Çocukluğum ve Kilis - Mustafa

Transkript

Çocukluğum ve Kilis - Mustafa
Çocukluğum
ve Kilis
M. Orhan ÖZOĞUZ
1
2
Önsöz
İnsanlar ihtiyarlayınca eski hatıraları düşünmekten çok hoşlanıyorlar. Hatta öyle
ki bazen dün ne yediğini, kiminle konuştuğunu unutuyor da çocuklukta
ezberlediği şiiri hatırlıyor. Hatırladıkça da etrafındakilere anlatmak istiyor.
Çeneleri de düştüğü için devamlı aynı şeyleri tekrarlamakla dinleyenleri de
herhalde bıktırıyorlar. Ben de ya fazla konuşmaktan yorulduğum için
tembellikten, ya da kendimin başkalarından çektiğimi yeni gençlere
çektirmemek için yazmaya karar verdim. Böylece şimdilik hatırlayabildiklerimi
not etmiş olacağım. Hiç olmazsa ileride hafızam zayıflarsa bende okur, eski
hatıraları yenilerim, diye düşündüm. Bunu söylerken aklıma bir hikaye geldi.
Vaktiyle herkes olcuma yazma bilmediği için çok yerde arzuhalciler vardı.
Adamın birisi bir arzuhalciye gidip oğluna bir mektup yazdırıp, yardım istemek
için müracaat etmiş. Adam bunu dinledikten sonra yazmış. Yazdığım tamam mı
diye okuyunca adam ağlamaya başlamış. Arzuhalci
- Niçin ağlıyorsun diye sormuş. Adam
- Meğer başıma neler gelmişte ben bilmiyormuşum demiş. Kim bilir belki
bende ileride okurken, başıma neler gelmiş diye, ağlarım.
Başkası da okurken sıkılırsa bırakır, hiç kimseyi dinlemek için sıkıntıya
sokmayacağım. Bilhassa karşımdakinin de sıkıldığını saklamaya çalışmasını
veya beni, isteyerek veya istemeyerek, kırmasını önlemiş olurum diye
düşündüm. Yine de inşallah okuyanları bıktırmamayı veya ağlatmamayı ümit ve
temenni ediyorum.
Bu vesile ile ebediyete intikal etmişlerin rahmetle anılmasına vesile olursam
çok mesut olacağım. Kilis’i de birazcık olsun anlatabildimse, doğduğum yere
karşı olan borcumdan kurtulmanın huzurunu duyacağım.
Saygılarımla
M. Orhan Özoğuz
3
Altmış küsur seneden sonra çocukluğumu hatırlamak için zihnimi zorladığımda
bir kaç hatıradan başka pek fazla bir şey hatırlayamadığımı gördüm. Halbuki
çocuklarıma nasıl bir aileden geldiğimizi, bizim devrimizde neler çektiğimizi
nasıl yaşadığımızı anlatmak çok isterim. Ayrıca herkes gördüğü hayatı biliyor
ve hayat sadece ve hep öyleymiş zannediyor. Halbuki, çok defa başka durumlar
da yaşamış kimselerin verdiği kararlan bugünün düşüncesiyle karşılaştırırsanız,
edinilen kanaatler yanlış oluyor. Bir çok hadiseyi iyi anlayabilmek için o devri
yaşamak lazım. Bugün ben de geçmişteki bazı kararlarımı beğenmiyor veya
gülüyorum. Fakat o gün inanarak o karan verdiğimi de biliyorum.
Aile bakımından nasıl bir aileden geldiğimi hep merak ederdim. Çok şükür
sağlıklarında Ali amcam, babam, Abdullah amcam ve bilhassa Hecaz Erol
beyden oldukça tafsilat toplamıştım.
Son olarak da babamın dayısı oğlu, Mennan Gökçeimamdan son düzeltmeleri
yapmak imkanım oldu. Bunların ışığında oldukça hakikate yakın bir tablo
çıkarabildim. Bence insan gerek aile olarak, gerek millet olarak nereden
geldiğini bilmesi gerekir inancındayım. Dününü bilmeyen bir insanın bugünkü
olaylar karşısında sıhhatli bir karara varacağına inanmıyorum.
Baba tarafından ailem Hammal İsmail zadelerdi. Bu ismin nereden geldiğini
araştırdım. Kimisi İsmail’in hammal olduğunu, başkası parasını yanında taşıdığı
için ona bu ismi taktıklarım, büyük amcam, Ali amcama göre ise, çok zengin o
derecede de tutumlu olması dolayısıyla ona herkes "Sen malının paranın
hammallığını yapıyorsun" dermiş, o isim de oradan kalmış. Hangisinin doğru
olduğunu ispata imkan yok. Fakat Ali amcam emin olmadan birşey söylemezdi.
Onun için ben de onun söylediklerine inanıyorum.
Ailede orijinal bir adet var. Hammal İsmail büyük oğluna Ali adım takmış. O da
kendi oğluna baba adı İsmail adını veriyor. Ondan sonra tekrar İsmail ve Ali
tekerrür ediyor. Yaşadığını gördükleri ilk Ali, Kudamacı Hacı Alinin kızı Ayşe
ile evleniyor, onun iki oğlu (İsmail ve Mustafa) ikide kızı oluyor (Hudarcı Kara
Ali ile evlenen Safiye ve Nuri Zengin ile evlenen Fatma). Dedem olan
Mustafa’nın üç oğlu oluyor, Ali Atıf, Mehmet Oğuz, Abdullah. Görüldüğü gibi
dedem büyük erkek evlat olmamasına rağmen ananeyi devam ettirerek baba
adını büyük oğluna veriyor. Ali amcamla babam arasında takriben on yaş,
babamla Abdullah amcam arasında da yine takriben on yaş olduğu için, büyük
amcamı adeta baba gibi sayarlardı ve herhalde AGA kelimesinden olacak (Ağe)
derlerdi. Ali amcam da onların okumasında, yetişmelerinde babalarından çok
fazla faydalı olmuş. Ali amcam her halde çocukluğunda bir korku geçirdiği için
asabileşince hafif kekelerdi. Onu gençliğinde arkadaştan kızdırmış, alacağını,
4
sonradan kendisinin de söylediği gibi, şakadan vermeyeceğiz demişler. Onun
- Zarr zarr zaptiye gelse parr parr paramı isterim, sözü senelerce aramızda şaka
mevzuu olmuştu. Bizim oralarda Jandarmaya zaptiye derler.Gençliğinde bıyığı
vardı ve o devre göre fiyakalı gezmek için baston kullanırdı. Okumaya çok
meraklı idi. Ömer Hayyam’dan ezbere şiirler okurdu. Bilhassa Ömer
Hayyam’ın meali
- Ağlayarak geliyorum, ağlayarak da gideceğim bu dünyadan, aradaki
yaptıklarımdan neden hesap soruyorsun ve
- Aşağıda bir öküz <dünyanın öküzün boynuzunda durduğu zannediliyordu>
yukarıda da bir öküz <yıldızları kastediyor> arasında ne kadar eşekler tepişiyor,
diyen şiirlerini acemce söylerdi.
Üç de halam olmuş, birisi ben doğmadan ölmüş (Nazmiye hala) kız kardeşini de
(yani Hayriye halamı da) aynı adama vermişler. Ayşe’nin (Kilis’te Ayyüş
derlerdi) ilk kocası ölmüş, ondan Niyazi Dülger, Makbule ve Münire adında
kızları olmuş. Sonradan Asım Tabak ile evlenmiş. Ondan ben yaşta Mehmet
adında bir oğlu vardı. Mehmet’ten sonra Ahmet adında bir oğlu daha oldu. Bu
kızlardan birisi bize gelmiş yanakları kırmızı kırmızıymış. Annem (Sana neler
yedirdiler de böyle yanakların kızardı) demiş. Bunu o kız nenemlerde şöyle
anlatmış:
-Üm dedi ümledi benim kızım da kızarsın dedi.
Bunu bilhassa, o evde şahsen duyduğu için olacak, Abdullah amcam çok defa
söyler gülerdi. Abdullah amcam biraz da dedemin arzusu olsun diye Hafızlığa
başlamış. Çok iyi hafızdı. Ayrıca da okumaya meraklıydı. Ayşe halam
babamdan yaşlı, Hayriye halam babamdan gençti. Onun ablası Nazmiye genç
yaşta vefat etmiş. Hayriye, halam gözü çok yaşlıydı, Kenanoğlu ile ölen kız
kardeşinin yerine evlenmişti. Teyzesi olduğu, Raif Kenanoğluna bir anne gibi
baktı. Hasan Hüseyin adında ikiz oğlu vardı benden sonra Osman çok sonra da
Mehmet adında çocukları oldu. Çok samimi ancak son derece ani alıngan bir
mizacı vardı. Ablamın her ağlayışında Hayriye hala, Hayriye hala, diye Meleği
kızdırırdım. Bunda belki en ufak bir hata yaptığımda Ali amcamın (Minohal)
yani Arapça er dayıya diyerek benim de dayım gibi olacağımı tekrarlaması
tesirli olmuştur. Ancak bu gün Ali amcamın, belki de bilmiyerek, bana en
büyük iyiliği yaptığına inanıyorum. Zira sonradan bende her hareketimde acaba,
dayım gibimi hareket ediyorum korkusu, beni bir çok yanlış hareketten
korumuştur.
Babam rüştiyeden sonra Şama Sultani tahsiline gitmiş. Tahsildeyken Harbi
5
Umumi devam ettiği için kendisi 1917 senesinde gönüllü yazılmış. 1900
senesinde doğduğu için o zaman 17 yaşında olmalı. Bostancıya ihtiyat zabit
okuluna göndermişler. Bu vesileyle İstanbul’u ailede ilk o görmüş. Harpteki
İstanbul’un fecaatini anlata anlata bitiremezdi. Bir gün Enver Paşa onların
karargahına gelmiş. İhtiyat zabit namzetleri hep okumuş kimselermiş, bunlara
karşı alaydan yetişme zabitler de herhalde bir kompleks varmış. Bunlara çok
sert muamele yaparlarmış. Teftiş sırası Enver Paşa ile bir ihtiyat zabiti arasında
şöyle bir konuşma oluyor, Enver Paşa
- Adın ne? diye soruyor
- Eşeoğlueşek Paşam.
- Bu nasıl ad?
- Buraya geldim geleli başka bir adla çağrılmadım Paşam.
Bu hadiseden sonra ihtiyat zabit namzetlerine yani yedek subay adaylarına bir
daha küfredilmemesi tamimi çıkarılıyor. Fasulye, nohut yemeği verdiklerin de
kurtlan ayıklayıp yerlermiş. Yine de şanslı sayılırlarmış, çünkü o sıra onlardan
başka muntazaman ekmek bulan yokmuş. Suriye’den Halep ve Kilise o harp
sırası bir çekirge hücumu olmuş, memlekette yeşil bağ bahçe hiç bir şey
kalmamış. Hatta ev kapılarını bile çekirgeler yer, menteşe kapı kolu gibi demir
aksam, çat diye düşermiş. Üzüm, tatlı kalmadığı için, (şeker ele geçmez bir
hayalmiş), herkes uyuz olmuş. Halep’te belediye arabaları her sabah açlıktan
ölmüşleri toplarmış. Son zamanlarda bazı gençlerin," Harp yapmalı, On iki
adayı almalı idi, Trakya’ya yürümeli idi" gibi laflarına,
- Bunlar, harp nedir bilmiyor bol keseden atıyorlar, derdi.
Harp sonunda terhis olmuş, memlekette devlet otoritesi kalmadığı için dağlar
eşkıya dolmuş yolda babamı da soymuşlar. Don gömlek geri gelmiş. Bu sırada
Kilis de Fransızlar tarafından işgal edilmiş. Döndükten sonra Kilis’te, hasta
denecek kadar zayıfmış uzun müddet kendini toparlıyamamış. Antep harbinde
çalışan arkadaşlarına yiyecek ve silah şevkiyle meşgul oluyormuş. İhbar
etmişler bir kaç gün Fransızların hapsinde yatmış, delil bulamadıkları için
serbest bırakmışlar.
Anne tarafım Patlıoğlu soyundan geliyor. İsmin nereden geldiğini bilene
rastlamadım. Dedemin babası Hacı Reşidin beş oğlu oluyor. Ortancası Mehmet
ise de adından çok, bir kolu sakat olduğu için, Çolak lakabıyla tanınıyor. O
zaman Kilisin en zengini olduğu söyleniyor. Çolak dedem o zaman çok genç
olan, Ali amcamı çok severmiş hatta, annemin ve babamın söylediğine göre
"Ali gibi bir oğlum olsaydı hiç param olmasaydı" dermiş. Dayım için de "Bu
benim bütün servetimi mahvedecek" dermiş. İki de teyzem vardı Aliye teyzem
6
annemden büyüktü. Kadir Kadirbeyoğlu ile evlenmişti. Sıdıka, Pervin, Lütfiye
ve Kadriye adlarında dört kızı vardı. Kilis’ten ayrıldıktan sonra temasımız yok
denecek kadar az olduğundan pek hatırlamıyorum. Nakşiye teyzem, vaktinde
Kilis’in sayılı güzellerindenmiş. Kazazoğlu İmam beyle evlenmiş. Atiye adında
bir kızı, Seyfiddin adında Melekle akran, Nejdet adında da benim yaşlarında iki
oğlu vardı.
Ali amcama sermaye veren işe atılmasına sebep olan, Çolak dedemmiş. Ben
doğmadan hatta ablam doğmadan önce vefat etmiş. Hakikaten dayım, miras
taksiminde parası hamam tasıyla bölünen, serveti bir kaç senede mahvetmiş.
Yalnız bin altınlık saman sattığını söylersem, servetin miktarı hakkında bir fikir
edinebilirsiniz. Mirastan hisse isteyen ablası yani annemi silahla kovalamış.
Komşular kaçırmış, kurtarmış. Allanın büyüklüğüne inanmayanlar ibret alsın
diye yazıyorum, sonradan senelerce annem dayıma baktı. Ali amcam da onu
ikinci Dünya Harbi sırasında, Sermayesini üç kardeşin verdiği, pekmezhaneye
ortak etti. Fakat onu da yürütemedi. Aklımdayken bir hususu daha yazayım.
Dayım Halep meyhanelerinde parayı bitirdiği günlerde birisi ona " Baban
sürülerini Kürt dağına yollardı, onlarda çok alacağı olacak" diyorlar. Dedem
hesabına çok sağlammış. Aniden ölmediği için kimsede bir hesabı kalmadığım
söylüyorlarsa da o yine de gidiyor. Kürt ağalan o gelince aralarında toplanıyor
ve sonradan babama söylediklerine göre "Bizim kimseye borcumuz yoktu fakat
Çolak ağanın oğlunu eli boş döndürmek istemedik aramızda topladığımız bin
altını (babanın bizde bu kadar alacağı vardı) diye verdik" demiş. Tabii arabasını
doğru Haleb’e çektirmiş. Yere düşen altını almaz arkadan gelenler alsın dermiş.
Traş için Kilis’ten Haleb’e arabayla gidermiş. Bir müddet sonra o parayı da
bitirmiş. Annemle babam çocukluktan tanışır beraber oynarlarmış.
Babamın anne tarafı, Trablus’tan geliyor ve Sunusi ailesiyle bağlantılı olduğu
söyleniyor. Kilis’e Sultan Yavuzun Kilis’i alış senelerinde, 1521
senesinde.Abdülhalik Mustafa geliyor. Şeyh Gökçe Camii bu zat tarafından
yaptırılıyor. Şazeliye mezhebini yaymak için geldiği söyleniyor. Kırmızı saçlı,
beyaz tenli mavi gözlü (Gökçe adının göz renginden geldiği söyleniyor) Gökçe
imamın kabrinin Kilis’le yaptırdığı şimdiki ismi ile Tabakhane Camisinin
bahçesinde gömülü olduğu söyleniyor. Ailede çok okumuşlar yetişmiş. Osmanlı
devrinde aileden on yedi kişi Şeyhül İslam’dan berat almış. Bunlardan on üç
tanesinin Muhlis oğlu Cengiz Gökçede bulunduğu söylenmektedir. Ben şahsen
göremedim. Son Berat alan Ömer oğlu Şeyh Mahmut imiş.
Ben isim benzerliği dolayısı ile Gökçe ailesinin Irandaki Gökçe gölü civarından
geldiklerini zannederdim.
Ben nenemin annesini hatırlarım. O sıra doksanın üstündeydi, bir kaç sene önce
7
buzda takunyayla abdest alırken düşmüş komaya girmiş. O komadan çıktıktan
sonra yirmi sene yaşadı. Hasta olduğu sıra Dr. Emin bey sık sık bakmaya
geliyor. Bir gelişinde Büyük nenemi gözlüksüz Kuran okurken görüyor.
Sonradan babama anlatırken,
- Ben oğlundan bile genç olduğum halde gözlüksüz hiç bir şey yapamazken o
gözlüksüz Kuran okuyordu, dediğini duymuştum. Ali amcam dayısı olan Ömer
Gökçe imamın kızı Salihayla evlendiği gibi Çolak dedem de, anneannemin
ölümünden çok sonra, Ömer dayının büyük kızı Hamide’yle evlenmiş. Yani
benim neneliğim oluyor. Biz iki kardeşin birisine Hamide nene diğerine Saliha
abla derdik. Nedense yenge lafı bizde pek kullanılmazdı. Onun yerine abla
derdik.
Annem babamla evleneceği zaman, dedem (istemezsem herkes kızının bir
kusurumu vardı? der onun için yüz altın verin) demiş. Babamlar zar zor yüz
altını tamamlar verirler. O babamı çağırır üzerine dokuz yüz daha koyarak bin
altını verir ve bir liste uzatır Haleb’e git bunları ve eve lazım olan diğer eşyaları
al der. Hepsine Allah rahmet eylesin.
Birazda Kilis’i kıssaca anlatayım. Gerek ikliminin güzelliği gerek arazisinin
mümbit oluşu yüzünden tarihin her devrinde insanlar orada oturmuşlar.
Bildiğim kadar Tunç devrinden beri meskun olduğu tesbit edilmiş durumda.
Kalde, Asur, Hurri Mitani devletleri arasında el değiştirmiştir. Asurlar devrinde
Ki-li-zi diye adlandırılmış. Sonradan Hititler almış. Bir ara Keyhüsrev II
zamanında Perslerin eline geçmiş. Milattan önce dördüncü asırda Selefkiller’ce
alınmış, Selefkillerin Romalılarca mağlup edilmesi üzerine. Roma
İmparatorluğuna bağlanmıştır. Roma imparatorluğu ikiye bölününce Bizans’ın
olmuş. Haçlı harplerinde bir ara Urfa Dukalığına bağlanmış.
İslamlığın yayılmaya başlamasıyla ilk elde edilen yerlerden olmuş. Stratejik
ehemmiyeti dolayısıyla her kuvvetli daima Kilis’i elinde bulundurmak istemiş.
İpek yolunun üzerinde de olması ehemmiyetini daha da artırmış, her devirde
Kilis’e hakim ve sahip olmaya çalışmışlar. Mühim bir kale olan Azezin Timur
un Anadolu’yu istilasında tamamen yıktırması Kilis’i daha da ehemmiyetli
yapmış. Katip Çelebi "Ziyaretgahı Kilis’" kısmında şöyle yazıyor:
"Evvela Şehit mahallesi kurafesinde üç bin sahabei kiram merkadi şeriflerinin
taşlarında masturdur. Cümlesi Halid bin Velid bu şehri muhasara edip şehit
olmuşlardır. Ve her şüheda kurbinde Hacı Halil mescidi dibinde bir kubbei ali
içinde Şeyh Ahmed ve Şeyh Mehmed hazretleri erbabı sofradandırlar. Odun
pazarında Şüheda Sultan ve Canpulad zade hamamı civarında şehid Cemali
8
Sultan ve Ak corum tedribesi kurbinde Şeyh İvaz Sultan. Şehrin şimalinde bir
kurşun menzili baid kayalı bayır iizre bir tekyei ali var. Cümle şehir andan
nümayandır ve bir mecmaül irfandır. Anda bir kubbei pürenvar içinde Şurahbil
medfundur........... Gayet ulu Sultandır. Nice kerre üzerlerine nur nazil olduğu
miisbettir. Cihannüma tekye biminnettir. Şehrin garbında bir tekyei ali daha var
Anda Şeyh Muhammedi Arabi ve Rıttali deyu meşhurdur ........... Elhasıl ulu
sultan sahabei peygamberi ahır zamandır. Hazreti Ebubekir hilafetinde şehit
olmuşlardır...."
Kilis Bizansa karşı ileri karakol vazifesi gördüğü için, yapılan savaşlarda, çok
şehit verilmiştir.
Büyük Selçuklu Alp Arslanın Malazgirt savaşından sonrada Anadolu
Selçuklarının eline geçmiş. Sonradan Memlukların eline geçen Kilis onaltıncı
asırda Yavuz Sultan Selim zamanında 1516 da Osmanlı toprağına katılmıştır.
Evliya Çelebi Kilis’te kalenin harap olduğunu fakat 4660 ev 30 cami 7 medrese
3 hamam 11 han 2170 dükkan olduğunu kaydeder. Aşağı yukarı iki eve bir
dükkan düştüğüne göre, ticaretin ne derece ileri olduğu düşünülebilir. O
zamanda şimdide en mühim Cami Kanuni Sultan Süleyman devrinde Cambolat
oğullarının yaptırdığı İstanbul camilerine benzeyen camidir. Tekke camiidir.
Bahçesinde Beyler beyi olan Cambolat beyin mezarı vardır. Yanında mevlevi
dergahı bulunurmuş.
Eski devirlerden pek eser kalmamakla beraber, 1334 de Abdullah bin Hacı
Halil’in yaptırdığı Ulu Cami, 1515 de Seyide Fatma tarafından yaptırıldığı
bildirilen Akçunın camisi 1553 te Cambolat tarafından yaptırılan Tekke camisi
kalan eski eserlerdir. Şeyh camisini 1569 da Hacı Baki Murat yaptırmıştır. 1665
de Abaza Hasan paşa Şeyhler camisini yaptırmıştır. 1683 de Çalık camisi
yapılmıştır. Cüneyne camisinin ne zaman yapıldığı bilinmemekte 19. asırda
Salih ağanın onardığı yazılıdır.
1525 te Celaledini Rumi adına yaptırılan, halk arasında Ak tekke denilen,
Mevlevihane’nin bir çok kısmı yıkılmış olmasına rağmen Semahane 1876 da
onarıldığı için günümüze ulaşmıştır.
Şeyh Abdullah efendi tekkesi, Nakşibendi tekkesi, 1858 senesinde yapılmıştır.
Avlusunda Şeyh Abdullah’ın türbesi vardır. Aynı Şeyh Abdullah’ın yaptırdığı
Baytaz han, Çarşıya çevrilmiştir.
Hamamlara gelince Hoca hamamı 1545 de Cambolat tarafından yaptırılmıştır.
Eski hamam 1562 de. Paşa hamamı 1567 de, Hasan bey hamamı 1599 da, Tuğlu
hamam 1785 de yapılmıştır.
9
Çeşmelerden de bir kaç meşhurunu yazayım:
Fellah Çeşmesi 1623 (1787 de onarılmış)
Kurtağa Çeşmesi 1635
İpşir paşa Çeşmesi 1654
ve Kavaf Çeşmesi 1844 tarihlerinde yapılmış Kilis’in güzel çeşmeleridir.
Kilis’te bunlara KASTEL derler. Çurun dediklerini de duydum.
Yavuzun işgalinden sonra, 1831 senesinde Osmanlıya isyan eden Kavalalı
İbrahim paşanın kısa bir müddet işgali ve birinci dünya harbinden sonraki önce
İngiliz sonra Fransız işgali sayılmazsa hep Türk kalmıştır. Selçuklular devrinde
de esasen Türktü.
Kilis bir irfan merkezi olmuş, ilim öğrenmek için bir çok yerden Kilis’e
gelirlermiş. Matta " Mantığın ilk hocası şeytan, memleketi Kilis’tir " derlermiş.
Yukarıda izahatını verdiğim böyle bir yerde ve böyle bir aileden, 1926
senesinin 27 Ekim günü, Kilis’e göre zeytin vakti, Kilis’te Tekye mahallesinde
Cambolatların yaptırdığı Büyük caminin yan sokağında o zamana göre iyi bir
evde doğmuşum, iyi bir ev dememin sebebi şudur: Kilis’teki evler, bir avlu
(Kilis’te havuş derler) etrafındaki tek katlı muhtelif odalardan meydana
gelmiştir. Odalara göz tabir edilir, hatta bazı gözler ahır gibi de kullanılır.
Bence bu şekil hem evleri dış baskınlara karşı korumak için hem de dışarıdan
evin mahremiyetini korumak için düşünülmüş bir tedbir olsa gerek. Damlar
Kilis’te düzdür. Şimale çıktıkça sivrilen çatı, iklim ve bilhassa karın
yığılmaması için, cenuba gittikçe düzleşir. Hatta tam düz olması ve yağmuru
içeri geçirmemesi için yuvarlak taşla sıkıştırırlar. Kilis’te buna loğlama derler.
O yuvarlak silindir gibi, taşın ismi Loğdur.
Bizim evin iki tarafı iki katlı idi. Ayrıca ahır gibi kullanılan yeri yoktu.Evler
umumiyetle beyaz kalın taşlardan yapılırdı. Bu taşlan herhalde civardaki
ocaklardan getirirler ve ustalar ellerinde çekiç ve keski ile günlerce düzeltmeğe
çalışırlardı. Bu beyaz taşlar (Kilis’te Kesme taşı derler) kalın oldukları için
evleri sıcak ve soğuktan da iyice korurdu. Taşların çıkarıldığı yere Kesmelik
derler. Yer altındadır. İçerisindeki pınarın suyu o kadar soğukmuş ki, içerisine
soğutmak için konan üzümler çatlarmış. Bu taşların üzerine Havara denen bir
şeyle badana yaparlardı. Havara kil gibi bir şeymiş. Onu suda eriterek tabii
badana elde ederlerdi. Kilis’te bir tabir de vardır (Güzellik, sıtma havarası)
derler. Herhalde bununla güzelliğin bir ateşli hastalık gelene kadar dayanan bir
badana olduğunu, ona kıymet verilmemesi gerektiğini kastediyor
zannediyorum.
Bizim evde Kilis’te o zaman, çok ender olan soba vardı. Kilis’te yakacak, bürün
dedikleri, Zeytinyağı fabrikasında Zeytinyağı iki taş sıkıştırılarak, alındıktan
10
sonra kalan Küspeyi evlere yakacak olarak verirlerdi. Buna BÜRÜN derlerdi.
Fakat sobada bu yanarsa oda çok fena zeytin yağı kokardı. Onun için sobada
odun ve tahta yakılırdı. Kilis’te kömür yakıldığını hiç hatırlamıyorum. Kilis’te
herhalde Zeytin bol olduğundan Zeytinyağlı yemeğin kıymeti yoktu.
Zeytinyağlı dolma da yapılsa, konu komşu sorarsa ille etli dolma yaptık denirdi.
Halbuki ben hala zeytinyağlı dolmayı etliden fazla severim. Hele o dolma kuru
patlıcanla ve bulgurlu olursa. Patlıcanın morluğu da bulgura çıkardı, nefis
olurdu.
Kilis’te bazı evlerde Tandır vardı. Odanın ortasında bir çukur, içi yanmış ateş
doldurulur üzerine büyük bir yorgan örtülür. Herkes ayağı tandıra doğru başı
açıkta kalacak şekilde yorganın altına girerdi. Her halde (ayağını sıcak tut başını
serin) sözünü en iyi tandırcılar tatbik ediyorlardı. Ben başımı biraz açık tutsam
nezleden kurtulamam. Her halde bu yüzden tandın pek sevmezdim. Esasen o
yaştaki bir çocuğun hareketsiz durması pek beklenemez, hele benim gibi bir
yaramaz olursa. Onun için tandıra alışamadım.
Aklımda kaldığı kadar aynı sokakta karşı sıradaki Muharrem Combolat beyin
evi daha güzeldi. Evin içerisinde havuz vardı. Yalnız küçüktü. Sonradan o evi
değiştirip arka tarafındaki camiye bitişik daha büyük eve geçtiler. O yeni evin
bir tarafı Masmana (Kilis’te Sabunhaneye Masmana derler), bir tarafı Cami idi.
Dış kapısı bir dehliz dedikleri, caminin bir arkının içine açılırdı.
Ben gürbüz bir çocuk olarak doğduktan bir müddet sonra bağarsak hummasına
tutulmuşum, çok zayıflamışım. Dr Emin bey bile ümidi kesmişse de son ümit
olarak hastahaneye kaldırmışlar. Annem bir an beni yalnız bırakmamış. O kadar
zayıf düşmüşüm ki hastabakıcı avucuna alır iğne yaparmış. Çok yaşamaz
derlermiş. Yatağa yatırdıklarında o kadar çok ağlamışım ki annem o iki ayı beni
kucağında gezdirerek geçirmiş. Herhalde yaşamamdan ümit kestikleri için hiç
bir resmimi de çektirmemişler. Zamanla canlanmaya başlamışım.
Hastahaneden sonra tekrar iyileşmişim. Hatta zamanla tekrar şişman bir çocuk
olmuşum. O arada doktor babama, annemin de zayıf düştüğünü, kuvvetlenmesi,
süt verebilmesi için Suriye’den bir kaç şişe şampanya getirtmesini söyler.
Babam derhal Halep’teki arkadaşlarına sipariş verir, bir kasa Napolyon üç
yıldız, şampanya gelir. Annem herkesin ısrarına (günahı benim olsun) diyen
doktora rağmen, bir dirhem ağzına koymaz,
- Ecelim gelmişse bu içkimi beni kurtaracak, hiç olmazsa içkili ölmeyeyim der
ve bir yudum içmez. Bütün ömrünce de içmedi. Bizlerdeki inadın diğer
Özoğuzlardan da fazla olması herhalde anne tarafından da geldiğinden, katmerli
olmasındandır. Annemin bir yudum bile içmediği şampanyaları Doktor Emin
bey afiyetle içmiş. Babamın Emin bey için anlattığı bir hikayeyi de hiç
11
unutmam. Bir gün Emin beyin evinin yakınında, yolda bir adam babamın gözü
önünde yere yıkılıyor, herkes adam ölüyor diye telaşlanıyor, hemen doktor
Emin beyi çağırıyorlar. Emin bey bir eliyle hastanın nabzını tutarken diğer
taraftan babamın kulağına
- Bu gün zeytinyağı fiyatı ne kadar oldu, der. O zaman herkes zeytinini toplar,
para lazım oldukça zeytin yağını satarmış. O zamanın borsası Kilis’te zeytin
yağı fiyatıymış. Babam,
- Adam ölüyor herkes telaşlı can derdinde doktor yağ derdinde, demişti.
Kilis’te hanımlar kendi şahsi ihtiyaçlar için de yağ sattıklarını bilen bazı beyler
evde piyasa haberlerini söylerlermiş. Böylece nasılsa satılacak malın hiç
olmazsa ucuza gitmesini önlerlermiş.
Evimize dış kapıdan girince, herhalde yabancı biri ise, doğrudan evin
mahremiyetine giremesin diye yapılmış, üstü asma ile kapalı, iki tarafı tahta
duvarlı bir antreye girilirdi. Diğer duvarların biri komşu duvarı, diğeri kapı idi.
Kapıdan gönderileceklerle orada konuşulur eve girecekler için içeriye,
örtünsünler diye, seslenilerek haber verilirdi. Dış kapı komşu evin duvarının
yanındaydı. Antreden sol taraftaki mandallı bir kapıdan avluya veya havuşa
girildiğinde, karşıda evin en geniş odası bulunuyordu. Gerek onun ve gerekse
sağ tarafın üzerinde birer kat daha vardı, ikisinin birleştiği köşede merdiven
bulunuyordu. Sağ taraftaki aşağı odada çok fena bir hatıram var unutamam.
Babam zannedersem İstanbul’dan gelmişti. Ben üç veya dört yaşlarında
olacağım, herkes beni yalnız bırakıp kapıya koştu. Bende ayağa kalkarak
pencereden bakmaya çalıştım. Duvarlar kaim olduğu için pencere altlarında,
odaya doğru hafif çıkıntılı mermer vardı. Nasıl olduğunu bilmiyorum, belki ben
de babama koşmak istedim, ellerimi bırakınca birden ağzımı pencere kenarına
çarpmamla ağzımın içi kan doldu. Tabii haykırarak yeri göğü inlettim.
Söylemeği unuttum benim Mustafa Kemal adında bir ağabeyim olmuş çok
yaşamadan ölmüş. Ablam doğduğunda babam, kız oldu diye, bir kaç gün eve
gelmemiş. Arkadan ben olmuşum. Ayrıca Ali amcamın üç oğlu olmuş üçü de
ölmüş yalnız bir kızı (Fevziye abla) vardı, küçük amcam henüz evlenmemişti.
Yani ailenin veliahdı ve üç erkek kardeşin, tek erkek evladı idim. Bu saltanatım
altı, yedi yaşına kadar devam etti.
Ali amcam
- Oğlan çocuk Zeytin ağacı gibidir devamlı bakım ister. Kız yabani ot gibidir,
kendi kendine yetişir, derdi. Her halde üç oğlunu kaybedip, sonunda dört kızla
kalmanın tesiri ile böyle konuşurdu.
12
Benim böyle bir kaza geçirmem herkesi birbirine kattı. Babam,
- Ben hizmetçiye kabahat bulmam. Çocuğa sen bakacaksın, diye anneme
kızıyordu. Kayınvalide, kayınpeder ve amcalarımın yanında böyle bir durum
olması zaten bir anne olarak üzülmekte olan annemi, büsbütün perişan ettiğini,
sonradan annemden duymuştum.
İstiklal harbi bitmiş, memlekette siyasi faaliyetler başlamış. Bu arada
Türkiye’de ikinci parti kuruluyor, eşraf diye geçinen tufeyli sınıfı oraya geçiyor.
Halk Partisi başkanı babam. Epeyi mücadeleler oluyor. O Parti feshedildikten
sonra bir gün Kılıç Ali Kilis’e geliyor. Babama,
- "Gazinin emri var beş sizden, beş onlardan alınacak. Halk Fırkasında böyle bir
heyet kurulacak. Reis Sen olacaksın" diyor. O zaman Belediye de babamların
gurubunun elindeymiş. Belediye reisi de Kilis mücahitlerinden Müslüm beymiş.
O gece sofrada Kılıç Ali babamı sağına oturtuyor, iltifatın bini bir para.
Yemekten sonra babamları bırakmıyor. O gece sabaha kadar babam ve
arkadaşlarıyla konuşuyor, fakat bunlar, ya hep ya hiç deyip, düne kadar
mücadele ettiği, Fransız işgali sırası bunlar mücadele ederken, evlerine Fransız
zabitleri davet eden ve bir iki defa babama silah attırılan kimselerle beraber
olmaya, yanaşmayınca ertesi gün hepsinin kapısına bir jandarma koyduruyor,
istifalar imzalanmadan evden çıkma yasaklanıyor. Hepsinden istifaları alıp
kendi başına bir heyet teşekkül ediyor. Seneler sonra Kilis’ten gelen bir misafir
babama,
- Siz o gün inat etmekle bizleri eşrafın eline bıraktınız hiçte iyi olmadı
diyecekti. Maalesef hissi kimseler olduğumuz için bu tarafı düşünmeden
hislerimizin fesin oluyoruz ve çok defa faydadan çok zararımız oluyor.
Biz kitaplarda bunların halka dayandığını Hürriyet istediklerini falan okurduk.
Anadolu’da her kasabanın kendi hususi durumu olduğunu sonradan
öğrenecektim. Oralarda rakibi hangi partidense sen de aksi partiden olacaktın.
Bunun Demokrasiyle hürriyetle hiç bir alakası yoktu. Eşraf denen sınıf Halk
partisine girince halk partiden soğuyor. Nitekim 1946 ve daha sonraki hiç bir
seçimde Kilis’te Halk partisi seçim kazanamıyor. Babamın particiliği de
böylece noktalanıyor, ileride, yazılan tarihle, yaşanan tarihin başka şeyler
olduğunu öğrenecektim. Kılıç Ali’den bahsetmişken sunuda anlatayım, istiklal
harbinden sonra, bir çok kimse hiç hayal bile etmediği mevkilere geçince hep
eski hanımları boşayıp yeni modern hanımlar alıyorlar. Bunların bu durumuna
Gazi Mustafa Kemal çok kızıyor. Kendi hanımını da boşamış olan Kılıç Ali
yine böyle birisi için Gazının kızmasına,
13
- Paşam siz de hanımınızı boşadınız niçin diğerlerine kızıyorsunuz? der.
- Ben Reisicumhur Mustafa Kemal olarak evlendim, Reisicumhur Mustafa
Kemal olarak boşadım. Halbuki sen Kel Ali olarak evlendin, Ali bey olunca
boşadın, böyle yapanlara kızıyorum der.
Kilisli Mahmut Koska’nın da bu mevzuda söyledikleri de çok yerindedir. Her
zaman
- Bir kilo altının üzerinde oturabilmek için dört kilo kıç lazım, yoksa para adamı
rahat bırakmaz oynatır, derdi. Allah para kazandığı zaman şaşıranlardan
olmaktan hepimizi korusun.
Çolak dedemin
- Bir Mecidiyenin üzerinde oturmak için bir batman g.. gerek dediğini de
söylerler.
Mahmut Koska kendisini iyi yetiştirmiş, Kilis’in sayılı tüccarlarındandı.
Babamın dayısı Eyüp Gökçeimam’la ortaklardı. Yerleri tam çarşının orta
yerinde ana caddeye on adım bir yerde idi.
Ankara başkent olup yeni yeni evler yapılmaya başlandığı sıra Atatürk yeni
evlere gider ziyaret edermiş. Zanedersem Falih Rıfkı’nın bir yazısında okudum,
tuvaletlerine bakar ve ev sahiplerini tenkit edermiş. Tuvaletin durumu ev
sahibinin görgüsünü, medeniyetini gösterir dermiş.
Beş altı yaşlarına doğru, dişimi pencereye vurduğum odaya bir kız getirdiler,
sonradan bunun bize evlatlık olarak satılan, senelerce biz de kalacak, Fatma
olduğunu öğrenecektim.
Bir defa Haleb’e da gittiğimi hatırlıyorum. Babam ve ablam daha önce
gitmişlerdi. Burada şunu açıklamam lazım. Birinci Dünya harbinden önce
Kilis’in 600 köyü varmış. Hudut çizilirken beş yüzü Suriye’de kalmış ve
bunların sahiplerine birer pasavan yani bir çeşit daimi pasaport vermişler.
Böylece Kilislilerin kaçakçı olmalarına yol açılmış. Fakat bu ikinci dünya
Harbine kadar kaçakçılık çok ufak çapta kalmış. Sadece kendi ihtiyacı nerede
ucuz ise oradan almışlar. Esasen halkta da para olmadığı için sadece zaruri
ihtiyaç için alış veriş yapılmıştır. Neyse Haleb’e vardım. Babam beni karşıladı.
Doğru bir ayakkabıcı dükkanına görürdü. Yeni ayakkabı aldı eskileri de orada
bıraktı. O gün bir eve davetli imişiz. Ablam başkalarıyla önceden gitmiş. Ben
orada ablamı görünce hemen yanma koşup kulağına kekeç dilimle
14
- Babam parçanalanmı orada bıraktı, dedim. Bu lafımı sonradan ablam her
fırsatta söyler gülerdi. Kilis kendisini Haleb’e, Antep’ten daha yakın his ederdi.
Esasen o zaman babamlara göre Haleb’te Türkler Araplardan çok daha
fazlaymış. İklim bakımından da Kilis Haleb’e benzer. Antep’e benzemez.
İskenderun’dan gelen Akdeniz iklimine tabidir.
Renkli dondurmayı ilk defa Haleb’te görmüş pek sevmiştim. Yalnız
Fransızların getirdiği Senegalli zenci askerlerden çok korkardım. Haleb’ten bir
hatıramda şudur. Bir gün yolda kırmızı fıstık gördüm babama söyledim, aldı.
Meğer bu iç fıstıkmış. Ben kabuğunu kıracağım diye hızla ısırınca dilim
dişlerimin arasında kaldı ve çok canım yandı. Fıstığı ben değil yanımdakiler
yedi.
Babam hep bir gün Haleb’in de Hatay gibi Türkiye’ye geçeceğini umar ve o
zaman Haleb’te oturmayı düşlerdi. Zanedersem o Haleb’i değil gençliğini
arıyordu. Yoksa Haleb’te oturabileceğini hiç zanetmiyorum. Hele İstanbul’dan
sonra. Halep dönüşü Abdullah amcamın düğünü oldu. Esasen babamlar oraya
onun ev, düğün hazırlığı için gitmişler.
Yukarıda anlattığım o evde bir hatıram da, küçük amcamın, Abdullah amcamın
günlerce süren düğününden sonra o meşhur dişimi kırdığım odanın üst katında
balayı yaşadıklarıdır. O düğün günlerinde bir hafta, Kilis’te, sabahlara kadar
eğlenilmişti. Düğünün bir kısmı Ali amcamların evinde oldu. Onların evi bizim
evden epeyi uzaktı. Kilis’in en büyük caddesi, Kilis’e girerken, Kışlanın
yanından geçip Kara taş sağında kalarak Kaymakamlığa giden caddedir.
Kaymakamlık yahut Kilis’te söylendiği gibi HÜKÜMET Konağı büyük
meydanın sağ tarafında büyük ve bakımlı bir bahçe içerisindeydi.
Kaymakamlığı sağ tarafına alırsan karşında Büyük Cami var (Tekke camii),
Meydanın sol tarafı dükkanlarla kaplı, şayet Kaymakamlığa doğru dönmezsen o
cadde sizi Orta mektebe götürür. O zaman Orta mektep şehrin son binasıydı.
Ondan sonra Bağlar başlardı. Caddede Kaymakamlığa gelmeden önce bir dört
yol vardı. Çarşı dört tarafa doğru uzardı. Sol tarafa gidilince, o köşede bir Cami
(Kadı camii) de vardır, hiç bir yere dönmeden, bizim eve varılırdı. Bizim eve
varmadan sağ tarafta manifaturacı dükkanları vardı. Onlardan birisi Ali
amcamın Sürmelioğlu ile ortak durdukları dükkanmış. Dört yoldan, bizim tarafa
değil, aksi istikamete, sağ tarafa gidilirse, ileride tekrar sağa dönülerek, Ali
amcamların evine varılırdı.
Düğünde ben küçük olduğum için Haremlikle selamlık arasında haber götürüp
geriliyordum, ilk defa orada gelin, Fıtnat ablanın erkek kardeşi, Sıddık
Kazazoğlu ile yine onun gibi o zaman, askeri Tıbbiyede okuyan Haki
Dolunayın, Gramofonda çalan plakla, dans ettiklerini gördüm. Herkes ilk defa
15
gördükleri dansa hayretle bakıyorlardı. Onlar da İstanbul’da hanımlarla nasıl
dans ettiklerini, ballandıra ballandıra anlatıyorlardı. Ali amcamın evinin
bitişiğinde Cami vardı. Kadınlar, büyük avluda oynarken bir kaç kişinin
minarenin şerefesinden baktığını görmüşler, kıyamet koptu, Selamlığa haber
saldılar. Jandarma kumandanı o zaman yüzbaşı olan Raif bey oradaydı, duyar
duymaz derhal emirerine söyledi, bir kaç jandarma derhal hepsini indirtti.
Bu Raif bey ve hemşiresi Nebile hanım bizden seneler sonra İstanbul’a tayin
olup geldiler. Her zaman görüşürdük. Sarıyer’in yerlisi idiler. Bize daima midye
dolması yapıp getirdiklerini hatırlıyorum. Kendisi de Ablası da hiç
evlenmediler. Nişantaş’ta oturduğumuz zaman Dr Muzaffer Cambolatla Dr.
Pakize hanımın beraber gezmesine kızar.o zamanki bir çok kimse gibi, " Kadın
erkek arkadaş olamaz" derdi. Ona göre ateşle barut yan yana duramazdı.
Düğünden sonra bir müddet damat ve gelin (Abdullah amca ve Fıtnat abla )
bizim evde yukarı odada kaldılar. Sabahlan onları kahvaltıya çağırmayı bana
yüklüyorlardı. Ben de o yaşıma rağmen, kapıyı çalmadan, anahtar deliğinden
içeri bakmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Çocukları hiç bir şey bilmez anlamaz
zannetmek ne kadar yanlış bir şey.
Şunu da söyliyeyim ki, belki babamın İstanbul’a çok gidip gelmesi, belki o
zamanki tek parti olan Halk fırkası başkanı oluşu veya kaymakam ve ileri gelen
memurlarla çok teması olması dolayısı ile bizim evde yemek hep masada
yenirdi ve çatal bıçak kullanılırdı. Yalnız dedemin, çatal gavur icadı diye,
kullanmadığını duymuştum.
Dedem beni, belki yukarıdaki yazdığım gibi tek erkek Özoğuz erkek torun
olmam yüzünden, belki de bana kendi adını (Mustafa) verdikleri için, beni çok
sever çarşıya omzunda götürür getirirmiş. Adı Mustafa olduğu halde o doğduğu
sıra halasının Mustafa adında kocası öldüğü için
-Buna Mustafa demeyin Mestan deyin, demiş onun için adı Mestan kalmış. Bir
gün beni yine omzunda götürürken eşraftan birisi
- Ne o Mestan uşak bakıcısı mı oldun? demiş (bizim orada çocuğa uşak derler).
Çok ağrına gitmiş, torunu olmayan o zata,
- Keşke herkesin olsa da böyle tatlı uşaklık yapsa demiş. Bunu sonradan babam
ve büyük amcamdan duydum. Dedem çocuk yaşta yetim ve öksüz kalmış.
Akrabaları, elindeki avucundakini yiyip bitirmişler. Evlendiği zaman güya bir
ufak sandık altını varmış. Onu da dost, arkadaş temizlemiş. Nenem
16
- Parayı batırırsan, hastalığında sana bakmam dermiş. Dedem varlıktan yokluğa
düşmenin verdiği teessürle, adeta hayata küsmüş, kendini ibadete vermişti.
Abdullah amcamın hafız olmasını o istemişti. Ben bilmiyorum, çünkü dedemin
vefatında beş yaşında idim, ancak duyduğuma göre hakikaten dedem felç
olunca nenem bakmamış, ona en küçük hafız oğlu Abdullah bakmış. Ona
piyango çıktığında, çok kimse Allah iyiliğinin karşılığını verdi demiş.
Babamdan onun,
"Geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni
Sinme tilki gölgesine ko parçalasın arslan seni"
mısralarını tekrarladığını duymuştum. Yoksul duruma düşmesine rağmen
kimseye minnet etmiyecek karakterdeydi. Nenemin ailesi tarafından gönderilen
yardımları geri çevirirmiş. Sakalı kırmızı idi. Ayyüş halamın da saçı kırmızı idi.
Dedem ömründe bir defa o da mecbur olduğu için, zanedersem pasavan almak
için resim çektirmişti. Vefatından sonra çocukları o resmi büyüttüler.
Bir huyu vardı ki, babama, ondan da bana geçmiştir, kızınca uykusu gelirdi.
Hatta söylendiğine göre, uykusu gelmediği zaman, nenemle kavga çıkarır, biraz
sonra o horul horul uyur, nenem sabaha kadar otururmuş. Tabii dedeme
fatihalar okuyarak...
Çocukluktan bir hatıram da çok geç konuşmamdır. Herhalde geçirdiğim
hastalıkların (hasta haneden sonra boğmaca ve kızamıkta geçirmişim) tesiri ile
dört beş yaşına kadar konuşmamışım. Söylenenleri anlardım. Bazıları bunun
dili yok diyince (konuşmayanlara dilsiz derler) dilimi çıkarırdım. Bazı
ihtiyaçlarımı işaretle anlatırdım. Sağ elimin baş parmağı ile büyük ve işaret
parmağımı aşağı doğru, birbirine sürersem bu şeker istediğimi anlatma şekliydi.
Şayet iki elimin işaret parmaklan ile birbiri etrafında daireler çizersem çörek
istiyordum. Elimi açık olarak sallarsam Zılbiye denen tatlıyı istiyordum. Kim
bilir belki de konuşmaya layık bir şey bulamamaktan veya tembellikten
konuşmazdım. Konuşabildikten sonra da, ihtiyarlayana kadarda konuşmayı pek
sevmezdim. İhtiyarlayınca herhalde eski geri kalmışlığımı telafiye çalışıyorum.
Yazları bağa çıkardık. Bu bir büyük hadise olurdu. Gidilen yer beş on kilometre
uzakta olmasına rağmen hazırlık günlerce sürerdi. Şimdi orası yani bizim bağın
olduğu yer ,o semtin ismi Kalleştir, Şehrin içinde kalmış. Kışlıklar kaldırılır,
halılar toplanır, hepsi naftalinlenirdi. Bağa gidecek eşyalar önden gönderilirdi.
Çadır ve baraka gibi güneşten koruyacak yerler hazırlanırdı. Kilis’in etrafı
zeytinliktir. İskenderun’dan gelen hava burayı Akdeniz iklimine bağlamış.
Zeytinliklerin içine de bağ ekilmiştir. Bağlar yerde olur. Köklere tiğek derler.
Kilis’te çok güzel üzümler olur. Ben hepsinin ismini bilmiyorum. Hömmusu
denen üzüm hafif morumsu olur ve bilhassa sabah erken üzerine kırağı düşmüş
17
olanını insan ne kadar yese doymaz. Bir de Horoz karası vardı, galiba Horoz
ailesinden birisi bu (ilk üzüm kütüğünü ilk defa Kilis’e getirdiği için bu adla
anılır. Diğer tipleri hatırlayamıyorum. Kilis’te bağdan (üzüm koparıp yemek
serbesttir. Sırıklar üzerindeki yerden bekçiler üzümün yenmesine değil bağa
yahut zeytine zarar verilmemesini, hayvan girmemesini kontrol ederler. Bizim
tarafla ne istediğini bilmeyen veya hiç yerine kavga çıkaran kimseye
- Niyetin üzüm mü yemek, bekçimi dövmek?, derler
Bağ hayalında hatırladığım, bazen akşam üzeri bir kaç adam bir gaz tenekesi
getirirdi. Onu hemen gömerlerdi sonra karanlık bastıktan sonra çıkarır şişeleri
doldururlardı. Meğer bu Suriye’den getirilen çok meşhur bir kaçak rakı (Zahle
rakısı) imiş. Geldiği bildirilince o geçe herkese haber verilir, başta kaymakam,
gümrük müdürü, jandarma kumandanı, mektep müdürü, banka müdürü olmak
üzere hepsi toplanır, dedemin yatağına en uzak noktada sabaha kadar içerlerdi.
Şunu da unutmamak lazım ki o senelerde değil televizyon, radyo bile yoklu.
Sinema, tiyatro hak getire. Bir otomobil gelirse bütün kahveler boşalır herkes
arabanın peşinden koşardı. Hatta İstanbul’u görmüş bir kimseyi görmek için
gelirlermiş. Bunu ben bilmiyordum sadece duymuştum. İçmekten başka hiç bir
eğlenceleri yoktu.
Ali amcam, esasen pek içmez ayrıca büyük pozunda olduğundan, diğerlerini
rahatsız etmemek için toplantılara katılmazdı. Babam onun yanında 30- 40
yaşına kadar sigara dahi içmemiştir. Abdullah amcam ise o zaman hem küçük
olduğu için hem de çocukluktan beri mide rahatsızlığı çektiği için, içmezdi.
Haleb’teki Amerikan hasta hanesinin başhekimi Antunyan ona PARYAVŞAMI
almasını söylemiş devamlı alırdı. O bitkiyi Antunyan Kilis dağlarından toplar
mide ilacı yaparmış.
Böyle içkili, yemekli günlerde, yardımcısı olmasına rağmen, annem sabaha
kadar sofraya istenenleri göndertmekten bitap düşerdi. O devirde kadın
hakikaten ezilirdi. Şimdiki feministler o zaman yaşasaydı acaba ne yaparlardı.
Her halde onlar da ninelerinin yaptığını yapardı. Hürriyet öyle bir şey ki insan
malik oldukça daha fazlasını istiyor. Hürriyet yoksa onu aklına bile getirmiyor.
Böyle düşününce hürriyetsiz rejimlerde nasıl yaşanır diyenler, onlar gibi
yaşamadıkları için öyle düşünüyorlar. Neyse felsefeyi bırakalım, yine
çocukluğumdaki bağ hayatına dönelim. Her seferinde babam bir daha
olmayacağına söz verir fakat bu, yeni tenekenin gelmesiyle unutulurdu. Bu
sofralarda benim rolüm sofrayla, yemek hazırlanan yer arasında, haber
taşımaktı. Bazen de içenlerden birisi beni yanına çağırır para verip bir küfür
ezberletir, ben de gider onun gösterdiği şahsa bağırarak küfrederdim. Biraz
sonra o, hücumun kimden geldiğini anlar o da bana öğreterek ötekine, tabii
18
parayla, küfrettirirdi. Benim küfür öğrenmem böyle oldu. Bağda babam daima
silahlıydı, gece yatarken de tabancasını yastığının altına koyardı. 1941
senesinde son defa Kilis’e gittiğimde halam oğlu Hasan beni hiç yalnız
bırakmıyordu. Bir gün bana
- Sakın tenha yerlere gitme, babanın düşmanları seni vurdurabilir, dedi. Ben
onbeş yaşının verdiği pervasızlıkla, bilmemezlikten gelerek, Hasanın kastettiği
şahsın oğluna
- Hani kim vurduracakmış, senin malumatın varını? diye sordum O da,
- Yok böyle bir şey diyerek, o zaman çok görüştüğüm, o yaz her gün beraber
okluğum, sonradan ikisi de doktor olan Mahmut Kiremitçi ile Sedat Pınara,
- Bak şu Hasanın yaptığına Orhan’ı vuracaklar var demiş, dedi.
Kendisiyle hakikaten arkadaş olmuştum. Sonradan vefat ettiği için ismini
yazmıyorum. Allah rahmet eylesin. Esasen babası öyle yaptıysa oğlunun ne
suçu olur. Kanunen de dinimize göre de suç şahsidir. Evlatlar mesul olamaz.
Onbeş yaşında bunları ben nereden bilecektim.
Son senelerinde felç olmuş dedemin yatağı o barakalardan birisine kurulurdu.
Buna baraka değil daha ziyade çardak demek daha doğru olur. Güneşten
korunmak için üstü kapalı, dört tarafı açıktır. Biz çocuklar onun
karışamayacağından emin olduğumuz için uzun sopayla ayağına dokunur
kaçardık. Bir gün benden bir kaç yaş büyük halamın oğlu Hasan bağa gelmişti.
Dedemin yanına gittiğinde, ondan beni yakalayıp getirmesini istedi. Kaçtımsa
da Hasan beni yakalayıp dedemin yanına götürdü. Dedem ilk ve son defa bana
bir tokat attı. Bu bana o kadar dokundu ki, acısından değil, onuruma
dokunmasından, uzun müddet ağladım.
Çok geçmeden dedem vefat etti. Bizi Kilis’e bağlayan en kuvvetli bağ
kopmuştu.
Bağ günlerini yazarken emektar Perişan dayıyı unutmamalıyım. Perişan dayı
bizim merkebin ismi idi. Annem hayvana binmeğe korkardı fakat Perişan dayı
müstesna, ismi kimin ve niçin konduğuna dair hiç bir şey hatırlamıyorum yalnız
çok uysal ve iyi huylu bir merkepti. Nerde yatıp kalktığını da hatırlamıyorum.
Zannedersem Sabunhanenin hayvanlarıyla kalır, bağ zamanı bizimle bağa
gelirdi.
19
İki defa hamama gittiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Birisi annemle ve zan
edersem Eyüp dayıların evi ile Park arasındaki bir hamama (Hoca hamamı)
gitmiştim. Kadınlar günü idi. Bende çok küçük olduğum için beraber gitmiştim.
Kadınlar yıkanmadan çok konuşuyorlardı. Annemin beni çok yıkadığım
sonunda ağladığımı hatırlıyorum. Ayrıca çok kadın peştamalını çıkarıyordu.
İkincisi babamla gittiğim hamamdı. O gün paşa hamamını kapatmışlar mıydı,
başka müşterimi yoktu, bilmiyorum. Yıkandıktan sonra hamamın dış kısmında
masa kurulmuştu, birkaç arkadaşıyla babam içiyorlardı ve çiğ köfte
yiyiyorlardı. Başka hamama gidişimi hatırlamıyorum. Annem bizi evde yıkardı.
Bir gün bana allı çivili bir potin almışlardı. Keyfimden ne yapacağımı şaşırdım.
Sokağa çıkıp herkese göstermek istiyordum, bırakmadılar. Taşlıkla ayaklarımı
vura vura dolaştım.
Bu arada benim de bir, ender rastlanır güzellikte, erkek kardeşim oldu ve çok
yaşamadan vefat etti. Adı İlhandı, güzelliğine bakmaya gelirlermiş. Bu arada
sunuda yazayım. Babamların bir amcası o kadar güzelmiş ki, o muhafazakar
devirde, o geçerken genç kızlar mendillerine şeker bağlar ona atarlarmış. O
amca çok korkusuz, mert bir kimse imiş. Fakat aynı zamanda güzelliğine ve
kuvvetine çok mağrurmuş. Bir gün çok yağmur yağmış onların gideceği yol
üzerindeki nehir, zan edersem Asi nehri, kabarmış. Arkadaşları bir gün
bekleyelim demişler. Fakat o atını sürmüş ve boğulmuş. Bir kaç gün sonra
cesedini bulduklarında o mağrur olduğu güzelliğini balıklar yemişmiş. Onun
hanımı olan yenge İlhanı gördüğünde
- Gözleri onu andırıyor demiş. İlhan ve Melekle beraber bir resmimiz
çekilmişti. Resimci annemin dayısı idi, yeri de Hükümet konağından Camiye
giderken sağ taraftaydı. Ona sonradan Kilis’e gittiğimde,
- Dayımın dayısı diyecek güldürecektim.
Ali amcamın bir kızı daha oldu adını Sevim taktılar. Bir kız kardeş de bana
gelmişti. Nebile adı takıldı. Bizim evden çıkıp sola dönerseniz sabunhaneye
veya Nakşiye teyzemlere, sağ tarafa dönersek biraz ileride bir arkın içinden
geçince nenemlere gidilirdi. Kilis’teki sokaklar umumiyetle çok dardır. Bütün
eski şehirlerde bunu görürsünüz. Herhalde düşmana karşı kolay koruyabilmek
için böyle yapılmış. Bir gün nenemler de dedemin yattığı yerde bir kibrit kutusu
gördüm. Neneme,
- Nene, nene dedem kibritini unutmuş, dedim. O da bana,
20
- Nebile, o kutuyu dedene götürür demişti. Hakikaten de çok geçmeden o da
vefat etti. Nenem de ya kızları sevmez, veya gelinleri kızdırmak için:
- Er doğuran at gibi, kız doğuran it gibi yatar derdi. Bir gün üç oğlu da
otururken nasıl oldu bilmem oğullarından birisi (Gelinlere fazla karışma
anlamında) bir söz söyledi.
- Ne o ciğeri gördünüz böyle oldunuz eti görseniz ne yapardınız dedi.
Oğullarının hepsi başlarım eğdi, Ali amcam bile "Lahavle" çekmesine rağmen,
hiç biri cevap vermedi, çıt çıkarmadılar. Halbuki Ali amcamın hanımı onun
kardeşinin kızı, annemse rica minnetle aldığı gelinlerdi. Ancak kızdığı zaman
islediğini söylerdi. Kimse de cevap vermezdi. Anneye, yaşlıya o zamanki saygı
bambaşkaydı.
Nenem gelinlerden daha hızlı yürür, dişleri olmamasına rağmen, taş gibi olmuş
çene kemikleriyle Cevizi bile kırardı. Kızları sevmemesine rağmen Melek
ablamı yanından ayırmazdı. Mertik, Mertik diye severdi. Senelerce sonra
çocuğum olduğunda ona
- İşte Melek hala yerine (Mertik emri) dedim diye ablam çok kızmıştı. Annem
senelerce sonra nenemin beş dakikada bir kaç çeşit yemekli sofra
hazırlamasından sitayişle bahsederdi. Annemin yemeklerimde değme aşçı
yapamazken yinede onun yemeklerinin lezzetini daima anlatırlardı.
Ninemlerden biraz daha gidilirse sağ tarafta Gazeteci Ragıp beyin evi vardı.
Kilis gazetesini çıkarırdı. Biz İstanbul’a gelene kadar babam, gazetenin ya
sahibi ya ortağı idi. Gelirken Ragıp beye devretti. Bende çocukken,
- Büyüyünce ne olacaksın diye soranlara,
- Gazeteci derdim.
Ama elime bir kaç gazete alır bağırmaya başlardım. Bugün, gazete satıcısı mı,
yoksa yazarımı olmak istediğimi, veya hangisini kastettiğimi bilmiyorum.
Esasen sonradan bu değişecek, maden mühendisi olmak isteyecektim. Birkaç
gün mahalle mektebine gittiğimi ancak yaramazlığım yüzünden tokat yiyince
bir daha gitmediğimi hatırlıyorum. En üzüldüğüm şeylerden birisi budur. Eğer
gidebilseydim mutlak eski yazıyı öğrenmiş olacaktım.
Bir de künefeyi çok severdim. Hatta bana
- Babanı mı, künefeyi mi daha çok seversin? dediklerinde,
21
- Künefeyi dediğimi hatırlıyorum. Bu yüzden Kilis’te adım Künefeci idi.
Sonradan bana daha ne adlar takılacaktı.
Babamlar o zaman dört ortaklarmış. Ali amcam Sürmeli oğlu Mehmet beyle
mağazada, babamla Muharrem Cambolatla Sabunhanede dururlardı. Sürmeli
Mehmet beyin zannedersem babası olan Şakir bey Murdolı isminde bir
yahudiyle ortakmış. Bir gün ortak ölmüş. Oğlu yahudi şivesiyle "Babamız öldü
artık bize baba gibi sen bakacaksın" demek maksadıyla
- Şakir emmi babam öldü, sen kaldı demiş. Tam anlamayan Şakir bey
- Ulan kelp oğlu kelp baban öldüyse bendemi öleyim demiş. Bu hep anlatılır
gülünürdü.
Bir de Kör şeyh diye adlandırılan bir akrabaları varmış. Bunlara, yani o
zamanın genci olan babamlara,
- Şayet şapkanız, kasketiniz uçup Hükümetin bahçesine düşerse sakın onu
almak için de olsa, Hükümete gitmeyin borçlu çıkarsınız dermiş ki, bu o
zamanın Devlet ve Millet anlayışına en güzel bir aynasıdır. Ben bile çocuklukta
duya duya bunun çok tesirinde kaldım. Uzun bir müddet Konsolosluklara bile
uğramazdım. Türkiye’de hala vergi toplanamayışında bu zihniyet hakimdir.
Türkiye’de vergi bir ceza, en azından bir angarya olarak kabul edilir. 600 sene
imparatorlukta yaşamanın tesiri, bir iki nesilde ortadan kalkmıyor. Zihniyet hala
az çok: Devletin malı deniz, onu yemeyen domuz. Avrupa’da alınan verginin
sarf yerini kirala bırakmayıp, tesbit için ihtilaller yapılırken, bizde yeni bir sefer
yapılsın, fakat kimseden vergi alınmasın, zihniyeti hakimdir. Son devirler de ise
ecnebi devletler <DUYUNU UMUMİYE> adiyle kurdukları teşkilatla yan
müstemleke gibi vergiyi almaya kalkınca, bunlardan' kaçırmak milliyetçilik
oluyor. Bu asırların izleri hemen silinemeyeceği için kimse vergisini doğru
vermez. Köylü eline geçen parayı altına yatırdığı için Türkiye’deki şahsi altın
dünyanın en zengin ülkelerinde bile yoktur, fakat devlet fakirdir.
Muharrem bey eşraftan olduğu halde babamlarla ortak olması yüzünden
akrabalarından devamlı tenkit hatta tehdit edilirmiş. Fakat o hiç bir zaman
babamdan ayrılmadı. Essüm hanım isminde hanımı vardı. Hanımın kardeşleri
sonradan Antep mebusu olan Dr. Muzaffer Cambolat ile Arif Cambolat,
anneleri sonradan Muharrem beyin babasıyla evlendiği için Cambolat soyadı
kullanırlardı. Burada Arif Cambolattan bir hatıramı sormadan geçemeyeceğim.
Bir gün bize gelmişlerdi, annem bunlar hep bizde oldukları için pek ehemmiyet
vermez hatta biraz takılırdı. O gün
22
- Arif duyduğuma göre şu kızı istemişsin vermemişler doğrumu? diye sordu.
Arif çok hiddetlendi, yeni maliye müfettişi olmuştu, küçük dağlan kendi yarattı
zan ediyordu, biraz peltek olan dili ile,
- Sen ne diyorsun Saliha hanım, İsmet paşanın kızını istesem paket eder
yollarlar demişti.
Bu laf sonradan, yeni evlenen herkese söylenen bir tabir oldu, sık sık söylendi.
Essüm hanımın kız kardeşi Vakıf Çakmurun ağa beyisi ile evli idi. Çakmurlar
Allah’a pek inanmazlar. Akif Çaknııır kuvvetine pek mağrurmuş. Allah gelsin
şu kolu büksün bakalım dermiş. Sonu felç olarak sandalyede kollan titreyerek
geçti. Vakıf Çakmur da
- Ne anne hakkı, kendi kocasıyla sevişirken ben dünyaya gelmişim. Bana on
kilo süt verdiyse kendisine yüz kilo süt vereyim, ödeşelim demişti. Bunu ben
şahsen duydum.
Muharrem bey bize geldiğinde eşrafı hicveden hatıraları tazelerlerdi.
Aklımda kalan bir ikisini not edeyim, ismini hatırlamadığım eşraftan birisi
sabah erken hükümet konağına gider, parasını, diyelim on altınını,
muhasebeciye rica eder, kasaya koydururmuş. Eve gelen alacaklı köylüleri, ev
halkı onun bulunduğu muhasebecinin odasına yollarlar, o da onlara hükümette
çay içirir sonra da, muhasebeciye seslenirmiş
- Ahmet efendi, şu bizim Mehmet efendiye beş altın ver bakalım
O da çıkarır sabah bırakılan paradan onun söylediği miktarı öder. Köylü,
köyüne dönünce, Hükümetin kasası beyin emrinde şu kadar ver diyor muhasip
veriyor dermiş. Babamın sözüne onların herşeyleri yalan üzerine kurulmuşmuş.
Bir de oğlu pek akıllı olmayan bir bey
- Bizim oğlan büyürse çok boklar yiyecek dermiş. Oğlu da
- Yerim ya yemem mi? diye cevaplarmış. Fakat isimlerini hatırlamıyorum.
Bu ve buna benzer neler anlatırlardı. Züğürt eşraftan birisi zengin bir yerden
gelin almış. Gelin yemek yaparken kayınpeder geliyor, gelinin yemeğe çok yağ
koyduğunu görünce
- Kızım bizim evde cızzzzzzzzz yok cızt var. Onun için baban evindeki kadar
23
yağ koyma, demiş. Bunu babam da alay için anneme bazen söylerdi. Amma
annemin yemekleri çok yağlı olurdu. Babamı yemek hususunda pek dinlemezdi,
daha doğrusu, onu, doğru bildiğinden kimse çeviremezdi.
Evlendikten sonra ilk defa yalnız, yemeksiz kalmışlar. Babam iki yumurta
kavurmasını söylemiş. O güne kadar hiç yemek yapmamış annem, yumurtayı
kavurmuş evlerindeki aşçı gibi bir avuçta tuz. atmış. Babam hiç bir şey
söylemeden yemiş, yalnız bir parça arttırmış. Annem bu nasıl adam, iki
yumurtayı bitiremedi diyerek kalan kısmı ağzına atınca vaziyeti anlamış.
Sabun kazanda kaynadıktan sonra tahta büyük kalıplara dökülür, orada tam
kurumadan kesilir marka vurulurdu. Usta bana da ufak bir marka vurulan, tahta
çekiç gibi tokmak yapmıştı. Bir gün ben ustalardan önce markalamaya kalktım.
Tabii berbat ettim. Bu yüzden bir kazan sabun yeniden toplanıp kaynatılmıştı.
Bu arada benim tokmağım da sobaya atıldı. O yanarken içim sızladı fakat bir
daha da sabunlara karışmadım.
Birde Çeşme, Kilis’te Kastel derler, hikayesi vardır. Kilis’in girişinde
Karataş’ın karşısında bir çeşme vardır. Vaktiyle şeran kadın üç defa
boşandıktan sonra üzerinden bir nikah geçmeden kocasıyla yeniden
evlenemezdi. Çok zengin beyin birisi asabiyete kapılıp hanımı boşamış. Kadın
nikahsız seninle yatmam demiş. Hoca nikah kaymıyor ne yapsın, adamlarına
- Çeşme başına gidin gelecek bir körü alın gelirin demiş.
Adamlar fazla beklememiş, ilk gelen bir körü alıp getirmişler. Adamı hemen
hamamda yıkayıp temiz elbiseler giydirip, hanımla nikahlamışlar. O geçe
hanımla yatmış. Ertesi sabah tekrar atlılar adamı çeşme başına bırakmışlar.
Adam yaşadığı hadisenin rüyamı hakikat mi olduğunu anlayamamış, her gün
sabahtan akşama kadar çeşme başından ayrılmazmış. Belki yine alır götürürler
diye. Çeşme başında birisi oyalanırsa arkadaşları
- Seni götürecek atlılarımı bekliyorsun diye takılırlardı.
Kilis’teki hayatımdan daha fazla bir şeyler hatırlayamıyorum. Bir kaç defa
başım yarılmıştı. Fakat Melek başkalarının kafasını da yararmış. Senelerce
sonra, gelin olduktan sonra, Kilis’e gittiğinde bir çok kadın (benim de başımı
yanmıştın) dedikçe çok utanmış. Aşın yaramazdım, herhalde şımartılmanın
tesiri de olacak. Korku nedir bilmezdim, hala da öğrenemedim. Cahil olan cesur
olur derler, belki de benimkide cahillik.
Bir de hatırladığım, babanım Eyüp dayısını iyi hatırlıyorum. Zayıf, aceleci,
24
muziplikten hoşlanan, çok güler yüzlü, bir kimse idi. Sonradan İstanbul’a da
çok geldi. Fakat nenem, yani ablası Abdullah amcalarda diye hep orda kalırdı.
Bu Eyüp dayının hanımı Zeynep hanım hasta olmuş. Eyüp dayıya sen yeniden
evlen demiş. Eyüp dayı
- Sen beğenir alırsan kabul, demiş.
O da hakikaten ender rastlanan bir feragat ile Saliha hanımı bulmuş. Evi
hazırlamış fakat tam gerdeğe girileceği sırada kıyamet kopuyor. Neneme haber
geliyor. Bende herhalde orada olduğum için beraber gittik. Eyüp dayı da o
gecenin verdiği gerginlikle galiba Zeynep hanımı evden atmaya kalkmış.
Zeynep hanımın kızma sebebi, gerdeğe giderken, bu kadar evi hazırlamasına
rağmen, gelinin onun elini öpmemesi. Neyse el öptürüldü barıştırıldı ve onlar,
havuçlarına giden dehlizin üzerindeki, odaya çıkarken, Nenem, Zeynep hanımı
yanına aldı, nenemlere gittik. O zaman Eyüp dayının Hatice, Adeviye adında iki
kızı, Hennan, Mennan adında iki oğlu vardı. Mennan ben yaşlardaydı. Hennan
benden çok büyüktü.
Babam bu hadiseyi hatırlatarak,
- Ne kadınlar var kocalarını kendi eliyle evlendiren diye anneme laf atar, annem
- Seni değil sağken, ölümle bile rahat bırakmam, geride bırakmam . Ona göre
adımını at, derdi. Nitekim ölümünden sonra babam altı ay dayanamadı.
Hafız olan ve o güne kadar ticari hayatla hiç ilgilenmeyen Abdullah amcam
piyangodan büyük ikramiyeyi kazanmıştı. Güya bir toplantıda bir iki akrabası
"Çıkarsa ortağız" dedikleri için onlar çok asılmış ve elinden çok parasını
almışlar. Galiba teyze çocukları. Bunlardan birisi Hüseyin Akat’tı. O zaman
Kamyon şoförlüğü yapıyordu. Bir gün bütün kadınları nehir kenarında bir yere
çamaşır yıkamaya götürdüğünü hatırlıyorum. Çünkü kadınlar çamaşır yıkarken
o şoför mahallinde yatıyor bende onun yerinde şoförlük oynuyordum. Nasıl
olduğunu hatırlamıyorum araba yürümeğe başladı Çığlığımdan kalktı fakat
araba bir hendeğe girmişti, Kurtarana kadar epeyi sıkıntı çekti.
Abdullah amcam zannedersem kendisini memlekette rahat bırakmayacakları
için, babamsa Kılıç Ali’nin kendisine oynadığı oyunu bir türlü içine
sindiremediği için ve babaları da vefat ettiğinden, beraber İstanbul’a gelmeye
karar vermişler. Babam bana başka hiç bir şey yapmamış olsaydı bile sırf bu
karan için ona daima minnettar kalırdım. Bu nakli mekan benim yaşam tahsil
hayatıma çok tesir etti. Kilis’ten ayrılmamız büyük bir hadise oldu. Ali
amcamların HAVUŞUNDA büyük bir resim çektirdik. Ne yazık ki o resim
kayboldu. O resimde ben yerde uzanmıştım. Sevim daha yeni yeni oturuyordu.
25
Kilis dışına kadar büyük bir kalabalık uğurladı. O zamanda böyle vasıtalar
yoklu, Bir kamyonla Katma tren istasyonuna geldik. Oradan trene bindik, üç
gece iki gün sonra İstanbul’a vardık. Yolda beni bagaj yerine yatırdıklarını
hatırlıyorum. Kasım 1932 yani ben tam altı yaşındaydım.
Haydarpaşa’ya akşam vakti indik. İstanbul’da ilk gözüme çarpan ışıklar
içerisindeki vapurdu. O zaman Kilis’te henüz elektrik yoktu. Trendeki ise
hakikaten çok cılızdı. Vapuru ilk görüşüm hiç unutamayacağım bir sahnedir.
Nur içinde bir bina gibi gördüm. Denizi de ilk görüyorduk. Bu kadar büyük bir
su havsalamıza sığınıyordu. Şimdiye kadar gördüğümüz en büyük su, dere gibi
Fırat in bir kolu idi. Annem korktukça babam daha korkulmak için suyun çok
derin olduğunu bilhassa belirtiyordu. Annem okuyup üfleyerek vapura bindi.
Babam gelmeden önce İstanbul’daki arkadaşı, beraber iş yaptığı tüccar
Malatyalı Abdullah Hüsrev beye yazıp ev kiralatmıştı. O da kendi evine yakın
Şehzadebaşı’nda bir ev kiralamıştı. O sene yeni ev çok soğuk oluyor soba
devamlı yakılıyordu. O zamanki Üniversitenin önü park gibi idi. Bir büyük
havuz vardı. Güneşli günlerde etrafında otururduk. O zamanki evin yeri istimlak
edildi ve Üniversite o tarafa doğru genişledi. Ne yazık ki o havuz da, o meydan
da kaldırıldı. O zamandan kalan hatıra, Nenemle beraber çektirdiğim resimdir.
Rahat durmam için fotoğrafçı elime bir top vermişti. Nenemin sonradan
büyütülen resmi bu resimdir. Aklımda kaldığı kadar o sene Ramazan da kışa
gelmişti. Abdullah Hüsrev’in ben yaşlarında Celal adında bir oğlu vardı.
Babamlar da Kuru kahveci ihsan beyin birinci katında Eminönü’ne değil
Sultanhamam’a bakan tarafında iç içe iki odalı yer tuttular. En çok hoşuma
giden iki oda arasında ufak bir pencere vardı. Muhasebe evraklarım içeri
vermek için düşünülmüştü. Ben ikide bir orayı açıp öbür odaya bakmayı
severdim.
Mısır çarşısının bize bakan yan tarafı hep kasap dükkanları ile doluydu. Hiç
unutmam o zaman okkası on kuruşa idi. Sonradan o kasap dükkanları yıkıldı. O
zaman İstanbul tam bir şark kasabası gibi görünüyordu, Eminönü meydanı,
baraka gibi dükkanlarla doluydu.
Bir de şimdiki fotokopi makinesi yerine bir alet vardı, Altı kalın bir demir, dört
köşeden kavisle ortaya bağlanıyor, ortada dişli bir kol, onun ucunda yine bir
kalın demir, yukarı ucunda bir kol vardı. Mektuplar kopya kalemle yazılırdı.
Kalın kaplı bir defterin tarih sırasına göre, o defterde bir sayfanın arasına
konur.defter sayfasının üzerine ıslak bir bez konurdu. Mektubun altına ve ıslak
bezin üstüne diğerleri karışmasın diye kalın karton konur, bu defter o
mengenenin içine yerleştirilirdi. Mengene sıkıştırılır yarım saat kadar böyle
26
bırakılır, sonra açılır, mektup bundan sonra katlanır zarfa konurdu. Bu defter
noterden tasdikli olur ve mahkemece delil olarak kabul edilirdi. Yalnız bu
oldukça ustalık isteyen bir işti. Bez fazla ıslak olursa yazı birbirine karışır, az
ıslak olursa kopyada bazı yerler çıkmazdı.
Han sahibi İhsan beyler aynı katta Eminönü tarafına bakan odada otururlardı.
Çok sık aşağı kahve kısmına indikleri için, anahtarları, miada olduktan zaman
kapının üzerinde dururdu. Bir gün şeytan dürttü, onlar içerideyken kapıyı
kilitledim kaçlım. Onların çırpınmalarını görmeliydiniz. Babamlar farkına
vardı, açtı da adamlar kurtuldu. Babamlar bir taraftan gülüyor, bir taraftan beni
azarlıyorlardı.
Evden yazıhaneye geliş çok kolaydı, Üniversite duvarı takip edilerek Mercan
yokuşundan, sonra da Fincancılar yokuşundan aşağı iniliyordu. Fincancılar
yokuşunun orta yerinde bir oyuncakçı vardı. Orada mutlak bir mola verilirdi.
Hele Melek veya Fatma varsa bu duruş daha uzardı, çünkü vitrininde çok süslü
bir bebek vardı. Fakat eve dönerken o yokuşu tırmanmak lazımdı. İstanbul’a
geldikten bir kaç ay sonra annem, Muzaffer Cambolat ve Pakize İzzet'in asistan
olduğu, Haydarpaşa Numune Hasta hanesine yattı. Bir kaç defa hasta haneye
babamla beraber gittik. O zaman vapurlar Köprünün yan tarafından kalkardı.
Haydarpaşa’da çıkar yürüyerek Hasta haneye giderdik. Tren yolu üstündeki
köprü falan o zaman daha yoktu. Tren yollarının üstünden yürüyerek geçerdik.
Bir gün komşu evde bir köpek devamlı havlıyordu ona bir kaç defa taş attım.
Attığım taşlardan birisi komşunun camına geldi, pencere camı kırıldı. Ben
"Allah’ım ya köpeğin canını al, ya benim canımı al" diye dua etmiştim. Neyse
akşam babam, komşunun cam parasını verdi de kurtuldum.
Evde annem olmadığı için yemekleri nenem yapıyordu. Çok güzel yemekler
yapardı. Bir akşam yaptığı micceddereyi fazla yemişim, ertesi gün hastalandım.
Babam gelip beni bir doktora götürsün diye, nenem ablamı yazıhaneye
gönderdi. Babam ise bir oğlu daha olduğu için Hasta haneye gitmişti. Uğur
doğmuştu. Ertesi gün babam beni Karaköy’de Bankalar caddesinde yuvarlak
daireler şeklindeki merdivenlerle çıkılan Dr Fakoçelliye götürdü. İstanbul’da ilk
doktorum o doktordu.
O sene yazın Nişantaş’a taşındık. Tuğlacı Emin efendi sokakta yeni yapılmış bir
ev kiralanmıştı. Bu muhite taşınmamıza, zan edersem o zaman Emniyet
Sandığında Müdür olan Kilisli Vakıf Çakmur beyin tesiri oldu. ilk gece bize
akşam yemeğini de hanımı Şaziment hanım hizmetçisiyle yollamış kendisi de
gelip yerleşmemize yardım etmişti. Evin kirası otuz liraydı. O sıra Kilis’ten
gelen zan edersem Sürmeli Mehmet bey
27
- Yahu Muhammed iyi düşündün mü, yattın kalktın gitti bir banganot, dediğini
çok iyi hatırlıyorum. Abdullah amcamlar da karşımızdaki, sonradan satın
aldığımız, dört katlı apartmanın üst katında bir daire buldular. Ayni apartmanda
Vakıf Çakmurlar ve sonradan Erkanı Harp ikinci reisi olan Miralay Asım
Gündüz oturuyordu. Amcamın oğlu Güngör bu dairede 1934 senesinde doğdu.
Bu apartmanda hala hatırladıkça korktuğum bir hatıram var. Apartmanın en
üstünde bir teras vardı. Kiracılar çamaşırları kurutmak için buraya sererlerdi.
Melek, şimdi tam hatırlamıyorum, Fatma veya bir başkasıyla, o terasın
kenarındaki korkulukların üzerinde oynuyorlardı. Ben de terastaydım. Abdullah
amcanı uzaktan Meleğin duvarın üstünde yürüdüğünü görmüş. Bağırırsa,
bakarken düşerler diye seslenememiş, koşa koşa beş kat çıkarak, nefes nefese
gelişini hala hatırlarını. Çok kızdı bir daha da kimse duvarlar da gezmedi.
Bu muhite alışmam oldukça zor oldu. Ben manasını bile bilmediğim küfürleri
sıraladıkça herkes benden kaçıyor kimse çocuğunu benimle konuşturmuyordu.
Vakıf beyin oğlu Bülent Çakmur o sıra yegane arkadaşımdı. O da herhalde
babasının zoruyla konuşuyordu. Bir gün de annem çocukların erken eve
döndüğünü görmüş
- Bugün Hamis (perşembe) değil mi, mektepler sırıf oldu mu? (tatil oldu mu)
demiş. Çocuk
- Teyze ben Arapça bilmiyorum diye cevaplamış.
O sıra İstanbul’da tahsilde olan Kilisli talebeler arkadaşlarını kızdırmak için
uzun bir metin hazırlamışlardı. Kilis tabirleri sıralanır İstanbullular hiç bir şey
anlamazlardı.
Süllümü ( merdiveni) aldım Tağaya (pencereye) dayadım, göze (oda) girdim.
Karşıda bir kuşhane (ufak tencere) içinde kübbül- siniye (tepsiköftesi)..... Böyle
devam edip giderdi. Sonradan Türkçe cereyanı çıktığında Bazı Kilis tabir ve
sözcükleri öz Türkçe olarak kitaplara geçti.
1933 Türkiye için büyük bir tarihti. Çünkü Cumhuriyetin onuncu yılı idi.
Senelerdir ilk defa sulh içerisinde on sene geçmişti. Harp sonunda oniki milyon
olan nüfus onbeş olmuştu. Belki oniki rakamı bile mubağahdır. Çünkü o zaman
herkeste ecnebi düşmanlığı ve korkusu olduğu için, bizi zayıf görüp de tekrar
hücum etmesinler diye kuvvetli görünmek merakı vardı. Düşünmek lazım ki
Türkiye 1908 senesinde ikinci meşrutiyeti ilan ettikten sonra. Abdülhamit gibi
çok akıllı ve tecrübeli bir padişahı tahttan indirmişti. Abdülhamit Arap, Kürt
beylerinin çocuklarına paşalık, vezirlik vererek İstanbul’da rehin gibi tutarmış.
28
O yüzdende tahtta olduğu 33 sene zarfında ne harp ne büyük isyan olmamıştır.
Hem de bütün devletlerin Osmanlıyı parçalamak için canla başla çalışmalarına
rağmen. Tıbbiye dahil bir çok ilim merkezi onun zamanında kurulmuştur. Fakat
bunlar tahttan indirilişini önliyememiş, belki de sebep olmuştur. Bu indiriş,
Türk tarihine bir kara lekedir. Çünkü Türk padişahı tahtan indirmeğe bir Ermeni
bir Rum ve bir Musevi mebus Meclisi mebusanı temsilen Padişaha tebliğ
etmişlerdi. O padişah ki Yahudileri temsilci gelen heyetin para karşılığında
Filistin’i yahudilere bırakmasını teklif eden Lordu huzurundan kovmuştu.
Ayrıca sürgünde olduğu zamanda da, yakınlarıyle hükümete Avam
kamarasındaki parayla alınabilecek mebusları bildirdiği gibi Balkanlardaki
Kiliselerin anlaşmasının bizim aleyhimize olacağını bildirmiştir. Bunu
dinlemeyen coşkulu vatanperver fakat çok acemi İttihat Terakki neticeyi çok acı
şekilde, Balkan Harbinde görecekti. Harp başladığında o zamanki Düvelli
Muazzama (Büyük devletler) Osmanlının galip geleceğini düşünerek
hududların değişmiyeceğini ilan ettikleri hakle Osmanlı yenilince bu sözlerini
unuttular. Abdülhamid’in yahudi heyetini kovması dünyada, Padişah aleyhine
geniş bir kampanya açılmasına sebep oldu. Kızıl Sultan dediler. İttihatçılarda
dünyaya sempatik görünmek ve padişahı seven halkı kendi taraflarına çekmek,
padişahtan soğutmak için, bu akımı kuvvetlendirdiler. Fakat bazı işlerde o kadar
aşın gidildi ki ister istemez Abdülhamid’i mağdur duruma düşürdü. Mesela
1908 de padişah tahtan indirildiği halde, 1915, 1916 senelerinde olduğu
söylenen Ermeni öldürülmelerinden de Abdülhamid mesul tutulmuştur. Bu
Ermeni hadisesinde babamlardan duyduğum, ve okuduklarıma göre Ruslarla
harp ederken, Ermeniler Ruslarla beraber çalışmaya başlayınca, Harbi Umumi
içerisinde hükümet, Ermenilerin tehcirine, Suriye’ye sürülmelerine karar
verince, bunlar guruplar halinde Rus hududundan Suriye istikametinde yollara
dökülüyor. Bunlarda çok para altın olduğunu düşünen eşkıya çeteleri ve
bilhassa doğudaki Kürtler geceleri baskın yapıp soyuyor, karşı duran olursa
öldürüyorlarmış. Bu hadisenin soy kırım olmadığını herkes bilmektedir.
Bilhassa İstanbul’u işgal eden İngiliz, Fransız kuvvetleri ve bunların yardımcı
ve tercümanları olan Ermeni ve Rumlar daha iyi bilirler. Çünkü işgal sırası
İstanbul’da devletin bütün evrakları ellerinin altında iken hiç bir şey
bulamamışlardır. Bir kaç sene önce Cumhuriyet hükümetinin bütün Osmanlı
Evraklarını herkesin araştırmasına açmasına rağmen hiç kimse incelemek için
müracaat etmedi. Maalesef , birçok memlekette tarih hep kendi lehindekileri
yazan bir edebiyat kitabından ileri gitmiyor. Esasında padişahlık devrinin en
kuvvetlilerinden birisi olduğu için Cumhuriyet idaresi de hiç bir zaman,
mukayese için, hiç bir zaman zavallı bir padişah olan son padişah Vahdettin ile
değil Abdülhamit’le mukayese edilmesine çalışmıştır.
1911 de İtalyanlar Trablusgarb’a saldırdılar, Enver Paşa, Mustafa Kemal gibi
genç subaylar kahramanca çarpıştılar. Arkadan Balkan Harbi 1912 de çıktı.
29
Allah’tan sonunda Yunan Bulgar birbirine girdi de Enver Paşa İstanbul’a
(Çatalca’ya ) kadar gelen düşmanı ileri sürerek Edirne’yi son anda kurtardı.
Orduyu hazırlamak üzere Alınanlarla anlaşma yapıldı. Daha netice alınmadan
1914 te Almanların ve Hııvcr paşanın zoruyle Birinci Dünya Harbine girilmişti.
O Haq)te Çanakkale’den Kafkasya’ya, Iraktan Süveyş kanalına kadar, sekiz on
cephede kuvvetli düşmanlara karşı çarpışılmışım Ondan sonrada İstiklal Harbi
yani memleket arasız on oniki sene harpten harbe koşmuştu.
Bundan sonra on sene sulh içinde geçirmek hakikaten bir bayram sevinci
veriyordu. O sene bir marş yazılmıştı:
Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan
On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan.....
O zaman İstanbul’un nüfusu beş altı yüz bin idi. Taksimdeki resmi geçidi
görmeğe gittik.
Atatürk meşhur (Ne mutlu Türküm diyene ) sözünü o gün söylemişti. Ata
düşmanları bu sözü alıp onu faşistlikle suçladılar. Halbuki seneler sonra Kenedy
( Ich bin Berliner) Ben bir Berlinliyim dediği gibi Atatürk de önce on yılda
yapılan bir çok işleri sayıp bunları yapan millet çalışkan, dürüsttür gibi sıfatlar
sıralamış ve bu sıfatları olan" Türküm" diyen bir kimsenin mutlu olacağını
bildirmiştir. Senelerdir harplerde devamlı kaybeden bir millete moral vermek
istemiştir ve muvaffak olmuştur. Bence Kenedy bu hususta Atayı taklit ederek,
demokrasi aşkı, ezaya cefaya tahammül eden halkı övmüş, bu manada
kendisinin de bir Berlinli olduğunu söylemiştir. Kimse ona ırkçılığı teşvik
ediyor dememiştir. Ayrıca Trablusgarp, Balkan, Birici Dünya Harbi, istiklal
savaşı peş peşe on iki sene memleketi harabeye çevirmişti. Belki de Türkiye’yi
çok zayıf göstermemek için biraz şişirilmiş bir rakamla 12 milyon nüfuslu
olarak Cumhuriyet ilan edilmiştir. Bu nüfusun, genç erkeklerin mühim bir kısmı
harplerde öldüğü için, çoğu dul kadın ve bunlarında bir kısmı veremli, sıtmalı
hatta daha bir çok fena hastalıklı idi. Bu nüfusla harpsiz on yıl geçirip, bir çok
bataklığı kurutup bir çok hastalık önlenmişti. Ankara’ya kadar gelen düşman
kaçarken her yeri yakmıştı. Bu yerlerin iman, yeni yollar yapılması mühim
hadiseydi, hem de elde hiç para olmadan, üstelik eski Osmanlı borçlarını da
öderken. Ayrıca Lozan’da ismet Paşa her türlü kapitülasyonun kalkması için
devamlı ısrar edince, Lord Gürzon
- Bu gün bu haklarımızdan vazgeçiyoruz, fakat harap memleketinizi imar için
paraya ihtiyacınız var. Yarın para için geldiğinizde size bu şartlan teker teker
tekrar dikte edeceğim demişti. Bu sözün çok tesirinde kalan İnönü, o en muhtaç
olan durumda bile, yorganına göre ayağını uzatmış ve on sene zarfında hiç bir
borç istememiş, hatta Osmanlı borcunu ödemiştir. Bunları göz önüne almadan
30
(Ne yapıldı ki) diyenler bence çok haksızlık yapmaktadırlar. Borç alınmamasını
tenkit edenler acaba borç istenseydi karşılık olarak nelerden olacağımızı
biliyorlar mı?
Yeni evden yazıhaneye gidiş tramvayla oluyordu. Evden Karaköy’e kadar iki
kuruş otuz para . Eminönü’ne üç kuruş on para idi. Babamdan Eminönü parasını
alıp, Karaköy’den gidip gelip bir kuruş artırdığımı çok iyi hatırlıyorum.
Köprüyü yürüyerek daha doğrusu koşarak gider gelirdim. O zaman Eminönü
Karaköy arasında Sandallar da çalışırdı. Adam başı altmış paraya, yani birbuçuk
kuruşa, karşıdan karşıya, kürekle geçirirlerdi.
Bu evde çok hatıralarım var. Mektebe o evde başladım. Benim mektebe gidiş
şeklimi Asım Gündüz bey ve bir kaç komşu pencereden seyrederlermiş. Ben
çantamı bir kat bile olsa, boşuna taşımamak için, pencereden atar, merdiveni,
tırabzandan kayarak iner, çantamı alıp okula giderdim. Tertemiz giydiğim önlük
dönüşte bir rezaletti. Annem ne kadar temizliğe meraklıysa ben o kadar salla
parti gezerdim. Kelimenin tam manasıyla pasaklı idim. Uğur için bir İngiliz
çocuk arabası alınmıştı. Çok sağlam ve yüksek bir arabaydı. Biz Melek, Fatma
ve ben o arabaya biner koridorun bir başından öbür ucuna, iki tarafa tuta tuta
gider gelirdik. Çok yaramazdık, fakat bir gün herhalde normal ölçüleri de aşan
bir yaramazlık yapmıştık. Babam çok kızdı.
- Bu akşam yatağınızda yatmayacaksınız kapı önünde yatacaksınız dedi. Bir
yere gideceklerdi, gittiler. Üçümüz, yani Melek, Fatma ve ben, evdeki çuvalları
hole serdik. Kış olduğu için bize de biraz sıcaklık gelsin diye kapıyı az açık
bıraktık. Üstümüze de çuval örttük ve birbirimize sokularak yattık. Uyumuşuz,
gözümü açtığımda babamın kucağında, yatağıma götürülüyordum. Hemen
gözümü kapadım. Fakat bir daha da bize o şekilde ceza verilmedi. Yalnız şunu
da yazayım ki evde en çok ben dayak yerdim. Babama birisimi söylemiş yoksa
bir yerde mi okumuş bilmiyorum, İngilizler (Biz ilk çocuğu terbiye ederiz
diğerleri ondan öğrenirler) derlermiş. Babamın da terbiye tarzı dayak idi.
Esasında o zaman herkes az çok öyle idi. Annem Meleği bir gün fena şekilde
döven babama
- Bir yerini sakat ette başımıza kalsın diye korkuttuğu için ona pek fazla
karışmadığından en çok beni dayakla terbiye etmeğe çalışırdı. Kusursuz insan
olmayacağına göre annemin veya babamın her hangi bir hadisede tavırlarını
yazıyorsam bu onları tenkit için değildir. Fakat nasıl yetiştiğimi bütün
açıklığıyla yazmak için zikrediyorum. Yoksa onlar aleyhinde bir şey yazarsam
elimin kuruyacağından korkarım. Onlar hakikaten birer feragat sembolü idiler.
Yemez bize yedirir, giymez bizi giydirirdi. Fakat o zamanki inanışa göre, bizim
iyiliğimiz için, döverlerdi. Nitekim “Kızını dövmeyen dizini döver.” veya
31
“Hocanın vurduğu yerde gül biter.” sözleri o inanışın ifadeleri değilmidir.
Bizim İstanbul’daki bu yeni ev adeta Kilislilerin oteli idi. Her geleni babam
mutlak eve getirirdi. Otelde yatmak merhumu daha yerleşmemişti. Bir Kilislinin
otelde yatması babama hakaret gibi gelirdi. Eline tahta kutu, kuru baklavayı
alan bize damlardı. Sonradan 1940 senesinde İstanbullun boşaltılması sırası
gittiğimiz Kilis’te o gelenlerin çoğunun bizi çağırmaması, alakadar olmaması
annemi çok üzmüştü. Fakat o adet yine de devam elti. O sıra gözleri bozulan
Muzaffer Cambolat aylarca bizde kaldı. Pakize İzzet de, onun yüzünden, sık sık
bize gelirdi. Bir müddet sonra Maçka’da lüks bir daireye taşındıklarını duyduk.
Babamlar güle güle oturun demeye, hediyeyle gittiler. Evi pek beğenmişler. Bir
müddet sonra Pakize hanımın Afgan Kralının akrobasiyle evlendiğini duyduk.
Ablası bize gelmişti. Evi bırakacaklarını söyledi. Annem
- Bu kadar beğendiğiniz bir ev bulmuşken niçin çıkıyorsunuz, dedi. Çok dürüst
ve samimi olan abla
- Kızı satmak için elimizde ne varsa verip bu evi tuttuk. Kız gitti, ben bu
masrafın altından nasıl çıkarım demişti. Bu annemin çok hayretine gitmişti.
İstanbul’dan evlenmek isteyen Kilisli gençlere bunu anlatırdı. Kilisliler de
kanaat İstanbullu kızların iyi bir aile kuramayacakları, ilk sıkıntıda evi terk
edecekleri merkezinde idi. Senelerce sonra ayni hisleri bu defa Alman kızlara
karşı bende dahil olmak üzere bütün Türkler de görecektim. Çok defa da haklı
çıktılar, istisnalar kaideyi kuvvetlendirir.
Gelen Kilislilerden Hamit isminde birisi, çok acık göz geçinirdi. Bir gün
berbere gideceğim. Annem parayı verdi. Bu, ben götüreyim diye tutturdu.
Annem ne kadar zahmet olmasın dediyse de Hamit ısrarla beni berbere götürdü.
Maçka camiinin karşısında lüks bir berberdi. Benim tıraşım bitince bu açıkgöz
(Benim de şu arkasını, hafif bir düzeltilmişin) dedi. Adam düzelti. Kasaya
gidince usta (bir tam, bir çocuk) diye bağırdı. Adamın yüzünü görmeliydiniz.
Günlerce babamlar adama güler, oda berbere küfrü basardı. Meğer benim
yanımda gidişiyle bedava saçını düzelttireceğini zannedermiş. Babamların
anlatıp güldüğü başka bir Kilisli hadisesi de şuydu. Kilisli lokantaya gidiyor.
Garson ne istersiniz diye sorduğunda,
- Heyallah diyor (Ne olursa olsun veya ne varsa Kilis tabiri). Garson biraz sonra
geliyor
- Maalesef yokmuş efendim başka bir şey istenmişiniz, diyor.
O sıralar Boğazda bir yer söylüyorlar, hep beraber gittik. Zannedersem
32
Boyacıköy’de bir yalıydı. Babam beğeniyor fakat anneme başka kadınlar
- Seni ıssız yere atacak, kendi şehirde gezecek, belki de üstüne evlenecek
diyorlar. O zaman medeni kanun yeni çıkmış amma kimse bilmiyor. Bilenlerde
takmıyor. Annem çocuklar için tehlikeli olacağını, istemediğini söylüyor
velhasıl olmadı.
Sebebini bilmiyorum, galiba Ali amcamlar geldiği için, ertesi sene bizim sokağa
paralel arka taraftaki, bir ucu Topağacı’nda diğeri Amerikan Hastahanesinde
olan sokağa taşındık. Karşımız tamamen dutluktu, çok güzel dutlar olurdu.
Kimden öğrenmişse Melek ipek böceği bakmaya başladı. Tabii ben ondan
gerimi kalacağım. Uzun müddet baktık. Sabahları gider karşıdan yaprak
toplardık. Büyüdüler kozaları yaptılar sonra kozaları deldi, kelebek çıktı ve
yumurta bıraktılar. Bu arada delinmiş kozanın işe yaramadığını, ipek için
kozanın sıcak suya batırılarak öldürülmesi icap ettiğini öğrendim. Canlı canlı
sıcak suya batırmaya kıyamadığım için, ondan sonra beslemedim. Dutluğun
dutları da çok güzeldi ekseriya oradan dut alırdık.
Topağacı’nda mahallenin bütün çocukları oyun oynardık. Güngör’ün
doğumundan az sonra bir akşam Abdullah amcam çok fena hastalanıyor, bize
çok yakın olan okulumun alt köşesindeki Nişantaş Sağlık Yurduna kaldırılıyor.
Meğer apandisiti patlamak üzereymiş. Ameliyat olup kurtuluyor, fakat evde
doktorların korkutması yüzünden epeyi korkulu anlar yaşanıyor. Dutluktaki
evdeyken Abdullah amcam bedelli askerliğini Selimiye’de yaptı. Evli olduğu
için hafta sonları gelebiliyordu.
O arada Abdullah amcamların oturduğu apartman müzayedeyle satılığa
çıkarıldı, en fazla veren babamların üzerinde kaldı. Dört kat sekiz daire On beş
bin liraya, yarısı taksitle ödemek üzere aldılar. Fakat kiralar da rezaletti 19 lira
ile 27 lira arasındaydı. Ali amcam bu alış için mi geldi, yoksa geldikten sonra
mı apartman alındı bilemiyorum. Senelerce sonra kendisiyle bir konuşmamızda
(Baktım paralarını batıracaklar gelmeğe mecbur oldum) demişti. Kardeşlerine
karşı baba tavrı hiç bir devirde kaybolmadı.
Yeni taşınılan evde Kilis’ten gelen Ali amcamlar üst katta , biz birinci katta
oturuyorduk aşağıda başka bir kiracı vardı. O evdeyken Ramazan kışa
geliyordu. Ablam ve ben oruç tutmağa deli oluyorduk. Babam kendi ömründe
hiç kaçırmadığı halde (size düşmez) diye, bize zorla sabahları okula gitmeden
kahvaltı yaptırırdı. Biz de çareyi bazı günler erkenden, babamlar uyanmadan,
kalkıp evden kaçmakta bulmuştuk. Fakat o saatte daha okul açılmadığı için
soğuktan donardık.
33
Çok yakında, sonradan ikiye bölünen büyük bir ilk okula zannedersem, on
beşinci ilk okula kaydım yapılmıştı. Talebelik hayatım çok yaramazlıklarla
geçti. O okulda iki sene okudum, öğretmenimiz Süha hanımdı. Numaram 25 idi.
Yazıda sonuncu, hesapta birinci idim. Bu tezat benim bütün ömrümce devam
etti. Sonraları Sen Jozef’te bir sene her dersten en iyi ve en fena beş talebeyi
Enspektör ayağa kaldırıp sıraya dizdi. Ben bir kısmında en iyi (Matematik,
Geometri, Cebir, Fizik, Kimya) diğer bir çok derste de (Kaligrafi, Zooloji,
Fransızca, Müzik) en fenalar gurubuna kalktım. Bütün sınıf kahkahayla
gülüyordu.
Süha öğretmen ilkin bana çok kızardı, fakat sonra matematikten dolayı sevmeğe
başlamıştı. Hatta babam Nakil kağıtlarımızı almaya gittiğinde mektep müdürü
ile beraber "Onlara ŞAHADETNAMELERİNİ biz vermek isterdik, gitmek
zorunda mısınız!" demişler. Babam böyle olduğunu bilseydim Kadıköy’e
taşınmazdım demişti. Sınıfımızda Neş'e isminde güzel bir kız, sonradan
Hamburg’da Baş konsolos olarak karşıma çıkan Erdem Emer ve Güzel Bahçe
sokağında oturan annesi öğretmen olan Tuğrul adında bir samimi arkadaş,
bütün aklımda kalanlar. Bir de şiir ezberlemiştik:
Eskiden Türk Milleti
İstibdatla inlerdi
Zalim padişahların
Sözlerini dinlerdi.
Harabeye dönmüştü
Vatanın sağı solu
Vergi yetiştiriyordu
Saraya Anadolu
Belimizi bükmüştü
Senelerce esaret
Hiç kimse etmiyordu
İtiraza cesaret
Bu tarzda devam ediyordu, Mustafa Kemalin bu duruma son verdiği
bildiriliyordu.
Zan edersem ikinci sınıftaydık. İran da o zaman, eski şaha karşı isyan edip, onu
İran’dan kovan ve onun tahtına oturan, bildiğimiz son şahın babası, Şahı Rıza
Pehlevi ilk defa Türkiye’ye gelmişti. Okullar, Nişantaş’taki taşın yanından
Maçka istikametine doğru dizildik. Üstü açık otomobilleri geçerken alkışlayıp "
yaşasın" diye bağırdık. Atatürk’ü ilk defa o gün gördüm. Siyah gibi bir adamın
yanında olduğundan da daha beyaz duruyordu. Üstelik adamın karpuzcular gibi
pos bıyıkları vardı. Beş dakika bağırmak için bir saatten fazla beklemiştik. O
zamandan aklımda kalan Atatürk’ün Şah gelmeden herkese "acem", "acemi"
34
lafını kullanmamalarını çok sıkı tembih edip, Harbiye’yi Şaha gezdirirken,
kendisi
- Burası (acemi ocağı) diye bir yeri göstermesidir. Şah gittikten sonra
arkadaşları arasında, kırdığı bu pota, en çok kendi söyleyip, gülüyor. Şah
kendisini çok büyük görüyor. Atatürk şaha bir jest yaparak, telefonla İsviçre’de
tahsilde olan, sonradan şah olup Süreyya ile evlenen, oğluyla konuşturuyor. O
zaman bir Şaha bile hayal olan bu konuşmanın şimdiki kolaylığını görenler için
o günün duyguları nasıl anlatılır. O sıra Afgan kralı Amenullah han da
Atatürk’ün yaptığı inkılapları memleketinde yapmağa kalkıyor, İngilizlerin de
desteklediği gerici gurup, din elden gidiyor, diye Kiralı memleketten kovuyor.
Atatürk’ün bunlardan en büyük farklı tarafı Erkanı Harp paşası (kurmay
generali) olması ve neyi ne zaman yapacağını iyi hesap etmesi, ve ona göre
karşı planını hazırlamasıdır. İngilizlerin aynı sözlerle başlattığı Kürt isyanını
derhal bastırmasıdır. Ne garip ki dinin elden gidip gitmediğine o zaman her
yerde İngilizler karar veriyor. Ben de hala dinciler bir hareket başlatırsa
arkalarında ecnebi güç ararım. Zira nedense dinci geçinenlerin çoğunda paraya
karşı aşırı zaaf vardır. Atanın İranlılardan, Afganlardan farkı Dinci sınıfın
elinden mali imkanları alması ve vakıfları bile devletleştirmesidir. Bugünkü
mantıkla haksız bir tasarruf, fakat düşünürsek o mali imkanı olan teşekküller ne
isyanlar çıkarırdı. Şimdi hiç resmi mali desteği olmadan neredeyse devletin
yaptığı lise sayısına yakın imam Hatip okulu açılmış ve Osmanlı dahil hiç bir
devirde yapılmadık kadar Cami yapılmıştır. Amenullah Han (Afgan kralı) ve
İran şahı bunu göremediler, tahtlarından oldular.
Zannedersem dayım o sıralar bize geldi, babamın bazı işlerine bakıyor ona biraz
para veriyorlardı. Sen kalk yedi liraya ( o zaman işçi yevmiyesi 75/ 100 kuruş
arası) yani sekiz-on yevmiyeye ayakkabı al. Ali amcamdan Hüseyin Akat’a
kadar hepsi tenkit etti. Annem hem dayıma kızıyor, hem onların karışması
karşısında onu koruyordu. Sonra da hem dayımla kavga etti hem de
- Babası olsaydı buna laf mı söyleyebilirlerdi, diye ağladı. Babam da
- Babası olsaydı zaten alamazdı, dedi
O senelerden hatıra kalan bir tek resmim var. Top ağacından aşağıya Ihlamura
inilirdi. Orada bayram yeri kurulurdu orada çektirmişiz. O seneler tatil Cuma
günüydü, Pazar günleri mektebe giderdik hatta pazar günü öğleden sonra ikinci
dersimiz imlaydı. O sene değişti. Soyadı kanunu da o seneler çıktı kanunda
zadelik olmayacaktı. Hamal İsmail Oğulları çok uzun olduğu için firma
imzalarında hepsini yazmak icap ettiğinden kısa da olsun düşüncesiyle, OĞUZ
soyadını almaya karar verip Kilis’teki aynı soydan gelen Ata beye yazıldı fakat
35
ondan cevap gelip müracaat edene kadar aynı nüfus kütüğüne başkası müracaat
edip OĞUZ adını aldığı için bizde Özoğuzu aldık. Babamın esas adı Mehmet
Arif veya Raif imiş. Türklük cereyanı çıkınca onun ateşli hallerine karşı Oğuz
adını mektepte takıyorlar. O kadar benimseniyor ki o da nüfusunu öyle
çıkarttırıyor.
Bir akşam da babamın süt kardeşi, Sanayi Nefise okulu müdür muavini Refik
bey bize gelmişti. I laııımıyla beraberdi. Onları Maçka’nın alt tarafındaki,
merdivenle inilen bahçeli bir lokantaya götürdük. Orada Deniz kızı Eftalya’yı
dinledik. Beni hiç böyle yere götürmezlerdi. Çok hoşuma gitmişti. Bir daha
kısmet olmadı. O sefer de nasıl ve niçin götürdüklerini bilmiyorum.
Ali ve Abdullah amcamlar Kadıköy Yoğurtçu parkına yakın llılas sokağında iki
katli bir apartmanı kiralamışlardı. Nenem Abdullah amcamla beraber kalıyordu.
Babam annesini ve Ağesini görmek için Kadıköy’e sık sık giderdi. Giderken
evdekiler rahat etsin diye beni de yanına alırdı. Bir gün dönerken benim,
Yoğurtçu park tramvay durağında yeri olan Foto Venüs’e bir resmimi çektirdi.
Fotoğrafçı güzel dursun diye mi, yoksa etrafı karıştırmıyayım diye mi
bilmiyorum elime bir kitap verdi. O resmimi çok severdim. Kim bilir belki kitap
sevgisi o resimden bana geçti. Amcamlar Kadıköy’e gidince babam da annem
de kendilerini Nişantaş’ta pek yalnız hissettiler. Devamlı Kadıköy’de onlara
yakın ev aradılar. Nihayet Hasırcı başı sokağında Süleyman paşa sokağının
köşesinde, onlara yakın Vakıfların kiralık bir evini buldular. Geniş bahçeli bir
evdi. Babam zevkle bahçede çalışırdı. Hatta kendini o derece bahçeye verirdi ki
anneme
- Babam nerede diye sorarsak
- Metresinin yanında derdi.
Bu bahçede demekti. Geldiğimizde mezbelelik olan o bahçe Cennet gibi
olmuştu. O evin mutfağının üstü balkon gibiydi yazlan yemekleri orada yerdik.
Bahçede iki kuyu vardı eve yakın olana babam tulumba koydurdu. O kuyu ayni
zamanda bizim buz dolabı vazifesini görürdü. Yaz günleri kalan yemekleri bir
sepetle kuyuya sallardık. Bazen de karpuz sallardık. O soğumuş karpuz sanki
buz dolabında soğuyandan daha lezzetli olurdu. Zaten buz dolabı 1935 lerde
daha Türkiye’de yoktu veya en azından çok kimse tarafından bilinmiyordu. Zan
edersem bir veya iki sene sonra Norge marka buzdolabı alacaktık. Çok büyük
hantal bir şeydi. Fakat ne kadar sağlam bir makine imiş ki senelerce
zannedersem yirmi seneden fazla kullanmıştık. Babamın da benim de mal
alırken İngilizlerin ( Ucuz mal alacak kadar zengin değilim) sözüne çok
uyduğumuz olmuştur.
36
Kuyudan hemen yanında kümesimiz vardı. Evde her zaman taze yumurta
bulunurdu. Şimdiki çevrecilerin söylediği gibi sofra artıklarını kümese atardık,
öğle vakti okuldan gelipte hazır bir yiyecek bulamazsam, hemen tavaya biraz
yağ kor 3-4 yumurta kırar yer, oyuna koşardım. O zamanlar böyle trafik yoktu
ve çok boş arsalar vardı. O arsalarda top oynardık. Bazen de birdirbir veya
başka oyunlar oynardık. Akşamüstleri alaca karanlıkla saklambaç oynardık.
Meleği kız diye pek bırakmazlardı, fakat ben erkek okluğum için serbesttim.
O zaman babamlar gıda maddeleri üzerine ticaret yaptıkları için tanıdıktan
vasıtasiyle Urfa’dan, çiçek yağı getirtirler evlere taksim eder bir kaç teneke de
çok yakın arkadaşlarına verirlerdi. Bizim evde esas yiyecek akşam yemeği idi.
Evin erkeği o zaman geliyordu. Sofraya mutlak hep beraber oturacaktık. Hala
bana herkesin bulunmadığı sofra acayip gelir. Bir de bizde bir akşama hazırlık
faslı vardı ki yazmadan geçemeyeceğim.
Biz yaramazlık yaptıkça annem,
- Akşam babanıza söylerim derdi. Akşam yaklaşınca annemin yanına gelip,
- Bu gün ben uslu durdum değil mi, diye ona tasdik ettirmek isteriz. O da sen
Meleğe vurdun derse ben hemen, "Beni şöyle çimdikledi" diye annemi
çimdiklerdim, bu arada Melek
- Amma bana Orhan şöyle vurdu, diye anneme vururdu. Zavallı annem hepsine
katlanırdı. Daha küçükken, bazen beni bacaklarının arasına alırdı, bir türlü
çıkamazdım. Ramazanlar çok merasimli olur, çok yemekler yapılır, karşılıklı
davetler olurdu. Yalnız babam çok tiryaki olduğundan son saatlerde herkese
çatar, biraz yiyip bir sigara yaktıktan sonra kuzu kesilirdi. Bazen yemek
yapmaya kalkar o mutfağa girince mutfakta temiz kap kaçak kalmazdı üstelik
herkes de onun emrinde çalışacaktı. Bu yüzden annem onun mutfağa girmesini
istemezdi. Fakat bahçede kebap yapılacağı zaman bu babamın işi idi. Bir
ekmeği ortadan keser, biraz pişince onun arasında yağını alır, tekrar pişirirdi.
Böylece hem ateşte yağın yanmasını önler, hem de o yağlanmış ekmek,
kebaptan daha kıymetli ve lezzetli olurdu. Çiğ köfteyi de ne evdeki ne de
bahçedekiler bilmediği için babam yapardı. Fakat bizim evde çiğ köfte, belki bu
yüzden, pek sık yapılmazdı.
Babamın bir de sabah kahvesi vardı. Sabah erken kalkar, kahve içmeden
sigaraya başlamazdı. Sigara içmek istediği için de kahveyi acele ister, onun için
de yanımızdaki kızı çağırır, tabii hepimiz uyanır, kalkardık. Mektep zamanı bu
mesele değil fakat pazar veya tatil zamanı bu bize bir ceza gibi gelirdi.
Ramazanda bütün ay boyunca ağzına bir yudum içki koymaz, beş vakit namaz
37
kılar Kuran okurdu. En çok severek okuduğu da RAHMAN suresi idi. Bu sureyi
defalarca okurdu. Hakikaten de o surede dendiği gibi Allah’ın yarattığı her
güzelliğe aşıktı ve zevk alarak yaşardı. Allah’ta ona her zaman en iyi şekilde
yaşamak nasip etti. Şunu da yazayım ki annem ve babam çocukları için yaşayan
kimselerdi. Yemez yedirir, giymez giydirirlerdi. Bu bakımdan hakikaten şanslı
evlatlardık. Misafir için babamın yapmayacağı fedakarlık yoktu. Belki de bu
yüzden muhitinde çok sevilirdi.
Yalnız gelen misafirlerin bazısı biz çocuklar için alay mevzuu olurdu. Aşir Atlı
paşa Atatürk’le ters düşmüş o yüzden genç emekli edilmiş Kilisli bir paşaydı.
Bizde kaldığı günlerde, tıraş olacağı zaman, Fatma’ya her kelimeye bastıra
bastıra
- Birrr sıcakk su istiyoğum demesini, Fatma gelir taklit eder hepimizi
güldürürdü.
Babamın akrabası Temyiz azası Galip Kın bey ne kadar rahatsa hanımı o derece
temizlik düşkünü idi. Babam anneme seni bastıran da varmış derdi. O hanım
satın alınan sabunu, odunu bile yıkamadan eve koymazmış. Bozuk para için
ayrı bir çantası vardı oradan para eldivenle alınır konurdu. Böyle çeşitli
kimselerle temas tabii bizim için çok faydalı olurdu.
Bayram sabahı erkenden kalkar babamla namaza giderdim. Bu bana erkek
olmanın bir imtiyazı gibi gelirdi. Kadınlar kızlar bayram namazına gidemezdi.
Namazdan sonra ben hemen bir gün önceden yatağın yanına konmuş, (bir iki
defa ayakkabılarımı koynuma aldığımı hatırlıyorum) yeni bayramlık
giyeceklerimi giyer doğru Ali amcama koşardım. Ekseriya daha giyinmemiş
yakalar, elini öper beklerdim. O ne beklediğimi bilir, fakat bilmemezlikten
gelir, beni üzmekten zevk alırdı.
- Artık büyüdün bayramlık’mı olurmuş der beni deli ederdi.
Nihayet Saliha ablanın sabrı benden önce tükenir, kızdığı zaman yaptığı gibi
kaşlarını çatar, gözleriyle tavanda bir noktaya bakarak
- Ne meleştiriyorsun, ne vereceksen ver diye amcama çıkışır o da nihayet insafa
gelip bayramlığımı verirdi. Alır almaz aşağı kata iner Abdullah amcamın elini
öper beklerdim. Abdullah amcam bekletmezdi. Bizim için bayram el öpüp
bayramlık toplamak sonra da bayram yerine koşup, saçma sapan şeylere bu
parayı vermekti. Daha Nişantaş’ta iken, bir gün gelen misafirin elini öptüm,
para vermeyince her halde aklımca hatırlatmak için paramı çıkarıp yanında
saydım diye babam sonra bana çok kızmıştı. Onun için yabancılardan verseler
de almaya, çekinirdim, nazlanırdım. Melekle paraları sayar kimin daha çok
38
topladığını bulmaya çalışırdık. Bu da ayrıca birbirimizi kızdırmak için bir
sebepti. Bir defa babam niçin olduğunu hatırlamıyorum bana bir mecidiye (25
kuruş liranın dörtte biri olduğu için öyle söylenirdi) verdi. Bin param oldu diye
sevinip sıçradığımı hatırlıyorum. Kendimi zengin hissetmiştim. O zaman yüz
kuruş bir lira, bir kuruş kırk paraydı. Birinci dünya harbinden önce para da
meteliğe bölünürmüş, ben ona yetişmedim. Fakat o zaman lira denince de bir
altın kastedilirdi.
Bahçede evin bittiği yerde Hasırcıbaşı sokağına paralel bir çardak yaptırmıştık.
Sıcak günlerde orada yemek yediğimiz olurdu. Bir sene asmayı Ali amcam
budadı. Ali amcam budarken
- Üzümüne mi, köküne mi budayayım diye sordu. Babanı kök kuvvetli zaten,
üzümüne buda dedi. O sene bir tek salkım olmadı. Biz Ali amcama bir daha
üzümüne sakın budama diye takılırdık. Fakat o bir türlü kabahati kabul etmez
üzüm olmamasını, iklim şartlarına, sıcaktan sonra soğuk olmasına bağlardı.
- Gelecek sene bir budayayım diye başlayınca hepimiz
- Sakın ha, sakın ha diye sözünü keserdik. O ise güler
- Hiç biriniz bir şey bilmiyorsunuz, anlamıyorsunuz derdi. Kim bilir belki de
haklıydı. Evin ön tarafı çiçek bahçesi idi. Bahçe parmaklığını sarsın da içerisi
pek görünmesin diye oralara hanımeli, saat çiçeği ekilmişti, önünde güller
vardı. Komşudan tarafta ufak bir çiçeklik vardı. Orada hep Akşam sefası
çiçeğini hatırlıyorum. Tam giriş kapısının yanında babamın bedeninden kalın
bir dut ağacı vardı. Üzerine kimse çıkamazdı. Bir gün Fatma çıkmış fakat
inememişti, indirmek için kaç kişiyi yardıma çağırmıştık. Bahçe duvarının
kenarında iki çitlembik ağacı vardı. Onun yanında leylak, ikinci bahçe kapısının
yanında erik ağacı, çardağın beri tarafında başka çeşit bir erik ağacı daha vardı,
ikinci kapıdan vaktiyle herhalde hizmetkarlar girerdi. Orada iki odalı bir
kulübemsi müstakil ev vardı. Bize lazım olmadığı için, kiraya veriyorduk.
Pervin adında bir gedikli bahriyelinin eşi otururdu. Eşi onbeş günde bir gelir iki
gün kalıp giderdi. Galiba Yavuz zırhlısında Gedikli idi. Bir gün bize Yavuzu
gezdirmişti. Her halde uzun müddet yalnız kaldığı için bana altmış altıyı bu
hanım öğretti. Benimle çok oynardı. Sonradan oyunlara merak saracak ve
hemen hemen her oyunu öğrenmeğe çalışacaktım.
Bahçe, uzun müddet ekilmediği için olacak, ne ekilirse coşuyordu. Ekilen sırık
domateslerinin benim boyuma çıktığını, on, on bir yaşında idim, hatırlıyorum.
Apartman hayatı bizlere göre değildi. Annemin o bahçede çok rahat ettiğini,
salçasını reçellerini yaptığını, turşular kurduğunu hatırlarım. Bilhassa yaptığı
39
dolmalık biber ve patlıcan turşusunu mübalağasız söylüyorum kimsenin evinde,
hiç bir turşucu da yiyemedim. Rende ayva reçeli de bir harikaydı. O zaman
yataklarımız yündü. Bunların her sene havalandırılması lazımdı. Apartmanda
tabiatiyle yapılamamıştı. Hu eve gelir gelmez hepsi bahçede, havalandırıldı,
yünler çırpıldı. Yataklar kabartılınca o yataklarda yatmak başka bir zevk olurdu.
Sokak Arnavut kaldırımı denen taşların dizilmesiyle yapılan patika yollarını
andırırdı. Bir kaç parke yolu saymazsan, iyi yollar arnavut kaldırımı diğerleri
topraktı. Kanalizasyon henüz Kadıköy’de yaygın değildi. Karşımızda geniş bir
bostan vardı. Bir Rum işletiyordu. Bizim bahçede yetişmeyen sebzeleri oradan
alırdık. O bostanın bitişiğinde, İhlas sokağı istikametinde, Lambo isminde yine
bir Rumun bahçesi vardı. Onun bahçesi amcamların arka bahçesine kadar
giderdi. Amcamlara gitmek bu şekilde kestirme olurdu. Fakat Lambo bahçesini
geçit gibi kullanmamızı istemezdi. Satıcılar mallarını omuzlarında taşırlardı.
Bilhassa yoğurtçular çok geçerdi. Çok kimse Silivri yoğurdunun kaymağım
almak istemezdi. Fakat biz çocuklar bayılırdık, Bir de akşamlan su muhallebisi
satan birisi vardı. Çok zaman Süleyman paşa sokağının karşısında Bostanın
kapısı önünde dururdu. Orada Havagazı feneri vardı onun dibinde durur orada
tepsiyi bitirirdi. Aydınlatma Havagazı fenerleri ileydi. Evlerde de havagazı
vardı, yemekler onunla pişirilirdi. Akşamlan bir adam ucu yanan bir sopayla
dolaşır bu lambaları yakardı. Annemin bir de balıkçısı vardı. Deniz kenarı bir
yerden gelmememize rağmen bizim evde balık çok sevilir ve çok yapılırdı.
Alınacağından emin olduğu için bu balıkçı, balık tutar tutmaz bize gelirdi. Bir
TORİK balığını beş kuruşa aldığımızı hatırlıyorum.
Ev kapısından girince büyük bir mermer taşlık, sağında bir oda vardı. O odayı
bir ara misafir odası, sonra oturma odası olarak kullandık. Karşıda tahta bir
duvar vardı. Sağ taraftaki kapıdan geçince, ufak bir ikinci taşlığa girilirdi.
Yukarı çıkan merdiven ve mutfağa inen üç basamak tam karşıya gelirdi. Sağ
tarafta tuvalet ve bir oda daha vardı.
Merdivenden çıkarsanız, merdivenin tam orta yerinde, karşıda iki büyük
pencere vardı. Pencereler yukarı kaldırılarak açılırdı ( Giyotin pencere).
Açıldığı zaman balkon kapısı vazifesini görürlerdi. O pencereden, mutfak ve
banyonun bütün üstünü kaplayan bir büyük balkona çıkılırdı. Yaz akşamlan
bütün yemekleri orada yerdik. O balkonda çok fena bir hatıram var. Bir gün bir
kaç arkadaş gelmişlerdi onlarla uzun müddet oynadık. Çocuk kısmı hep ayni
oyundan sıkıldığından balkonun kenarından sarkıp aşağı atlamaya başladılar.
Benim jimnastikle aram hiç bir zaman iyi olmadı, güreşi sever ve karşıma
çıkanı yıkardım amma atlama, yapacağım iş değildi, fakat orada kızlar da vardı,
onların yanında bana
40
- Sen atlayamazsın dediler. Bu lafın altında kalınır mı, gözüm kara, hemen
atladım. Atlamaya atladım amma kalkamadım ayağım incinmiş. Bir hafta beni
tahta tekerlekli arabayla gezdirdiler. O sıra İtalyanlar Habeşistan’a hücum
etmişti. Gazeteler hep Cenevre’deki Milletler Cemiyetine koşan Habeş
imparatorundan bahsederdi. Ali amcanı, bir kaç arkadaşın ve Fatma’nın çektiği
arabayla gidişimi, ona benzetmiş. Haile Selasi geliyor diye tutturdu. Bir arada
ismim Haile Selasi kaldı. Çok kızar, deli olurdum amma büyük amcaya ne
denebilirdi.
Pencerelerin olduğu yer merdivenin orta yeriydi. Oradan merdiven geri döner
birinci kata çıkılırdı. Çıkar çıkmaz solda misafir odası, tuvalet onun yanında
annemlerin odası karşıda taşlığın üstü, çocukların yalak odası idi. Bizim
karyolalarımız vardı. Fakat misafir için yer yalakları hazır dururdu. Her odada
bir geniş, bir dar gömme dolap vardı. Babamların yatak odasında geniş dolap
kapısı açılınca karşınıza bir merdiven çıkardı o merdivenle tavan arasına
çıkılırdı. Orası bizim tam manasıyla depomuzdu. Fazla yalak, yorgan ve eşyalar
orada saklanırdı. Tavan arasında birde raflı bir dolap vardı, Kilis’ten gelen kuru
patlıcan nane, kuru üzüm, üzüm suyundan yapılan sucuk ve pestili, kırmızı
biber ve annemin yaptığı reçel, turşu gibi yiyecekler de orada saklanırdı. Yalnız
reçel kışa pek kalmazdı çoğunu da ben yerdim. Annem yalandan kızar fakat
yediğime de sevinirdi. Bir defa da Kilis’ten Kireçle sertleştirilmiş bir kabak
reçeli gelmişti; tadı hala damağımdadır.
Bu evde bir kötü hatıram da Su baskınıdır. Çok iyi hatırlıyorum bir yaz günü
ortalık birden karardı. Ani bir sağanak başladı, şunu önce belirteyim ki, o
zaman kanalizasyon, hele yolların suyunu kanala bağlıyacak tertibat yoktu.
Yağmur sulan yollardan akardı. Hatta mektep dönüşü arkadaşlarla kurşun
kalemleri bazen de kağıttan yaptığımız kayıkları yarıştırırdık. Sular gerek.
Hasırcıbaşı (bizim sokak) gerek Süleyman paşadan (yan sokak) karşıdaki
bostanın içinden geçen geniş ve derin bir arktan karakolun yanına kadar gider
oradan künklerle dereye akardı. O gün ani ve şiddetli yağmur herhalde bir
şeyler sürüklemiş ki su giriş yeri tıkanmıştı. Biriken su o köşede neredeyse
adam boyu oldu. Bu defa su bahçeye, bahçeden de eve doldu. Annem, ailesi ve
evi için her zamanki fedakarlığı ile hemen soyunup suya girdi. Yüzen yağ
tenekelerini kıymetli eşyaları kurtarıp bize verdi, biz de yukarı taşıdık. Bu arada
yağmur durduğu için suyu da boşaltmaya başladı, ona biz de yardım ettik. Bu
hadiseler olurken komşu istifini bozup kendisini yormadan yukarı kata çıktı
oturdu. Akşam üstü itfaiye geldi. Bizde bir damla su kalmadığından,
komşununkini boşalttı.
Üçüncü sınıftan sonraki tahsilim Kadıköy’de oldu. Üçüncü sınıfı 7. Dk okulda
okudum. O zamanlar önlük giyer yaka takardık. Zan edersem Nişantaş’ta gri,
Kadıköy’de siyah önlük giyerdik. Benim beyaz yaka hiç bir zaman yerinde
41
muntazam durmazdı. Okulumuz Yoğurtçu parkının yan kapısının karşısından
yukarı çıkınca tam karşınıza gelen bir köşktü. Yazık ki sonradan yıktılar.
Çamlar ekili bir bahçe içerisinde şirin bir Köşktü. Sınıflar geniş ve yüksek
tavanlı idi. Ahşap bir binaydı. O mektepte üç sene okudum. Mal sahibi çıkardığı
için imtihanları, okulumuza yakın olan o zamanki adiyle Sekizinci ilk okulda
verdik. Şimdiki adı Moda ilk okulu oldu. O okulun bahçesinde
İmtihanın şiddetinden dalgalandı Akdeniz, Mümeyizler beş vermezse imtihana
girmeyiz, diye hep beraber bağırmıştık. Beş o zaman en iyi nottu.
Öğretmenim Mersiye hanım isminde, yüzünden asalet akan çok muhterem ve
iyi bir öğretmendi.
Asalet hakkında düşüncemi yazmadan duramayacağım. Bence asalet şahsi bir
haslettir. Soydan gelmez. Bilhassa Türkiye’de. Çünkü Osmanlının son
zamanlarında devlet otoritesi kalmadığı için dağa çıkan eşkıya hemen
yakalanırsa asılır, dayanırsa padişah kendisine beylik, paşalık verirdi. Bunun
asaleti nereden geliyor. Yalnız iyi aileden kötü kimse kolay kolay
çıkmayacağına inanıyorum. Çıksa da istisnadır, istisnalar kaideyi
kuvvetlendirir. Bu hususta annem çok katı idi. Birisi evleneceği zaman ilkin
ailesini sorar, (otu çek köküne bak) derdi. Hemen ilave edeyim ki iyi aile ile
zenginliğin alakası yoktur. Hatta çok zenginde ve çok fakirde, ne din ne milliyet
hissi bulunur. Birisi ihtiyacından, diğeri hırsından, menfaat için her şeyini
verirler. Esas olan bence orta sınıftır. Maalesef en az sesi duyulan da bu sınıftır.
Gittikçe de iki kutup arasında erimektedir.
Bir kış günü, hava yağışlı olduğu için teneffüste de sınıfta kalmıştık. Bir
arkadaş beni çok kızdırdı. Ben de küfrettim. Meğer o sıra öğretmen gelmiş,
arkamdaymış, ben görmedim.
- Bu nasıl laf bir daha duymayacağım dedi. Çok fena utandım ve kızardım. Bu
kızarma huyumdan uzun seneler kurtulamadım.
Bana milliyet aşkını en fazla aşılıyan bu öğretmendi. O zamanın vatan, millet
aşkı başka türlüydü. O günkü düşünceyi en güzel şu sözler anlatıyor:
Sakın Hakkım var deme
Hak yok vazife vardır
Hak milletin şan onun
Gövde senin can onun
Sen öl ki o yaşasın
Dökülecek kan onun
42
Bugünkü düşünce tarzına ne kadar ters gelse de, o gün ekseriyet böyle
düşünüyordu. Ben de böyle düşünenlerden birisiydim.
O sene İtalyanlar Antalya’ya çıkacak diye laflar dolanıyordu. Halk içerisinde
söylendiğine göre güya Atatürk İtalyan elçisini çağırmış
- Musoloni bana çizmeyi giydirtmesin, demiş. İtalya çizmeye benzediği için iki
manaya da geliyordu. Doğrumu değil mi bilemem.
Atatürk hakkında söylenen sözlerin hangisi doğru hangisi yanlış ayırmaya
imkan yok. Çünkü bir sınıf ona neredeyse peygamberlik verecek, öbür taraf
şeytan demeğe kalkıyor. Atayı muhakeme ederken hislerden arınmak lazım.
Atatürk ne haşa peygamberdir, ne de şeytan. Vatanperver, ileri görüşlü büyük
kumandandır. Fakat o da bir insandır. Her insan gibi hataları da vardır. Mesela
bu kadar akıllı olmasına rağmen içkiden kendini kurtaramamış, doktorun en son
bir parmak müsaadesini, garsona parmağını dik tutarak
- Benim parmağım bu kadardır, demiştir.
Sıhhati mevzu bahis olsa bile kendisini içkiden kurtaramamıştır. Yalnız o içki
tutkunu diye yaptığı iyi şeyleri inkar etmek lazım gelmez. Ayrıca o devri de göz
önünde tutmak lazım. Rusya’da Stalin, Almanya’da Hitler, ispanyada Franko ve
İtalya’da Musoloni hakimken, Portekiz’deki Salazar, Yugoslavya, Yunanistan
gibileri saymasak bile, demokrasi her tarafta alay mevzu'u olurken Atayı niye
demokrasi kurmadı diye suçlamak da yanlış olur. Esasında tenkit edilmesi icap
eden Ata değil, onu putlaştıran zihniyettir.
1936 senesinden aklımda son kalan 26 aralık 1936 günü Mehmet Akif’in
vefatıdır. İki amcam da babam da Akif hayranı idiler. Benim de ilk aldığım
kitaplardan birisi Akif’in SAFAHATI dır. Esasında ileride Akif hakkında çok
yazılar yazılacağını zan ediyorum. Akif hakkında benim yazmam ukalalık olur.
Yalnız benim dikkatimi çeken bir iki hususa değinmek istiyorum.
1- Akif ikinci dünya harbine kadar milliyet düşüncesini reddeder. Hatta bir
şiirinde
<Hani milliyetin İslam idi… Kavmiyet ne
Sarılıp sımsıkı dursaydın ya milliyetine>
der. Arapla Türkü ayıran Kavmiyet cereyanına çatar, İslam ümmeti olmak
fikrini korur ve bunu, kendisinin Arnavut olmasına rağmen yazdığını belirtir.
43
<Fikri kavmiyeti telin ediyor Peygamber> der.
<Medeniyet size çoktan beridir diş biliyor
Evvela parçalamak sonrada yutmak diliyor>
diyerek kavmiyetin Avrupa’nın bizi parçalamak için çıkardığı bir dalavere
olduğunu belirtir.
2- Harb-i Umumide Avrupa’yı (Medeniyet denilen tek di.şi kalmış canavar)
diye adlandırırken, vatan için ölen askerlere
(Gökten ecdat inerek öpse o pak alnını değer.....
Ey şehit oğlu şehit isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber) demiştir.
3- Vatan istilaya uğrayınca, Padişah ve Halifenin yanında değil karşısında
Mustafa Kemalin safında çalışmış, köy köy dolaşarak ahaliyi Kuvayi Milliye’ye
katılmaya çağırmıştır. Çünkü İslam’ın kurtuluşunu o tarafta görmüştür.
4- istiklal harbi sırasında mebus olarak bulunduğu mecliste istiklal Marşını
yazmış (Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal) diyerek Türk milliyetçiliğini
benimsemiştir. Yalnız Akif’in de Atatürk’ün de benimsediği milliyetçilik hiç bir
zaman ırkçı bir milliyetçilik değildir, onlara göre, vatanını seven herkes
Türk’tür. Burada istiklal marşı için şu hatırayı da not edeyim. Akif böyle bir
marş istendiğinden çok geç haberdar olmuş. Bu yazılacak marş karşılığında
para alınacağını duyunca yazmak istememiş. Nihayet arkadaşlarının zoru ile, bir
kaç saatte, yazdığı İstiklal marşı Mecliste ayakta alkışlarla kabul edilince parayı
bir hayır cemiyetine vermiştir. Seneler sonra bir gazete muharriri kendisine
- Bir kaç saatte yazdığınız marş yerine daha geniş zamanda daha iyisini
yazamaz mısınız diyince
- Allah bu memlekete bir daha İstiklal marşı yazdırtmasın, demiştir.
5- Atatürk inkılaplara başlayınca, önce söylenenlere göre bu inkılapları halka
anlatmayı Atadan sakallılara bırakmasını istemiş, kabul edilmeyince, Mısıra
gitmiş Kahire Üniversitesinde senelerce ders vermiştir. Bence Atatürk inkılabı o
günkü sakallılara bırakmamakta haklıydı. Sakallıların çoğu, Bizans Türkler
tarafından alınırken meleklerin dişimi erkek mi olduğunu münakaşa eden
papazlar gibi, memleket işgal edilirken hala padişah efendimizin sözüne uyarak
Mustafa Kemalin idamına fetva veriyorlardı. Gerçi Mehmet Akif gibileri de
44
vardı fakat çok ufak bir azınlıktı. Mehmet Akif Mısırda bulunduğu esnada
Kuranı Türkçe’ye tercüme etmiştir.
6- Hastalığı artınca İstanbul’a dönmüştür. Atatürk bastırmak için Kuran
tercümesini isteyince, mektepler de bu Türkçe Kuranın okutulacağını kendisinin
istemeyerek de olsa kitabı ikileştireceği dini böleceği, dine fayda yerine zarar
vereceği, zannına, zehabına kapılarak elindeki tercümeleri yakmıştır. O sıra
ezan Türkçeleştirilmişti. Tanrı Uludur diye ezan okunuyordu. Bu bakımdan
korkusu pekte haksız değildi.
Akif bence dinine bağlı ve modern kafalı bir Türk münevveri idi. Kendisi
baytar olduğu için müspet ilme her zaman çok kıymet vermiştir. Esasen ilk
ayeti " Oku" emriyle başlayan Kuranın ilerlemeye engel gibi gösterilmesi kadar
büyük bir yalan yoktur. Akif’in kıymeti ileride çok daha iyi anlaşılacaktır.
Şahsen çocukluktan beri bir Akif hayranıyım. Vefatında resmi bir merasim
tanzim edilmemesine rağmen, İstanbul’da Üniversiteli gençlik büyük bir
merasim yaptı, yer yerinden oynadı.
Ertesi sene Eminönü Halk evinde bir toplantı yapıldı, babam ve Abdullah
amcamla beraber gittiğimi hatırlıyorum. Kalabalık yollara taşmıştı. Akif her
insan gibi muhtelif merhalelerden geçmiştir. Onun bir devrini alarak gerici veya
başka bir devrini alarak ilerici demenin anlamı yoktur. Hangimiz on sene hatta
bir sene önce yaptığımızı kritik etmeyiz. Fakat Akif bütün ömrünce dini
inancından en ufak bir taviz vermemiş, para ve mevki için doğru bildiğinden
şaşmamış tam manası ile sapına kadar dürüsttür. Dini inançları dolayısı ile
milliyet veya kendi tabiri ile kavmiyet düşüncesine karşı çıkmış, fakat Cihan
Harbindeki Arapların ihanetini gördükten sonra Kuvayi Milliye yi köy köy
gezerek telkin etmeğe çalışmıştır. Damadı olan Ömer Rıza Doğrul için bazı
kimseler tenkit edip daha iyi talipler varken neden kızını buna verdiğini
sorduklarında söylediği
- Hiç olmazsa Türk’tür cevabı zamanla ümmet düşüncesinin nereye geldiğine
bence en açık cevaptır
Bu arada şunu da belirteyim ki Halk evleri, bir çok yerde yanlış kullanılmakla
beraber, çok faydalı birer kuruluştu. Gençler orada spordan tiyatroya kadar çok
faydalı şeylerle meşgul oluyorlardı. Ne yazık ki benim, bir üyesi olmakla iftihar
duyduğum partim, Demokrat parti onları kapattı. Bence yanlış yaptı.
Zan edersem dördüncü sınıfta, mektebe bir müfettiş geldi. Akşam üstü
öğretmenim, bütün talebelerin sicil defterini,(o zaman böyle bir defter
tutarlardı), benimle üst kata, Müdür odasının yanındaki odaya çıkardı. Defterleri
bana bıraktı,
45
- Çağırınca içeri getirirsin, dedi. Kendisi Müdür odasına gitti. Defterlerle tek
başıma kalmıştım. Merakla ilk defa gördüğüm defterleri karıştırdım. Ne sualler
yoktu ki çocuğun ailevi durumundan babasının annesinin tahsil derecelerine
kadar her şey soruluyordu, bir yığın sual vardı. Bir sual beni meraklandırdı
- Küfreder mi?
Bütün talebelerde (Bilmez, bilmez) diye cevaplandırılmış olan bu suale benim
defterde ( Bilir ama söylemez) diye yazılmıştı. Yapa yalnızdım, nasıl oldu
bilmem beni bir utanma hissi sardı. Sanki vücudumu ter bastı. Beni o kadar
seven bir öğretmeni aldatıyorum gibi hissettim. O günden sonra benim
küfrettiğimi kimse duymamıştır. Allah nur içinde yatırsın o öğretmene çok şey
borçluyum. Sonradan da onu ara sıra ziyaret eder elini öper Sen Jozefteki
vaziyetimi anlatırdım. Ben bir gün, Türkçe öğretmenimizin bize (Ailenizde en
çok kimi seviyorsunuz, niçin) diye bir mevzu üzerine tahrir vazifesi verdiğini,
esasın da benim tahriri sevdiğimi ancak unuttuğumu, öğretmenin gelipte
- Vazifeleri getirin diyince hemen (Ailem de herkesi aynı derece de sevdiğim
için bu vazifeyi yazamayacağım) diye bir kağıda yazıp verdiğimi anlattığımda
çok gülmüştü. Fakat o yazı yüzünden, yazmayanlar bir sıfır alırken, ben iki sıfır
almış, düzeltene kadar akla karayı seçmiştim.
İlk mektepte bizim sınıflar o zaman, mecburi tahsil yeni çıktığı için çok
kalabalıktı ve bizden çok yaşlılar vardı. Bir Güzin abla vardı ki o zaman benden
en az dört yaş kadar büyüktü. Erkeklerle gezerdi. Bizi görünce arkadaşından
ayrılırdı. Bir Kamil vardı ki benden en az beş yaş büyüktü. Sınıfımızda kız
öğrenci erkeklerden fazlaydı. Bir sene okulda müsamereye çıktığımı
hatırlıyorum, bütün söylediğim şu dörtlüktü:
Şeftalim Bursa malı
onu benden almalı
sepetime dalmalı
oh ne tatlı demeli
O zamanlar her sene Yerli malı haftası yapılırdı. O haftalarda yerli mallarını
niçin giymemiz lazım geldiği anlatılırdı.
Ayıp mıdır Aba giymek
Biraz kalın kaba giymek
46
Beni süs püs aldatamaz
Düşman bana mal satamaz
Ankara’dan gelir balım
Anayurttan gelir malım
Yünüm var ipeğim var
İpliğim var ketenim var
Elden niye mal almalı
Paranı yurdumda kalmalı
Ben giymezsem yerli malı
Fabrikalar kapanmalı
Bu şekildeki şiirler okunur, temsiller verilirdi. Bu günkü duruma bakınca acaba
o zaman mı, yoksa şimdi mi bizi aldatıyorlar diye kendi kendime soruyorum.
Bizim ev bitişik evle beraber bir paşanın köşkü imiş. Paşa çocuksuz öleceği
zaman yansını Vakfetmiş, yansımda hizmetkarına bırakmış, Bizim evi evkaf
bitişiği o hizmetkarın torunları kiraya veriyorlardı. Bitişik evde bir babaanne,
anne ve kızı vardı. Kızlarının adı Ayten annesi Leman hanımdı. Ayten’in babası
ölmüştü. Ayten sınıf arkadaşımdı. Babaanne sözünü ilk duyduğumuz ve biz
nene sözünü kullandığımız için olacak o hanıma bizde babaanne derdik.
Görmüş geçirmiş bir hanımdı. Barbaros soyundan geliyorlardı. Sarayla
irtibatları da varmış. Doğrusu babaanne çok muhterem bir hanımefendi idi.
Amcamların bitişiğindeki evde de yine sınıf arkadaşım Vedia oturuyordu. Onun
da babası ölmüştü. Ayten’le devamlı kavga ederdim. Boyuna beni kızdırmaktan
hoşlanırdı. Bir gün beni çok kızdırmıştı, bende ona dolayısı ile evlerine toprak
parçalarını devamlı attım. Meğer annesi de o gün evlerini silmiş, temizlemiş.
Leman hanım o vaziyeti görünce deli olacaktı. Bana bağırışı sanki hala
kulaklarımda. Ayten çok beyazdı. Bir gün ben anneme
- Ben büyüyünce pamuk gibi bir kız alacağım, dedim. Bunu Leman hanımın
yanın da söylediklerinde onun öyle bir gururlanışı vardı ki, gözümün önünden
gitmez. Halbuki ben his bakımından Vediaya çok daha yakındım. Onunla
duvarın iki tarafında tel duvardan konuşmak çok hoşuma giderdi. Ayten’le öyle
akıllı bir konuşmamızı hatırlamıyorum. Vediayla konuşmamı da daima Fevziye
abla bozar hemen bana,
- Vediayı seviyor musun? derdi, utanır kaçar eve dönerdim.
47
Halbuki konuşmalarımız çok masumdu. Allah rahmet eylesin Vedia çok genç
yaşında, daha yirmisine varmadan, vefat etti. Annesiyle beraber, çok aklı
başında bir ailenin yanındaydı. Evde Ferhunde ve Süheyla adlı iki genç hanım
vardı. Sonradan onların çok iyi kimselerle evlendiklerini duymuştuk. Ayten de
sonradan bir Afrikalı kadar siyah birisi ile evlendi. Ali amcamın kızı Necla
Nişantaş’ta, Abdullah amcamın kızı Güler İhlas sokakta dünyaya geldiler. Ali
amcamın son kızı Nevinde burada yani İhlas sokak da dünyaya geldi. Saliha
abla Nevine hamile olduğunu anladığı zaman bu aile içinde bir hadise oldu. Ali
amcam ben bu yaşlan sonra çocuk bakamam diyor, onun erkek evlat arzusunu
bilenler sırf son arzusu olsun diye ( günahtır aldırmayın ) diyorlardı. Neticede
kaldı fakat o da kız oldu. Buna bütün akrabalar Ali amcamdan fazla üzüldüler,
veya Ali amcam pek göstermedi.
İhlas sokaktaki evin arka bahçesinde Ceviz ağacı ve bir de sarı kiraz ağacı
vardı. O kirazlar hakikaten çok lezzetli idi. Ceviz ve kirazdan herhalde en çok
ben yedim. Kimse çıkamadığı için onlara da vermem şartiyle yengeler teşvik de
ederlerdi.
Abdullah amcamla Hüseyin Akat Kadıköy Çarşısında Ermeni Kilisesine yakın,
kooperatifin karşısında büyük bir bakkaliye dükkanı çalıştırıyorlardı. Ben tatil
olduğunda yardıma giderdim.
Akat çok şeker yememden şikayet ederdi. Uzaktaki müşteriler sipariş verince,
bir at arabası tutulur, inallar yüklenir, benim elimde de liste ve alacağım para
miktarı yazılı pusula, arabayla gider malı teslim ve parayı tahsil eder gelirdim,
öyle günlerde şeker yememe kimse laf söylemezdi. O zamanlar Bağdat caddesi
bomboş, iki yanında tramvay, yolun ortası da asfalttı. Galiba Kadıköy’de
yegane asfalt burasıydı. Orada atlı arabayla gezmek benim en çok sevdiğim
şeylerden biriydi. Kimse olmadığı, yani müşteri gelmediği zamanlarda,
Abdullah amcam beni dükkanın üst katma çıkarırdı. Akat’a
- Kimse gelirse seslen diye haber bırakır, Kuran okumaya başlar, bende yeni
yazı kitaptan takip edip yanılırsa haber verirdim. Onun için Abdullah amcamın
yanında kıymetliydim. Böylece çok genç yaşta Kuranla tanışmış oldum.
Pazarları önceden yemekler hazırlanır mutlak arabayla (o zaman otomobil öyle
bol değildi araba derken at arabasını kast ediyorum) bir sayfiye yerine giderdik.
Fakat yazlan en çok sevdiğimiz, o zaman temiz olan Kurbağalı derenin Köprüsü
yanından bir kaç saatlik kayık tutup, önce Kalamış’ta veya Modada denize girip
sonra da biraz gezmekti. Bazen de kayıkla akşam üstü denize açılır, ya
belvünün gazinosunun önünde ya da başka bir yerde kayıkta yemek yerken
şarkı dinlerdik. Gidiş hep iyi olur dönüş, uykum geldiği için, zor olurdu.
48
Çamlıca babamın sevdiği yerlerden birisiydi, böyle gezmelerde güya kimseye
göstermeden o arada bir de içerdi. Hepimiz bilirdik, annem kızardı, hele
sandalda aynı şişeyi kayıkçıya da ikram edince annemin midesi kalkardı.
Babamın bizlere bilmeyerek yaptığı en büyük iyilik bizleri, evde çok tenkit
ettiğimiz için sigara ve içkiden, soğulması olmuştur. İlk sigaramı 22 yaşında
yabancı bir memleketteki hasta hanede tüttürecektim. İçkiyi gençliğimde ancak
arkadaşlara iştirak için içecektim. Tek başıma içki içtiğimi hatırlamıyorum.
Sonradan ben kürek çekmeğe başlayınca kayığa kayıkçıyı almayacaktık.
Böylece kayıkçıya şişeden ikram faslı kapanacaktı.
Küçüklerin yanında onlar anlamaz diye her şeyi konuşmak kadar tehlikeli hiç
bir şey yok. Sekiz dokuz yaşlarında idim, bir gün bir Kilisli babamla beni zorla
öğle yemeğine evine götürdü. Herhalde hanımının hem hazırlığı, hem haberi
yoktu. Eve gittik babamı misafir odasına oturttu, uzanmış olan hanımına
- Kalk bir şeyler hazırla Oğuz bey geldi, dedi. Kızgın hanım
- Geldiyse geldi ne yapayım altına mı yatayım, dedi. Ben çocukluğumla
utandım kimseye söylemedim.
Kadıköy’e taşındığımızdan iki sene kadar sonra Hüseyin Akat, şimdiki Sah
pazariyle o zamanki tramvay yolu arasındaki bir evdeki kızla nişanlandı, fakat
anlaşamadılar ayrıldılar. Sonra Ali amcamın kızı Fevziye ile evlendi. Düğünleri
Süreyya sinemasının üstündeki salonda oldu. Karlı bir kış günü 24 ikinci kanun
(ocak) 1937 tarihinde evlendiler. Onlarda İhlas sokakta bir daire kiralamışlardı.
Düğün salonundan İhlas sokaktaki evlerine giderken taksiye beni de aldılar
evimizin önünde beni indirdiler.
Abdullah amcam ile Hüseyin Akat sonradan o dükkanı bırakıp Kilis’ten iyi
bildikleri, zeytin işi için Gemliğe gittiler. Ben de o sene, vapurla Fadıl dayımla
beraber Gemliğe gittim. Giderken ilk defa Yunus balıklarının vapurla
yarışmasını görmüştüm. Gemlikte zeytin fabrikası kiralamışlardı. Fabrikanın bir
tarafı ana cadde, arkası kumsaldı. O zaman zan edersem Akat’la amcam
ayrılmıştı, çünkü fabrikada Ali ve Abdullah amcalarım duruyordu. Zeytinler
eşek sırtında küfelerle gelirdi. Bazen kantarın başında ben de dururdum, önce
dolu tartar, boşaldıktan sonra boş küfeyi tartardık.Gelen zeytinlere bakarlar iyi
cinsini ayırır, zeytin olarak fıçılara basarlar, diğerlerinin yağını çıkarırlardı.
Gemlikte boş zamanım çok olduğu için camiye gidip kendi kendime namaz
kıldığımı hatırlıyorum. Bir günde Ali amcam beni kaplıcaya görürdü. Kollarının
üstünde yüzdürdü. Ben de hakikaten yüzme öğrendiğime inanarak o çıktıktan
sonra havuza atladım bir kaç hamle sonra nerdeyse boğuluyordum. Ali
amcamın atlayıp beni kurtarmasını hiç unutamam. Onların gittikleri sene çok
49
bol bir mahsûl olmuştu. Ellerinde bol nakit olduğu için ertesi sene satmak üzere
depoları doldurdular. Zeytin umumiyetle bir sene olur ertesi sene olmaz.
Bunların şansından üç sene üst üste bol mahsûl oldu. Akat da parasını zeytine
bağlamıştı.
- Bu zeytinler ancak memur şehrinde satılır diyerek Ankara’ya gitti. Ankara Hal
binasında bir dükkan kiraladı ve azar azar elden çıkarmaya başladı. Hatta
babamların zeytininden de sattı. Musibetten bazen hayır doğar derler. Hakikaten
Hüseyin Akat için öyle oldu. Sattığı zeytinlerin parasını arsaya bağlaması
sonradan onu çok zengin yaptı.
Babamlar da Kurşunluda dört bin ağaçlık bir zeytinliği yine Kilis’ten tanıdıkları
bir Subayla ortaklık aldılar. Fakat ortak bir kaç sene sonra ölünce ortağın
hanımıyla geçinemediler çok kavgalardan sonra onlara sattılar. Orası bugün en
kıymetli sayfiye yeri olan Kurşunluda, kırk dönüme yakın yerdi.
1937 senesinde Hatay meselesi çıkmıştı. O günler Ürdün emiri Abdullah da
İstanbul’a gelmişti. Atatürk’ü karşılamak için babam amcam beni de yanlarına
alarak Haydarpaşa’ya götürdüler. Bir yerde en ön sırada durdum. Meğer orası
Hataylılara ayrılmış yenmiş. Emir Abdullah Gaziyi karşılamaya trene giderken
ve ikisi beraber dönerken bize çok yakın geçtiler. Atatürk’ü bu defa ayakta çok
yakından gördüm. Emir Abdullah gizli içki içermiş. Atatürk bunu bildiği için
ona da sofrada rakı vermiş.
- Aman paşam ben içemem deyince, Atatürk
- Ben emrediyorum demiş. O da canına minnet Arapça
- Emir büyük yerden diyerek içmiş.
Bu Abdullah şimdiki Kral Abdullah’ın dedesi olur. Osmanlıya isyan eden
Mekke Şerifinin oğlu idi. İngilizler Suud ailesi bunları Mekke’den kovunca,
teselli için bir oğluna Irak’ı, diğer oğluna harita üzerinde cetvelle çizerek Ürdün
diye bir ülke yapıp verdiler. Böylece isyanlarını mükafatlandırdılar. Sonradan
Abdullah bu durumdan kurtulmak Türklerle barışmak için Atayı ziyaret etti.
Babam herhalde birisinden vasiyet gibi yazılar yazdırıldığını duymuş, o da bize
hakikaten çok güzel yazılar yazdırdı. Esasen, belki her gün bir kaç mektup
yazdırmaktan veya doğuştan kabiliyeti olduğu için, yazısı çok kuvvetli idi.
Unutulmaması için o yazılan buraya alıyorum.
50
Yalnız şunu da belirteyim ki babamın bize dikte ettiği defter çok harap olmuştu
o defterden, sonradan kendim tuttuğum deftere nakletmişim. Yalnız
naklederken şöyle bir kayıt koymuşum.
<O defterdeki bu yazıyı ancak babamdan aldığım izin üzerine bu sene bu
deftere naklediyorum>
1. Yazı
< Babam beni namuslu terbiyeli yetiştirmek için hayatında gördüğü geçirdiği ve
edindiği tecrübelere istinaden bana her akşam hikayelerle, masallarla o günkü
yaptığım terbiyeli veya terbiyesiz muamele ve hareketime göre bana adam
olmaklığım için ahlak dersi verecektir.
Ben namusum ve bütün mukaddesatım üzerine babamın ve annemin huzurunda
yemin ediyorum ki bu deftere babam tarafından yazdırılacak her türlü nasihati
tutacağım, bu yazılardan tamamen istifade ederek ahlakımı düzelteceğim. Bu
defteri babamın yadigarı olarak babam öldükten sonra dahi muhafaza edeceğim.
Bu defter bana babamın vasiyetnamesi ve benimde terbiye, ahlak kılavuzum
olacaktır. Bu defteri ila nihaye muhafaza edeceğime söz veriyorum>
04.08.1937
2. Yazı
< Baba ve anne evlatlarını çok sever, fakat o çocuk cemiyet içerisinde
yaşayabilecek ana ve babanın emirlerine muti, terbiyeli, namuslu olmak şartı,
bin bir dikkatle bir adamın yetiştirdiği ve üzerine titreyerek bin bir çeşit zahmet
ve masrafla meydana getirdiği bir ağacın meyvası veyahut her hangi bir nebatın
mahsulü bozuk, çürük çıktığı taktirde nasıl çöplüğe, gübreliğe atar ve onun
kokmuş suratına bir daha bakmazsa, terbiyesiz yetişmiş, muhitinin adamı
olmayan, aile içerisine yakışmayan çocuğu da ana ve baba o çürük meyve gibi
atar ve bir daha yüzüne bakmaz. Terbiye ve ahlak insanlar için nihayeti
alınmaz, bitmez ve tükenmez bir servettir. Terbiye ve ahlak parayla alınmaz,
okumayla kazanılmaz, babadan ve anadan intikal etmez. Bunu her insan kendi
nefsinde bulmalıdır>
3. Yazı
<Kardeşler arasında muhabbet ve sevgi.
Hayatta insanların bir çok tatlı anları olduğu gibi gamlı, kederli, teessürlü
zamanlan da vardır, olabilir. Neşeli ve varlıklı zamanlarında dostu çoktur. Asıl
51
dostluk bu değildir, insanların asıl ve hakiki dostu düşkünlük ve yoksulluk
zamanlarında yardımcı olandır, işte bu da kardeştir. Bir adam çok sevdiği bir
arkadaşına en yüksek bir iltifat ile KARDEŞİM diye hitap eder. Dünyada ruhtan
doğan kalpten çıkan, samimiyetin tam manası ile hakiki bir ifadesi olan kelime
ancak "kardeşim" kelimesidir, iptidai ve cahil devirde atasözü olarak ( Bağdat
gibi diyar olmaz kardeş gibi yar olmaz ) sözü dahi cehalet devrinde bile
kardeşliğin kıymet ve ehemmiyetini bize ifade etmektedir. Kardeşliğin
ehemmiyet ve icabatını yaşımız ilerledikçe anlamaya çalışacaksınız. Bu mevzu
üzerinde icap ettikçe çok şeyler yazdıracağım, şu dakikada vakit müsait
olmadığından yalnız şu sözü ifade ediyorum: Kardeşlerinizi büyük küçük.kız
erkek demiyerek çok seviniz. Zaman gelecek ki nasihatim hayatınızda
tasavvurun fevkinde size refah ve huzur temin edecektir.>
Babamın yazdırdığı bu kadar, naklettiğim deftere bunu ( Defter burada sona
eriyor) diye kaydetmişim. Nedense bir daha da yazdırmadı.
1938 senesinde ufak bir ajandaya mühim hadiseleri not etmişim.
29 Ocak 38 de Ayyüş (Ayşe) halam bize oğlu Mehmet Tabak’la gelmiş.
Mehmet’in gözleri hasta hanede tedavi edilmiş. 19 Şubatta hasta haneden
çıkmış.
Hatay meselesi gazetelerde devamlı yazılıyordu. Hariciye vekili Tevfik Rüştü
Araştı. Çok yoğun bir faaliyet içindeydi.Sonradan Atanın Adana’da askerlere
saatlerce Hatay için resmi geçit yaptırdığını duymuştuk. Halbuki o zaman
hastaymış.
1938 senesi başında ilk mektep son sınıftaydım. 7 Mart 1938 de Kilis’teki
Büyük nene vefat etti. O zamanki gazetelerde (106 yaşında vefat eden nene 109
torun bıraktı) diye yazmıştı. Nenem 77 yaşındaydı. Söylediklerinde ağlayıp
- Yetim kaldım demesi, hepimizi güldürmüştü. Halbuki (Adam pir olsa da
anaya muhtaçtır) sözü ne kadar doğru imiş.
Okulda SESİMİZ adında bir gazete çıkarmaya karar verdik Reisliğine Mersiye
öğretmen beni seçti. Baş yazılan ben yazıyor, çok meşgul oluyordum.
1938 senesi mayıs ayında bir gün Saliha abla erkenden eve geldi. Nenem
ölmüştü. Ali ve Abdullah amcalarım İstanbul’da yoktu. Babam annesini çok
severdi. Hemen koştu tabii bende beraber.
Nenem sabah kalkmış namazını kılmış, tekrar yatmış, namaz örtüsü hala
yerdeymiş. Çok tertipli olan nenem bunu hiç bırakmazmış. Abdullah amcamın
52
eşi Fitnat abla Güngör’e, sabah kapıdan geçen simitçiden, simit almış, bir
tanesini de
- Al nenene götür demiş. Biraz sonra Güngör
- Nenem uyanmıyor diye bağırmaya başlamış.
Fitnat ablam gittiğinde işin çoktan bitiğini görmüş. Evde Abdullah ve Ali
amcamlar yokmuş. Hemen üst kattaki Saliha ablayı bize yollamış. O tarihe
kadar ölümü duyardım amma hiç bu kadar yakından ve anlayarak görmemiştim.
Sabah namazını kılmış namaz örtüsü hala yerdeymiş. Her zaman yaptığı gibi
uzanmış, bir daha kalkmadı. Babam perişan olmuştu. Allahtan o zaman, pek
telefon olmamasına rağmen konu komşu, dost, ahbap, akraba, hemşehri hepsi
doldular. Birisi doktoru getirdi. Birisi mezarı temin etti. Kilisli olan binbaşı
Salih Pınar bey de bir manga asker getirdi. Hiç yük olmadan cenaze kalktı.
Kendisi her şeye, herkesin yardımına koşardı. Herkes onun cenazesine koştu,
Osman ağa Camiinde öğle namazı kılındı Karaca Ahmet mezarlığına defnedildi.
Hepsi bir kaç saat içerisinde olmuştu. Bütün mahalleli mezara kadar geldiler.
Bana en çok dokunan bir kaç gün sonra gelen Abdullah amcamın ağlayarak eve
girişi oldu. Nenem kendi annesinden bir kaç ay sonra ölmüştü. Görünürde bir
hastalığı da yoktu. Vaktiyle felç olan, dedemin çektiklerini hatırladıkları için
daima (Allah düşürmesin) diye dua ederdi. Hiç çekmeden vefatı yegane teselli
noktası idi. ölüm sebebi olarak Belediye doktoru Kalp kifayetsizliği demişti.
O zamanın yegane eğlencesi hatta vakit geçiricisi radyo olmasına rağmen,
nenemin vefatından sonra İhlas sokakta hiç bir ev bir hafta, on gün radyo
açmadı. Bu müddet içinde akşam babamla beraber amcamlara giderken ve
dönerken bir defa dahi radyo sesi duymadık. Bu hadiseyi daima şükranla
anarım. O devirdeki komşuluk maalesef artık yok. Artık nenem yoktu. Üç oğlu
da sanki dayandıktan ağaç yıkılmış gibi oldular. Ben bile çok uslanmıştım.
İhlas sokaktaki amcamların evinin öbür tarafında Hamdi bey isminde çok
muhterem bir emekli oturuyordu. Onun bizim evden taraftaki dairesini Akatlar
tutmuştu. Karşıda Kenan isminde Meleğin sınıfına giden birisi, biraz ileride
Adil beyler otururdu. Adil bey Prof. Dr. Gıyas Korkut’un babasıydı. Babamlar
çok sık görüşürlerdi. Seneler sonra babamı ameliyat eden Dr. Gıyas Bey
babamdan
- Sen baba yadigarısın diyerek, ameliyat parası almayacaktı
Adil beyin Gıyas beyden başka iki kızı daha vardı. Birisi o sıra Dr Emin bey
isminde birisiyle evlendi. Diğer kızı Meleğin sınıfındaydı. Adı zanedersem
53
Kadriye idi. Zira (Kadriye Korkut, yermisin armut, yerim amma yok, çarşıda
çok) diye kızdırırdık. Bana lazım olduğunda kitaplarına ve bilhassa HAYAT
Ansiklopedisine bakma müsaadesi vermişti. O kadar çok bu hakkı kullandım ki
herhalde ansiklopedi, parçalanmıştır. Hayat ansiklopedisinin Barbaros’u bir
anlatışı vardı ki bayılırdım. O kısmı o kadar çok okumuştum ki şimdi bile hala
bazı kısımları aklımda. Nelson ve Togoların onun seviyesine yetişemeyeceğini,
çünkü bunlara devletlerinin donanma verdiğini, halbuki Barbaros’un
donanmasını da kendisinin yaptığını yazıyordu. Bu bakımdan Barbaros’un
onlardan üstün olduğunu ve bilhassa Preveze harbinde 122 gemisiyle 600
parçalık haçlı donanmasını perişan edişini çok güzel bir şekilde yazmıştı.
Onların bitişiğin de Ekrem bey otururdu fakat onun aile vaziyeti pek mazbut
değildi, daha doğrusu onların serbest tavırları o gün bize öyle görünüyordu.
Onun için onlarla görüşmezdik. Onun hanımının kız kardeşi Gönül isminde
yine benim sınıfımda bir kızdı. Annem onunla konuşmamı istemezdi. Fakat
zaten benim tipim değildi. O sokakta Cüneyt isminde bir sınıf arkadaşım
oturuyordu, Selim adında bir abisi de vardı. Bitişik evde Haluk ve Hulki Saner
oturuyordu. Sonradan meşhur filmci olan Hulki o zaman müziğe çok meraklıydı
ve nefesli bir alet( zan edersem saksofon) çalardı. Babalan Faruk bey çok iyi bir
adamdı. Onların alt katına sonradan Hüseyin Akat taşındı. Onların evlerinin
arkasında Nazım isminde bir sınıf arkadaşım oturuyordu. Çok iyi bir ailesi vardı
ve ondan çok büyük çok kibar bir ablası vardı o sıralar nişanlandı. İhlas sokağın
tam karşısına gelen bizim evin sırasındaki evde Meleğin sınıf arkadaşı Perihan
ve Ablası Piraye otururlardı. Piraye o zamandan müziğe meraklıydı, piyano
çalardı. İlk okuldan üç arkadaşımla Sen Jozef’e gittik. Süha Atabey, Kemalettin
ve İlhan Baran. Süha ve Kemalettin ilk senelerde ayrıldılar. Sade ilhan Baran ve
ben sona kadar gidebildik.
İhlas sokakta yaşlılar bile bana Orhan abi derdi. Çünkü Uğur, Güngör, Sevim,
Necla, Güler ve Nevin hepsinin Orhan abisiydim. Herhalde sokakta en çok
benim adım duyulduğu için hepsi öğrenmişti. Onun için yaşlılar bile bana
Orhan değil, Orhan abi derlerdi. Güngör’ün saçları kırmızı olduğu için
mahallede meşhurdu. Güngör’den bahsetmişken onun bir hikayesini de
yazayım. Güngör çocukken yoğurdu çok severdi. Bir gün nenemden devamlı
yoğurt istiyor nihayet bıkan ve çok kızan nenem.
- Al da boklan diyor. Ertesi gün Güngör yine yoğurt istemek için.
- Ben yoğurt boklanacağım diye tutturuyor.
1938 ilk okulda son senemdi kendimi büyümüş his ediyordum. Hakikaten
nenemin ölümü beni olgunlaştırmış, durgunlaştırmıştı. Esasında ben çok
54
yaramaz olmama rağmen, birisi bir şey anlatsın veya bir hikaye söylesin
saatlerce kımıldamadan dinlerdim. Yalnız evde derdim büyüktü. Babam sık sık
seyahate çıkardı. Hatta o zaman iki aylık tren biletleri vardı. O bileti alan iki ay
zarfında istediği kadar trene binebilirdi. Babamlar o sıra İstanbul’da olan dört
beş Türk ihracatçısından birisiydi. Diğer ithalat ve ihracat tüccarları hep gayri
Müslimlerden idi. Malları alıp yüklemeğe babam giderdi. Giderken de bana
- Evin erkeği sensin ev sana emanet derdi. Gel gelelim evde Melek ve Fatma
beraber olur benim emirlerimi dinlemezlerdi. Dövmeğe kalkanın, ikisi
birleşince baş edemezdim. Bu yüzden bizim evde devamlı kavga vardı. Ayrıca
Meleğin arkadaşları gelince bende genç kızlarla oynamak isterdim. Onlar beni
oyunlarına almazsa benim erkekliğim tutar, hepsiyle kavga eder, dövmeğe
kalkardım. Doğrusu komşumuz çok sabırlı imiş.
Sırası gelmişken babamın bir hatırasını anlatayım, yine böyle bir seyahatte
vapura Payas’tan, arpa yüklerken (kilosu üç kuruş otuz paradan satılmış) yılbaşı
gecesi vapur acentesi, alıcı temsilcisi ve bir kaç tüccar beraber eğleniyorlar. O
arada herkes bir şarkı söylüyor. Babamın da söylemesini istiyorlar. Babam ben
söylemeyeyim dedikçe, herhalde nazlanıyor zan ederek daha çok ısrar ediyorlar.
Çaresiz kalan babam şarkı söylemeğe başlıyor. Biraz sonra (kafi bey) diyorlar.
Bunu hep anlatırdı, ayrıca ben de, benden şarkı isteyenlere bunu çok anlattım.
Bize Mersinden Kebbet denen büyük portakal cinsinden getirir annem ondan
reçel yapardı. Bir kaç sene sonra bize san portakal gibi bir şey getirdi
- İsmet paşaya yolluyorlardı bende aldım dedi, yanılmıyorsam adını kız memesi
dedi. Getirdiği Greyfurt idi. O zaman Türkiye’de yeni deneniyormuş.
O sene orta okula kayıt zamanı babam yine seyahatte idi. Annem beni Sen
Jozef’e kaydettirdi. Aylık dokuz lira ve dokuz ay ödenirdi. İkinci kardeşlere
yüzde on tenzilat vardı. Ali amcam
- Herkesin çocuğu ecnebi mektepte mi okuyor, niye para vereceksiniz, diyordu.
Annem bir kere aklına koymuştu, kimse çeviremezdi. Annemin okuma yazması
olmadığı için mührü vardı. Bu mühürle beni kaydettirdiği için mührü ben
saklardım. Bütün tahsil müddetince bende kaldı. Galiba iki defa eve haber
vermeden kullandım. Birincisi karnem bir defa çok fenaydı aksi gibi o sefer
karneleri eve imzalatacaksınız dediler. Onu göstermeden mühürleyip götürdüm.
Sen Jozef’te karneler verilir geri getirilmezdi. Diğeri de bir imtihan günü beş
arkadaşla okula gitmemeğe söz vermiştik, o günkü mazeret yazısını ben yazıp
mühürledim. Yedi sene zarfında bu ikiden başka, ikincisi de arkadaş zoruyla
oldu, daha doğrusu onları yalnız bırakmamak için oldu, hiç bir defa suiistimal
etmedim. Esasında ben Galatasaray’ı veya Nişantaş’tan tanıdığım Hıght
55
Schoolu istiyordum fakat babamın olmaması Ali amcamın para verilmemesini
istemesi yüzünden ona da razı oldum.
Mektep hayatında samimi olduğum arkadaşlar çok azdır. Bir ve ikinci sınıflarda
Nişantaşı’ndaki Tuğrul, üçüncü sınıfla Gebzeli Mahmut, dört ve beşinci sınıfta
Urfalı bağarsak tüccarı Hasan Kemancının oğlu Mustafa. Bu Mustafa’yla
aramızda geçen bir konuşmayı defterime not etmişim.
< 14 mayıs 1938 de Mustafa ile evlerinde oturmuş ne olacağımızı, ne
yapacağımızı konuşuyorduk, iş kiminle evleneceğimize geldi. Ben Vediayı
alacağımı söyledim. Mustafa çok münasip buldu ve
- Eğer sen almayacak olsaydın ben alırdım dedi>
Şimdi feministler durun bakalım o, evlenecek mi derler fakat o yaşta ve o
zamanda bir erkek aksini düşünür mü
Bu Mustafa soy adı gibi kemana meraklıydı. Hatta bir defa bir keman alaturka
konseri verdi. Yalnız konser sırası teşekkür için konuşmak istedi, yan yerde
takıldı bir türlü arkasını getiremedi. Hemen alkışlayarak onu zor durumdan
kurtardık.
Esasında ben kolay kolay kimseyle arkadaş olamıyorum. Belki içki içmemem,
belki çok konuşmamam, çabuk alınmam velhasıl arkadaşlarım çok mahduttur.
Sonraki senelerde de bu pek değişmedi. Fakat arkadaş olduğum kimseyi de, ne
olursa olsun kolay kolay bırakamam.
17 Haziranda halamlar Kilis’e gitmişler. Mezuniyet mükafatı olarak 1
Temmuzda babam bana bir fotoğraf makinesi aldı. Körüklü bir Kodak makine
idi senelerce kullandım. Hatta bir ara evde kendim resim banyo yapmaya,
basmaya kalktım. Pek muvaffak olamadım. Okulun son günlerinde bir hadise
oldu. Ne için olduğunu hatırlamadığım bir iş için öğretmen toplanan paraları
Nazım adındaki bir arkadaşa vermiş. O da kaybetmiş veya öyle söylemiş.
Nazım ileride mutlak ödeyeceğine söz vermiş, öğretmen bütün talebelerin evine
haber vermek üzere beni yolladı. Doğrusu zor bir vazifeydi. Nazım hala
ödemedi.
Ailede ilk defa yabancı bir lisan öğrenen, yabancı bir mektebe giden bendim.
Bu ilk olmanın çok sıkıntılarını çektim. Kilis’te (anamın ilki olacağıma dağda
tilki olaydım) derler, çok haklılar. O okula gideceğim diye bana ders aldırmak
istediler. Bir ermeni matmazel vardı, bu matmazel Eyüp dayının oğlu, Abdullah
amcalarda oturup Haydarpaşa lisesine giden, Hennan’a Fransızca ders
veriyordu. Fakat çok pis kokardı. Hatta bir gün Hennan bıçak çekmiş,
56
- Karşımda otur, yanıma gelirsen vururum demiş.
Bu matmazel güya beni hazırlayacaktı. Duyduklarım ve kokusu yüzünden
faydadan ziyade zararını gördüm. Fransızca’dan biraz soğudum. Yine de Allah
razı olsun, gayret gösterdiydi. Bu matmazel bir gün bizi ve amcalarımı evine
çağırdı. Annem ben orda bir şey yemem diye tutturdu. Ayıptır, günahtır
sözleriyle Leylek sokaktaki evlerine gittik. Meğer çok temiz iyi bir aile imiş.
Ben yemem diyen annem bile onların temizliğine bayıldı, Eniştesi bir
tüccarmış. Bizimkiler o zaman hem hali vakti iyi olacak hem kızı çalışmaya
bırakacak, bunu pek anlamıyorlardı.
Kilisli talebelerden Zeynel, Ahmet Cambolat her hafta .sonu evin müdavimi idi.
Arada başka talebeler de gelirdi. Fakat onlar gibi devamlı değil. Bir gün
İstanbul’daki Kilisli talebeler zan edersem bir cemiyet kurmak için toplandılar
Beni de birileri götürdü. Asgari yüzden fazlaydı. Netice alınamadı, fakat birlikte
resim çektirildi. Ben en önde yatar vaziyette idim.
O sene Cumhuriyetin onbeşinci senesi idi, büyük coşkuyla kutlandı. Fakat
Atatürk hakkında değişik laflar söyleniyordu. Kimi hasta diyor, kimisi bu lafları
düşmanların çıkardığını söylüyordu. Savarona yatı o yaz Türkiye’ye gelmişti.
Güya Hitler yatı alacakmış fakat Atatürk istiyor diye o çekilmiş. Atatürk
misafirlerini yatta kabul ediyordu. Romanya kralının geldiğini hatırlıyorum.
Sonradan okuduğuma göre o sene yatta kabul ettiği Amerikalı general Mack
Artura (Japonya fatihi) Hitler ve Musoloniyi kast ederek,
- Bu iki deli dünyayı kana boyayacak demiş. Bunu sonradan Mack Artur
hatıratında yazmıştı. Dünya siyasetinde bu derece ileri görüşlü idi.
O sene Meclis açış nutkunu ilk defa Atatürk değil, başvekil Celal Bayar okudu.
Sahi o sıra Başvekil İnönü değişmiş, Bayar Başvekil olmuştu. Güya bir
memleket meselesini Atatürk içki sofrasında konuşmak istemesine, İnönü
(Burası yeri değil) demişte, o yüzden aralan açılmış, değiştirilmiş. Türkiye’de
en çok Atatürk konuşulur yazılır, fakat bir kısmı putlaştıracak kadar sevgi
gösterdiğinden, diğer kısımda en iyi yaptıklarını bile kötülediğinden inkar
ettiğinden, insan hangisinin doğru hangisinin yalan, yanlış olduğunu çok zaman
ayıramıyor. Bence daha Ata için hakiki bir kitap yazılmadı. Atanın yaptığı
şeyleri de herkes kendi işine geldiği gibi tefsir ediyor. Bu hususta en iyi misal
Atanın
- Halktan saklayacak bir şeyim yok
diyerek açıkta içmesini, bir taraf halkçılık diye alkışlarken, diğer taraf halkı
57
günaha teşvik diye adlandırması. Atatürk bence Allah’ın son asırda Türk
milletine hatta ümmeti Muhammed’e bir lutfudur. Onun sayesinde son müstakil
Müslüman memleket müstemleke olmaktan kurtulduğu gibi, diğerlerinin de
kurtulmasına numune olmuştur. Benim şahsi inancıma göre Atatürk, dini cahil
softaların elinden kurtararak bizzat dine çok yardım etmiş bir kimsedir.
Kuranında Peygamberin bile hata yapabileceği bildirilen bir dinin mensubu
olmamıza rağmen bazi, ileride Menderesin söylediği gibi, inkılap softaları
maalesef haklı tenkidi bile kabul etmiyor. Atatürk’ü adeta putlaştırıyorlar.
Mübalağada, ileri fikirli geçinmelerine rağmen, geri kavimler gibi Atayı,
peygamberliği bile az görerek, ilahlaştırıyorlar. Hazreti Muhammed’in (s.a.s)
vefatında Ebubekir’in söylediği sözü biraz değiştirerek söyle haykırmak isterim.
- Kim ki Ataya tapıyorsa bilsin ki o bir beşerdi ve ölmüştür. Kim ki Türkiye
Cumhuriyetine inanıyorsa o ilelebet baki kalacaktır. Nitekim Atatürk ile,
- Bir gün benim naçiz vücudum elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye
Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır demiştir. Çok şükür kendisi
dalkavukların pohpohlamasını çok zaman elinin tersiyle itmiştir.
Nitekim kendi hakkında ölüm fetvası veren hocalar sonradan Halife olmasını
istediklerinde kabul etmemiştir. Ayrıca tam bir mümin olan Fevzi Çakmağı
ordunun başından ayırmayı düşünmemiştir. Hatta söylendiğine göre 26 Ağustos
1922 sabahı hücum emrini vermeden Fevzi Paşayı istediğinde namaz kıldığını
bildirirler. O en telaşlı anında bile bir kaç defa adam gönderir her seferinde aynı
cevabı alır, bir defa bile (namazı bıraksın sonra kılsın) demez bekler. Hücum
emri namaz bitip Fevzi paşa geldikten sonra verilir.
Ekim ortalarında dedikodu artık saklanamaz oldu. Bu defa basında doktorların
raporu neşredildi. Raporda ufak bir rahatsızlık geçirdiği şimdi iyi olduğu
yazılıydı. Bu arada dedikodunun bini bir para, kimine göre Kuleliler kimine
göre Harbiydiler Cumhuriyet bayramı günü, Boğaz vapuru Dolmabahçe
sarayının önünden geçerken hep birlikte suya atlamışlar, fakat Saraya
bırakmamışlar. Kimine göre Atatürk pencereden onları selamlamış.
Nihayet on kasım Atayı kaybettiğimiz ilan ediliyor. O gün bütün bir
memleketin ağladığına şahit olduk. Yas umumi idi. Belki bu kadar sevildiğini,
kendisi bile bilmiyordu. Eminönü o sıra , Yeni cami - Köprü arası, ufak ufak
barakalarla kaplıydı. Cenazenin geçmesi için hepsi yıktırıldı. Okulla
Dolmabahçe’ye gidip cenazesinin önünde saygı duruşunda bulunduk. O sıra
Bursa’da okuyan Gazeteci Ragıp beyin Kızları İsmet ve Servet ablalar bize
gelmişlerdi. Babam onları ve beni alarak Eminönü’ne götürdü. Orada
Cenazenin konduğu top arabası önümüzden geçti. Bazı kendini bilmezler ismet
ablayı rahatsız ediyordu, babama söylemeğe çekindiği için benden yardım
58
işlemişti. Cenaze Dolmabahçe’den Sarayburnu’na kadar karadan gitti.
Sarayburnu’nda bir vapura oradan da YAVUZ zırhlısına kondu. Cenaze
Eminönü’nden geçtikten sonra vapurlara dolduk. Vapurlarla İzmit’e kadar
uğurladık. Ramazandı ve bende oruçluydum. 12 yaşında olacağım, bütün gün
ayakta kalmak ve açlık beni bitap düşürmüş. Fakat kızların yanında kendimi
tutmuşum. Vapurda kendimden geçtim. Babam hemen çay söyledi sandviç aldı
ben hala
- Akşama çok az kaldı orucu bozmam diyordum.
- Günahı benim hadi ye diye babam ısrar etti, bozdurdu.
İstanbul’un hatta bütün Türkiye’nin hali görülecek haldi. Millet hakiki babasını
kaybetse böyle ağlamazdı. O günleri görenler sonradan nasıl Atatürk
düşmanlarının çıkabildiğine hayret eder.
Dedikodular da bu arada durmuyordu. Güya Mareşal Meclisi sarmış İnönü’yü
seçin demiş. Yoksa Şükrü Kaya seçilecekmiş. Teyfik Rüştü Mareşale paşam siz
Reisi Cumhur olun demiş. Doğru mu yalan mı bugün bile bilmiyorum. Fakat
Atatürk’ün devamlı Dahiliye Vekili olan Şükrü Kaya ve Hariciye Vekili olan
Teyfik Rüştü Araş bir daha hiç Vekil olamadılar. İnönü’nün seçilmesini herkes
uygun görmüştü.
Sen Jozef’te o sıra çok yüksek memur, mebus çocukları vardı Ankara
haberlerini daima bize yetiştiriyorlardı. Her akşam radyonun başında haberleri
dinlerdik.
Atatürk için basında ne yazılar yazıldı. Her zamanki gibi çoğu saçma.
Atam sen kalk ben yatam gibi. Cemiyette de sınıflar müşterek kablardaki su
gibi ayni hizayı, aynı seviyeyi tutuyor. Basın kötü idi de ötekiler daha mı iyiydi,
neyse fakat basın göze çarpıyor. O zaman yazılanlar içerisinde zanedersem
Alaettin Gövsa’nın yazdığı
Bir milletin melalini söyler derin, derin
Derya önünde çırpınarak Dolmabahçe’nin ……
şiiri en hoşuma giden şiirdi, Melek vazife olarak ezberlerken bende duyarak
ezberlemiştim.
Ankara’daki merasimi radyodan takip etmiştik. Bütün dünyadan heyetler
gelmişti. Sonradan sinemalarda o merasimi seyretmiştik. O zaman Kadıköy de
59
iki sinema vardı Süreyya ve Hale sinemaları. Birde Kuşdilinde ne kadar eski
film varsa gösteren bir sinema vardı. Fakat oraya hiç bir aile gitmez biz bazen
mahallenin çocukları toplu halde giderdik. Yalnız gitmeme izin yoktu.
Süreyya’ya babam bir loca alır bizi öne dizer, annemle kendisi arkada oturur
ekseriya uyuklar annem arada bir dürtüp uyandırırdı. Fakat bizi sinemasız
bırakmamak için katlanırdı. O zamanın filmleri dc bir başkaydı. Aklımda
kalanlar: Ertuğrul Millisi’nin Şehvet Kurbanı, Valentino’nun Şeyhin Aşkı,
Mısırlı Abdülvehab’ın filmleri, fakat bilhassa Ferdi Tayfur’un seslendirdiği Üç
ahbap çavuşlar ile Lorel Hardi. Ben daha ziyade Zoro ve kovboy filmlerini
beğenirdim. Ancak yalnız gitme müsaadesi olana kadar onlara uyacaktım. O
senelerin en sevdiğim, beğendiğim filmi Maskeli beşlerdi.
Sen Jozef’te her hafta bize karne veriyorlardı. Ezber en sevmediğim şeydi, hala
da öğledir. Bu okulda tedrisat ezber üzerine kurulmuştu. Neyse ki sınıf geçme,
notların toplamının yarısını tutturmakla oluyordu. Notların yekunu 200 oluyor
yüz tutturan doğrudan geçiyordu. Notların taksimatı da benim lehime idi. Hesap
kırk, müzik beş, kaligrafi beş. Onun için ve hesapta her karnede otuzdan fazlası
garanti olduğu için (yedinci sınıf hariç) sıkıntısız sınıflan geçtim. Yalnız ilk iki
sene o kadar ceza aldım ki ceza yazmaktan ders çalışmaya vakit kalmıyordu.
Söylemeği unuttum bu mektepte cezalar yazı yazmakla idi. Sağa baktın yüz
satır. O günkü vazifeni yapmadınsa (Bir daha vazifemi vaktinde yapacağım)
cümlesi bütün zamanları ile yazmak gibi. Bir gün arkadaşlar halime mi acıdı,
yoksa onların yerine problemleri çözmek karşılığımı, tam hatırlamıyorum, her
biri bir sayfa cezamı yazdı. Bende göğsümü kabartarak, sırtımdan bir yük
atmanın rahatlığıyle Cher Frere (aziz veya sevgili birader), öğretmenlerimize
böyle hitap ederdik, götürüp teslim ettim. Ertesi gün beni derse kaldırdı. Çoktan
beri ilk defa, cezasız olduğum için, iyi çalışmıştım hepsini söyledim. Memnun
oldu, bana ceza kağıdımı iade etti her yazının üstüne kimin yazdığını not
etmişti. Fakat bir seferlik dersi de bildiğim için af ettiğini bildirdi. Sınıf hocası
mefhumunu şimdi kaldırıyorlar. Bence çok yanlış. Talebeyi tanımayan bir
öğretmenin çok faydalı olacağına şahsen inanmıyorum. Talebede öğretmende
birbirlerini tanımalılar ki bir gün ders bilmezse onun herhalde bir sebebi
olduğunu öğretmeni düşünsün. Veya şans eseri bir gün ders bilen bir kimse
haksız yere en üstlere geçmesin.
Babamlar bu arada fazla malları olduğu ve bunları bazen temizlemek icap
ettiğinden Asmaaltı’nda Abdullah Hüsrev’in yanında Cambaz hanın karşısında
bir yere taşındılar. Orası hakikaten güzeldi. Girince sol tarafta iki bölüm
yazıhane vardı. Yazıhaneye girmeden dümdüz gidersen üç basamak inince
büyük bir depo bulunuyordu. Gelen yağ tenekeleri bazen delinmiş oluyor,
hemen lehimlenmezse akıp giderdi. Onun için mal geldiğinde lehimci hazır
beklerdi. O zaman şimdiki gibi Urfa’dan Diyarbakır’dan yüklenen kamyon
doğru depona gelmezdi. Kamyon hatta eşekle trene taşınır, trenle
60
Haydarpaşa’ya gelir. Oradan hammalla mavnaya yüklenir, mavna Eminönü
yağcılar iskelesine gelir oradan hamal sırtında depoya taşınırdı. Bu kadar
indirme bindirmeden yine de sağlam kalanlara şaşardım.
İnönü başa geçtikten sonra kıssa bir müddet Bayar'la çalıştı, fakat herkesin
beklediği gibi onu bir kenara bıraktı. Bu İnönü Bayar rekabeti senelerce
sürecekti. Vaktiyle İnönü başvekillikten çekildiğinde istifa eden Sıhhiye Vekili
Refik Saydamı başvekil yaptı. Çok dürüst bir kimse idi, fakat Harp seneleri
yokluklar arasında bir şey yapması imkansızdı. Ondan kalan yegane hatıra
- Devlet idaresi A dan Z ye kadar bozuk demesidir.
İnönü 1939 senesinde bir af çıkararak Atatürk zamanında dışarı kovulmuşları
yurda çağırdı. Buna Atatürk softaları karşı çıktılarsa da gelenler onları mahcup
etti. Aklıma gelenler Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar, Rauf Orbay, Rıza
Teyfik Bölükbaşı.
Bunlardan Rauf Orbay harp seneleri İngiltere de Büyükelçi olarak Çörçille de
samimiyet kurarak o harp senelerinde Memlekete çok faydalı oldu. Adnan ve
Halide Edip Adıvar neşriyat ve Siyasi çalışmaları ile çok faydalı oldular. Şark
cephesi kumandanı Kazım Karabekir sonradan meclis başkanı oldu. Filozof
Rıza Tevfik bizim Hasırcı başı sokağında çamlı bir köşkte oturduğu için çok
görürdüm. Abdullah amcam onun Ürdün Emiri Abdullah a yazdığı, daha ziyade
kendi hatalarını, affettirmeğe (Sevr anlaşmasını Osmanlı nazırı olarak imza
etmişti.) matuf ve İstanbul’u anlatan şiirini ezbere bilir ve sık sık söylerdi.
Aklımda kalan iki mısrası şöyleydi:
Ömür bir anı fırsattır, hayatın mahza nimet
Bihakkın müstefit ol ömrünün asude anından
Türkiye’de halkın reyi ile taraf tutulsaydı, mutlak Almanların yanında olurduk.
Herkes Almanların muvaffakiyetini kendi zaferi gibi coşkuyla karşılıyordu.
Gazeteler ikiye bölünmüştü Hüseyin Cahit İngiliz taraftarıydı. Almanlar
Türkiye’de propaganda için her fırsattan faydalanıyorlardı. Bir laf çıkardılar
güya Hitler Hazreti Muhammed’in doğduğu gün doğmuş. Hüseyin Cahit o
meşhur sivri kalemiyle bir yazı yazmıştı, sade bir cümlesi hala aklımdadır.
Hitler’e kutsiyet atfetmenin ne kadar saçma olduğunu uzun boylu anlattıktan
sonra (Hitler o mukaddes gece doğduğunu iddia ediyor acaba o gece
Almanya’da kaç köpek yavrusu doğduğunu da tesbit etmiş mi) diye yazıyordu.
O sıra Filistin müftüsü, Irak başvekili hep Alman taraftan idi. Bizlerde en koyu
Almana Eyüp dayı idi. Şimdi Almanya’da çalışmış olanlara Alamancı diyorlar.
Harp zamanı Almanları tutup onların kazanmasını istiyenlere Almancı derlerdi.
Ali amcam daima temkinli idi. BBC de Alman radyosu da Türkçe neşriyat
61
yaparlardı. Radyoda devamlı onları arardık. Beğenmediği bir şey duyduğunda
tepki hemen gelirdi:
- Yalancı deyyus
Hüseyin Cahit’in vaktiyle, Serbest fırka kurulduğundu, Halk partisinden istifa
eden her mebus, her belediye reisi için (O zaten şöyle fenaydı, böyle fena
adamdı) diye yazılması üzerine (meğer bu Halk fırkası ne fitne fücurla male mal
imiş) diye bir yazı yazıp, "Şayet bunlar istifa etmeselerdi Memleketi bunlar
idare edecekti ve biz bunların ne olduklarını öğrenemeyecektik" diye, zehir
zemberek bir yazı ile Halk fırkalıları deli etmişti. Bu yüzden senelerce yazı
yazamıyordu, yeni af edilmişti. Yeni çıkardığı Tanin gazetesinde yazıyordu.
Falih Rıfkı Ulus’ta (Halk partisinin, tek partinin gazetesi) , Kominist Serteller
Tan gazetesinde, Yunus Nadi Cumhuriyette yazarlardı en aşırı Almancı Peyami
Sefa idi.
Gazetelerde bir de askeri köşe yazarları türemişti. Hitler’in ne yapacağını
Çörçil’in ona nasıl cevap vereceğini sanki onların beyninin içindekileri bilir
gibi, iki kere iki dört eder katiyetiyle, yazarlardı. Ertesi gün tamamen aksi olur
bu defa Hitler’in neden oraya değil de buraya hücum ettiğini sebepleriyle
anlatırlardı.
Radyoda Nurettin Artam haberlerden sonra Radyo gazetesinde günün olaylarını
anlatırdı. Fakat bu biraz resmi bir ağızdı. Buna rağmen tatlı bir anlatışı vardı,
herkes tarafından severek dinlenirdi.
Bir müddet sonra babamlar bulgurları bir makineden geçirip taşını tozunu
almak için önce depo olarak yine Asmaaltı’nda, Kambur handa geniş bir yer
tuttular Bir müddet Kambur han depo vazifesi gördü, sonrada yazıhaneler
yapılınca Kambur hana taşındılar. Mal sahibi Kayserili bir ermeni idi. Hanın
teras gibi yerine pastırma yapar kurutmak için asardı. O günden beri pastırmayı
az yerim. Bu Kambur hana Antepli bir tüccar geldi Mustafa Habeş isminde.
Babamlarla görüşürdü. O da ihracata başladı. Bir gün hırsla yukarı geldi,
- Bir Fransız tüccar geldi. Adamı ağırladık yemek yedirdik kalkmış katibe ne
kadar nankör demiş. Bu nasıl şey benim yaptığıma karşı onunki nankörlük. Ben
bu adama ne yapayım, diyordu. Asabileştiği her halinden belli oluyordu. Ali
amcam adamı önce oturttu. Sonra katibi çağırdık. Meğer adam bonkör demiş.
Bu kelimeyi bilmeyen ihracatçı, nankör dediğini sanmış. O hala,
- Bonkör nankör ne farkı var diyordu. O zamanın ihracatçısı böyleydi. Tabii ben
kurularak tercüme ettim. Babamların konuşmalarını kendisini teskin için
62
söyleniyor zan etmesine karşı benim kelime kelime tercümeme çok sevindi.
Çok teşekkür etti.
1940 senesi yazında hükümet İstanbul’u boşaltmak için karar aldı. Herkesi
istediği yere kadar trenle bedava göndereceklerdi. Amcamlar konturatı da
feshedip, bizim eve geldiler. Evde kımıldayacak yer kalmadı. Fakat çocuklara
bayram günü doğmuştu. Bende ilk ticaretimi o sıra yaptım. Baktım hep niyet
çekiyorlar. Tahtakale’den niyetli şekerlerden aldım geldim. Meğer bütün dolu
olanlar torbanın üstündeymiş. Bir baktım her çeken bir şey kazanıyor,
(Hediyeler kurşundan askerdi) hediye bitiyor bana boşlar kalacak, hemen içeri
götürdüm karıştırdım. Bu defada hiç çıkmamaya başladı. Neyse o paketi
bitirdikten sonra bir daha almadım. Evde hergün bir aile bütün yemekleri
yapıyor, önce çocuklar sonra erkekler sonra kadınlar üç defa sofra kuruluyordu,
Evin içi bir rezaletti. Neyse mektepler tatil olur olmaz derhal Kilis’e hareket
ettik. Çocuklar ve Hanımlar trene bindik, babam ve zan edersem Abdullah
amcam kaldılar. Onlar vaziyet daha fena olursa geleceklerdi. Kilisli Feleknaz
hanımla Kilis’te bulunduğu sıra evlenen o zaman yüzbaşı Şükrü bey Edirne’de
huduttaymış. İstanbul’la bağlantıları olan Uzunköprü’yü havaya uçurmuşlar.
Onlar hududu beklerken Alman askerleri motosikletlerle hududa kadar
gelmişler, biraz daha gelse bunlar ateş açacakmış. Hudut noktasına kadar gelip
inmiş, Türk bayrağını selamlayıp, geri dönmüşler. Yürüselerdi, çekilecek
yerimiz yoktu demişti.
Hitler Rusları arkadan vurmak, onları Kafkas petrolünden mahrum etmek için,
Türkiye’de çok çalışıyordu. Türklere iltifatın bini bir para idi. Pan Türkizm
cereyanı çok kuvvetli idi. Nihal Adsız adında Türkleri birleştirmek için çalışan
Turancılar çıkmıştı. Bir 19 Mayısta İnönü bunları tein etti. Hemen arkasından
bir çok kimse, Alparslan Türkeş dahil tevkif edildi. Azerbeycan cephesinde
çalışmış, Halit Paşanın (Enver Paşanın galiba dayısı idi ) Haliçte bir silah
fabrikası vardı. Bir geçe anlaşılmayan bir sebepten yandı. Güya buradaki
silahlar Azerilere gönderiliyor, Ruslara karşı çarpışmalarına çalışılıyormuş.
Parasını Almanlar veriyormuş. Bu yüzden İngilizler yaktı deniyordu.
İki gün sonra Kilis’e vardık. Biz Nakşiye teyzemlere, Fitnat ablamlar da kız
kardeşi Nimet Kırmızıgile indiler. Nakşiye teyzemlerin atları vardı. Evleri bize
çok enteresan gelmişti. Yalnız Kilis’in tuvaletlerine bir türlü alışamadık.
Sokakla Havuş arasında fırınları vardı orada yaptıkları ekmeğin ilk piştiğindeki
tadı bambaşka oluyordu.
Ben üç senedir Fransızca okuyordum. Bunu bilenler duyanlar Kilis’te bana ne
sualler sorarlardı. Beni Fransızcıdan imtihan etmeğe kalkarlardı. Bir gün bana
63
(şamo şamo dan şamo lezorey ... şamo) ne demek dediler. Bilemedim, meğer
(Deve deve diş deve, kulağı geviş deve) diye bir tekerlemeleri varmış. Artık
Fransızca bilmiyor diye neler söylediler. Bir gün yaşlı kimselerin bir
toplantısında bana birisi oğlunu Haydarpaşa lisesine göndereceğini bu lise
hakkında malumatım olup olmadığını sordu. Bende oranın adının palasa
çıktığını onun için ya Kabataş’a yahut bir ecnebi mektebe göndermesini
samimiyetle söyledim. Ertesi gün birisi yolumu kesti,
- Sen babama Haydarpaşa palas demişsin bunu mutlak düzelt ben çalışkan
değilim onun için o mektebi seçtim, şimdi babam bozuldu bunu mutlak
düzeltmelisin dedi. Bu sonradan Avukat olan Sait Daldaban idi. Kendisinin
söylediğini zaten bir kaç defada zor anlamıştım. Laflan ağzında yuvarlar ve çok
acele konuşurdu. Kendisine
- Ben şimdi babana gidersem tuhaf olur, rastlarsam söylerim dedim. Kendimi
zor kurtardım. Bir daha da babasına rastlamadım. Esasen görsem de, ömrümde
bir defa gördüğüm, Sait’in babasını tanımazdım. Bir günde Emniyet amiri
Halkevi bahçesinde bana
- Niye Fransızca okuyorsun artık onlar battı Almanca öğren demişti.
Vaktiyle Kilis’teki ittihat Terakkinin merkezi Maarif bahçesi olmuş. Halk evi
olmuştu. Bir kaç gün kitap okudum, fakat ön tarafta yarısı Halk evi bahçesi,
diğer yarısı bahçeli kahve idi. Kahveyi de babamın arkadaşı Hayrettin bey
işletiyordu. Kahve kısmı bana daha enteresan geliyordu. Her gün orada tavla
domino oynardım. En çok oynadığım sonradan doktor olan Mahmut Kiremitçi
ile Sedat Pınar’dı. Sedat Pınar nenemin cenazesinde bize yardım eden Salih
Pınar’ın kardeşi, tuzcu Nazmi’nin oğluymuş.
Kilis’te Maarif bahçesine gelmeden iki park vardı. Birbirine bakan parkların
sağdaki hanımlara soldaki erkeklere aitti. Caddede herkes dolaşırdı. Bu arada
kızlarını göstermek isteyenler giydirir, kuşatır dolaştırırdı. Parkta da ilk sıraya
otururlardı. Parka çarşaflı gelenlerin, Kaymakamın emriyle çarşafları makasla
kesiliyormuş. inkılap oralara anlatılarak değil zorla kabul ettirilmeğe
çalışılıyordu. Bu yüzden birçok haklı karar bile, çarşaf makaslatanlar din
düşmanı, aile mahremiyetine saldıran dinsizler diye kabul edildikleri için
anlatılamadı. İnkılabı inananlar değil bürokratlar anlatmaya yaymağa kalktı.
Halkı inkılap düşmanı yaptılar. Niye demişler <yarı hekim candan eder, yarı
imam dinden eder diye> yan inkılapçılar da inkılaptan ettiler.
Bir gün çarşıda Hıttı acur gördüm. Manava beş kuruşluk vermesini söyledim.
Bana üç kilo tartmaya kalkınca hemen durdurdum bir tane tadına bakmak için
64
istediğimi söyledim. O zaman para da almadı verdi. Kilis’te İstanbul’da
yiyemediğim KATMERİ de bol bol yedim. Katmer hususi açılmış bir yufka
içine kolay erimeyen kaymak konur, kapatılır, yağda kızartılar, şeker ekilirdi.
Sırf kalori, fakat, o yaşta şişmanlama korkusu yoktu.
Neyse hükümetin İstanbul’u boşaltına karan sayesinde oldukça enteresan ve
güzel bir tatil geçirmiş ve doğduğum yeri görmüş ve unuttuğum akrabalarımı
görmüş oldum. Kilis’teki günlerimiz oldukça iyi geçti. Annem hep babama
yazılan mektupları bana verir ben postaya götürürdüm. Bir defa benden
habersiz, herhalde babama İstanbul’da (uslu oturması) için bir mektup yazmış.
Babam da cevabı bana yazmıştı. Mektubu alınca şaşırdım. Annemin ağzını
arayınca hakikati öğrendim. Artık on dört olmuştum, benden habersiz nasıl
yazardı? olacak iş miydi. Ben bostan korkuluğumu idim?. Verdim veriştirdim.
Nihayet bir daha bana göstermeden mektup yazılmayacağı sözünü aldım.
Erkekliğin şerefini kurtarmıştım. Kadınlarla bir ihtilafta, kaçak eşya almak da
çıkıyordu. Babam sakın almayın diyordu, ben de
- Sizi ihbar ederim diyordum. Buna rağmen güzel bir şey bulunca
dayanamıyorlardı.
Kilis’te Koskalar da, Eyüp dayılar da üçer dörder gün, birer gece de
Cambolatlarda Ragıp beylerde yattığımızı hatırlıyorum. Bir gün akrabamız aynı
soy adı taşıyan Ata beyler bizi bahçelerine davet ettiler. Kilis’te bahçe ev
bahçesi değil sanki ufak bir çiftlik gibi şehir dışındaki ekili yere diyorlar. Ben
gitmek istemedim. Benden çok büyük olan Sedat zannedersem " Arkadaşların
da gelecek tavla oynarsın" diye kandırdı. Oraya gidip de bunun yalan olduğunu
görünce Sedat’a bir tokat attım. Yirmi yaşlarındaki delikanlı nasıl oldu,
anlatamam. Kıpkırmızı kesildi. Sonradan Mahmut Kiremitçiye
- Misafir gelmiş, Oğuz bey amcanın oğluna nasıl el kaldırırdım demiş, istese
beni rahat döverdi.
Eski evimizi Saliha ablanın akrabası Zekeriya almıştı, eski evi yeni sahibinde
görmek insana bir tuhaf his veriyor. Kendi odana bakmak için başkasından
müsaade istemek, acayip geldi.
Kilis’te yaz tatili böyle geçti. Sonuna doğru babam da geldi. O geldi diye
davetler çoğaldı. Nihayet hep beraber, bu defa babamla beraber İstanbul’a
döndük.
Yukarıda söylediğim gibi herkes Alman taraftarıydı. Allah’tan başta İnönü gibi
harbin ne olduğunu bilen bir kimse vardı. Harp başlamadan İngilizlerle ittifak
65
yapmıştık. Fakat o tarihte Türkiye hakikaten fakirdi. O zaman yol parası adında
bir vergi vardı. Altı lira senelik yol parası ödememek için bir hafta gidip
bedenen yol yapmak için çalışırlardı. Kanuna göre ya bir hafta yol yapımında
çalışılacak yada altı lira senede verecek bu parayla başkası çalıştırılacaktı. Harp
başlayınca bir kaç sınıf askere çağrıldı. Bunlara verecek çorap olmadığı için,
askere bez dağıtmışlar, katlayıp çorap yerine kullanıyordu. Galiba bu yüzden
bize silahla beraber belki de silahtan önce ayakkabı yardımı geldi. Askerler
pratik kimseler, İngiltere’den gelenlere Çörçil, Amerika’dan gelenlere Ruzvelt
adını taktılar. Senelerce Türkiye’de asker ayakkabıları böyle adlandı. Ekmek
karneyle dağıtılmaya başlandı. Babamların elinde aşırı derecede çok bulgur
vardı. Esasen o yüzden Kambur Han’daki geniş yeri tutmuşlardı. Hükümet alır,
parasını zor tahsil ederiz diye acele elden çıkardılar. Bir kaç ay sonra iki üç
misline çıktı. Halk çok sıkıntı çekerken, Harp zengini bir sınıfta türedi. Bunlarla
Hacı Ağa diye matbuatta çok alay ettiler. Bilhassa Cemal Nadir ne güzel
karikatürler yaptı. Bu belki de halktaki kızgınlığı nispeten yumuşatıyordu. Şunu
da yazayım ki Selanikli Bezmen ailesinden Halil Bezmen
- Çocuklar harp ticaretine alışırsa sonra çalışamazlar diye işini kapatmıştı.
Torunu dedesini haklı çıkardı, Özal zamanı ticaretine alıştı sonra battı.
Bu arada Türkiye’de harbe yarar ne varsa İngiliz ve Almanlar, hatta bazen sırf
karşı tarafın eline geçmesin diye alıp Türkiye’de depo, hatta imha ediyorlardı.
Kendir çok aranıyordu. Babamlarda alıp satıyorlardı. Çok defa malı bile
görmüyorlardı. Bir defa bir balya kendir vinçten düşüp dağılıyor. Orta yerinden
bir kaya parçası çıkıyor. Babam Anadolu’da taş kalmadı ihraç oldu diyordu. Bu
sıra Adana’dan bir Heyet sonradan Ticaret vekili olacak Cavit Oral
başkanlığında Adana’dan Ankara’ya geliyor. Halk partisi Umumi katibi
Mahmut Esat Esendal ile görüşüyorlar, istedikleri pamuk alış fiyatının biraz
artırılarak ekimin teşviki. Ne kadar mal olursa olsun müşteri hazır, dövizle
alacak diyorlar. O zaman bunlara bile Parti karar veriyordu. Umumi katip
- Bu gün dediğiniz doğru, fakat yarın Harp bitince ben fiyatı indiremem. O
zaman Sümerbank zarar eder, diyor
Bu gün bu cevaba herkes güler. Fakat o zaman kimsenin ticaretten anladığı yok.
ithalat ve ihracat hemen hemen tamamen gayri Müslimlerin elinde. Mebuslar,
ya yüksek bürokrat veya emekli paşa. Bir gün babam Ankara’dan gelirken
trenin restoranında bir mebusla arkadaşlık ediyor. Mebus babama
- Tüccarmışsın bana şu döviz nedir anlatsana herkesin ağzında bu laf moda
oldu. Yenir içilir bir nesnemidir diyor. Bunu çok sık, bilhassa gidip
şikayetlerinizi Ankara’ya söyleyin diyenlere anlatır
66
- Bana dövizi sorana neyi, nasıl anlatacaksın derdi. O sıra başlarından geçen bir
hadise onları büsbütün ürkek yaptı. Hadise şöyle oluyor. İzmit’te donanmaya 86
çeşit mal için bir ihale açılıyor. En düşük fiyat veren babamların üzerinde
kalıyor. Babam malları fiyatlar o arada yükseldiği için, bazılarını zararına
olarak teslim ediyor. Parayı alacağı zaman bir binbaşı, rüşvet istiyor. Babam da
vermiyor,
- Zaten ne kazandım ki diyor, ödemeyi sallayınca babanı, paşaya şikayet ediyor,
parasını alıyor. Bir müddet sonra mahkemeden bir celp geliyor. Bu arada (Meni
ihtikar kanunu) çıkmıştı. Meğer binbaşı ihtikar yaptı diye babamı ihbar etmiş.
Savcı da mevkufen muhakemesini isteyerek dava açmış. Kaç gece babamlar
uyuyamadı. Dayandıkları noktada 86 kalcın malın iki tanesi İstanbul için tesbit
edilen Hattan yirmişer para yüksekmiş. Babamın avukatı, herkesten ucuz fiyat
verdiklerini, İstanbul fiyatıyla İzmit’e teslimat yapılamayacağını anlatmış ve
tevkife lüzum olmadığını, ortada suç bulunmadığını dilinin döndüğü kadar
anlatmış. Allah’tan Hakim de bilgili ve anlayışlı bir kimse imiş.
- Savcıya bıraksak piyasada tüccar bırakmayacak diyerek tevkifi kaldırmış. O
geçe bayram yapmıştık. Sonunda beraat etmesine rağmen dava aylarca sürdü. O
zaman (Allah hekimle hakime düşürmesin) duasının manasını daha iyi anladım.
Zannedersem babamların son taahhüt işleri bu oldu.
O sene Sevimin okulda hesabı iyi değildi, çalıştırdım sınıfı geçtikten sonra vaat
edilen beş lirayı aldım. O sene 12 Mart saat 17.50 de Mehmet Onur dünyaya
geldi.
Sırası gelmişken şunu da yazayım ki Lozan müzakerelerinde kapitülasyonun
hukuk kısmına ecnebiler bir türlü yaklaşmıyor, hatta açıkça
- Sizin rüşvetle her kararı veren hakimlere biz kendi vatandaşlarımızın kaderini
nasıl emniyet ederiz derler. Bilmem ki acaba tam haksızlar mıydı?
O sıra babam her İzmit’e gidişinde Haydarpaşa’ya kadar gider uğurlardık. O da
gelirken mutlak Pişmaniye getirirdi. Bavulu olduğu zamanlar at arabasıyla
gider, döner eğer bavulu yok ufak valizle kısa bir müddet için gidip dönmüşse o
zaman Kadıköy iskelesinin yan tarafından kayıkla Haydarpaşa’ya geçerdik.
Doğrusu yaz günleri kayıkla geçmeyi arabaya tercih ederdim. Adam başı yüz
paraydı, yani iki buçuk kuruş. Kayıkların üstünde bir tente olur güneşten
korurdu.
Hitler bizim yerimize Rusya’ya saldırmıştı. Bizimle dost geçinmek için
odasında Atanın resmi olduğu, kendisinin Atatürk hayranı olduğu yazılıyordu.
67
Türkiye’ye de İnönü’nün tanıdığı ve sevdiği hakikaten Türk dostu olan eski
Alman Kanzeler (başvekil) Von Papeni büyük elçi olarak göndermişti.
Meleği isteyenler oluyordu. Fakat 1940 senesinde daha çok küçüktü. Buna
rağmen biz de kızın kısmeti çıkınca verilmeli, katiyen sallamamalı derlerdi.
Bilhassa Ali amcam bu kanaatteydi. Ayrıca kızın fazla okumuşu, kimseyi
beğenmez, evde kalır derdi. Kim bilir bu zamanda gelse ona neler derlerdi. O
zaman ailede en ileri fikirli geçinen ben, hep karşı çıkardım. Sen Jozef’e girdim
gireli bana Mösyö diyen Akat, kayın pederini tutardı. Bu gün düşünürken onları
haksız bulmuyorum. Fakat o zaman, birisi için paralı adam, para kazanan adam
evine bakar dediklerinde, o zaman çok meşhur olan bir köpek için
- Rin tin tin herkesten çok kazanıyor o zaman ona kız verelim dediğimi
hatırlıyorum.
Para çok kıymetli, telgraf çok pahalı idi. Onun için babamın iş için yazdığı her
telgrafı kısaltmak üzere Ali amcam, Abdullah amcam ve bazen ben yarım saat
müzakere, münakaşa ederdik. Babam bazen kızar vazgeçtim der, bu sefer onun
şekline yakın bir metinde mutabık kalınırdı.
Kim bilir benim de az konuşmam ve yazarken en kısa yazmaya çalışmam belki
de bu hadiselerin tesirinde kalmamdandır.
Sonradan CODE lar çıkacak, harici telgrafları bu kodlara göre çekecektik. Bu
kitaplar başlı başına bir bilimdi. Beşer harfin bir araya gelmesi, bir cümlenin
yerine geçiyordu. Fakat değişik CODE lar olduğundan her tüccar antetli
kağıdına hangi CODE u kullandığını yazardı. Bizimki BENTLEYS idi. Bu
kodlarda beş harften bir tek kelime ile mesela = size vapurun güvertesinde
teslim, en ucuz olarak, tonunu şu fiyattan teklif ediyorum, denebiliyordu.
Ertesi yaz yani 1941 yazı, Ali amcamlar, şimdi iyi hatırlamıyorum devamlı
oturmak için mi yoksa tamamen oradaki mallarını tasfiye etmek için mi, tekrar
Kilis’e gittiler. Bende Sen Jozef’te altıdan yediye geçmiştim. Kilis’teki orta
mektepte imtihan verip Galatasaray’ın daha yukarı sınıfına geçmek istedim. Ali
amcam orda diye babam müsaade etti. Kilis’te orta bitirmeğe dışarıdan girmek
için müracaat ettim. Anteb’e havale ettiler. Kilis’ten Antep’e otobüsle gittim.
Altmış kilometre bağların içerisinden gidiliyordu. Yolda Fransızları günlerce
Anteb’e bırakmamak için çarpışan, sonunda şehit olan Şahin’in mezarının
yanından geçerek Anteb’e vardım. Netice, yaşım müsait olmadığından orta
bitirmeğe değil yediden sekize geçme imtihanına girebileceğim anlaşıldı. O
şekilde müsaade verildi. O gün öğle vakti bir lokantaya gittim .Gelen garsonun
söylediğini anlamadım, tekrarlattım
68
- Ne istiyin ağem diyormuş. Antep’te en beğendiğim tarafları Allebende (Bir su
kenarı) satranç oynamaya gitmeleri. Anlamadığım tarafları da yanlarında
götürdükleri taburelere oturmayıp dayanmaları. Babamın tanıdığı tüccarların
soyadı da biraz tuhaftı: Patpat, Kepkep gibi. Yemek isimlen de öyle (Sıçırtmalı
kebap gibi).
İlkin hakikaten okumadığım bir kaç derse çok çalıştım. Fakat sonra yine Maarif
kahvesine ve tavlaya dadandım. Bir gün Ali amcam çok sert tenkit edince ben
de biraz terbiyesizce cevap verdim. Ondan sonra da onlara, İstanbul’a gelene
kadar gitmedim. Esasen ben Nakşiye teyzemlerde kalıyordum. Bazen Ali
amcamlara da gidiyordum. Yolda beni her gören niçin bize gelmiyorsun der,
hele yaşlıları, babama şikayet edeceğini söylerdi. Bu kadar davet üzerine babam
kızmasın diye bir gün Muharrem beylere gitmeğe karar verdim. Yolda Ahmet
Cambolat’a rastladım yine,
- Hiç gelmiyorsun bizi yabancı yerine koyuyorsun, Bir yığın kalabalık ağızla
beni suçlamaya başlayınca
- Şimdi size geliyordum dedim.
Birden buz gibi oldu. Her halde beklemiyordu. Beni ev yerine Sabunhaneye
götürdü. Bir saatten fazla orada oturduk. Sonra eve geçtik. Herhalde dışarı
sipariş verip yemek getirttiler. Bir daha da bana hiç söylemedi bende Koskalar
dan başka hiç bir yere gitmedim. Bir gün de yolda o zaman Antep mebusu olan
Dr Muzaffer Cambolat’la karşılaştım. Bir yığın iltifat, bu adamlar hakikaten
adamı çok güzel methediyorlar. Bir de söyledikleri inanılarak söylenmiş olsa.
Arkamdan babama hakikaten şikayet yazan da olmuş. Dönüşte babam Koska
Mahmut beyin yanında Sürmelioğlu’na niye gitmediğimi sordu. Kendisine,
- Beni şu gün gel diyerek davet etmişte gitmemiş miyim, her karşılaşmada, bir
gün bize gel diyene nasıl, ne zaman gideyim dedim. Mahmut bey de hak verdi.
O sene teyzemin oğlu Seyfeddin de İstanbul’da Haydarpaşa’ya kaydoldu.
Kuleliye girmeye de çalışıyor, bizde kalıyordu. O sıra Hasan da okumak için
İstanbul’a gidecek, halam Kilis’te bulunan Ali amcama
- Benim oğlumu almıyor, hanımının kardeşi oğlunu evine alıyor diye şikayet
etti. Ben de oradaydım. Hasan’ın okumayı sevmediğini okuyamayacağını
hepimiz biliyoruz fakat halama hiç birimiz söyleyemiyorduk.
Kilis’te bulunduğum esnada Atiye ablaya da görücüler geliyordu. Bir gece
benim için çok enteresan bir toplantı oldu. Erkek evinden bir gurup geldi.
69
Misafir odalarına alındı. Hoş beşten sonra esas mevzua geçildi. Meğer erkek
evinin önce kabul ettiği şartları hafifletmeye gelmişler, içlerinde genç gözlüklü
bir kaç defa kahvede gördüğüm birisi,
- Sen de bizim için konuş diye beni sıkıştırıyordu. Allah’tan çok konuşmam ve
hele bana ait olmayan işe pek karışmam. Onlar gittikten sonra konuşmadığıma
daha çok sevindim. Çünkü imam amca (Bu günden sözünden dönen kimseye
ben kız mız vermem) dedi. İstanbul’a döneceğim sıra Ata Turan’la söz
kesilmişti.
O sene başlarında Mahmut Görpe’nin , Meleği istediğini Mahmut Koska bir
mektupla bize bildirmişti. Mahmut Görpe’nin 26 yaşında bir kuyumcu
olduğunu işine sahip iyi bir genç olduğunu yazmışlardı. Bir gün Mahmut ve
Sedat’ın sınıf arkadaşı olan Mahmut Görpe’nin kardeşi Ali Görpe kahveden
benimle çıktı. Bir kaç defa kendisiyle kahvede görüşmüştük. Yol üstünde olan
Mahmud’un dükkanına tesadüfen geçerken uğramış gibi, götürdü. Evvelce
söylediğim Kilis’in ana caddesi üzerinde, Baytaz Hanın karşı sırasında, dört
yoldaki camiye gelmeden sağ tarafta bir kuyumcu dükkanı vardı. Oradaki
durumdan beni tesadüfen değil hazırlıklı olarak dükkanı göstermek için
götürdüklerini anladım, ilk defa gördüğüm Mahmut abi hem içecek ikram
ediyor hem tezgahın üstündeki vantilatörü çalıştırıyordu. Doğrusu sempatik
genç bir adamdı. Antep’te bir kuyumcunun yanında altı sene çalışıp sanatı
öğrendiğini, iki üç senedir dükkan açtığını, Kilis’te fazla iş olmadığını anlattı.
Yani İstanbul’a geleceğini benim vasıtamla duyurdu. Ben hemen o akşam
intibaımı babama yazdım. Sonradan ondan intibaımın doğru olduğunu
duymuştum.
Sırası gelmişken Mahmud’un ustasıyla olan bir hadiseyi de yazayım. Melek
evlendikten sonra bu Usta hanımı ile İstanbul’a gelmiş. Babam da bir akşam
eve yemeğe çağırmış. Nasıl olmuşsa yemek konurken peçeteler unutulmuş,
annem elime tutuşturarak "Herkese ver" dedi. Bende ilkin ustadan başladım,
- Ben izansız değilim dedi. Ne olduğunu anlamadan bir yanlış mı yaptım diye
özür dilerken, adam
- Peçete izansızlara verilir diye bir de Fetva verdi. Onu atlayarak diğerlerine
verdim.
Ne kadar gariptir ben başta tamamen aleyhinde olduğum bu evlilik için
sonradan en çok ben çalışacak ve Mahmut abi de bir ihtilafta beni hakem
koymak istiyecekti. Acaba bu beni kandıracağına inandığı için miydi, yoksa
benim doğruyu kendi aleyhime de olsa söyliyeceğim için mi, bilemiyorum,
amma ne olursa olsun sevinmiştim. Yalnız onun yüzünden onun yanında
70
babamdan dayak yedim, o sebebini bilmiyordu. Hadise şöyle oldu: Dayım daha
sakalım çıkmadığı halde bana Cevizden bir tahta tıraş kutusu Sinop’tan hediye
getirmişti. Söz kesildikten sonra, damada hediye hazırlanırken bu kutuyu da
koymalarına itiraz ettim anneme
- Benim kutumu vermem dedim. Herhalde annem babama söylemiş, ertesi
sabah Mahmut’la yattığımız misafir odasına geldi, hiç bir şey sormadan
- Benim kararlarımı mı bozacaksın diye vurmaya başladı. Halbuki bir kaç
senedir hiç dövmemişti. Mahmut sonra bana gülerek,
- Niye böyle sabah sabah geldi diye sordu. Ne diyeyim, tıraş kutusu da dayağa
değecek bir şey değildi. Fakat o gün bana gelmiş bir hediyenin başkasına, hem
de bana sorulmadan, verilmesi ters gelmişti, bu gün hala aynı düşüncedeyim.
Hatta hediyenin başkasına verilmesi, veya satılması verene karşı haksızlık hatta
ayıp olacağı kanaatindeyim.
Halbuki Meleğin ve bilhassa Fevziye’nin düğününde her şeyden bir kaç tane
gelmişti. Onları hele hele Likör takımlarım da evde saklayamazlardı. Her birini
bir başka düğüne götürdüler. Yalnız böyle durumda dikkat etmek aynı adama
onun hediyesini götürmemek için çalışırlardı.
O sene Kilis’e gelmiş olan dayımla beraber döndüm. Anteb’e gidecek otobüse
binerken Mahmut abinin abisi Selim Görpe yanıma geldi Ali’nin İstanbul’a
gittiğini orayı bilmediğini alakadar olmamı onu bana emanet ettiğini söyledi.
Herhalde eve götürmemi kibarca istedi fakat benden üç yaş büyük birisini
Haydarpaşa Lisesi son sınıfına gelirken bana emanet edilmesi doğrusu
gururumu okşamıştı. Harp dolayısıyla Kuleli Konya’ya nakledilmişti. Trenin
Konya’daki duruşu esnasında istasyona gelmiş olan Seyfeddin ile görüştük
annesinin verdiği paketi teslim ettik, istasyonda bir saat kaldık, epeyi konuştuk.
Kulelinin nakline üzülüyordu, İstanbul da hiç bir şey kalmamıştı. Harbin bu
kadar yakın olduğuna şimdi kimse inanmaz.
Galatasaray’da istediğim olmayınca, ( hesaptan başka derslerimde imtihanda
pek muvaffak olamadım) Fransızca’m dolayısıyla altıncı sınıfa almak istediler.
O zaman hiç bir karım olmuyordu. Nakilden vazgeçtim, eski okula devam
ettim. Esasen ayrılmak için herhangi bir müracaatım yoktu. Yalnız bir
değişiklik oldu biraz daha fazla para vererek etüd zamanını da mektepte
geçiriyordum. Ramazanda benim oruç tutuğumu bilen Frerler beni iftar için
dışarı bırakırlardı. Buna imrenen birkaç çocuk sırf dışarı çıkabilmek için bir kaç
gün oruç tutular. Fakat sonra bıraktılar. Frerlerin dine hürmetini daima saygıyla
hatırlarım. O sene çok hadiseli geçti.
71
Bu arada, ben Kilis’teyken, Fatma bazen kayboluyor, bir kaç saat sonra eve
geliyor. Şüpheleniyorlar ve Abdullah amcamın Fatma’yı takibi neticesi,
Fatma’nın Cemil Mutlu ile ilişiği ortaya çıkıyor. Ben Kilis’ten döndüğümde bu
durumla karşılaştım. Adam rezil oldu. Bunlar arka duvar komşumuzdu.
Antakyalı bir aile idi, görüşürdük, İbrahim, İhsan, Atilla adında üç oğlu Fatma
isminde bir kızı vardı. İbrahim benden yaşlı İhsan benim kadar Fatma iki yaş
küçük Atilla çocuktu. Kızları Fatma benden iki sınıf küçük olduğu için ve
Fransız mektebine gittiği için, ona bir kaç defa dersinde yardım etmiştim.
Ailece görüştüğü kimsenin hizmetçisine böyle hareket etmesini herkes ayıpladı.
Nihayet aklımda kaldığına göre araya girenlerin tavassutu ile Cemil bey bizim
Fatma’ya 3.000 lira verdi. O zaman bu parayla 250 altın alınırdı. Bu paraya
tamah eden Ahmet Küspeci adında bir Kilisli terziyle evlendirildi. Bunlar için
ne toplantılar ne konuşmalar oldu.
Böylece bizim evden ayrıldı. Zaten o hadiseden sonra bizim eve gelmedi
zannedersem amcamlarda kaldı. Babamın ilk günler eline geçselerdi ikisini de
parçalardı. Ali amcam sonradan o iş olmasaydı Mutlu akü fabrikasına ortak
olacağımızı söylerdi. Galiba Cemil bey beraber yapmak için teklif etmiş,
bizimkiler düşünürken Fatma ile bir evde yakalanıyorlar. Ondan sonra her türlü
görüşme kalktı.
Söylemeyi unuttum Kilis’te amcama karşı ters konuşarak yaptığım terbiyesizlik
için, Ali amcam dönünce, evine gidip özür dileyerek elini öpmüştüm. Babam
galiba içinden beni haklı bulduğu için bir şey söylememiş ancak büyüğe
hürmette kusur edilmemesini istemişti.
Niçin olduğunu hatırlamıyorum, bu arada babam Kilis’e gitti. Bize bir mektup
geldi Mahmud’un iyiliğinden bahsediyor. Görpeoğulları yemeğe çağırmışlar.
Melek ağlamaya başladı. Gitti bir yemek yedi içti, beni verecek diye. Ben
anneme göz kırparak
- İstemiyorsan şimdi telgraf çeker bu işin olmayacağını bildiririm, dedim.
Durakladı hele babam gelsin dedi. Biz ona belli etmeden güldük. Melek de allak
bullak olmuş, bu yüzden mektep vaziyeti de bozulmuştu. Çamlıca lisesi onuncu
sınıftaydı.
Ondan sonra Meleğin evlenmesi işi için Mahmut abinin annesi, teyzesi bize
geldiler. Babam, belki son hadiselerin asabını bozması yüzünden, fevri
hareketleriyle herkesi şaşırtıyordu. Mahmut abinin anne ve teyzesi, çok
bunaldıkları bir gün, benden kendilerini Yoğurtçu parkına götürmemi istediler.
Meğer benimle yalnız konuşmak istiyorlarmış. Ailede en sakin ve doğru
düşünen benmişim, onun için onlara bu işin olup olmayacağını
72
söylemeliymişim. Dilimin döndüğü kadar onlara babamın, kötü niyetli
olmadığını fakat mizaç itibariyle çabuk asabileştiğini anlatmaya çalıştım. Tabii
koltuklarım kabarmıştı. Teyze biraz deli dolu atıyordu fakat annesi hakikaten
aklı başında bir hanımdı, zaten kıymetimi onun için anladı !!!
O sene İstanbul’da bir gün, adam başına yarım, bir gün, çeyrek ekmek
veriliyordu. Üstelik evde Kilis’ten gelmiş, Mahmut Koska ile beş altı karnesiz
misafir vardı. Evde devamlı babamın bulduğu bulgurdan yemekler yapılıyor
devamlı patates pişiriliyordu tek ekmeği aramasınlar diye. Fırınlarda saatlerce
sıra bekleniyordu. Böyle bir günde ekmek almaya ben gittim. Yanıma
ekmekleri bağlamak için ip almıştım. Mevsim yaz bende kıssa kollu
giyinmiştim. Bana sıra gelince fırına girdim karneleri verdim bana dört ekmek
verdiler. Onları iple bağlayınca ip sıcak ekmekleri bıçak gibi kesti. Ekmek o
kadar kıymetli ki derhal kucakladım. Eve geldiğimde iki kolumda yanmış,
kabarmıştı. Derhal ilaçlar alındı sürüldü. Yemek balkona kurulmuştu, orada
getirdiğim ekmeği yerken bir taraftan da
- Adam kolunu bu halemi getirir, bırakır ekmekleri demeleri içime işliyordu.
Acaba getirmesem ne yiyeceklerdi. Fakat ne diyeceksin hepsi yaşlı ve çoğu
misafir.
Nişan bizim evde oldu. Yiyecek masasını ben idare ediyordum. Yanımda iki
garson vardı. Nişandan sonra herkes beni tebrik etti. Hakikaten çok güzel bir
nişan oldu. Hiç bir şey aksamadı. Babam kırk bir yaşında kayınpeder oluyordu.
Misafirler arasındaki Salacak plajının ve arkadaki köşkün sahibi Kilisli avukat
Abdurrahman bey
- Nerede genç kayınpeder diye babama takılıyordu. O tarihte onun çok yaşlı iki
kızı iki oğlu olmasına rağmen, hiç biri evli değildi. Büyük oğlu Arif, Abdullah
amcamdan büyüktü buna rağmen ve iyi bir hakim olmasına rağmen, üvey anası
mal para verdirmiyor, oda istediği olmadan evlenmiyordu. Büyük kızı evlenip
ayrılmıştı. Küçüğü Doktor Muzaffer Cambolat’la nişanlanmış, ayrılmıştı, Kolej
mezunu idi. Kızı istemeye babam gittiği için ona karşı adeta mahcuptu. En
küçük oğlu Rıfat o sura hukuku yeni bitirmişti. Büyük serveti vardı fakat ailede
saadet yoktu. Abdurrahman bey yeni avukat olduğu bir zamanda Mısır Sarayı,
iyi Arapça bilen bir avukat istiyorlar. Kilisli Abdurrahman beyi tavsiye
ediyorlar. O da çok dirayetli bir çalışmayla Saray içi ihtilafı sulhen hallediyor
ve zannedersem on bin altın ücreti vekalet alıyor, ayrıca Mısır Sarayı her
mevzuda yalnız ona itimat ediyor ve ona soruyor. Dolayısiyle devamlı geliri
oluyor. Babam bu vaziyete (Padişah kızına taht verir baht veremez) derdi. Ne
gariptir babam 41 yaşında kayınpeder olacak ben 41 yaşında ilk defa kız babası
olacaktım.
73
4 Mayısta Meleğin nikahı kıyıldı. 6 Haziranda da, nihayet büyük gün geldi,
Süreyya sinemasının üstünde düğün yapıldı. O gün karaborsadan ekmekler
alındı. Çok güzel bir düğün oldu. Mahmut, Melek ve ben şimdiki Ermeni
Kilisesinin yanındaki çiçekçi Sabuncakis’in yerindeki, bir karı koca Rum’dan
dans dersi aldık. Fakat düğünde ilk dansımı Meleğin şişman arkadaşı Perihan’la
yaptığım için çok fena oldu, bir türlü çeviremiyordum. Daha onbeş olmamış bir
genç için böyle bir fiyasko hakikaten yıkıcı oluyor. Bir daha dansa kalkmak
istemedim. İhlas sokakta oturan Gönül beni kendisi kaldırdı. Bu bakımdan
kendisine teşekkür borçluyum. Tam onunla dans ederken beni çağırdılar meğer
eve bir şeyler gidecekmiş. Velhasıl düğünde herkese gösteriş yapacağım diye
aylarca çalışmam boşa gitti.
6 Temmuzda yüzüme ilk defa jilet vurdum. O gün artık büyüdüm diye ne kadar
gururluydum. Okulda İngilizce başlamıştı. Bu lisanı öğrenmek ve sınıf geçmeyi
daha kolaylaştırmak için 6 Temmuzda Berlitz’de İngilizce ders almaya
başladım.
Ali ve Abdullah amcamlar Yoğurtçu parkın karşısında köprüden evvelki ilk eve
taşındılar. O eve çok giderdim. Alt katlarında bizimkilerin hepsinin terzisi,
Latife hanım otururdu. Birinci katta Ali amcamlar en üstte Abdullah amcamlar
oturuyordu. Hayriye halam gelmişti, Latife hanımı pek sevmiş,
- Ne kadar miskin hanımsın demiş.
İstanbul’da miskin tembel demek, Kilis’te Arapça aslı gibi uslu akıllı demek.
Hanım İstanbullu olduğu için, alınmış, düzeltene kadar akla karayı seçtiler.
Güya Hayriye halam iltifat etmişti. Aynı hadiseyi senelerce sonra ben
Karadenizlilerle yaşıyacaktım. Bana birisi Keleş dese fena bir şey söylüyor
zaneder kavga ederdim, meğer güzel demekmiş, herhalde onun için kimse bana
söylemedi. Evlendiğimde eşim Günay’ın dedesinin ismi Keleş Kefeli idi.
Bir sene içerisinde ev boşalmıştı, iki kız da gitmiş, bir çok hadise olmuştu,
ömrümde ilk ve son defa o sene mektep durumum bozuldu. Son imtihan
neticesinde ya kalıp ya da geçecektim. Neticelerin ilan edildiği gün mektebe bir
gidişim var, Allah kimseye göstermesin. Yazılı tahtaya bakıyor görmüyordum.
Arkadaşlar geçmişsin diyorlar inanamıyordum. Neyse bir senede bu kadar
badire yaşadıktan sonra yinede sınıfta kalmadan, kıl payı ile de olsa, yakayı
kurtarmıştım. Hiç unutmam ertesi sene ilk hafta sınıfta birinci olmuştum. Gerçi
bunda bir fizik problemim sınıfta yalnız ben yaptığım için on puan avantajın
rolü oldu ancak diğer derslerimde fena olmadığı için farkı koruyabildim. O gün
yaldızlı karnemi eve getirdiğim de babamı görmeliydiniz. Bahçede gezerken
söyledim hemen bir sigara yaktı hiç bir şey söylemeden dolaşmaya başladı. Bir
74
şey söylemesine lüzum yoktu. Nenemin söylediği gibi Fransız’ın başını kesmiş
gibi geziyordu.
Mahmut abi notasız keman, ud çalıyordu. Ben de heveslendim, bir keman
aldım. Keman hocası sordum soruşturdum. Meğer en iyilerinden birisi bize çok
yakın oturuyormuş. Gittim ilk dersi aldım. Çok iyi bir öğretmendi.
Konservatuarda ders veriyordu. Her derse ille o zaman adet olduğu gibi frak
gibi bir elbiseyle giderdi ve giderken de bizim evin önünden geçerdi. Anneme
onu ilk tarifimi hiç unutmam
- Hani anne bizim evin önünden kuyruklu bir adam geçer ya,
daha sözümü bitirmeden hepsi gülmeğe başladı. O muhterem adamın ismi de
kuyruklu kaldı. Müziğe istidadım olmadığını ben de çok çabuk anladım ve
bıraktım. O zaman çalabildiğim yegane parça
Gülistanda var bir fidan
Koparmaya kıymaz insan
Dikenine el sürülmez
Goncasın da geçilmez
Ara name na na nam nam na na nam nam naa naa nammm
Nasıl etsem de koparsam
Arzum gibi bir koklasam
Gül kendine etme cefa
Bu can sana olsun feda
Bir müzik aleti çalmayı çok istememe rağmen belki en zorundan başlamam
belki hiç kabiliyetim olmaması yüzünden devam edemedim. Fakat gerek Uğur
ve gerekse kendi çocuklarımın öğrenmelerini daima teşvik ettim.
Babamların her cuma bir evde bir toplantıları vardı. İzmirli İsmail Hakkı beyi
dinlerlerdi. Gurupta Sait bey isminde bir avukat, bir kimyager, iki tüccar,
babam, bazen amcalarım katılırlardı. Ben yalnız bizdeki ve amcamlardaki
toplantılara katılırdım. Din mevzuunda çok güzel faydalı konuşmalar olurdu.
Aklımda kalan maalesef çok az. Onları da not edeyim ki unutmayayım.
1.- Bir gün İsmail Hakkı beye herkesin çağırdığı şekilde ben de
- Hocam, bir kumandan askerine git İstanbul’u bombardıman et, derse asker
sonra yakalansa bile o ceza çekmez kumandanı mesul olur. Biz de Allanın bize
emrettiklerini yaptığımıza göre neden cezalandırılıyoruz dedim, İstanbul
Üniversitesi ilk İlahiyat fakültesi dekanlığı yapmış bu Prof. bana tabiatiyle
75
anlayacağım şekilde cevapladı. Bir irade-i külliye bir irade-i cüziye vardır. Yani
insan kendi iradesiyle işlediği suçtan mesuldür. Bir misal olması için şunu
söyleyeyim, Allah insana bir bıçak verdi. Bıçak verilişi irade-i külliye diyelim.
Bu bıçakla ekmekte kesebilir, adamda öldürebilir. Ekmek kesmek veya adam
öldürmek irade-i cüziyedir. Adam öldürürse kendi iradesiyle öldürmüştür onun
için mesuldür, cezasını çekecektir, dedi. Bu şekildeki kader düşüncesi beni
daima meşgul etmiş ve insanın yazılı bir kaderi takip eden robot değil kendi
kaderini kendi çizen Allah’a en yakın yaratık olduğuna inanacaktım. Benim
maçıma göre insan yaratıkların en yücesi olduğu için kimsenin vasiliğine
muhtaç değildir. Onun için şeyh, imam düşüncesi bana ters gelmiştir.
2.- Bir gün birisi ekmek mukaddestir, yere atılırsa günah oluyor fakat yediği
ekmeği kusarsa neden günah olmuyor diye sordu. Ona karşı, kimyagere de
lastik ettirerek, ağza giren ekmeğin tükürükle temastan sonra kimyevi
değişikliğe uğradığını artık kusulanın ekmek olmadığını anlattı. O gün hocanın
softa olmadığını her şeyi, ilim, akıl ve muhakeme ile anlatmaya çalışan bir alim
olduğuna inandım.
3.- Haçtan bahsediliyordu. Bir arkadaşı Haçça yeni gidip dönmüş. Onu ziyarete
gitmiş. Arkadaşı, orayı anlatırken kıyametten önce melekler gelip dünyadan
utanma, sıkılma, haya hepsi kaldıracak derler. Galiba Suudi Arabistan’a
Meleklerin hepsi inmiş ve bu hasletleri kaldırmış, demiş. O kadar berbat
olduğunu anlatmış. Oda bize anlattı.
4.- Mevlit hakkında sorulmuştu. Mevlitte sadece okunan kuran kısımlarının
sevabı vardır demişti.
Bir gün de bir hadise oldu, hatırladıkça hala utanırım. Bir kış akşamı bizim evde
toplantı vardı. O gün annem çamaşır yıkamış. Annemi tanıyanlar bilir, çamaşır
günü evde temiz kirli ne varsa yıkanırdı. Bu yüzden de evde devamlı münakaşa
olur, babam benim eşyalarımı yıkamayın diye tuttururdu. Neyse yine o güne
dönelim. Zanedersem Avukat Sait bey tuvalete gidince koştum annemlerin
odasından havlu istedim. Misafir havlularının hepsi yıkandığı için ıslak. Hemen
birisini aldım, yanan sobanın yanına astım fakat beş dakikada ne kuruyacak.
Allah’tan adam kimsenin havlusuyla kurulanmayan, cebinde çarşaf gibi çifte
mendille gezen iri yan bir kimse idi. Tuttuğum havluyu almadı. Sevincimden
hemen havluyu annemlere attım (Geçmiş olsun) dedim. Biraz sonra daha
şimdiye kadar bizim evde hiç tuvalete gitmemiş Hoca kalkmazını. Başımdan
aşağı sıcak su boşandı. Tekrar sobanın yanına astım amma ne fayda. Hoca
tuttuğum havluyu aldı, ne de olsa yan ıslak başka yeri yokladı. Teşekkür ederek
havluyu verdi. Hala hatırlaması bile beni utandırıyor. Bir taraftan da Allah
yardım etti avukatla bana haber verdi. Fakat ben bu fırsattan istifade edemedim,
76
bıraksaydım hocaya kuru havlu tutabilecektim. Ani sevincim beni müşkül
durumda bıraktı. Bu da insanın kaderini kendi yazdığına bir delil değil mi?
Hocayı zannedersem ben bir daha görmedim. Çok yaşlı idi, rahatsızlanmış
dışarı çıkamıyordu. Babamlar ziyaretine gittiler, fakat beni hiç götürmezdi. Sen
Jozef’in olduğu sokakta vaktiyle Mahmut Alaya giden Köşe başında Bakla
tarlasına bakan bir evi vardı. Bir iki sene sonra o daha yaşarken Meşhur
Adamlar ansiklopedisinde İzmirli İsmail Hakkı’yı ölü olarak yazdı. Bunun
üzerine o zaman Türkçe hocam olan Akşam gazetesi yazarı Şevket Rado beye
bir mektup yazdım, bir ansiklopedi nasıl olurda İstanbul’da oturan, oğlu Doktor
Necmeddin Hakkı İzmirliye telefonla sormak imkanı varken hiç araştırıp
sormadan nasıl böyle hata yapıldığını yazarak sordum. Bunun üzerine bir
makale yazmış, daha lise sıralarındaki bir gencin böyle ciddi neşriyatı, yanlışını
çıkaracak kadar ciddi takip etmesini övüyor. Yanlışlığın hocanın daha uzun
seneler yaşayacağına bir müjde olduğunu yazıyordu. Ne yazık ki müjde
tahakkuk etmedi, çok az sonra Hocayı kaybettik. Bu defa ansiklopedinin
(Neşriyatımız devam ederken kaybettiklerimiz) sayfasında hoca da yazılacaktı.
Babamın tanıdıklarından bir de Remzi bey vardı. Zannedersem Alpullu şeker
fabrikasının ilk müdürlüğünü yapmış çok muvaffak olmuş. Mükafat olarak ta
İnönü tarafından mebus yapılmış bir Kilisli idi. Hanımı Samime hanım çok
gösterişli güzel ve münevver bir hanımefendi idi. Herkes böyle bir kadının nasıl
bu kimse ile evlendiğine hayret ederdi. Atatürk bir toplantıda
- İşte modern Türk hanımının temsilcisi bir hanım demiş.
Remzi bey fabrika müdürlüğü yaparken Manisa yakınında bir büyük Çiftlik
satın almış. Orada oturmak istiyordu. Hanım çok modem şehir hayatım seven
bir kimse idi. Babama Remzi beyi ikna edip İstanbul veya Ankara’ya yerleşmek
istediğini söylerdi. Remzi bey ise Çiftlikte hayat bulduğunu , şehirden
sıkıldığını anlatırdı. Geçinemeyecekleri kati idi. Nitekim bir kızları olup, hanım
mirası garantiye aldıktan sonra ayrıldılar. Samime hanım ayrıldıktan sonra
Memduh Aytür isminde hakikaten anlayışlı modern bir kimse ile evlendi ve
senelerce mesut yaşadı.
O sene artık sinemalara tiyatrolara kendim yalnız gidiyordum. En çok da
Tebebaşı’nda ki Şehir Tiyatrosunu severdim. O zamanın artisleri Başta Muhsin
Ertuğrul, Talat Artemel, Cahide Sonku, Suavi Tedü, Vasfı Rıza Zobu, Bedia
Muvahit, hatırlayabildiklerim. Büyük bir coşku ile oynarlardı.
Tatilde babamların yanına gider haftada yol param ve onlarla yediğim öğle
77
yemeği hariç ikibuçuk lira alırdım. Ayrıca Abdullah amcam bana sabah on lira
verir, masrafları ben yapar akşam ona Küçük Kasa hesabını verirdim. Hesap
verirken tramvay biletlerine kadar vesikaları da, makbuzları da verişimi bir gün
Koska ile Sürmelioğlu gördüler çok takdir ettiler.
Artık kendi başıma şiirler yazıyordum. Babam ille bu yazdıklarımı gelenlere
okuttururdu. Yazdıklarım çok iptidai idi. Mesela, Kilisli için bir şiir yazdım. İler
satırın basına Kilisli kelimesinin bir harfini kor ona göre uydurmaya çalışırdım
K
İ
Kilisliliğini göstermiştir her biri
İşgüzardır, çalışkandır cesurdur her ferdi……
Bu şekilde devam eder giderdi. Yazık ki hepsi kayboldu. Okulda da yazı yazma
merakı uyanmıştı. Tahrirlerim hakikaten güzel oluyor beğeniliyordu. Matta hiç
unutmam Fransızca tahrirde notu yarı mevzuu işleme yansı Fransızca’yı iyi
yazmaya verirlerdi. Mevzularda enteresandı : ileride nasıl bir yasam sürmek
istersiniz, veya evleneceğiniz kimsede neler ararsınız gibi. Bir seferinde Frer
benim yazıyı o kadar beğenmiş ki Fransızca notu kısmından da ilave yaptığını
bütün sınıfa söyledi. Fikir kısmına on artı iki Fransızca kısmına beş vermişti
onyedi ile ilk üçe girdim.
Çok iyi bir Türkçe edebiyat hocamız vardı. Bir gün Kış mevzuunda verdiği bir
vazifeyi çok iyi yazmıştım. Sınıfta okuttu. Bana tercümemi yaptığımı sordu.
Alakası yoktu. Bana
- Çok güzel yazmışsın yalnız yazının açılması için çok yazman lazım dedi.
Sonradan hastalıklar yüzünden çok yazamadım fakat bir kaç sene günde bir
kitap bitirecek kadar çok okudum. O sene mektepte de çok faaldim, ilk defa bir
gazete çıkardık. Tünelle Bankalar caddesi arasında mektebin sene sonu
kitaplarını basan matbaaya, Inspektör Olivier in tavassutu ile bastırdık. Bu
gazete Birlik adıyla 12 sayfa, yüz adedi, kırkyedi lira elli kuruşa bastırıldı. İlk
sayısı 23 Ekimde çıktı.
İlk mektep son sınıfta da SESİMİZ adında bir gazete çıkarmıştım. Bu sade tek
nüshaydı ve mektepte bir siyah tahtaya asılırdı, öğretmenimiz benim
kontrolümden sonra son defa bakar, ondan sonra yazısı güzel olan iki kişi kopya
ederdi. Sen Jozefteki gazetedeki hikayeyi ben yazmıştım. Hesaplan parayı ben
tutuyordum. O sıra Harp sırası, İstanbul’da örfi idare var. Gazete çıkarmak
yasak cezası çok ağır. Biz okulda çıkarıyoruz diye bunları hiç düşünmemiştik.
Halbuki kanunen bu da yasakmış. Neyse ikinci sayıdan sonra kapattık.
Matbaada suçlu oluyormuş onun için o kendini kurtarmak için çalışırken bizi de
kurtardı. Behiç Başaran ve Ayfer Sakarya ile çıkarıyorduk.
78
O sene ilk ve son defa bir piyese de çıktım ilk çıkışta sanki boğazıma bir şey
tıkandı, ağzımı açamıyordum. Behiç Başaran isminde hakikaten aktör yaratılmış
bir arkadaş benim durumu görünce hemen benim söyleyeceğim cümleyi öylemi
diye kendi söyledi. Sonra acıldım. O sene mektepten çıktıktan sonra Tünelden
Galatasaray’a giden yoldaki Berliç lisan okuluna gidiyordum. Sabah sekizde
başlayan okul akşam üstü 16.30 da biterdi. 16.50 ile Köprüye vapur vardı.
Okuldan koşarak vapura yetişir. Oradan tünelle yukarı çıkar 17.30 dersine
yetişirdim. Dersten sonra çok defa yüksek kaldırımdan koşarak vapura yetişir
eve dönerdim. Derslerimi gider ve dönerken vapurda yapardım. Bir gün ben
derse dalmış çalışırken Ali amcam karşıma gelmiş oturmuş. Bütün yol
müddetince ben başımı kaldırıp bakmamışım. İlk defa o gün ondan göğsümü
kabartacak iltifatlar işittim.
O sene Kilisli Rıfat’ın tercüme ettiği Bostan ve Gülistan adlı şeyh Sadi’nin
eserlerini okumuştum. Babanı Kilis’ten gelen bir kaç adamı eve getirmişti.
İçlerinde Kilisli matematik öğretmeni de vardı onunla Satranç oynadım
kaybettim. Babam onlara Bostan ve Gülistanı okuduğumu söyledi, içlerinden
birisi bir hikaye anlattı,
- Akrep ile kurbağa ahbap olmuşlar. Bir dereden karşıya geçecekler. Kurbağa
akrebe "Bana karışmazsan seni karşıya geçiririm" demiş. Tam suyun orta
yerinde akrep ısıracak gibi olmuş. Kurbağa anlaşmalarını hatırlatmış. Akrep
durmuş. İkinci bir teşebbüsün de kurbağa
- Hem söz veriyorsun hem sözünü tutmuyorsun diye çıkışınca,
Bu defa bana döndü
- Ne olmuş? dedi. Anlaşılan beni imtihan etmek için bunları anlatmış. O zaman
hafızam böyle yorgun değildi. Derhal
- Akrep, bu benim tabiatım böyle sokmadan duramıyorum, diyince Kurbağa da
suya dalmış, benim de tabiatım böyledir suya dalmadan yapamıyorum demiş.
Akrep de boğulmuş, dedim.
Bunun üzerine hikayeye başlayan babama döndü
- Hakikaten okumuş, ben doğrusu inanmamıştım, dedi.
O zaman İstanbul’da meşhur iki Kilisli vardı ikisi de Rıfat adındaydı. Birisi
muallim Arapça ve Acemce’yi ana dili gibi biliyor ve tercümeler yapıyordu.
Diğeri doktordu, onun bir hikayesini seneler sonra Nedim Ökmen beyden
dinlemiştim.
79
- Evlenmek üzereydim, Dr. Rıfat beye gittim, her zaman görüşürdük, kendisine
kağıtları uzattım Doktor şu kağıtları imzala dedim. Yüzü bulutlandı, durakladı
fakat sonra imzaladı. Bir müddet yanında oturdum, onunla konuşmayı çok
severdim, ayrılırken
- Gazeteye yazdığım şu yazıya bak dedi. Başlığı (Sıhhi muayene olmadan
evlenmenin mahzurları) idi. Bir taraftan böyle yazıyor sonra da görmeden
imzalıyoruz, haydi şimdi güle güle, dedi.
O zaman Kilisliler İstanbul’da ilimle meşhurdu, sonradan Kaçakçılıkla meşhur
olacaklardı. O zaman İstanbul’da iftiharla anlattığımız bir söz vardı. Mantığın
ilk hocası şeytan, öğrenilecek yeri Kilis derdik. Hakikaten bir kaç yüz sene
mantık okumaya her yerden Kilis’e gelirlermiş.
Herhalde onlara imrendiğimden, yaptırdığım ilk ıstampa :
Kilisli
Mustafa Orhan Özoğuz
diye yazılı idi. O zaman aldığım bazı kitaplarıma basmışım.
İşçiler Almanya’ya gidene kadar Almanya’da bambaşka bir görüntümüz vardı.
Çünkü Avrupa’ya, Almanya’ya gitmek herkesin harcı değildi. Ya yüksek
memur, ya büyük tüccar yada zenginlerin okuyan çocukları giderdi ve iyi intiba
bırakırdı. Sonradan işçiler gidince bu defa da Almanlar bütün Türkleri işçi
zannettiler. Nitekim İstanbullular da bütün Kilislilere kaçakçı gözüyle bakarlar.
Bu yüzden ileride gümrükte çok sıkıntılar çekecektim. Hakkım olanı bile almak
istemezdim. Bakacaklarından, arayacaklarından yüzde yüz emindim.
Hiç unutmam yine o sene hesap imtihanında herkese kopya veriyorum diye Frer
Etiyen beni etüt salonunda en arka sıraya oturttu. İki sıra da boş bıraktı. Fakat
bir arkadaş lastik verdi ben problemi yazıp katlayıp baş parmakla işaret
parmağıma geçirdiğim lastikle ön sıralara yinede attım. Nedense yasak ettikçe
bende kopya verme arzusu daha artıyordu. Bir kaç arkadaşa da akşam hesap
derslerin de yardım ederdim. Ne gariptir benim hesap gösterdiğim çocuklardan
birisi bugün Prof Nejat Diyarbakırlı diğeri İstanbul’un sayılı Mühendislerinden
Tali Köprülü.
80
Bir gün Frer Etien’i , Almanların Eminönü Halk evinde açtığı bir sergiye
götürdük. Almanlar göz boyamak için en son teknolojiyi sergiliyorlardı. O
zaman Almanlar her memlekette kendilerini tutan bir zümre yaratmaya
çalışıyorlardı. Bunlara beşinci kol deniyordu. Türkiye’de ki kollan çok kuvvetli
idi. Bazen yalan haberler de yayıyorlardı. Malta bir gün İngilizler Selaniği geri
aldı diye bir haber yayıldı. Bunun yalan olduğunu radyo ve gazeteler halka zor
anlattılar. Neyse bu sergiden sonra Etiene bir yerde yemek yedirdik sonrada
Beyoğlu’nda İpek sinemasına götürdük. Filim zoraki kadın kılığına giren bir
gencin başına gelenleri anlatan bir komedi idi. Biz yanlışını yaptık diye
kuşkuluyduk. Fakat Etien’in kahkahaları herkesi bastırıyordu. Filimden sonra
okulun kapısına kadar refakat ettik. Okula yaklaştığımızda, duvarın üstündeki
tel örgüyü göstererek,
- Bir cereyan eksik, yoksa tam hapishane demişti.
Türk edebiyatında en çok Fuzuli yi sevdim. Hala bir çok gazeli ezberimdedir.
Değildim ben sana mail, sen ettin aklımı zail,
Bana taneğleyen gafil, seni görgeç utanmazını
veya
Ne yanar kimse bana ateşi dilden özge
Ne açar kimse kapım badısebadan gayrı
sözlerini acaba başka bir kimse bu kadar sade ve güzel söyleyebilir mi?
Yazarını unuttuğum şu mısrada çok tekrarladığım sözlerdendir.
Gel beru beru ki, Savmı Selatın kazası var
Sensiz geçen zamanın kazası yoh
O senenin yazında tifo oldum. Başta teşhis edemediler, Hiç unutmam Perihan’ın
amcası mı yoksa teyzesinin beyimi gömleğimde bir pamuk parçası buldu, bit
buldum bu tifüs olabilir dedi. Annemi görecektiniz.
- Doktor bey iyi bak o pamuk, bit değil diye çıkışmasını unutamam. O hala
olabilir, başkasından geçmiş olabilir diye, güya tevil etmesi, annemi deli
ediyordu. Neyse neticede bit olmadığı anlaşıldı. Bu hastalıkta derece 39 dan
aşağı pek düşmedi. Bir gün herhalde kırkı geçmişti. Dilimi ısırıyordum annem
yapma diyor, ben
81
- Bu benim dilim değil diyordum. Gözümü açtım, annemin gözünden yaşlar
akıyordu. Gözümü açınca yaşlı gözlerle gülmesi bana çok dokunmuştu.
- Benim bir şeyim yok ne ağlıyorsun diye çıkıştım.
Bu hastalığımda annem saatlerce baş ucumda oturur en ufak bir ihtiyacımı bile
kendisi yerine getirmek islerdi. Sonradan evde herkesin kıskandığı başbaşa
konuşmalarımız o zaman başladı. Bana her şeyi anlatırdı. Çok konuşmamakla
beraber her zaman iyi bir dinleyici idim. Annemi hakikaten çok sever, onu hiç
üzmek istemezdim. Buna rağmen hastalıklarım yüzünden en çok ben üzdüm.
Ben baştaki yanlış teşhisler, sonra da kırk gün sırf süt yoğurt yemek yüzünden
oldukça zayıf düştüm. O zaman ecnebi mekteplerde okuyanlar orta lise
bitirirken Galatasaray’da imtihan vermeleri şartı vardı. O sene üstelik
Galatasaray’da Orta bitirme imtihanlarım vardı. Yazılıları geçtim. Sözlüde beni
botanikle müzikten ikmale bıraktılar. Mektebimizle bu imtihanın hiç alakası
yoktu Ayni mektebe devam edeceğim için, girmek mecburi bile değildi. Buna
rağmen ben o kadar bunaldım ki kimsenin yanma çıkmak istemiyordum. Hele
ne zararı var diye gülen kimseler, başta Ali Görpe olmak üzere, benle alay
ediyor diye gizli gizli ağlıyordum. Bir türlü ikmale kalmayı onuruma
yediremiyordum. O sene gerek vücutça hastalıktan sonra zayıf düşmem,
gerekse bu manevi yıkım yüzünden hasta düştüm. Zatülcemp dediler. Neyse yaz
sonuna kadar iyileştim. imtihanları verdim. Musiki imtihanında Akşam gazetesi
baş yazan, sonradan Hariciye vekili olan Necmeddin Sadağın kardeşi ,
Muhiddin Sadak, o zaman Türkiye’nin sayılı müzisyenlerinden birisiydi.
Sualler bittikten sonra, bana Fransızca şarkı söyletti. Babamın hikayesi tekerrür
etti. Biraz sonra kafi dedi neyse ki geçme notunu vermişti.
Bitten bahsetmişken o zamanki Türkiye’nin daha doğrusu İstanbul’un vaziyetini
anlatmalıyım. Evler umumiyetle ahşap olduğu için her evde tahta kurusu vardı,
öyle berbat şeylerdi ki insanı deli ederdi. Babamı ordusunun içine atsan bir
tanesi onu sokmaz, bütün evde bir tane olsa annemi bulurdu. O babama
- Senin kanın ispirto dolmuş onun için sana karışmıyorlar diyince babamda
- Sen de iç kurtul derdi.
Annem bütün gece dolaşır bizim yatakları devamlı kontrol ederdi. Birisi
- Karyola tekerleklerinin altına su dolu taslar korsan gelemez, demişti. Yine
faydası olmadı. Adeta tavandan paraşütle atlıyorlardı. Harp sırası mektepler de
bit salgımda oldu. Belediye arabaları yollarda dolaşır pejmürde kılıklıları alıp
hamama götürürlerdi. Neyse DDT çıktı da Türkiye kurtuldu.
82
Bu arada Meleğin 23 Şubat saat 4.15 de bir kızı oldu adını Ayşegül koydular. 3
Martta annemin verdiği Maşallahı götürüp taktım. Mahmut abiler bizim sokakta
bahçeli kargir bir ev aldı, altıbin liraya. Bize çok yakın olmuşlardı. Ondan önce
ilkin Kadıköy rıhtımı ile Yeldeğirmeni arası bir evde sonra da Süleyman Paşa
sokağına paralel sokakta bir evde oturmuşlardı. Oradaki komşularından Günseli
Başaran adlı bir kız sonra Avrupa güzeli olacaktı.
O sene Türkçe öğretmenimiz gazeteci Şevket Rado dan yalnız ben on üzerine 9
almışım.
Su kasidesini sınıfla bana okutmuştu.
Taahhüt işinden çekilmeleri herhalde hayırlı oldu. Zira o sıra vapur arkadaşları
- Bir bahçeli ev satılıyor bir git bak, yeri çok güzel, diyorlar. Babamda evi
görmeden arkadaşının sözü üzerine ihaleye gidiyor. Başka bir alakalı çıkmadığı
için Acıbademdeki İstanbul kumandanı Emin paşanın evini alıyor. Mektepten
geldiğimde babam bahçede sigara içerek dolaşıyordu. Bir şey düşündüğü
zaman, kafası meşgul olduğunda sigara içişi bile başka olurdu. Hatta nenem
babamın böyle anlar için (Fransız’ın başını kesmiş gibi geliyor) derdi. Böyle
erken eve gelişi, düşünceli hali beni telaşlandırdı.
- Hayrola dedim. Gülerek
- Hayırdır bir ev aldık annen giyiniyor gidip bakacağız, dedi.
Üçümüz beraber Kuşdili çayırından geçtik, şimdiki Söğütlüçeşme camisinin
yanından yokuşu tırmandık, tren yolunun üzerindeki köprüden geçtik, Küçük
Çamlıca ya arabayla giderken geçtiğimiz yoldan biraz gidince bize geniş bir
bahçe içerisinde bir ahşap bina gösterdi. Burayı aldık dedi. Ev haraptı fakat
caddeye yüz metre kadar cephesi vardı, üç tarafı yoldu. Eni yetmiş metre
kadardı kimse gelmediği için çok ucuza altı bin liraya almıştı. Annem
- Bu evde nasıl oturulur? dedi. Babam ucuz aldığı için
- Ben evi bir yapayım da gör diyordu. Tarih 18 Kasım 1943. 24 Kasımda da
babamın Kilis zeytinyağı için konuşması resmiyle gazetede çıktı. O sırada
İstanbul da Zeytinyağı bulunmuyordu. Babam da bir yerde Kilis’te yağ
satılmıyor, burada kıtlığı çekiliyor demiş. Bunu manşette basmışlardı. Halbuki o
zaman teneke yok babamların verdiği sipariş deri tulumlarda geldi. O zaman
İstanbul valisi olan Lütfü Kırdar, her halde kendisine öyle bir rapor gittiği için,
bir kaç gün sonra <Tüccar Oğuz bey kardeşimiz iyi niyetle şehrin ihtiyacı için
83
alakadar olmuşlardır, ancak o yağ İstanbul’da kullanılamaz> diye beyanat verdi.
Halbuki o yağlar İstanbul’da rafine edilerek kullanıldı. Yalnız tulumla gelişi
zayiatlı olduğu için devam etmedi. Lütfü Kırdar İstanbul’a gelmiş en faal ve
dürüst bir vali ve Belediye reisi idi. O zaman vali ayni zamanda Belediye reisi
olurdu.
1944 senesine arkadaşlarla onların evinde girdik. Sonradan avukat olan ilhan
Ergunların evinde. Ertesi gün o toplantıdaki bazı hadiseler bana dokunduğu için
< Allah’a ilkin beni böyle gözü tok yarattığı için sonrada terbiye verebilen bir
babanın oğlu olarak yarattığı için çok şükrettim > diye kaydetmişim.
3 Ocak 1944 tarihli notumu da benim o günkü hissiyatımı anlattığı için aynen
alıyorum.
<Dün Şaziment hakkında bazı dedikodu işitmiştik, fakat basta babanı olmak
üzere hemen hemen hiç birimiz, hiç ılıt imal vermedik. Fakat her ihtimale karşı
babam eve telefon etmiş. Vakıf beyin olmadığını ve ayrılmış olduklarını
hizmetçi söylemiş. Bundan sonra yazıhaneye gelen Vakıf bey meseleyi biraz
anlatmış. Bu vakadan sonra İstanbul’dan evlenmemeğe söz verdim. Çünkü
okusam nihayet onun kadar okurum, zenginliğimin onu aşacağını zan
etmiyorum. Güzellikte zaten gerideyim. Onu aldatan bir İstanbullu beni haydi
haydi aldatır.>
Şunu ilave edeyim ki Vakıf bey bankada yanında çalışan Hukuk Müşavirleri
Suat Hayri Ürgüplü Vekil olunca bankadan ayrılmış ithalat ihracat şirketi
kurmuş, Bebekte bir yalı almış o devre göre aşın zengin olmuştu. Günahı
söyleyenlerin boynuna (bize sonra Şaziment hanım anlattı) Suat Hayri’den bazı
müsaadeleri almak için gece kotrada, Vakıf Çakmur karısını Suat Hayri ile
bırakır benim bir acele işim çıktı diye şehre gidermiş. Hepsi rahmetli oldu
onların aleyhinde konuşmak bize düşmez. Fakat Türk Vekillerden benim
devrimde ilk defa Suat Hayri yüce divana verildi. Kendisi hukukçu olduğu için
çok iyi müdafaa yaptı ve kurtuldu. Hatta sonra Başvekillik bile yaptı. Vakıf bey
mahkum oldu.
Babamdan bana geçen bir başka huy da gözümün yaşıdır. Şaziment’e bu kadar
kızmalarına rağmen o anlatırken babam adeta ağlıyordu. Ben de hissi bir
mevzuda, bazen tek kelimeyle, gözlerim yaşanır.
Yeni evin tamirine, yeni yapmadan fazla para gitti. Nereye el atsalar çürük
çıkıyordu. Ahşap evin daha sıhhi olduğuna inandıkları için ve evi de çok
sevdikleri için yıkmaya kıymadılar. Tamirat uzun müddet devam etti. Bahçe
adeta numunelik olmuştu. Evin Kadıköy tarafı adeta park gibi çiçek bahçesi idi.
84
Çamlıca tarafı sebze bahçesi, tam köşe bağdı. Arka tarafta 300 adet meyva
ağacı ekilmişti. Dört çeşit şeftali vardı. Her ay bir çeşit şeftali yetişirdi. Bizim
bahçede hazirandan ekime kadar şeftali vardı. Ne meyvalar yoktu ki. Bir de
kümes yapılmıştı. Kümesin yanına iki de kulübe yapılmıştı. Bu kulübelerde
bahçede ve ev tamiratında çalışan işçiler yatıyordu. Bunlardan başta Kopuk
olmak üzere yine onun akrabası Durmuş ve İbrahim sonradan orada devamlı
kaldılar. Matta bazen arkadaşlarını da getirirlerdi. Burada bahçe büyük olduğu
için öbür taraftaki gibi geçici işçiyle bakılacak gibi değildi. Annemin daima
fazla yaptığı yemeklere şimdi yeni müşteriler çıkmıştı. Kopuk senelerce bizde
kalacak çok kabiliyetli bir kimse idi, elinden her iş gelirdi. Sonradan iyi bir usta
olacaktı ve bir ara onu Almanya’ya da götürecektim, İbrahim çok güzel
dondurma yapardı ve salardı. Satamadığını biz alırdık ayrıca pazar günleri bize
hususi yapardı. Durmuş en tembelleri idi. Fakat yinede Allah hepsinden razı
olsun babamların her nazını çeker onu çok sayarlardı.
Fatma hadisesinden sonra, babamlar evlatlık almamaya karar verdiler. Ancak o
zaman ne çamaşır ne bulaşık makinesi vardı. Üstelik annem hakikaten hasta idi.
Astımı vardı, Fıtığı vardı, Böbrekleri rahatsızdı. Bütün bunlara rağmen evi için
canına zulmederek çalışırdı. Fakat babam da onu hiç bir zaman yalnız
bırakmadı.
Muhtelif kızlar geldi. Kimisi eşya, mücevherat çaldı kaçtı, birisi bir arabacıya
kaçtı. Kız bir ara bize geldiğinde babam yaptığının doğru olmadığını anlatmaya
çalışırken
- Bizi kim alacak böyle birisini yakalarsam sonra da evlenirim dedi . Babam
verecek cevap bulamadı. En son evde Türkan isminde bir kız vardı, Ayrıca
dayım eşinden ayrılmış olduğundan kızı Sıdıka da bizdeydi. Dayımın
evlenmesini anlatmadan ayrılmasını yazdım. Senesini şimdi hatırlamıyorum.
Dayım bir kız bulmuş, evlenmek istedi. Sabahat yani müstakbel yenge çok
genç, ve hakikaten güzeldi. Annesinin, anneme söylediği lafı hiç unutamayız
- Biricik erkek kardeşin evleniyor sen kızımı yedir yüzüne bak giydir boyuna
bak demiş. Annem de zannedersem
- Peki bize kim bakacak demiş.
Neyse evlendiler ve bir ara Yavuzdaki gediklinin boşalttığı yerde oturdular.
Yanlış kurulan her yuva gibi sonu gelmedi. Annemin ( Küfü küfüne olmalı ) lafı
yine haklı çıktı. Evlilik pek devam etmedi. Ortada iki çocuk kaldı, kadın bıraktı
gitti.
85
Babam kahvesini içer içmez bahçeye giderdi. Annem o yazıhaneye gidene
kadar hiç bir işe bakmazdı. Akşam da babam geldiğinde her şey hazır olmalıydı.
Buna o kadar alışıktık ki, bir gün eve geç geldiğimde sofrada yalnız salata
vardı, babam da masada değildi. Anneme yiyecek ne var dedim
- Oğlum bu gün bir şey yapamadım yalnız salata var dedi. Ben salatayı
tabağıma doldurmaya başlayınca hepsi kahkahalarla gülerek durdurdular.
Meğer o akşam hususi bir yemek yapılıyormuş onu bekliyorlarmış. Yemeği hiç
aramaz, hiç bir yemek farkı yapmazdım. Buna rağmen hiç itiraz etmemem
anemi çok sevindirdi.
Amcamlar bu arada Kızıltoprağa taşınmışlardı. Ali amcam tren istasyonuna çok
yakın bir ev kiralamıştı. Abdullah amcamlar onun karşı sokağında, tren yolu
üzerinde bir eve taşındılar. Sonradan ikisi de Kızıltoprak ta ev alacaklardı. Ali
amcam Haindi bey sokakta oniki dönüm bahçe içerisinde bir köşk alacaktı.
Bahçesinde çok güzel çamlar vardı. Abdullah amcam Şehir Kahya sokakta iki
dönüm bahçeli bir ev alacaktı.
Mayıs sonu Zatülcem olduğum anlaşıldı. 1 Eylül 1944’te defterime şöyle
yazmışım.
<Üç aydır deftere bir şey yazamadım. Yazsam da ne olacaktı, her gün ateş,
kalkmak yok, okuma yok, ilaç, doktor, röntgen. Bütün sayfalar bunlarla
dolacaktı. Hastalık ilkin yalnız sağdaydı fakat o kendisini noksan hissetmiş ki
solda da bir şube açtı. 5 Temmuzdan beri yeni evdeyiz.............çok yoruluyorlar
fakat benim yarım kilo almam onlara hepsini unutturuyor.......
Bizim Acıbademdeki evin bahçe kapısı Marsilya tuğlası dedikleri eski fakat
hala yenilerden kat kat üstün kırmızı sıva istemeyen tuğlalarla yapılmış, iki
babaya tutunan güzel kapıydı. Bir müddet beton yoldan giderek merdivenin
yanına gelinirdi, aşağı odanın penceresi yol hizasında idi. Yeni evimize yandan
bir kaç basamakla çıkılarak, bir merdiven başından girilirdi. Doğrudan takriben
beşe sekiz bir salona girilirdi. Sol tarafta iki kapı vardı, birisi misafir odası,
diğeri annemlerin yatak odası idi. Sağ taraftaki kapıdan bir koridora girilirdi. O
koridorda iki oda kapısı, Çamlıca tarafında bir çıkıntıda tuvalet ve banyo karşı
karşıya arada lavabo vardı. Kadıköy tarafında bir merdivenle aşağıya inilirdi.
Odaları Uğurla ben taksim ettik. Benim odamda ilk defa kütüphanem oluyordu.
O zaman liste yapmışım üç yüzden fazla kitabım varmış. Devamlı aldığım gibi,
Kadıköy iskelesinde çarşının üstündeki eskicilerde ben de kitaplara bakardım.
Oradan lügat ve Fransızca kitapları çok ucuza aldığımı hatırlıyorum. Bir gün de
Sandal bedestenine gittim on, onbeş tablo çerçevesiyle bedava fiyata veriliyordu
86
aldım. Babanı, oğlu ticarete alaka duydu diye sevinirken Mahmut da babamın
sevinmesine gülüyordu. Babamın sevinmesi haksız değildi. Yazıhanedeki
çalışmalarımdan memnun kalan Ali amcam
- Okuyup da ne yapacaksın, gel sana da bir hisse verelim ortak ol elediğinde
- Ben okuyacağım diye kabul etmemiştim.
Ayrıca Pul merakı da başlamıştı. Babamlara gelen mektupların pullarını bana
getirir bende onları suda ıslatır peçete üzerinde kurutur kitapların arasında
düzler, saklardım. Sonradan her çıkan yeni pulu alıp Pul albümünde
saklayacaktım. Bu güne kadar bu merak devam edecekti. Esasında çocukluktan
bir kimsenin hobileri olması ihtiyarlık için bir yatırım sayılır. Arkadaşlarım
- Nasıl vakit geçiriyorsun dediklerinde hayret ediyorum. Zira ben yapacak
işlerime yetişemiyorum.
Gençlikteki en büyük masraf kapılanın Pul, Kitap ve arta kalanla da sinema idi.
Aşağıda mutfak yanında yemek odamız, kiler, çamaşırlık ikinci bir hamam ve
ikinci tuvalet vardı. Arka tarafta bahçeye çıkış kapısı vardı. Orada evle bahçe
aynı hizaya gelmiş oluyordu. Bahçeden İstanbul görünüyordu. Her taraf açıktı.
Evin tamiri bittiği sırada, büyük bir müzayede oldu. Sokollu ailesinin
köşklerindeki eşya miras taksimi yüzünden müzayede ile satıldı. Bize o
müzayededen çok eşya alındı. Amcalarım da aldılar. En çok sevdiğim eşya
salonda karşıda duran Ayna, onun önünde duran tek parça mermerden yapılma
masa ve misafir odasındaki takım. Çok şükür takımı ben aldım ayna ile masayı
da Melek. Hiç biri yabancıya gitmediği için mutluyum. Yine oradan alınan bir
Gramafon vardı ki bugün elimde olmadığına yanarım. Bir çok tablo bedava
fiatına almışlardı. Resim zevki hiç birimizde olmadığı için içlerini ya verdiler
ya da heder oldu. Çerçevelerine aile resimleri takıldı. Hele güzel bir kız resmi
vardı göğsünde haç var diye attıktı.
Bana da antika merakı herhalde annemden geçmiştir. Annemin yegane zevki ve
gezmesi, çarşamba günleri Kadıköy’den vapurla karşıya geçer, tramvayla
Tebebaşı’na çıkardı. Oradaki birkaç antikacıya bakar, oradan doğru Kapalı
çarşıdaki Sandal bedestenine gider oradan dönerken Kadıköy Çarıkçının
başlangıç yerindeki eskicilere de baktıktan sonra eve dönerdi. Çok defa hiç bir
şey almadan gelirdi. Bir defa bir eski dolap almıştı. Alaya almayan kalmadı.
Fakat o bir yapılsın görürsünüz diyordu. Hakikaten Kopuk tarafından
yapıldıktan sonra da beğenmiyen kimse kalmadı. O dolap da halen Meleklerin
salonunu süslüyor. Ne yazık ki güzelleştirelim derken boyatarak eskiliğini
berbat etmişler. Resim merakı hiç olmadı, zaten resme kabiliyetim de yoktu.
87
Annem de başka bir hususiyet de, nerede ne konuşacağını çok iyi bilmesi idi.
İliç tahsili olmamasına rağmen onunla en resmi yere bile çekinmeden
gidebilirdim. Matta ileride Nedim Ökme’nin hanımı Feriha hanım anneme
- Seni Üniversite bitirmiş hanımlara değişmem diyecekti.
Fakat babamdan, hele içmişse veya orada içilecekse korkardım. Esasen ben çok
mecbur olmadıkça ne misafire çıkar, ne de onlarla komşulara giderdim. Bu
yüzden tenkitlere uğrardım. Hatta halam oğlu Niyazi Dülger (Kral Faruk mu
oldu) demiş. Fakat bu isim pek tutmadı.
Babanı bir akşam içmişti, komşu Süleyman beyler geldiler. Adam çok sakin bir
kimse idi. içkinin tesiri ile babam uyuklayınca komşu farkında olmasın diye
(Baba ) diye biraz yüksek sesle seslenince, birden
- Mektubu yazdım telgrafı çektim diye bağırarak uyandı. Hepimiz gülmekten
bayılacaktık.
Sen Jozef de, ilk sınıftan itibaren oruç tuttuğum için (Hacı, Hacı efendi ve en
sonunda Hacı bey) diye çağrılırdım. Hatta bu o kadar tuttu ki sonunda Türkçe
derslerine öğretmenlerim bile derse çağırırken
- Hacı bey gel bakalım derlerdi. Bilhassa Coğrafya öğretmenimiz ve
Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Hidayet Reel her derse kaldırışta böyle
çağırırdı. Şevket Rado da bir iki defa söyledi.
1944 senesinde 27 ekim günü ilk defa Ankara’ya Akatlara gittim. O tarihi hiç
unutmam çünkü o gün onsekiz olmuştum. Beni yolcu etmeğe babam, annem,
Mahmut abi, Ali dahil hepsi gelmişlerdi. Zannedersem doktorlar biraz
tebdilihava, iyi demişler onun için müsaade ettiler. O seyahat benim için çok iyi
oldu. Hüseyin Akat o zaman daha çok zengin olmamıştı. Fakat epeyi arsa
almıştı. Hale çok yakın bir apartmanın dördüncü katında oturuyorlardı. 29 Ekim
sabahı doğru Hipodroma gittim. Meğer Cumhuriyet bayram resmi geçidi
öğleden sonra üçteymiş. Çok bekledim fakat yerim iyi olduğu için güzel
seyrettim. Diğer günler parktan dolaşıyor makinemle resimler çekiyordum.
Kilis mebusu Dr. Muzaffer Cambolat bana Meclisin açılış günü için bir
davetiye verdi. O zaman Meclis bir Kasımda açılırdı. Verdiği davetiye yüksek
memurlara verilen hususi bir davetiye imiş, salonun içinde kürsünün sol
tarafından İsmet İnönü’nün açış nutkunu beş, on metre mesafeden dinledim. O
zaman daha yeni Meclis binası yapılmamıştı, Ulustaki eski Meclis binasından
dinledim. Okul tatili olan bir hafta Ankara’da kaldım. Ankara’yı o defa kadar
hiç dolaşmadım. Akatlar da beni bir akşam sinemaya, bir akşam tiyatroya
88
götürdüler. Bir gün de at yarışlarına gittik. Ortak oynadık elli beşer kuruş
kazandık. Akat hep Mösyü der, fakat aldığı arsaları gösterip fikrimi de sorardı.
Ankara’nın en çok geniş caddelerini severdim. Almanya’dan gelen şehircilik
uzmanı Jansen yaptığı plan daha pek bozulmamıştı. Atatürk’ün huzurunda
- Yaptığımız planlan bozmadan koruyabilecek misiniz diye sorunca adamı
neredeyse döveceklermiş. Vaziyeti görünce konuşmasını Şöyle sürdürmüş.
- Benim sözlerime kızmayın, biz Almanya’da bile çok zorluk çekiyoruz demiş.
Düşününki Hitler Almanyası için böyle konuşuyor. Ne kadar haklı konuştuğunu
çok sonra anlayacaktık.
Aklımda kalan bir konuşmasını yazayım. Bir gün bizim uzmanlara
- Dünyanın en geniş caddesi neresi? diye sorar
Bizimkiler hemen bilir, Şanzelize, derler
- Peki en dar sokağı neresi? der.
Her kafadan bir ses çıkar kimse bilemez. Adam biraz bekledikten sonra derki,
- En genişi Şanzelize, en darı tren yoludur. Fakat Şanzelize akşamlan tıkanır.
Tren yolu hiç tıkanmaz. Yolda akışı temin etmek istiyorsanız, kesişme
noktalarını azaltınız.
Ulusla Çankaya’yı böyle az kesişmeyle halletmeğe çalışır. Arsa sahipleri bu
defa "Ataya rahat suikast yapılsın diye böyle yapıyor, " derler. Bu deli saçması
için adamı Atanın huzuruna çıkarırlar. Akla karayı seçtirirler.
Harbin bize bir faydası Üniversitelerimizde oldu. Hitler Al manyasından kaçan
çok değerli Profesörleri İstanbul ve Ankara Üniversiteleri kapıştı. Hakikaten
kalite çok yükseldi. Benim bile aklımda bir Nissen, bir Frank gibi profesör
isimleri var. Çok sonraları bile doktorlar "Onun talebesiydim, bunun
asistanıydım" diye övünürlerdi.
Dokuzuncu sınıf sekizinciden de iyi geçti. Zannedersem o sene not yekununda
sınıf dördüncüsü idim. Bizim sınıfta Ayfer isminde bir arkadaşım vardı. Hiç
geçinemezdik fakat yine de ayrılmazdık. Bunda biraz da Ayfer’in çok iyi bir
hanım olan annesinin, Ayfer’in benimle arkadaş olmasını istemesi sebep
olmuştur. Bir gün onların evindeyken komşu bahçede, zayıf yedi sekiz
yaşlarında sansın, bir kız ip atlıyordu. Ben bakınca arkadaşın annesi, birazda
küçük görür gibi
89
- Lazların kızı dedi. Ne garip tecellidir bu kız o zaman Dedesi Keleş Kefelinin
evinde oturan müstakbel eşim Günay imiş.
Derslerim düzeldikçe bana daha fazlasını yapma arzusu geliyordu. Fakat
sıhhatim bozuluyordu. Necmeddin Hakkı İzmirli ve sonra da Müfide Küley
bana çok baktılar. Çok zayıftım, bir dakika boş zamanım yoktu. Boş olduğum
günler iki üç sinemaya giderdim. Berliç sayesinde matematiğe İngilizce yi de
eklemiş, kimya ve fizik problemleriyle hiç çalışmasam da kalamayacak notu
garantilemiştim. Yedinci sınıftan sonra okumamda tanı bir dönüm yaşadım. Bu
tecrübe bana ileride ikinci oğlum bir ara aksayınca bu çocuk liseyi
okuyamayacak diyen öğretmenine ve Günay’a, karşı durma kuvveti verecek ve
sonunda ben haklı çıkacaktım.
Biraz hastalığım, Acıbademden mektebe gidip gelecek kuvvetim kalmamıştı,
biraz da ömrümde hiç leyli olmamam yüzünden onuncu sınıfa leyli olarak
başladım. Sen Jozef’te o zaman leyli olmak hakikaten çok iyi idi, adeta bir
imtiyaz idi. Her talebenin hususi bir odası vardı. Büyük bir hol düşünün iki
tarafı camlı odalar. Her odada talebenin bir karyola ve bir dolabı vardı. Benim
pencere iç bahçeye bakıyordu. Karşı sıradakiler denize bakıyordu. O odalar
daha eski leyli talebelerin inhisarında idi. Sabah zil sesiyle kalkış ve akşam zil
sesiyle ışıklan kapama olmasa otel gibiydi. Yemek hususunda hiç müşkülatım
olmaması bir yana, yemekler hiçte fena değildi. Fakat doktorlar bir şeyin yok
demesine rağmen bir türlü kendimi iyi hissetmiyordum. Hatta bir gün Dr.
Müfide Küley hanım,
- Ciğerlerin tertemiz sende bir şey yok annenleri fazla üzme dedi.
Zatülcem geçirdiğim için hep ciğerden korkuyor devamlı orayı kontrol altında
tutuyorlardı. Halbuki ben o yaz amcamlara giderken iskeleden kalkmak üzere
olan bir Bostancı tramvayına atladım. O zamanlar fazla müşteri olduğundan
tramvayları iki kısım yapmışlardı. Bir kısmı direk tramvay, onlar Göztepe’den
önce durmazdı. Diğerleri her durakta dururdu. Ben dikkat etmeden direk
tramvaya binmişim. Kızıltoprak’tan hızla geçtiğini görünce atladım. Ayağım
takıldı düştüm, takla attım. Sonra kalkıp amcamlara gittim. Meğer ben
düştüğümde bel kemiğinde bir kayma olmuş. Araya sinir sıkıştığı için o sinirin
gittiği karın boşluğu ağrıyor zannediyordum.
İlk imtihanda yine sınıfta dördücü oldum. Fransızca’da zayıf durumum hesap
edilirse tek kanatla bu kadar hızlı uçmam yinede bir muvaffakiyetti. Doktorların
sözüne rağmen ağrılar bazen dayanılmıyacak gibi oluyordu. Şubat ayında bir
hafta mektebin revirinde yattım. Sonunda babamı çağırdılar. Bu çocuğun eve
alınıp esaslı bir muayeneden geçmesi lazım dediler. O zaman sanki ayağımın
90
altında bir çukur açıldı kendimi boşlukta his ettim. Babamla eşyalarımı toplayıp
okulu terk ettim tarih 23 şubat 1945. O akşam Ayşegül’ün ikinci doğum günü
kutlanıyordu. Babamlar beni yalnız bırakmamak için gitmediler. O gün çok fena
oklum ve ağladım. Hayalını da bu bir dönüm noktası idi. Artık okula imtihan
günleri haricinde gitmiyecektim. Eve öğretmen tutuldu. Matalon isminde çok
iyi bir öğretmen beni imtihana hazırladı, imtihanı yine iyi bir dereceyle verdim.
Fakat devamsızlıktan sınıfta kalıyordum. Bir müddet sonra hastalık anlaşılacak
vücudum alçıya alınacak artık tahsil sayfası kapanacaktı. Benim de çocukluk ve
tahsil devresi bitmişti. Artık hastalık, ticaret hayatı bağlıyacaktı.
Kısmet olursa ileride o devreleri de yazmak, Türkiye deki o devir tıp ve
ticaretini ve İsviçre’de ve bilahare Almanya’da karşılaştıklarımı anlatmak
isterim. Tabii ömrüm müsaade ederse. Allah’tan ümit kesilmez.
Hayatımın onsekiz ondokuz senesini o zamanki düşünce ve duygularımla
yazmaya çalıştım. Okuyanlara biraz o devrin havasını teneffüs ettirebildimse ne
mutlu bana,
Bu yazılarımı, yazmamı teşvik eden, cesaret veren ve yardım eden, eşim ve
çocuklarıma teşekkür ederek noktalıyorum.
Aralık 1994
91
92
93
94
95
96
97