dosyayı indir - ŞiirVakti Dergisi

Transkript

dosyayı indir - ŞiirVakti Dergisi
SAYI
İKİ
SONBAHAR 2012
Yıl:1 Fiyatı 7 TL
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
MEVSİMLİK ŞİİR VE
EDEBİYAT DERGİSİ
BİR ÇAY DAHA
LÜTFEN
Katharine Branning
Söyleşi
Yaşar Bedri
Bilinen Tarihte
Sanatın Başlangıcı
Metehan Dayı
Bir Yazarın Güncesi
Senem Gezeroğlu
Onüçüncü Gün
Üzerine
Betül Alpaslan
Sömürü ve Evrensellik
Alper Yüce
Türkçe’nin Gökkuşağından
İmdat Avşar
ISSN 2147-2203
9 772147 220009
Şiirin en güzel vakti...
ŞiirVakti Yayınları Adına Sahibi:
Sevilay TUNÇBİLEK
Genel Yayın Yönetmeni
Selim TUNÇBİLEK
Görsel Yönetmen
Muhammet Ali ECEVİT
Abone ve Ödeme
www.kitap-evi.com
Posta Çeki Hesap No:
Sevilay Tunçbilek 09665807
Abone Şartları
Yıllık: 25 TL.
Kurumsal Abone: 35 TL.
Yönetim Yeri
İldem Cumhuriyet Mah. Çarşı Sok.
Tunçbilek İş Merkezi No: 4/A
Melikgazi/Kayseri
İrtibat Tel: 0352. 222 9608
Yazı ve İletişim
e-Site: www.siirvaktidergisi.com
e-posta: [email protected]
Baskı
Şiiri, saf şiiri
kendine merkez
alan ideolojik
hiç bir söylem
ve kaygısı
olmayan şiir,
ŞiirVakti’dir. Şiirin
güzelliklerine
kapı aralamaktan
başka yaşanabilir
ciddi bir olgunun
olmadığı
gerçeğine saf
Orta San. Böl. Gazibey Cad. No: 15 Kat:1
Tel: (0352) 320 48 61 Fax: (0352) 320 48 54
Melikgazi - KAYSERİ
www.gecityayinevi.com
Telif Hakları:
Dergimize ürün gönderen yazarlarımızın hiçbir yerde
yayımlanmamış eserlerine tarifemize uygun telif ücreti ödenir. Başka yerde yayınlanmış eserlerin gönderilmesi halinde
telif ödenmez. Telif ücretleri yılda bir kez olmak üzere,
yazarlarımızın tarafımıza belirttikleri hesaplarına yatırılır.
ISSN:
2147-2203
bir içtenlikle
inananların
insanlığa
yazdıkları mesaj
panosudur
ŞiirVakti.
İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER
DERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
YUSUF BAL
6
SUAVİ KEMAL YAZGIÇ
Türk Dostu
İLKAY COŞKUN
10
13
İSA TUNÇBİLEK
19
VEDAT ALİ TOK
SELİM TUNÇBİLEK
Katharine Branning’le Sohbet: 20
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
89
93
YAŞAR BEDRİ
ile söyleşi
20
38
39
•İkinci Sayının Önsözü.............................4
•Yusuf Bal Şiirleri ....................................6
•Suavi Kemal Yazgıç Şiirleri....................10
•İlkay Coşkun Şiirleri..............................13
•Ayna
Eyyüp Akyüz.........................................18
•Aralık 7
İsa Tunçbilek........................................19
•Bir Çay Daha Lütfen..............................20
•Bir Çay İçimi Kitap Ve Portre
Selim Tunçbilek....................................27
•M. Kadir Atasoy Şiirleri.........................32
•Rasim Demirtaş Şiirleri.........................35
•Yâre Gazel
Vedat Ali Tok........................................38
•Ne Çok Yoksulluktu Bölüşemediğimiz
Selim Tunçbilek....................................39
•Yaşar Bedri ile Söyleşi
Eyyüp Akyüz.........................................40
•On Üçüncü Gün Üzerine
Betül Alpaslan......................................46
•On Üçüncü Gün’e Dair Çok Boyutlu Okuma
Kürşat Akkaş........................................53
•Sömürü Ve Evrensellik
Alper Yüce............................................59
•Devlet, Söz Ve Sömürü
Hasbi Metin..........................................62
•Sevgilim Gece, Kocam Sabah
Özge Sönmez.......................................65
•Ellerini Ver Gülüm Bana!
Özge Sönmez.......................................66
•Kar
Hira Özsoy............................................67
•Sallantı
Hira Özsoy............................................68
•Bir Yazarın Güncesi: Vırgınıa Woolf’a Dair
Senem Gezeroğlu.................................69
•“Bir Gül Düştü”
Elif Beyza Şahin....................................75
•Vildan Poyraz Coşgun Şiirleri ...............78
•Her Dem Taze Şiir
Rindlerin Ölümü / Geçmiş Yaz..............83
•Tükçe’nin Gök Kuşağından
(Türkiye Türkçesi: İmdat Avşar).............84
Unutulmak Nöbeti Memmed İsmayıl
Kalbimin Sesini Dinliyorum Ben... Afak Şıhlı
Derdini Afak Şıhlı
Güneş Afak Şıhlı
•Bilinen Tarihte Sanatın Başlangıcı
Metehan Dayı.......................................89
•Bağlamayla İlkokulda Tanıştı................93
•Şiir Vakti Ve Edebiyat Ortamı................95
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 3
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
İkinci sayının önsözü
Birinci sayımız beklentimizin üzerinde ilgi ve alaka ile karşılandı. Takdirler tenkitlerden daha çoktu. Daha da sevindirici
olanı doğru anlaşılma yönünde ciddi ipuçları vardı. Hacmi,
muhtevası, tasarımı bir bütün olarak beğenildi. Sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz. Şiir Vaktine destek olacaklarını söyleyen
samimi dostların sıcak seslerinin her sayımızda ihtiyaç hissedeceğimizi belirtmek istiyoruz. Bilindiği üzere şiire telif ödemeyi ilke
olarak benimsemiş bir yayınevi ve dergiyiz. “Şiire telif mi olur”
diyen şair dostların bile hayret dolu ifadeleri bizi daha gayretli
olmaya zorluyor.
Geçen sayımızdaki hacim ve muhteva takdir gördü, görmeye
de devam ediyor. Dergimize birinci sayısında gösterilen teveccüh
bunu açık emaresi olsa gerek.
Çocuk ve edebiyat konusunun birinci sayıda harmanlanmasının oluşturduğu olumlu düşünceler derginin kendi rotası açısından da yerinde bulunmuştur. “Evrensellik Çocuklar ve Edebiyat”
başlıklı yazı yeterli biçimde konun sahiplenilmesine öncülük etmiştir denilebilir. Konuların işlenişinde daha önce başka yerlerde
yayınlandı yayınlanmadı kaygısı taşımadığımızı olumlu bulanlar
olduğu gibi olumsuz bulanlarda oldu. Unutulmaması gerekir ki
bizim için konuya duyarlılık ön plandadır. Yelda Karataş’ın
oğullarına seslendiği gibi bizimde edebiyat dünyamıza “Ama
anneler ölünce çok hafifliyor/ Ben ölmeden yüreğinizde beni
hafifletin” dememiz hiç te gerekli olmamalı diye düşünüyoruz.
Şairlerin çocuklarına seslenişleriyle oluşan dünyamızın ne denli
farklı ve çeşitli olduğunu geçen sayımızdaki örneklerden gördük.
Ayşe Sevim’in “salyalarıyla ruhlarını yıkayan kalabalığa/ ihbar
etme kendini/ dizelerinin anlamını şimdi hatırda tutma vakti. Ya
da Tozan Alkan’ın karacaya Masallar’ındaki gibi: /Her dokunuş
bir iz bırakır;/… Kalem kağıda değdiği anda/ bir çift söze büyüyeceksin/ rüzgar kardeşin olacak / mısralarını mı hatırlamak daha
iyi şiir vakti için.
Eyyüp Akyüz’ün dediği gibi kimi zaman doğru ne kadar da
farklıdır. /Anneler doğurmaz çocuklarını/ Çocuklar yoğurur annelerini / büyütür ve bağlar hayata / bizim de ellerinden tutup
büyütülecek anne olarak görülmemiz dergi olarak temennimiz.
Bu temenniye sıcak temenniler ekleyenler de olmadı değil. Muhsin İlyas Subaşı Hocamızın dediği gibi “Nedense hep anne için
şiirler yazdık.” Babalarımızı unuttuk şikâyetinde haklılık yok değil. Selim Tunçbilek’in dizelerindeki bir çocuk dediği Şiir Vakti
4 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
olmasın: /bir çocuk diziyor/ zamanın
ipliğine/inciler dizer gibi/ yüreğimi/
alıp asıyor anlına/ yıldızlar parlıyor/
uzak zamanlarda/ üzerimize alınsak bu
dizeleri çok mu yersiz olur ki? Sanmam.
Yersizlik bizce bir derginin yayın
politikasına yönelik eleştiri geliştirmektir. Yayın politikasında tutarsızlık varsa onu kamuoyu ile paylaşmak
eleştiri ahlakının gereğidir. Lakin yayın
politikanız niçin böyle demek eleştiri
sayılabilir mi? Mehmet Aycı ülkemizde eserleri ile ve de şiirleri ile en dikkat
çeken kalemlerden biridir. İlk sayımıza
dört şiir göndererek bizi sayfalarımızda
onurlandırmış bir şairimizdir. Bundan
sonrada kendisini bütün düşünce zenginlikleri ile sayfalarımızda ağırlamakta mutlu olacağımız belirtmek isteriz.
Eda Karacaaslan genç bir şair. Geçen
sayımızda iki şiirle yer almıştı. Beğeni
topladı. İsa Tunçbilek öğretmen şairlerimizden /güzelliğin yanaklarında/
kaybolmuşum dese de kaybolacağını
sanmayız. Meral Demir /ancak kendi
gönlüne laf açabilmiş/ hınzır şairemiz.
Filiz Yılmaz ise edebiyat öğrencisi ama
“Saklı kalem”.
Birinci sayımızın baskısına vira
bismillah derken acı haber geldi. Geleneksel şiirimizin modern ustası Abdurrahim Karakoç Hakkın nuruna kavuşmuş. Baskıya girmedik ve onun “İsyanlı
Süküt”una yer açtık. Aslında “isyanlı
Sukut” bir şiir sayılmamalı. Bu toplumun ciddi bir romanıdır. Bu güçlü şairimiz için gelecek yıl şimdiden bir özel
sayı düşündüğümüzü belirtmek isteriz.
Bu duraklama ilk değildi. Önce dergimiz ve yayınevimiz sahibesi Sevilay
Tunçbilek’in yeğeninin ölümü ardından Genel yayın Yönetmenimiz Selim
Tunçbilek’in ağabeyinin tedavi gördüğü Ankara’da ölümleri dergimizin ilk
sayısının gecikmesine yol açtı. Okurlarımızdan ve önce yazarlarımızdan bu
gecikme için özür diliyoruz.
Mehmet Can Doğan geçen sayımızın önemli iki konuğundan biriydi.
Popüler Kültür Üzerine dergimizde yer
alan söyleşi zamana yaygın olarak hocamızın eserlerinden de etkisini göstermeye devam edecek söyleşilerden.
Mehmet Can Doğan Beye bu söyleşi
için şükranlarımız sunmak bizim için
görev olsa gerek. Yine Mehmet Can
Doğan Hocamızın “Türkiye’de Şiir Dergileri Şair Mezarlığı” isimli çalışmasıyla
ilgili Çiğdem Oflu’nun yazmış olduğu
kritik yapılan çalışmanın önemine dikkat çekiciydi. Beğendiniz teşekkürler.
Yayınevimizden kitapları çıkan “Hüzün ve Sağanak” şairi İsa Yar’ın mülakatı ciddi bir alaka uyandırdı. Sitemize
konu ile ilgili posta gönderileri bu ilginin ülke geneline yansıdığının işaretleri
olsa gerek. Selim Tunçbilek’in “Yalnızlık hüznü” başlıklı şair İsa Yar’ın ilk kitabını ele aldığı yazı ise bir şairin ruhsal
anlaşılırlığına katkı sunduğunu sanıyoruz. Şairin hatırasına bölümünde geçen
yılın yazında ebediyete intikal eden şair
Didem Madak yer aldı. Şiir Vaktinin
dışında şairi hatırlayanın olmaması ise
gerçekten üzücüydü. Ressam yazar Osman Aytekin Bedri Rahmi Eyüpoğlunun şirinden yola çıkarak Sevgi Üzerine
kıyametler kopardı haksız da sayılmazdı. Osman Aytekin’in başka haykırışlarını da dergimiz vasıtasıyla işitmek istiyor okurlar. Farkındayız.
Şiir Kitapları tanıtımıyla ilgili Sergül
Vural Hanımefendinin kaleme aldığı
şair Cevat Akkant’ın “Korku Islığı” kitabı umarız okurun kitapçı raflarında aradığı eserlerden olmuştur. Cevat
Akkanat’ı sayfalarımızda misafir etmekte isteriz.
Şiirimizin şiir Vakti ile zamana yenik düşmemesi yolunda çabalarımıza
güç katan yeni sayımızla sizleri baş
başa bırakmakta mutlulukların başka
bir güzelliği. Gönülden muhabbetle…
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 5
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Seni Tanırım
Seni Tanırım
seni tanırım
dalarım gözlerine, uçsuz bucaksız denizdir ela
bana gelişinden
sonsuzluğu tanırım, içimde büyürken sevgin
ılık rüzgarlar çıkar ay parçası yüzünde aydınlanır ansızın gecem
karanfil kokar saçın bin bir gece masallarından hatırlarım seni
ellerinin kınasında bahar
bilmediğim dünyalara açılır ruhum
müjdeler seni bana kuşlar
gün doğar kirpiklerinin arasından
gönlümde kuruludur tahtın
kamaşır gözlerim sen bakarken
gün doğar kirpiklerinin arasından
müjdeler seni bana kuşlar
bilmediğim dünyalara açılır ruhum
ellerinin kınasında bahar
bin bir gece masallarından hatırlarım seni karanfil kokar saçın
ay parçası yüzünde aydınlanır ansızın gecem ılık rüzgarlar çıkar
sonsuzluğu tanırım, içimde büyürken sevgin bana gelişinden
dalarım gözlerine, uçsuz bucaksız denizdir ela
seni tanırım
Yusuf Bal
6 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Mutlak Değer
ılık bir yağmurun adıydı eylüle düşen unutulmuş
bir çocuğun çığlığıydı, benimdi. denizin ortasında bana uzanan
kalbim; senin dedim, tut ellerimi ve bir daha bırakma
çözümsüz vakanın sonundaki kahırla tek başına
defalarca içimden geçen, unutamadığım
her fotoğrafta hüzne adanmış su yolu içim
gözlerimin önünde
saçına düşen kederli elim
yaşamak nedir ki suyu çekilen kuyularda
yeniden doğmak sensizliğin tam ortasına
sil beni rüyalardan
hep sil,
sünger yastığa sarılıp öyle tek başına
denize uzat ayaklarını, dönme arkana
hüzün hep negatif sayı benim için
al götür umutlarımı tüm şehirlerden kovulan
arzularımı; çınar, kar, bahar
dönüşsün birbirine, acıtmadan beni
daha yeni susmuşken
yeni tanıyorken
ağlatmadan
mükemmel değil dünya
yalancı; kalıcı olmayan her şey gibi
gölge ve sabah muhtaç doğan güneşe
git gidebilirsen bu vakitten sonra
susturup sana olan çığlığımı, göç et yabancı bahara
kahverengi gözlerde
ağlamasın fakat melekler, kırılmış tüm yüreklerin yasına
YUSUF BAL
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 7
DERGİSİ
Siyah Cadılar Lunaparkı
Şiirin en güzel vakti...
Siyah Cadılar
Lunaparkı
yastığa koyup başını uyumadı cadılar
bir dalın üzerinde varlığını sürdürüp
boğulmadı hiç kimse mürekkep denizinde
başıboş dolaşıp vadileri
kağıt gemilerle geçerken
ruhu tutamazdı beden
vakitsiz uyumak aslında
şiir yazmaktandı mum ışığında
dünya başımda dönen cadılar lunaparkı
YUSUF BAL
8 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Uyandır Baba
uyandır baba beni, anlat her yolun bir sonu olduğunu
uzun yakarışlarını anlat, cennetten ilk kovulduğunu
dut yaprağına konan kelebeklerin
en güzelinin bir kadın olduğunu
uyandır beni ve anlat baba
toprağın nasıl çıktığını mehtaba
geceyi anlat sonra
ne kadar yakın olduğunu sabaha
anlat bana
acının bir sonu olduğunu
YUSUF BAL
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 9
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
AĞIR BUSELİK
bir perde daha indi
yağdı ağır buselik
yaralara kezzap
o çok bilinmeyenli denklemin x’i
yağmurla karıştı
şehrin atık su şebekesine
bir kale daha düştü
eklendi yenilgiler takvimine
bir sayfa daha
yine yanlış bayraklar çekildi gönderlere
devlet meteoroloji işleri
yanıldı bir tahminde daha
ve besmele çekildi
usulca kapı açılırken
sokak eve doluştu
ve kapı önünde kaldı
bir şemsiye bir çift bot
bir çift çizme
ve başladı
ağır buselik bir gece
çöktü şehre
bütün ağırlığıyla
SUAVİ KEMAL YAZGIÇ
10 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
DERSİMİZ YALAN
ve çocuk yalan söylemeyi öğrenince
büyür göz açıp kapayana kadar
söner gözünden bir kandil
düşer anavarzada körün oğlu
bir mavzerin ihanetiyle
ve çocuk yalan söylemeyi öğrenince
çocuk değildir artık
yaşı kaç olursa olsun
sol omuzdaki melek
düşmüştür ilk notunu
masumiyetin son aklığına
SUAVİ KEMAL YAZGIÇ
ve çocuk yalan söylemeyi öğrenince
bizden farkı kalmaz
o melun dersi verince
bir kalbi daha kilitlemenin
vebali takılır boynumuza
ağır bukağılarla
ve çocuk yalan söylemeyi öğrenince
bir öğretmen olur
daha küçük çocuklara
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 11
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
İMDAT ÇAĞRISI
Hakan Albayrak’a
lafla paslanır insan gemisi
desem ve sussam
ve beklesem hiç gelmeyecek
hiç gelemeyecek o gemiyi
kentsel dönüşümle
kongre ve turizm merkezi olacak
o eski limanda
yani hicaz demiryolunun ilk
taşı toprağı altın şehrin son istasyonunda
ne gelir elimden
bir bardak çayın sıcaklığına kaçamam ki
her telefonu mehdi diye açan şair
ben değilim nihayette
ne gelir elimden
ot bitmeyecek mezarıma girmeden
efendim söz sultanım
kurtar beni
SUAVİ KEMAL YAZGIÇ
12 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Bir Kova Uyku
yüz yıl bile değil hayat bize, olmalı
batık kadırgalardan kurtulduğumuza göre şükür
elimizdeki yürek, kırık ve yara tuz içinde
parça pincik ruhalimiz tarumarda olsa
gün bu gün nasılsa geçiyor ömür
dört mevsim güzünde horon düşlerimiz
belli ki zaman çok kısa ahlayıp vahlamaya
kalbimiz, yağmurdan ırmak gibi güçlü değil
zamanın baş dönmelerinde uyandıralım şafağı
güle özdeşleşipte tapındığımız kapılardan
İLKAY COŞKUN
meyhane meyhane dolaşıp önüne koyulalım sarhoşluğun
davullu zurnalı gelecekse gece, olsun içelim
toplayalım başımıza bütün zilli yosmaları
döne döne sallasın rakkase, her bir yanı ayrı cümbüş
aşka sarılıp bi güzel uyuyalım sonunda
bağır bağır çağıralım, ayılalım ayrılıklarda
eylülü, güzü, yaprak dökümünü, önümüze serip
selamı siz verseniz keşke diyorum son günlerimizde
nasıl olsa ölüm hepimizin sonsuzluğu, değil mi?
sevdaları alıp ta başımıza, öyle gömülelim yanınıza
…
doğmaya çıkalım gelin yollara, dahi tarlalara
ve çoğaladuralım geceleri tersyüz etmeye
öpeyim abi, ben sarhoş değilim aslında..
…..
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 13
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
platonik sevişmeler gözönünde
evin içinde iki yalnızlık
dost bildiğini uyutup
kayboldu çoktan yıldızları
set kurdu gözlerine pervaz
hücrelerinde hicran yaşları
neler götürdü kendinden sessizce
çarmıha gerilmiş hüznün elinde
tastamam huzursuzlukta yüreği
yanağında bıçak kesiği bir çizik
ur gibi sarılı gövdesine
koca bir virüs kaynağı
ölümlerde ısmarlandı şimdiden
acının mahpusluğunda hüzün yanığı
bitimsiz çığlıklarıyla kapana geldi sızı
teyellenen bedeni zikzaklarda artık
her yanında ayrı bir dişağrısı
çivi batığı, düşman başı yalnızlık
gerisin geri hayat yeniği
mayın tarlasının tam ortasında
kaynağını bulamayan ırmak misali
döne döne öptüğü ellerinde
yarını zehirleyen bir adamın kadehiydi
yalpalayarak akıttı ömrünü
ölüm bu yüzden hep geceydi
asılı kaldı baygın yalnızlık
onca işçi onca çırak yok artık
naçar döllerin avuntusunda
kanattı suyunu bilinç altı bekaretiyle
dudak büküğünde gülüşü çıplak
rakıdan batıktı erkeği
14 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
kırılgandı kadın
bitmiş bir umudun haykırışı eşliğinde
peşine düştü düş kurgusunun
elinin hışmıyla kopardı mavisini
kumların sıcaklığında sararan denizin
oya yapıp ördü örümceğini
küpe yırtığı kulağıyla
üç vakitten fazla tuttu dilini
soyunuk ne varsa çaresiz
bağrı yanık üç kuşak içinde
yakınıydı iç çekişlerinin
sevgisizlikten arındıramadığı gerçeği
koskocaman bir hikayenin doğurduğu
ipini koparmış eşkıyanın kanunu
yılan zehrinden almıştı nasibini
töre kaçkını gelindi vazgeçilen
bir asır kaybedişin bayrağı
kör kuyularda yıkanan gömleğin
ölmek güzel görünebilir gecelerde
özgürlüklerin ateşe verilmesinin ardından
nodül gibi oturur gözlerine yorgunluk
dibe vuruşu, dipsiz duruşu suskunluğunda
sen gel, kılıç çekip dur azraile
bir daha giy gelinliğini yeniden..
20.08.2012
İLKAY COŞKUN
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 15
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
İki Bayram Arası Aşk
bir karış havada aklın
olsun
gamzelerin güle oynaya
türkülerde dudakların
ay gözlerine soyunuk
dolsun
uçurtmalara yel veren
gülhatmide kelebek neşesi
kova kova bulutlar
bülbül dalına kanat çırpan
yolsun
yağmur altında sırılsıklam
bedeninde güneşlenen ışık
baharla doğsun
bereketli toprak ana
bağrında hercai menekşe
yüreğin düğün evi
mehtaba doysun
lir çalıyor börtü böcek
cıvıl cıvıl kuş sesleri
bayram yeri, panayırlar
tanrı korusun
aşka banık şafağın
yeniden uyanması
…
ve herkes bilir ki;
iki bayram arası
seviştiğinizi…
18.08.2012
16 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
İLKAY COŞKUN
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Susku Bağlamacı
dikeli direk, kıymık başı özgür
özgüven toplanır, sıyrık yanlarından
dönüp içre, kolalı zeminde kaypak
kaydırır kalbini koskacaman ayrılık
ten düşer, ruh’a tutuklu bandaj misali
“buyum” demek, bayar en önde seni
“ben” olmak var ya işte bütün mesele burda
salınır sargısı aşağıya, boyuna buyruktur
adım sende konağına yapıştırır künyesini
-ver hadi bana- yularıdır uzadıkça kısalan
esselam, üstümüze dök dök bitmez tütsü
sabıkalı günde dürtüdür, sırtını sıvazladığımın
kızına sözü geçmeyen baba bıyığı duldalatır
neyim varsa senin olsun oğulcuğum senin
ver yansın dilemma, sevdiceğim sensin
nede olsa döner aynada cismin ve tin’in
pazarlıklı kaputbezi üzerinde depreşip
gömülüverir hayata canı sıkılan yanların
sağın solun sobelenmişken, düşüverir sessizlik
niyaza düşen dilimden, dirilir yapıldak
tutku preslenirken habire, neyin türküsü çalınır..
29.02.2012
İLKAY COŞKUN
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 17
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
AYNA
Ayna yerinden kalktı, kadına baktı
Kadın saçlarını savurup aynadan sarktı
Ne olur ayna, böyle dalgın
Böyle dargın bakma ona
Kadın aynaya yaklaştı, bir şeyler fısıldadı
Ayna şaşkın, ayna yaşlı, ayna ay
Kadın Belkıs mı Züleyha mı
Baktı baktı tanımadı
Ayna ağlamaya başladı birden
Rimelleri aktı, sıyrılıp kalp gözünden
Kadın seyre daldı, cesaret bulup cesedinden
Ve sözlerini sildi kanatıp bir mendili:
İyi ki var diyorum aynalar iyi ki
Sıkı bir eser olacak bu ayna belli
Aynalar hem önsöz
Hem son sözdür ölüme bilinir ki
EYYÜP AKYÜZ
18 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
ARALIK 7
Ayrılık caddesinde
Bir sokak
Kedi yabancı
Yağmur dik düşer
Bu taşlara
Ve
İSA TUNÇBİLEK
Çocuklar
Islandılar
Ellerinde düşlerle
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 19
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
BİR ÇAY DAHA
LÜTFEN
BİR ÇAY DAHA LÜTFEN İSİMLİ KİTABI İLE TÜRKİYE’DE VE
DÜNYA’DA İLGİ UYANDIRAN
Türk Dostu
Katharine Branning’le Sohbet:
KONUŞAN:
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
20 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
“TÜRKİYE’NİN
GERÇEK YÜZÜ VE
KİMLİĞİ, KÜLTÜRÜYLE,
GELENEKLERİYLE,
İNANÇLARIYLA
ANADOLU’DADIR.”
“Amer
kadar ika’da ban
sevdiğ sık gidiyor a; ‘ Türkiye’
çoğu k iniz mi var sunuz; oradye bu
cevap ere. Ben d ?’diye soruy a bir
sevdiğ veriyorum e onlara ‘ev orlar
o zam iniz’ diye m, bu defa ‘K et’ diye
Milyonan da şu ce erakla bakim bu
vabı v
!”
eriyor ıyorlar,
um, “7
3
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Muhsin İlyas Subaşı: Ketrin Hanım, Siz Türkiye’ye sevgisi olan seçkin
bir Amerikalı yazarsınız. Bunu da
“Bir Çay Daha Lüften” isimli eserinizle dillendirdiniz. Sizde bu “Türk Muhabbeti” nereden doğdu ve bu kitabı
nasıl yazdınız?
onlara ‘evet’ diye cevap veriyorum, bu
defa ‘Kim bu sevdiğiniz?’ diye merakla bakıyorlar, o zaman da şu cevabı
veriyorum, “73 Milyon!”diye cevap
veriyorum.” Sizi bu 73 milyon insanı
kucaklamaya sevk eden burada gördüğünüz yakın ilişkiler herhalde?
Katharine Branning: Çok zor
bir soru. Ancak ben bunu kitabımda
zaman zaman genişçe anlattım. İnsan, medeniyet, tarih, din, kültür gibi
önemli kavramlar var. Ben Türkiye’de
bu değerlerin algılanış biçiminden çok
etkilendim ve çok şeyler de öğrendim.
Nasıl yazdığıma gelince, biliyorsunuz
bundan üç yıl kadar önce sizin bir teklifiniz oldu bana: “Kadriye Hanım, siz
Lady Montagu’yu çok hatırlatıyorsunuz. 30 yıla yakın bir zamandır buraya
gelip gidiyorsunuz. Burada gördüklerinizi yazsanız, sanırım Türklerin büyük
ilgisini çeker”, demiştiniz. İlk defa bu
teklifinizi tuhaf bulmuştum, ama sonra benim bu tecrübeye ihtiyacımın olduğunu düşündüm ve oturup bu kitabı
yazdım.
Katharine Branning: Evet, tamamen öyle.
Muhsin İlyas Subaşı : Birkaç örnek
verebilir misiniz?
Katharine Branning: Kitabımda bunun sayısız örneklerinden söz
etmekteyim. Okuyanlar bunu orada
görmekteler… Bakın mesela Afyon’da
Ulu Cami’yi ziyaret ediyorum. Camiye
çok saygılı bir şekilde girdim. Bir duvar dibinde, içeriye bakıyorum. Bu sırada resimler de çektim. Tam o arada
benim yaşımda bir bayan girdi içeri.
Beni görünce yanıma geldi tebessümle
yüzüme baktı ve çok kibar bir şekilde
yanındaki çantasından bir bonbon şeker çıkardı, bana ikram etti ve ayrıldı. Hiç konuşmadık ama bu jest çok
önemli bir gönül diyalogudur. İşte bu
Muhsin İlyas Subaşı: Mesela kitabı- sevgi beni bu insanlara bağlıyor. Bu
nızda diyorsunuz ki, “Amerika’da bana; jest, çok tabii bir davranış biçimi, beni
‘Türkiye’ye bu kadar sık gidiyorsunuz; hayli etkiledi. Mesela, geçtiğimiz yıl
orada bir sevdiğiniz mi var?’ Ben de
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 21
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
ramazanında Konya’da
iken, orada benim yakın
dostlarım var. İbrahim
Duvarcı ve Serdar Ceylan ile Mevlana müzesini gezdik. Sonra restorasyonu yeni tamamlanmış bir küçük Osmanlı
evine gittik. Orada bir
odaya aldılar beni, küçük bir masa üzerinde
Konya’nın o meşhur etli
ekmeği ile ayran duruyor. Ramazan olduğu
için kendileri oruçluydu. Benim oruç tutmadığımı düşünerek İbrahim Bey bana, ‘Kadriye hanım,
biz namaz kılasıya kadar siz de burada
karnınızı doyurunuz’, dediler. Hâlbuki
ben, geçen yıl ki Türkiye gezim ramazana denk geldiği için oruç tutan Müslümanların oruçlu hallerini anlamak
için ben de oruç tuttum. Aslında etli
ekmeği çok severim, tabii yiyemedim.
Burada benim hoşuma giden şu oldu:
Bana duyulan saygı ve benim oruç
tutmayacağımı hesaba katarak yemek
ihtiyacımın düşünülmüş olmasıdır.
Buradaki jest, farklı kültürlerce insanların birbirlerine duyması gereken saygının benim dostların tarafından bana
gösterilmiş olmasıdır. Oruçtan söz
etmişken size bir örnekten daha söz
edeyim: Aksaray’da Ağaçlı tesislerindeyiz. İftar vakti yaklaştı. Yorgundum,
çok da susamıştım. Bir küçük şişe kola
aldım. Elimde iftar vaktini bekliyorum. Tesislerde vaktin geldiği anons
edilince kolayı içtim ve “oh, şükür rahatladım”, dedim. Kolayı bana veren
kasiyer bayan, hayretle yüzüme baktı.
Ben de kendisine oruçlu olduğumu
22 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
söyleyince, Nihayet orada
ücretle çalışan bir insandı,
ısrarıma rağmen, içtiğim
kolanın bedelini almadı.
Küçük bir jest ama derin
anlamı olan bir davranış.
Bizde Tanrı’nın bağışı küçük ayrıntılarda orta çıkar
diye bir anlayış vardır. İngilizcesiyle “God is in the
details”. Bu tür şeyler benim Türkiye’ye bağlılığımı
arttırıyor.
Muhsin İlyas Subaşı: Kadriye Hanım, şimdi bir de şunu
öğrenmek istiyorum: aynı anda kitabınız Amerika’da İngilizce, Türkiye’de
de Türkçe olarak yayımlandı. Buradaki
ilgiyi biliyoruz. Kitabınız beşinci baskıyı yaptı. Orada da özellikle Amerikalı
okurlarınız tarafından nasıl karşılandı?
Katharine Branning: Türkiye’yi
İstanbul’dan ibaret zannedersek, hata
yaparız. İstanbul güzel bir şehir, ama
Türkiye’yi ve Türkleri pek temsil etmiyor. Çünkü çok yabancı var, çok faklı
kültürler de burada kendine yer buluyor. Hâlbuki Türkiye’nin gerçek yüzü
ve kimliği, kültürüyle, gelenekleriyle,
inançlarıyla Anadolu’dadır. Amerikalılar, benim kitabımla işin bu yönünü
fark etmeye başladılar. İmza günlerimde, Türkiye hakkında konuşurken,
Dünyanın 17. Büyük ekonomisi olduğunu söylediğim zaman şaşırıyorlar.
NATO’da olduğunu ve Amerika’nın
yanında Kore’ye asker gönderdiğini söylediğimde bir hafıza tazelemesi
olduğundan ‘Evet haklısınız, bunlar
geçmişte olduğu için pek hatırlanmıyor ama çok doğru bir değerlendirme’ diyorlar. Türkiye’nin çevresindeki
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
ülkelerde demokrasinin olmadığın ve
Demokrasi ile İslam’ı birlikte yaşatan
tek İslam ülkesinin Türkiye olduğunu
söylediğim zaman ilgilerini çekiyor.
Benim kitabım bu yönde onlar için
önemli bir uyarı görevini yapmış oldu.
toplumunu ve aristokrasisini anlatmış.
Siz ise, aristokrasi yerine daha çok halkı anlatıyorsunuz. Bunu biraz açabilir
miyiz? Neden böyle Montagu’ya yazılmış mektup tarzını seçtiniz?
Katharine Branning: Lady MonMuhsin İlyas Subaşı: Oradaki tagu benim gibi bir kadın, bir yazar
ve edebiyatçı. O da benim gibi burada
Türkler nasıl yorumladılar?
yalnızdı kimsenin etkisinde kalmamıştı. Ben de öyleyim. 30 yıla yakın bir
zaman Türkiye’ye yalnız gelip gidiyor
ve sadece dinleyip gördüklerimi not
ederek çalışıyorum. Olaylara ve insanlara bakış tarzımız aynı. Montagu,
o yıllarda çok önemli bir noktayı dikkate almış. Hiçbir zaman bir üstünlük
duygusuyla meseleye yaklaşmamış.
Her ülkenin sosyal yapısı ve ekonomik
Muhsin İlyas Subaşı: Siz kitabınız- durumu kendine özgüdür. Bunun tarda çok değişik bir metot kullanmışsı- tışmasını yapmak bizlere düşmez. Biz
nız? Lady Montagu’ya hitap ediyorsu- gördüklerimizi olduğu gibi verirsek tanuz. Montagu üç asra yakın bir zaman rafsız ve dürüst olabiliriz. Montagu’da
önce gelip yaşamış ve o günkü Türk bu duyarlılığı gördüğüm için çok beKatharine Branning: Onlar da
kendilerinin bu eserle farkına varamadıkları bazı özelliklerini keşfettiklerini
söylediler. Birçok Türk okuyucum; ”Bizim hızlı bir yaşantıya kendimizi kaptırdığımız için farkına varamadığımız
özelliklerimizi, dikkate almadığımız
ayrıntılarımızı bize hatırlattınız”, diyor
ve teşekkür ediyorlar.
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 23
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
ğendim ve ben de onun gibi
bir tarzı seçerek yazdım kitabımı. Dolayısıyla onun metodunu uyguladım ve ona iltifat
ederek Türkiye’yi ve Türkleri
ona anlatmaya çalıştım.
içine çekerek değerlendirmesine fırsat sağlamak istedim.
Katharine Branning: Evet
öyle. Hem böylece Türk insanının geçmişine de bir ışık
tutmuş oluruz. Bugün Türkler,
de ilk defa bir Bayram’ı geçtiğimiz yıl yaşadım. Bayramlar,
sizin sosyal hayatınızın hemen
hemen gerçek yüzünü yansıtıyor. İnsanların samimiyeti,
sempatisi, birbirlerine sevgisi, birbirlerine ikramda yarışı
beni çok etkiledi. Güzel kıyafetler, küçüklerden büyüklere
doğru birbirine karşı saygı ve
büyüklerin küçükleri şefkatle, sevgiyle kucaklaması çok
olağanüstü bir şey. İnsanlar
birlerine yasak savma kabilinden gidip gelmiyorlar. İçtenlikli bir ziyaret anlayışı var.
Her zaman gibi Türkler hayatı
seven insanlar; yemeklerinde,
söz ve sohbetlerinde canlı kıpır kıpır bir toplum, birbiriyle
kenetlenmiş, birbirini kucaklayan ve yarına güvenle bakan
bir toplum fotoğrafı gördüm.
Bayram’ın son gününde akşamüzeri bir eve yaptığımız
ziyarette bir ailenin en büyük
babasından en küçük çocuğuna kadar hepsinin seçkin Türk
Sanat Müziğini enstrümanlarını da kullanarak icra etmesi
Muhsin İlyas Subaşı: İzniniz olursa, şimdi size benim
verdiğim isimle hitap ederek
sorayım: Kadriye hanım, siz
Muhsin İlyas Subaşı: Yani, bu son iki yılda gelişinizin
bugün Montagu’yu da okuya- sanırım bazı farklı özellikleri
rak bir karşılaştırma yapılırsa var. Bunlar nedir ve bunu nasıl
çok daha tutarlı bir toplum izah edersiniz?
fotoğrafı çıkar ortaya öyle mi
Katharine Branning: Otuz
acaba?
yıldır geldiğim bu güzel ülke-
Otuz yıldır geldiğim bu güzel
ülkede ilk defa bir Bayram’ı
geçtiğimiz yıl yaşadım. Bayramlar,
sizin sosyal hayatınızın hemen
hemen gerçek yüzünü yansıtıyor.
İnsanların samimiyeti, sempatisi,
birbirlerine sevgisi, birbirlerine
ikramda yarışı beni çok etkiledi.
geçmişlerine pek dikkat etmiyorlar gibi geliyor bana. Tarihi
bilmek ve onunla övünmek
ayrı şey, geçmişte atalarının
yaşama biçimini merak edip
araştırmak ve oradan günümüze yeni bir üslup taşımak
daha farklı bir şeydir. Ben biraz da bu hususlara dikkat çekmek istedim. Bunun için de kitabımda Montagu’dan alıntılar
yaparak okuyucunun kendi
geçmişini, kendi gözleminin
24 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
beni şaşırttı. Bu aile köyde geleneksel hayatı yaşayan bir aile
değil, şehirli ancak aristokrat
da değil, ama modern bir aile.
Kendi müziğine böylesine
hâkim oluşları çok enteresan
geldi bana. Küçük çocukların
bu müziği bilmeleri ve icra
edişleri önemli bir şey ifade
ediyor: Demek ki Türkler geleneklerinin diriltici gücüyle
iç içe yaşıyorlar. Bu geleneksel
hayat, bu bayramlar sizler için
gerçekten millet olarak ileriye
daha güvenle taşınmanıza büyük katkı sağlayan zenginliktir. Bunu fark etmek de benim
için ayrı bir gözlem ve kazanç
oldu. İzniniz olursa, o yazımdan bir bölümü buraya almak
istiyorum:
Muhsin İlyas Subaşı: Buyurun tabii, neden olmasın?
Katharine Branning: “Bu
bayram kutlamaları aklımda
daima “18 yeğenin bayramı”
olarak kalacak. Çünkü bayram
kutlamalarının ilk gününün
öğleden sonrasının sonlarına doğru, bir araba kapısının
çarpma sesini duydum. Hemen sonra bahçe kapısı kapandı ve yetişkin bir erkek ordusu, önce biri ve arkasından
diğerleri olmak üzere sırayla
içeri girmeye başladılar. 18’i
de içerdeydi. Bahçedeki köşkün içini doldurdular ve kanepelerin minderlerine, divanlara oturdular. Biraraya gelen
bu 18 adam ev sahibi Muhsin
İlyas Subaşı’nın 4 erkek karde-
şinin çocuklarıydı. Hepsi de
ahenk içinde tanınmış bir insan olan amcalarına olan saygı
borçlarını ödemek için oradaydılar. 6 araba ile 2,5 saatlik
bir mesafeden, baba ocağı olan
Sivas’tan gelmişlerdi. Muhsin
İlyas Bey, yer aldı ve daha sonra bir hikâye anlatmaya başladı: (Tamamen bir şiir ile kutsal kitaptan parçalar ve ahlaki
değerlere dair bir bitiş). Onun
gürleyen sesi ve ikna edici tavrıyla söylediklerini bütün erkekler (yaş aralığı 12-60) kendilerinden geçmiş bir dikkatle
dinliyorlardı. Bunlardan biri
Demek ki Türkler geleneklerinin
diriltici gücüyle iç içe yaşıyorlar.
Bu geleneksel hayat, bu
bayramlar sizler için gerçekten
millet olarak ileriye daha güvenle
taşınmanıza büyük katkı sağlayan
zenginliktir.
cep telefonu için dışarı çıktı
ve tüm olan biteni kaydetti.
Bu 18 adam olağan sohbetler
yapmak yerine bilgelikle ve
müthiş bir saygıyla amcalarını
dinlediler. Böyle bir organizasyonu, birçok insanın ziyaretini düzenlemeyi hayal edebilir
miyim? Bu kadar çok insanın
bir arada bulunmasını ve bir
bütünlük içinde şerefle, ailenin en yaşlı üyesine saygılarını
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 25
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Mahperi Hatun’un inşa ettirdiği eserleri,
bugün Türkiye’nin her ilinde görmek
mümkün. Bu bana çok ilginç geliyor,
bu eserlerle yeniden bir yaşama azmi
kazanıyorum.
kubat, hanımının bu tercihine hiç müdahale etmiyor. Sonra bu kadın kendi
hür iradesiyle Müslüman oluyor ve kocasının başlattığı Anadolu’yu eserlerle
donatma işine devam ediyor. Mahperi
Hatun’un inşa ettirdiği eserleri, bugün
Türkiye’nin her ilinde görmek mümMuhsin İlyas Subaşı: Efendim, kün. Bu bana çok ilginç geliyor, bu
beni tekrar o günlere götürdünüz. Te- eserlerle yeniden bir yaşama azmi kaşekkür ederim, bizim millet olarak di- zanıyorum.
Muhsin İlyas Subaşı: Biz galiba buriltici gücümüz işte bu vefa duygumuzdadır. Evet, buyurduğunuz gibi bunu nun pek farkında değiliz?
ne Kraliçe Elizabeth, ne de Dolar MilKatharine Branning: Herhalde
yarderi Bill Gates yaşayamayacaktır. öyle. Mesela bendeki bu heyecanı buÇünkü Batılı ferdileştikçe erdemlilikte radaki aydınlarda pek göremiyorum.
fakirleşmeye başladı. Biz ise şükür o
Muhsin İlyas Subaşı: Bu tarihimize
erozyona henüz girmedik. Bu tespitleilgisizliğimizin
ifadesi olabilir mi?
riniz için teşekkür ediyor ve tekrar soruyorum: Peki, bu yılki gezinizde hedef
Katharine Branning: Bir ülkenin
aldığınız konu neydi?
ve insanının değer yargıları hakkınKatharine Branning: Selçuklu da kanaat belirtmek bana düşmez. Ne
Devleti büyük bir devlet, bundan on var ki, çok büyük bir tarihi birikiminiz
asır önce o müthiş organizasyonu yap- var. Benim Türkiye’ye hayranlığım da
mış ve Türkiye’yi eserlerle donatmış buradan doğuyor. Umarım yeni nesil,
bir devletin bugün Anadolu’da bulu- bu tarihi keşfedecektir. Benim kitabımı
nan eserlerini her geldiğimde yeniden okuyan okuyucularımın bana gönderkeşfetmek, yeni bilgiler ve duygulara diği mesajlar hep bu doğrultuda.
ulaşmak için inceliyorum. DüşünebiMuhsin İlyas Subaşı: Teşekkür edeliyor musunuz, bir Hıristiyan aileden rim Kadriye Hanım.
gelen Mahperi Hunat Hatun, Selçuklu
Katharine Branning: Ben de teşeksarayında Sultan’ın eşi olarak 17-18 yıl
kür
ederim Muhsin İlyas Bey.
Hıristiyan olarak yaşıyor. Bu ne müthiş
bir hoşgörü ki, Sultan Alaeddin Keysunmasını hayal edebilir miyim? Arkadaşım Muhsin İlyas Bey eve doluşmuş bütün yeğenlerini seyrederken ve
sırayla onlara elini öptürürken ne hissetmiş olacağını hayal edebilir miyim?
Kraliçe Elizabeth ve Bill Gates böyle bir
zenginliği asla bilmeyecekler.
26 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
SELİM TUNÇBİLEK
Bir Çay İçimi
Kitap ve
Portre
Muhsin İlyas Subaşı ne yaptığını,
nasıl yaptığını, niçin yaptığını
bilen ve ona göre adım atam bir
şair yazar ve düşünce adamıdır.
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 27
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
M
uhsin
İlyas
Subaşı
ne
yaptığını, nasıl yaptığını,
niçin yaptığını bilen ve ona
göre adım atam bir şair yazar
ve düşünce adamıdır. Bir gün
kendisiyle yolumuzun üzerinde olan diyanet vakfı yayınlarına uğradık. Benim kitaplar
konusunda okuma açlığımı
iyi bildiği için “Bir Çay Daha
Lütfen” isimli kitabı okumamı
önerdi. Kitabın daha önceleri
çeşitli yerlerde reklam ve tanıtımlarını görmüş okumam
gerekli diye düşünmüştüm.
Tereddüt göstermeden diğer
kitapla birlikte aldım. Kitabı
aynı gün sabaha karşı yaptığım
okumalarla bitirdim.
Aradan birkaç gün geçmişti
ki, Vedat Ali Tok’la yapacağımız bir çalışma saatine yakın
bir vakitte Muhsin İlyas Hocam tekrar aradı. Birkaç gün
önce aldığım “Bir çay Daha
Lütfen”i okuyup okumadığımı
sordu. Okuduğumu ve farklı
bir duyarlılıkla kaleme alındığını ve beğendimi söyledim.
Yazarının kendi evinde misafir
olduğunu ve istemem halinde
kendisiyle Şiir Vakti dergisi
için bir konuşma yapabileceğimi ifade etti. Bir konu üzerinde çalışmak için Vedat Ali
Tok Bey’i beklediğimi ve ona
karşı nezaketsizlik olacağını
söyledim. Yazarın yarın sabah
ülkesine uçacağını ve Vedat
Bey’le birlikte gelebileceği28 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
mizi hatta erişebilirsek Bekir
Oğuzbaşaran’ı da getirebileceğimizi söyledi. Hemen Dostlarımı arayarak Hocamın davetini ilettim. Olur dediler.
Muhsin
İlyas
Subaşı’nın bağ evine vardığımızda bizi bahçede eşi Saadet
Hanım ve bir Bayan Türk Tarzı nezakete uygun olarak bizi
ayakta karşıladılar. Oldukça
diri ve canlı bir ilgi ile bize hoş
geldiniz diyen sarışın Hanımefendi Katharine Branning’miş.
Hoca çalışma odasındaymış.
Sesimizi duyunca o da bahçeye
indi. Koyu bir sohbet başladı.
“Bir Çay daha Lütfen” gibi bir
eseri kültürümüze kazandıran,
bu dikkat dolu kalemin nasıl
bir dünyası vardı doğrusu çok
merak ediyordum. Dağ dağa
kavuşmaz insan insana kavuşur atasözü biz Türklerin böyle
durumlar için söylediğimiz bir
söz gibi geldi bana ve doğruydu. Şiir Vakti Dergimizi ve On
Üçüncü Gün isimli şiir kitabımı
duyarlı yürek sahibi Hanımefendiye takdim ettim. Teşekkür
edip, Okuyacağını söyledi.
Dikkat ve kavrayışları kendine özgü olan bir hanımefendinin okumasını elbette
önemserdim. Yazdıklarını da.
Bir Çay daha Lütfen sanatçı
duyarlılığı olan bir hanımefendinin kendine özgü hassasiyetleri içinde misafir olduğu toplumun davranışlarının bıraktığı izler ve anlamlar, farklılıklar
olarak görülebilir. Bu farklılık-
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
ların neler olduğundan oluşan
bu eser bir toplum değer yargılarının da nelerden olduğunu kısmen de olsa tarafsız bir
gözle aktarıyor. Aslında bir
toplum için sıradan gelen bazı
şeyler başka bir kültür değerlerinin içinde yetişip gelişen
insan için sıra dışı olarak görülebiliyor. Kültürel algıların
farklılık çizgisini oluşturan
bu noktalar bu kitabın ana
konusunu oluşturuyor.
Böyle bir merkezden
bakarak meseleyi okura aktarabilmek için
kültürel motiflerin nasıl
okunabileceğini iyi bilmek
gerekir. Bir Çay Daha Lütfen
isimli kitabın altında milletlerin kültürel kodlarına bağlı
davranış kalıplarını ve bu davranış üsluplarının nasıl anlamlar içerdiğini bilen anlayan
ve insani ilişkiler düzleminde
bunları yorumlamayı adeta
romancı edası ile anlatan bir
yazar Katharine Branning.
Belki hayatımızda binlerce yaşanmış olayların içinde hangi
davranışın hangi kültürel etkinin sonuçlarında oluştuğunu
bilmezken bu kitap bize bunların farkına varmamızı da
sağlıyor.
Kitabın mektup üslubuyla
yazılmasına kaynaklık eden
Lady Montagu (1689-1762)
Ülkemizde eşinin elçi olarak 1716 yılında atanmasından sonra iki yıl kalmış
İstanbul’dan yazdığı mek-
tuplarla
Avrupa’nın
Aydınlanama dönemine
katkılar
sunmuş
bir
şair ve yazar
bir kadındır.
Kü ç ü k
yaşta
çiçek hastalığı geçirmiş bu sebeple yüzünde izler oluşmuş,
Londra’dan İstanbul’a gelince
çiçek aşısının yapıldığını görmüş ve hemen iki çocuğunu
aşılatmış, ülkesine dönünce
de çiçek aşısının yapılmasına
öncülük etmiştir. O dönemlerde Avrupa dini gerekçelerle
bu aşıyı bilmemekte ve reddetmektedir. Onun topluma
yaptığı bu öncülük feminist
olmasının da yolunu açmıştır.
Osmanlı uygarlığını överek,
Osmanlının kadına verdiği değeri anlatan sayısız yazılar kaleme aldı. Avrupa’nın Osmanlıya karşı önyargılarını kırmak
için ciddi gayretler gösterdi.
Onun Türk kadınları için söylediği şu sözler önemsenmesi
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 29
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
için yeterlidir. “Türk kadınlarının
en büyük süsü Türk oluşlarıdır.
Onlar süslenmek için elmas veya
zümrüt takınmıyorlar, belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar.
Çünkü her Türk kadını canlı bir
inci ve paha biçilmez bir pırlanta-
Günümüz Türkiye’sinin dinamik
kaplanları Konya Selçuklularının
torunlarından başkası değil.
Bu düşünce aynı zamanda
ülkemizde kimi zaman
korkulacak sermaye olarak
görülen bu kesimin niçin böyle
damgalandığının da izahını yapar
gibi.
dır.” Şimdi Lady Montagu ile Bir
çay Daha Lütfen’in ne alakası var
denilebilir. Katharine Branning
bu kitabını Leydi Montagu ile konuşup dertleşir gibi kaleme almış.
Sanırım onun Aydınlanma dönemindeki yaptığı toplumsal katkıyı kendince Katharine Brannig’de
yapmak istiyor diyebiliriz.
Leydi Montagu Osmanlı toplumun yaşayış ve davranışlarıyla
oluşturduğu Türk toplumuna ilgiyi Layd Katharine Branning ondan da ötelere götürüyor. Bütün
bir Türk tarihini merkez almakla
birlikte ağırlıklı olarak Selçuklu
üzerinde önemle duruyor. Bunu
önemsemek gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda diyor ki: “200
yıl boyunca devam eden her türlü
30 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
ayaklanmaya rağmen Bizans, Haçlı ve Moğolların ortaya koydukları toplam kültürden daha fazla ve
daha parlak bir kültür oluşturmayı
başardılar.” Türk medeniyet oluşumunu doğru anlamanın ilk ipucu sayılabilir bu tespit. Türklerin
iyimser bir millet olduğunu Layd
Katharine Branning pek çok örnekle kitapta anlatıyor. Dolayısıyla
ben onlardan bahsetmeyeceğim.
Onu bu kanata götüren kaynakları belirtmek daha anlamlı olacağı kanaatindeyim. Selçuklularla
ilgili bir değerlendirmesi daha :
“Selçuklu sultanları zeki insanlardı! Ekonomik zenginliğin, inşa
etmeyi düşündükleri toplumun
temel yapı taşı olduğunu ve bunun da malların imparatorluğun
her tarafında serbest dolaşımına
dayalı olduğunun farkındaydılar.”
Bu gerekçelerle Selçuklu sultanlarını ticarete önem verdiklerini
belirlemiş oluyor. Yani atak ve dinamik Türkiye’nin başarısını da
Selçuklu’nun torunları olmasıyla
izah ediyor. Kitapta bu tespit şu
cümlelerle veriliyor. “Günümüz
Türkiye’sinin dinamik kaplanları
Konya Selçuklularının torunlarından başkası değil. Bu düşünce
aynı zamanda ülkemizde kimi zaman korkulacak sermaye olarak
görülen bu kesimin niçin böyle
damgalandığının da izahını yapar
gibi. Yazar Türklerin yüzlerinde
parlayan ışığın Selçuklu atalarından içlerinde kalanın dışa vurumu
olarak tarif eder. Bu tarihi derinliğin oldukça dikkate değer olduğunu ilave eder.
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Mahperi Hatun’un inşa ettirdiği
eserleri, bugün Türkiye’nin her ilinde
görmek mümkün. Bu bana çok
ilginç geliyor, bu eserlerle yeniden
bir yaşama azmi kazanıyorum.
Türk insanın yaşadığı coğrafya içerisindeki tarihi zenginlikten ve kendi tarihini algılamadaki duyarsızlığına dikkat çeken yazar sık sık bundan
duyduğu üzüntüsünü dile getirir ve bu üzüntüsüne kaynaklık
edecek örnekler de sunar.
Yazarın yalnızca geçmişimize yönelik tespitleri olmaz.
Geçmişle bu günü birleştirerek
tarihte ağırlığı olan Türklerin
bu günün Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarının olduğunu davranış bütünlüğü içinde yer yer
Ledy Montagu’nun mektuplarına atıflar yaparak dikkatlere
sunar. Sadece geçmişi değil geleceğe yönelik olarak ta samimi
duygu ve düşüncelerini şöyle
özetler: “Bu gün Türk liderlerinin ve Türk halkının 21.yy.’daki
imparatorluklarını oluşturmak
için Selçuklu hükümdarlarının
kullanmış oldukları aynı taktikleri kullanmakta olduklarını
açıkça görebiliyorum.” Der.
Kütüphaneci bir hanımefendinin ülkemizde yapmış olduğu insani dikkat ve gözlemleri kaleme almasının gerekçesi
ise : “Türkiye’ye olan takdir ve
sevgimi dünya ile paylaşmak”
olarak ifade eder.
Yazar kitabın önsözünde
şöyle bir cümle kuruyor. “Tarihte iki dönemi her zaman
diğer dönemlere göre daha çok
beğendim. İlki, pek çok alanda aydın kadın yazarlara sahip
olan aydınlanma Çağı Avrupası, ikincisi ise sanatta zerafet ve
inceliğin peşinde gidilen Osmanlı Türkleri Dönemi” diyor
ve ekliyor Lady Montagu’nun
Sefaret Mektupları’nın bam telime dokunmuş olması doğaldır.” Diyerek kitabın yazılmasına kaynaklık eden bir diğer
hanımefendiye işaret ediyor.
Sanırım batı artık üçüncü bir
dönemden bahsedecektir. O
üçüncü dönem Bir çay daha
Lütfen yazıldıktan sonraki
dönemdir. Batının ikinci aydınlanma dönemine de işaret
edecek olan dönem bu dönem
denilebilir.
Kendinizi ve insanlık erdemlerinin neler olduğunu
görmek istiyorsanız farklı bir
kültürden süzülmüş bu dikkatli gözlemleri mutlaka okuyun.
Okurken eşinize tavsiye edin
ve “Bir Çay Daha Lütfen” deyin. Çayla insanlık ilişkisini de
belki kavramış olursunuz.
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 31
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Sezgi 201
garip şeyler oluyor
havel mesela
biz de savrulalım köprüden yana
ama kalplerimiz kırılmadan
kara, kemik çerçeveli gözlükleriyle
eski bir komünisti dinliyor halk
artık herkes biliyor
camdan ayakkabılarla yürümek istemez
evet istemez
“tramvaya binmeliyim” der prag
M. KADİR ATASOY
32 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
SS daktilo
yolun iki kenarında da
gülen insanlar var
kasabanın gençleri barda bira
içiyor
saatler işlediğinde
fabrikalara gidiyor bazıları
ve tarlada çalışan kadınlar
güzel çocuklar büyütmek istiyor
M. KADİR ATASOY
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 33
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Cinayet dosyası
rıhtımı gözetliyordum sabahta
bir kayığın içinde ayaktaydı
yine karşımdaydı şimdi
perdeyi açtım
saydım yoktu başka gün
bir başka gün
söylenecek sözler vardı
lermontov’un düellosuydu
puşkin’in
sakin bir törendi bittiğinde
perdeleri açtım pencerelerden
anladım dizelerinden
bir şair vurulmuştu
M. KADİR ATASOY
34 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
CAN TÜRKÜSÜ
yaşamın kıyısında
bir balıkçı, bir şair;
bir nefes, bir şuur
aynı
her ikisine takılan aslında...
can türküsünü şair
durmadan söyle.
RASİM DEMİRTAŞ
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 35
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
KENDİ SORUNSALI
ışığı kendine tutan
aydınlatır kendini
karşısındakine
n
ışığı karşısındakine tuta
i
aydınlatır karşısındakin
kendine
işte o yüzden güneş
sındakine
hiç tutmaz kendini karşı
RASİM DEMİRTAŞ
36 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
EV
kâ’be’ye sunu
evin önünde dön
döndükçe kendine dön.
hey insan
ne yapacaksın
dolana dolana
hürriyet meydanlarında.
zafer taklarının altında
buluna buluna
ne bulacaksın.
RASİM DEMİRTAŞ
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 37
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
YÂRE GAZEL
Gece saçlarını tararken tel tel
Sen bana karanlık gecelerde gel
Tıpkı hayalimden süzülmüş gibi
Okşasın ruhumu bir çift sıcak el
Gecelerde gel
Yüzünde bir ışık
Elinde sihir
İnandım ki sensin
Bir ömür bekleyip
Yazdığım şiir
Siyah gecelerin sessizliğinde
O kapkara saçınla
Bomboş geceyi doldur
Çınla her gece çınla
VEDAT ALİ TOK
Seher kıskançlıkla çalsın kapımı
İster başucumda beklesin ecel
Bil ki sen tek farkısın:
Hayat ile ölümün
Bestelenmiş şarkısın
Tellerinde gönlümün
Gecelerde gel
Yüzünde bir ışık
Elinde sihir
İnandım ki sensin
Bir ömür bekleyip
Yazdığım şiir
Ne mümkün saçlarına bir gece gibi güzel
Yazabilmek bir mısra Kaldı ki gazel
38 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Ne Çok Yoksulluktu
Bölüşemediğimiz
Ne çok yoksulluktu bölüşemediğimiz
İçten ve acılı yalnızlık türküsü zaman
Terkedilmiş anlarda kaldı gözlerimiz
Saklı hüzünler yağacak serinlik arar
Her şey nasıl da çabuk değişir bilmeden
Ne çok yoksulluktu bölüşemediğimiz
Bir annemiz vardı yapayalnız sığınak
Babamız varla yok arası döşeklere sıkışmış
Issız kapılarla donatılmış evimiz
Sessiz çığlıklarımız iç içe odalarda
Ağlaşır hal bilmez mevsimlere karşı
Ne çok yoksulluktu bölüşemediğimiz
SELİM TUNÇBİLEK
Ne çok yoksulluktu bölüşemediğimiz
Rüyalar nasıldı görmezdik telaşla yaşamaktan
Sıcak ürpertiler bilmezdi tenimiz
Sevmek elemli midir bir çocuğu böylesine
Patlamış balonların ürküttüğü ellerimizde
Ne çok yoksulluktu bölüşemediğimiz
Kaç onurlu acı büyüttünüz bu günlere azık
Tartın yanınızda düşündükçe kendinizi
Yıllarca bir bozlak gibi yürekte mırıldandığımız
Unutmak ne çılgın intihardır o günleri oysa
Hadi hıçkırıklarla haykıralım yaşamak budur işte
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 39
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
EYYÜP AKYÜZ
Yaşar BEDRİ
ile SÖYLEŞİ
Yaşayan miadı dolmuş edebiyat geleneğini
yıkarak kendi modern geleneğini kurabilme
çabasında olanlara elit yazar diye bakabiliriz.
Bu yeni üst dil kurulurken geleneği yeniden
üretme bilinciyle yazarlık müktesebatı
harmanlanabiliniyorsa seçkinlikten söz edebiliriz.
40 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Edebiyat dünyasından soğuduğunuzu söylüyorsunuz
bir yerde. Neler oluyor bu
dünyada? Nedir sizi soğutan?
Edebiyat amaç değildir. Zamane taifesi yazdıklarını kutsal söz gibi kutsuyorlar, sıradan ilham edilen yavan sözleri
kutsama zındıklığı sarmalamış
üretme yoksullarını. Eskiden
bir hiyerarşi vardı, Edebiyatın
edebi, ahlakı kalmadı. Temiz
kalabilmek için, yazdıklarımızı
kendimize saklamaktan başka
çıkar yol yok.
Bu gidişatı neye bağlıyorsunuz?
Orta ve üst yaş edebiyatçıları
okumuyor ve takip etmiyor günümüz edebiyatını. Eski devrin,
devranın gazıyla tekerlenip duruyorlar. Okuyan yeni kuşak bu
sıradanlığa ve bilgisizliğe sataşıyor. İtirazda haklılar, lakin saygı
sınırlarını zorlamanın savunulabilinir dayanağı yok.
Genç zihin iyi şeyler üretiyor, yaşlılar pek iplemiyor. Bu
da etken. Fark edilmek istiyor
herkes, star olmak istiyor. Her
tarafa yazıp ünlenmek sevdasında. Üne gidilen yolda her
türlü illegal yöntemi mubah sayıyorlar. Bu da bir sorunsal. Kolektif bilinç yok artık, bireysellik
çok önde.
“Ben” öncelemesi sorunsalı sanatçıya her daim engel olmuştur. Hocası çömezi “ben”
her şeyde çok fazla öne çıkıyor.
Peki, şairlerin, yazarların
dergilerle irtibatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Her yerde görünmemek lazım. Bir iki dergide sağlam durmak çok bile gelir.
Tek dergide görünen, diğer
dergiler ürün istediğinde göndermeyip gruplaşanlara da
çete deniyor. Çetecilik hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Çeteler illegaldir ve de kaypaktır doğal olarak. Bir zaman
sonra orda da ben kavgası başlıyor, birbirlerine düşüyorlar.
Elbette benim önerdiğim az
dergide yayınlama seçeneği çete
kavramıyla örtüşecek bir şey
Benim önerdiğim az dergide
yayınlama seçeneği çete
kavramıyla örtüşecek bir şey
değil. Meşrep ve doku birlikteliği
okul olmanın ipuçlarını da
verebilir.
değil. Meşrep ve doku birlikteliği okul olmanın ipuçlarını da
verebilir.
Bu kirli edebiyat dünyasında temiz kalmanın yolu nedir
peki?
Zaten kimsenin temiz kalmak gibi bir derdi yok. Küresel
canavar ‘kirlenmek güzeldir’
argümanını kullanıyor. Başka
şekilde teknocanavarı doyuramayız değil mi?
Kimseye görünmeden yapabiliyor musun ya da kendi duruşunu sağlamlaştırarak… Nefis meselesi.
Yani yapılabilir bir şey mi
bu?
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 41
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Sezai Bey yapıyor. Arkaplanda küskünlük ve insan aşınması
söz konusu olsa da.
Bir 2. örnek?
Bu sınavı vermek insanüstü
bir soyutlanmayla mümkün.
Mortaka’yı 18 sayı çıkardınız. Israrla ve sabırla takasını
yüzdürme gayretinde bir kaptansınız. Bu seferler boyunca
sizi üzen ve güç duruma sokan
şeyler oluyor mu?
Finansman malum. Ayrıca
en büyük sorun, dağıtım. Yıllar önce kendini Müslüman
kimlikle markalaştıran bir
dağıtım/kitabevi İslamcı
olmadığı için
Mor Taka’yı
almamıştı.
Ama Küçük
İskender’in
kitapları onlar
için irşat edici
sanırım. Raflarında, satıyorlar. Acayip
tecimenleşti
Müslümanlar.
Ümmetten
mülkiyete sınıf atlayınca
hiç tereddüt etmediler taşındıkları yerde yabancılık çekmediler, çekmiyorlar.
Para acayip bozdu ümmeti.
Sanal dünyanın insan hayatını çepeçevre sarması edebiyatı ve dergiciliği de etkiledi
haliyle. Edebiyatımızın ve dergilerimizin yarını hakkında
42 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
öngörüleriniz nelerdir?
Dergiler neden çıkar? Bunu
anlayabilmiş değilim. Mantıklı
gibi gelen açıklamaların hiçbiri
bu eylemin karşılığı olmayacaktır. Basılı mevkutelerin geniş
ölçekli dağıtım sorunsalı had
safhada. Yayımlanan edebiyat
dergilerinin sayısını son iki yıldır bilemiyorum. Önceki yıllarda bu sayı üç yüzlerle ifade ediliyordu. Bu günde en kötümser
haliyle yarısı olsun. Bunca dergi
curcunasında ülke sathında dağıtım ağına giren kaç tane edebiyat dergisi var?
Sanal ortamda bir sürü edebiyat siteleri ‘tık’lanıyor. Nitelik
ayrımsaması yapmadan her geçen şair adayı şiir adını verdiği
ucubeleri bu sitelere gelişigüzel,
kontrol ve denetim olmadan yapıştırıyor.
Ciddi boyutlardaki söz kirliliği kozmosta nefes alacak yer
bırakmadı.
Bu sanal sitelerin büyük bir
çoğunluğu amacından çok farklı kulvarlarda hizmetler de veriyor. Versin. O ritüeller de lazım.
Bu bizim konumuz değil. Burada vahim olan, şiirini o sanal
kulvarlarda görenlerin kendilerini gönül rahatlığı ile şuara
sınıfına dâhil ediyor olması.
Oluşturdukları sözlü edebiyat
kirliliğinin farkında olmadan
bu paradoks sürüp gidecek.
Bu sözüm’ ona şuara taifesi on binlerle ifade ediliyor.
Türkiye’de satılan (klasikler haricinde) en baba şiir kitabının
baskı adedi 1000.
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Ve onların da alıcısı yok haddi zatında.
Belli bir zamandan sonra kitabın çoğu mevlit şekeri kâğıdı
olarak mutasyona uğruyor.
Okur bulamama, maliyetler,
dağıtım ve satış sorunsalları, finansman derken basılı/matbuat
dergiciliği miadını doldurmak
üzere. Aktiviteler yakın gelecekte internet üzerinden yürütülmesi kaçınılmazdır. Birkaç
nitelikli marka site oluşurken,
binlerce sıradan site mantar gibi
çoğalmaya devam edecektir.
Nitelik ve nicelik dünya var
oldukça bu bağlamlar da tartışılacaktır.
-Bu zamanda yazara düşen
görev nedir sizce ve hakkıyla
yapıyor mu yazar kendine düşeni?
Yazarın işi ismi üzerinde
“yazan” insan. Herkes halince
Bedreddin. Gücü, aklı, kültürü,
donanımı dirhemince yazıyor/
yazmaya çalışıyor. Hakkını hukukunu bilemem lakin alınmayan mal zayidir demiş atalarımız. Yapılan işin pazarı yani
üretilen işin karşılığı olmayınca
iş zayi olur.
Yaşayan miadı dolmuş edebiyat geleneğini yıkarak kendi
modern geleneğini kurabilme
çabasında olanlara elit yazar
diye bakabiliriz. Bu yeni üst dil
kurulurken geleneği yeniden
üretme bilinciyle yazarlık müktesebatı harmanlanabiliniyorsa
seçkinlikten söz edebiliriz.
-Edebiyatta kalite sorunu
da ortada. İnsanlar medya-
tik olana yöneliyorlar. Tuğrul
Tanyol, ‘Genç şairin güce yaklaşımı’ yazısında genç şairlerin
güce meyletmelerini ve popüler üç beş şairi sevdiklerini
dillendirmelerini eleştiriyor.
Şairler dahi bu hastalığın pençesindeyken, okur ne yapmalı?
Bu derdin devası nedir sizce?
Özetle bunca yayınevi bolluğu
ve medya saptırması karşısında, iyi yazarları ve kitapları
nasıl anlayacak okur?
Tuğrul’un eksiğini tamamlayım ben. Genci, orta yaşlısı şiir
döşenenlerin ve dahi diğer metinleri üretenlerin her yerde görünme, yıllıklara girme sevdası
tarihsel bir gerçektir. Bunun
yolu nerden geçiyor? Elbette
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 43
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
rejisörün yatak odasından değil. Rejisör
saltanatları bitmiş ola. O banal bir ironiydi geçti. İmdi insan egosunu en çok
okşayan övülme, değinme, hoş tutma
seansları, biliriz ki şuara taifesinin pek
makbul kıldığı haller zinciridir. Çünkü
malzeme buna müsaittir.
Çocukluğumda bir mesel dinlemiştim. Bir köyün sohbet ekâbirleri kahvehanede toplanır. Konu yiğitliğe gelir,
köyün yiğitleri sayılmaya başlanır. “Emmim gilin hokkalı, Tezek gilin Nimet gil,
bir de üçüncü var lakin üçüncüsünü dimem.” Israr eder Haso. “De hile gardaş,
öğrenek.” Beriki ısrar eder, söylemez.
Haso dayanamaz, “Uleynnn Gardaş di
hele, üçüncü yigit sen olmayasan.” Vakteriştiğini anlayan secereci başını kaşır.
Gerinir, gerneşir:
-“Caddine rahmet gardaş, nasıl da
bildin, yigit olan yigidi gözünden tanır!”
Bu güzel bir örnektir. Dik durabilen
birçok arkadaşımız olduğu gibi, isimlerini sabun köpüğü gibi uçuşturan bir sürü
zerzevat tezekgiller bizim köy kahvesi
ekâbirlerinden farkları yok.
Dergisine Mührü koyar, yalakaları etrafında toplar, yandı gülüm keten helva,
dönerler birbiri ekseninde. Ayakları altına sabun koymaya çalışırken sırtlarını
da sıvazlamayı ihmal etmezler. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez.
Bu megalomani şair taifesinin hasleti
ve dahi vazgeçemediği zaafıdır. Erk midir bunlar? Hayır, hiç bir zaman. Çünkü
sanal erki yalakacılarının onları pohpohladığı, kullandığı sürece vardır. Yaşanan
deneyimler bana çıkarsama üzerine kurulan kardeşliklerin sonu hep ana avrat
sinkafla bittiği aşikardır.
Yağ çıkacak üç beş şair diyelim, sinsi bir alışverişi başlatırlar. Kaydı kuydu
yoktur. Kaşı sırtımı kaşıyayım sırtını.
44 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
Çıkarsamaları varsa hep birbirlerini yazarlar. Yalakaca birbirlerini sıvazlayan
bir sürü şarlatan bu işi hep yapıyor. Cepheleşmeler, kutuplaşmalar, tasnif olmalar, kişisel zaaflar tamı tamına insanlık
ve bilinç kirlenmesi olarak orda var olacaktır.
Kitap ne işe yarar? Eğitir mi, öğretir
mi, eğlendirir mi, ufkumuzu daraltır
mı genişletir mi, yüceltir mi, aşağılar
mı, yetkin midir, sıradan mıdır, varsıl
mıdır, vasat mıdır…? Bir kitabın TSE
veya ISO belgesi elbette olamaz. Kime
göre iyi kitap, kimin için iyi kitap.
Okursuzluktan yakınıyorduk. Asaf
Halet’in şiirine markalı yetkin bir şair
dudak büküyorsa bu işin niteliksellik
arızası çok fazla demektir. Ancak büyük bir çoğunluğu ancak okuryazar
olan halkın tüketici bilinci kriter midir?
Orhan Pamuk’la başlayan billboard,
menajer, oylumlu reklamlar… Bilinçsiz
tüketim çılgınlığının boyutlarını zorlamıştı. Oğuz Atay’ın “Tehlikeli İlişkiler”
başyapıtı Türk okurunun % 90’ının bilmediği ve 1000 bile sat(a)mazken, günümüzde satış tirajları 100 binleri bulan
ucube kitap ve yazarların abat olmasını
nasıl izah edebiliriz?
Okurun iyi kitabı anlama seçeneğinin
ne’liği ve yaklaşımı ortada.
Bir metinle ilişki kurabilmek, metinler arası diyalog bilinciyle mümkündür.
Donanımlı, bilinçli bir okurun seçeceği
kitap ve yazarlar çok sınırlıdır. 100 binlerle satış rekoru kıran kitap vitrinlerinin
yakınından bile geçmezler. Banalliğin,
sıradanlığın, popülizmin kol gezdiği bir
kulvardan uzak tutar kendisini.
İşin başka bir boyutu da, o yüksek
tirajlarla satın alınan kitapların büyük
çoğunluğu sadece vitrin aksesuarı olarak
evin bir köşesinde tozlanıyor olması.
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Bu bir gösterişin uzantısı,
yani. “(M)entelleşmek” jargonu
son yıllarda, sınıf atlayan “neo
feodallerin” vahşi küreselleşmeye katkı ve destek vermesi adına
tüketim çılgınlığı ile izah edilebilinir.
Şiir kitapları satmıyor malumunuz. Yayınevleri de ticari
kaygılar taşıyor. Elini cebine atmayan şairler, kitap yayınlayamıyorlar nerdeyse.
Şiir kitaplarının yayın sorunsalı hep olmuştur. Eskiden az
şair az şiir kitabı vardı, vitrinde
görünme şansı daha çoktu. Son
yıllarda dağ taş kitaba kesti.
İki ayrı yanıtım var birincisi,
şiir kitaplarının az satılıyor olması gerçeği (dünyada böyle),
ikinci mesele yayınevlerinin tutumu. Yayınevleri ticarethanedir, elbette satılmayan mala yatırım yap(a)maz, sürümü olmayan malı basıp vitrinlere koy(a)
maz.
Uyanık muhterisler ( bunlar
internet üzerinden çığırtkanlık
yaptığı gibi çıkardıkları dergileri paravan olarak kullanabilmektedir.) kitabınızı basacağız
diye yazan çizen takımının, meraklıların parasını alarak, yetkin
olsun olmasın sözüm ona kitaplarını basıyor. Böyle bir saadet
zinciri kuruldu. “Kitabım olsun”
diye çırpınan kitap meraklılarını söğüşlüyorlar. Yayınevlerini
boş bıraktığı bu ticari kulvarı
dolduruyorlar.
Güçlü bir şiiri zaten hiçbir
dergi ve yayınevi geri çevirme
lüksüne sahip değildir, bu da
madalyonun paslı yüzü olarak
dipnota alabiliriz.
Çözümü var mı sizce bunun?
Yukarıda sorunları dile getirdik. Bu okursuzluk açmazı
ile işler daha da kötüye gidiyor.
Üretilen mal fazla, tüketim ters
orantıyla eksiliyor
Bu ülkeye yazan çizen değil; nitelikli ve bilinçli okurlar
lazım.
Benim okuyacağım kitaba
devlet müdahale ederse, okuma
meşruiyeti kösteklenirse olacağı
buydu. Gazete, dergi, kitap oku-
Güçlü bir şiiri zaten hiçbir dergi
ve yayınevi geri çevirme lüksüne
sahip değildir, bu da madalyonun
paslı yüzü olarak dipnota
alabiliriz.
mayı alışkanlık edinen bilinçli
okur kimliği oluşturmalıyız.
Devletin birincil görevlerinden
biri olmalı bu. Bu işin politikası
oluşturulmalı. Peşi gelir.
Tüm olumsuzluklara rağmen, sizi sevindiren, heyecanlandıran şeyler oluyor mu?
Kirlenme çok fazla. Yeni bir
şey yok. Zor beğenirim, zor severim. Yaptıklarımdan, izlediklerimden başka hiçbir şey beni
heyecanlandırmıyor.
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 45
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
BETÜL ALPASLAN
ON ÜÇÜNCÜ GÜN
ÜZERİNE
Betül Alpaslan: Öncelikle On Üçüncü Gün
isimli bu ilk kitabınızdan
ötürü sizi kutluyorum. Kitabınızdaki anlayışa uygun
olarak eleştirel bir soruyla
başlamak istiyorum. Niçin
On Üçüncü Gün? Yeni bir
durumun adımı, neyi çağrıştırmalı ve şiirler neden alışıla
gelmiş şiirlerinizin dışında bir yapı taşıyor?
Destan mı bu kitap?
Selim Tunçbilek: Teşekkür ederek
ben de sorularınızı cevaplamaya çalışacağım. On üçüncü Gün 12 Eylül sonrası
oluşan yeni günün adı her şeyden önce.
Bu yeni bir durum mu? Bence değil şiirleri okuyanlar yeni bir durumun olmadığını anlayacaklardır. 11 Eylülde zulüm
görenler 13 Eylülde de zulüm görmeye
devam etmişlerdir. Sonrasında da. Şiir
ile bir şeyin durum tespitini yapacaksa46 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
nız öncelikle bu durum
baştan sona belirgin
olarak vurgulanmaktadır. Şimdi buradan
yola çıkılarak başka
bir durum ortaya
konulabilir. O halde
her hal ve şart içinde zulüm görenlerin değişmediği bir çıplak dünya gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzdur. Gerçek olan budur. Bu gerçekten hareketle bize düşen şey zulmün
kime yapıldığına bakmadan zulme karşı
durmak, nitelikli bir duruş sergilemektir. Yani vicdanımızın sesini her söylemi
susturacak şekilde dinlemek. Ben bütün
şiirlerimde olduğu gibi bu kitapta yer
alan şiirlerimde de kendi vicdanımdan
başka sese kulak tıkadığımı söyleyebilirim. Hatta bu tutumumdan ötürü pek
çok dostum beni açık bir biçimde eleştirdiler de. Ama o eleştiriyi yapanların ön-
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
celikle kendi konumlarını ve tutumlarını
sorgulama gereği var. Bunu yaparlarken
daha çok insani olmaktan ziyade siyasi
bir duruş ile yapıyorlar. Siyasi duruşla
kendini tanımlayanların bir hiç olduklarını zaman daha net gösterecektir. 1930
yıllarda yaşanan zulümlerden ötürü otuz
kırk yıl sonra doğanlar o yıllarda yapılan
zulümlere sahiplendiği sürece yeryüzündeki zulüm hep var olagelmiştir. 13 Eylülde yapılan zulümleri bile savunanlar
çıkıyor o yüzden. Zulme sahiplenmek
yalnızca zulmü güçlendirir. Bize düşen
şey zulme sahiplenmemektir. Bu ayıp
içinde olmadık. Bu yeni bir durum mu
bilmiyorum.
Şiirlerin genel şiir anlayışımın -estetik
yön açısından söylüyorum- yapı olarak
dışında olduğu görüşünüze katılmam
mümkün değil. İyice bakıldığı vakit şiirimin ses ve mimari yapısının korunduğu fakat aynı zamanda her şiirin kendi
çıkış ve oluş sürecine bağlı olarak şekil
aldığı gerçeğinden hareketle On Üçüncü
Gün’deki şiirlerin kendine has bir dokusunun da oldu gerçeği ile karşılaşırız. On
üçüncü Gün’de yer alan şiirler aslında
hiçte politik şiirler değildir. Bu anlamda
politik şiir olduğundan hareketle yapılan
eleştirilere katılamam. Destansı yapısının olduğu söylenebilir. Uzun şiir diyenlerde var. Hatta bu durumu küçümseyerek kitapta kaç şiir var diye soranlar bile
oluyor. Bir şiir kitabının etkisi içinde yer
aldığı şiir sayısıyla ölçülemez. Sayfaların çokluğu, şiirin çok olduğu anlamına
götürmez. Doğrusu bunlara tebessüm
etmekle yetiniyorum. Zulmü lanetleyen
bir destan olduğunu söyleyenlere katılıyorum diyebilirim.
Betül Alpaslan: Bu kitapta yer alan
şiirlerle pek çok çevrede alışılagelen düşünce yapınıza aykırı şiirlerin yer aldığı
konusunda sesler geliyor. Yazmasalar da
sözlü olarak ifade ediyorlar. Yazanlarsa
şiirlerdeki düşüncelerinizden daha çok
sizin kişiliğiniz ve yayınlanmamış eser-
lerinizi öne alarak bir şey söylemek istiyorlar gibi davrandılar. On Üçüncü Gün
üzerinde bir tedirginlik görüyor musunuz?
Selim Tunçbilek: Şiirlerimin üzerine
yansıyan bir tedirginlik görmüyorum.
Şiir tedirginlikleri yok etmeye yarayan duyguların harmanlandığı bir söz
rüzgârıdır. Bu rüzgârın zaman içinde
çeşitli başakların olgunlaşmasına katkı
sunacağını ümit etmek gerekiyor. Canlı
her varlık canlılığını belirgin olarak göstermek için değişimin bizatihi kendisi
olmak zorundadır. Canlı varlıklar kendi içsel dinamikleri özleri gereği değişim gösterirler. Cansız varlıklarsa dışsal
etiklerle değişirler. Değişmeyen tek şey
cansız varlıklardır. Onlarda bir değişim
olmaz. Önemli olan canlılık emaresi
gösterirken güç aldığınız merkezin ne
olduğudur. Kendi vicdanınınız bu merkezlerden biridir. Vicdanınıza dayalı
canlılık emareleri her insanı daha güçsüz değil daha güçlü ve daha insan kılar.
Kaldı ki; düşünce yapıma aykırı şiir yazdığımı söylemek beni belli kalıplar içine
koyarak kavrama ve anlama yaklaşımlarından kaynaklandığını nezaketsizlik
göstermeden söylemek zorundayım.
Dışarıdan söylenenlere, şiirimin dışında
söylenen sözlere uzun zamandır kulaklarım tıkalı. Yazanların nasıl yazdıkları
benim değil onların problemi. Ben kendi
yazdıklarımdan sorumluyum. Orada da
bir tedirginlik göremiyorum. Kitap birilerini tedirgin ediyorsa onlarda bırak
tedirgin olsunlar. Zulmedenlerin tedirginliği insanlığın sevincidir.
Betül Alpaslan: Az önce şiirle ilgili
azlık, çokluk kavramı üzerine konuşurken aklıma kitabınızın önsöz yerine kısa
bir şiirle başlıyor olması geldi. Orada
diyorsunuz ki: Çok uzun anlatabilirdik/
Evet, konu çetin / Ve sınav herkesin / biz
ki;/ Ne yapabiliriz dedik / Yaşadıklarımızı seçtik / Onları ki;/ Nailî ve Hilmi
Yavuz misâli / Sadece, imâ ile geçtik / bu
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 47
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
dizelerde işaret edildiği gibi imâ ile geçilmeseydi uzun ne anlatacaktınız?
Selim
Tunçbilek:
Aslında
önemli olan anlatılmak istenen şeyin
kısa anlatılması, uzun anlatılması değildir. Etkili anlatılması önemlidir. Şiir de
özü itibariyle budur. İmâ bu tarz anlatım
için çok iyi bir yöntemdir belki de. Etkili
anlatım tekniklerinin en kalıcı ve sürekli
olanı bir an, devir veya döneme sığdırılamamış olması, şiiri güçlü kılan yönlerinden biridir. Şiirimizin işaret ettiği şeyleri
bir anlam daralmasına yol açacak biçimde ruhsal ve insani olandan ayrı tutarak,
anlamlı hale getirmek mümkün değildir.
Ruhsal ve insani ıstıraplar bizi biz yapan
yani insan olma özelliklerimizi hissettiren duygulardır. Şiir bu duyguların okur
üzerindeki örtüsünü kaldırıp atmalıdır.
On üçüncü gün şiirleri bu örtüyü atmayı
becermiştir.
Betül Alpaslan: Özür dileyerek nereden biliyorsunuz desem?
Selim Tunçbilek: Şuradan biliyorum;
düşünce yapınıza aykırı olduğuna dair
sesler geliyor dediniz ya, oradan anlıyorum. Bunu böyle olması bizatihi bu
örtünün açıldığına işarettir. Şiirin ürpertilerine ve söylemine ne estetik düzeyde
ne de düşünce planında bir yaklaşım getirilmemiş olması onun özde bunlardan
uzak olduğunu değil genel insan davranışı olarak yeterli donanımdan eksiklik
nedeniyle veya kendilerini bir düşüncenin kıskacında hissettikleri için doğru da
olsa bir doğrunu kendilerine verebileceği
zarardan korunmak için dokunulmadığı
sonucunu doğurur. Bu tür korkuların
gücü hiçbir gerçeği yok etmeye yetmez.
Betül Alpaslan: Şimdi saattin tik
taklarına / Kalbinden asılı insan diye
gerçekten insanın içini acıtan bir dize
var kitapta. Kendi şiirinizi tabletlere yazılmış olarak görüyorsunuz. Kameralara
yansıyan yüzünüz niçin yok?
Selim Tunçbilek: Şiirin popüler bir
48 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
anlayışla bu güne ilişkin yorumlanması
mümkün olsa da bu şairin arzu edebileceği bir anlayış değildir. On Üçüncü
Gün’de yer alan şiirlerimiz insanlık için
kil tabletlere yazılı ilk belgeleri ne anlam
ifade ediyorsa bu şiirler de zaman içerisinde insanlığın ortak acıları için aynı
değeri ifade edecektir. İnsanlığın yaşadığı çirkinlikler ve zulümler böylesine
sürdüğü müddetçe insanlık kendini her
devirde korda Anka kuşu gibi hissedecektir. Kor üzerindeki Anka kuşu belge
budur. O kuşu Kaf dağlarının ardına iten
bizim tutumlarımızdır. Gökte ebemkuşağı olmuşsa acımız; güneş var demektir.
Şair umudu diri tutandır. On Üçüncü
Gün şiirleri insanlığın kil tabletlerinin
arasında yerini almıştır. Umarım geleceğe yönelik umudunu kaybetmek istemeyen insanlar bu kitabın ne dediğine
yönelik küçük bir çıkarım için önünde
dururlar. Saatin tik takları arasında sıkışmış günümüz insanlığının buna vakti yok. Zaten bu vakitsizlik yani neyin
önemli olduğunu algılayamama durumu
yeryüzünde zulmün ve çirkinliklerin devamını sağlamıyor mu? Ekranda görünün her türlü zulüm ve işkence sahneleri
insanlığın merhamet duygularından bir
şeyler alıp götürüyor. Gördüğümüz şeylere alışıyoruz. Bu yüzden gerçekle hayatı karıştırıyor bu günün insanı. Televizyonların ve sinemanın yok ettiği şeylere
dikkat çekmek gerekli diye düşünüyorum. Günümüz insanı kablolar arasında gidip gelen görüntülere benziyorlar.
Yani gerçekte varla yok arası bir yerdeler.
Öyle olmasa dünyadaki bunca zulmü sineye çekmek mümkün mü? Türk insanı
merhametini kaybetsin istemiyorum.
Bu insanlık için çok büyük bir kayıp ve
ölüm olur. Bu ölümün karşısında Türkçe
bir söyleyişle durmak gerektiği için On
üçüncü Gün’de ki şiirler kil tabletler gibi
sanırım duracaklar. Merhametin gittikçe
kaybolduğu dünyanın bu şiirlere ihtiyacı
var diye düşünüyorum.
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Betül Alpaslan: Bunları
söyleyince söz yaşanmamışsa
söylenmemiştir düzeniz geldi
aklıma. Bu yarına dönük bir dizemidir. Düne dönük müdür?
Hem düne hem yarına dönük olması şiirin özelliği budur.
Orhun abidelerinde anlatılan
şey özü itibariyle millet olarak
dünde yaşadığımız olaylardır.
Lakin çıkarımlar yarına dönüktür. Şiir sonsuzluğa yazılmış
mektuptur. Bütün dönemler
ve zamanlardan diri olarak çıkabilen şey şiirdir. Yaşanılan
şeylerin içinden de süzülüp çıkan şeyler hayatın anlamlı olan
tarafıdır. Hayatla ilişkilendirilemeyen hiçbir şey anlamlı ve
kalıcı olamaz. On Üçüncü Gün
hayatın en acı tarafına dokunan
şiirlerden oluşmaktadır. Yaşanmış şeylerin kalıcılığı daha fazla
olur. Orhun abideleri buna örnektir. Hayatın içinden damıtılmayan sözlerin şiire yaklaşması zordur. Şimdi şiiri insandan
arındırıp onun acılarından,
problemlerinden söz açmayan
şiirle nereye gidilmek istendiğini anlamakta zorlanıyorum.
Şair yaşadı dönemin vicdanı olmalıdır. Yaşanmışlık hissi sahici
bir hissiyatla mümkün olabilir.
Sahici olmayan hiçbir duygu
karşılık bulmaz. Şair ne yazarsa
yazsın nasıl yazarsa yazsın sahici bir söyleyiş yakalayamamışsa
inandırıcı olamaz.
Betül Alpaslan: Şimdi öncelikle kitabınızda katılmadığım
bir yerin altını çizmek istiyorum. Engizisyon mahkemelerine / ardında parlayan hırçın
apoletler / uygun adım kaçıyorum / uygun adım kendimden
diye on iki eylül mahkemeleri-
ni engizisyon mahkemelerine
benzetmenizi
yadırgadığımı
söylemeliyim. Sonra dışarıdan
içeriye yaptığınız vurgu var Ne
kadar Özgürdük / Uygun adım
hepimiz dediğiniz ve sokaklarında in cin top oynuyor diyerek sessizleştirilmeye yaptığınız
vurgu niçin bu kadar keskin?
Selim Tunçbilek: Öncelikle
tabi sizler o şartları yaşamadığınız için bunları abartılı değerlendirdiğimizi düşünebilirsiniz.
Adalet toplumları bir arada
tutan tek güçtür. Adalete olan
güven sarsılınca toplumları bir
arada tutmak zorlaşır. Aile içinde
de böyledir. Bir baba evlatları
arasında adaletsiz davranışların
içinde olduğu vakit saygınlığını
kaybeder.
Aslında burada anlatılan şeyler
yalnızca o dönemle ilişkilendirilerek daha anlaşılır olacağını
söylemekte yanlış olur. Mahkemelerin hırçın apoletlerin
ardından nasıl kararlar aldıklarına dair hem dünyada hem de
kendi ülkemizde sayısız kötü
örnekleri mevcut. Silahların
gölgesinde adalet terazisinin
sarsılmayacağını söylemek saflık olmaz mı? Hukuksuz verilmiş her karar adalete olan güveni sarsar. Adalet toplumları bir
arada tutan tek güçtür. Adalete
olan güven sarsılınca toplumları bir arada tutmak zorlaşır. Aile
içinde de böyledir. Bir baba evlatları arasında adaletsiz davranışların içinde olduğu vakit sayŞİİRVAKTİDERGİSİ 49
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
gınlığını kaybeder. Hz. Ömer’in
söylediği adalet mülkün temeli
sözü boşa söylenmiş bir söz değildir. Burada mülk devlettir.
Hukuktan ve hukukun temel
kaynağı olan vicdandan ayrılan
her mahkeme bir engizisyon
mahkemesidir. Türk mahkemelerinin önüne saat dokuzda
varın PKK’nın bu ülkeye yapmadığı tahribatların adliye koridorlarında asılı olduğunu görürsünüz. Bir günde yüz davaya
bakan mahkemeler ve okumadan karar veren hâkimler var.
Ülkenin yetmiş yıllık en ciddi
problemini emperyalist sözcüsü
aydınlar oluşturmuştur. Türkiye
de aydınlar Huntigton’un
medeniyetler çatışması projesine
bağlı olarak bu çatışmada kendi
yerlerini emperyalist batının
safında görmüşlerdir.
Ben bunu eşimin bir adli işe itirazında yaşadım. Doksan yıllık
devletin doğru dürüst adli müesseseleri yoktu. Yüksek pek çok
yargımızın bile arzu edilen düzeyde mekâna kavuşması şunun
şurasında birkaç yıl oldu. Türk
adliyesine kim girerse girsin
güvenle girmelidir. Artvin’deki,
Edirne’deki, Yozgat’taki vatandaş ne yaşarsa yaşasın diyebilmeli ki Ankara’da hâkimler var.
Bürüksel’de hâkimler var diyen
bir toplumun ciddi problemleri
var demektir.
Sorunuzun ikinci kısmına
gelince uygun adım yaşamak
zaman zaman doğru yaşamak
50 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
gibi algılanır. Bu ülkede on yıl
dolmuş olmasına rağmen ihtilalin olmayışı yadırganmıştır.
Hatta öyle yadırganmıştır ki kelli felli önünde Prof. Unvanı olan
emperyalizmin sözcüsü yarı
aydınlar ellerine ordu göreve
pankartlarıyla yürümüşlerdir.
Ülkenin yetmiş yıllık en ciddi
problemini emperyalist sözcüsü
aydınlar oluşturmuştur. Türkiye
de aydınlar Huntigton’un medeniyetler çatışması projesine
bağlı olarak bu çatışmada kendi
yerlerini emperyalist batının safında görmüşlerdir. Dolayısıyla
karşı medeniyetin sembolü olarak gördükleri başörtülü kızlarımızı okullardan kovma başarısı göstererek dâhil oldukları
emperyalist sömürünün verimliliğini artırmaya çalışmışlardır.
Bunlar bu ülkenin ne yazık ki
gerçekleri. Bu aydınlar yıllarca
uygun adım yürüme alışkanlığı
kazandıkları için özgürlük onlar için böyle anlaşılmaktadır.
Eksen kayması birazda buradan
bakılınca öyle görülüyor. Zira
normal yürümek yüz elli yılı aşkın bir süredir unutulmuş. Ne
yapsınlar onları da suçlamamak
lazım.
Betül Alpaslan: Aslında konumuz dışı da olsa sizin sık sık
sohbetlerinizde örneklediğiniz
bir şeyi sormak istiyorum. Düşünen insanlar için uygun ayım
yürüyüşü hayat ilkesi edinmiş
kişilerle gruplarla ilişki kurmak
zor diyordunuz. Bunu şimdi biraz açar mısınız? Neden zor?
Selim Tunçbilek: Bu konuda yine hayatın içinden yaşanarak çıkarılmış bir sonuçtur. Bu
gruplar içerisine ben öğretmenlerimizi dâhil ediyorum. Zira
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
çok politize edilmiş bir kitle. Üniversitelerde buna dâhil. Hocalar yönüyle.
Ordumuzun içine yaşanan problemlere
bakınca orada da aynı sıkıntının olduğunu görüyoruz. Zaman zaman kimi öğretmenlerle sohbet ederken bazı meselelerin anlaşılırlığı konusunda problem
yaşıyorum. Bu gibi durumlarda açıkça
soruyorum. Hocam okuttuğunuz sınıf
kaçıncı sınıf diye. Onu öğrenince ilişki
kurmakta zorlanmıyorum. Zira nasıl konuşacağımı biliyorum. Bir de ben ortaokuldayken mahallemizde bir bakkal amcamız vardı. Bu amca hep heceleyerek
konuşurdu. Mesela ne-is-ti-yor-sun-yavru-cu-ğum diye. Meğerse bu amca 32 yıl
ilkokul birleri okutarak emekli olmuş ve
bakkallık yapmaya başlamış. Şimdi ciddi eğitim almış paşalar o noktaya gelene
kadar. Daha sağını solunu bilmeyen insanlarla haşir neşir olmaya başlıyorlar.
İster istemez makamı ne olursa olsun
toplumun bütününü sağını solunu bilmez olarak görmeye başlıyorlar. Okullardaki aldıkları eğitimleri de düşününce
bu kaçınılmaz bir sonuç oluyor. Toplumu kendinden geri kalmış olarak görüyorlar. Örneklenebilir olan bir tek yanlışı bütün bir topluma şamil hale getiriyorlar. Bu yaklaşımlar demokrat kimlik
kazanmamızı da engelliyor. Bu hayattan
çıksa çıksa jakobenler çıkar. Toplumdaki
değişimi görmüyorlar sonra. Hala onların kafasında sağını solunu bilmez mehmet var. Jakobenizmi besleyen bir başka
etken, toplumla bu kesimlerin bağının
azlığıdır. Öğretmenler kendi dar çevrelerinde zaten seçkinler. Üniversite hocaları da. Subaylarımızda. Bütün bu gruplar
kendi aile çevrelerinde bile kendilerini
elit görme alışkanlığına sahipler. İrfanı
küçük görme esaret kazanmış beyinlerin
davranışıdır. Bir sürü müzisyenimiz var
ama bir tek neşet Ertaş çıkmıyor içinden.
İrfandan yoksun kültür bir zenginlik sayılmamalı. İrfanın eksikliği ciddi bir eksikliktir. Bunu demek istemişizdir.
Betül Alpaslan: Neşet Ertaş vurgusuna teşekkür ederek birazda kendi
alanımdan sormak istiyorum. Tabi müzik konusunda eleştirilerinizi de önemsiyorum. Sanırım benim müzik eğitimi
almış olmamdan ötürü konuyu oraya
getirdiniz. Yer yer şiirinizde müzikalite
var. Aruz ve hece ile şiirde musikiyi elde
etmek kolay ama serbest şiirde bu biraz
zor. Özel bir çaba yok lakin bir iç musiki
oluşmuş şiirlerinizde. Mesela Dağlıca’da
/ Han Tepe’de / hangi tepede ekmeğime
kan damlamaz ki sorgunuzda doğallıktan gelen bir sesleniş var yanılıyor muyum? Sanki konu öncelikli olurken şiirsel ahenk de göz ardı edilmemiş.
Selim Tunçbilek: Hayır yanılmıyorsunuz. Sizin de dediğiniz gibi burada
tabi bir ahenkten bahsedebiliriz ama özel
bir gayretle oluşturulmuş bir ses kaygısı
yok. Şiir kelimeler üzerine inşa edilir.
Lakin kelimelerin kendi ses yapısı doğal
bir musiki oluşturur zaten. Şiirin içsel
ahengini önemsemediğimi söyleyemem.
Önemserim. Yalnız meseleyi ahenge
kurban etmeyi de tercih etmem. Genel
bir Türkçe kelime olan deri yerine mesela insandan bahsediyorsak ten derim ki
bu da daha yumuşak bir kelimedir. Hatta
Hilmi Yavuz bu durumu eleştiri konusu
yapmıştı.
Betül Alpaslan: şimdi otuz altıncı
sayfada kitabın Milattan önce olanlar /
Anlatılmaz yaşanır / Ki yaşanmıştır / Ve
dahi derlenip toparlanıp / Raflara henüz
konulmamıştır dizelerinden söz açmak
istiyorum. Nedir raflara konulmayan şiirinizin yazım aşamasını da mı söz konusu ediyorsunuz. Zengin bir çağrışım
benim için müzik gibi bir şey anlam açısından söylüyorum. Milat kavramı mesela siz de pek çok anlamı var. Yazacağınız kitapların çokluğuna mı gitmeliyiz
yoksa buradan…
Selim Tunçbilek: Nasıl anlaşılması
gerektiğine yönelik bir açıklama yaparak
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 51
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
okura saygısızlık etmek istemem ama
işaret ettiğiniz anlamlar şiire dâhil. Milattan önce yaşananlar ister benim anladığım anlamda ele alalım, isterse İsa öncesini, elbette her iki şartta da yaşananlar
henüz raflarda yerini almamıştır. Elbette
yazılacak insanlığın büyük birikimi, acısı, yaşantısı var. Onu nasıl anlatacağınızı
tespit etmişseniz yazmanızın bir sakıncası yok. Bu anlamada benimde söyleyeceklerim olduğu gibi yazacaklarım da
var, yazdıklarımda. On iki Eylülde yaşananların kaçını kitapçı raflarında bulabiliyoruz ki. Haksız da sayılmam değil mi
ama.
Betül Alpaslan : gelelim kitabınızda
anlamakta zorlandığım bölüme. Hepimiz Ermeniyiz diye bir genel söylem
gelişti bir dönem. Ona atıf yaparak kelimelerle adeta oynuyorsunuz. O kısmı
izniniz olursa burada da okumak isterim. Zulüm ki; tarihte görülmüştür / Say
ki Karabağ’da / Başımıza binlerce dert
böyle örülmüştür / Hepimiz… / Evet hepimiz / Karabağ yürek yangını yer dedik /
Agos kaldırımlarında katledildik / Bildik
/ Ve dedik / Ayakkabılarımız hep delik /
Yaşayarak zulmü yok edemedik / Ölerek /
Ölerek belki dedik
Burada netleştirilmeyen düşünceler
mi var? Yoksa ne? Hrant Dink’i yazmak
için mi yazdınız bu kısmı ya da Hrand
Dink’i yazmak size mi düşerdi?
Selim Tunçbilek: Şimdi ben yine şiirimi açıklamak istemem ama zulmü
yazmak bana düştü diyebilirim. Hırant
Dink’in kurşunlanması da evet bir zulümdür. Buna zulüm demeyeceksek zulüm görmeye hazır hale gelmeliyiz. Kaldı
ki zulmü zulmedenin veya zulüm görenin kimliğine göre tanımlamak zulme
çanak tutmak olur. Evet, Hrant Dink’i
yazmak bana düşer. Zira zulmü kimliklerden ayrı tutarak zulüm her yerde zulümdür diyen benim.
Betül Alpaslan : hayır onu demek is52 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
temedim. Haklısınız ama…
Selim TunçbileK: Bu işin yani yaşanan bir zulümse aması olmaz. Betül Hanım zulüm her yerde kime yapılırsa, kim
tarafından yapılırsa yapılsın zulümdür.
Şiirimin o kısmında netleştirme ihtiyacı
duyduğum bir düşünce yok söylenmesi
düşünceler gayet açık olarak söylenmiştir. Kaldı ki Karabağ’da Türklerin yaşadığı soykırımı Hırant Dink tasvip etmemiştir. Öldürülmesinin altında belki
bu tutumu var. Hayatımızda bir yanlışı
yanlış olmaktan çıkarmak hayatımdaki yanlışları çoğalmaktan başka bir işe
yaramaz. Bundan mutluluk çıkarmak
mümkün değil. Yanlış ve çirkinliklerden
huzur ve mutluluk çıkarabileceklerini
sananlara şaşırmamak nasıl bir duygu
doğrusu bilmiyorum.
Betül Alpaslan: sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Her zulüm eskimez bir
insan ölümüdür diyerek siz ki eskimez
insanlar diyerek seslenişleriniz var. İyi ki
sizler vardınız dediğiniz kim bu eskimez
insanlar.
Selim Tunçbilek: Bazı toplumlarda
insanlar çok çabuk eskitiyorlar. Buna
belki biraz gönlümüz razı olmuyor. Her
eskitilen insanda insanlıkta eskitiliyor
diye düşünüyorum. İyi insanların eskitilmez olmasını dilerim. Ki iyi insanlar
eskitilemiyorlar. Yunus’u, Mevlana’yı
eskitmek kimin haddinedir. Onu okur
kafa yorarak bulması gerekir. İnsanlık
hep zulüm ve acıları hatırlasa da güzel
insanları da hatırlaması gerekir diye düşünmüş olabiliriz.
Betül Alpaslan: Sizi kızdırdım sanırım, özür diler, konuşma için teşekkürlerimi sunarım.
Selim Tunçbilek: Hayır kızmam söz
konusu değil. Asıl ben teşekkür ederim.
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
KÜRŞAT AKKAŞ
ON ÜÇÜNCÜ GÜN’e
Dair Çok Boyutlu Okuma
Kırk yılık dostum, kardeşim selim
Tunçbilek ilk şiir kitabını Nisan 2012 de
çıkardı. İmzalayıp bana da göndermiş.
Sağ olsun. İçine bir de not yazmış. Eleştirilerini bekliyorum diye. Sonra bir şeyler
yazmadın mı diye aradı. Karalamalarımın bir kısmını derleyip toparlayarak bu
yazıyı oluşturmaya çalıştım. Elbette ki
bu tarz çalışmanın önemli kusurları olacaktır. Affınıza sığınmak isterim.
Eleştiri; Selim Tunçbilek’in anladığı manada bir eseri değiştirmek ve dönüştürmektir. Benim öyle bir yeteneğim yok. Fakat şairin “On üçüncü gün”
isimli kitabını okuyunca kendiliğinden,
içsel arzu ile tekrar
tekrar okuma gereği
hissettiğimi belirtmek
zorundayım. Her okumamda farklı bir yön
buldum.
Kelimeleri
inşa ederken şairin tek
boyutlu bir okuma tarzına uygun olarak inşa
etmediğini dolayısıyla
her okumada son dizenin son kelimesinin ilk
mısraın ilk kelimesiyle
ilişkisini kurmak zorunda hissettim. Belki
şairi yakinen tanıyor ol-
mamın getirdiği avantaj olarak değerlendirmek gerekir. Buna düşünceme örneklik açısından şairin önsözde ifade ettiği
biçimiyle hayatı herkesin sınavı olarak
görmesini zikretmemin şimdilik yeterli olduğunu düşünüyorum. Ben bu tarz
okumadan ziyade, ilk okumayla bende
oluşan aslında şairin eserle hedeflediği
okuru değiştirme ve dönüştürme boyutunu ele almak niyetindeyim. İşin uzmanları tabi daha derin nitelikli okuma
ve eser odaklı irdelemeler girişeceklerdir. Belki düşüncede, kitap beni zaman
içerisinde, tekrar tekrar okumalarımda,
oralara taşırsa bundan dostum gibi bende mutluluk duyarım.
Öncelikle şunu söylemeliyim On üçüncü
Gün’de yer alan şiirler alışageldiğimiz Selim Tunçbilek şiirleri değil. O dergilerde yer alan ve henüz
yayınlatmayıp dar ortamlarda dostlarıyla paylaştığı
şiirlerinden tamamen ayrı
yapıda, kendi alışılmış şiirini de içeren fakat daha
ziyade bütüncül çalışılmış
şiir intiba verdiğini söylemem gerekli. Bildiğim
kadarıyla dostum Selim
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 53
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Tunçbilek bu tarz şiirlere uzak biriydi.
İlk yadırgadığım durumun bu olduğunu
ve bunun altını çizmem gerektiğini belirteyim. Bir şair, yazar, düşünce adamı elbette değişebilir. İtirazımın buna olduğu
anlaşılmasın. Benim itirazım değişimin
boyutuna. Bir eser okuru değiştirmiyorsa eser değildir sözünü de hatırlıyorum
dostum lakin eserin okuru değiştirmesinden değil değişen yazarın esere yansımasından bahsediyorum. Meramımı
yazı ilerledikçe daha net anlatacağımı
ümit ediyorum.
Şairin Önsöz yerine de belirtiği gibi
“Konu çetin” konu çetin olunca şairin
kurgudan ziyade hayata sığınıp yaşadıklarından sonuçlar çıkarması daha anlaşılır olabilir. Burada şairin yaşadıklarından yola çıkarak Anadolu toprağı ile eseri ilişkilendirince birinci boyut okuma
için en can alıcı mısralar şunlardır:
Sevda türkülerini
İçten mırıldandık diye
Vasati kırk çöp gibi yaktınız
Ol demden sonra
Gökte ebemkuşağı acımız
Canımız…
Korda Anka kuşudur
Birinci boyut okumada bu dizeleri
merkez alarak düşünce geliştirmeye çalışacağız. Aslında şiirlerin her bölümü ayrı
bir merkez alınarak okumaya müsaittir.
Selim Tunçbilek genel olarak dergilerde
yayınlanan alışık olduğumuz şiirlerinde
de bunu hep yapıyor. Şiirin bir kelimesini bağıntısı olmayan dize ile ilişkilendirerek şiire çok boyutluluk katabiliyor.
Daha doğru bir ifade ile şiire hem kendine özgü bir yapı kazandırırken hem
de şiiri plastik bir yapıya dönüştürüyor.
Aslında Selim Tunçbilek şiiri geleneksel
54 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
olan şiirin ses yapısı ile yeni şiirin biçiminin kaynaşmasından oluşan kristal
bir şiirdir. On Üçüncü Gün sıradan şiir
anlayışlarına paralel yazılmış ve genel
kabul gören şiir anlayışları ekseninde
değerlendirilecek bir eser değil. Sanat
ve edebiyatta eleştirel düşünmeyi şiirde
merkez alan bir anlayışla eserin kaleme
alındığı belirtmekte öncelikle yarar var.
Bu anlayış eseri, yani On Üçüncü Gün’ü
her şeyden önce sıradanlıktan çıkarıyor.
Peki, nedir eleştirel düşünme? Eleştirel düşünme; akıl yürütme, analiz ve
değerlendirme gibi zihinsel süreçlerden
geçerek oluşan bir düşünme biçimidir.
Eleştirel düşünme sağduyu ve bilimsel
kanıtlarla uyuşan net hükümlere varmak
için somut veya soyut konular üzerinde
düşünme süreçlerini de içermektedir.
Bu yönüyle diğer bir düşünme biçimi
olan yaratıcı düşünmeyi tamamlamaktadır.1
On üçüncü Gün adlı kitaptan eser
olarak bahsetmemin asıl amacı eser oluşuna vurgunun gereğinden kaynaklanmaktadır. Zira eserdir. Şair yaşadıklarımızı seçtik derken bilinçli bir tercihten
söz ediyor. Aslında daha önsözde şair
eleştirel düşünmenin kapısını aralıyor.
Eleştirel düşünmenin özellikleri nelerdir? Eleştirel düşünmede geliştirilen
delil ve argümanı meydana getiren öğeler ele alınan konuya ilişkin olmalıdır.
Argümanı teşkil eden önermeler sağduyu, veri, bilgi ve kanıta dayalı olarak
savunulabilir ve gerçeklikte olmalıdır.
Argümanı meydana getiren önerme
ve çıkarımlar herhangi bir yanlış anlamaya veya anlam karmaşasına meydan
vermemelidir. Argümanı meydana getiren önermelerin kapsamı ve ayrıntı
1 Özdemir, O. (2008). Eleştirel
Düşünme. Kriter Yayınları.
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
düzeyi yeterli genişlik ve derinlikte olmalıdır. Önermeler doğru biçimde sıralanmalı ve birbirleri ile doğru olarak
ilişkilendirilmeli, delili uygun bir mantık
silsilesi izlemelidir. Argümanın sonunda
varılan sonuçlar, argümana temel oluşturan veri, bilgi, kanıt ve varsayımlar
tarafından desteklenmelidir. Argüman
konunun paydaşları arasında özellikle
sağduyu ve bilgi sahibi olanlarda güvenilirlik ve adalet hissi uyandırmalıdır.2
Selim Tunçbilek’in bu ilk eserini
okuyan herkes bu hislerin kendilerinde
uyandığını ve içlerinde adil olmak gerektiğine ilişkin kanaatlere yol açtığını
söyleyecektir. O halde eserin eleştirel
düşünme metoduna güzel bir örnek olduğunu söyleyebiliriz. Kitabın arka kapağında şairin dizlerinden yola çıkılarak
oluşturulan yazıda Ülkemin alın yazısı
benim alın yazıma benzer / söz yaşanmamışsa söylenmemiştir. Diyerek te
eleştirel düşünmenin bütün özelliklerini
eserin içerisinde örneklemelerle diri tutuyor. Şair 12 Eylül zindanlarında yaşanan ortak insani dramı bireysel yaşantısından yola çıkarak evrensel bir düzleme
taşıma başarısı gösteriyor. Geçmişte ve
günümüzde yaşanmış bütün zulümlere;
zulmedenin ve zulüm görenin kimliğinden bağımsız olarak “zulüm her yerde
zulümdür.” Diyor ki eserin güvenilirliğine olan inancı artırıyor.
İnsanın zamanın kıskacına sıkışıp
kaldığını söylemesi doğru bir tespittir.
“Şimdi saatin tik taklarına
Kalbinden asılı insan”
Kitabın geneline hâkim düşüncenin
insanlığın ortak zemininde yeterli tesiri
uyandırmamasına bir mazerette bu olsa
gerek. Zulme sesiz kalan insan belki de
2 Şahinel, S. (2002). Eleştirel
Düşünme. Pagem A Yayıncılık.
kalbinden asılı insandır. Şiirin manası
şairin tekelinde değilse.
Anladığım kadarıyla şair 12 Eylül
zihniyetine ve onun oluşturduğu sentetik hayata karşı da ciddi eleştiriler getiriyor. Bu durumun Yeşilçam filmleri ve
kahramanları ile destekleniyor. Yerlilik
ve doğallık düşüncesi Anadolu ile özdeştirilerek, yapaylık ve bayağılık zorbalıkla
özdeştirilerek, şiirsellik içerisinde kalınarak, şair düşüncelerini eleştiriler olarak dile getirmeye devam ediyor. Şairin
bu çerçevede bakıldığında göndermede
bulunduğu romancı Oğuz Atay’a akraba
olduğu söylenebilir. Oğuz Atay romanları da eleştirel romanlardır. Şair anlatılarındaki eleştirel bakış açısına yönelik
yaklaşımları insanlığın ortak erdemlerinden uzaklaşmayı ve kadim insanlık
geleneğine uygun olmayan davranışları: Her şey az sonra beyler / Kadim dile
açılmayan kapılar/ Az sonra
Diyerek ne anlatacağına yönelik
kapı aralar.
İnsanlık tarihi ile zulmün tarihi özdeş tutularak Hz. İsa’ya göndermelerde
bulunulur. On iki Eylül zindanlarındaki
çarmıhtan bedeninin kurtarılması için
ondan medet umulur. Bu bekleyiş aynı
zamanda ilahi bir değişimi sembolize
eder. Yalnız bu yazımızın konusu şimdilik bu olmadığı için işaretle yetiniyoruz.
Eserdeki bir başka boyuta dayalı okumada buna değineceğiz.
Şairin ülkesinin alınyazısını kendi
alınyazısı ile özdeştirerek ülkesinin at
toynaklarından beslenmişligine işaretle,
esere tarihi bir başka boyut eklemek ister. Ülkesinin aydınlanması içinde sözü
uzattığını söyler. Şair bu tür kelime oyunlarını şiirinde zaman zaman yapar. Kelimeleri tekbir anlamları ile değil birden
fazla anlamları ile kullanmayı yeğler. Bu
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 55
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
yaklaşımlar da şairin işin sadece
tarihî boyutuyla değil geleceğe
yönelik kaygılarının da ipuçlarını verir. Bu yönüyle de alışılagelmiş milliyetçi, muhafazakâr
anlayışların içerisinde değerlendirilecek bir eser değil On
Üçüncü Gün. Milliyetçi düşüncelerden de muhafazakâr
düşüncelerin de reddedeceği
görüş içermekte eser. Hatta pek
çok noktada milliyetçi kesimin
rahatsızlık duyacağı, reddedeceği yaklaşımlar ve nüanslar
var. Ben Yıllardır sohbetlerden,
yazılarından tanıdığım Selim
Tunçbilek’in bazı yaklaşımla-
On iki eylül sorgu ortamının
genel atmosferinin çok iyi bir
gerilimle yansıtıldığı bu şiir
yapısında doğallığın suç olarak
algılanışına tanıklık ettirir şair
bize.
rına da sadece bu kitapta şahit
olduğu ve kabullenmemin kendisiyle özel bir sohbet anıma
kadar çok zor olduğunu belirtmeliyim. Kedisinin bu noktada
ileri sürdüğü fikirler milliyetçi
muhafazakâr düşünce içerinde
yeni bir gelenek oluşturabilir
mi, yoksa Selim Tunçbilek’i o
çevrelerden farklı bir çevreye
mi savurur bunu bilemiyorum.
Lakin bu eserle birlikte görünen
o ki Selim Tunçbilek özgür bir
aydın kimliğe sahip şair duruşunu vermiştir bu kitapla. Bu
da onun gittikçe yalnızlaşacağına işaret. Hakkında okuduğum
56 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
yazılardan Mahalli bir gazetede
yayınlanan Ahmet Sıvacı imzalı
yazı buna işaret ediyor.
Bu okumamızda kitabın
oturduğu fikirlerden öncelikle
suçlamalar noktasına değinmek
istiyoruz.
Sen şiir yazıyor muşsun /
Evet bütün doğulular gibi /
Şiir yazarım, türkü söylerim /
Bir yetim görsem dayanamam /
Ağlarım
Dizelerinde ilk kez ciddi
bir suçlamayla karşı karşıyayız. On iki eylül sorgu ortamının genel atmosferinin çok iyi
bir gerilimle yansıtıldığı bu şiir
yapısında doğallığın suç olarak
algılanışına tanıklık ettirir şair
bize. Aslında kitabın asıl konusu olan zulmü lanetlemenin de
tabiliği bozmasından, tahakküm kültüründen kaynaklandığına ilişkin düşünceyi gizli bir
zarf içinde verir şair. Gevremiş
ekmek ufakları toplayan dedelerden torunlara kazandırılan
bir özelik olan bu durumu çağ
metaforu ile tersyüz ederek zulmün algı biçimine atıf yapan
şair, Fizan’dan devşirilmiş acılar / Zühre yıldızında parlayan
umutlar / ve binlerce ağıtlar
gözyaşları / İçinde bir dala tutunur gibi Anadolu / Tutuşur
yüreğimizde diyerek tutunmak
ve tutuşmak olgusuyla yeni bir
durum belirler. Şairin aslında
belirlediği bu yeni durumun
ipucunu zulüm her yerde zulmümdür mısraı verir. Bu dize
şairin zulümden yana olamayacağının açık bir haykırışıdır. Şairdeki bu değişim “ben eski ben
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
değilim” dizesiyle kuvvetlendirilir. Şair bu yaşadığı değişimle
kendini Oguz Atay’ın tutunamayanların safına atar. Egemen
sınıf ve Elit sınıfsal yapıya karşı
her noktada karşı çıkan bir şairle karşı karşıyayız artık. Şair
bu noktadan sonra çok farklı tutum takınır. Seyit Rıza’nın
kelimeleriyle zulüm karşısında
kendini savunmaya başlar. Yer
yüzünde yapılan bütün zulümlerin insanlığa karşı işlemiş bir
suç olduğunu söyler. Toplumların başına zulümlerde binlerce dert örüldüğünü söyleyerek
bunların pek çoğuna göndermeler yapar. Karabağ, Kerbelâ,
Madımak, Mavi Marmara, Filistin, Guantanamo, Bagdat,
Bosna, Kara Afrika kıtası bütünüyle buralar ve yeryüzü şaire
göre bütün bir insanlığın utanç
resimleridir. Her zulmün eskimez bir insan ölümü olduğunu
söyleyen şairin insanlık anlayışı
da ayrıca üzerinde durulması
gereken bir yaklaşımdır. Onun
Milliyetçiliğini de bu anlayış
içinde aramak lazım.
Şair; söz yaşanmamışsa söylenmemiştir. Diyerek kitaptaki
bütün anlatılanların ve düşünsel yaklaşımların kendi hayatından süzülerek bir kanaat oluşturulduğunu da söylemiş oluyor.
Ülkemin alınyazısı / Benim alın
yazıma benzer / At toynaklarından beslenmiştir yıllarca dizelerindeki at toynakları kelimesine
dikkat çekmek gerekir. Şairin,
bile isteye seçti bir kelimedir at
toynakları. Zira onun kelimeleri
tek bir anlamla açıklama yeterli
bir izah olmazsa da biz at toy-
nakları ile şairin On iki Eylül
zindanlarından gördüğü baskı
ve zulümlere bu dizelerde de bir
gönderme olduğunu belirtmeliyiz. Ayrıca baskıların sadece
bireysel olmayıp bu baskıların
ülke düzeyinde sömürgeci güçlerce ve ekonomik ve hem de
siyasal olarak ülke olarak yaşanmışlığı sebebiyle şair kendi
alın yazısının ülke alın yazısını
ile ilişkilendirir. Sonraki seçilen
figürler zaten buna yani emperyalist yaklaşımlara işaret ediyor. Şiirin bu bölümündeki Ben
yanayım / Ülkem aydınlansın
dizesi de başlı başına şairin kişi-
Baskıların sadece bireysel
olmayıp bu baskıların ülke
düzeyinde sömürgeci güçlerce
ve ekonomik ve hem de siyasal
olarak ülke olarak yaşanmışlığı
sebebiyle şair kendi alın yazısının
ülke alın yazısını ile ilişkilendirir.
liğini bütün boyutlarıyla ortaya
koyan başka bir dizedir. O daha
bu dizelerde duygusal bir şairden ziyade düşünsel yönü ağır
basan bir şiiri hedeflediğinin
ipuçlarını doğru olarak bizlere verir. Şiirlerde düşünce oluşumlarının hiç birinin tepkisel
oluşmadığını görüyoruz. Şairin
bizatihi On iki Eylül zulmünü
yapanlara karşı bile yumuşak,
eleştirel, tepkisel olmayan tefekkür geliştirdiğini görürüz. Şairin
sanırım kişiliğinden kaynaklanan bu durum yadırganmaması
gerekir. Sakin bir kişilik sahibi
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 57
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
olan şairin hayatında, benim dışarıdan
biri olarak tahammülüm kalmadığı pek
çok olayda, her zaman beni şaşırtmış,
yumuşak ve sabırlı olmayı becermiştir.
Özel hayatında da kibar ve nazik bir kişiliğe sahip olmasından ötürü şiirlerinde
de bunu açıkça görüyoruz. İnat bu ya…
/ Üstelik insanlık bende kalsın / kimselere anlatmayacağım / Yüreğimde hançer
eylül gecelerini derken her durumda şairin insanlık erdemlerine sığındığını görürüz. Burada da kör bir inattan söz edilemez. İroni anlayışıyla konunun doğru
bir izahı vardır.
Şairin yakın çevresinde pek çok şekilde eleştiri konusu yapılan bölümü buraya alarak kendi görüşlerimi belirtmek
istiyorum.
Zulüm ki; tarihte görülmüştür
Say ki Karabağ’da
Başımıza binlerce dert böyle örülmüştür
Hepimiz…
Evet hepimiz
Karabağ yürek yangını yer dedik
Agos kaldırımlarında katledildik
Bildik
Ve
Dedik
Ayakkabılarımız hep delik
Yaşayarak zulmü yok edemedik
Ölerek
Ölerek belki dedik
Kitabın en can alıcı yerlerinden biri
olan bu bölümde şairin kendi ifadesi ile
Agos kaldırımlarında katledilen diye işaret ettiği Hrant Dink’le delik ayakkabılar
yoluyla birliktelik kuruyor. Ne birlikte58 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
liği bu derseniz zulüm görenlerin hep
ayakkabılarının delik olduğundan yola
çıkarak sömürünün ve zulmün karşısında ortak bir duruşu ölümleriyle işaret ettiklerine vurgu yapıyor. Bu yaklaşım benim ve şairin içinde yetiştiği çevrelerin
düşüncelerine ve söylemlerine ters gelen
bir anlayıştır. Şimdi bu yaklaşımları kim
destekler hiç kimse. Demek ki şair birilerinin hoşuna gitmek için şiir yazmıyor.
Demek ki şairin dinlediği bir tek sesten
söz edilebilir o da kendi vicdanın sesi.
Vicdanın sesini dinleyen şairleri olan
milletlerin geleceği de var demektir. On
Üçüncü Gün şiirleri bizi derinden sarsan, tartışılmaya değer ve farklı okumalar açık düşünce yapısı olan, şiirselliği
yüksek, kıymetli bir eserdir.
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Sömürü ve
evrensellik
Günümüz şiir ve edebiyat anlayışları içerisinde sömürüye yer vermek ve
bunu sekiz ay öncesinden ilan etmek ve
düşünce dünyamızda yeterince karşılık
bulmamasını nasıl değerlendirilmesi gerekir bilemiyoruz. Günümüz şiiri şairin
bireysel, pisişik algıların girdabında can
çekişip duruyor. Toplumsal algılara gözünü kapayan şair bu kapalı gözle aydınlık sandığı yolu bulma çabasında.
Allah kolaylıklar versin.
Türkiye’de sol intiharı denediği günden bu yana mezarını arayanlarla doldu
taştı. Mezarını bulanlar solun oradaki
varlığından bahisle mutlak surette ünlü
bilim adamı gibi haykıracaklar. Heyhat
mezarından da sesler yok. Sömürü dedikte lafla en çok edebiyatının yapıldığı
soldan kiraz çekirdeğini dolduran bir
kelime işitmedik. Yalnızca bu gün değil
dününde böyle oluşuna hayretle dönüp
baktık. Gördük ki bu ülkenin asıl problemi Müslümanın yeterince Müslüman,
milliyetçinin yeterince milliyetçi, solun
yeterince sol olmayışından kaynaklanıyor. Yani düşünce dünyamız yeterince
nitelikli renklilikten uzak, Kısır, Yavan,
Yüzeysel. Kime anlatabiliriz ki? Mikrofonu uzatınca susmak yerine anlamsız
milyarlarca kelime söyleyip hiçbir şey
anlatmayan adam yerine Abdurrahim
Karakoç’un “İsyanlı Sükut” şiirindeki
gibi bir tek “oy” deyip yutkunup eğse
başını daha anlamlı olacak ama şimdi
düşünce dünyamızın allame düşünürleri milyarlarca kelimelerdeki anlamsızlığı
ALPER YÜCE
çözme çalışmasındalar. Ve uğultu ve gürültünün dikkatimizi yönelttiği kapıda
anlamadığımız bir dilin kelimeleriyle
not ilişiyor gözümüze: dikkat şair çalışıyor. Şair çalışsa sessizlik olur. Ha unuttuğumuz bir şey var. Şairin çalışma biçimi
değişti.
İkinci yeni tüketildikten sonra ne
olacak merak etmeyenler çoğunlukta.
Hani meşhur bir fıkra var. Her topluma
uyarlanarak söylenir. Öz Türkçe kelime
ile söyleyecek olursak yeni versiyonu sanırım şöyle: Şairler namaz kılacaklar, kimin imam olacağı konuşulurken ikinci
yenici biri ben şiirin hasını tanırım dolayısıyla imamlık benim hakkım demiş.
Sesi diğer şiirsel sesleri bastırdığı için
imamet makamına geçmiş. Allah’u Ekber deyip tekbirden sonra Ettehiyattü’yü
okumaya başlamış. Halktan biri tabi
bakmış duruma oturunca ne okuyacak
merak ediyorum demiş. Biz de açıkçası
pek çok şeyi Türk şiiri adına merak ediyoruz. Yeni bir dergiyiz. Dolayısıyla merakımızda yaşımıza, cehaletimize verilir
ümidini taşıyoruz.
Türkiye’de sol edebiyat sömürü üzerine çok şey söylemiştir. İktisadi kaynakların bölüşümüne duyarlı bu yaklaşımların öz itibariyle tek bir gerçek üzerine
inşa edildiğini romanlarda, sinemada ve
diğer sanat eserlerinde görmek mümkün. Solun sömürü üzerine ürettiği eserlerin oturduğu gerçek yanlı ve ideolojik
bağnazlık üzerine kurgulanmıştır. Dini
ve din adamını toplumsal vicdanın öteŞİİRVAKTİDERGİSİ 59
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
sine taşıyan ve halkın yaşamış olduğu
gerçek sömürünün üzerini örten eserler
olmuşlardır bunlar. Dolayısıyla inandırıcılıkları ciddi biçimde azalmıştır. Bireyin yaşadığı sömürünün temeli evrensel
emperyalizmin bir sonucu olduğu gerçeğinden uzaklaştırılmıştır.
Edebiyatımızda ve şiirimizde sömürü
arayışlarımızı sürdürdüğümüz dönemlerde ilginç durumla karşılaştık bunların
bir kısmını siz sevgili okurlarla namaza
durmadan paylaşmak isteriz. Namaz
niyaz üzerinden sahtekârlık ve sömürü
anlatımının dışında romanda ve sinemada yer alan saf bir içtenlikle işlenmiş bir
esere rastlamadık dersek çok iddialı söz
etmiş mi oluruz? Sanmam.
“Allahın on pulunu bekleye dursun
on kul; Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir
pul. Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah
olsa;”
Dizelerindeki gelir dağılımındaki
adaletsizlik eleştirisini Necip Fazıl dışında daha çarpıcı biçimde ortaya koyan
bir başka şairimizin olmayışı bir eksiklik
değil mi? Kaldı ki bu dizeler bile emeğin
sömürüsünden bahsetmiyor. Ona rağmen hala kollarını bir makas gibi açarak
şairlere (çünkü çok kalabalıklar) durun
kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak diye
haykıracak birileri olmalı diye düşünüyoruz. Uydum kalabalığa demekten daha
doğru bir cümle gibi geliyor bu bize. Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden
ama o çatırtıları duyan şair değil. Tam
da bu noktada sömürülen şairin halini
çiziyor tablo diye düşünmeden edemiyoruz. Durum diye bir laf var buyurun
size bir durum! Sömürü destek üstünde
şairin ruhu desteksiz dense yeridir.
Her şeyi ikinci yeniye havale etmiş bir
60 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
şiir arayışı da sömürünün başka bir çeşidini oluşturmaktan öte anlam taşımıyor.
Şimdi sömürü nedir demek çok gerekli. Başkalarının emeğini onların rızası
olsun veya olmasın el konulma işine genel olarak sömürü diyoruz. Başarı dediğimiz şey aslında bir sömürü sonucu
oluşan durumdur. Zira yoksulun yoksulluğu zengini zengin kılmaktadır. Bu
durum sömürü ise şairin şiirine hiçbir
dönemde bir bedel ödenmeden el konulmadı mı? Şimdi en çok şairler sömürülüyor demek yanlış mı olur? Belki de şair
sömürdüğü duygularının diyetini ödemiş oluyor böylece. Kanattığı gecenin
diyeti belki de.
Şiirimizin toplum meselelerine ilgisiz
oluşu seksen ihtilalinin oluşturduğu sarsıntı ile izahı yeterli bir açıklama sayılamaz. Şairin yaşadığı dönemin ıstıraplarına, acılarına, zulümlerine sessiz ve ilgisiz
kalmasını şair duyarlılığı ile açıklanabilir
bir yönünün olması düşünülemez. Yıllardır ülke kaynaklarının emperyalizmin
dişlilerini yağlamak için kullanılmasını
şairin içine sindirmesi diye bir şeyden
bahsedilemez. Durum bu iken toplum
hayatına yönelik eleştirilerdeki gördüğümüz canlı müdahaleyi şairlerden insani erdemler noktasında daha etkin
görmemiz gerekirken aksine şahit oluyoruz. Toplumsal hadiselere gözümüzü
ve kalemimizi kapatarak kimi zaman
sömürünün halkası haline geliyoruz. Bu
durum ise insana olan güven duygusunu
kökünden zedeliyor. Korkuların oluşturduğu yargılar ile hareket ancak girdaba
kapılmış çöpler durumuna düşürür bizi.
Aslından bu hal açık bir biçimde sömürü düzenine ve anlayışına konuk olmaktan başka bir anlam taşımaz. Bu duruma
ciddi itirazlar neden edebiyattan ve şairlerden gelince yadırganır ki? Haksızlık
karşısından şairi dilsiz şeytana dönüştü-
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
ren toplumun kendisi mi yoksa
şair ve yazarın bireysel tutumu
mu?
Sömürünün tanımından da
yola çıkarak Türk şiirinde sömürü üzerine yazılmış dizelerin
arayışına çıktık. Tabiri caizse
bütün bir Türkçe şiiri taradık.
Yaşanılan dönemle ilgili ciddi
duyarlılık oluşturan şiirlerde
dahil sömürünün köklü sistematiğine dokunan şiire dizeye
rastlamakta güçlük çektik. Tevif
Fikret’in:
“Yiyin efendiler yiyin, bu
han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin”
Mısraları meşhur olan Han-ı
Yağma şiiri ittihat ve terakkinin
iktidara gelişiyle ortaya çıkan
soygunculuğa, yağmaya, talana
karşı iktidara yönelik eleştirisi
bu gün bile zaman zaman eleştiri niyetiyle tekrarlanmakta ve
hatırlanmaktadır. İslamî duyarlılığı olduğu iddiasındaki şairlerin pek çoğunda ciddi bir sömürü eleştirisine rastlamadık.
Şair Abdurrahim Karakoç
kendine özgü duyarlılığı ve yine
kendine özgü söyleyişleri ile şiirimizde çok farklı konumda bir
şair. Halk tarafından benimsenmiş, aydınların sık sık her dönemde müracaat edeceği köklü
bir şiir ve düşünce kaynağı olarak duruyor.
ler
Diye soran ve sorgulayan
mısralar ona ait. Türk şiirinde
sömürüyü böylesine net içten,
anlaşılır ve herhangi bir ideolojik bağnazlığa kapak yapmadan söyleyen tek şair olarak
onu gördük. Pek çok şiiri halkın
ezberinde olan bu şair her devirde haksızlığa, adaletsizliğe,
zulme karşı durarak haklı bir
Pek çok şiiri halkın ezberinde olan
bu şair her devirde haksızlığa,
adaletsizliğe, zulme karşı durarak
haklı bir ayrıcalık kazanmıştır.
ayrıcalık kazanmıştır. Sömürün
vatandaşın derisinin yüzülerek,
elleri kremli ve ojeli karılarının
sırtına kürk yapılması müthiş
bir sömürü tanımıdır, tarifidir.
A. Karakoç “lambada titreyen
alevi üşüten” bir şairdir. Doktur
Bey, Hâkim Bey, Savcı Bey, Mebus Bey şiirlerinin her biri ayrı
ayrı toplumsal ıstıraplarımıza
parmak basan şiirlerdir. Hasana
Mektuplar tamamıyla Türkiye
gerçeğinin bir köye mal edilerek
anlatılmasından ibarettir.
Büyük şairlerin toplum hadiselerine duyarsız kalmaları
beklenemez. Evrensel konular
şairini evrensel kılma gücüne
sahiptir.
“Vatandaşın derisini yüzen-
Karısına kürk etti mi sor
hele”
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 61
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
HASBİ METİN
Devlet,
söz
ve sömürü
Türk tarihinin yakın döneme ilişkin en temel kaynak eserlerinden biri
II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaşayıp Seksen üç yaşında kaleme aldığı kitabı ile Aşık Paşaoğlu Tarihidir. Bu eser Dede Korkut
üslubu ile yazılmış ve devrin yaşayan
şahitlerinden nakiller suretiyle oluşturulmuş gerçek bir tarihi kaynaktır.
Osmanlı devletinin kuruluşundan
başlayarak yaşadığı döneme kadarki olayları nakleder. Kitapta Osman
Gazi’ye ait şöyle bir nakil vardır. “ Bir
kişinin kazandığı başkasının olur mu?
Kendi malı olur. Ben onun malına ne
koydum ki bana akça ver diyeyim.”1
toplumsal çürümeyi çok güzel ifade
eden ne zaman ve kim tarafından söylendiği bilinmeyen fakat halk irfanının
genel bir tespitini yansıtan şu dörtlük
net olarak ortaya koyuyor.
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eyeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı
Devleti kuranların zihniyeti, adalet
ve yönetimdeki anlayışları ile sonraki
dönelerde oluşan algı ve devlet yönetim
anlayışını bu iki söz açık bir biçimde
Osmanlı devletinin kuruluş felse- değişimin fotoğrafını çok netleştiriyor.
fesinin dayandığı en temel, köklü zih- Şüphesiz ki Osmanlı’yı kuran zihniyet
niyet oluşumunu yansıtan bu sözlerin zaman içerisinde devletin böyle dezaman içerisinde değişerek veya değiş- ğişimle çirkinliğe doğru yol alacağını
tirilerek ne hale geldiğini görmek ko- bilememişler. Hatta böyle bir zihniyelay değildir. O sebeple bu değişimi ve te doğru devletin gideceğini bilselerdi
tabiri caizse değişimle birlikte oluşan kuruluştan bile vaz geçebilirlerdi. Zamanın değiştirme ve dönüştürme gücü
1 Âşık Paşaoğlu Tarihi. (Çev. Atsız), İstanbul
ile nelere kadir olduğunu ortaya koyan
1970: s: 23.
62 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
bu sözler bireysel ve toplumsal zeminde hareket noktamızın ne olması gerektiğinin de en net ipuçlarını veriyor.
Ben onun malına ne koydum ki akça
ver diyeyim anlayışından “Ekende yok
biçende yok / yiyende ortak Osmanlı”
noktasında gitmek ne çetin bir sınavdır.
Sanat, edebiyat ve dolayısıyla şiir bu
yüzden toplumsal değişimin fotoğrafını çeken en gerçekçi belgelerden biridir. Bu fotoğrafın deklanşörüne yalnızca vicdan dokunabilir. Yaşadığı devrin
tanığı olması gereken sanatkârlar yalnızca vicdanlarından güç aldıkları sürece bunu gerçekleştirebilirler. Siyasal
tutum ve kanaatlere dayalı söylemler
zaman içerisinde gerçekliğini kaybederek silinip gitmeye mahkûmdurlar.
Dolayısıyla şair ve yazarlar değişmez
ve eskitilemez doğrulardan yana taraf
olmak zorundadırlar.
Şair, zulümden yana taraf olamaz.
Şair, kıyımdan yana taraf olamaz.
Şair, haksızlıktan yana taraf olamaz.
Sair, çirkinliklerden yana taraf olamaz.
Şair, baskıdan yana taraf olamaz.
Şair, adaletsizlikten yana taraf olamaz.
nesi haline getirilemez.
Yüzyıllar boyu halkla ve köylü ile
ilgilenmeyen saray adamlarından birinin Şarkışla’dan geçerken toplanan
köylülerin hatırını sorması üzerine
topluluğun arasında bulunan dönemin
halk ozanlarından Serdarî’nin:
Nesini söyleyeyim canım efendim
Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim
Arzuhal eylesem deftere sığmaz
Omuzdan kırılmış kolumuz bizim
Sefil rençberin yüzü soğuktur
Yıl perhizi tutmuş içi koğuktur
İneği davarı iki tavuktur
Burdan gayrı yoktur malımız bizim
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara halini kimse sormuyor
Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim
Tahsildar da çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fakiri ezer
Yorganı döşeği mezatta gezer
Şair, eserlerinde bütünüyle toplumsal vicdana dayanarak insani tutum ortaya koymak zorundadır. Şair eserine
toplumsal hayatın gerçeğini yansıtmalıdır.
Hasırdan serili çulumuz bizim
Şiir yeryüzündeki çirkinliklerin öz-
Memurlar yıkılıp viran olacak
Serdarî halimiz böyle n’olacak
Kısa çöp uzundan hakkın alacak
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 63
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
söz halk vicdanın ve irfanının en güzel
Deyişi Osmanlı döneminde halkın şekilde söylendiği dizelerden biridir.
genel durumunu ve âşıkların serze- Bu dizeyi ak alınlı halkımız yıllarca
nişlerini dile getiren bir başka ilginç söyleyip durmaktadır. Bu vakit çoktan
örneklerdendir. Serdarî; akıbet dağı- gelmiştir.
İkinci yeni diye halkın dertlerinden
lır ilimiz bizim derken yalnızca kendi
ilinden bahsetmiyor, aynı zamandan uzaklaştırılmış şiirle halkımız yıllarca
Türklerdeki il demenin devlet demek uyutulmuştur. Aynı uyutma işleminin
olduğuna da sözü getirmiş oluyor. Bi- farklı oluşumlar ve farklı ittifaklarla dereyin yaşadıkları ile toplumun bütünü- vam edebileceğini sanıyorlar. Anadolu
nün yaşadıkları arasında şairin sözü, topraklarından yükselen has ve gür
Türkçeye Asya içlerinden, Afrika’dan,
en büyük vicdan terazisi olmalıdır.
Günümüz sanat, düşünce ve edebi- Avrupa’dan, Amerika’dan hatta kutupyat dergileri asıl itibariye halktan ko- lardan yeni genç ve dinamik Türkçe
puk olarak bilinçli bir yayın politikası seslenişler eklenmektedir. Artık hiçbir
izlemektedirler. Papyon kravatlı, yüzle- şey eskisi gibi olmayacak.
Akibet dağılır ilimiz bizim
ri kolalı elitiz yapının devamından yana
bireysel bir tutumun ötesinde daha çılgın projelerin icrasında görev alıyorlar.
Halkın dertlerinden ve sıkıntılarından,
gerçek problemlerinden uzak, sırça
köşklerinde sömürünün ocağına odun
taşımaktan başka işlev görmüyorlar.
Sömürünün devamından ve daha etkin
yapılanmasından yıllarca kendilerine
pay çıkaran bu asalakların toplum hayatından çıkarılmasının zamanı gelip
geçmektedir. Anadolu toprağını çirkin
emellerinin beslenebileceği bir toprak olarak görüyorlarsa büyük yanılgı
içinde olduklarını hatırlatmak isteriz.
Bunların yıllarca şiir, hikâye, roman
diye ürettikleri hastalıklı ruh hallerinin
bu toplumun dokusu ile bir bağının olmadığı artık görülmelidir. Bu toplum
nezdinde girişimi sonlandırılmamış
edebiyat sömürüsüne son verilmelidir.
Kısa çöp uzundan hakkını alacak bu
64 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
Çünkü Şair artık uyumuyor.
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
SEVGİLİM GECE,
KOCAM SABAH
Güneş kemirmeye başladı,
geceyi azar azar ucundan.
Gitme saatin yaklaştı,
yıldızları tut saçlarından.
Sen bir yanlış gibi,
çıkıp gidince kapıdan,
ayaklarının ucuna basarak,
çekmeceme kokunu bırak.
Ya da koy bir kitabın arasına,
şiir kitabı olsun mutlaka.
Mesela Nazım Hikmet Ran’a,
ya da Atilla İlhan’a.
Sen kokunu bırak bana,
Kim yenilmiyor ki hayata?
Benim sevgilim “Gece”ydi,
kocam “Sabah”, erken geldi.
ÖZGE SÖNMEZ
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 65
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
ELLERİNİ VER GÜLÜM BANA!
Ellerini ver gülüm bana, ellerini!
Sigarayı yakan, yüreği gibi,
yorgun, yaşlı ve biraz da kirli,
ben de akar ırmakların en temizi.
Utanma!
Nasırlı ellerini ver bana!
Nasır nedir aslında?
Olgunlaşarak direnmek hayata…
Görmez misin?
Ellerimsiz nasıl da mahzunlar,
sanki bileklerinden koparılıp atılmışlar
ve üşümüşler adamakıllı,
ellerime susamışlar.
Ellerini ver bana!
Sadece ellerini!
Ayazda kalmış iki yaprak gibi,
yitirmişler sabah güneşini.
Ellerini ver canım bana, ellerini!
Yorgun ve yaşlı ellerini,
kırgın ve çocuk ellerini,
dargın ve tutuk ellerini…
Senin ellerin sevgilim,
benim kar beyazı mendilim,
en kıymetli mücevherim,
ikiz bebeklerim.
Örgü ören,
yün eğiren,
sökük diken ellerini…
Ellerini ver gülüm, ellerini!
Acıyan, kanayan ellerini!
Yastığın altına sıkıştırdığın ellerini!
Toprak kokan avuçlarında seher yeli,
bahar serçe parmağında,
Gelincikler yüzük…
Biraz evvel dokunmuşsun saçlarına,
kokusu döküldü avucuma…
ÖZGE SÖNMEZ
66 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
KAR
İblis!
Çılgın ve korkunç
Göğü delip geliyorsun
Tanrısal bir güçle
Alıyorsun benliğimi
Ürkütücü beyazlığınla
Sarıyorsun dört bir yanımı
Ele geçirip eziyet ediyorsun
Işıl ışıl gözlerinle
Fethediyorsun dünyamı
Sen Şeytan!
Emiyorsun tüm varlığımı
Vampirin kanı emdiği gibi
05.01.2012
HİRA ÖZSOY
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 67
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
SALLANTI
Bir o yana, bir bu yana
Salıncak olmuş hayat
Bazen hızlı bazen yavaş
Denizin gel git yaptığı gibi
Sakinleşemiyorum
Azmış bir yanardağ gibi
Patlıyorum
Lavlarım akıyor yanaklarımdan
Süzülüyor tane tane ateş
HİRA ÖZSOY
68 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
SENEM GEZEROĞLU
BİR YAZARIN GÜNCESİ:
VIRGINIA WOOLF’A
DAİR
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 69
DERGİSİ
VIRGINIA WOOLF’A DAİR
Şiirin en güzel vakti...
Bir edebiyatçıyı yakından tanımanın şüphesiz en kolay ve en
güzel yollarından biridir günlük… Hele hele
bu edebiyatçı yaşadığı
döneme ve sonrasına
damgasını vurmuş, eski
yolları aşıp yeni yollar
açmış, kendini yazmaya
mahkûm kılmış bir yazarsa…
Virginia Woolf… Bir
Yazarın Güncesi… 424
sayfadan oluşan günlüğün baskısı İletişim Yayınlarına ait (ilk baskı
Oğlak Yayınları), çeviri
ise Fatih Özgüven’e…
Eser Virginia Woolf ’un
eşi Leonard Woolf ’un
önsözüyle başlıyor ve Fatih
Özgüvenin’in çevirmen notu
ile devam ediyor. Eser, 25 Ocak
1882’de doğan Woolf ’un 19181941 yılları arasındaki 23 yıllık
dönemine ışık tutuyor.
Woolf ’un ölümünden sonra eşi Leonard tarafından
derlenen günlükler hakkında
L. Woolf ’un önsöz cümleleri
şöyle: “26 cilt günce yazısını dikkatle taradım, parçalar seçtim ve elinizdeki ciltte
onun kendi yazarlığına göndermede bulunan hemen her
şeyi topladım.” Virginia Woolf, günlüklerini muntazaman
tutmuyordu. Kimi zaman her
gün yazıyor kimi zamansa
uzun aralar veriyordu. Ayrıca
günlüklerde bilinçli bir şekilde çıkarılan bölümler de mev-
70 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
cut… Dolayısıyla 26 ciltlik el
yazması günlüklerin sadece
küçük bir bölümü yayınlanıyor. Yayımlanan bölümler ise
bize Virginia Woolf ’un kısmen
özel hayatına ve tamamen yazarlığına, yazmasını sağlayan
koşullara dair bilgi veriyor.
Yine önsözde bu konuya dair
şu cümleler okunabilir: “Kitap, Virginia Woolf ’un yazar
olarak amaçlarına, hedeflerine ve yöntemlerine ışık tutuyor. Sanatsal üretimin içeriden, alışılmamış bir resmini
çiziyor. … Kanımca o gerçek
bir sanatçı ve bütün kitapları
da gerçek bir sanat eseridir.
Günceleri hiçbir şey olmasa
dahi, onun kendini yazarlık
sanatına adayışındaki olağanüstü enerjiye, kararlılığa
ve yazdığı her satırı yeniden,
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Yazmak, bir nevi kaçıştır Woolf’un
lûgatinde. Kaçmak ve kurduğu
dünyalarda yeniden var olmak.
Yazmak, aynı zamanda kendini
ortaya koymaktır.
yeniden yazıp bozmaya, okumaya götüren sarsılmaz yazar vicdanına tanıklık ediyorlar.”
20 Mart 1926
Peki bütün bu günceler ne olacak,
diye sordum dün kendi kendime.
Kendini yazmaya adayan bir kadın Ölürsem, Leo ne yapar bunları? Onlayazar… Eserde her ne kadar çocukluk rı yakmaya yanaşmaz, yayımlatamaz
ve ilk gençlik dönemleri yoksa da o da. Eh, bunları bir kitap yapmalı diye
dönemlerin derin etkilerini Woolf ’un düşünüyorum; sonra da mektupların
eserlerinde sezmek mümkün… An- kendilerini yakmalı. Bunlarda küçük
nesinin ve babasının ölümü, üvey bir kitap gizli olduğunu söyleyebilirim
abisinin tacizleri, erkek egemen bir rahatça; bölük pörçük, karalanmış
toplumda kadın olarak iyi bir eğitim yerleri biraz düzeltilse. Tanrı bilir.
görememesi, 1. Dünya Savaşı, nişanlıBunları hafif bir melankolinin etsından ayrılışı, iki kez intihara teşebbüs kisinde yazıyorum, bazen üstüme çöedişi… Ve tüm bunlardan sonra yazı- ken, bana yaşlı olduğumu düşündüya sığınışı… Yazmak, bir nevi kaçıştır ren; çirkin olduğumu. Kendimi tekrar
Woolf ’un lûgatinde. Kaçmak ve kur- ediyorum. Gene de, bildiğim kadarıyduğu dünyalarda yeniden var olmak… la, yazar olarak sadece kendi zihnimYazmak, aynı zamanda kendini ortaya dekileri yazıyorum.
koymaktır. Woolf güncelerini yazarken
Virginia Woolf ’un güncesini okurkimi zaman içini döker, kimi zaman
kendisiyle hesaplaşır. Bazen yazma ken disiplinini, tutkusunu ve buna
sancılarını ve planlarını anlatır, edebi- bağlı olarak alışkanlığa dönüşen yazma
yatçılar ve sanatçılarla gerçekleştirdiği serüvenini bir bütün hâlinde görmek
sohbetleri aktarır. Kimi zamansa fark- mümkün… 13 Aralık 1924’te düştüğü
lı teknikler dener günlük vesilesiyle… bir not: “Yazıyor, yazıyor, yazıyorum
Ve tabii ki uçsuz bucaksız duygularını, artık: dünyanın en mutluluk verici
kendini özgür kılan ve toplumdan sa- duygusu.”
kınmayan feminen tavırlarını… Niçin
Woolf ’un günlüklerinde yazargünce yazdığına dair bir bölüm aynen lık serüvenini daha doğrusu “yazma
şöyledir:
sancısı”nı, okuyucu da yazarla birlikte
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 71
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
çekiyor. Woolf ’un öğleye kadar yazması, öğleden sonra
yazdıklarını daktiloya çekmesi, yürüyüşe çıkması, çay saati vermesi, mektup yazması,
eserlerini tekrar daktiloya çekmesi, müzik dinlemesi, kitap
okuması… İster istemez okuyucu da dâhil oluyor bu sıkı
yazma eylemine… Woolf ’un
kendi romanlarını acımasızca
eleştirdiğine, kendini ne kadar da yeteneksiz gördüğüne
de… 8 Nisan 1921 tarihli güncede kendi ipini kendi çekiyor
Woolf: “Bu günce iyi yürekli
Bu günce iyi yürekli boş suratlı
müşfik bir dert olduğuna göre,
evet işte, yazar olarak bir hiçim.
Demodeyim; eskiyim; elimden
daha iyisi gelmeyecek; kafasızım;
bahar her yerde; kitabım çıktı
(zamansız) ve dalında soldu,
ıslanmış bir havai fişek gibi.
boş suratlı müşfik bir dert olduğuna göre, evet işte, yazar
olarak bir hiçim. Demodeyim; eskiyim; elimden daha
iyisi gelmeyecek; kafasızım;
bahar her yerde; kitabım çıktı
(zamansız) ve dalında soldu,
ıslanmış bir havai fişek gibi.”
görmediğine; ancak buna rağmen yazmaktan asla vazgeçmediğine; zayıflıklarını günlüğüne aktarırken kalem gücünü
eserlerine yansıttığına şahit
oluyor okur. Romanlarının yazılış sürecine –dışarıdan- farklı bir gözle bakıyor. Bir yazarın
eser üretme sancısını çekiyor.
Ve onun gözünden bakıyor
dünyaya. 2 Kasım 1929 tarihli
güncede Woolf ’un kitaplarına
dair duygularını aktardığı bölümle farklı bir okuma alanı
yaratılıyor: “Ah, Kendine Ait
Bir Oda’yla ilişkim çok iyi gitti şu âna kadar; sanıyorum
satıyor da; beklenmedik mektuplar alıyorum. Ama Dalgalar’ımla daha çok ilgiliyim.
Demin sabah yazdıklarımı
daktiloya çektim; tamamen
emin olamıyorum da. Bir şey
var orada. (Mrs. Dalloway
için de aynı şeyi hissetmiştim)
ama ona ulaşamıyorum. Doğrudan; Deniz Feneri’nn hızı
ve keskinliği nerde; Orlando
bütün bütün çocuk oyuncağıydı. Bir yerlerde yöntemde
bir sahtelik mi var?”
Woolf ’un ilk romanı Dışa
Yolculuk, gerçekçi bir üslupla
yazılan Gece ve Gündüz, değişik teknikleri denediği Dalgalar, feminen bir düşünceyle
yazılan Kendine Ait Bir Oda,
yazarın cinsel tercihinin kadınlardan yana olduğunu gös23 yılı kapsayan güncelerde teren Orlando ve diğerleri…
Woolf ’un zaman zaman böyle Her birinin yaratım sürecinde
buhranlara düştüğüne ve ken- yazarın psikolojisine, felsefedini yetenekli bir yazar olarak sine açılan kapılar… Yalnızlık,
72 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
boşluk, başkaldırış ve ontolojik bunalımlar…
Günlüklerde
Woolf ’un
kendi eserleri hakkında verdiği bilgilerin yanı sıra okuduğu
kitaplara düştüğü yorumlar,
yayınevlerine gelen eserlere
dair düşünceleri, çeşitli kültürsanat çevreleriyle gerçekleştirdiği sohbetler de bir yazarı
farklı boyutlarıyla tanımaya
yardımcı oluyor. Okur, Shakespeare, Henry James, Turgenyev, Herodot, Dante, Edmund
Spenser, Othello, Flaubert,
Dickens, Freud, Tolstoy… ve
daha nice okumalarda Woolf ’a
eşlik eder.
Okuduklarının ve yaşadıklarının etkisiyle bambaşka bir hüviyete bürünür Woolf… Victoria Çağının önde
gelen yazarlarından Sir Leslie
Stephen’ın kızı olarak kendini
babasının kütüphanesinde yetiştirmiş, eğitim görme konusunda erkek kardeşleri kadar
şanslı olamamıştır. Dönemin
erkekleri tarafından sürekli
sorulan ”Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri
sürüyorsunuz. Madem öyle,
neden Shakespeare gibi bir
deha çıkaramadınız?” gibi
“yakıcı” bir soruya “Para kazanın, kendinize ait bir oda ve
boş zaman yaratın. Ve yazın,
erkekler ne der diye düşünmeden yazın…” diyerek cevap
verir. Döneminde arka planda kalmış kadınların bir nevi
lideri, savunucusudur. Feminist bir bakış açısıyla, kadınla-
rı ve kadın haklarını savunan
yazılarıyla ve cinsel seçimleriyle dönemine kılıç sallayan
bir Don Kişot’tur adeta. 22
Haziran 1927 tarihli güncesinden bir bölüm: “Kadınlardan nefret edenler moralimi
bozuyor ve hem Tolstoy hem
de Mrs. Asquith kadınlardan
nefret ediyorlar. Moralimin
bozulması sanıyorum bir çeşit
kendini beğenmişlikten. Ama
her ikisi de o kadar baskıcı
dile getiriyorlar ki fikirlerini. Mrs. A’nın sert, dogmatik,
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 73
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
boş üslubundan nefret ediyorum.” Kirletilen çocukluğu ve
ezilen cinsiyetinin etkisiyle bir
sığınak olarak kadınları seçen
Woolf, dönemin bir başka kadın yazarı Vita Sackville-West
ile duygusal bir ilişki yaşar. İki
kadının bu ilişkisi Woolf ’un
eserleri arasında önemli bir
yeri olan Orlando’nun yazılmasına ortam hazırlar. Woolf,
eşi ve aynı zamanda ilk eleştirmeni, kitaplarının basımcısı
Leonard’a karşı kadınca duygular beslememiş; fakat derin
bir saygı duymuştur.
Woolf ’un günceleri aynı
zamanda hezeyan ve buhran
içindeki bir ruhun dalga dalga kıyıya vurumu… Yazarın
sürekli üzerinde düşündüğü
ölüm, yazamama ve üretememe sancısı, birtakım psikolojik
ve nevrotik gerginlikler, hayatın anlamsızlığı ve zorluğu düşüncesiyle ara ara ortaya çıkan
intihar fikri ve özellikle son
yıllarda üzerine fazlaca durduğu, korkulu rüyası savaş… En
mutlu olduğu anlarda bile aklından çıkmayan uçurum yürüyüşü… 25 Ekim 1920 tarihli
günce: “Ve bütün bunlarla birlikte nasıl da mutluyum, her
şeyin bir uçurumun üzerinde
uzanan daracık bir kaldırım
olduğu duygusu da olmasa
içimde.” Bununla birlikte geçmişinde tecrübe ettiği ve bu
zoraki deneyimle depresyona
girdiği savaş, güncenin son yıllarında yazara nüfuz eden en
baskın konudur. 2 Ekim 1940
74 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
tarihli güncede ölüm korkusu
ve savaşın iç içe geçtiğini görüyoruz: “Ölümü düşünmeli miyim? Dün gece ağır bir bomba
pencerenin dibine düştü. O
kadar yakınımıza ki, irkildik.
Bir uçak bu meyveyi atarak
geçmişti. Terasa çıktık. Işıl ışıl
göz kırpan oyuncak gibi yıldızlar. Her yer sessiz. Itfond
Tepesi’ne düşen bombalar.
Irmağın yakınında iki tane
var, beyaz tahta haçlarla belli
etmişler yerini, hâlâ patlamamışlar. L’ye dedim ki, henüz
ölmek istemiyorum.” Woolf,
en nihayetinde biri kızkardeşi
Venassa’ya diğeri eşi Leonard’a
olmak üzere iki veda mektubu
bırakıp 28 Mart 1941’de evinin
yakınlarındaki Ouse nehrine
kendini bırakarak intihar eder.
Sadece İngiltere’nin değil
tüm dünya edebiyatının, sadece döneminin değil çağından
sonrasının da yüksek sesi, tükenmez kalemi olmuştur Woolf… Okunmalı, okutulmalı,
nesilden nesile aktarılmalı…
Sadece eserleriyle değil her
yönüyle tanınmalı. Çünkü bir
eseri meydana getiren “yazar”
kadar yazarın kişiliğini meydana getiren “şartlar” da bilinmeli ki, okuma eylemi hakkıyla gerçekleşebilsin… Bunun için günceler muhteşem
bir fırsat… Mina Urgan’ın da
deyimiyle “Virginia Woolf ’u
yakından tanımamız için, Bir
Yazarın Güncesi yeter de artar bizlere…”
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Fotoğraf: Mustafa İbakorkmaz
ELİF BEYZA ŞAHİN
“BİR GÜL DÜŞTÜ”
Şiir dünyasına
adım atan okuyucu
tıpkı ayna gibi
şiirin kendisindeki
yansımasını görür
ve artık o şiir
unutulmazlar arasına
girmiştir.
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 75
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Dârü’l-fünûn’u
solumuş
bir edep insanı daha: Bekir
Oğuzbaşaran... Şairimizle ilgili bilgileri “Bir Gül Düştü…”
adlı kitabı okuyacak gönüllere saklıyorum, bu sebeptendir ki yazarın başarılarından
bahsetmek yerine kendisinin
de affına sığınarak, “Bir Gül
Düştü…” yü kendimce değerlendirmek istiyorum. Her zaman kriter edindiğim, Türkçe
karşılığıyla ölçüt saydığım en
önemli durumlardan biri, görünüm… Kitabın kapağında
bulunan Gül resmi daha doğ-
Ahengi yansıtabilecek kelime
“söz” müdür yoksa “mana” mıdır?
Söz tek başına kanadı kırık bir kuş
gibidir, o kuş mana gömleğini
giydiğinde yek-dil olup kanatlanır
ru bir ifadeyle gül motifi edebi anlamının yanı sıra kitabın
adıyla, mana dünyasıyla da
hoş bir bütünlük sergilemekte…
Bunun yanı sıra kitabın
arka yüzündeki “şiir” tanımlarının hepsi kendi anlam kulvarında iddialı, iddialı fakat
dikkatimi çeken ya da dürüstçe bir ifadeyle gönlümü çeken
iki cümle var şiir tanımlamalarına dair : “Sözün sınırlılığından anlamın sınırsızlığına
açılmaktır şiir.” … Sözün sınırlılığını düşündüğümüzde
evet, söz sınırlardan ibaret bir
düğümdür. Her ne adar bu dü76 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
ğümü çözme yolunda en çok
yol kat eden kişi edebiyatçı da
olsa, adı üstünde düğüm!.. Anlam ise düğümlerin çözüldüğü
nokta! Peki, düğüm olarak tanımladığımız sözü çözebilecek, ona anlam yükleyebilecek
biri var mıdır? Herkesin bir
cevabı olacaktır bu konuda lakin bu sorunun tek cevabı vardır o da gönüldür. Söze anlam
yükleyen anlamı anlam yapan
tek “şey” “gönül” kelimesinde
yatmaktadır.
Gönül çeken şiir cümlelerinden bir diğeri: “Kâinatın
ahengine ayna tutmaktır
şiir…” cümlesidir. Kâinatın
ahengi ve Mevlâ’nın sanatı, bu
iki tamlama arasındaki benzerlik zikredilesi bir benzerliktir. Bu ahengi yansıtabilecek kelime “söz” müdür yoksa
“mana” mıdır? Söz tek başına
kanadı kırık bir kuş gibidir,
o kuş mana gömleğini giydiğinde yek-dil olup kanatlanır
ve şiir dünyasına doğru kanat
çırpar… Tasvir etmeye çalıştığımız bu tablonun okuyucudaki yansımasını ifade eden
en iyi kelime ise “ayna”dır. Şiir
dünyasına adım atan okuyucu tıpkı ayna gibi şiirin kendisindeki yansımasını görür
ve artık o şiir unutulmazlar
arasına girmiştir. Neden mi?
Düşünün! İnsan aynadaki
yansımasını unutabilir mi?
Edebiyat dünyasında şiirin etkisi de işte aynı böyledir. Bir
Gül Düştü adlı şiir kitabını da
bu düşünceler eşliğinde oku-
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
manızı tavsiye ediyorum. Bu bağlamda
kitap önce şiirin ne olduğuna dair kısa
ve bir o kadar da öz cümleleri bizlere
sunuyor. Eğer bunu gerçekten öğrenebildiyseniz şiir dünyasına giriş biletiniz
bizzat şair tarafından alınmış demektir. Kitabı okuyun ve aynada kendinize
baktığınızı düşünün… Peki, sizce nedir şiir? Şimdi siz karar verin… Bu işin
Bencesi: Mevla’nın yarattıklarına ayna
olmaktır şiir!
“Başta Allah ve Resûlü olmak üzere bütün sevdiklerime…” içindekiler
kısmından sonra gelen bu cümle ve ilk
şiir… Ses Bayrağımız, adlı şiirde aklıma gelen ilk kelime vatan kelimesiydi.
Kelimenin zihnimde canlandırdıklarının yanı sıra Allah ve Resulü için ne
denli önemli olduğuydu beni şiiri hevesle okumaya iten. Şiir adlı şiirse ayrı
güzellikte, çoban çeşmesinden başladığınız yolculuk öyle diyarlara gidiyor ki
rüyadan uyanmak istemiyorsunuz fakat bir bakmışsınız diğer şiir sizi “merhaba” nidalarıyla karşılıyor. Öyle şiirler
var ki bir bakmışsınız elinizde saz, ozan
olmuşsunuz Yûnus gibi, bir bakmışsınız elinizde ney derviş olmuşsunuz
Mevlana gibi… Beni en çok etkileyen
de bu oldu… Adını koyamadığım bir
dünya; bir oradasınız bir burada… Yalnız bu dünyada eski yeni kavgası yok
ozanlarla dervişler aynı sofrada yemek
yiyorlar. Mehmet Akifler var o sofrada,
Necip Fazıllar, Çanakkale’de, Milli Mücadelede şehit olmuş askerler var… Şiir
dünyası bu kitapta öyle coşkulu ki kuşak farkı tanımıyor. Aynı yolun yolcusu
olman yeterli… Hepimiz bu dünyanın
yolcusu değil miyiz? Ben de bir dünyalı
olarak aralarına katılma fırsatı yakaladım. Bazılarıyla şehadet şerbeti içtik,
bazılarıyla nice fasıllarda dem vurduk.
Sayfalar arası koşmaktan yorulmamıştım, yeni iklimler yeni yüzler görmek
istiyordum. Yıllarca hayatını okuduğum gıpta ile baktığım düşünce, ilim ve
edep adamları oradaydı… Sayfalardan
birinde Şairin Türküsü adlı şiirle karşılaştım ki bu aklıma Şeyh Gâlip ile aşk-ı
derûndan bahsettiğimiz konuşmaları
getirdi. Şunu söylemek yanlış olmayacak sanırım bu kitapta halk edebiyatı
ozanları da var divan edebiyatı şairleri de… Sözler farklı olsa da gönüller
bir. Biri aşkı “öz” ile açıklıyor diğeriyse
“dil” ile… Somutlaştıracak olursak kitaptaki şiirler saz ile neyin ahenginden
doğan sözcükleri sergiliyor.
Sayfa 39, öyle bir kapıya geldik ki bu
kapıdan geçmenin tek yolu var: gözyaşı… “Ondan Başka İlah Yoktur” diyor
şiir… şiiri yaşatmak için sayfalar dolusu cümle yazsak anlamsız kalacak lakin
öyle güzel cümleler var ki insanı alıp
götüren desen desen cümleler… Bekir
Oğuzbaşaran’ın şiirindeki bu cümleleri
alıntı yaparak Fuzûlî, Baki ve nicesiyle
paylaşmak istiyorum. “Bakın biz de varız!” diyor şair…Az önce bahsettiğim
sofrada birçoğuyla olan sohbetimden
bahsetmiştim o diyarlara tekrar gitmek
nasip olursa bu şiiri kendilerine okumak istiyorum. Evet biz de varız!
Edebiyat tarihi gibi şiirler… Evet,
şair şiirlerini ilmik ilmik işlemiş…
Adeta gönül emeği göz nuru… İnsanın
gönlünü titreten, diyar diyar gezdiren,
görmediği işitmediği ne varsa bildiren:
Bir Gül Düştü… Haydi siz de “Bir Gül
Düştü” diyarına gitmek için bir bilet
alın ve gönül dünyanız için maddeten
küçük manen kocaman bir yer ayırın…
Bu sizin yaptığınız edebi yolculuklardan biri olsun… İyi yolculuklar…
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 77
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Debi
yok artık yar yorgunuyum yok artık
sana ait kaplıcalarda yıkanmak
düzmece yürekler içinde
yok artık
yok artık
nehrin debisine kapılır süzer geceden öteleri
yarasa bakışlar kanıma inat hücrelerde
pompalar duyguları derinlere nedeni meçhul
içimde sıradanlık dolaşır donuk gözlere aşina
süzer geceden öteleri yarasa bakışlar
kanıma inat hücrelerde nehrin debisine kapılır
donuk gözlere aşina pompalar duyguları derinlere
nedeni meçhul içimde sıradanlık dolaşır
yok artık
yok artık
düzmece yürekler içinde
sana ait kaplıcalarda yıkanmak
yok artık yar yorgunuyum yok artık
29.09.2012
VİLDAN POYRAZ COŞGUN
78 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Geç Mevsim
geçmiş asılı soğuk evde
buyur eder eskimiş kanepe
hücrelerde örülen yalnızlık ağı
toplanır gözlerde katarakt anılar
davetkar bir kavanoz bal içinde
oynaşarak banar aç sinekler
bir çift benekli el dayanır
masa karaağaç; görünümü masum
kavrulur benlik mor gecelerde
kaldırılır dolapların kuytusuna
yorgan altı karanlığında
sarılır dil yarası dokunaklı
geniş alnına doluşur derin çizikler
vicdanla dağlanır yürek göze
harcanan yılların kayıpları elde
şatafatlı dünün yıkık serveti
olgunlaşan düşüncelerle geçilir yol
buruşuk boynuna yaslanarak
yaprak yığınları içinde iki büklüm
dağılmışlık tökezletir erte vakitlerde
siyah gözlerindeki yorgunluk
çöker kaderinin üzerine
ağır bir sis gibi abanır
geçer mevsimler önünden..
29.09.2012
VİLDAN POYRAZ COŞGUN
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 79
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Camekan Cambazı
batan güneşin halsiz kızıllığında
sırıtıyor çekiştirdiğin çocuk yanın
anlamsızlaşan tını
gelgitlerin uzantısında
soğansuyu acımtırak, hoş ama
yorgunluk sıvışmış dar şakağından
kalem tutan el kağıda sarılı
sureti bulanık, ayak kaygan
alevlenir aşk mısralardan
iki mevsim arasından fırlayıp
öbek öbek hasrette kalem ucu
aralarına giren soytarı klavyenin
çekiştirildi tuşları
günahkar ip’e serildi
dertleşildi ağlaşıldı suçlandı
anlamsız ayrılıkların kurşuni yaşlarında
ıslandı fistanı kadının kıvrımında
fitne tohumları ekili camekan oynaşmaları
geridönüşümde harcandı birbir
susamıştı kalem, yokluğunda mürekkebin
satırları gölgeledi divituçları
bakire kelimeler salındı sayfalara
aşkın denklemiyse kıpkırmızı
çözüldü çözülecek gecenin yırtmacında
…
zamanın önüne atılan zar
şeytan taşlama cambazlığında..
12.05.2012
80 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
VİLDAN POYRAZ COŞGUN
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Yonca
r
seviyor-sevmiyor-seviyo
lı
diye biten üç yonca fa
stirme yol
seviyoruma giden en ke
masumca tercih edilen
değil
papatya kadar belirsiz
ğil
yıldız kadar kayar de
tarot kadar yalan değil
su kadar dağınık değil
ğil
kahve kadar siyah hiç de
sen en iyisi mi
sor o’na..
01.10.2012
VİLDAN POYRAZ COŞGUN
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 81
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Her dem taze şiir
Yahya Kemal
Beyatlı
82 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
RİNDLERİN ÖLÜMÜ
Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar;her gece bir bülbül öter.
GEÇMİŞ YAZ
Rüya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle
Her anını, her rengini, her şiirini hazdan.
Hala doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan
Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden;
Mehtap... iri güller... ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 83
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Tükçe’nin
gök kuşağından
84 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
UNUTULMAK NÖBETİ
Yerde su, gökte bulut,
Tanrı’nın hayalleri,
Bir şamın yaprağında sınavdan çıkar yaşam.
Alıp kanatlarına cevapsız sualleri
Yüreğimin başına sessiz konmakta akşam.
Yazı gönül yarası, kışı yüz karasıdır,
Ne ele erkim çatar, ne de bir hahişim1 var.
Ah bilseydim mezarım dünyanın harasıdır
Ve benim bu dünyada, bilseydim ne işim var?
Nereye akarsa aksın,
Su, yarınki buluttu(r).
Bu günkü cada2 yoldur dünküyse akın3 yeri.
Aldığı nefes gibi vatan beni unuttu,
Kimin yâdına düşer yitik bulağın yeri?
Unutulmak nöbeti...
Benim de geldi sıram,
Bizi ölüme çeken zaman arıdır belki.
Onu sevmek var iken kimden ve neden korkam,
Herkesin kalbindeki sevgi Tanrı’dır belki?
O avcı, dert sürekçi...4
Var mı bir ümit yeri?
Nereye dek götürür ilahi vaatler beni?
Sevmeye ne kaldı ki dünyada ondan geri,
Ona doğru kovmakta verdiği dertler beni...
Memmed İsmayıl* Azerbaycan
Türkiye Türkçesi : İmdat Avşar
1 Hahiş: İstek, rica
2 Cada: Kuruyan bir bataklığın, sular çekildikten sonra toprakları
çatlamış hali.
3 Akın: Süratle akan su. Akın yeri: Hızla akan su yatağı
4 Sürekçi: Sürek avında avı, avcıların önüne doğru kovalayan kişi.
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 85
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
KALBİMİN SESİNİ
DİNLİYORUM BEN...
Kalbimin sesini dinliyorum ben,
Aklımın sesini duyamıyorum...
Kokundur bu siyah gömleğe sinen,
Benim elim tutmaz, yuyamıyorum...
Durdurmak olmaz ki hep uçar zaman,
Günler seni benden koparıp gider.
Sensiz geçip giden her saat, her an
Sanki yüreğimi aparıp gider.
Keder mi olacak yükümüz bizim?
Vuslat hayaliyle koşamadık ki…
Kim diyor hazanı bu, ömrümüzün ?
Biz böyle bir bahar yaşamadık ki…
AFAK ŞIHLI* Azerbaycan
Türkiye Türkçesi : İmdat Avşar
86 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
DERDİNİ
Ne çok bu dünyada derdi olanlar,
Kalbinde saklıyor here1 derdini.
Bilmeden, kendini derde salanlar
Yer arar, üstüne sere derdini.
İnsan var, kendini gama ten tutar,
Ömrünü böylece duman, çen tutar.
İnsan var, kendini ele şen tutar,
İstemez bir kimse göre derdini.
Abestir güvenmek vara, paraya,
Felaket bakmaz hiç ağa, karaya.
İnançlı yüz tutar yüce Tanrı’ya,
İmansızlar söyler, şere derdini.
Keşke keder gonca iken puç ola!2
Saadet dünya, gam bir avuç ola!
İsterim, insanda öyle güç ola;
Taş edip duvara öre derdini!
1 Here: Her biri.
2 Puç olmak: Boşa çıkmak, sonuçsuz kalmak.
AFAK ŞIHLI* Azerbaycan
Türkiye Türkçesi : İmdat Avşar
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 87
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
GÜNEŞ
Güneş, ben senin kızınım.
Güneş, sen benim anam!
İstiyorum senin gibi
Ben de göklerde yanam.
Tek bana aç kucağını,
Çağır, sana geleyim!
Ya da, bana ateş, od ver,
Ben göğe yükseleyim!
AFAK ŞIHLI* Azerbaycan
Türkiye Türkçesi : İmdat Avşar
88 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
METEHAN DAYI
BİLİNEN
TARİHTE
SANATIN
BAŞLANGICI
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 89
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Sanat, en genel anlamıyla hayal gücünün ve yaratıcılığın aktarım aracıdır. İnsanlar duygu düşünce ve hislerini çevreye
olan tutumlarını modern çağda sınıflandırıp nitelik kazandırılan sanat dallarıyla
aktarmışlardır. Fonetik sanatların en gözde dalı olan müzik doğadaki seslerin taklidi ile ortaya çıkmıştır. Plastik sanatların
en gözde dalı olan resim ise tarih öncesi
çağların büyüsel ritüeli olarak ortaya çıkmıştır. Bilinen en eski örneği dünya mirası
listesinde de yer alan 42 bin yıl öncesine
ait olduğu inanılan İspanyanın “Costa Del
Sol şehrindeki El Castillo mağarasında”
yer alan duvar resimleridir. Tarih öncesi
dönemin insanları avcı ve toplayıcıdır avlayabildiği hayvanları izleyerek göçebe bir
yaşam biçimi sürdürürler. Ara sıra uğradığı ya da sürekli oturduğu yerler olarak
sadece doğanın onlara sunduğu mağaralardır. Mağara duvarlarında hayat bulan
bu resimler bir amaca yönelik kullanılmak
için yapılan bir sanattır bereket ya da av
büyüsüne hizmet eder. Günümüzde ilkel
topluluklardan da bildiğimiz gibi bir resme sahip olmak o resmin canlandırdığı
şeye sahip olmakla bir tutulmaktadır. Bu
mağara resimlerinin hepsi aynı gerçekçilik başarısını göstermemiştir doğal olarak
avcıların tümünün usta ressamlar olduğu
ileri sürülemez.
MÖ. 10 binlerde dev buzulların erimesiyle iklim yumuşar ve insanın yaşam koşulları değişmeye başlar ve resimler mağaraların kuytu karanlık köşelerinde değildir
artık. Toplu av sahneleri birbirleriyle savaşan insan resimleri karşımıza çıkar üslup
iyice değişir, eski dönemin gerçeğe çok
bağlı resminin yerini şimdi önemli olanı
vurgulayan soyutlayan ve bazen çizgisel
simgeler oluşturan, kazıma, tek renkle boyanan ve siluet tekniklerini kullanan sanat
tarzı ortaya çıkmıştır. Soyutlama o denli
ilerlermiştir ki İsveç’teki bronz çağı resimlerinde günlük yaşamda kullanılan araba,
kızak, gemi vb. araçlar birer simge halini
90 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
almıştır. Uygarlık düzeyinin gelişmeye
başlaması, tarım, hayvancılık ve yeni yeni
başlayan ticaretle birlikte avcılık geri planda kalmıştır dokumacılık, sepetçilik, çömlekçilik yüksek bir zenginliğe ulaşır, mezar
yapıları gelişmiş tapınaklar oluşturulmaya
başlamıştır. ölümden sonra yaşam inancıyla mezarlara değerli araç, silah ve ölüye ait değerli eşyalar gömülür. Kurulmaya
başlayan kent devletleriyle birlikte resim,
heykel, rölyef, çömlek, takı ve süs eşyaları
daha olgun örnekler vermeye başlar.
İnanış biçimlerindeki farklılıkların getirisi olarak sanat eserlerinde işlenen konular, tasvirler, biçim ve şekiller değişiklik göstermiştir. Bir medeniyette hayvan
figürleri işlenirken başka bir medeniyet
insan tasvirleri kullanmıştır.
Mısır medeniyetini ele alacak olursak
inançlarına son derece bağlı bir millet oldukları için dinsel törenler tanrılar savaşlar ve günlük hayat içinde gelişen bir takım
olaylar resmin konusu olmuştur. firavun
tahta çıkar çıkmaz ilk iş olarak mezarının
bulunacağı yeri saptar. Burası aynı zamanda bir tapınaktır da çünkü ölülere saygı
mısır dininin en önemli öğelerinden biridir. Piramit yukarı doğru yükselen ritmi
ve geniş tabanıyla yüzünü göğe çevirmiş,
ama ayaklarıyla da sıkı sıkıya yere basan
firavunun mutlak gücünü simgeler. Güzel olmak için değil yasa ve gücün simgesi
olmak için yapılmıştır. Bu mısır yapıtları
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
öyle dengeli bir ağırlık ve anıtsallık içindedir ki olgun sanat yapıtları olarak kabul
edilir. Piramitlerin ağırlık noktasını oluşturan firavun yontuları ölünün ruhuna bir
kılıf oluşturmaktadır. Bunlar ölülere değer
veren bir dini yapının sonucudur. Sonsuz
bir sessizlik içindeki bu katı, yüce biçimler
insanda zamansızlık duygusunu uyandırır.
Hareketsizliklerine karşın bu figürlerin
ayrıntıları oldukça doğal bir biçimde işlenmiştir. Büyük bir olasılıkla figürler aslına
uygun yapılmışlardır. Benzetmeye önem
verildiğinin bir başka kanıtı da yontuların
ayakucuna kazılmış olan isim ve görevlerini belirten yazılarıdır. Eski mısır dünyasında resim sanatı ebedi sürekli ve kutsal
olanı ifade etmek için kullanılmıştır. Mısır
resim sanatı örneklerinin, büyük tapınaklar ve mezar anıtları içinde yer almasının
da nedeni budur.
Yönümüzü batıya çevirdiğimizde ise
etkileyici eserleriyle yunan medeniyeti gözümüze çarpar (MÖ 750-MÖ 480). Yunan
medeniyeti kendi başlangıcını doğrudan
doruya ön Asya medeniyetinin gölgesinde gelişmiş olan Anadolu’dan alır. Yunan
sanatında sanatçı doğu ülkelerinden gelen
etkileri kopya etmemiş kendi sanatına bir
uyarlama çabası içine girmemiştir. Yunan
sanatında ilk kez insanın yüceltilmesi ortaya çıkar. İnsan artık mısır medeniyetinde
olduğu gibi tanrının oğlu, tanrının temsilcisi, tanrının hizmetkârı değildir. Artık
insan her şeyin ölçüsü olmuştur böylelikle
şaşmaz ve kesin insan aklına dayanan bir
sanat oluşur o nedenle bu sanatta denge
uyum düzen, oran, orantı, ölçek gibi kavramlar dile getirilir. Bunlar insan aklından
kaynaklanan kavramlardır ve hayvansı
vahşiliği bilgisiz barbarlığın dizginlenemeyen tutkuların tam karşıtıdır, bu korkuyu ve doğaüstü sorunları tanımayan bir
sanattır. Yaşamanın düzenini ve sevincini
anlatmaya hizmet eder ölülerin dünyasını yüceltmez. Özgür insanlardan oluşan
bir topluluğu över. Bunun da ötesinde bu
sanat tanrılarının dünyada uzakta bir yerlerde değil de ölümlü insanların arasın da
insan görümünde insan adetlerine uyarak
yaşadığı insancıl bir dinin anlatıcısıdır
böylelikle güzel ve soylu insan vücudu tanrıları anlatmada en inandırıcı örnek olur.
Tanrıların evi kabul edilen içlerine onların
tahtadan yontuları konulan ilkel yapılar
anıtsal bir hale gelir. Tapınaklar çoğunlukla derin koyların çevrelediği tepelerin
üstüne yapılır böylece denizden bakılınca
açık havada çok uzaklardan görülürler.
Bu onları mısır tapınaklarından ayıran
önemli bir farktır. Yunan tapınağı uzaktan görülmek içindir. Bütün tapınaklar
gibi göze çarpıcıdır. Gözün onu tümüyle
algılaması istenir. Yunan tapınağı içe değil dışa dönük olarak düşünülmüştür. İçi
çok sayıda insan almak için yapılmamıştır.
Tanrının oturduğu bazen de onunda bir
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 91
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Sanatın
gelişiminde
başat rolü
dini inanışlar
üstlenmiştir.
yontusunun bulunduğu dar bir mekândır.
Yunan yontu sanatı mitolojiden aldığı hiç
tükenmeyen konularıyla tapınakları süsleyerek mimarlıkla birleşir. Mimarlık alanında ilk gelişmeler M.ö.6 yy başlarında
yapı malzemesi olarak kesme taşın harçsız
bir şekilde kullanılması ile başlar en erken
örneklerinden başlayarak yunan mimarlığının temel uğraş alanı tapınak yapımıdır.
Yunan mimarisinde ana sorun kitle yaratma çabası olmuştur ve bir anlamda heykel
silik mimarinin ana amacı olmuştur. Kullanılan sütunlar bir taşıyıcı sistem olmakla
beraber temel formu erkek ve kadın vücut
ölçüleridir. Dolayısıyla mimaride olduğu
gibi heykelde ve hatta tanrıların formu bile
insan biçimdedir. Yunan sanatçılar mimaride olduğu gibi heykelde de idealize ediyorlardı. Yani olanı olduğundan farklı gösteriyorlardı. Cesurca eserler vermişler gerek erkek, gerek kadın heykelleri genç sağlıklı ve atletik bir vücutla betimlemişlerdir
ifadeleri endişesiz ve sakin görünümdedir.
Bu açıdan bakıldığında klasik yunan heykelini tümüyle gerçekçi olmaktan çok zor
rastlanan öncü insanı betimlemiştir.
İnsanlığın geçirdiği evrimler hayata
bakışlarını sanata bakışlarını değiştirmiş92 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
tir. Resim ve heykeller inanış ve ritüel olarak kalmayıp işlevsellik kazanmış estetik
değerler aranmaya başlamıştır. Daha çok
göze hoş gelen resimler yapılmaya başlanmıştır. Bir süre sonra resimler süsleme amacıyla kullanılmaya başlanmıştır 3
boyutlu tasarım hız ve gelişim kazanmış
çömlekten heykele süs eşyasından takıya
kadar çeşitlilik göstermiştir. Ancak sanatın
gelişiminde başat rolü dini inanışlar üstlenmiştir. Mimariye bakacak olursak istisnasız her kültürde en yüksek dereceye ibadethaneler, mabetlere ulaşmıştır. Yunan ve
Roma tapınaklarındaki resimler Tanrılara
methiye niteliği taşımaktadır. Sümerlerin
zigguratları, Hindu mabetleri gelişimini
insanlardaki kendinden güçlüye yani yaratıcıya inanış ve ibadet dürtüsüne borçludur. İlk şiirsel sanatlarda da genellikle
Tanrısal duyuşların izi inkâr edilemez.
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
BAĞLAMAYLA
İLKOKULDA
TANIŞTI
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 93
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Bağlama ve türkü deyince akla ilk
gelen isimlerden Neşet Ertaş, 1938’de
Kırşehir’de doğdu.
Çocukluğu Kırtıllar köyünde geçen
Ertaş, müzikle babası saz ustası Muharrem Ertaş sayesinde ilkokul yıllarında tanıştı. Önce keman, ardından
bağlama çalmayı öğrendi. Babasıyla
birlikte yörenin düğünlerinde saz çalıp
türkü söylemeye başladı.
Profesyonel müzik hayatına 1950’li
yılların sonunda İstanbul’a gidişiyle
başladı.
İlk plağı “Neden Garip Ötersin
Bülbül”ü işte bu yıllarda kaydetti. Çok
sevilen plağın ardından yenileri geldi,
konserler başladı. Halk ozanı bir süre
sonra yeniden İç Anadolu’ya döndü ve
Ankara’ya yerleşti.
VEDA
Tükendi ömrümün çoğu gidiyor
Cahil ömrüm geldi geçti yel gibi
Sevdiğim uzaktan seyir ediyor
Beni görüp bakınıyor el gibi
Geçti günler, yıllar, ömürse doldu
Giden gitti bilmem geri ne kaldı
Sağlık sorunları nedeniyle kardeşi- Ömrümün baharı sarardı soldu
nin yanına, Almanya’ya giden Ertaş’ın Yandı kaldı garip bağrım çöl gibi
23 yıllık vatan hasreti de başlamış oldu.
2000 yılında İstanbul’da verdiği kon- Veren, geri almak için gözlüyo
serle yeniden ülkesinde sahneye dön- Her an her saniye beni izliyo
Garip bağrım için için sızlıyo
dü.
Sazımda inleyen sırma tel gibi
Gurbet yıllarında kendisine takılan
“Bozkırın Tezenesi” lakabı halk oza- Uzun yoldan gelmiş gibi yorgunum
nıyla adeta bütünleşti.
Ne kimseye küskün ne de dargınım
Süleyman Demirel zamanında ken- Bir ahu gözlüye candan vurgunum
disine sunulan ‘devlet sanatçılığı’ unva- Garip gönlüm kapısında kul gibi
nını; “Halkın sanatçısı olarak kalmak,
benim için en büyük mutluluk” diyerek geri çevirdi.
UNESCO tarafından “yaşayan insan hazinesi” kabul edilen Ertaş, İTÜ
Devlet Konservatuarı tarafından fahri
doktora ödülüne layık görüldü. O Vedası ile yâd edelim:
94 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
HAİKULAR
MÜJDE
İpek böceğim
Yeniden doğdun işte
Kelebek oldun
***
MİKROBİYOLOJİK ORGAZM
Ne kadar mutlu
Kendine bölünürken
Terliksi hayvan
MUSTAFA İBAKORKMAZ
***
PAPAĞAN
İnsandan farksız
Ezberinde ne varsa
Onu söylüyor
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 95
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
YENİ YUVA
Eşini buldu
Yuvasını kuracak
Acemi kumru
***
AV
Ağını kurmuş
Mütevekkil örümcek
Sinek bekliyor
***
GÜBRE
Serçe uçarken
Sıkıştı gökyüzünde
Heykele sıçtı
MUSTAFA İBAKORKMAZ
96 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Şiir Vakti
ve Edebiyat
Ortamı
Şiir vakti bu sayısında görsel şiirin önemli temsilcilerinden Yusuf
Bal, İlkay Coşkun ve Vildan Poyraz
Coşkun’un şiirlerine yer vererek şiirin
ufkuna sınır çizilemeyeceğini söylemiş oldu. Şiiri sadece kafiyeden ibaret
sanan önemli bir kesimin olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Türk şiirinin
görsel bir yönü hep olagelmiştir. Şekil
şiirde ana unsur olarak kullanılmanın
ötesinde duygu ve düşüncelerin okura
nasıl anlatıldığının da kıymeti vardır.
Umarım görsel şiirimizin önemli temsilcilerinin yer aldığı bu seçki estetik
zevkinize hitap etmekte başarılı olmuştur. Takdir elbette okurlarındır.
yoktur. Bu bizim düşünce dünyamızı zenginleştirmez bilakis fakirleştirir.
Dünya ile rekabet edemez hale getirir.
Her düşünceye bu sebeple eşit mesafede durmayı ilk edindik.
Eşit mesafede dururken dar bir ufuk
çizmedik kendimize. Türkçenin gök
kuşağı gibi bütün farklı, tonlarına sayfalarımız arasında yer açalım istedik.
Bize gönderilen yazıların ve şiirlerin
özgün olması genel tekrarların içinde
kıvranıp durmaması önemli. İlk sayımızdan sonra gelen yoğun yazı ve şiir
akışı bunu ilerleyen zamanlarda daha
da nitelikli hale dönüştürecek ümidindeyiz. Her yeni sayıda umarız daha
renkli, nitelikli bir muhteva ile karşınıza geliriz. Göndereceğiniz bütün ürünler büyük bir titizlikle değerlendirilecek ve her duyarlı kalem daha nitelikli
bir dergi olmamıza katkı sunacaktır.
Bu açıdan bütün yazarlarımıza şükran
duyuyoruz.
Şiir Vakti Türkçenin bütün renkli
düşüncelerine açık bir dergidir. Türkçe
yazılan her eser bizim için değerlidir.
Tabi Türkçeyi bir kuyumcu hassasiyetiyle işleyen metinler tercihimizdir.
İnsanımızın duygu ve düşüncelerini aktarırken kullandığı yöntemlere,
dünyayı algılayış biçimine takılıp kalmayı düşünce dünyamızı tek ses hale
Dergimizin sayfaları arasında çok
getirme arayışları olduğunu bilmeyen farklı düşünceden yazar ve şairler var.
ŞİİRVAKTİDERGİSİ 97
DERGİSİ
Şiirin en güzel vakti...
Bu zenginliğimizi her zaman koruma
çabası içerisinde olacağız. Geç kalemlere açığız ve öncelik her zaman onların
olacak. Şiir Vakti dergisi Türk şiirinde
burçların üstünde duran gök kubbe olsun istiyoruz. Bu sebepten ötürü bu sayımızda Türkçenin gökkuşağından bölümünü açtık. Bu bölümde güzel Türkçemizin farklı coğrafyalarından eserler
bulacaksınız. Gök kubbe olabilmek
için her kesimi kucaklama gereği var.
Biz buna talibiz. Mesafeli duranlara biz
mesafeli değiliz. Kucaklamak istedikleriniz sizi itiyorsa buna da yapacak bir
şey yok.
Bu sayımızda beklediğimiz yepyeni
imzalar ve yeni kalemlerle siz okurlarımızın karşısındayız. Bütün yazar ve
şairlerimize verdikleri destek ve katkı
için şükranlarımız sunuyoruz. Şairin
daha görünür olması ve okur nezdinde
daha net algılanması için şairlerimizin
birden fazla eserine mümkün olduğunca yer vermeye çalışıyoruz. Bu tutum
tek ürün gönderenlere yer verilmiyor
anlamı doğurmamalı. Gelen her ürünü
titizlikle değerlendiriyoruz tek eser de
olsa yer veriyoruz.
Bir Gelenek Neşet Ertaş’la en önemli halkasını yitirdi. Bozlakların gök
Şiir vakti yayınları ve Şiir Vakti kubbede yankılanmaması ne büyük acı
Dergisi olarak gelecek yıl içerisinde o zamanla anlayacağız. Yitirilen yalnızyeni projelerimiz var. Çeşitli alanlarda ca Neşet Ertaş değil.
ödüller ve yarışmalar ile küçükte olsa
düşünce ve edebiyat dünyamıza katkı
Gelecek sayımız darbeler ve Türk şisunmak istiyoruz. Bunlardan şimdilik iri bu konuda düşüncesi olan herkesten
şekillenmiş olanı şiir inceleme ve araş- katkı bekliyoruz. Darbelerin şiirimiz
tırma sahasında dosya düzeyinde kalı- üzerinde nasıl etkiler oluşturduğu pek
cı bir ödül. İkincisi ise şiir dosyası ile tartışılmadı. Bu vesileyle tartışalım iskitapları alanında ödül. Üçüncü olarak tiyoruz. Darbeler ve Türk Şiir sayımızroman ve hikâye dalında yarışmalar. da buluşmak dileğiyle.
Şiir vakti yayınları yayıncılık sahasında kalıcılığı hedeflediğini böylelikle bir
başka boyuttan göstermiş olacak. Hem
de yayınlanmış eserler bağlamında düşüncelerimiz var. Bizi takip etmenizi
öneririz.
98 ŞİİRVAKTİDERGİSİ
GEÇİT
YAYINEVİ
www.kitap-evi.com
“dünyanın kitabı”

Benzer belgeler