Burhan Dergisi 111. Sayı
Transkript
Burhan Dergisi 111. Sayı
¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ¾ËWh¸?Âh¸??¾lG “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ³@ÄAÅiH@Òʦ@Ä@iYI¹@ý ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ² @ÃAÄhH@ÑÉÁ¥@Ã@hYI¸@¼ ¿mH Dua almak, duaya vesile olmak, duanın peşinde olmak güzeldir. Dua salih kulun gönlünden dökülürse daha bir güzeldir. Dua almaya da vesileler aranmalıdır. İşte güzel bir dua örneği: ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH Zünnun Mısrî Hazretleri (ö.245/860) vefat edene kadar hiçbir Mısırlı onun hâlinin güzelliğini anlayamamıştı. Dünyadan göçüp gittiği gece yetmiş kişi rüyada gördükleri Peygamber Aleyhisselam’ın: “Hak dostu Zünnun gelmek üzere, onu karşılamaya geldim.” dediğini duymuşlardı. Vefat ettiği vakit alnında şöyle bir ibarenin yazılı olduğu görülmüştü: “Bu Allah’ın sevgili kuludur, Allah sevgisinde ölmüştür.” Cenazesini omuzlarda taşırken semadaki kuşlar toplanmışlar ve üzerinde gölge yapmışlardı. İşte o zaman bütün Mısırlılar şaşkına dönmüşler, daha önce ona karşı işledikleri eza ve cefaya tevbe etmişlerdi. ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH Bir gün Zünnun Hazretleri Nil nehrinde gezinti yapmak için dostları ile gemiye binmişti. Bu sırada başka bir gemi gezisini tamamlayıp geri dönmekte idi. İçinde eğlenen, oynayan ve yakışıksız işler yapan bir grup vardı. Bu manzara müritlerin gücüne gitmişti. Dediler ki: - Ey şeyh, dua buyur da Allah Tealâ bunların tümünü batırsın, böylece onların uğursuzluğundan insanlar korunmuş olsun. Bunun üzerine Zünnun Hazretleri ayağa kalktı ve ellerini kaldırarak şöyle dua etti: - Ey büyük Allahım! Şu topluluğa dünyada hoş bir hayat ihsan ettiğin gibi, öbür dünyada da onlara hoş bir hayat lutfeyle! Müritler onun bu sözlerine şaşırdılar. Gemi yaklaşıp içindekilerin gözleri Zünnun Hazretlerine ilişince başlarını eğdiler, çalgı aletlerini kırıp attılar. Tevbe ederek Allah’a yöneldiler. O zaman Zünnun Mısrî Hazretleri çevresindeki müritlerine şöyle dedi: - O dünyadaki hoş hayat, bu dünyadaki tevbe ile olur. Asıl maksadın gerçekleştiğini görmüyor musunuz? Hiç kimseye zarar gelmeden muradınıza nail olmadınız mı? Bu hadise o zatın üstün şefkat ve merhametini gösteriyordu. Rasulullah aleyhissalâtü vesselam da kâfirlerin eza ve cefasına karşı şöyle demişti: - Allahım, kavmimi hidayete erdir ve bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlar. (Keşfu’l-Mahcub, s.198-99) Daha güzel Burhan’larda buluşabilmek dileği ile Allah’a emanet olunuz. İçindekiler % $ 3 8 7 9 : ; ) ) 1 3 " G - " H Q R W S W ` 9 j @ ( k 8 I < ~ S c 1 İnsanın Kendine Yaptığı İyilik TEVBE 16 2 > A L L 1 : , ! ( 8 Modern Haçlı Zihniyeti Sembollerimize Saldırıyor 40 . Z X 5 < I u x I Doğrularla Beraber Olun!.. 44 0 ! $ * c S $ ) ( ^ Kur’ân’da 40 Yaş Duası 46 U + % < * ) l 7 $ ( + " % \ V 5 a Q U c b U U ] ^ Q d c R a Q c Q d ) \ ( " > : O w w 5 O l \ l Abdulkadir-i Geylani (k.s) hazretlerinden 52 l Allah (c.c.)’a Aralanan Kapı 54 Mustafa İslâmoğlu’nun Başarı Sırları 56 Eşiyle Gaza Gelip Evlenenler 59 L y x Hz. Mus’ab ibni Umeyr (r.anh) 64 z % $ & " $ ) | Ümit ŞİMŞEK $ : M. Emin KARABACAK w : Seval AĞARI ÇAKIR t L w y O { ( Prof. Dr. Ali AKPINAR $ ) N Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK ) | : Salih AYDIN & Bişr-i Hafi (k.s) 67 & Mustafa BAHADIROĞLU ] ] P x U ` U c w t W L L Burhan Çocuk 70 L Q b d b ^ ^ Gönül (şiir) 72 ! S Q S c ^ ` c Q ^ ] S S a S g S S c R c W S 1 U P $ a R a c L Musa KARACA 6 ( b g S ) - S c h + 6 j b T R ^ I h a ) 8 Şifalı Bitkiler 3 ! Q Memduh ERGİN Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 50 $ $ i < \ r i + l - \ n \ Z / n < V V ) w - " V ! * Y 7 $ S ) x ^ ( ) y W z 4 Y % F < % q I P ( n W L Dr. İhsan ŞENOCAK Z ! # ; $ P w Z L * Yrd. DOÇ. Dr Ebubekir SİFİL l V S V h % ) i 5 $ " X Elif ALACA _ ] ^ 8 i ] g V 0 S \ i 5 f " \ " i ( Abdullatif ACAR L < 8 S _ Z ! ! 3 b Selefi İle Taklit ve Mezhepler Üzerine 30 Y b ! 5 v B " 1 b Z V < - $ / M : " : w Şifalı Bitkiler 3 % Zencefil 15 6 } G 8 ! % ! } - A ( a : ) } - 3 > ! s Q V ( 5 > > 8 " $ $ - v e I 6 0 ! $ p 7 “Allah, Sizi Bir Za’ftan Yarattı...” 22 N I k ! % m ( 6 N : ( - & = = % 3 d I Q m 1 0 G P P ( ( ( c ! 8 / Ahmet YAŞAR Zaman ve Mekâna Müslümanca Bakış 24 - < % " 1 $ Allah Teâlâ Hazretleri Çok Tevbe Edenleri Sever 10 " V W E 8 $ - - ! C b [ 5 ) 0 $ . X [ O o % j a " N _ : % Zerdeçal 43 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN F M * U % 3 T > , L 3 / & ( 3 4 I & " + J I + 8 ; 0 C ! 3 E B K ! ) & ) H % . ! * $ @ 7 ! / " - " Tevbe Dediğin İşte Böyle Olur 4 % 3 ) $ 2 4 D 3 < . ? B ; * : 8 & ) 8 ) ! 1 + ) . ) * " ; 1 f 0 : 1 9 ( / 1 ' . * ! & - , ( $ 1 # ^ c Q ^ S S b G a ~ d Q a S T ~ R ^ b a ^ S Q b c R b d S a R R ~ S f T U a b U ^ Q d c ] S c ^ b ^ ^ Q b ] c S ] b d c S d h c S c h S ^ S b d ^ b Q a ^ b a S Q T T Q b ^ Q h b T c b ^ Q a Karacaoğlan 10 Allah Teâlâ Hazretleri Çok Tevbe Edenleri Sever Ahmet YAŞAR 24 Zaman ve Mekâna Müslümanca Bakış Yrd. DOÇ. Dr Ebubekir SİFİL 40 Modern Haçlı Zihniyeti Sembollerimize Saldırıyor Memduh ERGİN 56 Mustafa İslâmoğlu’nun Başarı Sırları Ümit ŞİMŞEK Tevbe Dediğin İşte Böyle Olur Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN K in dimiz n e f E er k kalma ygamb i e r P e . g z H an savaşt r i ahtır. b n ı ü ğ ı g d r l i ı kb kat bu i büyü k e t sahâbî t ç e ü elb n çe ten adı ge a d ı r a da i ç a r n o s Yuk iş . ı işlem şlerdir i h a m t n e ü g vbe izinci den te k l e ü s n n ö zo ve g nin yü i öre s e r û s mize g i ğ i d Tevbe n re vnin te den öğ î b n i â t h e a y s â , bu üç ahlah n a ü l l g A e v iş Yüce ul etm b a k i r. amıştı l belerin ş ı ğ a rını b 4 â’b b. Mâlik radıyallâhu anh, Rasûlullah Efendimiz’in üç meşhur şâirinden biridir. Medineli olup Hazrec kabilesindendir. İkinci Akabe bîatında bulunarak Efendimiz’i Medine’ye dâvet eden bahtiyarlardan biri de odur. Tebük Gazvesi’ne katılmayan üç kişiden biri olması ve elli günlük boykottan sonra âyet-i kerîme ile aklanması onun şöhretini daha da artırmıştır. Hicretten sonra Peygamber Efendimiz Mekkeli bir muhâcir ile Medineli bir ensârı kardeş ilân ettiği zaman, onu cennetle müjdelenen on kişiden (aşere-i mübeşşere’den) biri olan Talha b. Ubeydullah ile kardeş yapmıştı. Aşağıda okuyacağımız hadîsi şerîfte geçeceği üzere, haklarında ilâhî af çıkıp da Kâ’b, Peygamber Efendimiz’in huzuruna girdiği zaman, sadece Hz. Talha’nın ayağa kalkıp koşarak gelmesinin ve onu heyecanla tebrik etmesinin sebebi, aralarındaki bu kardeşliktir. Kâ’b b. Mâlik, onun bu davranışını hiç unutmadı ve her fırsatta şükranla andı. Kâ’b, sadece Bedir ve Tebük Gazveleri’nde bulunamadı. Uhud Gazvesi’nde düşmanla yiğitçe Aralık savaştı ve on yedi yara aldı. Demek ki onun Tebük Gazvesi’ne gitmemesi, korkaklığı sebebiyle değildi. Kendisinden seksen kadar hadis rivayet edilmiştir. Kâ’b, hicretin 54. yılında (674) vefat etti. Allah ondan razı olsun. Kâ’b b. Mâlik radıyallahu anh, yaşlandığı zaman gözlerini (görme özelliğini) kaybetmişti. İşte o zaman onu elinden tutup Medine’de gezdirme ve mescide götürüp-getirme görevini üstlenen oğlu Abdullah, babasına Tebük seferinden geri kalmasını sebebini sormuş o da şunları anlatmıştı: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gittiği gazâlardan sadece Tebük Gazvesi’ne katılmamıştım. Gerçi Bedir Gazvesi’nde de bulunamamıştım. Zaten Bedir’e katılmadıkları için hiç kimse azarlanmamıştı. O vakit Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile müslümanlar (savaşmak için değil) Kureyş kervanını takibetmek için yola çıkmışlardı. Nihayet Yüce Allah müslümanlarla düşmanlarını, aralarında verilmiş herhangi bir karar olmadığı halde bir araya getiriverdi. Halbuki ben Akabe bîatının yapıldığı gece, İslâm’a yardım etmek üzere söz verirken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanındaydım. Her ne kadar Bedir Gazvesi halk arasında Akabe gecesinden daha meşhursa da, ben Bedir’de bulunmayı Akabe’de bulunmaktan daha üstün görmem. Tebük Gazvesi’ne Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte gitmeyişim şöyle oldu: “Ben, katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar hiçbir zaman kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya getirememiştim. Bu gazvede iki tane binek devesine sahip olmuştum. Bir de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemez, bir başka yere gittiği sanılırdı. Fakat bu gazve sıcak bir mevsimde uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Rasûl-i Ekrem durumu açıkladı. Savaşın özelliğine göre hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini söyledi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber sefere gidecek müslümanların sayısı çok fazlaydı. Adlarını bir deftere yazmak mümkün değildi. Savaşa gitmemek için gözden kaybolunduğu takdirde, hakkında bir âyet nâzil olmadıkça, işin gizli kalacağı zannedilebilirdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu gazveyi meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin arandığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile müslümanlar savaş hazırlığına başladılar. Ben de onlarla birlikte savaşa hazırlanmak için çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de “Canım, ne zaman olsa hazırlanırım” diyordum. Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben ise hâlâ hazırlanmamıştım. Yine sabah evden çıktım, hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Hep aynı şekilde davranıyordum. Savaş henüz başlamamıştı, ama mücâhidler hayli yol almışlardı. Yola çıkıp onlara yetişeyim dedim, keşke öyle yapsaymışım; bunu da başaramadım. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa gittikten sonra insanların arasına çıktığımda beni en çok üzen şey, savaşa gitmeyip geride kalanların ya münafık diye bilinenler veya âciz oldukları için savaşa katılamayan kimseler olmasıydı. Ellinci gecenin sabahında, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın (Kur’ân-ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere canım iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken, Aralık 5 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış. Tebük’te ashâbın arasında otururken: “Kâ’b İbni Mâlik ne yaptı?” diye sormuş. Bunun üzerine Benî Selime’den bir adam: “Yâ Rasûlallah! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp gururlanması onu Medine’de alıkoydu.” demiş. Bunun üzerine Muâz İbni Cebel ona: “Ne fena konuştun!” demiş. Sonra da Peygamber aleyhisselâm’a dönerek, “Yâ Rasûlallah! Biz onun hakkında hep iyi şeyler biliyoruz.”demiş. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir şey söylememiş. O sırada çok uzaklarda beyazlar giymiş bir adamın gelmekte olduğunu görmüş: “Bu, Ebû Hayseme olaydı!” demiş. Bir de bakmışlar ki, gelen adam Ebû Hayseme el-Ensârî değil mi! Ebû Hayseme, (bir savaş hazırlığı sırasında) bir ölçek hurma verdiği için münafıklara alay konusu olan zâttır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü aldı. Söyleyeceğim yalanı düşünmeye başladım. Kendi kendime “Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulacağım?” dedim. Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerden akıl almaya başladım. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki saçma düşünceler dağılıp gitti. Onun elinden hiçbir şekilde kurtulamayacağımı anladım. Herşeyi dosdoğru söylemeye karar verdim. Peygamber aleyhisselâm sabahleyin Medine’ye geldi. Seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye gelerek iki rek’at namaz kılar, sonra halkın arasına gelip otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna geldiler; neden savaşa gidemediklerini yemin ederek anlatmaya başladılar. Bunlar seksenden fazla kimseydi. Hz. Peygamber onların ileri sürdüğü mâzeretleri kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allah Teâlâ’dan bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı. Sonunda ben geldim. Selâm verdiğim zaman dargın dargın gülümsedi; sonra: “Gel!”, dedi. Ben de yürüyerek yanına geldim ve önüne oturdum. Bana: “Niçin savaşa katılmadın? Binek hayvanı satın almamış mıydın?” diye sordu. Ben de şöyle cevap verdim: “Yâ Resûlallah! Allah’a yemin ederim ki, senden başka birinin yanında bulunsaydım, ileri süreceğim mâzeretlerle onun öfkesinden kurtulabilirdim. Çünkü insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat yine yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın Cenâb-ı Hak işin doğrusunu sana bidirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğrusunu söylersem, bana kızacaksın. Ama ben doğru söyleyerek Allah’dan hayırlı sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özürüm yoktu. Hiçbir zaman da gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım.” Bunun üzerine Hz. Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var gücüyle: “Kâ`b b. Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma gününün geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım. 6 Aralık Peygamber: “İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, senin hakkında Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle!” buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den bazıları yanıma takılarak şöyle dediler: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar veya bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Hatta bana göre yeryüzü bile değişti. Sanki burası benim mem“Vallahi senin daha önce bir suç işledi- leketim değildi. Elli gün böyle geçti. İki arkadaşım ğini bilmiyoruz. Savaşa katılmayanların ileri boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerinde oturdular. sürdükleri gibi bir mâzeret söyleyemedin. Hal- Ben ise onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı buki günahlarının bağışlanması için Peygam- çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşılarda dolaşırdım. ber aleyhisselâm’ın istiğfâr etmesi yeterdi.” Fakat kimse benimle konuşmazdı. Namaz bittikten Bu arkadaşlar beni o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yerinde Rasûlullah’ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimin otururken yanına gelir, kendisine selâm verirdim. yalan olduğunu söylemeyi bile düşündüm. Sonra on- Kendi kendime “Acaba selâmımı alırken dudaklara: “Bana verilen cezaya çarptılarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı rılan bir başka kimse var mı?” mı?” diye sorardım. Sonra ona yadiye sordum. “Evet. Seninle be“Yâ Resûlallah! Alkın bir yerde namaz kılar ve farketraber bu cezaya uğrayan iki kişi tirmeden kendisine bakardım. Ben lah Teâlâ beni doğru daha var.” dediler. Onlar da senin namaza dalınca bana doğru döner, söylediğimden dogibi konuştular ve senin aldığın cevakendisine baktığım zaman da yüzübı aldılar. “O iki kişi kim?” diye layı kurtardı. Tevbenü çeviriverirdi. sordum. “Biri Mürâre b. Rebî` min kabul edilmesi el-Amrî, diğeri de Hilâl İbni Müslümanların bana karşı sebebiyle, artık yaşaÜmeyye el-Vâkıfî” diyerek, her olan sert tutumları uzun süre devam biri Bedir Gazvesi’ne katılmış olan dığım sürece sadece edince, amcamın oğlu ve en çok iki mükemmel örnek şahsiyetin adısevdiğim insan Ebû Katâde’nin bahdoğru söz söyleyecenı verdiler. Bunun üzerine ben geri çesine gidip duvardan içeri atladım ğim.” dönme düşüncesinden vazgeçerek ve selâm verdim. Vallâhi selâmımı yoluma devam ettim. almadı. Ona: “Ebû Katâde! Allah adına and vererek soruyorum. Benim Allah’ı ve Rasûlullah’ı ne kadar sevdiğimi biliyor musun?” diye sordum. Hiç cevap vermedi. Ona and vererek bir daha sordum. Yine cevap vermedi. Bir daha yemin verince: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönüp duvardan atladım. Bir gün Medine çarşısında dolaşıyordum. Medine’ye yiyecek satmak üzere gelen Şamlı bir çiftçi: “Kâ’b b. Mâlik’i bana kim gösterir? diye sordu. Halk da beni gösterdiler. Adam yanıma gelerek Gassân Devleti’nin kralından getirdiği bir mektup verdi. Aralık 7 Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selâmdan sonra şöyle diyordu: “Duyduğumuza göre Efendiniz seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel, sana izzet ikrâm edelim.” Mektubu okuyunca, bu da bir başka belâ, dedim. Hemen onu ateşe atıp yaktım. bakacak hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemde bir sakınca görür müsün?” diye sormuş. Hz. Peygamber de: “Hayır görmem. Ama katiyen sana yaklaşmasın!” buyurmuş. Kadın da şöyle demiş: “Vallahi onun kımıldayacak hâli yok. Allah’a yemin ederim ki, başına bu iş geldikten sonra durmadan ağlıyor.” Nihayet elli gün’den kırk’ı geçmiş, fakat vahiy gelmemişti. Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderdiği bir şahıs çıkageldi. “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sana eşinden ayrı oturmanı emrediyor.” dedi. “Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım? diye sordum. “Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın.” dedi. Hz. Peygamber diğer iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi. Bunun üzerine karıma: “Allah Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailenin yanına git ve onların yanında kal!” dedim. Yakınlarımdan biri bana: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den eşinin sana hizmet etmesi için izin istesen olmaz mı? Baksana Hilâl b. Ümeyye’ye bakması için karısına izin vermiş.” dedi. Ben de ona: “Hayır, bu konuda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin isteyemem. Üstelik ben genç bir adamım. İzin istesem bile Peygamber aleyhisselâm’ın bana ne diyeceğini bilemem.” dedim. Hilâl b. Ümeyye’nin karısı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e giderek: “Yâ Rasûlallah! Hilâl b. Ümeyye çok yaşlı bir adamdır. Kendisine Bu vaziyette on gün daha durdum. Bizimle konuşulması yasaklandığından bu yana tam elli gün geçmişti. Ellinci gecenin sabahında, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın (Kur’ân-ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere canım iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var Ben de: “Yâ Rasûlallah! Bu tebrik senin tarafından mıdır, yoksa Allah tarafından mı?” diye sordum. “Benim tarafımdan değil, Yüce Allah tarafından”, buyurdu. 8 Aralık gücüyle: “Kâ`b b. Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma gününün geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım. yaşadığın bu en hayırlı gün kutlu olsun!” Ben de: “Yâ Rasûlallah! Bu tebrik senin tarafından mıdır, yoksa Allah tarafından mı?” diye sordum. “Benim tarafımdan değil, Yüce Allah tarafınRasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah na- dan”, buyurdu. Sevindiği zaman Peygamber aleyhismazını kıldırınca, Allah Teâlâ’nın tevbelerimizi kabul selâm’ın yüzü parıldar, ay parçasına benzerdi. Biz de ettiğini ilân etmiş. Bunun üzerine ahâlî bize müjde sevindiğini böyle anlardık. Rasûl-i Ekrem’in önünde vermek için koşmuş. İki arkadaşıma da müjdeci- oturduğumda: “Yâ Rasûlallah! Tevbemin kabul ler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. edilmesine şükran olarak bütün malımı AlEslem kabilesinden bir diğer müjdeci koşup Sel Da- lah ve Rasûlullah uğrunda fakirlere dağıtmak ğı’na tırmanmış, onun sesi atlıdan önce bana ulaşmış. istiyorum.” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik sellem: “Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde edince, sırtımdaki elbiseyi de çıkarıp müjdesine kar- tutman senin için daha hayırlı olur” buyurdu. şılık ona giydirdim. Vallahi o gün giBen de: “Hayber fethinde hisseyecek başka elbisem yoktu. Emanet me düşen malı elimde bırakıyoRasûl-i Ekrem’in bir elbise bulup hemen giydim. Peyrum.” dedikten sonra sözüme şöyle önünde oturduğumgamber aleyhisselâm’ı görmek üzedevam ettim. “Yâ Resûlallah! Alre yola koyuldum. Beni grup grup da: “Yâ Rasûlallah! lah Teâlâ beni doğru söyledikarşılayan sahâbîler tevbemin kabul Tevbemin kabul ğimden dolayı kurtardı. Tevbeedilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve min kabul edilmesi sebebiyle, edilmesine şükran “Allah Teâlâ’nın seni bağışlamaartık yaşadığım sürece sadece olarak bütün malımı sı kutlu olsun!” diyorlardı. doğru söz söyleyeceğim.” Allah ve Rasûlullah uğrunda fakirlere dağıtmak istiyorum.” dedim. Nihayet Mescid’e girdim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâbın ortasında oturuyordu. Talha b. Ubeydullah hemen ayağa kalktı, koşarak yanıma geldi, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhâcirînden ondan başka kimse ayağa kalkmadı. Peygamber aleyhisselâm’a selâm verdiğimde yüzü sevinçten parıldayarak şöyle buyurdu: “Dünyaya geldiğinden beri Vallâhi bunu Peygamber aleyhisselâm’a söylediğim gündenberi doğru sözlü olmaktan dolayı Allah Teâlâ’nın hiç kimseyi benden daha güzel mükâfatlandırdığını bilmiyorum. Yemin ederim ki, Peygamber aleyhisselâm’a o sözleri söylediğim günden bu yana bilerek hiç yalan söylemedim. Kalan ömrümde de Cenâb-ı Hakk’ın beni yalan söylemekten koruyacağını umarım.” (Buhârî, Megâzî 79; Müslim, Tevbe 53.) Saygıdeğer okuyucularım! Hz. Peygamber Efendimizin katıldığı bir savaştan geri kalmak elbette ki büyük bir günahtır. Yukarıda adı geçen üç sahâbî bu günahı işlemiş sonra da içten ve gönülden tevbe etmişlerdir. Tevbe sûresinin yüz on sekizinci âyetinden öğrendiğimize göre Yüce Allah, bu üç sahâbînin tevbelerini kabul etmiş ve günahlarını bağışlamıştır. Bu sebepten dolayı biz, yazımızın başlığını “Tevbe İşte Böyle Olur” diye koyduk. Sizi ilgili âyetlerin tefsirini okumaya ve gönülden tevbe etmeye dâvet ediyorum. Aralık 9 Allah Teâlâ Hazretleri Çok Tevbe Edenleri Sever Ahmet YAŞAR A llah Teâlâ Hazretlerine hamd ü sena, Rasûlunesalâtu selam, tabiin ve tebe-i tabiine, ila yevmi’l kıyam İslam yolunda yürüyenlere selam olsun. in etlerin r z a H âl r.” buZülcel e v h e a l s l i A ler e e eden b v e i s ad e c t n i h s a e l l “A rim et-i ke y a uaları u d ğ e u v d r ı l a yu urmam d tevbe p k u o y ç u i k n o be ızın a Rab Y “ a duam d k e r mız e diy n kıl” erimil e k d i r l e k l i eks eden ak da lır a l o ı ğ e olma ı l d ı n ş i r t a e k yr nin ga e m r ö zi g yız. Allah Teâlâ Hazretleri; dergimize yazı yazan kardeşlerimize,İslam’ı tebliğ etme hizmetine başladıkları günkü gibi azimle hizmetlerine devam etmelerini, çıktıkları bu yolda ilim ve takva ile yürümeyi bir an olsun ihmal etmemelerinitavsiye ederiz. Allah rızası için bu tavsiyemizi dikkate almalarını da temenni ederiz. Bilmelisiniz ki lisanla vaazu nasihat yapıldığı gibi, halimizle de vaaz ve nasihat yapılması gerekir ki bu durum lisanla yapılandan daha müessirdir. Sadece lisana kalan vaazdan ve ilimden sahipleri bir fayda göremeyeceği gibi okuyan ve dinle-yenler de umumiyetle bir fayda görmezler. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Allah ZülcelâlHazretleri Hz. İsa (a.s)’ya “Ya 10 Aralık İsa! Evvela kendi nefsine vaaz et, sen yaşadıktan sonra başkalarına da vaaz et, yaşamadıklarını başkalarına söylersen, benden hayâ etmelisin.” buyurur. Bu hadis-i şerifin manası üzerinde çok ciddi olarak tefekkür etmeliyiz. Bu yola çıkmış olan insanlar,hiçbir maksat gözetmeden sırf Allah rızasını elde etmeyi düşünmek isteyenler; evvela kendilerini kontrol altında almalıdırlar. Bu kişiler “Biz insanlara bir şeyler anlatıyoruz, ama bu anlattıklarımızı acaba nefsimize veya çoluk çocuğumuza anlatmak için ne kadar sayu gayretle bulunuyoruz.” düşüncesini hayatlarının düsturu haline getirmelidirler. Bu tefekkür neticesinde hayatımızda, söylediklerimizden yapmadıklarımız varsa onları düzeltmenin gayretinde olalım ki; yarın, mahşer gününde Huzur-iRabbi’l İzzette bu âlemde yazıp, çizdiklerimizin,okuyup anlattıklarımızın karşılığında Allah Zülcelâl Hazretleri: “Ey kullarım,insanlara şunların kötü olduğunu anlatmaya çalıştığınız halde niçin fert ve aile haya-tınızı buna göre tanzim etmeyi düşünmediniz? “Ey kullarım, insanları, anlattığınız hakikatlere göre yaşayarak her iki âlemin saadet yolculuğunda başarıya ulaşmalarını birçok güzel nasihatlerle tavsiye ettiğiniz halde kendiniz bunları niçin yaşamadınız?” dersecevap vermekte sıkıntı çekmeyelim. O gün ihmalkârlıklarımız sebebi ile halimizin ne olacağını hayat nimetine sahip olduğumuz bu âlemdehesap etmeye, anlamaya, anlatmaya tecrübesizliğimizden dolayı ilmimiz ve aklımız yetmez. O âlemde muhatap olacağımız sorulara bu âlemde bile meşru bir delil bulamayacağımızın hesabını yaparak Allah’ın emir ve yasaklarını en güzel şekilde yaşamaya gayret etmeliyiz. Allah Zülcelâl ezel-i ervahtan itibaren nasıl yaşarsak kurtuluşa ereceğimizi ve nasıl yaşamamız halindefelaketler içerisinde bocalayarak-Allah muhafaza- cehennem çukurlarına sürükleneceğimizi bizlere nebi ve rasûller vasıtasıyla gönderdiği kitaplarla bildirmiştir. Rabbimizin bildirdiği bu ölçülere göre inancımızın seviyesini tespit edelim. Ferdi ve ailevi hayatlarını fikir sahasında bir araya toplayarak bir an için; hesap âlemindeve Hu-zur-iRabbi’lİzzetteyim düşüncesiyle noksanlıklarımızı tamamlamaya nereden ve nasıl başlayacağımızı düşünmeliyiz. Bu dergide yazanlar ve bu yazılanları okuyanlar bu davetin Allah Zülcelâl’ın daveti olduğunu bir an için dahi olsa unutmamalıdırlar. Bunun arkasından en önemli mesele ve düşüncemiz Allah Teâlâ Hazretleri tarafından sevilmek olmalıdır. Yunus’un buyurduğu: “Sen Allah’ı seversen Allah da seni sever.” sözünün manasını da iyi düşünmeliyiz. Elhamdülillah,Allah Teâlâ bizleri kendisine kul,Habibine ümmet olma şerefi ile şereflendirerek eşref-i “Biz insanlara bir şeyler anlatıyoruz, ama bu anlattıklarımızı acaba nefsimize veya çoluk çocuğumuza anlatmak için ne kadar sayu gayretle bulunuyoruz.” Aralık 11 mahlûkat olarak yarattığı gibi, bizlere eşref-i mahlûkolarak yaşamayı, eşref-i mahlûk olarak öl-meyi ve kabir âleminden başlayan yolculuğumuzu da eşref-i mahlûk olarak tamamlamayı nasip ve müyesser buyursun. Bizleri eşref-i mahlûkatınsırr-ı hakikatini öğrenmek ve bu yolda verilecek imtihanı kazanmak üzere bu âleme göndermiştir. Dünyaâlemindeinsanoğlu Allah’ı sever ve Allah tarafından sevilmeye gayret eder. Kitab-ı ilahide Rabbu’lİzzet kimleri sevdiğini açık bir şekilde bizlere bildirmektedir. Allah Zülcelâl kendisini sevenlerin isimlerini bazı kullarına bildirdiği halde kendi sevdiklerinin isimlerini mahfuz tutmuştur. Sevdiklerine de izah etmemiştir. Rivayet edilir ki bir gün Hızır (a.s) bir camiye girer. Bir kişinin yanına oturur. Kürsüde bir vaiz güzel nasihatler etmektedir. Fakat Hızır’ın (a.s) yanında oturan kişi vaazı dinlerken uyuklamaya başlar. Hızır kendisini dürterek uyanmasını sağlar bu birkaç defa tekrar edince o kişi Hızır (a.s) dönerek, “Ey Hızır,senin bu mescide olduğunu ifade edersem insanların elinden kurtulamazsın.” der. Rabbimizin sevdiği kulların listesini bu ümmete Kitab-ı İlahi’sinde beyan buyurmasının karşılığın-da bizlerin derin düşünceler içerisinde şükür vazifelerimizi yerine getirmek için gece gündüz hamd ederek bu ümmete Allah Teâlâ’nın ne büyük fazilet, ne büyük üstünlük ikram ettiğini anlayarak Allah Teâlâ’nın sevdiklerini kimler olduğunu Kur’an-ı Kerim’den araştırıp öğrenmeye gayret etmeliyiz. Ümmet-i Muhammed’den Allah’ın sevdiklerinin kimler olduğunu tekrar tekrarokuyanları da görmekteyiz. Ama sevdiklerinin kimler olduğunu öğrenmek mühim değildir; sevdikleri gibi yaşamak önemlidir. Ancak o zaman konuşmalar, yazmalar, çizmeler, bir ferdin Allah Zülcelâl’ın seveceği toplumun içerisine girmesine sebep olur. Hızır (a.s) hemen secdeye kapanır ve “Ya Rabb bu kulunun ismi bana verdiğin listede yok.” der. Allah Teâlâ Hazretleri “Ya Hızır! Sendeki liste beni sevenlerin listesidir. Bir de benim sevdiklerim vardır. Onlarım isimleri bendedir.” buyurur. Aşk ve muhabbeti kaybettikten sonra hatiplerin edebi bir üslup ve fasih bir ifade ile konuşmaları Rabbimizin emrettiği şekilde yaşamayanlara veya yaşama niyeti olmayanlara ne fayda sağlar. Biliniz ki Allah Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de, Ümmet-i Muhammed’in imam ve rehberi olan Kitab-ı İlahide,Hızır’a (a.s) isimlerini vermediği sevdiklerinin kimler olduğunu bizlere bildirmektedir. Ama tefekkür etmeden Kur’an’ı okuyanlar bu hakikatleri görememektedirler. Konuşanlardan Hakkı dinleyenler evvela Peygamberimizden nazil olan Kur’an ayetlerini dinleyen sahabiler gibi evvela Allah’ın gönderdiği emir ve yasakları öğrenerek yaşamaya ve öncelikle bunları ailelerine öğretmek içinde evlerine yöneldikleri gibi davranmalıdırlar. Hızır (a.s) hemen secdeye kapanır ve “Ya Rabb bu kulunun ismi bana verdiğin listede yok.” der. Allah Teâlâ Hazretleri “Ya Hızır! Sendeki liste beni sevenlerin listesidir. Bir de benim sevdiklerim vardır. Onlarım isimleri bendedir.” buyurur. 12 Aralık Biraz düşündüğümüz vakit yaşadığımız hayat; içerisinde bulunnduğumuz felaketlerin bu ihmalkârlıklarımızın karşılığı olarak meydana geldiğini ispat etmektedir. Bundan dolayı yazılan bu yazıları okuyan kardeşlerimizin dikkatlerini buraya çekerken okumayan kardeşlerimizin de önce okumaya alışmalarını ve ardından da okuduklarını düşünmelerini arzu ederiz. Ever, Allah Teâlâ çok tevbe edenleri sever ama Kitab-ı İlahiyi sadece okuyarak bir yere gidileme-yeceği inancına sahip olarak; kitab-ı ilahide emredildiği gibi yaşayanları sever. Allah Zülcelâl,tevbe edenleri sever. Bizler de “Haydi, hayır yarışmasına koşun!” buyuran Allah Zülcelâl’ın emrine imtisal etmek için çok çok tevbe ederek Allah’ın sevgisine layık olanlar içerisine dâhil olacağımızı düşünelim. Buna inanıp kendimize dönüp tevbe ederken “acaba ben hayatım boyunca Allah Teâlâ’nın “Hayırda yarışınız.” buyurduğu ayet-i kerimeyi duydum mu” sualini kendimize sormamız lazımdır. Allah Zülcelâl kitab-ı ilahisinde “Hayırda yarışın!” buyuruyor. Evet, hayır yarışına sadece Allah’ın rızasını kazanmak için katılın ve ömrünüzün sonuna kadar koşun. Çünkü bu yarışta muvaffak olacak olanlar desinler, duysunlar diye koşanlar değil Allah rızasını kazanmak için koşanlar muvaffak olacak-lardır. Bizlerde sadece Allah rızasını kazanmak için koşanları araştırmalı ve Bizlerde sadece onların yanında yer almalıyız; eğer bu niyetle koşanlar yoksa derhal Allah rızasını kazankendimize çekilip Kitab-ı İlahideki bu mak için koşanları emir davetine icabet etmeliyiz. Ama araştırmalı ve onların ne acıdır ki bu davete “öncelikle yanında yer almalıyız; ben icabet etmeliyim” deme ihtieğer bu niyetle koşanyacını hissedemiyoruz. Şimdi kısaca Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın Hızır (a.s)’a bildirmediği fakat indinde Eşref-i Mahlûkat olan Ümmet-i Muhammed’e bunları kitab-ı ilahisinde beyan buyurduğu kimseleri konuşalım. lar yoksa derhal kendimize çekilip Kitab-ı İlahideki bu emir davetine icabet etmeliyiz. Biraz tefekkür edebilirsek Allah Teâlâ’nın bu ümmetebirçokfazilet ve üstünlük kazanma imkânı lütfettiğini anlarız. Allah Teâlâ bizlere sevdiklerinin başında gelenlerin “Çok tevbe edenler” olduğunu bildirmektedir. Allah Teâlâ Hazretleri bu emri sadece kulaklarımızla duymayı, duymak olarak kabul etmiyor. Bundan dolayı duymaktan maksadın duyulanı yaşamak olduğunu bilmemiz gerekiyor. Yani duyduğu-muzu yaşamamız gerekiyor çünkü yaşadıklarımız sözlerimizin şahidi olacaktır. Bir mü’min olarak bizler gibi bir şeyler yazanlar öncelikle düşünmelidirler ki “Bu yazdıklarımı ben duyuyor muyum?” İnsanlara bir şeyler yazan ve konuşanlar yazdıklarını duymama gibi bir acziyetten bir an önce kurtulmalıdırlar. Bunun içince Allah Zülcelâl Hazretlerinin “Allah tevbe edenleri sever.” buyurduğu ayet-i kerimesini sadece okuyup durmamalı ve dualarımızda “Ya Rab beni çok tevbe edenlerden kıl” diyerek duamızın karşılığı olarak da eksikliklerimizi görmenin gayretinde olmalıyız. Onun için Allah Zülcelâlezel âleminde “Biz onları misal âlemindekendi başına terk edip nefislerinin şahitleri kıldık.” buyurmaktadır. Her fert bilmelidir ki bir gün gelecek hayatımız gözlerimizin önünde sergilenecektir. Allah Teâlâ kuluna “Bunları işledin mi diye soracaktır.” Rabbimiz bu hususta bizleri dünya hayatında uyararak gaflete düşmemizi engellemekte ve “Biz onları kendi nefisleri için şahid kıldık.” buyurmaktadır. Aralık 13 Onun için Peygamberimiz (s.a.v) “Bir ferdin defterinde çok istiğfar (tevbe) kaydedilmişse,Allah Zülcelâlonu sevdiği kullar içerisine alır.” buyurmaktadır. Tevbe hakkında bilmemiz gereken bir diğer husus ise; her ferdin hatası ayrı olduğu için, her günahın da tevbesinin farklı olduğudur. Yani her tevbe, işlenen günahın misliyle olacaktır. Mesela namaz kazası olan tevbe ederek namaz ibadetine başlamalıdır. Oruç,zekat, kul hakkı ve benzeri bütün hatalarımızın da tevbesi aynı şekildedir. Hesap günühayatımızın bütün mahremiyeti gözönüne serilecek ve Rabbimiz “bunları işledin mi” diye soracaktır. Yasin Süresi’nde 65. ayet-i kerime ile dikkatlerimiz başka bir hususa daha çekilmektedir: “Bugün onların ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize elleri söyler ayakları da şahitlik eder.” Bazılarının dünyada insanları aldatmayı becerdikleri için orada da aynı şekilde davranabilecekle-rini sanıyorlar. Ama onlar “bu benim kitabım değil” deyince; Allah Zülcelâl onların ağızlarını mühürle-yip azalarını yaptıklarına şahit kılacaktır. O zaman el, göz, kulak, ayaklar ve bütün azalar yaptıklarını söyleyecektir. Allah Zülcelâl bu hususları Kur’an-ı Kerim’de bizlere açık bir şekilde beyan buyurmuştur. tevbe edenleri sever” buyurduğu ayeti kerimedir. Bu yarışta başarılı olmamız için ikinci husus ise Rabbimizin “Allah muttakileri sever.” buyurduğu ayet-i kerimeye ittiba etmemizdir. Evet, artık şunu bilmeli ve bunda asla şüphe etmemeliyiz. AllahTeâlâ Hazretlerinin “muttakileri ve çok tevbe edenleri severim” buyurduğu bu ayet-i keri-melerin mana ve mahiyetlerini öğrenip hayatımızı Rabbimizin emrettiği şekilde yaşayabilirsek Allah Zülcelâl Hazretleri tarafından sevilir ve bunun karşılığı olarak da Allah Zülcelâl’ı hakkıyla sevebiliriz. Allah Zülcelâl Hazretleri Kitab-ı İlahide beyan buyurduğu hakikatleri okuyup dinlediğimiz gibi ya-şamayı da bizlere nasip buyursun. Onun için yazan ve okuyan kardeşlerimizi “Hayırda yarışın” ilahi emrini ön plana alıp tefekkür etmelidirler. Çok tevbe edenler saflarında bir araya gelerek Allah Teâlâ’ya layık olduğu şekilde saygı gösterip Allah tarafından sevilen kullar içerisine girmeyi Rabbim bizlere nasip buyursun. “Hayırda yarışın” ayet-i kerimesini düşünmeye başlayacağımız nokta ise Rabbimizin “Allah çok Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi çok tevbe eden muttaki kullar üzerine olsun. Peygamberimiz (s.a.v) “Bir ferdin defterinde çok istiğfar (tevbe) kaydedilmişse,Allah Zülcelâlonu sevdiği kullar içerisine alır.” buyurmaktadır. 14 Aralık Zencefil Sarımtırak bir renge sahip olan zencefil tropikal iklim alanlarında yetişir. Kökleri yumru şeklindedir ve toprağın10-15 belki 20 cm kadar altındadır. Türkiye gibi 4 mevsimi yaşayan değilde tropikal alanları bulunduran Hindistan, Çin gibi ülkelerde yetiştirilir ve tarihin çoğu döneminde kullanıldığı araştırma kurumlarınca belgelenmiştir. Zencefilin bitkisel şifa olarak kullanımının olduğu birçok ülkede sıkça üretiliyor ve tüketimi yapılıyor. Birçok derde deva olarak bilinen zencefilin Hindistan dolaylarında eklem rahatsızlıkları, özellikle çocuklarda görülen şiddetli karın ağrısı ve ölümle sonuçlanabilecek durumlarda kullanılır. Farklı ülkelerin kültürleri, yaşayış biçimleri, atalarının tecrübeleri ülkeden ülkeye farklı kullanım amaçlarının oluşmasına yol açmıştır. Ancak dünya üzerinde bilinen ve zencefilin tanınmasında etkili olan zencefilin faydaları ise soğuk algınlığına iyi gelmesi, hazımsızlıkları gidermesi, ishali önlemesi, mide bulantısını geçirmesinde kullanılmasıdır. Peki zencefili bu kadar önemli kılan ne ? İçeriği zencefili bulunmaz bir nimet kılıyor. Ve yaradana sonsuz şüküre bir vesile oluyor. İçeriğini insanoğlu ne kadar bilebilir ki ? Ancak araştırmalara göre uçucu yağların olması ve fenol bileşikleri bu şifalı bitkiyi önemli kılıyor. Zencefil bitkisi günümüzde baharat çeşidi olarak raflardaki yerini alabiliyor. Zencefil otundan elde edilen maddeler ile ekmek, pasta ve bazı likörler yapılıyor. Bunları yapmak için sonbahar beklenir. Yaprak döküp sararan zencefilin dış kabuğu soyulur ve 24 saat kadar soğuk suda bekletilir ve güneş yardımı ile kurutulur. Ve toz halini alan zencefil çeşitli ürünlerin eldesinde kullanılır. Zencefilin faydaları saymakla bitmez ancak biz birkaçını buraya yazalım. • Mide ve bağırsakta meydana gelen gaz spazmları, şiddetli ağrıları geçirir. • Midede meydana gelen hazımsızlığı giderir. • Metabolizmayı hızlandırır. • Boğaz şişkinliklerini indirir. • İshali kesmeye yardımcı olur. • İştah açar. • Kalbin daha düzenli ve sağlıklı çalışmasına yardımcı olur. • Etkili solunum almanıza ve rahat uyumanıza yardımcı olur.Zencefil Bu saydıklarımızızın yanı sıra bulantıyı gideren zancefil son yıllarda kanser tedavisi için bir umut olmuştur. Ancak bu yararları bazı durumlarda zarara dönüşebilir. Eğer iki yaşından küçük çocuklara zencefil verirseniz yada yetişkinlerde aşırı dozda zencefil kullanırsanız bu kötü sonuçlar doğurabilir. İnsanın Kendine Yaptığı İyilik TEVBE Abdullatif ACAR* H ata ve kusur insanın tinetinde, yaratılış hamururunda bulunan bir özelliktir. Nerede insan varsa orada mutlaka hata ve günah vardır. Ancak Peyganberler Allah’ın özel koruması altında olduklarından, onlar bu durumdan istisnadırlar. iz Hepin ! r e l n an ede urtulu k i k z “Ey im i n b e e di v e t a 4-31) ’ (Nur 2 ” Allah z i in şa eres 16 İnsan, nefis ve şeytan gibi azılı düşmanlarla imtahana tabi tutulmuş, buna nedenle kulluk vazifesini yerine getirebilmeleri hususunda kendilerine yol yordam gösterilimiştir, buna rağmen eşrefi mahluk olan insan bazen yaratılış gayesini unutur. Bir anlık gaflet, basit bir sapma, küçük bir ihmalkarlık dahi onu hemen günahın kucağına atar.. İmamı gazali Hz. diyorki: Şer ademin tinetinde hayırla birlikte yoğrulmuş, kuvvetli bir hamurdur, onu ancak iki ateşten biri kurtarabilir, nedamet ateşi yahut cehennem ateşi. insan cevherini şeytan ve nefisin kötülüklerinden korumak için, yakmak zaruridir. Bu durumda insana düşen bu iki ateşten kolayını seçmek” yani Aralık kalbimize bir kor gibi düşen pişmanlıkla yakmak günahlarımızı. Peyganber Efendimiz bir hadisi şerifinde: “İnsan oğlunun hepsi günah işler, günah işleyenlerin en hayırlısı (işlediği günaha pişman olup) tevbe edenlerdir”(1) buyuruyor. Yüce Allah’ta kurtuluş vesilesi olarak tevbe kapısını gösteriyor, merhametinin genişliğiyle bütün müminleri oraya davet ediyor ve buyuruyorki: “Ey iman edenler! Hepiniz Allah’a tevbe edinizki kurtuluşa eresiniz”(2) Madem günahtan tamamen korunmamız imkansızdır. İstikamet üzere yürüdüğümüz yolda, düştüğümüzde, sürçtüğümüzde, belki yüzü koyun yere kapandığımızda çamura, toza, toprağa, ise, kire bulandığımızda, bize düşen, akıllıca davranıp hemen düşdüğümüz yerden doğrulup üstümüzü başımızı silkeleyip, yolumuza devam etmektir. Sonra o hatadan ders çıkarıp daha dikkatli, bastığımız yeri görerek, hata ve eksiklerimizi telaffi ederek, kur’an’ın rehberliğinde, Resülüllah’ın önderliğinde hakkın rızasına ulaşmaya çalışmaktır. Evet, hata her insanda bulunan bir özellik olduğu halde, tevbe etmek, ancak akıllı ve erdemli insanlara ait bir ayrıcalıktır. Onun için insan her zaman kendini muhasebe etmeli, hatasını anlamalı, kibirden ucuptan korunmalı, aziyetini itiraf etmeli, haddini aşmamalı, yarın herşeyin hesabını teker teker vereceğini unutmamalı, günah işlediğinde onun ızdırabıyla adeta inim inim inlemeli, çıkış yolu aramlı, tevbe kapısına koşup, mağfiret kurnasından yıkanmalı. Kainatın yaratılış sebebi Allah’ın Resülü(s.a.v.) bile oraya koşarken bize durmak yaraşırmı? Biz güveniyoruz Bizneyimize neyimize güveniyoruz Kainatın efendisi (Aleyhisselatü vesselem)bile: “Vallahi ben Allah’ın Resülü olduğum halde bana nasıl muamele yapılacağını bilmiyorum.”(3) buyuruyor. Örnek, önder Rasul bu haliyle aslında insanlığa sorumluluk telkin ediyor, ümitlenip, yaptıklarımıza güvenip kulluğumuzu unutmamamız gerektiğini anlatıyor. Belki onun gereği olarak ta günde ‘yetmiş defa,’ bir başka rivayete göre ‘yüz defa’ tevbe ettiğini ifade ederek bizlere örnek oluyor.(4) Halbuki onun günahımı varki tevbe ediyor, isyanımı varki Allah’dan mağfiret talep ediyor bir düşünelim! Yine başka bir zamanda kendisine: “Allah senin geçmiş gelecek günahlarını bağışladığı halde bu kadar fazla ibadetle niye kendini yoruyorsun” dediklerinde, ‘Şükreden bir kul olmayayımmı”(5) cevabını vererek, Allaha, Allah olduğu için ibadet yapılması gerektiğini ifade ediyor. Yoksa ne şekilde olursa olsun yaptığımız ibadetler birşeylerin karşılığı olsun diye yapılmaz, hiçbirşeyin karşılığınıda zaten yerine getiremez. Yapılan ibadetler O’nun rızasından başka bir şeye bağlanırsa bir anlam da ifade etmez. Kulluk severek yapılan bir şey olduğunda kıymet arz eder. Zoraki yapılan ibadet değil, şükreden bir kul olmaktır asıl olan. Sevmekte gönülden olduğunda kıymetlidir. İbadet ihlasla yapıldığında anlamlıdır. Tevbeyse pişmanlık olduğunda tevbedir “İyi ameller seni sevindiriyor, kötü ameller (günahlar) üzüyorsa sen müminsin” Aralık 17 Bir yönüyle baktığımızda tevbe ibadettir aynı zamanda, hemde her an yapılması gereken, özellikle günahlardan hemen sonra yapılan bir ibadet.. Günahlardan pişmanlık duymanın zamanı olmaz takdir edersiniz ki... tevbeyle yakınlaşmak sözkonusudur Allah’a. O’na dönmektir, hemde ondan gayrı herşeyi arkada bırakıp dönmektir. Geriye bir daha dönmemek üzere dönmek. Nasıl birNasıl tevbe bir tevbe Yüce Allah buyuruyorki: “Ey müminler Allaha içtenlikle tevbe edin”.(6) Biz buna nasuh tevbesi diyoruz. Nasuh tevbesi bir daha dönmemek üzere; tevbenin bütün şartlarının yerine getirildiği, samimiyet ve ihlasla yapılan, sağılan sütün memeye geri dönmediği gibi bir daha günahlara dönülmeyecek olan tevbeye denir. Peyganberizin (s.a.v.) de “Günahın keffareti nedamettir.”(7) buyuruyor. Pişmanlık tevbenin özüdür, Ruhudur, o olmadığında tevbe asla sözden öteye geçmez ve insana da faydası dokunmaz. Hz. Alinin ifadesiyle, dil çabukluğu yalancılığın almetidir. Eyleme dönüşmeyen tevbenin hesabını bile vermek mecburiyetinde kalabiliriz. Böyle bir tevbede tevbeye muhtaçtır büyüklerin ifadesiyle. zira sözle ifade edilen pişmanlık yerine getirilmemiştir; dille kabin farklılığı sözkonusu olduğundan ikiyüzlü davranılmıştır. hemde yalana tevessül edilmiştir. Tevbe ahde vafanın gereğidir. Tevbe bataklıktaki, karanlıktaki bir insana uzanan, rahmanın elini tutmaktır. tevbe aciz olanın kadiri mutlak olana itirafıdır. Tevbe günah zilletinden kulluk izzetine tekrar kavuşmanın yoludur. Azılı düşman şeytan ve nefise karşı kararlı bir duruş sergileyip Allahın dostluğunu kabul etmektir. Şeytanca tutumlardan vazgeçip, Ademce bir birdiriliş, temizleniştir. Mevlana Celaleddin Rumi gerçek bir tevbeyi ne güzel anlatmış: “Allah’ın lütüf ve keremine sığınırım düşüncesiyle, nefsin isteklerine uyup günah işleme, tevbe için bir yanlış ve pişmanlık gerek, tevbeye bir şimşek ve bulut gerek, gönül şimşeği çakmaz, göz bulutu yağmur yağdırmasa, öfke ve günah ateşi nasıl söner”(8) Evet pişmanlıktır dedikya tevbeyle ilgili. Ancak pişmanlıkta öyle ‘ol’demek le olabilecek Bir şey de değil elbetteki, bu doğrudan insanın imanıyla, Allah’a karşı teslimiyetiyle günahlar karşısındaki hassasiyetle alakalı bir şey; bazı insanlar için küçük görünen bir hata bile inim inim ,inleme, gözyaşı dökme sebebiyken başka birileri için büyükmü büyük günah bile yerinden kımıldama nedeni olamayabiliyor maalesef Böyle, günahlarla gönülleri, kararmış, hissiyatları körelmiş, insani özelliklerini kayıp etmiş olanlar ne, gercek manada günahlardan pişman olurlar, nede yaptıkları tevbeyle girdikleri sorumluluğun gereğini yerine getirirler. Halbuki kainatın efendisi: “İyi ameller seni sevindiriyor, kötü ameller (günahlar) üzüyorsa sen müminsin”(9) buyurarak günah karşısında mümin olmanın kriterlerini ortaya koyuyor. “Şüphesiz Allah çokça tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever” 18 Aralık Arifler sultanı Bayazıd-ı Bestami bir veliden tevbe nin nasıl olması gerektiğini sorduğunda o Allah dostu, kabul olacak, günah illetinden insanı kurtaracak tevbenin tarifini şöyle yapıyor: Ancak, Allah tevbe etmeyenleri de zalim olarak nitelendiriyor ve buyuruyorki. “Kim tevbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”(10) “Tevbe kökünü istiğfar yaprağıyla karıştırırsın, Evet hemde kendi kendine zulmeden bir zagönül havanına koyarak tevhit tokmağıyla güzelce hamur edersin, aşk ateşiyle içine bir mikterda mu- lim... Onun için günahlarla isyanlarla tevbe kendi kendimize reva gördüğümüz zulümhabbet balı katarsın, sonrada sabah den vazgeçip, kurtuluşa koşmaktır. akşam, hamd ve sena kaşığı ile yemeye devam edersin artık sende gü“Ne dersiniz bu anne Belki Hz Ademin ve eşinin, nah illetinden bir şey kalmaz” çocuğunu ateşe atarhatasını anlayıp “Ey rabbim biz mı” dedi bizde : “Hanefsimize zulmettik, eğer bizi Böyle bir tevbe görüldüğü gibi bağışlamaz, ve bize merhamet ancak şartları gerçek manada yerine yır vallahi atmaz” etmezsen biz mutlaka ziyana getirmekle mümkündür.her ibadetin dedik. Hz peygamber uğrayanlardan oluruz... (11) denasılki şartları varsa tevbenin kabul devamla: “Allahın dikleri; Hz Musan’ın: “Rabbim ben olmasınında bazı şartları vardır.Bu kullarına merhameti. nefsime zulmettim beni bağışla şartların birisinde bile eksiklik sözkoBu kadının çocuğuna diye yalvarıp...(12) yakardığı bir nusu olursa o yapılan tevbe Allah tasamimiyetle.. rafından kabule şayan tevbe olmaz. olan şefkatinden daha Bir tevbede bulunması gereken şartları ise şu şekilde ifade edebiliriz: fazladır.” Tevbe kendimize yaptığımız en büyük iyiliktir. Tevbe, günahlarla O rabbımızdan kaçıtığımızda / uzaklaştığımızda pişmanlıkla yine ona sığınmaktır. 1- İşlenen günahdan dolayı pişmanlık duymak. 2- O işlenen gunahı terk etmek. 3- O gunahı bir daha yapmamaya karar vermek. 4- Kul hakkını ,ilgilendiren bir günah sözkonusu olduğunda ise o kul hakkını ödemek ve helallik istemektir.. Aralık Evet başka kapı yok gidilecek. günahlar çok, imtihan ağır. Sorumluluk büyük, öyleyse “Ey Rabbim beni benden daha iyibilen, beni benden daha çok seven, bana, benden daha çok yakın ve merhameti olan Allah’ım, bana merhamet et, Sen beni kapından kovarsan ben kime gideyim, sen beni affetmezsen, kim affedebilirki, bu kadar günah kütlesini ancak senin engin rahmetin eritebilir” diye dua dua yalvarmalı ve o tevbenin gereğini de yerine getirmeli. 19 Allah kulunu çok seviyor Allah kulunu çok seviyor Devamlı hata işleyen, asi bir evlat bile annesinden hem korkar, hemde yine onun koltuğunun altına sığınır değilmi; hem ağlar, hem sızlar, hem de ondan medet umar; dolu dolu gözlerle, alttan alttan annesinin kendisini affetmesini bekler, elini omuzuna uzatmasını, bağrına basmasını gözetler. Annede asla evladının hata ve kusurlarını ifşa etmez, kimseye anlatmaz sokak sokak yaymaz, cezavermeyi gönülden istemez. gözü gönlü hep onun saadetindedir. Kapıyı yüzüne kapattığında dahi hep o kapının vurulmasını, pişmanlık duyup, evladının evine dönmesini bekler. Gözü dışarda, kulağı, kapının tokmağında oradan gelecek “anne ben geldim beni affet ben çok hata işledim biliyorum” pişmanlık ifadelerindedir. Halbuki Rabb’ımız bize bir annenin evladından daha çok merhametli, Ömer b. Hattap anlatıyor: müminlerle müşrikler arasında yapılan bir savaş sonunda bir esir grubu Hz. Peyganbere geldiler, bu sırada bir esir kadın bir o yana bir buyana koşarak çocuğunu arıyordu. Çocuğunu esirler arasında bulup hasretle bağrına bastı emzirmeye başladı bunu göre Allah’ın Rasülü: “Ne dersiniz bu anne çocuğunu ateşe atarmı” dedi bizde : “Hayır vallahi atmaz” dedik. Hz peygamber devamla: “Allahın kullarına merhameti. Bu kadının çocuğuna olan şefkatinden daha fazladır.”(13) Onun içindir ki yüce Allah : “O kullarının tevbesini kabul eden, günahları bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir”(14) diye kendisini tanıtıyor “Şüphe yok ki tevbe edip iman eden, ve salih amel işleyen sonrada doğru yol üzere devem eden, kimse için son derece affediciyim.”(15) diyerek sadık bir tevbeyle, halis bir niyetle kendisine dönenleri affedeceğini ilan ediyor. “(Ey peyganberim)deki: ey kendilerine yazık eden kullarım Allahın rahmetinde ümit kesmeyin Allah bütün günahları bağışlar çünkü o çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”(16) diyerekte günahların çokluğuyla asla ümitsizliğe düşmemeyi, onun rahmetinden ümit kesmemeyi emir buyurarak açılan merhmet kapısına kullarının koşmasını, o engin mağfiretiyle temizlenmelerini istiyor, böyle insanlardan razı olacağını bildirerek te buyuruyorki: “Şüphesiz Allah çokça tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever”(17) Hemde öyle seviyor ki “Aziz ve celil olan Allah gece günah işleyene sabaha kadar, gündüz günah işleyene de, tevbe etmesi için akşama kadar (ramet) elini uzatıyor,güneş batıdan doğuncaya kadar bu böyle devam ediyor”(18) “Ey müminler Allaha içtenlikle tevbe edin” 20 Aralık Evet, yüce Rabbımız kulunun yalvarmasından da hoşlanıyor. Çünkü bazen Allah için yalvarmak, yakarmak, ağlamak sızlamak ta ibadet hükmündedir belki gaflet içerisinde yapılan ibadetten de daha makbuldür. Çünkü günahlardan ızdırap duymak taklidi bir davranış olamaz, dökülen göz yaşları pek yalan söylemez.. Bu nedenle yüce Yaradan’a yakınlaşmaya daha fazla vesiledir böyle bir durum. üzerine, devenin dizginini tutarak sonsuz sevincinden yanlışlıkla, ‘Allahım sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim’ dediğindeki sevincinden daha çoktur.”(19) Evet, hiç sevinmeye muhtaç olmadığı halde seviniyor. Aslında o ‘sevgiyle’ kulunu sevindiriyor... Öleyse... Öleyse... Bir kulun Yüce Allah’tan isteğeceğini sabırla istemesi, hep o kapının aralanmasını boynu bükük Issız çölde ihtiyaçların doruk noktaya ulaştıbir vaziyette beklemesi, gözünü ayırmadan oradan ğı, muhtaçlığın derinden hissedildiği bir zamanda, gelecek rahmet esintilerini gözetlemesi, onun merha- kendini huzura, saadete taşıyacak, o çöllerde heba metini celbeden en önemli vesiledir. Bunun neticesi olmaktan kurtaracak, umutsuzluğa umut, güvenolarak kimbilir belki, “Ey kulum basizliğe güven veren bir binek, vasıta şını kaldır bu imtihanı kazanyakalıyorsun aslında kayıp ettiğidın mükafat olarak günahlarını ni buluyorsun tevbeyle, bunu sen tamaman affettim, belki onları pişmanlıkla bahşedilen, tevbe diye sevaplara tebdil ettim” müjdesi isimlendirilen af ve mağfiret kapısı olacaktır. olarak düşün. Sevinmezmisin, seni “Kim tevbe etsevdiği için. Bunu sana bahşedeni Hem, affederken, hemde sevisevip tevbeyle ona dönmezmisin. mezse işte onlar niyor yüce Yaradan, kulunun tevbe zalimlerin ta etmesine. Bakın Peyganberimiz buHem tehlikelerle dolu bu yolyuruyorki: da yüceler yücesi olan onun korukendileridir.” masına giriyorsun, ihtiyacın olanlara “Kulunun günahlarına tevkavuşuyorsun, ruhunu doyuruyor, be etmesinden dolayı Allah’ın imanını güçlendiriyor, teslimiyetini sevinci, sizden birinizin ıssız pekiştiriyorsun ve kaldığın yerden çölde devesiyle giderken, onun kulluğuna devam ediyorsun üzerindeki yiyecek ve içecekler ile birlikte elinden kaçırması üzerine bir ağaç Evet kardeşim ıssız çöllerde olan sensin unutaltına gelerek ümitsiz (ve bitkin) bir halde yas- ma, yolun uzun, hem tehlikelelerle dolu. Hedefin lanıp yattığında devesini yanıbaşında görmesi büyük, hayallerin var yine bir yerlerde yorulup göz kapakların kapandığında, acziyetin seni sarmaladığında, Rabbına sığın. düşmanların pusuya düşürüp günaha sürüklediğinde onun büyüklüğünü anla ve ona tam bir teslimiyetle dön. Dönde sana çok düşkün olan Rabbınıda sevindir, sende sevin. ................................................. *(Mahmut Sami Ramazanoğlu Camii İmam Hatibi) KAYNAKÇA 1 (İbni Mace, Züht,30.), 2 (Nur,24/31), 3 (Mecmauz, Zevaid,9/302), 4 (Muslim, Zikir4212. IV,2076), 5 (Buhari, Müslim, Tirmizi), 6 (Tahrim,66/8), 7 (Rumuzul Ehadis,s.339), 8 (Mesnevi,c.,2), 9 (Ahmet,IV,397,V,251), 10 (Hucurat,49/11), 11 (A’raf,7/23), 12 (Kasas,28/16), 13 (Müslim, Tevbe,1,1 ıv, 2102), 14 (Şura,25)”, 15 (Taha,20/82), 16 (Zümer,39/53), 17 (Bakara;2/22), 18 (Müslim), 19 (Müslim, Tevbe 1.) Aralık 21 “Allah, Sizi Bir Za’ftan Yarattı...” Tevbe ‘dönmek’tir; kesin bir kararlılıkla günahtan dönmek, hatadan pişmanlık duyup vazgeçmektir. Zayıftır, acizdir insan. Zaaflarının ve aczinin farkında ise hataları sebebiyle Allah’a sığınır, bir daha aynı hataya düşmemek için O’na söz verir ve bunun için O’ndan yardım diler. İnsan işlediği günah için tevbe etse, ardından gaflete kapılıp aynı günahı tekrar işlese de Allah’ın rahmeti sonsuzdur. Bu kucaklayıcı rahmeti nedeniyle defalarca tevbesini bozmuş da olsa, insan gerçekten nasuh/kesin bir tevbe ile Rabbine sığınabilir. “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.” Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. (Zümer Suresi, 53-54) buyurur Allah ve biz kullarını sonsuz rahmetiyle müjdeler. Pişmanlığın getirdiği içli bir ruh haliyle bağışlanma dilemek ve tevbe etmek, kulluğun en katıksız ifadelerindendir. Tevbe, insanın sonsuz kurtuluşu için kapanmayan bir rahmet kapısıdır. Allah kulları üzerine rahmeti yazar. İman etmemek için direnen kullarını da elçileriyle ve Katından indirdiği kitaplarıyla sürekli doğru yola çağırır. Allah’ın günahları bağışlayan ve tevbeleri kabul eden olması, insanların cezalarını ertelemesi ve onlara hayatları boyunca her an yeni fırsatlar tanıması, çok büyük rahmettir. Eğer insanlar günahları nedeniyle hemen cezalandırılsalardı, Kur’an’ın da haber verdiği üzere yeryüzünde canlı hiçbir varlık kalmazdı. Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri 22 gelince ne bir saat ertelenebilir ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61) Allah’tan uzak yaşayan insan, hata yaptığında hatayı düzeltmek yerine, ömrünün sonuna kadar bu suçluluk duygusuyla yaşamayı seçer. İşte bu şirke dayalı şeytani bir pişmanlık duygusudur. “Eğer şöyle yapsaydım, böyle olmazdı” gibi anlamsız sözler söyleyip, üzüntü, stres, korku gibi duygulara kapılmak yersizdir. Allah’tan razı olmalı ve O’nun her olayı hayırla yarattığının bilincine varmalıdır. Yaşadığımız her şey kaderde hayırla yaratılmıştır. Yapmamız gereken Allah’a sığınmak, yapılan hata için bağışlanma dilemek, samimi tevbe etmek, bir daha o günahı işlemeyecğimize dair Allah’a söz vermek ve bunun için O’ndan yardım dilemektir. Allah sonsuz merhamet sahibidir ancak kabul etmeyeceği bir tevbe de vardır. Ölüm anı geldiğinde samimiyetsizce yapılan tevbe... Firavun gibi... Allah’ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18) Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir ve tevbe etmemiz gerekiyorsa, karşımıza bir olay çıkarır ve tevbe ederiz. Allah ne yaptırmak isterse, ona uygun bir durum yaratır; tümü Allah’ın rahmetindendir, böylelikle arınırız. Nefsimizin bencil ve haris duygularından sıyrılmalı, tutkularımızdan arınmalıyız. Hatamız olmuşsa, geç olmadan hemen tevbe etmeliyiz. Kolumuzda kesik varsa, yara bandına bakmak yerine, hemen yaraya yapıştırmalıyız. Elif ALACA 23 Zaman ve Mekâna Müslümanca Bakış Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL B çıkıldı e n i r e z hızın ü ş ilerr a i v b a i y l l a Be ah ı anın d m a atırlar z s a u d b n ğı den z fade e i i isteme n i r ğ e t s i ledi a, muciumuzd ğ ç a u r d i u ok nM z s.a.v.’i z i ndimi m i e f d E n . e f z E ru e tırlıyo ötesin a h n ı i n n â i ek z es n ve m ı amlan a m a m t a z u . ğ u s.a.v ayolcul u b ı de, yat ğ n ı d ü ğ n a ü uz nd ’ye dö duğul e u k b k e k ıc a yıp M ı gibi s ğ ı t k a r. r tmişti e ğını bı e d a nu if 24 iz farkında olalım ya da olmayalım, zaman ve mekân kavramları hayatımızın tamamını kuşatır. Bizler bu dünyada insan olarak zaman ve mekândan bağımsız bir şekilde ne yaşayabiliriz ne de düşünebiliriz. Zira zaman ve mekân tarafından öylesine kuşatılmış bulunuyoruz ki, onların çevrelemediği bir alem, onların hükmünün geçerli olmadığı bir boyut düşünemiyoruz. Zaman ve mekân algımız, “yaratılmış” olmanın gereğidir. Zira biz biliyoruz ki, yaratılmış olan her şeyin varlığı zaman ve mekânla kopmaz bir ilişki içindedir. Bütün yaratılmışlar bir zamanda ve bir mekânda var olmuşlardır mesela. Mekânsız bir mahluk düşünemeyeceğimiz gibi, zamanın kuşatmadığı bir mahluk da tasavvur edemeyiz. Bizim varlığımız, hareketlerimiz, doğumumuz, ölümümüz… hep bir zaman süreci içinde ve bir mekânda olmaktadır. İşin ilginç yanı şu ki, zaman ve mekâna bağımlı olan sadece bizler değiliz. Onlar da birbirle- Aralık rine bağımlıdır. Üzerinde zamanın hükmünün yürümediği bir mekân ve bir mekânda geçerli olmayan zaman yoktur. Zaman ve mekân hakkında bütün bu söylediklerimiz doğru olsa da, müslümanlar olarak bu iki kavrama bakışımızı biraz daha ileriye götürmek için, onlara biraz daha yakından bakmak durumundayız. Onlar da yaratılmıştır Onlar da yaratılmıştır Zaman ve mekâna bağımlı olmamak sadece Allah Tealâ’ya mahsustur. Zira zamanı da mekânı da var eden O’dur. Yani zaman da mekân da tıpkı bizler gibi birer yaratılmıştır; dolayısıyla onlar da diğer mahlukat gibi O’nun hükmünden ve emrinden bağımsız değildir. “De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir? De ki: Allah’ındır.” (En’am, 12) ayeti, bütün mekânların ve o mekânlarda bulunanların; “Gecede ve gündüzde barınan ne varsa O’nundur” (En’am, 13) ayeti de zamanın ve zaman tarafından kuşatılan bütün varlıkların Allah Tealâ’nın mülkü ve mahluku olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla Allah Tealâ mekândan olduğu gibi, zamandan da münezzehtir. İnsanın zaman ve mekândan bağımsız düşünemeyeceğini yukarıda söylemiştik. Bunun anlamı, bizim tefekkür ufkumuzun zaman ve mekân içinde var olan somut, mücessem ve müşahhas (elle tutulup gözle görülen, nesnel) varlıklarla sınırlı olmasıdır. Oysa Allah Tealâ’nın yüce zatı, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11) ayetinin de ifade ettiği gibi hiçbir şeye benzetilemez. Bu sebeple Efendimiz s.a.v. bizi, Allah Tealâ’nın zatı hakkında tefekkür et- mekten sakındırmış ve düşüncemizi, O’nun bahşettiği nimetlere yoğunlaştırmamızı tavsiye buyurmuştur. (Bu konudaki rivayetlerin topluca zikri ve değerlendirmesi için bkz. es-Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene, 159) Zaman var, “zaman” var Zaman var, “zaman” var Bizler zamanı, saat, güneşin ve ayın doğup batması, mevsimler gibi göstergelerle müşahede ve takip ederiz. Ancak zamanı mutlak olarak bu göstergelerden ibaret saymak, sabit ve değişmez olarak düşünmek büyük bir yanılgıdır. Söz gelimi gecenin bir vaktinde ağır bir hastalığın pençesinde kıvranan bir hasta için zaman çok ağır ilerler; sabah bir türlü olmak bilmez. Keza hapiste olanlar için “gün saymak” başlı başına bir işkence gibidir. Buna mukabil, çok sevdiği bir ortamda bulunan kimse zamanın nasıl geçtiğini bilmez. Bu örnekler, zamanın, içinde bulunduğumuz ortama ve psikolojik durumumuza göre bizim için değişkenlik gösterdiğini anlatması bakımından önemli olmakla birlikte, daha önemli bir gerçek var: Zamanın değişkenliği. Kur’an’da, “O (azap), derece ve makamların sahibi Allah’tandır. Melekler ve Ruh (Cebrail) oraya, miktarı (dünya yılıyla) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” (Me’âric, 3-4) buyurulmuştur. Bu ayet, zaman mefhumunun bizim bildiğimizden ibaret olmadığını, melekler için ve dünyanın dışında ayrı bir zaman mefhumunun söz konusu olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Aynı istikametteki bir diğer ayette de şöyle buyurulur: “O, gökten yere kadar olan bütün işleri düzenleyip yönetir. Sonra da o işler, sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine yükselir.” (Secde, 5) Zaman ve mekâna bağımlı olmamak sadece Allah Tealâ’ya mahsustur. Zira zamanı da mekânı da var eden O’dur. Aralık 25 Bu ayetler vesilesiyle, bizim “geçmiş”, “şimdi” ve “gelecek” diye ifade ettiğimiz zaman dilimlerinin Allah Tealâ için kesinlikle söz konusu olmadığını bir kere daha ve yakından idrak ediyoruz. Kur’an’ın hükümlerinin ancak nazil oldukları dönemde geçerli olduğunu, günümüzde ise dünyanın hızla değiştiğini, dolayısıyla o döneme mahsus hükümlerin yenilenmesi (Din’de reform yapılması) gerektiğini söyleyenlerin Allah inancında ciddi bir arıza bulunduğunu söyleyip durmamızın sebebi budur. Allah Tealâ için “dün”, “bugün”, “yarın” gibi kavramlar söz konusu edilemez. O, mutlak ilmiyle bizim için “dün” olan zaman dilimini nasıl biliyorsa, “bugün”ü de “yarın”ı da aynı şekilde biliyor. Öyleyse Din’in bazı hükümlerinin eskidiğini ve bugün için geçerliliğini yitirdiğini söylemek, Allah Tealâ’nın bizim yaşadığımız dönemi gereği gibi bilmediğini, dolayısıyla bugünü tanzim etmeye elverişli hükümler indirmediğini -hâşâ- söylemekten farksızdır. Modern bilim de onaylıyor Modern bilim de onaylıyor Zamanın değişkenliğini modern bilim de itiraf etmektedir. Buna göre zamanın değişkenliği hıza bağlı olarak ortaya çıkar. Bir örnek verecek olursak: Aralarındaki yaş farkı dakikalarla sınırlı olan ikiz kardeşten birisini, ışık hızına yakın bir hızla hareket eden bir uzay aracıyla uzaya gönderme imkânımız olsaydı, döndüğünde dünyadaki ikizini kendisinden daha fazla yaşlanmış olarak bulacaktı. Keza 27 yaşındaki bir babayı aynı şekilde uzaya gönderebilseydik, orada dünyadaki zaman ölçüsüyle 30 yıl kalsaydı, geri döndüğünde 3 yaşındaki oğlu 33, kendisi ise 30 yaşında olacaktı. (Paul Strathern, Einstein ve Görelilik Kuramı, 57). Rüyalarımızda da aynı şey olmuyor mu? En fazla birkaç dakika süren bir rüyada birkaç gün süren bir serüven yaşayanlarımız az mıdır? Belli bir hızın üzerine çıkıldığında zamanın daha yavaş ilerlediğini ifade eden bu satırları okuduğumuzda, ister istemez Efendimiz s.a.v.’in Miraç mucizesini hatırlıyoruz. Efendimiz s.a.v. zamanın ve mekânın ötesine uzandığı bu yolculuğu tamamlayıp Mekke’ye döndüğünde, yatağını bıraktığı gibi sıcak bulduğunu ifade etmiştir. Gerek Miracı, gerekse Kur’an’da anlatılan Ehl-i Kehf (mağara arkadaşları) olayını ve benzeri mucizeleri bizler mümine yaraşır teslimiyetle “inandık ve tasdik ettik” diyerek tam bir itminan içinde ve “mucize” olduklarının bilinciyle kavrarız. Bunlara inanmak için akıl ve bilim tarafından tasdik edilmelerini beklemeyiz. Zira biliriz ki, bazı çevrelerin “akıl, bilim…” diyerek itiraz ettiği bu ve benzeri hususların bir kısmını aslında akıl da bilim de inkâr etmez; birçoğunda ise akıl da bilim de yaya kalmıştır. Varlıklar arasındaki Varlıklar arasındaki üstünlük hiyerarşisi üstünlük hiyerarşisi Zaman ve mekâna müslümanca bakışı konuşurken, mutlaka ifade etmemiz gereken bir başka boyut daha var: Varlığı var eden, varlıklar arasında belli mertebeler bulunmasını da murad etmiş. Mesela insana bahşettiği akıl, irade gibi özelliklerle onu hay- Kur’an’da, “O (azap), derece ve makamların sahibi Allah’tandır. Melekler ve Ruh (Cebrail) oraya, miktarı (dünya yılıyla) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” (Me’âric, 3-4) buyurulmuştur. 26 Aralık vandan üstün kılmış. İnsanlar arasında da belli bir üs- mekânların diğerlerine göre daha üstün olduğunu tünlük sıralaması var. Müminler diğer insanlara göre bize haber vermektedir. Bunların başında Mescid-i Allah Tealâ nezdinde mutlak bir üstünlük sahibidir. Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa gelir ki bunlar yeryüzündeki en mübarek mekânZira iman etmiş olmak, insanlık adına lardır. Kur’an’da bu hususta birçok sahip olabileceğimiz değerlerin en “Gecede ve günayet mevcuttur. Bunlardan birinüstünüdür. düzde barınan ne varsa de Mescid-i Haram’ın bulunduğu Müminler arasında da Peygamberler’in (hepsine salât ve selam olsun) müstesna bir mevkii vardır. Onlar vahye, yani Yüce Yaratıcı’nın kelâmına ve hitabına muhatap olmakla şereflerin en üstününe nail kılınmışlardır. Hatta onlar arasında da derece farkı vardır (Bakara, 253). Müminler arasındaki üstünlük mertebeleri muhtelif ölçütler çerçevesinde aşağıya doğru devam edip gider. Yazıyı uzatmamak için bu mertebelerin ayrıntısına girmeyeceğiz. O’nundur” (En’am, 13) ayeti de zamanın ve zaman tarafından kuşatılan bütün varlıkların Allah Tealâ’nın mülkü ve mahluku olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla Allah Tealâ mekândan olduğu gibi, zamandan da münezzehtir. Bu durum, varlığa hakim kılınmış bir ilâhî kanunun göstergesidir. Melekler ve insanlar arasında bulunan bu üstünlük farkının, iyice düşünüldüğünde diğer canlılar arasında da mevcut olduğu görülecektir. Söz gelimi kurban olarak kestiğimiz ve böylece kendileri vasıtasıyla Allah Tealâ’ya yakınlık elde ettiğimiz hayvanlarla, istisnasız her şeyi haram kılınmış olan domuzu aynı kefede görebilir miyiz? Mekânlar arasında arasında Mekânlar üstünlük farkı üstünlük farkı Buna benzer bir farklılık mekânlar arasında da mevcuttur. Kur’an ve Sünnet, yeryüzündeki bazı Mekke hakkında şöyle buyurulur: “Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken bizim Mekke’yi güvenli ve kutsal bir yer kıldığımızı görmediler mi? Hâlâ bâtıla inanıp Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” (Ankebût, 67) Mescid-i Aksa ve Kudüs’ün fazileti hakkında da Kur’an’da şu haberi görüyoruz: “Kulu Muhammed’i kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.” (İsrâ, 1) Kur’an’da ifadesini bulan bu hakikati Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz daha bir açıklığa kavuşturmuş ve şöyle buyurmuştur: “Şu benim mescidimde (Mescid-i Nebi’de) kılınan bir namaz, başka yerlerde kılınan bin namazdan daha üstündür. Ancak Mescid-i Haram’da kılınan namaz bunun dışındadır. Zira Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz, burada (Mescid-i Nebi’de) kılınan 100 namazdan daha efdaldir.” (Ahmed b. Hanbel, İbn Hibbân) Yine şöyle buyurmuştur: “Üç mescit dışında (sırf içinde namaz kılmak maksadıyla) başka bir mescide yolculuk yapılmaz: Mescid-i Haram, benim mescidim (Mescid-i Nebi) ve Mescid-i Aksa.” (Kütüb-i Sitte ve diğerleri). Ulema bu rivayetlerden hareketle yeryüzündeki en faziletli mekânların Mekke, Medine ve Kudüs olduğunu söylemiştir. Bunların da kendi aralarında bir üstünlük sıralaması vardır ki zikrettiğimiz sırayla Mekke, Medine ve Kudüs şeklindedir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 3/66-67) Yeryüzündeki mukaddes mekânların en önemlileri bunlar olmakla birlikte, başka mukaddes mekânların da mevcut olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz. Tâ-Hâ suresinde Hz. Musa a.s.’a hitaben şöyle buyu- Aralık 27 rulur: “Musa ateşin yanına gelince kendisine (tarafımızdan) şöyle seslenildi: Ey Musa! Muhakkak ki ben senin Rabbinim. Hemen pabuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadide, Tuva’dasın.” (Tâ-Hâ, 11-12) Bu ayette Tuva vadisinin mukaddes bir vadi olduğu açıkça zikredilmiş, böylece o vadinin diğer yerlere göre belli bir ayrıcalığa sahip bulunduğu belirtilmiştir. Bizim, “Şerefu’l-mekân bi’l-mekîn” (bir mekânın üstünlüğü, orada bulunanın üstünlüğü sebebiyledir) düsturundan hareketle, başta Efendimiz s.a.v.’in kabr-i saadetleri olmak üzere Sahabe, evliya, ulema ve şüheda kabirlerine ayrı bir önem vermek, buralara türbeler yaparak şereflendirdikleri mekânları anıtlaştırmak şeklindeki geleneğimizin temeli de buraya dayanır. Zamanlar arasında da Zamanlar arasında da üstünlük farkı vardır üstünlük farkı vardır Mekânlar arasında üstünlük farkı olur da zamanlar arasında olmaz mı? İlâhî kanun burada da işlemiş ve Kur’an’da mesela Kadir gecesinin bin aydan hayırlı olduğu haber verilmiştir. (Kadr, 1-5). Kur’an bu gece indirilmiştir ve yine bu gece Cebrail a.s. ile melekler her türlü işi tedvir etmek için yeryüzüne inmektedir. Gecelerin en üstünü Kadir gecesi iken, günlerin en üstünü Cuma, ayların en üstünü de Ramazan’dır. Bu hususlarda pek çok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Teberrüken Ramazan’ın fazileti hakkındaki rivayetlerden birini zikretmekle yetineceğiz: “Ramazan geldiği zaman Cennet’in kapıları açılır, Cehennem’in kapıları kapatılır ve şeytanlar zincirlenir.” (Buharî, Müslim) Ramazan’la birlikte “Üç aylar” olarak isimlendirdiğimiz Receb ve Şaban aylarına, Kandil gecelerine, hatta sıradan günlerde seher vakitlerine (gecenin son üçte birlik kısmından güneş doğana kadar geçen süreye) ayrı bir ehemmiyet vermemiz, bu zaman dilimlerinin önemi hakkında gelen Nebevî haberlere dayanmaktadır. Yeri gelmişken burada bir noktayı belirtmekte fayda görüyoruz: Şer’î günler akşamdan başlar. Her ne kadar alışılageldiği şekliyle gün güneşin doğuşuyla başlayıp gece saat 24’e kadar devam ediyorsa da, hicrî/kamerî takvim esasına ve zaman tayinine göre gün akşamdan başlar, ertesi gün akşam sona erer. Dolayısıyla geceler gündüzleri değil, gündüzler geceleri takip eder. Bunun doğurduğu en önemli sonuç şudur: Ramazan hilalinin görüldüğü akşam Teravih namazı başlar. Çünkü Ramazan girmiştir. İzleyen gündüzde de oruç tutmaya başlarız. Şevval hilalinin görüldüğü akşam da Teravih namazı bitmiştir. Çünkü artık Bayram başlamıştır. Kandil gecelerinin gündüzünde oruç tutulurken de yanlışlıklar yapıldığı yaygın olarak görülmektedir. Şer’î günler akşamdan başlar. Her ne kadar alışılageldiği şekliyle gün güneşin doğuşuyla başlayıp gece saat 24’e kadar devam ediyorsa da, hicrî/kamerî takvim esasına ve zaman tayinine göre gün akşamdan başlar, ertesi gün akşam sona erer. 28 Aralık Mesela 7 Eylül 2006 Perşembe günü akşamı Berat kandili idi. Bu kandilde oruç tutmak isteyenler 7 Eylül Perşembe günü değil, akşam kandili idrak ettikten sonra 8 Eylül Cuma günü oruç tutmalıydı. İrfan sahibi halkımız bu mühim noktanın farkında olduğu için Anadolu’da bazı yörelerde hâlâ Perşembe günlerine “Cuma akşamı günü” denmektedir. Kandil gecelerinin gündüzünde oruç tutulurken de yanlışlıklar yapıldığı yaygın olarak görülmektedir. Mesela 7 Eylül 2006 Perşembe günü akşamı Berat kandili idi. Bu kandilde oruç tutmak isteyenler 7 Eylül Perşembe günü değil, akşam kandili idrak ettikten sonra 8 Eylül Cuma günü oruç tutmalıydı. Hayatın mertebeleri Hayatın mertebeleri Zaman ve mekân hakkındaki bu değerlendirmelere son bir hususu daha ekleyerek yazıyı bitirelim. Varlıklar aleminde zaman ve mekânı, bizim bu dünya hayatında bildiğimiz/alıştığımız zaman ve mekândan ibaret saymanın ne büyük bir yanılgı olduğunu, Kur’an’da ve Sünnet’te yer alan birçok ikaz ve haber açık seçik bir şekilde dikkatimize sunmaktadır. Mesela Kur’an’da şehitler hakkında şöyle buyurulur: “Allah yolunda katledilenlere ‘ölü’ demeyin. Bilakis onlar diridirler, ancak sizler (bunu) hissedemiyorsunuz.” (Bakara, 154). Benzeri bir diğer ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Sakın Allah yolunda katledilenleri ölmüşler sanmayın! Bilakis onlar diridirler; Rabbleri katında rızıklanmaktadırlar.” (Âl-i İmran, 169) Bu ayetler bize, bizim “ölüm” dediğimiz hadisenin herkes için aynı şekilde cereyan etmediğini Aralık açık bir şekilde ihtar ediyor. Şehit cenazesi görenler bilirler; uzun yıllar önce şehit olduğu halde mübarek nâşı hiç bozulmadan durur onların. Hatta ellerindeki silahı sıkı sıkıya tuttukları görülmüştür. Yıllar, hatta yüzyıllar önce vefat etmiş bazı Allah dostlarının cenazesini görenler onların mübarek nâşının da bozulmadığını bilir. Bütün bunlar bize, “hayat” dediğimiz hadisenin de mertebeleri olduğunu öğretmekte ve zamanı tek boyutlu, sabit ve mutlak olarak algılamanın ne büyük bir yanlış olduğunu açık seçik göstermektedir. Bizler bu dünyada hayatın sadece bir boyutunu yaşıyoruz. Şehitler başka bir boyutunu, evliyaullah da bir başka boyutunu yaşıyor. Aynı şey mekân için de söz konusudur. İlgili ayetlerin delaletini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak sarahate kavuşturan mütevatir hadisler bize Hz. İsa a.s.’ın yahudiler tarafından çarmıha gerilmek istenirken göğe kaldırıldığını açık bir şekilde haber vermektedir. Zamanı ve mekânı daracık bir pencereden gören bazı araştırmacılar, “Eğer Hz. İsa a.s. göğe kaldırıldıysa orada ne yapar? Bunca zamandır nasıl yaşar? Ne yer, ne içer, nerede barınır?” gibi sorular sorarak güya bu hakikati inkâra yeltenirler. Bilmezler ki Hz. İbrahim a.s.’ı yakmak üzere hazırlanmış çılgın ateşi gül bahçesine çeviren, yani zamana, mekâna ve mahlukata mutlak hakim olan Yüce Kudret, Hz. İsa a.s.’ı yemekten, içmekten ve soğuk-sıcak gibi arızî durumlardan etkilenmekten müstağni kılmaya ve binyıllarca yaşatmaya da elbette mutlak bir kudretle kadirdir… 29 Selefi İle Taklit ve Mezhepler Üzerine Dr. İhsan ŞENOCAK (Geçen Ay’ın Devamı) Taklit Vaciptir enizi, d a f i z ni i ederse e d etmes a t a i l k a Müs di t ukalli m h edei n ı h s m a a t v a de şeklin r i emaat d i l C k e e v r t e e g nn klit nkü Sü ü Ç hidi ta . e t ç ü yim nm t avamı i r r bizza e o l y i m i l m t A ke r. i teşvi n i s e üyorla l y ö etm s nu olduğu p i c a v Selefi: Siz bu ifadelerle taklidi teşvik ediyorsunuz. Halbuki bütün bunlar ahad haberdir. Yani zannidirler. Taklidi yeren ayetler ise Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. Yani en azından vurutları katidir. Katiyet ifade eden deliller bağlamında şu ayetleri zikredebiliriz: “Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiği zaman “Hayır” Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” 12 “Biz babalarımızı bir din üzere bulduk, biz de onların izlerine uyarız.” 13 Bu ayetler, Yüce Allah’ın hükümlerini terk edip atalarının geleneğine uyanları yermektedir. 30 Aralık Mukallitlerde bu kapsamda değerlendirilir. Çünkü onlara bir problemin çözümü için Allah’ın ayetleri ya da Hz. Peygamber’in sünneti önerildiğinde – Kur’an’ın bağlayıcılığını, hadislerin sahihliği ve otoritesini bildikleri halde- sadece mezheplerine muhalefet gerekçesiyle Kur’an’ın ilahî hükmünü ve Peygam-berin sünnetini kabul etmeye yanaşmazlar.14 Bunun içindir ki, Kur’an’ın zemmettiği taklidin caiz olması, temel referansları Kur’an ve Sünnet olan fıkhın genel kabulleriyle çelişir.15 Diğer taraftan Kur’an, “(Ey Muhammed) dinleyip de, sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidayet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.”16 ayetiyle de taklidi reddedip tefekkür ve araştırmaya yönelenleri övmektedir. Hanefi: Ben taklidi teşvik etmiyorum. Sadece manzaraya ait fotağrafı gösteriyorum. Eğer buna teşvik diyorsanız. Bu kelime vakıayı ifade etmede yetersiz kalır. Müsaade ederseniz ifadenizi, avamın mukallidi taklit etmesi gereklidir şeklinde tashih edeyim. Çünkü Sünnet ve Cemaat Alimleri avamın müçtehidi taklit etmesini teşvik etmiyor bizzat vacip olduğunu söylüyorlar. Ashabın avam kadrosuna dahil olanlarının müçtehitleri taklit ettiğini gösteren rivayetleri ahad olmasından dolayı reddetmeniz ise makul gerekçelerden yoksundur. Çünkü ulema ahad haberle amel etmenin vacip olduğu hususunda fikir birliği içerisindedir.17 içtihatta mukallit için aynı derecede bağlayıcıdır. Ayrıca Haberi ahad niteliğindeki bir rivayetin ibadetle ilgili konularda bağlayıcı olduğu bizzat Hz. Resulullah’ın sünnetiyle sabittir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) tek bir kişinin sözlerinin “zan” ifade ettiğini bilmesine rağmen yine de çeşitli bölgelere ibadet vb. konulardaki hükümleri öğretmeleri için tek tek öğreticiler göndermiş ve bölge halklarının gönderilen öğretici/sahabiyi taklit etmelerini taleb etmişti. Allah Resulunün bu talebi Haber-i ahadın bağlayıcı olduğuna işaret etmektedir.18 Hakikat bu minval üzere iken sizin “zan”nı gerekçe göstererek taklidin terk edilmesini iddia etmeniz anlamsız bir kaygıdır. Ayetlerin Yanlış İzahı Taklidin haram olduğuna delil olarak getirdiğin söz konusu ayetler, nuzûl sebepleri, tarihi, tabiî ve sosyo-kültürel bağlamları dikkate alınarak değerlendirildiğinde, davanızın lehine değil aleyhine delildir. Çünkü ayetlerde yerilen taklit İslam öncesi kadim geleneğe ait atalar diniyle alakalıdır.19 Müctehit İmamlar Bu ayetleri Ebu Hanife (ya da Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel) gibi müçtehitleri taklit eden Müslümanlar aleyhine delil olarak kullanmanız cehaletten değilse ihanetten mütevellittir. Çünkü bu bakış açısı zımnen de olsa Ebu Hanife ya da diğer müçtehit imamların (haşa) Kur’an’dan daha farklı bir kitaplarının olduğuna ve insanları ona çağırdıklarına işaret etmektedir. Ahad Haber Tabakat kitapları -takvalarıAhad haber, “zan” ifade et- nı tartıştığınız- müçtehit imamların mesine rağmen, müçtehit için nasıl Kur’an ve Sünnet’e bütün varlıklabağlayıcı oluyorsa, ona dayanan bir rıyla nasıl bağlı olduklarının tanıkla- Aralık rıyla doludur. (Konuşmanın akışını bozmaması için örnek olarak sadece bir tanesinden bahsedeyim.) İbn Hacer, Ebu Hanife’nin hayatıyla ilgili kaleme aldığı “Hayratu’l-Hısan” adlı eserinde İmam’ın züht ve takvasına dair şunları nakleder: Sabahlara kadar uyumadan namaz kılardı, Bağdat’ta kaybolan koyunun etinden yememek için -çok sevmesine rağmen- yedi yıl ağzına koyun eti koymadı, Allah Resul’ünün “fayda sağlayan her borç faizdir.” hadisine muhatap olmamak için güneşin kavurucu sıcağında bekledi fakat borç verdiği adamın evinin gölgesine yaklaşmadı. Allah’ın Kur’an’ın’da “Belhum edal” diye nitelediği müşriklere uymayla Ebu Hanife Hazretlerini taklit etmeyi eşdeğer kabul edip ikisi içinde haram hükmünü vermek hakikaten esef verici bir durumdur. Atalar Dini Ebu Hanife’nin ictihatlarını taklit etmeyi Kur’an’ın yerdiği “atalar dini”ne uymakla özdeştirilmek her şeyden önce ömrünü o anlayışı reddetmeye adayan İmam’a haksızlıktır. O, Hz. Resulullah’tan gelen bütün sahih rivayetleri baş tacı yapmıştır. Öyle ki Efendimiz-’den rivayet edilen hadislerle içtihatları çeliş-tiğinde “Hadis sahih oldu-ğunda biliniz ki benim mezhebim odur.” diyerek kesin tavrını koymuştur. 31 Bu yüzden Ebu Hanife ya da diğer müçtehit imamları taklit etmekle müşrik atalara uymayı aynı katagoride kabul etmek bir müslümana yöneltilebilecek en büyük iftiradır. Hadise karşısında söy-lenebilecek en güzel söz, Haricilerin “Hüküm yalnız Allah’ındır.” Ayetiyle istidlal edip Hz. Ali’ye karşı gelmeleri sürecinde Halife’nin; “İfade doğru fakat onunla batıl bir anlam hedeflenmektedir.” tesbitinden öte birşey olamaz. alimler, farklı bakış açılarından hareketle şu esasları belirlemişlerdir: Zümer süresi (39/18) ile de istidlal etmeniz de doğru değildir. Mukallit, müçtehidin fetvâ Çünkü mukallit Kur’an’dan istin- vermeye ehil olduğunu, ona fetbat edilen sözler içinden en güzele vâ sorma hususunda ittifak eden uyunca neticede uymuş olduğu bu insanları görerek anlar.20 Çünkü, sözü taklit etmiş olur. Bu durumda insanların müçtehide yönelmesi, söylenenler içinde en güzele tabi aynı zamanda onun ilim ve takva olmak da bir taklittir. En güzelin sahibi olduğuna işaret eder. Bu tesbiti içtihatla olur. Avamda söz yüzden, -Gazzali, Âmidi ve İbn konusu içtihadı taklit eder. Bu ayet Hacib gibi fakihlerin de belirttiği lehinize değil aleyhinize bir delilgibi- yaşadığı toplum tarafından bidir. Çünkü burada en güzelin taklit linmeyen müçtehitlerden fetvâsıyla edilmesi istenmektedir. amel edilmez. Zira, bu durumdaki bir müçtehidin kim olduğu, içtihat Kanaatimce sizin asıl öğrenehliyetine gerçekte sahip olup-olmeniz gereken mesele mukallidin madığı meçhuldür.21 güzel ya da en güzel içtihat sahibinin kim olduğunu nasıl tespit Beydâvi başta olmak üzeetmesidir. Ayrıca Fadıl/daha üsre bir grup muhakkik fakihe göre, tün müçtehit varken Mefdul/üstün müçtehidi taklit etmenin caiz mukallit farklı konularda müçtehidi olup-olmaması ile alakalı hükümle- imtihan eder, ona bir takım sorular yöneltir. Eğer müçtehit olduğunu ri de etraflıca bilmeniz gerekir. iddia eden kişi, verdiği cevaplarda Müctehit Nasıl Bilinir? isabet ederse mukallit, onun müçtehit olduğuna hükmeder.22 Bir metni doğru okuyup-anlamaktan aciz, usul ve furu’ fukarası adamlar anlaşılan senin zihnini de iğdiş etmişler. “Ben tez hazırladığım konuda mutlak müçtehidim” ifadeleriyle seni sahih gelenekten koparmışlar. Bu durumda sana müçtehidin kim olduğunu ve nasıl tesbit edilebileceğini anlatmam gerekir. Mesele üzerinde ihtilaf eden 32 Bir grup Şafii alime göre ise, kişinin müçtehit olduğu, insanlar arasında müçtehit kimliğinin şöhret bulmasıyla bilinir.23 Ebû İshak Şirâzi’ye göre ise; mukallit bir fakihin ictihat eden kişinin fıkıh bilgisi ve emanetinden haber vermesi müçtehit olduğunun kanıtlanması için yeterlidir. Çünkü; müçtehidin kim olduğunu tespit etmek habere dayanır.24 Haberde de ise tek kişinin şahadeti yeterlidir. Bütün bu görüşler içinde kanaatimizce en doğru olanı, Şirazi’nin yaklaşımıdır. Çünkü avama mensup bir mukallit, müçtehidin ilmini ölçemez. Bu yüzden mukallit fakihlerin beyanını dikkate almalıdır. Selefi: Deliller içerisinde hangisini daha kuvvetli bulursam onunla amel ediyorum. Müçtehide ihtiyacım olmadığından söylediklerin benimle alakalı değil. İstersen tekrar taklidin haram olduğuna işaret eden ayetlere dönelim. “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasul’e götürün (onların talimatına göre halledin)”25 ayeti, anlaşmazlık durumunda Kur’an ve Sünnet dışında bir başka otoriteye başvurmanın uygun olmadığını ifade etmektedir. Taklitte müracaat edilen makam ise ne Kur’an ne de Sünnettir.”26 Bu yüzden Ebu Hanife, İmam Malik ya da diğer müçtehitler meselelerin çözüm merkezi kabul edilip taklit edilemezler. Sözde Red Amelde Taklit Hanefi: Satın alınan bir malı görme muhayyerliği, şart muhayyerliği vb. hususlarda nasıl amel ettiğini sorduğumda, cevap olarak Ebu Hanife’nin ictihatlarını söyledin. Bildiğim kadarıyla ticaretle de ilgileniyorsun. Taklidi reddeden bir selefi olarak niçin yaptığın akitlerin meşruiyetiyle alakalı delilleri araştırmadın? Taklide karşı çıkıyor- Aralık Ebu Hanife ile Muhammed Bakır arasında cereyan eden konuşmada da görüldüğü gibi müçtehit imamlar Kur’an ve Sünnet’i tartışmasız mutlak ölçü kabul etmişlerdir. Hayata göre bir İslam değil İslam’a göre bir hayatın mücadelesi içerisinde yer almışlardır. sun fakat Ebu Hanife’yi hükümde taklit ediyorsun. Halbu ki senin tenkit ettiğin fakihler müçtehit imamları delilde taklit ediyorlar. Zeylai’nin Nasbu’r-Rayesi, Tahanevi’nin İ’lau’s-Sunen’i Ebu Hanife’nin yaptığı ictihatların delili olan hadislerle doludur. Yani Hidaye okuyan bir medrese talebesi bile senin üstatlarından daha fazla hadis bilir. Fakat onlar bütün bunların yanında bir de hadlerini bilirler. Sense hem cahilsin hem de cahil olduğunu bilmiyorsun. Bu yüzden taklit ettiğin müçtehitleri ümmetin taklit etmesinin haram olduğunu iddia ediyorsun. Aklın ilminle müsavi olmadığından sözlerin havada kalıyor. Ayetleri davama delil getireyim derken kabulü gayri mümkün tevillere gidiyorsun. Yukarıdaki ifadelerin sahibi olmanız hasebiyle gerçekten sizden şunu öğrenmek istiyorum; herhangi bir problemin çözümü için Kur’an ve Sünnet’i iyi bilen bir alime başvurmak, o meseleyi Allah ve Rasulü’nün hükümleri doğrultusunda halletmek değilmidir?! Sonra Kur’an ve Sünnet açıklayıcılar olmaksızın anlaşılsay dı Allah Resulü Necran’a Yemen’e ya da diğer bölgelere sadece Kur’an’ı gönderirdi. Fakat öyle yapmadı. Bu bölgelere Hz. Ali gibi Muaz b. Cebel gibi müçtehit sahabileri gön- Aralık derdi. Kur’an’ın müfessirlerle gönÖrneğin Hanefiler, köpeğin derilmesi Onun ancak açıklayıcılar- satışından elde edilen parayı Ebû la anlaşılabileceğini göstermektedir. Hanife’nin içtihadıyla amel ederek, -Hz. Peygamber’in (s.a.v.) haram Kur’an ve Sünnet’in müfes- olduğunu bildiren hadisine rağsirler olmadan anlaşılabileceğini men- helal kabul etmişlerdir. Bu kaiddia etmek insanlara kapasitele- bulleriyle Allah Resulünün (s.a.v.) rinin üzerinde bir sorumluluk yük- köpeğin satışından kazanılan paraleyecektir. Avam böylesine ağır bir nın caiz olmadığını bildiren hadisini yükün altından kalkamaz. Bunun reddetmişlerdir.30 içindir ki, istidlal ettiğin ayet taklidin haram oluşunun değil, bizzat Müctehit İmamların gerekliliğinin delilidir.27 Çünkü anSünnet Anlayışları laşmamazlık durumunda meseleyi Kur’an ve Sünnet’e arz edip netiHanefi: Müçtehitleri taklit celendirmek ancak müctehitlerin etmeyle dinlerini tahrif eden Yayapabileceği bir ameliyedir. Karşıhudi ve Hıristiyan bilginlere uymalaştığı bir problemin cevabını ilmiyı eşdeğer kabul etmek ve ayetin hal kitabından dahi bulup almada kapsamını mukallitlerle birlikte güçlük çeken insanları direkt olarak müçtehitleri de kapsayacak şekilKur’an’la amel etmeye davet etmek de genişletmek doğru bir yaklaşım Allah Resulünün (s.a.v.) uygulamadeğildir. Çünkü taklit, tarihi olgusına muhalifdir. ların da teyit ettiği gibi sahabeden günümüze kadar devam edegelen Eğer bu yaklaşımınız doğru kadim bir gelenektir.31 Diğer tarafolsaydı, herhangi bir problemin tan, taklit noktasında müçtehitlerle çözümünü Buhâri ve Müslim gibi “ahbar” ve “ruhban” arasında da hadis mecmualarında araştırmak bir bağlantı yoktur. Çünkü, Yahudi da yanlış bir tavır sayılırdı. ve Hristiyanlar bilginlerini helal ve haram kılmada tek otorite olarak Selefi: Peki şu ayete ne dikabul ediyorlardı. Fakat mukallityeceksiniz: “(Yahudiler) Allah’ı ler müçtehitleri böyle değerlendirbırakıp hahamlarını; (hırıstimiyorlar. Bilakis, onların sözlerine, yanlar) da rahiplerini ve MerAllah ve Rasulü’nün ifadelerindeki yem oğlu Mesih’i rablar edinkapalılıklara açıklık getirip onları diler. Halbuki hepsine de, tek anlaşılır kıldıklarından değer veAllah’a kulluk etmekten başka riyorlar.32 Ayrıca bütün müçtehit bir şey emrolunmadı”28 Ayette bahsi geçen bu iki millet, gerçekten alimlerine ibadet etmiyor, sadece onların helal gördüğünü helal, haram saydığını haram kabul ediyorlardı. Ebû Hanife, İmam Malik ve Şafi’yi taklit edenlerin konumu da tıpkı bunlar gibidir. Çünkü onların haram gördükleri, yalnız imamlarından haram olduğu nakledilen, helal gördükleri de yalnız imamlarından helal olduğu rivayet edilen meselelerdir.29 33 imamlar sözlerinin ancak Allah ve Resulünün sözüne muvafık olması durumunda bir önem kazanacağını aksi takdirde duvara çalınmayı hak ettiğini ilan etmektedir. Malik b. Enes, müçtehit de olsa kimsenin masum olmadığını ifade ederken şunları söylemektedir: “Allah Resulü dışında ki herkesin sözü kabul ya da reddedilebilir.”33 Bakış açıları İmam Malik’le ayniyet arz eden Ebû Hanife de; “hadis sahih olduğunda bilin ki benim mezhebim odur.”34 buyurmaktadır. Ebû Yusuf, İmam Malik’le karşılaştığında ona, bir ölçü birimi olan “sa’ğ”ın miktarı, vakıf konusu ve bir de taze sebzenin öşrü hakkında ne bildiğini sorar. İmam Malik bu konulara ışık tutan hadisleri tadat edince Ebû Yusuf, şöyle der: “Ey Ebû Abdullah (İmam Malik)! Senin, hadislere dayanan görüşüne döndüm, benim gördüğüm bu delilleri, hocam Ebû Hanife de görmüş olsaydı, tıpkı benim önceki görüşümden döndüğüm gibi, o da görüşünden dönerdi.”35 Görüldüğü gibi müçtehit imamlar, içtihat ettikleri konuyla ilgili daha sonra farklı bir hadis-i şerife rastladıklarında, hemen görüşlerinden vazgeçer ve hadise göre fetvâ verirlerdi. Hadise rağmen bir hüküm belirtmişseler, ya o hadis kendilerine ulaşmamış, yahut da onun senet veya metninde bir problem görmüşlerdir. Aksi takdirde, kendi görüşlerinden ya da bağlı bulundukları müçtehitlerin (müntesip müçtehit olanlar) görüşlerinden dönmüşlerdir. Bu hususta Şafii şunları söylemektedir: “Benim görüşümün zıddına sahih bir hadis bulduğunuzda alın görüşümü duvara çalın. Yol üzerine terkedilmiş (amel edilmeyen) bir 34 hadis gördüğünüzde bilin ki benim lil olabilecek bir özellikte değildir. görüşüm, o hadistir.”36 Çünkü mesele, fikhî hükümler noktasındaki taklitle alakalıdır. Halbuki Aynı şekilde Ahmed b. Han- istidlal ettiğiniz hadiste geçen “ilim” bel de insanlara mutlak doğru ola- kelimesinden maksat, ne içtihatta rak yalnız Kur’an ve Sünneti kabul ne de taklitte aranmayan zorunlu etmeyi tavsiye etmektedir: “Ne (yakin) bilgidir.40 beni ne Malik’i ne de Evzai’yi olduğu gibi taklit edin. Onlar Hanefi, Maliki Gibi Nishükümleri nereden aldılar ve beler Ümmeti Böler mi? nasıl çıkardılarsa siz de aynı yolu takip edin.”37 Selefi: Müslümanlar müçtehit imamlara nisbet edilerek farklı Müçtehit imamları Kur’an ve isimlerle anılıyorlar. Böyle bir nisSünnet’i hevalarına göre tefsir eden bet yek vücut olması gereken ümkişiler olarak kabul etmek sonrada metin bölünmesine yol açıyor. Halbu kabul üzerine onları taklit etmebuki Efendimiz (s.a.v.) zamanında “Sahabi” olmadan gayri bir nisbe yoktu. Gerekli olduğunu söylediğin taklit Müslümanları farklılaştırmaktadır. Farklı müçtehitler farklı nisbeler, farklı hükümler bütün bunlar nasıl izah edilebilir. Hadise, Kur’an’ın şu ayetiyle ne kadar da örtüşmektedir: “Dinlerini parça parça edip, gruplara ayrılanlar nin caiz olmadığı görüşünü ikame varya, senin onlarla hiçbir iliş41 etmek her yönüyle tashihe muhtaç kin yoktur.” bir düşüncedir. Hanefi: Efendimiz (s.a.v.) zamanında “sahabi” olmadan öte Ebû Hanife’nin köpeğin satılmasına ilişkin görüşüne gelince, id- bir nisbe yoktu; bu doğrudur. Fakat dia edildiği gibi bu içtihadın hadis bununla istidlal etmeniz yanlıştır. inkarıyla hiçbir şekilde ilişkisi yok- Çünkü saadet asrında yaşayanlar tur. Hanefilerin bu konudaki yak- Efendimiz’e arkadaş olarak nisbelaşımı, onların hadisleri anlama ve lerin en üstününe ulaşmışlardır. En değerlendirmedeki metodolojile- üstünü terk edip başka bir nisbe ya riyle alakalıdır. Nitekim, Hanefiler, da adla anılmak mükemmeli basit bu hadisin Ebu Hureyre’nin rivayet muşahhasla değiştirmek anlamına ettiği başka bir hadisle tahsis edildi- gelir. ğini içtihat ve araştırmanının vacip Sahabe içerisinde abitler, zaolduğuna, bunların karşıtı taklidin ise caiz olmadığına delalet etmek- hitler hatta Hasan Basri’nin Müçtehit imamların farklı bölgelerde ikatedir. met etmeleri birbirlerinden istifade Hanefi: İstidlal ettiğiniz bu etmelerine engel olmadı: Ebu Hahadis konuştuğumuz konuya de- nife, Hz Ali ve İbn Mesud’un irfanla Aralık doldurduğu şehir; Küfe’de yaşamasına rağmen ben oldum demedi İmam Malik’in kitaplarını mutalaa ettti. İmam Malik’te Hicret yurdu; Medine’nin müctehidi olmasını gurur vesilesi yapmaksızın, Medine’ye her gelişinde Ebu Hanife’yi buldu ve meseleleri ona arz etti. Öyle ki İmam Malik’in yanında Ebu Hanife’ye ait altı bin fetva vardı. Mezhepler arasında usulde ihtilaf yoktur. Furu’da ise ittifak edilen hususlar ihtilaf edilenlerden daha çoktur. Fıkhi meselelerin üçte ikisi mezhepler arasında ayniyet arz eder. Geri kalan üçte bir ise belli bir mezhepte takva dairesinde ele alınırken başka bir mezhepte fetva dairesinde değerlendirilmektedir. Yani hadiseye bir mezhep ihtiyatla bakarken başka bir mezhep kolaylık ekseninde yaklaşmaktadır. Farklı isimler altında muazzam bir birliktelik vardır. Müçtehit imamların farklı bölgelerde ikamet etmeleri birbirlerinden istifade etmelerine engel olmadı: Ebu Hanife, Hz Ali ve İbn Mesud’un irfanla doldurduğu şehir; Küfe’de yaşamasına rağmen ben oldum demedi İmam Malik’in kitaplarını mutalaa ettti. İmam Malik’te Hicret yurdu; Medine’nin müctehidi olmasını gurur vesilesi yapmaksızın, Yusuf, İmam Muhammed ve Şafi’ye talebelik yaptı. Müctehit imamlar birbirlerinin eserlerini dikkatle okudular. Gençler, yaşca büyük olanların ders halkalarına oturdu. Yeri geldiğinde de hiç yüksünmeden büyük olanın azametini ifade ettiler. İmam Malik Ebu Hanife için; “Ben öyle bir adam gördüm ki, eğer şu odun direğin altın olduğunu iddia etse muhakkak ki onun altın olduğuna dair delilleri ikame edebilir.” Şafii ise; “Fakihler Ebu Hanife’nin çoluk çocuğu mesabesindedir.” buyurmaktadır. lerinden daha üstün bir konuma sahip olmaları gerekir. Bir başka deyişle, eğer taklit caiz olsaydı, elbetteki bu fakih sahabilerden her biri, kendilerine uyulmaya müçteBütün bu ilişkiler müçtehit hit imamlardan daha layık olacakimamların bir aile olduklarını, bir- lardı.42 birlerinden istifade ettiklerini göstermektedir. Hakikat bu minval Hanefi: Konuşmanın akışı üzere iken mezhepler birbirine kar- içerisinde defalarca Saadet Asşıdır, nevinden mesnetsiz ifadeler rındaki müçtehitlerin sayıca sınırlı sarf etmek, ezbere konuşmaktan olduğunu, ashabın çoğunluğunun öte bir anlam taşımaz. onları taklit ettiğini ve müçtehit Yahudi ve Hristiyanların dinlerini parça parça edip gruplara ayrılmalarını “Hanefi”, “Maliki” ya da”Şafii” olmakla eş değer kabul etmeniz ise “kıyas meal farık”tır. Çünkü -yukarıda da izah edildiği gibi- mezheplerin görüşleri büyük oranda aynıdır. Dört mezhepte Allah Resulunun “Ma ene aleyhi ve ashabi/Ben ve ashabımın üzerinde olduğu yol” ifadelerinde kendini bulan Sünnet ve Cemaat anlayışı üzerine bina edilmiştir. Her bir mezhebin müntesibi diğerinin arkasında namaz kılar, mezhepler arası geçişi meşru kabul ederler. Çünkü özde tamamı Kur’an ve Sünnetten neşet etmiştir. Selefi: Taklidin meşru olması halinde Ömer b. Hattab (r.a.) (ö. 23/644), Ali b.Ebi Talib (r.a.) (ö. 40/661), İbn Mesud (r.a.) ve diğer fakih sahabilerin taklit edilme hususunda sonraki dönem müçtehit- Aralık Taklidin haram olduğuna delil olarak getirdiğin söz konusu ayetler, nuzûl sebepleri, tarihi, tabiî ve sosyo-kültürel bağlamları dikkate alınarak değerlendirildiğinde, davanızın lehine değil aleyhine delildir. sahabilerin de samimi bir şekilde içtihatlarını mukallitlere bildirdiklerini kaynaklarıyla arz ettim.43 Bütün bunlardan sonra hala müçtehit sahabilerin avam tarafından taklit edilmediklerini iddia ediyorsanız malumatınızın tarihi gerçeklerle örtüşmediğini söylemeden öte size ne diyebilirim ki?! Niçin Aynı Ayetten Farklı Hükümler Çıkar? Selefi: Bir önceki fasılda mezhepler arasında muazzam bir birlikteliğin mevcudiyetinden bahsettiniz. Bütün mezheplerin Kur’an ve Sünnetten neşet ettiğini söylediniz. Peki şu örneklere ne diyeceksiniz: Abdest alınırken başa mesh edilmesi hadisesinde her mezhep farklı bir hüküm beyan ediyor. Yine “Lamestumu’n-nisa/kadınlarla cinsel ilişkiye girdiğiniz zaman” ayeti Hanefilerle Şafiler arasında derin 35 ihtilafların nedeni… Zannediyorum Şafi’ye göre “ba” harfi cerri bu örneklerin “esasta birliktelik” teb’iz/bölümlere ayırma” anlamınadına söylediklerinizle bağdaşma- dadır. Buna göre kişinin başının üç dığını kabul ediyorsunuzdur? tane tüyüne mesh etmesi yeterlidir. İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel’e Hanefi: İfadelerinde bir red- göre ise “ba” zaittir. Dolayısıyla dediş var. Birilerinin oyununa gelip mükellefin başının tamamını mesh Sahih Geleneği reddetmenin hazzı- etmesi gerekir. nı yaşıyorsun. Kendine göre açıklar tesbit edip saldırıyorsun. Ne var ki “Lamestümü’n-Nisa” ayeti zayıf gördüğün hususlar muhkem ile alakalı mütalalarınız da hadiseyi kaleler gibi sağlam esaslar üzerine gereği gibi ifade etmekten acizdir. ikame edilmiştir. Fakat hükümlerin Taşların yerli yerine oturması için delillerden nasıl istinbat edildiği- öncelikli fakihlerin bu konudaki içni bilmeyişin seni yanıltmaktadır. tihatlarını hatırlamamız gerekmekBu yanılgı neticesinde mezheple- tedir. ri farklı doğruları olan oluşumlar olarak değerlendiriyorsun. Yani Fukaha kadına el ya da diğer azizim yine sevinemeyeceksin. duyu organları ile dokunan kişinin Çünkü Maide süresinin 6. ayetinde abdestinin bozulup-bozulmaması emredilen “mesh” ile alakalı mez- noktasında farklı görüşler beyan heplerin farklı hükümler vermesi etmiştir. Bu doğrudur. Nitekim ŞaKur’an-ı Kerim’in anlam zenginli- filere göre erkek ve kadın arasında ğinden kaynaklanmaktadır. “Ba- perde ya da örtü gibi engelleyici şınızı meshedin.” Ayetindeki “bi nesneler olmaksızın dokunma gerruisikum” kelimesinin başında yer çekleşirse bundan lezzet alınsın ya alan “ba” harfi cerri Ebu Hanife’ye da alınmasın ittifakla dokunanın bir göre “İlsak/yapıştırma, dokundur- rivayete göre de dokunulanın abma” anlamındadır. Mesh aleti eldir. desti bozulur. Kadını öpmekte ona Alet olan el miktarı kadar bir bölge- dokunmak gibidir.44 yi mesh etmek gerekir. Elde başın dörte birine tekabul eder. GördüAhmet b. Hanbel kadına ğün gibi Ebu Hanife’nin ictihadı dokunma ve öpmenin mahiyetine Kur’an’a dayanmaktadır. bakar; Erkeğin kadına şehvetle dokunması ya da onu öpmesi abdesti bozar, dokunma şefkatle olursa bozmaz diyor. İmam Malik öpme ile mutlak olarak abdestin bozulacağını söylerken dokunmanın şehvete yönelik olmasını şart koşar. Hanefilere göre ise hiçbir şekilde kadını öpme ya da ona dokunma abdesti bozmaz.45 Bu konuda birden fazla görüşün oluşmasının arka planında dokunma anlamına gelen “Lems” kelimesinin Arap dilinde “müşterek” lafız olması yatmaktadır. Usul ilmine göre Kur’an ya da Sünnet’te 36 yer alan bir lafız, sözlük anlamıyla ıstılah anlamı arasında müşterek olursa ıstılah anlamına göre anlaşılması gerekir. Eğer lafız iki ya da daha çok sözlük anlamı arasında müşterek olursa bu takdirde müçtehit tarafından bir takım deliller kullanılarak lafzın tek bir anlama indirgenmesi sağlanır. Müşterek bir lafız iki ya da daha çok kaç anlama geliyorsa, lafızdan anlamların hepsini almak doğru değildir.46 Çünkü böyle bir ameliye karışıklığa sebep olur. Burada müşterek lafzın ikinci boyutu vardır. Yani “lems” lafzındaki “iştirak” (müştereklik) sözlük anlamları arasındadır. Müçtehitlerin bir bölümü “lems” kelimenin elle dokunma anlamını içerdiğini söylerken Hanefiler “lems”in cinsel ilişkiden kinaye olduğunu ileri sürmektedirler. Buna göre abdest ayetindeki “lamese”den maksat kadınlara dokunmak değil, onlarla cinsel ilişkiye girmektir. Yani Hanefi fakihlere göre ayetteki müşterek lafız cinsel ilişki, diğer meşhur üç mezhep imamına göre ise dokunma anlamındadır.47 Üzerinde konuştuğumuz abdest meselesi dahil mezhebler arasında ihtilafa medar olan bütün hususlarda telfike düşmeme şartıyla Selefi: Hem avamın müçtehidi taklit etmesinin gerekliliğinden bahse-diyor hem de bir nevi taklit olan telfikin haram olmasından söz ediyorsun. Bu bir tezat değil midir? Hanefi: Telfik yapılarak ulaşılan hüküm eğer hiçbir mezhepte mevcut değilse bu durumda mukallit içtihat yapmış olur. İçtihat için gerekli malumata sahip olmayan kişinin içtihat yapması ise haramdır. mukallitlerin farklı mezheblerin içtihatlarından istifade etmeleri caizdir. Eğer aralarında usulde bir ihtilaf olsaydı şüphesiz bu caiz olmazdı. Hadiseyi daha anlaşılır bir Aralık hale getirmek için müşterek bir lafız olan “lems” kelimesinden hareketle bir örnek verelim: Şafii mezhebine bağlı bir mukallit, şehvet amacı ile olmayan bir dokunma ile abdestin bozulmayacağını söyleyen İmam Malik’i, Onun abdest için ön gördüğü başın tamamını mesh etme, tertip ve uzuvları peşi sıra ara vermeden yıkama gibi vaciplere riayet ederek48 taklit etse, caiz-midir? El-Cevap caizdir. Yani bu durumdaki bir Şafii, abdestin bozulmaması noktasında İmam Maliki taklit edebilir. Selefi: Müçtehit imamların mesh ile alakalı hükümlerde ya da diğerlerinde farklı içtihatlara ulaşmalarının arka planında ilmi hakikatlerin olduğunu anladım. Fakat şunu merak ediyorum: Serahsi gibi bazı “muhakkik” fakihler müçtehit imamların aynı konularda farklı içtihatlara ulaşmalarına etki eden başka amillerden de bahsediyorlar, siz bu söylenenleri ilmi buluyor musunuz? İnsan Hayatının Mükemmel Okunuşu: İctihat Telfik Niçin Haram? Hanefi: Müçtehitler her hangi bir konuda hüküm verirken nassın müsaade ettiği ölçüde insanların maslahatını dikkate almışlardır. Bunun içindir ki İmam Şafii Mısır’a gittikten sonra halkın ihtiyaçlarını dikkate alarak bazı fetvalarında deHanefi: Telfik yapılarak ulağişikliğe gitmiştir. şılan hüküm eğer hiçbir mezhepte mevcut değilse bu durumda muHadiseyi bir örnek bağlamınkallit içtihat yapmış olur. İçtihat için da izah edersek şunları söyleyegerekli malumata sahip olmayan biliriz: Nisa 4/43’de teyemmümü kişinin içtihat yapması ise haramgerektiren haller bahsinde zikredidır. len ve kadına dokunma anlamına Hadiseyi şöyle bir örnekle gelen “lamese” kelimesini Ebu Haizah edeyim: Abdest alan kişi vü- nife’nin cinsel ilişki, İmam Şafii’nin cudundan kan aktığında, “kanın ise kadına dokunma anlamında akması abdeste engel değildir” di- algılamalarına ayet lafzının yanı yen İmam Şafi’yi, kadına dokun- sıra yaşadıkları çevrenin coğrafi ve duğunda ise; “kadına dokunmay- sosyo-kültürel şartlarıda etki etmişla abdest bozulmaz” diyen Ebu tir. Genellikle kırsal bölgelerde yaHanife’yi taklit ederek hükümde şayan insanlara hitap eden İmam telfik yapsa, böyle bir ameliye caiz Şafii’nin “lamese” kelimesini kadıdeğildir. Çünkü hem kanın akması na dokunma anlamında algılaması hem de kadına dokunma ile abdes- insanlara artı bir meşakkat getirtin bozulmayacağını söyleyen hiç mediği gibi onları kadınlarla halvet bir müçtehit olmadığından ortaya olup kötü yollara düşmekten de çıkan yeni hüküm bir içtihat olur. alıkoymaktadır. Sahibi de içtihada ehil olmadığınDağlarda ya da geniş arazidan harama irtikap etmiş addedilir. Görüldüğü gibi tezat, teflikle taklit lerde yaşayan insanların abdestli arasındaki münasebette değil, doğ- hallerinde birbirlerine değmeleri mümkün değildir. Hadisenin bu ru bilgi ile senin arandadır. Selefi: Hem avamın müçtehidi taklit etmesinin gerekliliğinden bahsediyor hem de bir nevi taklit olan telfikin haram olmasından söz ediyorsun. Bu bir tezat değil midir? Aralık boyutu kolaylığı temin eder. Ayrıca nüfüs yoğunluğu itibariyle sayıları az olan insanların yaşadıkları geniş arazilerde (kadın-erkek) birbirlerine yaklaşmaları/dokunmaları şehevi duyguların tetiklenmesine sebep olur. Bu açıdan da içtihat koruyucu bir anlam içermektedir. Şehir kültürünün hakim olduğu bir ortamda yaşayan Ebu Hanife’nin ise “lamese” kelimesini cinsel ilişki anlamında alması, fukahanın fıkhi meseleleri tasavvur ederken maslahatı ne derece dikkate aldıklarını göstermektedir. Medeni (şehirli) insanlara hitap “Ben öyle bir adam gördüm ki, eğer şu odun direğin altın olduğunu iddia etse muhakkak ki onun altın olduğuna dair delilleri ikame edebilir.” eden Ebu Hanife, muhataplarının dar mekanlarda/caddelerde izdiham halinde yaşadıklarına tanık olduğundan kadına dokunmayla abdestin bozulmayacağını söylemiştir. Aksi takdirde camiye gitmek için insan yoğunluğu olan bir caddeden geçmek zorunda olan ve bu geçiş esnasında gayri ihtiyari olarak bir kadına dokunan (ya da tavaf esnasında kadına değen) herkes yeniden abdest almak zorunda kalacaktı. Aynı bakış açısını diğer ihtilaflı meselelere de teşmil edebilirsin. 37 Selefi: Nasıl yani? Hanefi: Mesela imamın arkasında cemaatin “fatiha” yı okuyup-okumaması hadisesi… Ebu Hanife’nin okumama, Şafi’ninse okuma yönünde içtihat etmelerine ayet ve hadislerin49 yanı sıra insanların sosyo-kültürel durumu da etki etmiştir. Şöyle ki, Hanefiler şehirlerde toplumsal bilincin egemen olduğu bölgelerde yaşadıklarından sorunlarını cemaat şuuru içerisinde çözmeye çalışırlar. Bir hadise karşısında tek tek konuşma yerine sözcüler /mümessiller/dernekler vasıtasıyla sorunlarını arz ederler. Şafilerse genellikle köylerde ikamet ettiklerinden sıkıntılarını ferden ferda arz etme yolunu tercih ederler. Ancak böyle tatmin olabilirler. Namaz da, bütün sorunları çözen Allah Teala’ya halleri arz ediştir, münacattır. Ebu Hanife’ye göre imam bütün cemaat adına Allah Teala’ya münacaatta bulunur. Cemaat bunu yeterli bulur. Fakat İmam Şafii aralarında yaşadığı insanların halet-i ruhiyelerini dikkate alarak ayrı ayrı fatiha okumayı, ferden ferda münacatta bulunmayı uygun görür. Tabi ki müçtehitler bütün bu açılımları nassların müsaade ettiği sınırlar çerçevesinde yaparlar. hakikatini değiştirdiklerine işaret et- üzerine kıyas yaparak İslam’ın özümektedir. Böyle bir yaklaşımın ne- ne muhalif bir tavır içinde olduğu anlatılır. Bir gün Muhammed Bakır resine fıkıh diyebiliyorsun? Medine’de Ebû Hanife ile karşılaşır Hanefi: Söylenenleri an- ve ona, “sen kıyasla amel ederek lamamakta ısrar ediyorsun. Ben dedem Hz. Peygamber’in (s.a.v.) müçtehitlerin içtihat ederken sünnetine muhalefet ediyorsun Kur’an ve Sünneti mutlak anlamda öyle mi, diye sorar?” bağlayıcı kabul ettiklerini, maslaha-Ebû Hanife; “bu ithamdan tı ise sadece Kur’an ve Sünnet’in müsaade ettiği meşru ölçüler dahi- Allah’a sığınırım. Sen konuşmana linde dikkate aldıklarını söyledim. dikkat et ki; ben de sana karşı üsluAksi bir maslahat şer’i dilin ifade- buma dikkat edeyim. Çünkü Allah siyle; “maslahat-ı mülga”dır ki ona Resulunün (s.a.v.) ashabına üstünhiçbir müçtehit itibar etmemiştir. lüğü gibi, seninde diğer insanlara üstünlüğün var…” Muhammed Bakır ve Ebû Hanife Müçtehit imamların maslahatı dikkate alarak içtihatta bulunmalarını Kur’ani ifadeleri değiştirmek olarak telakki etmek zati alileriniz adına ciddi bir bilgi fukaralığına işaret etmektedir. Fakat fukaralıkta yalnız değilsin, kadim zamanlara değin dostların var. Çünkü müçtehit imamlar hakkında bu nevi ifadeler sarf eden ne ilk ne de son kahramansın! Örneğin Ebu Hanife hakkında benzer ithamları gündeme getirenlerin nesebi ta Muhammed Bakır’a (r.a.) (ö. 114/732) (Aslında Muhammed Bakır burada Selefi: Bu söylediklerin müç- masumdur. Çünkü Onun sorgusu, tehitlerin bir takım ferdi ve ictimai Ebu Hanife’yi tanımamasından kriterleri dikkate alarak Kur’an’ın kaynaklanmaktaydı.) uzanır. İki imam arasında ki konuşma eğer dikkatle dinlersen senin için de “efradını cami’ ağyarını mani’” bir cevap olacaktır: Bu ifadeler üzerine Ebû Hanife, Muhammed Bakır’a; “Sana üç tane soru soracağım bana cevap ver” der. Verdiğim cevaplar aklı mı dinin emrine yoksa dini mi aklın tasarrufuna teslim ettiğimi kanıtlayacaktır. -Erkek mi yoksa kadın mı daha güçsüzdür? -Kadın. -Mirasta erkeğin payı ne kadar kadının ki ne kadardır? -Kadının payı erkeğinkinin yarısı kadardır. - Eğer bu konuda kıyasla hüküm verseydim erkeğe kadının payının yarısını verirdim. Çünkü kadın daha güçsüzdür. - Namaz mı oruç mu daha üstündür? - Namaz. - Eğer kıyasla hüküm verseydim, bu konudaki nassa muhalefet eder hayızlı bir kadına orucu değil namazı kaza etmesini emrederdim. “Muhammed Bakır’a, Ebû - İdrar mı yoksa meni mi Hanife’nin taab- daha pistir? budi hükümler - İdrar. 38 Aralık - Eğer kıyasla hükmetseydim, gusül abdestinin, meninin çıkmasından dolayı değil de idrarın çıkmasından dolayı gerektiğini söylerdim.” Karşılıklı bu soru cevap faslından sonra Muhammed Bakır, Ebû Hanife’yi alnından öperek kutlar.50 Ebu Hanife ile Muhammed Bakır arasında cereyan eden konuşmada da görüldüğü gibi müçtehit imamlar Kur’an ve Sünnet’i tartışmasız mutlak ölçü kabul etmişlerdir. Hayata göre bir İslam değil İslam’a göre bir hayatın mücadelesi içerisinde yer almışlardır. Onların içtihatlarında akıl, peşinden gidilen değil, İslam’ın peşi sıra gidendir. Hadise Rağmen Taklit Mümkün Mü? Selefi: Mukallit fakihlerin hadise rağmen bağlı bulundukları mezhep imamlarının görüşlerini tercih etmeleri ve bunu “Mecamiu’l-Hakaik” müellifi Hadimi gibilerin “akval-i fukaha nususa müreccehtir.” şeklinde bir kaide çerçevesinde sunmaları sizce ne kadar İslami’dir? ise avam için geçerlidir. Avam, hadisle müçtehidin içtihadının bir birine muvafık olmadığını gördüğünde yine müçtehidi taklit etmeye devam eder. Çünkü O, şer’i nassların ve hadis-i nebevilerin manalarını, tevillerini, rivayet edilen hadislerin sıhhat derecelerini, neshle ilgili olup-olmadıklarını bilemez. Muhtemeldir ki ictihatla çelişen hadisler haddi zatında sahih hadis değillerdir. Zayıf ya da mevzudurlar. Ya da zahir anlamları kast edilmemektedir, müevveldirler. Belki aynı hususta onlardan senedi daha sağlam olan bir hadisle tearuzları söz konusudur. Bu yüzden o hadislerle amel edilmemiştir. Avam ile avam hükmünde olanların bunları bilmeleri mümkün olmadığından onlar için her halukarda en uygun olan bir müçtehidi taklit etmektir. İstismar Edilen Mektup Selefi: Söylediklerinizin önemli bir bölümü hakikati yansıtmamaktadır. Buna delil olarak şu hadiseyi nakletmem yeterli olur kanaatindeyim: İmamü’l-Harameyn’in (ö.478/1085) babası Abdullah b. Yusuf el-Cüveyni (ö.438/1046) “el-Muhıt” adında bir fıkıh kitabı yazmaya başlar, eseri kaleme alırken de sahih hadislere bağlı kalmaya özen gösterir. Kitabın ilk üç bölümünün müsveddelerini tamamladığında onları tahlil ve tashih etmesi için hadis alimi Hadimi’nin “Fakihlerin içti- Beyhagi’ye (ö.458/1066) gönderir. hatları nasslara tercih edilir” sözü Ne var ki Beyhagi hadislerle istidlal Hanefi: Mukallit fakihler hadisle, taklit ettikleri müçtehitlerin içtihatlarının çeliştiği durumlarda taklidi terk edip hadisle amel etmişlerdir. Nitekim Hanefilerden Kasani, “Bedaiu’s-Senai” de hacamat yaptıran kişi, orucum bozuldu zannıyla yiyip-içse ona keffaret gerekir mi51 meselesini tahlil ederken fukahanın hadisin zahiriyle amel etmesinin vacip olduğunu söylemektedir. Aralık edip İmam Şafii’ye muhalefet eden Cüveyni’yi bu kitabı tamamlamaktan vazgeçirir. Hanefi: Hadiselere Bektaşi mantığıyla yaklaşıyorsunuz. Halbuki ilmin ahlakı her şeyden önce sadakat ister. Eğer sizde ilme karşı bir sadakat olsaydı hadiseyi bir bütün halinde naklederdiniz. Selefi: Nasıl yani? Hanefi: Sizinde iyi bildiğiniz gibi Beyhagi, Cüveyni’nin müsveddelerini okuduktan sonra Ona uzun bir mektup yazar. Mektubunda Cüveyni’nin hatalarına işaret eden Beyhagi: “İmam Şafii’nin terk ettiği yani amel etmediği, delil olarak kullanmadığı hadislerin gizli kusurlarının olduğunu…” bir bir isbat eder. Bu mektubu kendi için rehber kabul eden Cüveyni de İmam Şafi’yi taklide devam eder ve eserini tamamlamaktan vazgeçer.52 Söz konusu olayda bir hadis allamesi olan Beyhagi, Cüveyni’nin hadislerini tahlil ediyor ve hadisle ilgili kriterleri de dikkate alarak ona bir takım tavsiyelerde bulunuyor. Bu, sahasında uzman olan her alimden beklenen tabii bir tavırdır. Hadiseyi farklı mütalalara malzeme yapmak doğrusu anlaşılır gibi değildir. (Devam edecek) 39 Modern Haçlı Zihniyeti Sembollerimize Saldırıyor Memduh ERGİN B . değil.. n ı k k a : enin h hakkım âtem s m i m n , e r ı b “Hay Mâtem edir, nlık n ı d y a , i ım! z âfâk r var k e a l m r l ı i s b A hiç yok, a;” sîbim ârımd a h n a b n r e d ağla Tesellî hazân u şiir Mehmet Akif Ersoy’un meşhur Bülbül şiirinden alınmış bir bölümdür. Hepimiz biliriz bu şiiri. Ben bu şiiri her okuyuşumda hüzünlenirim, üzülürüm. Çünkü bu şiir bana, aradan bunca yıl geçmesine rağmen hala İslam dünyası için hiçbir şeyin değişmediğini hatırlatıyor. Hala İslam diyarının baharı hazan ağlıyor. Mehmet Akif’e bu şiiri yazdıran elim şartlar hala devam ediyor. Bu şiir kurtuluş savaşı yıllarında Yunan kuvvetlerinin Bursa’ya girişi üzerine yazılmıştır. Bursa’ya giren Yunan ordusunda teğmen olan başvekilleri Venizelos’un oğlu Sofokles, doğruca Osmanlı devletinin kurucusu olan Osman Gazi’nin türbesine girmiştir. Sofokles, sandukaya hitaben şunları söylemiştir: “Kalk koca Türk! Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet parça parça oldu. Bursa’yı eski sahibine iade ettik. Zelil neslin şimdi elimizde bir köle durumunda bulunuyor. Kalk! Seni bir kere daha öldüreyim de ırkımın intikamını alayım!” Sofokles, bununla yetinmemiş sandukaya ayağını dayayarak fotoğraf çektirmiş ve bu fotoğraf 40 Aralık dünya basınında yayınlanmıştır. Bu fotoğrafı gören Akif, bu hüzün dolu şiiri yazmıştır. Bu olayı niye anlattım? Neredeyse 100 yıl önce yaşanan bu olayların bir benzerleri hala günümüzde de aynen yaşanmaya devam ediyor. O gün Osman Gazi türbesine saldıranlar bugün de Mescidi Aksa’ya saldırıyorlar. İslam düşmanları pis postalları ile camiye girip kutsal kitabımız Kuranı Kerim’i yere atıyorlar. Bugün itibarı ile Müslümanların bilmesi gereken temel hakikat şu: Müslümanlar Haçlı saldırıları ile karşı karşıya. Haçlı zihniyeti hiç bitmedi ve bitmeyecek. Kaldığı yerden aynen devam ediyor. İçinde bulunduğumuz modern çağda bunu ilk ilan eden de İngiliz başbakanı Margaret Thatcher olmuştur. Margaret Thatcher, 1990 yılında, İskoçya’daki NATO toplantısında şunları söylemiştir; “Arkadaşlar biz NATO’yu Rusya’ya karşı kurmuştuk. Rusya çöktü, şimdi NATO’yu dağıtacak mıyız? Hayır, neden? Çünkü düşmanı olmayan ideoloji yaşamaz. Düşmanımız olmazsa biz de yaşayamayız. Dikkat ediyorsan bak, temele düşmanlığa koyuyor… Rusya gitti, İslâm var, yeni düşmanımız İslâm’dır.” Dikkat edilecek olursa NATO bu tarihten, yani 1990’dan itibaren Müslüman ülkeler dışında hiçbir yere askeri operasyon yapmamıştır. Belirledikleri yeni düşmanla yani bizlerle, Müslümanlarla sistemli bir şekilde mücadele ediyorlar. Medeniyetimiz ile Batı medeniyeti arasında amansız bir savaş veriliyor. Bu savaş gizli kapaklı da değil üstelik. Avrupalılar Müslümanlarla yaptıkları savaşı gizleme gereği duymuyorlar. 2001 yılında ikiz kuleler vurulduğunda Amerikan başkanı Bush: “ Haçlı seferi başlamıştır.” demedi mi? Fransa’nın Libya’ya yaptığı saldırı sonrası Rusya devlet başkanı Putin: “Bu bir haçlı seferidir.” demedi mi? Aynı itiraf Fransa İçişleri Bakanından da gelmiştir. İçişleri bakanı Claude Gueant: “Tanrıya şükür ki cumhurbaşkanımız haçlı seferinin önderliğini yapıyor.” demiştir. Her şey ne kadar açık değil mi? Ayan beyan ortada. Gelelim bize. Batı topyekûn Müslümanlara savaş ilan etmişken bizler ne yapıyoruz. Üzüldüğüm taraf Müslümanlar birlik ve beraberlik şuurundan yoksunlar. İşin kötü tarafı, Müslümanlar öyle bir manzara gösteriyorlar ki içler acısı. Bizlere karşı toplu savaş var ve bizler hala gaflet içindeyiz. Ya bu savaştan haberdar değiliz ya da umurumuzda değil. Farkında olsaydık ya da önemseseydik bugün bu hallerde olmazdık. Farkında olanların bazıları da çatışmadan ziyade medeniyetler arası ittifak kurmanın yollarını arıyorlar. Ama nafile bir çaba bu. Böyle bir ittifak için karşı tarafında iyi niyetli olması gerekir. Maalesef karşı tarafta böyle bir iyi niyet göremiyoruz. Hatta bırakın iyi niyeti ellerinden gelse hepimizi bir kaşık suda boğacaklar. Çünkü güçlü taraf onlar. Güçsüz olan biziz. Onların bu gücü kesinlikle birlikteliklerinden geliyor. Bizler ise çok dağınığız. Güçleriniz eşit değilse, eşit şartlarda masaya oturamazsınız. Karşı tarafa istediklerinizi kabul ettiremezsiniz. Modern çağdaki haçlı saldırıları sadece askeri alanda değil, sosyal ve psikolojik alanda da tüm şiddeti ile devam ediyor. Sosyolojik ve psikolojik Haçlı saldırıları nasıl yürütülüyor? Sosyolojik ve psikolojik haçlı saldırıları semboller üzerinden yürütülüyor. Sembollerimize saldırıyorlar. İki cihan güneşi Peygamberimize(sav) hakaret ediyorlar, kutsal kitabımız Kuranı Kerim’i ayaklar altına alıyorlar, Mescidi Aksa’ya saldırıyorlar, taşeron örgütlerle (İŞİD) peygamber türbelerini bombalıyorlar. Yine taşeron terör örgütleri (İŞİD) ağzı ile Kâbe’yi yıkacaklarını söylüyorlar. “Kalk koca Türk! Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet parça parça oldu. Bursa’yı eski sahibine iade ettik. Zelil neslin şimdi elimizde bir köle durumunda bulunuyor. Kalk! Seni bir kere daha öldüreyim de ırkımın intikamını alayım!” Aralık 41 Batının saldırdığı sembollerimiz neler ve saldırmalarındaki amaçları ne? Kur’an, Kâbe, Peygamber, namaz, cami, minare, başörtüsü, kurban, hac vb. birer İslamiyet’in sembolüdür. Kâbe olmazsa, cami olmazsa, Arafat olmazsa, Hira Mağarası olmazsa, Mescidi Aksa olmazsa, Peygamberimizin türbesi olmazsa geriye neyimiz kalır. İslamiyet’in maddi unsurlarını hayatımızdan çıkarın ortada İslamiyet diye bir şey kalmaz. Bütün bunlar Müslümanların ortak mirasıdır. Müslümanların birliğinin ve beraberliğinin sembolüdür. Onlar bizim maddi değerlerimizdir. Dışa dönük yanımızdır. Ayakta kalmamız ve varlığımızın devamı için gerekli olan vücut gibi düşünmeliyiz. Bu dünyada ruhun yaşaması için nasıl bedene ihtiyacı varsa maddi değerlerimizde olmalı ki din ayakta kalabilsin. Bütün bunları söylerken sakın ha bunlara kutsiyet atfettiğim düşünülmesin. Bizler haşa, onları ilahlaştırmıyoruz. Evet, asıl olan özdür. İlah olarak sadece Allah’ı bilmektir. Allah’ın emir ve yasaklarını hayatımıza uygulamaktır. Biz mekânlardan medet beklemiyoruz. Bazılarının söylediği gibi oraları putlaştırmıyoruz. Sevdiğimiz bir insandan aldığımız bir hediye bile bizim için bir değer ifade ederken cenabı Allah(cc) ve onun habibim dediği peygamberimizin(sav) aziz hatırasına hiç mi saygı duymayacağız. Duyacağız elbette. Sembollerimize karşı son zamanlarda artan saldırılar tesadüf mü? Kesinlikle hayır. Peki, niye bunu yapıyorlar? Amaç birliğimizi ve beraberliğimizi bozmaktır. Bizleri küçük düşürmek, psikolojik olarak ezmek istiyorlar. Buralara yapılan saldırı birliğimize ve beraberliğimize yapılıyor demektir. İsrail’in Mescidi Aksa’ya yapacağı saldırı bütün İslam dünyasını karşısına alması demektir. Bunu çok iyi biliyor, ama yine de yapıyor. Amaç, bizleri test etmek. Bu saldırılarla tepkimizin ne olacağını görmek istiyorlar. Bizler gerekli tepkiyi gösterirsek bir daha böyle çirkin saldırılara kalkışmayacaklardır. Gerekli tepkiyi gösterirsek derken aklıma Filistinli kardeşlerimiz geldi. Onları kutluyorum. Allah onlardan razı olsun. Allah onların gücünü, kuvvetini, şevkini artırsın. Çünkü onlar, Mescidi Aksa’nın gönüllü bekçileridir. İsrail’in vahşetine fiziki anlamda göğüs geren yalnız insanlardır onlar. Bütün Müslümanların emanetine sahip çıkmaya çalışan onurlu insanlardır onlar. İsrail elinden gelse ilk fırsatta Mescidi Aksa’yı yıkacak. İşte onlara bu fırsatı canları pahasına da olsa vermeyen cesur insanlardır onlar. Bir bakıma onlar bütün Müslümanların onuruna sahip çıkıyorlar. İnsaflı olalım, onları yalnız bırakmayalım. Çünkü bu dava sadece onların değil bütün bir İslam âleminin davasıdır. Şimdi bütün mesele İslam âlemi olarak topyekûn bu davaya sahip çıkacak mıyız, yoksa çıkmayacak mıyız? Ortak bir şuur oluşturacak mıyız, yoksa oluşturmayacak mıyız? Bilinç dediğimiz şey böyle zor zamanlarda ortaya çıkar. Zor zamanlarımızda kenetlenirsek, değerlerimize saldırdıklarında ortak tepki ortaya koyabilirsek bir daha böyle çirkinliklere başvurmazlar. Onlar bizim maddi değerlerimizdir. Dışa dönük yanımızdır. Ayakta kalmamız ve varlığımızın devamı için gerekli olan vücut gibi düşünmeliyiz. Bu dünyada ruhun yaşaması için nasıl bedene ihtiyacı varsa maddi değerlerimizde olmalı ki din ayakta kalabilsin. 42 Aralık Zerdeçal Zencefilgiller familyasından; anavatanı Doğu Hindistan olan çok yıllık bir bitkidir. Zerdeçal yurdumuzda yetiştirilmez. Yaprakları sivri uçlu, çiçekleri sarı renktedir. Safranı andıran boyalı bir madde çıkarılır. Baharat olarak kullanılır. Kökleri ana ve yan köklerden oluşur, ana kök yumru şeklinde, yan kökler parmak kalınlığında, yer elması şeklinde, dışı kahverengimsi içi sarı veya kırmızımsı sarı renktedir. Zerdeçalın aktif maddesi curcumidir. Aynı zaman da bitki antienflamatuar ve antioksidan etkilere sahiptir. Yapılan araştırmalar sonucunda zerdaçal ekotiren,prostoglandin,tümör,nekroze edici faktör ve interlokin-12 gibi iltihap oluşturan maddelerin ortaya çıkışını geciktirerek hafiflettiğini göstermiştir. Zerdaçalın diğer bir özelliği ise solunum yolu enfeksiyonlarınba iyi gelir. antienflamatuar ve antioksidan etkileri ile üst solunum yolları,Astım ,Bronşit ve sinüzite çok iyi gelir. Zerdaçalın kanserede iyi geldiği araştırmalar sonucu belirlenmiştir.Zerdaçal hem kanserden koruma özelliği ve kanseri yok etme özelliği ile çok şifalı bir bitkidir. Zerdeçalın Faydaları -Mideyi kuvvetlendirir. -Nekahat devresini kısaltır. -Gaz ve idrar söktürücüdür. - Solunum yolu enfeksiyonların tedavisinde yararlanılır. - Karaciğer hastalıkları, Sarılık ve vereme karşı faydalıdır. - Deneysel çalışmalarda zerdaçalın kolesterolü azaltıcı etkisi belirlenmiştir. - Karacigeri güçlendirir ve karaciğerden toksinlerin atılmasına yardım eder. - Zerdeçal karaciğer için yararlıdır. - Verem gibi hastalıklarda faydalıdır. - Soğuk algınlığı ve astımda faydalıdır. - Sinirleri uyarır. - İltihap gidericidir. - Zerdeçal kullanımı hazmı kolaylaştırır. - Vücutta biriken zehirli maddeleri atar. - Haricen deri rahatsızlıklarında yararlıdır. - Safra kesesi ve safra yollarının fonksiyonel hastalıklarına karşı etkisi zerdeçal yararları arasındadır. - Antioksidan etkilidir. Curcuminin antioksidan etkisinin E ve C vitaminlerinden daha güçlü olduğu görülmüştür. - Curcumin kansere karşı koruma sağlar ve tümör hücrelerinin çoğalmasını engelleyici özelligi vardır. - Yapılan araştırmalarda cilt, kolon, ve gögüs kanseri için faydalı olabileceği görülmüştür. - Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde zerdeçalın Kistik fibroz tedavisinde önemli fayda sağlayabileceği gösterilmiştir. 43 Doğrularla Beraber Olun!.. Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK* İ rle buyu y ö ş e s i Rasûlü Al la h ü’min m z ı n l a dır: “Y ni makta kmeği e e v l daş o n.” le arka se yesi m i k ı l takva ancak d, 56). h ü Z , î iz (Tirm nsanoğlu toplumsal bir varlıktır. Toplumu oluşturan insanların bazısı doğruluk, güvenilir olmak gibi güzel vasıflarla bazısı da kötü özellikleriyle ön plana çıkar. Allah’ın elçilerinin ortak özelliklerinden birisi de sıdk yani doğru olmalarıdır. Yani Allah’ın gönderdiği bütün elçiler insanların en doğrularıdır. Bu haslet peygamberlerden ayrılmaz sıfatlardandır. Doğruluğun zıddı yalancılıktır. Allah’ın elçileri, kendilerine inanmayanlar tarafından şâirlik, sihirbazlık, delilik ve benzerleri ile itham edilmişlerdir. Bu âyetlerden bir kaçının meali şöyledir: “Sonra ondan yüz çevirdiler ve: Bu, öğretilmiş bir deli! dediler.” (Duhân,14) “İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber geldiğinde hemen: O, bir büyücüdür veya delidir, dediler.” (Zâriyât, 52). “(Rasûlüm!) Sen öğüt ver. Rabbinin lütfuyla sen ne bir kâhinsin ne de bir deli.” (Tûr, 29). 44 Aralık Rasûlüllah (s.a.v.) İslamiyeti tebliğe başlamadan önce “el-Emin” yani güvenilir kimse diyen aynı Mekkeliler bu sefer onu yalancılıkla itham etmişlerdir. “(Rasûlüm!) Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse (yadırgama); gerçekten senden önce apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalancılıkla itham edildi.” (Âl-i Imrân, 184). Bilinmesi gerekir ki peygamberler insanların en doğru, en güvenilir ve en zekileridir. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Rasûlüllah’ın (s.a.v.) söyledikleri hakkında “o söylemişse doğrudur” derken; Müşrikler ise ona olmadık iftiralar atıyorlardı. Belki de bunlardan her birisi Rasûlüllah’a (s.a.v.) baktıkları zaman kendilerini görüyorlardı. Hz. Ebû Bekir (r.a.), karşısında yalan söylemeyen doğru bir insanı görürken; bir başkası sihirbaz, deli veya yalancı bir şâir görüyordu. Rasûlüllah’a (s.a.v.), 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret ederken yanına ashabından sıddık (doğru insan) lakabıyla öne çıkan Hz. Ebû Bekir’i (r.a.) almıştır. Rabbimiz de doğru insanlarla beraber olmamızı istemektedir: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 119). Gerçek Dostun Özellikleri Gerçek Dostun Özellikleri Doğru kimselerin özelliklerini Rabbimiz şöyle saymaktadır: “Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır, Rasûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler.” (Mâide, 55) Gerçek dost lanet edici de olmamalıdır. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Sıddık kimseye çok lanet etmesi yakışmaz.” (Müslim, Bir, 84). İnsan, etkileşimi hayat boyu devam eden bir varlık olduğundan dostunu seçerken titiz davranmalıdır. Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmaktadır: “Kişi Aralık dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz, kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 16; Tirmizî, Zühd, 45). Dostların, arkadaşların birbirlerinin etkileşiminden Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle bahsetmektedir: “İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın veya da ondan güzel bir koku duyarsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın.” (Buhârî, Büyu‘, 38; Müslim, Birr, 146). Mü’min ancak mü’mini dost edinmelidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah’a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisâ, 144). Allah Rasûlü ise şöyle buyurmaktadır: “Yalnız mü’minle arkadaş ol ve ekmeğini ancak takvalı kimse yesin.” (Tirmizî, Zühd, 56). Dostlukların hem dünya hem de ahiret için olması gerektiği, muttakiler dışında edinilen dostlukların düşmanlık olduğunu Rabbimiz şöyle belirtir: “O gün, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler.” (Zuhruf, 67). Bunların pişmanlıkları ise şöyle belirtilir: “O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim!” (Furkan, 27-28). Mü’minleri dost edinenler sonuçta kazanacaklardır: “Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse, (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.” Mâide, 56). Selam ve dua ile… .................................................................. *Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi. 45 Kur’ân’da 40 Yaş Duası Prof. Dr. ALİ AKPINAR Dua tmeye e a u d i em biz h , z e dua i z i m i b b e b d Ra m , yor he i r i dualar d i n ğ e i l t t n e ö y ğr e ’nun ö O . r amlı v o s y p i a t e k r , lı öğ eranlam e c e r ümlel e c d e v n o e s m lı ce keli n i r aynak e k y î i l h r â e l y r. I e en muştu ş u l o lâyık v e y e den m nul edil b a k zden o r ü a l y a u u d r. B lıdır. alardı a u d m l ı n ı n rla yak a yara ç k o ç lardan 46 Dua Dua, kulun Rabbine çağrısı, O’na yakarması, O’nunla konuşması, O’na içini dökmesi, O’nu yardıma çağırması, O’ndan yardım dilemesi, O’na muhtaç olduğunun itirafı, O’nun erişilmez güç ve kudret sahibi olduğunun şuuruyla O’nun her şeye yeteceğinin teslimidir. Dua, aracısız olarak Yüce Rab ile iletişim kurmak, O’nunla söyleşmektir. Dua, Rab ile kul arasında kurulan bir nevi canlı bağlantıdır. Aracısız olarak kulun Rabbisine içini döküşü, sızlanışı ve yakarışıdır. Dua Rabb’e çağrı, ya da Rabb’i yardıma çağrıdır. Dua kulluğun en kestirme yoludur. Rabbena (=Rabbimiz), Allâhhümme (=Allâhım) sözleriyle başlayan dua, kulun Rabbisi ile diyalogudur. Kulun Rabb’ini hatırlamasıdır, O’nu zikridir. Bunun için dualara ezkâr(=zikirler) denmiştir. Yine dua, kulun Rabbisine sığınmasıdır. Aralık Kur’ân-ı Kerîm, Fatiha duasıyla başlar ve Felak-Nâs dualarıyla sona erer. Dua ile başlayıp dua ile sona eren kitabımızda, duanın gereğini ve önemini bildiren âyetler vardır. Yine Kur’ân, pek çok dua örneği ile doludur. Yüce Allah (c.c.), kendisinden nasıl isteneceği hakkında bilgi vermek için pek çok peygamber ve salih kulunun yaptıkları duaları bize anlatır. Bu dualar kabul olmuş, anlamlı ve özlü dualardır. Dua, hayatımızı kuşatan/kuşatması gereken bir gerçektir. Tıpkı Kitabımızın dua ile başlayıp dua ile sona erdiği gibi, insan da doğumundan ölümüne kadarki süreçte dua ile hep iç içedir. Anne-babamız “Allah’ın emri ve Peygamberin kavliyle” diyerek girdiler dünya evine.. Besmeleyle yoğruldu hamurumuz. Ve sonra biz dünyaya geldik. Daha doğar doğmaz kulaklarımıza ezan/kamet okundu dua niyetiyle. Geldiğimiz bu dünya sınav salonunda Yüce Yaratıcı’nın bizim için uygun görüp belirlediği bir süre ömür süreceğiz. Sınav süresi sona erince ayrılacağız dünyadan. Ardımızdan yine dua niyetiyle namaz kılınacak ve dualar edilecek. Önemli olan ise bu iki dua demetinin arasını, diğer dua demetleriyle süsleyip, hayatı bir güzel dua buketine dönüştürebilmektir. Duadan en ileri düzeyde sonuç alabilmek için, dua şuurunun oluşması gerekir. Bunun için de kimden, neyi, ne zaman ve nasıl isteyeceğimiz son derece önemlidir. Bu bilincin oluşması için öncelikle bir dua örgüsü olan Kur’ân’ı çokça okumak, sonra da ağzı dualı bir insan olan Peygamberimizi tanımak gerekir. Kısaca Yüce Allah’ın ve Hz. Peygamber’in bizlere sunduğu dua örneklerinden faydalanmak gerekir. Kırk Yaş Duası Kırk Yaş Duası İşte Kitabımızın bize sunduğu dua örneklerinden birisi de insanın özellikle kırk yaşına basınca yapması gereken şu duadır: Biz insana, anne ve babasına güzel muamele etmesini emrettik. Zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımış ve nice güçlüklerle doğurmuştur. Çocuğun anne karnında taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer. Nihayet insan, gücünü kuvvetini bulup daha sonra kırk yaşına girince, “Ya Rabbî!” der. “Gerek bana, gerek anneme babama lütfettiğin nimetlerine şükür yoluna beni sevket. Senin razı olacağın makbul ve güzel iş yapmaya beni yönelt ve bana salih, dine bağlı, makbul nesil nasib eyle! Rabbim! Senin kapına döndüm, ben sana teslim olanlardanım.” Işte Biz, onların yaptıkları en güzel işlerini, taatlerini kabul edip, günahlarını affedeceğiz. Bunlar cennetlikler arasındadırlar. Bu, onlara söz verilen gerçek bir vaaddir. Fakat bir de öyleleri var ki, kendisini imana dâvet eden anne ve babasına: “Öf be! Yetti artık! Benden önce nice nesiller ölüp de geri dönmediği hâlde, siz beni mezarımdan dirilip çıkarılmakla mı korkutuyorsunuz! derken, onlar: Allah’a sığınıp yalvararak oğullarına: “Yazık ediyorsun kendine! derler, imana gel, Allah’ın vâdi elbette gerçektir.” O ise yine de: “Bu âhiret inancı eskilerin masallarından başka bir şey değildir” diye diretir. Işte onlar, kendilerinden önce insanlardan ve cinlerden gelmiş geçmiş topluluklar içinde, haklarında azap hükmü kesinleşmiş olanlardır. Çünkü onlar hüsrana uğramış kimselerdir. Herkesin, yaptığı işlere göre dereceleri vardır. Sonuçta Allah onlara işlerinin karşılığını tam tamına Duada önce, Yüce Allah’ın üzerimizdeki nimetleri hatırlanıyor, o nimetlere gereği gibi şükretme imkânı isteniyor. “Senin nimetin” denilerek nimetin gerçek sahibine dikkat çekiliyor. Aralık 47 ödeyecek, onlar asla haksızlığa mâruz kalmayacaklardır. (Ahkâf/46: 15-19) Âyetlerde iki evlâat tipinin karşılaştırılması yapılmaktadır. Bunlardan biri hayırlı, diğeri ise hayırsız evlâttır. Önce nimetlere şükreden, kendine, anne-babasına ve nesline dua eden, tevbe eden Müslüman evlât tiplemesi yapılarak, insanlar ona yönlendirilmekte, ardından da hayata gelmesine sebep olan anne-babası ile bile iyi geçinemeyen, onları incitip üzen, Diriliş/Hesap Günü’nü imkânsız gören ve Allah’ın uyarılarına “eskilerin masalları” diyen kötü ve hayırsız evlât portresi çizilerek, böyle olmama konusunda insan uyarılmaktadır. Âyette geçen ve özellikle kırk yaşında okunması tavsiye edilen, âlimlerin, bilhassa çocuğu haylaz ve yaramaz olan anne-babalara çokça okumayı tavsiye ettikleri bu (Kurtubî, el-Câmi’, 16:194) duanın metni şöyledir: ilim adamı, kırk yaşından sonra eser yazmaya başlamıştır. Dua ille de kırk yaşa gelince yapılacak diye bir şey yok, ama kırk yaşa özellikle vurgu yapılmıştır. Zaten âyette rüşd çağında da bu duanın yapılması gereği vurgulanmıştır. Rüşd çağının, 13, 18, 25, 33 yahut 40 yaş olabileceği konusunda görüşler vardır (Razî, Tefsir, 28:16). Kırk yaş, ortalama insan ömrünün ortasıdır. Insan, bu çağda geçmişindeki birikimlerinden hareketle geleceğe dönük hazırlıklara daha yoğun bir biçimde yönelir. Bazılarında bu çağdaki bu sorgulama ve kararsızlık çeşitli bunalımlara sebep olabilmektedir. Bu yüzden kırk yaş sendromu, kırkından sonra azma literatürümüzde meşhurdur. İnsan, genellikle kırk yaşına basınca çocukları yetişmiş olur ve acısı tatlısıyla anne baba olmanın ne demek olduğunu daha iyi anlamaya başlar. Kırk Yaşın Önemi Kırk Yaşın Önemi Kırk yaş, sinn-i kemal, yani olgunluk yaşıdır. Insan, kırkına basınca maddî ve manevî, aklî ve bedenî birikim ve donanıma sahip olarak kemale erer. Peygamberimiz başta olmak üzere pek çok peygambere peygamberlik vazifesi kırk yaşında verilmiştir. Pek çok Kırk sayısının daha başka özel sebepleri de olabilir. Nitekim kültürde kırk rakamına çeşitli anlamlar yüklenmiştir. Kur’ân’da kırk sayısı üç yerde, biri Hz. Musa’nın Tûr’da geçirdiği kırk gece ile ilgili olarak (Bakara, 2/51); ikincisi, Israiloğullarının kırk yıl çölde perişan bir hâlde dolaşması anlatılırken (Maide, 5/26); bir yerde ise yazımızın konusu olan dua ile ilgili olarak (Neml, 27/19) geçer. Duadaki Duadaki Mesajlar Mesajlar Bu nimetlere şükredebilmek için ise, anne babanın kıymeti bilinmeli, onların haklarına riayet edilmeli, onlara öf bile denmemeli, her bakımdan onlara kol kanat germeli, onlara yaraşır evlât olmalı ve nihayet onlara dua etmeli. 48 Aralık Rabbimiz, hem bizi dua etmeye yönlendiriyor hem de bize dua öğretiyor. O’nun öğrettiği dualar, son derece anlamlı, kapsamlı ve yerli yerince kelime ve cümlelerden oluşmuştur. Ilâhî kaynaklı dualar kabul edilmeye lâyık ve en yakın dualardır. Bu yüzden onlardan çokça yararlanılmalıdır. Zaten aynı dua, Kur’ân’da az bir farkla Hz. Süleyman’ın duası olarak da bizlere sunulur (Neml/27: 19). Duada önce, Yüce Allah’ın üzerimizdeki nimetleri hatırlanıyor, o nimetlere gereği gibi şükretme imkânı isteniyor. “Senin nimetin” denilerek nimetin gerçek sahibine dikkat çekiliyor. Gerçek şükür, nimetin nimet olduğunu bilmek, nimetin asıl sahibini tanımak, nimeti asıl sahibinin ölçüleri doğrultusunda kullanmak, nimet sahibine dilimizle teşekkür etmek, nimetin elimizden alınıvereceğini düşünmek, lâyıkıyla şükredebilmek için Yüce Allah’tan yardım istemekle olur. İkinci olarak duada, anne-babamıza bahşedilen nimetler hatırlanıyor ve onlara da lâyıkıyla şükredebilme arzusu dile getiriliyor. Anne babamız da nimetlerin en büyüğü, evlât olarak biz de onlar için büyük nimetleriz. Bu nimetlere şükredebilmek için ise, anne babanın kıymeti bilinmeli, onların haklarına riayet edilmeli, onlara öf bile denmemeli, her bakımdan onlara kol kanat germeli, onlara yaraşır evlât olmalı ve nihayet onlara dua etmeli. Üçüncü olarak, Cenab-ı Allah’ın hoşnut olacağı salih amel işleyebilme konusunda O’nun yardımı isteniyor. Her zaman ve her yerde salih davranışların insanı olmak son derece önemlidir. Salih amel, hem kişinin kendisine, hem de başkalarına yararı olan ve Yüce Allah’ın razı ve hoşnut olacağı tüm davranışlardır. Allah’ın ve kulların haklarına riayet edilerek yapılan tüm davranışlar bu kavramın içerisine girer. Salih davranış, sulh ve ıslah merkezli her harekettir. Onunla kişi hem kendini, hem de başkalarını ıslaha çalışır. Toplumda salih davranışların yaygınlaşması, iç barışın, esenliğin, ıslahın yaygınlaşması demektir. Dördüncü olarak, “bana salih, dine bağlı, makbul nesil nasib eyle; zürriyetimi benim için ıslah eyle” isteği geliyor. Çoluk çocuğumuzun iyi olması için yapılması gerekenleri yaptıktan sonra dua etmeli. Neslimizin salihlerden olması önemli, ama onların salihliğinden bizim de yararlanmamız daha da önemli ve güzel. Nice dindar evlâtlar vardır, anne babalarına hayrı yok, onlara dargındır. Yahut anne baba, çocuğu doğru yola gelmeden, salih davranışlarınadamı olmadan dünyadan göç etmiştir. Duada, “evlatlarımız salih olsun, onların bu güzelliklerinin bilhassa ahirette bize de yararı olsun”, deniyor. Beşinci olarak tevbe geliyor. Tevbe, kulun Allah’a dönmesi, günahı bırakıp O’na itaata yönelmesi, günahı için O’ndan af dilemesidir. Kişi, insan olması hasebiyle her zaman olduğu gibi, anne-baba olurken, çocuklarını yetiştirirken de yapması gerekenleri yapmamış, yahut eksik yapmış olabilir. Işte tüm bu eksikliklerden dolayı tevbe. Işlediğim günahlarımın affı için tevbe, işleme ihtimali olan günahlara düşmeme konusunda Allah’ın yardımı için tevbe. Son olarak Müslüman olduğumuzu teyit ve te’kid ediyoruz. O’na teslim olduğumuzu, her şeyimizle O’nun olduğumuzu ilan ediyoruz. Zira Müslüman yaşamak kadar, Müslüman olarak dünyadan göç etmek de önemlidir. Onun için “canımı iyiler safında Müslüman olarak al, beni salihlerin arasına kat!” diye duada bulunmalı, bu duaları dilimizden hiç eksik etmemeliyiz. Sonraki âyetlerde ise hayırsız evlât ve onun özellikleri anlatılıyor.. Bu âyette hayırlı evlât portresi çizildi, ardından hayırsız evlât profili çiziliyor. Karşılaştırmalı olarak iki tip sunularak, hayırlı evlât olmaya yönlendiriliyor. Sonuçta her insan, birilerinin evlâdıdır. Buna göre her evlât iyi olsa, herkes iyi olacaktır. Toplumun iyi olması, evlâtların iyi olmasına bağlıdır. O hâlde Rabbimizin bize sunduğu bu anlamlı duayı kuşanalım, onu dilimizden ve gönlümüzden hiç düşürmeyelim. Aralık 49 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den Fütüvvet Nedir? Er kişi başkasına husumette bulunmayıp Allah için kendi nefsine karşı husumet besleyendir. Fütüvvet sahibi, iman eden kimselere karşı övünüp böbürlenmeyendir. Dost ise öyle müşfik bir yardır ki, ona güvenip müsterih olursun. Görüşmek için kendine öyle arkadaşlar seç ki, onların kalbi yakut ve cevherden daha saf olsun. Öyle ki emanet ettiğin sırrını, mahşere dek saklasın. Kusuru sen işlediğin halde, tövbe ediyormuşçasına kendisi mazeret beyan etsin. Sen onun gözünden uzaklaşıp kaybolursan, sabırsız bir iştiyakla yerinden ayrılıp seni aramaya başlasın. Allah için kardeşlik insana bazı görevler yükler. Kardeşlikten dolayı bir hak meydana gelir. Öyle ki kişinin, yanındayken de uzaktayken de kardeşinin hakkını muhafaza edip menfaati için çalışması lazımdır. Sizler de benim kardeşlerim, görüştüğüm arkadaşlarımsınız. Size, Huda’ya taati ve Mevla’yı murakabeyi tavsiye ederim. Öyle ki sizin için nezid-i ilahide rezil olmayalım. Dost, sana ayıplarını gösteren ve seni günahlarından sakındırandır. Kardeşin de sana hak yolu gösterendir. Allah ile ile sohbeti sahih olan kişi, Kitabullah’ı büyük bir edeple okur, Kuran’ın emirlerine ittiba eder ve onun ahlakıyla ahlaklanır. Resulullah (s.a.v) ile sohbeti sahih olan da, onun edep ve ahlakıyla ahlaklanır, getirdiği şeriat ve sünnetine tabi olur. Sohbeti Allah’ın velileri ile olan kişi ise, Allah dostlarının siret ve yollarına koyulup onların edebiyle edeplenir. Bu yolların her hangi birinden ayrılıp da kendi heva ve heveslerine uyanlar, insanları helake sevk edenlerin yoluna tabi olmuştur. Mutlu son müttakikler için hazırlanmıştır. 50 Evliyaullah hazeratı, Allah’ın lütfuyla öyle bir hale ulaşırlar ki, onların yaptıkları sadece Allah için olur. Almaları vermeleri, oturup kalkmaları, fakr ve gınaları, bir şeye bağlanmaları ve terk etmeleri hep Allah’la olur. Her hususta hudutları tayin eden şeriattır. İnsan her ne konuşursa konuşsun, onu yazan iki melek her an yanında mevcuttur. Bana Şeyh Mansur’a verilmeyen iki haslet verildi. O aşık, ben ise maşukum. Aşık yorgun, maşuk nazlıdır. Bana hikmet verildiği halde, ona verilmedi. Ben öyle bir makama ulaştım ki, eğer kalbime itaat etmezsem, Allah’a isyan etmiş olurum. Çünkü kalbime doğam şey, Allah’ın emirlerine muvafakat etmiştir. Bu ise ubudiyet mertebesine ulaşmaktan ileri gelir. Bu durumu “Kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olmaz.” (Hicr 15/42) ayeti güzel bir şekilde ifade etmektedir. Allah’ın düşmanı, ilahi korumaya mazhar olan Hkk’ın kullarına nasıl taallut edebilir ki? Ezelde kendisine şekaveti sebkat eden kişinin vay haline. Allah dostlarının ise, ezelde saadeti sebkat etmiştir. Onlar, temiz sırlara sahip olanlardır. Kahredici galibiyet, bunların tarafındadır. Onlar nefislerini her nefeste muhasebe edenlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v) çok merhemetli ve bağışlayıcıdır. Biz sıdk ile ona ittiba edip getirdiği ilahi emirlere itaat ettik. Böyle olmayanlar tehlikeye çok yakındır. 51 Nefsin İki Hali Nefsin iki hali vardır. Üçüncüsü yoktur. Biri bela diğeri afiyet... İnsanlar, başlarına bir bela geldiği zaman bağırır, çağırır, Allah’ı şikayet eder. Allah’a darılır. Her şeye itiraz eder. Hak’kı töhmet altına almak ister. Ne sabır bilir, ne de bir nasihatçıya uyar. Yalnız kendi aklına göre Allah’a (haşa) eş bulma yoluna girer, bir uygunsuz hareket yolu bulur.öylece gider. Afiyet haline gelince; ondan daha iyisi yoktur, güler, oynar sevinir. Zaman kaybetmeden şehvet yollarına koşar. Hiç biriyle yetinmez. Biri eskiyicince yenisini aramaya koyulur. Yemek beğenmez. İçkilerin her çeşidini sofrada bulundurur. Evinde hanımını da hemen savar, onun da yenisini arar. Evini beğenmez, iyisini arar. Binek işi de çok önemlidir. Daima günün en iyisini ister. Elinde olan her şeye bir ayıp bulur, hemen yenisini tedarik etmeye koyulur. Böylece bütün rahatını kendi eliyle kaçırır. Bilmez ki, her şey kendisi için değildir. Buna akıl erdiremeden iyi şeylerin peşine düşer. İşte bu haller insanı yorar. Elde mevcut şeylere razı olmamak, insanı her çeşit güçlüğe sürükler. Sonu gelmeyen eziyet, içinden çıkılması mümkün olmayan felaketler bundan sonra başlar. Dünyalığıvar rahat etmesi gerekirken, eliyle keyfini kaçırır. olur, her çeşit darlık zail olur gider. Genişlik başlar. Bundan sonra o zat, evvelce çektiği bütün sıkıntıyı unutur. Allah’ı da unutur, kulluk etmez. Her çeşit günah yollarını seçer. Bu adamın hali nasıl olur? Elbette ki “iyi olur “ denemez. Tam tahmin edildiği gibi olur. Dünyada israfın yolunu tuttuğu için her şeyi az zamanda biter, yine darlığa düşer. Ve artık, eski halini de bulamaz, sürünerek ölür gider... Bununla bitse iyi, öbür alemde bir de hesabını vermek vardır. Eğer bu insan beladan kurtulduğu zaman, derhal ibadet ve taat yolunu tutmuş olsaydı, bir daha eski haline düşmezdi. Elinde bulunanla yetinip gayrısını bulmak için onları bir yana itmemiş bulunsaydı, ömrü rahat içinde geçerdi. Dünyası hoş olurdu, Ahireti ise onun çok üstünde rahatlık verirdi. Dünya ve ahiret selameti isteyen sabırlı olmalıdır, elinde bulunanla yetinmeyi adet eden rahattır. Daima Allah vergisine şükür edenin nimeti artar. - Öbür alemin ve buranın en çok cefasını çekenler, kendilerine ait olmayanı isteyenlerdir. Ve yapamayacakları işin peşinden koşanlardır. İnsan fani varlıklara dayanmamalı. Onların elindekini unutmalı ve Hak’ka, ihtiyacı için dua etmelidir. Ve Allah’ın emri üzerine çalışarak her şeyini kazanmalıdır. İşte böylece eğer darda ise dua ederek kurtuluşunu, O’ndan beklemelidir. İnsanların kurtarması ne kadar sürer, birinden ne kadar iyilik görülürse görülsün, devamı beklenemez. Bir zaman gelir her iki taraf da bundan usanır. İyilik eden vermekten, kabul eden de mihnet altında kalmaktan bıkar.Ama Allah böyle mi? O, usanmaz, daima iyilik eder. Kafir kullarının dahi rızkını kesmez. Bir insan düşünelim: Bir zamanlar her türlü maddi sıkıntı onun manevi durumunu da bozmuştur. Bu halinde yalnız belanın gitmesini ister. Yalnız bunun için Allah’a yalvarır. Bir gün duası kabul Yeri gelmişken şunu da söylemek yerinde olur. Allah’ın verdiğini iyiye kullanmak şarttır. Bunun icabı budur. Mahzurları yukarıda belirtilmesine rağmen bir daha söylemek iyi olur. Bu sebeple Bundan sonra öbür alemin işi başlar. Ölür, sorguya çekilir, hesap veremez. Çünkü düzenli hiçbir iş tutmamıştır. Bazıları şöyle der: 52 helâlin hesabı, haramın azabı olduğunu hatırlatmak lazım gelir. Her şeyin iyi tarafını görmek en iyisidir. Yoksullukta güzellik olabilir. Bazı zahmetli işlerin sonunda iyi olmaları muhtemel. Bazı hastalıklarda şifa vardır. Şunu da unutmamak iyi olur ki, Allah’ın emri kesindir, başka şeylere benzemez. Onun içindir ki bu yolda çok dikkat gerek. Onun her iradesi mutlak yerine gelir. İtiraz etmekle hikmet değişmez, emri geri alınmaz. “O, her neye ol... Demeyi murad ederse... O olur...” Hak’kın her işi hikmettir. Her emrinde fayda vardır. Şu da var ki; Allah, hiçbir zaman insanların zararını istemez. Söz buraya gelmişken; bir daha ilk sözleri tekrar etmek iyi olur. Gerçi tekrar değildir ama, sözün baş tarafında belirtilenlere benzediği için böyle diyoruz. Söylemek istediğimiz şudur: En yerinde ve insana yakışan iş, razı olma melekesine sahip olmak ve teslim haline ermektir. Bundan sonra ibadet gelir ki, onun hakkında bir diyeceğimiz yoktur. Çünkü her müslüman onun ne demek olduğunu bilir. İbadet sadece kulluk etmektir. Ötesi yine teslim halidir. Yani kader ne ise onu gözetmekten ve ona uymaktan başka kurtuluş yoktur. Bundan sonrası kader bahsi ile ilgilidir ki, incelemek iyi olmaz. Çünkü o bir ilâhi sırdır. Ona kolayca akıl ermez. Bu bapta tavsiyemiz, yalnız bir sükûttan ibarettir. Çünkü bu ince mesele ancak duygu ve halle sezilir, ilim yolu ile bilinmez. - Bu iş nasıl oluyor, neden ve ne zaman olacak? Gizli gözler yerinde olmaz. Kaderin iç nizamını kurcalamak bir nevi şirke benzer ve Allah’ı töhmet gibi olur. Bu sözümüz İbn-i Abbas’dan rivayet olunan bir Hadis-i Şerife istinad eder. İbn-i Abbas şöyle diyor: - Birgün ben Rasulallah’ın ardındaydım, yürüyorduk. Bana döndü ve: - Ey Allah’ın kulu, Allah’a iyi sarıl, onu bırakma. Bu gayreti içinde saklarsan Hak da seni esirger. Bu duyguyu taşıdığın müddet Allah’ı’ kendine yakın bulursun. Bir şey isteyecek olursan, ondan iste. Yazılan yazılmış ve kalem kurumuştur. Olacak şeyler de olur. Bütün insanlar bir araya gelse, ilâhi bir hüküm yoksa, sana fayda sağlayamazlar. Ve eğer kaderinde yazılı değilse, bütün insanlar sana zarar vermeğe gelseler yapamazlar. Eğer kendinde kuvvet görüyorsan, iyilik yap ve doğru çalış. Kötülüğe meylin varsa sabırlı olmağa çalış. Yapmamağa gayret et. Hayrın çoğu sabırdadır. Şunu da bil ki, yardım sabırlılara olur. Darda kalmışlar genişliğe çıkarlar. Her sıkıntının sonunda bir ferahlık vardır. İşte, her mümine lazım olan odur ki: Bu Hadis-i Şerifi kalbinde bir ayna gibi saklaya, işini gücünü buna göre ayarlıya ve böylece çalışa. İşte son nefesine kadar böyle gide... Allah’ın rahmet ve inayeti sayesinde dünya ve ahirette böylece güçlüklerden sâlim ola; vesselam... FUTUHU’L - GAYB - Abdulkadir Geylani Hazretleri (k.s.) 53 Allah (c.c.)’a Aralanan Kapı Seval AĞARI ÇAKIR H en nların a s n i ü r et gün m a y ı damdı a K “ u ş ı an ı ık duy l n a m imkan e piş y e m öğren n d a i ke ki, ilim a y n ü d (halde, u ğ u d sedir.” l o m i k en enmey ) r ğ ö s- 170 i ilim d a H ru’l eMuhta er insan topraktan yaratılmıştır. Ama topraktan yaratılmasına rağmen her insanın derecesi farklıdır. Kimi insan esfele safilin iken kimi insan ahseni takvimdir. Kimi insan avam diye nitelendirilirken kimi insan hass’ül havastır. İnsanlar öldükten sonra cennet ya da cehenneme gireceklerdir. Lakin herkesin gireceği cennet farklıdır cehennem farklı. Herkes amelleri ölçüsünde gireceği cennet ya da cehennemin derecesini belirleyecektir. Dinimizde yapılan her iş bir derecelendirmeye tabi tutulmuştur. Herkes namaz kılar. Herkes kıldığı namazla aynı dereceye ulaşamaz. Kimisi namazı gösteriş için kılar. Maun suresinde gösteriş için namaz kılanlara yazıklar olsun denilmiştir. Kimi Allah için kılar ama kalbini namazda tutamaz. Kimisi huşu içinde namaz kılar. Hepsi Allah-u Teala’nın puanlamasında farklılık arz edecektir. O yüzden Müslüman yapacağı ibadetlerdeki derecesinin ne olacağını iyi idrak etmelidir. Her ibadet gibi sadaka da kendi içerisinde farklı derecelendirilmiştir. Sadakayı diğer ibadetler- 54 Aralık den ayıran çok çeşitli olmasıdır. Her ibadet; namaz, oruç sayılmaz iken “Her maruf (iyi kabul edilen) sadaka” (Kütüb-i Sitte, Haz. İbrahim Canan, Akçağ yay., Ankara, 1995, c: 10 s: 17) kabul edilmiştir. “Başkalarına fenalık yapmaktan korun, zira bu, kendi nefsine yaptığın bir sadakadır.” “İki kişi arasında adalet yapman sadakadır. Bir kimseye hayvanına binmede veya yükünü üzerine koymada yardım etmen sadakadır. Güzel bir söz sadakadır. Namaza giderken attığın her adım sadakadır. Yoldan eza veren şeyi kaldırman sadakadır.” Her bir tesbih sadakadır, her bir tekbir sadakadır, her bir tahmid sadakadır, her bir tehlil sadakadır, emr-i bi’l maruf sadakadır, nehy-i ani’l münker sadakadır.”(Kütüb-i Sitte c. 10 s. 17) Sadakayı maddi bağlamda ele aldığımızda ise kişinin malından belli bir meblağı infak etmesidir. Efendimiz (sav) zengin ile fakirin infakını değerlendirmiş bir dirhem yüzbin dirhemi geçmiştir buyurmuştur. Nasıl olduğunu soran sahabeye ise bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan daha iyisini tasadduk etti. Diğeri ise, malının yanına varıp, malından yüzbin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesai, Zekat 49, (5,59)) En üstün sadakanın hangisi olduğunu soran sahabeye “Fakirin cömertliğidir. Sen bakımıyla mükellef olduklarınla başla.” (Ebu Davud, Zekat 40, (1677)) diyerek verilen malın çokluğundan ziyade kişinin konumuna göre ne kadar verdiğinin derece bakımından önemli olduğunu vurgulamıştır. Maddi bağlamda en faziletli sadakanın ise “Size en faziletli sadakayı haber vereyim mi? (Boşanma, kocasının ölümü gibi bir sebeple) sana gönderilmiş ve senden başka bir çalışanı (Na- fakasını temin edecek bir kimsesi) olmayan kızın (için harcadığın)dır.” (Kütüb-ü Sitte c: 17 s: 472) evladına yapılmış sadaka olduğunu haber veriyor. Görüldüğü gibi sadaka da kendi arasında derecelere ayrılıyor. Derece bakımından en faziletli sadaka nedir? Sorusuna geldiğimizde “En faziletli, en üstün sadaka, Müslüman kişinin ilim öğrenmesi, sonra da Müslüman kardeşine öğretmesidir.” (Muhtaru’lEhadisi’n-nebeviyye ve’l-Hikemi’l-Muhammediyye, Seyyid Ahmed Peki ilim öğrenmek ve öğretmek niçin en üst sadaka seçilmiştir. İlim kişiyi Allah’a götüren yoldur. Hangi ilim dalıyla uğraşırsan uğraş, Allah’a ulaşmıyorsan o ilim değildir. İlmin başı Kur’an ve hadislerdir. Diğer ilimler Kur’an ve hadisleri daha iyi anlayabilmek, Allah’ın kudretini, yüceliğini kavrayabilmek için vardır. Kainattaki her şey Allah’ı zikretmektedir. Her ilim Allah’a aralanan bir kapıdır. Bu kapıdan ancak ilim ehl-i geçebilir. Bu yüzdendir ki ilim öğrenmek ve bir kardeşine ilim öğreterek onun bu kapıdan geçmesini sağlamak en büyük sadakadır. Diğer sadakalar kişinin dünyasını kurtarıp, güzelleştirirken; ilim öğrenmek ve öğretmek kişinin hem kendisinin hem de öğrettiği kişinin ahiretini kurtarır. Allah’ın en çok sevdiği kul nasihat edenlerdir. “Kıyamet günü insanların en pişmanlık duyanı şu adamdır ki, ilim öğrenmeye imkanı olduğu halde, dünyada iken ilim öğrenmeyen kimsedir.”(Muhtaru’l e- Hadis- 170) el-Haşimi, Daru’l Marife, Beyrut 2005, Hadis no: 207, s. 35) En büyük sadaka ilim öğrenmek ve öğretmek, kıyamette ise en pişmanlık duyulacak şey yine ilim öğrenmek. Demek ki kişinin hayat yolculuğunda yanına alacağı en büyük azık ilim olmalıdır. Derece bakımından en faziletli sadaka nedir? Sorusuna geldiğimizde “En faziletli, en üstün sadaka, Müslüman kişinin ilim öğrenmesi, sonra da Müslüman kardeşine öğretmesidir.” Aralık 55 Mustafa İslâmoğlu’nun Başarı Sırları Ümit ŞİMŞEK H er ne kadar tenkit etsek de, Mustafa İslâmoğlu hakkında bir gerçeği teslim etmek zorundayız: Kendisi oldukça başarılı bir görev yürütüyor. s, müç i d d a uh se lim, m â ir kim a b d a a n ı Ort am Hamam n ranın i ı , s d , i a h r te on e ktan s e de v r ı d d i a ’ s i m ad bırak ’ı ğini, H e c e Kur’ân l e a r g n ’e o s di ns ibi yoktıkta g a r i ı ğ i b ı d dış dile engel kendi n i n y i s e ş e bir herk ’ın na hiç ı s a Kur’ân “ m a n l e l i m ru e fi lınmış a ağını v c n a e y d a lin olam ir ların e n a k, hiçb e m ü m l t s e ü in M ir. ı” tahm bir iş değild n ı ğ a c ç ola için gü i b i h a ak ı l s 56 Ne kadarlık bir kitleyi tesiri altına aldığını kestirmek zor, ama belirli bir kesime hitap ediyor, sözleri o kesimde büyük bir saygıyla tasvip görüyor, hattâ gerçek dinin tâ kendisi olarak benimseniyor. Dahası da var, ama o kadar ileri gitmeyelim. Sadece, başarılı olduğunu söylemekle yetinelim ve sorumuza gelelim: Bu başarının sırrı nedir? Bir açıdan bakacak olursak, bu sorunun cevabı çok kolay: Başka herkesi eleyecek ve ortada adam bırakmayacak olursanız, kalanla idare edersiniz. Aralık Bu kalan kimse de neden siz olmayasınız? Mustafa İslâmoğlu bu sırrı yakalayanların ilki değil, yegânesi de değil. Fakat başarıyla bu misyonu yürütenlerden bir tanesi. Onun hangi konuşmasını dinleyecek olsanız, karşınızda, ümmetin büyük tanıdığı insanlardan birini veya birkaçını lime lime doğrarken görürsünüz. Ağzımdan yel alsın, eğer İmam Buharî ve İmam Müslim gibi Allah dostu ve Peygamber âşıkı iki allâmeye bir husumetim olsaydı, yapacağım tek iş, size Mustafa İslâmoğlu’nun 2 dakikalık bir konuşmasının bağlantısını vermek olurdu. Onu seyrettikten sonra, Allah’a yemin olsun ki, içinizde ne Buharî’ye, ne de Müslim’e hürmet ve muhabbetin zerresi kalmazdı. Gerçi o hürmet ve muhabbetin yeri de boş kalmaz, İslamoğlu hoca o münhal mevkie hemen yerleşiverirdi. Buharî ve Müslim’i daha başlangıçta eleyince, başka hiçbir imamın ve hiçbir muhaddisin bir şansının kalmayacağını kolayca tahmin edebilirsiniz. Ortada muhaddis kalmayınca Hadis’in âkıbeti ne olacak diyorsanız, hiç merak etmeyin, daha iyi: Zaten “Güvenilir hiçbir hadis kitabı yok” İslamoğlu’nun bizzat kendi tabiriyle. “Sahih” diyorsanız, o da hadis kitaplarını derleyenlerin (yani, Mustafa İslamoğlu gibi yazar dahi olamamış, sadece derleme yapmış olan Buharî, Müslim gibi sıradan insanların!) kendi iddialarıymış. Hani İslâmoğlu da kendi kitapları hakkında bazan tavsiye ve reklam mahiyetinde sözler söylüyor ya, o cinsten iddialar! *** Mustafa İslâmoğlu hocamız, beden diliyle ve – af buyursunlar ama yapmacık mı, gerçek mi olduğunu bir türlü çözemediğimiz – o pis pis sırıtmalarıyla desteklediği, son derece vurgulu ve etkili konuşmalarıyla, mezhep imamlarını da bir güzel safdışı bıraktıktan sonra, asıl hedefine geliyor: Allah’ın Resulü. Ve, yüz Bediüzzaman’ı, bin Mevlânâ’yı tezyif edip insanların gözünden düşürmekten çok daha büyük bir “başarının” altını işte bu noktada imzalıyor. Mustafa İslâmoğlu, her ne kadar Peygamberimizden çok saygılı ve duygulu ifadelerle söz ediyor ve ondan sık sık nakiller yapıyorsa da, bu arada bir iddiayı ısrarla vurgulayarak zihinlere ve kalplere iyice yerleştirmekten geri kalmıyor: “Resulullah’ın bütün din kültürü Kur’ân’dan ibaretti; ne öğrendiyse Kur’ân’dan öğrendi” iddiasını! Bu iddiayı her fırsatta tekrarlıyor, ama gerisini telâffuz etmesine de engin tevazuu engel oluyor ve bunu sizin ferasetinize bırakıyor: Peygamberimiz herşeyi Kur’ân’dan öğrendiyse, bu konuda çok fazla fırsatı olmamış sayılmaz mı? Meselâ kırk yaşında Kur’ân okumaya başlayan ve sadece yirmi üç sene Kur’ân okuyabilmiş olan Muhammed Mustafa, çocukluğundan itibaren Kur’ân ile haşir neşir olan İslâmoğlu Mustafa ile yarışabilir mi? Yarışamayacağını, sözleriyle değilse de fiiliyle gösteriyor Mustafa İslâmoğlu. Ve Resulullah’ın hadislerini kendi kafasındaki Kur’ân’a arz ediyor, “Şu uyar, şu uymaz” diyerek Peygamberine dinini öğretiyor. Aralık 57 Onun bu metodunu Hadis ilimlerinin ölçütlerine vurmaya kalkacak olanlara ise geçmiş olsun; çünkü İslâmoğlu hocamız Hadis ilimlerini lâğvetti bile! “Bu saatten sonra eğer hadis ilmi diye birşey olacaksa…” diye başlayan sözleriyle, farzımuhal gelecekte hadis ilimlerine ihtiyaç duyulsa bile hangi şartlar altında böyle birşeye müsaade buyuracaklarını kendileri açıkça bildiriyorlar. *** Ortada âlim, muhaddis, müçtehid, imam namına bir kimse bırakmadıktan sonra, sıranın Hadis’e geleceğini, Hadis’i de devre dışı bıraktıktan sonra Kur’ân’ı herkesin kendi dilediği gibi yorumlamasına hiçbir şeyin engel olamayacağını ve fiilen “Kur’ân’ın Müslümanların elinden alınmış olacağını” tahmin etmek, hiçbir akıl sahibi için güç bir iş değildir. Nitekim bu hususu daha önce Nur’un Aydınlığında köşemizde yayınlanan “Sünnet Nasıl By-pass Edildi?” başlıklı yazımızda ele almıştık. Yusuf Kaplan da arka arkaya Yeni Şafak’ta yayınladığı ve sitemizde de iktibas ettiğimiz iki yazısında “Kur’ân İslâmı” adı altındaki bu suikaste karşı ümmeti uyarmak için çırpınıyordu. Biraz dikkat ve insafla bakınca hemen görülüveren bu aşikâr gerçeğe rağmen Mustafa İslâmoğlu bu kadar insanı inandırmakta nasıl başarılı olabiliyor denecekse eğer: Keskin kılıcıyla herkesi birer birer doğrayıp ortada sadece kendisini bırakırken, bir miktar rüşveti de kendisini dinleyenlere dağıtıyor: 58 Onlar da ellerine bir meal alıp İslamoğlu’nun konuşmalarını dinledikten sonra artık içtihad yapabiliyorlar. Hattâ, başka ocaklardan feyiz almış insanlar bile biraz yanında staj görüp egosunu onun tornasında sivrilttikten sonra, her ne kadar onun karşısında kedi gibi uysal resim verseler bile, bütün İslâm ulemasına karşı çakal kesilecek ve bir meal okuyup dört mezhebin hatâsını bulacak bir formasyon kazanabiliyorlar. *** Mustafa İslâmoğlu, türünün yegâne örneği değil; ama gerçek şu ki, başarılı bir misyon yürütüyor. Eğer bu din size – Neyzen Tevfik’in tabiriyle – fazla “kalın” geldiyse, tasalanmayın. Mustafa İslâmoğlu sizi çok kısa zamanda “uydurma din”den “gerçek din”e döndürüverir. Onun dininde öyle Sahabe, Tabiîn, Tebe-i Tâbiîn, Eimme-i Müçtehidîn, allâme, ulema, fukahâ, aktab, evliya, asfiya gibi şeyler yok. Hattâ tek bir hadis kitabı bile yok! Bütün bunların yerine, eğer mutlaka birilerine tâbi olacaksanız, Mustafa İslâmoğlu hocamız; mutlaka birşeyler okuyacaksanız Mustafa İslâmoğlu’nun kitapları var. Yerseniz… .................................................................. “Sünnet Nasıl By-pass Edildi?” başlıklı yazımızın bağlantısı: http://www.yazarumitsimsek.com/3-sunnet-nasil-by-pass-edildi/ Aralık Eşiyle Gaza Gelip Evlenenler M. Emin KARABACAK M utlu evliliğin tarifi nedir diye sorsak; herkes kendine göre bir cevap verecektir. Farklı cevapların verilmesinin nedeni de beklenti ve ihtiyaçların farlı olmasından kaynaklanmaktadır. en lenirk v e n e e, s i? baann a B ildin m : b n a u l r a o T trik n elek e ; bizim d m m u e r v a de d ky gaz em: Yo n n a yoktu a k i r t Bab k le im ızda e m ı n a geld a z a G zam ı… sı vard a b m a l ! aldım Görünüşte herkese göre mutlu evliliğin tarifi farklı olsa da özde herkesin ortak paydası mutluluğun ta kendisidir. Başka bir ifadeyle mutlu evlilik, gönül frekansların uyuştuğu kalbe mukabil kalp bulabilmektir. Nasıl ki kişilere göre mutlu evliliğin tarifi farklı ise; evlilikte aile içindeki problemlerde farklılık göstermektedir. Görünüşte problemler farklı gibi görünse de problemlerin özünde anlaşılmama-anlaşamama yatmaktadır. Halk dilinde geçimsizlik hukuk dilinde şiddetli geçimsizlik denmektedir. Nerde Hata Yapılıyor? Nerde Hata Yapılıyor? Torun: Babaanne, sen evlenirken dedemden elektrik alabildin mi? Aralık 59 Babaannem: Yok yavrum; bizim zamanımızda elektrik yoktu gaz lambası vardı… Gaza geldim aldım! Mutlu ve sorunsuz bir evlilik için yola çıkan çiftler, karmaşık bir yapısı ve hassas bir dengesi olan yapıda mutluluğu yakalamak ve devam ettirmenin bu kadar kolay olmadığını anlamaktadırlar. Eskiden evlilikler aileler arasında tanışarak ve istişare edilerek yapılırdı. Günümüzde ise gençler, daha kendilerini tanımadan duygusal içgüdülerine göre hareket ederek evlenmeye çalışıyorlar. Sonra kendilerini ve eşlerini tanımaya başlayınca soluğu mahkemede almaya başlıyorlar. Oysa kendini tanıyan ve evlilikten ne anladığını bilenler, duygusal içgüdülerine göre değil sorumluluk bilinci içinde yaparlar. Eğitimsiz ve Denksiz Eğitimsiz veEvlilik Denksiz Evlilik İnsan hayatındaki en önemli iki süreç vardır. Bunlar; meslek ve eş seçimidir. Eskilerin tabiriyle “Bir baltaya sap olabilmek” ve hatırı sayılı bir meslek sahibi olabilmek için yıllarca okunmaktadır. Gerekirse bu konuda yüksek lisan ve doktora yapılmaktadır. Oysa evlilik için en küçük eğitim yapılmaktadır. Günümüzde insanlar araç kullanmak için sürücü belgesi, mesleğe dayalı bir işte çalışmak istedikleri zamanda ustalık belgesi almaktadırlar. Araç kullanmak ya da işte çalışmak için önemsenen eğitim, evlilik için önemsemektedir. Bunun sonucunda evli çiftler, anne babadan gördükleri gibi evliliği yürütmeye çalışılmaktadırlar. Evlilikte işler yolunda gittiği zaman problem yoktur. Herkes hayatından memnundur. Eşlerde, çocuklarda, anne babalarda, konu komşuda herkes memnundur. Allah mutluluklarını daim eylesin, Allah nazardan saklasın deriz böyleleri için. Evlilikte işler yolunda gitmezse işte o zaman küçük kıyametin kopmasını beklemek gerekir. Olaya nerden bakarsanız bakınız sonuç hep aynı olacaktır. Kişilik ve karakterleriyle ayrı dünyaların insanlarının bir arada olması ve bu evliliği yürütmeleri imkânsızdır. Evliliklerin sağlıklı yürümemesinin de birçok nedenleri vardır. Bunlar; eşler arasında denklik dediğimiz ahlaki ve kültürel değerler yanı sıra, maddi denklik ve tahsil durumları bunların başında gelmektedir. Bunun yanında ailelerinde denklikleri unutulmaması gerekir. Çünkü birçok aile daha düğün aşamasında sıkıntılar yaşamakta ve zaman zamanda nişanı atmaktadırlar. Bunun için evlilikte eşler arsında denklik çok önemlidir ve evlilikte esas alınacakta unsurda ahlak olmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Bir kadın dört şey için nikâhlanır: malı, hasebi, güzelliği veya dini için... Dindar olanı tercih edin ki, eliniz dert görmesin.” (Buharî, Nikah, 15) Hadiste geçen dört şey gelin adayı kadar damat adayı için geçerli olduğunu unutmamak gerekir. Denklik göz önünde bulundurulmadan yapılan evlilikler, Nasrettin Hoca’nın karanlıkta kaybettiği iğneyi (yüzüğü) dışarıda aramasına benzeyecektir. Eşlerde ailede kaybolan huzuru evde değil de dışarıda aramaya başlayacaklardır. “Bir kadın dört şey için nikâhlanır: malı, hasebi, güzelliği veya dini için... Dindar olanı tercih edin ki, eliniz dert görmesin.” (Buharî, Nikah, 15) 60 Aralık “…Eşimin Huysuzluğundan “…Eşimin Huysuzluğundan Anlarım” Anlarım” Cenab-ı Hak tarafından “En güzel biçimde yaratılan.” (Tin,4) insanoğlu, evlilik hayatında da kendisinden beklenen aynı güzelliği gösterememektedir. Evlilikte de kendisinden sadece kul olunması istenen insanoğlu, hayat şartlarını ve zamanının olmadığını bahane ederek, sorumluluklarını yerine getirmemektedir. Cenab-ı Hakk’ın; “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât,56) buyurduğu ve görevi sadece Allaha kulluk olan insanoğlu, çoğu zaman yaradılış gayesi dışına çıkmaktadır. Söylem olarak en iyi şekilde kul olmak istediğini söyleyen insanoğlu, davranış olarak söylemlerin tersini yapmaktadır. Allah’a kul olma konusunda söylemleriyle davranışları arasında tutarsızlık içinde olan insanoğlu, bu haliyle hem bu dünyasını hem de öbür dünyasını sıkıntıya sokmaktadır. Gönderiliş gayesi Rabbine kulluk bilincini unutan insanoğlu, mutlu olmak için farklı alanlara yönelmektedir. Evlilikte mutluluğu Rabbine kul olmakta aramak yerine dışarıda arayan insanlara, Cenab-ı Hakk tarafından kendilerinin de tarif edemedikleri sıkıntılar verilmektedir. Adını kendilerinin de koyamadıkları bu sıkıntılardan kurtulmak içinde eşler, huzur ve mutluluğu değişik şeylerde ve farklı yerlerde aramaktadırlar. Aile içindeki huzursuzluğun nedeni için seleflerden biri şöyle der: “Ben Allaha karşı isyan ettiğimi eşimin ve atımın huysuzlanmasından anlarım.” (Evliyalar Ansiklopedisi, İhlâs Gazetecilik (Türkiye Gazetesi) İstanbul,1992) Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Kişi evlendiği zaman dininin yarısını korumuş olur. Geriye kalan yarısı içinde Allah’a Karşı gelmekten sakınsın.’’ (Heysemi, Mecme’u’z Zevaid, No: 7310) Mutsuzluğun Nedeni Haram Lokma mı? Mutsuzluğun Nedeni Haram Lokma mı? Eskiden hanımlar eşlerini işe gönderirken: “Aman bey, bize haram para getirme, biz açlığa dayanırız; fakat cehennem ateşine dayanamayız.” anlayışı vardı. Gelinlik kız aranırken de “Helal süt emmiş” biri olmasına dikkat edilmesinin temelinde bu yatmaktadır. “Siz onları Allah’ın bir emaneti olarak aldınız. Onlara şefkatle muamele ediniz”. Aralık 61 Oysa günümüzde öyle mi? Gelsin de nerden gelirse gelsin anlayışı ile gelin ya da damat adayında sorulan ilk soru; nerede çalışır ya da babası ne iş yapar sorusudur. Gelin ya da damat adayının ahlakı sorgulanmadan ve sadece maddiyata dayalı yapılan birde buna nerden kazanıldığına bakılmadan yapılan evliliklerde aile içi kavgalar eksik olmayacaktır. di. Harun Reşid; “Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?” der. Behlül Dânâ Hazretleri: “Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.” der. (Bilinçaltı Aptaldır Şakadan Anlamaz, M. Emin Karabacak, Tebeşir Yayınları, Konya,2012) Behlül-i Dânâ Hazretleri bir gün Harun Reşid’den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar denetimini verdi. Evlilikte Elleri Armut Toplamayanlar Evlilikte Elleri Armut Toplamayanlar Behlül Dânâ Hazretleri hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncıya sordu: -”Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?” Adam da her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir şey yoktu. Behlül Dânâ Hazretleri bir şey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı. Adamın biri Hz. Ömer (r.a)’e karısını şikâyet etmek üzere gelir. Tam şikâyet etmek üzere kapıyı çalacakken Hz. Ömer (r.a)’in karısının da Hz. Ömer (r.a)’e bağırdığına ve halifenin buna sessiz kaldığına tanık olur. Adam şikâyet“Sizin en ten vazgeçip dönerken durumu fark eden halife adama derdini sorar. hayırlınız Adam: kadınlara “Ey Müminlerin Emiri!.. Karımı sana şikâyete geliyordum, baktım ki senin eşinde olanınızdır.” sana yapıyor, sen ise susuyorsun. Dönmeye karar verdim.” Hz. Ömer (r.a) gülümseyerek: “Evine dön. Unutma, hanımlarımız çok kahrımızı çekiyor. Malumun bütün ev işleri onlarda, bırak da o kadar söyBundan sonra başka bir yere uğramadan doğru lensinler. Sen açma kimseye!..” der. karşı hayırlı Harun Reşid’in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife isteYeni nesil el bebek gül bebek büyütüldükleri için (Anneler babalar, okuyan kızlarını ders çalışsınlar diye ev işlerinden uzak tuttuklarından üniversite okuyan) birçok kızın yemek yapmasını dahi bilmedikleri, erkekler çocuklarını da sen erkeksin diyerek sorumsuz yetiştirmektedirler.) evlilik hayatlarında da en küçük sıkıntılara sabır gösterememektedirler. Şimdiki kızlar, en küçük aile kavgalarında baba evine koşuyor. Birçok anne baba; kızına aile hayatındaki sıkıntıları anlatıp sabır göstermesini tavsiye etmek yerine; “Gel kızım, biz seni sokakta bulmadık.” 62 Aralık demektedirler. Yine birçok anne baba çalışan kızlarına; “Sen de çalışıp para kazanıyorsun, sakın kendini ezdirme!” diyerek yangına körükle gitmektedirler. Sonrasında kızlarda “Ellerim armut toplamıyor” diyerek onlarda yangına körükle gitmektedirler. Sonucunda incir çekirdeğini doldurmayan eften püften şeylerden dolayı aileler parçalanmaktadır. Erkek tarafı da oğullarına evlilikte sabır ve anlayış gösterilmesi gerektiğini ifade etmek yerine, onlarda yangına körükle gitmektedirler. Anne babalar; “Onun kahrı mı çekilir, sana kız mı yok!” demek yerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i örnek göstermelidirler. Peygamber efendimiz (s.a.v.) kadınları Allah (c.c.)’ın birer emaneti olarak görür ve onları incitmemeye çalışırdı. Eşlerine karşı son derece nazik ve kibar davranırdı. Ashabına da şu uyarıda bulunurdu: “Siz onları Allah’ın bir emaneti olarak aldınız. Onlara şefkatle muamele ediniz”. (Sahih-i Buhârî, Muhtasar, X. 398) buyururlardı. Yine Efendimiz (s.a.v.): “Sizin en hayırlınız kadınlara karşı hayırlı olanınızdır.” (El-Cemiu’s-Seğir C.2, 4012) buyurmuşlardır. “...Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz. (Nisâ,19) Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yukarıdaki ayette özellikle erkeklere hitapta bulunularak eşleriyle hoşça ve güzelce geçinmelerini, onlarda hoşlanılmayacak bir hareket görseler dahi bunu kavga ve ayrılma sebebi yapmamalarını, bunlara katlanmak suretiyle bilmediği başka şeylerden mükâfatların takdir edileceğini bildirmiştir. Zamanın kutbu olarak bilinen Şeyh Ebü’l Hasan Harkani Hazretlerine eşi, hiç itibar etmez hatta kendisine nezaket dışı davranışlarda sergilermiş. Şeyh Ebü’l Hasan Harkani Hazretleri bir gün odun için dağa gitmişti. Onu ziyaret etmek için Horasan’dan gelenlere hanımı; her gelene olduğu gibi bunlara da kocası hakkında birçok olumsuz sözler söylemiş. Horasan’dan gelenlerin kalbine şüphe düşse de yinede gelmişken görelim diyerek dağa gidereler. Birde bakarlar ki Şeyh Ebü’l Hasan Harkani Hazretleri aslana odunlara yüklemiş hatta yılanı da kamçı olarak kullanıyormuş. Selam faslından sonra Şeyh: “Ben hanımın tahammülsüzlüklerini çektiğim için bu aslanda bizim yükümüz çekiyor” demiş. Daha sonraki ziyaretlerinde bakmışlar ki Şeyh Ebü’l Hasan Harkani Hazretleri odunu kendi sırtında taşıyor. Sebebini sorduklarında Şeyh: “Önceki hanımım çok huysuzdu hep benim yumağımı büyütürdü. Şimdiki hanım ise çok nazik ve kibar, kendi yumağını büyütüyor.” demiş. (Mesnevî, c.VI, beyit: 2044 vd.) Sonuç olarak hiçbir sorumluluk verilmeden el bebek büyütülen yeni evliler, evlilik gibi büyük sorumluluk isteyen yükü kaldıramamaktadırlar. Bunu sonucunda da en küçük sıkıntılar sabretmek yerine ailelere intikal edilmekte bu da problemlerin büyümesine ve zaman zaman da dönüşü olmayan yollara girilmesine neden olmaktadır. Eskiden hanımlar eşlerini işe gönderirken: “Aman bey, bize haram para getirme, biz açlığa dayanırız; fakat cehennem ateşine dayanamayız.” anlayışı vardı. Aralık 63 Hz. Mus’ab ibni Umeyr (r.anh) Salih AYDIN A Beyati e b a k A irinci B a ir grup d b a r n ı e s d u B iler iedinel M ndiler e e v K ş . u i t olm miş ine bullen a k ğerler i ı ’ d m e â v l is ak nlatm a ı ’ asulul m R â l n s i i ç i ne k z. yapma ğ i l iler. H b d e e t s i de t i c v öğreti r i b li göre n m a e n ö lah’t u er de b görevb i ’ m r a y g e m Pey ’ab b. U s u M . z di. için H lendir 64 shab-ı kirâm’ın ileri gelenlerinden Künyesi Ebâ Muhammed’tir. Mekke’nin zengin ailelerinden olup, yakışıklı ve güzel giyinen bir gençti. Anne ve babası onun üzerine titrerdi. Özellikle, Mekke’nin en zenginlerinden sayılan annesi, oğluna güzel elbiseler giydirir ve güzel kokular sürerdi. Mekkeliler de onu hayranlıkla seyrederlerdi. Bir defasında Hz. Peygamber de onun hakkında şöyle buyurmuştu: “Mekke’de Mus’ab b. Umeyr’den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim” (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut 1960, III, 116). Mus’ab, Mekke’de o günün şartlarına göre zenginlik ve ihtişam içinde yaşarken, Hz. Peygamber (s.a.s)’in insanları islâm’a davet ettiğini öğrendi. Fazla vakit kaybetmeden Hz. Peygamber’e giderek iman edip müslüman oldu. O sırada Mekkeliler, müslümanlara yoğun bir baskı uyguladığından, Hz. Mus’ab müslüman olduğunu ailesinden gizlemek Aralık zorunda kalmıştı. Ama o, Peygamberimizi gizlice ziyaret etmeyi de ihmal etmezdi. Ne var ki Osman b. Talha, Mus’ab’ın namaz kıldığını görüp durumu annesi ile akrabalarına bildirmişti. Bunun üzerine akrabaları yakalayıp hapsettiler. Mekke’nin bu nazlı ve zengin genci için artık çile dolu zor günler başlamıştı. Habeşistan’a hicret eden ilk kafileye katılıncaya kadar hapiste tutulan Hz. Mus’ab, hicret imkanı çıkınca, dinini daha rahat bir şekilde yaşayabilmek için Habeşistan’a hicret etti. Habeşistan dönüsünde Hz. Mus’ab’ın durumu tamamen değişmiş ve bu nazlı delikanlının yerini, kalbi islam ve imanla dopdolu iradesi güçlü kuvvetli, metin bir genç almıştı. Annesi ondaki bu kararlılık ve metaneti görünce, üzerindeki baskısını biraz hafifletmek zorunda kaldı. Bu sırada Birinci Akabe Beyati olmuş ve Medinelilerden bir grup islâm’ı kabullenmişti. Kendilerine islâm’ı anlatmak ve diğerlerine de tebliğ yapmak için Rasulullah’tan bir öğretici istediler. Hz. Peygamber de bu önemli görev için Hz. Mus’ab b. Umeyr’i görevlendirdi. Hz. Mus’ab onlara hem namaz kıldıracak, hem Kur’an öğretecek, hem de diğer insanlara islâm’ı anlatacaktı ve yeni kimseleri islâm’a davet edecekti. Böylece Medine’ye ilk hicret eden sahabi Mus’ab b. Umeyr oluyordu. Medine’de ilk cuma namazını da Mus’ab b. Umeyr kıldırdığı kaynaklarda ifade edilir (İbn Sa’d, a.g.e., III, 118). Bir yıl sonra Mekke’ye, hac mevsiminde yanında yetmiş kişi ile gelen Mus’ab b. Umeyr, Hz. Pey- gamber (s.a.s)’e islâm’ın Medine’deki hızlı yayılışının müjdesini verirken şöyle demişti: “İslâm’ın girmediği ve konuşulmadığı ev kalmadı.” Başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün müslümanlar bu habere çok sevindiler. Oğlunun Mekke’ye döndüğünü haber alan annesi onu tekrar hapsetmek istedi. Ancak Mus’ab bütün bunlara karşı olgun bir müslüman tavrını takınarak imanında direndi ve annesini bundan vazgeçirdi. Onun annesini islâm’a daveti bir sonuç vermediği gibi annesi de Mus’ab’ı yolundan döndürememişti. Hz. Peygamber (s.a.s)’in yanında iki ay kadar kalan Mus’ab b. Umeyr, Hicretten on iki gün önce Medine’ye vardı. Hz. Peygamber (s.a.s) onu Sa’d b. Ebî Vakkas (r.a) ve Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a) ile kardeş ilan etmişti (İbn Sa’d a.g.e., III, 120). Bedir savaşında muhacirlerin sancağı onun elindeydi. “Rasûlullah’ın bayraktarı” olarak ün yapmıştı. Uhud savaşında da sancak yine onun elindeydi. Savaş esnasında müslümanların gerilediğini gören Mus’ab b. Umeyr, atını sağa sola doğru sürüyor ve yüksek sesle şu ayeti okuyordu: “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler gelip geçmiştir” (Ali imrân, 3/144). Bu ayetin Uhud gününe kadar nazil olmadığı ve o gün giderildiği rivayeti, Hz. Mus’ab’ın Allah katındaki değerini ifade eder (İbn Sa’d, a.g.e., III,120,121). Uhud Gazvesinde islâm ordusunun sancağını taşıyan Mus’ab b. Umeyr’in önce sağ kolu kesildi. Hemen sancağı sol eline alarak savaşa devam etti. Fakat ardından sol eli de kesildi. Bu defa vücuduyla sancağa sımsıkı sarıldı ve yuka- Hz. Peygamber de onun hakkında şöyle buyurmuştu: “Mekke’de Mus’ab b. Umeyr’den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim” Aralık 65 rıdaki ayeti okumaya devam etti. Sonunda müşriklerin bir mızrak darbesiyle şehid oldu. Sancağı hemen Suveybit b. Sa’d ve Ebû’r-Rûm b. Umeyr adlı sahabiler aldılar. bu değerli insanı ke- Hz. Mus’ab şehid olarak yerde yatarken, günün sonlarına doğru, Hz. Peygamber (s.a.s) Mus’ab’ı elinde sancakla gördü ve “ileriye git ey Mus’ab!” diye emretti. Fakat o kişi geri dönerek “Ben Mus’ab değilim” deyince Hz. Peygamber onun Mus’ab kılığında savaşan Allah’ın meleklerinden biri olduğunu anladı (İbn Sa’d, a.g.e., II, 121). kılıç ve mızrak darbe- fenleyecek bir örtü dahi bulunamamıştı. Hz. Peygamber, yanına geldiğinde Mus’ab b. Umeyr eski bir hırkanın içinde saçları dağılmış, vücudu ise leriyle parçalanmış bir durumda yatıyordu. Hz. Peygamber üzüntülü bir halde şunları söyledi: “Seni Mekke’de gördüğümde, senden daha güzel giyinen, senden daha yakışıklı kimse yoktu. Şimdi ise, kefen olarak sarılmış hırkadan başın dışarıda kalıyor.” Sonra onun için de bir kabir açtılar ve o mübarek sahabiyi de Uhud şehidleri arasına defnettiler. Uhud savaşında Ashab-ı kiram’ın ileri gelenlerinden birçok kimse şehid oldu. Hz. Mus’ab b. Umeyr de şehidler arasındaydı. Hz. Peygamber (s.a.s)’in ne kadar üzüntülü olduğu yüzünden okunuyordu. Mus’ab’ın mübarek na’şının başucunda oturarak, Uhud şehidleri hakkında nazil olduğu bildirilen şu ayeti okudu: “Mü’minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah’a verdikleri sözde sadakat ettiler. Kimi adağını ödedi şehid oldu. Kimi de (şehid olmayı) bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” (el-Ahzab 33/23). Sonra Hz. Peygamber diğer sahabilere, şehidlere yaklaşıp selam vermelerini söyledi ve verilen selamların şehidler tarafından alınacağını ifade etti (İbn Sa’d, a.g.e., III, 121). Hz. Mus’ab şehid edildiğinde kırk yaşlarında idi. Bir zamanlar zenginlik ve refah içinde yaşayan Allah yolunda canını feda eden bu aziz şehid sahabı için Ashab-ı Kiram’dan Habbab (r.a) şunları anlatıyor: “Biz Hz. Peygamberle birlikte Medine’ye yalnız Allah rızası için hicret ettik. Artık mükâfatını Allah’tan bekleriz. Arkadaşlarımız arasında bu nimetlerden tatmadan âhirete gidenler vardır ki Mus’ab b. Umeyr bunlardan biridir. O Uhud günü şehid olmuştu da, kendisini saracak bir kefen dahi bulamamıştık. Yalnız şehidin bir kaftanını bulmuş ve bu aziz şehidi ona sarmaya çalışmıştık. Ancak başını örterken ayakları açılıyor, ayaklarını kapatırken de başı açığa çıkıyordu. Bu yoksulluk karşısında Hz. Peygamber bize şehidin başını örtmemizi ve ayaklarının üstüne de ızhîr denilen kokulu ottan koymamızı emretti” (Buharî, Cenâiz 27; İbn Sa’d, a.g.e., III, 121). Hz. Peygamber üzüntülü bir halde şunları söyledi: “Seni Mekke’de gördüğümde, senden daha güzel giyinen, senden daha yakışıklı kimse yoktu. Şimdi ise, kefen olarak sarılmış hırkadan başın dışarıda kalıyor.” 66 Aralık Bişr-i Hafi (k.s) Mustafa BAHADIROĞLU A a ir dah b , r ş i aB i. n sonr a d y iymed a g l ı o b u a B ak k i”, ına ay ğ a e “haff y a n i s i d asla en . olayı k d enildi n a d d n n e u z e B kg ilınaya a y bı giym i a n k k ya a a ay ünkü Ç ayağın “ , n a i r ç i “N anla ye sor i d yalına ” ? n n ü u g s im yor ı verdiğ k â akkab s i y a m a a ğım O’n di aya iye m i ş , um.” d r o y yaktım ı n ta kten u i. giyme verird cevap Aralık llah Dostlarının hayatlarında, kendi hayatımız için nice ibretlerle birlikte büyük ümitler de bulunmakta. İsyan ve günahlarla dolu yıllara rağmen ne büyük makamlara erişilebileceğinin bir örneği de Bişr-i Hafi (K.S.). Onun hayatından bize düşen hisse, gaflet ve isyankârlığımıza takılıp kalmadan yüksek ufuklara göz dikmek. İçimizde-dışımızda bizi çağıran o ulvî sese kulak vermek. Manevî semamızın yıldızlarından Bişr-i Hafi, h.150 (m.767) yılında Merv’de doğdu. Merv’in ileri gelen ailelerinden birine mensuptu. Bağdat’ta yaşadı ve h.227 (m.841) yılında burada vefat eyledi. Devrinin sayılı hadis âlimlerinden biri olan Bişr-i Hafî Hazretleri, gençlik yıllarında içki ve işret meclislerinde dolaşırdı. Bir gün sarhoşluktan sendeleye sendeleye yürürken yolda bir kağıt parçası buldu. Üzerinde Bismillahirrahmanirrahim yazılıydı. Onu hürmetle eline aldı, temizledi, üzerine misk sürdü, öptü ve gözlerine sürerek temiz bir yere koy- 67 du. O gece şeyhlerden biri rüyasında kendisine şöyle hitab edildiğini duydu: “Bişr’e varıp de ki: Bizim ismimizi misk kokulu bir hale getirdin. Biz de seni misk kokulu yaptık. İsmimizi yücelttin, biz de seni yücelttik. İsmimizi temizleyip arındırdın, biz de seni arındırdık. İzzetime and olsun ki, dünyada da ahirette de ismini hoş hale getireceğim!” Bu hitab üzerine şeyh: “Bişr, fasık bir kişidir, galiba gördüğüm rüya asılsızdır” diye düşündü. Kalktı, abdest aldı, namaz kılıp yattı. Fakat yine aynı hitabı işitti. Bu hal üç kere tekrar etti. Sabah kalkıp Bişr’i aradı. “O şarap meclisindedir.” denilince meyhaneye gitti. O sırada Bişr sarhoş bir halde bulunuyordu. Şeyh, “Ey Bişr! Sana biri bir haber getirmiş.” diye içeriye haber saldı. Bişr: “Gidip ona, ‘Bu haberi kimden getirdin?’ diye sorunuz.” Şeyh, “Haber Yüce Allah’tandır.” diye karşılık verince Bişr ağladı ve: “Eyvah o beni azarlayacak.” dedi. Şeyh, “Hiç de öyle değil.” dedi. Bişr, “Ahbaplar la konuşmam için biraz bekle.” dedi. Gidip arkadaşlarına: “Dostlar! Bizi davet etmişler, gidiyoruz. Sizleri de O’na ısmarlıyorum. Beni bir daha asla meyhanede bulamayacaksınız.” dedi. Sonra da perişan bir halde, baş açık, yalınayak dışarı çıkıp tevbe etti. Zühd yolunu tuttu, evliyanın devletli eteğine sarıldı. Bu olaydan sonra Bişr, bir daha asla ayağına ayakkabı giymedi. Bundan dolayı kendisine “haffi”, yani yalınayak gezen denildi. “Niçin ayağına ayakkabı giymiyorsun?” diye soranlara, “Çünkü O’na misâk verdiğim gün yalınayaktım, şimdi ayağıma ayakkabı giymekten utanıyorum.” diye cevap verirdi. Fudayl b. İyaz (K.S.)’ın sohbetlerine katılan Bişr-i Hafî, bu sufi muhaddisten başka Enes b. Malik, Abdullah b. Mübarek gibi bir çok alimden hadis öğrendi. Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere devrinin büyük hadis alimleri kendisinden hadis rivayet ettiler. Sonraları dayısı Ali b. Harşam (K.S.)’a intisab eden Bişr-i Hafi, hadis rivayetini bırakarak tamamen tasavvufa yöneldi. Zühd, takva ve mücahede dolu hayatıyla manâ alemine sultan oldu. Verâ hususunda son derece ince eleyip sık dokuyan Bişr-i Hafî Hazretleri, helâlliği şüpheli paralarla yapılıyor diye sultanların yaptırdığı çeşmelerden bile su içmezdi. Ev halkı da verâ ve takva hususunda aynı hassasiyeti taşırdı. Bir gün aciz ve zayıf bir kadın Ahmed b. Hanbel’in yanına geldi ve sordu: “Yazın dama çıkarak devlete ait meşalelerin ışığı altında iplik eğiriyorum. Bu caiz mi, değil mi?” Böyle bir soru karşısında hayrette kalan Ahmed bin Hanbel Hazretleri: “Sen kimsin ki, bu çeşit sözleri ağzına alıyorsun?” dedi. Kadın: “Ben Bişr b. Haris’in kız kardeşiyim.” deyince, İmam Ahmed hüngür hüngür ağladı ve: “Bu çeşit bir takva ancak onun gibisinin evinde zuhur eder.” dedi. Sonra kimseye böyle bir fetva vermeyen Ahmed bin Hanbel Hazretleri: “Asla caiz değildir! Kulak ver ki, saf suyun bulanmasın. Biraderin olan o temiz rehbere uy! Bu suretle öyle bir mertebeye ulaşırsın ki, o ışığın altında iplik eğirmek istediğin zaman senin elin sana itaat etmez. Kardeşin öyle biri idi. Helalliği şüpheli olan bir yemeğe elini uzatmak istediği zaman eli kendisine itaat etmezdi.” dedi. Ahmed b. Hanbel sık sık Bişr-i Hafî’nin yanına giderdi, tam manasıyla ona bağlanmıştı. Talebeleri ona: “Sen hadis ve fıkıh alimi bir müctehidsin. Birçok ilimde bir benzerin daha yok. Buna rağmen Bir gün bir şahıs sokakta hayvan tersi görünce: “Eyvah! Bişr gitti!” diye feryadı bastı. Araştırdılar, adamın dediği doğru çıktı. “Bunu nasıl anladın?” diyenlere: “Çünkü” dedi; “O hayatta olduğu sürece, Bağdat’ın hiçbir sokağı hayvan tersiyle kirlenmemişti. 68 Aralık bir pejmürdenin yanına gidiyorsun, bu sana hiç yakışır mı?” dediler. Ahmed b. Hanbel: “Evet, şu saymış olduğunuz ilimlerin hepsini ben ondan daha iyi bilirim. Ama o da yücelerden yüce Allah’ı benden daha iyi tanımaktadır!” dedi. Sonra Bişr’in yanına giderek: “Haddisnî an Rabbî! (Bana İzzet ve Celâl sahibi Rabbim’den bahset!)” dedi. Alemlerin Efendisi Muhammed Mustafa (A.S.), rüyasında Bişr-i Hafî Hazretleri’ne şöyle hitab etti: “Hak Tealâ Hazretleri’nin, seni akranların arasından niçin seçip dereceni yükselttiğini biliyor musun?” Bişr: “Hayır ya Rasulallah!” “Çünkü sen sünnetime tabi oldun, salihlere hürmet ettin, kardeşlere öğüt verdin. Ashabımı ve ehl-i beytimi de sevdin. Bu yüzden seni ebrar makamına terfi ettirdim.” Vefatı yaklaşınca, kendisini büyük bir ızdırab kapladı. “Galiba hayatı seviyorsun” diyenlere, “Hayır” dedi; “lâkin Padişahlar Padişahı’nın huzuruna çıkmak cidden güç bir iş.” Naklederler ki, hayatta olduğu müddetçe yalınayak gezdiği için hayvanlar ona hürmeten sokaklarda hiç terslemezlerdi. Bir gün bir şahıs sokakta hayvan tersi görünce: “Eyvah! Bişr gitti!” diye feryadı bastı. Araştırdılar, adamın dediği doğru çıktı. “Bunu nasıl anladın?” diyenlere: “Çünkü” dedi; “O hayatta olduğu sürece, Bağdat’ın hiçbir sokağı hayvan tersiyle kirlenmemişti. Bu sefer ise alışılmışın aksine bir durum gördüm. Anladım ki, Bişr artık hayatta değil!” Vefatından sonra onu rüyada gören biri, “İzzet ve Celâl sahibi Allah sana ne yaptı?” diye sorunca, şu cevabı aldı: “Merhaba ey Bişr! diye ferman geldi. Sonra, ‘ruhunu teslim ettiğin an yeryüzünde senden daha çok sevdiğim hiçbir kimse yoktu’ diye bir hitab işittim.” Onu rüyada yürür halde gören diğer biri, “Nereden geliyorsun?” diye sordu. “İlliyyûn (Cennet’in en yüksen mertebesinden)’den.” dedi. “Allah, Ahmed b. Hanbel’e ne yaptı?” diye sordu. “Şu anda onu, Allah’ın huzurunda nimetlerin içinde yer-içer bir halde bıraktım.” “Peki ya sana ne yaptı?” diye sordu. “Allah, benim yemeğe pek rağbet etmediğimi bildiğinden, kendisini temaşa etmemi lütfetti” dedi. Şu sözler ona aittir: Şu sözler ona aittir: “Halkın kendisini bilmelerini ve tanımalarını arzu eden bir kimse, ahiretin (ve bu maksatla işlediği amelin) hazzına varamaz.” “Eğer halkın seni bilmelerini arzu ediyorsan, bil ki, dünya sevgisinin başı işte bu arzudur.” “Arifler öyle bir taifedir ki, Hak Tealâ’dan başkası onları (gerçek hüviyetiyle) tanımaz ve ancak Allahu Tealâ’nın rızası için kendilerine hürmet ve itibar edilir.” ........................................................ (Hilye, Kuşeyrî Risalesi, Keşfu’l-Mahcûb, Nefehâtü’l-Üns, Tezkiretü’l-Evliyâ) Vefatı yaklaşınca, kendisini büyük bir ızdırab kapladı. “Galiba hayatı seviyorsun” diyenlere, “Hayır” dedi; “lâkin Padişahlar Padişahı’nın huzuruna çıkmak cidden güç bir iş.” Aralık 69 Musa KARACA Allahu Teâlâ dinini tebliğ etmekle görevli insanlar arasından peygamberler seçmiştir. En son peygamber ise Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) dir. Ondan sonra hiçbir peygamber gelmemiştir ve gelmeyecektir. Allahu Teâlâ peygamberler seçtiği gibi yine insanlar içerisinden kendine dostlar da seçmiştir. Bu dostlarının özelliklerini ayette şöyle sıralamıştır: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır. Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.” (Yunus 62, 63, 64) Şimdi sizlere bu dostlardan birisini tanıtmak istiyorum: Bayburt’lu Sultan Hacı Şaban Efendi. Hacı Şaban Efendi Hazretleri, 1901 senesinde Bayburt’ta doğmuştur. Babası, Bayburt’un merkezinden Mustafa Efendi; annesi, Erzurum’dan Fâtıma Hâtun’dur. 15 Eylül 1992’de çok sevdiği Rabbi’ne ikindi yağmurları altında kavuşmuştur. Kabri; Bayburt’un Kaleardı Mahallesi’nde, Mürşidî Ahmet Baba Hazretleri’nin kabrinin yanındadır. Sultan Hacı Şaban Efendi Hazretleri, küçük yaşta babasını kaybetmiştir. Annesine itaatte kusur etmemiş, onun hayır dualarına mazhar olmuştur. Gençliğinde ticaretle meşgul olan Hacı Şaban Efendi Hazretleri; bir defasında eve geç gelmiş, annesini uyandırmamak için sabah namazına kadar kapıda beklemiştir. Onun bu durumundan etkilenen annesi şöyle dua etmiştir: “Oğlum, Allah’ım seni Resulullah Efendimize komşu etsin. Hacı Şaban Efendi olasın. Herkes senin kapına gelsin. Darlık ve yoksulluk görmeyesin.” Allah(c.c) indinde kabul olan bu dua aynen gerçekleşmiştir. Sultan Hacı Şaban Efendi Hazretleri; uzun boylu, yiğit ve heybetli bir görünüşe sahipti. Başına siyah sarık sarar, gözlerine sürme çekerdi. Yaz kış uzun cübbe giyer, hızlıca yürür ve elinde asa taşırdı. Onu gören kendine çekidüzen verir, Cenab-ı Hakk’ı hatırlatırdı. Az yer, az uyur ve lüzumsuz konuşmazdı. Kahkaha ile gülmez tebessüm ederdi. Kendisinde ‘Celal ‘ sıfatının tecellisi hâkimdi. Hz. Musa (a.s.) meşrebi üzereydi. Allah’tan başka hiç kimseden korkmazdı. O, Hazreti Peygamberi örnek almış, O’nun ahlakını hayatının her alanına taşımaya çalışmıştı. Çok cömertti. Yoksulları, yetimleri, sakat ve hastaları özellikle gözetirdi. Sağ elinin verdiğini sol eli görmezdi. İbadetlere, bilhassa namaza çok değer verir, cemaate devam eder, sabah namazını genel olarak Ulu Cami’de kılardı. Hayatının sonlarında hastanede yatarken dahi namazını aksatmamıştı. Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz hadisi tecelli etmiş, çok sevdiği Rabbi’ne ruh emanetini ikindi namazını kılarken teslim etmiştir. Nafile ibadetlere dikkat eder, geceleri uyanık geçirir, çokça Kur’an okurdu. Hicrî ayların başında, ortasında, sonunda Pazartesi ve Perşembe günlerini devamlı oruç tutar, Perşembe günleri evlerinde iftar yemeği verirdi. İlme çok büyük önem verir, ilim talebelerine ve âlimlere büyük iltifatlarda bulunurdu. “İlmin önüne geçilmez.” diyerek âlimlerin önünden yürümezdi. Özellikle Kur’an kursu talebeleri ile ilgilenir, onlara yemek yedirir ve harçlıklarını verirdi. İyiliği hep hazırdı. Hayırseverlikte kimse ona yaklaşamazdı. Ahirete irtihallerinin yirmi ikinci yılında rahmetle anıyoruz. Rabbim şefaatlerine bizleri de nail eylesin. 70 Sultan Hacı Şaban Efendi Hazretleri, Kendisine yapılan kötülüklere bile iyilikle karşılık verirdi. Dükkânının duvarını delerek birtakım eşyayı gasp eden ve daha sonra yakalanan hırsızlardan davacı olmamış, ayrıca kamu davası düşsün diye çalınan malların hırsızlar tarafından daha önceden satın alındığını emniyet tutanaklarına geçirtmiştir. Daha sonra hapse girince onları hapishanede ziyaret etmiş ve ihtiyaçlarını karşılamıştır. Sultan Hacı Şaban Efendi Hazretleri, merhamette akarsu gibiydi. Çocuklarına yedirecek hiçbir şeyi olmadığı için aç oldukları halde onları avutarak yatıran, muhtaç bir ailenin kapısını gece geç vakitte bir at arabası gıda maddesi olduğu halde çalmış ve Hz. Ömer (r.a.) misali un çuvalını ve diğer yiyecekleri sırtına alarak ihtiyaç sahibinin evine taşımıştır. “Kardaş hakkını helal et, durumunuzdan zamanında haberimiz olmadı.” diyerek hane sahibinin gönlünü hoş etmiştir. Ceviz Ağacı Nasrettin Hoca bir gün köyden şehre giderken yorulmuş tarlanın kenarındaki Ceviz ağacının altında dinleneyim demiş. Şöyle bir etrafına bakınıp ağacın altına uzanmış ve şöyle düşünmüş: “Ey Allah’ım gücüne sual olmaz amma incecik kabak sapında kocaman kabak var, koskocaman ağaçta küçücük ceviz var, bu nasıl iş? diyip uykuya dalmış. Ağaçtan bir ceviz Hoca’nın kafasına düşüvermiş. Ve kafada ceviz büyüklüğünde bir şiş olmuş. Hoca hiddetle uyanmış ve: “Yarabbi, sen en iyisini bilirsin.” demiş. “Şimdi o kabak ağaçta olsaydı benim halim ne olurdu?” Bunları Biliyor muydunuz? Gözümüzü açık tutarak kesinlikle hapşıramayacağımızı İnsanın kalça kemiğinin betondan daha sağlam olduğunu Yemeğe tuz ile başlanırsa beyin tarafından gönderilen bir uyarı sayesinde, midede mukus denilen sindirimi kolaylaştırıcı bir tabaka oluşturduğunu ve midenin sindirime hazırlıksız yakalanmasını önlediğini Yemek yerken yerde oturarak sol ayağı katlayıp sağ ayağı karna çekerek oturulup yenildiğinde, su ile doldurulmuş balon şeklinde olan midenin çıkış kısmını kapatarak yenilen gıdanın tam sindirilmeden bağırsaklara kaçmasını önleyeceğini ve mide dolunca da doygunluk hissi vererek çok fazla yemeden kalkılacağını Yemek yerken yemeğin ortasında su içildiğinde içilen suyun yenilen gıdaların sindirilmesine, gerekli vitaminlerin emilmesine katkıda bulunduğunu ve midede doygunluk hissi vererek az yemeye vesile olduğunu İnsan vücudunda bulunan damarların uzunluğunun yaklaşık 100 bin kilometre olduğunu İnsan vücudundaki en güçlü kasın dil olduğunu, biliyor muydunuz? 71 Gönül Evvel sen de yücelerden uçardın Şimdi enginlere indin mi gönül Derya deniz dağ taş demez geçerdin Karadan menzilin aldın mı gönül Yiğitliğim elden gitti yel gibi Damağımda tadı kaldı bal gibi Hoyrat eli değmiş gonca gül gibi Bozulmuş bağlara döndün mü gönül Hasta oldun yatağını istersin Kadir Mevlâm sağlığını göstersin Cennet-i Âlâ’dan bir köşk dilersin Boynunun farzını kıldın mı gönül Karacaoğlan der ki söyle sözünü Hakk’a teslim eyle kendi özünü El içinde karalama yüzünü Yolun doğrusunu buldun mu gönül Karacaoğlan