uluslararası ilişkilerde anahtar metinler

Transkript

uluslararası ilişkilerde anahtar metinler
ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE
ANAHTAR METİNLER
1
www.uikutuphanesi.com
Yayına Hazırlayan:
ESRA DİRİ
ii
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
ESRA DİRİ
© Bu baskının Türkçe yayın hakları Avcılar Plastik Ambalaj Sanayi ve
Ticaret Limited Şirketi adına Röle Akademik Yayıncılığa aitir.
Sertifika no:28503
©Tüm haklar: Cambridge Univerty Press
MIT Univerty Pres
ISBN 978-605-64199-0-4
Redaksiyon: Gün Zileli
Birinci Basım: İstanbul- Ekim 2013
Baskı: Özener Matbaacılık San. ve Tic. LTD. ŞTİ.
Davutpaşa Cad. Kale İş Merkezi No: 201- 204
Topkapı/ İST.
Sertifika no:11973
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
SUNUŞ
Uluslararası ilişkiler / uluslararası siyaset alanının kavramsal çerçeve
ile ilgili literatürünün çok büyük bir bölümünün bazı önde gelen Batı
dilleri ve özellikle de İngilizce çerçevesinde üretildiği kolaylıkla
söylenebilir. Bu durum sadece Türkiye açısından değil dünyadaki benzer
birçok ülke için geçerlidir. Zaten, günümüzün küreselleşen dünyasında,
başta internet olmak üzere çeşitli iletişim araçlarında ortaya çıkan
yaygınlaşma durumuna paralel olarak, akademik zeminde de İngilizce
dilinin rakipsizliği ortadadır.
Uluslararası ilişkiler / uluslararası siyaset alanına ilişkin kavramsal
çerçeve kapsamındaki teori ya da yaklaşımlara yönelik bilgi üretiminin
esas olarak İngilizce dilinde gerçekleşiyor olması, bu konular ile
ilgilenenlerin bu dili kullanmalarının gereğini ortaya koymaktadır. Yine
de bu durum, İngilizce konuşulan toplumlar dışındakilerin, küresel
nitelikli bilimsel dil olarak İngilizce kullanmalarının yanında kendi
bilimsel dillerini geliştirme çabalarının anlamsız olduğunu göstermez.
Özellikle uluslararası ilişkiler / uluslararası siyaset gibi Türkçe ifade
biçimlerinin oldukça eksik, gelişmemiş olduğu sosyal bilim dallarında bu
türden çabalar, sadece basit bir ülke dili önceliği açısından önem taşımaz.
Aynı zamanda İngilizceyi anadil ölçüsünde kullanma imkanı olmayan
büyük bir çoğunluğun konuya daha iyi nüfuz edebilmesine, konunun
özünü daha iyi kavrayabilmesine de yardımcı olur.
İşte, bu alana ilişkin öncelikle kavramsal nitelikteki çalışmaların
Türkçe literatüre kazandırılması uğraşına gönül vermiş bir uluslararası
ilişkiler / uluslararası siyaset meraklısı olan Esra Diri’nin elinizdeki
derlemesi bu açıdan önemlidir. Kendisinin çalışmanın editörü olarak,
alana ilişkin yaklaşımlar, teorik tartışmalar konusunda eski ve yeni
literatür, ana-akım ve eleştirel yaklaşımlar arasında makul bir denge
gözettiği görülmektedir. Ayrıca bu önemli çalışmaların yayın haklarını
elde etmenin editoryal bir yükümlülük olarak maddi/manevi ciddi bir
maliyete işaret ettiği hatırlanmalıdır. Yine editörün yayına hazırlama
sorumluluğu açısından büyük önem taşıyan, metinlerin sağlıklı
çevirilerinin sağlanması için önemli olan meslekten, uygun elemanlardan
yardım alınması, ayrıca tüm metinlerin redaksiyonunun yapılması
iii
iv
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
konusunda da dikkate değer bir hassasiyet gösterildiği anlaşılmaktadır.
Nihayet, sonuçta çalışmanın alan ile ilgili öğrencilerin serbest
kullanımına açık olmasının planlanıyor olması da editörün konuya gönül
vermiş olma derecesini göstermektedir. Bütün bu çabalar sonucunda,
uzak ve yakın geçmişte yayınlanan uluslararası öneme sahip birçok
değerli yazıyı Türkçe uluslararası ilişkiler / uluslararası siyaset
literatürüne kazandırmakta olan bu derleme için başta editör olarak Esra
Diri olmak üzere tüm emeği geçenleri kutlar başarılar dilerim.
Prof.Dr.Faruk Sönmezoğlu
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
ÖNSÖZ
Bu kitap, uluslararası ilişkiler disiplininin gelişmesine katkı sağlamış,
can alıcı analizlerin ve yorumların yer aldığı seçme makalelerden
oluşmaktadır. Bir uluslararası ilişkiler bölümü öğrencisinin, disiplini
hakkıyla anlayabilmek için belirli seviyede ingilizce bilgisine sahip
olması gerekmektedir. Ancak ülkemizde öğrencilerimiz eşit düzeyde
yabancı dil bilgisini geliştirebilecek imkanlara sahip değillerdir.Bu
sebeple uluslararası ilişkiler literatürünün içinde önemli yer tutan
makalelerden bir derlemenin Türkçe literatüre kazandırılmasının hem
Türkçe’nin bilim dili olarak gelişmesine katkı sağlayacağını hem de bu
alanla ilgilenen öğrencilerin daha adil bir şekilde kaynaklara erişim
imkanına sahip olabileceği kanısındayım.
Çalışmanın gerek araştırma, gerekse yazım safhalarında desteklerini
ve yardımlarını esirgemeyen hocalarıma ve dostlarıma minnet borçluyum.
Bir araya geldiğimiz her zaman bana anlattığı anılarıyla keyifli zaman
geçirdiğim, yok bu iş olmayacak galiba diyerek paniklediğim her an
aradığım Prof. Dr. Yaşar Gürbüz’e ne kadar teşekkür etsem azdır.
Manevi desteğini her zaman yanımda hissettiğim, teşvik edici
yorumlarından dolayı Prof. Dr. Ercüment Tezcan’na ayrıca
minnettarım. Araştırmam sırasında bilgilerinden faydalandığım ve
kaynak paylaşımı konusunda cömertliklerinden dolayı Andrew
Linklater ve Robert Jervis’e teşekkür ederim. Uluslararası ilişkiler
çalışmalarında öğrenciler için kaynak kitapların yazarı olan Prof.Dr.
Faruk Sönmezoğlu’na desteklerinden dolayı teşekkür ederim.
Bu çalışma sürecinde gösterdikleri sıcacık, ilgi ve destekleri için,
Neslihan Tacar Salah, Selin Ayyıldız, Dr.Aşkın İnci Sökmen, Harun
Yılmaz ve Şükrü Okyar Çebi’ye en içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Ayrıca çalışmam eski dostlukları pekiştirmenin yanında yeni deneyimler
yaşamama ve yeni insanlarla tanışmama vesile oldu. Yayıncılık hakkında
yaşadığım sıkıntılarda her zaman gittiğim, bana destek olan Bağlam
Yayınları’nda İffet Baytaş ve Hatice Günaydın’na teşekkür ederim.
Beklemediğim bir anda tanıştığım Ayşe Üstündal’a bütün yardımları için
teşekkür ederim.
Ve çıktığım bu yolda, farklı farklı kapıları açmama her zaman destek
veren, hoşgörü ile yaklaşan aileme ne kadar teşekkür etsem azdır.
Sevgileriyle her zaman yanımda oldular. Bana güç verdiler.
v
vi
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Bir öğrenci projesi olan bu çalışma içerisinde, elimden geldiği kadar
önemli ayrıntıları göz ardı etmemeye çalıştım. Buna rağmen atladıklarım
olduğuna eminim. Öncelikle hocalarımın fark ettikleri eksiklikler için
aflarına sığınırım. Kitapla ilgili geri bildirimleriniz yeni çalışmalarda yol
gösterici olacaktır. Çünkü kitaplar insanoğlundan farklılar. İnsanın ömrü
belirli, oysa ki bazı kitapların hiç yaşı yok. Bu anlamda çalışmanın devam
edecek olan serileri için düşünce ve yorumlarınızı merak edeceğim.
Esra Diri
[email protected]
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ ..................................................................................................... iii
ÖNSÖZ...................................................................................................... v
Uluslarası İlişkilere Giriş:
Ne Siyah Ne de Beyaz, Gri Dünyayı
Anlamak Teorik, Kavramsal ve Tarihsel Arka Plan
Dış Politika Ve Coğrafya, I-II
Nicholas J. Spykman ............................................................................... 3
Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik”
Arnold Wolfers ...................................................................................... 43
Güçler Dengesi Talimat, Propaganda ya da Kavga mı?
Ernest B. Haas ....................................................................................... 59
Uluslararası İlişkiler Teoriye Giden Uzun Yol
Stanley H. Hoffmann ............................................................................. 91
Yerel Yapı ve Dış Politika
Henry A. Kissinger .............................................................................. 121
Bir Amerikan Sosyal Bilimi: Uluslararası İlişkiler
Stanley H. Hoffmann ........................................................................... 143
Barış, Güç ve Güvenlik: Uluslararası İlişkilerde Çatışan Kavramlar
Barry Buzan ......................................................................................... 165
Tarih, Teori ve Ortak Zemin
John L. Gaddis..................................................................................... 191
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
Daniel Philpott ..................................................................................... 203
vii
viii
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Teorik Bakış Açılarından Uluslararası İlişkilerin
Rengini Görebilmek: Savaşlar, Algılamalar ve
Dış Politika Davranışları
Uluslararası Teori Klasik Yaklaşım Üzerine İnceleme
Hedley Bull ........................................................................................... 249
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
Robert Jervis ........................................................................................ 265
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri:
Kuramsal Bağlantılar ve Analitik Sorunlar
Jack S. Levy ......................................................................................... 291
Anarşi Altında İşbirliğini Açıklamak:Varsayımlar ve Stratejiler
Kenneth A.Oye..................................................................................... 317
Anarşi Koşullarında İş Birliği Sağlayabilmek: Strateji ve Kurumlar
Robert Axelrod ve Robert O.Keohane .............................................. 341
Liberalizm ve Dünya Siyaseti
Michael W. Doyle ................................................................................ 371
Azalan Güç Ve Savaş İçin Önleyici Motivasyon
Jack S. Levy ......................................................................................... 397
Hegemonik Savaş Teorisi
Robert Gilpin ....................................................................................... 423
Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni
Kenneth N. Waltz ................................................................................ 443
Vestfalya’dan Waterloo’ya Güç Değişimleri ve Büyük Güçler Savaşı
Woosang Kim....................................................................................... 457
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
John A. Vasquez .................................................................................. 479
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Dünü Yeniden Yorumlamak:
Teorik Tartışmalarda Eleştiriler, Değişim ve Süreklilik
Sosyal Kuvvetler, Devletler ve Dünya Düzenleri Uluslararası
İlişkiler Teorisinin Ötesinde
Robert W. Cox ..................................................................................... 509
Gramsci, Hegemonya ve Uluslararası İlişkiler:
Metot Üzerine Bir Deneme
Robert W. Cox ..................................................................................... 551
Geleceğe Dönüş: Soğuk Savaş Sonrasında Avrupada İstikrarsızlık
John J. Mearsheimer ........................................................................... 567
Uluslararası İlişkiler Teorisinde Sonraki Soru Aşaması:
Eleştirel ve Teorik Bir Bakış Noktası
Andrew Linklater ................................................................................ 619
Liberal Demokrasilerde Kamuoyu, Ulusal Yapı ve Dış Politika
Thomas Risse-Kappen ........................................................................ 643
Ortak Kimlik Oluşumu ve Uluslararası Devlet
Alexander Wendt ................................................................................. 679
Realizm, Neoliberalizm ve İşbirliği: Tartışmayı Anlamak
Robert Jervis ........................................................................................ 709
Soğuk Savaş Sonrası Yapısal Realizm
Kenneth N. Waltz ................................................................................ 733
Uluslararası Siyasette “arası”nı Yeniden Düşünmek
Friedrich Kratochwil .......................................................................... 771
Kelsen/Schmitt Üzerinden Egemenliği Anlamak
Hidemi Suganami ................................................................................ 789
ix
x
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
ULUSLARARASI İLİŞKİLERE GİRİŞ:
NE SİYAH NE DE BEYAZ,
GRİ DÜNYAYI ANLAMAK;
TEORİK, KAVRAMSAL VE
TARİHSEL ARKA PLAN
2
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
DIŞ POLİTİKA VE COĞRAFYA, I
NICHOLAS J. SPYKMAN
Çeviren: Dr. Aşkın İnci Sökmen*
Napolyon,”Bütün güç politikası kendi coğrafyaları içindedir.”1 Gerçeğini
benimseyerek, herhangi bir siyasi kurumu küçümseyen ünlü cevabıyla “Koşullar
mı? Koşulları ben yaparım” diye belirtmiştir. Ancak insan kaderinin hakemi
olmayı istemektedir. Hz. Musa için Kızıl Deniz’in ikiye bölünmesinden ve Hz.
Yuşa’nın güneşi durdurmasından beri, insanoğlu topografya ve iklim üzerinde
onlar gibi kontrolü sağlayamamaktadır ve Rus coğrafyası, Korsikalı Napolyon’u
trajik yenilgiye uğrattığı söylenebilir. Eğer hâlâ hayatta olsaydı Napolyon,
bugün bile Waterloo savaşında, Wellington Dükü’nü zafere götüren, ne dehaya
sahip bir zekâ ne de beceriydi, sadece bir bataklıktan oluşan hendekti.
Maalesef siyaset bilimci basitleştirmeye eğilim gösterirken, neyse ki devlet
adamı kendi ülkesinin coğrafi handikaplarını yenmek için mücadele etmektedir.
Bir ülkenin ne tüm dış politikası ne de bu politikanın bir parçası tümüyle
coğrafya üzerine dayalıdır. Devletlerin politik durumlarını belirleyen faktörler
çeşitlidir; kalıcı ve kısa süreli, belirgin ya da gizli olurlar; coğrafi faktörler
dışında, nüfus yoğunluğu, ülkenin ekonomik yapısı, halkın etnik kompozisyonu,
hükümet şekli, dışişleri bakanlarının kompleksleri ve nefrete dayalı ön yargıları
gibi faktörlerden oluşur. “Dış politika” karmaşık bir fenomen olarak, bu
faktörlerin eş zamanlı ve etkileşim içinde olmasıyla gerçekleşir.
Sosyal bilimcilerin görevi, yoğun tarihi materyaller içerisinde, dış politika
biçimleri ve onu oluşturan faktörler arasındaki korelasyonları bulmaya
çalışmaktır. Bu durum, Diplomasi tarihi çalışmalarının, farklı uyarıcı faktörler
altında ve çeşitli uluslararası çevrelerde devletlerin davranış özelliklerinin
araştırılmasıyla, desteklenmesi zorunluluğu anlamına gelmesidir. Bilimsel
*
1
Dr. Aşkın İnci Sökmen Kara Harp Okulu doktora programından mezun olmuştur. Uluslararası
Güvenlik ve Terörizm uzmanıdır.
Napolyon’un Prusya Kral’ına 10 Kasım 1804’de gönderdiği Mektuplar, Correspondance de Napoléon
I (Paris, 1862), X 60, No.8170.
4
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
metot, korelasyonların, tamamlanmamış kısmî somut tarihi olayların
açıklanmasına dayalı bazı soyutlamalardan oluştuğu konusunda sağduyu
uyarılarını da yaparak, araştırmanın soyutlama yolu olmasına ihtiyaç
duymaktadır.
Devletlerin dış politikalarını oluşturan durumların çeşitli faktörleri arasında,
Napolyon en önemlisini işaret etmemiştir. Onun döneminde ve halen günümüz
dünyasında savaş ulusal politikanın bir aracıdır ve gruplar savaş yoluyla güç
elde etmeye çalışmaktadırlar, politika yüksek strateji haline gelmektedir.
Böyle bir dünyada, devletin coğrafi alanı, savaş dönemlerinde faaliyet
gösterdiği ve barış olarak adlandırılan geçici ateşkes dönemleri sırasında işgal
ettiği toprak temeline dayanır. Ulusal politikanın belirlenmesinde, kalıcı
olduğundan en temel faktördür. Devlet bakanları gelir gider, diktatörler bile
ölür, ancak dağ sıraları hiç bozulmadan durur. George Washington 13 devleti
düzensiz bir ordu ile savunurken, Franklin Roosevelt emrindeki kıtanın
kaynakları ile başarılı olmuştur. Ancak Atlantik sürekli Avrupa’yı Amerika
Birleşik Devletleri’nden ayrı tutmayı sağlamaktadır ve Saint Lawrence limanları
kışın oluşan buzlar nedeniyle halen kapalıdır. Rus Çarı I.Alexander, tüm
Rusya’yı, basit bir Komünist Parti üyesi Stalin’e, sadece gücünü değil, bitmeyen
denize ulaşma mücadelesini de miras bıraktı. Fransa başbakanı Georges
Clemenceau, Alman açık sınır bölgesi konusundaki endişelerini Sezar ve 14. Lui
ile paylaşmıştı.
Devletlerin coğrafi özellikleri nispeten değişmez ve değişmeyen özellikte
olduğundan, coğrafi talepleri yüzyıllar boyunca aynı kalacaktır ve diğeri ile
çatışma istemeyen mutlu devletlerin olduğu bir dünyaya ulaşılmadığından, bu
coğrafi talepler anlaşmazlığa neden teşkil edecektir. Böylece coğrafya kapısı,
tüm tarih boyunca uzanan, hükümetlerin ve hanedanların yükselmesine ve
düşmesine neden olan uzun mücadeleler için suçlu olabilecektir.
Gelişme imkânlarının yer ve ekonomik açılardan sınırlı olmasından ve
birinin dezavantajının diğerine avantaj sağlaması açısından bazı ulusların ve
hükümetlerin karşı karşıya geldikleri çeşitli durumlar vardır. Burada her daim,
çeşitli hükümetlerin coğrafi ve yerel politik durumlarını geliştirmeye zorlaması
konu olurken, tek hedefleri bir ülkenin, denizin veya stratejik ve ekonomik
durumlarının önemli derecede yükseltilmesinin elzem görülmesidir. Yerel
politikanın bu tip davranışlarının sebebi ise, siyasi tarihlerinde yer alan bazı
sorunların çözümlenmemiş olması ve çeşitli koşulların her zaman ayyuka
çıkmasıdır.2
2
J.J. Rüdorffer (Kurt Riezler) Erich Topf’da belirtilmiştir.” England und Russland an den Türkischen
Meerengen,” Zeitschrift für Geopolitik, 1928, II, 665.
Dış Politika ve Coğrafya I, II
5
Coğrafyanın, saptayıcı değil, durumu belirleyen bir faktör olarak
tanımlandığı vurgulanmalıdır. Kelime (belirleyen olması) akıllıca seçilmiştir.
Coğrafi özelliklerin, dış politikada nedensel bir rol oynadığının ima edilmesi
anlamında değildi. Her şeyi dördüncü senfoniden dördüncü boyuta doğru coğrafî
yol ile açıklayan coğrafî determinizm, bu hali ile zarar görmüş bir resmin
boyanması gibi coğrafyaya referans vermeden politikanın açıklanmasıdır.3 Bir
ülkenin coğrafyası, politikası için bir nedenden çok, araçtır. Bu durum bir
parçanın en nihayetinde elbiseye uygun hale getirilmesi için kesilmesi
zorunluluğunun kabul edilmesinin, elbisenin, parçanın stilini veya doğru parça
olduğunun belirlenmesi anlamına gelmemektedir. Ancak bir devletin coğrafyası,
politikayı uygulayan insan tarafından göz ardı edilemez. Toprağa dayalı temel
geçmişte politikacılar tarafından uygulandığı gibi gelecekte de uygulanmaya
devam edecektir.
Bu temelin özelliği, dış politika üzerinde birçok etkiye sahiptir. Coğrafi
genişlik devletin güç için mücadele konusunda göreceli üstünlüğünü etkiler.
Doğal kaynaklar insan topluluğunu ve politikanın uygulanmasında faktör olan
ekonomik yapıya tesir eder. Ekvatora, okyanuslara veya kıtalara göre ülkenin
pozisyonu, güç merkezlerine, çatışma alanlarına veya mevcut iletişim yollarına
olan durumunu belirlemekte ve ülkelere komşuluk durumu, toprağa dayalı
güvenliğin temel problemlerini oluşturan potansiyel düşmanlara göre devletin
pozisyonunu ortaya çıkarmaktadır.
3
Mevcut Alman Jeopolitik okulu, belli bir dereceye kadar Ratzel’in coğrafi determinizmi ile diğer
yandan da coğrafyanın en son belirleyici olduğunu benimseyen metafizik tarafından engellenmiştir.
Terimin ortaya koyduğu gibi, ilgi duyanlar sadece coğrafyanın siyasi durumu belirleyen olarak
çalışmamış aynı zamanda bilimsel bir gerçek olan politikaları desteklediği ile de ilgilenmiştir.
Coğrafyanın en iyi durumu, Zeitschrift für Geopolitik kitabının dört editörü tarafından 1928’de
ortaya konmuştur. Kitaba göre,”Coğrafya toprağa bağlı siyasi süreçlerin çalışılmasıdır. Özellikle siyasi
coğrafya bölgenin yapısının geniş anlamda çalışılması esasına dayanır… Jeopolitika siyasi yaşamda ve
siyasi eylemlerde ona rehberlik edecektir.Jeopolitika siyaset alanında yer almalıdır ve sağlam bir
zemin oluşturulmalıdır. Bilgiye dayalı olması bir sıçrama yaratırken, cehalet tehlikeli olabilir.
Jeopolitika yardımıyla devletin coğrafî bakış açısı olacaktır. {Zeitschrift für Geopolitik içinde Richard
Henning tarafından belirtilmiştir. (Leipzig, 1931) sf.9}
Vidal de la Balance ile başlayan, Brunhes ve Vallaux ile devam eden günümüzde de Febvre’nin
ilgilendiği Fransız okulu, insanoğlunun coğrafyayı değiştirebileceği ve diğer faktörlerin, insanın
kaderini belirlemede coğrafya ile birleşebileceği fikirlerini dikkate alarak,”coğrafî determinizm
olasılığına“ karşı çıkarlar; “Gerçek ve sadece coğrafî sorun imkânlardan faydalanmadır.” [Lucien
Febvre, A Geographical Introduction to History (New York, 1925), p. 349.] “En mükemmel morfolojik
biçimler belirgin etkiler içermemektedir “[Henri Berr,”Önsöz’de" Febvre’ye, op. cit., p. xii.]
Bu son ifade ile konumuz olan Ratzel’in determinizmi arasında muhtemel bir yer vardır. Coğrafya
belirlemekte, sadece bir durum oluşturmaktadır. Sadece kullanım için imkân yaratmazken
kullanılmış olmayı da talep etmektedir. İnsanoğlunun özgürlüğü, kapasitesini iyi veya kötü
kullanmasına bağlıdır veya coğrafî olasılıkları daha iyi ya da kötü olarak değiştirmesiyle ilgilidir.
6
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Dış politikada büyüklük ve konum faktörlerinin önemi, topografya ve
iklimin değiştirici etkilerini dikkate almadan değerlendirilememektedir.
Topografya, birlik ve içsel uyum üzerindeki etkisiyle gücü etkilemektedir. İklim,
ulaşımı, tarımsal üretim üzerindeki sınırlandırmaları, devletin ekonomik yapısını
ve böylece dolaylı yoldan açıkça dış politikayı etkilemektedir.
BÜYÜKLÜK FAKTÖRÜ
Devletlerin karşılaştırılabilir büyüklükleri, etkili bir siyasi ve ekonomik alan
sağlarken güçlerin karşılaştırılması için bir gösterge ve dış politikanın bir
unsurunu oluşturmaktadır. Toplam yüzey alanı olarak soyut biçim, belirli
amaçların yükselmesine ve dış politikaya içerik sağlamazken, diğer devletlerden
gelen baskılara karşı koymadan bir güç göstergesidir ve ulusal politikanın
araçlarından olan savaş veya diplomasi arasında seçim yapmayı etkileyebilir.
Tarih boyunca ve özellikle de ilk dönemlerde, güçlü devletlerin baskın
çoğunluğu büyük toprağa sahip devletlerdi.Mısır, Babil, Asur, Pers ve Roma, en
geniş organize olmuş devlet yapısına sahiplerdi ve bu yüzden de güçlüydüler.
Belli bir dönemde Atina, Venedik ve Hollanda gibi küçük devletler denizlerde
ulaşım yollarını kontrol ederek deniz gücü olmuşlardır ve dünyanın geniş
alanlarına egemenliklerini yaymışlardır. Ancak toprak alanında mücadelelerde
bu küçük devletler daha geniş devletler karşısında yenilmişlerdir. Deniz
mücadelesinde ise geniş üslere sahip olarak daha geniş toprak anlamına
gelmekteydi. Modern zamanlarda ise büyük güçler geniş büyüklüğe sahip
devletler olmuştur. Almanya, Polonya’nın ve Rusya’nın kendi doğu sınırında
genişletilmiş pozisyonuna endişeli ve istenmeyen bir şekilde yaklaşırken,
Japonya, Çin ve Rusya’nın Japon Denizi’nde güç potansiyellerini devasa
boyutta geliştirme konusunda ölümcül bir gelecek korkusu yaşamaktadır.
Son örnek, büyüklüğün sadece güç değil potansiyel bir güç olduğunu
göstermektedir. Güç şimdiye kadar olduğu gibi ekilebilir alana eşittir ve bu
nedenle de insan gücüne bağlıdır. Bu mantıktan yola çıkıldığında, birçok toprak
güçleri geçmişte toprağa dayalı genişleme politikası izlemişlerdir. Sanayi
devriminden itibaren, güç sanayi gücü ile tanımlanır olmuştur. Hammadde
kaynakları ve sanayi organizasyonu, deniz ya da kara yolu oluşan gücün ön
koşullarını oluşturmaktadır. Ancak büyüklük halen etkindir, çünkü geniş alan
farklı iklimsel özellikler ve değişik topografya sonucu değişik kaynaklar ve
ekonomik imkânlar sağlamaktadır.
Büyüklük, savunma alanında temel öneme sahip elemanlardan biridir.
Özellikle ülkenin hayati merkezlerinin sınırdan uzak olması savunma açısından
önem taşır. Napolyon, Moskova’ya ulaşmak için kendi imparatorluğu
döneminde, kendisi için daha sessiz bir alan bulmak ve umutsuzca arkadan
Dış Politika ve Coğrafya I, II
7
destek bulmak amacıyla, bitkin ordusunu çok geniş bir alandan geçmeye
zorlamıştır. Yüzyıl sonra, Beyaz Rusların ve müttefiklerinin anti-komünist
kampanyaları, Rusya sınırındaki topraklarda başarısız olurken, komünistler
soğukkanlı bir şekilde ülkenin hayatî merkezlerini düzenlediler. İnsanın
düşmanı, insan ırkının ortak zayıflıklarını ve güçlü yanlarını ortaya çıkarır ve
insan düşmanına karşı kendi yetenekleri ve kararlılığıyla tuzaklar kurabilir. Alan
basitçe mağlubiyeti sağlıyor. Eğer ülkenin hayatî merkezleri sınırdan uzak bir
yerdeyse, savunma fonksiyonuna alan sağlamaktadır. Amerika Birleşik
Devletleri ile Kanada arasındaki savaşta, Kanada’nın sanayi ve yaşam
merkezleri güneydoğu sınırında yer aldığından daha az korunmuştur, buna
rağmen Amerika’nın ise sınırın daha gerisinde yer aldığından savaştan
etkilenmesi küçük boyutlarda olmuştur.
İnsanoğlu karadan gelmek yerine havayı tercih etmesiyle, alan ve uzaklık,
savunmanın elemanları olarak daha büyük önem kazanmışlardır. Bir
bombardıman filosunun etkileme yarıçapı aşağı yukarı sekiz yüz mildir. Rusya,
böylece hayatî sanayi ve maden merkezleri düşman filosunun alanı içinde
olmayan tek Avrupa ülkesidir. Paris, Londra’dan 250 milden daha az yer
almaktadır ve Almanya’daki Ruhr yerleşim yeri Paris’ten üç yüz mil daha
aşağıdadır. Bir Rus-Japon çatışması durumunda, Japonya’nın Vladivostok’u
bombalaması gerekmektedir. Rus sanayi ve tarım üretimi küçülmeden devam
edecek ve ülkenin savunma organizasyonu taktik pozisyonunda kalabilecektir.
Rusya’nın bombardıman filosu, Japonya’nın üretim, ulaşım ve ticaret merkezleri
olan Osaka ve Kobe’ye vurarak başarı sağlayabilir. Ortaya çıkan organizasyon
bozukluğu Japonya’yı yenme konusunda küçük bir deniz zaferinden daha büyük
bir etken olabilir.
Devletin toprak büyüklüğü, herhangi bir zamanda, belirleyici faktör olarak
açıklanamaz. Teknik, sosyal, ahlaki ve ideolojik gelişmelere, devlet içerisindeki
dinamik güçlere, geçmiş siyasi gruplara ve bireylerin kişiliklerine bağlıdır.
Ancak inkâr edilemez şekilde topografik gerçekler tarafından devletin
büyüklüğü oluşmaktadır. Büyüklük üzerindeki topografya etkisi, insanoğlunun
dağlar arasından geçen tünelleri açmayı ve büyük dar boğazları köprülere atarak
geçmeyi öğrenmesinden itibaren hiç kuşkusuz azalmıştır. Ancak teknolojik fetih
tam anlamıyla sonuçlanıncaya kadar topografya göz ardı edilemez.
Yunanistan doğa tarafında küçük ekonomik parçalara ayrılmıştı ve bu
nedenle küçük siyasi yapılar geliştirmişti. Vadiler kendi kendine yeten
merkezlerdi ve ülkenin en verimli bölümleri denize açık alanlardı, ancak
yarımadanın geri kalanı ile kara üzerinden iletişimleri kapalıydı. Fikirlerin ve
malların dolaşımı böylece kara yerine deniz yolu ile gerçekleşti ve Yunan
8
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
yerleşim alanları, birçoğunun birbirine düşman olduğu şehir dizisi
içerisindeydi.4
Benzer durum bugün Balkan yarımadasında mevcuttur. Her vadi veya plato
dağ duvarları tarafından izole olmuştur ve çeşitli gruplar kendi sosyal, siyasi ve
dini karakteristiklerini korumaktadır.
Büyük bir devletin etrafında
oluşturabileceği doğal bir merkez yarımadada mevcut değildir ve küçük
devletler arasındaki rekabet kaçınılmazdır. Alçak ve yüksek arazi dağılımının
benzer etkisi, Roma İmparatorluğu’nun Batı Avrupa’da küçük parçalar şeklinde
dağılmasında görülebilir. Küçük birimler, alçak ve yüksek alanların ufak
bölgelerde dağılması nedeniyle bu şekilde adlandırılıyorlardı.
Topografya faktörleri, yayılma isteğine engeller yaratarak ve bu engellerin
kaldırılması gerekli bulunarak, etkili savunma ve eski etki alanıyla yeni
topraklarda birleşmenin önünde engeller oluşturacak şekilde faaliyette
bulunmaya devam etmektedir. Savunma ve dış politikada sınır topraklarında
doğanın etkisi genel olarak daha sonra tartışılacaktır. Ancak bu noktada
saldırganlık tehlikesi dışında etkili kontrol problemine değinilmesi
gerekmektedir. Çünkü sadece etkili merkezi kontrol, geniş alanı, zayıflığın
yerine gücün bir elemanı yapar. Bazı kontroller temel olarak iki etkene dayanır:
merkezden çevreye etkili iletişim sisteminin varlığı ve ayrılıkçılığın olmaması
ya da ayrılıkçılığın merkezkaç güçlerinin başarılı bir şekilde dengelenmesi.
Ayrılıkçı eğilimler ile mücadelede en faydalı olan etkili bir iletişim sisteminin
kurulmasında devletin şekli ve topografyası doğrudan etkiye sahiptir.
Sadece, bir devlet için ideal toprak şekli mükemmel bir daire biçimidir.
Herhangi bir örnek vermek gerekirse, mümkün olan en büyük alan, savunma
faaliyetini gerçekleştirerek en kısa sınır içerisine eklenmiştir ve alanın tüm
parçaları eşit uzaklıkta olmalı ve bir hükümet mümkün olabilecek en yakın
şekilde dairenin merkezinde yer almalıdır. Devletler uzun veya dar biçimde –
özellikle kara güçleri için doğrudur- ya hükümetin merkezî etkisinin az olduğu
çevrede toprak kaybedecek şekilde parçalanarak ya da bölünerek ayrı devletler
olarak yeniden ortaya çıkma eğiliminde olmaktadırlar. Parçalanma örneği
Osmanlı İmparatorluğunda görülmüştür. Kendisinden önce Arap, Moğol ve
Makedonya imparatorluklarının elinde olan Kuzey Afrika ve Balkanların
çoğunda etkin kontrolünü kaybetmişti. Balkanlar diğer güçlerin etkisine girdi.
Belirli bir alan üzerinde merkezî kontrolün kurulmasının şekillenmesinden
daha önemli olan faktör topografyadır. Yüksek dağ sıraları, derin ve geniş
vadiler, nehirlerin yönü ve iklimin değiştirici etkisi gibi tüm özellikler, bir ülke
içerisindeki iletişim kolaylığını belirlemektedir. And’lardaki, İskandinavya’daki
veya İsviçre’deki dağlar yolları kesmekte, Balkan yarımadasındaki bölümlerden
4
Marion Newbigin, The Mediterranean Lands (New York, 1924), s. 149.
Dış Politika ve Coğrafya I, II
9
ayırarak, iletişim yavaş kurulabilmekte, pahalı ve düzensiz kalmaktadır;
bataklıklar veya çöller bir ülkeyi iki parçaya bölmekte, yol yapımı
zorlaşmaktadır ve nehir sisteminde benzer şekilde işleyerek merkez hükümet ile
elverişli iletişim sağlamayarak birleşme yerine ayrılma eğilimi içerisinde
olmaktadır.
Ülkenin bu bölümleri üzerinde düzensiz bir iletişime sahip hükümetin zayıf
bir kontrolü olacaktır. İsviçre’de nehir sistemi ile de güçlenmiş dağ dağılımı,
mevcut etnik dağılımın en temel nedeni olarak ademimerkeziyetçi bir etki
yaratmıştır. Nehir sisteminde birleşmeyi engelleyen önemli etki, tüm nehirlerin
çevreden dışarıya doğru aktığı gerçeği dışında nehrin akım yönü değildir.
Nehirler ülke içerisinde iletişim şebekesini etkisiz hale getirirken, çevre
bölgeleri ana ülkenin parçalarından çok, yabancı ülkelerle birleştirme eğiliminde
olmaktadırlar. Çeşitli siyasi nedenler için mevcut olmadığı İsviçre örneğinde,
gerçek siyasi ayrılıkla sonuçlanmıştır. Buna rağmen nehir sistemi,
Cumhuriyet’in belirgin özelliği olan kültürel, dilsel ve ekonomik
ademimerkeziyetçiliğin temel nedenidir. Paralel nehirlerin aynı ayırıcı etkisi
Almanya’da yer almaktadır. Ren, Weser, Elbe, Oder ve Weichsel nehirleri
kuzey batı yönünde paralel hat olarak akıp ülkeyi beş vadiye bölmekte ve
merkezi hükümetin nehir vadilerinde devletin etkisini oluşturacak noktalar
yaratmamaktadır. En küçük Çin nehir havzaları, tüm Çin tarihinin özelliklerini
oluşturan küçük siyasi birimler oluşturmuşlardır ve üç geniş nehir vadileri siyasi
birleşmenin önünde engel teşkil eden bir bölgesel ayrımı ısrarla muhafaza
etmişlerdir. Sibirya’da iklim, topografyanın ademimerkeziyetçi etkisini
oluşturmakta ve nehirler sadece paralel akmamakta, aynı zamanda Kutup
bölgesine ulaşarak buzla nehirler kapanmaktadır. Tren yolunun gelişimine
kadar, Sibirya’nın Rus İmparatorluğunun etkisiz yerlerinden biri olması tesadüfi
değildir.
Nehirler buna rağmen sıklıkla, özellikle de ilk siyasi örgütlenmelerde
birleştirici etkiye sahiptir. İlk devletler, Fırat ile Dicle ve Nil nehirleri etrafında
merkezileşmiş nehir devletleriydi. Kuzey Amerika’daki Fransız Koloni
imparatorluğu St. Lawrence ve Mississippi vadileri boyunca kurulmuştu.
Dinyeper nehri Moskova’nın sadece kuzeybatısından, güneye Karadeniz’e doğru
akmaktadır, Volga nehri doğudan güneye Hazar Denizine, Volkhof ise kuzeyden
Ladoga nehrinden geçerek Finlandiya körfezine Neva olarak akmaktadır.
Kiev’in aşağısındaki Dinyeper üzerindeki şelaleler iletişime bir engel
oluşturduğundan, Kiev Moskova’daki pozisyonundan hükümette bir sandalye
olacak şekilde yol vermişti, Volga’ya doğru akan Oka nehrinin bir kolu
Rusya’nın Avrupa’nın her köşesine merkezi etkisini genişletebilmektedir.
Benzer bir nehir şebekesi Paris’te birleşerek bu şehri Fransa için göz ardı
edilmeyecek bir merkez yapmaktadır.
10
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Başlangıçtan itibaren, hükümetler iletişimi doğal şekilde sağlayarak ve
topografyanın ortaya koyduğu engelleri yenmek için çaba göstererek topraklar
üzerinde kontrollerini güçlendirdiler. İnkalar yollarla imparatorluğu
birleştirdiler, Persler Sardes’ten Susa’ya merkezi bir karayolu inşa ettiler, ilginç
şekilde aynı yol iki bin yıl sonra Berlin-Bağdat tren yolu olarak projelendirildi;
Çinli, Fransız ve Ruslar büyük nehirleri kanal petekleriyle takviye ettiler; Roma,
halen o kadar iyi yapıldığı için bugün bazıları mevcut olan yollar ile uzak
imparatorluğun bölgeleriyle iletişim içerisinde oldular. Başbakan Charlemagne
yollar yaptı ve her adımında Fransız Krallığı merkezileşmeyle birlikte ülke
içerisinde mükemmel bir iletişim kurulmasına da adım atmış oldu. Yüzyıl
savaşlarından sonra yeniden örgütlenme döneminde, 11.Lui ilk posta servisi
kurdu ve dini savaşların akabinde hızlı ulusal gelişmenin başlangıcında,
Fransa’da Kral Henri IV’ün maliye bakanı Sully ilk büyük karayolu sistemini
planladı.
Bu yol demiryoluydu. Buna rağmen geniş alanların etkili şekilde
birleştirilmesi konusunda muhtemel etkileri oldu. Gelişmesinden önce, çatışma
bölgelerinde yer alan birkaç devlet, merkezi hükümetten 3000 mil uzakta yer
alan kendi toprakları üzerinde kontrol sağlayamıyordu. Bu nedenle, geniş
devletler bu araçtan kendileri için faydalandılar ve inşaat gibi uzak bölgelerin
ekonomik öneminden çok önce stratejik ve siyasi nedenlerle, hatlar kurdular.
Fransa, Almanya ve Rusya tren yolları, Paris, Berlin ve Moskova’dan
yayılıyordu. Aynı şekilde, geniş kıtasal güçler kendi birliklerini tren yolu
sistemini geliştirerek pekiştirdiler. Kıtalararası yollar Amerika Birleşik
Devletleri, Kanada ve Avustralya’ya uzanmakta ve Trans Sibirya ve TürkistanSibirya tren yolu hatları, Asyalı Rusya’nın merkezi hükümetinin içine ulaşımını
sağlamaktadır. Madrid, aynı yönde zayıf bir çaba göstererek günümüzde yetersiz
tren yolunun tehlikeleri karşısında üzüntü duymaktadır.
Gerçekten, tren yollarına sahip olmak topraklar üzerinde, egemenlik hakkı
yolu ile en etkili kontrolün kurulması açısından çok önemlidir. Modern bir
devletin karayolu ağından ziyade, demir yolları ağı daha elzem görülmektedir.
Bu devletin kendi topraklarına olan hâkimiyetinin önemini ortaya koymaktadır.
Kim demir yolları ağları üzerinde hâkimiyet kurabiliyorsa, o devleti hâkimiyeti
altına almış demektir. Kral Wilhelm bu sebeple Saksonya Eyaletini politik
bakımdan bağımsız bırakmak istemiştir, ancak demir yollarının hâkimiyetini
kaybetmesi, bağımsızlığını kaybetmesi ile eş anlama gelmekteydi. Danzig şehri
bağımsız bir devlet olarak ele alınabilinir; ancak gerçek bir bağımsızlıktan
kesinlikle söz edilemez, zira Polonyalılar demir yollarını hâkimiyet altına
almışlardı. Bu sebeple demir yollarının politik anlamda fethedilmesi veya
hâkimiyet altına alınması ilk sırayı almaktadır; tam tersi olması halinde ise, yani
devletin demiryollarını kaybetmesi politik hâkimiyetini kaybetmiş
Dış Politika ve Coğrafya I, II
11
sayılmaktadır. Demir yolları hususunda taviz ve imtiyaz verenler (Çin
Devletinin Kuzey Mançurya için Rusya Devletine, Türkiye) politik zayıflığını
ve zaaflarını ön plana çıkararak kendi bünyesindeki bölünmeyi ortaya
koymaktadır. 5
İç su yollarının ve tren yollarının gelişmesini yakından takip eden
havayolları günümüzde her kıtayı kapsamakta ve halen malların taşınmasında
kusurlu olsa da, merkezi hükümet ile ülkenin uzak bölümleri arasında sürekli
mükemmel iletişimi sağlayabilmektedir. Bu bağlantıda, kültürel ve ideolojik
merkezileşmeyi sağlayan radyonun etkisi unutulmamalıdır.
Aksine, büyük imparatorlukların düşüşü sıklıkla iletişim sistemini ihmal
etmeleriyle ilişkilendirilmiştir. Ortaçağın Avrupalı ve Asyalı devletleri,
iyileştirme veya gelişme konusunda sorunlu olmayan mevcudu kullanmışlar ve
böylece büyüklük açısından küçük ölçekli olmuşlardır. Moğol imparatorluğu ve
Halifeliğe dayalı geniş devletlerin bulunduğu yerlerde sadece ismen siyasi
birimlerdi, kendi topraklarının çevre bölümlerinde gerçek bir kontrole sahip
değillerdi. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, iletişim konusunda etkili bir sistem
geliştirmeyle ilgili hırslı detaylı planlarıyla birlikte kendisinden öncekilerin
örneklerinden faydalanmıştır.
Deniz aşırı toprakların birleştirilmesi ve elinde tutulmasıyla ilgili stratejik ve
siyasi sorunlar, ülkenin topraklarındaki uzak bölgelerinde sorunlardan tümüyle
farklı olmasına rağmen, şüphe götürmeyen bir gerçek, uzak alanlarla iletişimin
mevcut şekillerinin, İngiliz ve İspanyol ana ülkelerinden Amerikan kolonilerinin
kaybedilmesinde oynadığı roldür.
Amerikan kolonilerinin İngiltere’ye karşı ayaklanmasında siyasi coğrafyanın
tanınmış hukukunu izlemişlerdir. Avrupa’nın uzak batı sınır bölgesini
oluşturmuşlardır ve ayrılmaya yönelik eğilim tüm çevre topraklarda ortaya
çıkmış… görece uzak yerler hükümet kontrolünü zorlaştırrmaktadır…6
Topografya, iklim ve uzaklık böylece ülke içerisinde kolay iletişimi
belirlemektedir ve ayrılıkçılığın gelişme olasılığını yaygınlaştırmakta veya
büyük ölçüde azaltmaktadır. Bölümler, dağlar veya çöller tarafından kesilebilir
veya nehir vadisinde yer alan bölüm ana ülkenin diğer bölümleriyle değil de,
yabancı ülke ile ekonomik kimliği önceden tasarlayabilir, yerel çıkarlar ve yerel
politikaları geliştirme eğilimi merkezî hükümetin kontrolünü sarsabilir.
Bölgecilik, çevrede meydana gelmedikçe ve etnik farklılıklarla birleşmediği
sürece siyasi bağlantıların kopması mutlaka neden teşkil etmeyecektir. 19. ve
20.yüzyıl başlarında bölgecilik Türk ve Avusturya İmparatorluklarının
çözülmesine neden olmuştur ve Orta ve Doğu Avrupa’da, Topografya etnik
5
6
Otto Maul, Politische Geographie ( Berlin, 1925 ), ss.498-499.
E. C. Semple, American History and Its Geographic Conditions (New York 1903), s. 47.
12
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
yayılmanın önlenmesinde rol oynamasına rağmen topografik açıdan izole olmuş
alanlar yerine kendi kaynakları etnik birimlerden oluşan bağımsız devletler
kurulmuştur. Bölgecilik, milliyetçiliğin şiddetli şeklini aldığı durumlarda Tuna
havzasının devleti olarak doğal coğrafya biriminin bir elementine sahip
Avusturya-Macaristan devletini sona erdirebilir.
Bölgecilik, ayrılıkçılığın gerisinde kalsa da yine birleşik bir ulusal
politikanın uygulanmasında güçlükler yaratabilir ve sonrasında ulusal politika
bu çatışmalar arasında bir uzlaşmayı yansıtacaktır. Bölgeciliğin bir paradoksal
özelliği, ekonomik bölgecilik malların karşılıklı değişimini geliştirdiğinden bir
ülkenin birliğinde en güçlü elemanlardan biri olabilirken, halen dış politika da,
dış ticaret politikasının çeşitli bölgelerin koruma, pazarlar, hammaddeler ve
sermaye için çatışan talepleriyle birleştirilmesinin zorlukları nedeniyle
anlaşmazlık konularından biri olabilmesidir.
Böylece bölgecilik, birçok faktörün katkısıyla karmaşık bir fenomen olarak
görülmekte, topografya ve iklim daha az öneme sahip olmaktadır. Günümüzde
Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya ve Avustralya’da bulunan bölgecilik,
topografya ve iklim tarafından belirlenen ekonomik uzmanlaşma temelindedir.
Almanya’da hem topoğrafik hem de ideolojik olarak oluşturulmuştur; Fransa’da
coğrafik, ekonomik, geleneksel ve ideolojiktir. Zamanımızda tren yolu, buhar
gemisi ve havayolu gelişmeleri şeklinde kendini gösteren teknolojik gelişme
bölgecilikten kaynaklanan neredeyse tüm topografik sorunları çözebilmeyi
mümkün hale getirmiştir ve böylece herhangi büyüklükteki alanın etkili bir
biçimde bütünleşmesi sağlanabilmektedir. Dış politika üzerinde en görünen
etkiye ekonomik bölgeciliğin sahip olduğu söylenebilir.
Büyük alan, özellikle istenen iklim ve verimli toprakla birleştiğinde, gücü
oluşturan eleman olmaktadır, ancak bazı güçler tüm topraklar üzerinde etkili bir
iletişim sistemi kurulmasıyla oluşan merkezi bir kontrolden sonra etkili
olabilmektedir. Eğer topografya ve iklim iletişimin gelişmesinde yardımcı
olurlarsa, geniş devletten güçlü devlete evrim hızlı olabilecektir. Tersi durumda
topoğrafya ve iklim engeller yarattığında, devlet bu doğal engelleri yapay
yollarla sona erdirmek için gerekli sermaye ve teknolojik beceri için gerekli
elemanlara sahip oluncaya kadar beklemek zorunda kalacaktır. Türkiye’nin
1914’ten önce ve Brezilya ve Çin’in günümüzde en geniş devletler arasında yer
almalarına rağmen halen ikinci sınıf güç olmalarının nedeni böylece
netleşmektedir. Türk topraklarının büyük bir kısmı çöldü ve daha önce de
belirttiğimiz gibi ülke yeterli iletişim sistemi ve etkili bir yönetime sahip değildi.
Aynı iletişim eksikliği Çin örneğinde tam endüstriyel tekniğin eksikliği ile
birleşmiştir, bugüne kadar Brezilya ve Çin’in çeşitli bölgeleriyle etkili bir
şekilde entegrasyonunu geciktirmiştir. Büyüklüğün potansiyel güç anlamına
gelmesinden ve batı teknolojisinin yayılmasıyla büyüklüğün zamanla birleşerek
Dış Politika ve Coğrafya I, II
13
hemen hemen gerçek güç anlamına gelmesi sonucundan az da olsa kaçınmak
mümkündür. Avrupa Konfederasyonu hayali gerçekleşmediğinde, şu andan
itibaren elli yıl da dünya güçlerinin yönetim grubunda Çin, Hindistan, Amerika
Birleşik Devletleri ve Rusya Federasyonu yer alacaktır.
KONUM FAKTÖRÜ
Büyüklük önemli olabilir, ancak yalnızca devletin dünya güçleri
hiyerarşisinde sıralamasını belirlememektedir ve devletin uluslararası ilişkilerde
ve dış politika problemlerinin tanımlanmasında, devletin konumundan daha az
öneme sahip olabilmektedir. Devletin konumu, kara kıtalarına ve dünya
denizlerine yakınlığı veya bölgesel konumu açısından diğer ülkelerin
topraklarına ve etrafındaki komşulara göre tanımlanabilir. Dünya denizlerine ve
kıtalara uzaklığı, enlem, boylam, rakım olarak belirtilmektedir. Bölgesel açıdan
ise çevre alanlar ile ilişkiler, uzaklıklar, iletişim hatları ve doğal sınır toprakları
terimleriyle ifade edilmektedir.
Bir devletin coğrafî konumunun tüm tanımı her iki tanımlamayı içermekle
birlikte ve bu bilgilerin analizini de kapsar. Bazı bilgilerin önemi, iletişim
araçları, iletişim yolları, savaş teknikleri ve dünya merkezlerinde kaymalar
olduğunda değişmektedir ve belirli bir yerin tam anlamı, o yerin iki sistemle
ilişkisine göre elde edilmektedir; konum bilgilerini oluşturduğumuz bir coğrafî
sistem ve bu bilgileri değerlendirdiğimiz bir tarihi sistem.
Açıkladığımız devletin coğrafi konumu yani dünya ve bölgesel konum
bilgileri ve önemi, devletin dış politikasında en temel faktördür. Ülke
topraklarının büyüklüğünü konumu değiştirebilir ve birçok küçük devletin
tarihsel önemini açıklayabilir. Konumu devlete ait birçok faktör üzerinde
belirleyici olarak etkide bulunmaktadır. Dünya konumu iklim bölgesini ve
böylece ekonomik yapısını, bölgesel konum ise potansiyel düşmanlarını
tanımlayarak toprak güvenliği problemini ortaya çıkarmakta ve potansiyel
ittifakları ise ortak güvenlik sisteminin bir katılımcısı olarak muhtemelen
devletin rolünün sınırlarını belirlemektedir. İngilizler İmparatorluktan
vazgeçmeye istekli olsalardı, bin mil batısındaki Britanya adaları “izolasyonizm
“(yalnızcılık -kendini diğer ülkelerin sorunlarından ve dünya politikasından uzak
tutan devletlerin stratejik politikalarını tanımlamak için kullanılır ) lüksü içinde
olmaktan zevk alabilirlerdi. Mevcut konumlarıyla, İmparatorluk olsun ya da
olmasın, Britanya adaları kaçınılmaz biçimde Kıta Avrupa’sı politikalarıyla
sarılmış durumdadır.
Kuzey Kutup Denizi’ndeki sulama problemleri nedeniyle Fransızlar Süveyş
yakınlarında bir hendek kazdığından ve Panama yakınlarında Amerikalılar ile
birlikte bir hendek oluşturduklarından beri, dünyanın geniş toprak yığınları iki
14
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
adadan Avrasya ve Kuzey Amerika yarımada fonksiyonu olarak ve üç gerçek
adadan Güney Amerika, Afrika ve Avustralya olarak oluşmaktadır. Bir devletin
dünya konumu bu toprak parçalarına göre bir problem oluşturmaktadır. En
büyük kara parçalarının kuzey yarımkürede ve en geniş alanların ise güney
yarımkürede tropikal bölgede olmasının belirli sonuçları vardır. Siyasi ve
endüstriyel olarak, kuzey yarımküre güneyden her zaman daha önemli olacaktır
ve kuzey yarımkürenin çeşitli bölümleri arasındaki ilişkiler dünya tarihinde
güney yarımkürenin bölümlerinden veya iki yarımküre arasından daha fazla
etkiye sahip olacaktır. Böylece bir devletin kuzey veya ekvatorun güneyinde
olması, devletin siyasi önemini, uluslararası ilişkilerinin yapısını ve dış
politikasının problemlerini belirlemede geniş bir rol oynayacaktır.
Ekvatora göre konum, iklimi büyük ölçüde belirleyecektir ve dünya siyasi
olaylarının büyük bir kısmı ılımlı bölgelerde merkezileşmiştir. Okyanus akımları
ve diğerlerinin normal iklim durumları üzerinde değiştirici etkiye sahip olmasına
rağmen, konumun önemi belli bir ölçüye kadar değişmiş olacaktır. Körfez
akıntıları ile ısınan Avrupa kıyılarında, devletler kutup dairesinden olabildiğince
kuzeyde yer almaktadırlar. Ancak Amur nehrinin ağzı ve Kamtchatka ve
Labrador limanları yılın altı ayı buzla kaplıdır. Tarih 25 ve 60 derece enlemleri
arasında yapıldığından ve güney yarımkürenin toprak alanlarının oldukça küçük
bir kısmının bu enlem değerleri arasında yer almasından dolayı, genel olarak
tarihin 25 ve 60 derece kuzey enleminde yapılmaktadır.
Dünya konumunun önemi sadece kıta yığınlarına göre değil, okyanuslara
göre de açıklandığında net hale gelmiştir. Beş temel su yolu, Güney Kutup
Denizi, Kuzey Kutup Denizi, Hint Okyanusu, Pasifik ve Atlantik Okyanusudur.
Güney Kutup Denizinin drenaj için toprağı yoktur ve Kuzey Kutup Denizindeki
konum, her ne kadar Sovyet hükümetinin Kuzey Sibirya Kıyılarını cesurca açma
çabalarına rağmen, çok uzun bir dönem büyük engellerle dolu olarak kalacaktır.
Hint, Pasifik ve Atlantik okyanusları arasında, dağ sıraları dağılımı ve nehir
akışları nedeniyle kara yüzeyi ile okyanus yüzeyi arasında en tercih edilen orana
sahip olduğundan Atlantik okyanusu en önemlisidir. 35 milyon mil karelik
alanda, Afrika dışında Atlantik 19 milyon kare mil alana suyunu akıtmaktadır ve
nehirlerin birçoğunun deniz seferine imkân tanıması bölgelerin iç kısımlarına
kolayca ulaşmaya imkân sağlamaktadır. Atlantik kıyılarında ve iç denizlerinde 9
yüz milyon insan veya toplam dünya nüfusunun yüzde 44 yaşamaktadır ve
Atlantik birçok alana yüksek yaşam standardı getirmiştir.
Atlantik dünya için en azından dünya dış ihracatının üçte biri muhtemelen
daha fazlasını gerçekleştirmektedir. Atlantiği geçen trafik tüm deniz yolu
Dış Politika ve Coğrafya I, II
15
trafiğinin yüzde 75’idir. En önemli hammadde ve mamul malların üretimi
Atlantik dünyası içerisinde Atlantik kıyılarında aynı şekilde yoğunlaşmıştır.7
Atlantik alanı tüm geniş güçlere ve Japonya dışında tüm büyük deniz
güçlerinin temel deniz üslerine sahiptir.
Pasifik, yüzeye su akıtma oranı olarak daha az tercih edilendir. Okyanus 68
milyon mil kare alandan oluşmakta ve su akıttığı yüzey sadece 8 milyon mil
karedir. “723.000.000 insan veya tüm nüfusun yaklaşık yüzde 35, 4’ü Pasifik
kıyılarında yaşamaktadır.”8 Yüzdelik bu kısmın büyük çoğunluğu Asya’da
görece düşük yaşam standartlarında yaşamaktadır. Sadece altın değeri değil,
göreceli olarak şu an yükselmekte olan dış ticaret hacmi açısından Pasifiğin
ticari öneminin Atlantik ile karşılaştırılabilmesi çok uzun dönem alacaktır.
Coğrafi olarak, iki okyanus arasında yer alan Hint Okyanusu, Malakka
Boğazı ve Süveyş Kanalı ile bağlantıyı sağlamaktadır. Yaklaşık 400 milyon
insan örneğin toplam nüfusun yüzde 19, 8’i burada, çoğunluğu oldukça düşük
yaşam standartları içerisinde yaşamaktadır. Avustralya dışında, politika
üretmeyen bir koloni dünyasıdır ve halen günümüzde pratik açıdan İngiliz
denizidir.
Bu nedenle günümüzde Kuzey Atlantik, bir devletin konum olarak yer almak
isteyeceği deniz yapısına sahiptir. Onu takiben Güney Atlantik, Kuzey ve Güney
Pasifik ve Hint Okyanusu gelmektedir. İklim ve toprak yığınlarının dağılımını
düşündüğümüzde, dünyanın siyasi faaliyetlerinin 25 ile 60 derece kuzey
enleminde şu an ve gelecekte de merkezileşmiş olduğu sonucuna varılmaktadır.
Dünya konumu, devletlerin siyasi ve endüstriyel olarak aktif olmak istedikleri
güç ve önemin elemanlarından biridir ve Kuzey Atlantiğe doğrudan ya da
dolaylı giriş yapabilen kuzey yarımkürenin ılımlı bölgelerinde yer alan devletler
böylece dünya güçleri olarak sıralanacaklardır. İnsanoğlu ilk olarak Atlantiği
geçtiğinde, Japonya kendi kıyılarından gelişme göstermiş tek büyük güçtür.
Konum açısından bakıldığında en istenilebilecek ülke dünyada Amerika
Birleşik Devletleridir. Toprakları iki okyanus kıyılarındadır ve bu nedenle
dünyanın en önemli iki ticaret yoluna doğrudan ulaşım imkânına sahiptir. Rocky
dağ sıraları (Amerika’nın kuzey batısında uzanan büyük dağ sıraları, Kayalık
Dağları ) ve sarp dorukların yükseklik ve yönleri açısından Amerika’yı başlıca
Atlantik drenaj alanı yaptığı için, Panama kanalı yapılmadan önce bu olgu çok
sınırlı bir öneme sahipti. Kıstağın delinmesiyle birlikte, buna rağmen kıtanın
kalbi ve can alıcı noktası olarak sonsuza kadar kalacak olan Rocky dağlarının
doğu toprakları, Pasifiğe kolayca bir yön verebilmekteydi ve Amerika Birleşik
Devletleri’nin tüm ekonomik yapısı iki okyanusa açılmayı sağlamıştı.
7
8
Gregory Bienstock, The Struggle for the Pacific (Londra, 1937), s. 93.
Ibid.
16
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Bu nedenle konum denirken ilk akla gelen büyük topraklar ve okyanuslardır.
Unutulmamalıdır ki küresel çerçeve referansı, her ülkenin farklı bir merkezi
olduğu için başka bir deyişle devletin başkenti olarak, her ülke için farklıdır. Her
dış ofis, kullandığı atlas ne olursa olsun, zihinsel olarak dünyanın farklı bir
haritası ile çalışır. Bunun anlamı dünyada belirli bir alanda birbirinden uzakta
yer alan iki devletin tümüyle stratejik ve siyasi öneme sahip olacağıdır, bu olgu
dünya çapındaki kolektif güvenlik sistemimizin hatasından sorumludur. Aynı
zamanda tümüyle, farklı referans çerçeveleriyle birlikte devletler arasında etkili
siyasi işbirliğini geliştirme çabaları sırasında ortaya çıkan yenilemeyecek
güçlüklerden de sorumludur.
Konum gerçeği değişmez. Efsanevi 7. Roma Kralı Tarquinius Superbus,
kendi yarımada krallığı, Mussolini’nin yarımada krallığının yaptığı aynı denizi
saptadı; ABD’nin 25. başkanı McKinley şehir planı düzenlenmesini imzaladı,
Rooselvelt ise bu anlaşmayı kaldırdı, ancak ABD’ye göre Küba’nın coğrafi
konumu değişmeden kaldı. Bazı olguların önemi buna rağmen değişmektedir.
Daha önceden açıklanan, öncelikli dünya konumunu değerlendirmeye hizmet
eden referans çerçevesi, hem coğrafyayı bu yüzden sabit, hem de tarihi açıdan
değişen yönleri içermektedir. Bir kez daha hatırlamakta fayda vardır; belirli bir
alanın önemi belli bir devletin dış politikasında bir etmen ve aynı devletin
geçmiş tarihinin bir sonucudur. ABD’nin dış politikasında Kuzey Atlantik’te
bulunan konum bir faktördür ve Atlantik’in bugünkü öneminde ABD’nin
gelişmesi belirleyicidir. İkinci nokta tarihçiler için bir problemdir. Coğrafi olan
ilk yön ise devlet adamları için bir olgusal veridir.
Yavaş ancak değişmez etkiler, askerî güç ve kültürel yayılma merkezlerinin
değişmesinden ortaya çıkan önemli konum değişiklikleridir. Tarihin başından
itibaren, Batı medeniyeti geniş su havzaları etrafında gelişme göstermiştir.
Helen medeniyeti (Eski Yunan kültürü ile doğu medeniyetinin kaynaşmasından
ortaya çıkmış yeni bir kültür) Ege Denizi’nin çevresindeydi, Roma uygarlığı
Akdeniz etrafındaydı ve günümüzün Batı uygarlığı da Atlantiği kuşatmıştır.
Konum önemlidir bu nedenle belirli bir tarihsel dönemde su havzası kültürel
yayılmanın kaynaklarını içermektedir.
Uygarlığın yüzyıllar boyunca ilerlediği genel yol, kuzeye alt tropik enlemden
serin ılıman bölgeye, yani doğudan batıya doğrudur.
Antik medeniyetin hepsi 20 ile 30. derece kuzey enlemi arasındaydı; Doğu’da
Yangtze-Kiang nehirleri üzerinde Çin medeniyeti; merkezde Ganj’ın kıyılarında
Hint medeniyeti; nihayet Batı’da, Nil boyunca, Mezopotamya ve Mısır
medeniyetleri. Ardından, nispeten daha yakın bir zamanda, medeniyet kuzeye
doğru bir on derece hareket etti ve Kuzey enleminde 35 ile 45 dereceleri
arasında gelişti; bu Doğu’da Hoang Ho (Sarı Nehir) kıyılarında Çin ve Batı’da
Yunan ve Roma medeniyetlerini meydana getirdi. Modern medeniyete gelince, o
Dış Politika ve Coğrafya I, II
17
daha da kuzeye tırmanarak, 45 ile 55 derece enlemleri arasında gelişti ki bu
Avrupa’nın kuzey-batısı ve Amerika Birleşik Devletleri, vs’dir. 9
Dünya güç merkezlerindeki bazı kaymaların bir ülkenin kaderinde dikkate
değer bir kesinlikle değişiklik yarattığı çok açıktır. M.Ö. ilk yüzyılda güç
merkezi Akdeniz’di ve Avrupa bölümü Kuzey Denizi kıyılarında bulunan
önemsiz ve faaliyet alanlarından uzak Hollanda olarak biliniyordu. 1500
yılından sonra merkez Batı Avrupa’ya kaydı ve Hollanda, Avrupa’nın en önemli
nehirlerinden birinin ağzına sahip olarak dünya güçlerinden biri konumuna
geldi. Ülke ilk dönemdeki izolasyon ortamının yol açtığından daha fazla bir
kredi hakkına sahip olmadan dış siyasi ve ticari bir pozisyon elde etmişti. Buna
karşın, M.Ö.2000 yılında Suriye ve Filistin dünya medeniyetinin kalbinde yer
alıyordu ve siyasi faaliyetler Babil ve Mısır büyük imparatorlukları arasındaydı.
İki bin yıl sonra bu bölge doğudaki güç merkezlerinden uzak kalmıştır. Zaman
geçtikçe Avrupa ile Asya arasındaki en kısa yol olma özelliği ile geçiş ülkesi
olarak yeniden büyük önem kazandılar ve gelecekte de muhtemelen çeşitli
düzeylerde bu konumlarını muhafaza edeceklerdir. Karavan, motosiklet veya
havadan mutlaka Küçük Asya (Anadolu’dan) geçilmek zorundadır. Ancak
uygarlık hareketlerinin döngüsü kendini tamamlayana kadar siyasi yaşam bir
kez daha Akdeniz’in doğu kıyılarında yoğunlaşmış olduğundan, Suriye ve
Filistin varış yeri yerine kendilerini bir kavşak rolüne uyarlamak zorundadır.
Ortaçağ dönemleri sırasında, Roma İmparatorluğunun gücü düşüşe geçtikten
sonra, Avrupa hâlâ doğu ve güneydoğuyu, Akdeniz’deki en zengin limanları ve
en çağdaş şehirleri nasıl daha iyi yapacağını düşünmüştür. Amerika kıtasının
keşfi ile merkezin çekim kuvveti kuzeybatıya doğru hareket etmiştir ve 16.
yüzyıl başlangıcından 20.yüzyıl başına kadar, zenginlik, kültür ve siyasal
yaşamın merkezleri batı Avrupa’ydı. Büyük Britanya ada konumunun sağladığı
avantajla ve sürekli güç dengesi politikasıyla dünyayı sahip olduğu deniz gücü
ile belirlemekteydi. İspanyol-Amerikan Savaşından sonra Amerika Birleşik
Devletleri’nin dünya gücü statüsü olarak yükselmesiyle, Batı Atlantik ve Güney
Amerika’daki Büyük Britanya’nın gücü azalmıştır. Benzer biçimde Dünya
savaşlarından sonra Japonların güç olarak yükselmesiyle, özellikle de
Washington Konferansı sonrasında denizlerde Japonya’nın etkinliği kurulunca,
Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri kendi hâkim pozisyonlarını Batı
Pasifik’te kaybetmiştir.
9
T. Kobayashi, La Société Japonaise (Paris, 1914), s. 84, not. Bu bağlantıda aşağıdaki tablo ilginçtir;
Babil
Enlem 32.5 Kuzey
Boylam 44.5 Doğu.
Atina
Enlem 38 Kuzey
Boylam 23.5 Doğu.
Roma
Enlem 41.5 Kuzey
Boylam 12.5 Doğu.
Paris
Enlem 48.5 Kuzey
Boylam 2 Doğu.
Londra
Enlem 51.5 Kuzey
Boylam 0.5 Batı.
18
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Dünya gücünün merkezi batı Avrupa’ya taşındı veya daha fazla dünya
merkezi olabilecek yerler kalmadı. Dünya tarihinde bir dönem sona erdi. Yeni
dönemin özellikleri gücün ademimerkezileşmesi ve farklı merkezlerin hâkim
olduğu büyük alanların yaratılmasıdır. Bu merkezler Amerika kıtasından
Amerika Birleşik Devletleri, Doğu Asya’dan Japonya, Avrasya’nın stratejik
merkez alanından Moskova ve Avrupa’dan Doğu Atlantik ve Hint Okyanusudur.
Büyük kayma değişimleriyle, her alanın konumu böylece dış politika
problemlerini etkiledi. Roma’nın problemi artık Kartaca değildi, ancak Londra
ile Merkezi Amerikan Cumhuriyetleri Washington’un planları hakkındaki
Londra endişeleriyle ilgili niyetlerini değiş tokuş yaptılar, Çinliler sadece uzak
Avrupalı güçlerin talepleriyle değil, kendi saldırgan komşularının talepleriyle
karşılaştılar.
Uygarlık merkezlerinde ve güçlerde kaymalar sadece yavaş gelişirken,
iletişim yönlerindeki kaymalar kısa bir dönem için görece konumun önemini
değiştirebilir. Hindistan’a deniz yolunun keşfi ile Doğu Asya’ya olan eski yolun
yerini, Akdeniz ve Merkezi Avrupa aldı. Amerika kıtasının keşfi Atlantik
dünyasını en önemli faaliyet sahnesi ve Akdeniz’i bir küçük iç deniz yaptı.
Venedik konumu nedeniyle, İspanya ve Portekiz’e karşı dünya ticaretinin
kraliçesi olarak yerini aldı. Aynı zamanda Baltık önceden Kuzey Avrupa
ticaretinin merkezi olarak, ana ticaret yollarından yoksun kaldı. Zenginleşmiş
şehirler Nürnberg ve Augsburg, Lübeck ve diğer Hamburg ve Bremen gibi
Hansa Birliği şehirleri10 (Kuzey Avrupa’da ticari ittifak şehirleri) daha önemsiz
hale geldi. İngiltere ve hatta Hollanda dünya ticaretinin çevre bölgesinden
merkezine hareket ettiler. Güney Afrika uç kısmından gemiler seyahat etmeye
başladıklarında, Capetown, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla bir kez daha
Akdeniz’e dönen 1869’daki kaybettiği ticari önemini yeniden kazandı ve Doğu
Asya ilk başlardaki önemini yeniden kazandı ve Avrupa’dan Asya’ya hava yolu
güzergâhı olduğundan günümüzde yaygınlaştı. Brezilya ve Arjantin
limanlarından geçerek akıp giden trafiğin büyük bir kısmı, günümüzde Panama
Kanalı’na doğru akmaktadır ve bu yol Merkezi Amerika ile Amerika’nın batı
kıyılarının lehine işlerken, Güney Amerika’nın doğu kıyılarının zararını
karşılamaktadır.
Tren yollarıyla birlikte kanalların inşa edilmesi konumun önemi açısından
büyük bir değişim meydana getirebilir. 1901 yılında Trans-Sibirya tren yolunun
açılması, Çin çay ticaretinin ilk merkezi Kjatchta için ölümcül bir darbeydi.
10
Vogel, genel olarak kabul edilmiş Hansa Birliği şehirlerinin öneminin azalmasının Amerika kıtasının
ve Hindistan’a deniz yolunun keşfedilmesi sonucunu tartışmaktadır. Bu sonucun Almanya’nın siyasi
çözülmesi ve Alman Emperyal gücünün Hansa birliğinin çıkarlarını koruma konusunda yetersiz
kalmasıyla daha çok ilgili olduğunu ileri sürmüştür.. [W. Vogel, Die Entstehung des modernen
Weltstaatensystems (Berlin, 1929), ss. 62-63.]
Dış Politika ve Coğrafya I, II
19
Çin, Irkutsk ve diğer Sibirya’nın pinekleyen kasabaları kendilerini Petrogad’tan
Vladivostok’a giden yolun kenarında bulurken, yol acımasız şekilde güzergâh
olarak Kjatchta’yı içine almıyordu. Novo Sibirsk’ten Moskova-Taşkent hattına
yapılan Türkistan-Sibirya tren yolu bir yanda Pasifik kıyılarıyla diğer yanda
yüzyıllar boyu izole olmuş Moskova ve Petrograd (St.Petersburg) bölgesiyle
doğrudan iletişim içerinde bir konuma sahip olmuştur. İngiliz Hindistan’ına
önceleri akan Sinkiang ticaret noktasından Yarkand, tren yoluna ulaşım imkânı
olan Kaşgar ve Kuldja’ya (Doğu Türkistan’da yer alan şehir) karşın bir ticari
merkez olarak konumunu oluşturdu. Amur nehrinin ağzında yer alan
Nikolayevsk şehri, Taishet’ten kıyıya doğru tren yolunun seyahat
güzergâhlarından biri olmuştur ve Komsomolsk şehri Ukrayna’da başlangıçta
var olmazken, günümüzde tren yolunun ana seyahat güzergâhlarından biridir ve
Nikolayevsk’e üç kolun kavşağı Khabarovsk ve halen isimsiz yeni liman
Komsomolsk’un doğusunda yaratılmıştır. Bu liman elli yıl önce akla hayale
gelmeyen bir ticari ve stratejik öneme sahip kıyı ili olmuştur.
Bir ülkenin ya da o ülkenin bir bölümünün iletişim ya da ticari yolların
trafiğinin hattı üzerinde veya yakınında oluşan değişimlerden faydalanıyor
olması açıkça görülmektedir. Ekonomik bakış açısından doğru olmasına rağmen,
siyasi açıdan mutlaka geçerli değildir. Ülkenin çalıştığı rota zayıf olabilir ve
rotanın büyük önemi, söz konusu bölümde dünyanın büyük güçleri arasında
rekabetin kemikleştiği bir yer haline gelebilir, ülke sahip olduğu avantajlı
konumu bağımsızlığı ile ödeyebilir. Süveyş Kanalı’nın savunmasında Mısır
yeterli güce veya güvenilecek istikrara sahip değildi ve bu nedenle Mısır
hükümeti İngiliz işgalini
kabul etmeye zorlandı. Yeni dünya’da Isthmian
Kanalı (Panama Cumhuriyeti içerisinde) Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu
ve batı kıyıları arasındaki iletişim yolu açısından hayati öneme sahip olarak
yönetme yetkisi Kolombiya ve Panama devletinin elindeydi. Panama bu konuma
uygun olarak bağımsızlığını ilan etti. Kra kıstağı Pasifik’ten Hint Okyanusa
kadar olan kanalın mantıki noktalarından biridir. Japonlar, taklit için sahip
oldukları hediye ile bir gün Anglo Sakson kız kardeşlerini taklit edebilirler ve
kendilerine ait bir kanal işletebilirler, böylece Hint Okyanusuyla mevcut olan
güç ilişkisini yıkabilir ve Singapur’un değerini ortadan kaldırabilirler. Bu sezon
için, Siyam kendi gelişiminde hem Londra ve Tokyo’dan hayati bir çıkar
beklemeye devam edebilir.
Yollardaki bazı değişimler şu an belirtilmiştir ve coğrafi konumdaki önem
üzerindeki etkileri iletişim anlamındaki teknolojik gelişmenin sonucudur. Buhar
gemisinin gelişimiyle insanoğlu denizde büyük dairesel yollar izleyebiliyordu.
Uçakların gelişimiyle birlikte daha önce olmadığı kadar topraklar üzerinde geniş
daireler izleme imkânına kavuşmuşlardır. Uçaklar denizin uzandığı alandan
20
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
daha geniş alana ulaşmasına rağmen, etkin seyir yarıçaplarının yükselmesine
kadar kara üslerinin bulunduğu yolları takip etmeleri zorunludur.
Yeni iletişim yolları hayata geçince, dünyanın yüzeyinin yeni bölümleri
kesinlikle kazanacaktır ve diğer bölümlerin önemi azalacaktır. Hava ulaşımının
gelecekteki gelişmesinin anlamı, şu an değersiz ve sahipsiz küçük toprak
parçalarının en çok istenen yerler olacağıdır. Amerika Birleşik Devletleri,
Büyük Britanya ve Rusya, 1881’de keşfedilmiş Kutup okyanusu üzerinde New
York’tan Tokyo’ya doğru uzanan doğrudan hava yolu üzerindeki Wrangel
adalarına sahip olma konusunda uzun süreden beri devam eden bir anlaşmazlık
içerisindedirler. Büyük Britanya 1916 yılında ada üzerinde hak iddia etmişti,
Amerika Birleşik Devletleri 1924 yılında adaya kendi bayrağını dikti ve bu
tarihten üç gün sonra Rus bayrağı adaya çekildi. Rusya, 1916, 1924 ve 1926’da
adayı ilhak ettiğini ilan etti, 1927 yılında adada bir koloni kurdu. Ancak Birleşik
Devletler bu ilhakı tanımayı reddetti. Hawaili izci gençler Baker, Jarvis ve
Howland kamp seyahatlerinde keşfettikleri mercan kayalıkları noktalarının
işgalini de ekleyerek yasal başlıkları güçlendirdiler ve bu başlıklar tapu
kayıtlarına girdi. Bermuda adaları, Azor kıyıları, Cape Verde adaları, St.Helena,
Ascension, Tristan d’Acunha, Fernando Noronha ve St.Paul geleceğin hava
yolları üzerinde yer alacaktır ve Midway, Wake ve Guam adaları Birleşik
Devletlerden Filipinler’e yolları işaretlemektedir. Şimdiye kadar dünya
ticaretinden dışlanmış New York’tan Avrupa’ya direkt hava yolu üzerinde yer
alan Kuzey Sibirya, İrlanda ve Grönland gibi anakaranın bölümleri, kendilerini
dünya ticaret akımının ötesindeki uzak köşeler yerine merkez olarak
bulacaklardır.
Ancak aynı coğrafi konum, yönde bir değişiklik içermemesine rağmen,
iletişimin yeni anlamıyla yeni bir stratejik ve siyasi anlam elde edecektir.
Örneğin uzaklık sadece mil olarak değil saat olarak tanımlanacaktır ve böylece
hareket somut anlamda olasılıkları ortaya çıkarır. At ve arabadan tren yoluna,
motorlu araba ile traktörden uçak ve uçak gemilerine, denizde ise yelkenli
gemiden buharlı gemi ve motorlu gemi ile zeplin ve uçak gemisine uzaklıklar
sürekli azalmaktadır. 18.yüzyılın ikinci yarısında, Atlantik Okyanusu altı hafta
genişliğindeydi ve Birleşik Devletler pratik olarak Avrupa’dan izole olmuştu.
Aynı okyanus, günümüzde üç gün genişliğindedir, sabırsız New York’lu hafta
sonu Paris’te olabilmektedir.
Yunanlılar Persleri yendikten sonra, herhangi bir Pers ordusunun, bir atın 24
saat içerisinde gidebileceği uzaklık yerine kıyıya daha yakın gelmemesini şart
koşmuş, böylece kendileri için büyük derecede bir güvenlik sağlamışlardı. Aynı
hüküm günümüzde Pers atlı grubun seyir çapını belirten hattın gerisinde, Türk
hava saldırılarına karşı küçük güvenlik çabaları sağlayabilir. İngiliz deniz
kuvvetleri tarafından yeniden güçlendirilmiş İngiliz kanalı, en süratli gemilerin
21
Dış Politika ve Coğrafya I, II
gelişmesinden sonra bile İngilizlerin kendilerini kanalın arkasında kaldıkları için
güvenli hissetmelerini sağlayan bir bariyer olarak kaldı. Hava taşımacılığı
açısından Londra şimdi eski kıtada olduğundan daha az güvenlidir.
Bazı teknolojik gelişmelerin savaş silahlarına uygulanması, belirli bir alanın
önemini stratejik ve siyasi açıdan hızla değişime uğratmaktadır. Hava savaşı
öncesi günlerinde, eğer filo kara takviyesinin arkasında korunmuş şekilde yer
alır ise deniz üsleri ve deniz istasyonları kendi görevlerini yerine
getirmektedirler. Açık deniz adaları veya zayıf güçler yakınındaki dar yarımada
noktaları bazı amaçlar için ideal uygunluktaydı ve İngiliz ve diğer deniz güçleri
tarafından aranan yerler olmuştur. Savaş sonrası dönemde, bomba saldırısı,
savaş uçaklarının karşı atağına temel olarak dayanan hava savunması üzerinde
bir taktik avantaj elde etti. Hava savunması gerekli uyarıyı sağlayabilmesi için
toprağın derinliğini gerektirir. Ancak uzak deniz istasyonlarının birçoğu,
savunma kolaylığının alanın küçüklüğünü gerektirdiği zamanda farklı taktik
durumlar elde ettiler. Günümüzün modern koşullarında eğer çevresinde
potansiyel düşmanın, yerel hava kuvvetine karşın kendi hava üstünlüğü varsa,
bir filoyu güvenli bir yerde demir atmış şekilde tutmak zordur. Malta’nın
değişen konumu bu koşullar altında, son İtalyan-İngiliz diplomasisi üzerinde
etkili olmuştur. Sadece Malta değil Aden de, Etopya’nın fethinden itibaren bu
değişimi geçirmiştir ve gelecekte aynı problemler Cebelitarık ve Hong Kong
için oluşabilir. Uçaksavarlardaki son gelişme dar toprak alanın yeterli
savunmasını mümkün kılabilmesine rağmen, uçaksavar noktaların başlangıçtaki
önemini yeniden kazanabilmesi gerekir.
Önceki sayfalarda coğrafyanın dış politika üzerinde oluşturduğu durumların
bir analizi yapılmıştır. Büyüklüğün, iklim, topoğrafya ve teknolojik gelişmeyi
değiştirme etkisi belirtilmiştir. Güç merkezlerinin kaymalarında, iletişim
yollarının değişmesinde ve ulaşım ve savaş için yeni icatlar ile değişen konumun
önemi gösterilmiştir. Dünya konumu, dış politikada derhal etki yapan faktör
olarak vurgu yapılmıştır. Bölgesel konum yeniden gözden geçirilmek üzere
kalmıştır. Uluslararası hukuk öğrencisi uzak kalmak için kendisine izin verebilir,
ancak uluslararası politika öğrencisinin temel bir gerçek olarak coğrafya ile
ilgilenmek zorunda olduğu aşikardır.11
DIŞ POLİTİKA VE COĞRAFYA, II
11
Bu makalenin ikinci ve sonuç bölümü Nisan’da
MAN. ED.
Review dergisinin sayısında
yayınlanacaktır.
22
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Bu makalenin ilk bölümünde, devletlerin uluslararası ilişkilerinde ve dış
politika problemlerinde büyüklük ve dünya konumunun etkisini analiz ettik.
Ancak daha yakın konumun etkisi, bölgesel konum ve yakın çevresiyle
bağlantılıdır.
Dünya konumu gibi, bölgesel konum, coğrafî ve herhangi bir zamandaki
tarihi dönemle ilgili sorulardan oluşur. Coğrafî ve tarihî iki sistemle ilişkisine
göre dünya konumunu düşünmek nasıl gerekli ise, bölgesel konumun tam
anlamı, hem coğrafî hem de tarihî ve siyasi devletin yakın çevresinin öneminin
dikkate alınmasıyla ortaya çıkmaktadır.
Bölgesel konum, komşuların çok veya az, güçlü ya da zayıf ve bölgenin
topografik durumu komşularıyla ilişkilerinin yönünü ve doğasını belirler.
Mançurya’nın dış politikasını uygulayan kişinin bir gözü Japonya da diğer gözü
Rusya’da olmak zorundaydı; Belçika’nın her uluslararası pozisyonunda, Fransa
ve Almanya arasında yer aldığı ve Büyük Britanya’dan kanal ile geçilebileceği
dikkate alınmaktadır; Merkezi Amerika devletleri, topraklarının kuzey
bölümünün güçlü bir devlet tarafından işgal edildiğini bir an için unutamazlar;
Balkan devletlerinin birkaçı olmasa da biri diğerine karşı Avrupa da aynı alanı
paylaşmalarına rağmen minimum düzeyde ilişki içerisinde olabildikleri gibi bazı
zamanlarda kuzey komşularıyla ilişki içerisinde olabilmektedirler. Amerika
Birleşik Devletlerinin dış politikasının geleneksel ve değişmeyen yapı
taşlarından ikisi, tüm Avrupa ilişkilerinden izole olması ve sık alıntı yapılan
genellikle de yanlış alıntı yapılan Monreo doktrini ilkeleridir. Bu politikaların
her biri, Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupalı komşularından üç bin mil
uzakta olması gerçeği ile sadece savunulabilmesidir. Eğer Amerika Birleşik
devletleri Büyük Britanya gibi Avrupa kıtasına yakın bir konumda olsaydı
izolasyon politikasını benimseyemezdi, bu politikaya devam etmek için hiçbir
gerekçe ileri süremezdi; Güney Amerika’nın çoğunluğu Afrika gibi Avrupa’ya
yakın olsaydı, Amerika Birleşik Devletleri, Güney Amerika’nın Avrupalı güçler
tarafından tıpkı Afrika’da yaptıkları gibi kolonileşmesini önleyemezdi.
Sadece coğrafî çevrenin dikkate alınması, üç ana bölgesel konumu
önermektedir; kara sınırı olan kara devletleri, deniz kıyısında sınırı olan ada
devletleri ve diğer ikisinden daha geniş olan hem deniz hem de kara sınırı olan
üçüncü grup. Herhangi bir konumun önemi anın siyasi gerçeklerine göre ve bir
devletin eşit veya kendisinden daha güçlü ya da zayıf güce sahip devletler
arasında olmasına göre değişebilir.
Her zaman karşılaştırılabilen az sayıda kara devleti vardır. Günümüzde
Avrupa’da üç, Asya’da iki ve Güney Amerika’da iki devlet ve diğer
devletlerden sadece Etiyopya ve Sırbistan haritadan şu an görünmez olmuştur.
Tüm devletlerin dış politikasının üstün özelliği, kara savunması ve böylece
yakın komşuları ile ilgili özel olarak tanımlanan kendi güvenlikleridir. Denize
Dış Politika ve Coğrafya I, II
23
çıkışı olan devletler uzakta bile olsalar, güçlü herhangi bir deniz gücünün baskısı
altındadırlar. Uzaklık etkili istila zorluklarını arttırmaktadır, ancak bombardıman
olasılığını büyük ölçüde engelleyememektedir. Hava savaşının yeni durumları
altında kalan kara devletlerinin bu avantajı, komşu devletlerin tarafsız
görevlerini yapabilmelerine ve düşman bombalarını engellemelerine bağlı olarak
kalacaktır. İspanyol iç savaşından alınan ders, gelecekle ilgili büyük bir güven
için ilham kaynağı oluşturmamaktadır.
Kara devletlerinin
çoğunun doğa yapısı savunmalarına katkıda
bulunmaktadır. Geçmişte Macaristan ve Çekoslavakya sınırları kanıt olarak bu
tip örneğe uygundu; her iki ülkenin sınırlarının tümüyle oluşmamıştı. Ancak
bütünüyle her kara devleti dünyanın geri kalanından doğal engellerle ayrılmak
zorunda kalmıştır. İsviçre dağları ve Etiyopya, Bolivya ve Paraguay’ın dağları
ve balta girmemiş ormanları, Tibet platoları örnek verilebilir. Ada devletlerinden
daha çok bu devletler izolasyondan mutluluk duymaktadırlar. Sahip oldukları
zor coğrafya yüzünden, iletişim ve ulaşım yolları gelişmiş ve ayrı devlet yapıları
olarak kendilerini korumuşlardır.
Karasal yönden kapalı konumun belirli dezavantajları, doğa koşulları
aşılmaz sınırlar yaratmadıkça böyle bir konumun normal olmadığı sonucu
ortaya çıkmaktadır. Aksi takdirde eğer devlet yeterli derecede güçlü ise
Sırbistan’ın yaptığı gibi yollarını denize doğru sonunda zorlayacaktır veya
Bolivya ve Paraguay’ın yaptığı gibi deneyecektir. Eğer zayıf bir devlet ise
komşuları tarafından ele geçirilecek ya da bölünecektir. Yunanistan’da bir bölge
olan Arcadia’nın komşuları, Ermenistan, Transilvanya, Etiyopya tarafından bu
sonuçları yaşaması örnek verilebilir. Çekoslovakya ve Macaristan önümüzdeki
on yılda bu tezi değiştirebilirler.
Karasal olarak kapalı az sayıda ada devleti vardır. Sadece büyük güce sahip
ada devleti olarak Büyük Britanya ve Japonya, diğer ada devletleri ise
Avustralya’nın dominyonları, Yeni Zelanda, yeni yaratılmış olan Filipin
Cumhuriyeti ve küçük Amerikan devletleri Küba, Porto Rico, Santa Domingo ve
Haiti’dir. Santa Domingo ve Haiti aynı adayı paylaştıkları için tam anlamıyla
ada devleti sayılmazlar. Tarihte bu listede Girit devleti ve Hawai ile Samoi
ulusları yer almaktaydı.
Uçağın gelişimine kadar ada devletlerinin savunma problemi, özellikle bir
deniz filosu bulundurmayla ilgiliydi. Ada devletleri stratejik olarak,
navigasyonun az gelişmiş düzeyde olması ve deniz kuvvetlerini üstün konuma
getirdikçe güvenlik konumundaydılar. Kıtasal komşularıyla karşılaştırıldığında,
Büyük Britanya ve Japonya daha az istila edilmiştir. Ana kara yakınındaki ada
devletlerinin, okyanus engeli geniş devletlerden tümüyle farklı bir savunma
problemi yoktu. Karşı kıyıdan istila sürekli bir tehdit durumudur ve devletin
24
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
herhangi bir karşı hücumu yeterli şekilde engelleyebilmek için deniz gücü
muhafaza etmek veya karşı kıyı üzerinde kontrol kurmak zorundadır.
Büyük Britanya ile Avrasya kara kıtasının karşıt ucunda yer alan
Japonya’nın bölgesel konumlarındaki bazı çarpıcı benzerliklerden dolayı temel
stratejik problemlerinde temel bazı çarpıcı benzerlikler bulunmaktadır. Her iki
ada grubu bir anakaradan kısa uzaklıktadır ve karşı kıyının okyanusuna girişini
kontrol edebilecek bir deniz üssü pozisyonuna sahiptirler. Ancak her iki devlette
aynı kıyıdan gelen sürekli tehdit altında olduğundan güçlü askerî birimlere sahip
olmaları gerekmektedir. Büyük Britanya ana toprakları işgal ederek güvenliğini
sağlamıştır. İnşa edilmiş köprülerden memnun kalmış en sonunda da güvenlik
problemini küçük tampon devletler yaratarak ve onları muhafaza ederek
çözmüştü. Örneğin tampon devletler, Hollanda ve Belçika kıtanın büyük güçleri
arasında bir denge politikasını korumuştu.
Japonya’nın anakara ilgisi daha geç gerçekleşmiştir. Nedenleri arasında
kısmen ilkel yelkenli teknik dönemi sırasında ülkenin topografyası kara
girişlerine engel teşkil etmesi diğer sebep ise kıyıda pozitif bir tehdit oluşturan
siyasi birimin çok uzun zamandan beri olmamasıydı. 19.yüzyıl’ın son on yılı
sırasında Rusya güneye doğru buzla kaplı olmayan limanlar bulmak için
ilerlemeye başladı ve Mançurya ile Kore’nin kontrolünün ele geçirilmesi için bu
ülkeleri tehdit etti. Aynı dönemde Çin batılılaşmada ilk çabalarına başladı ve
böylece süreç Japonya’yı daha güçlü hale getirdi. Büyük Britanya’nın 14. ve 16.
Yüzyıldaki pozisyonu ile ilgili morfolojik (bir nesnenin biçimiyle ilgili
özelliklerinin değerlendirilmesini anlatan bir terim) benzerlikler olabileceğini
haber veren bir durum söz konusuydu.
Uluslararası düzeyde temel olarak stratejik düşünen Japon askeri düşüncesi,
kendi güvenlik problemini, 19. yüzyıldaki İngiliz tipini yapay olarak yaratmayla
çözmeye çalışmış görünmektedir. Tampon devletler olarak Kuzey Çin Belçika,
Mançurya’da Hollanda gibi hizmet etmektedir. Mançurya’nın fonksiyonunu
etkili şekilde yerine getirebilmesi için Sovyetler Birliği’nin deniz illerine doğru
genişlemiş olması gerekiyordu.
İngiliz dış politikasından ilham alan bu çaba, göreceli tarihsel zamanı düzgün
olarak yansıtıp yansıtmadığı ile ilgili ilginç bir soru ortaya çıkarmıştır. Tampon
devlet gibi hizmet eden Avrupalı siyasi unsurlar modern milliyetçiliğin
gelişmesinden önce yaratılmıştı. Uzak doğu’da ise, ülkelerinde tümüyle etkin
olan Çin ile ulusal birlik bilincini oluşturduktan sonra yaratılmışlardı. Kendi
ulus bilincini ve farklılıklarını geliştirebilecekler miydi? Cevap hayır ise büyük
ekonomik kayıplar karşılığında sürekli askeri kontrol altında kalmak zorunda
olacaklardı. Japonya stratejik amaç yerine bu olasılığı gerekli düşünerek diğer
faktörleri ön plana çıkarabilir. Yüzyıl savaşları gibi Uzak Doğu’nun da böyle bir
mücadele içine girmesi şaşırtıcı olmaz.
Dış Politika ve Coğrafya I, II
25
Bu nedenle ana karadan tümüyle ayrı konum ve izolasyonun sağladığı
mükemmel savunma imkânı ada devletlerinde günümüzde bulunmamaktadır.
Ada devletleri korunma avantajını savunmanın bir tipi ile kara devletleriyle
paylaşmaktadır. Doğal engellerin sağladığı kısmı korumayı, her iki devlet biçimi
de izolasyonu paylaşmadan faydalanırlar. Kara engeli ortaya çıkardığı ekonomik
ve sosyal dezavantajlardan kara ve ada devletleri de etkilenir. Eğer devletler
zayıf ise, bazı güçlü devletler tarafından işgal veya en azından kontrol edilirler.
Dünyadaki adaların birçoğunun başına bu durumlar gelmiştir. Öte yandan
devletler eğer kendi bağımsızlığını kurma ve koruma konusunda bir süreliğine
yeterli güçte ise, ada olarak sahip oldukları konum, ticari avantajlar yaratarak
birinci sınıf güç sıralamasına yükseltme imkânı verirken güçlü bir deniz filosuna
sahip olma imkânını da sağlamaktadır.
Dünyadaki devletlerin büyük bir çoğunluğunun hem deniz hem de kara
sınırları vardır. Sınırları düşmanların kolaylıkla yaklaşamadığı, tümüyle aşılmaz
doğal engellerden oluşmadıkça veya kıyılar her zaman donmadıkça, devletler
hem kara hem deniz gücü oluşturmak zorundadırlar. Bir devletin birincil
savunma sorunu karasal askerî ya da deniz gücü mü olacaktır veya bağlantıları
özellikle deniz aşırı mı ya da sınırları geçerek mi olacaktır gibi sorulardan
oluşarak çeşitli faktörler ile açıklanabilir. Bu faktörler devletin sınırlarının
uzunluğu, devletin dünya ve bölgesel konumu, topografyası ve iklimidir.
İyi limanlara devletin sahip olması gemiciliğin ve deniz faaliyetlerinin
gelişimi yönünde olacaktır. Kıyıları hiçbir faaliyete imkân tanımayan devletler
ise deniz yerine kara yolu ile bağlantı kurma yönünde gelişme göstereceklerdir.
En iyi ticari gelişme, birçok ada ile girintili olan düzensiz kıyı şeridi üzerinde
gelişmiş limanlara sahip olarak denizde iken, dağ ya da ovanın küçük bir önemi
olacaktır.
Fenike şehirleri, iç bölgelerden Babillilerin, Hititlerin ve Asurluların atakları
ile tehlikeye düşmüşlerdi. Lübnan kıyı şeridi boyunca göreceli bir güvenlik
buldular. Bu şerit ticarete katılmak için Piedmont yoluna yeterli yakınlıktaydı ve
güvenli olma açısından da yeterli düzeyde uzaktı. Fenike kıyısında iyi limanlar
vardı ve Lübnanlılar Fenikelilerin zeminleri için sedir ürettiler, ancak tarımsal
yaşamın gelişmesi için etkileri daha az olmuştur. Fenike komşuları ile olumsuz
ilişkiler sürdürdüğünden dönemin lider deniz güçlerinden biri olmuştur.
Komşuları Yahudiler ülkenin verimli geniş alanına sahip olarak, limansız
olmanın maliyeti onları tarımsal kara halkı yapmıştır. Ege Denizi sayısız
limanları, denizden karaya uzanan dar su şeritleri ve adaları ile denizcilik
kurumlarının gelişmesi için ideal ortam sağlamaktadır. Tarihte ilk deniz
güçlerinin başarısı bu bölgede olmuştur. Norveç, Dalmaçya, Güney Çin ve Rio
yarımadasının düzensiz dağ kıyıları buralarda yaşayanların denizde büyük
beceriler kazanmasına neden olmuştur. Sayısı muhteşem limanlarıyla İngiliz
26
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
kanalının kuzey kıyısı kendi halkının kaderini denizde aramasına ve dünyanın
geri kalanın da kendi limanlarının imkânlarını kullanmaya zorlamıştır. Fransa,
Havre şehri dışında doğanın imkân tanımadığı güney kıyılarını başarılı limanlar
haline getirmek için zamanın büyük kısmını ve parasını, harcamak zorunda
kalmıştı. Aynı şekilde Adriyatik’in doğu kıyıları iyi limanlarla dolu iken doğu
İtalyan kıyısı tümüyle limansızdır.
Gemicilik ve denizlerdeki bir ülkenin çıkarı, o ülkenin sadece iyi limanlara
ve iyi kıyı şeridine sahip olduğu için gelişmemektedir. Aynı zamanda açık deniz
adası konumunda olması ve karşı kıyıya çok uzak olmaması gerekir. Karşı kıyısı
olmayan karalar müsait kıyı şeritleri olsa da denizciliğin sürekli gerisinde
kalmıştır. Afrika, Avustralya, Güney Amerika ve Meksika körfezi dışında
Kuzey Amerika bile bu noktada örnektirler. Diğer yandan, Norveç, Hollanda,
Yunanistan, Güney Çin ve Güney denizler, adaları ve karşı kıyıları ile orada
yaşayanların gemiciliği seçmesine neden olarak, tarihte en büyük gemicileri
yaratmıştır.
Görünen o ki, bölgesel konum, topografya ve iklim kadar gemiciliğin
gelişmesinde önemlidir. Devletlerin denizlerdeki çıkarının son belirleyicisi
olmaktadır. İki deniz arasındaki konumuyla, Yunanistan geçiş ülkesiydi. Fenike
daha sonra Ceneviz ve Venedik, Doğu’dan gelen malların indirilip ve yeni
malların yeniden yüklenerek doğuya gitmesi için antrepo görevi görüyordu.
Venedik, korunaklı lagünler üzerinde bulunan ve hemen arkasındaki verimli
alanları sulayan, Brenta, Po, Adige ve Tyrol vadileriyle, malların güneyden
geçerek Apenin dağlarından Roma’ya ve Adriyatik’ten daha aşağılara, doğuda
Akdeniz’e transfer edildiği noktaydı. Ceneviz’in Arap akınlarının aralıksız
saldırılarından kaçmak için Venedik’in iyi bir şansa sahip olmasına rağmen,
Dalmaçya kıyılarında korsan saldırılarından sürekli rahatsız edilmişti. Sonraları,
Venedik şehri Akdeniz limanlarının ilki olan Marsilya’nın ortaya çıkmasını
sağlayarak uygarlık kuzeybatıya doğru gelişmeye başladı. Marsilya yönünden
Rhone vadisinden geçerek kanalın merkezine ve Kuzey Deniz’ine doğru akarak
böylece modern sanayi Avrupa’sının kalbine doğru gelişmeyi sağlamıştır.
Bir devletin kara ve deniz faaliyetlerini sadece deniz sınırları değil, aynı
zamanda kara sınırlarının konumu da belirleyecektir. Norveç, Şili ve İspanya
örneğindeki gibi bir devletin kara sınırı geçilmez dağ sırası ise, devlet doğal
olarak deniz yolu ile iletişimini sağlayacaktır. Fransa ve Almanya’da olduğu
gibi, devlet kolayca karaları ve deniz sınırlarını aşarak hareket edebilir. Bu
şekilde ticari ve iletişim yönlerinin avantajlarına sahip olsa da bir savunma
problemi eklenecektir. Kıyı şeridinde birçok millik toprağı bulunmasına rağmen,
eğer Rusya gibi deniz kıyısı okyanusa kolayca açılmıyorsa, dünya kara güçleri
arasında yer alma eğiliminde olacaktır.
Dış Politika ve Coğrafya I, II
27
İlk tarihi siyasi örgütlenmeler farklı coğrafi tipteki sayısız dar kıyı devletleri
örneklerinden oluşmaktadır. Atina gibi küçük kıyı vadisinde yer alan devletler,
Mısır gibi nehir deltası devletler ve Fenike gibi kıyı sınırına sahip devletler.12
Dar kıyı devletleri örnekleri antik ve ortaçağ veya en azından modern tarihin
ilk dönemlerindendir. Arkaik (eski döneme ait) özellikler gösterirler, çünkü
kimi devlet iç bölgelere doğru yayılarak geniş alanlar elde ederlerken, diğerleri
denize çıkış arayan kara devletleri tarafından ele geçirilmişlerdir. Günümüzde
benzer modellerin var olduğu yerler geniş bir skalaya sahiptir. Topografya veya
tampon bölge fonksiyonları sebebiyle bu durumlarını muhafaza etmektedirler.
Peru ile Şili, dağ sınırları tarafından korunmaktadır. Hollanda ve Belçika Büyük
Britanya’nın koruması altındadır. Ekvator iç bölgesine denizden ulaşabilecek bir
devlet olmadığından bağımsız bir siyasal yapıya sahiptir. Uruguay, Brezilya ile
Arjantin arasında bir tampon görevi gördüğü için devlet olarak var olma hakkını
kazanmıştır. Afrika’nın küçük devleti Liberya, büyük güçlerin bir nevi
koruması altında yaşamını sürdürmektedir. Portekiz dış politikası uzun bir
dönem kendi müttefiki Büyük Britanya’ya tabi kılınmıştır. Arnavutluk ve üç
Baltık ülkesi Litvanya, Letonya ve Estonya gibi yeni yaratılmış kıyı
devletlerinin durumu yeni tespit edilmiştir. Ancak coğrafyacılar coğrafi devlet
konumlarının evriminde ayrı anakronizm (herhangi bir olay ya da varlığın içinde
bulunduğu zaman dilimi (dönem) ile kronolojik açıdan uyumsuz olması) yapmış
görünürken, herhangi bir tarih öğrencisi Avupa haritasını çalışırken, Rusya’nın
bir gün Baltık ülkeleri üzerinde gücünü kullanarak ikinci kez bu ülkeleri
kontrolü altına alacağı düşüncesini dikkate almak zorundadır.
Bir denize çıkışa sahip olma durumunu az sayıda büyük devletle paylaşan
ülkeler,
Arjantin, Brezilya, Venezüella, Romanya ve Perslerdir. Deniz
kuvvetleri savunması, deniz faaliyetlerinde konsantre olmaya izin verdiği için,
birden fazla okyanus sınırı olan, ülkelere göre daha kolaydır. Ancak, Romanya
ve Bulgaristan örneklerinde olduğu gibi var olan bir deniz okyanusa açılmaya
izin vermediği için ayrı bir dezavantaja sahiptir. Bu ülkeler kıyı şeridini kontrol
eden güç veya güçlerin merhametine kalarak varlıklarını sürdürebilmektedirler.
Bir deniz kıyısından daha fazlasına sahip Fransa ve İspanya gibi ülkeler
özellikle de kıyıları geniş olan Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Rusya
teorik açıdan en zor savunma problemlerine sahiptir. Bu yüzden sadece kara
12
Kıyı Vadi Tipi: Argos, Kolkhis, Valensiya, Napoli gibi. Nehir delta tipi: Pegu, Kamboçya Krom, Siyam,
Tonkin, Floransa vb. Kıyı sınır tipi: Kilikya, Etrurya, Lazio, and Moritanya, Numidia sonrasında, Suebi
toprakları ve İberya adalarındaki Cantabrianlar ve Kuzey Afrika’da Vandallar; Haçlı seferleri
zamanında, Küçük Ermenistan, Antakya prensliği, Trablus ilçesi, Kudüs Krallığı ve Yakın Doğu’da
Trabzon ve Avrupa’da Normandiya, İngiltere ve Frizce; halen daha sonra Dalmaçya, Granada,
Aragon, Portekiz ve Akdeniz’de Ceneviz Otto Maull, Politische Geographie (Berlin, 1925), sf. 213214, ve Josef Mdrz, Die Ozeane (Breslau, 1931), s. 15-16.
28
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
gücü değil, iki veya daha fazla deniz savaş gücüne sahip olmak zorundadırlar.
Çift taraflı deniz ulaşımına ilaveten, kara sınırına sahip olmak ana yayılma
yönünde önemli kaymalar yaratabilir. 17. ve 18. yüzyıllarda hatta 19.yüzyıl
başlarında, Fransa Kuzey Amerika kıtasında yoğun koloniye sahip olarak
kendini Atlantik deniz gücü olarak kabul ettirmişti. Önemli Amerikan
kolonilerini kaybetmeye başlamasıyla birlikte deniz gücünü Akdeniz’e transfer
etmek zorunda kaldı. Bu bölge ana kara ile Kuzey Amerika kolonileri arasındaki
yolun kontrolünü sağladığından hayati öneme sahipti. Batı Afrika’ya Fransa’nın
yaklaşımı, denizden çok kara ile ilgiliydi. Fransa kara saldırıları ve kara
savunmasını düşündüğümüzde temelde bir kara gücüne sahip ülkeydi. Kara
gücü olmasında Ren nehrinin doğusunun birinci sınıf kara gücü özelliği taşıması
ve doğu kara sınırının en zayıf yer olmasından kaynaklanmaktaydı.
Almanya her zaman zor bir stratejik pozisyonda olacaktır. Doğu ve batı
sınırlarından karadan saldırıya açıktır. Büyük Britanya, Kanal ve Kuzey
Denizi’ni kapatarak okyanusa ulaşımına engel koyabilir. 1871’ de
kurulmasından sonra ilk on beş yıllık dönemde Almanya deniz gücü geliştirme
konusunda çaba sarf etmedi ve tüm enerjisini kara kuvvetleri üzerinde
yoğunlaştırdı. Önümüzdeki otuz yılda kıta ya da denizlere yönelim konusunda
tereddüt etmiş, kıtadaki dominant pozisyonunu feda ederek kendini bir deniz
gücü olarak kurmaya çalışmıştır. Dünya savaşları sırasında kara, deniz ve
havadan sürekli saldırılara dayanamayan Almanya, tüm sınırlarda üstünlüğünü
kaybetti ve kara, deniz ve hava kuvvetlerinden tümüyle yoksun bırakıldı.
Günümüzde savunmanın üç alanını yeniden yaratmaktadır, ancak İngiliz deniz
gücünden yüzde 35 daha aza sahip olması gerektiğini belirten anlaşma yüzünden
sınırlı deniz gücüne sahip olacaktır. Sınırlı deniz gücü, Hitler’in Benim
Kavgam’da13 savunduğu, izlediği dünya dış politikasının karasal eğilimini
göstermektedir. Geçtiğimiz yedi yüzyılda Almanya’nın kıyı şeridinin sürekli
gelişimi ilginç bir şekilde yavaş olmuştur. Aşağıdaki tablo bu durumu çarpıcı
şekilde ortaya koymaktadır:
Yıl
Kıyı Şeridinin Uzunluğu
1240
5100 km kıyı şeridi
1370
3700
1850
2400
1900
1355( kolonisiz dönem)
1925
112014
İlk bakışta, İtalya kesinlikle bir deniz gücü olmaya muktedir görünüyordu.
Gerçekten açık denize ulaşarak ihtiyaç duyduğu yabancı hammaddeleri temin
13
14
Adolf Hitler, Mein Kampf (München, 1933), c. 1, ss.152-153, ve c.11, ss.689.
Richard Henning, Geopolitik (Leipzing, 1931), s.97.
Dış Politika ve Coğrafya I, II
29
edebilirdi. Kara sınırı doğa tarafından iyi korunmamıştı, buna rağmen ilk başta
göründüğü gibi deniz savunmasını bütünüyle düşünme konusunda özgür değildi.
Üçlü İttifak döneminde, güvenlik problemini en tehlikeli kara komşusu ile ittifak
yaparak çözdü ve 1920’den sonra zayıf sınır bölgesinde güçsüz bir devletin
bulunmasını en uygun strateji olarak benimseyerek, Akdeniz’e ulaşmada deniz
üstünlüğü kurabilmek için özgürce konsantre oldu. Kendi geleceğinde gelişme
yönünden birinci sınıf güç olabilmesi için Akdeniz’i temel almıştır.
Avusturya’nın yok olmasıyla birlikte, İtalya bu sefer deniz gücünün yayılmasına
odaklanılmış ve en güçlü kara komşusuyla bu sefer Almanya ile dostluk kurma
yolunu seçmiştir.
Rusya uzun kıyı mili toprağıyla, kara gücü olarak listede sürekli yer alan bir
devlettir. Denizlere ulaşmak için sürekli ve tekrarlanan askerî ve diplomatik
çabalarına rağmen, buzla kaplı ya da kısmen açık limanları çok azdır. Uzun kıyı
miline sahip olmasına rağmen paradoksal şekilde su zenginliği yoktur. Denize
açık konumda olması, gelmesi muhtemel saldırılarda az sayıda noktada negatif
dezavantaj ortaya çıkarmaktadır. Sanayisinin en can alıcı merkezleri denize
tehlikeli bir şekilde yakın değildir. Diğer taraftan kara yönünden Rusya zayıftır.
Rusya-Japonya savaşını denizde kaybetmesine rağmen, sürekli yaptığı planları
kara saldırılarını esas almaktadır.
Tuhaflık Çin’le ilgilidir. Muazzam kıyı şeridi vardır. Bir dönem deniz gücü
olarak önem taşırken, Sumatha ve Java‘nın uzak adalarına geniş keşif güçleri
gönderebiliyordu. Güney Çin’de belirgin miktarda denizcilik faaliyetleri devam
etmesine rağmen, Çin artık günümüzde bir deniz gücü değildir. Bu durumun en
temel nedeni, istila tehlikesi karadan geldiğinden, karaya yönelinmiştir. Katkıda
bulunan diğer faktörler, Çin’in dünya konumu, Pasifiği geçen görece geç deniz
ticareti ve teknolojik geri kalmışlıktır. Çin’in ilk modern deniz donanması, ÇinJapon savaşı sırasında yok edilmişti. Çin hükümetleri devrimle birlikte iç
bölünme tehdidi ile mücadele etmişlerdir. Sonuçta günümüzde Çin, donanmaya
sahip olmadan beş yüz millik deniz kıyısıyla dünyanın temel deniz güçlerinden
biridir.
Yeni dünyada, Amerika Birleşik Devletleri, kırk binden fazla kara sınırıyla,
yine de kesinlikle bir deniz gücüdür. Sahip olduğu topraklar ve nüfusunun daha
fazlası bile tüm kıtanın geniş bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünyadaki iki
milyar yabancıdan sadece 18 milyonu trenle Amerika Birleşik devletlerine
erişebilir. Kuzey Amerika ile bağlantılı Güney Amerika’da bile iletişim
özellikle deniz yolu ile korunmaktadır. Kara sınırları güvenliktedir. Dış
bağlantılarına göre Amerika Birleşik Devletleri’nin durumu, bir ada gibi
yaklaşık kara gücünden çok deniz gücüne dayalı Amerikan savunma kurumunu
oluşturmuştur.
30
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Çift deniz ulaşımıyla ortaya çıkan stratejik zayıflık unsurlarına rağmen,
devletler bir denizden daha fazla denize ulaşımına sahip olmaya çalışırlar. Gelen
hammaddeler için farklı yolların kısmen askeri avantajının sağlanması ve ticari
ve ekonomik avantajlar birden fazla deniz ulaşımını cazip kılmaktadır.
Charlemagne krallığı Verdun antlaşması ile ikiye ayrıldığında, Almanlar, Franks
(Alman kabileleri konfederasyonu) ve Lorraine (Fransa’da bir bölge) her biri üç
deniz üzerinde dışarıya çıkış yerine sahipti; Orta çağda, Bulgaristan’ın
Karadeniz’e, Ege ve İonya denizlerine çıkışı vardı. Stephen Duschan yönetimi
altındaki Sırplar hem Adriyatik denizine hem de Ege denizine ulaşmışlardı.
Uzun bir süre Hapsburg İmparatorluğu Avrupa’nın kuzey kıyılarından güney
kıyılarına kadar hüküm sürmüştü. Günümüze kadar dünyanın büyük güçlerinin
neredeyse istisnasız hepsi, bir denizden daha fazla ulaşıma sahiptir.
Çift deniz ulaşımının diğer tipleri, her biri bir devletin politika ve
gelişmesinin temel özelliklerini vermektedir. Özellikle de bir devletin kara
sınırı, Himalayalar, Pireneler veya Alpler gibi doğal engeller ile korunuyorsa,
bir yarımada pozisyonu deniz gücünün gelişmesine elverişlidir Kara sınırı
korunmadığında, Danimarka örneğinde olduğu gibi, yarımada devletler barış
dönemi avantajlarındaki hem kara hem de deniz ile ilişkilerinden faydalanırlar
ve birini diğerine karşı rekabet içine sokarlar. Savaş döneminde stratejik yönden
zayıf bir pozisyonda kalırlar, çünkü hem kara hem de denizden gelecek
saldırılara açıktırlar.
Politikası bir denizden daha fazlasına sahip olan devletler, her iki tarafı deniz
olan dar kara şeridine sahip devletlerdir. Örneğin Meksika, Salvador dışında
Merkezi Amerika devletleri, 1903’ten önce Kolombiya ve bir bakış açısından
Mısır. Coğrafi durum ve biçim nedeniyle bazı devletler esas olarak geçit
ülkeleridir. Kendi güçleriyle değil sadece stratejik ve ticari nedenlerden dolayı
bağımsız yapılar olarak devam etseler de, büyük güçlerin hiçbiri diğer gücün bu
ülkelerin eline geçmesine izin vermez. Yine de kaçınılmaz olarak, güçlü bir
devlete yakınlık veya çıkarlarında öncelik ya da ulaşımı diğer güçler üzerinde
avantaj sağladığında o güçlü devletin hâkimiyetindedirler. Bu devletin bir deniz
gücü olabilmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü her iki tarafı deniz, dar kara
alanı coğrafi konumu, paradoksal olarak iki kıtadan çok iki okyanus arasında
geçiş ülkesi olarak önem kazanmasına neden olacaktır.
Dünya konumu, bölgesel konum, topografya ve iklim olarak sayılan
faktörlerin kombinasyonu devletin deniz gücü ya da kara gücü olarak
gelişmesini etkileyecektir. Saf modeller, ada devletleri ve karasal yönden kapalı
devlet modellerinin sayıca az olduğu ve çoğu devlet için aşağı yukarı bir sorun
olduğu belirtilmiştir. Deniz yolları ve deniz gücü yönünden savunma ve saldırı
açısından tasarlanan planları ilk olarak düşündüğümüzde kesinlikle deniz
gücüne sahip devletler olacaklardır. Bir devletin denizdeki çıkarı, deniz sınırının
Dış Politika ve Coğrafya I, II
31
uzunluğu ile sahip olduğu alanın matematiksel olarak bölünmesiyle
açıklanabilir. Bu rakam bir devletin denizdeki esas çıkarını muhtemelen
gösterecektir. Bir ülkenin yaşamında denizin ticari öneminin daha fazla
gösterilmesi, herhangi bir büyüklükteki tüm limanlardaki toplam yaşayan kişi
sayısının toplam nüfusa bölünmesiyle sağlaması alınabilir. Böylece yaşamını
doğrudan ya da dolaylı yoldan denizden kazanan toplam nüfusun yüzdesi
belirlenmiş olur. Dış politikaları kara sınırlarını aşan ilişkilerle sağlanan ve kara
savunması problemi temel güvenlik problemi olan devletler kara güçleridir.
Roma dışındaki eski imparatorluklar kara gücüne dayanıyordu ve güçleri kara
üzerindeki hareketliliklerine diğer bir deyişle düz alanlara sahip olmaya ve kara
yollarının kontrolüne bağlıydı. Modern tarihin imparatorlukları deniz güçleriydi
ve güçleri deniz üzerindeki hareket kabiliyetine ve deniz yollarının kontrolüne
dayanıyordu.
Alanın farklı kavramsallaştırmaları ve alanın fethedilmesi, deniz ile kara
güçleri arasındaki önemli farklılıklardan birini göstermektedir. Bir deniz gücü
noktadan noktaya atlayarak büyük bir alanı ele geçirir, mümkün olan her yerde
var olan siyasi ilişkileri kendine göre ayarlar ve sıklıkla kendi gerçek hâkimiyeti
uzun süre zımnen onaylanıncaya kadar yasal kontrolünü oluşturmaz. Yayılmacı
kara gücü ise yavaşça ve ileriye doğru hareket eder, arazinin doğasından dolayı
kontrolünü adım adım kurmaya zorlanır ve böylece kendi güçlerinin hareket
kabiliyetini muhafaza eder.15 Bir kara gücü, kontrol merkezi noktasını çeviren
sürekli bir alanı düşünürken, deniz gücü ise noktaları ve geniş bir toprak
hâkimiyetindeki bağlantı hatlarını dikkate alır.
Sözde düşünce ve alan, deniz gücü ile kara gücü arasındaki çatışma
problemini ortaya koyar. Alman coğrafyacı Hennig, bazı çatışmaların oldukça
düzensiz olduğunu, ancak zaferin deniz gücü ile gerçekleştiğini belirtir. Bu tezin
desteklenmesinde, Hennig Roma’nın kara gücünün ilk Pön savaşında
Kartacalıların gemiciliğini ele geçirdiğini kabul etse de, büyük deniz zaferleri
olarak Salamis savaşı (Eski Yunan ile Pers arasında), İnebahtı savaşı (Osmanlı
imp-Habsburg İmp arasındaki savaş), Trafalgar savaşı (İngiliz deniz zaferi ile
sonuçlanan Fransa, İspanya ve İngiltere arasındaki savaş), Navarin savaşı
(İngiliz, Fransız, Rus ve Osmanlı donanmaları arasında) ve Tsushima savaşını
(Rus-Japon savaşı) örnek vermektedir.(4a)
Hennig’in görüşüne ilk karşı tez, Mackinder’den gelerek kara gücünün nihai
üstünlüğünü ileri sürmüştür:
15
Josef Marz, Landmachte und Seemachte ( Berlin, 1928), s. 8-9.
4a Henning, op.cit., s.204.
4b H.J. Mackinder, Democratic Ideals and Reality (New York, 1919) s.74-75.
32
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Nil üzerinde savaş kanolarının ordusu vardı ve Nil nehri tüm Mısır boyunca
verimli toprakları kontrol eden bir küçük kara gücü yoluyla bunların arasındaki
çekişmeye kapanmıştı. Girit adasına özgü yaşam alanı bir Yunan yarımadası
yaşam alanı tarafından ele geçirilmişti. Makedonyalıların kara gücü, Doğu
Akdeniz’i kendi yaşam alanlarından mahrum bırakacak şekilde hem Yunan hem
de Fenikelilerin savaş gemilerine kapatmıştı. Hannibal, yarımadaya dayalı Roma
imparatorluğu deniz gücünü karada vurdu ve yaşam alanı kara üzerindeki zafer
ile kurtuldu. Sezar, denizdeki zafer ile Akdeniz’deki ustalığını kazandı ve Roma
daha sonra kara sınırlarının savunmasıyla kontrolü muhafaza etti. Orta çağlarda,
Latin Christendom yarımada üssünden denizden kendini savundu, ancak modern
zamanlarda, yarımadada birbiriyle çatışan devletlerin gelişmesinden dolayı
yarımada üzerinde birçok deniz gücünün üssü oldu, karadan gelen saldırılara
açık hale geldi, denizlerdeki ustalık karaya dayalı güce geçti. Neyse ki verimli
ve kömür yataklarına sahip bir adaya.(4b)
Hennig ve Mackinder tarafından ortaya konmuş tarihi gerçeklerin doğruluğu
konusunda kimse soru yöneltmeyecektir. Fikirlerini test edebileceği bir
laboratuvar deneyi olarak, en büyük karasal güç Rusya ile en büyük deniz gücü
Büyük Britanya büyük bir savaşta asla karşılaşmadığından entelektüel bir
pişmanlıktan acı duymaktadır. Eğer bu konuda bir trajedi gerçekleşirse, Büyük
Britanya kendisini Rusya’nın çeşitli toprakları üzerinde etkin kontrol sağlama
konusunda yetersiz bulacağı gibi Rusya’nın İngiliz deniz kuvvetlerine karşı
büyük bir deniz savaşını kazanma konusunda yetersiz olacağı yönünde güçlü
şüphelerimiz bulunmaktadır. Başka bir deyişle, hem Hennig’in, deniz gücü kara
gücüyle denizde çarpışırsa, deniz gücü zaferi kazanandır tezini hem de
Mc.Kinder’in deniz gücü karada kara gücü ile karşılaşırsa, kara gücü zaferi
kazanandır teorisini desteklemek için kanıtlar toplamaya gayret ettikleri
görünmektedir. Bu sonuç özellikle ne yardımcı ne tümüyle beklenmediktir.
Doğruluğu kabul edilmiş olan, çatışma anında ve çatışmanın gerçekleştiği
arazide hangi gücün daha güçlü ise zaferin onun olacağı önermesidir.
Önceki sayfalar bölgesel konumun esasen deniz ya da kara yönelimine göre
bir analizini vermektedir. Bölgesel konumun diğer önemli yönü nispi güç
gerçeğinden çıkmaktadır. Bir devletin bölgesel konumuna göre nispi gücü üç
şekilde ortaya çıkmaktadır; iki zayıf komşu arasında sadece güçlü devlet olması;
yaklaşık eşit güce dayalı ilişki ve son olarak da iki güçlü devlet arasında zayıf
devlet şeklindedir. İkiden fazla komşuya sahip devletlerin konumları, belirli
tiplerin spesifik kombinasyonlarının tanımlanmasıyla belirlenmektedir. Eğer bir
devletin geniş deniz çıkışı varsa, yakın komşuları olmayan devletlere karşı
zayıflık konusunda ek komplikasyonlar ortaya çıkarmaktadır.
En basit model kara gücü ilişkileri yönünden açıklandığında, iki zayıf devlet
arasındaki en güçlü devlet en avantajlı olanıdır. Böyle bir durumun modeli,
Dış Politika ve Coğrafya I, II
33
tarihin ilk yıllarında birçok kez gözlemlenmiştir. En iyi şekilde Babil, Asur,
Pers, Roma ve İskender, Şarlman ve Charles V. İmparatorluklarında, Arap,
Moğol ve Türk İmparatorluklarında, Çin ve 18.yy Rusya’da görülmektedir. Bu
örneklerin birçoğunda ilişkiler sabit değildi ve belirli bir konum tipi
gözlemlenebiliyordu. Bu nedenle sadece sınırlı sürenin üzerindeki dönemler
içindi. Küçük komşu devletler tampon devletler olmadıkları zaman, merkezi bir
devletin dışa yayılmasıyla yok oluyorlardı ve imparatorluklar er ya da geç
çözülüyorlardı. İskender ve Şarlman imparatorluklarında olduğu gibi kimileri
hanedanlıkla bölündü ama çoğu imparatorluk toprakları, büyüklük, topografya
ve iletişim sistemleri arasındaki istenmedik ilişkiden dolayı parçalanmıştır.
Alanın büyüklüğü konusundaki tartışmada değindiğimiz gibi, sadece toprakların
etkili entegrasyonu çevredeki ayrılıkçı hareketlere ve uzak sınırlardan gelen
baskılara karşı başarılı bir direnmeyi sağlar. İki zayıf devlet arasındaki bir güçlü
devletin basit oluşumunun modern Avrupa’da yeniden görülmemesi “güç
politikaların dengelenmesi” başlığı altında açıklanmıştır. Güç dengesinde tüm
devletlerinin politikalarının temel amacı çatışma riskinin ortaya çıkmasının
engellenmesiydi.
Temel tipin tek mükemmel örneği, Kanada ile Meksika arasındaki Amerika
Birleşik Devletleri’nin pozisyonudur. Bu örnekte, ilişki devam etmektedir,
çünkü dünya konumu, topografya ve iklim istenilen biçimdedir. Kuzey Amerika
kıtasının şekli, Meksika’nın güneye yayılarak büyüklüğünü belirgin şekilde
geliştirmesine izin vermemektedir; topografyası ve iklimi yüzünden sonsuza
kadar bu alanda güçlü bir ekonomi kurması imkânsızdır. Amerika Birleşik
Devletleri’nden daha büyük alana sahip olmasına rağmen Kanada, konum ve
iklimi ile topraklarının oldukça küçük bir bölümünde ekonomik ve siyasi
yaşamın gelişmesine olanak tanımıştır. Sonuçta Amerika Birleşik Devletleri
kendi dış politikasını son yetmiş beş yılda toprak güvenliğini düşünmeden
oluşturmuştur ve kendi halkının Avrupalıların güvenlik ve güç politikaları
meşguliyetlerini anlamaları mümkün değildir.
Devletlerin güçleri arasındaki konum bir devlet için problemli pozisyonuna
eşittir. Çünkü komşuları bir ittifak oluşturduğundan sürekli ortak bir saldırı
tehlikesi vardır. Tek cevap tabii ki komşunun komşularıyla ittifak oluşturmaktır
ve bugün Avrupa ve Asya’da bulunan ittifaklar örnek verilebilir. Fransa’nın
Rusya, Almanya’nın Japonya’ya ile dünya üzerinde ittifak ilişkisinde olması,
siyasi bağlantıların dama tahtasını yaratmaktır. Aynı özelliklerin tüm tarih
boyunca izleri bulunabilir. Komşular arasında gerçek ittifak tehlikesi olmadığı
yerlerde bile, her iki tarafta güçlü devletler olduğu sürece, bir devlet kendi
dikkatini bir yöne konsantre etmekte asla özgür değildir. Avusturya,
donanmasının yok olmasından önce, İtalya Akdeniz’de Fransız güvenliğine
34
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
yönelik bir tehdit oluşturmamıştı. Ancak Yugoslavya Avusturya’nın doğu
komşusu olarak yerini aldığı zaman, İtalya böyle bir tehdit oluşturabilir.
İki güçlü devlet arasında nispi yönden zayıf devletin bulunması bir tampon
bölgenin coğrafi pozisyonudur. Siyasi olarak meydana gelmesi çeşitli faktörlere
bağlı olacaktır. Herhangi bir örnekte, bir devlet özel bir dış politika uygulamaya
zorlanabilir. Kendi güvenliği, devam eden komşusunun güvenliğine bağlıdır.
Bunun anlamı bir devletin istikrarsız tarafsızlık politikası izlemeye
zorlanmasıdır. Bir komşu ile güçlü bir bağ olduğu izlenimi bırakan herhangi bir
değişiklik, diğer komşuyu tampon alanın fiilen ele geçirilmesi yolu ile bir
tampon devlet üzerinden güvenliğini sağlamaya özendirebilir.
Eğer konum ve topografya bir tampon bölgeyi Afganistan ve Tibet, belli bir
oranda Pers gibi bir engel devlet oluşturursa, devletin hayatta kalma olasılığı
coğrafi özelliğinden dolayı yüksek olacaktır. Ülkenin konumu devleti bir geçiş
ülkesi yapıyorsa, ancak topografya İsviçre ve Avusturya’daki gibi engel devleti
oluşturuyorsa konumun problemi daha da güçleşecektir. Hem konum hem de
topografya, Hollanda, Belçika ve Polonya gibi bir geçiş ülkesi oluşturuyorsa
doğadan kaynaklanan bir savunma oluşturmayarak güvenlik politikalarına bağlı
kalacaktır. Başka bir deyişle herhangi bir örnekte bağımsızlığı komşularının
güvenliğine zorunlu olarak bağlı olacaktır. Tampon devlet bu önemini koruduğu
ve komşuları güç yönünden az çok eşit kaldığı sürece varlığını sürdürebilir.
Hollanda, Belçika, İsviçre ve yeni Polonya’yı Avrupa haritası üzerinde; Pers,
Afganistan, Tibet ve Siyamı Asya haritasında tampon devlet olarak görebiliriz.
En kısa sürede bir devlet çevresindeki güçler için siyasi bir gereklilik adına
sona erebilir veya kısa sürede devletlerden biri diğerlerinin durumlarına
aldırmayacak şekilde baskın bir güce sahip olabilir; bu durumda tampon devlet
yok olacaktır. Başkan Kruger 1985 de şöyle demiştir:
Bizim küçük cumhuriyetimiz ancak büyük güçler arasında kendi ayakları
üzerinde durabilir. Ancak biri diğerlerine engel olursa kendimizi rahat
hissederiz.16
İngiliz gücü Güney Afrika’da uygun şekilde geliştiğinde, Boer cumhuriyeti
İngiliz dominyonunun bir parçası oldu. Roma ve Pers imparatorlukları arasında
yer almış, daha sonra Bizans İmparatorluğu ve İslam arasında bulunmuş
Ermenistan yok oldu ve Polonya üç kez bölündü; Kore Japon İmparatorluğu’nun
bir parçasıydı; Mançurya ve Moğolistan’ı bağımsız olarak nitelendirmek zordu
ve Avusturya yok oldu. Uluslararası ilişkilerin dinamik dünyasında büyük
devletler arasında güç için mücadele temel gerçektir. Küçük tampon devletin
nihai kaderi açısından en iyi durum istikrarsızlıktır.
16
Maull de yayınlanmıştır., op.cit., s.150.
Dış Politika ve Coğrafya I, II
35
Tampon devletler belirli bir devlet için, spesifik bir bölgenin stratejik
öneminin gösterilmesini sağlar. Sözü edilen diğer bir örnekte, eşit güçteki
komşunun ötesindeki alan potansiyel müttefiklik için tek alandır. Dünya
konumu ile bağlantılı bölgelerde değindiğimiz gibi belirli alanlar farklı
sistemlerle çalışan devletler için farklı önemde olacaktır. Aynısı bölgesel
konumla ilgili referans çerçevesinde ise küçük bir şekilde gerçekleşecektir.
Kolektif güvenlik sisteminin yaratılma problemini bu durum
zorlaştırmaktadır ve bölgesel temelde kolektif güvenlik olmaz ise sistemin etkili
olamayacağı ihtimalini güçlendirmektedir. Kolektif güvenlik sistemi bir
uluslararası polis gücüne dayanmaz, grubu oluşturan tüm üye devletlerin ortak
hareketine dayanır. Bir devletin korunacak bölgenin önemiyle doğru orantılı
olarak garantör olarak davranma isteğidir. Etkili bir kollektif güvenlik sisteminin
ön koşulları şunlardan oluşmaktadır: yaklaşık eşit güçte en az üç büyük gücü
alabilecek kadar geniş bir bölge. Böylece iki devlet, üçüncü devlet üzerinde
baskın bir üstünlük sağlayabilecektir. Diğer koşul ise, bu bölgede en az üç gücün
ikisine bağımsızlık yönünden eşit stratejik öneme sahip küçük devletlerin
olmasıdır.
Dünyada bu şartları yerine getiren çok az bölgenin olduğu harita
çalışmasından görülebilir. Temel coğrafi ve siyasi kurumlarla uyum içerinde
değilse yasal sistemin nasıl işlediği geçmiş on beş yıllık tarihten öğrenilebilir.
Bu ilk şart sadece Avrupa’da bulunabilmiştir, ancak gelecekte bazı zamanlar
Asya’da görülebilir. İkincisine ulaşmak daha zordur. Belçika ve Batı Akdeniz,
Fransa ile Büyük Britanya’ya eşit önemdeyken, Merkezi Avrupa’nın Londra için
çok az önemi vardı, Fransa için ise potansiyel müttefik alanıydı. Bir İtalyan
Etiyopyalı, İngiliz yaşam hattına, içerisindeki Kırmızı Denize ve Sudan’daki
yan manevra alanı için tehdit olabilirdi. Fransa için ise daha çok görece önemsiz
kolonisinin yakınında istenmeyen bir komşu anlamındaydı. Büyük Britanya ve
Amerika Birleşik Devletleri kendileri için özel stratejik bölgelerin korunması
konusunda oldukça istekliydiler. Büyük Britanya için Mısır, Amerika Birleşik
Devletleri için Orta Amerika bu bölgelerdendi. Bölgenin yakınında stratejik
öneme sahip değilse, Çin örneğinde olduğu gibi, toprağın birliği konusunda
sadece diplomatik yoldan nota vermektedirler.
Şimdiye kadar, bölgesel konum basit alan ilişkileri olarak temelde
tanımlandı, ancak tampon devlet tartışması açısından bu ilişkiler topografya
bakımından önemlidir. Topografik ve iklimsel özellikler, devletler arasındaki
iletişim biçimlerini belirleyecektir. Topografya, dağların ve nehirlerin yönünü
belirleyecek ve böylece sınırın doğal akışını oluşturacaktır. İklim, nehirlerin ve
limanların yılın tamamı ya da bir kısmının buzla kaplı olup olmadığını
belirleyecektir. İklim ve topografya, ikisi birlikte devletler arasındaki doğal
sınırı tayin edecektir ve böylece devletlerin iletişimleri bölge sistemlerinde veya
36
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
koruma bölgesinde gerçekleşecektir. Bir devletin bölgesel konumunun önemi,
sınır olarak geçit vermeyen dağ sıralarının varlığı, açık alanlar ya da nehir
vadilerinden etkilenecektir.
Bir ülke içerisindeki iletişim yerlerini belirleyen, dağlar ve nehirler olduğu
gibi, ülkeler arasında da iletişim alanlarıdır da. Dağlar nehirlerin akışını
yönlendirecektir ve nehrin doğal sistemi, özellikle de nehrin ağzı bir devletin
sınırları içerisinde uzanıyorsa, denize kolay ulaşım sağlayan bölümleri içine
alacaktır. Bir nehrin ağzı devletin dışına uzanıyorsa, nehir sistemi ülkenin çeşitli
bölümlerinin çıkar alanlarını gösterecektir. Ren vadisi, Elbe ve Wasser nehirleri
gibi kuzeybatıdan denize doğru akmaktadır; Oder ve Vistula vadileri dış
dünyaya en hızlı ve kolay iletişimlerini Baltık limanları aracılığıyla sağlarlar.
Tuna vadisinin faaliyetleri ve ticari mallar sevkiyatı, Merkezi Avrupa’ya doğru
güneydoğu yönelimlidir.
Bir ülkenin bütün bölümlerinin benzer yönelimleriyle birleştiği az örnek
mevcuttur. Norveç’in tüm alanları batı ve güneye bakar, İsveç’inki güney ve
doğu’ya, Şili’nin dağları ise ülkeyi Pasifiğin köşesine doğru itiyor gözükmektedir.
Fakat birçok örnekte dağlar ulusal sınırları keser ve bu nedenle bir ülkenin çeşitli
bölümlerinde farklı yönler ile iletişim kurma yollarının aranmasına neden olur.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Rocky dağları ve Allegheny dağları’nın kıyıdan
uzaklığı ve yönü ile ülkenin merkezi bölümündeki nehirlerin güneye doğru akışı,
toprakların Pasifik Okyanusu, Atlantik Okyanusu ve Körfeze bakan yüzdelik
kısmını belirlemektedir. Brezilya’da iklimin etkisi topografya’ya aykırıdır,
kuzeyden Atlantiğe doğru eğimi olan ülkenin en geniş drenaj alanı için işe
yaramazdır. İklimin etki ettiği alan güneyde uzanır, ülkeyi güneydoğuya doğru
yönlendirse de büyük nehir sistemi kuzeye akar. Kolombiya mevcut sınırlarıyla,
Karayipler ve Pasifik nehirleri arasındaki yer alan dağ sıraları ile korunmaktadır.
Çift okyanus ulaşımına sahiptir, geçiş devleti değildir ama ileriki dönemde
olabilir.
Avrupa kıtasında, Alpler ve Pirene dağları, Fransa-İspanya, Fransa-İsviçre
veya Fransa-İtalya sınırlarında iletişimi engellemektedir. Fakat görece kapalı
sınırlara istinaden Fransa-Almanya ve Fransa-Belçika sınırları açıktır ve
insanlar, mallar ve fikirler sürekli karşılıklı gelir gider. Topografik olarak
konuştuğumuzda, İtalya hem doğu hem de batı ile karşılaşır, Apenin dağları
yarımada uzunluğunda yer alır ve nehirler dağlardan kıyılara akar, ancak
İtalya’nın en verimli kısmı batıdır. Volkanlar bu bölgede oldukça verimli alanlar
yaratmıştır. Bu alanlar Tiren denizine akan nehirler ile kesilmiştir. Büyük
Britanya’nın oluşumunda topografya ve coğrafya işbirliği içindeydi Britanya’da
nehirler doğudan kıtanın yakınındaki doğu limanlarına doğru akmaktadır ve
sürekli Kıta limanlarıyla iletişim içerisindedir. Öte yandan Rusya’da topografya
ve coğrafya en kötüsünü yapmıştır. Ülkenin geniş bir bölümü kuzeyden Kutup
Dış Politika ve Coğrafya I, II
37
bölgesine doğru, yılın on iki ayı buzlarla tıkanmış nehir ağızlarının yolunu
izleyerek suyunu boşaltır. Rusya’nın güneybatısı, İlirya Alpleri (Antik Batı
Balkanların yaşadığı yer) Balkan ticaretini ve iletişimini Akdeniz’den çok Ege
denizi ve Karadeniz’e zorlar. Büyük Britanya’nın coğrafi meslektaşı Japonya
daha önce değindiğimiz gibi topografya konusunda daha az şansızdır. Dağ
sıraları Honshu adası boyunca uzanır ve tümüyle geçilmez bir engel oluşturur,
tüm önemli limanlar doğu kıyılarındadır ve Japonya’nın ana kara ile iletişimi
Japon tarihine baktığımızda bu nedenle çok geç gerçekleşmiştir.
Topografya ve iklimin, iletişimin yönünü ve ülkeler arasındaki en sık
bağlantı yerlerini belirlediği örnekler sonsuza kadar çeşitlendirilebilir. Topografi
bir devletin dünyanın geri kalanına yüzünü kapatabilir veya her yönden açabilir;
bir devletin bölgesel konumunun önemi, sadece bağlantılar, siyasi, ticari ve
kültürel yönlerin ışığında okunabilir. Eğer bir devletin kapısı ve pencereleri
sadece o devletin bir yönünde olabiliyorsa, dünyanın en yoğun trafiğinin ana
caddesi direk olarak ülkenin arkasından geçtiğini düşünme konusunda küçük bir
tesellisi olacaktır. Doğa eve arka kapıdan girilmesini zorunlu bıraktığı zaman, bu
kapının sessiz ovalık bir şeritli yola açıldığını görmek aynı derecede trajik
olacaktır.
Topografya ve iklim buna rağmen sadece bir devletin dış dünyaya olan
yönünü tayin etmez. Sınır topraklarının doğasını belirlerken, aynı zamanda
devletin bağlantılarının bölgesel sistemini ya da koruma bölgelerini de tayin
etmektedir. Bu noktadan bakıldığında, sınır topraklarının farklı modellerinin
oluşturduğu farklı etkileri ve devletlerin dış politikalarında sınırları dikkate alan
politikaları gözlemeyi mümkün kılmaktadır.
Alanın literatüründe sınır topraklarını veya doğal sınırları nehir, deniz kıyısı,
orman, bataklık, çöl ve dağ sıraları olarak ayırmak alışılmış bir şeydir.17 Genel
olarak iletişim sistemlerindeki ileri teknik gelişme ve savaş metotları bazı
sınırların doğa tarafından korumasını büyük ölçüde azaltmıştır. Sadece coğrafi
tip olarak halen belirli koruma değerine sahip gözüken yüksek dağ sıralarıdır.
Tüm devletler böylece iklim ve topografyanın ortaya koyduğu doğal korumaya
ek olarak, stratejik sınırlar ve takviyeler şeklinde askerî örgütlenmeler
gerçekleştirmektedirler. Net coğrafi durumun doğal koruma özelliklerinin
değişebilme olasılığını dikkate aldığımızda, halen sınır topraklarının farklı
17
Brunhes ve Vallaux doğal sınır problemini şu görüş ile terk etmektedirler: "Nihayetinde, nehirler ve
dağlar hiçbir şekilde doğal sınırlar değildirler. Bu tür gerçek sınırlar, rakımlı çöller, tam anlamıyla
çöller, ilkel ormanlar ve bataklıklardır. Rakımlı çöller yalnızca Kouen-Lun’dan Himalaya’ya kadar
vardır; asıl çöller ve ilkel ormanlar büyük devletler zincirlerinin dışındadır; bataklıkların boyu
küçüktür ve devamlı azalırlar. Fiilen, Okyanus’un dışında, aktif bölgelerde devletlerin arasında hiçbir
doğal sınır bulunmaz. Devamlılığın baskıları her yerde serbestçe icra edilmektedir; ne nehirler, ne de
dağlar onları durdurur.” Jean Brunhes and Camille Vallaux, La Geographie de l’Historie (Paris, 1921),
s.361.
38
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
tipleri sayıldığında, bu sınırların bazı temel özelliklere sahip oldukları iddia
edilse de, etkileri dış politikada görülebilmektedir.
Tarihin ilk dönemlerinde, kısmen yeni ve az gelişmiş kara parçaları, nehirler
sıklıkla sınır görevi yapmışlardı. Rio Grande ve St. Lawrence nehirleri halen
Amerika Birleşik Devletleri’nin iki sınırını çizmektedir. İlk bakışta, bir nehir
kolayca anlaşılan ve çizilmesine gerek duyulmadan, ideal ve doğal sınır
olabilmektedir, ancak zaman geçip nehrin her iki yakasında devletler geliştikçe,
dezavantajları avantajlarından daha belirgin hale gelir. Yıllardır erozyon ve
ırmağın yol değiştirme süreçlerinden sonra bir nehrin var olup olmadığının
belirlenmesinin teknik zorlukları dışında, eğer herhangi bir ekonomik veya
sosyal gelişme meydana gelirse, nehir vadisi kaçınılmaz olarak kendi başına bir
birim haline gelme eğilimi içinde olacaktır ve nehrin sınır fonksiyonu
duracaktır. General Foch’un tezine rağmen, Ren nehri ideal bir sınır değildir,
vadisi ise kesinlikle ekonomik, sanayi ve kültürel birimdir ve bu yüzden gerçek
yasal sınırın nerede çizilmiş olabileceği devam eden bir sorundur. Vistula vadisi
aynı şekilde ya Polonya sınırı içerisinde bütünüyle yer almakta veya
Polonya’nın üç komşusu arasında bölünmüş durumdadır.
Herhangi bir sınırın dış politika üzerindeki etkisi çok açıktır. Vadi bir birim
haline geldiği için, her bir nehir kenarındaki devlet tüm vadiyi kendi toprakları
içerine dahil etme eğilimi içerinde olmaktadır. Nehrin engel olarak fonksiyonu
tamamen ortadan kaybolacaktır ve açıkça tanımlanmış sınır yerine, devletler
arasında hiç kimseye tümüyle ait olması istenmeyen, ancak herkes tarafından
arzulanan bir toprak bölgesi meydana gelecektir. Eğer bir devlet diğerlerinden
daha baskın güçte olursa, zaman içinde bu devlet nehir vadisini adil ya da kirli
yollardan muhtemelen ele geçirecektir. Eğer devletler yaklaşık olarak eşit güçte
ise, vadinin sahipliği, ulaşılması imkânsız bir amaç ve bir ülkenin diğerine
politikalarında yansıttığı bir anlaşmazlık kaynağı olarak kalacaktır.
Bir sınır olarak deniz kıyısı, denizin büyüklüğüne, denizciliğin teknik
gelişmesinin derecesine ve deniz gücünün devlet olarak veya genel olarak
gelişmişliğine bağlı olarak birleştiren ya da bölen bir etki oluşturabilir. Kuzey
Rusya kıyıları örneğinde olduğu gibi iklim durumları limanların her yönden
trafiğe kapaması türü olaylar olmadığında insanları dışarıda bırakan doğal bir
sınır değildir. Aksine, bir otoyol yaklaşımı ve savunma açısından engel olması
ancak ülke bir deniz donanmasına sahipse ve deniz filosu denizden daha çok bir
savunma yaratan engel olduğunda mümkündür. Japonya ve Büyük Britanya’nın
bölgesel konumlarını tartışırken değindiğimiz gibi, bu koruyucu fonksiyon hava
savaş tekniğinin gelişmesinden itibaren azalmıştır. Yine de Atlantik ve Pasifik,
Amerikan Deniz Kuvvetleri kıyıları koruyabildiği sürece Amerika Birleşik
Devletleri savunmasının temel elemanları olarak kalmaktadır. Deniz
kuvvetlerinin bombalama yarı çapı dört bin milden daha aşağıdır.
Dış Politika ve Coğrafya I, II
39
Doğal bir sınır çizgisi olan kıyılar bütün devletlerin sahip olmak istediği ve
halen istemeye devam ettiği sınırlardır. Kıyı şeridine sahip olmak hareket
serbestliği avantajı sağlarken, sınır ötesinde hareketi başlatma imkânı
sunmaktadır. Bu durum genellikle karada veya denizde saldırı ve savunma
savaşı konusunda başarılı bir anahtardır. Stratejik olarak planlanmış tren yolu
veya yol sistemiyle asla eşit olmayan, özenilerek yapılmış harekete geçme
şemasını oluşturan etkin belli bir hareket derecesine ve konsantrasyon gücüne
imkân tanır.
Orman sınırı tüm koruyucu değerini doğadan kaynaklanan diğer engellere
nazaran kaybetmiştir. Ancak teknik gelişmenin insanoğlunun geniş orman
alanlarına girmesine veya yok etmesine izin vermediği ilk dönemlerde, iletişim
veya istilaya karşı gerçek engel olarak hizmet etmiştir.
Roma
İmparatorluğu’nun kuzeydoğu sınırı Almanya’nın güçlü orman bölgesiydi. Orta
çağda Moskova etrafındaki ormanlar, ufak Rus uluslarını Doğu ovalarından
süpürmeye gelen Asyalılardan korumuştu. Bugün bile Güney Amerika’nın bazı
tropikal orman bölgelerinin ele geçirilmesi tamamlanmamıştır. Halen herhangi
bir orman sınır bölgesinin belirgin şekilde genel olarak dış politikayı veya özel
olarak ulusal savunmayı etkilemek için yeterli büyüklükte veya etkinlikte
mevcut olup olmadığı sorgulanabilir. Panama Kanalı her iki tarafındaki yoğun
tropikal ormanlar nedeniyle kara saldırılarına karşı halen ele geçirilemez olarak
düşünülmektedir.
Diğer taraftan, bataklıklar, en gelişmiş yirminci yüzyıl askeri araçlarına karşı
bile kesinlikle savunma değerini korurlar. Belçika’nın Flaman bölgesinde
İngiliz ordusu bataklık sorununu öğrenmişti. Babilliler sınırlarını geçme yarışı
içerisindeki istilacı akınlardan kendilerini koruyacak bataklık alanlarını kendi
çabalarıyla kurutma akılsızlığında bulunmuşlardı, fakat Bengal ile Nepal
arasındaki Terai bataklığı Nepal’in bağımsızlığını etkili bir şekilde korumuş ve
Pripet bataklıkları merkezi Polonya’nın Rusya tarafından istilasına karşı sayısız
kere engel teşkil etmişti. Gerçekte bataklıklar savunma araçları konusunda o
kadar etkilidirler ki, devletler bunları suni olarak da yaratabilirler.
Bataklıklar geçit açısından muhtemelen bir dağ sırasından daha fazla zorluk
yaratacaklardır…Batı Belçika’da müttefikler tarafından yaratılmış suni bataklık,
sınırın bu parçasında hareket ve saldırı imkânını olanaksız kılmaktadır.
Belçika’nın Ypres salient adı verilen, yoğun bombardıman sonucu ortaya çıkan
bataklık bölgesi, her iki taraf için saldırıyı zorlaştırmış ve tankların bu bölgede
kullanımını imkânsız hale getirmişti. Gerçekte, bataklıklar çöllerden, dağlardan
hatta nehirlerden daha fazla tankların kullanımı için büyük engel teşkil etmiş
görünmektedir. Buna rağmen bataklıklar koruma gücünü tüm soğuk kışlarda
40
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
kaybederler. Yüzey tamamen donduğunda, düz bir zeminden dolayı bir bölgeye
kolay hareket edilmesini sağlar. 18
Çöl sınırının değeri sadece savaş alanı ya da savunma konusunda zor bir
bölge olmasına dayanmaz, aynı zamanda su yokluğu bir istilacı gücün bilinen
kuyular boyunca spesifik bir yön takip etmesine yol açar. Böylece de
istenmeyen bir noktadan saldırıyı önlemiş olur. Yakın dönem tren yolu ve kara
yolu inşaatlarının mümkün olabilmesinden kaynaklanan mühendislik
gelişmeleri, çöllerin koruyucu özelliğini kesinlikle azaltma eğilimindedir. Ancak
bazı çöl bölgeleri dikkate değer savunma değerini günümüzde bile muhafaza
etmektedir. Kutch Rann bataklığından kuzeydoğuya yaklaşık dört yüz mil
uzanan Indüs’ün doğu Thar çölü, kuzey batı Hindistan istilacısını çöl ile
Himalaya dağları arasındaki, Delhi çevresindeki geçmiş yüzyıllarda savaş
alanlarına sessizce tanıklık eden dar bir şeridi izleme konusunda sınırlandırmaya
zorlamıştır. Aynı şekilde Mısır’ın doğu ve batı çölleri ve Nil çağlayanları
denizden veya Sina yarımadasından karadan istila edilme olasılığını
sınırlandırmaktadır ve Akdeniz’den çok Sahra halen Avrupa kültürü ve
medeniyetinin güney sınırıdır.
En etkin doğal sınır, çöl ve dağ alanlarının birleşimi, yani yüksek platolardır.
Çeşitli faktörlere bağlıdır. Bu faktörler, geçit sayısı ve yüksekliği, karla kapalı
olup olmadıkları, geçitlerin yönü, geçidin eğiminin bir yönünün diğer yönünden
daha kolay olması, dağ sıralarının ilerleme yönüne karşı olarak kapatması veya
paralel olmasıdır. İstilacılara ve stratejik tren yolunun olabilirliğine, dağın
merkezine veya üzerindeki geçitlere yön seçenekleri sunmaktadır. Alplerin
eğilimi İtalya’dan çok Fransa yönündedir ve alanın yarı daire biçimi Turin ve
Milan yakınlarında birleşen yönlere neden olmakta ve böylece Fransa’dan
istilacı güçler farklı yönlerden hareket ederek İtalya’da kolayca
birleşebilmekteyken, Fransa içine ilerleyen İtalyan orduları ayrılmak zorunda
kalmakta, iletişimleri artan şekilde zorlaşmaktaydı. Gerçekten ilk bakışta Alpler
yarımadaya tam bir koruma sağlamakla birlikte, Napolyon’un bir zamanlar dile
getirdiği gibi, çok defa İtalyan savunmasına “muhteşem ihanet” rolünü
oynamıştır. Alpler’den doğup Po ırmağının kollarına yol açan Merkezi Avrupa
nehirlerini takip etmek mümkündür. Tuna vadisi küçük nehirleri aracılığıyla
İtalya’ya ulaşılabilmektedir. Batıda dağların seviyesi sahilin kısalığını
durdurmakta, İtalya’nın merkezine giden sahil-arazi şerit alanı bırakmaktadır.
Engel olarak bir dağ sırasının değeri, genel olarak dağ bölgesindeki
topografya üzerindeki mutlak yüksekliğe çok fazla dayanmamaktadır. Alpler
Pireneler’den daha yüksektir, ancak geniş vadiler ve birçok geçide sahip olarak,
Pireneler Akdeniz’den Atlantiğe kırılmayan bir duvar gibi sıralanmaktadırlar.
18
D. H. Cole, Imperial Military Geography (Londra, 1926), s. 23-24.
Dış Politika ve Coğrafya I, II
41
Dinar Alpleri, düşük yükseklikte olmasına rağmen topografik özel bir kireç taşı
yüzünden Macaristan’dan Adriyatik’e geçişi engellemiştir. Andes dağ sıraları
küçük sayıdaki geçitlerden dolayı, Şili ile Arjantin arasında tümüyle araya giren
bir engel teşkil eder. Zagros dağları İran ile Irak arasında etkin bir engeldir.
Hindukuş dağ sıraları ilk bakışta kuzey batı Hindistan’ı yeterli şekilde koruyan
bir şekilde yer alsa da, geçiş imkânı düşük düzeydedir ve ticari veya askerî bakış
açısından asla etkili bir engel teşkil etmez. Himalaya dağ sıraları buna rağmen
arkasında bir çöl platosuyla birlikte ideal bir dağ sırası olarak önerilmektedir ve
Çin’den Hindistan’a olan yolu, insanoğlunun yapacağı herhangi bir surdan daha
etkili şekilde doğrudan kapatmaktadır.
Bu dağlar, savunma için mükemmel bir engel olmasalar da, bu ülkelerin
tarihlerine bakıldığında yine de açık alanda yer alan sınırların istikrarına19
katkıda bulunmuşlardır. Polonya, Macaristan ve bugünkü Baltık Devletlerinin
sınırları, kayma konusunda, Fransa ve Almanya arasında açık bir sınıra sahip
olduklarından, berbat bir eğilim göstermektedir. Başka bir deyişle, dağ
sıralarının sınır olarak mevcudiyeti, tam bir engel olmasa da belirli bir düzeyde
güvenliği her zaman önermektedir.
Önceki örnekler, bölgesel konumun hem deniz ya da kara yönelimi hem de
komşuların nispi gücü açısından kesinlikle topografya ve iklim tarafından
etkilenmektedir. Bu belirleyici faktörler, belirli bir devleti bölgesel konumuna
göre sınıflandırırken ve konumun özelliğinden kaynaklanan faktörleri dış
politikasında tespit edebilmek için sürekli akılda tutmak gerekmektedir.
Bir devletin tüm politikasını sadece bulunduğu coğrafya oluşturmasa da,
devletin coğrafi konumundan kaçamayacağını böylece bulmuş olduk. Büyüklük,
şekil, konum, topografya ve iklim, yetenekli Dış İlişkiler ofisi ve Genelkurmay
Başkanlığı’na rağmen, göz ardı edemeyeceği durumlar ortaya çıkarmaktadır. Şu
anki büyüklüğü ile Belçika sanayi merkezlerini düşman uçaklarının
bombalayabileceği yerlere inşa edemez. Çekoslovakya’nın mevcut görüntüsü
topraklarının batı kanadının kaybolmasına davetiye vermektedir. Suriye ve Irak,
doğu ile batı arasında sürekli kavşak noktası olacaklardır. Tibet her zaman engel
oluşturan bir devlettir. Rusya’nın Kutup limanları çözülmeyecektir. Bu
gerçekleri dış politika dikkate almak zorundadır. Bu bilgiler acemice veya
19
Brunhes ve Vallaux, Alplerin ve Pirenelerin Güney Fransa sınırını istikrarlı hale getiren faktörlerden
olduğunu sürekli reddetmektedirler. "Fransız sınırlarının uzun gelişimi üzerinde hareketsizleşmeye
en çok eğilim gösterenlerin, Alplerin ve Pirenelerin dağlık sınırları olduğuna dikkat edilmelidir. Sınırı
ve sabitliği kısıtlayanlar bu sıradağlar değildir. Pirenelerde sabitleme iki yüzyıllık bir tarihe sahiptir;
Alplerde ise elli yıl; ancak her ikisinde de dağ yalnızca pasif bir eleman olmuştur. Yerleşimlerin
değişken yoğunluğu ve arazilerin değer varyasyonları tarafından üretilen kuvvetlerin istikrarsız
dengesi, burada, siyasal coğrafyanın diğer birçok olguları için olduğu gibi, hareketin ve dinlenmenin
açıklamasını vermektedir. İşte, doğal sınırlar kavramını gerçeğe uygun hale getirmemize yarayacak
ilk veri buradadır. " Op. cit., s. 354.
42
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
donanımlı şekilde değerlendirilebilir. Değişiklikler yapılabilir, ancak göz ardı
edilemez. Coğrafyanın dikkate alınmaması mümkün değildir. Bu kadar basittir.
KAYNAKLAR
Adolf Hitler, Mein Kampf (München, 1933), c. 1, c.11.
D. H. Cole, Imperial Military Geography (Londra, 1926).
E. C. Semple, American History and Its Geographic Conditions (New York
1903).
Gregory Bienstock, The Struggle for the Pacific (Londra, 1937).
H.J. Mackinder, Democratic Ideals and Reality (New York, 1919).
Jean Brunhes and Camille Vallaux, La Geographie de l’Historie (Paris, 1921).
Josef Marz, Landmachte und Seemachte (Berlin, 1928).
Marion Newbigin, The Mediterranean Lands (New York, 1924).
Otto Maul, Politische Geographie (Berlin, 1925 ).
Otto Maull, Politische Geographie (Berlin, 1925).
Richard Henning, Geopolitik (Leipzing, 1931).
Dış Politika ve Coğrafya I, II
43
MUĞLAK BİR SİMGE OLARAK
“ULUSAL GÜVENLİK”
ARNOLD WOLFERS
Çeviren: Dr. H. Burç Aka*
Gerçekçi addedilmek isteyen devlet adamları, köşe yazarları ve
araştırmacılar savundukları dış politikayı, ulusal çıkarların, özellikle de ulusal
güvenlik çıkarlarının dayattığını ileri sürerler. Bunun böyle olması şaşırtıcı
değildir. Günümüzde güvenlik arayışına dönük bir referansın kulağa hoş gelmesi
kuvvetle muhtemeldir.
Ne var ki, “ulusal çıkar” veya “ulusal güvenlik” gibi siyasi formüller rağbet
gördüğünde bunları son derece dikkatli bir şekilde irdelemek gerekir. Bu
kavramlar her insan için aynı anlama gelmeyebilir. Hatta belirli bir anlamları
dahi olmayabilir. Dolayısıyla bu siyasi formüller geniş bir uzlaşı için bir kılavuz
ve zemin sunarmış gibi görünürken herkese kendi savunduğu siyaseti ilgi çekici
ve muhtemelen aldatıcı bir isimle etiketleme izni veriyor olabilir.
Son derece müphem ve genel bir biçimde “ulusal çıkar”, kendilerini
alternatif olarak sunulabilecek muhtelif yönetimlerden ayırt edilebilen bir siyaset
yönetimi önermektedir. Ulusal çıkar, siyaset yönetiminin bireyler, ulus-altı
gruplar veya bir bütün olarak insanlıktan ziyade, ulusa atfedilen taleplerin
kollanması maksadıyla tasarlandığına işaret eder. Bu, diğer çıkarların ulusun
çıkarlarının yanında ikinci planda olma politikasına vurgu yapar. Ama bunun
ötesinde, çok az anlam ifade eder.
Charles Beard’ın The Idea of National Interest [Ulusal Çıkar Fikri] adlı
yapıtı, Yeni Düzen’in1 başlarında ve Büyük Buhran’ın etkisi devam ederken
basıldığında, sınırlar şimdikinden farklı çizilmişti. O zaman sorun, kapsamı ve
*
1
Dr. H. Burç Aka, Kadir Has Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Yüksek okulunda görev almaktadır.
Uygulamalı Politika ve Güvenlik, Avrupa Birliği ve Türk (İç/Dış) Politikası alanlarında çalışmaktadır.
New Deal karşılığı kullanıldı. ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt yönetiminin 1933 – 1939 yılları
arasında büyük buhranın etkisinden kurtulmak için devreye soktuğu ekonomik iyileşme ve reform
programıdır. (Çevirmenin Notu)
Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik”
45
itici gücü büyük ölçüde iktisadi olan dönemin Amerikan dış politikasının bir
bütün olarak ulusun refahına ilişkin çıkarlarını geliştirmeyi değil, güçlü ulus-altı
çıkar veya baskı gruplarının maddi çıkarlarını tatmin etme gayesi güdüp
gütmediğidir. Neyin ulusal refahın çıkarına olduğunu tanımlamanın veya bunları
ölçecek standartları belirlemenin zor olmasına rağmen insanların zihninde ne
olduğu belliydi: Onlar ulusal siyasete yön veren kişilerin ulusun belli
kesimlerinin dar ve özel iktisadi çıkarlarının ötesine geçtiklerini ve bütünün
daha kapsayıcı çıkarlarına teksif olduklarını görmeyi arzuluyorlar.
Günümüzde insanların bahsettikleri ulusal çıkar siyasetinin alternatifi çok
farklı özelliğe sahiptir. Onlar siyasete yön verenlerin boşu boşuna “bütün
insanlığın çıkarlarını” hesaba katmasından endişe duyuyorlar. Daha az kapsayıcı
olan ulusal topluluğun daha geniş, fakat hayali bir dünya topluluğuna feda
edildiğini düşünüyorlar. Dolayısıyla mesele, Beard’ın döneminde olduğu gibi,
dar grup bencilliğini aşmak değil, ulusal benlik gibi nispeten dar bir davaya özel
bir adanmışlıktır.
Günümüzdeki tartışma gündemiyle geçmişteki arasında bir başka farklılık
daha var. İktisadi çıkarın artık cazip bulunmadığı söylenemez ama günümüzde
ulusal güvenlik çıkarı iktisadi çıkardan daha önemli addediliyor. İlk etapta hiç
kuşkusuz iktisadi bir teşebbüs olan St. Lawrence Deniz Yolu’yla ilgili güncel
tartışmada dahi projeye karşı çıkan kişiler Deniz Yolu’nun saldırıya açık
olduğunu ısrarla belirttikleri halde projeyi savunan kişiler Deniz Yolu’nun olası
bir savaş durumunda askeri savunma açısından son derece önemli olduğunu ileri
sürerek projenin “ulusal çıkar” açısından taşıdığı öneme dikkat çektiler.
“Ulusal çıkar” simgesinin refah eksenli yorumundan güvenlik eksenli
yoruma geçişi anlamlandırmak zor değildir. Artık iktisadi buhran ve toplumsal
reformdan ziyade soğuk savaşın etkisi ve dış saldırı tehditleri altında yaşıyoruz.
Bunun sonucunda ulusal çıkar formülü pratikte ulusal güvenlik formülüyle
eşanlamlı hale geldi. Ulusal çıkarı kılavuz belleyen bir politikanın sözcüsü, bunu
açıkça reddetmediği sürece, kendi başına analiz edilmesi gereken bir terim olan
güvenlik önlemlerine öncelik verileceğinden bahsediyordur.2 Dolayısıyla soruyu
şöyle sorabiliriz: Nispeten anlaşılır görünen bu ulusal güvenlik formülü, devlet
adamlarına anlamlı bir eylem kılavuzu sunuyor mu? Devlet adamlarından ulusal
güvenliğin ne anlama geldiğini bilmelerini bekleyebilir miyiz? Ulusal güvenlik
2
Hans Morgenthau’nun In Defense of National Interest [Ulusal Çıkar Savunusu] (New York, 1951) “tek
bir yol gösterici yıldızın” –Ulusal Çıkar– izinden gidecek bir Amerikan dış politikasına yönelik en
belirgin ve hararetli çağrıdır. Morgenthau “ulusal çıkar” simgesine atfettiği anlamı pek açıklığa
kavuşturmasa da bu “ezeli” çıkarın açıklandığı sonraki sayfalarda yazarın ulusal güvenlik arayışından,
bilhassa da güce dayalı güvenlikten bahsettiği açıkça görülür. Morgenthau’ya göre, Birleşik
Devletlerin çıkarı üç şeyde yatmaktadır: Batı Yarımküre’de rakipsiz bir hâkim İktidar olarak emsalsiz
bir konum, Avrupa ve Asya’da güç dengesinin korunması ve bütün bu talepleri anlamlı kılan güç
eksenli güvenlik arayışı.
46
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
çıkarlarına hizmet edip etmediğine bakarak farklı politikalar arasında ayrım
yapmak, haklarında hüküm vermek mümkün müdür?
Ulusal çıkar gibi ulusal güvenlik de farklı bir politik hedefi tanımlamak için
kullanılan bir terim olarak uluslararası ilişkiler söyleminde yerleşik bir karşılık
bulmuştur. İnsanlar, hükümetin ulusal güvenliği ihmal etmesinden veya ulusal
güvenlik uğruna aşırı fedakârlıklar talep etmesinden şikâyet ettiğinde ne
düşündüklerini aşağı yukarı biliriz. Israrla bir ulusal çıkar politikası talep eden
kimseler çoğu zaman ülkelerinin dış tehditleri küçümsediğini veya bu tehlikelere
aldırış etmeyen birtakım idealist mecralara sürüklendiğini düşünerek
endişelenirler. Ayrıca ulusal güvenlik simgesi, güç aracılığıyla korunmayı
çağrıştırır ve dolayısıyla ülkelerini uluslararası ihtilafların fırtınalı atmosferinde
güvenli bir şekilde yönetmek için örnek davranış, uluslararası işbirliği ve
Birleşmiş Milletler gibi unsurlara bel bağlayan politikacılardan ziyade ulusun
kendi gücüne güvenen politikacıların yaptığı konuşmalarda belirir. Onun için
ulusal güvenlik simgesinin semantik bir karışıklık doğuran bir uyaran olduğunu
ileri sürmek abartılıdır; diğer yandan, ayrıntılı bir analiz, yeterince
özgülleştirilmeden kullanıldığı takdirde bu terimin geçerli politik kanılar veya
bilimsel tabirlerden daha fazla karışıklığa yol açtığını ortaya koyacaktır.
Ulusal güvenlik politikası talebi, esasen normatiftir. Bir ulusun izlediği
politikanın isabetli –makbul bir amaca yönlendirilmiş rasyonel bir araç– veya
ahlaki olması, iyi veya asgari düzeyde kötü bir seyir izlemesi için nelerin gerekli
olduğunu ortaya koymalıdır. Bu normatif beklentilerde gizli olan değer
yargılarını tartışacağız.
Buna geçmeden önce, ulusal güvenlik ilkesini esas alan bir politikaya dönük
pek çok talepte alenen değilse bile örtük biçimde mevcut olan bir savdan
bahsetmek gerekir. Bu tür taleplerde bulunanlar, önderlerinin idealizmi veya
ütopyacılığından dolayı geleneksel yoldan sapmadıkları müddetçe tüm ulusların
güvenlik politikasını bir amaç olarak benimsediğini düşünürler. Eğer böyle bir
müşterek tutumdan bahsetmek sahiden mümkünse, bu yerleşik örüntüden sapan
bir ülkenin cezalandırılma tehdidiyle karşı karşıya kalacağı çıkarımında
bulunmak da mümkündür. Böyle bir çıkarım da normatif argümanları pekiştirir.
Ne var ki “güvenlik” çok çeşitli amaçları kapsayan bir terimdir; o kadar ki son
derece farklı politikalar dahi güvenlik politikası başlığı altında toplanabilir.
Güvenlik bir bakıma önceden edinilmiş değerlerin korunmasıdır. Walter
Lippmann’ın tabiriyle, bir ulus savaştan uzak kaldığı zamanlarda kendi temel
değerlerini feda etmek zorunda kalmadığı müddetçe veya bir savaş halinde zafer
kazanarak bu değerleri korumasını bildiği müddetçe güvenlidir.3 O halde bir
ulusun güvenliği, herhangi bir saldırı olasılığına karşı caydırıcılık kabiliyeti veya
3
Walter Lippmann, U. S. Foreign Policy (Boston, 1943), s. 51.
Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik”
47
herhangi bir savaş halinde zafer kazanma kabiliyetine göre artar ve azalır.
Terimin yaygın kullanımı budur.
Şu durumda güvenlik, bir ulusun halihazırda az ya da çok sahip olabileceği
veya az ya da çok sahip olmak isteyeceği bir değerdir.4 Uluslararası ilişkilerde
son derece önemli olan iki değerle –iktidar ve zenginlik– bu bakımdan çok
sayıda ortak noktası vardır. Zenginlik bir ulusun maddi mülk miktarını, iktidar
ise başka ulusların faaliyetlerini denetleme gücünü ölçerken; güvenlik, nesnel
açıdan, önceden edinilmiş değerlere yönelik tehditlerin yokluğunu, öznel açıdan
ise, gelecekte bu değerlere yönelmesi muhtemel bir saldırıdan duyulan korkunun
yokluğunu ölçer. Bir ulusun güvenliği, bu iki açıdan, bir uçta mutlak güvensizlik
veya salt güvensizlik duyusundan öbür uçta mutlak güvenlik ve korkunun
yokluğu duyusuna geniş bir yelpazeye uzanır.5
Terimin nesnel ve öznel çağrışımları arasında çıkabilecek uyuşmazlık
uluslararası ilişkilerde önemli bir meseledir; gelecekteki bir saldırı ihtimalini
“nesnel” olarak ölçmek mümkün olmadığı halde bu ihtimal daima bir öznel
değerlendirme ve spekülasyon konusu yapılmıştır. Diğer yandan, Fransa’nın
içine düştüğü olağanüstü tehlikeli durumdan dolayı Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra Fransızlar ek güvenlik teminatları istediğinde Milletler Cemiyeti’ndeki
Güçler, Fransızların isterik görünen kaygılarına razı olmak yerine Fransa’nın
göreli güvenliğinin nesnel olarak ölçülmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Uluslar ve
ulusların bünyesindeki grupların aynı duruma oldukça farklı tepkiler verdikleri
bilinir. Bazıları tehlikeyi abartır, bazıları küçümser. Olaylara sonradan
bakıldığında, bir zamanlar mevcut olan fiili veya nesnel tehdide ne ölçüde
rasyonel bir tepki verildiğini saptamak kimi zaman mümkündür. Benzer
tehditlere verilen tepkilerin aynı sebepten dolayı da olsa farklılaşması, güvenliği
arttırma çabalarının niteliği bakımından ulusların farklılaştığını gösterir. Bazı
4
5
Statüko bekçisi muazzam Güçler kategorisine giren bazı ulusların bununla yetinmeyerek
Morgenthau’nun açgözlü hedefleri olan ulusları tanımlamak için kullandığı “emperyalist” güçler gibi
davranmasının sebebi budur. Fransa’nın 1923’te Ruhr’u işgal etmesi buna örnektir. Daha fazla
güvenlik talebinde bulunmak statüko bekçisi bir Gücü daha fazla güvenlik sağlamak için şiddet
kullanmaya kışkırtabileceğinden, statükoyu koruma gayesi güden ulusların mutlaka “barışsever”
oldukları gibi kolaycı ve çoğu zaman kerameti kendinden menkul bir varsayımdan kaçınmak gerekir.
Güvenlik yalnızca güç birikimiyle sağlansaydı, güç ile güvenlik eşanlamlı terimler olurdu. Bunun böyle
olmadığını göreceğiz. Saldırı korkusu da –öznel anlamda güvenlik– bir ulusun göreli güç konumuyla
orantılı değildir. Aksi takdirde zayıf ve saldırıya açık bazı ulusların bugün kendilerini ABD’den daha
güvende hissetmesi mümkün olur muydu?
Power and Society [Güç/İktidar ve Toplum] (New Haven, 1950) adlı yapıtlarında güvenliği “yüksek
değerli beklenti” olarak tanımlayan Harold D. Laswell ile Abraham Kaplan güvenliğin öznel ve
spekülatif karakterine dikkat çekmek için “beklenti” terimini kullanırlar; “yüksek” terimi ise belirli bir
kerteye işaret etmemekle birlikte güvenlik arayışındaki kimselerin bekledikleri olayların
gerçekleşmesinin –bu bağlamda kendi mülklerinin asla zarar görmemesi– şansa kalmadığı bir konum
istediklerini ima eder.
48
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
uluslar maruz kaldıkları tehdidi kendi makul güvenlik beklentileriyle uyumlu ve
tamamen normal addederken bazıları aynı tehditle yaşamaya tahammül edemez.
Bu iki tutumu belirleyen etkenlerle ilgili varsayımda bulunmanın yeri burası
değil ama konuyla ilgili bir araştırma, yakın geçmişte saldırıya maruz kalmış
veya olağanüstü düzeyde güvenlik önlemlerinin alındığı uzun bir dönem
yaşamış ulusların tehditlere karşı son derece duyarlı olduğunu ve tehlike
çanlarının çaldığı durumlara ansızın sürüklenebildiklerini gösterecektir.6
Güvenliği arttırmaya yönelik milli çabaların, en azından kısmen, ulusların
tehlikeyi kendi çabalarıyla azaltmak için sahip oldukları güç ve fırsatların bir
işlevi olduğu ortaya çıkacaktır.7
Tüm uluslardan aynı şekilde hareket etmelerini beklemenin anlamsız
olmasının daha başka ve güçlü bir sebebi tüm ulusların her zaman aynı seviyede
tehdit altında olmamasıdır. Geçerli bir varsayımda bulunmak isteyen
teorisyenler bazen tüm devletlerin düşman olduğu –belli ittifaklar
oluşturmadıkları müddetçe– ve dolayısıyla hepsinin eşit seviyede saldırı tehdidi
altında olduğu koşullardan bahsedebilirler.8 Elbette günümüzde her ulus
saldırıya uğrayabilir ama mesela Kanada’nın İran ve Yugoslavya gibi ülkelerle
aynı seviyede saldırı tehdidi altında olduğunu veya Britanya toplumunun
otuzlarda Hitler’in hava kuvvetlerinden ne kadar korktuysa yirmilerde de
Fransız hava kuvvetlerinden o kadar korktuğunu ileri sürmek mantıksızdır.
Ama bu hususu gereğinden fazla vurgulamak doğru değildir. Zira genelleme
düzeyinde tartışmasız bir olgu olarak pek çok ulus –özellikle de büyük Güçler–
çoğu zaman bir güvenlik zafiyetinden dolayı ciddi anlamda kaygılanır ve
güvenliğin arttırılması için bazı fedakârlıklar yapar. Bu bakımdan belli bir
6
7
8
ABD buna iyi bir örnektir ve bu açıdan tipik olabilir. Ülke bir düşman saldırısı ihtimalinden uzun
müddet uzak kalmıştır. Bu dönemde kendi güvenliğini ciddiye almamakta özgürdü. Yaşanan
gelişmeler de bunun doğru bir tutum olduğunu göstermişti. Ama bu şanslı durum ortadan
kalktığında hem devlet hem de insanlar değişimi algılamakta geç kaldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan
önceki yıllarda Nicholas J. Spykman “Batı Yarımküre Savunması” tabirinin simgelediğinden çok daha
geniş bir güvenlik ufkunu ve savunma amaçlı askerî gücün rolünü hesaba katan bir yaklaşımı
savunmak için sesini yükselttiğinde esas derdi bu geç kalmışlık ve arz ettiği tehlikelerdi. Spykman’ın
izinden giden Hans Morgenthau ve diğerleri bugün kendi uyarılarını dile getirmek için söz
aldıklarında 1945’te yeni bir hüsnükuruntuya kapıldıktan sonra radikal bir hayal kırıklığına uğrayan
ve aşırı güvenlik kaygılarına sürüklenen bir ulusa sesleniyorlar.
Güvenlik “seviyesi” veya “düzeyi” gibi terimler sadece nicel farklılıkları göstermez. Uluslar kendi
güvenlik perspektiflerinin genişliği bakımından da farklılaşabilir; tıpkı Yalta’daki Amerikalı liderlerin
ABD’nin o tarihlerdeki düşmanları karşısındaki güvenliğine fazla kafa yorarak ülkenin Sovyetler Birliği
karşısında gelecekteki güvenliğini göz ardı etmeleri gibi. Bunun yanı sıra farklılıkları güvenlik
arayışının egemen olduğu zaman dilimleri de belirleyebilir; tıpkı Britanya, Versailles’da Fransa’ya
kısa vadeli güvenlik teminatları sunmak isterken geleceği daha iyi gören Fransa’nın “Alman
tehdidinin” en az on yıl kadar acil bir sorun yaratmayacağını savunması gibi.
Bu geçerli varsayımla ilgili bir analiz için –“saf güç” varsayımının bir parçası olarak– şu makaleme
bkz. “The Pole of Power and the Pole of Indifference”, World Politics içinde, c. IV, no. 1, Ekim 1951.
Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik”
49
homojenlik sunan tehditler ve tehdit algısı yeterince yaygındır. Ne var ki gerek
bazen Fransız politikalarının ayırıcı özelliği olan güvenliği arttırmaya yönelik
hummalı bir mücadele arzusu gerek Amerikan dış politikasında Birinci ve İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra açık seçik ortaya çıkan güvenlik ihmali, ülkelerin
benimsediği güvenlik politikalarını çok fazla açıklamaz. Müşterek bir politika
iddiasından bahsedebilmek için ülkelerin başka her türlü değeri güvenliğin en
üst düzeye çıkarılmasına tabi kıldıkları bir durum –bu da ancak saf güç siyaseti
varsayımının ileri sürdüğü koşullarda mümkündür– gerekir ve böyle bir durum
olmadığı ortadadır.
Güvenlik çabalarının denetimsiz bir silahlanma yarışı, ittifak, stratejik sınır
vb. biçimler aldığı pek çok durum vardır; ama insanların ek güvenlik artışları
uğruna fedakârlık yapmaya ne ölçüde razı olduklarını anlamak için
parlamentoda silah alımları konusunda çıkan hararetli tartışmaları hatırlamak
yeterli. Silahlanmanın hiç kuşkusuz daha fazla güvenlik anlamına geldiği
durumlarda dahi vergi masrafları, toplumsal faydalardaki azalma veya aşırı
huzursuzluk gibi etkenler güvenliğin daha fazla arttırılmasına fiilen engel
olmuştur. Bu meyanda şunu belirtmek gerekir: Ek güvenliğin savaş yoluyla
sağlandığı koşullar olabilir ya da çeşitli değerleri yüceltmek maksadıyla pek çok
savaş açılmış olabilir ama tarihte hiçbir ülke güvenlik gerekçesiyle önleyici bir
tedbir olarak savaş açmamıştır –tabii eğer Hitler’in komşu ülkelere yönelik
kanunsuz saldırısını bu şekilde tanımlamazsak. Diğer yandan güvenliğin daha
cazip isteklerin kılıfı olduğu durumlarda, hırslı liderler güvenlik bahanesiyle her
türlü bedeli ödemeye hazır olabilirler. Yüksek güvenlik arzularından dolayı bir
ulusun saldırgan amaçlar güttüğü zannı altında kalmasının sebeplerinden biri
budur.
Arttırılmış veya maksimum güvenlik talep eden türdeş ve tekbiçimli bir
dürtü saptamaya çalışmak yerine farklı bir varsayımda bulunmak daha ufuk açıcı
olabilir. Güvenlik çabaları ister istemez bir yük olarak deneyimlenir; güvenlik
ne de olsa güvensizlik belasının yokluğudur, yani negatif bir değerdir. Neticede
uluslar bu çabaları mümkün mertebe azaltmaya yatkın olacak ve güvenliği
yeterli korunma tabir ettikleri en alt düzeyde tutacaklardır. Bu düzey genellikle
devlet adamları, askeri önderler ve karar alma süreçlerine katılan güvenlik
takıntılı diğer insanların sandığından düşük olacaktır. Buna karşılık, dış
tehditlerin boyutuyla birlikte ulusal karakter, gelenek, tercih ve önyargılar gibi
sayısız milli etken de bir ulusun hedeflediği güvenlik düzeyini belirleyecektir.
Ulusların uzun vadede güvenliğe harcayacakları çabanın miktarını
belirlemekte özgür olmadıkları gerekçesiyle buna itiraz edilebilir. Bir ulus
ayakta kalmak istiyorsa, güvenliğe yatırım yapmak zorunda değil midir? Bu
itiraz olsa olsa saf güç siyaseti varsayımının dünya ahvalini gerçekçi bir şekilde
yansıttığını kabul ettiğimizde anlamlıdır. Gerçekte, tarihe şöyle bir baktığımızda
50
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
özellikle belli başlı Güçler için ayakta kalmanın bir hayat memat meselesi
olduğu durumların çok nadir olduğunu görürüz. Kamuoyunu güvenliğin
arttırılması için manipüle eden kimseler aksini iddia etse de uluslar bağımsız
devletler olarak ayakta kalmaktan başka bir değer kaygısı gütmemiş olsaydı pek
çoğu kendi güvenliğinden ciddi anlamda endişelenmezdi. O halde şu güvenlik
“zorunluluğu”, gerçek veya hayali, ötekilerin rütbe, itibar, maddi mülk ve özel
imtiyaz sahibi olmak için ulusal bağımsızlığı, ulusal arzu ve emelleri yok etme
iradesinin bir işlevinden ibaret değil midir? Bir ulusun güvenlik çabaları,
korunma isteği hâsıl eden değerler yelpazesine göre değişir; başka her şey sabit
kalsa da.
Bu yelpazeyi incelediğimizde sanki kayda değer bir homojenlik ve
tekbiçimlilik varmış gibi görünür. Bugün bütün dünyada insanlar temel, asgari
milli değerler olarak gördükleri ulusal bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü
korumak için bazı fedakârlıklar yapıyorlar. Ama bu normun iki sapması vardır.
Bazı ülkeler ulusal bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini daha marjinal
değerler adına korumaya çalışır. “Temel değerlerini” tehdit altında görmeyen
ABD’nin öncelikle dış yatırımlarını ve kendi uyruklarınca açılan piyasaları
korumaya çalıştığı bir dönem oldu; keza Britanya’nın kendi ulusal kimliğini
uçsuz bucaksız “özel çıkar bölgelerini” kapsayacak şekilde genişlettiği bir
dönem oldu. Önceden kazanılmış değerleri koruma maksadıyla askeri üs,
güvenlik bölgesi vb. şeylerin istendiğini ve elde edildiğini; sonra da bunların
bizzat korunması gereken yeni ulusal değerler haline geldiğini maalesef
biliyoruz. Bunun mantıki sonucunu dile getirelim: Değerler yelpazesinin
mekânsal düzlemde bu şekilde genişlemesi yeryüzünde tahakkümü bitirmez.
Değerler yelpazesini daraltan ikinci sapma günümüzde istisnai değildir.
Vaktiyle sömürgelerini ulusal toprak bütünlüğünün bir parçası olarak gören
Britanya’nın Hong Kong’un güvenliğini koruduğuna dair çok az emare var. Ya
da Çekler, Sovyetler Birliği karşısında bağımsızlıklarını korumak için kıllarını
bile kıpırdatmadılar ve günümüzde ulusal bağımsızlıkları açıkça tehdit altında
olsa da pek çok Batı Avrupalı yeniden silahlanma hamlesinin şimdiye dek el
üstünde tuttukları bazı değerlere ciddi anlamda zarar vermeye başladığını ileri
sürüyor.
Farklılıklar bununla bitmez. Bir politikayı, şu durumda güvenlik politikasını,
belirleyen tek unsur hedefi değildir. Başkalarınca örnek alınması için hedefe
ulaşma maksadıyla kullandığı araçlar da göz önüne alınmalıdır. Yani iki ülkenin
de güvenliği en üst düzeye çıkarmak istediği bir durumda bunlardan biri baştan
sona silahlanmaya ve ittifaklara bel bağlarken diğeri titiz bir tarafsızlık politikası
izlediğinde onları örnek almak isteyen bir politikacı hangisini örnek alacağını
şaşırır. Bir ulusal güvenlik politikası talep edenler elbette bundan habersiz
değildir. Buna karşılık bir güç, özellikle de askeri güç esaslı bir güvenlik
Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik”
51
politikası talep ettiklerini herkesin anlayacağını düşünürler. Hükümet,
uluslararası işbirliği yoluyla veya barış anlaşmalarının koşullarını müzakere
ederek ülke güvenliğini arttırmaya çalışsa da mevcut durumda ülke güvenliğini
korumak için elinden geleni yapmadığını kanıtlamaya çalışırlar –Uluslararası
işbirliği ve müzakere arayışları bir düzeyde tamamen etkisiz ve ütopik araçlar
olduğu halde başka düzeylerde ülke güvenliğinin korunması açısından son
derece önemli olabilir.
Bir güvenlik arayışının ister istemez zorlayıcı bir güç arayışına dönüşmesi
gerektiği yönündeki varsayımın anlaşılır tarafları vardır. Bir dış tehdit –ve bir
ihtimal ona eşlik eden yıkıcı bir iç şiddet– karşısında güvenlik arayışı gündeme
geldiğinde saldırıya karşı koymak veya müstakbel saldırganı caydırmak
maksadıyla verilecek tepkinin benzer bir zorlayıcı güç olması ilk bakışta
mantıklı görünür. Tarih ve çağdaş deneyimi belli nedensellikler çerçevesinde
değerlendiren bir analiz, kendi güvenliğine yönelik ciddi tehditlerle boğuşan
ulusların hemen her zaman “mukavemet gücüne” başvurduğunu gösterir; bu
gücün özgül biçimi ve miktarı değişse de. Aksi takdirde hiçbir açgözlü gayesi
olmayan pek çok ulus niçin son derece masraflı silahlanma yatırımları yapsın
ki? Küçük Güçler arasında dahi mutlak silahsızlanma siyaseti izleyen
Danimarka dışında bir istisna olmasın ki?
Ama güvenlik arayışına giren ulusların hemen her zaman zorlayıcı bir
güçten medet umdukları gibi bir genelleme yapmak bizi bir yere götürmez. Esas
sorun, bu ulusların her zaman zorlayıcı bir güçten medet umup ummadıkları
değil medet umdukları araçla ilgili genel tercihleri arasında ciddi farklılıklar
olup olmadığıdır. Koalisyon ortağı güçlerin, galip geldikleri savaşlardan sonra
izlemeleri gereken güvenlik politikasına dair tartışmalar bu soruna ışık tutar.
1919’da Fransızlar, 1945’te ise Müttefikler bir başka Alman saldırısı ihtimalini
bertaraf etmek için Almanların askeri zafiyeti üzerinde askeri bir tahakküm
kurmak gerektiğini düşünmüştü. Ama 1919’da Başkan Wilson, 1945’te ise pek
çok gözlemci güvenlikten umutlanabilmek için mağlup düşmana barışçıl ve adil
davranmak gerektiğini, böyle bir yaklaşımın Almanları yeni bir saldırıya teşvik
edecek saiklerden yoksun bırakacağını savundular. Hangi tarafın haklı olduğuna
karar vermenin yeri burası değil ama bu iki farklı yolun gelecekte büyük
ihtimalle taban tabana zıt yönlerde ilerleyeceğini söyleyebiliriz.9 Her iki
9
Myres S. McDougal, (“Law and Peace”, American Journal of International Law içinde, c. 46, no. 1,
Ocak 1952, s. 102) Hans Morghenthau’yu (ve bunu kendi bakış açısı sanarak yanılan George
Kennan’ı) yasal prosedürler ve ahlaki söylemler gibi güce dayalı olmayan yöntemlerin güvenlik
arayışı sürecinde kimi zaman oynayabilecekleri olumlu rolü göz ardı ettikleri için haklı olarak
eleştirir. Ama McDouglas’ın bu “diğer imkânların” güvenliğin arttırılması yönünde sunduğu katkıların
hayal kırıcı tevazuunu ve statükonun değişmesi için neredeyse hiçbir katkı sunmadıklarını pek
dikkate almaması şaşırtıcıdır. Güce dayalı olmayan imkânların bu başarısızlığı, güvenlik takıntılı
52
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
durumda da yapılacak tercih ideolojik ve ahlaki kanıları, düşman kamptaki
psikolojik ve siyasi gelişmeleri, politikacıların bireysel eğilimlerini kapsayan bir
sürü değişkene bağlı olacaktır.10
Bütün bunlardan sonra pratikte ulusal çıkarları uyarınca hareket eden
ülkelerin tekbiçimli ve dolayısıyla örnek alınabilir bir güvenlik politikası
izledikleri gibi bir genelleme büyük ölçüde dayanaksız hale gelir. Ulusların tam
aksine farklı politikalar izlemesinin birçok sebebi vardır; bazı uluslar güvenliği
büsbütün boşlayıp askerî olmayan imkânlardan medet umarken bazıları mutlak
güvenlik ve zorlayıcı güçten medet umar. Ayrıca bu iki kutbun arasındaki alana
dâhil edilmesi mümkün olmayan başka bir uluslar kategorisi vardır; bu uluslar
herhangi bir güvenlik düzeyini yetersiz bulurlar ve çok daha büyük bir
güvensizlik ortamını göze almak pahasına yeni değerler edinmeye çalışırlar.
Bedeli ne olursa olsun fetih ve şan peşinde koşan “deli diktatörlerin” yanı sıra
ülkelerini kendi ideolojileri adına, sözgelimi köle halkları özgürleştirmek
düsturuyla savaşa sürükleyen idealist devlet adamları da bu kategoriye dâhildir.
Şimdi bahsedeceğimiz normatif önermeyi ulusların geçmişte ve
günümüzdeki fiili tutumları etkilemez. Bu önermeye göre uluslar, ulusal
güvenliğe öncelik vermek zorunda oldukları için bir değerin güvenliğe ek bir
katkı sunma amacıyla feda edilmesine razı olmalıdır. Bir ulus geçmişte buna
kulak asmadıysa ya da günümüzde buna büyük ölçüde aldırış etmeden var
oluyorsa izlediği politikayı bir an önce değiştirmesi ahlaki ve isabetli bir tutum
olur.
Şimdi ilk soru şu: Tanımlanabilir bir güvenlik politikasının genel olarak
isabetli olduğu söylenebilir mi? Hedeflerin belirlenmesi bir isabet sorunu
olmadığı için ulusların güvenlik hedeflerine kafa yormasının isabetli bir tutum
olup olmadığını sormak anlamsız gibi görünür; sanki olsa olsa güvenliği arttırma
amacıyla kullanılan araçların uygunluğu –araçsal rasyonaliteleri– hakkında
hüküm vermek mümkün gibidir. Ama durum böyle değildir. Tıpkı diğer hedefler
gibi güvenlik de nihai bir hedeften ziyade bir ara hedef olabilir ve bu durumda
daha nihai hedeflere ulaşmanın bir aracı olarak görülebilir.
Temel ulusal değerlerin korunması ve kollanması çoğu zaman başlı başına
bir hedef olarak görülmüştür; en azından Machiavelli’nin izinden giden ya da
siyaset felsefesi kaynaklı başka sebeplerden dolayı prens, devlet veya ulusu
değerler hiyerarşisinin tepesine yerleştiren kimselerce. Günümüzde bu fikri
10
insanların haklı olarak korktukları saldırıların başlıca sebeplerini ortadan kaldırmaktan aciz
olduklarını gösterir.
Güvenlik politikası meselesi (özellikle de “kolektif güvenlik” meselesi) hakkında kapsamlı ve
açıklayıcı bir yapıt için bkz. Heinrich Rogge, “Kollektivsicherheit Buendispolitik Voelkerbund”,
Theorie der nationalen und internationalen Sicherheit (Berlin, 1937). Bu yapıt Nazi Almanya’sında
kaleme alınmasına ve belirgin bir “revizyonist” eğilim taşımasına rağmen özel bir ilgiyi hak ediyor.
Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik”
53
benimseyenler, ulusal güvenliği meşrulaştırmanın ancak onun hizmet etmesi
beklenen daha yüce değerler açısından mümkün olduğu yönündeki önerme
karşısında hayrete düşecektir. Öte yandan bu fikri doğru bulan büyük ve
muhtemelen gitgide büyüyen –aslında bu memlekette uzun süredir etkili olan–
bir fikir akımı var. Nazileri ve Komünistleri insanları zulümden kurtaracakları
yerde kendi totaliter ülkelerini savundukları için suçluyoruz; güvenlik artışının
ulusal güvenliği korumaktan ziyade bireysel özgürlük gibi temel insani değerleri
koruyacağını düşündüğümüz için burada ve Müttefik ülkelerde silahlanmayı
destekliyoruz. Yine Avrupa ve Asya’da askeri güvenlik önlemlerine karşı çıkan
muhalefetin temelinde, kısmen de olsa, insanların bireysel özgürlükleri ve
toplumsal refah süreç içinde feda edilecekse temel ulusal değerleri güvenceye
almanın pek bir işe yaramayacağı kanısı var; bazıları, bir savunma savaşı
esnasında pek çok insan ve kent yok olacaksa Rusların fütuhatını durdurma
çabasının faydasız olduğunu düşünüyor.11
Eşit ölçüde düzen, adalet, barış ve bireysel özgürlük sunmaya namzet
alternatif bir topluluk olmadığı müddetçe ülkenin ulusal bağımsızlığının ne
pahasına olursa olsun korunması gerektiği yönündeki tezi destekleyen kusursuz
argümanlar üretmek mümkün olabilir ama böyle argümanları ulusal güvenliğin
başlı başına bir değer olup olmadığının sorgulandığı durumlarda ileri sürmek
gerekir. Ve cevaba kesin gözüyle bakılamaz.
Ama şimdi güvenliğin bir ara hedef olarak ne kadar uygun olduğu sorusunu
bir kenara bırakıp özgül bir güvenlik düzeyi ve ona ulaşmak için başvurulan
özgül araçların birtakım ahlaki kaygılardan bağımsız olarak –bunları ileride ele
alacağız– genel anlamda ne kadar uygun olabileceğini sormalıyız.
Bir ulusun arzulaması gereken güvenlik düzeyini uygunluk ölçütleri
bakımından tanımlamaya koyulduğumuzda tek sınırın gökyüzü olduğu fikrinin
cazibesine kapılabiliriz. Her türlü güvensizlik ortamı, rasyonel bir politikacının
ülkesini kurtarmak isteyeceği bir kötülük değil midir? Değildir ve bunun belli
sebepleri vardır.
Öncelikle her türlü güvenlik artışı politikacıların değerli vakitlerinin
çalınmasından daha talepkâr olan başka birtakım değerlerin feda edilmesiyle
tazmin edilir. Dolayısıyla bir aşamada, iktisattaki azalan kazançlar kanununa
benzer şekilde, güvenlik kazanımları bunları elde etmek için ödenen ilave
bedelleri tazmin edemez olur. Farklı katmanlardan politikacılar arasında tıpkı
11
Raymond Dennett şu genellemeyi yapacak kadar ileri gider: “Eğer ekonomik baskılar yeterince
fazlalaşırsa, hemen her hükümet, son kertede, bir siyasi birliğe öncülük edecek veya bir siyasi
birlikten ayrılacaktır” (ABD’nin ulusal güvenliğine sunduğu tüm katkıyla birlikte Birleşik Devletler
ittifak sistemi gibi) “tabii bir politika değişikliğinin rejimi ayakta tutacak yaşam standartlarını
koruma veya elde etme imkânı vaat etmesi şartıyla.” “Danger Spots in the Pattern of American
Security”, World Politics içinde, c. IV, no. 4, Temmuz 1952, s. 449.
54
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
iktisadi değer mukayeseleri ve tercihlerinde olduğu gibi sınırın nerede çekilmesi
gerektiği hususunda çoğu zaman anlaşmazlık çıkar. Bu, özellikle, bir ülke tüm
dünyaya tahakküm edecek güce sahip olmadığı sürece mutlak güvenlik meselesi
gündeme gelmediği için geçerlidir; gerçi bu durumda da güvensizlik ve korkular
“içselleştirilir” ve büyük ihtimalle büyütülür. O halde uluslar belli ölçüde
“tehlike algısıyla yaşama” zorunluluğundan dolayı belli bir güvenlik düzeyine
rıza gösterdikleri için ilaveten alınan küçük ve nispi bir güvenlik önlemi
güvenlik konusunda daha büyük külfetlere katlanmak zorunda kalan
politikacılara sevimsiz görünür. Bir demokraside hiçbir şey devlet adamlarının
görevini insanların masraflı ve üst düzey güvenlik önlemlerine razı olmaması
kadar zorlaştıramaz.
İkincisi, güç biriktirme esaslı ulusal güvenlik politikaları bağlamında fazla
yüksek hedefler konduğunda bu politikalar kendi kendilerini bozguna uğratır.
Bunun sebebi “mukavemet gücünün” “saldırı gücünden” kesin bir şekilde
ayrıştırılmasının imkânsız olmasıdır. Dolayısıyla bir ülkenin kendi güvenliğini
pekiştirmek için yaptığı her şey başka ülkelerce kendi güvenliklerine yönelik bir
tehdit olarak algılanabilir. Bu durumda John Herz’in “güvenlik açmazı” olarak
tanımladığı kısır döngü ortaya çıkar: Bir tarafın çabaları diğer tarafın karşı
önlemler almasına yol açar ve bunun sonucunda çoğu zaman bir taraf tüm
kazanımlarını yitirir. Bu moral bozucu neticeden kuramsal düzlemde kaçış yolu
yok gibidir; ama pratikte, kendini tehdit altında hisseden kimseleri bir saldırı
amacıyla güç biriktirilmediğine ikna etmenin yolları vardır.12 Hedef düzeyini
makul tutmak ve ülkeyi ansızın radikal bir şekilde harekete geçmek zorunda
bırakacak bir konumdan uzak tutmak bunun başlıca yoludur. Kısır döngüden
kurtulma arzusu, özellikle hedef düzeyi bakımından ciddi bir özdenetim ve itidal
isteyen bir güvenlik politikası gerektirir.13Başka ülkeleri provoke veya teşvik
ederek ülkenin göreli güç konumunu ve mukavemet gücünü yükseltmekten aciz
kalan bir güvenlik politikası izlemek hiçbir zaman isabetli bir tercih değildir.
Güvenliği arttırma amacıyla uyumlu araçlar sorunu çok daha çetrefil
sorunları gündeme getirir. Politikacılar ellerindeki imkânları nasıl
kullanacaklarına, özellikle de zorlayıcı güç biriktirmeye ne kadar devam
edeceklerine karar vermek zorundadır. Uygun bir tercihin ne olması gerektiği
12
13
Bunda da herkes hemfikir değildir. Jeremy Bentham “yalnızca özsavunma amacıyla alınan
önlemlerin saldırı niyetleri olarak görülmesi doğaldır” dedikten sonra şu sonuca varmıştır: “erken
davranma endişesiyle herkes acele eder.” Principles of International Law [Uluslararası Hukukun
İlkeleri], 4. Yazı.
The United States and the Soviet Union: Some Quaker Proposals for Peace [ABD ve Sovyetler Birliği:
Quakerların Barışa Yönelik Bazı Önerileri] (New Haven, 1949, s. 14) adlı kitapta Quakerlar şöyle der:
“Modern dünyada güvenlik hedefini ezici bir askeri güç aracılığıyla gerçekleştirmenin mümkün olup
olmadığı son derece tartışmalıdır.” Bunu, güvenlik sağlamanın bir yolunun da ezici bir askerî güçten
daha az iddialı bir askerî hedef belirlemek olabileceği şeklinde yorumlayabiliriz.
Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik”
55
hakkında bir yargıda bulunamayız. Farklı durumların gereklerini karşılayan
genel bir cevap olamaz. Cevap, koşullara bağlıdır. Zayıf bir ülkenin elindeki en
iyi imkân, komşu ülkeleri kendisinin kesinlikle tarafsız olduğuna inandırmak
olabilir. Potansiyel olarak güçlü ülkeler, bir “güç konumu” oluşturarak saldırgan
bir ülkeyi caydırabilirler. Bazı durumlarda kendilerini kurtarmaktan başka
çareleri olmayabilir; bazı durumlarda ise bu politikayı düşman ülkeyi saldırgan
emellerinden vazgeçmeye çağıran bir müzakere politikasıyla ikame veya takviye
edebilirler.
“Mukavemet gücünün” bazılarının sandığı gibi genel bir çare olmamasının
sebebi bizatihi güvenliğin doğasıyla ilgilidir. Güvenlik, en azından nesnel
anlamda, başka ülkelerin saldırgan emellerinin varlığı veya yokluğuna göre artıp
azaldığı için tehdit arz eden ülkelerin tavır ve tutumları son derece önemlidir.
Kendi güvenliğini takviye etmeye çalışan bir ülke, bu tavır ve tutumları etkileme
gücüne sahip olmalıdır. Eğer bunu başarabiliyorsa, en etkili ve en az masraflı
güvenlik politikasını benimseyerek karşı tarafı saldırgan emellerden
vazgeçmeye ikna edebilir.
Güvenlik tehdidi karşısında kendini savunan bir ülkeden ziyade başka bir
ülkenin saldırı emellerine mani olmaya çalışan bir ülkenin elindeki imkânları ne
zaman kullanabileceğini tayin etmek zor olsa da özgül güvenlik politikalarının
bazı tipik siyasi kümelenmelere uygun düştüğünü ileri süren varsayımlardan
kısaca bahsetmek meseleyi açıklığa kavuşturacaktır.
Ulusların maksimum ve minimum “saldırı eğilimi” olarak tabir edilen iki
kutupta sıralandığı söylenebilir: Bir kutupta, başarı vaat ettiği müddetçe
saldırıya her zaman yatkın olan uluslar, öbür kutupta ise başarı şansı ne olursa
olsun asla saldırıya geçmeyen uluslar yer alır. İlk gruptaki uluslar nezdinde
güvenlik, saldırıdan caydırmaya veya saldırıyı bozguna uğratmaya yeten “güç
konumlarının” bir sonucu olarak ortaya çıkar; öbür gruptaki uluslar nezdinde ise
korkular ve karşı hamlelere yol açacak bir güç biriktirme pratiğine girişmek
kadar güvenliğe zarar verici bir şey yoktur.
Bir ülkenin düşmanının bu iki kutup arasında hangi konumu işgal ettiğini
tam olarak bilmek maalesef hiçbir zaman mümkün değildir. Ayrıca, geçmişe
bakmanın sağladığı avantajla devlet adamlarını ihtiyat ve endişe gibi
gerekçelerle ilk kutba yakın durdukları için suçlamak yanlıştır. Bugün elimizde
Sovyetler Birliği’nin ilk kutba yakın durduğunu veya ilk kutupta yer aldığını
gösteren pek çok kanıt olduğuna inanıyoruz, ama Kanadalı politikacılar
Kanada’yla ilgili emelleri bakımından ABD’nin muhtemelen ikinci kutupta yer
aldığını düşünüyordur.
Güvenlik meselesinin ciddi bir kaygıya dönüştüğü hemen her yerde devlet
adamlarının bu iki kutuptan genellikle ilkine daha yakın olan potansiyel
düşmanlarla meşgul olduğunu varsayabiliriz. Burada, saldırıya geçme niyeti
56
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
ayan beyan açığa çıkmasa da saldırı ihtimalinden korkulması gereken bir durum
söz konusudur. Bu durumda, isabetli bir güvenlik politikası mukavemet gücü
biriktirmek zorunda olsa da bununla yetinemez. Eşzamanlı olarak saldırı
saiklerini ortadan kaldırmak için çaba sarf etmelidir. Yani şartlar ve imkânlar
elverdiği ölçüde düşman ülkeyi ikinci kutba yaklaştırmanın yollarını aramalıdır.
Böyle iki aşamalı bir politika büyük açmazlar yaratır, zira düşman bir
ülkenin niyetlerini değiştirme çabası ona karşı güç biriktirme çabasıyla taban
tabana ters düşebilir. “Münih”in simgelediği türden bir imtiyaz politikasının
tehlikeleri küçümsenemez. Öte yandan isabetli bir güvenlik politikası
izlenecekse bu paradoksla yüzleşmek gerekir. Bir ulusal güvenlik politikası,
şayet saldırı kararından asla vazgeçmeyen bir ülkeye karşı izlenmiyorsa, düşman
ülkenin çıkarlarını –güvenlik çıkarları dâhil– göz önüne aldığında çok daha
rasyonel bir politika olur. Düşman ülkenin şiddete başvurma arzusuna ket
vurmak ancak bu şekilde mümkündür. Güvenlik politikasının her koşulda
savunma gücünden medet umması ve bir ulusal bencillik ruhuyla en yüksek
hedeflere göz dikmesi gerektiğini savunmaktansa başka ülkelerin meşru
taleplerini karşılamanın güvenlik bakımından daha iyi sonuçlar doğurabileceği
vurgulanmalıdır.14 Ulusal çıkarların peşinde koşan politikacılara itidal tavsiye
eden George Kennan’ın aklında da muhtemelen bu vardı. Her türlü dış etkiyi
bertaraf etmeye muktedir bir dünya fatihi karşısında yoğun bir savunma gücü
biriktirmekten vazgeçmek tehlikeli olabilir elbette ama elde imkân ve başarı
şansı varken bu kişinin ruh halini doğru değerlendirmemek veya onun emellerini
değiştirme şansını tepmek isabetli bir güvenlik politikasının kurallarına
aykırıdır. Bütün ulusları tatmin edecek bazı değerlerin saldırı niyeti ve güvenlik
sorununu en aza indirgeyecek şekilde dağıtılmasının ideal güvenlik politikası
olduğu unutulmamalıdır. Bu ütopik bir hedef olabilir ama politikacılar, özellikle
de barış müzakerecileri böyle bir hedefe daha çok yaklaşmanın mümkün olduğu
durumları hatırlamakla kuşkusuz iyi ederler.
Şimdi ahlaki tercih meselesine odaklanabiliriz; tabii eğer böyle bir şey
varsa.15 Ulusal güvenlik gibi esaslı bir politikadan yana olanlar bir millete ulusal
güvenlik hedefi gütmesini salık verdiklerinde veya bu hedef doğrultusunda
14
15
A. D. Lindsay’ın belirttiği gibi “Kusursuz güvenlik arayışı… kendi hedeflerini bozguna uğratır. Güvenlik
oyunu oynamak en tehlikeli yaşam biçimidir.” Introduction to Thomas Hobbes, Leviathan, s. xxii.
Uluslararası ilişkilerde ahlak sorunuyla ilgili makalem için bkz. “Statesmanship and Moral Choice”,
World Politics içinde, c. 1, no. 2, Ocak 1949, s. 176 ve sonraki sayfalar, özellikle s. 185. Konuyla ilgili
son izahlarından birinde Reinhold Niebuhr, (The Irony of American History, New York, 1945) özellikle
güvenlik politikasında söz konusu olan ahlak sorununa değinirken şöyle der: “Tehdit altındaki hiçbir
ulus ayakta kalmasını sağlayacak silahlardan ahlaken vazgeçemez” (s. 39).
Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik”
57
zorlayıcı güç biriktirmek gerektiğini vurguladıklarında aslında ahlaki bir yargıda
bulunduklarını –eğer bunu açıkça reddetmiyorlarsa– bilmiyor olabilirler.16
Tıpkı bireyler ve başka gruplar gibi ulusların da bazı şeylere değer
vermesinin sebebi bu şeyleri alternatiflerinden daha iyi veya daha az kötü
bulmaları olmayabilir; bunlara sırf gururlarını okşadıkları, kendilerine
duydukları saygıyı arttırdıkları veya korkularını azalttıkları için değer
verebilirler. Ne var ki hiçbir politika ya da genel olarak hiçbir insan eylemi, –bu
politikanın fiili aktörünün veya başkalarının vicdanında– bir ahlaki yargıya tabi
olmaktan kurtulamaz ve tıpkı bir güvenlik politikasında ister istemez olduğu gibi
bir ahlaki yargıda bulunma pratiği de başka değerlerin feda edilmesini gerektirir.
Hangisinin ötekileri feda etmeye değecek kadar iyi olduğunu anlamak için
değerler mukayese edilir ve tartılır. Kişi, sırf güvenliğin yeterli düzeye çıkması
için ülkenin kendi gücünü arttırması gerektiğini söylüyorsa, son derece lüzumlu
olan bazı toplumsal faydalarda kesinti yapılması veya askerlik hizmetinin
uzatılması gibi kötülükleri bilerek veya bilmeyerek onaylıyordur.17
Amerika’nın güvenlik politikasıyla ilgili güncel tartışmalar ahlaki açmazlar
hususunda pek çok çarpıcı örnek sunar. “Faşist İspanya’yla anlaşmak”
bazılarının el üstünde tuttuğu değerleri ihlal etse de güvenliğimize katkı
sağladığı için ahlaken meşru mudur? Daha güvenli bir ülke olacaksak, huzur
bozucu faaliyetlere kalkışıp ajanlarımızın can güvenliğini tehlikeye atabilir
miyiz? Sovyetler Birliği bozguna uğratılmadığı sürece yeterince güvenli bir
ülkede yaşamamız mümkün olmadığına göre bunun beraberinde getireceği her
türlü belayı göze alarak önleyici bir savaş mı açmalıyız? Bu son durumda bencil
bir ulusal güvenlik talebinin yanı sıra köle halkları özgürleştirmek gibi özgecil
bir arzuyu tatmin edeceği gerekçesiyle böyle bir savaşı destekleyen bir kararı
aklileştirmekte en koyu amoralizm taraftarı dahi bir vicdan azabı duymaz mı?
Kişi, tercih yapma ve karar verme sorumluluğu almak zorunda olmadığında
siyasetin ahlaksızlığından dem vurması ne kolaydır!
Bir siyaset bilimci ulusal güvenliği arttırmaya yönelik çabalardan hangisinin
ahlaken meşru olduğunu belirlemekte ehil olduğunu iddia etmemelidir. Burada
yapabileceği en iyi şey, güvenlik önlemlerinin her ne pahasına olursa olsun
16
17
Bir ulusal çıkar politikası talebiyle ortaya çıkan iki yazardan ulusal itidal ve tevazu politikası için
çağrıda bulunan –ki bu vasıflar genellikle ahlakla özdeşleştirilir– George F. Kennan’ın “devlet tavrının
ahlaki yargıda bulunmak için iyi bir kıstas olmadığını” ileri sürmesine karşılık (American Diplomacy,
1900-1950, Chicago, 1952, s. 100) su katılmadık bir ulusal bencillik politikası için çağrıda bulunan
Hans Morgenthau’nun (a.g.y.) ahlak adına konuşması ironiktir.
Politikacıların hedefler ve araçlarla ayrı ayrı ilgilendiğini ve belirli bir hedefe ulaşmak için kullanılacak
araçların ahlaken kabul edilebilir olup olmadığına ancak ahlaken meşru bir hedef düzeyi
belirledikten sonra karar verdiklerini düşünmek gerçekçi değildir. Hem arzulanan hedefi hem de bu
hedefe ulaşmak için kullanılan araçları kapsayan bir faaliyet hakkında ahlaki yargıda bulunurken onu
kendi bütünlüğü içinde değerlendirmek gerekir.
58
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
artırılması gerektiği gibi genel bir normatif iddianın muğlaklıklarına işaret
etmektir. Ayrıca bir politikanın uygulanmasını salık veren ve bu politikayı
uygulayan kimselerin salık verdikleri veya uyguladıkları güvenlik politikasının
ardındaki ahlaki değer yargıları ve tercihleri gizlemelerini zorlaştırmak da
mümkündür.
Ahlak meselesi, verilen kararın ardındaki etik koda bağlı olarak pek çok
şekilde çözümlenebilir. Aşırı bir görüşe göre bilhassa başka uluslara dayatılan
her türlü fedakârlık ulusal güvenliğe katkı sağladığı sürece meşrudur. Elbette bu,
ulusal güvenliği değer piramidinin tepesine yerleştirdiği gibi onun başka tüm
değerlerin tabi kılınması gereken mutlak bir iyilik olduğunu varsayan bir
konuma işaret eder. Çok az kişi bu konumu benimseyecektir, zira böyle aşırı
milliyetçi bir etiği benimseyen kişiler büyük ihtimalle güvenlik meselesinden –
sadece değerlerin muhafaza edilmesinden– fazlasına göz dikerek ülkenin kendi
Lebensraumu olarak kullanabileceği her yeri fethetmesinin meşru olduğunu ileri
sürecektir. Öbür aşırı uçta ise zorlayıcı güç kullanımını mutlak bir kötülük
addeden ve dolayısıyla böyle bir güce bel bağlayan herhangi bir güvenlik
politikasını kınayan mutlak pasifistler vardır.
Ama bu aşırı görüşleri paylaşmayan bir kimse için de güvenlik arayışının
gündeme getirdiği ahlak meselesi basit ve kolay anlaşılır değildir. Kuşkusuz
böyle bir kişi, bir ulusun meşru mirasçısı olduğu değerleri korumaya hakkı
olduğunu veya bu koruma pratiğini daimileştiren bir politika izlemesinin ahlaki
vazifesi olduğunu düşünebilir. Ama Machiavelli’nin, devlet adamlarına verdiği
devlet aklını gözeten öğüdüne uyarak güvenliği yüce bir yasa sayması da
mümkün değildir. Bir yerde bir sınır çizer; karşısına çıkan her durumda güvenlik
ihmaliyle (“çok az”) aşırı güvenliği (“çok fazla”) ayıran sınırı keşfetmek
zorunda kalır. Bir ülkenin kendi topraklarını korumaya dönük ahlaki vazifesini
yücelten Hans Morgenthau dahi kaba kuvvetin önleyici bir savaşta değil de
yalnızca şiddetli bir saldırı karşısında kullanılması gerektiğinden emindir.
Dolayısıyla bir politikacı öncelikle ulusal bağımsızlığın başlı başına bir
değer olarak değil, özgürlük, adalet ve barış gibi değerler adına sunduğu
güvence açısından önemli olduğunu hesaba kattıktan sonra korunmaya değer
değerlerin ne olduğunu keşfetmek gibi ahlaki bir vazifeyle karşı karşıyadır.
Bunun ardından, hangi güvenlik düzeyini hedefleyeceğine karar vermelidir.
Güvenliğin yeterli olması veya adil bölüştürülmesi gibi terimler ona yol
gösterecek standartlara işaret etse de en zor vazifesi budur. Son olarak da
araçlarını seçmeli ve seçtiği araçların vadettiği güvenlikle bu araçlardan dolayı
feda edilecek değerleri titiz bir değer muhasebesi eşliğinde mukayese etmelidir.
Ulusal güvenlik politikaları ahlaki düzlemde mutlak kötü veya mutlak iyi
olmaktan ziyade mevcut durumun özgül karakteri ve koşullarına bağlı olarak
takdir veya takbihe layık olabilir. Güvenlik dışındaki değerleri öne çıkaran itidal
Muğlak Bir Simge Olarak “Ulusal Güvenlik”
59
veya kaygılarından dolayı takdiri hak edebilecekleri gibi ulusal değerleri
korumakta yetersiz kaldıkları için kıyasıya eleştirilebilirler. Bir durumda
başkalarının çıkarlarını düşündükleri için takdiri hak ederken başka bir durumda
yersiz bir uluslararası birlik adına ulusal değerleri riske atarak sergiledikleri
pervasızlıktan dolayı eleştirilebilirler. Hedef düzeyi iddialı, bencil, provokatif
veya yetersiz olduğu için; araçlar ise feda edilen başka değerler açısından son
derece masraflı veya etkisiz oldukları için ahlaki beklentileri karşılamayabilir.
Değer muhasebesini şekillendiren pek çok değişkenden ileri gelen bu çeşitlilik,
“genel olarak ulusal güvenlik politikası” hakkında olumlu veya olumsuz bir
ahlaki yargıda bulunmanın imkânsızlığını gösterir.
Güvenlik politikasıyla ilgili meselelerde ahlaki tutumlara dair bu
heterojenlik, ahlaki yargılara değilse de ahlakçılığa yönelik saldırıları
meşrulaştırır. “Ahlakçı yaklaşım”, ulusal güvenlikle ilgili herhangi bir kaygıyı
veya zorlayıcı ve dolayısıyla kötücül bir güçten medet uman herhangi bir
güvenlik politikasını –ulusal bencilliğin dışavurumu olarak– toptan reddeden bir
yaklaşım sayılır. Böyle bir “ahlakçılığı” savunan kimse, örnek davranış, ikna,
uzlaşma ruhu, uluslararası örgüt, dünya devleti gibi “iyi” ve özgecil imkânlarla
tüm insanlığın güvenliğinin sağlanabileceğine inanan birisi olarak görülür. Söz
konusu anlayışa sadık kalan ve siyasette etkili olan ütopyacıları bu tehlikeli
yanılsamalardan kurtarmaya çalışmak gerekir.
Gelgelelim ulusal güvenliği veya ulusal savunma gücünü arttırmak için
yapılan her şeyi belirli koşulları göz önüne almaksızın kayıtsız şartsız savunan
karşıt görüş de basit ve soyut ahlaki ilkelere başvurmak ve her durumu kendi
gerçekliği içinde gerçekçi bir şekilde değerlendirmekten aciz kalmak konusunda
daha az kabahatli değildir.
Sonuçta, ulusal güvenlik esaslı bir dış politika izlemeyi öğütleyen normatif
tutumun en az diğer tutum kadar muğlak ve yanıltıcı olduğu söylenebilir. Bu tür
öğütlerin anlamlı olabilmesi için bir ulusun ulaşmak isteyeceği güvenlik
düzeyini ve verili bir durumda bu güvenlik düzeyine ulaşmak maksadıyla
kullanılacak araçları açık seçik tanımlamak gerekir. Ahlaken doğru tutum, bir
durumda daha fazla çaba ve daha çok silahlanma talep etmek; bir başka
durumda ise itidal çağrısında bulunmak ve zorlayıcı güce dayanmayan
imkânlardan medet umulmasını istemek olabilir. Kamuoyu sarkacı aşırı
rehavetten aşırı endişeye, “iyi niyet”e duyulan ütopik güvenden kaba kuvvete
duyulan mutlak inanca kolaylıkla savrulduğu için her derde deva basit bir
çözümden sakınmak gerekir; bu çözüm, sadece ulusal güvenlik çıkarlarını
gözeten bir politika gibi gerçekçi bir kılıkta karşımıza çıksa da.
KAYNAKLAR
60
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Heinrich Rogge,”Kollektivsicherheit Buendispolitik Voelkerbund”, Theorie der
nationalen und internationalen Sicherheit (Berlin, 1937).
Myres S. McDougal, (“Law and Peace”, American Journal of International Law
içinde, c. 46, no. 1, Ocak 1952.
Walter Lippmann, U. S. Foreign Policy (Boston, 1943).
MODERN ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN
DİNİ KÖKENLERİ
DANIEL PHILPOTT
Çeviren: Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen*
Uluslararası ilişkilerde Birleşmiş Milletler’in bölünmüş, savaşla dağılmış,
yetersiz ve diktatörlük yanlısı olan devletlerin iç siyasetine müdahale izni ve
1991 Maastricht Anlaşması ile Avrupa Birliği’nin oluşumu gibi yakın tarihli
bazı eğilimler, uluslararası ilişkiler araştırmacılarının ortak gramer ve tarihsel
uzlaşı sonucunda Westphalia egemen devletler sistemi olarak adlandırmış
oldukları kavramdan belirgin biçimde uzaklaşmaktadır.
Bir siyasal düzen çöktüğünde o sistem içinde birbirine rakip gruplar sistemin
kökenlerini araştıracaklar, muhafazakârlar bunu sistemin şeceresini
sağlamlaştırmak için yaparken, devrimciler sistemin yanlış temellerini açığa
vurmak için, araştırmacılar da düzeni ortaya çıkaran ve ortadan kaldırabilecek
olan rüzgâr biçimlerini keşfetmek için yapacaklardır. Bu makale araştırmacının
görevini üstlenmekte (eğer çözülmekte olan düzen Westphalia düzeni ise nasıl
meydana gelmiştir?) ve devlet sistemimiz için önemli bir sıçrama noktasının
Protestan Devrim olduğunu öne sürmektedir. Dini fikirlerin modern uluslararası
ilişkilerin kökeninde bulunduğu iddia edilmektedir. Reform Vetsfalya’nın tek
nedeni değildir ve uzun dönemli maddi eğilimler de katkıda bulunmuştur. Ancak
eğer fikirler tek başlarına hareket etmedilerse bile kaçınılmazdırlar: Reform
yoksa Westphalia da yoktur.
Bu iddia karşı olgusaldır. Eğer Reform olmasaydı en azından aynı biçimde
veya aynı dönemde bir egemen devletler sistemi meydana gelmeyecektir.
Şüpheciler Reform’un asla gerçekleşmediği, ancak yine de Westphalia’nın
olduğu zaman ve şekildeki gibi meydana geldiği ve sosyal bilimcilerin
*
Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası
İlişkiler bölümünde görevlidir.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
67
çoğunlukla bireysel devletlerin güçlenmesini açıklamak için kullandıkları aynı
güçler – ekonomik ve örgütsel yapılar, ticaret, toplumsal koalisyonlar, refah,
teknoloji, askeri güç, iç baskı kurumları ve uluslararası güçler dengesindeki
kaymalar – tarafından oluşturulduğu bir alternatif dünya hayal ederler. Ancak
burada bu tür bir dünyanın bize Westphalia’yı veremeyeceği iddia edilmektedir.
Reform’un kaçınılmazlığı en çarpıcı olarak şu bağıntı ile ortaya çıkmaktadır:
Reform krizini yaşayan yönetimler Westphalia’ya yönelik çıkar geliştirirlerken
bu krizi görmeyenler böyle yapmamışlardır. Bu bağıntının ardındaki nedensel
mantığın derinine indiğimde Protestanlığın aslındaki içeriğin kendisinin
egemenliğe işaret ettiğini iddia etmekteyim. Ayrıca bu tür güçlü bağıntıların
şüphecilerin dünyasında var olmadığını, yani Westphalia’yı destekleyen
yönetimler Westphalia’ya yönelik çıkar benimsemeden öncekine kıyasla daha
güçlü devlet kurumları, silahlı kuvvetler ve zenginlik elde etmeyi
başaramazlarken Westphalia’ya karşı çıkan nispeten güçlü ve müreffeh
yönetimlerin var olduğunu iddia etmekteyim. Aslında Westphalia’nın
gerçekleşmesine yardımcı olan maddi büyüme ve gerilemenin büyük bir bölümü
– örneğin “askeri devrim” – önemli ölçüde Reform’a bağlıdır. Ayrı yönetimlerin
bir egemen devletler sistemine yönelik nasıl çıkar benimsediklerine ilişkin
tarihsel verilerle bir araya getirildiğinde coğrafi ve zamansal bağıntılar Protestan
Reform’un yararlılığı iddiasını desteklemektedir.
Burada sunulan argüman üç şekilde uluslararası ilişkiler araştırmalarına
katkıda bulunmaktadır. Birincisi Westphalia’nın ve egemen devletler sisteminin
otorite yapısının kökenini sunmaktadır. Uluslararası ilişkiler araştırmacıları uzun
zamandır bir devlet sisteminin var olduğunu söylemekte ve bu sistemin yasaları
ile savaş, barış ve ticaret kalıplarını kuramsallaştırmaya çalışmaktadırlar. Ancak
yakın dönemde bu alandaki bazı araştırmacılar uluslararası sistemin kendisinin
“inşa edilen” ve tarihsel olarak tesadüfî özelliğini vurgulamaya başlamışlardır ki
bu makalede de bu vurgu hissedilmektedir. Bu inşacıların bazıları sistemin
siyasal otoritesinin oluşumunu resmetmeye başlamışlardır.1 Kökenlerini
1
Bunlar arasında şu çalışmalar vardır: Friedrich Kratochwil, “Of Systems, Boundaries, and
Territoriality: An Inquiry into the Formation of the States System,” World Politics 39 (Ekim 1986);
John Gerard Ruggie, “Territoriality and Beyond: Problematizing Modernity in International
Relations,” International Organization 47 (Winter 1993); Jens Bartelson, A Genealogy of Sovereignty
(Cambridge: Cambridge University Press, 1995) ve Rodney Bruce Hall, National Collective Identity:
Social Constructs and International Systems (New York Columbia University Press, 1999). Genel
olarak inşacıların çalışmaları ile ilgili olarak bkz. Alexander Wendt, “The Agent-Structure Problem in
International Relations Theory,” International Organization 41 (Yaz 1987); a.g.y., “Anarchy Is What
States Make of It: The Social Construction of Power Politics,” International Organization 46 (Bahar
1992); a.g.y., “Collective Identity Formation and the International State,” American Political Science
Review 88 (Haziran 1994); John Gerard Ruggie, “What Makes the World Hang Together? Neoutilitarianism and the Social Constructivist Challenge,” International Organization 52 (Bahar 1998);
Martha Finnemore and Kathryn Sikkink, “International Norm Dynamics and Political Change,”
68
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
açıklamak istediğim uluslararası sistemdeki otorite – veya egemenliği –
tanımlayan da bu kurallardır.
İkinci bir katkı, bu çığır açan değişikliği tetikleyen şeye ilişkin bir görüştür:
fikirlerin kinetik enerjisi. Devletler sistemine atıfta bulunanlar da dâhil olmak
üzere devletlerin kökenlerini araştıranların pek çoğu maddi değişimlere öncelik
vermiş ve çalışmaları devlet ve devlet sisteminin nasıl oluştuğuna dair yeni bir
geniş anlayış sunmuştur.2 Ancak bunlardan bazıları önemli bir kaynak olarak
fikirlere bakarken, daha azı dini fikirlere bakmıştır. Eğer faydalı olduğu
kanıtlanabilirse Reform’un uluslararası ilişkiler literatüründe daha büyük ilgiyle
takip edilen bir tür tarihsel neden olarak tanınması sağlanacaktır.
Ancak Westphalia’nın modern uluslararası ilişkilerin öncülü olduğu
iddiasının kendisi yakın zamanda en çok Stephen Krasner’in meydan okumasına
maruz kalmıştır.3 O halde üçüncü katkı bu yaygın inanışın güncellenmiş ve
nitelikli bir savunmasıdır. Bu öncül, ilk iki katkıyı desteklediği için savunusunu
yapmak da bu makalenin birinci görevidir.
KÖKEN OLARAK WESTPHALIA
Uluslararası hukuk araştırmacısı Leo Gross 1948 yılındaki klasikleşmiş
makalesinde Westphalia için “eski dünyayı yeni dünyaya açan görkemli ana
kapı” demektedir. Hans Morgenthau ve diğer önde gelen siyaset bilimciler
Gross’u takip ederek Westphalia mecaz-ı mürselini modern uluslararası ilişkiler
2
3
International Organization 52 (Bahar 1998); Jeffrey T. Checkel, “The Constructivist Turn in
International Relations Theory,” World Politics 50 (January 1998). Egemenlik ve tarihiyle ilgili
çalışmalar için bkz. John Gerard Ruggie, “Continuity and Transformation in the World Polity: Toward
a Neorealist Synthesis,” Robert O. Keohane, ed., Neorealism and Its Critics (New York: Columbia
University Press, 1986); Ruggie (dipnot 1,1993); Kratochwil (dipnot 1); Thomas J. Bierksteker and
Cynthia Weber, eds., State Sovereignty as Social Construct (Cambridge: Cambridge University Press,
1996); Bartelson (dipnot 1); Daniel Philpott, “Sovereignty: An Introduction and Brief History,”
Journal of International Affairs 48 (Kış 1995); Stephen D. Krasner, “Sovereignty: An Institutional
Perspective,” Comparative Political Studies 21 (Nisan 1988); F. H. Hinsley, Sovereignty, 2. Baskı.
(Cambridge: Cambridge University Press, 1986); Alan James, Sovereign Statehood (Londra: Allen and
Unwin, 1986); Hendrik Spruyt, The Sovereign State and Its Competitors (Princeton: Princeton
University Press, 1994); Janice Thomson, “State Sovereignty in International Relations: Bridging the
Gap between Theory and Empirical Research,” International Studies Quarterly 39 (Haziran 1995);
Michael Ross Fowler and Julie Marie Bunck, Law, Power, and the Sovereign State (University Park:
Penn State Press, 1995); Barry Buzan, “The Idea of International System: Theory Meets History,”
International Political Science Review 15 (Temmuz 1994); Stephen Krasner, Sovereignty: Organized
Hypocrisy (Princeton: Princeton University Press, 1999).
Dipnot 47-50’deki çalışmalara atıfta bulunmaktayım.
Krasner, “Westphalia and All That,” Judith Goldstein and Robert O. Keohane, eds., Ideas and Foreign
Policy: Beliefs, Institutions, and Political Change (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1993).
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
69
sistemine dönüştürmüşlerdir.4 Neden böyle cesur bir yakıştırma yapılmıştır? Bu
tür araştırmacılara göre Westphalia, egemen devletleri merkeze alan uluslararası
bir anayasal otorite şeması tanımlamaktadır: sınırlı bir toprak parçasında
konumlanan mutlak otorite sahibi yönetimler.5
Ancak yakın tarihli ikon kırıcılığı Westphalia’nın “görkemliliğine” karşı
çıkmaktadır. Örneğin Krasner’e göre Westphalia’dan önce Avrupa – egemen
ayrıcalıklara sahip devletlerin zaten var olması anlamında – önemli ölçüde
modern iken, Westphalia’dan sonra Avrupa’nın ısrarcı biçimde Ortaçağcı
olduğunu iddia etmektedir: Kutsal Roma İmparatorluğu ve dine ilişkin azınlık
anlaşmalarını da içeren bazı egemenlik tavizleri devam etmiştir. O halde
modernliğe giden yolda Westphalia kıtasal bir ayrım değil, sadece başka bir
tepedir.6 İkon kırıcılık güçlüdür ve kolayca göz ardı edilemez.
Westphalia’nın itibarı kurtarılabilecekse de bu ancak yaygın inanıştan daha
güçlü ve nitelikli bir yeni savunma ile mümkündür. Westphalia iddiasının esası
şudur: 1648’den önce Otuz Yıl Savaşı’nın ateşi hâlâ canlıyken Avrupa’daki
siyasal otorite esas olarak egemen devlet olmayla uyumsuzken bu tarihten sonra
genel olarak egemenlik hüküm sürmüştür. Ancak ben Westphalia’nın modern
sistemin sıfırdan yaratılmasının değil, güçlendirilmesinin işareti olduğunu iddia
etmekteyim.7 Egemen devlet olma durumunun öğeleri üç asırdır birikmekte
olduğu için bu aslında hızlı bir dönüşüm değildir. Westphalia’dan sonra
modernitenin zaferinin bile nitelendirilmesi gerekir, zira bazı Ortaçağ
anormallikleri varlığını korumuştur. Ancak tarihte kesin çatlaklar çok nadirdir
ve Westphalia da tarihsel fayların gelişi kadar temizdir.
Westphalia’dan sonra siyaset en belirgin olarak onbirinci ve onüçüncü
yüzyıllar arasındaki Yüksek Orta Çağlar’ın Avrupa’sında keskin görünmektedir.
4
5
6
7
Leo Gross, “The Peace of Westphalia, 1648-1948,” American Journal of International Law 42 (Ocak
1948); Hans Morgenthau, Politics among Nations: The Struggle for Power and Peace, 6th ed. (New
York Alfred A. Knopf, 1985), 328-30.
Benim egemenlik genel tanımımı paylaşan diğer çalışmalar için bkz. Spruyt (dipnot 1), 34-36; Ruggie
(dipnot 1,1993), 148-52; James (dipnot 1); Hinsley (dipnot 1), 158; Morgenthau (dipnot 4), 32-38;
Robert O. Keohane, “Sovereignty, Interdependence, and International Institutions,” Linda B. Miller
and Michael Joseph Smith, eds., Ideas and Ideals: Essays on Politics in Honor of Stanley Hoffmann
(Boulder, Colo.: Westview Press, 1993), 92-93; J. L. Brierly, The Law of Nations (New York: Oxford
University Press, 1963), 13; Kenneth Waltz, Theory of International Politics (Lexington, Mass.:
Addison-Wesley, 1979), 96. Egemenliği tanımlama çabalarına şüpheyle yaklaşanlar için bkz.
Bartelson (dipnot 1); E. H. Carr, The Twenty Years’ Crisis (New York: Harper and Row, 1964); Stanley
Benn, “Sovereignty” Encyclopedia of Philosophy 7 (1967); L. Oppenheim, International Law, vol. 1
(Londra: Longmans, Green, 1905); Richard Falk, “Sovereignty,” Oxford Companion to Politics of the
World (Oxford: Oxford University Press, 1993).
Bkz. özellikle Krasner (dipnot 3), 235-64.
Benzer bir görüş için bkz. Martin Wight, Systems of States (London: Leicester, 1977) ve Charles Tilly,
Coercion, Capital, and European States, AD 990-1992 (Oxford: Basil Blackwell, 1992), 161-83.
70
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Respublica Christiana’da bir toprak parçası içinde yüce bir otorite veya açık bir
egemenlik bulunmamaktadır.8 Bu dağılmış otorite elbette sonsuza kadar
sürmemiştir. Sonraki üç buçuk yüzyıl boyunca Avrupa coğrafyası yavaş yavaş
egemen devletlerle dolmaya başlamıştır. 1517’de Reform’un arifesinde
İngiltere, Fransa ve İsveç’teki krallar kilise ve diğer ülkesel rakipleri üzerinde
üstünlük kurmuşken İtalya’da küçük bir egemen devletler sistemi bir yüzyıl
boyunca varlığını korumuştur.
Ancak Avrupa’nın moderniteye doğru dönüşümü tamamlanmış olmaktan
uzaktır. Yaklaşık olarak bu zamanda İtalyan devletleri sistemi dışarıdan
fethedilmiş ve Hollanda’dan Avusturya’ya kadar uzanan topraklarda önemli,
ancak egemen olmayan güçler kazanan V. Şarl hem İspanya’nın kralı hem de
Kutsal Roma İmparatorluğu’nun imparatoru hâline gelmiştir. Sahip olduğu geniş
toprakların kendisine tanıdığı zenginlik ve güç sayesinde kilise de halen dünyevi
olarak güçlüdür. Sadece imparatorluk dâhilinde kilise şehirlerdeki mülkün dörtte
birini de içerecek şekilde toplam toprakların üçte birini elinde
bulundurmaktadır.9 Başpiskoposlar ve piskoposlar siyasal makamları
doldurmaktadırlar. Kilise kısmî olarak eğitimi idare etmekte, önemli gelirler
toplamakta, fakirlere yardım ve diğer kamusal işlerin yönetimine yardımcı
olmakta ve en önemlisi de sık sık dünyevi hükümdarlarla beraber üyelerinin dini
bağlılığını izlemektedir. Dini imanı yüceltmek için papaya bağlılık yemini eden
8
9
Susan Reynolds, Kingdoms and Communities in Western Europe, 900-1300 (Oxford: Clarendon Press,
1984); Gianfranco Poggi, The Development of the Modern State: A Sociological Introduction
(Stanford, Calif.: Stanford University Press, 1978); Georges Duby, La societé aux XI et XII siècles dans
la région maconnaise (Paris: Ecole Pratique des Hautes Etudes, 1953). Orta Çağlarda genel olarak
egemenlik olmadığına dair Ortaçağ tarihçileri arasında var olan uzlaşıya karşı çıkan bir çalışma için
bkz. Markus Fischer, “Feudal Europe, 800-1300: Communal Discourse and Conflictual Practices,”
International Organization 46 (Bahar 1992). Fischer’a verilen yanıtlar için bkz. Rodney Bruce Hall
and Friedrich Kratochwil, “Medieval Tales: Neorealist ‘Science’ and the Abuse of History,”
International Organization 47 (Yaz 1993); Rodney Bruce Hall, “Moral Authority as a Power
Resource,” International Organization 51 (Bahar 1997). Orta Çağlarda siyasal otoritenin doğasına
ilişkin olarak bkz. J. R. Strayer, The Medieval Origins of the Modern State (Princeton: Princeton
University Press, 1970); J. R. Strayer and Dana Munro, Middle Ages, 395-1500 (New York: AppletonCentury-Crofts, 1959); Brian Tierney, Crisis of Church and State (Englewood Cliffs, N.J.: Prentice-Hall,
1964); John H. Mundy, Europe in the High Middle Ages, 1150-1309 (New York: Basic Books, 1973);
Walter Ullman, Principles of Government and Politics in the Middle Ages (New York: Barnes and
Noble, 1974); Ernst Kantorowicz, The Kings Two Bodies (Princeton: Princeton University Press,
1957); Ruggie (dipnot 1,1986), 141-48; Spruyt (dipnot 1), 34-36; Michael Wilks, The Problem of
Sovereignty in the Middle Ages (Cambridge, U.K.: University Press, 1964).
Steven Ozment, The Age of Reform, 1220-1550: An Intellectual and Religious History of Late
Medieval and Reformation Europe (New Haven: Yale University Press, 1980), 48; Robert A. Kann, A
History of the Habsburg Empire (Berkeley: University of California Press, 1974), 1-24; H. G.
Koenigsberger, The Habsburgs and Europe, 1516-1560 (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1971);
Jean Bérenger, History of the Habsburg Empire (Londra: Longman, 1994).
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
71
V. Şarl, Hristiyanlığın ilkelerinin dünyevi uygulayıcısı ve Katolik orduların
komutanı olarak hizmet etmektedir.10
Yüzyılın sonraki döneminde egemenlik bazı kazanımlara sahip olduysa da
bunlar zayıf ve bozulabilir durumdadır.11 En önemlisi 1555 Augsburg Barış
Anlaşması cuius regio, euis religio (toprak kiminse din onundur) formülüne
göre Alman prenslerin kendi topraklarında kendi inançlarını uygulamasına izin
vermektedir.12 Fakat Augsburg kalıcı olmamıştır. Sonu gelmez maddeler ve
anlaşmaya dair karşılıklı memnuniyetsizlik daha sonra muazzam Otuz Yıl
Savaşı’na dönüşecek olan savaşı getirmiştir. Bu savaş sona erene, yani fiilen
1648’e kadar bu tür bir müdahalenin yasaklanması kabul edilir, saygı görür ve
uygulanır olmamıştır.
O halde 1648’deki Westphalia Barış Anlaşması nedir? Her ne kadar bunu
tamamlayan Münster ve Osnabrück anlaşmaları hiçbir şekilde egemenliğe
açıkça değinmemişlerse de anlaşmaların metinlerinin, hazırlayanların
niyetlerinin ve Westphalia’yı takiben oluşan devlet uygulamaları incelendiğinde
bu çözümün egemen devletler sisteminin evriminde bir dönüm noktası değil,
dayanak noktası olduğu görülmektedir. Bu durum iki açıdan belirgindir:
devletlerin ve emperyal kurumların kendi konumlarında ve din meselesinde.13
Her ne kadar Westphalia 1806’ya kadar ayakta kalan Kutsal Roma
İmparatorluğu için resmî olarak yeni bir kanunlar dizisi olsa da aslında bu
10
11
12
13
İtalyan devletleri sisteminin çöküşü için bkz. Wight (dipnot 7); Tilly (dipnot 7), 77-78. V. Şarl’ın
güçleri için bkz. Kann (dipnot 9), 1-24; Koenigsberger (dipnot 9); Bérenger (dipnot 9); Jonathan
Israel, The Dutch Republic: Its Rise, Greatness, and Fall, 1477-1806 (Oxford: Oxford University Press,
1995), 9-40; Pieter Geyl, The Revolt of the Netherlands, 1555-1609 (Londra: Williams and Norgate,
1932); Gerald Strauss, Law, Resistance, and the State: The Opposition to Roman Law in Reformation
Germany (Princeton: Princeton University Press, 1986); Hajo Holborn, A History of Modern
Germany, c. 1 (New York Alfred A. Knopf, 1959); John Gagliardo, Germany under the Old Regime,
1600-1790 (Londra: Longmans, 1991); Geoffrey Barraclough, The Origins of Modern Germany
(Oxford: Basil Blackwell, 1947).
Koenigsberger (dipnot 9); Barraclough (dipnot 10), 355-405; Holborn (dipnot 10), 284-338.
Holborn (dipnot 10), 243-46; Barraclough (dipnot 10), 371.
Andreas Osiander, The States System of Europe, 1640-1990 (Oxford: Clarendon Press, 1994), 72.
Münster Anlaşması’nın metni için bkz. Fred Israel, ed., Major Peace Treaties in Modern History,
1648-1967 (New York: Chelsea House Publishers, 1967); Osnabrück Anlaşması için bkz. Clive Parry,
ed., The Consolidated Treaty Series (Dobbs Ferry, N.Y.: Oceana Publications, 1981). Genel çözüm için
bkz. Fritz Dickmann, “Rechtsgedanke und Machtpolitik bei Richelieu: Studienen neu en deckten
Quellen,” Historische Zeitschrift 196 (Nisan 1963); a.g.y., Der Westphaelische Frieden (Münster:
Aschendorff, 1965); Fritz Dickmann et al., eds., Acta Pacts Westphalicae (Münster: Aschendorff
Verlagsbuchhandlung, 1962); George Pages, The Thirty Years War, trans. David Maland (New York:
Harper and Row, 1970); Geoffrey Parker, The Thirty Years War (Londra: Routledge, Kegan, and Paul,
1997); J. V. Polisensky, The Thirty Years’ War, trans. Robert Evans (Berkeley: University of California
Press, 1971) ve T. K. Rabb, ed., The Thirty Years’ War: Problems of Motive, Extent, and Effect
(Boston: D. C. Heath and Company, 1964).
72
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
çözüm devletlere mutlak egemen otorite miras bırakmıştır.14 Vetsfalya’nın
ardından devletler Avrupa’da temel yönetim biçimi hâline gelmiş ve Kutsal
Roma İmparatorluğu’nda hiçbir ciddi rakiple karşı karşıya kalmamışlardır ki bu
da tarihsel değişim iddiasının kalbinde yer almaktadır. Birleşik Eyaletler ve
İsviçre Konfederasyonu etkin bir bağımsızlığa kavuşmuştur. Alman devletleri
imparatorluğa karşı “antik haklarını” yeniden kazanmışlar ve imparatorluk
dışında ittifaklar kurma hakkına sahip olmuşlardır.15 Westphalia’daki
diplomatlar arasındaki iletişim, devlet özekliği, devletlerin eşitliği, devletler
dengesi ve hatta ortak güvenliğin erken bir biçimine atıflarla bezenmiştir ki
bunların hepsi egemen devletler sistemi dışında anlam ifade etmeyen
fikirlerdir.16 Westphalia’nın ardından devletler iç özerliklerinde adeta sınırsız
hâle gelmişlerdir. İmparatorluk kurumları Alman işbirliği için bir forum işlevi
görmekle birlikte egemenliği azaltmamışlardır. Kendisi ve ardılları
Habsburglardan oldukları için imparator kayda değer ölçüde anayasal güçlerini
korumuş, ancak Habsburglar fiili olarak merkezi Avrupa toprakları dâhilinde
sadece bir başka egemen konumuna indirilmişlerdir.17
Din ve siyaset, Westphalia’nın fiilen devlet egemenliğini beraberinde
getirdiği diğer ana bağlamı sağlamıştır. Burada da anlaşma metinleri, en azından
Alman prenslerine kendi topraklarında din üzerinde otorite tanıyan 1555
Augsburg Anlaşması’yla tıpatıp benzer bir açık egemenlik oluşturmamışlardır.
Bunun yerine prensler Katolik, Luterci ve Kalvinci toplulukların belli oranda
kendi topraklarında yaşamalarına ve dinlerini sürdürmelerine izin vermek ve
birbirlerinin tebalarının dinini değiştirmeye çalışmamak üzere anlaşmışlardır.18
14
15
16
17
18
Genel çözümle ilgili olarak bkz. Dickmann et al. (dipnot 13); Dickmann (dipnot 13,1965 ve 1963);
Pages (dipnot 13); Parker (dipnot 13); Polisensky (dipnot 13) ve Rabb (dipnot 13).
Israel (dipnot 13), 21; Osiander (dipnot 13), 46-47.
Diplomatların görüşleriyle ilgili olarak bkz. Osiander (dipnot 13), 27,41,77-89; William F. Church,
Richelieu and Reason of State (Princeton: Princeton University Press. 1972), 283-349; Michael
Roberts, Gustavus Adolphus, 2 vols. (Londra: Longmans, Green, 1958); a.g.y., Essays in Swedish
History (Londra: Weidenfeld and Nicolson, 1967), 82-110; Carl J. Burckhardt, Richelieu and His Age
(New York: Harcourt, Brace, and World, 1970); Robert Knecht, Richelieu (Londra: Longman, 1991);
Armand-Jean du Plessis Richelieu, The Political Testament of Cardinal Richelieu: The Significant
Chapters and Supporting Selections, trans. Henry Bertram Hill (Madison: University of Wisconsin
Press, 1981).
Onyedinci yüzyılın sonunda yeniden canlanan ve üyelerinin zaman zaman tek bir komuta altında
askeri güçlerini birleştirdiği prens devletlerinin bölgesel örgütleri olan imparatorluk halkaları bunun
istisnasıydı. Ancak bu istisna sınırlıydı: güçlü bir askeri işbirliği biçimi çoğunlukla Frankonya ve
Svabya halkalarıyla sınırlıydı, küçük Alman devletlerinden oluşuyordu ve sadece devletlerin
kendilerini XIV. Louis’in istilalarına karşı koruduğu 1697’den 1714’e kadar sürdü. Bkz. Roger Wines,
“Imperial Circles, Princely Diplomacy, and Imperial Reform, 1681-1714,” Journal of Modern History
39 (Mart 1967), 27-29. Daha genel olarak bkz. Kann (dipnot 9), 52, 54; Osiander (dipnot 13), 46;
Barraclough (dipnot 10), 381-87 ve Gagliardo (dipnot 10).
Osiander (dipnot 13), 40; Holborn (dipnot 10), 368-69.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
73
Ancak egemenlik için hayati önem taşıyan soru prenslerin kendi iç işleriyle
ilgili anlaşmalar imzalayıp imzalamadıkları değildir ki zaten modern devletler
egemenliklerinden taviz vermeden kendi sınırları dâhilinde fiyatları veya kirliliği
düzenlemek için sık sık anlaşma yapmaktadırlar. Mesele daha çok devlet dışında
herhangi bir kurumun dine ilişkin bu anlaşmaları yürütme, yargılama ve yasama
anayasal otoritesine sahip olup olmamasıdır. Burada anlaşma metinleri dini
anlaşmazlıkların çoğunluk kararıyla değil, taviz ile hakemliğine hükmetmekte ve
böylece egemen bir hak olan rızayı adeta dokunulmaz bırakmaktadır.19 Ancak
günümüz devlet adamları ve diplomatlarının bakış açıları ve sonraki uygulamalar
düşünüldüğünde bu süreçler pek anlam ifade etmeyecektir. Dönemin tarihçileri
Otuz Yıl Savaşı’nın ileri safhalarında bile siyasal liderlerin coşkularını
kaybettikleri ve siyasi bir iş olarak dinle rekabet etmeyi bıraktıkları konusunda
genel olarak uzlaşmaktadırlar.20 Ayrıca imparatorluk kurumları aracılığıyla karar
verilen herhangi bir dini mesele ile ilgili çok az kayıt bulunmaktadır. Son olarak
da Westphalia’yı takip eden bir buçuk yüzyıldan uzun süre boyunca
Augsburg’dan sonraki dönemin aksine ne prensler ne de imparator diğer bir
prensin ülkesi dâhilinde dini rekabet için müdahalede bulunmamışlardır. Her ne
kadar gelecekteki Avrupa anlaşmaları dini azınlıklar lehine egemenlikten taviz
vermişlerse de dine müdahale bir daha asla 1517 ile 1648’deki oynadığı role
yaklaşamamıştır. Din zaman zaman devletler arasındaki savaşlara kısmen katkıda
bulunmuşsa da genel olarak bir savaş nedeni olmaktan çıkmıştır.21
Devlet egemenliğinin muazzam tarihsel önemi en iyi onaltıncı yüzyılın
ortasından on yedinci yüzyıla kadar olan bu siyasi tarih bağlamında fark
edilmektedir. Dini savaş ve buna bağlı egemenlik kısıtlamaları biz yüzyılı aşkın
bir süre için Avrupa siyasetinde rekabetin ana kaynaklarından birisidir, ancak
Westphalia’dan sonra bu merkezi öneme sahip çatışma biçimi ortadan
kalkmıştır. Uluslararası açıklama ve uygulamalar daha sonra Westphalia’nın
başardığını meşrulaştırmaya ve derinleştirmeye koyulmuştur. Önce Avrupa’da,
daha sonra da yavaş yavaş diğer her yerde devletler belli bir toprak üzerinde
önemli yürütme, yasama ve yargı gücü uygulayan tek yönetim hâline
gelmişlerdir. Sonraki yüzyılda Emmeric Vattel ve Christian Wolff gibi
düşünürler uluslararası hukuk ve devletlerin hukuki eşitliği doktrinlerini
oluşturarak bu gerçeği tanımışlar, devletler de bir devletler sistemine uygun
diplomatik görev ve uygulamalar oluşturarak sağlamlaştırmışlardır. Avrupa
19
20
21
Osiander (dipnot 13), 40-42.
Parker (dipnot 13), 196-97; Holborn (dipnot 10); Barraclough (dipnot 10); Rabb (dipnot 13); David
Maland, Europe in the Seventeenth Century (London: Macmillan, 1966); Kalevi Holsti, Peace and
War: Armed Conflicts and International Order, 1648-1989 (Cambridge: Cambridge University Press,
1991), 46-59.
Holsti (dipnot 20), 46-59; Osiander (dipnot 13), 49; Barraclough (dipnot 10), 381-87.
74
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
devletleri ayrıca yönetimlerin ancak esaslı devlet olma özellikleri göstermesi
durumunda sistemin üyesi olarak kabul edildikleri tanıma standartları
geliştirmişlerdir.22 Son olarak da devletler içişlerine müdahale etmemeyi
uluslararası diplomasinin mihenk taşı olarak benimsemeye başlamışlardır.23
Bunların hepsi Westphalia’yı devrimsel hâle getirmektedir.
WESTPHALIA’NIN KÖKENİ
Fakat eğer Westphalia bir köken ise Westphalia’nın kökeni nedir?
Reform’un Westphalia’yı ortaya çıkardığı iddiası mevcut düzen ile ikonoklastik
fikirler arasındaki bir çelişkiyle ilgilidir. Bu tür bir çelişkinin Reform’un
başlangıcı olan 1517 ile Westphalia’nın yılı olan 1648 arasında gelişmiş olması
gerekir. 1517’de V. Şarl kendi topraklarını güçlendirirken Avrupa’nın
egemenlikten uzaklaşması, bu dönemde tarihin akışını yeniden egemenliğe
doğru döndürmek için yeni bir çekim kaynağının oluştuğunu göstermektedir. Bu
dönüşü bazı Avrupa yönetimlerinin bir devletler sistemine ilgilerini ilk kez ifade
ettikleri dağınık tarihlerde bulabiliriz. Fikirleri dikkate alan bir yaklaşım bu
durumların çoğunda bu ilginin Protestanlıkla yaklaşık olarak aynı dönemde
çıktığını görecektir. Şüpheci yaklaşımlar bile bu rastlantıyı göz ardı edemezken
yine de bunu biraz daha fazla resmedeceklerdir. Maddi yapıların acımasız
olduğuna inanarak moderniteden geriye dönüşü en aza indirecekler ve V. Şarl’ı
ölmekte olan Orta Çağlar’ın en son hastalık nöbeti gibi göreceklerdir. Onlara
göre egemen devlet olma durumuna duyulan ilgi, asırlarca süren maddi
değişimin en üst noktaya ulaşmasıdır. Devlet ve devlet sistemiyle ilgili pek çok
toplumbilimci yaklaşım da aslında maddi değişişimin yeterli olduğunu iddia
etmektedir.
Reform’un Westphalia üzerindeki etkisine dikkat çeken ilk kişi ben değilim.
Bazı tarihçiler ve toplumbilimciler de bunu yapmışlardır.24 Fakat hiçbirisi bu
etkinin işleyişlerini sistemli bir şekilde açıklamamış veya maddi güçlerden
bağımsızlığını göstermemişlerdir.
Benim fikirler ve maddi güçlerin iç içe geçmesine önem veren çalışmam ise
Reform’un tek neden olmamakla birlikte merkezi bir neden olduğunu iddia
22
23
24
Tanıma uygulamaları ile ilgili bkz. H. Lauterpacht, Recognition in International Law (Cambridge, U.K.:
University Press, 1947).
Bkz. R. J. Vincent, Non-intervention in International Order (Princeton: Princeton University Press,
1974).
Tarihçiler için bkz. Holborn (dipnot 10) ve Barraclough (dipnot 10). Reform’un etkisini kabul eden ve
kısaca değinen toplumbilimciler için bkz. Bruce Porter, War and the Rise of the State (New York:
Free Press, 1994), 68-69 ve Hall (dipnot 1), 51-67. Diğer araştırmacılar ise felsefi söylemler, mülkiyet
hakları ve Roma hukukunun güçlenmesi gibi maddi olmayan unsurlara değinmektedirler. Bkz. Ruggie
(dipnot 1,1993) ve Bartelson (dipnot 1).
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
75
etmektedir ki burada şu karşıolgusal iddiayı ima etmekteyim: eğer Reform
olmamış olsaydı egemen devletlerden oluşan bir sistem en azından aynı biçimde
veya aynı dönemde olduğu gibi gelişmemiş olacaktır. Daha kesin olarak ise eğer
Reform olmasaydı Kutsal Roma İmparatorluğu ve imparatorun esaslı güçleri,
kilisenin aşılması güç dünyevi güçleri, dini tekbiçimlilik, seküler hükümdarların
egemen güçlerinin budanması, İspanya’nın Hollanda’yı kontrolü gibi
Avrupa’nın ısrarcı Ortaçağcı olan özellikleri egemen devletler sistemine yol
açmak üzere zamanında kaybolmamış olacaklardır.
Geçerli olmak için bu tür bir karşıolgusal iddianın “tarihin minimal olarak
yeniden yazılması kuralını” takip etmesi ve iddia edilen nedenin dışarı çıkartılıp
diğer olay ve koşulların dokunulmadığı alternatif bir dünya sunması gerekir.
Ayrıca bu akla yatkın alternatif dünyada geriye kalan olay ve koşulların nasıl
aynı sonucu ortaya çıkardığını öneren bir “kotenabilite” kriterini karşılaması
gerekir.25 Aksi halde karşıolgusal olmak akıl dışı bir bostan korkuluğundan daha
fazla bir anlam ifade etmeyecektir. Reform’un olmadığı bir alternatif dünya
öngörmek zor değildir. Bu tam da hâkim yapısalcı ve maddeci yaklaşımlarda
anlatılan ve devlet ile devletler sisteminin Protestanlıktan tamamen ayrı olarak
oluşturuldukları bir dünyadır.
Fakat bu tür bir dünya akılcılık standardını karşılamaktayken ikna edici
olamamaktadır. Reform olmadan tarih farklı görünecektir. Esasen egemen bir
devlet sistemine karşı Ortaçağcı engeller zamanında değil, çok daha sonra
kaybolacaktır. Ayrıca bu derecede şiddetli biçimde güç kaybetmeyecektir.
Coğrafi olarak kıtaya yayılan ve içerik olarak da kapsayıcı olan Protestan fikirler
kilisenin ve imparatorluğun tüm dünyevi güçlerine meydan okumuştur. Şiddetli
nedenler şiddetli etkiler oluşturmuştur. Eğer Reform olmasaydı Ortaçağların
gerileme süreci büyük ihtimalle bocalayacak ve bir özelliği bir dönemde
kaybolurken diğer bir özelliği onyıllar veya bir asır sonra kaybolacaktır. Maddi
yaklaşımlar da farklı devletlerin farklı dönemlerde geliştiğini gösterdikleri için
bu iddiayı desteklemektedirler.26 Hendrik Spruyt ile beraber “rakip” kurumsal
biçimlerin Yüksek Orta Çağlardan çok sonra devletin güçlenişine kadar egemen
devlete meydan okuduklarını iddia ediyorum. Spruyt bu güçlenişi yaklaşık
olarak Westphalia’ya yerleştirmekte, fakat Reform’u önemli bir açıklayıcı neden
25
26
Bu kriterlerle ilgili olarak bkz. Philip E. Tetlock and Aaron Belkin, “Counterfactual Thought
Experiments in World Politics,” Philip E. Tedock and Aaron Belkin, eds., Counterfactual Thought
Experiments in World Politics (Princeton: Princeton University Press, 1996), 21-25. “Tarihin minimal
olarak yeniden yazılması kuralı” ile ilgili olarak yapısalcı maddi güçlerin kendilerinin bile kısmen
Reform tarafından şekillendirilmiş olduğunu ve dolayısıyla bundan bağımsız olmadığını
söylemekteyim. Burada ise sadece bunların bağımsız oldukları bir dünyanın akla yatkın biçimde
hayal edildiğini ve aslında atıfta bulunduğum toplumbilimcilerin çoğu tarafından önerildiğini iddia
etmekteyim.
Bkz. Tilly (dipnot 7).
76
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
olarak ele almamaktadır.27 Benim iddiam, Reform dışında kurumsal eklektizmin
de Vetsfalya’dan çok sonra bile devam edecek olmasıdır.
Eğer Reform Westphalia’da devlet sistemini getirmemiş olsaydı daha sonraki
tarihin çoğu da farklı olacaktır. Zira Reform’dan kaynaklanan dini savaşlardan
Kutsal Roma İmparatorluğu’nun zayıflaması, güçler dengesinin yükselişi,
Aydınlanma ve din ile devlet ayrımının artışı çıkmıştır. Eğer bu olaylar
gerçekleşmeseydi her tarihsel dalın yörüngesi de giderek daha spekülatif
olacağından diğer pek çok şey de farklı olacak ve bu böyle devam edecektir.28
Karşıolgusal olarak mantık yürütürsek bu alternatif ve hayali dünyaya ilişkin
olarak kesin olmamız mümkün değildir. Sadece eğer içinde egemen bir devletler
sistemi oluştuysa bu sisteme Westphalia sistemi diyebileceğimizi iddia
edebiliriz, fakat bunun yerine bunu daha sonraki bir yüzyılla ve hayal
edilemeyecek derecede farklı bir savaş ve tarihsel güç birleşimiyle
özdeşleştiririz.
Westphalia’nın zamanlama ve şiddetinin Reform’a olan bağımlılığını nasıl
gösterebiliriz? Buradaki yöntem, ayrı yönetimlerde gelişmelerine (veya
gelişmeyi başaramamalarına) paralel olarak Westphalia’daki çıkarların üzerinde
durmak ve böylece kıta çapındaki bir olayın karmaşık nedenlerini basitleştirmek
ve zaman ve mekân boyunca karşılaştırabilecek ayrılabilir bir vaka dizisi
saptamaktır.29 Alman devletleri ve Hollanda’nın kuzey eyaletleri gibi bazı
yönetimler kısmen bağımsız ön devletlerdir: onlar ve onlar gibi konumlanmış
devletler için Westphalia bağımsızlık anlamına gelmiştir. Fransa ve İsveç gibi
diğerleri zaten bağımsızdırlar. Onların ilgisi Avrupa’nın geri kalanında egemen
devlet olma durumu biçimini almıştır. Gösterdiğim gibi tüm bu yönetimler
Reform tarafından ortaya çıkarılan krizin doğrudan sonucu olarak egemen devlet
olmaya doğru çıkar geliştirdiler. Olumlu bir strateji kullanarak Reform krizleri
ile bu çıkarların gelişimi arasındaki sıkı nedensel bağı göstermekteyim. Daha
sonra olumsuz biçimde aynı çıkarlar ile şüphecilerin hayali karşıolgusal
dünyasını şekillendiren yapısal maddi eğilimler arasındaki zayıf bağlantıyı açığa
çıkarmaktayım. Eğer Westphalia’daki çıkarları açıklamakta başarısız olurlarsa o
halde hayali dünya ikna edici bir dünya değildir. İki stratejinin birlikte
destekledikleri ise James March ve John Olsen’in “tarihsel olarak etkisiz”
27
28
29
Spruyt (dipnot 1), 153-180.
Karşı olgusallarla ilgili olarak bkz. James D. Fearon, “Counterfactuals and Hypothesis Testing in
Political Science,” World Politics 43 (Ocak 1991) ve Tedock and Belkin (dipnot 25).
Gary King, Robert O. Keohane ve Sidney Verba bu strateji için “az olandan çok sayıda gözlem
yapmak” şeklinde bahsetmektedirler. Bkz. King, Keohane, and Verba, Designing Social Inquiry:
Scientific Inference in Qualitative Research (Princeton: Princeton University Press, 1994), 217-28.
Tedock ve Belkin (dipnot 25) bu yöntemin karşıolgusallarla birlikte ve bunlar dâhilinde uygun olarak
kullanılabilmesini önermektedirler (ss. 30-31). Bu da “yansıtılabilirlik” adını verdikleri kriteri
karşılamaktadır.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
77
şekilde Westphalia’ya uzanan yol adını verdikleri iddiadır. Bu da norm ve
kurumların öncel çevresel koşullardan – ki burada maddi olanlardan
bahsediyoruz – öngörülemeyen bir şekilde nasıl geliştiklerinin açıklamasıdır.30
Sadece fikirlerde beklenmeyen bir devrim Westphalia’yı açıklayabilir.
FİKİRLERİN İKİ ROLÜ
Reform üzerine yapılan araştırmalar gibi fikirlerin toplumsal etkisine ilişkin
kuramlar da pek yeni sayılmazlar ki Weber’in Protestanlık üzerine makalesi her
ikisine de bir örnektir. Ancak yakın tarihte uluslararası ilişkiler ve karşılaştırmalı
siyaset araştırmacıları fikirlere yönelik yeni bir ilginin uyanmasına önderlik
etmişlerdir.31 Reform’un nasıl Westphalia’yı ortaya çıkardığını açıklarken
onların ve önceki araştırmacıların çalışmalarından faydalanarak fikirlerin güç
uyguladığını ve siyasal çıkarları iki ayrı rol aracılığıyla şekillendirdiğini
tartışmaktayım.32
Birinci rolde insan grupları kendi kimliklerine yeni fikirler
uyarlamaktadırlar. Bir “dönüşüm” geçirmekte ve fikirlerin salık verdiğini
arzulamaya başlamaktadırlar. Kimlik burada bir insanın toplumsal rolüne göre
hangi özelliklerinin onu diğerlerinden ayrı kıldığına ilişkin algısına atıfta
bulunmaktadır: bu kişi bir Luterci, Katolik veya Alman milliyetçisi midir?33
Kimlikler kısmen insanların uzun dönemde istikrarlı olarak korudukları
fikirlerden meydana gelmektedir. Örneğin Protestan kimliğe sahip bir insan
30
31
32
33
James G. March and Johan P. Olsen, “The Institutional Dynamics of International Political Orders,”
International Organization 52 (Bahar 1998), 958.
Bu eğilime ilişkin genel değerlendirmeler için bkz. Judith Goldstein and Robert O. Keohane, “Ideas
and For eign Policy: An Analytical Framework,” Goldstein and Keohane (dipnot 3); Peter
Katzenstein, ed., The Culture of National Security: Norms and Identity in World Politics (New York
Columbia University Press, 1996); Peter Hall, ed., The Political Power of Economic Ideas (Princeton:
Princeton University Press, 1989); Wendt (dipnot 1,1994 ve 1992); Mark Blyth, “Any More Bright
Ideas? The Ideational Turn of Comparative Political Economy,” Comparative Politics 29 (Ocak 1997);
John Kurt Jacobsen, “Much Ado about Ideas: The Cognitive Factor in Economic Policy,” World
Politics 47 (January 1995); Michael Mann, The Sources of Social Power, vol. 1 (Cambridge:
Cambridge University Press, 1986).
Kendi çerçevemi fikirlerin işlerlik kazandığı tek süreç olarak değil, mevcut devrimi açıklamak için
faydalı bir çerçeve olarak önermekteyim. Farklı yol ve düzeneklerin bir dosyası için bkz. Goldstein
and Keohane (dipnot 31), 8-26 ve Katzenstein (dipnot 31), 52-65. Fikirlerin etki sahibi olacağı
koşulları ifade eden bir genel kuram önermemekteyim. Daha ziyade iddiam egemenlikteki
devrimlerin (fikirlerdeki devrimlerin) nedenlerine ilişkin olup fikirlerde devrim yaratanın nedenlerine
ilişkin olmayan bir kuramdır.
Kimliğin bir tanımı için bkz. Ronald L. Jepperson, Alexander Wendt, and Peter J. Katzenstein,
“Norms, Identity, and Culture in National Security,” Katzenstein (dipnot 31): “aktör tarafından
tutulan ve yansıtılan ve belirgin ötekilerle ilişkiler sayesinde oluşan (ve zamanla değişen) imgeler.”
(p. 59).
78
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Protestan fikirlerini korumakta ısrarcı olur. Ancak fikirler değişebilir ve hatta
insanlar yeni fikir ve özalgılar geliştirmeye başladıklarında değişirler.
Fikirlerin kimlikleri meydana getirmesi önemsiz bir iddia gibi görünebilir.
Veya tanım itibariyle doğru da olabilir: fikirlerin kendileri kimlikleri meydana
getirmemekte midir? Fakat bu iddia, bunu ancak eğer insanların yeni
kimliklerine nasıl ulaştıkları, yani kuramsal veya pratik olarak neyin aslen
geçerli olduğuna ilişkin olarak fikirlerin öne sürdüklerinin mantıklı bir şekilde
değerlendirilmesiyle ilintili bir şekilde düşündüğümüzde daha anlamlı hâle
gelmektedir. Bu tür bir “değerlendirme mantığı” aslında önemli şüpheci
alternatiflerle karşıtlık oluşturmaktadır. İnsanların fikirleri basitçe “askılar”, yani
örneğin zenginlik ve konum gibi tamamen ayrı amaçlara ulaşmak için araç
olarak benimseyebileceklerini reddetmektedir.34 Bu yaklaşım, fikirlerin daha
güçlü bir rol oynadığını, yani maddi amaçlara ulaşmak için kullanılan, fakat
amaçların kendisinin içeriğini şekillendirmeyen araçlara ilişkin “belirsizliği
çözdüklerine” bile karşı çıkmaktadır.35 Ayrıca kimlik değişiminin sadece bilgi
işlemesi için kullanılan bir psikolojik düzenekten daha fazla anlamı olduğunu
önermektedir.36 Değerlendirme mantığı, en önemli türden bir kimlik değişimidir.
Benim iddiam ise değerlendirme mantığının insanların kimliklere
ulaşmasının tek yolu olmadığıdır. Şüpheci alternatifler akla yatkın ve fiilen
şüphe götürmezdir ve kimliklerdeki her ana toplumsal devrim çok büyük
ihtimalle alternatifler ile değerlendirme mantığının bir tür birleşimini
içermektedir. Benim karşı çıktığım ise kimlik değişiminin herhangi bir şüpheci
alternatife indirgenmesidir. Değerlendirme mantığının Protestan Reform’un
arkasında hayati bir itici güç olduğu hipotezini getirmekteyim. Bunun kanıtı,
kimlik değişiminin diğerlerinin yanı sıra vaaz, el yazması, matbaa, ilahiyattaki
değişimler ve Katolik kilisesindeki kriz gibi doğaları gereği değerlendirmeyi
destekleyen toplumsal koşulların güçlenmesine tekabül etmesinde yatmaktadır.
Şüpheci bir indirgemeye karşı kanıt ise bu tür bir kimlik değişimi ile örneğin
sınıfsal devrim gibi ayrı maddi amaçlara yeni tür bir erişimi destekleyen
toplumsal koşulların şeklindeki değişimler arasında sıkı bir bağ
bulunmamasıdır.37
Fakat grup kimliklerini şekillendirmek yeterli değildir. Popüler dönüşüm,
fikirlerin nasıl prenslik veya devlet liderlerini sefere çıkmaya veya birliklerini
34
35
36
37
Kenneth Shepsle, “Comment,” in R. Noll, ed., Regulatory Policy and the Social Sciences (Berkeley:
University of California Press, 1985).
Goldstein and Keohane (dipnot 31), 16.
Bkz. Brian Ripley, “Psychology, Foreign Policy, and International Relations Theory,” Political
Psychology 14 (September 1993).
Toplumsal inşa süreçleri için bkz. Peter L. Berger and Thomas Luckmann, The Social Construction of
Reality (New York: Doubleday, 1966); Finnemore and Sikkink (dipnot 1), 913.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
79
yeni uluslararası anayasalar lehine harekete geçirmeye sevk ettiğini ya da
mukavemet gösteren liderleri nasıl zayıflattığını veya devirdiğini tek başına
açıklamamaktadır. Toplumsal güç olarak fikirlerin ikinci rolünde yeni kimliklere
dönüştürülen kişiler, prenslerine, meclislerine, başkanlarına veya yeni anayasa
getirme veya zayıflatma yetisine sahip diğer bir kişiye maliyet ve faydaları
değiştirmeye teşebbüs ederler. Bu amaçla geleneksel siyasal akım biçimindeki
ödül ve cezaları kullanırlar: oylar, vergiler, bürokratik güç, isyan tehdidi vb.
İnsanlar amaçlarına ulaşmalarını sağlama konumuna sahip olanların fırsat
maliyetlerini değiştirerek taleplerinin peşinde oldukları için fikirlerin ikinci rolü
bu anlamda akılcı seçim kuramını andırır. Burada ayırt edici olan ise bu araçları
kullananların, tercihlerini tanımlayan fikirlerden oluşan yeni kimliklere
dönüştürülenler olmasıdır. Buradaki fikirler sadece zenginlik veya güç arayışı
meşrulaştırmalarından ve de pazarlıktaki “odak noktaları”ndan açıkça daha
büyük bir anlama gelmektedir.38 Yeni toplumsal güç, bundan kaynaklanan
(Westphalia’ya yönelik çıkarlar gibi) sonuçların zamansal ve mekânsal olarak
kimliklerin gösterdiği talepleri dayatan kimlik taşıyıcılarının stratejik
hareketlerine denk geldiği zaman kanıtlanmaktadır.
Birlikte bu iki rol, yeni fikirler ve eski anayasa arasındaki çelişkinin
düzeneğidir ki bu da fikirleri aydınların kafalarından yeni uluslararası düzenlere
doğru teşvik eder. Ancak roller, bu işe dâhil olan insan ve kurumlarla ilgili pek
az şey söyler. Fikirler, onları siyasete taşıyan “kurye” ile ilgili seçici değildirler
ve roller de aktörlerle değil, süreçlerle ilgilidir. Mevcut vakalar arasında
entelektüel topluluklar, ulus aşırı ağlar, yönetici seçkinler ile dini katılım
kalıplarını değiştirmek, isyan tehdidinde bulunmak ve aksi durumlarda da
Westphalia tipi bir egemen devlet olma durumu peşine düşen liderlere teşvik
yaratmak yoluyla güçlerini uygulayan tüm vatandaş sınıfları bulunmaktadır.39
Bu aktörler ve güç biçimleri farklı şekillerde ve farklı yönetimlerde şu yollarla
yeni türlerde çıkar ifade ederler: (1) Toplumsal grupların seçkinlere baskı
yaptığı “aşağıdan Reform”; (2) Seçkinlerin daha güçlü ve etkin bir rol
oynadıkları “yukarıdan Reform” ve (3) Protestan reformcuların Protestan bir
38
39
Goldstein and Keohane (dipnot 31), 17-20; Geoffrey Garrett and Barry R. Weingast, “Ideas,
Interests, and Institutions: Constructing the European Community's Internal Market,” Goldstein and
Keohane (dipnot 3); Shepsle (dipnot 34). Toplumsal güçle ilgili ana bir kaynak için ayrıca bkz. Mann
(dipnot 31).
Entelektüel topluluklarla ilgili bkz. Emanuel Adler and Peter Haas, “Conclusion: Epistemic
Communities, World Order, and the Creation of a Reflective Research Program,” International
Organization 46 (Kış 1992). Ulusaşırı ağlarla ilgili bkz. Kathryn Sikkink, “Human Rights, Principled
Issue Networks, and Sovereignty in Latin America,” International Organization 47 (Yaz 1993) ve
Margaret Keck and Kathryn Sikkink, Activists beyond Borders: Advocacy Networks in International
Politics (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1998). Halkların etkisine ilişkin bir örnek için bkz.
David Lumsdaine, Moral Vision in International Politics (Princeton: Princeton University Press, 1993).
80
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
devlet yaratmayı başaramadığı, ancak Westphalia’da vücut bulan siyasal bir
sekülerleşmeye neden olan toplumsal bir taviz kopardıkları “politik çözüm”.40
Fikirlerin her iki rolü de kimlikleri değiştirmek ve toplumsal gücü
yönlendirmek açısından inşacı araştırmacıların taahhütlerinin yankılarıdır.
Kimliklerin nasıl şekillendiğini açıklamak için bazı inşacılar fikirlerin kimlikleri
değiştirmeye yönelik ilk rolüne sarılırlar. Çok daha fazla sayıda araştırmacı ise
kimlikleri ideoloji ve kültür tarafından tanımlanan aktör ve kurumların daha
sonra devletin çıkarlarını şekillendirmek için nasıl toplumsal güç uyguladığına
ilişkin olan ikinci rolü vurgularlar.41 Burada kullanılan çerçeve bu iki akımı
tanıyıp birleştirmektedir. Aynı inşacılar gibi bu yaklaşım da meseleye
neorealizm ve neoliberalizm gibi devletlerin sabit kimliklere ve genelde maddi
çıkarlara sahip olduğunu ve bu çıkarların peşine düşmek için amaç ve araçlara
ilişkin akılcı bir hesaplama yaptıklarını varsayan akılcı kuramlar gibi
bakmaktadır. Daha ziyade devletlerin kimlik ve çıkarları toplumsal çevreleri
yoluyla şekillenir.42 Ancak daha karmaşık biçimlerinin kimlik, norm ve
toplumsal bağlamları göz önüne aldığı akılcı yaklaşımlarla çok keskin bir
karşıtlık çizmememiz de gerekir.43 İnşacılık ve burada sunulan yaklaşım ancak
yapısalcı maddeci bir biçim alan bu akılcı kuramlar ile yollarını ayırmaktadır.
Devlet ve devletler sistemi oluşumuna ilişkin çoğu yaklaşım da aslında bu tür bir
maddeci akılcılık dile getirmektedir.
Fakat ben bir açıdan kurucu uluslararası normatif yapıları (yani egemen
anayasal otorite yapısı) ajanların (yani devletlerin) hareketlerinin sonucu olarak
40
41
42
43
Nedensel yollarla ilgili bkz. and Keohane (dipnot 31), 24-26 ve Katzenstein (dipnot 31), 52-65.
İlk kategoride bkz. Miada Bukovansky, “American Identity and Neutral Rights from Independence to
the War of 1812,” International Organization 51 (Yaz 1997); Richard Price, “Reversing the Gun
Sights: Transnational Civil Society Targets Land Mines,” International Organization 52 (Yaz 1998);
Richard Price and Nina Tannenwald, “Norms and Deterrence: The Nuclear and Chemical Weapons
Taboo,” Katzenstein (dipnot 31); Audie Klotz, Norms in International Relations: The Struggle against
Apartheid (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1995); Finnemore and Sikkink (dipnot 1), 898. İkinci
kategoride örnekler için bkz. Goldstein ve Keohane (dipnot 3) makaleleri ve Katzenstein (dipnot 31)
makalelerinin çoğu.
Jepperson, Wendt, and Katzenstein (dipnot 33), 58-60.
Bu versiyonlar, fayda işlevlerinin kimlikler, kültür ve psikolojik şema tarafından nasıl belirlendiğini
göstermekten “norm girişimcilerinin” ortak bilgi inşa etmek ve diğerlerinin fayda işlevlerini kendi
taahhütlerine göre değiştirmek için giriştikleri teşebbüslerin akılcılığını ortaya koymaya, fikirlerin
“odak noktaları” veya “belirsizlik çözücüleri” olarak nasıl akılcı hareket arayışını değiştirdiklerine
ilişkin modeller aramaya ve akılcı hareketin toplumsal bağlamını kaydetmeye kadar farklı stratejiler
benimsemektedirler. Bkz. Finnemore and Sikkink (dipnot 1), 909-15; Goldstein and Keohane (dipnot
31), 3-30; Miles Kahler, “Rationality in International Relations,” International Organization 52 (Bahar
1998), 933-38; March and Olsen (dipnot 30), 952-54; Jon Elster, Nuts and Bolts for the Social
Sciences (Cambridge: Cambridge University Press, 1989); a.g.y., Political Psychology (Cambridge:
Cambridge University Press, 1993). İnşacı ve akılcı geleneklerin uzlaştırılabilirliğine ilişkin daha
şüpheci bir yaklaşım için bkz. Ruggie (dipnot 1,1998), 883-85.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
81
açıklayarak inşacıların gündemini genişletmeyi önermekteyim. İnşacılar kurucu
bir norm olarak egemenliğin önemini kabul etseler de buna tipik olarak devlet
kimlikleri ve davranışının bir ürünü değil, etkeni olarak bakmaktadırlar.44 Fakat
en belirgin olarak Rodney Bruce Hall’un Birinci Dünya Savaşı yoluyla erken
modern Avrupa’dan itibaren ulusal kimlik ve uluslararası sistem arasındaki
ilişkiyi izleyen Ulusal Ortak Kimlik adlı çalışmasında olduğu gibi bu düşünceye
istisnalar da mevcuttur. Hall’a fazlasıyla yakınlık duyan birisi olarak benim
iddiam onun “topraksal egemenlik” adını verdiği kavram ve bunun Hall’un bana
göre çok daha kısa ele aldığı Protestan Reform’daki kökenleri üzerinde
durmaktadır.45 İnşacılığa sıcak bakan yorumcular da aynı Hall gibi yazarların
başlattığı ve benim de ileriye götürmek istediğim tür bir kuramsal gelişme
çağrısında bulunmaktadırlar: Jeffrey Checkel ajanların normatif yapıları nasıl
şekillendirdiğini açıklamaya çalışırken Janice Thompson egemenlik normlarının
kökenlerinin bir incelemesini sunmaktadır.46
REFORM’UN ETKİSİNE KARŞI YAPISAL ŞÜPHECİLİK
Fikirlerin bahsedilen bu tür işleyişlerine karşı ihtiyatlı yaklaşanlar, bunun
yerine çeşitli maddi yapılara yönelerek yönetimleri açıklayacak olan
eleştirmenlerdir. Bunlar, kendileri fikirlerden oluşmayan birey ve grupların
davranışı üzerindeki toplumsal kısıtlamalardır: teknoloji, şiddet ve
vergilendirme kurumları, sınıf, toplumsal koalisyonlar, askerî ve ekonomik
gücün uluslararası dağılımı vb. Bu eleştirmenlere göre, yönetimler silah,
zenginlik, daha güçlü vergi toplayıcı bürokrasilere vb. bağlı olarak güçlerini
artırdıkları zaman egemen bir devlet sistemine yönelik çıkar geliştirmişlerdir.
Buna göre çıkarlar, güçten kaynaklanmış ve buna mukabil olarak yönetimlerin
Kutsal Roma İmparatorluğu gibi diğer rakip kurumlara karşı öne çıkmasına izin
vermiştir. Westphalia sadece nihai zaferlerini meşru hâle getiren normlar
kümesidir.
Bu yapısalcılığın bazı biçimlerine göre devlet, savaş kazanmaya en müsait
kurum olduğu için öne çıkmıştır. Örnekler arasında Charles Tilly’nin çalışmaları
ve devletleri savaşın maliyet ve ölçeğine dayanabilecek en uygun kuruma
dönüştüren askeri teknoloji ve örgütlenmenin erken bir modern dönüşümü olan
44
45
46
Biersteker and Weber (dipnot 1); Jepperson, Wendt, and Katzenstein (dipnot 33), 45-46; Ruggie
(dipnot 1,1993); Ruggie (dipnot 1,1998), 870; Wendt (dipnot 1,1992), 412-15.
Hall (dipnot 1), 51-58.
Checkel (dipnot 1), 340-42; Thomson (dipnot 1). Ayrıca John Gerard Ruggie’nin “uluslararası
ilişkilerdeki sosyal inşacılar henüz kurucu kurallara ilişkin bir kuram bulamamışlardır” yorumu için
bkz. Ruggie (dipnot 1, 1998), 872.
82
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
“askerî devrim”i kuramlaştıran yazarlar bulunmaktadır.47 Diğer biçimler ise
mülkiyet haklarını temin etme, vergi toplayabilme ve diğer devletlerle makul
biçimde ticaret anlaşmalarına girebilme becerisi sayesinde zenginliği en iyi
şekilde üretebildiği için devleti muzaffer görmektedirler. Örneğin Hendrik
Spruyt Orta Çağlardaki ticaret patlamasının, toplumsal gücü o zamanlar ticareti
en iyi şekilde destekleyebilecek olan devlet kurumlarını yaratmak amacıyla
krallarla ittifak hâlinde bulunan şehirlere kaydırdığını söylemektedir.48 Yine
bazı biçimlerde ise devlet erken modern sınıf yapısındaki değişikliklerden
çıkmıştır.49
Son olarak ise devletin zaferine ilişkin realist yaklaşımlar vardır. Bu ilk başta
yanıltıcı görünebilir: realizm egemen devletlerin zaten var olduğunu
varsaymamakta mıdır? Kesin olarak evet, ancak yine de Avrupa güçler
dengesinin nasıl imparatorluk, İspanya ve Habsburglardan Fransa, İsveç ve
kısmen bağımsız Alman ve Hollanda öndevletleri arasındaki ittifaka kaydığını
anlatan ve realizme yakından benzeyen yaklaşımlar da bulmak mümkündür.
Westphalia sadece bu ittifakın zaferini onamıştır.50 Özet olarak, fikirlerde
kökeni olan herhangi bir yaklaşımın tüm bu şüphecilik biçimlerine yanıt vermesi
gerekir.
WESTPHALIA’NIN KÖKENİ OLARAK REFORM’A İLİŞKİN
KANITLAR
47
48
49
50
Otto Hintze, The Historical Essays of Otto Hintze (Oxford: Oxford University Press, 1975); Richard
Bean, “War and the Birth of the Nation-State,” Journal of Economic History 33 (Mart 1973); Porter
(dipnot 24); Tilly (dipnot 7). Burada istisna olan Reform’u topraksal egemenlik için önemli bir kaynak
olarak gören Hall’dur (dipnot 1). Reform’un kısmen açıklayıcı rolünü kabul ettiği için Porter da
önemli bir istisnadır. Bkz. Porter (dipnot 24), 68-69. Askerî devrimle ilgili klasik örnek için bkz.
Roberts (dipnot 16,1967), 195-225. Askerî devrimin uzun dönemli siyasi sonuçlarıyla ilgili etkileyici
bir yakın tarihli çalışma için bkz. Brian Downing, The Military Revolution and Political Change
(Princeton: Princeton University Press, 1992), özellikle 56-74. Askerî devrim tezinin bir eleştirisi için
bkz. “The ‘Military Revolution,’ 1550-1660: A Myth?”Journal of Modern History 48 (Haziran 1976) ve
a.g.y., The Military Revolution (Cambridge: Cambridge University Press, 1988).
Douglass C. North and R. P. Thomas, The Rise of the Western World (Cambridge: Cambridge
University Press, 1973); Spruyt (dipnot 1).
Immanuel Wallerstein, The Modern World System: Capitalist Agriculture and the Origins of the
European World-Economy in the Sixteenth Century (New York: Academic Press, 1974); N. K.
Anderson, “The Reformation in Scandinavia and the Baltic,” G. R. Elton, ed., The New Cambridge
Modern History (Cambridge: Cambridge University Press, 1958).
Bkz. Paul Kennedy, The Rise and Fall of the Great Powers: Economic Change and Military Conflict
from 1500 to 2000 (New York: Random House, 1987), 31-73; Aristide R. Zolberg, “Origins of the
Modern World System: A Missing Link,” World Politics 33 (Ocak 1981), 253-58; Ludwig Dehio, The
Precarious Balance, trans. Charles Fulman (New York: Knopf, 1962); S. H. Steinberg, “The Thirty
Years War and the Conflict for European Hegemony,” Rabb (dipnot 13); Robert Gilpin, War and
Change in World Politics (Cambridge: Cambridge University Press, 1981).
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
83
Burada kullanıldığı şekliyle Reform krizi, bir yönetim içinde Protestan
siyasal düzen yanlıları ile Katolik siyasal düzen yanlıları arasındaki derin ve
tartışmalı toplumsal mücadeledir ki bu mücadele zaman zaman yaygın şiddet
içerirken bir din birliği talebi her iki taraf için de daim olmuştur. Bu tür bir
Reform krizi sayesinde yönetimler egemen devlet olmaya yönelik bir çıkar
geliştirmeye başlamışlardır. Toplumsal mücadele, fikirlerin iki rolü aracılığıyla
gözler önüne serilmiştir. Fakat Protestan fikirlerin nasıl nüfuz kullandığını
bilebilmek için önce Protestan fikirlerin ne olduğunu ve neden siyasal olarak
kuvvetli olduklarını bilmemiz gerekmektedir. Reform’un nüfuzu meselesi bu
soruların yanıtları ile başlamaktadır.
REFORM’UN SİYASAL TEOLOJİSİ
Çok geniş, karmaşık ve farklı şekillerde ele alınmış olsa da Reform teolojisi
Hristiyan kilisesinin ne olmadığı konusunda ortak bir doktrin ortaya koymuştur:
kilise tek bir insanın otoritesi altında göze çarpan şekilde birleşmiş bir kurum
değildir. En azından Martin Luther için kilise sadece doktrinsel anlamda özgün
olan yerel kiliselerin bir toplamıdır.51 Bu kilise teolojisinin, kilisenin geniş mülk
alanlarına el koyulması, imparatorun dini birliği uygulama otoritesinin sona
ermesi, kilise görevlilerinin dünyevi görevler yapmalarının yasaklanması ve
papa ile imparatorun kiliseyle ilgili güçlerinin ortadan kaldırılması gibi
muazzam kurumsal sonuçları olmuştur.52
Ancak feragat edilmiş olan bu tür güçlerin akışına bırakılması mümkün
olmamıştır. Almanya’da prensler, Hollanda’da Eyaletler Meclisi, İsveç ve
İngiltere’de ise kral gibi seküler otoriteler tarafından benimsenmişlerdir. İşlevler
arasındaki bu yeni ayrım ayrıca Luther’in siyasi teolojisi olan “İki Krallık ve İki
Hükümet Doktrini”nden destek almıştır. Buna göre Tanrı iki hükümet biçimine
sahip iki dünyevi düzen yaratmıştır. Birisi İsa ile inananın ruhu arasındaki
ilişkinin alanı olan ruhanî alandır. Diğeri ise sivil memurlar, kanunlar ve şiddet
yoluyla idare edilen ve seküler toplum düzeni olan dünyevi alandır. Reformcular
bir ayrım talep etmişlerdir. Dolayısıyla kilise papazları kamusal düzen
51
52
Martin Luther, The Freedom of a Christian, trans. W. A. Lambert and ed. H. J. Grimm, Luther’s
Works, cilt. 31 (Philadelphia: Westminster Press, 1957); a.g.y., Bondage of the Will, trans. Philip S.
Watson ve Benjamin Drewery ve ed. P. S. Watson, Luther's Works, vol. 33 (Philadelphia:
Westminster Press, 1972); Quentin Skinner, The Foundations of Modern Political Thought, cilt. 2
(Cambridge: Cambridge University Press, 1978); Euan Cameron, The European Reformation (Oxford:
Oxford University Press, 1991), 99-198; Heiko Oberman, Luther: Man between God and the Devil
(New Haven: Yale University Press, 1989); Steven Ozment, Protestants: The Birth of a Revolution
(New York: Doubleday, 1992), 43-86; Louis Bouyer, The Spirit and Forms of Protestantism (Londra:
Harville Press, 1955).
Cameron (dipnot 51), 145-55.
84
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
görevlerini yerine getirmeyecek ve memurlar, prensler ve krallar da dini törenler
yapıp vaaz vermeyeceklerdir.53 Her ne kadar Luther’in risaleleri veya John
Calvin’in Kurumlar adlı eseri Westphalia tipi bir egemen devletler sistemi
taslağı oluşturmamışsa da Reform’un siyasal teolojisi iki alanı ayırmak yoluyla
esasen egemenliği salık vermiştir. İmparatorluk içindeki seküler otoriteler için
kilisenin geri kalan dünyevi ayrıcalıkları onların güç sınırlarını doldurmaktadır.
Bu nokta esastır: Reform’un temel savları egemenliğe işaret etmektedir.
Kilise, 1521’deki Worms Diyet’inde Luther’i kınamıştır. On yıl sonra V.
Şarl, sapkınlığı bastırmak için ordularını göndermiş ve bu imparatorluk girişimi
en azından 1630’lar boyunca devam etmiştir. Silah tehdidi karşısında
reformcular, kendilerini koruyabilecek ordulara sahip seküler hükümdarlar ile
ittifak yapmak ve onlara tam egemenlik vermek için artık daha fazla nedene
sahip olmuşlardır. O halde Reform teolojisi egemenliği salık vermesi anlamında
sadece dolaylı değil, ayrıca V. Şarl’ı tehdidi bastırmaya yönlendirmesi ve
karşılığında reformcuların korunma talep etmesi anlamında doğrudan da
egemenliğe yol açmıştır. Her ne kadar tecrit durumunda hesaba katılan bir
fiziksel korunma teolojik olarak yüklü bir ihtiyaç sayılamazsa da reformcuların
buna olan ihtiyacı sapkın inançları dışında pek de akıllıca değildir ki bu inançlar
bile tek başına imparatorun silahlı yanıtına yol açmıştır. Egemen devlet olma
durumu Karşı Reform’u durduracak bir kabuktur.
Reform’un bir başka önemli özelliği de Avrupa Hristiyanlığı tarihindeki
siyasi önermelerinin yeniliğidir. Bu özgünlük yöntembilimsel bir itirazı bertaraf
etmektedir: eğer Westphalia’ya neden olan sapkın teolojik fikirlerdiyse o zaman
neden daha önceki sapkınlıklar aynı siyasal etkiye sahip olmamıştır? Aslında
tam tersine İngiltere’deki Lollard hareketi, güney Avrupa’daki Waldenseler ve
Bohemya’daki Hussitler gibi önceki üç asırda görülen sapkınlıklar aynı siyasi
fikirlere işaret etmemişlerdir. Önceki hareketler elbette kilisenin doktrin ve
uygulamalarına karşı çıkmışlar, ancak kilisenin hiyerarşik ya da dünyevi
güçlerini zayıflatan bir siyasal teoloji geliştirmemişlerdir.54 İddiamızı doğrular
şekilde farklı içeriğe sahip farklı fikirler farklı siyasi sonuçlar çıkarmıştır.
REFORM VE YÖNETİMLERİN WESTPHALIA’YA YÖNELİK
ÇIKARLARI ARASINDAKİ İLİNTİ
53
54
A.g.e., 152-53; Martin Luther, Whether Soldiers, Too, Can Be Saved, trans. Charles M. Jacobs and ed.
Robert C. Schultz, Luther’s Works, vol. 46 (Philadelphia: Westminster Press, 1967); a.g.y., Temporal
Authority: To What Extent It Should Be Obeyed, trans. J.J. Schindel ve ed. W. I. Brandt, Luther’s
Works, c. 45 (Philadelphia: Westminster Press, 1967); Ozment (dipnot 51), 122-40; Skinner (dipnot
51), Romans 13.
Cameron (dipnot 51), 70-78.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
85
Eğer Reform teolojisi ve egemenlik özde ve kavramsal olarak birbirlerine
bağlılarsa ayrıca tarihsel ve nedensel olarak da bağlılardır. Dolayısıyla bir
egemen devletler sisteminde çıkara sahip olan her yönetim güçlü bir Reform
krizi geçirmişken egemen devletler sistemine karşı savaşan her yönetim ise din
değiştirmeye ikna ettiği birkaç kişi kazanmıştır. Bu ilinti ayrıca bir zamanlama
da içermektedir: egemen bir devletler sisteminde çıkar kazanan yönetimlerin
çoğu bunu genellikle topraklarına Protestanlığın gelişini takip eden bir nesil
içinde yapmışlardır ve çoğu da Protestanlık gelmeden önce egemen bir devletler
sistemine çok az eğilim göstermişlerdir. Bu ilintiler iddiamızı
sağlamlaştırmaktadır.
Tablo 1’in ilk üç sütunu bu ilintiyi basitleştirilmiş olarak göstermektedir.
Birinci sütun, Westphalia’dan önceki yüzyıldaki ana yönetimleri listelemektedir.
İkinci sütun bir yönetimin bir egemen devletler sisteminde çıkar sahibi olup
olmadığını ve eğer olduysa bunu ne zaman yaptığını göstermektedir. Üçüncü
sütun bir yönetimin Reform krizi geçirip geçirmediğini ve bunu ne zaman
geçirdiğini göstermektedir. Dördüncü sütun bir devletin kurumlarının
gelişiminin zamanlamasını ve doğasını genellemektedir. İkinci ve üçüncü
sütunlar, bir Reform krizinin varlığı ve zamanlamasının Westphalia’ya yönelik
siyasi çıkarla güçlü biçimde denk geldiğini göstermektedir. Otuz Yıl Savaşı’nda
Westphalia için savaşan dört ana yönetimde (veya Almanya örneğinde
yönetimler bölgesinde) yani Almanya, Hollanda, İsveç ve Fransa’da egemen bir
devletler sistemine yönelik çıkar, Reform krizini takip eden bir nesil içinde
oluşmuştur. Her ne kadar Westphalia için yaşanan silahlı çatışmaya doğrudan
dâhil olmamışlarsa da İngiltere, Danimarka ve Transilvanya’da da bir Reform
krizi yaşanmış ve bu ülkeler diplomatik olarak imparatorluk karşıtı devletleri
desteklemişlerdir. Ayrıca önemli olan, Katolik yönetimlerin, Katolik Alman
prensliklerinin, İspanya, İtalya veya Polonya’nın da egemen bir devletler
sistemine yönelik çıkar oluşturmamalarıdır. Bunlar imparatorlukla müttefik
olmaya devam etmiştir.
Prensler ve krallar Reform krizinin çıktığı zaman ve yerlerde egemen bir
devlet sistemine yönelik çıkar peşinde olmuşlardır. Bu önemli, ancak duruma
bağlı bir kanıttır. O halde fikirlerin iki rolünün ilerlemesine yardımcı olan
oyuncular, olaylar ve kurumlar kimler ve nelerdir?
Fikirlerin ilk rolü olan Protestanlığa geçme, Reform’u benimseyenlerin yeni
dini uygulamalarında kanıtlanmaktadır. Protestanlar vaizlerin Protestanlık
teolojisini anlattıkları kiliselere gitmiş, ayin, günah çıkarma ve yeni öğretinin
buyurduğu diğer törenlere katılmış, daha asi olanlar ise ikonları kırarak Katolik
kiliselerine karşı ayaklanmış ve Roma’nın yaptırımcı otoritesine boyun eğmeyi
reddetmişlerdir. Fakat onları din değiştirmeye iten ne olmuştur? Çoğunu hemen
Reform krizine götüren Martin Luther’in teolojisi olmuştur. Luther fikirlerini sil
86
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
baştan yaratmamış, geç Ortaçağ teolojisinden ve özellikle de nominalizmden
etkilenmiştir. Kendi ruhsal krizi de önemli bir çökelticidir, zira fikirleri, önce
manastırlar, sonra ruhban sınıfı ve misyonerler ve sonra da cemaatler arasında
hızla ve endişeye yol açarak dolaşmıştır. Protestan fikirlerin benimsendiği pek
çok biçim açısından bu yayılma kalıbı Avrupa’nın her yerinde tekrarlanmıştır.55
Bu yayılışı her ikisi de gayet yeni olan iki ana araç desteklemiştir: vaaz ve
elyazması. Protestan teolojisi ve ibadeti papazın Tanrı’nın sözünü aktarmasına
yeni bir önem atfetmiştir ki bu da dinleyenleri emirlerine doğru çeken bir otorite
tastikidir.56 Aynı dönemde matbaa filizlenmiştir. 1517 ile 1520 arasında
Luther’in takipçileri otuzdan fazla yazısını üç yüz binden fazla kopya halinde
basmışlardır. Bu el yazmaları üniversitelerde ve din adamları tarafından hızla
okunmuş, bu kişiler daha sonra fikirlerini ağızdan ağza daha geniş kitlelere
yaymışlardır. El yazmaları diğer yörelerde de yayılmıştır.57 Her iki iletişim şekli
de (vaaz ve elyazması) adeta toplumun tüm kesimleri tarafından kabul edilmişse
de en coşkulu kabul, Protestanların çoğunluğunu oluşturan tacir ve zanaatkârlar
tarafından gösterilmiştir.
55
56
57
A.g.e., 99-110.
Robert Wuthnow, Communities of Discourse (Cambridge: Harvard University Press, 1989), 131.
A.g.e., 129-40. Yazılı basının önemi için bkz. Elizabeth Eisenstein, “The Advent of Printing and the
Protestant Revolt: A New Approach to the Disruption of Western Christendom,” Annales, E.S.C. 26
(1971); Richard G. Cole, “Propaganda as a Source of Reformation History,” Lutheran Quarterly 22
(1970); C. S. L. Davies, Peace, Print, and Protestantism (Londra: Paladin, 1977).
87
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
TABLO 1
WESTPHALIA’DAKİ ÇIKARLARIN ZAMANLAMASI VE İDDİA EDİLEN NEDENLERİ
(1) Yönetim
Alman Protestan
Devletleri a
Alman Katolik
Devletleri a
Hollanda
(Birleşik Eyaletler)
İsveç
Fransa
(2) Westphalia Egemen
Devletler Sistemine
Yönelik Çıkar
1520-45
yok
1581
1540’lar
1620’ler
(3) Reform
Krizi
Artış
1520-40’lar
zayıf, azınlık statüsü
devam ediyor
1560’lar
1520’ler
1560’lar-1598
İspanya
yok
yok
Polonya
yok
Habsburg Macaristan
yok
Protestanlığın
yayılması, fakat
kriz yok
Protestanlığın
hafifçe yayılması,
fakat önemli kriz yok
1550
1520’ler ve 1530’lar
1530’lar
Transilvanya
Danimarka
İngiltere
1618
1538
tam savaşa girmeden
Avrupa Protestanlarına
Destek, 1560’lar-1648
(4) Maddi Güçteki
16.yüzyılda yavaş,
1650’den sonra keskin
16. yüzyılda yavaş
1650’den sonra keskin
1590’lardan itibaren
keskin
1600’den sonra yavaş;
1672 ile 1728 arası
keskin
1600’den sonra yavaş
ve duran; 1672 ile 1718
arası keskin
1400’ler, şehir
devletlerinin artışı,
1527’ye kadar egemen
devletler sisteminin
sonuçlanması
önemsiz artış
önemsiz artış
önemsiz artış
önemsiz artış
16. yüzyıl boyunca
önemli
Diğer toplumsal çökelticiler de Reform’a yardımcı olmuştur. En bariz ve
bilindik olanı Ortaçağ kilisesinde görülen yozlaşmadır. Reform’un başladığı
Almanya’da bu algı Avrupa’nın diğer yerlerinden daha güçlüdür ve Reform’dan
önceki yıllarda durmadan artmıştır.58 Entelektüel ve teolojik hareketler de
a
Bazı Alman devletleri savaş ve 1555 Augsburg Barış Anlaşması ile 1648 arasındaki siyasal pazarlık
sonucunda resmi olarak Katolik ve Protestan statüleri arasında değişiklik yapmışlardır. Ben burada
devletleri 1520-45 döneminin ilk Reform krizi esnasında benimsedikleri statüye göre
sınıflandırmaktayım.
58
Steven Ozment, The Age of Reform, 1220-1550: An Intellectual and Religious History of Late
Medieval and Reformation Europe (New Haven: Yale University Press, 1980), 222-23; Ozment
(dipnot 51), 9-86; Cameron (dipnot 51), 20-37, 79-93.
88
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Reform’a denk düşmüştür. Reform’un müjdecisi olan Hıristiyan hümanizmi ve
nominalizm, en çok Reform’un en erken ve en yoğun yaşandığı ve önceki iki
yüzyıl boyunca durmadan güç kazandığı Almanya, İsveç ve günümüzde
Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’dan oluşan Alçak Ülkeler bölgesinde yaygın
olmuştur.59 Matbaa, okur-yazarlık, papa ve imparatorun merkezî kontrolünün
yoğunluğu gibi diğer faktörlerin etkisine ise Reform’un en fazla başarıya ulaştığı
kentsel ortamlarda şahit olunmaktadır.60
Reform araştırmacıları ayrı bir kentsel faktörü, yani güçlenen burjuvazinin
ekonomik çıkarlarını da vurgulamaktadırlar. Protestanlık ile kapitalizm
arasındaki ilişkiye dair tartışma elbette Friedrich Engels ve Max Weber’e kadar
uzanmaktadır ve burada bu tartışmaya girme niyetinde değilim. Ancak
günümüzde bazı Reform tarihçileri (Protestanlığın toplumsal nedenlerini
vurgulayan yeni nesilden olsalar dahi) Protestan fikirlerin sınıfsal ve ekonomik
çıkarlarla karmaşık bir etkileşimin ürünü olmaktan ziyade bu çıkarlara
indirgenebileceğini iddia etmektedirler. Az sayıda kişi reform fikirlerinin
özerkliğinin var olmadığını tartışacaktır.61
Din değiştirdikten sonra Protestanlar toplumsal güçlerini, yani fikirlerin
ikinci rolünü farklı yollara savurmuşlardır. Kilisenin otoritesi en doğrudan
olarak inananın dini vecibeleri uygulamasına bağlı olduğu için inananlar bu
vecibelerden saptığında bu otorite doğrudan zayıflamıştır. Protestanlar, vaizlerin
Protestan teolojiyi anlattıkları kiliselere gitmiş, ayin, günah çıkarma ve yeni
öğretinin buyurduğu diğer törenlere katılmış, daha asi olanlar ise ikonları kırarak
Katolik kiliselerine karşı ayaklanmış ve Roma’nın yaptırımcı otoritesine boyun
eğmeyi reddetmişlerdir.62 Karşı dini uygulamaların kendisi de bir tür toplumsal
güç olmuştur.
59
60
61
62
Alistair McGrath, The Intellectual Origins of the European Reformation (Oxford: Basil Blackwell,
1987); a.g.y., Reformation Thought: An Introduction (Oxford: Oxford University Press, 1988); Heiko
Oberman, The Harvest of Medieval Theology: Gabriel Biel and Late Medieval Nominalism
(Cambridge: Harvard University Press, 1963); a.g.y., Masters of the Reformation: The Emergence of
a New Intellectual Climate in Europe, trans. Dennis Martin (New York: Cambridge University Press,
1981).
Wuthnow (dipnot 56), 25-51; Andrew Pettegree, The Early Reformation in Europe (Cambridge:
Cambridge University Press, 1991); Bernd Moeller, Imperial Cities and the Reformation, trans. H. C.
Erik Middlefort ve Mark U. Edwards, Jr. (Philadelphia: Fortress Press, 1972); Thomas Brady, “In
Search of the Godly City: The Domestication of Religion in the German Urban Reformation,” R. P.-C.
Hsia, ed., The German People and the Reformation (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1988).
Reform tarihyazımı için bkz. Steven E. Ozment, ed., Reformation Europe: A Guide to Research (St.
Louis, Mo.: Center for Reformation Research, 1982); Hsia (dipnot 60); Wuthnow (dipnot 56), 25-51;
Pettegree (dipnot 60) ve Bob Scribner, Roy Porter ve Mikulcs Teich, editörler., The Reformation in
National Context (Cambridge: Cambridge University Press, 1994).
Cameron (dipnot 51), 99-110,199-318; Ozment (dipnot 51), 43-86.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
89
Dini uygulamalardaki bu meydan okuma nihai olarak daha kaba bir güce
gereksinim yaratmıştır. Protestanlar kendileriyle ittifak yapabilecek olan
prensler lehine imparatora karşı silaha sarılmışlar ve çekingen prenslere karşı da
isyan etmişlerdir. Tacirler, emekçiler, zanaatkârlar, köylüler ve her düzeyden
soylular bu yollardan birini seçerek askeri hizmet sunmuşlardır. Tüm bu
durumlarda herhangi bir toplumsal güç biçiminin prense, krala veya yüksek
memura kilisenin toprakları ile dünyevi güçlerini elinden alma ve belki de
imparatora karşı savaşma teşvik ve aracını sağlaması gerekmektedir. Eğer
yönetimin başındaki kişinin kendisi din değiştirirse o zaman konumu sayesinde
fikirlerin toplumsal gücünü uygulayabilmektedir.63 Kendi topraklarında
doktrinsel birliği uygulayabilmekte, yeni kilise liderleri atayabilmekte, Roma
hiyerarşisinin otoritesini geçersiz kılabilmekte, manastırları dağıtabilmekte,
kilise mallarına el koyabilmekte ve imparatorluğa karşı savaşmak için askerî
birlik toplayabilmektedir. Fakat inat veya ilgisizlik nedeniyle din değiştirmemiş
olsa dahi, ya din değiştirenlerin isyanından korktuğu ya da onlarla ittifak
yaparak zenginlik ve güç kazanma fırsatı gördüğü için Reform’u bu yollarla
güçlendirmesi mümkündür. Dindar, zorba, fırsatçı veya korkak olmasından
bağımsız olarak bir liderin kiliseyi başarıyla alt etmesi ancak kendi etrafında
kapsamlı bir Protestan toplumsal güç toplayabilmesine bağlıdır.64 Yönetimlerin
başındaki kişiler tarafından kullanılan mevkiinin toplumsal gücü ile birlikte
karşı dini uygulamalar, isyan ve askeri hizmetin toplumsal gücü Reform’un
toplumsal gücünü oluşturmaktadır.
Bu yorum, Reform fikirlerinin ikili rolleri sayesinde yönetimleri nasıl
egemen devlet olmaya yönelik çıkar oluşturmaya sevk ettiklerinin genel bir
yorumudur. Ancak farklı yönetimler bu anlatıda farklı deneyimler yaşamışlardır.
Her biri bizim din değiştirme ve toplumsal gücün kesin olarak nasıl ve kim
aracılığıyla işlediğini görmemize yardımcı olan üç nedensel yol izlemişlerdir:
aşağıdan Reform, yukarıdan reform ve politik çözüm. Şekil 1’de fikirlerin iki
rolünün gelişimine yardımcı olan olay zincirlerini gösteren yolların her birinin
şematik bir özeti sunulmaktadır. Aşağıdan Reform ve politik çözüm sırasıyla
Almanya ve Fransa örnekleriyle gösterilmektedir. Yukarıdan Reform ve Tablo
1’de listelenen diğer Avrupa yönetimlerinin deneyimleri kısaca
anlatılmaktadır.65
63
64
65
Fikirlerini değiştiren ve bu yeni fikirleri güçlendiren bir yönetici seçkin örneği olarak Gorbaçov için
bkz. Robert G. Herman, “Identity, Norms, and National Security: The Soviet Foreign Policy
Revolution and the End of the Cold War,” Katzenstein (dipnot 31).
Cameron (fn. 51), 199-318.
Buradaki yöntem Alexander George’un yapılandırılmış odaklı karşılaştırmasındaki “süreç izleme”ye
denk düşmektedir. Bkz. George, “Case Studies and Theory Development: The Method of Structured,
90
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
ALMANYA: AŞAĞIDAN REFORM
Reform Almanya’da başlamış ve ilk siyasal etkilerini de burada göstermiştir.
1523 ile 1546 arasında İsviçre ve Avusturya bölgeleri de dâhil olmak üzere
Almanca konuşulan toprakların yarısından fazlasına dağılmış durumda olan
prensler ve yüksek memurlar kilise topraklarını sekülerleştirip el koyarak yerel
kilise hiyerarşisini Roma’nın buyruklarından koparmış ve etkin biçimde bir
ülkesel kilise yaratmışlardır. Ele geçirdikleri için savaşmaya hazır olarak
egemenliğe yönelik çıkarlarını korumaya azimli olmuşlardır. Şekil 1’de de
görüldüğü gibi yönetici seçkinler bu çıkarla sonuçlanan nedensel zincirin son
halkasıdırlar ve konumları bu çıkarın arkasında durmaları için gerekli toplumsal
gücü onlara sağlamıştır. Din değiştirenler karşı dini uygulamalar yaparken, isyan
tehdidinde bulunurken ve imparatorluğa karşı silahlı kuvvetlere katılırken
hükümdarlar bu tür çıkarlara ancak Lutherci görüşlere yaygın bir dönüşün
ortasında ulaşmışlardır.66
66
Focused Comparison,” Paul G. Lauren, ed., Diplomacy: New Approaches in History, Theory, and
Policy (New York: Free Press, 1979).
Holborn (dipnot 10), 37-51, 137-39, 158, 162, 374; Owen Chadwick, The Reformation (Londra:
Penguin, 1964); John M. Todd, Reformation (New York: Doubleday, 1971), 230-39; A. G. Dickens,
Reformation and Society in Sixteenth Century Europe (Londra: Thames ve Hudson, 1966), 87-106; G.
R. Elton, Reformation Europe, 1517-1559 (Londra: Collins, 1963); Barraclough (dipnot 10), 262-67.
91
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
1. Aşağıdan Reform (Almanya, Hollanda, Transilvanya)
Din değiştirme yolu
manastırlar ve
sıradan din adamları
yönetici seçkinler dahil
İlahiyatçıların tefekkürü → üniversiteler →
→ geniş yelpazede
sektörlerde din
değiştirme
Toplumsal güç yolu
Karşı dini uygulamaların,
yönetimin
direnişin ve silahlı kuvvetlere
Westphali’ya yönelik
katılımın toplumsal gücünü
çıkarı
→
uygulayan, Özellikle kentli
seçkinler
→
orta sınıflardan olmak üzere
geniş yelpazeden Protestan
toplumsal sektörler (toplumsal kriz)
2. Yukarıdan Reform (İsveç, İngiltere, Danimarka)
Din değiştirme yolu
manastırlar ve
İlahiyatçıların tefekkürü → üniversiteler
→ misyonerler
→ sıradan din adamları
↓
geniş yelpazeden
sektörlerde yönetici
seçkinler dahil din
değiştirme
Toplumsal güç yolu
Mevkilerinin toplumsal gücünü
uygulayan Protestan yönetici
→
seçkinler(toplumsal kriz)
↕
Yönetici seçkinleri güçlendiren ve yönetici
seçkinler tarafından güçlendirilen geniş
yelpazeden Protestan toplumsal sektörler
(toplumsal kriz)
3. Politik çözüm (Fransa)
Din değiştirme yolu
İlahiyatçıların tefekkürü → manastırlar ve → misyonerler →
Üniversiteler
Toplumsal güç yolu
Silahlı direnişin toplumsal
güçlü Protestan ve Katolik
gücünü uygulayan geniş → seçkinler arasında politik
→
yelpazeden sektörlerdeki
çözüme yönelik çıkar
Protestanlar
yönetimin Westphalia’ya
yönelik çıkarı
sıradan din adamları
↕
geniş yelpazeden sektörlerde
soylular dahil din değiştirme
dış politika gücü Westphalia’ya
yönelik bir çıkar içeren
politik taviz
ŞEKİL 1
HER BİR YOLUN ŞEMATİK ÖZETİ
92
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Luther’in 1517’de halk önünde ortaya koyduğu başkaldırıdan sonraki on yıl
içinde Alman hükümdarları, imparatorluk güçlerinden günümüze kadar devam
eden ayrıcalıklar almaya başlamışlardır. Almanya’daki üç yüz ayrı yönetimde
bulunan bu hükümdarlar, şehir liderleri, soylular, şövalyeler, prensler ve bazen
de imparatorluğun seçmen prenslerinden oluşan eklektik bir gruptur. Örneğin
Luther’in kendi Saksonya bölgesinde seçmen prens olan John kilise topraklarını
devlet denetimi altına almış, Katolik rahipleri seçici meclis üyeleri ve
ilahiyatçılardan oluşan bir “teftiş” komitesiyle değiştirmiş ve ibadette
tekbiçimliliği uygulamaya, din adamlarının standart ve yönetimlerini
geliştirmeye ve kilise mensubu olmayanların ahlaki ve ruhani işlerine bakmaya
başlamıştır.67 Bunun yaklaşık olarak aynısı Alman Luther Reformunun
yayılmasının nihayet son bulduğu 1523 ile 1540’ların sonları arasında
Almanya’nın her yerindeki düzinelerce şehir ve prenslikte de yaşanmıştır. Her
ne kadar Luther genelde kiliselere el konulmasını desteklemişse de prensler
sıklıkla kiliseden Luther’in niyetlendiğinden çok daha fazla bir denetim ele
geçirmişlerdir. Luther kilise yönetiminin seküler ellere bırakılmasında Saksonya
Seçmen Prensi John’a aktif şekilde destek olmuştur. Protestanlığın resmî din
yapıldığı yerlerde prensler Protestanlığı ayrıca tek kilisede ibadet gerektiren,
karşı görüşleri yasadışı ilan eden ve düzenin meşruiyetini sağlayıcı bir şey gibi
görerek tekbiçimli hâle getirmişlerdir. Onaltıncı yüzyılın geri kalan bölümünde
Protestan kiliselerin prense olan bağımlılığı daha da güçlü hâle gelmiştir.68
Prens ve şehir liderleri nasıl bu tür bir güç elde edip böyle bir düzen
yaratmışlardır? Bu ancak ilk olarak aşağıdan gelene yanıt olarak gerçekleşmiştir.
Almanya’da din değiştirme, paradigmaya bağlı olmuştur. İlahiyatçılardan
manastıra, din adamlarına ve cemaate doğru yayılarak Şekil 1’de de gösterildiği
gibi vaaz, elyazması ve Avrupa’nın her yerinde genel olarak ortaya çıkan
koşulların tümünü içermiştir. Şekil ayrıca toplumsal gücün uygulanmasını da
göstermektedir. Protestan olan neredeyse tüm Alman şehir ve prensliklerinde
Reform önce popüler olarak tacirlere, emekçilere, dükkân sahiplerine, çiftçilere
ve bazen de soylulara yayılmıştır. Şehir meclisleri veya prenslerin reformcularla
ittifak yapması ancak bundan sonra gerçekleşmiştir. Protestanlık yayıldığı her
yerde neredeyse hemen karşı dini uygulamaları da beraberinde getirmiştir:
rahipler ve kilise cemiyeti üyeleri yeni ayin ve törenler benimsemişler, Roma
Katolik hiyerarşisindeki üstlerinden gelen emir ve aforozları dinlememişler ve
sık sık da isyan ederek halkın katıldığı gösteriler düzenlemişlerdir. Bu,
67
68
Elton (dipnot 66), 56; Chadwick (dipnot 66), 67-71; Todd (dipnot 66).
Barraclough (dipnot 10), 374.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
93
hükümdarın kendi yararına ittifak yapabileceği veya maliyetine karşılık göz ardı
edebileceği popüler bir harekettir.69
Din değiştirenler ayrıca bölgeden bölgeye değişen kalıplara göre daha fazla
doğrudan siyasal güç uygulamışlardır. Pek çok kuzey şehrinde din
değiştirenlerden en önemlileri siyasal ayrıcalıklardan dışlanan tacirler ve
zanaatkârlardır. Din değiştirdikten sonra isyanın toplumsal gücünü uygulayarak
ve sıklıkla kabullenici şehir liderlerini de kazanarak darbe girişiminde
bulunmuşlardır. Reform ayrıca 1530’lerin ortalarındaki köylü isyanlarında öne
çıkan, ancak Luther’in de teşvikiyle soylularla giriştikleri savaşta acımasızca ve
esaslı bir biçimde yenilgiye uğrayan kırsal proletaryaya da ulaşmıştır. Diğer
şehirlerde, orta ve güney Almanya ile kuzey İsviçre’de en çok eğitimli ve etkili
ekonomik seçkinler arasında olmak üzere toplumun çeşitli katmanlarında din
değiştirmenin meydana geldiği bir “sivil reform” görülmüştür. Şehir siyaseti
yoluyla bu seçkinler şehir devletlerinin Reform’a destek vermesine karşı olan
diğer seçkinlerin muhalefetini aşmayı başarmışlardır. Protestan olan ve
Westphalia’ya destek veren neredeyse her Alman prensliğinde krallar ancak
kendi halklarının büyük bölümü din değiştirdikten sonra din değiştirmişlerdir.
Ayrıca her Protestan yönetimde Reform resmi nitelik kazandıktan sonra din
değiştirenler imparatorlukla savaşmak için silahlı kuvvetlere katılarak toplumsal
güç uygulamışlardır. Buna karşın resmî olarak Katolik kalan ve onaltıncı yüzyıl
boyunca imparatorlukla ittifakta olan Bavyera gibi Alman yönetimlerinde ise
Reform halk arasında nispeten az yayılmış, yönetimlerin liderleri tarafından
benimsenmemiş ve buna paralel olarak Katolik ordularını dolduran Katoliklerin
savaşına maruz kalmıştır.70
Yönetimler resmi olarak Protestan olmaya başladıktan sonra ise İmparator V.
Şarl ve gözü pek Katolik prensler bu duruma karşılık vermeye zorlanmışlardır.
1520’lerde uzlaşmaya yönelik birkaç girişimin başarısızlığından sonra Katolik
güçler Protestanlığa karşı silaha sarılmaya zorlanmıştır. Protestan prenslikler
savunma için Schmalkalden Ligi dâhilinde örgütlenmişler, V. Şarl ise
hizipleşmeyi sona erdirmeye kararlı olmuştur. O andan itibaren her iki taraf da
savaşacak ve birlik içindeki bir imparatorluğun sonu gelecektir. Bu
mücadelelerde Protestanlığa geçenler kendi yönetimleri resmî olarak reformu
kabul ettikten sonra ordulara katılıp yönetimleri için savaşarak toplumsal güç
uygulamışlardır. Elbette Katolikler de kendi hükümdarları, yani Reform’u kabul
etmeyen prens ve yüksek memurlar için savaşarak benzer bir toplumsal güç
uygulamışlardır. Hesse, Brandenburg, Seçim Palatinliği, Saksonya ve diğer
onlarca prenslik ve şehir Protestan olurken Bavyera, Avusturya ve diğer her yer
69
70
Cameron (dipnot 51), 199-318.
A.g.e., 210-92. Tehdit kuramı ile ilgili bkz. Stephen Walt, The Origin of Alliances (Ithaca, N.Y.: Cornell
University Press, 1987).
94
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Katolik kalmış, bazı bölgeler ise onaltıncı yüzyıl boyunca ikisi arasında gidip
gelmiştir. 1555 Augsburg Barış Anlaşması sadece geçici bir ateşkes olup kalıcı
bir çözüm getirememiştir. Tarihçi John Gagliardo’nun da yazdığı gibi “din
değiştirmeler ve yeniden din değiştirmeler 1555’ten sonra da gerçekleşmeye
devam ettiği için Otuz Yıl Savaşı dönemine girerken Almanya’nın mezhep
haritası dönemsel olarak değişen bir dama tahtasını andırmaktadır.” Ancak
Westphalia’dan sonra Alman devletlerinin egemenliği rakipsiz olacaktır.71
O halde Alman yönetimlerinde toplumsal sektörler boyunca din
değiştirmelerle birlikte Reform aşağıdan gelmiş ve sosyal güç de karşı dini
pratikler, isyan tehditleri, şehir ve prensliklerdeki siyaset, kendi konumlarının
gücünü uygulayan hükümdarlara ve silahlı kuvvetlere geniş çaplı katılım ile
uygulanmıştır. Egemen devlet olmaya yönelik çıkarların zamanlaması da bu
etkileri ispatlamaktadır. Almanların 1520’ler, 1530’lar ve 1540’lardaki
egemenlik iddiaları, Alman Lutherci Reform’un bu dönemdeki şiddetli
ilerlemesiyle oldukça iyi şekilde örtüşmüştür. Her ne kadar Alman
milliyetçiliğine ilgi duyup imparatorluk meclisleri önünde kilise ve
imparatorluğa karşı düşmanca şikâyetlerini dile getirmişlerse de Luther’in
1517’deki başkaldırısından önce Alman hükümdarları kilisenin dünyevi
güçlerini devralmak için bir tehdit veya imada bulunmamışlardır. Luther isyan
edene ve önce kendi halkları reformun öğretilerini kabul edene kadar Alman
hükümdarları davalarının peşine düşmemişlerdir. Almanya’da Lutherci Reform
ile egemen devlet olmaya yönelik çıkarların zamanlaması arasındaki örtüşme
adeta kesindir.72
Coğrafi kıyaslamalar ayrıca dini sadakat ve siyasal çıkarlar arasında bulunan
aynı biçimdeki ilişkiyi de desteklemektedir. Çok az istisna dışında resmî olarak
Protestan olan yönetimler egemen devlet olmak ve imparatorluktan
bağımsızlıklarını kazanmak için savaşırken resmî olarak Katolik olan yönetimler
imparatora sadık kalmışlardır. İttifak kalıpları tutarlı biçimde dini hatları
izlemiştir. Bir yönetim başka dini ellere geçtiğinde dahi tipik olarak ittifaklarını
da değiştirecektir. Protestanlığın yayılmasının dışında hangi yönetimlerin
Katolik, hangilerinin Protestan olduğuna dair bir coğrafi kalıp görünmemektedir.
Örneğin Habsburg Avusturya’nın sınırındaki ülkelerin Kutsal Roma
İmparatorluğu’na karşı güvenliğini sağlamak için Katolik kaldığını ve daha uzak
ve tampon ülkelerin de Protestan olduğunu gösteren ve uluslararası ilişkiler
araştırmalarında adı geçen tehdidin yakınlığı hipotezini destekleyen bir kalıp
yoktur. Aslında hem Protestan hem de Katolik ülkeler Avusturya’yla sınır
71
72
Holborn (dipnot 10), 137-39, 158, 162, 284-95, 374; Chadwick (dipnot 66), 67-71; Todd (dipnot 67),
230-39; Dickens (dipnot 66), 87-106; Elton (dipnot 66); Barraclough (dipnot 10); Gagliardo (dipnot
10), 14; Cameron (dipnot 51), 210-91.
Holborn (dipnot 10), 37-51; Barraclough (dipnot 10), 363-67; Gagliardo (dipnot 10), 2-4.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
95
komşusudur ve belirgin bir jeostratejik kalıp olmadan Almanya’nın her yerine
dağılmış durumdadırlar.73
Bu fikirlere karşı olarak şüpheciler ilk olarak araçsallık iddiasında
bulunmaktadırlar: seküler liderler egemenliği ve kilisenin geriye kalan güç ve
zenginliğini ele geçirmelerini meşrulaştırmak için Reform’u kullanmışlardır. Bu
düşünceye göre Reform hükümdarlar üzerinde çok az toplumsal güç
uygulamıştır. Ancak dört nedenden ötürü bu tür güdüler fikirlerin ikna edici bir
ikamesi değildirler. Birincisi, Reform tarihçileri bazı prenslerin ve
hükümdarların açgözlülüğüne işaret ederken diğerlerinin hakiki bağlılığını da
ortaya koymaktadırlar. Örneğin Seçmen Prens Akil Frederick, halk önünde çok
az güçlü destekçiye sahip olduğu bir sırada, Worms’da papa ve imparatorluğa
karşı gösterdiği meşhur başkaldırıdan hemen sonra Luther’i desteklemiş ve
korumuştur.74
Ancak her prensin benzer maddi vasıflar tarafından yönlendirildiği farz
edilse bile bu iddiaya ikinci bir itiraz gelmektedir: kilise ganimetlerinin ne kadar
akla yatkın bir vasıf olduğu konusu hiç de kesin değildir. Reform tarihçilerinden
birkaçı pek çok reformcu prensin kilise topraklarından büyük zenginlik elde
etmekte başarısız olduğunu kabul etmektedirler. Akil Frederick gibi pek çoğu
duruşları için güçlerini ve hatta canlarını tehlikeye atmışlardır. Faydaların
maliyetlerden fazla olduğunu söylemek ise pek mümkün değildir. 75 Ancak
Reform’a destek veren tüm hükümdarların bunu araçsal olarak akılcı ve maddi
nedenlerle yaptıklarını farz etsek dahi üçüncü bir sorun vardır: bu açıklama
prenslerin kilisenin gücünü ve zenginliğini ele geçirmelerine olanak veren
toplumsal güç türleri için geçerli değildir. Ordularında kimler savaşmıştır?
Kiliseleri kim işgal etmiş, rahiplere kim karşı gelmiştir? Hükümdarların güdüleri
tek başına bunu açıklayamamaktadır. Hükümdarların popüler destek
kaynaklarını incelemek gereklidir.
Bu iddiaya ilişkin dördüncü ve en zararlı sorun ise yine zamanlamayla
ilgilidir. Eğer seküler güçler maddi olarak kilise mallarını kazanmak isteğiyle
hareket ettilerse neden egemenliği tam bu zamanda ve sadece belli yerlerde ele
geçirmeyi seçtiklerini açıklamakta başarısız olmaktadır. Neden bazı Avrupa
prensleri ve soyluları imparatora isyan ederken benzer biçimde zengin ve güçlü
olan diğerleri sadık kalmıştır? Ayrıca neden isyan eden hükümdarlar yüzyıl önce
egemenlik peşine düşmemişlerdir? Sonuçta geç Ortaçağ teolojisi geleneksel
otoriteye karşı çıkan ve gerekçeleri meşrulaştırmaya yaramış olabilecek
73
74
75
See Cameron (dipnot 51), 199-313.
A.g.e., 101-3.
A.g.e., 294-99; F. L. Carsten, Princes and Parliaments in Germany from the Fifteenth to the
Eighteenth Century (Oxford: Oxford University Press, 1959); A. G. Dickens, The German Nation and
Martin Luther (London: Edward Arnold, 1974); Brady (dipnot 60).
96
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
fikirlerle doludur.76 Güdülere ilişkin iddia tek başına hükümdarların
Westphalia’ya yönelik çıkarlarının tarihsel belirliliğini, yani zamanlama ve
kalıbını açıklamakta çok yetersizdir. Benim de iddia ettiğim gibi Reform
fikirlerinin varlığı veya yokluğu bu çıkarları gayet iyi açıklamaktadır. Fikirlerin
iki rolü bu çıkarların arkasındaki hikâyeyi anlatmaktadır. Almanya’da ise bu bir
aşağıdan reform hikâyesidir.
FRANSA: POLİTİK ÇÖZÜM
Fransa, Almanya’dan çok farklı olarak bir Avrupa egemen devletler
sistemine yönelik çıkar tanımlaması yapmıştır. Zaten bir egemen devlet olduğu
için Avrupa’nın geri kalanında egemen devleti savunmak için savaşmak
durumunda kalmış ve 1648’de Kutsal Roma İmparatorluğu’nun geri kalan
egemen güçlerinin sonunu getirmek için 1635’te Otuz Yıl Savaşı’na girmiştir.
Fransa yine de Katolik monarşiyi korumuştur. Buradan çıkarılacak olan ders, bir
devletin egemen devlete yönelik bir çıkar sahibi olması için resmî olarak
Protestan olması gerekmediği ve daha ziyade sadece bir Reform krizi yaşaması
gerektiğidir. Politik doktrinin de buyurduğu gibi, Fransa kendi içinde dini
hoşgörüye izin verirken Avrupa’da kendi güvenliğini destekleyecek bir seküler
ve egemen devletler sistemini gözetmiştir.
Reform onaltıncı yüzyılın son üç on yılında Fransa’yı karıştırmış ve
Fransa’nın bir Avrupa egemen devletler sistemine meyletmesiyle yakından
ilişkili olmuştur. Almanya’da olduğu gibi Reform aşağıdan gelmişse de
bağımsız bir Protestan devlete değil, sonuçta politik kesim tarafından önerilen
yeni ve sekülerleştirici tavizli çözümü ortaya çıkaran bir bölücü iç savaşa yol
açmıştır. Şekil 1, toplumsal gücün bu yeni yolunu göstermektedir.
Erken onyedinci yüzyılda Fransa ilk kez Westphalia’ya yönelik çıkarını
benimsemiştir. Her ne kadar Habsburg tehdidi 1519’a kadar geri götürülebilirse
de Fransa’nın muhalefeti farklı dönemlerde farklı biçimler almıştır. 1522 ve
1559 arasında Fransa bir Habsburg işgalini önlemek ve tampon bölgesini
genişletmek için savaşmış, ancak imparatorluğun veya kilisenin dünyevi
güçlerini ortadan kaldırmaya çalışmamıştır. 1560 ile 1598 arasında Fransa
şiddetli bir iç savaşa sahne olmuş ve 1590’larda İspanya’ya karşı verdiği kısa
süreli bir savunma savaşı dışında bir dış politika izlemesi pek mümkün
olmamıştır. 1598’den sonraki çeyrek yüzyılda iç savaş sona ererken Fransa’nın
İspanya ile barışı devam etmiş ve Fransa 1610 ile 1624 arasında imparatorlukta
vuku bulan dini kavgalara müdahale etmekte çekimser kalmıştır. 1624’te birinci
kraliyet danışmanlığına getirilen bir politikacı olan Kardinal Richelieu dönemine
76
McGrath (dipnot 59); Oberman (dipnot 59).
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
97
kadar Fransa, imparatorluğu ve Habsburgları önce zayıflatmaya, sonra da yok
etmeye ve Avrupa egemen devletler sistemine yönelik çıkarını gösterecek
şekilde Alman prenslerin egemenlik hakları için savaşmaya yönelik bir saldırgan
politika izlememiştir.77
Kalvincilik bu çıkarı iki şekilde uyandırmıştır. En önemli olarak silahlı
isyanın toplumsal gücü egemen devletler sistemine destek veren politik
ideolojiye güç kazandırmıştır. 1550’lerde fikirlerin birinci rolünü dışa vurarak
uluslararası bir Kalvinci misyonerler ağı Fransa’da kendilerini dinleyenleri vaiz,
elyazması ve Almanya’dakine benzer olumlu koşullar aracılığıyla din
değiştirmeye ikna etmişlerdir. Şekil 1’in de gösterdiği gibi bu din değiştirme
yolu misyonerlerin dâhil olması dışında Almanya’dakine benzemiştir. Her ne
kadar Fransa’da Protestanlık kendine özgü olsa da başarılı olmuştur. Böylece
1560’lardaki iç savaşların başlangıcında Fransız halkının yüzde 10’u ile
soyluların yüzde 40’ı Kalvinci olmuştur.78 Din değiştiren soyluların bazıları
inanç, bazıları kilise mülküne sahip olma arzusu, bazıları da her iki nedenden
dolayı hemen dini cemaatlerle ittifak yapmışlardır. Protestan Alman prensleri
gibi kilise topraklarına el koymuş, yerel ve eyalet yönetimlerinin denetimini
almışlar ve sonra da cemaatler tarafından desteklenen Katolik prenslere ve
ordulara karşı savaşmışlardır. 79
1562 ile 1598 arasında Kalvincilik yayılmış, Huguenotlar isyan etmiş, buna
cevaben bir Katolik Ligi oluşturulmuş ve sekiz iç savaş meydana gelmiştir.
Soyluların ve kralların karşısındaki siyasal maliyetler ve mükâfatlar radikal
biçimde değişmiştir. Soylular Huguenotlar ile ittifak yapabilmekte veya onlara
karşı savaşabilmektedir. Eğer ittifak yaparlarsa para, makam veya ordular
kazanabilmekte, fakat bu durumda Katolik soylulara ve onların ordularına karşı
savaş açmaları gerekmektedir. Neredeyse hepsi Katolik olan krallar artık
Protestanlarla savaşmak veya onlara hoşgörü göstermek arasında seçim yapmak
zorunda kalmışlardır. Savaşmak, orduları büyütmek ve bu orduları dışarıda
değil, içeride kullanmak anlamına gelirken hoşgörü göstermek de Katolik
soyluların oldukça önemli olan siyasal desteğini kaybetmek anlamına gelmiştir.
Huguenot liderlerinin 1572’deki St. Bartholomew katliamından sonra krallar
tipik olarak ancak kaynakları Protestanlarla savaşmak nedeniyle fazla azalınca
hoşgörü fermanları çıkarmışlardır. Fakat bu tür hassas bir kıtlık durumu oldukça
77
78
79
John Lynch, Spain under the Habsburgs (New York: Oxford University Press, 1965); H. G.
Koenigsberger and George L. Mosse, Europe in the Sixteenth Century (New York: Holt, Rinehart, and
Winston, 1968); J. H. Elliott, Europe Divided, 1559-1598 (London: Collins, 1968), 11-29; Osiander
(dipnot 13), 27-29; Friedrich Meinecke, Machiavellianism: The Doctrine of Raison d’Etat and Its
Place in Modern History, trans. Douglas Scott (Boulder, Colo.: Westview Press, 1984), 1; Church
(dipnot 16), 283-340,480-82; Richelieu (dipnot 16).
Porter (dipnot 24), 73.
Dickens (dipnot 66), 164-87; Elliott (dipnot 77), 116-25.
98
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
yaygındır. Krallar gelir ve ordu edinmek için makam sattıkları soylulara
fazlasıyla dayanmışlar ve sadece herhangi bir zamanda yaltaklanarak gözlerine
girebilecek olan kesimin desteğine sahip olmuşlardır. Fikirler çatışma yaratmış,
çatışma ise kralın kaynaklarını bitirmiştir.
Ancak aynı çatışma, kendi çözümünü de getirecek bir fikre, yani politik fikre
yol açmıştır. Otuz yıl savaşın sivil birliği yok etmesi ve aktif bir dış politikayı
önlemesinden sonra politik çözüm itibar kazanmış ve örnek bir politik olan
Navarralı Henry’nin tahta çıkışını mümkün kılmıştır. Kral IV. Henry bir taviz
olarak Nantes Fermanı’nı imzalamış ve Huguenotlara evrensel bir hoşgörü
vermese de belirli bölgelerde ibadet özgürlüğü tanımıştır. Her ne kadar bazı
Kalvinciler dini hoşgörü talep etmişlerse de Kalvin’in kendisinin de dâhil olduğu
diğer pek çoğu tek bir Reform devleti istemişlerdir. Buna karşı Katolikler “un roi,
une loi, une foi” Fransa’sını muhafaza etmek için mücadele etmişlerdir. Politikler
hâlâ dini birlik isteseler de toplumsal barışın yararı için ve tahribatı önlemek
amacıyla hoşgörüye göz yummuşlardır. Politik doktrinin dış politikadaki eşdeğeri
olan raison d’état ayrıca bir hoşgörü ifadesi ve devlet güvenliğinin ayrıcalıklı
görülmesidir. Hıristiyanlığa ve Habsburglara karşı giderek azalan sadakat yerine
Fransa ulusaşırı otoriteyi kısıtlayan ve kendi güvenliğini en iyi koruyacak olan
güçler dengesine ulaşmasına izin veren bir düzenleme olan egemen devletler
sistemini destekleyecektir. Bir amaç olarak güvenliğin ve bir araç olarak
Westphalia’nın üzerindeki bu yeni vurgu dini savaş ile birlikte gelmiştir.80
Kalvincilerin Fransız politikasını etkilemelerinin ikinci yolu ise Nantes’in
hükümlerinden tatmin olmadıkları için hoşgörü için devamlı bir mücadele
vermeleridir. Kralların Habsburglarla savaşma becerisi her zaman ters biçimde
Huguenot gücüne bağlı olmuştur: Huguenotlar güçlenirken ordular içe kapanmış,
Huguenotlar (krallık güçlerince) bastırıldıklarında veya (yeni bir hoşgörü
fermanıyla) tatmin edildiklerinde ise krallar Habsburglarla daha güçlü biçimde
savaşabilmişlerdir. O halde Habsburgların yenilmesi ve egemen bir devletler
sisteminin gelişmesi iki koşula bağlıdır: başta bir politiğin bulunması ve
Huguenotların hareketsiz kalması. İlk koşula işaret eder şekilde, Fransız dış
politikası bir sonraki yarım yüzyılda hükümetteki en güçlü kesimin ideolojisini
yakından izlemiştir. Geleneksel papacı dévotların 1610 ile 1624 arasında gücü
ellerinde tuttukları dönemde Fransa imparatorluğa sıcak bakmakla birlikte kıta
Avrupa’sında Katolikler ve Protestanlar arasında büyüyen çatışmaya askerî olarak
80
Fransa’daki din savaşları ile ilgili bkz. James Westfall Thompson, The Wars of Religion in France,
1559-1576 (New York: Frederick Ungar, 1909). Politiklerle ilgili bkz. Skinner (dipnot 51), 249-54 ve
William Farr Church, Constitutional Thought in Sixteenth-Century France (Cambridge: Harvard Uni
versity Press, 1941), 194-271. Bodin’le ilgili bkz. Jean Bodin, On Sovereignty: Four Chapters from Six
Books of the Commonwealth (Cambridge: Cambridge University Press, 1992) ve Julian Franklin, Jean
Bodin and the Rise of Absolutist Theory (Cambridge, U.K.: At the University Press, 1973).
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
99
dâhil olmamıştır. Fakat 1624’te bir politik olan Kardinal Richelieu baş kraliyet
danışmanı ve dış politikanın mimarı olarak göreve başlamış ve bu durumu
değiştirmeye çalışmıştır. Ancak Fransa’yı geri dönülmez olarak Habsburglara
karşı savaşa sokmadan önce 1620’lerin ortasında Huguenot isyanını yenmesi
gerekmiştir. 1630’lara gelindiğinde Habsburg, Avusturya, İspanya ve
imparatorluğa karşı bir savaşa hazır olarak Kutsal Roma İmparatorluğu’nun yerini
alacak bir egemen devletler topluluğu için kapsamlı bir tasarının peşine
düşmüştür. Bu daha önce hiçbir Fransız kralının peşine düşmediği bir amaçtır. O
halde Fransa’da Reform’un etkisi daha dolaylıdır. Dini açıdan bir Protestan devlet
değil, bir egemen devletler sistemi talep eden politik bir ideoloji yaratmıştır.81
AVRUPA’NIN GERİ KALANI
Fransa ve Almanya örneklerini detaylandırırken Protestan fikirlerin iki rolü
dâhilinde nasıl iki ayrı tarihsel yol aracılığıyla Westphalia’ya yönelik çıkarı
ortaya çıkardığını gösterdim. Fransa egemen devlet olmaya politik biçimde
çalışan tek devlet iken Hollanda gibi diğer yönetimler Alman aşağıdan Reform
modeline denk düşmüşlerdir. Orada yönetici soylular isteksizce ve ayaklanan
Kalvincilerin baskısına maruz biçimde 1581’de İspanya’dan bağımsızlık ilan
etmeye karar vermiştir.82 Transilvanya’nın onaltıncı yüzyıl Reform’u Alman
modeline yakındır ve Otuz Yıl Savaşı’nda imparatorluk karşıtı güçlerle ittifak
kurmuştur.83
Üçüncü bir yol, daha basit ve kolay açıklanabilir: yukarıdan Reform. Burada
aşağıdan güçlü teşvikler olmadan kral kiliselerde Reform’u resmî hale getirmek
(ve dolayısıyla din değiştirmeyi hızlandırmak) için kendi konumunun toplumsal
gücünü kullanmış, Katolik topraklarını ve güçlerini ele geçirmiş ve Avrupa’nın
diğer yerlerinde Reform’u desteklemiştir. Bu örneklerde bile din değiştirme,
toplumsal kesimler boyunca meydana gelmiş ve din değiştirenler karşı dini
uygulamalar ve silahlı kuvvetlere katılmak yoluyla toplumsal gücü
yönlendirmişlerdir. Şekil 1 bu karşılıklı destek ve güçlendirmeyi göstermektedir.
Yani krallar tek başlarına hareket etmemiş, fakat diğer örneklere kıyasla daha
fazla güç ve inisiyatif uygulamışlardır.
İsveç ise numuneliktir. Lutherci Reform resmî olarak 1520’lerde
ilahiyatçılar, din adamları ve kentli nüfusun baskılarıyla değilse de işbirliğiyle
Kral Gustav Erikkson tarafından kurulmuştur. Kısa süre sonra İsveç Alman
81
82
83
Richelieu (dipnot 16); Church (dipnot 16).
Geoffrey Parker, The Dutch Revolt (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1977), 126-68; a.g.y., Spain
and the Netherlands, 1559-1659 (Glasgow: Fontana Press, 1990), 52-53; Lynch (dipnot 77); Geyl
(dipnot 10); Israel (dipnot 10), 106-230.
Parker (dipnot 13), 155.
100
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
prensliklerin egemenliğini desteklemeye başlamış ve 1540’larda diplomatik
olarak onlarla ittifak yapmıştır. Bir yüzyıl sonra 1630’da İsveç dindar Lutherci
kral Gustav Adolf liderliğinde imparatorluğa karşı Otuz Yıl Savaşı’na
girmiştir.84 İngiltere’de VIII. Henry daha sonra Gustav Adolf’un yapacağından
daha araçsal biçimde hareket ederek 1530’larda Reform’u başlatmıştır, ancak
ayrıca Protestanlığın toplumsal olarak yayılmasından da faydalanmıştır. Her ne
kadar İngiltere’nin kendi iç savaşları onu Otuz Yıl Savaşı’ndan uzak tutmuşsa
da dış politikası dini hatları yakından takip etmiştir. Kralları Protestan olduğu
sürece Hollanda ve Almanya’daki Protestan kardeşlerine genel olarak ekonomik
destek, silah ve hanedanlık entrikalarında yardım sağlarken ısrarlı biçimde
imparatorluğa karşı çıkmış ve hatta 1588’de İspanyol armadasını yenmiştir.85
Danimarka da İsveç’e benzer bir yol izlemiştir. Orada Lutherci Refom
1530’ların ortalarında başarı kazanmış ve bunu hızla savaşmakta olan Alman
Protestan prensleriyle kurulan ittifaklar takip etmiştir.86
Diğer yandan imparatorluk için savaşan veya en azından imparatorlukla
ittifak yapan yönetimlerde Reform asla Katolik diyanet, uygulama ve
otoritesinde fazla bir yankı yaratmamıştır. Almanya’da resmen Katolik
yönetimlerin Reform’un başlangıcından Westphalia’ya kadar imparatorlukla
ittifak yaptıklarını belirtmiştim. En çarpıcı olanı ise imparatorlukla hanedanlık
bağları ve Avrupa’da Katolik birliği korumak için gösterdiği büyük gayret ile
kıtadaki en Katolik yanlısı yönetim olan İspanya’dır. Reform’un en az nüfuz
ettiği Avrupa yönetimidir. Reform ayrıca pek çok Reform savaşında
imparatorlukla ittifaka devam eden İtalyan şehir devletlerinde de büyük ölçüde
başarısız olmuştur. İtalya bağlantısı İtalyan şehir devletlerinin onbeşinci
yüzyılda etkili bir egemen devletler sistemi oluşturduğu gerçeğiyle
zayıflamamaktadır. Benim iddiam, Reform’un herhangi bir egemen devletler
sistemini ortaya çıkarma gereğini değil, Westphalia’yı, yani Katolik ve
Rönesans sonrası İtalyan devletlerinin neredeyse oluşturmak için hiçbir şey
yapmadıkları bir sistemi ortaya çıkarma gereğini esas almaktadır. Son olarak
Polonya ve Habsburg Macaristan da dirençli biçimde Katolik ve imparatorluğa
bağlı kalmışlardır. Polonya Otuz Yıl Savaşı boyunca birkaç kez imparatorluk
yanında savaşa müdahil olmuştur. Her ne kadar Reform bu ülkelerde dikkat
çekici biçimde yayılmışsa da hiçbir zaman tahtı ele geçirememiş veya
84
85
86
Michael Roberts, The Early Vasas: A History of Sweden, 1523-1611 (Cambridge: Cambridge
University Press, 1968), 68-70; N. K. Anderson, The Reformation in Scandinavia and the Baltic, G. R.
Elton, ed., The New Cambridge Modern History (Cambridge: Cambridge University Press, 1958), 14653; Roberts (dipnot 16,1967), 78.
Cameron (dipnot 51), 381-88.
A.g.e., 272-74.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
101
Fransa’daki gibi toplumsal bir krize neden olmamıştır. Reform krizleri ve
Westphalia’ya yönelik çıkarlar arasındaki kıtasal bağıntıyı tamamlamaktadırlar.
REFORM VE OTUZ YIL SAVAŞI
O halde Protestanların toplumsal gücü, Otuz Yıl Savaşı’nda hep beraber
imparatorluğu yenilgiye uğratan bütün yönetimlerde egemen devlet olmaya
yönelik bir çıkar gelişimiyle kesişmekte ve akla yatkın biçimde bağlantılı
olmaktadır. Ancak bu yönetimlerin nihai askeri zafer aracılığıyla Westphalia’ya
yönelik bir çıkar geliştirdikten sonra fiilen nasıl Westphalia’yı başardıklarının
incelemesi olmadan bu açıklama eksik kalmaktadır. Otuz Yıl Savaşı üzerine
çalışan neredeyse her tarihçi Almanya ve Bohemya’da Katolikler ve Protestanlar
arasında devam eden anlaşmazlıkların savaşın esas nedeni olduğunu kabul
etmektedirler. Fakat elbette din diğer çıkarlarla iç içe geçmiş durumdadır:
Habsburglarla savaşmak için muazzam para ve toprak toplayan askerî girişimci
Wallenstein, bir büyük güç olarak İspanya’nın geleceği, Hollanda’nın deniz
gücü ve İsveç’in stratejik durumu. Pek çok tarihçi ayrıca savaşın son on yılına
gelindiğinde dini tutkuların bittiğini ve hükümdarların para ve toprak için
savaşmaya devam ettiğini kabul etmektedir. Ancak ilk başta devletlerin bu
çatışmaya nasıl girdikleri Protestan fikirlerin gücü dışında açıklanabilir
değildir.87
PROTESTANLIĞIN TOPLUMSAL GÜCÜYLE İLGİLİ ŞÜPHECİLİK
Yapısalcı maddici açıklamalar “Reform yoksa Westphalia da yoktur”
iddiasına karşı çıkmaktadırlar. Bu açıklamaların öne çıkmış olması Reform’la
ilgili şüpheciliği, yani fikirlerin fuzuli olduğunun akla yatkın gelmesini önemli
kılmaktadır. Ancak benim de tartıştığım gibi bu açıklamaların nihai olarak
yetersizliği, Reform’la ilgili önerdiğimiz karşıolgusal iddiayı bozmamaktadır.88
Almanya örneğine ilişkin tartışma, güdülerle ilgili şüphecilikten kaynaklanan
biçimde maddeciliğin bir biçimini dikkate almıştır. Ancak fikirlerle ilgili daha
ikna edici bir alternatif güdüler üzerinde durmayıp egemen devlet olmaya ilişkin
çıkarların zamanlama ve coğrafyasını daha iyi açıklayan daha farklı tür bir
toplumsal güç önermektedir. Bunun yerine yüzyıllar boyunca devletlerin askerî,
ekonomik ve uygulayıcı bürokratik gücü nasıl biriktirdiklerine ve hazineleri ile
ticaret ve hukuk sistemlerinin nasıl güçlendiğine şahit olduklarına bakmaktadır.
Burada Westphalia’nın hikâyesi devletin nasıl büyüdüğünün, Kutsal Roma
İmparatorluğu, Hansa Birliği ve İtalyan şehir devletleri gibi rakip kurumlara
87
88
Otuz Yıl Savaşı’nın tarihçesi için bkz. dipnot 13.
Bkz. Tetlock ve Beklin (dipnot 25), 21-25.
102
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
karşı nasıl zafer kazandığının hikâyesidir.89 Westphalia Barış Anlaşması sadece
bu zaferi tasdik etmiştir.
Devletin hikâyesini anlatan pek çok toplumbilimci devletin kökenlerini
ekonomi, örgütlenme, askeri teknoloji veya uluslararası güç dağılımındaki
değişimlerle ve savaş faaliyetinin kendisiyle tanımlamışlardır. Burada bu
açıklamaların nispi faydalarını değerlendirmek istemiyorum. Bunlara daha
ziyade fikirlerin toplumsal gücüne ilişkin şüpheciliğin yaygın bir kaynağı olarak
bakıyorum. Eğer devletin gelişimi egemen devletler sisteminin tamamını
açıklayacak hale gelirse o halde bu gelişimin kesin nedenleri tartışılabilir. Ancak
Yüksek Orta Çağlardan onsekizinci yüzyıla doğru ilerleyen büyük tarihsel
yörüngede Fransa, İngiltere, İsveç, Prusya, diğer Alman devletleri ve
Hollanda’nın devlet olmaya doğru ilerlediği ve maddi güçlerin bir tür birleşimi
ile egemen devletler sistemine yönelik bir çıkar benimsediklerini söylemek için
genel bir devletçi yaklaşım takınmak mümkündür. Elbette bu destanda belli bir
doğruluk payı vardır. Devlet gelişimi Reform’dan çok önce başlamıştır ve devlet
oluşumu kuramcıları da Reform’a çok az atıf yaparak bu olayı
açıklamaktadırlar. Ancak devlet gücü ve kurumlarının güçlenmesi tek başına
Westphalia’yı getirebilmiş midir? Bu duruma destek olmak için bu tür
yaklaşımların devlet gelişiminin yönetimler Westphalia sistemine yönelik çıkar
benimseyene kadar amansızca devam ettiğini göstermeleri gerekmektedir. Bu
arada Reform hiçbir şeyi etkilemeden gerçekleşmektedir ve toplumsal gücü de
gereksiz ve ilgisiz kalmaktadır.
Tablo 1’e dönecek olursak, burada dördüncü sütun devlet kurumlarının
gelişiminin genelde Westphalia’ya yönelik çıkara denk düşmediğini
göstermektedir. Kuşkusuz onbeşinci yüzyıl boyunca Avrupa’nın her yerindeki
devlet kurumları vatandaşlar üzerinde istikrarlı bir güç kurarken iç savaş ve
kilisenin içindeki mücadeleleri takiben kiliseden dikkate değer bir özerklik
kazanmışlardır. Fakat bu ivme azalmıştır. 1500 ile Otuz Yıl Savaşı’nın sonu
arasındaki dönem, önde gelen bazı erken modern dönem tarihçilerinin kriz,
savaş ve monarşik dehşet ile tanımladıkları bir dönemdir.90
Tanrıya benzer konumda olduklarına dair iddialarına rağmen krallar devamlı
olarak isyan eden aristokratların saldırılarına uğramış ve gelirlerinin alınmasına
sık sık direnmişlerdir. Onyedinci yüzyılın ilk yarısında merkezi devlet aygıtı bir
şekilde Fransa ve İsveç’te genişlerken isyanlar ve facialar özellikle Fransa’da
89
90
Spruyt (dipnot 1), 22-33.
David Kaiser, Politics and War: European Conflict from Philip II to Hitler (Cambridge: Harvard
University Press, 1990); Geoffrey Parker, Europe in Crisis, 1598-1648 (Ithaca, N.Y.: Cornell University
Press, 1979); Trevor Aston, ed., Crisis in Europe, 1560-1660: Essays from Past and Present (London:
Routledge and Kegan Paul, 1965); J. H. Elliott, “The Decline of Spain,” Aston; John H. Kautsky, The
Politics of Aristocratic Empires (Chapel Hill: University of North Carolina Press, 1982), 341-46.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
103
devam etmiştir. Otuz Yıl Savaşı’nın ertesine kadar XIV. Louis’in örnek teşkil
ettiği bir “bürokratik-askeri mutlakiyet” nihai olarak gelişmemiştir. Aynı
dönemde Otuz Yıl Savaşı’nın getirdiği askerî devrim Fransa ve Prusya’da
devletin hızlı biçimde genişlemesine neden olmuş ve krallar atalarının arzu ettiği
istikrar ve devlet aygıtından faydalanmaya başlamıştır.91
Ancak bu zamanlamayı egemen bir devletler sistemine yönelik çıkarların
gelişimine karşı değerlendirmek gerekir. Almanya’da devlet kurumları tedrici
olarak onaltıncı yüzyıl boyunca gelişmişlerdir, ancak onyedinci yüzyılın son
yarısında ve Otuz Yıl Savaşı’nın ertesine kadar en belirgin olarak Büyük
Frederick’in Brandenburg-Prusya’sında görülen tür bir mutlak monarşi
gelişmemiştir. Alman hükümdarları 1530’larda Westphalia’ya yönelik çıkarı
benimsemişlerdir.92 İsveç Almanya’yı taklit etmiş ve egemen devlet olma
durumuna yönelik çıkarı gerçekleştikten çok sonra 1670 ile 1718 arasında
gücünün zirvesine ulaşmıştır.93 Benzer biçimde Hollanda’nın ticaret ve hızlı
askerî yayılmayla görülen altın çağı bağımsızlık ilanından sonra 1590’larda
başlamıştır.94
Fransa’da raison d’état yaklaşımının politik vizyonu sadece Fransa’nın
Westphalia’ya katkısına ilham olmamış, ayrıca ülke içinde tahtın gücünün tesis
edilmesini de talep etmiştir. İç savaşın ateşi söndükten sonra Fransız devleti mali
ve vergi toplayıcı aygıtı ile askerî gücü açısından büyümüştür. Richelieu’nun
yönetimi altında silahlı kuvvetleri 1629’da on iki bin asker iken Otuz Yıl
Savaşı’na müdahalesi esnasında asker sayısı iki yüz bine ulaşmıştır. Yine de
soyluların 1630’lar ve 1640’larda birkaç kere ayaklanarak reforma ve vergilere
devamlı olarak karşı gelmeleri nedeniyle taht zayıflamıştır. Westphalia’dan
sonra XIV. Louis ile bakanı Colbert’in dönemine kadar Fransa askerî devrim
geçirmemiş ve hegemonya savaşı açmak için soylulardan para toplamayı
91
92
93
94
Downing (dipnot 47).
A.g.e..; Gagliardo (dipnot 10); Barraclough (dipnot 10), 376-80; Carl Cipolla, ed., The Fontana
Economic History of Europe: The Sixteenth and Seventeenth Centuries (Glasgow: William Collins
Sons, 1974); Gerald Strauss, Law, Resistance, and the State: The Opposition to Roman Law in
Reformation Germany (Princeton: Princeton University Press, 1986); Moeller (dipnot 60); Carsten
(dipnot 75), 165-78.
Parker (dipnot 47,1976), 206; Roberts (dipnot 16,1967), 78.
Parker (dipnot 47,1976), 206; Israel (dipnot 10), 106-230; Jan DeVries, The Dutch Rural Economy in
the Golden Age, 1500-1700 (New Haven: Yale University Press, 1974); Henri Pirenne, Early
Democracies in the Low Countries: Urban Society and Political Conflict in the Middle Ages and
Renaissance (New York:Harper and Row, 1963); J. W. Smit, “The Netherlands Revolution,” R. Forster
and J. P. Greene, eds., Preconditions of Revolution in Early Modern Europe (Baltimore: Johns
Hopkins University Press, 1970); Geyl (dipnot 10).
104
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
başaramamıştır. Bu da egemen bir devletler sistemine yönelik çıkar
geliştirdikten yıllar sonradır.95
Westphalia’nın Leviathan’ın birden ortaya çıkmasının basit bir gerekçesi
olduğu fikri tarihin zamanlaması karşısında tökezlemektedir. Politik yapılar,
kurumları dramatik bir ergenlik büyümesi yaşamadan daha önce Westphalia’da
çıkar görmüşlerdir. Ancak zamanlama sorunu sadece bir ardıllık değil, anilik
sorunudur. Hükümdarların Westphalia’yı savundukları her durumda bu tür bir
laf bir nesil önce bile az duyulmuştur. Eğer devletlerin yüzyıllar boyunca
büyümeleri gelişimi Westphalia’yı açıklıyorsa o halde neden çıkarları da
kurumları ile birlikte tedrici olarak büyümemiştir? Bu tutarsızlık işin içinde
başka tür bir toplumsal güç olduğuna işaret etmektedir.
Zamanlamadan daha zararlı olan ise İspanya’dır. Diğer Avrupa devletleri
gibi İspanya da topraklarını birleştirerek ve bazı açılardan herhangi bir Avrupa
devletinin yaşadığı en erken ve hızlı büyümeyi yaşayarak onbeşinci yüzyılda
güç kazanmıştır. Ordusunu 1570’lerde 20.000 askerden (bu sayı İngiltere’nin
veya Fransa’nın asker sayısından daha azdır) 1550’lerde 150.000’e (Fransa’nın
asker sayısının üç katına) çıkarmış, kendisini gümüş ve altın yığınlarıyla
besleyen bir denizaşırı imparatorluk kurmuş ve hazinesi ile kraliyet
bürokrasisini büyütmüştür.96 Ancak devasa İspanya bir Westphalia devletler
sistemini ne savunmuş ne de bunun için savaşmış ve hatta bunu bir sapkınlık
olarak görerek en önemli karşıtı olmuştur. Eğer devletin büyümesi
Westphalia’ya yönelik bir çıkara yol açıyorsa neden erken modern Avrupa’nın
en güçlü devleti bu tür bir çıkar geliştirmiştir? İspanyol devletinin meşruiyeti
Ortaçağ Avrupa’sından geriye kalan ile sınırlıdır: hissedilir derecede Katoliktir
ve Hollanda’nın emperyal hükümdarıdır, kralı onaltıncı yüzyılın ilk yarısında
Kutsal Roma İmparatoru’dur ve daha sonra bile imparatorluk bağları ile bağlı
olan Habsburg hanedanıyla yakından ilişkili olmuştur. Bu coğrafi mukayese de
95
96
Parker (dipnot 47, 1976), 206; Richard Bonney, Political Change in France under Richelieu and
Mazarin, 1624-1661 (Oxford: Oxford University Press, 1978); a.g.y., The King's Debts: Finance and
Politics in France, 1589-1661 (Oxford: Oxford University Press, 1981); a.g.y., Society and
Government in France under Richelieu and Mazarin, 1624-1661 (London: Collier-Macmillan, 1988);
Church (dipnot 16), 81-102,283-340; Elliott (dipnot 77), 11-29; Martin Wolfe, The Fiscal System of
Renaissance France (New Haven: Yale University Press. 1972); Porter (dipnot 24), 74; Victor L. Tapié,
France in the Age of Louis XIII and Richelieu, trans. D. McN. Lockie (Cambridge: Cambridge
University Press, 1984); Robin Briggs, Early Modern France, 1560-1715 (Oxford: Oxford University
Press, 1977); David Buisseret, Sully and the Growth of Centralized Government in France, 1598-1610
(Londra: Eyre and Spottiswoode, 1968).
Parker (dipnot 47,1976), 206.
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
105
Westphalia’nın yaklaşmakta olan devlet çağının basit bir yan ürünü şeklindeki
hikâyesine meydan okumaktadır.97
Devletin büyümesi Westphalia’nın bir açıklaması olarak Reform’un yerini
almadığı gibi bu dönemin savaş durumuna geçmiş siyasetinin de gösterdiği gibi,
bu büyümenin kendisi aslında derin biçimde Reform tarafından
şekillendirilmiştir. 1530’dan 1648’e kadar silahlı çatışma Avrupa’da en azından
bir yerde hiddetli biçimde devam etmiştir. Bu çatışmaların çoğu önemli ölçüde
Protestanlar ve Katolikler arasındaki anlaşmazlıktan kaynaklanmıştır ki dönemin
en önemli krizi de budur. Bunu yaşayan pek çok Avrupa yönetiminde krizin
kendisi devletin büyümesinin ana freni olmuştur. Hatta Hollanda, Prusya ve
Fransa’da sivil savaşı şekillendirmiştir. Liderlerin güçlü seküler devlete
sarılmaları bu karmaşaya bir çözüm bulmak içindir. Ayrıca dini savaşın
ortasında, teknolojik gelişmeler devletlerin ordularını genişletmelerine neden
olmuş ve bunun sonucunda devlet kurumlarının bunu desteklemesi için para ve
asker yetiştirmesi gerekli hale gelmiştir. Mutlakıyetin en muhtemel kaynağı olan
askerî devrim Reform’un neden olduğu savaşlardan çıkmıştır.
Kuşkusuz Reform dışındaki faktörler de Westphalia’nın ortaya çıkışına
yardımcı olmuştur. Onyedinci yüzyılın ilk yarısında İspanya iflas ve gerileme
yaşamış, İsveç güçlenmiş, Hollanda ekonomik olarak öne çıkmış ve sadece
Protestanlarla değil Türklerle de savaşmakta olan imparatorluk kaynaklarını
fazla zorlamıştır. Ancak eğer fikirler tek neden değilseler de içinden
çıkılamayacak derecede birbirine bağlanmış nedenlerden sadece bir başkası
olmaktan da daha fazla anlama sahiptirler. Fikirler ile Westphalia’ya yönelik
çıkarlar arasındaki coğrafi ve zamansal bağın sıkılığı, fikirlerin etkisinin çark ve
dişlilerini açığa çıkaran yollar, yapısal maddi eğilimler ve siyasi çıkarlar
arasındaki kısmi etki faktörleri bir araya geldiğinde Reform olmadan
uluslararası bir sistemin oldukça farklı bir zamanda, oldukça farklı koşullar
altında ve bir tür alternatif tarihsel evrende meydana geleceğini iddia
etmektedirler.
BU İDDİANIN ÖNEMİ
Westphalia’da ortaya çıkan egemen devletler sistemi, Hobbes’tan Waltz’a
kadar realistlerin devamlı anlattıkları ve yönetimlerin diğer yönetimlerin sınırları
içindeki dini uygulama ve inançları değiştirmek için mücadele etmelerinin garip
hatta hayal bile edilemez göründüğü bir sistemdir. Elbette dinin kendisi
uluslararası siyasette tamamen harcanmış bir güç olmaktan uzaktır ve hatta pek
97
H. Elliott, Imperial Spain, 1469-1716 (Londra: Edward Arnold, 1963); Elliott (dipnot 90); Henry
Kamen, Spain 1469-1714: A Society in Conflict (Londra: Longman, 1983); J. H. Elliott, Richelieu and
Olivares (Cambridge: Cambridge University Press, 1984).
106
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
çok araştırmacı yakın zamanda dinin yeniden uyanışına işaret etmektedir.98 Dini
çatışma daha ziyade sadece erken modern rolündeyken modern uluslararası
sisteme karşı önemli bir tehdit olduğunda tuhaf görünmektedir. Belki de bu
tuhaflık pek çok güncel toplum bilimsel yaklaşımın bu dünyanın nasıl
oluştuğuna dair maddeci öngörüsünün izahına yardımcı olabilir. Ancak eğer
benim iddiam doğruysa realist dünyanın kendisi sadece maddi faktörlerden
evrilmemiştir. Çok daha fazlasının, yani insanlığın Tanrı ile ilişkisine dair yeni
bir anlayışın sonucudur.
Bu yeni anlayış durumunun uluslararası ilişkiler alanı için sonuçları
bulunmaktadır. Fikirlerin, kültürün ve normların uluslararası siyasetin
biçimlendirilmesi üzerindeki etkisini savunan artan sayıdaki esere sahip
külliyata katkı yapmaktadır. Çok büyük ve güçlü bir fikir olan Protestan
Reform’unun gücünü kanıtlamayı amaçlamakta ve Reform’un yönetimlerin
Westphalia’ya yönelik çıkarlarını, yani Westphalia’yı benimsemeleri ve başarma
becerilerini biçimlendirdiği yollar önermektedir. Fakat bu iddianın daha derin
olan önemi, iddia ettiği olayın öneminde yatmaktadır. Westphalia’nın
uluslararası sistemin kurucu anı olması, burada tekrarlanan eski bir bilgidir. Bu
anın açıklanması uluslararası toplumsal dünyayı bu kadar dayanıklı şekilde
oluşturan devrimin açıklanmasıdır.
Bugün Westphalia’nın içi açıldıkça kökenlerine ilişkin görüşler de daha
önemli hale gelmektedir. Eğer fikirler egemen devletler sistemi için çok önemli
bir kaynak ise ayrıca uluslararası düzeyde kararlaştırılan müdahale ve Avrupa
Birliği’nin genişlemesi gibi egemenlikten uzaklaşan güncel eğilimlerin de
kaynağı olabilirler. Bu noktada bazı hipotezler düşünebiliriz: müdahale Soğuk
Savaş’ta insan hakları ve demokrasinin gelişmesinden kaynaklanmaktadır;
Avrupa bütünleşmesi, kökenleri Hristiyan Demokrasisi ve Katolik toplum
düşüncesinde bulunan II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa federalizminin
popülerliğinden kaynaklanmaktadır. Elbette her iki eğilim için de maddi
açıklamalar vardır ki böylece fikirlerin rolünün tesis edilmesi zorunluluğu
olacaktır. Ancak eğer kanıtlanırlarsa her iki durumda da fikirlerin rolü sadece
nedensel tartışmalar açısından değil, tarihsel bir geri dönüş durumu açısından da
önemli olacaktır. Her iki durumda da egemenlik, evrensel ve aşkın değerler gibi
tam olarak Westphalia Barış Anlaşması’nda kaybedilen değerler uğruna
kısıtlanmıştır.
98
Bkz. Samuel Huntington, The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order (New York:
Simon and Schuster, 1996); Mark Juergensmeyer, The New Cold War? Religious Nationalism
Confronts the Secular State (Berkeley: University of California Press, 1993); Benjamin Barber, Jihad
vs. McWorld (New York: Times Books, 1995).
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
107
KAYNAKLAR
Alan James, Sovereign Statehood (London: Allen and Unwin, 1986).
Alexander Wendt,”The Agent-Structure Problem in International Relations
Theory,” International Organization 41 (Summer 1987).
Andreas Osiander, The States System of Europe, 1640-1990 (Oxford: Clarendon
Press, 1994).
Barry Buzan,”The Idea of International System: Theory Meets History,”
International Political Science Review 15 (July 1994).
Brian Downing, The Military Revolution and Political Change (Princeton:
Princeton University Press, 1992).
Brian Ripley,”Psychology, Foreign Policy, and International Relations Theory,”
Political Psychology 14 (September 1993).
Brian Tierney, Crisis of Church and State (Englewood Cliffs, N.J.: PrenticeHall, 1964).
Charles Tilly, Coercion, Capital, and European States, AD 990-1992 (Oxford:
Basil Blackwell, 1992).
David Maland, Europe in the Seventeenth Century (London: Macmillan, 1966).
Ernst Kantorowicz, The Kings Two Bodies (Princeton: Princeton University
Press, 1957).
George Pages, The Thirty Years War, trans. David Maland (New York: Harper
and Row, 1970).
Georges Duby, La societé aux XI et XII siècles dans la région maconnaise
(Paris: Ecole Pratique des Hautes Etudes, 1953).
Gerald Strauss, Law, Resistance, and the State: The Opposition to Roman Law
in Reformation Germany (Princeton: Princeton University Press, 1986).
Gianfranco Poggi, The Development of the Modern State: A Sociological
Introduction (Stanford, Calif.: Stanford University Press, 1978).
H. G. Koenigsberger, The Habsburgs and Europe, 1516-1560 (Ithaca, N.Y.:
Cornell University Press, 1971).
Hans Morgenthau, Politics among Nations: The Struggle for Power and Peace,
6th ed. (New York Alfred A. Knopf, 1985).
Hendrik Spruyt, The Sovereign State and Its Competitors (Princeton: Princeton
University Press, 1994).
J. L. Brierly, The Law of Nations (New York: Oxford University Press, 1963).
J. R. Strayer and Dana Munro, Middle Ages, 395-1500 (New York: AppletonCentury-Crofts, 1959).
J. R. Strayer, The Medieval Origins of the Modern State (Princeton: Princeton
University Press, 1970).
108
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
J. V. Polisensky, The Thirty Years’ War, trans. Robert Evans (Berkeley:
University of California Press, 1971).
James D. Fearon,”Counterfactuals and Hypothesis Testing in Political Science,”
World Politics 43 (January 1991).
James G. March and Johan P. Olsen,”The Institutional Dynamics of
International Political Orders,” International Organization 52 (Autumn
1998).
Janice Thomson,”State Sovereignty in International Relations: Bridging the Gap
between Theory and Empirical Research,” International Studies Quarterly
39 (June 1995).
Jean Bérenger, History of the Habsburg Empire (London: Longman, 1994).
Jeffrey T. Checkel,”The Constructivist Turn in International Relations Theory,”
World Politics 50 (January 1998). .
Jens Bartelson, A Genealogy of Sovereignty (Cambridge: Cambridge University
Press, 1995).
John Gagliardo, Germany under the Old Regime, 1600-1790 (London:
Longmans, 1991).
John Gerard Ruggie,”Territoriality and Beyond: Problematizing Modernity in
International Relations,” International Organization 47 (Winter 1993).
John Gerard Ruggie,”What Makes the World Hang Together? Neoutilitarianism and the Social Constructivist Challenge,” International
Organization 52 (Autumn 1998).
John H. Mundy, Europe in the High Middle Ages, 1150-1309 (New York: Basic
Books, 1973).
John Kurt Jacobsen,”Much Ado about Ideas: The Cognitive Factor in Economic
Policy,” World Politics 47 (January 1995).
Jon Elster, Nuts and Bolts for the Social Sciences (Cambridge: Cambridge
University Press, 1989).
Jonathan Israel, The Dutch Republic: Its Rise, Greatness, and Fall, 1477-1806
(Oxford: Oxford University Press, 1995).
Kalevi Holsti, Peace and War: Armed Conflicts and International Order, 16481989 (Cambridge: Cambridge University Press, 1991).
Kathryn Sikkink,”Human Rights, Principled Issue Networks, and Sovereignty in
Latin America,” International Organization 47 (Summer 1993).
Kenneth Shepsle,”Comment,” in R. Noll, ed., Regulatory Policy and the Social
Sciences (Berkeley: University of California Press, 1985).
Kenneth Waltz, Theory of International Politics (Lexington, Mass.: AddisonWesley, 1979).
Modern Uluslararası İlişkilerin Dini Kökenleri
109
Leo Gross,”The Peace of Westphalia, 1648-1948,” American Journal of
International Law 42 (January 1948).
Mark Blyth,”Any More Bright Ideas? The Ideational Turn of Comparative
Political Economy,” Comparative Politics 29 (January 1997).
Markus Fischer,”Feudal Europe, 800-1300: Communal Discourse and
Conflictual Practices,” International Organization 46 (Spring 1992).
Miada Bukovansky,”American Identity and Neutral Rights from Independence
to the War of 1812,” International Organization 51 (Summer 1997).
Michael Wilks, The Problem of Sovereignty in the Middle Ages (Cambridge,
U.K.: University Press, 1964).
Miles Kahler,”Rationality in International Relations” International Organization
52 (Autumn 1998).
Peter Hall, ed., The Political Power of Economic Ideas (Princeton: Princeton
University Press, 1989).
Peter Katzenstein, ed., The Culture of National Security: Norms and Identity in
World Politics (New York Columbia University Press, 1996).
Pieter Geyl, The Revolt of the Netherlands, 1555-1609 (London: Williams and
Norgate, 1932).
R. J. Vincent, Non-intervention in International Order (Princeton: Princeton
University Press, 1974).
Richard Bean,”War and the Birth of the Nation-State” Journal of Economic
History 33 (March 1973).
Richard Price,”Reversing the Gun Sights: Transnational Civil Society Targets
Land Mines,” International Organization 52 (Summer 1998).
Robert A. Kann, A History of the Habsburg Empire (Berkeley: University of
California Press, 1974).
Rodney Bruce Hall and Friedrich Kratochwil,”Medieval Tales: Neorealist
‘Science’ and the Abuse of History,” International Organization 47
(Summer 1993).
Rodney Bruce Hall, National Collective Identity: Social Constructs and
International Systems (New York Columbia University Press, 1999). .
Stephen D. Krasner,”Sovereignty: An Institutional Perspective,” Comparative
Political Studies 21 (April 1988).
Steven Ozment, The Age of Reform, 1220-1550: An Intellectual and Religious
History of Late Medieval and Reformation Europe (New Haven: Yale
University Press, 1980).
Susan Reynolds, Kingdoms and Communities in Western Europe, 900-1300
(Oxford: Clarendon Press, 1984).
110
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
T. K. Rabb, ed., The Thirty Years’ War: Problems of Motive, Extent, and Effect
(Boston: D. C. Heath and Company, 1964).
Thomas J. Bierksteker and Cynthia Weber, eds., State Sovereignty as Social
Construct (Cambridge: Cambridge University Press, 1996).
Walter Ullman, Principles of Government and Politics in the Middle Ages (New
York: Barnes and Noble, 1974).
TEORIK BAKIŞ AÇILARINDAN
ULUSLAR ARASI İLIŞKILERIN
RENGINI GÖREBILMEK:
SAVAŞLAR, ALGILAMALAR VE
DIŞ POLITIKA DAVRANIŞLARI
YANLIŞ ALGI ÜZERİNE VARSAYIMLAR
ROBERT JERVIS
Çeviren: Özden S. Sarı*
Bir aktör nasıl davranacağını belirlerken diğerlerinin nasıl davranacaklarını
ve onların hareketlerinin kendi değerlerini nasıl etkileyeceğini öngörmelidir.
Yani aktör, diğerleri ve onların niyetleri hakkında bir imaj geliştirmelidir.
Bununla beraber, bu imaj asılsız olabilir; aktör birçok nedenden ötürü
diğerlerinin hem hareketlerini, hem de niyetlerini yanlış algılamış olabilir. Bu
araştırmada tartışmak istediğim, devletlerin diğer devletler için yapmaya
eğilimli oldukları, değişik tiplerdeki yanlış algılamalardır. Niyet kavramı karışık
olmakla beraber, bunu, devletlerin, geleceğin geniş çeşitlilikteki
bilinmezliklerine ilişkin davranış yollarının tamamı olarak değerlendirebiliriz.
Bu davranış biçimleri, genelde spesifik ve iyi geliştirilmiş planlar değildir.
Ulusal ya da bireysel bir aktör, birçok nedenden dolayı, verili koşullar altında
nasıl hareket edeceğini bilmez, ancak bu sorun burada ele alınmayacaktır.
ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE BUNDAN ÖNCEKİ ALGI
DEĞERLENDİRMELERİ
Her ne kadar diplomasi tarihçileri yanlış algılamayı spesifik olaylar
üzerinden tartışmış olsalar da, uluslararası ilişkiler öğrencileri genelde bu başlığı
ihmal etmektedirler. Bununla beraber, Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki altı
haftada hükümetlerin içinde ve arasında dönen belgelere içerik analizi yapan iki
grup araştırmacı bulunmaktadır. Fakat veriler, yanlış algılama üzerinde
kullanılabilir kanıt sağlanmasını imkânsız hale getirecek şekilde, algılar ve
niyetler üzerine doğru ölçüm yöntemleri üretmeyen nicel biçimde ortaya
konmuştur.1
Uluslararası ilişkilerde yanlış algılamayı genel sorularla açıkça inceleyen
ikinci teorisyen grubu, Charles Osgood ile Amitai Etzioni’yi ve daha dar bir
*
1
Özden S. Sarı, Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde araştırma görevlisidir.
Örnek için bkz. J. David Singer, ed., Quantitative International Politics (New York 1968)’deki, Ole
Holsti, Robert North, ve Richard Brody, "Perception and Action in the I9I4 Crisis,". Stanford içerikli
analizler çalışmalarının tam tartışması ve ölçmenin genel problemleri için Klaus Knorr ve James N.
Rosenau, eds., Contending Approaches to International Politics’deki "The Costs of the Quantitative
Study of International Relations," makaleme bakınız.
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
115
kapsamda Soğuk Savaş’ı spiral yanlış algı ile analiz eden Kenneth Boulding ile
J. David Singer’ı kapsamaktadır.2 Bu yaklaşımın bir kısmı L.F. Richardson’ın3
matematiksel teorilerine ve başka bir kısmı bu araştırmada çoğunun tartışılacağı
sosyal ve bilişsel psikolojinin bulgularına dayanmaktadır.
Yazarlar ellerindeki konuyu evrensel kavramlarla olmasa da genel olarak
belirtmişler, ancak teorileri tarafından tatmin edici biçimde açıklanan çok fazla
tarihsel örnek sağlamamışlardır. Dahası, kendi kavramları olan, gücün
kullanımının kendi kendini baltalayıcı yönleri ile çelişen sayısız olayla
ilgilenmemişlerdir. Bu araştırmacılar, devletlerin birey olmadığı gerçeğini ve
psikolojinin tespitlerinin organizasyonlara ancak çok yüksek bir dikkatle
uygulanabileceğini kaçırmaktadırlar. En önemlisi, bunların teorik analizleri
genel olarak değer kaybetmiştir, çünkü varsayımları, büyük ölçüde, temel
statüko gücü olan Sovyetler Birliği’nin açık saldırgan tavrının Batı korkusundan
ileri geldiği yönündedir.
Fakat bu görüşü destekleyecek ya çok az kanıt sunmakta ya da hiç kanıt
sunmamaktadırlar. Doğrusu, spiral teorisyenleri ile caydırıcılık savunucuları
arasındaki düşünce farklılığı, uluslararası ilişkilere dair genel görüşlerindeki,
değerler ve ahlak4 konusundaki ya da analiz metotlarındaki5 farklılıklarından
değil, Sovyetlerin niyetine dair algılarından kaynaklanmaktadır.
TEORİLER- GEREKLİ VE TEHLİKELİ
Kendi yaklaşımlarının sınırlamalarına rağmen bu yazarlar, uluslararası
ilişkiler teorisyenlerinin sistematik olarak değerlendirmediği hayati bir konuya
değinmişlerdir. Hem psikoloji ve hem de tarih bulguları, karar alıcıların gelen
bilgiyi kendi teorilerine ve imajlarına göre algılama eğiliminde oldukları
görüşünü (Hipotezi I’de belirtilmiştir) muazzam biçimde desteklemektedir.
Gerçekten de, aktörlerin teorileri ve hayal güçleri, fark ettiklerini
belirlemelerinde oldukça büyük bir rol oynamaktadır. Başka bir deyişle, aktörler
beklediklerini algılamaya eğilimlidirler. Dahası (Hipotez I a) veriler ne kadar
2
3
4
5
Örnek için bkz., Osgood, An Alternative to War or Surrender (Urbana 1962); Etzioni, The Hard Way
to Peace (New York 1962); Boulding, "National Images and International Systems," Journal of
Conflict Resolution, iii (June I959), I20-3I; ve Singer, Deterrence, Arms Control, and Disarmament
(Columbus 1962).
Statistics of Deadly Quarrels (Pittsburgh 1960) ve Arms and Insecurity (Chicago 1960). Matematikçi
olmayanlar için Richardson’ın çalışmasının iyi bir özeti, Anatol Rapoport's "L. F. Richardson's
Mathematical Theory of War," journal of Conflict Resolution, I (Eylül I957), 249-99.
Bkz. Philip Green, Deadly Logic (Columbus 1966); Green, "Method and Substance in the Arms
Debate," World Politics, xvi (Temmuz, 1964), 642-67; ve Robert A. Levine, "Fact and Morals in the
Arms Debate," World Politics, xiv (Ocak, 1962), 239-58.
Bkz Anatol Rapoport, Strategy and Conscience (New York 1964).
116
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
muğlak olursa veri yorumlama sürecinde kuramın önemi o kadar artacak (a)
aktörün teorisine güveni de o denli sağlamlaşacaktır (b).6
Birçok nedenden ötürü, algısal bilinç eşiğinin değişen seviyeleri kavramını,
bir aktörün beklediği bir fenomen yerine, beklemediği bir fenomeni fark etmesi
için gittikçe daha fazla miktarda ve daha kesin bilgi gerektiği gerçeğini ele
almak için kullanabiliriz. Bruner ve Postman’ın bir deneyinin ortaya koyduğu
gibi, “fark etme eşiği … , normal oyun kartlarıyla karşılaştırıldığında, sıra dışı
oyun kartlarında (kostümlü ve ters renkli) hatırı sayılır ölçüde daha yüksektir.”7
İnsanların normal (beklenen tipteki) kartları tanıması sıra dışı (beklenilmeyen
tipteki) kartlara göre daha hızlı ve kolay olmakta, ayrıca kişiler ilk bakışta
sıradışı kartları normal kartlar sanmaktadırlar.
Bununla beraber, spiral teorisyenlerinin genellikle yaptığı gibi, aktörler için
gelen bilginin var olan inanç ve imajlarına göre biçimlendirilmesini irrasyonel
varsaymamalıyız. (Buradaki “irrasyonel”, aktörün bilinçli olsaydı baskı altındaki
hareketlerinin meşru olduğunu kabul etmeyeceği durumları tanımlamaktadır.)
Abelson ve Rosenberg, “dengeli” bilişsel yapıyı yaratan baskıyı “psikolojik”
olarak isimlendirip “‘iyi elementler’ [birinin davranış yapısındaki] arasındaki
bütün ilişkileri pozitif (ya da denge durumunda), ‘kötü elementler” arasındaki
bütün ilişkileri pozitif (ya da denge durumunda) ve iyi ve kötü elementler
arasındaki bütün ilişkileri negatif (ya denge durumunda) olarak
tanımlamışlardır.” Böylelikle “[içerdiği] muhakeme mantıkçıyı utandıracaktır”8
söylemini doğru biçimde göstermektedirler. Ancak bunu ve yakın bilişsel
teorileri uluslararası ilişkilere uygulamak isteyenler genellikle birçok örnekte
elementler ve süreçler arasında “psikolojik” olarak adlandırılamayacak önemli
mantıksal bağlar olduğu gerçeğini atlamaktadırlar. (Burada mantıksal kavramı
önermelerden yola çıkarak sonuçlara ulaşmak anlamındaki dar manada değil,
kanıtları değerlendirmek için baştan kabul edilmiş kurallara uygun biçimde
hareket etmek anlamında kullanılmıştır.) Örneğin, Osgood, Sovyetler bir adamı,
bir öneriyi ya da insanları övdüğünde, Batı’nın övülen objeye karşı tepki
göstermesinde psikolojik kavramının ortaya konulduğunu ileri sürmektedir.9
Ancak eğer bir kişi Rusların saldırgan olduğuna inanıyorsa, bu kişinin onların
hareketlerine karşı şüpheyle yaklaşması mantıksal bir durumdur. Karar alıcı
6
7
8
9
Floyd Allport, Theories of Perception and the Concept of Structure (New York 1955), 382; Ole Holsti,
"Cognitive Dynamics and Images of the Enemy," David Finlay, Ole Holsti ve Richard Fagen, Enemies
in Politics (Chicago 1967) içinde, 70.
Jerome Bruner ve Leo Postman, "On the Perceptions of Incongruity: A Paradigm," Jerome Bruner ve
David Krech, editörler, Perception and Personality (Durham, N.C., I949) içinde, 2IO.
Robert Abelson ve Milton Rosenberg, "Symbolic Psycho-logic," Behavioral Science, III (Ocak, I958), 45. 9 s. 27.
s.27
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
117
başka bir devleti “sevmiyor” dediğimizde, bu genellikle karar alıcı bu başka
devletin kendi ülkesiyle çatışan politikalar izlediğine inanıyor demektedir.
Muhakeme ve tecrübe, karar alıcıya “sevilmeyen” devletin kendi devletinin
çıkarlarını zedelemeye eğilimli olduğunu işaret etmektedir. Bu yüzden, böylesi
durumlarda “psikolojik” kavramına başvurmaya gerek yoktur ve bu örneklerin
“rasyonel tutarlılık”ın “duygusal tutarlılık” ile ikame edildiğini gösterdiğini
söylemek mümkün değildir.10
“Belirli inançlar ve kavrayışlar arasındaki ilişki” sorunsalı, çoğu zaman
algılayıcıların hâlihazırda sahip oldukları imajlarına dâhil olan “bilgi parçaları
arasındaki ilişki” genel başlığının bir parçası olarak görülebilmektedir. Verileri
daha geniş bir inançlar çerçevesine oturtma ihtiyacı, her ne kadar bunu yapmak
bireysel gerçeklere haksızlık gibi görünse de, dünya algımızın doğruluğunu
azaltan psikolojik yönelim değil (ya da en azından sadece bu değil), “mantıksal
sorgulamanın temeli”dir11. Gerçekler ancak hipotezler ve teoriler yardımıyla
yorumlanabilir ve tanımlanabilir. Saf deneysellik imkânsızdır ve teorileri ona
kolayca uymayan her ufacık bilgi kırıntısıyla gözden geçirip düzeltmek akıllıca
olmayacaktır.12 Hiçbir hipotezin bütün kanıtları açıklaması beklenemez ve
hâkim görüş birçok teori ve geniş bir bulgu havuzu tarafından destekleniyorsa
çabucak değiştirilmemelidir. Çok az esneklik çok fazlası kadar kötü olabilir.13
10
11
12
13
Age., 26
Bu cümleyi The Conduct of Inquiry (San Francisco 1964), s.86’da farklı, ancak âlâkalı bir içerikle
kullanan Abraham Kaplan’dan ödünç aldım.
Deneyselliğin sınırlarını görmezden gelenler sadece spiral teorisyenleri değildir. Roger Hilsman
birçok istihbarat üreticisinin ve tüketicisinin istihbaratın hipotezlerle uğraşmaması gerektiğini ve
istihbaratın politika yapıcılarına sadece “bütün gerçekleri” sunması gerektiğini düşündüğünü ileri
sürmüştür (Strategic Intelligence and National Decisions [Glencoe I956], 46). Hipotezler ve
gerçekler arasındaki yakın bağımlılık, “hipotez”in “politika tercihlerini” tanımlamadaki eğiliminden
dolayı görmezden gelinmiştir.
Karl Deutch “Otonomi hem günümüzden beslenmeli hem de geçmişten hatırlamaları içermelidir ve
kişilik ancak sınırlı günümüz ve sınırlı geçmiş arasındaki devamlı dengenin sağlanması halinde
görülebilir… Açıklık ya da hatıra kaybolması halinde self-determinasyon mümkün değildir… Eğer
olursa[sistemler yeni bilgi alımını durdurabilir] kurşun ya da torpido davranışına yaklaşırlar:
gelecekteki hareketlerinin hepsi geçmiş tarafından belirlenir. Diğer taraftan hatıraları olmayan insan,
değerleri ya da politikaları olmayan bir organizasyon gibidir…-artık bunların hepsi yönlendirmek
yerine sürüklenmektedir: davranışları geçmişe çok az dayanır, neredeyse tamamıyla günümüzce
belirlenirler. Suda sürüklenen tahta parçası da, kurşun da kendini kaybetmenin birer örneğidir… “
değerlendirmesini yaptığında ilginç şekilde benzer bir sorunu tartışmaktadır. (Nationalism and Social
Communication [Cambridge, Mass., I954], 167-68). Aynı zamanda bkz. Deutsch'un The Nerves of
Government (New York 1963), 98-I09, 200-256. Bir fizikçi de benzer argüman sunmaktadır: “Eğer
birisi önyargılı modeline gereğinden fazla bağlıysa bu kişi açık biçimde radikal keşifleri kaçıracaktır.
Birinin önceki imajına uymayan bir gözlemi aklına yerleştirmekteki başarısızlığının derecesi oldukça
şaşırtıcıdır… Diğer taraftan eğer biri gereğinden fazla açık fikirliyse ve şimdiye kadar her bilinmeyen
fenomenin peşinden koştuysa bu kişinin ararken kendini kaybedeceği neredeyse kesindir” Martin
118
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Bu, sosyal ve uygulamalı bilimlerde olduğu kadar politika oluşturmada da
doğrudur.14 Kabul gören teoriler hakkında ciddi şüphe gerektiren bulguların ne
zaman karşımıza çıktığını anlamak, hangilerini takip etmemiz gerektiğini bilmek
ve bunların teorilerdeki ufak yanlışlardan ya da deneysel hatalardan kaynaklanıp
kaynaklanmadığını anlamak inanılmaz derecede zordur, fakat şurası açıktır ki,
eğer bilim adamları Thomas Huxley’nin “gerçeğin karşısına küçük bir çocuk
gibi otur, şimdiye kadar edindiğin bütün peşin hükümlü bilgilerini bir kenara
bırakmaya hazırlan, alçakgönüllü şekilde doğanın seni götürdüğü yere yönel,
yoksa hiçbir şey öğrenemezsin”15 söylemini takip etselerdi hiçbir ilerleme
kaydedemezlerdi. Michael Polanyi’nin de açıkladığı üzere, büyük bir keşfi
kaçırma pahasına dahi olsa, “Bilim adamlarının, her an, gözledikleri kanıtın tam
aksi bir sonuç doğurmasına hazır olması gerekmektedir. Ama körlemesine
değil… Her daim [Periyodik tabloda ve ışığın kuantum teorisinde olduğun gibi]
bir ihlalin, önerinin temel doğruluğunu etkilememe ihtimali vardır. İstisnaları
açıklama süreci aslında araştırma rutininin kaçınılmaz bir parçasıdır.”16 Mesela,
1795’te gökbilimci Lalande, elindeki hipotezi ile çelişen ve Neptün’ü
keşfetmesini sağlayabilecek gözlemleri takip etmemiştir.17
Yine de böylesi bir davranışı çok çabuk göz ardı etmemek gerekmektedir.
Thomas Kuhn’un da belirttiği gibi, “Karşı-örnekler olmadan araştırma diye bir
şey olmaz.”18 Kuhn’un paradigma olarak adlandırdığı bir grup temel teoriler,
büyük veriler sonrasında güvenilirliğini kanıtladıysa istisna yüzünden israf
edilmemelidir. Kuhn’un söylemiyle: “Özellikle normal bilimin eski
gelenekçiliğine kendi üretici kariyerlerini adamışlara karşı ömürlük direnme
göstermek, bilimsel standartların çiğnendiği anlamına gelmez, aksine bu
değişiklik, araştırma biliminin doğasına eklemlenir. Direncin nedeni, eski
14
15
16
17
18
Deutsch, "Evidence and Inference in Nuclear Research," içinde, Daniel Lerner, ed., Evidence and
Inference [Glencoe I958], I02).
Raymond Bauer, "Problems of Perception and the Relations Between the U.S. and the Soviet
Union," Journal of Conflict Resolution, v (Eylül, 1961), 223-29.
Alıntılanmıştır, W. L. B. Beveridge, The Art of Scientific Investigation, 3. ed. (Londra 1957), 50.
Science, Faith, and Society (Chicago 1964), 31. Bu sorunun daha fazla tartışması için bkz. agy., 16,
26-41, 90-94; Polanyi, Personal Knowledge (Londra 1958), 8-I5, 30, 143-68, 269-98, 3Io-II; Thomas
Kuhn, The Structure of Scientific Revolution (Chicago 1964); Kuhn, "The Function of Dogma in
Scientific Research," A. C. Crombie, ed., Scientific Change (New York 1963) içinde, 344-69; Kuhn’un
makalesine yorumlar, Hall, Polanyi, ve Toulmin, ve Kuhn’un cevabı agy., 370-95. Bu konuların başka
bir perspektiften ilintili tartışması için bkz. Norman Storer, The Social System of Science (New York
1960), 116-22.
“Bir yıldızın pozisyonunun diğerlerine göre …değiştiğini fark etti. Lalande iyi bir gökbilimciydi ve
böylesi bir değişimin mantıksız olduğunu biliyordu. İlk gözleminin üzerini çizdi ve ikinci gözleminin
üzerine bir soru işareti koyarak olayı göz ardı etti.” " (Jerome Bruner, Jacqueline Goodnow ve
George Austin, A Study of Thinking [New York 1962], 105)
The Structure of Scientific Revolution, 79.
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
119
paradigmanın sonuçta bütün sorunları çözebileceği garantisi ve doğanın
paradigmanın sağladığı kutuya sokulabileceği anlayışından kaynaklanmaktadır.
Kaçınılmaz olarak, devrim zamanlarında, bu garanti inatçı görünmekte ve
olmaktadır. Ancak bundan fazlasıdır da. Çünkü aynı garanti, normal bilimi ya da
yapboz çözen bilimi mümkün kılmaktadır.”19
Yani, yeni bilgiye ne kadar “açık” olmak gerektiği ikilemi hangi alanı
anlama çabasında olursa olsun kaçınılmaz bir uğraştır. Hâlihazırdaki teoriye
uydurulabilmesi için kanıtın görmezden gelindiği ya da çarpıtıldığı izlenimi
veren örnekler, tutarlılık için mantıksız ya da mantık dışı psikolojik baskılarla
anlatılmak yerine, bu ikilemle açıklanabilir. Bu, özellikle karar alıcıların diğer
devletlerin niyetlerini anlama çabaları için doğrudur, çünkü onlar sürekli olarak
diğer devletin kendilerini kandırıyor olabileceği tehlikesini dikkate almak
durumundadırlar.
Şimdiye kadar tartışılan teorik çerçeve, birçok örneğin incelenmesi
sonrasında, 2. Hipotezi önermektedir: araştırmacılar ve karar alıcılar peşin
hükümlü görüşlerine aşırı bağlı ve yeni bilgiye fazlasıyla kapalı olduklarından
ya da kendi teorilerini değiştirmeye fazla gönüllü olmaları nedeniyle hata
yapmaya eğilimlidirler.20 Bu konuyu konuşmanın bir diğer yolu da, aktörlerin
kendi teorilerini ve beklentilerini erken oluşturma eğilimlerini tartışmaktır.
Politikada bu durum eylem ihtiyacından ötürü genelde gereklidir. Fakat deneysel
kanıtlar aynı eğilimin bilinçsiz düzeyde de meydana geldiğini göstermektedir.
Bruner ve Postman’ın bulduğu şekliyle, “belki de muğlak uyarıları fark etmenin
önündeki yegâne engel, algısal hipotezlerin minimum teyit aldıktan sonra
sabitlenme eğilimidir… Bir kez gerçekleşen örneklerde hipotezin bir bölümü
onaylanırsa… hiçbir şey öznenin raporunu değiştirebilir görünmemektedir.”21
19
20
21
Age., 150-5I.
Başarılı politika liderliğinin gereksinimleri karar alıcıları kendi kafalarındaki politikalar ve imajlar için
daha az şüphe dile getirmeye yönlendirebilmektedir, ancak bu sınırlama, bahsi geçen fenomeni
ancak kısmen açıklayabilmektedir. Benzer politik strateji hesapları tartıştığımız çeşitli hipotezlere
katılabilir.
Charles Daily, benzer şekilde, deneylerinde süjelerinin başkaları hakkındaki algıları ile uğraşmış ve
”önyargılar yeni gelen verileri içselleştirmeyi, süjenin bütün verileri görene kadar önyargılarına yer
vermediği durumlara göre zorlaştırmaktadır. Mümkündür ki… gözlemci kendi çıkarsamalarını
gerçeklerle karıştırmaktadır” sonucuna ulaşmıştır ("The Effects of Premature Conclusion Upon the
Acquisition of Understanding of a Person," Journal of Psychology, xxx [Ocak, 1952], I49-50). Bu
konuda başka bir teori ve kanıt için, bkz. Bruner, "On Perceptual Readiness," Psychological Review,
LXIV (Mart, I957), 123-52; Gerald Davidson, "The Negative Effects of Early Ex- posure to Suboptimal
Visual Stimuli," Journal of Personality, xxxii (Haziran, 1964), 278- 95; Albert Myers, "An Experimental
Analysis of a Tactical Blunder," Journal of Abnormal and Social Psychology, LXIX (Kasım, 1964), 49398; ve Dale Wyatt ve Donald Campbell, "On the Liability of Stereotype or Hypothesis," Journal of
Abnormal and Social Psychology, XLIV (Ekim, 1950), 496-500. Not edilmesi gereken bir konu, bu
eğilim “artık” karar almayı daha olası kılmakta (David Braybrooke and Charles Lindblom, A Strategy
120
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Bununla beraber bunları ve diğer bulguları siyasete uygulayıp, yanlış algı
çeşitlerini tartışacaksak, bilişsel çarpıtma etiketini hemen kullanmamalıyız. İki
nedenden ötürü ihtiyatlı ilerlemeliyiz. Birincisi, karar vericilerin elindeki
verilerin neredeyse her zaman farklı yorumlamalar yapmaya olanak
sağlamasıdır. Şunu da belirtmek gerekir ki, görsel algı, gözlemcinin retinasında
farklı uyarıcılarla aynı etkinin gerçekleşmesini sağlayabilmektedir. Yani, tek
gözünü kullanan biri için bir golf topunun uzaktan görüntüsü, bir beysbol
topunun biraz daha uzaktan görüntüsü ya da bir basketbol topunun daha da
uzaktan görüntüsü, gözlemcinin retinasında aynı etkiyi yaratacaktır. Başka
ipuçları olmadan gözlemcinin bu uyarıcılardan hangisine baktığını ayırt etmesi
mümkün değildir ve bu nedenle gözlemcinin yanlış algılarını, çarpıtma örnekleri
olarak adlandırmak istemeyiz. Böylesi örnekler görsel algıda göreceli olarak
nadir olsa da uluslararası ilişkilerde daha sık karşımıza çıkmaktadır. Karar
alıcıların ellerindeki veriler, diğerlerinin niyetlerinin etrafının gürültülü
olmasından22 ve yanılsamalarla çevrili bulunmasından ötürü neredeyse her
zaman belirsizdir. Çoğu olayda veriler ne kadar uzun süre, derinlemesine ve
nesnel biçimde analiz edilirse edilsin, insanlar farklı yorumlar yapabilir ve kimin
haklı olduğunu belirleyebilecek genel kurallar da yoktur.
Bilişsel çarpıtma damgasından kaçınmamızın ikinci nedeni ise bireysel
psikolojide yeterince muğlak olan algı ve yargı farkının, uluslararası siyaset
alanında yorumlamalar yapılırken neredeyse tamamen ortadan kalkmasıdır.
Kendi görüşlerine ters olan bilgiyi kabul etmeyen–ya da komplike biçimlerde
yorumlayan–karar alıcılar, bunu çoğu zaman bilerek ve bariz biçimde yaparlar.
Mevcut kanıt çelişen bilgiler içerdiğinden, herhangi bir yorumun yapılması,
çelişkili kısımların görmezden gelinmesini veya farklı bir görüşü savunanların
dolambaçlı bulacağı yorumlarda bulunulmasını gerektirmektedir.
Eğer karar alıcının sadece karar aldığı zamandaki sahip olduğu verileri ele
alacak olursak, daha sonradan yanlış olduğu anlaşılan görüş ile doğru olan görüş
eşit miktarda, hatta belki daha fazla veri ile desteklenebilmektedir.
Araştırmacılar genelde yanlış düşündükleri kanıtlanan insanlara karşı acımasız
tavırlar takınmaktadırlar. Daha yakın bir incelemeyle, haklı veya haksız olan
kişiler için yeni bilgiye karşı ne kadar açık olduklarına ve görüşlerini revize
etme isteklerinin düzeyine dikkat ederek aralarındaki farkları ortaya koymak
genelde oldukça zordur. Mesela Winston Churchill her Nazi eylemini açık fikirli
şekilde ele almayarak taviz vermeye eğilimli olanlar tarafından sağlanan veriler
yerine, kendi düşüncelerini dikkate almıştır. Buna karşılık, Chamberlain gibi,
22
of Decision [New York 1963]), ancak bu sürecin sonuçları aktörü hedeflerinden
uzaklaştırabilmektedir.
Bu kavramın siyasi iletişimdeki kullanımını görmek için, bkz. Roberta Wohlstetter, Pearl Harbor
(Stanford 1962).
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
121
her muğlak bilgi parçacığını kendi hipotezinin içine yerleştirmiştir. Bununla
beraber, haklı olması bizi analiz metotlarının ve rasyonel tutarlılık üretmek için
kullandığı teorisinin temelde taviz vermeye eğilimli olanlardan çok da farklı
olmadığı gerçeğini görmezden gelmeye itmemelidir.23
Algıyı etkilemesi açısından beklentilerin değerlendirilmesi bir taraftan “iyi
niyetli düşünce”nin yaygın olduğuna inanan yaygın inancın aslında yanlış ya da
en azından yanlış veriler üzerine kurulu olduğunu göstermektedir. Duygulanım
ve algı arasındaki etkileşim üzerine yazılmış psikoloji literatürü burada ele
alınamayacak denli geniştir, ancak burada not düşülmesi gereken fenomen, ilk
bakışta duygulanımın algı üzerindeki etkisine kanıt olarak görülenlerin aslında
beklentilerin etkilerinin göstergesi olarak ele alınsa daha iyi olacağıdır.24 Yani,
uluslararası ilişkilerde, ABD’nin 1961 Nisan’ında Küba’daki politik ortam
konusunda yaptığı yanlış hesaplamalar gibi olaylar her ne kadar ilk bakışta iyi
niyetli düşünce örneği gibi görünse de, karar alıcıların teorileri tarafından ele
alınırsa daha yerinde olacaktır (örn: Komünist hükümetler popüler değildir).
Tabii ki, istekler algı üzerinde beklentilere tesir etme yoluyla etkili olabilirler,
ancak beklentileri birçok başka faktör de etkilediğinden isteklerin net etkisi o
kadar büyük olmamaktadır.
Hem psikolojide25 hem de uluslararası ilişkilerde beklentiler isteklerle
çarpıştığında, beklentilerin daha önemli göründüğü kanıtlanmıştır. ABD, Kuzey
Vietnam’ın müzakerelere oturmak üzere olduğuna ya da SSCB’nin (ABD’nin
inandığı şekliyle) dünya hâkimiyeti kurmaktan vazgeçmeye hazır olduğuna
inanmak isteyebilir, ancak muğlak veriler, ABD’nin beklentileri doğrultusunda
karşı sonuçları onaylar niteliktedir. Aktörler, eğer bir kez saptandığında
23
24
25
Benzer şekilde, 1939’da Berlin’deki Fransız büyükelçisi olan Robert Coulondre, Nazi tehdidini fark
eden nadir diplomatlardandı. Bu kısmen SSCB’deki eski hizmetinden kaynaklanmaktadır, “Coulondre
Berlin-Moskova tehdidine karşı inanılmaz derecede duyarlıydı. Önsezileriyle Hitler’in 28 Nisan’daki
Reichstag konuşmasından Rusya’ya saldırmayacağını anlamıştı. Büyükelçi, bütün bahar ve yaz
aylarında, yaklaşan diplomatik devrime dair her yeni kanıtı nakledip kararlı bir karşı harekete
geçilmesi yönündeki tavsiyelerini de eklemişti.” Franklin Ford ve Carl Schorske, "The Voice in the
Wilderness: Robert Coulondre," içinde Gordon Craig and Felix Gilbert, editörler, The Diplomats, C. III
[New York 1963] 573-74).Hipotezleri doğru olmakla beraber, onunla, gelen bilgileri yorumlayıp
seçerek aktaran Neville Henderson gibi büyükelçiler arasındaki farkı ortaya çıkartmak zordu. Oysa,
savaş korkusu taviz verme eğilimi olanların Hitler’in niyetleri hakkındaki algılarını etkilerken, taviz
verme yanlılarının görüşleri karşı taraftakilerde bulunmayan psikolojik bir elemente sahipti.
Örnek için bkz. Donald Campbell, "Systematic Error on the Part of Human Links in Communications
Systems," Information and Control, i (1958), 346-50; ve Leo Postman, "The Experimental Analysis of
Motivational Factors in Perception," içinde Judson S. Brown, ed., Current Theory and Research in
Motivation (Lincoln, Neb., I953), 59-I08.
Dale Wyatt ve Donald Campbell, "A Study of Interviewer Bias as Related to Interviewer's
Expectations and Own Opinions," International Journal of Opinion and Attitude Research, iv (Bahar
I950), 77-83
122
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
kendilerini korumak için tehdide karşı eyleme geçebileceklerine inanıyorlarsa
özellikle büyük tehlike kanıtlarına karşı duyarlı olmaya eğilimlidirler.
TEDBİRLER
Bu durumda, araştırmacılara ve karar alıcılara söylenebilecek tek şey, “fazla
açık fikirli ya da fazla dar görüşlü olmaktan kaçının ama özellikle de ikinci
tehlikeden sakının” mıdır? Karar alıcılar her daim muğlak ve kafa karıştırıcı
verilerle karşı karşıya gelseler ve genellikle diğerleri hakkında hatalı olacak
yorumlar yapmaya mecbur kalsalar da, yapacakları hataları en aza
indirgemelerini sağlayabilecek birtakım tedbir önerileri getirilebilir. Bunların
ilki ve en bariz olanı, karar alıcıların her yeni gelen bilgi parçasından objektif
çıkarımlar yapmadıklarının farkında olmaları, bunun yerine doğrulanmasını
bekledikleri teorilerin onları son derece etkilemesinin kaçınılmaz olduğunu
bilmeleri gerektiğidir. Bilmeleri gerekir ki, onlara açık ve aşikâr görünen
çıkarımlar aslında çoğu zaman önceden var olan inançları yüzünden öyle
görünmektedir. Farklı bir teoriden yana olan birine, aynı veriler gayet önemsiz
ya da başka bir açıklamayı destekler gibi görünebilir. Yani, birçok olay aslında
karar alıcının imajlarına ilk fark ettiğinden daha az bağımsız destek
sağlamaktadır. Bunun farkında olmak, karar alıcıları, görüşleri ile çelişen
verileri diğerlerine göre daha yakından incelemeye yönlendirmelidir.
İkinci olarak, karar alıcılar, tutumlarının aslında mantıksal bir bağlantı
sergilemeyen tutarlı ya da destekleyici inançlar içerip içermediğini incelemelidir.
Bunlar gerçek psikolojik örnekler olabilir. Rusya’nın saldırgan olduğuna inanıp
her Sovyet hareketinden şüphelenen insanları görmek ne rasyonel olarak
şaşırtıcıdır ne de psikolojik baskıya kanıt teşkil etmektedir; öte yandan, diğer tip
tutarlılıklar daha da şüphelidir. Örneğin, ABD’nin Vietnam Savaşı’nı
kazanmasının önemli olduğunu düşünen insanların çoğu, aynı zamanda anlamlı
bir zaferin mümkün olduğuna da inanmaktadırlar. Ayrıca yenilginin ne ABD milli
güvenliğine zarar vereceğini, ne de diğer değerler açısından masraflı olacağını
düşünenler, aynı zamanda ABD’nin kazanamayacağına inanmaktadırlar. Bu
görüşlerin her iki tarafı arasında önemli mantıksal bağlantılar olsa da (özellikle
gerilla mücadelesi teorileri açısından), görüşlerin ne derecede bağlantılı
olduklarını açıklayacak kadar güçlü görünmemektedirler. Benzer şekilde, 1939
kışında Finlandiya’da Rusya’ya askeri üs verme anlaşmasının vahim sonuçlar
doğuracağına inananlar, aynı zamanda Finlandiya’nın güçlü bir duruş sergilemesi
karşısında Sovyetlerin taleplerinden vazgeçeceğine inanmışlardır. Bu imtiyazların
son derece büyük kayıplara yol açmayacağına inananlar da eğer gerekirse
Rusya’nın savaşacağına inanmışlardır.26 Bu ülkede, nükleer deneylerin
26
Max Jacobson, The Diplomacy of the Winter War (Cambridge, Mass., 1961), I36-39.
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
123
yasaklanmasını savunanlar, radyoaktif serpintinin oldukça zarar verici olduğunu
ve bu deneylerden ancak sınırlı teknolojik ilerleme kaydedilebileceğini ve deney
yasağının barış ve güvenlik şansını arttırdığını savunma eğilimindedirler. Deney
yasağına karşı gelenler, bu üç argümana da karşı çıkmaktadırlar. Bu tabii ki, böyle
destekleyici fikirler zincirine sahip olan kişilerin herhangi bir unsurda mutlaka
haksız olduğu anlamına gelmemektedir. SSCB’ye imtiyaz verilmesini savunanlar
büyük ihtimalle argümanlarının her iki yönünde de haklıdırlar. Fakat
oluşturdukları pozisyon, aralarında mantıksal bağlantı bulunmayan unsurlar aynı
sonucu destekliyor ise, karar alıcılar bu durumda şüpheci davranmalıdırlar. Bu tür
durumlar huzur vericidir ve (rekabet içindeki değerlerin birbirine karşı
dengelenme zorunluluğu olmadığından) kararlara daha kolay ulaşılmasını
sağlamaktadırlar. Bu nedenle, kişinin bu gibi görüşleri desteklemesinin eldeki
kanıtların içeriğinden değil, en azından kısmen psikolojik nedenlerden
kaynaklanıyor olması son derece muhtemeldir.
Karar alıcıların aynı zamanda farkında olması gereken bir gerçek de,
birdenbire kendini diğer aktörlerle önemli çıkarları paylaşırken bulan aktörlerin
hâlihazırdaki ortak çıkarın derecesini abartma eğilimine sahip olduğudur. Bu
eğilim, uluslararası ilişkiler ve ahlaki konulardaki inançları sadece “iyi”
devletlerle işbirliğine girmelerine izin veren ve bu devletlerle büyük çatışmalara
girmeyeceklerine dair inançları olan aktörlerde (örnek, ABD, en azından 1950
öncesi) bilhassa güçlüdür. Diğer taraftan, diğer ülkelerle işbirliği yaparken belli
sınırları koruma geleneği olan ülkeler (örnek, Britanya) ya da sürekli ve geçici
müttefikleri27 arasında fark gözeten güçlü bir teoriyle hareket eden ülkeler
(örnek, Sovyetler Birliği) bu eğilime karşı koyma konusunda daha dirençli olup,
bu eğilimin tehlikeleri ile mücadele etmek için özel bir çaba sergileme gereği
duymazlar.
Karar alıcılar için üçüncü bir tedbir, varsayımlarından, inançlarından ve
önyargılarından çıkardıkları sonuçların olabildiğince açık olmasıdır. Bir aktör,
olaylar henüz meydana gelmeden önce hangi verilerin teorileri için geçerli,
hangilerinin teorilerine ters olduğunu belirlemeye çalışmalıdır. Ne bekleyeceğini
bilerek, neyin onu şaşırtacağını bilir; şaşkınlık ise aktörün inançlarının gözden
geçirilmesi gerektiğini gösteriyor olabilir.28
Dördüncü tedbir daha karışıktır. Karar alıcılar ana amaçlarının, siyasi
geleceklerinin ve kimliklerinin, bireyler ve örgütler tarafından spesifik teorilerle
27
28
Raymond Aron, Peace and War (Garden City 1966), 29.
Cf. Kuhn, The Structure of Scientific Revolution, 65. Kişi net beklentilerini belirtmeden önce oldukça
yüksek bir bilgi derecesine sahip olmalıdır. Uluslararası ilişkiler kuramının eksikliklerinin bir
göstergesi, kuramlarımızın vardığı “doğal” sonucun ne olduğu konusunda ve paradigma ile daha
fazla incelenmesi gereken “bilmeceleri” ya da temel teoriler üzerinde şüphe yaratan “anormallikleri”
neyin oluşturduğu hakkında emin olmamamızdır.
124
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
ve diğer aktörlerin imajlarıyla ilişkilendirilmesinden kaçınmalıdır.29 Eğer böyle
bir durum meydana gelirse, aslında katkılarının, daha büyük amaçlara hizmet
etmesi amaçlanan ikincil amaçların kendileri değer kazanır ve asıl amaçlara
alternatif yollar sağlayabilecek bilgiler dikkatle incelenmeyebilir. Mesela, ABD
Orman Hizmetleri, asıl amacı olan alanların ve ormanların etkin kullanımının
sağlanmasını değil, bütün orman yangınlarının önlenmesini ön plana aldığı
zaman asıl amacını verimli şekilde yerine getiremez hâle gelmiştir.30
Tarafsız olduklarını öne süren organizasyonlar, kendi görevlerinin tanımlarının
dünya hakkında bazı inançlarla ne kadar bağlantılı hâle geldiğini
anlayamayabilirler. “CIA çalışanları dâhil olmak üzere hepimizin önyargılı
varlıklar olduğunu kabul ediyorum, ancak istihbarat koordinasyonunu, politika
oluşturma süreciyle bağlantısı veya herhangi bir askeri donanımla ilişkisi olmayan
merkezi istihbarat birimimize emanet etmekle, istihbarat ile elde edilen
gerçeklerin özel bir mesleki bakış açısına göre eğilip bükülmesinden olabildiğince
kaçınabiliriz”31 diyen Allen Dulles da bu anlayıştan yoksun olmanın kurbanıdır.
Bu demeç CIA’nin, bilgi toplama, casusluk ve yıkıcı faaliyetlerin öneminin arttığı
bir uluslararası ilişkiler ve soğuk savaş anlayışı oluşturduğunu gözden
kaçırmaktadır. Eğer CIA dünya siyasetinin “arka sokak”larının ABD güvenliği
için artık hayati önem taşımadığına karar verseydi, hükümetteki eşsiz yerini
kaybederdi. Bu nedenle bilgiyi örgütün hizmetlerine olan ihtiyacı öne çıkaracak
biçimde yorumlamaları şaşırtıcı değildir.
Beşinci olarak, karar alıcılar, Roberta Wohlstetter'ın, “hedef ister bir suçun
çözümü ister bir istihbarat tahmini olsun, iyi bir hafiyenin en önemli
özelliklerinden biri, malzemeyle değişik açılardan ve popüler ya da popüler
olmayan hipotezler çerçevesinde oynama isteğidir”32 argümanının önemini ve
etkilerini fark etmelidirler. Oysa bunu yapmak psikolojik ve siyasi açıdan
oldukça zordur. Karar alıcı verilerin “tarafsız” bir değerlendirmesini elde
edemediğinden, çelişkili eğilimleri karar alma sürecine uygulamaya çalışmalıdır.
Başka bir deyişle, karar alıcı, etrafında şeytanın avukatlarını bulundurmalıdır.
Neustadt’ın33 da belirttiği gibi, karar alıcı uygun kararlar alabilmek için astları
arasında çatışma yaratmak ve gelen bilginin birçok farklı hipotezi dikkate alarak
farklı perspektiflerce irdelenmesini isteyecektir. Geniş bir örgüt içinde bu tarz
bir irdeleme, bir raddeye kadar amaçlar, eğitim, tecrübe ve bilgi farkları
29
30
31
32
33
Bkz. Philip Selznick, Leadership in Administration (Evanston I957).
Ashley Schiff, Fire and Water: Scientific Heresy in the Forest Service (Cambridge, Mass., 1962).
Başlığına rağmen oldukça etkileyici ve değerli bir çalışmadır.
The Craft of Intelligence (New York 1963), 53.
Bilim adamlarının deneyler yürütüp analiz yaparken akıllarında olabildiğince fazla hipotez
barındırmalarının gerekliliği üzerine tartışma için bkz. P. 302. Beveridge, 93.
Presidential Power (New York 1960).
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
125
sayesinde otomatikman gerçekleşecektir. Ancak birçok olayda bu farklılıklar
yeterli olmayacaktır. Verileri analiz edenlerin görüşleri hâlâ çok homojen olacak
ve karar verici, farklı bakış açıları geliştirmek ve yaratmak için çaba sarf etmek
zorunda kalacaktır.
Aslında gereken tek şey, bir kişiyi verileri incelemek ve popüler olmayan
hipotezleri geçerli kılmaya çalışmak üzere görevlendirmek iken, bu kişilerin
desteklemeye çalıştıkları görüşlere gerçekten inanması çok daha verimli olacaktır.
Eğer 1941’de Japonların Pearl Harbor’a saldıracaklarını kanıtlamakla
görevlendirilmiş biri olsaydı, hükümet bu saldırı karşısında daha az şaşırmış
olurdu. Aynı şekilde, Küba’ya gitmekte olan geniş ambar kapaklı Rus gemilerinin
suya fazla gömülmediğini, dolayısıyla taşıdıklarının hacimli, ancak hafif stratejik
roketlerden başka bir şey olamayacağını gösteren kişi, Rusya’nın büyük risk
aldığını göstermiş olurdu. Yine, eğer hükümette Kuzey Vietnam’ın müzakere
etmeye razı olduğunu kanıtlamak ve 1967 Tet ateşkesi zamanındaki komünist
eylemler gibi hamlelerin resmi yorumlarının yanlış olduğunu göstermek için her
iki tarafın da açıklamalarını ve eylemlerini inceleyen kişiler olsaydı, hükümetin
Vietnam politikasının sağduyusundan şüphe eden birçok kişi kısmen de olsa
rahatlayabilirdi.
Tabii ki bütün bu tedbirlerin bir maliyeti vardır. Bunlar, kaynakların diğer
görevlerden ayrılmasına neden olacak ve iç çekişmeleri artıracaktır. Bu
maliyetlerin kazanımlara değip değmeyeceğinin belirlenmesi, önerilen tedbirlerin
nasıl uygulayacağının detaylı analizine dayanmaktadır. Bunlar, hükümet
tarafından benimsense bile yanlış algı ihtimalini elbette ortadan
kaldırmayacaktırlar. Fakat bu tedbirler ulusal karar alıcıların, verilerin sadece bir
şey ifade ettiğini ve tek bir anlama gelebileceğini farz etmesi yerine, yorumlanma
sürecinde daha bilinçli seçimler yapma ihtimalini arttıracaktır. Böylece her an
alternatif politikaları akılda tutan devlet adamları, diğerlerinin alternatif imajlarını
da akılda tutacaktır.
Bu tedbirler kısmen 3. Hipoteze dayanmaktadır: aktörler, diğer aktörlerin
imajları hakkında sahip oldukları kanılarla çelişen bilgileri, bilgi parça parça
aktarılıp değerlendirildiğinde, toptan aktarılmasına kıyasla daha kolayca asimile
edebilmektedirler. Parça parça aktarılması durumunda her uyumsuz veri
parçacığı, aktarılır aktarılmaz ele alınabilecektir; her parçanın egemen görüşle
girdiği çatışma ise görmezden gelinebilecek, fark edilmeyecek ya da imajın en
fazla bir parça değiştirilmesini gerektirebilecek (örnek, istisnaların kuralı
bozmayacak şekilde kabulü) kadar küçük olacaktır. Hâlbuki bilgi blok halinde
ele geçtiğinde, bilgi ile egemen görüş arasındaki çelişki daha açık olacaktır ve
önemli bir bilişsel yeniden yapılandırmanın meydana gelmesi ihtimali daha
artacaktır.
126
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
KAVRAMLARIN KAYNAKLARI
Bir aktörün algısal eşiği –ve muğlak bilginin üretebileceği imajlar– kişinin
tecrübe ettikleri ve öğrendiklerinden etkilenmektedir.34 Eğer aktör diğerlerinden
birinin, var olan kategorilerinden birine uyduğunu fark ederse öncelikle bu
kategori için bir kavrama sahip olmalı veya bir kavram geliştirmelidir. Kavramın
mevcut ya da eksik olabileceği üç seviyenin farklarını ortaya koymak bizim için
faydalı olacaktır. İlk olarak, kavram başlangıçta tamamen eksik olabilir. Aktörün
bilişsel yapısı karşılaştığı fenomenle örtüşebilecek herhangi bir şey içermeyebilir.
Bu durum sadece bilimkurgu için geçerli değildir; hızla değişen bir dünyada ya da
farklı iki sistemin karşılaşması durumunda da meydana gelebilir. Tam da bu
nedenle, Çin’in on dokuzuncu yüzyılın ortalarında sahip olduğu Batılı Dünya
imajı son derece hatalıydı; öğrenme süreci ise çok yavaştı ve verdiği tepkiler de ne
yazık ki yetersizdi. Batı, benzer bir mücadeleye girmek zorunda kalmadı, çünkü
içinde bulunduğu sistemi yeniden şekillendirme gücüne sahipti. Aktör yeni bir
fenomen örneğini açıkça gördüğünde, gelecekte onu çok daha çabuk fark etmeye
eğilimlidir.35 İkinci olarak, aktör, bir kavram hakkında bilgi sahibi olup da bu
kavramın fenomenin kendisini yansıttığına inanmayabilir. Mesela Komünist ve
Batılı karar alıcıların her biri, karşısındakinin, sistemin nasıl işlediğine dair
açıklamasının farkında olmakla beraber, bu kavramların gerçeklikle örtüşmediğini
düşünmekteydi. Dahası, Komünist elitler, demokrasilerin kendilerini betimleme
şeklinin herhangi bir şeyle uyumlu olabileceğini de inkâr etmekteydiler.
Üçüncüsü, aktör bir kavrama sahip olabilir, ancak diğer aktörün o sırada buna
uyduğuna inanmayabilir. Mesela 1930’lardaki Britanyalı ve Fransız devlet
adamları, sınırsız hırsları içeren devlet kavramlarına sahiptiler. Napolyonların
mümkün olduğunu anlıyorlardı, ancak Hitler’in bu kategoriye girdiğine
inanmıyorlardı. 4. Hipotez şu üç vakayı birbirinden ayırmaktadır: yanlış algının
düzeltilmesinin en zor olduğu durum kavram eksikliği haliyken, bunun
düzeltilmesinin en kolay olduğu durum ise kavramın kabul edildiği ama tahminen
34
35
Birçok psikiyatr bu etkinin şekillerin algılanması için de geçerli olduğunu söylemektedir. Farklı
toplumlardaki insanların belli görsel illüzyonları tecrübe etmedeki eğilimlerinde farklılaşmaları
üzerine veriler ve bu farkın, toplumların farklı fiziksel çevrelere sahip olması, bunun da bu insanların
muğlak ipuçlarından farklı yorumlar çıkarma alışkanlıkları geliştirmesine yol açmasının üzerine ikna
edici bir argüman için bkz. Marshall Segall, Donald Campbell ve Melville Herskovits, The Influence of
Culture on Visual Perceptions (Indianapolis 1966).
Bu nedenle, Bruner ve Postman’ın deneklerine tuhaf oyun kâğıtları (örneğin, renk ve simgelerin
birbiri ile uyumlu olmadığı, kırmızı maçaların ya da siyah karoların olduğu kartlar) ilk kez
gösterildiğinde doğru bilginin elde edilmesi için uzun bir inceleme süresi gerekmiştir. Fakat denek bir
kez kartları doğru biçimde algıladığında ve bu kart tipini kategori repertuarına eklediğinde, diğer
tuhaf kartları tanımlamada daha hızlı hareket edebilmekteydi. Benzer bir örnekte –düşmanın gizli
silah deney tesislerine ait havadan keşif fotoğraflarının analizinde, önceden bilinmeyen nesnenin var
olabileceğine dair bir inanca bağlı olarak, değişikliklerin görülmesi– için bkz. David Irving, The Mare's
Nest (Boston 1964), 66-67, 274-75.
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
127
eksik olduğu halidir. Diğer her şey eşit olmak üzere (örneğin, kavramın aktörün
bilişsel yapısında merkezî bir rol oynadığı raddeye kadar) ilk durum ikinciye göre,
ikinci de üçüncüye göre daha fazla bilişsel yeniden yapılandırma gerektirir.
Bununla birlikte, bu hipoteze göre öğrenmenin mutlaka ilk durumda en yavaş
şekilde olmasını gerektiren bir şey yoktur, çünkü eğer fenomen aktör için
tamamen yeniyse, son derece uygunsuz karşılıklar vererek bilgiyi hızlıca elde
edebilir; bu da aktörün anlamadığı bir şeyle karşı karşıya olduğunu açıkça
gösterir. Aktör ise, olayların görünmediği gibi olduğunu –ya da olabileceğini–
ne kadar çabuk anlarsa imajını düzeltme yoluna o kadar çabuk girecektir.36
Karar alıcıların uluslararası ilişkiler ve diğer devletler anlayışına katkıda
bulunup çeşitli fenomenler için sahip oldukları algısal bilinç eşiğini etkileyen üç
ana kaynak vardır. İlk olarak, aktörün kendi ulusal siyasi sistemi hakkındaki
inançları önemlidir. Bazı örneklerde, SSCB’de olduğu gibi, karar alıcıların
kavramları, dış işleri hakkındaki görüşlerine açıkça çerçeve çizen bir ideolojiye
bağlıdır. Bunun olmadığı durumlarda aktörün alışık olduğu şeyleri ve diğerlerini
algılayış biçimleri, kısmen aktörün kendi sistemi ile olan tecrübeleri tarafından
belirlenecektir. Louis Hartz’ın da öne sürdüğü gibi, “Amerikan ikileminin
merkezinde yatan şey, sosyal devrim tecrübesinin eksikliğidir… Bu durum
birçok spesifik yoldan dünyanın geri kalanıyla iletişim kurarken yaşadığımız
zorluklara dâhil olmaktadır. Avrupa’nın ‘sosyal sorunlarını’ anlamakta
zorlanmaktayız… Asya’nın daha derin sosyal mücadelelerine aşina olmadığımız
için de oralardaki tepkisel rejimleri bile demokratik olarak yorumlama
eğilimimiz vardır.”37 Benzer şekilde, George Kennan da 1.Dünya Savaşı’nda
müttefik güçlerinin ve özellikle ABD’nin, diğer ülkelerin iç çatışmalarının
sertliğini ve vahşetini anlayamadıklarını söylemektedir. “… Müttefik devlet
adamlarının Rusya’daki iç savaşın ihtiraslarını kafalarında canlandırmaktaki
başarısızlıklarının [kaynağında kısmen] kötülüğün göstergelerinin dikkatle
gömüldüğü ve toplumun sosyal davranışları ile bilinçlerinde arıtılmış olduğu bir
toplumu temsil etmemiz yatmaktadır. Büyük ihtimalle bu nedenle, istediğimiz
yere seyahat edebilmemize ve dış görünüşte kozmopolit olan hayatlarımıza
rağmen, Rusya gibi bir ülkedeki siyasi davranışı tetikleyen unsurlar bizim görüş
alanımızın dışında kalmaktadır.38
İkinci olarak, kavramlar aktörün önceki tecrübelerinden yola çıkarak temin
edilecektir. Başka alanda yapılmış bir deney bunu göstermektedir. Dearborn ve
Simon, farklı bölümlerden (satış, muhasebe, üretim gibi), şirket yöneticilerine
aynı farazi verileri sunmuş ve onlardan şirketin tamamı için en iyi sonuçları
36
37
38
Bruner ve Postman, 220.
The Liberal Tradition in America (New York I955), 306.
Russia and the West Under Lenin and Stalin (New York 1962), I42-43.
128
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
doğurabilecek analiz ve önerileri yapmalarını istemişlerdir. Yöneticilerin
görüşleri bariz şekilde kendi bölümlerinin perspektiflerini yansıtmıştır.39
William W. Kaufmann da Büyükelçi Joseph Kennedy’nin algılarının
geçmişinden nasıl etkilendiğini göstermektedir: “Menkul Kıymetler Borsası ve
Deniz Komisyonlarının eski başkanı olarak görev yapmış biri olarak ilgi alanları
ekonomik ilişkilerdi… Nazi rejiminin devrimsel karakteri, kolayca
anlayabileceği bir fenomen değildi… Alman saldırganlığını ekonomik koşullarla
açıklamak çok daha basit ve kendi anlayışına daha uygun bir yöntemdi. Üçüncü
Reich büyük oranda ekonomisi sağlıksız olduğu için tatminsiz, otoriter ve
yayılmacıydı.”40 Benzer şekilde Chamberlain’in de Hitler’in niyetini anlamakta
güçlük çekmesinin nedeninin, kısmen kendi kişisel geçmişinin ve işadamlığı
deneyiminin sınırlayıcı doğası olduğu da ileri sürülmektedir.41 Taviz vermeye
yatkın olanlarla bu görüşe muhalif olanlar karşılaştırıldığı zaman, eğitim ve
tecrübenin etkisi ortaya konabilmektedir. Özellikle bir fark kendini öne
çıkarmaktadır: “(Hangi sınıftan gelirlerse gelsinler) taviz yanlısı olmayanların
önemli bir yüzdesi dış ilişkilerle, çoğu zaman iş yaşamıyla bağlantısı olan,
tanışıklıklarından kaynaklanan türden bilgiye sahiptiler.”42 Kordiplomatiğin
görevi, ulusal güvenlik tehditlerini daha bunlar yüksek oranlara çıkmadan tahlil
etmek olduğundan ve saldırgan devletlerin çok geç olana kadar fark
edilmedikleri vakaların da olduğunu bildikleri için, muğlak verileri başka
39
40
41
42
DeWitt Dearborn ve Herbert Simon, "Selective Perception: A Note on the Departmental
Identification of Executives," Sociometry, xxi (Haziran I958), 140-44.
"Two American Ambassadors: Bullitt and Kennedy," Craig ve Gilbert içinde, 358-59
Hugh Trevor-Roper bu noktayı iyi açıklamaktadır: “İşadamı olarak yetişen ve yerel politikada başarı
gösteren biri olarak [Chamberlain’in] bakışı tamamen dar görüşlüydü. Aileleri uzun süredir politik
sorumluluk almaya alışık olan Churchill, Eden ve Cranborne gibi eğitimli muhafazakâr aristokratlar
daha önceden kendi tarihlerinde devrim ve devrim liderleri görmüşler ve onları doğru şekilde
anlamışlardır; ancak Birmingham’da bir kuşak içinde radikal emperyalizmden korkak
muhafazakârlığa geçen Chamberlainler dünya tarihine dair bir anlayışa sahip değildiler: onlar için
siyasetin çerçevesi, kendi yerel çevreleriyle sınırlıydı ve Neville Chamberlain, Hitler’in kendinden bu
denli farklı olacağına inanamamaktaydı. Eğer Chamberlain barış istiyorsa, Hitler de istemeliydi.”
("Munich-Its Lessons Ten Years Later," Francis Loewenheim, ed. içinde, Peace or Appeasement?
[Boston 1965], 152-53). Benzer bir görüş için bkz. A. L. Rowse, Appeasement (New York 1963), 117.
Bununla beraber, Donald Lammer 1930’lardaki birçok Britanyalı kamu şahsiyetinin bu genellemeye
uymadığını göstermektedir. (Explaining Munich [Stanford 1966], 13-140). Dahası, aktörlerin
atalarının tecrübe ve görüşlerinin öneminin altını çizen argümanlar, bu bağların, aktörlerin
kendilerini neden etkilediğini açıklamamaktadırlar. Tahminen Churchill ve Chamberlain okulda aynı
tarih kitaplarını okumuş ve Britanya’nın dünyadaki geçmiş rolü hakkında aynı temel bilgiyi
almışlardır. O zaman, gösterilmesi gereken Churchill gibi aristokratların Chamberlain gibi orta
sınıftan gelen insanlara göre evlerinde siyaset ve insan doğası üzerine farklı şeyler öğrendikleri ve bu
tecrübelerin önemli bir etkisi olduğudur. Diğer yandan, aristokratlar arasındaki yaygın çocuk
yetiştirme biçiminin, çocukların kişiliğini diğerlerini saldırgan görme eğilimini arttıracak şekilde
etkilediği tartışılabilir.
Agy., i5.
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
129
devletlerin
saldırganlığının
belirtisi
şeklinde
yorumlama
eğilimi
göstermektedirler. Bununla beraber, altı çizilmesi gereken bir başka nokta ise,
1930’lardaki profesyonellerin diğer devletler hakkında çok daha doğru yargılara
varmayı başardıklarını da söyleyemeyeceğimizdir. Hatta diğerlerinin saldırgan
olduğu ihtimaline karşı daha duyarlı olmaları gerekirdi. Böyle olsaydı, saldırgan
ülkeyi nadiren statüko gücü olarak tanımlarlardı, ancak o zaman da aksi hataya
daha sık düşebilirlerdi.43 Bu nedenle, 1. Dünya Savaşı başlamadan önce
Britanya Dışişleri Bakanlığı’nın daimi görevlileri, Alman saldırganlığının
derecesini abartmışlardır.44
Eğitimin algı üzerindeki etkisine dair başka bir benzer kanıtlama, psikolojide
muğlak fotoğrafların ileri ve başlangıç seviyelerindeki polis koleji öğrencilerine
gösterilmesi ile yapılan bir deneyle ortaya konmuştur. İleri düzey grup, başlangıç
grubuna göre fotoğraflarda daha fazla şiddet algılamıştır. Muhtemel açıklama şu
şekildedir: “Kolluk kuvvetleri suçu bildik bir kişisel tecrübe olarak kabul
etmektedirler, suçla yüz yüze gelmek onları şaşırtmaz. Suçun bildik bir tecrübe
olarak kabul edilmesi ise şiddete dair ipuçlarının potansiyel olarak bulunabileceği
durumlarda şiddeti algılama becerisini ya da eğilimini artırmaktadır.”45 Bu deney,
Britanyalı diplomatların saldırgan devletlere karşı duyarlılığının tamamen kişisel
seçim süreçlerinin ürünü olmadığı görüşüne ağırlık verecek niteliktedir.
Sıklıkla, karar alıcının uluslararası ilişkiler algısı ile en doğrudan âlâkalı olan
üçüncü bir kavram kaynağı ise, uluslararası tarihtir. Henry Kissenger’in de
belirttiği gibi, devlet adamlarının Napolyon’un tehditlerini anlamadaki yavaşlığı,
daha önceki olayların onlarda sistemi yıkmak değil, değiştirmek isteyen aktörlere
43
44
45
Avam kamarasındaki bir tartışma esnasında Harold Nicolson şöyle beyan eder: “Aramızda siyaset
geleneklerimize inanan kişiler olduğunu biliyorum… Bir ülkenin en büyük fonksiyonlarından birinin
Avrupa’da ahlaki değerleri korumak, uluslararası ilişkilerde kalıplaşmış modelleri devam ettirmek,
bariz biçimde kötücül olan insanlarla arkadaş olmamak olduğuna inanan kişiler... Bu inançlara sahip
olanların, Dışişleri Bakanlığı zihniyetini benimsemekle suçlandığını biliyorum. Tanrıya Dışişleri
Bakanlığı zihniyetine sahip olduğum için şükrediyorum” (alıntı Martin Gilbert, The Roots of
Appeasement [New York i966], 187). Ancak Nicolson’un bahsettiği özellikler ve övgüler daha basit
bir “Dışişleri Bakanlığı anlayışı” ile ilişkilendirilebilir–şüphecilik ile.
George Monger, The End of Isolation (Londra I963). Aynı zamanda kendimi, basılmamış metni ve bu
konudaki daha birçok söyleşisi için Frederick Collignon’a da borçlu hissetmekteyim.
Hans Toch ve Richard Schulte, "Readiness to Perceive Violence as a Result of Police Training," British
Journal of Psychology, LII (November i96i), 392 (orijinal italikler çıkarılmıştır). Üzerinde durulması
gereken bir nokta da ileri düzey polis yöneticisi öğrencilerinin fotoğrafları ne derece “doğru”
biçimde algılayıp algılamadıklarının bilinemeyeceğidir. Önemli olan eğitimlerinin onlara muğlak
durumlarda şiddet görme eğilimi kazandırmış olmasıdır. Diğer durumlarda onların daha az algısal
hata yaptığını ve daha iyi kararlar verebileceklerini mutlak suretle söylemek zordur. Eğitimin,
insanları beklenen uyarıcıyı, o uyarıcı daha gösterilmeden “seçebilme” açısından nerelere
götürebileceğinin bir örnek deneyi için bkz. Israel Goldiamond ve William F. Hawkins,
"Vexierversuch: The Log Relationship Between Word-Frequency and Recognition Obtained in the
Absence of Stimulus Words," Journal of Experimental Psychology, LVI (Kasım 1958), 457-63.
130
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
karşı alışıklık yaratmış olması ile açıklanabilir.46 Madalyonun öteki yüzü daha da
çarpıcıdır: tarihi travmalar, geleceğe dair algıları son derece güçlü biçimde
etkileyebilmektedir. Bir devletin diğer devletle ilgili imajlar oluşturmasına ya da
bunların benzeşmeli olarak kullanılmasına neden olabilir. Diğer devletle ilgili imaj
oluşturma durumunun bir örneği, Franko-Prusya savaşından en az on sene sonra
birçok Avrupalı devlet adamının, asıl amacı statükoyu korumak olan Bismark’ın
planlarının saldırgan olduğunu düşünmesi gerçeği ile sağlanmaktadır. Kanıtlar
elbette muğlaktır. 1871 sonrasında, Bismark’ın barışı korumaya yönelik
manevraları, 1871 öncesinde savaş için alan yaratmakta kullandığı manevralardan
çok da farklı gözükmemekteydi. Ancak 1871 sonrası manevraların saldırgan
planları gösterir kılması, büyük oranda devlet adamlarının Bismark’ın önceki
eylemleri sonucunda Bismark hakkında oluşturdukları imajlarına atfedilebilir.
Bir devletin geçmişte herhangi bir tehlike yaşamış olması, onu diğer tehlike
tiplerine karşı daha duyarlı hale getirebilir. Bu duyarlılık, bir taraftan devletin
daha önce yapmış olduğu hatalardan kaçınmasını sağlarken, diğer taraftan
devletin hataya düşüp bugün yaşanan durumun geçmiştekine benzediğine
inanmasına neden olabilir. Santayana’nın ünlü özdeyişi tersine çevrilebilir:
“Geçmişi hatırlayanlar tam tersi hataları yapmaya mahkûmdurlar.” Paul
Kescskemeti’nin de gösterdiği gibi, 2. Dünya Savaşı’nda koşulsuz teslimiyeti
savunanlar da, eleştirenler de, 1. Dünya Savaşı şartlarını düşünerek hareket
etmişlerdir.47 Annette Baker Fox, 2. Dünya Savaşı zamanında İskandinav
ülkelerinin tarafsızlık politikasının, her ne kadar iki durum özünde farklı olsa da,
büyük ölçüde 1. Dünya Savaşı tecrübelerinden kaynaklandığını ortaya
koymuştur. Yani, “Norveç’in [1. Dünya Savaşı boyunca] müttefikleri
destekleseler de savaşmamayı başarabilmesi, Norveçlilere devletlerinin yine
savaşın dışında kalabileceği güvenini vermiştir.”48 Bu politikanın talihsiz
sonuçlarından çıkarılan ders ise, Norveç’in NATO’ya katılmasında önemli bir
faktör olmuştur.
Münih analojisinin çeşitli güncel olaylara uygulanması birçokları tarafından
yorumlanmıştır, ne var ki, söz konusu esas noktaları burada tartışmak
istemiyorum. Ancak açıkça görünen, kendisine askeri güçlerle karşı konulması
gereken herhangi bir saldırganla yüz yüze gelen devletlerin, olabilirliklerin
yerine Hitler’in kariyerini ve 1930’ların tarihini koymadıklarıdır. Aynı şekilde,
saldırganın planlarını ilan etme ihtimali de Hitler’in Kavgam’ı yazması ile
artmamıştır (hatta bir ihtimal azalmış bile olabilir). Bununla beraber karar
alıcılar artık bu ihtimallere karşı daha duyarlıdır ve böylece Nazi Almanya’sı
tecrübesini edinmeselerdi göstermiş olacakları tutumla karşılaştırıldığında,
46
47
48
A World Restored (New York i964), 2-3.
Strategic Surrender (New York 1964), 215-41.
The Power of Small States (Chicago 1959), 81.
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
131
muğlak verileri gösterge olarak kabul edip olaya uygulamaya daha eğilimli hale
gelmişlerdir.
Tarihi analojiler durumun dikkatlice yapılmış bir incelemesinden sonra değil,
önce gelirler (örneğin, Truman’ın, Güney Kore’nin istilası haberlerine gösterdiği
ilk tepki, Mançurya’nın Japonlarca işgalini hatırlamak olmuştu). Ancak bu
önceliği de akılda tutmak, karar alıcının aklına benzerliklerden hangisinin
geleceğini göstermemektedir. Truman, Amerika Birleşik Devletleri ile hiç ilgisi
olmayan 19. Yüzyıl Avrupa’sında meydana gelmiş savaşları da hatırlayabilirdi.
Olayla hiç âlâkası olmayan birçok faktör, karar alıcının hangi benzerlikleri
hatırlayacağını etkileyebilmektedir. Faktörlerden bir tanesi, karar alıcının aşina
olduğu benzer olayların sayısıdır. Başka bir tanesi ise, benzetilen olayın karar
alıcının parçası olduğu siyasi sistem için önemidir. Buna benzer ne kadar çok
olay meydana gelmişse ve sonuçları ne kadar büyük olmuşsa, karar alıcı söz
konusu tehlikeye karşı o kadar hassasiyet gösterir ve muğlak uyarıcılardan
yaptığı çıkarımlar bu tarz bir olayın tekrar meydana geleceğini göstermeye
eğilimli olur. Üçüncü bir faktör, karar alıcının geçmişte yaşanan bu olaya
zaman, enerji, ego ve pozisyon bakımından kişisel olarak karışmış olmasıdır. Bu
son bahsedilen değişken, karar alıcının bilişsel yapısında taşıdığı önemi
etkilediği kadar, olayı algılama şeklini ve çıkardığı dersleri de etkileyecektir.
Saldırıdan sonra Güney Kore’ye gönderilen askerî birliklerde yer almış biri,
Kore Savaşını, nükleer silahların kullanılması ihtimalini düşünen ya da Çin’e
mesaj gönderilmesine karar veren birinden farklı bir şekilde hatırlayacaktır.
Olaylara kişisel bakımdan dâhil olma, hele ki karar alıcının o zamanki görüşleri
olay sonucunda doğrulanmışsa, olaya daha büyük önem atfedilmesine yol
açacaktır. Tabii ki “hiçbir şey başarı kadar yanıltmaz”49 söylemine inanmak için
öğrenme kuramının uluslara bütünüyle uygulanmasını kabul etmek
gerekmemektedir. Ayrıca, birçok eleştiri, zamanında karar alıcıya görüşünün
yanlış olduğunu söylemişse, karar alıcı diğer olayları eski olaydaki gibi görmeye
daha da eğilimli olacaktır. Mesela, Anthony Eden, sonradan doğru olduğu
ispatlanan görüşleri yüzünden hükümetten ayrılmak zorunda kaldığından, daha
sonra çatışma içine girdiği liderleri Hitler gibi görmeye büyük ihtimalle daha da
eğilimli olmuştur (örneğin Nasser’i). Dördüncü bir faktör, analojinin, karar
alıcının geriye kalan inançları ile uyuşup uyuşmadığıdır. Beşincisi ise, alternatif
kavramların ve analojilerin eksikliğidir. Bireyler ve devletler, verileri farklı
şekillerde yorumlama yolları kazandıran doğrudan veya doğrudan olmayan
siyasi tecrübelerinin sayısına göre ayrılmaktadırlar. Devletlerin niyetlerinin
birçok ihtimalle bağdaştırılabileceğinin farkında olan karar alıcılar, analoji
fikrini çok çabuk benimsemeye daha az meyilli olurlar. Hâlbuki ABD gibi
49
William Inge, Outspoken Essays, İlk Seri (Londra I923), 88.
132
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
göreceli olarak kısa bir uluslararası ilişkiler tarihine sahip devletin vatandaşları,
kendi ülkeleri için önem taşıyan az sayıda olaydan aşırı derecede etkilenmeye
daha açık olabilirler.
İlk üç faktör, eğer olay uzak geçmişten ziyade yakın geçmişte gerçekleştiyse,
kişilerin günümüzdeki algılarını şekillendirmede daha etkili olacağını
göstermektedir. Eğer olay daha yeni meydana geldiyse, devlet adamı olay
esnasında politika oluşturmamışsa dahi, olayı bizzat biliyor olacaktır. Böylece,
eğer generaller son savaşı vermeye hazırlanıyorsa, diplomatlar bu savaştan
kaçınmak için hazırlıklı olacaklardır. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Anglo-Fransız
tepkisinin bir bölümü, Birinci Dünya Savaşı’nın yanlış anlamalar yüzünden
meydana geldiği ve uzak görüşlü davranılmış ve savaşçı olmayan bir diplomasi
izlenmiş olsaydı savaştan kaçınmanın mümkün olduğu şeklindeki yaygın
düşünceye dayanmaktadır. Ayrıca Batının, Rusya ve Çin algısının bir bölümü
de, Hitler’e taviz vermenin yanlış bir taktik olduğu görüşü ile
açıklanabilmektedir.50
ÇAĞRIŞIM KÜMESİ
İnsanların verileri algılama biçimi, sadece bilişsel yapılarından ya da diğer
aktörler hakkındaki teorilerinden değil, aynı zamanda bilgiyi elde ettikleri
sıradaki çıkarlarından da etkilenmektedir. Bilgi, kişinin hafızasının o anda aktif
olan küçük bir bölümün ışığında değerlendirilir ve buna “çağrışım kümesi”
denir. Sinemadan çıkıp eve giderken geçtiğim karanlık sokakları algılayışım,
izlediğim casus filmi değil, komedi filmi olsaydı daha farklı olurdu. Eğer bir
ülkenin eğitim sistemini geliştirmek için çalışıyorsam ve birinin bu ülkenin
ekonomik büyüme ihtiyacından bahsettiğini duyarsam, bu kişinin eğitim
sistemine değindiğini düşünürüm; fakat, ülkede siyasi istikrar sağlanması için
çalışıyor olsaydım, kişinin yorumlarını bu sefer bu çerçevede düşünerek
algılardım.51
50
51
Tabii ki benzerliklerin kendileri, “harekete geçirmeyen hareket ettiriciler” değildir. Geçmiş olayların
yorumlanması, otomatikman gerçekleşmez; bu yorumlamaların özünü, uluslararası ilişkilere dair genel
görüşler ve karmaşık yargılar oluşturmaktadır. Geçmiş hakkındaki fikirler günümüzü etkilediği gibi,
bugüne dair görüşler de tarihin yorumlanmasını etkilemektedir. Amerika’nın 1917’de savaşa girme
nedenlerine getirdiği yorumun, 1920 ve 1930’lardaki dış politikasını ne ölçüde etkilediğini belirlemek ve
bu yalnızlık politikası periyodunun savaşın tarihini nasıl etkilediğini bilmek oldukça zordur.
Bu konudaki bazı psikolojik deneyler için bkz. Jerome Bruner ve A. Leigh Minturn, "Perceptual
Identification and Perceptual Organization" Journal of General Psychology, LIII (Temmuz I955), 2228; Seymour Feshbach ve Robert Singer, "The Effects of Fear Arousal and Suppression of Fear Upon
Social Perception," Journal of Abnormal and Social Psychology, LV (Kasım I957), 283-88; ve Elsa
Sippoal, "A Group Study of Some Effects of Preparatory Sets," Psychology Monographs, XLVI, No.
2IO (1935), 27-28. Algılayanın çağrışım kümesinin önemi hakkında daha genel bir tartışma için bkz.
Postman, 87.
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
133
Yani 5. Hipoteze göre, mesajlar farklı bir ilgi zemininden geliyorsa, bilgi
karşı tarafa geçtiğinde yanlış anlamaların meydana gelmesi gayet olasıdır. A
Kişisi bir konu ile ilgili, B Kişisi’nin bilmediği birçok mesaja maruz kalmışsa A
Kişisi ile B Kişisi aynı mesajı son derece farklı şekillerde okuyacaktır. Bu fark,
A ve B’nin aynı arkaplana sahip olduklarını varsayıyorsa daha da artacaktır. Bu
demektir ki, kandırma niyeti ya da beklentisi olmasa da, yanlış algının ortaya
çıkması ihtimali bulunmaktadır. Mesela, Roberta Wohlstetter, ABD
hükümetinde Japonya’nın niyetlerini ve mesajlarını ayrı bağlamlardan
okudukları için farklı algılayan kesimler olduğunu bulmakla kalmamış, aynı
zamanda sahada çalışan kişilerin Washington’dan gelen uyarıları da yanlış
anladıklarını ortaya koymuştur: “27 Kasım’da Washington, General Short’a
[Pearl Harbor’da] ‘düşmanca eylem’ beklentisi içinde olmasını önermiş, burada
da ‘Amerikan mülküne saldırıyı’ kastetmiştir; ancak General Short bu cümleyi
‘sabotaj’ anlamında yorumlamıştır.52 Washington ise, Pearl Harbor’un sabotaj
riskini öncelikli olarak ele aldığını anlamamış ve dahası, General Short’un
Washington’da mevcut olan ve sürpriz bir saldırının yüksek bir ihtimal
olduğunu söyleyen gizli Japon diplomatik mesajlarına sahip olduğuna inanarak
hata yapmıştır. Bu hipotezin başka bir çıkarımı da, önemli bir bilgi, A ve B
devletlerinin hükümetlerinin sadece bir kısmı tarafından biliniyorsa, mesajı
gönderen hükümetin bir bölümünün gönderdiği uluslararası mesaj, mesajı alan
ama bilgiye hâkim olmayan hükümet bölümü tarafından yanlış anlaşılabilir
şeklindedir.53
Mesaj gönderme konusundaki problemlerde iki ek hipotez daha oluşturulabilir.
6. Hipoteze göre, eğer insanlar bir planı oluşturmak ya da bir karar vermek için
uzun zaman harcamışlarsa, bu konu hakkında göndermek istedikleri mesajın karşı
taraf tarafından da açıkça anlaşılacağını düşünmeye eğilimli olurlar.54 Onlar için
eylem döngülerinde önemli olanın ne olduğu ortada olduğundan, bu noktanın karşı
taraf için de bir o kadar açık olduğunu düşünür ve kendileri mesajda hangi
noktaya dikkat etmeleri gerektiğini bildiklerinden, mesajın karşı taraf için ne
anlama gelebileceğini fark edemeyebilirler. Ancak bu bitmek bilmez toplantılarda
bulunmayan bir kişi, gönderenin hangi mesajı vermeye çalıştığını anlayamayabilir.
George Quester, Almanya’nın ve aynı derecede olmasa da Britanya’nın 2. Dünya
Savaşı’nın ilk on sekiz ayında bombaladıkları hedeflere sınırlama getirme
52
53
54
S. 73-74.
Mesela, Roger Hilsman’ın da ortaya koyduğu üzere, “Eisenhower yönetimi esnasında Sovyet hava
savunmasını inceleyen çevre keşif uçuşlarını ve Sovyetler Birliği üzerindeki U-2 uçuşlarını bilenler...
bu eylemleri bilmeyenlere göre Sovyetlerin bazı açıklamalarını daha iyi anlayabilmekteydiler.” (To
Move a Nation [Garden City 1967, 66). Ancak aynı zamanda, U-2 uçuşları hakkında bilgisi olanların
yanlışlıkla Sovyet mesajlarını gönderenlerin bu uçuşlardan etkilendiğini ya da en azından haberdar
olduğunu düşünerek mesajları yanlış yorumlamış olması da mümkündür.
Bu noktayı tartıştığı için Thomas Schelling’e minnettarım.
134
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
niyetlerinin, her iki tarafın da açık istisnalar (örneğin, Almanların Rotterdam’a
saldırması) dışında kendilerine özgü nedenleriyle sınırlarını bilmeleri ve karşı
tarafın da bu limitleri ve nedenleri aynı şekilde gördüğünü varsaymaları gerçeği
yüzünden nasıl kullanışsız hâle geldiğini ortaya koymuştur.55
7. Hipotez, aktörlerin vermeye çalıştıkları görüntünün, eylemler bekledikleri
gibi gitmediği için istenilen etkiyi yapmamasını çoğunlukla fark edemediğini
göstermektedir. Yani farklı bilişsel yapıların ve geçmişin takdire değer bir etkisi
olmasa dahi, eylem istenmeyen bir mesajı gönderebilmektedir. Mesela, bir
devletin temsilcileri talimatlara uymayabilir ve böylelikle hükümetlerinin
istediği intibaının tersini verebilir. 1880’lerde Washington ve Berlin’in
Samoa’daki anlaşmazlığında durum, temsilcilerinin sahadaki kışkırtıcı
davranışları nedeniyle karışmıştır. Bu temsilciler yerel çatışmanın şiddetini
arttırmakla kalmamış, temsilcilerinin talimatlara uyduğunu varsayan karar
vericilerin karşı tarafın eylemlerinin resmi politikalarını yansıttığını düşünerek
karşı devletten daha fazla şüphelenmesine neden olmuşlardır. Böyle durumlarda
her iki taraf da dostane politikalarının karşı tarafça düşmanca yorumlandığına
inanacaktır. Benzer şekilde, Quester’in çalışması, daha önce bahsedilen
bombalamalara getirilmesi planlanan sınırlamanın da kısmen bu nedenden
başarısız olduğunu göstermektedir, çünkü iki taraf da bombalamayı tahmin
ettikleri ölçüde başarıyla gerçekleştirememiş ve bu nedenle de eylemlerinin
fiziksel etkilerini anlayamamışlardır.56
ALGILAYANIN PERSPEKTİFİNDEN, BAŞKA HİPOTEZLER
Algılayanın açısından daha başka hipotezler çıkarmak mümkündür. 8.
Hipoteze göre, karar alıcıların başka devletleri olduklarından daha saldırgan
devletler olarak algılamaya genel bir eğilimi bulunmaktadır.57 Devlet
adamlarının, çıkarlarına karşı büyük eylemler planlandığı yanılgısına düştüğü
vakaların sayısı, potansiyel bir saldırgan tarafından yatıştırıldığı vakalara göre
daha yüksektir. Bunun burada anlatılamayacak kadar karmaşık bir sürü nedeni
bulunmaktadır (örneğin, bürokrasinin bazı bölümleri diğer devletlerden şüphe
duymanın kendi sorumlulukları olduğuna inanmaktadır; karar alıcılar, şüpheli
durumlarla karşılaştıklarında, diğer devletlerin düşmanca davrandığına inanıp
buna göre hareket ederek kendilerini sağlama aldıklarını düşünmektedirler; ve
genelde, insanlar diğerlerine karşı bir tehdit oluşturmadıklarını düşündüklerinde
karşılarındakilerin onları tehdit olarak görmesine inanmakta güçlük
çekmektedirler). Bununla beraber, göz önünde bulundurulması gereken bir
55
56
57
Deterrence Before Hiroshima (New York 1966), I05-22.
A.g.e.
Bu görüşün biraz daha farklı bir formülasyonu için, bkz. Holsti, 27.
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
135
başka nokta ise, algıları bu hipotezle tasvir edilen karar alıcıların, bu eğilimlerini
düzelterek saygınlıklarını arttırmaya niyetli olmamalarıdır. Olası sonuçlara
biçilen değer ve olasılıkları da dikkate alınmalıdır. Mesela, yanlış algıdan
kaynaklanan gereksiz bir silahlanma döngüsünün olasılığı bu tarz bir döngünün
getireceği maliyetle çarpıldığında, yanlış bir yorumlama ile, diğer devletin dost
olduğuna inanma olasılığının maliyeti ile karşılaştırılacak ve sonuçta karar alıcı
ilk öneriyi diğerine göre daha düşük bir olasılık olarak değerlendirecektir.
9. Hipotez, aktörlerin, diğerlerinin davranışlarını olduğundan daha
merkezîleşmiş, disiplinli ve koordine görme eğilimine sahip olduğunu öne
sürmektedir. Bu hipotez, ilintili yollarla doğruluğunu göstermektedir.
Genellikle, hâlihazırda algılanmış bir düzene çok fazla karmaşık olay uydurulur.
Aktörler kendine özgü olayların kendi teorileri ile açıklanamayacağını kabul
etmekten ya da görmekten çekinirler.58 Bu olaylar, algılayanın imajının önemli
bölümleri olan faktörlerce gerçekleştirilmediği halde sıklıkla öyleymiş gibi idrak
edilirler. Dahası, aktörler diğerlerinin ülke içerisindeki birlik ve beraberliğini
olduğundan daha kuvvetliymiş gibi algılarlar ve genelde diğerlerinin takip ettiği
tutarlı politikaların derecesine gereğinden fazla değer biçerler. Diğer tarafın iç
müzakerelerinin59, devlet içindeki yanlış anlamaların ya da astların takip
etmediği emirlerin politikalar üzerinde sahip olduğu etki küçümsenir. Bu
genelde, aktörlerin karşı tarafın karar alma süreçlerinin detaylarını
bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Aktörler, bu tarz bir analizin kendi
politikalarını açıklayamayacağının farkında olsalar bile, karşı tarafa dair sadece
son durumu gördükleri için politikalarına mantıklı bir açıklama getirmeye
çalışmayı daha kolay bulmaktadırlar.60
Aşinalık 10. Hipotez için de önemlidir: devlet karşı tarafın politikalarına
ilişkin bilgileri onun dışişleri bakanlığından aldığından, dışişleri bakanlığının
pozisyonunu hükümetin tamamının pozisyonu olarak değerlendirir. Bu algılayış
biçimi birçok vaka için geçerli olabilir, ancak eğer diğer ülkenin hükümeti
içinde bölünmeler varsa ya da diğer ülkenin dışişleri bakanlığı spesifik bir
yetkilendirme olmadan hareket ediyorsa yanlış algılama ortaya çıkabilir. Mesela,
58
59
60
Sovyetler bu görüşün uç bir versiyonunu savunmakta ve hiçbir şeyin tesadüfî olmadığına inanmaktadır.
Bu konu üzerine bir tartışma için bkz. Nathan Leites, A Study of Bolshevism (Glencoe I953), 67-73.
W. Marshall, Sovyet askeri sistemine Batıların getirdiği açıklamaları, bu durumu göz önünde
bulundurmadıklarından dolayı eleştirmektedir. Bkz. "Problems of Estimating Military Power,"
yazarın American Political Science Association’ın 1966 yılı yıllık toplantısında sunduğu tebliğ, 16.
İşçi – işveren anlaşmazlıklarında her iki tarafın da sebepsiz yere, öteki tarafın ya uluslararası sendika
ofisi ya da şirketin merkez ofisince yukarıdan kontrol edildiğine inanmaya eğilimli olabileceği
belirtilmektedir (Robert Blake, Herbert Shepard, ve Jane Mouton, Managing Intergroup Conflict in
Industry [Houston 1964], 182). Senatonun hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi üyelerinin rakip
partiyi daha disiplinli ve birlik içinde olan taraf olarak algılama eğiliminde oldukları da
belirtilmektedir.
136
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
müttefik hükümetlerinin 1918’de sebepsiz yere “Japonların Britanya ve
Fransızlarla anlaşarak Amerikan rızası olmadan [Sibirya’da] harekete geçmeye
hazırlandığını”61 düşünmelerinin nedeni, müttefik büyükelçilerinin bu konuyu
Japonya’da bu politikayı destekleyen azınlıktan yana olan Dışişleri Bakanı
Motono ile tartışmış olmalarıdır. Benzer şekilde, Amerika’nın NATO
müttefiklerinin, Amerikan hükümetinin Multileteral Nükleer Güç’e olan bağlılık
derecesini yanlış anlamalarının nedeni, müttefiklerin bu konudaki esas
görüşmeleri hükümetin içinde MNG’yi en çok destekleyen bölümlerle yapmış
olmalarıdır. Ayrıca, Alman diplomatlardan Nazi dış politikası hakkında bilgi
almaya çalışan devletler genellikle yanlış yönlendirilmiştir, çünkü bu görevliler,
Hitler’in planlarını ya görmezden gelmiş ya da uzak durmuşlardır. Almanlar ve
Japonlar, bazen düşmanlarını daha esaslı bir biçimde kandırmak amacıyla kendi
elçilerini bilerek yanlış bilgilendirmişlerdir.
11. Hipoteze göre aktörler, diğerleri kendilerinin isteklerine uygun şekilde
hareket ettiğinde bu uyumun derecesini abartırken, eğer diğeri istenmeyen bir
şekilde hareket ediyorsa, o zaman bunun iç siyaset dinamiklerinden
kaynaklandığına inanmaktadırlar. Eğer karşı tarafın eylemi diğer tarafa zarar
veriyor ya da onu tehdit ediyorsa, diğer taraf karşısındakinin bunu bilerek
yaptığına inanmaya eğilimli olacaktır. Hipotezin ilk bölümünün örneği,
Kennan’ın yeni Bolşevik hükümetinin birçok eylemine karşı çıkan resmî ve
gayriresmî Amerikan temsilcileri hakkında anlattıklarına dayanmaktadır.
Sovyetler duruşlarını değiştirdiklerinde, bahsi geçen temsilciler bu değişimin
büyük oranda kendi etkilerinden kaynaklandığına inanmışlardır.62 Bu tarz bir
algılama sadece değişimi gerçekleştiren bireyin yarattığı memnuniyet ile değil,
aynı zamanda 9. Hipotezde madalyonun öteki yüzü olarak bahsedilen, aktörün
en net olarak kendi girdisinin etkisini görmesi ve diğer etkiler hakkındaki
bilgisinin daha az olması ile açıklanabilmektedir. 11. Hipotezin ikinci bölümü
ise, aktörlerin, karşı tarafın düşmanca tutumlarının kendilerine olan tepkileri ile
değil, karşı tarafın güdülemeleri ile açıklanabilir olduğuna dair düşüncesi ile
örneklendirilebilir. Mesela, Chamberlain, Hitler’in davranışlarının bir
bölümünün, Britanyalıların zayıf olduğuna dair inancı ile ilgili olduğunu
görememiştir. Daha sık karşılaşılan bir başarısızlık ise, karşı tarafın
reaksiyonunun birinci tarafa dair korkudan kaynaklandığını görememektir ve bu
durum beklentinin gerçeğe yol açmasına, yanlış algının yayılmasına ve
düşmanlığa neden olabilmektedir.
Bu zorluk, genellikle 12. Hipotezin uygulanması ile şiddetlenmektedir:
aktörler karşı taraftan saklamaya çalışmadıkları niyetlere sahip oldukları zaman,
61
62
George Kennan, Russia Leaves the War (New York 1967), 484.
A.g.e., 404, 408, 500.
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
137
diğerlerinin niyetlerini doğru biçimde algıladıklarını düşünme eğiliminde
olmaktadırlar. Çok nadiren karşı tarafın görüp tepki verdiği imajın, yansıtmaya
çalıştıkları imajdan daha az memnuniyet verici bir imaj olduğuna inanırlar.63
A devleti için B devletinin, A devletinin politikasını nasıl algıladığını
anlamak çoğu zaman oldukça zordur, çünkü böyle bir anlama çabası A’nın
kendi hakkındaki imajı ile çelişkiler içerebilmektedir. Raymond Sontag, 1.
Dünya Savaşı öncesi Alman-İngiliz ilişkilerinin bozuk olmasını kısmen,
“İngilizler kendilerini bencil olarak görmekten ya da ‘meşru’ Alman
yayılmacılığını hoş görmeye isteksiz olduklarını düşünmekten hoşlanmazlar.
Almanlar ise kendilerini saldırgan ya da Britanya’nın kazanılmış ‘meşru’
haklarını kabul etmeye isteksiz olarak düşünmekten hoşlanmazlar” diye
açıklamaktadır.64
13. Hipotez, eğer aktör için diğerinin kendini tehdit olarak görebileceğine
inanmak zorsa, kendisi için önemli olan konuların diğeri için önem
taşımayabileceğini görmenin daha da zor olduğunu öne sürmektedir. Bir taraftan
diğer aktörün rakip takımda olduğunu bilirken, diğer taraftan bu rakibin
tamamen farklı bir oyun oynadığını fark etmek onun için daha zor
olabilmektedir. Bu durum, hele oynadığı oyun kendisine hayati görünüyorsa
daha da geçerlidir.65
63
64
65
Herbert Butterfield, bu varsayımların “Hobbesian korkusu...” döngüsüne katkıda bulunabileceğini
belirtmektedir. Buna göre; “...Siz öteki tarafa karşı duyduğunuz dehşet verici korkuyu canlı biçimde
hissedebilir, ancak diğer kişinin karşı-korkusunu tam olarak kavrayamayabilir ve hatta niçin
böylesine endişeli olabileceğini anlayamayabilirsiniz. Zira siz ona zarar vermeyeceğinizi
biliyorsunuzdur ve ondan istediğiniz tek şey kendi emniyetinizin teminatıdır; karşı tarafın sizin
zihninizi okuyamayacağını ve niyetleriniz karşısında sizin duyduğunuz güvenceyi asla
duyamayacağını idrak etmeniz ya da tam anlamıyla hatırlamanız asla mümkün olmayacaktır”
(History and Human Conflict [Londra 1951], 20).
European Diplomatic History 187I-1932 (New York I933), I25. Kendi hayati çıkarlarınızı savunmanızın
tabii sonucu olarak gözüken girişimlerinizin, başkalarına etkilerini arttırmak için hiçbir imkân
bırakmadığınız şeklinde görülebileceğini anlamak büyük bir zihinsel çaba gerektirir. Dışişleri
Bakanlığı’nda uzun süre görev almış eski müsteşar Sanderson, Almanya’yı İngiltere’nin ulusal
güvenliğine tehdit oluşturduğu gerekçesiyle “çevreleme” politikasını meşrulaştıran, 1907’deki
meşhur Crowe “kuvvetler dengesi” memorandumunu haksız çıkarmak için şöyle diyordu: “Bazen
bana öyle geliyor ki, basın organlarımızı takip eden yabancı bir okuyucu için İngiliz İmparatorluğu,
bütün dünyaya saldıran, şişkin el ve ayak parmakları her bir yöne uzanan ve feryat figan etmeden
yaklaşılamayacak bir dev izlenimi vermektedir” (alıntı Monger, 3I5). Ancak çok az sayıda İngilizi,
başkalarının kendilerini böyle gördüğüne ikna edebilirsiniz.
George Kennan, 1918’de hem Müttefikler hem de yeni Bolşevik hükümetinin birbirlerinin niyetlerini
anlayamamalarında böyle bir zorluğun kısmen etkili olduğunu belirtiyor: “Doğada savaş düzenine
geçmiş demokrasiden daha ben-merkezci bir şey yoktur... Kendi davasına, diğer her şeye olan
bakışını çarpıtan mutlak bir değer atfetmeye meyillidir... Hâlihazırda görüldüğü gibi, kendini bu
düşünce çerçevesine hapseden kişiler, içinde bulundukları tartışmaların dışındaki meseleleri çok az
anlayabilirler. Bir başka mesele için zaman ve emek harcayan kişilerin olduğu fikri onlara mantık dışı
gözükür” (Russia and the West, II-I2).
138
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Son hipotez olan 14. Hipotez şu şekildedir: aktörler genellikle kendi teorileri
ile tutarlı olan verilerin başkalarının görüşleri ile de tutarlı olabileceğini gözden
kaçırmaya eğilimlidirler. İki hipotez arasında seçim yapılırken, teorilerden biri
tarafından doğrulanamayan veriyi dikkate almak gerekmektedir. Fakat insanlar
sıklıkla aynı zamanda alternatif görüşleri de destekleyebilecek verileri kendi
teorilerinin ispatı olarak ileri sürmektedirler. Bu fenomen, daha önce
bahsedilmiş olan her bilgi parçacığının farklı hipotezler çerçevesinde ve
teorilerce yorumlanabilir olması ile ilgilidir. Aynı zamanda, “kısır döngüye
düşmeden, doğruladıkları yasalara uygunluk gösteren bazı verileri hakikat
olarak kabul edebilir ve hakikat olduğu iddia edilen başkalarını da yasalar
tarafından geçersiz kılındıkları için reddedebiliriz”66 açıklaması da geçerlidir.
Ancak, bir bilginin belirli bir hipotezi onaylıyor görünmesinin, o hipotezin
doğruluğuna inanmamızdan kaynaklandığını ve o bilginin başka bir hipotezi de
geçerli bir şekilde destekleyebileceğini unutmamamız gerekmektedir. Mesela,
her ne kadar Alman gemilerinin Norveç’e doğru yol aldığı fark edilmiş olsa da,
Almanya’nın Norveç’e saldırması karşısında hem Norveç hem de İngiltere
oldukça şaşırmıştır, çünkü Almanya’dan beklenen, bir saldırı değil, Almanların
Britanya bloğunu geçmek için bir girişimde bulunması ve Atlantik’e
ulaşmasıydı. Gemilerin başlangıçtaki konumu bu iki plan için de tutarlı olmakla
beraber, Britanyalılar ve Norveçliler bu konumu kendi beklentilerini
doğrulayacak şekilde algılamayı tercih etmiştir.67 Bu, yaptıkları yorumun saçma
olduğu anlamına gelmemektedir; sadece karar alıcılar, verilerin aynı zamanda
saldırı için de geçerli olabileceğinin farkında olup, kendi görüşlerine biraz daha
az güvenmeleri gerektiğini gösterir.
Bu iki hedeften hangisine yönelmiş olurlarsa olsunlar, gemiler aynı rotayı ne
kadar uzun izlemek durumunda kalırsa, hangi plan dâhilinde hangi hedefe
ilerlediklerini belirleyebilmek için o kadar fazla bilgiye ihtiyaç duyulmaktadır.
Bir benzetme olarak ele alacak olursak, bu olay, verilerin genel
değerlendirilmesi için güzel bir uygulama alanı sunmaktadır. Mesela, her ne
kadar Hitler sadece etnik olarak Alman olan bölgelerin kontrolü için taleplerde
bulunmuş olsa da, eylemleri hem sınırsız hırsları olduğu hipoteziyle, hem de
bütün Almanları birleştirmek gayesinde olduğu hipoteziyle açıklanabilmektedir.
Ancak, Alman olmayanlara karşı eylemleri (örneğin, Mart 1938’de
Çekoslovakya’nın
ele
geçirilmesi)
bu
hipotezlerden
ikincisiyle
66
67
Kaplan, 89.
Johan Jorgen Holst, "Surprise, Signals, and Reaction: The Attack on Norway," Cooperation and
Conflict, No. 1 (1966), 34. Almanlar benzer bir yanlışı, 1942 Kasım’ında Akdeniz’deki müttefik
varlığını Malta’ya ikmal sevkiyatı yapılacağına dair inançlarını onaylayacak şekilde yorumlayarak
yapmışlardır. Sonrasında, çıkarma Kuzey Afrika’ya yapılınca da oldukça şaşırmışlardır (William
Langer, Our Vichy Gamble [New York 1966], 365).
Yanlış Algı Üzerine Varsayımlar
139
bağdaştırılamamaktadır. Hitler’e ılımlı bakanları, onun durdurulması gerektiğine
ikna eden de bu olaydır. Eğer Hitler Çekoslovakya’yı bir süre daha rahat bıraksa
ve onun yerine 1939 yazında yaptığı taleplere benzer şekilde Polonya üzerinde
hak iddia etseydi, Britanya’nın tepkisinin ne olabileceği üzerine tahminlerde
bulunmak oldukça ilgi çekicidir. O zaman bu iki politikanın ayrışması daha uzun
sürebilir ve daha fazla yanlış algı örneği meydana gelebilirdi.
KAYNAKLAR
Albert Myers,”An Experimental Analysis of a Tactical Blunder," Journal of
Abnormal and Social Psychology, LXIX (Nov., 1964),.
Anatol Rapoport's "L. F. Richardson's Mathematical Theory of War,” journal of
Conflict Resolution, I (September I957),.
Ashley Schiff, Fire and Water: Scientific Heresy in the Forest Service
(Cambridge, Mass., 1962).
Dale Wyatt ve Donald Campbell,”A Study of Interviewer Bias as Related to
Interviewer's Expectations and Own Opinions,” International Journal of
Opinion and Attitude Research, iv (Spring I950),.
Dale Wyatt ve Donald Campbell,”On the Liability of Stereotype or Hypothesis,”
Journal of Abnormal and Social Psychology, XLIV (Oct., 1950.
David Irving, The Mare's Nest (Boston 1964).
DeWitt Dearborn ve Herbert Simon,”Selective Perception: A Note on the
Departmental Identification of Executives,” Sociometry, xxi (Jun I958),.
Floyd Allport, Theories of Perception and the Concept of Structure (New York
1955),.
George Kennan, Russia Leaves the War (New York 1967).
Gerald Davidson,”The Negative Effects of Early Ex- posure to Suboptimal
Visual Stimuli,” Journal of Personality, xxxii (Jun, 1964),.
Israel Goldiamond ve William F. Hawkins,”Vexierversuch: The Log
Relationship Between Word-Frequency and Recognition Obtained in the
Absence of Stimulus Words,” Journal of Experimental Psychology, LVI
(October 1958).
Jerome Bruner ve A. Leigh Minturn,”Perceptual Identification and Perceptual
Organization" Journal of General Psychology, LIII (July I955),.
Jerome Bruner ve Leo Postman,”On the Perceptions of Incongruity: A
Paradigm,” Jerome Bruner ve David Krech, editörler, Perception and
Personality (Durham, N.C., I949.
Jerome Bruner, Jacqueline Goodnow ve George Austin, A Study of Thinking
[New York 1962].
140
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Marshall Segall, Donald Campbell ve Melville Herskovits, The Influence of
Culture on Visual Perceptions (Indianapolis 1966). .
Max Jacobson, The Diplomacy of the Winter War (Cambridge, Mass., 1961).
Norman Storer, The Social System of Science (New York 1960).
Ole Holsti,”Cognitive Dynamics and Images of the Enemy,” David Finlay,
Philip Selznick, Leadership in Administration (Evanston I957).
Raymond Aron, Peace and War (Garden City 1966).
Raymond Bauer,”Problems of Perception and the Relations Between the U.S.
and the Soviet Union,” Journal of Conflict Resolution, v (September, 1961).
Robert A. Levine,”Fact and Morals in the Arms Debate,” World Politics, xiv
(Jan., 1962.
Robert Abelson ve Milton Rosenberg,”Symbolic Psycho-logic,” Behavioral
Science, III (Jan., I958.
Robert Blake, Herbert Shepard, ve Jane Mouton, Managing Intergroup Conflict
in Industry [Houston 1964].
Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolution (Chicago 1964).
W. L. B. Beveridge, The Art of Scientific Investigation, 3. ed. (Londra 1957).
YANLIŞ ALGILAMA VE
SAVAŞIN NEDENLERİ:
KURAMSAL BAĞLANTILAR VE ANALİTİK SORUNLAR
JACK S. LEVY
Çeviren: Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen*
Bu çalışma, özellikle kuramsal literatürde şaşırtıcı olarak çok az ilgi
gösterilen bir soruna, yanlış algılama ile savaşın nedenleri arasındaki ilişkiye
değinmektedir. Amaç, yanlış algılama biçimlerinin kavramsallaşmasını ve her
birinin belli koşullar altında savaşa katkı yapmasını sağlayan kuramsal
bağlantıları sunmaktır. Bu tür bir analizin karşısındaki kavramsal ve
yöntembilimsel sorunlara önemli bir yer verilecektir.
LİTERATÜR
Her ne kadar diplomasi tarihçileri bireysel savaşlara yol açan süreçler içinde
yanlış algılamaların rolüne hatırı sayılır ölçüde vurgu yapmışlarsa da, siyaset
bilimciler savaşın nedenlerine ilişkin kuramlarında bu değişkenin önemini
genellikle en aza indirmişlerdir. Thucydides’ten Morgenthau’ya ve Bueno de
Mesquita’ya kadar çeşitli araştırmacılar, bunun yerine, devlet adamlarının dış
tehdit ve olanakları kesin bir şekilde algıladıklarını ve ulusal çıkarı artırmak
amacıyla maliyet-fayda hesabı temelinde bir politika seçiminde bulunduklarını
varsayan “rasyonel” çatışma modelleri oluşturmuşlardır.1 Bu hipotezler artan
sayıdaki kuramsal çalışmalarla, sistematik ampirik araştırmalarla, karar verme
ve kriz davranışına ilişkin tarihsel vaka çalışmalarıyla uyumsuzdur.2 Bu açık
*
1
2
Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası
İlişkiler bölümünde görevlidir.
Thucydides, The Peloponnesian War (Baltimore: Penguin Books, 1954); Hans J. Morgenthau, Politics
Among Nations, 4th ed. (New York: Knopf, 1967); Bruce Bueno de Mesquita, The War Trap (New
Haven: Yale University Press, 1981).
Graham T. Allison, Essence of Decision (Boston: Little, Brown, 1971); John D. Steinbruner, The
Cybernetic Theory of Decision (Princeton: Princeton University Press, 1974); Robert Jervis,
142
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
uyumsuzluğun çözümü, bu çerçevelerin nükleer çağda istikrar ve politikaya
ilişkin farklı sonuçları nedeniyle özellikle önemlidir.3
Yanlış algılamalar çatışmaya ilişkin “rasyonel olmayan” pek çok bakış
açısında oldukça önemli bir değişkendir, ancak yanlış algılamanın savaş
üzerindeki etkisinin ampirik analiziyle ilgilenenler için literatür pek yol gösterici
değildir. Dış politika ve krizde karar verme kuramları yanlış algılamanın
kaynakları için kapsamlı bir analiz sağlamakta, fakat genelde sonuçlarıyla
ilgilenmemektedirler.4 Elbette ki Jervis’in5 çığır açan çalışması bir istisnadır ve
uluslararası siyasette yanlış algılamaya ilişkin her türlü analiz için
vazgeçilmezdir. Fakat daha fazlasının yapılması gerekmektedir. Jervis, esas
olarak savaş sorunuyla ilgilenmemiştir ve özel olarak bu konuya ilişkin bir
kavramsallaştırma yapmanın gereği bulunmaktadır. Üstelik Jervis yanlış
algılamaların farklı türlerini saptamamakta, sonuçlarını belirlememekte veya
çeşitli koşullar altında en fazla etkiyi oluşturan yanlış algılamaların ne tür
olduğunu ortaya koymamaktadır. Ayrıca (bağımsız etkisini en aza indirdiği)
kurumsal ve sistemsel unsurlarla nasıl etkileşime geçtiklerini de
göstermemektedir. Aynı şekilde zekâ eksikliği üzerine oluşmuş literatür de kriz
esnasında yanlış algılamanın neden ve sonuçları üzerine mükemmel analizler
sunmakta, fakat sadece tek bir tip yanlış algılamaya atıfta bulunarak savaşın
gerçek nedenlerinden çok, savaşın yaklaşmasını anlamaktaki başarısızlıkla
ilgilenmektedir.6
3
4
5
6
Perception and Misperception in International Politics (Princeton: Princeton University Press, 1976);
Irving L. Janis ve Leon Mann, Decision Making (New York: Free Press, 1977); Ole R. Holsti, Crisis,
Escalation, War (Montreal: McGill-Queens University Press, 1972); Charles F. Hermann, ed.,
International Crises (New York: Free Press, 1972); Michael Brecher, Decisions in Crisis (Berkeley:
University of California Press, 1980); Richard Ned Lebow, Between Peace and War (Baltimore: The
Johns Hopkins University Press, 1981); Donald Kagan, The Outbreak of the Peloponnesian War
(Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1969); L. L. Farrar, Jr., The Short-War Illusion (Santa Barbara,
Calif.: ABC-Clio, 1973).
Birkaç farklı kuramsal çerçeve açısından caydırma ve istikrar için gerekli koşulların ilginç bir analizi
için bkz. Patrick Morgan, Deterrence (Beverly Hills, Calif.: Sage, 1977), Bölüm 3.
Bkz. Steinbruner, Janis ve Mann, Brecher, Hermann ve Allison, yukarıda zikredilmiştir (dipnot 2).
Ayrıca bkz. Irving L. Janis, Groupthink (Boston: Houghton Mifflin, 1972); Alexander George,
Presidential Decisionmaking in Foreign Policy (Boulder, Colo.: Westview, 1980); Ole R. Holsti ve
Alexander George, “The Effects of Stress on the Performance of Foreign Policy Makers,” C. P. Cotter,
ed., Political Science Annual, c. 6 (Indianapolis, Ind.: Bobbs-Merrill, 1975), 255-71.
Jervis (dipnot 2).
Roberta Wohlstetter, Pearl Harbor: Warning and Decision (Stanford, Calif.: Stanford University
Press, 1962); Barton Whaley, Codeword Barbarossa (Cambridge: MIT Press, 1973); Klaus Knorr,
“Threat Perception,” Knorr, ed., Historical Dimensions of National Security Problems (Lawrence:
University Press of Kansas, 1976); Avi Shlaim, “Failures in National Intelligence Estimates: The Case
of the Yom Kippur War,” World Politics 28 (Nisan 1976), 348-80; Michael A. Handel, “The Yom
Kippur War and the Inevitability of Surprise,” International Studies Quarterly 21 (Eylül 1977), 461-
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
143
Yanlış algılamalar ve savaşın nedenleri sorunuyla daha doğrudan ilgilenen
birkaç çalışma bulunmaktadır. White ve Stoessinger, savaşa katkı yapan belli
yanlış algılama biçimleri saptamakta ve az sayıda vaka dâhilinde bunların
etkisini göstermeye çalışmaktadırlar.7 Ancak kavramsallaştırmaları zayıftır ve
Jervis’in yanlış algılamalar ve savaş arasında nedensel ilişki kurarken analitik
sorunlara gösterdiği hassasiyeti paylaşmamaktadırlar. Bir şekilde daha faydalı
olabilecek çalışmalar ise Lebow ve Stein’a aittir. Lebow, yanlış algılamaların
kaynakları ve belli vakalardaki etkilerinin bazı delillerini mükemmel bir şekilde
vermektedir, fakat o da, kavramsal ve yöntembilimsel sorunlara pek de hassas
yaklaşmamaktadır. Stein düşman tercih sıralamalarındaki yanlış algılamaların
çatışmaya katkıda bulunduğu koşulları oyun kuramı analiziyle ele almaktadır.
Yaptığı analiz burada söyleyeceğimiz hiçbir şeyle uyumsuz olmamakla beraber,
odağı bir anlamda sınırlıdır. Sadece düşman tercihlerindeki yanlış algılamaları
ve 2 x 2 oyunlarını göz önüne alarak bazı önemli yanlış algılama şekillerini ve
ampirik durum türlerini dışlamaktadır.8
Özetlemek gerekirse, yanlış algılamanın kaynakları ile ilgili pek çok şey
bilmemize rağmen sonuçlarıyla ilgili daha az şey bilmekteyiz. Yanlış
algılamalar sıradandır, fakat hangi tür yanlış algılamaların savaşa neden olmaya
en yatkın olduğu sorusuna ve işlev gördükleri belli kuramsal bağlara çok az ilgi
gösterilmiştir. Bu makalenin amacı bu tür bir kavramsallaştırma önermektir. Bu
çerçevenin ampirik araştırma için faydalı olması temel kaygımızdır. Analitik ve
yöntembilimsel sorunlara duyarlı ve makul ölçüde test edilebilir hipotezler
üretebilmektir.
YANLIŞ ALGILAMA BİÇİMLERİ
Yanlış algılamayla ilgili çeşitli çalışmalar arasında yanlış algılamanın savaşla
ilgili farklı şekillerini saptamaya yönelik en belirgin çaba White ve
Stoessinger’den gelmiştir. White’ın kategorileri arasında şunlar bulunmaktadır:
7
8
502; Richard K. Betts, “Analysis, War, and Decision; Why Intelligence Failures Are Inevitable,” World
Politics 31 (Ekim 1978), 61-89; Betts, Surprise Attack (Washington, D.C.: Brookings, 1982).
Robert H. White, Nobody Wanted War (Garden City, N.Y.: Doubleday/Anchor, 1968); John G.
Stoessinger, Why Nations Go to War, 2d. ed. (New York: St. Martin's Press, 1974).
Lebow (dipnot 2); Arthur A. Stein, “When Misperception Matters,” World Politics 34 (Temmuz
1982), 505-26. Stein’in yeteneklerden ziyade, niyetlerle ilgili yanlış algılamaları incelediğini iddia
ederken yanıltıcı olduğunu söylemek gerekir. Hesaplaşma matrisi sadece sonuçlarla ilgilenirken, bu
sonuçların belirleyicileriyle ilgilenmemekte ve bu şekilde niyetler ve yetenekler arasında ayrım
yapmamaktadır. Ancak hesaplaşmalar ve tercih sıralamaları bu ikisi tarafından belirlenmektedir.
Örneğin savaş tercihleri, zafer olasılığı ve beklenen maliyetleri belirleyen yeteneklerden ayrı olarak
değerlendirilemez. Mevcut çalışmada yetenekler ve niyetler arasındaki ayrım belirginleştirilmiş ve
bu şekilde savaş ile farklı kuramsal bağlantıları saptanabilir ve incelenebilir hale gelmiştir.
144
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
(1) şeytani düşman imgesi; (2) babayiğit kişisel imge; (3) ahlaki kişisel imge; (4)
seçici dikkatsizlik; (5) empati yoksunluğu ve (6) aşırı askerî güven. Stoessinger
benzer bir kategori kümesi önermektedir: (1) liderin kendisine ilişkin algılaması;
(2) düşmanının karakterine ilişkin algılamaları; (3) düşmanının niyetlerine
ilişkin algılamaları; (4) düşmanının güç ve yeteneklerine ilişkin algılamaları; ve
(5) liderin diğer taraftaki karşı oyuncuyla empati kapasitesi.9
Bu kavramsallaştırmaların faydası oldukça ciddi bazı analitik sorunlar
tarafından sınırlanmaktadır. Birincisi, yanlış algılamaların kendisi ile yanlış
algılamanın kaynakları arasında ayrım yapmakta başarısız olmaktadırlar.
Anlamlı bir kavramsallaştırma yapmak için yanlış algılananın ne olduğunu
saptamak gerekir, zira savaş ile bağlantıların kurulmak zorunda olduğu hadiseler
bunlardır. White’ın “seçici dikkatsizliği” de bir yanlış algılama olarak değil,
daha ziyade yanlış algılamaya yol açan psikolojik bir süreç olarak en iyi biçimde
kavramsallaştırılabilir. Aynı şekilde, bir kişinin veya düşmanının “imgeleri”nin
kendileri, yanlış algılamalar değil, bunun yerine genellikle bilgiye yönelik seçici
dikkatsizlik ile etkileşim içinde yanlış algılama üretebilen inanç kümeleridir. Bu
kavramsallaştırma, Holsti’nin bir tarafta inanç sistemi veya imgenin, diğer
tarafta da algılamanın bulunduğu analitik ayrımı ile de uyumludur.10
Algılamanın diğer kaynakları hâkim durumda olabileceği için aynı anda hem
“şeytani düşman imgesinin” hem de belli bir durumda düşmanın niyet ve
yeteneklerine ilişkin doğru algılamaların bulunması mümkündür. Eğer yanlış
algılama kavramı faydalı olacaksa kaynaklandığı unsurlardan bağımsız
tanımlanmalı ve işler duruma getirilmelidir.
İmgeler üzerinde bu şekilde durmakla ilgili bir diğer sorun da algılamaların
kesinliğini belirlemekteki zorlukla ilgilidir ve bu noktaya Jervis de bir ölçüde
değinmektedir. (Tamamen benimsemediği, ancak oldukça değerli bulduğu)
alternatif bir yaklaşımın “Bu algılama doğru muydu?” sorusunu değil, bunun
yerine, “Ne şekilde eldeki bilgiden kaynaklanmıştır?” sorusunu sormayı
önermektedir.11 Benim buradaki yaklaşımım ise, yanlış algılama kavramının
sadece ilke olarak doğru algılama diye bir şeyin olması durumunda anlamlı
olduğudur. Algılamaların kesinliği sorusundan kaçınarak ve yanlış algılama
kavramını soyutlamadan ve işler hâle getirmeden bu kavramın açıklayıcı gücü
elinden alınmaktadır. O zaman da test edilebilir “yanlış algılamaya ilişkin
hipotezler” oluşturmak imkânsız hâle gelmektedir.
9
10
11
White (dipnot 7), Bölüm 1; Stoessinger (dipnot 7), Bölüm 1 ve 7.
Ole R. Holsti, “The Belief System and National Images: A Case Study,” Journal of Conflict Resolution 6
(No. 3, 1962), 244-52.
Jervis (dipnot 2), 7-8.
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
145
Yanlış algılama, karar vericilerin psikolojik ortamı ile “gerçek dünyanın”
işlevsel ortamı arasında bir çelişki içerir.12 Kararlar ve hareketler birincisi
tarafından belirlenebilir, fakat etkileri veya sonuçları da ikincisi tarafından
kısıtlanır. Belli yanlış algılama biçimlerinin diğerlerinden ve ilke olarak en
azından doğru algılamalardan ayrılabilecek şekilde tanımlanması gerekir. Savaş
fiili yetenekler için nesnel bir sınav sağladığı için bu durum belli ölçüde
yeteneklere ilişkin algılamalar için de geçerlidir. Pratikte her ne kadar belli bir
hareketin veya demecin arkasındaki niyet veya güdüleri belirlemek için gerekli
bilgiye ulaşmak genelde zor olsa da ilke olarak niyetlere ilişkin yanlış
algılamaları saptamak da mümkündür. Öte yandan, karaktere ilişkin imgeler,
değerlendirme için ampirik veya mantıksal standartların bulunmadığı normatif
yargılar içerdiklerinden yanlışlanamazlar. Bu nedenle, White’ın “şeytani
düşman imgesi”, “babayiğit kişisel imge” ve “ahlaki kişisel imge” kategorileri
bu yanlış algılamalar kavramsallaştırılmasının dışında bırakılmaktadır.13 Elbette
bu imgelerin genel olarak uluslararası siyaset, özel olarak da savaş için önemsiz
olduğu söylenemez. Söylenebilecek olan, algılamalar veya yanlış algılamalar
şeklinde kavramsallaştırılmamaları gerektiğidir.
Yanlış algılama kavramını daraltırken, yetenekler ve niyetleri iki ana biçim
olarak saptadım. Bunlar herhangi bir zekâ analizindeki temel kaygılardır.14
Düşmanın yetenek veya niyetlerine ilişkin yanlış algılama, çeşitli kuramsal
bağlantılar yoluyla (ki bir sonraki bölümde incelenecektir) savaşa yol açan
süreçlere katkıda bulunur. Diğer yanlış algılama biçimleri de savaşa katkıda
bulunabilir, fakat bunu neredeyse tamamen yetenek ve niyetlere ilişkin algı
üzerindeki etkileri yoluyla yaparlar.
Bu ikincil yanlış algılama biçimlerinin en önemlileri arasında diğerlerinin
algılamalarının yanlış algılanması bulunmaktadır. Burada yanlış algılanan şey,
diğerlerinin bizim yetenek ve niyetlerimize ilişkin algılamaları ve ayrıca
durumun ve hayati çıkarlarına oluşturduğu tehdidin doğasının daha geniş bir
tanımıdır. Bir aktörün durumu tanımlaması kendi çıkarlarını tanımlamasından
bağımsız görülemeyeceğinden burada ikincisine ilişkin yanlış algılamalar yer
almaktadır. Düşmanın kendi çıkarlarını nasıl tanımladığına ve bu çıkarlara
yönelik tehditleri – bizim niyet ve yeteneklerimiz de dâhil – nasıl algıladığına
ilişkin yanlış yargılar onun gelecekteki davranışı ve bizim davranışımıza
vereceği yanıtla ilgili olarak beklentilerimizde önyargı yaratır. Dolayısıyla,
12
13
14
Harold and Margaret Sprout, The Ecological Perspective on Human Affairs (Princeton: Princeton
University Press, 1965).
White (dipnot 1), 10-14. White’ın “babayiğit kişisel imgesinin” fiili kuvvet algılamalarının ötesine
geçtiğini ve prestij, kararlılık ve sertlik endişelerini içerdiğine dikkat çekmek gerekir. Bir kimsenin
kuvvetli olması gerektiği inancı analitik olarak kuvvete ilişkin algılamaların kendisinden ayrıdır.
Örneğin bkz. Sherman Kent, Strategic Intelligence (Princeton: Princeton University Press, 1949).
146
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
düşmanın algılamalarına ilişkin bu yanlış algılamalar, doğrudan onun niyetlerine
ilişkin yanlış algılamalara yol açar. Ayrıca maliyet-fayda hesabımızı da bozar ve
kendi hareketlerimizin sonuçlarına ilişkin ciddi yanlış hesaplamalara neden
olabilir. Bu kategori, White ve Stoessinger tarafından tartışılan “empati
yoksunluğu” kavramıyla ilgilidir. Ancak ben niyetlerin yanlış algılanması ile
algılamaların yanlış algılanmasını birbirinden ayırıyorum ve ikincisini birincinin
nedeni olarak ele alıyorum.
Diğer bir önemli ikincil yanlış algılama biçimi, diğerlerinin karar verme
sürecinin doğasıyla ilgili yanlış anlamada yatmaktadır. Bunun içinde merkezi
karar vermeye15 ilişkin yanlış algılamalar veya belli değişkenlerin önemini
anlama eksikliği bulunabilir. Bu sık görülen hadise, düşmanın hareketleri (veya
hareketsizliği) ile bu hareketlerin gelecekteki davranışa ilişkin sonuçlarının
arkasındaki anlamı görememeye katkı yapabilir. Bu yanlış algılamalar,
düşmanın niyetlerinin yanlış algılanması kategorisi içerisine dâhil edilecektir.
Bununla ilintili önemli bir değişken de karar vericilerin gelecekteki
gerçeklikle ilgili “beklentiler alanıdır”. Smoke, savaş zamanında alınan ana
kararlarda gelecekteki gerçeklikle ilgili beklentilerin en az mevcut gerçeklik
kadar önemli olduğunu ve bir tırmanma durumunun esas öneminin, önde gelen
aktörlerin beklentileri üzerindeki etkisinde yattığını söylemektedir.16 Bu
beklentiler yanlış çıkabilirse de o zamanlarda karşısında diğer herkesin
yargılanabileceği “doğru” bir tahminin var olduğunu söylemek zordur.
Gelecekteki gerçekliği etkileyebilecek, doğası itibariyle tahmin edilemez sayısız
değişkene ilave olarak karar vericilerin beklentilerinin kendileri de yol açtıkları
hareketler nedeniyle kendini doğrulayan veya inkâr eden etkiye sahip hâle
gelebilir. Bu nedenle, gelecekteki gerçekliğe ilişkin beklentiler (Smoke’un da
kabul ettiği gibi) herhangi bir anlamlı şekilde gerçekten de yanlışlanamazlar.
Dolayısıyla, yanlış algılamalar olarak kavramsallaşmayacaklardır.17 Ancak
düşmanın gelecekteki gerçeklikle ilgili beklentileri ilke olarak gerçekten
yanlışlanabilir ve dolayısıyla yanlış algılamalar olarak kavramsallaştırılarak
diğerlerine ilişkin algılamaların yanlış algılanmaları kategorisine dâhil edilirler.
Yanlış algılamalara ilişkin çalışmalarda genelde ihmal edilen, ancak savaşa yol
açan süreçlerde önemli olan ise, üçüncü devletlerin ve aynı zamanda kişinin
düşmanının olası davranış ve etkisine ilişkin algılamalardır. Eğer Blainey, Bueno
de Mesquita, Iklé ve diğerleri üçüncü devletlerin davranışlarına ilişkin
beklentilerin savaşın nedenleri için merkezi bir değişken olduğu konusunda
15
16
17
Bkz. Jervis (dipnot 2), Bölüm 8.
Richard Smoke, War: Controlling Escalation (Cambridge: Harvard University Press, 1977), 268-77.
A.g.e., 270. Gelecekteki gerçekliğe ilişkin yanlış beklentilerin yanlış algılamalar kategorisinin dışında
bırakılması bu beklentilerin kendi başlarına önemli bir değişken olmalarını engellememektedir.
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
147
haklılarsa18, üçüncü devletlerin müdahalesinin ve bu müdahalenin askerî ya da
diplomatik etkisinin olasılığına ilişkin yanlış algılamaların da kritik önemde
değişkenler olabileceği sonucu çıkmaktadır. Dolayısıyla, üçüncü devletlerin niyet
ve yeteneklerinin yanlış algılanması, düşmanın niyet ve yeteneklerinin yanlış
algılanmasıyla birlikte önemli kategorilerdir. Düşmanın durumunda olduğu gibi,
üçüncü devlet algılamalarındaki yanlış algılama da önemli bir ikincil yanlış
algılama biçimidir ve niyetlerin yanlış değerlendirilmesine katkıda bulunur.
Bu kavramsallaştırma, şu ana kadar yanlış algılama biçimlerini vermektedir:
düşmanın yetenek ve niyetlerine ilişkin yanlış algılamalar ve üçüncü devlet
yetenek ve niyetlerine ilişkin yanlış algılamalar. Bu biçimler analitik olarak ayrı,
kuramsal olarak önemli ve ampirik analize uygundur. Şimdi bu farklı yanlış
algılama türlerini daha detaylı inceleyerek her birinin savaşın çıkmasına katkı
yapmasını sağlayan çeşitli bağlantıları saptayacağım.
YANLIŞ ALGILAMALARDAN SAVAŞA BAĞLANTILAR
Düşmanın Yeteneklerine İlişkin Yanlış Algılamalar
White, Stoessinger, Lebow ve diğerleri, düşmanın yeteneklerinin hafife
alınmasından veya birinin kendi yeteneklerini abartmasından kaynaklanan aşırı
askerî güveni savaşa neden olan önemli bir yanlış algılama biçimi olarak
belirtmektedirler.19 Önemsiz olmamasına rağmen literatürde genelde ihmal
edilen ise, düşmanın yeteneklerinin abartılmasından ve birinin kendi
yeteneklerini hafife almasından kaynaklanan askerî güven eksikliğidir. Bu yanlış
algılamalardan, savaşa olan kuramsal bağlantıları incelemeden önce, yanlış
algılamaya özellikle açık olan askerî güç öğelerine bakmak faydalı olacaktır.
Mevcut askerî güç ve askerî potansiyelin somut askerî, ekonomik ve
demokratik boyutlarına20 ilave olarak özellikle yanlış algılamaya tabi somut
olmayan çeşitli öğeler bulunmaktadır. Moral, liderlik ve askerî istihbarat kalitesi
gibi şeylere ek olarak düşmanın askerî doktrininin doğası özellikle önemlidir.21
Düşmanın doktrinine ilişkin bir belirsizlik veya bilgi eksikliği ve bunun savaşın
18
19
20
21
Geoffrey Blainey, The Causes of War (New York: Free Press, 1973), Bölüm 4; Bueno de Mesquita
(dipnot 1), Bölüm 3; Fred C. Ike, Every War Must End (New York: Columbia University Press, 1971),
23-27.
White (dipnot 7), Bölüm 1; Stoessinger (dipnot 7), Bölüm 1; Lebow (dipnot 2), 242-47. askerî
yetenekler mutlaktan ziyade nispi oldukları ve devletler de düşmanlarının yeteneklerini sadece
kendi yeteneklerine göre veya bunun tersi şekilde değerlendirdikleri için, birinin kendi yeteneklerine
ilişkin algılamaları için ayrı bir kategori oluşturmak lüzumsuz olacaktır.
Bkz. Klaus Knorr, Military Power and Potential (Lexington, Mass.: D. C. Heath, 1970).
Carl von Clausewitz, On War, ed. by Anatol Rapoport (Baltimore: Penguin Books, 1968); Sun Tsu, The
Art of War, S. B. Griffith tarafından çevrilmiştir, (New York: Oxford University Press, 1963); Henry A.
Kissinger, Nuclear Weapons and Foreign Policy (New York: Harper & Row, I957), Bölüm 1.
148
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
yürütülmesi ve sonucu üzerindeki etkisi, yeteneklerin bütününe ilişkin yanlış
algılamanın temel kaynağıdır. Doktrine ve askerî gücün diğer öğelerine ilişkin
yanlış algılamalar, birinin düşmanın bütün yeteneklerinin kesin bir
değerlendirmesini sağlayan askerî istihbaratına abartılı bir güven duymasıyla
şiddetlenebilir.
Mevcut askerî yeteneklere ilişkin yanlış algılamalar, minimum kayıp ve
zaferle sonuçlanacak bir kısa savaş genel beklentisi nedeniyle önemliyken,
askerî potansiyele ilişkin yanlış algılamalar da uzun süren bir savaşın sonucunu
belirleyebilecek olmaları nedeniyle önemlidir. Özellikle tahmin edilemez olan
ise, yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve savaşlarda uygulanması, kaynakların
etkili askerî güçlere dönüştürülme etkinliğini belirleyen idare becerisi ve ulusal
kaynakları askerî sektöre aktarma irade ve becerisi gibi siyasal
değerlendirmelerdir.22 Örneğin, her iki Dünya Savaşı’nda da Almanya, ABD’nin
endüstriyel kapasitesini ve savaşa kaynak aktarma isteğini hafife almıştır.23 Yine
önemli olan, savaşın düşman (veya kendi) halkının bağlılığı ve siyasal desteği
üzerindeki etkisiyle ilgili yanlış beklentilerdir ki, bunlar bir savaşı yürütme
becerisi üzerinde önemli bir etkiye sahip olabilirler. White’ın “asfalt yol”
düşman imgesi kavramının da önerdiği gibi, birinin düşman halkının kendi
davasına karşı olmadığı ve hatta belki de sıcak yaklaştığını yanlış biçimde farz
etme eğilimi söz konusu olabilir.24 Örneğin Hitler, Rus halkının kendi Nasyonel
Sosyalist ideolojisine sarılacağına inanmıştır.25 Özellikle de yabancı işgali
olarak gördüğü bir duruma karşı kendi toprağında savaşıyor olan kamçılanmış
bir halkı aşmanın zorluğunu hafife almak oldukça yaygındır ve bu durum, hem
Napolyon ve Hitler tarafından Rusya’da hem de Irak tarafından da İran’da
yaşanmıştır.
Aşırı Askeri Güven
Bütün yanlış algılama biçimleri içinde savaşa yol açan süreçlerde en fazla
oranda kritik rol oynama olasılığı bulunduran, birinin kendi yeteneklerine
kıyasla düşmanın yeteneklerini hafife almasıdır. Blainey ve Lebow’un tarihsel
araştırmalarında da görüldüğü gibi, bir devletin kazanmayı beklemeden savaş
başlatması oldukça nadirdir.26 Eğer zafer beklentisi yanlışsa ve devlet başlattığı
savaşı kaybederse, genel olarak düşmanın yeteneklerinin kendi yeteneklerine
22
23
24
25
26
Askerî gücün idari ve siyasal boyutlarının iyi bir analizi için bkz. Knorr (dipnot 20), Bölüm 4-5.
Iklé (dipnot. 18), 20-21; William L. Shirer, The Rise and Fall of the Third Reich (New York: Fawcett
Crest, 1959), 1170.
White (dipnot 7) 29-30, 312-13.
Heinz Guderian, Panzer Leader, abridged ed., trans. by Constantine Fitzgibbon (New York:
Ballantine, 1957), 368.
Blainey (dipnot 18), Bölüm 3; Lebow (dipnot 2), 242-47.
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
149
kıyasla hafife alınmasının savaşa gitme kararında önemli olduğu sonucu
çıkarılabilir. (Bu noktaya daha sonra yeniden döneceğim.) Yanlış zafer
beklentileriyle başlatılan sayısız savaş örneği bulunmaktadır. Daha dramatik
örneklerden bazıları arasında, Rus-Japon Savaşı, I. Dünya Savaşı, Hitler’in
Rusya’ya karşı savaşı ve Kore Savaşı iyi belgelenmiş olanlarıdır.27
Her ne kadar zafer beklentisi genelde savaş başlatmak için gerekli bir koşul
olsa da, yeterli bir koşul değildir. Bir savaş bağlamı yaratmak için normalde var
olması gereken çıkar gerilimi ve çatışmalarına (ve bunların temelde yatan
nedenlerine) ilaveten, bir devletin karar vericileri genelde sadece zafer değil,
ayrıca minimum maliyetli nispeten kısa bir savaş beklentisi içindedirler. Örnekler
sayısız ve şok edicidir. 1877’de bir Rus generali, Türkiye’ye karşı yaklaşmakta
olan savaşın “sadece bir askerî gezinti şeklinde geçmesini” beklemiştir.28
Polonya’nın yenilgisinden sonra Hitler, generallerine, “Rusya’ya karşı seferin
çocuk oyuncağı olduğunu” söylemiştir.29 Alman İmparatoru Wilhelm, I. Dünya
Savaşı’nın “yapraklar ağaçlardan düşmeden” sona ereceğini söylemiş,30 Savunma
Bakanı McNamara ise, Vietnam Savaşı’nın başlarında, çocukların Noel’den önce
evde olacakları teminatını vermiştir. Bu tür bir iyimserlik, nadiren çatışmanın
sadece bir tarafına özgüdür. 1914’te tüm Avrupa başkentlerinde kısa ve zaferle
sonuçlanacak bir savaş beklentisi hâkimdi.31 Aynı şekilde Yunanistan’ın geri
kalan kısmı Atina’nın iki veya üç yıldan fazla dayanamayacağına inanırken
Atina’nın kendisi muhtemelen nispeten kısa ve zaferle sonuçlanan bir savaş
beklemekteydi. Ancak Peleponez Savaşı çeyrek yüzyıldan fazla sürmüştür.32 Kısa
savaş hayalciliğinin ilginç bir biçimi de savaşın erken döneminde elde edilecek
muhteşem bir zaferin düşmanın rejiminin içerden çökmesine yol açacağı ve
düşmanın savaş yanlısı kesiminin barış yanlısı bir seçkinler kesimi ile
değiştirileceği beklentisidir. Kagan’a göre bu, Perikles’in Sparta’yla ilgili
görüşüdür.33
Yanlış algılamanın bir savaş nedeni oluşturması için aktörün kararlarıyla
birlikte beklentilerini de etkilemesi gerekir.34 Galip tarafın beklediği kazançların
savaşın gerçek maliyetlerinden (kesin şekilde algılanmışlarsa) daha az çıkması
27
28
29
30
31
32
33
34
Bkz. a.g.e.; Stoessinger (dipnot 7), Bölüm 1-3; White (dipnot 7), Bölüm 1; Blainey (dipnot 18), Bölüm
3; Barbara Tuchman, The Guns of August (New York: Dell, 1962), tümü.
Aktaran Blainey (dipnot 18), 46.
Albert Speer, Inside the Third Reich (New York: Macmillan, 1970), 238.
Tuchman (dipnot 27), 142.
Farrar (dipnot 2), 3-7; Fritz Fischer, Germany's Aims in the First World War (New York: Norton,
1967), Bölüm 3.
Thucydides (dipnot 1), 120-22; Kagan (dipnot 2), 340, 346, 355-56; G.E.M. de Ste. Croix, The Origins
of the Peloponnesian War (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1972), 151, 207-8, 341.
Kagan (dipnot 2), 340.
Alternatif bir kavramsallaştırmaya dayalı benzer bir iddia için bkz. Stein (dipnot 8) 506-10.
150
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
halinde kısa savaşa ilişkin yanlış beklentilerin bir savaş nedeni olduğu
düşünülebilir. Farrar’ın, 1914’teki kısa savaş varsayımı, “savaş kararı
almalarında esas olmuş olabilir. Uzayan, devrimsel veya başarısız bir çatışma
öngörmüş olsalardı, pek azı savaşı tercih edecekti” demesini sağlayan da bu
mantıktır. Aynı şekilde Kagan, bu tür bir aşırı askerî güvenin Peleponez
Savaşı’nın gerekli bir nedeni olduğu sonucuna varmaktadır: “Önde gelen tüm
devlet adamları kısa bir savaş bekliyorlardı… Bu tür bir savaşın açacağı kötü
sonuçları öngörmekte hepsi başarısız oldular… Eğer bunu görselerdi savaşa
neden olan nispeten önemsiz anlaşmazlıklar uğruna savaş riskini pek de
almazlardı.” 35
Şimdi ise bir savaşı başlatmak için zafer beklentisinin gerekli olduğunu ve
böylece savaşı başlatanın yenilmesinin de savaş nedenlerinden birinin aşırı
askerî güven olduğunu gösterdiğini söylediğim bir önceki iddiamı
değerlendirmem gerekiyor. Eğer savaşı başlatan taraf kazanmayı bekliyorsa bu
iddia doğru olacaktır, ancak durum her zaman böyle değildir. Eğer savaş
Clausewitz’in şartlarında ulusal siyasal hedefleri genişletmek için bir devlet
politikası aracı şeklinde kavramsallaştırılırsa, o zaman muhtemelen karar
vericiler de siyasal kazançların askerî maliyetleri aşması durumunda savaşı
kaybetmekten bile kazanç bekleyebilirler (örneğin 1973’teki Mısır). Bu durum,
eğer ulusal çıkarın kavramsallaştırmasını hâkim karar vericinin iç siyasal ve
kişisel çıkarlarını içerecek şekilde genişletirsek daha da doğru hâle gelir. Bu
karar verici için risklerine rağmen bir günah keçisi savaşı faydalı olabilir
(örneğin Falklands/Malvinaz olayında Arjantin veya İdi Amin’in 1978’de
Tanzanya’ya karşı savaşı). Daha fazlasını da söylemek mümkündür: zafer
beklentisi savaş için mutlaka gerekli olmayıp, Bueno de Mesquita’nın
söylediğinin aksine, olumlu fayda beklentisi bile savaşın rasyonel anlamda
başlatılması için yeterli bir koşul değildir. Herhangi bir hareketin beklenen
faydası, mümkün olan diğer tüm alternatiflerin faydasından ayrı düşünülemez ve
belli koşullar altında savaş, (kazançları en üste çıkarmaktan ziyade) maliyetleri
en aza indirmek için rasyonel bir araç olarak görülebilir ki bu da güvenlik
ikilemi mantığı tarafından gösterilmektedir.36 Ayrıca, savaşı en az uygun
alternatif olarak algılayan daha zayıf bir devlet bile kaçınılmaz gördüğü bir
savaşta önleyici bir saldırının kendi maliyetlerini en aza indireceğini beklemesi
halinde rasyonel olarak savaşı başlatmayı seçebilir.
Bu noktaya kadar analiz birimi olarak bireysel devlet (veya karar vericileri)
üzerinde durduk ki bu şekilde yanlış algılamaların etkisi tek bir aktörün maliyetfayda hesaplaması şeklinde kavramsallaştırılmış olmaktadır. Eğer bunun yerine
35
36
Farrar (dipnot 2), 148; Kagan (dipnot 2), 355.
Günah keçisi savaşı kavramıyla ilgili bkz. Blainey (dipnot 18), Bölüm 5. Güvenlik ikilemiyle ilgili bkz.
Jervis (dipnot 2), 62-76.
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
151
bir çifte odaklanır ve pazarlıkçı bir çerçeve benimsersek, düşman yeteneklerinin
yanlış algılanması ile savaş arasında daha başka bağlantılar da saptanabilir. İki
devlet arasındaki anlaşmazlıkta bir devlet hedeflerine ulaşmak için hemen
kuvvete başvurmaktansa, genellikle o konuyla ilgili taviz vermesi için diğerine
baskı yapacaktır. Takip eden pazarlık oyununun sonucu, sadece baskıcı
harekette bulunanın değil, her iki devletin algılama ve hareketleri tarafından
belirlenecektir. Bu tür bir pazarlık oyununun savaş düzeyine tırmanmasıyla ilgili
iki ayrı analitik yol bulunmaktadır. Biri, devletlerin nispi yetenek veya
kararlılıklarının yanlış hesaplanmasından kaynaklanan bilinçli savaş
tırmandırmasıdır. Diğeri ise, karar vericilerin durum üzerindeki kontrollerini
kaybetmelerinden kaynaklanan tırmanmadır. Birincisi, klasik “yanlış
hesaplamayla çıkan savaş”tır. Eğer iki devlet birbirleri arasındaki nispi askerî
yetenekler dengesi konusunda anlaşamazsa ve eğer herhangi biri savaşın
kazançlarının maliyetleri aşacağını beklemekteyse ve bu amaçlara ulaşmanın
alternatif araçlarının bulunmadığını veya çok maliyetli olduğuna inanmaktaysa
gerçekleşebilir.37 Diğer tür savaş tırmandırma yolu, karar vericilerin durum
üzerindeki kontrollerini yitirmeleridir. Bu genelde, bir etki-tepki süreciyle itilen
ve savaşın kaçınılmaz olduğu algılaması da dâhil olmak üzere daha fazla yanlış
algılamayla alevlenen çatışma döngüsünün son aşamalarında gerçekleşir.38
Askeri Güven Eksikliği
Düşmanın yeteneklerinin abartılması da savaşa yol açabilir, ancak bu farklı
kuramsal bağlantılar yoluyla olur. En kötü durum analizine yönelik yaygın
eğilim, düşmanın yetenekleri kadar niyetlerine de uygulanmakta ve ikili güçler
37
38
Bu formül bir anlamda Blainey’nin formülünden farklıdır (dipnot 18, 113-24). Savaşın, güç
farklılıklarını ölçme amaçlı bir araç olarak kavramsallaştırılabileceğini ve “savaşların genellikle
savaşan devletler nispi güçleri konusunda anlaşamadıkları zaman başladığını” söylemektedir (s.
122). Bu formülde eksik olan ise, eldeki çıkarların değerine ilişkin yaklaşımlardır: eğer çok küçük
olurlarsa savaşın maliyetleri kazançları haklı çıkarmak için çok yüksek olabilir. Ayrıca eksik olan,
ekonomik baskı gibi hedefe daha düşük maliyetlerle ulaşmayı sağlayabilen alternatif politika
araçlarının açık biçimde dikkate alınmasıdır.
Yanlış hesaplama ve kontrol kaybı arasındaki fark üzerinde duran bir çalışma için bkz. Glenn H.
Snyder, “Crisis Bargaining,” Hermann (dipnot 2), Bölüm 10; ayrıca Phil Williams, Crisis Management
(New York: Wiley, 1976), 94-96. Snyder, bilinçli tırmandırma risklerine “pazarlık riskleri”, kontrol
kaybıyla oluşan tırmandırma risklerine ise “özerk riskler” şeklinde yaklaşmaktadır ki bunlar şiddetin
doğasında ve kurumsal ve psikolojik bağlamın içinde bulunurlar. Kontrol kaybı olayı burada
tamamen incelenememektedir, fakat önemi geniş kabul görmektedir. Kriz yönetimi literatüründe ve
yakın tarihli kriz davranışı çalışmalarında merkezî öneme sahip bir kaygıdır. Bkz. Williams (dipnot
38); Lebow (dipnot 2), Bölüm 8; Coral Bell, The Conventions of Crisis (London: Oxford University
Press, 1971); Alexander L. George, David K. Hall, and William R. Simons, The Limits of Coercive
Diplomacy (Boston: Little, Brown, 1971), Bölüm 1; Holsti (dipnot 2); Brecher (dipnot 2); Oran R.
Young, The Politics of Force (Princeton: Princeton University Press, 1968), Bölüm 5.
152
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
dengesini düzeltmek için askerî yığınağa neden olmaktadır. Niyetleri tahmin
etmenin doğasındaki zorluk ve sıkça görülen niyet ve yetenekleri eşitleme
eğilimi, düşmanın düşmanca niyetlerinin abartılmasına katkıda bulunur. Diğer
sistemsel ve psikolojik faktörlerle (ve ayrıca daha fazla savunma harcaması
yapmak için kurumsal baskılarla) bir araya gelen bu güvenlik ikilemi, daha fazla
gerilim, silahlanma yarışı ve meşhur çatışma döngüsünü yaratır. Bu döngü, daha
fazla yanlış algılama, husumet ve savaşın kaçınılmazlığı algılamaları, ilk vuran
olmanın kışkırtıcılığı ve kriz durumlarının istikrarsızlıkları nedeniyle savaş
düzeyine tırmanabilir. Bu süreçler kriz davranışı literatüründe ayrıntılarıyla
incelenmiştir ve burada detaylandırılmalarına gerek yoktur.39 Ancak döngüyü
tetikleyen düşman yeteneklerinin abartılması durumunun savaş kararından
oldukça uzakta bulunması ve sürece müdahil veya öncül olan çeşitli değişkenler
nedeniyle bu yanlış algılamalara diğer değişkenlere kıyasla fazla nedensel
ağırlık yüklemek yanıltıcı olacaktır.
Kendi yeteneklerine kıyasla düşmanın yeteneklerini abartmak ayrıca nihai
kararlardan daha az derecede uzak noktalarda savaşa yol açan süreçlere katkı
yapabilir. Düşmanın gücüne ilişkin algılamalar genelde istikrar sağlayıcı
unsurlar kabul edilirler, zira dikkatli olmaya sevk eder ve uzlaşma eğilimine yol
açarlar. Ancak araştırmacı, ters etkiyi de göz ardı etmemelidir. Belli koşullar
altında uzlaşmacı bir politika istikrar bozucu olabilir, zira bir güçsüzlük imajı ve
gelecekte ödünler verileceğine dönük beklentiler yaratabilir ki, bu da düşmanın
daha fazla talepte bulunmasına, krizin tırmanmasına ve belki de yanlış
hesaplama sonucu bir savaşa yol açabilir. Örneğin Batı’nın Münih’te izlediği
yatıştırma politikasının, Hitler’in Batı’nın Polonya’ya ilişkin kararlılığını yanlış
hesaplamasına yol açan bir imaj yarattığı ve genel bir savaşın çıkışını
hızlandırdığı açıktır. Bu tür bir senaryo durumunda eğer kararlılığa dayalı bir
caydırma politikasının, saldırganlığı veya gelecekteki talepleri önleyeceğine
inanmak için iyi bir neden bulunuyorsa o zaman düşmanın yeteneklerinin
abartılmasının savaş nedenine katkıda bulunacağı sonucu çıkarılabilir.40 Bu tür
bir sonuç için düşmanın çeşitli ihtimallere göre planladığı yanıtlarla ilgili delil
veya caydırma için yeterli koşullara ilişkin iyice teyit edilmiş bir kurama ihtiyaç
bulunacaktır. Ne yazık ki, ikincisi ortada yoktur ve birincisi de genelde elde
mevcut değildir.
39
40
Jervis (dipnot 2), Bölüm 3; Lebow (dipnot 2), Bölüm 3-4; Smoke (dipnot 16), Bölüm 9-10; Holsti
(dipnot 2); Glenn H. Snyder and Paul Diesing, Conflict Among Nations (Princeton: Princeton
University Press, 1977), Bölüm III.
Ancak pek çok araştırmacı, yanlış hesaplamalarına rağmen, Hitler’in genel bir savaşı kaçınılmaz hâle
getiren bir seyirde ısrar ettiği sonucuna varmıştır. Örneğin bkz. Alan Bullock, Hitler: A Study in
Tyranny (New York: Bantam Books, 1961).
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
153
DÜŞMANIN NİYETLERİNE İLİŞKİN YANLIŞ ALGILAMALAR
Düşmanın politikalarından ve belli hareketlerinin arkasındaki güdülerden
algılanan husumet derecesi ile bir pazarlık durumunda düşmanın algılanan
kararlılık durumu, niyeti değerlendirmenin doğasındaki zorluk nedeniyle sık
görülen yanlış algılama biçimleridir. Karar vericilerin hayati çıkarlarına yönelik
tehdit tanımlamalarındaki merkezi rolleri nedeniyle önemlidirler.
Düşmanın Husumetinin Abartılması
Düşmanın niyetlerinin abartılması, yanlış algılamanın en sık görülen
biçimidir. Sistem tarafından tetiklenen en kötü durum analizinden, niyetleri
eldeki yetenekler biçiminde tanımlama eğiliminden, düşmanın şeytani
imgelerinden ve bilgi işleme üzerindeki psikolojik sınırlamalardan kaynaklanır.
En uç durumda, dinmeyen husumete ilişkin algılamalar savaşın kaçınılmaz
olduğu görüşünü ortaya çıkararak belki de bir kriz durumunda üstünlük
kazanmanın faydalarını elde etmek için önleyici bir saldırıyı tetikleyecektir. Bir
krizin olmadığı durumda bile kaçınılmazlık algılaması oldukça istikrar bozucu
olabilir ve özellikle de tehdit edilen devlet açısından nispi ekonomik ve askerî
yeteneklerdeki uzun dönem eğilimleri dezavantajlı görünüyorsa önleyici bir
savaşla sonuçlanabilir. Eğer bu tür savaş kararları düşmanın aşırı veya sonradan
oluşan husumetine ilişkin yanlış algılamalara dayanıyorsa, bu yanlış
algılamaların savaşın önemli bir nedeni olduğu sonucuna varmak mümkündür.
Bu tür yanlış algılamalar, genellikle 1914’te pek çok Avrupa devletinin,
özellikle de Avusturya-Macaristan’ın savaş kararı almasında önemli
sayılmaktadır.41
Yine düşmanın husumetine ilişkin abartılı algılamalardan kaynaklanan daha az
doğrudan, ancak daha sık görülen bir savaşa giden yol da bulunmaktadır.
Algılanan husumete verilen yanıt çoğunlukla saldırganlığı caydırmak ve bu
caydırmanın başarısızlığı durumunda savaşa hazırlanmak amacıyla askerî
yetenekleri arttırmaktır. Bu tür hareketler savaşa doğru tırmanan bir çatışma
döngüsü başlatabilir. Çatışma döngüsünün tırmanması, özellikle husumete ilişkin
en baştaki algılamalar yanlış olduğunda gerçekleşebilir hâle gelir, zira düşman o
zaman tırmanma durumunu saldırgan niyetlerin bir göstergesi olarak görmeye
oldukça yatkındır42 ve bu da herkesi etkileyen bir süreç içinde yanlış algılamaların
artmasına neden olur. Düşmanın niyetlerinin devamlı olarak yanlış algılanmasıyla
tetiklenen bu tür bir etki-tepki döngüsünün öne çıkan örnekleri arasında,
Smoke’un “hiçbir zaman hiçbir oyuncunun hiçbir saldırgan adımının” olmadığını
söylediği Kuzey Amerika’daki Yedi Yıl Savaşı bulunmaktadır. Diğer örnekler
41
42
Sidney B. Fay, The Origins of the World War, 2 vols. (New York: Free Press, 1928): c. I, ss. 42-43, 390,
467; c. II, s. 9; Farrar (dipnot 2), 3-6.
Jervis (dipnot 2), 71.
154
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
arasında, I. Dünya Savaşı, Kırım Savaşı, Peleponez Savaşı ve 1812 Savaşı
gelmektedir.43
Düşmanın Husumetinin Hafife Alınması
Düşmanın husumetinin hafife alınması da savaşa neden olabilir, fakat bu,
husumet içeren niyetin abartılmasından farklı yollarla olur. Burada genel
husumet ile bir kriz durumundaki kararlılık arasında ayrım yapmakta fayda
vardır. Aşırı askerî güven ile bağlantılı olma (ve onun tarafından ortaya
çıkarılma) eğiliminden dolayı düşmanın kriz durumundaki kararlılığının hafife
alınması daha yaygın ve savaşa uzanan yolu da daha doğrudandır. Bu tür yanlış
algılamalar, uzlaşmayı reddetme, kendi sorumluluğunda artış veya yeni baskıcı
hamlelerde bulunmayı ortaya çıkarabilir. Bu süreç doğrudan savaşa neden
olabilir veya yanlış hesaplama veya kontrol kaybı yoluyla savaşla sonuçlanan bir
çatışma döngüsü başlatabilir. Düşmanın husumetinin hafife alınması ayrıca
geçici bir şekilde ve husumetin abartılmasını takiben de olabilir: ikincisi sonuç
olarak etkinliği abartılan baskıcı hamleleri destekler. Her ne kadar bu koşullar
altında yanlış algılamaların rolünü kavramsallaştırmak ve ölçmek zor olsa da
kararlılığa ilişkin kesin algılar herhangi bir rasyonel aktör grubunu, üzerinde
anlaşılmış bir düzenlemeye yönlendireceği için, bu tür yanlış algılamaların
savaşın gerekli bir nedeni olduğunu söylemek mümkündür. Pazarlık kuramı
açısından her biri ötekinin kararlılığının güvenirliğinin kendi kritik riskinden
daha yüksek olduğunu kabul edecek ve bu da uzlaşmaya yol açacaktır.44
Rakibin niyetleri içinde husumetin hafife alınması, zekâ yetersizliği üzerine
artan sayıda çalışmada da kabul görmekte, ancak varsayımları ve odak noktaları
farklı olmaktadır. Genel eğilim, savaşın kaçınılmaz olduğunu farz etmektir ve ana
soru da neden bir devletin bu gerçeği kabul etmekte yetersiz kaldığı ve hazırlıksız
yakalandığıdır. Ancak bu varsayım her zaman ispatlanabilir değildir ve yanlış
algılamaların savaş nedenlerine katkı yapma rolünü görmekte başarısız olmakla
sonuçlanabilir. Düşmanın husumetinin hafife alınmasının doğrudan sonucu ise,
çoğu zaman kendine yeterlilik ve hazırlıktan yoksun olmaktır. Devletler uzun
vadede askerî yeteneklerini arttırmakta yetersiz kalabilirler. Kısa vadede ise, kendi
olanaklarıyla veya müttefiklerinin desteğini sağlamak yoluyla, yaklaşmakta olan
bir savaşı caydırmak için diğer adımları atmakta yetersiz kalabilirler. Buna
ilaveten, yaklaşan bir savaşı algılama yetersizliği de bir devletin kendi askerî
güçlerine karşı sürpriz bir saldırının etkilerini azaltmayı öngörme yetersizliğine
bağlı bir aşırı askerî güvene neden olabilir. Tehdidi tanımakta yetersiz kalma ve
43
44
Smoke (dipnot 16), Bölüm 8 ve 7; Fay (dipnot 41); Kagan (dipnot 2); Melvin Small, Was War
Necessary? (Beverly Hills, Calif.: Sage, 1980), Bölüm 1.
Snyder (dipnot 38), 227.
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
155
bunu takiben saldırıyı caydırmaya çalışmakta yetersiz kalma da özellikle savaşan
tarafların kıyaslanabilir yetenekleri varsa ve eğer caydırmanın işe yarayacağına
inanmanın bir mantığı varsa, savaşın önemli bir nedeni olabilir.
Düşmanın niyetlerinin yanlış algılanmasına katkıda bulunan bir başka şey de
düşmanın kendi hayati çıkarlarını kavrayışının yanlış algılanması ve yine
düşmanın bizim yetenek ve niyetlerimiz ile bunların onun kendi çıkarlarına
oluşturduğu tehdidi algılamasıdır. En yaygın sonuç, düşmanın husumetinin
hafife alınması ve kendi davranışımızın sonuçlarının yanlış hesaplanmasıdır.
Düşmanın yanıtının gücünü öngörmekte yetersiz kalarak bir devlet istemeden de
krizin tırmanmasına neden olabilir ve hatta düşmanı önleyici bir harekette
bulunmaya kışkırtabilir. Bu tırmanma, düşmanın hayati çıkarlarına doğrudan bir
tehditten veya düşmanın bizim husumetimize ilişkin algılamasındaki bir
değişiklikten kaynaklanabilir. Kore Savaşı iyi bir örnektir: ABD, Çin’in ABD ile
özdeşleştirilen bir birleşmiş Kore rejimi tarafından dayatılan tehdide ilişkin
algılamasını anlayamadığı için, Çin’in 38. paralelin geçilmesine yanıt olarak
müdahale etmesini öngörememiştir. Sonuçlarının kesin olarak önceden
bilinmesi, bu kararı neredeyse kesin olarak önleyecek olduğu için bu yanlış
hesaplamalar savaşın yayılmasının önemli bir nedenidir. Başka bir senaryoda,
hem İngiltere hem de Rusya 1756 Westminster Anlaşması’nın Avrupa’yı barışa
kavuşturacağını ve Kuzey Amerika’daki savaşın yerel kalmasını sağlayacağını
düşünmüşlerdir. Ancak bunun yerine Rusya, Fransa ve Avusturya’yı, Prusya’ya
karşı birleştirmiş ve Avrupa’da Yedi Yıl Savaşı’nın çıkışını hızlandırmıştır.45
Ayrıca ne Avusturya-Macaristan ne de Almanya, 1908’de Rusya’nın BosnaHersek’in ilhakı nedeniyle yaşadığı aşağılanmanın Balkanlarda daha fazla taviz
vermesini ne derece zorlaştıracağını anlayabilmişlerdir.
Bu kategoride sadece düşmanın algılamaları ve mevcut durumu
tanımlamasıyla ilgili yanlış varsayımlar değil, ayrıca düşmanın gelecekteki
gerçekliğe ilişkin beklentileri ve bu beklentilerin bizim beklentilerimizden ne
derece farklı olduğu da bulunmaktadır. Smoke, bu unsurun Yedi Yıl Savaşları
(Kuzey Amerika), Kırım Savaşı ve Avusturya-Prusya ile Fransa-Prusya
savaşlarındaki önemine ilişkin inandırıcı deliller sunmaktadır.46 Bu anlamda
özellikle tehlikeli olan ise, düşmanın savaşın kaçınılmaz olduğunu algıladığı
şeklindeki yanlış inanıştır, çünkü bu kendini doğrulayan bir kehanet yaratarak
kriz yönetimi ve uzlaşma çabalarının önüne geçebilir. Bu kategoriye ayrıca
düşmanın karar verme sürecinin doğasına ilişkin yanlış algılamalar da dâhildir:
Kırım Savaşı’nın arifesinde Çar Nikolay doğru biçimde Aberdeen’in barışçı bir
45
46
Walter L. Dorn, Competition for Empire, 1740-1763 (New York: Harper & Row, 1940), 306.
Smoke (dipnot 16), Bölüm 5-8.
156
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
çözüm tercih ettiğini algılamış, ancak yanlış biçimde Başbakan’ın şahinlerle
dolu bir kabineyi saf dışı edebileceğini farz etmiştir.
Üçüncü Devletlere İlişkin Yanlış Algılama
Zafer olasılığı ve savaştan beklenen maliyetlerin bir ya da diğer taraf lehine
üçüncü devletlerin müdahale olasılığından ve bu müdahalenin savaşın seyri
üzerinde beklenen tesirinden oldukça fazla etkilenmesi nedeniyle bu
değişkenlere ilişkin yanlış algılamalar maliyet-fayda analizinde ciddi bozulmalar
yaratabilir ve savaşa katkı yapabilir. Bu kategori içinde hem potansiyel
düşmanların hem de potansiyel müttefiklerin niyet ve yeteneklerine ilişkin
yanlış algılamalar bulunmaktadır.
Diğer devletlerin düşman lehine müdahalede bulunma olasılığını hafife almak,
aşırı askerî güvene katkı yapar ve bu da sonuç olarak savaşa yol açabilir.
Planlanmış bir savaşın “yerel kalabileceği” ve böylece zaferin minimum maliyetle
sağlanacağı yanlış beklentisini yaratır. Bu yanlış algılamaların etkisi, özellikle
küçük devletlerin dış güçlerin davranışlarına ilişkin hesaplarında büyüktür, zira
ana düşmanlar arasındaki ikili güç farklarıyla kıyaslandığında dış güçlerin
yeteneklerinin büyük olması daha olasıdır. Dış müdahaleyi doğru öngörmeleri
durumunda büyük güçlerin daha küçük devletlere karşı savaştan caydırılacağından
emin olmak ise daha zordur, zira bu müdahalenin etkisi orantısal olarak daha az
olacaktır. Fakat deliller pek çok durumda gayet ikna edicidir. I. Dünya Savaşı’nın
çıkışına katkıda bulunan, Merkezî Güçlerin, Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a
karşı vereceği bir savaşın diğer güçlerin müdahalesi olmadan “yerel
kalabileceğine” yönelik inancıdır.47 Ayrıca genellikle Almanya’nın, İngiltere’nin
I. Dünya Savaşı’na girme olasılığını hafife almasının savaşın önemli bir nedeni
olduğu iddia edilmektedir ki, İmparator’un daha sonra sarf ettiği, “Keşke biri daha
önce İngiltere’nin bize karşı savaşa gireceğini söylemiş olsaydı” şeklindeki sözler
de buna işaret etmektedir.48 Benzer biçimde, Korint’in Korfu’ya karşı savaşı,
Atina’nın müdahale etmeyeceği yanlış varsayımından yola çıkılarak
başlatılmıştır.49 Ayrıca, 14. Louis, 1688’de Alman prenslerine karşı “acısız küçük
bir savaş” planlamış ve Augsburg Ligi Savaşının dokuz yıl süreceğini
öngörememiştir.50
Potansiyel düşmanlar olan üçüncü devletlerin algılamalarına ilişkin yanlış
algılama, onların niyetlerine ilişkin yanlış algılamanın da ana bir nedenidir.
Bunun içinde, bir devletin, diğerlerinin kendi çıkarlarının müdahale etmedikleri
47
48
49
50
Lebow (dipnot 2), 121
Tuchman (dipnot 27), 143.
Kagan (dipnot 2), 351; de Ste. Croix (dipnot 32), 70-71.
John B. Wolfe, Louis XIV (New York: W. W. Norton, 1968), 442-46.
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
157
bir savaş sonucunda olumsuz etkileneceğini algılamalarını anlayamaması da
bulunabilir. Sonuç ise kriz veya savaş tırmandıkça onların olası davranışına ve
dolayısıyla devletin kendi hareketlerinin sonuçlarına ilişkin ciddi yanlış
hesaplamalar olabilir. Dolayısıyla, Almanya’nın, İngiltere’nin I. Dünya
Savaşı’na müdahil olacağını öngörmemiş olması, çoğunlukla İngiltere’nin
Belçika’nın tarafsızlığı ve Kanal limanları üzerindeki kontrolüne ilişkin
geleneksel kaygısını algılayamamış olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu tür yanlış
hesaplamalar, krizin ciddi anlamda tırmanmasına yol açan, ancak savaşa
dönüşmeyen hareketlerin etkisini de barındırabilir. Örneğin Kagan, Perikles’in,
Sparta’nın Atina’nın husumetine ilişkin Megara emirlerinin etkisini ve Sparta’da
savaşı destekleyen kesimin sonuç olarak elde edeceği kazanımları ciddi anlamda
hafife aldığını iddia etmektedir.51 Benzer bir durum, İade Fermanı’nın İsveç’in
Otuz Yıl Savaşı’na müdahalesini kışkırtacağını göremeyen 2. Ferdinand’ın
durumudur. Mann’ın deyişiyle, “Gustav Adolf muhtemelen hiçbir zaman İade
Fermanı olmadan Almanya işgalini başlatmazdı.”52 Dış müdahale riski görülmüş
olsa dahi, bunun savaşın seyri üzerindeki etkisini potansiyel düşmanların
yeteneklerini hafife almak yoluyla en aza indirme eğilimi bulunmaktadır ki, bu
da yine aşırı askerî güvene ve artan savaş olasılığına yol açmaktadır. Her iki
Dünya Savaşı’nda da Almanya, Amerikan müdahalesinin etki ve gerçekleşme
olasılığını hafife almıştır. Örneğin Shirer, Hitler’in “ABD’nin potansiyel gücünü
feci derecede hafife alma” şeklindeki artan eğilimine dikkat çekmiştir.53 Her ne
kadar yeteneklere ilişkin hesaplamalar, müdahalenin gerçekleşme olasılığına
ilişkin hesaplamalardan analitik olarak ayrı olsa da, yeteneklerin hafife
alınmasının müdahalenin gerçekleşme olasılığına ilişkin hesaplamaları azaltma
eğilimi bulunmaktadır ki bu da sonuç olarak ortaya çıkan aşırı askerî güveni
artırmaktadır. General MacArthur’un, Çinlilerin gücünü küçümsemesi, Çin’in
Kore Savaşı’nda tarafsız kalacağından emin olmasına yol açmıştır.
Yanlış bir askerî güven duygusuna ve yanlış hesaplama sonucu çıkan savaşa
katkı eden bir diğer unsur da, potansiyel dostların yaklaşan bir savaşta yardım
sağlama olasılığını abartma eğilimidir. Bu tür yanlış algılamalar, potansiyel bir
müttefikin durumu nasıl tanımladığının ve yaptığı maliyet-fayda hesabının
anlaşılamaması ile daha da körüklenir. Bir devletin, müttefikinin tehdidi kendisi
gibi algılama ve müdahalenin maliyet ve risklerini daha düşük hesapladığına
inanma eğilimi vardır. Maria Theresa’nın (1740’taki Silezya işgali sonrasında)
51
52
53
Kagan (dipnot 2), 352-53.
Golo Mann, Wallenstein, çev: C. Kessler (Londra: Andre Deutsch, 1976), 532-33.
Shirer (dipnot 23), 1170.
158
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Prusya’ya karşı savaşı, kısmen Fransa, İngiltere ve Rusya’nın yardıma geleceği
yanlış varsayımına dayanmaktadır.54
Ekonomik ve diplomatik desteğin olasılığı ve etkisi de yanlış algılanabilir.
Örneğin, hem Korint hem de Sparta yanılarak Peleponezyalı müttefiklerinden ve
Sicilya’dan ekonomik yardım beklemişlerdir.55 ABD’nin diplomatik ve
ekonomik olarak karşı çıkacağını öngörmüş olsalardı, İsrail ile İngiliz ve Fransız
müttefiklerinin de 1956’da Mısır’ın işgaline girişmeyecekleri söylenebilir. (Bu
durum ilginçtir, zira İsrailliler Genelkurmay Başkanlığı’nın desteğini doğru
algılamış, ancak Eisenhower’ın da buna onay vereceği konusunda
yanılmışlardır). Destek beklentisi kesin bile olsa, savaşta bu desteğin etkilerine
ilişkin hesaplama yanlış olabilir ki, bu da yine yanlış bir iyimserlik duygusuna
neden olur. Bu tür bir iyimserliğin politika üzerinde belirgin bir etkisi olup
olmadığı zor, ancak eldeki deliller sayesinde pek çok durumda cevaplanabilecek
bir sorudur. Yedi Yıl Savaşı’nın son iki yılında İspanyol ordu ve donanmasının
yenilgisinden sonra Fransız Savaş Bakanı Choiseul, “Şu an bildiğimi biliyor
olsaydım, zayıflığıyla sadece Fransa’ya zarar verecek ve onu yok edecek bir
gücün savaşa girmesine yol açmamaya çok dikkat ederdim” demiştir.56 Bu
örnek, yeni bir savaşın başlatılmasından ziyade, devam etmekte olan bir savaşın
yayılmasına işaret etmekteyse de, atıfta bulunduğum bir delil türü
oluşturmaktadır.
İstikrar bozucu olabilecek bu yanlış algılama biçimlerine ilişkin farklılıklar
bulunmaktadır, ancak daha az sıklıkta gerçekleşen ve daha az genel etkiye sahip
olan diğer nedensel bağlantılar yoluyla işlemektedirler. Ancak bu çalışmadaki
vurgu en doğrudan ve savaşla en yaygın bağlantılara sahip olan yanlış algılama
biçimleri üzerindedir.
KAVRAMSAL VE YÖNTEMBİLİMSEL SORUNLAR
Yanlış algılamaların var olduğunu ve savaş üzerinde bir etki yaratabileceğini
belirlemekle ilgili kavramsal ve yöntembilimsel sorunlar ampirik araştırma
yapma becerimizi derinden etkilemiş olsa da literatürde yeterince ilgi
doğurmamışlardır. Her ne kadar burada tam bir analiz yapılamayacak olsa da
bazı önemli noktaları geliştirmekte fayda vardır.
Yeteneklerine İlişkin Yanlış Algılamalar
54
55
56
David Jayne Hill, A History of Diplomacy in the International Development of Europe, 3. cilt (Londra:
Longman's Green, 1914), c. III, s. 458.
Donald Kagan, The Archidamian War (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1974), 22-23.
Aktaran Dorn (dipnot 45), 375.
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
159
Yeteneklere ilişkin yanlış algılamanın analizine dâhil olan yöntembilimsel
sorunlar genelde yönetilebilir niteliktedir. Bu yanlış algılamaların pek çoğu
büyüklükleri nedeniyle kolaylıkla saptanabilirler. Buna ilave olarak, savaşın
kendisi de yeteneğe ilişkin tahminlerin kesinliğinin (daha sonra dikkat çekilecek
niteliklerle birlikte) belirlenebileceği nesnel bir standart olarak işlev
görmektedir. Ayrıca bir karar vericinin kaybetmeyi beklediği bir savaşı
başlatması nadiren rasyonel olacağından, aşırı askerî güven, aksini işaret eden
yeterli delil olmadığı takdirde genellikle savaşı kaybeden savaş çıkarıcıya
atfedilebilir.57
Eğer zafere ilişkin minimum beklentilerin ötesine geçerek kısa, zaferle
sonuçlanacak ve minimum maliyetli bir savaşa ilişkin beklentilere gidersek, bazı
potansiyel sorunlar çıkmakta, algılamalar daha çok bir derece meselesi hâline
gelmekte ve karşılaştırma için minimum bir standart bulunmamaktadır.
Potansiyel sorunlardan bir tanesine, karar vericilerin iç siyasal ve bürokratik
amaçlar uğruna yetenek tahminlerini çarpıtmaları da dâhildir. Bu tür çarpıtmalar
özellikle düşmanın yeteneklerine ilişkin abartmaların, ilave silahlanma için iç
destek sağlamak amacıyla kullanıldığı tırmanma sürecinin erken safhalarında
yaygındır. Askerî morali ve halk desteğini artırmak için savaşın arifesinde
düşmanın yeteneklerinin kasıtlı olarak hafife alınması daha olasıdır. Bu nedenle
halka verilen demeçlerin yorumlanmasında dikkatli olmak gerekir. Elbette farklı
karar vericiler arasındaki nispi yetenek tahminlerindeki farklılıkları görmek
önemlidir. Ayrıca tırmanma süreci dâhilinde belli yanlış algılamaların meydana
geldiği noktayı da belirlemek gereklidir. Kriz tırmandıkça uzun dönemli güven
eksikliğinin kendine aşırı güvene dönüşme eğilimi bulunur ki, bu da sonuç
olarak savaş çıkması kesinleştiğinde belirsizlik ve korkuya dönüşebilir. Aşırı
askerî güven ve güven eksikliği farklı kuramsal bağlantılar yoluyla savaş
kararlarını etkiler ve bu nedenle deliller uygun olarak yorumlanmalıdır.
Savaşı çıkaran tarafın savaşı kazandığı veya savaşı çıkaranın belirgin
olmadığı bir durumda nedensel etkiyi aşırı askerî güvene bağlamak daha zordur.
Bir savaşın daha uzun sürmesi veya beklenenden fazla maliyet içermesi aşırı
askerî güvenin katkı yapan bir unsur olduğunu kanıtlamaz. Daha çok, savaşın
gerçek maliyetlerinin beklenen kazançlardan daha büyük olduğunu kuramsal
olarak gösterme gereği bulunur. Her ne kadar bu maliyet-fayda hesabının
detaylarına ilişkin deliller genelde mevcut değilse de, pek çok savaşta iyimserlik
o derece abartılmıştır ki, nedensel çıkarımlar makuldür, fakat bu iyimserliğin
kısmen iç tüketim için ifade ediliyor olma olasılığına dikkat etmek gerekir.
Aranması gereken, karar vericilerde, “eğer şu anda bildiğimi o zaman bilseydim,
57
1816’dan bu yana devletlerarası savaşlar ile ilgili bir çalışmaya göre, savaşı çıkaranın yenilmesi tüm
vakaların yüzde 30-35’ini oluşturmaktadır. J. David Singer and Melvin Small, The Wages of War,
1816-1965 (New York: Wiley, 1972), 367.
160
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
yapmış olduğumu yapmazdım” şeklinde bir etkinin bulunduğuna ilişkin
delillerdir.
Düşmanın yeteneklerinin abartılmasının nedensel bir etkiye sahip olduğuna
ilişkin çıkarımları teyit etmek ise daha da zordur, zira hipotezleştirilen etkileri
savaş kararından çok daha ayrı bir noktada gerçekleşir. Bu sorun, niyetlere ilişkin
yanlış algılamalarda da ortaya çıkmaktadır ve o bağlamda ayrıca incelenecektir.
Savaşın sonucunun nispi yetenek tahminlerinin kesinliğini belirleyecek bir
standart olarak kullanılması genelde makuldür, ancak zor bir analitik sorun
barındırır. Clausewitz’e göre, “Savaş belirsizlik alanıdır”, “Savaşta her şey
belirsizdir” ve “olasılık kanununun… yol gösterici olması gerekir.”58 Eğer
savaşın sonucu, anlaşılabilir bilgi veya devlet adamlarının kontrolü ötesindeki
“şans” faktörleriyle belirleniyorsa, başarısızlığa mahkûm bir savaş kararını
yanlış algılamalara veya başarılı bir savaşı askerî dengenin zekice
hesaplanmasına atfetmek analitik olarak faydalı mıdır? Yenilgileri esas olarak
olumsuz rüzgâr ve fırtınalara bağlı iken, İspanyolların 1588’de Armada’yı
denize indirmekle askerî dengeyi yanlış algıladıklarını söylemek anlamlı mıdır?
Hastings’deki zaferi esasen Harold’un kuvvetlerinin henüz birkaç hafta önceki
beklenmedik ve öngörülemeyen Norveç işgali sayesinde kesinleşmişken,
William the Conqueror’un İngiltere’yi işgalinin arifesindeki askerî dengeyi
doğru olarak algıladığını söylemek anlamlı mıdır? Üçüncü devletlerin
niyetlerine ilişkin diplomatik hesaplamalar da konuyla ilgilidir. Prusya Yedi Yıl
Savaşı’ndan ancak Rus İmparatoriçesi Elizabeth’in ölümüyle ve Büyük
Frederick’e hayranlığı nedeniyle Prusya karşıtı koalisyondan çekilen III.
Peter’in tahta çıkmasıyla kurtulmuştur. Savaşın öngörülemezliği görüşüne
istinaden hangi noktada yanlış algılama ve kötü şans arasındaki analitik ayrımı
yapmaktayız?
Bu sorun sadece az sayıda vakada kritik olabilirse de bazı genel esaslara
gerek vardır. Nispi yeteneklere ve savaştan beklenen sonuca ilişkin algılamalar
öznel olasılık hesaplamaları olarak kavramsallaştırılmalıdır. Yanlış hesaplamalar
mutlaka yanlış algılamalara işaret etmezler. Ana kıstas, olasılık hesaplamalarının
eldeki mevcut bilgi (veya makul maliyet ile potansiyel olarak mevcut olacak
bilgi) doğrultusunda makul olup olmadıkları ve karar vericilerin ölçülemezlerin
doğasını en azından tanıyarak bunları olasılık hesaplamalarına katmaya çalışıp
çalışmadıklarıdır. Askerî dengeye ilişkin hesaplama yanlışsa ve (I) karar
vericilerin belirsizlikleri ve hesaplanmış riskleri değerlendirmek için herhangi
bir çaba sarf etmeyip bunlara hassasiyet göstermediğine veya (2) rasyonel
olmayan psikolojik, kurumsal veya kültürel faktörlerin yetenek hesaplamalarını
belirgin ölçüde bozduğuna veya (3) yetenek tahminlerinin ve savaştan beklenen
58
Clausewitz (dipnot 21), 140, 184, 162.
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
161
sonuçların fena halde belirsiz olduğu ve şans faktörlerinin işlemesinin de
belirgin bir rol oynamış görünmediğine ilişkin deliller varsa, bir yanlış
algılamanın meydana geldiği söylenebilir. İşin içindeki belirsizliklerin makul
ölçüde tanınmasına dayalı hesaplanmış riskler, çeşitli ikincil nedenlerden ötürü
ters giderlerse yanlış algılama olarak sınıflandırılmamalıdırlar.
Niyetlere İlişkin Yanlış Algılamalar
Devlet adamları her zaman niyetlerin değerlendirmesinin yeteneklere göre
daha zor olduğunu bilmektedirler. Ancak inceleyen kişinin niyetlere ilişkin
algılamaların kesinliğini belirleyemediği durumda yanlış algılama kavramı
ampirik araştırma için faydalı olamaz.
Niyetlere ilişkin bazı algılamaların kesinliği veya kesin olmaması oldukça
kolay belirlenir. Düşmanın husumet veya kararlılığının hafife alınmasının kesin
olmaması, önleyici saldırıları veya diğer güçlü zorlayıcı hamleleri (her ne kadar
blöf olabilirse de) ile teyit edilir görünmektedir. İncelenmesi daha zor olan ise,
husumet veya kararlılığın abartılması durumudur, zira bu hipotezi veya yanlış
algılamaları görünürde bile geçersiz kılan belli hareketler yoktur. Bu da
caydırmanın klasik sorunudur. Her ne kadar belli hareketler caydırmanın
başarısız olduğunu ispatlamak için yeterliyse de caydırmanın başarılı olup
olmadığını sadece hareketler ile belirlemek mümkün değildir. Saldırgan olduğu
düşünülen düşman aslında bizim kendi sinyal veya hareketlerimiz sayesinde mi
saldırmamıştır? Veya düşmanın en baştan saldırma niyeti bulunmamakta mıdır?
Bu iki alternatif arasında ayrım yapmaya yarayan deliller ilke olarak karar
vericilerin algılamalarını aydınlatan verilere ihtiyaç duymaktadır.59
Bu tartışma, belki daha soyut ve zor, ancak aşılamaz olmayan diğer sorunlara
yol açmaktadır. Niyetlerin nesnel olarak belirlenebileceği iddiası, ilke olarak
59
Bu iki durumda da potansiyel sorun, kendini doğrulayan veya inkâr eden kehanet tehlikesidir. A’nın
B’nin husumet sahibi olmamasına ilişkin algılamaları doğru olabilir, ancak A’nın yeteneklerini
arttırmakta başarısız olmasına yol açarak, B’nin karşı koyamayacağı bir beklenmedik savaş fırsatı
sağlayabilir ya da A’nın savaşa uzanan bir beklenmedik çatışma döngüsü yaratmaya neden olacak
baskıcı hareketlere girişmesine neden olabilir. Alternatif olarak A’nın B’nin barışçıl niyetlerine ilişkin
doğru olmayan algılamaları B’nin baştaki husumetini hafifleten bir pasif tutuma yol açabilir.
Düşmanın husumetinin hafife alınması, aşağıya doğru bir etki-tepki döngüsü yoluyla başta husumet
sahibi olan düşmanı pasif hale getiren uzlaşmacı jestleri tetikleyebilir. Daha yaygın olan durum ise,
düşmanın husumetinin abartılmasının saldırgan olmayan düşmanı çatışma döngüsüne doğru
kışkırtan bir silahlanma ile sonuçlanabilmesidir. Tüm bunlar elbette sadece daha önce tartışılan
yanlış algılamaların “sonuçları”dır. Sorun ise aynı olayların ya yanlış algılamaların sonuçları ya da
(doğru algılamalara karşı olarak) bu yanlış algılamaların varlığını teyit eden işaretler olarak
görülebilmesidir. Eğer inceleyen kişi dikkatli biçimde “yanlış algılama” ve bunun kesinliğini
belirlemek etrafında geçici sınırlar çizerek bu ayrımı yapamazsa nedensel çıkarımlar da mümkün
olamaz.
162
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
hareketlerin kasıtlı olması ve aktörün de gelecek olasılıkları yelpazesinde belli
şekillerde davranmayı planlamasını gerektirir.60 Kasıtlı davranışla ilgili çeşitli
zorluktaki analitik sorunlardan birisi de karar vericinin bireysel olarak dahi
kendi niyetlerinden emin olamayacağı gerçeğinde yatmaktadır. Kişi kararsız
olabilir ve çeşitli nedenlerle nihai bir kararı erteleyebilir. Bu koşullar mutlaka
düşmanın niyetlerine ilişkin bir kesin algılamayı engellemez. Doğru algılama,
sözü edilen niyetlerin “yumuşak” ve henüz oluşturulmamış olduğunu görmek
olacak iken, yanlış algılama belli hareket ve demeçlerin ardında iyi tanımlanmış
bir niyet bulunduğu varsayımı olacaktır. Yanlış algılama belli tür bir davranışın
geleceğine ilişkin yanlış bir öngörü yaratacak iken, doğru algılama belirsizliğin
var olduğunu kabul ediyor olacaktır.
Bireylerdeki kasıtlı davranış sorunu kolektif karar verici yapılarda
artmaktadır. Arrow, bazı oldukça kısıtlayıcı varsayımlar olmadan kasıtlı
davranışın kolektif kararlara uygulanamayacağını göstermiştir.61 Belli bir
konuda hâkim bir karar vericinin veya oybirliğinin bulunmaması durumunda62
kesin bir algılama, düşmanın hareketlerinin mutlaka kasıtlı olmayabileceğinin ve
gelecekte mutlaka belli davranış biçimlerinin beklenmesi gerektiğine işaret
etmeyebileceğinin kabul edilmesinden ibaret olacaktır. Kasıt ilave etme veya
aslında yokken iyi tasarlanmış bir plan olduğunu varsayma veya düşmanın karar
verme sürecinin aslında olduğundan daha merkezî olduğuna inanma da bir
yanlış algılama olacaktır. Bu durumların herhangi birinde sonuç, gelecekteki
davranışa ilişkin yanlış beklentilerdir. Bu tür yanlış algılama türleri üzerine
yapılan hipotezler de ilke olarak yanlaşılabilirler.
Niyetlere ilişkin yanlış algılamalar saptandıktan sonra, sorun bunların savaş
kararı üzerindeki fiili nedensel etkisinin değerlendirilmesidir. Bu da genellikle
niyetlere ilişkin yanlış algılamalarda, yeteneklere ilişkin yanlış algılamalarda
olduğundan daha zordur. Öncelikle karar vericilerin kaybetmeyi bekledikleri bir
savaşı başlatmayacakları varsayımı ile kıyaslanabilir bir şekilde rasyonel davranışı
yargılamaya yarayan minimum bir standart bulunmamaktadır. İkincisi, niyetlerin
etkisi genelde fiili savaş kararından daha da ayrılmış olan noktalarda gerçekleşir
ve böylece etkilerini kurmak da daha zor ve müdahil değişkenler tarafından daha
karıştırılmış hâle gelir.63 Bu bağlantıları içeren hipotezler bir tür nedensel etkiyi
60
61
62
63
Robert Jervis, “Hypotheses on Misperception,” World Politics 20 (Nisan 1968), 454-79.
Kenneth Arrow, Social Choice and Individual Values (New York: Wiley, 1951).
Arrow’un çelişkisine pratik çözümlerin bir tartışması ve hâkim bir karar verici varsayımına ilişkin
iddia için bkz. Bueno de Mesquita (dipnot 1), 11-18.
Bir istisna, düşmanın husumetinin abartılması ile ortaya çıkan önleyici saldırı durumlarıdır. Eğer bu
algılamalar gerçekten de yanlışlarsa, o zaman yanlış algılamaların savaş nedeni olduğu sonucuna
varmak mümkündür. Ancak yanlış algılama ve önleyici saldırının her ikisi de krizi üreten ve altta
yatan güçlerin ürünleri olabilirler ki, bu durumda yanlış algılama ve savaş arasında bir nedensel ilişki
bulunduğuna ilişkin çıkarım da yapay olacaktır.
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
163
göstermek için gerekli delil türü itibariyle oldukça zorludurlar ve sık sık
hâlihazırda mevcut olmayan algılama ve niyetlere ilişkin verilere gerek duyarlar.
Bir tür nedensel etki saptanabilirse dahi savaşa yol açan süreçlerdeki diğer
unsurlara kıyasla yanlış algılamaların önemini değerlendirme sorunu ortadadır.
Yetenekleri içeren bağlantıların pek çoğunda olduğu gibi niyetlere ilişkin yanlış
algılamalara da nispi ağırlıklar vermenin herhangi bir temeli bulunmamaktadır.
Sorun yöntembilimsel olduğu kadar kavramsaldır. Yanlış algılamalar savaşla
sonuçlanan bir süreci başlatabilir, hâlihazırda oluşmakta olan bir çatışma
döngüsünü şiddetlendirebilir veya savaşın en hızlı tetikçisi olan bir zafer
hayalciliği sağlayabilirler. Bu farklı yanlış algılama biçimleri, tırmanma
sürecinin farklı noktalarında gerçekleşebilir ve karmaşık ve az anlaşılan
biçimlerde diğer çeşitli değişkenlerle etkileşime geçebilirler. Savaşın
nedenlerine ilişkin daha bütünsel bir kuramın yokluğunda yanlış algılamaların
diğer değişkenlere kıyasla daha çok veya daha az önemli olduğunu söylemenin
ne demek olduğunu ifade edecek kavramsal aygıttan yoksun bulunuyoruz.64 Bu
kuramsal sınırlama, yanlış algılamaların sadece savaşın zamanlamasını
etkilediği, ancak fiili olarak gerçekleşmesinin temeldeki değişkenler tarafından
belirlendiği şeklindeki alternatif hipoteze karşı, yanlış algılamaların savaşın
gerçek nedenleri olduğu hipotezini test etmeyi oldukça zor hâle getirmektedir.
SONUÇLAR
Bu çalışmada yanlış algılamaların çeşitli biçimleriyle belli koşullar altında
savaşa yol açabilecekleri kuramsal bağlantıları saptadım. Her ne kadar savaşa
yol açan yanlış algılamaların sistematik bir ampirik analizini henüz yapmamış
olsam da, diğerlerine göre daha önemli olan belli yanlış algılama biçimlerini
saptamak yukarıdaki kavramsallaştırma temelinde mümkündür. Bunlardan
birisi, düşmanın yeteneklerinin hafife alınmasından ve de ilave düşmanların
müdahale olasılığının hafife alınması ile savaşın sonucuna potansiyel
etkilerinden kaynaklanan aşırı askerî güvendir. Belli koşullarda bu aşırı askerî
güven, onsuz savaş çıkmasının mümkün olmadığı bir gerekli koşul olabilir, zira
aksine yönelik açık bir delil olmadığından devletlerin kaybetmeyi bekledikleri
bir savaşı başlatmayacakları varsayılabilir. Diğer bir önemli yanlış algılama
biçimi ise, düşmanın niyetlerindeki husumetin abartılmasıdır ki, belli
durumlarda önleyici saldırıya yol açabilir. Bu genel yanlış algılama türleri
önemlidir çünkü; (1) etkileri savaş kararlarından hemen önce hissedilir; (2) bu
etki doğrudan hissedilir ve diğer değişkenlerin etkisiyle geniş ölçüde karışmış
değildir; (3) bu yanlış algılamaların yokluğunda genellikle savaşın vuku
64
Bir istisna, belli koşullar altında aşırı askerî güven veya belki de düşmanın husumetinin
abartılmasının savaş için gerekli koşullar olabileceğini öne süren hipotezler olabilir.
164
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
bulmayacağı çıkarımı yapılabilir ve ;(4) bu tür yanlış algılama biçimlerinin
uygulanabilir göründüğü çeşitli tarihsel durumlar bulunmaktadır.
Savaşla daha karmaşık kuramsal bağlantılara sahip diğer yanlış algılama
biçimleri de önemli olabilir, ancak kavramsal olarak incelenmeleri ve ampirik
olarak doğrulanmaları daha zordur. Etkileri, savaşa yol açan süreçler üzerinde
daha uzak noktalarda gerçekleşir ve öncül ve müdahil değişkenlerin etkisi ile
çetrefilli biçimde iç içe geçmiştir. Ancak bu yanlış algılamalar, diğer
değişkenlerin ve savaşa yol açan dinamik süreçlerin etkisi onların yokluğunda
anlaşılamayacak kadar da önemlidir.
Birtakım tarihsel vaka çalışmaları ile kriz esnasında karar verme üzerine
artan sayıda çalışma, belli savaşların çıkmasında yanlış algılamaların önemine
dikkat çekmektedir.65 Bu konuda daha sonra yapılacak araştırmaların görevi,
belirgin etkilerle tekrarlanan şekilde vuku bulan belli tür yanlış algılamaları
saptamak için yanlış algılamalara ilişkin daha sistematik, belli sayıda durumu
ele alan çalışmalar yapılmasıdır. Açık olmak gerekirse, yanlış algılamaların
genel bir çatışma kuramına dâhil edilmesi daha çok karmaşıklık ve ilave
yöntembilim sorunları getirse de savaşın nedenlerini kuramsal olarak
anlayabilmemize ciddi anlamda katkı yapabilir. Tanımlama, açıklama ve
öngörme gücündeki bu artışların kuramsal zarafetten ve matematiksel veya
yöntembilimsel dikkatten vazgeçmeyi haklı çıkaracak ölçüde yeterli olup
olmadığı, ancak kuramsal olarak sofistike bir araştırma planına dayanan daha
fazla ampirik analiz ile belirlenebilir.
KAYNAKLAR
Alexander George, Presidential Decisionmaking in Foreign Policy (Boulder,
Colo.: Westview, i980.
Arthur A. Stein,”When Misperception Matters,” World Politics 34 (July 1982.
Avi Shlaim,”Failures in National Intelligence Estimates: The Case of the Yom
Kippur War,” World Politics 28 (April I976.
Barton Whaley, Codeword Barbarossa (Cambridge: MIT Press, I973.
Bruce Bueno de Mesquita, The War Trap (New Haven: Yale University Press,
1981).
65
Yanlış algılamanın genelde savaşın önemli bir nedeni olduğuna ilişkin bu geçici sonucun mutlaka
Stein’in (dipnot 8) “yanlış algılama sadece dar biçimde çizilen durumlar yelpazesinde çatışma
yarattığı” şeklindeki iddiasıyla tutarsız olması gerekmez. Yanlış algılamanın çatışmaya katkıda
bulunduğu ampirik durumların sayısının az olduğu doğru bile olsa, Stein çalışmasında bu çıkarımı
yapamamıştır. Sadece yanlış algılamanın önem kazandığı kuramsal tanımlanmış koşullarla
ilgilenmekte ve bu durumların ne sıklıkla olduğuna ilişkin ampirik soruyla ilgilenmemektedir. Yanlış
algılamanın sadece dar bir kuramsal koşullar yelpazesi altında savaşa yol açması oldukça
muhtemeldir, ancak bu tür koşullar oldukça sık gerçekleşmektedir.
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
165
Charles F. Hermann, ed., International Crises (New York: Free Press, I972.
Donald Kagan, The Outbreak of the Peloponnesian War (Ithaca, N.Y.: Cornell
University Press, 1969.
Fred C. Ike, Every War Must End (New York: Columbia University Press, I971.
Geoffrey Blainey, The Causes of War (New York: Free Press, I973.
Graham T. Allison, Essence of Decision (Boston: Little, Brown, I971).
Hans J. Mor- genthau, Politics Among Nations, 4th ed. New York: Knopf, 1967.
Harold and Margaret Sprout, The Ecological Perspective on Human Affairs
(Princeton: Princeton University Press, I965.
Henry A. Kissinger, Nuclear Weapons and Foreign Policy (New York: Harper
& Row, I957.
Irving L. Janis and Leon Mann, Decision Making (New York: Free Press, I977.
Irving L. Janis, Groupthink (Boston: Houghton Mifflin, I972.
John D. Stein- bruner, The Cybernetic Theory of Decision (Princeton: Princeton
University Press, I974.
John G. Stoessinger, Why Nations Go to War, 2d. ed. (New York: St. Martin's
Press, I974.
Klaus Knorr,”Threat Perception,” in Knorr, ed., Historical Dimensions of
National Security Problems (Lawrence: University Press of Kansas, I976.
Michael A. Handel,”The Yom Kippur War and the Inevitability of Surprise,”
International Studies Quarterly 2i (September I977.
Michael Brecher, Decisions in Crisis (Berkeley: University of California Press,
I980.
Ole R. Holsti,”The Belief System and National Images: A Case Study,” Journal
of Conflict Resolution 6 (No. 3, 1962.
Ole R. Holsti, Crisis, Escalation, War (Montreal: McGill-Queens University
Press, 1972.
Richard K. Betts,”Analysis, War, and Decision; Why Intelligence Failures Are
Inevitable,” World Politics 3I (October I978.
Richard Ned Lebow, Between Peace and War (Baltimore: The Johns Hopkins
University Press, 1981.
Richard Smoke, War: Controlling Escalation (Cambridge: Harvard University
Press, I977.
Robert H. White, Nobody Wanted War (Garden City, N.Y.: Doubleday/Anchor,
1968.
Robert Jervis, Perception and Misperception in International Politics
(Princeton: Princeton University Press, I976.
Roberta Wohlstetter, Pearl Harbor: Warning and Decision (Stanford, Calif.:
Stanford University Press, 1962.
166
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Sun Tsu, The Art of War, trans. by S. B. Griffith (New York: Oxford University
Press, I963.
Thucydides, The Peloponnesian War (Baltimore: Penguin Books, I954.
Yanlış Algılama ve Savaşın Nedenleri
167
172
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
YENİ GERÇEKCİLİK KURAMINA GÖRE
SAVAŞIN KÖKENİ
KENNETH N. WALTZ
Çeviren: Ezgi Yağ*
Tıpkı çoğu tarihçi gibi, uluslararası siyaset alanında çalışma yapanların
birçoğu da bizi ilgilendiren uluslararası olayları anlamamıza ve açıklamamıza
yardımcı olacak bir kuram geliştirme olasılığına şüphe ile yaklaşmışlardır. Bu
nedenle, geleneksel gerçekçilerin öncülerinden Morgenthau, Blaise Pascal'ın şu
sözünü tekrarlardı: "Cleopatra'nın burnu biraz daha küçük olsaydı dünya tarihi
de farklı olurdu" ve şu soruyu yöneltirdi: "Böyle bir olgu nasıl sistematik hale
getirilebilir ki?"1 Kendisinin siyasette tesadüfi ve beklenmedik olaylara verdiği
önem, kuram alanındaki hırsını köreltmiştir.
Yeni gerçekçilerin buna verdiği cevap ise, çeşitli zorluklarla karşılaşsak da
engellerin arasında en zorlu görünenin kuram hakkındaki yanılgılar olduğudur.
Kuramın tesadüfi olayları izah edemeyeceği ve beklenmedik gelişmeleri
açıklayamayacağı açıktır; kuram, düzeni ve tekrarı ele alır, oluşumunun en
önemli koşulu ise bunların belirlenebilmesidir.Gerçekçilerin başarısızlıklarından
bir başkası ise uluslararası ilişkileri, üzerine kuram geliştirilebilecek saygın bir
alan olarak görememeleridir. Örneğin, Morgenthau, "siyasetin özerk olması"
talebinde bulunmuş, ancak bu kavramı uluslararası siyasete uygulayamamıştır.
Kuram, bir alanın işleyişi ve bu bütünün parçaları arasındaki bağlantıların bir
tasviridir. Kuram, bazı faktörlerin diğerlerinden daha önemli olduğunu gösterir
ve aralarındaki ilişkiyi gözler önüne serer. Aslına bakılırsa her şey arasında bir
bağlantı vardır, bir alan bir diğerinden ayrı düşünülemez. Fakat kuram, bir
sahayı diğerlerinden ayırarak entelektüel açıdan ele alır. Yeni gerçekçiler ise,
uluslararası siyasetin özerkliğini, uluslararası siyaset sistemlerinin yapısını
*
1
Ezgi Yağ Hacettepe Üniversitesi doktora programından mezun olmuştur.
Hans J. Morgenthau, "International Relations: Quantitative and Qualitative
Approaches," Norman D. Palmer (ed.) içinde, A Design for International Relations Research:
Scope, Theory, Methods, and Relevance (Philadelphia, 1970), 78.
174
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
tanımlayarak ilan etmekte ve böylece bu alan üzerine bir kuram geliştirilmesini
mümkün kılmaktadır.2
Yeni gerçekçilik, uluslararası ilişkiler kuramını geliştirirken ana realpolitik
ilkelerini muhafaza eder, fakat hem araç ve amaçlar hem de neden ve sonuçlar
farklı şekilde incelenir. Örneğin Morgenthau, "rasyonel" devlet adamını
durmadan daha fazla güç elde etmeye çalışan bir kişi olarak ele almaktaydı. O,
gücü başlı başına bir amaç olarak görmekteydi. Ülkelerin zaman zaman güç
dışında kaygılar nedeniyle harekete geçtiklerini de kabullense bile, Morgenthau
bu durumda eylemlerinin
"siyasi bir doğaya" sahip olmadığını iddia
3
etmekteydi. Buna karşılık yeni gerçekçilik, gücü, kullanışlı olabilecek, çok azı
ya da fazlası devletler için tehlike teşkil eden bir araç olarak görmektedir. Aşırı
derecede zayıflık, daha büyük bir kuvvetin savuşturacağı saldırılara davetiye
çıkarır. Aşırı kuvvet ise, diğer devletlerin daha çok silahlanmasına ve baskın
devlete karşı güçlerini birleştirmesine neden olabilir. Güç, yararlı olma
potansiyeline sahip bir araç olduğu için makul devlet adamları sahip oldukları
gücün uygun bir miktarda olmasına dikkat ederler. Ancak kritik durumlarda
devletlerin en büyük kaygısı güç değil, güvenliktir. Bu çok önemli bir farktır.
Daha da büyük bir fark ise nedensel ilişkilerdeki değişimlerde görülmektedir.
Herhangi bir alana ait sınırsız kaynaklar, sayılamayacak kadar çok yöntemle
organize edilebilir. Gerçekçiliğin bakış açısına göre nedenler tek bir yöne, yani
birey ve devletlerin etkileşiminden yola çıkıp bu eylem ve etkileşimlerden
üreyen sonuçlara doğru hareket eder. Morgenthau, kıt mallar için rekabet
olduğunda ve arabuluculuk yapılacak biri bulunmadığında rakipler arasında bir
güç çekişmesi yaşanacağını ve böylece insanlığın içindeki kötülüğe değinmeden
güç çekişmelerinin açıklanabileceğini kabul etmiştir. Güç çekişmeleri, insanlar
bir şeyler istediği için meydana gelmektedir, arzularının şeytani yönü yüzünden
değil. Morgenthau insanın kıt mallara duyduğu isteği çatışmanın iki
kaynağından biri olarak nitelendirmiştir, fakat konuyu tartışırken bile "çatışma
ve ona eşlik eden kötülüğün diğer kaynağı” olan “animus dominandi, güç
arzusuna” eğilmekteydi. İnsanın güç arayışının, güç çekişmelerini meydana
getiren tesadüfi koşullardan daha doğal olduğunu düşündüğünü sık sık dile
getirmekteydi. Bu tavrı şu sözlerinde de görülmektedir: "Gücün büyük önem
taşıdığı bir dünyada, mantıklı bir politika izleyen hiçbir devletin güç arayışı ile
2
3
Morgenthau, Politics Among Nations (New York, 1973; 5. baskı), II. Ludwig Holtzman
(çev. Rudolf Weingartner), "Theories as Representations," Arthur Danto ve Sidney
Morgenbesser’den alıntı (editörler), Philosophy of Science (Cleveland, 1.960), 245-252.
Yeni gerçekçiliğe bazen yapısal gerçekçilik de denmektedir. Bu iki terimi aynı anlama
gelecek şekilde kullanıyor ve makale boyunca kendi yeni gerçekçilik kuramı formülüme
dayanıyorum. Bkz. Waltz, Theory of International Politics (Reading, Mass., 1979); Robert
Keohane (ed.), Neorealism and its Critics (New York, 1986).
Morgenthau, Politics among Nations, 27.
Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni
175
güçten vazgeçme arasında bir seçim hakkı yoktur; olsaydı bile bireyin güç
arzusu daha az görkemli ama ahlaki kusurları daha az baskın olmayacak şekilde
yine karşımıza çıkardı."4
Uluslararası siyaset alanında çalışma yapanlar bir sonuç hakkında
çıkarımlarda bulunurken genellikle aktörlerin dikkat çekici özelliklerinden yola
çıkarlar. Tıpkı liberaller gibi, Marksistler de çıkan savaşlar ya da sürmekte olan
barış ile devletlerin nitelikleri arasında bir bağlantı görmüşlerdir. Hükümetin
yapısı, ekonomik sistem, sosyal kurumlar, siyasi ideoloji–bunlar savaş nedeni
olarak gösterilenlerin yalnızca birkaçıdır. Buna rağmen, savaş nedenleri
devletlerin özelliklerine göre değişse bile, son derece farklı ekonomik
kurumları, örf ve adetleri, politik ideolojileri benimsemiş devletlerin de savaşa
gittiklerini biliyoruz. Bundan daha da çarpıcı olan bir gerçek ise, kabileler,
önemsiz beylikler, imparatorluklar, uluslar, hatta çeteler gibi pek çok farklı
topluluğun savaşa girmiş olmasıdır. Eğer belirli bir neden, belirli bir savaşa yol
açmış ise sorulması gereken soru, gerekçeler değişse de neden tekrar tekrar
savaş çıktığıdır. Devletlerin niteliklerindeki farklılıklar ile eylemlerinin ürettiği
sonuçlar ya da etkileşim şekillerindeki değişimler arasında doğrudan bir bağlantı
yoktur. Örneğin birçok tarihçi, Birinci Dünya Savaşı’nın iki zıt ve birbirinin
neredeyse dengi olan koalisyonun etkileşiminden doğduğunu iddia etmiştir.
Aynı zamanda, İkinci Dünya Savaşı’nın bazı devletlerin mevcut ittifaka karşı
güçlerini birleştirerek güç dengesinin yeniden sağlamaktaki başarısızlığından
kaynaklandığını iddia edenler de olmuştur.
Yeni gerçekçilik, uluslararası siyasetin, geleneksel gerçekçiliğin birim
düzeyindeki açıklamalarında yapının etkisinin de göz önünde bulundurulması
koşuluyla anlaşılabileceğini ileri sürmektedir. Yeni gerçekçilik, yapının
eylemler ve sonuçlar üzerindeki etkisini vurgulayarak, savaşa girmek için
herhangi bir neden bulunmadığında insan doğasından gelen güç arzusunun
yeterli olacağı varsayımını reddetmektedir. Etkileşim içerisindeki birimler ile
uluslararası düzeydeki sonuçlar arasındaki rastlantısal ilişkiyi yeniden ele
almaktadır.
Uluslararası siyaset mantığına göre, uluslararası düzeydeki sonuçların bazı
nedenlerinin birim düzeyindeki etkileşimlerden kaynaklandığına inanmak
gerekmektedir; ayrıca, varsayılan nedenlerin gösterdikleri farklılıklar, incelenen
sonuçlardaki farklılıklar ile örtüşmediği için yapısal düzeyde başka nedenler
bulunduğunu farz etmek gerekmektedir. Birim düzeyindeki nedenler yapı
düzeyindeki nedenler ile etkileşim halindedir ve bu nedenle sadece birim
düzeyinden yola çıkarak yapılan yorumlar yanıltıcı olacaktır. Eğer bir yaklaşım,
4
Idem, Scientific Man vs. Power Politics (Chicago, 1946), 192, 200.
176
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
hem yapı düzeyinin, hem de birim düzeyinin incelenmesini sağlıyorsa bir sistem
içerisinde meydana gelen değişimleri de, sürekliliği de ele alabilir.
Yapısal gerçekçilik, birbirini tamamlayan birimleri sıralanışlarına göre
inceleyerek uluslararası siyasetin sistematik bir portresini sunmaktadır. Bir
kuram oluşturulurken, devletler, amaçları en azından hayatta kalmak olan
birleştirici aktörler olarak düşünülür ve sistemin yapı elemanları oldukları kabul
edilir. Sistemin en önemli yapısal özelliği anarşidir – meşru otoritenin tek bir
elde toplanmaması. Yapıda, dolayısıyla sistemde ortaya çıkan değişiklikler,
büyük güç sayısındaki değişiklikler ile ortaya çıkar. Beklenen farklı sonuçlar,
birimlerin varsayılan güdümlemeleri ve eylemlerini gerçekleştirdikleri sistemin
yapısı aracılığı ile alınır.
Uluslararası siyasette sistem kuramı, güçleri ulusal değil, uluslararası
düzeyde ele almaktadır. Güçler hem sistem düzeyinde, hem de birim düzeyinde
etkili olduğunda, nasıl aynı anda hem dış işleri kuramı oluşturmaktan kaçınıp
hem de uluslararası siyaset kuramı oluşturulabilir? Pazar kuramının şirket
kuramı gerektirmediği gibi, uluslararası siyaset kuramı da dış politika kuramını
içermez ve gerektirmez. İster siyasi olsun, ister ekonomik, sistem kuramı bir
ülkenin yapılanış şeklinin etkileşim içerisindeki birimler üzerinde sınırlayıcı ve
düzenleyici bir güç olarak etkisini açıklayan teorilerden oluşmaktadır. Bu gibi
teoriler ise bize birimlerin maruz kaldığı güçleri gösterir. Biz de buradan hareket
ederek birimlerden beklenilen davranışlar ve birimlerin talihi hakkında
çıkarımlarda bulunabiliriz: örneğin, hayatta kalıp gelişirlerse birbirleriyle nasıl
rekabet edecekleri ve birbirlerine nasıl alışacakları hakkında. Bir sistem
dinamiğinin birimlerin özgürlüğünü sınırlaması halinde birimlerin davranışları
ve bu davranışların sonuçları da tahmin edilebilir hâle gelecektir. Şirketlerin
farklı şekillerde yapılanmış pazarlara, devletlerin de farklı şekillerde yapılanmış
uluslararası siyaset sistemlerine yanıt vermesini nasıl bekliyoruz? Bu kuramsal
sorular aralarındaki farkı gözetmeksizin, şirketleri şirket, devletleri devlet
olarak incelememizi gerektirmektedir. Bu sorular ise birimlerin bulundukları
sistem içerisindeki konumlarına göre cevaplandırılır, birimlerin niteliklerine
göre değil. Sistem kuramı farklı birimlerin neden benzer davranışlar
gösterdiklerini ve farklılıklarına karşın neden beklenilen sonuçlar doğurduklarını
açıklar. Diğer taraftan, birim düzeyindeki teoriler bazı birimlerin benzer
konumlarda olmalarına rağmen neden farklı davranışlarda bulunduklarını
gösterir. Dış işler üzerine bir teori, ulusal düzeyde var olan bir teoridir. Farklı
yönetim biçimlerinin dış baskıya vereceği karşılık hakkında beklentilere yol
açar. Uluslararası siyaset üzerine bir teori ise, sadece bazı yönleri açıklasa bile,
ulusların dış siyaseti ile alâkalıdır. Bize, milli politikanın hangi uluslararası
koşullarla baş etmesi gerektiğini gösterebilir.
Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni
177
Yeni gerçekçi kuramın bakış açısından bakılırsa, devletler arası rekabet ve
çatışma, anarşik koşullar altında yaşamanın iki koşulundan kaynaklanmaktadır:
Anarşik düzende var olan devletler kendi güvenliklerini sağlamalıdırlar, her şey
güvenliklerini tehdit etmekte ya da tehdit ediyor gibi görünmektedir. Tehlikeleri
bulup onları etkisiz hale getirmek bir yaşam biçimi haline gelir. İlişkiler
gergindir; aktörler, şüphe ve saldırıya düşkün bir doğaları olmasa bile genellikle
şüpheci ve sıklıkla saldırgandırlar. Kendi başlarına incelendiklerinde devletlerin
güvenliklerini sağlamak için ellerinden geleni yaptıkları söylenebilir. Ancak
bireysel niyetleri bir yana bırakırsak eylemlerinin kitlesel düzeyde silahlanma
yarışlarına ve ittifaklara neden olduğunu görürüz. Bir devletin güvenliğini
arttıran önlemler genellikle diğerininkini azalttığından, devletin sıkıntılı durumu,
aşina olduğumuz “güvenlik ikilemi” nedeniyle daha da kötüleşebilir.5 Anarşik
bir devlette birinin rahatlığı, diğerinin kaygılanmasına neden olur. Bu nedenle
kendini savunmak amacıyla bile olsa silahlanmakta olan bir ülke, diğerleri
tarafından karşılık verilmesi gereken bir tehdit olarak görülür. Bu karşılık da
silahlanan ülkenin kaygılanmakta haklı olduğunu doğrular niteliktedir. Benzer
şekilde, üyeleri arasında bütünlüğü sağlamayı ve ordularını güçlendirmeyi
hedefleyen bir ittifak, bilmeyerek de olsa rakip ittifakı tehlikeye atarak karşı
önlemler alınmasına yol açabilir.
Bazı devletler, gücü sadece güçlü olmak adına arzuluyor olabilir. Fakat yeni
gerçekçilik kuramı, uluslararası arenada zaman zaman ortaya çıkan sıkı rekabeti
açıklamak için yaradılıştan gelen bir güç tutkusundan bahsetmeye de gerek
olmadığını göstermektedir. Anarşik bir devlet, tüm taraflar güçlenmenin
peşindeyse, savaş hâlinde olacaktır. Benzer şekilde, tüm devletler sadece kendi
güvenliklerini sağlamanın peşinde olurlarsa yine bir savaş hâli meydana
gelecektir.
Yeni gerçekçi kuram, bazı savaşların neden çıktığını açıklamıyor olsa da, son
bin yıl içerisinde neden tekrar tekrar savaşların çıktığını açıklayabilmektedir.
Yeni gerçekçiler, çıkan çatışmaları vurgulayan hırs ya da entrikalara değil,
olayların doğaları nedeniyle ya da tesadüfen çatışmalarla sonuçlandığı mevcut
yapıya dikkat çekmektedir. Sıcak savaşların kökeni soğuk savaşlara uzanır,
soğuk savaşların kökeni ise uluslararası arenanın anarşik bir içimde
yapılanmasına uzanmaktadır.
Savaşların tekrarlanışı uluslararası sistemin yapısı ile açıklanmaktadır.
Tarihçilerin bildiklerini kuramcılar açıklar: savaş normaldir. Savaşlar
uluslararası siyasi sistemin yapısını değil, bu sistemin kapsadığı bazı hususları
inceleyerek açıklanır. Bazı açıklamalar birim düzeyinde olsa bile daha genel
5
Bkz. John H. Herz, "Idealist Internationalism and the Security Dilemma," World Politics, II
(I950), I 57-ISO.
178
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
açıklamalara da ihtiyaç duyulur. Savaşlar sıklıkları yönünden ve diğer yönlerden
farklılık gösterirler. Yapısal kuramı ilgilendiren ana sorulardan biri de şudur:
sistemde meydana gelen değişiklikler, hangi sıklıklarla savaş çıkacağına dair
tahminleri nasıl etkiler?
SICAK SAVAŞTAN KAÇINMAK:
YAPISAL DÜZEY
Anarşik devletlerde barış her an bozulabilir. Barışın sürmesi, tüm aktörlerin
ya da bazılarının istikrarı bozma potansiyeline sahip gelişmelere dikkatle
yaklaşmasını ve bilinçli tepkiler vermesini gerektirmektedir. Devlet işleri
kargaşaya sürüklendiğinde, dikkatsizliğin veya bilinçsizliğin bedeli dökülen kan
ile ödenir. Yapısal kuramın ele alması gereken önemli sorulardan biri de istikrar
bozucu durum ve olaylarla çok kutuplu sistemlerde mi, yoksa iki kutuplu
sistemlerde mi daha etkili biçimde başa çıkıldığıdır.
Örneğin, beş büyük gücün var olduğu bir sistemde güç politikaları,
ittifakların oluşmasını ve korunmasını sağlayan, aynı zamanda bozulmasına da
neden olabilen diplomasiyi etkin hâle getirir. İttifakta esneklik iki anlama
gelebilir: anlaşmaya çalışılan ülkenin başka bir devleti tercih etmesi ya da
mevcut müttefikin ayrılması. İttifakta esneklik bir devletin seçeneklerini
kısıtlayabilir; zira ideal koşullar altında devletin izlediği strateji, potansiyel
müttefikleri memnun, mevcut müttefikleri de tatmin edebilmelidir. İttifaklar,
tüm çıkarları uyuşmasa da bazı ortak çıkarları bulunan devletler tarafından
oluşturulur. Bu ortak çıkar genelde olumsuz bir özellik taşır: diğer devletlere
duyulan korku. Olumlu özellik taşıyan çıkarlar söz konusu olduğunda ise fikir
ayrılıkları ortaya çıkmaktadır. Neredeyse birbirinin dengi olan devletler
arasındaki ittifaklarda, müttefiklerin çıkarları ve bunları güvence altına alma
anlayışları hiçbir zaman uyuşmadığından stratejiler uzlaşarak üretilmektedir.
Rakip blokların iyi dengelendiği ve rekabetin önemli konuları gündeme
getirdiği durumlarda, müttefikini yarı yolda bırakmak kendi yıkımını göze
almak demektir. Çünkü kriz anında ittifakın politikasını daha zayıf veya
maceracı olan kısım belirleyecektir. Alınacak risk rahatsız edici olsa bile,
müttefikler bir girişime destek vermeyerek aralarındaki kopukluğu belli etmeyi
de, zayıf tarafın yenilgiye uğramasını da göze alamazlar.
Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinde yaşananlar, bu gibi durumlara çarpıcı
birer örnek teşkil etmektedir. Hem Üçlü İttifak’ın, hem de Üçlü İtilaf
devletlerinin neredeyse denk güçler olması, müttefikleri birbirlerine son derece
bağımlı hâle getirmiştir. Bu karşılıklı bağımlılığa iki taraf arasındaki sıkı
rekabetin eklenmesi şu anlama gelmekteydi: herhangi bir ülke müttefikini
zorlayabilecek olsa bile, tek bir ülke diğerleri üzerinde kontrol sahibi
Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni
179
olamayacaktı. Avusturya-Macaristan hücuma geçtiğinde Almanya takip etmek
zorundaydı; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşü Almanya’yı
Avrupa’nın ortasında yalnız bırakacaktı. Fransa hücuma geçtiğinde Rusya onu
takip etmek zorundaydı; Almanya Fransa’ya karşı galip gelirse Rusya da yenik
düşmüş sayılıyordu.
Kısır döngü bu şekilde devam ediyordu. Her devlet,
stratejisini müttefiklerinin kaygı ve hedeflerine göre düzenlemek, gücünü de
bunları göz önünde bulundurarak kullanmak zorundaydı, çünkü güçlü
müttefiklerden birinin yenilmesi veya ayrılması dengeyi bozardı.
Eşitlerden oluşan ittifaklarda devletlerden birinin ayrılması diğerlerinin
güvenliğini tehlikeye atar. Eşit olmayan devletlerden oluşan ittifaklarda ise daha
zayıf olan ülkelerin katkıları hem kısıtlı hem de diğerlerine göre daha
önemsizdir. Bu tür ittifaklarda takipçilerinin sadakatsizliği liderleri çok da fazla
kaygılandırmaz, zira bu takipçilerin genellikle başka bir seçeneği yoktur. 1914
yılındaki koşulları, Amerika Birleşik Devletler, Britanya ve Fransa’nın
1956’daki durumu ile karşılaştıralım. Birleşik Devletler, iki ana müttefikinin
Süveyş macerasından sıyrılıp bunlardan birine ağır ekonomik baskı
uygulayabilmişti. 1914’teki Avusturya-Macaristan gibi, Britanya ve Fransa da
emrivaki yaparak müttefiklerini zorlamaya ya da en azından durdurmaya
çalıştılar. Baskın taraf olan ABD ise iki müttefikini yola getirirken dikkatini asıl
düşmanına verebilecekti. Britanya ve Fransa’ya karşı çıkmak ne ABD’yi ne de
ittifakı tehlikeye atmaktaydı; çünkü Britanya ve Fransa’nın bizim güvenliğimiz
üzerindeki etkisi ile karşılaştırıldığında, bu iki devletin güvenliği bize daha
sağlam bağlarla bağlıydı. İttifak içi ilişkiler yönünden bakıldığında, ABD’nin
bedel ödemeyi göze alabilmesi, Almanya’nın ise bedel ödeyememesi çarpıcı bir
noktadır.
Eski usul güç dengesi politikalarında ittifakın esnekliği, stratejilerin
katılaşmasına ya da karar verme özgürlüğünün kısıtlanmasına neden olmuştur.
Yeni usul güç dengesi politikalarında ise tersi geçerlidir: iki gücün yönettiği bir
dünyada katı ittifaklar stratejide esnekliğe ve karar verme özgürlüğünün
artmasına yol açar. Çok kutuplu bir dünyada aşağı yukarı eşit olan ve
girişimlerinde işbirliği yapan taraflar, politikalarının ortak paydasını
aramalıdırlar. Aynı zamanda en düşük paydayı bulma ve kendilerini olabilecek
en kötü senaryoda bulma riskini göze alırlar. İki kutuplu bir dünyada ittifak
liderlerinin oluşturduğu stratejiler ise öncelikle kendi çıkarlarını gözetmeye ve
asıl düşmanlarıyla başa çıkmaya dayalı olabilir.
Ne Birleşik Devletler, ne de Sovyetler Birliği diğer ülkelerin onayını almak
zorundadır, fakat ikisi de diğeriyle başa çıkmak zorundadır. Çok kutuplu bir
dünyanın büyük güç politikasında kimin kime karşı tehlike teşkil ettiği, kimin
tehdit ve sorunlarla başa çıkabileceği hakkında kesin yargılara varılamaz. İki
kutuplu bir dünyanın büyük güç politikasında ise kimin kime karşı tehlike teşkil
180
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
ettiği gayet açıktır. Büyük güçlerden birinin talihiyle alâkalı herhangi bir olay,
otomatikman diğerinin ilgisini çeker. Kore’nin istilası sırasında Başkan Harry S.
Truman, Amerikalıların, Doğu Asya’da yaşayan bir halk olan Koreliler
hakkında hiçbir şey bilmediğini söyleyerek Neville Chamberlain’in
Çekoslovakya krizinde sarf ettiği sözlerinden alıntı yapamazdı. Onları bilmek ya
da çabucak tanımak zorundaydık.
İki gücün rekabetinde birinin kaybı kolayca diğerinin kazancına dönüşür.
Bunun sonucunda, iki kutuplu dünyanın güçleri dengeyi bozan olaylara hızlıca
tepki verir. Çok kutuplu bir dünyada ise tehlike her yere yayılmıştır,
sorumluluklar belirsizdir, hayati çıkarların tanımları ise kolayca anlaşılmaz hâle
gelebilir. Birçok devletin denge içerisinde var olduğu sistemde önde gelen
devletlerin dış politikası, diğer devletleri kışkırtmadan ve korkup birlikte hareket
etmelerine neden olmadan avantaj sağlamak amacıyla, ustaca oluşturulmuştur.
Günümüz Avrupa’sında zaman zaman muhtemel kazançların yararları,
muhtemel kayıpların riski ile karşılaştırıldığında ağır basmaktadır. Devlet
adamları da potansiyel rakiplerin birleşmesine neden olmadan bazı konular
hakkında ısrarcı davranabilmeyi ummuşlardır. Birden çok muhtemel düşmanın
var olduğu durumlarda, bu düşmanların eylem birliğinde bulunmaları zordur. Bu
nedenle ulusal liderler, tıpkı Theobald von Bethmann Hollweg ve Adolf
Hitler’in de dünya savaşlarından önce yaptığı gibi, rakiplerin birleşmeyeceğini
düşünebilir ya da umabilirler.
Çıkar ve hedefler arasında bir çatışma var ise, kriz çıkmaması çıkmasından
daha tedirgin edicidir. Krizler bir devletin, başka bir devletin gerçekleştirmeye
çalıştığı değişime ısrarla karşı koyması sonucunda meydana gelirler. Amerika
Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği iki kutuplu bir sistemin liderleri olarak
karşı koyma tutumunu kendileri gerçekleştirme eğilimindedirler, zira önemli
konular söz konusu olduğunda bu işi müttefiklerinin yapmasını umut edemezler.
Savaş sonrası dünyada görülen siyasi eylemler de bunu göstermiştir.
Yunanistan’da harekete geçen komünist gerillalar Truman Doktrinini meydana
getirmiştir. Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa devletleri üzerindeki kontrolünü
arttırması, Marshall Planı ve NATO’ya, bunlar da Kominform ve Varşova
Paktı’na yol açmıştır. Batı Almanya hükümeti oluşturma planı ise Berlin’in
Sovyetler tarafından abluka altına alınmasını getirmiştir. Geçtiğimiz kırk yılda
verdiğimiz tepkiler Sovyetler Birliği’nin eylemlerine, onların karşılıkları da
bizim hareketlerimize bağlı olmuştur.
Çok kutuplu bir dünyada büyük güçlerden birinin ya da hepsinin birden
yanlış tahminlerde bulunması büyük tehlike teşkil etmektedir; büyük güçlerden
birinin veya ikisinin birden aşırı tepki vermesi ise iki kutuplu dünyada büyük
tehlike teşkil etmektedir. Bu durumda hangisi daha kötüdür: yanlış tahminler mi,
yoksa aşırı tepki mi? En sonunda statükoyu tehdit ederek mevcut güçleri savaşa
Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni
181
sürükleyecek bir olaylar zincirine neden olması daha muhtemel olduğundan
yanlış tahminler daha tehlikelidir. Aşırı tepki ise en kötü ihtimalle gereksiz
silahlanma için harcamalara neden olduğu ve küçük savaşların çıkmasına neden
olabileceği için aynı derecede tehlikeli değildir. Dahası, iki kutuplu sistemin
dinamiği düzeltmelerin yapılabilmesine de olanak sağlar. Ortak paydaları
birbirlerine düşmanlık olan iki devletin diğerlerini gölgede bıraktığı bir dünyada
bilinçli tepkilerin yararları gayet nettir, sorumsuz davranışlara karşı yaptırımlar
ise sahip olabilecekleri en büyük etkiye ulaşmışlardır. Böylece izolasyon
geleneğini sürdüren, uluslararası siyaset konularına bilgisiz ve fevri
yaklaşımlarıyla ünlü iki devlet–her zaman ve her yerde olmasa da tüm hayati
vakalarda–ihtiyatlı, atik, tedbirli, esnek ve hoşgörülü davranabilmiştir.
Dahası, iki kutuplu bir dünyada büyük güçlerin ekonomilerine bakıldığında,
çok kutuplu sistemin büyük güçlerinin birbirlerine daha bağlı olduğu görülür.
Büyük güçlerin sayısı azaldıkça geriye kalan güçler büyür; bir devlet ne kadar
büyürse kaynakları o kadar çeşitli olur. Kıta büyüklüğündeki devletler
ticaretlerinin daha küçük bir kısmını, örneğin en parlak dönemindeki Britanya,
Fransa veya Almanya gibi, yurt dışındaki ülkeler ile yaparlar. Modern tarihte
daha önce, savaş sonrası Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği gibi dış dünyaya
bu kadar az ihtiyaç duyan ve birbirlerinin işine bu kadar az karışan iki büyük
güç daha önce hiç var olmamıştır. Çıkarlarının ayrılığı, çatışma olasılığını
azaltmakta ve ikisi de güvenlik konusundaki çıkarlarını diğerine göre belirlese
bile, isterlerse birbirlerini rahat bırakma olanağını sağlamaktadır.
Tarafların birbirine ihtiyaç duyması, tehlikenin yaygınlığı, karşılıkların
belirsizliği: Bunlar çok kutuplu bir dünyada büyük güç politikalarının
özellikleridir. Tarafların kendilerinden başkasına bağlı olmaması, tehlikelerin
netliği, kimin bu tehlikeler ile başa çıkacağının bilinmesi: Bunlar ise iki kutuplu
bir dünyada büyük güç politikalarının özellikleridir.
SICAK SAVAŞTAN KAÇINMAK: BİRİM DÜZEYİ
Savaştan sonra barışın sürdürülebilmesinin en büyük nedenlerinden biri II.
Dünya Savaşı’nda eski çok kutuplu dünyanın yıkılmış ve yerini iki kutuplu bir
dünyanın almış olmasıdır. İki kutuplu bir dünyada rekabetin sıkı ancak baş
edilebilir düzeyde olmasını bekleriz. Ancak ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki
“uzun barışın” nedeninin sadece iki kutupluluktan kaynaklandığına inanmak da
güçtür. İki tarafın da hissettiği şüphenin derinliği ve boyutları da hesaba katılırsa
yaşanan krizlerden bir veya ikisinin daha önceleri meydana gelmiş olsalardı
onları savaşa sürükleyeceğine inanmak ise son derece kolaydır. Bunun neden
gerçekleşmediğini tam olarak açıklayabilmek için barışı sağlayan diğer büyük
silahı incelemeliyiz: nükleer silahlar.
182
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Devletler karmaşa içerisinde var olmaya devam etmektedirler. Bu gibi bir
düzende kendi başının çaresine bakmak en önemli eylemdir; ülkeler ise kendi
başlarının çaresine en iyi kendi güvenliklerini sağlayarak bakabilirler. Bu
nedenle, barışı getiren ihtimalleri incelerken sorulacak ilk sorular devletlerin ne
amaçla güç kullandığı ve kullandıkları strateji ve silahlar hakkındadır. Eğer
devletler aktif olarak güç kullanmadan en büyük hedeflerine ulaşabilirlerse barış
ihtimali yükselir. Muhtemel getiriler ile karşılaştırıldığında, savaş maliyeti
arttıkça savaş olasılığı da düşer. Hem eski, hem de yeni gerçekçi kuram,
devletlerin ve sistemlerinin talihini belirleyen güçler arasında askeri teknoloji ve
stratejinin oynadığı hayati role dikkat çekmektedir.
Alışılagelmiş silahlar ile karşılaştırıldıklarında, nükleer silahların devletleri
savaş ilan etmekten çok daha kesin bir şekilde caydırdığı ileri sürülebilir.
Alışılagelmiş düzende devletler hem kazanabileceklerine, hem de kaybetseler
bile yenilginin bedelinin katlanılabilir olacağına inanabilirler; buna rağmen I. ve
II. Dünya Savaşı atom bombaları kullanılmadan önce bile son bahsedilen
inancın sorgulanmasına neden olmuştu. ABD ve Sovyetler Birliği şu anda
sadece alışılagelmiş silahlara sahip olsalardı bu savaşlardan alınan dersler,
özellikle de savaşlardan ABD’den fazla etkilenen Sovyetler Birliği tarafından,
çok daha net hatırlanırdı. Atom hiç bölünmemiş olsaydı bu iki ulus hâlâ
birbirinden çok korkuyor olurdu. Gittikçe daha da yıkıcı olan geleneksel
silahlara sahip olan bu devletler savaştan kaçınmak için ciddi çabalar harcamak
zorunda kalırlardı. Ancak alışılagelmiş düzende devletler, iki dünya savaşının
sonuçları gibi üzücü ve çetin dersleri bile zor almışlardır. Modern tarih boyunca
mutlaka tehlike yaratacak kadar güçlenecekmiş gibi görünen bir büyük güç
olmuştur: örneğin XIV. Louis ve Napoleon Bonaparte dönemlerinde Fransa ile
II. Wilhem ve Hitler dönemlerinde Almanya. Her vakada karşıt bir koalisyon
kurulmuş ve genişlemekte olan devleti püskürtmüştür. Tarihten alınan ders gayet
açık gibi görünmektedir: Uluslararası siyasette başarı yenilgiye neden olur. Bir
devlet ya da koalisyonda aşırı güç toplanması, diğerlerinin karşı koyması ile
sonuçlanmaktadır. Bununla beraber, genişleme politikası uygulayan ülkelerin
liderleri ustaca yürütülen diplomatik ilişkilerin ve zekice hazırlanmış
stratejilerin, güç dengesi politikalarının normal sürecini aşmalarına yardımcı
olacağına ikna olmuş durumdadırlar.
II. Dünya Savaşı deneyimi, iki kutupluluk ve geleneksel silahların yıkım
gücünün artmış olması nedeniyle III. Dünya Savaşı’nın diğer dünya savaşlarına
göre daha zor çıkacağı söylenebilir; nükleer silahların varlığı ise bu zorluğu
çarpıcı biçimde arttırmaktadır. Nükleer silahlar, savaşların geleneksel
nedenlerinin birçoğunu tersyüz edebilir ya da çürütebilir. Nükleer silahların
tehdidine rağmen bile savaş çıkabilir; ancak ne kadar büyük oynanırsa ve bir
ülke zafere ne kadar yaklaşırsa, o ülkenin misillemeye davetiye çıkaracağı ve
Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni
183
kendi yıkımını göze alıyor olacağı da o kadar kesindir. Sadece alışılagelmiş
silahlar kullanılıyor olsa bile fetih yoluyla önemli derecede güç kazanmak
günümüzde, nükleer gücün hâkim olduğu dünyada mümkün değildir. Sovyet
Liderlerinin dünya hâkimiyeti konusunda tartışmalı kazançlar uğruna felaket
getirebilecek riskleri alacak kadar kararlı olduğuna inanan bireyler,
hükümetlerin davranış biçimlerini anlamakta zorlanmaktadırlar. Bir şehir
kaybetmeyi mi göze alabiliriz, iki mi? İki şehir mi, yoksa on mu? Sorulması
gereken sorular bunlar olduğunda devlet liderleri alınacak riskleri değil,
risklerden nasıl kaçınılacağını düşünmeye başlarlar.
Caydırıcı olmak, pek çok askeri strateji uzmanının iddia ettiği kadar zor
değildir. Geleneksel düzende eğer bir ülke başarının olası olduğunu düşünüyorsa
mantıklı olan saldırıya geçmesidir. Nükleer gücün hâkim olduğu düzende ise bir
devletin zaferi garantilemeden saldırması mantıklı olmaz. Ülke, düşmanın
karşılık vermesinin sadece bir olasılık olduğuna inansa bile saldırmaktan
cayacaktır. Caydırıcılık için karşı saldırı ihtimalinin kesin değil, muğlak olması
gerekmektedir, çünkü karşı saldırı durumunda ülke her şeyi kaybetmeyi göze
almaktadır. Clausewitz’in de belirttiği gibi: Savaş mutlak hale gelir ise “son
adımın ne olacağını düşünmeden ilk adımı atmamak” hayati önem taşır.6
Nükleer silahlar, zaferin olası sonuçlarını bile akla getiremeyecek kadar
dehşet verici hale getirmektedir. Nükleer güçlerin çözmesi gereken asıl sorun
savaşın tüm nedenlerini ortadan kaldırmak mümkün değilken barışın nasıl
sürdürüleceğidir. Uluslararası siyasetin yapısı bir değişime uğramamıştır; hala
anarşik yapısını korumaktadır. Nükleer devletler askeri alanda rekabete devam
etmektedirler. Devletlerin her biri kendi güvenliğini sağlamaya çalışırken savaş
olasılığı daimidir. Devletlere anarşinin hâkim olduğu noktada, savunma ve
caydırma araçlarını saldırı araçları ile orantılı biçimde geliştirmek barış
ihtimalini yükseltmektedir. Savunma ve caydırmayı kolaylaştırıp saldırıya
geçmeyi zorlaştıran silah ve stratejiler savaş çıkma olasılığını düşürür.7
Savaş çıkma olasılığı yok olmasa bile, nükleer silahlara sahip olan devletler
ile savaşa girme olasılığı çarpıcı oranda azalmıştır. Yüzyıllar boyunca büyük
güçlerin küçük devletlere göre çok daha fazla savaşa girdiği görülmüştür;
savaşların çıkma sıklığı ise devletlerin birim düzeyindeki niteliklerinden çok
yapısal özellikleri–uluslararası arenada duruşları–ile daha yakından bağlantılıdır.
Buna rağmen askeri teknolojideki, yani birim düzeyindeki bir değişiklik
yüzünden savaş ilan etmek giderek fakir ve zayıf devletlerin ayrıcalığı haline
6
7
Karl von Clausewitz (ed. Anatol Rapaport; çev.J.Graham), On War (Hammondsworth,
1968), V, 374·
Bkz. Malcolm W. Hoag, "On Stability in Deterrent Races," Morton A. Kaplan (ed.) içinde,
The Revolution in World Politics (New York, 1962), 388-4w; Robert Jervis, "Cooperation
under the Security Dilemma," World Politics, XXX (1978), 167-214.
184
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
gelmiştir. Nükleer silahlar savaş olgusunu uluslararası siyasetin merkezinden
kovmuştur. Yani birim düzeyindeki bir değişim, yapısal bir etkiyi önemli
derecede azaltmıştır.
Nükleer silahlara sahip devletler arasında savaş çıkma ihtimali sıfıra düşmek
üzeredir. Ancak, James’in de ileri sürdüğü gibi, “gerçek savaş,” savaş
hazırlıklarında saklı olabilir. Caydırıcı stratejinin mantığı, eğer böyle bir strateji
uygulanıyor ise, “gerçek savaşların” nedenlerinin sınırlarını da belirlemektedir.8
Geleneksel düzenin hâkim olduğu bir dünyada, uluslararası siyasetin yapısı
devletleri silahlanma yarışına dâhil olmaya teşvik etmektedir. Nükleer dünyada
ise caydırıcı politikalar rekabetin önüne geçme olasılığını sağlamaktadır.
Geleneksel silahlar karşılaştırmaya tabidir. Bu tür silahlar kullanıldığında
rekabet içerisindeki ülkeler her an güçlerini karşılaştırmak zorundadırlar. Bir
ülkenin güvenliği silahlarının nicelik ve niteliğinin, stratejilerinin
uygunluğunun, toplum ve ekonomisinin dayanıklılığının ve liderlerinin
ustalığının diğer ülkelerinki ile karşılaştırıldığındaki durumuna bağlıdır.
Nükleer silahlar ise göreceli değil, mutlak silahlardır.9 Diğer devlet askeri
güçlerine takviye yaparak ilk darbede düşmanını etkisiz hale getiren olanaklara
sahip olmadığı sürece, bu silahlar bir devletin kendi stratejik kuvvetlerine
sınırlama getirmesini mümkün kılmaktadırlar. Eğer hiçbir devlet kendilerinden
son derece emin bir şekilde düşmanını etkisiz hale getiremeyecek ise stratejik
kuvvetleri karşılaştırmak da anlamsız hâle gelecektir. Caydırıcılık söz konusu
olduğunda sorulacak soru ne kadarın yeterli olacağıdır, yeterlilik ise ikinci darbe
kabiliyeti ile belirlenir. Bu yorum, caydırıcı gücün her türlü saldırıyı
caydırabileceği anlamına gelmemektedir; bunun yerine, ek kuvvetlerin belli bir
noktadan sonra belli bir taraf için ek güvenlik sağlamadığını, diğerlerine karşı da
fazladan tehdit teşkil etmediğini belirtmektedir. Sistemdeki iki ana güç ikinci
darbe kuvvetlerine uzun zamandır sahiptirler ama ikisi de diğerini etkisiz hâle
getirebilecek bir saldırı düzenleyememiştir. İki tarafın da bunlara rağmen
gereksiz silah yığınlarına yenilerini eklemeye neden devam ediyor olmaları ise
cevabı ancak ABD’de ve Sovyetler Birliği’nde bulunabilecek bir bilmecedir.
SICAK VE SOĞUK SAVAŞLAR
Hem sıcak, hem soğuk savaşların kökeni uluslararası siyaset sisteminin
yapısına dayanmaktadır. Amerikalıların birçoğu Sovyetler Birliği toplumu ve
8
9
William James, "The Moral Equivalent of War," Leon Bramson ve George W.
Goethals (editörler) içinde, War: Studies from Psychology, Sociology, and Anthropology (New
York, 1968; yeniden düzenlenmiş baskı) 23.
Karşılaştırınız Bernard Brodie, The Absolute Weapon: Atomic Power and World Order (New
York, 1946), 75-76.
Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni
185
hükümetinin doğasından kaynaklanan eylemlerden yola çıkarak Soğuk Savaş’ın
sorumluluğunu bu devlete yüklemektedir. Revizyonist tarihçiler baskın görüşe
karşı çıkarak suçu Birleşik Devletlere yüklemektedirler. Onların iddiasına göre,
Soğuk Savaş’ı başlatan şey Amerikalıların bir hatası ya da kötücül çıkarları veya
Sovyetlerin hedefleri hakkında asılsız varsayımlarıdır. İki şekilde de asıl mesele
gözden kaçırılmaktadır. İki kutuplu bir dünyada iki büyük gücün de diğerini
korkularının odak noktası haline getirmesi, gerekçelerinden şüphe duyması ve
savunma amaçlı önlemlere saldırgan niyet yüklemesi kaçınılmazdır. Asıl soru
Soğuk Savaş’ı kimin değil, neyin başlattığıdır. Birim düzeyindeki kuvvetleri
değiştikçe kapasitesi ve sertliği farklılık gösterse de Soğuk Savaş devam
etmektedir. Savaş sonrası uluslararası siyasetin yapısından kaynaklanmaktadır
ve bu yapı ayakta kaldıkça bu savaş da devam edecektir.
Sıkı rekabet içeren herhangi bir sistemde bir taraf ya paranoyak ya da
kaybeden olarak görülecektir. Sovyetler Birliği’ne paranoyayı yakıştıran pek
çok Amerikalı de devletin önde gelen politikacıları hakkında pek yorum
yapmamaktayken, uluslararası siyasi sistem hakkında çok şey söylemektedirler.
Yine de, nükleer silahların varlığı sayesinde Soğuk Savaş’ın ısısı yükselmemiş,
büyük devletler arasında şiddetli bir savaş hâlini almamıştır. Büyük savaşlara
girmenin sınırları nükleer güçleri tedirgin bir barış sistemine dâhil olmaya
zorlamıştır. Sıcak savaşlar uluslararası siyasetten kaynaklanmaktadır. Bu yargı,
nükleer silahların varlığı aracılığıyla sıcaklığın düşük tutulduğu Soğuk Savaş
için de geçerlidir.
KAYNAKLAR
Robert Jervis,”Cooperation under the Security Dilemma,” World Politics, XXX
(1978.
Bernard Brodie, The Absolute Weapon: Atomic Power and World Order (New
York, 1946).
Hans J. Morgenthau,”International Relations: Quantitative and Qualitative
Approaches,” Norman D. Palmer (ed.), A Design for International Relations
Research: Scope, Theory, Methods, and Relevance (Philadelphia, 1970). .
Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations (New York, 1973; 5. baskı). .
John H. Herz,”Idealist Internationalism and the Security Dilemma,” World
Politics, II (I950), I 57-ISO.
Karl von Clausewitz (ed. Anatol Rapaport; çev. J.]. Graham), On War
(Hammondsworth, 1968).
Malcolm W. Hoag,” On Stability in Deterrent Races,” Morton A. Kaplan (ed.),
The Revolution in World Politics (New York, 1962).
186
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
William James,”The Moral Equivalent of War,” Leon Bramson and George W.
Goethals (ed.), War: Studies from Psychology, Sociology, and
Anthropology (New York, 1968).
Yeni Gerçekçilik Kuramına Göre Savaşın Kökeni
187
Vestfalya’dan Waterloo’ya Güç Değişimleri ve Büyük Güçler Savaşı
189
KOMŞULAR NEDEN SAVAŞIR? YAKINLIK,
ETKİLEŞİM VEYA BÖLGESELLİK
JOHN A. VASQUEZ
Çeviren: Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen*
Devletlerarası savaşların birçoğu komşular arasında başlar veya çıkar.
Komşuluk ve savaş arasındaki ilişki uzun zamandır bilinmesine karşın barış
çalışmalarında ihmal edilmiştir. Bu durumun ana nedeni, bu ilişkinin savaşın
temelinde yatan neden yerine savaş fırsatını yansıtması dolayısıyla esasen
önemsiz görülmesidir. Toprak ve savaşların ortaya çıktığı diğer konular üzerine
yapılan yakın tarihli çalışmalar bu yorumu sorgulamaya başlamıştır. Bu makale,
komşular arasında savaş kümelenmesinin bölgesel olarak önemli olabileceğini
öne sürmektedir. Bu ilişkinin kuramsal bir açıklamasını sunarak yakınlık ve
etkileşim açıklamalarıyla yan yana koymaktadır. Hangisinin en uygun olduğunu
görmek amacıyla açık kriterler bakımından her üç açıklama da
değerlendirilmektedir. Ancak nihai olarak her açıklamanın kendisini
olumsuzlayabilecek bir dizi test belirlemesi gerekmektedir ki bu makale
bölgesellik açıklaması için bunu yapmaktadır. Makale bu kuramsal açıklama
doğru olduğu takdirde Soğuk Savaş sonrasında barışa ilişkin bazı çıkarımlarla
sona ermektedir.
GİRİŞ
Bir sosyal bilimin olgunlaşmasının işaretlerinden birisi de bulgularının rakip
kuramsal yaklaşımların bu bulgulara bir açıklama getirmesine sebep olacak
derecede merak uyandırıcı olmasıdır. Her ne kadar bu durum farklı
açıklamaların kendi başlarına belli bir hipotez iddiasında bulunmaları ve
dolayısıyla bu hipotez temelinde rakip bir kuramdan ayrılamamaları anlamına
*
Yrd.Doç.Dr. Emre Erşen Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası
İlişkiler bölümünde görevlidir.
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
191
gelmekte ise de bir bilim dalının bu tür ikilemlere sahip olması olgunluk
işaretidir, zira ampirik bir düzenliliğin ortaya çıktığına ilişkin genel kabul gören
bir uzlaşmanın var olduğu anlamına gelir. Genelde uluslararası ilişkilerde,
özelde barış araştırmalarında ise kuramların kanıtlarla desteklenen bir içeriği
paylaştığı bu tür bir kesin ampirik davranış biçimleri tanımlamasına sahip
değilizdir. Bunun yerine sorunumuz kanıtlarla desteklenen içeriğe sahip
herhangi bir kuram bulamamak olmuştur (bkz. Vasquez, 1983, s. 12).
Fakat bu durum değişmeye başlamış olabilir. Bazı araştırmacılar demokratik
devletlerin birbirleriyle savaşmayacağı bulgusunu elde etmişlerdir. Az sayıda
vakaya dayanıyor olsa da sorun bunun neden böyle olduğunu kuramsal olarak
açıklamaya çalışmaktır. Bir süredir kesin istatistiksel deliller bulunuyor olsa da
bu bulgu yakın zamana kadar göz ardı edilmiştir (bkz. Babst, 1964; Small &
Singer, 1976; Rummel, 1983). Bu makalede barış çalışmalarında uzun zamandır
ihmal edilen bir başka temel bulguyu, yani pek çok savaşın komşu devletler
arasında vuku olduğu gerçeğini inceleyeceğim. Eğer bazılarının dediği gibi,
demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmamaları bir kanun ise, o zaman pek
çok savaşın komşular birbirleriyle savaştıkları için vuku bulduğu da aynı
derecede bir kanundur. Ben insan davranışını bu kadar kati görmediğim için
kanunlar yerine eğilim ve olasılıklardan bahsetmeyi tercih ederim. Yine de
savaşlarla komşular arasındaki ilişki ihmal edilen güçlü bir ilişkidir.
Komşular neden savaşır? Pek çok realist, uluslararası siyasetin bir güç
mücadelesi olması nedeniyle tüm devletlerin ya savaşa hazırlandığını, ya aktif
olarak savaş içinde olduklarını veya savaşın yaralarını sarmaya çalıştıklarını
varsaymıştır (Morgenthau, 1985, s. 52). Bu durumda basitçe tüm devletler
savaşa yatkın olduğu için komşular da savaşırlar. Fakat bu durum savaşların
komşular arasında olağan olmayan biçimde yoğunlaştığına ilişkin oldukça güçlü
bulguyu göz ardı etmektedir. Üzerinde daha fazla düşünülmüş yanıta göre ise
sadece birkaç devlet komşu olmayan devletlerle savaşma yetenek veya fırsatına
sahip olduğu için savaşlar komşular arasında yoğunlaşmaktadır. Bu realist
yaklaşımın çıkardığı sonuç, yeterli yetenek ve fırsat olması durumunda
temeldeki güç mücadelesi nedeniyle komşu olmayan devletler arasında da savaş
olabileceğidir.
Bu nedenlerle pek çok araştırmacı, komşularla savaş arasındaki ilişkiyi
olağandışı ve/veya önemsiz olduğu ve dolayısıyla da herhangi bir kuramsal
öneme sahip olmadığı için elemiştir. Ben bunun bir hata olduğunu ve bulguyu
göz ardı ederek sadece kendi kuramsal veya ampirik anlayışımız için değil,
Soğuk Savaş dönemi sonrasında karşımızdaki bazı ana sorunlara siyasal
çözümler geliştirme yeteneğimiz için de ümit verici olabilecek bir araştırma
alanını ihmal ediyor olabileceğimizi iddia ediyorum.
192
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Analizime önce komşu olmakla birbirine karşı savaşmak arasındaki güçlü
ilişkiye dair kanıtları detaylandırmakla başlayacağım. Sonra komşuların neden
birbirleriyle savaştıklarına dair üç temel açıklamayı – yakınlıkları, yüksek
etkileşimleri veya bölgesellikleri nedeniyle – detaylandıracağım. Bu bölümde
eldeki kanıtlara bakarak yakınlık ve etkileşim açıklamalarının kuramsal
yeterliliğini sorgularken bölgesellik açıklamasının daha güçlü olduğunu gösteren
iddialar sunacağım. Üçüncü bölümde ise kuramsal ikilemi çözmek her bir
tarafın kendi ampirik kesinliğini rakiplerinden ayıracak bir veya daha fazla test
belirlemesi gerektiğini iddia edeceğim. Daha sonra bölgesellik açıklaması için
birkaç ampirik test önereceğim. Soğuk Savaş sonrası dönemde bölgesellik
açıklaması için birtakım siyasal çıkarımlar önererek bitireceğim.
KOMŞULUK, KOMŞULAR VE SAVAŞ
Bir nesil önce Lewis Richardson (1960, s. 250) tipik savaşın iki ülkeli
olduğunu ve pek çok savaşın da nadiren dört ülkenin ötesine geçtiğini
göstermiştir. 1480’den 1941’e kadar bulduğu 200 savaşın yarısından fazlasında
(117) iki ülke, 28 tanesinde üç ülke, 12 tanesinde üç ülkeye karşı bir ülke gibi
bir dağılım vardır. Richardson’un yazdıklarına bakarak pek çok savaşın ülkeler
olarak karadan veya 150 mil içinde kalmak şartıyla denizden komşu olduğuna
ilişkin önemli miktarda ampirik kanıtımız bulunmaktadır.
1815’ten 1976’ya kadar büyük devletler üzerine yaptığı çalışmasında
Wallensteen (1981, ss. 70-72, 84) komşuluğun askerî karşı karşıya gelmenin ve
savaşa yol açan çatışmanın önemli bir kaynağı olduğunu belirtmiştir: komşu
çiftlerin %93’ü arasında en az bir askerî karşı karşıya gelme gerçekleşirken
%64’ü arasında en az bir savaş vuku bulmuştur. 1816-1980 döneminde
devletlerarası rekabeti inceleyen çalışmasında Diehl (1985, ss. 1206 f.) savaş
düzeyine tırmanan ciddi anlaşmazlıklarla (Wallensteen buna askerî karşı karşıya
gelme demektedir) diğerlerini ayıran temel özelliğin, anlaşmazlığın rakiplerin
birinin alanı içinde veya bu alana yakın gerçekleşip gerçekleşmediği olduğunu
saptamıştır. Bu tür anlaşmazlıkların yaklaşık %25’i savaş düzeyine tırmanırken
bu özellikte olmayan anlaşmazlıkların %2’si savaşla sonuçlanmaktadır. Diehl
ayrıca savaşa giden 13 rekabetin 12’sinin komşu ülke veya rakiplerin birinin
ülkesini içeren bir askerî karşı karşıya gelme ile başladığını göstermiştir.
Diehl’in analizi iki ana devlete komşu olan bir alanda ortaya çıkan kriz veya
askerî uzlaşmazlığın bu ülkeler arasında çıkabilecek diğer krizlere kıyasla
savaşa yol açmaya daha yatkın olduğunu göstermektedir. Wallensteen ve
Diehl’in çalışmaları sadece büyük devletler veya bunların bir alt grubu ile
ilgilendikleri için sınırlı kanıt sunmaktadır.
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
193
Gochman (1990) ve Bremen (1992) tarafından yapılan çalışmalar sırasıyla
1816-1975 dönemindeki bütün devletlerarası askerî anlaşmazlıklar ve 18161965 dönemindeki tüm devletlerarası savaşları inceleyerek bu sınırlamayı
aşmaktadır. Gochman (1990, Tablo 8) askerî anlaşmazlık içindeki devletlerin
yaklaşık %66’sının komşu olduğunu saptamıştır. Daha da önemlisi,
anlaşmazlıktaki kuvvet düzeyi sözel tehditlerden kuvvet gösterisine ve açık
savaşa yükseldiğinde komşu ülkelerin yüzdesi de %63.8’ten %78’e
yükselmektedir. Bremer’in (1992) bulguları daha da etkileyicidir. Savaş
olasılığını arttırdığı düşünülen yedi kuramsal kritik faktör arasında komşuluğun
en önemlisi olduğunu göstermektedir. Diğer altı faktörün de ancak komşuluk ile
bir araya geldiğinde potansiyel bir etki yaratabileceğini söylemesi de eşit
derecede önemlidir. Bu tür bir bulgu ancak çoğu savaşın komşular arasında
savaşılması ile ortaya çıkabilir.
Savaşların aslında büyük ölçüde komşular arasında kümelendiğine ilişkin
doğrudan kanıt ise 1815’ten bu yana yapılan savaşlara ilişkin Savaş Bağıntıları
projesinin verilerinde bulunabilir. Singer (1990, s. 9) devletlerarası savaşların
%80’inden fazlasının komşular arasında olduğunu göstermiştir. Aynı veri
grubunda yapılan başka bir incelemede (Small & Singer, 1982, ss. 82-85)
1816’dan 1980’e kadar yapılan 67 devletlerarası savaşın 8’i dışında hepsinin
(%88) komşular arasında başladığını ve bu 8 savaşın hepsinin büyük devletlerin
dâhil olduğu emperyal savaşlar olduğunu göstermiştir (bkz. Vasquez, 1993, ss.
134-135). Bu kalıp, 1815 öncesindeki devletlerarası rekabet ve savaş için de
geçerli görünmektedir (bkz. Vasquez, 1993, ss. 134-135). Holsti’nin (1991)
1648-1814 döneminde yapılan büyük savaşlar listesi veritabanı olarak
kullanılarak %91’inin (58’de 53) komşular tarafından başlatıldığı saptanmıştır.
Benzer biçimde (Wayman & Jones, 1991 tarafından tanımlandığı şekilde)
devletlerarası rekabetlerin %86’sı (28’de 24) komşular arasında gerçekleşmiştir.
O halde komşular, sistemdeki savaşların ve tekrarlanan askerî karşı karşıya
gelmelerin pek çoğundan sorumludurlar.
Richardson’un (1960) savaş büyüklükleriyle ilgili çalışmasıyla beraber
değerlendirildiğinde komşuluğa ilişkin tüm kanıtlar 1495’ten günümüze modern
küresel sistemdeki tipik savaşın iki komşu arasındaki savaş olduğuna kuvvetli
biçimde işaret etmektedir. Bu sonuca istatistiksel bir veri veya tarihsel bir
hakikat olarak çok az kişi itiraz edecektir. Esas soru bu yüksek derecede teyit
edilen kalıbın kuramsal bir önemi olup olmadığıdır. Bir başka deyişle belli sınıf
devletler arasında savaşın bu yüksek yoğunluğunu nasıl açıklarız (veya makul
açıklama getiririz)?
RAKİP AÇIKLAMALARI DEĞERLENDİRMEK
194
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Bir bulgu için birden fazla açıklama olduğunda nispi faydalarını şu şekillerde
değerlendirmek mümkündür: (a) mantıksal tutarlılık ve inandırıcılıklarını
inceleyerek, (b) tutarlılıklarını sorunla dolaylı olarak ilişkili çalışmalar da dâhil
olmak üzere ilgili tüm kanıtlarla karşılaştırarak ve (c) farklı açıklamaların farklı
öngörülerde bulunduğu testler belirleyerek. İlk iki kriter bu bölümde, üçüncüsü
ise bir sonraki bölümde uygulanacaktır.
Yakınlık ve Etkileşimler Açıklamalar
Yakın zamana kadar en yaygın kabule sahip açıklama, komşuluk ile savaş
arasındaki ilişkinin yakınlığa bağlı olduğu, yani savaşların ancak birbirine
ulaşabilen devletler arasında olabileceğiydi. Bolivya ve Botsvana (ya da aynı
şekilde Bahamalar) çok uzak olduklarından birbirleriyle savaşmayacaklardır.
Bazı durumlarda uzaklık iki tarafın da saldırmasını fiziksel olarak imkânsız
kıldığı, bazı durumlarda ise etkileşimi çok aza indirerek tarafların birbirleriyle
savaşacak bir neden bulmalarını mantıksızlaştırdığı için savaş çıkmaz. Uzaklık,
hem savaş fırsatını, hem de savaşa girme iradesini (motivasyonunu) etkiler
(Most & Starr, 1989).
Üzerinde daha fazla düşünüldüğünde ise bu ilişki kuvvet kaybı ölçüsü
bakımından açıklanmaktadır (Boulding, 1962). Bir devletin kuvveti, gücünü
yansıtmakta olduğu anavatandan uzaklaştıkça azaldığı için gücünü kendi evine
daha yakın kullanma yetisi daha yüksektir. Birbirlerinden çok uzak olan
devletler arasında bir savaşın daha az olası olduğu varsayılır, zira savaşı karşı
tarafa götüren devletin dezavantajı daha büyük olacaktır.1
Tek neden olmasa da yakınlık açıklamasının akla yatkın olmasının nedeni
kısmen de komşuluk ve savaş üzerine varılan önceki bulguların yakınlık
bakımından ifade edilmesi ve başkentler arasındaki mesafeyi ana ölçü olarak
kullanmalarıdır. Dolayısıyla hem Gleditsch & Singer (1975) hem de Garnham
(1976) savaşan devletlerin savaşmayan devletlere kıyasla (başkentleri arasındaki
mesafe bakımından) birbirlerine daha yakın olduğunu bulmuşlardır. Bu tür bir
bulgu muhtemelen çoğu savaşın komşular arasında savaşıldığı gerçeğinin bir
işleviyse de başkentler arasındaki mesafe ölçüsü bizi kuvvet kaybı ölçüsü
bakımından düşünmeye teşvik etmektedir.
Yakınlığı fırsat olarak ele alan açıklama ile etkileşim ve ülkesellik
açıklamaları arasındaki temel fark, yakınlık açıklamasının nispeten sabit olan bir
özellik üzerinde durmasıdır. Mantıksal olarak komşuluk veya yakınlık gibi bir
nispi sabitin savaş gibi oldukça nadir bir şeyin nedeni olması mümkün değildir
1
Bölgesellik açıklamasına ilişkin bir testin barış içinde yaşayan ama komşu olmayan ikililer lehine daha
az önyargılı olmasını sağlamanın bir yolu, Bolivya ve Botsvana gibi mevcut teknoloji ve silahlı
kuvvetler düzeyinin birbirlerine erişimine olanak vermediği ikilileri dışarıda bırakmaktır.
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
195
(bkz. Allan, 1983, s. 7). Komşuluk bir sabit olduğuna göre, komşu devletlerin
savaşa girmelerini ne belirler? Diğer bir deyişle devletler genellikle başka bir
devletle komşudurlar ve komşular da genelde uzun zamandır komşu
durumundadırlar, fakat her zaman savaşmazlar. O halde yakınlık nasıl savaşın
bir nedeni olabilir?
Gerçek manada olamaz ve yakınlığı fırsat olarak ele alan açıklama daha
yakından incelendiğinde yakınlığın savaşa neden olduğunu değil, savaş fırsatı
verdiğini gösterdiği görülmektedir. Bu da yakınlığın savaş için gerekli bir koşul
olduğunu gösterir, ancak bu sadece uzak devletlerin birbirlerine ulaşamaması
anlamında daha az önemli bir gerekli koşuldur.
Daha sonra ortaya çıkan iddia ise, teknoloji devletlerin küresel erişimlerini
geliştirdikçe komşu olmayan devletler arasında savaş fırsatının da artması
gerektiğidir. Büyük devletler zaten bu eğilimi göstermektedir. Örneğin ABD
Vietnam’da savaşabilmiştir. İngiltere ve Arjantin Falkland/Malvina adaları için
savaşmışlardır. Japonya ve ABD II. Dünya Savaşı’nda Pasifik’te savaşmıştır.
O halde bu açıklamanın içerdiği aslında yakınlık değil, askerî erişimdir.
Askerî erişimin sınırları yükseldikçe savaş komşular arasında daha az
yoğunlaşır. Hava gücünden füze yeteneğine doğru gerçekleşen değişim (dış
uzaya çıkma yeteneği de dâhil), yakınlığı fırsat olarak ele alan açıklama
açısından savaş ve komşular arasındaki ilişkinin askerî erişimdeki ilerlemelerle
birlikte azalması gerektiğini öne sürmektedir. Teknolojideki bu tür ilerlemeler
kuvvet kaybı ölçüsünü azaltacaktır.2
Yakınlık açıklaması komşularla savaşlar arasındaki ilişkiyi yapay ve önemsiz
görür. Bana göre bu açıklamanın mantığı, gelecekte askerî erişim geliştikçe bu
ilişkinin de kaybolacağını veya en azından zayıflayacağını söylemektedir. Eğer
2
Bazıları teknolojinin kuvvet kaybı ölçüsü üzerindeki etkisiyle ilgili Boulding ve burada verilen analizle
aynı fikirde değildir. Örneğin Gleditsch (1994) teknolojinin uzak ülkelere mutlak engelleri azaltabilse
de nispi maliyetleri azaltmadığını iddia etmektedir. Bu mantıksal olarak geçerli olsa da mutlak
maliyetlerdeki azalmanın, nispi maliyetler aynı kalsa dahi uzak devletler arasındaki savaş olasılığını
önceye kıyasla daha yüksek hâle getirmek zorunda olduğu da bir gerçektir. İki soru hayati
önemdedir ve ikisi de mantıksal değil ampirik sorulardır. Birincisi, mutlak maliyetler azalsa bile nispi
maliyetler sabit mi kalmaktadır? Gleditsch (1994, s. 2) ‘mesafe arttıkça ulaşım maliyetlerinin
monoton olarak arttığını’ varsaymaktadır. Ancak bu her zaman geçerli değildir, zira etkileşim (ya da
kullanım) sıklığı, sınırla ilişkilendirilen mutlak ve nispi maliyetleri azaltan bir ekonomi ölçüsü
üretebilir. Dolayısıyla New York ile Lincoln-Nebraska arasındakine kıyasla New York ve Los Angeles
arasında uçmak veya telefonlaşmak belirgin biçimde daha ucuzdur. Aynısı uluslararası ticaret için de
geçerli olabilir. Benim iddiam teknolojinin sadece mutlak maliyetleri değil, belli şartlar altında nispi
maliyetleri de düşürebileceğidir.
İkincisi, nispi maliyetler sabit kalsa bile devletlerin sadece nispi maliyetlerle yönlendiği varsayılabilir
mi? (bkz. Kegley, 1995) Devletlerin temel olarak nispi maliyet ve kazançlarla mı, mutlak maliyetler ve
kazançlarla mı yönlendiği ya da bu yönlenmenin konuya veya diğer üçüncü bir koşula bağlı olarak
değişip değişmediği ampirik bir sorudur.
196
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
bu akla yatkın bir beklenti ise o halde Gochman (1990) yakınlık açıklamasının
altını oyan bulgular sunmaktadır. Gochman (1990) yukarıda anahatları verilen
mantık temelinde teknolojinin mesafeleri kısalttığını ve dolayısıyla komşuluğun
sanayi döneminde eskiden olduğu kadar önemli bir faktör olmadığını
öngörmektedir. Beklentilerinin aksine 1870’den sonra komşuluğun 19. yüzyılın
daha önceki dönemine göre askerî anlaşmazlıklarla daha fazla ilişkilendirildiğini
saptamıştır. Bu, yakınlık açıklamasıyla tutarsız olan ve mantıklı açıklama
getirilmesi gereken önemli bir kanıt parçasıdır.
Gochman (1990) bu bulgunun sanayileşmemiş devletler arasındaki
anlaşmazlıkların sayısındaki artışa bağlı olabileceğini iddia ederek bunu
yapmaya çalışmaktadır. Ancak bu geçici açıklama 1946-76 döneminde (yeni
devletlerin artmasına bağlı olarak anlaşmazlıkların da arttığı dönemde) doğru
olabilecek iken diğer test dönemlerinde (1871-90, 1891-1918, 1919-45) daha az
anlam ifade etmektedir. Daha sonra da görüleceği üzere bölgesellik açıklaması
Gochman’ın (1990) bulgularıyla tutarsız değildir ve Gochman’ın beş dönemi
arasındaki farklılıklara daha akla yatkın bir açıklama getirebilmektedir. Yakınlık
açıklamasının bulguya mantıklı bir açıklama getirirken geçici bir açıklamaya
dayanması gerektiğinden, geçici açıklamalara dayanması gerekmeyen bir
açıklamadan daha az yeterli görülmesi gerekir.
Yakınlık açıklamasının aksine etkileşim açıklaması komşuluk ve savaş
arasındaki ilişkiyi kuramsal olarak önemli görür. Bu açıklamaya göre, savaşlar
temel çıkar çatışmaları nedeniyle çıkar. İki devlet arasındaki etkileşim sayısı
arttıkça anlaşmazlıkların sayısı (anlaşmaların sayısı gibi) artmaya eğilimlidir. Bu
anlaşmazlıkların bazıları temel çıkar çatışmaları barındıracak ve bunların belli
bir kısmı da güç ve şiddet kullanımına neden olarak savaş ihtimalini
arttıracaktır. Etkileşimleri teşvik eden en önemli faktör de komşuluk olduğuna
göre komşu devletlerin ciddi anlaşmazlıklar düşmeleri ve savaşlara girişmeleri
daha olasıdır.
Her ne kadar bu açıklamanın belli bir akla yatkınlığı bulunuyorsa da temel
kuramsal eksikliği, daha fazla etkileşimin neden bazı ikilileri işbirliğine daha
açık hâle getirirken diğerlerini daha çatışmacı bir yöne sevk ettiğini açıklamakta
başarısız olmasıdır. Bu açıklamanın da ifade etmeye çalıştığı tür bir istatistiksel
açıdan daha fazla etkileşimin daha fazla işbirliği ve çatışmaya yol açması ve bu
kalıbın da savaş düzeyine tırmanan ısrarlı bir çatışmadan çok ortak bir itidal ile
sonuçlanması gerekir.
Bu açıklama ayrıca literatürdeki diğer iki düşünce biçimiyle de
çelişmektedir. Birisi daha fazla ekonomik etkileşim, iletişim, kültürel değişim,
işlem ve diğer belli tür etkileşimlerin savaş olasılığını azaltması gerektiğini
söyleyen neoliberal görüştür (bkz. Kegley, 1995). İkincisi ise Soğuk Savaş’ta
olduğu gibi tekrarlanan husumetin etkileşimlerde azalmaya ve ekonomik ve
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
197
diplomatik ilişkilerde kopmaya yol açtığını öne süren ve geniş kabul gören
fikirdir. İkincisinin bakış açısından askerî anlaşmazlıklara en açık olacak komşu
ikililer en fazla değil, en az etkileşime sahip olanlar olacaktır.
Temel olarak diplomatik etkileşimlerle ilgili uzun dönem verilerinin eksikliği
nedeniyle etkileşim açıklamasına ilişkin herhangi bir sistemli test
bulunmamaktadır. Her ne kadar yakınlık açıklaması gibi etkileşim açıklaması da
doğrudan test edilmemişse de Gochman’ın (1990) bulguları tarafından zor
durumda bırakılmaktadır. Teknoloji ve ekonomik karşılıklı bağımlılık dünyayı
daha küçük hale getirdikçe komşu olmayan ikililer arasında daha fazla etkileşim
olması gerekir. Kaçınılmaz olarak komşu olmayan ikililer arasındaki bazı
ilişkilerin özellikle diplomatik düzeyde komşu olan ikililerin ilişkileri kadar
önemli olması gerekir. Eğer durum buysa o zaman 20. yüzyılda ve özellikle de
1945 sonrası dönemde komşuluk ve askerî karşı karşıya gelmeler arasındaki
ilişkinin daha önceki dönemlere kıyasla zayıflaması beklenir. Gochman’ın
(1990, Tablo 3) testinin gösterdiğine göre ise bunun tersi söz konusudur.
Daha zorlayıcı olan test ise artan teknolojinin komşu olmayan devletler
arasında etkileşimin artmasına yol açtığını göstermektir. Bu açıdan savaş ancak
komşu olmayan ikilinin etkileşimi tipik komşu ikilinin etkileşim düzeyine eşit
olduğunda beklenecektir. Diğer bir deyişle komşuluktan ziyade etkileşim esas
olduğundan, komşu olmayan ikili tipik komşu ikili kadar sık etkileşim içine
girdiğinde komşu olmayan ikilinin komşu ikili kadar savaşması gerekir.
Özellikle bu test teknolojideki ilerlemelerin karşılaştırmalı olarak daha fazla
savaş ve etkileşime neden olmadığını iddia eden bazı araştırmacıların itirazlarını
çürütme faydasına da sahiptir. İddiaya göre bir arabaya erişim insanın daha uzun
yolculuklar yapmasını mümkün kılabilir, ancak kişi daha fazla sayıda kısa
yolculuklar da yapabilir. Yukarıdaki test komşu olmayan ikililerin etkileşimi
komşu ikililerin düzeyine eriştiğinde o zaman savaş olasılığının da komşuluktan
bağımsız olarak eşit olması gerektiğini söyleyerek bu itirazı çürütmektedir.
Bölgesellik Açıklaması
Yakınlık açıklamasının aksine bölgesellik açıklaması savaşların sadece fırsat
olduğunda ortaya çıkan şeyler olduğunu kabul etmemektedir. Ayrıca savaşın
artan etkileşimlerin ürünü olduğunu da kabul etmemektedir. Daha ziyade
savaşın devletler arasında başka yollarla çözümü mümkün olmayan belli
bölgesel anlaşmazlıklardan kaynaklandığını kabul etmektedir. Diğer pek çok
yerde (Vasquez, 1993, Bölüm 1 & 4) savaşın bir topluluğun belli tür durumlarla
baş edebilmek için başvurduğu toplumsal bir icat (bkz. Mead, 1940) olduğunu
tartışmıştım. Modern küresel sistemde devletlerin güç ve şiddet kullanımı ile en
fazla uğraşmak zorunda oldukları durum topraklarının tehdit edildiği durumdur.
198
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Bu açıdan yakınlık savaş fırsatını temin ederken bölgesel anlaşmazlıklar savaşa
girme iradesini temin etmektedir.
Bu da tüm sorunların eşit derecede savaşa yol açmayacağı anlamına gelir.
Savaşlar komşular arasında kümelenir, zira komşular arasında sıklıkla bölgesel
anlaşmazlıklar yaşanır. Savaşlar komşu olmayan devletler arasında daha az
sıklıkla gerçekleşir, zira aralarında ideolojik, ekonomik veya siyasi
anlaşmazlıklar ve hatta güç rekabetleri (örn. İngiliz-Rus veya Sovyet-ABD)
bulunsa da genelde bölgesel anlaşmazlıklar yoktur. Bölgesel meseleler doğru
biçimde ele alınmadığı zaman diğer çatışma kaynaklarına kıyasla savaşla
sonuçlanması daha muhtemel olan çatışma (anlaşmazlık) kaynaklarıdır.
Uluslararası ilişkiler sorunsalı dâhilinde kolektif şiddetin sadece tek bir tür
veya birkaç tane mesele üzerinde odaklandığı görüşü kabul edilmemektedir.
Realistlere göre savaş herhangi bir mesele yüzünden çıkabilir, çünkü herhangi
bir mesele bir güç mücadelesine neden olabilir (bkz. Morgenthau, 1985, s. 31).
Bölgesellik açıklamasının ayırt edici iddialarından birisi de savaşın nispeten
nadir ve belli tür anlaşmazlıklar ile sınırlı olduğudur.3
Modern küresel sistemde insan topluluklarının neden dikkat çekici ideolojik
meseleler de dâhil olmak üzere diğer meselelerden daha fazla toprak için
savaşmaya açık oldukları belli değildir. İnsan toplulukları tarih boyunca eğer
bölgesel meseleler çözülemez ise belli koşullar altında savaşa girilmesinin etkili
ve meşru olduğunu öğrenmişlerdir. Şüphesiz bunu kısmen tarih boyunca elde
etkileri deneyimleri sayesinde öğrenmişlerdir. Bölgesel çatışmalarla baş etmek
için savaş etkili bir pratik olarak öne çıkmış olabilir.
Bunun nedeni tam olarak bilinmemektedir ve bu disiplinlerarası araştırmaya
büyük ihtiyaç olduğu bir alandır. Bazı hipotezler için doğal olarak yaşam
bilimlerine bakmak gerekir ve bu şekilde insanların bölgeselliğe yönelik miras
edindikleri bir eğilim nedeniyle diğer meselelere kıyasla bölgesel meseleler için
daha fazla savaştıkları akla yatkın hâle gelebilir.4 Bu da sonuç olarak
muhtemelen toprağın yaşam için alan, yiyecek ve kaynaklar sunmasıyla ilgilidir
(Alcock, 1989, ss. 518-520; Ferguson, 1987, ss. 6-7, 9; Vayda, 1976; Wilson,
3
4
Small & Singer’a (1982, ss. 59-60) göre 1816-1980 döneminde bir ulus-devleti içeren sadece 67 tane
devletlerarası savaş ve 51 tane diğer savaş vardır. Her ne kadar bu savaşlarda insanlar ciddi bir acı
çekmişlerse de özellikle de bu savaşların çoğu sadece iki devlet arasında olduğu için
Morgenthau’nun (1985, s. 52) ‘tarihin bütün gösterdiği’ iddiasında yansıtıldığı gibi bir kapsamlı
savaşı meydana getirmezler.
Elbette hayvan davranışına ilişkin bulguların insanlara uygulanırken dikkatli olunması gerekir. Bu
konu üzerine bkz. Huntingford (1989, ss. 29-33). Yine de insan davranışı tartışmalarının insan
davranışının biyolojik temeline ve etnolojideki uygun çalışmalara ilişkin bir farkındalığı yansıtması ve
genelde olduğu gibi sadece Batı siyasal felsefesinden kaynaklanan insan doğasının basitleştirilmiş bir
görünümüne dayanmaması gerekir. Yaşam bilimlerini inceleme gereğine ilişkin ikna edici bir iddia
için bkz. Masters (1989) ve ayrıca Shaw & Wong (1989, ss. 6-10).
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
199
1975, ss. 247-248; ayrıca bkz. Goodall, 1990, Bölüm 10). Bu davranışın nedeni
her ne olursa olsun, insanlar da diğer omurgalılar gibi bölgeseldirler (belgeler
için bkz. Valzelli, 1981, s. 81) ve diğer tüm hayvanlar gibi insanlar da toprak
korumak ve kazanmak için saldırganlık gösterirler (Wilson, 1975, s. 256;
Goodall, 1990, ss. 100-101, 104). Ancak diğer pek çok omurgalının aksine
insanlar bölgesel anlaşmazlıkların çözüm yollarından birisi olarak kolektif şiddet
biçiminde savaşı kullanmayı da öğrenmişlerdir.
Toprağın neden insanlık tarihinde bu kadar büyük yer kapladığı ve insanların
neden bölgeselliğe eğilim gösterdikleri etnoloji ve biyoloji çalışmaları hakkında
bilgi olmadan tamamen cevaplanamaz. Ancak gözlemlenebilir davranışa ilişkin
belli bir fikir birliği olsa da bu bilim dallarının bölgesellik üzerine tek bir
görüşlerinin olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Benim görüşüm Somit’in
(1990, s. 569) insanları gerekirci bir biçimde “değiştirilemez” biçimde değil,
‘belli davranış ve kültürel seçenekleri kayıran “programlanmış” şekilde ele alan
görüşüne katılmaktadır. Bunun tek anlamı insanların belli tür davranış ve
pratikleri diğerlerine göre daha kolay öğrenir görünmeleridir.5 En azından
modern küresel sistemde ve belki çok daha önceden de insanların öğrendikleri
görülen ise bölgesel meselelerin sıklıkla “en iyi” güç ve şiddet kullanımı ile
çözülen durumlara (bu durumlar sık ve kaçınılmaz olmasa dahi) neden
olabileceğidir.
Bu pozisyon siyaset bilimciler tarafından hâkim ‘biyolojik pozisyonlar’
olarak düşünülen diğer iki pozisyondan, yani saldırganlık ve bölgeselliği bir
dürtü olarak gören görüş ile bunları içgüdü olarak gören görüşten tamamıyla
farklıdır. Açlık, susuzluk ve cinsellik gibi bir dürtü, insanları belli bir biçiminin
öğrenebilineceği belli tür hareketlerde bulunmaya güdüleyen kimyasal veya
hormonel bir durum ortaya çıkararak işler. Dürtünün belirleyici özelliği hareket
bir kez yapıldıktan sonra kimyasal veya hormonel durum yeniden oluşana kadar
bu iç durumun tatmin edilmiş olmasıdır. Bu kalıp daha sonra da tekrarlanır.
Savaşın bir tür içsel dürtünün işlevi olmak için çok nadir gerçekleştiği
görülmektedir.6 Biriken, saldırganlığa neden olan, tatmin edilen ve sonra
yeniden biriken bir dürtü yoktur ki yaşam bilimlerinde pek çok kişi bu
pozisyona karşı çıkmaktadır.7 İnsan davranışında bölgeselliğe yönelik eğilim
gibi bir eğilim mutlaka bir dürtüyle aynı olmak zorunda değildir, zira davranışı
ortaya çıkaran bir hormonel veya kimyasal durum olmadığı gibi kimyasal durum
davranış tarafından “tatmin edilmiş” de değildir.
5
6
7
Öğrenme kapasitesi, genetik ve evrimle ilgili olarak bkz. Wilson (1975, s. 255).
Savaş sorunu üzerine biyolojideki doğuştanlık fikrinin güzel bir eleştirisi Ferguson (1984, ss. 8-13)
tarafından yapılmaktadır.
Bkz. Huntingford (1989, ss. 26-27) ve Bateson (1989, s. 41); ayrıca bkz. Valzelli (1981, s. 67).
200
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Bir içgüdü iç bir durum olarak tanımlanan dürtüye kıyasla davranışın ortaya
çıkması için dışsal bir uyarıcının gerekmesi anlamında genellikle dürtüden
ayrılır (McGuinness, 1987, s. x). Eğer savaş ve bölgesellik içgüdünün ürünüyse
o zaman savaşın da şu andaki gibi bu kadar farklı biçimde gerçekleşmemesi
veya (norm gibi) diğer etkilere açık olmaması gerekir. Bu görüş ayrıca
primatların barış yapmaya yönelik bir genetik miras taşıdıkları gerçeğini de
hesaba katmamaktadır (de Waal, 1989). İnsanların hem savaşa girmeyi hem de
barışçı ilişkiler kurmayı öğrenmeleri daha akla yatkın görünmektedir. Bana göre
bölgesellik ve savaş ile ilişkilendirilen davranış kalıbını üreten de içgüdüden
ziyade bu öğrenmedir.
İnsan bölgeselliğini basitçe insanların toprağı işgali ve gerekirse savunması
olarak tanımlamaktayım. Pek çok kuramsal amaç için bu dışsal bir değişken
olarak görülebilir. Uluslararası ilişkiler kuramının amaçları bakımından ise
bölgesellik diğer bilim dallarından alınan bir aksiyom olarak görülebilir:8 Diğer
tüm faktörler eşit olduğunda birbirlerine sınırdaş olan iki devletin karşılaştıkları
alanlarda bir sınır oluşturmak için saldırganlık gösterecekleri sonucu
çıkarılabilir. Şu an için insanların öğrenilmiş olan belli bir bölgesellik eğilimi
nedeniyle kolektif şiddete giriştiklerini varsayacak olursak o halde daha sonra ne
gelmektedir? Bu aksiyomdan dört önerme çıkmaktadır: (1) topluluklar dünyayı
sıklıkla güç kullanımı yoluyla bölgesel birimlere ayırırlar; (2) topluluklar
sınırlarına büyük dikkat gösterirler ve savunmaları için tetikte olurlar; (3) genele
bakıldığında yetenekleri bakımından nispeten eşit olan herhangi iki komşu
devlet arasındaki sınırların güç kullanımı içeren bir mücadele sonucunda
oluşması beklenir; (4) yeni ortaya çıkan herhangi bir devlet mevcut toprak
dağılımlarına tehdit oluşturabilir ve eğer bu korkular giderilemezse çatışma ve
şiddet olası hâle gelir (Vasquez, 1993, ss. 140-141).
Ancak şu ana kadar söylenenlerden bölgeselliğin doğrudan savaşa veya sabit
bir savaş kaynağına neden olduğu sonucuna varmak bir yanlış anlama olacaktır.
Söylenen tek şey bölgesel meselelerin nasıl ele alındıklarına bağlı olarak savaşa
8
Bu demektir ki Sack’in (1986) iddia ettiği gibi bölgeselliğin biyolojik temelli mi olduğu, yoksa
tamamen belli bir tarih dönemini idare eden toplumsal bir yaratı mı olduğu aşağıda verilen
toplumsallık açıklamasının kuramsal öngörülerini değiştirmeyecektir. Benim bölgeselliğin
belirleyicileri ile ilgili fikrim, bunun yaşam bilimleri de dâhil olmak üzere tüm kanıtlar ışığında karar
verilmesi gereken ampirik bir soru olduğu ve bu kararın felsefi önyargılara bağlı olarak – özellikle de
tüm biyolojik açıklamaları öyle olmadıkları halde doğuştan gibi görmekte ısrarcı olduklarında –
biyolojik açıklamaları öncül oldukları gerekçesiyle eleyerek verilemeyeceğidir. Yukarıda da belirtildiği
gibi dürtü ve güdülere dayalı açıklamaları (benim de yaptığım gibi) reddetmek veya hatta sosyobiyolojik açıklamaları reddetmek mantıksal olarak tüm etholojik açıklama ve bulguları reddetmeyi
gerektirmemektedir (bkz. Somit, 1990). Her ne kadar bölgeselliğin kaynakları olabileceğini
düşündüğüm şeyleri sunmaktaysam da bu fikir bir denemedir ve siyaset bilimi dışında daha fazla
araştırmaya açıktır.
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
201
neden olabilen anlaşmazlık kaynakları olduğudur. Bu anlamda savaşa neden
olabilen bir kaynaktırlar, ancak savaşla sonuçlanmaları gerekmez. Savaşın
başlamasını açıklamak için bölgeselliğin ötesine geçerek devletlerin bölgesel
eğilim ve ihtiyaçlarıyla baş etmeyi nasıl öğrendiklerini incelemek gerekir. Savaş
bölgesellikten değil, devletlerin sınırlarını çizmek ve/veya topraklarını korumak
ya da genişletmek için çalışırken ortaya çıkan etkileşimlerinden kaynaklanır.
Bölgesel anlaşmazlıkların çıkışı ile savaşın başlangıcı arasında birtakım müdahil
değişkenler vardır. Savaş kaçınılmaz değildir.9
Savaşın kalıcı olması da gerekli değildir. 3. önermede belirtildiği gibi
bölgesellik sınır oluşturmak için savaşa neden olabilirse de sınırlar bir kez
oluştuktan ve ilgili tüm taraflarca kabul edildikten sonra savaş olasılığının
oldukça düşük olduğunu gösteren pek çok kanıt vardır. Sınır güç kullanımı
yoluyla oluşturulmuş olsa dahi bu mümkün olabilir, ancak tipik olarak sadece
çok büyük bir güç kullanımı bir sınırın kabul edilmesini sağlayabilecektir
(Vasquez, 1993, s. 147). Bu da sınır çatışmasının ve dolayısıyla savaşın iki
komşunun bütün ilişkisi süresince devam etmesinin gerekli olmadığı ve
tarihlerinin bir dönemiyle sınırlı kalabildiği anlamına gelmektedir. Sınırlar bir
kez kabul edildikten sonra barış hâkim olabilir. Bu ise çatışma ve savaşı sabit ve
sık görülen bir olgu olarak değerlendiren realist paradigmanın görüşünden
oldukça farklı bir görüştür.
Benzer biçimde bir sistemin norm ve kuralları, devletlerin nasıl etkileştiği ve
bölgesel anlaşmazlıklarla nasıl baş ettikleri üzerinde etkili olabilir (bkz. Goertz
& Diehl, 1992, Bölüm 3). Toprak talepleri veya el değiştirmeleri için belli
normların geliştirilmesi durumunda toprak çatışması azaltılabilir veya
sınırlandırılabilir. Kurallar daha kesin hâle geldikçe ve üzerlerinde geniş bir
mutabakat sağlanması durumunda talepleri çözmeleri veya hakemlik etmeleri
daha mümkün hâle gelecektir. Bazı yazarlar toprak el değiştirmelerine
uygulanan normların belirsizliğinin bölgesel anlaşmazlıklarla ilişkilendirildiğini
gözlemlemişlerdir (bkz. Luard, 1986, s. 87). Aynı şekilde, toprak taleplerine
uygulanan normlarda modern Avrupa’da hanedanlık yönetiminden ulusçuluğa
doğru yaşanan kayma gibi bir kayma birtakım bölgesel çatışmaya ve dolayısıyla
savaşa yol açabilir, zira rakip taraflar talepte bulunurken farklı normlar
kullanacaklardır.
Bu analiz son iki önermeyi desteklemektedir: (5) sınırlar karşılıklı olarak bir
kez kabul edildikten sonra komşular arasında savaş olasılığı azalır; (6) bir
tarihsel sistemde savaşın sıklığı, toprak anlaşmazlıkları ve el değiştirmelerine
9
Aslında bölgeselliğin kendisi de öğrenilmemiş olabilirse de bu soruya açık bir durumdur. Bazı
bölgelerde bölgeselliğin azaldığını saptayan bir analiz için bkz. Ruggie (1993).
202
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
uygulanan kesin ve geniş kabul gören normlar oluşturup oluşturmadığına bağlı
olarak değişebilir.10
Tablo I. Belli Bir Meseleyi İçeren Savaşların Sıklığı a
Meselenin türü
Toprak b
Tarihsel Dönemler
I
II
III
IV
(1648-1714) (1715-1814) (1815-1914) (1918-41)
17
(%77)
Bölgesellikle
İlgili Meseleler c
2
Kümülatif Alttoplam (%86)
Yukarıdakilerden
Hiçbirisi
3
(%14)
Toplam Savaş
22
V
(1945– )
26
(%72)
18
(%58)
22
(%73)
27
(%47)
4
(%83)
8
(%84)
6
(%93)
19
(%79)
6
(%17)
36
5
(%16)
31
2
(%7)
30
12
(%21)
58
a Holsti’de (1991, ss. 48-49, 85-87, 140-142, 214-216, 274-78) belirtilen tarihsel yargıların
sınıflandırmasına dayalı sıklık.
b Holsti’nin (1991, s. 308) ‘toprak’, ‘sınır’, ‘stratejik toprak’ ve ‘irredenta’ meselelerini içermektedir.
c Holsti’nin (1991, s. 308) ulusal özgürlük/devlet oluşumu, ayrılık/devlet oluşumu, ulusal
birleşme/bütünleşme, devlet/imparatorluk bütünlüğünü koruma, hanedanlık/veraset
kategorilerini içermektedir.
Kaynak: Vasquez, 1993, s. 130.
Bu önermeler ne kadar mantıklıdır? Gezegenin ülkesel birimlere bölünmesi
ve devletlerin sınırlara ilişkin hassasiyetiyle ilgili ilk iki önerme barış
çalışmalarında pek fazla dikkat edilmeyen modern küresel sistemdeki bazı
oldukça açık davranış kalıpları ile tutarlıdır. Daha az belirgin olarak ise ilk iki
önerme ayrıca toplulukların üzerinde savaşabildikleri tüm meseleler arasında
savaşa en açık olanın bölgesel meseleler olduğunu göstermektedir. Savaşa neden
olan konularla ilgili fazla bilimsel veri olmadığından bu sorun üzerinde çok
ampirik çalışma yapılmamıştır (bkz. Diehl, 1992). Aslında bölgesellik
açıklamasının yakınlık ve etkileşim açıklamasından farklı olmasının bir nedeni
de komşular arasında savaşların, rekabetin ve askerî karşı karşıya gelmelerin
10
Bu altı önerme bölgesellik açıklamasının bazı daha önemli yönlerinin bir genel görünümünü
vermektedir. Çeşitli uyarılar da içeren tam bir analiz için bkz. Vasquez (1993, Bölüm 4).
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
203
olağan olmayan biçimde yoğunlaşmasına neden olanın sadece yakınlık veya
etkileşimler değil, bölgesel anlaşmazlıklar olduğu konusunda ısrar etmesidir.
Eğer savaşın bölgesel açıklaması doğru ise savaşta öne çıkan fiili meselelerin bir
veya daha fazla bölgesel mesele içermesi beklenebilir. Tersi durumda ise
yakınlık ve etkileşim açıklamaları herhangi bir özel meseleyi diğerlerine kıyasla
daha savaşa açık görmediğinden sıfır hipotezini kabul edeceklerdir.
Bölgesellik açıklamasına getirilen temel eleştirilerden birisi komşuluk ve
savaşlar arasındaki ilişkilendirmenin mutlaka komşu devletlerin aslında toprak
üzerinde çatışması anlamına gelmeyeceğidir. Eğer durum buna gelirse o halde
bu devletlerarası savaşın bölgesel açıklamasını destekleyecek bir kanıt olacak,
gelmezse de açıklamanın yanlış olduğu anlamına gelecektir. Daha yakın tarihli
bir analizde K. J. Holsti (1991, s. 19, ss. 307-309) bölgesel meselelerin savaşın
pek çok tarihsel dönemine hâkim olduğunu gösteren (1648’den 1989’a kadar
olan büyük savaşlar üzerine) bazı önemli istatistiksel veriler sunmaktadır.
Kodlamaları karar vericilerin ne üzerine savaştıklarına ilişkin tarihsel yargılara
dayanıyorsa da (Holsti, 1991, s. 19) bir bölgesel açıklamayı desteklemeye ve
hatta test etmeye çalışmadığı için bu kodlamanın gereğinden fazla bir biçimde
bölgesel açıklamanın yanında veya karşısında yer alacak bir önyargı içermesi
beklenemez. Aslında çalışmasındaki sorunlardan birisi de toprakla ilgili birtakım
meseleleri örneğin “stratejik toprak” ve irredentayı “toprak”tan ayırdığı gibi
bazen farklı meselelere bölmesidir. (Holsti, 1991, ss. 51-52)
Diğer çalışmalarımda (Vasquez, 1993, ss. 129-131) bölgesel meselelerin
diğer meselelere kıyasla savaşlarda daha etkili olup olmadığını görmek için
Holsti’nin listelerini yeniden inceledim.11 Tablo I sonuçları göstermektedir. İlk
satır açıkça dar biçimde tanımlanan bölgesel meselelerin yaklaşık 350 yıl
boyunca savaşlara hâkim olduğunu göstermektedir. Diğer mesele türlerinin
hiçbirisi bu kadar geniş tarihsel zaman dilimlerinde bu ölçüde ısrarla var
olmamıştır. Aslında sadece 1945 sonrası dönemde bölgesel meseleler savaşların
çoğunu teşkil etmemektedir, fakat bu durum bu döneme dâhil edilen “savaş”
örneklerine bağlı olabilir.12
Holsti’nin bir ulusal devletin oluşumu (veya birleşmesi), bir devlet veya
imparatorluğun bütünlüğünü korumak, imparatorluk oluşumu, devlet/rejim
bekası ve hanedanlık hakları/veraset meselelerindeki gibi daha geniş olarak
11
12
Bölgesel ve bölgesellik içeren konuları doğrudan Holsti’nin (1991) tablolarından bir araya getirirken
savaşları iki kez sayma tehlikesi vardır, çünkü bir savaş içinde birden fazla bölgesel mesele söz
konusu olabilir. Bu sorunu önlemek için Holsti’nin (1991) her savaş üzerine (kitabında yayınlamış
olduğu) “ham veriyi” kodladım.
1945 sonrası örneğinde Holsti, Singer & Small’un 1947-8 Yahudi yerleşimcilerinin İngiltere’ye karşı
isyanı gibi bazı isyanlar ile 1982’de Lübnan’da ABD denizcilerinin öldürülmesi gibi 1000’den az
askerin öldüğü çatışmaları da içeren operasyonel savaş tanımından oldukça belirgin biçimde
sapmaktadır (bkz. Holsti, 1991, ss. 111, 273-278).
204
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
toprak işgali ve savunmasına eğilimle ilişkilendirilen herhangi bir mesele
şeklinde tanımlanan bölgesellikle ilgili meseleler bir araya geldiğinde o zaman
(ikinci satırda verilen) yüzdeler %80 seviyesine yükselmektedir. Savaşlarda
diğer pek az mesele bulunmaktadır. İlk dönemde 22 savaştan sadece 3’ünde
(%14) bölgesel meseleler önemlidir ve en yakın dönemde de 58 savaştan sadece
12’sinde (%21) savaşların bölgesellikle herhangi bir bağlantısı yoktur.13 Aynı
şekilde Holsti (1991, s. 308) güçler dengesi gibi bazı oldukça bilinen savaş
meselelerinin bu dönemlerde yapılan savaşların sırasıyla %9, %1, %3, %3 ve
%0’ını oluşturduğunu göstermektedir.
Bu bulgular, savaşın mantıklı nedenleri arasında, savaşa katılmanın bölgesel
nedenlerden biri olduğuna ilişkin çeşitli noktaları ortaya koymaktadır. Bu da
komşular ve savaş arasındaki ilişkinin temelinde yatanın sadece mesafe veya
etkileşimler olmadığının etkileyici bir kanıtıdır. Her ne kadar daha fazla
araştırmaya gerek varsa da komşular arasındaki savaşların bölgesel
anlaşmazlıklara bağlı savaşlar olması oldukça mümkündür. Bu da bölgesel
meselelerin diğer meseleler gibi olmadığı anlamına gelir. Oynaklıkları ve
kolektif şiddete yol açma becerileri nedeniyle özeldirler. Bu, ideolojik sorunlar
gibi diğer meselelerin savaşa yol açan çatışmaya neden olmayacakları anlamına
gelmez. Sadece bölgesel meselelerin anlaşmazlıklara yol açmasının daha
mümkün olduğu ve bu anlaşmazlıkların da diğer meseleler üzerindeki
anlaşmazlıklara kıyasla daha sık biçimde savaşla sonuçlandığı anlamına gelir.
Savaşın bölgesel açıklamasının merkezinde bu vardır ve Tablo I’de sunulan
bulgular da bölgesellik açıklamasının ampirik olarak kesin olduğuna ilişkin
kanıt sunmaktadır.
Komşu devletlerin sınır oluşturmak için mücadeleye girişeceklerine ilişkin
üçüncü önerme ilk iki önerme kadar açık değildir ve sistemli olarak test
edilmemiştir. Üçüncü önerme, eğer bölgesellik çok önemliyse ve bölgesel
meseleler o kadar savaşa yatkınlar ise o zaman komşular arasındaki ilişkilerin
tarihinde iz bırakmaları gerektiği temeline dayanan aksiyomdan
kaynaklanmaktadır. Bu önerme bölgesel açıklama için yeni bir ana test
oluşturmaktadır, çünkü özellikle beşinci önerme ile birlikte sınırlar bir kez
oluştuğunda yakınlık ve etkileşimler (ve tüm diğer faktörler) sabit kalsa dahi
komşular arasında savaş olasılığının azalacağı sonucuna varmaktadırlar.
Bölgesel açıklama, savaşı bölgesel anlaşmazlıkların bir işlevi olarak
gördüğünden bu anlaşmazlıklar çözüldüğü zaman savaş olasılığı da
13
Bölgesel olmayan meselelerin varlığı toprak ve bölgeselliğin mümkün olan her meseleyi içerecek
şekilde geniş tanımlanmadığını göstermektedir. Bölgesellikle ilişkilendirilmeyen meseleler arasında
ticaret/gemicilik, vatandaşları/ticari çıkarları korumak, dini meslektaşları korumak, etnik
meslektaşları korumak, bir müttefiki savunmak, ideolojik özgürleştirme, hükümet oluşturmak,
anlaşma koşullarına uymaya zorlamak ve güçler dengesi vardır.
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
205
azalmaktadır. Yakınlık ve etkileşim açıklamaları savaşın zamana bağımlı
doğasını reddederler, zira onlara göre uluslararası siyaset kalıcı bir güç
mücadelesidir ve/veya savaş farklı meseleler üzerinde ortaya çıkabilir.
Her ne kadar üçüncü önerme önemli bir gelecek testiyse de ayrıca kuramsal
olarak test edilmiş ve dolayısıyla yeterliliğini ölçmek için kullanılabilecek diğer
hipotezleri de sunmaktadır. Örneğin önermeye göre daha fazla sayıda sınırı olan
devlet daha fazla komşu ile uğraşmak zorunda kalacağı için daha fazla savaş
yaşaması gerekir. Dolayısıyla önerme Richardson’un (1960, ss. 176-177, 197)
devletin sahip olduğu sınırların sayısının (kolonilerinin sınırları da dahil) yaptığı
savaş sayısıyla ilişkili olduğunu gösteren bulgusuna da kuramsal olarak güçlü
bir açıklama sağlar. Richardson bu değişkenler arasında Star & Most (1976,
1978) tarafından da teyit edilen 0.77 gibi etkileyici bir korelasyon bulmuştur.
Üçüncü önerme ayrıca eğer bölgesellik bu kadar güçlüyse sadece savaşı
değil, diğer şiddetli çatışma türlerini de açıklaması gerektiği sonucuna
varmaktadır. Böylece bu makalenin ilk bölümünde gösterildiği gibi
devletlerarası savaşların %90’ının komşular arasında başlaması dışında 1815’ten
bu yana yaşanan devletlerarası rekabetlerin de kabaca %85’i komşular arasında
vuku bulmuştur.
Yeni devletlerin ortaya çıkmasının veya rejimdeki temel bir değişikliğin
savaşla ilişkilendirildiğini öne süren dördüncü önermeyi de destekleyen kanıtlar
vardır. Bu kanıtların pek çoğunu kullanmış olsalar da Small & Singer (1982, ss.
13*, 141) 1815 sonrası dönemde sistemdeki devlet sayısı arttıkça savaş sayısının
da arttığını açıkça belgelemişlerdir. Maoz (1989, s. 202) sistemdeki devletlerin
sayısı ile ciddi anlaşmazlıkların sayısı arasında güçlü bir ilişki bulmuştur (ayrıca
bkz. Gochman & Maoz, 1984, ss. 592f., ss. 600f; Goertz & Diehl, 1988). Temel
değişime ilişkin önerme Maoz’un çalışması (1989) ile Wallensteen’in çalışması
(1981) tarafından desteklenmektedir. Maoz (1989, ss. 216f.) rejimlerdeki
devrimsel değişikliklerin artan sayıda çatışma ile ilişkilendirildiğini
göstermektedir. Bu bulgu Wallensteen’in (1981, ss. 76f., 84f) hakim
ideolojilerinde temel bir değişim olan büyük devletlerin diğer devletlere kıyasla
hem savaşa hem de askerî karşı karşıya gelmeye girmelerinin daha olası
olduğunu söyleyen önceki bulgusunu da teyit etmektedir. Bölgesellik açıklaması
açısından bu bulgular devrimci rejimlerin sınırlarla ilgili mevcut anlayışlara
meydan okumaya daha açık oldukları (veya bu şekilde görüldükleri) gerçeğiyle
açıklanmaktadır. Dolayısıyla bölgesellik açıklaması, sistemin büyüklüğü ve
savaş arasındaki gibi iyi kurulmuş bir bulgu kadar devrimsel rejim değişikliği ile
savaş ve askerî karşı karşıya gelmeler arasındaki gibi daha az açık bir bulguyu
da ele alarak bunlara kuramsal olarak önemli bir açıklama getirebilir.
Bölgesellik açıklaması açısından savaşlar veya devletlerarası rekabetler ve
askerî karşı karşıya gelmeler gibi diğer ciddi çatışma biçimleri insan
206
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
topluluklarının bölgesel birimleri arasında sınır çizmek için giriştikleri
çabalardan kaynaklanır. Saldırgan güç gösterileri sınır çizmek için sıklıkla
kullanılır ve doğru koşullar altında savaşa neden olabilir. Sınırlar genelde güç
kullanımı ile kurulup tehdit edildiği için çoğu savaşın komşular arasında olması
tesadüf değildir. Devlet sayısı arttıkça savaş sayısının artması ve devletin sahip
olduğu sınır sayısı arttıkça yaşadığı savaş sayısının artması da tesadüf değildir.
Aynı şekilde mevcut sınırlara karşı bir tehdit veya tehdit korkusu (ki bu genelde
rejimde devrimsel bir değişim olduğunda bulunur) askerî karşı karşıya gelmelere
ve savaşa yol açabilir. Çoğu uzun zamandır bilinmesine rağmen her zaman
bağlantılı olmayan tüm bu davranış kalıpları kuramsal olarak bölgesel açıdan
açıklanabilir. Yakınlık ve etkileşim açıklamalarının ikisi tarafından da
açıklanmazlar ve tüm uluslararası siyaseti güç mücadelesinden ibaret gören ve
hepsi güç meselesine indirgenebileceği için tüm sorunların savaşa eşit derecede
neden olduğunu düşünen hakim realist paradigma tarafından da önemsiz olarak
görülürler.
Değerlendirme
Çeşitli açıklamaların kuramsal yeterliliklerini değerlendirmek bakımından bu
bizi nereye getirmektedir? Birinci olarak bölgesellik açıklaması yakınlık ve
etkileşim açıklamalarının açıklayabildiği bütün bulguları açıklayabilmekte,
ancak ilave olarak diğer birtakım bulguları da (sistem büyüklüğü ve rejim
değişikliği gibi) açıklayabilmektedir. Lakatos’un (1970, s. 116) kuramları
değerlendirmek için kullandığı kriterler bakımından bu durum bölgesellik
açıklamasına daha büyük bir ampirik içerik vermektedir. İkinci olarak ise sistem
büyüklüğü ve savaş, gezegenin bölgesel bölünmesi, sınırlara ilişkin hassasiyet
ve savaşın komşular arasında yoğunlaşması gibi uzun süredir bilinen davranış
kalıplarına kuramsal olarak önemli açıklamalar getirebilmektedir. Üçüncü olarak
yakınlık ve etkileşim açıklamaları komşular arasında savaşın yoğunlaşmasına
basit bir açıklama getirse de diğer bazı bulgular için çok az kuramsal rehberlikte
bulunabilmektedir. Occam’ın Usturası kuralına göre yakınlık ve etkileşim
açıklamalarının temel avantajı budur. Ancak bu basitlik kuramsal geçerlilik
aleyhine kazanılmış gibi görünmektedir. Hem yakınlık hem de etkileşim
açıklaması önemli mantıksal eksikliklere sahiptirler: yakınlık açısından bu bir
değişkeni açıklayan sabit olması bakımından, etkileşim açısından ise daha fazla
etkileşimin neden savaştan ziyade ortak çıkar ve çatışma yumuşaması
yaratmadığını açıklamakta başarısız olması bakımından söz konusudur.
Dördüncü olarak hem yakınlık hem de etkileşim açıklaması Gochman’ın
(1990) testinde gösterildiği gibi teknoloji ve iletişimin artmasıyla ilişkilendirilen
ampirik anormalliklere yol açmıştır. Yakınlık açıklamasının mantığından,
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
207
kuvvet kaybı ölçüsünde teknolojik azalmanın savaş ve askerî karşı karşıya
gelmeleri daha olası yapacağı çıkmaktadır ki bu gerçekleşmemiştir. Aslında
Gochman (1990) bir ölçüde bunun tersini bulmuştur. Etkileşim açıklamasının
mantığından ise komşu olmayan devletler arasındaki etkileşimler komşu
devletlerin arasındaki etkileşimlere eşitlendiğinde komşular ve komşu
olmayanlar arasındaki savaş olasılığının eşit olması gerekmektedir. Bu ise
neoliberalizm kaynaklı geniş kabul gören bazı inançlarla çelişmekte ve kendi
başına doğrudan bir etkileşimler testi sunmasa da Gochman’ın (1990)
bulgularıyla tutarsız olmaktadır.
Son olarak ise bölgesellik açıklaması Lakatos’un (1970, s. 118) çok önemli
gördüğü bir kriteri, yani bir araştırma programının yozlaşmacı değil, ilerlemeci
olması gerektiği kriterini karşılayacak şekilde Soğuk Savaş sonrası dönemde
faydalı ve potansiyel olarak da siyaset yapımına oldukça uygun olma vaadini
taşıyan yeni kuramsal öngörüler ve araştırma alanları sunmaktadır. Diğerlerinin
aksine bölgesellik açıklaması bazı meselelerin diğerlerine kıyasla kolektif
şiddete daha yatkın olduğunu tespit etmektedir. Savaşa neden olan meseleler
arasında savaşa en yatkın olanı bölgesel meselelerdir. Yakınlık ve etkileşim
açıklamaları önemli konuların eşit oranda savaş düzeyine tırmandığını söyler,
ancak açıkçası durum böyle değildir (Holsti, 1991, ss. 307-109; Vasquez, 1993,
ss. 129-130).
Ayrıca bölgesellik açıklaması realizmin aksine savaşı kaçınılmaz görmediği
gibi devletler arasındaki tüm ilişkileri de bir güç mücadelesi gibi görmez.
Sınırlar bir kez oluştuktan sonra komşular arasında barışçıl ilişkilerin sık
rastlanır olabileceğini savunur. Bölgesellik açıklaması yakınlık veya etkileşim
açıklamalarına göre daha fazla ümit vaat etmektedir. Sadece basitlik kriterine
bakıldığında yakınlık ve etkileşim açıklamaları daha iyidir, ancak bu kriterin
karşılanması diğer eksikliklerin üstesinden gelmeye yardımcı olmaz. Yine de
bölgesellik açıklaması ile diğer ikisi arasında ayrım yapılabilmesi için hala
yapılabilecek birtakım ampirik testler bulunmaktadır. Eğer barış çalışmaları
uzmanları bu testlerden hangisinin kuramsal tartışmayı çözeceği konusunda bir
uzlaşmaya varabilirlerse o zaman araştırma ilerleyebilir ve daha kümülatif
olabilir. Bir sonraki bölümde bölgesellik açıklaması açısından birtakım testler
önereceğim.
Önemli Testler Belirlemek
Barış çalışmalarında sıfır hipotezlerine karşı hipotezleri test etme eğilimi
göstermemize rağmen hipotezleri karşıt hipotezlere karşı test etmek her zaman
daha iyidir. Aşağıdaki testlerin hepsi bu tür bir araştırma tasarımına
208
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
dayanmaktadır. Her bir açıklamanın neden mantıksal olarak farklı öngörüler
gerektirdiğini açıklayarak testleri sıralayacağım:
1. Yakınlık açıklaması savaşların temelde yakın mesafe savaş fırsatını
sunduğu için komşular arasında meydana geldiğini tespit eder ve dolayısıyla
komşuluk ve savaş arasındaki ilişki önemsizdir. Bölgesellik açıklaması
yakınlığın savaş fırsatı sunduğunu kabul etmekle beraber bölgesellik belli
koşullar altında savaşa girmek için bir motivasyon ve dolayısıyla irade sağladığı
için savaşların komşular arasında yoğunlaştığında ısrar eder. Yakınlık
açıklamasında fırsat açıkça sabittir ve dolayısıyla herhangi iki komşu arasındaki
savaş olasılığı da tarih boyunca diğer şartlar değişmediği durumlarda açıkça
sabit olmalıdır. Bölgesellik açıklaması bu öngörüden belli alanlarda ayrılır.
Birinci olarak bölgesel meselelerin tarafları memnun edecek ve meşru kabul
edilecek biçimde çözülmesinden sonra çatışmaya neden olacak diğer önemli
meseleler çıksa dahi (herhangi bir bölgesel mesele ile bağlantılı olmadıkları
durumda) savaş olasılığının oldukça düştüğünü tespit etmektedir. Sınırlarının
meşruiyetini kabul eden ikililer ile kabul etmeyen ikililer arasındaki savaş
olasılığında açık ve belirgin bir istatistiksel fark olması gerekir. Komşular
arasında sabit bir güç mücadelesi yoktur. Bu tür mücadeleler ve bunlara eşlik
eden rekabetler diğer şartların sabit olduğu durumlarda genellikle temelde yatan
bir bölgesel anlaşmazlık veya tehditle ilişkilendirilir. İkinci olarak, sınırlar kabul
edildiği takdirde tipik olarak komşuların birbirleriyle olan tarihinde savaş bir
dönemin özelliğiyken tüm ilişkinin özelliği değildir. Yakınlık ve etkileşim
açıklamaları bir tarafın diğer taraf üzerinde güç avantajı kazanması dışında bu
tür bir dönemsellik görmezler. Bölgesellik açıklaması açısından güçteki
değişimler, bölgesel meseleler olmadığı takdirde komşular arasında savaşa yol
açmaz. Dolayısıyla bölgesellik açıklaması sınırlar meşru kabul edildikten sonra
istikrarlı bir barış öngörürken yakınlık açıklaması bunu öngörmez ve barışı
sadece geçici görür.
2. Bölgesellik açıklaması, karşılıklı olarak kabul edilen meşru sınırlar
yarattığı için tampon devlet oluşumunu komşular arasındaki zor bölgesel
meselelerin çözümü için bir yol olarak görür. Yakınlık açıklaması açısından, bu
tür bir devletin oluşumunun kuvvet kaybı ölçüsünü büyük ölçüde değiştirmediği
takdirde – ki genelde değiştirmez – savaş olasılığını azaltması gerekmez.
Etkileşim açıklaması açısından ise tampon devlet ile komşuları arasındaki savaş
olasılığı etkileşimler arttığı takdirde aynı kalmalı ve hatta artmalıdır. Hem
yakınlık hem de etkileşim açıklamaları tampon devletlerin nasıl barış ürettiğini
ve bir tür güç açıklamasına dayanması gerektiğini açıklamakta
zorlanmaktadırlar.
3. Bölgesellik açıklaması açısından toprağa uygulanan normlarda bir kayma,
devletler yeni normlar temelinde bölgesel meseleleri gündeme getirip toprak
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
209
değişiklikleri talep edecekleri için savaşa neden olacaktır. Aynı şekilde normlar
ne kadar belirsiz olursa savaşların sayısı o kadar artacaktır ve belirsizlik
azaldıkça savaş sayısı da azalacaktır. Yakınlık ve etkileşim açıklamaları
açısından normlarda bir değişme yakınlık azalmadıkça, etkileşimler artmadıkça
veya güç kaymadıkça savaşa yol açmayacaktır.
4. Yakınlık ve etkileşim açıklamaları savaşların çeşitli meselelere bağlı
olarak komşular arasında çıktığını söylerler, dolayısıyla savaşların aşırı miktarda
bölgesel mesele içermemesi gerekir. Bu özellikle de ikili savaşlar için geçerlidir.
Bölgesellik açıklaması çoğu ikili devletlerarası savaş ve rekabetin merkezinde
bölgesel meseleler olacağını öngörür. Eğer yakınlık ve etkileşim açıklaması
doğru ise savaşların bölgesel meseleler etrafında kümelenmemesi gerekir.
5. Bölgesellik açıklaması bir tür bölgesellik anlamı varsayar. Dolayısıyla
komşu olmayan toprağa (ancak bunun mutlaka sömürge olması gerekmez) sahip
bir devlet bu toprak için savaşmaya en az merkezi alanı için savaşacağı kadar
açık olacaktır. Yakınlık açıklaması savunma olasılığını kuvvet kaybı ölçüsünün
bir işlevi olarak görür: uzaklaştıkça savaş olasılığı azalır. Etkileşim
açıklamasının ise komşu olmayan topraklarla ilgili açık bir öngörüsü yoktur,
ancak savunmanın etkileşim sayısının bir işlevi olduğu varsayılabilir. Komşu
olmayan toprakla az sayıda etkileşim güçlü bir savunma yaratmayabilir.
6. Bölgesellik açısından nehirler, dağlar, göller ve okyanuslar gibi göze
çarpan özelliklere sahip doğal sınırların karşılıklı olarak kabul edilebilir bir
şekilde çizilmesi özellikle de orada insanlar yaşamıyorsa daha olasıdır. Bu tür
sınırlara sahip ülkeler savaş safhalarını atlatmaya ve komşularıyla barışçı
ilişkilere geçmeye daha açıktırlar. Bu özelliklere sahip olmayan ülkeler için
daha zor olabilir. Yakınlık ve etkileşimler açısından bu özellikler ancak sırasıyla
kuvvet kaybı ölçüsünü (dağlar savaşları azaltırken nehirler arttırır) veya
etkileşimlerin sayısını doğrudan etkiledikleri takdirde savaşı kızıştırabilir veya
dizginleyebilirler.14
7. Etkileşim açıklamasına göre komşular komşu olmayanlara kıyasla daha
sık etkileşimde bulundukları için savaşa daha yatkınlardır. Dolayısıyla
teknolojik yenilikler nedeniyle dünya küçüldükçe bazı komşu olmayan ikililerin
tipik komşu ikililerle aynı sayıda etkileşimde bulunmaları beklenir. Her ne kadar
bazıları bu şartın gerçekleşme olasılığını inkar edeceklerse de eğer
gerçekleşecek olursa bu komşu olmayan ikililerin komşularla aynı savaş
olasılığına sahip olmaları gerekir. Bütünüyle bakıldığında etkileşim açıklaması,
teknolojik değişim yüzünden mesafeler yeniden ayarlanacağı için komşu
olmayan ikililer arasında daha fazla savaş öngörür gibidir. Benzer biçimde
14
Seyre açık olduklarından nehirleri aşmak tarih boyunca karayı aşmaktan daha kolay olmuştur.
Dolayısıyla irtibat ve ticaret aynı askerî tahkimatlar gibi nehirleri takip etmiştir.
210
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
teknolojik yenilikler, özellikle de deniz gücü, nükleer silahlar ve dış uzaya
erişimin artması ile birtakım devletler için kuvvet kaybı ölçüsünü azaltacaktır.
Bu da yakınlık açıklamasının ayrıca gelecekte komşu olmayan ikililer arasında
daha fazla savaş öngöreceği anlamına gelmektedir. Bölgesellik açıklaması bu tür
bir artış öngörmeyecektir. Komşu olmayan ikililer arasında ikili savaş nadirdir
ve genelde sömürge toprağı barındırır. Komşu olmayan devletler arasında
genellikle vuku bulan savaşlar savaş yayılımı veya sirayetinden kaynaklanır ve
özel bir vaka olarak görülmeleri gerekir (bkz. Vasquez, 1994).
SONUÇ: BAZI SİYASAL ÇIKARIMLAR
Kati olmamakla birlikte bu testler, tarafların kendi açıklamalarını reddetmek
için kabul edebilecekleri kanıtları açıkça belirleyecek bir süreci başlatma amacı
taşımaktadırlar. Sonuçta bilim ampirik anlaşmazlığı çözmenin bir sürecidir.
Ancak bölgesellik açıklaması ile yakınlık ve etkileşim açıklamaları arasındaki
farklar sadece kuramla sınırlı değildir. Faydalı bir bilimsel kuramın ayrıca bir tür
siyaset rehberliği ya da en azından perspektif sunma becerisi olmalıdır. Savaşın
çıkışında toprağın rolü üzerinde daha fazla durmak bu tür bir rehberlik sunabilir
ve barışı nasıl kurup koruyacağımızı öğrenmemizde yardımcı olabilir. Buna
karşın yakınlık ve etkileşim açıklamaları bunu yapamazlar.
Bu çıkarımları birbirinden ayırırken önemli bir uyarı akılda tutulmalıdır:
bunlar test edilmemiş bir kuramın çıkarımlarıdır. Savaş ve barış karmaşık
süreçlerdir ve sadece tek bir sav kümesinin bu karmaşıklığı çözmesi pek olası
değildir. Ayrıca bir kuram yinelenen kanıtlarla desteklense dahi siyasi
çıkarımların doğru olarak elde edilmesi veya işleyen ve herhangi bir olumsuz
yan etki sahibi olmayacak şekilde uygulanması her zaman mümkün değildir.
Yine de bölgesellik açıklaması devletlerarası savaşın önemli, ancak
temeldeki ve dolaylı bir nedenini saptadığını iddia ettiği için barışın tesisi için de
bazı çıkarımlar sağlamaktadır. Bunlar Soğuk Savaş sonrası dönemde daha önce
hiç olmadığı kadar uygun görünmektedir. Bölgesellik açıklamasının en önemli
katkılarından birisi bölgesel meselelerin herhangi bir devletin karşılaşacağı en
tehlikeli mesele olduğudur. Realist yaklaşımların aksine savaşın belli meseleler
üzerinde yoğunlaştığını ve iki devletin birbirleriyle olan tarihlerinde belli
dönemlerde kümelendiğini söyler. Hakim realist yaklaşımlara kıyasla bu
yaklaşım, savaşın kontrol altında tutulması için bir şey yapabilme ve barışı
getirebilme ile ilgili çok daha faydalı ve iyimserdir. Bilimsel ve siyasi
çabalarımızı bölgesel meseleleri daha iyi ele almak için yoğunlaştırmamızın çok
büyük karşılıklar verebileceğini taahhüt eder.
Bölgesel açıklama açısından herhangi iki komşu karşılıklı olarak kabul
edebilecekleri bir sınır paylaşımında uzlaşarak savaşı önleyebilirler. Burton’un
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
211
da (1984) iddia ettiği gibi temel ihtiyaçlar içeren meseleler her iki tarafın da
ihtiyaçlarını tatmin edecek bir şekilde çözülmedikleri müddetçe ortadan
kalkmaları zordur. Barışı teşvik etmek isteyen devlet seçkinleri sınırları
meşrulaştıracak ve gelecek nesilleri yasal olarak bu anlaşmalarla bağlı hale
getirecek anlaşmalar yapmaya çalışmalıdırlar. Ayrıca gelecekteki bölgesel
anlaşmazlıkları ele almak için süreçler ve açık örnekler tesis etmeye
çalışmalıdırlar.
Yukarıdaki durumdan, tüm büyük devletlerin komşularıyla sınırlarına ilişkin
anlaşmalar yaptığı bir sistemin veya bölgenin bunun görülmediği bir sistem veya
bölgeye kıyasla daha barışçı olacağı sonucu çıkar. Kuzey Amerika’nın
Avrupa’ya kıyasla daha az savaş yaşamış olmasının nedenlerinden birisi budur.
En önemli neden elbette Kuzey Amerika’da sadece üç devlet olmasıdır. Aynı
şekilde çatışma çözümü ve bağlayıcı anlaşmaları kolaylaştıran büyük bir
devletin bulunduğu bir sistem veya bölgede de daha az savaş yaşanacaktır. Latin
Amerika’nın Avrupa’ya kıyasla daha az savaş yaşamış olmasının temel
nedenlerinden birisi de budur.
Bölgesellik açıklaması ayrıca toprağa ilişkin kararların kısmen sistemin tümü
tarafından belirlenen normlar tarafından yönlendirildiğini açık etmektedir.
Araştırmacılar ve aydınların toprakla ilgili normların savaş üzerindeki etkisine
çok daha fazla dikkat etmeleri gerekir. Toprağa kimin hakkı olduğu ve toprağın
hangi koşullar altında hak edilip el değiştirdiğine ilişkin istikrarlı normlara sahip
bir sistem, çatışan normlar veya belirsiz normlara sahip bir sisteme göre daha az
savaş yaşayacaktır.
Soğuk Savaş sonrası dönemde aydınların toprağa ilişkin mevcut normları
yeniden değerlendirmeleri gerekmektedir. Modern çağın başlangıcıyla
milliyetçilik toprak iddia etmek için en önemli meşrulaştırıcı kriter olarak yavaş
yavaş hanedan verasetinin yerini almıştır. Milliyetçilik ve kendi kaderini tayin
etme ilkesiyle olan bağları küresel modern kültür içinde öyle birleşmiştir ki
haklı ve doğal ilkeler olarak kabul edilirler. Tarihin bir ürünü olduklarını ve
herhangi bir normda olduğu gibi ne kadar iyi olduklarının sonuçları ve
deontolojik iddiaları bakımından belirlenmesi gerektiğini unuturuz.
Bugün barışa en büyük tehdit yeni devletler için milliyetçi taleplerden
gelmektedir. Milliyetçilik her devletin kendi devlet ve toprağına sahip olma
hakkını öngörmektedir. Etnik gruplar milliyetçilik temelinde giderek daha fazla
bölgesel talepte bulunmaktadır. Bölgesellik açıklaması açısından bu iki şekilde
savaş olasılığını arttırmaktadır. Birincisi, yeni bölgesel meselelere neden
olmakta ve mevcut sınırların meşruiyetini azaltmaktadır. İkincisi, sistemde
sınırlarını çizmeleri gereken devletlerin sayısını arttırmaktadır. Sovyetler Birliği
ve nüfuz alanının çökmesi kısmen bu iki etki nedeniyle savaş ve çatışma
üretmiştir.
212
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Yugoslavya’da bile ülkenin ‘milliyetçi’ çizgilere göre dağılması ve yeni
devletlerin oluşumu bölgesellik açıklamasının da öngöreceği gibi bir ölçüde
sınırların çizilmesi için bir mücadeledir. Dünyanın geri kalanının
Yugoslavya’dan öğrenmesi gereken ise bir ilke olarak milliyetçiliğin
tehlikesinin bir kez bir koşula uygulandığı zaman bir sonraki durumda (açıklık
ve eşitlik soruları nedeniyle) askıya alınamamasıdır. Yani eğer Slovenler ve
Hırvatlar milliyetçilik ve kendi kaderini tayin temelinde Yugoslavya’dan
ayrılabilirlerse o zaman neden Hırvatistan’daki Sırplar veya Slovenya’daki
İtalyanlar da aynı ilke temelinde ayrılamazlar? Bu soruya ikna edici bir etik
yanıt bulunmamaktadır.
Milliyetçilik ilkesinin sonuçları ciddidir, zira dünyada devlete sahip olmayan
yüzlerce etnik azınlık vardır ve bu azınlıkların pek çoğu ya sömürülmekte ya da
haksızlığa kurban olmaktadır. Yine de bölgesellik aksiyomu mevcut sınırları
yeniden düzenlemek için yapılan her harekette savaş olasılığının arttığını açıkça
göstermektedir. Barışla ilgilenen araştırmacıları milliyetçiliği ve etkilerini
yeniden düşünmeye sevk etmektedir. Bunu yapmanın bir yolu da milliyetçilik ve
kendi kaderini tayin ilkelerinin hizmet etmesi gereken daha derin değerleri ve
kaygıları yeniden incelemektir. Örneğin kimlik meselelerinin toprakla ilgili
olması gerektiği açık değildir. Ulusal veya etnik kimlik sıfır toplamlı değildir,
ancak milliyetçilik bir milliyete belli bir toprak parçası üzerinde ayrıcalıklı bir
denetim bahşederek sıfır toplam algıları yaratabilir. Geçmişte kimliği toprağa
bağlamak savaşa neden olmuştur ve bugün de hem devletler arasında (SSCB’nin
ardılı devletlerin bazıları arasında olduğu gibi) hem de devletlerin içinde bunu
yapmaya devam etmektedir. Bu durum, kimlik meselelerini bölgesel meselelere
bağlamanın tehlikelerini göstermektedir.
Barışı arttırmanın bir yolu kimlik meselelerini ‘bölgesellik dışılaştırma’
olabilir. Bir mesele topraktan ayrıldığında (yani talepleri bir toprak parçasını
kontrol etmeye bağlanmadığında) çatışma yaratabilse dahi savaş üretme olasılığı
daha azdır. Örneğin merkantilist dönemde ticaret bölgesellaşmış ve böylece
ticaret savaşları gerçek savaşlar olmuştur (bkz. Holsti, 1991, s. 315). Fakat
kapitalist dönemde ticaret ‘bölgesellik dışılaştırılmış’ ve ticaret savaşları
çatışmacı olsalar da şiddetli olmamışlardır. Elbette ‘bölgesellik dışılaştırma’
ancak eğer etnik grupların kendi topraklarını istemelerine neden olan
ihtiyaçların – şeref, kendi dilleriyle ilgili haklar, düzgün bir yaşam standardı ve
buna benzer ihtiyaçlar – ele alınıp karşılanması halinde kabul edilecektir.
Bölgesellik açıklaması normlar ve milliyetçilik gibi mesihçi hareketlerdeki
barışın tehlikelerine dikkat çekmektedir. Daha sonra yapılan savaşların istenen
şeye değip değmediği ayrı bir sorudur. Bölgesellik açıklaması Afrika Birliği
Örgütü’nün Afrika’nın sömürge sınırlarını kabilesel veya etnik çizgilere göre
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
213
çizme kararındaki bilgeliği tanımaktadır. Sovyetler Birliği’nin ardıl devletleri ve
Doğu Avrupa için de benzer bir karar alınmasını önermektedir.
Tüm milliyetçi gruplar bu tür bir çözümü özellikle de bir bölgede büyük
sayıda çoğunluklara sahiplerse kabul etmeyeceklerdir. Burada bölgesellik
açıklaması toprağın el değiştirmesi için kurallar ve süreçlerin geliştirilmesini
önermektedir. Halihazırda zaten sınır sorunlarıyla ilgili oldukça kapsamlı bir
uluslararası hukuk külliyatı bulunmaktadır ve bu da savaşa gitmeden sınır
sorunlarını çözmeyi ve bazı durumlarda aracılık etmeyi daha kolay hale
getirmiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde yapılması gereken de devir, ardıllık
ve iç savaş sorununu ele alacak benzer bir uluslararası hukuk külliyatı
geliştirmektir. Eğer bölgesellik açıklaması daha yaygın ve aydın seçkinler ile
siyaset yapımcıları tarafından daha fazla biliniyor olsaydı Avrupalı devletlerin
Slovenya ve Hırvatistan’a diplomatik tanınma sağlamakta bu kadar acele etmesi
pek mümkün olmazdı.
Son olarak bölgesellik açıklaması Soğuk Savaş sonrası dönemde çatışma
çözümü teknikleri uygulamak isteyenler için önemli dersler vermektedir. Onlara
bölgesel meselelerin diğer meselelerden ayrılmasının mümkün olması halinde
şiddet olasılığının ciddi şekilde azalacağını söylemektedir. Aynı zamanda
statükoya gönülden bağlı olanları da etnik grupların diğer bazı ihtiyaçlarını
karşılamazlarsa milliyetçi ve bölgesel çözümlere yönelecekleri hususunda
uyarmaktadır. Ayrıca çatışma çözümü kuramcılarının zorlu iç anlaşmazlıkları
ele almanın bir yolu olarak tampon devletler gibi daha eski çözümleri
incelemelerini önermektedir (bkz. örneğin Burton’un (1984, ss. 92-99) bölgeli
işlevselcilik önerisi).
Bu öneriler sadece yüzeye atılan bir çizik gibidir ve bölgesellik
açıklamasının Soğuk Savaş sonrası dönemde barış için uygun ve yeni
yaklaşımlar sağlayabileceğini göstermeye yaramaktadırlar. Bu da bizim hem
geçmiş pratiklerin tuzaklarının hem de savaşın nedenlerine ilişkin üzeri örtülü
kuramlarımız toprak anlaşmazlıklarının önem ve merkeziliğini anlamadığı için
dikkate almamış olabileceğimiz barışçıl çözüm fırsatlarının farkına varmamızı
sağlamaktadır. Bu önerilerden her birinin ciddiye alınmadan önce önemli bir
sorgulama ve arıtmadan geçmesi gerekecektir. Bu arada araştırmacıların savaşın
bölgesel açıklamasına ve ampirik kesinliğine daha fazla dikkat vermesi
gerekmektedir. Bunu yapmanın en iyi yollarından birisi komşuluk ve savaş
arasındaki ilişki üzerine yakınlık ve etkileşim açıklamalarını eleştirel olarak
yeniden incelemektir. Eğer bu makalede sunulan analiz doğruysa çoğu savaşın
komşular arasında başladığı bulgusu kendi içinde barışa açılan kapının göz ardı
edilen bir anahtarını barındırıyor olabilir.
214
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
KAYNAKLAR
Alcock, John, 1989. Animal Behavior: An Evolutionary Approach. 4th ed.
Sunderland, MA: Sinaver Associates.
Allan, Pierre, 1983. Crisis Bargaining and the Arms Race: A Theoretical Model.
Cambridge, MA: Ballinger.
Babst, Dean V., 1964. ‘Elective Governments-A Force for Peace’, The
Wisconsin Sociologist, vol. 3, no. 1, pp. 9-14.
Bateson, Patrick, 1989. ‘Is Aggression Instinctive?’, pp. 35-47 in J. Groebel &
R. Hinde, eds, Aggression and War. Cambridge: Cambridge University
Press.
Boulding, Kenneth, 1962. Conflict and Defense: A General Theory. New York:
Harper & Row.
Bremer, Stuart A., 1992. ‘Dangerous Dyads: Conditions Affecting the
Likelihood of Interstate War, 1816-1965’, Journal of Conflict Resolution,
vol. 36, no. 2, June, pp. 309-341.
Burton, John W., 1984. Global Conflict: The Domestic Sources of International
Conflict. Brighton: Wheatsheaf.
Diehl, Paul, 1985. ‘Contiguity and Military Escalation in Major Power Rivalries,
1816-1980’, Journal of Politics, vol. 47, no. 4, November, pp. 1203-1211.
Diehl, Paul, 1992. ‘What Are They Fighting For? The Importance of Issues in
International Conflict Research’, Journal of Peace Research, vol. 29, no. 3,
August, pp. 333-344.
Ferguson, Brian R., 1984. ‘Introduction: Studying War’, pp. 1-81 in B. R.
Ferguson, ed., Warfare, Culture, and Environment. New York: Academic
Press.
Ferguson, Brian R., 1987. ‘War in Egalitarian Societies: An Amazonian
Perspective’, paper prepared for the Annual Meeting of the American
Anthropological Association, Chicago, 20 November.
Garnham, David, 1976. ‘Dyadic International War, 1816-1965: The Role of
Power Parity and Geographical Proximity’, Western Political Quarterly, vol.
29, no. 3, June, pp. 231-242.
Gleditsch, Nils Petter, 1994. ‘Geography, Democracy, and Peace’, mimeo,
International Peace Research Institute, Oslo.
Gleditsch, Nils Petter & J. David Singer, 1975. ‘Distance and International War,
1816-1965’, pp. 481-506 in Proceedings of the International Peace Research
Association Fifth General Conference. Oslo: IPRA.
Gochman, Charles S., 1990. ‘The Geography of Conflict: Militarized Interstate
Disputes since 1816’, paper presented to the annual meeting of the
International Studies Association, Washington, DC, 10-14 April.
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
215
Gochman, Charles S. & Zeev Maoz, 1984. ‘Militarized Interstate Disputes,
1816-1976: Procedures, Patterns, Insights’, Journal of Conflict Resolution,
vol. 28, no. 4, December, pp. 585-615.
Goertz, Gary & Paul F. Diehl, 1988. ‘A Territorial History of the International
System’, International Interactions, vol. 15, no. 1, pp. 81-93.
Goertz, Gary & Paul F. Diehl 1992. Territorial Changes and International
Conflict. London: Routledge.
Goodall, Jane, 1990. Through a Window: My Thirty Years with the
Chimpanzees of Gombe. Boston, MA: Houghton Mifflin.
Holsti, Kalevi J., 1991. Peace and War: Armed Conflicts and International Order
1648-1989. Cambridge: Cambridge University Press.
Huntingford, Felicity Ann, 1989. ‘Animals Fight, But Do Not Make War’, pp.
25-34 in J. Groebel & R. Hinde, eds, Aggression and War. Cambridge:
Cambridge University Press.
Kegley, Charles W., Jr, ed., 1995. Controversies in International Relations
Theory: Realism and the Neoliberal Challenge. New York: St Martin's
Press.
Lakatos, Imre, 1970. ‘Falsification and the Methodology of Scientific Research
Programmes’, pp. 91-196 in I. Lakatos & A. Musgrave, eds. Criticism and
the Growth of Knowledge, Cambridge: Cambridge University Press.
Luard, Evan, 1986. War in International Society. New Haven, CT: Yale
University Press.
Maoz, Zeev, 1989. ‘Joining the Club of Nations: Political Development and
International Conflict, 1816-1976’, International Studies Quarterly, vol. 33,
no. 2, June, pp. 199-231.
Masters, Roger D., 1989. The Nature of Politics. New Haven, CT: Yale
University Press.
McGuinness, Diane, ed., 1987. Dominance, Aggression and War. New York:
Paragon House.
Mead, Margaret, 1940. ‘Warfare is only an Invention - Not a Biological
Necessity’, Asia, vol. 40, no. 8, August, pp. 402-405.
Morgenthau, Hans J., 1985. Politics among Nations, 6th ed. New York: Random
House.
Most, Benjamin A. & Harvey Starr, 1989. Inquiry, Logic, and International
Politics. Columbia: University of South Carolina Press.
Richardson, Lewis F., 1960. Statistics of Deadly Quarrels. Pacific Grove, CA:
Boxwood.
216
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
Ruggie, John Gerard, 1993. ‘Territoriality and Beyond: Problematizing
Modernity in International Relations’, International Organization, vol. 47,
no. 1, Winter, pp. 139-174.
Rummel, Rudolph J., 1983. ‘Libertarianism and International Violence’, Journal
of Confict Resolution, vol. 27, no. 1, March, pp. 27-71.
Sack, Robert David, 1986. Human Territoriality: Its Theory and History. New
York: Cambridge University Press.
Shaw, R. Paul & Yuwa Wong, 1989. Genetic Seeds of Warfare: Evolution,
Nationalism, and Patriotism. Boston, MA: Unwin Hyman.
Singer, J. David, 1990. ‘Accounting for International War in the Twentieth
Century’, Olin Lecture Series, US Air Force Academy, 7 December.
Small, Melvin & J. David Singer, 1976. ‘The War Proneness of Democratic
Regimes’, Jerusalem Journal of International Relations, vol. 1, no. 1,
Summer, pp. 50- 69.
Small, Melvin & J. David Singer, 1982. Resort to Arms: International and Civil
Wars, 1816-1980. Thousand Oaks, CA: Sage Publications.
Somit, Albert, 1990. ‘Humans, Chimps, and Bonobos: The Biological Bases of
Aggression, War, and Peacemaking’, Journal of Conflict Resolution, vol.
34, no. 3, September, pp. 553-582.
Starr, Harvey & Benjamin A. Most, 1976. ‘The Substance and Study of Borders
in International Re-lations Research’, International Studies Quarterly, vol.
20, no. 4, December, pp. 581-620.
Starr, Harvey & Benjamin A. Most, 1978. ‘A Return Journey:
Richardson,”Frontiers,” and Wars in the 1946-1965 Era’, Journal of
Conflict Resolution, vol. 22, no. 3, September, pp. 441-467.
Valzelli, Luigi, 1981. Psychobiology of Aggression and Violence. New York:
Raven.
Vasquez, John A., 1983. The Power of Power Politics: A Critique. London:
Frances Pinter.
Vasquez, John A., 1993. The War Puzzle. Cambridge: Cambridge University
Press.
Vasquez, John A., 1994. ‘Distinguishing Rivalries that Go to War from Those
that Do Not: The Two Paths to War’, mimeo, Dept. of Political Science,
Vanderbilt University.
Vayda, Andrew, 1976. War in Ecological Perspective: Persistence, Change and
Adaptive Processes in Three Oceanian Societies. New York: Plenum.
de Waal, Frans, 1989. Peacemaking among Primates. Cambridge, MA: Harvard
University Press.
Komşular Neden Savaşır? Yakınlık, Etkileşim veya Bölgesellik
217
Wallensteen, Peter, 1981. ‘Incompatibility, Confrontation, and War: Four
Models and Three Historical Systems, 1816-1976’, Journal of Peace
Research, vol. 18, no. 1, pp. 57-9.
Wayman, Frank Whelon & Daniel M. Jones, 1991. ‘Evolution of Conflict in
Enduring Rivalries’, paper presented to the annual meeting of the
International Studies Association, Vancouver, DC, 20-23 March.
Wilson, Edward O., 1975. Sociobiology: The New Synthesis. Cambridge, MA:
Harvard University Press.
218
Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler
DÜNÜ YENIDEN YORUMLAMAK:
TEORİK TARTIŞMALARDA ELEŞTİRİLER,
DEĞİŞİM VE SÜREKLİLİK
Soğuk Savaş Sonrası Yapısal Realizm
221