Poetika - Bizim Külliye

Transkript

Poetika - Bizim Külliye
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
S AY I
Yıl : 17/2015
65
İZZETPAŞA VAKFI ADINA
SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
NİHAT ERİŞ
Genel Yayın Yönetmeni
NAZIM PAYAM
Tashih
MAHMUT BAHAR
Röportaj
Yrd. Doç. Dr. TANER NAMLI
Dizgi-Tasarım-Kapak-Web
AYDIN KARABULUT
Basın ve Medya
GIYASETTİN DAĞ
Hukuk Danışmanı
Av. Şuay ALPAY
Dağıtım
İzzetpaşa Vakfı
Danışma Kurulu
Yavuz Bülent BAKİLER
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN
Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR
Prof. Dr. Tarık ÖZCAN
Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL
Dr. M.NACİ ONUR
Uzm.Necati KANTER
Yrd. Doç. Dr. A. Faruk GÜLER
KEMAL BATMAZ
Ömer KAZAZOĞLU
Abone ve Reklam
Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ
Posta Çeki Hesap No:1285029
Yönetim Yeri
İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI
EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ
Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)
Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65
Baskı
TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi
Tel. 0312 354 91 31
Yenimahalle / ANKARA
Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 30 TL
Yurt Dışı: 40 Avro
Yıllık Kurum Abone: 80 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü
değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu
yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı
anılmaksızın alıntı yapılamaz.
e-posta (e-mail)
[email protected]
www.bizimkulliye.com
ISSN:1302-3500
3
Nazım Payam
Hangi şiir
5
Nâzım Hikme Polat
röp. Taner Namlı
12
Vefa Taşdelen
Poetika tarihinden bir kesit
38
Taner Tatar
Şiire bal, şaire
hemhal olmak
43
Yusuf Çetindağ
Divan şiiri
poetikasında ilham ve
olağanüstülük
46
19
Namık Açıkgöz
Klasik Türk poetikası
23
Nazire Erbay
Klasik şiirde kadim
kelamdan "söz"e
Sema Önal
Şiir sanatı
Nuri Sağlam
Poetika ve ontolojik
huzursuzluk
27
Mustafa Özçelik
Şiirin değiştirme gücü
30
50
60
Veysel Doğaner
Tanzimat devri şiir
poetikası
64
A. Faruk Güler
Yahya Akengin Türk şiirinin kırılma
Şiirin yelpazeleri noktalarından: İkinci
Yeni şiiri
32
Celal Fedai
Lütuf varsa şiir de var
34
Tarık Özcan
Şiir dilin miracıdır
36
Seval Koçoğlu
Edebiyatımızın nihayatsiz
seferi...
66
Mahmut Bahar
Salâhi Bey: Şiirin
İlkeleri'ni yazan
adam
70
İbrahim Tüzer
İsmet Özel ve
poetikasından bir
kesit
73
M. Halistin Kukul
Alp Erenlerin destan şairi
78
Necati Kanter
Esma'nın gözleri
82
Serhat Işık
Bir ömrün sonunda arzu
83
Soruşturma
106
Lütfi Parlak
röp. Gıyasettin Dağ
109
Abdullah Satoğlu
"Hisar" dergisi ve
Hisarcılara dair
112
Osman Suroğlu
Muhterem Okurlar,
Elinizdeki sayımızın dosya konusu, poetika.
Otuza yakın şairimize “Bize poetikanızı anlatır
mısınız?” sorusunu yönelttik. Kimi şairimizden de
sorgulayıcı yanını öne çıkaracak yazı talebinde
bulunduk. Gayemiz duygu ve düşünce dünyamızı
etkileyen, tetikleyen şiir söyleme nedenini anlamaya çalışmak; günümüz şairlerinin kendi şiirlerine dair görüşlerini hem şiir sevenlere aktarmak
hem de yarınlara taşımak.
Ortak görüşler ağırlıkta ancak edebiyatımızı
besleyip gürleştiren farklılıklar da dikkatlerinizden
kaçmayacaktır. Fakat aslolan şair-şiir-poetika üçlüsünün aynı düzlemde olup olmadığı. Bu arada
poetikaların üçüncü gözden nasıl göründüğü de
bir o kadar önemliydi. Onlara da yer açtık.
Umarız duygu ve düşünce dünyamızı etkileyen şairlerimizin sözleri kör noktamıza ışık tutmuştur.
Gelecek sayımızın dosya konusu ise Edebiyat
ve Psikoloji.
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a
emanet olunuz.
Bizim Külliye
2
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Hangi şiir
NAZIM PAYAM
H
Kimi
edebiyatçımız
acemi
devresinde
halk şiirinin
suyuyla bir
iki yıkanır.
Bu, rahatlıkla
yazabilirim
sanısından
kaynaklanan
bir heves
teşebbüsüdür.
Halk
edebiyatımızın
bütün türleri
yazmaya
umutlandırır
insanı. Ama
ozan ve
âşıkların ilhamı,
ifadesi başka!
alk şiirimiz türkülerle ayakta. Masallar,
efsaneler, destanlar;
yuvanın, sokağın büyülü sıcaklığını
eriten dijitalin elinde kaldı. Artık
anneler bebelerine ninni söylemiyor, çocuklar bilmece bulmaca oynamıyor, nineler gençleri maniyle
uyarmıyor, ihtiyarlar yiğitlemeleri unuttu. Bir türkülerimiz
kaldı günlük hayatta. Türküler hatırlatıyor halk edebiyatını.
Semai imiş, ağıt imiş, koşma imiş; ne fark eder, yeter ki bir
beste eşliğinde gelsin. Onun arılığı duruluğu, içinde barındırdığı samimiyet her şeye rağmen ilelebet sürecek.
Severiz türküyü. Nerede, hangi mevkide, nasıl bir yaşantıyla hemhal olursak olalım, vaktini kollar döne gide uğrarız
kapısına. Çok zaman efkârımızı da neşemizi de ona söyletiriz. Bir de içlendiğimiz konuyla örtüşeni yok mu? Karasında teselli, akında umut… Neler söylemez ki bize. Mest olur,
tekrar tekrar dinleriz.
Ama türkünün içinde bulunduğu anlatım tarzını çağımız şiirinde göremez, hissedemezsiniz. Hele benim şiirimde. Sanırım dertleştiğim, gönülden söküp atamadığım
türkülerin gölgesi dahi şiirimle çelişir.
Bazı şeyler eskitilmeden, yitirilmeden değişim olmuyor.
Türkü kolektif serüvenin, paylaşılan hayatın, ortak hafızanın eseri; benim şiirim, benim.
Yaşadığımız dönemin edebiyatı okura, sırrını bütünüyle açmıyor. Kiraya verilecek ev gibi ona, sanatın özenilmiş,
kafa yorulmuş odalarını, mutfağını, balkonunu gezdiriyor.
Sır ortaklığı herkesin bildiği gerçekten ibaret. Özellikle şiirde. Şair, edebî görevinin gereği duygusunu yoğunlaştıran
nedenin yalnızca bir kısmını somutlaştırıp yansıtıyor. Ötesi,
okurun malik olduğuna, okuma alışkanlığına, analiz gücüne bağlı: Konu kişiden kişiye bu yolla daralıp genişliyor.
Bugünün şiirine yüklenilen anlam, birbirine teğet halkalardan oluşuyor. Kişinin herhangi bir şiirde tutunması
kendi iç âleminin dayanaklarından geliyor. Şiir zevkimiz ses
bozukluğunu, yanlış kelime seçimini, mısralar arası uyum3
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
suzluğu nasıl kaldıramıyorsa sırrını bütünüyle açan
şairden de öylesine hoşnutsuz, huzursuz oluyor.
Ne yazık ki ben de herkes kendi hüznüyle ağlasın istiyorum, şahsi bölgeye girmekte ısrarcı olanlara
sadece tebessümle yetiniyorum.
Kimi edebiyatçımız acemi devresinde halk şiirinin suyuyla bir iki yıkanır. Bu, rahatlıkla yazabilirim sanısından kaynaklanan bir heves teşebbüsüdür.
Halk edebiyatımızın bütün türleri yazmaya umutlandırır insanı. Ama ozan ve âşıkların ilhamı, ifadesi
başka! Onlara öykünen şerbetli değilse yalnızca taklitle yetinir. Şiirde kulaç atmaya başlayan şairimiz,
uğraşını uzatmak, özgünlüğünü bulmak niyetindeyse eğer koşar adım zamanın ırmağına dönmek
zorundadır.
Çünkü kusurlu, eksik içselleştirme olmaz.
Peyami Safa, halk şiirine heveslenen ve orada
kalış süresini uzatan sazsız şairleri “Şiir ve Folklor”
isimli köşe yazısında şiddetle kınar:
“Halk şiirini yazmaya saz şairinden (ozan) başka hiç kimsenin ne kabiliyeti ne de hakkı vardır. O
adam başka adamdır; Atillâ doğduğun yer hangi
Anadolu köyü olursa olsun, sen, başka bir kültürün
ve havanın çocuğu, o olamazsın. Bu işi onun elinden alma.
Almaya çalışmayınız, gençler! Ayran çanağıyla
şampanya sunmayınız. Trubadur’un lirikliği, saflığı
ve bilgisizliği taklit edilemez. O yalnız kendi şartları içinde mümkün ve güzeldir. Örnek değil, ham
maddedir. Kutsi’ciğim çok aldanmıştır. Şiirden geriye dönülmez.”
Safa, o yazının son paragraflarında okuruna
“Dünyanın hangi büyük şairi -affedin, beni bin kere
affedin- folklor maymunudur?” sorusunu yöneltir.
“Hiçbir şehir köye benzemediği gibi, hiçbir kültür
şiiri de halk şiirinin naziresi olamaz.” der. “Güzel bir
halk şiirinin daha güzel bir taklidine hiçbir yerde”
rastlanamayacağını vurgular. Alanı genişletmek, derinliği artırmak için yeni kalıp, yeni eda aramamızı
önerir ve Fazıl Hüsnü Dağlarca örneğini haber verir.
“Şiir ve Folklor” 19 Mart 1950’de Ulus gazetesinde yayımlanmıştır. Tam altı yıl sonra, A dergisinde, Cemal Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman” denemesi yankı uyandırır. Peyami Safa, komple yetkin
bir edebiyatçı, Cemal Süreya ise şiiri hâlâ dorukta
bir şairdir. Yine İkinci Yeni akımı ve Papirüs dergisi
denilince akla ilk gelen isim Cemal Süreya’dır. Her
ikisi de farklı görüşlerin temsilcisidir. Farklı kaygı-
larla kaleme almışlardır o yazıları. Lakin geleceğin
şiiri üzerinde aynı temayı paylaşıyorlar: Özgünlük.
Bugünün edebiyatında özgünlüğün mantığını dolduran husus, edebiyatçının çağının insanı
olması, birikimi, ifade tercihi ve sanat egemenliğini
kişisel limitiyle ölçmesi… Ayrıca dilini, üslubunu,
temasını dış dayatmalara karşı savunmakla kalmayıp kitlesine kalem aşısı vurabilmesidir.
Cemal Süreya’nın “Çağdaş şiir geldi kelimeye
dayandı” savı, bir yanıyla da kişiye, özgünlüğü öncelemeyi gerektiriyor. Bunun hükmü hangi vakte
kadar sürer bilmem. Fakat günümüzde sanat eserlerinin ilkelerini belirleyen “ben” gerçeğidir.
Geçerli olgu böyle olunca tabii ki Orhan Veli’nin
önermesi de ayrıcalık kazanıyor: “Sıvanmış, boyanmış bir binanın tuğlaları arasındaki harcı göremeyiz.
Bina tamamiyetini ancak bu harçla temin ettiği zamandır ki, onu teşkil eden tuğlaları teker teker görmek, onların vasıfları üzerinde düşünmek fırsatını
elde ederiz.”
Artık bir kişi bir başka kişinin, bir grup bir başka
grubun piramidine tuğla taşımaktan kaçınıyor. Uzlaşır veya uzlaşmaz görünen savlar, dikenli telle örülüyor. Geleneğin kılcalları nicelerinin esin kaynaklarını adressiz bırakıyor. Şiirini sandıksız, bohçasız,
imgesiz sunanlar umursanmıyor. Evet, edebiyatçımız geneli, okur, hane içinden biri olmayı erteliyor.
Lakin hangi yöne dönsek, parçalardan mevcut bütündür muhatabımız.
Söz konusu ‘özgünlük’ olunca kimileri çağdaş
edebiyatçıyı (şairi) sorunlara, acıtıcıya, kadim kültür
katmanlarına duyarsız görüyor. Onun dürtülerden,
meraklandırıcı bakışından, sorgulayıcı niyetinden
çekiniyor. Dürtüleri, bakışları, niyetleri anlamsız
öfkeye ek olarak niteliyor. Düşüncesine, duygusuna
uzandığında dağınıklığa karışmaktan, kaybolmaktan korkuyor. Girdaba düşeceğini sanıyor. Kopuşları, karşıtlığı dillendirip pürüzsüzleştiren çabasını
hafife alıyor. Kişilikli tavrın karşılığını aramaktan
ürküyor. Eskilerin yokluğuna hayıflanıyor.
Oysa kişinin “bana özgü” dediği gizli sebepler
yenilendikçe elbette ölçütler değişecek; arayışlar
çeşitlenecek; yargı, nabzı vuran her hücrenin meçhulüne eğilecektir. Hem kendi külünden doğan
toprak şairlere; Yunuslara, Mevlanalara asıl kıymet,
durmaksızın yenilenen seslerden gelmiyor mu?
Öyleyse bir şair için asıl mesele “karanlıklar içinde insana eğilen” şiiri bulmak.■
4
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
NÂZIM HİKMET POLAT
ile poetika üzerine
Şiir sanatı hakkında kanaat beyan edenler de
sanatı bir adım daha ileriye taşımak amacıyla
yazar veya konuşurlar. Bunların bir kısmı bir
veya birkaç nesil önce söylenmiş şeyler de
olabilir.
TANER NAMLI
Prof. Dr. Nâzım Hikmet POLAT
1955 Bahçecik-Oltu doğumlu. Yüksek tahsilini Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yaptı (1979).
1981-1985 yılları arasında Atatürk ile
Yüzüncü Yıl Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalıştı. Aralık 1984’te doktor unvanını aldı. Cumhuriyet Üniversitesinde (Sivas)
1985’te yardımcı doçent oldu. 1993’te doçent ve
1999’da profesör oldu. 2001’de Niğde Üniversitesine geçti. 2004-2007 arasında Doğu Akdeniz
Üniversitesinde (Magosa-Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti) çalıştı. 2009’dan beri Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesidir.
01 Mart 2012’de Niğde Üniversitesi Eğitim
Fakültesi’ne dekan olarak atandı.
Çeşitli bilim, kültür ve sanat dergilerinde
şiir, hikâye, makale vb. kalem tecrübeleri yayımlandı. Ayrıca, “Türklük Bilimi Araştırmaları”
adlı uluslararası bilimsel bir dergi çıkarmaktadır.
Nâzım H. Polat, Tanzimat sonrası kültür
hayatımızın süreli yayınlarda saklı bulunduğu
inancıyla çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırmıştır.
Şahabettin Süleyman, (1987), Müdafaa-i
Milliye Cemiyeti (1991), Külliyatına Girmemiş
Yazılarıyla Ömer Seyfettin (1988), Türk Çiçek
ve Ziraat Kültürü Üzerine -Cevat Rüştü'den
Bir Güldeste (2001), Bir Jöntürk'ün Serüveni
-Dr. Şerafettin Mağmumi'nin Hayatı ve Eserleri
(2002), Rübap Mecmuası ve Meşrutiyet Dönemi
Türk Kültür ve Edebiyat Hayatı (2004) eserlerinden bazılarıdır.
Sizinle poetikalar üzerine konuşmak isteriz.
Hay hay. Ancak sorularınıza geçmeden önce bana
ne kadar zaman, derginizde ne kadar hacim ayırabileceğinizi öğrenmeliyim. Sözü uzatmamak veya yeterli
açıklamayı yapmadan sözü bitirmemek için gerekli bu.
Süre size bağlı; dört beş sayfalık hacim ayırabiliriz.
Türk edebiyatı tarihçiliğiyle ilgili bir makalenizde “Yarım saat içinde edebiyat tarihçiliğimizin
tarihini yazamasak da hikâyesini dile getirebileceğimizi sanıyorum.” diyor ve “Klasik edebiyatımız
döneminde, şiire dayalı edebiyatımızın tarihçiliği
şuara tezkireleriyle yapılıyordu.” cümlesini ekiliyorsunuz. Makalenizin ilk paragrafında akla gelen soru
şu: Edebiyat tarihimizin omurgasını oluşturan şiir
ve şairler mi?
Önce, bahsettiğiniz yazının edebiyat tarihçiliği
hakkındaki bir çalıştay bildirisi olduğunu ve daha sonra bilimsel yayınlar yapan bir internet sitesi tarafından
kullanılarak yaygınlaştığını, hâlbuki Yenileşme Devri
Türk Edebiyatından Çizgiler (2012) kitabımıza bazı
değişikliklerle alındığını belirtmeliyim. Ancak klasik
edebiyatımızın şiire dayalı olduğu yolundaki kanaatimiz değişmemiş, hatta daha başka yazılarımızda da tekrarlanmıştır.
5
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Daha önce şiir hakkında görüşlerini dile getirenler, genel
anlamıyla edebiyat hakkında konuşmuşlardır. Fakat Haşim,
şiiri öteki edebî türlerden tamamen ayırmıştır. Hatta şiir ile
nesir türleri arasına tam bir duvar ördüğü söylenebilir. Bu
poetika, sembolizmin Türkçedeki en özlü ifadelerinden
biridir.
Şuara tezkirelerinin tamamı değil yalnızca bir
tanesi, Gûftî’nin Teşfirat’ş-şuara’sı manzumdur.
Konunun ilginç tarafı şu: Tezkire dediğimiz şey,
şairlerin hayatını, edebî şahsiyetini, eserlerini anlatmak için yazılır. Böyle bir konunun bile manzum yazılabilmesi için edebî hayatta şiirin bugün
hayal edemeyeceğimiz ölçüde nazma kıymet veriliyor olması lazımdır. Yenileşme döneminde,
Ziya Paşa’nın, Harabat Mukaddimesi’nin “Ahral-ı
Şuara-yı Rum” başlıklı kısmı da kısacık bir edebiyat tarihidir ve manzumdur. Tahirü’l-mevlevî’nin
Başlangıcından Tanzimat Devrine Kadar Edebiyat
Tarihimize Bir Muhtıra’sı da manzum olup Gûftî
ve Ziya Paşa’nın eserlerini tamamlayıcı niteliktedir.
Destan geleneğinin devamı sayabileceğimiz
tarih kitapları da vardır. Firdevsî-i Rumî’nin
Kutubname’si, Nadirî’nin Şehname’si, Şükrî’nin
Selimname’si, Abdullah Hatifî’nin Timurname’si,
Asafi Dal Mehmet Çelebi’nin Şecâatname’si,
Harimî’nin Gonca-i Bağ-ı Murad’ı, Enverî’nin
Düsturname’si ve Seyyid Muradî’nin Gazavat-ı
Hayreddin Paşa, Hadidî’nin Tevarih-i Al-i Osman
adlı eserleri manzumdur.
Bir vak’a etrafında yazılan yani tahkiyeli (anlatma esasına dayalı) mesnevilerin, halk
hikâyelerinin, gazavatnamelerin de manzum olduğunu hatırlayalım. Bütün bu örnekler, klasik
edebiyatımızın omurgasını, şiirin, manzum söyleyişin oluşturduğuna yeterli delillerdir.
Şiir dünyası zengin bir millet olmakla
beraber şiir sanatı üzerine görüşlerini beyan
etme bakımından zengin bir millet sayılabilir
miyiz?
Şuara tezkirelerinde şairler ve sanatkârlıklar
değerlendirilirken, şüphesiz şiir sanatı hakkında
görüşlerle hareket edilmiştir. Şiir söyleyip yazıp da
üzerine düşünmemek olur mu? Her türlü şiir zevki, aynı zamanda şiir üzerine farklı bir görüştür.
Müstakil bir kitaba rastlanmasa da bazı Divan
şairleri, Divan ön sözlerinde (dibace) şiir anlayışlarına dair ipucu hükmünde bilgiler vermişlerdir.
Bazen bir beyit, bir kıt’a ile şiiri vasıflandırdıkları
da görülür. Bunların genel karakteri, şiiri ilahî bir
lütuf olarak görmek, tarif etmektir. Şiirin şekil bilgisi konusunda ise, daha zengin ve müstakil eser
bazında kaynakça zikretmek mümkündür. Aruz
risaleleri gibi… Şiirin şekil bilgisi konusundaki
diğer bir bilgi kaynağı da geleneğin ta kendisidir.
Birçoğunun okuryazar olduğu şüpheli âşıklar, bir
koşma söylerken belli bir vezin, vezin içinde durak, kâfiye, redif, mahreçleri birbirine yakın veya
aynı seslerle kurulan ahenk içinde söyleme gereğini gelenekten öğreniyorlar.
Şu hâlde şiir üzerinde düşünmek hususunda
değil ama bu düşüncenin ifade vasıtaları bakımından çok zengin sayılmayız. Çünkü bütün bunlar
bir sistem arz etmez.
Buna rağmen, tam bu noktada, sorunuz başka kelimelerle sorulabilir: Bizde neden bir Platon,
bir Aristo yok? Evet, bu hususta bir tembelliğimiz
bulunduğu söylenebilir.
Yenileşme döneminde ise durum epeyce değişmiştir. Hikmet-i bedayi kitapları, şiir yanında
genel olarak sanatın kaynağı, mahiyeti, iç ve dış
şartları, toplumsal fayda ve ferdiyetçi sanat anlayışları vb. konulardan bahsedilir. 20. yüzyılın
başlarından itibaren ise, aynı türden eserlerin
iyiden iyiye çoğaldığı görülmektedir. İletişim
vasıtalarının hayli zenginleştiği günümüzde, bu
soru artık değerini kaybetmiştir. Özel olarak şiir,
genel olarak sanat meseleleri etrafında Amerika’da,
Avrupa’da veya bu konuda cevval sayacağımız
herhangi bir ülkede ne kadar yazılıp çiziliyorsa,
Türkiye’de de o ölçüde üretim yapılmaktadır.
6
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Türk edebiyatında asıl büyük değişimi/değişimleri meydana getiren tesiri ve katkısı bakımından hangi poetika metinlerini önemsiyorsunuz?
Edebiyat ve özel olarak şiir hakkında yazdıklarına “poetika” adını veya başlığını koymamış olsa
bile, Namık Kemal’in kanaatleri, en az yedi asır
boyunca Türk aydınını kendine bağlamış olan
bir sanat anlayışını sarsabilmiştir. Namık Kemal,
Divan edebiyatının hayal sistemini alaycı ve çok
mübalağalı biçimde eleştiren, yerden yere vuran
görüşleriyle, edebiyatın (özellikle şiirin) yatağını
değiştirmiştir. Bunu ferdiyetçi anlayış yanında
toplumsal faydacı anlayışla tanışma olarak değerlendirmek yanlış sayılmaz. Keza Ziya Paşa’nın
“Şiir ve İnşa” makalesi, doğrudan şiir sanatı olmaktan ziyade dil meselesi etrafında dönse de,
kalem şuarasına, halk şiirine yönelmeyi tavsiye
etmesiyle önemlidir. Şinasi şiir sanatı hakkında
görüş bildirmemiş fakat “lisan-ı avam üzre” manzumeler yazmıştır. Bugün bu tür çıkışlarının artık
bir değeri kalmamıştır. Fakat Tanzimat yıllarında
konuşma diliyle yazı dili arasındaki farklılığı azaltıcı bu çeşit beyanlar, şiirin mecrasını farklılaştırmış, alanını genişletmiştir.
Ferdî tecrübeler bir yana, Edebiyat-ı Cedide
topluluğunun az çok ortak ilkelerle hareket edişi,
edebiyat hayatına önemli bir canlılık getirmiştir.
Sanat ve özellikle şiir üzerinde tartışma yoğunluğu, bu canlılığın kanıtıdır. Tevfik Fikret ve
Cenab’ın poetika olarak nitelendirilebilecek yazıları vardır. Yahut şöyle demek daha yerindedir:
Onların tenkidî yazılarından, Edebiyat-ı Cedide
poetikası elde edilebilir. Aynı şeyleri II. Meşrutiyet devrinin ferdiyetçi sanat anlayışını temsil eden
Fecr-i Âtî ve toplumsal faydacı sanat görüşüyle
yola çıkan Millî Edebiyat hareketi için söyleyebiliriz. Yani bunların “poetika” olarak adlandırdıkları
bir metin yoktur ama şiirin iç (şiirselliği sağlayan
unsurlar) ve dış (şiirin okuyucu kitleleri karşısındaki tutumu, toplumsal konulara bakışı vb.),
meselelerinde, bunların birine veya birkaçına dair
görüş belirten pek çok metin vardır.
Söz gelimi Tevfik Fikret’in “Musahabe-i Edebiye”, “Rûh-ı Eş’arım”, “Tefelsüf ”, “Resim Yaparken”, Kendi Kendime”, “La Danse Senpantine”,
“Heykel-i Giryan” gibi şiirlerindeki sanatla ilgili
kanaatleri üst üste koyduğumuzda adeta Servet-i
Fünun’da yazdığı “Musahabe-i Edebiye”lere benzer bir metin elde edilir. Hatta bu başlıkla, yani
“Musahabe-i Edebiye” başlığıyla, edebî hayatla
ilgili görüşlerini dile getirdiği bir manzumesi de
vardır.
Cenap Şahabettin’in “Şiir Nedir?”, “Şair
Kimdir?”, “Mesele-i Evzân”, “Vezin ve Ahenk
Meselesi”, “Tabiata Karşı Şair” gibi birkaç yazısı
birlikte düşünüldüğünde bir poetika ortaya çıkarılabilir.
Mehmet Emin Yurdakul, Türkçe Şiirler (1897)
kitabının başına, âdeta bir poetika olması düşüncesiyle “Biz Nasıl Şiir İsteriz?” adlı bir manzume
koymuştur. Bu manzumede, şiirin toplumsal sıkıntılarını dile getiren hatta onlara çare arayan
metin olması yönünde bir tercih dile getirilmiştir.
Faruk Nâfiz Çamlıbel’in “San’at” şiiri meşhurdur ve sanatla millîleşme düşüncesinin
yansımalarından biridir.
Listeyi uzattıkça uzatabiliriz.
XX. yüzyılın ilk çeyreğinde en etkili poetika,
şüphesiz, Ahmet Haşim’in önce “Ma’na ve Vuzuh” daha sonra “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” başlığıyla yayımlanan yazısıdır. Bu metin,
şiirle ilgili asli meselelerin tamamı hakkında görüş
beyan etmektedir. En orijinal tarafı şudur: Daha
önce şiir hakkında görüşlerini dile getirenler, genel anlamıyla edebiyat hakkında konuşmuşlardır.
Fakat Haşim, şiiri öteki edebî türlerden tamamen
ayırmıştır. Hatta şiir ile nesir türleri arasına tam
bir duvar ördüğü söylenebilir. Bu poetika, sembolizmin Türkçedeki en özlü ifadelerinden biridir.
Yahya Kemal Fransa’dan döndüğü 1912’den
itibaren şiir sanatı hakkında düşünenler üzerinde en çok tesir bırakanlardan biridir. Daha
1912’de şiiri -en kısa biçimiyle- “derunî âhenkle
söylenmiş mısra” olarak tarif etmiş ve daima
bu görüşünü tekrarlamıştır. Mehmet Emin
Yurdakul’un manzumesinin başlığı, “Biz Nasıl
Şiir İsteriz?” sorusu daha sonra çok tekrarlandığı
için Yahya Kemal istediği şiiri yazamayıp bu
soruyla oyalananları şöyle alaylı cümlelerle ifade
eder (Edebiyata Dair’den okuyalım):
Fikirlerini hususî ıstılahlarla hayli izah ettikten
sonra yumruklarını asabî bir hareketle sıkarak ve
yüzüme bakarak “Biz nasıl şiir isteriz, anlatabiliyor
muyum?” diyen bir gence dedim ki: Sizin istediğiniz şiiri ben söylersem ve siz dinlerseniz mükemmel
7
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
bir şey olmaz. O şiiri benden ve herkesten iyi siz
söyleyebilirsiniz, ben ve benim gibiler de dinler ve
mehmâ-emken [olabildiğince] anlamaya çalışır.
Biz anlamazsak elbette anlayanlar bulunur, siz de
bir cemaatin başı olursunuz. Ben ancak benim
duyduğum bir şiir varsa ve o şiiri de söyleyebiliyorsam insanların nazarında bir değerim vardır.
Yani Yahya Kemal diyor ki şiir üzerine görüş
belirtmek yerine o şiiri yazabilmek daha önemlidir. Buna rağmen, ömrü boyunca Balkan’a Seyahat (1923) adlı bir risaleden başka bir kitap yayımlamamış olan Yahya Kemal’in şiir sanatı hakkında pek çok konuşma metni veya mektup ait
parçası bulunmaktadır. Bunlar Edebiyata Dair’de
(1971) toplanmıştır. Özellikle “Derunî Âhenk ve
Öz Şiir”, “Sual ve Cevabı”, “Şiir ve Müddea” başlıklı yazılardan bir poetika elde edilebilir.
Ahmet Haşim ve Yahya Kemal tesiri II. Meşrutiyet yıllarından beri daima var olagelmiştir.
Ancak her ikisinin en etkili olduğu dönem 19201940 arasıdır. Orhan Veli bu yüzden, poetikasını
kaleme alırken, bu iki şairi hedefe koymuştur.
Garip Mukaddeme’sinin özü, geleneğin öğrettiği her türlü kuralı yok saymaktır. Sanat kuralları
her zaman bir bağlayıcılıktır. O kuralları aşabildikten sonra sanatkârlıktan bahsedilebilir. Garip
hareketinin geleneğin oluşturduğu kuralları bir
yana itmesi, içinde sanatkârane bir kabiliyet ve
ceht taşımadığı hâlde sanatkâr görünmek ve tanınmak isteyenleri de cesaretlendirmiştir. Bu durumun doğal sonucu, sayıca fazlalık ama kıymet
bakımından irtifa kaybıdır. Böylesi müptedilerin
yönü, sanata doğru değil kolaycılığadır. Sanatta,
kabul görmüş bir kuralın aleyhine davranmak için
ilgili kuralların cenderesinden geçebilmiş, onu
aşabileceğini ispat etmiş olmak gerekir. Nitekim
Orhan Veli, heceyi de aruzu da üstün başarıyla
kullanabiliyordu. Ölümünden sonra yayımlanabilen son şiiri de aruzladır. Hülâsa Garip (1941)
Mukaddeme’si, poetika olarak çok geniş bir kitleyi etkilemiş ama etkilenenler arasından bir Orhan
Veli çıkamamıştır.
1940’lı yıllardan sonra “poetika” niyetiyle
pek çok yazı yayımlandığı görülmektedir. Fakat
bunlar arasından merhum hocam Prof. Dr. Kaya
Bilgegil’in henüz 23 yaşındayken 1944’te Cehennem Meyvası adlı mensureler kitabının önsözü
“Şiir ve Ma’badı”, apayrı bir yere sahiptir. Çünkü
kolaycılığı sanat sananların aksine o, Ahmet Haşim-Yahya Kemal çizgisini yenileştiren bir poetikadır. “Etki alanı geniş midir?” diye soracak olursanız “Evet” diyemem. Kolaycılığın dayanılmaz
hafifliğine teslim olanlar, ilhama bile güvenmeyip
“Eğer onlar kalıcı duygularsa şairi tekrar tekrar
yoklayacaklardır.” diyen Bilgegil’i anlayabilmek
için yeterli donanıma sahip değillerdi.
Necip Fazıl, şiir sanatını metafizik zemine
oturtmaya çalışmasıyla diğer bütün poetika sahiplerinden ayrı bir konumdadır. Bundan dolayı
onun şiirine hep bir ideolojik sinyal bakılmıştır.
Doğal sonuç şiir ve şaire karşı tam bir ilgi patlamasıdır. Benzer şeyleri Sezai Karakoç için de söylemek yanlış sayılmaz.
Poetika görüşleriyle yeterli dikkati çekmediğini düşündüğüm şair, Behçet Necatigil’dir. Çünkü
o da daha çok şiirin iç meselelerini önemsemiştir.
Salah Birsel, poetik görüşlerini içeren yazılarını
birleştirerek Şiirin İlkeleri (1952) adıyla kitaplaştırmıştır. Birsel bu kitabın Türkçedeki ilk poetika olduğu iddiasındadır. Şiirin İlkeleri’nde şairin
ve şiirin toplum meseleleriyle ilgisi değil, şiirin
iç meseleleri yani biçim, ahenk, dil ve üslup gibi
konulara değinilmiştir. Şair kadar okura da görev
yükleyen bu poetikanın yeterince yankı uyandırmadığı kanaatindeyiz.
Nâzım Hikmet’in şiirin meseleleri konusunda söyledikleri, Salah Birsel’in söyledikleri yanında pek azdır. Fakat gerek şiiri gerekse poetik
görüşleri bakımından en etkili isimlerdendir.
Çünkü onun tercihi, “bilimsel sosyalist bir yazar
olarak, öz’ün biçimi belirlediği” yönündedir. Yani
şiirin iç meselelerinin (estetik cephesi), konu ve
tema ile şekillendiği görüşündedir. Bu kanaatin
donanımlı veya donanımsız geniş kitleler tarafından ilgiyle karşılanacağı açıktır. Sanatın toplumsal ve siyasi eğilimlerini önceleyen her şair, sanatın
iç meseleleriyle ilgili görüş beyan ederden, her
zaman, daha çok ilgi görmüştür.
Günümüzden de bir isme değinmek isterim.
1970’lerin slogancı ortamında, şiire, önce “estetik kaygu” ile bakabilen Yağmur Tunalı… Onun
2009’da çıkan Melal Burcu adlı ilk şiir kitabının
baş tarafına koyduğu ve bir kısmı 1970’li yıllarda yayımlanmış “Şiiri Anlatamayan Notlar”,
“Sanatta Devam Fikri Üzerine Notlar”, “Şiir
Düşünüyor muyuz?” gibi yazıları, yeni bir “Şiir
8
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
ve Mabadı” (K. Bilgegil) huzurunda olduğumuzu
hatırlatmaktadır. Ne yazık ki Yağmur sesi, gürültülü ortamda, melal burcunda bir nağme olarak
kalmaya mahkûmdur.
Şairin poetikasını ortaya koyması neden
önemlidir?
Gerek bilim gerekse sanat dallarında teorik görüşler birer içtihattır. Bir dinî terim olan
“içtihad”ı şundan dolayı kullanıyorum: Malum,
müçtehitlere yanıldıkları noktalarda bile sevap
verildiği kabul edilir. Çünkü onların halisane
niyetlerle bir meseleyi aydınlığa kavuşturmak ve
çözüm aramak gayretiyle hareket ettiğine inanılır.
Şiir sanatı hakkında kanaat beyan edenler de sanatı bir adım daha ileriye taşımak amacıyla yazar
veya konuşurlar. Bunların bir kısmı bir veya birkaç nesil önce söylenmiş şeyler de olabilir. Mesela
Recaizade’ye kadar şiiri tarife yeltenenler, önce
“söz”ü nazım ve nesir diye ikiye ayırıp sonra şiiri
nazmın sınırları içinde “manzum ve mukaffa (kafiyeli)” diye nitelendirirlerdi. Recaizade Mahmut
Ekrem bu kaydın gerekli olmadığını söyledikten
sonra herkes sözbirliği etmişçesine şiir için bu
kaydın koyulamayacağını beyanla söze girerler.
Üstelik Recaizade ile ayrı kutupta olanlar (mesela
Şeyh Vasfi -İmdadü’l- Midad) bile… Bugün dahi
şiir sanatı hakkında fikir üretimi adına vezin ve
kafiye şartının gereksizliğini belirterek Amerika’yı
yeniden keşfedenler görülmektedir. Ama zararı
yok, söylesinler. Fikir üretenler yanında, onunla
ilk karşılaşma seviyesinde bulunanlar da olacak ve
bir şeyler öğreneceklerdir. Böylece yeni bir fikir
ortaya çıkmayacak ama bilinenler yaygınlaşacaktır.
Bu arada bazılarının da başka türlüsünü bilmediği veya başaramadığı için “Bence şiir …dir.”
dedikleri yani bir bahaneye sığındıkları görülür.
Başına “Bence”yi getirdikten sonra atış serbest!..
Her şeye rağmen, ister şiir sanatı alanında isterse başka konularda olsun, bütün nazarî (teorik)
çabalar, ilgilenenlerin -ufkunu patlatmasa bilebakış açılarını genişletir.
İlkeler mi şiiri belirler yahut şiir yazıldıkça
ilkelerini mi ortaya koyar sizce? Bir edebiyat
bilimci olarak genel bir değerlendirme
yapmanız mümkün mü?
Sadece şiir bahsinde değil akla gelebilecek her
hususta ilkeler, kurallar, kanunlar; uygulamalardan, yapılan işlemlerden, tecrübelerden doğar.
Arazi, vergi, suç olmadan bunlarla ilgili çeşitli seviyelerdeki hukuki metinler ortaya çıkamaz. Şiir
olmadan da onunla ilgili tercihler sıralamaktan,
mevcut kabulleri değiştirmeye çalışmaktan bahsedilemez. Bütün poetikalar veya daha geniş anlamıyla sanat doktrinleri, bu alanlardaki mevcut
baskın görüşleri hedef alır ve bu stratejilerinden
dolayı, bir önceki sanat anlayışına az çok yakın
dururlar. Divan edebiyatını toplumsal sorunlara
kapalı ve tamamen hayalî bulan Tanzimatçılardan
sonra, sanatı toplumsal faydanın bir aracı olmak
yerine kendi kendisi için konuşmak isteyen bir sanat anlayışı ön plana çıkarılmaya çalışılmıştır ki
bu tavrın uç noktadaki temsilciliğini Edebiyat-ı
Cedide üstlenmiştir. II. Meşrutiyet sonrasında,
sanatın gayesini toplumsal faydayla arayan görüş
ağırlığını hissettirmiş ve Millî Edebiyat hareketiyle zirvesini bulmuştur. Edebiyat-ı Cedide, sanatın en asli meselesinde Tanzimatçılara karşı iken
Divan edebiyatının iklimine Tanzimatçılardan
daha yakındır. Millî Edebiyat hareketi, Edebiyat-ı
Cedide’den uzaklaşma gayreti ölçüsünde Tanzimatçılara yakın düşmüştür. Bir yanlış anlamaya
mahal bırakmamak için tekrarlayalım ki bu tasnifi, “Sanatın gayesi nedir, sanat niçin yapılır?”
sorusu ile yapıyoruz. Yoksa Edebiyat-ı Cedide’nin
Divan şiirinin mazmunlar dünyasına yöneldiği
gibi bir sonuç çıkarmıyoruz.
Görünüşte, sorunuzun yönlendirdiği vadiden
ayrılmış sanılabiliriz. Fakat demek istiyoruz ki ortada Divan edebiyatı olmasa, ona karşı Tanzimatçıların ürettiği fikirler, ilkeler olmayacaktı. Yahut
Divan şiiri başka bir algıya müsait olsaydı, ona
karşı geliştirilen ilkeler de farklı olacaktı. Bir edebî
zümrenin “Şu şu ilkelerle hareket edeceğiz.” beyanı
ve bunları -velev ki tam olarak- uygulaması, önce
ilkelerin var olduğu zehabını uyandırmamalıdır.
O ilkeleri var eden aslında mevcut edebî zemindir.
Yaşanılan devrin şartları mı poetikayı yazdırır yahut şairin şahsiyeti, şiir sanatına bakışı
mı devrin edebiyat ilkelerini belirler?
Bu sorunuza verilebilecek cevabın bir kısmı,
önceki soru vesilesiyle açıklanmaya çalışıldı. Esasen bu sorunun cevabını insanlık tarihi ve sanat
9
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
tarihi –zıddı savunulamayacak ölçüde- kesin olarak vermiştir. Sanayi devrimi olmadan Marksist
sanat yorumu nasıl ortaya çıkabilirdi? Üretimtüketim ilişkileri Hz. Âdem’den beri vardı. Fakat
proleter edebiyatı, işçi sınıfının doğmasından
sonradır. Sovyetler Birliği’nden itibaren bir Sovyet edebiyatı doğduğunu ve onunla, onun ilkeleriyle yapılmaya, yaşatılmaya çalışıldığını kim
bilmez? O anlayışın bugün aynı yoğunlukta yaşadığını söylemek akla ziyan bir iddia olur. Çünkü
bugün Sovyet bloku ve onun yarattığı siyasi ortam yoktur.
Sovyet blokunun dağılmasından sonra Batı ve
Amerika için hedef alınması gereken yeni bir karşı
güç lazımdı. 100 yıl sonrasında kendilerini garantiye almanın yegâne yolu buydu. İslam coğrafyasının bugün anlamsız ve ilkel mezhep savaşları
girdabına yuvarlanması, bunun başarılamayacağı
yerlerde etnik kaşıntılara tırnak tedarik edilmesi
bundandır. Bunları siyasî kadrolar ve hele devleti
idare eden kadrolar, açık seçik söylemeyi uygun
bulmayabilirler. Ama tarih ve sosyoloji ilminin
penceresinden görülen manzara budur. Peki, bunun poetika ile ilgisi nedir?
Çerçeveyi, poetikanın da içinde bulunduğu
“sanat anlayışı” olarak görelim. Türkiye’de son
15,20 yıldır sanatın yegâne konusu, etnik meseleler olarak sunulmaktadır. Bugün devrin şartları,
televizyon dizilerinden romanlara, şiirden tiyatroya varıncaya kadar her alanda, Türk’ün aleyhine
bir kampanya vardır. Üstelik bütün bunlar 30,40
yıl önce böyle davranacağı asla tahayyül edilemeyecek kitleler eliyle yapılmaktadır. Amerikan
beslemesi solculuk, Galiyevci solculuğa galip gelmiştir. 2007-2008 yıllarında bu çevrelerin Ömer
Seyfettin’i hedef seçen ve onun üzerinden Türk
aleyhtarlığını kampanyalaştırmaları çok ibret vericidir. İslamcı kanatta Türk olanlar dışında herkes
kendi ırkçılığını İslamın emriymiş gibi öne çıkarmakta ama Türk, Türk olduğunu bile söylemekten çekinmekte, kendisine farklı bir kök bulmak
için kendine yeni babalar aramakta (edinmekte),
“Türkiyeli” olmaktadır. “Dinler arası diyalog”
gayretlerinin ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığını
varın yorumlayalım.
Meseleyi güncel alan üzerinde incelediğim
için objektiflikten uzaklaştığımı düşünenler olabilir. Ama bu badire atlatıldıktan sonra, tablonun,
çizdiğim biçimde net olarak görüleceğine inanıyorum.
Bütün bunları asli fon olarak bir kenara koyalım ve biraz daha özele gelelim.
Mehmet Âkif, Edebiyat-ı Cedide’nin şiir ve
genel olarak edebiyat anlayışını “süs ve çerez” diye
nitelendirir. Kendi şiir (poetik) görüşlerini ise
toplumun ve devrinin meseleleriyle şekillendirdiğini, vefatından bir yıl kadar önce;
Vîrânelerin yasçısı baykuşlara döndüm
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu!
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum
Yâ Rab! Beni evvel getireydin ne olurdu ?..
mısralarıyla en veciz biçimde ifade eder. Onun
şiir iklimi konusunda çok şey, yaygın biçimde
bilindiği için ayrıntıya girmek gereksizdir. Konunun özeti şu: Âkif ’in poetik görüşlerini ve
şiirini, devrin toplumsal ve siyasi zemini şekillendirmiştir. Genel geçer kural budur. Yani pek çok
şair için aynı şeyler söylenebilir. Fakat devrinin
şartlarını bir yana bırakarak sanatı sadece sanat
için yapan, poetikasını devrin toplumsal ve siyasî
olaylarına kapalı tutanlar da vardır. Cenap Şahabettin ve Ahmet Haşim, bu sanatkâr tipi için en
iyi örneklerdendir. Yalnız hemen uyaralım ki bu
sanatçılar sadece şiiri devrin şartlarından soyutlamak istemişleridir. Nesir türleri için aynı şeyleri
düşündükleri söylenemez. Ahmet Haşim roman
yazsaydı herhalde şiirinden apayrı bir iklimi yansıtacaktı. Cenap Şahabettin, II. Meşrutiyet’ten
itibaren İttihatçıdır. Hatta İttihat ve Terakki Cemiyeti adına Tanin’i çıkaran dört isimden biridir
(diğerleri onun Edebiyat-ı Cedide’den arkadaşları
olan Tevfik Fikret, Hüseyin Kâzım Kadri ve Hüseyin Cahit Yalçın). Yeni devrin toplumsal ve siyasi şartlarına göre tavır belirleyenlerdendir.
Nitekim İttihat ve Terakki’nin iktidardan
düşmesiyle o da Hürriyet ve İtilaf ’ın önemli bürokratlarından olmuştur. Nesirleri baştan sona bu
siyasi mücadelenin yansımalarıyla doludur. Ama
şiiri bütün bunların dışında tutmuştur. Bu tavır,
hiç şüphesiz, Sembolizm’den geliyor. Sembolizmi
yahut başka bir edebi akımı desteklemede edibin
şahsiyeti mutlaka belirleyicidir. Ancak şiirin bütün
edebî hayat içerisinde, Tanzimat’tan günümüze
doğru geldikçe azaldığını unutmayalım. Şairler,
10
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
poetikası ne olursa olsun, artık edebî hayata asli
rengi vermekten uzak düşmüşlerdir. Daha etkili
olan romandır, romancıdır. Aslında günümüzde
her türlü entelektüel faaliyet diğerlerinden etkilenmektedir. Fakat en belirleyici olan siyasettir.
Bundan dolayıdır ki günümüz edebiyat hayatı,
baskın rengiyle, tam bir “güdümlü edebiyat”tır.
Tek cümleyle, edebiyatın yürüyüşünü devrin
-edebiyat dışındaki- şartları belirlemektedir.
Buradan yola çıkarak Türk edebiyatında iz
bırakan birkaç şahsiyeti bu anlamda değerlendirebilir miyiz?
Aslında önceki sorularınız vesilesiyle etkili
isimler sayıldı. Tanzimat’ın üç önemli isminin
(Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa) değiştirici/
dönüştürücü rollerine değinmiştik. Sultan II.
Abdülhamit döneminin Recaizade’si, edebiyatı
güzel sanatlar içinde sayan görüşleriyle Cumhuriyete kadarki bütün nesiller üzerinde etkilidir. O,
istediği şiiri kendisi yazamasa da şiir sanatı hakkındaki eleştirel görüşleriyle etkili olmuştur. Fikret, Cenap, Haşim, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi
Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli Kanık,
Necip Fazıl Kısakürek ve Fazıl Hüsnü Dağlarca,
Cemal Süreya Seber, Turgut Uyar, Sezai Karakoç,
Hilmi Yavuz, Yağmur Tunalı hayal ve şiir dili itibarıyla önceki nesillerin kendilerine öğrettiklerini
aşmış kimselerdir. Bu isimleri zikrederken “poetika” sayılabilecek metinler yazmış olma ölçütünü
kullandığımızı ve unuttuğumuz başka isimler de
mutlaka bulunacağını kabullenmeliyiz.
Akademik camiada şiir sanatı konusunda
yapılan çalışmalar konusunda neler söylersiniz?
Konunun Osmanlı dönemindeki adlandırması hikmet-i bedayi veya daha sonraki kısaltılmış
hâliyle “bedayi”dir. Şiir sanatı hakkındaki bahisler, konunun önemli bir kısmıdır. Bu alanda hemencecik hatırlanabilecek eserler Recaizade’nin
Talim-i Edebiyat’ı (1879), Süleyman Fehmi’nin
Edebiyat’ı (1909), Şahabettin Süleyman’ın Sanat-ı
Tahrir ve Edebiyat’ı (1911), birkaç bahsi Fuat
Köprülü’ye ait olmakla birlikte Şahabettin Süleyman adına kaydedilmesi gereken Malumat-ı
Edebiye (1. C. 1912, 2. C. 1913), Cumhuriyete
kadarki nesilleri beslemişlerdir.
Akademisyenler, çalışmalarının konusu şiirle
ilgiliyse, bir biçimde bu mesele ile meşgul olurlar.
Suut Kemal Yetkin Sanat Felsefesi (1934), Filozofi
ve Sanat (1935), Estetik (1936), Edebî Meslekler
(1941), Estetik Dersleri (Estetik Tarihi-1942, Sanat Meseleleri-1945), Estetik Doktrinler (1974)
gibi tercümeye dayalı eserleri yanında Edebiyat
Üzerine (1952), Günleri Götürdüğü (1958), Şiir
Üzerine Düşünceler (1969) gibi eleştirel ve deneme yazılarıyla bu alana büyük hizmet etmiştir.
İsmail Tunalı’nın Aristoteles’ten Poetika’yı
Fransızca üzerinden tercümesi (1961), şiir sanatı konusundaki akademik çalışmalara ilk kaynağı
sunması bakımından kaydedilmesi gereken yayınlardandır.
Doğrudan doğruya şiir sanatına odaklanmış
olmasa da Zahir Güvemli’nin Güzel ve Sanat
(1970)’ı, unutulmaması gereken eserlerdendir.
Benim neslim, poetika konusunu Prof. Dr. M.
Orhan Okay’dan öğrenmiştir. Hocamızın Atatürk
Üniversitesi ve Fırat Üniversitesinde okuttuğu
Yeni Türk Edebiyatı derslerinin bir yılı, Cumhuriyet Devri Türk şiirindeki önemli poetikalarıydı.
Hocamız; Ahmet Haşim, Orhan Veli, Ahmet
Hamdi Tanpınar ve Necip Fazıl Kısakürek’in şiir
sanatı hakkında yazdığı metinleri cümle cümle
okuyarak her bir bahsi öncesiyle sonrasıyla mukayeseli biçimde açıklardı. Bu dersler öylesine etkiliydi ki şiir meraklısı arkadaşlarla kendimizce yeni
poetikalar icat(!) ederdik. Hocamızın söz konusu
poetikalar hakkındaki dersleri bir müddet sonra
müstakil yazılara, yazılar ders notu olarak bir kitap formatına kavuştu, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayını olarak Şiir Sanatı Dersleri
–Cumhuriyet Devri Poetikası- (1992) adıyla basıldı. Hocamın bütün kitapları gibi bu da ilk hâliyle
kalmadı, hayli gelişerek Poetika Dersleri (2004)
adıyla son şeklini aldı.
Prof. Dr. M. Orhan Okay’ın doktora öğrencisi
olan Prof. Dr. Ali İhsan Kolcu, hocamızın öğrettiklerinden hareketle, aynı yöntemi başka şairlere uygulayarak Namık Kemal’in Poetikası, Ziya
Paşa’nın Poetikası, Recaizade Mahmut Ekrem’in
Poetikası vb. (şimdilik) 20 kitap yayımladı.
Yakın zamanlarda da poetika konusu üzerine
pek çok şey söylendi, yazıldı. “poetika” veya “poetika çalışmaları” vb. anahtar kelimelerle internette
tarama motorlarına başvurulursa birbirinin benzeri
veya az çok farklı hayli metinle karşılaşırsınız.■
11
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Poetika tarihinden bir kesit
VEFA TAŞDELEN
Giriş
“Poetika” kavramı, son yarım asırdır Türkçede
daha sık kullanılan bir kelime olmuştur. Bunun
nedeni, bir yandan şiir ve sanat konularına ilişkin
ilginin artması, bir yandan da felsefi terminolojinin giderek yaygınlaşmasıdır. “Poetika”, yerli kültürde bir karşılığının olması nedeniyle, kendisine
kolayca bir zemin bulabilmiştir. Sadece parlak şiir
geleneğine değil, İslam düşüncesinin görkemli
dönemlerine dönüş yaptığımızda da, şiir konusunun pek çok boyutuyla ele alınıp tartışıldığını
görebiliriz. Kindi, Fârâbî, İbn Sina, Gazali, İbn
Rüşt, İbn Haldun, şiir sanatını, sadece estetik boyutuyla değil, mantıksal, epistemolojik, eğitimsel, ahlaksal, dini ve politik boyutuyla da ele alıp
tartışmışlardır.
Grekçede tekne sözcüğü, zanaatı ve
yüksek sanatı içeren bir kavramdır. Onda, el
becerilerindeki maharet, ustalık yanında sanat,
şiir, tiyatro gibi yüksek sanatsal aktiviteler de yer
alır. “Poetika” kavramının türediği kök, öncelikle
yapma, üretme anlamında sun’i bir alana işaret
eder. Poíêsis, şiir sanatının dışında, yapma biçimlendirme, oluşturma; poieteke, üretme bilimi, sanat veya zanaat gibi anlamlara da gelir. (Peters:
2004: 307-308). Buna göre, poetik tutum, öncelikle bir kültür oluşturma olayı, bir kültür üretim
biçimidir. “Poetika”nın günümüzde, mantıksal,
epistemolojik boyutuyla değil, daha çok sanatsal
yönüyle öne çıkar. Onu geniş anlamda sanat
felsefesi, dar anlamda da şiir felsefesi olarak
anlamak mümkündür.
Konu, daha çok Aristoteles’in Poetika adlı
eseri ile düşünce tarihine girmiştir. Kendisinden
önce hocası Platon da sanat, şiir gibi konular üzerinde geniş bir çerçevede durmuş olsa da, sanat
ve şiir konusunu bağımsız bir eser halinde ele
alıp işleyen ilk eser Poetika’dır. Aristoteles, hem
Doğu/İslam kültüründe hem de Batı kültüründe
derin etkiler bırakmış bir filozof olarak ölümünün ardından eserleri üzerine yapılan sınıflama,
açıklama ve yorumlama çabaları hız kazanmış;
dünyayı, insanı ve varoluşu anlama konusunda
sürekli bir başvuru kaynağı olarak görülmüştür.
İşte bu etki alanlarından biri de Poetika vasıtasıyla
sanat ve şiir konusunda olmuştur. Tunalı’nın da
belirttiği gibi, Aristoteles’in bu eseri, yüzyılların
sanat görüşlerini belirlemiş, estetik tarihi yönünden çok önemli olan bir eserdir (Tunalı, 1960: 9).
İslam düşüncesinde de, gerek Aristoteles’in
etkisi, gerekse kültür içindeki yeri (hikmet
ve şiir geleneği) nedeniyle şiir sanatı üzerinde
durulmuş; konu doğrudan bağımsız eserlerle ya
da farklı konuları işleyen eserler içinde ele alıp
12
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
tartışılmıştır. Fârâbî, 1937 yılına kadar sadece adı
bilinen, fakat bir nüshasına ulaşılamayan Şiirin
Kanunları Hakkında Risâle (Risâle fî Kavânîni
Sınâ’ati’ş-Şi’r) adlı eserinde Aristoteles’in bu eserini yorumlamaya, İslam kültürü içinde yeniden
üretmeye çalışır. Hindistan Ofis Kütüphanesinde, Margoliouth tarafından tesadüfen bulunan bu
eser, 1937 yılında Arberry tarafından Fârâbî’nin
Şiirin Kanunları (Farabi’s Cannon of Poetry) başlığı ile Roma’da yayınlanan doğu araştırmaları
dergisi Rivista degi studi oriantali dergisinin 17.
sayısında, 266-278. sayfalar arasında İngilizce
çevirisi ile birlikte yayımlanmıştır. Söz konusu
bu risale 1997’de Mehmet Bayraktar tarafından
“Fârâbî’nin Şiir Sanatının Kanunları Adlı Risalesi” başlığı altında çevrilerek Ankara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Dergisi’nin 36. sayısında, 4565.sayfaları arasında kendi değerlendirmeleri ile
bilirkte yayımlanmıştır.
Bu makalede, uzun ve geniş poetika tarihinden bir kesit olarak, Aristoteles’in Poetika’sı ile,
Aristoteles’ten sonra insanlığın ikinci öğretmeni
(Muallim-i Sânî) olarak nitelendirilen, en büyük
Aristoteles yorumcularından biri olan Fârâbî’nin
Şiirin Kanunları adlı risalesi arasında bir karşılaştırma denemesi yapılacaktır.
1. Mantık ve Sanat Arasında Şiir
Şiir sanatı, sanatlar içinde üzerinde en çok
konuşulan, en çok düşünülen edebi türlerden
biri, hatta başlıcası olmuştur. Bu doğaldır da; zira
edebiyatın deneme ve roman gibi türleri, 16001700’lü yıllardan sonra gelişmeye başlamış, bundan önce şiir temel bir söz ve yazı biçimi olarak
varlığını hep korumuş; bilginin, tecrübenin, düşüncenin ve duygunun en etkili ifade aracı olarak
görülmüştür. Bu nedenle, şiir, günümüzden geriye doğru gidildiğinde farklı anlam katmanları ile
karşımıza çıkar. İlk çağda, ortaçağda, yeniçağda,
zamanın ruhuna uygun olarak farklı şiir anlayışları kendini gösterir.
Şiirin ilk ortaya çıkış biçimi, etkileyici
bir ifade biçimi olmaya yöneliktir. İnsanları
etkilemek, yönlendirmek, ikna etmek isteyen
sihirbazlar, kâhinler, büyücüler, şamanlar, retorikçiler, eskilerin bu prestijli kişilikleri, yer yer şiir
tarzında konuşmuşlardır. Şiiri ve sanatı evrimci
bir yaklaşımla açıklamaya çalışan düşünürlerden
bazıları, insan gırtlağının biyolojik evrimine koşut olarak çıkardığı ilk seslerin, kurduğu ilk cümlelerin de şiir(imsi) olduğunu iddia etmişlerdir
(Bkz. Thomson, 1984). Şiir, uzun süre, bilginin,
düşüncenin ve duyguların dil alanında yeniden
üretimi için etkili, hatta biricik ifade aracı olarak görülmüştür. Destanlar, teogoniler, mitolojiler; hatta kimi felsefi, eğitimsel, ahlaki ve dini
nitelikli eserlerin bile şiir formunda yazıldığı olmuştur. Büyük destanlar, şiir formundadır. Gılgamış bunlardan biridir, Odysseia bunlardan biridir, İlyada bunlardan biridir. Manas bunlardan
biridir. Dede Korkut Hikayeleri’nde şiir ve nesir
bir aradadır. Bilgelik geleneği, sözü şiirsel tarzda
söylemeyi sevmiştir. Hint, Çin, Fars geleneğine
bakıldığında ifadelerin ya doğrudan şiir formunda ya da şiirsel olduğu görülür. Tasavvuf geleneği,
hâl’in anlatımını, doğrudan apaçık bir ifade ile
söylemeyi değil, şiirin bulanık, dolaylı ve metaforik anlatımına emanet etmeyi uygun bulmuştur.
Antik Yunan’da, Mitos’tan logos’a geçiş de başlarda şiirle olmuştur. İlk filozoflar düşüncelerini
şiir formunda üretmişler, böylece şahsi kültürün ilk örnekleri şiir formunda ortaya çıkmıştır.
Platon’a gelindiğinde, diyalog şekli, dönemin
güçlü tiyatro geleneğini de andıracak şekilde felsefeye girmiştir. Aristoteles, düşüncelerini ifade
edebilmek için, felsefenin kavramsal dilini oluşturmuş ve eserlerine yansıtmıştır; bu nedenle tam
bir nesir örneği ortaya koymuştur. Nesir, felsefenin kavramsal yapı arayışı ile Aristoteles’te kendi
biçimine kavuşmuştur. Bilgi, düşünce ve tecrübe
için daha uygun bir ifade formu olarak nesir, insanlık tarihinde çok önemli bir aşamadır. Nesrin
ortaya çıkması, logos’a büyük bir ifade imkânı
kazandırmıştır. Bilimsel ve kuramsal düşüncenin
ifadesine sağladığı geniş imkânla daha ileri bir
dil ve ifade biçimi olarak görülür. Şiir metaforik, simgesel bir dil olarak, logos’un dünyasından
farklı alanlara hitap eder. Nesir olmasaydı,
düşünce ve bilim gelişemezdi. Bu nedenle şiirin
metaforik, dolaylı söyleyişi karşısında nesir, daha
ileri bir aşama olarak görülmüştür. Sanatın gelişimi ile felsefe ve bilimsel düşüncenin gelişimi,
başlıca bu iki kanal üzerinden olmuştur. Sanat,
genel anlamda, şiirin hayale, imgeye (eikasia) dayalı metaforik ve dolaylı anlamını, bilim ve felsefe
ise aklın net söyleyişini tercih etmiştir.
13
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Platon’un İon, Devlet ve Yasalar isimli eserlerinde şiir sanatından söz edilir; şiir üzerine konuşulur. Bu eserlerde, şiir başlıca bilgisel (epistemolojik), politik, eğitimsel değeri açısından ele
alınır ve sonuçta, bir taklit (mimesis) edimi olarak
bilgisel açıdan değersiz, politik açıdan tehlikeli,
eğitimsel açıdan da denetlenmesi gereken bir tür
olarak görülür. Aristoteles mantık ve retorik gibi,
düşünmenin ve söylemenin anlamının, sınırlarının ve yasalarının tartışıldığı eserlerinin yanında
bir de şiir sanatı üzerine eser yazar; böylece, düşünmenin, bilmenin, söylemenin dünyasını açık
ve anlaşılır kılmaya çalışan bir yol izler. Bu çabanın önemi, günümüzün değil, dönemin koşulları içinde değerlendirildiğinde daha iyi anlaşılır;
zira insanın bilme, anlama ve söyleme imkânları
sınırlıdır. Günümüz açısından bakıldığında hitabet sanatı konusunda yazılan bir kitap, ikna etme
özelliği ile, pazarlama teknikleri ve politika sanatı açısından ilgi çekici olabilir. Şiir üzerine yazılan bir kitap da, eninde sununda sanatla sınırlı
bir çaba olmaktan öteye geçmeyecektir. Mantık
üzerine bir kitap yazmak da, doğru ve tutarlı düşünmenin yasalarını araştırma çabası olarak ilgi
çekebilir. Ancak o günün koşulları içinde, bu üç
faaliyet alanı oldukça önemlidir: Mantık sadece
düşünmenin değil, dünyayı tanımanın, varlığın bilgisine ulaşmanın yolu ve yordamı olarak
da görülmüştür. Retorik, sadece bir ikna sanatı
değil, giderek kişinin kendi varoluşunu, toplumsal statüsüne uygun şekilde gerçekleştirmenin
de ifadesidir. Dönemin katılımcı demokrasisi,
her bireyin kendini, kendi görüşlerini etkili bir
şekilde anlatabilmesine dayanır. Bunun için hitabet, dönemin soyluları açısından, kendi özgür
ve asil kişiliklerini geliştiren ve tamamlayan bir
unsur olarak görülür. Zira bu dünya, tüm varoluş sınırlarıyla kendisini sonuna kadar denemesi
ve açması gereken bir yer olarak algılanır. Hayat
buradadır, bir başka dünyaya ertelenmiş değildir;
ne olacaksa burada, bu dünyada olacaktır. Bu
nedenle pagan, dünyasal imkânlara, kendi potansiyel ve yeteneğini sonuna kadar açacak; kendi
gelişiminden bizzat kendisini sorumlu görecek,
bunu bir başkasına havale etmeyecektir. Erdem,
bu amaca yönelik cesaret ve çaba gösterebilmektir. Eldeki bilgisel, felsefi ve sanatsal imkânlar
da bellidir. Ortada mitoloji, çoklu tanrı inancı,
felsefi denemeler, tiyatro ve şiir vardır. Dünyayı,
insanı, evreni açıklayabilecek bilgi kaynakları oldukça sınırlıdır.
İşte bu ortam içinde Aristoteles, doğru
düşünmenin koşullarını, dil ve gerçeklik ile
ilişkisini, mantığın varlığın bilgisini elde etmedeki
yerini ortaya koyacak Organon isimli eserini yazar. Bu eser, konuyla ilgili ilk ve en temel kaynak
durumundadır. Mantık, öyle sistematize edilir ki,
varlığı bilme ve kavrama anlamında, bir metodoloji olarak ortaya çıkar. Tümden gelim ve kıyas
ilkesine dayanan bu bilim anlayışı, yaklaşık iki
bin yıl, İslam filozoflarının üzerinden de geçerek,
Rönesans’a değin uzanır. İngiliz Filozof Francis
Bacon, Novum Organum (Yeni Organon) isimli
eseriyle, modern bilimin epistemolojisini kurar.
Bu yaklaşımın temel ilkesi, theoria’ya (teorik,
tümdengelimci bilme anlayışı) karşı emperia’yı
(deneysel, gözlemsel bilgi ve tümevarımsal bilgi) öne çıkarması, böylece bilgilerimizin kaynağını dış dünyada aramasıdır. Bacon, “Şimdi var
olan mantık sistemi, gerçeği araştırmaktan ziyade
gelişigüzel kavramlar üzerine kurulan kökleşmiş
hataları onaylamaya ve kuvvetlendirmeye yarar;
bu nedenle de faydalı olmaktan çok zararlıdır”
der (Bacon, 1999: 10). Bu yaklaşımın sonucunda
mantığın yerini matematiğe dayalı tümevarımsal
yöntem alır. Böylece Aristoteles’in bilgi anlayışı,
iki bin yıllık bir sürenin sonunda, modern
bilimin kendisinden türediği yeni bir bilme
anlayışına yerini bırakır. Newton, Galileo, Kepler
gibi modern bilimin öncüleri bu yeni metodolojinin ilk ve en parlak örnekleridir.
Aristoteles’in eserleri, Yahudi ve Süryani
mütercimlerin Yunancadan Arapçaya yaptıkları çevirilerle İslam dünyasına girmeye başlamış,
bunun sonucunda Kindî, Fârâbî, İbn Sina, İbn
Rüşt gibi filozofların içinde yer aldığı Meşşaiyun akımı ortaya çıkmıştır. Meşşaiyun akımı,
Aristoteles’in Lyceum (Lykeion)’da verdiği derslerde kullandığı yürüyerek ders yapma tekniğini ifade eden peripatosçuluk’ta kaynağını bulur. İslam
filozoflarından bazıları özellikle Fârâbî, İbn Sina
ve İbn Rüşt Aristoteles’in eserlerini anlama ve
yorumlama konusunda o kadar ustalık gösterirler
ki, bir yandan Aristoteles’in eserlerini yorumlayıp
şerh ederken, öte yandan da bu eserleri İslam
kültürü içinde yeniden üretirler; böylece basit bir
14
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
aktarıcı olmaktan çıkarak görüş ve felsefe sahibi
kişiler haline gelirler. Bu konudaki ustalığı yansıtacak şekilde, Fârâbî Aristoteles’ten sonra ikinci öğretmen (üstad-ı sani), İbn Rüşt de büyük
Aristoteles yorumcusu (Commentator) olarak
anılır.
“Poetika” konusu, İslam felsefesinde, bazı filozoflar tarafından mantık geleneği çerçevesi içinde
ele alınmış (Sheikh, 1976: 65), Aristoteles’in beş
mantık konusuna (kategoriler, önermeler, birinci analitikler, ikinci analitikler, topikler) retoriği
(belagat) ve şiiri de ilave etmişlerdir. “Poetika” adı
altında, Aristoteles’in sanatı ve şiiri ontolojik bir
zeminde tartışma girişimi (Tunalı, 1983: 7-10),
bu gelenek içinde, mantık ve bilgi, hatta eğitim
ve ahlak öncelikli bir tutuma indirgenmiş olur.
Bu indirgeme, şiire meşruiyet kazandıracak bir
nitelik olarak da görülür. Örneğin Gazzâlî, şiiri,
kendi sanatsal-ontolojik yapısı içinde değil, belirli bir mesajın ve ruh halinin taşıyıcısı olarak,
bu mesaj ve ruh hali çerçevesinde ele alır (Bkz.
Gemuhluoğlu, 2011: 115).
2. Aristoteles ve Fârâbî’de Poetika
Aristoteles, Poetika’yı Organon’un/mantığın
bir parçası olarak değil, genel anlamda sanatın,
özel anlamda da şiirin ve şiir türlerinin ne olduğunu irdelemek için yazmıştır. Bununla yapmak
istediği şey, kendi türleri içinde şiiri şiir olarak ele
almak ve bu sanatın insan dünyasındaki yerini ve
anlamını sorgulamaktır. Bu konuda ortaya koyduğu düşüncelerden ilki, şiirin bir “taklit” (mimesis) faaliyeti olduğudur. Ona göre insan taklit
etmeye olağanüstü yetili bir şekilde dünyaya gelir
(Aristoteles, 18983: 11). Her birisinin ayrı ölçü
ve vezinleri olan epos, tragedya, komedya, dithrambos gibi şiir türleri, öncelikle taklit ettikleri
insan davranışları açısından birbirinden ayrılırlar.
Aristoteles’e göre, bir kahramanın, soylu bir insanın acılarını anlatan trajedi ile hafifmeşrep kişilerin eylemlerini taklit eden komedya arasında
estetik ve etik değer açısından fark olacaktır. Şiir,
taklit ettiği yaşantıya göre türlere ayrılırlar; türlere göre de farklı ölçü ve vezni olur.
Bir dili şiir dili kılan özellikler arasında, kuşkusuz ölçü, vezin, ahenk, harmoni, ses vardır. Bu
özellikler, şiirin “güzelleştirilmiş” bir dil olduğu
gösterirler (Aristoteles, 1983: 22). Tabi, güzel-
leştirilmiş dil sadece vezinden, ölçüden, kafiyeden, sesten ve ahenkten oluşmaz; kelime, konu
ve anlatılan öykü de şiirin güzelleştirilmiş diline
katılırlar. Bunun yanında anlatılan tiplerin kişilik özellikleri, öykünün uzunluğu kısalığı, anlatının orijinalliği, öne çıkardığı duygu ve düşünceler; bütün bunlar da dile etki eden hususlardır.
Güzellik orantıdır, simetridir, uyum ve ahenktir.
Aristoteles, insanın algılama sınırlarını dikkate
alarak şöyle der: “Güzel ister bir canlı varlık, isterse belli parçalardan oluşmuş bir nesne olsun,
sadece içine aldığı parçaların uygun düzenini göstermez; aynı zamanda, onun gelişigüzel olmayan,
bir büyüklüğü de vardır. Çünkü güzel, düzene ve
büyüklüğe dayanır. Bundan ötürü ne çok küçük
bir şey güzel olabilir, çünkü kavrayışımız, algılamayacak kadar küçük olanın sınırlarında dağılır,
ne de çok küçük bir şey güzel olabilir” der (Aristoteles, 1983: 28). Aristoteles estetiğindeki bu
simetri ve ölçülülük ilkesi, Batı sanatını da etkilemiş, adeta onun ruhunu oluşturmuştur. Kant’a
gelindiğinde, insan algısını aşan nesnelerde de bir
“güzellik” değeri olabileceği fikri ortaya çıkmıştır. Kant bunu “yüce” (Erhabenheit) değeri olarak
ifade eder
Poetika’da güzelleştirilmiş dil bağlamında pek
çok ifadeye rastlanabilir. Kullanılan öykünün
anlaşılırlığı, dilin açıklığı ve kapalılığı, seçkin bir
dil olup olmaması, yabancı kelimelere yer verilip
verilmemesi; bütün bunlar, “güzelleştirilmiş dil”
bağlamında düşünülebilir. Aristoteles, “Dilsel anlatım açık olur, buna karşılık bayağı olmazsa iyi
bir dilsel anlatımdır. Kuşkusuz en açık dil, herkesin ortak olarak kullandığı sözcükleri kullanan
dil, açıklık yanında aynı zamanda bayağılığı da
beraberinde getirir. Alışılmamış sözcüklerin kullanılmasıyla bir dil, gündelik ve kaba olmaktan
kurtulur, yücelir. Alışılmamış sözcükler deyince
yalnızca yabancı sözcükleri değil, aynı zamanda
mecazları, uzatılmış sözcükleri ve genel olarak da
gündelik dilin dışında kalan şeyleri anlıyorum”
(Aristoteles, 1983: 63).
Aristoteles, sanat eserini salt estetik planda
anlamaz; güzelleştirilmiş dile her zaman etik değer eşlik eder. Şiir bir taklit, taklit edilen de insan
davranışları ve yaşantıları olunca, sanat eseri ister istemez etik değerde ortaya çıkar. Şiir taklit
ettiği yaşantıya göre eserine etik bir değer katar.
15
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Aristoteles’e göre, şairler, ortalama insandan daha
iyi ya da daha kötü kişileri taklit ederler. Aynı durum ressamlar için de geçerlidir; onlar da iyi ya
da kötü karakterleri taklit ederler. Taklit ettikleri
davranış biçimleri şairlerin niteliğini de belirleyecektir: “Ağırbaşlı ve soylu karakterli ozanlar, ahlakça iyi ve soylu kişilerin iyi ve soylu eylemlerini,
hafifmeşrep karakterli ozanlar ise bayağı yaratılıştaki insanların eylemlerini taklit ederler. Sanat
eseri, taklit vasıtasıyla, sadece davranışları değil,
duyguları ve içsel yaşantıları da işler; bunun sonucunda, özellikle tragedyalarda, öfke, acıma,
korku, merhamet gibi duygular vasıtasıyla kişide
bir ahlaksal “arınma” (katharsis) ortaya çıkmasını
sağlar. Estetik değerin yanında bireyde gerçekleştirdiği arınma da, bir erdem ve ahlaksal değer
olarak şiirin amaçları arasında bulunur (Aristoteles, 1983: 17).
Fârâbî, Şiirin Kanunları adlı risâlesine, amacının Aristoteles’in Poetika’sının anlaşılmasına
katkı sağlamak, bunun yanında şiir sanatının icrasında gereksinim duyulan unsurları ele almak
olduğunu belirterek başlar. Aristoteles’in (risalede Filozof olarak geçer) bitiremediği Poetika ve
Muğalata/Safsata (Art of Sophistry) çalışmalarını
bitirmek/tamamlamak gibi bir amacının olmadığını belirtir. Şöyle der: “Bütün hüner ve dehasına rağmen Filozof’’un bir sonuca kavuşturmaya
cesaret edemediği şeyi, bu sebeple bizim tamamlamaya yeltenmemiz hiçte uygun olmayacaktır.
Daha ziyade, bu zamanda bize göründüğü şekliyle, bu Sanat’ın incelenmesi, için faydalı kanunları, örnekleri ve görüşleri belirtmekle kendimizi
sınırlandıracağız.” Burada “bize göründüğü şekliyle” derken, “görüşler ve fikirler ortaya koymak”
derken, basit bir tekrarcı olmadığını, aksine bakış ve görüş sahibi bir kişi olduğunu da belirtmiş
olur (Fârâbî, 1997: 47-48 – 1937: 273). Böylece
Aristoteles’ten gelen bilgileri, aktarmakla kalmayıp, onu kendi zamanı ve koşulları içinde, İslam
kültürünün geniş şiir deneyimini de dikkate alarak, bir görüş ortaya koyacak şekilde yeniden üreteceğini de belirtmiş olur. Risâle’e genel anlamda
üç konu üzerinde yoğunlaşır. Bunlardan ilki, şiir
sanatının ne olduğu, ikincisi şiir çeşitleri, üçüncüsü ise şairler hakkındadır.
Fârâbî, yukarıda da değinildiği üzere, retoriği
ve şiiri, Organon serisinin bir parçası olarak gö-
rür. Bu yüzden onun şiir anlayışının çerçevesini
doğrudan sanat değil, mantık oluşturur. O, şiiri
mantıksal bir ifade biçimi olarak ele alır ve “yalancı (kâzibe) beyan”lar arasında görür. “Yalancı
beyan” ifadesinin, sıradan anlamıyla değil, hakikat tanımı içinde, önerme ve işaret ettiği nesne
arasındaki uygunluk anlamında, mantıksal bir
içerimle anlaşılması gerekir. Şiir öyle bir yalancı
beyandır ki, hem doğrudan delâlet ettiği bir konu
yoktur, hem de benzetmelerle ele almak istediği
konunun kendisini değil taklidini (el-muhâkî)
dinleyenin zihnine nakşeder. Bu durumda şiir,
“hakikat” değeri, açısından, yalan yanlış bir beyan olarak ortaya çıkar. Hakikat karşısındaki bu
konumuna karşın, yine de şiirle safsata aynı değildir, birbirinden farklıdır. Bu farklılığın öncelikli nedeni sofist (safsata yapan kişi) bir önerme
ile insanları kandırır; şair ise, taklit eden bir kişi
olarak, yaptığı benzetmelerle, metaforlarla, bir
konuyu doğrudan değil, dolaylı olarak düşündürmeye çalışır.
Şair, şiiri üzerinde çalışırken, hayal gücüne
yaslanır, kendi muhayyilesinde bir dünya kurar.
Fârâbî’nin, mantıksal açıdan ilgilendiği nokta,
şairin bu ifadelerinin gerçeklik alanıyla ne ölçüde bağdaştığıdır. Çağımız şairlerinden Kavafis, “şiir her zaman yalan söylemez mi?” derken,
yine aynı sorunu gündeme taşır (Kavafis, 1993:
7). Burada söz konusu olan şairin neyi söze açtığı, neyi söz konusu ettiğidir: olmuş bir şeyi mi,
yoksa olması muhtemel bir şeyi mi? Aristoteles,
olmuş olanla tarihçinin ilgileneceğini, şairin ise,
bir öyküyü anlatırken, olana sadık kalmak gibi
bir mecburiyetinin olmadığını belirtir. Ona göre
şair, zorunluluk ve olasılık sınırları içinde, mümkün olanı anlatır; olanı değil olması muhtemel
olanı işler. Bir başka deyişle, onun, “yaşanmışlık”
gibi bir ölçütü yoktur. Bu da, muhayyilenin/imgelemin (eikasia) sınırlarını açar. Muhayyilenin
akılla ilgisini kurarken de, sözgelimi eposlarda,
akla ve gerçekliğe bağlı kalmak gibi bir ilkenin
söz konusu olmadığını, eposların akla-aykırı da
olabileceğini, şairin olanı değil olağanüstüyü de
anlatabileceğini söyler (Aristoteles, 1983: 73 );
bu da oldukça çağcıl bir yaklaşımdır Fârâbî’nin
“yalancı beyanlar” olarak nitelediği şey, ifadenin,
öykünün gerçekliğe uygunluğudur. Buna göre şairin anlattığı, gerçeğe uygun değilse, bu yalancı
16
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
beyan olur. “Yalancı beyan”ı, bu anlamda hayal
gücünün işlediği ve oluşturduğu bir tasarım/
kurgu olarak anlamak gerekir –ki, bu da sanatın
doğasını ifade eden bir yaklaşımdır. Buna göre,
şiir ve giderek sanat, nesnelerin, olayların bizzat
kendisiyle değil, onların zihinsel tasarımlarıyla,
imgesel kurgularıyla ilgilenir. “Nesnenin kendisini değil, hayalini zihne nakşeder” derken, kâzibe
beyanların, bir hayal, tasarım ve kurgu işi olarak
gerçeklikle ilişkisini de dile getirmiş olur.
Fârâbî’nin doğrudan şiir sanatı bağlamında
ele aldığı konulardan bir başkası da şair sınıflamasıdır. Ona göre üç çeşit şair vardır. Bunlardan
ilki, şiir sanatında tabii bir vergi ve yeteneğe sahip
olanlardır. Bu kişilerin şiir sanatı hakkında bilgi
ve görüşleri yoktur, fakat yetenekleri sayesinde
şiir sanatında varlık gösterirler. İkinci tür şairler
ise, şiir sanatını bilen ve şiir sanatı konusunda görüş sahibi olan kişilerdir; şiirin kanun ve kurallarından hiç birisi onlara yabancı değildir. Üçüncü
sınıf ise şiir yetenekleri olmaksızın ve sanatın kanunlarını bilmeksizin, ilk iki sınıfı takip ve taklit
eden şairlerdir (Fârâbî, 1997: 51). Bu sınıflamada
poetik bilgi, görüş ve tutum merkezileşir. Fârâbî,
şiirini, “şiir hakkında bilgi ve görüş”e dayandıran
şairleri öne çıkarır; çünkü onlar, şiiri bir yetenek
ve ilham işi olarak değil, bir bilgi, bilinç ve sürekli
çaba işi: yapılan, kurulan, üretilen bir nesne olarak görürler. Bu yaklaşım, evrensel şiir kültüründe, Rilke’nin Rodin’den aldığı esin çerçevesinde
oluşturduğu “nesne-şiir” (dinge Gedicht) anlayışıyla örneklendirilebilir.
Görüleceği üzere Fârâbî, şiir sanatının mantık
içinde mantığa uygun bir tarafını bulamaz. Onu
hayal ve yalancı beyan olarak anlar. Aslında ilk
bakışta olumsuz gibi görünene bu ifade, yakından bakıldığında şiiri tam da kendi yerinde, kendi özgün konumunda ele aldığı anlamına gelir.
Poetika, tanımı gereği, bir üretim, bir kurma, bir
yapma işidir. Aristoteles’e göre bu aklın ve mantığın bir yapısı değildir, hayal gücünün bir üretimidir. Bu nedenle bu yaklaşım sanatın ve estetiğin
kuruluşunda/ temellendirilmesinde de önemli
bir noktadır. Hayal, duygu ve imge zemini, estetiğin ontolojik temelini de oluşturur. Asırlar
sonra, modern estetiğin kurucusu Baumgarten,
estetiği, mantığın ”ikiz kız kardeşi”, duygusal bilginin (cognitio sensitiva) mantığı olarak değerlen-
dirmişti (Baumgarten, 1954).
Peki, bu “kâzibe” beyanlardan oluşan şiir sanatının amacı nedir? İnsan böyle bir sanatla niçin uğraşır? Fârâbî bu sorunun cevabını İhsa’ül
Ulûm’da verir: Şiirin, alımlayıcı (okuyucu-dinleyici) üzerinde etkisi vardır; ancak bu etki estetik
bir etki değil, daha çok bir talimat, bir direktif,
bir eyleme koşma hareketidir (Fârâbî, 1989: 85).
Durum Aristoteles’te de benzer bir nitelik gösterir: Şiir, ihtiva ettiği duygusal yoğunluk ile kişide
bir arınma duygusu da oluşturur; yaptığı tesir,
aynı zamanda etik değerdedir ve esas olarak korku ve acıma duygularıyla, kişinin iç âlemini ve
benliğini arındırmayı amaçlar. Fârâbî’nin alımlayıcıyı şiirin etkisine maruz bırakması doğrudan
şiiri okuyucu üzerindeki etkisini hesaplayarak işe
başlaması, konuyu önemsediğini gösterir. Şiir,
alımlayıcıyı etkiler, yönlendirir; ne var ki, bu
yönlendirme Aristoteles’te olduğu gibi doğrudan
estetik ve etik bir değerde değildir; ancak dolaylı
olarak da olsa şiirin etkisinin başka hangi konularda ortaya çıkabileceği sorusu, estetik etkiye de
kapı aralar. Üstelik şiirde düşünme yetisi ile hayal
gücünün yer değiştirmesi, ifadelerin süslenmesi,
güçlendirilmesi, çeşitli söz sanatlarıyla parlaklık
ve güzelliğinin artırılarak büyüleyici hale getirilmesi, estetik değere kapı aralar (Bkz. Fârâbî,
1989: 85). Tıpkı Aristoteles’te olduğu gibi, bu
“güzelleştirilmiş dil” yanında, mevcut etki içinde
fayda değeri, etik ve pedagojik değer de vardır.
Burada şiir sanatı, mantıksal ve bilgisel değerden
sonra, ahlaksal ve eğitimsel değerle de karşılaşır.
Ancak geride hâlâ yeterli derecede ele alınmayan
bir nokta kalır; o da bir sanat olarak şiirin ne
olduğu, nasıl olduğudur. Bu konunun cevabını
verebilmek için, estetiğin çağdaş bir konu olarak
ortaya çıkışını hazırlayan Baumgaarten’ı beklemek gerekir. Tabii burada şöyle bir yorum da
yapılabilir: Şiiri “doğru” ve “yanlış” gibi mantıksal değerlerle anlamaya çalışmak, sanatın ve şiirin
doğasına ne kadar uygun olacaktır? Şiir, doğru
ve yanlış kategorileriyle açıklanamayacak denli
kendine özgü bir değil midir? Eğer mantıksal bir
çerçevede değerlendirilecekse, onun kendi içinde
ve kendine özgü bir mantığı vardır ve bu mantık,
ifadeleri, doğru ve yanlış diye niteleyen iki değerli
mantıktan tamamıyla farklıdır.
17
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Sonuç
Aristoteles’in Poetika’sı ile Fârâbî’nin Şiirin
Kanunları isimli risalesi, şiir üzerine yazılmış iki
farklı eserdir. Aralarındaki ilişki, bir çeviri ya da
basit bir şerh (açıklama ve yorumlama) ilişkisi değildir. Fârâbî, her ne kadar Aristoteles’in eserini
açıklamak ve yorumlamak istediğini söylese de ve
iki eser arasında her ne kadar yer yer bir benzerlik
olduğunu görebilsek de, öz olarak Poetika’dan bağımsız bir eserdir. Yukarıda da söylediğimiz gibi,
Şiirin Kanunları mantıkla şiir arasında bir ilişki
kurmaya çalışır; şiiri mantık çerçevesinde ve mantığın kavramları ile anlamaya çalışır. Daha önceki
Poetika çeviri ve yorumlarından kaynaklanan bu
husus, Şiirin Kanunları hakkındaki bu risaleye,
şiir sanatını mantık bilimi çerçevesinde anlamaya çalışmak gibi, bugün bile özgün sayılabilecek
bir nitelik kazandırmıştır. Bu nedenle, onun yapısını oluşturan üç unsurdan ilki olan “şiir nedir” konusu mantıkla şiiri anlama çabası olarak
Poetika’dan farklıdır. İkinci unsur olan şiirin türleri ise Poetika’da yer alan konuları kısaca açıklamaya çalışır. Üçüncü unsur olarak yer alan şairlerin nitelikleri hakkında açıklamalar ise risalenin
Poetika’dan ayrıldığı bir başka yönünü gösterir ve
şiir sanatına ait önemli bir konuya değinir. Şiir
sanatında bilgi ve yetenek konusunu ele almaya
çalışması, Risâle’nin özgün yanlarından birini
oluşturur. Bu işaret edilen hususlar açısından bakıldığında Şiirin Kanuınları’nın bir kopya değil,
bir yeniden yazma değil, özgün bir çaba olduğu
söylenebilir. Kuşkusuz, bu özgünlüğün nedenlerinden biri de Fârâbî’nin şiir konusunu İslam
kültürünün kendi sanat ve şiir geleneği içinde yeniden üretmesi, anlaması ve sorgulamasıdır. Sonuç olarak söylemek gerekirse, Fârâbî, Poetika’yı
açıklamak bahanesi ile kendi şiir görüşlerini
ortaya koymaya çalışır. Her ne kadar mantıkla
karşılaştırma içinde ve mantığın kavramlarıyla
olsa da, yaptığı tartışmanın bugün de şiir
sanatına farklı pencereler açabileceğini, özellikle
Analitik felsefenin şiir ve sanat anlayışına temel
teşkil edebileceğini ve onu önceleyebileceğini
söylemek gerekir. Risâle, yukarıda da değinildiği
üzere, yeniden ele alınmaya ve geniş bir bakış açısı ile değerlendirilmeye ihtiyaç duyar; bu da onun
yorumlanmaya ve yeniden üretilmeye uygun bir
yapıda olduğu anlamına gelir. ■
Kaynakça
Arberry, A.I. (1937). Farab’s canon of poetry.
Rivista Degli Studi Orientali, 17, 266.
Aristoteles. (1983). Poetika. Çev. İsmail Tunalı. İstanbul: Remzi Kitabevi, ss. 7-19.
Aristoteles. (1995). Retorik. Çev. Mehmet H.
Doğan. İstanbul: Yapı Kredi yayınları.
Aristoteles. (1989). Organon I-V. Çev. H.
Ragıp Atademir. İstanbul: Milli eğitim Bakanlığı
Yayınları.
Aristoteles. (1983). Metafizik. Çev. İsmail Tunalı. İstanbul: Remzi Kitabevi, ss. 7-19.
Bacon, F. (1999). Novum Organum. Çev.
Sema Önal. Ankara: Doruk Yayınları.
Baumgarten, A. G. (1954). Reflections on Poetry. Tr. Karl Aschenbrenner - Wılliam B. Holther. Berkeley And Los Angeles: University Of
California Press.
Bayraktar, M. (1997). “Fârâbî’nin “Siir
Sanatının Kanunları” Adlı Risâlesi”, Ankara
Üniversitesi lâhiyat Fakültesi Dergisi, 36, ss. 4565.
Fârâbî (1937) Farabi’s Canon of Petry. Tr. A.I.
Arberry. Rivista Degli Studi Orientali, 17, 266278.
Fârâbî (1997). Siir Sanatının Kanunları, Çev.
Mehmet Bayraktar. Ankara Üniversitesi lâhiyat
Fakültesi Dergisi, 36, ss. 47-52.
Fârâbî (1989). İhsa’ül Ulûm. Çev. Ahmet
Ateş. İstanbul: Milli eğitim Bakanlığı Yayınları.
Gemuhluoğlu, Z. (2011). İrfânî Yorum ve
Şâirin Niyeti Gazzâlî’nin Şiir Anlayışı Üzerine
Bir İnceleme. Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, 40/1, ss. 109-136.
Thomson, G. (1984) Şiir Sanatı. Çev. Cevat
Çapan. İstanbul: Üç Çiçek Yayınları.
Tunalı, İ. (1983). Aristoteles’in Poetikası’na
Önsöz. Çev. İsmail Tunalı. İstanbul: Remzi Kitabevi, ss. 7-10.
Kavafis (1993). Sanat Her Zaman Yalan Söylemez mi? Çev. Semih Rıfat. İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Peters, F.E. (2004). Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü. Çev. Hakkı Hünler. İstanbul:
Paradigma Yayınları.
Sheikh, M.S. (1976). A Dictionary of Muslim
Philosophy. Lahor: Instıtute of Islamic Culture.
18
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Şiir sanatı
SEMA ÖNAL*
B
atı geleneğinde şiir üzerine eserler düşünüldüğünde akla ilk gelenler Aristoteles ve Horace[1]’dir. Aristoteles,
Poetika ve Retorik adlı kitaplarında şiir sanatı ve
ifade sanatını ilk defa sistemli ve bilimsel şekilde
incelemiş ve günümüzde hâlâ kabul gören felsefi
derinlikte fikirler üretmiştir.
Aristoteles’in Poetika adlı eserinde edebî
türleri tanımlar, sınıflandırır, taklit (mimesis) ve
arınma (katharsis) gibi kavramları sanat ve edebiyat alanına kazandırır. Ona göre sanatın yararı,
okuyucu ve seyircinin duygularında arınma sağlamasıdır. O, felsefe, bilim ve şiir arasındaki farkı
belirginleştirir, derinleştirir ve ayrımlaştırır. Ona
göre, bir şairin şiirlerinde yarattığı dünyanın kökeni, yaşadığı bu dünyadadır. Ancak şair maddenin sınırlarının üstüne çıkar. Bu nedenle şair her
iki dünyada nasıl çalışması gerektiğini bilmelidir.
Şair, insani imkânlar içinde bulunduğu dünyada
daha mütevazıdır. Şiirsel dünyada ise yüceltilmiş
şeylerin içine dalar. Böylece, tabiat ve insanlar
dünyasında insanın görmeyi istediğini şiirlerinde
resmetme soyluluğuna sahiptir. Oysa bilim adamı
1. Horatius M.Ö 65 yılında doğan Romalı şair: Şiir
Sanatı adlı eserinde mektuplar şeklinde yazarak şairlere
tavsiyelerde bulunmuştur.
* Doç.Dr. Kırıkkale Üniversitesi Felsefe Bölümü
maddenin sınırlarında kalır ve onun ne olduğunu
bulmak için çalışır. Felsefe ve şiir arasındaki tartışma da logos ve mythos arasındaki dikotomiye
önderlik etmiştir. Platon bu ikisinin farkını ihtilaf ve bölünmenin kaynağı olarak mütalaa eder.
Rönesans şairleri de şiirsel bir felsefe sunarlar ve
Vico, 18. yüzyılda şiirin ve felsefenin ortak yönlerini mythos bağlamında halk hikmeti ve esoterik
hikmet aracılığıyla dillendirir.
Platon ve Aristoteles’e göre sanat, yapma ve yaratma işidir ve bu yaratma yoktan bir yaratma değil var olanı yansıtma ve bir taklittir. Sanatçı ister
şair ister ressam olsun eserlerinde tabiatı, hayatı
toplumu, insanları yansıtır.
Platon, sanatın gerçeklerden (idealar) uzaklaştırdığını iddia etmesine karşılık, Aristoteles sanatın gerçekleri dile getirdiğini ifade eder. Çünkü
Platon’a göre gerçek (idea) duyulur dünyanın dışındadır. Aristoteles’e göre ise gerçek (idea, form)
duyular dünyasındadır. Dolayısıyla da sanatçı da
gerçekleri yansıtır. Çünkü Platon’a göre formlar,
maddi dünyanın dışında idealar âlemindedir.
Aristoteles’e göre ise madde ve form birbirinden
ayrılamazlar. Yaşadığımız bu dünyanın içinde bir
arada bulunurlar.
Şiir dendiğinde, günümüzde biz normal olarak
mısra ile yazılmış bir şeyi anlarız. Aristoteles’e göre
ise şiirin tanımı daha spesifiktir. Ona göre şiir dili,
ritmi ve harmoniyi kullanan bir taklit türüdür. Bu
19
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
ögeler dikkate değer farklılıklar içerse de kesinlikle
her şiirde bulunur. Aristoteles için şiirin illâki
mısra hâlinde yazılmış olması şart değildir. Ritim,
uyum (harmony) varsa düzyazı da şiir olarak sayılabilir. Şiir bir mimesis çeşididir. Mimesis, kabaca
taklit olarak çevrilebilir. Ancak burada taklitten
daha çok tasviri anlamak gerekir. Çünkü şiir dünyada var olan bir şeyi anlatmaktadır. Bu anlayış,
çok soyut şiiri dışta bırakır gibi görünür.
Platon, İon diyalogunda “Büyük destan
şairleri, büyük lirik şairler, o güzel şiirleri sanatla
değil, tanrısal bir ilham ile yazmışlardır.” der. Ona
göre şair, ilham duymadan, kendinden geçmeden,
aklı başında iken hiçbir şey yaratamaz. Tanrı vergisi olmayınca kimse şiir söyleyemez. Şairler de
bilicilere benzerler. Akılları başlarında değildir,
söyledikleri kendi sözleri değildir, tanrı sözüdür.
Şair tanrıya tercüman olmaktadır.[2] Şair, kanatlı,
kutsal bir şeydir, esinlenmeden, aklı başından gitmeden, kendinden geçmeden bir şey yaratamaz.
Bu tanrı vergisini almadıkça hiç kimse mısra kuramaz. Mısraları esinleyen sanat değil, tanrısal bir
güçtür. (...)Bu kadar güzel şeyler söylemeleri onların ağzından tanrının konuşmasındandır.[3]
Yine Platon, Epinomenis adlı diyalog da gerekli şeylerin sanat yoluyla elde edildiğini ama
hiçbir sanatın insana bilgelik kazandıramayacağını da söyler. Zevk verici sanatların ciddi işler
olmadığını birtakım araçlarla taklitler yapan bu
sanatların, bedenle de edebe uygun olmayan taklitler yaptığını söyler (komedide olduğu gibi). Bu
sanatların bazıları nesir, bazıları nazım kullanırlar,
bazıları resme dayanır. Fakat insan bir sanatı istediği kadar ustalıkla işlese de bunun hiçbir değeri
yoktur. Çünkü taklit, insana bilgelik kazandırmaz. Sayı, ölçü, bilgelik için temel bir kriterdir.
İnsandan sayıyı kaldırırsak bilgelikle hiçbir ilişiği
kalmaz. Çünkü hesap ruhunu kaybeden hayvan
ruhu hiçbir zaman tam erdeme eremez. [4]
Platon burada insanın sonradan kazandığı
sanatların taklit olduğunu söylemeye çalışmaktadır. Şairler, sanat yoluyla şiir söylerse bu bir
taklittir. Oysa tanrı vergisi ile şiir söylerlerse bu
kutsal bir şeydir. Çünkü tanrısal bir güç, şaire
söyletmektedir.
2. Platon, İon, 534 d,e, 535.
3. Platon, İon 535 d.
4. Platon, Epinomis 975 d 976c,- 977c.
Aristoteles de şiiri tabiatın, hayatın bir taklidi
olarak değerlendirir, yani ister doğal nesneler ister
insani eylemler olsun, şiir, bir sanatçının duygulanımlarından, etkilenişlerinden ortaya çıkmaktadır. Aristoteles belki de Platon’a zıt olarak şiirin
gerçek bir şeyi, dünyada var olan bir şeyi temsil
ettiğini söylemiştir. Hâlbuki Platon, şiirin gerçeklikle ilgisi olmadığını iddia etmiştir. Aristoteles
şiirin, daha büyük bir ideale ulaşma yerine doğrudan doğruya hayatın kendisine bağlı olduğunu
görmüştür. Şiirin kökenlerine ait analizinde Aristoteles, taklidin çocukluktan itibaren doğal bir şey
olduğunu savunur. Çünkü çocuklar hayatlarının
ilk dönemlerindeki derslerinin çoğunu başkalarını
taklit yoluyla öğrenirler. İnsanlar da doğal olarak
taklitten zevk alırlar. Şiir sanatı da genel olarak
varlığını insan doğasında bulunan taklit içtepisinden alır. İnsan eylemlerini yansıtan tragedya taklittir. İnsan, hareketlerini sözle, ritimle, harmoni
ile hikâye ederek hareket hâlinde taklit içtepisine
sahip olduğu için anlatır. Uyandırdığı duygularla
ruhları tutkularından arındırmaya çalışır.
Tragedya, Aristoteles’e göre bütünlüğü olan
bir hareketinin adıdır. Bütünlük hareketin, olayın
tamamıdır. Kahramanlar ve zaman tek başına bütünlük sağlamaz. Tragedyada hikâye birlikli ve tamamlanmış bir hareketin taklidi olmalıdır. Serim,
düğüm, çözüm bağlamında en önemli öge, plan
veya kurgudur. Kurguda resmedilen bütün olaylar
bulunmalıdır. Kurguda eksiklik ve aşırılığa gerek
yoktur. Kurgunun her ögesi kusursuz bir bütün
yaratmak için birlikte çalışmalıdır. Herhangi bir
kısım değiştirilir veya çıkarılırsa bütünlük kaybolur.
Aristoteles’in tragedyadan yola çıkarak sanatın
işlevi konusunda en önemli tezi arınma (katharsis)
felsefesidir. Ona göre, sanat eserinin iyi hissettirici
ve iyileştirici gücü vardır. Aristoteles tragedyanın
kaynaklarına iner. Dithyrambos ve benzer şiirlerin
trajedinin kökeni olduğunu, ezgi, ritim ve abartılı
ögelerin sanat eserinde olması gerektiğini söyler.
Tragedyada her şeyi anlatmak imkânsız ve gereksizdir. Olayı olduğu gibi anlatma gayreti içinde
olan tragedya yazarı, planı kendine göre seçer ve
düzenler. Bir kişinin hayatını anlatmaya çalışırken genel olarak insan hayatını anlamaya çalışır,
yani özelden genele varmayı amaçlar. Aristoteles,
böylece tarih ve tragedya arasındaki farkı yakalar:
20
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Poetika’nın 9. Bölümünde şairin görevi olanı değil, olabilir olanı, yani zorunluluk ve olasılık kanunlarına göre mümkün olan şeyi ifade etmektir.
Tarih yazarı ve şair, biri düzyazı öteki nazım yazdığı için birbirlerinden ayrılamazlar. Tarihçi olan
şeyi, şair olabilir olan şeyi ifade eder. Şiir, tarih eserine göre daha felsefidir. Şiir daha genel olanı tarih
ise daha özel olanı tasvir eder. Hikâye ve tragedya
da daha çok olabilir olanı ifade eder[5].
O hâlde, Aristoteles’de, şiir, tarihten daha felsefi ve daha soyludur. Şair aslında kopya veya taklit etmez daha çok olmuş şeyler üzerine düşünür
ve böylece evrensellerin temaşasına yükselir. Soylu
aktivitelerde bulunan insan varlıklarını tasvir etmek, soylu şeyleri ve mümkün şeyleri tasvir etmek
şiirin maksadıdır. Böylece şairlerin muhayyilesinde bir dünya yaratılır. Bu öyle bir dünyadır ki bitkilerin ve canlıların alelade dünyasının maddesinin formunu belirler, formla doludur. Aristoteles’e
göre insanda taklit yetisi doğuştan var olduğu için
insan bu edimden hoşlanır. Sanat da belirli tutku
davranış düşünüş ve tutumları kendi kişiliğinde
cisimleştiren tiplerin yani eylemde bulunan kişilerin taklididir. Ona göre şiir sanatı, ozanların
karakterlerine uygun olan iki yön alır: Ağır başlı
ve soylu karakterli ozanlar, ahlakça iyi ve soylu
tiplerin iyi eylemlerini; düşük karakterli ozanlar
ise bayağı yaradılıştaki insanların eylemlerini
taklit ederler. Poetika’da tipler etik ölçüte göre değerlendirilir. Ona göre komedya hafif, tragedya
soylu duyguları temsil eder. Komedya özü gereği
kusura ve eksikliğe trajedi ise tamlığa, saygınlığa,
mükemmelliğe ve soyluluğa dayanır. Sevgi, şefkat,
fedakârlık, cesaret gibi soylu duyguların taklidi
ancak tragedya içinde belirli tiplere giydirilmiş
şekilde ortaya çıkar. Tragedya kişide saygı, acıma,
korku duyguları uyandırarak ruhu tutkulardan
temizler.
Aristoteles’in tragedya ve komedya hakkındaki
bu fikirleri onun madde-form felsefesiyle yakından alakalıdır. Aristoteles’e göre formu anlamak,
görebilmek aklın bir işidir. Madde, biçimsiz, kusurlu, karanlık, yavaş, bölünebilir, devingendir.
“Maddi dünyada ‘başka’ hâkimdir. Başka ‘aynı’dan
farklılık gösterir. Kaos, bütün formları yıkar. Oysa
formun özellikleri, mükemmellik, aydınlık, aktif oluş, bölünmezlik, değişmezliktir, yani içinde
5. Aristoteles, Poetika, s.16-19, 30-33.
bulunduğu durumda olabildiğince kalmaya çabalamaktır. İşte Platon’un Parmenides ve Sofistes diyaloglarında ‘aynı’ kavramını tartışmasının
nedeni budur. ‘Aynı’nın özelliklerinden dolayı
insani formun tabiatı düzen, ışık, hayat, uyum
ve güzellik olmaktadır. Bu nedenle ilahi öğüde
ve değere sahip olmayan insanlar maddi yönleri
içinde kaybolur. Henüz biçim alamamışlardır,
madde kusurlu olma özelliği dolayısıyla ahlakı
bozuk insanı tanımlar. Çünkü bütün kötü alışkanlıklar kusurdan dolayıdır. Ağırkanlı, tembel,
aylak, özel ilgilerinden başka hiçbir şeyin peşinde
olmayan insanlar bedensel zevklerin peşindedirler.
Kendi zevk ve kaprisleri uğruna hareket ederler.
Zihinleri hiçbir şeyde sabit kalamayan daima değiştiren aptal insanlardır. Bunlar daima yeni şeyleri severler, ondan etkilenirler, hayatlarını teolojik
şairlerin kaos dediği şeye yani kötü ve vahşi hayata
indirgerler”[6]. Komedya’nın konusunu bu tip insanlar oluşturur.
Diğer yandan bu dünyanın formunu ve zihnini oluşturanlar, formun mükemmel olma özelliği dolayısıyla kendilerine ve başkalarına nasihat
edebilen ve onları savunabilen insanlardır. Bunlar
bilge ve güçlüdürler. Formun aktif olma özelliği
dolayısıyla çalışkan ve sabırlı insanlardır. Aydınlık olma özelliği dolayısıyla, özel hayatta övgüyle,
kamusal hayatta şanla donanmışlardır. Bölünemez olma özelliği dolayısıyla her işte veya öğretide
kendi güçleriyle ve bütün özellikleriyle bütünleşmişlerdir. Gerçek bilginler gerçek zanaatkârlar
gerçek şövalyeler, gerçek devlet adamlarıdırlar.
Sebatkâr olma özelliği dolayısıyla ciddi, ağırbaşlı, ‘aynı’ olma özelliği dolayısıyla doğru tedbirli,
yerinde davranan görgülü, düzenli olma özelliği
dolayısıyla güzel, uyumludurlar. Her biri tam olarak kendi görevini yapan insanlar, yönetimlerde
uyumu ve güzelliği oluştururlar. Yurttaşlık değerleri dolayısıyla devletlerini korumak için çaba
harcarlar. Zayıf ve bozulmuş tabiata sahip olanlar
gibi kölelik, alçaklık ve zevk peşinde değil, şeref,
zafer, mutluluk ve fazilet peşinde gitmeyi isterler[7]
İşte tragedya daha çok bu tip insanları anlatmaya
çalışır.
Şimdi de Romalı şair yazar Horace’ın şiir hakkındaki fikirlerinden bahsedelim. Horace, Şiir
6. Vico, Yeni Bilim. 512, 513.
7. Vico , _______, 511- 513.
21
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Sanatı adlı eserinde şunlar söyler: “Şairler ya bize
yararlı olmayı ya bizi memnun etmeyi yahut aynı
zamanda hem zevk veren hem de yaşamamız için
yararlı olan sözler söylemeyi arzu ederler. Her ne
öğretiyor olursanız olun bırakın kısa ve öz olsunlar. Böylece açık fikirli ruhlar, söylediklerinizi çabukça kavrayacak ve sadakatle akıllarında tutacaklardır. Gereksiz her şey iyi bir depo olan zihinden
dışarı akar. Zevk vermek için şiirsel kurgular gerçeğe yaklaşmalıdır[8] Komedyanın konusuna giren
olaylar tragedyanın dizelerinde ifade edilmek istemez. Her tür, kendine tahsis edilen uygun yerde
kalmalıdır.
Horace’a göre, şiirlerin yalnızca güzel olması
yeterli değildir. Ayrıca zevk vermeli ve dinleyicisinin
ruhunu istediği yöne doğru yönlendirebilmelidir.
“İnsan yüzü gülenle güldüğü gibi ağlayanla
birlikte de ağlar. Eğer benim ağlamamı istiyorsan
önce sen kendin hüzünlenmelisin. İşte o zaman
senin felaketlerin beni acıtır. Eğer uygun olmayan
sözcüklerle konuşursan ben ya uyurum ya gülerim.
Acıklı sözler hüzünlü yüzlere uyar, tehditle dolu
kelimeler kızgın yüzlere; şen sözler eğlenen yüzlere
uyar, ciddi sözler haşin yüzlere. Çünkü doğa bizi
başımıza gelecek her tür olaya tepki verecek şekilde
biçimlendirir. Bizi neşelendirir veya öfkelenmemiz
için zorlar. Yerlere fırlatır ve zalim acılarla eziyet
eder. Sonra da tercüman olarak dili kullanır
ve ruhun heyecanlarını dile getirir. Ancak eğer
konuşanın başına gelenlerle sarf ettiği sözcükler
arasında bir uyumsuzluk varsa Romalılar kaba
kahkahalarla seslerini yükseltirler”[9].
Horace, Platon gibi büyük şairleri kutsar, Ona
göre de edebî mükemmelliğin kaynağı ve temeli
bilgeliktir. Sanatçıyı, hayatın ve karakterlerin
ibretlerini göstermeye ve bu kaynaklardan yaşayan
sesler getirmeye davet eder. Ona göre bazen
biçimsel incelikten, görkemden ve ustalıktan
yoksun etkileyici pasajlarla ve doğru olarak
çizilmiş karakterlerle süslü bir hikâye, gerçeklik
anlayışından yoksun şiirlerden ve sırf kulağa hoş
gelsin diye yazılmış ıvır zıvırdan daha zevk verici
olabilir ve seyircinin ilgisini çekebilir.
“Bilgelik tanrısı Minerva’nın yasakladığı hiçbir şeyi söyleme ve yapma, iyi bir yargı gücün var,
iyi duyguların var ama eğer bir gün bir şey yazarsan onu önce bir eleştirmenin kulaklarına duyur.
Aradan dokuz yıl geçene kadar onun üzerine bir
şey ört. Yayınlamadığın her şeyi yok edebilirsin
ama bir kez yayılmış bir söz geri dönüş yolunu
bilmez.”[10]
Grek ve Roma geleneğinden gelen Giambattista Vico’ya göre şiir ilk insanların dilidir.
Şiirsel hikmet de dünyanın ilk hikmetidir.
Uygarlık şiirseldir, şiirle başlamıştır. Şiir insanın
düşüncelerin ortaya koymada doğuştan gelen
arzusudur. Vico, fikirlerini desteklemek için Aristoteles ve Horace’ın Homer yorumlarından alıntı
yapar. Aristoteles, tragedyaya konu olan Homer’in
kahramanlarının emsalsiz olduğunu Horace ise
taklit edilemez olduğunu söyler. [11]Horace’a
göre, şairler “tanrıları yorumcularıdır”. Vico’ya
göre şairler, kitaplı dinlerden habersiz ilk insanlar
arasında, dinleri kurmuşlardır. Şiiri yücelten şey,
akıl yürütme gücünün değil belleğin ve hayal
gücünün yüksek oluşudur. İlk çağlarda şairlerden
sonra gelen filozoflar, şairlerin ürettiklerine denk
şeyler üretemedikleri için şiirin gelişmesini de
engellemişlerdir.[12]
Bütün bunlardan anlıyoruz ki şair ve şiir ilk
çağlardan bu yana toplumda çok önemli bir role
sahiptir. Şair, duyguları güzelleştirilmiş bir dil ile
ortaya koyar. Şiirin kaynağı, öğrenilmiş bilgi değildir. Bir tür gönül yaşantısıdır, tanrı vergisidir.
Şair üretici değildir, etkilenir ve söyler. Sözcüklere
can verir. Sevgiyi nefreti, zaferi, yenilgiyi, umudu, umutsuzluğu, acıları, zevkleri, tutkuları, çatışmaları, hiç kimseyle paylaşılamayan duyguları
yansıtır. Şiiri okuyan veya dinleyen onda kendini
bulmalıdır.■
Kaynaklar
Aristoteles Poetika çev. İsmail Tunalı Remzi Kitabevi, 1987.
Horace, Şiir Sanatı [email protected] Tr: Ars Poetica Horatius, İngilizceden çevirenler: Irmak Bahçeci, Eren Buğlalılar, Barış
Yıldırım.
Platon, İon diyalogu, çev. Nihal petek Boyacı, Kabalcı yay. Humanitas Dizisi.
Platon, Epınomis, çev. Adnan Cemgil, Maarif Matbaası 1943.
Taşdelen, Vefa; Felsefeden Edebiyata, Hece yay.2013.
Vico, Giambattista; Yeni Bilim. çev. Sema Önal, Doğu- Batı yay.
2007.
10. Age.. 385-390
11. Vico Yeni Bilim s.382, paragraf: 838
12. Vico _______, s. 160
8. Horace şiir sanatı 333-346 dergiler ankara@edu. Tr
Ars Poetica Horatius,
9. Age.
22
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Poetika ve ontolojik huzursuzluk
NURİ SAĞLAM
P
oetika, Aristo’nun Poetika adlı
yapıtından itibaren en geniş anlamıyla
edebiyat sanatına fakat özellikle son
yüzyıl boyunca daha çok şiir sanatına dair teorik metinlerin genel adı olarak kullanılagelen bir
kavramdır. Hiç kuşku yok ki dikkatli bir okur,
henüz işin başında bu giriş cümlesinin ne kadar müphem ve muğlak bir ifade olduğunu, zira
ilk bakışta “poetika” kavramının genel-geçer bir
tanımı gibi görünen bu cümlede “poetika” yerine,
başta “edebiyat bilimi” olmak üzere -ki Roman
Jakobson birçok yazısında “poetika” kavramını
“edebiyat bilimi” anlamında kullanmıştır-[1]
“edebiyat eleştirisi”, “edebiyat teorisi”, “edebiyat kuramı” gibi daha başka adlandırmaların da
rahatlıkla konulabileceğini fark edecektir! Bu,
son derece çetrefil bir meseledir. Dolayısıyla burada bir kavram analizine kalkışmak yerine, öteden beri zihnimi kurcalayan bir problem olarak
şairi bizatihi kendi yaratısı hakkında konuşmaya
iten entellektüel huzursuzluğun ontolojik zeminini, hemen her poetik söylemin en gerilimli
hattını oluşturan “gerçeklik” iddiası etrafında
sorgulamayı deneyeceğim.[2] Zira şiir sanatıyla
1. Tzvetan Todorov, Poetikaya Giriş, İstanbul: Metis
Yayınları, 2001, s. 38.
2. “Gerçek” ve “gerçeklik” kavramlarının anlamsal
olarak ne denli kaypak kılıklara sokulduğunu ve bir şairin
felsefe ve din arasında süregelen kadîm kavganın
temelinde, bireysel ya da toplumsal bütün “iktidar” alanlarının en kullanışlı argümanı olan bu
kavramın yattığını düşünüyorum.
Edebiyat sanatıyla felsefe ve din arasındaki
söz konusu kavga, kahramanlar çağının Tanrı
öykülerine dayanan mitik evren tasarımı yerine, rasyonel ölçütlere dayalı ideal bir evren
düşüncesinin gelişmeye başladığı sıralarda ortaya çıkmıştır. Platon’un tragedya ve trajik şiire
saldırmasının en önemli sebebi de bu düşünsel
değişim hamlesinde şiir sanatının son derece
kritik bir rol oynamasıydı. Çünkü felsefe, bilim,
din ve ideoloji gibi farklı entellektüel disiplinler,
“dil”in soyut ya da somut bir gerçekliğe dikkat
çekmesi hâlinde ancak anlamlı olacağını ileri
sürerlerken doğası gereği imge ve metaforlarla
büyülü bir şekilde oynayan şiir sanatı, felsefî
düşüncenin, insanı metafizik gerçekliğe yöneltme
gayesinin önüne güçlü bir engel çıkarıyor ve
dilin herhangi bir gerçekliğe işaret etmeksizin
de çok çeşitli ve kontrol edilemez anlamlar
üretebileceğini kanıtlıyordu.[3] Bir başka deyişle
gerçekle şiir ilişkisini sorgularken aporetik bir söylem
yığını içinde nasıl boğulduğunu görmek için Özdemir
İnce’nin Şiir ve Gerçeklik (İmge Yayınları, 4. bs., 2011)
adlı kitabına bakmak yeterlidir.
3. Bu konuda kapsamlı bilgi için bk., Burhanettin Tatar,
23
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
“mitos” gelip “logos”a dayanmıştı. Platon’un şiire
ve şaire yönelttiği eleştirilerin temelinde de bu
tedirgin edici farkındalık yatıyordu. [4] Ancak bu
huzursuzluğun körüklediği felsefe yapma güdüsü,
onu kendi metafizik kuramıyla yüzleşmek yerine, “idea”ların gerçekliği konusunda ısrarcı
olmaya sevk etmiş ve düşüncelerinde ısrarla direten her filozof gibi içine düştüğü daha önemli
tutarsızlıkları görme ihtimalini karartmıştır.
Bu yüzden mesela hiç değişmeyen ideler âleminin bir yansıması ya da taklidi (mimesis) olarak
betimlediği duyular dünyasındaki bir kısım
unsurların Tanrı, bir kısımlarının da insanlar
tarafından meydana getirildiklerini söylerken[5]
taklitçilikle suçladığı sanatkârla beraber bizatihi
Tanrı’yı da bir taklitçi durumuna düşürdüğünün
farkında değildir! Bu da hiç kuşkusuz Platon’un
hem şairi ve şiiri suçlama gerekçesini geçersiz kılacak hem de kendi dinî inancı ve ahlak
anlayışına göre tasavvur ettiği ideal devletinde,
insanları gerçeklikten uzaklaştırıp yalana ve
sahtekârlığa sürüklediği savıyla -Tanrıları ve iyi
insanları öven şiirler dışında- hiçbir şiire ve şaire
hayat hakkı tanımayışını sorunlu hâle getirmeye
yetecek kadar büyük bir mantıksal hatadır!
Gel gelelim şiir ve şair karşısındaki bu olumsuz tavır, aradan yaklaşık bin yıl geçtikten sonra aynı keskinliğiyle İslâm’ın ilk yıllarında da
karşımıza çıkmaktadır. Çünkü eski çağlardan
beri toplumu yönlendirmek adına çok etkili bir
silah olarak kullanılagelen şiir sanatı, Hz. Muhammed ve İslâm’ın iktidarına karşı da aynı
şekilde kullanıldığı için “O, bir şâirin sözü
değildir, ne de az inanıyorsunuz!” (Hâkka, 41) ayeti ve buna benzer toplam yedi ayette görüleceği
üzere, şair daima “yalancı, deli, azgın, cahil,
gafil” gibi sıfatlarla birlikte anılarak aşağılanmış
ve kötülenmiştir. Yine “Biz o Peygamber’e şiir
öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da…” (Yâsîn, 69)
Din, İlim ve Sanatta Hermenötik, İstanbul: İsam Yayınları,
2014, s. 39-75; aynı yazar, “Din Dilinin Ontolojik-Tarihsel
Karakteri Üzerine Notlar”, Din Dili, İstanbul 29 Mayıs
Üniversitesi Kur’an Araştırmaları Merkezi Yayınları,
Çalıştay Serisi: 1, s. 19-62.
4. Iris Murdoch, Ateş ve Güneş-Platon Sanatçıları Niçin
Dışladı?, (Çev. Serdar Rifat Kırkoğlu), İstanbul: Ayrıntı
Yayınları, 2008, s. 76-79.
5. Platon, Devlet (Çev. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali
Cimcoz), 6. bs., İstanbul: Remzi Kitabevi, 1988, s. 281295.
ayeti ve “Birinizin içinin kusmukla dolması, şiirle
dolmasından daha iyidir.” yahut bunun bir başka
varyantı olan “Birinizin içinin kusmuk ve kanla
dolması, beni hicveden şiirle dolmasından daha
iyidir.” mealindeki hadisten de anlaşıldığı üzere,
şairin yanısıra şiir de kötülenmiş fakat “Şüphe
yok ki bazı şiirler hikmet ifadeleridir.” tarzındaki
birtakım hadislerle de tıpkı Platon’un yaptığı gibi
şiirin iktidara ve iktidarın gerçeklik tasavvuruna
hizmet eden güzel ve faydalı olanına ancak izin
verilmiştir.[6] Bununla beraber Hz. Ömer’in Mısır
ve İskenderiye’yi fethettiğinde kütüphanelerde
bulunan binlerce cilt kitabı yine aynı gerekçeyle
yaktırdığını da hatırlamak gerekir.[7]
Bütün bunlar, gerek Platon’un gerekse Kur’an-ı
Kerim ve Hz. Muhammed’in şiir ve şair karşısında
takındıkları bu olumsuz tavrı belirleyen esas ölçütün, her anlamda “iktidar” ve iktidarın belirlediği
inançsal ve ahlakî normlar olduğunu göstermektedir.[8] Fakat işin ilginç yanı, her iki tavırda
da suçlanan ve aşağılanan ana unsurun şiirin ve
şairin toplumsal işlevi olduğu anlaşılmakla beraber şiir sanatının doğasının da bu suçlamadan
nasibini almış görünmesidir! Kaldı ki söz konusu
ayetlerin tefsirlerinde şiire ve şairin toplumsal
misyonuna dair verilen birtakım tarihsel bilgiler
de bu konu üzerindeki müphemiyeti ortadan
kaldırabilmiş değildir. Dolayısıyla günümüz poetik metinlerinde muhtemelen “O, bir şâirin
sözü değildir, ne de az inanıyorsunuz!” ayetinden kaynaklanan entellektüel huzursuzluğun çok
çeşitli trajik yansımalarını görmek mümkündür.
Mesela Fuzulî’nin Ger derse Fuzulî ki güzellerde
vefâ var/Aldanma ki şair sözü elbette yalandır! beytinin ikinci dizesinin, öteden beri Klasik edebiyat
mütahassısı akademisyenler dâhil birçok yazar
ve şair tarafından beytin anlamsal bağlamından
koparılıp garip ve anlaşılmaz bir şekilde şairlerin
yalancı olduklarına dair âdeta kesin bir kanıt
olarak kullanılagelmesi[9] bu huzursuzluğun en
6. İslâm’ın ilk yıllarında şair ve şiire nasıl bakıldığı ve
bu konudaki hadislerin kaynakları hakkında bk., İsmail
Durmuş, “Şiir”, DİA, C. 39, İstanbul, 2010, s. 144-154.
7. Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehakk,
İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2008, s. 19-20.
8. Cemal Süreya, “Şuara Suresi”, Toplu Yazılar-I,
İstanbul: YKY, 2000, s. 55-58.
9. Örnek olarak Abdülbakı Gölpınarlı’nın Fuzûlî Dîvânı
(2. bs., İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1961, s. XXIV),
24
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
dikkat çekici örneklerinden biridir. Hiç kuşkusuz
bu şair ve yazarların Türkçedeki şartlı cümle
yapısını bilmedikleri ve Dîvan şiirinde anlamı dizenin değil beytin oluşturduğu temel bilgisinden
habersiz oldukları iddia edilemez. Bu yüzden söz
konusu entellektüel huzursuzluğun, büyük ölçüde
şair sözünün yani şiirin ontolojik bakımdan yalan olduğu itikadıyla yüzleşme korkusundan
kaynaklandığını düşünüyorum! Fakat meselenin
hassaslığına binaen şimdilik Farabî, İbn Sina,
İbn Rüşd, İbn Arâbî, Cürcânî, İbn Haldun vb.
gibi meşhur İslâm filozoflarının şiire büyük bir
önem verdiklerini ve yukarıdaki ayetlere hiçbir
atıfta bulunma gereği duymaksızın felsefe ile şiiri
uzlaştırma çabası içine girdiklerini fakat zaman
içinde felsefe yapmayı dinsizlikle bir tutan cehaletin, İslâm’ı asrın idrakine söyletme imkânını
ortadan kaldırdığını ve nihayet çağımızda bütün
siyasî, kültürel ve düşünsel sorunlarımızın da buradan kaynaklandığını belirtmekle yetineceğim...
Bizde durum böyleyken Batı dünyasında
felsefe ve din ile şiir sanatı arasındaki kadîm kavga onsekizinci asrın sonlarına doğru şiirin lehine gelişmeye başlamıştı. Batı modernitesinde
eski ile yeniyi teolojik kavramlarla bağdaştırma
çabaları yahut teoloji, felsefe, siyaset, bilim ve
sanat arasında yeni bir sentez kurma girişimleri,
on sekizinci yüzyılın ortalarına doğru tamamen
çökmüştü.[10] Bu sürecin devamında, Kant ile
birlikte felsefî bir düzeye yükselen şiir sanatı,
Schiller, Hölderlin ve Schelling tarafından felsefe, bilim ve diğer sanatlardan çok daha üstün bir
konuma yerleştirilmiş ve hatta Schiller, insanı
ifade edebilecek en güçlü etkinliğin şiir sanatı
olduğunu ileri sürmüştü...[11] Fakat yukarıda da
belirttiğimiz gibi felsefe yapmayı dinsizlikle bir
tutan cehalet yüzünden İslam dünyası henüz
böyle bir tecrübe yaşamamıştı. Dolayısıyla
şairlerimizin neredeyse yüz yıldır kaleme aldıkları
bütün poetik metinlerde gizemli bir söylemin
hâkim olması, çoğu zaman aforistik ve metaforik
İskender Pala’nın “Şair” (Zaman, 20 Ocak 2009) ve Hilmi
Yavuz’un “Şiir ve Gerçek” (Okuma Biçimleri, İstanbul:
Timaş Yayınları, 2010, s. 82-84.) başlıklı eserlerine
bakılabilir.
10. Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür, İstanbul:
Yordam Kitap, 2014, s. 20.
11. Doğan Özlem, Hermeneutik ve Şiir, İstanbul: Notos
Kitap Yayınları, 2011, s. 34-35.
bir dil kullanılması, hiçbir şeyin açıklanamayışı
ve hatta tam tersine açıklanmaya muhtaç savlar
ileri sürülmesi gibi hususlarla böyle bir tecrübe
yokluğu arasında ilgi kurulabilir mi bilmiyorum
ama bütün bunlar, Ahmet Oktay’ın “Şiir-bilime
ilişkin kuramsal üretim, doğrudan doğruya bilimsel söylem çerçevesinde olanaklı. Yani şairlerin
dışında.”[12] tespitini teknik olarak doğruluyor
gibi görünmektedir. Ancak şiir-bilimin de
bugüne kadar “Şiir nedir?” sorusuna ikna
edici bir cevap bulabildiği söylenemez. Bu, hiç
kuşkusuz epistemolojik bir sorundur. Fakat özellikle şairlerin kaleme aldıkları poetik metinlerin,
epistemolojik değil ontolojik bir soruna işaret
ettiğini düşünüyorum.
Bu sorunun bana göre en dikkat çekici özelliği, şiirle dinin aynı cinsten olduğu
düşüncesine istinaden şairlerin kendilerini insan
üstü bir varlık olarak görme temayülü ve belki
biraz da ilahlaşma arzusudur![13] Zaten ontolojik huzursuzlukların kıskacında bunalan şairleri,
bir de epistemolojik açıdan ne ölçüde rahatsız
edeceğini kestiremediğim bu son derece tehlikeli ve netameli iddiayı -ki bunu elbette bütün
şairlere teşmil etmek insafsızlık olur- çok bilindik
birkaç poetik metin üzerinde kısaca açımlamaya
çalışacağım.
Böyle bir temayülün ilk izlerini, şiirin
kaynağını sırlar ve bilinmezliklerin karanlıkları
içine gömülü kutsal ve isimsiz bir memba olarak
gören Ahmet Haşim’in “Hâsılı şiir, resullerin sözü
gibi muhtelif tefsirâta müsait bir vüs’at ve şümulü
hâiz olmalı.”[14] ifadesinde buluyoruz. Burada
12. Ahmet Oktay, İmkânsız Poetika, İstanbul: İthaki
Yayınları, 2008, s. 15-18.
13.
Nitekim beşeriyette bir ilahlaşma temayülü
bulunduğunu ifade eden İbn Haldun bu konuda şunları
söyler: “Malum olsun ki bahiskonusu büyüklenme
ve kendini yüksekte görme hâli kötü huylardan olup
kendisinde kemâl bulunduğunu vehm eden veya sahip
olduğu ilim veya sanat sermayesine halkın muhtaç
olduğunu zanneden kimselerde hâsıl olur. Meselâ ilminde
engin olan âlim, güzel yazı yazan kâtip, beliğ şiir söyleyen
şair ve mesleğinde başarılı olup herkesin elindeki sanata
muhtaç olduğunu vehm eden tüm sanatkârlar böyledir. Bu
durumda bulunan bir kimsede bahiskonusu hâl sebebiyle
diğerlerinden daha üstün olma hissi hâsıl olur...” [İbn
Haldun, Mukaddime II, (Hzl. Süleyman Uludağ), İstanbul:
Dergâh Yayınları, 2012, s. 709.]
14. Bu ifade, Ahmet Haşim’in 1921 yılında Dergâh
mecmuasında “Şiirde Mana” başlığı altında yayımladığı
25
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
“resullerin sözü” ibaresi ile Kur’an dâhil bütün
kutsal metinlerin kast edildiği açıktır. Çünkü
nihaî olarak peygamberlerin dili vasıtasıyla ancak
somutlaşabilen kutsal metinlerin, belki bu yönüyle
“resullerin sözü” oldukları düşünülebilirse de
doğrudan doğruya peygamberlere ait sözlerin
muhtelif tefsirata müsait oldukları söylemi
realiteyle bağdaşmamaktadır.[15] Bununla beraber
Haşim, “resullerin sözü” ibaresi ile kutsal metinlerin peygamberler tarafından yazıldıklarını ima
ediyor da olabilir. Kaldı ki Mallarme’yi anlattığı
bir yazısında, onun şiir ile dinin aynı cinsten
oldukları kanaatini paylaşarak kendi sanat
anlayışında da şiirin din yerine ikame edilecek
mistik bir karaktere sahip olduğunu ifşa etmektedir.[16]
Şairlerin kendilerini insan üstü bir varlık
olarak görme temayülü (tekebbürü), bazen
ihtiyatlı bazen cüretkâr ifadelerle Necip Fazıl’ın
poetikasında da kendisini göstermektedir. Zira
ona göre şair, İlahî idrak emanetini temsil etmeye
memur ya da memur olması icap eden insan üstü
bir yaratık ve hatta haddini bilmesi gereken insanlar arasında, haddini aşmaya imtiyazlı yegane
varlıktır. Dolayısıyla Necip Fazıl’ın şiir anlayışını
büyük ölçüde etkileyen Valery’nin sanatı bir
din mertebesine yükselterek kutsallaştırma
eğilimi[17], Necip Fazıl’ın şiire ve şaire yüklediği
ontolojik temelli “Allah’ı (mutlak hakikati)
bulamamacasına arama”[18] tezi etrafında felsefî
bir meşruluk kazanmış fakat sırlı, büyülü, tılsımlı
vs. kelimelerle ibret verici apokaliptik bir söyleme
dönüşmüştür...
Bu kadar belirgin olmasa da şairin insan
üstü bir varlık olduğu inancı Sezai Karakoç’un
poetik metinlerinde de karşımıza çıkmaktadır.
Bir bakıma Heidegger’i çağrıştıran bir ifadeyle
sanatçıyı “âdeta bilmediğimiz bir dünyadan bir
ve 1926 yılında çıkan Piyale adlı şiir kitabına “Şiir
Hakkında Bazı Mülahazalar” adıyla ön söz yaptığı poetik
metninde yer almaktadır.
15. Bu konuda farklı bir yorum için bk., M. Orhan Okay,
Poetika Dersleri, Ankara: Hece Yayınları, 2004, s. 134135.
16. Ahmet Haşim, “Sembolizmin Kıymetleri”, Hayat, C.
1, nr. 26, 26 Mayıs 1927, s. 507-508.
17. Daryush Shayegan, Melez Bilinç, İstanbul: Metis
Yayınları, 2013, s. 73-74.
18. Necip Fazıl Kısakürek, “Poetika”, Çile, 41. bs.,
İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2001, s. 491.
kaza sonucu dünyamıza düşmüş bir yaratık,
fizikötesi yaşantılı bir kazazede”[19] şeklinde
tanımlayan Karakoç da daha ilk hamlede şairle
sıradan insanın doğası arasına aşılması imkânsız
ontolojik bir uçurum koymakta ve yine felsefî bir
söylemle şaire insanlık içinde tıpkı peygamberlere
mahsus bir misyon yüklemektedir. Zira insanın
ya da insanlığın din kaynaklı törenlerinde, ibadetlerinde, İlahî musikiye onun sesi karışacak,
Tanrı’yı bütün insan kardeşleri adına o yüceltecek; felâket anında yine insanlar adına sesini
o duyuracak, insanlık adına o günah çıkartacak
ve Tanrı, samimiliği ve temiz yürekliliği içinde
şairi insanların temsilcisi, sözcüsü kabul edip
eşsiz acımasıyla günahkârları bağışlayabilecektir!
Yalvarıların en güzelini, en ölmezini de şair
yapacaktır ki insanlar Tanrı’ya yönelirken dillerinde ve gönüllerinde bu yakarıyı hazır bulabilsinler ve o yakarı insanlık için sunulan en etkin teselli olabilsin!...[20] Hangi amaç ve niyetle yazılmış
olurlarsa olsunlar bu ve benzeri ifadelerin şiiri
âdeta bir din, şairi de o dinin peygamberi konumuna yükseltip yükseltmediği hiç değilse bir söylem analizi çerçevesinde tartışılabilir mi bilmiyorum! Fakat bütün bu poetik söylemlerin merkezinde, şairlerin ilahlaşma arzusu değilse bile insanlar arasında ya da toplum içinde, kendilerine
en azından otonom bir iktidar alanı oluşturma
endişesinin yattığını söyleyeceğim...
Buraya kadar dile getirmeye çalıştığım gibi söz
konusu poetik metinlerin neredeyse insanüstü
bir gayrete rağmen şiir sanatına dair hiçbir şeyi
açıklayamayışları, diğer bir deyişle bir yaratma
edimi olan şiir sanatı ve yaratılanı açıklama
girişimi olan poetika arasında, anlaşılmaz ve kesinlikle saptanamaz bir boşluğun bulunması, acaba
Tanrı’nın insana armağan ettiği yaratma kudreti
ile yaratılanı açıklama kudretinin aynı anda ve
aynı varlıkta bulunmayacağına dair çok daha genel ve bambaşka bir ontolojik sorunun varlığına
mı işaret ediyor! Yoksa şairler, Tanrı’nın yaratma
kudretinin yanı sıra yine onun yarattıklarını kontrol etme eylemini de mi taklit ediyorlar! Eğer
durum buysa sadece şiir yazmalılar...■
19. Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları-I, İstanbul: Diriliş
Yayınları, 1988, s. 20.
20. Age., s. 56 vd.
26
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Şiirin değiştirme gücü
MUSTAFA ÖZÇELİK
Yunus’un
şiirlerine
baktığımızda
onda sadece
bir dervişin
nefsini
olgunlaştırmak
adına giriştiği
mücadelenin
anlatımını
değil, aynı
zamanda
toplumsal bir
mücadelenin
izlerini
görürüz.
A
dına şiir dediğimiz metinlerin tür olarak tanımı her ne kadar şairden şaire,
kültürden kültüre değişiyor olsa bile
yine de ortak kimi kabullerden, özelliklerden söz
etmek mümkündür. Buna göre şiir her şeyden
önce bir dil olayıdır. Ses ve musiki ile doğrudan
ilgisi vardır ve okuyanda mutlaka estetik bir etkilenme, bir duygu ve düşünce değişimi meydana
getirebilecek bir özelliğe sahiptir.
Toplumların ve şiirin tarihine baktığımızda
şiir ve toplum arasında bu tür bir ilişkinin var
olduğu, yani şiirin toplumu en azından toplumdaki bazı bireyleri değiştirdiği/ dönüştürdüğü
rahatlıkla görülebilecek olaylardandır. Bu değişim sonucundadır ki toplumlarda şair bir öncü
görevi görmüştür. Mesela 13. asırda Yunus Emre
böyle bir örnektir. Yine son yüzyılda Mehmet
Akif, benzer bir durumun sembol ismidir.
Şiirin değiştirme gücünü anlayabilmek için
önce bu iki şairin yaşadıkları yüzyılların olaylarına bakmak gerekir. Çünkü eser, şairin çağından
soyutlanarak anlaşılamaz. Bir şiiri değerlendirirken yazıldığı/söylendiği çağın şartları şairi de şiirini de mutlaka etkileyecektir. Yani bir anlamda
27
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
önce çağ, şairi değiştirmekte, sonra da şair çağını değiştirecek bir söylem geliştirmektedir.
Bu konu çerçevesinde isimlerini andığımız
şairlerden ilki olan Yunus Emre, 13. yüzyılın
ikinci yarısı ile 14. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadı. Bu dönem Anadolu Selçuklularının yıkılışı, Beyliklerin kuruluşu ardından Osmanlı
devletinin ilk yıllarına tekabül etmektedir. Bu
zaman diliminde Anadolu Haçlı Seferleri, Moğol akınları ve Babai isyanları olarak üç büyük
felaket yaşamıştır. Kısacası bir bunalım çağıdır
bu dönem. Bütün bu hadiseler toplum ve devlet
düzenini bozmuş, ortaya her anlamda çok ciddi
sıkıntılar çıkmıştır.
Yunus Emre, işte böylesi bir asırda yaşamış
ve şiirler söylemiştir. Onu değiştirici bir şair
saymamızın sebebi öncelikle çağının sorunlarını çok iyi kavramış olmasıdır. Bunun ardından
sorunlara çözüm olacak yolu görmesi ve insanlara göstermesidir. Nitekim Yunus’un şiirlerine
baktığımızda onda sadece bir dervişin nefsini
olgunlaştırmak adına giriştiği mücadelenin
anlatımını değil, aynı zamanda toplumsal bir
mücadelenin izlerini görürüz. Onun “Ben gelmedim dava için/Benim işim sevi için/Dostun
evi gönüllerdir/Gönüller yapmaya geldim” şeklindeki dörtlüğü çağının şartlarını kavrayan ve
ona ilişkin çözümün ne olduğunu iyi bilen bir
öncünün sözleridir.
Kin karşısında sevgi, savaş karşısında barış,
ayrılık karşısında birlik sesidir bu. Başka bir değişle menfi olandan müspet olana geçme yani
değişime, dönüşme çağrısıdır. Şüphesiz neyin
doğru olup olmadığı aslında herkesin ilke/kural
olarak bildiği şeylerdir. Esas olan bu bilinenlerin
bilinç seviyesine çıkarılmasıdır. Şairin gücü işte
buradadır. Yüreğin tıkanan kanallarını açmak,
bunun için de sözü etkili kullanmaktır burada
yapılan. Bu nitelikteki söz ise ancak şiir olabilir.
Çünkü şiir, kalbin sesidir ve yankısını da başka
bir kalpte bulur. Şair, bu anlamda yürekte şok
etkisi meydana getirir. İnsanı sarsar ve kendine
getirmeye çalışır.
Mesele sadece sorunun tespit edilmesiyle
bitmemektedir elbette… Asıl olan çözümdür.
Yunus, bu noktada da konuşur ve menfi davranışların panzehri olabilecek söz, davranış ve
fiillerden bahseder. Bunları genel olarak “ahla-
Kin karşısında
sevgi, savaş
karşısında barış,
ayrılık karşısında
birlik sesidir
bu. Başka bir
değişle menfi
olandan müspet
olana geçme
yani değişime,
dönüşme
çağrısıdır.
Şüphesiz neyin
doğru olup
olmadığı aslında
herkesin ilke/
kural olarak
bildiği şeylerdir.
Esas olan bu
bilinenlerin
bilinç seviyesine
çıkarılmasıdır.
Şairin gücü işte
buradadır.
28
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
ki öğütler” şeklinde belirtebiliriz. İnsanı sevme,
paylaşma, hoşgörü, sabır, umutlu olma… gibi
değerlerin yeniden bilinç ve uygulama alanına
sokulmasıdır. Bu kavramlar, şiir dilinde didaktizmin kuruluğundan sıyrılır lirizmle yüreklerde
karşılık bulacak özelliğe bürünür.
Nitekim öyle olmuş, Yunus Emre, çağında bir uyarıcı, öncü, aydınlatıcı dolayısıyla
bir değiştirici dönüştürücü olmuştur. Onca yıkımdan sonra Osmanlı devleti kurulabilmişse
bunda Yunus’un bu anlamdaki katkısı, hizmeti
görmezlikten gelinemez. Çağında elbette başka
önderler de vardır. Onlar da sonuçta aynı misyonu üstlenmişlerdir. Mesela Mevlâna da şiiri bu
anlamda bir fonksiyonla kullanmış bir isimdir.
Diğer şair örneğimiz ise Mehmet Âkif ’tir. O
da tıpkı Yunus Emre gibi zor bir zamanın şairidir. Toplumumuzun o yıllarda yaşadığı 93 harbi,
Balkan harbi, Osmanlının yıkılışı, Anadolu’nun
işgali gibi trajik olaylara tanıklık etmiştir. Olaylar önce şairi değiştirmiş, Mehmet Âkif, toplumcu bir anlayışı benimsemiş, ardından bu anlayışla yazdığı şiirlerle toplumu sarsmış, kendine
getirmeye çalışmıştır.
Eğer Türk toplumu, onca olumsuz şartlara
rağmen bir kurtuluş mücadelesine girebilmişse bunda Âkif ’in dolayısıyla sözün/şiirin etkisi
gerçekten de çok büyüktür. Onun “Ey, bütün
dünya ve mâfîhâ ayaktayken, yatan!/ Leş misin,
davranmıyorsun? Bâri Allah›tan utan.” Şeklindeki onlarca ifadesi gaflet hali yaşayan bir toplumu sarsma ve değiştirme çabasından başka bir
şey değildir. Yine “Ye›se hiç düşmeyecek zerrece
îmânı olan;/Sâde siz derdi bulun, sonra kolaydır
derman.” Şeklinde söyleyişi tıpkı Yunus Emre’de
olduğu gibi hem sorunu tespit eden hem de çözüm için kafa yoran bir şairin ifadeleri olarak
dikkat çekicidir.
Nitekim Safahat okunduğunda görülür ki,
biz hangi halden hangi hale düştük, bunun sebepleri nelerdir? Bu durumdan nasıl kurtulabiliriz? Bunlar ve benzerleri yüzlerce sorunun cevabı
vardır Âkif ’in şiirlerinde. Bir şair olarak Âkif,
toplumu değiştirme mücadelesinin son örneği
olarak İstiklâl Marşı’nın yazmış ve bu marş gerçekten de kurtuluşun meşalesini yakmıştır. Burada sonrası ne olmuştur gibi bir soru haklı olarak sorulabilir. Elbette bu mücadele sonrasında
Âkif ’in düşlediği bir yapı kurulmamıştır. Ama
şunu unutmamak gerekir. Şair, şiiriyle konuşur,
onun meydana getirdiği yeni iklimde hadiseyi
nihayete erdirecek olan başkalarıdır. Âkif, şair
olarak görevini yapmıştır. Kısacası şiir, millete
iman ve ümit aşılayarak insanların bir mücadeleye girmesinde etkili olmuştur.
Şiir insanı/toplumu değiştirir derken meseleye bir de g ünümüz açısından bakmak gerekecektir. Zira günümüzde de şairler vardır. Tabi çok
ciddi sorunlarımız da… Peki, böyle bir durumda
ortada öncü nitelikli kaç şair vardır? Yazılan şiirler ne ölçüde değiştirici/dönüştürücü bir özelliğe
sahiptir? Ne yazık ki bu sorulara olumlu cevaplar
vermekte zorlanıyoruz. O zaman şu çıkıyor ortaya… Şair, sadece sanatkâr değil bir münevver
kimliği de taşıması gereken ve bu kimliğin gerektirdiği sorumlukları kuşanan insan demektir.
Bu da çağın şartlarının farkında olmayı, sorunları iyi tahlil etmeyi, çözümleri doğru belirlemeyi zorunlu kılmaktadır. Burada şaire bir fikir ve
eylem adamının bütün sorumluluğunu yüklüyor
değiliz. Ama insan şairse ve şiir şuur kavramıyla ilgili bir sözcükse, söylenen/yazılan her sözün
bir anlamsal karşılığı varsa o zaman bu çağın da
öncü şairleri olmalı ve onların şiirleri tıpkı Yunus Emre’ninki Mehmet Âkif ’inki gibi bir etki
meydana getirmelidir.
Eğer bu amaç gerçekleşmiyorsa o zaman
kendilerini asıl sorgulamaları gereken şairlerdir. Demek ki şairler olarak çağın farkında değiliz. Demek ki sorumluluklarımızı kuşanmamışız.
Demek ki hayat ve insan gerçeği üzerinde ciddi
anlamda durmuyoruz. Dahası şiirimizi bütün
bunlara göre kurmuyoruz. Bir başka şairimiz
Mehmet Emin Yurdakul, Âkif ’in yaşadığı şartlar karşısında şöyle diyordu. “Unutma ki şairleri
haykıramayan bir millet/Sevenleri toprak olmuş
öksüz çocuk gibidir.” Bence bu söyleyiş üzerinde
düşünülmelidir. Altımızdan toprak kayıyor, değerlerimizle savaşılıyor. Çevremizde her gün nice
insanlık suçları işleniyor. Bütün bu şartlarda şairlerin söyleyecek sözleri olan insanlar olduğuna
inanmak istiyoruz. Bir mısraın, bir beytin, bir
şiirin okuruna direnme, karşı koyma, ümitlendirme, bilinçlendirme gücü vermesi gerektiğini
belirtmek istiyoruz.■
29
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Şiirin yelpazeleri
YAHYA AKENGİN
İ
nsan
iç
dünyasının
laboratuvarı
diyebileceğimiz şiirin yol haritasında poetikalar önemli kilometre taşlarıdır. Bunu
kabul ettikten sonra yine de poetikalara yüklenen
anlamlar tartışılabilmelidir. Bütün şiir anlayışları
arasında geçişkenlikler olduğunu da düşünmeliyiz. Poetikaların temelinde edebiyat akımları vardır. Ne var ki edebiyat akımları ile poetikalar arasında her zaman bir paralellik de düşünülemez.
Türk edebiyatında hem bir edebiyat akımını
hem de kendine özgü bir poetikayı temsil eden
Ahmet Haşim’den yola çıkarak konuya girmeye
çalışacağım.
Bilindiği gibi Ahmet Haşim, Batı şiirinde
vücut bulmuş edebiyat akımlarından biri olan
Sembolizmi temsil eden Türk şairi olarak öne
çıkmıştır. Ahmet Haşim poetikasında öne çıkan
unsur ise şiirde anlam aranmaması gerektiğidir.
Bu durum, Sembolizm ile “anlam aramamayı”
aynı şey olarak düşünmeyi gerektirir mi? Kanaatimizde bunları özdeş görmek yanıltıcı olur. Sembolizmin öncülerinden Fransız Şair Baudelaire’in
şiirlerinde anlamsızlık diye bir unsur yoktur. Şu
hâlde hem Sembolist hem anlam yüklü şiirin
mümkün olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu
hâle göre Ahmet Haşim Sembolizme bir farklı
boyut eklemiştir diyebiliriz. Yani Batı kaynaklı bir
edebiyat akımının doğrudan izleyici olma yoluna
girmemiştir. Şiirlerinin yadırganması üzerine poetikasını ortaya koymak ihtiyacını duyan Ahmet
Haşim’in, “Şiirde mânâ aramak, mehtaplı gecede
güzel sesiyle ötmekte olan bülbülü eti için kesmeye benzer.” demiş olması da doğrudan anlamsızlığı işaret etmeyip şiiri kuru mantığın boyunduruğundan kurtarmaya yönelik bir tavır olsa gerek.
Esasen bütün edebiyat akımlarında çağrışımların
zengin dünyasına yaslanmak söz konusudur. Bu
çağrışımlar, şiir okuyucusunun dünya görüşüne,
kültür birikimine, ruh dünyasına, mizacına göre
geniş bir yelpazeyi oluşturur. Şairler de kendi poetikalarını ortaya koyarken, aynı şekilde kendi iç
dünyaları, hayata bakışları, kültür birikimleri ve
mizaçlarından kaynaklanan bir tavır belirlemiş
olurlar. Okuyucular da kendi ruhsal enlem ve
boylamlarına uygun düşenlere yönelerek şiir piyasasının alıcıları durumuna girmiş olurlar. Dolayısıyla her şairi herkesin benimsemesi, sevmesi
gibi bir durumun söz konusu olamayacağı ortaya
çıkmış olur.
Edebiyat akımlarının ve poetikaların hepsinde esas olması gereken ortak malzeme, şiir kumaşının olması ya da olmamasıdır. Bu kumaş yoksa
istediğiniz kadar bir edebiyat akımının gerekleri
ve bir poetikanın doğrultusuna dikkat ederek şiir
yazmaya çalışsanız da ortaya çıkan ürün şiir sayılmayabilir. Bir zorlama ve özenti nesnesi olarak
kalmaya mahkûmdur.
Ortaya koymuş olduğu poetikasıyla belli bir
kesimin şiire bakışını ağırlıklı bir şekilde etkileyen Necip Fazıl’ın takipçiler oldukları iddiasını
30
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Edebiyat akımlarının ve poetikaların hepsinde esas olması
gereken ortak malzeme, şiir kumaşının olması ya da
olmamasıdır. Bu kumaş yoksa istediğiniz kadar bir edebiyat
akımının gerekleri ve bir poetikanın doğrultusuna dikkat
ederek şiir yazmaya çalışsanız da ortaya çıkan ürün şiir
sayılmayabilir. Bir zorlama ve özenti nesnesi olarak kalmaya
mahkûmdur.
taşıyanlar da işte o şiir kumaşının varlık ya da
yokluğunu ne kadar hesaba katabiliyorlar? Ne demiş Üstat, “Sanat Allah’ı aramaktır.” Bir poetika
unsuru olmaktan ziyade bir dünya görüşü sayılması gereken bu söz, “Yeni İslamcı” şairlerin şiir
anlayışları hâline getirilmiştir. O arkadaşlara şunu
hatırlatmak gerekir -ki herkesin farklı dünya görüşünün olağan karşılanması gerektiğine itirazları
yoksa eğer- kendi çizgilerinin dışında kalanların
şiirlerini yok sayma ya da din dışı görme gibi bir
hakları bulunmadığını düşünmeleri icap eder.
Kayseri Belediyesinin yıllar önce düzenlemiş
olduğu bir edebiyat etkinliğinde poetika konusunu ele alıp tartışma oturumunda bulunuyorduk. Aynı masa etrafındaki şair dostların hepsi
konuşmalarına “Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi”
cümlesiyle başlıyor, Necip Fazıl poetikası etrafında dolaşıyorlardı. Sıra bana gelince şöyle demek
mecburiyetinde kalmıştım: “Arkadaşlar, Üstat’ın
mistik bir coşku hâlinde söylemiş olduğu söz anlaşılır bir şeydir. Ama siz bunu Necip Fazıl şiirin tanımlayıcısı olarak tekrarlayıp durursanız,
birileri de çıkıp demek ki Üstat bir türlü Allah’ı
bulamamış diyebilirler.” Yani Necip Fazıl şiirinin
kumaşını göz ardı ederek onun sanatını dünya
görüşü ile sınırlamaya kalkışmak, biraz da ona
haksızlık sayılır.
Poetikaları etrafında yıllarca süren, sansasyonlar yapılan Orhan Veli ve arkadaşlarının öne
sürdüğü görüşler, “başıbozukluk” anlamında algılanan “serbest şiir” anlayışı ise hâlen durulmuş
değildir. Önce şunu ifade etmeliyim ki serbest şiir
konusunda bozulması gereken bir ezber vardır.
Serbest şiiri Fransız şairi Apollinaire ortaya koymuş, Orhan Veli ve arkadaşları da bu anlayışı bizim edebiyatımıza mal etmişlerdir. Öncelikle bu
doğru değildir. Dede Korkut hikâyelerinde en az
bin yıl öncesinde görülen serbest şiir örneklerini
bilmeden bu anlayışa sarılmak da bizim gafletimiz olmuştur.
Bununla beraber “Garip” akımının Türk şiirinde bazı kazanımlara yol açtığını da kendi hesabına kabul etmekteyim. Ancak her zaman ifade
etmeye çalıştığım gibi, aruzun, hecenin ritminden, sesinden nasip almadan serbest şiir vadisinde
yüzmeye çalışmak, kumlar üzerinde kulaç atmaya
benzer, kumlara saplanıp kalmaya yol açar.
“Garip” akımının artçısı olan “İkinci Yeni”
poetikası ise Ahmet Haşim anlayışının farklı
bir şekilde yeniden kotarılması olmuştur. İkinci
Yeni’nin Türk şiirine kazandırdıkları da vardır
elbette. Onların en önemlisi Türkçenin anlatım
imkânlarını genişletme şeklinde ifade edilebilir.
Tanzimat’la birlikte eksileri ve artıları ile
önemli kırılma yaşayan Türk şiiri, zaman zaman
geleneği yok sayma yanlışlığına da sürüklenmiştir. Bu tür çığırından çıkmalar karşısında Hisar
dergisi “Gelenekten yararlanan yenilik ve yaşayan
Türkçe” anlayışıyla otuz yıllık bir mücadele vermiş, bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur.
Her şairin bir poetikası olması şart mıdır?
Bizce hayır. Esasen şairlerin poetikalarını kendilerinin ortaya koymaları istisna sayılmalıdır. Poetikaları asıl ortaya çıkaracak olan edebiyat inceleyicileridir.
Sonuç olarak edebiyat akımlarını ve poetikaları tanımadan bu geniş yelpazeyi algılayıp
özümsemeden yapılan şiir yolculukları temelsiz
duvarlar örmeye benzer. Her akımdan, her poetikadan edinilecek kazanımlar vardır. Ancak bir
şartla, önce şiirin kumaşına sahip bulunmak gibi
bir olmazsa olmaz vardır. ■
31
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Lütuf varsa şiir de var
CELAL FEDAİ
Şiiri alıp getiren
lütfun kesilmesi
söz konusu
değildir elbette.
Rabbin lütufları
nihayetsizdir.
Eksik olan
şey, doğru
bir hayatın
yaşanmamasıdır.
Şeytanın vaadini
ve kendi vaadini
unutan insan
asla has şiire
yaklaşamaz.
Ş
iir üzerine düşünmek, yazmak fetişleştirilecek, abartılacak bir husus
değil. Çünkü şiir, doğru bir hayata
gelen lütuflardan doğar. Dolayısıyla aslolan
şiir değil, doğru hayattır. Başka türlüsünü
düşünmek şiiri de şiir üzerine düşünmeyi de
fetişleştirir. Nitekim romantik dönemden bu
güne şiir tarihinin önemli bir kısmı şiiri bir
kurgunun, kuramların içine sıkıştırmıştır.
Neden lütuftan bahsediyoruz? Günlük hayatın içinde kullanıp geçtiğimiz bir kelime
oldu lütuf. Oysa hayatlarımızı dolduran şeydir o. Zihnimizi o açar. Darlığımızı o giderir. Rabbimizi onunla biliriz. İlahî yardımdır
lütuf. İnsan eliyle gelmediği öylesine bellidir.
Has bir şiir, lütuftan başkası değildir. Bu yüzden de onun üzerine düşünmek zordur. Bir
hâldir çünkü. Gelir geçer. Uzun kalmaz. Şairler bu “hâl” üzerine düşünüp onu anlamaya
çalışırlar. Bana göre tüm poetik yazıp çizmeler
bundan ibarettir.
Böyle demekle şiir üzerine yazıp çizmeyi
küçümsediğim, basitleştirdiğim sanılmamalı. Aksine “ilahî olan” bir küçük parçacık bile
32
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Şiir, şaire Tanrı’nın bir lütfu, şairdense insanlığa bir
armağandır. Has şair kardeşlerine türlü türlü armağanlar
sunar. Doğru bir hayata sunulan lütuflardan gelen
armağanları insan kardeşleri almak istemezse şaire kim,
ne diyebilir?
dünya bir yana değerlidir. Bu nedenle de doğru
bir hayata doğan şiir ve onun doğduğu doğru
hayat çok değerlidir. Üzerine düşünülmelidir
ki mahiyeti göz önünde olsun.
Yaşadığımız dünya şeytanın vaadinin işlediğini bize unutturan bir dünyadır. İnsanlık
bugün tarihin her döneminde olduğundan çok
daha fazla bir “nefs imparatorluğu”nun hükmü
altında ve bunun farkında bile değildir.
Ömrü yemek içmenin ağırlığıyla geçen, gezip
tozmakla avunan, türlü narkotiklerle uyulan
insanlar için şiirin anlamı hâliyle olmayacaktır. Bugün şiire verilen değer, geçmişte verilen
değeri sürdürmek şeklinde sürüp gitmektedir.
Şiirin
anlamı,
mahiyeti
yeniden
kazanılmak durumunda. Fakat böyle olmadığı
çok açık. Öyle görünüyor ki doğru bir hayata
doğan lütufların mahsulü olan şiir, İbrani
anlatısındaki çocuk gibidir bugün: “Dediklerine göre, insanların “Artık gereksemiyoruz
seni.” demeleri üzerine Tanrı gitmeye karar
vermiş. Ancak sevgisinden, “Ne hâliniz varsa
görün!” deyip dünyayı hemen terk etmek, kendi suretinde yarattığı varlıklarla, insanlarla,
çocuklarla ilişkiyi kesmek istememiş. “Belki ben olmayınca anlarlar değerimi, ararlar
beni…” diye düşünmüş. Yeryüzünde gizlenerek kalmayı yeğlemiş. Gözlerini, çocukların en
güzeline bırakıp uzaklara çekilmiş. Çocuğun
ruhundaki sonsuz karanlıklara gizlenmiş.
Kulağını dikerek, en küçük çağrıda dönmeye
hazır beklemeye koyulmuş. Beklentisi çocuğun
gözlerinden okunsun istemiş. Gelgelelim, insanlar kendi işleriyle o denli meşgullermiş ki
bakmamışlar çocuğa, aldırmamışlar ne hâlde
olduğuna. Atmışlar bir kenara, Tanrı akıllarına
bile gelmemiş. Hıçkırık, ateş, kan ve kahkaha!
Umudunu kesmiş Tanrı. Gözlerini almak için
geri gelmiş. Ancak, çocuğu görünce… Öylesine güzel, öylesine mahzunmuş ki, kıyamamış
karanlıklar prensesine bırakmaya. Onu da alıp
götürmüş.”
Şiiri alıp getiren lütfun kesilmesi söz konusu değildir elbette. Rabbin lütufları nihayetsizdir. Eksik olan şey, doğru bir hayatın yaşanmamasıdır. Şeytanın vaadini ve kendi vaadini
unutan insan asla has şiire yaklaşamaz. Fakat
şiirin şemaili bulanıklaşınca -ki günümüzde
olan budur- insanlar has inci ile boncuk olanı
karıştırır. Şiir üzerine yazmak işte bu noktada önem arz eder. Şiirin mahiyetini vaktiyle
olduğundan haberler getirip bugüne hatırlatmak gerekir. Şiir üzerine yazmak, vaktiyle
olan ile bugünün karmaşasını beraberce sunma imkânını verir bize. Belki bu sadece insanlar, içinde yaşadıkları karmaşadan çıkmaya
yönelik bir güç bulabilirler kendilerinde. Şiir
onlara o dinçliği verir.
Şiir, şaire Tanrı’nın bir lütfu, şairdense
insanlığa bir armağandır. Has şair kardeşlerine
türlü türlü armağanlar sunar. Doğru bir
hayata sunulan lütuflardan gelen armağanları
insan kardeşleri almak istemezse şaire kim, ne
diyebilir? Şair mazurdur. Şair şiirinin yaşayamadığı yerde onu korumak zorundadır. Şiirini
“Tanrı bakışlı çocuk” gibi alıp götüremeyeceğine göre, onu korumanın yollarını aramaktır.
Benim şiir üzerine naçizane yazıp çizmelerim
hep bu koruma gayretinin bir yansımasıdır.
Bir yandan şiirin mahiyetini görünür kılmak
bir yandan da Molla Camî’nin ifadesiyle “at
kuyruğuna takılması gereken boncuklar” içinde has incinin yerini korumak durumundayız.
Elden geldiğince…■
33
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Şiir, dilin miracıdır
TARIK ÖZCAN
Şairlik,
bir mizaç
meselesidir.
Yıllarca metin
şerhi yapmış
olmasına
rağmen tek
bir mısra
yazamayan
insanlar vardır.
Ancak şair
doğulur; büyük
şair olunur.
Irmaklar
ırmaklarla
şairler şairlerle
büyür.
Ş
ark toplumları, felsefenin boşluğunu yıllarca
şiirle doldurmuştur. Bunun için doğu şiirleri
hikmet ve hayret burçlarında yükselir. Bu
nedenle doğulu bir şair olarak bir düşünceyi birikimlemeyen şiirlerin boşluğunun büyük olduğuna inanırım.
Çağdaş şairlerin en büyük problemi budur: Oyunda kalmak ve sırtını büyük boşluğa dayamak. Hâlbuki kapalı
bir âlem olan şarkta her kapı, bir odaya açılır ve her oda,
bir diğerinin tamamlayıcısıdır. Kısacası her şey birbirinin
cevabıdır. Tanpınar’ın deyişiyle Mutlak’ın malikânesidir.
Bunun için şark, binlerce yıl büyük boşluğa sorular sormuş ve cevaplarını almış olmalı ki oradan kendi iklimine uygun yeni bir dünya görüşüyle çıkmıştır. İşte burada
şiir devreye giriyor. Şiir, dikey boyutların dilini kullanarak bize yeni bir dünyanın kapısını açmıştır. Yunus ve
Mevlana’nın yaptığı budur. Şarkta şairi irşadın kürsünde
vaaz ederken görmemizin sebebi de budur.
Genel dil, umumun dili olduğu için yatay boyutta şekillenir ve tek bir anlamı barındırır. Onun tek bir
amacı vardır: Kitlelerin iletişimini gerçekleştirmek. Şiir,
dilin miracıdır. Bunun için dikey boyutların sembolik
dilini kullanır. Hayalin egemen olduğu bu dil, tıpkı bir
yılan gibi şah vuruşunu yapmadan önce kavsini çizerek
miracını gerçekleştirir. Bütün mesele okuyucunun muhayyilesini zehirlemektir. Bu, bir bakıma algı ve duygu
karışımının yanı sıra zihnin bulanıklıklaştırılmasıyla
gerçekleştirilir. Sonuçta; görüngü dünyasındaki gerçek
sandığımız şeyle okuyucunun irtibatı kesilir. Yeni an34
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Şair, dille beklenmedik ve yapay bileşimler gerçekleştiren
bir hokkabaz değildir. Dünyanın en güçlü şairleri en rahat
yazanlardır. Rahatlık ve doğallık şairin elinin hamuru
olmalıdır. Bütün mesele; evrensel insana has güzel bir
temayı/düşünceyi güzel bir dille söylemektir.
lamlar ve yeni görüntüler ortaya çıkar. Bu özgün
görüntüler, eşyayı ve anlayışımızı farklılaştırarak
müptezel hale gelen dünyanın yüzünü yeniler.
Estetik evren/itibari âlem dediğimiz şey sürekli
farklılaşarak kendisini okuyucunun dünyasına
yeni görüntülerle sunan sanatın bu özel dünyasıdır. Bunun için modern şiir tek bir anlama bağlanamaz. Sürekli anlam üretir. Özne’nin zaman
ve mekânla ilişkisine bağlı olarak yapıp edilen bir
şey gibi değişerek gelişir ve gelişerek değişir. Bütün mesele okuyucunun doyuma/doruğa ulaşması üzerine kurulmuştur.
Form, verilidir. Her kültür, tarihsel akışı içerisinde kendi formlarını yaratır. Bu nedenle form
dediğimiz şey, sanatkâra içerisinde yaşadığı toplumun bir mirasıdır. Dil, binlerce yıllık mecrası
süresince sıkı dikişler halinde formlarını şekillendirir. Şiirin bağlı bulunduğu formun sükûnetini
bozarak onu harekete geçiren güç, dilin tâ kendisidir. Tanpınar’ın belirttiği gibi: Şiirde şekil,
bir kap değil, bir uzuvlaşmadır. Bu kayna(ş)mayı
sağlayan şeyse şiirin cephe ve cidarını oluşturan
dil örgüsüdür.
Şair, dille beklenmedik ve yapay bileşimler
gerçekleştiren bir hokkabaz değildir. Dünyanın
en güçlü şairleri en rahat yazanlardır. Rahatlık
ve doğallık şairin elinin hamuru olmalıdır. Bütün mesele; evrensel insana has güzel bir temayı/
düşünceyi güzel bir dille söylemektir. Çünkü şiir,
sözün iktidarıdır. Bunun için dilde muktedir olamayanın şair olması mümkün değildir. Şiir, dil
içerisinde yapılan bir yolculuktur. Şiir otobüsünü
dilin çapraşık yollarına sokmadan sürmek gerekir. Yolu tanımak, şoförlüğün yarısı olduğuna
göre; dili tanımak da şairliğin yarısıdır.
Yaşamak için yazan şairin okuyucuyu hesaba
almaması mümkün değildir. Şair, zamanın üç
boyutunu da düşünür. Geçmiş ve şimdiki zaman
şairin, gelecek zamansa okuyucunundur. Bunun
için yaşadığı zamanı aşmak isteyen her şair, zarını gelecek zamandan yana atmalıdır. Ancak akıllı
şair, okuyucunun hatırı için zarını gele atmaz.
Kısacası şiirine kıymaz. Sıradan okuyucuyu avlamak, günü kurtarırken geleceği karartır ve prematüre doğan hiçbir şiirin zamana karşı direnme
şansı yoktur. Güçlü şiir, okuyucusunun ufkunu
genişletmelidir. O, şairin bilincinden çıkarak
okuyucunun coğrafyasını besleyen güçlü nehirlere benzer.
Her şiirin kendisine özgü bir hayatı vardır.
Bunun için her şiir bir varoluş biçimidir. Kendi
âleminde tektir ve müstesnadır. Bu nedenle biçem dediğimiz şey, şiirin tümüne ait bir meseledir. Dilin adım adım bir düşünceyi var etme ve
şiir aracılığıyla yeni bir dünyayı kurma biçimidir.
Burada şiir kelimesini unutmamak gerekir. Mesele, düşüncenin ve dünyanın şiirsel bir formda
yeniden kurulması meselesidir. Bu dünya, şiirin
dünyasıdır. Dikkatli bir göz, her şeyin dilin etrafında döndüğünü görecektir. O zaman, hesabı
dilin terazisinde tartmak gerektiğine inanıyoruz.
Ey Öke, Ey Araştırmacı! Şiirin dünyasında reel
dünyayı aramanın anlamı var mı? Cevabı ben vereyim: Şiir, dili kullanma biçimidir
Şairlik, bir mizaç meselesidir. Yıllarca metin
şerhi yapmış olmasına rağmen tek bir mısra yazamayan insanlar vardır. Ancak şair doğulur; büyük
şair olunur. Irmaklar ırmaklarla şairler şairlerle
büyür. Çıraklık, ustalık ve kalfalık, zenaatın olduğu gibi, sanatın da zorunluluk yasalarındandır. Şiir meydanı, Kırkpınar meydanı gibidir.
Hesaplaşma şairle diğer şairler arasındadır. Her
şair, bu hesaplaşmayı göze alarak yola çıkmalıdır.
Zamana karşı direnmenin başka yolu yoktur. Bu
meydanda hatır gönül para etmez. Etse de günü
kurtarır, geleceğe yetmez. Çünkü her hesap gelecek adına yapılmaktadır. Sesini bütün zamanların
sesi yapan şairlere aşk olsun.■
35
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Edebiyatımızın nihayetsiz seferi ile onun
tanrı buyruğu alan içli savaşçıları ya da
sadece şair ve şiir
SEVAL KOÇOĞLU
Şairler korkak insanlardır
korktukları nedir?
Şiir, hayatın
şaire yaşattıkları
karşısında şairin
cevaplarının
toplamıdır. Şair bu
cevapları kendinden
yola çıkarak tüm
insanlar adına
vermeye çabalar.
Estetik üretimlerin
tamamının böyle bir
amaçları varsa da
bunu şiir soyundan
gelmelerine
borçludurlar.
- Kurdukları dünyanın tamamıyla yalan olmasından korkarlar.( İyi bir şair bu dünyanın gerçek olmasından daha çok korkar.)
-Onlara yazmasını buyuran iç sesin cılızlaşacağından korkarlar.
-Yanı başlarında hazır tuttukları dizelerden, bu dizelerin yaratacağı yıkımdan/ kendi kasırgasını yaratan
itici güçten korkarlar.
-Duyargalarını yitiren minik bir canlı gibi yönünü
kaybetmekten, gittiği yolun kayda değer hiçbir yere
bağlanamayacağından ve bu eksensiz kalışın hasarını
karşılayabilecek güçten yoksun olmaktan -çoğunlukla
da yoksundurlar- korkarlar.
-Dört mevsim yeşil kalma zorunluluğundan, bu zorunluluğun yorgunluğundan korkarlar.
-Ev/sokak/kent/ülke/dünya/evren ona karşı işleyen
ilkel bir mekanizmadan ibaretken seküler yanıyla bu
mekanizmayla kop(a)maz bağlar kurmaktan korkar.
-Kötü bir çocuğa şahit olmaktan korkarlar.
-Kulağını yeryüzünün herhangi bir ülkesinde başka bir şairinin söylediklerine uzatmışken, eş kaygıları
duyup dünyanın kendini koruyamayan bir canlı olduğunu varsayıp -ki bu savunmasız canlının prematüre
çocuklarıdır şairler- kötümser kalmaktan korkarlar.
-Bir savaşı, kıtlığı, katliamı durduracak gücü hiçbir
zaman ele geçiremeyecekleri için insan eliyle var edilen
36
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
kıyımların seyircisi/ sessiz tanığı olmaktan korkarlar.
-Milyonlarca yıl geçmesine rağmen yörüngesine
hâlâ oturamayan bir gezegende olmanın kendi kaderiyle ne kadar da benzer olduğunu içinde hissetmekten korkarlar.
-Patikaların bir gün biteceği, yıldızların ışımayacağı ihtimalinden korkarlar.
-Kelimeleri öldürmekten, sızan kanın yazdıklarının içine işlemesinden korkarlar.
-İnsanlığın büyük duygularının küçücük, hiçten
insanların üzerinde de aynı görkemle durduğunu
keşfetmekten korkarlar.
Şairler cesur insanlardır
cesaretleri neyedir?
-Zorbaların kuyruklarına teneke bağlanırken ilk
düğümü bir şair atar. İkincisini bir kahramana devretme cesareti gösterir.
-Bir âmânın en azından istediği zaman ağlayabilmesi için -fizyolojik olarak buna herhangi bir
mani bulunmasa da- gözlerini temelli ona verme
cesaretini gösterir.
-Şiirini tek dilde yazıp dünyanın bütün milletleriyle aynı dili konuşma cesaretini gösterir.
-Etrafında olup biteni anlamadığında -aslında
fark etmesi bile uzun zaman alır- merakla sorma
cesareti gösterir.
-İdeal dünyanın (sorulduğu zaman) var olmadığını itiraf etme cesareti gösterir.
-Bir mucizeye ihtiyaç duyulacak kadar her şey
kötüye gittiğinde kıyamet helezonunun gözlerinin
içine bakma cesareti gösterir.
-Ruhunun çizikler içinde kalmasına aldırış etmeden -bu, acıya duyarsızlık/ kendini hırpalamak
anlamına gelmedi hiçbir şairce- yüksekçe bir yere
çıkıp -bu yüksek yer de şiirdir- başka kederler için
çare arama cesareti gösterir.
-Siyahın karşılığının sadece beyaz olmadığını,
uygun bulduğu bir mavinin de yerinde bir seçenek
olduğuna herkesi ikna etme cesareti gösterir.
-Bir şehri planlayanların her ne kadar şehir planlamacılarının ya da bir yerleşim yerini keşfedenlerin
orada suyu ilk bulanların işi olduğu sanılsa da aslında şiiri yazılmayan bir yerin insanlar için yaşam
çok da elverişli olmadığını itiraf etme cesareti gösterirler.( Elbette bu itirafın öldürücü yan etkileri
vardır. “Kasaba sıkıntısı” bu durumun en bilinen
örneğidir.)
-Aynı anda hakkıyla pek çok yerde olunacağını ispata çalıştıkları gibi asla (tam anlamıyla) hiçbir
yerde olamama tercihlerini sonuna kadar kullanma
cesareti gösterirler.
-Toplumun büyük çoğunluğu tarafından yüce
bulunan değerleri ölümsüz kılabilecekleri gibi, tam
tersine çevirebilecek/ alaşağı edecek ateşi yakma cesareti gösterirler.
-Arkasından homurtular, konuşmalar, alaylar,
alkışlar duyarsa da sadece önüne ve yukarıya bakarak yürüme cesareti gösterir.
-Yok oluşun içinde en ufak bir yaşam belirtisi
ararken büyük bir coşkuyla akan varlığın kangrenli
parçalarını ayıklama cesareti gösterir.
- Ağıt yakan ve şarkı söyleyenle yan yana oturarak onları birbirinden haberdar etmeyi biricik görevi sayma cesareti gösterir.
Şiir: Hareketli bir mekanizma
Şiire her ne kadar “canlıdır” denilemese de
onun hareket ettiğine inanılması gerekir. Bu hareket dişlileri, çarkları olan yazılırken ve okunurken
devinimini gerçekleştiren bir tuhaf mekanizmadır.
Şair, bu kendisi için elzem olduğu kadar varlığının
acısını da yaşamı boyunca taşıyacağı cisim için yanında yöresinde ne varsa takas eder. Etmelidir de.
Etmezse eğer şiir içinden harcı çekip alınan bir sözcükler yığını gibi kalakalır.(bk. dağılan sözcüklerin
oraya buraya saçılması)
(Dağılan sözcükler meselesi: Şiire, en azından
kendi şiirine hâkim olmak isteyen şair için her sözcük hayati önem taşır. Birinin yerinden edilmesi şiiri huzursuz, okuyucuyu şair hakkında kararsız kılar.
“Şair” burada aynı zamanda kendi şiirinin okuru
olarak da düşünülmelidir.)
Şiir, hayatın şaire yaşattıkları karşısında şairin cevaplarının toplamıdır. Şair bu cevapları kendinden
yola çıkarak tüm insanlar adına vermeye çabalar.
Estetik üretimlerin tamamının böyle bir amaçları
varsa da bunu şiir soyundan gelmelerine borçludurlar. Bu benzersiz armağanın yerine başka bir şey
konulmaya çalışılırsa tüm insanların sefil canlılara
dönüşme tehlikesi baş gösterir.
Aklın kolluk kuvvetlerine güvenerek ya da sadece hislerin himayesinde gerçekleşmesi beklenen şiir
kendinden bekleneni veremez, infilak eder. Hatta
bu infilak utanç verici bir şekilde sessiz sedasız bir
biçimde gerçekleşir. ■
37
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Şiire bal, şaire hemhal olmak
TANER TATAR
Okuyucu, şiiri
kendisine ayna
yapar. Bu öyle
bir aynadır ki,
herkes kendisini
görür mısralarda.
Her kelime, hayat
dokusunda bir
liftir; her deyim, bir
düğüm. Ümidini
de seçer, kederini
de; şairi kendisine
hemhâl yapar,
okuyarak parlatır
aynayı, elinde
aynalardan bir
berceste!
Bugün sohbet bizim oldu, bize bizim diyen gelsin
Bu aşk zehrin seve seve içübeni kanan gelsin
Bugün meydan-ı aşk içre, çağırıp bir ün eyledim
Müezzinlik bizim oldu, imam olduk uyan gelsin
Yunus Emre
Ş
iir hakkında konuşmak şairin
dedikodusunu
yapmak
gibidir.
Düşünmediklerini
düşündürür,
hissetmediklerini hissettirir, söylemediklerini
söyletiriz. Hislerini ve düşüncelerini söylemek
şairin hakkı ise de onun hakkında konuşmak da
okuyucunun hakkıdır. Şair içinde tuttuklarını
saklayamamış ve bir an söyleyivermişse,
okuyucunun okuduğunu önce kendisine, sonra
başkasına okumasında bir beis yoktur. Söyleyene
bir söyleten varsa, okuyana da bir okutan vardır.
Söyletenin ve okutanın bulunmadığı bir yerde,
‘ya nice söylemek’, ‘ya nice okumak’tır. Nice yazmak ve nice okumakla söze hamal olunur. Lakin
okuyan da okunan da kendine hemhâl arar.
Okuyucu, şiiri kendisine ayna yapar. Bu öyle
bir aynadır ki, herkes kendisini görür mısralarda. Her kelime, hayat dokusunda bir liftir; her
deyim, bir düğüm. Ümidini de seçer, kederini
38
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Bilim adamı, varlık âleminde ömrüne ömür katmanın
davasını güder; şair, yokluk yurdunda, ölmeden önce
ölüp her dem yeniden doğarak diri olmak ister; yokluk
yurdunda hayat çeşmesi olur ve “gitme” der. Giden,
ölmezlik kaynağını kaybeder.
de; şairi kendisine hemhâl yapar, okuyarak parlatır aynayı, elinde aynalardan bir berceste!
Kalem tutan eller de bilir bunu, Allahu âlem;
böyle buyurur kadim demde hatem olan kelam:
“Elleżî ‘alleme bil-kalem”, “Alleme-l-insâne mâ
lem ya’lem”. Kadim demde verilmiştir kıdem.
Rabbinin adıyla yazdıkça parlatır yaprakların
yüzünü; seyreder kendisini bütün âlem:
Halk içre bir âyineyim herkes bakar bir an görür,
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman
görür
(Niyazi-i Mısri).
Şair yazar, okuyan düşünür. Şiirin içinde
gizem vardır, okuyucu onu keşfetmeye çalışır.
Gizemi keşfedebilmek için gizlemeyi bilmek
gerekir. Gizleyebilmek için de gizemli olmak
gerekir. Gizemli gözlerle okunan mısraların şairi,
dedikodunun hırdavat tenekesine dönüşmez;
kilidi açılan hazine sandığı olur. İncik boncuktan kelimeler sönüverir; pırlantalar dizilir, taç
olur; okuyanın başına konulur, şaire hemhâl
olunur.
yapmak derdiyle söyler.
Mecnun, Leyla ile aynı istikamete bakınca,
Leyla’nın gözünden bir yıldız kaydı, gitti de
Mecnunun göz bebeğine kondu. Mecnun’un
gözünde Leyla doğdu. Söylenecek söz bulunamadı, lisan-ı hâl dile geldi ve nihayet sessizlikten söz doğdu. Harfler inci tanelerinden seçildi;
sıraya dizilip birlendi. Söylenen şiir, söyleyen ise
şair oldu.
Şiir öyle bir gerçekliktir ki gönülden taşar.
Gönle sığdırılamayan, kalıba dökülemez. Gönül
dahi bir kalıp değildir. İçerisine nesnelerin
konulacağı bir mekân hiç değildir. Gönül, asli
var oluşun mahallidir. Kalıp inşa edici olan akıldır. Şiirde akıl vardır, lakin aklın şaşırdığı yerde
şiir konuşur. O hâlde şiiri tanımak için onunla
tanışmak gerek. Tanışmak, belirleyen-belirlenen
ilişkisinin bulunmadığı, aynadaki yansımayla
hemhâl olmak demektir. Tanış olmak ben-sen
ilişkisiyle değil “biz” olmakla inşa olunur. İnşa
olunanı şiir ifşa eder. Söylenmemesi gerekenler
de şiirde dile gelir. İçi dışı birdir şiirin. Bu yüzdendir ki şair bazen mustariptir söylediklerinden:
Elimle kuyumu kazdırdı bana, Ah şu şairliğim olmaz olaydı! Aklına eseni yazdırdı bana, Bütün sırlarımı âleme yaydı; Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ... (Cemal Safi)
Tanımlamak ve tanımak
Tanımak için tanımlamak gerek. Her tanıma bir ad gerek. Her ad bir tanım, her tanım
bir kalıp ister. Tanıma hudut çizilir, tanımlanan
tanımın kalıbına dökülür. Kalıptan taşanlar
törpülenir, törpülenemeyenler ihmal edilir. İhmal edilse de ihtimaller varlığını devam ettirir.
İhtimallerden biri ortaya çıkıp tanımı yeniler;
varlığın durumunu yeniden dile döker. Şiirin
tanımı, kalıba dökülemeyen sözlerdir. Kalıba
dökülemiyorsa tanımı da yoktur. Yok olan bir
şeyin adı nasıl olur? Şiir adı, bir gerçeğin varlığına işaret eder. Lakin bu gerçek, varlık kavgasına
girişmez. İşi sevgidir şairin, ne söylerse gönüller
Hudut çizilemeyeni dile getirir şiir. Her nesnenin bir bitimi var olsa da “Aşka hudut çizilmiyor Mihriban” der şair. Kâğıda yazılamayanı
yazmaktır şiir. Lambada titreyen alev üşürken,
“Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban” derken yazar
şair. Her şeyi söylemenin mümkün olduğu bir
yere epeyce yaklaşır şair ve “anlatamıyorum”
derken anlatır derdini.
39
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Şiirde laf kalabalığına yer yoktur. Öz, özlü
kelimelerde, zorlama olmaksızın dökülüverir.
“Şiir beşeri “öz”ün kendi özgürlüğünü tanıdığı bir
alandır. İnsanoğlu özünü gürleştirdikçe özgürleşebilecektir” (İsmet Özel). Özünü gürleştirdikçe
kendi varlığının şuurunda olacaktır. Şuurunun
şuuruna erdiğinde nihayet öz-söz ikiliği ortadan
kalkacaktır.
Bilimin varlığı, şiirin yokluğu
Hakikate ne maskeler takar cehalet ehli, şiirin diliyle. İlahlar inşa eder sözün gücüyle.
Beşerin çirkinliklerini, sözle inşa ettiği ilahlara
yakıştırır: Tragedya! Eflatun, korkar şiirin bu
türünden; uzak durulmasını ister, sözün ilahlar
inşa eden gücünden. Varsın korksun ve kapı dışarı etsin şiiri, Eflatun. Lakin tez zamanda geri
çağırır talebesi, kapıları açar ardına kadar, şiir
sanatının temeline poetika çivisini çakar. Dünyaya “mimesis”ten bakıp taklit ve temsilden öteye gidemez Aristo. Hakikat, kendisinden çok
uzakta kalır. Hâl böyle olunca Yenişehirli Avni
Bey, “Bin safsata bir mısra-i bercesteye değmez/
İndimde esâtîr-i Felâtun hezeyandır” demekle
haklıdır. Haklılık, felsefeden ziyade bilimin soğuk yüzünün varlık davasında saklıdır.
Bilimin sözü demirden ayakkabı gibidir, insanı yere sabitler; şiir söze kanat takar, göklere
bakar. Gökler açılıncaya kadar kendini yakar;
göğün kapıları açılır ve kendi küllerinden yeniden doğar, kavuşmak ümidiyle kanat çırpar.
Bilim, altından sular akmayan yataklara
köprü kurar, illa ki sebep-sonuç ilişkisi arar; şiir,
çağlayan ırmaklar üzerinde yalınayak yürür de
suyu incitmez, su ile arasına nesne koymaz, köprü kurmaz.
Bilim adamı, balı kavanozlara doldurup raflarda sergiler; şair balı dilinde ister. Canlar canını bulan “Bizim Yunus” ne hoş der, bal u şeker
yer; ballar balını bulup kovanını yağma eder.
Şiir bir iniltidir, ancak dünyaya sağır olanlar
duyar o sesi. Dünyaya sağır olan, dert ehlidir:
“İnile ey dertli gönül, inile/ Ehl-i derdin inileyecek
çağıdır” (Niyazi-i Mısri). Şair, suyunu alçaktan
alır, yükseğe döker; dertli bir dolaptır o, Mevla
aşkıyla iniler; yarenler, sessizliğin sesinde duyar
iniltiyi, duyar da kesilir nefesi.
Bilim adamı, varlık âleminde ömrüne ömür
katmanın davasını güder; şair, yokluk yurdunda, ölmeden önce ölüp her dem yeniden doğarak diri olmak ister; yokluk yurdunda hayat
çeşmesi olur ve “gitme” der. Giden, ölmezlik
kaynağını kaybeder.
Bilim adamı, zamana hükmetmek ister; şair,
ne içinde ne de büsbütün dışında olduğu zamanın parçalanmaz akışında yüzer. Zamanın çarkları bilim adamını yürütür; zamanın çarkları
şairi öğütür.
Öğütülmüş şair, kendini dinletendir.
Dinleyen ise dinlenen! Ayrılıktan şikâyetini
‘ney’e söyletir, inleyen;
Dinle, bu ney neler hikâyet eder,
Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder (Mevlânâ).
Şairin sırrı, feryadından uzak değildir. Bülbül, gagasında gül varken hazin hazin ötüyorsa,
maşukun cilvesidir ona feryat ettiren. Lakin her
gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek
kudret yoktur. Sırların sırrına ermek için elde
anahtar yoktur.
Şair tenzih ile teşbih arasında gider gelir. Bizatihi “o” bilimin işidir. Bilim onunla oyalanıp
dursun, şair O’nu gönlünde arar, bulduğunu
gösteremez, zira hafidir ‘O’. Ahmet Haşim’in
deyişiyle “Bu bir lisân-ı hafidir ki rûha dolmakta”. Gizliyi aşikâr kılma çabasıyla yazılan sözler,
kâğıt üstünde solmakta! Tenzihten teşbihe geçse de şair, her ne kadar benzetmeye çalışsa da
benzemeyendir O: “Benzemez kimse sana tavrına
hayran olayım” der de O’nu eşsiz kılar. Eşi olanın şiirde işi ne ola ki? Eşi varsa zaten o çoktan
söylenmiştir. Eşsiz olan henüz söylenmemiştir.
Şiir, söylenmemişi söylemektir. Ne çok söyleyecek şey var!
Şairin şirin dili
“Şairin evreni dildir” der Cemal Süreya.
Hâlbuki şair evrenin dilidir. Bilinen bilinmeyen
kâinat, onun kalemiyle konuşur. Konuşmasına
konuşur da şairin sözünde ahenk vardır, tıpkı
kâinatın zerre şaşmaz ahenginde olduğu gibi.
Yahya Kemal’in ifadesiyle “Üstad elinde serteser âheng olur lisân”. Bu sebeple şiir “nesir gibi
anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında sözden ziyade
40
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
musikiye yakın, mutavassıt bir lisan, nesre kâbil
olmayan nazımdır”
(Ahmet Haşim).
Şairin dilinde ikmal olur lisan. Şiirin
hamurunun mayası dildir; şairinki ise
muhteliftir. Lakin hikmetli şiir ‘logos’dan ibaret
değildir. Hikmetler, kadim demde hatem olan
kelâmdandır. Kelam kalbe dolunca, gönül telinden şiir diye dökülür.
Dil, kelimelerden mürekkeptir. Şair, her
bir kelimeyi musikiyle izdivaç ettirebilendir.
Geçmiş neslin abide şahsiyetleri, akılda üretip,
gönülde demlediler harfleri tek tek. Muhabbet
süzgecinden geçirip nota nota sıraya dizdiler.
Musikiyle izdivaç eyleyip gök kubbeye hediye
eylediler. Birbiri ardınca güzel söz söylediler.
Edebi atmadan, edebiyata daldılar. Gönüllerinde pişirdiklerinin sadece dışarıya taşanını saldılar. “Sevdün ol dilberi söz eslemedün vây gönül”
(Fâtih Sultan Mehmed) deyip ferman dinlemeyen gönülleriyle birlikte kendileri de yandılar.
Ah, ey vay gönül!
Gönülden taşan gönle dolar. Gönülden gönle sohbet olur. Hak, bir gönül verir, ha! demeden
hayran olur. Bir dem gelir şadan olur, bir dem gelir giryan olur. Gök kubbede hoş seda sohbet ile
Bâkî olur:
Hamid, sevdiğini makbere koyan beşerin aczinin feryadıyla aslında her şeyi anlatır:
“Eyvâh!.. ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu âh u zâr kaldı”.
O anlatır da şair olamayan istese de anlatamaz; çile çeker, lakin çilesi bizatihi kalemiyledir
ve kalem dile gelmeyince ayakaltında ezilmekle
kalır:
Çilem sensin ey kalem
Kara gözlerinle bakıp
Ne yazarsın?
Bilemem!
Ney olsan da inlesen
Satır satır seni dinlesem
Ağlatır mısın çilemi?
Bilemem!
Gözyaşını salıverip
Kâğıda mürekkep
Boğazındaki düğümleri söküp
Irmak ırmak çözer misin?
Bilemem!
*
*
Yapraklarda bitip dal budak
Aydınlıktan uzak
Karanlık odalara dalarsın
Duygularımın kesmez
Kör bıçağısın.
Sohbetün mübtelâya sıhhat olur,
Bir selâmun alan selâmet bulur.
Bir selamımızı alan selamet bulsun,
Selamette olmayanlar selamımızı bulsun,
Selamette olmayıp farkında olmayanları da selamımız bulsun.
Selam, selamet, muhabbet olsun.
Düşüncelerimi çizersin dev yumak
Damar damar
Hafıza kazar,
Seni tutan felç elleri;
Kıvrım kıvrım
Sonsuz çilelere salarsın.
Söylenemeyeni söyleyebilmek
“İnsan, bazı kere, hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninden uçan bir
fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan
bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile feryat koparır, yahut pek karanlık bir şey söyler, yahut
hiçbir şey söyleyemez de, kalemini ayağının altına
alıp ezer. Bunlar şiirdir… En güzel, en büyük, en
doğru şiir, bir hakikat-i müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söyleyememektir” dese de Abdülhak
*
Ey bilinenin yalancısı,
Bilinmeyenin inkârcısı
Bu ses sessizliğin sancısı!
Derdin çok, hem derdin olmadığı bir hâlde
şair şiiriyle bölüşür dertlerini. Gam yükünü
mısralara bölerek hafifletir. Her mısraa bir parça
41
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
gam yüklese de nihayetinde mısraların tamamını taşıyan tüccar, şairin kendisidir:
Bugün gam yükünün kervanı geldi
Çekemem bu derdi bölek seninle
Seni seven âşık sararıp soldu
Çekemem bu derdi bölek seninle
Yine gam yükünün tüccarı ben oldum
Bulamadım Lokman’ı çaresiz kaldım…
(Feryâdî)
Yâ İlâhi!
Sâna lâyık kullar ile hemdem et
Ehl-i derdin sohbetine mahrem et
(Süleyman Çelebi).
İlim, Edep, Mana, Hakikat; Şiiri Eder Hilkat
“İlimsiz şiir olmaz” der Fuzulî. Öyledir de
lakin “Girdim ilim meclisine kıldım talep, ilim
ta geride kaldı illa edep” der edepli söz söyleyen.
Şiirinde ilim, ilminde edep aranır şairin. “Edep
bir taçtır Nur-i Hüda’dan/ Onu koy başına kurtul belâdan” (Laedri). Kendini bilmekle başlanır
ilme, kendini bilmiyorsa kişi, ya nice okumaktır
işi. Başta akıl, göğüste ilim, yüzde edep bulunur,
işte o zaman belki şair olunur.
Şiir her zaman fazlasının peşindedir.
Görünene itibar etmez, görünmeyeni görmek
muradıyla başını kalbine yaslar. Her şeyin fazlası
ifrata götürür insanı. Şiir ise edebin fazlasını az
sözle ifade ederken fazilete ulaştırır.
Ne dâde-i mahlûka ne sîm-ü zere minnet/
Dîvân-ı ezelde yazılan deftere minnet” eden Nabi
için hikmetle sulanan gül bahçesi gibi olan şiirin
ki -“Âb-ı hikmetle bulur neşv ü nemâ Gülşen-i
şi’r ü riyâz-ı inşâ”- amacı irşattır: “Hikmetâmîzgerekdüreş’âr/ Ki me’âli ola irşâdamedâr.”
Her ne kadar manasız söz yok gibi ise de şiirle ifade edildiğinde kökü derinlerde, dalları semada olan şairin meyvesi olur mana. “Manasız
şiir meyvesiz ağaçtır” (İsmail Hikmetî). Meyvenin bulunmaması, ağaç olmaya mani değildir.
Lakin o ağaçta lezzet aramak beyhudedir. Yine
de hiçbir ağaç lüzumsuz değildir. Gölge arayanlar için, yaprak da yeterlidir.
“Şiirde aslolan hakikattir” (Hayâli). Yere göre
sığmayan Hakikat, bir müminin kalbindedir.
Başını kalbine eğen şair, Üstad’ın ifadesiyle
Mutlak Hakikat’i aramakla vazifelidir. Yoksa gerisi çelik çomaktır. Meşguliyeti oynamak olanlar
için bu da gereklidir. Batı dünyası kendi Batılının içinde şiirde Hakikat’e maskeler takarken,
Hakikat’in peçesini yırtmaya çalışır bizim şair.
Gökyüzüne gerilmiş mavi perdeyi yırtıp ötesine
ulaşmayı hedefler.
Şair, dert çiçeklerinden toplar özünü.
Çiçekten çiçeğe konar, bal eyler özünü. Ağulu
aşı, yağ ile bal eder şairin bir sözü. Hayat ona
bol bol zehir içirir. Dost bî-pervâdır, felek bîrahm, devran ise bî-sükûndur. Bu öyle bir hayattır ki dert çoktur, hem-derd ise yok; düşman
kavîdir, tâlî ise zebun (Fuzulî). Gerçi ümitsizlik
yoktur. Dertli ağlayıp gezse de “ağlatırsa Mevlâm
yine güldürür” diye özünü sözün sahibine bağlar.
Öyle ya Mevla ne eylerse güzel eyler. Özünde
bulur dermanı nihayetinde, bizatihi derman
olur şairin kendi sözü:
“Dermân arardım derdime derdim bana
dermân imiş
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân
imiş.
Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem
deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
(Niyazi-i Mısrî)
Sevgiliyle buluşan artık kimseyi dinlemez
olur, ister ki herkes sussun. Kendisi de susar
aslında. Artık şairin can özü söyler, can kulağı
dinler:
Oldu cân hem-bezm-i cânân dinlemem sussun
cihân
Gûş-i cânım dinlesin ârâm-ı cânım söylesin
(Muallim Naci)
Cesede can gelmeli, duymaz kulaklar açılmalı; aşk ile dolmalı gönüller, misal-i taşa dönmemeli. Mademki aşk imiş her ne var âlemde, son
sözü yine aşk söylemeli:
“Aşk olsun”.
“Hoş gördük”.■
42
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Divan şiiri poetikasında ilham ve
olağanüstülük
YUSUF ÇETİNDAĞ*
Şiiri çirkin ve
güzel diye ikiye
ayıran Şarklılar
her ikisinin de
metafizik güçlere
dayandığını iddia
ederler. Yani
Şarklılar bir yandan
manevi içerikli
şiirlerin İlâhî
ilhama dayandığını
söylerken diğer
taraftan çirkin diye
niteledikleri şiirleri
de olağanüstü
unsurlar olan
cinlere veya
şeytanlara
dayandırırlar.
Ş
iirin tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir, hatta ilk şairin Hz. Âdem olduğuna
dair rivayetler Arap tezkirelerinden Türk
tezkirelerine kadar birçok Şark-İslam tezkiresinde
üzerinde ısrarla durulan bahislerin başında gelir.
Tüm Doğu milletlerinin ilk eserlerinin ve ilk dinî
metinlerinin manzum olması da bunun diğer bir
delilidir. Doğu milletlerinin şiirle olan münasebeti kendi kültürel genlerine bağlılık derecesiyle de
birebir ilgilidir. Zira değerlerinden uzaklaşarak
Batılılaşan Doğuluların şiirden de uzaklaştıkları
açıktır. Başlangıçtan itibaren şiirle oturup şiirle
kalkan Doğululara göre şiiri şiir yapan temel unsurlar nelerdir? Uzun yüzyıllar Doğulular nasıl bir
şiirin peşinde koşmuşlar ve poetik anlamda idealize ettikleri şiirde neler aramışlardır? Bunların
kısaca cevaplarını aramaya çalışacağız.
Her şeyden önce Şark-İslam tezkirelerinde şiir
yaratılanla yapılan arasında yapılandan çok yaratılana yakın çok özel bir sanat eseridir. Yani zihinde
ve hayalde yaratılan ya da ilham edilene verilen
şekille belli bir standardın yakalandığı olağanüstü
bir icattır. Sanatın zanaatla yüceltilerek şekil alması eski kültürde ibda, icat ve ihtira terimleriyle vurgulanır. İlk Arap tezkirelerinden itibaren gerçek
şairi diğerlerinden ayırt ederken bu terimlerden
birini kullanarak yorumlar yapılırdı. Çünkü Şarkİslam şairinin asıl hedefi kimsenin söyleyemediğini söylemek, el değmemiş mana, hayal ve deyişler
Prof. Dr. Artuklu Üniv. Fen-Ed. Fak.
43
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
bulmak ve bunun üzerinde zanaatkârlık yaparak
mükemmel bir kalıba sokmaktır. Yani zihne gelen ilhama belagat kuralları çerçevesinde ideal bir
format vermektir. Eski bakış açısıyla söyleyecek
olursak zihne doğan mükemmel gelin hayalini
en güzel şekilde süslemek gerçek şairliktir. Zihne
doğan şairin yaratışı, ona en güzel söz elbisesini giydirmek ise zanaatkârlığıdır. Bu yüzden ilk
Arap tezkireleri de dâhil olmak üzere şairlerin bu
yönüne her fırsatta dikkat çekilmiştir. Bu yöndeki ilk açıklamalar İbn Kuteybe’yle başlar. İbn
Kuteybe yedi şairin bu yönüne dikkat çekerken,
İbnü’l-Mu’tez on beş, Kureşî iki, Arûzî iki, Avfî
on iki, Câmî ve Devletşâh bir, Nevâî ve Sehî dört,
Latîfî otuz, Âşık Çelebi yedi, Hasan Çelebi otuz
ve Beyânî altı kez bu konuya değinir. Mesela Âlî,
Atâyî için: “Ma’lûm oldu ki Necâtî merhûm bu
zemîni bulmada muhteri’ degül imiş. Niteki Ahmed Paşa “güneş kasidesini” bunlarun nazmını
tetebbu’la söylemiş.” (Âlî, s.119) der.
Şairin hayal dünyasında yaratılarak mükemmel bir işçilikle belli bir seviyeye getirmeye icat,
ibda veya ihtira denildiğine göre Doğu eleştirmenlerinin, yani tezkirecilerinin ve şairlerinin bu
konudaki yorumları konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Bilindiği gibi Şark-İslam
dünyasında Osmanlı döneminde Divan şiiri olarak isimlendirdiğimiz şiirin temeli Arap Cahiliyye şiiridir. Şark-İslam şiirinin temelleri oraya dayanmaktadır. Şairlerin icat etmelerini, yani yeni
bir şiir söylemelerini başta Araplar olmak üzere
Şark-İslam dünyası kime ve neye dayandırıyordu?
Bu yaratışta ya da icatta asıl yaratıcı veya mucit
kimdi? Şair bu yaratışta ne kadar etkiliydi? Şair
yaratırken kendisine metafizik âlemden ilhamlar
geldi mi? Şair denen kişi bir peygamber, evliya,
kâhin veya bahşı gibi seçilmiş biri miydi?
İlk tezkirelerden itibaren şairlerin olağanüstü güçlerle irtibatlı oldukları ve şiiri doğururken
ya da ilham gelirken şairlerin peygamberler veya
büyücüler gibi kendilerinden geçtikleri yönünde
açıklamalara şahit oluruz. Şarkta şiire manevi açıdan yüksek bir değer verilmiştir. Şiiri çirkin ve
güzel diye ikiye ayıran Şarklılar her ikisinin de
metafizik güçlere dayandığını iddia ederler. Yani
Şarklılar bir yandan manevi içerikli şiirlerin İlâhî
ilhama dayandığını söylerken diğer taraftan çirkin
diye niteledikleri şiirleri de olağanüstü unsurlar
olan cinlere veya şeytanlara dayandırırlar. Çirkin
şiirle güzel şiir arasındaki hassas farkı bir benzetmeyle anlatmaya çalışalım: Hz. Musa döneminde insanlar büyüde çok ileriydiler ve Allah, Hz.
Musa’ya bu ilme göre hareket etmesini istedi. Hz.
Musa da asasını yere bıraktı, asa yılan oldu ve diğer büyücülerin yılanlarını yuttu. Görünüşte Hz.
Musa da diğerleri gibi büyü yapmış oldu. Ancak
hakikatte onların yaptığı büyünün yanlışlığını
gösterdi. İşte şiirin iyisi ile kötüsü Hz. Musa’nın
asasıyla büyücülerin asası gibi birbirinden farklıdır. İyi şiirler Hz. Musa’nın asası gibi kıymetli,
kötüler de büyücü değnekleri gibi kıymetsizdir.
Biz bu bölümde her iki yaklaşıma da değinecek
ve sırasıyla değerlendirmeye tabi tutacağız.
Bu algı İslam öncesi Cahiliyye dönemine kadar uzanır. Kureşî İslam öncesi şairlerin şiirlerindeki mükemmelliği ve güzelliği cin ve şeytanlara
bağlar. Her şairin bir cini olduğunu iddia eden
Kureşî, bu cinlerin isimlerini bile verir. “İbn
Mervezî babasından nakille dedi: Bir gün huysuz
bir deveye bindim. Onu zapt edemeyince beni
aldı dağa doğru götürdü. Issız bir yere geldik, karşıma ceylanlar çıktı. Bir de baktım ki yaşlı, acayip
bir adam bana bakıyor. Adam deveyi durdurdu
ve bana bir bardak ceylan sütü uzattı, ben de sütü
içmek için aldım. Sütü dudağıma götürdüm. O
kadar acı ve iğrenç idi ki hemen tükürdüm. Sütün o ağır kokusu hâlen ağzımdan gitmiş değil.
Sonra adama: ‘Cinlerin en büyük şairi kimdir?’
dedim. Adam: ‘Sen buradan git.’ dedi ve kovdu.
Arkamdan da: ‘Eğer bu sütü içseydin, kavminin
en büyük şairi olurdun.’ dedi. Ben de o anda ‘keşke içseydim’ dedim. Adam: ‘Benim adım Hâzır,
cinlerdenim.’ dedi. Babamdan bu hikâyeyi dinledikten sonra uzun süre ıssız yerlerde Hâzır ve
Müdrik isimli cinleri aradım. Hâzır, Nâbiga’nın
cininin (şeytan) ismiydi. Yaşlandıktan sonra bir
süre Zerud adlı bir su başında kaldım. Bir gece
Şam’dan birisi oraya geldi. Yatacak yer sordu, ben
de ona gösterdim. Adam namaz kıldı, ben de bu
sırada iki oğluma Nâbiga’nın şiirlerini söylüyordum. Bu kişi namazdan sonra yanımıza geldi ve
‘Bu şiirleri üç gün önce konakladığım bir yerde
duydum.’ dedi. İlginç bir adam büyüklerden şiirler okuyordu. ‘Ben bunları hiç duymadım.’ dedi.
Ancak o ilginç adama: ‘Son söylediğin A’şâ’nın
şiiriydi.’ dedim. Adam itiraz etti, ‘Hayır, bunlar
44
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
benim şiirim, benim adım Mishal es-Sekran b.
Cündül’dür.’ dedi. Adamın A’şâ’nın cini olduğunu anladım. Adama, ‘Arapların en büyük şairleri
kimlerdir?’ dedim. Adam: ‘Lâfız b. Lâhız: İmrü’lKays’ın cini, Habid: Ubeyd b. Abbas ile Bişr’in
cini, Hâzır b. Mahr: Nâbiga’nın cini, Hubeyt ve
Heyyeb’tir.’ dedi. Ben ‘Bunlar kimlerdir?’ deyince
‘Cinlerdir.’ dedi. (Kureşî, s.45) Latîfî, çirkin şiiri
tarif ederken kötü şiirin cin ve şeytanın ilhamı olduğunu vurgular: “Tevil niteliği olmayan, mecazi
manalardan başka anlamlar yüklenmeyen, beliğ
ve bedî şiir, “şiir şeytanın zurnalarından biridir”
hükmüne dâhildir ve binlerce sanat ve güzellikle
sihr-ı halal da olsa atıl ve batıldır.” der. Görüldüğü gibi başta Cahiliyye dönemi şairleri olmak
üzere şairin sıradan bir insan olmadığı düşünülmüş ve hiç olmazsa cinlerle irtibatlı oldukları
vurgulanmıştır.
Şimdi de İlâhî ilhama dayandığı iddia edilen
şiirlerle ilgili yorumlara bakalım. Kureşî’nin bir
rivayetinde ise Hz. Muhammed’in şiiri savunma
amaçlı kullandığı görülür: Hassan b. Sâbit, Hz.
Muhammed’e dedi ki: “Ebû Süfyan seni hicvetti.
Nevfel ve Kureyş’in kâfirleri de ona yardım etti.
Bana müsaade edin, ben de onları hicvedeyim.”
Bunun üzerine Hz. Muhammed: “Bana ne yapmak istiyorsun?” deyince Hassan: “Ben seni hamurdan kıl çeker gibi temize çıkaracağım.” deyince Hz. Peygamber: “O zaman onları hicvet,
Rûhu’l-Kuds (Cibril) seninle beraber olsun.” dedi.
Ardından da ekledi: “Ancak Hz. Ebubekir’in yardımını da al, çünkü o, Kureyş’in en büyük nesep
âlimidir.” dedi. Hassân bunun üzerine şiir söyledi. (‫ىباب نعتساو كعم سدقلا حورو مهجها هل لاق‬
‫( )برعلا باسناب شيرق ةمالع هناف ركب‬Kureşî,
s.45) Hz. Peygamber’in Cibril seninle beraber olsun demesi şiire Cahiliyye döneminde şeytan ve
cinlerden alınan ilhamları hatırlatmaktadır. Her
iki durumda da şiir metafizik güçlerle irtibatlı
görülmüş; ilkinde ilham kaynağı cin ve şeytanlar
iken ikincisinde meleklerdir.
Avfî, şiirin manevi âlemdeki değerini anlatırken Hz. Muhammed’in bir hadisini nakleder:
“Muhakkak ki Allâh’ın hazineleri arşın altındadır, anahtarları da şairlerin dillerinde.” (Avfî, s.7)
Devletşâh, şairleri diğer söz söyleyenlerden ayırır
ve konuyla ilgili Senaî’nin bir beytini nakleder:
“Sen şairlerle alelâde rivayetçileri bir tutma. Zira
Hz. İsa’nın yeri gök ve papağanın ise ağaç dallarıdır.” (Devletşâh, s.12)
Molla Câmî, şiirin manevi derecesinin ölçülemez olduğunu söyler. Hatta o, Hz. Muhammed’e
şairlik isnat edilmesini ve Kur’an’ın bu konudaki
ikazlarını şiirin yüceliğine birer delil olarak görür.
Latifi Hz. Mevlana’dan nakille şairlerin mertebesine dikkat çeker:
Ez-kerâmât-ı bülend-i evliyâ/ Evvelâ şi’rest ve
âhir kîmyâ
În suhan râ tû nedânî serserî/ Şâ’irî cüz’ist ezpeygam-berî” (Latîfî, s.74) (Ulu evliyanın ilk yüce
kerameti şiir, sonra kimyadır. Şu sözü iyi bil, şairlik
peygamberlikten bir parçadır.)
Tezkireciler iyi şiir ile kötü şiiri melek-şeytan bağlamında uzun yıllar tartışmaya devam
etmişler; iyi şiiri peygamberlikten bir parça olarak değerlendirmişlerdir. Şiiri yapılandan ziyade
yaratılan bir olgu kabul edilmesi Antik Yunan
dünyasında da görülür. E. R. Dodds, The Grek
and İrrational adlı yapıtında bir yalvaç ya da bilici
olarak şair imgesinin, İ.Ö.V. yüzyıldan daha eskiye dayandığını söyler. İon’da Platon iyi şairlerin
şiirlerini yazarken, akıllarının başında olmadığını
söyler. Ancak ilerleyen yüzyıllarda Antik Yunan
bu düşünceden vazgeçer ve şiiri yapılan bir olgu
kabul eder. Yani bir heykel veya resim gibi şiir de
bakılarak yapılan bir sanat eseridir. Sonuç olarak şiirin yaratılan bir olgu olarak olağanüstü bir
düzleme çekilmesi Doğu milletlerinin karakteri
olmuştur.■
Kaynaklar
ÂŞIK ÇELEBI, Meşâ’irü’ş-Şu’arâ İnceleme Tenkitli Metin,
hzl. Filiz Kılıç, Basılmamış Doktora Tezi, Gazi Ü. SBE, Ankara
1994.
CÂMÎ, Baharistan, çev. Nuri Gençosman, MEB, Ankara 1945.
Devletşâh-ı Semerkandî, Tezkire-i Devletşâhî, hzl. Necati Lugal, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1994.
Gelibolulu ÂLÎ, Künhü’l-Ahbar’ın Tezkire Kısmı, hzl. Mustafa İsen, Atatürk Kültür Merkezi Yay, Ankara 1994.
LATİFİ, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nüzamâ (İnceleme-Metin, Atatürk Kültür Merkezi Yay, hzl. Rıdvan Canım, Ankara 2000.
Muhammed b. Sellâm el-Cumahî, Tabakâtu’ş-Şuarâ, Beril
Matb., Leyden 1913.
Kuteybe, Eş’şi’r ve’ş-Şu’arâ, hzl. Ahmed Muhammed Şâkir,
Dâru’l-Ma’ârif, Kahire 1982.
45
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Klasik Türk poetikası
NAMIK AÇIKGÖZ*
B
ilimsel bilgi konusunu, Batılı bilim
ideolojileriyle öğrenen Türk aydını,
kıstasları ve terminolojisi tamamen
Batı olduğu için, kendi medeniyet coğrafyasını
değerlendirirken çoğu zaman hataya düşer veya
kendi medeniyet coğrafyasının değerlerinin hiç
farkına varmaz. Bilimin pek çok alanında olduğu
gibi, poetika alanında da durum aynıdır. Poetika
konusunu sadece Aristo’da gören ve sadece kök
bilgi olarak Aristo’nun Poetika’sını tanıyan modernist-aydınlanmacı aydınlarımız, kendi kök
bilgilerine yüz çevirdiklerinden, âdeta üzerinde
oturdukları zengin maden yataklarının farkında
olmayan insanlar gibi, medeniyet birikiminin
önemli alanlarından olan klâsik şiir bilgisinden
de mahrumdurlar.
Klasik poetika, 2 şekilde gelişim göstermiştir.
İlki, belagat/retorik (bedî’, beyan ve me’ânî) bilgilerinin sistematize edildiği metinler; yani “poetik kurallar” metinleridir. İkincisi, şiir ve şairlik
eleştirilerinin yapıldığı metinler; yani “eleştirel
poetika” metinleridir.
Poetik kuralları ele alan metinler
Klasik şiir bilgisi ile ilgili teorik bilgiler, bedî’,
beyan ve me’ânî kitaplarında sistematize edilmiştir. Başta söz ve anlam sanatları olmak üzere, kelimelerin gerek kendi içlerindeki semantik dün-
yasından kaynaklanan bir anlam kurgulaması ve
gerekse, kelimeler arası ilişki ile kurgulanan ifade
tekniklerini anlatan kitaplar, Arap edebiyatı kaynaklı olmak üzere Osmanlıda da yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Anlamsal kelime işçiliğinin yanı
sıra, teknik işçilik (tür-şekil, vezin-ritm, kafiye)
ile ilgili kitap ve risalelerin beslediği klasik Türk
şiiri; bu tür metinlerde ortaya konan edebiyat kurallarının içselleştirilmesiyle, bir nevi “oto-kritik”
ile söylenen; yani, bedî’ ve beyan kuralları ve teknik özellikler çerçevesinde şiir söyleme geleneğidir. Tabii bu oto-kritik özellik, sadece klasik Türk
şiirine mahsus bir hususiyet olmayıp medeniyet
dairesinde yer alan Fars ve Arap edebiyatları için
de geçerlidir.
Öğretme amaçlı pedagojik metinler olarak,
biraz da modernitenin şekillendirmesiyle, Osmanlıda poetik kitaplar 19. yüzyılın ikinci yarısında telif edilmeye başlanmıştır. Recaizâde
Mahmut Ekrem’in Mülkiye’de okutulmak üzere kaleme aldığı Tâlim-i Edebiyat, türünün ilk
modern örneklerinden olup beslendiği kaynaklar,
eski bedî ve beyan kitaplarıdır. Gene Ahmet Cevdet Paşa’nın Belagat-ı Osmaniye adlı eseri, klasik
poetikanın pedagojik düzenlemesi olan bir eserdir. Bu vadideki 20. yüzyıl eserlerinden ilki Ali
Nihat Tarlan’ın kaleme aldığı Edebî Sanatlara
Dair (İstanbul 1932) ve Edebî San’atler (İstanbul
46
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
1964) adlı risaledir. Bunu takip eden eser ise M.
Kaya Bilgegil’in Edebiyat Bilgi ve Teorileri 1 Belagat, (İlk Baskı Ankara 1980) adlı eseridir. Klasik
şiir bilgisini derli toplu veren bir diğer akademik
eser ise, Cem Dilçin tarafından kaleme alınan
Örnekleriyle Türk Şiir Bilgisi adlı eserdir. Bu konuda, son derli toplu çalışma, Yekta Saraç tarafından yayımlanan Klasik Edebiyat Bilgisi-Belagat
ve Klasik Edebiyat Bilgisi Biçim-Ölçü-Kafiye adlı
eserlerdir. Kadriye Yılmaz Orak’ın, Belagat Geleneğimiz ve Belâgat-i Lisân-ı Osmânî, İstanbul
2013 adlı çalışması, 19. yüzyıl müellifi Ahmet
Hamdi’nin Belâgat-i Lisân-ı Osmânî adlı eserindeki terimlerin değerlendirildiği bir eser olarak
önem taşır. Bu eser, poetik terminolojinin oluşmasına dikkat çektiği için, ayrıca değerlidir.
Verdiğim bu yayınlardan hareketle başka metinler de oluşturulmuşsa da, esas kök kaynaklara
dayanan metinler, isimlerini verdiğimiz eserlerdir.
Bu yayınların temel özellikleri, felsefi birer
poetik metin olmaktan ziyade, pedagojik metinler olup lise ve üniversite seviyesindeki öğrencilere klasik poetikayı öğretmek amaçlı teknik
eserlerdir. Kadriye Yılmaz Orak’ın çalışması, poetik terminolojinin oluşması ve tasnifi açısından,
diğerlerinden ayrılır.
Osmanlı döneminde “şiir ve inşa” dersleri
ile öğretilen poetik bilgiler, geleneğin toplumsal
fonksiyonu ile bütün topluma mâl olmuş ve böylece kitabi poetik bilgi toplumsallaşmıştır. Hiç
medrese yüzü görmeyen klasik şairlerin, mektepli
şairler kadar sağlam şiirler söylemesi, klasik poetik bilginin toplumsallaşmasıyla sağlanmıştır.
Eleştirel poetika metinleri
Poetik kurallar çerçevesinde yapılan eleştiriler,
klasik metinlerde 3 yerde bulunur. 1) Tezkire ve
divan dibacelerinde, 2) Tezkirelerde şair bilgilerinin verildiği maddelerde. 3) Şiirlerde.
Tezkire Dibacelerinde Eleştirel Poetika
Müellifler, şuara tezkireleri dibacelerinde, şiirle ilgili görüşlere yer vermişlerdir. Latifî,
Kınalızâde Hasan Çelebi ve Riyâzî, şiir ve şairlikle ilgili görüş belirtmekte, ciddi ve sistematik
tavır takınan müelliflerdir. Bu yazıda, Latifî ve
Riyâzî’nin eserlerinden örnekler üzerinde durulacaktır.
Tezkire müellifleri, dibacelerde, şiir sanatının
teknik bilgilerini değil, bu teknikleri kullanarak
söylenen şiirlerin estetik kompozisyonlarının
özelliklerini verirler. Yani bu metinlerde mecazın
kullanım tekniği üzerinde durulmaz; şairin mecazı kullanma başarısı veya başarısızlığı üzerinde
durulur. Ayrıca, bu metinlerde, anlam kurgulama, üslup, söyleyiş gücü gibi özellikleri kullanma
becerisi değerlendirilir. Tabii, bütün bunlar yapılırken, şairlikteki tavır da değerlendirilir.
Latîfî’nin şiir ve şairlikle ilişkili görüşlerini,
değerlendiren Fahri Kaplan, Latifî’nin konuyla
ilgili görüşlerini şu şekilde değerlendirir:
Latîfî, “Tezkiretü’ş-Şu‘arâ ve Tabsıratü’nNuzamâ”nın giriş kısımında “Der Beyân-ı
Merâtib-i Aksâm-ı Şuarâ» başlığı altında şairleri başlıca iki kısma ayırır. İlk kısım, icad eden ve
maharetli anlamında “mâhir-i mübdi‘” şâirlerdir.
Latîfî’ye göre böyle şairler, (şiir alanında) “mûcid”
üstâdlar gibi “hassa-i karihasından” parlak deyişler
(“garrâ gûşeler”), süslü/güzel (“zibâ”) tasarruflarda
bulunurlar ki bunlar kulağın köşesine bile dokunmamış ve önceki devirlerde kâğıda yazılmamış ve
okunmamıştır. İkinci kısımdaki şairler ise mukallid
ve taklit sahibi (“sâhib-i taklîd”) şairlerdir. Latîfî’ye
göre; bunlar sadece vezne ve tabiata (şâirlik mizacına) sahip olmakla nazım yoluna girmiş olup
yaş ve kuru bulduğu boş sözlerle (“türrehât”) nazım
ve vezin kurarak gururlanma ve övünme (“fahr u
mübâhât”) yoluna girer ve onunla kendini hakîkî
şâir tasavvur edip şairlerin olgun kimselerinden addeder. Tezkire müellifi bunlara, -yafta söyleyen (ilân
kâğıdı gibi söz söyleyen) mânâsında- “şâir-i yâftegûy” ve -çok konuşup saçma sapan saçma sapan
söz söyleyen mânâsında- “jâj-hâ-yı pür-gûy” denildiğini söyler ve şiir erbâbı içinde bu mertebenin
pek hüner olmayıp makbul ve muteber
bulunmadığını belirtir. Latîfî’ye göre, şiir tabiatı
insanların çoğuna verilmiş olmakla birlikte yeni
fikir ve söyleyişler bulma kabiliyeti ve “sözün
ruhu her ölü gönüle verilmemiştir.” Latîfî, şairleri
iki kısma ayırdığı ana tasniften sonra bir alt tasnif
ile ikinci kısımda zikrettiği şairleri, şiir yazma hususundaki kabiliyet ve yöntem farklılıklarına göre
beş kısma ayırır. Bu kısımlandırmada intihal yapanlardan bir şairin/şiirin mazmununu alıp ona
yeni şekil verenlere, kendi hayâlinin ürünü buluşları olanlardan “taklid”le şiir yazanlara kadar çeşitli
47
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
grupta şairler değerlendirilmektedir1.
Görüldüğü gibi Latîfî, şiiri değerlendirirken,
modern zamanların verileri ölçüsünden daha ayrıntılı ve daha fonksiyonel bir bakış açısı sergiler
ve terminoloji yerleştirir. İmge kurgulamasındaki
yaratıcılık, taklit, tutarsızlık-saçmalık, parlaklık,
o devir şiirini değerlendirmekte olduğu kadar
modern zamanlar şiirini de değerlendirmekte
kullanılabilecek terminolojik bir zenginliktir.
Tezkiresini 17. yüzyılın başında yazan Riyâzî,
poetik görüşünü veciz bir şekilde ifade eden bir
müelliftir. Tezkiresinin dibacesinde, konuyla ilgili
olarak şunları söyler:
Ma’lûm ola ki lisân-ı Türkî’de şi’r dimek gâyetde
düşvârdur. Zîrâ elfâz-ı Türkiyye rekîk ü nâ-hemvârdur. Pes kudemâ-yı şu’arâ-yı Rûm’da şi’re evvel
âb u tâb virenlerün elfâz-ı rekîke ile ta’bîrâtına
engüşt-i i’tirâz vaz’ olınmayup mahall-i irtizâda
vâki’ olmak gerekdür. Müte’ahhirîn hod hüsn-i
ta’bîre bir mertebe i’tibâr itmişlerdür ki asl-ı
maksûdları hüsn-i ta’bîr olup ma’nâyı ana tâbi’ itmek mertebesine varmışdur. Ammâ hak budur ki
ikisini dahı elden bırakmayup hem hüsn-i ta’bîr tarafı mer’î hem cevdet-i ma’nî cânibi manzûr olmak
gerekdü2.
Dikkat edilirse, Riyâzî’nin de poetik teknik
bilgi vermeyip, bu tekniklerin kullanılmasıyla
söylenen şiirlerdeki estetik kompozisyonun üzerinde durduğu görülür. Onun ilk tespitine göre
o yılların Türkçesi, rekîk ü nâ-hem-vâr (tutuk,
kelimelerdeki uyumsuzluk, ıttıratsızlık, atonalite)
olduğu için, Riyâzî, o Türkçe ile şiir söylemenin
zor olduğunu belirtir ancak başlangıç döneminde
o dil ile şiir söyleyenlerin mazur görülmesi gerektiği kanaatindedir.
Riyâzî, şairliği ele aldığı kısımda, merkeze
mânâ’yı alır. Riyâzî’nin mânâ’dan kasdı, kelimeler arası ilişki ve bu ilişki ile kurgulanan imgedir. Şairleri bu çerçevede “mânâ” ile olan yaratıcılıkları etrafında dörde ayıran Riyâzî, ilk sıraya,
anlamda yaratıcı olanları koyar. Bunlar kelimeler
arası ilişkiyi özgün bir şekilde kurgulayanlardır.
Yani, bütün şairlerin kaş’ı hilâle benzettiği yerde,
bir şair hilâli gök yüzünde gezen atın nal izine
benzetiyorsa, bu yaratıcı bir şairdir. İkinci kısım
şairler, önceki anlama yeni anlamlar katarak ona
bir güzellik verirler. Üçüncü kısım şairler, daha
önce söylenen anlamları, güzel bir üslup ile ye-
niden söylerler. Dördüncü kısım şairler ise, önceki anlamı başka anlamlara dönüştürürler. Bu
dönüştürme, öncekinden daha iyi olursa, değer
verilir; eşit veya daha düşük seviyede bir söyleyişse, reddedilir ve makbul bulunmaz.
Riyâzî, şiirde anlamın “hüsn-i ta’bîr”e; yani
üslup ve söyleyişe kurban edilerek yanlış yapıldığı
düşüncesindedir. Ona göre şiirde anlam ile üslup
ve söyleyiş, at başı beraber olmalıdır.
Tezkire metinlerinde eleştirel poetika
Tezkire müellifleri, aynı zamanda şiir de söyleyen edebî şahsiyet olduklarından, eserinde ele
aldıkları şairlerin şiirleriyle ilgili poetik değerlendirmelerde de bulunurlar. Şairlerin hayatı, meslekleri ve eserleri hakkında verdikleri bilgilerle
beraber, birer eleştirmen gibi davranan tezkire
müellifleri, bugün terim olarak henüz fark etmediğimiz bir terim dünyası oluşturmuşlardır.
Latîfî, Neşrî’nin ,
Geçmek içünseyl-i eşkümden hayâlün leşkeri
Bir direkli iki gözlü köprüdür kaşum benüm
beytindeki imge kurgulamasını eleştirir. Latîfî’ye
göre bu beyitteki teşbihin güzel ve dikkatli bir
hayal kurgulaması olduğunu; ancak hayalin
gözden geçip kaştan geçmeyeceğini; bu yüzden
de beytin anlam olarak saçma olduğunu; böyle
yapanların şiir şuuru olmayan kişiler olup bunların anlamın sağlamlığı konusunda sıkıntılı
olduklarını şöyle söyler: “Ale’l-husûs ki bu beyt
zâhirine nazar-ı teşbîhen mehbet ü tirzîkdür.
Zîrâ hayâl gözden geçer, kaşdan geçmez. Lâkin
bedâyi’-i şi’riyyeye şu’ûrı olmayan elfâz-ı zâhire
bakar. Ma’nânun sıhhat ü sakâmetin fark idüp
seçmez ve idrâk ü iz’ân eylemez3.
Riyâzî, Latîfî’nin bu tespitini şöyle eleştirir:
“Latîfî, bu beyt, ‘Tirzîkdür. Hayâl gözden geçer,
kaşdan geçmez.’ dimişdür. Şa’ir, leşker-i hayâl,
hüsn-i müşterek yolından derûna gelürken, sırât-ı
ebrûya uğramasın iddi’â itdüginden gaflet itmişdür.4” Görüldüğü gibi, Riyâzî, bu beyti Latîfî’nin
saçma bulmasını eleştirir ve hayal askerlerinin
müşterek güzellik yolundan kalbe giderken kaş
köprüsüne (kaş köprünün üstü; gözler de köprü
gözleri) uğradığı şeklinde yapılan kurgulamayı
doğru olarak görür.
48
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Bu ve buna benzeyen pek çok örnekte, tezkirecilerin, şiirlerdeki imge kurgulamasının sağlam olup olmadığını göz önünde bulundurdukları görülmektedir. Bu şekilde yapılan eleştiriler,
klasik Türk şiirindeki eleştirel poetikanın güzel
örneklerindendir.
Tezkireciler, şairleri değerlendirdikleri metinlerinde, şiirler için “âb-dâr, dakîk, dil-cûy, rakîk,
bî-tekellüf, tirzîk, latîf, selîs, nâzik, muhayyel,
pür-hayâl, hayâl-engîz, edası hoş, pür-me’ânî,
garrâ” gibi değerlendirme kelimeleri kullanırlar.
Mesela Hasan Çelebi, Ahmet Paşa’nın şiiri için
“hâlet, nezâket, selâset”; Ahmed Rıdvan’ın şiirleri
için “mücerrred bir kelâm-ı mevzûn”; Âsafî’nin
şiiri için “rakîk, rikkat”; Cemâlî’nin şiirlerinin
edası için “hoş-âyende”; Sâfî şiiri için “sûz-nâk”
gibi değerlendirme ifadeleri kullanır5.
Tezkire müelliflerinin şiir değerlendirme ve
eleştirisi yaptığı bu tür ifade ve cümleler, genel
olarak eleştiri poetikasının bulunduğu yerlerdir.
Bu tür değerlendirmelerin ele alındığı çalışmalardan bazıları şunlardır:
1) Namık Açıkgöz (Yaykınlı), Divan Edebiyatında Tenkid, Doğuş Edebiyat, Ankara 1982,
S.3, s. 14-16.
2) Harun Tolasa, Sehî, Latîfî, Âşık Çelebi
Tezkirelerine Göre16.Y.Y’da Edebiyat Araştırma ve
Eleştirisi, İzmir 1983.
3) Ali Fuat Bilkan, Divan Edebiyatında Tenkid, Milli Kültür, Eylül 1986, S.54, s.10.
4) Filiz Kılıç, XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair
ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Ankara 1998.
5) Süleyman Solmaz, Onaltıncı Yüzyıl
Tezkirelerinde(Ahdî, Gelibolulu Âlî, Kınalızade,
Beyani) Şâirin Dünyası, Ankara 2012.
6) Klasik Türk Şiiri Tenkid Terminoloji ve
“ab-dar” örneği, Türk Kültürü İncelemeleri, İstanbul 2000, S.2, s.149-160.
7) Klasik Türk Şiiri Tenkid Terimi Olarak
“muhayyel, pür-hayal, hayal-engiz”, 38. ICANAS
Bildirileri, Ankara 2008, C. 1, s.13-20.
Şiirlerde Poetika
Şairlerin kendi şiir anlayışlarını belirledikleri şiirleri de, klasik poetikanın belirlenmesi için önemli
birer kaynaktır. Şairler, kendi şiirlerinde zaman zaman kendi şiirlerini olduğu kadar, diğer şairlerin de
şiirlerini değerlendirirler. Mesela, Nâbî, genel olarak
şiir sanatını değerlendirirken, şiirde kullanılan kelimelere dikkat çeker ve şiirde güzelliğin, bilinmeyen
kelimeler kullanmakla sağlanamayacağını şöyle söyler:
Ey şi’r meyânında satan lafz-ı garîbi
Divân-i gazel nüsha-i kâmûs değüldür
Nef’î, “sözüm” redifli kasidesinde, söz/kelam
felsefesine yakın değerlendirmeler yapmışsa da, bu
tavrını yoğun bir övünmeye kurban etmiştir. Sünbülzade Vehbî, aynı redifli kasidesinde, poetik tavra
daha çok yakındır.
Aşağıdaki şu iki eser, şiirlerden hareketle derlenen poetik değerlendirmelerle ilgilidir:
1) Menderes Coşkun, Klâsik Türk Şiirinde
Edebî Tenkit, Ankara 2007 (şairlerin şiirlerinden
hareketle
2) Abdülkadir Erkal, Divan Şiiri Poetikası
(17. Yüzyıl), Ankara 2009
Sonuç
Klasik metinlere bakış açıları değiştirilip onlar,
eleştirel bir şekilde ele alındığında, poetik bilgi açısından, geniş bir dünya ile karşılaşılacağı görülmektedir. Özellikle tezkire müellifleri, klasik poetikaya
malzeme olacak pek çok ifadeyi kullanmakla, sadece biyografik metinler vermekle kalmamış, aynı
zamanda poetika ve eleştirinin oluşumuna katkıda
bulunmuşlardır. Poetik tavırlar, tezkirelerin yanı
sıra, divanlarda yer alan şiirlerde de yapılmıştır. ■
Kaynaklar
1. Fahri Kaplan, Latîfî’nin Şâir Tasnifinde Metinlerarasılık,
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research, Şubat 2015 February 2015, Cilt: 8
Sayı: 36 Volume: 8 Issue.
2. Riyâzî Muhammed Efendi, Riyâzü’ş-Şu’arâ (hzl. : Namık Açıkgöz, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1982, s.4.
3. Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratu’n-Nuzamâ, (hzl.:
Rıdvan Canım), Ankara 2000, s. 528.
4. Riyâzî, Riyâzü’ş-Şu’arâ, s. 275.
5. Klasik Türk Şiiri Tenkid Terminoloji ve “ab-dar” Örneği,
Türk Kültürü İncelemeleri, İstanbul 2000, S.2, s.149-160.
49
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Klasik şiirde kadim kelamdan "söz"e
NAZİRE ERBAY*
Giriş
Varlık, var olanların bütününü ifade etmekte kullanılır. Varlık, görülen ve düşünülen yahut
zaman ve mekân üstü olmasıyla çeşitli anlam ve
yorumlarla karşılığını bulur. Nesnel değerlendirmelerle varlık; mahiyetini ve anlamını söz sayesinde kazanır.
Allah âlemi söz üzerine yarattı. “Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı ‘ol’ demekten ibarettir. Hemen oluverir.”(36/82) Kur’an-ı
Kerim’deki ayet mucibince ‘söz’ varlığın, evrenin
var olmasındaki esas hikmetlerdendir. İncil’deki
“Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi
ve söz Tanrı’ydı. Her şey O’nun aracılığıyla var
oldu.”(Yuhanna 1:1-3); “Gökler Rabb’in sözüyle
ve gök cisimleri O’nun ağzından çıkan solukla
yaratıldı.”(Mezmur 33:6) ifadeleri kutsal kitaplardaki söz ve var olmayla ilgilidir. Söz, varlığın
veya şeylerin ‘ol’masının aracıdır, sebebidir. Varlığın yaratılışı hususunda tasavvufi manada farklı
görüşler olsa da söz ve var oluş arasındaki ilişki
sabittir. Çünkü Allah işin olacağını ilan etmiştir.
“Yaratanın sözü, yaratmanın kendisidir. Zira vahiy kâinatın doğuşunu yaratanın sözüne bağlar.
(…) Söz (kelime) bir şeyin gerçek mahiyeti olarak
kabul edilir. Herhangi bir kimse, bir şeyin adına
sahipse veya bir şeye nasıl ad vereceğini bilirse
onun gerçek mahiyetini elde etmiş olur ve onu
kontrol eder.” (Atay 1997:136-137)
Şurası muhakkaktır, “Allah insana insanın
konuştuğu dille hitap eder. Bu, Allah’ın sadece
kutsal kitap göndermesi demek değil, bizzat
* Yrd. Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi
Allah’ın konuşmasıdır. İşte vahyin manası
budur. Dolayısıyla vahiy birinci derecede dille
alakalıdır.”(Izutsu 1975:143) Sözün taşıdığı kutsallık, onunla olan her münasebetin şeklinin, derinliğinin boyutunu etkilemektedir. Sözün verdiği
imkânların yaratana, evrene dair bilinmeyenlerin
idrak edilmesinde aracılık ettiği muhakkaktır. Bilinmeyene, kutsi olana, bilgiye ulaşmak için söz
hem kutsal kitaplarda hem de yüzyıllardır farklı
milletlerden sanatkârların, düşün insanının temel
malzemesidir.
Sanatkâr, varlığını anlamlandırdığı kültürün
ve entelektüel yönünün verdiği imkânlarla sözün
gücüne güç katmak maksadıyla, sözü bilinen anlamının ötesinde farklı göndermeler, benzetmeler,
sembollerle kullanır. “ (…) kelimeler, esas manadan ibaret kalmaz. İstisnasız bütün kelimeler,
bulundukları kültürden etkilenir ve tali anlamlar
kazanırlar. Buna ‘izafî mana’ denir. Kelimenin
izafi manası dediğimiz şey, o kültürün ruhunun,
somut olarak kendini göstermesinden ve o dili
kullanan insanların genel psikolojik veya başka
eğilimlerinin gerçek görünümünden ve yankısından başka bir şey değildir. Dil üzerine yapılan
çalışmalarda, dile ve söze ait bu bilim dalının bilinen terimsel anlamının ve görevinin yanında,
bir milletin dilini de kuşatan dünya hakkındaki
anlayış ve düşüncelerinin vasıtası olarak kelimeler
üzerinde inceleme yapmaktır. Bu araştırma o dili
kullanan halkın, dünya hakkındaki düşüncelerini kavramak için de yapılır. Burada esas olan, bir
ulusun, tarihinin şu veya bu önemli devresindeki dünya görüşünün mahiyeti ve yapısı hakkında
50
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
bazı çıkarımlarda bulunmaktadır.”(1975:15-25)
Sözün, kadim Türk kültüründeki yeri millî
olduğu kadar kutsaldır. Maniheist metinlerde:
“sakınçun sözün kılınçın”, Uygur metinlerinde:
“Tanrı söz sözlemiş kergek” Orhun metinlerinde,
“İnim Kültigin birle sözleştimiz.” (Küçük kardeşim Kültigin ile sözleştik.) Kutadgu Bilig’de “Bayat atı birle sözüg başladım / Törütgen igidgen
keçürgen idim” (Söze yaratan, affeden, bağışlayan, rızık veren Rabb’in ismiyle başladım.) (Clauson 1972:860) şekillerindedir. Klasik şiirde de söz
veya sühan kavramının yanında, zaman ve şahıs
eklerinin yardımıyla “sözüm”, “sözlerüm” “sühanum”, “suhün” “sahun” redifleriyle metin oluşturan şairler vardır. Bu şairler, bir bakıma şiirlerinin
temasını bu kelimelere yüklerler. Sık tekrar edilen
bir bakışla şairlere göre, şairlik yeteneği, söz söyleyebilme gücü, başka ilimlerdeki olgunlaşmalar
gibi elde edilmez. Şiir söyleyebilmek, sühan sahibi
olabilmek ayrı bir ilimdir. Daha açık bir ifadeyle
şairler bu ilme uhrevî boyut yüklerler ve onların
“gayb âlemi” ile bir ilgilerinin varlığı söz konusudur.[1]
Buna ilaveten sözün klasik şiir geleneği içinde,
anlamını ve değerini kavramak için başta divan
dibaceleri önemli bir kaynaktır. Bu dibacelerin en
önemlilerinden biri Fuzuli Divanı’nın dibacesidir.
Fuzuli dibacede; mana ile söz, can ile ten gibidir
ki, hiç biri diğerinden müstağni değildir. Dil (zeban) nasıl bir gelin süsleyicisi kadındır ki gönül
tarafından bu ipe dizilmiş mazmun cevherleri
zaman dilberinin boynuna takıp hem cevherlere
kıymet verir hem de dilberi süsler. Söz (kelam)
nasıl bir inci ipidir ki o hazinenin incilerini dane
dane öyle bir sıraya dizer ve nizam altına alır ki
hiçbir mana onsuz şekillenmez. Muhakkak ki
en iyi söz ki natıka papağanı onun zevk ve şevki
şekeristanında daha istekle konuşmaya başlar, bir
mütekellim (Allah)in zikri zemzemesidir.[2]
Söz, bilinen anlamlarının dışında tarihî süreçte değişikliğe uğrarken üzerine kutsi anlamlar da
yüklenebilir. Dolayısıyla sözün tasavvufi metinlerde de ilahî olan açıklanırken, ilk anlamından
1. Şevkiye Kazan, “Divan Şiirinde Önemli Bir Leitmotif
: Sühan Redifli Şiirler”, jass.cankaya.edu.tr/geçmiş
Yayinlar/yayinlar Erişim: 20.10.2014.
2. Tahir Üzgör, Türkçe Divan Dibaceleri, Kültür
Bakanlığı, Ankara 1990, s. 27.
uzaklaştığı görülür. Açıkçası kutsal metinler başta birçok edebî metni sadece görülen kelimeleri,
kavramları, gramer özellikleriyle değerlendirmek
eksik bakış olacaktır.
Sanatkârlar ‘söz’leriyle farklı bakış açıları geliştirirken, yüzyıllarca konuşulacak dikkatler ortaya
koyarlar. Metinlerle ifadesini bulan bu bakıştaki
farklılık, dünyevi ve uhrevi konulardaki ayırıcı
özellikleriyle birçok anlam zenginliğini beraberinde getirirler. Sanatkâr kutsal metinler başta olmak
üzere, hakkında söz söylenen değer ve kavramlara eserlerinde yer vererek, aslında kültürlerine ait
geleneği de devam ettirirler. Kadim zamanların
göstergesi gelenek, tarihî şuur etrafında teşekkül
eder. Söz kavramı açısından gelenek, eskiye ait
dil özelliklerini metne yansıtmaktan ibaret değil,
metni içinden çıktığın toplumun imajıyla, inancıyla, ilmiyle donatmaktır. Geleneğin bir parçası
olan ve bilge kişiliklerini eserlerinde her vesileyle sergileyen sanatkârlar toplumun edebî, felsefi,
ilmî ihtiyaçlarını karşılarken bazen de zamanlarının yönlendiricisi olurlar. Bahsedilen sanatkârlar
eserlerindeki sözleriyle çoğunlukla evrendeki gizli
manalara estetik olduğu kadar didaktik yaklaşırlar.
Yunus Emre, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Seyyid
Nesîmi ve Fuzuli bu kabil sanatkârlardandır.
Bu çalışmada, söz kavramına ait kutsi yönelişler dikkate alınıp Yunus Emre Divanı’ndaki mısralardan şairin söz kavramına genel bakışı ‘gelir’ ve
‘söz’ redifli gazelleriyle ele alınırken, Mevlana’nın
rubailerindeki sözün mahiyeti, rubailerden örneklerle değerlendirilmektedir. Seyyid Nesimi ve
Fuzuli’nin ‘söz’ redifli gazelleri de çalışmada aynı
bakışla ele alınmaktadır. Burada Yunus Emre,
Mevlana, Seyyid Nesimi ve Fuzuli’nin eserlerindeki söz kavramı sesi, ritmi ön plana çıkaran bir
leitmotif olmaktan ziyade anlam, kutsiyet, mana,
sır, mecaz, hakikat, ilim, yaratılış, insan, dua, hâl
dili, sükût, hikmet ve ilahi aşk yönünden bir değerlendirme çalışmasıyla okunmaktadır. Çalışmaya konu olan ehl-i irfanın mevzua ortak bakışları
kuşkusuz itici güçtür.
1. Sözün tanımı, mahiyeti
Ehl-i tasavvufta söz, sohbet meclislerinin asıl
nedenidir. Yunus Emre, beytinde sözün tanımı ve
mahiyeti üzerinde durur. Söz insan varlığı adına,
her şeye karşılık gelir. Yunus, sözün insanın varlı-
51
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
ğı üzerindeki etkisi üzerine bir yargı ortaya koyar.
Ona göre söz, insanı mutlu etmeye, gönülde kalmaya muktedirdir. Yunus Emre, hakkı ve doğruyu konuşan bir ehl-i tasavvuf olarak beyitlerinde
nefis, ölümün gerçekliği, İslam dininin esasları,
doğru insanın özelliklerini sıraladıktan sonra bu
değerlerin her zaman için geçerli olduğunu söyler:
Söz var kılur gönüli şâd, söz var kılur bilişi yâd
Eger horluk, eger izzet, her kişiye sözden gelir
(42/2)[3]
Yunus senin sözlerün ma’nîdür bilenlere
Söyleyeler sözüni devr-i zaman içinde (302/18)
İnsan nefsi değişmeye, eğilip bükülmeye meyyaldir. Nefsi terbiye için muhasebe şarttır. Yunus,
nefsine seslenir. Düşünmeden konuşmanın insana verdiği zarardan, sözü bilerek konuşmanın
öneminden bahseder. Yunus Emre, insanın sözü
bilerek kullanması gerektiğini söyler. Ayrıca insanın meselelere bakış yönünün, insan algısıyla şekillendiğini belirtir:
çünkü yazan dünyada gördüğünü her fırsatta ve
hiç gecikmeden söylerken, kendi sözünü arındırılmış ve en sonunda sanatın o uygulanamayan,
kristalize doğruları olarak ortaya koymaz.” (Barthes 1964:151-152) düşüncelerine yüzyıllar öncesinden bir yaklaşımdır:
Ey ukûl ü nüfûs iden idrâk!
Kamuyâ söz de kim hemândur söz (179/11)[4]
Söze herkes gaybı bilen fazlın tâ kendisidir derler, ona bu üstün paye ve değer yetmez mi? Söz,
doğası gereği insanın bildiği dışında, bilinmeyene
de işaret eder. Söz, varlığının sebebi gereği içinde
kıymetler hatta hikmetler taşır. Bu hikmetler bağlamına göre ilahî bir boyut kazanır:
Söze bû izz ü cân yetmez mi
K’eydeler fazl-ı gaybdandır söz (179/14)
2. İlahî söz
Nesimi’ye göre ise sözün muhataba ulaşma
şekli önemlidir. Söz, şahsi şartlarda oluştuğunda ortak dilden ayrılır. Söz ifadesini bulduktan
sonra, herkes kendi anlayabildiği ölçüde sözü
anlar ve yorumlar. Beyitte söz, ey akıllılar ve nefisleri idrak eden insanlar, söz herkesedir, işte o kadardır ifadesi yer alır. Bu ifade, sözün insanların
algı ve anlamalarına göre değer bulacağına işaret
eder. Nesimi’nin bu ifadeleri tıpkı postmodern
düşüncenin kurucularından Roland Barthes’ın
söz ve yazı hususunda, “Yazanlar, sözün yalnızca
bir araç olduğu göstermek, açıklamak, öğretmek
gibi bir amaç ortaya koyarlar. Onlara göre söz,
bir eyleme dayanır ama eylemi oluşturmaz. Bu,
bir iletişim aracı olan dilin, bir “düşünme” aygıtı
olarak yeniden kurulmasıdır. Bununla birlikte yazan, yazardan çok daha özgür bir yapıya sahiptir;
Mevlana’nın rubailerinde insan nefsinin kendini sorguya çekmesi gerektiğine dair mısraları
vardır. Mevlana bu paralelde ele aldığı mevzulardan biri söz kavramıdır. Allah›ın, ayetleriyle
(işaretleriyle) gösterdiği yol, doğru yoldur. Dolayısıyla söz de bu ilahî kelamın gösterdiği işaretleri takip etmelidir. Mevlana’ya göre ilahî kelam
dışında söz söylemek yersizdir. İnsanın konuştukları sevgilinin (Allah’ın) sözü olmalıdır. Ağızdan
çıkan sözleri geri almak mümkün değildir. Sevgiliyi, Allah’ı sık zikreden dil, aslında ruhun gücünü
de ortaya çıkarır. Söz sevgiliyle bir olma, onunla
hemhâl olmaya vesile olur. Söz sayesinde akıl ve
gönülde hep sevgili var olur. Aslında asıl marifet
sevgilidedir. İlahî kelam bütün bilinmezleri, sırları
açığa çıkarır. Burada Mevlana kendini kastederek
söylediklerinin, O’nun güzelliklerini ifade eden
ama yetersiz olan, çirkin bir kapı kilidi gıcırtısından ibarettir görüşündedir.
“Ben bir dağım, sesim, sözüm, yârin sadâsıdır,
yârin sözüdür. Ben bir resmim, benim ressamım o
güzeldir. Sen sanıyorsun ki, konuştuğum zaman
ağzımdan çıkan sözler, benim sözümdür. Hayır;
anahtar kilide sokulur da açılırken ses çıkarır ya,
3. Beyitler; Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divanı
Tenkitli Metin, H Yayınları, İstanbul 2008 gazel/beyit
numarasıyla verilmiştir.
4. Beyitler; Hüseyin Ayan; Nesimî Divanı, Akçağ
Yayınları, Ankara 1990 gazel/beyit numarasıyla
verilmiştir.
Miskîn Yûnus bil sözüni dosta açup şol gözüni
Kangı burcdan bakarısan ol sultâna güneş gelür
(92/8)
52
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
işte, benim sözlerim böyledir.” (225)[5]
Mevlana, sözün insana verilen en büyük ayrıcalık olduğuna rubailerinde vurgu yaparken,
sözü insan için bir hediye olarak görür. Söz ağızda
dönüp dolaşır, bazen yaratanın onu var ederken
öğrettiklerini unutur, etrafta oyalanır. Aslında söz
bilir ki, etrafta dönüp dolaşması, farklı şeylerle
meşgul olması, ‘bir tek olan’ı anlatmak içindir.
Marifet sözü söylemede değil o sözleri söyletende,
Allah’tadır. Sözü anlamak için O’nu düşünmek ve
bulmak esas olandır.
“Her ne kadar söz, ağızda dönüp dolaşıyorsa
de, şaşılacak bir sözün, sözümüzün etrafında dönüp dolaşmaktır. Söz bize demek istiyor ki: “Benim, kendi çevremde dönüp dolaşan, bana bu
sözleri söyleteni düşün, bul.” (537)
Yunus Emre, ‘gelür’ redifli gazelin ilk beytinde
sözün kaynağının yaratan olduğuna vurgu yapar.
Bu arada iyi, doğru sözün aslını bilen, zaten onun
nereden geldiğine, kaynağına muktedirdir. Bunun
tam tersi, sözün kaynağını anlamayan, sözün hikmetinin kendinden olduğunu zanneder. Emre,
sözlerin aslının Allah’tan kaynaklandığını bilen
olgun insana vurgu yapar. Sözlerin en yücesinin
yaratandan olduğunu anlamayanlar bilime, irfana, insana, âleme ait herhangi söz söyledikleri zaman, bunun aslının kendilerinden kaynaklandığını düşünmeleri yanılgıdır. Yunus, ilaveten insanın
değerinin sözleriyle ölçüleceğini belirtir.
İy sözlerün aslın bilen gel di bu söz kandan gelür
Söz aslını anlamayan sanur bu söz benden gelür
(42/1)
Nesimi, ‘söz’ redifli gazelinde söz, ‘cân’dır, gökyüzünün en yüce yerinde mekân bulan sözdür, diyerek
sözün menşeinin ilahî olduğunu belirtir:
Dinlegil bu sözü ki cândur söz
Âli-i âsmân mekândur söz (179/1)
Yunus Emre, yaratılmışların üzerindeki varlığın, sözü söyleyen can menzili olduğundan bahseder. Allah mutlak olarak her şeyin kaynağıdır.
Zaten eşsiz sözleri ve anlamları olan kelâmullah,
bütün sözleri kapsar. Bunun dışındakiler suretten
ibarettir. Bu suretin varacağı menzil, O’na yöneliktir:
Dinleyen ol işiden ol gören ol gösteren ol
Her sözi söyleyen ol sûret cân menzilidür (25/2)
Nesimi aşağıdaki beytinde söz ve vahiy birlikteliği üzerinden bir bakış açısı geliştirir, sözün
ilahî boyutunu vurgular. Şaire göre söz, Allah’ın
göklerden Peygamberin gönlüne kelamını aktığı
ilk kaynaktır. Söz, arştan peygambere doğru uzanan bir hazinedir. Nesimi, Hazreti Muhammed’e
Allah kelamını yaymada, İslamı tebliğde sözü aracı kıldığını belirtir. Bu yüzden söz, gönülde değerdir. Söz, gönüllerde kabul gördüğünden gönül,
Rahmanın arşıdır:
Arş-ı Rahmân didi nebî gönüle
Çünki gördi gönülde kândur söz (119/5)
3. Söz ve ilim
İlim, bilmenin güvenli bir yoludur. Sağlamlığı, objektif bir şeyle garanti edilmiştir. Çünkü
o, iyi bir kaynaktan gelmektedir. “(…) Kur’ân’da
ilim kelimesi, ilahi vahiy düşüncesinden meydana
gelen bir alana oturtulmuş ve bu alanda cahiliye
çağındakinden başka kelimelerle temas kurulmuştur. Artık ilim, başkasından değil, doğrudan
Allah’ın vahyinden alınan bilgidir. Kelimenin tam
manasıyla sağlamdır, haktır.” (1975:57)
Şiir vadisinde kabiliyetini ispat etme gayreti
içinde olan şairler sözlerini ancak ilimle süsleyebilir ve sahip oldukları bedii değerleri kristalize
ederek muhataplarına arz edebilirler. “(…)Yine
söyleyecek sözü olan şairler, faydalı ve zevkli olanı
seçebilmek için, ilmin gerektirdiği dikkat ve titizliği, vazgeçilmez bir ölçü olarak ele almak zorundadırlar.” (2003:92) Fakat insan, şair olsun olmasın nasip edilen kadar ilim sahibi olabilir. Bütün
ilimlerin kaynağı Allah’tır. Sözlerin esası, doğrusu
muhakkak insandan değil, Allah’ın sözünden ortaya çıktığı Yunus Emre’de ifadesini bulur:
gül
Söz karadan akdan degül yazup okumaktan de-
Bu yüriyen halkdan degül Hâlik âvâzından gelür (42/3)
5. Rubailer; Rubâiler, Mevlânâ, (çev. Şefik Can)
Kurtuba Kitap, İstanbul 2008 baskısındır.
53
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
4. Sır ve söz
“And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (50/16)
Mevlana için her söz söylenir değildir: “ Dün
gece çok ihtiyarlamış olan akla, gizlice dedim ki:
‘Dünya sırlarıyla ilgili hiçbir sözü benden gizleme.’ O, kulağıma eğildi ve yavaşça şöyle dedi: ‘Bu
sır irfanla bilinir, söylenir söz değildir.’ (1159)
Söz, Nesimi’ye göre sırları açığa çıkarmak için
araçtır. Görünen görünmeyen, önce olanlar sonra
olanlar; bilinenler, gizli olanlar söz sayesinde bilinir. Allah’ın esması bu kavramları açıklayan en
yüce isimlerdir. Zâhir, bâtın, evvel ve âhir esmâ-i
hüsnadandır:
Zâhir ü bâtın evvel ü âhir
Âşikârâ vü hem nihândur söz (179/10)
Yunus Emre, insan, aklıyla bazı şeyleri anlamaya çalışır görüşünü savunsa da aklın çözemediğini
sözler gönle oradan dile, söze getirir. Beyitte kaderi anlama hususunda akıl, gönül ve söz arasında
bir bağlantı kurulmuştur:
Aklumuz ol levhe bakar gizli marazlarum açar
Söz gelür gönlüme akar söz dile ansuzın gelür(42/8)
Fuzuli, ‘söz’ redifli gazelinde, sözdeki sır kavramına dikkat çeker. Şair, sözün insana ve topluma
ait ne varsa açığa çıkarmaya vesile olduğunu ifade
eder. Söz öyle bir güçtür ki, her nefeste tek sevgili
olan Allah’ın varlığına, birliğine dair sırları ifşa etmek için vardır. Bu sırdır ki, söz her an yoktan var
olur. Fuzuli, Kur’ân’ı Kerim’de sıklıkla geçen ‘kün
feyekûn’ ayetine de bir gönderme yapar: “Biz,
bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece ‘ol’ dememizdir. Hemen
oluverir.”(16/40)
Halka ağzın sırrını her dem kılar izhâr söz
Bu ne sırdır kim olur her lahza yoktan var söz
(119/1)[6]
Dünyanın altı günde yaratıldığına dair “Şüp-
6. Beyitler; Fuzuli Divanı, Kenan Akyüz, Süheyl Beken,
Akçağ, Ankara 2000 gazel/beyit numarasıyla verilmiştir.
hesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş’a istiva eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi,
ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek
de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (7/54) mealindeki ilahî kelama gönderme
yapan Nesimi, bu yaratma sürecine işaret ederek,
cihanın yaratılışının esasının söz olduğuna vurgu
yapar.
Şeş cihetten münezzeh anlayu bah
Şöyle kim Hâlik-i cihândur söz (179/2)
Fuzuli’de söz, sırlar hazinesini açıklamaya
kâfidir. Zuhur eden süsler, binlerce sırrın göstergesidir. “Allah’ın tecelli sıfatı, eserlerinin eşyada görünmesidir. Kur’ân’a göre Allah, insanla konuşmak
isterse bir ayetler (işaretler) gönderir. Bu durumda
sözlü işaretlerle sözsüz işaretler arasında bir ayırım
yoktur. Her ikisi Allah’ın ayetleridir. Allah’tan
insana doğru konuşmanın tipik bir örneği olan
vahiy, Allah’la insan arasındaki konuşmanın bir
bölümüdür. Bundan dolayı Kur’an, ‘vahyedilen
sözlere’ ayet der, bunlarla yine ayetler adı verilen
sözsüz tabiat işaretleri arasında bir ayırım yapmaz.” (1975:126) Söz, bahsi geçen nurları ifade
etmede bir aracı vazifesini görmektedir. Allah’ın
tecellisi sözsüz şahitler vasıtasıyla insanın idrakine
sunulmuştur. Fuzuli’nin sözün Allah’ın bu tecelli
sıfatını ifade etmede en iyi vasıta olduğunu belirtmesi önemlidir:
Hâzin-i gencîne-i esrârdur her dem çeker
Rişte-i izhâra bin bin gevher-i esrâr söz (119/5)
Fuzuli, sözün gayb âleminden her zaman bir
iz, işaret taşıdığını söyleyerek bilinmeze gönderme
yapar. Şair, metaforlu anlatımında, sözün amber
kokulu yüzü kullanıldığında gönülleri almaya kâfi
geleceğini belirtir. Sözün yaratılışla ilgili sırlara
vâkıf olmasından dolayı çözülmeye muhtaç durumu söz konusudur. Söz, içinde barındırdığı bu sırlardan dolayı gönüller almak için, gayb peçesinin
altındadır, her an amber kokulu ayva tüyleriyle
yüzünü gösteren bir güzeldir. O güzel, güzelliklerin aktarıcısıdır:
54
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Bir nigâr-ı anberîn-hattır gönüller almağa
Gösterür her dem nikâb-ı gaybdan ruhsâr söz
(119/4)
Aşk, varlığın esas sebeplerindendir. Allah yeryüzünü aşk üzerine yaratmıştır. Bu var oluşun
içinde sır da gizlidir. Aşk yeryüzü ve gökyüzündeki ebedî varlığıyla her şeyde varlığını hissettirir.
Yunus Emre’ye göre gönlündeki gizli sırlar, söz
vasıtasıyla ortaya çıkar. Âşık bunları anlamakla
mükelleftir. Söz, aşkın sırlarını içerir. Bu sözler
yabancılara denmez. Âşık bu sırlara erişirse, zamanın hangi diliminde olursa olsun geçmişte ve
anda, içindeki aşk ateşi sürekli yanar, sönmez. O
sözler, kuşdili gibidir, anlaşılması güçtür. Fakat
söylemeye başlamayınca, ötmeyince de anlaşılmaz, öğüt vermez:
Bî-çâre Yûnus›un sözin key ‘âşık gerek anlaya
O kuş dilidür n›eylesün ol dinlenmez ötmeyince
(325/7)
gönülde bulunan gam, sözle gidebilir. Fakat gönlümüzde açılan şu garip, şu güzel gülü bir düşün,
onun ne rengini gösterebiliyoruz ne de gizli kokusunu duyabiliyoruz.” (438)
Mevlana ramazan, dua ve istemeyle ilgili rubaisinde yine söze vurgu yapar: “Hadi, işte sabır
sırası geldi, oruç ayı başladı. İki gün kâseden, testiden söz etme. Gökyüzü sofrasının çevresinde, rızık isteğiyle dolaş ki, can pamuğu, kozadan tekrar
kurtulsun.”(1807)
Dua ve sözü mısralarında Nesimi de kullanır.
İnsanın her zaman yaratanının yardımına ihtiyaç
duyduğunu, sözün; O’na duada yardımcı olduğunu ifade eder. Hazret-i Ali de sözün kendinden
yardım beklenen varlık, müstean, olduğunu bildiği için Kâf hâ, ek kâfi demek olan kâf, ey hâdi,
hidayet edici demek olan hâ, şeytan şerrinden
sana sığınırım, ilahî kelamını Kur’ân-ı Kerimde
sıklıkla geçen müstean, ‘yardım umulan’ sıfatına
vurgu yapar:
Didi yâ “Kâf-hâ eûzü bike”
Çün Ali bildi müsteândur söz (119/5)
5. Dua ve söz
Söz, farklı zaman ve mekân çeşitliliğiyle muhatabın varlığına, anlamına göre değişik maksatlarda
kullanılır. İnsanın gönlündeki sıkıntıları, yakarışları, şükürleri aktarmada söz önemli bir vasıtadır.
İnsanın kendini kendine veya muhatabına ifade
edebilmesi, konuşabilmesi söz vasıtasıyla gerçekleşir. Allah’ı aralıksız anmak sözün en kutsi olanıyla
vuku bulur.
Rabbe yönelen sözün en güzel şekillerinden
biri dua ile şekle bürünür. Dua; her an, her yerde
kulun Rabbe yönelmesidir. Allah’a karşı duyulan
derin sevgide, ölümde, yakarmada, bunalmada
dua, kalbin yaratana yönelen gizli sözleri olur.
Dilde ve gönüldeki sözler vasıtasıyla şekillenen
dua, kulun Allah’la arasında kurduğu özel bağlardandır. Manevi anlamda insanın boyut değiştirip
ruhunun temizlendiği, sonunda da etrafına güzellikler saçtığı anlar zinciri olmasının yanında dua,
fiziksel anlamda da insanı rahatlatır, güzelleştirir.
Mevlana, insanın içindeki sıkıntılara dua yoluyla, Rabbe yönelmeyle çare bulacağını söyler. Sözle
şekillenen dua, güzel bir gülün açması gibi etrafa
güzel kokuların yayılmasına vesile olur:
“Bir kimsenin gönlünde bir gamı olup da,
onu sevdiğine açabiliyorsa, açsın, söylesin, çünkü
6. Kal dili, hâl dili
Mevlana, bazı hislerin sözle ifadesini bulamayacağını belirtir. İlahî kelam, herkes tarafından
anlaşılmaz. Her kulak, her sözü anlamaz. Duymak ve anlamak idrak, nasip, ilim sayesinde olur.
Bazı dilsiz ve dudaksız sözler konuşmayla anlaşılmaz, söze gerek kalmaz. Mevlana bu rubaisinde
kal (söz) dilinden hâl diline geçmeye dair mısralar
söyler. Âşığın hâl dili, sözün dar imkânlarından ayrılınca kendini ifadede daha etkilidir: “Sana dilsiz,
dudaksız sözler söyleyeceğim. Bütün kulaklardan
gizli olan şeylerden söz edeceğim. Sana anlatacağım bütün bu sözleri herkesin içinde söyleyeceğim; fakat senin kulağından başka hiçbir kulak,
bu sözlerini duymayacak, anlayamayacak.”(439)
7. Sükût, söz ve arif
Arifler, manaya dair tezahürleri ve yansımaları
başkalarından ayırt edilebilenlerdir. Arif insanın
özelliklerinden yola çıkarak; Yunus Emre fazla konuşmanın insan için gereksiz olduğunu, Allah kelamının bulunmadığı sözlerin hayvan yüküyle özdeş olduğunu, arif için az sözün yeterli olduğunu
söyler.
55
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
“ (…) Bu tecrübelerimizin içinde başka bir anlatım şekli olan sükût son derece önemlidir. Eğer
dünya ve kendi gerçekliğimiz birtakım sözcük ve
formüllerle tüketilebiliyorsa sessizlik önemli değildir. Sözcüklerin ifade edemediği dilin sınırları
dışında kalan çok daha derin bir gerçekliğimiz ve
varoluşumuz varsa, bu durum ancak sessizliğin
kullanılmasıyla sezdirilebilir. Bu sezdirme insanı
çoğunlukla kârlı çıkarır. Sükût, yanlış konuşma
yolunu kapattığı için insanı, birçok sıkıntıdan da
emin kılar.” (Emiroğlu 2005:170-173) Her ne kadar sükûtla söz (kelam) görünürde birbirinin zıddı da olsa, esasında sınırları birbirine karışan iç içe
bir varlık alanına sahiptir. Bazen sözün esaslı bir
hâle gelebilmesi için, sükûta ihtiyaç duyar. “Tefekkür sükûtta mayalandığı gibi, fikirler de sükût
iklimlerinde cürufundan temizlenir. Bu noktada
sükûtun da manalı bir sükût olabilmesi sözün kalitesi önemlidir. Kısacası sükût aslında bir şeyleri
açığa vurur, ihbar eder, bildirir, ilan eder, ortaya
koyar.” (2010: 12-15-21)
Mevlana, kudretli söz söylemenin yanında
sükûtun ehemmiyeti üzerine rubailer söyler. Kadim zamanlardan beri söz söyleyerek insanların
birbirini etkileme yarışı malumdur. Fakat susma,
bir sanattır meziyettir. Mevlana, insanın kendini ifade için söz söylemesinin boşuna olduğunu,
sükûtun çok şey anlatabileceğini söyler: “Bir padişah var ki, neyi gizlesen onu bilir, dilsiz dudaksız, köpürsen, kızsan kötü şeyler düşünsen onu da
bilir o. Herkes, söz söylemesini, kendini sözleriyle
tanıtmasını, söz satma sanatını bilir, bense susmayı bilenin kölesiyim, kuluyum.” (696)
Arif o kişidir ki, konuştukları doğru ya da
yanlış olsun onun insanlık için konuşması kâfidir.
Çünkü arif, nerede ne konuşacağını bilir. Eftal
olansa arifin dostluktan konuşmasıdır: “Ey konuşan arif! Yüksek sesle terennüm et, söyle, söyle de,
ya doğru bir söz söyle ya da doğru bir söz söyle ya
da yanlış, yeter ki, söyle. Gül bahçesinin, yeşilliğin kapılarını aç. Sarhoş bülbül gibi tanışlıktan,
dostluktan söz et.” (1757)
Çok söz hayvân yükidür az söz erün görkidür
Bilene bir söz yiter cânda gevher varışa (300/9)
Yunus Emre, az sözün değeri hakkında mısralarında etkili, doğru söz konuşmanın gücünü gös-
terir. Sükûttan kaynaklan güç, etkili konuşmadan
daha güçlüdür. Söz, insandaki çirkinlikleri silmede araçtır:
Söylememek harcısı söylemegün hâsıdur
Söylemeklik harcısı gönüllerin pâsıdur (29/1)
Gönüllerin pasını ger sileyim der isen
Şol sözü söylegil kim sözün hulâsasıdır (29/2)
Fuzuli’ye göre ‘söz söylemek’ herkese nasip olmaz. Söz söyleme bilincinde olan, marifet denizinin dalgıcı olmayan, arif olamaz. Bedenin yapısı
sedefse söz içindeki değerli inci tanesidir:
Olmayan gavvâs-ı bahr-i ma›rifet arif degül
Kim sadef terkîb-i tendir lü›lü›-i şehvâr söz
(118/6)
Sükût gibi az söz Fuzuli’ye göre makbul olandır.
Az söz insanın değerini artırır. Çok konuşan rezil
olur. İnsanın en değerli sözleri, çok konuşmayla değersizleşir.
Ger çok istersen Fuzûlî izzetim az et sözi
Kim çok olmaktan kıluptır çok azizi hâr söz
(119/7)
Ey Nesîmî sözünü ariflere harc et revân
Nitekim kadrin bilen katında söz bulur revâc
(32/8)
8. Dağınık söz
Âşık olan ne yaptığını, ne söylediğini bilemez. Şaşkınlık içinde âlemi seyreder, her seferinde Allah’a tekrar hayran olur. Hayranlık beslediği
sevgiliye kavuşmak onun için asıl olandır. Bir an
önce içinde bulunduğu gurbetten kurtulma isteği
zaman zaman sözlerindeki dağınıklığa coşkunluk
şeklinde yansır. Mevlana, bazı rubailerinde ‘dağınık söz’ ifadesini kullanır. Mevlana, sevgilinin hâl
hatır sorma adına söyledikleri karşısında hâlinin
dirilen ölü gibi olduğunu, kendinde olmadığını,
dağınık paramparça durumundan bahseder. Bu
durum, yorucudur ve dağınık sözler söylememek
gerekir:
“Sevgilim nasılsın, hoş musun der ve güler.
Dirilen bir ölü nasılsa, ben de öyleyim. Bugün
56
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
dağınık sözler söylemeyeceğim. Her ne kadar sözümün yolu dağınıksa da ben dağınık söylemeyeceğim.” (859)
Mevlana yine ‘dağınık söz’e değindiği bir rubaisinde gönül kişileştirilirken, onun söylediklerinin sevgiliye ait olduğu ifade edilir. Bu hoştur,
insanı kendinden geçirir. Dağınık söz, kendinde
olmama anında, ruh hâlindeki bozulmalarda tezahür eder. Düzensizlik coşkunluktandır. Bu hâl
âşığı en iyi ifade eden sözlere vesiledir:
“Gönül, açık, gizli, ne söylerse hep, o amberler saçan misk gibi kara saçlarla ilgili olanı söyler. Bu, coşkundur öbürü perişandır, dağınıktır.
Biliyorum ki bu yüzden coşkun ve dağınık sözler
söyler.” (921)
9. Az söz-yeni söz
Mevlana bir rubaisinde de ağza her gelen sözün söylenmemesi gerektiğini belirtir. Bu durumda dil, insanın başını (canını) sıkıntıya sokar.
Mevlana burada balık örneğiyle, az konuşmanın
kişiyi sıkıntıdan kurtaracağını söyler:
“Eğer başında akıl, gözünde görüş varsa, o her
ağzına gelen sözü söyleyen bu dili, sat da başını
kılıçtan kurtar. Görmüyor musun? Balık, söyleyen
dilden tamâını kesti. Bu yüzden balığın gövdesinden başını kesmezler.” (1020)
Mevlana, uzun konuşmanın insana hiçbir şey
kazandırmayacağını belirtir. Çok konuşan, hep
bilinenleri söyleyenlerin bundan vazgeçip, meydanı terk etmesi gerekir. Burada ilim, üretme ve
yenilenme mevzuundan bahsedilir. Söz bu yenilenme sürecinde aracı konumundadır: “Ey sözün
ve ey uzun uzadıya konuşmanın âşıkı! Ey şairlerin kahreden gürzü! Ey eski sözlerle, eskiler satan,
yeni yeni bilgiden mademki nasibin yok, haydi,
yürü git.” (1599)
Yunus Emre, sözünü bilerek az ve öz kullanmanın önemini vurgular. Ağzından çıkacakları
düşünüp taşınarak söyleyen kişinin işlerinin rast
gideceğine ve sözlerinin kendisini mahcup etmeyeceğine inanır:
lığına dair izahların yetersizliği şüphe götürmez
gerçektir.
Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulundu cümle çün
Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam
(269/7)
10. Aşk, âşıklık ve söz
Ruh, söz vasıtasıyla aşkı ifade etmenin en güzel
yollarını, fırsat ve imkânlarını değerlendirir. Mevlana örnek verilen rubaisinde aşk, âşıklık ve söz
kavramına değinir. Olgunluğunu bulan aşk, güzel
sevgilinin ilhamıyla insana güzel sözler söyletir.
Bazen bu durumun tam tersi olur. Aşk gönülde
olgunlaştığı zaman, dil söylemez olur. Aşk, âşığı
bitirse güzellikler önünde olsa da dil susar, hâl dili
konuşur: “Olgun bir aşk, çok güzel bir sevgili, gönül sözlerle dolu, fakat dil, söyleyemiyor, dilsiz bir
hâle gelmiş. Bundan daha şaşılacak ne olabilir ki,
ben susamışım, yanıyorum. Hâlbuki önümden
tatlı, berrak bir su şarıl şarıl akıyor.”(1216)
Âşığın hâl ve tavırları herkesten farklıdır. Onu
anlamak, sözlerini yorumlamak, aynı yolda ilerleyenler için mümkündür. Yunus Emre sözlerini
kimsenin anlamadığından şikâyet eder:
Ben bir ‘aceb ile geldüm kimse hâlüm bilmez
benüm
Ben söylerem ben dinlerem kimse dilüm bilmez
benüm
Benüm dilüm kuş dilidür benüm ilüm dost ilidür
Ben bülbülem dost gülümdür bilün gülüm
solmaz benüm (175/1-2)
Söz, aşkın bir arada yüceliğini ifade etmek için
de kullanılır. Söz ve aşk kavramının yan yana kullanıldığı da görülür. Yunus Emre için aşksız söz,
kayadan gelen sese özdeştir. Ruhu olmayan sözün
etkisi olamaz. Aşkta yalan söyleyen insanın sonu
ahirette cehennemdir, zindandır:
Keleci bilen kişinün yüzünü ag ide bir söz
Sözü bişürüp diyenün işini sag ide bir söz(102/1)
Işksuzlara benüm sözüm benzer kaya yankusına
Bir zerre ‘ışkı olmayan bellü bilün yabandadur
Nesimi, insan ve varlık üzerinden söz söyler.
Yeryüzünde yaratanın halifesi olan insanın var-
Yalancılık eylemegil ışka yalandur dimegil
Bunda yalan söyleyenün anda yiri zindândadur
57
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
(65/3-4)
Mevlana’da söz kötü olsa da, sevgiliden geliyorsa âşığın sarhoş olmasına, kendinden geçmesine
vesile olur. Âşık, sevgiliden gelecek bütün sıkıntılara dayanır, onun hiddeti hoş gelir: “Bana söv,
senin sövmenden sarhoş olmadayım. Ben senin,
tadı güzel, kötü sözlerinin, sövüşlerinin, hiddetinin, hakaretinin sarhoşuyum. Zehirli su getir, ben
onu senin elinden şerbet gibi içerim. Ben seninim
sana ram olmuşum.” (1406)
Sevgilinin güzelliği karşısında söylenecekler
kifayetsiz kalır. Sözcükler, onun büyüleyici güzelliği karşısında çaresizdir. O yapıp etmeleriyle, var
ettikleriyle âşığı zaten kendine hayran bırakmıştır: “Gönlüm geldi, bana ondan söz etmek istedi
dedi ki: “Onun için ne söyleyeyim, ne biliyorsun
ki söyleyeyim” gönle dedim ki: “Sevgilinin, iki gözünden çok az bir söz, bir sözcük söyle. Onun iki
gözünün büyüleyici güzelliğinden ne biliyorum
ki, söyleyeyim dedim.” (1597)
Aşkın dile gelmesinde sözün varlığı önemlidir.
Söz, aşkın meyvesidir. Sevgililer arasında bağın
kuvvetlenmesine vesile olur. Söz, aşkla var olduğu
zaman, anlam kazanır: “Söz söylerken yüzü, yanakları ateş gibi oluyor. O baygın gözleri kızarıyor, beyaz teninde beliren pembelik, gönülde ne
sabır bırakıyor, ne karar… Ey söz bağışlayan, âşıkı
çok konuşturan aşk, o güzeli hemen söze getir, konuştur, söylet.” (1598)
Yunus Emre için makamın yüceliği göz önünde tutularak aşk ve aşka ait ifadeler, ilahî sözleri
ihtiva eden üslupla anlatılmalıdır. Âşığa eskiden
beri her sözü söyleten, ilham veren O’nun sonsuz,
güçlü sözleridir:
Işk makâmı âlîdür ışk kadîm ezelidür
Işk sözini söyleyen cümle kudret dilidür (25/1)
11. Hikmetli ve nükteli söz
Hikmetli ve nükteli söz, ehemmiyetlidir. Güzel söz, Kur’an-ı Kerim’de de tavsiye edilir ve güzel
sözün nitelikleri sayılır. Dayanağı kuvvetli olan
söz, kıymetli ve güzeldir. Nükteli söz güçlüdür,
dilin güzelliği insanları etkiler. Gerçek mümin
“Onlar ki, boş ve yararsız sözlerden yüz çevirirler.”
(23/3) ayetiyle karşılığını bulur.
“İki dünyada da, o dünyanın padişahı gibi hiç-
bir kimse yoktur. Ne aşağıda ne yukarıda, ne açık
ne gizli, ona benzer birisi vardır. Hangi ok atılırsa,
onun çok güçlü olan yayından atılmıştır. Hangi
güzel bir nükteli söz söylenmişse, o dilinin güzelliğiyle tanınmış, güzel söylenmiştir.” (1586)
“Ağızdan çıkan söz, boş ve beyhudeyse sadece
bir lafızdır. Henüz kavle, kelimeye, kelama dönüşmemiştir. Henüz beyana ve hitaba layık değildir.
Bunun yanında sağlam söz ‘doğru söz’ demektir.
(…) Söz ameldir. Bu sebeple “Sağlam konuşursanız Allah amellerinizi de güzelleştirir.” (33/7071), (Görmez 2014: 133-137)
Sözün kıymeti, doğruluk ve samimiyetle artar.
İnsanın konuşma şekli, konuşmalarının muhtevası onun kimliği hakkında ipuçları verir. Fuzuli
için, sözün aslı onun doğruluk ve değeriyle eş değerdir. Kim ki, doğru söyler sözün değeri o oranda
artar:
Artıran söz kadrini sıdk ile kadrin artırır
Kim ne mikdâr olsa ehlin eyler ol mikdâr
söz(119/2)
İnsan sözleriyle toplum içinde ya itibar kazanır, ikram görür veya gözden düşer. Yunus’a göre
bazı kişiler sözleriyle iyi hatırlanır:
Söz var kılur gönüli şâd söz var kılur bilişi yad
Eger horluk eger ‘izzet her kişiye sözden gelür
(42/2)
İnsanın sözünün ölçüsünü bilerek konuşması
önemlidir. İnsan acı sözlerle muhataplarına muamele etmemelidir. Yunus Emre’ye göre dünya bir
cehennemdir. İnsanın ağzından çıkacak olan söz,
onu cennetin sekiz katına çıkarabilir. ‘Güzel söz
sadakadır.’ Gönül alan insan, Allah’ın takdiriyle
ödüllendirilecektir:
Kişi bile söz demini dimeye sözün kemini
Bu cihân Cehennem›ini sekiz uçmag ide bir söz
(102/5)
12. Ebedî, kadim söz
Söz, tebliğ için en önemli araçtır. Dolayısıyla
söz, bütün peygamberlerin peygamberliklerinin
ilanına, yayılmasına, vahyin anlatılmasına, anlaşılmasına, insanların irşadına vesile olması bakı-
58
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
mından önem taşır. Söz, ayrıca zamanın sahibi
mehdidir. Hazreti İsa’ya birçok mucize gösterebilecekken, beşikteyken konuşma mucizesi verilir.
“O, sâlihlerden olarak beşikteyken ve yetişkinlik
hâlinde insanlara (peygamber sözleriyle) konuşacak.” (3/46)
Îsî-i pâk ü Ahmed ü Âdem
Mehdî-i sâhib-i zamândur söz (119/12)
Yunus Emre, Allah’ın varlığına deliller getirir.
O’nun kışın ardından, tabiatı tekrar diriltmek gücüne sahip olduğunu belirtir. Allah’ın varlığını,
büyüklüğünü sözleriyle vurguladığını, sözlerinin
bu gerçeklik için aracı olduğunu, hakkı anlattığını
belirtir. Yunus, sözlerini yalandan uzak olduğunu,
gerçeklerin düş olmadığını ifade eder. Kadimden
gelen, ebediyete uzanan bir değerden bahseder.
Yine Yûnus başdan çıkıp âr u nâmûsı yıkup
‘Âşıklarun cur‘asından ulu kadeh içdi yine
(312/8)
Fuzuli’de sözün anlamı, ecel vakti geldiğinde
‘son söz’ olarak kıymetlidir. Gaflet uykusundan
insanı son nefeste uyandıracak, Allah’ın varlığına,
birliğine şehadet edecek sözlerdir. Söz kıymetli,
ebedîdir. İnsan, hayattayken söyledikleriyle öldükten sonra yaşamaya devam eder. Bu sözler,
sadaka-i cariye niteliğindedir.
Ver söze ihya ki tuttukça seni hâb-ı ecel
İde her sâ›at seni ol yuhudan bîdâr söz (119/3)
Sonuç
Tekrar, akılda kalmaya vesiledir. Kültür, yüzyıllardır tekrar edilen değerlerden meydana gelir.
İnanca ve geleneğe ait kültür malzemeleri tekrar
sayesinde ebedîleşir. Söz dil sayesinde bir şekle ve
anlama bürünür, değerleri yüzyılların ötesine taşır.
Mevcut anlam zenginliğine paralel olarak söz, zaman içinde farklı ve zengin anlam birlikleri içinde
kullanılır. Anlamı ve anlatımı kendi içinde çeşitlilik gösteren sözü, klasik şiir, inanç temelli beslendiği zengin kaynaklarla, Türkçenin imkânlarıyla
harmanlayarak edebî olduğu kadar didaktik, felsefi yoruma imkân tanıyacak şekilde kullanmıştır.
Söz, üzerinden yeniyi inşa etme sanatı olan şiir,
sözün gerçek varlığı ve kullanımındaki anlam zenginliği sayesinde kadim kültürden gelen görevini
yüzyıllardır devam ettirmiş, ele aldığı mevzularla
kutsal sayılan değerler manzumesinde varlık göstermiştir. Kutsaldan (vahiy) edebî, dinî, felsefî anlayışı ve kavrayışı yansıtma sürecinden geçen söz,
kullanım zenginliğiyle yücelir.
Yunus Emre, Mevlana, Seyyid Nesimi, Fuzuli
sözü anlamsal olarak basit bir anlatı malzemesi olmaktan öte, içine inanç ve kültürün kıymetlerini
katarak kullanmışlardır. Bu kullanımlar vesilesiyle
kadim söz; ilahî kelamın, hikmetin, ilmin, inancın, aşkın, coşkunluğun, yeniliğin, sükûtun, hâl
dilinin, duanın, sırrın vd. taşınmasına ve aktarılmasına vesile olmuştur.■
Kaynaklar
Akalın, Nazir (2003).Şairin Eldivenleri, Ankara: Meneviş Kitapları.
Akyüz, Kenan, Beken Süheyl (2000).Fuzuli
Divanı, Ankara: Akçağ.
Atay, Hüseyin (1997).“Semantik”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 7.
Barthes, Roland (1964).Essais Critiques, Paris:
Editions du Seuil.
Clauson, Sir Gerard (1972).An Etymological
Dictionary of Pre- Thirteenth Centruy Turkısh, Oxfort At the Clarendon Press.
Emiroğlu, İbrahim (2005).Sûfi ve Dil, İstanbul: İnsan Yayınları.
Görmez, Mehmet Kalbin Erbaini,(2014).Ankara: Otto.
Izutsu Toshihiko (1975).Kur’an’da Allah ve İnsan, (çev. Süleyman Ateş) Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.
Mevlânâ, Rubâiler, (2008).(çev. Şefik Can), İstanbul: Kurtuba Kitap.
Nesimi, Seyyid (1985).Seyyid Nesimi
Divanı’ndan Seçmeler (hzl. Kemal Edip Kürkçüoğlu), Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Tatcı, Mustafa (2008).Yunus Emre Divanı Tenkitli Metin, İstanbul: H Yayınları.
59
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Tanzimat devri şiir poetikası
VEYSEL DOĞANER
P
oetika kavramı, Aristo’nun Poetika adlı
eseri ile birlikte ortaya çıkar. Aristo, eserinde sadece şiirden değil sanatın diğer
türlerinden bahsetmiş olsa da poetika, genellikle
şiir türü için kullanılmıştır. Bu kullanım özellikle
20. yüzyılda genişletilmiş ve poetika kavramı diğer
edebî türler için de bir araştırma yöntemi olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Poetika genel anlamı
ile ‘şiir üzerine yazılan yazılar’ olarak tarif edilebilir.
Şiire ve sanata dair belli teorileri ihtiva eden
Aristo’nun Poetika’sı ile birlikte ortaya çıkan poetikanın bir araştırma yöntemi olarak amacı, metnin
edebî olmasının sebeplerini araştırmaktır. Aristo,
poetikanın hedefini, sanat yapıtının amacını anlatmak olarak belirlemiştir. Orhan Okay ise şiir üzerine yazı yazmanın ve bir teori ortaya koymanın
zorluklarından bahseder ve ardından poetikanın
bu zor olan alandan farklı olarak “şiirin gerçeğini,
güzelini, hasını ve ona bu özelliklerini veren
inceliklerini aramak (bulmak değil) daha sağlıklı bir yol gibi görünüyor.”[1] sözleriyle poetika için
izlenmesi gereken metodun çerçevesini çizer. Todorov, “Poetika gerçek edebiyatla değil, mümkün
olan edebiyatla uğraşır; başka bir deyişle, edebiyat
olgusunun tekilliğini oluşturan soyut bir özellikle,
edebîlik ile ilgilenir.”[2] der. Todorov, Okay’ın poetika için kullandığı ‘şiiri şiir yapan unsurlar’ tabirini
kavramsallaştırır. Edebîlik, şiiri şiir yapan unsurları
bulmanın adıdır.
Poetika, edebî eserin yapısına dair bir teori sunmayı amaçlar. Poetikanın teorisini kurarken yapılması gereken öncelikle edebiyat söylemini kavramsallaştırmaktır. Bu kavramsallaştırma ise poetika
metinlerinin incelenerek tasnif edilmesi ile meydana gelir. Poetika, şiir üzerine yazılan yazı ya da şiirlerden hareketle eserin yazılmadan önce çerçevesini
belirlemeyi amaçlar. Poetika metinleri ile şairler,
hem kendi şiirlerini açıklarlar hem de nasıl bir şiir
anlayışı benimsediklerini ortaya koyarlar.
Tanzimat devrinde poetika metni açısından
önemli kaynaklar yer almaktadır. Poetikanın malzemesini şairlerin şiir üzerine yazdıkları yazılar olarak belirlediğimizde özellikle bu dönem edebî anlayışını teorik yazıları ile besleyen Namık Kemal’in
makaleleri poetika nitelikli metin olarak zengin bir
malzeme sunar. Bunun yanında Recaizâde Mahmut Ekrem’in Takdir-i Elhân adlı eseri de şiir üzerine şairin görüşlerini dile getiren önemli bir eserdir.
Muallim Naci’nin Beşir Fuad ile mektuplaşmaları2. Todorov, Tzvetan, Poetikaya Giriş, Metis Yay.,
İstanbul 2008, s. 37.
1. Okay, Orhan, Poetika Dersleri, Dergah Yay.,
İstanbul 2011, s. 14.
60
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
nı içeren İntikad adlı eser, şiir poetikasının önemli
kaynaklarındandır. Devrin şairlerinden Abdülhak
Hâmid Tarhan’ın Makber mukaddimesi ve Ziya
Paşa’nın Şiir ve İnşa makalesi, Harâbât mukaddimesi devrin öne çıkan poetika nitelikli metinleridir.
Tanzimat devri poetikasının en önemli meselesi
hakikat ve hayaldir. Hakikatin hâkim olduğu bir şiir
anlayışı kurmaya çalışan Tanzimat şairleri şiirlerinde yine edebîliğin en önemli unsurunu da hakikat
olarak belirlemişlerdir. Tanzimat şairleri hakikat
meselesini ele alırken öncelikle Divan şiirindeki anlayışı eleştirirler. Şiirde hakikatin ölçüleri Divan şiiri
karşıtlığı üzerine kurulmuştur.
Namık Kemal, Tahrîb-i Harâbât’ın manzum
önsözünde ”En parlağı en büyük yalandır/Doğrusunu bul beni inandır”[3] anlayışının Divan şiirindeki hâkimiyetinden yola çıkar ve Divan şiirinin
akıldan yoksun olduğunu dile getirir. Ziya Paşa’nın
Harâbât adlı eserine aldığı Divan şiir örneklerinin
de hakikatten uzak anlayışın en açık örnekleri olduğunu belirtir.
Namık Kemal, Kâni Paşazâde Rıfat’a yazdığı bir
mektubunda ise Divan şiirinde yapılan tasvirlerin
dünyadakiherhangibirvarlıklailişkilendirilemeyecek
kadar değiştirildiğini ve hakikatten uzaklaştırıldığını
dile getirir[4]. Mukaddime-i Celâl’de ise Namık Kemal, Divan şairlerinin insan tasvirlerini eleştirir:
“Dîvânlarımızdan biri mütâlaâ olunurken insan;
muhtevi olduğu hayâlâtı zihninde tecessüm ettirse
etrafını maden elli, deniz gönüllü, ayağını Zuhâl’in
tepesine basmış, hançerini Mirrih’in göğsüne
saplamış memduhlar, feleği tersine çevirmiş de kadeh diye önüne koymuş; cehennemi alevlendirmiş
de dağ diye göğsüne yapıştırmış; bağırdıkça arş-ı âlâ
sarsılır; ağladıkça dünya kan tufanlarına gark olur
âşıklar, boyu serviden uzun, beli kıldan ince, ağzı
zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı maşûkalarla mâl-â-mâl göreceğinden
kendini devler, gulyabanîler âleminde zanneder.”[5]
sözleriyle yapılan tasvirlerin gerçek dünyada karşılığı olmadığını ifade eder.
Bütün bu Divan şiir eleştirisine karşın Namık
Kemal, hakikate ait ölçüleri bütün yönleri ile açıkla3. Tansel, Fevziye Abdullah, Namık Kemal’in
Husûsî Mektupları I, TTK Yay., Ankara 2013, s. 5.
4. Age., s. 59.
5. Namık Kemal, Mukaddime-i Celâl, Matbaâ-i
Ebuzziya, Konstantiniye 1305, s. 7.
mamıştır. Bundan dolayı şairin hakikat anlayışı bazen ileri derecelere ulaşır. Örneğin, Menemenlizâde
Tahir Efendi’ye yazdığı bir mektubunda, Tahir
Efendi’nin şarap içmediği hâlde şiirinde şaraptan
bahsetmesini eleştirir.[6] Böylece Namık Kemal
şiirde hayal gücünün de önüne bir set çeker. Ona
göre şair, hayatta tecrübe etmediği hiçbir meseleyi
şiire almamalıdır. Namık Kemal’in bu tutumu
deneyimsel gerçeklik olarak da görülebilir.
Divan şiirini eleştirerek hakikatin ölçülerini belirlemeye çalışan Namık Kemal, hayal konusunda
ise İntibah mukaddimesinde, hayal kavramının
Doğu’da her zaman var olduğunu ve Batı’nın bu
noktada Doğu’dan etkilendiğini belirtir.[7] Batı’nın
etkilenmesi Namık Kemal’e göre hayalin hakikate
uyan yönlerini alma şeklinde kendini göstermiştir.
Bu anlamda hayal, hakikate uygunluğu ölçüsünde
şiirde yer alabilir. Şiiri hakikatten uzaklaştıracak her
unsur, şiiri güzelleştirse bile Namık Kemal’in poetikasında kendisine yer bulamaz.
Muallim Naci ve Beşir Fuad’ın mektuplaşmalarında da hakikat konusu önemli bir yer teşkil eder.
Beşir Fuad, Namık Kemal gibi hakikatin şiir için
önemli bir edebîlik ölçütü olduğunu düşünmektedir. Muallim Naci, Beşir Fuad ile aynı fikirde olmasına rağmen hakikatin ölçüsü konusunda anlaşmazlığa düşerler. Beşir Fuad, hakikat konusunda Namık
Kemal’den de ileri giderek bilimsel kriterlere dayalı
bir hakikat anlayışını savunur.[8] Muallim Naci ise
şiir için gerçeklik ölçüsünü ‘hakikate müşabehet’
yani gerçeğe yakınlık olarak belirler.
Muallim Naci ve Beşir Fuad hayal konusunda
da aynı görüşü benimsemezler. Beşir Fuad, hayali
hakikati gölgeleyen bir unsur olarak değerlendirirken Muallim Naci, hayalin hakikati güzelleştirdiğini
ifade eder. Ona göre, hayalden yoksun olan şiir, giydiği güzel elbisesi çıkarılmış, üryan bırakılmış kuru
bir metinden ibarettir.[9] Naci, hayalin sınırlarını be6. Tansel, Fevziye Abdullah, Namık Kemal’in
Husûsî Mektupları I, TTK Yay., Ankara 2013, s.
360.
7. Yetiş, Kazım, Nâmık Kemal’in Türk Dili ve
Edebiyatı Üzerine Görüşleri ve Yazıları, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul
1989. s. 64.
8. Ağır, Ahmet, İntikad, Grafiker Yay., Ankara
2012, s. 60.
9. Age., s. 72.
61
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
lirlerken “Daire-i tabiat ve imkân dâhilinde olmalı.
Haricinde bulunacak olursa latif olmaktan başka
cinnet kadar gülünç olur.”[10] der.
Bu devir poetikasında, hakikat konusunda en
çok fikir beyan eden şairlerden biri de Recaizâde
Mahmut Ekrem’dir. Ekrem, hakikat konusunda
Takdir-i Elhân’da şiirin kendisine has bir mantığı
olduğunu anlatmaya çalışır. Şiir için hakikat meselesini bir ölçü olarak belirlerken bu durumun göz
ardı edilmemesini ister. Ona göre, şiir için uyulması
gereken bu gizli mantık ilkesi, şiire hakikat noktasında bir düzen de getirecektir. Bu mantık “Eserin
mevzuu olan fikr-i esâsîye iltihak edecek bir hayli
teferru’ât-ı efkâr içinde ne çok fâ’ide bahş olanlar
hangileri ise onları intihab ile fazlasına iltifat etmemek ve bunları da mültezim olan fayda ve tesiri tamamıyla hâsıl edecek bir tertipte sırasıyla irad
eylemekten ibarettir.”[11] Ekrem’e göre, bu çerçeveyi
düstur edinen şiir, hakikat açısından da yeni anlayışın ilkelerine uygun olacaktır.
Recaizâde Mahmut Ekrem’e göre edebiyatın
amacı fikir, his ve hayal ekseninde iyilikleri ve güzellikleri ortaya çıkarmaktır.[12] Bu işlevi yerine getiren eser edebî açıdan makbul olarak kabul edilir. Bu
amaç ekseninde yazılan bir şiirin içerisinde yer alan
bilgilerin hakikat ile uyuşmaması bir sorun olarak
görülmemeli görüşünü benimseyen Ekrem’e göre,
“Mesela bir şair (iki ile iki yine iki eder) diyebilir.
Fakat öyle bir mevkide, öyle bir güzel surette söyler
ki siz bu kaziyenin (iki kere iki dört eder) bedahatiyle tearuzunu zihninizde hissedemezsiniz. İşte bir
hakikat-ı edebiyye de budur demek olur ki sanâyi-i
tahyiliyye yerinde olmak şartıyla yine tabiat ve hakikat dairesinde bulunur.”[13] Ekrem için önemli olan
şiirde aktarılan bilginin sunuluş şeklidir. Ekrem,
Namık Kemal gibi hakikatin şiirde en saf hâli ile sunulmasını bir gereklilik olarak görmez. Şairin, yalan
bile olsa bilgiyi sunuş şeklindeki letafet, Ekrem’in
anlayışına göre onu hakikat dairesine dâhil eder.
Ekrem, Takrizât adlı eserinde, hakikate uygunluk prensibine uyan eserlerin düşünce açısından
zengin olmasına rağmen edebî zevkten yoksundur
görüşünü ifade eder.[14] Ekrem, bu türlü eserlerin
manzum olsalar bile şiirden kabul edilemeyeceği
görüşündedir. Recaizâde, bu düşüncelerine örnek
olarak da Kanunî’nin ‘Olmaya devlet cihânda bir
nefes sıhhat gibi’ beytini verir ve bu beytin hakikate
uygun olduğunu fakat şiir olarak kabul edilebilecek
bir meziyete sahip olmadığını belirtir. Bu beytin
şiir hâline getirilebilmesi için söyleyişin süslenerek,
hakikatin şiirin içerisinde latif bir hâle bürünmesi
gerekmektedir. Ekrem, şiirdeki salt ya da kuru gerçekliğe karşıdır. Şaire göre şiir, hakikat mertebesine
hiçbir zaman erişemez. Şiirin gerçekliği hayatın gerçekliğinden farklı olmalıdır. Şiir salt gerçeğin günlük hayatta dile getirildiği gibi sıradan bir söyleyişin
ürünü değildir. Gerçek, sanatlı söyleyiş ile şiirde
kendine yeni ve parlak bir elbise giymelidir.
Ekrem, Zemzeme ön sözünde ise şiirde hakikati
yok saymadığını, hakikate uygun şiirlerin kalıcı olduğunu ifade eder.[15] Ona göre, şiirde önemli olan
sözün yüceliği değil hakikatin yüceliğidir. Şiirde
sözün yüceliğine sahip olan eserlerin beğenilse bile
bir müddet sonra unutulacağını düşünen şairin bu
görüşü, hakikatin bu devir poetikasında önemli bir
yer teşkil ettiğini de göstermektedir.
Recaizâde, Ta’lîm-i Edebiyat’ta hakikate karşılık
hayali resimdeki renk ile bir tutar. Hayal, edebiyat için çok önemli bir kuvvettir. Ve Ekrem’e göre
şairlerin hayalleri mutlaka bu dünyadan izler taşımaktadır. Eşyaya asalet ve ulviyet veren, onu şekil
ve surete benzeten hayaldir.[16] Edebiyat gerçek bir
eşya bulamadığında da kendi âleminde bir eşya icat
eder. Ortaya koyduğu bu eşya da hakiki âlemdeki
eşya gibi canlıdır. Hayalin sınırlarını da yine hakikate uygunluk olarak çizen Tanzimat şairlerinin aksine
Ekrem, hayalin şiirde aşırıya kaçmadığı sürece kullanılmasında bir beis olmadığını savunur. Şairin hayal için koyduğu şart edebî zevke uygun olmasıdır.
Ekrem için makbul şiir, hakikat ile hayalin birlikte
olduğu şiirdir.
14. Age., s. 207.
15. Recâîzâde Mahmut Ekrem, Zemzeme(Üçüncü
10. Age., s. 100.
11. Kacıroğlu, Murat, Ta’lîm-i Edebiyat, Asitan
Kısım), Matbaâ-i A. K. Tuzluyan, İstanbul 1301,
s. 9.
Yay., Sivas 2011, s. 212.
12. Sazyek, Hakan v.d., Takdîr-i Elhân-Recâîzâde
Mahmut Ekrem’in Bütün Eserleri-2, Umuttepe
Yay., Kocaeli 2014, s. 18.
13. Age., s. 18.
16. Kacıroğlu, Murat, Ta’lîm-i Edebiyat, Asitan
Yay., Sivas 2011, s. 57.
62
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Bu devrin etkili şairlerinden Hâmid’e göre, “En
güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakikat-ı müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söyleyememek(tir).”[17]
Makber ise bu baskıya rağmen gerçeği söyleyen şiirdir. Şiir ve hakikat meselesinde Hâmid’in düşüncesi
hayalden hakikate giden bir çizgi değil hakikatten
romantik tasavvura giden bir çizgi izler.[18] Hâmid,
görünenin değil ardındakinin peşindedir. Bu açıdan
bakıldığında şairin hakikat anlayışı, Divan şiirinin
anlayışı ile benzerlik göstermektedir.
Sonuç
Tanzimat poetikasının ana eksenini oluşturan hakikat ve hayal konusu, yeni şiirin en önemli edebîlik ölçütü olarak bu devir şairlerin poetika
metinlerinin temel konularındandır. Divan edebiyatının, mutlak hakikati anlatma amacı güden şiir
anlayışının yerine şairler, Batı edebiyatının etkisinin
de bir sonucu olarak bazı felsefi konulara yönelmişlerdir. Mutlak hakikati arama düşüncesinden
uzaklaşan şairler, poetika metinlerinde de nasıl bir
hakikat anlayışını benimsediklerini açıklamaya çalışmışlardır.
Poetika niteliği taşıyan metinlerinde hakikatten
uzaklaştığını düşündükleri ve hayalî olduğunu iddia
ettikleri Divan şiirini eleştirirken bilimsel gerçeklik
ya da deneyimsel gerçeklik gibi uç noktalara varan
anlayışlara da yönelen Tanzimat şairleri, yeni şiir
anlayışı konusundaki düşüncelerinde hayal konusuna başka bir açıdan bakmışlardır. Şiirsel hakikatin
hayalden arındırılmadan, hakikat ile yoğrularak var
olması gerektiğini savunan Tanzimat şairi, hayali,
şiiri süsleyen ve güzelleştiren bir unsur olarak görür.
Hayal konusunda eleştirdikleri ve örnek alınmaması gerektiğini belirttikleri dönem Divan şiiridir.
Tanzimat şairi poetikasında aklın sınırlarını zorlamayan hayalin şiirde yer almasında bir mahsur görmez. Fakat burada da ölçü en azından hakikate benzer olmasıdır. Burada hakikate benzerlik unsurunu
bir ön koşul olarak koymalarının sebebi ise Divan
şiir anlayışı ile yeni şiir arasına şiirin her unsuru
17. Abdülhak Hâmid, Makber, Matbaâ-i A. K.
Tuzluyan, İstanbul 1303, s. 8.
18. Öztürk, Veysel, Türk Şiirinin Romantik Kökleri:
Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Şiirinde Romantik
Öznellik, (doktora tezi), Boğaziçi Üniversitesi,
İstanbul 2010, s. 18.
konusunda bir set çekme isteğidir. Tanzimat şairi
poetikasında, eski edebiyatta bir ‘hakikat krizi’[19]
olduğu üzerinde durarak yeni anlayışın bu krizi aşabileceği fikri ile kendisine bir misyon yüklemiştir.
Bu noktadan hareket eden Tanzimat şairi poetikasında hakikat konusuna sıkı sıkıya sarılır. Yeni şiir
anlayışını hakikat üzerine bina etmek ister. O, Batı
edebiyatının da etkisi ile hayatı akıl ile açıklayabileceğini düşünür. Görünmeyeni değil görüneni anlatmayı ister. İnsanı merkeze alarak dünya eksenli bir
şiir yazmanın peşindedir. Bu şiirin ana kollarından
biri olan hakikat meselesi poetikanın diğer başlıkları için de öncelikle aranması gereken bir ön koşul
olarak kendisini gösterir. Yani Tanzimat poetikasının şiiri şiir yapan en önemli husus olarak gördüğü
kavram hakikattir. ■
Kaynakça:
Abdülhak Hâmid (1303), Makber, Matbaâ-i A.
K. Tuzluyan, İstanbul.
Ağır, Ahmet (2012), İntikad, Grafiker Yay., Ankara.
Kacıroğlu, Murat (2011), Ta’lîm-i Edebiyat, Asitan Yay., Sivas.
Namık Kemal (1305), Mukaddime-i Celâl,
Matbaâ-i Ebuzziya, Konstantiniye.
Okay, Orhan (2011), Poetika Dersleri, Dergâh
Yay., İstanbul.
Öztürk, Veysel (2010), Türk Şiirinin Romantik
Kökleri: Abdülhak Hâmid Tarhan’ınŞiirinde Romantik Öznellik, (doktora tezi), Boğaziçi Üniversitesi,
İstanbul.
Recaizâde
Mahmut
Ekrem
(1301),
Zemzeme(Üçüncü Kısım), Matbaâ-i A. K. Tuzluyan,
İstanbul.
Sazyek, Hakan vd. (2014), Recâîzâde Mahmut
Ekrem’in Bütün Eserleri-2, Umuttepe
Ya y. ,
Kocaeli.
Tansel, Fevziye Abdullah (2013), Namık
Kemal’in Husûsî Mektupları I, TTK Yay., Ankara.
Todorov, Tzvetan (2008), Poetikaya Giriş, Metis
Yay., İstanbul.
Yetiş, Kâzım (1989), Nâmık Kemal’in Türk Dili
ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri veYazıları, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul.
19. A. g. e., s. 12.
63
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Türk şiirinin kırılma
noktalarından: İkinci Yeni şiiri
A. FARUK GÜLER
M
Edebiyatta “tip”
ve “karakter”
ile ifade edilen
şahıs kadrosu,
aslında, his
ve hasletlere
bindirilmiş
yapay
insanlardan
başka bir şey
değildir. O
insanların hepsi
yapaydır ama o
insanların her
his ve hasleti,
gerçektir.
odern Türk şiirinin önemli kırılma noktalarından biri de 1950’li yıllarda ortaya
çıkan İkinci Yeni Hareketi’dir. Kendisinden önceki edebî hareketlerden farklı olarak herhangi bir
beyannameye sahip olmayışı, bir dergi etrafında toplanan sanatkâr topluluğu olmayışı gibi pek çok faktörden
ötürü farklı bir edebî hareket konumundadır.
İkinci Yeni şairleri gerek dönemi içinde gerekse 50’li
yıllardan bugüne uzanan çizgide Türk edebiyatında derin izler bırakmış bir edebî harekettir. Ancak oluşumu
itibariyle ortak bir bildirisi olmayan bu hareket, şairlerinin bireysel olarak incelenmesiyle daha net anlaşılabilir.
Bu noktada araştırmacıların sıkıntı yaşamaları muhakkaktır. Her şair kendi dünya görüşü, şiir iklimi, yetişme
şartları sebebiyle bir diğerinden ayrılırken İkinci Yeni
Hareketi’ni yorumlayışı ile de farklılaşır. O sebeple, her
şaire göre bir İkinci Yeni Hareketi ve İkinci Yeni şiiri söz
konusudur.
Gerek İkinci Yeni şiir anlayışını gerekse günümüz
Türk şiirini yorumlayabilmek için bu döneme ait şairlerle ilgili yapılacak çalışmalarda oldukça titiz davranılması
gerekmektedir. Bu dönemin özelliklerinin doğru tespit
edilebilmesi için araştırmacılar, yapacakları çalışmalar
esnasında dilsel sapmalar, yeni imaj dünyası; Dada, Gerçeküstücülük gibi Fransa’da doğup gelişen edebî akımların etkileri; resim, heykel gibi görsel sanatların şairler
üzerindeki etkisi, anlamsızlığa kaçan sözcük oyunlarına
yer veriş; Rimbaud, Apollinaire, Eluard, Tristan Tzara,
Réne Char gibi Batılı şairlerin etkisi, 1950-60’lı yıllarda
64
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Türkiye’de görülen baskı rejimi vb unsurlar üzerinde oldukça ciddi bir çalışma içerisinde olması
gerekmektedir.
Genel olarak İkinci Yeni Hareketi ve şairlerinin poetik anlayışlarındaki farklılıklara rağmen
ortak unsurlardan hareket edersek mevcut sanat
ortamı içerisindeki Garip şiirinin artık tıkanmış
yapısı karşısında yeni bir hamle yapma arzusu
içindeki şairlerin aynı dönem içerisindeki ortaya
koydukları eserlerin toplamı olarak değerlendirmek mümkündür. Nitekim “İkinci Yeni” ifadesi
bile 1956 yılında Muzaffer Erdost’un Pazar Postası dergisindeki yazısıyla kabullenilmiş bir ifadedir. Özellikle 1953-54 yıllarında çeşitli şairlerin
farklı sanat anlayışları içerisinde yeni bir söylem
içerisine girmeleri dikkat çekmiş ve Muzaffer Erdost tarafından da “İkinci Yeni” olarak isimlendirilmişlerdir.
Şiirde anlama ve konuşma diline karşı olan ve
salt şiirden yana olan bu şairler geleneği bu noktada dışlayan ve anlamsızlığa kadar uzanabilecek
bir özgürlükten yana yapılarıyla yepyeni, canlı bir
şiir yaratma yoluna giderler. Bu şairler; Cemal Süreya, İlhan Berk, Sezai Karakoç, Edip Cansever,
Ece Ayhan, Turgut Uyar ve Oktay Rifat’tır. Anlatım tekniği bakımından ortak fakat kullandıkları imge ve izlekler noktasında ayrışan bu isimler
Türk şiirinde önemli bir kavşak noktasında yer
alırken aynı zamanda günümüz Türk şiirinin de
temellerini atan isimler olmuşlardır.
İkinci Yeni’nin poetikası ancak saydığımız
şairlerin şiirlerindeki ortaklıklardan hareketle ortaya konulabilmektedir. Bu noktada İkinci Yeni
şiiriyle ilgili şu özellikleri saymak mümkündür.
Şiir dili
Dil, İkinci Yeni’nin merkez noktasını teşkil
etmektedir. Çünkü alışılagelen bir şiir dili değildir ve varolanın yıkımı üzerinden kendi dilini
kuran bir şiirdir. Dilde görülen bu deformasyon
beraberinde anlamsızlığı getirse de Cemal Süreya,
Turgut Uyar, Edip Cansever gibi şairler anlamsızlıktan ziyade anlamı örten bir dil yapısı içerisinde
eserlerini vermeyi tercih ederler.
İmge dünyası
İkinci Yeni şairleri, yeni hayaller ve bu hayalleri yansıtacak alışılmamış bağdaştırmalarla ken-
dine özgü bir imaj dünyası yaratır. Dil ile eş değer
konumda görülen bu farklılaşma ilk okunduğunda okuyucuda anlam problemi ortaya çıkarsa da
şiir, aynı zamanda okuyucunun da belli bir hazırlık geçirmesini beklemektedir.
Mitoloji
Şiirlerde Yunan mitolojisi, Batı mitosları üzerinden efsanevi karakterlerin kullanımı söz konusudur.
Gelenekten kopma
Garip şiirinin halk şiirine yaslanan yapısına
karşı çıkarak folklorik malzemenin şairi sınırlandıracağı düşüncesiyle gelenekten kopma esas kabul edilmiştir.
İnsan
Şehirli küçük insan profiline yaslanan Garip
şiirinin dışına çıkarak bu yapıdan uzaklaşmayı
hedeflemişlerdir.
Şiir ve güzel sanatlar
Şiir ile müzik, resim, heykel gibi güzel sanatlar
arasında yoğun bir bağ kurmuşlardır. Bu noktada
Batı’yı takip etmişler ve güzel sanatların hemen
hemen bütün alanları ile şiir arasında ilgi oluşturmuşlardır.
Bilinçaltı
Şiirin dünyasından akıl ve ahlaki unsurları
ötelemişler, böylelikle her tür baskı unsurunda
uzak, özgür bir yaratım alanı oluşturmuşlardır.
Biçim ve içerik
Biçim, içerik düzleminde biçim ön plana çıkarılmıştır. Siyaset dışı kalmayı hedeflemişler fakat
yine de alttan alta şiirlerin arka planında siyaset
yer almıştır. Konu ve öykü anlatımını içerikten
uzaklaştırmışlardır. Bu anlayışları betimleyici bir
şiir yaratımına sebep olmuştur.
Bu ve diğer özellikleriyle II. Yeni Hareketi,
dönemi içinde farklı bir şiir dünyası yaratmayı
başarmıştır. Bu dünya aynı zamanda şiirin bugünkü evrimlenmesinde kırılma noktalarından
biri olmayı da başarabilmiş bir dünyadır. Yeni bir
hayal dünyasına dalan Türk şiiri daha önce ayak
basılmamış alanlar açarak bu topraklarda özgürce
at koşturabilmiştir. ■
65
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Salâhi Bey: Şiirin İlkeleri'ni yazan adam
MAHMUT BAHAR
1
940 Kuşağı şair ve yazarları, yeni bir sanat
anlayışı ve arayışıyla ortaya çıkarak edebiyatımızın çok tartışılan ve konuşulanları arasındaki yerini alır.
Bu isimler arasında deneme, günlük ve şiirleriyle kendisine yer aralamaya çalışan önemli isimlerden
biri de asıl adı Ahmet Selahaddin olan Salâh Birsel’dir.
Üç dönem ve Salâhi Bey şiirleri
Edebiyatımızın Salâhi Bey’i, ilk dönem şiirlerinde
(1936-1938) ölçü ve kafiye gibi geleneksel enstrümanları kullanır:
Neşemi vermişler / kilitli bana
Aslımı alıp da / kaçan adamlar
Aklımla bir etmiş / eceli bana
(Ben, VD., s.59)
Yalnızlık, karamsarlık, gurbet; kendisini hem
fiziksel hem ruhsal olarak tanımaya, keşfe çalışma,
mistisizme yakınlık, korku ve endişe, eşya tarafından
kuşatılmışlık vb. temalar onu geleneğin iz sürücüleri
arasına katar.
Alsancak Ortaokulunda tarih öğretmeniyken
‘lafı boyuna edebiyata kaydırır, öğrencilerine şiir okur.
Öğrenciler kendisine tarih öğretmeninden çok
Türkçe öğretmeni nazarıyla bakar’lar.
1937 ‘de Yedigün dergisinde (daha sonra
Gündüz’de) yayımlanan Yalnızlık’taki çalışmalarda
kendi içinde derinleşmenin kâşifi gibidir:
Sesini veren şehir / Gözyaşımda erir
İçimde binbir nehir / Hızıyla akan nedir?
Ben ve Ötesi kitabını ‘yutarcasına okuyan şair’in
(vurgu.M.Uyguner) çokça tanınan Ben, Ben II
(VD.59, 60) adlı şiirlerinde Necip Fazıl bir ‘seyyah’tır,
Birsel bir ‘yolcu’. Birinin yolculuğu kabirde, diğerininki gurbette biter.
Yolcuyum alnımı gurbetler yazar
Gurbetsiz rüzgâra bürünemem ben
(Ben, VD.s.60)
Ben, kimsesiz seyyahı, meçhuller caddesinin,
Ben, yankısından kaçan çocuk, kendi sesinin.
(N.Fazıl, Ben, 1.beyit)
1940 Kuşağı, Abidin Dino ve Sait Faik’in öncülüğünde yayınlanan ortak bir bildiride (24 Ocak,
Tan gazetesi) Gençlerin Müşterek Beyanatı’yla Yeni
neslin iddiası ve davası ortaya konur. Buna göre millî
edebiyata ancak ‘hakiki bir ümanizme sahip olmak’la
ulaşılabilir. Eski edebiyat ‘taklidi bile beceremiyen
mukallitt’tir.
Bu bağlamda edebiyatımızın bir kesiminde yeni
ürünler görülür(1940-1946). Salâh Birsel’in Ayni
Sokak Boyunda adını taşıyan ve Yenilik Dergisinin 2.
sayısında (Mart 1941) yayımlanan 14 mısralık şiiri
Genç Kuşak hareketi içinde yer alan ilk çalışmasıdır.
Şairimiz bu şiirini sevmez ancak ‘sıfatsız, benzetmesiz,
değişmecesiz, eğretilemesiz gerçek bir şiire el attığını’nın
kanıtıdır 14 mısra.
O, artık içteki yolculuğu bırakarak insanların ortak kullandığı cadde ve sokaklara taşınır; yeni adresi
dış mekândır: Soğukkuyu Mahallesi, Soğukkuyu Tramvay Caddesi, Sokak, 118 Numaralı Ev…
Realizmin etkisi yanında zaman zaman sürrealizme de kapı aralar:
Ben bir ev hatırlıyorum
Her akşam takılır bulutlara
Her akşam düşündürür birini
(Ben Bir Liman Anımsıyorum,VD.56)
66
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
1947-1954 yılları arasında yazılan şiirlerin
Yenilikçiler’in anlayışına uygun olduğunu söyleyebiliriz. İroni ve yergi yoğunluğu, tiplemeler Birsel’in
üslubunu belirleyici bir niteliğe kavuşturur. Mesela
Hacivat tiplemesi ile şairin halk kaynaklarından yararlandığını görüyoruz. Fakat bu tiplemede Karagöz’ün
yeri yok gibidir. Çünkü ‘şamarcı’dır. Hacivat ise
‘şamaroğlanı’. Biri ezilen halkı, diğeri zorba ve diktayı
temsil etmektedir. Hacivat’ın Karısı şiirindeki örgü
düzdür; rediflerle bir ses uyumu sağlanmaya çalışılmıştır:
HACİVAT’ın karısı / İncecikten yeldirmeli
Göz kaş oynatmalı / Gerdan kırmalı
Belden sarmalı (Bütün Şiirleri, 88)
Birsel’e göre 1940 Kuşağı hareketi ‘bir gemi değiştirme olayı’dır. Hâl böyle olunca aynı gemide
bulunanların eserlerinde birtakım benzerliklerin
bulunması mukadderdir. Söz gelişi, Ahmet Oktay,
‘Bir şairin Ölümü’ şiiriyle Orhan Veli’nin Yokuş’ şiiri arasında ‘kanbağı’bulur. Şairimizse bilakis Orhan
Veli’nin ‘Karşı’ şiirinde kendisinin 1946 yılında Yenilikler dergisinde yayınlanan ‘Dünya Senfonisi’ şiirine ‘selam sarkıt’tığı görüşündedir. ‘Galata Köprüsü’
şiiriyle de ‘Dünya İşleri’ne ‘uzak yakın gülücükler
dağıt’mıştır:
Kiminiz midye çıkarır dubalardan
Kiminiz dümen tutar mavnalarda
(Galata Köprüsü, 1.5.1947)
Kiminiz başbakan
Kiminiz tersane işçisi
Durmayan işleyen saatlerde
(Dünya İşleri, Ağustos 1946)
1956-1960 dönemi şiirlerinde ise İkinci Yeni’lerin
anlamsızlığına değilse de anlamda kapalılığına doğru
bir eğilim gözlenir. Genç Kuşak’a yakın durma, İkinci Yeni’lere uzak duramama gibi bir zemin ortalaması
hâlindedir. “Ases’teki şiirlerle kikirikname’deki şiirler
aynı yıllarda yazılmıştır. Tümünü bir kitapta toplayacaktım olmadı. Diyeceğim, onlardan birin de ya
da öbüründe gördüğünüz kimi değişiklikler benin
1955’ten sonra şiirimi kavrayan yeni soluklardır. Ama
Ases’in dili neyse Kikirikname’nin dili de odur.”
Üçüncü dönem şiirlerinde soyuta ve anlam
kapalılığına doğru bir seyir gözlenir.
Güneş ve Kertenkele şiirinden örnek iki mısrayı
aktaralım:
Bir yorgunluktur kimi zaman güneş (1.mısra)
Güneş ki eskitir bizi her an
(7.mısra)
Şiirdeki ‘kertenkele’ sembolünün Fransız Rene
Char’ın ‘Tutkun Kertenkelenin Yakınması’ şiirindeki
yakınlığına da dikkat şekelim istiyoruz:
Kim tutkun bir kertenkeleden
Daha iyi söyleyebilir yeryüzü gizlerini
Ey göklerin ağırlıksız sevimli kralı
Bir de yıvan benim taşımda olsa (Rene Char)
Ases ve Kikirikname’deki şiirlerin aslında dil ve
imaj dünyası yönüyle öncekilerden ayrıldığını görüyoruz. Ases’teki dilin sözdizimi dışına daha çok taştığını görüyoruz.
Kaç defa İstanbullu oldunuz adamakıllı
Sevdalardan gidip geldiniz ne vakit
(Sevdalı Ases, BŞ., s.67)
1961 sonrası şiirlerine geldiğimizde daha önce
toplumsal-gerçekçilerle yakınlıklar kuran Birsel’in
asıl bu dönemde siyasal ve toplumsal olaylarla yüzgöz
olduğunu görürüz. Bunda 1968’den sonra başlayan
öğrenci hareketlerinin ve siyasal oluşumun etkisi büyüktür. Max Jacob’un ‘Genç Bir Şaire Öğütler’de belirttiği gibi ‘kendisini etkilere açık tutmak’tan yanadır.
Dönemin en önemli eseri ‘Haydar Haydar’dır.
1961ila1972 yıllarında kaleme alınan şiirler kendi
ifadesiyle ‘siyasanın en ağır bastığı’ bu kitapta toplanarak beş bölüme ayrılmıştır: Kuzuname, Tutiname,
Aganta, Göl Saatleri, Haydar Haydar.
Protestolar, yürüyüşler, mitingler şiirlerin tema
ve kaynakları arasındadır. ‘beyazıt’ta bir öğrencinin resmî biri tarafından vurulması’ üzerine yazılan
Kuzuname’de Nazım Hikmet öykünmesi görülür:
Telefonlar çalacak ve trak
Bir kuzu daha alnından (Kuzuname, BŞ. s.10)
Kuzuname, İncil ve Kitab-ı Mukaddes’te yer alan
‘kurt-kuzu’; Tutiname’de ise ‘kuş’ imgeleri kullanılır. Çünkü ‘Maeterlinck’in Mavi Kuş’unda olduğu
birçok yazar düşüncelerini bu şekilde anlatmayı
istemişler’dir.
Varduman ve Yalelli adlı eserlede de aynı özellikler görülür: Yalelli’de alay ve yergi diğer kitaba kıyasla
daha yoğundur. Şairimiz, yukarıda da sözünü ettiğimiz bazı eserlerini Türkçeye çevirdiği Max Jakob’un
etkisindedir. “Max Jakob’un belli başlı özelliği alaydır.
Bu alay, onu yalnızlığından kurtarır.
Poetika ve Salâhi Bey
Salâh Birsel’in poetikasını, 1947 yılında yazmaya
başlayıp 1952’de bitirdiği Şiirin İlkeleri, Sen Beni Sev,
Seyirci Sahneye Çıkıyor adlı eserlerinden hareketle
açıklarken olabildiğince yorumsuz kalmaya çalıştık.
67
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu eserinden anladığımız
kadarıyla şair, İstanbul’da felsefe bölümü öğrencisiyken 1940 Kuşağı sanatçılarıyla aynı havayı teneffüs
eder. 1947 yılında ‘Yeni Bir Şiirin İlkelerine Doğru’
adıyla, Suut Kemal yönetimindeki Sanat ve Edebiyat
Gazetesi’nde şiirin ilkelerin yazmaya başlar. İlkeler,
daha sonraları parça parça varlık, Edebiyat Dünyası, kaynak, Yedi Tepe, Beş Sanat, Pazar Postası, Yazı
ve Nokta dergilerinde yayımlanır. Kitap hâlinde ise
1952’de Yenilik yayınları arasında yerini alır.
Salâh Birsel, Şiirin İlkeleri adlı eserinin ‘Giriş’ bölümünde şiir anlayışını özetlemeye çalışır ve “Şiir bütündür. Şiirin kendisinden ayrı olarak, ne konusundan, ne anlamından, ne özünden, ne sözcüğünden,
ne kalıbından ne de biçiminden açılabilir. Ama bu
şiir, konusu, anlamı ve özü olmayan nesnedir demek
de değildir.”der (Şİ.s.5).
Birsel’e göre şair, yeni bir beğenisi olan adamdır.
Yeni beğeninin varlığı da eğitimden geçer. Bir şair
her şeyden önce yolunun değişik olmasına çalışmalıdır (Şİ.s.12). Söz konusu değişikliğin olmayışı, şiirin
de değişmesine ve gelişmesine engel olacaktır. Sanatçıların yazılarına kendilerini karıştırmamaları, sanat
alanındaki ününü yitirmek kokusundandır (Şİ.s.27).
Şair görevi dolayısıyla değil, özü itibariyle
devrimci’dir. Karşı devrimin ortadan silinmesiyle duruk bir hâle geçecektir (SSÇ.s.31). Şiiri sanat olarak
benimseyen şairin eserleri boşluktan öteye gitmez.
Şiir bilinç ile bilinçaltının çarpışmasından doğar. Bu
yüzden her olay, her düşünce gelir bilinçaltındaki
yerini alır ve zamanı geldiğinde şiir olarak su üstüne
çıkar (Şİ.s.31).
Sanatın halkı güldürmek, eğlendirmek, hoşça
vakit geçirtmekten öte bir işlevi olduğu görüşündedir.Bu nedenle halkı oyalamak gibi bir yükümlülük
sanatçıdan beklenmemelidir(Şİ.s.39-41). Çağdaş
sanatçı büyük insan yığınlarına doğru açılırken
çevresinin kültürü ile beslendiği sürece verimli
olabilir (SSÇ. S.28). Bu nedenle şiir aydınlık olmak
zorundadır(SSÇ.s.28) Toplumların ve insanların acısını, mutluluğunu, bunalımını, sevincini ve de eğlencesini yakından tanıyan sanatçı (YFK.s.70) ancak
hümanist bir kimliğe kavuşur.
Özellikle 1940’lardan sonraki şiirlerinde edebî
sanatları en aza indirmiştir. Fiillerle dolu narrative
bir anlatımı tercih eder. Şiirin coşkuyla değil, zeka
ile yazıldığına inanır. “Akıl cenkçisi şiirlere biterim.”
diyecektir (AG.s.54). Ancak, ‘duygunun ölçüsü kaçırıldığında şairaneliğe, zekânın ölçüsü kaçırıldığında
entelektüalizme düşüldüğünü’ tekrarlamaktan da
kendini alamaz (SSÇ.s.37). Gerçekçilik problematiğine de şöyle yaklaşır: “Ben, ağacın ağaç olduğunu söylemekten başka bir şey yapmam. Ama bunu
söylerken duygularımı bir yana itmeyi de düşünmem.” (SSÇ.s.37) Şaireimize göre gerçekçilik, sanatı
sınırlayan değil, ayakta tutandır (SBS.s.35).
Salâh Birsel, Şiirin İlkeleri başta olmak üzere diğer yazılarında sanatın moda olduğunu söyler. Moda
anlayışını “sanatın ya da sanatçının öyle uzun boylu
tutunamayacağı” sözleriyle dile getirir. Moda, ‘insansal ilgiyi’ artırdığını işaretle gerçeküstücülük, kübizm,
fovizm gibi soyut sanat akımlarının bile insanı odak
olmaktan çıkarmadığın kaydeder (Şİ.s.99; SSÇ.s.10).
Leyla ve Mecnun ile Hüsn ü Aşk gibi eserlerin
okunup okunmadığını, benzeri türde eserlerin verilip
verilmediğini kendisine sorulduğunda şunları söyler: “Bugün Homeros’un kitaplarına verilen önem,
o çağın insanlarının Homeros’a verdiği önemden
başkadır. Homeros, Bestseller arasında yer almıyor.
Onun varlığı sadece bilgi olarak var. Shakespeare’in
ve Corneille’in yapıtları yavaş yavaş Homeros’un alınyazısını paylaşıyor.”
Mallarme’nin “Şiir kelimelerle yazılır.” sözünü sık
sık tekrarlayan şair, bir şiirin o şiire giren kelimelerle
değil, girmeyen kelimelerle meydana geldiğini söyler.
Kelimelerin, şiirde yer almadan önce diğer kelimelerle
çarpıştığını ileri sürerek güzelliğin, şiir dışında kalan
kelimelerin sayısıyla doğru orantılı olduğunu belirtir
(Şİ.s.22).Görüşmemizde bu ilkeyi açıklamak gereğinden söz eden şair, kelimelerin şiirde yer alabilmek
için âdeta birbiriyle kıyasıya bir mücadelenin içine
girdiklerini, ancak şairin olurundan geçen kelimelerin şiirde yer almayı hak ettiklerini belirtti.
Gresham Yasası olarak bilinen “kötü paranın iyi
parayı kovduğu” yönündeki ekonomik bir kuramı,
“Kötü şiir iyi şiiri iter.” Şeklinde edebiyata adapte etmekte, sık sık iyi şiirleri yüceltmeyi görev bilmektedir
(SSÇ.s.144).
Jean Cocteau’nun şiir tanımına karşı çıkan şair,
şiirin açıklanabileceği görüşündedir (Şİ.s.20) Şiirde
anlamsızlık yoktur ancak anlam denilen şeyin bağırılmamasını da ister (Şİ.s.34). Ahmet Haşim tarafından ileri sürülenn şiirde anlam aramanın gereksizliği
yolundaki düşüncenin Nurullah Ataç tarafından
yaygınlaştırılmaya çalışıldığını, Ahmet Haşim’in
bunu Yahya Kemal’in şiirini güç duruma sokmak
için yaptığını iddia eder (Şİ.s.34)
Şiir biçimler içinden bir biçimdir (Şİ.s.17,52).
68
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Salâh Birsel, elma özünün elma biçiminden ayrılarak
kavranamayacağını, kendisinin biçimden yana değil,
şiirden yana olduğunu söyleyerek şiirin ancak bir biçime ulaştığı vakit şiir olduğunu savunur (SSÇ.s.27)
Katıksız bir halk çocuğu olan ozanların halka
dönük olmasını isteyen şair (SSÇ.17) bu yönelişin
her şairde farklı şekilde tezahür ettiğini, bu bağlamda
siyasal sanatın halk sanatından daha ‘güncül’ olduğunu, ulusal sanatın er geç siyasal sanata dönüştüğünü
ama devleti yönetenlerin bu sözden rahatsız olduklarını düşünür (SSÇ.s.48). ‘İnsancı’ adı altında şiirin ve
sanatın sömürülmesine karşıdır (SBS.s.37). Kant’ın
‘yüce’yi ‘güzel’den üstün tutan yargısına karşı çıkarak
(Şİ.s.63), ‘güzel’in ardında koşmanın insanca duygulara sırt çevirmekle aynı anlama gelmediğini savunur (SBS.s.37). Şaire göre, şiirsel olanla güzel olanı
ayırmak gerekir. Zira şiirsel olan her düzen güzel
olan estetik yaratı seviyesine yükselemez. Bu nedenle
Karacaoğlan’ın eserleri şiirseldir ancak güzel değildir
(SBS.s.39)
Şairimiz, büyük şiir ve büyük şair tasniflerine de
karşıdır. Bir şiirin büyük olmasını konusuyla değil
yapısıyla ilişkilendirir (Şİ.s.42-46).
Birsel’in büyük ya da zengin şiirini şöyle formüle
edebiliriz:
zengin şiir = biçim + denge + aydınlık (gerçekçilik)
İroni yergi ve Salâhi Bey
Gerek şiirde gerekse nesirde alay ve ironi denilince
akla gelecek ilk üç beş isimden birisi de Salâh Birseldir; en azından son yüzyılımızın şair ve sanatçıları arasında ilk sıraları paylaşır. Kendi ifadesiyle ‘alaysama’
onun eserleriyle gündeme getirilmelidir. 1936-1938
yılları arasında yazdığı ve Orijinal Adam Kendini
Yedi adı altında topladığı şiirlerde kişiliğine hâkim bir
unsur olarak görünen ve daha lise yıllarından başlayan bir durumdur bu:
Bir genç baktı ansızın / Tadına komşu kızın
Kardeşim kapımızım / İpini yutuverdi
(Akşam, VD. s.74)
Kendisiyle görüşmemizde ironinin eşyaya bakışı
değiştirdiğini, onu daha iyi tanıttığını söyledi.
Salâh Birsel ironiye ‘Gizli Sevgili’ şiirinde şöyle
seslenir:
Yıllarca koynumda barındırdım
Ey alaysama ey sevgili (Yalelli, s.10)
Alaysama onu yirmi dört saat meşgu eder:
Ben alaya el sallarım uykularda bile
Nurullah Ataç, Dergiler’deki yazısında “Salâh Bir-
sel, Hacivat’ın destanını yazacak, güldürücü destan.
O gün Türk edebiyatı belki de büyük bir eser kazanacak.” sözleriyle müjdeler gibidir.
Şairimiz, biraz da kendisinden bahsetmemek
adına ‘kafa kâğıdındaki ad yerine Hacivat’ı
kullanmayı’ tercih etmiştir (Şİ.s.100).
Rakı süzmeli / Âşık üzmeli
Şiir dizmeli / Beyoğlu’nda gezmeli (BŞ.s.83)
Bu hâliyle orta tabaka insanı değildir; sosyal mevkii yükselmiştir. Perdeden izlediğimiz eski konumuyla şiirdeki yeni konumu arasındaki farklılık ve nispetsizlik espri ve ironiye kaynaklık eder.
Hacivat’ın Evi ise o tipik kahramana yakışır türdendir:
Kapı pencere elekten / Döşemeler zemberekten
Dökülmekten / Sökülmekten
İncelmiş süprülmekten (BŞ.s.84)
Köşe başındaki bu ufak tefek ev tipik kahramanımıza yakışır bir fakirhanedir:Bir tüfek atımı duraktan
mısrasına da yer verir ki bu ev aslında Cihangir’deki
evidir.Bir yanda ‘memleketin bütün pirelerine karşı
horlamaya devam eden’ Hacivat’ın karısı Kamer Hanım, bir yanda ‘ateşler içinde kıvranan Hacivat’ tam
bir uyumsuzluk örneğidir.
Yayalım göbeğimizi iyice / Dönelim sırtımızı işe akla
Pinekleyelim pinekleyelim / Horlayalım efendiler
biraz (BŞ.s.119)
Siz pusulamızda ibre /Kandilimizde yağ olan
Kızıp da küfrettiğimiz /Efendimiz (BŞ.s.121)
‘Göl Saatleri’ şiiri yergi ve ironiden Ahmet
Haşim’in hissesine düşen damlalar.
Ahular geldi kayık içinde / Şiirlerini okudular
merdivenlere bakarak
‘Coğrafya Dersi’ şiirinin Hong-Kong’dan bahsedilen ikinci bölümünde şair, ironinin zekâ işi olduğunu bir kez daha hatırlatır gibi.
Aman yavaş olun Çinlilere basmayın
Doldurun çantanıza en sarılarını
Unutmayın dersimiz coğrafyadır. (BŞ.s.77-78)
Salâh Birsel’in şiirlerinde yergi ve ironi ne yalnız
bireysel ne de yalnızca toplumsaldır. Kralları, üst düzey yöneticileri, liderleri, aydınları, halk arasındaki
karakter ve tipleri kuşatan bir yönü vardır bu anlatımın. Akla ve zekâ oyunlarına dayanan şiirlerin edebiyatımızı zenginleştirdiğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. ■
Kaynak ve Kısaltmalar
BŞ. Bütün Şiirleri, HH. Haydar Haydar, KFB. Kurutulmuş Felsefe Bahçesi,
SBS. Sen Beni Sev, SSÇ. Seyirci Sahneye Çıkıyor, Şİ.Şiirin İlkeleri, VD.Varduman,
YFK.Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu, YL. Yalelli.
69
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
İsmet Özel ve poetikasından
bir kesit
İBRAHİM TÜZER*
…Sonrası şiir kerim”
Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar
Şiirin mahiyeti
İsmet Özel, şiirlerini kaleme alırken aynı
zamanda bunlar üzerine fikir ileri süren; kendi
şiir yazma geleneğinin sınırlarını ortaya çıkararak
şiir sanatı üzerine açılımlarda bulunan ender
şairlerden birisidir. Özel’in şiirlerinin ortaya
çıktığı zaman dilimleri kronolojik olarak takip
edildiğinde, kaleme aldığı poetik metinlerle, şiir
evrenindeki genişlemenin paralellik gösterdiği
anlaşılacaktır. Şiiri hayatının merkezine yerleştiren Özel, biyografisindeki serüveni şiir merkezli
yaşamış, kendi varoluşunu anlamlandırmaya çalışırken şiire büyük önem vermiştir.
“Şiir”in anlaşılması ve mahiyetinin en doğru bir biçimde algılanması dolayısıyla meydana
getirdiği metinlerinde şair, çoğu zaman meseleye “iç”(er)den bakar. Bu “iç”te oluş, şüphesiz
Özel’in yetkin bir şair kimliğinin yanı sıra şiiri,
hayatının en önemli meselesi olarak ele almasının da bir ifadesidir. Ancak şair, bu “hâli” aynı
zamanda bir “entelektüel” olarak yaşar ve şiire bu
bakış açısı ile de yaklaşır. Dolayısıyla şairin ele
almış olduğu sorunlara getirdiği önermeler, hem
şair olma hassasiyetinin hem de “şiir sanatı” ile
ilgili alanda sahip olunun bilgeliğin bir göstergesi
olarak değerlendirilebilir.
Özel’in şiir dünyasının tam anlamıyla
* Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim
Dalı, Öğretim Üyesi
kavranması ve onun hayat içerisinde şiire esaslı
olarak ayırmış olduğu yerin net olarak ortaya
konması, sadece “kılavuzlar”da ileri sürülen görüşlerle mümkün değildir. Bunun için şairin
hayatının her döneminde/durağında poetikası
adına kaleme aldıklarının, kendisiyle yapılan röportajlarda şiir sanatı üzerine dile getirdiklerinin
ve değişik zamanlarda şiir üzerine yapmış olduğu
konuşmalarının da göz önünde bulundurulması
gerekmektedir.
İsmet Özel, şiir sanatı üzerine ifade
ettiklerinin dışında, yeni bir açılım ortaya
koymasa da, özellikle son dönemde vermiş
olduğu konferanslarında “şiir gerçeği” üzerinde
önemle durmaktadır. Bu konferanslarda toplumu
çok yakından ilgilendiren en hayati meselelere
bile şiir perspektifinden yaklaşan şair, bunlara
şiir merkezli bir açılım getirmeye gayret göstermektedir. Özel’in hayatında şiire ne denli önemli bir yer vermiş olduğunun ifadesi olarak kabul
edilebilecek bu çıkarımlar, onun poetikasının bir
yansıması ve şiiri algılayış biçimi olarak dikkat
çekmektedir.
Aslı perdelenmiş metinler: Şiirin mahiyeti
İsmet Özel’in şiir üzerine ortaya koymuş
olduğu görüşlerin merkezinde, şiirin ne olduğuna
ve şiirin aslına ilişkin problemler yatmaktadır.
Şair 1964 yılındaki ilk poetik metninde, “Şiirin
70
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Özel’e göre şiirin ortaya çıkışındaki esaslı sebep
“anlatılmaz bir şeyin anlatılmaya çabalanması, anlatılabilir
bir şeyin yeniden anlamlı kılınması ve yeterince anlamlı
kılınmayan bir şeyin etkili bir anlatıma kavuşturulmaya”
çalışılmasıdır.
Özgürlüğü”nü konu ederken “Şiir gücünü bir düşünce dizisinin, bir öğretinin sözcüsü olmaya dayayamaz.” demekte ve şiirin asli fonksiyonuna işaret
ederek, şairinden toplumuna kadar şiirin çevresinde meydana gelecek her türlü faaliyeti bu bakış açısıyla değerlendirmektedir. İsmet Özel, bu
yazısında şiirdeki en önemli kalkanın, “imge”ler
olduğunu ifade etmektedir. Düşüncenin şiirde
yer almasını ve “söz”ün herhangi bir baskı unsurunun ifadesi olarak şiire yansımasını filtreleyen
en önemli mekanizmanın “imge” ile işlediğine
dikkat çeken şair, şunları belirtmektedir:
“Şiirde alttan alta bir düşüncenin (anlamın ya
da bilincin) varlığını kabul ediyorum. Bu düşünce tohumunda özgürlüğü taşıyan ve insanın birçok
kesimlerini durmadan deşen, açığa vuran (betimleyen değil) tedirgin edici bir noktadır. Bu deşmek
eyleminde ussal akımların, felsefelerin ve öğretilerin
tuttuğundan ayrı bir yol tutar. Bu yolla onları aşıp
gelişim yönünü çoğaltır. Bu yol imgenin açtığı yoldur. İmge bütün hızını kendiliğinden olmaya borçludur. Düşüncenin katı baskısını üstünde taşımaz.
Kendi başına bir duyarlığın ödün vermeden biçimlendiği özgür bir kuruluştur.” [1]
Şiire, “insan oluş bilmecesi” içerisinde çok
önemli bir yer veren İsmet Özel, şiirde yer alan
“imge”lerin ve imajinatif söyleyişin yapı itibariyle
kazanmış olduğu “kendindeliği”ne de çok önem
vermekte; bunu şiirde insan “giz”inin ortaya çıkmasında esaslı bir unsur olarak değerlendirmektedir. “Şiir fikriyat ve hissiyat sergisi”[2] değildir
diyen şair, öz itibariyle şiirin mahiyetinin anlaşılması gerektiğini savunmaktadır. “Çünkü şiir sadece başlar ve başlatır. Şiir bilineni veya anlaşılmış
1. İsmet Özel, “Şiirin Özgürlüğü”, Evrim, S.17, Mayıs
1964, s.6.
2. İsmet Özel, “Şiir Okuma Kılavuzu”, Mavera, S.2,
Ocak 1977, s.18–20.
olanı yem olarak kullanır, amaç bilinmeye, anlaşılmaya değer olana doğru yol almaktır. Bu yolculukta
bilinenin (bilindiği, anlaşıldığı varsayılanın) tahribi de şiirin zorunlu çeşnisidir.”
Şiiri, “bizim neyi simgelediğini bilmeden de
hayatımızın içinde anlamlandırabildiğimiz, neyi
simgelediğini bildiğimiz zaman da anlamlı oluşundan bir şey kaybetmeyen metin” olarak kabul eden
şair, şiirin bünyesinde barındırdığı farklı farklı
anlam değerlerinin olduğunu ve bunların kimi
zaman “simge”ler hâlinde şiirde yer aldığını belirtmektedir. Fakat şiirin mahiyeti itibariyle, söz
konusu olan bu simgelerin neye karşılık geldiği
bilinmeden de okuyan için bir anlam taşıyacağını
ve onda bir yerlere karşılık geleceğini dikkatlere
sunar.[3]
Özel’e göre şiirin ortaya çıkışındaki esaslı sebep
“anlatılmaz bir şeyin anlatılmaya çabalanması,
anlatılabilir bir şeyin yeniden anlamlı kılınması
ve yeterince anlamlı kılınmayan bir şeyin etkili
bir anlatıma kavuşturulmaya” çalışılmasıdır. Şair
bu türden bir çabanın, insan ilişkilerindeki yapaylığın ve içtensizliğin bir sonucu olarak ortaya
çıktığı görüşündedir. Söz konusu olan bu “tıkanıklık”, insanların birbirleriyle anlaşmak için
kullandıkları sözcüklerin anlamını kaybetmesiyle
bir kat daha artmaktadır. Böylelikle “insan”lar
hayatlarındaki bu olumsuz durumun üstesinden
gelmek için şiire yaslanmakta; “kullanılan dilin
gerektirdiği ilişkilere olan güvenin sarsıldığı bir ortamda” özlenilen bir etkinlik olarak, şiire müracaat etmektedirler. İsmet Özel, “Niçin şiir okuruz ?”
şeklindeki soruyla başladığı bir yazısına “herhâlde
yokluğunu hissettiğimiz bir şeyleri tamamlamak,
bir zorluğu gidermek ve nihayet bir doyum sağla3. İsmet Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, Şule Yayınları,
İstanbul, 2000, s.40.
71
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
mak için” diye cevaplandırmakta; insanların şiirle
uğraşmalarını ise şöyle ifade etmektedir:
“Ne zaman insan karanlık bir yerde sayıklamaya itilmiş, insan ilişkileri karışık, karıştırıcı, bozucu
niteliklere bürünmüş, insanın bir başka insana söyleyeceği söz anlamını kaybetmiş, insan davranışları
yapaylık, içtensizlik yüklü hâle gelmişse, insanlar
şiir okumak, şiirle uğraşmak, şiirden öğrenmek gereğini duymuşlardır.” [4]
“Şiiri de şiirsel olanı da doğrudan doğruya şiirin
içinde, onun maddi çerçevesi içinde aramalıyız.”[5]
diyen şair, bu edebî türün en önemli özelliğini,
insanoğluna ait olan yapıp etmelerin sınırında
yer alan bir etkinlik olması dolayısıyla kazandığına dikkat çekmektedir. Şaire göre “şiirin nesneler dünyasındaki çok renkli, çok biçimli yüzünün
merkezinde ‘beşerî olan’ bulunmaktadır. Şiiri bu
anlayışın dışında tutarak ona farklı vasıflar ve
kimlikler yüklemek, şiiri olduğundan başka bir
“tür” hâline getirmek demektir.
İsmet Özel yukarıdaki görüşünün bir uzantısı
olarak şiiri, insan beni etrafında meydana gelen
her türlü hâdiseden nesnelliğini muhafaza ederek
sergilenen bir “duruş”, diğer bir ifadeyle “objectification” olarak kabul eder. Şair, buradan hareketle Waldo Sen Neden Burada Değilsin? adlı
eserinde “Bir şiirin nasıl söyleneceğini hiç kimse
söyleyemez, çünkü şiir söylenen şeyin söylenişinde,
söyleyişin içindedir. Bir sözün şiir oluşu o sözün şiir
dışında kalan bir alanda önem ve değer kazanmasıyla değil, sadece şiir kalarak önemli ve değerli bulunuşuyladır.” demektedir. [6] Şiir, sahip olduğu bu
özelliğinden dolayı sözle gerçekleştirilen bütün
diğer faaliyetlerden de ayrılmaktadır. Bu ayrılık,
şiirin sözü “töz”e ilişkin bir biçimde ele alarak dikkatlere sunmasından kaynaklanır. Şaire göre şiir,
“tercihlerimiz arasında yer alan güzel şeyleri ortaya çıkarmakla kalmaz; aynı zamanda istemeden
elden çıkardığımız şeylerin de hissedilmesine imkân
veren bir yapıyı göz önüne getirir.” Böylelikle şiir,
insanların doğruyu yanlıştan ayırma yetilerini
de diğer yetilerinden ayırmış olmaktadır. İsmet
Özel, “Sözel, Tözel, Tüzel, Güzel” adını taşıyan
yazısında sözün “töz”le yani şiirin asli gerçeği di4. Şiir Okuma Kılavuzu, s.18.
5. --------------------------- s.29.
6. İsmet Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin?, Şule
Yayınları, İstanbul, 2002, s.16–17.
yebileceğimiz “cevher”le ilişkisini şöyle kurmaktadır:
“(…) Sözlü bir yapının şiir değeri kazanabilmesi karşılaştığımız metnin veciz, fasih, mahirane bir ifade kazanması yüzünden değildir. Asıl
kazanç ‘anlama’nın kuralı konamayan alanına
geçişimizle elde edilir. (…) Şairin neleri yazdığı kadar, neleri yazmadığı da önemlidir. Çünkü
töz bütündür ve şair çekip aldığı zaman boşluğu,
kesip yonttuğu zaman artan kısmı bilgi alanında
muhafaza etmekle etkinlik kurar. Şiir sözel olanın tözel olanla ilişkisini (bütün diğer sanatlarda,
bilimde, felsefede olduğu gibi) kaosu kosmosa
dönüştürerek kurmaz, kosmosun kaostan türediğini vurgulayarak kurar.” [7]
Fakat burada dikkat edilmesi ve şiirin mahiyeti itibariyle ayırt edilmesi gereken bir husus
vardır. Şaire göre şiir, “öğretir, ama kanıtlamaz;
gösterir ama sergilemez. Şairin ve şiir okurunun
şiirde buldukları sadece kendi uçkunluklarıdır. Şiirde emsal getirilen şey olsa olsa söz konusu uçkunluğu onaylar, hiçbir doğruyu savunmaz.”[8] Hatta
bunun tam tersi olarak şiir, “İnsanların geçmişe
dair imalarında o güne kadar hesaba katmadıkları
bir boyut getirerek onların kalıplaşmış ölçülerini
sarsar.” Nitekim şaire göre şiirin önemli bir vasfı
da “Geride kalmış olan bir hayat parçasını deşmek, teşrih etmek, bize bilincine varmadığımız
bir yanını işaret etmektir.”[9]
İsmet Özel, aslına ve mahiyetine ilişkin tüm
bu özellikleri üzerinde toplayan şiiri, “bir tamamlama, bir kaçınılmaz fazlalık, yerini bulamamış
insanlığın çalkantısından doğmuş” [10] olan bir
“köpük”e benzetmektedir. “Köpük” bir metafor
olarak düşünüldüğünde farklı anlam katmanlarına işaret ederek, zihinsel çağrışımlara olanak tanıyan ve tam da şiiri tarif eden bir kelime olarak
değerlendirilebilir. Böylelikle İsmet Özel, Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın mısrayı anlatabilmek için
kullandığı “köpük” kelimesinin şiir için de kullanılabileceğini belirtmekte ve şiirin mahiyetine
yönelik derinlikli bir düşünme biçimini de okuruna işaret etmektedir.■
7. İsmet Özel, “Sözel, Tözel, Tüzel, Güzel”, Dergâh, C.I,
S.4, Haziran 1990, s.1.
8. İsmet Özel, “Şeyhim Güldür”, Dergâh, C.I, S.8, Ekim
1990, s.1.
9. Şiir Okuma Kılavuzu, s.35.
10. -------------------------- s.34.
72
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Alp Erenlerin destan şairi
M. HÂLİSTİN KUKUL
Dedem Korkut
N
ihat Sami Banarlı; “Destanlar,
milletlerin din, fazilet ve millî
kahramanlık
maceralarının
manzum hikâyeleridir.”[1] dedikten sonra, şu
değerlendirmeyi yapar: “Türk edebiyatında,
henüz yazı yokken, ilk Türk şairleri tarafından sazlarla söylenen şifahi edebiyat verimlerinin en zenginleri destan şiirleriydi.
Gerçi Türk milletinin ne İlyada ve
Şehnâme ne de Kalevalâ gibi yazılmış veya
derlenmiş, destanı yoktur. Hâlbuki Türk
tarihinde destan sahibi olmak için gereken
şartlar ziyadesiyle vardır.
(...) Bu milletin tarihinde büyük savaşlar,
göçler, istilâlar; değişik ülkelerde devlet,
hâkimiyet ve vatan kuruşlar gibi destan
şartları fazlasıyla görülmüştür.
(...) Denebilir ki Türkler; destan devri
yaşamaktan ve yeni destanlar söylemekten
eski destanları derleyip toplamaya, bilhassa
özlemeğe vakit bulamamışlardır. Bu sebeple
Türk milletinin bütün bir destanı yoktur, fakat birçok destanı vardır." [2]
Şanlı ecdadımız Türk milleti; bilhassa üç
eski kıt'ada hüküm süren ve M.Ö. 220'de
Teoman tarafından kurulan Büyük Hun veya
Asya Hun İmparatorluğu diye adlandırılan,
ilk Türk devletinden bugüne, hiçbir millete
Allah Allah demeyince
Güzel işler onabilmez.
Cümle sular buz kesilse
Okyanuslar donabilmez.
Aşk bir özge ateştir ki,
Her ocakta yanabilmez.
Gönüldür aşkın ocağı,
Her kuş varıp konabilmez.
Varıp anda konan kuşun,
Eti asla yenebilmez.
Vatan, bayrak, millet aşkı,
Üflemekle sönebilmez.
Eğer öyle sönebilse,
Dünya böyle dönebilmez.
Hak dilinden anlamayan,
Halka himmet sunabilmez.
Devlet soylu küheylandır,
Muhannesler binebilmez,
1. Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı
Târihi, Milliî Eğitim Basımevi, İstanbul 1983, s. 1)
2. ________________, age., s. 10 – 11.
Binebilir olsa eğer,
Mazlum âhı dinebilmez...
* Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ( 1929
Elâzığ - 21 Ağustos 1992 İstanbul)
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
73
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
nasip olmayan sayıda devletler kurmuşlardır.
"Bizim, dünden bugüne 32 beyliğimiz, 38
devletimiz, 15 imparatorluğumuz, 34 hanlığımız, 4 atabeyliğimiz, 10 cumhuriyetimiz var.
Özellikleri bakımından beylikler başka, devletler
başka, imparatorluklar başka, atabeylikler başka,
hanlıklar ve Cumhuriyetler başkadır."[3]
Yekûn olarak yüz otuz üç “beylik-devletimparatorluk-hanlık-atabeklik ve cumhuriyet”
kurup bir kısmının da yıkılışına şâhit olan bir
milletin hiç şüphe yoktur ki kahramanlık, aşk ve
maceraları mevcuttur.
Asrımız Türk şiirinin en büyük ‹destan şairi'
olan Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu*, böyle bir
tarihî mirasa duyduğu mensubiyetten ziyadesiyle
bahtiyar olarak, yepyeni bir söyleyiş tarzı ve mükemmel tesirli üslûbuyla, bu şanlı tarihten gelen
ses ve soluğu gelecek nesillere intikal ettirmiştir.
Bütün bu his, düşünce ve tavırları ifade
bakımından, “Bozkurtların Destanı” adlı
eserindeki şu mısraları çok önemlidir:
"Geçmişi öğrenelim, gezip Anayurtları;
Görelim, hangi tasa öldürmüş Bozkurtları!
Çevirelim gözleri on dört asır önceye;
Sonra bugüne dönüp dalalım düşünceye...
Seni özünden vuran düşmanın kimmiş dünkü?
Göreceksin ki, yine aynı düşman, bugünkü!" [4]
“Burada, ‘zaman’; ‘geçmiş’tir. ‘Mekân’;
“Anayurtlar”dır. Şahıs ise, “Bozkurtlar!” “Sonra”
kelimesi, kırılma noktasını teşkil eder. Ve zaman,
“bugün”e döner. Geçmiş'te, Bozkurtları öldüren
"tasa" ile; yâni (beni, bizi, onu...) “özünden vuran
düşman” aynîleşmektedir. Demek ki, zaman'ın
değişmesi hiçbir şeyi değiştirmemiştir.
Şair; burada, bir noktaya dikkat çekiyor: "Dalalım düşünceye..." diyor.
Kanaatime göre, bugün en büyük noksanlık
bu! En büyük gaflet bu!" [5]
Bu mısralarının ardında, Şair, sosyal muhteva3. Yavuz Bülent Bâkiler, www.haber 7. com-06 Ağustos
2011
4. Bozkurtların Destanı, Niyazi Yıldırım
Gençosmanoğlu, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1972, s. 7.
5. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan Öğütler,
M.Halistin Kukul, Bizim Külliye dergisi, Aralık 2004/
Ocak-Şubat 2005, s. 21-22.
lı bir tarih muhasebesi yaparak şöyle der:
“Bizi üzen, ağlatan yahut güldüren nedir?
Düşmana tutsak edip sonra öldüren nedir?
Hangi sırla parlayıp büyüyüp açılmışız?
Hangi duyguyla sönüp dağılıp küçülmüşüz?” [6]
Şair; burada, mükemmel ve şuurlu bir tespit
yapar. Zira "Büyüyüp açılma sır"rımız ile, "sönüp
dağılıp küçülme"mizin sebepleri, bizim asıl meselemiz olarak hâlâ karşımızda dimdik durmaktadır. Onca beylik, devlet, imparatorluk, hanlık,
atabeylik ve cumhuriyetten, bugün, elimizde
kalan nedir ve bu kalanı ne kadar sıhhatli kullanabiliyoruz? Mevcut cumhuriyetlerin kıymetini
bilerek, tarihteki, "sönüp dağılıp küçülmeler"den
ibretler alarak, büyük hedefli hangi faaliyetlerde
istişare ve işbirliği yapıyoruz? "Ağlayışlarımız"ın
, "gülüşlerimiz"in ve "öldürülüşlerimiz”in sosyop(i)sikolojik analizini yapıp yeni, sağlam temelli
istikametler çizebiliyor muyuz?
Destan; bir âşıkın maşukuna, ifşâ etmekten
sakındığı sırlarını veya sitemlerini, büyük bir arzu
ve hasretle yazdığı mektup gibidir. Ona benzer!
Fakat bu sırrı ifşâ etmekten de bir türlü kendisini
alamaz. Biri "şahsî", diğeri "millî sır"dır. Elbette;
acılı da olsa söylenmesi gereken, söylenecektir.
Şiir’in yaptığı, tarihimiz içinde cereyan eden
her türden ölüm kalım mücadelesindeki bir kahramanlık hâdisesini, en zarif terennümle takdime
çalışmak, ahenk yüklü, bediî bir üslûp ile süslü
cezbedici bir iç haykırış olarak sunmaktır. Onun
sesi, çok derinlerden gelir. Gözesi pırıl pırıldır.
Çıktığı kaynak, aktığı mecranın ilelebet oluşunu işaret eder. O, yerine göre aleniliği ışıldayan,
yerine göre üstü kapalı telkinlerle ve imalarla anlaşılabilendir.
Metafizik - fizik, her türlü malzeme onun
muhtevasındadır. Mecazi aşk, ilâhî aşka ayarlı oldukça daha mütevazı, daha coşkulu, daha deruni,
daha faziletli ve daha kalıcı bir hâl alır.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Türk milletine âşık bir destan şairidir. Yazdığı eserlerin isimleri, muhtevasına bakmadan bile bunu doğrulamak için yeterlidir: Bozkurtların Ruhu (1952),
Gençosman Destanı (1959), Kür Şad İhtilâli
6. Bozkurtların Destanı, s. 7.
74
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
(1970), Malazgirt Destanı (1971), Bozkurtların
Destanı (1972), Kopuzdan Ezgiler (1973), Salur Kazan Destanı (1974), Boğaç Han Destanı
(1978), Destanlarla Uyanmak (1979), Destanlar
Burcu (1990) ve Alp Erenler Destanı (1990)
Bu eserler; 1952 yılından itibaren, 1991 yılına kadar fasılasız olarak, kuvvetli bir aşk, azim
ve heyecanla devam etmiştir. Eserlerindeki kahramanlar; Türk tarihinin ve Türk kültürünün
hayata dair bütün zevk unsurlarını gözler önüne
sermektedir.
Bu cihetten baktığımızda, Gençosmanoğlu,
tam bir Türk dünyası şairidir.
Cesaret, korku, yılgınlık, bezginlik, atılganlık,
ümit, sevgi, merhamet, kalleşlik, zulüm, hürriyet
ve vatan aşkı... içten dışa bütün menfi ve müspet
psikolojik ve sosyal tesirler eserlerinde en ince teferruatına kadar yer bulmaktadır.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu; ‘Alp
Erenler'in şairdir. Çünkü Türk tarihi, bir ‹Alpler
ve Erenler' tarihidir.
S. Ahmet Arvasî, "Türk Medeniyeti Ve İslam"
başlıklı yazısında şöyle diyor: "Türk Medeniyeti
bir bütündür. O, Türk milletinin tarih sahnesine
çıkışıyla başlar, zaman içinde güçlenerek gelişir.
Gelişimini "Türk kültür malzemesine" bağlı olarak sürdürdüğü için, orijinaldir.
M. Ö. 2500 veya 1700 yıllarında Asya bozkırlarında "küçük bedenli, kısa başlı, geniş alınlı" atlarla dolaşan "savaşçı kavim" ile Türk-Altay
Kültürü arasında bağ arayan pek çok ilim adamı
vardır. Atı terbiye eden, demiri yoğuran, göçebe
olmakla birlikte, kendine mahsus yurdu, aile ve
cemiyet yapısı, teşkilâtı, hakanı, töresi bulunan
ve "Tek Tanrı"ya inanan Türk milleti, çok eski ve
köklü bir medeniyetin sahibidir. O tarihlerden
başlayarak İslam dinine, büyük bir aşkla katılana
kadar Türk, asırlar boyunca "Tanrı istediği için"
cihana hükmetmek için savaşmıştır. O zamanlarda dahi, Türk medeniyetinde iki muteber insan
tipi vardır. "Bilge insan" ve "Alp"ler...
Haberdar olduktan sonra, bütün varlığı ve
heyecanı ile İslamiyete koşan Türk, hasretle beklediği "vahiy nizamına" kavuşmanın mutluluğunu tâ yüreğinde duymuştur. “Allah’tan başka ilâh
yoktur” diyen, “cihâd" emri ile "alplik ruhunu"
besleyen, "Âlimlerin hak yolda akıttığı mürekkebi, şehit kanından daha mübarek" tutan İslamiyet, kısa zamanda Türk'ü fethetmekle kalmamış,
Türk'ü yeniden Türk'e buldurmuştur."[7]
Prof. Dr. Birol Emil ise, meseleye bir başka
cepheden açıklık getirerek: “Büyük milletlerin
tarihini yapan sadece askerî ve siyasî zaferler değildir. Vasfı kazandıran başka zaferler de vardır.
Bunlar manevi gücün ve maneviyat adamlarının
vücuda getirdiği büyük kültür ve medeniyet
eserleridir. Maddi kudretine (La force brutale),
manevi kudretini (La force spirituelle) katabilen
millet büyüktür ve onun bugünkü zaafları ne
olursa olsun, tarihin derinliklerinde, büyüklüğünün yarın da yeşerecek tohumları daima mevcuttur." dedikten sonra: bunu, "Alparslan gibi askerî
ve siyasî dehâlarımıza... Mevlâna ve Yûnus gibi
yeni bir ruh ve iman hamlesi" ile takviye eden
"gönül adamlarımıza borçluyuz"[8] örneklemesini
yapar.
Şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ise,
Alp-Erenler Destanı adlı kitabının Önsöz'ünde,
bu durumu şu satırlarla dile getirir:
"Onlar ki, kimi kılıç erleri idiler, kimi kalem
erleri. Kimi, gaibin sırlarına ermiş velilerdi. Kimi
şair, kimi ozan, kimi mimar, kimi âlim, kimi arif,
kimi hoca, kimi hakan, bey, paşa...
Kimileri adsız, rütbesiz kahramanlardı. Fakat
hepsinin ortak yanları vardı...
Dağ yürekli savaş erleri. Derya gönüllü irfan
erleriydiler. Alp-Erendiler.
Allah, vatan, bayrak, din ve devlet uğruna ölmeyi cana minnet bilendiler." [9]
Şair; "Gök Türklerin Çin başkenti Siganfu'da
on yıl tutsak kalışları. Kırk yiğidin Kür Şad’ın
çevresinde tek yürek oluşları. Kurtuluşu erkekçe
ölmekte buluşlarıdır."[10] takdimiyle giriş yaptığı
7. Size Sesleniyorum-1, S. Ahmet Arvasî, Model
Yayınları, İstanbul, 1989, s. 231.
8. Ya Hazret-i Mevlâna, Prof. Dr. Birol Emil, Türk
Edebiyatı Dergisi, Aralık 1988, s. 32-34.
9. Alp-Erenler Destanı, Niyazi Yıldırım
Gençosmanoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1990, s. V.
10. Bozkurtların Destanı / Kür Şad İhtilali Destanı,
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Ötüken Yayınevi,
İstanbul 1972, s. 243.
75
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Kür Şad İhtilâli Destanı’nda, Kür Şad başlığını
taşıyan şiirinde, bir “alp” olarak “Kür Şad”ı ve ardından da "Böğü Alp”ı tanıtır:
"Ben,
Bumun Kağan'ın torunu,
Çuluk Kağan'ın oğlu Kür Şad!
Otuz bile değil yaşım!
Çin'de tutsaklığa dayandım on yıl,
İşe yarar diye başım!
Azığa, akçaya eğilmez boynum,
Savaştır aşım!
Irkım almadıkça Çin'den öcünü,
Ölsem de yine bitmez savaşım!
Bir Bozkurt oğluna dirlik yaraşmaz...
Tutsak yaşıyorken bunca soydaşım!" [11]
Böğü Alp’ı ise, şöyle tarif eder Şair:
"Az konuşur,
Öz konuşurdu.
Sorulmadan söze karışmaz,
Yeri geldiğinde uz konuşurdu!
Şaşmazdı doğru bildiğinden,
Bilmediğini danışırdı." [12]
Niyazi Yıldırım, aynı zamanda son eseri olan
Alp-Erenler Destanı’na, “Besmele” başlıklı şiiriyle başlar ve şöyle der:
“Şol gökleri kaldıranın
Donatarak dolduranın
"Ol" deyince olduranın
Doksandokuz adı ile…" [13]
Şairin, bu eserinde ele aldığı konu başlıkları,
hem Türk destan geleneğindeki mevzuları göstermesi ve hem de kendisinin de, niçin "Alp-Erenler
Şairi" olduğunu tespit, teşhis ve ispat bakımından çok önemlidir. Bu bakımdan, başlıkları nakletmenin zarureti vardır ve böylece, "Bozkurtların
Destanı"ndan, "Kür Şad İhtilâli Destanı"ndan...
"Alp-Erenler Destanı"na kadar çekilen hattan,
Şairin, destanlarına mevzu yaptığı millî ve manevi unsurların kimlerden, nelerden ve nerelerden
geldiği daha iyi anlaşılmış ve kavranmış olacaktır.
"Besmele"nin ardından sunulan bu başlıklar,
sırayla, şunlardır: "Dedem Korkut, Afşın Beğ,
Kutalmışoğlu Gazi Süleyman Beğ, Saltuk Beğ,
Gazi Balak (Belek) Beğ, Hoca Ahmet Yesevî,
Rûm Anadolu Gazileri, Mûcize, Gazi Ertuğrul
Beğ, Gazi Osman Beğ, Anadolu Abdalları, Rûm
(Anadolu) Ahileri, Ede Balı, Hünkâr Hacı Bektaş
Velî, Hacı Bayram Velî, Ahi Evren, Söğüt Bacıları, Yûnus Emre, Mevlâna Celâleddîn Rûmi, Ak
Şemseddin, İstanbul Kapılarında Alp-Erenler,
Alp-Erenler Kim, Gençosman.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun eserlerinde; tarihin kaydettiği kültür ve medeniyet
hamleleri içinde, Türk milletinin yaşadığı bütün
coğrafyalarda bıraktığı kültürel değerlerini, yıkıntı/çöküntü ve şahlanışlarıyla ortaya koyulması,
tarih sosyolojisi açısından ayrıca incelemeye değerdir. Ailevi münasebetlerdeki en temel ahlâkî
meselelerden, harp hukukuna kadar her ne var
ise, bu eserlerin muhteviyatında, bediî hususlar,
hassas bir gayretle ele alınmıştır.
Alp-Erenlerin Destan Şairi olarak; Türk'ün
vezni olan hece veznini en çarpıcı, tesirli, ve heyecanlandırıcı bir şekilde kullandığı gibi, serbest
vezni de aynı derecede usta kafiyelendirmelerle
mükemmel bir usulle değerlendirmiş, böylece,
her iki vezni de arzu edilen mertebede şiir dünyasına ikram etmiştir.
Osman Gazi Beğ başlıklı şiirinde, bu his ve
düşüncelerini şöyle ifade eder:
"Selçuklu Sultanı'ndan gelen hediyelerin açıldığı… obalara, oymaklara saadetler saçıldığı…
sevinçten kanatlanıp uçulduğu gün, Osman Beğ
Gazi'nin söyledikleridir...
11. age., s. 266
12. age., s. 267
13. Alp-Erenler Destanı, Niyazi Yıldırım
Gençosmanoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara
1990, s.1.
Nâmımız seyfullah yazıldı Arş'a,
Hiç yakışmaz bize niza eylemek.
Gayemiz îlâyı Kelimetullah,
altında gazâ eylemek.
76
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
yurmaktadır: "Mal ve canlarını feda ederek din
düşmanları ile, Allah rızası için cihat eden Müslümanlar, oturup, ibadet edenlerden daha üstündür." (Nisâ, 95) Peygamber Efendimiz de, hadis-i
şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
"Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya verilen
sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir.”
“Kim İ’lâ-yı Kelimetullah için harp ederse, o, Allah yolunda savaşmış olur."
Bu noktada bir hususu daha belirtmekte fayda görmekteyim. Necip Fâzıl'ın "Büyük Doğu
Marşı" başlıklı şiirindeki:
Herbir ibâdetin tehiri mümkün,
Mümkün mü gazâyı kazâ eylemek?
(...)
İşimiz, insanı cümle mahlûkat,
İçre en şerefli âza eylemek.
Müslim, gayri müslim tebaamızı,
Adâletle dizip, hiza eylemek.
(...)
Yoktur töremizde, hem dinimizde,
Canlı bir nesneye ezâ eylemek.
"Yürü altın nesli, o tunç Oğuz'un!
(...)
Nur yolu izinden git, KILAVUZ'un!"[17]
Lâkin, elbet vardır, ezâ edene,
Hak ve hukuk üzre cezâ eylemek.
Muhammed ümmeti olmanın kavli,
Her bir işi, O'na seza eylemek.
Türkmenlik değildir, bilinmiş ola,
Kını kılıçlara koza eylemek.
Rabbin buyruğudur, Oğuz nesline,
Hakk'ı, yeryüzüne fezâ eylemek.
Maksat, gönülleri İslama açıp,
Hak'dan bir güzelce rıza eylemek." [14]
Şair; bütün niyetini zaten ilk iki beytinde ortaya koymaktadır. Bu; tarih boyunca böyledir.
"Seyfullah/Seyfüddin"; "Allah'ın kılıcı, Allah'ın
rızasını kazanmak için çekilmiş kılıç, bu yolda savaşan, cihat eden kahraman"[15] demektir.
“Cihâd; Allah yolunda O’nun ismini yüceltmek,
İslam dinini yaymak için; can, mal, söz, neşriyat
ve diğer vasıtalarla çalışmak, gayret göstermek,
muharebe etmek, gazâ"[16] etmektir ki, buna da,
“İ’lâ-yı Kelimetullah" denir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Yüce Rabbimiz şöyle bu14. Alp-Erenler Destanı, Niyazi Yıldırım
Gençosmanoğlu, age., s. 55- 57.
15. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İlhan Ayverdi,
Kubbealtı Lugatı, İstanbul 2011, s. 1096.
16. Dînî terimler Sözlüğü , Cilt: 1, Türkiye Gazetesi
Yayınları, İstanbul, s. 71.
mısralarıyla, Gençosmanoğlu'nun mısraları
arasında çok yakın bir fikrî münasebet bulunmaktadır. Îlâ-yı Kemiletullah" aşkı, azmi ve vazifesi, Necip Fâzıl'da olduğu gibi, Niyazi Yıldırım
Gençosmanoğlu'nda da, mensubu bulunduğu
"Oğuz'un nesline" verilmiştir. Bu vazifeyi, bir
mesuliyet aşkı ve ülküsüyle yüklenmekten iftihar
edilmektedir. Bu da, Türk milletinin, Eshâb-ı
Kirâm'dan sonra, İslama en çok hizmet eden millet olma şerefini sürdürmesinden ve sürdürecek
olmasından ileri gelmektedir.
Alp-Erenler'in destan şairi, bütün benliğinde hissettiği bu hususları, gelecek nesillerimize
nakletmenin ferahlığını yaşayarak, sarsılmaz bir
iman, büyük bir şeref ve üstün bir bediî ifadeyle
bu sahadaki ‹Üstâd’lığını göstermektedir.
Şair, "Geçmişi öğren”mek, "anayurtları
gez"mek, "öldür”en "tasa"yı keşfetmek için maziyi kolaçan etmekle kalmaz, tarihi didik didik
etmektedir. Bunun için; bizi, "özü”müzden "vuran düşmanın", "yine, bugünkü, aynı düşman"
olduğunu hatırlatarak, "düşünceye dal"makta /
daldırmakta'dır.
"Düşünceye dal"mak; uyanmak/ uyandırmak
/ uyandırılmak; kendine gelmek / kendine getirmek / kendine getirilmek demektir. ■
17. Çile, Necip Fâzıl, b. d. yayını, İstanbul 2005, s. 396.
77
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Esma'nın gözleri
NECATİ KANTER
P
altosunun yakasını kaldırdı, beresini başına geçirip burnuna kadar çektiği yün atkısıyla yüzünü iyice sarıp sarmaladı, geçmişin tüm anılarını da evde bırakıp kapıyı
çekti. Seher vakti. Sokaklar bomboş. Ne yağan kara ne esip savuran rüzgâra ne de
köpeklerin havlamalarına aldırdı; yürüdü. Canlılık belirtisi yalnız beyaz giysilerine bürünmüş
ağaçlar, bir de köpek havlamaları.
“Alo!”
“… !”
“Na’pıyorsun baba?”
“İyiyim oğlum sen nasılsın?”
“Na’palım iş güç uğraş, bilirsin işte!”
“Bilirim evladım bilirim. Ee... Gelinim nasıl? Ya o biricik torunum?
“Gelmiyor musun?”
“… !”
“Baba!...”
“… !”
“Duyuyor musun beni?”
“… !”
“Bırak bu inadı.”
“Anneni nasıl burada bırakıp da…”
“Baba yapma böyle.
“… !”
“Biz de özlüyoruz onu.”
“… !”
Gözleri boşlukta dondu, yeniden duydu oğlunun sesini.
“Baba, yapma böyle!”
Işıltılı, duru, sıcak bir gülümseme yayıldı adamın yüzüne. Dün akşam mı, bir evvelki mi,
günler, haftalar, ya da aylar önce mi duymuştu oğlunun telefondaki bu çağırısını? Kendi iç sesi
mi, içinde depreşen bir özlem mi, bir düş mü?
Dudaklarında belli belirsiz bir kıpırdama:
“Biz de özlüyoruz onu.”
78
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Kar yağıyor, adam yürüyor. Öylesine yavaş,
yüreği acılı…
Görünürde ne bir otobüs ne de bir taksi.
Yolları kaplayan karın üzerine düşürdü yüreğindeki sancıyı, paltosunun içine gömüldü. Elleri
ceplerinde, kamburunu çıkardı, gözleri uzaklara
daldı. İçindeki bütün resimler parça parça bütün
sesler dağınık.
“Hadi baba!”
“… !”
Kar yağıyor, adam yürüyor.
Otogara ne zaman geldi? Yaya mı, taksi ile mi
otobüsle mi? Gerçekten çıkmış mıydı evinden?
Düş müydü? Dönmeyecek miydi bir daha? Tüttüremeyecek miydi bacasını? Ne yana dönse, ne
düşünse eşi dikilirdi karşısına. Yalnız değildi evinde. Ama burada, bu kalabalıkta bir başına… Öylesine çaresiz, eli kolu bağlı, mahzun... Daha şimdiden özlemişti evini evdeşini. Onunla ve onun
eşyalarıyla konuşmak bir alışkanlık, alışkanlıktan
öte bir tutku hâlini almış, onsuz ve onlarsız olamamıştı yıllar yılı. Hep o vardı yanında. Bir gölge
gibi… Attığı her adımda, aldığı her nefeste…
Dayanabilecek gücü bulabilecek miydi onsuzluğa?
Otogar hınca hınç insan… Ama o yalnızdı.
Yüreğine oturmuştu onsuzluk. Otobüsün kalkış
anonsunu dinlerken elindeki biletine uzun uzun
baktı, avucunun içinde sıktı, buruşturdu, bir
daha baktı, sonra attı.
Geri döndü.
Tuttu evinin yolunu.
Kar yağıyor adam yürüyor. Öylesine yavaş,
yüreği acılı…
Yine o ses:
“Yetmedi mi bunca yıl bir başına…”
“… !”
Gün bitimiyle kar durdu, rüzgâr sustu. Ayaza
çekti hava. Mezarlığa düştü yolu. Karanlığa dalıp
mezarlar arasında kayboldu.
Gecenin ikinci yarısı: Evinin önündeydi
adam.
Aralı duran bahçe kapısından içeri girdiğinde
bir an durdu, ak giysiler içinde kendisini bekleyen servi ağacına baktı. “Gitmedim, seni bir başına bırakıp gidemedim.” dedi. Derin bir iç çekişin
ardından ellerini hohladı, anahtarı deliğine sokup
usulca çevirdi. Kapı açıldı. Kutsal bir eşiği geçer
gibi geçti eşikten. Elektrik düğmesine dokundu,
oda aydınlandı. İçine işlemişti ayaz. Ağırlaşmış
ıslak paltosunu çıkardı, oturma odasına geçip
sobayı tutuşturdu, demliği üzerine koydu. Her
vakit olduğu gibi yine iki bardak koymuştu masaya. Boştu bardaklardan biri… Ard arda içtiği
üç bardak şekersiz demli çay ciğerindeki buzları
eritmeye yetti.
Uzun bir yol yürümüş, yorgun düşmüştü.
Kanepeye uzandı. Gözkapakları ağırlaştı, yumdu
gözlerini. Yarı uykulu yarı uyanık… Kısa aralıklarla dalıyor, uyanıyor, yeniden dalıyor.
Oğlunun sesi yumuşaktı bu kez. Fısıltılı, kısık:
“Baba! Bırak bu inadı!”
Ürperdi adam:
“Ya annen?”
Kalktı.
Pencereye yöneldi. Koltuğu kenara itti, tül
perdeyi sonuna kadar açtı. Camın buğusunu perdenin eteği ile sildi, evinin önündeki küçük bahçedeki ak giysiler içinde kıpırtısız duran servi ağacına uzun uzun baktı. Her gün her gece onunla
konuşur, şiirler söyler, onun öyküsünü yazmaya
çalışırdı. Ne söylediği şiirler ne yazdığı öyküler ne
de dinlediği şarkılar anlatabiliyordu onu. Aylar
devriliyor, yıllar akıyor, başarısız kalıyordu onun
öyküsünü yazma çabaları. Bölük pörçük dağılmış
tespih taneleri gibi... Toparlamak istiyor, beceremiyor. Bir yanı eksik kalıyor, yeniden yazıyor,
getiremiyordu öykünün sonunu. Yazdıklarından
çok yazamadıklarıydı onun öyküsü.
Perdeyi kapadı, sandalyesine oturdu. Başı
avuçlarında gözleri boşlukta… Masanın üzerinde
duran albüme takıldı, daldı. Usulca araladı albü-
79
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
mün kapağını, siyah beyaz eski bir aile fotoğrafına
odaklandı. Uzun uzun baktı bu donmuş karenin
içindekilere. Beş kişilik bir aile fotoğrafıydı bu.
Esma’nın yaş gününde çekilmişti. Gözleri gözlerindeydi karısının. Elâ, mahzun bakışlarında…
Derin bir iç geçirdi, doluktu. Bir kıpırdama oldu.
Dalgalandı resim. Fırtınaya yakalanmış bir yaprak gibi titredi adam. Aklı başından gitti. Soğuk
bir ter bastı bedenini. Alnını karıştırdı, gözlerini
ovdu. Uyuşmaya başlayan ellerinin ayaklarının
canlık belirtisini duyumsamak için ayağa kalktı,
sendeledi.’Tansiyonum’ dedi, duvara yasladı sırtını. Açtı, yumdu avuçlarını. Çömeldi, kısa bir süre
sonra ağır, devinimsiz denilecek kadar usulca kalkıp odanın içinde gezindi, mutfağa geçip başını
musluğun önüne dayadı. Aynaya baktı, solgun
bir yüz; iri iri bakan bir çift göz… Yüzünde kan
çekilmiş, küle dönmüştü benzi beti. Elleri böğründe öylece kalakaldı. ‘Deliriyor muyum?’ diye
geçirdi içinden. Telaşlandı. Üst üste iki bardak su
içti, oturma odasına geçip yeniden oturdu masanın başına. Çok uzaklarda kalmış bir düşü yaşıyordu sanki. Bilinmedik sesler, uğultular gezindi
evin içinde. Netleşti sonra sesler. Onun sesiydi
bir duyulup bir yiten… Tanıdık bildik… Bir şeyler anlatmak istiyordu kadın. Buruk bir tebessüm
uçtu dudaklarında kadının. Gizemli, alıngan bir
fısıltı:
“Niçin gitmedin?”
İrkildi adam.
Utandı. Gözlerini iri iri açtı. Şaşırdı. Birbirine
karıştı eli ayağı. Ne söyleyeceğini ne demesi gerektiğini, nasıl yanıtlayacağını bilemedi. Dilinin
ucuna kadar gelip de söyleyemediği kelimeleri
toparlar gibi oldu, yutkundu… Aradığı sözcüğü
bulmaktan umudunu kesince kollarını iki yana
açtı, alt dudağını büzdü, sustu. Eşinin sevgiyle
kendisine bakışına daldı, naz yapışını, sitemini,
titizlenmesini, huysuzlanışını, inadını bile özlemişti sanki. Söylediklerini kabullenmemiş gibi
görünse de son söz onun olur, sonunda hep o
haklı çıkardı.
‘Git’! diyor.
Tedirginlik sesine yüklendi adamın. Ağzının
içinde mırıldandı:
“Ama sensiz?...”
Bu kez kadının sesi daha buyurgan ve duru:
“Git!”
Bir burukluk çöktü içine. ‘Ne zaman gidecek gibi olsam, sana olan sevgimden bir parçanın
eksileceğini düşündüm.’ diyecek oldu boğazında
düğümlendi kelimeler. Mahcup edasını takındı,
boyun büktü:
“Bu ev, sen! Anılarımız?”
Sert bakışlarıyla adamı süzerken kaşları çatıktı
kadının. Sesi titrek, yüzü solgundu. Gücenik bir
sitem gizliydi sesinde:
“Ben de anılarımız da Esma’nın yüreğinde saklı.”
“Esma’nın?”
Güldü kadın. Bu kez sesinde kadife gibi bir
yumuşaklık, rahat, kendine güvenen bir duruşu vardı. Güldükçe ağzında bir sıra inci dizildi,
gamzeler oluştu yanaklarında. İlk bakıştıkları,
ilk tanıştıklar gün gibi… Adam konuşmak için
yeltendi, işaret parmağını dudaklarına götürdü
sus işareti yaptı kadın. Sonra bakışları biraz daha
yumuşadı, hiç eksilmeyen her zamanki o vakur
tebessümü ile süslenmiş dudağında bir dua gibi
döküldü sözcükler:
“Git! Git!”
Mutlu bir gülümseyişi vardı. Ne demişti de
sözü yerine gelmemişti ki?
“Git, onun gözlerinin içine bak!”
“Onun?”
Yüzü birden değişti kadının. Ciddi bir tavır
takındı, sesinin tonu değişti.
Diklendi:
“Dememiş miydin senden almış gözlerini
Esma?”
İrkildi.
Sayıklar gibi yineledi karısının dediklerini.
“Senden almış gözlerini Esma.”
Birden düşten uyanır gibi kendine geldi
adam. Bir an delirdiğini ya da bunadığını sandı.
“Hay Allah! Yaşlılık işte…” dedi, gözbebekleri irileşti, tuhaf tuhaf bakındı etrafına, sonra yeniden
odaklandı siyah beyaz bu aile fotoğrafına.
Oğlunun yalvaran sesi yankılandı bu kez:
“Hadi baba!”
Bir düşten kopuşun yeniden ona dönüşün
mutluluğunu yaşıyordu adam.
Esma’nın munis, tatlı sesi:
“Dede!”
Gelinin kibar, saygılı sesi:
80
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
“Kaç yıl oldu sen hâlâ…”
Odanın duvarlarına çarpan sözcükler kulaklarında yankılanıyor, sesler bazen zayıflıyor, anlaşılmaz oluyor, kayboluyor, yeniden netleşiyor.
“Hadi baba!”
“Hadi!...”
Göğsü daraldı. Yüzünde seğirmeler, bedeninde sarsılmalar oldu. Bir şey söylese büyü bozulacakmış gibi, susuyor, sustukça göğsü daha hızlı
vuruyordu. Bir sancı saplandı böğrüne. Ölüm
meleği zemheri ayının soğuk ve karlı bir günde
karısının göğsüne oturduğu gün gibi… Ellerinin
titrediğini gözlerinin giderek buğulandığının ayırımına vardığı an, resim düştü elinden.
Eğilip alma gücü bulamadı kendinde.
“Hadi baba!...”
Panikledi adam.
Kendi iç sesi miydi? Yanıp sönen bir yanılsama mı? Korku ve haz karışımı bir duygu sardı
yüreğini. Gecenin sessizliğinde gözlerini kapatıp
uzun süre dalıp gitti. Gözkapakları düşerken belli
belirsiz bir tebessüm yayıldı yüzüne.
Fısıldadı:
“Esma’nın gözleri?”
Zaman aktı bir mevsim daha geçti. Kış geldi,
kar indi. Gördüğü düşler, duyduğu sesler, vehimler sıklaştı. İçeride gürül gürül yanan bir soba,
sobanın üzerinde fokurdayan demlik, buğulu bir
pencere, dışarıda lapa lapa yağan kar ve bahçede üzerinde ak giysiler içinde kendisine bakan
Servi’nin mahzun duruşu.
Masanın başına oturdu. Mahcup, suskun,
düşünceli... Gözlüğünü taktı. Kalemi eline aldı,
önüne çekti defterini, anlamsız kelimeler, bir biri
ile bağlantısız cümleler yazdı.
“Belleğinde kurguladığın, yazmaya çalışıp
da bir türlü sonunu getiremediğin öykümüze son
noktayı koyabilmenin sancısını dindirebilmek için
daha kaç zemherinin devrilmesini bekliyorsun?”
Kulağı ile değil yüreği ile duydu onun sesini.
Düştü kalem elinden.
Bu yıl daha bükülmüştü adamın beli. Dizlerinin bağı çözülmüş, kalbi zayıflamış, alnındaki
çizgiler sürülmüş bir tarla gibi belirginleşmiş, derine düşmüştü göz çukurları kör bir kuyu gibi.
Ne uzağı seçebiliyordu ne yakını. Üstelik romatizmaları da iyice azmıştı. Hâlsiz ve takatsizdi.
Ama mutluydu adam evinde. Dayanacak gücü,
kalmasa da… Onunlaydı…
Bir sabah fecrin ilk ışıklarıyla onun sesiyle
uyandı.
“Seni bekliyor Esma…”
“… !”
Birer birer dolandı evinin odalarını. Birlikte
okudukları kitaplara, beğendikleri, sevip kullandıkları eşyalara son bir kez daha dokundu, bir kez
daha konuşmak istedi onlarla. Tuhaftı bu kez her
şey… Susuyorlar. Ne bir sözcük ne bir ses... Taştan ses çıkıyor ses çıkmıyordu onlardan. Ne karısı
ne de dokunduğu eşyalar.
Adam kırgın; dostları suskun...
Çekti kapıyı çıktı.
Bahçede kendisi ile vedalaşmak için bekleyen
serviye baktı, buğulanan gözlerini elinin tersi ile
ovdu, ‘Elveda!’ diyebildi sadece. Paltosuna bürünüp iki büklüm koyuldu yola.
Kar yağıyor, adam yürüyor. Öylesine yavaş,
yüreği acılı…
Gün ikindiye ulaştığında başka bir kentteydi
adam. Oğlunun evinin önünde… Bastı zile…
Başı yerde öylece durdu. Sabırsız, tedirgin, telaşlı… “Ben geldim”, diyecekti, “Özledim.” diyecekti…
Bir daha bastı.
“… !”
Kapı usulca aralandı, ‘Dedeciğim’ sesinin ardından güzeller güzeli biricik torunu Esma’ya
sarılırken onun gözlerinde yakaladığı karısının
gülümseyen ışıltısını gördü. Sevincin ve hüznün
soluğunu yüreğinde duyumsadı adam.
Bir fısıltı yankılandı kulaklarında:
“Esma’nın gözleri!...” ■
81
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Bir ömrün sonunda arzu
SERHAT IŞIK
B
ir gün ölüm döşeğine düşersem gel ve
bana hakiki şiirler oku sevgili dostum.
Şiirler öyle kolay anlaşılır olmasın. Alnımın derisini kırıştıran cinsten olsun. Önce bir
duvara çarpmış gibi hissedeyim kendimi, sonra
yavaş yavaş sarsın beni. Ne demek istediğini tam
anlayamasam da dinginleştirsin, bir ağrı kesici etkisi yapsın. Kulaklarımdan üfle onları. Hücrelerime
yayılsın yavaş yavaş.
Niye şiir okumanı istiyorum biliyor musun?
Çünkü bana dua gibi gelir hep. Hafif, rahatlatıcı,
kuşatıcı… Benim ilacım şiir. Onu üretemesem de
tüketen, onunla yaşayan biriyim ben. İnsanın ve
yaşamın formülü de denklemi de çözümü de onda
gizli. Bunu yap sevgili dostum. Buna ihtiyacım var.
Hep güzel şiirler yazmak istedim ama yapamadım. Yazdığım her şiir sığ geldi bana. Derinliği göremedim onlarda. Katmanlı olmalıydı şiir. Herkes
algı, sezgi gücüyle bulabilmeliydi bir şeyler. Ama
olmadı. Yapamadım. İnsanın ve evrenin genetik şifrelerini şiir aracılığıyla çözemedim. Demek ki şairlik
geni yoktu bende. Müteşairlikten öteye geçemedim
anlayacağın.
Sevgili dostum! Çocukluğumuz beraber geçti
bilirsin. Sen çocukken de şairdin aslında. Kuşları,
köpekleri bir başka severdin. Rüzgârı bir başka kucaklardın gözlerini kapayarak. Bir şeyler var derdin.
Görünmez ama var tılsımlı bir şeyler. Her şeyin bir
öyküsü olduğu gibi, şiirin de vardı ve sen bunu seziyordun. Bense sezer gibi yapıyordum. Lisedeyken
yazdığımız şiirleri birbirimize okur ve onları eleştirirdik. Ben hep senin şiirlerini beğenirdim ama hiçbir zaman öyle şiirler yazamadım. İçten içe imrendim sana. O zaman söyleyemedim. Zamanı gelince
kendi söyletiyor zaten. Sen hep benden daha güzel
baktın, benden daha güzel gördün, daha güzel sezdin, daha güzel yazdın. Ben hep dışarıdan baktım
sevgili dostum. Kıskandım seni, kıskanmadım değil
ama art niyet filan da yoktu inan. Hayranlıkla karışık bir şeydi benimki. Kendimi eksik hissederdim
ama eksikliğin ne olduğunu bilemezdim o zamanlar. Sonraları anladım ki görmeyen gözlerimle iyi
bir nişancı olmak istemişim. Pek mümkün olmayan
bir şey.
Ağrılarım iyice arttı. İğneler, haplar sakinleştirmiyor artık beni. Şiir okuyorum ben de. Doktora
söyledim zaten. “En iyi sakinleştirici, şiirdir.” diye.
Biraz şaşkın gözlerle baktı ve gülümsedi. “Edebiyatçı mısınız?” diye sordu. Hayır, dedim. Sadece şiiri
seviyorum. Dünyanın gizemini orada buluyorum
dedim. Gülümsedi ve falanca ilacı sabah tok karnına filancayı günaşırı al deyip gitti. Şiirden anlamayan nesle aşina değiliz, derdik seninle. O anda bu
hastane, doktor, ilaç bana anlamsız geldi ve kaçtım
oradan. Epeydir de uğramıyorum. Uğramam da zaten.
Sevgili dostum! İyi bir edebiyat öğretmeni olduğundan eminim. Çocuklar çok şanslı. Dostum bir
gün derse gir ve yoklamayla şunla bunla uğraşma,
çocuklara şunları haykır: Dünyadan şiiri çıkarın, geriye ne kalır? Koca bir hiç. Dünyayı kurtarırsa şiir
kurtarır. Şiirdir her şeyin başı sonu. Şiir, barıştır. Şiir,
merhamettir. Şiir, kardeşliktir. Şiir, masumdur. Katiller, şiir sevmez. Şiir okuyan adam katil olmaz, de.
Sınavda da bunları sor. Şiir sevenleri sınıfta bırakma.
Güzel dostum bu sefer mektubumu kısa tutuyorum. Sana sık sık yazacağım. Hastalığım ilerlediğinde lütfen mektubumun ilk cümlesini hatırla. Şimdi
çay demlemem lazım. Ben çaysız da yapamam bilirsin.■
82
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Ali Akbaş/1942
Her sanatçı, mizacı
ve hayat görüşü doğrultusunda kendisine
has bir üslup geliştiriyor. Güzele gidişin
yolu tek değil. Onun
için de şiirin belirli bir
tarifi yok. Ben de yalın, sade bir söyleyişin peşindeyim. Ne kadar başarabiliyorum bilmem, ama
bir sehl-i mümtenî arayışıdır bu. Daha çok naif
resme benziyor. Sesimi yükseltmemeye, büyük
konuşmamaya, fazla süslenmemeye çalışıyorum.
Şairaneliğe, kof romantizme düşmeden şiir yazmak istiyorum. Naif olayım derken, bayağılığa
düşme tehlikesi de var tabii.
Fakat siz bu yalın söyleyişte başarılı olsanız bile
süslü, tantanalı bir söyleyişe alışmış olan kulaklar
sizi yanlış anlayabilir, yadırgar. Zira bizim çok
sanatlı ve heybetli bir klasik şiirimiz var. Milletin şuuraltıda hâlâ o sesler uğulduyor. Ama oraya yükselen eskiler, Dede Korkut ve Yunus Emre
gibi sağlam ve reel bir felsefî zeminden yola çıkmışlardı. Yani stilizasyon ve deformasyon suyun
kaynaya kaynaya buhara dönüşmesi gibi bir şey.
Daha sonraki asırlara rastlar. Oysa artık kitleleri
coşturan o iç rüzgârının dindiği bir soğuma devrini yaşıyoruz. Bastığımız sağlam zemini kaybettik.
Yer ayağımızın altıdan kayıyor. Tekrar kendimizi
ve eşyayı tanıma talimleri yaparak yere sağlam
basmayı öğrenmeliyiz.
“Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek.”
derken Yavuz, samimiydi. Başkaları böyle konuşsa komik olur. “Oturduğun ahır sekisi, söylediğin
İstanbul türküsü” derler adama. Sahte bir âşığın
serenatları, profesyonel bir dilencinin sızlanmaları ancak nefret uyandırır. Sarhoş masalarına çerez
olacak süslü sözlerden ve boşboğazlıktan başka bir
şeydir şiir; hayata nispeti vardır. Haşim’in ifadesiyle, onun bir titrek sudaki aksi gibidir.
İşte Orhan Veli, haklı olarak bu kof
romantizmle savaşıyor ve bir sahte duyarlığa karşı
çıkıyordu. Ama o da her savaşçı gibi ifrata düştü.
Şairaneliği kovayım derken zaman zaman şiiri de
kovdu. Onun için şiirinden çok, misyonu önemlidir Orhan Veli’nin.
Onun için ben yine “söğüt ve serçeden “ başlıyorum işe. Rilke gibi veya bir çocuk gibi görmeyi öğreniyorum. Çevreyi tanımaya çalışıyorum.
Eşyayı tanıdıkça hayranlığım artıyor yaradana.
Nesneleri en şaşırtıcı, en umulmaz yanından, bir
idrak kamaşmasının ardından yakalamaya çalışıyorum. Çocuksu bir algılama yanı bu. Sponten
(kendiliğinden) olduğu kadar da felsefî. Süsü,
şiiriyeti, üsluptan alıp eşyaya, objenin kendisine,
onun hâllerine yüklüyorum. Yer yer biraz küt
ve hantal, fakat bilerek yapılmış primitif bir estetik bu. Daha çokta empresyonist bir tavır. Şiir
dünyam da bunu gerektiriyor. Köyü, köylüyü;
otu, böceği, çiçeğiyle bozkırı iyi tanıyorum. Zor
bir hayat var orada. Uzaktan bakanlar ya çok tozpembe anlatmış ya siyah gözlükle bakmışlar. Biraz
da ideolojik tutumları yüzünden olmuş bu. Ben
sanata böyle ucuz bir araç gözüyle bakmıyorum.
Sanat da kurtarılmak istenen diğer müesseseler
gibi, ilim gibi, ahlâk gibi, iktisat gibi, hukuk gibi
bir sosyal müessesedir. Şiire mesaj girecekse çayda
şeker gibi erimiş hâlde girmeli. Ona taşıyamayacağı yükler yüklenmemeli. Bir ilim adamımızın
deyimiyle “Allah nesir diye bir şey yaratmış.” Bu
tür ihtiyaçlar için makale ne güne duruyor... Eline
kalem almaya görsün; âlimin kötüsü şiire, şairin
kötüsü ilme sarılır hemen. Ama Yahya Kemâl,
Ahmet Haşim ve Tanpınar gibi büyük sanatçılar,
şiirin de nesrin de haysiyetini korumuş ve her iki
türde de başarılı eserler vermişlerdir.
Sanatçılar mizaçlarına ve ilgi sahalarına göre
konuları da paylaşıyorlar. Ben de slogana düşmeden Anadolu’yu ve insanımızı anlatmak istiyorum. Bugüne kadar birçok sanatçıya konu olmuş
Anadolu. Meselâ bir suluboya peyzaj gibi yalın ve
zarif üslubuyla beni çok etkileyen Cahit Külebi
var. O da benim gibi bozkıra neşideler diziyor.
Kuşu, böceği, çiçeğiyle çok iyi tanıyor yurdumuzu. Ama ben buna bir de metafizik boyut eklemek
istiyorum. Anadolu’yu, Hint’i anlatan Tagor gibi
anlatmak istiyorum. Ama bu bir ideal tabii; ancak
oraya doğru koşulur. Bence bu yerleri iyi anlatan
sessizliğin sesi olacak,
84
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Şöyle geriye doğru baktıkça eksiklerini
daha iyi anlıyor insan. Masallarımızdaki ve
destanlarımızdaki sonsuzluğu ve heybeti, klasik
şiirimizdeki ihtişamı anlamak istiyorum. Yahya
Kemal ve Bakî’deki disiplini, Haşim ve Fuzûlî’deki
lirizmi, Âkif ’teki tevazu ve feragati Karakoç’lardaki imaj zenginliğini Esendal’ın hikâyelerindeki
sihirli yalınlığı, Batı edebiyatındaki reel idrakini
kavramak istiyorum.
Nurettin Durman/1945
Şairin
kendine
dair bir dünyası var,
bir yaşadığı hayatı.
Doğal seyri içinde
şairi, kendinden yola
çıkarak oluşturur şiirini. Kendi hayatı,
çevresi, düşünce dünyası hepsi ne yapıp eder bir
şekilde şiirine girmiş olur. Veya şiiri ister istemez
bir şekilde öyle bir iştiyakla yapışır yakasına şairin.
Şairin hayatı şiiridir diyebiliriz. Çünkü yaşadığı
bir şeydir nihayetinde zihninden kopup mısralar
hâlinde şairin diline düşmüş olan. Bir de kendine
hayal dünyası kurup hayatında veya diğer hayatlarda gerçeği olmayan kurgusal şeylerin peşinden
gidiyorsa şair, o da kendi bileceği bir şeydir…
Şuara suresinin son ayetleri bize mükemmel bir
şekilde yol gösteriyor. Buyurun hangi tarafı seçeceksiniz: Başıboş gezip yapmadıklarınızı yaptık
mı diyeceksiniz, yoksa iman edip salih bir yolda
işler mi göreceksiniz?
Bu ayetler ışığında düşündüğümüzde evet, şairin şiiri hayatına dâhildir ve yazdıklarından, şiir
diye ortaya çıkardıklarından sorumludur. Onun
da hesap gününde hesabı vardır… İşte burada
bize yapılmış olan, yani biz şairlere yapılmış olan
ithafın ağır yükünü üzerimize mi alacağız şiir yazacağız diye, yoksa son ayetin bize sunduğuna mı
itibar edeceğiz? Yani neticede biz şairler masum,
dokunulmaz insanlar değilizdir. Bu hakikatler ışığında baktığımızda şairin şiiri hayatına dâhildir…
Öyle de yazsa dâhildir böyle de yazsa dâhildir…
Şiir boşa söylenmiş bir şey olmamalı. Hem hayatımızla ilgili olmalı hem de diğer hayatlarla bir
ünsiyeti bulunmalı. Yaşananların bir toplamı olacak hâliyle. Bu toplam içinde payımıza ne düşecek
acaba. Şairin doğru bir tanımla şiiri hayatına dâhil
olmalı. Bütünü sorumluluk olarak kabullendiğimizde bizden sadır olacak şeyler zaten kendiliğinden yerini bulmuş olacak hayatımızda. Nihayet
rüyalarda tüketmiyoruz ömrümüzü. Yaptıklarımızın bir işe yaraması gerekiyor ki boşa yaşanmış
olunmasın. Yazdıklarımızın da bir hesabı olacak
elbet. Neticeyi kelam: Mısra’sı olan şiiri seviyorum. Rahat okunmasını arzu ediyorum. Akıcı olmasını istiyorum. Bir anlamı olsun, boşa söylenmesin. Lezzeti ve izzeti olsun istiyorum şiirimin.
Suphi Saatçi/1946
Yaşadığımız
topraklarda büyük acılar çeken
bir topluma mensup olduğum için
millî duyguları
okşayan ve heyecan aşılayan şiirlere eğilim gösterdim. Benim şiirlerim daha çok
memleket hasretiyle, Türkmenlerin yaşadığı acılı
ve çileli yılların üzüntüsü ile dile gelen mısralardır.
Şiirde iki zengin kaynaktan beslenmeye
çalıştım. Bu kaynağın biri halk şiiri hazinesi, diğeri
ise klasik şiir geleneği olan divan edebiyatıdır.
Türk halk şiiri, edebiyatımızın en bereketli
ummanı sayılır. Zengin bir halk şiir geleneğine sahibiz. Anonim ürünler yanında Yunus Emre, Dadaloğlu, Köroğlu, Pir Sultan Abdal ve Âşık Veysel
gibi zirveler var. Türkçenin güzelliğini terennüm
eden Faruk Nafiz Çamlıbel, Arif Nihat Asya,
Necip Fazıl, Cahit Sıdkı Tarancı, Ahmet Muhip
Dıranas gibi şairler, bu bereketli toprakların ürünüdür.
Divan edebiyatı, medeniyetimizin en nadide
müzesidir. Bu zengin medeniyet yüzlerce yıl içinde oluşmuştur. Şiirin ve şiiriyetin ne olduğunu
anlamak için, divan edebiyatını bilmek gerekir.
Bu edebiyatın tadına varmadan ve bu gelenekten
beslenmeyen şiirde bir eksiklik bulunur. Şuna da
inanıyorum ki, divan şiirini ve hatta hece veznini
bilmeyen bir şair, serbest şiirde de başarılı olamaz.
Edebiyatın en güzel ve en zor dalı olan şiir,
insanlığın en büyük buluşlarından biridir. Şiir
evrensel bir çığlık gibidir. Şiir insan hayatının
konforu, yaşama anlam kazandıran sihirli bir
dünya…
85
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Ahmet İnam/1947
Elli yıldan fazladır şiirle yürüyorum. Cemal Süreya’nın, Behçet
Necatigil’in teşviklerini
aldığım dönemlerde yazdıklarımı unuttum. Destanlardan,
tekerlemelerden, bilmecelerden,
türkülerden, şarkılardan,
halk şiirinden, divan edebiyatından beslendim,
beslenmekteyim. Dünya şiirini anlamaya çalışırım, özgün dillerinden okumaya çalıştıklarımdan
sarsıldığım olmuştur.
Şiir diye yazdıklarım mahcuptur. Hüseyin
Cöntürk’ten “hep aynı şeyleri” yazdığımı öğrendiğimde, kimi şair arkadaşlarım yazdıklarımın
şiir olmadığını söylediklerinde çok utanmışımdır. “Şair gibi yaşamıyorsun Ahmet.” demişimdir,
kendime, “şiiri unut!” Unutmaya çalıştım. Şiir
utandığım çıplaklığım oldu. Eleştiri, deneme,
öykü, roman yazdım. Şiiri düzyazıda gizlemeye
çalıştım hicabımdan. Dalga geçer biçimde manzumelerle bastırdım şiir dürtümü.
Altmış beş yaşımda iki aya yakın kalbimdeki
sorunlardan kaynaklanan hastane yaşantımın ardından yaşadıklarım, kurutmaya çalıştığım şiir
pınarını yeniden fark etmeme yol açtı. Arayan,
arayacak olan biriydim. Bu kültürün Türkçeden
düşünce bahçesinde gönlünü arıyordum. Şiir beni
alıp öteye götürüyordu. Şiirle sürüklenmekten yıllarca ürktüm. Demek ki yaşamaktan korkmuşum.
Hâlâ korkarım. Onun için kendime şair değil,
şiirci, manzumeci, kimi zaman müteşair derim.
Saf, temiz, sade bir anlatımı arıyorum.
Yunus’un yolcusuyum. Derin ve yoğun yaşantıları
basit bir dil ve biçimle söylemeye gayret ediyorum. Ben nasıl eksik, özürlü bir insansam yazdıklarımın da olabildiğince yalansız riyasız olmasını
isterim.
Duygu patlamalarıyla yazmam. Kuru düşüncelerden, didaktik söyleyişlerden, göze kulağa hoş
gelip okuyanı ele geçirmeye çalışan “retorik” deyişlerden uzak kalmaya çabalarım.
Çit şiirin ardındayım. Çit bir sınırı işaret ediyor. Engeli gösteriyor. Dilin, hayatın engellerini
aşmak isterim, bu engellerin içinde kalarak.
Bağıran, hava atan, teori ile yoğrulmuş şiir
uzağımdadır. Şiir söylemek bir göze almadır.
Bela hep vardır. Şairler çarşısında en alt katta bir
dükkâncığım var. Çoğu kez kepenkleri kapalıdır.
Ölmemişsem içeride çalışıyorumdur. Kapıyı çalana selamım olur.
Metin Önal Mengüşoğlu/1947
Altmışlı yılların başından bu yana yoğun bir
biçimde şiir okuyorum. İlk
gençlik hevesiyle altı yedi
defter dolusu aruz ve hece
vezniyle şiirler karaladım o
yıllarda. O dönem yazdıklarımı sonraki yıllarda ardı
ardına yayımladığım altı
şiir kitabımın hiçbirisine
almadım.
Ne zaman, nerede başladım, neden böyle yaptım diye düşününce birkaç temel faktörün benim bu temayülümde rol oynadığını görüyorum.
Çocukken Harputlu anneannemin dizi dibinde
onun kırık Harput hançeresiyle gerçekleştirdiği
Kur’an tilavetinden müthiş zevk alırdım. Bu yetmezdi o, yine aynı hançere ve hem de aynı teganni
ile Ahmediye, Muhammediye, Kara Davut, Siyeri
Nebi ve Mevlidi Şerifi okurdu. Gerek Kur’an gerekse öteki kitaplardan zihnimde, dimağımda ve
kalbimde hangi mananın izi kalmış olabilir? Besbelli ki bende yalnızca İlahi Kelam’ın okunuş şekli
de dâhil olmak üzere bahsini ettiğim bu metinlerin şiiri ve melodisi kalmıştı.
Bütün ömrüm en sevdiğim toprak olan
Harput’a hasretle geçti. Göbeğim oraya gömülüydü, hemen her yıl kısa aralıklarla, daha şehrime
ve insanlarına doyamadan ayrılmak zorunda kalırdım. Yöremin türkülerinin bende bıraktığı derin
duygu yoğunluğunu da unutamam.
Babam, gençliğinde güzel Osmanlıcasıyla bir defter dolusu şiirler yazmıştı. Erken yaşlarda Osmanlıca öğrenip onları da söke söke
okumaya çalışmıştım. İlk mektep yüzünü
Diyarbakır’da gördüm. Ardından Malatya’da orta
ve liseyi okudum. Mektep arkadaşlarıma göre
ben kentsoylu birisiydim. Çünkü biz Harputlular
köylü değilizdir. Kışın Harput’ta yazın ise Buzluk’taki bağda minik bir çiftlikte yaşayan insanlardık.
86
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Kentsoyluluğu şu sebeple söylüyorum ki okuduğum mekteplerdeki sınıf arkadaşlarımın çok
büyük bir kısmı köylü veya kenar mahalle çocuklarıydı. Hele Diyarbakır’da Türkçe bilmeyen,
köyden yeni gelmiş ve yaşları benden iki misli
büyük çocuklarla beraberdim. Okul hayatını
hiç sevmemiştim. Neredeyse bütün derslerim
kötüydü. Ne var ki Türkçeyi kullanmadaki
maharetim, klasik Türkçe şiirleri aruz veznine
itina göstererek okuyuşum mektep hayatımdaki
yegâne artı puandı.
Bendeki şiir zevki sanki böyle doğaçlama ama
muhitimin de renginden etkilenerek başladı. Peki,
şiir anlayışım için bütün bunları kâfi sebep olarak
sayabilir miyim, hayır!
Malum, sanatın mektebi yoktur. O, usta-çırak
münasebetiyle başlar, yoğrulur. Bu manada ben
büyük şair olarak ilk kez orta mektep sıralarında
iken Necip Fazıl ile bizzat tanışma şerefine
nail olmuştum. Ve elbet onu tanımadan evvel
karaladığım aruz ve hece vezinli bütün şiirleri bir
kenara bırakarak Necip Fazıl’ı izlemeye başladım.
Üstadın Çile adlı toplu şiirlerinin yayınlandığı
kitabının ilk baskısı yanılmıyorsam 1964 tarihini
taşıyordu ve benim elimdeydi. Kitabın arkasında
Poetika bölümü yer almaktaydı. Bu poetikanın
bence ana iki ilkesi vardı: Biri “Sanat, Allah’ı arama işi” sözünde saklı, öteki ise bir Fransız şairinden aktarılmaktaydı; “sanatı üzerinde düşünen
şair” ifadesiydi.
İslamı kendisine dava edinmiş bir nefer de
bendim. Ve bu poetik bakış beni de hayli etkilemişti.
Geniş zaman içerisinde yollar ayrılır ve detaylanırken Vahiy ve Sanat adlı eserimi yazmaya
başladım. Sanatın, özelde de şiirin vahiy ile bir
yakınlığı var gibi görünüyordu. Vahiy kelimesi
ilahi kelam için kullanıldığı gibi şeytanlar için de
kullanılır. Kelime manası “süratli bir şekilde işaret
etmek, remiz, ima yoluyla konuşmak, fısıldamak”
şeklinde sözlüklerde yer almaktadır.
Benzer bir kelime de ilhamdır. İlham ise “kalbe
bir şey ilka etmek, bırakmak” anlamındadır. Türkçede kullanıldıkları yere bakılarak ilhamın insan
için mümkün ama vahyin gayrı mümkün olduğu
sanılır. Oysa durum tam tersinedir. Yani ilham işi
ancak Allah’a ait bir iştir. Zira Allah “kişi ile kalbi
arasına girer.” Çünkü Allah Şems Suresinde me-
alen “(insana) Fücuru da takvayı da ilham eden
Allah’tır.” der. Bu durumda kelime manası itibariyle vahiy insanlara Allah’tan gelirse bu üç çeşittir.
Şura suresinde bu çeşitler sayılırken peygamberlere gönderilen ile diğer çeşidi ayrılarak zikredilir. Demek ki Allah dilediğinde insanlara da tabir
caizse fısıldar. Bu tamamen kişisel bir fısıldamadır.
Nasıl ki şeytan da insanlara fısıldıyor yani onları yönlendirmeye, ayaklarını çelmeye çalışıyorsa.
“Allah kişi ile kalbi arasına girer.” mealindeki ayeti
kerimeyi başka nasıl izah edebiliriz!
Elbette şiirin vahiy olduğunu söylemek istemiyorum. Ama vahiy gibi oluşumu vardır. Bir kere
şiir bir doğum işidir. Doğum yapabilmek için evvela bir izdivaca ihtiyaç vardır. Neyin neyle izdivacından doğar şiir o hâlde? Evvel emirde mademki
bu kelime şuur kavramı ile akrabadır o hâlde şair
yani bu şuurlu varlık, şiire ulaşabilmek için, düşünce duygusu ile -evet düşünce de kalbe ait bir
duygudur- öteki duyguları arasında bir birliktelik,
izdivaç hazırlamalıdır. Veya şair bütün hayatı boyunca buna her vakit hazır ve nazır bir insandır.
Mehmet Âkif merhum “Sanatın onda dokuzu ter, onda biri ilhamdır” diyordu. İlahi vahyin
kılavuzuna bakıldığında insanın kafasındaki mücessem varlıklar olan duyu merkezleri yanında,
mücerret kalbindeki düşünme, işitme ve görme
duygusundan bizi haberdar kılar. Dikkat edilirse
kafa tanıklık ettiğimiz âlemden bize bilgi aktaran
somut duyu merkezlerinin yerleşim yeridir. Kalp
ise (vücuda kan pompalayan yürekten söz etmiyorum, bir cevher olarak kalptir benim değindiğim)
duyguların genel kumanda merkezidir. O hâlde
düşünme de kalpten çıkan bir duygumuzdur. Ve
duygular, duyular gibi tanıklık ettiğimiz âlemden
değil tanıklık edemediğimiz gaip âlemden bizi haberdar kılar. Duyuların aktardığı bilginin adı malum iken düşünmeninki makuldür.
Bu tespiti yaptıktan sonra kalbin düşünme
duygusu ile işitme, görme, sezme duygularını
birbirinden ayırmanın nasıl mümkün olabileceği
üzerinde duralım. Bence bu, selim bir kalp bakımından asla mümkün değildir. Kalbinde maraz
bulunan yahut daha kötüsü kalbi mühürlenmiş/
kararmış kimilerinin hezeyanlarını iki duyguları
arasındaki tearuzu görerek yanılmamak lazımdır.
Ama şunu unutmayalım onların da marazlı ve
mühürlü olmasına rağmen hâlâ bir kalpleri vardır
87
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
ve üretimi de söz konusudur. Lakin birincilerin
eseri ulvi iken ikinciler süflilik yayarlar dünyamıza.
Dedim ya beşerî şuurun bir tezahürü saydığımız şiir, o hâlde Mehmet Âkif merhumu da tasdik
ederek söylersek kalbin düşünme ve işitme, görme
ve de sezme duygularının ortak işlevidir. Ve elbette bütün işlerde olduğu gibi bir metni şiir yapan
tekniğe de ihtiyaç vardır, bu bir bahsi diğerdir.
Bazı hadis kaynaklarının Peygamber sözü olarak naklettikleri “şiir hikmettir” ifadesini de ele
alarak düşünecek olduğumuzda karşımıza benim
Vahiy ve Sanat adlı eserimde uzun boylu tartıştığım mesele çıkar. Sanat, özelde şiir, vehbi olanla
kesbi olanın izdivacından doğar; çünkü bu tarif
aynı zamanda hikmetin de tarifidir. Vehbi olan,
insan yaratılırken Rabbin ruhundan üfleyerek
onda var kıldığı düşünme, sezme, eşyaya isim verme, eşyayı soyutlama ve davranışlarını yaratma
kabiliyetidir. Kesbi olan ise bu kabiliyetin fıtratı
bozmadan, kalbe maraz bulaştırıp onun mühürlenmesi sonucunu yaratmadan düşünmek, konuşmak, yaşamak, okumak ve yazmaktan ibarettir.
Ana hatlarıyla çizmeye çalıştığım bu tez benim
hem sanat ve şiir hem de dünya görüşümün bir
tür ifadesi sayılmalıdır.
İnsanlık tarihiyle yaşıt bir meşguliyetten söz
ediyoruz. Şiirin, resim ve müzikle yaşıt olduğunu
düşünüyorum. Yazının icadına tarih biçenler
bilmelidirler ki şiir yazı değil evvela sözdür. Söz ise
Cenab-ı Allah’ın Âdem’i yaratıp ona eşyanın isimlerini öğretmesiyle belki daha beşer soyu dünyaya
düşmeden evvel Âdem evladının dilinde mevcuttu, hazır bulunmuştu.
Elbette benim yazdıklarım meseleye asla nihai çözüm getirmeyecek, buna paralel veya son
derece aykırı daha bir yığın poetik bakış, anlayış
olacaktır. Olmalıdır da. Celalettin Rumi ne diyordu: “Herkes aynı fikirdeyse, kimse düşünmüyor
demektir.”
Şiir sahasının mürekkep olmadığı biliniyor.
Saf şiir, has şiir, manzume, sloganik şiir, marş, türkü, şu dönemin bu dönemin şiiri, epik şiir, neo
epik şiir… uzat uzatabileceğin kadar. Bunun sonu
gelmez. Gelmemelidir de. Şiirin kelimenin tam
anlamıyla dört dörtlük birtakım kriterleri var mıdır ki ölçüyü onlara göre koyalım.
İlhan Berk bir şairdi, hayli şiiri mevcut
elimizde. Abdürrahim Karakoç neydi peki? Şunu
söylemek istiyorum ki okuryazarlıkta geri kalmış
olsa bile hiçbir memleketin sıradan halkı asla geri
zekâlı değildir. Onlar bozulmamış fıtratlarında
mevcut bulunan kabiliyetlerle has olanla olmayanı, usta işi ile çırak işini, sahiciyle kopyasını ayırt
etmeyi çok iyi biliyorlar.
Şiirimin kimliği, kimliğimin şiiri hiç kimsenin
bugüne kadar keşfedemediği kimi vadilerden
geçerek, köksüz, geleneksiz, afaki bir iddianın
kısrağına binerek yol almaktadır dersem, kim
bana güvenir, sözüme kim itibar eder. Her türlü
doğum asırlar boyunca hep aynı süreci izleyerek
var olagelmiştir. Absürt iddiaların tarihe kalacağını
düşünmüyorum. Ben Türkçe düşünen ve Türkçe
yazan bir şairim. Öyleyse Türkçede bugüne kadar
üretilmiş bütün şiir birikimini tamamıyla bilmiyorsam da özetle biliyor ve tümüne şapka çıkartarak yoluma devam ediyorum.
Türkçe kelimesine neden vurgu yapıyorum?
Türkçe düşünmek diye bir şey mi vardır? Elbette vardır. Anlatabilmişsem eğer başından beri
sanatın, özelde şiirin düşünce ile duygunun izdivacından doğacağını söylüyorum fıtratı temiz
olanlardan ulvi olmayanlardan süfli sözler doğar.
Sözlerine kim hangi kaynaktan besin alıyorsa
onun sözleri o kaynağın suyu rengindedir. Şiir söz
sanatıdır ve dile mahkûm ve mecbur bir sanattır.
Biliriz ki şiir tercüme edilemez. Sebebi dile mecburiyetidir. Öyleyse şiir yazıldığı dile karşı sorumludur. Bu sorumluluğunu ancak o dilde üretilmiş
geçmiş kaynaklara hürmetle ve onların izleğini
sürerek yerine getirebilir.
Dilinin ana kaynağı dışındaki kaynaklardan
çıkan şiir varsa -ki bolca mevcuttur Türkçede debaşka dillerin, kültürlerin, folklorların, ekinlerin,
uygarlıkların esareti altına girmiş demektir. İşte o
şiir bence tercümeye kalkışılmış şiirdir. Şiir tercüme edilemediği için artık orijinal üretim olmaktan da çıkmıştır, bir tür taklit veya kopyadır. Sanatın taklit ve kopyaya tahammülü bulunmayan bir
meşguliyet olduğu düşünüldüğünde durum daha
da vahim bir hâl alır. Bu şiir elbette yerli değildir.
Yani ana dilinden koptuğu için gayrı meşrudur.
Beşer cinsi “hikmetinden sual olunmayan” değil
tam aksine hikmetinden her vesileyle sual olunması lazım gelen bir yaratıktır. Yeryüzü hayatında sual olunmalı ve suallere cevap bulunmalıdır
88
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
ki sualler ahirete kalmasın. Sualleri dünyada iken
çözülmeyip ahirete kalmışların vay hâline.
Lügaz, mecaz ve sembollerle hikmetinden sual
olunmamayı da birbirine karıştırmamak lazımdır.
İlk üç kavrama şiirin çok ihtiyacı vardır. Ve zaten vasat insanda ulvi olanla süfli olanı, hezeyan
ile sanatı ayırt etme kabiliyeti fıtraten mevcuttur.
Dünya kültür tarihine dikkatle bakanlar, sesi soluğu bugüne kadar ulaşan bütün şairlerin, aynı
zamanda duygularını birbirine karıştırmayan,
duyularının verileriyle yetinmeyip duygularını da
sonuna kadar kullanmış bulunan birer düşünür
olduklarını rahatlıkla görürler.
Maddeler hâlinde sıralayabilmiş olmasam da
benim poetikam yukarıdaki satırların arasında
dile getirilmeye çalışıldı vesselam.
arayışlarını sürdürmelidir. “Yarın” telâkkileri asla
bitmemeli; şiirlerinin en güzelini, o muhayyel
“yarın”da yazacaklarına inanmalıdırlar. Sanatın
mükemmeli, her sanatçı kabul etmelidir
ki bulmayacağını/bulamayacağını bile bile
arayanların hakkıdır.
“Ya bulursam!..” diyerek aramaya devam!..
R. Mithat Yılmaz /1948
Bütün güzel sanatlar
gibi şiir de bir arayıştır. Sanatı arayıştır, şiiri
arayıştır, güzeli arayıştır.
Necip Fazıl’a göre Allah’ı
arayıştır. Bir başka söyleyişle tatmin edeni değil,
ürperteni, irkilteni. Hatta gaibi, hiçbir zaman
bulunamayacak olanı…
Senin yeteneğin güçlüydü, arayış azmin aşkındı, güzellik anlayışın sıradan değildi; şiirin de
farklı ve kalıcı oldu. Ben, kelimelere senin kadar
hükmetmesini bilemediğim için şiirim bir-iki raunt sonra zamana nakavt oldu. Ömürsüz çıktı,
ölü doğdu…
Şairin işi, en az kelimeyle en çok şiiri bulmak
için aramaktır. Hatta gücü yetiyorsa, kelimeye,
söze, sese hiç müracaat etmeksizin ötelerin
ötesindeki “münteha” şiiri bulup getirmektir.
Şiirde “kim”in, “ne” yazdığına değil, “nasıl”
yazdığına bakmalısın.
Şunu unutmamalısın bir de; bir sanatçının
en güzel eseri daima, “bundan sonraki” olmalıdır, “yarınki eseri”. Şairin, romancının, ressamın,
müzisyenin veya heykeltıraşın “arama” eylemi asla
bitmemelidir.
Şairler ve bütün öteki sanatçılar, ortaya
koyduklarıyla yetinmemeli, en mükemmel
eserlerini vücuda getirmek için bir sabırla
diğim hayatımı.
Hayatın kendisi değil midir şiir, nüanslarla?
Cumali Ünaldı Hasannebioğlu/1949
Bizim Külliye, bana, şiirimin
“poetika”sını sordu. Hayatımı, yaşama serüvenimi
soruyormuş gibi
geldi. Anlattım,
şiirlerimde söyle-
A. 29 Ekim 1949 doğumluyum.
Sanırım, 13-14 yaşlarındaydım şiire merak
sardığımda; yazıp okuduklarım, söyleyip durduklarımla.
Şimdi, altmış beşimdeyim.
Tam yarım yüzyıldan beri süregelen bir
“çırak”lık. Bırakın “usta”lığı, “kalfa”lığı bile olmayan bir öğrenme silsilesi.
Dergilerde yüzlerce şiir; yayınlanmış, yayınlanacak onlarca kitap; şiir üzerine yazılanlar, konuşulanlar, tartışılanlar. Yabancı dillere çevrilenler…
Yayınlanmış sekiz kitap, birkaç baskı yapmış, başta Semud olmak üzere muhatabını bulmuş şiirler.
Londra’da İngilizce yayınlanan seçmeler ve ikinci
baskı yapması.
Bütün bunlar önemli olsa da, benim asıl üzerinde durduğum, şiirimin muhataplarının olmasıdır. Bu konu, çok çok önemli.
Sadece şiirden ibaret değil hayatım. Başka alanlardaki varlığımın da muhatapları oldu. Aile’m
(Hasannebi’ler), Büyük Aile’m (İzol aşireti),
yıllarca maişetimi temin ettiğim ziraat yüksek
mühendisliği mesleğim, Malatyalılık; mensubiyetini duyduğum her şey, bu sürede benimle birlikte
yürüdü, birbirine karıştı gölgeler.
On yedi yaşındaydım mesleğimi seçmem gerektiğinde. 1967’de üniversite sınavına girdim,
altı fakülteyi tercih imkânı vardı. Çok iyi bir fen
89
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
puanı aldım, tüm tercihlerimi kazanma durumum söz konusuydu; ben, Erzurum’da ziraat okumak istedim ve oraya kayıt oldum. Nedeni gayet
basit, yeni bir üniversiteydi, çok canlıydı.
İyi de yaptım. Çok iyi hocalarımız vardı, iyi bir
tarım eğitimi aldım. Zaten, ailem ziraatla iştigal
ediyordu, okutulan dersleri, kişisel sorunlarımıza
çözüm arama biçiminde düşündüm. Zamanla
bölgesel, ülkesel, hatta dünya sorunlarıyla iç içe
bir tarım politikaları düşüncesi geliştirebildim.
Erzurum’da tarım eğitimi ile birlikte, edebiyat
fakültesinin, ileride her biri konusunda çok değerli hoca olacak isimleriyle, genç bilim adamlarıyla,
aynı zamanda sosyal bilimlerin deneyimli bilge
hocalarıyla, edebiyat ağırlıklı bir alanda, bir bakıma eğitimden de öte bir çalışmanın, bir olgunlaşmanın içinde olduk.
Okulu bitirdikten sonra, yine kendi tercihimle, şahane bir bölgede çalıştım: Topraksu Bölge
Başmühendisiydim ve ülkenin en gizemli, en
sorunlu, en yaralı, en mağdur bölgesindeydim:
Elazığ, Malatya, Tunceli, Bingöl, Adıyaman bana
bağlıydı. Beş yıl bu bölgede çok güzel çalışmalar
yaptık, harika bir ekibim vardı, çok şey öğrendik,
öğrettik, uyguladık.
Malatya’nın ve bölgenin en can alıcı sorunu,
ilkbaharda, kaysının donmasıydı. “Kaba aşı” adında, dona dayanıklı ve kurutma verimliliği yüksek
bir çeşit bulduk, geliştirdik ve yaygınlaştırdık.
Şimdi, 35 yıllık kısa sayılabilecek bir sürede, dünyanın en önemli kurutmalık çeşidi oldu ve yaklaşık dünya kuru kaysısının yarısını temsil ediyor.
Deneyimlerimi “Sorunlarıyla ve Çözümleriyle
Türk Tarımı” adıyla kitaplaştırdım. Tarım politikaları alanında çok önemli, ön açıcı bir çalışma
olarak, mesela, dünyanın en prestijli üniversitesi
sayılan Stanford’da, kütüphanedeki bu konuda
ender Türkçe kitaplardandır.
Bütün bunlar sonuç tabii ki. Bu sonucu almak
için, belki çok büyük çaba harcamamız gerekti,
birçok fedakârlıkla ulaştık yaptıklarımıza.
Sonra Ankara, 28 yıl, Başbakanlık Müşavirliği… Bir bakıma siyasal örgütlenme deneyimi.
Özal ile yakın çalışmanın kazancı, bilgi birikimi.
Siyasal ve bürokratik yaşamımın en önemli kazanımı sayarım bu uzun soluklu çalışmayı.
Mensup olduğum İzol aşireti ile ilgili
çalışmalarım da, hayatımın çok önemli bir
bölümü. Yirmiye yakın ilde, üç milyona yakın
nüfusuyla, bu “Büyük Aile”nin, gençlik yıllarımdan beri içinde ve yönlendiricilerden olmak, ülkenin en sancılı Güneydoğu’sunda, tasadduk,
öğrencilerin burslu okutulması, aile içi kan davalarının çözümlenmesi, hem ülke, hem de bölge
için başarmak zorunda olduğumuz değerli bir çalışmadır. Orta Doğu siyasetinin aldığı son durum,
bizim ne kadar haklı bir öngörüyle yola çıktığımızın göstergesi olmak gerektir.
Bütün bunları, beni ben yapan, şiirime bir
kişilik kazandıran, hayatıma bir anlam ekleyen,
gelecekte beni tarif edecek ipuçlarına ulaşabilmek
için yazmak zorunda duydum kendimi.
Nokta.
Bu ön bilginin verilmesi gerekliydi.
Şimdi, daha iç dünyama, hücrenin çekirdeğine
gelme zamanı…
B. Annem Lütfiye Hanım, bir bakıma benim
‘hayat koçu’m, hocam, öğreticim, yönlendiricimdi; okuma yazma bilmezdi, derin bir hayat felsefesine sahipti. Babası, Balkan gazisi Boranlı Hacı
Mustafa Baba(kırmızı kadirî tac üzre yeşil sarık
sararmış devr-i Osmanî’de, seyyidlik alâmeti olarak, öyle yazıyor yazanlar), yörenin çok saygın bir
Nakşî-Kadirî şeyhi idi. Annem de, yetiştiği tekkenin terbiyesine sahipti.
Ve Babam… Yemen gazisi, Malatya İzollu
Bent Köyü, Darıcevan Mezrası doğumlu Hasannebizade Hacı Cumali Ağa’nın yaşayan tek oğlu,
Malatya Barguzu doğumlu memur Ali Ünaldı.
Söylediği her sözü, herkesçe senet sayılacak kadar sağlam bulunurdu. Yiğit, çalışkan, namuslu,
edepli, saygın; üstelik çok iyi bir tarih okuyucusu.
Malatya’nın Barguzu Köyü… Şehre altı
kilometre uzaklıkta bir banliyö. Türkçenin en güzel, en köpürtülmüş, en katışıksız, en şiirsel konuşulduğu yerlerden biri… Doğup büyüdüğüm,
çocukluğumun ve ilk gençliğimin demlendiği
huzur ortamı, cennet parçası. Mareşal Moltke’nin
Türkiye Mektupları’nda doğal güzelliğini yere göğe
sığdıramadığı, Arif Nihat Asya’nın rubailerle şenlendirdiği güzellikler ülkesi.
Dört kardeştik: iki erkek, iki kız.
Ailede bir de şair var üstelik, annemin dedesi
Nakşî-Kadirî şeyhi Anadolu’nun gönül sultanlarından Abdullah Fahrî Baba (ki, Elaziz’de Köğenkli
90
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Hacı Ömer Hüdaî Baba’nın halifesidir), “Gözümün yaşı, eritti taşı” diyecek kadar naif. Şiirleri,
kitabı dergâhlarda okunan güzel bir zat.
Lisede, haylice edebiyatla uğraşan, diri bir
gruptuk. Dergiler filan çıkardık, şiir geceleri düzenledik, oyunlar oynadık. Son sınıfta Namık
Kemal’in Zavallı Çocuk adlı piyesini oynadık, başrol için beni seçtiler, güzel oynadık oynamasına,
ama oyun oynamanın bana göre olmadığını da idrak etmiş oldum. Rol yapmayı doğru bulmadım
bundan sonra bütün hayatımda. Çok sonraları
sevgili rejisör Mesut Uçakan’ın bir filmde başrol
teklifini de, bu yüzden kabul etmedim.
Üniversite yıllarımda iki şey belirginleşti: Şiir
ve gençlik olaylarında öncülük. 68’li idik, yoğun
olaylarda kavrulmak yazılmıştı haritamıza.
Sonra mezuniyet, sonra evlenme…
Seyyid Battal Gazi ahfadından, 17. yüzyılda
yaşamış şair ve veli, Koca Vaiz Sunullah Daî’nin
torunu Zühâl Vaizoğlu ile, 1972’de evlendik,
Rabb’im, iki erkek, bir kız çocuğu nasip etti: Hasan Atıf, Ali Burak, Büşra…
Burçin ve Selin, gelinlerimiz oldu daha sonraki
yıllarda…
Ali Efe ve Zeynep Su’yun dedesiyim.
Bu, hayatımın en güzel şeyi…
İlk yazım, 1965’te, okuduğum lisenin dergisi
Yeni Adım’da yayınlandı. Bu hesapça yarım yüzyıllık yazı adamıyım. Bir yüz yılın yarısınca da şiirin çırağı olmuş olduk.
C. Bir şairin oluşumunda en önemli şey, annesinden duyduğu ve uyku arasında bilinçaltına
gergef gergef işlenen ninnilerin sıcaklığıdır. Evin
en sessiz ve kuytu yerinde, anne sütünü emdikten
sonra uykuya geçişin eşiğinde duyduklarıdır:
Alçak sesle mırıldanılan, anlamlı anlamsız şiirsel
kelimelerle kurulan, anneden çocuğa her şeyin
aktarıldığı; umutların, özlemlerin, kırılganlıkların
dili…
“Ana dili” dediğimiz şey, başkaca nedir ki?
Sonra aşklar, vurgunluklar, yanmalar; belki
şiirler, belki türküler, hoyratlar; cinaslar, maniler,
anonim söz ustalıkları… Sevdanın ortak paydası
yani…
Halk edebiyatı ve Divan edebiyatı olarak isimlendirilen, kültürümüzün iki ana damarını tam
olarak algılamak, sese ve söze hâkim olmak. Geç-
mişe ait, şiire dair her şeyi, Türk ve dünya şiirinin
her kıvılcımını, her şeraresini iyi gözlemlemek, iyi
bilmek, iyi tanımak; bir bakıma hatmetmek...
Eski güzel sözleri çok iyi bilmek gerekir ki;
yeni, yepyeni güzel sözler söylenebilsin.
Dünyayı kavramak… Geleceğe, sadece bize
aitmiş gibi üstün bir içselleştirme ile bakmak, sesin ve sözün otağında, sonraki nice bin yılları kucaklamak ve kurgulamak…
Kendi dilinin kelimelerini su gibi yutmak...
Her hâli anlamak ve anlatmak için binlerce kelimeyi, bilgisayar hızıyla gönül hafızasından geçirip en uygununda, en şiirsel olanında durmak…
Bu akılda tutmayı, sanki bilinçsiz bir şeymiş, bir
alışkanlıkmış gibi birdenbire kendiliğinden yapmak...
Hiçbir zaman, hiçbir şey bilmemek ; hep aramak, hep öğrenmek, hep şaşmak, hep şaşırmak ve
şaşırtmak...
Bir şiir yolcusu, bunlardan başka nedir ki…
Belki şunlar da olmalıdır, öncelikle bizim toprağımızda ve belki de tüm dünyada, bir şairin
kimliğinin belirlenmesinde:
1.
Alıpmen tahtu fermânımga âsân
Çerik çekmey Hitâydan tâ Horasan
Könil bermiş sözimge Türk cân hem
Ne yalguz Türk, belki Türkman hem
Ne mülke içreki fermân yıbardım
Anın zabtıga bir divân yıbardım
(M.1465)
Ali Şîr Nevaî’nin bu sözlerini, şöyle anlamak
gerekir: Hiç ordum olmadığı hâlde, Çin sınırına ve
Tebriz’e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini, sırf
divanımı göndermek suretiyle fethettim.
2.
a. İlimsiz şi’r esâsı yok dîvâr gibi olur ve esâssız
dîvâr gaayetde bî i’tibâr olur.
b.Hâk-i Kerbelâ sâir memâlik iksîrinden eşref
olduğu ma’lûmdur ve rütbe-i şi’rimi her yerde bülend eden hakıykatde bu mefhûmdur.
Fuzûlî’nin(vefatı M.1556), Türkçe Divanı’nın
dibacesinden…
91
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
3.
Hiçbir ozanın, hiçbir sanatçının tek başına tam
bir anlamı yoktur. Onun anlamı, değerlendirilmesi;
ölmüş ozan ve sanatçılarla olan bağının değerlendirilmesidir.
T.S.Eliot’ın Gelenek ve Bireysel Yeti adlı makalesinden(1919).
4.
“Bunu Maverâünnehir’deki büyüklerimiz şu
şekilde ifade etmişler: “Parça yahşi, biz yaman.
Parça buğday, biz saman .”
Parça, eski Türkçede, bizden başkası, herkes anlamına gelir.” diye naklediyor Sezai Karakoç, 10
Mayıs 2014 tarihli konuşmasında.
5.
Biz dahi öyle dedik 16 Temmuz 2015’te,
Ramazanın 29’u idi ay takviminde, arifeydi;
İstanbul’da idik.
Yusuf Dursun/1949
Bilindiği gibi şiirin bir dış
bir de iç yapısı vardır. Buna
şiirin kabuğu ve özü de diyebiliriz. Bana göre şiirin dış
yapısı, mükemmel bir şiir için
ön şarttır. Hece, aruz ya da
serbest olsun, dış yapıyı oluşturan “ölçü” şairin tercihine
kalmıştır. Her üç ölçüyü de
kullanmakla beraber benim tercihim, Türk milletinin kadim zevkine uygun olan hece ölçüsüdür.
Zira hece ölçüsü sözün darasını alır, kelimeyi ipek
kanatlı bir kelebeğe dönüştürür, manzumeyi şiir
makamına yükseltir.
Binlerce yıllık bir geleneğe yaslanan hece ölçüsüyle şiir yazmak, günümüzde pek çok şairin göze
alabileceği bir şey değildir. Zira,
*Mısralar arasında mükemmel bir bağlantı
kurmak
*Zorlama kafiyelerden uzak durmak
*Ses ahengini sağlamak
*Tekrara düşmemek… hiç de kolay olmasa
gerektir.
Az çok şiir yeteneği ve bilgisi olan herkes
şeklen kusursuz manzumeler yazabilir. Ancak
aslolan bunların şiir kıvamına gelmesidir. Bu da
şiirin özüyle ilgili bir husustur. Bana göre şiir, özü
itibarıyla,
*Yüce Yaratıcının verdiği idrakle kâinatın sırrını araştırmalı
*Sevgili Peygamberimizin ahlakından izler taşımalı
*Aziz milletimizin değerlerine bağlı kalmalı
*Sadece bir bölgede değil, dünyanın her
tarafındaki problemlere el atabilmeli
*Ne çok uzun ne çok kısa olmalı
*Ezberlemeye müsait olmalı
*Sadece bir kesime değil, toplumun her kesimine hitap edebilmeli
*Sanatını toplum için yaparken sanat değerlerini göz ardı etmemeli…
İşte benim şiir anlayışım budur.
Sanattaki hedefim ise Allah’ın rızasını kazanmak ve yazdıklarımın birer “sadakayı cariye” olabilmesidir. Gerisi boş lâftan ibarettir, vesselam.
Ahmet Tevfik Ozan/1953
Biz, şiiri; cemiyetin ruh dünyasını
aydınlatan kelimelerden toplanmış ve
duyguların rayihası ile bezenmiş bir
demet kutlu buket
sayıyoruz. Şair, her
gün konuştuğumuz kelimelerle insanların ruh
dünyasına “imanı, hoşgörüyü, paylaşmayı, şefkati ve aşk”ı bir buket hâlinde sunmaya çalışan insandır. Biz, en yalın şekliyle şairi “Allah’ın Rahim
ve Vedud isimlerinin tecellisini arayan seyyahlar cümlesi”nden sayarız. Biz de, şair olarak çok
“mektepli” olmasak da, “alaylı” gözüyle bu hakikate hizmet etmenin gayreti içindeyiz. Bir büyük
İslam âlimi “İnsan küçük bir kâinat; kâinat, büyük
bir insandır!” der. Allah’ın Hayy ismi, kâinatta vasıtasız tecelli eder. Kendi fâni vücudunda Allah’ın
Hayy isminin tecellisini gören şair, hemen tefekkür edecek, eline aldığı kalemle insan ve kâinatın
sırlarını kurcalayacaktır. Biz, fikir ve şiir felsefemizin özünü; böylece takdim ederiz.
Türk şiirinde bugün, Türk dilinin inceliklerine vâkıf usta şairler var. Fakat ustaların bir
tek şiirini bile okumadan usta oldum diye ortaya
çıkan ve genellikle şiirin en kolay tarzı serbest şiiri
92
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
kullanan binlerce şair de var. Tabii, burada şu hakikati teslim etmek zorundayız: Serbest şiirin çok
güzel örneklerini veren “Orhan Veli, Nazım Hikmet, Bedri Rahmi, Ahmet Arif ve Yavuz Bülent
Bâkiler” aynı zamanda heceyle ve divanla yazılmış
şiirlerin zerresine kadar aşina bir ruh yapısı içindedirler. Bu yüzden, onların serbest şiirleri çok ince
bir musiki ile gönül dünyamızı aydınlatır.
Biz, bu konuda şairlerin önce hece veya aruzda, kendi ruh hâllerini yansıtacak eserler vermesini sonra serbest tarzda kendi kimlikleri ile ortaya
çıkmalarını temenni ederiz. Çünkü ruh dünyası
kısır, şiiri emeklemede olan hiçbir kimse hece ile
yazdığı şiirde kendini gizleyemez. Ama bize göre,
bu gizlemeyi serbest şiirde az da olsa başarabilir.
Güneşli bir günde bir tarlanın yanından geçen bir insan topluluğu tahayyül edin. Tarlaya
serpilmiş ayna parçaları olsun. Bu ayna parçaları
güneşin aksi ile ışıl ışıl yanıp insanların dikkatini çekiyor olsun. İşte bu insan topluluğunda,
sanatkâr; aynalardaki ışığın cazibesine kapılan
ışığa koşan insandır. Sanatkâr ışığın cazibesi ile
samimi hislerini aynasında vasfa koyulur. En
bahtiyar odur ki; Aynalardaki ışıkların esrarı bu
aynada olamaz diyerek yüzünü güneşe çevirir.
Kâinatın hakikatini yani “Nur-u Muhammed”yi
görür, iman eder, bu imanı tarif ve tavsif eder. Ve
güneşin hasreti ile gözlerini kapar.
Bu noktadan hareketle sanatkârın vazifesi nedir
diyeceksiniz? Evet, sanatkâr hep güneşi vasfedecektir. Aslında bu misalde olduğu gibi, etrafındaki
her insanı bir ayna parçası olarak mütalaa etmek
mümkündür. Bu aynaların kıymetini de neşrettikleri ışık nispetinde bilmek iktiza eder. Evet,
her insanı bir ayna farz edelim. Güneşe yüzünü
dönmeyen aynalar, yani Nur-u Muhammediye›ye
yüzünü çevirmeyen insanlar ne kadar kusursuz
olurlarsa olsunlar parlayamazlar. Mutlak dinsizler
böyledirler. İman dairesindeki insanların vasıf ve
kıymetini de neşrettikleri ışık nispetinde bilmek
gerekir. İşte sanatkârın asli vazifesi budur. O, ışığı
vasfedecek, ama asla aynalarla uğraşmayacaktır.
Cemiyette de, cemiyetteki insan ve kuruluşları
neşrettikleri ışık nispetinde sevecek ve sayacaktır. Işıktan yüzünü dönenleri derhal kıymetsiz bir
ayna vasfıyla terk edecektir.
Sanatkâr cemiyetin dışında bir varlık değildir.
Mesela, 12 Eylül›den evvel aynalar, yani şahıslar
ve beşerî kuruluşlar, mutlak ışık kaynağı olarak
takdim edildikleri için, ışıkları azalan, ışıkları kararan şahıs ve kuruluşlarla ebedi güneşin zarara
uğradığı zannı galip oldu. Hayır! Osman Gazi
Hazretleri›nin vasiyeti ile tarif ve tavsif edilen
nur-u Kâinat, O mukaddes güneş sönmez. Biz gelip geçici fâni aynaları bırakıp o güneşler güneşine
yüzümüzü çevirelim. Beşeri hiçbir kayıt altına girmeden o ışıktan yüzünü çevirmiş aynaları bir cam
parçası hükmünde görelim.
Sanatçı bir noktada, dağlardan süzülen yararlı
suların yeryüzüne çıktığı kaynak hükmündedir.
Bir kaynak nasıl ki toprağın derinliklerindeki
suyu yeryüzüne çıkartmak ile insanların hizmetine arz eder, aynen sanatçı da öyle; cemiyetin müştereken hissettiklerini bir çerçeve içinde dikkatlere
arz eder. Veya başka bir ifadeyle; çiçekleri dağılmış bir geniş bahçe düşününüz, biri çıkar oradan
derlediği çiçekleri bir buket hâlinde dikkatlere arz
eder. O bahçeyi ve çiçekleri toplumun hissiyatı ve
buket yapanı da sanatçı sayabilirsiniz.
Ancak şunu itiraf edeyim ki; şiir kesinlikle
«ihlas ve ilham»la gelen bir esrarlı meşgale. Yani
şiir yazmak için, oturdum yazacağım demek olmuyor. Bu yüzden ben günümüz Türk şiirinde
önce samimiyet istiyorum. Hangi fikre inanırsa
inansın samimi şiir kendini okutturuyor. Yoksa
dergilere şiir yetiştirmek için yazılan şiirlerin kıymeti yok. Ben bu kabil şiirlere “Defile Şiir” diyorum. Evet, defileye giderseniz çok güzel giyinmiş
insanlar müzikle önünüzden gelip geçer. Dışarı
çıktığınızda aklınızda bir şey kalmaz. Hâlbuki bir
köye giderken size bir bardak ayran ikram eden
elbisesi belki yamalı bir köylüyü unutamazsınız.
O artık hafızanızda ruhuyla yaşar gider. Şimdi kelime oyunları girift anlaşılmaz benzetmelerle ortaya çıkan ve ruhu olmayan şiirleri böyle tartmak
lazım. Kitabı kapattığınızda acaba aklınızda ne
var? Çoğu zaman defile seyretmiş insanın, aklında
kalan simalar gibi bir şey. Ben o yüzden önce samimiyet istiyorum...
Benim inancıma göre, sanat sadece ve sadece
Allah›ı aramak ve kâinatta tecelli eden mukaddes isimlerin güzellik ve sırlarını anlatmaktır. Bu
mukaddes gaye için ortaya çıkmış bir sanatkârın,
sanatını; beşeri politika ve ideolojilerin emrine
vermesi, belki bir savaşta ordu sancağını, bir paket
sigaraya düşmana satması gibidir. Ne kadar acı...
93
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Kim ne derse desin. Necip Fazıl üstadın (Allah
rahmet etsin) tenvir ettiği cemaate milyarlık bütçeleri ile hangi beşeri kuruluş ne yapabilmiştir? O
hâlde, Allah ve Resulünün emrinde bir sanatkâr
ve o sanatkâra bir bayrak kıymetinde sahip çıkan
bir cemiyet ve bu cemiyetin emrinde bir politika
ve ideoloji... Ne şahıslar ne partiler ne dernekler
bu cemaatin üzerinde olacaktır. Aksine bunlar bu
cemaatin mukaddesat ve bekası kavgasında bir
hizmetkâr ve vesile kabul edilecektir.
Her insan bir hakikate iman eder, bu iman
kendi gönül bahçesinin güneşi olur. Bu bahçede
büyüttüğü çiçekleri, meyveleri teşhir arzusu, belki
nesir ve şiir ortaya çıkarır. Bahçeyi gezdirirsiniz,
fiyatını söylerseniz, anlatır durursunuz; şiir bu değil!
Bahçenizin en güzel göründüğü yerlere su
kanalları açarsınız, bir güzel kayık bulursunuz,
küreği siz çekersiniz, misafirlerinizi ağırlar, gezdirirsiniz, misafir hiç yorulmadan seyahatin sonunda hayalleri, gördüğü güzelliklerin lezzeti ile baş
başa kalır.
Gerçek şiir bu!
Şeref Akbaba/1959
Şiir; “hasbahçeye hoşgeldiniz” der her zaman.
Şiirin;
sözlükler,
edebiyat kitapları ya da
şairler nezdinde farklı
tarifleri olsa da, şiir
diyoruz. Kavram olarak
okurun ve yazarın hafızasında genelde aynı
çağrışımları yapıyor. İlhamı, ihsanı, kabiliyeti,
gayreti barındırıyor. Kelimeler ülkesine ‘gül’le girmek bahtiyarlık. ‘Rüyalarımızın sarı buğdayı’ mı?
Öyledir de; acı tarlasında bitkin, bedbin dolaşanlara ne demeli ?
Şiirin dokunan bir yanı var. O olmasa şiir
olmaz. Aşk denilen ulvi makamın kıyısında köşesinde dolaşanların harareti, çoğunlukla şiir oluyor, duygu fermanı oluyor. Dokunuyor şiir. Bir
iki mısraı, birkaç defter dolusu manifestosu olanı
görürüsünüz. Buradan vuslat ya da hasretle kurtulanlar yollarına şiirsiz devam ediyor. Kalanların
çoğu da şair oluyor işte. “Aşk derdi ile hoşem, el çek
ilacımdan tabip” diyen şair kıyıda gezmiyor, alevlerin içinde dolaşıyor. İlahi aşk “bana seni, gerek
seni” dedirtmişse, o ulvi makamın mensuplarına
selam olsun.
Şiir öncelikle kabiliyet, gayret neticesinde de
mükemmeliyet oluyor. Mısra-ı berceste, hâlden
de zuhur edebilir, gayretin mahsulü de olabilir.
Şairin kendisine açtığı alan, beslendiği kaynaklar
elbette önemlidir. Şair sadece şiir kitapları okumaz, her alanda okumalar yapar ve oralardan
beslenir. Yaşadığı çağın tanığı olması hasebiyle,
dünyada olup bitenlere kayıtsız kalmaz. Zulme,
adaletsizliğe, işgale, ahlaksızlığa şiiriyle karşı koyar, tavır alır. Çevresinde olup bitenlerin iyi bir
gözlemcisidir. Aşk, birinci kademedeki yerini her
zaman korur şairde ve şiirde.
Şiirin, konuları evrenseldir. Alanını daraltmamak lazım. Ancak; şirin gözükme, kendi şantiyesinde olanların dikkatini celp etme adına dini
kavramları tahfif, değerleri tahkir malzemesi yapmak da ‘ucuz kahramanlık’.
Şiir, diğer üretim alanlarında olduğu gibi
kendisiyle aynı odayı paylaşanı sever. Uğraklardan
ve kaçaklardan hoşlanmaz ve onlara ikramda
bulunsa bile, maden ocağını aralamaz.
Şairin kendi şiirini yazması, çağına ve gelecek
kuşaklara seslenmesidir.
Şahsıma ait olan dizeler kolay yazılmıyor.
Zor şiir benimki…
İki kapak arasına girmeyen şiirlerimden,
taklit döneminde yazılıp dergi veya gazetelerde
yayınlananlar hâriç, çoğunu imha ettim.
Yazamadığım, yarım kalmış, yazmak istediğim, ertelediğim, beğenmediğim şiirlerin peşindeyim. Bab-ı şiirin eşiğinden ayrılmaya niyetli değilim. Meramımı anlatmaya çalıştığım bir şiirimi
hüsn-ü kabulünüze arz ediyorum.
94
KÜNYE
Sadra şifa dağlara niyazım
Halatlar kopsa
Çelik gövdesine yıldırım düşse
Tufanını sel alsa da ruhumun
Gül koparsam
Yediveren yakasından Hira’nın
Ağrı olsam şarkıların sustuğu
Barınsam rüzgârında Sina’nın, Tur’un
Gelinkaya el verse
Sesine katılsam turnaların
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Zaman su içirse kayalıklardan
ğımızdadır. Poetika meselemiz söz konusu renge
göre çözümlenecek ve bize dair bir “şiir nedendir
ve nasıldır” metni ortaya çıkacaktır.
De ki bu yalnızlık ateşten gömlek
Ne denizanası
Ne de akvaryum
Kilidini kırdım kafeslerin
Yamacına evler kurdum dağların
Nurullah Genç/1960
İhsan Deniz/1960
Şiirin ne olduğu ve
nasıl yazılacağı konusunda
bugüne kadar yüzlerce metin
oluşturulduğu
muhakkaktır.
Lakin yeryüzünü ve hayatı
olması
gereken
noktadan
ve zaviyeden gören İslam
düşüncesinin
kuşatımında
bulunduğunu düşünüp şiir yazanların nasıl bir
metin oluşturacakları konusu tartışılagelmiştir.
Şiir özgür müdür? Nereye kadar özgürdür? Şiir
özgürse, şairin kalemini kim tutabilir? Bir başka
ifadeyle şiir hesabı verilmeyecek bir metin midir?
Hesabı verilmeyecek metinse, alabildiğine sınırsız
bir devinim ve imge alanını kullanabilir mi? Şair
hesap vermeyecek bir adamsa şiirinden dolayı, bu
açıdan ona herhangi bir günahı kim yükleyebilir!...
Meselenin kırılması noktası burasıdır. Sorumlu
olmak ya da olmamak. Sorumluluk Her durumda olduğu gibi burada da Kur’an’idir ve kesindir.
Sınırları çizilmiştir şiirin. Şuara suresini mealen
bile olsa okumayı becerebilen hangi şair oradaki
iki vadiyi görünce ve kendisinin zulme uğrayanlar ve salih amel işleyenler vadisinde olduğunu
anlayınca, sınırsız bir özgürlük alanında imgelerle
baş başa bulabilir. Elbette İslamı ve Kur’an’ı kabul
etmeyen için böyle bir mesele yoktur. Ulviliğin
bütün sırları yanında ahlaki hiçbir engel olmadan
süfliliğin bütün sırlarını da kullanabilir. Ve onun
için poetika zaten bir sınırsız özgürlük metnidir.
Ama ne insan ne de şair, İslam penceresinden baktığımızda böyledir. Sınırları Allah ve Peygamber
koymuşlardır. Şair bu noktadan itibaren, bu sınırlara uymak zorundadır. Uymadığı takdirde, diğer
vadide olanlara yaklaşması ve hatta orada yer alması kaçınılmaz hâle gelir.
Dolayısıyla mevzunun ayrıntısı ve rengi
Kur’an’daki iki şair vadisinden hangisinde olaca-
Büyük şiir, çoğu
zaman trajik olandan
çıkar.
Hayatın bu içyasalılığı karşısında,
seçimini daima şiirden yana yapmış ve
yapacak olan şair; var olduğu sürece bu bedeli,
ancak, hiçbir hâl’le değişmeyeceği ve hiçbir zaman sonunun gelmeyeceğini bildiği yalnızlık ve
mutsuzluğunu kendinde içkinleştirerek ödeyebilecektir. Bu, şairin kaçınılmaz kaderidir.
Bir şairin şiiriyle yapması gereken en önemli ödev; fenomen temelinde verili olan şey’lerin
dışına taşarak, metafizik olanı tırmalamak ve yakalamaktır. Gerçek şair, bu olgunun endişesiyle
sürekli kıvranacaktır.
Ancak böyle bir sıçramayla söz konusu olabilecek bu tür kavrayış biçimi, derin bir iç-görü
sayesinde irreel ve irrasyonel bir ‘şair dünyası’ tasarımıyla, şiirsel ifadelerle dışlaşabilir.
İşte, şiir’in imkânı yalnız bu noktada gizlidir
ve şair için tek bir ‘hakikat’ varsa, o da budur.
Tayyip Atmaca/1962
Şair; kelimelerle söz peteği
yapan, içine hafıza mülkünden
seçtiği en güzel sözcükleri
doldurup alıcısının kulağına ve
yüreğine sunum yapan oğul balı
üreticisidir. Şair kendinde bir karşılığı olmayan edep ve erkândan
yoksunsa söz meclislerinde itibar görmez.
Şiir darası olmayan, şairin yüreğinden söze
dökülen doğaçlamadır. Şair, söylenecek sözün
peşinde koşan bir ses ve mana avcısı, sözün
kapısını edeple çalan, edep kapısından yürek
evine sözün yetiğini taşıyan kişidir.
Hiçbir şair anadan doğma şair olmaz. Şair
adayının belli bir olgunluğa gelip şiir yazması için
en az 200 yıl gerilere giderek bu söz sanatının en
özgün şairlerini okuyarak onlardan almış olduğu
şiir zevkini hafızasında yoğurduktan sonra kendi
95
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
özgünlüğünü oluşturmak için ceht eder. Gelenekten haberi olmayan şairin geleceğe söyleyecek
sözü olmaz. Şiir yazmak için günümüz şairlerini
okuyup geçenden de şair olmaz.
Şiirin bir kalıbı, düzeni, şekli, iç ahengi,
ölçüsü, kafiyesi, türü vs. hakkında bir bilgiye
sahip değilse şair; ne tür şiir yazacağını bilmeden
imgelerin kuluçkasına yatarak buradan şiir çıkacağını zanneder. Her ne kadar da “şiirin manası
şairin karnındadır” deseler de o manadan yüreğimizi ateşleyecek bir kıvılcım dahi yoksa bu şiirin
şairde de okurda da bir karşılığı olmaz.
Şiir sözün sancısıdır. Şiir; söylendiğinde şairi
rahatlatmıyor, okuyanı rahatsız etmiyorsa dam
başında saksağandan başka bir şey değildir.
Mehmet Narlı /1963
Beni şiire götüren saikleri bile henüz tam olarak anlayabilmiş değilim.
Kendi
maceramı
insanlığın macerası
ile eşleme sürecinde
doğuyor galiba şiir. Böyle olunca yazdıklarımın,
anlatmak istediklerim mi yoksa anlayamadıklarım mı olduğunun ayrımına varamıyorum. Bir
sürgünlük ipinin ucu var elimde; diğer ucunu
bulmaya çalışıyorum belki. İçimin tutunduğu,
tutunamayıp kaydığı duvarları yazıyorum galiba. Eşyanın ve insanın tarihi varlığımda bir arka
plan değil. İçinde yürüdüğüm, duvarlarında bela
mülkünün görüntüleri olan bir koridor. Tarihi
veya görüntüleri değil, kendi yürüyüşümü yazmaya çalışıyorum. Kendi dışımda bir gerçeklik
veya bir yaşanılmışlık yok. “Her şey ben yaşarken
oldu.” gibi biraz. Hayatı aşkıyla besleyen de benim; zulmün iğreti konağında oturan da. Benim
şiirim değil sade, keşke bütün edebiyat yalanı ve
aldanmayı haber verebilse! Şiirin merkezinde aşk
oturur elbette. Yolculukta ondan daha fazla kime
güvenebilirsiniz ki!
Şiirin teknikleri, geleneksel ve modern yapısı
üzerinde düşündüğüm çok oldu. Ama yine
de bu konular tartışmaya açıldığında ayağım
kayıyor; bütün şiir geleneği üzerinde sendelemeye
başlıyorum. Çünkü müthiş kalıplar oluşturuluyor
bu konularda. Kalıpların içinde kalarak tartışmak
bizi şiirin tarifsiz ama gerçek anlamından
uzaklaştırıyor. Erken poetikalara taklidi davranışlara sürüklüyor. Kalıpların dışında kalarak
tartışmak, biçimsel gelenekteki farklılıkların seyrini somut olarak tespit etmeyi güçleştiriyor. Ama
şunu söyleyebiliriz sanıyorum: Şiirdeki anlam ve
biçim değişmesi doğrudan doğruya insanın varlığı (hayatı) algılayıp anlamlandırma çalışmasıyla
ilişkilidir. Genel anlamda modern insan, vezinli
(muvazeneli) bir insan değildir. Hayatı mazmunlarla değil, merak ve şüphesiyle anlamlandırmaya
çalışıyor. Bu duruşun vezinli şiir üretmesi veya
geleneğin biçimlerini kullanması beklenilecek bir
hareket olmaz. Sorduğunuz için söyleyeyim ki
yaşadığım en canlı problem dil ve ritimdir. Hem
sadece benim olan hem de bütün medeniyetimin
olan bir dili; hayatın akışındaki ritme denk bir ritmi aramak istiyorum.
Kuşkusuz şiirdeki yaşantı, bilgi, gerçeklik ve
olguyla birebir örtüşen bir yaşantı değil; imgesel
bir yaşantıdır. Fakat imgelerin, sembollerin, eğretilemelerin elbette bir düşsel temeli vardır ve
bu düşsel temel, bilincimizin, kişisel yaşantı ve
duyarlıklarımızın içindedir. Tersinden söylersek
bilgi, yaşantı ve duyarlığımızın içinde, üretim
ve hareket yeteneği kazanmış olan bilinç, dilde farklı bir kök salarak imgeye dönüşür. Şiirsel
imge, dilde farklı bir kök salan bilincin, eleştirel
akıl tarafından somutlanamayan görüntüleridir.
Çünkü bilinç, imge sürecinde, Prost’un “memoire involantaire”ine benzer bir kendindenlik ve
bağımsızlık kazanır. Bachelard, “İmge, yalınlığı
içinde bilgiye gereksinim duymaz.” derken, imgenin bilgiyi temsil etmediğini, bilincin içinde oluşan yeni bir dil olduğunu söyler. Tanpınar, şiiri,
“bilinçli bir rüya hali kurma” olarak tanımlamaya
çalışırken, bir ölçüde, imgenin, bağımsız ve kendindenlik niteliği kazanmış bilinç içindeki yolculuğuna işaret eder.
İmge doğrudan bilgiyi temsil etmez ama imge
sınırsız biçimlerde de gerçekle ilişkilidir. Gerard
De Nerval’in, “İnsan imgeleminin, bu dünyada
ya da başka bir dünyada, gerçek olmayan bir şey
yarattığını sanmıyorum.” derken en gerçek dışı ve
nesnel gerçeklikle karşılaştırılamaz görüntünün
bile, gerçekle bir bağı olduğunu söylemek ister.
Bachelard, “Şair bana imgesinin geçmişini
açıklayacak ipuçları vermez; buna karşılık yarattı-
96
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
ğı imge, benim içimde bir anda kök salar. Özgün
bir imgenin iletilebilirliği, varlık birlim için büyük
anlam taşıyan bir olgudur.” der. İmgenin insanda
kök salması, dilde kök salan bilincin çocuğudur.
Başka bir deyişle, gösteren ya da konuşan şair (şiirsel özne), insanı kendi bilinç köklerine çağırır.
Bunu, bilgiyi temsil ederek değil, çağırdıkları ya
da gönderdikleri şeyi yeniden biçimlendirerek
yaparlar. İmge kuramını, bilgi kuramına oturtan Walter Benjamin, bu yüzden Pasajlar’ında
nesnelerin hafızalarına yönelir. Tanpınar, Yahya
Kemal, Nazım Hikmet, Behçet Necatigil, Sezai Karakoç gibi şairlerde de simgesel ve imgesel
düzen, bilgi kuramından kopmuş değildir. Oysa
Ahmet Oktay’ın dediği gibi bazı şairler, örneğin
İlhan Berk, şiirinde herkese uzaktır. Yakın olduğu,
dahası yaşadığı tek şey yazdığıdır. Hele postmodern şiir, dev bir imge koleksiyonudur. Her şey
ve hiçbir şey bir aradadır. Tarih de din de, ideoloji
de, hayat da sadece bir metin bırakmak içindir.
Bu durumda belki şair yerine metinsel şiir öznesi demek daha doğru olacaktır. Bu metinsel şiir
öznesi, imgesel, gizemli, içrek ve yeni imgeleriyle
bütüncül bir bilinci ya da bu bilincin köklerini
işaret edememektedir.
Hasan Akçay/1963
İnsanlığın var olduğu
tarihten bu güne kadar şiir
varlığını devam ettirmiştir.
Kimi zaman heybetli, gür
sesiyle dağlardan çığ kopararak;
kimi
zaman
vitaminsiz,
dermansız ve cılız hâliyle... Bu
cılızlaşmanın neticesi olsa gerek, son zamanlarda
artık şiirin olup-olmadığı tartışmaları gündeme
geliyor. Şiir hiç tükenmeyecek, belki sürünecek,
ama ölmeyecek. Çünkü hayat devam ediyor. Hayatın içindeki insanın da bir gönlü varsa, şiir de
var olacaktır. Gönülden doğan, yine gönle yönelen sözdür şiir. Gönüller ne kadar “gönül” olma
özelliğini taşıyorsa, şiir de o kadar şiir olma vasfıyla var olacaktır.
Şair, geçici olanın değil, ölümsüz olanın peşindedir. Ölümsüzlüğün sırrı da çok yerine az ve
öz söylemekte saklıdır. Sözü özlü söylemek ise bin
düşünüp bir söylemekle mümkündür. Mana denizlerinin derinlerinde söz avcılığı yapmak ise her
yiğidin harcı olmasa gerek. O sularda çile, ıstırap,
yalnızlığın derin uğultusu, dahası vurgun yemek
vardır. Söz ceylânının ardına düşüp, günlerce evine-yurduna, kendine dönemeyişin yorgunluğu
yaşanır. Yani ki, kelimeler ülkesine çilesiz girilmez.
Yüzyıllardır anlam derinliğini kaybetmeden,
her zaman yeni doğmuş gibi canlı ve renkli bir
şekilde karşımızda duran mısralar, ustalığın olduğu kadar bilginin de eseridirler. Onlar ki, bir kere
okunduktan sonra unutulmuşluğa terk edilemezler. Her defasında farklı bir anlamla düşünce ve
gönül dünyamızda, değişik bir çağrışımla hayal
iklimimizde yer ederler. Onlar temeli sağlam atılmış binalardır ki, zamanın yıpratıcı ve yıkıcılığı
karşısında ayakta kalabilmişlerdir.
Şiirin sadece duygu ile olmayacağı, duygu ile
birlikte bilginin de vazgeçilmezliği aşikârdır. Şiirin
çilesini çekerek, şiire emek vererek kelime üstüne
kelime bina edenler yüzyıllar ötesinden günümüze kadar gelirken, kolay ve basit olanı seçenler ise
zaman eleğinin altına düşüp kaybolup gitmişlerdir.
Yazmak bir sorumluluk olduğu kadar bir zorunluluktur. Yazmadan yaşamanın çekilmez olduğunu, yazınca nefes aldığını hissedenler ancak
yazmalı. Biten günle birlikte söylemesi gereken
sözler hâlâ dudağında bir alev gibi duruyorsa, geçen her dakika bir sancı olur... Bu bir dolgunluk
neticesidir, bir yol bulup ummanlara kavuşmak ve
durulmak isteyen ırmaklar gibi çağlayıp akmalı
ki söylenmek istenen, akıl ve kalp sükûna erişsin.
Şiir, şairi zorlamalı... Doğum zamanı gelmişse şiirin, onun ertelenmesi veya öldürülmesi mümkün
değildir. Bunun tam tersi olarak, şair şiiri zorluyorsa, bir doğum gerçekleşecektir; fakat meydana
gelen de özürlü olacaktır.
Dün olduğu gibi bugün de iki grup şair vardır.
Biri söylemek zorunda olduğu için şiir söyleyenler.
Bunların gözünde ne servet ne de şöhret vardır.
Her şey kendiliğinden gelişir. Beklentileri dışında,
servet ve şöhret sahibi de olabilirler. Başkalarına
yaranmak veya bir mevkie gelmek için de sanatını
araç yapmazlar. Bu konuda verilebilecek en güzel
örnek sultan şairlerdir ki, onlar hiçbir şeye ihtiyacı
olmadığı halde şiir söyleme gereği hissetmişler.
İkinci grup şairler ise sadece vitrinde olmak
veya şiir aracılığı ile bazı mevkilere gelmek için
“hırs” göstermiş olanlardır. Bu tür şairler dün
97
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
olduğu gibi bugün de fazlasıyla mevcudiyetini
devam ettirmektedir. Onlar, ya birinin eteğine
tutunarak, bir yerlere varmak veya birilerinin karşısında el bağlayarak emellerine ulaşmak isterler.
Yaşadıkları süre içinde ortaya koymuş oldukları
eserlerle değil, sırtını yasladıkları kişiler sayesinde
isimlerini duyururlar. Fiziki varlıklarıyla dünyadan çekilip gittiklerinde ise geriye hiçbir şey kalmaz onlardan
Hıdır Toraman1964
Her şair, şiirini kendi üzerine
kurar. Şiirin asıl zemini, başlangıç noktası insanın kendi doğası
ve doğal yaşantısıdır. Şiir yazmak tabiata dokunmaktır. İnsanın tabiatına dokunmaktan söz
ediyorum, şiirin zihinleri altüst
edişi o nedenledir. Şiir yazmak
emir almadan yapabileceğimiz tek eylemdir, delirmek gibi. Soy şiir, özgür olduğumuz, hayati olanı
hissetmeye başladığımız zaman ortaya çıkar. Şiir,
insani olanı, yaratılışı tespit eder. Kendi varlığımızı fark etmemiz sonucu, bize ait varoluşsal deneyimi ifşa etmeye başlarız. Sanat; üstümüze çullanan,
bizi baskılayan, bizde gerilim yaratan şeylerin altından kalkabilme çabasıdır. Şiir devrimci karakteriyle bize vazgeçmemeyi öğretir, hareket kabiliyeti kazandırır. Şiir; hakikati, iyiliği kendine dert
edinmiş kimseler için bir varoluş biçimidir. Soy
şair, etik tavrını, seçimini şeytanla işbirliği yapmayı reddederek ortaya koymuştur ta başından. Âdet
yerini bulsun diye değil, adalet yerini bulsun diye
meydana atılmıştır. Şeytan yaradılışa, ilahi düzenlemeye itiraz ederken şairleri de karşısına aldı. Şiirin içtenlikten ve sahicilikten başka bir yolu yöntemi yoktur, şairlere bunun için güveniyoruz ve
çabalarını anlamlı buluyoruz. Modern dünyanın
teslim almakta zorlanacağı en son kalelerdendir
şiir. Bu dünyada iyiliğin ve hakikatin zikredildiği
bir yer yok şiirden başka. Sistem, şairden başka
herkesin sözünü itibarsızlaştırdı. Kültüralist politikalara alternatif itirazlar geliştirebilecek son uykusuz nöbetçiler şairlerdir. İnsanoğlunu direnişin
mümkün olmadığına ikna etmeye çalışanlara karşıdır şiir.
Şair şairden öğrenir dilde derinleşmeyi;
ustalığını, görgüsünü gelenekle kurduğu ilişkiye
borçludur. Şiir olanla şiir olmayanı ayırabilecek
bilince gelenek mektebi sayesinde ulaşır. Şiir, tüm
dünyada tarihsel mirasını korumuş, geleneği en
güçlü sanattır; Türk edebiyatının da en büyük
gösterisidir. Bugünün dünyasında şiire dair çok
fazla malumat var elbet ama bunlar şiirin ne
olduğunu anlayıp açıklamakta kimseye çok fazla
yardımcı olamaz. Şiir bilgisinin temel niteliği
güvensiz ve değişken oluşudur. Elbette, farklı
zamanlarda yağsa da bütün yağmurlar (şiirler)
birbirinin devamıdır. Ama şiirle her karşılaşmamız
yeni bir karşılaşmadır. Kimsenin tarifi kimsenin
şiirini açıklamaya kâfi gelmez. Her şiir kendini
tanımlar. O nedenle “Şiir nedir?” sorusuna
verilecek karşılık hep şu doğrultuda olacaktır:
Şiirin egemen, kesin bir tanımı yapılamaz.
Tüm zamanlar için vazgeçilmez bir şiir tanımı
yapmaya kalkışmak boş bir çabadır. Mevcutların
karşılaştırılması yapılarak ortaya konulan tanımlar
henüz yazılmamış şiiri bağlamaz, hepimizi
yanıltır. Şiirin bin bir tanımının olması bin ikinci
tanımının olacağını da haber verir bize. Çünkü
olup bitmiş bir şey değildir şiir. Yinelersek, şiirle
her karşılaşmamız yeni bir karşılaşmadır. Şiirsiz
şairler gibi şiirsiz poetikalar da her zaman çoğunlukta olmuştur, olacaktır da. Poetikalar, manifestolar bitmiş bir şiire işaret eder ekseriyetle. Hedeflenen, yazılması arzulanan bir şiirin poetikası olmaz diye düşünmüyorum, her şiir kendi tanımını
ve poetikasını beraberinde getirir.
80 kuşağında yer alan bir şair olarak hem klasik edebiyata hem de modern dünya şiirine vakıf
olabilmenin verimini ortaya koymaya çalıştım.
Şiir yayımlamaya başladığım yıllarda, 1980’lerde,
bir soruşturmaya cevaben “Çağa kendi şarkılarımı
söylemek istiyorum.” demiştim, kanaatim değişmedi hâlâ. Bu ülkede çoğu kimse ikili ilişkilerle
şair sayılmıştır. Yalnızlığını ve yalınlığını ilan etmiş şair sayısı yok denecek kadardır. Ben kendi
şiir serüvenimi kuşak dayanışmalarının uzağında
sürdürdüm. Yazdığım şiirin kendini nasıl tanımladığı ortadadır. Ben doğduğum dünyayı en başından beri sorunlu buldum. Hep şiirle meşgul ettim
aklımı dünya almasın diye. Şiirden kopuş, insanın
ontolojik meselesinden vazgeçişi demekti benim
için. Gönlüme göre olanla olmayanı tefrik etmek
için yazdım. Şiir insan tekinin “arınma” çabasıdır
hem kendinden hem de içine doğduğu dünyadan.
Şiir hem söyleyenin hem de sonsuzluğun sesidir,
bir davettir; duygu ve düşüncenin dilde biçime
kavuşmasıdır. Şiir, tümüyle kendimize ait kıldığımız bir dil, bir patikadır; şair ya da okur olarak dış
98
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
gerçekliğe kendimizden bakmayı öğretir bize, düz
ve kaygan varlığın/varlığımızın en dolaysız yoldan
kavranmasına imkân sağlar. Bizi insan kılan her
neyse, onu en fazla ele veren skaladır şiir, yaratılışımızla biricik bağımızdır. Heidegger’in diliyle
söylersek “şükretmektir.” Aşk ile yapılan, mevcudiyetini aşk ile yapılmasına borçlu olan bir eylem.
Şiirin ne olduğu ve nasıl sona ereceği sorusunun
cevabının insanın yazgısıyla ve insanın sonuyla
alakalı olduğunu düşünüyorum. Şiir bu, nihayetinde izinsiz girmiştir hayatımıza.
Hüseyin Akın/1965
Hayat insanın
başına gelen en
büyük olaydır. Yaşantının yumuşatılması hayat karşısındaki yabancılığı
üzerimizden atmakla mümkündür. Aşina olup alıştıkça hayat, üzerinde durup düşünmeksizin yaşadığımız bir alışkanlığa dönüşür. Şiir hayat karşısında duyduğumuz
bu şaşkınlıktan doğar. şair hiç bir zaman hayat
karşısında aşina olamamış ve bu yüzden şaşkınlığını gizleyemeyen kişidir. O sadece şaşırmakla
kalmaz bu şaşkınlığına başkalarını da ortak eder.
Şairle okuyucu arasındaki sıhriyetin özünde aynı
dünyaya ortak uzaklıkta bulunmak vardır ki bu
bir trajik akrabalıktır. Kendi evi ve dili içerisinde
yalnız bir varlık olan insan şaşkınlığı üzerinden
atmak için iç evrene ve iç diline çekilir. Benim
şiirim yaratılış şaşkınlığını üzerinden atamamış
adamın şiiridir.
İsmail Aykanat/1968
Benim yazış gayem, ne sanat için ne de toplum içindir.
Sanat anlayışım daha ulvî bir
gayeye yöneliktir. Bu yönüyle
baktığımızda sanatın ulvî tarafında Allah Tebareke ve Teala bulunmaktadır; her şeyin
her tarafında bulunduğu gibi. O bizi yaratandır,
yoktan var edendir bizi. Yaratanımızı sadece yaratan olarak tanımıyoruz oysa. Her türlü nimeti
bahşeden O’dur. Affedicidir. Merhametlilerin
en merhametlisidir. Her şeyin sahibidir. Hakim
O’dur… Her eylemimizi O’nun için yapmalıyız.
Yolda yürürken attığımız her adım da O’nun içindir. Öyleyse sanat da Allah içindir. Benim sanat
hedefimde hiç şüphesiz ve kat’î olarak sevgilimiz
olan O vardır.
Yazdıklarıma bakanlar şaşırmasınlar. Sanat
Allah için olduğunda ilahi yazdığımı, yazmam
gerektiğini zannetmesinler. Ne de tarikat ehli
olduğum düşünülsün. Hangi sanat Allah içindir?
Ya da Allah için olan sanatın içeriği nedir? Genel
tabirle söylemem gerekirse İslama aykırı olan hiçbir şey Allah için sanatta yer alamaz. Ahlaki olmayan ve Allah’ın sevmediklerini anlatan şiir ve
yazılar da bu kapsama girer. Allah için sanat anlayışında zalimlere şiir yazmak yoktur bu cümleden
olarak. Evli bayana aşk şiiri yazmak, haramdır sanat anlayışımda. Cemal Süreya gibi erotik ve pornografik bir dille yazmak da haramdır Allah için
sanat anlayışında. Bu anlayışta estetize edilmişlik
vardır üründe. Edebî kılığa bürünmüşlük vardır.
Toparlayıp söylemeliyim, bu sanat anlayışının dışında verilen eserler Hakk’ın rızası dışındadır.
Özcan Ünlü/1968
Sezai Karakoç poetikasını yazan Fatih
Okumuş’un “Şairin
şiir anlayışı ile şair
anlayışı birbirinden
ayrılamaz.” sözüne
katılıyorum.
“Harf Dili” şiirimde, kendi poetikama dair küçük ipuçları vermiştim:
“Bazen içi dışı hoş
Bir dünya kurarız sözlerden
Bazen yakut misali
Bazen ateşefruz
Bir yangın yeri olur
Kâğıtlanırız…”
Benim şiirim, çağından sorumlu bir şiiridir.
Yeryüzünün toplam acılarına kapılarını açmış, bu
acıları yüksek sesle terennüm eden ve fakat aynı
zamanda kendi iç sesimin/lirizmimin de sözcüsü
olma yolunu seçmiş bir şiir…
Şiirin insana, insanın kalbine dokunması
99
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
gerekir. Alkışlanmak için değildir şiir, şairi
alkışlanabilir. Kişisel olarak böyle bir derdim yok
ayrıca…
Şiir geleneğinden kopmadan, ana damarlardan
ayrılmadan dünyayı da bilme gayretinde, ama
sadece şiir söyleme sadedinde olmaya çalışan birinden yana tercihim.
İnsana, insana dair olan her şeye; ilahi olana,
ilahi olana dair her şeye büyük bir hayranlık ve
merakla bakan bir şiirdir benim yazdıklarım.
Dolayısıyla bende başlar ve bende biter!
Ve şairlerin de, “Peygamber devrinde en az savaşçılar kadar yüce ve mutlak inancın yerleşmesinde kudret üstlendiklerini” inanarak bir tevhid
ve vahdet görevlisi olduklarına inanıyorum.
Metafizik ürpertilere daima açık bir şiir yazma
gayreti taşıyorum. Çağın idrakine uygun bir üslup, biçim ve imge dünyasıyla…
Şiire ontolojik bir anlam yüklüyorum. Sözü
kutsallaştırmadan/ kutsalın üzerine çıkarmadan…
Ali Ayçil/1969
Yirmi yılı aşkın
bir süredir hem şiir
yazıyor hem de şiir
üzerine
düşünüyorum. Doğrusu, bunca
zaman içinde “niçin
şiir yazıyorum?” sorusunu hiç yöneltmedim kendime. Böyle bir soruyu
sorduğumda, beni şiire mecbur bırakan sebep ya
da sebeplerin bilimini yapmaya başlayacağımın
ve kör bir yola gireceğimin farkında oldum hep.
Belki de şiirin biricikliği buradadır; sebebi, yazılmış olanın içinde saklıdır. Öyleyse, şiire sorulacak
bir sorunun cevabını şairde aramak beyhudedir.
“Niçin şiir yazıyorum?” sorusunun, yazdığımız
her bir şiirde bir parçasını ele veren karmaşık bir
karşılığı olduğunu düşünüyorum. Bir şairin şiirlerini okuduğumuzda, bir buluşma bölgesi ortaya
çıkması ve bütüne dair bir izlenim sahibi olmamız
şiirin bileşeninin okura el vermesi sayesindedir.
Şiirin niçin yazıldığı, aslında bir eni anımsatan
bu bileşenin hissedilip kavranmasıyla bir ölçüde
yorumlanabilir.
Öyleyse ben de, kendi şiirime ancak kendi
şiirimin okuru olarak yaklaşabildiğim oranda,
yazmam sebebimi ortaya çıkarabilirim. Öyle
zannediyorum ki, benim şiirlerimde başından
beri çocukluğumun mekânlarına veda etmenin,
o ilk anlam haritasından kopmanın sancısı var
olageldi. Bunu taşra - kent gerilimi bağlamında
yorumlayanlar da oldu. Meselenin sadece mekân
değişikliğinden kaynaklanan bir gerilim şeklinde
tarif edilmesi, şiirin bu gerilimdeki fonksiyonunu
sınırlıyor aslında. Yine bir okur olarak baktığımda
asıl gerilimin, çocukluk - ergenlik - gelenekle,
büyümek - kent - dünyaya taşınmak arasında
yaşandığını tespit edebiliyorum. Dünyaya
taşınmak dayanılmaz bir yıkımdır ve şiirden başka
tamircisi de yoktur.
Mehmet Aycı/1971
Bir insan
niye şair olur?
Ya da bir insan
ben şair olacağım demekle
şair
olabilir
mi? Kişi kendini bilir. Kumaşını da bilir. Saklar, saklamaz ayrı;
ancak şairliğin bir kumaş, bir mizaç, dahası bir
fıtrat meselesi olduğunu da bilir. Kitapta tanımlanan şair mizacı olunan bir şey değildir. O zaman
diğerlerini geçelim; sahiden şair olanların şiir söylemekten muratları nedir?
Bu hususta birbirine benzeyen, birbirinden ayrılan pek çok şey yazılmıştır. Neredeyse şair sayısınca poetika vardır. Birbirine benzer birbirinden
ayrılır. Birbirine benzer çünkü yapmak, etmek,
yaratmak fiilleri ve insan birbirine benzer. Birbirinden ayrılır çünkü insan biriciktir. Kendinize
bir patika açacaksınız, bu patika ana yola dönüşecek ve sizin poetikanız olacak… Bu manada poetika az sayıdadır.
Peki, o bir yol açmanız ve o yolu kullanılabilir
hale getirmenin yolu nedir? Önce bir yol bilgisine
sahip olmanız lazım. İkincisi yürünen yolların sizi
yeni bir yere çıkarmadığı kanaatine varmanız, bunun için de o yolları ‘yazmasınız” bile yürümeniz,
öğrenmeniz lazım. Üçüncüsü yolun insanın yürümesi için yapıldığını aklınızdan çıkarmamanız
lazım. Bu yoldan ne taşınacağı bilgisiyle hareket
etmeniz lazım. Yol yaparken kullandığınız malzeme eski-yeni fark etmez; yolun yeni olması lazım.
Yoldan çıkalım ve diyelim ki, şiir insanın isim
100
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
verme yetisini edindiği günden başlar; bu anlamda dilin kurucusudur; her insan şair değildir; insani olanı şiire dönüştürme yeteneği verilen bir
şeydir, bunun farkında olan kişi bu yetenekten
hareketle kendisini şair olarak yetiştirir, bundan
sonrası tekniğe dâhildir; kendinden öncekilerden
haberdar olur, takip eder, müteyakkızdır, kendini
ve evreni dinler, acıya kayıtlıdır, neyi nereye taşıdığını bilir.
İçinde doğduğu/içine doğduğu dilin sınırlarını
zorlayacak bir vukufiyet kazanma cehdi içerisindedir. Türk şiirini bir bütün olarak görür; kendinden önceki ustalara aşinadır, onların çok yakınında bulunursa gölgede kalır, uzağında bulunursa
nasipsiz. Belli bir mesafeden “kendi kalarak” bu
aşinalığı sürdürür. Öğrenme azmini sürekli taze
tutar. Klişeye hapsolmaz. Yeni olanın peşindedir.
Kendi sesini bulduğunda da klişeye ve kendini
tekrara kapılmaz. Mükemmele yakın şeyler söyleyebilir; ancak içinde tamamlanmamışlık hissini diri tutması gerekir. Gerekir fiili karşılamıyor
bunu, bu durum da bir mizaç meselesidir. Her
şiiri bir yazacağı büyük şiirin eskizi gibi görürse
biricik olur; yol açar.
Gündelik olan asla tüketilen değildir. Gündelik hayata “kalıcı” bir maya katmaktır işi şairin…
Ne kadar kalıcı olacağını zaman gösterir. Hoş, kıyamet koptuğunda bütün sözler, bütün divanlar,
bütün kitaplar da yerle bir olacak… Bunu bilerek söylemenin çelişkisinden beslendiğiniz ölçüde
söyledikleriniz karşılık bulacaktır insanda… Sıradan bir ayrılık hikâyesinde bile…
Kalender Yıldız/1972
Şiir bir tanıma
ve yabancılaşmadır:
Şair, dünyayı öyle derin bir
biçimde tanır ki;
bir süre sonra ona
katlanamaz ve ondan uzaklaşmak ister. Belki bu
yüzden şairler, en iyi aşk şiirlerini yabancılaşma
öncesindeki ilk gençlik yıllarında yazar. Sonraki
dönemlerde felsefe, siyaset, ölüm, varlık, yokluk… gibi temalar daha çok görünür şiirde.
Şair dünyaya yabancılaştığı ölçüde başarılıdır:
Her gün dünyayla cedelleşen şairden iyi şiir
çıkmaz demek yanlış olur ancak dünyadan elini
eteğini çeken, ondan bir şey istemeyen ve ona
bigâne kalmayı başaran şair daha müstesna bir şairdir. Şairlik mizacı, bunu başaranlarda daha işlek
bir hal alır ve bu hususiyetin şiirde karşılık bulması, şiire yeni bir bakış ve güç katar.
Şairin şiiri gölgelemesi:
Şair konuşmaya başladığında şiir susar.
Hâlihazırda Türkiye’de olan şey; şiirin değil şairin
konuşulmasıdır. Günümüzde şair, şiirinin önüne
geçmiştir desek yalan olmaz. Şairin şiiri hakkında
çokça konuşması veya şiirinden çok, kendisinin
konuşulması şiiri adına bir kayıp, bir eksikliktir.
Şairi bekleyen tehlike; insan:
Şiir; yalnızlık mesleğidir, yalnızlıktan beslenir.
Şairin bir nebze merdümgiriz olması icap eder.
İnsanın halleri şiiri besler ancak şiiri besleyen şey,
şairi tüketebilir. Modern hayat ve çıkara dayalı
insan ilişkileri zaten meyus olan şairi hayata küstürebilir. İnsandan beslenen şiir hem evrenseldir
hem de ölümcül…
Suavi Kemal Yazgıç/1972
Bir manifestom,
okulum, ekolüm,
akımım yok. Olmasını istedim ama
olmadı. Bu da bir
fıtrat ve meşrep meselesi. Şiir yazdığım
esnada hayatın parçalanmışlığının geride kaldığını
hissediyor ve o “bütünlüğü” hissetmek/tecrübe
etmek için şiir yazıyorum. Şiir biraz kendimi
tanıma, kendimi derli toplu ve ‘bütün’ görmeye
çalışma gayreti galiba. Kimseyle yarışmak için
yazmıyorum. Şiirin fevkalade insanüstü bir
şey olduğunu düşünen modern fikri, şairlik
payesinden bir meshiymiş gibi bahseden nevzuhur saplantıları doğru bulmuyorum. Çünkü şiir
benim için ‘mahrem macera’. Öyle ise neden yayınlıyorum? Yayınlanmayan şiir eksik kalıyor sanki… Yayınlandıktan sonra da hem şiir hem de
ben özgürlüğümüze kavuşuyoruz.
101
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Selim Erdoğan/1972
Sonunda söyleyeceğim şeyi
başında söylemiş olayım; şiir
benim için fotoğraf çekmekle
başlayan bir serüven…
Şiirin
ne
olduğuna
değinmeden önce şiirle nasıl
karşılaştığımdan bahsedeyim;
ilk gençlik yıllarımda şiirin içimde yeşermeye
başladığı günlerden hatırladığım kimi fotoğrafları
göstereyim size;
Bir otobüsteydim ve ilk gençlik yıllarımdı. Soğuk ve yağmurlu bir sonbahar günüydü. İçinde bulunduğum otobüs yolcu almak için durmuştu. Sağda
uzayıp giden bir köy duruyordu. Bir köylü kadını binmişti otobüse. Aşağıda ise elini ağzına götürmüş camdaki kadına bakarak üşüyen ve sessizce ağlayan bir kız
çocuğunu gördüm. Camın buğusunu elimin tersiyle silip bu fotoğrafı seyre daldım. Bu ağıtın ardındaki öyküleri hayal edip durdum. Hastalık hastalarının söyledikleri bir şey var; “sürekli kalbimin atışlarında kulağım”.
Benim de öyle. Kim oturup saatlerce kar sesini dinler?
Hatta şöyle söyleyeyim; kim kar sesinin farkındadır ki?
Kim bilebilir gecenin sesini, mezarların kokusunu? Yağmurun boynu neden bükük, bilen kim var? Kaldırsın
elini. Böyle bir trajedi şairin başına gelen... Çok kısaca
şunu söyleyeyim; efkâr deriz, içi içine sığmazlık deriz de
anlatamayız ya! İşte şiir bunları anlatma çabası. Kısacası
günlük hayatta gözlerimle çektiğim fotoğraflar vardı ve
bu fotoğraflar kısa bir süre sonra şiire dönüşüyordu.
Yine ilk gençlik yıllarımdı. Bugün gibi hatırlıyorum; annem karlı bir gece vakti “Kalk, namazını kıldın
mı, sabah olmak üzere?” diye seslendiğinde elbiselerimle uyuyakaldığım yataktan kalkıp perdeyi araladığımda
sokak lambasının pırıltısı içerisinde kar tanelerinin her
birinin çıkardığı sessizliğin ritmi ile kalp atışlarımın ritminin aynileştiğini fark ettiğimde bana olan olmuştu
bir kez… Bu beni acıtıyor ve işte bu hâlimi anlatmak
istiyordum. Bunun için en uygun dilin şiir olduğunu
keşfettim ilk dizelerimi mırıldandığımda. Yepyeni bir
sözcükler dünyasına kavuşmuştum artık. Yeni bir iletişim yolu bulmuştum kısacası. Yabancısı olarak bırakıldığımız dünyada, yaşamanın ve gurbetin dayanılmaz
hüznü karşısında sayıkladığım şiirle toplum ve tabiat
karşısında terazinin kendime ait bölmesinde tutunmaya çalıştım. Kendi dışındaki her şeyin etki sahasında
diğerlerinin sıklıkla dışında kalmayı başardığı etki sahasında bulunmam yüzünden oluşan bir farklılaşma ile
karşı karşıya kalan ben, şiirin kıyısına zaten sürüklendim. Yağmurun altında kalmıştım bir kez ve türkümü
çağırmalıydım. Bulunduğumuz coğrafyanın folklorik
motiflerle zengin olması da işimi kolaylaştırmıştı zaten.
Bu zenginlik benim bir şair olarak imgelem gücüm açısından zenginleşmemi, geniş ufuklara oturmamı sağladı… Önemli olan şiirde imgenin yardımı ile herkesçe
görülen ama farklı, birbirine uzak duran resimlerden
mürekkep yeni bir resmi hayal edebilmek değil miydi?
Şiir bir yanı ile bu idi benim için. Bir yanı ile de insanın tarif edilemezleri az önce bahsettiğim özel dilin
imkânları dâhilinde tarif edebilme çabasıydı. “Efkâr”
gibi,” içi içine sığmamazlık” gibi… Şiir, bir Müslüman
olarak fıtratına yabancılaşmamaya gayret eden, hikmeti
arama yürüyüşü yapan biri olarak inanılmaz fotoğraflara sahip bir dünyanın bana hissettirdiklerini (şiirin
elverdiği sınırlar içinde) başı açık yalınayak anlatabilme
çabamdır benim. Yalınayak kendini anlatmak, bana
dilini eğmeden bükmeden anlatmayı hatırlattı hep.
Bu yüzden şiirde biçimi, sesi ve imgelemi çok önemseyen ama yalın şiirden yana olan biri oldum. Hüznümüz alabildiğine engin bir muharrik unsur şiirim için… Birçoğu için fotoğraflar her şeyi ile ortada… Ama görülen kadarıyla... Ben onun ardını
kurcaladım. Bindiğim bir trenin penceresinden,
bir kasabanın tren istasyonu lojmanında alnını
cama dayayan ve gelip geçen trenleri izlerken gördüğüm bir çocuğun hüznü benim hüznüm oldu.
Yeryüzüne gönderilen insanın yabancılığına ait
hüznün aşkın (transandantal) hal tercümesidir şiir
vesselam. Bu vesile ile şiirin ne olduğunu anlamak
yerine hepinizi bir gece vakti kar sesi dinlemeye,
yağmur almış bir toprağın kokusunu hissetmeye
çağırıyorum.
Ercan Yılmaz/1977
I.
‘Şiir
üzerimizdeki
örtüyü kaldırıp bize ne
olduğumuzu gösterir ve
bizi gerçekte olduğumuz
şey olmaya çağırır.’ Octavio Paz’ın söylediklerine tamamen katılıyorum.
Şiir benim için böyle bir şey, varoluşumuzun
karanlığını aydınlığa çıkarır.
Behçet Necatigil’in şiire bakışı da şahsî tarihimde önemli bir yer tutar: ‹Şiir, bir nevi ağarma-
102
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
dır, bir nevi beyazlaşma, yani gece karanlıksa bari
geceliğimiz beyaz olsun deriz, isteriz. Şiire ben bir
böyle teselli gözüyle bakarım. Şiir bir kelime yatırımıdır, bir anılar toplamıdır. Bir dili mümkün
olduğu kadar enine boyuna değerlendirme çabasıdır.› Ağarma, teselli, anılar toplamı, dili bütünüyle değerlendirme çabası... Kalbimizi her defasında
yeniden yazarız şiirle.
II.
*Hz. Peygamber›in ‹Allah güzeldir, güzeli sever.› hadis-i şerifi benim çıkış noktamdır.
*Yahya Kemal›in o veciz ve manidar ifadesi
‹Mısra benim haysiyetimdir.› felsefesi şiarımdır.
*Şiiri, Hakikat›in ‹ideolojik aygıt›ı yapmam
asla!
*Fuzûlî›nin ‹Bilgisiz şiir, temelsiz duvara benzer.› düsturunu asla kulak ardı etmem; ‹Aşk imiş
her ne var âlemde› mısraındaki hikmeti kavramaya çalışırım.
*››Derûnî ahenk›, ‹sihirkâr tesir›, ‹büyü üretimi› gibi kavramlar şiirimin omurgasını oluşturur.
*Sloganlarla, fragmanlarla, aforizmalarla şiir
kurmaya çalışmam.
*Şark›ın temel hususiyetlerinden olan usta-çırak ilişkisini hiçbir zaman küçümsemem.
*Gelenek›le ‹sahih› bir ilişki kurmanın yollarını ararım.
*Şiiri ‹ego› inşası için vasıta kılmam!
*Şiiri, kendimizi bilme›nin, zâtıma hoşça bakmanın vesilesi yapmaktır muradı
*Zarifoğlu›nun şiirin ‹tez değil duyarlık› işi olduğu tespitini baş tacı ederim
*Söz›ü ayağa, şiiri Dil›e düşürmek en büyük
korkumdur.
*›Edeb ya Hû› kapısından girerek; şiiri ‹öpüp
başımıza koyduğumuz ekmek gibi aziz› bilmek;
bütün meselem bu!
III.
Valery, ‹büyü üretimi’ demişti şiir için, Haşim, ‘sihirkâr tesir’den bahsetmişti. Tanpınar da
‘en uyanık halde dilde rüya halini kurmak’ diye
ifade etmişti maksadını. Ben de ilk kitabımdan
hareketle rüyâ ile hayâl ile alışverişi olan biriyim.
Aslında kendimi bir ‘hülyâ adamı’ olarak tanımlıyorum Tanpınar gibi. Bazen de görülmeden tabir
edilen rüyâların peşindeyim. Çünkü Cioran gibi
söylersem ‘Gerçek bende nefes darlığı yapıyor.’ Ve
elbette Gazzâlî’nin belirttiği gibi hakikatin cüzlerinden biri de rüyâlardır. Âherli Zamanlar’daki bu
bilinçdışı tavrın Nûrusiyâh’ta bilinçli hâle geldiğini söyleyebilirim. Yani ‘rüyâ üretimi’ söz konusu
olan. Bunun için Dil’in (her manâsıyla Dil) de
sükûtun da bütün imkânlarını kullanmaya gayret ediyorum. Benden önce görülmüş rüyâların
sahih bir halkası olmak ya da tabir edilmiş
rüyâları ‘yazmak’ istiyorum.
IV.
Şiirin bir ‘dil’ meselesi olduğuna Yahya
Kemal’i okuduğum lise yıllarından beri
inanmışımdır. Dil’den Ses’e doğru bir seyir…
‘Ya Rab bana bir ses yaratan kudreti ver’ diye
yakarıyordu Üstad. Ve elbette yine Yahya
Kemal’den, Ahmet Haşim’den temellük ettiğim, Hilmi Yavuz ile tam manâsıyla içime
sindirdiğim ‘edâ’ ve ‘derûnî âhenk’ meselesi.
Ben, kurmak istediğim ‘edâ’ya, ulaşmak istediğim ‘ses’e, inşâ etmek istediğim ‘derûnî âhenk’e,
‹Osmanlı Türkçesi’nin imkânlarıyla yaklaşabildiğimi düşünüyorum. Benim rüyâlarımın dili
bu. Mehmet Kaplan›ın Edebiyatımızın İçinden kitabında ‹Cahit Sıtkı Tarancı›nın Şiir
Estetiği›ni anlatırken onun, ‹her kelimenin
kendine has bir çağrışım mekanizmasına bağlı olduğunun farkında› olduğunu belirttikten
sonra şöyle devam eder: ‹Cahit Sıtkı›ya göre
şiir bir ‹evocation› sanatıdır. Kelimeler, uyandırdıkları çağrışım ile okuyucuya tesir ederler.
Ölü veya uydurma kelimelerde bu hassa yoktur.
Cahit Sıtkı›nın kelimelerdeki bu hassaya ne kadar ehemmiyet verdiğini şu mısra tahlili çok iyi
gösterir:
Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz;
mısrasında ‹hatıra› yerine ‹aklıma› diyebiliriz.
Vezin bozulmaz.
Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz;
vezin bozulmaz ama, şiir sırra kadem basar.
Bunun tek sebebi, ‹hatıra› kelimesinin ‹aklıma›
kelimesinden daha zengin bir ‹evocation› unsuru olarak daha kuvvetli olmasıdır.›
Mesele biraz da budur benim için.
103
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
V.
‹Gelenek benim için hem yol hem azık desem daha iyi ifade etmiş olurum meramımı.
Yani en geniş manâsıyla gelenekten yararlanmaya çalışıyorum. Maziden devşirdiklerimi, edebî
gelenek içerisinde nasıl şiirin malzemesi kılabilirim, bunu düşünüyorum.
Beslendiğim en önemli damar tasavvuf. Tasavvuf, bana hem muhtevâ hem de şekil (metod)
bakımından vazgeçilmez imkânlar sunuyor. İkili oluşlar üzerine inşa edilmiş bir sistem oluşu
da tasavvufu şiir dili için elverişli kılıyor bana
göre. Gelenekten, hem muhteva hem de tarz
olarak yararlanan şairleri kendime hep çok yakın bulmuşumdur. Meselâ Hilmi Yavuz, meselâ
Asaf Halet, meselâ Sezai Karakoç. Sezai Karakoç, Şair ve Gelenek adlı yazısında «Aslında
yeni olmak ‹eski›nin sırrını bulmaktır. Çünkü;
o ‹eski› bir nevi ölmezlik kazanmıştır. Şair de
zaten o ölmezlik sırrının peşindedir.› der. Ben,
usta-çırak ilişkisine inanan biriyim. Bu, bizim
dünyamızın en önemli damarlarından bana
göre. Ancak bu yolla gelenek zincirinin ‘sahih’
bir halkası olabiliriz diye düşünüyorum.
Serkan Türk /1977
Bana şiir yazdıran
şeyin ne olduğunu
eskiden beri hep düşünmüşümdür. Kelimelerin dünyasına
girdiğimden beri…
Bana açılan bir pencere şiir. Kimi anın, olayların,
yaşanmışlıkların, yaşanacak olanın, mümkün olmayanın hep kıyısında sözcükleri dilimde evirip
çevirdim.
Bir ses, müzik duyar gibi başımı her çevirdiğimde bir mısra düşürdüm ruhumdan ömrümden. Şüphesiz duymak, duyarken yaşamın ahengine yakışır şekilde-melodisi içimde- gördüğümü
anlamlandırma çabasıyla ördüm şiir’imi.
ben kendimi dike dike
söke söke derimden
bazı kazak, bazı çorap
ördüm içimde
Ben’den başladığım her şiirle uzun çarşılar,
sokaklar, dağlar, tepeler, denizler, su kuşları, fesleğenler, kum zambakları, bir ağacın hışırtısını,
bir ölümün sessizliğini, açılmış mektuplardaki
saklanmış hisleri, geçit vermez yollardan geçmeyi
denedim gönlümdeki kervanla.
küskünlük, suskunluk gibi bir şey değil
ne yapsak nafile. alınamayan bir gönül,
gidilemeyen bir kent gibi uzak.
Bir gövdeye dayadım kulağımı. Her iniltide
yaşlanan dünya, ağrısıyla göründü gözüme hayat. Yanağını okşadığım bir çocuk, otobüsün
camına yanağını dayayan yolcu, orağını ekinlere savuran çiftçinin kalbinden geçen o büyük
rüya rüzgârı.
bana kendi dilinde sus yaşlı dünya
sana bütün dillerde yanayım
Peşinden gittiğim mevsimler, içinden geçmekten yorulduğum yaşam söz ışıldağı gibi
aydınlanabilirdi şiirle ancak. Bunu hikâye ile
zaman zamanda şiirle sağlayabildiğimi düşündüm. Karıncanın günlerce yürüdüğü bir ağaç
gövdesi, insanın incinmişliğine benzer hayat
karşısında.
merhamet ne ince bir kelime alı al bir yanak gibi sızlamakta içimde
Ne söylersem şiir, ne söylersem hikâyenin
kapısında bulundum.
Tenin ve ruhun çıplaklığını birleştirdim dizelerde. Gözümün gördüğü, aklımın erdiğiyle
yansıdım.
sanki insan kökünden sökülmüş yeşil ot
kara lekeler gibi kuruyoruz gri gökyüzünün altında
karıncaların, böceklerin adımladığı bir evrende
bu yalnızlıklar, savaşlar hepimize fazla
Bir dosta söyler gibi hep şiir.
İnsanın kendine omuz vermesi, yeniden
ayağa kalkmaya çabalaması, kendi sesiyle şiiriyle
mümkündü.
104
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Muhammed Hüküm/1982
Her şeyden önce
bugünün ruhu yok
saymaya çalışan yönelimleri karşısında şiirin ruhu savunan bir
yanı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden
şiir yazma eylemi ve şiirin kendisi üstüne titrediğim bir durum. Yazmaya çalıştığım şiirin içeriğini ve biçimini belirleyen de aslında aynı duygu:
şiiri ve ruhu değerli bulma hissi… Bazen kafamda
tasarlayıp yazıya geçirmeye kıyamadığım şiirler
oluyor. Onun, şiiri değerli bulmayan gözler ve zihinler karşısında kirleneceğini düşünüyorum. Benim için çok kıymetli olan bir eylemin dünyanın
bugünkü şartları içerisinde maddenin çapaklarıyla
kirlenmiş gözler vasıtası ile alaya edilecek, romantik veya metafizik diye yaftalanacak olması
şiir konusundaki en büyük korkum. Bu korku
sadece kendi şiirim için değil, şiirin bugünün
dünyasındaki genel hâli için geçerli.
Şiirimin içeriğini belirleyen temel yönelim
başlangıcından beri Yunus Emre’nin sesini
yakalama istenci oldu. Hakikat ve saf
gerçeklikteki doğadan yararlanarak içinde
yaşadığımız hâli bir başkasının hâli olsun diye
yazmak şiirlerimin içeriğini belirledi. Tabi İsmet
Özel, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, İlhan Berk,
Dağlarca gibi şairlerin söyleyişine zaman zaman
öykündüm fakat bugünün şiirinin karmaşadan
uzak, sakin, kısa ve özlü olması gerektiğine
inanıyorum. Eğer şiir yazma eylemi bu dünya
için kalıcılığımızı sağlayacak bir eylem olarak
telakki ediliyorsa Yunus’un yazdıkları gibi şiirlerimin bin yıl sonra okuma yazma bilmeyen ve
hatta ana dili Türkçe olmayan insanların dilinde ve zihninde olmasını isterdim. Şiirin sokağa
düşmesi ve barbarlık yapanların kullandığı bir
silah olması beni inciten bir durum…
Garip şiirinin getirdiği esprili, şaşırtıcı, nükteli söylem özellikle Cemal Süreya ile ironinin
zekâsını bünyesine dâhil etti, Ece Ayhan’la da
ironinin zaman zaman nefrete kadar ilerleyen
yıkıcılığı şiire nüfuz etti. Postmodern şiir içinde İslamcı şairlerin dahi lirizmle esprili, nükteli
söyleyişi bir araya getirmeye çalışmasını benim
şiirim yadırgıyor açıkçası. Ben şiirimde kesinlikle ironi, şaşırtmaca ve harf kelime oyunlarını
kullanmayı tercih etmiyorum. Çünkü şiirimin
zekâya değil gönle yaslanmasını istiyorum. Modern dünyanın metafiziği yok saymasından ve
insan aklını kutsamasından mustarip olmayan
bir şiirin gerçek şiir olamayacağı kanaatindeyim.
Bugünün Türk şiiri bence sesini kaybetmiş durumda… Kendine özgü acılarını ve
sevinçlerini aramak yerine modernizmin yarattığı mitlerin karşısında bir yanılgıya düşüyor… Acılar ve sevinçler coğrafyasını ve
dilini kaybetmiş durumda… Şiirimde bu acının sosyal, coğrafi ve tarihî köklerini aramayı
diliyorum...
Sezin Seda Altun/1987
Özlediğim
için
yazıyorum.
Geçmişin
uzak, güzel günlerini
özlediğim ve bir an sonra
o geçmişin parçası olacak
şimdiyi
özleyeceğimi
bildiğim için. Yaşama
tutkunum, yaşam gözlerimi kamaştırıyor benim. Bu çok ağır bir şey aynı zamanda. Bir
şeyi çok sevmenin ağırlığı. Bu ağırlıktan kurtulmak için yazıyorum, yoksa yaşayamam.
Balkon demirine bir kuş konsa ağırlığını hissediyorum. Nasıl yazmam?
Şiirde dilin işlenişini çok önemsiyorum.
Çünkü dili, yaşantıların bende yarattığı duygu
durumlarının gerçekliğini, o ana özgülüğünü
bozmadan aktarabilmenin en önemli aracı
olarak görüyorum. Diğer bir deyişle dil,
anlatma aracım olduğu için şiiri oluşturan
diğer tüm dinamiklerin üstünde bir önem
taşıyor; ancak onun anlatmak istediklerimle
okur arasında bir duvar gibi durmasını, zoraki
bir anlaşılmazlığa yol açmasını, kısacası
hikâyemin önüne geçmesini sevmiyorum.
Rüzgârda yuvarlanan bir perekati pole gibi,
etrafımdakileri kendime katıp büyüdüğümü
hissediyorum hayat içinde. Perekati pole hem
çölün gerçekliğidir hem de ona, orada yaşayana
bir umuttur. Şiir de benim gerçeğim, umudum,
hayatta sürüklenirken çıkardığım ses. ■
105
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
LÜTFİ PARLAK
ile Deli Dumrul romanı üzerine
Romanda; İslamiyet’e geçişteki zorluklar, ikilemler de ele
alınır. Çünkü Deli Dumrul, içinde bulunduğu tabiatın
ve dinlerin esaretine isyan etmektedir. Bir taraftan
Şamanların etkisi, diğer taraftan Korkut Atanın
dersleri onu iki arada bir derede bırakmıştır.
GIYASETTİN DAĞ
Lütfi Parlak
1955 yılında Elazığ’da doğdu. 1977’de
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi.
Aynı yıl, Elazığ Lisesi’ne atandı. 1981’de
yedek subaylığa müteakip Uşak Eşme
Lisesi’nde görevlendirildi. Ardından Akçadağ Öğretmen Lisesi’ne müdür tayin edildi.
Elazığ Lisesi’ne müdürü iken 2007 yılında
emekli oldu.
Yazarımızın yayınlanmış eserleri:
1-Yukarı Fırat’ta Tarihî Eserler (İnceleme-2004) 2-Behramoğlu Balak (roman-2006) 3-Yemen (roman -2008) 4-Gençosman (2010) 5-Sudan Gelen (2013)
6-Deli Dumrul (2015)
Evli ve üç çocuk babası olan yazar,
1985’ten beri mahallî gazetelerde köşe yazılarını sürdürmektedir. 2013-2015 yılları
arasında Elazığ Türk Ocağı başkanlığı da
yapan Parlak, mahallî TV programları yanında edebî dergilerde şiir ve makalelerini
yayınlamaktadır.
Sayın Lütfi Parlak! “Deli Dumrul” çıktı.
Deli Dumrul’la yola çıkış sebebiniz veya kahramanla topluma vermek istediğiniz mesaj
nedir?
Romandaki tipler malum; birer aracı, birer
semboldür. Yazar; teşhis ve intak sanatını kullanarak onları yeniden ete kemiğe büründürür:
Onlar vasıtasıyla konuşur, onlar vasıtasıyla mesaj verir. Mekânı yeniden keşfeder, kahramanı
yeniden şekillendirir. Merak uyandırmak için
icat yapar. Gözlem yapmak için düşüncelerini
kullanır. Böylece hayallerine vurulan millî damganın sırrını çözmeye çalışır. Zira üzerinde bulunduğumuz dünya emniyetsiz olduğundan
kendi başımıza yaşayamayız. Problem çözmek
için yardıma ihtiyaç duyarız.
Romanda, gerek Dirse Hanın; birer koç karşılığında çalınan kurt yavrularını alıp dağa salması, gerek Deli Dumrul’un geyik yavrusunun
kırık bacağının sarması… iyilik bulmak için iyilik yapma çabasıdır. Çünkü bireysel güçle her
meseleyi çözmek mümkün değildir.
Romanda; İslamiyet’e geçişteki zorluklar, ikilemler de ele alınır. Çünkü Deli Dumrul, içinde
106
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
Bu konuda farklı bir iddiam var. Bana göre
Dede Korkut Hikâyeleri, Batının ilk ve en
mühimlerinden olan Donkişot romanının
kaynağıdır. Yani Donkişot, Deli Dumrul’un Batıya
uyarlanmış halidir.
bulunduğu tabiatın ve dinlerin esaretine isyan
etmektedir. Bir taraftan Şamanların etkisi, diğer
taraftan Korkut Atanın dersleri onu iki arada bir
derede bırakmıştır.
Diğer bir konu, kahramanın kaba kuvveti ile
aklının çelişmesidir. Çünkü Deli Dumrul, damda deve arayan bir tiptir: Haliyle kendisine şahsiyet veren göçebe kültürünü, günümüze yansıtır: “Benden daha deli var mıdır ki çıka benimle
savaşa?” deyip kuru çayın üzerine köprü yaptırır.
Geçenden otuz üç akça, geçmeyenden kırk akçe
almaya kalkışır. Azrail’le karşılaşınca; “Bre Azrail, seni böyle bilmezdim, medet” diyerek gerçeği
kabullenir.
Hocam Deli Dumrul’un, can bulup canını
kurtarma hususunda Azrail’le yaptığı pazarlık da meşhurdur. Konu ile ilgili bilgi verir
misiniz? İşin sonu nereye varır?
Can bulma meselesi, basit gibi görünse de
ince mesajlarla doludur. Anasının; “seni severim
ama babanı daha çok severim.” Babasının; “ailemi ve obamı yalnız bırakamam oğul” demesi
onun doğruyu bulmasını sağlamıştır. Farkında
olmadığı aile bağlarının önemini kavratmıştır:
“Demek usul böyleymiş, demek söylenenler
töreymiş. Bir kadın canını, ancak kocasına verebilirmiş” deyip inançlarından taviz vermeyen
ebeveynini, bilakis sevmiş.
Sonunda ellerini Allah’a açıp; “Kişi sevdiğine naz da edermiş niyaz da. Sana yalvarıyorum:
Alırsan ikimizin canını birlikte al, koyarsan ikimizin canını birlikte ko!” ifadesiyle yaratıcıya
teslim olmuş. Böylece akıncı tipini bırakıp Alperen olmuş.
Deli Dumrul, kendine güvendiği için son
döneme kadar her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmıştı. Ancak iyi niyeti sayesinde önündeki gümüş kapı kapansa bile altun kapının açıldığını
görmüştü. Neticede Şamandan vazgeçip Allah’a
yönelmiş, bağışlanması için yalvarmıştı. Hadiseler üzerinde tasarruf sahibi olduktan sonra
İslam’a yönelmişti.
Dede Korkut Hikayelerinin batıda benzerleri veya Batı Edebiyatında akisleri var
mıdır?
Bu konuda farklı bir iddiam var. Bana göre
Dede Korkut Hikâyeleri, Batının ilk ve en mühimlerinden olan Donkişot romanının kaynağıdır. Yani Donkişot, Deli Dumrul’un Batıya
uyarlanmış halidir. 1570’de Kıbrıs’ı Türkler
alınca Haçlılar 1571’de İnebahtı baskınını gerçekleştirdi. İnebahtı savaşına gönüllü katılan
Cervantes, sol eli kaybettikten sonra Osmanlıya
esir düştü. Dokuz sene tutsak kaldı. Mütercim
Ali Çankırılı’nın iddiasına göre bu esnada Seyyit
Hamit Engelî adlı bir filozofun notlarını aşırdı.
Neticede Donkişot adlı eserini yazdı.(1606)
Dede Korkut Hikâyeleri 15. Yüzyılda teşekkül ettiğine göre Cervantes’in bu eserden haberdar olması gerekir. Seyyit Hamit’in notları da
işin içine girince Donkişot’un Deli Dumrul’dan
esinlendiği rahatlıkla söylenebilir. Zaten kahramanlar, ikiz kardeş gibidir. O sebeple Batı Edebiyatının Donkişot’una karşılık Edebiyatımızın
Deli Dumrul’unu kaleme aldım. Sanıyorum
Cervantes’in kaynağını bularak önemli bir görevi yerine getirdim.
Kaç eser yayımladınız? Bunların konusu
hakkında bilgi verir misiniz?
Şu ana kadar “Yukarı Fırat’ta Tarihî Eserler”
dışında yayınlanmış beş romanım bulunmaktadır: 1-“Harput Hükümdarı Behramoğlu Balak”
Balak Gazi’nin mücadeleleri ve kardeş kavgalarının bize neye mal olduğu anlatılır. Kültür Bakanlığınca bu eserimin belgeseli çekildi. 2-“Ye-
107
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
men” Elazığlı Mehmet Sait Çavuşla Türk askerinin Yemen macerası dile getirildi. Roman, Mustafa Necati Sepetçioğlu I. Roman yarışmasında
mansiyon aldı. 3-“Genç Osman” Bağdat fethine
katılan Ağınlı Genç Osman ele alındı. 4-“Sudan
Gelen” Hz. Musa’nın hayatı, Firavunla mücadelesi işlendi. İsrailoğullarının sapıklıkları dile
getirildi. 5-“Deli Dumrul” ise yeni çıkan ve yukarıda bahsi geçen romanım.
Sayın Hocam, romanlarınızın konusu ve
kahramanları tarihten seçilmiş. Neden Tarih?
Günümüzü anlatmayı düşündünüz mü?
Ben bir öğretmenim. Öğretmek, mesleğim. Onun için emekli olsam da uzlet köşeme
çekilemezdim. Çünkü devrimin inanç ve tefekkürünü ortaya koymak zorundayım. Ancak taraf olduğumdan içinde bulunduğum anı
değerlendirmekten kaçındım. Bizi, gelecek kuşakların değerlendirmesinin daha doğru olacağını düşündüm. Buna karşılık hat safhada olan
toplumsal sıkıntılarımızın sebebini öğrenmek
için tarihin derinliklerine inme gereğini
duydum. Sanat denen ruhî olgunlukla tarihimizin mühim şahsiyetlerini edebiyatımıza aksettirmeye çalıştım. Bu noktada tarihî romancılık
cazip geldiği için orada yoğunlaştım.
Kültüre karşı meylim dolayısıyla tarihî romanı çok seviyorum. Gençlik yıllarında Y. Bahadıroğlu, T. Buğra, M. N. Sepetçioğlu’nu… okuduğum hesaba katılırsa bende böyle bir eğilimin
olmasını doğal karşılamak lazım. Sonra tarih,
uzakları gören bir pencere olduğuna göre ötelere
bakmak isteyenin bu pencereyi ardına kadar açması şart. Zira eksiklerimizi, ancak mazideki
örneklere bakarak giderebiliriz. Yoksa günü ihmal etmenin, geleceği silme anlamına geldiğini
biliriz. O yüzden içinde bulunduğumuz zamanı,
asla yok sayamayız.
En kadim kavimlerden olan Türk Milletinin
mazideki değerlerini günümüze taşıyıp eskinin
içinde yeniyi bulmak için elbette tarihî şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Ben de aynı anlayışla dinî
menkıbeleri, millî efsaneleri romanlaştırıp okuyucunun beğenisine sundum.
Peki, hocam zaman değişince hükümler
değişmez mi?
Mecelle, zaman değişince hükümler değişir
dese de her zaman öyle olmuyor. Çünkü her
yeni, şekli değiştirilmiş eskidir. Öyleyse yeninin
filizini alabilmek için eskinin dağarcığındaki tohuma uzanmak lazım. Gerçek hayatın sıcaklığını ona ulaştırmak lazım...
Herkes bilir ki romanların birçoğu, kahramanıyla müsemmadır. O yüzden ilk romanıma
Balak Gazi tipini seçtim, kardeş kavgasına kurban gittiğini hatırlatmaya çalıştım. Çünkü aynı
şeyleri bu gün de yaşıyoruz. İkinci romanımın
kahramanı Mehmet Sait Çavuş; Yemen mücadelesini bizzat yaşayan kişidir. Üçüncüsüne ise
çocuk asker, Ağınlı Genç Osman’ı aldım. Duygularımı onunla hissedilir hale getirdim. Dördüncü kahramanım Hz. Musa. Kutsal kitapların
haber verdiği bir peygamber. Beşinci kahramanım, hırsla kalkıp zararla oturmaya alışan Deli
Dumrul. Kötü oduncu gibi baltasıyla cebelleşse
de sonunda gerçeği bulur.
Başka roman çalışmalarınız var mı?
Elbette var. Erken emekli olmamın esas sebebi, birikimlerimi yazmaktı. Dolayısıyla bir gazetede köşe yazılarımı, bazı dergilerde makalelerimi neşrediyorum. Kalan zamanı, kitap çalışmalarına ayırıyorum. Tarihî roman, amacıma daha
uygun düştüğü için o yolda ilerlemek istiyorum.
Kişileri kutsallaştırmadan, kahramanları ideolojilere kurban etmeden eser vermeye çalışıyorum.
Ancak roman yayınlamaktaki zorluklar, maalesef beni bıktırdı. Elazığ’da oturup İstanbul’da
kitap çıkarmak gerçekten zor iş. Aracıların aracılığından istifade etmek yoruyor insanı. Ama
“Başarı, zorlukların ürünü” diyerek kalemimi
kullanmaya devam ediyorum.
Tabii ki yaşadığım anı da ihmal etmem
söz konusu değil. 1980’li yıllarda yedek subay
olarak gittiğim İdil jandarma taburunda görev
yaparken yöre insanını tanıma imkânı buldum.
Bölücü faaliyetlerin sessiz sedasız nasıl fırtına
dönüştürüldüğünü gözlerimle gördüm. Otuz
beş sene sonra tuttuğum günlüklerden “Ay Karanlığı” adlı romanımı yayına hazırladım.
Elimde basılmamış ikinci roman; “Oğuz
Kağan.” Bu eserimle Kızıl Elma idealimizin yanında ecdadımızı ve kimliğimizi yeni nesillere
öğretmek istedim.■
108
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
"Hisar" dergisi ve Hisarcılara dair
ABDULLAH SATOĞLU
O
rtaokula
devam
ettiğimiz,
1940’lı yıllarda, Anadolu’nun ve
Kayseri’nin birçok yerinde olduğu gibi, bizim evimizde de çalışma odası ve
elektrik yoktu… O yıllarda, Kayseri Halkevi
Kütüphanesi’ne gider, orada ders çalışırdık.
Kütüphaneye, yurdun her tarafından kitap,
dergi ve gazeteler gelir, biz onları sıcağı sıcağına
okuma imkânı bulurduk.
Gelen dergiler arasında, Akın Karauğuz’un,
Zonguldak’ta çıkardığı “DOĞU” dergisi de bulunuyordu. Derginin Ağustos 1949 tarihli “Özel
Sayı”sında, o yıl Zonguldak’ta yapılan şiir gecesine, Ankara ve diğer illerden katılan şairlerin,
özgeçmişi, fotoğrafı ve şiirlerinden örnekler yer
alıyordu.
O isimler arasında, sonradan hemen hepsiyle
de yakından tanışma ve dost olma imkânını bulmuş olmaktan onur duyduğum ve bugün tamamı aramızdan ayrılmış bulunan;
Behçet Kemal Çağlar, Âşık Veysel, Mehmet
Çınarlı, İlhan Geçer, Mehmet Çakırtaş, Osman
Attila, Halil Soyuer, Mustafa Necati Kararer,
Fikret Sezgin, Yahya Benekay, Gültekin Samanoğlu, Ahmet Tufan Şentürk, Azmi Güleç, Jülide Gülizar Göksan, Hüseyin Çolak “Yurdabak”
gibi şairlere de yer verilmişti… Bunlardan;
İki günde mahalleye yayıldı
Emine’nin başkasında gözü var.
Olan olmuş aldırma be Ahmedim
Komşuların türlü türlü kızı var.
Akşamdan akşama eve gelirsin
Güzelleri pencerede bulursun.
Esmeri mi, kumralı mı alırsın
Her birinin türlü türlü nazı var.
Düşünürsün, mor mor yanar yüzlerin
Deli deli bakar durur gözlerin.
On dördünü aşan cümle kızların
Yüreğinde türlü türlü sızı var.
Kör talihin elinde bir fenersin
Şurada yanarsın, şurda sönersin.
Kime inanırsın, kime kanarsın
İnsanların türlü türlü yüzü var!
tarzındaki nefis şiirleriyle Mustafa Necati
Karaer ve Fikret Sezgin’i, Kayseri Halkevi Dergisi “Erciyes”te çıkan şiirlerinden tanıyordum…
Fakat ikisinin de Kayserili olduğunu, “Doğu”
109
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
dergisindeki özgeçmişlerinden öğrendim. Ve o
günden itibaren, onların ve diğer hemşehri şairlerin şiirleriyle, Kayseri’ye dair bütün haber,
eser ve dokümanları biriktirmeye başlamıştım. Böylece, ilk baskısını 1962 yılında yaptığımız
“Başlangıçtan Bugüne Kadar - “KAYSERi ŞAİRLERİ” ile, 2002’de Kültür Bakanlığınca yayınlanan “KAYSERİ ANSİKLOPEDİSİ” başta olmak
üzere, diğer araştırma kitaplarımın da hazırlanmasına, imkân sağlar olmuştum.
Diğer isimler ise, Cumhurbaşkanlığı eski
Genel Sekreterlerinden Munis Faik Ozansoy’un
himayesinde, ilk sayısı, 16 Mart 1950’de çıkan, Mehmet Çınarlı’nın sahibi, İlhan Geçer’in
de yazı işleri müdürü olduğu, aylık fikir, sanat ve
edebiyat dergisi “HİSAR”ın etrafında toplanmışlardı…
Değerli
Edebiyat Tarihçimiz Ahmet
Kabaklı’nın tespitiyle ;
O yıllarda, “Sanat çevrelerini tedirgin etmeye başlayan köksüzlükleri önlemek şuurundan
doğan Hisar, yeniyi ve yeniliği bir takım şekil ve
dünya görüşlerinin taklidinde, zaman zaman da,
olduğu gibi aktarılmasında arayan, tutumlara karşı
bir (kendine dönüş) ve (özünü arayış) hareketidir.”
Hisarcılara göre ;
“…Sanat bağımsız olmalıdır. Çünkü bir doktrine angaje olmak, sanata ihanettir. Millî olmayan
sanatın, sınırlarımızı aşacağı düşünülemez. Her
edebiyatın, millî şekilleri ve görüşleri vardır. “yenilik” bunların geliştirilmesidir.
Sanatçının dili, yaşayan dildir. Çünkü sanatçı
diliyle vardır. Ve halka onunla seslenir…
Hisarcılar, dilin sâdeleşmesini candan istemekte, buna çalışmakta ve işte bundan dolayı,
“tasfiyeciler”e karşı çıkmaktadır. Çünkü dil tasfiyeciliği, ister istemez, Türk kültür ve edebiyatını yok
etmeğe yönelmiş bir manzara göstermektedir…”
Gerçekten de, o günlerin âdap dışı ifadelerle;
“Sabah oldu
Çişimizi ettik
Doğru işe…”
Veya benliğimizi zaafa uğratacak tarzdaki;
"Ey şişe, bey şişe
Gel, gel de
Bardağıma işe!”
gibi moda çarpıklıkları karşısında; çıkmağa başladığından itibaren, zevkle okuduğumuz ve kitaplıklarımıza, hiç tereddüt etmeden, güvenerek sokabileceğimiz, yegâne milliyetçi sanat ve edebiyat
dergisi “HİSAR” olmuştur.
Derginin, “Hisar Yayınları” arasında, birçok
değerli edip ve şairimizin eserlerini, nefis baskılarla Türk Kültür hazinesine kazandırması bile,
başlı başına takdire şayan bir hizmettir.
Bütün bu iyi niyet ve gayretlere rağmen,
bir polemik maksadıyla değil, fakat yaşanmış ve
yazılmış olduğu içindir ki, bu konuda, literatüre geçen değerlendirmelere de, kısaca temas etmek durumundayız.
O da, bazı şahıs ve çevrelerce, HİSAR’ın
“inhisarcı” ve hatta “kıskanç” bir kadronun elinde bulunduğu yolundaki, kanaat ve iddiaların
ileri sürülmüş olmasıdır…
Mesela, Ferit Ragıp Tuncor, “Bahçe”nin Haziran 1950 tarihli 5. sayısında çıkan “İki Dergi
Arasında” başlıklı yazısında şöyle diyordu;
“…Ankara’da iki organ etrafında, Ankara gençliği toplanmağa başladı. Bunlardan biri, 1950 Şubat’ında intişar etmeye başlayan (Bahçe) adlı dergidir… Bahçe, yemyeşil bir düzlükte kurulan ve her
güzelin, içinde salınarak dolaştığı bir seyran yeri idi.
Onun sahifelerinde, büyük bir sanat aşkıyla yanıp
tutuşan, bir gençlik yetişiyor ve yetiştiriliyordu…”
“ Diğeri, ondan bir ay sonra çıktı… Onun ismi
ise (Hisar)dı… Biri bir düzlükte kurulmuştu…
Her sanat âşığı, bir zıplayışta, kendini bu bahçenin
içinde buluyordu… Lâkin Hisar öyle değildi.
Hisar’ın her nüshasının kapağında, bir kale
siluetine rastlıyorduk… Sanki beyaz serpmelerle
meydana gelen bu siluet, bize; Yasak! İçeri girilmez!
der gibi idi.”
“Gönül, ne Hisar’ın yıkılarak, topraklarının
ufalanmasını ve bir bahçede kaybolmasını ister, ne
de Bahçe’nin, yerini yadırgayarak, yükseklere, tepelere heveslenmesine tahammül eder…”
Öte yandan, bu davranışı, bir “inhisar”dan
ziyade, “Hisarcı”ların, görüş ve prensiplerinden
sapmayan ve taviz vermeyen, bir tutum içerisinde bulunduklarına hamletmek gerektiğini, savunanlar da olmuştur. Fakat kim ne derse desin,
yayınlandığı sürece, çarpık ideoloji ve görüşlerin
karşısına, azimle dikilen HİSAR, Türk fikir ve
sanat hayatına hizmet eden, olgun ve dolgun bir
110
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5
dergi olarak, edebiyat tarihindeki mümtaz ve
müstesna yerini almıştır.
Gerçi, yukarda isimlerini saydığımız şairler
arasında;
Ateş söner, kıvrım kıvrım sis kalır
Çeşme kurur, suya hasret tas kalır.
Sevda çeken gönüllerde yas kalır
Yeller vurup ırgalanan dal hasta.
diyen, Mehmet Çakırtaş,
Hayal mi, gerçek mi gördüğüm bilmem
Elden ele gezen güle dönmüşsün.
Saçların tarumar, gözlerinde nem
Ateşe benzerdin küle dönmüşün.
şeklindeki mısralarını, zevkle okuduğumuz Jülide Gülizar Göksan ve hukuk fakültesine devam
ettiği yıllarda, bana yazdığı mektupların birinde;
“…Büyük idealim olan, sanat anlayış ve
görüşünü köreltmek için, hukukla meşgûl olmaktan
daha müessir bir şey olamaz!” diyen ve;
Bal rengi rüyalarımı
Islak gözlerinde unutmuşum.
Gel de hükmet bu sevdaya
Seni masal şehzadelerle bir tutmuşum!
güftesinin yazarı Erdoğan Ünver ile; İlk gençlik
yıllarında, zannediyorum, o yılların genç hanım
şairlerinden birine olan platonik tutkunluğunun,
bir tezahürü olarak, terennüm ettiği;
Her mevsim içimden gelir geçersin
Sen vefasız yolcu, kalbim viran edersin.
Merhaba demeden elvedâ dersin
Sen vefasız yolcu, kalbim viran edersin!
tarzındaki uşşak şarkının güfte yazarı Hüseyin
Çolak Yurdabak ve başka birçok şairin, “HİSAR”
dergisinde, şiirleri yayınlanmamıştır. Bu gruplaşma, belki de, bu arkadaşlarımızın, “HİSAR”dan
bir ay önce, yani Şubat 1950’de, “BAHÇE” adındaki aylık sanat – edebiyat dergisini çıkarmış olmalarından, ileri gelmiş olabilirdi…
Ben de “Hisar”a hiç şiir ve yazı göndermedim… Ancak, şiir etkinlikleri ve yayınladığım
kitaplarla ilgili olarak, merhum İlhan Geçer ve
Yahya Akengin kardeşimizin imzalarıyla, makale
ve haberlere geniş yer verilmiştir.
1950’de, Jülide Gülizar’ın sahibi, Erdoğan
Ünver’in yazı işleri müdürü olduğu “BAHÇE”
dergisi, birinci dönemde 9 sayı çıkabilmiştir, Nisan 1975’ten itibaren, yine Erdoğan Ünver, Hüseyin Yurdabak ve Abdullah Satoğlu tarafından,
ikinci defa çıkarılan Bahçe, 29 sayı daha devam
etmiştir.
“HİSAR”da, daha sonraki yıllarda;
Aylarca hayatıma karışmamışsın sanki,
Seni, hâtıraları, tamamiyle unuttum.
Şu anda, düşüncemden o kadar uzaksın ki,
Neyi unutacaktım, bunu bile unuttum!
tarzındaki, duygu yüklü şiirleriyle, günümüzün
seçkin şairleri arasında yer alan Gülten Akın ile
birlikte, Feyzi Halıcı, Ali Naili Erdem, Osman
Fehmi Özçelik, Nurettin Özdemir, Abdullah
Rıza Ergüven, Ümit Yaşar Oğuzcan, Rıza Ümit,
Nüzhet Erman, Yavuz Bülent Bakiler ve Yahya
Akengin gibi, kendine has söyleyişlerle, kişiliğini
bulmuş ya da bulma yolunda olan diğer genç ve
değerli imzalarla karşılaşıyorduk.
Nesirde ise; Munis Faik Ozansoy, Remzi Oğuz
Arık, Cemil Meriç, Mehmet Kaplan, Faruk Kadri
Timurtaş, Ahmet Kabaklı, Cahit Tanyol, Cahit
Okurer, Cahit Öztelli, Hikmet Dizdaroğlu gibi
otoritelerin, edebiyatımıza renk katan yorum ve
incelemeleri, hafızalarımıza nakşedilir gibiydi…
Burada özellikle, Adile Ayda Hanımefendi’nin,
Yahya Kemal, Yakup Kadri, Halide Edip, Peyami
Safa, Halide Nusret Zorlutuna ve
O su bir sır gibi mırıldanırdı
Koynunda bir sarı ay yıkanırdı.
Bizi, Leylâ ile Mecnûn sanırdı
Akşam gölgesinde çağlayan o su!
mısralarının ünlü şairi, Şükûfe Nihal gibi, dönemin önemli şahsiyetleriyle ilgi olarak, kendine
has kişilik ve üslûpla kaleme aldığı ve sonradan
kitap hâlinde yayınlanan, “Edebî Hatıralar”ını,
büyük bir zevk ve heyecanla okuduğumuzu belirtmek ve o lâtif hâtıraları, bir kere daha, yaşayanlarla birlikte, yâd etmek istedim. Aramızdan
ayrılan, değerli şair - yazar ve fikir adamlarımıza,
Allah’tan rahmet niyaz ediyorum…■
111
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 5

Benzer belgeler

Kırağı Dergisi 9. Sayısı

Kırağı Dergisi 9. Sayısı diğer bir bilgi kaynağı da geleneğin ta kendisidir. Birçoğunun okuryazar olduğu şüpheli âşıklar, bir koşma söylerken belli bir vezin, vezin içinde durak, kâfiye, redif, mahreçleri birbirine yakın v...

Detaylı