britanya kendisini Rusya’nın çeşitli toprakları üzerinde etkin kontrol sağlama konusunda yetersiz bulacağı gibi Rusya’nın İngiliz deniz kuvvetlerine karşı büyük bir deniz savaşını kazanma konusunda yetersiz olacağı yönünde güçlü şüphelerimiz bulunmaktadır. Başka bir deyişle, hem Hennig’in, deniz gücü kara gücüyle denizde çarpışırsa, deniz gücü zaferi kazanandır tezini hem de Mc.Kinder’in deniz gücü karada kara gücü ile karşılaşırsa, kara gücü zaferi kazanandır teorisini desteklemek için kanıtlar toplamaya gayret ettikleri görünmektedir. Bu sonuç özellikle ne yardımcı ne tümüyle beklenmediktir. Doğruluğu kabul edilmiş olan, çatışma anında ve çatışmanın gerçekleştiği arazide hangi gücün daha güçlü ise zaferin onun olacağı önermesidir. Önceki sayfalar bölgesel konumun esasen deniz ya da kara yönelimine göre bir analizini vermektedir. Bölgesel konumun diğer önemli yönü nispi güç gerçeğinden çıkmaktadır. Bir devletin bölgesel konumuna göre nispi gücü üç şekilde ortaya çıkmaktadır; iki zayıf komşu arasında sadece güçlü devlet olması; yaklaşık eşit güce dayalı ilişki ve son olarak da iki güçlü devlet arasında zayıf devlet şeklindedir. İkiden fazla komşuya sahip devletlerin konumları, belirli tiplerin spesifik kombinasyonlarının tanımlanmasıyla belirlenmektedir. Eğer bir devletin geniş deniz çıkışı varsa, yakın komşuları olmayan devletlere karşı zayıflık konusunda ek komplikasyonlar ortaya çıkarmaktadır. En basit model kara gücü ilişkileri yönünden açıklandığında, iki zayıf devlet arasındaki en güçlü devlet en avantajlı olanıdır. Böyle bir durumun modeli, Dış Politika ve Coğrafya I, II 33 tarihin ilk yıllarında birçok kez gözlemlenmiştir. En iyi şekilde Babil, Asur, Pers, Roma ve İskender, Şarlman ve Charles V. İmparatorluklarında, Arap, Moğol ve Türk İmparatorluklarında, Çin ve 18.yy Rusya’da görülmektedir. Bu örneklerin birçoğunda ilişkiler sabit değildi ve belirli bir konum tipi gözlemlenebiliyordu. Bu nedenle sadece sınırlı sürenin üzerindeki dönemler içindi. Küçük komşu devletler tampon devletler olmadıkları zaman, merkezi bir devletin dışa yayılmasıyla yok oluyorlardı ve imparatorluklar er ya da geç çözülüyorlardı. İskender ve Şarlman imparatorluklarında olduğu gibi kimileri hanedanlıkla bölündü ama çoğu imparatorluk toprakları, büyüklük, topografya ve iletişim sistemleri arasındaki istenmedik ilişkiden dolayı parçalanmıştır. Alanın büyüklüğü konusundaki tartışmada değindiğimiz gibi, sadece toprakların etkili entegrasyonu çevredeki ayrılıkçı hareketlere ve uzak sınırlardan gelen baskılara karşı başarılı bir direnmeyi sağlar. İki zayıf devlet arasındaki bir güçlü devletin basit oluşumunun modern Avrupa’da yeniden görülmemesi “güç politikaların dengelenmesi” başlığı altında açıklanmıştır. Güç dengesinde tüm devletlerinin politikalarının temel amacı çatışma riskinin ortaya çıkmasının engellenmesiydi. Temel tipin tek mükemmel örneği, Kanada ile Meksika arasındaki Amerika Birleşik Devletleri’nin pozisyonudur. Bu örnekte, ilişki devam etmektedir, çünkü dünya konumu, topografya ve iklim istenilen biçimdedir. Kuzey Amerika kıtasının şekli, Meksika’nın güneye yayılarak büyüklüğünü belirgin şekilde geliştirmesine izin vermemektedir; topografyası ve iklimi yüzünden sonsuza kadar bu alanda güçlü bir ekonomi kurması imkânsızdır. Amerika Birleşik Devletleri’nden daha büyük alana sahip olmasına rağmen Kanada, konum ve iklimi ile topraklarının oldukça küçük bir bölümünde ekonomik ve siyasi yaşamın gelişmesine olanak tanımıştır. Sonuçta Amerika Birleşik Devletleri kendi dış politikasını son yetmiş beş yılda toprak güvenliğini düşünmeden oluşturmuştur ve kendi halkının Avrupalıların güvenlik ve güç politikaları meşguliyetlerini anlamaları mümkün değildir. Devletlerin güçleri arasındaki konum bir devlet için problemli pozisyonuna eşittir. Çünkü komşuları bir ittifak oluşturduğundan sürekli ortak bir saldırı tehlikesi vardır. Tek cevap tabii ki komşunun komşularıyla ittifak oluşturmaktır ve bugün Avrupa ve Asya’da bulunan ittifaklar örnek verilebilir. Fransa’nın Rusya, Almanya’nın Japonya’ya ile dünya üzerinde ittifak ilişkisinde olması, siyasi bağlantıların dama tahtasını yaratmaktır. Aynı özelliklerin tüm tarih boyunca izleri bulunabilir. Komşular arasında gerçek ittifak tehlikesi olmadığı yerlerde bile, her iki tarafta güçlü devletler olduğu sürece, bir devlet kendi dikkatini bir yöne konsantre etmekte asla özgür değildir. Avusturya, donanmasının yok olmasından önce, İtalya Akdeniz’de Fransız güvenliğine 34 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler yönelik bir tehdit oluşturmamıştı. Ancak Yugoslavya Avusturya’nın doğu komşusu olarak yerini aldığı zaman, İtalya böyle bir tehdit oluşturabilir. İki güçlü devlet arasında nispi yönden zayıf devletin bulunması bir tampon bölgenin coğrafi pozisyonudur. Siyasi olarak meydana gelmesi çeşitli faktörlere bağlı olacaktır. Herhangi bir örnekte, bir devlet özel bir dış politika uygulamaya zorlanabilir. Kendi güvenliği, devam eden komşusunun güvenliğine bağlıdır. Bunun anlamı bir devletin istikrarsız tarafsızlık politikası izlemeye zorlanmasıdır. Bir komşu ile güçlü bir bağ olduğu izlenimi bırakan herhangi bir değişiklik, diğer komşuyu tampon alanın fiilen ele geçirilmesi yolu ile bir tampon devlet üzerinden güvenliğini sağlamaya özendirebilir. Eğer konum ve topografya bir tampon bölgeyi Afganistan ve Tibet, belli bir oranda Pers gibi bir engel devlet oluşturursa, devletin hayatta kalma olasılığı coğrafi özelliğinden dolayı yüksek olacaktır. Ülkenin konumu devleti bir geçiş ülkesi yapıyorsa, ancak topografya İsviçre ve Avusturya’daki gibi engel devleti oluşturuyorsa konumun problemi daha da güçleşecektir. Hem konum hem de topografya, Hollanda, Belçika ve Polonya gibi bir geçiş ülkesi oluşturuyorsa doğadan kaynaklanan bir savunma oluşturmayarak güvenlik politikalarına bağlı kalacaktır. Başka bir deyişle herhangi bir örnekte bağımsızlığı komşularının güvenliğine zorunlu olarak bağlı olacaktır. Tampon devlet bu önemini koruduğu ve komşuları güç yönünden az çok eşit kaldığı sürece varlığını sürdürebilir. Hollanda, Belçika, İsviçre ve yeni Polonya’yı Avrupa haritası üzerinde; Pers, Afganistan, Tibet ve Siyamı Asya haritasında tampon devlet olarak görebiliriz. En kısa sürede bir devlet çevresindeki güçler için siyasi bir gereklilik adına sona erebilir veya kısa sürede devletlerden biri diğerlerinin durumlarına aldırmayacak şekilde baskın bir güce sahip olabilir; bu durumda tampon devlet yok olacaktır. Başkan Kruger 1985 de şöyle demiştir: Bizim küçük cumhuriyetimiz ancak büyük güçler arasında kendi ayakları üzerinde durabilir. Ancak biri diğerlerine engel olursa kendimizi rahat hissederiz.16 İngiliz gücü Güney Afrika’da uygun şekilde geliştiğinde, Boer cumhuriyeti İngiliz dominyonunun bir parçası oldu. Roma ve Pers imparatorlukları arasında yer almış, daha sonra Bizans İmparatorluğu ve İslam arasında bulunmuş Ermenistan yok oldu ve Polonya üç kez bölündü; Kore Japon İmparatorluğu’nun bir parçasıydı; Mançurya ve Moğolistan’ı bağımsız olarak nitelendirmek zordu ve Avusturya yok oldu. Uluslararası ilişkilerin dinamik dünyasında büyük devletler arasında güç için mücadele temel gerçektir. Küçük tampon devletin nihai kaderi açısından en iyi durum istikrarsızlıktır. 16 Maull de yayınlanmıştır., op.cit., s.150. Dış Politika ve Coğrafya I, II 35 Tampon devletler belirli bir devlet için, spesifik bir bölgenin stratejik öneminin gösterilmesini sağlar. Sözü edilen diğer bir örnekte, eşit güçteki komşunun ötesindeki alan potansiyel müttefiklik için tek alandır. Dünya konumu ile bağlantılı bölgelerde değindiğimiz gibi belirli alanlar farklı sistemlerle çalışan devletler için farklı önemde olacaktır. Aynısı bölgesel konumla ilgili referans çerçevesinde ise küçük bir şekilde gerçekleşecektir. Kolektif güvenlik sisteminin yaratılma problemini bu durum zorlaştırmaktadır ve bölgesel temelde kolektif güvenlik olmaz ise sistemin etkili olamayacağı ihtimalini güçlendirmektedir. Kolektif güvenlik sistemi bir uluslararası polis gücüne dayanmaz, grubu oluşturan tüm üye devletlerin ortak hareketine dayanır. Bir devletin korunacak bölgenin önemiyle doğru orantılı olarak garantör olarak davranma isteğidir. Etkili bir kollektif güvenlik sisteminin ön koşulları şunlardan oluşmaktadır: yaklaşık eşit güçte en az üç büyük gücü alabilecek kadar geniş bir bölge. Böylece iki devlet, üçüncü devlet üzerinde baskın bir üstünlük sağlayabilecektir. Diğer koşul ise, bu bölgede en az üç gücün ikisine bağımsızlık yönünden eşit stratejik öneme sahip küçük devletlerin olmasıdır. Dünyada bu şartları yerine getiren çok az bölgenin olduğu harita çalışmasından görülebilir. Temel coğrafi ve siyasi kurumlarla uyum içerinde değilse yasal sistemin nasıl işlediği geçmiş on beş yıllık tarihten öğrenilebilir. Bu ilk şart sadece Avrupa’da bulunabilmiştir, ancak gelecekte bazı zamanlar Asya’da görülebilir. İkincisine ulaşmak daha zordur. Belçika ve Batı Akdeniz, Fransa ile Büyük Britanya’ya eşit önemdeyken, Merkezi Avrupa’nın Londra için çok az önemi vardı, Fransa için ise potansiyel müttefik alanıydı. Bir İtalyan Etiyopyalı, İngiliz yaşam hattına, içerisindeki Kırmızı Denize ve Sudan’daki yan manevra alanı için tehdit olabilirdi. Fransa için ise daha çok görece önemsiz kolonisinin yakınında istenmeyen bir komşu anlamındaydı. Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri kendileri için özel stratejik bölgelerin korunması konusunda oldukça istekliydiler. Büyük Britanya için Mısır, Amerika Birleşik Devletleri için Orta Amerika bu bölgelerdendi. Bölgenin yakınında stratejik öneme sahip değilse, Çin örneğinde olduğu gibi, toprağın birliği konusunda sadece diplomatik yoldan nota vermektedirler. Şimdiye kadar, bölgesel konum basit alan ilişkileri olarak temelde tanımlandı, ancak tampon devlet tartışması açısından bu ilişkiler topografya bakımından önemlidir. Topografik ve iklimsel özellikler, devletler arasındaki iletişim biçimlerini belirleyecektir. Topografya, dağların ve nehirlerin yönünü belirleyecek ve böylece sınırın doğal akışını oluşturacaktır. İklim, nehirlerin ve limanların yılın tamamı ya da bir kısmının buzla kaplı olup olmadığını belirleyecektir. İklim ve topografya, ikisi birlikte devletler arasındaki doğal sınırı tayin edecektir ve böylece devletlerin iletişimleri bölge sistemlerinde veya 36 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler koruma bölgesinde gerçekleşecektir. Bir devletin bölgesel konumunun önemi, sınır olarak geçit vermeyen dağ sıralarının varlığı, açık alanlar ya da nehir vadilerinden etkilenecektir. Bir ülke içerisindeki iletişim yerlerini belirleyen, dağlar ve nehirler olduğu gibi, ülkeler arasında da iletişim alanlarıdır da. Dağlar nehirlerin akışını yönlendirecektir ve nehrin doğal sistemi, özellikle de nehrin ağzı bir devletin sınırları içerisinde uzanıyorsa, denize kolay ulaşım sağlayan bölümleri içine alacaktır. Bir nehrin ağzı devletin dışına uzanıyorsa, nehir sistemi ülkenin çeşitli bölümlerinin çıkar alanlarını gösterecektir. Ren vadisi, Elbe ve Wasser nehirleri gibi kuzeybatıdan denize doğru akmaktadır; Oder ve Vistula vadileri dış dünyaya en hızlı ve kolay iletişimlerini Baltık limanları aracılığıyla sağlarlar. Tuna vadisinin faaliyetleri ve ticari mallar sevkiyatı, Merkezi Avrupa’ya doğru güneydoğu yönelimlidir. Bir ülkenin bütün bölümlerinin benzer yönelimleriyle birleştiği az örnek mevcuttur. Norveç’in tüm alanları batı ve güneye bakar, İsveç’inki güney ve doğu’ya, Şili’nin dağları ise ülkeyi Pasifiğin köşesine doğru itiyor gözükmektedir. Fakat birçok örnekte dağlar ulusal sınırları keser ve bu nedenle bir ülkenin çeşitli bölümlerinde farklı yönler ile iletişim kurma yollarının aranmasına neden olur. Amerika Birleşik Devletleri’nde Rocky dağları ve Allegheny dağları’nın kıyıdan uzaklığı ve yönü ile ülkenin merkezi bölümündeki nehirlerin güneye doğru akışı, toprakların Pasifik Okyanusu, Atlantik Okyanusu ve Körfeze bakan yüzdelik kısmını belirlemektedir. Brezilya’da iklimin etkisi topografya’ya aykırıdır, kuzeyden Atlantiğe doğru eğimi olan ülkenin en geniş drenaj alanı için işe yaramazdır. İklimin etki ettiği alan güneyde uzanır, ülkeyi güneydoğuya doğru yönlendirse de büyük nehir sistemi kuzeye akar. Kolombiya mevcut sınırlarıyla, Karayipler ve Pasifik nehirleri arasındaki yer alan dağ sıraları ile korunmaktadır. Çift okyanus ulaşımına sahiptir, geçiş devleti değildir ama ileriki dönemde olabilir. Avrupa kıtasında, Alpler ve Pirene dağları, Fransa-İspanya, Fransa-İsviçre veya Fransa-İtalya sınırlarında iletişimi engellemektedir. Fakat görece kapalı sınırlara istinaden Fransa-Almanya ve Fransa-Belçika sınırları açıktır ve insanlar, mallar ve fikirler sürekli karşılıklı gelir gider. Topografik olarak konuştuğumuzda, İtalya hem doğu hem de batı ile karşılaşır, Apenin dağları yarımada uzunluğunda yer alır ve nehirler dağlardan kıyılara akar, ancak İtalya’nın en verimli kısmı batıdır. Volkanlar bu bölgede oldukça verimli alanlar yaratmıştır. Bu alanlar Tiren denizine akan nehirler ile kesilmiştir. Büyük Britanya’nın oluşumunda topografya ve coğrafya işbirliği içindeydi Britanya’da nehirler doğudan kıtanın yakınındaki doğu limanlarına doğru akmaktadır ve sürekli Kıta limanlarıyla iletişim içerisindedir. Öte yandan Rusya’da topografya ve coğrafya en kötüsünü yapmıştır. Ülkenin geniş bir bölümü kuzeyden Kutup Dış Politika ve Coğrafya I, II 37 bölgesine doğru, yılın on iki ayı buzlarla tıkanmış nehir ağızlarının yolunu izleyerek suyunu boşaltır. Rusya’nın güneybatısı, İlirya Alpleri (Antik Batı Balkanların yaşadığı yer) Balkan ticaretini ve iletişimini Akdeniz’den çok Ege denizi ve Karadeniz’e zorlar. Büyük Britanya’nın coğrafi meslektaşı Japonya daha önce değindiğimiz gibi topografya konusunda daha az şansızdır. Dağ sıraları Honshu adası boyunca uzanır ve tümüyle geçilmez bir engel oluşturur, tüm önemli limanlar doğu kıyılarındadır ve Japonya’nın ana kara ile iletişimi Japon tarihine baktığımızda bu nedenle çok geç gerçekleşmiştir. Topografya ve iklimin, iletişimin yönünü ve ülkeler arasındaki en sık bağlantı yerlerini belirlediği örnekler sonsuza kadar çeşitlendirilebilir. Topografi bir devletin dünyanın geri kalanına yüzünü kapatabilir veya her yönden açabilir; bir devletin bölgesel konumunun önemi, sadece bağlantılar, siyasi, ticari ve kültürel yönlerin ışığında okunabilir. Eğer bir devletin kapısı ve pencereleri sadece o devletin bir yönünde olabiliyorsa, dünyanın en yoğun trafiğinin ana caddesi direk olarak ülkenin arkasından geçtiğini düşünme konusunda küçük bir tesellisi olacaktır. Doğa eve arka kapıdan girilmesini zorunlu bıraktığı zaman, bu kapının sessiz ovalık bir şeritli yola açıldığını görmek aynı derecede trajik olacaktır. Topografya ve iklim buna rağmen sadece bir devletin dış dünyaya olan yönünü tayin etmez. Sınır topraklarının doğasını belirlerken, aynı zamanda devletin bağlantılarının bölgesel sistemini ya da koruma bölgelerini de tayin etmektedir. Bu noktadan bakıldığında, sınır topraklarının farklı modellerinin oluşturduğu farklı etkileri ve devletlerin dış politikalarında sınırları dikkate alan politikaları gözlemeyi mümkün kılmaktadır. Alanın literatüründe sınır topraklarını veya doğal sınırları nehir, deniz kıyısı, orman, bataklık, çöl ve dağ sıraları olarak ayırmak alışılmış bir şeydir.17 Genel olarak iletişim sistemlerindeki ileri teknik gelişme ve savaş metotları bazı sınırların doğa tarafından korumasını büyük ölçüde azaltmıştır. Sadece coğrafi tip olarak halen belirli koruma değerine sahip gözüken yüksek dağ sıralarıdır. Tüm devletler böylece iklim ve topografyanın ortaya koyduğu doğal korumaya ek olarak, stratejik sınırlar ve takviyeler şeklinde askerî örgütlenmeler gerçekleştirmektedirler. Net coğrafi durumun doğal koruma özelliklerinin değişebilme olasılığını dikkate aldığımızda, halen sınır topraklarının farklı 17 Brunhes ve Vallaux doğal sınır problemini şu görüş ile terk etmektedirler: "Nihayetinde, nehirler ve dağlar hiçbir şekilde doğal sınırlar değildirler. Bu tür gerçek sınırlar, rakımlı çöller, tam anlamıyla çöller, ilkel ormanlar ve bataklıklardır. Rakımlı çöller yalnızca Kouen-Lun’dan Himalaya’ya kadar vardır; asıl çöller ve ilkel ormanlar büyük devletler zincirlerinin dışındadır; bataklıkların boyu küçüktür ve devamlı azalırlar. Fiilen, Okyanus’un dışında, aktif bölgelerde devletlerin arasında hiçbir doğal sınır bulunmaz. Devamlılığın baskıları her yerde serbestçe icra edilmektedir; ne nehirler, ne de dağlar onları durdurur.” Jean Brunhes and Camille Vallaux, La Geographie de l’Historie (Paris, 1921), s.361. 38 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler tipleri sayıldığında, bu sınırların bazı temel özelliklere sahip oldukları iddia edilse de, etkileri dış politikada görülebilmektedir. Tarihin ilk dönemlerinde, kısmen yeni ve az gelişmiş kara parçaları, nehirler sıklıkla sınır görevi yapmışlardı. Rio Grande ve St. Lawrence nehirleri halen Amerika Birleşik Devletleri’nin iki sınırını çizmektedir. İlk bakışta, bir nehir kolayca anlaşılan ve çizilmesine gerek duyulmadan, ideal ve doğal sınır olabilmektedir, ancak zaman geçip nehrin her iki yakasında devletler geliştikçe, dezavantajları avantajlarından daha belirgin hale gelir. Yıllardır erozyon ve ırmağın yol değiştirme süreçlerinden sonra bir nehrin var olup olmadığının belirlenmesinin teknik zorlukları dışında, eğer herhangi bir ekonomik veya sosyal gelişme meydana gelirse, nehir vadisi kaçınılmaz olarak kendi başına bir birim haline gelme eğilimi içinde olacaktır ve nehrin sınır fonksiyonu duracaktır. General Foch’un tezine rağmen, Ren nehri ideal bir sınır değildir, vadisi ise kesinlikle ekonomik, sanayi ve kültürel birimdir ve bu yüzden gerçek yasal sınırın nerede çizilmiş olabileceği devam eden bir sorundur. Vistula vadisi aynı şekilde ya Polonya sınırı içerisinde bütünüyle yer almakta veya Polonya’nın üç komşusu arasında bölünmüş durumdadır. Herhangi bir sınırın dış politika üzerindeki etkisi çok açıktır. Vadi bir birim haline geldiği için, her bir nehir kenarındaki devlet tüm vadiyi kendi toprakları içerine dahil etme eğilimi içerinde olmaktadır. Nehrin engel olarak fonksiyonu tamamen ortadan kaybolacaktır ve açıkça tanımlanmış sınır yerine, devletler arasında hiç kimseye tümüyle ait olması istenmeyen, ancak herkes tarafından arzulanan bir toprak bölgesi meydana gelecektir. Eğer bir devlet diğerlerinden daha baskın güçte olursa, zaman içinde bu devlet nehir vadisini adil ya da kirli yollardan muhtemelen ele geçirecektir. Eğer devletler yaklaşık olarak eşit güçte ise, vadinin sahipliği, ulaşılması imkânsız bir amaç ve bir ülkenin diğerine politikalarında yansıttığı bir anlaşmazlık kaynağı olarak kalacaktır. Bir sınır olarak deniz kıyısı, denizin büyüklüğüne, denizciliğin teknik gelişmesinin derecesine ve deniz gücünün devlet olarak veya genel olarak gelişmişliğine bağlı olarak birleştiren ya da bölen bir etki oluşturabilir. Kuzey Rusya kıyıları örneğinde olduğu gibi iklim durumları limanların her yönden trafiğe kapaması türü olaylar olmadığında insanları dışarıda bırakan doğal bir sınır değildir. Aksine, bir otoyol yaklaşımı ve savunma açısından engel olması ancak ülke bir deniz donanmasına sahipse ve deniz filosu denizden daha çok bir savunma yaratan engel olduğunda mümkündür. Japonya ve Büyük Britanya’nın bölgesel konumlarını tartışırken değindiğimiz gibi, bu koruyucu fonksiyon hava savaş tekniğinin gelişmesinden itibaren azalmıştır. Yine de Atlantik ve Pasifik, Amerikan Deniz Kuvvetleri kıyıları koruyabildiği sürece Amerika Birleşik Devletleri savunmasının temel elemanları olarak kalmaktadır. Deniz kuvvetlerinin bombalama yarı çapı dört bin milden daha aşağıdır. Dış Politika ve Coğrafya I, II 39 Doğal bir sınır çizgisi olan kıyılar bütün devletlerin sahip olmak istediği ve halen istemeye devam ettiği sınırlardır. Kıyı şeridine sahip olmak hareket serbestliği avantajı sağlarken, sınır ötesinde hareketi başlatma imkânı sunmaktadır. Bu durum genellikle karada veya denizde saldırı ve savunma savaşı konusunda başarılı bir anahtardır. Stratejik olarak planlanmış tren yolu veya yol sistemiyle asla eşit olmayan, özenilerek yapılmış harekete geçme şemasını oluşturan etkin belli bir hareket derecesine ve konsantrasyon gücüne imkân tanır. Orman sınırı tüm koruyucu değerini doğadan kaynaklanan diğer engellere nazaran kaybetmiştir. Ancak teknik gelişmenin insanoğlunun geniş orman alanlarına girmesine veya yok etmesine izin vermediği ilk dönemlerde, iletişim veya istilaya karşı gerçek engel olarak hizmet etmiştir. Roma İmparatorluğu’nun kuzeydoğu sınırı Almanya’nın güçlü orman bölgesiydi. Orta çağda Moskova etrafındaki ormanlar, ufak Rus uluslarını Doğu ovalarından süpürmeye gelen Asyalılardan korumuştu. Bugün bile Güney Amerika’nın bazı tropikal orman bölgelerinin ele geçirilmesi tamamlanmamıştır. Halen herhangi bir orman sınır bölgesinin belirgin şekilde genel olarak dış politikayı veya özel olarak ulusal savunmayı etkilemek için yeterli büyüklükte veya etkinlikte mevcut olup olmadığı sorgulanabilir. Panama Kanalı her iki tarafındaki yoğun tropikal ormanlar nedeniyle kara saldırılarına karşı halen ele geçirilemez olarak düşünülmektedir. Diğer taraftan, bataklıklar, en gelişmiş yirminci yüzyıl askeri araçlarına karşı bile kesinlikle savunma değerini korurlar. Belçika’nın Flaman bölgesinde İngiliz ordusu bataklık sorununu öğrenmişti. Babilliler sınırlarını geçme yarışı içerisindeki istilacı akınlardan kendilerini koruyacak bataklık alanlarını kendi çabalarıyla kurutma akılsızlığında bulunmuşlardı, fakat Bengal ile Nepal arasındaki Terai bataklığı Nepal’in bağımsızlığını etkili bir şekilde korumuş ve Pripet bataklıkları merkezi Polonya’nın Rusya tarafından istilasına karşı sayısız kere engel teşkil etmişti. Gerçekte bataklıklar savunma araçları konusunda o kadar etkilidirler ki, devletler bunları suni olarak da yaratabilirler. Bataklıklar geçit açısından muhtemelen bir dağ sırasından daha fazla zorluk yaratacaklardır…Batı Belçika’da müttefikler tarafından yaratılmış suni bataklık, sınırın bu parçasında hareket ve saldırı imkânını olanaksız kılmaktadır. Belçika’nın Ypres salient adı verilen, yoğun bombardıman sonucu ortaya çıkan bataklık bölgesi, her iki taraf için saldırıyı zorlaştırmış ve tankların bu bölgede kullanımını imkânsız hale getirmişti. Gerçekte, bataklıklar çöllerden, dağlardan hatta nehirlerden daha fazla tankların kullanımı için büyük engel teşkil etmiş görünmektedir. Buna rağmen bataklıklar koruma gücünü tüm soğuk kışlarda 40 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler kaybederler. Yüzey tamamen donduğunda, düz bir zeminden dolayı bir bölgeye kolay hareket edilmesini sağlar. 18 Çöl sınırının değeri sadece savaş alanı ya da savunma konusunda zor bir bölge olmasına dayanmaz, aynı zamanda su yokluğu bir istilacı gücün bilinen kuyular boyunca spesifik bir yön takip etmesine yol açar. Böylece de istenmeyen bir noktadan saldırıyı önlemiş olur. Yakın dönem tren yolu ve kara yolu inşaatlarının mümkün olabilmesinden kaynaklanan mühendislik gelişmeleri, çöllerin koruyucu özelliğini kesinlikle azaltma eğilimindedir. Ancak bazı çöl bölgeleri dikkate değer savunma değerini günümüzde bile muhafaza etmektedir. Kutch Rann bataklığından kuzeydoğuya yaklaşık dört yüz mil uzanan Indüs’ün doğu Thar çölü, kuzey batı Hindistan istilacısını çöl ile Himalaya dağları arasındaki, Delhi çevresindeki geçmiş yüzyıllarda savaş alanlarına sessizce tanıklık eden dar bir şeridi izleme konusunda sınırlandırmaya zorlamıştır. Aynı şekilde Mısır’ın doğu ve batı çölleri ve Nil çağlayanları denizden veya Sina yarımadasından karadan istila edilme olasılığını sınırlandırmaktadır ve Akdeniz’den çok Sahra halen Avrupa kültürü ve medeniyetinin güney sınırıdır. En etkin doğal sınır, çöl ve dağ alanlarının birleşimi, yani yüksek platolardır. Çeşitli faktörlere bağlıdır. Bu faktörler, geçit sayısı ve yüksekliği, karla kapalı olup olmadıkları, geçitlerin yönü, geçidin eğiminin bir yönünün diğer yönünden daha kolay olması, dağ sıralarının ilerleme yönüne karşı olarak kapatması veya paralel olmasıdır. İstilacılara ve stratejik tren yolunun olabilirliğine, dağın merkezine veya üzerindeki geçitlere yön seçenekleri sunmaktadır. Alplerin eğilimi İtalya’dan çok Fransa yönündedir ve alanın yarı daire biçimi Turin ve Milan yakınlarında birleşen yönlere neden olmakta ve böylece Fransa’dan istilacı güçler farklı yönlerden hareket ederek İtalya’da kolayca birleşebilmekteyken, Fransa içine ilerleyen İtalyan orduları ayrılmak zorunda kalmakta, iletişimleri artan şekilde zorlaşmaktaydı. Gerçekten ilk bakışta Alpler yarımadaya tam bir koruma sağlamakla birlikte, Napolyon’un bir zamanlar dile getirdiği gibi, çok defa İtalyan savunmasına “muhteşem ihanet” rolünü oynamıştır. Alpler’den doğup Po ırmağının kollarına yol açan Merkezi Avrupa nehirlerini takip etmek mümkündür. Tuna vadisi küçük nehirleri aracılığıyla İtalya’ya ulaşılabilmektedir. Batıda dağların seviyesi sahilin kısalığını durdurmakta, İtalya’nın merkezine giden sahil-arazi şerit alanı bırakmaktadır. Engel olarak bir dağ sırasının değeri, genel olarak dağ bölgesindeki topografya üzerindeki mutlak yüksekliğe çok fazla dayanmamaktadır. Alpler Pireneler’den daha yüksektir, ancak geniş vadiler ve birçok geçide sahip olarak, Pireneler Akdeniz’den Atlantiğe kırılmayan bir duvar gibi sıralanmaktadırlar. 18 D. H. Cole, Imperial Military Geography (Londra, 1926), s. 23-24. Dış Politika ve Coğrafya I, II 41 Dinar Alpleri, düşük yükseklikte olmasına rağmen topografik özel bir kireç taşı yüzünden Macaristan’dan Adriyatik’e geçişi engellemiştir. Andes dağ sıraları küçük sayıdaki geçitlerden dolayı, Şili ile Arjantin arasında tümüyle araya giren bir engel teşkil eder. Zagros dağları İran ile Irak arasında etkin bir engeldir. Hindukuş dağ sıraları ilk bakışta kuzey batı Hindistan’ı yeterli şekilde koruyan bir şekilde yer alsa da, geçiş imkânı düşük düzeydedir ve ticari veya askerî bakış açısından asla etkili bir engel teşkil etmez. Himalaya dağ sıraları buna rağmen arkasında bir çöl platosuyla birlikte ideal bir dağ sırası olarak önerilmektedir ve Çin’den Hindistan’a olan yolu, insanoğlunun yapacağı herhangi bir surdan daha etkili şekilde doğrudan kapatmaktadır. Bu dağlar, savunma için mükemmel bir engel olmasalar da, bu ülkelerin tarihlerine bakıldığında yine de açık alanda yer alan sınırların istikrarına19 katkıda bulunmuşlardır. Polonya, Macaristan ve bugünkü Baltık Devletlerinin sınırları, kayma konusunda, Fransa ve Almanya arasında açık bir sınıra sahip olduklarından, berbat bir eğilim göstermektedir. Başka bir deyişle, dağ sıralarının sınır olarak mevcudiyeti, tam bir engel olmasa da belirli bir düzeyde güvenliği her zaman önermektedir. Önceki örnekler, bölgesel konumun hem deniz ya da kara yönelimi hem de komşuların nispi gücü açısından kesinlikle topografya ve iklim tarafından etkilenmektedir. Bu belirleyici faktörler, belirli bir devleti bölgesel konumuna göre sınıflandırırken ve konumun özelliğinden kaynaklanan faktörleri dış politikasında tespit edebilmek için sürekli akılda tutmak gerekmektedir. Bir devletin tüm politikasını sadece bulunduğu coğrafya oluşturmasa da, devletin coğrafi konumundan kaçamayacağını böylece bulmuş olduk. Büyüklük, şekil, konum, topografya ve iklim, yetenekli Dış İlişkiler ofisi ve Genelkurmay Başkanlığı’na rağmen, göz ardı edemeyeceği durumlar ortaya çıkarmaktadır. Şu anki büyüklüğü ile Belçika sanayi merkezlerini düşman uçaklarının bombalayabileceği yerlere inşa edemez. Çekoslovakya’nın mevcut görüntüsü topraklarının batı kanadının kaybolmasına davetiye vermektedir. Suriye ve Irak, doğu ile batı arasında sürekli kavşak noktası olacaklardır. Tibet her zaman engel oluşturan bir devlettir. Rusya’nın Kutup limanları çözülmeyecektir. Bu gerçekleri dış politika dikkate almak zorundadır. Bu bilgiler acemice veya 19 Brunhes ve Vallaux, Alplerin ve Pirenelerin Güney Fransa sınırını istikrarlı hale getiren faktörlerden olduğunu sürekli reddetmektedirler. "Fransız sınırlarının uzun gelişimi üzerinde hareketsizleşmeye en çok eğilim gösterenlerin, Alplerin ve Pirenelerin dağlık sınırları olduğuna dikkat edilmelidir. Sınırı ve sabitliği kısıtlayanlar bu sıradağlar değildir. Pirenelerde sabitleme iki yüzyıllık bir tarihe sahiptir; Alplerde ise elli yıl; ancak her ikisinde de dağ yalnızca pasif bir eleman olmuştur. Yerleşimlerin değişken yoğunluğu ve arazilerin değer varyasyonları tarafından üretilen kuvvetlerin istikrarsız dengesi, burada, siyasal coğrafyanın diğer birçok olguları için olduğu gibi, hareketin ve dinlenmenin açıklamasını vermektedir. İşte, doğal sınırlar kavramını gerçeğe uygun hale getirmemize yarayacak ilk veri buradadır. " Op. cit., s. 354. 42 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler donanımlı şekilde değerlendirilebilir. Değişiklikler yapılabilir, ancak göz ardı edilemez. Coğrafyanın dikkate alınmaması mümkün değildir. Bu kadar basittir. KAYNAKLAR Adolf Hitler, Mein Kampf (München, 1933), c. 1, c.11. D. H. Cole, Imperial Military Geography (Londra, 1926). E. C. Semple, American History and Its Geographic Conditions (New York 1903). Gregory Bienstock, The Struggle for the Pacific (Londra, 1937). H.J. Mackinder, Democratic Ideals and Reality (New York, 1919). Jean Brunhes and Camille Vallaux, La Geographie de l’Historie (Paris, 1921). Josef Marz, Landmachte und Seemachte (Berlin, 1928). Marion Newbigin, The Mediterranean Lands (New York, 1924). Otto Maul, Politische Geographie (Berlin, 1925 ). Otto Maull, Politische Geographie (Berlin, 1925). Richard Henning, Geopolitik (Leipzing, 1931). Dış Politika ve Coğrafya I, II 43 MUĞLAK BİR SİMGE OLARAK “ULUSAL GÜVENLİK” ARNOLD WOLFERS Çeviren: Dr. H. Burç Aka* Gerçekçi addedilmek isteyen devlet adamları, köşe yazarları ve araştırmacılar savundukları dış politikayı, ulusal çıkarların, özellikle de ulusal güvenlik çıkarlarının dayattığını ileri sürerler. Bunun böyle olması şaşırtıcı değildir. Günümüzde güvenlik arayışına dönük bir referansın kulağa hoş gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Ne var ki, “ulusal çıkar” veya “ulusal güvenlik” gibi siyasi formüller rağbet gördüğünde bunları son derece dikkatli bir şekilde irdelemek gerekir. Bu kavramlar her insan için aynı anlama gelmeyebilir. Hatta belirli bir anlamları dahi olmayabilir. Dolayısıyla bu siyasi formüller geniş bir uzlaşı için bir kılavuz ve zemin sunarmış gibi görünürken herkese kendi savunduğu siyaseti ilgi çekici ve muhtemelen aldatıcı bir isimle etiketleme izni veriyor olabilir. Son derece müphem ve genel bir biçimde “ulusal çıkar”, kendilerini alternatif olarak sunulabilecek muhtelif yönetimlerden ayırt edilebilen bir siyaset yönetimi önermektedir. Ulusal çıkar, siyaset yönetiminin bireyler, ulus-altı gruplar veya bir bütün olarak insanlıktan ziyade, ulusa atfedilen taleplerin kollanması maksadıyla tasarlandığına işaret eder. Bu, diğer çıkarların ulusun çıkarlarının yanında ikinci planda olma politikasına vurgu yapar. Ama bunun ötesinde, çok az anlam ifade eder. Charles Beard’ın The Idea of National Interest [Ulusal Çıkar Fikri] adlı yapıtı, Yeni Düzen’in1 başlarında ve Büyük Buhran’ın etkisi devam ederken basıldığında, sınırlar şimdikinden farklı çizilmişti. O zaman sorun, kapsamı ve * 1 Dr. H. Burç Aka, Kadir Has Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Yüksek okulunda görev almaktadır. Uygulamalı Politika ve Güvenlik, Avrupa Birliği ve Türk (İç/Dış) Politikası alanlarında çalışmaktadır. New Deal karşılığı kullanıldı. ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt yönetiminin 1933 – 1939 yılları arasında büyük buhranın etkisinden kurtulmak için devreye soktuğu ekonomik iyileşme ve reform programıdır. (Çevirmenin Notu) Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik” 45 itici gücü büyük ölçüde iktisadi olan dönemin Amerikan dış politikasının bir bütün olarak ulusun refahına ilişkin çıkarlarını geliştirmeyi değil, güçlü ulus-altı çıkar veya baskı gruplarının maddi çıkarlarını tatmin etme gayesi güdüp gütmediğidir. Neyin ulusal refahın çıkarına olduğunu tanımlamanın veya bunları ölçecek standartları belirlemenin zor olmasına rağmen insanların zihninde ne olduğu belliydi: Onlar ulusal siyasete yön veren kişilerin ulusun belli kesimlerinin dar ve özel iktisadi çıkarlarının ötesine geçtiklerini ve bütünün daha kapsayıcı çıkarlarına teksif olduklarını görmeyi arzuluyorlar. Günümüzde insanların bahsettikleri ulusal çıkar siyasetinin alternatifi çok farklı özelliğe sahiptir. Onlar siyasete yön verenlerin boşu boşuna “bütün insanlığın çıkarlarını” hesaba katmasından endişe duyuyorlar. Daha az kapsayıcı olan ulusal topluluğun daha geniş, fakat hayali bir dünya topluluğuna feda edildiğini düşünüyorlar. Dolayısıyla mesele, Beard’ın döneminde olduğu gibi, dar grup bencilliğini aşmak değil, ulusal benlik gibi nispeten dar bir davaya özel bir adanmışlıktır. Günümüzdeki tartışma gündemiyle geçmişteki arasında bir başka farklılık daha var. İktisadi çıkarın artık cazip bulunmadığı söylenemez ama günümüzde ulusal güvenlik çıkarı iktisadi çıkardan daha önemli addediliyor. İlk etapta hiç kuşkusuz iktisadi bir teşebbüs olan St. Lawrence Deniz Yolu’yla ilgili güncel tartışmada dahi projeye karşı çıkan kişiler Deniz Yolu’nun saldırıya açık olduğunu ısrarla belirttikleri halde projeyi savunan kişiler Deniz Yolu’nun olası bir savaş durumunda askeri savunma açısından son derece önemli olduğunu ileri sürerek projenin “ulusal çıkar” açısından taşıdığı öneme dikkat çektiler. “Ulusal çıkar” simgesinin refah eksenli yorumundan güvenlik eksenli yoruma geçişi anlamlandırmak zor değildir. Artık iktisadi buhran ve toplumsal reformdan ziyade soğuk savaşın etkisi ve dış saldırı tehditleri altında yaşıyoruz. Bunun sonucunda ulusal çıkar formülü pratikte ulusal güvenlik formülüyle eşanlamlı hale geldi. Ulusal çıkarı kılavuz belleyen bir politikanın sözcüsü, bunu açıkça reddetmediği sürece, kendi başına analiz edilmesi gereken bir terim olan güvenlik önlemlerine öncelik verileceğinden bahsediyordur.2 Dolayısıyla soruyu şöyle sorabiliriz: Nispeten anlaşılır görünen bu ulusal güvenlik formülü, devlet adamlarına anlamlı bir eylem kılavuzu sunuyor mu? Devlet adamlarından ulusal güvenliğin ne anlama geldiğini bilmelerini bekleyebilir miyiz? Ulusal güvenlik 2 Hans Morgenthau’nun In Defense of National Interest [Ulusal Çıkar Savunusu] (New York, 1951) “tek bir yol gösterici yıldızın” –Ulusal Çıkar– izinden gidecek bir Amerikan dış politikasına yönelik en belirgin ve hararetli çağrıdır. Morgenthau “ulusal çıkar” simgesine atfettiği anlamı pek açıklığa kavuşturmasa da bu “ezeli” çıkarın açıklandığı sonraki sayfalarda yazarın ulusal güvenlik arayışından, bilhassa da güce dayalı güvenlikten bahsettiği açıkça görülür. Morgenthau’ya göre, Birleşik Devletlerin çıkarı üç şeyde yatmaktadır: Batı Yarımküre’de rakipsiz bir hâkim İktidar olarak emsalsiz bir konum, Avrupa ve Asya’da güç dengesinin korunması ve bütün bu talepleri anlamlı kılan güç eksenli güvenlik arayışı. 46 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler çıkarlarına hizmet edip etmediğine bakarak farklı politikalar arasında ayrım yapmak, haklarında hüküm vermek mümkün müdür? Ulusal çıkar gibi ulusal güvenlik de farklı bir politik hedefi tanımlamak için kullanılan bir terim olarak uluslararası ilişkiler söyleminde yerleşik bir karşılık bulmuştur. İnsanlar, hükümetin ulusal güvenliği ihmal etmesinden veya ulusal güvenlik uğruna aşırı fedakârlıklar talep etmesinden şikâyet ettiğinde ne düşündüklerini aşağı yukarı biliriz. Israrla bir ulusal çıkar politikası talep eden kimseler çoğu zaman ülkelerinin dış tehditleri küçümsediğini veya bu tehlikelere aldırış etmeyen birtakım idealist mecralara sürüklendiğini düşünerek endişelenirler. Ayrıca ulusal güvenlik simgesi, güç aracılığıyla korunmayı çağrıştırır ve dolayısıyla ülkelerini uluslararası ihtilafların fırtınalı atmosferinde güvenli bir şekilde yönetmek için örnek davranış, uluslararası işbirliği ve Birleşmiş Milletler gibi unsurlara bel bağlayan politikacılardan ziyade ulusun kendi gücüne güvenen politikacıların yaptığı konuşmalarda belirir. Onun için ulusal güvenlik simgesinin semantik bir karışıklık doğuran bir uyaran olduğunu ileri sürmek abartılıdır; diğer yandan, ayrıntılı bir analiz, yeterince özgülleştirilmeden kullanıldığı takdirde bu terimin geçerli politik kanılar veya bilimsel tabirlerden daha fazla karışıklığa yol açtığını ortaya koyacaktır. Ulusal güvenlik politikası talebi, esasen normatiftir. Bir ulusun izlediği politikanın isabetli –makbul bir amaca yönlendirilmiş rasyonel bir araç– veya ahlaki olması, iyi veya asgari düzeyde kötü bir seyir izlemesi için nelerin gerekli olduğunu ortaya koymalıdır. Bu normatif beklentilerde gizli olan değer yargılarını tartışacağız. Buna geçmeden önce, ulusal güvenlik ilkesini esas alan bir politikaya dönük pek çok talepte alenen değilse bile örtük biçimde mevcut olan bir savdan bahsetmek gerekir. Bu tür taleplerde bulunanlar, önderlerinin idealizmi veya ütopyacılığından dolayı geleneksel yoldan sapmadıkları müddetçe tüm ulusların güvenlik politikasını bir amaç olarak benimsediğini düşünürler. Eğer böyle bir müşterek tutumdan bahsetmek sahiden mümkünse, bu yerleşik örüntüden sapan bir ülkenin cezalandırılma tehdidiyle karşı karşıya kalacağı çıkarımında bulunmak da mümkündür. Böyle bir çıkarım da normatif argümanları pekiştirir. Ne var ki “güvenlik” çok çeşitli amaçları kapsayan bir terimdir; o kadar ki son derece farklı politikalar dahi güvenlik politikası başlığı altında toplanabilir. Güvenlik bir bakıma önceden edinilmiş değerlerin korunmasıdır. Walter Lippmann’ın tabiriyle, bir ulus savaştan uzak kaldığı zamanlarda kendi temel değerlerini feda etmek zorunda kalmadığı müddetçe veya bir savaş halinde zafer kazanarak bu değerleri korumasını bildiği müddetçe güvenlidir.3 O halde bir ulusun güvenliği, herhangi bir saldırı olasılığına karşı caydırıcılık kabiliyeti veya 3 Walter Lippmann, U. S. Foreign Policy (Boston, 1943), s. 51. Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik” 47 herhangi bir savaş halinde zafer kazanma kabiliyetine göre artar ve azalır. Terimin yaygın kullanımı budur. Şu durumda güvenlik, bir ulusun halihazırda az ya da çok sahip olabileceği veya az ya da çok sahip olmak isteyeceği bir değerdir.4 Uluslararası ilişkilerde son derece önemli olan iki değerle –iktidar ve zenginlik– bu bakımdan çok sayıda ortak noktası vardır. Zenginlik bir ulusun maddi mülk miktarını, iktidar ise başka ulusların faaliyetlerini denetleme gücünü ölçerken; güvenlik, nesnel açıdan, önceden edinilmiş değerlere yönelik tehditlerin yokluğunu, öznel açıdan ise, gelecekte bu değerlere yönelmesi muhtemel bir saldırıdan duyulan korkunun yokluğunu ölçer. Bir ulusun güvenliği, bu iki açıdan, bir uçta mutlak güvensizlik veya salt güvensizlik duyusundan öbür uçta mutlak güvenlik ve korkunun yokluğu duyusuna geniş bir yelpazeye uzanır.5 Terimin nesnel ve öznel çağrışımları arasında çıkabilecek uyuşmazlık uluslararası ilişkilerde önemli bir meseledir; gelecekteki bir saldırı ihtimalini “nesnel” olarak ölçmek mümkün olmadığı halde bu ihtimal daima bir öznel değerlendirme ve spekülasyon konusu yapılmıştır. Diğer yandan, Fransa’nın içine düştüğü olağanüstü tehlikeli durumdan dolayı Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransızlar ek güvenlik teminatları istediğinde Milletler Cemiyeti’ndeki Güçler, Fransızların isterik görünen kaygılarına razı olmak yerine Fransa’nın göreli güvenliğinin nesnel olarak ölçülmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Uluslar ve ulusların bünyesindeki grupların aynı duruma oldukça farklı tepkiler verdikleri bilinir. Bazıları tehlikeyi abartır, bazıları küçümser. Olaylara sonradan bakıldığında, bir zamanlar mevcut olan fiili veya nesnel tehdide ne ölçüde rasyonel bir tepki verildiğini saptamak kimi zaman mümkündür. Benzer tehditlere verilen tepkilerin aynı sebepten dolayı da olsa farklılaşması, güvenliği arttırma çabalarının niteliği bakımından ulusların farklılaştığını gösterir. Bazı 4 5 Statüko bekçisi muazzam Güçler kategorisine giren bazı ulusların bununla yetinmeyerek Morgenthau’nun açgözlü hedefleri olan ulusları tanımlamak için kullandığı “emperyalist” güçler gibi davranmasının sebebi budur. Fransa’nın 1923’te Ruhr’u işgal etmesi buna örnektir. Daha fazla güvenlik talebinde bulunmak statüko bekçisi bir Gücü daha fazla güvenlik sağlamak için şiddet kullanmaya kışkırtabileceğinden, statükoyu koruma gayesi güden ulusların mutlaka “barışsever” oldukları gibi kolaycı ve çoğu zaman kerameti kendinden menkul bir varsayımdan kaçınmak gerekir. Güvenlik yalnızca güç birikimiyle sağlansaydı, güç ile güvenlik eşanlamlı terimler olurdu. Bunun böyle olmadığını göreceğiz. Saldırı korkusu da –öznel anlamda güvenlik– bir ulusun göreli güç konumuyla orantılı değildir. Aksi takdirde zayıf ve saldırıya açık bazı ulusların bugün kendilerini ABD’den daha güvende hissetmesi mümkün olur muydu? Power and Society [Güç/İktidar ve Toplum] (New Haven, 1950) adlı yapıtlarında güvenliği “yüksek değerli beklenti” olarak tanımlayan Harold D. Laswell ile Abraham Kaplan güvenliğin öznel ve spekülatif karakterine dikkat çekmek için “beklenti” terimini kullanırlar; “yüksek” terimi ise belirli bir kerteye işaret etmemekle birlikte güvenlik arayışındaki kimselerin bekledikleri olayların gerçekleşmesinin –bu bağlamda kendi mülklerinin asla zarar görmemesi– şansa kalmadığı bir konum istediklerini ima eder. 48 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler uluslar maruz kaldıkları tehdidi kendi makul güvenlik beklentileriyle uyumlu ve tamamen normal addederken bazıları aynı tehditle yaşamaya tahammül edemez. Bu iki tutumu belirleyen etkenlerle ilgili varsayımda bulunmanın yeri burası değil ama konuyla ilgili bir araştırma, yakın geçmişte saldırıya maruz kalmış veya olağanüstü düzeyde güvenlik önlemlerinin alındığı uzun bir dönem yaşamış ulusların tehditlere karşı son derece duyarlı olduğunu ve tehlike çanlarının çaldığı durumlara ansızın sürüklenebildiklerini gösterecektir.6 Güvenliği arttırmaya yönelik milli çabaların, en azından kısmen, ulusların tehlikeyi kendi çabalarıyla azaltmak için sahip oldukları güç ve fırsatların bir işlevi olduğu ortaya çıkacaktır.7 Tüm uluslardan aynı şekilde hareket etmelerini beklemenin anlamsız olmasının daha başka ve güçlü bir sebebi tüm ulusların her zaman aynı seviyede tehdit altında olmamasıdır. Geçerli bir varsayımda bulunmak isteyen teorisyenler bazen tüm devletlerin düşman olduğu –belli ittifaklar oluşturmadıkları müddetçe– ve dolayısıyla hepsinin eşit seviyede saldırı tehdidi altında olduğu koşullardan bahsedebilirler.8 Elbette günümüzde her ulus saldırıya uğrayabilir ama mesela Kanada’nın İran ve Yugoslavya gibi ülkelerle aynı seviyede saldırı tehdidi altında olduğunu veya Britanya toplumunun otuzlarda Hitler’in hava kuvvetlerinden ne kadar korktuysa yirmilerde de Fransız hava kuvvetlerinden o kadar korktuğunu ileri sürmek mantıksızdır. Ama bu hususu gereğinden fazla vurgulamak doğru değildir. Zira genelleme düzeyinde tartışmasız bir olgu olarak pek çok ulus –özellikle de büyük Güçler– çoğu zaman bir güvenlik zafiyetinden dolayı ciddi anlamda kaygılanır ve güvenliğin arttırılması için bazı fedakârlıklar yapar. Bu bakımdan belli bir 6 7 8 ABD buna iyi bir örnektir ve bu açıdan tipik olabilir. Ülke bir düşman saldırısı ihtimalinden uzun müddet uzak kalmıştır. Bu dönemde kendi güvenliğini ciddiye almamakta özgürdü. Yaşanan gelişmeler de bunun doğru bir tutum olduğunu göstermişti. Ama bu şanslı durum ortadan kalktığında hem devlet hem de insanlar değişimi algılamakta geç kaldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda Nicholas J. Spykman “Batı Yarımküre Savunması” tabirinin simgelediğinden çok daha geniş bir güvenlik ufkunu ve savunma amaçlı askerî gücün rolünü hesaba katan bir yaklaşımı savunmak için sesini yükselttiğinde esas derdi bu geç kalmışlık ve arz ettiği tehlikelerdi. Spykman’ın izinden giden Hans Morgenthau ve diğerleri bugün kendi uyarılarını dile getirmek için söz aldıklarında 1945’te yeni bir hüsnükuruntuya kapıldıktan sonra radikal bir hayal kırıklığına uğrayan ve aşırı güvenlik kaygılarına sürüklenen bir ulusa sesleniyorlar. Güvenlik “seviyesi” veya “düzeyi” gibi terimler sadece nicel farklılıkları göstermez. Uluslar kendi güvenlik perspektiflerinin genişliği bakımından da farklılaşabilir; tıpkı Yalta’daki Amerikalı liderlerin ABD’nin o tarihlerdeki düşmanları karşısındaki güvenliğine fazla kafa yorarak ülkenin Sovyetler Birliği karşısında gelecekteki güvenliğini göz ardı etmeleri gibi. Bunun yanı sıra farklılıkları güvenlik arayışının egemen olduğu zaman dilimleri de belirleyebilir; tıpkı Britanya, Versailles’da Fransa’ya kısa vadeli güvenlik teminatları sunmak isterken geleceği daha iyi gören Fransa’nın “Alman tehdidinin” en az on yıl kadar acil bir sorun yaratmayacağını savunması gibi. Bu geçerli varsayımla ilgili bir analiz için –“saf güç” varsayımının bir parçası olarak– şu makaleme bkz. “The Pole of Power and the Pole of Indifference”, World Politics içinde, c. IV, no. 1, Ekim 1951. Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik” 49 homojenlik sunan tehditler ve tehdit algısı yeterince yaygındır. Ne var ki gerek bazen Fransız politikalarının ayırıcı özelliği olan güvenliği arttırmaya yönelik hummalı bir mücadele arzusu gerek Amerikan dış politikasında Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra açık seçik ortaya çıkan güvenlik ihmali, ülkelerin benimsediği güvenlik politikalarını çok fazla açıklamaz. Müşterek bir politika iddiasından bahsedebilmek için ülkelerin başka her türlü değeri güvenliğin en üst düzeye çıkarılmasına tabi kıldıkları bir durum –bu da ancak saf güç siyaseti varsayımının ileri sürdüğü koşullarda mümkündür– gerekir ve böyle bir durum olmadığı ortadadır. Güvenlik çabalarının denetimsiz bir silahlanma yarışı, ittifak, stratejik sınır vb. biçimler aldığı pek çok durum vardır; ama insanların ek güvenlik artışları uğruna fedakârlık yapmaya ne ölçüde razı olduklarını anlamak için parlamentoda silah alımları konusunda çıkan hararetli tartışmaları hatırlamak yeterli. Silahlanmanın hiç kuşkusuz daha fazla güvenlik anlamına geldiği durumlarda dahi vergi masrafları, toplumsal faydalardaki azalma veya aşırı huzursuzluk gibi etkenler güvenliğin daha fazla arttırılmasına fiilen engel olmuştur. Bu meyanda şunu belirtmek gerekir: Ek güvenliğin savaş yoluyla sağlandığı koşullar olabilir ya da çeşitli değerleri yüceltmek maksadıyla pek çok savaş açılmış olabilir ama tarihte hiçbir ülke güvenlik gerekçesiyle önleyici bir tedbir olarak savaş açmamıştır –tabii eğer Hitler’in komşu ülkelere yönelik kanunsuz saldırısını bu şekilde tanımlamazsak. Diğer yandan güvenliğin daha cazip isteklerin kılıfı olduğu durumlarda, hırslı liderler güvenlik bahanesiyle her türlü bedeli ödemeye hazır olabilirler. Yüksek güvenlik arzularından dolayı bir ulusun saldırgan amaçlar güttüğü zannı altında kalmasının sebeplerinden biri budur. Arttırılmış veya maksimum güvenlik talep eden türdeş ve tekbiçimli bir dürtü saptamaya çalışmak yerine farklı bir varsayımda bulunmak daha ufuk açıcı olabilir. Güvenlik çabaları ister istemez bir yük olarak deneyimlenir; güvenlik ne de olsa güvensizlik belasının yokluğudur, yani negatif bir değerdir. Neticede uluslar bu çabaları mümkün mertebe azaltmaya yatkın olacak ve güvenliği yeterli korunma tabir ettikleri en alt düzeyde tutacaklardır. Bu düzey genellikle devlet adamları, askeri önderler ve karar alma süreçlerine katılan güvenlik takıntılı diğer insanların sandığından düşük olacaktır. Buna karşılık, dış tehditlerin boyutuyla birlikte ulusal karakter, gelenek, tercih ve önyargılar gibi sayısız milli etken de bir ulusun hedeflediği güvenlik düzeyini belirleyecektir. Ulusların uzun vadede güvenliğe harcayacakları çabanın miktarını belirlemekte özgür olmadıkları gerekçesiyle buna itiraz edilebilir. Bir ulus ayakta kalmak istiyorsa, güvenliğe yatırım yapmak zorunda değil midir? Bu itiraz olsa olsa saf güç siyaseti varsayımının dünya ahvalini gerçekçi bir şekilde yansıttığını kabul ettiğimizde anlamlıdır. Gerçekte, tarihe şöyle bir baktığımızda 50 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler özellikle belli başlı Güçler için ayakta kalmanın bir hayat memat meselesi olduğu durumların çok nadir olduğunu görürüz. Kamuoyunu güvenliğin arttırılması için manipüle eden kimseler aksini iddia etse de uluslar bağımsız devletler olarak ayakta kalmaktan başka bir değer kaygısı gütmemiş olsaydı pek çoğu kendi güvenliğinden ciddi anlamda endişelenmezdi. O halde şu güvenlik “zorunluluğu”, gerçek veya hayali, ötekilerin rütbe, itibar, maddi mülk ve özel imtiyaz sahibi olmak için ulusal bağımsızlığı, ulusal arzu ve emelleri yok etme iradesinin bir işlevinden ibaret değil midir? Bir ulusun güvenlik çabaları, korunma isteği hâsıl eden değerler yelpazesine göre değişir; başka her şey sabit kalsa da. Bu yelpazeyi incelediğimizde sanki kayda değer bir homojenlik ve tekbiçimlilik varmış gibi görünür. Bugün bütün dünyada insanlar temel, asgari milli değerler olarak gördükleri ulusal bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü korumak için bazı fedakârlıklar yapıyorlar. Ama bu normun iki sapması vardır. Bazı ülkeler ulusal bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini daha marjinal değerler adına korumaya çalışır. “Temel değerlerini” tehdit altında görmeyen ABD’nin öncelikle dış yatırımlarını ve kendi uyruklarınca açılan piyasaları korumaya çalıştığı bir dönem oldu; keza Britanya’nın kendi ulusal kimliğini uçsuz bucaksız “özel çıkar bölgelerini” kapsayacak şekilde genişlettiği bir dönem oldu. Önceden kazanılmış değerleri koruma maksadıyla askeri üs, güvenlik bölgesi vb. şeylerin istendiğini ve elde edildiğini; sonra da bunların bizzat korunması gereken yeni ulusal değerler haline geldiğini maalesef biliyoruz. Bunun mantıki sonucunu dile getirelim: Değerler yelpazesinin mekânsal düzlemde bu şekilde genişlemesi yeryüzünde tahakkümü bitirmez. Değerler yelpazesini daraltan ikinci sapma günümüzde istisnai değildir. Vaktiyle sömürgelerini ulusal toprak bütünlüğünün bir parçası olarak gören Britanya’nın Hong Kong’un güvenliğini koruduğuna dair çok az emare var. Ya da Çekler, Sovyetler Birliği karşısında bağımsızlıklarını korumak için kıllarını bile kıpırdatmadılar ve günümüzde ulusal bağımsızlıkları açıkça tehdit altında olsa da pek çok Batı Avrupalı yeniden silahlanma hamlesinin şimdiye dek el üstünde tuttukları bazı değerlere ciddi anlamda zarar vermeye başladığını ileri sürüyor. Farklılıklar bununla bitmez. Bir politikayı, şu durumda güvenlik politikasını, belirleyen tek unsur hedefi değildir. Başkalarınca örnek alınması için hedefe ulaşma maksadıyla kullandığı araçlar da göz önüne alınmalıdır. Yani iki ülkenin de güvenliği en üst düzeye çıkarmak istediği bir durumda bunlardan biri baştan sona silahlanmaya ve ittifaklara bel bağlarken diğeri titiz bir tarafsızlık politikası izlediğinde onları örnek almak isteyen bir politikacı hangisini örnek alacağını şaşırır. Bir ulusal güvenlik politikası talep edenler elbette bundan habersiz değildir. Buna karşılık bir güç, özellikle de askeri güç esaslı bir güvenlik Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik” 51 politikası talep ettiklerini herkesin anlayacağını düşünürler. Hükümet, uluslararası işbirliği yoluyla veya barış anlaşmalarının koşullarını müzakere ederek ülke güvenliğini arttırmaya çalışsa da mevcut durumda ülke güvenliğini korumak için elinden geleni yapmadığını kanıtlamaya çalışırlar –Uluslararası işbirliği ve müzakere arayışları bir düzeyde tamamen etkisiz ve ütopik araçlar olduğu halde başka düzeylerde ülke güvenliğinin korunması açısından son derece önemli olabilir. Bir güvenlik arayışının ister istemez zorlayıcı bir güç arayışına dönüşmesi gerektiği yönündeki varsayımın anlaşılır tarafları vardır. Bir dış tehdit –ve bir ihtimal ona eşlik eden yıkıcı bir iç şiddet– karşısında güvenlik arayışı gündeme geldiğinde saldırıya karşı koymak veya müstakbel saldırganı caydırmak maksadıyla verilecek tepkinin benzer bir zorlayıcı güç olması ilk bakışta mantıklı görünür. Tarih ve çağdaş deneyimi belli nedensellikler çerçevesinde değerlendiren bir analiz, kendi güvenliğine yönelik ciddi tehditlerle boğuşan ulusların hemen her zaman “mukavemet gücüne” başvurduğunu gösterir; bu gücün özgül biçimi ve miktarı değişse de. Aksi takdirde hiçbir açgözlü gayesi olmayan pek çok ulus niçin son derece masraflı silahlanma yatırımları yapsın ki? Küçük Güçler arasında dahi mutlak silahsızlanma siyaseti izleyen Danimarka dışında bir istisna olmasın ki? Ama güvenlik arayışına giren ulusların hemen her zaman zorlayıcı bir güçten medet umdukları gibi bir genelleme yapmak bizi bir yere götürmez. Esas sorun, bu ulusların her zaman zorlayıcı bir güçten medet umup ummadıkları değil medet umdukları araçla ilgili genel tercihleri arasında ciddi farklılıklar olup olmadığıdır. Koalisyon ortağı güçlerin, galip geldikleri savaşlardan sonra izlemeleri gereken güvenlik politikasına dair tartışmalar bu soruna ışık tutar. 1919’da Fransızlar, 1945’te ise Müttefikler bir başka Alman saldırısı ihtimalini bertaraf etmek için Almanların askeri zafiyeti üzerinde askeri bir tahakküm kurmak gerektiğini düşünmüştü. Ama 1919’da Başkan Wilson, 1945’te ise pek çok gözlemci güvenlikten umutlanabilmek için mağlup düşmana barışçıl ve adil davranmak gerektiğini, böyle bir yaklaşımın Almanları yeni bir saldırıya teşvik edecek saiklerden yoksun bırakacağını savundular. Hangi tarafın haklı olduğuna karar vermenin yeri burası değil ama bu iki farklı yolun gelecekte büyük ihtimalle taban tabana zıt yönlerde ilerleyeceğini söyleyebiliriz.9 Her iki 9 Myres S. McDougal, (“Law and Peace”, American Journal of International Law içinde, c. 46, no. 1, Ocak 1952, s. 102) Hans Morghenthau’yu (ve bunu kendi bakış açısı sanarak yanılan George Kennan’ı) yasal prosedürler ve ahlaki söylemler gibi güce dayalı olmayan yöntemlerin güvenlik arayışı sürecinde kimi zaman oynayabilecekleri olumlu rolü göz ardı ettikleri için haklı olarak eleştirir. Ama McDouglas’ın bu “diğer imkânların” güvenliğin arttırılması yönünde sunduğu katkıların hayal kırıcı tevazuunu ve statükonun değişmesi için neredeyse hiçbir katkı sunmadıklarını pek dikkate almaması şaşırtıcıdır. Güce dayalı olmayan imkânların bu başarısızlığı, güvenlik takıntılı 52 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler durumda da yapılacak tercih ideolojik ve ahlaki kanıları, düşman kamptaki psikolojik ve siyasi gelişmeleri, politikacıların bireysel eğilimlerini kapsayan bir sürü değişkene bağlı olacaktır.10 Bütün bunlardan sonra pratikte ulusal çıkarları uyarınca hareket eden ülkelerin tekbiçimli ve dolayısıyla örnek alınabilir bir güvenlik politikası izledikleri gibi bir genelleme büyük ölçüde dayanaksız hale gelir. Ulusların tam aksine farklı politikalar izlemesinin birçok sebebi vardır; bazı uluslar güvenliği büsbütün boşlayıp askerî olmayan imkânlardan medet umarken bazıları mutlak güvenlik ve zorlayıcı güçten medet umar. Ayrıca bu iki kutbun arasındaki alana dâhil edilmesi mümkün olmayan başka bir uluslar kategorisi vardır; bu uluslar herhangi bir güvenlik düzeyini yetersiz bulurlar ve çok daha büyük bir güvensizlik ortamını göze almak pahasına yeni değerler edinmeye çalışırlar. Bedeli ne olursa olsun fetih ve şan peşinde koşan “deli diktatörlerin” yanı sıra ülkelerini kendi ideolojileri adına, sözgelimi köle halkları özgürleştirmek düsturuyla savaşa sürükleyen idealist devlet adamları da bu kategoriye dâhildir. Şimdi bahsedeceğimiz normatif önermeyi ulusların geçmişte ve günümüzdeki fiili tutumları etkilemez. Bu önermeye göre uluslar, ulusal güvenliğe öncelik vermek zorunda oldukları için bir değerin güvenliğe ek bir katkı sunma amacıyla feda edilmesine razı olmalıdır. Bir ulus geçmişte buna kulak asmadıysa ya da günümüzde buna büyük ölçüde aldırış etmeden var oluyorsa izlediği politikayı bir an önce değiştirmesi ahlaki ve isabetli bir tutum olur. Şimdi ilk soru şu: Tanımlanabilir bir güvenlik politikasının genel olarak isabetli olduğu söylenebilir mi? Hedeflerin belirlenmesi bir isabet sorunu olmadığı için ulusların güvenlik hedeflerine kafa yormasının isabetli bir tutum olup olmadığını sormak anlamsız gibi görünür; sanki olsa olsa güvenliği arttırma amacıyla kullanılan araçların uygunluğu –araçsal rasyonaliteleri– hakkında hüküm vermek mümkün gibidir. Ama durum böyle değildir. Tıpkı diğer hedefler gibi güvenlik de nihai bir hedeften ziyade bir ara hedef olabilir ve bu durumda daha nihai hedeflere ulaşmanın bir aracı olarak görülebilir. Temel ulusal değerlerin korunması ve kollanması çoğu zaman başlı başına bir hedef olarak görülmüştür; en azından Machiavelli’nin izinden giden ya da siyaset felsefesi kaynaklı başka sebeplerden dolayı prens, devlet veya ulusu değerler hiyerarşisinin tepesine yerleştiren kimselerce. Günümüzde bu fikri 10 insanların haklı olarak korktukları saldırıların başlıca sebeplerini ortadan kaldırmaktan aciz olduklarını gösterir. Güvenlik politikası meselesi (özellikle de “kolektif güvenlik” meselesi) hakkında kapsamlı ve açıklayıcı bir yapıt için bkz. Heinrich Rogge, “Kollektivsicherheit Buendispolitik Voelkerbund”, Theorie der nationalen und internationalen Sicherheit (Berlin, 1937). Bu yapıt Nazi Almanya’sında kaleme alınmasına ve belirgin bir “revizyonist” eğilim taşımasına rağmen özel bir ilgiyi hak ediyor. Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik” 53 benimseyenler, ulusal güvenliği meşrulaştırmanın ancak onun hizmet etmesi beklenen daha yüce değerler açısından mümkün olduğu yönündeki önerme karşısında hayrete düşecektir. Öte yandan bu fikri doğru bulan büyük ve muhtemelen gitgide büyüyen –aslında bu memlekette uzun süredir etkili olan– bir fikir akımı var. Nazileri ve Komünistleri insanları zulümden kurtaracakları yerde kendi totaliter ülkelerini savundukları için suçluyoruz; güvenlik artışının ulusal güvenliği korumaktan ziyade bireysel özgürlük gibi temel insani değerleri koruyacağını düşündüğümüz için burada ve Müttefik ülkelerde silahlanmayı destekliyoruz. Yine Avrupa ve Asya’da askeri güvenlik önlemlerine karşı çıkan muhalefetin temelinde, kısmen de olsa, insanların bireysel özgürlükleri ve toplumsal refah süreç içinde feda edilecekse temel ulusal değerleri güvenceye almanın pek bir işe yaramayacağı kanısı var; bazıları, bir savunma savaşı esnasında pek çok insan ve kent yok olacaksa Rusların fütuhatını durdurma çabasının faydasız olduğunu düşünüyor.11 Eşit ölçüde düzen, adalet, barış ve bireysel özgürlük sunmaya namzet alternatif bir topluluk olmadığı müddetçe ülkenin ulusal bağımsızlığının ne pahasına olursa olsun korunması gerektiği yönündeki tezi destekleyen kusursuz argümanlar üretmek mümkün olabilir ama böyle argümanları ulusal güvenliğin başlı başına bir değer olup olmadığının sorgulandığı durumlarda ileri sürmek gerekir. Ve cevaba kesin gözüyle bakılamaz. Ama şimdi güvenliğin bir ara hedef olarak ne kadar uygun olduğu sorusunu bir kenara bırakıp özgül bir güvenlik düzeyi ve ona ulaşmak için başvurulan özgül araçların birtakım ahlaki kaygılardan bağımsız olarak –bunları ileride ele alacağız– genel anlamda ne kadar uygun olabileceğini sormalıyız. Bir ulusun arzulaması gereken güvenlik düzeyini uygunluk ölçütleri bakımından tanımlamaya koyulduğumuzda tek sınırın gökyüzü olduğu fikrinin cazibesine kapılabiliriz. Her türlü güvensizlik ortamı, rasyonel bir politikacının ülkesini kurtarmak isteyeceği bir kötülük değil midir? Değildir ve bunun belli sebepleri vardır. Öncelikle her türlü güvenlik artışı politikacıların değerli vakitlerinin çalınmasından daha talepkâr olan başka birtakım değerlerin feda edilmesiyle tazmin edilir. Dolayısıyla bir aşamada, iktisattaki azalan kazançlar kanununa benzer şekilde, güvenlik kazanımları bunları elde etmek için ödenen ilave bedelleri tazmin edemez olur. Farklı katmanlardan politikacılar arasında tıpkı 11 Raymond Dennett şu genellemeyi yapacak kadar ileri gider: “Eğer ekonomik baskılar yeterince fazlalaşırsa, hemen her hükümet, son kertede, bir siyasi birliğe öncülük edecek veya bir siyasi birlikten ayrılacaktır” (ABD’nin ulusal güvenliğine sunduğu tüm katkıyla birlikte Birleşik Devletler ittifak sistemi gibi) “tabii bir politika değişikliğinin rejimi ayakta tutacak yaşam standartlarını koruma veya elde etme imkânı vaat etmesi şartıyla.” “Danger Spots in the Pattern of American Security”, World Politics içinde, c. IV, no. 4, Temmuz 1952, s. 449. 54 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler iktisadi değer mukayeseleri ve tercihlerinde olduğu gibi sınırın nerede çekilmesi gerektiği hususunda çoğu zaman anlaşmazlık çıkar. Bu, özellikle, bir ülke tüm dünyaya tahakküm edecek güce sahip olmadığı sürece mutlak güvenlik meselesi gündeme gelmediği için geçerlidir; gerçi bu durumda da güvensizlik ve korkular “içselleştirilir” ve büyük ihtimalle büyütülür. O halde uluslar belli ölçüde “tehlike algısıyla yaşama” zorunluluğundan dolayı belli bir güvenlik düzeyine rıza gösterdikleri için ilaveten alınan küçük ve nispi bir güvenlik önlemi güvenlik konusunda daha büyük külfetlere katlanmak zorunda kalan politikacılara sevimsiz görünür. Bir demokraside hiçbir şey devlet adamlarının görevini insanların masraflı ve üst düzey güvenlik önlemlerine razı olmaması kadar zorlaştıramaz. İkincisi, güç biriktirme esaslı ulusal güvenlik politikaları bağlamında fazla yüksek hedefler konduğunda bu politikalar kendi kendilerini bozguna uğratır. Bunun sebebi “mukavemet gücünün” “saldırı gücünden” kesin bir şekilde ayrıştırılmasının imkânsız olmasıdır. Dolayısıyla bir ülkenin kendi güvenliğini pekiştirmek için yaptığı her şey başka ülkelerce kendi güvenliklerine yönelik bir tehdit olarak algılanabilir. Bu durumda John Herz’in “güvenlik açmazı” olarak tanımladığı kısır döngü ortaya çıkar: Bir tarafın çabaları diğer tarafın karşı önlemler almasına yol açar ve bunun sonucunda çoğu zaman bir taraf tüm kazanımlarını yitirir. Bu moral bozucu neticeden kuramsal düzlemde kaçış yolu yok gibidir; ama pratikte, kendini tehdit altında hisseden kimseleri bir saldırı amacıyla güç biriktirilmediğine ikna etmenin yolları vardır.12 Hedef düzeyini makul tutmak ve ülkeyi ansızın radikal bir şekilde harekete geçmek zorunda bırakacak bir konumdan uzak tutmak bunun başlıca yoludur. Kısır döngüden kurtulma arzusu, özellikle hedef düzeyi bakımından ciddi bir özdenetim ve itidal isteyen bir güvenlik politikası gerektirir.13Başka ülkeleri provoke veya teşvik ederek ülkenin göreli güç konumunu ve mukavemet gücünü yükseltmekten aciz kalan bir güvenlik politikası izlemek hiçbir zaman isabetli bir tercih değildir. Güvenliği arttırma amacıyla uyumlu araçlar sorunu çok daha çetrefil sorunları gündeme getirir. Politikacılar ellerindeki imkânları nasıl kullanacaklarına, özellikle de zorlayıcı güç biriktirmeye ne kadar devam edeceklerine karar vermek zorundadır. Uygun bir tercihin ne olması gerektiği 12 13 Bunda da herkes hemfikir değildir. Jeremy Bentham “yalnızca özsavunma amacıyla alınan önlemlerin saldırı niyetleri olarak görülmesi doğaldır” dedikten sonra şu sonuca varmıştır: “erken davranma endişesiyle herkes acele eder.” Principles of International Law [Uluslararası Hukukun İlkeleri], 4. Yazı. The United States and the Soviet Union: Some Quaker Proposals for Peace [ABD ve Sovyetler Birliği: Quakerların Barışa Yönelik Bazı Önerileri] (New Haven, 1949, s. 14) adlı kitapta Quakerlar şöyle der: “Modern dünyada güvenlik hedefini ezici bir askeri güç aracılığıyla gerçekleştirmenin mümkün olup olmadığı son derece tartışmalıdır.” Bunu, güvenlik sağlamanın bir yolunun da ezici bir askerî güçten daha az iddialı bir askerî hedef belirlemek olabileceği şeklinde yorumlayabiliriz. Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik” 55 hakkında bir yargıda bulunamayız. Farklı durumların gereklerini karşılayan genel bir cevap olamaz. Cevap, koşullara bağlıdır. Zayıf bir ülkenin elindeki en iyi imkân, komşu ülkeleri kendisinin kesinlikle tarafsız olduğuna inandırmak olabilir. Potansiyel olarak güçlü ülkeler, bir “güç konumu” oluşturarak saldırgan bir ülkeyi caydırabilirler. Bazı durumlarda kendilerini kurtarmaktan başka çareleri olmayabilir; bazı durumlarda ise bu politikayı düşman ülkeyi saldırgan emellerinden vazgeçmeye çağıran bir müzakere politikasıyla ikame veya takviye edebilirler. “Mukavemet gücünün” bazılarının sandığı gibi genel bir çare olmamasının sebebi bizatihi güvenliğin doğasıyla ilgilidir. Güvenlik, en azından nesnel anlamda, başka ülkelerin saldırgan emellerinin varlığı veya yokluğuna göre artıp azaldığı için tehdit arz eden ülkelerin tavır ve tutumları son derece önemlidir. Kendi güvenliğini takviye etmeye çalışan bir ülke, bu tavır ve tutumları etkileme gücüne sahip olmalıdır. Eğer bunu başarabiliyorsa, en etkili ve en az masraflı güvenlik politikasını benimseyerek karşı tarafı saldırgan emellerden vazgeçmeye ikna edebilir. Güvenlik tehdidi karşısında kendini savunan bir ülkeden ziyade başka bir ülkenin saldırı emellerine mani olmaya çalışan bir ülkenin elindeki imkânları ne zaman kullanabileceğini tayin etmek zor olsa da özgül güvenlik politikalarının bazı tipik siyasi kümelenmelere uygun düştüğünü ileri süren varsayımlardan kısaca bahsetmek meseleyi açıklığa kavuşturacaktır. Ulusların maksimum ve minimum “saldırı eğilimi” olarak tabir edilen iki kutupta sıralandığı söylenebilir: Bir kutupta, başarı vaat ettiği müddetçe saldırıya her zaman yatkın olan uluslar, öbür kutupta ise başarı şansı ne olursa olsun asla saldırıya geçmeyen uluslar yer alır. İlk gruptaki uluslar nezdinde güvenlik, saldırıdan caydırmaya veya saldırıyı bozguna uğratmaya yeten “güç konumlarının” bir sonucu olarak ortaya çıkar; öbür gruptaki uluslar nezdinde ise korkular ve karşı hamlelere yol açacak bir güç biriktirme pratiğine girişmek kadar güvenliğe zarar verici bir şey yoktur. Bir ülkenin düşmanının bu iki kutup arasında hangi konumu işgal ettiğini tam olarak bilmek maalesef hiçbir zaman mümkün değildir. Ayrıca, geçmişe bakmanın sağladığı avantajla devlet adamlarını ihtiyat ve endişe gibi gerekçelerle ilk kutba yakın durdukları için suçlamak yanlıştır. Bugün elimizde Sovyetler Birliği’nin ilk kutba yakın durduğunu veya ilk kutupta yer aldığını gösteren pek çok kanıt olduğuna inanıyoruz, ama Kanadalı politikacılar Kanada’yla ilgili emelleri bakımından ABD’nin muhtemelen ikinci kutupta yer aldığını düşünüyordur. Güvenlik meselesinin ciddi bir kaygıya dönüştüğü hemen her yerde devlet adamlarının bu iki kutuptan genellikle ilkine daha yakın olan potansiyel düşmanlarla meşgul olduğunu varsayabiliriz. Burada, saldırıya geçme niyeti 56 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler ayan beyan açığa çıkmasa da saldırı ihtimalinden korkulması gereken bir durum söz konusudur. Bu durumda, isabetli bir güvenlik politikası mukavemet gücü biriktirmek zorunda olsa da bununla yetinemez. Eşzamanlı olarak saldırı saiklerini ortadan kaldırmak için çaba sarf etmelidir. Yani şartlar ve imkânlar elverdiği ölçüde düşman ülkeyi ikinci kutba yaklaştırmanın yollarını aramalıdır. Böyle iki aşamalı bir politika büyük açmazlar yaratır, zira düşman bir ülkenin niyetlerini değiştirme çabası ona karşı güç biriktirme çabasıyla taban tabana ters düşebilir. “Münih”in simgelediği türden bir imtiyaz politikasının tehlikeleri küçümsenemez. Öte yandan isabetli bir güvenlik politikası izlenecekse bu paradoksla yüzleşmek gerekir. Bir ulusal güvenlik politikası, şayet saldırı kararından asla vazgeçmeyen bir ülkeye karşı izlenmiyorsa, düşman ülkenin çıkarlarını –güvenlik çıkarları dâhil– göz önüne aldığında çok daha rasyonel bir politika olur. Düşman ülkenin şiddete başvurma arzusuna ket vurmak ancak bu şekilde mümkündür. Güvenlik politikasının her koşulda savunma gücünden medet umması ve bir ulusal bencillik ruhuyla en yüksek hedeflere göz dikmesi gerektiğini savunmaktansa başka ülkelerin meşru taleplerini karşılamanın güvenlik bakımından daha iyi sonuçlar doğurabileceği vurgulanmalıdır.14 Ulusal çıkarların peşinde koşan politikacılara itidal tavsiye eden George Kennan’ın aklında da muhtemelen bu vardı. Her türlü dış etkiyi bertaraf etmeye muktedir bir dünya fatihi karşısında yoğun bir savunma gücü biriktirmekten vazgeçmek tehlikeli olabilir elbette ama elde imkân ve başarı şansı varken bu kişinin ruh halini doğru değerlendirmemek veya onun emellerini değiştirme şansını tepmek isabetli bir güvenlik politikasının kurallarına aykırıdır. Bütün ulusları tatmin edecek bazı değerlerin saldırı niyeti ve güvenlik sorununu en aza indirgeyecek şekilde dağıtılmasının ideal güvenlik politikası olduğu unutulmamalıdır. Bu ütopik bir hedef olabilir ama politikacılar, özellikle de barış müzakerecileri böyle bir hedefe daha çok yaklaşmanın mümkün olduğu durumları hatırlamakla kuşkusuz iyi ederler. Şimdi ahlaki tercih meselesine odaklanabiliriz; tabii eğer böyle bir şey varsa.15 Ulusal güvenlik gibi esaslı bir politikadan yana olanlar bir millete ulusal güvenlik hedefi gütmesini salık verdiklerinde veya bu hedef doğrultusunda 14 15 A. D. Lindsay’ın belirttiği gibi “Kusursuz güvenlik arayışı… kendi hedeflerini bozguna uğratır. Güvenlik oyunu oynamak en tehlikeli yaşam biçimidir.” Introduction to Thomas Hobbes, Leviathan, s. xxii. Uluslararası ilişkilerde ahlak sorunuyla ilgili makalem için bkz. “Statesmanship and Moral Choice”, World Politics içinde, c. 1, no. 2, Ocak 1949, s. 176 ve sonraki sayfalar, özellikle s. 185. Konuyla ilgili son izahlarından birinde Reinhold Niebuhr, (The Irony of American History, New York, 1945) özellikle güvenlik politikasında söz konusu olan ahlak sorununa değinirken şöyle der: “Tehdit altındaki hiçbir ulus ayakta kalmasını sağlayacak silahlardan ahlaken vazgeçemez” (s. 39). Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik” 57 zorlayıcı güç biriktirmek gerektiğini vurguladıklarında aslında ahlaki bir yargıda bulunduklarını –eğer bunu açıkça reddetmiyorlarsa– bilmiyor olabilirler.16 Tıpkı bireyler ve başka gruplar gibi ulusların da bazı şeylere değer vermesinin sebebi bu şeyleri alternatiflerinden daha iyi veya daha az kötü bulmaları olmayabilir; bunlara sırf gururlarını okşadıkları, kendilerine duydukları saygıyı arttırdıkları veya korkularını azalttıkları için değer verebilirler. Ne var ki hiçbir politika ya da genel olarak hiçbir insan eylemi, –bu politikanın fiili aktörünün veya başkalarının vicdanında– bir ahlaki yargıya tabi olmaktan kurtulamaz ve tıpkı bir güvenlik politikasında ister istemez olduğu gibi bir ahlaki yargıda bulunma pratiği de başka değerlerin feda edilmesini gerektirir. Hangisinin ötekileri feda etmeye değecek kadar iyi olduğunu anlamak için değerler mukayese edilir ve tartılır. Kişi, sırf güvenliğin yeterli düzeye çıkması için ülkenin kendi gücünü arttırması gerektiğini söylüyorsa, son derece lüzumlu olan bazı toplumsal faydalarda kesinti yapılması veya askerlik hizmetinin uzatılması gibi kötülükleri bilerek veya bilmeyerek onaylıyordur.17 Amerika’nın güvenlik politikasıyla ilgili güncel tartışmalar ahlaki açmazlar hususunda pek çok çarpıcı örnek sunar. “Faşist İspanya’yla anlaşmak” bazılarının el üstünde tuttuğu değerleri ihlal etse de güvenliğimize katkı sağladığı için ahlaken meşru mudur? Daha güvenli bir ülke olacaksak, huzur bozucu faaliyetlere kalkışıp ajanlarımızın can güvenliğini tehlikeye atabilir miyiz? Sovyetler Birliği bozguna uğratılmadığı sürece yeterince güvenli bir ülkede yaşamamız mümkün olmadığına göre bunun beraberinde getireceği her türlü belayı göze alarak önleyici bir savaş mı açmalıyız? Bu son durumda bencil bir ulusal güvenlik talebinin yanı sıra köle halkları özgürleştirmek gibi özgecil bir arzuyu tatmin edeceği gerekçesiyle böyle bir savaşı destekleyen bir kararı aklileştirmekte en koyu amoralizm taraftarı dahi bir vicdan azabı duymaz mı? Kişi, tercih yapma ve karar verme sorumluluğu almak zorunda olmadığında siyasetin ahlaksızlığından dem vurması ne kolaydır! Bir siyaset bilimci ulusal güvenliği arttırmaya yönelik çabalardan hangisinin ahlaken meşru olduğunu belirlemekte ehil olduğunu iddia etmemelidir. Burada yapabileceği en iyi şey, güvenlik önlemlerinin her ne pahasına olursa olsun 16 17 Bir ulusal çıkar politikası talebiyle ortaya çıkan iki yazardan ulusal itidal ve tevazu politikası için çağrıda bulunan –ki bu vasıflar genellikle ahlakla özdeşleştirilir– George F. Kennan’ın “devlet tavrının ahlaki yargıda bulunmak için iyi bir kıstas olmadığını” ileri sürmesine karşılık (American Diplomacy, 1900-1950, Chicago, 1952, s. 100) su katılmadık bir ulusal bencillik politikası için çağrıda bulunan Hans Morgenthau’nun (a.g.y.) ahlak adına konuşması ironiktir. Politikacıların hedefler ve araçlarla ayrı ayrı ilgilendiğini ve belirli bir hedefe ulaşmak için kullanılacak araçların ahlaken kabul edilebilir olup olmadığına ancak ahlaken meşru bir hedef düzeyi belirledikten sonra karar verdiklerini düşünmek gerçekçi değildir. Hem arzulanan hedefi hem de bu hedefe ulaşmak için kullanılan araçları kapsayan bir faaliyet hakkında ahlaki yargıda bulunurken onu kendi bütünlüğü içinde değerlendirmek gerekir. 58 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler artırılması gerektiği gibi genel bir normatif iddianın muğlaklıklarına işaret etmektir. Ayrıca bir politikanın uygulanmasını salık veren ve bu politikayı uygulayan kimselerin salık verdikleri veya uyguladıkları güvenlik politikasının ardındaki ahlaki değer yargıları ve tercihleri gizlemelerini zorlaştırmak da mümkündür. Ahlak meselesi, verilen kararın ardındaki etik koda bağlı olarak pek çok şekilde çözümlenebilir. Aşırı bir görüşe göre bilhassa başka uluslara dayatılan her türlü fedakârlık ulusal güvenliğe katkı sağladığı sürece meşrudur. Elbette bu, ulusal güvenliği değer piramidinin tepesine yerleştirdiği gibi onun başka tüm değerlerin tabi kılınması gereken mutlak bir iyilik olduğunu varsayan bir konuma işaret eder. Çok az kişi bu konumu benimseyecektir, zira böyle aşırı milliyetçi bir etiği benimseyen kişiler büyük ihtimalle güvenlik meselesinden – sadece değerlerin muhafaza edilmesinden– fazlasına göz dikerek ülkenin kendi Lebensraumu olarak kullanabileceği her yeri fethetmesinin meşru olduğunu ileri sürecektir. Öbür aşırı uçta ise zorlayıcı güç kullanımını mutlak bir kötülük addeden ve dolayısıyla böyle bir güce bel bağlayan herhangi bir güvenlik politikasını kınayan mutlak pasifistler vardır. Ama bu aşırı görüşleri paylaşmayan bir kimse için de güvenlik arayışının gündeme getirdiği ahlak meselesi basit ve kolay anlaşılır değildir. Kuşkusuz böyle bir kişi, bir ulusun meşru mirasçısı olduğu değerleri korumaya hakkı olduğunu veya bu koruma pratiğini daimileştiren bir politika izlemesinin ahlaki vazifesi olduğunu düşünebilir. Ama Machiavelli’nin, devlet adamlarına verdiği devlet aklını gözeten öğüdüne uyarak güvenliği yüce bir yasa sayması da mümkün değildir. Bir yerde bir sınır çizer; karşısına çıkan her durumda güvenlik ihmaliyle (“çok az”) aşırı güvenliği (“çok fazla”) ayıran sınırı keşfetmek zorunda kalır. Bir ülkenin kendi topraklarını korumaya dönük ahlaki vazifesini yücelten Hans Morgenthau dahi kaba kuvvetin önleyici bir savaşta değil de yalnızca şiddetli bir saldırı karşısında kullanılması gerektiğinden emindir. Dolayısıyla bir politikacı öncelikle ulusal bağımsızlığın başlı başına bir değer olarak değil, özgürlük, adalet ve barış gibi değerler adına sunduğu güvence açısından önemli olduğunu hesaba kattıktan sonra korunmaya değer değerlerin ne olduğunu keşfetmek gibi ahlaki bir vazifeyle karşı karşıyadır. Bunun ardından, hangi güvenlik düzeyini hedefleyeceğine karar vermelidir. Güvenliğin yeterli olması veya adil bölüştürülmesi gibi terimler ona yol gösterecek standartlara işaret etse de en zor vazifesi budur. Son olarak da araçlarını seçmeli ve seçtiği araçların vadettiği güvenlikle bu araçlardan dolayı feda edilecek değerleri titiz bir değer muhasebesi eşliğinde mukayese etmelidir. Ulusal güvenlik politikaları ahlaki düzlemde mutlak kötü veya mutlak iyi olmaktan ziyade mevcut durumun özgül karakteri ve koşullarına bağlı olarak takdir veya takbihe layık olabilir. Güvenlik dışındaki değerleri öne çıkaran itidal Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik” 59 veya kaygılarından dolayı takdiri hak edebilecekleri gibi ulusal değerleri korumakta yetersiz kaldıkları için kıyasıya eleştirilebilirler. Bir durumda başkalarının çıkarlarını düşündükleri için takdiri hak ederken başka bir durumda yersiz bir uluslararası birlik adına ulusal değerleri riske atarak sergiledikleri pervasızlıktan dolayı eleştirilebilirler. Hedef düzeyi iddialı, bencil, provokatif veya yetersiz olduğu için; araçlar ise feda edilen başka değerler açısından son derece masraflı veya etkisiz oldukları için ahlaki beklentileri karşılamayabilir. Değer muhasebesini şekillendiren pek çok değişkenden ileri gelen bu çeşitlilik, “genel olarak ulusal güvenlik politikası” hakkında olumlu veya olumsuz bir ahlaki yargıda bulunmanın imkânsızlığını gösterir. Güvenlik politikasıyla ilgili meselelerde ahlaki tutumlara dair bu heterojenlik, ahlaki yargılara değilse de ahlakçılığa yönelik saldırıları meşrulaştırır. “Ahlakçı yaklaşım”, ulusal güvenlikle ilgili herhangi bir kaygıyı veya zorlayıcı ve dolayısıyla kötücül bir güçten medet uman herhangi bir güvenlik politikasını –ulusal bencilliğin dışavurumu olarak– toptan reddeden bir yaklaşım sayılır. Böyle bir “ahlakçılığı” savunan kimse, örnek davranış, ikna, uzlaşma ruhu, uluslararası örgüt, dünya devleti gibi “iyi” ve özgecil imkânlarla tüm insanlığın güvenliğinin sağlanabileceğine inanan birisi olarak görülür. Söz konusu anlayışa sadık kalan ve siyasette etkili olan ütopyacıları bu tehlikeli yanılsamalardan kurtarmaya çalışmak gerekir. Gelgelelim ulusal güvenliği veya ulusal savunma gücünü arttırmak için yapılan her şeyi belirli koşulları göz önüne almaksızın kayıtsız şartsız savunan karşıt görüş de basit ve soyut ahlaki ilkelere başvurmak ve her durumu kendi gerçekliği içinde gerçekçi bir şekilde değerlendirmekten aciz kalmak konusunda daha az kabahatli değildir. Sonuçta, ulusal güvenlik esaslı bir dış politika izlemeyi öğütleyen normatif tutumun en az diğer tutum kadar muğlak ve yanıltıcı olduğu söylenebilir. Bu tür öğütlerin anlamlı olabilmesi için bir ulusun ulaşmak isteyeceği güvenlik düzeyini ve verili bir durumda bu güvenlik düzeyine ulaşmak maksadıyla kullanılacak araçları açık seçik tanımlamak gerekir. Ahlaken doğru tutum, bir durumda daha fazla çaba ve daha çok silahlanma talep etmek; bir başka durumda ise itidal çağrısında bulunmak ve zorlayıcı güce dayanmayan imkânlardan medet umulmasını istemek olabilir. Kamuoyu sarkacı aşırı rehavetten aşırı endişeye, “iyi niyet”e duyulan ütopik güvenden kaba kuvvete duyulan mutlak inanca kolaylıkla savrulduğu için her derde deva basit bir çözümden sakınmak gerekir; bu çözüm, sadece ulusal güvenlik çıkarlarını gözeten bir politika gibi gerçekçi bir kılıkta karşımıza çıksa da. KAYNAKLAR 60 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Heinrich Rogge,”Kollektivsicherheit Buendispolitik Voelkerbund”, Theorie der nationalen und internationalen Sicherheit (Berlin, 1937). Myres S. McDougal, (“Law and Peace”, American Journal of International Law içinde, c. 46, no. 1, Ocak 1952. Walter Lippmann, U. S. Foreign Policy (Boston, 1943). MODERN ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN DİNİ KÖKENLERİ DANIEL PHILPOTT Çeviren: Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen* Uluslararası ilişkilerde Birleşmiş Milletler’in bölünmüş, savaşla dağılmış, yetersiz ve diktatörlük yanlısı olan devletlerin iç siyasetine müdahale izni ve 1991 Maastricht Anlaşması ile Avrupa Birliği’nin oluşumu gibi yakın tarihli bazı eğilimler, uluslararası ilişkiler araştırmacılarının ortak gramer ve tarihsel uzlaşı sonucunda Westphalia egemen devletler sistemi olarak adlandırmış oldukları kavramdan belirgin biçimde uzaklaşmaktadır. Bir siyasal düzen çöktüğünde o sistem içinde birbirine rakip gruplar sistemin kökenlerini araştıracaklar, muhafazakârlar bunu sistemin şeceresini sağlamlaştırmak için yaparken, devrimciler sistemin yanlış temellerini açığa vurmak için, araştırmacılar da düzeni ortaya çıkaran ve ortadan kaldırabilecek olan rüzgâr biçimlerini keşfetmek için yapacaklardır. Bu makale araştırmacının görevini üstlenmekte (eğer çözülmekte olan düzen Westphalia düzeni ise nasıl meydana gelmiştir?) ve devlet sistemimiz için önemli bir sıçrama noktasının Protestan Devrim olduğunu öne sürmektedir. Dini fikirlerin modern uluslararası ilişkilerin kökeninde bulunduğu iddia edilmektedir. Reform Vetsfalya’nın tek nedeni değildir ve uzun dönemli maddi eğilimler de katkıda bulunmuştur. Ancak eğer fikirler tek başlarına hareket etmedilerse bile kaçınılmazdırlar: Reform yoksa Westphalia da yoktur. Bu iddia karşı olgusaldır. Eğer Reform olmasaydı en azından aynı biçimde veya aynı dönemde bir egemen devletler sistemi meydana gelmeyecektir. Şüpheciler Reform’un asla gerçekleşmediği, ancak yine de Westphalia’nın olduğu zaman ve şekildeki gibi meydana geldiği ve sosyal bilimcilerin * Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde görevlidir. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 67 çoğunlukla bireysel devletlerin güçlenmesini açıklamak için kullandıkları aynı güçler – ekonomik ve örgütsel yapılar, ticaret, toplumsal koalisyonlar, refah, teknoloji, askeri güç, iç baskı kurumları ve uluslararası güçler dengesindeki kaymalar – tarafından oluşturulduğu bir alternatif dünya hayal ederler. Ancak burada bu tür bir dünyanın bize Westphalia’yı veremeyeceği iddia edilmektedir. Reform’un kaçınılmazlığı en çarpıcı olarak şu bağıntı ile ortaya çıkmaktadır: Reform krizini yaşayan yönetimler Westphalia’ya yönelik çıkar geliştirirlerken bu krizi görmeyenler böyle yapmamışlardır. Bu bağıntının ardındaki nedensel mantığın derinine indiğimde Protestanlığın aslındaki içeriğin kendisinin egemenliğe işaret ettiğini iddia etmekteyim. Ayrıca bu tür güçlü bağıntıların şüphecilerin dünyasında var olmadığını, yani Westphalia’yı destekleyen yönetimler Westphalia’ya yönelik çıkar benimsemeden öncekine kıyasla daha güçlü devlet kurumları, silahlı kuvvetler ve zenginlik elde etmeyi başaramazlarken Westphalia’ya karşı çıkan nispeten güçlü ve müreffeh yönetimlerin var olduğunu iddia etmekteyim. Aslında Westphalia’nın gerçekleşmesine yardımcı olan maddi büyüme ve gerilemenin büyük bir bölümü – örneğin “askeri devrim” – önemli ölçüde Reform’a bağlıdır. Ayrı yönetimlerin bir egemen devletler sistemine yönelik nasıl çıkar benimsediklerine ilişkin tarihsel verilerle bir araya getirildiğinde coğrafi ve zamansal bağıntılar Protestan Reform’un yararlılığı iddiasını desteklemektedir. Burada sunulan argüman üç şekilde uluslararası ilişkiler araştırmalarına katkıda bulunmaktadır. Birincisi Westphalia’nın ve egemen devletler sisteminin otorite yapısının kökenini sunmaktadır. Uluslararası ilişkiler araştırmacıları uzun zamandır bir devlet sisteminin var olduğunu söylemekte ve bu sistemin yasaları ile savaş, barış ve ticaret kalıplarını kuramsallaştırmaya çalışmaktadırlar. Ancak yakın dönemde bu alandaki bazı araştırmacılar uluslararası sistemin kendisinin “inşa edilen” ve tarihsel olarak tesadüfî özelliğini vurgulamaya başlamışlardır ki bu makalede de bu vurgu hissedilmektedir. Bu inşacıların bazıları sistemin siyasal otoritesinin oluşumunu resmetmeye başlamışlardır.1 Kökenlerini 1 Bunlar arasında şu çalışmalar vardır: Friedrich Kratochwil, “Of Systems, Boundaries, and Territoriality: An Inquiry into the Formation of the States System,” World Politics 39 (Ekim 1986); John Gerard Ruggie, “Territoriality and Beyond: Problematizing Modernity in International Relations,” International Organization 47 (Winter 1993); Jens Bartelson, A Genealogy of Sovereignty (Cambridge: Cambridge University Press, 1995) ve Rodney Bruce Hall, National Collective Identity: Social Constructs and International Systems (New York Columbia University Press, 1999). Genel olarak inşacıların çalışmaları ile ilgili olarak bkz. Alexander Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory,” International Organization 41 (Yaz 1987); a.g.y., “Anarchy Is What States Make of It: The Social Construction of Power Politics,” International Organization 46 (Bahar 1992); a.g.y., “Collective Identity Formation and the International State,” American Political Science Review 88 (Haziran 1994); John Gerard Ruggie, “What Makes the World Hang Together? Neoutilitarianism and the Social Constructivist Challenge,” International Organization 52 (Bahar 1998); Martha Finnemore and Kathryn Sikkink, “International Norm Dynamics and Political Change,” 68 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler açıklamak istediğim uluslararası sistemdeki otorite – veya egemenliği – tanımlayan da bu kurallardır. İkinci bir katkı, bu çığır açan değişikliği tetikleyen şeye ilişkin bir görüştür: fikirlerin kinetik enerjisi. Devletler sistemine atıfta bulunanlar da dâhil olmak üzere devletlerin kökenlerini araştıranların pek çoğu maddi değişimlere öncelik vermiş ve çalışmaları devlet ve devlet sisteminin nasıl oluştuğuna dair yeni bir geniş anlayış sunmuştur.2 Ancak bunlardan bazıları önemli bir kaynak olarak fikirlere bakarken, daha azı dini fikirlere bakmıştır. Eğer faydalı olduğu kanıtlanabilirse Reform’un uluslararası ilişkiler literatüründe daha büyük ilgiyle takip edilen bir tür tarihsel neden olarak tanınması sağlanacaktır. Ancak Westphalia’nın modern uluslararası ilişkilerin öncülü olduğu iddiasının kendisi yakın zamanda en çok Stephen Krasner’in meydan okumasına maruz kalmıştır.3 O halde üçüncü katkı bu yaygın inanışın güncellenmiş ve nitelikli bir savunmasıdır. Bu öncül, ilk iki katkıyı desteklediği için savunusunu yapmak da bu makalenin birinci görevidir. KÖKEN OLARAK WESTPHALIA Uluslararası hukuk araştırmacısı Leo Gross 1948 yılındaki klasikleşmiş makalesinde Westphalia için “eski dünyayı yeni dünyaya açan görkemli ana kapı” demektedir. Hans Morgenthau ve diğer önde gelen siyaset bilimciler Gross’u takip ederek Westphalia mecaz-ı mürselini modern uluslararası ilişkiler 2 3 International Organization 52 (Bahar 1998); Jeffrey T. Checkel, “The Constructivist Turn in International Relations Theory,” World Politics 50 (January 1998). Egemenlik ve tarihiyle ilgili çalışmalar için bkz. John Gerard Ruggie, “Continuity and Transformation in the World Polity: Toward a Neorealist Synthesis,” Robert O. Keohane, ed., Neorealism and Its Critics (New York: Columbia University Press, 1986); Ruggie (dipnot 1,1993); Kratochwil (dipnot 1); Thomas J. Bierksteker and Cynthia Weber, eds., State Sovereignty as Social Construct (Cambridge: Cambridge University Press, 1996); Bartelson (dipnot 1); Daniel Philpott, “Sovereignty: An Introduction and Brief History,” Journal of International Affairs 48 (Kış 1995); Stephen D. Krasner, “Sovereignty: An Institutional Perspective,” Comparative Political Studies 21 (Nisan 1988); F. H. Hinsley, Sovereignty, 2. Baskı. (Cambridge: Cambridge University Press, 1986); Alan James, Sovereign Statehood (Londra: Allen and Unwin, 1986); Hendrik Spruyt, The Sovereign State and Its Competitors (Princeton: Princeton University Press, 1994); Janice Thomson, “State Sovereignty in International Relations: Bridging the Gap between Theory and Empirical Research,” International Studies Quarterly 39 (Haziran 1995); Michael Ross Fowler and Julie Marie Bunck, Law, Power, and the Sovereign State (University Park: Penn State Press, 1995); Barry Buzan, “The Idea of International System: Theory Meets History,” International Political Science Review 15 (Temmuz 1994); Stephen Krasner, Sovereignty: Organized Hypocrisy (Princeton: Princeton University Press, 1999). Dipnot 47-50’deki çalışmalara atıfta bulunmaktayım. Krasner, “Westphalia and All That,” Judith Goldstein and Robert O. Keohane, eds., Ideas and Foreign Policy: Beliefs, Institutions, and Political Change (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1993). Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 69 sistemine dönüştürmüşlerdir.4 Neden böyle cesur bir yakıştırma yapılmıştır? Bu tür araştırmacılara göre Westphalia, egemen devletleri merkeze alan uluslararası bir anayasal otorite şeması tanımlamaktadır: sınırlı bir toprak parçasında konumlanan mutlak otorite sahibi yönetimler.5 Ancak yakın tarihli ikon kırıcılığı Westphalia’nın “görkemliliğine” karşı çıkmaktadır. Örneğin Krasner’e göre Westphalia’dan önce Avrupa – egemen ayrıcalıklara sahip devletlerin zaten var olması anlamında – önemli ölçüde modern iken, Westphalia’dan sonra Avrupa’nın ısrarcı biçimde Ortaçağcı olduğunu iddia etmektedir: Kutsal Roma İmparatorluğu ve dine ilişkin azınlık anlaşmalarını da içeren bazı egemenlik tavizleri devam etmiştir. O halde modernliğe giden yolda Westphalia kıtasal bir ayrım değil, sadece başka bir tepedir.6 İkon kırıcılık güçlüdür ve kolayca göz ardı edilemez. Westphalia’nın itibarı kurtarılabilecekse de bu ancak yaygın inanıştan daha güçlü ve nitelikli bir yeni savunma ile mümkündür. Westphalia iddiasının esası şudur: 1648’den önce Otuz Yıl Savaşı’nın ateşi hâlâ canlıyken Avrupa’daki siyasal otorite esas olarak egemen devlet olmayla uyumsuzken bu tarihten sonra genel olarak egemenlik hüküm sürmüştür. Ancak ben Westphalia’nın modern sistemin sıfırdan yaratılmasının değil, güçlendirilmesinin işareti olduğunu iddia etmekteyim.7 Egemen devlet olma durumunun öğeleri üç asırdır birikmekte olduğu için bu aslında hızlı bir dönüşüm değildir. Westphalia’dan sonra modernitenin zaferinin bile nitelendirilmesi gerekir, zira bazı Ortaçağ anormallikleri varlığını korumuştur. Ancak tarihte kesin çatlaklar çok nadirdir ve Westphalia da tarihsel fayların gelişi kadar temizdir. Westphalia’dan sonra siyaset en belirgin olarak onbirinci ve onüçüncü yüzyıllar arasındaki Yüksek Orta Çağlar’ın Avrupa’sında keskin görünmektedir. 4 5 6 7 Leo Gross, “The Peace of Westphalia, 1648-1948,” American Journal of International Law 42 (Ocak 1948); Hans Morgenthau, Politics among Nations: The Struggle for Power and Peace, 6th ed. (New York Alfred A. Knopf, 1985), 328-30. Benim egemenlik genel tanımımı paylaşan diğer çalışmalar için bkz. Spruyt (dipnot 1), 34-36; Ruggie (dipnot 1,1993), 148-52; James (dipnot 1); Hinsley (dipnot 1), 158; Morgenthau (dipnot 4), 32-38; Robert O. Keohane, “Sovereignty, Interdependence, and International Institutions,” Linda B. Miller and Michael Joseph Smith, eds., Ideas and Ideals: Essays on Politics in Honor of Stanley Hoffmann (Boulder, Colo.: Westview Press, 1993), 92-93; J. L. Brierly, The Law of Nations (New York: Oxford University Press, 1963), 13; Kenneth Waltz, Theory of International Politics (Lexington, Mass.: Addison-Wesley, 1979), 96. Egemenliği tanımlama çabalarına şüpheyle yaklaşanlar için bkz. Bartelson (dipnot 1); E. H. Carr, The Twenty Years’ Crisis (New York: Harper and Row, 1964); Stanley Benn, “Sovereignty” Encyclopedia of Philosophy 7 (1967); L. Oppenheim, International Law, vol. 1 (Londra: Longmans, Green, 1905); Richard Falk, “Sovereignty,” Oxford Companion to Politics of the World (Oxford: Oxford University Press, 1993). Bkz. özellikle Krasner (dipnot 3), 235-64. Benzer bir görüş için bkz. Martin Wight, Systems of States (London: Leicester, 1977) ve Charles Tilly, Coercion, Capital, and European States, AD 990-1992 (Oxford: Basil Blackwell, 1992), 161-83. 70 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Respublica Christiana’da bir toprak parçası içinde yüce bir otorite veya açık bir egemenlik bulunmamaktadır.8 Bu dağılmış otorite elbette sonsuza kadar sürmemiştir. Sonraki üç buçuk yüzyıl boyunca Avrupa coğrafyası yavaş yavaş egemen devletlerle dolmaya başlamıştır. 1517’de Reform’un arifesinde İngiltere, Fransa ve İsveç’teki krallar kilise ve diğer ülkesel rakipleri üzerinde üstünlük kurmuşken İtalya’da küçük bir egemen devletler sistemi bir yüzyıl boyunca varlığını korumuştur. Ancak Avrupa’nın moderniteye doğru dönüşümü tamamlanmış olmaktan uzaktır. Yaklaşık olarak bu zamanda İtalyan devletleri sistemi dışarıdan fethedilmiş ve Hollanda’dan Avusturya’ya kadar uzanan topraklarda önemli, ancak egemen olmayan güçler kazanan V. Şarl hem İspanya’nın kralı hem de Kutsal Roma İmparatorluğu’nun imparatoru hâline gelmiştir. Sahip olduğu geniş toprakların kendisine tanıdığı zenginlik ve güç sayesinde kilise de halen dünyevi olarak güçlüdür. Sadece imparatorluk dâhilinde kilise şehirlerdeki mülkün dörtte birini de içerecek şekilde toplam toprakların üçte birini elinde bulundurmaktadır.9 Başpiskoposlar ve piskoposlar siyasal makamları doldurmaktadırlar. Kilise kısmî olarak eğitimi idare etmekte, önemli gelirler toplamakta, fakirlere yardım ve diğer kamusal işlerin yönetimine yardımcı olmakta ve en önemlisi de sık sık dünyevi hükümdarlarla beraber üyelerinin dini bağlılığını izlemektedir. Dini imanı yüceltmek için papaya bağlılık yemini eden 8 9 Susan Reynolds, Kingdoms and Communities in Western Europe, 900-1300 (Oxford: Clarendon Press, 1984); Gianfranco Poggi, The Development of the Modern State: A Sociological Introduction (Stanford, Calif.: Stanford University Press, 1978); Georges Duby, La societé aux XI et XII siècles dans la région maconnaise (Paris: Ecole Pratique des Hautes Etudes, 1953). Orta Çağlarda genel olarak egemenlik olmadığına dair Ortaçağ tarihçileri arasında var olan uzlaşıya karşı çıkan bir çalışma için bkz. Markus Fischer, “Feudal Europe, 800-1300: Communal Discourse and Conflictual Practices,” International Organization 46 (Bahar 1992). Fischer’a verilen yanıtlar için bkz. Rodney Bruce Hall and Friedrich Kratochwil, “Medieval Tales: Neorealist ‘Science’ and the Abuse of History,” International Organization 47 (Yaz 1993); Rodney Bruce Hall, “Moral Authority as a Power Resource,” International Organization 51 (Bahar 1997). Orta Çağlarda siyasal otoritenin doğasına ilişkin olarak bkz. J. R. Strayer, The Medieval Origins of the Modern State (Princeton: Princeton University Press, 1970); J. R. Strayer and Dana Munro, Middle Ages, 395-1500 (New York: AppletonCentury-Crofts, 1959); Brian Tierney, Crisis of Church and State (Englewood Cliffs, N.J.: Prentice-Hall, 1964); John H. Mundy, Europe in the High Middle Ages, 1150-1309 (New York: Basic Books, 1973); Walter Ullman, Principles of Government and Politics in the Middle Ages (New York: Barnes and Noble, 1974); Ernst Kantorowicz, The Kings Two Bodies (Princeton: Princeton University Press, 1957); Ruggie (dipnot 1,1986), 141-48; Spruyt (dipnot 1), 34-36; Michael Wilks, The Problem of Sovereignty in the Middle Ages (Cambridge, U.K.: University Press, 1964). Steven Ozment, The Age of Reform, 1220-1550: An Intellectual and Religious History of Late Medieval and Reformation Europe (New Haven: Yale University Press, 1980), 48; Robert A. Kann, A History of the Habsburg Empire (Berkeley: University of California Press, 1974), 1-24; H. G. Koenigsberger, The Habsburgs and Europe, 1516-1560 (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1971); Jean Bérenger, History of the Habsburg Empire (Londra: Longman, 1994). Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 71 V. Şarl, Hristiyanlığın ilkelerinin dünyevi uygulayıcısı ve Katolik orduların komutanı olarak hizmet etmektedir.10 Yüzyılın sonraki döneminde egemenlik bazı kazanımlara sahip olduysa da bunlar zayıf ve bozulabilir durumdadır.11 En önemlisi 1555 Augsburg Barış Anlaşması cuius regio, euis religio (toprak kiminse din onundur) formülüne göre Alman prenslerin kendi topraklarında kendi inançlarını uygulamasına izin vermektedir.12 Fakat Augsburg kalıcı olmamıştır. Sonu gelmez maddeler ve anlaşmaya dair karşılıklı memnuniyetsizlik daha sonra muazzam Otuz Yıl Savaşı’na dönüşecek olan savaşı getirmiştir. Bu savaş sona erene, yani fiilen 1648’e kadar bu tür bir müdahalenin yasaklanması kabul edilir, saygı görür ve uygulanır olmamıştır. O halde 1648’deki Westphalia Barış Anlaşması nedir? Her ne kadar bunu tamamlayan Münster ve Osnabrück anlaşmaları hiçbir şekilde egemenliğe açıkça değinmemişlerse de anlaşmaların metinlerinin, hazırlayanların niyetlerinin ve Westphalia’yı takiben oluşan devlet uygulamaları incelendiğinde bu çözümün egemen devletler sisteminin evriminde bir dönüm noktası değil, dayanak noktası olduğu görülmektedir. Bu durum iki açıdan belirgindir: devletlerin ve emperyal kurumların kendi konumlarında ve din meselesinde.13 Her ne kadar Westphalia 1806’ya kadar ayakta kalan Kutsal Roma İmparatorluğu için resmî olarak yeni bir kanunlar dizisi olsa da aslında bu 10 11 12 13 İtalyan devletleri sisteminin çöküşü için bkz. Wight (dipnot 7); Tilly (dipnot 7), 77-78. V. Şarl’ın güçleri için bkz. Kann (dipnot 9), 1-24; Koenigsberger (dipnot 9); Bérenger (dipnot 9); Jonathan Israel, The Dutch Republic: Its Rise, Greatness, and Fall, 1477-1806 (Oxford: Oxford University Press, 1995), 9-40; Pieter Geyl, The Revolt of the Netherlands, 1555-1609 (Londra: Williams and Norgate, 1932); Gerald Strauss, Law, Resistance, and the State: The Opposition to Roman Law in Reformation Germany (Princeton: Princeton University Press, 1986); Hajo Holborn, A History of Modern Germany, c. 1 (New York Alfred A. Knopf, 1959); John Gagliardo, Germany under the Old Regime, 1600-1790 (Londra: Longmans, 1991); Geoffrey Barraclough, The Origins of Modern Germany (Oxford: Basil Blackwell, 1947). Koenigsberger (dipnot 9); Barraclough (dipnot 10), 355-405; Holborn (dipnot 10), 284-338. Holborn (dipnot 10), 243-46; Barraclough (dipnot 10), 371. Andreas Osiander, The States System of Europe, 1640-1990 (Oxford: Clarendon Press, 1994), 72. Münster Anlaşması’nın metni için bkz. Fred Israel, ed., Major Peace Treaties in Modern History, 1648-1967 (New York: Chelsea House Publishers, 1967); Osnabrück Anlaşması için bkz. Clive Parry, ed., The Consolidated Treaty Series (Dobbs Ferry, N.Y.: Oceana Publications, 1981). Genel çözüm için bkz. Fritz Dickmann, “Rechtsgedanke und Machtpolitik bei Richelieu: Studienen neu en deckten Quellen,” Historische Zeitschrift 196 (Nisan 1963); a.g.y., Der Westphaelische Frieden (Münster: Aschendorff, 1965); Fritz Dickmann et al., eds., Acta Pacts Westphalicae (Münster: Aschendorff Verlagsbuchhandlung, 1962); George Pages, The Thirty Years War, trans. David Maland (New York: Harper and Row, 1970); Geoffrey Parker, The Thirty Years War (Londra: Routledge, Kegan, and Paul, 1997); J. V. Polisensky, The Thirty Years’ War, trans. Robert Evans (Berkeley: University of California Press, 1971) ve T. K. Rabb, ed., The Thirty Years’ War: Problems of Motive, Extent, and Effect (Boston: D. C. Heath and Company, 1964). 72 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler çözüm devletlere mutlak egemen otorite miras bırakmıştır.14 Vetsfalya’nın ardından devletler Avrupa’da temel yönetim biçimi hâline gelmiş ve Kutsal Roma İmparatorluğu’nda hiçbir ciddi rakiple karşı karşıya kalmamışlardır ki bu da tarihsel değişim iddiasının kalbinde yer almaktadır. Birleşik Eyaletler ve İsviçre Konfederasyonu etkin bir bağımsızlığa kavuşmuştur. Alman devletleri imparatorluğa karşı “antik haklarını” yeniden kazanmışlar ve imparatorluk dışında ittifaklar kurma hakkına sahip olmuşlardır.15 Westphalia’daki diplomatlar arasındaki iletişim, devlet özekliği, devletlerin eşitliği, devletler dengesi ve hatta ortak güvenliğin erken bir biçimine atıflarla bezenmiştir ki bunların hepsi egemen devletler sistemi dışında anlam ifade etmeyen fikirlerdir.16 Westphalia’nın ardından devletler iç özerliklerinde adeta sınırsız hâle gelmişlerdir. İmparatorluk kurumları Alman işbirliği için bir forum işlevi görmekle birlikte egemenliği azaltmamışlardır. Kendisi ve ardılları Habsburglardan oldukları için imparator kayda değer ölçüde anayasal güçlerini korumuş, ancak Habsburglar fiili olarak merkezi Avrupa toprakları dâhilinde sadece bir başka egemen konumuna indirilmişlerdir.17 Din ve siyaset, Westphalia’nın fiilen devlet egemenliğini beraberinde getirdiği diğer ana bağlamı sağlamıştır. Burada da anlaşma metinleri, en azından Alman prenslerine kendi topraklarında din üzerinde otorite tanıyan 1555 Augsburg Anlaşması’yla tıpatıp benzer bir açık egemenlik oluşturmamışlardır. Bunun yerine prensler Katolik, Luterci ve Kalvinci toplulukların belli oranda kendi topraklarında yaşamalarına ve dinlerini sürdürmelerine izin vermek ve birbirlerinin tebalarının dinini değiştirmeye çalışmamak üzere anlaşmışlardır.18 14 15 16 17 18 Genel çözümle ilgili olarak bkz. Dickmann et al. (dipnot 13); Dickmann (dipnot 13,1965 ve 1963); Pages (dipnot 13); Parker (dipnot 13); Polisensky (dipnot 13) ve Rabb (dipnot 13). Israel (dipnot 13), 21; Osiander (dipnot 13), 46-47. Diplomatların görüşleriyle ilgili olarak bkz. Osiander (dipnot 13), 27,41,77-89; William F. Church, Richelieu and Reason of State (Princeton: Princeton University Press. 1972), 283-349; Michael Roberts, Gustavus Adolphus, 2 vols. (Londra: Longmans, Green, 1958); a.g.y., Essays in Swedish History (Londra: Weidenfeld and Nicolson, 1967), 82-110; Carl J. Burckhardt, Richelieu and His Age (New York: Harcourt, Brace, and World, 1970); Robert Knecht, Richelieu (Londra: Longman, 1991); Armand-Jean du Plessis Richelieu, The Political Testament of Cardinal Richelieu: The Significant Chapters and Supporting Selections, trans. Henry Bertram Hill (Madison: University of Wisconsin Press, 1981). Onyedinci yüzyılın sonunda yeniden canlanan ve üyelerinin zaman zaman tek bir komuta altında askeri güçlerini birleştirdiği prens devletlerinin bölgesel örgütleri olan imparatorluk halkaları bunun istisnasıydı. Ancak bu istisna sınırlıydı: güçlü bir askeri işbirliği biçimi çoğunlukla Frankonya ve Svabya halkalarıyla sınırlıydı, küçük Alman devletlerinden oluşuyordu ve sadece devletlerin kendilerini XIV. Louis’in istilalarına karşı koruduğu 1697’den 1714’e kadar sürdü. Bkz. Roger Wines, “Imperial Circles, Princely Diplomacy, and Imperial Reform, 1681-1714,” Journal of Modern History 39 (Mart 1967), 27-29. Daha genel olarak bkz. Kann (dipnot 9), 52, 54; Osiander (dipnot 13), 46; Barraclough (dipnot 10), 381-87 ve Gagliardo (dipnot 10). Osiander (dipnot 13), 40; Holborn (dipnot 10), 368-69. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 73 Ancak egemenlik için hayati önem taşıyan soru prenslerin kendi iç işleriyle ilgili anlaşmalar imzalayıp imzalamadıkları değildir ki zaten modern devletler egemenliklerinden taviz vermeden kendi sınırları dâhilinde fiyatları veya kirliliği düzenlemek için sık sık anlaşma yapmaktadırlar. Mesele daha çok devlet dışında herhangi bir kurumun dine ilişkin bu anlaşmaları yürütme, yargılama ve yasama anayasal otoritesine sahip olup olmamasıdır. Burada anlaşma metinleri dini anlaşmazlıkların çoğunluk kararıyla değil, taviz ile hakemliğine hükmetmekte ve böylece egemen bir hak olan rızayı adeta dokunulmaz bırakmaktadır.19 Ancak günümüz devlet adamları ve diplomatlarının bakış açıları ve sonraki uygulamalar düşünüldüğünde bu süreçler pek anlam ifade etmeyecektir. Dönemin tarihçileri Otuz Yıl Savaşı’nın ileri safhalarında bile siyasal liderlerin coşkularını kaybettikleri ve siyasi bir iş olarak dinle rekabet etmeyi bıraktıkları konusunda genel olarak uzlaşmaktadırlar.20 Ayrıca imparatorluk kurumları aracılığıyla karar verilen herhangi bir dini mesele ile ilgili çok az kayıt bulunmaktadır. Son olarak da Westphalia’yı takip eden bir buçuk yüzyıldan uzun süre boyunca Augsburg’dan sonraki dönemin aksine ne prensler ne de imparator diğer bir prensin ülkesi dâhilinde dini rekabet için müdahalede bulunmamışlardır. Her ne kadar gelecekteki Avrupa anlaşmaları dini azınlıklar lehine egemenlikten taviz vermişlerse de dine müdahale bir daha asla 1517 ile 1648’deki oynadığı role yaklaşamamıştır. Din zaman zaman devletler arasındaki savaşlara kısmen katkıda bulunmuşsa da genel olarak bir savaş nedeni olmaktan çıkmıştır.21 Devlet egemenliğinin muazzam tarihsel önemi en iyi onaltıncı yüzyılın ortasından on yedinci yüzyıla kadar olan bu siyasi tarih bağlamında fark edilmektedir. Dini savaş ve buna bağlı egemenlik kısıtlamaları biz yüzyılı aşkın bir süre için Avrupa siyasetinde rekabetin ana kaynaklarından birisidir, ancak Westphalia’dan sonra bu merkezi öneme sahip çatışma biçimi ortadan kalkmıştır. Uluslararası açıklama ve uygulamalar daha sonra Westphalia’nın başardığını meşrulaştırmaya ve derinleştirmeye koyulmuştur. Önce Avrupa’da, daha sonra da yavaş yavaş diğer her yerde devletler belli bir toprak üzerinde önemli yürütme, yasama ve yargı gücü uygulayan tek yönetim hâline gelmişlerdir. Sonraki yüzyılda Emmeric Vattel ve Christian Wolff gibi düşünürler uluslararası hukuk ve devletlerin hukuki eşitliği doktrinlerini oluşturarak bu gerçeği tanımışlar, devletler de bir devletler sistemine uygun diplomatik görev ve uygulamalar oluşturarak sağlamlaştırmışlardır. Avrupa 19 20 21 Osiander (dipnot 13), 40-42. Parker (dipnot 13), 196-97; Holborn (dipnot 10); Barraclough (dipnot 10); Rabb (dipnot 13); David Maland, Europe in the Seventeenth Century (London: Macmillan, 1966); Kalevi Holsti, Peace and War: Armed Conflicts and International Order, 1648-1989 (Cambridge: Cambridge University Press, 1991), 46-59. Holsti (dipnot 20), 46-59; Osiander (dipnot 13), 49; Barraclough (dipnot 10), 381-87. 74 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler devletleri ayrıca yönetimlerin ancak esaslı devlet olma özellikleri göstermesi durumunda sistemin üyesi olarak kabul edildikleri tanıma standartları geliştirmişlerdir.22 Son olarak da devletler içişlerine müdahale etmemeyi uluslararası diplomasinin mihenk taşı olarak benimsemeye başlamışlardır.23 Bunların hepsi Westphalia’yı devrimsel hâle getirmektedir. WESTPHALIA’NIN KÖKENİ Fakat eğer Westphalia bir köken ise Westphalia’nın kökeni nedir? Reform’un Westphalia’yı ortaya çıkardığı iddiası mevcut düzen ile ikonoklastik fikirler arasındaki bir çelişkiyle ilgilidir. Bu tür bir çelişkinin Reform’un başlangıcı olan 1517 ile Westphalia’nın yılı olan 1648 arasında gelişmiş olması gerekir. 1517’de V. Şarl kendi topraklarını güçlendirirken Avrupa’nın egemenlikten uzaklaşması, bu dönemde tarihin akışını yeniden egemenliğe doğru döndürmek için yeni bir çekim kaynağının oluştuğunu göstermektedir. Bu dönüşü bazı Avrupa yönetimlerinin bir devletler sistemine ilgilerini ilk kez ifade ettikleri dağınık tarihlerde bulabiliriz. Fikirleri dikkate alan bir yaklaşım bu durumların çoğunda bu ilginin Protestanlıkla yaklaşık olarak aynı dönemde çıktığını görecektir. Şüpheci yaklaşımlar bile bu rastlantıyı göz ardı edemezken yine de bunu biraz daha fazla resmedeceklerdir. Maddi yapıların acımasız olduğuna inanarak moderniteden geriye dönüşü en aza indirecekler ve V. Şarl’ı ölmekte olan Orta Çağlar’ın en son hastalık nöbeti gibi göreceklerdir. Onlara göre egemen devlet olma durumuna duyulan ilgi, asırlarca süren maddi değişimin en üst noktaya ulaşmasıdır. Devlet ve devlet sistemiyle ilgili pek çok toplumbilimci yaklaşım da aslında maddi değişişimin yeterli olduğunu iddia etmektedir. Reform’un Westphalia üzerindeki etkisine dikkat çeken ilk kişi ben değilim. Bazı tarihçiler ve toplumbilimciler de bunu yapmışlardır.24 Fakat hiçbirisi bu etkinin işleyişlerini sistemli bir şekilde açıklamamış veya maddi güçlerden bağımsızlığını göstermemişlerdir. Benim fikirler ve maddi güçlerin iç içe geçmesine önem veren çalışmam ise Reform’un tek neden olmamakla birlikte merkezi bir neden olduğunu iddia 22 23 24 Tanıma uygulamaları ile ilgili bkz. H. Lauterpacht, Recognition in International Law (Cambridge, U.K.: University Press, 1947). Bkz. R. J. Vincent, Non-intervention in International Order (Princeton: Princeton University Press, 1974). Tarihçiler için bkz. Holborn (dipnot 10) ve Barraclough (dipnot 10). Reform’un etkisini kabul eden ve kısaca değinen toplumbilimciler için bkz. Bruce Porter, War and the Rise of the State (New York: Free Press, 1994), 68-69 ve Hall (dipnot 1), 51-67. Diğer araştırmacılar ise felsefi söylemler, mülkiyet hakları ve Roma hukukunun güçlenmesi gibi maddi olmayan unsurlara değinmektedirler. Bkz. Ruggie (dipnot 1,1993) ve Bartelson (dipnot 1). Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 75 etmektedir ki burada şu karşıolgusal iddiayı ima etmekteyim: eğer Reform olmamış olsaydı egemen devletlerden oluşan bir sistem en azından aynı biçimde veya aynı dönemde olduğu gibi gelişmemiş olacaktır. Daha kesin olarak ise eğer Reform olmasaydı Kutsal Roma İmparatorluğu ve imparatorun esaslı güçleri, kilisenin aşılması güç dünyevi güçleri, dini tekbiçimlilik, seküler hükümdarların egemen güçlerinin budanması, İspanya’nın Hollanda’yı kontrolü gibi Avrupa’nın ısrarcı Ortaçağcı olan özellikleri egemen devletler sistemine yol açmak üzere zamanında kaybolmamış olacaklardır. Geçerli olmak için bu tür bir karşıolgusal iddianın “tarihin minimal olarak yeniden yazılması kuralını” takip etmesi ve iddia edilen nedenin dışarı çıkartılıp diğer olay ve koşulların dokunulmadığı alternatif bir dünya sunması gerekir. Ayrıca bu akla yatkın alternatif dünyada geriye kalan olay ve koşulların nasıl aynı sonucu ortaya çıkardığını öneren bir “kotenabilite” kriterini karşılaması gerekir.25 Aksi halde karşıolgusal olmak akıl dışı bir bostan korkuluğundan daha fazla bir anlam ifade etmeyecektir. Reform’un olmadığı bir alternatif dünya öngörmek zor değildir. Bu tam da hâkim yapısalcı ve maddeci yaklaşımlarda anlatılan ve devlet ile devletler sisteminin Protestanlıktan tamamen ayrı olarak oluşturuldukları bir dünyadır. Fakat bu tür bir dünya akılcılık standardını karşılamaktayken ikna edici olamamaktadır. Reform olmadan tarih farklı görünecektir. Esasen egemen bir devlet sistemine karşı Ortaçağcı engeller zamanında değil, çok daha sonra kaybolacaktır. Ayrıca bu derecede şiddetli biçimde güç kaybetmeyecektir. Coğrafi olarak kıtaya yayılan ve içerik olarak da kapsayıcı olan Protestan fikirler kilisenin ve imparatorluğun tüm dünyevi güçlerine meydan okumuştur. Şiddetli nedenler şiddetli etkiler oluşturmuştur. Eğer Reform olmasaydı Ortaçağların gerileme süreci büyük ihtimalle bocalayacak ve bir özelliği bir dönemde kaybolurken diğer bir özelliği onyıllar veya bir asır sonra kaybolacaktır. Maddi yaklaşımlar da farklı devletlerin farklı dönemlerde geliştiğini gösterdikleri için bu iddiayı desteklemektedirler.26 Hendrik Spruyt ile beraber “rakip” kurumsal biçimlerin Yüksek Orta Çağlardan çok sonra devletin güçlenişine kadar egemen devlete meydan okuduklarını iddia ediyorum. Spruyt bu güçlenişi yaklaşık olarak Westphalia’ya yerleştirmekte, fakat Reform’u önemli bir açıklayıcı neden 25 26 Bu kriterlerle ilgili olarak bkz. Philip E. Tetlock and Aaron Belkin, “Counterfactual Thought Experiments in World Politics,” Philip E. Tedock and Aaron Belkin, eds., Counterfactual Thought Experiments in World Politics (Princeton: Princeton University Press, 1996), 21-25. “Tarihin minimal olarak yeniden yazılması kuralı” ile ilgili olarak yapısalcı maddi güçlerin kendilerinin bile kısmen Reform tarafından şekillendirilmiş olduğunu ve dolayısıyla bundan bağımsız olmadığını söylemekteyim. Burada ise sadece bunların bağımsız oldukları bir dünyanın akla yatkın biçimde hayal edildiğini ve aslında atıfta bulunduğum toplumbilimcilerin çoğu tarafından önerildiğini iddia etmekteyim. Bkz. Tilly (dipnot 7). 76 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler olarak ele almamaktadır.27 Benim iddiam, Reform dışında kurumsal eklektizmin de Vetsfalya’dan çok sonra bile devam edecek olmasıdır. Eğer Reform Westphalia’da devlet sistemini getirmemiş olsaydı daha sonraki tarihin çoğu da farklı olacaktır. Zira Reform’dan kaynaklanan dini savaşlardan Kutsal Roma İmparatorluğu’nun zayıflaması, güçler dengesinin yükselişi, Aydınlanma ve din ile devlet ayrımının artışı çıkmıştır. Eğer bu olaylar gerçekleşmeseydi her tarihsel dalın yörüngesi de giderek daha spekülatif olacağından diğer pek çok şey de farklı olacak ve bu böyle devam edecektir.28 Karşıolgusal olarak mantık yürütürsek bu alternatif ve hayali dünyaya ilişkin olarak kesin olmamız mümkün değildir. Sadece eğer içinde egemen bir devletler sistemi oluştuysa bu sisteme Westphalia sistemi diyebileceğimizi iddia edebiliriz, fakat bunun yerine bunu daha sonraki bir yüzyılla ve hayal edilemeyecek derecede farklı bir savaş ve tarihsel güç birleşimiyle özdeşleştiririz. Westphalia’nın zamanlama ve şiddetinin Reform’a olan bağımlılığını nasıl gösterebiliriz? Buradaki yöntem, ayrı yönetimlerde gelişmelerine (veya gelişmeyi başaramamalarına) paralel olarak Westphalia’daki çıkarların üzerinde durmak ve böylece kıta çapındaki bir olayın karmaşık nedenlerini basitleştirmek ve zaman ve mekân boyunca karşılaştırabilecek ayrılabilir bir vaka dizisi saptamaktır.29 Alman devletleri ve Hollanda’nın kuzey eyaletleri gibi bazı yönetimler kısmen bağımsız ön devletlerdir: onlar ve onlar gibi konumlanmış devletler için Westphalia bağımsızlık anlamına gelmiştir. Fransa ve İsveç gibi diğerleri zaten bağımsızdırlar. Onların ilgisi Avrupa’nın geri kalanında egemen devlet olma durumu biçimini almıştır. Gösterdiğim gibi tüm bu yönetimler Reform tarafından ortaya çıkarılan krizin doğrudan sonucu olarak egemen devlet olmaya doğru çıkar geliştirdiler. Olumlu bir strateji kullanarak Reform krizleri ile bu çıkarların gelişimi arasındaki sıkı nedensel bağı göstermekteyim. Daha sonra olumsuz biçimde aynı çıkarlar ile şüphecilerin hayali karşıolgusal dünyasını şekillendiren yapısal maddi eğilimler arasındaki zayıf bağlantıyı açığa çıkarmaktayım. Eğer Westphalia’daki çıkarları açıklamakta başarısız olurlarsa o halde hayali dünya ikna edici bir dünya değildir. İki stratejinin birlikte destekledikleri ise James March ve John Olsen’in “tarihsel olarak etkisiz” 27 28 29 Spruyt (dipnot 1), 153-180. Karşı olgusallarla ilgili olarak bkz. James D. Fearon, “Counterfactuals and Hypothesis Testing in Political Science,” World Politics 43 (Ocak 1991) ve Tedock and Belkin (dipnot 25). Gary King, Robert O. Keohane ve Sidney Verba bu strateji için “az olandan çok sayıda gözlem yapmak” şeklinde bahsetmektedirler. Bkz. King, Keohane, and Verba, Designing Social Inquiry: Scientific Inference in Qualitative Research (Princeton: Princeton University Press, 1994), 217-28. Tedock ve Belkin (dipnot 25) bu yöntemin karşıolgusallarla birlikte ve bunlar dâhilinde uygun olarak kullanılabilmesini önermektedirler (ss. 30-31). Bu da “yansıtılabilirlik” adını verdikleri kriteri karşılamaktadır. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 77 şekilde Westphalia’ya uzanan yol adını verdikleri iddiadır. Bu da norm ve kurumların öncel çevresel koşullardan – ki burada maddi olanlardan bahsediyoruz – öngörülemeyen bir şekilde nasıl geliştiklerinin açıklamasıdır.30 Sadece fikirlerde beklenmeyen bir devrim Westphalia’yı açıklayabilir. FİKİRLERİN İKİ ROLÜ Reform üzerine yapılan araştırmalar gibi fikirlerin toplumsal etkisine ilişkin kuramlar da pek yeni sayılmazlar ki Weber’in Protestanlık üzerine makalesi her ikisine de bir örnektir. Ancak yakın tarihte uluslararası ilişkiler ve karşılaştırmalı siyaset araştırmacıları fikirlere yönelik yeni bir ilginin uyanmasına önderlik etmişlerdir.31 Reform’un nasıl Westphalia’yı ortaya çıkardığını açıklarken onların ve önceki araştırmacıların çalışmalarından faydalanarak fikirlerin güç uyguladığını ve siyasal çıkarları iki ayrı rol aracılığıyla şekillendirdiğini tartışmaktayım.32 Birinci rolde insan grupları kendi kimliklerine yeni fikirler uyarlamaktadırlar. Bir “dönüşüm” geçirmekte ve fikirlerin salık verdiğini arzulamaya başlamaktadırlar. Kimlik burada bir insanın toplumsal rolüne göre hangi özelliklerinin onu diğerlerinden ayrı kıldığına ilişkin algısına atıfta bulunmaktadır: bu kişi bir Luterci, Katolik veya Alman milliyetçisi midir?33 Kimlikler kısmen insanların uzun dönemde istikrarlı olarak korudukları fikirlerden meydana gelmektedir. Örneğin Protestan kimliğe sahip bir insan 30 31 32 33 James G. March and Johan P. Olsen, “The Institutional Dynamics of International Political Orders,” International Organization 52 (Bahar 1998), 958. Bu eğilime ilişkin genel değerlendirmeler için bkz. Judith Goldstein and Robert O. Keohane, “Ideas and For eign Policy: An Analytical Framework,” Goldstein and Keohane (dipnot 3); Peter Katzenstein, ed., The Culture of National Security: Norms and Identity in World Politics (New York Columbia University Press, 1996); Peter Hall, ed., The Political Power of Economic Ideas (Princeton: Princeton University Press, 1989); Wendt (dipnot 1,1994 ve 1992); Mark Blyth, “Any More Bright Ideas? The Ideational Turn of Comparative Political Economy,” Comparative Politics 29 (Ocak 1997); John Kurt Jacobsen, “Much Ado about Ideas: The Cognitive Factor in Economic Policy,” World Politics 47 (January 1995); Michael Mann, The Sources of Social Power, vol. 1 (Cambridge: Cambridge University Press, 1986). Kendi çerçevemi fikirlerin işlerlik kazandığı tek süreç olarak değil, mevcut devrimi açıklamak için faydalı bir çerçeve olarak önermekteyim. Farklı yol ve düzeneklerin bir dosyası için bkz. Goldstein and Keohane (dipnot 31), 8-26 ve Katzenstein (dipnot 31), 52-65. Fikirlerin etki sahibi olacağı koşulları ifade eden bir genel kuram önermemekteyim. Daha ziyade iddiam egemenlikteki devrimlerin (fikirlerdeki devrimlerin) nedenlerine ilişkin olup fikirlerde devrim yaratanın nedenlerine ilişkin olmayan bir kuramdır. Kimliğin bir tanımı için bkz. Ronald L. Jepperson, Alexander Wendt, and Peter J. Katzenstein, “Norms, Identity, and Culture in National Security,” Katzenstein (dipnot 31): “aktör tarafından tutulan ve yansıtılan ve belirgin ötekilerle ilişkiler sayesinde oluşan (ve zamanla değişen) imgeler.” (p. 59). 78 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Protestan fikirlerini korumakta ısrarcı olur. Ancak fikirler değişebilir ve hatta insanlar yeni fikir ve özalgılar geliştirmeye başladıklarında değişirler. Fikirlerin kimlikleri meydana getirmesi önemsiz bir iddia gibi görünebilir. Veya tanım itibariyle doğru da olabilir: fikirlerin kendileri kimlikleri meydana getirmemekte midir? Fakat bu iddia, bunu ancak eğer insanların yeni kimliklerine nasıl ulaştıkları, yani kuramsal veya pratik olarak neyin aslen geçerli olduğuna ilişkin olarak fikirlerin öne sürdüklerinin mantıklı bir şekilde değerlendirilmesiyle ilintili bir şekilde düşündüğümüzde daha anlamlı hâle gelmektedir. Bu tür bir “değerlendirme mantığı” aslında önemli şüpheci alternatiflerle karşıtlık oluşturmaktadır. İnsanların fikirleri basitçe “askılar”, yani örneğin zenginlik ve konum gibi tamamen ayrı amaçlara ulaşmak için araç olarak benimseyebileceklerini reddetmektedir.34 Bu yaklaşım, fikirlerin daha güçlü bir rol oynadığını, yani maddi amaçlara ulaşmak için kullanılan, fakat amaçların kendisinin içeriğini şekillendirmeyen araçlara ilişkin “belirsizliği çözdüklerine” bile karşı çıkmaktadır.35 Ayrıca kimlik değişiminin sadece bilgi işlemesi için kullanılan bir psikolojik düzenekten daha fazla anlamı olduğunu önermektedir.36 Değerlendirme mantığı, en önemli türden bir kimlik değişimidir. Benim iddiam ise değerlendirme mantığının insanların kimliklere ulaşmasının tek yolu olmadığıdır. Şüpheci alternatifler akla yatkın ve fiilen şüphe götürmezdir ve kimliklerdeki her ana toplumsal devrim çok büyük ihtimalle alternatifler ile değerlendirme mantığının bir tür birleşimini içermektedir. Benim karşı çıktığım ise kimlik değişiminin herhangi bir şüpheci alternatife indirgenmesidir. Değerlendirme mantığının Protestan Reform’un arkasında hayati bir itici güç olduğu hipotezini getirmekteyim. Bunun kanıtı, kimlik değişiminin diğerlerinin yanı sıra vaaz, el yazması, matbaa, ilahiyattaki değişimler ve Katolik kilisesindeki kriz gibi doğaları gereği değerlendirmeyi destekleyen toplumsal koşulların güçlenmesine tekabül etmesinde yatmaktadır. Şüpheci bir indirgemeye karşı kanıt ise bu tür bir kimlik değişimi ile örneğin sınıfsal devrim gibi ayrı maddi amaçlara yeni tür bir erişimi destekleyen toplumsal koşulların şeklindeki değişimler arasında sıkı bir bağ bulunmamasıdır.37 Fakat grup kimliklerini şekillendirmek yeterli değildir. Popüler dönüşüm, fikirlerin nasıl prenslik veya devlet liderlerini sefere çıkmaya veya birliklerini 34 35 36 37 Kenneth Shepsle, “Comment,” in R. Noll, ed., Regulatory Policy and the Social Sciences (Berkeley: University of California Press, 1985). Goldstein and Keohane (dipnot 31), 16. Bkz. Brian Ripley, “Psychology, Foreign Policy, and International Relations Theory,” Political Psychology 14 (September 1993). Toplumsal inşa süreçleri için bkz. Peter L. Berger and Thomas Luckmann, The Social Construction of Reality (New York: Doubleday, 1966); Finnemore and Sikkink (dipnot 1), 913. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 79 yeni uluslararası anayasalar lehine harekete geçirmeye sevk ettiğini ya da mukavemet gösteren liderleri nasıl zayıflattığını veya devirdiğini tek başına açıklamamaktadır. Toplumsal güç olarak fikirlerin ikinci rolünde yeni kimliklere dönüştürülen kişiler, prenslerine, meclislerine, başkanlarına veya yeni anayasa getirme veya zayıflatma yetisine sahip diğer bir kişiye maliyet ve faydaları değiştirmeye teşebbüs ederler. Bu amaçla geleneksel siyasal akım biçimindeki ödül ve cezaları kullanırlar: oylar, vergiler, bürokratik güç, isyan tehdidi vb. İnsanlar amaçlarına ulaşmalarını sağlama konumuna sahip olanların fırsat maliyetlerini değiştirerek taleplerinin peşinde oldukları için fikirlerin ikinci rolü bu anlamda akılcı seçim kuramını andırır. Burada ayırt edici olan ise bu araçları kullananların, tercihlerini tanımlayan fikirlerden oluşan yeni kimliklere dönüştürülenler olmasıdır. Buradaki fikirler sadece zenginlik veya güç arayışı meşrulaştırmalarından ve de pazarlıktaki “odak noktaları”ndan açıkça daha büyük bir anlama gelmektedir.38 Yeni toplumsal güç, bundan kaynaklanan (Westphalia’ya yönelik çıkarlar gibi) sonuçların zamansal ve mekânsal olarak kimliklerin gösterdiği talepleri dayatan kimlik taşıyıcılarının stratejik hareketlerine denk geldiği zaman kanıtlanmaktadır. Birlikte bu iki rol, yeni fikirler ve eski anayasa arasındaki çelişkinin düzeneğidir ki bu da fikirleri aydınların kafalarından yeni uluslararası düzenlere doğru teşvik eder. Ancak roller, bu işe dâhil olan insan ve kurumlarla ilgili pek az şey söyler. Fikirler, onları siyasete taşıyan “kurye” ile ilgili seçici değildirler ve roller de aktörlerle değil, süreçlerle ilgilidir. Mevcut vakalar arasında entelektüel topluluklar, ulus aşırı ağlar, yönetici seçkinler ile dini katılım kalıplarını değiştirmek, isyan tehdidinde bulunmak ve aksi durumlarda da Westphalia tipi bir egemen devlet olma durumu peşine düşen liderlere teşvik yaratmak yoluyla güçlerini uygulayan tüm vatandaş sınıfları bulunmaktadır.39 Bu aktörler ve güç biçimleri farklı şekillerde ve farklı yönetimlerde şu yollarla yeni türlerde çıkar ifade ederler: (1) Toplumsal grupların seçkinlere baskı yaptığı “aşağıdan Reform”; (2) Seçkinlerin daha güçlü ve etkin bir rol oynadıkları “yukarıdan Reform” ve (3) Protestan reformcuların Protestan bir 38 39 Goldstein and Keohane (dipnot 31), 17-20; Geoffrey Garrett and Barry R. Weingast, “Ideas, Interests, and Institutions: Constructing the European Community's Internal Market,” Goldstein and Keohane (dipnot 3); Shepsle (dipnot 34). Toplumsal güçle ilgili ana bir kaynak için ayrıca bkz. Mann (dipnot 31). Entelektüel topluluklarla ilgili bkz. Emanuel Adler and Peter Haas, “Conclusion: Epistemic Communities, World Order, and the Creation of a Reflective Research Program,” International Organization 46 (Kış 1992). Ulusaşırı ağlarla ilgili bkz. Kathryn Sikkink, “Human Rights, Principled Issue Networks, and Sovereignty in Latin America,” International Organization 47 (Yaz 1993) ve Margaret Keck and Kathryn Sikkink, Activists beyond Borders: Advocacy Networks in International Politics (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1998). Halkların etkisine ilişkin bir örnek için bkz. David Lumsdaine, Moral Vision in International Politics (Princeton: Princeton University Press, 1993). 80 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler devlet yaratmayı başaramadığı, ancak Westphalia’da vücut bulan siyasal bir sekülerleşmeye neden olan toplumsal bir taviz kopardıkları “politik çözüm”.40 Fikirlerin her iki rolü de kimlikleri değiştirmek ve toplumsal gücü yönlendirmek açısından inşacı araştırmacıların taahhütlerinin yankılarıdır. Kimliklerin nasıl şekillendiğini açıklamak için bazı inşacılar fikirlerin kimlikleri değiştirmeye yönelik ilk rolüne sarılırlar. Çok daha fazla sayıda araştırmacı ise kimlikleri ideoloji ve kültür tarafından tanımlanan aktör ve kurumların daha sonra devletin çıkarlarını şekillendirmek için nasıl toplumsal güç uyguladığına ilişkin olan ikinci rolü vurgularlar.41 Burada kullanılan çerçeve bu iki akımı tanıyıp birleştirmektedir. Aynı inşacılar gibi bu yaklaşım da meseleye neorealizm ve neoliberalizm gibi devletlerin sabit kimliklere ve genelde maddi çıkarlara sahip olduğunu ve bu çıkarların peşine düşmek için amaç ve araçlara ilişkin akılcı bir hesaplama yaptıklarını varsayan akılcı kuramlar gibi bakmaktadır. Daha ziyade devletlerin kimlik ve çıkarları toplumsal çevreleri yoluyla şekillenir.42 Ancak daha karmaşık biçimlerinin kimlik, norm ve toplumsal bağlamları göz önüne aldığı akılcı yaklaşımlarla çok keskin bir karşıtlık çizmememiz de gerekir.43 İnşacılık ve burada sunulan yaklaşım ancak yapısalcı maddeci bir biçim alan bu akılcı kuramlar ile yollarını ayırmaktadır. Devlet ve devletler sistemi oluşumuna ilişkin çoğu yaklaşım da aslında bu tür bir maddeci akılcılık dile getirmektedir. Fakat ben bir açıdan kurucu uluslararası normatif yapıları (yani egemen anayasal otorite yapısı) ajanların (yani devletlerin) hareketlerinin sonucu olarak 40 41 42 43 Nedensel yollarla ilgili bkz. and Keohane (dipnot 31), 24-26 ve Katzenstein (dipnot 31), 52-65. İlk kategoride bkz. Miada Bukovansky, “American Identity and Neutral Rights from Independence to the War of 1812,” International Organization 51 (Yaz 1997); Richard Price, “Reversing the Gun Sights: Transnational Civil Society Targets Land Mines,” International Organization 52 (Yaz 1998); Richard Price and Nina Tannenwald, “Norms and Deterrence: The Nuclear and Chemical Weapons Taboo,” Katzenstein (dipnot 31); Audie Klotz, Norms in International Relations: The Struggle against Apartheid (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1995); Finnemore and Sikkink (dipnot 1), 898. İkinci kategoride örnekler için bkz. Goldstein ve Keohane (dipnot 3) makaleleri ve Katzenstein (dipnot 31) makalelerinin çoğu. Jepperson, Wendt, and Katzenstein (dipnot 33), 58-60. Bu versiyonlar, fayda işlevlerinin kimlikler, kültür ve psikolojik şema tarafından nasıl belirlendiğini göstermekten “norm girişimcilerinin” ortak bilgi inşa etmek ve diğerlerinin fayda işlevlerini kendi taahhütlerine göre değiştirmek için giriştikleri teşebbüslerin akılcılığını ortaya koymaya, fikirlerin “odak noktaları” veya “belirsizlik çözücüleri” olarak nasıl akılcı hareket arayışını değiştirdiklerine ilişkin modeller aramaya ve akılcı hareketin toplumsal bağlamını kaydetmeye kadar farklı stratejiler benimsemektedirler. Bkz. Finnemore and Sikkink (dipnot 1), 909-15; Goldstein and Keohane (dipnot 31), 3-30; Miles Kahler, “Rationality in International Relations,” International Organization 52 (Bahar 1998), 933-38; March and Olsen (dipnot 30), 952-54; Jon Elster, Nuts and Bolts for the Social Sciences (Cambridge: Cambridge University Press, 1989); a.g.y., Political Psychology (Cambridge: Cambridge University Press, 1993). İnşacı ve akılcı geleneklerin uzlaştırılabilirliğine ilişkin daha şüpheci bir yaklaşım için bkz. Ruggie (dipnot 1,1998), 883-85. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 81 açıklayarak inşacıların gündemini genişletmeyi önermekteyim. İnşacılar kurucu bir norm olarak egemenliğin önemini kabul etseler de buna tipik olarak devlet kimlikleri ve davranışının bir ürünü değil, etkeni olarak bakmaktadırlar.44 Fakat en belirgin olarak Rodney Bruce Hall’un Birinci Dünya Savaşı yoluyla erken modern Avrupa’dan itibaren ulusal kimlik ve uluslararası sistem arasındaki ilişkiyi izleyen Ulusal Ortak Kimlik adlı çalışmasında olduğu gibi bu düşünceye istisnalar da mevcuttur. Hall’a fazlasıyla yakınlık duyan birisi olarak benim iddiam onun “topraksal egemenlik” adını verdiği kavram ve bunun Hall’un bana göre çok daha kısa ele aldığı Protestan Reform’daki kökenleri üzerinde durmaktadır.45 İnşacılığa sıcak bakan yorumcular da aynı Hall gibi yazarların başlattığı ve benim de ileriye götürmek istediğim tür bir kuramsal gelişme çağrısında bulunmaktadırlar: Jeffrey Checkel ajanların normatif yapıları nasıl şekillendirdiğini açıklamaya çalışırken Janice Thompson egemenlik normlarının kökenlerinin bir incelemesini sunmaktadır.46 REFORM’UN ETKİSİNE KARŞI YAPISAL ŞÜPHECİLİK Fikirlerin bahsedilen bu tür işleyişlerine karşı ihtiyatlı yaklaşanlar, bunun yerine çeşitli maddi yapılara yönelerek yönetimleri açıklayacak olan eleştirmenlerdir. Bunlar, kendileri fikirlerden oluşmayan birey ve grupların davranışı üzerindeki toplumsal kısıtlamalardır: teknoloji, şiddet ve vergilendirme kurumları, sınıf, toplumsal koalisyonlar, askerî ve ekonomik gücün uluslararası dağılımı vb. Bu eleştirmenlere göre, yönetimler silah, zenginlik, daha güçlü vergi toplayıcı bürokrasilere vb. bağlı olarak güçlerini artırdıkları zaman egemen bir devlet sistemine yönelik çıkar geliştirmişlerdir. Buna göre çıkarlar, güçten kaynaklanmış ve buna mukabil olarak yönetimlerin Kutsal Roma İmparatorluğu gibi diğer rakip kurumlara karşı öne çıkmasına izin vermiştir. Westphalia sadece nihai zaferlerini meşru hâle getiren normlar kümesidir. Bu yapısalcılığın bazı biçimlerine göre devlet, savaş kazanmaya en müsait kurum olduğu için öne çıkmıştır. Örnekler arasında Charles Tilly’nin çalışmaları ve devletleri savaşın maliyet ve ölçeğine dayanabilecek en uygun kuruma dönüştüren askeri teknoloji ve örgütlenmenin erken bir modern dönüşümü olan 44 45 46 Biersteker and Weber (dipnot 1); Jepperson, Wendt, and Katzenstein (dipnot 33), 45-46; Ruggie (dipnot 1,1993); Ruggie (dipnot 1,1998), 870; Wendt (dipnot 1,1992), 412-15. Hall (dipnot 1), 51-58. Checkel (dipnot 1), 340-42; Thomson (dipnot 1). Ayrıca John Gerard Ruggie’nin “uluslararası ilişkilerdeki sosyal inşacılar henüz kurucu kurallara ilişkin bir kuram bulamamışlardır” yorumu için bkz. Ruggie (dipnot 1, 1998), 872. 82 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler “askerî devrim”i kuramlaştıran yazarlar bulunmaktadır.47 Diğer biçimler ise mülkiyet haklarını temin etme, vergi toplayabilme ve diğer devletlerle makul biçimde ticaret anlaşmalarına girebilme becerisi sayesinde zenginliği en iyi şekilde üretebildiği için devleti muzaffer görmektedirler. Örneğin Hendrik Spruyt Orta Çağlardaki ticaret patlamasının, toplumsal gücü o zamanlar ticareti en iyi şekilde destekleyebilecek olan devlet kurumlarını yaratmak amacıyla krallarla ittifak hâlinde bulunan şehirlere kaydırdığını söylemektedir.48 Yine bazı biçimlerde ise devlet erken modern sınıf yapısındaki değişikliklerden çıkmıştır.49 Son olarak ise devletin zaferine ilişkin realist yaklaşımlar vardır. Bu ilk başta yanıltıcı görünebilir: realizm egemen devletlerin zaten var olduğunu varsaymamakta mıdır? Kesin olarak evet, ancak yine de Avrupa güçler dengesinin nasıl imparatorluk, İspanya ve Habsburglardan Fransa, İsveç ve kısmen bağımsız Alman ve Hollanda öndevletleri arasındaki ittifaka kaydığını anlatan ve realizme yakından benzeyen yaklaşımlar da bulmak mümkündür. Westphalia sadece bu ittifakın zaferini onamıştır.50 Özet olarak, fikirlerde kökeni olan herhangi bir yaklaşımın tüm bu şüphecilik biçimlerine yanıt vermesi gerekir. WESTPHALIA’NIN KÖKENİ OLARAK REFORM’A İLİŞKİN KANITLAR 47 48 49 50 Otto Hintze, The Historical Essays of Otto Hintze (Oxford: Oxford University Press, 1975); Richard Bean, “War and the Birth of the Nation-State,” Journal of Economic History 33 (Mart 1973); Porter (dipnot 24); Tilly (dipnot 7). Burada istisna olan Reform’u topraksal egemenlik için önemli bir kaynak olarak gören Hall’dur (dipnot 1). Reform’un kısmen açıklayıcı rolünü kabul ettiği için Porter da önemli bir istisnadır. Bkz. Porter (dipnot 24), 68-69. Askerî devrimle ilgili klasik örnek için bkz. Roberts (dipnot 16,1967), 195-225. Askerî devrimin uzun dönemli siyasi sonuçlarıyla ilgili etkileyici bir yakın tarihli çalışma için bkz. Brian Downing, The Military Revolution and Political Change (Princeton: Princeton University Press, 1992), özellikle 56-74. Askerî devrim tezinin bir eleştirisi için bkz. “The ‘Military Revolution,’ 1550-1660: A Myth?”Journal of Modern History 48 (Haziran 1976) ve a.g.y., The Military Revolution (Cambridge: Cambridge University Press, 1988). Douglass C. North and R. P. Thomas, The Rise of the Western World (Cambridge: Cambridge University Press, 1973); Spruyt (dipnot 1). Immanuel Wallerstein, The Modern World System: Capitalist Agriculture and the Origins of the European World-Economy in the Sixteenth Century (New York: Academic Press, 1974); N. K. Anderson, “The Reformation in Scandinavia and the Baltic,” G. R. Elton, ed., The New Cambridge Modern History (Cambridge: Cambridge University Press, 1958). Bkz. Paul Kennedy, The Rise and Fall of the Great Powers: Economic Change and Military Conflict from 1500 to 2000 (New York: Random House, 1987), 31-73; Aristide R. Zolberg, “Origins of the Modern World System: A Missing Link,” World Politics 33 (Ocak 1981), 253-58; Ludwig Dehio, The Precarious Balance, trans. Charles Fulman (New York: Knopf, 1962); S. H. Steinberg, “The Thirty Years War and the Conflict for European Hegemony,” Rabb (dipnot 13); Robert Gilpin, War and Change in World Politics (Cambridge: Cambridge University Press, 1981). Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 83 Burada kullanıldığı şekliyle Reform krizi, bir yönetim içinde Protestan siyasal düzen yanlıları ile Katolik siyasal düzen yanlıları arasındaki derin ve tartışmalı toplumsal mücadeledir ki bu mücadele zaman zaman yaygın şiddet içerirken bir din birliği talebi her iki taraf için de daim olmuştur. Bu tür bir Reform krizi sayesinde yönetimler egemen devlet olmaya yönelik bir çıkar geliştirmeye başlamışlardır. Toplumsal mücadele, fikirlerin iki rolü aracılığıyla gözler önüne serilmiştir. Fakat Protestan fikirlerin nasıl nüfuz kullandığını bilebilmek için önce Protestan fikirlerin ne olduğunu ve neden siyasal olarak kuvvetli olduklarını bilmemiz gerekmektedir. Reform’un nüfuzu meselesi bu soruların yanıtları ile başlamaktadır. REFORM’UN SİYASAL TEOLOJİSİ Çok geniş, karmaşık ve farklı şekillerde ele alınmış olsa da Reform teolojisi Hristiyan kilisesinin ne olmadığı konusunda ortak bir doktrin ortaya koymuştur: kilise tek bir insanın otoritesi altında göze çarpan şekilde birleşmiş bir kurum değildir. En azından Martin Luther için kilise sadece doktrinsel anlamda özgün olan yerel kiliselerin bir toplamıdır.51 Bu kilise teolojisinin, kilisenin geniş mülk alanlarına el koyulması, imparatorun dini birliği uygulama otoritesinin sona ermesi, kilise görevlilerinin dünyevi görevler yapmalarının yasaklanması ve papa ile imparatorun kiliseyle ilgili güçlerinin ortadan kaldırılması gibi muazzam kurumsal sonuçları olmuştur.52 Ancak feragat edilmiş olan bu tür güçlerin akışına bırakılması mümkün olmamıştır. Almanya’da prensler, Hollanda’da Eyaletler Meclisi, İsveç ve İngiltere’de ise kral gibi seküler otoriteler tarafından benimsenmişlerdir. İşlevler arasındaki bu yeni ayrım ayrıca Luther’in siyasi teolojisi olan “İki Krallık ve İki Hükümet Doktrini”nden destek almıştır. Buna göre Tanrı iki hükümet biçimine sahip iki dünyevi düzen yaratmıştır. Birisi İsa ile inananın ruhu arasındaki ilişkinin alanı olan ruhanî alandır. Diğeri ise sivil memurlar, kanunlar ve şiddet yoluyla idare edilen ve seküler toplum düzeni olan dünyevi alandır. Reformcular bir ayrım talep etmişlerdir. Dolayısıyla kilise papazları kamusal düzen 51 52 Martin Luther, The Freedom of a Christian, trans. W. A. Lambert and ed. H. J. Grimm, Luther’s Works, cilt. 31 (Philadelphia: Westminster Press, 1957); a.g.y., Bondage of the Will, trans. Philip S. Watson ve Benjamin Drewery ve ed. P. S. Watson, Luther's Works, vol. 33 (Philadelphia: Westminster Press, 1972); Quentin Skinner, The Foundations of Modern Political Thought, cilt. 2 (Cambridge: Cambridge University Press, 1978); Euan Cameron, The European Reformation (Oxford: Oxford University Press, 1991), 99-198; Heiko Oberman, Luther: Man between God and the Devil (New Haven: Yale University Press, 1989); Steven Ozment, Protestants: The Birth of a Revolution (New York: Doubleday, 1992), 43-86; Louis Bouyer, The Spirit and Forms of Protestantism (Londra: Harville Press, 1955). Cameron (dipnot 51), 145-55. 84 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler görevlerini yerine getirmeyecek ve memurlar, prensler ve krallar da dini törenler yapıp vaaz vermeyeceklerdir.53 Her ne kadar Luther’in risaleleri veya John Calvin’in Kurumlar adlı eseri Westphalia tipi bir egemen devletler sistemi taslağı oluşturmamışsa da Reform’un siyasal teolojisi iki alanı ayırmak yoluyla esasen egemenliği salık vermiştir. İmparatorluk içindeki seküler otoriteler için kilisenin geri kalan dünyevi ayrıcalıkları onların güç sınırlarını doldurmaktadır. Bu nokta esastır: Reform’un temel savları egemenliğe işaret etmektedir. Kilise, 1521’deki Worms Diyet’inde Luther’i kınamıştır. On yıl sonra V. Şarl, sapkınlığı bastırmak için ordularını göndermiş ve bu imparatorluk girişimi en azından 1630’lar boyunca devam etmiştir. Silah tehdidi karşısında reformcular, kendilerini koruyabilecek ordulara sahip seküler hükümdarlar ile ittifak yapmak ve onlara tam egemenlik vermek için artık daha fazla nedene sahip olmuşlardır. O halde Reform teolojisi egemenliği salık vermesi anlamında sadece dolaylı değil, ayrıca V. Şarl’ı tehdidi bastırmaya yönlendirmesi ve karşılığında reformcuların korunma talep etmesi anlamında doğrudan da egemenliğe yol açmıştır. Her ne kadar tecrit durumunda hesaba katılan bir fiziksel korunma teolojik olarak yüklü bir ihtiyaç sayılamazsa da reformcuların buna olan ihtiyacı sapkın inançları dışında pek de akıllıca değildir ki bu inançlar bile tek başına imparatorun silahlı yanıtına yol açmıştır. Egemen devlet olma durumu Karşı Reform’u durduracak bir kabuktur. Reform’un bir başka önemli özelliği de Avrupa Hristiyanlığı tarihindeki siyasi önermelerinin yeniliğidir. Bu özgünlük yöntembilimsel bir itirazı bertaraf etmektedir: eğer Westphalia’ya neden olan sapkın teolojik fikirlerdiyse o zaman neden daha önceki sapkınlıklar aynı siyasal etkiye sahip olmamıştır? Aslında tam tersine İngiltere’deki Lollard hareketi, güney Avrupa’daki Waldenseler ve Bohemya’daki Hussitler gibi önceki üç asırda görülen sapkınlıklar aynı siyasi fikirlere işaret etmemişlerdir. Önceki hareketler elbette kilisenin doktrin ve uygulamalarına karşı çıkmışlar, ancak kilisenin hiyerarşik ya da dünyevi güçlerini zayıflatan bir siyasal teoloji geliştirmemişlerdir.54 İddiamızı doğrular şekilde farklı içeriğe sahip farklı fikirler farklı siyasi sonuçlar çıkarmıştır. REFORM VE YÖNETİMLERİN WESTPHALIA’YA YÖNELİK ÇIKARLARI ARASINDAKİ İLİNTİ 53 54 A.g.e., 152-53; Martin Luther, Whether Soldiers, Too, Can Be Saved, trans. Charles M. Jacobs and ed. Robert C. Schultz, Luther’s Works, vol. 46 (Philadelphia: Westminster Press, 1967); a.g.y., Temporal Authority: To What Extent It Should Be Obeyed, trans. J.J. Schindel ve ed. W. I. Brandt, Luther’s Works, c. 45 (Philadelphia: Westminster Press, 1967); Ozment (dipnot 51), 122-40; Skinner (dipnot 51), Romans 13. Cameron (dipnot 51), 70-78. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 85 Eğer Reform teolojisi ve egemenlik özde ve kavramsal olarak birbirlerine bağlılarsa ayrıca tarihsel ve nedensel olarak da bağlılardır. Dolayısıyla bir egemen devletler sisteminde çıkara sahip olan her yönetim güçlü bir Reform krizi geçirmişken egemen devletler sistemine karşı savaşan her yönetim ise din değiştirmeye ikna ettiği birkaç kişi kazanmıştır. Bu ilinti ayrıca bir zamanlama da içermektedir: egemen bir devletler sisteminde çıkar kazanan yönetimlerin çoğu bunu genellikle topraklarına Protestanlığın gelişini takip eden bir nesil içinde yapmışlardır ve çoğu da Protestanlık gelmeden önce egemen bir devletler sistemine çok az eğilim göstermişlerdir. Bu ilintiler iddiamızı sağlamlaştırmaktadır. Tablo 1’in ilk üç sütunu bu ilintiyi basitleştirilmiş olarak göstermektedir. Birinci sütun, Westphalia’dan önceki yüzyıldaki ana yönetimleri listelemektedir. İkinci sütun bir yönetimin bir egemen devletler sisteminde çıkar sahibi olup olmadığını ve eğer olduysa bunu ne zaman yaptığını göstermektedir. Üçüncü sütun bir yönetimin Reform krizi geçirip geçirmediğini ve bunu ne zaman geçirdiğini göstermektedir. Dördüncü sütun bir devletin kurumlarının gelişiminin zamanlamasını ve doğasını genellemektedir. İkinci ve üçüncü sütunlar, bir Reform krizinin varlığı ve zamanlamasının Westphalia’ya yönelik siyasi çıkarla güçlü biçimde denk geldiğini göstermektedir. Otuz Yıl Savaşı’nda Westphalia için savaşan dört ana yönetimde (veya Almanya örneğinde yönetimler bölgesinde) yani Almanya, Hollanda, İsveç ve Fransa’da egemen bir devletler sistemine yönelik çıkar, Reform krizini takip eden bir nesil içinde oluşmuştur. Her ne kadar Westphalia için yaşanan silahlı çatışmaya doğrudan dâhil olmamışlarsa da İngiltere, Danimarka ve Transilvanya’da da bir Reform krizi yaşanmış ve bu ülkeler diplomatik olarak imparatorluk karşıtı devletleri desteklemişlerdir. Ayrıca önemli olan, Katolik yönetimlerin, Katolik Alman prensliklerinin, İspanya, İtalya veya Polonya’nın da egemen bir devletler sistemine yönelik çıkar oluşturmamalarıdır. Bunlar imparatorlukla müttefik olmaya devam etmiştir. Prensler ve krallar Reform krizinin çıktığı zaman ve yerlerde egemen bir devlet sistemine yönelik çıkar peşinde olmuşlardır. Bu önemli, ancak duruma bağlı bir kanıttır. O halde fikirlerin iki rolünün ilerlemesine yardımcı olan oyuncular, olaylar ve kurumlar kimler ve nelerdir? Fikirlerin ilk rolü olan Protestanlığa geçme, Reform’u benimseyenlerin yeni dini uygulamalarında kanıtlanmaktadır. Protestanlar vaizlerin Protestanlık teolojisini anlattıkları kiliselere gitmiş, ayin, günah çıkarma ve yeni öğretinin buyurduğu diğer törenlere katılmış, daha asi olanlar ise ikonları kırarak Katolik kiliselerine karşı ayaklanmış ve Roma’nın yaptırımcı otoritesine boyun eğmeyi reddetmişlerdir. Fakat onları din değiştirmeye iten ne olmuştur? Çoğunu hemen Reform krizine götüren Martin Luther’in teolojisi olmuştur. Luther fikirlerini sil 86 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler baştan yaratmamış, geç Ortaçağ teolojisinden ve özellikle de nominalizmden etkilenmiştir. Kendi ruhsal krizi de önemli bir çökelticidir, zira fikirleri, önce manastırlar, sonra ruhban sınıfı ve misyonerler ve sonra da cemaatler arasında hızla ve endişeye yol açarak dolaşmıştır. Protestan fikirlerin benimsendiği pek çok biçim açısından bu yayılma kalıbı Avrupa’nın her yerinde tekrarlanmıştır.55 Bu yayılışı her ikisi de gayet yeni olan iki ana araç desteklemiştir: vaaz ve elyazması. Protestan teolojisi ve ibadeti papazın Tanrı’nın sözünü aktarmasına yeni bir önem atfetmiştir ki bu da dinleyenleri emirlerine doğru çeken bir otorite tastikidir.56 Aynı dönemde matbaa filizlenmiştir. 1517 ile 1520 arasında Luther’in takipçileri otuzdan fazla yazısını üç yüz binden fazla kopya halinde basmışlardır. Bu el yazmaları üniversitelerde ve din adamları tarafından hızla okunmuş, bu kişiler daha sonra fikirlerini ağızdan ağza daha geniş kitlelere yaymışlardır. El yazmaları diğer yörelerde de yayılmıştır.57 Her iki iletişim şekli de (vaaz ve elyazması) adeta toplumun tüm kesimleri tarafından kabul edilmişse de en coşkulu kabul, Protestanların çoğunluğunu oluşturan tacir ve zanaatkârlar tarafından gösterilmiştir. 55 56 57 A.g.e., 99-110. Robert Wuthnow, Communities of Discourse (Cambridge: Harvard University Press, 1989), 131. A.g.e., 129-40. Yazılı basının önemi için bkz. Elizabeth Eisenstein, “The Advent of Printing and the Protestant Revolt: A New Approach to the Disruption of Western Christendom,” Annales, E.S.C. 26 (1971); Richard G. Cole, “Propaganda as a Source of Reformation History,” Lutheran Quarterly 22 (1970); C. S. L. Davies, Peace, Print, and Protestantism (Londra: Paladin, 1977). 87 Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri TABLO 1 WESTPHALIA’DAKİ ÇIKARLARIN ZAMANLAMASI VE İDDİA EDİLEN NEDENLERİ (1) Yönetim Alman Protestan Devletleri a Alman Katolik Devletleri a Hollanda (Birleşik Eyaletler) İsveç Fransa (2) Westphalia Egemen Devletler Sistemine Yönelik Çıkar 1520-45 yok 1581 1540’lar 1620’ler (3) Reform Krizi Artış 1520-40’lar zayıf, azınlık statüsü devam ediyor 1560’lar 1520’ler 1560’lar-1598 İspanya yok yok Polonya yok Habsburg Macaristan yok Protestanlığın yayılması, fakat kriz yok Protestanlığın hafifçe yayılması, fakat önemli kriz yok 1550 1520’ler ve 1530’lar 1530’lar Transilvanya Danimarka İngiltere 1618 1538 tam savaşa girmeden Avrupa Protestanlarına Destek, 1560’lar-1648 (4) Maddi Güçteki 16.yüzyılda yavaş, 1650’den sonra keskin 16. yüzyılda yavaş 1650’den sonra keskin 1590’lardan itibaren keskin 1600’den sonra yavaş; 1672 ile 1728 arası keskin 1600’den sonra yavaş ve duran; 1672 ile 1718 arası keskin 1400’ler, şehir devletlerinin artışı, 1527’ye kadar egemen devletler sisteminin sonuçlanması önemsiz artış önemsiz artış önemsiz artış önemsiz artış 16. yüzyıl boyunca önemli Diğer toplumsal çökelticiler de Reform’a yardımcı olmuştur. En bariz ve bilindik olanı Ortaçağ kilisesinde görülen yozlaşmadır. Reform’un başladığı Almanya’da bu algı Avrupa’nın diğer yerlerinden daha güçlüdür ve Reform’dan önceki yıllarda durmadan artmıştır.58 Entelektüel ve teolojik hareketler de a Bazı Alman devletleri savaş ve 1555 Augsburg Barış Anlaşması ile 1648 arasındaki siyasal pazarlık sonucunda resmi olarak Katolik ve Protestan statüleri arasında değişiklik yapmışlardır. Ben burada devletleri 1520-45 döneminin ilk Reform krizi esnasında benimsedikleri statüye göre sınıflandırmaktayım. 58 Steven Ozment, The Age of Reform, 1220-1550: An Intellectual and Religious History of Late Medieval and Reformation Europe (New Haven: Yale University Press, 1980), 222-23; Ozment (dipnot 51), 9-86; Cameron (dipnot 51), 20-37, 79-93. 88 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Reform’a denk düşmüştür. Reform’un müjdecisi olan Hıristiyan hümanizmi ve nominalizm, en çok Reform’un en erken ve en yoğun yaşandığı ve önceki iki yüzyıl boyunca durmadan güç kazandığı Almanya, İsveç ve günümüzde Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’dan oluşan Alçak Ülkeler bölgesinde yaygın olmuştur.59 Matbaa, okur-yazarlık, papa ve imparatorun merkezî kontrolünün yoğunluğu gibi diğer faktörlerin etkisine ise Reform’un en fazla başarıya ulaştığı kentsel ortamlarda şahit olunmaktadır.60 Reform araştırmacıları ayrı bir kentsel faktörü, yani güçlenen burjuvazinin ekonomik çıkarlarını da vurgulamaktadırlar. Protestanlık ile kapitalizm arasındaki ilişkiye dair tartışma elbette Friedrich Engels ve Max Weber’e kadar uzanmaktadır ve burada bu tartışmaya girme niyetinde değilim. Ancak günümüzde bazı Reform tarihçileri (Protestanlığın toplumsal nedenlerini vurgulayan yeni nesilden olsalar dahi) Protestan fikirlerin sınıfsal ve ekonomik çıkarlarla karmaşık bir etkileşimin ürünü olmaktan ziyade bu çıkarlara indirgenebileceğini iddia etmektedirler. Az sayıda kişi reform fikirlerinin özerkliğinin var olmadığını tartışacaktır.61 Din değiştirdikten sonra Protestanlar toplumsal güçlerini, yani fikirlerin ikinci rolünü farklı yollara savurmuşlardır. Kilisenin otoritesi en doğrudan olarak inananın dini vecibeleri uygulamasına bağlı olduğu için inananlar bu vecibelerden saptığında bu otorite doğrudan zayıflamıştır. Protestanlar, vaizlerin Protestan teolojiyi anlattıkları kiliselere gitmiş, ayin, günah çıkarma ve yeni öğretinin buyurduğu diğer törenlere katılmış, daha asi olanlar ise ikonları kırarak Katolik kiliselerine karşı ayaklanmış ve Roma’nın yaptırımcı otoritesine boyun eğmeyi reddetmişlerdir.62 Karşı dini uygulamaların kendisi de bir tür toplumsal güç olmuştur. 59 60 61 62 Alistair McGrath, The Intellectual Origins of the European Reformation (Oxford: Basil Blackwell, 1987); a.g.y., Reformation Thought: An Introduction (Oxford: Oxford University Press, 1988); Heiko Oberman, The Harvest of Medieval Theology: Gabriel Biel and Late Medieval Nominalism (Cambridge: Harvard University Press, 1963); a.g.y., Masters of the Reformation: The Emergence of a New Intellectual Climate in Europe, trans. Dennis Martin (New York: Cambridge University Press, 1981). Wuthnow (dipnot 56), 25-51; Andrew Pettegree, The Early Reformation in Europe (Cambridge: Cambridge University Press, 1991); Bernd Moeller, Imperial Cities and the Reformation, trans. H. C. Erik Middlefort ve Mark U. Edwards, Jr. (Philadelphia: Fortress Press, 1972); Thomas Brady, “In Search of the Godly City: The Domestication of Religion in the German Urban Reformation,” R. P.-C. Hsia, ed., The German People and the Reformation (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1988). Reform tarihyazımı için bkz. Steven E. Ozment, ed., Reformation Europe: A Guide to Research (St. Louis, Mo.: Center for Reformation Research, 1982); Hsia (dipnot 60); Wuthnow (dipnot 56), 25-51; Pettegree (dipnot 60) ve Bob Scribner, Roy Porter ve Mikulcs Teich, editörler., The Reformation in National Context (Cambridge: Cambridge University Press, 1994). Cameron (dipnot 51), 99-110,199-318; Ozment (dipnot 51), 43-86. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 89 Dini uygulamalardaki bu meydan okuma nihai olarak daha kaba bir güce gereksinim yaratmıştır. Protestanlar kendileriyle ittifak yapabilecek olan prensler lehine imparatora karşı silaha sarılmışlar ve çekingen prenslere karşı da isyan etmişlerdir. Tacirler, emekçiler, zanaatkârlar, köylüler ve her düzeyden soylular bu yollardan birini seçerek askeri hizmet sunmuşlardır. Tüm bu durumlarda herhangi bir toplumsal güç biçiminin prense, krala veya yüksek memura kilisenin toprakları ile dünyevi güçlerini elinden alma ve belki de imparatora karşı savaşma teşvik ve aracını sağlaması gerekmektedir. Eğer yönetimin başındaki kişinin kendisi din değiştirirse o zaman konumu sayesinde fikirlerin toplumsal gücünü uygulayabilmektedir.63 Kendi topraklarında doktrinsel birliği uygulayabilmekte, yeni kilise liderleri atayabilmekte, Roma hiyerarşisinin otoritesini geçersiz kılabilmekte, manastırları dağıtabilmekte, kilise mallarına el koyabilmekte ve imparatorluğa karşı savaşmak için askerî birlik toplayabilmektedir. Fakat inat veya ilgisizlik nedeniyle din değiştirmemiş olsa dahi, ya din değiştirenlerin isyanından korktuğu ya da onlarla ittifak yaparak zenginlik ve güç kazanma fırsatı gördüğü için Reform’u bu yollarla güçlendirmesi mümkündür. Dindar, zorba, fırsatçı veya korkak olmasından bağımsız olarak bir liderin kiliseyi başarıyla alt etmesi ancak kendi etrafında kapsamlı bir Protestan toplumsal güç toplayabilmesine bağlıdır.64 Yönetimlerin başındaki kişiler tarafından kullanılan mevkiinin toplumsal gücü ile birlikte karşı dini uygulamalar, isyan ve askeri hizmetin toplumsal gücü Reform’un toplumsal gücünü oluşturmaktadır. Bu yorum, Reform fikirlerinin ikili rolleri sayesinde yönetimleri nasıl egemen devlet olmaya yönelik çıkar oluşturmaya sevk ettiklerinin genel bir yorumudur. Ancak farklı yönetimler bu anlatıda farklı deneyimler yaşamışlardır. Her biri bizim din değiştirme ve toplumsal gücün kesin olarak nasıl ve kim aracılığıyla işlediğini görmemize yardımcı olan üç nedensel yol izlemişlerdir: aşağıdan Reform, yukarıdan reform ve politik çözüm. Şekil 1’de fikirlerin iki rolünün gelişimine yardımcı olan olay zincirlerini gösteren yolların her birinin şematik bir özeti sunulmaktadır. Aşağıdan Reform ve politik çözüm sırasıyla Almanya ve Fransa örnekleriyle gösterilmektedir. Yukarıdan Reform ve Tablo 1’de listelenen diğer Avrupa yönetimlerinin deneyimleri kısaca anlatılmaktadır.65 63 64 65 Fikirlerini değiştiren ve bu yeni fikirleri güçlendiren bir yönetici seçkin örneği olarak Gorbaçov için bkz. Robert G. Herman, “Identity, Norms, and National Security: The Soviet Foreign Policy Revolution and the End of the Cold War,” Katzenstein (dipnot 31). Cameron (fn. 51), 199-318. Buradaki yöntem Alexander George’un yapılandırılmış odaklı karşılaştırmasındaki “süreç izleme”ye denk düşmektedir. Bkz. George, “Case Studies and Theory Development: The Method of Structured, 90 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler ALMANYA: AŞAĞIDAN REFORM Reform Almanya’da başlamış ve ilk siyasal etkilerini de burada göstermiştir. 1523 ile 1546 arasında İsviçre ve Avusturya bölgeleri de dâhil olmak üzere Almanca konuşulan toprakların yarısından fazlasına dağılmış durumda olan prensler ve yüksek memurlar kilise topraklarını sekülerleştirip el koyarak yerel kilise hiyerarşisini Roma’nın buyruklarından koparmış ve etkin biçimde bir ülkesel kilise yaratmışlardır. Ele geçirdikleri için savaşmaya hazır olarak egemenliğe yönelik çıkarlarını korumaya azimli olmuşlardır. Şekil 1’de de görüldüğü gibi yönetici seçkinler bu çıkarla sonuçlanan nedensel zincirin son halkasıdırlar ve konumları bu çıkarın arkasında durmaları için gerekli toplumsal gücü onlara sağlamıştır. Din değiştirenler karşı dini uygulamalar yaparken, isyan tehdidinde bulunurken ve imparatorluğa karşı silahlı kuvvetlere katılırken hükümdarlar bu tür çıkarlara ancak Lutherci görüşlere yaygın bir dönüşün ortasında ulaşmışlardır.66 66 Focused Comparison,” Paul G. Lauren, ed., Diplomacy: New Approaches in History, Theory, and Policy (New York: Free Press, 1979). Holborn (dipnot 10), 37-51, 137-39, 158, 162, 374; Owen Chadwick, The Reformation (Londra: Penguin, 1964); John M. Todd, Reformation (New York: Doubleday, 1971), 230-39; A. G. Dickens, Reformation and Society in Sixteenth Century Europe (Londra: Thames ve Hudson, 1966), 87-106; G. R. Elton, Reformation Europe, 1517-1559 (Londra: Collins, 1963); Barraclough (dipnot 10), 262-67. 91 Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 1. Aşağıdan Reform (Almanya, Hollanda, Transilvanya) Din değiştirme yolu manastırlar ve sıradan din adamları yönetici seçkinler dahil İlahiyatçıların tefekkürü → üniversiteler → → geniş yelpazede sektörlerde din değiştirme Toplumsal güç yolu Karşı dini uygulamaların, yönetimin direnişin ve silahlı kuvvetlere Westphali’ya yönelik katılımın toplumsal gücünü çıkarı → uygulayan, Özellikle kentli seçkinler → orta sınıflardan olmak üzere geniş yelpazeden Protestan toplumsal sektörler (toplumsal kriz) 2. Yukarıdan Reform (İsveç, İngiltere, Danimarka) Din değiştirme yolu manastırlar ve İlahiyatçıların tefekkürü → üniversiteler → misyonerler → sıradan din adamları ↓ geniş yelpazeden sektörlerde yönetici seçkinler dahil din değiştirme Toplumsal güç yolu Mevkilerinin toplumsal gücünü uygulayan Protestan yönetici → seçkinler(toplumsal kriz) ↕ Yönetici seçkinleri güçlendiren ve yönetici seçkinler tarafından güçlendirilen geniş yelpazeden Protestan toplumsal sektörler (toplumsal kriz) 3. Politik çözüm (Fransa) Din değiştirme yolu İlahiyatçıların tefekkürü → manastırlar ve → misyonerler → Üniversiteler Toplumsal güç yolu Silahlı direnişin toplumsal güçlü Protestan ve Katolik gücünü uygulayan geniş → seçkinler arasında politik → yelpazeden sektörlerdeki çözüme yönelik çıkar Protestanlar yönetimin Westphalia’ya yönelik çıkarı sıradan din adamları ↕ geniş yelpazeden sektörlerde soylular dahil din değiştirme dış politika gücü Westphalia’ya yönelik bir çıkar içeren politik taviz ŞEKİL 1 HER BİR YOLUN ŞEMATİK ÖZETİ 92 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Luther’in 1517’de halk önünde ortaya koyduğu başkaldırıdan sonraki on yıl içinde Alman hükümdarları, imparatorluk güçlerinden günümüze kadar devam eden ayrıcalıklar almaya başlamışlardır. Almanya’daki üç yüz ayrı yönetimde bulunan bu hükümdarlar, şehir liderleri, soylular, şövalyeler, prensler ve bazen de imparatorluğun seçmen prenslerinden oluşan eklektik bir gruptur. Örneğin Luther’in kendi Saksonya bölgesinde seçmen prens olan John kilise topraklarını devlet denetimi altına almış, Katolik rahipleri seçici meclis üyeleri ve ilahiyatçılardan oluşan bir “teftiş” komitesiyle değiştirmiş ve ibadette tekbiçimliliği uygulamaya, din adamlarının standart ve yönetimlerini geliştirmeye ve kilise mensubu olmayanların ahlaki ve ruhani işlerine bakmaya başlamıştır.67 Bunun yaklaşık olarak aynısı Alman Luther Reformunun yayılmasının nihayet son bulduğu 1523 ile 1540’ların sonları arasında Almanya’nın her yerindeki düzinelerce şehir ve prenslikte de yaşanmıştır. Her ne kadar Luther genelde kiliselere el konulmasını desteklemişse de prensler sıklıkla kiliseden Luther’in niyetlendiğinden çok daha fazla bir denetim ele geçirmişlerdir. Luther kilise yönetiminin seküler ellere bırakılmasında Saksonya Seçmen Prensi John’a aktif şekilde destek olmuştur. Protestanlığın resmî din yapıldığı yerlerde prensler Protestanlığı ayrıca tek kilisede ibadet gerektiren, karşı görüşleri yasadışı ilan eden ve düzenin meşruiyetini sağlayıcı bir şey gibi görerek tekbiçimli hâle getirmişlerdir. Onaltıncı yüzyılın geri kalan bölümünde Protestan kiliselerin prense olan bağımlılığı daha da güçlü hâle gelmiştir.68 Prens ve şehir liderleri nasıl bu tür bir güç elde edip böyle bir düzen yaratmışlardır? Bu ancak ilk olarak aşağıdan gelene yanıt olarak gerçekleşmiştir. Almanya’da din değiştirme, paradigmaya bağlı olmuştur. İlahiyatçılardan manastıra, din adamlarına ve cemaate doğru yayılarak Şekil 1’de de gösterildiği gibi vaaz, elyazması ve Avrupa’nın her yerinde genel olarak ortaya çıkan koşulların tümünü içermiştir. Şekil ayrıca toplumsal gücün uygulanmasını da göstermektedir. Protestan olan neredeyse tüm Alman şehir ve prensliklerinde Reform önce popüler olarak tacirlere, emekçilere, dükkân sahiplerine, çiftçilere ve bazen de soylulara yayılmıştır. Şehir meclisleri veya prenslerin reformcularla ittifak yapması ancak bundan sonra gerçekleşmiştir. Protestanlık yayıldığı her yerde neredeyse hemen karşı dini uygulamaları da beraberinde getirmiştir: rahipler ve kilise cemiyeti üyeleri yeni ayin ve törenler benimsemişler, Roma Katolik hiyerarşisindeki üstlerinden gelen emir ve aforozları dinlememişler ve sık sık da isyan ederek halkın katıldığı gösteriler düzenlemişlerdir. Bu, 67 68 Elton (dipnot 66), 56; Chadwick (dipnot 66), 67-71; Todd (dipnot 66). Barraclough (dipnot 10), 374. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 93 hükümdarın kendi yararına ittifak yapabileceği veya maliyetine karşılık göz ardı edebileceği popüler bir harekettir.69 Din değiştirenler ayrıca bölgeden bölgeye değişen kalıplara göre daha fazla doğrudan siyasal güç uygulamışlardır. Pek çok kuzey şehrinde din değiştirenlerden en önemlileri siyasal ayrıcalıklardan dışlanan tacirler ve zanaatkârlardır. Din değiştirdikten sonra isyanın toplumsal gücünü uygulayarak ve sıklıkla kabullenici şehir liderlerini de kazanarak darbe girişiminde bulunmuşlardır. Reform ayrıca 1530’lerin ortalarındaki köylü isyanlarında öne çıkan, ancak Luther’in de teşvikiyle soylularla giriştikleri savaşta acımasızca ve esaslı bir biçimde yenilgiye uğrayan kırsal proletaryaya da ulaşmıştır. Diğer şehirlerde, orta ve güney Almanya ile kuzey İsviçre’de en çok eğitimli ve etkili ekonomik seçkinler arasında olmak üzere toplumun çeşitli katmanlarında din değiştirmenin meydana geldiği bir “sivil reform” görülmüştür. Şehir siyaseti yoluyla bu seçkinler şehir devletlerinin Reform’a destek vermesine karşı olan diğer seçkinlerin muhalefetini aşmayı başarmışlardır. Protestan olan ve Westphalia’ya destek veren neredeyse her Alman prensliğinde krallar ancak kendi halklarının büyük bölümü din değiştirdikten sonra din değiştirmişlerdir. Ayrıca her Protestan yönetimde Reform resmi nitelik kazandıktan sonra din değiştirenler imparatorlukla savaşmak için silahlı kuvvetlere katılarak toplumsal güç uygulamışlardır. Buna karşın resmî olarak Katolik kalan ve onaltıncı yüzyıl boyunca imparatorlukla ittifakta olan Bavyera gibi Alman yönetimlerinde ise Reform halk arasında nispeten az yayılmış, yönetimlerin liderleri tarafından benimsenmemiş ve buna paralel olarak Katolik ordularını dolduran Katoliklerin savaşına maruz kalmıştır.70 Yönetimler resmi olarak Protestan olmaya başladıktan sonra ise İmparator V. Şarl ve gözü pek Katolik prensler bu duruma karşılık vermeye zorlanmışlardır. 1520’lerde uzlaşmaya yönelik birkaç girişimin başarısızlığından sonra Katolik güçler Protestanlığa karşı silaha sarılmaya zorlanmıştır. Protestan prenslikler savunma için Schmalkalden Ligi dâhilinde örgütlenmişler, V. Şarl ise hizipleşmeyi sona erdirmeye kararlı olmuştur. O andan itibaren her iki taraf da savaşacak ve birlik içindeki bir imparatorluğun sonu gelecektir. Bu mücadelelerde Protestanlığa geçenler kendi yönetimleri resmî olarak reformu kabul ettikten sonra ordulara katılıp yönetimleri için savaşarak toplumsal güç uygulamışlardır. Elbette Katolikler de kendi hükümdarları, yani Reform’u kabul etmeyen prens ve yüksek memurlar için savaşarak benzer bir toplumsal güç uygulamışlardır. Hesse, Brandenburg, Seçim Palatinliği, Saksonya ve diğer onlarca prenslik ve şehir Protestan olurken Bavyera, Avusturya ve diğer her yer 69 70 Cameron (dipnot 51), 199-318. A.g.e., 210-92. Tehdit kuramı ile ilgili bkz. Stephen Walt, The Origin of Alliances (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1987). 94 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Katolik kalmış, bazı bölgeler ise onaltıncı yüzyıl boyunca ikisi arasında gidip gelmiştir. 1555 Augsburg Barış Anlaşması sadece geçici bir ateşkes olup kalıcı bir çözüm getirememiştir. Tarihçi John Gagliardo’nun da yazdığı gibi “din değiştirmeler ve yeniden din değiştirmeler 1555’ten sonra da gerçekleşmeye devam ettiği için Otuz Yıl Savaşı dönemine girerken Almanya’nın mezhep haritası dönemsel olarak değişen bir dama tahtasını andırmaktadır.” Ancak Westphalia’dan sonra Alman devletlerinin egemenliği rakipsiz olacaktır.71 O halde Alman yönetimlerinde toplumsal sektörler boyunca din değiştirmelerle birlikte Reform aşağıdan gelmiş ve sosyal güç de karşı dini pratikler, isyan tehditleri, şehir ve prensliklerdeki siyaset, kendi konumlarının gücünü uygulayan hükümdarlara ve silahlı kuvvetlere geniş çaplı katılım ile uygulanmıştır. Egemen devlet olmaya yönelik çıkarların zamanlaması da bu etkileri ispatlamaktadır. Almanların 1520’ler, 1530’lar ve 1540’lardaki egemenlik iddiaları, Alman Lutherci Reform’un bu dönemdeki şiddetli ilerlemesiyle oldukça iyi şekilde örtüşmüştür. Her ne kadar Alman milliyetçiliğine ilgi duyup imparatorluk meclisleri önünde kilise ve imparatorluğa karşı düşmanca şikâyetlerini dile getirmişlerse de Luther’in 1517’deki başkaldırısından önce Alman hükümdarları kilisenin dünyevi güçlerini devralmak için bir tehdit veya imada bulunmamışlardır. Luther isyan edene ve önce kendi halkları reformun öğretilerini kabul edene kadar Alman hükümdarları davalarının peşine düşmemişlerdir. Almanya’da Lutherci Reform ile egemen devlet olmaya yönelik çıkarların zamanlaması arasındaki örtüşme adeta kesindir.72 Coğrafi kıyaslamalar ayrıca dini sadakat ve siyasal çıkarlar arasında bulunan aynı biçimdeki ilişkiyi de desteklemektedir. Çok az istisna dışında resmî olarak Protestan olan yönetimler egemen devlet olmak ve imparatorluktan bağımsızlıklarını kazanmak için savaşırken resmî olarak Katolik olan yönetimler imparatora sadık kalmışlardır. İttifak kalıpları tutarlı biçimde dini hatları izlemiştir. Bir yönetim başka dini ellere geçtiğinde dahi tipik olarak ittifaklarını da değiştirecektir. Protestanlığın yayılmasının dışında hangi yönetimlerin Katolik, hangilerinin Protestan olduğuna dair bir coğrafi kalıp görünmemektedir. Örneğin Habsburg Avusturya’nın sınırındaki ülkelerin Kutsal Roma İmparatorluğu’na karşı güvenliğini sağlamak için Katolik kaldığını ve daha uzak ve tampon ülkelerin de Protestan olduğunu gösteren ve uluslararası ilişkiler araştırmalarında adı geçen tehdidin yakınlığı hipotezini destekleyen bir kalıp yoktur. Aslında hem Protestan hem de Katolik ülkeler Avusturya’yla sınır 71 72 Holborn (dipnot 10), 137-39, 158, 162, 284-95, 374; Chadwick (dipnot 66), 67-71; Todd (dipnot 67), 230-39; Dickens (dipnot 66), 87-106; Elton (dipnot 66); Barraclough (dipnot 10); Gagliardo (dipnot 10), 14; Cameron (dipnot 51), 210-91. Holborn (dipnot 10), 37-51; Barraclough (dipnot 10), 363-67; Gagliardo (dipnot 10), 2-4. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 95 komşusudur ve belirgin bir jeostratejik kalıp olmadan Almanya’nın her yerine dağılmış durumdadırlar.73 Bu fikirlere karşı olarak şüpheciler ilk olarak araçsallık iddiasında bulunmaktadırlar: seküler liderler egemenliği ve kilisenin geriye kalan güç ve zenginliğini ele geçirmelerini meşrulaştırmak için Reform’u kullanmışlardır. Bu düşünceye göre Reform hükümdarlar üzerinde çok az toplumsal güç uygulamıştır. Ancak dört nedenden ötürü bu tür güdüler fikirlerin ikna edici bir ikamesi değildirler. Birincisi, Reform tarihçileri bazı prenslerin ve hükümdarların açgözlülüğüne işaret ederken diğerlerinin hakiki bağlılığını da ortaya koymaktadırlar. Örneğin Seçmen Prens Akil Frederick, halk önünde çok az güçlü destekçiye sahip olduğu bir sırada, Worms’da papa ve imparatorluğa karşı gösterdiği meşhur başkaldırıdan hemen sonra Luther’i desteklemiş ve korumuştur.74 Ancak her prensin benzer maddi vasıflar tarafından yönlendirildiği farz edilse bile bu iddiaya ikinci bir itiraz gelmektedir: kilise ganimetlerinin ne kadar akla yatkın bir vasıf olduğu konusu hiç de kesin değildir. Reform tarihçilerinden birkaçı pek çok reformcu prensin kilise topraklarından büyük zenginlik elde etmekte başarısız olduğunu kabul etmektedirler. Akil Frederick gibi pek çoğu duruşları için güçlerini ve hatta canlarını tehlikeye atmışlardır. Faydaların maliyetlerden fazla olduğunu söylemek ise pek mümkün değildir. 75 Ancak Reform’a destek veren tüm hükümdarların bunu araçsal olarak akılcı ve maddi nedenlerle yaptıklarını farz etsek dahi üçüncü bir sorun vardır: bu açıklama prenslerin kilisenin gücünü ve zenginliğini ele geçirmelerine olanak veren toplumsal güç türleri için geçerli değildir. Ordularında kimler savaşmıştır? Kiliseleri kim işgal etmiş, rahiplere kim karşı gelmiştir? Hükümdarların güdüleri tek başına bunu açıklayamamaktadır. Hükümdarların popüler destek kaynaklarını incelemek gereklidir. Bu iddiaya ilişkin dördüncü ve en zararlı sorun ise yine zamanlamayla ilgilidir. Eğer seküler güçler maddi olarak kilise mallarını kazanmak isteğiyle hareket ettilerse neden egemenliği tam bu zamanda ve sadece belli yerlerde ele geçirmeyi seçtiklerini açıklamakta başarısız olmaktadır. Neden bazı Avrupa prensleri ve soyluları imparatora isyan ederken benzer biçimde zengin ve güçlü olan diğerleri sadık kalmıştır? Ayrıca neden isyan eden hükümdarlar yüzyıl önce egemenlik peşine düşmemişlerdir? Sonuçta geç Ortaçağ teolojisi geleneksel otoriteye karşı çıkan ve gerekçeleri meşrulaştırmaya yaramış olabilecek 73 74 75 See Cameron (dipnot 51), 199-313. A.g.e., 101-3. A.g.e., 294-99; F. L. Carsten, Princes and Parliaments in Germany from the Fifteenth to the Eighteenth Century (Oxford: Oxford University Press, 1959); A. G. Dickens, The German Nation and Martin Luther (London: Edward Arnold, 1974); Brady (dipnot 60). 96 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler fikirlerle doludur.76 Güdülere ilişkin iddia tek başına hükümdarların Westphalia’ya yönelik çıkarlarının tarihsel belirliliğini, yani zamanlama ve kalıbını açıklamakta çok yetersizdir. Benim de iddia ettiğim gibi Reform fikirlerinin varlığı veya yokluğu bu çıkarları gayet iyi açıklamaktadır. Fikirlerin iki rolü bu çıkarların arkasındaki hikâyeyi anlatmaktadır. Almanya’da ise bu bir aşağıdan reform hikâyesidir. FRANSA: POLİTİK ÇÖZÜM Fransa, Almanya’dan çok farklı olarak bir Avrupa egemen devletler sistemine yönelik çıkar tanımlaması yapmıştır. Zaten bir egemen devlet olduğu için Avrupa’nın geri kalanında egemen devleti savunmak için savaşmak durumunda kalmış ve 1648’de Kutsal Roma İmparatorluğu’nun geri kalan egemen güçlerinin sonunu getirmek için 1635’te Otuz Yıl Savaşı’na girmiştir. Fransa yine de Katolik monarşiyi korumuştur. Buradan çıkarılacak olan ders, bir devletin egemen devlete yönelik bir çıkar sahibi olması için resmî olarak Protestan olması gerekmediği ve daha ziyade sadece bir Reform krizi yaşaması gerektiğidir. Politik doktrinin de buyurduğu gibi, Fransa kendi içinde dini hoşgörüye izin verirken Avrupa’da kendi güvenliğini destekleyecek bir seküler ve egemen devletler sistemini gözetmiştir. Reform onaltıncı yüzyılın son üç on yılında Fransa’yı karıştırmış ve Fransa’nın bir Avrupa egemen devletler sistemine meyletmesiyle yakından ilişkili olmuştur. Almanya’da olduğu gibi Reform aşağıdan gelmişse de bağımsız bir Protestan devlete değil, sonuçta politik kesim tarafından önerilen yeni ve sekülerleştirici tavizli çözümü ortaya çıkaran bir bölücü iç savaşa yol açmıştır. Şekil 1, toplumsal gücün bu yeni yolunu göstermektedir. Erken onyedinci yüzyılda Fransa ilk kez Westphalia’ya yönelik çıkarını benimsemiştir. Her ne kadar Habsburg tehdidi 1519’a kadar geri götürülebilirse de Fransa’nın muhalefeti farklı dönemlerde farklı biçimler almıştır. 1522 ve 1559 arasında Fransa bir Habsburg işgalini önlemek ve tampon bölgesini genişletmek için savaşmış, ancak imparatorluğun veya kilisenin dünyevi güçlerini ortadan kaldırmaya çalışmamıştır. 1560 ile 1598 arasında Fransa şiddetli bir iç savaşa sahne olmuş ve 1590’larda İspanya’ya karşı verdiği kısa süreli bir savunma savaşı dışında bir dış politika izlemesi pek mümkün olmamıştır. 1598’den sonraki çeyrek yüzyılda iç savaş sona ererken Fransa’nın İspanya ile barışı devam etmiş ve Fransa 1610 ile 1624 arasında imparatorlukta vuku bulan dini kavgalara müdahale etmekte çekimser kalmıştır. 1624’te birinci kraliyet danışmanlığına getirilen bir politikacı olan Kardinal Richelieu dönemine 76 McGrath (dipnot 59); Oberman (dipnot 59). Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 97 kadar Fransa, imparatorluğu ve Habsburgları önce zayıflatmaya, sonra da yok etmeye ve Avrupa egemen devletler sistemine yönelik çıkarını gösterecek şekilde Alman prenslerin egemenlik hakları için savaşmaya yönelik bir saldırgan politika izlememiştir.77 Kalvincilik bu çıkarı iki şekilde uyandırmıştır. En önemli olarak silahlı isyanın toplumsal gücü egemen devletler sistemine destek veren politik ideolojiye güç kazandırmıştır. 1550’lerde fikirlerin birinci rolünü dışa vurarak uluslararası bir Kalvinci misyonerler ağı Fransa’da kendilerini dinleyenleri vaiz, elyazması ve Almanya’dakine benzer olumlu koşullar aracılığıyla din değiştirmeye ikna etmişlerdir. Şekil 1’in de gösterdiği gibi bu din değiştirme yolu misyonerlerin dâhil olması dışında Almanya’dakine benzemiştir. Her ne kadar Fransa’da Protestanlık kendine özgü olsa da başarılı olmuştur. Böylece 1560’lardaki iç savaşların başlangıcında Fransız halkının yüzde 10’u ile soyluların yüzde 40’ı Kalvinci olmuştur.78 Din değiştiren soyluların bazıları inanç, bazıları kilise mülküne sahip olma arzusu, bazıları da her iki nedenden dolayı hemen dini cemaatlerle ittifak yapmışlardır. Protestan Alman prensleri gibi kilise topraklarına el koymuş, yerel ve eyalet yönetimlerinin denetimini almışlar ve sonra da cemaatler tarafından desteklenen Katolik prenslere ve ordulara karşı savaşmışlardır. 79 1562 ile 1598 arasında Kalvincilik yayılmış, Huguenotlar isyan etmiş, buna cevaben bir Katolik Ligi oluşturulmuş ve sekiz iç savaş meydana gelmiştir. Soyluların ve kralların karşısındaki siyasal maliyetler ve mükâfatlar radikal biçimde değişmiştir. Soylular Huguenotlar ile ittifak yapabilmekte veya onlara karşı savaşabilmektedir. Eğer ittifak yaparlarsa para, makam veya ordular kazanabilmekte, fakat bu durumda Katolik soylulara ve onların ordularına karşı savaş açmaları gerekmektedir. Neredeyse hepsi Katolik olan krallar artık Protestanlarla savaşmak veya onlara hoşgörü göstermek arasında seçim yapmak zorunda kalmışlardır. Savaşmak, orduları büyütmek ve bu orduları dışarıda değil, içeride kullanmak anlamına gelirken hoşgörü göstermek de Katolik soyluların oldukça önemli olan siyasal desteğini kaybetmek anlamına gelmiştir. Huguenot liderlerinin 1572’deki St. Bartholomew katliamından sonra krallar tipik olarak ancak kaynakları Protestanlarla savaşmak nedeniyle fazla azalınca hoşgörü fermanları çıkarmışlardır. Fakat bu tür hassas bir kıtlık durumu oldukça 77 78 79 John Lynch, Spain under the Habsburgs (New York: Oxford University Press, 1965); H. G. Koenigsberger and George L. Mosse, Europe in the Sixteenth Century (New York: Holt, Rinehart, and Winston, 1968); J. H. Elliott, Europe Divided, 1559-1598 (London: Collins, 1968), 11-29; Osiander (dipnot 13), 27-29; Friedrich Meinecke, Machiavellianism: The Doctrine of Raison d’Etat and Its Place in Modern History, trans. Douglas Scott (Boulder, Colo.: Westview Press, 1984), 1; Church (dipnot 16), 283-340,480-82; Richelieu (dipnot 16). Porter (dipnot 24), 73. Dickens (dipnot 66), 164-87; Elliott (dipnot 77), 116-25. 98 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler yaygındır. Krallar gelir ve ordu edinmek için makam sattıkları soylulara fazlasıyla dayanmışlar ve sadece herhangi bir zamanda yaltaklanarak gözlerine girebilecek olan kesimin desteğine sahip olmuşlardır. Fikirler çatışma yaratmış, çatışma ise kralın kaynaklarını bitirmiştir. Ancak aynı çatışma, kendi çözümünü de getirecek bir fikre, yani politik fikre yol açmıştır. Otuz yıl savaşın sivil birliği yok etmesi ve aktif bir dış politikayı önlemesinden sonra politik çözüm itibar kazanmış ve örnek bir politik olan Navarralı Henry’nin tahta çıkışını mümkün kılmıştır. Kral IV. Henry bir taviz olarak Nantes Fermanı’nı imzalamış ve Huguenotlara evrensel bir hoşgörü vermese de belirli bölgelerde ibadet özgürlüğü tanımıştır. Her ne kadar bazı Kalvinciler dini hoşgörü talep etmişlerse de Kalvin’in kendisinin de dâhil olduğu diğer pek çoğu tek bir Reform devleti istemişlerdir. Buna karşı Katolikler “un roi, une loi, une foi” Fransa’sını muhafaza etmek için mücadele etmişlerdir. Politikler hâlâ dini birlik isteseler de toplumsal barışın yararı için ve tahribatı önlemek amacıyla hoşgörüye göz yummuşlardır. Politik doktrinin dış politikadaki eşdeğeri olan raison d’état ayrıca bir hoşgörü ifadesi ve devlet güvenliğinin ayrıcalıklı görülmesidir. Hıristiyanlığa ve Habsburglara karşı giderek azalan sadakat yerine Fransa ulusaşırı otoriteyi kısıtlayan ve kendi güvenliğini en iyi koruyacak olan güçler dengesine ulaşmasına izin veren bir düzenleme olan egemen devletler sistemini destekleyecektir. Bir amaç olarak güvenliğin ve bir araç olarak Westphalia’nın üzerindeki bu yeni vurgu dini savaş ile birlikte gelmiştir.80 Kalvincilerin Fransız politikasını etkilemelerinin ikinci yolu ise Nantes’in hükümlerinden tatmin olmadıkları için hoşgörü için devamlı bir mücadele vermeleridir. Kralların Habsburglarla savaşma becerisi her zaman ters biçimde Huguenot gücüne bağlı olmuştur: Huguenotlar güçlenirken ordular içe kapanmış, Huguenotlar (krallık güçlerince) bastırıldıklarında veya (yeni bir hoşgörü fermanıyla) tatmin edildiklerinde ise krallar Habsburglarla daha güçlü biçimde savaşabilmişlerdir. O halde Habsburgların yenilmesi ve egemen bir devletler sisteminin gelişmesi iki koşula bağlıdır: başta bir politiğin bulunması ve Huguenotların hareketsiz kalması. İlk koşula işaret eder şekilde, Fransız dış politikası bir sonraki yarım yüzyılda hükümetteki en güçlü kesimin ideolojisini yakından izlemiştir. Geleneksel papacı dévotların 1610 ile 1624 arasında gücü ellerinde tuttukları dönemde Fransa imparatorluğa sıcak bakmakla birlikte kıta Avrupa’sında Katolikler ve Protestanlar arasında büyüyen çatışmaya askerî olarak 80 Fransa’daki din savaşları ile ilgili bkz. James Westfall Thompson, The Wars of Religion in France, 1559-1576 (New York: Frederick Ungar, 1909). Politiklerle ilgili bkz. Skinner (dipnot 51), 249-54 ve William Farr Church, Constitutional Thought in Sixteenth-Century France (Cambridge: Harvard Uni versity Press, 1941), 194-271. Bodin’le ilgili bkz. Jean Bodin, On Sovereignty: Four Chapters from Six Books of the Commonwealth (Cambridge: Cambridge University Press, 1992) ve Julian Franklin, Jean Bodin and the Rise of Absolutist Theory (Cambridge, U.K.: At the University Press, 1973). Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 99 dâhil olmamıştır. Fakat 1624’te bir politik olan Kardinal Richelieu baş kraliyet danışmanı ve dış politikanın mimarı olarak göreve başlamış ve bu durumu değiştirmeye çalışmıştır. Ancak Fransa’yı geri dönülmez olarak Habsburglara karşı savaşa sokmadan önce 1620’lerin ortasında Huguenot isyanını yenmesi gerekmiştir. 1630’lara gelindiğinde Habsburg, Avusturya, İspanya ve imparatorluğa karşı bir savaşa hazır olarak Kutsal Roma İmparatorluğu’nun yerini alacak bir egemen devletler topluluğu için kapsamlı bir tasarının peşine düşmüştür. Bu daha önce hiçbir Fransız kralının peşine düşmediği bir amaçtır. O halde Fransa’da Reform’un etkisi daha dolaylıdır. Dini açıdan bir Protestan devlet değil, bir egemen devletler sistemi talep eden politik bir ideoloji yaratmıştır.81 AVRUPA’NIN GERİ KALANI Fransa ve Almanya örneklerini detaylandırırken Protestan fikirlerin iki rolü dâhilinde nasıl iki ayrı tarihsel yol aracılığıyla Westphalia’ya yönelik çıkarı ortaya çıkardığını gösterdim. Fransa egemen devlet olmaya politik biçimde çalışan tek devlet iken Hollanda gibi diğer yönetimler Alman aşağıdan Reform modeline denk düşmüşlerdir. Orada yönetici soylular isteksizce ve ayaklanan Kalvincilerin baskısına maruz biçimde 1581’de İspanya’dan bağımsızlık ilan etmeye karar vermiştir.82 Transilvanya’nın onaltıncı yüzyıl Reform’u Alman modeline yakındır ve Otuz Yıl Savaşı’nda imparatorluk karşıtı güçlerle ittifak kurmuştur.83 Üçüncü bir yol, daha basit ve kolay açıklanabilir: yukarıdan Reform. Burada aşağıdan güçlü teşvikler olmadan kral kiliselerde Reform’u resmî hale getirmek (ve dolayısıyla din değiştirmeyi hızlandırmak) için kendi konumunun toplumsal gücünü kullanmış, Katolik topraklarını ve güçlerini ele geçirmiş ve Avrupa’nın diğer yerlerinde Reform’u desteklemiştir. Bu örneklerde bile din değiştirme, toplumsal kesimler boyunca meydana gelmiş ve din değiştirenler karşı dini uygulamalar ve silahlı kuvvetlere katılmak yoluyla toplumsal gücü yönlendirmişlerdir. Şekil 1 bu karşılıklı destek ve güçlendirmeyi göstermektedir. Yani krallar tek başlarına hareket etmemiş, fakat diğer örneklere kıyasla daha fazla güç ve inisiyatif uygulamışlardır. İsveç ise numuneliktir. Lutherci Reform resmî olarak 1520’lerde ilahiyatçılar, din adamları ve kentli nüfusun baskılarıyla değilse de işbirliğiyle Kral Gustav Erikkson tarafından kurulmuştur. Kısa süre sonra İsveç Alman 81 82 83 Richelieu (dipnot 16); Church (dipnot 16). Geoffrey Parker, The Dutch Revolt (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1977), 126-68; a.g.y., Spain and the Netherlands, 1559-1659 (Glasgow: Fontana Press, 1990), 52-53; Lynch (dipnot 77); Geyl (dipnot 10); Israel (dipnot 10), 106-230. Parker (dipnot 13), 155. 100 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler prensliklerin egemenliğini desteklemeye başlamış ve 1540’larda diplomatik olarak onlarla ittifak yapmıştır. Bir yüzyıl sonra 1630’da İsveç dindar Lutherci kral Gustav Adolf liderliğinde imparatorluğa karşı Otuz Yıl Savaşı’na girmiştir.84 İngiltere’de VIII. Henry daha sonra Gustav Adolf’un yapacağından daha araçsal biçimde hareket ederek 1530’larda Reform’u başlatmıştır, ancak ayrıca Protestanlığın toplumsal olarak yayılmasından da faydalanmıştır. Her ne kadar İngiltere’nin kendi iç savaşları onu Otuz Yıl Savaşı’ndan uzak tutmuşsa da dış politikası dini hatları yakından takip etmiştir. Kralları Protestan olduğu sürece Hollanda ve Almanya’daki Protestan kardeşlerine genel olarak ekonomik destek, silah ve hanedanlık entrikalarında yardım sağlarken ısrarlı biçimde imparatorluğa karşı çıkmış ve hatta 1588’de İspanyol armadasını yenmiştir.85 Danimarka da İsveç’e benzer bir yol izlemiştir. Orada Lutherci Refom 1530’ların ortalarında başarı kazanmış ve bunu hızla savaşmakta olan Alman Protestan prensleriyle kurulan ittifaklar takip etmiştir.86 Diğer yandan imparatorluk için savaşan veya en azından imparatorlukla ittifak yapan yönetimlerde Reform asla Katolik diyanet, uygulama ve otoritesinde fazla bir yankı yaratmamıştır. Almanya’da resmen Katolik yönetimlerin Reform’un başlangıcından Westphalia’ya kadar imparatorlukla ittifak yaptıklarını belirtmiştim. En çarpıcı olanı ise imparatorlukla hanedanlık bağları ve Avrupa’da Katolik birliği korumak için gösterdiği büyük gayret ile kıtadaki en Katolik yanlısı yönetim olan İspanya’dır. Reform’un en az nüfuz ettiği Avrupa yönetimidir. Reform ayrıca pek çok Reform savaşında imparatorlukla ittifaka devam eden İtalyan şehir devletlerinde de büyük ölçüde başarısız olmuştur. İtalya bağlantısı İtalyan şehir devletlerinin onbeşinci yüzyılda etkili bir egemen devletler sistemi oluşturduğu gerçeğiyle zayıflamamaktadır. Benim iddiam, Reform’un herhangi bir egemen devletler sistemini ortaya çıkarma gereğini değil, Westphalia’yı, yani Katolik ve Rönesans sonrası İtalyan devletlerinin neredeyse oluşturmak için hiçbir şey yapmadıkları bir sistemi ortaya çıkarma gereğini esas almaktadır. Son olarak Polonya ve Habsburg Macaristan da dirençli biçimde Katolik ve imparatorluğa bağlı kalmışlardır. Polonya Otuz Yıl Savaşı boyunca birkaç kez imparatorluk yanında savaşa müdahil olmuştur. Her ne kadar Reform bu ülkelerde dikkat çekici biçimde yayılmışsa da hiçbir zaman tahtı ele geçirememiş veya 84 85 86 Michael Roberts, The Early Vasas: A History of Sweden, 1523-1611 (Cambridge: Cambridge University Press, 1968), 68-70; N. K. Anderson, The Reformation in Scandinavia and the Baltic, G. R. Elton, ed., The New Cambridge Modern History (Cambridge: Cambridge University Press, 1958), 14653; Roberts (dipnot 16,1967), 78. Cameron (dipnot 51), 381-88. A.g.e., 272-74. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 101 Fransa’daki gibi toplumsal bir krize neden olmamıştır. Reform krizleri ve Westphalia’ya yönelik çıkarlar arasındaki kıtasal bağıntıyı tamamlamaktadırlar. REFORM VE OTUZ YIL SAVAŞI O halde Protestanların toplumsal gücü, Otuz Yıl Savaşı’nda hep beraber imparatorluğu yenilgiye uğratan bütün yönetimlerde egemen devlet olmaya yönelik bir çıkar gelişimiyle kesişmekte ve akla yatkın biçimde bağlantılı olmaktadır. Ancak bu yönetimlerin nihai askeri zafer aracılığıyla Westphalia’ya yönelik bir çıkar geliştirdikten sonra fiilen nasıl Westphalia’yı başardıklarının incelemesi olmadan bu açıklama eksik kalmaktadır. Otuz Yıl Savaşı üzerine çalışan neredeyse her tarihçi Almanya ve Bohemya’da Katolikler ve Protestanlar arasında devam eden anlaşmazlıkların savaşın esas nedeni olduğunu kabul etmektedirler. Fakat elbette din diğer çıkarlarla iç içe geçmiş durumdadır: Habsburglarla savaşmak için muazzam para ve toprak toplayan askerî girişimci Wallenstein, bir büyük güç olarak İspanya’nın geleceği, Hollanda’nın deniz gücü ve İsveç’in stratejik durumu. Pek çok tarihçi ayrıca savaşın son on yılına gelindiğinde dini tutkuların bittiğini ve hükümdarların para ve toprak için savaşmaya devam ettiğini kabul etmektedir. Ancak ilk başta devletlerin bu çatışmaya nasıl girdikleri Protestan fikirlerin gücü dışında açıklanabilir değildir.87 PROTESTANLIĞIN TOPLUMSAL GÜCÜYLE İLGİLİ ŞÜPHECİLİK Yapısalcı maddici açıklamalar “Reform yoksa Westphalia da yoktur” iddiasına karşı çıkmaktadırlar. Bu açıklamaların öne çıkmış olması Reform’la ilgili şüpheciliği, yani fikirlerin fuzuli olduğunun akla yatkın gelmesini önemli kılmaktadır. Ancak benim de tartıştığım gibi bu açıklamaların nihai olarak yetersizliği, Reform’la ilgili önerdiğimiz karşıolgusal iddiayı bozmamaktadır.88 Almanya örneğine ilişkin tartışma, güdülerle ilgili şüphecilikten kaynaklanan biçimde maddeciliğin bir biçimini dikkate almıştır. Ancak fikirlerle ilgili daha ikna edici bir alternatif güdüler üzerinde durmayıp egemen devlet olmaya ilişkin çıkarların zamanlama ve coğrafyasını daha iyi açıklayan daha farklı tür bir toplumsal güç önermektedir. Bunun yerine yüzyıllar boyunca devletlerin askerî, ekonomik ve uygulayıcı bürokratik gücü nasıl biriktirdiklerine ve hazineleri ile ticaret ve hukuk sistemlerinin nasıl güçlendiğine şahit olduklarına bakmaktadır. Burada Westphalia’nın hikâyesi devletin nasıl büyüdüğünün, Kutsal Roma İmparatorluğu, Hansa Birliği ve İtalyan şehir devletleri gibi rakip kurumlara 87 88 Otuz Yıl Savaşı’nın tarihçesi için bkz. dipnot 13. Bkz. Tetlock ve Beklin (dipnot 25), 21-25. 102 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler karşı nasıl zafer kazandığının hikâyesidir.89 Westphalia Barış Anlaşması sadece bu zaferi tasdik etmiştir. Devletin hikâyesini anlatan pek çok toplumbilimci devletin kökenlerini ekonomi, örgütlenme, askeri teknoloji veya uluslararası güç dağılımındaki değişimlerle ve savaş faaliyetinin kendisiyle tanımlamışlardır. Burada bu açıklamaların nispi faydalarını değerlendirmek istemiyorum. Bunlara daha ziyade fikirlerin toplumsal gücüne ilişkin şüpheciliğin yaygın bir kaynağı olarak bakıyorum. Eğer devletin gelişimi egemen devletler sisteminin tamamını açıklayacak hale gelirse o halde bu gelişimin kesin nedenleri tartışılabilir. Ancak Yüksek Orta Çağlardan onsekizinci yüzyıla doğru ilerleyen büyük tarihsel yörüngede Fransa, İngiltere, İsveç, Prusya, diğer Alman devletleri ve Hollanda’nın devlet olmaya doğru ilerlediği ve maddi güçlerin bir tür birleşimi ile egemen devletler sistemine yönelik bir çıkar benimsediklerini söylemek için genel bir devletçi yaklaşım takınmak mümkündür. Elbette bu destanda belli bir doğruluk payı vardır. Devlet gelişimi Reform’dan çok önce başlamıştır ve devlet oluşumu kuramcıları da Reform’a çok az atıf yaparak bu olayı açıklamaktadırlar. Ancak devlet gücü ve kurumlarının güçlenmesi tek başına Westphalia’yı getirebilmiş midir? Bu duruma destek olmak için bu tür yaklaşımların devlet gelişiminin yönetimler Westphalia sistemine yönelik çıkar benimseyene kadar amansızca devam ettiğini göstermeleri gerekmektedir. Bu arada Reform hiçbir şeyi etkilemeden gerçekleşmektedir ve toplumsal gücü de gereksiz ve ilgisiz kalmaktadır. Tablo 1’e dönecek olursak, burada dördüncü sütun devlet kurumlarının gelişiminin genelde Westphalia’ya yönelik çıkara denk düşmediğini göstermektedir. Kuşkusuz onbeşinci yüzyıl boyunca Avrupa’nın her yerindeki devlet kurumları vatandaşlar üzerinde istikrarlı bir güç kurarken iç savaş ve kilisenin içindeki mücadeleleri takiben kiliseden dikkate değer bir özerklik kazanmışlardır. Fakat bu ivme azalmıştır. 1500 ile Otuz Yıl Savaşı’nın sonu arasındaki dönem, önde gelen bazı erken modern dönem tarihçilerinin kriz, savaş ve monarşik dehşet ile tanımladıkları bir dönemdir.90 Tanrıya benzer konumda olduklarına dair iddialarına rağmen krallar devamlı olarak isyan eden aristokratların saldırılarına uğramış ve gelirlerinin alınmasına sık sık direnmişlerdir. Onyedinci yüzyılın ilk yarısında merkezi devlet aygıtı bir şekilde Fransa ve İsveç’te genişlerken isyanlar ve facialar özellikle Fransa’da 89 90 Spruyt (dipnot 1), 22-33. David Kaiser, Politics and War: European Conflict from Philip II to Hitler (Cambridge: Harvard University Press, 1990); Geoffrey Parker, Europe in Crisis, 1598-1648 (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1979); Trevor Aston, ed., Crisis in Europe, 1560-1660: Essays from Past and Present (London: Routledge and Kegan Paul, 1965); J. H. Elliott, “The Decline of Spain,” Aston; John H. Kautsky, The Politics of Aristocratic Empires (Chapel Hill: University of North Carolina Press, 1982), 341-46. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 103 devam etmiştir. Otuz Yıl Savaşı’nın ertesine kadar XIV. Louis’in örnek teşkil ettiği bir “bürokratik-askeri mutlakiyet” nihai olarak gelişmemiştir. Aynı dönemde Otuz Yıl Savaşı’nın getirdiği askerî devrim Fransa ve Prusya’da devletin hızlı biçimde genişlemesine neden olmuş ve krallar atalarının arzu ettiği istikrar ve devlet aygıtından faydalanmaya başlamıştır.91 Ancak bu zamanlamayı egemen bir devletler sistemine yönelik çıkarların gelişimine karşı değerlendirmek gerekir. Almanya’da devlet kurumları tedrici olarak onaltıncı yüzyıl boyunca gelişmişlerdir, ancak onyedinci yüzyılın son yarısında ve Otuz Yıl Savaşı’nın ertesine kadar en belirgin olarak Büyük Frederick’in Brandenburg-Prusya’sında görülen tür bir mutlak monarşi gelişmemiştir. Alman hükümdarları 1530’larda Westphalia’ya yönelik çıkarı benimsemişlerdir.92 İsveç Almanya’yı taklit etmiş ve egemen devlet olma durumuna yönelik çıkarı gerçekleştikten çok sonra 1670 ile 1718 arasında gücünün zirvesine ulaşmıştır.93 Benzer biçimde Hollanda’nın ticaret ve hızlı askerî yayılmayla görülen altın çağı bağımsızlık ilanından sonra 1590’larda başlamıştır.94 Fransa’da raison d’état yaklaşımının politik vizyonu sadece Fransa’nın Westphalia’ya katkısına ilham olmamış, ayrıca ülke içinde tahtın gücünün tesis edilmesini de talep etmiştir. İç savaşın ateşi söndükten sonra Fransız devleti mali ve vergi toplayıcı aygıtı ile askerî gücü açısından büyümüştür. Richelieu’nun yönetimi altında silahlı kuvvetleri 1629’da on iki bin asker iken Otuz Yıl Savaşı’na müdahalesi esnasında asker sayısı iki yüz bine ulaşmıştır. Yine de soyluların 1630’lar ve 1640’larda birkaç kere ayaklanarak reforma ve vergilere devamlı olarak karşı gelmeleri nedeniyle taht zayıflamıştır. Westphalia’dan sonra XIV. Louis ile bakanı Colbert’in dönemine kadar Fransa askerî devrim geçirmemiş ve hegemonya savaşı açmak için soylulardan para toplamayı 91 92 93 94 Downing (dipnot 47). A.g.e..; Gagliardo (dipnot 10); Barraclough (dipnot 10), 376-80; Carl Cipolla, ed., The Fontana Economic History of Europe: The Sixteenth and Seventeenth Centuries (Glasgow: William Collins Sons, 1974); Gerald Strauss, Law, Resistance, and the State: The Opposition to Roman Law in Reformation Germany (Princeton: Princeton University Press, 1986); Moeller (dipnot 60); Carsten (dipnot 75), 165-78. Parker (dipnot 47,1976), 206; Roberts (dipnot 16,1967), 78. Parker (dipnot 47,1976), 206; Israel (dipnot 10), 106-230; Jan DeVries, The Dutch Rural Economy in the Golden Age, 1500-1700 (New Haven: Yale University Press, 1974); Henri Pirenne, Early Democracies in the Low Countries: Urban Society and Political Conflict in the Middle Ages and Renaissance (New York:Harper and Row, 1963); J. W. Smit, “The Netherlands Revolution,” R. Forster and J. P. Greene, eds., Preconditions of Revolution in Early Modern Europe (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1970); Geyl (dipnot 10). 104 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler başaramamıştır. Bu da egemen bir devletler sistemine yönelik çıkar geliştirdikten yıllar sonradır.95 Westphalia’nın Leviathan’ın birden ortaya çıkmasının basit bir gerekçesi olduğu fikri tarihin zamanlaması karşısında tökezlemektedir. Politik yapılar, kurumları dramatik bir ergenlik büyümesi yaşamadan daha önce Westphalia’da çıkar görmüşlerdir. Ancak zamanlama sorunu sadece bir ardıllık değil, anilik sorunudur. Hükümdarların Westphalia’yı savundukları her durumda bu tür bir laf bir nesil önce bile az duyulmuştur. Eğer devletlerin yüzyıllar boyunca büyümeleri gelişimi Westphalia’yı açıklıyorsa o halde neden çıkarları da kurumları ile birlikte tedrici olarak büyümemiştir? Bu tutarsızlık işin içinde başka tür bir toplumsal güç olduğuna işaret etmektedir. Zamanlamadan daha zararlı olan ise İspanya’dır. Diğer Avrupa devletleri gibi İspanya da topraklarını birleştirerek ve bazı açılardan herhangi bir Avrupa devletinin yaşadığı en erken ve hızlı büyümeyi yaşayarak onbeşinci yüzyılda güç kazanmıştır. Ordusunu 1570’lerde 20.000 askerden (bu sayı İngiltere’nin veya Fransa’nın asker sayısından daha azdır) 1550’lerde 150.000’e (Fransa’nın asker sayısının üç katına) çıkarmış, kendisini gümüş ve altın yığınlarıyla besleyen bir denizaşırı imparatorluk kurmuş ve hazinesi ile kraliyet bürokrasisini büyütmüştür.96 Ancak devasa İspanya bir Westphalia devletler sistemini ne savunmuş ne de bunun için savaşmış ve hatta bunu bir sapkınlık olarak görerek en önemli karşıtı olmuştur. Eğer devletin büyümesi Westphalia’ya yönelik bir çıkara yol açıyorsa neden erken modern Avrupa’nın en güçlü devleti bu tür bir çıkar geliştirmiştir? İspanyol devletinin meşruiyeti Ortaçağ Avrupa’sından geriye kalan ile sınırlıdır: hissedilir derecede Katoliktir ve Hollanda’nın emperyal hükümdarıdır, kralı onaltıncı yüzyılın ilk yarısında Kutsal Roma İmparatoru’dur ve daha sonra bile imparatorluk bağları ile bağlı olan Habsburg hanedanıyla yakından ilişkili olmuştur. Bu coğrafi mukayese de 95 96 Parker (dipnot 47, 1976), 206; Richard Bonney, Political Change in France under Richelieu and Mazarin, 1624-1661 (Oxford: Oxford University Press, 1978); a.g.y., The King's Debts: Finance and Politics in France, 1589-1661 (Oxford: Oxford University Press, 1981); a.g.y., Society and Government in France under Richelieu and Mazarin, 1624-1661 (London: Collier-Macmillan, 1988); Church (dipnot 16), 81-102,283-340; Elliott (dipnot 77), 11-29; Martin Wolfe, The Fiscal System of Renaissance France (New Haven: Yale University Press. 1972); Porter (dipnot 24), 74; Victor L. Tapié, France in the Age of Louis XIII and Richelieu, trans. D. McN. Lockie (Cambridge: Cambridge University Press, 1984); Robin Briggs, Early Modern France, 1560-1715 (Oxford: Oxford University Press, 1977); David Buisseret, Sully and the Growth of Centralized Government in France, 1598-1610 (Londra: Eyre and Spottiswoode, 1968). Parker (dipnot 47,1976), 206. Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 105 Westphalia’nın yaklaşmakta olan devlet çağının basit bir yan ürünü şeklindeki hikâyesine meydan okumaktadır.97 Devletin büyümesi Westphalia’nın bir açıklaması olarak Reform’un yerini almadığı gibi bu dönemin savaş durumuna geçmiş siyasetinin de gösterdiği gibi, bu büyümenin kendisi aslında derin biçimde Reform tarafından şekillendirilmiştir. 1530’dan 1648’e kadar silahlı çatışma Avrupa’da en azından bir yerde hiddetli biçimde devam etmiştir. Bu çatışmaların çoğu önemli ölçüde Protestanlar ve Katolikler arasındaki anlaşmazlıktan kaynaklanmıştır ki dönemin en önemli krizi de budur. Bunu yaşayan pek çok Avrupa yönetiminde krizin kendisi devletin büyümesinin ana freni olmuştur. Hatta Hollanda, Prusya ve Fransa’da sivil savaşı şekillendirmiştir. Liderlerin güçlü seküler devlete sarılmaları bu karmaşaya bir çözüm bulmak içindir. Ayrıca dini savaşın ortasında, teknolojik gelişmeler devletlerin ordularını genişletmelerine neden olmuş ve bunun sonucunda devlet kurumlarının bunu desteklemesi için para ve asker yetiştirmesi gerekli hale gelmiştir. Mutlakıyetin en muhtemel kaynağı olan askerî devrim Reform’un neden olduğu savaşlardan çıkmıştır. Kuşkusuz Reform dışındaki faktörler de Westphalia’nın ortaya çıkışına yardımcı olmuştur. Onyedinci yüzyılın ilk yarısında İspanya iflas ve gerileme yaşamış, İsveç güçlenmiş, Hollanda ekonomik olarak öne çıkmış ve sadece Protestanlarla değil Türklerle de savaşmakta olan imparatorluk kaynaklarını fazla zorlamıştır. Ancak eğer fikirler tek neden değilseler de içinden çıkılamayacak derecede birbirine bağlanmış nedenlerden sadece bir başkası olmaktan da daha fazla anlama sahiptirler. Fikirler ile Westphalia’ya yönelik çıkarlar arasındaki coğrafi ve zamansal bağın sıkılığı, fikirlerin etkisinin çark ve dişlilerini açığa çıkaran yollar, yapısal maddi eğilimler ve siyasi çıkarlar arasındaki kısmi etki faktörleri bir araya geldiğinde Reform olmadan uluslararası bir sistemin oldukça farklı bir zamanda, oldukça farklı koşullar altında ve bir tür alternatif tarihsel evrende meydana geleceğini iddia etmektedirler. BU İDDİANIN ÖNEMİ Westphalia’da ortaya çıkan egemen devletler sistemi, Hobbes’tan Waltz’a kadar realistlerin devamlı anlattıkları ve yönetimlerin diğer yönetimlerin sınırları içindeki dini uygulama ve inançları değiştirmek için mücadele etmelerinin garip hatta hayal bile edilemez göründüğü bir sistemdir. Elbette dinin kendisi uluslararası siyasette tamamen harcanmış bir güç olmaktan uzaktır ve hatta pek 97 H. Elliott, Imperial Spain, 1469-1716 (Londra: Edward Arnold, 1963); Elliott (dipnot 90); Henry Kamen, Spain 1469-1714: A Society in Conflict (Londra: Longman, 1983); J. H. Elliott, Richelieu and Olivares (Cambridge: Cambridge University Press, 1984). 106 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler çok araştırmacı yakın zamanda dinin yeniden uyanışına işaret etmektedir.98 Dini çatışma daha ziyade sadece erken modern rolündeyken modern uluslararası sisteme karşı önemli bir tehdit olduğunda tuhaf görünmektedir. Belki de bu tuhaflık pek çok güncel toplum bilimsel yaklaşımın bu dünyanın nasıl oluştuğuna dair maddeci öngörüsünün izahına yardımcı olabilir. Ancak eğer benim iddiam doğruysa realist dünyanın kendisi sadece maddi faktörlerden evrilmemiştir. Çok daha fazlasının, yani insanlığın Tanrı ile ilişkisine dair yeni bir anlayışın sonucudur. Bu yeni anlayış durumunun uluslararası ilişkiler alanı için sonuçları bulunmaktadır. Fikirlerin, kültürün ve normların uluslararası siyasetin biçimlendirilmesi üzerindeki etkisini savunan artan sayıdaki esere sahip külliyata katkı yapmaktadır. Çok büyük ve güçlü bir fikir olan Protestan Reform’unun gücünü kanıtlamayı amaçlamakta ve Reform’un yönetimlerin Westphalia’ya yönelik çıkarlarını, yani Westphalia’yı benimsemeleri ve başarma becerilerini biçimlendirdiği yollar önermektedir. Fakat bu iddianın daha derin olan önemi, iddia ettiği olayın öneminde yatmaktadır. Westphalia’nın uluslararası sistemin kurucu anı olması, burada tekrarlanan eski bir bilgidir. Bu anın açıklanması uluslararası toplumsal dünyayı bu kadar dayanıklı şekilde oluşturan devrimin açıklanmasıdır. Bugün Westphalia’nın içi açıldıkça kökenlerine ilişkin görüşler de daha önemli hale gelmektedir. Eğer fikirler egemen devletler sistemi için çok önemli bir kaynak ise ayrıca uluslararası düzeyde kararlaştırılan müdahale ve Avrupa Birliği’nin genişlemesi gibi egemenlikten uzaklaşan güncel eğilimlerin de kaynağı olabilirler. Bu noktada bazı hipotezler düşünebiliriz: müdahale Soğuk Savaş’ta insan hakları ve demokrasinin gelişmesinden kaynaklanmaktadır; Avrupa bütünleşmesi, kökenleri Hristiyan Demokrasisi ve Katolik toplum düşüncesinde bulunan II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa federalizminin popülerliğinden kaynaklanmaktadır. Elbette her iki eğilim için de maddi açıklamalar vardır ki böylece fikirlerin rolünün tesis edilmesi zorunluluğu olacaktır. Ancak eğer kanıtlanırlarsa her iki durumda da fikirlerin rolü sadece nedensel tartışmalar açısından değil, tarihsel bir geri dönüş durumu açısından da önemli olacaktır. Her iki durumda da egemenlik, evrensel ve aşkın değerler gibi tam olarak Westphalia Barış Anlaşması’nda kaybedilen değerler uğruna kısıtlanmıştır. 98 Bkz. Samuel Huntington, The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order (New York: Simon and Schuster, 1996); Mark Juergensmeyer, The New Cold War? Religious Nationalism Confronts the Secular State (Berkeley: University of California Press, 1993); Benjamin Barber, Jihad vs. McWorld (New York: Times Books, 1995). Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 107 KAYNAKLAR Alan James, Sovereign Statehood (London: Allen and Unwin, 1986). Alexander Wendt,”The Agent-Structure Problem in International Relations Theory,” International Organization 41 (Summer 1987). Andreas Osiander, The States System of Europe, 1640-1990 (Oxford: Clarendon Press, 1994). Barry Buzan,”The Idea of International System: Theory Meets History,” International Political Science Review 15 (July 1994). Brian Downing, The Military Revolution and Political Change (Princeton: Princeton University Press, 1992). Brian Ripley,”Psychology, Foreign Policy, and International Relations Theory,” Political Psychology 14 (September 1993). Brian Tierney, Crisis of Church and State (Englewood Cliffs, N.J.: PrenticeHall, 1964). Charles Tilly, Coercion, Capital, and European States, AD 990-1992 (Oxford: Basil Blackwell, 1992). David Maland, Europe in the Seventeenth Century (London: Macmillan, 1966). Ernst Kantorowicz, The Kings Two Bodies (Princeton: Princeton University Press, 1957). George Pages, The Thirty Years War, trans. David Maland (New York: Harper and Row, 1970). Georges Duby, La societé aux XI et XII siècles dans la région maconnaise (Paris: Ecole Pratique des Hautes Etudes, 1953). Gerald Strauss, Law, Resistance, and the State: The Opposition to Roman Law in Reformation Germany (Princeton: Princeton University Press, 1986). Gianfranco Poggi, The Development of the Modern State: A Sociological Introduction (Stanford, Calif.: Stanford University Press, 1978). H. G. Koenigsberger, The Habsburgs and Europe, 1516-1560 (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1971). Hans Morgenthau, Politics among Nations: The Struggle for Power and Peace, 6th ed. (New York Alfred A. Knopf, 1985). Hendrik Spruyt, The Sovereign State and Its Competitors (Princeton: Princeton University Press, 1994). J. L. Brierly, The Law of Nations (New York: Oxford University Press, 1963). J. R. Strayer and Dana Munro, Middle Ages, 395-1500 (New York: AppletonCentury-Crofts, 1959). J. R. Strayer, The Medieval Origins of the Modern State (Princeton: Princeton University Press, 1970). 108 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler J. V. Polisensky, The Thirty Years’ War, trans. Robert Evans (Berkeley: University of California Press, 1971). James D. Fearon,”Counterfactuals and Hypothesis Testing in Political Science,” World Politics 43 (January 1991). James G. March and Johan P. Olsen,”The Institutional Dynamics of International Political Orders,” International Organization 52 (Autumn 1998). Janice Thomson,”State Sovereignty in International Relations: Bridging the Gap between Theory and Empirical Research,” International Studies Quarterly 39 (June 1995). Jean Bérenger, History of the Habsburg Empire (London: Longman, 1994). Jeffrey T. Checkel,”The Constructivist Turn in International Relations Theory,” World Politics 50 (January 1998). . Jens Bartelson, A Genealogy of Sovereignty (Cambridge: Cambridge University Press, 1995). John Gagliardo, Germany under the Old Regime, 1600-1790 (London: Longmans, 1991). John Gerard Ruggie,”Territoriality and Beyond: Problematizing Modernity in International Relations,” International Organization 47 (Winter 1993). John Gerard Ruggie,”What Makes the World Hang Together? Neoutilitarianism and the Social Constructivist Challenge,” International Organization 52 (Autumn 1998). John H. Mundy, Europe in the High Middle Ages, 1150-1309 (New York: Basic Books, 1973). John Kurt Jacobsen,”Much Ado about Ideas: The Cognitive Factor in Economic Policy,” World Politics 47 (January 1995). Jon Elster, Nuts and Bolts for the Social Sciences (Cambridge: Cambridge University Press, 1989). Jonathan Israel, The Dutch Republic: Its Rise, Greatness, and Fall, 1477-1806 (Oxford: Oxford University Press, 1995). Kalevi Holsti, Peace and War: Armed Conflicts and International Order, 16481989 (Cambridge: Cambridge University Press, 1991). Kathryn Sikkink,”Human Rights, Principled Issue Networks, and Sovereignty in Latin America,” International Organization 47 (Summer 1993). Kenneth Shepsle,”Comment,” in R. Noll, ed., Regulatory Policy and the Social Sciences (Berkeley: University of California Press, 1985). Kenneth Waltz, Theory of International Politics (Lexington, Mass.: AddisonWesley, 1979). Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri 109 Leo Gross,”The Peace of Westphalia, 1648-1948,” American Journal of International Law 42 (January 1948). Mark Blyth,”Any More Bright Ideas? The Ideational Turn of Comparative Political Economy,” Comparative Politics 29 (January 1997). Markus Fischer,”Feudal Europe, 800-1300: Communal Discourse and Conflictual Practices,” International Organization 46 (Spring 1992). Miada Bukovansky,”American Identity and Neutral Rights from Independence to the War of 1812,” International Organization 51 (Summer 1997). Michael Wilks, The Problem of Sovereignty in the Middle Ages (Cambridge, U.K.: University Press, 1964). Miles Kahler,”Rationality in International Relations” International Organization 52 (Autumn 1998). Peter Hall, ed., The Political Power of Economic Ideas (Princeton: Princeton University Press, 1989). Peter Katzenstein, ed., The Culture of National Security: Norms and Identity in World Politics (New York Columbia University Press, 1996). Pieter Geyl, The Revolt of the Netherlands, 1555-1609 (London: Williams and Norgate, 1932). R. J. Vincent, Non-intervention in International Order (Princeton: Princeton University Press, 1974). Richard Bean,”War and the Birth of the Nation-State” Journal of Economic History 33 (March 1973). Richard Price,”Reversing the Gun Sights: Transnational Civil Society Targets Land Mines,” International Organization 52 (Summer 1998). Robert A. Kann, A History of the Habsburg Empire (Berkeley: University of California Press, 1974). Rodney Bruce Hall and Friedrich Kratochwil,”Medieval Tales: Neorealist ‘Science’ and the Abuse of History,” International Organization 47 (Summer 1993). Rodney Bruce Hall, National Collective Identity: Social Constructs and International Systems (New York Columbia University Press, 1999). . Stephen D. Krasner,”Sovereignty: An Institutional Perspective,” Comparative Political Studies 21 (April 1988). Steven Ozment, The Age of Reform, 1220-1550: An Intellectual and Religious History of Late Medieval and Reformation Europe (New Haven: Yale University Press, 1980). Susan Reynolds, Kingdoms and Communities in Western Europe, 900-1300 (Oxford: Clarendon Press, 1984). 110 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler T. K. Rabb, ed., The Thirty Years’ War: Problems of Motive, Extent, and Effect (Boston: D. C. Heath and Company, 1964). Thomas J. Bierksteker and Cynthia Weber, eds., State Sovereignty as Social Construct (Cambridge: Cambridge University Press, 1996). Walter Ullman, Principles of Government and Politics in the Middle Ages (New York: Barnes and Noble, 1974). TEORIK BAKIŞ AÇILARINDAN ULUSLAR ARASI İLIŞKILERIN RENGINI GÖREBILMEK: SAVAŞLAR, ALGILAMALAR VE DIŞ POLITIKA DAVRANIŞLARI YANLIŞ ALGI ÜZERİNE VARSAYIMLAR ROBERT JERVIS Çeviren: Özden S. Sarı* Bir aktör nasıl davranacağını belirlerken diğerlerinin nasıl davranacaklarını ve onların hareketlerinin kendi değerlerini nasıl etkileyeceğini öngörmelidir. Yani aktör, diğerleri ve onların niyetleri hakkında bir imaj geliştirmelidir. Bununla beraber, bu imaj asılsız olabilir; aktör birçok nedenden ötürü diğerlerinin hem hareketlerini, hem de niyetlerini yanlış algılamış olabilir. Bu araştırmada tartışmak istediğim, devletlerin diğer devletler için yapmaya eğilimli oldukları, değişik tiplerdeki yanlış algılamalardır. Niyet kavramı karışık olmakla beraber, bunu, devletlerin, geleceğin geniş çeşitlilikteki bilinmezliklerine ilişkin davranış yollarının tamamı olarak değerlendirebiliriz. Bu davranış biçimleri, genelde spesifik ve iyi geliştirilmiş planlar değildir. Ulusal ya da bireysel bir aktör, birçok nedenden dolayı, verili koşullar altında nasıl hareket edeceğini bilmez, ancak bu sorun burada ele alınmayacaktır. ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE BUNDAN ÖNCEKİ ALGI DEĞERLENDİRMELERİ Her ne kadar diplomasi tarihçileri yanlış algılamayı spesifik olaylar üzerinden tartışmış olsalar da, uluslararası ilişkiler öğrencileri genelde bu başlığı ihmal etmektedirler. Bununla beraber, Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki altı haftada hükümetlerin içinde ve arasında dönen belgelere içerik analizi yapan iki grup araştırmacı bulunmaktadır. Fakat veriler, yanlış algılama üzerinde kullanılabilir kanıt sağlanmasını imkânsız hale getirecek şekilde, algılar ve niyetler üzerine doğru ölçüm yöntemleri üretmeyen nicel biçimde ortaya konmuştur.1 Uluslararası ilişkilerde yanlış algılamayı genel sorularla açıkça inceleyen ikinci teorisyen grubu, Charles Osgood ile Amitai Etzioni’yi ve daha dar bir * 1 Özden S. Sarı, Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde araştırma görevlisidir. Örnek için bkz. J. David Singer, ed., Quantitative International Politics (New York 1968)’deki, Ole Holsti, Robert North, ve Richard Brody, "Perception and Action in the I9I4 Crisis,". Stanford içerikli analizler çalışmalarının tam tartışması ve ölçmenin genel problemleri için Klaus Knorr ve James N. Rosenau, eds., Contending Approaches to International Politics’deki "The Costs of the Quantitative Study of International Relations," makaleme bakınız. Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 115 kapsamda Soğuk Savaş’ı spiral yanlış algı ile analiz eden Kenneth Boulding ile J. David Singer’ı kapsamaktadır.2 Bu yaklaşımın bir kısmı L.F. Richardson’ın3 matematiksel teorilerine ve başka bir kısmı bu araştırmada çoğunun tartışılacağı sosyal ve bilişsel psikolojinin bulgularına dayanmaktadır. Yazarlar ellerindeki konuyu evrensel kavramlarla olmasa da genel olarak belirtmişler, ancak teorileri tarafından tatmin edici biçimde açıklanan çok fazla tarihsel örnek sağlamamışlardır. Dahası, kendi kavramları olan, gücün kullanımının kendi kendini baltalayıcı yönleri ile çelişen sayısız olayla ilgilenmemişlerdir. Bu araştırmacılar, devletlerin birey olmadığı gerçeğini ve psikolojinin tespitlerinin organizasyonlara ancak çok yüksek bir dikkatle uygulanabileceğini kaçırmaktadırlar. En önemlisi, bunların teorik analizleri genel olarak değer kaybetmiştir, çünkü varsayımları, büyük ölçüde, temel statüko gücü olan Sovyetler Birliği’nin açık saldırgan tavrının Batı korkusundan ileri geldiği yönündedir. Fakat bu görüşü destekleyecek ya çok az kanıt sunmakta ya da hiç kanıt sunmamaktadırlar. Doğrusu, spiral teorisyenleri ile caydırıcılık savunucuları arasındaki düşünce farklılığı, uluslararası ilişkilere dair genel görüşlerindeki, değerler ve ahlak4 konusundaki ya da analiz metotlarındaki5 farklılıklarından değil, Sovyetlerin niyetine dair algılarından kaynaklanmaktadır. TEORİLER- GEREKLİ VE TEHLİKELİ Kendi yaklaşımlarının sınırlamalarına rağmen bu yazarlar, uluslararası ilişkiler teorisyenlerinin sistematik olarak değerlendirmediği hayati bir konuya değinmişlerdir. Hem psikoloji ve hem de tarih bulguları, karar alıcıların gelen bilgiyi kendi teorilerine ve imajlarına göre algılama eğiliminde oldukları görüşünü (Hipotezi I’de belirtilmiştir) muazzam biçimde desteklemektedir. Gerçekten de, aktörlerin teorileri ve hayal güçleri, fark ettiklerini belirlemelerinde oldukça büyük bir rol oynamaktadır. Başka bir deyişle, aktörler beklediklerini algılamaya eğilimlidirler. Dahası (Hipotez I a) veriler ne kadar 2 3 4 5 Örnek için bkz., Osgood, An Alternative to War or Surrender (Urbana 1962); Etzioni, The Hard Way to Peace (New York 1962); Boulding, "National Images and International Systems," Journal of Conflict Resolution, iii (June I959), I20-3I; ve Singer, Deterrence, Arms Control, and Disarmament (Columbus 1962). Statistics of Deadly Quarrels (Pittsburgh 1960) ve Arms and Insecurity (Chicago 1960). Matematikçi olmayanlar için Richardson’ın çalışmasının iyi bir özeti, Anatol Rapoport's "L. F. Richardson's Mathematical Theory of War," journal of Conflict Resolution, I (Eylül I957), 249-99. Bkz. Philip Green, Deadly Logic (Columbus 1966); Green, "Method and Substance in the Arms Debate," World Politics, xvi (Temmuz, 1964), 642-67; ve Robert A. Levine, "Fact and Morals in the Arms Debate," World Politics, xiv (Ocak, 1962), 239-58. Bkz Anatol Rapoport, Strategy and Conscience (New York 1964). 116 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler muğlak olursa veri yorumlama sürecinde kuramın önemi o kadar artacak (a) aktörün teorisine güveni de o denli sağlamlaşacaktır (b).6 Birçok nedenden ötürü, algısal bilinç eşiğinin değişen seviyeleri kavramını, bir aktörün beklediği bir fenomen yerine, beklemediği bir fenomeni fark etmesi için gittikçe daha fazla miktarda ve daha kesin bilgi gerektiği gerçeğini ele almak için kullanabiliriz. Bruner ve Postman’ın bir deneyinin ortaya koyduğu gibi, “fark etme eşiği … , normal oyun kartlarıyla karşılaştırıldığında, sıra dışı oyun kartlarında (kostümlü ve ters renkli) hatırı sayılır ölçüde daha yüksektir.”7 İnsanların normal (beklenen tipteki) kartları tanıması sıra dışı (beklenilmeyen tipteki) kartlara göre daha hızlı ve kolay olmakta, ayrıca kişiler ilk bakışta sıradışı kartları normal kartlar sanmaktadırlar. Bununla beraber, spiral teorisyenlerinin genellikle yaptığı gibi, aktörler için gelen bilginin var olan inanç ve imajlarına göre biçimlendirilmesini irrasyonel varsaymamalıyız. (Buradaki “irrasyonel”, aktörün bilinçli olsaydı baskı altındaki hareketlerinin meşru olduğunu kabul etmeyeceği durumları tanımlamaktadır.) Abelson ve Rosenberg, “dengeli” bilişsel yapıyı yaratan baskıyı “psikolojik” olarak isimlendirip “‘iyi elementler’ [birinin davranış yapısındaki] arasındaki bütün ilişkileri pozitif (ya da denge durumunda), ‘kötü elementler” arasındaki bütün ilişkileri pozitif (ya da denge durumunda) ve iyi ve kötü elementler arasındaki bütün ilişkileri negatif (ya denge durumunda) olarak tanımlamışlardır.” Böylelikle “[içerdiği] muhakeme mantıkçıyı utandıracaktır”8 söylemini doğru biçimde göstermektedirler. Ancak bunu ve yakın bilişsel teorileri uluslararası ilişkilere uygulamak isteyenler genellikle birçok örnekte elementler ve süreçler arasında “psikolojik” olarak adlandırılamayacak önemli mantıksal bağlar olduğu gerçeğini atlamaktadırlar. (Burada mantıksal kavramı önermelerden yola çıkarak sonuçlara ulaşmak anlamındaki dar manada değil, kanıtları değerlendirmek için baştan kabul edilmiş kurallara uygun biçimde hareket etmek anlamında kullanılmıştır.) Örneğin, Osgood, Sovyetler bir adamı, bir öneriyi ya da insanları övdüğünde, Batı’nın övülen objeye karşı tepki göstermesinde psikolojik kavramının ortaya konulduğunu ileri sürmektedir.9 Ancak eğer bir kişi Rusların saldırgan olduğuna inanıyorsa, bu kişinin onların hareketlerine karşı şüpheyle yaklaşması mantıksal bir durumdur. Karar alıcı 6 7 8 9 Floyd Allport, Theories of Perception and the Concept of Structure (New York 1955), 382; Ole Holsti, "Cognitive Dynamics and Images of the Enemy," David Finlay, Ole Holsti ve Richard Fagen, Enemies in Politics (Chicago 1967) içinde, 70. Jerome Bruner ve Leo Postman, "On the Perceptions of Incongruity: A Paradigm," Jerome Bruner ve David Krech, editörler, Perception and Personality (Durham, N.C., I949) içinde, 2IO. Robert Abelson ve Milton Rosenberg, "Symbolic Psycho-logic," Behavioral Science, III (Ocak, I958), 45. 9 s. 27. s.27 Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 117 başka bir devleti “sevmiyor” dediğimizde, bu genellikle karar alıcı bu başka devletin kendi ülkesiyle çatışan politikalar izlediğine inanıyor demektedir. Muhakeme ve tecrübe, karar alıcıya “sevilmeyen” devletin kendi devletinin çıkarlarını zedelemeye eğilimli olduğunu işaret etmektedir. Bu yüzden, böylesi durumlarda “psikolojik” kavramına başvurmaya gerek yoktur ve bu örneklerin “rasyonel tutarlılık”ın “duygusal tutarlılık” ile ikame edildiğini gösterdiğini söylemek mümkün değildir.10 “Belirli inançlar ve kavrayışlar arasındaki ilişki” sorunsalı, çoğu zaman algılayıcıların hâlihazırda sahip oldukları imajlarına dâhil olan “bilgi parçaları arasındaki ilişki” genel başlığının bir parçası olarak görülebilmektedir. Verileri daha geniş bir inançlar çerçevesine oturtma ihtiyacı, her ne kadar bunu yapmak bireysel gerçeklere haksızlık gibi görünse de, dünya algımızın doğruluğunu azaltan psikolojik yönelim değil (ya da en azından sadece bu değil), “mantıksal sorgulamanın temeli”dir11. Gerçekler ancak hipotezler ve teoriler yardımıyla yorumlanabilir ve tanımlanabilir. Saf deneysellik imkânsızdır ve teorileri ona kolayca uymayan her ufacık bilgi kırıntısıyla gözden geçirip düzeltmek akıllıca olmayacaktır.12 Hiçbir hipotezin bütün kanıtları açıklaması beklenemez ve hâkim görüş birçok teori ve geniş bir bulgu havuzu tarafından destekleniyorsa çabucak değiştirilmemelidir. Çok az esneklik çok fazlası kadar kötü olabilir.13 10 11 12 13 Age., 26 Bu cümleyi The Conduct of Inquiry (San Francisco 1964), s.86’da farklı, ancak âlâkalı bir içerikle kullanan Abraham Kaplan’dan ödünç aldım. Deneyselliğin sınırlarını görmezden gelenler sadece spiral teorisyenleri değildir. Roger Hilsman birçok istihbarat üreticisinin ve tüketicisinin istihbaratın hipotezlerle uğraşmaması gerektiğini ve istihbaratın politika yapıcılarına sadece “bütün gerçekleri” sunması gerektiğini düşündüğünü ileri sürmüştür (Strategic Intelligence and National Decisions [Glencoe I956], 46). Hipotezler ve gerçekler arasındaki yakın bağımlılık, “hipotez”in “politika tercihlerini” tanımlamadaki eğiliminden dolayı görmezden gelinmiştir. Karl Deutch “Otonomi hem günümüzden beslenmeli hem de geçmişten hatırlamaları içermelidir ve kişilik ancak sınırlı günümüz ve sınırlı geçmiş arasındaki devamlı dengenin sağlanması halinde görülebilir… Açıklık ya da hatıra kaybolması halinde self-determinasyon mümkün değildir… Eğer olursa[sistemler yeni bilgi alımını durdurabilir] kurşun ya da torpido davranışına yaklaşırlar: gelecekteki hareketlerinin hepsi geçmiş tarafından belirlenir. Diğer taraftan hatıraları olmayan insan, değerleri ya da politikaları olmayan bir organizasyon gibidir…-artık bunların hepsi yönlendirmek yerine sürüklenmektedir: davranışları geçmişe çok az dayanır, neredeyse tamamıyla günümüzce belirlenirler. Suda sürüklenen tahta parçası da, kurşun da kendini kaybetmenin birer örneğidir… “ değerlendirmesini yaptığında ilginç şekilde benzer bir sorunu tartışmaktadır. (Nationalism and Social Communication [Cambridge, Mass., I954], 167-68). Aynı zamanda bkz. Deutsch'un The Nerves of Government (New York 1963), 98-I09, 200-256. Bir fizikçi de benzer argüman sunmaktadır: “Eğer birisi önyargılı modeline gereğinden fazla bağlıysa bu kişi açık biçimde radikal keşifleri kaçıracaktır. Birinin önceki imajına uymayan bir gözlemi aklına yerleştirmekteki başarısızlığının derecesi oldukça şaşırtıcıdır… Diğer taraftan eğer biri gereğinden fazla açık fikirliyse ve şimdiye kadar her bilinmeyen fenomenin peşinden koştuysa bu kişinin ararken kendini kaybedeceği neredeyse kesindir” Martin 118 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Bu, sosyal ve uygulamalı bilimlerde olduğu kadar politika oluşturmada da doğrudur.14 Kabul gören teoriler hakkında ciddi şüphe gerektiren bulguların ne zaman karşımıza çıktığını anlamak, hangilerini takip etmemiz gerektiğini bilmek ve bunların teorilerdeki ufak yanlışlardan ya da deneysel hatalardan kaynaklanıp kaynaklanmadığını anlamak inanılmaz derecede zordur, fakat şurası açıktır ki, eğer bilim adamları Thomas Huxley’nin “gerçeğin karşısına küçük bir çocuk gibi otur, şimdiye kadar edindiğin bütün peşin hükümlü bilgilerini bir kenara bırakmaya hazırlan, alçakgönüllü şekilde doğanın seni götürdüğü yere yönel, yoksa hiçbir şey öğrenemezsin”15 söylemini takip etselerdi hiçbir ilerleme kaydedemezlerdi. Michael Polanyi’nin de açıkladığı üzere, büyük bir keşfi kaçırma pahasına dahi olsa, “Bilim adamlarının, her an, gözledikleri kanıtın tam aksi bir sonuç doğurmasına hazır olması gerekmektedir. Ama körlemesine değil… Her daim [Periyodik tabloda ve ışığın kuantum teorisinde olduğun gibi] bir ihlalin, önerinin temel doğruluğunu etkilememe ihtimali vardır. İstisnaları açıklama süreci aslında araştırma rutininin kaçınılmaz bir parçasıdır.”16 Mesela, 1795’te gökbilimci Lalande, elindeki hipotezi ile çelişen ve Neptün’ü keşfetmesini sağlayabilecek gözlemleri takip etmemiştir.17 Yine de böylesi bir davranışı çok çabuk göz ardı etmemek gerekmektedir. Thomas Kuhn’un da belirttiği gibi, “Karşı-örnekler olmadan araştırma diye bir şey olmaz.”18 Kuhn’un paradigma olarak adlandırdığı bir grup temel teoriler, büyük veriler sonrasında güvenilirliğini kanıtladıysa istisna yüzünden israf edilmemelidir. Kuhn’un söylemiyle: “Özellikle normal bilimin eski gelenekçiliğine kendi üretici kariyerlerini adamışlara karşı ömürlük direnme göstermek, bilimsel standartların çiğnendiği anlamına gelmez, aksine bu değişiklik, araştırma biliminin doğasına eklemlenir. Direncin nedeni, eski 14 15 16 17 18 Deutsch, "Evidence and Inference in Nuclear Research," içinde, Daniel Lerner, ed., Evidence and Inference [Glencoe I958], I02). Raymond Bauer, "Problems of Perception and the Relations Between the U.S. and the Soviet Union," Journal of Conflict Resolution, v (Eylül, 1961), 223-29. Alıntılanmıştır, W. L. B. Beveridge, The Art of Scientific Investigation, 3. ed. (Londra 1957), 50. Science, Faith, and Society (Chicago 1964), 31. Bu sorunun daha fazla tartışması için bkz. agy., 16, 26-41, 90-94; Polanyi, Personal Knowledge (Londra 1958), 8-I5, 30, 143-68, 269-98, 3Io-II; Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolution (Chicago 1964); Kuhn, "The Function of Dogma in Scientific Research," A. C. Crombie, ed., Scientific Change (New York 1963) içinde, 344-69; Kuhn’un makalesine yorumlar, Hall, Polanyi, ve Toulmin, ve Kuhn’un cevabı agy., 370-95. Bu konuların başka bir perspektiften ilintili tartışması için bkz. Norman Storer, The Social System of Science (New York 1960), 116-22. “Bir yıldızın pozisyonunun diğerlerine göre …değiştiğini fark etti. Lalande iyi bir gökbilimciydi ve böylesi bir değişimin mantıksız olduğunu biliyordu. İlk gözleminin üzerini çizdi ve ikinci gözleminin üzerine bir soru işareti koyarak olayı göz ardı etti.” " (Jerome Bruner, Jacqueline Goodnow ve George Austin, A Study of Thinking [New York 1962], 105) The Structure of Scientific Revolution, 79. Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 119 paradigmanın sonuçta bütün sorunları çözebileceği garantisi ve doğanın paradigmanın sağladığı kutuya sokulabileceği anlayışından kaynaklanmaktadır. Kaçınılmaz olarak, devrim zamanlarında, bu garanti inatçı görünmekte ve olmaktadır. Ancak bundan fazlasıdır da. Çünkü aynı garanti, normal bilimi ya da yapboz çözen bilimi mümkün kılmaktadır.”19 Yani, yeni bilgiye ne kadar “açık” olmak gerektiği ikilemi hangi alanı anlama çabasında olursa olsun kaçınılmaz bir uğraştır. Hâlihazırdaki teoriye uydurulabilmesi için kanıtın görmezden gelindiği ya da çarpıtıldığı izlenimi veren örnekler, tutarlılık için mantıksız ya da mantık dışı psikolojik baskılarla anlatılmak yerine, bu ikilemle açıklanabilir. Bu, özellikle karar alıcıların diğer devletlerin niyetlerini anlama çabaları için doğrudur, çünkü onlar sürekli olarak diğer devletin kendilerini kandırıyor olabileceği tehlikesini dikkate almak durumundadırlar. Şimdiye kadar tartışılan teorik çerçeve, birçok örneğin incelenmesi sonrasında, 2. Hipotezi önermektedir: araştırmacılar ve karar alıcılar peşin hükümlü görüşlerine aşırı bağlı ve yeni bilgiye fazlasıyla kapalı olduklarından ya da kendi teorilerini değiştirmeye fazla gönüllü olmaları nedeniyle hata yapmaya eğilimlidirler.20 Bu konuyu konuşmanın bir diğer yolu da, aktörlerin kendi teorilerini ve beklentilerini erken oluşturma eğilimlerini tartışmaktır. Politikada bu durum eylem ihtiyacından ötürü genelde gereklidir. Fakat deneysel kanıtlar aynı eğilimin bilinçsiz düzeyde de meydana geldiğini göstermektedir. Bruner ve Postman’ın bulduğu şekliyle, “belki de muğlak uyarıları fark etmenin önündeki yegâne engel, algısal hipotezlerin minimum teyit aldıktan sonra sabitlenme eğilimidir… Bir kez gerçekleşen örneklerde hipotezin bir bölümü onaylanırsa… hiçbir şey öznenin raporunu değiştirebilir görünmemektedir.”21 19 20 21 Age., 150-5I. Başarılı politika liderliğinin gereksinimleri karar alıcıları kendi kafalarındaki politikalar ve imajlar için daha az şüphe dile getirmeye yönlendirebilmektedir, ancak bu sınırlama, bahsi geçen fenomeni ancak kısmen açıklayabilmektedir. Benzer politik strateji hesapları tartıştığımız çeşitli hipotezlere katılabilir. Charles Daily, benzer şekilde, deneylerinde süjelerinin başkaları hakkındaki algıları ile uğraşmış ve ”önyargılar yeni gelen verileri içselleştirmeyi, süjenin bütün verileri görene kadar önyargılarına yer vermediği durumlara göre zorlaştırmaktadır. Mümkündür ki… gözlemci kendi çıkarsamalarını gerçeklerle karıştırmaktadır” sonucuna ulaşmıştır ("The Effects of Premature Conclusion Upon the Acquisition of Understanding of a Person," Journal of Psychology, xxx [Ocak, 1952], I49-50). Bu konuda başka bir teori ve kanıt için, bkz. Bruner, "On Perceptual Readiness," Psychological Review, LXIV (Mart, I957), 123-52; Gerald Davidson, "The Negative Effects of Early Ex- posure to Suboptimal Visual Stimuli," Journal of Personality, xxxii (Haziran, 1964), 278- 95; Albert Myers, "An Experimental Analysis of a Tactical Blunder," Journal of Abnormal and Social Psychology, LXIX (Kasım, 1964), 49398; ve Dale Wyatt ve Donald Campbell, "On the Liability of Stereotype or Hypothesis," Journal of Abnormal and Social Psychology, XLIV (Ekim, 1950), 496-500. Not edilmesi gereken bir konu, bu eğilim “artık” karar almayı daha olası kılmakta (David Braybrooke and Charles Lindblom, A Strategy 120 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Bununla beraber bunları ve diğer bulguları siyasete uygulayıp, yanlış algı çeşitlerini tartışacaksak, bilişsel çarpıtma etiketini hemen kullanmamalıyız. İki nedenden ötürü ihtiyatlı ilerlemeliyiz. Birincisi, karar vericilerin elindeki verilerin neredeyse her zaman farklı yorumlamalar yapmaya olanak sağlamasıdır. Şunu da belirtmek gerekir ki, görsel algı, gözlemcinin retinasında farklı uyarıcılarla aynı etkinin gerçekleşmesini sağlayabilmektedir. Yani, tek gözünü kullanan biri için bir golf topunun uzaktan görüntüsü, bir beysbol topunun biraz daha uzaktan görüntüsü ya da bir basketbol topunun daha da uzaktan görüntüsü, gözlemcinin retinasında aynı etkiyi yaratacaktır. Başka ipuçları olmadan gözlemcinin bu uyarıcılardan hangisine baktığını ayırt etmesi mümkün değildir ve bu nedenle gözlemcinin yanlış algılarını, çarpıtma örnekleri olarak adlandırmak istemeyiz. Böylesi örnekler görsel algıda göreceli olarak nadir olsa da uluslararası ilişkilerde daha sık karşımıza çıkmaktadır. Karar alıcıların ellerindeki veriler, diğerlerinin niyetlerinin etrafının gürültülü olmasından22 ve yanılsamalarla çevrili bulunmasından ötürü neredeyse her zaman belirsizdir. Çoğu olayda veriler ne kadar uzun süre, derinlemesine ve nesnel biçimde analiz edilirse edilsin, insanlar farklı yorumlar yapabilir ve kimin haklı olduğunu belirleyebilecek genel kurallar da yoktur. Bilişsel çarpıtma damgasından kaçınmamızın ikinci nedeni ise bireysel psikolojide yeterince muğlak olan algı ve yargı farkının, uluslararası siyaset alanında yorumlamalar yapılırken neredeyse tamamen ortadan kalkmasıdır. Kendi görüşlerine ters olan bilgiyi kabul etmeyen–ya da komplike biçimlerde yorumlayan–karar alıcılar, bunu çoğu zaman bilerek ve bariz biçimde yaparlar. Mevcut kanıt çelişen bilgiler içerdiğinden, herhangi bir yorumun yapılması, çelişkili kısımların görmezden gelinmesini veya farklı bir görüşü savunanların dolambaçlı bulacağı yorumlarda bulunulmasını gerektirmektedir. Eğer karar alıcının sadece karar aldığı zamandaki sahip olduğu verileri ele alacak olursak, daha sonradan yanlış olduğu anlaşılan görüş ile doğru olan görüş eşit miktarda, hatta belki daha fazla veri ile desteklenebilmektedir. Araştırmacılar genelde yanlış düşündükleri kanıtlanan insanlara karşı acımasız tavırlar takınmaktadırlar. Daha yakın bir incelemeyle, haklı veya haksız olan kişiler için yeni bilgiye karşı ne kadar açık olduklarına ve görüşlerini revize etme isteklerinin düzeyine dikkat ederek aralarındaki farkları ortaya koymak genelde oldukça zordur. Mesela Winston Churchill her Nazi eylemini açık fikirli şekilde ele almayarak taviz vermeye eğilimli olanlar tarafından sağlanan veriler yerine, kendi düşüncelerini dikkate almıştır. Buna karşılık, Chamberlain gibi, 22 of Decision [New York 1963]), ancak bu sürecin sonuçları aktörü hedeflerinden uzaklaştırabilmektedir. Bu kavramın siyasi iletişimdeki kullanımını görmek için, bkz. Roberta Wohlstetter, Pearl Harbor (Stanford 1962). Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 121 her muğlak bilgi parçacığını kendi hipotezinin içine yerleştirmiştir. Bununla beraber, haklı olması bizi analiz metotlarının ve rasyonel tutarlılık üretmek için kullandığı teorisinin temelde taviz vermeye eğilimli olanlardan çok da farklı olmadığı gerçeğini görmezden gelmeye itmemelidir.23 Algıyı etkilemesi açısından beklentilerin değerlendirilmesi bir taraftan “iyi niyetli düşünce”nin yaygın olduğuna inanan yaygın inancın aslında yanlış ya da en azından yanlış veriler üzerine kurulu olduğunu göstermektedir. Duygulanım ve algı arasındaki etkileşim üzerine yazılmış psikoloji literatürü burada ele alınamayacak denli geniştir, ancak burada not düşülmesi gereken fenomen, ilk bakışta duygulanımın algı üzerindeki etkisine kanıt olarak görülenlerin aslında beklentilerin etkilerinin göstergesi olarak ele alınsa daha iyi olacağıdır.24 Yani, uluslararası ilişkilerde, ABD’nin 1961 Nisan’ında Küba’daki politik ortam konusunda yaptığı yanlış hesaplamalar gibi olaylar her ne kadar ilk bakışta iyi niyetli düşünce örneği gibi görünse de, karar alıcıların teorileri tarafından ele alınırsa daha yerinde olacaktır (örn: Komünist hükümetler popüler değildir). Tabii ki, istekler algı üzerinde beklentilere tesir etme yoluyla etkili olabilirler, ancak beklentileri birçok başka faktör de etkilediğinden isteklerin net etkisi o kadar büyük olmamaktadır. Hem psikolojide25 hem de uluslararası ilişkilerde beklentiler isteklerle çarpıştığında, beklentilerin daha önemli göründüğü kanıtlanmıştır. ABD, Kuzey Vietnam’ın müzakerelere oturmak üzere olduğuna ya da SSCB’nin (ABD’nin inandığı şekliyle) dünya hâkimiyeti kurmaktan vazgeçmeye hazır olduğuna inanmak isteyebilir, ancak muğlak veriler, ABD’nin beklentileri doğrultusunda karşı sonuçları onaylar niteliktedir. Aktörler, eğer bir kez saptandığında 23 24 25 Benzer şekilde, 1939’da Berlin’deki Fransız büyükelçisi olan Robert Coulondre, Nazi tehdidini fark eden nadir diplomatlardandı. Bu kısmen SSCB’deki eski hizmetinden kaynaklanmaktadır, “Coulondre Berlin-Moskova tehdidine karşı inanılmaz derecede duyarlıydı. Önsezileriyle Hitler’in 28 Nisan’daki Reichstag konuşmasından Rusya’ya saldırmayacağını anlamıştı. Büyükelçi, bütün bahar ve yaz aylarında, yaklaşan diplomatik devrime dair her yeni kanıtı nakledip kararlı bir karşı harekete geçilmesi yönündeki tavsiyelerini de eklemişti.” Franklin Ford ve Carl Schorske, "The Voice in the Wilderness: Robert Coulondre," içinde Gordon Craig and Felix Gilbert, editörler, The Diplomats, C. III [New York 1963] 573-74).Hipotezleri doğru olmakla beraber, onunla, gelen bilgileri yorumlayıp seçerek aktaran Neville Henderson gibi büyükelçiler arasındaki farkı ortaya çıkartmak zordu. Oysa, savaş korkusu taviz verme eğilimi olanların Hitler’in niyetleri hakkındaki algılarını etkilerken, taviz verme yanlılarının görüşleri karşı taraftakilerde bulunmayan psikolojik bir elemente sahipti. Örnek için bkz. Donald Campbell, "Systematic Error on the Part of Human Links in Communications Systems," Information and Control, i (1958), 346-50; ve Leo Postman, "The Experimental Analysis of Motivational Factors in Perception," içinde Judson S. Brown, ed., Current Theory and Research in Motivation (Lincoln, Neb., I953), 59-I08. Dale Wyatt ve Donald Campbell, "A Study of Interviewer Bias as Related to Interviewer's Expectations and Own Opinions," International Journal of Opinion and Attitude Research, iv (Bahar I950), 77-83 122 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler kendilerini korumak için tehdide karşı eyleme geçebileceklerine inanıyorlarsa özellikle büyük tehlike kanıtlarına karşı duyarlı olmaya eğilimlidirler. TEDBİRLER Bu durumda, araştırmacılara ve karar alıcılara söylenebilecek tek şey, “fazla açık fikirli ya da fazla dar görüşlü olmaktan kaçının ama özellikle de ikinci tehlikeden sakının” mıdır? Karar alıcılar her daim muğlak ve kafa karıştırıcı verilerle karşı karşıya gelseler ve genellikle diğerleri hakkında hatalı olacak yorumlar yapmaya mecbur kalsalar da, yapacakları hataları en aza indirgemelerini sağlayabilecek birtakım tedbir önerileri getirilebilir. Bunların ilki ve en bariz olanı, karar alıcıların her yeni gelen bilgi parçasından objektif çıkarımlar yapmadıklarının farkında olmaları, bunun yerine doğrulanmasını bekledikleri teorilerin onları son derece etkilemesinin kaçınılmaz olduğunu bilmeleri gerektiğidir. Bilmeleri gerekir ki, onlara açık ve aşikâr görünen çıkarımlar aslında çoğu zaman önceden var olan inançları yüzünden öyle görünmektedir. Farklı bir teoriden yana olan birine, aynı veriler gayet önemsiz ya da başka bir açıklamayı destekler gibi görünebilir. Yani, birçok olay aslında karar alıcının imajlarına ilk fark ettiğinden daha az bağımsız destek sağlamaktadır. Bunun farkında olmak, karar alıcıları, görüşleri ile çelişen verileri diğerlerine göre daha yakından incelemeye yönlendirmelidir. İkinci olarak, karar alıcılar, tutumlarının aslında mantıksal bir bağlantı sergilemeyen tutarlı ya da destekleyici inançlar içerip içermediğini incelemelidir. Bunlar gerçek psikolojik örnekler olabilir. Rusya’nın saldırgan olduğuna inanıp her Sovyet hareketinden şüphelenen insanları görmek ne rasyonel olarak şaşırtıcıdır ne de psikolojik baskıya kanıt teşkil etmektedir; öte yandan, diğer tip tutarlılıklar daha da şüphelidir. Örneğin, ABD’nin Vietnam Savaşı’nı kazanmasının önemli olduğunu düşünen insanların çoğu, aynı zamanda anlamlı bir zaferin mümkün olduğuna da inanmaktadırlar. Ayrıca yenilginin ne ABD milli güvenliğine zarar vereceğini, ne de diğer değerler açısından masraflı olacağını düşünenler, aynı zamanda ABD’nin kazanamayacağına inanmaktadırlar. Bu görüşlerin her iki tarafı arasında önemli mantıksal bağlantılar olsa da (özellikle gerilla mücadelesi teorileri açısından), görüşlerin ne derecede bağlantılı olduklarını açıklayacak kadar güçlü görünmemektedirler. Benzer şekilde, 1939 kışında Finlandiya’da Rusya’ya askeri üs verme anlaşmasının vahim sonuçlar doğuracağına inananlar, aynı zamanda Finlandiya’nın güçlü bir duruş sergilemesi karşısında Sovyetlerin taleplerinden vazgeçeceğine inanmışlardır. Bu imtiyazların son derece büyük kayıplara yol açmayacağına inananlar da eğer gerekirse Rusya’nın savaşacağına inanmışlardır.26 Bu ülkede, nükleer deneylerin 26 Max Jacobson, The Diplomacy of the Winter War (Cambridge, Mass., 1961), I36-39. Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 123 yasaklanmasını savunanlar, radyoaktif serpintinin oldukça zarar verici olduğunu ve bu deneylerden ancak sınırlı teknolojik ilerleme kaydedilebileceğini ve deney yasağının barış ve güvenlik şansını arttırdığını savunma eğilimindedirler. Deney yasağına karşı gelenler, bu üç argümana da karşı çıkmaktadırlar. Bu tabii ki, böyle destekleyici fikirler zincirine sahip olan kişilerin herhangi bir unsurda mutlaka haksız olduğu anlamına gelmemektedir. SSCB’ye imtiyaz verilmesini savunanlar büyük ihtimalle argümanlarının her iki yönünde de haklıdırlar. Fakat oluşturdukları pozisyon, aralarında mantıksal bağlantı bulunmayan unsurlar aynı sonucu destekliyor ise, karar alıcılar bu durumda şüpheci davranmalıdırlar. Bu tür durumlar huzur vericidir ve (rekabet içindeki değerlerin birbirine karşı dengelenme zorunluluğu olmadığından) kararlara daha kolay ulaşılmasını sağlamaktadırlar. Bu nedenle, kişinin bu gibi görüşleri desteklemesinin eldeki kanıtların içeriğinden değil, en azından kısmen psikolojik nedenlerden kaynaklanıyor olması son derece muhtemeldir. Karar alıcıların aynı zamanda farkında olması gereken bir gerçek de, birdenbire kendini diğer aktörlerle önemli çıkarları paylaşırken bulan aktörlerin hâlihazırdaki ortak çıkarın derecesini abartma eğilimine sahip olduğudur. Bu eğilim, uluslararası ilişkiler ve ahlaki konulardaki inançları sadece “iyi” devletlerle işbirliğine girmelerine izin veren ve bu devletlerle büyük çatışmalara girmeyeceklerine dair inançları olan aktörlerde (örnek, ABD, en azından 1950 öncesi) bilhassa güçlüdür. Diğer taraftan, diğer ülkelerle işbirliği yaparken belli sınırları koruma geleneği olan ülkeler (örnek, Britanya) ya da sürekli ve geçici müttefikleri27 arasında fark gözeten güçlü bir teoriyle hareket eden ülkeler (örnek, Sovyetler Birliği) bu eğilime karşı koyma konusunda daha dirençli olup, bu eğilimin tehlikeleri ile mücadele etmek için özel bir çaba sergileme gereği duymazlar. Karar alıcılar için üçüncü bir tedbir, varsayımlarından, inançlarından ve önyargılarından çıkardıkları sonuçların olabildiğince açık olmasıdır. Bir aktör, olaylar henüz meydana gelmeden önce hangi verilerin teorileri için geçerli, hangilerinin teorilerine ters olduğunu belirlemeye çalışmalıdır. Ne bekleyeceğini bilerek, neyin onu şaşırtacağını bilir; şaşkınlık ise aktörün inançlarının gözden geçirilmesi gerektiğini gösteriyor olabilir.28 Dördüncü tedbir daha karışıktır. Karar alıcılar ana amaçlarının, siyasi geleceklerinin ve kimliklerinin, bireyler ve örgütler tarafından spesifik teorilerle 27 28 Raymond Aron, Peace and War (Garden City 1966), 29. Cf. Kuhn, The Structure of Scientific Revolution, 65. Kişi net beklentilerini belirtmeden önce oldukça yüksek bir bilgi derecesine sahip olmalıdır. Uluslararası ilişkiler kuramının eksikliklerinin bir göstergesi, kuramlarımızın vardığı “doğal” sonucun ne olduğu konusunda ve paradigma ile daha fazla incelenmesi gereken “bilmeceleri” ya da temel teoriler üzerinde şüphe yaratan “anormallikleri” neyin oluşturduğu hakkında emin olmamamızdır. 124 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler ve diğer aktörlerin imajlarıyla ilişkilendirilmesinden kaçınmalıdır.29 Eğer böyle bir durum meydana gelirse, aslında katkılarının, daha büyük amaçlara hizmet etmesi amaçlanan ikincil amaçların kendileri değer kazanır ve asıl amaçlara alternatif yollar sağlayabilecek bilgiler dikkatle incelenmeyebilir. Mesela, ABD Orman Hizmetleri, asıl amacı olan alanların ve ormanların etkin kullanımının sağlanmasını değil, bütün orman yangınlarının önlenmesini ön plana aldığı zaman asıl amacını verimli şekilde yerine getiremez hâle gelmiştir.30 Tarafsız olduklarını öne süren organizasyonlar, kendi görevlerinin tanımlarının dünya hakkında bazı inançlarla ne kadar bağlantılı hâle geldiğini anlayamayabilirler. “CIA çalışanları dâhil olmak üzere hepimizin önyargılı varlıklar olduğunu kabul ediyorum, ancak istihbarat koordinasyonunu, politika oluşturma süreciyle bağlantısı veya herhangi bir askeri donanımla ilişkisi olmayan merkezi istihbarat birimimize emanet etmekle, istihbarat ile elde edilen gerçeklerin özel bir mesleki bakış açısına göre eğilip bükülmesinden olabildiğince kaçınabiliriz”31 diyen Allen Dulles da bu anlayıştan yoksun olmanın kurbanıdır. Bu demeç CIA’nin, bilgi toplama, casusluk ve yıkıcı faaliyetlerin öneminin arttığı bir uluslararası ilişkiler ve soğuk savaş anlayışı oluşturduğunu gözden kaçırmaktadır. Eğer CIA dünya siyasetinin “arka sokak”larının ABD güvenliği için artık hayati önem taşımadığına karar verseydi, hükümetteki eşsiz yerini kaybederdi. Bu nedenle bilgiyi örgütün hizmetlerine olan ihtiyacı öne çıkaracak biçimde yorumlamaları şaşırtıcı değildir. Beşinci olarak, karar alıcılar, Roberta Wohlstetter'ın, “hedef ister bir suçun çözümü ister bir istihbarat tahmini olsun, iyi bir hafiyenin en önemli özelliklerinden biri, malzemeyle değişik açılardan ve popüler ya da popüler olmayan hipotezler çerçevesinde oynama isteğidir”32 argümanının önemini ve etkilerini fark etmelidirler. Oysa bunu yapmak psikolojik ve siyasi açıdan oldukça zordur. Karar alıcı verilerin “tarafsız” bir değerlendirmesini elde edemediğinden, çelişkili eğilimleri karar alma sürecine uygulamaya çalışmalıdır. Başka bir deyişle, karar alıcı, etrafında şeytanın avukatlarını bulundurmalıdır. Neustadt’ın33 da belirttiği gibi, karar alıcı uygun kararlar alabilmek için astları arasında çatışma yaratmak ve gelen bilginin birçok farklı hipotezi dikkate alarak farklı perspektiflerce irdelenmesini isteyecektir. Geniş bir örgüt içinde bu tarz bir irdeleme, bir raddeye kadar amaçlar, eğitim, tecrübe ve bilgi farkları 29 30 31 32 33 Bkz. Philip Selznick, Leadership in Administration (Evanston I957). Ashley Schiff, Fire and Water: Scientific Heresy in the Forest Service (Cambridge, Mass., 1962). Başlığına rağmen oldukça etkileyici ve değerli bir çalışmadır. The Craft of Intelligence (New York 1963), 53. Bilim adamlarının deneyler yürütüp analiz yaparken akıllarında olabildiğince fazla hipotez barındırmalarının gerekliliği üzerine tartışma için bkz. P. 302. Beveridge, 93. Presidential Power (New York 1960). Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 125 sayesinde otomatikman gerçekleşecektir. Ancak birçok olayda bu farklılıklar yeterli olmayacaktır. Verileri analiz edenlerin görüşleri hâlâ çok homojen olacak ve karar verici, farklı bakış açıları geliştirmek ve yaratmak için çaba sarf etmek zorunda kalacaktır. Aslında gereken tek şey, bir kişiyi verileri incelemek ve popüler olmayan hipotezleri geçerli kılmaya çalışmak üzere görevlendirmek iken, bu kişilerin desteklemeye çalıştıkları görüşlere gerçekten inanması çok daha verimli olacaktır. Eğer 1941’de Japonların Pearl Harbor’a saldıracaklarını kanıtlamakla görevlendirilmiş biri olsaydı, hükümet bu saldırı karşısında daha az şaşırmış olurdu. Aynı şekilde, Küba’ya gitmekte olan geniş ambar kapaklı Rus gemilerinin suya fazla gömülmediğini, dolayısıyla taşıdıklarının hacimli, ancak hafif stratejik roketlerden başka bir şey olamayacağını gösteren kişi, Rusya’nın büyük risk aldığını göstermiş olurdu. Yine, eğer hükümette Kuzey Vietnam’ın müzakere etmeye razı olduğunu kanıtlamak ve 1967 Tet ateşkesi zamanındaki komünist eylemler gibi hamlelerin resmi yorumlarının yanlış olduğunu göstermek için her iki tarafın da açıklamalarını ve eylemlerini inceleyen kişiler olsaydı, hükümetin Vietnam politikasının sağduyusundan şüphe eden birçok kişi kısmen de olsa rahatlayabilirdi. Tabii ki bütün bu tedbirlerin bir maliyeti vardır. Bunlar, kaynakların diğer görevlerden ayrılmasına neden olacak ve iç çekişmeleri artıracaktır. Bu maliyetlerin kazanımlara değip değmeyeceğinin belirlenmesi, önerilen tedbirlerin nasıl uygulayacağının detaylı analizine dayanmaktadır. Bunlar, hükümet tarafından benimsense bile yanlış algı ihtimalini elbette ortadan kaldırmayacaktırlar. Fakat bu tedbirler ulusal karar alıcıların, verilerin sadece bir şey ifade ettiğini ve tek bir anlama gelebileceğini farz etmesi yerine, yorumlanma sürecinde daha bilinçli seçimler yapma ihtimalini arttıracaktır. Böylece her an alternatif politikaları akılda tutan devlet adamları, diğerlerinin alternatif imajlarını da akılda tutacaktır. Bu tedbirler kısmen 3. Hipoteze dayanmaktadır: aktörler, diğer aktörlerin imajları hakkında sahip oldukları kanılarla çelişen bilgileri, bilgi parça parça aktarılıp değerlendirildiğinde, toptan aktarılmasına kıyasla daha kolayca asimile edebilmektedirler. Parça parça aktarılması durumunda her uyumsuz veri parçacığı, aktarılır aktarılmaz ele alınabilecektir; her parçanın egemen görüşle girdiği çatışma ise görmezden gelinebilecek, fark edilmeyecek ya da imajın en fazla bir parça değiştirilmesini gerektirebilecek (örnek, istisnaların kuralı bozmayacak şekilde kabulü) kadar küçük olacaktır. Hâlbuki bilgi blok halinde ele geçtiğinde, bilgi ile egemen görüş arasındaki çelişki daha açık olacaktır ve önemli bir bilişsel yeniden yapılandırmanın meydana gelmesi ihtimali daha artacaktır. 126 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler KAVRAMLARIN KAYNAKLARI Bir aktörün algısal eşiği –ve muğlak bilginin üretebileceği imajlar– kişinin tecrübe ettikleri ve öğrendiklerinden etkilenmektedir.34 Eğer aktör diğerlerinden birinin, var olan kategorilerinden birine uyduğunu fark ederse öncelikle bu kategori için bir kavrama sahip olmalı veya bir kavram geliştirmelidir. Kavramın mevcut ya da eksik olabileceği üç seviyenin farklarını ortaya koymak bizim için faydalı olacaktır. İlk olarak, kavram başlangıçta tamamen eksik olabilir. Aktörün bilişsel yapısı karşılaştığı fenomenle örtüşebilecek herhangi bir şey içermeyebilir. Bu durum sadece bilimkurgu için geçerli değildir; hızla değişen bir dünyada ya da farklı iki sistemin karşılaşması durumunda da meydana gelebilir. Tam da bu nedenle, Çin’in on dokuzuncu yüzyılın ortalarında sahip olduğu Batılı Dünya imajı son derece hatalıydı; öğrenme süreci ise çok yavaştı ve verdiği tepkiler de ne yazık ki yetersizdi. Batı, benzer bir mücadeleye girmek zorunda kalmadı, çünkü içinde bulunduğu sistemi yeniden şekillendirme gücüne sahipti. Aktör yeni bir fenomen örneğini açıkça gördüğünde, gelecekte onu çok daha çabuk fark etmeye eğilimlidir.35 İkinci olarak, aktör, bir kavram hakkında bilgi sahibi olup da bu kavramın fenomenin kendisini yansıttığına inanmayabilir. Mesela Komünist ve Batılı karar alıcıların her biri, karşısındakinin, sistemin nasıl işlediğine dair açıklamasının farkında olmakla beraber, bu kavramların gerçeklikle örtüşmediğini düşünmekteydi. Dahası, Komünist elitler, demokrasilerin kendilerini betimleme şeklinin herhangi bir şeyle uyumlu olabileceğini de inkâr etmekteydiler. Üçüncüsü, aktör bir kavrama sahip olabilir, ancak diğer aktörün o sırada buna uyduğuna inanmayabilir. Mesela 1930’lardaki Britanyalı ve Fransız devlet adamları, sınırsız hırsları içeren devlet kavramlarına sahiptiler. Napolyonların mümkün olduğunu anlıyorlardı, ancak Hitler’in bu kategoriye girdiğine inanmıyorlardı. 4. Hipotez şu üç vakayı birbirinden ayırmaktadır: yanlış algının düzeltilmesinin en zor olduğu durum kavram eksikliği haliyken, bunun düzeltilmesinin en kolay olduğu durum ise kavramın kabul edildiği ama tahminen 34 35 Birçok psikiyatr bu etkinin şekillerin algılanması için de geçerli olduğunu söylemektedir. Farklı toplumlardaki insanların belli görsel illüzyonları tecrübe etmedeki eğilimlerinde farklılaşmaları üzerine veriler ve bu farkın, toplumların farklı fiziksel çevrelere sahip olması, bunun da bu insanların muğlak ipuçlarından farklı yorumlar çıkarma alışkanlıkları geliştirmesine yol açmasının üzerine ikna edici bir argüman için bkz. Marshall Segall, Donald Campbell ve Melville Herskovits, The Influence of Culture on Visual Perceptions (Indianapolis 1966). Bu nedenle, Bruner ve Postman’ın deneklerine tuhaf oyun kâğıtları (örneğin, renk ve simgelerin birbiri ile uyumlu olmadığı, kırmızı maçaların ya da siyah karoların olduğu kartlar) ilk kez gösterildiğinde doğru bilginin elde edilmesi için uzun bir inceleme süresi gerekmiştir. Fakat denek bir kez kartları doğru biçimde algıladığında ve bu kart tipini kategori repertuarına eklediğinde, diğer tuhaf kartları tanımlamada daha hızlı hareket edebilmekteydi. Benzer bir örnekte –düşmanın gizli silah deney tesislerine ait havadan keşif fotoğraflarının analizinde, önceden bilinmeyen nesnenin var olabileceğine dair bir inanca bağlı olarak, değişikliklerin görülmesi– için bkz. David Irving, The Mare's Nest (Boston 1964), 66-67, 274-75. Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 127 eksik olduğu halidir. Diğer her şey eşit olmak üzere (örneğin, kavramın aktörün bilişsel yapısında merkezî bir rol oynadığı raddeye kadar) ilk durum ikinciye göre, ikinci de üçüncüye göre daha fazla bilişsel yeniden yapılandırma gerektirir. Bununla birlikte, bu hipoteze göre öğrenmenin mutlaka ilk durumda en yavaş şekilde olmasını gerektiren bir şey yoktur, çünkü eğer fenomen aktör için tamamen yeniyse, son derece uygunsuz karşılıklar vererek bilgiyi hızlıca elde edebilir; bu da aktörün anlamadığı bir şeyle karşı karşıya olduğunu açıkça gösterir. Aktör ise, olayların görünmediği gibi olduğunu –ya da olabileceğini– ne kadar çabuk anlarsa imajını düzeltme yoluna o kadar çabuk girecektir.36 Karar alıcıların uluslararası ilişkiler ve diğer devletler anlayışına katkıda bulunup çeşitli fenomenler için sahip oldukları algısal bilinç eşiğini etkileyen üç ana kaynak vardır. İlk olarak, aktörün kendi ulusal siyasi sistemi hakkındaki inançları önemlidir. Bazı örneklerde, SSCB’de olduğu gibi, karar alıcıların kavramları, dış işleri hakkındaki görüşlerine açıkça çerçeve çizen bir ideolojiye bağlıdır. Bunun olmadığı durumlarda aktörün alışık olduğu şeyleri ve diğerlerini algılayış biçimleri, kısmen aktörün kendi sistemi ile olan tecrübeleri tarafından belirlenecektir. Louis Hartz’ın da öne sürdüğü gibi, “Amerikan ikileminin merkezinde yatan şey, sosyal devrim tecrübesinin eksikliğidir… Bu durum birçok spesifik yoldan dünyanın geri kalanıyla iletişim kurarken yaşadığımız zorluklara dâhil olmaktadır. Avrupa’nın ‘sosyal sorunlarını’ anlamakta zorlanmaktayız… Asya’nın daha derin sosyal mücadelelerine aşina olmadığımız için de oralardaki tepkisel rejimleri bile demokratik olarak yorumlama eğilimimiz vardır.”37 Benzer şekilde, George Kennan da 1.Dünya Savaşı’nda müttefik güçlerinin ve özellikle ABD’nin, diğer ülkelerin iç çatışmalarının sertliğini ve vahşetini anlayamadıklarını söylemektedir. “… Müttefik devlet adamlarının Rusya’daki iç savaşın ihtiraslarını kafalarında canlandırmaktaki başarısızlıklarının [kaynağında kısmen] kötülüğün göstergelerinin dikkatle gömüldüğü ve toplumun sosyal davranışları ile bilinçlerinde arıtılmış olduğu bir toplumu temsil etmemiz yatmaktadır. Büyük ihtimalle bu nedenle, istediğimiz yere seyahat edebilmemize ve dış görünüşte kozmopolit olan hayatlarımıza rağmen, Rusya gibi bir ülkedeki siyasi davranışı tetikleyen unsurlar bizim görüş alanımızın dışında kalmaktadır.38 İkinci olarak, kavramlar aktörün önceki tecrübelerinden yola çıkarak temin edilecektir. Başka alanda yapılmış bir deney bunu göstermektedir. Dearborn ve Simon, farklı bölümlerden (satış, muhasebe, üretim gibi), şirket yöneticilerine aynı farazi verileri sunmuş ve onlardan şirketin tamamı için en iyi sonuçları 36 37 38 Bruner ve Postman, 220. The Liberal Tradition in America (New York I955), 306. Russia and the West Under Lenin and Stalin (New York 1962), I42-43. 128 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler doğurabilecek analiz ve önerileri yapmalarını istemişlerdir. Yöneticilerin görüşleri bariz şekilde kendi bölümlerinin perspektiflerini yansıtmıştır.39 William W. Kaufmann da Büyükelçi Joseph Kennedy’nin algılarının geçmişinden nasıl etkilendiğini göstermektedir: “Menkul Kıymetler Borsası ve Deniz Komisyonlarının eski başkanı olarak görev yapmış biri olarak ilgi alanları ekonomik ilişkilerdi… Nazi rejiminin devrimsel karakteri, kolayca anlayabileceği bir fenomen değildi… Alman saldırganlığını ekonomik koşullarla açıklamak çok daha basit ve kendi anlayışına daha uygun bir yöntemdi. Üçüncü Reich büyük oranda ekonomisi sağlıksız olduğu için tatminsiz, otoriter ve yayılmacıydı.”40 Benzer şekilde Chamberlain’in de Hitler’in niyetini anlamakta güçlük çekmesinin nedeninin, kısmen kendi kişisel geçmişinin ve işadamlığı deneyiminin sınırlayıcı doğası olduğu da ileri sürülmektedir.41 Taviz vermeye yatkın olanlarla bu görüşe muhalif olanlar karşılaştırıldığı zaman, eğitim ve tecrübenin etkisi ortaya konabilmektedir. Özellikle bir fark kendini öne çıkarmaktadır: “(Hangi sınıftan gelirlerse gelsinler) taviz yanlısı olmayanların önemli bir yüzdesi dış ilişkilerle, çoğu zaman iş yaşamıyla bağlantısı olan, tanışıklıklarından kaynaklanan türden bilgiye sahiptiler.”42 Kordiplomatiğin görevi, ulusal güvenlik tehditlerini daha bunlar yüksek oranlara çıkmadan tahlil etmek olduğundan ve saldırgan devletlerin çok geç olana kadar fark edilmedikleri vakaların da olduğunu bildikleri için, muğlak verileri başka 39 40 41 42 DeWitt Dearborn ve Herbert Simon, "Selective Perception: A Note on the Departmental Identification of Executives," Sociometry, xxi (Haziran I958), 140-44. "Two American Ambassadors: Bullitt and Kennedy," Craig ve Gilbert içinde, 358-59 Hugh Trevor-Roper bu noktayı iyi açıklamaktadır: “İşadamı olarak yetişen ve yerel politikada başarı gösteren biri olarak [Chamberlain’in] bakışı tamamen dar görüşlüydü. Aileleri uzun süredir politik sorumluluk almaya alışık olan Churchill, Eden ve Cranborne gibi eğitimli muhafazakâr aristokratlar daha önceden kendi tarihlerinde devrim ve devrim liderleri görmüşler ve onları doğru şekilde anlamışlardır; ancak Birmingham’da bir kuşak içinde radikal emperyalizmden korkak muhafazakârlığa geçen Chamberlainler dünya tarihine dair bir anlayışa sahip değildiler: onlar için siyasetin çerçevesi, kendi yerel çevreleriyle sınırlıydı ve Neville Chamberlain, Hitler’in kendinden bu denli farklı olacağına inanamamaktaydı. Eğer Chamberlain barış istiyorsa, Hitler de istemeliydi.” ("Munich-Its Lessons Ten Years Later," Francis Loewenheim, ed. içinde, Peace or Appeasement? [Boston 1965], 152-53). Benzer bir görüş için bkz. A. L. Rowse, Appeasement (New York 1963), 117. Bununla beraber, Donald Lammer 1930’lardaki birçok Britanyalı kamu şahsiyetinin bu genellemeye uymadığını göstermektedir. (Explaining Munich [Stanford 1966], 13-140). Dahası, aktörlerin atalarının tecrübe ve görüşlerinin öneminin altını çizen argümanlar, bu bağların, aktörlerin kendilerini neden etkilediğini açıklamamaktadırlar. Tahminen Churchill ve Chamberlain okulda aynı tarih kitaplarını okumuş ve Britanya’nın dünyadaki geçmiş rolü hakkında aynı temel bilgiyi almışlardır. O zaman, gösterilmesi gereken Churchill gibi aristokratların Chamberlain gibi orta sınıftan gelen insanlara göre evlerinde siyaset ve insan doğası üzerine farklı şeyler öğrendikleri ve bu tecrübelerin önemli bir etkisi olduğudur. Diğer yandan, aristokratlar arasındaki yaygın çocuk yetiştirme biçiminin, çocukların kişiliğini diğerlerini saldırgan görme eğilimini arttıracak şekilde etkilediği tartışılabilir. Agy., i5. Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 129 devletlerin saldırganlığının belirtisi şeklinde yorumlama eğilimi göstermektedirler. Bununla beraber, altı çizilmesi gereken bir başka nokta ise, 1930’lardaki profesyonellerin diğer devletler hakkında çok daha doğru yargılara varmayı başardıklarını da söyleyemeyeceğimizdir. Hatta diğerlerinin saldırgan olduğu ihtimaline karşı daha duyarlı olmaları gerekirdi. Böyle olsaydı, saldırgan ülkeyi nadiren statüko gücü olarak tanımlarlardı, ancak o zaman da aksi hataya daha sık düşebilirlerdi.43 Bu nedenle, 1. Dünya Savaşı başlamadan önce Britanya Dışişleri Bakanlığı’nın daimi görevlileri, Alman saldırganlığının derecesini abartmışlardır.44 Eğitimin algı üzerindeki etkisine dair başka bir benzer kanıtlama, psikolojide muğlak fotoğrafların ileri ve başlangıç seviyelerindeki polis koleji öğrencilerine gösterilmesi ile yapılan bir deneyle ortaya konmuştur. İleri düzey grup, başlangıç grubuna göre fotoğraflarda daha fazla şiddet algılamıştır. Muhtemel açıklama şu şekildedir: “Kolluk kuvvetleri suçu bildik bir kişisel tecrübe olarak kabul etmektedirler, suçla yüz yüze gelmek onları şaşırtmaz. Suçun bildik bir tecrübe olarak kabul edilmesi ise şiddete dair ipuçlarının potansiyel olarak bulunabileceği durumlarda şiddeti algılama becerisini ya da eğilimini artırmaktadır.”45 Bu deney, Britanyalı diplomatların saldırgan devletlere karşı duyarlılığının tamamen kişisel seçim süreçlerinin ürünü olmadığı görüşüne ağırlık verecek niteliktedir. Sıklıkla, karar alıcının uluslararası ilişkiler algısı ile en doğrudan âlâkalı olan üçüncü bir kavram kaynağı ise, uluslararası tarihtir. Henry Kissenger’in de belirttiği gibi, devlet adamlarının Napolyon’un tehditlerini anlamadaki yavaşlığı, daha önceki olayların onlarda sistemi yıkmak değil, değiştirmek isteyen aktörlere 43 44 45 Avam kamarasındaki bir tartışma esnasında Harold Nicolson şöyle beyan eder: “Aramızda siyaset geleneklerimize inanan kişiler olduğunu biliyorum… Bir ülkenin en büyük fonksiyonlarından birinin Avrupa’da ahlaki değerleri korumak, uluslararası ilişkilerde kalıplaşmış modelleri devam ettirmek, bariz biçimde kötücül olan insanlarla arkadaş olmamak olduğuna inanan kişiler... Bu inançlara sahip olanların, Dışişleri Bakanlığı zihniyetini benimsemekle suçlandığını biliyorum. Tanrıya Dışişleri Bakanlığı zihniyetine sahip olduğum için şükrediyorum” (alıntı Martin Gilbert, The Roots of Appeasement [New York i966], 187). Ancak Nicolson’un bahsettiği özellikler ve övgüler daha basit bir “Dışişleri Bakanlığı anlayışı” ile ilişkilendirilebilir–şüphecilik ile. George Monger, The End of Isolation (Londra I963). Aynı zamanda kendimi, basılmamış metni ve bu konudaki daha birçok söyleşisi için Frederick Collignon’a da borçlu hissetmekteyim. Hans Toch ve Richard Schulte, "Readiness to Perceive Violence as a Result of Police Training," British Journal of Psychology, LII (November i96i), 392 (orijinal italikler çıkarılmıştır). Üzerinde durulması gereken bir nokta da ileri düzey polis yöneticisi öğrencilerinin fotoğrafları ne derece “doğru” biçimde algılayıp algılamadıklarının bilinemeyeceğidir. Önemli olan eğitimlerinin onlara muğlak durumlarda şiddet görme eğilimi kazandırmış olmasıdır. Diğer durumlarda onların daha az algısal hata yaptığını ve daha iyi kararlar verebileceklerini mutlak suretle söylemek zordur. Eğitimin, insanları beklenen uyarıcıyı, o uyarıcı daha gösterilmeden “seçebilme” açısından nerelere götürebileceğinin bir örnek deneyi için bkz. Israel Goldiamond ve William F. Hawkins, "Vexierversuch: The Log Relationship Between Word-Frequency and Recognition Obtained in the Absence of Stimulus Words," Journal of Experimental Psychology, LVI (Kasım 1958), 457-63. 130 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler karşı alışıklık yaratmış olması ile açıklanabilir.46 Madalyonun öteki yüzü daha da çarpıcıdır: tarihi travmalar, geleceğe dair algıları son derece güçlü biçimde etkileyebilmektedir. Bir devletin diğer devletle ilgili imajlar oluşturmasına ya da bunların benzeşmeli olarak kullanılmasına neden olabilir. Diğer devletle ilgili imaj oluşturma durumunun bir örneği, Franko-Prusya savaşından en az on sene sonra birçok Avrupalı devlet adamının, asıl amacı statükoyu korumak olan Bismark’ın planlarının saldırgan olduğunu düşünmesi gerçeği ile sağlanmaktadır. Kanıtlar elbette muğlaktır. 1871 sonrasında, Bismark’ın barışı korumaya yönelik manevraları, 1871 öncesinde savaş için alan yaratmakta kullandığı manevralardan çok da farklı gözükmemekteydi. Ancak 1871 sonrası manevraların saldırgan planları gösterir kılması, büyük oranda devlet adamlarının Bismark’ın önceki eylemleri sonucunda Bismark hakkında oluşturdukları imajlarına atfedilebilir. Bir devletin geçmişte herhangi bir tehlike yaşamış olması, onu diğer tehlike tiplerine karşı daha duyarlı hale getirebilir. Bu duyarlılık, bir taraftan devletin daha önce yapmış olduğu hatalardan kaçınmasını sağlarken, diğer taraftan devletin hataya düşüp bugün yaşanan durumun geçmiştekine benzediğine inanmasına neden olabilir. Santayana’nın ünlü özdeyişi tersine çevrilebilir: “Geçmişi hatırlayanlar tam tersi hataları yapmaya mahkûmdurlar.” Paul Kescskemeti’nin de gösterdiği gibi, 2. Dünya Savaşı’nda koşulsuz teslimiyeti savunanlar da, eleştirenler de, 1. Dünya Savaşı şartlarını düşünerek hareket etmişlerdir.47 Annette Baker Fox, 2. Dünya Savaşı zamanında İskandinav ülkelerinin tarafsızlık politikasının, her ne kadar iki durum özünde farklı olsa da, büyük ölçüde 1. Dünya Savaşı tecrübelerinden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Yani, “Norveç’in [1. Dünya Savaşı boyunca] müttefikleri destekleseler de savaşmamayı başarabilmesi, Norveçlilere devletlerinin yine savaşın dışında kalabileceği güvenini vermiştir.”48 Bu politikanın talihsiz sonuçlarından çıkarılan ders ise, Norveç’in NATO’ya katılmasında önemli bir faktör olmuştur. Münih analojisinin çeşitli güncel olaylara uygulanması birçokları tarafından yorumlanmıştır, ne var ki, söz konusu esas noktaları burada tartışmak istemiyorum. Ancak açıkça görünen, kendisine askeri güçlerle karşı konulması gereken herhangi bir saldırganla yüz yüze gelen devletlerin, olabilirliklerin yerine Hitler’in kariyerini ve 1930’ların tarihini koymadıklarıdır. Aynı şekilde, saldırganın planlarını ilan etme ihtimali de Hitler’in Kavgam’ı yazması ile artmamıştır (hatta bir ihtimal azalmış bile olabilir). Bununla beraber karar alıcılar artık bu ihtimallere karşı daha duyarlıdır ve böylece Nazi Almanya’sı tecrübesini edinmeselerdi göstermiş olacakları tutumla karşılaştırıldığında, 46 47 48 A World Restored (New York i964), 2-3. Strategic Surrender (New York 1964), 215-41. The Power of Small States (Chicago 1959), 81. Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 131 muğlak verileri gösterge olarak kabul edip olaya uygulamaya daha eğilimli hale gelmişlerdir. Tarihi analojiler durumun dikkatlice yapılmış bir incelemesinden sonra değil, önce gelirler (örneğin, Truman’ın, Güney Kore’nin istilası haberlerine gösterdiği ilk tepki, Mançurya’nın Japonlarca işgalini hatırlamak olmuştu). Ancak bu önceliği de akılda tutmak, karar alıcının aklına benzerliklerden hangisinin geleceğini göstermemektedir. Truman, Amerika Birleşik Devletleri ile hiç ilgisi olmayan 19. Yüzyıl Avrupa’sında meydana gelmiş savaşları da hatırlayabilirdi. Olayla hiç âlâkası olmayan birçok faktör, karar alıcının hangi benzerlikleri hatırlayacağını etkileyebilmektedir. Faktörlerden bir tanesi, karar alıcının aşina olduğu benzer olayların sayısıdır. Başka bir tanesi ise, benzetilen olayın karar alıcının parçası olduğu siyasi sistem için önemidir. Buna benzer ne kadar çok olay meydana gelmişse ve sonuçları ne kadar büyük olmuşsa, karar alıcı söz konusu tehlikeye karşı o kadar hassasiyet gösterir ve muğlak uyarıcılardan yaptığı çıkarımlar bu tarz bir olayın tekrar meydana geleceğini göstermeye eğilimli olur. Üçüncü bir faktör, karar alıcının geçmişte yaşanan bu olaya zaman, enerji, ego ve pozisyon bakımından kişisel olarak karışmış olmasıdır. Bu son bahsedilen değişken, karar alıcının bilişsel yapısında taşıdığı önemi etkilediği kadar, olayı algılama şeklini ve çıkardığı dersleri de etkileyecektir. Saldırıdan sonra Güney Kore’ye gönderilen askerî birliklerde yer almış biri, Kore Savaşını, nükleer silahların kullanılması ihtimalini düşünen ya da Çin’e mesaj gönderilmesine karar veren birinden farklı bir şekilde hatırlayacaktır. Olaylara kişisel bakımdan dâhil olma, hele ki karar alıcının o zamanki görüşleri olay sonucunda doğrulanmışsa, olaya daha büyük önem atfedilmesine yol açacaktır. Tabii ki “hiçbir şey başarı kadar yanıltmaz”49 söylemine inanmak için öğrenme kuramının uluslara bütünüyle uygulanmasını kabul etmek gerekmemektedir. Ayrıca, birçok eleştiri, zamanında karar alıcıya görüşünün yanlış olduğunu söylemişse, karar alıcı diğer olayları eski olaydaki gibi görmeye daha da eğilimli olacaktır. Mesela, Anthony Eden, sonradan doğru olduğu ispatlanan görüşleri yüzünden hükümetten ayrılmak zorunda kaldığından, daha sonra çatışma içine girdiği liderleri Hitler gibi görmeye büyük ihtimalle daha da eğilimli olmuştur (örneğin Nasser’i). Dördüncü bir faktör, analojinin, karar alıcının geriye kalan inançları ile uyuşup uyuşmadığıdır. Beşincisi ise, alternatif kavramların ve analojilerin eksikliğidir. Bireyler ve devletler, verileri farklı şekillerde yorumlama yolları kazandıran doğrudan veya doğrudan olmayan siyasi tecrübelerinin sayısına göre ayrılmaktadırlar. Devletlerin niyetlerinin birçok ihtimalle bağdaştırılabileceğinin farkında olan karar alıcılar, analoji fikrini çok çabuk benimsemeye daha az meyilli olurlar. Hâlbuki ABD gibi 49 William Inge, Outspoken Essays, İlk Seri (Londra I923), 88. 132 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler göreceli olarak kısa bir uluslararası ilişkiler tarihine sahip devletin vatandaşları, kendi ülkeleri için önem taşıyan az sayıda olaydan aşırı derecede etkilenmeye daha açık olabilirler. İlk üç faktör, eğer olay uzak geçmişten ziyade yakın geçmişte gerçekleştiyse, kişilerin günümüzdeki algılarını şekillendirmede daha etkili olacağını göstermektedir. Eğer olay daha yeni meydana geldiyse, devlet adamı olay esnasında politika oluşturmamışsa dahi, olayı bizzat biliyor olacaktır. Böylece, eğer generaller son savaşı vermeye hazırlanıyorsa, diplomatlar bu savaştan kaçınmak için hazırlıklı olacaklardır. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Anglo-Fransız tepkisinin bir bölümü, Birinci Dünya Savaşı’nın yanlış anlamalar yüzünden meydana geldiği ve uzak görüşlü davranılmış ve savaşçı olmayan bir diplomasi izlenmiş olsaydı savaştan kaçınmanın mümkün olduğu şeklindeki yaygın düşünceye dayanmaktadır. Ayrıca Batının, Rusya ve Çin algısının bir bölümü de, Hitler’e taviz vermenin yanlış bir taktik olduğu görüşü ile açıklanabilmektedir.50 ÇAĞRIŞIM KÜMESİ İnsanların verileri algılama biçimi, sadece bilişsel yapılarından ya da diğer aktörler hakkındaki teorilerinden değil, aynı zamanda bilgiyi elde ettikleri sıradaki çıkarlarından da etkilenmektedir. Bilgi, kişinin hafızasının o anda aktif olan küçük bir bölümün ışığında değerlendirilir ve buna “çağrışım kümesi” denir. Sinemadan çıkıp eve giderken geçtiğim karanlık sokakları algılayışım, izlediğim casus filmi değil, komedi filmi olsaydı daha farklı olurdu. Eğer bir ülkenin eğitim sistemini geliştirmek için çalışıyorsam ve birinin bu ülkenin ekonomik büyüme ihtiyacından bahsettiğini duyarsam, bu kişinin eğitim sistemine değindiğini düşünürüm; fakat, ülkede siyasi istikrar sağlanması için çalışıyor olsaydım, kişinin yorumlarını bu sefer bu çerçevede düşünerek algılardım.51 50 51 Tabii ki benzerliklerin kendileri, “harekete geçirmeyen hareket ettiriciler” değildir. Geçmiş olayların yorumlanması, otomatikman gerçekleşmez; bu yorumlamaların özünü, uluslararası ilişkilere dair genel görüşler ve karmaşık yargılar oluşturmaktadır. Geçmiş hakkındaki fikirler günümüzü etkilediği gibi, bugüne dair görüşler de tarihin yorumlanmasını etkilemektedir. Amerika’nın 1917’de savaşa girme nedenlerine getirdiği yorumun, 1920 ve 1930’lardaki dış politikasını ne ölçüde etkilediğini belirlemek ve bu yalnızlık politikası periyodunun savaşın tarihini nasıl etkilediğini bilmek oldukça zordur. Bu konudaki bazı psikolojik deneyler için bkz. Jerome Bruner ve A. Leigh Minturn, "Perceptual Identification and Perceptual Organization" Journal of General Psychology, LIII (Temmuz I955), 2228; Seymour Feshbach ve Robert Singer, "The Effects of Fear Arousal and Suppression of Fear Upon Social Perception," Journal of Abnormal and Social Psychology, LV (Kasım I957), 283-88; ve Elsa Sippoal, "A Group Study of Some Effects of Preparatory Sets," Psychology Monographs, XLVI, No. 2IO (1935), 27-28. Algılayanın çağrışım kümesinin önemi hakkında daha genel bir tartışma için bkz. Postman, 87. Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 133 Yani 5. Hipoteze göre, mesajlar farklı bir ilgi zemininden geliyorsa, bilgi karşı tarafa geçtiğinde yanlış anlamaların meydana gelmesi gayet olasıdır. A Kişisi bir konu ile ilgili, B Kişisi’nin bilmediği birçok mesaja maruz kalmışsa A Kişisi ile B Kişisi aynı mesajı son derece farklı şekillerde okuyacaktır. Bu fark, A ve B’nin aynı arkaplana sahip olduklarını varsayıyorsa daha da artacaktır. Bu demektir ki, kandırma niyeti ya da beklentisi olmasa da, yanlış algının ortaya çıkması ihtimali bulunmaktadır. Mesela, Roberta Wohlstetter, ABD hükümetinde Japonya’nın niyetlerini ve mesajlarını ayrı bağlamlardan okudukları için farklı algılayan kesimler olduğunu bulmakla kalmamış, aynı zamanda sahada çalışan kişilerin Washington’dan gelen uyarıları da yanlış anladıklarını ortaya koymuştur: “27 Kasım’da Washington, General Short’a [Pearl Harbor’da] ‘düşmanca eylem’ beklentisi içinde olmasını önermiş, burada da ‘Amerikan mülküne saldırıyı’ kastetmiştir; ancak General Short bu cümleyi ‘sabotaj’ anlamında yorumlamıştır.52 Washington ise, Pearl Harbor’un sabotaj riskini öncelikli olarak ele aldığını anlamamış ve dahası, General Short’un Washington’da mevcut olan ve sürpriz bir saldırının yüksek bir ihtimal olduğunu söyleyen gizli Japon diplomatik mesajlarına sahip olduğuna inanarak hata yapmıştır. Bu hipotezin başka bir çıkarımı da, önemli bir bilgi, A ve B devletlerinin hükümetlerinin sadece bir kısmı tarafından biliniyorsa, mesajı gönderen hükümetin bir bölümünün gönderdiği uluslararası mesaj, mesajı alan ama bilgiye hâkim olmayan hükümet bölümü tarafından yanlış anlaşılabilir şeklindedir.53 Mesaj gönderme konusundaki problemlerde iki ek hipotez daha oluşturulabilir. 6. Hipoteze göre, eğer insanlar bir planı oluşturmak ya da bir karar vermek için uzun zaman harcamışlarsa, bu konu hakkında göndermek istedikleri mesajın karşı taraf tarafından da açıkça anlaşılacağını düşünmeye eğilimli olurlar.54 Onlar için eylem döngülerinde önemli olanın ne olduğu ortada olduğundan, bu noktanın karşı taraf için de bir o kadar açık olduğunu düşünür ve kendileri mesajda hangi noktaya dikkat etmeleri gerektiğini bildiklerinden, mesajın karşı taraf için ne anlama gelebileceğini fark edemeyebilirler. Ancak bu bitmek bilmez toplantılarda bulunmayan bir kişi, gönderenin hangi mesajı vermeye çalıştığını anlayamayabilir. George Quester, Almanya’nın ve aynı derecede olmasa da Britanya’nın 2. Dünya Savaşı’nın ilk on sekiz ayında bombaladıkları hedeflere sınırlama getirme 52 53 54 S. 73-74. Mesela, Roger Hilsman’ın da ortaya koyduğu üzere, “Eisenhower yönetimi esnasında Sovyet hava savunmasını inceleyen çevre keşif uçuşlarını ve Sovyetler Birliği üzerindeki U-2 uçuşlarını bilenler... bu eylemleri bilmeyenlere göre Sovyetlerin bazı açıklamalarını daha iyi anlayabilmekteydiler.” (To Move a Nation [Garden City 1967, 66). Ancak aynı zamanda, U-2 uçuşları hakkında bilgisi olanların yanlışlıkla Sovyet mesajlarını gönderenlerin bu uçuşlardan etkilendiğini ya da en azından haberdar olduğunu düşünerek mesajları yanlış yorumlamış olması da mümkündür. Bu noktayı tartıştığı için Thomas Schelling’e minnettarım. 134 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler niyetlerinin, her iki tarafın da açık istisnalar (örneğin, Almanların Rotterdam’a saldırması) dışında kendilerine özgü nedenleriyle sınırlarını bilmeleri ve karşı tarafın da bu limitleri ve nedenleri aynı şekilde gördüğünü varsaymaları gerçeği yüzünden nasıl kullanışsız hâle geldiğini ortaya koymuştur.55 7. Hipotez, aktörlerin vermeye çalıştıkları görüntünün, eylemler bekledikleri gibi gitmediği için istenilen etkiyi yapmamasını çoğunlukla fark edemediğini göstermektedir. Yani farklı bilişsel yapıların ve geçmişin takdire değer bir etkisi olmasa dahi, eylem istenmeyen bir mesajı gönderebilmektedir. Mesela, bir devletin temsilcileri talimatlara uymayabilir ve böylelikle hükümetlerinin istediği intibaının tersini verebilir. 1880’lerde Washington ve Berlin’in Samoa’daki anlaşmazlığında durum, temsilcilerinin sahadaki kışkırtıcı davranışları nedeniyle karışmıştır. Bu temsilciler yerel çatışmanın şiddetini arttırmakla kalmamış, temsilcilerinin talimatlara uyduğunu varsayan karar vericilerin karşı tarafın eylemlerinin resmi politikalarını yansıttığını düşünerek karşı devletten daha fazla şüphelenmesine neden olmuşlardır. Böyle durumlarda her iki taraf da dostane politikalarının karşı tarafça düşmanca yorumlandığına inanacaktır. Benzer şekilde, Quester’in çalışması, daha önce bahsedilen bombalamalara getirilmesi planlanan sınırlamanın da kısmen bu nedenden başarısız olduğunu göstermektedir, çünkü iki taraf da bombalamayı tahmin ettikleri ölçüde başarıyla gerçekleştirememiş ve bu nedenle de eylemlerinin fiziksel etkilerini anlayamamışlardır.56 ALGILAYANIN PERSPEKTİFİNDEN, BAŞKA HİPOTEZLER Algılayanın açısından daha başka hipotezler çıkarmak mümkündür. 8. Hipoteze göre, karar alıcıların başka devletleri olduklarından daha saldırgan devletler olarak algılamaya genel bir eğilimi bulunmaktadır.57 Devlet adamlarının, çıkarlarına karşı büyük eylemler planlandığı yanılgısına düştüğü vakaların sayısı, potansiyel bir saldırgan tarafından yatıştırıldığı vakalara göre daha yüksektir. Bunun burada anlatılamayacak kadar karmaşık bir sürü nedeni bulunmaktadır (örneğin, bürokrasinin bazı bölümleri diğer devletlerden şüphe duymanın kendi sorumlulukları olduğuna inanmaktadır; karar alıcılar, şüpheli durumlarla karşılaştıklarında, diğer devletlerin düşmanca davrandığına inanıp buna göre hareket ederek kendilerini sağlama aldıklarını düşünmektedirler; ve genelde, insanlar diğerlerine karşı bir tehdit oluşturmadıklarını düşündüklerinde karşılarındakilerin onları tehdit olarak görmesine inanmakta güçlük çekmektedirler). Bununla beraber, göz önünde bulundurulması gereken bir 55 56 57 Deterrence Before Hiroshima (New York 1966), I05-22. A.g.e. Bu görüşün biraz daha farklı bir formülasyonu için, bkz. Holsti, 27. Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 135 başka nokta ise, algıları bu hipotezle tasvir edilen karar alıcıların, bu eğilimlerini düzelterek saygınlıklarını arttırmaya niyetli olmamalarıdır. Olası sonuçlara biçilen değer ve olasılıkları da dikkate alınmalıdır. Mesela, yanlış algıdan kaynaklanan gereksiz bir silahlanma döngüsünün olasılığı bu tarz bir döngünün getireceği maliyetle çarpıldığında, yanlış bir yorumlama ile, diğer devletin dost olduğuna inanma olasılığının maliyeti ile karşılaştırılacak ve sonuçta karar alıcı ilk öneriyi diğerine göre daha düşük bir olasılık olarak değerlendirecektir. 9. Hipotez, aktörlerin, diğerlerinin davranışlarını olduğundan daha merkezîleşmiş, disiplinli ve koordine görme eğilimine sahip olduğunu öne sürmektedir. Bu hipotez, ilintili yollarla doğruluğunu göstermektedir. Genellikle, hâlihazırda algılanmış bir düzene çok fazla karmaşık olay uydurulur. Aktörler kendine özgü olayların kendi teorileri ile açıklanamayacağını kabul etmekten ya da görmekten çekinirler.58 Bu olaylar, algılayanın imajının önemli bölümleri olan faktörlerce gerçekleştirilmediği halde sıklıkla öyleymiş gibi idrak edilirler. Dahası, aktörler diğerlerinin ülke içerisindeki birlik ve beraberliğini olduğundan daha kuvvetliymiş gibi algılarlar ve genelde diğerlerinin takip ettiği tutarlı politikaların derecesine gereğinden fazla değer biçerler. Diğer tarafın iç müzakerelerinin59, devlet içindeki yanlış anlamaların ya da astların takip etmediği emirlerin politikalar üzerinde sahip olduğu etki küçümsenir. Bu genelde, aktörlerin karşı tarafın karar alma süreçlerinin detaylarını bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Aktörler, bu tarz bir analizin kendi politikalarını açıklayamayacağının farkında olsalar bile, karşı tarafa dair sadece son durumu gördükleri için politikalarına mantıklı bir açıklama getirmeye çalışmayı daha kolay bulmaktadırlar.60 Aşinalık 10. Hipotez için de önemlidir: devlet karşı tarafın politikalarına ilişkin bilgileri onun dışişleri bakanlığından aldığından, dışişleri bakanlığının pozisyonunu hükümetin tamamının pozisyonu olarak değerlendirir. Bu algılayış biçimi birçok vaka için geçerli olabilir, ancak eğer diğer ülkenin hükümeti içinde bölünmeler varsa ya da diğer ülkenin dışişleri bakanlığı spesifik bir yetkilendirme olmadan hareket ediyorsa yanlış algılama ortaya çıkabilir. Mesela, 58 59 60 Sovyetler bu görüşün uç bir versiyonunu savunmakta ve hiçbir şeyin tesadüfî olmadığına inanmaktadır. Bu konu üzerine bir tartışma için bkz. Nathan Leites, A Study of Bolshevism (Glencoe I953), 67-73. W. Marshall, Sovyet askeri sistemine Batıların getirdiği açıklamaları, bu durumu göz önünde bulundurmadıklarından dolayı eleştirmektedir. Bkz. "Problems of Estimating Military Power," yazarın American Political Science Association’ın 1966 yılı yıllık toplantısında sunduğu tebliğ, 16. İşçi – işveren anlaşmazlıklarında her iki tarafın da sebepsiz yere, öteki tarafın ya uluslararası sendika ofisi ya da şirketin merkez ofisince yukarıdan kontrol edildiğine inanmaya eğilimli olabileceği belirtilmektedir (Robert Blake, Herbert Shepard, ve Jane Mouton, Managing Intergroup Conflict in Industry [Houston 1964], 182). Senatonun hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi üyelerinin rakip partiyi daha disiplinli ve birlik içinde olan taraf olarak algılama eğiliminde oldukları da belirtilmektedir. 136 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler müttefik hükümetlerinin 1918’de sebepsiz yere “Japonların Britanya ve Fransızlarla anlaşarak Amerikan rızası olmadan [Sibirya’da] harekete geçmeye hazırlandığını”61 düşünmelerinin nedeni, müttefik büyükelçilerinin bu konuyu Japonya’da bu politikayı destekleyen azınlıktan yana olan Dışişleri Bakanı Motono ile tartışmış olmalarıdır. Benzer şekilde, Amerika’nın NATO müttefiklerinin, Amerikan hükümetinin Multileteral Nükleer Güç’e olan bağlılık derecesini yanlış anlamalarının nedeni, müttefiklerin bu konudaki esas görüşmeleri hükümetin içinde MNG’yi en çok destekleyen bölümlerle yapmış olmalarıdır. Ayrıca, Alman diplomatlardan Nazi dış politikası hakkında bilgi almaya çalışan devletler genellikle yanlış yönlendirilmiştir, çünkü bu görevliler, Hitler’in planlarını ya görmezden gelmiş ya da uzak durmuşlardır. Almanlar ve Japonlar, bazen düşmanlarını daha esaslı bir biçimde kandırmak amacıyla kendi elçilerini bilerek yanlış bilgilendirmişlerdir. 11. Hipoteze göre aktörler, diğerleri kendilerinin isteklerine uygun şekilde hareket ettiğinde bu uyumun derecesini abartırken, eğer diğeri istenmeyen bir şekilde hareket ediyorsa, o zaman bunun iç siyaset dinamiklerinden kaynaklandığına inanmaktadırlar. Eğer karşı tarafın eylemi diğer tarafa zarar veriyor ya da onu tehdit ediyorsa, diğer taraf karşısındakinin bunu bilerek yaptığına inanmaya eğilimli olacaktır. Hipotezin ilk bölümünün örneği, Kennan’ın yeni Bolşevik hükümetinin birçok eylemine karşı çıkan resmî ve gayriresmî Amerikan temsilcileri hakkında anlattıklarına dayanmaktadır. Sovyetler duruşlarını değiştirdiklerinde, bahsi geçen temsilciler bu değişimin büyük oranda kendi etkilerinden kaynaklandığına inanmışlardır.62 Bu tarz bir algılama sadece değişimi gerçekleştiren bireyin yarattığı memnuniyet ile değil, aynı zamanda 9. Hipotezde madalyonun öteki yüzü olarak bahsedilen, aktörün en net olarak kendi girdisinin etkisini görmesi ve diğer etkiler hakkındaki bilgisinin daha az olması ile açıklanabilmektedir. 11. Hipotezin ikinci bölümü ise, aktörlerin, karşı tarafın düşmanca tutumlarının kendilerine olan tepkileri ile değil, karşı tarafın güdülemeleri ile açıklanabilir olduğuna dair düşüncesi ile örneklendirilebilir. Mesela, Chamberlain, Hitler’in davranışlarının bir bölümünün, Britanyalıların zayıf olduğuna dair inancı ile ilgili olduğunu görememiştir. Daha sık karşılaşılan bir başarısızlık ise, karşı tarafın reaksiyonunun birinci tarafa dair korkudan kaynaklandığını görememektir ve bu durum beklentinin gerçeğe yol açmasına, yanlış algının yayılmasına ve düşmanlığa neden olabilmektedir. Bu zorluk, genellikle 12. Hipotezin uygulanması ile şiddetlenmektedir: aktörler karşı taraftan saklamaya çalışmadıkları niyetlere sahip oldukları zaman, 61 62 George Kennan, Russia Leaves the War (New York 1967), 484. A.g.e., 404, 408, 500. Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 137 diğerlerinin niyetlerini doğru biçimde algıladıklarını düşünme eğiliminde olmaktadırlar. Çok nadiren karşı tarafın görüp tepki verdiği imajın, yansıtmaya çalıştıkları imajdan daha az memnuniyet verici bir imaj olduğuna inanırlar.63 A devleti için B devletinin, A devletinin politikasını nasıl algıladığını anlamak çoğu zaman oldukça zordur, çünkü böyle bir anlama çabası A’nın kendi hakkındaki imajı ile çelişkiler içerebilmektedir. Raymond Sontag, 1. Dünya Savaşı öncesi Alman-İngiliz ilişkilerinin bozuk olmasını kısmen, “İngilizler kendilerini bencil olarak görmekten ya da ‘meşru’ Alman yayılmacılığını hoş görmeye isteksiz olduklarını düşünmekten hoşlanmazlar. Almanlar ise kendilerini saldırgan ya da Britanya’nın kazanılmış ‘meşru’ haklarını kabul etmeye isteksiz olarak düşünmekten hoşlanmazlar” diye açıklamaktadır.64 13. Hipotez, eğer aktör için diğerinin kendini tehdit olarak görebileceğine inanmak zorsa, kendisi için önemli olan konuların diğeri için önem taşımayabileceğini görmenin daha da zor olduğunu öne sürmektedir. Bir taraftan diğer aktörün rakip takımda olduğunu bilirken, diğer taraftan bu rakibin tamamen farklı bir oyun oynadığını fark etmek onun için daha zor olabilmektedir. Bu durum, hele oynadığı oyun kendisine hayati görünüyorsa daha da geçerlidir.65 63 64 65 Herbert Butterfield, bu varsayımların “Hobbesian korkusu...” döngüsüne katkıda bulunabileceğini belirtmektedir. Buna göre; “...Siz öteki tarafa karşı duyduğunuz dehşet verici korkuyu canlı biçimde hissedebilir, ancak diğer kişinin karşı-korkusunu tam olarak kavrayamayabilir ve hatta niçin böylesine endişeli olabileceğini anlayamayabilirsiniz. Zira siz ona zarar vermeyeceğinizi biliyorsunuzdur ve ondan istediğiniz tek şey kendi emniyetinizin teminatıdır; karşı tarafın sizin zihninizi okuyamayacağını ve niyetleriniz karşısında sizin duyduğunuz güvenceyi asla duyamayacağını idrak etmeniz ya da tam anlamıyla hatırlamanız asla mümkün olmayacaktır” (History and Human Conflict [Londra 1951], 20). European Diplomatic History 187I-1932 (New York I933), I25. Kendi hayati çıkarlarınızı savunmanızın tabii sonucu olarak gözüken girişimlerinizin, başkalarına etkilerini arttırmak için hiçbir imkân bırakmadığınız şeklinde görülebileceğini anlamak büyük bir zihinsel çaba gerektirir. Dışişleri Bakanlığı’nda uzun süre görev almış eski müsteşar Sanderson, Almanya’yı İngiltere’nin ulusal güvenliğine tehdit oluşturduğu gerekçesiyle “çevreleme” politikasını meşrulaştıran, 1907’deki meşhur Crowe “kuvvetler dengesi” memorandumunu haksız çıkarmak için şöyle diyordu: “Bazen bana öyle geliyor ki, basın organlarımızı takip eden yabancı bir okuyucu için İngiliz İmparatorluğu, bütün dünyaya saldıran, şişkin el ve ayak parmakları her bir yöne uzanan ve feryat figan etmeden yaklaşılamayacak bir dev izlenimi vermektedir” (alıntı Monger, 3I5). Ancak çok az sayıda İngilizi, başkalarının kendilerini böyle gördüğüne ikna edebilirsiniz. George Kennan, 1918’de hem Müttefikler hem de yeni Bolşevik hükümetinin birbirlerinin niyetlerini anlayamamalarında böyle bir zorluğun kısmen etkili olduğunu belirtiyor: “Doğada savaş düzenine geçmiş demokrasiden daha ben-merkezci bir şey yoktur... Kendi davasına, diğer her şeye olan bakışını çarpıtan mutlak bir değer atfetmeye meyillidir... Hâlihazırda görüldüğü gibi, kendini bu düşünce çerçevesine hapseden kişiler, içinde bulundukları tartışmaların dışındaki meseleleri çok az anlayabilirler. Bir başka mesele için zaman ve emek harcayan kişilerin olduğu fikri onlara mantık dışı gözükür” (Russia and the West, II-I2). 138 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Son hipotez olan 14. Hipotez şu şekildedir: aktörler genellikle kendi teorileri ile tutarlı olan verilerin başkalarının görüşleri ile de tutarlı olabileceğini gözden kaçırmaya eğilimlidirler. İki hipotez arasında seçim yapılırken, teorilerden biri tarafından doğrulanamayan veriyi dikkate almak gerekmektedir. Fakat insanlar sıklıkla aynı zamanda alternatif görüşleri de destekleyebilecek verileri kendi teorilerinin ispatı olarak ileri sürmektedirler. Bu fenomen, daha önce bahsedilmiş olan her bilgi parçacığının farklı hipotezler çerçevesinde ve teorilerce yorumlanabilir olması ile ilgilidir. Aynı zamanda, “kısır döngüye düşmeden, doğruladıkları yasalara uygunluk gösteren bazı verileri hakikat olarak kabul edebilir ve hakikat olduğu iddia edilen başkalarını da yasalar tarafından geçersiz kılındıkları için reddedebiliriz”66 açıklaması da geçerlidir. Ancak, bir bilginin belirli bir hipotezi onaylıyor görünmesinin, o hipotezin doğruluğuna inanmamızdan kaynaklandığını ve o bilginin başka bir hipotezi de geçerli bir şekilde destekleyebileceğini unutmamamız gerekmektedir. Mesela, her ne kadar Alman gemilerinin Norveç’e doğru yol aldığı fark edilmiş olsa da, Almanya’nın Norveç’e saldırması karşısında hem Norveç hem de İngiltere oldukça şaşırmıştır, çünkü Almanya’dan beklenen, bir saldırı değil, Almanların Britanya bloğunu geçmek için bir girişimde bulunması ve Atlantik’e ulaşmasıydı. Gemilerin başlangıçtaki konumu bu iki plan için de tutarlı olmakla beraber, Britanyalılar ve Norveçliler bu konumu kendi beklentilerini doğrulayacak şekilde algılamayı tercih etmiştir.67 Bu, yaptıkları yorumun saçma olduğu anlamına gelmemektedir; sadece karar alıcılar, verilerin aynı zamanda saldırı için de geçerli olabileceğinin farkında olup, kendi görüşlerine biraz daha az güvenmeleri gerektiğini gösterir. Bu iki hedeften hangisine yönelmiş olurlarsa olsunlar, gemiler aynı rotayı ne kadar uzun izlemek durumunda kalırsa, hangi plan dâhilinde hangi hedefe ilerlediklerini belirleyebilmek için o kadar fazla bilgiye ihtiyaç duyulmaktadır. Bir benzetme olarak ele alacak olursak, bu olay, verilerin genel değerlendirilmesi için güzel bir uygulama alanı sunmaktadır. Mesela, her ne kadar Hitler sadece etnik olarak Alman olan bölgelerin kontrolü için taleplerde bulunmuş olsa da, eylemleri hem sınırsız hırsları olduğu hipoteziyle, hem de bütün Almanları birleştirmek gayesinde olduğu hipoteziyle açıklanabilmektedir. Ancak, Alman olmayanlara karşı eylemleri (örneğin, Mart 1938’de Çekoslovakya’nın ele geçirilmesi) bu hipotezlerden ikincisiyle 66 67 Kaplan, 89. Johan Jorgen Holst, "Surprise, Signals, and Reaction: The Attack on Norway," Cooperation and Conflict, No. 1 (1966), 34. Almanlar benzer bir yanlışı, 1942 Kasım’ında Akdeniz’deki müttefik varlığını Malta’ya ikmal sevkiyatı yapılacağına dair inançlarını onaylayacak şekilde yorumlayarak yapmışlardır. Sonrasında, çıkarma Kuzey Afrika’ya yapılınca da oldukça şaşırmışlardır (William Langer, Our Vichy Gamble [New York 1966], 365). Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar 139 bağdaştırılamamaktadır. Hitler’e ılımlı bakanları, onun durdurulması gerektiğine ikna eden de bu olaydır. Eğer Hitler Çekoslovakya’yı bir süre daha rahat bıraksa ve onun yerine 1939 yazında yaptığı taleplere benzer şekilde Polonya üzerinde hak iddia etseydi, Britanya’nın tepkisinin ne olabileceği üzerine tahminlerde bulunmak oldukça ilgi çekicidir. O zaman bu iki politikanın ayrışması daha uzun sürebilir ve daha fazla yanlış algı örneği meydana gelebilirdi. KAYNAKLAR Albert Myers,”An Experimental Analysis of a Tactical Blunder," Journal of Abnormal and Social Psychology, LXIX (Nov., 1964),. Anatol Rapoport's "L. F. Richardson's Mathematical Theory of War,” journal of Conflict Resolution, I (September I957),. Ashley Schiff, Fire and Water: Scientific Heresy in the Forest Service (Cambridge, Mass., 1962). Dale Wyatt ve Donald Campbell,”A Study of Interviewer Bias as Related to Interviewer's Expectations and Own Opinions,” International Journal of Opinion and Attitude Research, iv (Spring I950),. Dale Wyatt ve Donald Campbell,”On the Liability of Stereotype or Hypothesis,” Journal of Abnormal and Social Psychology, XLIV (Oct., 1950. David Irving, The Mare's Nest (Boston 1964). DeWitt Dearborn ve Herbert Simon,”Selective Perception: A Note on the Departmental Identification of Executives,” Sociometry, xxi (Jun I958),. Floyd Allport, Theories of Perception and the Concept of Structure (New York 1955),. George Kennan, Russia Leaves the War (New York 1967). Gerald Davidson,”The Negative Effects of Early Ex- posure to Suboptimal Visual Stimuli,” Journal of Personality, xxxii (Jun, 1964),. Israel Goldiamond ve William F. Hawkins,”Vexierversuch: The Log Relationship Between Word-Frequency and Recognition Obtained in the Absence of Stimulus Words,” Journal of Experimental Psychology, LVI (October 1958). Jerome Bruner ve A. Leigh Minturn,”Perceptual Identification and Perceptual Organization" Journal of General Psychology, LIII (July I955),. Jerome Bruner ve Leo Postman,”On the Perceptions of Incongruity: A Paradigm,” Jerome Bruner ve David Krech, editörler, Perception and Personality (Durham, N.C., I949. Jerome Bruner, Jacqueline Goodnow ve George Austin, A Study of Thinking [New York 1962]. 140 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Marshall Segall, Donald Campbell ve Melville Herskovits, The Influence of Culture on Visual Perceptions (Indianapolis 1966). . Max Jacobson, The Diplomacy of the Winter War (Cambridge, Mass., 1961). Norman Storer, The Social System of Science (New York 1960). Ole Holsti,”Cognitive Dynamics and Images of the Enemy,” David Finlay, Philip Selznick, Leadership in Administration (Evanston I957). Raymond Aron, Peace and War (Garden City 1966). Raymond Bauer,”Problems of Perception and the Relations Between the U.S. and the Soviet Union,” Journal of Conflict Resolution, v (September, 1961). Robert A. Levine,”Fact and Morals in the Arms Debate,” World Politics, xiv (Jan., 1962. Robert Abelson ve Milton Rosenberg,”Symbolic Psycho-logic,” Behavioral Science, III (Jan., I958. Robert Blake, Herbert Shepard, ve Jane Mouton, Managing Intergroup Conflict in Industry [Houston 1964]. Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolution (Chicago 1964). W. L. B. Beveridge, The Art of Scientific Investigation, 3. ed. (Londra 1957). YANLIŞ ALGILAMA VE SAVAŞIN NEDENLERİ: KURAMSAL BAĞLANTILAR VE ANALİTİK SORUNLAR JACK S. LEVY Çeviren: Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen* Bu çalışma, özellikle kuramsal literatürde şaşırtıcı olarak çok az ilgi gösterilen bir soruna, yanlış algılama ile savaşın nedenleri arasındaki ilişkiye değinmektedir. Amaç, yanlış algılama biçimlerinin kavramsallaşmasını ve her birinin belli koşullar altında savaşa katkı yapmasını sağlayan kuramsal bağlantıları sunmaktır. Bu tür bir analizin karşısındaki kavramsal ve yöntembilimsel sorunlara önemli bir yer verilecektir. LİTERATÜR Her ne kadar diplomasi tarihçileri bireysel savaşlara yol açan süreçler içinde yanlış algılamaların rolüne hatırı sayılır ölçüde vurgu yapmışlarsa da, siyaset bilimciler savaşın nedenlerine ilişkin kuramlarında bu değişkenin önemini genellikle en aza indirmişlerdir. Thucydides’ten Morgenthau’ya ve Bueno de Mesquita’ya kadar çeşitli araştırmacılar, bunun yerine, devlet adamlarının dış tehdit ve olanakları kesin bir şekilde algıladıklarını ve ulusal çıkarı artırmak amacıyla maliyet-fayda hesabı temelinde bir politika seçiminde bulunduklarını varsayan “rasyonel” çatışma modelleri oluşturmuşlardır.1 Bu hipotezler artan sayıdaki kuramsal çalışmalarla, sistematik ampirik araştırmalarla, karar verme ve kriz davranışına ilişkin tarihsel vaka çalışmalarıyla uyumsuzdur.2 Bu açık * 1 2 Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde görevlidir. Thucydides, The Peloponnesian War (Baltimore: Penguin Books, 1954); Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations, 4th ed. (New York: Knopf, 1967); Bruce Bueno de Mesquita, The War Trap (New Haven: Yale University Press, 1981). Graham T. Allison, Essence of Decision (Boston: Little, Brown, 1971); John D. Steinbruner, The Cybernetic Theory of Decision (Princeton: Princeton University Press, 1974); Robert Jervis, 142 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler uyumsuzluğun çözümü, bu çerçevelerin nükleer çağda istikrar ve politikaya ilişkin farklı sonuçları nedeniyle özellikle önemlidir.3 Yanlış algılamalar çatışmaya ilişkin “rasyonel olmayan” pek çok bakış açısında oldukça önemli bir değişkendir, ancak yanlış algılamanın savaş üzerindeki etkisinin ampirik analiziyle ilgilenenler için literatür pek yol gösterici değildir. Dış politika ve krizde karar verme kuramları yanlış algılamanın kaynakları için kapsamlı bir analiz sağlamakta, fakat genelde sonuçlarıyla ilgilenmemektedirler.4 Elbette ki Jervis’in5 çığır açan çalışması bir istisnadır ve uluslararası siyasette yanlış algılamaya ilişkin her türlü analiz için vazgeçilmezdir. Fakat daha fazlasının yapılması gerekmektedir. Jervis, esas olarak savaş sorunuyla ilgilenmemiştir ve özel olarak bu konuya ilişkin bir kavramsallaştırma yapmanın gereği bulunmaktadır. Üstelik Jervis yanlış algılamaların farklı türlerini saptamamakta, sonuçlarını belirlememekte veya çeşitli koşullar altında en fazla etkiyi oluşturan yanlış algılamaların ne tür olduğunu ortaya koymamaktadır. Ayrıca (bağımsız etkisini en aza indirdiği) kurumsal ve sistemsel unsurlarla nasıl etkileşime geçtiklerini de göstermemektedir. Aynı şekilde zekâ eksikliği üzerine oluşmuş literatür de kriz esnasında yanlış algılamanın neden ve sonuçları üzerine mükemmel analizler sunmakta, fakat sadece tek bir tip yanlış algılamaya atıfta bulunarak savaşın gerçek nedenlerinden çok, savaşın yaklaşmasını anlamaktaki başarısızlıkla ilgilenmektedir.6 3 4 5 6 Perception and Misperception in International Politics (Princeton: Princeton University Press, 1976); Irving L. Janis ve Leon Mann, Decision Making (New York: Free Press, 1977); Ole R. Holsti, Crisis, Escalation, War (Montreal: McGill-Queens University Press, 1972); Charles F. Hermann, ed., International Crises (New York: Free Press, 1972); Michael Brecher, Decisions in Crisis (Berkeley: University of California Press, 1980); Richard Ned Lebow, Between Peace and War (Baltimore: The Johns Hopkins University Press, 1981); Donald Kagan, The Outbreak of the Peloponnesian War (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1969); L. L. Farrar, Jr., The Short-War Illusion (Santa Barbara, Calif.: ABC-Clio, 1973). Birkaç farklı kuramsal çerçeve açısından caydırma ve istikrar için gerekli koşulların ilginç bir analizi için bkz. Patrick Morgan, Deterrence (Beverly Hills, Calif.: Sage, 1977), Bölüm 3. Bkz. Steinbruner, Janis ve Mann, Brecher, Hermann ve Allison, yukarıda zikredilmiştir (dipnot 2). Ayrıca bkz. Irving L. Janis, Groupthink (Boston: Houghton Mifflin, 1972); Alexander George, Presidential Decisionmaking in Foreign Policy (Boulder, Colo.: Westview, 1980); Ole R. Holsti ve Alexander George, “The Effects of Stress on the Performance of Foreign Policy Makers,” C. P. Cotter, ed., Political Science Annual, c. 6 (Indianapolis, Ind.: Bobbs-Merrill, 1975), 255-71. Jervis (dipnot 2). Roberta Wohlstetter, Pearl Harbor: Warning and Decision (Stanford, Calif.: Stanford University Press, 1962); Barton Whaley, Codeword Barbarossa (Cambridge: MIT Press, 1973); Klaus Knorr, “Threat Perception,” Knorr, ed., Historical Dimensions of National Security Problems (Lawrence: University Press of Kansas, 1976); Avi Shlaim, “Failures in National Intelligence Estimates: The Case of the Yom Kippur War,” World Politics 28 (Nisan 1976), 348-80; Michael A. Handel, “The Yom Kippur War and the Inevitability of Surprise,” International Studies Quarterly 21 (Eylül 1977), 461- Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 143 Yanlış algılamalar ve savaşın nedenleri sorunuyla daha doğrudan ilgilenen birkaç çalışma bulunmaktadır. White ve Stoessinger, savaşa katkı yapan belli yanlış algılama biçimleri saptamakta ve az sayıda vaka dâhilinde bunların etkisini göstermeye çalışmaktadırlar.7 Ancak kavramsallaştırmaları zayıftır ve Jervis’in yanlış algılamalar ve savaş arasında nedensel ilişki kurarken analitik sorunlara gösterdiği hassasiyeti paylaşmamaktadırlar. Bir şekilde daha faydalı olabilecek çalışmalar ise Lebow ve Stein’a aittir. Lebow, yanlış algılamaların kaynakları ve belli vakalardaki etkilerinin bazı delillerini mükemmel bir şekilde vermektedir, fakat o da, kavramsal ve yöntembilimsel sorunlara pek de hassas yaklaşmamaktadır. Stein düşman tercih sıralamalarındaki yanlış algılamaların çatışmaya katkıda bulunduğu koşulları oyun kuramı analiziyle ele almaktadır. Yaptığı analiz burada söyleyeceğimiz hiçbir şeyle uyumsuz olmamakla beraber, odağı bir anlamda sınırlıdır. Sadece düşman tercihlerindeki yanlış algılamaları ve 2 x 2 oyunlarını göz önüne alarak bazı önemli yanlış algılama şekillerini ve ampirik durum türlerini dışlamaktadır.8 Özetlemek gerekirse, yanlış algılamanın kaynakları ile ilgili pek çok şey bilmemize rağmen sonuçlarıyla ilgili daha az şey bilmekteyiz. Yanlış algılamalar sıradandır, fakat hangi tür yanlış algılamaların savaşa neden olmaya en yatkın olduğu sorusuna ve işlev gördükleri belli kuramsal bağlara çok az ilgi gösterilmiştir. Bu makalenin amacı bu tür bir kavramsallaştırma önermektir. Bu çerçevenin ampirik araştırma için faydalı olması temel kaygımızdır. Analitik ve yöntembilimsel sorunlara duyarlı ve makul ölçüde test edilebilir hipotezler üretebilmektir. YANLIŞ ALGILAMA BİÇİMLERİ Yanlış algılamayla ilgili çeşitli çalışmalar arasında yanlış algılamanın savaşla ilgili farklı şekillerini saptamaya yönelik en belirgin çaba White ve Stoessinger’den gelmiştir. White’ın kategorileri arasında şunlar bulunmaktadır: 7 8 502; Richard K. Betts, “Analysis, War, and Decision; Why Intelligence Failures Are Inevitable,” World Politics 31 (Ekim 1978), 61-89; Betts, Surprise Attack (Washington, D.C.: Brookings, 1982). Robert H. White, Nobody Wanted War (Garden City, N.Y.: Doubleday/Anchor, 1968); John G. Stoessinger, Why Nations Go to War, 2d. ed. (New York: St. Martin's Press, 1974). Lebow (dipnot 2); Arthur A. Stein, “When Misperception Matters,” World Politics 34 (Temmuz 1982), 505-26. Stein’in yeteneklerden ziyade, niyetlerle ilgili yanlış algılamaları incelediğini iddia ederken yanıltıcı olduğunu söylemek gerekir. Hesaplaşma matrisi sadece sonuçlarla ilgilenirken, bu sonuçların belirleyicileriyle ilgilenmemekte ve bu şekilde niyetler ve yetenekler arasında ayrım yapmamaktadır. Ancak hesaplaşmalar ve tercih sıralamaları bu ikisi tarafından belirlenmektedir. Örneğin savaş tercihleri, zafer olasılığı ve beklenen maliyetleri belirleyen yeteneklerden ayrı olarak değerlendirilemez. Mevcut çalışmada yetenekler ve niyetler arasındaki ayrım belirginleştirilmiş ve bu şekilde savaş ile farklı kuramsal bağlantıları saptanabilir ve incelenebilir hale gelmiştir. 144 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler (1) şeytani düşman imgesi; (2) babayiğit kişisel imge; (3) ahlaki kişisel imge; (4) seçici dikkatsizlik; (5) empati yoksunluğu ve (6) aşırı askerî güven. Stoessinger benzer bir kategori kümesi önermektedir: (1) liderin kendisine ilişkin algılaması; (2) düşmanının karakterine ilişkin algılamaları; (3) düşmanının niyetlerine ilişkin algılamaları; (4) düşmanının güç ve yeteneklerine ilişkin algılamaları; ve (5) liderin diğer taraftaki karşı oyuncuyla empati kapasitesi.9 Bu kavramsallaştırmaların faydası oldukça ciddi bazı analitik sorunlar tarafından sınırlanmaktadır. Birincisi, yanlış algılamaların kendisi ile yanlış algılamanın kaynakları arasında ayrım yapmakta başarısız olmaktadırlar. Anlamlı bir kavramsallaştırma yapmak için yanlış algılananın ne olduğunu saptamak gerekir, zira savaş ile bağlantıların kurulmak zorunda olduğu hadiseler bunlardır. White’ın “seçici dikkatsizliği” de bir yanlış algılama olarak değil, daha ziyade yanlış algılamaya yol açan psikolojik bir süreç olarak en iyi biçimde kavramsallaştırılabilir. Aynı şekilde, bir kişinin veya düşmanının “imgeleri”nin kendileri, yanlış algılamalar değil, bunun yerine genellikle bilgiye yönelik seçici dikkatsizlik ile etkileşim içinde yanlış algılama üretebilen inanç kümeleridir. Bu kavramsallaştırma, Holsti’nin bir tarafta inanç sistemi veya imgenin, diğer tarafta da algılamanın bulunduğu analitik ayrımı ile de uyumludur.10 Algılamanın diğer kaynakları hâkim durumda olabileceği için aynı anda hem “şeytani düşman imgesinin” hem de belli bir durumda düşmanın niyet ve yeteneklerine ilişkin doğru algılamaların bulunması mümkündür. Eğer yanlış algılama kavramı faydalı olacaksa kaynaklandığı unsurlardan bağımsız tanımlanmalı ve işler duruma getirilmelidir. İmgeler üzerinde bu şekilde durmakla ilgili bir diğer sorun da algılamaların kesinliğini belirlemekteki zorlukla ilgilidir ve bu noktaya Jervis de bir ölçüde değinmektedir. (Tamamen benimsemediği, ancak oldukça değerli bulduğu) alternatif bir yaklaşımın “Bu algılama doğru muydu?” sorusunu değil, bunun yerine, “Ne şekilde eldeki bilgiden kaynaklanmıştır?” sorusunu sormayı önermektedir.11 Benim buradaki yaklaşımım ise, yanlış algılama kavramının sadece ilke olarak doğru algılama diye bir şeyin olması durumunda anlamlı olduğudur. Algılamaların kesinliği sorusundan kaçınarak ve yanlış algılama kavramını soyutlamadan ve işler hâle getirmeden bu kavramın açıklayıcı gücü elinden alınmaktadır. O zaman da test edilebilir “yanlış algılamaya ilişkin hipotezler” oluşturmak imkânsız hâle gelmektedir. 9 10 11 White (dipnot 7), Bölüm 1; Stoessinger (dipnot 7), Bölüm 1 ve 7. Ole R. Holsti, “The Belief System and National Images: A Case Study,” Journal of Conflict Resolution 6 (No. 3, 1962), 244-52. Jervis (dipnot 2), 7-8. Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 145 Yanlış algılama, karar vericilerin psikolojik ortamı ile “gerçek dünyanın” işlevsel ortamı arasında bir çelişki içerir.12 Kararlar ve hareketler birincisi tarafından belirlenebilir, fakat etkileri veya sonuçları da ikincisi tarafından kısıtlanır. Belli yanlış algılama biçimlerinin diğerlerinden ve ilke olarak en azından doğru algılamalardan ayrılabilecek şekilde tanımlanması gerekir. Savaş fiili yetenekler için nesnel bir sınav sağladığı için bu durum belli ölçüde yeteneklere ilişkin algılamalar için de geçerlidir. Pratikte her ne kadar belli bir hareketin veya demecin arkasındaki niyet veya güdüleri belirlemek için gerekli bilgiye ulaşmak genelde zor olsa da ilke olarak niyetlere ilişkin yanlış algılamaları saptamak da mümkündür. Öte yandan, karaktere ilişkin imgeler, değerlendirme için ampirik veya mantıksal standartların bulunmadığı normatif yargılar içerdiklerinden yanlışlanamazlar. Bu nedenle, White’ın “şeytani düşman imgesi”, “babayiğit kişisel imge” ve “ahlaki kişisel imge” kategorileri bu yanlış algılamalar kavramsallaştırılmasının dışında bırakılmaktadır.13 Elbette bu imgelerin genel olarak uluslararası siyaset, özel olarak da savaş için önemsiz olduğu söylenemez. Söylenebilecek olan, algılamalar veya yanlış algılamalar şeklinde kavramsallaştırılmamaları gerektiğidir. Yanlış algılama kavramını daraltırken, yetenekler ve niyetleri iki ana biçim olarak saptadım. Bunlar herhangi bir zekâ analizindeki temel kaygılardır.14 Düşmanın yetenek veya niyetlerine ilişkin yanlış algılama, çeşitli kuramsal bağlantılar yoluyla (ki bir sonraki bölümde incelenecektir) savaşa yol açan süreçlere katkıda bulunur. Diğer yanlış algılama biçimleri de savaşa katkıda bulunabilir, fakat bunu neredeyse tamamen yetenek ve niyetlere ilişkin algı üzerindeki etkileri yoluyla yaparlar. Bu ikincil yanlış algılama biçimlerinin en önemlileri arasında diğerlerinin algılamalarının yanlış algılanması bulunmaktadır. Burada yanlış algılanan şey, diğerlerinin bizim yetenek ve niyetlerimize ilişkin algılamaları ve ayrıca durumun ve hayati çıkarlarına oluşturduğu tehdidin doğasının daha geniş bir tanımıdır. Bir aktörün durumu tanımlaması kendi çıkarlarını tanımlamasından bağımsız görülemeyeceğinden burada ikincisine ilişkin yanlış algılamalar yer almaktadır. Düşmanın kendi çıkarlarını nasıl tanımladığına ve bu çıkarlara yönelik tehditleri – bizim niyet ve yeteneklerimiz de dâhil – nasıl algıladığına ilişkin yanlış yargılar onun gelecekteki davranışı ve bizim davranışımıza vereceği yanıtla ilgili olarak beklentilerimizde önyargı yaratır. Dolayısıyla, 12 13 14 Harold and Margaret Sprout, The Ecological Perspective on Human Affairs (Princeton: Princeton University Press, 1965). White (dipnot 1), 10-14. White’ın “babayiğit kişisel imgesinin” fiili kuvvet algılamalarının ötesine geçtiğini ve prestij, kararlılık ve sertlik endişelerini içerdiğine dikkat çekmek gerekir. Bir kimsenin kuvvetli olması gerektiği inancı analitik olarak kuvvete ilişkin algılamaların kendisinden ayrıdır. Örneğin bkz. Sherman Kent, Strategic Intelligence (Princeton: Princeton University Press, 1949). 146 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler düşmanın algılamalarına ilişkin bu yanlış algılamalar, doğrudan onun niyetlerine ilişkin yanlış algılamalara yol açar. Ayrıca maliyet-fayda hesabımızı da bozar ve kendi hareketlerimizin sonuçlarına ilişkin ciddi yanlış hesaplamalara neden olabilir. Bu kategori, White ve Stoessinger tarafından tartışılan “empati yoksunluğu” kavramıyla ilgilidir. Ancak ben niyetlerin yanlış algılanması ile algılamaların yanlış algılanmasını birbirinden ayırıyorum ve ikincisini birincinin nedeni olarak ele alıyorum. Diğer bir önemli ikincil yanlış algılama biçimi, diğerlerinin karar verme sürecinin doğasıyla ilgili yanlış anlamada yatmaktadır. Bunun içinde merkezi karar vermeye15 ilişkin yanlış algılamalar veya belli değişkenlerin önemini anlama eksikliği bulunabilir. Bu sık görülen hadise, düşmanın hareketleri (veya hareketsizliği) ile bu hareketlerin gelecekteki davranışa ilişkin sonuçlarının arkasındaki anlamı görememeye katkı yapabilir. Bu yanlış algılamalar, düşmanın niyetlerinin yanlış algılanması kategorisi içerisine dâhil edilecektir. Bununla ilintili önemli bir değişken de karar vericilerin gelecekteki gerçeklikle ilgili “beklentiler alanıdır”. Smoke, savaş zamanında alınan ana kararlarda gelecekteki gerçeklikle ilgili beklentilerin en az mevcut gerçeklik kadar önemli olduğunu ve bir tırmanma durumunun esas öneminin, önde gelen aktörlerin beklentileri üzerindeki etkisinde yattığını söylemektedir.16 Bu beklentiler yanlış çıkabilirse de o zamanlarda karşısında diğer herkesin yargılanabileceği “doğru” bir tahminin var olduğunu söylemek zordur. Gelecekteki gerçekliği etkileyebilecek, doğası itibariyle tahmin edilemez sayısız değişkene ilave olarak karar vericilerin beklentilerinin kendileri de yol açtıkları hareketler nedeniyle kendini doğrulayan veya inkâr eden etkiye sahip hâle gelebilir. Bu nedenle, gelecekteki gerçekliğe ilişkin beklentiler (Smoke’un da kabul ettiği gibi) herhangi bir anlamlı şekilde gerçekten de yanlışlanamazlar. Dolayısıyla, yanlış algılamalar olarak kavramsallaşmayacaklardır.17 Ancak düşmanın gelecekteki gerçeklikle ilgili beklentileri ilke olarak gerçekten yanlışlanabilir ve dolayısıyla yanlış algılamalar olarak kavramsallaştırılarak diğerlerine ilişkin algılamaların yanlış algılanmaları kategorisine dâhil edilirler. Yanlış algılamalara ilişkin çalışmalarda genelde ihmal edilen, ancak savaşa yol açan süreçlerde önemli olan ise, üçüncü devletlerin ve aynı zamanda kişinin düşmanının olası davranış ve etkisine ilişkin algılamalardır. Eğer Blainey, Bueno de Mesquita, Iklé ve diğerleri üçüncü devletlerin davranışlarına ilişkin beklentilerin savaşın nedenleri için merkezi bir değişken olduğu konusunda 15 16 17 Bkz. Jervis (dipnot 2), Bölüm 8. Richard Smoke, War: Controlling Escalation (Cambridge: Harvard University Press, 1977), 268-77. A.g.e., 270. Gelecekteki gerçekliğe ilişkin yanlış beklentilerin yanlış algılamalar kategorisinin dışında bırakılması bu beklentilerin kendi başlarına önemli bir değişken olmalarını engellememektedir. Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 147 haklılarsa18, üçüncü devletlerin müdahalesinin ve bu müdahalenin askerî ya da diplomatik etkisinin olasılığına ilişkin yanlış algılamaların da kritik önemde değişkenler olabileceği sonucu çıkmaktadır. Dolayısıyla, üçüncü devletlerin niyet ve yeteneklerinin yanlış algılanması, düşmanın niyet ve yeteneklerinin yanlış algılanmasıyla birlikte önemli kategorilerdir. Düşmanın durumunda olduğu gibi, üçüncü devlet algılamalarındaki yanlış algılama da önemli bir ikincil yanlış algılama biçimidir ve niyetlerin yanlış değerlendirilmesine katkıda bulunur. Bu kavramsallaştırma, şu ana kadar yanlış algılama biçimlerini vermektedir: düşmanın yetenek ve niyetlerine ilişkin yanlış algılamalar ve üçüncü devlet yetenek ve niyetlerine ilişkin yanlış algılamalar. Bu biçimler analitik olarak ayrı, kuramsal olarak önemli ve ampirik analize uygundur. Şimdi bu farklı yanlış algılama türlerini daha detaylı inceleyerek her birinin savaşın çıkmasına katkı yapmasını sağlayan çeşitli bağlantıları saptayacağım. YANLIŞ ALGILAMALARDAN SAVAŞA BAĞLANTILAR Düşmanın Yeteneklerine İlişkin Yanlış Algılamalar White, Stoessinger, Lebow ve diğerleri, düşmanın yeteneklerinin hafife alınmasından veya birinin kendi yeteneklerini abartmasından kaynaklanan aşırı askerî güveni savaşa neden olan önemli bir yanlış algılama biçimi olarak belirtmektedirler.19 Önemsiz olmamasına rağmen literatürde genelde ihmal edilen ise, düşmanın yeteneklerinin abartılmasından ve birinin kendi yeteneklerini hafife almasından kaynaklanan askerî güven eksikliğidir. Bu yanlış algılamalardan, savaşa olan kuramsal bağlantıları incelemeden önce, yanlış algılamaya özellikle açık olan askerî güç öğelerine bakmak faydalı olacaktır. Mevcut askerî güç ve askerî potansiyelin somut askerî, ekonomik ve demokratik boyutlarına20 ilave olarak özellikle yanlış algılamaya tabi somut olmayan çeşitli öğeler bulunmaktadır. Moral, liderlik ve askerî istihbarat kalitesi gibi şeylere ek olarak düşmanın askerî doktrininin doğası özellikle önemlidir.21 Düşmanın doktrinine ilişkin bir belirsizlik veya bilgi eksikliği ve bunun savaşın 18 19 20 21 Geoffrey Blainey, The Causes of War (New York: Free Press, 1973), Bölüm 4; Bueno de Mesquita (dipnot 1), Bölüm 3; Fred C. Ike, Every War Must End (New York: Columbia University Press, 1971), 23-27. White (dipnot 7), Bölüm 1; Stoessinger (dipnot 7), Bölüm 1; Lebow (dipnot 2), 242-47. askerî yetenekler mutlaktan ziyade nispi oldukları ve devletler de düşmanlarının yeteneklerini sadece kendi yeteneklerine göre veya bunun tersi şekilde değerlendirdikleri için, birinin kendi yeteneklerine ilişkin algılamaları için ayrı bir kategori oluşturmak lüzumsuz olacaktır. Bkz. Klaus Knorr, Military Power and Potential (Lexington, Mass.: D. C. Heath, 1970). Carl von Clausewitz, On War, ed. by Anatol Rapoport (Baltimore: Penguin Books, 1968); Sun Tsu, The Art of War, S. B. Griffith tarafından çevrilmiştir, (New York: Oxford University Press, 1963); Henry A. Kissinger, Nuclear Weapons and Foreign Policy (New York: Harper & Row, I957), Bölüm 1. 148 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler yürütülmesi ve sonucu üzerindeki etkisi, yeteneklerin bütününe ilişkin yanlış algılamanın temel kaynağıdır. Doktrine ve askerî gücün diğer öğelerine ilişkin yanlış algılamalar, birinin düşmanın bütün yeteneklerinin kesin bir değerlendirmesini sağlayan askerî istihbaratına abartılı bir güven duymasıyla şiddetlenebilir. Mevcut askerî yeteneklere ilişkin yanlış algılamalar, minimum kayıp ve zaferle sonuçlanacak bir kısa savaş genel beklentisi nedeniyle önemliyken, askerî potansiyele ilişkin yanlış algılamalar da uzun süren bir savaşın sonucunu belirleyebilecek olmaları nedeniyle önemlidir. Özellikle tahmin edilemez olan ise, yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve savaşlarda uygulanması, kaynakların etkili askerî güçlere dönüştürülme etkinliğini belirleyen idare becerisi ve ulusal kaynakları askerî sektöre aktarma irade ve becerisi gibi siyasal değerlendirmelerdir.22 Örneğin, her iki Dünya Savaşı’nda da Almanya, ABD’nin endüstriyel kapasitesini ve savaşa kaynak aktarma isteğini hafife almıştır.23 Yine önemli olan, savaşın düşman (veya kendi) halkının bağlılığı ve siyasal desteği üzerindeki etkisiyle ilgili yanlış beklentilerdir ki, bunlar bir savaşı yürütme becerisi üzerinde önemli bir etkiye sahip olabilirler. White’ın “asfalt yol” düşman imgesi kavramının da önerdiği gibi, birinin düşman halkının kendi davasına karşı olmadığı ve hatta belki de sıcak yaklaştığını yanlış biçimde farz etme eğilimi söz konusu olabilir.24 Örneğin Hitler, Rus halkının kendi Nasyonel Sosyalist ideolojisine sarılacağına inanmıştır.25 Özellikle de yabancı işgali olarak gördüğü bir duruma karşı kendi toprağında savaşıyor olan kamçılanmış bir halkı aşmanın zorluğunu hafife almak oldukça yaygındır ve bu durum, hem Napolyon ve Hitler tarafından Rusya’da hem de Irak tarafından da İran’da yaşanmıştır. Aşırı Askeri Güven Bütün yanlış algılama biçimleri içinde savaşa yol açan süreçlerde en fazla oranda kritik rol oynama olasılığı bulunduran, birinin kendi yeteneklerine kıyasla düşmanın yeteneklerini hafife almasıdır. Blainey ve Lebow’un tarihsel araştırmalarında da görüldüğü gibi, bir devletin kazanmayı beklemeden savaş başlatması oldukça nadirdir.26 Eğer zafer beklentisi yanlışsa ve devlet başlattığı savaşı kaybederse, genel olarak düşmanın yeteneklerinin kendi yeteneklerine 22 23 24 25 26 Askerî gücün idari ve siyasal boyutlarının iyi bir analizi için bkz. Knorr (dipnot 20), Bölüm 4-5. Iklé (dipnot. 18), 20-21; William L. Shirer, The Rise and Fall of the Third Reich (New York: Fawcett Crest, 1959), 1170. White (dipnot 7) 29-30, 312-13. Heinz Guderian, Panzer Leader, abridged ed., trans. by Constantine Fitzgibbon (New York: Ballantine, 1957), 368. Blainey (dipnot 18), Bölüm 3; Lebow (dipnot 2), 242-47. Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 149 kıyasla hafife alınmasının savaşa gitme kararında önemli olduğu sonucu çıkarılabilir. (Bu noktaya daha sonra yeniden döneceğim.) Yanlış zafer beklentileriyle başlatılan sayısız savaş örneği bulunmaktadır. Daha dramatik örneklerden bazıları arasında, Rus-Japon Savaşı, I. Dünya Savaşı, Hitler’in Rusya’ya karşı savaşı ve Kore Savaşı iyi belgelenmiş olanlarıdır.27 Her ne kadar zafer beklentisi genelde savaş başlatmak için gerekli bir koşul olsa da, yeterli bir koşul değildir. Bir savaş bağlamı yaratmak için normalde var olması gereken çıkar gerilimi ve çatışmalarına (ve bunların temelde yatan nedenlerine) ilaveten, bir devletin karar vericileri genelde sadece zafer değil, ayrıca minimum maliyetli nispeten kısa bir savaş beklentisi içindedirler. Örnekler sayısız ve şok edicidir. 1877’de bir Rus generali, Türkiye’ye karşı yaklaşmakta olan savaşın “sadece bir askerî gezinti şeklinde geçmesini” beklemiştir.28 Polonya’nın yenilgisinden sonra Hitler, generallerine, “Rusya’ya karşı seferin çocuk oyuncağı olduğunu” söylemiştir.29 Alman İmparatoru Wilhelm, I. Dünya Savaşı’nın “yapraklar ağaçlardan düşmeden” sona ereceğini söylemiş,30 Savunma Bakanı McNamara ise, Vietnam Savaşı’nın başlarında, çocukların Noel’den önce evde olacakları teminatını vermiştir. Bu tür bir iyimserlik, nadiren çatışmanın sadece bir tarafına özgüdür. 1914’te tüm Avrupa başkentlerinde kısa ve zaferle sonuçlanacak bir savaş beklentisi hâkimdi.31 Aynı şekilde Yunanistan’ın geri kalan kısmı Atina’nın iki veya üç yıldan fazla dayanamayacağına inanırken Atina’nın kendisi muhtemelen nispeten kısa ve zaferle sonuçlanan bir savaş beklemekteydi. Ancak Peleponez Savaşı çeyrek yüzyıldan fazla sürmüştür.32 Kısa savaş hayalciliğinin ilginç bir biçimi de savaşın erken döneminde elde edilecek muhteşem bir zaferin düşmanın rejiminin içerden çökmesine yol açacağı ve düşmanın savaş yanlısı kesiminin barış yanlısı bir seçkinler kesimi ile değiştirileceği beklentisidir. Kagan’a göre bu, Perikles’in Sparta’yla ilgili görüşüdür.33 Yanlış algılamanın bir savaş nedeni oluşturması için aktörün kararlarıyla birlikte beklentilerini de etkilemesi gerekir.34 Galip tarafın beklediği kazançların savaşın gerçek maliyetlerinden (kesin şekilde algılanmışlarsa) daha az çıkması 27 28 29 30 31 32 33 34 Bkz. a.g.e.; Stoessinger (dipnot 7), Bölüm 1-3; White (dipnot 7), Bölüm 1; Blainey (dipnot 18), Bölüm 3; Barbara Tuchman, The Guns of August (New York: Dell, 1962), tümü. Aktaran Blainey (dipnot 18), 46. Albert Speer, Inside the Third Reich (New York: Macmillan, 1970), 238. Tuchman (dipnot 27), 142. Farrar (dipnot 2), 3-7; Fritz Fischer, Germany's Aims in the First World War (New York: Norton, 1967), Bölüm 3. Thucydides (dipnot 1), 120-22; Kagan (dipnot 2), 340, 346, 355-56; G.E.M. de Ste. Croix, The Origins of the Peloponnesian War (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1972), 151, 207-8, 341. Kagan (dipnot 2), 340. Alternatif bir kavramsallaştırmaya dayalı benzer bir iddia için bkz. Stein (dipnot 8) 506-10. 150 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler halinde kısa savaşa ilişkin yanlış beklentilerin bir savaş nedeni olduğu düşünülebilir. Farrar’ın, 1914’teki kısa savaş varsayımı, “savaş kararı almalarında esas olmuş olabilir. Uzayan, devrimsel veya başarısız bir çatışma öngörmüş olsalardı, pek azı savaşı tercih edecekti” demesini sağlayan da bu mantıktır. Aynı şekilde Kagan, bu tür bir aşırı askerî güvenin Peleponez Savaşı’nın gerekli bir nedeni olduğu sonucuna varmaktadır: “Önde gelen tüm devlet adamları kısa bir savaş bekliyorlardı… Bu tür bir savaşın açacağı kötü sonuçları öngörmekte hepsi başarısız oldular… Eğer bunu görselerdi savaşa neden olan nispeten önemsiz anlaşmazlıklar uğruna savaş riskini pek de almazlardı.” 35 Şimdi ise bir savaşı başlatmak için zafer beklentisinin gerekli olduğunu ve böylece savaşı başlatanın yenilmesinin de savaş nedenlerinden birinin aşırı askerî güven olduğunu gösterdiğini söylediğim bir önceki iddiamı değerlendirmem gerekiyor. Eğer savaşı başlatan taraf kazanmayı bekliyorsa bu iddia doğru olacaktır, ancak durum her zaman böyle değildir. Eğer savaş Clausewitz’in şartlarında ulusal siyasal hedefleri genişletmek için bir devlet politikası aracı şeklinde kavramsallaştırılırsa, o zaman muhtemelen karar vericiler de siyasal kazançların askerî maliyetleri aşması durumunda savaşı kaybetmekten bile kazanç bekleyebilirler (örneğin 1973’teki Mısır). Bu durum, eğer ulusal çıkarın kavramsallaştırmasını hâkim karar vericinin iç siyasal ve kişisel çıkarlarını içerecek şekilde genişletirsek daha da doğru hâle gelir. Bu karar verici için risklerine rağmen bir günah keçisi savaşı faydalı olabilir (örneğin Falklands/Malvinaz olayında Arjantin veya İdi Amin’in 1978’de Tanzanya’ya karşı savaşı). Daha fazlasını da söylemek mümkündür: zafer beklentisi savaş için mutlaka gerekli olmayıp, Bueno de Mesquita’nın söylediğinin aksine, olumlu fayda beklentisi bile savaşın rasyonel anlamda başlatılması için yeterli bir koşul değildir. Herhangi bir hareketin beklenen faydası, mümkün olan diğer tüm alternatiflerin faydasından ayrı düşünülemez ve belli koşullar altında savaş, (kazançları en üste çıkarmaktan ziyade) maliyetleri en aza indirmek için rasyonel bir araç olarak görülebilir ki bu da güvenlik ikilemi mantığı tarafından gösterilmektedir.36 Ayrıca, savaşı en az uygun alternatif olarak algılayan daha zayıf bir devlet bile kaçınılmaz gördüğü bir savaşta önleyici bir saldırının kendi maliyetlerini en aza indireceğini beklemesi halinde rasyonel olarak savaşı başlatmayı seçebilir. Bu noktaya kadar analiz birimi olarak bireysel devlet (veya karar vericileri) üzerinde durduk ki bu şekilde yanlış algılamaların etkisi tek bir aktörün maliyetfayda hesaplaması şeklinde kavramsallaştırılmış olmaktadır. Eğer bunun yerine 35 36 Farrar (dipnot 2), 148; Kagan (dipnot 2), 355. Günah keçisi savaşı kavramıyla ilgili bkz. Blainey (dipnot 18), Bölüm 5. Güvenlik ikilemiyle ilgili bkz. Jervis (dipnot 2), 62-76. Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 151 bir çifte odaklanır ve pazarlıkçı bir çerçeve benimsersek, düşman yeteneklerinin yanlış algılanması ile savaş arasında daha başka bağlantılar da saptanabilir. İki devlet arasındaki anlaşmazlıkta bir devlet hedeflerine ulaşmak için hemen kuvvete başvurmaktansa, genellikle o konuyla ilgili taviz vermesi için diğerine baskı yapacaktır. Takip eden pazarlık oyununun sonucu, sadece baskıcı harekette bulunanın değil, her iki devletin algılama ve hareketleri tarafından belirlenecektir. Bu tür bir pazarlık oyununun savaş düzeyine tırmanmasıyla ilgili iki ayrı analitik yol bulunmaktadır. Biri, devletlerin nispi yetenek veya kararlılıklarının yanlış hesaplanmasından kaynaklanan bilinçli savaş tırmandırmasıdır. Diğeri ise, karar vericilerin durum üzerindeki kontrollerini kaybetmelerinden kaynaklanan tırmanmadır. Birincisi, klasik “yanlış hesaplamayla çıkan savaş”tır. Eğer iki devlet birbirleri arasındaki nispi askerî yetenekler dengesi konusunda anlaşamazsa ve eğer herhangi biri savaşın kazançlarının maliyetleri aşacağını beklemekteyse ve bu amaçlara ulaşmanın alternatif araçlarının bulunmadığını veya çok maliyetli olduğuna inanmaktaysa gerçekleşebilir.37 Diğer tür savaş tırmandırma yolu, karar vericilerin durum üzerindeki kontrollerini yitirmeleridir. Bu genelde, bir etki-tepki süreciyle itilen ve savaşın kaçınılmaz olduğu algılaması da dâhil olmak üzere daha fazla yanlış algılamayla alevlenen çatışma döngüsünün son aşamalarında gerçekleşir.38 Askeri Güven Eksikliği Düşmanın yeteneklerinin abartılması da savaşa yol açabilir, ancak bu farklı kuramsal bağlantılar yoluyla olur. En kötü durum analizine yönelik yaygın eğilim, düşmanın yetenekleri kadar niyetlerine de uygulanmakta ve ikili güçler 37 38 Bu formül bir anlamda Blainey’nin formülünden farklıdır (dipnot 18, 113-24). Savaşın, güç farklılıklarını ölçme amaçlı bir araç olarak kavramsallaştırılabileceğini ve “savaşların genellikle savaşan devletler nispi güçleri konusunda anlaşamadıkları zaman başladığını” söylemektedir (s. 122). Bu formülde eksik olan ise, eldeki çıkarların değerine ilişkin yaklaşımlardır: eğer çok küçük olurlarsa savaşın maliyetleri kazançları haklı çıkarmak için çok yüksek olabilir. Ayrıca eksik olan, ekonomik baskı gibi hedefe daha düşük maliyetlerle ulaşmayı sağlayabilen alternatif politika araçlarının açık biçimde dikkate alınmasıdır. Yanlış hesaplama ve kontrol kaybı arasındaki fark üzerinde duran bir çalışma için bkz. Glenn H. Snyder, “Crisis Bargaining,” Hermann (dipnot 2), Bölüm 10; ayrıca Phil Williams, Crisis Management (New York: Wiley, 1976), 94-96. Snyder, bilinçli tırmandırma risklerine “pazarlık riskleri”, kontrol kaybıyla oluşan tırmandırma risklerine ise “özerk riskler” şeklinde yaklaşmaktadır ki bunlar şiddetin doğasında ve kurumsal ve psikolojik bağlamın içinde bulunurlar. Kontrol kaybı olayı burada tamamen incelenememektedir, fakat önemi geniş kabul görmektedir. Kriz yönetimi literatüründe ve yakın tarihli kriz davranışı çalışmalarında merkezî öneme sahip bir kaygıdır. Bkz. Williams (dipnot 38); Lebow (dipnot 2), Bölüm 8; Coral Bell, The Conventions of Crisis (London: Oxford University Press, 1971); Alexander L. George, David K. Hall, and William R. Simons, The Limits of Coercive Diplomacy (Boston: Little, Brown, 1971), Bölüm 1; Holsti (dipnot 2); Brecher (dipnot 2); Oran R. Young, The Politics of Force (Princeton: Princeton University Press, 1968), Bölüm 5. 152 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler dengesini düzeltmek için askerî yığınağa neden olmaktadır. Niyetleri tahmin etmenin doğasındaki zorluk ve sıkça görülen niyet ve yetenekleri eşitleme eğilimi, düşmanın düşmanca niyetlerinin abartılmasına katkıda bulunur. Diğer sistemsel ve psikolojik faktörlerle (ve ayrıca daha fazla savunma harcaması yapmak için kurumsal baskılarla) bir araya gelen bu güvenlik ikilemi, daha fazla gerilim, silahlanma yarışı ve meşhur çatışma döngüsünü yaratır. Bu döngü, daha fazla yanlış algılama, husumet ve savaşın kaçınılmazlığı algılamaları, ilk vuran olmanın kışkırtıcılığı ve kriz durumlarının istikrarsızlıkları nedeniyle savaş düzeyine tırmanabilir. Bu süreçler kriz davranışı literatüründe ayrıntılarıyla incelenmiştir ve burada detaylandırılmalarına gerek yoktur.39 Ancak döngüyü tetikleyen düşman yeteneklerinin abartılması durumunun savaş kararından oldukça uzakta bulunması ve sürece müdahil veya öncül olan çeşitli değişkenler nedeniyle bu yanlış algılamalara diğer değişkenlere kıyasla fazla nedensel ağırlık yüklemek yanıltıcı olacaktır. Kendi yeteneklerine kıyasla düşmanın yeteneklerini abartmak ayrıca nihai kararlardan daha az derecede uzak noktalarda savaşa yol açan süreçlere katkı yapabilir. Düşmanın gücüne ilişkin algılamalar genelde istikrar sağlayıcı unsurlar kabul edilirler, zira dikkatli olmaya sevk eder ve uzlaşma eğilimine yol açarlar. Ancak araştırmacı, ters etkiyi de göz ardı etmemelidir. Belli koşullar altında uzlaşmacı bir politika istikrar bozucu olabilir, zira bir güçsüzlük imajı ve gelecekte ödünler verileceğine dönük beklentiler yaratabilir ki, bu da düşmanın daha fazla talepte bulunmasına, krizin tırmanmasına ve belki de yanlış hesaplama sonucu bir savaşa yol açabilir. Örneğin Batı’nın Münih’te izlediği yatıştırma politikasının, Hitler’in Batı’nın Polonya’ya ilişkin kararlılığını yanlış hesaplamasına yol açan bir imaj yarattığı ve genel bir savaşın çıkışını hızlandırdığı açıktır. Bu tür bir senaryo durumunda eğer kararlılığa dayalı bir caydırma politikasının, saldırganlığı veya gelecekteki talepleri önleyeceğine inanmak için iyi bir neden bulunuyorsa o zaman düşmanın yeteneklerinin abartılmasının savaş nedenine katkıda bulunacağı sonucu çıkarılabilir.40 Bu tür bir sonuç için düşmanın çeşitli ihtimallere göre planladığı yanıtlarla ilgili delil veya caydırma için yeterli koşullara ilişkin iyice teyit edilmiş bir kurama ihtiyaç bulunacaktır. Ne yazık ki, ikincisi ortada yoktur ve birincisi de genelde elde mevcut değildir. 39 40 Jervis (dipnot 2), Bölüm 3; Lebow (dipnot 2), Bölüm 3-4; Smoke (dipnot 16), Bölüm 9-10; Holsti (dipnot 2); Glenn H. Snyder and Paul Diesing, Conflict Among Nations (Princeton: Princeton University Press, 1977), Bölüm III. Ancak pek çok araştırmacı, yanlış hesaplamalarına rağmen, Hitler’in genel bir savaşı kaçınılmaz hâle getiren bir seyirde ısrar ettiği sonucuna varmıştır. Örneğin bkz. Alan Bullock, Hitler: A Study in Tyranny (New York: Bantam Books, 1961). Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 153 DÜŞMANIN NİYETLERİNE İLİŞKİN YANLIŞ ALGILAMALAR Düşmanın politikalarından ve belli hareketlerinin arkasındaki güdülerden algılanan husumet derecesi ile bir pazarlık durumunda düşmanın algılanan kararlılık durumu, niyeti değerlendirmenin doğasındaki zorluk nedeniyle sık görülen yanlış algılama biçimleridir. Karar vericilerin hayati çıkarlarına yönelik tehdit tanımlamalarındaki merkezi rolleri nedeniyle önemlidirler. Düşmanın Husumetinin Abartılması Düşmanın niyetlerinin abartılması, yanlış algılamanın en sık görülen biçimidir. Sistem tarafından tetiklenen en kötü durum analizinden, niyetleri eldeki yetenekler biçiminde tanımlama eğiliminden, düşmanın şeytani imgelerinden ve bilgi işleme üzerindeki psikolojik sınırlamalardan kaynaklanır. En uç durumda, dinmeyen husumete ilişkin algılamalar savaşın kaçınılmaz olduğu görüşünü ortaya çıkararak belki de bir kriz durumunda üstünlük kazanmanın faydalarını elde etmek için önleyici bir saldırıyı tetikleyecektir. Bir krizin olmadığı durumda bile kaçınılmazlık algılaması oldukça istikrar bozucu olabilir ve özellikle de tehdit edilen devlet açısından nispi ekonomik ve askerî yeteneklerdeki uzun dönem eğilimleri dezavantajlı görünüyorsa önleyici bir savaşla sonuçlanabilir. Eğer bu tür savaş kararları düşmanın aşırı veya sonradan oluşan husumetine ilişkin yanlış algılamalara dayanıyorsa, bu yanlış algılamaların savaşın önemli bir nedeni olduğu sonucuna varmak mümkündür. Bu tür yanlış algılamalar, genellikle 1914’te pek çok Avrupa devletinin, özellikle de Avusturya-Macaristan’ın savaş kararı almasında önemli sayılmaktadır.41 Yine düşmanın husumetine ilişkin abartılı algılamalardan kaynaklanan daha az doğrudan, ancak daha sık görülen bir savaşa giden yol da bulunmaktadır. Algılanan husumete verilen yanıt çoğunlukla saldırganlığı caydırmak ve bu caydırmanın başarısızlığı durumunda savaşa hazırlanmak amacıyla askerî yetenekleri arttırmaktır. Bu tür hareketler savaşa doğru tırmanan bir çatışma döngüsü başlatabilir. Çatışma döngüsünün tırmanması, özellikle husumete ilişkin en baştaki algılamalar yanlış olduğunda gerçekleşebilir hâle gelir, zira düşman o zaman tırmanma durumunu saldırgan niyetlerin bir göstergesi olarak görmeye oldukça yatkındır42 ve bu da herkesi etkileyen bir süreç içinde yanlış algılamaların artmasına neden olur. Düşmanın niyetlerinin devamlı olarak yanlış algılanmasıyla tetiklenen bu tür bir etki-tepki döngüsünün öne çıkan örnekleri arasında, Smoke’un “hiçbir zaman hiçbir oyuncunun hiçbir saldırgan adımının” olmadığını söylediği Kuzey Amerika’daki Yedi Yıl Savaşı bulunmaktadır. Diğer örnekler 41 42 Sidney B. Fay, The Origins of the World War, 2 vols. (New York: Free Press, 1928): c. I, ss. 42-43, 390, 467; c. II, s. 9; Farrar (dipnot 2), 3-6. Jervis (dipnot 2), 71. 154 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler arasında, I. Dünya Savaşı, Kırım Savaşı, Peleponez Savaşı ve 1812 Savaşı gelmektedir.43 Düşmanın Husumetinin Hafife Alınması Düşmanın husumetinin hafife alınması da savaşa neden olabilir, fakat bu, husumet içeren niyetin abartılmasından farklı yollarla olur. Burada genel husumet ile bir kriz durumundaki kararlılık arasında ayrım yapmakta fayda vardır. Aşırı askerî güven ile bağlantılı olma (ve onun tarafından ortaya çıkarılma) eğiliminden dolayı düşmanın kriz durumundaki kararlılığının hafife alınması daha yaygın ve savaşa uzanan yolu da daha doğrudandır. Bu tür yanlış algılamalar, uzlaşmayı reddetme, kendi sorumluluğunda artış veya yeni baskıcı hamlelerde bulunmayı ortaya çıkarabilir. Bu süreç doğrudan savaşa neden olabilir veya yanlış hesaplama veya kontrol kaybı yoluyla savaşla sonuçlanan bir çatışma döngüsü başlatabilir. Düşmanın husumetinin hafife alınması ayrıca geçici bir şekilde ve husumetin abartılmasını takiben de olabilir: ikincisi sonuç olarak etkinliği abartılan baskıcı hamleleri destekler. Her ne kadar bu koşullar altında yanlış algılamaların rolünü kavramsallaştırmak ve ölçmek zor olsa da kararlılığa ilişkin kesin algılar herhangi bir rasyonel aktör grubunu, üzerinde anlaşılmış bir düzenlemeye yönlendireceği için, bu tür yanlış algılamaların savaşın gerekli bir nedeni olduğunu söylemek mümkündür. Pazarlık kuramı açısından her biri ötekinin kararlılığının güvenirliğinin kendi kritik riskinden daha yüksek olduğunu kabul edecek ve bu da uzlaşmaya yol açacaktır.44 Rakibin niyetleri içinde husumetin hafife alınması, zekâ yetersizliği üzerine artan sayıda çalışmada da kabul görmekte, ancak varsayımları ve odak noktaları farklı olmaktadır. Genel eğilim, savaşın kaçınılmaz olduğunu farz etmektir ve ana soru da neden bir devletin bu gerçeği kabul etmekte yetersiz kaldığı ve hazırlıksız yakalandığıdır. Ancak bu varsayım her zaman ispatlanabilir değildir ve yanlış algılamaların savaş nedenlerine katkı yapma rolünü görmekte başarısız olmakla sonuçlanabilir. Düşmanın husumetinin hafife alınmasının doğrudan sonucu ise, çoğu zaman kendine yeterlilik ve hazırlıktan yoksun olmaktır. Devletler uzun vadede askerî yeteneklerini arttırmakta yetersiz kalabilirler. Kısa vadede ise, kendi olanaklarıyla veya müttefiklerinin desteğini sağlamak yoluyla, yaklaşmakta olan bir savaşı caydırmak için diğer adımları atmakta yetersiz kalabilirler. Buna ilaveten, yaklaşan bir savaşı algılama yetersizliği de bir devletin kendi askerî güçlerine karşı sürpriz bir saldırının etkilerini azaltmayı öngörme yetersizliğine bağlı bir aşırı askerî güvene neden olabilir. Tehdidi tanımakta yetersiz kalma ve 43 44 Smoke (dipnot 16), Bölüm 8 ve 7; Fay (dipnot 41); Kagan (dipnot 2); Melvin Small, Was War Necessary? (Beverly Hills, Calif.: Sage, 1980), Bölüm 1. Snyder (dipnot 38), 227. Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 155 bunu takiben saldırıyı caydırmaya çalışmakta yetersiz kalma da özellikle savaşan tarafların kıyaslanabilir yetenekleri varsa ve eğer caydırmanın işe yarayacağına inanmanın bir mantığı varsa, savaşın önemli bir nedeni olabilir. Düşmanın niyetlerinin yanlış algılanmasına katkıda bulunan bir başka şey de düşmanın kendi hayati çıkarlarını kavrayışının yanlış algılanması ve yine düşmanın bizim yetenek ve niyetlerimiz ile bunların onun kendi çıkarlarına oluşturduğu tehdidi algılamasıdır. En yaygın sonuç, düşmanın husumetinin hafife alınması ve kendi davranışımızın sonuçlarının yanlış hesaplanmasıdır. Düşmanın yanıtının gücünü öngörmekte yetersiz kalarak bir devlet istemeden de krizin tırmanmasına neden olabilir ve hatta düşmanı önleyici bir harekette bulunmaya kışkırtabilir. Bu tırmanma, düşmanın hayati çıkarlarına doğrudan bir tehditten veya düşmanın bizim husumetimize ilişkin algılamasındaki bir değişiklikten kaynaklanabilir. Kore Savaşı iyi bir örnektir: ABD, Çin’in ABD ile özdeşleştirilen bir birleşmiş Kore rejimi tarafından dayatılan tehdide ilişkin algılamasını anlayamadığı için, Çin’in 38. paralelin geçilmesine yanıt olarak müdahale etmesini öngörememiştir. Sonuçlarının kesin olarak önceden bilinmesi, bu kararı neredeyse kesin olarak önleyecek olduğu için bu yanlış hesaplamalar savaşın yayılmasının önemli bir nedenidir. Başka bir senaryoda, hem İngiltere hem de Rusya 1756 Westminster Anlaşması’nın Avrupa’yı barışa kavuşturacağını ve Kuzey Amerika’daki savaşın yerel kalmasını sağlayacağını düşünmüşlerdir. Ancak bunun yerine Rusya, Fransa ve Avusturya’yı, Prusya’ya karşı birleştirmiş ve Avrupa’da Yedi Yıl Savaşı’nın çıkışını hızlandırmıştır.45 Ayrıca ne Avusturya-Macaristan ne de Almanya, 1908’de Rusya’nın BosnaHersek’in ilhakı nedeniyle yaşadığı aşağılanmanın Balkanlarda daha fazla taviz vermesini ne derece zorlaştıracağını anlayabilmişlerdir. Bu kategoride sadece düşmanın algılamaları ve mevcut durumu tanımlamasıyla ilgili yanlış varsayımlar değil, ayrıca düşmanın gelecekteki gerçekliğe ilişkin beklentileri ve bu beklentilerin bizim beklentilerimizden ne derece farklı olduğu da bulunmaktadır. Smoke, bu unsurun Yedi Yıl Savaşları (Kuzey Amerika), Kırım Savaşı ve Avusturya-Prusya ile Fransa-Prusya savaşlarındaki önemine ilişkin inandırıcı deliller sunmaktadır.46 Bu anlamda özellikle tehlikeli olan ise, düşmanın savaşın kaçınılmaz olduğunu algıladığı şeklindeki yanlış inanıştır, çünkü bu kendini doğrulayan bir kehanet yaratarak kriz yönetimi ve uzlaşma çabalarının önüne geçebilir. Bu kategoriye ayrıca düşmanın karar verme sürecinin doğasına ilişkin yanlış algılamalar da dâhildir: Kırım Savaşı’nın arifesinde Çar Nikolay doğru biçimde Aberdeen’in barışçı bir 45 46 Walter L. Dorn, Competition for Empire, 1740-1763 (New York: Harper & Row, 1940), 306. Smoke (dipnot 16), Bölüm 5-8. 156 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler çözüm tercih ettiğini algılamış, ancak yanlış biçimde Başbakan’ın şahinlerle dolu bir kabineyi saf dışı edebileceğini farz etmiştir. Üçüncü Devletlere İlişkin Yanlış Algılama Zafer olasılığı ve savaştan beklenen maliyetlerin bir ya da diğer taraf lehine üçüncü devletlerin müdahale olasılığından ve bu müdahalenin savaşın seyri üzerinde beklenen tesirinden oldukça fazla etkilenmesi nedeniyle bu değişkenlere ilişkin yanlış algılamalar maliyet-fayda analizinde ciddi bozulmalar yaratabilir ve savaşa katkı yapabilir. Bu kategori içinde hem potansiyel düşmanların hem de potansiyel müttefiklerin niyet ve yeteneklerine ilişkin yanlış algılamalar bulunmaktadır. Diğer devletlerin düşman lehine müdahalede bulunma olasılığını hafife almak, aşırı askerî güvene katkı yapar ve bu da sonuç olarak savaşa yol açabilir. Planlanmış bir savaşın “yerel kalabileceği” ve böylece zaferin minimum maliyetle sağlanacağı yanlış beklentisini yaratır. Bu yanlış algılamaların etkisi, özellikle küçük devletlerin dış güçlerin davranışlarına ilişkin hesaplarında büyüktür, zira ana düşmanlar arasındaki ikili güç farklarıyla kıyaslandığında dış güçlerin yeteneklerinin büyük olması daha olasıdır. Dış müdahaleyi doğru öngörmeleri durumunda büyük güçlerin daha küçük devletlere karşı savaştan caydırılacağından emin olmak ise daha zordur, zira bu müdahalenin etkisi orantısal olarak daha az olacaktır. Fakat deliller pek çok durumda gayet ikna edicidir. I. Dünya Savaşı’nın çıkışına katkıda bulunan, Merkezî Güçlerin, Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a karşı vereceği bir savaşın diğer güçlerin müdahalesi olmadan “yerel kalabileceğine” yönelik inancıdır.47 Ayrıca genellikle Almanya’nın, İngiltere’nin I. Dünya Savaşı’na girme olasılığını hafife almasının savaşın önemli bir nedeni olduğu iddia edilmektedir ki, İmparator’un daha sonra sarf ettiği, “Keşke biri daha önce İngiltere’nin bize karşı savaşa gireceğini söylemiş olsaydı” şeklindeki sözler de buna işaret etmektedir.48 Benzer biçimde, Korint’in Korfu’ya karşı savaşı, Atina’nın müdahale etmeyeceği yanlış varsayımından yola çıkılarak başlatılmıştır.49 Ayrıca, 14. Louis, 1688’de Alman prenslerine karşı “acısız küçük bir savaş” planlamış ve Augsburg Ligi Savaşının dokuz yıl süreceğini öngörememiştir.50 Potansiyel düşmanlar olan üçüncü devletlerin algılamalarına ilişkin yanlış algılama, onların niyetlerine ilişkin yanlış algılamanın da ana bir nedenidir. Bunun içinde, bir devletin, diğerlerinin kendi çıkarlarının müdahale etmedikleri 47 48 49 50 Lebow (dipnot 2), 121 Tuchman (dipnot 27), 143. Kagan (dipnot 2), 351; de Ste. Croix (dipnot 32), 70-71. John B. Wolfe, Louis XIV (New York: W. W. Norton, 1968), 442-46. Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 157 bir savaş sonucunda olumsuz etkileneceğini algılamalarını anlayamaması da bulunabilir. Sonuç ise kriz veya savaş tırmandıkça onların olası davranışına ve dolayısıyla devletin kendi hareketlerinin sonuçlarına ilişkin ciddi yanlış hesaplamalar olabilir. Dolayısıyla, Almanya’nın, İngiltere’nin I. Dünya Savaşı’na müdahil olacağını öngörmemiş olması, çoğunlukla İngiltere’nin Belçika’nın tarafsızlığı ve Kanal limanları üzerindeki kontrolüne ilişkin geleneksel kaygısını algılayamamış olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu tür yanlış hesaplamalar, krizin ciddi anlamda tırmanmasına yol açan, ancak savaşa dönüşmeyen hareketlerin etkisini de barındırabilir. Örneğin Kagan, Perikles’in, Sparta’nın Atina’nın husumetine ilişkin Megara emirlerinin etkisini ve Sparta’da savaşı destekleyen kesimin sonuç olarak elde edeceği kazanımları ciddi anlamda hafife aldığını iddia etmektedir.51 Benzer bir durum, İade Fermanı’nın İsveç’in Otuz Yıl Savaşı’na müdahalesini kışkırtacağını göremeyen 2. Ferdinand’ın durumudur. Mann’ın deyişiyle, “Gustav Adolf muhtemelen hiçbir zaman İade Fermanı olmadan Almanya işgalini başlatmazdı.”52 Dış müdahale riski görülmüş olsa dahi, bunun savaşın seyri üzerindeki etkisini potansiyel düşmanların yeteneklerini hafife almak yoluyla en aza indirme eğilimi bulunmaktadır ki, bu da yine aşırı askerî güvene ve artan savaş olasılığına yol açmaktadır. Her iki Dünya Savaşı’nda da Almanya, Amerikan müdahalesinin etki ve gerçekleşme olasılığını hafife almıştır. Örneğin Shirer, Hitler’in “ABD’nin potansiyel gücünü feci derecede hafife alma” şeklindeki artan eğilimine dikkat çekmiştir.53 Her ne kadar yeteneklere ilişkin hesaplamalar, müdahalenin gerçekleşme olasılığına ilişkin hesaplamalardan analitik olarak ayrı olsa da, yeteneklerin hafife alınmasının müdahalenin gerçekleşme olasılığına ilişkin hesaplamaları azaltma eğilimi bulunmaktadır ki bu da sonuç olarak ortaya çıkan aşırı askerî güveni artırmaktadır. General MacArthur’un, Çinlilerin gücünü küçümsemesi, Çin’in Kore Savaşı’nda tarafsız kalacağından emin olmasına yol açmıştır. Yanlış bir askerî güven duygusuna ve yanlış hesaplama sonucu çıkan savaşa katkı eden bir diğer unsur da, potansiyel dostların yaklaşan bir savaşta yardım sağlama olasılığını abartma eğilimidir. Bu tür yanlış algılamalar, potansiyel bir müttefikin durumu nasıl tanımladığının ve yaptığı maliyet-fayda hesabının anlaşılamaması ile daha da körüklenir. Bir devletin, müttefikinin tehdidi kendisi gibi algılama ve müdahalenin maliyet ve risklerini daha düşük hesapladığına inanma eğilimi vardır. Maria Theresa’nın (1740’taki Silezya işgali sonrasında) 51 52 53 Kagan (dipnot 2), 352-53. Golo Mann, Wallenstein, çev: C. Kessler (Londra: Andre Deutsch, 1976), 532-33. Shirer (dipnot 23), 1170. 158 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Prusya’ya karşı savaşı, kısmen Fransa, İngiltere ve Rusya’nın yardıma geleceği yanlış varsayımına dayanmaktadır.54 Ekonomik ve diplomatik desteğin olasılığı ve etkisi de yanlış algılanabilir. Örneğin, hem Korint hem de Sparta yanılarak Peleponezyalı müttefiklerinden ve Sicilya’dan ekonomik yardım beklemişlerdir.55 ABD’nin diplomatik ve ekonomik olarak karşı çıkacağını öngörmüş olsalardı, İsrail ile İngiliz ve Fransız müttefiklerinin de 1956’da Mısır’ın işgaline girişmeyecekleri söylenebilir. (Bu durum ilginçtir, zira İsrailliler Genelkurmay Başkanlığı’nın desteğini doğru algılamış, ancak Eisenhower’ın da buna onay vereceği konusunda yanılmışlardır). Destek beklentisi kesin bile olsa, savaşta bu desteğin etkilerine ilişkin hesaplama yanlış olabilir ki, bu da yine yanlış bir iyimserlik duygusuna neden olur. Bu tür bir iyimserliğin politika üzerinde belirgin bir etkisi olup olmadığı zor, ancak eldeki deliller sayesinde pek çok durumda cevaplanabilecek bir sorudur. Yedi Yıl Savaşı’nın son iki yılında İspanyol ordu ve donanmasının yenilgisinden sonra Fransız Savaş Bakanı Choiseul, “Şu an bildiğimi biliyor olsaydım, zayıflığıyla sadece Fransa’ya zarar verecek ve onu yok edecek bir gücün savaşa girmesine yol açmamaya çok dikkat ederdim” demiştir.56 Bu örnek, yeni bir savaşın başlatılmasından ziyade, devam etmekte olan bir savaşın yayılmasına işaret etmekteyse de, atıfta bulunduğum bir delil türü oluşturmaktadır. İstikrar bozucu olabilecek bu yanlış algılama biçimlerine ilişkin farklılıklar bulunmaktadır, ancak daha az sıklıkta gerçekleşen ve daha az genel etkiye sahip olan diğer nedensel bağlantılar yoluyla işlemektedirler. Ancak bu çalışmadaki vurgu en doğrudan ve savaşla en yaygın bağlantılara sahip olan yanlış algılama biçimleri üzerindedir. KAVRAMSAL VE YÖNTEMBİLİMSEL SORUNLAR Yanlış algılamaların var olduğunu ve savaş üzerinde bir etki yaratabileceğini belirlemekle ilgili kavramsal ve yöntembilimsel sorunlar ampirik araştırma yapma becerimizi derinden etkilemiş olsa da literatürde yeterince ilgi doğurmamışlardır. Her ne kadar burada tam bir analiz yapılamayacak olsa da bazı önemli noktaları geliştirmekte fayda vardır. Yeteneklerine İlişkin Yanlış Algılamalar 54 55 56 David Jayne Hill, A History of Diplomacy in the International Development of Europe, 3. cilt (Londra: Longman's Green, 1914), c. III, s. 458. Donald Kagan, The Archidamian War (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1974), 22-23. Aktaran Dorn (dipnot 45), 375. Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 159 Yeteneklere ilişkin yanlış algılamanın analizine dâhil olan yöntembilimsel sorunlar genelde yönetilebilir niteliktedir. Bu yanlış algılamaların pek çoğu büyüklükleri nedeniyle kolaylıkla saptanabilirler. Buna ilave olarak, savaşın kendisi de yeteneğe ilişkin tahminlerin kesinliğinin (daha sonra dikkat çekilecek niteliklerle birlikte) belirlenebileceği nesnel bir standart olarak işlev görmektedir. Ayrıca bir karar vericinin kaybetmeyi beklediği bir savaşı başlatması nadiren rasyonel olacağından, aşırı askerî güven, aksini işaret eden yeterli delil olmadığı takdirde genellikle savaşı kaybeden savaş çıkarıcıya atfedilebilir.57 Eğer zafere ilişkin minimum beklentilerin ötesine geçerek kısa, zaferle sonuçlanacak ve minimum maliyetli bir savaşa ilişkin beklentilere gidersek, bazı potansiyel sorunlar çıkmakta, algılamalar daha çok bir derece meselesi hâline gelmekte ve karşılaştırma için minimum bir standart bulunmamaktadır. Potansiyel sorunlardan bir tanesine, karar vericilerin iç siyasal ve bürokratik amaçlar uğruna yetenek tahminlerini çarpıtmaları da dâhildir. Bu tür çarpıtmalar özellikle düşmanın yeteneklerine ilişkin abartmaların, ilave silahlanma için iç destek sağlamak amacıyla kullanıldığı tırmanma sürecinin erken safhalarında yaygındır. Askerî morali ve halk desteğini artırmak için savaşın arifesinde düşmanın yeteneklerinin kasıtlı olarak hafife alınması daha olasıdır. Bu nedenle halka verilen demeçlerin yorumlanmasında dikkatli olmak gerekir. Elbette farklı karar vericiler arasındaki nispi yetenek tahminlerindeki farklılıkları görmek önemlidir. Ayrıca tırmanma süreci dâhilinde belli yanlış algılamaların meydana geldiği noktayı da belirlemek gereklidir. Kriz tırmandıkça uzun dönemli güven eksikliğinin kendine aşırı güvene dönüşme eğilimi bulunur ki, bu da sonuç olarak savaş çıkması kesinleştiğinde belirsizlik ve korkuya dönüşebilir. Aşırı askerî güven ve güven eksikliği farklı kuramsal bağlantılar yoluyla savaş kararlarını etkiler ve bu nedenle deliller uygun olarak yorumlanmalıdır. Savaşı çıkaran tarafın savaşı kazandığı veya savaşı çıkaranın belirgin olmadığı bir durumda nedensel etkiyi aşırı askerî güvene bağlamak daha zordur. Bir savaşın daha uzun sürmesi veya beklenenden fazla maliyet içermesi aşırı askerî güvenin katkı yapan bir unsur olduğunu kanıtlamaz. Daha çok, savaşın gerçek maliyetlerinin beklenen kazançlardan daha büyük olduğunu kuramsal olarak gösterme gereği bulunur. Her ne kadar bu maliyet-fayda hesabının detaylarına ilişkin deliller genelde mevcut değilse de, pek çok savaşta iyimserlik o derece abartılmıştır ki, nedensel çıkarımlar makuldür, fakat bu iyimserliğin kısmen iç tüketim için ifade ediliyor olma olasılığına dikkat etmek gerekir. Aranması gereken, karar vericilerde, “eğer şu anda bildiğimi o zaman bilseydim, 57 1816’dan bu yana devletlerarası savaşlar ile ilgili bir çalışmaya göre, savaşı çıkaranın yenilmesi tüm vakaların yüzde 30-35’ini oluşturmaktadır. J. David Singer and Melvin Small, The Wages of War, 1816-1965 (New York: Wiley, 1972), 367. 160 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler yapmış olduğumu yapmazdım” şeklinde bir etkinin bulunduğuna ilişkin delillerdir. Düşmanın yeteneklerinin abartılmasının nedensel bir etkiye sahip olduğuna ilişkin çıkarımları teyit etmek ise daha da zordur, zira hipotezleştirilen etkileri savaş kararından çok daha ayrı bir noktada gerçekleşir. Bu sorun, niyetlere ilişkin yanlış algılamalarda da ortaya çıkmaktadır ve o bağlamda ayrıca incelenecektir. Savaşın sonucunun nispi yetenek tahminlerinin kesinliğini belirleyecek bir standart olarak kullanılması genelde makuldür, ancak zor bir analitik sorun barındırır. Clausewitz’e göre, “Savaş belirsizlik alanıdır”, “Savaşta her şey belirsizdir” ve “olasılık kanununun… yol gösterici olması gerekir.”58 Eğer savaşın sonucu, anlaşılabilir bilgi veya devlet adamlarının kontrolü ötesindeki “şans” faktörleriyle belirleniyorsa, başarısızlığa mahkûm bir savaş kararını yanlış algılamalara veya başarılı bir savaşı askerî dengenin zekice hesaplanmasına atfetmek analitik olarak faydalı mıdır? Yenilgileri esas olarak olumsuz rüzgâr ve fırtınalara bağlı iken, İspanyolların 1588’de Armada’yı denize indirmekle askerî dengeyi yanlış algıladıklarını söylemek anlamlı mıdır? Hastings’deki zaferi esasen Harold’un kuvvetlerinin henüz birkaç hafta önceki beklenmedik ve öngörülemeyen Norveç işgali sayesinde kesinleşmişken, William the Conqueror’un İngiltere’yi işgalinin arifesindeki askerî dengeyi doğru olarak algıladığını söylemek anlamlı mıdır? Üçüncü devletlerin niyetlerine ilişkin diplomatik hesaplamalar da konuyla ilgilidir. Prusya Yedi Yıl Savaşı’ndan ancak Rus İmparatoriçesi Elizabeth’in ölümüyle ve Büyük Frederick’e hayranlığı nedeniyle Prusya karşıtı koalisyondan çekilen III. Peter’in tahta çıkmasıyla kurtulmuştur. Savaşın öngörülemezliği görüşüne istinaden hangi noktada yanlış algılama ve kötü şans arasındaki analitik ayrımı yapmaktayız? Bu sorun sadece az sayıda vakada kritik olabilirse de bazı genel esaslara gerek vardır. Nispi yeteneklere ve savaştan beklenen sonuca ilişkin algılamalar öznel olasılık hesaplamaları olarak kavramsallaştırılmalıdır. Yanlış hesaplamalar mutlaka yanlış algılamalara işaret etmezler. Ana kıstas, olasılık hesaplamalarının eldeki mevcut bilgi (veya makul maliyet ile potansiyel olarak mevcut olacak bilgi) doğrultusunda makul olup olmadıkları ve karar vericilerin ölçülemezlerin doğasını en azından tanıyarak bunları olasılık hesaplamalarına katmaya çalışıp çalışmadıklarıdır. Askerî dengeye ilişkin hesaplama yanlışsa ve (I) karar vericilerin belirsizlikleri ve hesaplanmış riskleri değerlendirmek için herhangi bir çaba sarf etmeyip bunlara hassasiyet göstermediğine veya (2) rasyonel olmayan psikolojik, kurumsal veya kültürel faktörlerin yetenek hesaplamalarını belirgin ölçüde bozduğuna veya (3) yetenek tahminlerinin ve savaştan beklenen 58 Clausewitz (dipnot 21), 140, 184, 162. Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 161 sonuçların fena halde belirsiz olduğu ve şans faktörlerinin işlemesinin de belirgin bir rol oynamış görünmediğine ilişkin deliller varsa, bir yanlış algılamanın meydana geldiği söylenebilir. İşin içindeki belirsizliklerin makul ölçüde tanınmasına dayalı hesaplanmış riskler, çeşitli ikincil nedenlerden ötürü ters giderlerse yanlış algılama olarak sınıflandırılmamalıdırlar. Niyetlere İlişkin Yanlış Algılamalar Devlet adamları her zaman niyetlerin değerlendirmesinin yeteneklere göre daha zor olduğunu bilmektedirler. Ancak inceleyen kişinin niyetlere ilişkin algılamaların kesinliğini belirleyemediği durumda yanlış algılama kavramı ampirik araştırma için faydalı olamaz. Niyetlere ilişkin bazı algılamaların kesinliği veya kesin olmaması oldukça kolay belirlenir. Düşmanın husumet veya kararlılığının hafife alınmasının kesin olmaması, önleyici saldırıları veya diğer güçlü zorlayıcı hamleleri (her ne kadar blöf olabilirse de) ile teyit edilir görünmektedir. İncelenmesi daha zor olan ise, husumet veya kararlılığın abartılması durumudur, zira bu hipotezi veya yanlış algılamaları görünürde bile geçersiz kılan belli hareketler yoktur. Bu da caydırmanın klasik sorunudur. Her ne kadar belli hareketler caydırmanın başarısız olduğunu ispatlamak için yeterliyse de caydırmanın başarılı olup olmadığını sadece hareketler ile belirlemek mümkün değildir. Saldırgan olduğu düşünülen düşman aslında bizim kendi sinyal veya hareketlerimiz sayesinde mi saldırmamıştır? Veya düşmanın en baştan saldırma niyeti bulunmamakta mıdır? Bu iki alternatif arasında ayrım yapmaya yarayan deliller ilke olarak karar vericilerin algılamalarını aydınlatan verilere ihtiyaç duymaktadır.59 Bu tartışma, belki daha soyut ve zor, ancak aşılamaz olmayan diğer sorunlara yol açmaktadır. Niyetlerin nesnel olarak belirlenebileceği iddiası, ilke olarak 59 Bu iki durumda da potansiyel sorun, kendini doğrulayan veya inkâr eden kehanet tehlikesidir. A’nın B’nin husumet sahibi olmamasına ilişkin algılamaları doğru olabilir, ancak A’nın yeteneklerini arttırmakta başarısız olmasına yol açarak, B’nin karşı koyamayacağı bir beklenmedik savaş fırsatı sağlayabilir ya da A’nın savaşa uzanan bir beklenmedik çatışma döngüsü yaratmaya neden olacak baskıcı hareketlere girişmesine neden olabilir. Alternatif olarak A’nın B’nin barışçıl niyetlerine ilişkin doğru olmayan algılamaları B’nin baştaki husumetini hafifleten bir pasif tutuma yol açabilir. Düşmanın husumetinin hafife alınması, aşağıya doğru bir etki-tepki döngüsü yoluyla başta husumet sahibi olan düşmanı pasif hale getiren uzlaşmacı jestleri tetikleyebilir. Daha yaygın olan durum ise, düşmanın husumetinin abartılmasının saldırgan olmayan düşmanı çatışma döngüsüne doğru kışkırtan bir silahlanma ile sonuçlanabilmesidir. Tüm bunlar elbette sadece daha önce tartışılan yanlış algılamaların “sonuçları”dır. Sorun ise aynı olayların ya yanlış algılamaların sonuçları ya da (doğru algılamalara karşı olarak) bu yanlış algılamaların varlığını teyit eden işaretler olarak görülebilmesidir. Eğer inceleyen kişi dikkatli biçimde “yanlış algılama” ve bunun kesinliğini belirlemek etrafında geçici sınırlar çizerek bu ayrımı yapamazsa nedensel çıkarımlar da mümkün olamaz. 162 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler hareketlerin kasıtlı olması ve aktörün de gelecek olasılıkları yelpazesinde belli şekillerde davranmayı planlamasını gerektirir.60 Kasıtlı davranışla ilgili çeşitli zorluktaki analitik sorunlardan birisi de karar vericinin bireysel olarak dahi kendi niyetlerinden emin olamayacağı gerçeğinde yatmaktadır. Kişi kararsız olabilir ve çeşitli nedenlerle nihai bir kararı erteleyebilir. Bu koşullar mutlaka düşmanın niyetlerine ilişkin bir kesin algılamayı engellemez. Doğru algılama, sözü edilen niyetlerin “yumuşak” ve henüz oluşturulmamış olduğunu görmek olacak iken, yanlış algılama belli hareket ve demeçlerin ardında iyi tanımlanmış bir niyet bulunduğu varsayımı olacaktır. Yanlış algılama belli tür bir davranışın geleceğine ilişkin yanlış bir öngörü yaratacak iken, doğru algılama belirsizliğin var olduğunu kabul ediyor olacaktır. Bireylerdeki kasıtlı davranış sorunu kolektif karar verici yapılarda artmaktadır. Arrow, bazı oldukça kısıtlayıcı varsayımlar olmadan kasıtlı davranışın kolektif kararlara uygulanamayacağını göstermiştir.61 Belli bir konuda hâkim bir karar vericinin veya oybirliğinin bulunmaması durumunda62 kesin bir algılama, düşmanın hareketlerinin mutlaka kasıtlı olmayabileceğinin ve gelecekte mutlaka belli davranış biçimlerinin beklenmesi gerektiğine işaret etmeyebileceğinin kabul edilmesinden ibaret olacaktır. Kasıt ilave etme veya aslında yokken iyi tasarlanmış bir plan olduğunu varsayma veya düşmanın karar verme sürecinin aslında olduğundan daha merkezî olduğuna inanma da bir yanlış algılama olacaktır. Bu durumların herhangi birinde sonuç, gelecekteki davranışa ilişkin yanlış beklentilerdir. Bu tür yanlış algılama türleri üzerine yapılan hipotezler de ilke olarak yanlaşılabilirler. Niyetlere ilişkin yanlış algılamalar saptandıktan sonra, sorun bunların savaş kararı üzerindeki fiili nedensel etkisinin değerlendirilmesidir. Bu da genellikle niyetlere ilişkin yanlış algılamalarda, yeteneklere ilişkin yanlış algılamalarda olduğundan daha zordur. Öncelikle karar vericilerin kaybetmeyi bekledikleri bir savaşı başlatmayacakları varsayımı ile kıyaslanabilir bir şekilde rasyonel davranışı yargılamaya yarayan minimum bir standart bulunmamaktadır. İkincisi, niyetlerin etkisi genelde fiili savaş kararından daha da ayrılmış olan noktalarda gerçekleşir ve böylece etkilerini kurmak da daha zor ve müdahil değişkenler tarafından daha karıştırılmış hâle gelir.63 Bu bağlantıları içeren hipotezler bir tür nedensel etkiyi 60 61 62 63 Robert Jervis, “Hypotheses on Misperception,” World Politics 20 (Nisan 1968), 454-79. Kenneth Arrow, Social Choice and Individual Values (New York: Wiley, 1951). Arrow’un çelişkisine pratik çözümlerin bir tartışması ve hâkim bir karar verici varsayımına ilişkin iddia için bkz. Bueno de Mesquita (dipnot 1), 11-18. Bir istisna, düşmanın husumetinin abartılması ile ortaya çıkan önleyici saldırı durumlarıdır. Eğer bu algılamalar gerçekten de yanlışlarsa, o zaman yanlış algılamaların savaş nedeni olduğu sonucuna varmak mümkündür. Ancak yanlış algılama ve önleyici saldırının her ikisi de krizi üreten ve altta yatan güçlerin ürünleri olabilirler ki, bu durumda yanlış algılama ve savaş arasında bir nedensel ilişki bulunduğuna ilişkin çıkarım da yapay olacaktır. Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 163 göstermek için gerekli delil türü itibariyle oldukça zorludurlar ve sık sık hâlihazırda mevcut olmayan algılama ve niyetlere ilişkin verilere gerek duyarlar. Bir tür nedensel etki saptanabilirse dahi savaşa yol açan süreçlerdeki diğer unsurlara kıyasla yanlış algılamaların önemini değerlendirme sorunu ortadadır. Yetenekleri içeren bağlantıların pek çoğunda olduğu gibi niyetlere ilişkin yanlış algılamalara da nispi ağırlıklar vermenin herhangi bir temeli bulunmamaktadır. Sorun yöntembilimsel olduğu kadar kavramsaldır. Yanlış algılamalar savaşla sonuçlanan bir süreci başlatabilir, hâlihazırda oluşmakta olan bir çatışma döngüsünü şiddetlendirebilir veya savaşın en hızlı tetikçisi olan bir zafer hayalciliği sağlayabilirler. Bu farklı yanlış algılama biçimleri, tırmanma sürecinin farklı noktalarında gerçekleşebilir ve karmaşık ve az anlaşılan biçimlerde diğer çeşitli değişkenlerle etkileşime geçebilirler. Savaşın nedenlerine ilişkin daha bütünsel bir kuramın yokluğunda yanlış algılamaların diğer değişkenlere kıyasla daha çok veya daha az önemli olduğunu söylemenin ne demek olduğunu ifade edecek kavramsal aygıttan yoksun bulunuyoruz.64 Bu kuramsal sınırlama, yanlış algılamaların sadece savaşın zamanlamasını etkilediği, ancak fiili olarak gerçekleşmesinin temeldeki değişkenler tarafından belirlendiği şeklindeki alternatif hipoteze karşı, yanlış algılamaların savaşın gerçek nedenleri olduğu hipotezini test etmeyi oldukça zor hâle getirmektedir. SONUÇLAR Bu çalışmada yanlış algılamaların çeşitli biçimleriyle belli koşullar altında savaşa yol açabilecekleri kuramsal bağlantıları saptadım. Her ne kadar savaşa yol açan yanlış algılamaların sistematik bir ampirik analizini henüz yapmamış olsam da, diğerlerine göre daha önemli olan belli yanlış algılama biçimlerini saptamak yukarıdaki kavramsallaştırma temelinde mümkündür. Bunlardan birisi, düşmanın yeteneklerinin hafife alınmasından ve de ilave düşmanların müdahale olasılığının hafife alınması ile savaşın sonucuna potansiyel etkilerinden kaynaklanan aşırı askerî güvendir. Belli koşullarda bu aşırı askerî güven, onsuz savaş çıkmasının mümkün olmadığı bir gerekli koşul olabilir, zira aksine yönelik açık bir delil olmadığından devletlerin kaybetmeyi bekledikleri bir savaşı başlatmayacakları varsayılabilir. Diğer bir önemli yanlış algılama biçimi ise, düşmanın niyetlerindeki husumetin abartılmasıdır ki, belli durumlarda önleyici saldırıya yol açabilir. Bu genel yanlış algılama türleri önemlidir çünkü; (1) etkileri savaş kararlarından hemen önce hissedilir; (2) bu etki doğrudan hissedilir ve diğer değişkenlerin etkisiyle geniş ölçüde karışmış değildir; (3) bu yanlış algılamaların yokluğunda genellikle savaşın vuku 64 Bir istisna, belli koşullar altında aşırı askerî güven veya belki de düşmanın husumetinin abartılmasının savaş için gerekli koşullar olabileceğini öne süren hipotezler olabilir. 164 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler bulmayacağı çıkarımı yapılabilir ve ;(4) bu tür yanlış algılama biçimlerinin uygulanabilir göründüğü çeşitli tarihsel durumlar bulunmaktadır. Savaşla daha karmaşık kuramsal bağlantılara sahip diğer yanlış algılama biçimleri de önemli olabilir, ancak kavramsal olarak incelenmeleri ve ampirik olarak doğrulanmaları daha zordur. Etkileri, savaşa yol açan süreçler üzerinde daha uzak noktalarda gerçekleşir ve öncül ve müdahil değişkenlerin etkisi ile çetrefilli biçimde iç içe geçmiştir. Ancak bu yanlış algılamalar, diğer değişkenlerin ve savaşa yol açan dinamik süreçlerin etkisi onların yokluğunda anlaşılamayacak kadar da önemlidir. Birtakım tarihsel vaka çalışmaları ile kriz esnasında karar verme üzerine artan sayıda çalışma, belli savaşların çıkmasında yanlış algılamaların önemine dikkat çekmektedir.65 Bu konuda daha sonra yapılacak araştırmaların görevi, belirgin etkilerle tekrarlanan şekilde vuku bulan belli tür yanlış algılamaları saptamak için yanlış algılamalara ilişkin daha sistematik, belli sayıda durumu ele alan çalışmalar yapılmasıdır. Açık olmak gerekirse, yanlış algılamaların genel bir çatışma kuramına dâhil edilmesi daha çok karmaşıklık ve ilave yöntembilim sorunları getirse de savaşın nedenlerini kuramsal olarak anlayabilmemize ciddi anlamda katkı yapabilir. Tanımlama, açıklama ve öngörme gücündeki bu artışların kuramsal zarafetten ve matematiksel veya yöntembilimsel dikkatten vazgeçmeyi haklı çıkaracak ölçüde yeterli olup olmadığı, ancak kuramsal olarak sofistike bir araştırma planına dayanan daha fazla ampirik analiz ile belirlenebilir. KAYNAKLAR Alexander George, Presidential Decisionmaking in Foreign Policy (Boulder, Colo.: Westview, i980. Arthur A. Stein,”When Misperception Matters,” World Politics 34 (July 1982. Avi Shlaim,”Failures in National Intelligence Estimates: The Case of the Yom Kippur War,” World Politics 28 (April I976. Barton Whaley, Codeword Barbarossa (Cambridge: MIT Press, I973. Bruce Bueno de Mesquita, The War Trap (New Haven: Yale University Press, 1981). 65 Yanlış algılamanın genelde savaşın önemli bir nedeni olduğuna ilişkin bu geçici sonucun mutlaka Stein’in (dipnot 8) “yanlış algılama sadece dar biçimde çizilen durumlar yelpazesinde çatışma yarattığı” şeklindeki iddiasıyla tutarsız olması gerekmez. Yanlış algılamanın çatışmaya katkıda bulunduğu ampirik durumların sayısının az olduğu doğru bile olsa, Stein çalışmasında bu çıkarımı yapamamıştır. Sadece yanlış algılamanın önem kazandığı kuramsal tanımlanmış koşullarla ilgilenmekte ve bu durumların ne sıklıkla olduğuna ilişkin ampirik soruyla ilgilenmemektedir. Yanlış algılamanın sadece dar bir kuramsal koşullar yelpazesi altında savaşa yol açması oldukça muhtemeldir, ancak bu tür koşullar oldukça sık gerçekleşmektedir. Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 165 Charles F. Hermann, ed., International Crises (New York: Free Press, I972. Donald Kagan, The Outbreak of the Peloponnesian War (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1969. Fred C. Ike, Every War Must End (New York: Columbia University Press, I971. Geoffrey Blainey, The Causes of War (New York: Free Press, I973. Graham T. Allison, Essence of Decision (Boston: Little, Brown, I971). Hans J. Mor- genthau, Politics Among Nations, 4th ed. New York: Knopf, 1967. Harold and Margaret Sprout, The Ecological Perspective on Human Affairs (Princeton: Princeton University Press, I965. Henry A. Kissinger, Nuclear Weapons and Foreign Policy (New York: Harper & Row, I957. Irving L. Janis and Leon Mann, Decision Making (New York: Free Press, I977. Irving L. Janis, Groupthink (Boston: Houghton Mifflin, I972. John D. Stein- bruner, The Cybernetic Theory of Decision (Princeton: Princeton University Press, I974. John G. Stoessinger, Why Nations Go to War, 2d. ed. (New York: St. Martin's Press, I974. Klaus Knorr,”Threat Perception,” in Knorr, ed., Historical Dimensions of National Security Problems (Lawrence: University Press of Kansas, I976. Michael A. Handel,”The Yom Kippur War and the Inevitability of Surprise,” International Studies Quarterly 2i (September I977. Michael Brecher, Decisions in Crisis (Berkeley: University of California Press, I980. Ole R. Holsti,”The Belief System and National Images: A Case Study,” Journal of Conflict Resolution 6 (No. 3, 1962. Ole R. Holsti, Crisis, Escalation, War (Montreal: McGill-Queens University Press, 1972. Richard K. Betts,”Analysis, War, and Decision; Why Intelligence Failures Are Inevitable,” World Politics 3I (October I978. Richard Ned Lebow, Between Peace and War (Baltimore: The Johns Hopkins University Press, 1981. Richard Smoke, War: Controlling Escalation (Cambridge: Harvard University Press, I977. Robert H. White, Nobody Wanted War (Garden City, N.Y.: Doubleday/Anchor, 1968. Robert Jervis, Perception and Misperception in International Politics (Princeton: Princeton University Press, I976. Roberta Wohlstetter, Pearl Harbor: Warning and Decision (Stanford, Calif.: Stanford University Press, 1962. 166 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Sun Tsu, The Art of War, trans. by S. B. Griffith (New York: Oxford University Press, I963. Thucydides, The Peloponnesian War (Baltimore: Penguin Books, I954. Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri 167 172 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler YENİ GERÇEKCİLİK KURAMINA GÖRE SAVAŞIN KÖKENİ KENNETH N. WALTZ Çeviren: Ezgi Yağ* Tıpkı çoğu tarihçi gibi, uluslararası siyaset alanında çalışma yapanların birçoğu da bizi ilgilendiren uluslararası olayları anlamamıza ve açıklamamıza yardımcı olacak bir kuram geliştirme olasılığına şüphe ile yaklaşmışlardır. Bu nedenle, geleneksel gerçekçilerin öncülerinden Morgenthau, Blaise Pascal'ın şu sözünü tekrarlardı: "Cleopatra'nın burnu biraz daha küçük olsaydı dünya tarihi de farklı olurdu" ve şu soruyu yöneltirdi: "Böyle bir olgu nasıl sistematik hale getirilebilir ki?"1 Kendisinin siyasette tesadüfi ve beklenmedik olaylara verdiği önem, kuram alanındaki hırsını köreltmiştir. Yeni gerçekçilerin buna verdiği cevap ise, çeşitli zorluklarla karşılaşsak da engellerin arasında en zorlu görünenin kuram hakkındaki yanılgılar olduğudur. Kuramın tesadüfi olayları izah edemeyeceği ve beklenmedik gelişmeleri açıklayamayacağı açıktır; kuram, düzeni ve tekrarı ele alır, oluşumunun en önemli koşulu ise bunların belirlenebilmesidir.Gerçekçilerin başarısızlıklarından bir başkası ise uluslararası ilişkileri, üzerine kuram geliştirilebilecek saygın bir alan olarak görememeleridir. Örneğin, Morgenthau, "siyasetin özerk olması" talebinde bulunmuş, ancak bu kavramı uluslararası siyasete uygulayamamıştır. Kuram, bir alanın işleyişi ve bu bütünün parçaları arasındaki bağlantıların bir tasviridir. Kuram, bazı faktörlerin diğerlerinden daha önemli olduğunu gösterir ve aralarındaki ilişkiyi gözler önüne serer. Aslına bakılırsa her şey arasında bir bağlantı vardır, bir alan bir diğerinden ayrı düşünülemez. Fakat kuram, bir sahayı diğerlerinden ayırarak entelektüel açıdan ele alır. Yeni gerçekçiler ise, uluslararası siyasetin özerkliğini, uluslararası siyaset sistemlerinin yapısını * 1 Ezgi Yağ Hacettepe Üniversitesi doktora programından mezun olmuştur. Hans J. Morgenthau, "International Relations: Quantitative and Qualitative Approaches," Norman D. Palmer (ed.) içinde, A Design for International Relations Research: Scope, Theory, Methods, and Relevance (Philadelphia, 1970), 78. 174 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler tanımlayarak ilan etmekte ve böylece bu alan üzerine bir kuram geliştirilmesini mümkün kılmaktadır.2 Yeni gerçekçilik, uluslararası ilişkiler kuramını geliştirirken ana realpolitik ilkelerini muhafaza eder, fakat hem araç ve amaçlar hem de neden ve sonuçlar farklı şekilde incelenir. Örneğin Morgenthau, "rasyonel" devlet adamını durmadan daha fazla güç elde etmeye çalışan bir kişi olarak ele almaktaydı. O, gücü başlı başına bir amaç olarak görmekteydi. Ülkelerin zaman zaman güç dışında kaygılar nedeniyle harekete geçtiklerini de kabullense bile, Morgenthau bu durumda eylemlerinin "siyasi bir doğaya" sahip olmadığını iddia 3 etmekteydi. Buna karşılık yeni gerçekçilik, gücü, kullanışlı olabilecek, çok azı ya da fazlası devletler için tehlike teşkil eden bir araç olarak görmektedir. Aşırı derecede zayıflık, daha büyük bir kuvvetin savuşturacağı saldırılara davetiye çıkarır. Aşırı kuvvet ise, diğer devletlerin daha çok silahlanmasına ve baskın devlete karşı güçlerini birleştirmesine neden olabilir. Güç, yararlı olma potansiyeline sahip bir araç olduğu için makul devlet adamları sahip oldukları gücün uygun bir miktarda olmasına dikkat ederler. Ancak kritik durumlarda devletlerin en büyük kaygısı güç değil, güvenliktir. Bu çok önemli bir farktır. Daha da büyük bir fark ise nedensel ilişkilerdeki değişimlerde görülmektedir. Herhangi bir alana ait sınırsız kaynaklar, sayılamayacak kadar çok yöntemle organize edilebilir. Gerçekçiliğin bakış açısına göre nedenler tek bir yöne, yani birey ve devletlerin etkileşiminden yola çıkıp bu eylem ve etkileşimlerden üreyen sonuçlara doğru hareket eder. Morgenthau, kıt mallar için rekabet olduğunda ve arabuluculuk yapılacak biri bulunmadığında rakipler arasında bir güç çekişmesi yaşanacağını ve böylece insanlığın içindeki kötülüğe değinmeden güç çekişmelerinin açıklanabileceğini kabul etmiştir. Güç çekişmeleri, insanlar bir şeyler istediği için meydana gelmektedir, arzularının şeytani yönü yüzünden değil. Morgenthau insanın kıt mallara duyduğu isteği çatışmanın iki kaynağından biri olarak nitelendirmiştir, fakat konuyu tartışırken bile "çatışma ve ona eşlik eden kötülüğün diğer kaynağı” olan “animus dominandi, güç arzusuna” eğilmekteydi. İnsanın güç arayışının, güç çekişmelerini meydana getiren tesadüfi koşullardan daha doğal olduğunu düşündüğünü sık sık dile getirmekteydi. Bu tavrı şu sözlerinde de görülmektedir: "Gücün büyük önem taşıdığı bir dünyada, mantıklı bir politika izleyen hiçbir devletin güç arayışı ile 2 3 Morgenthau, Politics Among Nations (New York, 1973; 5. baskı), II. Ludwig Holtzman (çev. Rudolf Weingartner), "Theories as Representations," Arthur Danto ve Sidney Morgenbesser’den alıntı (editörler), Philosophy of Science (Cleveland, 1.960), 245-252. Yeni gerçekçiliğe bazen yapısal gerçekçilik de denmektedir. Bu iki terimi aynı anlama gelecek şekilde kullanıyor ve makale boyunca kendi yeni gerçekçilik kuramı formülüme dayanıyorum. Bkz. Waltz, Theory of International Politics (Reading, Mass., 1979); Robert Keohane (ed.), Neorealism and its Critics (New York, 1986). Morgenthau, Politics among Nations, 27. Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni 175 güçten vazgeçme arasında bir seçim hakkı yoktur; olsaydı bile bireyin güç arzusu daha az görkemli ama ahlaki kusurları daha az baskın olmayacak şekilde yine karşımıza çıkardı."4 Uluslararası siyaset alanında çalışma yapanlar bir sonuç hakkında çıkarımlarda bulunurken genellikle aktörlerin dikkat çekici özelliklerinden yola çıkarlar. Tıpkı liberaller gibi, Marksistler de çıkan savaşlar ya da sürmekte olan barış ile devletlerin nitelikleri arasında bir bağlantı görmüşlerdir. Hükümetin yapısı, ekonomik sistem, sosyal kurumlar, siyasi ideoloji–bunlar savaş nedeni olarak gösterilenlerin yalnızca birkaçıdır. Buna rağmen, savaş nedenleri devletlerin özelliklerine göre değişse bile, son derece farklı ekonomik kurumları, örf ve adetleri, politik ideolojileri benimsemiş devletlerin de savaşa gittiklerini biliyoruz. Bundan daha da çarpıcı olan bir gerçek ise, kabileler, önemsiz beylikler, imparatorluklar, uluslar, hatta çeteler gibi pek çok farklı topluluğun savaşa girmiş olmasıdır. Eğer belirli bir neden, belirli bir savaşa yol açmış ise sorulması gereken soru, gerekçeler değişse de neden tekrar tekrar savaş çıktığıdır. Devletlerin niteliklerindeki farklılıklar ile eylemlerinin ürettiği sonuçlar ya da etkileşim şekillerindeki değişimler arasında doğrudan bir bağlantı yoktur. Örneğin birçok tarihçi, Birinci Dünya Savaşı’nın iki zıt ve birbirinin neredeyse dengi olan koalisyonun etkileşiminden doğduğunu iddia etmiştir. Aynı zamanda, İkinci Dünya Savaşı’nın bazı devletlerin mevcut ittifaka karşı güçlerini birleştirerek güç dengesinin yeniden sağlamaktaki başarısızlığından kaynaklandığını iddia edenler de olmuştur. Yeni gerçekçilik, uluslararası siyasetin, geleneksel gerçekçiliğin birim düzeyindeki açıklamalarında yapının etkisinin de göz önünde bulundurulması koşuluyla anlaşılabileceğini ileri sürmektedir. Yeni gerçekçilik, yapının eylemler ve sonuçlar üzerindeki etkisini vurgulayarak, savaşa girmek için herhangi bir neden bulunmadığında insan doğasından gelen güç arzusunun yeterli olacağı varsayımını reddetmektedir. Etkileşim içerisindeki birimler ile uluslararası düzeydeki sonuçlar arasındaki rastlantısal ilişkiyi yeniden ele almaktadır. Uluslararası siyaset mantığına göre, uluslararası düzeydeki sonuçların bazı nedenlerinin birim düzeyindeki etkileşimlerden kaynaklandığına inanmak gerekmektedir; ayrıca, varsayılan nedenlerin gösterdikleri farklılıklar, incelenen sonuçlardaki farklılıklar ile örtüşmediği için yapısal düzeyde başka nedenler bulunduğunu farz etmek gerekmektedir. Birim düzeyindeki nedenler yapı düzeyindeki nedenler ile etkileşim halindedir ve bu nedenle sadece birim düzeyinden yola çıkarak yapılan yorumlar yanıltıcı olacaktır. Eğer bir yaklaşım, 4 Idem, Scientific Man vs. Power Politics (Chicago, 1946), 192, 200. 176 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler hem yapı düzeyinin, hem de birim düzeyinin incelenmesini sağlıyorsa bir sistem içerisinde meydana gelen değişimleri de, sürekliliği de ele alabilir. Yapısal gerçekçilik, birbirini tamamlayan birimleri sıralanışlarına göre inceleyerek uluslararası siyasetin sistematik bir portresini sunmaktadır. Bir kuram oluşturulurken, devletler, amaçları en azından hayatta kalmak olan birleştirici aktörler olarak düşünülür ve sistemin yapı elemanları oldukları kabul edilir. Sistemin en önemli yapısal özelliği anarşidir – meşru otoritenin tek bir elde toplanmaması. Yapıda, dolayısıyla sistemde ortaya çıkan değişiklikler, büyük güç sayısındaki değişiklikler ile ortaya çıkar. Beklenen farklı sonuçlar, birimlerin varsayılan güdümlemeleri ve eylemlerini gerçekleştirdikleri sistemin yapısı aracılığı ile alınır. Uluslararası siyasette sistem kuramı, güçleri ulusal değil, uluslararası düzeyde ele almaktadır. Güçler hem sistem düzeyinde, hem de birim düzeyinde etkili olduğunda, nasıl aynı anda hem dış işleri kuramı oluşturmaktan kaçınıp hem de uluslararası siyaset kuramı oluşturulabilir? Pazar kuramının şirket kuramı gerektirmediği gibi, uluslararası siyaset kuramı da dış politika kuramını içermez ve gerektirmez. İster siyasi olsun, ister ekonomik, sistem kuramı bir ülkenin yapılanış şeklinin etkileşim içerisindeki birimler üzerinde sınırlayıcı ve düzenleyici bir güç olarak etkisini açıklayan teorilerden oluşmaktadır. Bu gibi teoriler ise bize birimlerin maruz kaldığı güçleri gösterir. Biz de buradan hareket ederek birimlerden beklenilen davranışlar ve birimlerin talihi hakkında çıkarımlarda bulunabiliriz: örneğin, hayatta kalıp gelişirlerse birbirleriyle nasıl rekabet edecekleri ve birbirlerine nasıl alışacakları hakkında. Bir sistem dinamiğinin birimlerin özgürlüğünü sınırlaması halinde birimlerin davranışları ve bu davranışların sonuçları da tahmin edilebilir hâle gelecektir. Şirketlerin farklı şekillerde yapılanmış pazarlara, devletlerin de farklı şekillerde yapılanmış uluslararası siyaset sistemlerine yanıt vermesini nasıl bekliyoruz? Bu kuramsal sorular aralarındaki farkı gözetmeksizin, şirketleri şirket, devletleri devlet olarak incelememizi gerektirmektedir. Bu sorular ise birimlerin bulundukları sistem içerisindeki konumlarına göre cevaplandırılır, birimlerin niteliklerine göre değil. Sistem kuramı farklı birimlerin neden benzer davranışlar gösterdiklerini ve farklılıklarına karşın neden beklenilen sonuçlar doğurduklarını açıklar. Diğer taraftan, birim düzeyindeki teoriler bazı birimlerin benzer konumlarda olmalarına rağmen neden farklı davranışlarda bulunduklarını gösterir. Dış işler üzerine bir teori, ulusal düzeyde var olan bir teoridir. Farklı yönetim biçimlerinin dış baskıya vereceği karşılık hakkında beklentilere yol açar. Uluslararası siyaset üzerine bir teori ise, sadece bazı yönleri açıklasa bile, ulusların dış siyaseti ile alâkalıdır. Bize, milli politikanın hangi uluslararası koşullarla baş etmesi gerektiğini gösterebilir. Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni 177 Yeni gerçekçi kuramın bakış açısından bakılırsa, devletler arası rekabet ve çatışma, anarşik koşullar altında yaşamanın iki koşulundan kaynaklanmaktadır: Anarşik düzende var olan devletler kendi güvenliklerini sağlamalıdırlar, her şey güvenliklerini tehdit etmekte ya da tehdit ediyor gibi görünmektedir. Tehlikeleri bulup onları etkisiz hale getirmek bir yaşam biçimi haline gelir. İlişkiler gergindir; aktörler, şüphe ve saldırıya düşkün bir doğaları olmasa bile genellikle şüpheci ve sıklıkla saldırgandırlar. Kendi başlarına incelendiklerinde devletlerin güvenliklerini sağlamak için ellerinden geleni yaptıkları söylenebilir. Ancak bireysel niyetleri bir yana bırakırsak eylemlerinin kitlesel düzeyde silahlanma yarışlarına ve ittifaklara neden olduğunu görürüz. Bir devletin güvenliğini arttıran önlemler genellikle diğerininkini azalttığından, devletin sıkıntılı durumu, aşina olduğumuz “güvenlik ikilemi” nedeniyle daha da kötüleşebilir.5 Anarşik bir devlette birinin rahatlığı, diğerinin kaygılanmasına neden olur. Bu nedenle kendini savunmak amacıyla bile olsa silahlanmakta olan bir ülke, diğerleri tarafından karşılık verilmesi gereken bir tehdit olarak görülür. Bu karşılık da silahlanan ülkenin kaygılanmakta haklı olduğunu doğrular niteliktedir. Benzer şekilde, üyeleri arasında bütünlüğü sağlamayı ve ordularını güçlendirmeyi hedefleyen bir ittifak, bilmeyerek de olsa rakip ittifakı tehlikeye atarak karşı önlemler alınmasına yol açabilir. Bazı devletler, gücü sadece güçlü olmak adına arzuluyor olabilir. Fakat yeni gerçekçilik kuramı, uluslararası arenada zaman zaman ortaya çıkan sıkı rekabeti açıklamak için yaradılıştan gelen bir güç tutkusundan bahsetmeye de gerek olmadığını göstermektedir. Anarşik bir devlet, tüm taraflar güçlenmenin peşindeyse, savaş hâlinde olacaktır. Benzer şekilde, tüm devletler sadece kendi güvenliklerini sağlamanın peşinde olurlarsa yine bir savaş hâli meydana gelecektir. Yeni gerçekçi kuram, bazı savaşların neden çıktığını açıklamıyor olsa da, son bin yıl içerisinde neden tekrar tekrar savaşların çıktığını açıklayabilmektedir. Yeni gerçekçiler, çıkan çatışmaları vurgulayan hırs ya da entrikalara değil, olayların doğaları nedeniyle ya da tesadüfen çatışmalarla sonuçlandığı mevcut yapıya dikkat çekmektedir. Sıcak savaşların kökeni soğuk savaşlara uzanır, soğuk savaşların kökeni ise uluslararası arenanın anarşik bir içimde yapılanmasına uzanmaktadır. Savaşların tekrarlanışı uluslararası sistemin yapısı ile açıklanmaktadır. Tarihçilerin bildiklerini kuramcılar açıklar: savaş normaldir. Savaşlar uluslararası siyasi sistemin yapısını değil, bu sistemin kapsadığı bazı hususları inceleyerek açıklanır. Bazı açıklamalar birim düzeyinde olsa bile daha genel 5 Bkz. John H. Herz, "Idealist Internationalism and the Security Dilemma," World Politics, II (I950), I 57-ISO. 178 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler açıklamalara da ihtiyaç duyulur. Savaşlar sıklıkları yönünden ve diğer yönlerden farklılık gösterirler. Yapısal kuramı ilgilendiren ana sorulardan biri de şudur: sistemde meydana gelen değişiklikler, hangi sıklıklarla savaş çıkacağına dair tahminleri nasıl etkiler? SICAK SAVAŞTAN KAÇINMAK: YAPISAL DÜZEY Anarşik devletlerde barış her an bozulabilir. Barışın sürmesi, tüm aktörlerin ya da bazılarının istikrarı bozma potansiyeline sahip gelişmelere dikkatle yaklaşmasını ve bilinçli tepkiler vermesini gerektirmektedir. Devlet işleri kargaşaya sürüklendiğinde, dikkatsizliğin veya bilinçsizliğin bedeli dökülen kan ile ödenir. Yapısal kuramın ele alması gereken önemli sorulardan biri de istikrar bozucu durum ve olaylarla çok kutuplu sistemlerde mi, yoksa iki kutuplu sistemlerde mi daha etkili biçimde başa çıkıldığıdır. Örneğin, beş büyük gücün var olduğu bir sistemde güç politikaları, ittifakların oluşmasını ve korunmasını sağlayan, aynı zamanda bozulmasına da neden olabilen diplomasiyi etkin hâle getirir. İttifakta esneklik iki anlama gelebilir: anlaşmaya çalışılan ülkenin başka bir devleti tercih etmesi ya da mevcut müttefikin ayrılması. İttifakta esneklik bir devletin seçeneklerini kısıtlayabilir; zira ideal koşullar altında devletin izlediği strateji, potansiyel müttefikleri memnun, mevcut müttefikleri de tatmin edebilmelidir. İttifaklar, tüm çıkarları uyuşmasa da bazı ortak çıkarları bulunan devletler tarafından oluşturulur. Bu ortak çıkar genelde olumsuz bir özellik taşır: diğer devletlere duyulan korku. Olumlu özellik taşıyan çıkarlar söz konusu olduğunda ise fikir ayrılıkları ortaya çıkmaktadır. Neredeyse birbirinin dengi olan devletler arasındaki ittifaklarda, müttefiklerin çıkarları ve bunları güvence altına alma anlayışları hiçbir zaman uyuşmadığından stratejiler uzlaşarak üretilmektedir. Rakip blokların iyi dengelendiği ve rekabetin önemli konuları gündeme getirdiği durumlarda, müttefikini yarı yolda bırakmak kendi yıkımını göze almak demektir. Çünkü kriz anında ittifakın politikasını daha zayıf veya maceracı olan kısım belirleyecektir. Alınacak risk rahatsız edici olsa bile, müttefikler bir girişime destek vermeyerek aralarındaki kopukluğu belli etmeyi de, zayıf tarafın yenilgiye uğramasını da göze alamazlar. Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinde yaşananlar, bu gibi durumlara çarpıcı birer örnek teşkil etmektedir. Hem Üçlü İttifak’ın, hem de Üçlü İtilaf devletlerinin neredeyse denk güçler olması, müttefikleri birbirlerine son derece bağımlı hâle getirmiştir. Bu karşılıklı bağımlılığa iki taraf arasındaki sıkı rekabetin eklenmesi şu anlama gelmekteydi: herhangi bir ülke müttefikini zorlayabilecek olsa bile, tek bir ülke diğerleri üzerinde kontrol sahibi Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni 179 olamayacaktı. Avusturya-Macaristan hücuma geçtiğinde Almanya takip etmek zorundaydı; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşü Almanya’yı Avrupa’nın ortasında yalnız bırakacaktı. Fransa hücuma geçtiğinde Rusya onu takip etmek zorundaydı; Almanya Fransa’ya karşı galip gelirse Rusya da yenik düşmüş sayılıyordu. Kısır döngü bu şekilde devam ediyordu. Her devlet, stratejisini müttefiklerinin kaygı ve hedeflerine göre düzenlemek, gücünü de bunları göz önünde bulundurarak kullanmak zorundaydı, çünkü güçlü müttefiklerden birinin yenilmesi veya ayrılması dengeyi bozardı. Eşitlerden oluşan ittifaklarda devletlerden birinin ayrılması diğerlerinin güvenliğini tehlikeye atar. Eşit olmayan devletlerden oluşan ittifaklarda ise daha zayıf olan ülkelerin katkıları hem kısıtlı hem de diğerlerine göre daha önemsizdir. Bu tür ittifaklarda takipçilerinin sadakatsizliği liderleri çok da fazla kaygılandırmaz, zira bu takipçilerin genellikle başka bir seçeneği yoktur. 1914 yılındaki koşulları, Amerika Birleşik Devletler, Britanya ve Fransa’nın 1956’daki durumu ile karşılaştıralım. Birleşik Devletler, iki ana müttefikinin Süveyş macerasından sıyrılıp bunlardan birine ağır ekonomik baskı uygulayabilmişti. 1914’teki Avusturya-Macaristan gibi, Britanya ve Fransa da emrivaki yaparak müttefiklerini zorlamaya ya da en azından durdurmaya çalıştılar. Baskın taraf olan ABD ise iki müttefikini yola getirirken dikkatini asıl düşmanına verebilecekti. Britanya ve Fransa’ya karşı çıkmak ne ABD’yi ne de ittifakı tehlikeye atmaktaydı; çünkü Britanya ve Fransa’nın bizim güvenliğimiz üzerindeki etkisi ile karşılaştırıldığında, bu iki devletin güvenliği bize daha sağlam bağlarla bağlıydı. İttifak içi ilişkiler yönünden bakıldığında, ABD’nin bedel ödemeyi göze alabilmesi, Almanya’nın ise bedel ödeyememesi çarpıcı bir noktadır. Eski usul güç dengesi politikalarında ittifakın esnekliği, stratejilerin katılaşmasına ya da karar verme özgürlüğünün kısıtlanmasına neden olmuştur. Yeni usul güç dengesi politikalarında ise tersi geçerlidir: iki gücün yönettiği bir dünyada katı ittifaklar stratejide esnekliğe ve karar verme özgürlüğünün artmasına yol açar. Çok kutuplu bir dünyada aşağı yukarı eşit olan ve girişimlerinde işbirliği yapan taraflar, politikalarının ortak paydasını aramalıdırlar. Aynı zamanda en düşük paydayı bulma ve kendilerini olabilecek en kötü senaryoda bulma riskini göze alırlar. İki kutuplu bir dünyada ittifak liderlerinin oluşturduğu stratejiler ise öncelikle kendi çıkarlarını gözetmeye ve asıl düşmanlarıyla başa çıkmaya dayalı olabilir. Ne Birleşik Devletler, ne de Sovyetler Birliği diğer ülkelerin onayını almak zorundadır, fakat ikisi de diğeriyle başa çıkmak zorundadır. Çok kutuplu bir dünyanın büyük güç politikasında kimin kime karşı tehlike teşkil ettiği, kimin tehdit ve sorunlarla başa çıkabileceği hakkında kesin yargılara varılamaz. İki kutuplu bir dünyanın büyük güç politikasında ise kimin kime karşı tehlike teşkil 180 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler ettiği gayet açıktır. Büyük güçlerden birinin talihiyle alâkalı herhangi bir olay, otomatikman diğerinin ilgisini çeker. Kore’nin istilası sırasında Başkan Harry S. Truman, Amerikalıların, Doğu Asya’da yaşayan bir halk olan Koreliler hakkında hiçbir şey bilmediğini söyleyerek Neville Chamberlain’in Çekoslovakya krizinde sarf ettiği sözlerinden alıntı yapamazdı. Onları bilmek ya da çabucak tanımak zorundaydık. İki gücün rekabetinde birinin kaybı kolayca diğerinin kazancına dönüşür. Bunun sonucunda, iki kutuplu dünyanın güçleri dengeyi bozan olaylara hızlıca tepki verir. Çok kutuplu bir dünyada ise tehlike her yere yayılmıştır, sorumluluklar belirsizdir, hayati çıkarların tanımları ise kolayca anlaşılmaz hâle gelebilir. Birçok devletin denge içerisinde var olduğu sistemde önde gelen devletlerin dış politikası, diğer devletleri kışkırtmadan ve korkup birlikte hareket etmelerine neden olmadan avantaj sağlamak amacıyla, ustaca oluşturulmuştur. Günümüz Avrupa’sında zaman zaman muhtemel kazançların yararları, muhtemel kayıpların riski ile karşılaştırıldığında ağır basmaktadır. Devlet adamları da potansiyel rakiplerin birleşmesine neden olmadan bazı konular hakkında ısrarcı davranabilmeyi ummuşlardır. Birden çok muhtemel düşmanın var olduğu durumlarda, bu düşmanların eylem birliğinde bulunmaları zordur. Bu nedenle ulusal liderler, tıpkı Theobald von Bethmann Hollweg ve Adolf Hitler’in de dünya savaşlarından önce yaptığı gibi, rakiplerin birleşmeyeceğini düşünebilir ya da umabilirler. Çıkar ve hedefler arasında bir çatışma var ise, kriz çıkmaması çıkmasından daha tedirgin edicidir. Krizler bir devletin, başka bir devletin gerçekleştirmeye çalıştığı değişime ısrarla karşı koyması sonucunda meydana gelirler. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği iki kutuplu bir sistemin liderleri olarak karşı koyma tutumunu kendileri gerçekleştirme eğilimindedirler, zira önemli konular söz konusu olduğunda bu işi müttefiklerinin yapmasını umut edemezler. Savaş sonrası dünyada görülen siyasi eylemler de bunu göstermiştir. Yunanistan’da harekete geçen komünist gerillalar Truman Doktrinini meydana getirmiştir. Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa devletleri üzerindeki kontrolünü arttırması, Marshall Planı ve NATO’ya, bunlar da Kominform ve Varşova Paktı’na yol açmıştır. Batı Almanya hükümeti oluşturma planı ise Berlin’in Sovyetler tarafından abluka altına alınmasını getirmiştir. Geçtiğimiz kırk yılda verdiğimiz tepkiler Sovyetler Birliği’nin eylemlerine, onların karşılıkları da bizim hareketlerimize bağlı olmuştur. Çok kutuplu bir dünyada büyük güçlerden birinin ya da hepsinin birden yanlış tahminlerde bulunması büyük tehlike teşkil etmektedir; büyük güçlerden birinin veya ikisinin birden aşırı tepki vermesi ise iki kutuplu dünyada büyük tehlike teşkil etmektedir. Bu durumda hangisi daha kötüdür: yanlış tahminler mi, yoksa aşırı tepki mi? En sonunda statükoyu tehdit ederek mevcut güçleri savaşa Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni 181 sürükleyecek bir olaylar zincirine neden olması daha muhtemel olduğundan yanlış tahminler daha tehlikelidir. Aşırı tepki ise en kötü ihtimalle gereksiz silahlanma için harcamalara neden olduğu ve küçük savaşların çıkmasına neden olabileceği için aynı derecede tehlikeli değildir. Dahası, iki kutuplu sistemin dinamiği düzeltmelerin yapılabilmesine de olanak sağlar. Ortak paydaları birbirlerine düşmanlık olan iki devletin diğerlerini gölgede bıraktığı bir dünyada bilinçli tepkilerin yararları gayet nettir, sorumsuz davranışlara karşı yaptırımlar ise sahip olabilecekleri en büyük etkiye ulaşmışlardır. Böylece izolasyon geleneğini sürdüren, uluslararası siyaset konularına bilgisiz ve fevri yaklaşımlarıyla ünlü iki devlet–her zaman ve her yerde olmasa da tüm hayati vakalarda–ihtiyatlı, atik, tedbirli, esnek ve hoşgörülü davranabilmiştir. Dahası, iki kutuplu bir dünyada büyük güçlerin ekonomilerine bakıldığında, çok kutuplu sistemin büyük güçlerinin birbirlerine daha bağlı olduğu görülür. Büyük güçlerin sayısı azaldıkça geriye kalan güçler büyür; bir devlet ne kadar büyürse kaynakları o kadar çeşitli olur. Kıta büyüklüğündeki devletler ticaretlerinin daha küçük bir kısmını, örneğin en parlak dönemindeki Britanya, Fransa veya Almanya gibi, yurt dışındaki ülkeler ile yaparlar. Modern tarihte daha önce, savaş sonrası Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği gibi dış dünyaya bu kadar az ihtiyaç duyan ve birbirlerinin işine bu kadar az karışan iki büyük güç daha önce hiç var olmamıştır. Çıkarlarının ayrılığı, çatışma olasılığını azaltmakta ve ikisi de güvenlik konusundaki çıkarlarını diğerine göre belirlese bile, isterlerse birbirlerini rahat bırakma olanağını sağlamaktadır. Tarafların birbirine ihtiyaç duyması, tehlikenin yaygınlığı, karşılıkların belirsizliği: Bunlar çok kutuplu bir dünyada büyük güç politikalarının özellikleridir. Tarafların kendilerinden başkasına bağlı olmaması, tehlikelerin netliği, kimin bu tehlikeler ile başa çıkacağının bilinmesi: Bunlar ise iki kutuplu bir dünyada büyük güç politikalarının özellikleridir. SICAK SAVAŞTAN KAÇINMAK: BİRİM DÜZEYİ Savaştan sonra barışın sürdürülebilmesinin en büyük nedenlerinden biri II. Dünya Savaşı’nda eski çok kutuplu dünyanın yıkılmış ve yerini iki kutuplu bir dünyanın almış olmasıdır. İki kutuplu bir dünyada rekabetin sıkı ancak baş edilebilir düzeyde olmasını bekleriz. Ancak ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki “uzun barışın” nedeninin sadece iki kutupluluktan kaynaklandığına inanmak da güçtür. İki tarafın da hissettiği şüphenin derinliği ve boyutları da hesaba katılırsa yaşanan krizlerden bir veya ikisinin daha önceleri meydana gelmiş olsalardı onları savaşa sürükleyeceğine inanmak ise son derece kolaydır. Bunun neden gerçekleşmediğini tam olarak açıklayabilmek için barışı sağlayan diğer büyük silahı incelemeliyiz: nükleer silahlar. 182 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Devletler karmaşa içerisinde var olmaya devam etmektedirler. Bu gibi bir düzende kendi başının çaresine bakmak en önemli eylemdir; ülkeler ise kendi başlarının çaresine en iyi kendi güvenliklerini sağlayarak bakabilirler. Bu nedenle, barışı getiren ihtimalleri incelerken sorulacak ilk sorular devletlerin ne amaçla güç kullandığı ve kullandıkları strateji ve silahlar hakkındadır. Eğer devletler aktif olarak güç kullanmadan en büyük hedeflerine ulaşabilirlerse barış ihtimali yükselir. Muhtemel getiriler ile karşılaştırıldığında, savaş maliyeti arttıkça savaş olasılığı da düşer. Hem eski, hem de yeni gerçekçi kuram, devletlerin ve sistemlerinin talihini belirleyen güçler arasında askeri teknoloji ve stratejinin oynadığı hayati role dikkat çekmektedir. Alışılagelmiş silahlar ile karşılaştırıldıklarında, nükleer silahların devletleri savaş ilan etmekten çok daha kesin bir şekilde caydırdığı ileri sürülebilir. Alışılagelmiş düzende devletler hem kazanabileceklerine, hem de kaybetseler bile yenilginin bedelinin katlanılabilir olacağına inanabilirler; buna rağmen I. ve II. Dünya Savaşı atom bombaları kullanılmadan önce bile son bahsedilen inancın sorgulanmasına neden olmuştu. ABD ve Sovyetler Birliği şu anda sadece alışılagelmiş silahlara sahip olsalardı bu savaşlardan alınan dersler, özellikle de savaşlardan ABD’den fazla etkilenen Sovyetler Birliği tarafından, çok daha net hatırlanırdı. Atom hiç bölünmemiş olsaydı bu iki ulus hâlâ birbirinden çok korkuyor olurdu. Gittikçe daha da yıkıcı olan geleneksel silahlara sahip olan bu devletler savaştan kaçınmak için ciddi çabalar harcamak zorunda kalırlardı. Ancak alışılagelmiş düzende devletler, iki dünya savaşının sonuçları gibi üzücü ve çetin dersleri bile zor almışlardır. Modern tarih boyunca mutlaka tehlike yaratacak kadar güçlenecekmiş gibi görünen bir büyük güç olmuştur: örneğin XIV. Louis ve Napoleon Bonaparte dönemlerinde Fransa ile II. Wilhem ve Hitler dönemlerinde Almanya. Her vakada karşıt bir koalisyon kurulmuş ve genişlemekte olan devleti püskürtmüştür. Tarihten alınan ders gayet açık gibi görünmektedir: Uluslararası siyasette başarı yenilgiye neden olur. Bir devlet ya da koalisyonda aşırı güç toplanması, diğerlerinin karşı koyması ile sonuçlanmaktadır. Bununla beraber, genişleme politikası uygulayan ülkelerin liderleri ustaca yürütülen diplomatik ilişkilerin ve zekice hazırlanmış stratejilerin, güç dengesi politikalarının normal sürecini aşmalarına yardımcı olacağına ikna olmuş durumdadırlar. II. Dünya Savaşı deneyimi, iki kutupluluk ve geleneksel silahların yıkım gücünün artmış olması nedeniyle III. Dünya Savaşı’nın diğer dünya savaşlarına göre daha zor çıkacağı söylenebilir; nükleer silahların varlığı ise bu zorluğu çarpıcı biçimde arttırmaktadır. Nükleer silahlar, savaşların geleneksel nedenlerinin birçoğunu tersyüz edebilir ya da çürütebilir. Nükleer silahların tehdidine rağmen bile savaş çıkabilir; ancak ne kadar büyük oynanırsa ve bir ülke zafere ne kadar yaklaşırsa, o ülkenin misillemeye davetiye çıkaracağı ve Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni 183 kendi yıkımını göze alıyor olacağı da o kadar kesindir. Sadece alışılagelmiş silahlar kullanılıyor olsa bile fetih yoluyla önemli derecede güç kazanmak günümüzde, nükleer gücün hâkim olduğu dünyada mümkün değildir. Sovyet Liderlerinin dünya hâkimiyeti konusunda tartışmalı kazançlar uğruna felaket getirebilecek riskleri alacak kadar kararlı olduğuna inanan bireyler, hükümetlerin davranış biçimlerini anlamakta zorlanmaktadırlar. Bir şehir kaybetmeyi mi göze alabiliriz, iki mi? İki şehir mi, yoksa on mu? Sorulması gereken sorular bunlar olduğunda devlet liderleri alınacak riskleri değil, risklerden nasıl kaçınılacağını düşünmeye başlarlar. Caydırıcı olmak, pek çok askeri strateji uzmanının iddia ettiği kadar zor değildir. Geleneksel düzende eğer bir ülke başarının olası olduğunu düşünüyorsa mantıklı olan saldırıya geçmesidir. Nükleer gücün hâkim olduğu düzende ise bir devletin zaferi garantilemeden saldırması mantıklı olmaz. Ülke, düşmanın karşılık vermesinin sadece bir olasılık olduğuna inansa bile saldırmaktan cayacaktır. Caydırıcılık için karşı saldırı ihtimalinin kesin değil, muğlak olması gerekmektedir, çünkü karşı saldırı durumunda ülke her şeyi kaybetmeyi göze almaktadır. Clausewitz’in de belirttiği gibi: Savaş mutlak hale gelir ise “son adımın ne olacağını düşünmeden ilk adımı atmamak” hayati önem taşır.6 Nükleer silahlar, zaferin olası sonuçlarını bile akla getiremeyecek kadar dehşet verici hale getirmektedir. Nükleer güçlerin çözmesi gereken asıl sorun savaşın tüm nedenlerini ortadan kaldırmak mümkün değilken barışın nasıl sürdürüleceğidir. Uluslararası siyasetin yapısı bir değişime uğramamıştır; hala anarşik yapısını korumaktadır. Nükleer devletler askeri alanda rekabete devam etmektedirler. Devletlerin her biri kendi güvenliğini sağlamaya çalışırken savaş olasılığı daimidir. Devletlere anarşinin hâkim olduğu noktada, savunma ve caydırma araçlarını saldırı araçları ile orantılı biçimde geliştirmek barış ihtimalini yükseltmektedir. Savunma ve caydırmayı kolaylaştırıp saldırıya geçmeyi zorlaştıran silah ve stratejiler savaş çıkma olasılığını düşürür.7 Savaş çıkma olasılığı yok olmasa bile, nükleer silahlara sahip olan devletler ile savaşa girme olasılığı çarpıcı oranda azalmıştır. Yüzyıllar boyunca büyük güçlerin küçük devletlere göre çok daha fazla savaşa girdiği görülmüştür; savaşların çıkma sıklığı ise devletlerin birim düzeyindeki niteliklerinden çok yapısal özellikleri–uluslararası arenada duruşları–ile daha yakından bağlantılıdır. Buna rağmen askeri teknolojideki, yani birim düzeyindeki bir değişiklik yüzünden savaş ilan etmek giderek fakir ve zayıf devletlerin ayrıcalığı haline 6 7 Karl von Clausewitz (ed. Anatol Rapaport; çev.J.Graham), On War (Hammondsworth, 1968), V, 374· Bkz. Malcolm W. Hoag, "On Stability in Deterrent Races," Morton A. Kaplan (ed.) içinde, The Revolution in World Politics (New York, 1962), 388-4w; Robert Jervis, "Cooperation under the Security Dilemma," World Politics, XXX (1978), 167-214. 184 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler gelmiştir. Nükleer silahlar savaş olgusunu uluslararası siyasetin merkezinden kovmuştur. Yani birim düzeyindeki bir değişim, yapısal bir etkiyi önemli derecede azaltmıştır. Nükleer silahlara sahip devletler arasında savaş çıkma ihtimali sıfıra düşmek üzeredir. Ancak, James’in de ileri sürdüğü gibi, “gerçek savaş,” savaş hazırlıklarında saklı olabilir. Caydırıcı stratejinin mantığı, eğer böyle bir strateji uygulanıyor ise, “gerçek savaşların” nedenlerinin sınırlarını da belirlemektedir.8 Geleneksel düzenin hâkim olduğu bir dünyada, uluslararası siyasetin yapısı devletleri silahlanma yarışına dâhil olmaya teşvik etmektedir. Nükleer dünyada ise caydırıcı politikalar rekabetin önüne geçme olasılığını sağlamaktadır. Geleneksel silahlar karşılaştırmaya tabidir. Bu tür silahlar kullanıldığında rekabet içerisindeki ülkeler her an güçlerini karşılaştırmak zorundadırlar. Bir ülkenin güvenliği silahlarının nicelik ve niteliğinin, stratejilerinin uygunluğunun, toplum ve ekonomisinin dayanıklılığının ve liderlerinin ustalığının diğer ülkelerinki ile karşılaştırıldığındaki durumuna bağlıdır. Nükleer silahlar ise göreceli değil, mutlak silahlardır.9 Diğer devlet askeri güçlerine takviye yaparak ilk darbede düşmanını etkisiz hale getiren olanaklara sahip olmadığı sürece, bu silahlar bir devletin kendi stratejik kuvvetlerine sınırlama getirmesini mümkün kılmaktadırlar. Eğer hiçbir devlet kendilerinden son derece emin bir şekilde düşmanını etkisiz hale getiremeyecek ise stratejik kuvvetleri karşılaştırmak da anlamsız hâle gelecektir. Caydırıcılık söz konusu olduğunda sorulacak soru ne kadarın yeterli olacağıdır, yeterlilik ise ikinci darbe kabiliyeti ile belirlenir. Bu yorum, caydırıcı gücün her türlü saldırıyı caydırabileceği anlamına gelmemektedir; bunun yerine, ek kuvvetlerin belli bir noktadan sonra belli bir taraf için ek güvenlik sağlamadığını, diğerlerine karşı da fazladan tehdit teşkil etmediğini belirtmektedir. Sistemdeki iki ana güç ikinci darbe kuvvetlerine uzun zamandır sahiptirler ama ikisi de diğerini etkisiz hâle getirebilecek bir saldırı düzenleyememiştir. İki tarafın da bunlara rağmen gereksiz silah yığınlarına yenilerini eklemeye neden devam ediyor olmaları ise cevabı ancak ABD’de ve Sovyetler Birliği’nde bulunabilecek bir bilmecedir. SICAK VE SOĞUK SAVAŞLAR Hem sıcak, hem soğuk savaşların kökeni uluslararası siyaset sisteminin yapısına dayanmaktadır. Amerikalıların birçoğu Sovyetler Birliği toplumu ve 8 9 William James, "The Moral Equivalent of War," Leon Bramson ve George W. Goethals (editörler) içinde, War: Studies from Psychology, Sociology, and Anthropology (New York, 1968; yeniden düzenlenmiş baskı) 23. Karşılaştırınız Bernard Brodie, The Absolute Weapon: Atomic Power and World Order (New York, 1946), 75-76. Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni 185 hükümetinin doğasından kaynaklanan eylemlerden yola çıkarak Soğuk Savaş’ın sorumluluğunu bu devlete yüklemektedir. Revizyonist tarihçiler baskın görüşe karşı çıkarak suçu Birleşik Devletlere yüklemektedirler. Onların iddiasına göre, Soğuk Savaş’ı başlatan şey Amerikalıların bir hatası ya da kötücül çıkarları veya Sovyetlerin hedefleri hakkında asılsız varsayımlarıdır. İki şekilde de asıl mesele gözden kaçırılmaktadır. İki kutuplu bir dünyada iki büyük gücün de diğerini korkularının odak noktası haline getirmesi, gerekçelerinden şüphe duyması ve savunma amaçlı önlemlere saldırgan niyet yüklemesi kaçınılmazdır. Asıl soru Soğuk Savaş’ı kimin değil, neyin başlattığıdır. Birim düzeyindeki kuvvetleri değiştikçe kapasitesi ve sertliği farklılık gösterse de Soğuk Savaş devam etmektedir. Savaş sonrası uluslararası siyasetin yapısından kaynaklanmaktadır ve bu yapı ayakta kaldıkça bu savaş da devam edecektir. Sıkı rekabet içeren herhangi bir sistemde bir taraf ya paranoyak ya da kaybeden olarak görülecektir. Sovyetler Birliği’ne paranoyayı yakıştıran pek çok Amerikalı de devletin önde gelen politikacıları hakkında pek yorum yapmamaktayken, uluslararası siyasi sistem hakkında çok şey söylemektedirler. Yine de, nükleer silahların varlığı sayesinde Soğuk Savaş’ın ısısı yükselmemiş, büyük devletler arasında şiddetli bir savaş hâlini almamıştır. Büyük savaşlara girmenin sınırları nükleer güçleri tedirgin bir barış sistemine dâhil olmaya zorlamıştır. Sıcak savaşlar uluslararası siyasetten kaynaklanmaktadır. Bu yargı, nükleer silahların varlığı aracılığıyla sıcaklığın düşük tutulduğu Soğuk Savaş için de geçerlidir. KAYNAKLAR Robert Jervis,”Cooperation under the Security Dilemma,” World Politics, XXX (1978. Bernard Brodie, The Absolute Weapon: Atomic Power and World Order (New York, 1946). Hans J. Morgenthau,”International Relations: Quantitative and Qualitative Approaches,” Norman D. Palmer (ed.), A Design for International Relations Research: Scope, Theory, Methods, and Relevance (Philadelphia, 1970). . Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations (New York, 1973; 5. baskı). . John H. Herz,”Idealist Internationalism and the Security Dilemma,” World Politics, II (I950), I 57-ISO. Karl von Clausewitz (ed. Anatol Rapaport; çev. J.]. Graham), On War (Hammondsworth, 1968). Malcolm W. Hoag,” On Stability in Deterrent Races,” Morton A. Kaplan (ed.), The Revolution in World Politics (New York, 1962). 186 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler William James,”The Moral Equivalent of War,” Leon Bramson and George W. Goethals (ed.), War: Studies from Psychology, Sociology, and Anthropology (New York, 1968). Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni 187 Vestfalya’dan Waterloo’ya Güç Değişimleri ve Büyük Güçler Savaşı 189 KOMŞULAR NEDEN SAVAŞIR? YAKINLIK, ETKİLEŞİM VEYA BÖLGESELLİK JOHN A. VASQUEZ Çeviren: Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen* Devletlerarası savaşların birçoğu komşular arasında başlar veya çıkar. Komşuluk ve savaş arasındaki ilişki uzun zamandır bilinmesine karşın barış çalışmalarında ihmal edilmiştir. Bu durumun ana nedeni, bu ilişkinin savaşın temelinde yatan neden yerine savaş fırsatını yansıtması dolayısıyla esasen önemsiz görülmesidir. Toprak ve savaşların ortaya çıktığı diğer konular üzerine yapılan yakın tarihli çalışmalar bu yorumu sorgulamaya başlamıştır. Bu makale, komşular arasında savaş kümelenmesinin bölgesel olarak önemli olabileceğini öne sürmektedir. Bu ilişkinin kuramsal bir açıklamasını sunarak yakınlık ve etkileşim açıklamalarıyla yan yana koymaktadır. Hangisinin en uygun olduğunu görmek amacıyla açık kriterler bakımından her üç açıklama da değerlendirilmektedir. Ancak nihai olarak her açıklamanın kendisini olumsuzlayabilecek bir dizi test belirlemesi gerekmektedir ki bu makale bölgesellik açıklaması için bunu yapmaktadır. Makale bu kuramsal açıklama doğru olduğu takdirde Soğuk Savaş sonrasında barışa ilişkin bazı çıkarımlarla sona ermektedir. GİRİŞ Bir sosyal bilimin olgunlaşmasının işaretlerinden birisi de bulgularının rakip kuramsal yaklaşımların bu bulgulara bir açıklama getirmesine sebep olacak derecede merak uyandırıcı olmasıdır. Her ne kadar bu durum farklı açıklamaların kendi başlarına belli bir hipotez iddiasında bulunmaları ve dolayısıyla bu hipotez temelinde rakip bir kuramdan ayrılamamaları anlamına * Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde görevlidir. Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 191 gelmekte ise de bir bilim dalının bu tür ikilemlere sahip olması olgunluk işaretidir, zira ampirik bir düzenliliğin ortaya çıktığına ilişkin genel kabul gören bir uzlaşmanın var olduğu anlamına gelir. Genelde uluslararası ilişkilerde, özelde barış araştırmalarında ise kuramların kanıtlarla desteklenen bir içeriği paylaştığı bu tür bir kesin ampirik davranış biçimleri tanımlamasına sahip değilizdir. Bunun yerine sorunumuz kanıtlarla desteklenen içeriğe sahip herhangi bir kuram bulamamak olmuştur (bkz. Vasquez, 1983, s. 12). Fakat bu durum değişmeye başlamış olabilir. Bazı araştırmacılar demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmayacağı bulgusunu elde etmişlerdir. Az sayıda vakaya dayanıyor olsa da sorun bunun neden böyle olduğunu kuramsal olarak açıklamaya çalışmaktır. Bir süredir kesin istatistiksel deliller bulunuyor olsa da bu bulgu yakın zamana kadar göz ardı edilmiştir (bkz. Babst, 1964; Small & Singer, 1976; Rummel, 1983). Bu makalede barış çalışmalarında uzun zamandır ihmal edilen bir başka temel bulguyu, yani pek çok savaşın komşu devletler arasında vuku olduğu gerçeğini inceleyeceğim. Eğer bazılarının dediği gibi, demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmamaları bir kanun ise, o zaman pek çok savaşın komşular birbirleriyle savaştıkları için vuku bulduğu da aynı derecede bir kanundur. Ben insan davranışını bu kadar kati görmediğim için kanunlar yerine eğilim ve olasılıklardan bahsetmeyi tercih ederim. Yine de savaşlarla komşular arasındaki ilişki ihmal edilen güçlü bir ilişkidir. Komşular neden savaşır? Pek çok realist, uluslararası siyasetin bir güç mücadelesi olması nedeniyle tüm devletlerin ya savaşa hazırlandığını, ya aktif olarak savaş içinde olduklarını veya savaşın yaralarını sarmaya çalıştıklarını varsaymıştır (Morgenthau, 1985, s. 52). Bu durumda basitçe tüm devletler savaşa yatkın olduğu için komşular da savaşırlar. Fakat bu durum savaşların komşular arasında olağan olmayan biçimde yoğunlaştığına ilişkin oldukça güçlü bulguyu göz ardı etmektedir. Üzerinde daha fazla düşünülmüş yanıta göre ise sadece birkaç devlet komşu olmayan devletlerle savaşma yetenek veya fırsatına sahip olduğu için savaşlar komşular arasında yoğunlaşmaktadır. Bu realist yaklaşımın çıkardığı sonuç, yeterli yetenek ve fırsat olması durumunda temeldeki güç mücadelesi nedeniyle komşu olmayan devletler arasında da savaş olabileceğidir. Bu nedenlerle pek çok araştırmacı, komşularla savaş arasındaki ilişkiyi olağandışı ve/veya önemsiz olduğu ve dolayısıyla da herhangi bir kuramsal öneme sahip olmadığı için elemiştir. Ben bunun bir hata olduğunu ve bulguyu göz ardı ederek sadece kendi kuramsal veya ampirik anlayışımız için değil, Soğuk Savaş dönemi sonrasında karşımızdaki bazı ana sorunlara siyasal çözümler geliştirme yeteneğimiz için de ümit verici olabilecek bir araştırma alanını ihmal ediyor olabileceğimizi iddia ediyorum. 192 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Analizime önce komşu olmakla birbirine karşı savaşmak arasındaki güçlü ilişkiye dair kanıtları detaylandırmakla başlayacağım. Sonra komşuların neden birbirleriyle savaştıklarına dair üç temel açıklamayı – yakınlıkları, yüksek etkileşimleri veya bölgesellikleri nedeniyle – detaylandıracağım. Bu bölümde eldeki kanıtlara bakarak yakınlık ve etkileşim açıklamalarının kuramsal yeterliliğini sorgularken bölgesellik açıklamasının daha güçlü olduğunu gösteren iddialar sunacağım. Üçüncü bölümde ise kuramsal ikilemi çözmek her bir tarafın kendi ampirik kesinliğini rakiplerinden ayıracak bir veya daha fazla test belirlemesi gerektiğini iddia edeceğim. Daha sonra bölgesellik açıklaması için birkaç ampirik test önereceğim. Soğuk Savaş sonrası dönemde bölgesellik açıklaması için birtakım siyasal çıkarımlar önererek bitireceğim. KOMŞULUK, KOMŞULAR VE SAVAŞ Bir nesil önce Lewis Richardson (1960, s. 250) tipik savaşın iki ülkeli olduğunu ve pek çok savaşın da nadiren dört ülkenin ötesine geçtiğini göstermiştir. 1480’den 1941’e kadar bulduğu 200 savaşın yarısından fazlasında (117) iki ülke, 28 tanesinde üç ülke, 12 tanesinde üç ülkeye karşı bir ülke gibi bir dağılım vardır. Richardson’un yazdıklarına bakarak pek çok savaşın ülkeler olarak karadan veya 150 mil içinde kalmak şartıyla denizden komşu olduğuna ilişkin önemli miktarda ampirik kanıtımız bulunmaktadır. 1815’ten 1976’ya kadar büyük devletler üzerine yaptığı çalışmasında Wallensteen (1981, ss. 70-72, 84) komşuluğun askerî karşı karşıya gelmenin ve savaşa yol açan çatışmanın önemli bir kaynağı olduğunu belirtmiştir: komşu çiftlerin %93’ü arasında en az bir askerî karşı karşıya gelme gerçekleşirken %64’ü arasında en az bir savaş vuku bulmuştur. 1816-1980 döneminde devletlerarası rekabeti inceleyen çalışmasında Diehl (1985, ss. 1206 f.) savaş düzeyine tırmanan ciddi anlaşmazlıklarla (Wallensteen buna askerî karşı karşıya gelme demektedir) diğerlerini ayıran temel özelliğin, anlaşmazlığın rakiplerin birinin alanı içinde veya bu alana yakın gerçekleşip gerçekleşmediği olduğunu saptamıştır. Bu tür anlaşmazlıkların yaklaşık %25’i savaş düzeyine tırmanırken bu özellikte olmayan anlaşmazlıkların %2’si savaşla sonuçlanmaktadır. Diehl ayrıca savaşa giden 13 rekabetin 12’sinin komşu ülke veya rakiplerin birinin ülkesini içeren bir askerî karşı karşıya gelme ile başladığını göstermiştir. Diehl’in analizi iki ana devlete komşu olan bir alanda ortaya çıkan kriz veya askerî uzlaşmazlığın bu ülkeler arasında çıkabilecek diğer krizlere kıyasla savaşa yol açmaya daha yatkın olduğunu göstermektedir. Wallensteen ve Diehl’in çalışmaları sadece büyük devletler veya bunların bir alt grubu ile ilgilendikleri için sınırlı kanıt sunmaktadır. Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 193 Gochman (1990) ve Bremen (1992) tarafından yapılan çalışmalar sırasıyla 1816-1975 dönemindeki bütün devletlerarası askerî anlaşmazlıklar ve 18161965 dönemindeki tüm devletlerarası savaşları inceleyerek bu sınırlamayı aşmaktadır. Gochman (1990, Tablo 8) askerî anlaşmazlık içindeki devletlerin yaklaşık %66’sının komşu olduğunu saptamıştır. Daha da önemlisi, anlaşmazlıktaki kuvvet düzeyi sözel tehditlerden kuvvet gösterisine ve açık savaşa yükseldiğinde komşu ülkelerin yüzdesi de %63.8’ten %78’e yükselmektedir. Bremer’in (1992) bulguları daha da etkileyicidir. Savaş olasılığını arttırdığı düşünülen yedi kuramsal kritik faktör arasında komşuluğun en önemlisi olduğunu göstermektedir. Diğer altı faktörün de ancak komşuluk ile bir araya geldiğinde potansiyel bir etki yaratabileceğini söylemesi de eşit derecede önemlidir. Bu tür bir bulgu ancak çoğu savaşın komşular arasında savaşılması ile ortaya çıkabilir. Savaşların aslında büyük ölçüde komşular arasında kümelendiğine ilişkin doğrudan kanıt ise 1815’ten bu yana yapılan savaşlara ilişkin Savaş Bağıntıları projesinin verilerinde bulunabilir. Singer (1990, s. 9) devletlerarası savaşların %80’inden fazlasının komşular arasında olduğunu göstermiştir. Aynı veri grubunda yapılan başka bir incelemede (Small & Singer, 1982, ss. 82-85) 1816’dan 1980’e kadar yapılan 67 devletlerarası savaşın 8’i dışında hepsinin (%88) komşular arasında başladığını ve bu 8 savaşın hepsinin büyük devletlerin dâhil olduğu emperyal savaşlar olduğunu göstermiştir (bkz. Vasquez, 1993, ss. 134-135). Bu kalıp, 1815 öncesindeki devletlerarası rekabet ve savaş için de geçerli görünmektedir (bkz. Vasquez, 1993, ss. 134-135). Holsti’nin (1991) 1648-1814 döneminde yapılan büyük savaşlar listesi veritabanı olarak kullanılarak %91’inin (58’de 53) komşular tarafından başlatıldığı saptanmıştır. Benzer biçimde (Wayman & Jones, 1991 tarafından tanımlandığı şekilde) devletlerarası rekabetlerin %86’sı (28’de 24) komşular arasında gerçekleşmiştir. O halde komşular, sistemdeki savaşların ve tekrarlanan askerî karşı karşıya gelmelerin pek çoğundan sorumludurlar. Richardson’un (1960) savaş büyüklükleriyle ilgili çalışmasıyla beraber değerlendirildiğinde komşuluğa ilişkin tüm kanıtlar 1495’ten günümüze modern küresel sistemdeki tipik savaşın iki komşu arasındaki savaş olduğuna kuvvetli biçimde işaret etmektedir. Bu sonuca istatistiksel bir veri veya tarihsel bir hakikat olarak çok az kişi itiraz edecektir. Esas soru bu yüksek derecede teyit edilen kalıbın kuramsal bir önemi olup olmadığıdır. Bir başka deyişle belli sınıf devletler arasında savaşın bu yüksek yoğunluğunu nasıl açıklarız (veya makul açıklama getiririz)? RAKİP AÇIKLAMALARI DEĞERLENDİRMEK 194 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Bir bulgu için birden fazla açıklama olduğunda nispi faydalarını şu şekillerde değerlendirmek mümkündür: (a) mantıksal tutarlılık ve inandırıcılıklarını inceleyerek, (b) tutarlılıklarını sorunla dolaylı olarak ilişkili çalışmalar da dâhil olmak üzere ilgili tüm kanıtlarla karşılaştırarak ve (c) farklı açıklamaların farklı öngörülerde bulunduğu testler belirleyerek. İlk iki kriter bu bölümde, üçüncüsü ise bir sonraki bölümde uygulanacaktır. Yakınlık ve Etkileşimler Açıklamalar Yakın zamana kadar en yaygın kabule sahip açıklama, komşuluk ile savaş arasındaki ilişkinin yakınlığa bağlı olduğu, yani savaşların ancak birbirine ulaşabilen devletler arasında olabileceğiydi. Bolivya ve Botsvana (ya da aynı şekilde Bahamalar) çok uzak olduklarından birbirleriyle savaşmayacaklardır. Bazı durumlarda uzaklık iki tarafın da saldırmasını fiziksel olarak imkânsız kıldığı, bazı durumlarda ise etkileşimi çok aza indirerek tarafların birbirleriyle savaşacak bir neden bulmalarını mantıksızlaştırdığı için savaş çıkmaz. Uzaklık, hem savaş fırsatını, hem de savaşa girme iradesini (motivasyonunu) etkiler (Most & Starr, 1989). Üzerinde daha fazla düşünüldüğünde ise bu ilişki kuvvet kaybı ölçüsü bakımından açıklanmaktadır (Boulding, 1962). Bir devletin kuvveti, gücünü yansıtmakta olduğu anavatandan uzaklaştıkça azaldığı için gücünü kendi evine daha yakın kullanma yetisi daha yüksektir. Birbirlerinden çok uzak olan devletler arasında bir savaşın daha az olası olduğu varsayılır, zira savaşı karşı tarafa götüren devletin dezavantajı daha büyük olacaktır.1 Tek neden olmasa da yakınlık açıklamasının akla yatkın olmasının nedeni kısmen de komşuluk ve savaş üzerine varılan önceki bulguların yakınlık bakımından ifade edilmesi ve başkentler arasındaki mesafeyi ana ölçü olarak kullanmalarıdır. Dolayısıyla hem Gleditsch & Singer (1975) hem de Garnham (1976) savaşan devletlerin savaşmayan devletlere kıyasla (başkentleri arasındaki mesafe bakımından) birbirlerine daha yakın olduğunu bulmuşlardır. Bu tür bir bulgu muhtemelen çoğu savaşın komşular arasında savaşıldığı gerçeğinin bir işleviyse de başkentler arasındaki mesafe ölçüsü bizi kuvvet kaybı ölçüsü bakımından düşünmeye teşvik etmektedir. Yakınlığı fırsat olarak ele alan açıklama ile etkileşim ve ülkesellik açıklamaları arasındaki temel fark, yakınlık açıklamasının nispeten sabit olan bir özellik üzerinde durmasıdır. Mantıksal olarak komşuluk veya yakınlık gibi bir nispi sabitin savaş gibi oldukça nadir bir şeyin nedeni olması mümkün değildir 1 Bölgesellik açıklamasına ilişkin bir testin barış içinde yaşayan ama komşu olmayan ikililer lehine daha az önyargılı olmasını sağlamanın bir yolu, Bolivya ve Botsvana gibi mevcut teknoloji ve silahlı kuvvetler düzeyinin birbirlerine erişimine olanak vermediği ikilileri dışarıda bırakmaktır. Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 195 (bkz. Allan, 1983, s. 7). Komşuluk bir sabit olduğuna göre, komşu devletlerin savaşa girmelerini ne belirler? Diğer bir deyişle devletler genellikle başka bir devletle komşudurlar ve komşular da genelde uzun zamandır komşu durumundadırlar, fakat her zaman savaşmazlar. O halde yakınlık nasıl savaşın bir nedeni olabilir? Gerçek manada olamaz ve yakınlığı fırsat olarak ele alan açıklama daha yakından incelendiğinde yakınlığın savaşa neden olduğunu değil, savaş fırsatı verdiğini gösterdiği görülmektedir. Bu da yakınlığın savaş için gerekli bir koşul olduğunu gösterir, ancak bu sadece uzak devletlerin birbirlerine ulaşamaması anlamında daha az önemli bir gerekli koşuldur. Daha sonra ortaya çıkan iddia ise, teknoloji devletlerin küresel erişimlerini geliştirdikçe komşu olmayan devletler arasında savaş fırsatının da artması gerektiğidir. Büyük devletler zaten bu eğilimi göstermektedir. Örneğin ABD Vietnam’da savaşabilmiştir. İngiltere ve Arjantin Falkland/Malvina adaları için savaşmışlardır. Japonya ve ABD II. Dünya Savaşı’nda Pasifik’te savaşmıştır. O halde bu açıklamanın içerdiği aslında yakınlık değil, askerî erişimdir. Askerî erişimin sınırları yükseldikçe savaş komşular arasında daha az yoğunlaşır. Hava gücünden füze yeteneğine doğru gerçekleşen değişim (dış uzaya çıkma yeteneği de dâhil), yakınlığı fırsat olarak ele alan açıklama açısından savaş ve komşular arasındaki ilişkinin askerî erişimdeki ilerlemelerle birlikte azalması gerektiğini öne sürmektedir. Teknolojideki bu tür ilerlemeler kuvvet kaybı ölçüsünü azaltacaktır.2 Yakınlık açıklaması komşularla savaşlar arasındaki ilişkiyi yapay ve önemsiz görür. Bana göre bu açıklamanın mantığı, gelecekte askerî erişim geliştikçe bu ilişkinin de kaybolacağını veya en azından zayıflayacağını söylemektedir. Eğer 2 Bazıları teknolojinin kuvvet kaybı ölçüsü üzerindeki etkisiyle ilgili Boulding ve burada verilen analizle aynı fikirde değildir. Örneğin Gleditsch (1994) teknolojinin uzak ülkelere mutlak engelleri azaltabilse de nispi maliyetleri azaltmadığını iddia etmektedir. Bu mantıksal olarak geçerli olsa da mutlak maliyetlerdeki azalmanın, nispi maliyetler aynı kalsa dahi uzak devletler arasındaki savaş olasılığını önceye kıyasla daha yüksek hâle getirmek zorunda olduğu da bir gerçektir. İki soru hayati önemdedir ve ikisi de mantıksal değil ampirik sorulardır. Birincisi, mutlak maliyetler azalsa bile nispi maliyetler sabit mi kalmaktadır? Gleditsch (1994, s. 2) ‘mesafe arttıkça ulaşım maliyetlerinin monoton olarak arttığını’ varsaymaktadır. Ancak bu her zaman geçerli değildir, zira etkileşim (ya da kullanım) sıklığı, sınırla ilişkilendirilen mutlak ve nispi maliyetleri azaltan bir ekonomi ölçüsü üretebilir. Dolayısıyla New York ile Lincoln-Nebraska arasındakine kıyasla New York ve Los Angeles arasında uçmak veya telefonlaşmak belirgin biçimde daha ucuzdur. Aynısı uluslararası ticaret için de geçerli olabilir. Benim iddiam teknolojinin sadece mutlak maliyetleri değil, belli şartlar altında nispi maliyetleri de düşürebileceğidir. İkincisi, nispi maliyetler sabit kalsa bile devletlerin sadece nispi maliyetlerle yönlendiği varsayılabilir mi? (bkz. Kegley, 1995) Devletlerin temel olarak nispi maliyet ve kazançlarla mı, mutlak maliyetler ve kazançlarla mı yönlendiği ya da bu yönlenmenin konuya veya diğer üçüncü bir koşula bağlı olarak değişip değişmediği ampirik bir sorudur. 196 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler bu akla yatkın bir beklenti ise o halde Gochman (1990) yakınlık açıklamasının altını oyan bulgular sunmaktadır. Gochman (1990) yukarıda anahatları verilen mantık temelinde teknolojinin mesafeleri kısalttığını ve dolayısıyla komşuluğun sanayi döneminde eskiden olduğu kadar önemli bir faktör olmadığını öngörmektedir. Beklentilerinin aksine 1870’den sonra komşuluğun 19. yüzyılın daha önceki dönemine göre askerî anlaşmazlıklarla daha fazla ilişkilendirildiğini saptamıştır. Bu, yakınlık açıklamasıyla tutarsız olan ve mantıklı açıklama getirilmesi gereken önemli bir kanıt parçasıdır. Gochman (1990) bu bulgunun sanayileşmemiş devletler arasındaki anlaşmazlıkların sayısındaki artışa bağlı olabileceğini iddia ederek bunu yapmaya çalışmaktadır. Ancak bu geçici açıklama 1946-76 döneminde (yeni devletlerin artmasına bağlı olarak anlaşmazlıkların da arttığı dönemde) doğru olabilecek iken diğer test dönemlerinde (1871-90, 1891-1918, 1919-45) daha az anlam ifade etmektedir. Daha sonra da görüleceği üzere bölgesellik açıklaması Gochman’ın (1990) bulgularıyla tutarsız değildir ve Gochman’ın beş dönemi arasındaki farklılıklara daha akla yatkın bir açıklama getirebilmektedir. Yakınlık açıklamasının bulguya mantıklı bir açıklama getirirken geçici bir açıklamaya dayanması gerektiğinden, geçici açıklamalara dayanması gerekmeyen bir açıklamadan daha az yeterli görülmesi gerekir. Yakınlık açıklamasının aksine etkileşim açıklaması komşuluk ve savaş arasındaki ilişkiyi kuramsal olarak önemli görür. Bu açıklamaya göre, savaşlar temel çıkar çatışmaları nedeniyle çıkar. İki devlet arasındaki etkileşim sayısı arttıkça anlaşmazlıkların sayısı (anlaşmaların sayısı gibi) artmaya eğilimlidir. Bu anlaşmazlıkların bazıları temel çıkar çatışmaları barındıracak ve bunların belli bir kısmı da güç ve şiddet kullanımına neden olarak savaş ihtimalini arttıracaktır. Etkileşimleri teşvik eden en önemli faktör de komşuluk olduğuna göre komşu devletlerin ciddi anlaşmazlıklar düşmeleri ve savaşlara girişmeleri daha olasıdır. Her ne kadar bu açıklamanın belli bir akla yatkınlığı bulunuyorsa da temel kuramsal eksikliği, daha fazla etkileşimin neden bazı ikilileri işbirliğine daha açık hâle getirirken diğerlerini daha çatışmacı bir yöne sevk ettiğini açıklamakta başarısız olmasıdır. Bu açıklamanın da ifade etmeye çalıştığı tür bir istatistiksel açıdan daha fazla etkileşimin daha fazla işbirliği ve çatışmaya yol açması ve bu kalıbın da savaş düzeyine tırmanan ısrarlı bir çatışmadan çok ortak bir itidal ile sonuçlanması gerekir. Bu açıklama ayrıca literatürdeki diğer iki düşünce biçimiyle de çelişmektedir. Birisi daha fazla ekonomik etkileşim, iletişim, kültürel değişim, işlem ve diğer belli tür etkileşimlerin savaş olasılığını azaltması gerektiğini söyleyen neoliberal görüştür (bkz. Kegley, 1995). İkincisi ise Soğuk Savaş’ta olduğu gibi tekrarlanan husumetin etkileşimlerde azalmaya ve ekonomik ve Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 197 diplomatik ilişkilerde kopmaya yol açtığını öne süren ve geniş kabul gören fikirdir. İkincisinin bakış açısından askerî anlaşmazlıklara en açık olacak komşu ikililer en fazla değil, en az etkileşime sahip olanlar olacaktır. Temel olarak diplomatik etkileşimlerle ilgili uzun dönem verilerinin eksikliği nedeniyle etkileşim açıklamasına ilişkin herhangi bir sistemli test bulunmamaktadır. Her ne kadar yakınlık açıklaması gibi etkileşim açıklaması da doğrudan test edilmemişse de Gochman’ın (1990) bulguları tarafından zor durumda bırakılmaktadır. Teknoloji ve ekonomik karşılıklı bağımlılık dünyayı daha küçük hale getirdikçe komşu olmayan ikililer arasında daha fazla etkileşim olması gerekir. Kaçınılmaz olarak komşu olmayan ikililer arasındaki bazı ilişkilerin özellikle diplomatik düzeyde komşu olan ikililerin ilişkileri kadar önemli olması gerekir. Eğer durum buysa o zaman 20. yüzyılda ve özellikle de 1945 sonrası dönemde komşuluk ve askerî karşı karşıya gelmeler arasındaki ilişkinin daha önceki dönemlere kıyasla zayıflaması beklenir. Gochman’ın (1990, Tablo 3) testinin gösterdiğine göre ise bunun tersi söz konusudur. Daha zorlayıcı olan test ise artan teknolojinin komşu olmayan devletler arasında etkileşimin artmasına yol açtığını göstermektir. Bu açıdan savaş ancak komşu olmayan ikilinin etkileşimi tipik komşu ikilinin etkileşim düzeyine eşit olduğunda beklenecektir. Diğer bir deyişle komşuluktan ziyade etkileşim esas olduğundan, komşu olmayan ikili tipik komşu ikili kadar sık etkileşim içine girdiğinde komşu olmayan ikilinin komşu ikili kadar savaşması gerekir. Özellikle bu test teknolojideki ilerlemelerin karşılaştırmalı olarak daha fazla savaş ve etkileşime neden olmadığını iddia eden bazı araştırmacıların itirazlarını çürütme faydasına da sahiptir. İddiaya göre bir arabaya erişim insanın daha uzun yolculuklar yapmasını mümkün kılabilir, ancak kişi daha fazla sayıda kısa yolculuklar da yapabilir. Yukarıdaki test komşu olmayan ikililerin etkileşimi komşu ikililerin düzeyine eriştiğinde o zaman savaş olasılığının da komşuluktan bağımsız olarak eşit olması gerektiğini söyleyerek bu itirazı çürütmektedir. Bölgesellik Açıklaması Yakınlık açıklamasının aksine bölgesellik açıklaması savaşların sadece fırsat olduğunda ortaya çıkan şeyler olduğunu kabul etmemektedir. Ayrıca savaşın artan etkileşimlerin ürünü olduğunu da kabul etmemektedir. Daha ziyade savaşın devletler arasında başka yollarla çözümü mümkün olmayan belli bölgesel anlaşmazlıklardan kaynaklandığını kabul etmektedir. Diğer pek çok yerde (Vasquez, 1993, Bölüm 1 & 4) savaşın bir topluluğun belli tür durumlarla baş edebilmek için başvurduğu toplumsal bir icat (bkz. Mead, 1940) olduğunu tartışmıştım. Modern küresel sistemde devletlerin güç ve şiddet kullanımı ile en fazla uğraşmak zorunda oldukları durum topraklarının tehdit edildiği durumdur. 198 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Bu açıdan yakınlık savaş fırsatını temin ederken bölgesel anlaşmazlıklar savaşa girme iradesini temin etmektedir. Bu da tüm sorunların eşit derecede savaşa yol açmayacağı anlamına gelir. Savaşlar komşular arasında kümelenir, zira komşular arasında sıklıkla bölgesel anlaşmazlıklar yaşanır. Savaşlar komşu olmayan devletler arasında daha az sıklıkla gerçekleşir, zira aralarında ideolojik, ekonomik veya siyasi anlaşmazlıklar ve hatta güç rekabetleri (örn. İngiliz-Rus veya Sovyet-ABD) bulunsa da genelde bölgesel anlaşmazlıklar yoktur. Bölgesel meseleler doğru biçimde ele alınmadığı zaman diğer çatışma kaynaklarına kıyasla savaşla sonuçlanması daha muhtemel olan çatışma (anlaşmazlık) kaynaklarıdır. Uluslararası ilişkiler sorunsalı dâhilinde kolektif şiddetin sadece tek bir tür veya birkaç tane mesele üzerinde odaklandığı görüşü kabul edilmemektedir. Realistlere göre savaş herhangi bir mesele yüzünden çıkabilir, çünkü herhangi bir mesele bir güç mücadelesine neden olabilir (bkz. Morgenthau, 1985, s. 31). Bölgesellik açıklamasının ayırt edici iddialarından birisi de savaşın nispeten nadir ve belli tür anlaşmazlıklar ile sınırlı olduğudur.3 Modern küresel sistemde insan topluluklarının neden dikkat çekici ideolojik meseleler de dâhil olmak üzere diğer meselelerden daha fazla toprak için savaşmaya açık oldukları belli değildir. İnsan toplulukları tarih boyunca eğer bölgesel meseleler çözülemez ise belli koşullar altında savaşa girilmesinin etkili ve meşru olduğunu öğrenmişlerdir. Şüphesiz bunu kısmen tarih boyunca elde etkileri deneyimleri sayesinde öğrenmişlerdir. Bölgesel çatışmalarla baş etmek için savaş etkili bir pratik olarak öne çıkmış olabilir. Bunun nedeni tam olarak bilinmemektedir ve bu disiplinlerarası araştırmaya büyük ihtiyaç olduğu bir alandır. Bazı hipotezler için doğal olarak yaşam bilimlerine bakmak gerekir ve bu şekilde insanların bölgeselliğe yönelik miras edindikleri bir eğilim nedeniyle diğer meselelere kıyasla bölgesel meseleler için daha fazla savaştıkları akla yatkın hâle gelebilir.4 Bu da sonuç olarak muhtemelen toprağın yaşam için alan, yiyecek ve kaynaklar sunmasıyla ilgilidir (Alcock, 1989, ss. 518-520; Ferguson, 1987, ss. 6-7, 9; Vayda, 1976; Wilson, 3 4 Small & Singer’a (1982, ss. 59-60) göre 1816-1980 döneminde bir ulus-devleti içeren sadece 67 tane devletlerarası savaş ve 51 tane diğer savaş vardır. Her ne kadar bu savaşlarda insanlar ciddi bir acı çekmişlerse de özellikle de bu savaşların çoğu sadece iki devlet arasında olduğu için Morgenthau’nun (1985, s. 52) ‘tarihin bütün gösterdiği’ iddiasında yansıtıldığı gibi bir kapsamlı savaşı meydana getirmezler. Elbette hayvan davranışına ilişkin bulguların insanlara uygulanırken dikkatli olunması gerekir. Bu konu üzerine bkz. Huntingford (1989, ss. 29-33). Yine de insan davranışı tartışmalarının insan davranışının biyolojik temeline ve etnolojideki uygun çalışmalara ilişkin bir farkındalığı yansıtması ve genelde olduğu gibi sadece Batı siyasal felsefesinden kaynaklanan insan doğasının basitleştirilmiş bir görünümüne dayanmaması gerekir. Yaşam bilimlerini inceleme gereğine ilişkin ikna edici bir iddia için bkz. Masters (1989) ve ayrıca Shaw & Wong (1989, ss. 6-10). Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 199 1975, ss. 247-248; ayrıca bkz. Goodall, 1990, Bölüm 10). Bu davranışın nedeni her ne olursa olsun, insanlar da diğer omurgalılar gibi bölgeseldirler (belgeler için bkz. Valzelli, 1981, s. 81) ve diğer tüm hayvanlar gibi insanlar da toprak korumak ve kazanmak için saldırganlık gösterirler (Wilson, 1975, s. 256; Goodall, 1990, ss. 100-101, 104). Ancak diğer pek çok omurgalının aksine insanlar bölgesel anlaşmazlıkların çözüm yollarından birisi olarak kolektif şiddet biçiminde savaşı kullanmayı da öğrenmişlerdir. Toprağın neden insanlık tarihinde bu kadar büyük yer kapladığı ve insanların neden bölgeselliğe eğilim gösterdikleri etnoloji ve biyoloji çalışmaları hakkında bilgi olmadan tamamen cevaplanamaz. Ancak gözlemlenebilir davranışa ilişkin belli bir fikir birliği olsa da bu bilim dallarının bölgesellik üzerine tek bir görüşlerinin olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Benim görüşüm Somit’in (1990, s. 569) insanları gerekirci bir biçimde “değiştirilemez” biçimde değil, ‘belli davranış ve kültürel seçenekleri kayıran “programlanmış” şekilde ele alan görüşüne katılmaktadır. Bunun tek anlamı insanların belli tür davranış ve pratikleri diğerlerine göre daha kolay öğrenir görünmeleridir.5 En azından modern küresel sistemde ve belki çok daha önceden de insanların öğrendikleri görülen ise bölgesel meselelerin sıklıkla “en iyi” güç ve şiddet kullanımı ile çözülen durumlara (bu durumlar sık ve kaçınılmaz olmasa dahi) neden olabileceğidir. Bu pozisyon siyaset bilimciler tarafından hâkim ‘biyolojik pozisyonlar’ olarak düşünülen diğer iki pozisyondan, yani saldırganlık ve bölgeselliği bir dürtü olarak gören görüş ile bunları içgüdü olarak gören görüşten tamamıyla farklıdır. Açlık, susuzluk ve cinsellik gibi bir dürtü, insanları belli bir biçiminin öğrenebilineceği belli tür hareketlerde bulunmaya güdüleyen kimyasal veya hormonel bir durum ortaya çıkararak işler. Dürtünün belirleyici özelliği hareket bir kez yapıldıktan sonra kimyasal veya hormonel durum yeniden oluşana kadar bu iç durumun tatmin edilmiş olmasıdır. Bu kalıp daha sonra da tekrarlanır. Savaşın bir tür içsel dürtünün işlevi olmak için çok nadir gerçekleştiği görülmektedir.6 Biriken, saldırganlığa neden olan, tatmin edilen ve sonra yeniden biriken bir dürtü yoktur ki yaşam bilimlerinde pek çok kişi bu pozisyona karşı çıkmaktadır.7 İnsan davranışında bölgeselliğe yönelik eğilim gibi bir eğilim mutlaka bir dürtüyle aynı olmak zorunda değildir, zira davranışı ortaya çıkaran bir hormonel veya kimyasal durum olmadığı gibi kimyasal durum davranış tarafından “tatmin edilmiş” de değildir. 5 6 7 Öğrenme kapasitesi, genetik ve evrimle ilgili olarak bkz. Wilson (1975, s. 255). Savaş sorunu üzerine biyolojideki doğuştanlık fikrinin güzel bir eleştirisi Ferguson (1984, ss. 8-13) tarafından yapılmaktadır. Bkz. Huntingford (1989, ss. 26-27) ve Bateson (1989, s. 41); ayrıca bkz. Valzelli (1981, s. 67). 200 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Bir içgüdü iç bir durum olarak tanımlanan dürtüye kıyasla davranışın ortaya çıkması için dışsal bir uyarıcının gerekmesi anlamında genellikle dürtüden ayrılır (McGuinness, 1987, s. x). Eğer savaş ve bölgesellik içgüdünün ürünüyse o zaman savaşın da şu andaki gibi bu kadar farklı biçimde gerçekleşmemesi veya (norm gibi) diğer etkilere açık olmaması gerekir. Bu görüş ayrıca primatların barış yapmaya yönelik bir genetik miras taşıdıkları gerçeğini de hesaba katmamaktadır (de Waal, 1989). İnsanların hem savaşa girmeyi hem de barışçı ilişkiler kurmayı öğrenmeleri daha akla yatkın görünmektedir. Bana göre bölgesellik ve savaş ile ilişkilendirilen davranış kalıbını üreten de içgüdüden ziyade bu öğrenmedir. İnsan bölgeselliğini basitçe insanların toprağı işgali ve gerekirse savunması olarak tanımlamaktayım. Pek çok kuramsal amaç için bu dışsal bir değişken olarak görülebilir. Uluslararası ilişkiler kuramının amaçları bakımından ise bölgesellik diğer bilim dallarından alınan bir aksiyom olarak görülebilir:8 Diğer tüm faktörler eşit olduğunda birbirlerine sınırdaş olan iki devletin karşılaştıkları alanlarda bir sınır oluşturmak için saldırganlık gösterecekleri sonucu çıkarılabilir. Şu an için insanların öğrenilmiş olan belli bir bölgesellik eğilimi nedeniyle kolektif şiddete giriştiklerini varsayacak olursak o halde daha sonra ne gelmektedir? Bu aksiyomdan dört önerme çıkmaktadır: (1) topluluklar dünyayı sıklıkla güç kullanımı yoluyla bölgesel birimlere ayırırlar; (2) topluluklar sınırlarına büyük dikkat gösterirler ve savunmaları için tetikte olurlar; (3) genele bakıldığında yetenekleri bakımından nispeten eşit olan herhangi iki komşu devlet arasındaki sınırların güç kullanımı içeren bir mücadele sonucunda oluşması beklenir; (4) yeni ortaya çıkan herhangi bir devlet mevcut toprak dağılımlarına tehdit oluşturabilir ve eğer bu korkular giderilemezse çatışma ve şiddet olası hâle gelir (Vasquez, 1993, ss. 140-141). Ancak şu ana kadar söylenenlerden bölgeselliğin doğrudan savaşa veya sabit bir savaş kaynağına neden olduğu sonucuna varmak bir yanlış anlama olacaktır. Söylenen tek şey bölgesel meselelerin nasıl ele alındıklarına bağlı olarak savaşa 8 Bu demektir ki Sack’in (1986) iddia ettiği gibi bölgeselliğin biyolojik temelli mi olduğu, yoksa tamamen belli bir tarih dönemini idare eden toplumsal bir yaratı mı olduğu aşağıda verilen toplumsallık açıklamasının kuramsal öngörülerini değiştirmeyecektir. Benim bölgeselliğin belirleyicileri ile ilgili fikrim, bunun yaşam bilimleri de dâhil olmak üzere tüm kanıtlar ışığında karar verilmesi gereken ampirik bir soru olduğu ve bu kararın felsefi önyargılara bağlı olarak – özellikle de tüm biyolojik açıklamaları öyle olmadıkları halde doğuştan gibi görmekte ısrarcı olduklarında – biyolojik açıklamaları öncül oldukları gerekçesiyle eleyerek verilemeyeceğidir. Yukarıda da belirtildiği gibi dürtü ve güdülere dayalı açıklamaları (benim de yaptığım gibi) reddetmek veya hatta sosyobiyolojik açıklamaları reddetmek mantıksal olarak tüm etholojik açıklama ve bulguları reddetmeyi gerektirmemektedir (bkz. Somit, 1990). Her ne kadar bölgeselliğin kaynakları olabileceğini düşündüğüm şeyleri sunmaktaysam da bu fikir bir denemedir ve siyaset bilimi dışında daha fazla araştırmaya açıktır. Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 201 neden olabilen anlaşmazlık kaynakları olduğudur. Bu anlamda savaşa neden olabilen bir kaynaktırlar, ancak savaşla sonuçlanmaları gerekmez. Savaşın başlamasını açıklamak için bölgeselliğin ötesine geçerek devletlerin bölgesel eğilim ve ihtiyaçlarıyla baş etmeyi nasıl öğrendiklerini incelemek gerekir. Savaş bölgesellikten değil, devletlerin sınırlarını çizmek ve/veya topraklarını korumak ya da genişletmek için çalışırken ortaya çıkan etkileşimlerinden kaynaklanır. Bölgesel anlaşmazlıkların çıkışı ile savaşın başlangıcı arasında birtakım müdahil değişkenler vardır. Savaş kaçınılmaz değildir.9 Savaşın kalıcı olması da gerekli değildir. 3. önermede belirtildiği gibi bölgesellik sınır oluşturmak için savaşa neden olabilirse de sınırlar bir kez oluştuktan ve ilgili tüm taraflarca kabul edildikten sonra savaş olasılığının oldukça düşük olduğunu gösteren pek çok kanıt vardır. Sınır güç kullanımı yoluyla oluşturulmuş olsa dahi bu mümkün olabilir, ancak tipik olarak sadece çok büyük bir güç kullanımı bir sınırın kabul edilmesini sağlayabilecektir (Vasquez, 1993, s. 147). Bu da sınır çatışmasının ve dolayısıyla savaşın iki komşunun bütün ilişkisi süresince devam etmesinin gerekli olmadığı ve tarihlerinin bir dönemiyle sınırlı kalabildiği anlamına gelmektedir. Sınırlar bir kez kabul edildikten sonra barış hâkim olabilir. Bu ise çatışma ve savaşı sabit ve sık görülen bir olgu olarak değerlendiren realist paradigmanın görüşünden oldukça farklı bir görüştür. Benzer biçimde bir sistemin norm ve kuralları, devletlerin nasıl etkileştiği ve bölgesel anlaşmazlıklarla nasıl baş ettikleri üzerinde etkili olabilir (bkz. Goertz & Diehl, 1992, Bölüm 3). Toprak talepleri veya el değiştirmeleri için belli normların geliştirilmesi durumunda toprak çatışması azaltılabilir veya sınırlandırılabilir. Kurallar daha kesin hâle geldikçe ve üzerlerinde geniş bir mutabakat sağlanması durumunda talepleri çözmeleri veya hakemlik etmeleri daha mümkün hâle gelecektir. Bazı yazarlar toprak el değiştirmelerine uygulanan normların belirsizliğinin bölgesel anlaşmazlıklarla ilişkilendirildiğini gözlemlemişlerdir (bkz. Luard, 1986, s. 87). Aynı şekilde, toprak taleplerine uygulanan normlarda modern Avrupa’da hanedanlık yönetiminden ulusçuluğa doğru yaşanan kayma gibi bir kayma birtakım bölgesel çatışmaya ve dolayısıyla savaşa yol açabilir, zira rakip taraflar talepte bulunurken farklı normlar kullanacaklardır. Bu analiz son iki önermeyi desteklemektedir: (5) sınırlar karşılıklı olarak bir kez kabul edildikten sonra komşular arasında savaş olasılığı azalır; (6) bir tarihsel sistemde savaşın sıklığı, toprak anlaşmazlıkları ve el değiştirmelerine 9 Aslında bölgeselliğin kendisi de öğrenilmemiş olabilirse de bu soruya açık bir durumdur. Bazı bölgelerde bölgeselliğin azaldığını saptayan bir analiz için bkz. Ruggie (1993). 202 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler uygulanan kesin ve geniş kabul gören normlar oluşturup oluşturmadığına bağlı olarak değişebilir.10 Tablo I. Belli Bir Meseleyi İçeren Savaşların Sıklığı a Meselenin türü Toprak b Tarihsel Dönemler I II III IV (1648-1714) (1715-1814) (1815-1914) (1918-41) 17 (%77) Bölgesellikle İlgili Meseleler c 2 Kümülatif Alttoplam (%86) Yukarıdakilerden Hiçbirisi 3 (%14) Toplam Savaş 22 V (1945– ) 26 (%72) 18 (%58) 22 (%73) 27 (%47) 4 (%83) 8 (%84) 6 (%93) 19 (%79) 6 (%17) 36 5 (%16) 31 2 (%7) 30 12 (%21) 58 a Holsti’de (1991, ss. 48-49, 85-87, 140-142, 214-216, 274-78) belirtilen tarihsel yargıların sınıflandırmasına dayalı sıklık. b Holsti’nin (1991, s. 308) ‘toprak’, ‘sınır’, ‘stratejik toprak’ ve ‘irredenta’ meselelerini içermektedir. c Holsti’nin (1991, s. 308) ulusal özgürlük/devlet oluşumu, ayrılık/devlet oluşumu, ulusal birleşme/bütünleşme, devlet/imparatorluk bütünlüğünü koruma, hanedanlık/veraset kategorilerini içermektedir. Kaynak: Vasquez, 1993, s. 130. Bu önermeler ne kadar mantıklıdır? Gezegenin ülkesel birimlere bölünmesi ve devletlerin sınırlara ilişkin hassasiyetiyle ilgili ilk iki önerme barış çalışmalarında pek fazla dikkat edilmeyen modern küresel sistemdeki bazı oldukça açık davranış kalıpları ile tutarlıdır. Daha az belirgin olarak ise ilk iki önerme ayrıca toplulukların üzerinde savaşabildikleri tüm meseleler arasında savaşa en açık olanın bölgesel meseleler olduğunu göstermektedir. Savaşa neden olan konularla ilgili fazla bilimsel veri olmadığından bu sorun üzerinde çok ampirik çalışma yapılmamıştır (bkz. Diehl, 1992). Aslında bölgesellik açıklamasının yakınlık ve etkileşim açıklamasından farklı olmasının bir nedeni de komşular arasında savaşların, rekabetin ve askerî karşı karşıya gelmelerin 10 Bu altı önerme bölgesellik açıklamasının bazı daha önemli yönlerinin bir genel görünümünü vermektedir. Çeşitli uyarılar da içeren tam bir analiz için bkz. Vasquez (1993, Bölüm 4). Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 203 olağan olmayan biçimde yoğunlaşmasına neden olanın sadece yakınlık veya etkileşimler değil, bölgesel anlaşmazlıklar olduğu konusunda ısrar etmesidir. Eğer savaşın bölgesel açıklaması doğru ise savaşta öne çıkan fiili meselelerin bir veya daha fazla bölgesel mesele içermesi beklenebilir. Tersi durumda ise yakınlık ve etkileşim açıklamaları herhangi bir özel meseleyi diğerlerine kıyasla daha savaşa açık görmediğinden sıfır hipotezini kabul edeceklerdir. Bölgesellik açıklamasına getirilen temel eleştirilerden birisi komşuluk ve savaşlar arasındaki ilişkilendirmenin mutlaka komşu devletlerin aslında toprak üzerinde çatışması anlamına gelmeyeceğidir. Eğer durum buna gelirse o halde bu devletlerarası savaşın bölgesel açıklamasını destekleyecek bir kanıt olacak, gelmezse de açıklamanın yanlış olduğu anlamına gelecektir. Daha yakın tarihli bir analizde K. J. Holsti (1991, s. 19, ss. 307-309) bölgesel meselelerin savaşın pek çok tarihsel dönemine hâkim olduğunu gösteren (1648’den 1989’a kadar olan büyük savaşlar üzerine) bazı önemli istatistiksel veriler sunmaktadır. Kodlamaları karar vericilerin ne üzerine savaştıklarına ilişkin tarihsel yargılara dayanıyorsa da (Holsti, 1991, s. 19) bir bölgesel açıklamayı desteklemeye ve hatta test etmeye çalışmadığı için bu kodlamanın gereğinden fazla bir biçimde bölgesel açıklamanın yanında veya karşısında yer alacak bir önyargı içermesi beklenemez. Aslında çalışmasındaki sorunlardan birisi de toprakla ilgili birtakım meseleleri örneğin “stratejik toprak” ve irredentayı “toprak”tan ayırdığı gibi bazen farklı meselelere bölmesidir. (Holsti, 1991, ss. 51-52) Diğer çalışmalarımda (Vasquez, 1993, ss. 129-131) bölgesel meselelerin diğer meselelere kıyasla savaşlarda daha etkili olup olmadığını görmek için Holsti’nin listelerini yeniden inceledim.11 Tablo I sonuçları göstermektedir. İlk satır açıkça dar biçimde tanımlanan bölgesel meselelerin yaklaşık 350 yıl boyunca savaşlara hâkim olduğunu göstermektedir. Diğer mesele türlerinin hiçbirisi bu kadar geniş tarihsel zaman dilimlerinde bu ölçüde ısrarla var olmamıştır. Aslında sadece 1945 sonrası dönemde bölgesel meseleler savaşların çoğunu teşkil etmemektedir, fakat bu durum bu döneme dâhil edilen “savaş” örneklerine bağlı olabilir.12 Holsti’nin bir ulusal devletin oluşumu (veya birleşmesi), bir devlet veya imparatorluğun bütünlüğünü korumak, imparatorluk oluşumu, devlet/rejim bekası ve hanedanlık hakları/veraset meselelerindeki gibi daha geniş olarak 11 12 Bölgesel ve bölgesellik içeren konuları doğrudan Holsti’nin (1991) tablolarından bir araya getirirken savaşları iki kez sayma tehlikesi vardır, çünkü bir savaş içinde birden fazla bölgesel mesele söz konusu olabilir. Bu sorunu önlemek için Holsti’nin (1991) her savaş üzerine (kitabında yayınlamış olduğu) “ham veriyi” kodladım. 1945 sonrası örneğinde Holsti, Singer & Small’un 1947-8 Yahudi yerleşimcilerinin İngiltere’ye karşı isyanı gibi bazı isyanlar ile 1982’de Lübnan’da ABD denizcilerinin öldürülmesi gibi 1000’den az askerin öldüğü çatışmaları da içeren operasyonel savaş tanımından oldukça belirgin biçimde sapmaktadır (bkz. Holsti, 1991, ss. 111, 273-278). 204 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler toprak işgali ve savunmasına eğilimle ilişkilendirilen herhangi bir mesele şeklinde tanımlanan bölgesellikle ilgili meseleler bir araya geldiğinde o zaman (ikinci satırda verilen) yüzdeler %80 seviyesine yükselmektedir. Savaşlarda diğer pek az mesele bulunmaktadır. İlk dönemde 22 savaştan sadece 3’ünde (%14) bölgesel meseleler önemlidir ve en yakın dönemde de 58 savaştan sadece 12’sinde (%21) savaşların bölgesellikle herhangi bir bağlantısı yoktur.13 Aynı şekilde Holsti (1991, s. 308) güçler dengesi gibi bazı oldukça bilinen savaş meselelerinin bu dönemlerde yapılan savaşların sırasıyla %9, %1, %3, %3 ve %0’ını oluşturduğunu göstermektedir. Bu bulgular, savaşın mantıklı nedenleri arasında, savaşa katılmanın bölgesel nedenlerden biri olduğuna ilişkin çeşitli noktaları ortaya koymaktadır. Bu da komşular ve savaş arasındaki ilişkinin temelinde yatanın sadece mesafe veya etkileşimler olmadığının etkileyici bir kanıtıdır. Her ne kadar daha fazla araştırmaya gerek varsa da komşular arasındaki savaşların bölgesel anlaşmazlıklara bağlı savaşlar olması oldukça mümkündür. Bu da bölgesel meselelerin diğer meseleler gibi olmadığı anlamına gelir. Oynaklıkları ve kolektif şiddete yol açma becerileri nedeniyle özeldirler. Bu, ideolojik sorunlar gibi diğer meselelerin savaşa yol açan çatışmaya neden olmayacakları anlamına gelmez. Sadece bölgesel meselelerin anlaşmazlıklara yol açmasının daha mümkün olduğu ve bu anlaşmazlıkların da diğer meseleler üzerindeki anlaşmazlıklara kıyasla daha sık biçimde savaşla sonuçlandığı anlamına gelir. Savaşın bölgesel açıklamasının merkezinde bu vardır ve Tablo I’de sunulan bulgular da bölgesellik açıklamasının ampirik olarak kesin olduğuna ilişkin kanıt sunmaktadır. Komşu devletlerin sınır oluşturmak için mücadeleye girişeceklerine ilişkin üçüncü önerme ilk iki önerme kadar açık değildir ve sistemli olarak test edilmemiştir. Üçüncü önerme, eğer bölgesellik çok önemliyse ve bölgesel meseleler o kadar savaşa yatkınlar ise o zaman komşular arasındaki ilişkilerin tarihinde iz bırakmaları gerektiği temeline dayanan aksiyomdan kaynaklanmaktadır. Bu önerme bölgesel açıklama için yeni bir ana test oluşturmaktadır, çünkü özellikle beşinci önerme ile birlikte sınırlar bir kez oluştuğunda yakınlık ve etkileşimler (ve tüm diğer faktörler) sabit kalsa dahi komşular arasında savaş olasılığının azalacağı sonucuna varmaktadırlar. Bölgesel açıklama, savaşı bölgesel anlaşmazlıkların bir işlevi olarak gördüğünden bu anlaşmazlıklar çözüldüğü zaman savaş olasılığı da 13 Bölgesel olmayan meselelerin varlığı toprak ve bölgeselliğin mümkün olan her meseleyi içerecek şekilde geniş tanımlanmadığını göstermektedir. Bölgesellikle ilişkilendirilmeyen meseleler arasında ticaret/gemicilik, vatandaşları/ticari çıkarları korumak, dini meslektaşları korumak, etnik meslektaşları korumak, bir müttefiki savunmak, ideolojik özgürleştirme, hükümet oluşturmak, anlaşma koşullarına uymaya zorlamak ve güçler dengesi vardır. Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 205 azalmaktadır. Yakınlık ve etkileşim açıklamaları savaşın zamana bağımlı doğasını reddederler, zira onlara göre uluslararası siyaset kalıcı bir güç mücadelesidir ve/veya savaş farklı meseleler üzerinde ortaya çıkabilir. Her ne kadar üçüncü önerme önemli bir gelecek testiyse de ayrıca kuramsal olarak test edilmiş ve dolayısıyla yeterliliğini ölçmek için kullanılabilecek diğer hipotezleri de sunmaktadır. Örneğin önermeye göre daha fazla sayıda sınırı olan devlet daha fazla komşu ile uğraşmak zorunda kalacağı için daha fazla savaş yaşaması gerekir. Dolayısıyla önerme Richardson’un (1960, ss. 176-177, 197) devletin sahip olduğu sınırların sayısının (kolonilerinin sınırları da dahil) yaptığı savaş sayısıyla ilişkili olduğunu gösteren bulgusuna da kuramsal olarak güçlü bir açıklama sağlar. Richardson bu değişkenler arasında Star & Most (1976, 1978) tarafından da teyit edilen 0.77 gibi etkileyici bir korelasyon bulmuştur. Üçüncü önerme ayrıca eğer bölgesellik bu kadar güçlüyse sadece savaşı değil, diğer şiddetli çatışma türlerini de açıklaması gerektiği sonucuna varmaktadır. Böylece bu makalenin ilk bölümünde gösterildiği gibi devletlerarası savaşların %90’ının komşular arasında başlaması dışında 1815’ten bu yana yaşanan devletlerarası rekabetlerin de kabaca %85’i komşular arasında vuku bulmuştur. Yeni devletlerin ortaya çıkmasının veya rejimdeki temel bir değişikliğin savaşla ilişkilendirildiğini öne süren dördüncü önermeyi de destekleyen kanıtlar vardır. Bu kanıtların pek çoğunu kullanmış olsalar da Small & Singer (1982, ss. 13*, 141) 1815 sonrası dönemde sistemdeki devlet sayısı arttıkça savaş sayısının da arttığını açıkça belgelemişlerdir. Maoz (1989, s. 202) sistemdeki devletlerin sayısı ile ciddi anlaşmazlıkların sayısı arasında güçlü bir ilişki bulmuştur (ayrıca bkz. Gochman & Maoz, 1984, ss. 592f., ss. 600f; Goertz & Diehl, 1988). Temel değişime ilişkin önerme Maoz’un çalışması (1989) ile Wallensteen’in çalışması (1981) tarafından desteklenmektedir. Maoz (1989, ss. 216f.) rejimlerdeki devrimsel değişikliklerin artan sayıda çatışma ile ilişkilendirildiğini göstermektedir. Bu bulgu Wallensteen’in (1981, ss. 76f., 84f) hakim ideolojilerinde temel bir değişim olan büyük devletlerin diğer devletlere kıyasla hem savaşa hem de askerî karşı karşıya gelmeye girmelerinin daha olası olduğunu söyleyen önceki bulgusunu da teyit etmektedir. Bölgesellik açıklaması açısından bu bulgular devrimci rejimlerin sınırlarla ilgili mevcut anlayışlara meydan okumaya daha açık oldukları (veya bu şekilde görüldükleri) gerçeğiyle açıklanmaktadır. Dolayısıyla bölgesellik açıklaması, sistemin büyüklüğü ve savaş arasındaki gibi iyi kurulmuş bir bulgu kadar devrimsel rejim değişikliği ile savaş ve askerî karşı karşıya gelmeler arasındaki gibi daha az açık bir bulguyu da ele alarak bunlara kuramsal olarak önemli bir açıklama getirebilir. Bölgesellik açıklaması açısından savaşlar veya devletlerarası rekabetler ve askerî karşı karşıya gelmeler gibi diğer ciddi çatışma biçimleri insan 206 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler topluluklarının bölgesel birimleri arasında sınır çizmek için giriştikleri çabalardan kaynaklanır. Saldırgan güç gösterileri sınır çizmek için sıklıkla kullanılır ve doğru koşullar altında savaşa neden olabilir. Sınırlar genelde güç kullanımı ile kurulup tehdit edildiği için çoğu savaşın komşular arasında olması tesadüf değildir. Devlet sayısı arttıkça savaş sayısının artması ve devletin sahip olduğu sınır sayısı arttıkça yaşadığı savaş sayısının artması da tesadüf değildir. Aynı şekilde mevcut sınırlara karşı bir tehdit veya tehdit korkusu (ki bu genelde rejimde devrimsel bir değişim olduğunda bulunur) askerî karşı karşıya gelmelere ve savaşa yol açabilir. Çoğu uzun zamandır bilinmesine rağmen her zaman bağlantılı olmayan tüm bu davranış kalıpları kuramsal olarak bölgesel açıdan açıklanabilir. Yakınlık ve etkileşim açıklamalarının ikisi tarafından da açıklanmazlar ve tüm uluslararası siyaseti güç mücadelesinden ibaret gören ve hepsi güç meselesine indirgenebileceği için tüm sorunların savaşa eşit derecede neden olduğunu düşünen hakim realist paradigma tarafından da önemsiz olarak görülürler. Değerlendirme Çeşitli açıklamaların kuramsal yeterliliklerini değerlendirmek bakımından bu bizi nereye getirmektedir? Birinci olarak bölgesellik açıklaması yakınlık ve etkileşim açıklamalarının açıklayabildiği bütün bulguları açıklayabilmekte, ancak ilave olarak diğer birtakım bulguları da (sistem büyüklüğü ve rejim değişikliği gibi) açıklayabilmektedir. Lakatos’un (1970, s. 116) kuramları değerlendirmek için kullandığı kriterler bakımından bu durum bölgesellik açıklamasına daha büyük bir ampirik içerik vermektedir. İkinci olarak ise sistem büyüklüğü ve savaş, gezegenin bölgesel bölünmesi, sınırlara ilişkin hassasiyet ve savaşın komşular arasında yoğunlaşması gibi uzun süredir bilinen davranış kalıplarına kuramsal olarak önemli açıklamalar getirebilmektedir. Üçüncü olarak yakınlık ve etkileşim açıklamaları komşular arasında savaşın yoğunlaşmasına basit bir açıklama getirse de diğer bazı bulgular için çok az kuramsal rehberlikte bulunabilmektedir. Occam’ın Usturası kuralına göre yakınlık ve etkileşim açıklamalarının temel avantajı budur. Ancak bu basitlik kuramsal geçerlilik aleyhine kazanılmış gibi görünmektedir. Hem yakınlık hem de etkileşim açıklaması önemli mantıksal eksikliklere sahiptirler: yakınlık açısından bu bir değişkeni açıklayan sabit olması bakımından, etkileşim açısından ise daha fazla etkileşimin neden savaştan ziyade ortak çıkar ve çatışma yumuşaması yaratmadığını açıklamakta başarısız olması bakımından söz konusudur. Dördüncü olarak hem yakınlık hem de etkileşim açıklaması Gochman’ın (1990) testinde gösterildiği gibi teknoloji ve iletişimin artmasıyla ilişkilendirilen ampirik anormalliklere yol açmıştır. Yakınlık açıklamasının mantığından, Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 207 kuvvet kaybı ölçüsünde teknolojik azalmanın savaş ve askerî karşı karşıya gelmeleri daha olası yapacağı çıkmaktadır ki bu gerçekleşmemiştir. Aslında Gochman (1990) bir ölçüde bunun tersini bulmuştur. Etkileşim açıklamasının mantığından ise komşu olmayan devletler arasındaki etkileşimler komşu devletlerin arasındaki etkileşimlere eşitlendiğinde komşular ve komşu olmayanlar arasındaki savaş olasılığının eşit olması gerekmektedir. Bu ise neoliberalizm kaynaklı geniş kabul gören bazı inançlarla çelişmekte ve kendi başına doğrudan bir etkileşimler testi sunmasa da Gochman’ın (1990) bulgularıyla tutarsız olmaktadır. Son olarak ise bölgesellik açıklaması Lakatos’un (1970, s. 118) çok önemli gördüğü bir kriteri, yani bir araştırma programının yozlaşmacı değil, ilerlemeci olması gerektiği kriterini karşılayacak şekilde Soğuk Savaş sonrası dönemde faydalı ve potansiyel olarak da siyaset yapımına oldukça uygun olma vaadini taşıyan yeni kuramsal öngörüler ve araştırma alanları sunmaktadır. Diğerlerinin aksine bölgesellik açıklaması bazı meselelerin diğerlerine kıyasla kolektif şiddete daha yatkın olduğunu tespit etmektedir. Savaşa neden olan meseleler arasında savaşa en yatkın olanı bölgesel meselelerdir. Yakınlık ve etkileşim açıklamaları önemli konuların eşit oranda savaş düzeyine tırmandığını söyler, ancak açıkçası durum böyle değildir (Holsti, 1991, ss. 307-109; Vasquez, 1993, ss. 129-130). Ayrıca bölgesellik açıklaması realizmin aksine savaşı kaçınılmaz görmediği gibi devletler arasındaki tüm ilişkileri de bir güç mücadelesi gibi görmez. Sınırlar bir kez oluştuktan sonra komşular arasında barışçıl ilişkilerin sık rastlanır olabileceğini savunur. Bölgesellik açıklaması yakınlık veya etkileşim açıklamalarına göre daha fazla ümit vaat etmektedir. Sadece basitlik kriterine bakıldığında yakınlık ve etkileşim açıklamaları daha iyidir, ancak bu kriterin karşılanması diğer eksikliklerin üstesinden gelmeye yardımcı olmaz. Yine de bölgesellik açıklaması ile diğer ikisi arasında ayrım yapılabilmesi için hala yapılabilecek birtakım ampirik testler bulunmaktadır. Eğer barış çalışmaları uzmanları bu testlerden hangisinin kuramsal tartışmayı çözeceği konusunda bir uzlaşmaya varabilirlerse o zaman araştırma ilerleyebilir ve daha kümülatif olabilir. Bir sonraki bölümde bölgesellik açıklaması açısından birtakım testler önereceğim. Önemli Testler Belirlemek Barış çalışmalarında sıfır hipotezlerine karşı hipotezleri test etme eğilimi göstermemize rağmen hipotezleri karşıt hipotezlere karşı test etmek her zaman daha iyidir. Aşağıdaki testlerin hepsi bu tür bir araştırma tasarımına 208 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler dayanmaktadır. Her bir açıklamanın neden mantıksal olarak farklı öngörüler gerektirdiğini açıklayarak testleri sıralayacağım: 1. Yakınlık açıklaması savaşların temelde yakın mesafe savaş fırsatını sunduğu için komşular arasında meydana geldiğini tespit eder ve dolayısıyla komşuluk ve savaş arasındaki ilişki önemsizdir. Bölgesellik açıklaması yakınlığın savaş fırsatı sunduğunu kabul etmekle beraber bölgesellik belli koşullar altında savaşa girmek için bir motivasyon ve dolayısıyla irade sağladığı için savaşların komşular arasında yoğunlaştığında ısrar eder. Yakınlık açıklamasında fırsat açıkça sabittir ve dolayısıyla herhangi iki komşu arasındaki savaş olasılığı da tarih boyunca diğer şartlar değişmediği durumlarda açıkça sabit olmalıdır. Bölgesellik açıklaması bu öngörüden belli alanlarda ayrılır. Birinci olarak bölgesel meselelerin tarafları memnun edecek ve meşru kabul edilecek biçimde çözülmesinden sonra çatışmaya neden olacak diğer önemli meseleler çıksa dahi (herhangi bir bölgesel mesele ile bağlantılı olmadıkları durumda) savaş olasılığının oldukça düştüğünü tespit etmektedir. Sınırlarının meşruiyetini kabul eden ikililer ile kabul etmeyen ikililer arasındaki savaş olasılığında açık ve belirgin bir istatistiksel fark olması gerekir. Komşular arasında sabit bir güç mücadelesi yoktur. Bu tür mücadeleler ve bunlara eşlik eden rekabetler diğer şartların sabit olduğu durumlarda genellikle temelde yatan bir bölgesel anlaşmazlık veya tehditle ilişkilendirilir. İkinci olarak, sınırlar kabul edildiği takdirde tipik olarak komşuların birbirleriyle olan tarihinde savaş bir dönemin özelliğiyken tüm ilişkinin özelliği değildir. Yakınlık ve etkileşim açıklamaları bir tarafın diğer taraf üzerinde güç avantajı kazanması dışında bu tür bir dönemsellik görmezler. Bölgesellik açıklaması açısından güçteki değişimler, bölgesel meseleler olmadığı takdirde komşular arasında savaşa yol açmaz. Dolayısıyla bölgesellik açıklaması sınırlar meşru kabul edildikten sonra istikrarlı bir barış öngörürken yakınlık açıklaması bunu öngörmez ve barışı sadece geçici görür. 2. Bölgesellik açıklaması, karşılıklı olarak kabul edilen meşru sınırlar yarattığı için tampon devlet oluşumunu komşular arasındaki zor bölgesel meselelerin çözümü için bir yol olarak görür. Yakınlık açıklaması açısından, bu tür bir devletin oluşumunun kuvvet kaybı ölçüsünü büyük ölçüde değiştirmediği takdirde – ki genelde değiştirmez – savaş olasılığını azaltması gerekmez. Etkileşim açıklaması açısından ise tampon devlet ile komşuları arasındaki savaş olasılığı etkileşimler arttığı takdirde aynı kalmalı ve hatta artmalıdır. Hem yakınlık hem de etkileşim açıklamaları tampon devletlerin nasıl barış ürettiğini ve bir tür güç açıklamasına dayanması gerektiğini açıklamakta zorlanmaktadırlar. 3. Bölgesellik açıklaması açısından toprağa uygulanan normlarda bir kayma, devletler yeni normlar temelinde bölgesel meseleleri gündeme getirip toprak Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 209 değişiklikleri talep edecekleri için savaşa neden olacaktır. Aynı şekilde normlar ne kadar belirsiz olursa savaşların sayısı o kadar artacaktır ve belirsizlik azaldıkça savaş sayısı da azalacaktır. Yakınlık ve etkileşim açıklamaları açısından normlarda bir değişme yakınlık azalmadıkça, etkileşimler artmadıkça veya güç kaymadıkça savaşa yol açmayacaktır. 4. Yakınlık ve etkileşim açıklamaları savaşların çeşitli meselelere bağlı olarak komşular arasında çıktığını söylerler, dolayısıyla savaşların aşırı miktarda bölgesel mesele içermemesi gerekir. Bu özellikle de ikili savaşlar için geçerlidir. Bölgesellik açıklaması çoğu ikili devletlerarası savaş ve rekabetin merkezinde bölgesel meseleler olacağını öngörür. Eğer yakınlık ve etkileşim açıklaması doğru ise savaşların bölgesel meseleler etrafında kümelenmemesi gerekir. 5. Bölgesellik açıklaması bir tür bölgesellik anlamı varsayar. Dolayısıyla komşu olmayan toprağa (ancak bunun mutlaka sömürge olması gerekmez) sahip bir devlet bu toprak için savaşmaya en az merkezi alanı için savaşacağı kadar açık olacaktır. Yakınlık açıklaması savunma olasılığını kuvvet kaybı ölçüsünün bir işlevi olarak görür: uzaklaştıkça savaş olasılığı azalır. Etkileşim açıklamasının ise komşu olmayan topraklarla ilgili açık bir öngörüsü yoktur, ancak savunmanın etkileşim sayısının bir işlevi olduğu varsayılabilir. Komşu olmayan toprakla az sayıda etkileşim güçlü bir savunma yaratmayabilir. 6. Bölgesellik açısından nehirler, dağlar, göller ve okyanuslar gibi göze çarpan özelliklere sahip doğal sınırların karşılıklı olarak kabul edilebilir bir şekilde çizilmesi özellikle de orada insanlar yaşamıyorsa daha olasıdır. Bu tür sınırlara sahip ülkeler savaş safhalarını atlatmaya ve komşularıyla barışçı ilişkilere geçmeye daha açıktırlar. Bu özelliklere sahip olmayan ülkeler için daha zor olabilir. Yakınlık ve etkileşimler açısından bu özellikler ancak sırasıyla kuvvet kaybı ölçüsünü (dağlar savaşları azaltırken nehirler arttırır) veya etkileşimlerin sayısını doğrudan etkiledikleri takdirde savaşı kızıştırabilir veya dizginleyebilirler.14 7. Etkileşim açıklamasına göre komşular komşu olmayanlara kıyasla daha sık etkileşimde bulundukları için savaşa daha yatkınlardır. Dolayısıyla teknolojik yenilikler nedeniyle dünya küçüldükçe bazı komşu olmayan ikililerin tipik komşu ikililerle aynı sayıda etkileşimde bulunmaları beklenir. Her ne kadar bazıları bu şartın gerçekleşme olasılığını inkar edeceklerse de eğer gerçekleşecek olursa bu komşu olmayan ikililerin komşularla aynı savaş olasılığına sahip olmaları gerekir. Bütünüyle bakıldığında etkileşim açıklaması, teknolojik değişim yüzünden mesafeler yeniden ayarlanacağı için komşu olmayan ikililer arasında daha fazla savaş öngörür gibidir. Benzer biçimde 14 Seyre açık olduklarından nehirleri aşmak tarih boyunca karayı aşmaktan daha kolay olmuştur. Dolayısıyla irtibat ve ticaret aynı askerî tahkimatlar gibi nehirleri takip etmiştir. 210 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler teknolojik yenilikler, özellikle de deniz gücü, nükleer silahlar ve dış uzaya erişimin artması ile birtakım devletler için kuvvet kaybı ölçüsünü azaltacaktır. Bu da yakınlık açıklamasının ayrıca gelecekte komşu olmayan ikililer arasında daha fazla savaş öngöreceği anlamına gelmektedir. Bölgesellik açıklaması bu tür bir artış öngörmeyecektir. Komşu olmayan ikililer arasında ikili savaş nadirdir ve genelde sömürge toprağı barındırır. Komşu olmayan devletler arasında genellikle vuku bulan savaşlar savaş yayılımı veya sirayetinden kaynaklanır ve özel bir vaka olarak görülmeleri gerekir (bkz. Vasquez, 1994). SONUÇ: BAZI SİYASAL ÇIKARIMLAR Kati olmamakla birlikte bu testler, tarafların kendi açıklamalarını reddetmek için kabul edebilecekleri kanıtları açıkça belirleyecek bir süreci başlatma amacı taşımaktadırlar. Sonuçta bilim ampirik anlaşmazlığı çözmenin bir sürecidir. Ancak bölgesellik açıklaması ile yakınlık ve etkileşim açıklamaları arasındaki farklar sadece kuramla sınırlı değildir. Faydalı bir bilimsel kuramın ayrıca bir tür siyaset rehberliği ya da en azından perspektif sunma becerisi olmalıdır. Savaşın çıkışında toprağın rolü üzerinde daha fazla durmak bu tür bir rehberlik sunabilir ve barışı nasıl kurup koruyacağımızı öğrenmemizde yardımcı olabilir. Buna karşın yakınlık ve etkileşim açıklamaları bunu yapamazlar. Bu çıkarımları birbirinden ayırırken önemli bir uyarı akılda tutulmalıdır: bunlar test edilmemiş bir kuramın çıkarımlarıdır. Savaş ve barış karmaşık süreçlerdir ve sadece tek bir sav kümesinin bu karmaşıklığı çözmesi pek olası değildir. Ayrıca bir kuram yinelenen kanıtlarla desteklense dahi siyasi çıkarımların doğru olarak elde edilmesi veya işleyen ve herhangi bir olumsuz yan etki sahibi olmayacak şekilde uygulanması her zaman mümkün değildir. Yine de bölgesellik açıklaması devletlerarası savaşın önemli, ancak temeldeki ve dolaylı bir nedenini saptadığını iddia ettiği için barışın tesisi için de bazı çıkarımlar sağlamaktadır. Bunlar Soğuk Savaş sonrası dönemde daha önce hiç olmadığı kadar uygun görünmektedir. Bölgesellik açıklamasının en önemli katkılarından birisi bölgesel meselelerin herhangi bir devletin karşılaşacağı en tehlikeli mesele olduğudur. Realist yaklaşımların aksine savaşın belli meseleler üzerinde yoğunlaştığını ve iki devletin birbirleriyle olan tarihlerinde belli dönemlerde kümelendiğini söyler. Hakim realist yaklaşımlara kıyasla bu yaklaşım, savaşın kontrol altında tutulması için bir şey yapabilme ve barışı getirebilme ile ilgili çok daha faydalı ve iyimserdir. Bilimsel ve siyasi çabalarımızı bölgesel meseleleri daha iyi ele almak için yoğunlaştırmamızın çok büyük karşılıklar verebileceğini taahhüt eder. Bölgesel açıklama açısından herhangi iki komşu karşılıklı olarak kabul edebilecekleri bir sınır paylaşımında uzlaşarak savaşı önleyebilirler. Burton’un Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 211 da (1984) iddia ettiği gibi temel ihtiyaçlar içeren meseleler her iki tarafın da ihtiyaçlarını tatmin edecek bir şekilde çözülmedikleri müddetçe ortadan kalkmaları zordur. Barışı teşvik etmek isteyen devlet seçkinleri sınırları meşrulaştıracak ve gelecek nesilleri yasal olarak bu anlaşmalarla bağlı hale getirecek anlaşmalar yapmaya çalışmalıdırlar. Ayrıca gelecekteki bölgesel anlaşmazlıkları ele almak için süreçler ve açık örnekler tesis etmeye çalışmalıdırlar. Yukarıdaki durumdan, tüm büyük devletlerin komşularıyla sınırlarına ilişkin anlaşmalar yaptığı bir sistemin veya bölgenin bunun görülmediği bir sistem veya bölgeye kıyasla daha barışçı olacağı sonucu çıkar. Kuzey Amerika’nın Avrupa’ya kıyasla daha az savaş yaşamış olmasının nedenlerinden birisi budur. En önemli neden elbette Kuzey Amerika’da sadece üç devlet olmasıdır. Aynı şekilde çatışma çözümü ve bağlayıcı anlaşmaları kolaylaştıran büyük bir devletin bulunduğu bir sistem veya bölgede de daha az savaş yaşanacaktır. Latin Amerika’nın Avrupa’ya kıyasla daha az savaş yaşamış olmasının temel nedenlerinden birisi de budur. Bölgesellik açıklaması ayrıca toprağa ilişkin kararların kısmen sistemin tümü tarafından belirlenen normlar tarafından yönlendirildiğini açık etmektedir. Araştırmacılar ve aydınların toprakla ilgili normların savaş üzerindeki etkisine çok daha fazla dikkat etmeleri gerekir. Toprağa kimin hakkı olduğu ve toprağın hangi koşullar altında hak edilip el değiştirdiğine ilişkin istikrarlı normlara sahip bir sistem, çatışan normlar veya belirsiz normlara sahip bir sisteme göre daha az savaş yaşayacaktır. Soğuk Savaş sonrası dönemde aydınların toprağa ilişkin mevcut normları yeniden değerlendirmeleri gerekmektedir. Modern çağın başlangıcıyla milliyetçilik toprak iddia etmek için en önemli meşrulaştırıcı kriter olarak yavaş yavaş hanedan verasetinin yerini almıştır. Milliyetçilik ve kendi kaderini tayin etme ilkesiyle olan bağları küresel modern kültür içinde öyle birleşmiştir ki haklı ve doğal ilkeler olarak kabul edilirler. Tarihin bir ürünü olduklarını ve herhangi bir normda olduğu gibi ne kadar iyi olduklarının sonuçları ve deontolojik iddiaları bakımından belirlenmesi gerektiğini unuturuz. Bugün barışa en büyük tehdit yeni devletler için milliyetçi taleplerden gelmektedir. Milliyetçilik her devletin kendi devlet ve toprağına sahip olma hakkını öngörmektedir. Etnik gruplar milliyetçilik temelinde giderek daha fazla bölgesel talepte bulunmaktadır. Bölgesellik açıklaması açısından bu iki şekilde savaş olasılığını arttırmaktadır. Birincisi, yeni bölgesel meselelere neden olmakta ve mevcut sınırların meşruiyetini azaltmaktadır. İkincisi, sistemde sınırlarını çizmeleri gereken devletlerin sayısını arttırmaktadır. Sovyetler Birliği ve nüfuz alanının çökmesi kısmen bu iki etki nedeniyle savaş ve çatışma üretmiştir. 212 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Yugoslavya’da bile ülkenin ‘milliyetçi’ çizgilere göre dağılması ve yeni devletlerin oluşumu bölgesellik açıklamasının da öngöreceği gibi bir ölçüde sınırların çizilmesi için bir mücadeledir. Dünyanın geri kalanının Yugoslavya’dan öğrenmesi gereken ise bir ilke olarak milliyetçiliğin tehlikesinin bir kez bir koşula uygulandığı zaman bir sonraki durumda (açıklık ve eşitlik soruları nedeniyle) askıya alınamamasıdır. Yani eğer Slovenler ve Hırvatlar milliyetçilik ve kendi kaderini tayin temelinde Yugoslavya’dan ayrılabilirlerse o zaman neden Hırvatistan’daki Sırplar veya Slovenya’daki İtalyanlar da aynı ilke temelinde ayrılamazlar? Bu soruya ikna edici bir etik yanıt bulunmamaktadır. Milliyetçilik ilkesinin sonuçları ciddidir, zira dünyada devlete sahip olmayan yüzlerce etnik azınlık vardır ve bu azınlıkların pek çoğu ya sömürülmekte ya da haksızlığa kurban olmaktadır. Yine de bölgesellik aksiyomu mevcut sınırları yeniden düzenlemek için yapılan her harekette savaş olasılığının arttığını açıkça göstermektedir. Barışla ilgilenen araştırmacıları milliyetçiliği ve etkilerini yeniden düşünmeye sevk etmektedir. Bunu yapmanın bir yolu da milliyetçilik ve kendi kaderini tayin ilkelerinin hizmet etmesi gereken daha derin değerleri ve kaygıları yeniden incelemektir. Örneğin kimlik meselelerinin toprakla ilgili olması gerektiği açık değildir. Ulusal veya etnik kimlik sıfır toplamlı değildir, ancak milliyetçilik bir milliyete belli bir toprak parçası üzerinde ayrıcalıklı bir denetim bahşederek sıfır toplam algıları yaratabilir. Geçmişte kimliği toprağa bağlamak savaşa neden olmuştur ve bugün de hem devletler arasında (SSCB’nin ardılı devletlerin bazıları arasında olduğu gibi) hem de devletlerin içinde bunu yapmaya devam etmektedir. Bu durum, kimlik meselelerini bölgesel meselelere bağlamanın tehlikelerini göstermektedir. Barışı arttırmanın bir yolu kimlik meselelerini ‘bölgesellik dışılaştırma’ olabilir. Bir mesele topraktan ayrıldığında (yani talepleri bir toprak parçasını kontrol etmeye bağlanmadığında) çatışma yaratabilse dahi savaş üretme olasılığı daha azdır. Örneğin merkantilist dönemde ticaret bölgesellaşmış ve böylece ticaret savaşları gerçek savaşlar olmuştur (bkz. Holsti, 1991, s. 315). Fakat kapitalist dönemde ticaret ‘bölgesellik dışılaştırılmış’ ve ticaret savaşları çatışmacı olsalar da şiddetli olmamışlardır. Elbette ‘bölgesellik dışılaştırma’ ancak eğer etnik grupların kendi topraklarını istemelerine neden olan ihtiyaçların – şeref, kendi dilleriyle ilgili haklar, düzgün bir yaşam standardı ve buna benzer ihtiyaçlar – ele alınıp karşılanması halinde kabul edilecektir. Bölgesellik açıklaması normlar ve milliyetçilik gibi mesihçi hareketlerdeki barışın tehlikelerine dikkat çekmektedir. Daha sonra yapılan savaşların istenen şeye değip değmediği ayrı bir sorudur. Bölgesellik açıklaması Afrika Birliği Örgütü’nün Afrika’nın sömürge sınırlarını kabilesel veya etnik çizgilere göre Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 213 çizme kararındaki bilgeliği tanımaktadır. Sovyetler Birliği’nin ardıl devletleri ve Doğu Avrupa için de benzer bir karar alınmasını önermektedir. Tüm milliyetçi gruplar bu tür bir çözümü özellikle de bir bölgede büyük sayıda çoğunluklara sahiplerse kabul etmeyeceklerdir. Burada bölgesellik açıklaması toprağın el değiştirmesi için kurallar ve süreçlerin geliştirilmesini önermektedir. Halihazırda zaten sınır sorunlarıyla ilgili oldukça kapsamlı bir uluslararası hukuk külliyatı bulunmaktadır ve bu da savaşa gitmeden sınır sorunlarını çözmeyi ve bazı durumlarda aracılık etmeyi daha kolay hale getirmiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde yapılması gereken de devir, ardıllık ve iç savaş sorununu ele alacak benzer bir uluslararası hukuk külliyatı geliştirmektir. Eğer bölgesellik açıklaması daha yaygın ve aydın seçkinler ile siyaset yapımcıları tarafından daha fazla biliniyor olsaydı Avrupalı devletlerin Slovenya ve Hırvatistan’a diplomatik tanınma sağlamakta bu kadar acele etmesi pek mümkün olmazdı. Son olarak bölgesellik açıklaması Soğuk Savaş sonrası dönemde çatışma çözümü teknikleri uygulamak isteyenler için önemli dersler vermektedir. Onlara bölgesel meselelerin diğer meselelerden ayrılmasının mümkün olması halinde şiddet olasılığının ciddi şekilde azalacağını söylemektedir. Aynı zamanda statükoya gönülden bağlı olanları da etnik grupların diğer bazı ihtiyaçlarını karşılamazlarsa milliyetçi ve bölgesel çözümlere yönelecekleri hususunda uyarmaktadır. Ayrıca çatışma çözümü kuramcılarının zorlu iç anlaşmazlıkları ele almanın bir yolu olarak tampon devletler gibi daha eski çözümleri incelemelerini önermektedir (bkz. örneğin Burton’un (1984, ss. 92-99) bölgeli işlevselcilik önerisi). Bu öneriler sadece yüzeye atılan bir çizik gibidir ve bölgesellik açıklamasının Soğuk Savaş sonrası dönemde barış için uygun ve yeni yaklaşımlar sağlayabileceğini göstermeye yaramaktadırlar. Bu da bizim hem geçmiş pratiklerin tuzaklarının hem de savaşın nedenlerine ilişkin üzeri örtülü kuramlarımız toprak anlaşmazlıklarının önem ve merkeziliğini anlamadığı için dikkate almamış olabileceğimiz barışçıl çözüm fırsatlarının farkına varmamızı sağlamaktadır. Bu önerilerden her birinin ciddiye alınmadan önce önemli bir sorgulama ve arıtmadan geçmesi gerekecektir. Bu arada araştırmacıların savaşın bölgesel açıklamasına ve ampirik kesinliğine daha fazla dikkat vermesi gerekmektedir. Bunu yapmanın en iyi yollarından birisi komşuluk ve savaş arasındaki ilişki üzerine yakınlık ve etkileşim açıklamalarını eleştirel olarak yeniden incelemektir. Eğer bu makalede sunulan analiz doğruysa çoğu savaşın komşular arasında başladığı bulgusu kendi içinde barışa açılan kapının göz ardı edilen bir anahtarını barındırıyor olabilir. 214 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler KAYNAKLAR Alcock, John, 1989. Animal Behavior: An Evolutionary Approach. 4th ed. Sunderland, MA: Sinaver Associates. Allan, Pierre, 1983. Crisis Bargaining and the Arms Race: A Theoretical Model. Cambridge, MA: Ballinger. Babst, Dean V., 1964. ‘Elective Governments-A Force for Peace’, The Wisconsin Sociologist, vol. 3, no. 1, pp. 9-14. Bateson, Patrick, 1989. ‘Is Aggression Instinctive?’, pp. 35-47 in J. Groebel & R. Hinde, eds, Aggression and War. Cambridge: Cambridge University Press. Boulding, Kenneth, 1962. Conflict and Defense: A General Theory. New York: Harper & Row. Bremer, Stuart A., 1992. ‘Dangerous Dyads: Conditions Affecting the Likelihood of Interstate War, 1816-1965’, Journal of Conflict Resolution, vol. 36, no. 2, June, pp. 309-341. Burton, John W., 1984. Global Conflict: The Domestic Sources of International Conflict. Brighton: Wheatsheaf. Diehl, Paul, 1985. ‘Contiguity and Military Escalation in Major Power Rivalries, 1816-1980’, Journal of Politics, vol. 47, no. 4, November, pp. 1203-1211. Diehl, Paul, 1992. ‘What Are They Fighting For? The Importance of Issues in International Conflict Research’, Journal of Peace Research, vol. 29, no. 3, August, pp. 333-344. Ferguson, Brian R., 1984. ‘Introduction: Studying War’, pp. 1-81 in B. R. Ferguson, ed., Warfare, Culture, and Environment. New York: Academic Press. Ferguson, Brian R., 1987. ‘War in Egalitarian Societies: An Amazonian Perspective’, paper prepared for the Annual Meeting of the American Anthropological Association, Chicago, 20 November. Garnham, David, 1976. ‘Dyadic International War, 1816-1965: The Role of Power Parity and Geographical Proximity’, Western Political Quarterly, vol. 29, no. 3, June, pp. 231-242. Gleditsch, Nils Petter, 1994. ‘Geography, Democracy, and Peace’, mimeo, International Peace Research Institute, Oslo. Gleditsch, Nils Petter & J. David Singer, 1975. ‘Distance and International War, 1816-1965’, pp. 481-506 in Proceedings of the International Peace Research Association Fifth General Conference. Oslo: IPRA. Gochman, Charles S., 1990. ‘The Geography of Conflict: Militarized Interstate Disputes since 1816’, paper presented to the annual meeting of the International Studies Association, Washington, DC, 10-14 April. Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 215 Gochman, Charles S. & Zeev Maoz, 1984. ‘Militarized Interstate Disputes, 1816-1976: Procedures, Patterns, Insights’, Journal of Conflict Resolution, vol. 28, no. 4, December, pp. 585-615. Goertz, Gary & Paul F. Diehl, 1988. ‘A Territorial History of the International System’, International Interactions, vol. 15, no. 1, pp. 81-93. Goertz, Gary & Paul F. Diehl 1992. Territorial Changes and International Conflict. London: Routledge. Goodall, Jane, 1990. Through a Window: My Thirty Years with the Chimpanzees of Gombe. Boston, MA: Houghton Mifflin. Holsti, Kalevi J., 1991. Peace and War: Armed Conflicts and International Order 1648-1989. Cambridge: Cambridge University Press. Huntingford, Felicity Ann, 1989. ‘Animals Fight, But Do Not Make War’, pp. 25-34 in J. Groebel & R. Hinde, eds, Aggression and War. Cambridge: Cambridge University Press. Kegley, Charles W., Jr, ed., 1995. Controversies in International Relations Theory: Realism and the Neoliberal Challenge. New York: St Martin's Press. Lakatos, Imre, 1970. ‘Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes’, pp. 91-196 in I. Lakatos & A. Musgrave, eds. Criticism and the Growth of Knowledge, Cambridge: Cambridge University Press. Luard, Evan, 1986. War in International Society. New Haven, CT: Yale University Press. Maoz, Zeev, 1989. ‘Joining the Club of Nations: Political Development and International Conflict, 1816-1976’, International Studies Quarterly, vol. 33, no. 2, June, pp. 199-231. Masters, Roger D., 1989. The Nature of Politics. New Haven, CT: Yale University Press. McGuinness, Diane, ed., 1987. Dominance, Aggression and War. New York: Paragon House. Mead, Margaret, 1940. ‘Warfare is only an Invention - Not a Biological Necessity’, Asia, vol. 40, no. 8, August, pp. 402-405. Morgenthau, Hans J., 1985. Politics among Nations, 6th ed. New York: Random House. Most, Benjamin A. & Harvey Starr, 1989. Inquiry, Logic, and International Politics. Columbia: University of South Carolina Press. Richardson, Lewis F., 1960. Statistics of Deadly Quarrels. Pacific Grove, CA: Boxwood. 216 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler Ruggie, John Gerard, 1993. ‘Territoriality and Beyond: Problematizing Modernity in International Relations’, International Organization, vol. 47, no. 1, Winter, pp. 139-174. Rummel, Rudolph J., 1983. ‘Libertarianism and International Violence’, Journal of Confict Resolution, vol. 27, no. 1, March, pp. 27-71. Sack, Robert David, 1986. Human Territoriality: Its Theory and History. New York: Cambridge University Press. Shaw, R. Paul & Yuwa Wong, 1989. Genetic Seeds of Warfare: Evolution, Nationalism, and Patriotism. Boston, MA: Unwin Hyman. Singer, J. David, 1990. ‘Accounting for International War in the Twentieth Century’, Olin Lecture Series, US Air Force Academy, 7 December. Small, Melvin & J. David Singer, 1976. ‘The War Proneness of Democratic Regimes’, Jerusalem Journal of International Relations, vol. 1, no. 1, Summer, pp. 50- 69. Small, Melvin & J. David Singer, 1982. Resort to Arms: International and Civil Wars, 1816-1980. Thousand Oaks, CA: Sage Publications. Somit, Albert, 1990. ‘Humans, Chimps, and Bonobos: The Biological Bases of Aggression, War, and Peacemaking’, Journal of Conflict Resolution, vol. 34, no. 3, September, pp. 553-582. Starr, Harvey & Benjamin A. Most, 1976. ‘The Substance and Study of Borders in International Re-lations Research’, International Studies Quarterly, vol. 20, no. 4, December, pp. 581-620. Starr, Harvey & Benjamin A. Most, 1978. ‘A Return Journey: Richardson,”Frontiers,” and Wars in the 1946-1965 Era’, Journal of Conflict Resolution, vol. 22, no. 3, September, pp. 441-467. Valzelli, Luigi, 1981. Psychobiology of Aggression and Violence. New York: Raven. Vasquez, John A., 1983. The Power of Power Politics: A Critique. London: Frances Pinter. Vasquez, John A., 1993. The War Puzzle. Cambridge: Cambridge University Press. Vasquez, John A., 1994. ‘Distinguishing Rivalries that Go to War from Those that Do Not: The Two Paths to War’, mimeo, Dept. of Political Science, Vanderbilt University. Vayda, Andrew, 1976. War in Ecological Perspective: Persistence, Change and Adaptive Processes in Three Oceanian Societies. New York: Plenum. de Waal, Frans, 1989. Peacemaking among Primates. Cambridge, MA: Harvard University Press. Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik 217 Wallensteen, Peter, 1981. ‘Incompatibility, Confrontation, and War: Four Models and Three Historical Systems, 1816-1976’, Journal of Peace Research, vol. 18, no. 1, pp. 57-9. Wayman, Frank Whelon & Daniel M. Jones, 1991. ‘Evolution of Conflict in Enduring Rivalries’, paper presented to the annual meeting of the International Studies Association, Vancouver, DC, 20-23 March. Wilson, Edward O., 1975. Sociobiology: The New Synthesis. Cambridge, MA: Harvard University Press. 218 Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler DÜNÜ YENIDEN YORUMLAMAK: TEORİK TARTIŞMALARDA ELEŞTİRİLER, DEĞİŞİM VE SÜREKLİLİK Soğuk Savaş Sonrası Yapısal Realizm 221