Burhan Dergisi 111. Sayı

Transkript

Burhan Dergisi 111. Sayı
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
³†@ÄAÅiH”@Òʦœ@Ä@iYI¹@ý
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
²…@ÃAÄhH“@ÑÉÁ¥›@Ã@hYI¸@¼
¿mH
Dua almak, duaya vesile olmak, duanın peşinde olmak güzeldir. Dua salih kulun gönlünden dökülürse daha bir güzeldir. Dua almaya da vesileler aranmalıdır. İşte güzel bir dua
örneği:
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
Zünnun Mısrî Hazretleri (ö.245/860) vefat edene kadar hiçbir Mısırlı onun hâlinin güzelliğini anlayamamıştı. Dünyadan göçüp gittiği gece yetmiş kişi rüyada gördükleri Peygamber Aleyhisselam’ın: “Hak dostu Zünnun gelmek üzere, onu karşılamaya geldim.”
dediğini duymuşlardı. Vefat ettiği vakit alnında şöyle bir ibarenin yazılı olduğu görülmüştü:
“Bu Allah’ın sevgili kuludur, Allah sevgisinde ölmüştür.” Cenazesini omuzlarda
taşırken semadaki kuşlar toplanmışlar ve üzerinde gölge yapmışlardı. İşte o zaman bütün
Mısırlılar şaşkına dönmüşler, daha önce ona karşı işledikleri eza ve cefaya tevbe etmişlerdi.
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
Bir gün Zünnun Hazretleri Nil nehrinde gezinti yapmak için dostları ile gemiye binmişti. Bu sırada başka bir gemi gezisini tamamlayıp geri dönmekte idi. İçinde eğlenen, oynayan
ve yakışıksız işler yapan bir grup vardı. Bu manzara müritlerin gücüne gitmişti. Dediler ki:
- Ey şeyh, dua buyur da Allah Tealâ bunların tümünü batırsın, böylece onların uğursuzluğundan insanlar korunmuş olsun.
Bunun üzerine Zünnun Hazretleri ayağa kalktı ve ellerini kaldırarak şöyle dua etti:
- Ey büyük Allahım! Şu topluluğa dünyada hoş bir hayat ihsan ettiğin gibi,
öbür dünyada da onlara hoş bir hayat lutfeyle!
Müritler onun bu sözlerine şaşırdılar. Gemi yaklaşıp içindekilerin gözleri Zünnun Hazretlerine ilişince başlarını eğdiler, çalgı aletlerini kırıp attılar. Tevbe ederek Allah’a yöneldiler.
O zaman Zünnun Mısrî Hazretleri çevresindeki müritlerine şöyle dedi:
- O dünyadaki hoş hayat, bu dünyadaki tevbe ile olur. Asıl maksadın gerçekleştiğini görmüyor musunuz? Hiç kimseye zarar gelmeden muradınıza nail
olmadınız mı?
Bu hadise o zatın üstün şefkat ve merhametini gösteriyordu. Rasulullah aleyhissalâtü
vesselam da kâfirlerin eza ve cefasına karşı şöyle demişti:
- Allahım, kavmimi hidayete erdir ve bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlar. (Keşfu’l-Mahcub, s.198-99)
Daha güzel Burhan’larda buluşabilmek dileği ile Allah’a emanet olunuz.
İçindekiler
%
$
3
8
7
9
:
;
)
)
1
3
"
G
-
"
H
Q
R
W
S
W
`
9
j
@
(
k
8
I
<
~

S
c
1
İnsanın Kendine Yaptığı İyilik
TEVBE 16
2
>
A
L
L
1
:
,
!
(
8
Modern Haçlı Zihniyeti
Sembollerimize Saldırıyor 40
.
Z
X
5
<
I
u
x
I
Doğrularla Beraber Olun!.. 44
0
!
$
*
c
S
$
)
(
^
Kur’ân’da 40 Yaş Duası 46
U
+
%
<
*
)
l
7
$
(
+
"
%
\
V
5
a
Q
U
c
b
U
U
]
^
Q
d
c
€
R
a
Q
c
Q
d
)
\
(
"
>
:
O
w
w
5
O
l
\
l
Abdulkadir-i Geylani (k.s) hazretlerinden 52
l
Allah (c.c.)’a Aralanan Kapı 54
Mustafa İslâmoğlu’nun Başarı Sırları 56
Eşiyle Gaza Gelip Evlenenler 59
L
y
x
Hz. Mus’ab ibni Umeyr (r.anh) 64
z
%
$
&
"
$
)
|
Ümit ŞİMŞEK
$
:
M. Emin KARABACAK
w
:
Seval AĞARI ÇAKIR
t
L
w
y
O
{
(
Prof. Dr. Ali AKPINAR
$
)
N
Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK
)
|
:
Salih AYDIN
&
Bişr-i Hafi (k.s) 67
&
Mustafa BAHADIROĞLU
]
]
P
x
€
U
`
U
c
w
t
W
L
L
Burhan Çocuk 70
L
Q
b
d
b
^
^
Gönül (şiir) 72
!
S
Q
S
c
^
`
c
Q
^
]
S
€
S
a
‚
S
g
S
S
c
R
c
W
S
1
U
P
$
a
R
a
c
L
Musa KARACA
6
(
b
g
S
)
-
„
S
c
h
+
6
j
b
T
R
^
I
h
a
)
8
ƒ
Şifalı Bitkiler
3
!

Q
Memduh ERGİN
Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 50
$
$
i
<
\
r
i
+
l
-
\
n
\
Z
/
n
<
V
V
)
w
-
"
V
!
*
Y
7
$
S
)
x
^
(
)
y
W
z
4
Y
%
F
<
%
q
I
P
(
n
W
L
Dr. İhsan ŞENOCAK
Z
!
#
;
$
P
w
Z
L
*
Yrd. DOÇ. Dr Ebubekir SİFİL
l
V
S
V
h
%
)
i
5
$
"
X
Elif ALACA
_
]
^
8
i
]
g
V
0
S
\
i
5
f
"
\
"
i
(
Abdullatif ACAR
L
<
8
‚
S
_
Z
!
!
3
b
Selefi İle Taklit ve Mezhepler Üzerine 30
Y
b
!
5
v
B
"
1
b
Z
V
<
-
$

/
M
:
"
:
w
Şifalı Bitkiler
3
%
Zencefil 15
6
}
G
8
!
%
!
}
-
A
(
a
:
)
}
-
3
>
!
s
Q
V
(
5
>
>
8
"
$
$
-
v
e
I
6
0
!
$
p
7
“Allah, Sizi Bir Za’ftan Yarattı...” 22
N
I
k
!
%
m
(
6
N
:
(
-
&
=
=
%
3
d
I
Q
m
1
0
G
P
P
(
(
(
c
!
8
/
Ahmet YAŞAR
Zaman ve Mekâna Müslümanca Bakış 24
-
<
%
"
1
$
Allah Teâlâ Hazretleri
Çok Tevbe Edenleri Sever 10
"
V
W
E
8
$
-
-
!
C
b
[
5
)
0
$
.
X
[
O
o
%
j
a
"
N
_
:
%
Zerdeçal 43
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
F
M
*
U
%
3
T
>
,
L
3
/
&
(
3
4
I
&
"
+
J
I
+
8
;
0
C
!
3
E
B
K
!
)
&
)
H
%
.
!
*
$
@
7
!
/
"
-
"
Tevbe Dediğin İşte Böyle Olur 4
%
3
)
$
2
4
D
3
<
.
?
B
;
*
:
8
&
)
8
)
!
1
+
)
.
)
*
"
;
1
f
0
:
1
9
(
/
1
'
.
*
!
&
-
,
(
$
1
#
^
c
Q


^
S
„
S
b
G
a

~
d
Q
a
S
T
~

R
^
b
a
^
S

Q
b
c
R
b
d
S
a
…
R
R
~
S
f
T
U
a
€
b
U
^
Q
d
c
]
S
c
^
b
^
^
Q
b
]
c
S

]
b
d
„
c
S
d
h
c
S
c
h
S
^


S
b
d
^
b
Q
†
a
^
b
†
a
S

Q
T
T
Q
b
^
„
‡
Q
€
h
b
T
c
b
^
Q
a
Karacaoğlan
10
Allah Teâlâ Hazretleri
Çok Tevbe Edenleri Sever
Ahmet YAŞAR
24
Zaman ve Mekâna
Müslümanca Bakış
Yrd. DOÇ. Dr Ebubekir SİFİL
40
Modern Haçlı Zihniyeti
Sembollerimize Saldırıyor
Memduh ERGİN
56
Mustafa İslâmoğlu’nun
Başarı Sırları
Ümit ŞİMŞEK
Tevbe Dediğin İşte Böyle Olur
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
K
in
dimiz
n
e
f
E
er
k
kalma
ygamb
i
e
r
P
e
.
g
z
H
an
savaşt
r
i
ahtır.
b
n
ı
ü
ğ
ı
g
d
r
l
i
ı
kb
kat
bu
i büyü
k
e
t
sahâbî
t
ç
e
ü
elb
n
çe
ten
adı ge
a
d
ı
r
a da i ç
a
r
n
o
s
Yuk
iş
.
ı işlem
şlerdir
i
h
a
m
t
n
e
ü
g
vbe
izinci
den te
k
l
e
ü
s
n
n
ö
zo
ve g
nin yü
i
öre
s
e
r
û
s
mize g
i
ğ
i
d
Tevbe
n
re
vnin te
den öğ
î
b
n
i
â
t
h
e
a
y
s
â
, bu üç
ahlah
n
a
ü
l
l
g
A
e
v
iş
Yüce
ul etm
b
a
k
i
r.
amıştı
l
belerin
ş
ı
ğ
a
rını b
4
â’b b. Mâlik radıyallâhu anh, Rasûlullah
Efendimiz’in üç meşhur şâirinden biridir.
Medineli olup Hazrec kabilesindendir. İkinci
Akabe bîatında bulunarak Efendimiz’i Medine’ye
dâvet eden bahtiyarlardan biri de odur. Tebük
Gazvesi’ne katılmayan üç kişiden biri olması ve elli
günlük boykottan sonra âyet-i kerîme ile aklanması
onun şöhretini daha da artırmıştır. Hicretten sonra
Peygamber Efendimiz Mekkeli bir muhâcir ile Medineli bir ensârı kardeş ilân ettiği zaman, onu cennetle müjdelenen on kişiden (aşere-i mübeşşere’den)
biri olan Talha b. Ubeydullah ile kardeş yapmıştı.
Aşağıda okuyacağımız hadîsi şerîfte geçeceği üzere, haklarında ilâhî af çıkıp da Kâ’b, Peygamber
Efendimiz’in huzuruna girdiği zaman, sadece Hz.
Talha’nın ayağa kalkıp koşarak gelmesinin ve onu
heyecanla tebrik etmesinin sebebi, aralarındaki bu
kardeşliktir. Kâ’b b. Mâlik, onun bu davranışını hiç
unutmadı ve her fırsatta şükranla andı.
Kâ’b, sadece Bedir ve Tebük Gazveleri’nde
bulunamadı. Uhud Gazvesi’nde düşmanla yiğitçe
Aralık
savaştı ve on yedi yara aldı. Demek ki onun Tebük
Gazvesi’ne gitmemesi, korkaklığı sebebiyle değildi.
Kendisinden seksen kadar hadis rivayet edilmiştir.
Kâ’b, hicretin 54. yılında (674) vefat etti. Allah ondan
razı olsun.
Kâ’b b. Mâlik radıyallahu anh, yaşlandığı zaman
gözlerini (görme özelliğini) kaybetmişti. İşte o zaman
onu elinden tutup Medine’de gezdirme ve mescide
götürüp-getirme görevini üstlenen oğlu Abdullah, babasına Tebük seferinden geri kalmasını sebebini sormuş o da şunları anlatmıştı:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in gittiği gazâlardan sadece Tebük Gazvesi’ne katılmamıştım.
Gerçi Bedir Gazvesi’nde de bulunamamıştım. Zaten Bedir’e katılmadıkları için hiç kimse azarlanmamıştı. O
vakit Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem ile müslümanlar (savaşmak
için değil) Kureyş kervanını takibetmek için yola çıkmışlardı. Nihayet
Yüce Allah müslümanlarla düşmanlarını, aralarında verilmiş herhangi
bir karar olmadığı halde bir araya
getiriverdi. Halbuki ben Akabe bîatının yapıldığı gece, İslâm’a yardım
etmek üzere söz verirken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanındaydım. Her
ne kadar Bedir Gazvesi halk arasında Akabe gecesinden daha meşhursa da, ben Bedir’de bulunmayı
Akabe’de bulunmaktan daha üstün görmem.
Tebük Gazvesi’ne Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem ile birlikte gitmeyişim şöyle oldu: “Ben, katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar hiçbir zaman
kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya getirememiştim.
Bu gazvede iki tane binek devesine sahip olmuştum.
Bir de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemez, bir
başka yere gittiği sanılırdı. Fakat bu gazve sıcak bir
mevsimde uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir
düşmanla karşı karşıya gelineceği için Rasûl-i Ekrem
durumu açıkladı. Savaşın özelliğine göre hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini söyledi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber
sefere gidecek müslümanların sayısı çok fazlaydı. Adlarını bir deftere yazmak mümkün değildi.
Savaşa gitmemek için gözden
kaybolunduğu takdirde, hakkında
bir âyet nâzil olmadıkça, işin gizli
kalacağı zannedilebilirdi. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem bu gazveyi meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin arandığı sıcak bir mevsimde
yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile müslümanlar savaş
hazırlığına başladılar. Ben de onlarla birlikte savaşa hazırlanmak için
çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan
geri dönüyordum. Kendi kendime
de “Canım, ne zaman olsa hazırlanırım” diyordum. Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem ile birlikte müslümanlar erkenden yola çıktılar.
Ben ise hâlâ hazırlanmamıştım. Yine sabah evden
çıktım, hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Hep aynı
şekilde davranıyordum. Savaş henüz başlamamıştı,
ama mücâhidler hayli yol almışlardı. Yola çıkıp onlara
yetişeyim dedim, keşke öyle yapsaymışım; bunu da
başaramadım. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
savaşa gittikten sonra insanların arasına çıktığımda
beni en çok üzen şey, savaşa gitmeyip geride kalanların ya münafık diye bilinenler veya âciz oldukları için
savaşa katılamayan kimseler olmasıydı.
Ellinci gecenin sabahında, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım.
Allah Teâlâ’nın (Kur’ân-ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere canım iyice sıkılmış, o geniş
yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken,
Aralık
5
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç
anmamış. Tebük’te ashâbın arasında
otururken: “Kâ’b İbni Mâlik ne yaptı?” diye sormuş. Bunun üzerine Benî
Selime’den bir adam: “Yâ Rasûlallah!
Elbiselerine ve sağına soluna bakıp
gururlanması onu Medine’de alıkoydu.” demiş. Bunun üzerine Muâz
İbni Cebel ona:
“Ne fena konuştun!” demiş.
Sonra da Peygamber aleyhisselâm’a
dönerek, “Yâ Rasûlallah! Biz onun
hakkında hep iyi şeyler biliyoruz.”demiş. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir
şey söylememiş. O sırada çok uzaklarda beyazlar
giymiş bir adamın gelmekte olduğunu görmüş: “Bu,
Ebû Hayseme olaydı!” demiş. Bir de bakmışlar ki,
gelen adam Ebû Hayseme el-Ensârî değil mi! Ebû
Hayseme, (bir savaş hazırlığı sırasında) bir ölçek hurma verdiği için münafıklara alay konusu olan zâttır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman
beni bir üzüntü aldı. Söyleyeceğim yalanı düşünmeye başladım. Kendi kendime “Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulacağım?” dedim. Yakınlarımdan
görüşlerine değer verdiğim kimselerden akıl almaya
başladım. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki saçma düşünceler dağılıp gitti. Onun elinden
hiçbir şekilde kurtulamayacağımı anladım. Herşeyi
dosdoğru söylemeye karar verdim. Peygamber aleyhisselâm sabahleyin Medine’ye geldi. Seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye gelerek iki rek’at
namaz kılar, sonra halkın arasına gelip otururdu. Yine
öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna
geldiler; neden savaşa gidemediklerini yemin ederek
anlatmaya başladılar. Bunlar seksenden fazla kimseydi. Hz. Peygamber onların ileri sürdüğü mâzeretleri
kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allah Teâlâ’dan bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı.
Sonunda ben geldim. Selâm verdiğim zaman dargın dargın gülümsedi; sonra: “Gel!”, dedi. Ben de
yürüyerek yanına geldim ve önüne oturdum. Bana:
“Niçin savaşa katılmadın? Binek hayvanı satın
almamış mıydın?” diye sordu. Ben de şöyle cevap
verdim:
“Yâ Resûlallah! Allah’a yemin ederim ki,
senden başka birinin yanında bulunsaydım,
ileri süreceğim mâzeretlerle onun öfkesinden
kurtulabilirdim. Çünkü insanlara fikrimi kabul
ettirmeyi iyi beceririm. Fakat yine yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü
kazansam bile, yarın Cenâb-ı Hak işin doğrusunu sana bidirecek ve sen bana güceneceksin.
Şayet doğrusunu söylersem, bana kızacaksın.
Ama ben doğru söyleyerek Allah’dan hayırlı
sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek
için hiçbir özürüm yoktu. Hiçbir zaman da
gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım.” Bunun üzerine Hz.
Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var gücüyle: “Kâ`b b. Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma gününün geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım.
6
Aralık
Peygamber: “İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk,
senin hakkında Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle!” buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den
bazıları yanıma takılarak şöyle dediler:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa
katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını
yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar
veya bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Hatta bana
göre yeryüzü bile değişti. Sanki burası benim mem“Vallahi senin daha önce bir suç işledi- leketim değildi. Elli gün böyle geçti. İki arkadaşım
ğini bilmiyoruz. Savaşa katılmayanların ileri boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerinde oturdular.
sürdükleri gibi bir mâzeret söyleyemedin. Hal- Ben ise onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı
buki günahlarının bağışlanması için Peygam- çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşılarda dolaşırdım.
ber aleyhisselâm’ın istiğfâr etmesi yeterdi.” Fakat kimse benimle konuşmazdı. Namaz bittikten
Bu arkadaşlar beni o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yerinde
Rasûlullah’ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimin otururken yanına gelir, kendisine selâm verirdim.
yalan olduğunu söylemeyi bile düşündüm. Sonra on- Kendi kendime “Acaba selâmımı alırken dudaklara: “Bana verilen cezaya çarptılarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı
rılan bir başka kimse var mı?”
mı?” diye sorardım. Sonra ona yadiye sordum. “Evet. Seninle be“Yâ Resûlallah! Alkın bir yerde namaz kılar ve farketraber bu cezaya uğrayan iki kişi
tirmeden kendisine bakardım. Ben
lah Teâlâ beni doğru
daha var.” dediler. Onlar da senin
namaza dalınca bana doğru döner,
söylediğimden
dogibi konuştular ve senin aldığın cevakendisine baktığım zaman da yüzübı aldılar. “O iki kişi kim?” diye
layı kurtardı. Tevbenü çeviriverirdi.
sordum. “Biri Mürâre b. Rebî`
min kabul edilmesi
el-Amrî, diğeri de Hilâl İbni
Müslümanların bana karşı
sebebiyle,
artık
yaşaÜmeyye el-Vâkıfî” diyerek, her
olan sert tutumları uzun süre devam
biri Bedir Gazvesi’ne katılmış olan
dığım sürece sadece
edince, amcamın oğlu ve en çok
iki mükemmel örnek şahsiyetin adısevdiğim insan Ebû Katâde’nin bahdoğru söz söyleyecenı verdiler. Bunun üzerine ben geri
çesine gidip duvardan içeri atladım
ğim.”
dönme düşüncesinden vazgeçerek
ve selâm verdim. Vallâhi selâmımı
yoluma devam ettim.
almadı. Ona: “Ebû Katâde! Allah
adına and vererek soruyorum.
Benim Allah’ı ve Rasûlullah’ı ne
kadar sevdiğimi biliyor musun?”
diye sordum. Hiç cevap vermedi. Ona
and vererek bir daha sordum. Yine cevap vermedi. Bir daha yemin verince:
“Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.”
dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönüp duvardan atladım.
Bir gün Medine çarşısında dolaşıyordum. Medine’ye yiyecek satmak
üzere gelen Şamlı bir çiftçi: “Kâ’b b.
Mâlik’i bana kim gösterir? diye
sordu. Halk da beni gösterdiler. Adam
yanıma gelerek Gassân Devleti’nin
kralından getirdiği bir mektup verdi.
Aralık
7
Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum.
Selâmdan sonra şöyle diyordu: “Duyduğumuza
göre Efendiniz seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir
yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen
yanımıza gel, sana izzet ikrâm edelim.” Mektubu okuyunca, bu da bir başka belâ, dedim. Hemen
onu ateşe atıp yaktım.
bakacak hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemde bir sakınca görür müsün?” diye sormuş.
Hz. Peygamber de: “Hayır görmem. Ama katiyen
sana yaklaşmasın!” buyurmuş. Kadın da şöyle demiş: “Vallahi onun kımıldayacak hâli yok. Allah’a yemin ederim ki, başına bu iş geldikten
sonra durmadan ağlıyor.”
Nihayet elli gün’den kırk’ı geçmiş, fakat vahiy
gelmemişti. Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in gönderdiği bir şahıs çıkageldi. “Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem sana eşinden ayrı
oturmanı emrediyor.” dedi. “Onu boşayacak
mıyım, yoksa ne yapacağım? diye sordum. “Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın.” dedi. Hz. Peygamber diğer iki arkadaşıma
da aynı emri gönderdi. Bunun üzerine karıma: “Allah Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene
kadar ailenin yanına git ve onların yanında
kal!” dedim.
Yakınlarımdan biri bana: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den eşinin sana hizmet
etmesi için izin istesen olmaz mı? Baksana
Hilâl b. Ümeyye’ye bakması için karısına izin
vermiş.” dedi. Ben de ona: “Hayır, bu konuda
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin
isteyemem. Üstelik ben genç bir adamım. İzin
istesem bile Peygamber aleyhisselâm’ın bana
ne diyeceğini bilemem.” dedim.
Hilâl b. Ümeyye’nin karısı Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e giderek: “Yâ Rasûlallah! Hilâl
b. Ümeyye çok yaşlı bir adamdır. Kendisine
Bu vaziyette on gün daha durdum. Bizimle
konuşulması yasaklandığından bu yana tam elli gün
geçmişti. Ellinci gecenin sabahında, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın
(Kur’ân-ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere canım
iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var
Ben de: “Yâ Rasûlallah! Bu tebrik senin tarafından mıdır, yoksa Allah tarafından
mı?” diye sordum. “Benim tarafımdan değil, Yüce Allah tarafından”, buyurdu.
8
Aralık
gücüyle: “Kâ`b b. Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma gününün geldiğini
anlayarak hemen secdeye kapandım.
yaşadığın bu en hayırlı gün kutlu olsun!” Ben
de: “Yâ Rasûlallah! Bu tebrik senin tarafından
mıdır, yoksa Allah tarafından mı?” diye sordum.
“Benim tarafımdan değil, Yüce Allah tarafınRasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah na- dan”, buyurdu. Sevindiği zaman Peygamber aleyhismazını kıldırınca, Allah Teâlâ’nın tevbelerimizi kabul selâm’ın yüzü parıldar, ay parçasına benzerdi. Biz de
ettiğini ilân etmiş. Bunun üzerine ahâlî bize müjde sevindiğini böyle anlardık. Rasûl-i Ekrem’in önünde
vermek için koşmuş. İki arkadaşıma da müjdeci- oturduğumda: “Yâ Rasûlallah! Tevbemin kabul
ler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. edilmesine şükran olarak bütün malımı AlEslem kabilesinden bir diğer müjdeci koşup Sel Da- lah ve Rasûlullah uğrunda fakirlere dağıtmak
ğı’na tırmanmış, onun sesi atlıdan önce bana ulaşmış. istiyorum.” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik sellem: “Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde
edince, sırtımdaki elbiseyi de çıkarıp müjdesine kar- tutman senin için daha hayırlı olur” buyurdu.
şılık ona giydirdim. Vallahi o gün giBen de: “Hayber fethinde hisseyecek başka elbisem yoktu. Emanet
me düşen malı elimde bırakıyoRasûl-i Ekrem’in
bir elbise bulup hemen giydim. Peyrum.” dedikten sonra sözüme şöyle
önünde oturduğumgamber aleyhisselâm’ı görmek üzedevam ettim. “Yâ Resûlallah! Alre yola koyuldum. Beni grup grup
da: “Yâ Rasûlallah!
lah Teâlâ beni doğru söyledikarşılayan sahâbîler tevbemin kabul
Tevbemin kabul
ğimden dolayı kurtardı. Tevbeedilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve
min kabul edilmesi sebebiyle,
edilmesine şükran
“Allah Teâlâ’nın seni bağışlamaartık yaşadığım sürece sadece
olarak bütün malımı
sı kutlu olsun!” diyorlardı.
doğru söz söyleyeceğim.”
Allah ve Rasûlullah
uğrunda fakirlere
dağıtmak istiyorum.”
dedim.
Nihayet Mescid’e girdim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâbın ortasında oturuyordu. Talha
b. Ubeydullah hemen ayağa kalktı,
koşarak yanıma geldi, elimi sıktı ve
beni tebrik etti. Vallahi muhâcirînden ondan başka kimse ayağa kalkmadı. Peygamber aleyhisselâm’a selâm verdiğimde yüzü sevinçten parıldayarak şöyle buyurdu: “Dünyaya geldiğinden beri
Vallâhi bunu Peygamber aleyhisselâm’a söylediğim gündenberi
doğru sözlü olmaktan dolayı Allah
Teâlâ’nın hiç kimseyi benden daha
güzel mükâfatlandırdığını bilmiyorum. Yemin ederim ki, Peygamber aleyhisselâm’a o
sözleri söylediğim günden bu yana bilerek hiç yalan
söylemedim. Kalan ömrümde de Cenâb-ı Hakk’ın
beni yalan söylemekten koruyacağını umarım.”
(Buhârî, Megâzî 79; Müslim, Tevbe 53.)
Saygıdeğer okuyucularım! Hz. Peygamber
Efendimizin katıldığı bir savaştan geri kalmak elbette
ki büyük bir günahtır. Yukarıda adı geçen üç sahâbî
bu günahı işlemiş sonra da içten ve gönülden tevbe
etmişlerdir. Tevbe sûresinin yüz on sekizinci âyetinden öğrendiğimize göre Yüce Allah, bu üç sahâbînin
tevbelerini kabul etmiş ve günahlarını bağışlamıştır.
Bu sebepten dolayı biz, yazımızın başlığını “Tevbe
İşte Böyle Olur” diye koyduk. Sizi ilgili âyetlerin
tefsirini okumaya ve gönülden tevbe etmeye dâvet
ediyorum.
Aralık
9
Allah Teâlâ Hazretleri
Çok Tevbe Edenleri Sever
Ahmet YAŞAR
A
llah Teâlâ Hazretlerine hamd ü sena, Rasûlunesalâtu selam, tabiin ve tebe-i tabiine, ila
yevmi’l kıyam İslam yolunda yürüyenlere
selam olsun.
in
etlerin
r
z
a
H
âl
r.” buZülcel
e
v
h
e
a
l
s
l
i
A
ler
e
e eden
b
v
e
i s ad e c
t
n
i
h
s
a
e
l
l
“A
rim
et-i ke
y
a
uaları
u
d
ğ
e
u
v
d
r
ı
l
a
yu
urmam
d
tevbe
p
k
u
o
y
ç
u
i
k
n
o
be
ızın
a Rab
Y
“
a
duam
d
k
e
r
mız
e
diy
n kıl”
erimil
e
k
d
i
r
l
e
k
l
i
eks
eden
ak da
lır
a
l
o
ı
ğ
e olma
ı
l
d
ı
n
ş
i
r
t
a
e
k
yr
nin ga
e
m
r
ö
zi g
yız.
Allah Teâlâ Hazretleri; dergimize yazı yazan
kardeşlerimize,İslam’ı tebliğ etme hizmetine başladıkları günkü gibi azimle hizmetlerine devam etmelerini, çıktıkları bu yolda ilim ve takva ile yürümeyi
bir an olsun ihmal etmemelerinitavsiye ederiz. Allah rızası için bu tavsiyemizi dikkate almalarını da
temenni ederiz.
Bilmelisiniz ki lisanla vaazu nasihat yapıldığı
gibi, halimizle de vaaz ve nasihat yapılması gerekir
ki bu durum lisanla yapılandan daha müessirdir.
Sadece lisana kalan vaazdan ve ilimden sahipleri bir fayda göremeyeceği gibi okuyan ve dinle-yenler de umumiyetle bir fayda görmezler.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Allah ZülcelâlHazretleri Hz. İsa (a.s)’ya “Ya
10
Aralık
İsa! Evvela kendi nefsine vaaz et, sen yaşadıktan sonra başkalarına da vaaz et, yaşamadıklarını başkalarına söylersen, benden hayâ etmelisin.” buyurur.
Bu hadis-i şerifin manası üzerinde çok ciddi
olarak tefekkür etmeliyiz.
Bu yola çıkmış olan insanlar,hiçbir maksat gözetmeden sırf Allah rızasını elde etmeyi düşünmek
isteyenler; evvela kendilerini kontrol altında almalıdırlar.
Bu kişiler “Biz insanlara bir
şeyler anlatıyoruz, ama bu anlattıklarımızı acaba nefsimize
veya çoluk çocuğumuza anlatmak için ne kadar sayu gayretle
bulunuyoruz.” düşüncesini hayatlarının düsturu haline getirmelidirler.
Bu tefekkür neticesinde hayatımızda, söylediklerimizden yapmadıklarımız varsa onları düzeltmenin
gayretinde olalım ki; yarın, mahşer
gününde Huzur-iRabbi’l İzzette bu
âlemde yazıp, çizdiklerimizin,okuyup anlattıklarımızın karşılığında Allah Zülcelâl Hazretleri:
“Ey kullarım,insanlara şunların kötü olduğunu anlatmaya çalıştığınız halde niçin fert
ve aile haya-tınızı buna göre tanzim etmeyi düşünmediniz?
“Ey kullarım, insanları, anlattığınız hakikatlere göre yaşayarak her iki âlemin saadet
yolculuğunda başarıya ulaşmalarını birçok
güzel nasihatlerle tavsiye ettiğiniz halde kendiniz bunları niçin yaşamadınız?” dersecevap
vermekte sıkıntı çekmeyelim.
O gün ihmalkârlıklarımız sebebi ile halimizin ne
olacağını hayat nimetine sahip olduğumuz bu âlemdehesap etmeye, anlamaya, anlatmaya tecrübesizliğimizden dolayı ilmimiz ve aklımız yetmez. O âlemde
muhatap olacağımız sorulara bu âlemde bile meşru
bir delil bulamayacağımızın hesabını yaparak Allah’ın
emir ve yasaklarını en güzel şekilde yaşamaya gayret
etmeliyiz.
Allah Zülcelâl ezel-i ervahtan itibaren nasıl
yaşarsak kurtuluşa ereceğimizi ve nasıl yaşamamız
halindefelaketler içerisinde bocalayarak-Allah muhafaza- cehennem çukurlarına sürükleneceğimizi bizlere nebi ve rasûller
vasıtasıyla gönderdiği kitaplarla bildirmiştir.
Rabbimizin bildirdiği bu ölçülere göre inancımızın seviyesini tespit edelim.
Ferdi ve ailevi hayatlarını fikir
sahasında bir araya toplayarak bir
an için; hesap âlemindeve Hu-zur-iRabbi’lİzzetteyim
düşüncesiyle
noksanlıklarımızı tamamlamaya nereden ve nasıl başlayacağımızı düşünmeliyiz.
Bu dergide yazanlar ve bu yazılanları okuyanlar
bu davetin Allah Zülcelâl’ın daveti olduğunu bir an
için dahi olsa unutmamalıdırlar.
Bunun arkasından en önemli mesele ve düşüncemiz Allah Teâlâ Hazretleri tarafından sevilmek olmalıdır. Yunus’un buyurduğu:
“Sen Allah’ı seversen Allah da seni sever.” sözünün manasını da iyi düşünmeliyiz.
Elhamdülillah,Allah Teâlâ bizleri kendisine kul,Habibine ümmet olma şerefi ile şereflendirerek eşref-i
“Biz insanlara bir şeyler anlatıyoruz, ama bu anlattıklarımızı acaba nefsimize veya
çoluk çocuğumuza anlatmak için ne kadar sayu gayretle bulunuyoruz.”
Aralık
11
mahlûkat olarak yarattığı gibi, bizlere eşref-i mahlûkolarak yaşamayı, eşref-i mahlûk olarak öl-meyi ve
kabir âleminden başlayan yolculuğumuzu da eşref-i
mahlûk olarak tamamlamayı nasip ve müyesser buyursun.
Bizleri eşref-i mahlûkatınsırr-ı hakikatini öğrenmek ve bu yolda verilecek imtihanı kazanmak üzere
bu âleme göndermiştir.
Dünyaâlemindeinsanoğlu Allah’ı sever ve Allah
tarafından sevilmeye gayret eder.
Kitab-ı ilahide Rabbu’lİzzet kimleri sevdiğini
açık bir şekilde bizlere bildirmektedir.
Allah Zülcelâl kendisini sevenlerin isimlerini bazı
kullarına bildirdiği halde kendi sevdiklerinin isimlerini
mahfuz tutmuştur. Sevdiklerine de izah etmemiştir.
Rivayet edilir ki bir gün Hızır (a.s) bir camiye
girer. Bir kişinin yanına oturur. Kürsüde bir vaiz güzel nasihatler etmektedir. Fakat Hızır’ın (a.s) yanında
oturan kişi vaazı dinlerken uyuklamaya başlar. Hızır
kendisini dürterek uyanmasını sağlar bu birkaç defa
tekrar edince o kişi Hızır (a.s) dönerek,
“Ey Hızır,senin bu mescide olduğunu ifade
edersem insanların elinden kurtulamazsın.” der.
Rabbimizin sevdiği kulların listesini bu ümmete
Kitab-ı İlahi’sinde beyan buyurmasının karşılığın-da
bizlerin derin düşünceler içerisinde şükür vazifelerimizi yerine getirmek için gece gündüz hamd ederek bu
ümmete Allah Teâlâ’nın ne büyük fazilet, ne büyük
üstünlük ikram ettiğini anlayarak Allah Teâlâ’nın sevdiklerini kimler olduğunu Kur’an-ı Kerim’den araştırıp
öğrenmeye gayret etmeliyiz.
Ümmet-i Muhammed’den Allah’ın sevdiklerinin
kimler olduğunu tekrar tekrarokuyanları da görmekteyiz. Ama sevdiklerinin kimler olduğunu öğrenmek
mühim değildir; sevdikleri gibi yaşamak önemlidir.
Ancak o zaman konuşmalar, yazmalar, çizmeler, bir ferdin Allah Zülcelâl’ın seveceği toplumun içerisine girmesine sebep olur.
Hızır (a.s) hemen secdeye kapanır ve “Ya Rabb
bu kulunun ismi bana verdiğin listede yok.” der. Allah
Teâlâ Hazretleri “Ya Hızır! Sendeki liste beni sevenlerin listesidir. Bir de benim sevdiklerim vardır. Onlarım
isimleri bendedir.” buyurur.
Aşk ve muhabbeti kaybettikten sonra hatiplerin edebi bir üslup ve fasih bir ifade ile konuşmaları
Rabbimizin emrettiği şekilde yaşamayanlara veya yaşama niyeti olmayanlara ne fayda sağlar.
Biliniz ki Allah Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de, Ümmet-i Muhammed’in imam ve rehberi
olan Kitab-ı İlahide,Hızır’a (a.s) isimlerini vermediği
sevdiklerinin kimler olduğunu bizlere bildirmektedir.
Ama tefekkür etmeden Kur’an’ı okuyanlar bu hakikatleri görememektedirler.
Konuşanlardan Hakkı dinleyenler evvela Peygamberimizden nazil olan Kur’an ayetlerini dinleyen
sahabiler gibi evvela Allah’ın gönderdiği emir ve
yasakları öğrenerek yaşamaya ve öncelikle bunları
ailelerine öğretmek içinde evlerine yöneldikleri gibi
davranmalıdırlar.
Hızır (a.s) hemen secdeye kapanır ve “Ya Rabb bu kulunun ismi bana verdiğin
listede yok.” der. Allah Teâlâ Hazretleri “Ya Hızır! Sendeki liste beni sevenlerin listesidir.
Bir de benim sevdiklerim vardır. Onlarım isimleri bendedir.” buyurur.
12
Aralık
Biraz düşündüğümüz vakit yaşadığımız hayat;
içerisinde bulunnduğumuz felaketlerin bu ihmalkârlıklarımızın karşılığı olarak meydana geldiğini ispat
etmektedir. Bundan dolayı yazılan bu yazıları okuyan
kardeşlerimizin dikkatlerini buraya çekerken okumayan kardeşlerimizin de önce okumaya alışmalarını ve
ardından da okuduklarını düşünmelerini arzu ederiz.
Ever, Allah Teâlâ çok tevbe edenleri sever ama
Kitab-ı İlahiyi sadece okuyarak bir yere gidileme-yeceği inancına sahip olarak; kitab-ı ilahide emredildiği
gibi yaşayanları sever.
Allah Zülcelâl,tevbe edenleri sever.
Bizler de “Haydi, hayır yarışmasına koşun!” buyuran Allah Zülcelâl’ın emrine imtisal etmek için çok çok tevbe ederek Allah’ın sevgisine layık
olanlar içerisine dâhil olacağımızı düşünelim. Buna
inanıp kendimize dönüp tevbe ederken “acaba ben
hayatım boyunca Allah Teâlâ’nın “Hayırda yarışınız.” buyurduğu ayet-i kerimeyi duydum mu” sualini kendimize sormamız lazımdır.
Allah Zülcelâl kitab-ı ilahisinde “Hayırda yarışın!” buyuruyor. Evet, hayır yarışına sadece Allah’ın
rızasını kazanmak için katılın ve ömrünüzün sonuna kadar koşun. Çünkü bu yarışta muvaffak olacak
olanlar desinler, duysunlar diye koşanlar değil Allah
rızasını kazanmak için koşanlar muvaffak olacak-lardır. Bizlerde sadece Allah rızasını kazanmak için koşanları araştırmalı ve
Bizlerde sadece
onların yanında yer almalıyız; eğer
bu niyetle koşanlar yoksa derhal
Allah rızasını kazankendimize çekilip Kitab-ı İlahideki bu
mak için koşanları
emir davetine icabet etmeliyiz. Ama
araştırmalı ve onların
ne acıdır ki bu davete “öncelikle
yanında yer almalıyız;
ben icabet etmeliyim” deme ihtieğer bu niyetle koşanyacını hissedemiyoruz.
Şimdi kısaca Kur’an-ı Kerim’de
Allah Teâlâ’nın Hızır (a.s)’a bildirmediği fakat indinde Eşref-i Mahlûkat
olan Ümmet-i Muhammed’e bunları
kitab-ı ilahisinde beyan buyurduğu
kimseleri konuşalım.
lar yoksa derhal kendimize çekilip Kitab-ı
İlahideki bu emir
davetine icabet etmeliyiz.
Biraz tefekkür edebilirsek Allah Teâlâ’nın bu
ümmetebirçokfazilet ve üstünlük kazanma imkânı
lütfettiğini anlarız.
Allah Teâlâ bizlere sevdiklerinin başında gelenlerin “Çok tevbe edenler” olduğunu bildirmektedir.
Allah Teâlâ Hazretleri bu emri
sadece kulaklarımızla duymayı, duymak olarak kabul etmiyor. Bundan
dolayı duymaktan maksadın duyulanı yaşamak olduğunu bilmemiz
gerekiyor. Yani duyduğu-muzu yaşamamız gerekiyor çünkü yaşadıklarımız sözlerimizin şahidi olacaktır.
Bir mü’min olarak bizler gibi
bir şeyler yazanlar öncelikle düşünmelidirler ki “Bu yazdıklarımı
ben duyuyor muyum?”
İnsanlara bir şeyler yazan ve
konuşanlar yazdıklarını duymama gibi bir acziyetten
bir an önce kurtulmalıdırlar.
Bunun içince Allah Zülcelâl Hazretlerinin “Allah tevbe edenleri sever.” buyurduğu ayet-i kerimesini sadece okuyup durmamalı ve dualarımızda
“Ya Rab beni çok tevbe edenlerden kıl” diyerek
duamızın karşılığı olarak da eksikliklerimizi görmenin
gayretinde olmalıyız.
Onun için Allah Zülcelâlezel âleminde “Biz
onları misal âlemindekendi başına terk edip
nefislerinin şahitleri kıldık.” buyurmaktadır.
Her fert bilmelidir ki bir gün gelecek hayatımız gözlerimizin önünde sergilenecektir. Allah Teâlâ kuluna
“Bunları işledin mi diye soracaktır.” Rabbimiz
bu hususta bizleri dünya hayatında uyararak gaflete
düşmemizi engellemekte ve “Biz onları kendi nefisleri için şahid kıldık.” buyurmaktadır.
Aralık
13
Onun için Peygamberimiz (s.a.v) “Bir
ferdin defterinde çok istiğfar (tevbe)
kaydedilmişse,Allah Zülcelâlonu sevdiği kullar içerisine alır.” buyurmaktadır.
Tevbe hakkında bilmemiz gereken bir
diğer husus ise; her ferdin hatası ayrı olduğu
için, her günahın da tevbesinin farklı olduğudur. Yani her tevbe, işlenen günahın misliyle
olacaktır. Mesela namaz kazası olan tevbe
ederek namaz ibadetine başlamalıdır. Oruç,zekat, kul hakkı ve benzeri bütün hatalarımızın da tevbesi aynı şekildedir.
Hesap günühayatımızın bütün mahremiyeti gözönüne serilecek ve Rabbimiz “bunları
işledin mi” diye soracaktır.
Yasin Süresi’nde 65. ayet-i kerime ile dikkatlerimiz başka bir hususa daha çekilmektedir:
“Bugün onların ağızlarını mühürleriz de
neler kazandıklarını bize elleri söyler ayakları
da şahitlik eder.”
Bazılarının dünyada insanları aldatmayı becerdikleri için orada da aynı şekilde davranabilecekle-rini
sanıyorlar. Ama onlar “bu benim kitabım değil”
deyince; Allah Zülcelâl onların ağızlarını mühürle-yip
azalarını yaptıklarına şahit kılacaktır. O zaman el, göz,
kulak, ayaklar ve bütün azalar yaptıklarını söyleyecektir.
Allah Zülcelâl bu hususları Kur’an-ı Kerim’de
bizlere açık bir şekilde beyan buyurmuştur.
tevbe edenleri sever” buyurduğu ayeti kerimedir.
Bu yarışta başarılı olmamız için ikinci husus ise
Rabbimizin “Allah muttakileri sever.” buyurduğu
ayet-i kerimeye ittiba etmemizdir.
Evet, artık şunu bilmeli ve bunda asla şüphe
etmemeliyiz.
AllahTeâlâ Hazretlerinin “muttakileri ve çok
tevbe edenleri severim” buyurduğu bu ayet-i keri-melerin mana ve mahiyetlerini öğrenip hayatımızı
Rabbimizin emrettiği şekilde yaşayabilirsek Allah Zülcelâl Hazretleri tarafından sevilir ve bunun karşılığı
olarak da Allah Zülcelâl’ı hakkıyla sevebiliriz.
Allah Zülcelâl Hazretleri Kitab-ı İlahide beyan buyurduğu hakikatleri okuyup dinlediğimiz gibi
ya-şamayı da bizlere nasip buyursun.
Onun için yazan ve okuyan kardeşlerimizi “Hayırda yarışın” ilahi emrini ön plana alıp tefekkür etmelidirler.
Çok tevbe edenler saflarında bir araya gelerek
Allah Teâlâ’ya layık olduğu şekilde saygı gösterip Allah tarafından sevilen kullar içerisine girmeyi Rabbim
bizlere nasip buyursun.
“Hayırda yarışın” ayet-i kerimesini düşünmeye başlayacağımız nokta ise Rabbimizin “Allah çok
Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi çok tevbe
eden muttaki kullar üzerine olsun.
Peygamberimiz (s.a.v) “Bir ferdin defterinde çok istiğfar (tevbe) kaydedilmişse,Allah Zülcelâlonu sevdiği kullar içerisine alır.” buyurmaktadır.
14
Aralık
Zencefil
Sarımtırak bir renge sahip olan zencefil tropikal iklim alanlarında yetişir. Kökleri yumru şeklindedir ve toprağın10-15 belki 20 cm kadar altındadır. Türkiye gibi 4 mevsimi yaşayan değilde tropikal
alanları bulunduran Hindistan, Çin gibi ülkelerde
yetiştirilir ve tarihin çoğu döneminde kullanıldığı
araştırma kurumlarınca belgelenmiştir.
Zencefilin bitkisel şifa olarak kullanımının
olduğu birçok ülkede sıkça üretiliyor ve tüketimi
yapılıyor. Birçok derde deva olarak bilinen zencefilin Hindistan dolaylarında eklem rahatsızlıkları,
özellikle çocuklarda görülen şiddetli karın ağrısı
ve ölümle sonuçlanabilecek durumlarda kullanılır.
Farklı ülkelerin kültürleri, yaşayış biçimleri, atalarının tecrübeleri ülkeden ülkeye farklı kullanım
amaçlarının oluşmasına yol açmıştır. Ancak dünya
üzerinde bilinen ve zencefilin tanınmasında etkili olan zencefilin faydaları ise soğuk algınlığına iyi
gelmesi, hazımsızlıkları gidermesi, ishali önlemesi,
mide bulantısını geçirmesinde kullanılmasıdır.
Peki zencefili bu kadar önemli kılan ne ? İçeriği zencefili bulunmaz bir nimet kılıyor. Ve yaradana
sonsuz şüküre bir vesile oluyor. İçeriğini insanoğlu ne kadar bilebilir ki ? Ancak araştırmalara göre
uçucu yağların olması ve
fenol bileşikleri bu şifalı
bitkiyi önemli
kılıyor.
Zencefil bitkisi günümüzde baharat çeşidi
olarak raflardaki yerini alabiliyor. Zencefil otundan
elde edilen maddeler ile ekmek, pasta ve bazı likörler yapılıyor. Bunları yapmak için sonbahar beklenir. Yaprak döküp sararan zencefilin dış kabuğu
soyulur ve 24 saat kadar soğuk suda bekletilir ve
güneş yardımı ile kurutulur. Ve toz halini alan zencefil çeşitli ürünlerin eldesinde kullanılır.
Zencefilin faydaları saymakla bitmez
ancak biz birkaçını buraya yazalım.
• Mide ve bağırsakta meydana gelen gaz
spazmları, şiddetli ağrıları geçirir.
• Midede meydana gelen hazımsızlığı giderir.
• Metabolizmayı hızlandırır.
• Boğaz şişkinliklerini indirir.
• İshali kesmeye yardımcı olur.
• İştah açar.
• Kalbin daha düzenli ve sağlıklı çalışmasına
yardımcı olur.
• Etkili solunum almanıza ve rahat uyumanıza yardımcı olur.Zencefil
Bu saydıklarımızızın yanı sıra bulantıyı gideren zancefil son yıllarda kanser tedavisi için bir
umut olmuştur. Ancak bu yararları bazı durumlarda zarara dönüşebilir. Eğer iki yaşından küçük çocuklara zencefil verirseniz yada yetişkinlerde aşırı
dozda zencefil kullanırsanız bu kötü sonuçlar doğurabilir.
İnsanın Kendine Yaptığı İyilik
TEVBE
Abdullatif ACAR*
H
ata ve kusur insanın tinetinde, yaratılış hamururunda bulunan bir özelliktir. Nerede
insan varsa orada mutlaka hata ve günah
vardır. Ancak Peyganberler Allah’ın özel koruması
altında olduklarından, onlar bu durumdan istisnadırlar.
iz
Hepin
!
r
e
l
n
an ede
urtulu
k
i
k
z
“Ey im
i
n
b e e di
v
e
t
a
4-31)
’
(Nur 2
”
Allah
z
i
in
şa eres
16
İnsan, nefis ve şeytan gibi azılı düşmanlarla
imtahana tabi tutulmuş, buna nedenle kulluk vazifesini yerine getirebilmeleri hususunda kendilerine yol yordam gösterilimiştir, buna rağmen eşrefi
mahluk olan insan bazen yaratılış gayesini unutur.
Bir anlık gaflet, basit bir sapma, küçük bir ihmalkarlık dahi onu hemen günahın kucağına atar..
İmamı gazali Hz. diyorki:
Şer ademin tinetinde hayırla birlikte yoğrulmuş, kuvvetli bir hamurdur, onu ancak iki ateşten
biri kurtarabilir, nedamet ateşi yahut cehennem
ateşi. insan cevherini şeytan ve nefisin kötülüklerinden korumak için, yakmak zaruridir. Bu durumda
insana düşen bu iki ateşten kolayını seçmek” yani
Aralık
kalbimize bir kor gibi düşen pişmanlıkla yakmak günahlarımızı.
Peyganber Efendimiz bir hadisi şerifinde: “İnsan oğlunun hepsi günah işler, günah işleyenlerin en hayırlısı (işlediği günaha pişman olup)
tevbe edenlerdir”(1) buyuruyor.
Yüce Allah’ta kurtuluş vesilesi olarak tevbe
kapısını gösteriyor, merhametinin genişliğiyle bütün
müminleri oraya davet ediyor ve
buyuruyorki:
“Ey iman edenler! Hepiniz
Allah’a tevbe edinizki kurtuluşa eresiniz”(2)
Madem günahtan tamamen
korunmamız imkansızdır. İstikamet
üzere yürüdüğümüz yolda, düştüğümüzde, sürçtüğümüzde, belki
yüzü koyun yere kapandığımızda
çamura, toza, toprağa, ise, kire bulandığımızda, bize düşen, akıllıca
davranıp hemen düşdüğümüz yerden doğrulup üstümüzü başımızı silkeleyip, yolumuza devam etmektir.
Sonra o hatadan ders çıkarıp daha
dikkatli, bastığımız yeri görerek,
hata ve eksiklerimizi telaffi ederek, kur’an’ın rehberliğinde, Resülüllah’ın önderliğinde hakkın rızasına
ulaşmaya çalışmaktır.
Evet, hata her insanda bulunan bir özellik olduğu halde, tevbe etmek, ancak akıllı ve erdemli insanlara ait bir ayrıcalıktır. Onun için insan her zaman
kendini muhasebe etmeli, hatasını anlamalı, kibirden
ucuptan korunmalı, aziyetini itiraf etmeli, haddini aşmamalı, yarın herşeyin hesabını teker teker vereceğini unutmamalı, günah işlediğinde onun ızdırabıyla
adeta inim inim inlemeli, çıkış yolu aramlı, tevbe kapısına koşup, mağfiret kurnasından yıkanmalı.
Kainatın yaratılış sebebi Allah’ın Resülü(s.a.v.)
bile oraya koşarken bize durmak yaraşırmı?
Biz
güveniyoruz
Bizneyimize
neyimize
güveniyoruz
Kainatın efendisi (Aleyhisselatü vesselem)bile:
“Vallahi ben Allah’ın Resülü olduğum halde bana nasıl muamele yapılacağını bilmiyorum.”(3) buyuruyor. Örnek, önder Rasul bu haliyle
aslında insanlığa sorumluluk telkin
ediyor, ümitlenip, yaptıklarımıza güvenip kulluğumuzu unutmamamız
gerektiğini anlatıyor.
Belki onun gereği olarak ta
günde ‘yetmiş defa,’ bir başka rivayete göre ‘yüz defa’ tevbe ettiğini
ifade ederek bizlere örnek oluyor.(4)
Halbuki onun günahımı varki tevbe ediyor, isyanımı varki Allah’dan mağfiret talep ediyor bir
düşünelim!
Yine başka bir zamanda kendisine: “Allah senin geçmiş gelecek günahlarını bağışladığı
halde bu kadar fazla ibadetle
niye kendini yoruyorsun” dediklerinde, ‘Şükreden bir kul olmayayımmı”(5) cevabını vererek, Allaha, Allah olduğu için ibadet yapılması gerektiğini
ifade ediyor. Yoksa ne şekilde olursa olsun yaptığımız
ibadetler birşeylerin karşılığı olsun diye yapılmaz, hiçbirşeyin karşılığınıda zaten yerine getiremez. Yapılan
ibadetler O’nun rızasından başka bir şeye bağlanırsa
bir anlam da ifade etmez. Kulluk severek yapılan bir
şey olduğunda kıymet arz eder. Zoraki yapılan ibadet
değil, şükreden bir kul olmaktır asıl olan. Sevmekte
gönülden olduğunda kıymetlidir. İbadet ihlasla yapıldığında anlamlıdır. Tevbeyse pişmanlık olduğunda
tevbedir
“İyi ameller seni sevindiriyor, kötü ameller (günahlar) üzüyorsa
sen müminsin”
Aralık
17
Bir yönüyle baktığımızda tevbe ibadettir aynı
zamanda, hemde her an yapılması gereken, özellikle
günahlardan hemen sonra yapılan bir ibadet.. Günahlardan pişmanlık duymanın zamanı olmaz takdir
edersiniz ki... tevbeyle yakınlaşmak sözkonusudur
Allah’a. O’na dönmektir, hemde ondan gayrı herşeyi
arkada bırakıp dönmektir. Geriye bir daha dönmemek üzere dönmek.
Nasıl birNasıl
tevbe
bir tevbe
Yüce Allah buyuruyorki: “Ey müminler Allaha içtenlikle tevbe edin”.(6)
Biz buna nasuh tevbesi diyoruz. Nasuh tevbesi
bir daha dönmemek üzere; tevbenin bütün şartlarının yerine getirildiği, samimiyet ve ihlasla yapılan,
sağılan sütün memeye geri dönmediği gibi bir daha
günahlara dönülmeyecek olan tevbeye denir.
Peyganberizin (s.a.v.) de “Günahın keffareti
nedamettir.”(7) buyuruyor.
Pişmanlık tevbenin özüdür, Ruhudur, o olmadığında tevbe asla sözden öteye geçmez ve insana
da faydası dokunmaz. Hz. Alinin ifadesiyle, dil çabukluğu yalancılığın almetidir. Eyleme dönüşmeyen tevbenin hesabını bile vermek mecburiyetinde
kalabiliriz. Böyle bir tevbede tevbeye muhtaçtır büyüklerin ifadesiyle. zira sözle ifade edilen pişmanlık
yerine getirilmemiştir; dille kabin farklılığı sözkonusu
olduğundan ikiyüzlü davranılmıştır. hemde yalana
tevessül edilmiştir. Tevbe ahde vafanın gereğidir. Tevbe bataklıktaki, karanlıktaki bir insana uzanan, rahmanın elini tutmaktır. tevbe aciz olanın kadiri mutlak
olana itirafıdır. Tevbe günah zilletinden kulluk izzetine
tekrar kavuşmanın yoludur. Azılı düşman şeytan ve
nefise karşı kararlı bir duruş sergileyip Allahın dostluğunu kabul etmektir. Şeytanca tutumlardan vazgeçip,
Ademce bir birdiriliş, temizleniştir.
Mevlana Celaleddin Rumi gerçek bir tevbeyi ne
güzel anlatmış:
“Allah’ın lütüf ve keremine sığınırım düşüncesiyle, nefsin isteklerine uyup günah işleme, tevbe için
bir yanlış ve pişmanlık gerek, tevbeye bir şimşek ve
bulut gerek, gönül şimşeği çakmaz, göz bulutu yağmur yağdırmasa, öfke ve günah ateşi nasıl söner”(8)
Evet pişmanlıktır dedikya tevbeyle ilgili. Ancak
pişmanlıkta öyle ‘ol’demek le olabilecek Bir şey de
değil elbetteki, bu doğrudan insanın imanıyla, Allah’a
karşı teslimiyetiyle günahlar karşısındaki hassasiyetle
alakalı bir şey; bazı insanlar için küçük görünen bir
hata bile inim inim ,inleme, gözyaşı dökme sebebiyken başka birileri için büyükmü büyük günah bile
yerinden kımıldama nedeni olamayabiliyor maalesef
Böyle, günahlarla gönülleri, kararmış, hissiyatları körelmiş, insani özelliklerini kayıp etmiş olanlar
ne, gercek manada günahlardan pişman olurlar,
nede yaptıkları tevbeyle girdikleri sorumluluğun gereğini yerine getirirler.
Halbuki kainatın efendisi: “İyi ameller seni
sevindiriyor, kötü ameller (günahlar) üzüyorsa
sen müminsin”(9) buyurarak günah karşısında mümin olmanın kriterlerini ortaya koyuyor.
“Şüphesiz Allah çokça tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever”
18
Aralık
Arifler sultanı Bayazıd-ı Bestami bir veliden tevbe nin nasıl olması gerektiğini sorduğunda o Allah
dostu, kabul olacak, günah illetinden insanı kurtaracak tevbenin tarifini şöyle yapıyor:
Ancak, Allah tevbe etmeyenleri de zalim olarak
nitelendiriyor ve buyuruyorki.
“Kim tevbe etmezse işte onlar zalimlerin
ta kendileridir.”(10)
“Tevbe kökünü istiğfar yaprağıyla karıştırırsın,
Evet hemde kendi kendine zulmeden bir zagönül havanına koyarak tevhit tokmağıyla güzelce
hamur edersin, aşk ateşiyle içine bir mikterda mu- lim... Onun için günahlarla isyanlarla tevbe kendi
kendimize reva gördüğümüz zulümhabbet balı katarsın, sonrada sabah
den vazgeçip, kurtuluşa koşmaktır.
akşam, hamd ve sena kaşığı ile yemeye devam edersin artık sende gü“Ne dersiniz bu anne
Belki Hz Ademin ve eşinin,
nah illetinden bir şey kalmaz”
çocuğunu ateşe atarhatasını anlayıp “Ey rabbim biz
mı” dedi bizde : “Hanefsimize zulmettik, eğer bizi
Böyle bir tevbe görüldüğü gibi
bağışlamaz, ve bize merhamet
ancak şartları gerçek manada yerine
yır vallahi atmaz”
etmezsen biz mutlaka ziyana
getirmekle mümkündür.her ibadetin
dedik. Hz peygamber
uğrayanlardan oluruz... (11) denasılki şartları varsa tevbenin kabul
devamla: “Allahın
dikleri; Hz Musan’ın: “Rabbim ben
olmasınında bazı şartları vardır.Bu
kullarına
merhameti.
nefsime zulmettim beni bağışla
şartların birisinde bile eksiklik sözkoBu kadının çocuğuna
diye yalvarıp...(12) yakardığı bir
nusu olursa o yapılan tevbe Allah tasamimiyetle..
rafından kabule şayan tevbe olmaz.
olan şefkatinden daha
Bir tevbede bulunması gereken şartları ise şu şekilde ifade edebiliriz:
fazladır.”
Tevbe kendimize yaptığımız en
büyük iyiliktir. Tevbe, günahlarla O
rabbımızdan kaçıtığımızda / uzaklaştığımızda pişmanlıkla yine ona sığınmaktır.
1- İşlenen günahdan dolayı pişmanlık duymak.
2- O işlenen gunahı terk etmek.
3- O gunahı bir daha yapmamaya karar vermek.
4- Kul hakkını ,ilgilendiren bir günah sözkonusu olduğunda ise o kul hakkını ödemek ve helallik
istemektir..
Aralık
Evet başka kapı yok gidilecek. günahlar çok,
imtihan ağır. Sorumluluk büyük, öyleyse “Ey Rabbim
beni benden daha iyibilen, beni benden daha çok seven, bana, benden daha çok yakın ve merhameti
olan Allah’ım, bana merhamet et, Sen beni kapından
kovarsan ben kime gideyim, sen beni affetmezsen,
kim affedebilirki, bu kadar günah kütlesini ancak senin engin rahmetin eritebilir” diye dua dua yalvarmalı ve o tevbenin gereğini de yerine getirmeli.
19
Allah
kulunu
çok seviyor
Allah
kulunu
çok seviyor
Devamlı hata işleyen, asi bir evlat bile annesinden hem korkar, hemde yine onun koltuğunun
altına sığınır değilmi; hem ağlar, hem sızlar, hem de
ondan medet umar; dolu dolu gözlerle, alttan alttan
annesinin kendisini affetmesini bekler, elini omuzuna
uzatmasını, bağrına basmasını gözetler. Annede asla
evladının hata ve kusurlarını ifşa etmez, kimseye anlatmaz sokak sokak yaymaz, cezavermeyi gönülden
istemez. gözü gönlü hep onun saadetindedir. Kapıyı
yüzüne kapattığında dahi hep o kapının vurulmasını,
pişmanlık duyup,
evladının
evine
dönmesini bekler.
Gözü dışarda, kulağı, kapının tokmağında oradan
gelecek “anne ben
geldim beni affet
ben çok hata işledim biliyorum”
pişmanlık ifadelerindedir.
Halbuki
Rabb’ımız bize bir
annenin evladından daha çok merhametli, Ömer b. Hattap anlatıyor: müminlerle müşrikler arasında yapılan bir savaş
sonunda bir esir grubu Hz. Peyganbere geldiler, bu
sırada bir esir kadın bir o yana bir buyana koşarak
çocuğunu arıyordu. Çocuğunu esirler arasında bulup
hasretle bağrına bastı emzirmeye başladı bunu göre
Allah’ın Rasülü: “Ne dersiniz bu anne çocuğunu
ateşe atarmı” dedi bizde : “Hayır vallahi atmaz”
dedik. Hz peygamber devamla:
“Allahın kullarına merhameti. Bu kadının
çocuğuna olan şefkatinden daha fazladır.”(13)
Onun içindir ki yüce Allah :
“O kullarının tevbesini kabul eden, günahları bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir”(14)
diye kendisini tanıtıyor
“Şüphe yok ki tevbe edip iman eden, ve
salih amel işleyen sonrada doğru yol üzere
devem eden, kimse için son derece affediciyim.”(15) diyerek sadık bir tevbeyle, halis bir niyetle
kendisine dönenleri affedeceğini ilan ediyor.
“(Ey peyganberim)deki: ey kendilerine
yazık eden kullarım Allahın rahmetinde ümit
kesmeyin
Allah bütün günahları bağışlar
çünkü o çok
bağışlayan
ve
çok merhamet
edendir.”(16) diyerekte
günahların çokluğuyla
asla
ümitsizliğe
düşmemeyi, onun
rahmetinden ümit
kesmemeyi emir
buyurarak açılan
merhmet kapısına
kullarının koşmasını, o engin mağfiretiyle temizlenmelerini istiyor, böyle insanlardan
razı olacağını bildirerek te buyuruyorki:
“Şüphesiz Allah çokça tevbe edenleri ve
çokça temizlenenleri sever”(17)
Hemde öyle seviyor ki “Aziz ve celil olan
Allah gece günah işleyene sabaha kadar, gündüz günah işleyene de, tevbe etmesi için akşama kadar (ramet) elini uzatıyor,güneş batıdan
doğuncaya kadar bu böyle devam ediyor”(18)
“Ey müminler Allaha içtenlikle tevbe edin”
20
Aralık
Evet, yüce Rabbımız kulunun yalvarmasından
da hoşlanıyor. Çünkü bazen Allah için yalvarmak,
yakarmak, ağlamak sızlamak ta ibadet hükmündedir
belki gaflet içerisinde yapılan ibadetten de daha makbuldür. Çünkü günahlardan ızdırap duymak taklidi
bir davranış olamaz, dökülen göz yaşları pek yalan
söylemez.. Bu nedenle yüce Yaradan’a yakınlaşmaya
daha fazla vesiledir böyle bir durum.
üzerine, devenin dizginini tutarak sonsuz sevincinden yanlışlıkla, ‘Allahım sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim’ dediğindeki
sevincinden daha çoktur.”(19)
Evet, hiç sevinmeye muhtaç olmadığı halde seviniyor. Aslında o ‘sevgiyle’ kulunu sevindiriyor...
Öleyse...
Öleyse...
Bir kulun Yüce Allah’tan isteğeceğini sabırla
istemesi, hep o kapının aralanmasını boynu bükük
Issız çölde ihtiyaçların doruk noktaya ulaştıbir vaziyette beklemesi, gözünü ayırmadan oradan ğı, muhtaçlığın derinden hissedildiği bir zamanda,
gelecek rahmet esintilerini gözetlemesi, onun merha- kendini huzura, saadete taşıyacak, o çöllerde heba
metini celbeden en önemli vesiledir. Bunun neticesi olmaktan kurtaracak, umutsuzluğa umut, güvenolarak kimbilir belki, “Ey kulum basizliğe güven veren bir binek, vasıta
şını kaldır bu imtihanı kazanyakalıyorsun aslında kayıp ettiğidın mükafat olarak günahlarını
ni buluyorsun tevbeyle, bunu sen
tamaman affettim, belki onları
pişmanlıkla bahşedilen, tevbe diye
sevaplara tebdil ettim” müjdesi
isimlendirilen af ve mağfiret kapısı
olacaktır.
olarak düşün. Sevinmezmisin, seni
“Kim tevbe etsevdiği için. Bunu sana bahşedeni
Hem, affederken, hemde sevisevip tevbeyle ona dönmezmisin.
mezse işte onlar
niyor yüce Yaradan, kulunun tevbe
zalimlerin ta
etmesine. Bakın Peyganberimiz buHem tehlikelerle dolu bu yolyuruyorki:
da yüceler yücesi olan onun korukendileridir.”
masına giriyorsun, ihtiyacın olanlara
“Kulunun günahlarına tevkavuşuyorsun, ruhunu doyuruyor,
be etmesinden dolayı Allah’ın
imanını güçlendiriyor, teslimiyetini
sevinci, sizden birinizin ıssız
pekiştiriyorsun ve kaldığın yerden
çölde devesiyle giderken, onun
kulluğuna devam ediyorsun
üzerindeki yiyecek ve içecekler
ile birlikte elinden kaçırması üzerine bir ağaç
Evet kardeşim ıssız çöllerde olan sensin unutaltına gelerek ümitsiz (ve bitkin) bir halde yas- ma, yolun uzun, hem tehlikelelerle dolu. Hedefin
lanıp yattığında devesini yanıbaşında görmesi büyük, hayallerin var yine bir yerlerde yorulup göz
kapakların kapandığında, acziyetin
seni sarmaladığında, Rabbına sığın.
düşmanların pusuya düşürüp günaha sürüklediğinde onun büyüklüğünü anla ve ona tam bir teslimiyetle
dön. Dönde sana çok düşkün olan
Rabbınıda sevindir, sende sevin.
.................................................
*(Mahmut Sami Ramazanoğlu Camii İmam
Hatibi)
KAYNAKÇA
1 (İbni Mace, Züht,30.), 2 (Nur,24/31), 3 (Mecmauz, Zevaid,9/302), 4 (Muslim, Zikir4212.
IV,2076), 5 (Buhari, Müslim, Tirmizi), 6 (Tahrim,66/8), 7 (Rumuzul Ehadis,s.339), 8 (Mesnevi,c.,2), 9 (Ahmet,IV,397,V,251), 10 (Hucurat,49/11), 11 (A’raf,7/23), 12 (Kasas,28/16),
13 (Müslim, Tevbe,1,1 ıv, 2102), 14 (Şura,25)”,
15 (Taha,20/82), 16 (Zümer,39/53), 17 (Bakara;2/22), 18 (Müslim), 19 (Müslim, Tevbe 1.)
Aralık
21
“Allah, Sizi Bir Za’ftan Yarattı...”
Tevbe ‘dönmek’tir; kesin bir kararlılıkla günahtan dönmek, hatadan pişmanlık duyup vazgeçmektir. Zayıftır, acizdir insan. Zaaflarının ve aczinin farkında ise
hataları sebebiyle Allah’a sığınır, bir daha aynı hataya düşmemek için O’na söz
verir ve bunun için O’ndan yardım diler.
İnsan işlediği günah için tevbe etse, ardından gaflete kapılıp aynı günahı tekrar işlese de Allah’ın rahmeti sonsuzdur. Bu kucaklayıcı rahmeti nedeniyle defalarca tevbesini bozmuş da olsa, insan gerçekten nasuh/kesin bir tevbe ile Rabbine
sığınabilir.
“Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.” Azab size gelip çatmadan
evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım
edilmez. (Zümer Suresi, 53-54) buyurur Allah ve biz kullarını sonsuz rahmetiyle
müjdeler.
Pişmanlığın getirdiği içli bir ruh haliyle bağışlanma dilemek ve tevbe etmek,
kulluğun en katıksız ifadelerindendir. Tevbe, insanın sonsuz kurtuluşu için kapanmayan bir rahmet kapısıdır.
Allah kulları üzerine rahmeti yazar. İman etmemek için direnen kullarını da
elçileriyle ve Katından indirdiği kitaplarıyla sürekli doğru yola çağırır. Allah’ın günahları bağışlayan ve tevbeleri kabul eden olması, insanların cezalarını ertelemesi
ve onlara hayatları boyunca her an yeni fırsatlar tanıması, çok büyük rahmettir.
Eğer insanlar günahları nedeniyle hemen cezalandırılsalardı, Kur’an’ın da haber
verdiği üzere yeryüzünde canlı hiçbir varlık kalmazdı.
Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak
onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri
22
gelince ne bir saat ertelenebilir ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61)
Allah’tan uzak yaşayan insan, hata yaptığında hatayı düzeltmek yerine, ömrünün sonuna kadar bu suçluluk duygusuyla yaşamayı seçer. İşte bu şirke dayalı
şeytani bir pişmanlık duygusudur. “Eğer şöyle yapsaydım, böyle olmazdı”
gibi anlamsız sözler söyleyip, üzüntü, stres, korku gibi duygulara kapılmak yersizdir.
Allah’tan razı olmalı ve O’nun her olayı hayırla yarattığının bilincine varmalıdır.
Yaşadığımız her şey kaderde hayırla yaratılmıştır. Yapmamız gereken Allah’a
sığınmak, yapılan hata için bağışlanma dilemek, samimi tevbe etmek, bir daha
o günahı işlemeyecğimize dair Allah’a söz vermek ve bunun için O’ndan yardım
dilemektir.
Allah sonsuz merhamet sahibidir ancak kabul etmeyeceği bir tevbe de vardır.
Ölüm anı geldiğinde samimiyetsizce yapılan tevbe... Firavun gibi...
Allah’ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca:
“Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler, ne de kafir olarak ölenler
için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18)
Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir ve tevbe etmemiz gerekiyorsa,
karşımıza bir olay çıkarır ve tevbe ederiz. Allah ne yaptırmak isterse, ona uygun bir
durum yaratır; tümü Allah’ın rahmetindendir, böylelikle arınırız.
Nefsimizin bencil ve haris duygularından sıyrılmalı, tutkularımızdan arınmalıyız. Hatamız olmuşsa, geç olmadan hemen tevbe etmeliyiz. Kolumuzda kesik varsa, yara bandına bakmak yerine, hemen yaraya yapıştırmalıyız.
Elif ALACA
23
Zaman ve Mekâna Müslümanca Bakış
Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
B
çıkıldı
e
n
i
r
e
z
hızın ü
ş ilerr
a
i
v
b
a
i
y
l
l
a
Be
ah
ı
anın d
m
a
atırlar
z
s
a
u
d
b
n
ğı
den
z
fade e
i
i
isteme
n
i
r
ğ
e
t
s
i
ledi
a,
muciumuzd
ğ
ç
a
u
r
d
i
u
ok
nM
z
s.a.v.’i
z
i
ndimi
m
i
e
f
d
E
n
.
e
f
z
E
ru
e
tırlıyo
ötesin
a
h
n
ı
i
n
n
â
i
ek
z es
n ve m
ı
amlan
a
m
a
m
t
a
z
u
.
ğ
u
s.a.v
ayolcul
u
b
ı
de, yat
ğ
n
ı
d
ü
ğ
n
a
ü
uz
nd
’ye dö
duğul
e
u
k
b
k
e
k
ıc a
yıp M
ı gibi s
ğ
ı
t
k
a
r.
r
tmişti
e
ğını bı
e
d
a
nu if
24
iz farkında olalım ya da olmayalım, zaman
ve mekân kavramları hayatımızın tamamını kuşatır. Bizler bu dünyada insan olarak
zaman ve mekândan bağımsız bir şekilde ne yaşayabiliriz ne de düşünebiliriz. Zira zaman ve mekân
tarafından öylesine kuşatılmış bulunuyoruz ki, onların çevrelemediği bir alem, onların hükmünün
geçerli olmadığı bir boyut düşünemiyoruz.
Zaman ve mekân algımız, “yaratılmış” olmanın gereğidir. Zira biz biliyoruz ki, yaratılmış olan
her şeyin varlığı zaman ve mekânla kopmaz bir
ilişki içindedir. Bütün yaratılmışlar bir zamanda ve
bir mekânda var olmuşlardır mesela. Mekânsız bir
mahluk düşünemeyeceğimiz gibi, zamanın kuşatmadığı bir mahluk da tasavvur edemeyiz. Bizim
varlığımız, hareketlerimiz, doğumumuz, ölümümüz… hep bir zaman süreci içinde ve bir mekânda
olmaktadır.
İşin ilginç yanı şu ki, zaman ve mekâna bağımlı olan sadece bizler değiliz. Onlar da birbirle-
Aralık
rine bağımlıdır. Üzerinde zamanın hükmünün yürümediği bir mekân ve bir mekânda geçerli olmayan
zaman yoktur.
Zaman ve mekân hakkında bütün bu söylediklerimiz doğru olsa da, müslümanlar olarak bu iki
kavrama bakışımızı biraz daha ileriye götürmek için,
onlara biraz daha yakından bakmak durumundayız.
Onlar
da yaratılmıştır
Onlar
da yaratılmıştır
Zaman ve mekâna bağımlı olmamak sadece Allah Tealâ’ya
mahsustur. Zira zamanı da mekânı
da var eden O’dur. Yani zaman da
mekân da tıpkı bizler gibi birer yaratılmıştır; dolayısıyla onlar da diğer
mahlukat gibi O’nun hükmünden
ve emrinden bağımsız değildir.
“De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir? De ki:
Allah’ındır.” (En’am, 12) ayeti,
bütün mekânların ve o mekânlarda
bulunanların; “Gecede ve gündüzde barınan ne varsa O’nundur” (En’am, 13) ayeti de zamanın
ve zaman tarafından kuşatılan bütün varlıkların Allah
Tealâ’nın mülkü ve mahluku olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla Allah Tealâ mekândan olduğu gibi,
zamandan da münezzehtir.
İnsanın zaman ve mekândan bağımsız düşünemeyeceğini yukarıda söylemiştik. Bunun anlamı,
bizim tefekkür ufkumuzun zaman ve mekân içinde
var olan somut, mücessem ve müşahhas (elle tutulup gözle görülen, nesnel) varlıklarla sınırlı olmasıdır.
Oysa Allah Tealâ’nın yüce zatı, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11) ayetinin de ifade ettiği
gibi hiçbir şeye benzetilemez. Bu sebeple Efendimiz
s.a.v. bizi, Allah Tealâ’nın zatı hakkında tefekkür et-
mekten sakındırmış ve düşüncemizi, O’nun bahşettiği nimetlere yoğunlaştırmamızı tavsiye buyurmuştur.
(Bu konudaki rivayetlerin topluca zikri ve değerlendirmesi için bkz. es-Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene, 159)
Zaman
var, “zaman”
var
Zaman
var, “zaman”
var
Bizler zamanı, saat, güneşin ve ayın doğup
batması, mevsimler gibi göstergelerle müşahede ve
takip ederiz. Ancak zamanı mutlak olarak bu göstergelerden ibaret saymak, sabit ve değişmez olarak
düşünmek büyük bir yanılgıdır. Söz gelimi gecenin
bir vaktinde ağır bir hastalığın pençesinde kıvranan bir hasta için zaman çok ağır ilerler; sabah bir türlü
olmak bilmez. Keza hapiste olanlar
için “gün saymak” başlı başına bir
işkence gibidir. Buna mukabil, çok
sevdiği bir ortamda bulunan kimse
zamanın nasıl geçtiğini bilmez.
Bu örnekler, zamanın, içinde
bulunduğumuz ortama ve psikolojik durumumuza göre bizim için
değişkenlik gösterdiğini anlatması
bakımından önemli olmakla birlikte, daha önemli bir gerçek var: Zamanın değişkenliği.
Kur’an’da, “O (azap), derece ve makamların sahibi Allah’tandır. Melekler ve Ruh (Cebrail) oraya, miktarı (dünya yılıyla) elli bin yıl
olan bir günde yükselip çıkar.” (Me’âric, 3-4)
buyurulmuştur. Bu ayet, zaman mefhumunun bizim
bildiğimizden ibaret olmadığını, melekler için ve dünyanın dışında ayrı bir zaman mefhumunun söz konusu olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Aynı
istikametteki bir diğer ayette de şöyle buyurulur: “O,
gökten yere kadar olan bütün işleri düzenleyip
yönetir. Sonra da o işler, sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine yükselir.” (Secde, 5)
Zaman ve mekâna bağımlı olmamak sadece Allah Tealâ’ya mahsustur. Zira zamanı da mekânı da var eden O’dur.
Aralık
25
Bu ayetler vesilesiyle, bizim “geçmiş”, “şimdi” ve “gelecek” diye ifade
ettiğimiz zaman dilimlerinin Allah Tealâ
için kesinlikle söz konusu olmadığını bir
kere daha ve yakından idrak ediyoruz.
Kur’an’ın hükümlerinin ancak nazil oldukları dönemde geçerli olduğunu, günümüzde ise dünyanın hızla değiştiğini,
dolayısıyla o döneme mahsus hükümlerin yenilenmesi (Din’de reform yapılması) gerektiğini söyleyenlerin Allah
inancında ciddi bir arıza bulunduğunu
söyleyip durmamızın sebebi budur.
Allah Tealâ için “dün”, “bugün”,
“yarın” gibi kavramlar söz konusu edilemez. O, mutlak ilmiyle bizim için “dün” olan zaman dilimini nasıl
biliyorsa, “bugün”ü de “yarın”ı da aynı şekilde biliyor.
Öyleyse Din’in bazı hükümlerinin eskidiğini ve bugün
için geçerliliğini yitirdiğini söylemek, Allah Tealâ’nın
bizim yaşadığımız dönemi gereği gibi bilmediğini,
dolayısıyla bugünü tanzim etmeye elverişli hükümler
indirmediğini -hâşâ- söylemekten farksızdır.
Modern
bilim
de onaylıyor
Modern
bilim
de onaylıyor
Zamanın değişkenliğini modern bilim de itiraf etmektedir. Buna göre zamanın değişkenliği hıza
bağlı olarak ortaya çıkar. Bir örnek verecek olursak:
Aralarındaki yaş farkı dakikalarla sınırlı olan ikiz kardeşten birisini, ışık hızına yakın bir hızla hareket eden
bir uzay aracıyla uzaya gönderme imkânımız olsaydı,
döndüğünde dünyadaki ikizini kendisinden daha fazla yaşlanmış olarak bulacaktı. Keza 27 yaşındaki bir
babayı aynı şekilde uzaya gönderebilseydik, orada
dünyadaki zaman ölçüsüyle 30 yıl kalsaydı, geri döndüğünde 3 yaşındaki oğlu 33, kendisi ise 30 yaşında
olacaktı. (Paul Strathern, Einstein ve Görelilik Kuramı, 57). Rüyalarımızda da aynı şey olmuyor mu? En
fazla birkaç dakika süren bir rüyada birkaç gün süren
bir serüven yaşayanlarımız az mıdır?
Belli bir hızın üzerine çıkıldığında zamanın daha
yavaş ilerlediğini ifade eden bu satırları okuduğumuzda, ister istemez Efendimiz s.a.v.’in Miraç mucizesini
hatırlıyoruz. Efendimiz s.a.v. zamanın ve mekânın
ötesine uzandığı bu yolculuğu tamamlayıp Mekke’ye
döndüğünde, yatağını bıraktığı gibi sıcak bulduğunu
ifade etmiştir.
Gerek Miracı, gerekse Kur’an’da anlatılan Ehl-i
Kehf (mağara arkadaşları) olayını ve benzeri mucizeleri bizler mümine yaraşır teslimiyetle “inandık ve tasdik ettik” diyerek tam bir itminan içinde ve “mucize”
olduklarının bilinciyle kavrarız. Bunlara inanmak için
akıl ve bilim tarafından tasdik edilmelerini beklemeyiz. Zira biliriz ki, bazı çevrelerin “akıl, bilim…” diyerek itiraz ettiği bu ve benzeri hususların bir kısmını
aslında akıl da bilim de inkâr etmez; birçoğunda ise
akıl da bilim de yaya kalmıştır.
Varlıklar
arasındaki
Varlıklar
arasındaki
üstünlük hiyerarşisi
üstünlük hiyerarşisi
Zaman ve mekâna müslümanca bakışı konuşurken, mutlaka ifade etmemiz gereken bir başka
boyut daha var: Varlığı var eden, varlıklar arasında
belli mertebeler bulunmasını da murad etmiş. Mesela
insana bahşettiği akıl, irade gibi özelliklerle onu hay-
Kur’an’da, “O (azap), derece ve makamların sahibi Allah’tandır. Melekler ve Ruh
(Cebrail) oraya, miktarı (dünya yılıyla) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” (Me’âric, 3-4) buyurulmuştur.
26
Aralık
vandan üstün kılmış. İnsanlar arasında da belli bir üs- mekânların diğerlerine göre daha üstün olduğunu
tünlük sıralaması var. Müminler diğer insanlara göre bize haber vermektedir. Bunların başında Mescid-i
Allah Tealâ nezdinde mutlak bir üstünlük sahibidir. Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa gelir ki bunlar yeryüzündeki en mübarek mekânZira iman etmiş olmak, insanlık adına
lardır. Kur’an’da bu hususta birçok
sahip olabileceğimiz değerlerin en
“Gecede ve günayet mevcuttur. Bunlardan birinüstünüdür.
düzde barınan ne varsa
de Mescid-i Haram’ın bulunduğu
Müminler arasında da Peygamberler’in (hepsine salât ve selam olsun) müstesna bir mevkii
vardır. Onlar vahye, yani Yüce
Yaratıcı’nın kelâmına ve hitabına muhatap olmakla şereflerin
en üstününe nail kılınmışlardır.
Hatta onlar arasında da derece
farkı vardır (Bakara, 253). Müminler arasındaki üstünlük mertebeleri
muhtelif ölçütler çerçevesinde aşağıya doğru devam edip gider. Yazıyı
uzatmamak için bu mertebelerin ayrıntısına girmeyeceğiz.
O’nundur” (En’am, 13)
ayeti de zamanın ve
zaman tarafından kuşatılan bütün varlıkların
Allah Tealâ’nın mülkü ve
mahluku olduğunu ifade
etmektedir. Dolayısıyla
Allah Tealâ mekândan
olduğu gibi, zamandan
da münezzehtir.
Bu durum, varlığa hakim kılınmış bir ilâhî kanunun göstergesidir. Melekler ve insanlar arasında
bulunan bu üstünlük farkının, iyice düşünüldüğünde
diğer canlılar arasında da mevcut olduğu görülecektir. Söz gelimi kurban olarak kestiğimiz ve böylece
kendileri vasıtasıyla Allah Tealâ’ya yakınlık elde ettiğimiz hayvanlarla, istisnasız her şeyi haram kılınmış
olan domuzu aynı kefede görebilir miyiz?
Mekânlar
arasında arasında
Mekânlar
üstünlük farkı
üstünlük farkı
Buna benzer bir farklılık mekânlar arasında
da mevcuttur. Kur’an ve Sünnet, yeryüzündeki bazı
Mekke hakkında şöyle buyurulur:
“Çevrelerinde insanlar kapılıp
götürülürken bizim Mekke’yi
güvenli ve kutsal bir yer kıldığımızı görmediler mi? Hâlâ bâtıla
inanıp Allah’ın nimetini inkâr
mı ediyorlar?” (Ankebût, 67)
Mescid-i Aksa ve Kudüs’ün
fazileti hakkında da Kur’an’da şu
haberi görüyoruz: “Kulu Muhammed’i kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için geceleyin
Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü
noksan sıfatlardan münezzehtir.” (İsrâ, 1)
Kur’an’da ifadesini bulan bu hakikati Rasul-i
Ekrem s.a.v. Efendimiz daha bir açıklığa kavuşturmuş ve şöyle buyurmuştur: “Şu benim mescidimde (Mescid-i Nebi’de) kılınan bir namaz, başka
yerlerde kılınan bin namazdan daha üstündür.
Ancak Mescid-i Haram’da kılınan namaz bunun dışındadır. Zira Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz, burada (Mescid-i Nebi’de) kılınan 100 namazdan daha efdaldir.” (Ahmed b.
Hanbel, İbn Hibbân)
Yine şöyle buyurmuştur: “Üç mescit dışında (sırf içinde namaz kılmak maksadıyla) başka bir
mescide yolculuk yapılmaz: Mescid-i Haram,
benim mescidim (Mescid-i Nebi) ve Mescid-i
Aksa.” (Kütüb-i Sitte ve diğerleri). Ulema bu rivayetlerden hareketle yeryüzündeki en faziletli mekânların Mekke, Medine ve Kudüs olduğunu söylemiştir.
Bunların da kendi aralarında bir üstünlük sıralaması
vardır ki zikrettiğimiz sırayla Mekke, Medine ve Kudüs şeklindedir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 3/66-67)
Yeryüzündeki mukaddes mekânların en önemlileri bunlar olmakla birlikte, başka mukaddes mekânların da mevcut olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz.
Tâ-Hâ suresinde Hz. Musa a.s.’a hitaben şöyle buyu-
Aralık
27
rulur: “Musa ateşin yanına gelince kendisine
(tarafımızdan) şöyle seslenildi: Ey Musa! Muhakkak ki ben senin
Rabbinim. Hemen pabuçlarını çıkar. Çünkü
sen mukaddes vadide,
Tuva’dasın.”
(Tâ-Hâ,
11-12) Bu ayette Tuva vadisinin mukaddes bir vadi
olduğu açıkça zikredilmiş,
böylece o vadinin diğer
yerlere göre belli bir ayrıcalığa sahip bulunduğu
belirtilmiştir.
Bizim,
“Şerefu’l-mekân bi’l-mekîn” (bir mekânın üstünlüğü,
orada bulunanın üstünlüğü sebebiyledir) düsturundan hareketle, başta Efendimiz s.a.v.’in kabr-i saadetleri olmak üzere Sahabe, evliya, ulema ve şüheda
kabirlerine ayrı bir önem vermek, buralara türbeler
yaparak şereflendirdikleri mekânları anıtlaştırmak
şeklindeki geleneğimizin temeli de buraya dayanır.
Zamanlar
arasında
da
Zamanlar
arasında
da
üstünlük
farkı vardır
üstünlük
farkı vardır
Mekânlar arasında üstünlük farkı olur da zamanlar arasında olmaz mı? İlâhî kanun burada da işlemiş ve Kur’an’da mesela Kadir gecesinin bin aydan
hayırlı olduğu haber verilmiştir. (Kadr, 1-5). Kur’an
bu gece indirilmiştir ve yine bu gece Cebrail a.s. ile
melekler her türlü işi tedvir etmek için yeryüzüne inmektedir.
Gecelerin en üstünü Kadir gecesi iken, günlerin
en üstünü Cuma, ayların en üstünü de Ramazan’dır.
Bu hususlarda pek çok hadis-i şerif rivayet edilmiştir.
Teberrüken Ramazan’ın
fazileti hakkındaki rivayetlerden birini zikretmekle
yetineceğiz: “Ramazan
geldiği zaman Cennet’in kapıları açılır,
Cehennem’in kapıları
kapatılır ve şeytanlar
zincirlenir.”
(Buharî,
Müslim)
Ramazan’la birlikte
“Üç aylar” olarak isimlendirdiğimiz Receb ve
Şaban aylarına, Kandil
gecelerine, hatta sıradan
günlerde seher vakitlerine (gecenin son üçte birlik kısmından güneş doğana kadar geçen süreye) ayrı bir
ehemmiyet vermemiz, bu zaman dilimlerinin önemi
hakkında gelen Nebevî haberlere dayanmaktadır.
Yeri gelmişken burada bir noktayı belirtmekte
fayda görüyoruz: Şer’î günler akşamdan başlar. Her
ne kadar alışılageldiği şekliyle gün güneşin doğuşuyla başlayıp gece saat 24’e kadar devam ediyorsa da,
hicrî/kamerî takvim esasına ve zaman tayinine göre
gün akşamdan başlar, ertesi gün akşam sona erer.
Dolayısıyla geceler gündüzleri değil, gündüzler geceleri takip eder.
Bunun doğurduğu en önemli sonuç şudur:
Ramazan hilalinin görüldüğü akşam Teravih namazı
başlar. Çünkü Ramazan girmiştir. İzleyen gündüzde
de oruç tutmaya başlarız. Şevval hilalinin görüldüğü
akşam da Teravih namazı bitmiştir. Çünkü artık Bayram başlamıştır.
Kandil gecelerinin gündüzünde oruç tutulurken
de yanlışlıklar yapıldığı yaygın olarak görülmektedir.
Şer’î günler akşamdan başlar. Her ne kadar alışılageldiği şekliyle gün güneşin
doğuşuyla başlayıp gece saat 24’e kadar devam ediyorsa da, hicrî/kamerî takvim esasına
ve zaman tayinine göre gün akşamdan başlar, ertesi gün akşam sona erer.
28
Aralık
Mesela 7 Eylül 2006 Perşembe günü akşamı Berat
kandili idi. Bu kandilde oruç tutmak isteyenler 7 Eylül Perşembe günü değil, akşam kandili idrak ettikten
sonra 8 Eylül Cuma günü oruç tutmalıydı.
İrfan sahibi halkımız bu mühim noktanın farkında olduğu için Anadolu’da bazı yörelerde hâlâ Perşembe günlerine “Cuma akşamı günü” denmektedir.
Kandil gecelerinin gündüzünde oruç
tutulurken de yanlışlıklar yapıldığı yaygın olarak görülmektedir. Mesela 7 Eylül
2006 Perşembe günü akşamı Berat kandili idi. Bu kandilde oruç tutmak isteyenler 7 Eylül Perşembe günü değil, akşam
kandili idrak ettikten sonra 8 Eylül Cuma
günü oruç tutmalıydı.
Hayatın
mertebeleri
Hayatın
mertebeleri
Zaman ve mekân hakkındaki bu değerlendirmelere son bir hususu daha ekleyerek yazıyı bitirelim.
Varlıklar aleminde zaman ve mekânı, bizim bu dünya hayatında bildiğimiz/alıştığımız zaman ve mekândan ibaret saymanın ne büyük bir yanılgı olduğunu,
Kur’an’da ve Sünnet’te yer alan birçok ikaz ve haber
açık seçik bir şekilde dikkatimize sunmaktadır.
Mesela Kur’an’da şehitler hakkında şöyle buyurulur: “Allah yolunda katledilenlere ‘ölü’ demeyin. Bilakis onlar diridirler, ancak sizler (bunu)
hissedemiyorsunuz.” (Bakara, 154). Benzeri bir
diğer ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Sakın Allah yolunda katledilenleri ölmüşler sanmayın!
Bilakis onlar diridirler; Rabbleri katında rızıklanmaktadırlar.” (Âl-i İmran, 169)
Bu ayetler bize, bizim “ölüm” dediğimiz hadisenin herkes için aynı şekilde cereyan etmediğini
Aralık
açık bir şekilde ihtar ediyor. Şehit cenazesi görenler
bilirler; uzun yıllar önce şehit olduğu halde mübarek
nâşı hiç bozulmadan durur onların. Hatta ellerindeki silahı sıkı sıkıya tuttukları görülmüştür. Yıllar, hatta
yüzyıllar önce vefat etmiş bazı Allah dostlarının cenazesini görenler onların mübarek nâşının da bozulmadığını bilir.
Bütün bunlar bize, “hayat” dediğimiz hadisenin de mertebeleri olduğunu öğretmekte ve zamanı
tek boyutlu, sabit ve mutlak olarak algılamanın ne
büyük bir yanlış olduğunu açık seçik göstermektedir.
Bizler bu dünyada hayatın sadece bir boyutunu yaşıyoruz. Şehitler başka bir boyutunu, evliyaullah da bir
başka boyutunu yaşıyor.
Aynı şey mekân için de söz konusudur. İlgili
ayetlerin delaletini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak
sarahate kavuşturan mütevatir hadisler bize Hz. İsa
a.s.’ın yahudiler tarafından çarmıha gerilmek
istenirken göğe kaldırıldığını açık bir şekilde haber vermektedir. Zamanı ve mekânı daracık bir
pencereden gören bazı araştırmacılar, “Eğer Hz.
İsa a.s. göğe kaldırıldıysa orada ne yapar? Bunca zamandır nasıl yaşar? Ne yer, ne içer, nerede
barınır?” gibi sorular sorarak güya bu hakikati
inkâra yeltenirler. Bilmezler ki Hz. İbrahim a.s.’ı
yakmak üzere hazırlanmış çılgın ateşi gül bahçesine çeviren, yani zamana, mekâna ve mahlukata mutlak hakim olan Yüce Kudret, Hz. İsa
a.s.’ı yemekten, içmekten ve soğuk-sıcak gibi
arızî durumlardan etkilenmekten müstağni kılmaya ve binyıllarca yaşatmaya da elbette mutlak bir kudretle kadirdir…
29
Selefi İle Taklit ve Mezhepler Üzerine
Dr. İhsan ŞENOCAK
(Geçen Ay’ın Devamı)
Taklit Vaciptir
enizi,
d
a
f
i
z
ni
i
ederse
e
d
etmes
a
t
a
i
l
k
a
Müs
di t
ukalli
m
h edei
n
ı
h
s
m
a
a
t
v
a
de
şeklin
r
i
emaat
d
i
l
C
k
e
e
v
r
t
e
e
g
nn
klit
nkü Sü
ü
Ç
hidi ta
.
e
t
ç
ü
yim
nm
t
avamı
i
r
r bizza
e
o
l
y
i
m
i
l
m
t
A
ke
r.
i teşvi
n
i
s
e
üyorla
l
y
ö
etm
s
nu
olduğu
p
i
c
a
v
Selefi: Siz bu ifadelerle taklidi teşvik ediyorsunuz. Halbuki bütün bunlar ahad haberdir. Yani
zannidirler. Taklidi yeren ayetler ise Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. Yani en azından vurutları katidir.
Katiyet ifade eden deliller bağlamında şu ayetleri
zikredebiliriz:
“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiği zaman “Hayır” Biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya ataları
bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış
idiyseler?” 12
“Biz babalarımızı bir din üzere bulduk,
biz de onların izlerine uyarız.” 13
Bu ayetler, Yüce Allah’ın hükümlerini terk
edip atalarının geleneğine uyanları yermektedir.
30
Aralık
Mukallitlerde bu kapsamda değerlendirilir. Çünkü onlara bir problemin çözümü için Allah’ın ayetleri
ya da Hz. Peygamber’in sünneti
önerildiğinde – Kur’an’ın bağlayıcılığını, hadislerin sahihliği ve otoritesini bildikleri halde- sadece mezheplerine muhalefet gerekçesiyle
Kur’an’ın ilahî hükmünü ve Peygam-berin sünnetini kabul etmeye
yanaşmazlar.14 Bunun içindir ki,
Kur’an’ın zemmettiği taklidin caiz
olması, temel referansları Kur’an ve
Sünnet olan fıkhın genel kabulleriyle çelişir.15 Diğer taraftan Kur’an,
“(Ey Muhammed) dinleyip de,
sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidayet edip doğru yola ilettiği
kimseler onlardır. İşte onlar
akıl sahipleridir.”16 ayetiyle de
taklidi reddedip tefekkür ve araştırmaya yönelenleri övmektedir.
Hanefi: Ben taklidi teşvik
etmiyorum. Sadece manzaraya ait
fotağrafı gösteriyorum. Eğer buna
teşvik diyorsanız. Bu kelime vakıayı
ifade etmede yetersiz kalır. Müsaade ederseniz ifadenizi, avamın mukallidi taklit etmesi gereklidir şeklinde tashih edeyim. Çünkü Sünnet
ve Cemaat Alimleri avamın müçtehidi taklit etmesini teşvik etmiyor
bizzat vacip olduğunu söylüyorlar.
Ashabın avam kadrosuna
dahil olanlarının müçtehitleri taklit
ettiğini gösteren rivayetleri ahad
olmasından dolayı reddetmeniz ise
makul gerekçelerden yoksundur.
Çünkü ulema ahad haberle amel
etmenin vacip olduğu hususunda
fikir birliği içerisindedir.17
içtihatta mukallit için aynı derecede
bağlayıcıdır. Ayrıca Haberi ahad
niteliğindeki bir rivayetin ibadetle
ilgili konularda bağlayıcı olduğu
bizzat Hz. Resulullah’ın sünnetiyle
sabittir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)
tek bir kişinin sözlerinin “zan” ifade ettiğini bilmesine rağmen yine
de çeşitli bölgelere ibadet vb. konulardaki hükümleri öğretmeleri
için tek tek öğreticiler göndermiş ve
bölge halklarının gönderilen öğretici/sahabiyi taklit etmelerini taleb
etmişti. Allah Resulunün bu talebi
Haber-i ahadın bağlayıcı olduğuna
işaret etmektedir.18 Hakikat bu minval üzere iken sizin “zan”nı gerekçe
göstererek taklidin terk edilmesini
iddia etmeniz anlamsız bir kaygıdır.
Ayetlerin Yanlış İzahı
Taklidin haram olduğuna
delil olarak getirdiğin söz konusu
ayetler, nuzûl sebepleri, tarihi, tabiî
ve sosyo-kültürel bağlamları dikkate alınarak değerlendirildiğinde,
davanızın lehine değil aleyhine delildir. Çünkü ayetlerde yerilen taklit İslam öncesi kadim geleneğe ait
atalar diniyle alakalıdır.19
Müctehit İmamlar
Bu ayetleri Ebu Hanife (ya
da Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel)
gibi müçtehitleri taklit eden Müslümanlar aleyhine delil olarak kullanmanız cehaletten değilse ihanetten
mütevellittir. Çünkü bu bakış açısı
zımnen de olsa Ebu Hanife ya da
diğer müçtehit imamların (haşa)
Kur’an’dan daha farklı bir kitaplarının olduğuna ve insanları ona çağırdıklarına işaret etmektedir.
Ahad Haber
Tabakat kitapları -takvalarıAhad haber, “zan” ifade et- nı tartıştığınız- müçtehit imamların
mesine rağmen, müçtehit için nasıl Kur’an ve Sünnet’e bütün varlıklabağlayıcı oluyorsa, ona dayanan bir rıyla nasıl bağlı olduklarının tanıkla-
Aralık
rıyla doludur. (Konuşmanın akışını
bozmaması için örnek olarak sadece bir tanesinden bahsedeyim.) İbn
Hacer, Ebu Hanife’nin hayatıyla
ilgili kaleme aldığı “Hayratu’l-Hısan” adlı eserinde İmam’ın züht
ve takvasına dair şunları nakleder:
Sabahlara kadar uyumadan namaz kılardı, Bağdat’ta kaybolan
koyunun etinden yememek için
-çok sevmesine rağmen- yedi yıl
ağzına koyun eti koymadı, Allah
Resul’ünün “fayda sağlayan her
borç faizdir.” hadisine muhatap
olmamak için güneşin kavurucu sıcağında bekledi fakat borç verdiği
adamın evinin gölgesine yaklaşmadı. Allah’ın Kur’an’ın’da “Belhum
edal” diye nitelediği müşriklere
uymayla Ebu Hanife Hazretlerini
taklit etmeyi eşdeğer kabul edip ikisi içinde haram hükmünü vermek
hakikaten esef verici bir durumdur.
Atalar Dini
Ebu Hanife’nin ictihatlarını
taklit etmeyi Kur’an’ın yerdiği “atalar dini”ne uymakla özdeştirilmek
her şeyden önce ömrünü o anlayışı
reddetmeye adayan İmam’a haksızlıktır. O, Hz. Resulullah’tan gelen
bütün sahih rivayetleri baş tacı yapmıştır. Öyle ki Efendimiz-’den rivayet edilen hadislerle içtihatları çeliş-tiğinde “Hadis sahih oldu-ğunda
biliniz ki benim mezhebim odur.”
diyerek kesin tavrını koymuştur.
31
Bu yüzden Ebu Hanife ya da diğer
müçtehit imamları taklit etmekle
müşrik atalara uymayı aynı katagoride kabul etmek bir müslümana
yöneltilebilecek en büyük iftiradır.
Hadise karşısında söy-lenebilecek
en güzel söz, Haricilerin “Hüküm
yalnız Allah’ındır.” Ayetiyle istidlal edip Hz. Ali’ye karşı gelmeleri
sürecinde Halife’nin; “İfade doğru
fakat onunla batıl bir anlam hedeflenmektedir.” tesbitinden öte birşey
olamaz.
alimler, farklı bakış açılarından hareketle şu esasları belirlemişlerdir:
Zümer süresi (39/18) ile de
istidlal etmeniz de doğru değildir.
Mukallit, müçtehidin fetvâ
Çünkü mukallit Kur’an’dan istin- vermeye ehil olduğunu, ona fetbat edilen sözler içinden en güzele vâ sorma hususunda ittifak eden
uyunca neticede uymuş olduğu bu insanları görerek anlar.20 Çünkü,
sözü taklit etmiş olur. Bu durumda insanların müçtehide yönelmesi,
söylenenler içinde en güzele tabi aynı zamanda onun ilim ve takva
olmak da bir taklittir. En güzelin sahibi olduğuna işaret eder. Bu
tesbiti içtihatla olur. Avamda söz yüzden, -Gazzali, Âmidi ve İbn
konusu içtihadı taklit eder. Bu ayet
Hacib gibi fakihlerin de belirttiği
lehinize değil aleyhinize bir delilgibi- yaşadığı toplum tarafından bidir. Çünkü burada en güzelin taklit
linmeyen müçtehitlerden fetvâsıyla
edilmesi istenmektedir.
amel edilmez. Zira, bu durumdaki
bir müçtehidin kim olduğu, içtihat
Kanaatimce sizin asıl öğrenehliyetine gerçekte sahip olup-olmeniz gereken mesele mukallidin
madığı meçhuldür.21
güzel ya da en güzel içtihat sahibinin kim olduğunu nasıl tespit
Beydâvi başta olmak üzeetmesidir. Ayrıca Fadıl/daha üsre bir grup muhakkik fakihe göre,
tün müçtehit varken Mefdul/üstün müçtehidi taklit etmenin caiz mukallit farklı konularda müçtehidi
olup-olmaması ile alakalı hükümle- imtihan eder, ona bir takım sorular
yöneltir. Eğer müçtehit olduğunu
ri de etraflıca bilmeniz gerekir.
iddia eden kişi, verdiği cevaplarda
Müctehit Nasıl Bilinir? isabet ederse mukallit, onun müçtehit olduğuna hükmeder.22
Bir metni doğru okuyup-anlamaktan aciz, usul ve furu’ fukarası adamlar anlaşılan senin zihnini
de iğdiş etmişler. “Ben tez hazırladığım konuda mutlak müçtehidim”
ifadeleriyle seni sahih gelenekten
koparmışlar. Bu durumda sana
müçtehidin kim olduğunu ve nasıl
tesbit edilebileceğini anlatmam gerekir. Mesele üzerinde ihtilaf eden
32
Bir grup Şafii alime göre ise,
kişinin müçtehit olduğu, insanlar
arasında müçtehit kimliğinin şöhret
bulmasıyla bilinir.23
Ebû İshak Şirâzi’ye göre ise;
mukallit bir fakihin ictihat eden kişinin fıkıh bilgisi ve emanetinden
haber vermesi müçtehit olduğunun
kanıtlanması için yeterlidir. Çünkü;
müçtehidin kim olduğunu tespit etmek habere dayanır.24 Haberde de
ise tek kişinin şahadeti yeterlidir.
Bütün bu görüşler içinde kanaatimizce en doğru olanı, Şirazi’nin yaklaşımıdır. Çünkü avama
mensup bir mukallit, müçtehidin
ilmini ölçemez. Bu yüzden mukallit
fakihlerin beyanını dikkate almalıdır.
Selefi: Deliller içerisinde
hangisini daha kuvvetli bulursam
onunla amel ediyorum. Müçtehide
ihtiyacım olmadığından söylediklerin benimle alakalı değil. İstersen
tekrar taklidin haram olduğuna işaret eden ayetlere dönelim. “Eğer
bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete
gerçekten inanıyorsanız- onu
Allah’a ve Rasul’e götürün
(onların talimatına göre halledin)”25 ayeti, anlaşmazlık durumunda Kur’an ve Sünnet dışında
bir başka otoriteye başvurmanın
uygun olmadığını ifade etmektedir.
Taklitte müracaat edilen makam ise
ne Kur’an ne de Sünnettir.”26 Bu
yüzden Ebu Hanife, İmam Malik
ya da diğer müçtehitler meselelerin
çözüm merkezi kabul edilip taklit
edilemezler.
Sözde Red
Amelde Taklit
Hanefi: Satın alınan bir malı
görme muhayyerliği, şart muhayyerliği vb. hususlarda nasıl amel
ettiğini sorduğumda, cevap olarak
Ebu Hanife’nin ictihatlarını söyledin. Bildiğim kadarıyla ticaretle
de ilgileniyorsun. Taklidi reddeden
bir selefi olarak niçin yaptığın akitlerin meşruiyetiyle alakalı delilleri
araştırmadın? Taklide karşı çıkıyor-
Aralık
Ebu Hanife ile Muhammed Bakır arasında cereyan
eden konuşmada da görüldüğü gibi müçtehit imamlar
Kur’an ve Sünnet’i tartışmasız mutlak ölçü kabul etmişlerdir. Hayata göre bir İslam
değil İslam’a göre bir hayatın
mücadelesi içerisinde yer almışlardır.
sun fakat Ebu Hanife’yi hükümde
taklit ediyorsun. Halbu ki senin
tenkit ettiğin fakihler müçtehit
imamları delilde taklit ediyorlar.
Zeylai’nin Nasbu’r-Rayesi, Tahanevi’nin İ’lau’s-Sunen’i Ebu Hanife’nin yaptığı ictihatların delili olan
hadislerle doludur. Yani Hidaye
okuyan bir medrese talebesi bile
senin üstatlarından daha fazla hadis bilir. Fakat onlar bütün bunların yanında bir de hadlerini bilirler.
Sense hem cahilsin hem de cahil
olduğunu bilmiyorsun. Bu yüzden
taklit ettiğin müçtehitleri ümmetin
taklit etmesinin haram olduğunu
iddia ediyorsun.
Aklın ilminle müsavi olmadığından sözlerin havada kalıyor.
Ayetleri davama delil getireyim
derken kabulü gayri mümkün tevillere gidiyorsun. Yukarıdaki ifadelerin sahibi olmanız hasebiyle
gerçekten sizden şunu öğrenmek
istiyorum; herhangi bir problemin
çözümü için Kur’an ve Sünnet’i iyi
bilen bir alime başvurmak, o meseleyi Allah ve Rasulü’nün hükümleri
doğrultusunda halletmek değilmidir?! Sonra Kur’an ve Sünnet açıklayıcılar olmaksızın anlaşılsay dı
Allah Resulü Necran’a Yemen’e ya
da diğer bölgelere sadece Kur’an’ı
gönderirdi. Fakat öyle yapmadı.
Bu bölgelere Hz. Ali gibi Muaz b.
Cebel gibi müçtehit sahabileri gön-
Aralık
derdi. Kur’an’ın müfessirlerle gönÖrneğin Hanefiler, köpeğin
derilmesi Onun ancak açıklayıcılar- satışından elde edilen parayı Ebû
la anlaşılabileceğini göstermektedir. Hanife’nin içtihadıyla amel ederek,
-Hz. Peygamber’in (s.a.v.) haram
Kur’an ve Sünnet’in müfes- olduğunu bildiren hadisine rağsirler olmadan anlaşılabileceğini men- helal kabul etmişlerdir. Bu kaiddia etmek insanlara kapasitele- bulleriyle Allah Resulünün (s.a.v.)
rinin üzerinde bir sorumluluk yük- köpeğin satışından kazanılan paraleyecektir. Avam böylesine ağır bir nın caiz olmadığını bildiren hadisini
yükün altından kalkamaz. Bunun reddetmişlerdir.30
içindir ki, istidlal ettiğin ayet taklidin haram oluşunun değil, bizzat
Müctehit İmamların
gerekliliğinin delilidir.27 Çünkü anSünnet Anlayışları
laşmamazlık durumunda meseleyi
Kur’an ve Sünnet’e arz edip netiHanefi: Müçtehitleri taklit
celendirmek ancak müctehitlerin
etmeyle dinlerini tahrif eden Yayapabileceği bir ameliyedir. Karşıhudi ve Hıristiyan bilginlere uymalaştığı bir problemin cevabını ilmiyı eşdeğer kabul etmek ve ayetin
hal kitabından dahi bulup almada
kapsamını mukallitlerle birlikte
güçlük çeken insanları direkt olarak
müçtehitleri de kapsayacak şekilKur’an’la amel etmeye davet etmek
de genişletmek doğru bir yaklaşım
Allah Resulünün (s.a.v.) uygulamadeğildir. Çünkü taklit, tarihi olgusına muhalifdir.
ların da teyit ettiği gibi sahabeden
günümüze kadar devam edegelen
Eğer bu yaklaşımınız doğru
kadim bir gelenektir.31 Diğer tarafolsaydı, herhangi bir problemin
tan, taklit noktasında müçtehitlerle
çözümünü Buhâri ve Müslim gibi
“ahbar” ve “ruhban” arasında da
hadis mecmualarında araştırmak
bir bağlantı yoktur. Çünkü, Yahudi
da yanlış bir tavır sayılırdı.
ve Hristiyanlar bilginlerini helal ve
haram kılmada tek otorite olarak
Selefi: Peki şu ayete ne dikabul ediyorlardı. Fakat mukallityeceksiniz: “(Yahudiler) Allah’ı
ler müçtehitleri böyle değerlendirbırakıp hahamlarını; (hırıstimiyorlar. Bilakis, onların sözlerine,
yanlar) da rahiplerini ve MerAllah ve Rasulü’nün ifadelerindeki
yem oğlu Mesih’i rablar edinkapalılıklara açıklık getirip onları
diler. Halbuki hepsine de, tek
anlaşılır kıldıklarından değer veAllah’a kulluk etmekten başka
riyorlar.32 Ayrıca bütün müçtehit
bir şey emrolunmadı”28 Ayette
bahsi geçen bu iki millet, gerçekten
alimlerine ibadet etmiyor, sadece
onların helal gördüğünü helal, haram saydığını haram kabul ediyorlardı. Ebû Hanife, İmam Malik ve
Şafi’yi taklit edenlerin konumu da
tıpkı bunlar gibidir. Çünkü onların
haram gördükleri, yalnız imamlarından haram olduğu nakledilen,
helal gördükleri de yalnız imamlarından helal olduğu rivayet edilen
meselelerdir.29
33
imamlar sözlerinin ancak Allah ve
Resulünün sözüne muvafık olması
durumunda bir önem kazanacağını aksi takdirde duvara çalınmayı
hak ettiğini ilan etmektedir. Malik
b. Enes, müçtehit de olsa kimsenin
masum olmadığını ifade ederken
şunları söylemektedir: “Allah Resulü dışında ki herkesin sözü
kabul ya da reddedilebilir.”33
Bakış açıları İmam Malik’le ayniyet
arz eden Ebû Hanife de; “hadis
sahih olduğunda bilin ki benim mezhebim odur.”34 buyurmaktadır. Ebû Yusuf, İmam Malik’le karşılaştığında ona, bir ölçü
birimi olan “sa’ğ”ın miktarı, vakıf
konusu ve bir de taze sebzenin öşrü
hakkında ne bildiğini sorar. İmam
Malik bu konulara ışık tutan hadisleri tadat edince Ebû Yusuf, şöyle
der: “Ey Ebû Abdullah (İmam
Malik)! Senin, hadislere dayanan görüşüne döndüm, benim
gördüğüm bu delilleri, hocam
Ebû Hanife de görmüş olsaydı,
tıpkı benim önceki görüşümden döndüğüm gibi, o da görüşünden dönerdi.”35
Görüldüğü gibi müçtehit
imamlar, içtihat ettikleri konuyla
ilgili daha sonra farklı bir hadis-i
şerife rastladıklarında, hemen görüşlerinden vazgeçer ve hadise
göre fetvâ verirlerdi. Hadise rağmen bir hüküm belirtmişseler, ya o
hadis kendilerine ulaşmamış, yahut
da onun senet veya metninde bir
problem görmüşlerdir. Aksi takdirde, kendi görüşlerinden ya da bağlı
bulundukları müçtehitlerin (müntesip müçtehit olanlar) görüşlerinden dönmüşlerdir. Bu hususta Şafii
şunları söylemektedir:
“Benim görüşümün zıddına
sahih bir hadis bulduğunuzda alın
görüşümü duvara çalın. Yol üzerine terkedilmiş (amel edilmeyen) bir
34
hadis gördüğünüzde bilin ki benim lil olabilecek bir özellikte değildir.
görüşüm, o hadistir.”36
Çünkü mesele, fikhî hükümler noktasındaki taklitle alakalıdır. Halbuki
Aynı şekilde Ahmed b. Han- istidlal ettiğiniz hadiste geçen “ilim”
bel de insanlara mutlak doğru ola- kelimesinden maksat, ne içtihatta
rak yalnız Kur’an ve Sünneti kabul ne de taklitte aranmayan zorunlu
etmeyi tavsiye etmektedir: “Ne (yakin) bilgidir.40
beni ne Malik’i ne de Evzai’yi
olduğu gibi taklit edin. Onlar Hanefi, Maliki Gibi Nishükümleri nereden aldılar ve
beler Ümmeti Böler mi?
nasıl çıkardılarsa siz de aynı
yolu takip edin.”37
Selefi: Müslümanlar müçtehit imamlara nisbet edilerek farklı
Müçtehit imamları Kur’an ve
isimlerle anılıyorlar. Böyle bir nisSünnet’i hevalarına göre tefsir eden
bet yek vücut olması gereken ümkişiler olarak kabul etmek sonrada
metin bölünmesine yol açıyor. Halbu kabul üzerine onları taklit etmebuki Efendimiz (s.a.v.) zamanında
“Sahabi” olmadan gayri bir nisbe
yoktu.
Gerekli olduğunu söylediğin taklit Müslümanları farklılaştırmaktadır. Farklı müçtehitler farklı
nisbeler, farklı hükümler bütün
bunlar nasıl izah edilebilir. Hadise,
Kur’an’ın şu ayetiyle ne kadar da
örtüşmektedir: “Dinlerini parça
parça edip, gruplara ayrılanlar
nin caiz olmadığı görüşünü ikame varya, senin onlarla hiçbir iliş41
etmek her yönüyle tashihe muhtaç kin yoktur.”
bir düşüncedir.
Hanefi: Efendimiz (s.a.v.)
zamanında
“sahabi” olmadan öte
Ebû Hanife’nin köpeğin satılmasına ilişkin görüşüne gelince, id- bir nisbe yoktu; bu doğrudur. Fakat
dia edildiği gibi bu içtihadın hadis bununla istidlal etmeniz yanlıştır.
inkarıyla hiçbir şekilde ilişkisi yok- Çünkü saadet asrında yaşayanlar
tur. Hanefilerin bu konudaki yak- Efendimiz’e arkadaş olarak nisbelaşımı, onların hadisleri anlama ve lerin en üstününe ulaşmışlardır. En
değerlendirmedeki metodolojile- üstünü terk edip başka bir nisbe ya
riyle alakalıdır. Nitekim, Hanefiler, da adla anılmak mükemmeli basit
bu hadisin Ebu Hureyre’nin rivayet muşahhasla değiştirmek anlamına
ettiği başka bir hadisle tahsis edildi- gelir.
ğini içtihat ve araştırmanının vacip
Sahabe içerisinde abitler, zaolduğuna, bunların karşıtı taklidin
ise caiz olmadığına delalet etmek- hitler hatta Hasan Basri’nin Müçtehit imamların farklı bölgelerde ikatedir.
met etmeleri birbirlerinden istifade
Hanefi: İstidlal ettiğiniz bu etmelerine engel olmadı: Ebu Hahadis konuştuğumuz konuya de- nife, Hz Ali ve İbn Mesud’un irfanla
Aralık
doldurduğu şehir; Küfe’de yaşamasına rağmen ben oldum demedi
İmam Malik’in kitaplarını mutalaa
ettti. İmam Malik’te Hicret yurdu;
Medine’nin müctehidi olmasını gurur vesilesi yapmaksızın, Medine’ye
her gelişinde Ebu Hanife’yi buldu
ve meseleleri ona arz etti. Öyle ki
İmam Malik’in yanında Ebu Hanife’ye ait altı bin fetva vardı.
Mezhepler arasında usulde
ihtilaf yoktur. Furu’da ise ittifak
edilen hususlar ihtilaf edilenlerden
daha çoktur. Fıkhi meselelerin üçte
ikisi mezhepler arasında ayniyet arz
eder. Geri kalan üçte bir ise belli
bir mezhepte takva dairesinde ele
alınırken başka bir mezhepte fetva
dairesinde değerlendirilmektedir.
Yani hadiseye bir mezhep ihtiyatla
bakarken başka bir mezhep kolaylık ekseninde yaklaşmaktadır. Farklı
isimler altında muazzam bir birliktelik vardır.
Müçtehit imamların farklı
bölgelerde ikamet etmeleri birbirlerinden istifade etmelerine engel
olmadı: Ebu Hanife, Hz Ali ve İbn
Mesud’un irfanla doldurduğu şehir; Küfe’de yaşamasına rağmen
ben oldum demedi İmam Malik’in
kitaplarını mutalaa ettti. İmam Malik’te Hicret yurdu; Medine’nin müctehidi olmasını gurur vesilesi yapmaksızın, Yusuf, İmam Muhammed
ve Şafi’ye talebelik yaptı.
Müctehit imamlar birbirlerinin eserlerini dikkatle okudular.
Gençler, yaşca büyük olanların
ders halkalarına oturdu. Yeri geldiğinde de hiç yüksünmeden büyük
olanın azametini ifade ettiler. İmam
Malik Ebu Hanife için; “Ben öyle
bir adam gördüm ki, eğer şu
odun direğin altın olduğunu
iddia etse muhakkak ki onun
altın olduğuna dair delilleri
ikame edebilir.” Şafii ise; “Fakihler Ebu Hanife’nin çoluk
çocuğu mesabesindedir.” buyurmaktadır.
lerinden daha üstün bir konuma
sahip olmaları gerekir. Bir başka
deyişle, eğer taklit caiz olsaydı, elbetteki bu fakih sahabilerden her
biri, kendilerine uyulmaya müçteBütün bu ilişkiler müçtehit hit imamlardan daha layık olacakimamların bir aile olduklarını, bir- lardı.42
birlerinden istifade ettiklerini göstermektedir. Hakikat bu minval
Hanefi: Konuşmanın akışı
üzere iken mezhepler birbirine kar- içerisinde defalarca Saadet Asşıdır, nevinden mesnetsiz ifadeler rındaki müçtehitlerin sayıca sınırlı
sarf etmek, ezbere konuşmaktan olduğunu, ashabın çoğunluğunun
öte bir anlam taşımaz.
onları taklit ettiğini ve müçtehit
Yahudi ve Hristiyanların dinlerini parça parça edip gruplara
ayrılmalarını “Hanefi”, “Maliki” ya
da”Şafii” olmakla eş değer kabul
etmeniz ise “kıyas meal farık”tır.
Çünkü -yukarıda da izah edildiği
gibi- mezheplerin görüşleri büyük
oranda aynıdır. Dört mezhepte Allah Resulunun “Ma ene aleyhi ve
ashabi/Ben ve ashabımın üzerinde
olduğu yol” ifadelerinde kendini
bulan Sünnet ve Cemaat anlayışı üzerine bina edilmiştir. Her bir
mezhebin müntesibi diğerinin arkasında namaz kılar, mezhepler arası
geçişi meşru kabul ederler. Çünkü
özde tamamı Kur’an ve Sünnetten
neşet etmiştir.
Selefi: Taklidin meşru olması
halinde Ömer b. Hattab (r.a.) (ö.
23/644), Ali b.Ebi Talib (r.a.) (ö.
40/661), İbn Mesud (r.a.) ve diğer
fakih sahabilerin taklit edilme hususunda sonraki dönem müçtehit-
Aralık
Taklidin haram olduğuna
delil olarak getirdiğin söz konusu ayetler, nuzûl sebepleri,
tarihi, tabiî ve sosyo-kültürel
bağlamları dikkate alınarak
değerlendirildiğinde, davanızın lehine değil aleyhine delildir.
sahabilerin de samimi bir şekilde
içtihatlarını mukallitlere bildirdiklerini kaynaklarıyla arz ettim.43 Bütün bunlardan sonra hala müçtehit
sahabilerin avam tarafından taklit
edilmediklerini iddia ediyorsanız
malumatınızın tarihi gerçeklerle
örtüşmediğini söylemeden öte size
ne diyebilirim ki?!
Niçin Aynı Ayetten
Farklı Hükümler Çıkar?
Selefi: Bir önceki fasılda
mezhepler arasında muazzam bir
birlikteliğin mevcudiyetinden bahsettiniz. Bütün mezheplerin Kur’an
ve Sünnetten neşet ettiğini söylediniz. Peki şu örneklere ne diyeceksiniz: Abdest alınırken başa mesh
edilmesi hadisesinde her mezhep
farklı bir hüküm beyan ediyor. Yine
“Lamestumu’n-nisa/kadınlarla cinsel ilişkiye girdiğiniz zaman” ayeti
Hanefilerle Şafiler arasında derin
35
ihtilafların nedeni… Zannediyorum
Şafi’ye göre “ba” harfi cerri
bu örneklerin “esasta birliktelik” teb’iz/bölümlere ayırma” anlamınadına söylediklerinizle bağdaşma- dadır. Buna göre kişinin başının üç
dığını kabul ediyorsunuzdur?
tane tüyüne mesh etmesi yeterlidir.
İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel’e
Hanefi: İfadelerinde bir red- göre ise “ba” zaittir. Dolayısıyla
dediş var. Birilerinin oyununa gelip mükellefin başının tamamını mesh
Sahih Geleneği reddetmenin hazzı- etmesi gerekir.
nı yaşıyorsun. Kendine göre açıklar
tesbit edip saldırıyorsun. Ne var ki
“Lamestümü’n-Nisa” ayeti
zayıf gördüğün hususlar muhkem ile alakalı mütalalarınız da hadiseyi
kaleler gibi sağlam esaslar üzerine gereği gibi ifade etmekten acizdir.
ikame edilmiştir. Fakat hükümlerin Taşların yerli yerine oturması için
delillerden nasıl istinbat edildiği- öncelikli fakihlerin bu konudaki içni bilmeyişin seni yanıltmaktadır. tihatlarını hatırlamamız gerekmekBu yanılgı neticesinde mezheple- tedir.
ri farklı doğruları olan oluşumlar
olarak değerlendiriyorsun. Yani
Fukaha kadına el ya da diğer
azizim yine sevinemeyeceksin. duyu organları ile dokunan kişinin
Çünkü Maide süresinin 6. ayetinde abdestinin bozulup-bozulmaması
emredilen “mesh” ile alakalı mez- noktasında farklı görüşler beyan
heplerin farklı hükümler vermesi etmiştir. Bu doğrudur. Nitekim ŞaKur’an-ı Kerim’in anlam zenginli- filere göre erkek ve kadın arasında
ğinden kaynaklanmaktadır. “Ba- perde ya da örtü gibi engelleyici
şınızı meshedin.” Ayetindeki “bi nesneler olmaksızın dokunma gerruisikum” kelimesinin başında yer çekleşirse bundan lezzet alınsın ya
alan “ba” harfi cerri Ebu Hanife’ye da alınmasın ittifakla dokunanın bir
göre “İlsak/yapıştırma, dokundur- rivayete göre de dokunulanın abma” anlamındadır. Mesh aleti eldir. desti bozulur. Kadını öpmekte ona
Alet olan el miktarı kadar bir bölge- dokunmak gibidir.44
yi mesh etmek gerekir. Elde başın
dörte birine tekabul eder. GördüAhmet b. Hanbel kadına
ğün gibi Ebu Hanife’nin ictihadı dokunma ve öpmenin mahiyetine
Kur’an’a dayanmaktadır.
bakar; Erkeğin kadına şehvetle dokunması ya da onu öpmesi abdesti bozar, dokunma şefkatle olursa
bozmaz diyor. İmam Malik öpme
ile mutlak olarak abdestin bozulacağını söylerken dokunmanın şehvete yönelik olmasını şart koşar.
Hanefilere göre ise hiçbir şekilde
kadını öpme ya da ona dokunma
abdesti bozmaz.45
Bu konuda birden fazla görüşün oluşmasının arka planında
dokunma anlamına gelen “Lems”
kelimesinin Arap dilinde “müşterek” lafız olması yatmaktadır. Usul
ilmine göre Kur’an ya da Sünnet’te
36
yer alan bir lafız, sözlük anlamıyla
ıstılah anlamı arasında müşterek
olursa ıstılah anlamına göre anlaşılması gerekir. Eğer lafız iki ya da
daha çok sözlük anlamı arasında
müşterek olursa bu takdirde müçtehit tarafından bir takım deliller
kullanılarak lafzın tek bir anlama
indirgenmesi sağlanır. Müşterek bir
lafız iki ya da daha çok kaç anlama
geliyorsa, lafızdan anlamların hepsini almak doğru değildir.46 Çünkü
böyle bir ameliye karışıklığa sebep
olur. Burada müşterek lafzın ikinci
boyutu vardır. Yani “lems” lafzındaki “iştirak” (müştereklik) sözlük
anlamları arasındadır. Müçtehitlerin bir bölümü “lems” kelimenin
elle dokunma anlamını içerdiğini
söylerken Hanefiler “lems”in cinsel ilişkiden kinaye olduğunu ileri
sürmektedirler. Buna göre abdest
ayetindeki “lamese”den maksat
kadınlara dokunmak değil, onlarla
cinsel ilişkiye girmektir. Yani Hanefi fakihlere göre ayetteki müşterek
lafız cinsel ilişki, diğer meşhur üç
mezhep imamına göre ise dokunma anlamındadır.47
Üzerinde konuştuğumuz abdest meselesi dahil mezhebler arasında ihtilafa medar olan bütün
hususlarda telfike düşmeme şartıyla Selefi: Hem avamın müçtehidi taklit etmesinin gerekliliğinden
bahse-diyor hem de bir nevi taklit
olan telfikin haram olmasından söz
ediyorsun. Bu bir tezat değil midir?
Hanefi: Telfik yapılarak ulaşılan
hüküm eğer hiçbir mezhepte mevcut değilse bu durumda mukallit içtihat yapmış olur. İçtihat için
gerekli malumata sahip olmayan
kişinin içtihat yapması ise haramdır. mukallitlerin farklı mezheblerin içtihatlarından istifade etmeleri
caizdir. Eğer aralarında usulde bir
ihtilaf olsaydı şüphesiz bu caiz olmazdı. Hadiseyi daha anlaşılır bir
Aralık
hale getirmek için müşterek bir lafız
olan “lems” kelimesinden hareketle
bir örnek verelim: Şafii mezhebine
bağlı bir mukallit, şehvet amacı ile
olmayan bir dokunma ile abdestin
bozulmayacağını söyleyen İmam
Malik’i, Onun abdest için ön gördüğü başın tamamını mesh etme,
tertip ve uzuvları peşi sıra ara vermeden yıkama gibi vaciplere riayet ederek48 taklit etse, caiz-midir?
El-Cevap caizdir. Yani bu durumdaki bir Şafii, abdestin bozulmaması noktasında İmam Maliki taklit
edebilir.
Selefi: Müçtehit imamların
mesh ile alakalı hükümlerde ya da
diğerlerinde farklı içtihatlara ulaşmalarının arka planında ilmi hakikatlerin olduğunu anladım. Fakat
şunu merak ediyorum: Serahsi gibi
bazı “muhakkik” fakihler müçtehit
imamların aynı konularda farklı
içtihatlara ulaşmalarına etki eden
başka amillerden de bahsediyorlar,
siz bu söylenenleri ilmi buluyor musunuz?
İnsan Hayatının Mükemmel Okunuşu: İctihat
Telfik Niçin Haram?
Hanefi: Müçtehitler her hangi bir konuda hüküm verirken nassın müsaade ettiği ölçüde insanların maslahatını dikkate almışlardır.
Bunun içindir ki İmam Şafii Mısır’a
gittikten sonra halkın ihtiyaçlarını
dikkate alarak bazı fetvalarında deHanefi: Telfik yapılarak ulağişikliğe gitmiştir.
şılan hüküm eğer hiçbir mezhepte
mevcut değilse bu durumda muHadiseyi bir örnek bağlamınkallit içtihat yapmış olur. İçtihat için
da izah edersek şunları söyleyegerekli malumata sahip olmayan
biliriz: Nisa 4/43’de teyemmümü
kişinin içtihat yapması ise haramgerektiren haller bahsinde zikredidır.
len ve kadına dokunma anlamına
Hadiseyi şöyle bir örnekle gelen “lamese” kelimesini Ebu Haizah edeyim: Abdest alan kişi vü- nife’nin cinsel ilişki, İmam Şafii’nin
cudundan kan aktığında, “kanın ise kadına dokunma anlamında
akması abdeste engel değildir” di- algılamalarına ayet lafzının yanı
yen İmam Şafi’yi, kadına dokun- sıra yaşadıkları çevrenin coğrafi ve
duğunda ise; “kadına dokunmay- sosyo-kültürel şartlarıda etki etmişla abdest bozulmaz” diyen Ebu tir. Genellikle kırsal bölgelerde yaHanife’yi taklit ederek hükümde şayan insanlara hitap eden İmam
telfik yapsa, böyle bir ameliye caiz Şafii’nin “lamese” kelimesini kadıdeğildir. Çünkü hem kanın akması na dokunma anlamında algılaması
hem de kadına dokunma ile abdes- insanlara artı bir meşakkat getirtin bozulmayacağını söyleyen hiç mediği gibi onları kadınlarla halvet
bir müçtehit olmadığından ortaya olup kötü yollara düşmekten de
çıkan yeni hüküm bir içtihat olur. alıkoymaktadır.
Sahibi de içtihada ehil olmadığınDağlarda ya da geniş arazidan harama irtikap etmiş addedilir.
Görüldüğü gibi tezat, teflikle taklit lerde yaşayan insanların abdestli
arasındaki münasebette değil, doğ- hallerinde birbirlerine değmeleri
mümkün değildir. Hadisenin bu
ru bilgi ile senin arandadır.
Selefi: Hem avamın müçtehidi taklit etmesinin gerekliliğinden
bahsediyor hem de bir nevi taklit
olan telfikin haram olmasından söz
ediyorsun. Bu bir tezat değil midir?
Aralık
boyutu kolaylığı temin eder. Ayrıca
nüfüs yoğunluğu itibariyle sayıları
az olan insanların yaşadıkları geniş
arazilerde (kadın-erkek) birbirlerine yaklaşmaları/dokunmaları şehevi duyguların tetiklenmesine sebep
olur. Bu açıdan da içtihat koruyucu
bir anlam içermektedir.
Şehir kültürünün hakim olduğu bir ortamda yaşayan Ebu
Hanife’nin ise “lamese” kelimesini cinsel ilişki anlamında alması,
fukahanın fıkhi meseleleri tasavvur ederken maslahatı ne derece
dikkate aldıklarını göstermektedir.
Medeni (şehirli) insanlara hitap
“Ben öyle bir adam
gördüm ki, eğer şu
odun direğin altın olduğunu iddia etse muhakkak ki onun altın
olduğuna dair delilleri
ikame edebilir.”
eden Ebu Hanife, muhataplarının
dar mekanlarda/caddelerde izdiham halinde yaşadıklarına tanık
olduğundan kadına dokunmayla
abdestin bozulmayacağını söylemiştir. Aksi takdirde camiye gitmek
için insan yoğunluğu olan bir caddeden geçmek zorunda olan ve
bu geçiş esnasında gayri ihtiyari
olarak bir kadına dokunan (ya da
tavaf esnasında kadına değen) herkes yeniden abdest almak zorunda
kalacaktı.
Aynı bakış açısını diğer ihtilaflı meselelere de teşmil edebilirsin.
37
Selefi: Nasıl yani?
Hanefi: Mesela imamın arkasında cemaatin “fatiha” yı okuyup-okumaması hadisesi… Ebu
Hanife’nin okumama, Şafi’ninse
okuma yönünde içtihat etmelerine
ayet ve hadislerin49 yanı sıra insanların sosyo-kültürel durumu da etki
etmiştir. Şöyle ki, Hanefiler şehirlerde toplumsal bilincin egemen
olduğu bölgelerde yaşadıklarından
sorunlarını cemaat şuuru içerisinde çözmeye çalışırlar. Bir hadise
karşısında tek tek konuşma yerine
sözcüler
/mümessiller/dernekler
vasıtasıyla sorunlarını arz ederler.
Şafilerse genellikle köylerde ikamet
ettiklerinden sıkıntılarını ferden ferda arz etme yolunu tercih ederler.
Ancak böyle tatmin olabilirler. Namaz da, bütün sorunları çözen Allah Teala’ya halleri arz ediştir, münacattır. Ebu Hanife’ye göre imam
bütün cemaat adına Allah Teala’ya
münacaatta bulunur. Cemaat bunu
yeterli bulur. Fakat İmam Şafii aralarında yaşadığı insanların halet-i
ruhiyelerini dikkate alarak ayrı ayrı
fatiha okumayı, ferden ferda münacatta bulunmayı uygun görür.
Tabi ki müçtehitler bütün bu açılımları nassların müsaade ettiği sınırlar
çerçevesinde yaparlar.
hakikatini değiştirdiklerine işaret et- üzerine kıyas yaparak İslam’ın özümektedir. Böyle bir yaklaşımın ne- ne muhalif bir tavır içinde olduğu
anlatılır. Bir gün Muhammed Bakır
resine fıkıh diyebiliyorsun?
Medine’de Ebû Hanife ile karşılaşır
Hanefi: Söylenenleri an- ve ona, “sen kıyasla amel ederek
lamamakta ısrar ediyorsun. Ben dedem Hz. Peygamber’in (s.a.v.)
müçtehitlerin
içtihat
ederken sünnetine muhalefet ediyorsun
Kur’an ve Sünneti mutlak anlamda öyle mi, diye sorar?”
bağlayıcı kabul ettiklerini, maslaha-Ebû Hanife; “bu ithamdan
tı ise sadece Kur’an ve Sünnet’in
müsaade ettiği meşru ölçüler dahi- Allah’a sığınırım. Sen konuşmana
linde dikkate aldıklarını söyledim. dikkat et ki; ben de sana karşı üsluAksi bir maslahat şer’i dilin ifade- buma dikkat edeyim. Çünkü Allah
siyle; “maslahat-ı mülga”dır ki ona Resulunün (s.a.v.) ashabına üstünhiçbir müçtehit itibar etmemiştir. lüğü gibi, seninde diğer insanlara
üstünlüğün var…”
Muhammed Bakır ve
Ebû Hanife
Müçtehit imamların maslahatı dikkate alarak içtihatta bulunmalarını Kur’ani ifadeleri değiştirmek
olarak telakki etmek zati alileriniz
adına ciddi bir bilgi fukaralığına
işaret etmektedir. Fakat fukaralıkta
yalnız değilsin, kadim zamanlara
değin dostların var. Çünkü müçtehit imamlar hakkında bu nevi
ifadeler sarf eden ne ilk ne de son
kahramansın! Örneğin Ebu Hanife
hakkında benzer ithamları gündeme getirenlerin nesebi ta Muhammed Bakır’a (r.a.) (ö. 114/732)
(Aslında Muhammed Bakır burada
Selefi: Bu söylediklerin müç- masumdur. Çünkü Onun sorgusu,
tehitlerin bir takım ferdi ve ictimai Ebu Hanife’yi tanımamasından
kriterleri dikkate alarak Kur’an’ın kaynaklanmaktaydı.) uzanır. İki
imam
arasında
ki konuşma eğer
dikkatle dinlersen
senin için de “efradını cami’ ağyarını mani’” bir
cevap olacaktır:
Bu ifadeler üzerine Ebû Hanife, Muhammed Bakır’a; “Sana
üç tane soru soracağım bana cevap
ver” der. Verdiğim cevaplar aklı mı
dinin emrine yoksa dini mi aklın
tasarrufuna teslim ettiğimi kanıtlayacaktır.
-Erkek mi yoksa kadın mı
daha güçsüzdür?
-Kadın.
-Mirasta erkeğin payı ne kadar kadının ki ne kadardır?
-Kadının payı erkeğinkinin
yarısı kadardır.
- Eğer bu konuda kıyasla
hüküm verseydim erkeğe kadının
payının yarısını verirdim. Çünkü
kadın daha güçsüzdür.
- Namaz mı oruç mu daha
üstündür?
- Namaz.
- Eğer kıyasla hüküm verseydim, bu konudaki nassa muhalefet
eder hayızlı bir kadına orucu değil
namazı kaza etmesini emrederdim.
“Muhammed Bakır’a, Ebû
- İdrar mı yoksa meni mi
Hanife’nin taab- daha pistir?
budi
hükümler
- İdrar.
38
Aralık
- Eğer kıyasla hükmetseydim,
gusül abdestinin, meninin çıkmasından dolayı değil de idrarın çıkmasından dolayı gerektiğini söylerdim.”
Karşılıklı bu soru cevap faslından sonra Muhammed Bakır, Ebû
Hanife’yi alnından öperek kutlar.50
Ebu Hanife ile Muhammed
Bakır arasında cereyan eden konuşmada da görüldüğü gibi müçtehit imamlar Kur’an ve Sünnet’i
tartışmasız mutlak ölçü kabul etmişlerdir. Hayata göre bir İslam değil
İslam’a göre bir hayatın mücadelesi içerisinde yer almışlardır. Onların
içtihatlarında akıl, peşinden gidilen
değil, İslam’ın peşi sıra gidendir.
Hadise Rağmen Taklit
Mümkün Mü?
Selefi: Mukallit fakihlerin
hadise rağmen bağlı bulundukları mezhep imamlarının görüşlerini tercih etmeleri ve bunu “Mecamiu’l-Hakaik” müellifi Hadimi
gibilerin “akval-i fukaha nususa
müreccehtir.” şeklinde bir kaide
çerçevesinde sunmaları sizce ne
kadar İslami’dir?
ise avam için geçerlidir.
Avam,
hadisle
müçtehidin içtihadının
bir birine muvafık
olmadığını
gördüğünde
yine
müçtehidi taklit
etmeye
devam
eder. Çünkü O,
şer’i nassların ve
hadis-i
nebevilerin manalarını,
tevillerini, rivayet
edilen hadislerin sıhhat derecelerini, neshle ilgili olup-olmadıklarını
bilemez. Muhtemeldir ki ictihatla
çelişen hadisler haddi zatında sahih
hadis değillerdir. Zayıf ya da mevzudurlar. Ya da zahir anlamları kast
edilmemektedir,
müevveldirler.
Belki aynı hususta onlardan senedi
daha sağlam olan bir hadisle tearuzları söz konusudur. Bu yüzden o
hadislerle amel edilmemiştir. Avam
ile avam hükmünde olanların bunları bilmeleri mümkün olmadığından onlar için her halukarda en
uygun olan bir müçtehidi taklit etmektir.
İstismar Edilen Mektup
Selefi:
Söylediklerinizin
önemli bir bölümü hakikati yansıtmamaktadır. Buna delil olarak
şu hadiseyi nakletmem yeterli
olur kanaatindeyim: İmamü’l-Harameyn’in (ö.478/1085) babası Abdullah b. Yusuf el-Cüveyni
(ö.438/1046) “el-Muhıt” adında
bir fıkıh kitabı yazmaya başlar, eseri kaleme alırken de sahih hadislere
bağlı kalmaya özen gösterir. Kitabın ilk üç bölümünün müsveddelerini tamamladığında onları tahlil
ve tashih etmesi için hadis alimi
Hadimi’nin “Fakihlerin içti- Beyhagi’ye (ö.458/1066) gönderir.
hatları nasslara tercih edilir” sözü Ne var ki Beyhagi hadislerle istidlal
Hanefi: Mukallit fakihler hadisle, taklit ettikleri müçtehitlerin
içtihatlarının çeliştiği durumlarda
taklidi terk edip hadisle amel etmişlerdir. Nitekim Hanefilerden
Kasani, “Bedaiu’s-Senai” de hacamat yaptıran kişi, orucum bozuldu
zannıyla yiyip-içse ona keffaret gerekir mi51 meselesini tahlil ederken
fukahanın hadisin zahiriyle amel
etmesinin vacip olduğunu söylemektedir.
Aralık
edip İmam Şafii’ye muhalefet eden
Cüveyni’yi bu kitabı tamamlamaktan vazgeçirir.
Hanefi: Hadiselere Bektaşi
mantığıyla yaklaşıyorsunuz. Halbuki ilmin ahlakı her şeyden önce sadakat ister. Eğer sizde ilme karşı bir
sadakat olsaydı hadiseyi bir bütün
halinde naklederdiniz.
Selefi: Nasıl yani?
Hanefi: Sizinde iyi bildiğiniz
gibi Beyhagi, Cüveyni’nin müsveddelerini okuduktan sonra Ona
uzun bir mektup yazar. Mektubunda Cüveyni’nin hatalarına işaret
eden Beyhagi: “İmam Şafii’nin terk
ettiği yani amel etmediği, delil olarak kullanmadığı hadislerin gizli kusurlarının olduğunu…” bir bir isbat
eder. Bu mektubu kendi için rehber
kabul eden Cüveyni de İmam Şafi’yi taklide devam eder ve eserini
tamamlamaktan vazgeçer.52
Söz konusu olayda bir hadis allamesi olan Beyhagi, Cüveyni’nin hadislerini tahlil ediyor ve
hadisle ilgili kriterleri de dikkate
alarak ona bir takım tavsiyelerde
bulunuyor. Bu, sahasında uzman
olan her alimden beklenen tabii bir
tavırdır. Hadiseyi farklı mütalalara
malzeme yapmak doğrusu anlaşılır
gibi değildir. (Devam edecek)
39
Modern Haçlı Zihniyeti
Sembollerimize Saldırıyor
Memduh ERGİN
B
.
değil..
n
ı
k
k
a
:
enin h
hakkım
âtem s
m
i
m
n
,
e
r
ı
b
“Hay
Mâtem
edir,
nlık n
ı
d
y
a
,
i
ım!
z âfâk
r var k
e
a
l
m
r
l
ı
i
s
b
A
hiç
yok,
a;”
sîbim
ârımd
a
h
n
a
b
n
r
e
d
ağla
Tesellî
hazân
u şiir Mehmet Akif Ersoy’un meşhur Bülbül
şiirinden alınmış bir bölümdür. Hepimiz biliriz bu şiiri. Ben bu şiiri her okuyuşumda hüzünlenirim, üzülürüm. Çünkü bu şiir bana, aradan
bunca yıl geçmesine rağmen hala İslam dünyası
için hiçbir şeyin değişmediğini hatırlatıyor. Hala İslam diyarının baharı hazan ağlıyor. Mehmet Akif’e
bu şiiri yazdıran elim şartlar hala devam ediyor. Bu
şiir kurtuluş savaşı yıllarında Yunan kuvvetlerinin
Bursa’ya girişi üzerine yazılmıştır. Bursa’ya giren
Yunan ordusunda teğmen olan başvekilleri Venizelos’un oğlu Sofokles, doğruca Osmanlı devletinin
kurucusu olan Osman Gazi’nin türbesine girmiştir.
Sofokles, sandukaya hitaben şunları söylemiştir:
“Kalk koca Türk! Senden ırkımın intikamını
almaya geldim. Bak kurduğun devlet parça
parça oldu. Bursa’yı eski sahibine iade ettik. Zelil neslin şimdi elimizde bir köle durumunda bulunuyor. Kalk! Seni bir kere daha
öldüreyim de ırkımın intikamını alayım!”
Sofokles, bununla yetinmemiş sandukaya
ayağını dayayarak fotoğraf çektirmiş ve bu fotoğraf
40
Aralık
dünya basınında yayınlanmıştır. Bu fotoğrafı gören
Akif, bu hüzün dolu şiiri yazmıştır. Bu olayı niye anlattım? Neredeyse 100 yıl önce yaşanan bu olayların
bir benzerleri hala günümüzde de aynen yaşanmaya
devam ediyor. O gün Osman Gazi türbesine saldıranlar bugün de Mescidi Aksa’ya saldırıyorlar. İslam düşmanları pis postalları ile camiye girip kutsal kitabımız
Kuranı Kerim’i yere atıyorlar.
Bugün itibarı ile Müslümanların bilmesi gereken temel hakikat şu: Müslümanlar Haçlı saldırıları
ile karşı karşıya. Haçlı zihniyeti hiç bitmedi ve bitmeyecek. Kaldığı yerden aynen devam ediyor. İçinde bulunduğumuz
modern çağda bunu ilk ilan eden
de İngiliz başbakanı Margaret Thatcher olmuştur. Margaret Thatcher,
1990 yılında, İskoçya’daki NATO
toplantısında şunları söylemiştir;
“Arkadaşlar biz NATO’yu Rusya’ya karşı kurmuştuk. Rusya
çöktü, şimdi NATO’yu dağıtacak mıyız? Hayır, neden? Çünkü düşmanı olmayan ideoloji
yaşamaz. Düşmanımız olmazsa
biz de yaşayamayız. Dikkat ediyorsan bak, temele düşmanlığa
koyuyor… Rusya gitti, İslâm
var, yeni düşmanımız İslâm’dır.”
Dikkat edilecek olursa NATO bu tarihten, yani
1990’dan itibaren Müslüman ülkeler dışında hiçbir
yere askeri operasyon yapmamıştır. Belirledikleri
yeni düşmanla yani bizlerle, Müslümanlarla sistemli
bir şekilde mücadele ediyorlar. Medeniyetimiz ile Batı
medeniyeti arasında amansız bir savaş veriliyor. Bu
savaş gizli kapaklı da değil üstelik. Avrupalılar Müslümanlarla yaptıkları savaşı gizleme gereği duymuyorlar. 2001 yılında ikiz kuleler vurulduğunda Amerikan
başkanı Bush: “ Haçlı seferi başlamıştır.” demedi
mi? Fransa’nın Libya’ya yaptığı saldırı sonrası Rusya
devlet başkanı Putin: “Bu bir haçlı seferidir.” demedi
mi? Aynı itiraf Fransa İçişleri Bakanından da gelmiştir. İçişleri bakanı Claude Gueant: “Tanrıya şükür ki
cumhurbaşkanımız haçlı seferinin önderliğini yapıyor.” demiştir. Her şey ne kadar açık değil mi? Ayan
beyan ortada.
Gelelim bize. Batı topyekûn Müslümanlara savaş ilan etmişken bizler ne yapıyoruz. Üzüldüğüm
taraf Müslümanlar birlik ve beraberlik şuurundan
yoksunlar. İşin kötü tarafı, Müslümanlar öyle bir
manzara gösteriyorlar ki içler acısı. Bizlere karşı toplu
savaş var ve bizler hala gaflet içindeyiz. Ya bu savaştan haberdar değiliz ya da umurumuzda değil. Farkında olsaydık ya
da önemseseydik bugün bu hallerde olmazdık. Farkında olanların bazıları da çatışmadan ziyade medeniyetler arası ittifak kurmanın yollarını
arıyorlar. Ama nafile bir çaba bu.
Böyle bir ittifak için karşı tarafında
iyi niyetli olması gerekir. Maalesef
karşı tarafta böyle bir iyi niyet göremiyoruz. Hatta bırakın iyi niyeti
ellerinden gelse hepimizi bir kaşık
suda boğacaklar. Çünkü güçlü taraf
onlar. Güçsüz olan biziz. Onların bu
gücü kesinlikle birlikteliklerinden geliyor. Bizler ise çok dağınığız. Güçleriniz eşit değilse, eşit şartlarda masaya oturamazsınız.
Karşı tarafa istediklerinizi kabul ettiremezsiniz.
Modern çağdaki haçlı saldırıları sadece askeri
alanda değil, sosyal ve psikolojik alanda da tüm şiddeti ile devam ediyor. Sosyolojik ve psikolojik Haçlı
saldırıları nasıl yürütülüyor? Sosyolojik ve psikolojik
haçlı saldırıları semboller üzerinden yürütülüyor. Sembollerimize saldırıyorlar. İki cihan güneşi Peygamberimize(sav) hakaret ediyorlar, kutsal kitabımız Kuranı
Kerim’i ayaklar altına alıyorlar, Mescidi Aksa’ya saldırıyorlar, taşeron örgütlerle (İŞİD) peygamber türbelerini bombalıyorlar. Yine taşeron terör örgütleri (İŞİD)
ağzı ile Kâbe’yi yıkacaklarını söylüyorlar.
“Kalk koca Türk! Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet
parça parça oldu. Bursa’yı eski sahibine iade ettik. Zelil neslin şimdi elimizde bir köle
durumunda bulunuyor. Kalk! Seni bir kere daha öldüreyim de ırkımın intikamını alayım!”
Aralık
41
Batının saldırdığı sembollerimiz neler ve saldırmalarındaki
amaçları ne? Kur’an, Kâbe, Peygamber, namaz, cami, minare,
başörtüsü, kurban, hac vb. birer
İslamiyet’in sembolüdür. Kâbe
olmazsa, cami olmazsa, Arafat
olmazsa, Hira Mağarası olmazsa,
Mescidi Aksa olmazsa, Peygamberimizin türbesi olmazsa geriye
neyimiz kalır. İslamiyet’in maddi
unsurlarını hayatımızdan çıkarın
ortada İslamiyet diye bir şey kalmaz. Bütün bunlar Müslümanların
ortak mirasıdır. Müslümanların
birliğinin ve beraberliğinin sembolüdür. Onlar bizim maddi değerlerimizdir. Dışa dönük yanımızdır. Ayakta kalmamız
ve varlığımızın devamı için gerekli olan vücut gibi
düşünmeliyiz. Bu dünyada ruhun yaşaması için nasıl
bedene ihtiyacı varsa maddi değerlerimizde olmalı ki
din ayakta kalabilsin.
Bütün bunları söylerken sakın ha bunlara kutsiyet atfettiğim düşünülmesin. Bizler haşa, onları ilahlaştırmıyoruz. Evet, asıl olan özdür. İlah olarak sadece
Allah’ı bilmektir. Allah’ın emir ve yasaklarını hayatımıza uygulamaktır. Biz mekânlardan medet beklemiyoruz. Bazılarının söylediği gibi oraları putlaştırmıyoruz. Sevdiğimiz bir insandan aldığımız bir hediye bile
bizim için bir değer ifade ederken cenabı Allah(cc) ve
onun habibim dediği peygamberimizin(sav) aziz hatırasına hiç mi saygı duymayacağız. Duyacağız elbette.
Sembollerimize karşı son zamanlarda artan saldırılar tesadüf mü? Kesinlikle hayır. Peki, niye bunu
yapıyorlar? Amaç birliğimizi ve beraberliğimizi bozmaktır. Bizleri küçük düşürmek, psikolojik olarak ezmek istiyorlar. Buralara yapılan saldırı birliğimize ve
beraberliğimize yapılıyor demektir. İsrail’in Mescidi
Aksa’ya yapacağı saldırı bütün İslam dünyasını karşısına alması demektir. Bunu çok iyi biliyor, ama yine
de yapıyor. Amaç, bizleri test etmek. Bu saldırılarla
tepkimizin ne olacağını görmek istiyorlar. Bizler gerekli tepkiyi gösterirsek bir daha böyle çirkin saldırılara kalkışmayacaklardır. Gerekli tepkiyi gösterirsek
derken aklıma Filistinli kardeşlerimiz geldi. Onları
kutluyorum. Allah onlardan razı olsun. Allah onların
gücünü, kuvvetini, şevkini artırsın. Çünkü onlar, Mescidi Aksa’nın gönüllü bekçileridir. İsrail’in vahşetine
fiziki anlamda göğüs geren yalnız insanlardır onlar.
Bütün Müslümanların emanetine sahip çıkmaya çalışan onurlu insanlardır onlar. İsrail elinden gelse ilk
fırsatta Mescidi Aksa’yı yıkacak. İşte onlara bu fırsatı
canları pahasına da olsa vermeyen cesur insanlardır
onlar. Bir bakıma onlar bütün Müslümanların onuruna sahip çıkıyorlar.
İnsaflı olalım, onları yalnız bırakmayalım. Çünkü bu dava sadece onların değil bütün bir İslam âleminin davasıdır. Şimdi bütün mesele İslam âlemi olarak topyekûn bu davaya sahip çıkacak mıyız, yoksa
çıkmayacak mıyız? Ortak bir şuur oluşturacak mıyız,
yoksa oluşturmayacak mıyız? Bilinç dediğimiz şey
böyle zor zamanlarda ortaya çıkar. Zor zamanlarımızda kenetlenirsek, değerlerimize saldırdıklarında ortak
tepki ortaya koyabilirsek bir daha böyle çirkinliklere
başvurmazlar.
Onlar bizim maddi değerlerimizdir. Dışa dönük yanımızdır. Ayakta kalmamız ve
varlığımızın devamı için gerekli olan vücut gibi düşünmeliyiz. Bu dünyada ruhun yaşaması için nasıl bedene ihtiyacı varsa maddi değerlerimizde olmalı ki din ayakta kalabilsin.
42
Aralık
Zerdeçal
Zencefilgiller familyasından; anavatanı Doğu
Hindistan olan çok yıllık bir bitkidir. Zerdeçal yurdumuzda yetiştirilmez. Yaprakları sivri uçlu, çiçekleri sarı renktedir. Safranı andıran boyalı bir madde çıkarılır. Baharat olarak kullanılır. Kökleri ana
ve yan köklerden oluşur, ana kök yumru şeklinde,
yan kökler parmak kalınlığında, yer elması şeklinde, dışı kahverengimsi içi sarı veya kırmızımsı
sarı renktedir. Zerdeçalın aktif maddesi curcumidir.
Aynı zaman da bitki antienflamatuar ve antioksidan etkilere sahiptir.
Yapılan araştırmalar sonucunda zerdaçal
ekotiren,prostoglandin,tümör,nekroze edici faktör
ve interlokin-12 gibi iltihap oluşturan maddelerin
ortaya çıkışını geciktirerek hafiflettiğini göstermiştir.
Zerdaçalın diğer bir özelliği ise solunum yolu
enfeksiyonlarınba iyi gelir. antienflamatuar ve antioksidan etkileri ile üst solunum yolları,Astım ,Bronşit ve sinüzite çok iyi gelir.
Zerdaçalın kanserede iyi geldiği araştırmalar
sonucu belirlenmiştir.Zerdaçal hem kanserden koruma özelliği ve kanseri yok etme özelliği ile çok
şifalı bir bitkidir.
Zerdeçalın
Faydaları
-Mideyi
kuvvetlendirir.
-Nekahat
devresini kısaltır.
-Gaz ve idrar söktürücüdür.
- Solunum yolu enfeksiyonların tedavisinde
yararlanılır.
- Karaciğer hastalıkları, Sarılık ve vereme karşı faydalıdır.
- Deneysel çalışmalarda zerdaçalın kolesterolü azaltıcı etkisi belirlenmiştir.
- Karacigeri güçlendirir ve karaciğerden toksinlerin atılmasına yardım eder.
- Zerdeçal karaciğer için yararlıdır.
- Verem gibi hastalıklarda faydalıdır.
- Soğuk algınlığı ve astımda faydalıdır.
- Sinirleri uyarır.
- İltihap gidericidir.
- Zerdeçal kullanımı hazmı kolaylaştırır.
- Vücutta biriken zehirli maddeleri atar.
- Haricen deri rahatsızlıklarında yararlıdır.
- Safra kesesi ve safra yollarının fonksiyonel
hastalıklarına karşı etkisi zerdeçal yararları arasındadır.
- Antioksidan etkilidir. Curcuminin antioksidan etkisinin E ve C vitaminlerinden daha güçlü
olduğu görülmüştür.
- Curcumin kansere karşı koruma sağlar ve
tümör hücrelerinin çoğalmasını engelleyici özelligi
vardır.
- Yapılan araştırmalarda cilt, kolon, ve gögüs
kanseri için faydalı olabileceği görülmüştür.
- Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde zerdeçalın Kistik fibroz tedavisinde önemli fayda sağlayabileceği gösterilmiştir.
43
Doğrularla Beraber Olun!..
Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK*
İ
rle buyu
y
ö
ş
e
s
i
Rasûlü
Al la h
ü’min
m
z
ı
n
l
a
dır: “Y
ni
makta
kmeği
e
e
v
l
daş o
n.”
le arka
se yesi
m
i
k
ı
l
takva
ancak
d, 56).
h
ü
Z
,
î
iz
(Tirm
nsanoğlu toplumsal bir varlıktır. Toplumu oluşturan insanların bazısı doğruluk, güvenilir olmak
gibi güzel vasıflarla bazısı da kötü özellikleriyle
ön plana çıkar. Allah’ın elçilerinin ortak özelliklerinden birisi de sıdk yani doğru olmalarıdır. Yani
Allah’ın gönderdiği bütün elçiler insanların en doğrularıdır. Bu haslet peygamberlerden ayrılmaz sıfatlardandır. Doğruluğun zıddı yalancılıktır. Allah’ın
elçileri, kendilerine inanmayanlar tarafından şâirlik,
sihirbazlık, delilik ve benzerleri ile itham edilmişlerdir. Bu âyetlerden bir kaçının meali şöyledir:
“Sonra ondan yüz çevirdiler ve: Bu, öğretilmiş bir deli! dediler.” (Duhân,14)
“İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber geldiğinde hemen: O,
bir büyücüdür veya delidir, dediler.” (Zâriyât, 52).
“(Rasûlüm!) Sen öğüt ver. Rabbinin lütfuyla sen ne bir kâhinsin ne de bir deli.” (Tûr, 29).
44
Aralık
Rasûlüllah (s.a.v.) İslamiyeti tebliğe başlamadan önce “el-Emin” yani güvenilir kimse diyen aynı
Mekkeliler bu sefer onu yalancılıkla itham etmişlerdir.
“(Rasûlüm!) Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse (yadırgama); gerçekten senden önce apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalancılıkla itham
edildi.” (Âl-i Imrân, 184).
Bilinmesi gerekir ki peygamberler insanların
en doğru, en güvenilir ve en zekileridir. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Rasûlüllah’ın (s.a.v.) söyledikleri hakkında
“o söylemişse doğrudur” derken; Müşrikler ise ona
olmadık iftiralar atıyorlardı. Belki de bunlardan her
birisi Rasûlüllah’a (s.a.v.) baktıkları
zaman kendilerini görüyorlardı. Hz.
Ebû Bekir (r.a.), karşısında yalan
söylemeyen doğru bir insanı görürken; bir başkası sihirbaz, deli veya
yalancı bir şâir görüyordu.
Rasûlüllah’a (s.a.v.), 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret
ederken yanına ashabından sıddık
(doğru insan) lakabıyla öne çıkan
Hz. Ebû Bekir’i (r.a.) almıştır. Rabbimiz de doğru insanlarla beraber
olmamızı istemektedir: “Ey iman
edenler! Allah’tan korkun ve
doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 119).
Gerçek
Dostun
Özellikleri
Gerçek
Dostun
Özellikleri
Doğru kimselerin özelliklerini Rabbimiz şöyle
saymaktadır: “Sizin dostunuz (veliniz) ancak
Allah’tır, Rasûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki
Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar,
zekâtı verirler.” (Mâide, 55)
Gerçek dost lanet edici de olmamalıdır. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Sıddık kimseye çok lanet etmesi yakışmaz.” (Müslim, Bir, 84).
İnsan, etkileşimi hayat boyu devam eden bir
varlık olduğundan dostunu seçerken titiz davranmalıdır. Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmaktadır: “Kişi
Aralık
dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz,
kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.” (Ebû
Dâvûd, Edeb, 16; Tirmizî, Zühd, 45). Dostların, arkadaşların birbirlerinin etkileşiminden Rasûlüllah
(s.a.v.) şöyle bahsetmektedir: “İyi arkadaşla kötü
arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken
insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın veya da
ondan güzel bir koku duyarsın. Körük çekene
gelince ya elbiseni yakar yahut da sen onun
pis kokusunu alırsın.” (Buhârî, Büyu‘, 38; Müslim, Birr, 146).
Mü’min ancak mü’mini dost edinmelidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey
iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin;
(bunu yaparak) Allah’a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisâ, 144).
Allah Rasûlü ise şöyle buyurmaktadır: “Yalnız mü’minle arkadaş
ol ve ekmeğini ancak takvalı
kimse yesin.” (Tirmizî, Zühd, 56).
Dostlukların hem dünya hem
de ahiret için olması gerektiği, muttakiler dışında edinilen dostlukların düşmanlık olduğunu Rabbimiz
şöyle belirtir: “O gün, Allah’a karşı gelmekten
sakınanlar dışında, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler.” (Zuhruf, 67). Bunların
pişmanlıkları ise şöyle belirtilir: “O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım!
Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu)
dost edinmeseydim!” (Furkan, 27-28).
Mü’minleri dost edinenler sonuçta kazanacaklardır: “Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri
dost edinirse, (bilsin ki) üstün gelecek olanlar
şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.” Mâide, 56).
Selam ve dua ile…
..................................................................
*Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi.
45
Kur’ân’da 40 Yaş Duası
Prof. Dr. ALİ AKPINAR
Dua
tmeye
e
a
u
d
i
em biz
h
,
z
e dua
i
z
i
m
i
b
b
e
b
d
Ra
m
,
yor he
i
r
i
dualar
d
i
n
ğ
e
i
l
t
t
n
e
ö
y
ğr
e
’nun ö
O
.
r
amlı v
o
s
y
p
i
a
t
e
k
r
,
lı
öğ
eranlam
e
c
e
r
ümlel
e
c
d
e
v
n
o
e
s
m
lı
ce keli
n
i
r
aynak
e
k
y
î
i
l
h
r
â
e
l
y
r. I
e en
muştu
ş
u
l
o
lâyık v
e
y
e
den
m
nul edil
b
a
k
zden o
r
ü
a
l
y
a
u
u
d
r. B
lıdır.
alardı
a
u
d
m
l
ı
n
ı
n
rla
yak
a yara
ç
k
o
ç
lardan
46
Dua
Dua, kulun Rabbine çağrısı, O’na yakarması, O’nunla konuşması, O’na içini dökmesi, O’nu
yardıma çağırması, O’ndan yardım dilemesi, O’na
muhtaç olduğunun itirafı, O’nun erişilmez güç ve
kudret sahibi olduğunun şuuruyla O’nun her şeye
yeteceğinin teslimidir. Dua, aracısız olarak Yüce
Rab ile iletişim kurmak, O’nunla söyleşmektir.
Dua, Rab ile kul arasında kurulan bir nevi
canlı bağlantıdır. Aracısız olarak kulun Rabbisine
içini döküşü, sızlanışı ve yakarışıdır. Dua Rabb’e
çağrı, ya da Rabb’i yardıma çağrıdır. Dua kulluğun
en kestirme yoludur. Rabbena (=Rabbimiz), Allâhhümme (=Allâhım) sözleriyle başlayan dua, kulun
Rabbisi ile diyalogudur. Kulun Rabb’ini hatırlamasıdır, O’nu zikridir. Bunun için dualara ezkâr(=zikirler) denmiştir. Yine dua, kulun Rabbisine sığınmasıdır.
Aralık
Kur’ân-ı Kerîm, Fatiha duasıyla başlar ve Felak-Nâs dualarıyla sona erer. Dua ile başlayıp dua ile
sona eren kitabımızda, duanın gereğini ve önemini
bildiren âyetler vardır. Yine Kur’ân, pek çok dua örneği ile doludur. Yüce Allah (c.c.), kendisinden nasıl
isteneceği hakkında bilgi vermek için pek çok peygamber ve salih kulunun yaptıkları duaları bize anlatır. Bu dualar kabul olmuş, anlamlı ve özlü dualardır.
Dua, hayatımızı kuşatan/kuşatması gereken bir
gerçektir. Tıpkı Kitabımızın dua ile başlayıp dua ile
sona erdiği gibi, insan da doğumundan ölümüne kadarki süreçte dua ile hep iç içedir.
Anne-babamız “Allah’ın emri ve
Peygamberin kavliyle” diyerek
girdiler dünya evine.. Besmeleyle
yoğruldu hamurumuz. Ve sonra
biz dünyaya geldik. Daha doğar
doğmaz kulaklarımıza ezan/kamet okundu dua niyetiyle.
Geldiğimiz bu dünya sınav
salonunda Yüce Yaratıcı’nın bizim için uygun görüp belirlediği
bir süre ömür süreceğiz. Sınav
süresi sona erince ayrılacağız
dünyadan. Ardımızdan yine dua
niyetiyle namaz kılınacak ve dualar edilecek.
Önemli olan ise bu iki dua demetinin arasını,
diğer dua demetleriyle süsleyip, hayatı bir güzel dua
buketine dönüştürebilmektir.
Duadan en ileri düzeyde sonuç alabilmek için,
dua şuurunun oluşması gerekir. Bunun için de kimden, neyi, ne zaman ve nasıl isteyeceğimiz son derece
önemlidir. Bu bilincin oluşması için öncelikle bir dua
örgüsü olan Kur’ân’ı çokça okumak, sonra da ağzı
dualı bir insan olan Peygamberimizi tanımak gerekir. Kısaca Yüce Allah’ın ve Hz. Peygamber’in bizlere
sunduğu dua örneklerinden faydalanmak gerekir.
Kırk Yaş Duası
Kırk
Yaş Duası
İşte Kitabımızın bize sunduğu dua örneklerinden birisi de insanın özellikle kırk yaşına basınca yapması gereken şu duadır:
Biz insana, anne ve babasına güzel muamele
etmesini emrettik. Zira annesi onu nice zahmetlerle
karnında taşımış ve nice güçlüklerle doğurmuştur.
Çocuğun anne karnında taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer. Nihayet insan, gücünü kuvvetini bulup daha sonra kırk yaşına girince, “Ya Rabbî!”
der. “Gerek bana, gerek anneme
babama lütfettiğin nimetlerine
şükür yoluna beni sevket. Senin
razı olacağın makbul ve güzel iş
yapmaya beni yönelt ve bana salih, dine bağlı, makbul nesil nasib
eyle! Rabbim! Senin kapına döndüm, ben sana teslim olanlardanım.” Işte Biz, onların yaptıkları
en güzel işlerini, taatlerini kabul
edip, günahlarını affedeceğiz.
Bunlar cennetlikler arasındadırlar. Bu, onlara söz verilen gerçek
bir vaaddir.
Fakat bir de öyleleri var ki,
kendisini imana dâvet eden anne
ve babasına: “Öf be! Yetti artık!
Benden önce nice nesiller ölüp de geri dönmediği
hâlde, siz beni mezarımdan dirilip çıkarılmakla mı
korkutuyorsunuz! derken, onlar: Allah’a sığınıp yalvararak oğullarına: “Yazık ediyorsun kendine! derler,
imana gel, Allah’ın vâdi elbette gerçektir.” O ise yine
de: “Bu âhiret inancı eskilerin masallarından başka
bir şey değildir” diye diretir. Işte onlar, kendilerinden
önce insanlardan ve cinlerden gelmiş geçmiş topluluklar içinde, haklarında azap hükmü kesinleşmiş
olanlardır. Çünkü onlar hüsrana uğramış kimselerdir.
Herkesin, yaptığı işlere göre dereceleri vardır.
Sonuçta Allah onlara işlerinin karşılığını tam tamına
Duada önce, Yüce Allah’ın üzerimizdeki nimetleri hatırlanıyor, o nimetlere gereği gibi şükretme imkânı isteniyor. “Senin nimetin” denilerek nimetin gerçek sahibine
dikkat çekiliyor.
Aralık
47
ödeyecek, onlar asla haksızlığa mâruz kalmayacaklardır. (Ahkâf/46: 15-19)
Âyetlerde iki evlâat tipinin karşılaştırılması yapılmaktadır. Bunlardan biri hayırlı, diğeri ise hayırsız
evlâttır. Önce nimetlere şükreden, kendine, anne-babasına ve nesline dua eden, tevbe eden Müslüman
evlât tiplemesi yapılarak, insanlar ona yönlendirilmekte, ardından da hayata gelmesine sebep olan
anne-babası ile bile iyi geçinemeyen, onları incitip
üzen, Diriliş/Hesap Günü’nü imkânsız gören ve Allah’ın uyarılarına “eskilerin masalları” diyen kötü ve
hayırsız evlât portresi çizilerek, böyle olmama konusunda insan uyarılmaktadır.
Âyette geçen ve özellikle kırk yaşında okunması
tavsiye edilen, âlimlerin, bilhassa çocuğu haylaz ve
yaramaz olan anne-babalara çokça okumayı tavsiye
ettikleri bu (Kurtubî, el-Câmi’, 16:194) duanın metni
şöyledir:
ilim adamı, kırk yaşından sonra eser yazmaya başlamıştır. Dua ille de kırk yaşa gelince yapılacak diye
bir şey yok, ama kırk yaşa özellikle vurgu yapılmıştır.
Zaten âyette rüşd çağında da bu duanın yapılması
gereği vurgulanmıştır. Rüşd çağının, 13, 18, 25, 33
yahut 40 yaş olabileceği konusunda görüşler vardır
(Razî, Tefsir, 28:16).
Kırk yaş, ortalama insan ömrünün ortasıdır. Insan, bu çağda geçmişindeki birikimlerinden hareketle
geleceğe dönük hazırlıklara daha yoğun bir biçimde
yönelir. Bazılarında bu çağdaki bu sorgulama ve kararsızlık çeşitli bunalımlara sebep olabilmektedir. Bu
yüzden kırk yaş sendromu, kırkından sonra azma literatürümüzde meşhurdur.
İnsan, genellikle kırk yaşına basınca çocukları
yetişmiş olur ve acısı tatlısıyla anne baba olmanın ne
demek olduğunu daha iyi anlamaya başlar.
Kırk Yaşın
Önemi
Kırk
Yaşın
Önemi
Kırk yaş, sinn-i kemal, yani olgunluk yaşıdır. Insan, kırkına basınca maddî ve manevî, aklî ve bedenî
birikim ve donanıma sahip olarak kemale erer. Peygamberimiz başta olmak üzere pek çok peygambere
peygamberlik vazifesi kırk yaşında verilmiştir. Pek çok
Kırk sayısının daha başka özel sebepleri de olabilir. Nitekim kültürde kırk rakamına çeşitli anlamlar
yüklenmiştir. Kur’ân’da kırk sayısı üç yerde, biri Hz.
Musa’nın Tûr’da geçirdiği kırk gece ile ilgili olarak
(Bakara, 2/51); ikincisi, Israiloğullarının kırk yıl çölde perişan bir hâlde dolaşması anlatılırken (Maide,
5/26); bir yerde ise yazımızın konusu olan dua ile ilgili
olarak (Neml, 27/19) geçer.
Duadaki
Duadaki
Mesajlar
Mesajlar
Bu nimetlere şükredebilmek için ise, anne babanın kıymeti bilinmeli, onların
haklarına riayet edilmeli, onlara öf bile denmemeli, her bakımdan onlara kol kanat germeli, onlara yaraşır evlât olmalı ve nihayet onlara dua etmeli.
48
Aralık
Rabbimiz, hem bizi dua etmeye yönlendiriyor
hem de bize dua öğretiyor. O’nun öğrettiği dualar,
son derece anlamlı, kapsamlı ve yerli yerince kelime
ve cümlelerden oluşmuştur. Ilâhî kaynaklı dualar kabul edilmeye lâyık ve en yakın dualardır. Bu yüzden
onlardan çokça yararlanılmalıdır. Zaten aynı dua,
Kur’ân’da az bir farkla Hz. Süleyman’ın duası olarak
da bizlere sunulur (Neml/27: 19).
Duada önce, Yüce Allah’ın üzerimizdeki nimetleri hatırlanıyor, o nimetlere gereği gibi şükretme
imkânı isteniyor. “Senin nimetin” denilerek nimetin
gerçek sahibine dikkat çekiliyor. Gerçek şükür, nimetin nimet olduğunu bilmek, nimetin asıl sahibini
tanımak, nimeti asıl sahibinin ölçüleri doğrultusunda
kullanmak, nimet sahibine dilimizle teşekkür etmek,
nimetin elimizden alınıvereceğini düşünmek, lâyıkıyla
şükredebilmek için Yüce Allah’tan yardım istemekle
olur.
İkinci olarak duada, anne-babamıza bahşedilen
nimetler hatırlanıyor ve onlara da lâyıkıyla şükredebilme arzusu dile getiriliyor. Anne babamız da nimetlerin en büyüğü, evlât olarak biz de onlar için büyük
nimetleriz. Bu nimetlere şükredebilmek için ise, anne
babanın kıymeti bilinmeli, onların haklarına riayet
edilmeli, onlara öf bile denmemeli, her bakımdan
onlara kol kanat germeli, onlara yaraşır evlât olmalı
ve nihayet onlara dua etmeli.
Üçüncü olarak, Cenab-ı Allah’ın hoşnut olacağı salih amel işleyebilme konusunda O’nun yardımı
isteniyor. Her zaman ve her yerde salih davranışların
insanı olmak son derece önemlidir. Salih amel, hem
kişinin kendisine, hem de başkalarına yararı olan ve
Yüce Allah’ın razı ve hoşnut olacağı tüm davranışlardır. Allah’ın ve kulların haklarına riayet edilerek
yapılan tüm davranışlar bu kavramın içerisine girer.
Salih davranış, sulh ve ıslah merkezli her harekettir.
Onunla kişi hem kendini, hem de başkalarını ıslaha
çalışır. Toplumda salih davranışların yaygınlaşması, iç
barışın, esenliğin, ıslahın yaygınlaşması demektir.
Dördüncü olarak, “bana salih, dine bağlı, makbul nesil nasib eyle; zürriyetimi benim için ıslah eyle”
isteği geliyor. Çoluk çocuğumuzun iyi olması için yapılması gerekenleri yaptıktan sonra dua etmeli. Neslimizin salihlerden olması önemli, ama onların salihliğinden bizim de yararlanmamız daha da önemli ve
güzel. Nice dindar evlâtlar vardır, anne babalarına
hayrı yok, onlara dargındır. Yahut anne baba, çocuğu doğru yola gelmeden, salih davranışlarınadamı olmadan dünyadan göç etmiştir. Duada, “evlatlarımız
salih olsun, onların bu güzelliklerinin bilhassa ahirette
bize de yararı olsun”, deniyor.
Beşinci olarak tevbe geliyor. Tevbe, kulun Allah’a dönmesi, günahı bırakıp O’na itaata yönelmesi,
günahı için O’ndan af dilemesidir. Kişi, insan olması
hasebiyle her zaman olduğu gibi, anne-baba olurken,
çocuklarını yetiştirirken de yapması gerekenleri yapmamış, yahut eksik yapmış olabilir. Işte tüm bu eksikliklerden dolayı tevbe. Işlediğim günahlarımın affı
için tevbe, işleme ihtimali olan günahlara düşmeme
konusunda Allah’ın yardımı için tevbe.
Son olarak Müslüman olduğumuzu teyit ve
te’kid ediyoruz. O’na teslim olduğumuzu, her şeyimizle O’nun olduğumuzu ilan ediyoruz. Zira Müslüman yaşamak kadar, Müslüman olarak dünyadan
göç etmek de önemlidir. Onun için “canımı iyiler
safında Müslüman olarak al, beni salihlerin arasına
kat!” diye duada bulunmalı, bu duaları dilimizden hiç
eksik etmemeliyiz.
Sonraki âyetlerde ise hayırsız evlât ve onun
özellikleri anlatılıyor.. Bu âyette hayırlı evlât portresi
çizildi, ardından hayırsız evlât profili çiziliyor. Karşılaştırmalı olarak iki tip sunularak, hayırlı evlât olmaya
yönlendiriliyor. Sonuçta her insan, birilerinin evlâdıdır. Buna göre her evlât iyi olsa, herkes iyi olacaktır.
Toplumun iyi olması, evlâtların iyi olmasına bağlıdır.
O hâlde Rabbimizin bize sunduğu bu anlamlı
duayı kuşanalım, onu dilimizden ve gönlümüzden hiç
düşürmeyelim.
Aralık
49
Hz. Pîr Seyyid
Ahmed er-Rufai (k.s) den
Fütüvvet Nedir?
Er kişi başkasına husumette bulunmayıp Allah için kendi nefsine karşı husumet
besleyendir. Fütüvvet sahibi, iman eden kimselere karşı övünüp böbürlenmeyendir.
Dost ise öyle müşfik bir yardır ki, ona güvenip müsterih olursun.
Görüşmek için kendine öyle arkadaşlar seç ki, onların kalbi yakut ve cevherden daha saf olsun. Öyle ki emanet ettiğin sırrını, mahşere dek saklasın. Kusuru
sen işlediğin halde, tövbe ediyormuşçasına kendisi mazeret beyan etsin. Sen onun
gözünden uzaklaşıp kaybolursan, sabırsız bir iştiyakla yerinden ayrılıp seni aramaya
başlasın.
Allah için kardeşlik insana bazı görevler yükler. Kardeşlikten dolayı bir hak
meydana gelir. Öyle ki kişinin, yanındayken de uzaktayken de kardeşinin hakkını
muhafaza edip menfaati için çalışması lazımdır.
Sizler de benim kardeşlerim, görüştüğüm arkadaşlarımsınız. Size, Huda’ya taati ve Mevla’yı murakabeyi tavsiye ederim. Öyle ki sizin için nezid-i ilahide rezil
olmayalım. Dost, sana ayıplarını gösteren ve seni günahlarından sakındırandır. Kardeşin de sana hak yolu gösterendir. Allah ile ile sohbeti sahih olan kişi, Kitabullah’ı
büyük bir edeple okur, Kuran’ın emirlerine ittiba eder ve onun ahlakıyla ahlaklanır.
Resulullah (s.a.v) ile sohbeti sahih olan da, onun edep ve ahlakıyla ahlaklanır, getirdiği şeriat ve sünnetine tabi olur. Sohbeti Allah’ın velileri ile olan kişi ise, Allah dostlarının siret ve yollarına koyulup onların edebiyle edeplenir. Bu yolların her hangi
birinden ayrılıp da kendi heva ve heveslerine uyanlar, insanları helake sevk edenlerin yoluna tabi olmuştur. Mutlu son müttakikler için hazırlanmıştır.
50
Evliyaullah hazeratı, Allah’ın lütfuyla öyle bir hale ulaşırlar ki, onların yaptıkları
sadece Allah için olur. Almaları vermeleri, oturup kalkmaları, fakr ve gınaları, bir
şeye bağlanmaları ve terk etmeleri hep Allah’la olur.
Her hususta hudutları tayin eden şeriattır. İnsan her ne konuşursa konuşsun,
onu yazan iki melek her an yanında mevcuttur.
Bana Şeyh Mansur’a verilmeyen iki haslet verildi. O aşık, ben ise maşukum.
Aşık yorgun, maşuk nazlıdır. Bana hikmet verildiği halde, ona verilmedi. Ben öyle
bir makama ulaştım ki, eğer kalbime itaat etmezsem, Allah’a isyan etmiş olurum.
Çünkü kalbime doğam şey, Allah’ın emirlerine muvafakat etmiştir. Bu ise ubudiyet
mertebesine ulaşmaktan ileri gelir. Bu durumu “Kullarımın üzerinde senin bir
nüfuzun olmaz.” (Hicr 15/42) ayeti güzel bir şekilde ifade etmektedir.
Allah’ın düşmanı, ilahi korumaya mazhar olan Hkk’ın kullarına nasıl taallut
edebilir ki? Ezelde kendisine şekaveti sebkat eden kişinin vay haline. Allah dostlarının ise, ezelde saadeti sebkat etmiştir. Onlar, temiz sırlara sahip olanlardır. Kahredici
galibiyet, bunların tarafındadır. Onlar nefislerini her nefeste muhasebe edenlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.v) çok merhemetli ve bağışlayıcıdır. Biz sıdk ile ona ittiba
edip getirdiği ilahi emirlere itaat ettik. Böyle olmayanlar tehlikeye çok yakındır.
51
Nefsin İki Hali
Nefsin iki hali vardır. Üçüncüsü yoktur. Biri
bela diğeri afiyet...
İnsanlar, başlarına bir bela geldiği zaman bağırır, çağırır, Allah’ı şikayet eder. Allah’a darılır. Her
şeye itiraz eder. Hak’kı töhmet altına almak ister.
Ne sabır bilir, ne de bir nasihatçıya uyar. Yalnız
kendi aklına göre Allah’a (haşa) eş bulma yoluna
girer, bir uygunsuz hareket yolu bulur.öylece gider.
Afiyet haline gelince; ondan daha iyisi yoktur, güler, oynar sevinir. Zaman kaybetmeden
şehvet yollarına koşar. Hiç biriyle yetinmez. Biri
eskiyicince yenisini aramaya koyulur. Yemek beğenmez. İçkilerin her çeşidini sofrada bulundurur.
Evinde hanımını da hemen savar, onun da yenisini
arar. Evini beğenmez, iyisini arar. Binek işi de çok
önemlidir. Daima günün en iyisini ister. Elinde olan
her şeye bir ayıp bulur, hemen yenisini tedarik etmeye koyulur. Böylece bütün rahatını kendi eliyle
kaçırır. Bilmez ki, her şey kendisi için değildir. Buna
akıl erdiremeden iyi şeylerin peşine düşer.
İşte bu haller insanı yorar. Elde mevcut şeylere razı olmamak, insanı her çeşit güçlüğe sürükler.
Sonu gelmeyen eziyet, içinden çıkılması mümkün
olmayan felaketler bundan sonra başlar. Dünyalığıvar rahat etmesi gerekirken, eliyle keyfini kaçırır.
olur, her çeşit darlık zail olur gider. Genişlik başlar.
Bundan sonra o zat, evvelce çektiği bütün sıkıntıyı
unutur. Allah’ı da unutur, kulluk etmez. Her çeşit
günah yollarını seçer. Bu adamın hali nasıl olur?
Elbette ki “iyi olur “ denemez.
Tam tahmin edildiği gibi olur. Dünyada israfın
yolunu tuttuğu için her şeyi az zamanda biter, yine
darlığa düşer. Ve artık, eski halini de bulamaz, sürünerek ölür gider... Bununla bitse iyi, öbür alemde
bir de hesabını vermek vardır.
Eğer bu insan beladan kurtulduğu zaman,
derhal ibadet ve taat yolunu tutmuş olsaydı, bir
daha eski haline düşmezdi. Elinde bulunanla yetinip gayrısını bulmak için onları bir yana itmemiş
bulunsaydı, ömrü rahat içinde geçerdi. Dünyası
hoş olurdu, Ahireti ise onun çok üstünde rahatlık
verirdi.
Dünya ve ahiret selameti isteyen sabırlı olmalıdır, elinde bulunanla yetinmeyi adet eden rahattır.
Daima Allah vergisine şükür edenin nimeti artar.
- Öbür alemin ve buranın en çok cefasını çekenler, kendilerine ait olmayanı isteyenlerdir. Ve
yapamayacakları işin peşinden koşanlardır.
İnsan fani varlıklara dayanmamalı. Onların
elindekini unutmalı ve Hak’ka, ihtiyacı için dua
etmelidir. Ve Allah’ın emri üzerine çalışarak her şeyini kazanmalıdır. İşte böylece eğer darda ise dua
ederek kurtuluşunu, O’ndan beklemelidir. İnsanların kurtarması ne kadar sürer, birinden ne kadar
iyilik görülürse görülsün, devamı beklenemez. Bir
zaman gelir her iki taraf da bundan usanır. İyilik
eden vermekten, kabul eden de mihnet altında
kalmaktan bıkar.Ama Allah böyle mi? O, usanmaz,
daima iyilik eder. Kafir kullarının dahi rızkını kesmez.
Bir insan düşünelim: Bir zamanlar her türlü
maddi sıkıntı onun manevi durumunu da bozmuştur. Bu halinde yalnız belanın gitmesini ister. Yalnız bunun için Allah’a yalvarır. Bir gün duası kabul
Yeri gelmişken şunu da söylemek yerinde
olur. Allah’ın verdiğini iyiye kullanmak şarttır. Bunun icabı budur. Mahzurları yukarıda belirtilmesine rağmen bir daha söylemek iyi olur. Bu sebeple
Bundan sonra öbür alemin işi başlar. Ölür,
sorguya çekilir, hesap veremez. Çünkü düzenli hiçbir iş tutmamıştır. Bazıları şöyle der:
52
helâlin hesabı, haramın azabı olduğunu hatırlatmak lazım gelir.
Her şeyin iyi tarafını görmek en iyisidir. Yoksullukta güzellik olabilir. Bazı zahmetli işlerin sonunda iyi olmaları muhtemel. Bazı hastalıklarda
şifa vardır. Şunu da unutmamak iyi olur ki, Allah’ın
emri kesindir, başka şeylere benzemez. Onun içindir ki bu yolda çok dikkat gerek. Onun her iradesi
mutlak yerine gelir. İtiraz etmekle hikmet değişmez,
emri geri alınmaz. “O, her neye
ol... Demeyi murad ederse... O
olur...”
Hak’kın her işi hikmettir.
Her emrinde fayda vardır. Şu
da var ki; Allah, hiçbir zaman
insanların zararını istemez.
Söz buraya gelmişken;
bir daha ilk sözleri tekrar etmek iyi olur. Gerçi tekrar değildir ama, sözün baş tarafında belirtilenlere benzediği
için böyle diyoruz. Söylemek
istediğimiz şudur: En yerinde
ve insana yakışan iş, razı olma
melekesine sahip olmak ve teslim haline ermektir. Bundan sonra ibadet gelir ki,
onun hakkında bir diyeceğimiz yoktur. Çünkü her
müslüman onun ne demek olduğunu bilir.
İbadet sadece kulluk etmektir. Ötesi yine teslim halidir. Yani kader ne ise onu gözetmekten ve
ona uymaktan başka kurtuluş yoktur. Bundan sonrası kader bahsi ile ilgilidir ki, incelemek iyi olmaz.
Çünkü o bir ilâhi sırdır. Ona kolayca akıl ermez.
Bu bapta tavsiyemiz, yalnız bir sükûttan ibarettir.
Çünkü bu ince mesele ancak duygu ve halle sezilir,
ilim yolu ile bilinmez.
- Bu iş nasıl oluyor, neden ve ne zaman olacak?
Gizli gözler yerinde olmaz. Kaderin iç nizamını kurcalamak bir nevi şirke benzer ve Allah’ı töhmet gibi olur. Bu sözümüz İbn-i Abbas’dan rivayet
olunan bir Hadis-i Şerife istinad eder.
İbn-i Abbas şöyle diyor:
- Birgün ben Rasulallah’ın ardındaydım, yürüyorduk. Bana döndü ve:
- Ey Allah’ın kulu, Allah’a iyi sarıl, onu bırakma.
Bu gayreti içinde saklarsan Hak da seni esirger. Bu
duyguyu taşıdığın müddet
Allah’ı’ kendine yakın bulursun. Bir şey isteyecek olursan, ondan iste. Yazılan yazılmış ve kalem kurumuştur.
Olacak şeyler de olur. Bütün
insanlar bir araya gelse, ilâhi
bir hüküm yoksa, sana fayda
sağlayamazlar. Ve eğer kaderinde yazılı değilse, bütün
insanlar sana zarar vermeğe
gelseler yapamazlar. Eğer
kendinde kuvvet görüyorsan, iyilik yap ve
doğru çalış. Kötülüğe meylin varsa sabırlı
olmağa çalış. Yapmamağa gayret et. Hayrın
çoğu sabırdadır. Şunu da bil ki, yardım sabırlılara olur. Darda kalmışlar genişliğe çıkarlar. Her sıkıntının sonunda bir ferahlık
vardır.
İşte, her mümine lazım olan odur ki: Bu Hadis-i Şerifi kalbinde bir ayna gibi saklaya, işini gücünü buna göre ayarlıya ve böylece çalışa. İşte son
nefesine kadar böyle gide... Allah’ın rahmet ve inayeti sayesinde dünya ve ahirette böylece güçlüklerden sâlim ola; vesselam...
FUTUHU’L - GAYB - Abdulkadir Geylani Hazretleri (k.s.)
53
Allah (c.c.)’a Aralanan Kapı
Seval AĞARI ÇAKIR
H
en
nların
a
s
n
i
ü
r
et gün
m
a
y
ı
damdı
a
K
“
u
ş
ı
an
ı
ık duy
l
n
a
m
imkan
e
piş
y
e
m
öğren
n
d a i ke
ki, ilim
a
y
n
ü
d
(halde,
u
ğ
u
d
sedir.”
l
o
m
i
k
en
enmey
)
r
ğ
ö
s- 170
i
ilim
d
a
H
ru’l eMuhta
er insan topraktan yaratılmıştır. Ama topraktan yaratılmasına rağmen her insanın
derecesi farklıdır. Kimi insan esfele safilin
iken kimi insan ahseni takvimdir. Kimi insan avam
diye nitelendirilirken kimi insan hass’ül havastır.
İnsanlar öldükten sonra cennet ya da cehenneme
gireceklerdir. Lakin herkesin gireceği cennet farklıdır cehennem farklı. Herkes amelleri ölçüsünde
gireceği cennet ya da cehennemin derecesini belirleyecektir. Dinimizde yapılan her iş bir derecelendirmeye tabi tutulmuştur. Herkes namaz kılar. Herkes kıldığı namazla aynı dereceye ulaşamaz. Kimisi
namazı gösteriş için kılar. Maun suresinde gösteriş
için namaz kılanlara yazıklar olsun denilmiştir. Kimi
Allah için kılar ama kalbini namazda tutamaz. Kimisi huşu içinde namaz kılar. Hepsi Allah-u Teala’nın
puanlamasında farklılık arz edecektir. O yüzden
Müslüman yapacağı ibadetlerdeki derecesinin ne
olacağını iyi idrak etmelidir.
Her ibadet gibi sadaka da kendi içerisinde
farklı derecelendirilmiştir. Sadakayı diğer ibadetler-
54
Aralık
den ayıran çok çeşitli olmasıdır. Her ibadet; namaz,
oruç sayılmaz iken “Her maruf (iyi kabul edilen)
sadaka” (Kütüb-i Sitte, Haz. İbrahim Canan, Akçağ yay., Ankara,
1995, c: 10 s: 17) kabul edilmiştir. “Başkalarına fenalık yapmaktan korun, zira bu, kendi nefsine
yaptığın bir sadakadır.” “İki kişi arasında adalet yapman sadakadır. Bir kimseye hayvanına
binmede veya yükünü üzerine koymada yardım etmen sadakadır. Güzel bir söz sadakadır.
Namaza giderken attığın her adım sadakadır.
Yoldan eza veren şeyi kaldırman sadakadır.”
Her bir tesbih sadakadır, her
bir tekbir sadakadır, her bir
tahmid sadakadır, her bir tehlil
sadakadır, emr-i bi’l maruf sadakadır, nehy-i ani’l münker sadakadır.”(Kütüb-i Sitte c. 10 s. 17)
Sadakayı maddi bağlamda ele
aldığımızda ise kişinin malından belli bir meblağı infak etmesidir. Efendimiz (sav) zengin ile fakirin infakını
değerlendirmiş bir dirhem yüzbin
dirhemi geçmiştir buyurmuştur. Nasıl olduğunu soran sahabeye ise bir
adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan daha iyisini tasadduk
etti. Diğeri ise, malının yanına
varıp, malından yüzbin dirhem
çıkardı ve onu tasadduk etti.”
(Nesai, Zekat 49, (5,59)) En üstün sadakanın hangisi
olduğunu soran sahabeye “Fakirin cömertliğidir.
Sen bakımıyla mükellef olduklarınla başla.”
(Ebu Davud, Zekat 40, (1677)) diyerek verilen malın
çokluğundan ziyade kişinin konumuna göre ne kadar
verdiğinin derece bakımından önemli olduğunu vurgulamıştır. Maddi bağlamda en faziletli sadakanın ise
“Size en faziletli sadakayı haber vereyim mi?
(Boşanma, kocasının ölümü gibi bir sebeple) sana
gönderilmiş ve senden başka bir çalışanı (Na-
fakasını temin edecek bir kimsesi) olmayan kızın
(için harcadığın)dır.” (Kütüb-ü Sitte c: 17 s: 472) evladına
yapılmış sadaka olduğunu haber veriyor. Görüldüğü
gibi sadaka da kendi arasında derecelere ayrılıyor.
Derece bakımından en faziletli sadaka nedir?
Sorusuna geldiğimizde “En faziletli, en üstün sadaka, Müslüman kişinin ilim öğrenmesi, sonra
da Müslüman kardeşine öğretmesidir.” (Muhtaru’lEhadisi’n-nebeviyye ve’l-Hikemi’l-Muhammediyye, Seyyid Ahmed
Peki
ilim öğrenmek ve öğretmek niçin en
üst sadaka seçilmiştir. İlim kişiyi Allah’a götüren yoldur. Hangi ilim dalıyla uğraşırsan uğraş, Allah’a ulaşmıyorsan o ilim değildir. İlmin başı
Kur’an ve hadislerdir. Diğer ilimler
Kur’an ve hadisleri daha iyi anlayabilmek, Allah’ın kudretini, yüceliğini
kavrayabilmek için vardır. Kainattaki her şey Allah’ı zikretmektedir. Her
ilim Allah’a aralanan bir kapıdır. Bu
kapıdan ancak ilim ehl-i geçebilir.
Bu yüzdendir ki ilim öğrenmek ve
bir kardeşine ilim öğreterek onun
bu kapıdan geçmesini sağlamak en
büyük sadakadır. Diğer sadakalar
kişinin dünyasını kurtarıp, güzelleştirirken; ilim öğrenmek ve öğretmek
kişinin hem kendisinin hem de öğrettiği kişinin ahiretini kurtarır. Allah’ın en çok sevdiği
kul nasihat edenlerdir. “Kıyamet günü insanların
en pişmanlık duyanı şu adamdır ki, ilim öğrenmeye imkanı olduğu halde, dünyada iken ilim
öğrenmeyen kimsedir.”(Muhtaru’l e- Hadis- 170)
el-Haşimi, Daru’l Marife, Beyrut 2005, Hadis no: 207, s. 35)
En büyük sadaka ilim öğrenmek ve öğretmek,
kıyamette ise en pişmanlık duyulacak şey yine ilim
öğrenmek. Demek ki kişinin hayat yolculuğunda yanına alacağı en büyük azık ilim olmalıdır.
Derece bakımından en faziletli sadaka nedir? Sorusuna geldiğimizde “En faziletli, en
üstün sadaka, Müslüman kişinin ilim öğrenmesi, sonra da Müslüman kardeşine öğretmesidir.”
Aralık
55
Mustafa İslâmoğlu’nun Başarı Sırları
Ümit ŞİMŞEK
H
er ne kadar tenkit etsek de, Mustafa İslâmoğlu hakkında bir gerçeği teslim etmek
zorundayız:
Kendisi oldukça başarılı bir görev yürütüyor.
s, müç
i
d
d
a
uh
se
lim, m
â
ir kim
a
b
d
a
a
n
ı
Ort
am
Hamam n
ranın
i
ı
,
s
d
,
i
a
h
r
te
on
e
ktan s
e de v r
ı
d
d
i
a
’
s
i
m
ad
bırak
’ı
ğini, H
e
c
e
Kur’ân
l
e
a
r
g
n
’e
o
s
di
ns
ibi yoktıkta
g
a
r
i
ı
ğ
i
b
ı
d
dış
dile
engel
kendi
n
i
n
y
i
s
e
ş
e
bir
herk
’ın
na hiç
ı
s
a
Kur’ân
“
m
a
n
l
e
l
i
m
ru
e fi
lınmış
a
ağını v
c
n
a
e
y
d
a
lin
olam
ir
ların e
n
a
k, hiçb
e
m
ü
m
l
t
s
e
ü
in
M
ir.
ı” tahm bir iş değild
n
ı
ğ
a
c
ç
ola
için gü
i
b
i
h
a
ak ı l s
56
Ne kadarlık bir kitleyi tesiri altına aldığını kestirmek zor, ama belirli bir kesime hitap ediyor, sözleri o kesimde büyük bir saygıyla tasvip görüyor,
hattâ gerçek dinin tâ kendisi olarak benimseniyor.
Dahası da var, ama o kadar ileri gitmeyelim. Sadece, başarılı olduğunu söylemekle yetinelim ve sorumuza gelelim:
Bu başarının sırrı nedir?
Bir açıdan bakacak olursak, bu sorunun cevabı çok kolay:
Başka herkesi eleyecek ve ortada adam bırakmayacak olursanız, kalanla idare edersiniz.
Aralık
Bu kalan kimse de neden siz olmayasınız?
Mustafa İslâmoğlu bu sırrı yakalayanların ilki
değil, yegânesi de değil. Fakat başarıyla bu misyonu
yürütenlerden bir tanesi.
Onun hangi konuşmasını dinleyecek olsanız,
karşınızda, ümmetin büyük tanıdığı insanlardan birini
veya birkaçını lime lime doğrarken görürsünüz.
Ağzımdan yel alsın, eğer İmam Buharî ve İmam
Müslim gibi Allah dostu ve Peygamber âşıkı iki allâmeye bir husumetim olsaydı, yapacağım tek iş, size
Mustafa İslâmoğlu’nun 2 dakikalık bir konuşmasının
bağlantısını vermek olurdu. Onu seyrettikten sonra,
Allah’a yemin olsun ki, içinizde ne Buharî’ye, ne de
Müslim’e hürmet ve muhabbetin zerresi kalmazdı.
Gerçi o hürmet ve muhabbetin yeri de boş kalmaz, İslamoğlu hoca o münhal mevkie hemen yerleşiverirdi.
Buharî ve Müslim’i daha başlangıçta eleyince,
başka hiçbir imamın ve hiçbir muhaddisin bir şansının kalmayacağını kolayca tahmin edebilirsiniz.
Ortada muhaddis kalmayınca Hadis’in âkıbeti
ne olacak diyorsanız, hiç merak etmeyin, daha iyi:
Zaten “Güvenilir hiçbir hadis kitabı yok” İslamoğlu’nun bizzat kendi tabiriyle.
“Sahih” diyorsanız, o da hadis kitaplarını derleyenlerin (yani, Mustafa İslamoğlu gibi yazar dahi
olamamış, sadece derleme yapmış olan Buharî, Müslim gibi sıradan insanların!) kendi iddialarıymış. Hani
İslâmoğlu da kendi kitapları hakkında bazan tavsiye
ve reklam mahiyetinde sözler söylüyor ya, o cinsten
iddialar!
***
Mustafa İslâmoğlu hocamız, beden diliyle ve –
af buyursunlar ama yapmacık mı, gerçek mi olduğunu bir türlü çözemediğimiz – o pis pis sırıtmalarıyla
desteklediği, son derece vurgulu ve etkili konuşmalarıyla, mezhep imamlarını da bir güzel safdışı bıraktıktan sonra, asıl hedefine geliyor:
Allah’ın Resulü.
Ve, yüz Bediüzzaman’ı, bin Mevlânâ’yı tezyif
edip insanların gözünden düşürmekten çok daha büyük bir “başarının” altını işte bu noktada imzalıyor.
Mustafa İslâmoğlu, her ne kadar Peygamberimizden çok saygılı ve duygulu ifadelerle söz ediyor
ve ondan sık sık nakiller yapıyorsa da, bu arada bir
iddiayı ısrarla vurgulayarak zihinlere ve kalplere iyice
yerleştirmekten geri kalmıyor:
“Resulullah’ın
bütün
din
kültürü
Kur’ân’dan ibaretti; ne öğrendiyse Kur’ân’dan
öğrendi” iddiasını!
Bu iddiayı her fırsatta tekrarlıyor, ama gerisini
telâffuz etmesine de engin tevazuu engel oluyor ve
bunu sizin ferasetinize bırakıyor:
Peygamberimiz herşeyi Kur’ân’dan öğrendiyse,
bu konuda çok fazla fırsatı olmamış sayılmaz mı? Meselâ kırk yaşında Kur’ân
okumaya başlayan ve sadece yirmi üç
sene Kur’ân okuyabilmiş olan Muhammed Mustafa, çocukluğundan itibaren
Kur’ân ile haşir neşir olan İslâmoğlu
Mustafa ile yarışabilir mi?
Yarışamayacağını, sözleriyle değilse de fiiliyle gösteriyor Mustafa İslâmoğlu.
Ve Resulullah’ın hadislerini kendi kafasındaki Kur’ân’a arz ediyor, “Şu
uyar, şu uymaz” diyerek Peygamberine
dinini öğretiyor.
Aralık
57
Onun bu metodunu Hadis ilimlerinin ölçütlerine vurmaya kalkacak olanlara ise geçmiş olsun; çünkü İslâmoğlu hocamız Hadis ilimlerini lâğvetti bile!
“Bu saatten sonra eğer hadis ilmi diye birşey
olacaksa…” diye başlayan sözleriyle, farzımuhal
gelecekte hadis ilimlerine ihtiyaç duyulsa bile hangi
şartlar altında böyle birşeye müsaade buyuracaklarını
kendileri açıkça bildiriyorlar.
***
Ortada âlim, muhaddis, müçtehid, imam namına bir kimse bırakmadıktan sonra, sıranın Hadis’e
geleceğini, Hadis’i de devre dışı bıraktıktan sonra
Kur’ân’ı herkesin kendi dilediği gibi yorumlamasına
hiçbir şeyin engel olamayacağını ve fiilen “Kur’ân’ın
Müslümanların elinden alınmış olacağını” tahmin etmek, hiçbir akıl sahibi için güç bir iş değildir. Nitekim
bu hususu daha önce Nur’un Aydınlığında köşemizde yayınlanan “Sünnet Nasıl By-pass Edildi?” başlıklı
yazımızda ele almıştık. Yusuf Kaplan da arka arkaya
Yeni Şafak’ta yayınladığı ve sitemizde de iktibas ettiğimiz iki yazısında “Kur’ân İslâmı” adı altındaki bu
suikaste karşı ümmeti uyarmak için çırpınıyordu. Biraz dikkat ve insafla bakınca hemen görülüveren bu
aşikâr gerçeğe rağmen Mustafa İslâmoğlu bu kadar
insanı inandırmakta nasıl başarılı olabiliyor denecekse eğer:
Keskin kılıcıyla herkesi birer birer doğrayıp ortada sadece kendisini bırakırken, bir miktar rüşveti de
kendisini dinleyenlere dağıtıyor:
58
Onlar da ellerine bir meal alıp İslamoğlu’nun
konuşmalarını dinledikten sonra artık içtihad yapabiliyorlar. Hattâ, başka ocaklardan feyiz almış insanlar
bile biraz yanında staj görüp egosunu onun tornasında sivrilttikten sonra, her ne kadar onun karşısında
kedi gibi uysal resim verseler bile, bütün İslâm ulemasına karşı çakal kesilecek ve bir meal okuyup dört
mezhebin hatâsını bulacak bir formasyon kazanabiliyorlar.
***
Mustafa İslâmoğlu, türünün yegâne örneği değil; ama gerçek şu ki, başarılı bir misyon yürütüyor.
Eğer bu din size – Neyzen Tevfik’in tabiriyle –
fazla “kalın” geldiyse, tasalanmayın.
Mustafa İslâmoğlu sizi çok kısa zamanda “uydurma din”den “gerçek din”e döndürüverir.
Onun dininde öyle Sahabe, Tabiîn, Tebe-i
Tâbiîn, Eimme-i Müçtehidîn, allâme, ulema, fukahâ,
aktab, evliya, asfiya gibi şeyler yok.
Hattâ tek bir hadis kitabı bile yok!
Bütün bunların yerine, eğer mutlaka birilerine
tâbi olacaksanız, Mustafa İslâmoğlu hocamız; mutlaka birşeyler okuyacaksanız Mustafa İslâmoğlu’nun
kitapları var.
Yerseniz…
..................................................................
“Sünnet Nasıl By-pass Edildi?” başlıklı yazımızın bağlantısı:
http://www.yazarumitsimsek.com/3-sunnet-nasil-by-pass-edildi/
Aralık
Eşiyle Gaza Gelip Evlenenler
M. Emin KARABACAK
M
utlu evliliğin tarifi nedir diye sorsak; herkes
kendine göre bir cevap verecektir. Farklı
cevapların verilmesinin nedeni de beklenti
ve ihtiyaçların farlı olmasından kaynaklanmaktadır.
en
lenirk
v
e
n
e
e, s
i?
baann
a
B
ildin m
:
b
n
a
u
l
r
a
o
T
trik
n elek
e
; bizim
d
m
m
u
e
r
v
a
de d
ky
gaz
em: Yo
n
n
a
yoktu
a
k
i
r
t
Bab
k
le
im
ızda e
m
ı
n
a geld
a
z
a
G
zam
ı…
sı vard
a
b
m
a
l
!
aldım
Görünüşte herkese göre mutlu evliliğin tarifi
farklı olsa da özde herkesin ortak paydası mutluluğun ta kendisidir. Başka bir ifadeyle mutlu evlilik,
gönül frekansların uyuştuğu kalbe mukabil kalp bulabilmektir.
Nasıl ki kişilere göre mutlu evliliğin tarifi farklı
ise; evlilikte aile içindeki problemlerde farklılık göstermektedir. Görünüşte problemler farklı gibi görünse de problemlerin özünde anlaşılmama-anlaşamama yatmaktadır. Halk dilinde geçimsizlik hukuk
dilinde şiddetli geçimsizlik denmektedir.
Nerde
Hata Yapılıyor?
Nerde
Hata Yapılıyor?
Torun: Babaanne, sen evlenirken dedemden
elektrik alabildin mi?
Aralık
59
Babaannem: Yok yavrum; bizim zamanımızda
elektrik yoktu gaz lambası vardı… Gaza geldim aldım!
Mutlu ve sorunsuz bir evlilik için yola çıkan çiftler, karmaşık bir yapısı ve hassas bir dengesi olan yapıda mutluluğu yakalamak ve devam ettirmenin bu
kadar kolay olmadığını anlamaktadırlar.
Eskiden evlilikler aileler arasında tanışarak ve
istişare edilerek yapılırdı. Günümüzde ise gençler,
daha kendilerini tanımadan duygusal içgüdülerine
göre hareket ederek evlenmeye
çalışıyorlar. Sonra kendilerini ve
eşlerini tanımaya başlayınca soluğu mahkemede almaya başlıyorlar.
Oysa kendini tanıyan ve evlilikten
ne anladığını bilenler, duygusal içgüdülerine göre değil sorumluluk
bilinci içinde yaparlar.
Eğitimsiz
ve Denksiz
Eğitimsiz
veEvlilik
Denksiz Evlilik
İnsan hayatındaki en önemli
iki süreç vardır. Bunlar; meslek ve
eş seçimidir. Eskilerin tabiriyle “Bir
baltaya sap olabilmek” ve hatırı sayılı bir meslek sahibi olabilmek için
yıllarca okunmaktadır. Gerekirse bu konuda yüksek
lisan ve doktora yapılmaktadır. Oysa evlilik için en
küçük eğitim yapılmaktadır.
Günümüzde insanlar araç kullanmak için sürücü belgesi, mesleğe dayalı bir işte çalışmak istedikleri zamanda ustalık belgesi almaktadırlar. Araç kullanmak ya da işte çalışmak için önemsenen eğitim,
evlilik için önemsemektedir. Bunun sonucunda evli
çiftler, anne babadan gördükleri gibi evliliği yürütmeye çalışılmaktadırlar.
Evlilikte işler yolunda gittiği zaman problem
yoktur. Herkes hayatından memnundur. Eşlerde,
çocuklarda, anne babalarda, konu komşuda herkes
memnundur. Allah mutluluklarını daim eylesin, Allah
nazardan saklasın deriz böyleleri için.
Evlilikte işler yolunda gitmezse işte o zaman
küçük kıyametin kopmasını beklemek gerekir. Olaya
nerden bakarsanız bakınız sonuç hep aynı olacaktır.
Kişilik ve karakterleriyle ayrı dünyaların insanlarının
bir arada olması ve bu evliliği yürütmeleri imkânsızdır.
Evliliklerin sağlıklı yürümemesinin de birçok nedenleri vardır.
Bunlar; eşler arasında denklik dediğimiz ahlaki ve kültürel değerler
yanı sıra, maddi denklik ve tahsil
durumları bunların başında gelmektedir. Bunun yanında ailelerinde
denklikleri unutulmaması gerekir.
Çünkü birçok aile daha düğün aşamasında sıkıntılar yaşamakta ve zaman zamanda nişanı atmaktadırlar.
Bunun için evlilikte eşler arsında denklik çok önemlidir ve evlilikte esas alınacakta unsurda ahlak
olmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde
şöyle buyurmuşlardır: “Bir kadın
dört şey için nikâhlanır: malı, hasebi, güzelliği veya dini için... Dindar olanı tercih edin ki,
eliniz dert görmesin.” (Buharî, Nikah, 15) Hadiste
geçen dört şey gelin adayı kadar damat adayı için
geçerli olduğunu unutmamak gerekir.
Denklik göz önünde bulundurulmadan yapılan
evlilikler, Nasrettin Hoca’nın karanlıkta kaybettiği iğneyi (yüzüğü) dışarıda aramasına benzeyecektir. Eşlerde ailede kaybolan huzuru evde değil de dışarıda
aramaya başlayacaklardır.
“Bir kadın dört şey için nikâhlanır: malı, hasebi, güzelliği veya dini için... Dindar olanı tercih edin ki, eliniz dert görmesin.” (Buharî, Nikah, 15)
60
Aralık
“…Eşimin Huysuzluğundan
“…Eşimin Huysuzluğundan Anlarım”
Anlarım”
Cenab-ı Hak tarafından “En güzel biçimde
yaratılan.” (Tin,4) insanoğlu, evlilik hayatında da
kendisinden beklenen aynı güzelliği gösterememektedir. Evlilikte de kendisinden sadece kul olunması
istenen insanoğlu, hayat şartlarını ve zamanının olmadığını bahane ederek, sorumluluklarını yerine getirmemektedir.
Cenab-ı Hakk’ın; “Ben cinleri ve insanları,
ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât,56) buyurduğu ve görevi sadece Allaha kulluk
olan insanoğlu, çoğu zaman yaradılış gayesi dışına
çıkmaktadır.
Söylem olarak en iyi şekilde kul olmak istediğini söyleyen insanoğlu, davranış olarak söylemlerin
tersini yapmaktadır. Allah’a kul olma konusunda söylemleriyle davranışları arasında tutarsızlık içinde olan
insanoğlu, bu haliyle hem bu dünyasını hem de öbür
dünyasını sıkıntıya sokmaktadır.
Gönderiliş gayesi Rabbine kulluk bilincini unutan insanoğlu, mutlu olmak için farklı alanlara yönelmektedir. Evlilikte mutluluğu Rabbine kul olmakta
aramak yerine dışarıda arayan insanlara, Cenab-ı
Hakk tarafından kendilerinin de tarif edemedikleri sıkıntılar verilmektedir. Adını kendilerinin de koyamadıkları bu sıkıntılardan kurtulmak içinde eşler, huzur
ve mutluluğu değişik şeylerde ve farklı yerlerde aramaktadırlar.
Aile içindeki huzursuzluğun nedeni için seleflerden biri şöyle der: “Ben Allaha karşı isyan
ettiğimi eşimin ve atımın huysuzlanmasından
anlarım.” (Evliyalar Ansiklopedisi, İhlâs Gazetecilik
(Türkiye Gazetesi) İstanbul,1992)
Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Kişi evlendiği
zaman dininin yarısını korumuş olur. Geriye
kalan yarısı içinde Allah’a Karşı gelmekten
sakınsın.’’ (Heysemi, Mecme’u’z Zevaid, No: 7310)
Mutsuzluğun Nedeni Haram Lokma mı?
Mutsuzluğun
Nedeni Haram
Lokma mı?
Eskiden hanımlar eşlerini işe gönderirken:
“Aman bey, bize haram para getirme, biz açlığa dayanırız; fakat cehennem ateşine dayanamayız.” anlayışı vardı. Gelinlik kız aranırken de
“Helal süt emmiş” biri olmasına dikkat edilmesinin
temelinde bu yatmaktadır.
“Siz onları Allah’ın bir emaneti olarak aldınız.
Onlara şefkatle muamele ediniz”.
Aralık
61
Oysa günümüzde öyle mi? Gelsin de nerden
gelirse gelsin anlayışı ile gelin ya da damat adayında sorulan ilk soru; nerede çalışır ya da babası ne iş
yapar sorusudur. Gelin ya da damat adayının ahlakı
sorgulanmadan ve sadece maddiyata dayalı yapılan
birde buna nerden kazanıldığına bakılmadan yapılan
evliliklerde aile içi kavgalar eksik olmayacaktır.
di. Harun Reşid; “Behlül daha demin vazife verdik
sana ne çabuk bıktın?” der.
Behlül Dânâ Hazretleri: “Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış,
vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş,
bana ihtiyaç kalmamış.” der. (Bilinçaltı Aptaldır Şakadan
Anlamaz, M. Emin Karabacak, Tebeşir Yayınları, Konya,2012)
Behlül-i Dânâ Hazretleri bir gün Harun Reşid’den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı
pazar denetimini verdi.
Evlilikte Elleri Armut
Toplamayanlar
Evlilikte Elleri Armut Toplamayanlar
Behlül Dânâ Hazretleri hemen işe koyuldu. İlk
olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal
gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncıya sordu:
-”Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?” Adam
da her soruya olumsuz cevap verdi.
Memnun olduğu bir şey yoktu.
Behlül Dânâ Hazretleri bir şey
demeden ayrıldı ve bir başka fırına
geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı
ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor.
Aynı soruları bu fırının sahibine de
sordu ve her soruya olumlu cevap
aldı.
Adamın biri Hz. Ömer (r.a)’e karısını şikâyet
etmek üzere gelir. Tam şikâyet etmek
üzere kapıyı çalacakken Hz. Ömer
(r.a)’in karısının da Hz. Ömer (r.a)’e
bağırdığına ve halifenin buna sessiz
kaldığına tanık olur. Adam şikâyet“Sizin en
ten vazgeçip dönerken durumu fark
eden halife adama derdini sorar.
hayırlınız
Adam:
kadınlara
“Ey Müminlerin Emiri!..
Karımı sana şikâyete geliyordum, baktım ki senin eşinde
olanınızdır.”
sana yapıyor, sen ise susuyorsun. Dönmeye karar verdim.”
Hz. Ömer (r.a) gülümseyerek: “Evine dön. Unutma, hanımlarımız
çok kahrımızı çekiyor. Malumun
bütün ev işleri onlarda, bırak da o kadar söyBundan sonra başka bir yere uğramadan doğru lensinler. Sen açma kimseye!..” der.
karşı hayırlı
Harun Reşid’in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife isteYeni nesil el bebek gül bebek
büyütüldükleri için (Anneler babalar, okuyan kızlarını ders çalışsınlar
diye ev işlerinden uzak tuttuklarından üniversite okuyan) birçok kızın
yemek yapmasını dahi bilmedikleri,
erkekler çocuklarını da sen erkeksin
diyerek sorumsuz yetiştirmektedirler.) evlilik hayatlarında da en küçük
sıkıntılara sabır gösterememektedirler. Şimdiki kızlar, en küçük aile
kavgalarında baba evine koşuyor.
Birçok anne baba; kızına aile hayatındaki sıkıntıları anlatıp sabır göstermesini tavsiye etmek yerine; “Gel
kızım, biz seni sokakta bulmadık.”
62
Aralık
demektedirler. Yine birçok anne baba çalışan kızlarına; “Sen de çalışıp para kazanıyorsun, sakın kendini
ezdirme!” diyerek yangına körükle gitmektedirler.
Sonrasında kızlarda “Ellerim armut toplamıyor” diyerek onlarda yangına körükle gitmektedirler. Sonucunda incir çekirdeğini doldurmayan eften püften
şeylerden dolayı aileler parçalanmaktadır.
Erkek tarafı da oğullarına evlilikte sabır ve anlayış gösterilmesi gerektiğini ifade etmek yerine, onlarda yangına körükle gitmektedirler. Anne babalar;
“Onun kahrı mı çekilir,
sana kız mı yok!” demek
yerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i örnek
göstermelidirler.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) kadınları Allah (c.c.)’ın birer emaneti olarak görür ve onları
incitmemeye
çalışırdı.
Eşlerine karşı son derece
nazik ve kibar davranırdı. Ashabına da şu uyarıda bulunurdu: “Siz onları Allah’ın bir emaneti olarak aldınız. Onlara
şefkatle muamele ediniz”. (Sahih-i Buhârî, Muhtasar, X.
398) buyururlardı. Yine Efendimiz (s.a.v.): “Sizin en
hayırlınız kadınlara karşı hayırlı olanınızdır.”
(El-Cemiu’s-Seğir C.2, 4012) buyurmuşlardır.
“...Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan
hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz. (Nisâ,19)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yukarıdaki ayette
özellikle erkeklere hitapta bulunularak eşleriyle hoşça ve güzelce geçinmelerini, onlarda hoşlanılmayacak bir hareket görseler dahi bunu kavga ve ayrılma
sebebi yapmamalarını, bunlara katlanmak suretiyle
bilmediği başka şeylerden mükâfatların takdir edileceğini bildirmiştir.
Zamanın kutbu olarak bilinen Şeyh Ebü’l Hasan Harkani Hazretlerine eşi, hiç itibar etmez hatta
kendisine nezaket dışı davranışlarda sergilermiş. Şeyh
Ebü’l Hasan Harkani Hazretleri bir gün odun için
dağa gitmişti. Onu ziyaret etmek için Horasan’dan
gelenlere hanımı; her gelene olduğu gibi bunlara da
kocası hakkında birçok olumsuz sözler söylemiş.
Horasan’dan gelenlerin kalbine şüphe
düşse de yinede gelmişken görelim diyerek
dağa gidereler. Birde bakarlar ki Şeyh Ebü’l Hasan Harkani Hazretleri
aslana odunlara yüklemiş hatta yılanı da kamçı olarak kullanıyormuş.
Selam faslından sonra
Şeyh: “Ben hanımın
tahammülsüzlüklerini çektiğim için bu aslanda bizim yükümüz
çekiyor” demiş.
Daha sonraki ziyaretlerinde bakmışlar ki Şeyh
Ebü’l Hasan Harkani Hazretleri odunu kendi sırtında
taşıyor. Sebebini sorduklarında Şeyh: “Önceki hanımım çok huysuzdu hep benim yumağımı büyütürdü. Şimdiki hanım ise çok nazik ve kibar,
kendi yumağını büyütüyor.” demiş. (Mesnevî,
c.VI, beyit: 2044 vd.)
Sonuç olarak hiçbir sorumluluk verilmeden el
bebek büyütülen yeni evliler, evlilik gibi büyük sorumluluk isteyen yükü kaldıramamaktadırlar. Bunu
sonucunda da en küçük sıkıntılar sabretmek yerine
ailelere intikal edilmekte bu da problemlerin büyümesine ve zaman zaman da dönüşü olmayan yollara
girilmesine neden olmaktadır.
Eskiden hanımlar eşlerini işe gönderirken: “Aman bey, bize haram para getirme,
biz açlığa dayanırız; fakat cehennem ateşine dayanamayız.” anlayışı vardı.
Aralık
63
Hz. Mus’ab ibni Umeyr (r.anh)
Salih AYDIN
A
Beyati
e
b
a
k
A
irinci
B
a
ir grup
d
b
a
r
n
ı
e
s
d
u
B
iler
iedinel
M
ndiler
e
e
v
K
ş
.
u
i
t
olm
miş
ine
bullen
a
k
ğerler
i
ı
’
d
m
e
â
v
l
is
ak
nlatm
a
ı
’
asulul
m
R
â
l
n
s
i
i
ç
i
ne
k
z.
yapma
ğ
i
l
iler. H
b
d
e
e
t
s
i
de t
i
c
v
öğreti
r
i
b
li göre
n
m
a
e
n
ö
lah’t
u
er de b
görevb
i
’
m
r
a
y
g
e
m
Pey
’ab b. U
s
u
M
.
z
di.
için H
lendir
64
shab-ı kirâm’ın ileri gelenlerinden Künyesi
Ebâ Muhammed’tir. Mekke’nin zengin ailelerinden olup, yakışıklı ve güzel giyinen
bir gençti. Anne ve babası onun üzerine titrerdi.
Özellikle, Mekke’nin en zenginlerinden sayılan annesi, oğluna güzel elbiseler giydirir ve güzel kokular
sürerdi. Mekkeliler de onu hayranlıkla seyrederlerdi. Bir defasında Hz. Peygamber de onun hakkında şöyle buyurmuştu: “Mekke’de Mus’ab b.
Umeyr’den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç
görmedim” (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut 1960, III, 116).
Mus’ab, Mekke’de o günün şartlarına göre
zenginlik ve ihtişam içinde yaşarken, Hz. Peygamber (s.a.s)’in insanları islâm’a davet ettiğini öğrendi. Fazla vakit kaybetmeden Hz. Peygamber’e giderek iman edip müslüman oldu. O sırada Mekkeliler,
müslümanlara yoğun bir baskı uyguladığından, Hz.
Mus’ab müslüman olduğunu ailesinden gizlemek
Aralık
zorunda kalmıştı. Ama o, Peygamberimizi gizlice ziyaret etmeyi de ihmal etmezdi. Ne var ki Osman b. Talha, Mus’ab’ın namaz kıldığını görüp durumu annesi
ile akrabalarına bildirmişti. Bunun üzerine akrabaları
yakalayıp hapsettiler. Mekke’nin bu nazlı ve zengin
genci için artık çile dolu zor günler başlamıştı.
Habeşistan’a hicret eden ilk kafileye katılıncaya kadar hapiste tutulan Hz. Mus’ab, hicret imkanı
çıkınca, dinini daha rahat bir şekilde yaşayabilmek
için Habeşistan’a hicret etti.
Habeşistan dönüsünde Hz.
Mus’ab’ın durumu tamamen
değişmiş ve bu nazlı delikanlının yerini, kalbi islam ve imanla
dopdolu iradesi güçlü kuvvetli,
metin bir genç almıştı. Annesi
ondaki bu kararlılık ve metaneti görünce, üzerindeki baskısını
biraz hafifletmek zorunda kaldı.
Bu sırada Birinci Akabe
Beyati olmuş ve Medinelilerden
bir grup islâm’ı kabullenmişti.
Kendilerine islâm’ı anlatmak
ve diğerlerine de tebliğ yapmak
için Rasulullah’tan bir öğretici
istediler. Hz. Peygamber de bu
önemli görev için Hz. Mus’ab
b. Umeyr’i görevlendirdi. Hz.
Mus’ab onlara hem namaz kıldıracak, hem Kur’an
öğretecek, hem de diğer insanlara islâm’ı anlatacaktı
ve yeni kimseleri islâm’a davet edecekti.
Böylece Medine’ye ilk hicret eden sahabi
Mus’ab b. Umeyr oluyordu. Medine’de ilk cuma namazını da Mus’ab b. Umeyr kıldırdığı kaynaklarda
ifade edilir (İbn Sa’d, a.g.e., III, 118).
Bir yıl sonra Mekke’ye, hac mevsiminde yanında yetmiş kişi ile gelen Mus’ab b. Umeyr, Hz. Pey-
gamber (s.a.s)’e islâm’ın Medine’deki hızlı yayılışının
müjdesini verirken şöyle demişti: “İslâm’ın girmediği
ve konuşulmadığı ev kalmadı.” Başta Hz. Peygamber
olmak üzere bütün müslümanlar bu habere çok sevindiler. Oğlunun Mekke’ye döndüğünü haber alan
annesi onu tekrar hapsetmek istedi. Ancak Mus’ab
bütün bunlara karşı olgun bir müslüman tavrını takınarak imanında direndi ve annesini bundan vazgeçirdi. Onun annesini islâm’a daveti bir sonuç vermediği
gibi annesi de Mus’ab’ı yolundan döndürememişti.
Hz. Peygamber (s.a.s)’in
yanında iki ay kadar kalan
Mus’ab b. Umeyr, Hicretten on
iki gün önce Medine’ye vardı. Hz. Peygamber (s.a.s) onu
Sa’d b. Ebî Vakkas (r.a) ve Ebû
Eyyûb el-Ensârî (r.a) ile kardeş
ilan etmişti (İbn Sa’d a.g.e., III,
120).
Bedir savaşında muhacirlerin sancağı onun elindeydi. “Rasûlullah’ın bayraktarı” olarak ün yapmıştı.
Uhud savaşında da sancak
yine onun elindeydi. Savaş esnasında müslümanların gerilediğini gören Mus’ab b. Umeyr,
atını sağa sola doğru sürüyor ve yüksek sesle şu ayeti
okuyordu: “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler gelip
geçmiştir” (Ali imrân, 3/144). Bu ayetin Uhud gününe kadar nazil olmadığı ve o gün giderildiği rivayeti, Hz. Mus’ab’ın Allah katındaki değerini ifade eder
(İbn Sa’d, a.g.e., III,120,121). Uhud Gazvesinde islâm ordusunun sancağını taşıyan Mus’ab b. Umeyr’in
önce sağ kolu kesildi. Hemen sancağı sol eline alarak
savaşa devam etti. Fakat ardından sol eli de kesildi.
Bu defa vücuduyla sancağa sımsıkı sarıldı ve yuka-
Hz. Peygamber de onun hakkında şöyle buyurmuştu: “Mekke’de Mus’ab b. Umeyr’den
daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim”
Aralık
65
rıdaki ayeti okumaya
devam etti. Sonunda
müşriklerin bir mızrak darbesiyle şehid
oldu. Sancağı hemen
Suveybit b. Sa’d ve
Ebû’r-Rûm b. Umeyr
adlı sahabiler aldılar.
bu değerli insanı ke-
Hz.
Mus’ab
şehid olarak yerde yatarken, günün
sonlarına doğru, Hz.
Peygamber
(s.a.s)
Mus’ab’ı elinde sancakla gördü ve “ileriye git ey Mus’ab!”
diye emretti. Fakat o
kişi geri dönerek “Ben Mus’ab değilim” deyince
Hz. Peygamber onun Mus’ab kılığında savaşan Allah’ın meleklerinden biri olduğunu anladı (İbn Sa’d,
a.g.e., II, 121).
kılıç ve mızrak darbe-
fenleyecek
bir
örtü
dahi bulunamamıştı.
Hz. Peygamber, yanına geldiğinde Mus’ab
b. Umeyr eski bir hırkanın içinde saçları
dağılmış, vücudu ise
leriyle parçalanmış bir
durumda
yatıyordu.
Hz. Peygamber üzüntülü bir halde şunları
söyledi: “Seni Mekke’de gördüğümde,
senden daha güzel
giyinen,
senden
daha yakışıklı kimse yoktu. Şimdi ise, kefen
olarak sarılmış hırkadan başın dışarıda kalıyor.” Sonra onun için de bir kabir açtılar ve o mübarek sahabiyi de Uhud şehidleri arasına defnettiler.
Uhud savaşında Ashab-ı kiram’ın ileri gelenlerinden birçok kimse şehid oldu. Hz. Mus’ab b. Umeyr
de şehidler arasındaydı. Hz. Peygamber (s.a.s)’in
ne kadar üzüntülü olduğu yüzünden okunuyordu.
Mus’ab’ın mübarek na’şının başucunda oturarak,
Uhud şehidleri hakkında nazil olduğu bildirilen şu
ayeti okudu: “Mü’minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah’a verdikleri sözde sadakat ettiler.
Kimi adağını ödedi şehid oldu. Kimi de (şehid
olmayı) bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” (el-Ahzab 33/23). Sonra Hz. Peygamber diğer sahabilere, şehidlere yaklaşıp selam
vermelerini söyledi ve verilen selamların şehidler
tarafından alınacağını ifade etti (İbn Sa’d, a.g.e., III,
121).
Hz. Mus’ab şehid edildiğinde kırk yaşlarında
idi. Bir zamanlar zenginlik ve refah içinde yaşayan
Allah yolunda canını feda eden bu aziz şehid
sahabı için Ashab-ı Kiram’dan Habbab (r.a) şunları
anlatıyor: “Biz Hz. Peygamberle birlikte Medine’ye
yalnız Allah rızası için hicret ettik. Artık mükâfatını
Allah’tan bekleriz. Arkadaşlarımız arasında bu nimetlerden tatmadan âhirete gidenler vardır ki Mus’ab b.
Umeyr bunlardan biridir. O Uhud günü şehid olmuştu da, kendisini saracak bir kefen dahi bulamamıştık.
Yalnız şehidin bir kaftanını bulmuş ve bu aziz şehidi
ona sarmaya çalışmıştık. Ancak başını örterken ayakları açılıyor, ayaklarını kapatırken de başı açığa çıkıyordu. Bu yoksulluk karşısında Hz. Peygamber bize
şehidin başını örtmemizi ve ayaklarının üstüne de ızhîr denilen kokulu ottan koymamızı emretti” (Buharî,
Cenâiz 27; İbn Sa’d, a.g.e., III, 121).
Hz. Peygamber üzüntülü bir halde şunları söyledi: “Seni Mekke’de gördüğümde,
senden daha güzel giyinen, senden daha yakışıklı kimse yoktu. Şimdi ise, kefen olarak
sarılmış hırkadan başın dışarıda kalıyor.”
66
Aralık
Bişr-i Hafi (k.s)
Mustafa BAHADIROĞLU
A
a
ir dah
b
,
r
ş
i
aB
i.
n sonr
a
d
y
iymed
a
g
l
ı
o
b
u
a
B
ak k
i”,
ına ay
ğ
a
e “haff
y
a
n
i
s
i
d
asla
en
.
olayı k
d
enildi
n
a
d
d
n
n
e
u
z
e
B
kg
ilınaya
a
y
bı giym
i
a
n
k
k
ya
a
a ay
ünkü
Ç
ayağın
“
,
n
a
i
r
ç
i
“N
anla
ye sor
i
d
yalına
”
?
n
n
ü
u
g
s
im
yor
ı
verdiğ
k
â
akkab
s
i
y
a
m
a
a
ğım
O’n
di aya
iye
m
i
ş
,
um.” d
r
o
y
yaktım
ı
n
ta
kten u
i.
giyme
verird
cevap
Aralık
llah Dostlarının hayatlarında, kendi hayatımız için nice ibretlerle birlikte büyük ümitler
de bulunmakta. İsyan ve günahlarla dolu
yıllara rağmen ne büyük makamlara erişilebileceğinin bir örneği de Bişr-i Hafi (K.S.). Onun hayatından bize düşen hisse, gaflet ve isyankârlığımıza
takılıp kalmadan yüksek ufuklara göz dikmek. İçimizde-dışımızda bizi çağıran o ulvî sese kulak vermek.
Manevî semamızın yıldızlarından Bişr-i Hafi,
h.150 (m.767) yılında Merv’de doğdu. Merv’in ileri
gelen ailelerinden birine mensuptu. Bağdat’ta yaşadı ve h.227 (m.841) yılında burada vefat eyledi.
Devrinin sayılı hadis âlimlerinden biri olan
Bişr-i Hafî Hazretleri, gençlik yıllarında içki ve işret
meclislerinde dolaşırdı. Bir gün sarhoşluktan sendeleye sendeleye yürürken yolda bir kağıt parçası
buldu. Üzerinde Bismillahirrahmanirrahim yazılıydı. Onu hürmetle eline aldı, temizledi, üzerine misk
sürdü, öptü ve gözlerine sürerek temiz bir yere koy-
67
du. O gece şeyhlerden biri rüyasında kendisine şöyle
hitab edildiğini duydu:
“Bişr’e varıp de ki: Bizim ismimizi misk kokulu bir hale getirdin. Biz de seni misk kokulu yaptık.
İsmimizi yücelttin, biz de seni yücelttik. İsmimizi temizleyip arındırdın, biz de seni arındırdık. İzzetime
and olsun ki, dünyada da ahirette de ismini hoş hale
getireceğim!”
Bu hitab üzerine şeyh: “Bişr, fasık bir kişidir, galiba gördüğüm rüya asılsızdır” diye düşündü. Kalktı,
abdest aldı, namaz kılıp yattı. Fakat
yine aynı hitabı işitti. Bu hal üç kere
tekrar etti. Sabah kalkıp Bişr’i aradı.
“O şarap meclisindedir.” denilince
meyhaneye gitti. O sırada Bişr sarhoş bir halde bulunuyordu. Şeyh,
“Ey Bişr! Sana biri bir haber getirmiş.” diye içeriye haber saldı. Bişr:
“Gidip ona, ‘Bu haberi kimden getirdin?’ diye sorunuz.” Şeyh, “Haber Yüce Allah’tandır.” diye karşılık
verince Bişr ağladı ve: “Eyvah o
beni azarlayacak.” dedi. Şeyh, “Hiç
de öyle değil.” dedi. Bişr, “Ahbaplar la konuşmam için biraz bekle.”
dedi. Gidip arkadaşlarına: “Dostlar!
Bizi davet etmişler, gidiyoruz. Sizleri de O’na ısmarlıyorum. Beni bir daha asla meyhanede bulamayacaksınız.” dedi.
Sonra da perişan bir halde, baş açık, yalınayak
dışarı çıkıp tevbe etti. Zühd yolunu tuttu, evliyanın
devletli eteğine sarıldı.
Bu olaydan sonra Bişr, bir daha asla ayağına
ayakkabı giymedi. Bundan dolayı kendisine “haffi”,
yani yalınayak gezen denildi. “Niçin ayağına ayakkabı giymiyorsun?” diye soranlara, “Çünkü O’na misâk
verdiğim gün yalınayaktım, şimdi ayağıma ayakkabı
giymekten utanıyorum.” diye cevap verirdi.
Fudayl b. İyaz (K.S.)’ın sohbetlerine katılan
Bişr-i Hafî, bu sufi muhaddisten başka Enes b. Malik,
Abdullah b. Mübarek gibi bir çok alimden hadis öğrendi. Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere devrinin
büyük hadis alimleri kendisinden hadis rivayet ettiler.
Sonraları dayısı Ali b. Harşam (K.S.)’a intisab
eden Bişr-i Hafi, hadis rivayetini bırakarak tamamen
tasavvufa yöneldi. Zühd, takva ve mücahede dolu
hayatıyla manâ alemine sultan oldu. Verâ hususunda
son derece ince eleyip sık dokuyan Bişr-i Hafî Hazretleri, helâlliği şüpheli paralarla yapılıyor diye sultanların yaptırdığı çeşmelerden bile su
içmezdi. Ev halkı da verâ ve takva
hususunda aynı hassasiyeti taşırdı.
Bir gün aciz ve zayıf bir kadın
Ahmed b. Hanbel’in yanına geldi
ve sordu: “Yazın dama çıkarak devlete ait meşalelerin ışığı altında iplik
eğiriyorum. Bu caiz mi, değil mi?”
Böyle bir soru karşısında hayrette
kalan Ahmed bin Hanbel Hazretleri:
“Sen kimsin ki, bu çeşit sözleri ağzına alıyorsun?” dedi. Kadın: “Ben
Bişr b. Haris’in kız kardeşiyim.” deyince, İmam Ahmed hüngür hüngür
ağladı ve: “Bu çeşit bir takva ancak
onun gibisinin evinde zuhur eder.” dedi. Sonra kimseye böyle bir fetva vermeyen Ahmed bin Hanbel
Hazretleri: “Asla caiz değildir! Kulak ver ki, saf suyun
bulanmasın. Biraderin olan o temiz rehbere uy! Bu
suretle öyle bir mertebeye ulaşırsın ki, o ışığın altında
iplik eğirmek istediğin zaman senin elin sana itaat etmez. Kardeşin öyle biri idi. Helalliği şüpheli olan bir
yemeğe elini uzatmak istediği zaman eli kendisine itaat etmezdi.” dedi.
Ahmed b. Hanbel sık sık Bişr-i Hafî’nin yanına giderdi, tam manasıyla ona bağlanmıştı. Talebeleri ona: “Sen hadis ve fıkıh alimi bir müctehidsin.
Birçok ilimde bir benzerin daha yok. Buna rağmen
Bir gün bir şahıs sokakta hayvan tersi görünce: “Eyvah! Bişr gitti!” diye feryadı bastı.
Araştırdılar, adamın dediği doğru çıktı. “Bunu nasıl anladın?” diyenlere: “Çünkü” dedi;
“O hayatta olduğu sürece, Bağdat’ın hiçbir sokağı hayvan tersiyle kirlenmemişti.
68
Aralık
bir pejmürdenin yanına gidiyorsun, bu
sana hiç yakışır mı?” dediler. Ahmed
b. Hanbel: “Evet, şu saymış olduğunuz
ilimlerin hepsini ben ondan daha iyi bilirim. Ama o da yücelerden yüce Allah’ı
benden daha iyi tanımaktadır!” dedi.
Sonra Bişr’in yanına giderek: “Haddisnî an Rabbî! (Bana İzzet ve Celâl sahibi
Rabbim’den bahset!)” dedi.
Alemlerin Efendisi Muhammed
Mustafa (A.S.), rüyasında Bişr-i Hafî
Hazretleri’ne şöyle hitab etti: “Hak Tealâ Hazretleri’nin, seni akranların arasından niçin seçip dereceni yükselttiğini
biliyor musun?” Bişr: “Hayır ya Rasulallah!” “Çünkü sen sünnetime tabi oldun,
salihlere hürmet ettin, kardeşlere öğüt verdin. Ashabımı ve ehl-i beytimi de sevdin. Bu yüzden seni ebrar
makamına terfi ettirdim.”
Vefatı yaklaşınca, kendisini büyük bir ızdırab
kapladı. “Galiba hayatı seviyorsun” diyenlere, “Hayır” dedi; “lâkin Padişahlar Padişahı’nın huzuruna
çıkmak cidden güç bir iş.”
Naklederler ki, hayatta olduğu müddetçe yalınayak gezdiği için hayvanlar ona hürmeten sokaklarda hiç terslemezlerdi. Bir gün bir şahıs sokakta
hayvan tersi görünce: “Eyvah! Bişr gitti!” diye feryadı
bastı. Araştırdılar, adamın dediği doğru çıktı. “Bunu
nasıl anladın?” diyenlere: “Çünkü” dedi; “O hayatta
olduğu sürece, Bağdat’ın hiçbir sokağı hayvan tersiyle kirlenmemişti. Bu sefer ise alışılmışın aksine bir
durum gördüm. Anladım ki, Bişr artık hayatta değil!”
Vefatından sonra onu rüyada gören biri, “İzzet
ve Celâl sahibi Allah sana ne yaptı?” diye sorunca,
şu cevabı aldı: “Merhaba ey Bişr! diye ferman geldi.
Sonra, ‘ruhunu teslim ettiğin an yeryüzünde senden
daha çok sevdiğim hiçbir kimse yoktu’ diye bir hitab
işittim.”
Onu rüyada yürür halde gören diğer biri, “Nereden geliyorsun?” diye sordu. “İlliyyûn (Cennet’in
en yüksen mertebesinden)’den.” dedi. “Allah, Ahmed b. Hanbel’e ne yaptı?” diye sordu. “Şu anda
onu, Allah’ın huzurunda nimetlerin içinde yer-içer bir
halde bıraktım.” “Peki ya sana ne yaptı?” diye sordu.
“Allah, benim yemeğe pek rağbet etmediğimi bildiğinden, kendisini temaşa etmemi lütfetti” dedi.
Şu sözler
ona aittir:
Şu sözler
ona
aittir:
“Halkın kendisini bilmelerini ve tanımalarını
arzu eden bir kimse, ahiretin (ve bu maksatla işlediği
amelin) hazzına varamaz.”
“Eğer halkın seni bilmelerini arzu ediyorsan, bil ki, dünya sevgisinin başı işte bu arzudur.”
“Arifler öyle bir taifedir ki, Hak Tealâ’dan
başkası onları (gerçek hüviyetiyle) tanımaz ve
ancak Allahu Tealâ’nın rızası için kendilerine
hürmet ve itibar edilir.”
........................................................
(Hilye, Kuşeyrî Risalesi, Keşfu’l-Mahcûb, Nefehâtü’l-Üns, Tezkiretü’l-Evliyâ)
Vefatı yaklaşınca, kendisini büyük bir ızdırab kapladı. “Galiba hayatı seviyorsun” diyenlere, “Hayır” dedi; “lâkin Padişahlar Padişahı’nın huzuruna çıkmak cidden
güç bir iş.”
Aralık
69
Musa KARACA
Allahu Teâlâ dinini tebliğ etmekle görevli insanlar arasından peygamberler seçmiştir. En son
peygamber ise Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) dir. Ondan sonra hiçbir peygamber gelmemiştir ve gelmeyecektir. Allahu Teâlâ peygamberler seçtiği gibi yine insanlar içerisinden kendine dostlar da seçmiştir. Bu dostlarının özelliklerini ayette şöyle sıralamıştır: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir
korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır. Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur.
İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.” (Yunus 62, 63, 64)
Şimdi sizlere bu dostlardan birisini tanıtmak istiyorum: Bayburt’lu Sultan Hacı Şaban Efendi.
Hacı Şaban Efendi Hazretleri, 1901 senesinde Bayburt’ta doğmuştur. Babası, Bayburt’un merkezinden
Mustafa Efendi; annesi, Erzurum’dan Fâtıma Hâtun’dur. 15 Eylül 1992’de çok sevdiği Rabbi’ne ikindi
yağmurları altında kavuşmuştur. Kabri; Bayburt’un Kaleardı Mahallesi’nde, Mürşidî Ahmet Baba Hazretleri’nin kabrinin yanındadır.
Sultan Hacı Şaban Efendi Hazretleri, küçük yaşta babasını kaybetmiştir. Annesine itaatte kusur
etmemiş, onun hayır dualarına mazhar olmuştur. Gençliğinde ticaretle meşgul olan Hacı Şaban Efendi
Hazretleri; bir defasında eve geç gelmiş, annesini uyandırmamak için sabah namazına kadar kapıda beklemiştir.
Onun bu durumundan etkilenen annesi şöyle dua etmiştir:
“Oğlum, Allah’ım seni Resulullah Efendimize komşu etsin. Hacı Şaban Efendi olasın. Herkes senin kapına gelsin.
Darlık ve yoksulluk görmeyesin.” Allah(c.c) indinde kabul
olan bu dua aynen gerçekleşmiştir.
Sultan Hacı Şaban Efendi Hazretleri; uzun boylu,
yiğit ve heybetli bir görünüşe sahipti. Başına siyah sarık
sarar, gözlerine sürme çekerdi. Yaz kış uzun cübbe giyer,
hızlıca yürür ve elinde asa taşırdı. Onu gören kendine çekidüzen verir, Cenab-ı Hakk’ı hatırlatırdı. Az yer, az uyur
ve lüzumsuz konuşmazdı. Kahkaha ile gülmez tebessüm
ederdi. Kendisinde ‘Celal ‘ sıfatının tecellisi hâkimdi. Hz. Musa (a.s.) meşrebi üzereydi. Allah’tan başka
hiç kimseden korkmazdı.
O, Hazreti Peygamberi örnek almış, O’nun ahlakını hayatının her alanına taşımaya çalışmıştı. Çok cömertti. Yoksulları, yetimleri, sakat ve hastaları özellikle gözetirdi. Sağ elinin verdiğini sol
eli görmezdi. İbadetlere, bilhassa namaza çok değer verir, cemaate devam eder, sabah namazını genel
olarak Ulu Cami’de kılardı. Hayatının sonlarında hastanede yatarken dahi namazını aksatmamıştı. Nasıl
yaşarsanız öyle ölürsünüz hadisi tecelli etmiş, çok sevdiği Rabbi’ne ruh emanetini ikindi namazını kılarken
teslim etmiştir. Nafile ibadetlere dikkat eder, geceleri uyanık geçirir, çokça Kur’an okurdu. Hicrî ayların
başında, ortasında, sonunda Pazartesi ve Perşembe günlerini devamlı oruç tutar, Perşembe günleri evlerinde iftar yemeği verirdi.
İlme çok büyük önem verir, ilim talebelerine ve âlimlere büyük iltifatlarda bulunurdu. “İlmin önüne geçilmez.” diyerek âlimlerin önünden yürümezdi. Özellikle Kur’an kursu talebeleri ile ilgilenir, onlara
yemek yedirir ve harçlıklarını verirdi. İyiliği hep hazırdı. Hayırseverlikte kimse ona yaklaşamazdı. Ahirete
irtihallerinin yirmi ikinci yılında rahmetle anıyoruz. Rabbim şefaatlerine bizleri de nail eylesin.
70
Sultan Hacı Şaban Efendi Hazretleri, Kendisine yapılan kötülüklere bile iyilikle karşılık verirdi.
Dükkânının duvarını delerek birtakım eşyayı gasp eden ve
daha sonra yakalanan hırsızlardan davacı olmamış, ayrıca kamu
davası düşsün diye çalınan malların hırsızlar tarafından daha önceden satın alındığını emniyet tutanaklarına geçirtmiştir. Daha
sonra hapse girince onları hapishanede ziyaret etmiş ve ihtiyaçlarını karşılamıştır.
Sultan Hacı Şaban Efendi Hazretleri, merhamette akarsu gibiydi. Çocuklarına yedirecek
hiçbir şeyi olmadığı için aç oldukları halde onları avutarak yatıran, muhtaç bir ailenin kapısını
gece geç vakitte bir at arabası gıda maddesi olduğu halde çalmış ve Hz. Ömer (r.a.) misali un
çuvalını ve diğer yiyecekleri sırtına alarak ihtiyaç sahibinin evine taşımıştır. “Kardaş hakkını helal
et, durumunuzdan zamanında haberimiz olmadı.” diyerek hane sahibinin gönlünü hoş etmiştir.
Ceviz Ağacı
Nasrettin Hoca bir gün köyden şehre giderken yorulmuş
tarlanın kenarındaki Ceviz ağacının altında dinleneyim demiş.
Şöyle bir etrafına bakınıp ağacın altına uzanmış ve şöyle düşünmüş:
“Ey Allah’ım gücüne sual olmaz amma incecik kabak sapında kocaman kabak var, koskocaman ağaçta küçücük ceviz
var, bu nasıl iş? diyip uykuya dalmış.
Ağaçtan bir ceviz Hoca’nın kafasına düşüvermiş. Ve kafada ceviz büyüklüğünde bir şiş olmuş. Hoca hiddetle uyanmış
ve:
“Yarabbi, sen en iyisini bilirsin.” demiş.
“Şimdi o kabak ağaçta olsaydı benim halim ne olurdu?”
Bunları Biliyor muydunuz?
Gözümüzü açık tutarak kesinlikle hapşıramayacağımızı
İnsanın kalça kemiğinin betondan daha sağlam olduğunu
Yemeğe tuz ile başlanırsa beyin tarafından gönderilen bir uyarı sayesinde,
midede mukus denilen sindirimi kolaylaştırıcı bir tabaka oluşturduğunu ve
midenin sindirime hazırlıksız yakalanmasını önlediğini
Yemek yerken yerde oturarak sol ayağı katlayıp sağ ayağı karna çekerek
oturulup yenildiğinde, su ile doldurulmuş balon şeklinde olan midenin çıkış
kısmını kapatarak yenilen gıdanın tam sindirilmeden bağırsaklara kaçmasını
önleyeceğini ve mide dolunca da doygunluk hissi vererek çok fazla yemeden
kalkılacağını
Yemek yerken yemeğin ortasında su içildiğinde içilen suyun yenilen gıdaların
sindirilmesine, gerekli vitaminlerin emilmesine katkıda bulunduğunu ve
midede doygunluk hissi vererek az yemeye vesile olduğunu
İnsan vücudunda bulunan damarların uzunluğunun yaklaşık 100 bin kilometre
olduğunu
İnsan vücudundaki en güçlü kasın dil olduğunu, biliyor muydunuz?
71
Gönül
Evvel sen de yücelerden uçardın
Şimdi enginlere indin mi gönül
Derya deniz dağ taş demez geçerdin
Karadan menzilin aldın mı gönül
Yiğitliğim elden gitti yel gibi
Damağımda tadı kaldı bal gibi
Hoyrat eli değmiş gonca gül gibi
Bozulmuş bağlara döndün mü gönül
Hasta oldun yatağını istersin
Kadir Mevlâm sağlığını göstersin
Cennet-i Âlâ’dan bir köşk dilersin
Boynunun farzını kıldın mı gönül
Karacaoğlan der ki söyle sözünü
Hakk’a teslim eyle kendi özünü
El içinde karalama yüzünü
Yolun doğrusunu buldun mu gönül
Karacaoğlan

Benzer belgeler