Rönesans yada yeniden doğuş

Transkript

Rönesans yada yeniden doğuş
qwertyuiopasdfghjklzxcv
bnmqwertyuiopasdfghjklz
xcvbnmqwertyuiopasdfgh
Rönesans yada
jklzxcvbnmqwertyuiopas
Yeniden Doğuş
dfghjklzxcvbnmqwertyuio
Murat Kurt
pasdfghjklzxcvbnmqwert
yuiopasdfghjklzxcvbnmq
wertyuiopasdfghjklzxcvb
nmqwertyuiopasdfghjklzx
cvbnmqwertyuiopasdfghj
klzxcvbnmqwertyuiopasd
fghjklzxcvbnmqwertyuiop
asdfghjklzxcvbnmqwerty
uiopasdfghjklzxcvbnmqw
fabulanonvera.com
RÖNESANS YADA YENİDEN DOĞUŞ
Gözlerim ağrıyor açamıyorum bir türlü, bu ışık beni deli edecek. Ne
olurdu sanki güneş biraz daha geç doğsa ya da ben biraz daha geç
uyansam. Sizinde başınıza gelmedi mi hiç? Siz tabi ki şu an
görmüyorsunuz ama, ben esnemekle meşgulüm. Evet, hala uykum
var fakat kalkmam lazım, işe geç kalmak istemem, yoksa yine
kovulacağım ve yine parasızlıktan ağzım kokacak. Dün gece çok
fenaydı. Ne kadar maymun iştahlı olduğumu bir kez daha hatırladım.
Böyle zamanlarda kendimden daha da fazla iğreniyorum. Kendimi
harıl harıl yemek yerken, içki içerken düşündükçe aslında hepimizin
ne kadar da ilkel varlıklar olduğumuzu tekrar hatırlıyorum. Ve her ne
kadar bu ilkelliği artık özümsemişsem de, bu kendimden nefret
etmememi sağlamıyor. İçki mideme vurdu adeta. Ben hayatımda bu
kadar içtiğimi hatırlamıyorum. Nasıl oldu da o kafayla işe gideceğimi
hatırlayıp daha fazla içmedim bilmiyorum, gerçi o kadar kafa
olmuşsun daha içsen ne yazar içmesen ne yazar, sanki farklı
olacaktı! Kısaca kantarın topuzu kaçtı dün gece ve şimdi de işe
gitmek zorundayım. Ne kadar güzel öyle değil mi? Bir insanın her
gün dövmek istediği biri için çalışmaya mahkum edilmesi bence bu
dünyada yaşanabilecek en büyük aşağılama ve ben bu aşağılamaya
maruz kalıyorum. Muhtemelen aranızdan bazı zeki kardeşlerimiz biz
de patronumuzu dövemek istiyoruz ama bu bir mahkumiyet değil
tersine özgürlüğünü kazanıyorusun, para kazanıyorusun diyebilir.
Bende onlara alın siz o parayı götünüzün ücra bir köşesine sokun
derim. Eğer çalıştığım işten aldığım parayla evinizin kirasını
ödeyebilir, sonra kalan kuş kadar şeyle bir ay geçinebilirseniz gerçek
bir mucize gösterdiniz, der elinizi öperim. Ama yapılamaz, ya kira
gecikir veya ödenmez yada yarı aç gezilir. Kin duyarsınız, yakmak
istersiniz iş yerinizi. Tıpkı öğrenciyken okulunuzu yakmayı
düşündüğünüz gibi. Biraz önce bahsettiğim zeki arkadaşlar yine
bunlar çocukça düşünceler deyip beni sinir etmeye, kudurtmaya
çalışabilirler, lakin gerek yok ben kudurdum kuduracağım kadar. Bu
insanlara lafım şudur: para sayesinde elde ettiğinizi düşündüğünüz
özgürlüğünüze kıçımı silmek, para kazandığınız iş yerinizi yıkmak,
beyin yıkadığınız okullarınızı yakmak istiyorum.
Benim psikolojik sorunlarım var. Ama bazılarının büyük bir karizma
göstergesi olarak gördüğü psikolojik sorunlardan değil. Ne
şizofrenim, ne de manik depresif. Ne de kendini bu hastalıklardan
birine tutulmuş gibi göstermeye çalışan, bu şekilde hasta olmayı
1
marifet, “çok süper” bir özellik sayan gösteriş budalalarındanım. Eğer
bu insanlardan biri gerçek bir şizofren görseydi muhtemelen
korkudan altına ederdi. Bu insanlar fazla film seyretmişler bence. Bir
manik depresifin hayatı boyunca lityum takviyesi alması gerektiğini
asla bilmez bunlar. Manik depresiflerin mani dönemlerinde nasıl
günlerce hiç uyumadan (gerçek anlamda günlerce ve gerçek
anlamda hiç uyumadan) bir işi yapmaya devam edebileceğini (benim
gördüğüm bir manik depresif tam 3 gün boyunca kitap okumuştu.
Tuvalet ve yemekler dahil olmak üzere) ve bunun farkına varıp, daha
sonra nasıl böyle bir şey yaptıklarını düşünüp, bir yandan
hastalıklarının farkına vararak diğer yandan bin bir türlü felaketin
başına geleceğini düşünerek, nasıl depresif duruma geçtiklerini
görselerdi; ardından bu insanı güldürmeye çalışmanın nafile
olduğunu 2 saniye güldükten hemen sonra sinir krizi geçirip, nasıl
saatlerce ağladıklarına şahit olsalardı eminim bir daha bu hayallere
kapılmazlardı. Yine konu dağıldı, sorunlarım var diyordum. Evet,
benim sorunum da bu işte. Bir konuya dikkatimi sürekli olarak
veremiyorum. Bu şey herhangi bir fiziksel aktivite için geçerli değil.
Sadece uzun süre aynı konu üzerinde çalışamıyorum. Aynı konu
üzerinde 10 -15 dakikadan fazla düşünemiyorum. Sürekli bir dikkat
dağılması yaşıyorum ve bu yüzden konuşurken daldan dala
atlıyorum. Esasen bunun tıbben tedavisi var. Önce 270 milyon verip
muayene olduktan sonra 750 milyonluk ithal ilaçlar kullanırsanız ve
bu esnada terapi görürseniz “bu illet” yakanızı bırakıyor. Ama benim
buna verecek param yok, ben kendimi zor doyuruyorum. Neyse
geçelim bunu.
Offff başım ağrıdı. Tavan aşırı derecede beyaz ve bu beni deli
ediyor. Başıma ağrı girdi yine. Ehh o kadar içtikten sonra doğal. Ama
Yasemin’in bizzat ağzından aldığım şat her şeye değerdi. O hınzırca
bakışıyla “gel gel” diye işaret etmesi yok mu… Böyle bir kızın, bana
bu şekilde davranmasına alışkın değilim. Kızlarla aram hiç iyi
olmamıştır. Ben onlara aşık olmak isterim, olamam; dolayısıyla onlar
da beni sadece arkadaş olarak görürler. “Sadece arkadaş” bunun ne
kadar utanç verici bir duygu olduğunu size anlatamam ve anlatmak
istemiyorum. Ama bu Yasemin… İşte bu iş biraz acayip. O adeta bir
Yunan tanrıçası bense bildiğiniz öküz. O konuşunca herkes susar ve
dinler çünkü insanlara kendini dinletmesini biliyor ve ne
söyleyeceğinden emin. Bana gelince bazen ben bile kendimi
dinlemekten sıkılıyorum. İstese 10 adamı sürükler peşinde. Bana
karşı neden böyle bilmiyorum. Muhtemelen yaptığı bir kötülüğün
2
cezasını kendine böyle ödetiyor ya da benim gibi bir zavallıyı mutlu
ederek sevap kazanacağını düşünüyordur. Evet, kesinlikle böyle
olmalı, ikisinden biri. Yoksa neden şu an yanımda olsun ki?
Evet, o şu an yanımda ve yine evet tüm geceyi beraber geçirdik.
Sizin bunu görmediğinize çok mutluyum çünkü şu an onun o
bembeyaz çıplak vücuduna bakıyorum, yorganımızın altından. Bu ne
tahrik edici, ne de istek uyandırıcı, bunun kelime olarak- ne kadar
zayıf kalsa da- tek bir ifadesi var; şu an gördüğüm şey, tüm
çıplaklığıyla dişi vücudu, çok ama çok güzel.
Şimdi kalkıp ona kahvaltı hazırlayacağım. Bu romantiklik değil.
Kahvaltı zaten yapmak zorundayım, çünkü asla evden kahvaltı
yapmadan çıkmam. Neden bilmiyorum senelerdir bu böyle. Dediğim
gibi bunun romantiklikle ilgisi yok. Zaten bir şeyler yiyeceğim ve onu
da aç aç gönderecek halim yok.
Ben 22 yaşıma gelene kadar evde kahvaltıları hep annem hazırlardı.
Her gün gerekirse hepimiz için ayrı ayrı. Hepimiz farklı saatlerde
çıkardık evden; kardeşim saat 7’de kalkar okula giderdi, babam 8’de
kalkar işe giderdi, bense 10 civarı kalkıp üniversiteye giderdim. Bunu
hayalinizde mutlu bir aile tablosu olarak canlandırıyorsanız çok
yanılıyorsunuz. Evimiz adeta tımarhane gibiydi. Annem her sabah
kardeşimi kaldırmak için bağırdığında yan odada ben uyanırdım.
Kardeşimin uyanma merasimi mutlu yuvamızda günün ilk kavgası
olarak cereyan eder, annem sürekli bağırıp çağırıp emirler yağdırırdı
kardeşime. Ardından babamın uyanması gerektiğinde olaylar daha
sessiz gerçekleşir ama tartışmalar daha sert olurdu. Her zaman
hayatımın en garip ironisi olarak görmüşümdür bunu: annemin önce
kardeşime incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler için bağırması,
sonra babamla daha önemli mevzularda daha sessiz kavga etmesi.
Ailemde kardeşim hariç kimseyle doğru düzgün anlaşamazdım. Ama
bu anlaşamama durumunun pek az kişi farkındaydı. Ben daha çok
herkesin derdini anlattığı tampon bölge olmuşumdur.
Her neyse benim ailevi meselelerime ara verelim bu konu sıkmaya
başladı beni. Zaten kahvaltı hazır. Ayrıyetten banyodan sesler
geldiğine göre sanırım Yasemin uyandı. Kabul ediyorum bu sofra pek
de mükellef bir sofra değil ama aylardır en çok özenerek hazırladığım
masa bu oldu. Belki kahvaltıdan sonra beraber çıkarız belki de bir
“akşama görüşürüz” öpücüğü bile alabilirim. Hah işte geldi…
3
- Günaydın iyi uyuyabildin mi?
- Evet sağol… kahvaltı hazırlamışsın?!
(Sesinde bir sıkıntı mı var ne?)
- Evet evden çıkmadan önce kahvaltı ederiz diye düşünmüştüm.
- Yoo çok sağol. Benim hemen çıkmam lazım sonra görüşürüz.
Kusuruma bakma.
( Asıl sen kusuruma bakma ben de neler sanmıştım…)
- Yok önemli değil. Ne kusuru!
- Hoşça kal.
Tak! Kapı kapandı. Halbuki kahvaltı günün en önemli öğünü.
Napalım bizde her zamanki gibi tek başımıza yaparız kahvaltımızı.
——————————————————————————————
Ömrüm İETT ve Halk Otobüslerinde geçti. İstanbul’u pek çok insan
taşı toprağı altın olarak nitelendirirmiş eskiden. Neyse ki şimdi gözleri
açıldı, artık o nitelendirmeyi yapmıyorlar. Ama bunun ne İstanbul’a
yapılan göçlere bir faydası var ne de nüfusun tekrar azalmasına, ne
trafiğe, ne kap-kaça bu liste uzar böyle. Şu an Beşiktaş’tan Maslak’a
doğru yol almaya çalışan bir İETT otobüsü içindeyim. Her sabah
söverek giydiğim ütülü takım elbisem şu anda hayali bir dünyanın
haritası gibi. Şurada bir dağ var, şurada bir nehir akıyor… eğer bu
güzel otobüsün değerli yolcuları; suratıma tip tip bakmasaydı iş
yerine kadar bu hayali haritayla oyalanıp vaktin nasıl geçtiğini bile
anlamazdım. Ama insanımız nedense başkalarını izlemeyi ve onlar
hakkında olur olmaz yorumlar yapmayı çok seviyor. Bir insanın sizin
hakkınızda “Şuna bak! Üstüne başına nasıl bakıyor. Sabah
ütüleseydin o gömleği aval aval bakmazdın şimdi” dediğini
neredeyse kesin olarak bildiğiniz halde elbisenize bakmaya devam
edemezsiniz. Bunun adı “Toplumsal baskıdır” ve bir otobüste
geçirdiğiniz birkaç saatinizi mahvetmesi çok ufak bir bedeldir.
İnsanlar bu sebepten can verirken ben otobüs yolculuğumun rezil
olmasını anlatmayacağım size. Her gün haberlerde gördüğümüz töre
cinayetleri, eşcinsellerle ilgili küçük düşürücü haberler, tecavüz…
İstanbul’a artık yapışmış bu baskı. İstanbul artık bunlara alışmış.
Tıpkı trafik kazalarına alıştığı gibi. Şu an yanından geçtiğimiz iki
4
araba enkazına baktıklarında otobüsümüzün sakinleri muhtemelen
hala geç kalmak üzere oldukları işlerini düşünmektedirler. Belki
aralarından bazıları “ Allah kimsenin başına vermesin” diyecek olur
içinden, bir iki mırıldanma sonra tüm otobüs adeta hiçbir şey
olmamış gibi- tıpkı bir balık gibi- her şeyi unutup camdan dışarı aval
aval bakmaya devam edecek. Arabaların koltuklarında görülen kan
lekesi sadece kendisini kan tutan birkaç insanı etkileyecek.
İnsanların nasıl bu hale geldiklerini bana sormayın. Elbette bir sebebi
vardır. Konuyu yine dağıtıyorum. Ne diyordum. Toplumsal baskı, töre
cinayeti, kazalar… Hatırlamıyorum ne anlatacağımı hatırlamıyorum.
Her neyse… Tam önümde oturan adamın gazetesi şu an dünya
üzerinde var olabilecek en ilgi çekici şey. Eğer otobüste ayaktaysanız
ve önünüzde yan duran koltuklardan biri varsa ve burada oturan kişi
gazete okuyorsa bu yolculuk biraz daha çekilir olacaktır. İlk ve son
sayfayı okuyup arka kapak güzelini yeterince süzdükten sonra eğer
tersten okumayı beceriyorsanız gazeteyi okuyan kişiyle beraber tüm
gazeteyi okuma fırsatınız olur. Eğer tersten okuyamıyorsanız
kendinizi tutamayıp ilk ve son sayfaları defalarca okuyabilir hayattan
bezebilirsiniz.
Offf nelerden bahsediyorum ben. Tüm bunlar saçmalık. Tüm bunları
düşünürken aklımda hala dün gece var, hala Yasemin. Onu bu
şekilde düşünmeye hakkım yok belki. Bilmiyorum… Bildiğim tek şey
sabahki düşüncelerimin daha da kuvvetlendiği. Vicdan azabının
insana yaptırmayacağı şey yoktur. Kim bilir ne kadar vicdan azabı
çekiyor ki, benimle birlikte olmayı göze aldı. Sanırım böyle bir
durumda onu bir daha aramamak yapılacak en mantıklıca davranış
olur. İnsanların vicdan azabını hafifletmek ve daha da dibe vurmak
için yaptıkları çoğu davranış aslında durumu daha da berbat bir hale
getirmekten öteye gitmez. Oysa pek çok insan bu şekilde kendini
cezalandırabileceğini ve bundan sonra daha dikkatli olacağını sanır.
Halbuki olan tek şey daha çok vicdan azabı duymalarıdır. Bazen bu
durum öyle bir hal alır ki ilk yapılan ve beğenilmeyen davranış
ikincinin yanında çok masum kalır. Diyorum ya sanırım insanlar fazla
televizyon izliyorlar. Filmlerde, dizilerde gördüğümüz o pişmanlıkları;
kendini cezalandırarak ve muhtaç birine yardım ederek yok etmek bir
hayal bence. Kızılderililer hayatlarını 10 kurala göre sürdürürlermiş.
Bu 10 emri bir kafenin duvarına asılı bir posterden okumuştum.
Aklımda sadece ilki ve sonuncusu kalmış: 1-)Büyük Ruha daima
saygı duy 10-) Yaptığın tüm davranışların sorumluluğunu üstlen. İlk
5
kuralın geçerliliği tartışılsa da, son kuralın altına imzamı atarım, insan
yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmeli, kendini vicdan azabına
kaptırıp daha da delice şeyler yapmamalı. Dibe vurmak asıl budur.
Yanlış yaptığın halde düzeltmek için çırpınıp daha da rezil
etmektense; yaptığını kabul edip bu acıyı yaşamak daha büyük bir
erdemdir bana göre. Sürekli pişmanlık duyduktan sonra
yaptıklarımızın ne anlamı kalır ki?
Bu uzun bir mevzu gerekirse tekrar dönerim ama şu an asansör
yalnızlığını hissetmek zorundayım. Eğer işyerinizde çalışanlar
fazlaysa ve asansör kullanacaksanız bu bazen çok can sıkıcı oluyor.
İnsanların
aynı
ortamı
saatlerce
paylaşıp,
birbirlerine
söyleyebilecekleri birkaç sözün “merhaba”, “günaydın” yada “ 5. kata
basar mısınız?” olması bir yandan can sıkıcı bir yandan da çok
komik. Şu anda asansördeyim ve bu sesizlik anında Yaseminle ilgili
kesin kararımı da vermiş bulunuyorum bir daha onu ne arayacağım,
ne soracağım. Madem hata yaptığını düşünüyor onu bu hatayla daha
fazla yüz yüze bırakmak istemiyorum.
3. kat. İşyerim birkaç kişinin çalıştığı sıradan bir ofis. Ama ne iş
yaptığımı size söylemeyeceğim, sizi alakadar etmez. Sadece ücretin
hiç dolgun olmadığını bir de masa başında ömrümü bilgisayarla
geçirmek zorunda olduğumu bilseniz, hayatın nasıl bir işkenceye
döndüğünü tahmin edebilirsiniz sanırım. İşyerim her zaman aklıma
bir çok eski anıyı getirir. Örneğin babamın bilgisayar başında
sabahladığı günleri. Her zaman işiyle gurur duymuştur. Nereden yola
çıkıp sonunda nereye vardığını (yani kariyer bakımında) anlatmak
onun için her zaman bir gurur kaynağı olmuştur. Annem ise babam,
ne zaman bu hikayeyi anlatsa diğer insanlara karşı babama saygıyla
bakardı, fakat kısa bir an için babamın tüm kariyer basamaklarını
tırmanışının yanında kendisinin hala bir ev kadını olmasından
duyduğu kini görebilirdiniz. Patronumla yaptığım iş görüşmesini
hatırladım şimdi. Bu insan günümüzde moda olan çalışanla dost
olma, EQ’su yüksek olma gibi özelliklere sahip iş yerinde modern
yaklaşımlara açık bir insandır. Böylelerinin suratına tiksinti verici bir
gülümseme yapışmıştır sanki. Çevrenize dikkatle bakın mutlaka bu
tiplerden görürsünüz. Sürekli bir pozitif olma hali. Bana göre bu bir
hastalık, bu normal bir durum olamaz. İş görüşmemizde ben
tamamen konudan kopmuştum; müstakbel patronum verimlilik ve
şirket politikalarından ve bu işyerinde nasıl bir harmoni
sağladıklarından bahsederken ben; akşam eve ne alsam, yemek ne
6
yapsam, şu yeni tanıştığım kız (Evet Yasemin oluyor kendisi) çok
tatlı gibi şeylerle meşguldüm. Eğer iş görüşmesine gidecekseniz ve
yeterince zekiyseniz hiç olmazsa birilerine danışır ve neyle karşı
karşıya kalacağınızı öğrenirsiniz. Bense olayı biraz abarttım sanırım.
“Mülakat Teknikleri ve Karşılaşılacak 50 Önemli Soru” adlı kitabı
hazmederek okudum. Tam ben görüşmemize geri dönmeyi
başardığım anda patronum takım çalışmasından ve yönetim çalışan
uyumundan bahsediyordu. Soracağı soruyu hemen tahmin etmiştim
cevabım hazırdı:
“Bir işyerinde elbette bu tarz durumlarla karşılaşılacaktır ve bu
durumlara hazırlıklı olmak bence bir çalışanın başlıca
görevlerindendir. Bu tarz bir sebepten dolayı iş yerinde sağlanmış
olan ritmin yitirilmesi düşünülemez bence. Bu tarz bir durum söz
konusu olduğunda çalışanlar olarak bizler durumun gereklerini
kavramalı ve yeni bir iş bölümü yapılması durumunda hangi koşulda
daha verimli çalışa bileceğimizi bilmeliyiz. Kuşkusuz ki sizin gibi bir
yönetici burada oldukça gerekli tedbirler süratle alınacak ve en az
zararla durum eski haline dönecektir.”
Evet adamın kıçını yaladım çünkü paraya ihtiyacım vardı. Beni
görüşme günümüzün akşamı arayarak yarın gelip gelemeyeceğimi
sordular. Geldiğimde yarım saat beklettiler. Tüm bunlar bir iş
görüşmesinde bekleyebilecekleriniz: sürekli gülen bir şempanzeye
asla inanmadığınız ve sırf paraya ihtiyacınız olduğu için söylediğiniz
güzide yalanlardan sonra, en az yarım saat bekletilerek yola
getirilmek ve onlara muhtaç olduğunuzu kabul ettiğiniz bu yarım
saatin ardından hizmetlerinizi bu saygı değer şempanzeye sunmak.
Bu konu çok uzadı iş yerimin bana hatırlattığı diğer bir şey ise
üniversitedeki hocalarımdan biri olan Şükrü HASCAN. Hep şöyle
derdi:
“Çocuklar bakın! Burada teoriyi öğreneceksiniz. Stajınızı yaparken
pratiği ve bu okul bittiğinde biz sizleri iş hayatına atılmaya hazır
bireyler
olarak
endüstrimizin
hizmetine
sunacağız.
Ben
üniversitedeyken gece 3 lere kadar çalışır, gece 3 te arkadaşlarımla
dışarı çıkar çorbacıda çorba içer sonra geri gelir tekrar çalışırdım.
Ben üniversitedeyken böyle imkanlarda yoktu üstelik…”
Off! Şimdi bile kendimi sınıfta gibi hissettim. Her neyse şimdilik iş
başına. Konuşmamız biraz bekleyecek.
7
Saat 10.00 patron bey bana doğru geliyor bakalım ne yumurtlayacak.
“Fuat Bey sizden geçen hafta istediğim raporlar hazır mı?”
“Elbette Ersin Bey buyurun”
“Hmm… İnceleyip eksikler var mı kontrol ederim. Ayrıca şu
dosyalarıda inceleyip saat 4’e kadar raporlarını hazırlayın”
( Yuh! Ohaaa! Hayvan herif yavaş)
“Elimden geleni yaparım efendim”
“Elinizden geleni istemiyorum raporları istiyorum Fuat Bey, saat 4’te
bitmiş olsun (Bunları söylerken bile gülümseye biliyor). Bugünlerde
durgunsunuz biraz hasta falan mısınız? Kendinize dikkat edin!”
Cevap vermemi bile beklemedi salak herif. İşte size yönetici çalışan
uyumu!!
Saat 19.00. Paydos! Hoşça kal bilgisayarım, hoşça kalın yüzüne
gülmek zorunda olduğum sığ insanlar umarım yarın görüşmeyiz, (
desem de bunun olmayacağını biliyorum) hoşça kal beton yığını. Hay
Allah! Cep telefonum çalıyor. Bu kim ki acaba?
- Alo?
- Alo Fuat
- Yasemin!?!
——————————————————————————————
Beyoğlu’nu İstanbul’a geldim geleli sevmişimdir. Burası İstanbul’un
gerçek yüzlerinden birini yansıtır. Diğer yüzünü ise Bağcılar,
Bakırköy ya da daha ilerilere giderseniz, Zeytinburnu veya artık
İstanbulun sonu olarak düşünebileceğiniz Altınşehir gibi yerlerde
görebilirsiniz. Buralarda ara sokaklarda; delikanlıları, namuslu ama
gözü dışarda güzel kızları, balkonlarda yapılan komşu
muhabbetlerini görebilirsiniz. Gerçi artık buralar bile değişti. Şehrin
insanları birbirinden uzaklaştıran etkisi bu “metropol”ü iyiden iyiye
sardı artık. Köylerini terkedip “Taşı toprağı altın” diye buraya gelenler
şu anda köydeki hallerinden bile daha sefil durumlarda yaşıyorlar. Bu
8
konu “köyden kente göçün analizi” olarak ele alınmalı ki o da benim
işim değil, sosyologlar uğraşsın bununla. Bildiğim tek bir şey varsa o
da varoşların, sokakların beni etkilediğidir. Bu etkilenme varoşlarda
yaşamak istediğim anlamına gelmiyor. Buralarda ben hayatta
kalamazdım sanırım. Buralardaki gerçek hayat koşullarını
görebilseydiniz ne demek istediğimi anlardınız.
Her neyse şu an konumuz Beyoğlu. Hatta Taksim, İstiklal Caddesi.
Burayı seviyorum çünkü burada İstanbul’un her yerinden insan
eğlenmeye kafa dağıtmaya gelir. Geceleri burası hiç kimse için tekin
değildir; tinerciler, uyuşturucu satucuları, mafya burada İstanbul’un
pisliği olarak adlandıracağınız herşey mevcut. Ayrıca insan tipi olarak
en zengin yer de burasıdır; tikiler, hippiler, solcular, sağcılar,
milliyetçiler, dinciler, ve suya sabuna dokunmayan sıradan
vatandaşlar hepsi mutlaka buraya uğrar.
Gideceğim yer İstiklaldeki cafe bar tarzı çeşit çeşit dükkanlardan biri.
Evet, Yasemin’in verdiği tarife göre burası olmalı. Şu an kapıdan içeri
giriyorum. Burayı tarif etmiyeceğim çünkü amacım sizi bilgilendirmek
değil sadece kendi hikayemi anlatıyorum ben. Burası bambaşka bir
yerde olsaydı bile şuan duyduğum heyecan değişmiyecekti. Çünkü
şu an benim için önemli olan şey buranın nasıl bir mekan olduğu
değil Yasemin’in benimle ne konuşacağı. Eğer buranın nasıl bir yer
olduğunu çok merak edenleriniz varsa İstiklaldeki bir kafe-bara gidin;
herhangi birine; işte burası orasıdır.
Yasemin en ücra köşedeki masada oturuyor. Kalp atışlarım hızlandı
sanki. Dikkatimi toparlayamamaktan korkuyorum konuşurken. Beni
gördü; derin bir nefes almalıyım. İşte başlıyoruz.
- Merhaba hoşgeldin. Kusura bakma ya böyle aniden çağırdım seni.
- Bence şu kusura bakma lafını daha az kullanmalısın. Kusura filan
baktığım yok. Ayrıca iş çıkışı iyi oldu benim için de.
- Nasılsın? Nasıl geçti günün?
- Nasıl olacak? Yorucu, sıkıcı, hayattan bezdirici hatta. (Sonuncuyu
-
söylerken gülümsüyorum, böyle
gülümsediğimi hiç sormayın)
Çok iyi anlıyorum seni.
bir
sözden
sonra
nasıl
Bir an sessizlik, sabahki davranışını açıklamak istiyor biliyorum ama
sözcük bulamıyor. Bende ona bu konuda yardımcı olamayacağım.
9
- Bak Fuat... Tahmin edeceğin gibi seni havadan sudan konuşmaya
çağırmadım.
Yasemin’in bu özelliğini seviyorum. Lafı uzatmaz, dolandırmaz,
söyleyeceğini doğrudan ve elindeki en sağlam delillerle söyler. Ve
bunu yaparken bakışları adeta karşısındakini delecek kadar
keskindir.
- Yasemin bana hiç bir şey açıklamak zorunda değilsin. Öyle
-
istemişsindir öyle olmuştur, senin yaptıklarını sorgulayacak,
bunları senin için problem haline getirecek değilim.
Sana birşey açıklamak zorunda olmadığımı biliyorum. Ama bu
açıklamayı yapmayı istiyorum. Senin en beğendiğim özelliğin bu
işte insanların üzerine gidip onları zorlamıyorsun. Herkes kendisini
birilerine kanıtlama gereği duyarken sen sadece olduğun kişisin.
Takıntıların, komplekslerin yok...
(Takıntılarım yok mu? Hadi ordan!)
- Teşekkür ederim...
- Bak bu sabah için gerçekten özür dilerim.
(Evet, hoş geldin vicdan azabı)
- Özür dilemek zorunda değilsin vicdan azabı çekmeni de...
- Hayır, vicdan azabı falan çekmiyorum. Dün gece yaptıklarımdan
-
pişman değilim. Pişman olduğum şey bu sabah kararlı
olamayışım. Seni öylece bırakıp gittim, kim bilir neler düşündün
benim hakkımda. Oysa istediğim seni bırakmak değildi. Sadece
aklım karıştı, ne yapacağımı bilemedim. Çünkü senin neler
hissettiğini hiç sormadım. Veya senin beni nasıl gördüğünü. Belki
de sen aramızdakileri sadece dün geceki saatler olarak görmek
istiyorsundur bunu da anlarım…
Hop hop. Orda dur bakalım. Şimdi beni kızdırıyosun ama! Ben
asla, hiç kimseyi bir gecelik, yatakta geçen bir ilişki olarak
görmedim ve görmem de.
Özür dilerim demek istediğim o değildi, kesinlikle onu kastetmedim
inan bana.
10
(Gözlerime inanamıyorum. Yasemin kelimeleri bir araya getiremiyor.
Anlatacağı şeyi anlatamıyor. Anlatması bu kadar zor olan ne olabilir
ki? Hayır, kesinlikle düşündüğünüz şey olamaz. Tamam Yasemin
bana karşı her zaman iyi davrandı ama bu “o duygu”nun göstergesi
olamaz, olmamalı)
- Fuat ben...
(HAYIR!)
Giderek bana doğru yaklaşıyor. Gözlerini bir an olsun gözlerimden
ayırmıyor. Gözlerini kırpmıyor bile. Ellerini nereye koyacağını
bilemiyor sanırım, elleri oynayıp duruyor. Gözleri kapandı, artık
soluğunu duyabiliyorum. İki insanın dudaklarının birleştiği kısa bir an.
Bir saniye bile değil belki ama, o kadar uzun ki ve o kadar kutsal bir
havası var ki. Ama tüm kutsallığın içinde ben varım; bir günahkar.
Gözlerim hala açık onu izliyorum. O şevkatle beni öpüyor bense
sadece şehvetle dolu… Dudaklarını dudaklarımdan ayırıp bir soluk
mesafesinde gözlerime bakıyor şu an. Tanrım azabıma son ver, şu
an al canımı!
- Ben... Seni seviyorum.
İşten çıkıyorsunuz. Yorgun bir şekilde ve sizi ortada bırakmasına
aldırmadan böyle bir insanla buluşmaya geliyorsunuz ve size olan
acıma duygusunu sevgi diye size yutturmaya çalışmasına tanık
oluyorsunuz. Hayır efendim ben buna katlanacak değilim.
- Yasemin bence sen ne hissettiğini bilmiyorsun. Bana karşı
-
duyabileceğin his acımadan başka bir şey olamaz ve benim de
buna ihtiyacım yok çok sağol.
Hayır öyle değil…
Evet öyle Yasemin. Ben sana güvenebileceğimi sanmıştım, oysa
şimdi görüyorum ki sende beni sadece diğerlerinin gördüğü gibi
görüyorsun. Bu konuşmaya daha fazla devam etmek istemiyorum.
Masadan nasıl kalktım? O ağır kapıyı itmek için sarf ettiğim efforu
nasıl hatırlamam. Kalbim yerinden fırlamak üzere. İstiklalin girişine
kadar ne zaman yürüdüm. Tüm bu insanlardan nefret ediyorum.
Üzerime üzerime yürüyen kalabalıktan nefret ediyorum. Bu insanların
11
hiç mi evi yok niye evlerinde oturmuyorlar. Böyle bir şey asla
olmamalıydı. Bu konuşma asla yaşanmamalıydı. Yaseminle asla
tanışmamalıydım. Ona asla bu şekilde ilgi göstermemem gerekirdi.
Onun benden daha iyilerini hak ettiği gerçeği bir yana sırf bana
acıdığı için asla böyle bir şeye kalkışmamalıydı. Neden böyle yaptı?
Neden? Tinercilerden nefret ediyorum, travestilerden, bu bin bir çeşit
insandan nefret ediyorum. Kendimden nefret ediyorum. Ona bunu
yaptığım için kendimden daha da nefret ediyorum. Burası geceleri
hiç kimse için tekin değildir. Hiç kimse için. Tinerciler yolunuzu keser,
travestiler laf atar. Aslında bu insanlar dışlanmış ruhlardan başka bir
şey değil ama insanın en tehlikeli hali bu dışlanmış halidir. Ya başına
bir şey gelirse. Ya kötü bir şey olursa? Ya yaşadığı vicdan azabıyla
daha kötü bir şey yaparsa? Onu burada böyle bırakamam. Her ne
olursa olsun onu burda bırakamam. Onu burada bu şekilde bırakmak
istemiyorum. Geri dönüyorum. Ne ara tekrar bu kapının önüne
geldim? Kafe tıpkı bıraktığım gibi içersi hala kalabalık değil. Yasemin
aynı masada, başı ellerinde. Ağlıyor. Tanrıça görünümlü bu insanın
ağlamasına tanık olacağımı hiç düşünmezdim. Üstelik benim için.
Neden böyle oldu? Neden çekip gidemedim? Tüm hıncıma, tüm
sinirime rağmen neden burada masanın başındayım tekrar. Yasemin
birinin başında beklediğini fark etti. Başını yavaşça kaldırdı. Gözleri
hala ıslak. Gülümsemesini istiyorum oysa ki. Mutlu olmasını. Yüzüne
pişmanlıkla hafifçe gülümsüyorum. Evet, pişmanım ona böyle
davrandığım için köpek gibi pişmanım ama nedenini hala bilmiyorum.
Böyle olmamalı. Yavaşça elimi uzatıyorum eline, anlam veremeyerek
bakıyor. Elinden tutup kalkmasını işaret ediyorum. Taksim, dolmuş,
Beşiktaş, ev. Hiç konuşmadan gidiyoruz. Burası benim inim ve
Yasemin tekrar burada. Ona sarılmak istiyorum. O önce davranıyor.
Kulağına yavaşça fısıldıyorum “Özür dilerim”, “ Önemli değil”
Hiç kimse bu davranışımı bu kadar kolay affetmezdi. Beni nasıl
seviyor olabilir, nasıl? Artık sorular yok artık sadece o kalmalı, aklımı
boşaltmak istiyorum hiç bir şey düşünmemek. Böyle sürsün istiyorum
sadece.
——————————————————————————————
Son birkaç haftadır sağlığımdan ciddi şekilde endişe duyuyorum.
Daha doğrusu son birkaç haftadaki halimi düşünerek, şu an
sağlığımdan endişe duyuyorum. Sürekli öksürüyor, geceleri kusuyor
ve uyuyamıyorum. Eskiden olsa "hayatın cilveleri" der geçerdim ama
12
şimdi sağlığıma dikkat etmem gerektiğini hissediyorum. Evet, itiraf
etmeliyim; bu iki gram sağduyudan yoksun mahlukta bazı konulara
daha hassas yaklaşma eğilimi doğuyor. Tabi doğal olarak bu eğilim,
beraberinde pişmanlığı da getiriyor ama eski günler için üzülecek
halde değilim şuan. Bu sabah kendimi daha farklı hissediyorum. İçimi
bir sıcaklık kaplamış sanki. Bu kış gününde, pek zor ısınan evimde,
üstüm yarı çıplak oturabiliyorum. Tüm bu farklı hislerin bir anda
ortaya çıkması garip ama elbette sebepsiz değil. Ve, o sebep şu
anda tam karşımda uyumakta. Peş peşe tespitler yapmakta üstüme
yoktur. Hayatımın, duygularımın değişmekte olduğunu tespit
edebiliyorum. Pek yakında davranışlarımın da değişeceklerini tespit
etmiş bulunuyorum. Sizler; ”Ne var yani bunda, insan hayatında
değişimler olduğunda bunu elbette anlayacaktır” diyebilirsiniz. Ama
ben öyle düşünmüyorum. Pek az insan hayatındaki değişikleri tespit
eder ve onlar üzerine düşünür. Genelde insanların yaşamı olayları
sadece yaşamak ve sonuçları görmek üzerine kuruludur. İnsanlar
yaşadıkları olaylar üzerine kafa yormak istemezler. Daha doğrusu
olaylar üzerine düşünmek için pek az insanın zamanı vardır.
Herkesin yetişmesi gereken yerler var. Kimileri işine yetişmeli,
kimileri evine yetişmeli, kimileri okuluna yetişmeli, kimileri namaza…
bu liste uzar gider. Ama pek az insan bu koşuşturmanın içinde bir an
durup halini veya etrafında olanları düşünmeye zaman ayırır. Gerçi
hangisi daha iyi bilmiyorum bazen düşünmek insanı çok yoruyor,
belki de iyi diye bir şey yoktur da, sadece bu böyledir.
Bu öksürük beni öldürecek!
Annem, bundan 3 sene önce, 55 yaşında ölmüştü. Akciğer kanseri.
Bu dünyadaki son 15 senesini günde üç paket sigarayla geçirdi.
Bunu söylerken gayet ciddiyim. Yani annem yalnızdı ve neredeyse
tek arkadaşı sigaraydı. Babam, annemden boşanıp bir sene sonra
yeni eşiyle İzmir’e yerleşti. Şu ana dek onların hayatı “...ve sonsuza
kadar mutlu yaşadılar” tadında sürüyor. En azından ben öyle
biliyorum. Babam annemin cenazesine o kadını da getirmişti.
Cenazeden sonra oturup konuşmak istemişlerdi. Oturduk, bir şeyler
anlattılar eminim, ama o konuşmadan tek bir kelime bile
hatırlamıyorum. Zira o esnada ben niçin ağlayamadığımı
düşünmekle meşguldüm. Her ne kadar annemle pek iyi anlaşamasak
da, o benim annemdi. Onu çok seviyordum. Ama ne ölüm haberini
aldığımda, ne onu morgdan aldığımızda, ne de cenazede üzerine
toprak atarken ağlayabildim. Şu an kendimi adeta onun için hiçbir
13
şey yapmamış gibi hissediyorum. Kardeşim başını omzuma dayamış
ağlarken ben öylece tabuta bakıyordum. Gidip annemi ziyaret
edeceğim en kısa zamanda, bunu ertelememem gerekli, hatta çok
önceden gitmeliydim.
Kardeşim şu an da İzmir’de üniversitede. Onunla konuşmayalı da
nerdeyse hafta oluyor. Aslında bir hafta sonu onu da ziyarete
gitmeliyim. Onu çok özlüyorum belki de herkesten çok ona ihtiyacım
var şu an.
Saat geç olmuş artık hazırlansam iyi olacak, yoksa işe geç
kalacağım.
-
Günaydın!
Aa sen uyanık mıydın?
Hayır, yeni uyandım. Sen ne zamandır orada oturuyorsun öyle?
Valla hiç bilmiyorum, dalmış gitmişim. Hazırlanmam lazım işe geç
kalacağım yoksa.
Yasemin çantasına uzanarak sigara paketini çıkardı. Ben 3 senedir
sigara içmiyorum. Sigarasını ağzına götürüp çakıyor çakmağı. Birinci
kez, ikinci kez, üçüncü kez… o, çakmağı her çakışında ben, adeta
kafama vuruluyormuş gibi kendimi kaybediyorum. Görüntü giderek
uzaklaşıyor.
- Kül tablan var mı?
- Mutfakta olacaktı bir tane, bir dakika getireyim.
Kim bilir hangi dolabın içinde. Dolapları tek tek baktım ama hiç
birinde yok. Hah! İşte! Kullanmadığım tabakların arkasında. Fakat
küllüğü ona götürmek üzere geri döneceğim sırada o çoktan mutfağa
gelmiş bile. Üzerinde benim gömleğim var ve bir de iç çamaşırı. Bu
hep böyle mi olacak. O sürekli burada kalacak ve ben de sürekli bu
manzaralarla mı karşılaşacağım? Dolabı karıştırıyor ve yiyecek bir
şeyler çıkarıyor. Benim ise giyinmem gerekli. Kül tablasını mutfak
masasına bırakıp tekrar yatak odasına gidiyorum. En temiz görünen
gömleğimi, rengi ona uymayan, en temiz görünen pantolonumu ve
ikisiyle de alakasız, en temiz görünen montumu giyiyorum. Mutfağa
döndüğümde Yasemin, sallama çay poşetiyle kupanın içinde balık
tutuyor.
14
- Anahtar sende kalsın. Akşam görüşürüz, senden alırım yada
beraber geliriz eve.
- Aa! Sen ne çabuk giyindin.
- Mecburen geç kalmak üzereyim.
- Tamam canım! Çık sen. Kolay gelsin, ararsın beni çıkınca
buluşuruz bi’yerde.
- Tamam hadi görüşürüz.
Beni kendine doğru çekiyor. Ve bir hoşça kal öpücüğü…
Bugün otobüste sıkılmadım hiç. Halbuki trafik her zamankinden daha
iyi değildi. Oturanların gazetelerini okumadım. Bir kazaya da
rastlamadım. Asansöre bindiğimde elimden geldiğince herkesin
yüzüne bakarak "Günaydın" dedim. Hiçbir karşılık almasam da.
Masama oturdum. Bugün her zamankinden daha çok istiyorum iş
vaktinin geçmesini.
Masamda ufak bir radyom var. Zamanın daha hızlı geçmesini
istersem onu açarım hep. Radyoda güzel müzikler olduğu için değil.
Tam tersine en boktan şeyler çalan radyoları dinleyerek başlarım
güne. İşimi yapmaya koyulduğumda adını ilk kez duyduğum bir
arabesk “sanatçısı” bir şarkı okumaya başlıyor. İş arkadaşlarım (eğer
onlarla yeterince muhabbet kursaydım) çok kötü bir müzik zevkim
olduğunu söylerlerdi herhalde. İşlerime başlamalıyım, şu ufak maili
bitirdikten sonra radyonun kanalını değiştireceğim. Allah'ım böyle
adamların müzik yapmalarına izin verilmemeli.
Hay Allah mail bir türlü bitmediği gibi şarkı da bitmiyor bir türlü.
Ohh be! sonunda bitti mail artık şu kanalı değiştirelim. Vazgeçtim,
haberler başladı. Bakalım neler olmuş.
Savaş haberleri, enflasyon, İstanbul’un trafik çilesi… bir tek neşeli
haber yok. Magazin haberlerine geçti. Zaten bu hep bu sırayla gider.
Felaket tellallığı ardından vitrindeki renkli ürünler. Tabi ki hemen
sonra vahşet haberleri gelecek. Bence verilmek istenen mesaj şu:
“Siz oradakiler! Ülkenin ve dünyanın çivisini çıkardık ama merak
etmeyin bakın bizler sayesinde eğer çok çabalarsanız sizde böyle
renkli bir hayat sürebilirsiniz, ama eğer bunu başaramazsanız da
15
şükredin, zira birileri sizi bu şekilde kesebilirdi.” Hepsi tamamen
insanları sindirmeye yönelik iğrenç ve can sıkıcı haberler. Evet işte,
şimdi vahşet haberleri başladı.
“Sayın dinleyiciler, şimdi ise ibret verici bir öyküyü sizlere sunuyoruz.
Taksim de bir travesti kendisini taciz etmeye çalışan vatandaşı 24
yerinden bıçaklayarak öldürdü. Görgü tanıklarının anlattıklarına
göre…”
Size söylemiştim, Taksim geceleri hiç kimse için tekin değildir. Radyo
spikerinin sesi hem “travesti” derken aşağılayıcı bir tavır takınıyor,
hem de ona taciz etmeye çalışan adamdan bahsettikçe daha da
tiksindiğini belli etmeye çalışıyor adeta. Belki de içinden “Bu
travestiler zaten ahlaksızlığın kökü, bir de gidip bunlara asılan,
bunlarla tatmin olan insanlar var. Yo yo bunlar insan olamaz” diye
düşünüyordur. Elbette tüm bunları düşünürken düzgün Türkçesini de
bozmayacaktır. İnsanlar sürekli olarak eşcinselliği veya farklı cinsel
eğilimleri bir kusur, bir hastalık olarak görüyorlar. Bu bakış açısının
bizzat kendisinin mide bulandırıcı olduğundan bahsetmeyeceğim
bile. Üstelik eşcinsellerin toplumda önemli bir mevki edinemeyeceği
düşünülür, oysa ki bu büyük bir yanlış. Patronum bir eşcinsel. Evet,
gerçekten biliyorum bunu . Onu yine Taksim'deki bir gay bardan
çıkarken gördüm, üstelik bir adamın elinden tutmuş, öpüşüyorlardı.
Şok edici bir durum! Hiç beklememiştim. Sanırım o da beni görmeyi
beklememişti. Sonra ben onu görmezden geldim, o da beni. Hiçbir
zaman da bu konuyu açmadık.
İşte iti an çomağı hazırla.
Saat 11.30 ve beyimiz yeni teşrif ediyor.
- Günaydın Ersin Bey
- Günaydın Fuat Bey
Bir insanın her gün aynı şeyleri aynı sırayla yapması bana çok tuhaf
gelmiştir hep. Patronum her zaman olduğu gibi ilk iş olarak çantasını
masasının yanına koydu ve hemen ardından bilgisayarın düğmesine
dokunuverdi. Bilgisayar açılırken, o da paltosunu astı. Ardından
şirketin ağına bağlanmak için bir iki yere tıklayıp, kendisine kahve
almak üzere odasından dışarı çıkarak, kahve makinesinin olduğu
yere, yani bizlerin yanına geldi. Ona göre bu bir eşitlik ifadesi. Her
16
gün kahvesini almak için bizim yanımıza kadar gelmesi yeni nesil
şirket politikalarında yöneticinin çalışanlarla kendini bir tuttuğunun,
onlara yakınlaşmak istediğinin bir göstergesidir.
- Fuat Bey size dün verdiğin kayıtların raporlarını verirseniz
sevinirim. Bugün adamlarla toplantımız var.
Bana verdiği kayıtlar. Ben onları raporlamadım ki yarım kalmıştı ve
eve de götürmedim. İşte şimdi ağzıma …
- Fuat Bey? Niçin öyle bakakaldınız?
- O raporlar henüz bitmedi Ersin Bey, bana bugüne yetiştirmem
gerektiğini söylememiştiniz
- Nasıl olur Fuat Bey? Siz bilmiyor musunuz adamlarla bugün
görüşme olduğunu? Bu işin bizim için çok önemli olduğunu?
- Eğer bana söylemezseniz nereden bilebilirim ki?
- Eğer bu şirketin bir parçası olmak istiyorsanız, böyle şeylerden
haberiniz olmalı. İlla her şeyi size ben söyleyemem ya.
- Yetiştirmem gereken daha pek çok dosya vardı onlarla…
(Patronun her zaman söz kesme hakkı vardır diye bir kural mı var?)
- Ben onu bunu bilmem. Şimdi ben bu adamlara ne diyeceğim. Bu iş
bizim için çok önemli. Diğer dosyalarınızı da tamamlayamadınız.
Fuat Bey ciddi anlamda kendinize çeki düzen vermelisiniz.
Verimliliğinizden eser kalmadı.
"Hay ben senin verimliliğine sokayım Allah'ın homosu", diyemem
elbette.
"Raporlarını al da kıymetli müşterilerinin götüne sok", da diyemem.
"Eğer bana kafam rahat bir hayat sürebileceğim kadar maaş veriyor
olsaydın, belki bin bir türlü derdimin arasında amınakodumun
raporlarını düşünmeme fırsat kalabilirdi", hiç diyemem. O yüzden de
diyebileceğim tek şeyi dedim Ersin denen götoşa
- Misafirlerimiz gelmeden hazırlarım Ersin Bey
17
Ne düşündüğünüz umurumda değil. İşime ihtiyacım var. Gururumu
görmezden gelip bu kaşık suratlı herifin ağzından çıkan her şeyi
yapmak demek olsa bile. Anlattıklarımı takip edin biraz. İş
görüşmemi anlatmıştım size onu hatırlayın.
Neyse ki belirli bir süreden sonra bu tarz raporlar hazırlamak bir
omurilik refleksinden farksız. Tek sıkıntı zaman olsa da, üstünden
kalkılmayacak gibi değil. İş yerinde her zaman rölantide çalışmaya
inanırım ama kendimi riske atacak kadar değil. Bu tarz acil işlerde işi
bir an önce bitirip yerine koymak en iyisi.
Raporlar yetişir, müşteriler gelir gider, ters şeyler söylenmemiş, koca
koca adamlar azarlanmamış gibi devam eder hayat ofisimde. Mesai
saati bittiğinde ise işte yine o mutlu his. Hoşçakal gay patronum,
hoşçakalın ofiste bağırışmalar duyunca sessizce yere bakan
insanlar, hoşçakal arabesk sever radyom. Merhaba cep telefonum.
-
Alo, Yasemin?
Ofis kuşu naber?
Ofis kuşu kafesten havalandı. Neredesin?
Kamil’deyim
Kamil de kim?
Hahahaha... Kamil kim mi? Ne o hemen kıskançlığa mı başladık?
Yok da... ne biliyim…
Şaka şaka ciddiye alma hemen. Esas soru Kamil kim değil, Kamil
neresi olacaktı. Taksim'de Kamil bardayım.
Nerede orası?
Asmalı'da. Tünelin çaprazındaki sokağı takip edince sağda.
Tamam geliyorum hemen.
Bekliyorum canım. Görüşürüz.
Görüşürüz.
İş çıkışı saatinde Metro bir sardunya kutusu gibidir. İstanbul'da
yaşıyorsanız zaten bunu bilirsiniz. Hepimizi bir güzel tuzlayıp, bol
limonla, birkaç ay orada bekletseniz kapıları tekrar açtığınızda
servise hazır oluruz. Taksim ise iş çıkışı, iş girişi ayırdetmeksizin
kalabalıktır. Haftasonu kadar mahşeri kalabalık değil belki ama
kalabalık yine de. Sardalya mantığını İstanbul'da hayatın neredeyse
her yerinde görebilirsiniz.
18
Meydan'da inip hızlı adımlarla yürümeye başlıyorum İstiklal
caddesinin kalabalığında. Sağımdan, solumdan insanlar geçiyor,
sokağa dik yürüyenler önümü kesiyor, arkamdan geçiyor. Bir insan
selinin ortasında yolunu bulmaya çalışan tek bir adamdan başka bir
şey değilim. Tek bir adamdan olmaktan çıkıp, bir ikilinin parçası
olacağım yere ulaşabilmek için hızla yürüyorum. Sonra çok sıradan,
belki de İstanbul'un pek çok köşesinde hazırlıklı olmanız gereken bir
şey oluyor. Bir tinerci geçiyor önüme.
- Abi bana bir ekmek alsana be...
Yüz verirsen astarını ister. Boşver devam et. Aldırmadan yanından
geçip yürümeye devam ediyorum.
- Hadi be güzel abim be. Açım abiiii
Konuşursan iyice tepene çıkar. Boşver devam et. Yanımda
yürümeye başlıyor ben dümdüz karşıya bakıyorum. Galatasaray'ı
geçerken hala yanıbaşımda yalvarıyor.
- Abi kaç gündür yemek yedim. Açım abi. Ne olur!
Buraya kadar geldin, şimdi konuşmak olmaz. Sadece devam et
birazdan vazgeçip gider ne de olsa.
- Abi kardeşlerim var, onlar da aç abiii. Ne olur bir ekmek alsan.
Tünele kadar böyle devam ediyor bu. Farklı sözler, farklı açıklamalar
ve sonunda hep "Ne olur abiiii".
-
Aabiii duymuyor musun abi bak açım diyorum ne olur?
…
Abi bak bir bana ne olur... Bir bak yüzüme…
…
Abiii çok açım... Bir bak bana ne olur!
…
Bak bir bana ne olursun, bak bana…
…
19
Ağlamaya başlıyor, yavaşlıyor yanımda, geride kalıyor. Dönüp
bakmıyorum. Devam etmeliyim yoksa... Birden bir bağırtı geliyor
arkamdan.
- Buradayım ulan! Buradayım! Niye bakmıyorsunuz bana! İnsanım
lan ben! Buradayım lan! Niye duymuyorsunuz beni!
Bakmadan devam ediyorum. Elimden bir şey gelmez. Ben
kendi hayatımı düzene oturtmaya çalışırken, kayıp bir insana bir
yardımım olmaz…
Derken biri omzumdan tutuyor.
Dönüp geri bakıyorum ve baktığım gibi de pişman oluyorum
arkama döndüğüme. Taksim geceleri kimse için tekin değildir.
Arkamı döndüğümde gördüğüm tek şey; sımsıkı kapanmış kirli bir
elin oluşturduğu ve artık kaçamayacağım bir yumruğun suratıma
yaklaşmakta olduğu. Gözlerim bir anlığına açılıp kapandığında, bir
başka yumruk son hız bana doğru geliyor. Hayatımda hiç kavga
etmedim, hiç gerek olmadı. Dişlerim, yanığımı parçalıyor adeta.
Etraftakiler hala şaşkın, bakınıyorlar. Yere yığıldım sanırım veya
arkamda bir duvar var. Sırtımın sert bir yere yaslı oluğunu
hissedebiliyorum sadece. Daha 15 yaşında ya var ya yok, tinerci
çocuk, saçlarımdan tutarak başımı bu sert zemine birkaç defa
vuruyor. Gözlerimi açamıyorum. Zorluyorum ama olmuyor. Ne kadar
uğraştım bunun için bilmiyorum ama sonunda gözlerimi açtığımda
keşke açmasaydım diye düşünüyorum. Çünkü senelerdir
aşındırdığım kaldırım taşlarından biri bu genç tinercinin ellerinde
göğsüme doğru iniyor. Artık bilinç yok, ya da bana öyle geldi. İnsanın
gözlerini açamaması hali gerçekten de etrafındaki olaylardan kesin
bir soyutlanmayı sağlamıyor. Ama sanırım dışarıda olanlar da çok
umurunuzda olmuyor bu noktada.
Şu birkaç dakikada bir gün öleceğimi düşündüm. Öleceğim. Eğer bir
insan öleceğini düşünürse, kısa bir an için bile olsa bunu yaparsa,
neden dünyaya geldiğini de düşünür. Kendi varlığını sorgular.
Nerenden geldiğini? Nereye ulaştığını? Ve nereye ulaşması
gerektiğini. Gerçekten var olup olmadığını muhakeme eder. Bu hep
böyledir. Toplumlar için bile geçerlidir bu. Ne zamanki belli bir kültür,
20
belli bir medeniyet veya belli bir felsefe ölmeye yüz tutsa, özüne
bakmayı ve orada iyi bir şeyler bularak daha fazla yaşamasını haklı
çıkarmayı amaçlar.
Türkler Avrupa’ya akın akın ilerlediklerinde Avrupa da olan şey de
budur. İnsanlar bir yandan “Türkler geliyor, kaçın!” diye bağırırken,
bir yandan da çok yakında medeniyetlerinin kaybolacağını
düşündükleri için, medeniyetlerinin aslının ne olduğunu bulmaya,
varlıklarını sorgulamaya başladılar. Bunu yaparken felsefeyi tekrar
keşfettiler. Yepyeni bir dünya görüşü yarattılar. Özlerini (veya o
olduğunu iddia ettikleri şeyi) keşfederek Rönesansı, bir yeniden
doğuşu yaşadılar. Ve ancak o zaman ölümden korkmaktan vazgeçip
yaşama bağlanmayı başardılar.
Tıpkı toplumlar gibi, insanlarda ancak bir rönesansla yaşama tekrar
bağlanabilirler.
Gözlerim ağrıyor açamıyorum bir türlü, bu ışık beni deli edecek.
Hafifçe bir aralıktan Yasemini görüyorum. Hareketlerine bakılırsa
volta atıyor, bu ufak beyaz odada.
- Neredeyiz?
- Hastanede! Canım n’olursun yorma kendini… Seni çok seviyorum.
- Ben de seni.
Bunun cevabını ancak o verebilir. Ona sormak zorundayım. Hala
gücüm varken.
- Yasemin? Benim için bir Rönesans yada yeniden doğuş olacak mı?
Cevap vermiyor. Eli yavaşça kayıyor elimden.
21
www.fabulanonvera.com
www.facebook.com/fabulanonvera
@fabula_non_vera
https://instagram.com/fabulanonvera/
youtube/fabulanonvera
22