HAYALİMDEKİ TELEVİZYON

Transkript

HAYALİMDEKİ TELEVİZYON
3
HAYALİMDEKİ TELEVİZYON
NASIL REKLAM MERHABA
YILDIZI OLDUM! ZEKİ MÜREN ÇAĞI
3
BİN YIL ÖNCE İYİ SEYİRLER
TELEVİZYON
TÜRKİYE!
YENİ NESİL YAYINCILIK: DIGITAL SIGNAGE
İSKENDER GÜMÜŞ . SERTAÇ DALGALIDERE . BURÇİN AYDOĞDU . ADALET CANLI AKBAŞ
YASİN ÇAKIREL . RAMAZAN ÇELİK . AYBÜKE EKİCİ . SERHAT DALGALIDERE
FATİH ÜNAL . HALİL KÖKCÜ . KADİR METİN AKBAŞ . ELİF BOLU TÜRKER
CEM SÖKMEN . MUHAMMET ATALAY . MUSTAFA ASLAN . HAKAN AYDIN . CİHAD MERİÇ
SAYI: 3 / MART 2016
Ayda bir yayınlanır
İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu
Recep Çakırel
Genel Yayın Yönetmeni
Kadir Metin Akbaş
Yayın Danışmanları
Necmi Gürsakal
İskender Gümüş
Yayın Koordinatörü ve Görsel Yönetmen
Sertaç Dalgalıdere
Kapak Fotoğrafı
Konrado Fedorczyko / freeimages.com
Yayın Kurulu
Bahtiyar Dursun
Ramazan Çelik
Muhammet Atalay
Burçin Aydoğdu
Yasin Çakırel
Adalet Canlı Akbaş
Cem Sökmen
Mustafa Aslan
Ufuk Özer
Tacettin Turgay
Hukuk Danışmanı
Av. Ayşegül Dalgalıdere
İstanbul Temsilcisi
Av. Aybüke Ekici
Yönetim Yeri
Demirtaş Mahallesi, Koşuyolu Ara Geçidi, No: 17
Kırklareli Merkez.
Basım Yeri
İn. Adına Gazetecilik Mat. Rek. Org. San. ve Tic.
Ltd. Şti. Ofset Tesisleri.
Yılmaz Mahallesi. İsmail Hakkı Yücel Sk. No 1/B
Lüleburgaz / Kırklareli
Tel: 0288 412 45 74 - 412 29 57
Fax: 0288 417 44 47
İletişim
[email protected]
twitter: @katidergi
Dergideki yazılar yazarlarını bağlar
“T
elevizyon veya kısaca TV:
Bir vericiden elektromanyetik dalga hâlinde yayınlanan görüntü ve seslerin, ekranlı ve
hoparlörlü elektronik alıcılar sayesinde
yeniden görüntü ve sese çevrilmesini
sağlayan haberleşme sistemidir. Aynı
zamanda kitle iletişim aracı da olan televizyon, yayınlanan görüntü ve sesleri
alıcıya ulaştıran elektronik cihaz sistemidir.” Bu gayet basit ve net açıklamayı
Wikipedia’nın Televizyon maddesinden alıntıladım. İstisnasız hepimizin
evinde bu aletten mutlaka bir tane,
hatta birçoğumuzda birden fazla var.
1923 yılında, John Logie Baird tarafından Birleşik Krallık'ın Hastings kasabasında icat edilen bu sihirli kutu, tam 93
yıldır hayatımızın orta yerine kurulmuş
vaziyette. Siyah beyazlı halinden renkli
duruşuna, tüplü olmasından Smart hallerine kadar birçok evreden geçen televizyon, evimizin başköşesinde olmaya devam ediyor. Her ne kadar sosyal
medyanın meydanı boş bulmuşçasına
coşmasına bakıldığında televizyonun
pabucu dama atılmış gibi görünse de,
bu emektar yoldaşımız bizi eğlemeye,
bilgilendirmeye, zamanımızı öldürmeye ve avazı çıktığı kadar da evimizde/
işyerimizde kontrolü ele geçirmeye devam ediyor.
Katı Dergi olarak üçüncü sayımızı işte
bu emektar kutuya ayırmaya karar verdik. Televizyona dair okunası ve altı
çizilesi yazılar sizleri bekliyor. Yazarlarımız, kimilerine göre aptal kutusu,
kimilerine göre ise sihirli kutu olarak
isimlendirilen bu teknolojik cihaza dair
farklı içeriklerde yazılar kaleme aldılar.
Her zamanki gibi dosya konumuz Televizyonun haricinde de farklı konulara
değinen yazarlarımız da oldu, o yazıları
da keyifle okuyacağınıza eminim.
Gelelim dergimize dair haberler vermeye… Üçüncü sayımızla yola devam
ediyoruz. Her sayımızda aramıza yeni
dostlar katılıyor. Dergimizde farklı
pencereler açılıyor. Dergimizin ilk hazırlık aşamasında yaptığımız toplantılarda sık tekrarladığım bir cümle vardı.
İzninizle o cümleyi bir kez de buraya
yazmak istiyorum. Dergimiz en genel
anlamıyla sosyal bilimler çatısı altında
ne varsa onları yazarlarının kaleminden
aktaramaya gayret eden aylık bir yayın organıdır. İsmimizi aldığımız “katı
olan her şey buharlaşıyor” ilkesine sadık kalmayı, buharlaşmamak için çaba
sarf etmeyi önemsiyoruz. Bilmiyorum
bu sözümüzü ne kadarı ile hayata geçirebiliyoruz ama en azından bu amaçlarla çıkarıyoruz Katı Dergi’yi. Bu arada, dergimizle ilgili www.dunyabizim.
com’da güzel bir tanıtım yazısı kaleme
alan şair ve yazar Ömer Yalçınova’ya,
Müstakil Gazete’de dergimize dair naif
düşüncelerini paylaşan Mehtap Güneş’e ve dergimizin tanıtımı için canla
başla koşturan, herkesi Katı Dergi ile
tanıştıran hocamız Bahtiyar Dursun’a
sayfalar dolusu teşekkürü bir borç biliriz. İyi ki varsınız…
Nasipse dördüncü sayımız “Dostluk”
konusu ile yayınlanacak. Yalnızlığın
bir kader gibi bizi her yerden kuşattığı
modern zamanlarda daha fazla arar ve
özler hale geldiğimiz dostluğa dair yazılara yer vereceğiz. Bakalım bu konuda
kalemimizden neler dökülecek…
Daha iyi sayılarda görüşmek temennisiyle… Hoşça kalın…
Kadir Metin Akbaş
HAYALİMDEKİ
TELEVİZYON
İskender Gümüş
G
enel Yayın Yönetmenimiz Kadir
Metin Akbaş, televizyon ile ilgili bir dosya yapalım dediğinde,
açıkçası yıllardır televizyondan uzak biri
olan benim için bu dosyaya katkıda bulunmak oldukça zor görünüyordu. Ancak, yine kurtarıcı olarak Kadir Metin
Akbaş imdadıma yetişti ve “hayalindeki
televizyonu yaz” diyerek beni teşvik etti.
Bu vesileyle birazdan burada yazacaklarımın tamamen hayal ürünü olduğunu şimdiden belirteyim. Bir televizyonum olsa
tamamen kültür ve sanat merkezli yayın
yapardım. Şairler, hikâyeciler, roman yazarları, gazete yazarları, tiyatrocular, yönetmenler ile kitap, şiir, roman, öykü, film
ve tiyatro üzerine yapılan programlarla
dolu bir kanal olurdu.
Televizyonlar aracılığıyla şiddete dair
görselliğin duyarsızca zihnimize işlendiği
bir dönemde hayatın, sevincin, hüznün,
aşkın, yoksulluğun estetik bir dille ifade
edildiği sanatın televizyon programlarında öncelik olarak sunulması bambaşka bir
dünyanın inşa edilmesini sağlardı.
Şiirle açılan bir kanal
Her gün bir şiirle güne başlayan bir kanal… Bir gün Cahit Zarifoğlu, bir başka
gün Yahya Kemal Beyatlı, Asaf Halet
Çelebi, Abdülhak Hamit Tarhan, Turgut
Uyar, İlhami Çiçek, Nazım Hikmet…
Programlar arası kısa öyküler ve şiirlerle
geçiş yapılması da güzel olurdu sanırım.
Her gün bir şair, yazar ya da yönetmenle
ilgili çekilmiş bir belgeseli yayınlamak isterdim. Mesela her akşam bir romandan
uyarlanmış filmi yayınlamak da müthiş
olurdu. Yedi Güzel Adam gibi kültür
ve sanat hayatımızdaki önemli isimlerin
hayatını konu alan dizilerin sayısının artırılması ve yaygınlaştırılması için mesai
harcardım. Güncel ve siyasi haber programları yerine kültür ve sanat haber programları yapardım. Yeni çıkan kitaplar,
dergiler, vizyona giren filmler, gösterimde
olan tiyatrolar hakkında detaylı bilgi verir-
[email protected]
dim. Türkiye’nin çeşitli illerinden yapılan
kültür ve sanat etkinliklerinden haberler
verirdim. Kitap haber, dergi haber, sinema haber gibi başlıklarda haber sunulmasını sağlardım.
Canlı yayınlar
Kitap ve dergi fuarları ile film festivallerinden canlı yayınlar yaparak kültür ve
sanatın hayatımızda yer bulması için çaba
gösterirdim. İmza günleri, kültür ve sanat programları, söyleşilerden kısa canlı
yayınlar gerçekleştirirdim. Düşünce dünyamızın önemli isimleri ile programlar yapardım. Tarih, kültür, medeniyet üzerine
her hafta farklı bir dönemin ele alınmasını
sağlardım. Geçmişten günümüze yaşanan
baş döndürücü değişim ve dönüşümün
bir haritasının çıkarılması için uğraşırdım.
Her hafta yeni çıkan bir kitap üzerine
program yapılmasını isterdim. Türkiye’de
çok sayıda gazete kitap eki veriyor, kitap
dergileri çıkıyor. Burada kitap eleştirileri
kaleme alan okur ve yazarları programa
davet ederek enine boyuna kitapların tartışılmasını isterdim.
Ayrıca her hafta o ay çıkan edebiyat dergilerini, kültür ve sanat dergilerini, düşünce
dergilerini konu alan program yapılması
da önemli bir zenginlik kaynağı olurdu.
Bu programlara okurlar davet edilerek
dergilerin o sayılarının konuşulduğu bir
program renklilik katardı. Bir derginin,
yayınevinin mutfağı önemlidir. Dergilerin ve yayınevlerinin editörleri oldukça
önemli bir görevi ifa ederler. Derginin,
yayınevinin politikası editörlerin elinde
şekillenir. Bu yüzden her hafta bir yayınevinin ya da derginin gündeme getirilmesini, yayınevinin ya da derginin editörü ve
yazarları ile söyleşilerin olduğu bir program yapılmasını isterdim.
Yerel ve yerli kültür ve sanat
Her ne kadar kültür ve sanatın başkenti
olarak İstanbul gösterilse de Anadolu’da
yapılan kültür ve sanat etkinliklerine de
gereken önemi vermek gerekiyor. Anadolu yerli düşüncenin beşiği… Anadolu’da yaşayan ve eser üreten şair, yazar,
yönetmenleri anlatan programların olmasını isterdim. Mesela, Ahmet Uluçay
adında bir bilge yönetmen Kütahya’nın
Tavşanlı ilçesinin Tepecik beldesinde doğup büyüyor. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmi ile oldukça özgün bir
sinema dili geliştiriyor.
MART2016
Yine Anadolu’da kültür ve sanat mekânKATI
ları ile ilgili bir program yapılması için
3
çalışırdım. Anadolu’daki yayınevleri, kültür ocakları, kıraathaneler, kitabevleri ile
ilgili arşivlik programların yapılmasını
isterdim. Şehirler, yayınevleri ve sohbet
mekânları ile tanınır. Anadolu, kültür ve
sanatta önemli bir damarı bünyesinde barındırıyor.
Dünyanın kültür ve sanatı
Yayın akışının belli bir bölümünde de
başka ülkelerin kültür ve sanat gündemine yer ayrılmasını sağlardım. Ana akım
medyanın gündemimize çok defa getirdiği Avrupa’nın dışına çıkıp, Afrika’dan,
Uzak Doğu’dan, Orta Doğu’dan, Balkanlar’dan ve Latin Amerika’dan kültür
ve sanat haberleri yapılmasını isterdim.
Bu ülkelerin kültür ve sanat gündemini
Türkiye’nin de bilmesini isterdim. Dünya
sadece Avrupa ülkelerinden ve Amerika’dan ibaret değildir.
Velhasıl, görselliğin bilincimize darbe
vurduğu son dönemde sadece kültür ve
sanatın olduğu bir televizyonun hayalini
kurabilirim, yıllardır evinde televizyon
bulundurmayan biri olarak. Endüstriyellikten, zihinsel kirlenmişlikten, kara siyasadan ve reklam fetişizminden uzak bir
televizyon kanalını izleyebilirim ancak.
Kim bilir, belki hayalim bir gün gerçek
olur.
DOSTLARIMIZI
GÖREMEDİMİZ,
ZEKİ MÜREN ÇAĞI!
Sertaç Dalgalıdere
[email protected]
B
MART2016
KATI
4
u alet neyin nesidir Reis Bey? Duyan
var duymayan var
-Bu radyonun resimlisidir.
Nasıl yani?
-Şimdi radyoda Zeki Müren şarkı söylemiyor
mu?
Söylüyor
-İşte onu dinlerken, hem dinleyecek hem göreceksiniz aynı anda
Peki, Zeki Müren’de bizi görecek mi?
-Vallahi orasını ben de bilmiyorum.
Eğer görürse eyi değil, ev halidir kardeşim,
insan icabında donla geziyor. Koskoca Zeki
Müren’e karşı olur mu?
Yav Zeki Müren hadi neyse şarkıcıdır. Peki,
ajans saatlerinde ne olacak, Başbakan çıkar,
reisi cumhur çıkar evde de böyle kıravat ilen
bütün gün oturamayız ki,
-Ya saçma sapan konuşmayın ya sinemada
artistler sizi görüyor mu?
-İşte bu sinema gibi olacak, her evde sinema
olacak, bilet almaya lüzum kalmayacak
olarak görmeye de ihtiyaç duymadığını
söylemek de mümkün. Lütfen yazıyı
okuduktan sonra facebook hesabınızdan ya da twitterdan takip ettiğiniz insanların profillerine bir bakın ve oradaki dostlarınızı ya da dijital ortamda
tanıştığınız dostlarınızı fiziksel olarak
en son ne zaman gördüğünüzü düşünün. Yakın akraba ve aynı iş yerinde çalıştığınız kişiler hariç pek çoğunu uzun
süredir fiziksel olarak görmediğinizi
fark edeceksiniz.
Evet, yukarıdaki diyalog Yılmaz Erdoğan ve Ömer Faruk Sorak’ın 2001
yapımı Vizontele isimli filminden alıntıdır. Söz konusu diyaloğun en can alıcı kısmı, “Zeki Müren de bizi görecek
mi?” sorusu, günümüzde teknolojinin
vardığı nokta Zeki Müren olmasa da
günümüz sanatçılarından pek çok ünlünün kendisini takip eden kitleyi de
görmesine yardımcı oluyor.
Zeki Müren’lerin (ünlülerin) de bizi
görebildiği sosyal medya çağında, en
yakın dostlarımızı facebook ve twitter üzerinden takip ediyor olmanın
dayanılmaz hafifliğini yaşıyoruz. Oysa
insanı insan yapan en önemli özelliklerinden biri konuşabiliyor olmasıdır.
Fiziksel konuşma yerine, artık 140 karakterle sınırlı twitter ve doyasıya yazabildiğimiz ve paylaşımlar yapabildiğimiz facebook sayesinde dostlarımızın
neler yaptığını konuşmadan, yüz yüze
görüşmeden öğrenebildiğimiz bir sanalizasyonu yaşamaktayız.
Özellikle sosyal paylaşım ağlarından
twitter bu anlamda büyük bir kolaylık
sağlıyor. Sanatçılar, siyasiler, sporcular
vs. pek çok ünlü için twitter takipçi sayısı bir saygınlık meselesi halini almış
durumda. Ünlülerin kendisini takip
edenleri görmesi mümkün. Fiziksel
olarak görme olmadığının farkındayım
ancak artık hiç kimsenin birini fiziksel
Mesela ben bununla ilgili bir küçük
deney gerçekleştirdim ve facebook
sayfamdaki arkadaş sayıma baktım.
İnanmayacaksınız belki ama toplamda
955 arkadaşım olduğunu fark ettim.
Bunlardan kaçıyla fiziksel olarak görüştüğüme bakınca ise şu sonuç ortaya
çıktı sadece 20 kişiyle yakın zamanda
görüşmüşüm.
Değerli yazarlarımızdan Cem Sökmen’in bu ay içinde 3. Baskısını yapan
“Aydınların İletişim Ortamı Olarak
Eski İstanbul Kahvehaneleri” kitabını
okumanızı tavsiye ederim. Eser, yüz
yüze iletişim ve sözlü kültürün önemini daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
Kahvehaneleri “aylak yatağı” şeklinde düşünmekten çıkaran bu eser, aynı
zamanda sözlü kültürün ve insanların
yüz yüze iletişim kurmalarının ne kadar önemli olduğunu da gözler önüne
sermektedir.
Örneğin Beyazıt’taki Marmara Kıraathanesi, 1950’den 1980’e kadar adeta bir
kültür ocağı gibi faaliyet göstermiştir.
Marmara Kıraathanesi’nde sözü dinlenen ve sohbet halkası oluşturabilen birkaç isimden bahsedersem daha iyi anlaşılacaktır: Ziya Nur Aksun, İzzeddin
Şadan, Nuri Karahöyüklü, Ali İhsan
Yurt, Sezai Karakoç, Mehmet Genç,
Mehmet Çavuşoğlu ve Erol Güngör…
Sözlü kültürü ve yüz yüze iletişimi kaybetmemeliyiz. Sanal dünyada ünlülerin
hayatlarına dair, dostlarımızın hayatlarına dair, akrabalarımızın hayatlarına
dair yaşanmışlıklarını adeta televizyon
izler gibi seyretmekteyiz. Samimiyetten
uzak bu seyrediş, gülümse işareti, beğen butonu vs. ile sınırlı kalmakta yüz
yüze iletişimin vereceği sıcaklıktan ve
samimiyetten mahrum kalmamıza neden olmaktadır.
Facebook listenizi kontrol ederken,
uzun süredir yüz yüze görüşmediğiniz
bir dostunuzu telefonla arayın, sonrasında yüz yüze kahve ve çay içebileceğiniz bir mekânda buluşmak istediğinizi
söyleyin. İnanın buluşmaya gelecek…
İnanın bu size çok iyi gelecek…
BİN YIL ÖNCE
TELEVİZYON
Burçin Aydoğdu
[email protected]
B
ugün günlerden Salı. İki gün öncesinden yani Pazar gününden “bir hafta
önce” diye bahsedebilir miyim? Şimdi Şubat ayındayız. İki ay öncesinden yani
Aralık ayından “bir yıl önce” diye bahsedebilir miyiz? Ya 1990’lar? O günler de ikinci
milenyumda kalmadı mı? Şimdi biz üçüncü
milenyumdan geçmişe bakıp o günlere “Bin
yıl önce” desek çok mu? Belki kronolojik
açıdan biraz zorlamış oluruz ama 1990’larla günümüz arasında bin yıl fark olduğunu
sosyal hayat açısından rahatlıkla söyleyebiliriz.
1616 yılında yaşayan birine 1071 Malazgirt
zaferini anlatmak çok kolay olurdu. Atları,
okları, meydanı her şeyiyle gözünde canlandırabilirdi. 1616 yılında yaşayan bir mimara
Ayasofya’nın yapımını anlatmak da herhalde
pek zor olmazdı. Malzemelere, işçiliğe, yapı
tekniklerine aşina olurdu. Hatta 1616 yılında yaşan birine 5 bin yıllık Gılgamış destanını anlatsak Gılgamış’ın krallığını, kahramanlıklarını, arayışlarını gözünün önüne aşağı
yukarı getirebilir. Lakin bugün 20 yaşındaki
bir gencin 1990’lardaki yaşantıyı kafasında
canlandırması bunlardan çok daha zordur.
Buluşma yerine kararlaştırdıkları saatte gidip de birbirini bulamayıp dönen insanların
hikâyesi gibi, yaz tatiline başlarken okul arkadaşlarıyla, okullar açılırken yazlık arkadaşlarıyla bir daha aylarca haberleşmemesiye
ayrılmak gibi 1970’lerden 1990’lara kadarki
yani geride bıraktığımız milenyumun televizyon anıları adeta tarih öncesi kurumlar
gibi kendi paradigmalarına sahipler.
Televizyon her gün her saat bakılan bir nesne değildi bir defa. Tek kanal vardı. Açılış
kapanış saatleri ve program akışı belliydi.
Ana Haber bülteninde, Dallas gibi popüler
dizilerde televizyonla ev halkının “randevu”su olurdu. Onun dışında kapalı duran
bir eşyaydı. Bugünkü anlamda, “Açalım bir
müzik kanalı ses yapsın” diye tam gün çalıştırılmazdı.
Zaten çok resmiydi. Evdeki her eşya bize
hiçbir tahakkümü olmayan özel mülkümüzken, televizyon, devletin evimize açılan
penceresiydi. İstiklal marşıyla açılırdı. Hatta
Anıtkabir’de nöbet tutan askerlerin tören
yürüyüşüyle, komutanlarının “Kayyt (dikkat)!” sesiyle mesaiye başlardı. Bu resmiyet
eski nesilde karşılığını da bulurdu. Rahmetli
babaannem (ve sanırım dedem de) televizyonda İstiklal marşı çalındığında hazır ola
geçerdi; geçmeyenlere de kızardı. Odaya
bir büyüğü girdiğinde ayağa kalkmayı akıl
edemeyen bir neslin elektronik bir cihazın
verdiği marş üzerine hazır ola geçen nesli
anlaması hiç mümkün değil. Neyse ki biz
arada kalıyoruz; ikisini de biraz anlıyoruz.
Televizyonun tarih görüşü, resmi tarih görüşüydü; haber yorumu resmi devlet görüşüydü vs. Bunlarda yadırganacak bir şey
yok. Bugün sadece TRT değil BBC, CBC
gibi kanallar da bu işlevi görüyor. Esas
önemli olan o kutudan çıkan her şeyin milli
ortak payda olmasıydı. Bugün sosyal medyadaki kullanıcı hesabı sayısı kadar farklı siyasi görüş paylaşımına ulaşmak mümkün. O
yüzden artık ortak acılarımız, ortak sevinçlerimiz o kadar net değil. Bunu o zamanları
övmek için söylemiyorum. O günlerden kalma Eurovizyon’u ciddiye alma külfetinden
bile yeni yeni kurtuluyoruz. Naim Süleymanoğlu’nun kırdığı rekorların (spor dünyasında ciddi yankıları olmakla birlikte) tüm
dünyada gündemin merkezine oturmamış
olduğunun artık farkındayız. Esas marifet;
bu çok seslilik içinde milli ortak payda oluşturabilmek. Bu vesileyle Aziz Sancar’a minnetimizi ifade edelim.
Televizyon evin içindeki resmi kurum olmakla birlikte evin reisinin gizli bir mütte-
fikiydi. Tıpkı soba borularını döşemenin
evde “reis”lik alameti olması gibi çatıya çıkıp o oynak kiremitler üzerinde anten ayarı
yapmak, çatıdan televizyonun bulunduğu
odanın penceresine seslenmek de evdeki MART2016
dominantlığın hak edilmişliğini ispat etmeKATI
ye yarayan vesilelerdi. Günümüzde aile reis5
lerinin bu gösteriden mahrum olması, yine
günümüze mahsus olan televizyon kumandasının zilyetliği üzerinden verilen otorite
mücadelesini de örselemektedir.
Devletin evimize açılan penceresi ve ev reisinin gizli müttefiki olan televizyonun bir de
teknolojinin korkulan yüzü olma işlevi vardı. Televizyon, insan kafasına benzer oval
köşelerine ve arkaya uzayan kafası yetmezmiş gibi ciddi radyasyon saçan bir cihazdı.
Kolunuzu ekrana yaklaştırsanız çıt-çıt ederdi; kâğıdı alıp yaklaştırsanız kâğıt kendiliğinden gidip televizyonun camına yapışırdı.
Zaten o elektromanyetizmayı avuç içiyle
hissetmek bile mümkündü. Annelerin televizyon üstüne koyduğu danteller makineler
çağının tellalını insanileştirmeye yetmezdi.
Bazı evlerde televizyon camekânlı dolaplar
içine konurdu ki kafesteki aslan misali, insanlardan uzak dursun.
Bundan 30 yıl önce “New York’ta 100 tane
kanal varmış” diyen gurbetçi akranlarımı
dinlerken hayalimde cam ekranın yanına
sığdırılmış 100 kanal tuşu hayal ederdim.
Şimdi 500 kanaldan haber bülteni, dizi, film
beğenmeyip internetten istediğimi izliyorum. Yaşanan süreç ortalama insanın hayal
gücünün ötesinde. O yüzden 90’lı yıllara
“Geçen milenyum” demekten çekinmeyelim. Hatta 31 Aralık günü kapıdan kafasını
uzatıp “Seneye görüşürüz” esprisini yapanlara bile kızmayalım. Artık bir gün bile kültür hayatımızda fark yaratmaya yetebiliyor.
PARÇALANMIŞ BİLİNÇ,
HİSSİZLEŞMİŞ KALP
Adalet Canlı Akbaş
[email protected]
"S
MART2016
KATI
6
inemanın diğer sanat dallarından
ayrı olarak her seyirciye aynı şekilde ulaşan genel bir etki bıraktığını
düşündüğüm bir zaman vardı. Film ilk ve
önde gelen bir dizi kaydedilmiş imgeydi ve
imgeler fotografik ve tek anlamlıdır. Böyle
olunca da seyredilen, herkes tarafından tek
ve aynı biçimde algılanabilir. Fakat ben o zaman yanılıyordum. Oysa her insana bireysel
olarak hitap etmeyi sağlayacak bir ilke ortaya atılıp geliştirilmeli. Genel kavram özele indirgenmeli. Bunu gerçekleştirebilmek için de
prensip bence olabildiğince az şey göstermek
olmalı. Öyle ki izleyici bu az şeyi anlamak
için daha fazla kafa patlatarak bütün hakkında kendi fikrini geliştirebilsin. Benim görüşüm bunun sinematografik imgenin oluşturulmasında ana öge olması.” - Tarkovsky
Hayatımıza girdiği andan itibaren bize
ne yaptığını, niteliğinin ne olduğunu
bir an bile sordurtmayacak derecede
dayatmacı ve güçlü kodlara sahip olan
televizyon boşluk kabul etmiyor. Karşısında vakit geçirmeye karar verip de
kumandanın o küçük düğmesine bastığımızda, kurgulanmış bir dünyanın kapılarını ardına kadar aralamış oluyoruz.
Kim olduğumuz, nelerden hoşlandığımız, eğitim ve kültür düzeyimiz, manevi hayatımız, ekonomik durumumuz
televizyonu ilgilendirmiyor. Ekran karşısına geçen hiç kimseyi bir diğerinden
ayırt etmiyor. İzleyiciyi topyekûn bir
kütle kabul ediyor. Bir yığın. Kendi
belirlediği, uygun gördüğü seviye ve
bilinci, kurguladığı görüntülerle aktarabileceği bir yığın olarak…
Dünyadan haberdar olmak için açtığımız haber bültenleri; muhabirin topladığı bilgi, kameramanın kamera kayıtları, kurgucunun ise tüm bunlar üzerinde
kesip biçip birbirine eklediği görüntüler bütünü olarak arzı endam ediyor
karşımızda. Haberi sunan spiker de
özenle seçilmiştir; ses tonu, diksiyonu,
görüntüsü, makyajı, hangi kameraya
nasıl bakacağı vs. Sonra acıklı bir haber
duygusal bir fon müziği ile verilmeye
başlar, sunucu üzgündür. Haber almamız için her koşul tamamlanmıştır.
Ve bombanın nasıl patladığına, hemen
yanı başımızda yaşayan kardeşlerimizin nasıl havaya uçurulduğuna, yükselen toz bulutuna şahit oluruz. Henüz
haber veriliyorken sağ alt köşede bu
kardeşlerimize SMS ile küçük de olsa
nasıl yardım edebileceğimize dair bir
bilgi geçer. Bir yandan gözyaşlarımızı
silerken bir yandan akıllı telefonlarımıza uzanır ellerimiz. Karınca kararınca
yaptığımız yardım, yalan yangınımızı
bir nebze olsun söndürmüştür bile.
Sonraki haberle, ekranlarımıza Anadolu’daki ilginç ve bol eğlenceli bir
düğün taşınmıştır. Spikerimizin çatılan
kaşları gevşemiş ve yüzüne ruhsuz bir
tebessüm misafir gibi oturmuştur. Biz
ise pek de zorlanmadan bu eğlencenin
içindeyizdir artık. Kalbimizde, bombalanan diyarlar hakkındaki üzüntüye ait
kırıntılar da yoktur artık. Yeni haberin
bize sunduğu keyfi yaşamaya başlarız.
Gülümser hatta kahkaha atarız. Sonra
kısa bir ara. Saniyelerin kıymetli olduğu ve en çok sembolün üretilip paket
program olarak sunulduğu bu anlarda
bize en çok Ye! İç! Giy! Öldür! Sınır tanıma! denilmektedir. Tüket, hep tüket
ve bir türlü doyma! Durma! Bir dakika
öncesine geri dönme! Düşünme! Unut
ve uyuş!
Televizyon, sıradan, alelade, bayağı, ahlak dışı her telkini evimizin en nadide
köşesinden sunarken bunu inanılmaz
bir hızla yapıyor. Ekranda milyon tane
görüntü akıp gidiyor ve enforme edilme hızımız artık saniyelerle ölçülüyor.
Bu hızlı akış kurgulanmış görüntülere
yaslanırken, yayın akışı ise bir üst bilince dayanıyor. Bu üst bilinç neyin üretilmesi ve yaygınlaştırılmasını istiyorsa televizyon da izleyicisine bunu sunuyor.
İşte bu kurgulu/ bilinçli sunuşla, tercih
hakkımız sabote ediliyor, zaaflarımız
besleniyor, özel hayatımız ihlal ve ifşa
ediliyor.
Odaksız ve hakikatsiz bir dünyaya ne
kadar da teşne olduğumuzu tespit için
televizyondan daha mükemmel bir keşif olamazdı kuşkusuz. Zira modern
Müslümanlar olarak odaklanamıyor,
hiçbir hususta derinleşemiyor, hiçbir
mevzuya vakıf olamıyoruz. Parçalanmış bir zihin ve iğdiş edilmiş bir kalp
neticesinde ibadi sorumluluklarımızı
bile manevi hazdan yoksun, bir yük
gibi taşıyoruz. Oysa tevhit inancına sahip, bütün fazlalıklardan kurtulup Bir’e
varmaya çalışan, bu tekliği bozacak her
unsuru tehlikeli gören bir hassasiyetle
donanması gereken bizler, kendimizi
görüntüler kalabalığına ve yayınlar silsilesine koyuveriyoruz.
Benliğimizi, tercih etme hakkımızı,
ahlaki değerlerimizi, mahremimizi, akrabalıklarımızı, arkadaşlıklarımızı, aile
hayatımızı çaktırmadan ama oburca
öğüten, bireye sürekli ve geçici varoluşlar sunarak aylak saatler vaat eden
bu canavar artık durmalı.
Yere serilen şahsiyetimizi ayağa kaldırmak için teklifim şu; tercih hakkımızı
sabote eden, televizyonun özel hayatı
ihlal eden, suça teşvik eden, suça yardım ve yataklık eden bir cürüm aracı
olarak değerlendirilmesi için gayret
gösterelim. Kökünden kazıyalım sorunu. Karne/reçete ile satılması için yasal
bir uğraş verelim. Yoksa televizyonun
en çok pompaladığı radikalizm tesiri altında mıyım? Kapital dünyada bu
istek ve tekliflerimin reel bir karşılığı
olmadığının farkındayım.
Şu halde yapılacak en güzel başlangıcın,
kendi sahih iletişim ortamımızı nasıl
oluşturabileceğimize dair esaslı bir dert
taşımak ve bireyin özelliklerini dikkate
alan, herkesi bir kütle olarak görmeyen
bu ortamın oluşturulabileceğine dair
inancımızı diri tutmak olduğunu söyleyebilirim.
Konuyu besleyecek iki önemli eser:
1. Sadık Yalsızuçanlar – Televizyon ve Kutsal (Timaş Yayınları)
2. Neil Postman – Televizyon Öldüren Eğlence (Ayrıntı Yayınları)
TELEVİZYONLA
BÜYÜYEN
NESİL
Yasin Çakırel
B
u olağanüstü camı sabırsızlıkla ele
geçiriyorum ve bir çeyrek saatten kısa
bir sürede tüm yeryüzünü gözden geçiriyorum… ROCHE, La Giphantie,
1760.
Bu bir televizyon tarihi yazısı değil, sadece onunla birlikte büyüyenlere ait bir
anekdot. Muhafazakâr çevrede yetişen
tüm çocukların başından geçenlere dair
bir hatırat... Çünkü yeni nesil, televizyon nesli değil, geçti o tren. Onlar sosyal medya, internet, cep telefonu, tablet
nesli; televizyon nesli olma şerefi bize
ait. Dedelerimiz? Onlar daha afili, radyo
nesli!
Dedemlerin evde Almanya’dan gelen siyah beyaz bir televizyon vardı. Uzaktan
kumandası tabi ki yoktu. O görevi, evin
en küçüğü olan ben yapıyordum. Zaten
çok fazla kanal olmadığı için yerimden
kalkmama da fazla gerek kalmıyordu.
Nenem namaza duracağı zaman sesini
kısardım.
Televizyon ekranında ilk hatırladığım
kişi Kenan Evren, dönemin Cumhurbaşkanı. Sabah 10’da açılan televizyon
kanalında güne çizgi filmle başlamak en
büyük eğlencemizdi. Pazar günleri Western filmi babalarımızın yayınıydı. Ama
arkasından 2 saatlik senfoni orkestrası konserine hala anlam veremiyorum.
Bu kadar mı sanatseverdik, yoksa yayın
mı ucuzdu bilemiyorum. 1. Lig futbol
müsabakaları da TRT ekranlarındaydı.
Henüz yolların ve televizyon yayınının
satılabileceğine uyanmamıştı büyüklerimiz. Cuma geceleri TRT 1’de “Bir
Başka Gece” programı vardı, Erkan
Yolaç sunar, biz sülalece izlerdik. Emel
Sayın’ın açıkhava konseri de televizyondan yayınlanırdı. Bizim buralarda Yunan
kanalları da çeker, gece yarısı TRT’nin
yayını İstiklal Marşı ile sona erdiğinde,
“ben bunları da izleyeceğim” diye tuttururdum. Bizim evde televizyon yerine
radyo vardı. Babamla radyonun üzerinde durduğu konsola bakarak, orada televizyon olduğunu hayal ettiğimizi hatırlıyorum. Tüm bu hatıralarım televizyonla
büyüdüğümün ve televizyonun toplum-
[email protected]
da ne kadar etkili bir iletişim aracı olduğunun bir ispatı. Tabi ki de televizyon
nesli biziz!
Radyonun içinde konuşan küçük insanlar olduğunu düşünen nenelerimiz, televizyondaki insanları görünce epey bir
afalladılar. Nenelerimiz “namahrem”
diye yaşmağını bağlardı odada. Hele bir
erkekle kadın aynı ekranda yan yana gelmeye görsün, eli eline değmeye dursun,
eyvah ki ne eyvah… Bir sonraki nesil
anne babalarımız, teyze ve halalarımız.
Onların tahammül sınırı biraz daha genişti. Kadın erkek yakınlaşması olayını
“aynı kutu içinde olmak” anlamında
değerlendirmiyorlardı ama mahrem mesafede bir yakınlaşma olursa “kumanda
nerde hııı” gerginliği ve tedirginliği odayı kaplıyordu. Kaş göz işaretleriyle “değiştir şunu” mesajları veriliyordu. Muhafazakâr diye bize değil onlara derim ben.
O günlerden bugünlere, “Fatma Gül’ün
Suçu Ne!”
Türkiye’de 1990’lara kadar devletin kurduğu kanallardan ibaret yayın yapan televizyon, (Cem Uzan’ın o zamanlar da
teknolojiye pek meraklı olduğuna kanıt
olarak), ilk özel kanalına 1989’da Star
1 ile kavuştu. Olayın kırılma anı burası.
Kanalların devlet terbiyesinden sıyrılıp,
“televole kültürü”ne kapı açtığı dönem
bu yıllar. Tamam devlet televizyonunda
da dansöz vardı ama günü saati belli olduğundan istemeyen izlemezdi. Şimdi
hangi diziyi, hangi reklamı açsan, evin
içine istenmeyen görüntüler sızıyor.
Henüz daha entelektüel seviyede ve bilimsel anlamda “televizyon insan beynini uyuşturuyor, şu kadar saat televizyon
izliyorsanız bu kadar saat kitap okumalısınız” tartışmalarına girilmemişti. Sadece helal mi, haram mı, caiz mi, değil mi
tartışmalarının yapıldığı yıllardı. Şöyle
de fetvalar vardı televizyon için, “içindeki önemli”!
“Helal mi, haram mı, içindeki mi önemli, dışındaki mi?” tartışmaları içerisinde
iken, TGRT çıkageldi. Yıl 1993. Muhafazakâr camiada oluşan beklentiyi hatırlıyorum da, sanki “huzura doğru” bir
gidiş olacak gibiydi. Nitekim Seda Sayan
bile oldukça muhafazakâr bir havaya bürünmüştü. Türkiye Gazetesi’nden yayın
akışını kesip, televizyon başına oturduğumu hatırlıyorum; e artık buna da itiraz
etmesin bizimkiler edasıyla! Ama sonunda, babam televizyonun caiz olmadığına
kanaat getirdi ve bozulan tüplünün yerini hiçbir zaman Full HD’ler alamadı.
Üniversite yıllarında da televizyonsuz
bir yurtta kaldıysanız vay halinize! Berberde tıraş olurken, kafa hep televizyon
tarafına döner, berberle anlamsız bir
inatlaşmaya girişirdik. Televizyondaki en
ilgi çekmeyen belgesel dahi, bizim için
aksiyon filmine dönüşüverirdi.
2000’li yılların başından itibaren muhafazakâr kanallar daha fazla boy göstermeye başladı. Program ve yayın kalitesi
de epey arttı. Bizi rahatlatan adımlardan
biri buydu. Çoğu arkadaşımın evinde
bu kanallar kumandanın ilk hanelerinde
kodlanmış. Siyasete bulaşmayan, kültür
ve sanat programlarına ağırlık verenler
kendimce daha cazip.
Şimdilerde işin entelektüel bağlamında değerlendirmeler yapılıyor. Caizlik
tartışması rafa kalktı, yerini bilimsel
tartışmalar aldı. Çizgi filmler, filmler,
reklamlar itina ile içerdikleri anlamlar,
verdikleri mesajlar açısından irdeleniyor.
Önceki nesil He-man’deki “gölgelerin
gücü adına” söyleminden huylanıyordu
da ifade edemiyordu. Şimdi ise izlediklerimizi daha bilinçli değerlendirebiliyoruz. İdealistlerimiz, bari çocuklar
izlemesin kaygısıyla evine televizyon
almıyor. Ama bunu da başarmak bizim
nesil için zor. Canımız çekiyor. Kaldı ki
televizyona gelene kadar, boş vakit harcatan ve tehlikeli içeriğe sahip çok fazla mecra var artık. Televizyon bunların
yanında masum kaldı. Sanki o Televole
kültürünü bile özleyeceğiz gibi bir his
var içimde.
MART2016
KATI
7
TELEVİZYON VE
"YETİŞKİN ÇOCUK"
Ramazan Çelik
[email protected]
i
MART2016
KATI
8
nsanlık tarihinde bir çocuğun ilk defa
günde ortalama 7 saat televizyonun açık
olduğu bir evde dünyaya geldiğini gözünüzün önüne getirin. Ve yine insanlık tarihinde
ilk kez hikâyeler bir ebeveyn tarafından, okul,
kilise, topluluk hatta pek çok yerde devlet tarafından değil de, dertleri bir şeyler satmak isteyen, görece küçük bir grup şirketler topluluğu
tarafından anlatılsın.
Kadife Karanlık 2 Ayna Şövalyeleri1
özellikle gerçeği ayırt etmede güçlük
yaşayan ve melekeleri henüz gelişmemiş
olan çocuğun, özellikle şiddeti ve cinselliği televizyondan öğrenmiş olduğunun
bilinmesi. Bu konuda birinci referansımız Neil Postman’ın “Çocukluğun
Yokoluşu” eseri olsun. Sonra George
Gerbner ve arkadaşlarından bu şiddet,
korku, duyarsızlaşma ve cinsellik sarmalını anlatmaya çalışalım.
Çağımızın en önemli hastalıklardan biridir televizyon seyretmek. Seyredilen bu
iletişim aracı, ortaya çıktığı 1950’li yılların Amerika’sında altın çağını yaşamış ve
tüm dünyada aynı etkiyi göstermiştir. Bu
cihaz sadece seyredilen bir cihaz olarak
ele alınırsa, çok büyük ayıp etmiş oluruz
zat-ı şahaneye! Zira adına methiyeler dizilen, kuramlar yapılan, kitaplar yazılan
bir zat-ı muhteremdir “televizyon”! Televizyonu konu alan bu sayımızda herkes televizyonun kullanımını, geçmişini,
kendi anılarını konu alacaktır elbette.
Bir iletişim bilimci olarak ben ne yazabilirim diye düşündüğümde aklıma ilk
gelen şeyin nedense çocuklar olduğunu
ifade edebilirim. Çünkü bu zat-ı muhteremi seyrederken sadece eğlenmiyoruz,
bilgileniyoruz da! Peki nasıl? Daha doğrusu yetişkin cephesinden baktığımızda
eğlendik, bilgilendik. Ya çocuk cephesinden bu beyaz cam ne kadar şeffaf ya
da eğitici?
“Televizyon Öldüren Eğlence” ve “Çocukluğun Yokoluşu” eserlerinin sahibi
medya teorisyeni Postman, televizyon
kavramını belki de en çok kullanan isimlerin başında gelir. Çocukluğun Yokoluşu’nda Postman; “elektronik medyanın
gelişimine bağlı olarak nesiller arasındaki
sınırların kalktığını ve yoğun enformasyona maruz kalarak kendilerini koruyamayan çocukların, giderek küçük yetişkinlere dönüştüğünü ileri sürmektedir” .
Burada çocuğun kendini koruyamaması,
aslında koruma güdüsünün gelişkin olamamasına bağlı. Aynı zamanda her şeyi
çok hızlı alan zihin, çocuğun karakter
gelişiminde etkileyici rolü oynamakta.
Bazen çocuklarınız, ona cevaplayacağınızda güçlük çekebileceğiniz sorular soruyorsa size, bilin ki bu soruların membaının büyük bölümü medyadan aldığı
mesajlardan kaynaklanıyor. Bu tüm ebeveynleri şaşırtan cinsten bir durumdur,
lakin “şoke olmaya” burada gerek yoktur, zira sıkıntı bizzat ebeveynlerdedir
ve kontrolsüz akan mesajlara maruz
bırakılan çocukların müsebbibi onlardır!
Postman’a göre bir diğer önemli mesele
ise, yetişkinler ile çocuklar arasında sınır oluşturan alkol tüketimi, uyuşturucu
kullanımı, cinsellik, şiddet, korku gibi
eylemlerin çocuklar arasında yaygınlaşmasıdır. Peki, sonuç ne? Çocuk çocukluğunu yaşayamadan yetişkin olmakta:
“Yetişkin Çocuk!”. Ünlü kitle iletişim
araştırmacılarından George Gerbner ve
arkadaşları ise “Ekme Kuramı”, “Televizyon ve Kültürel Göstergeler” konulu çalışmaları ile özellikle televizyonda,
şiddetin, korkunun ve saldırganlığın bir
aradalığını anlama ve anlatma yolunda
Neil Postman ya da diğer Batılı düşünürler, her nedense çocuk gelişimi ya da
çocukluk kavramı üzerinde dikkatle durmaktadır. Bu arada bizim kültürümüz de
bu konuda boş durmayıp, “ağaç yaşken
eğilir” demiş ve çocukluğun esnekliğinden mütevelli şekillenebileceğini ifade
etmiştir. Peki, bu eğilip bükülen nedir,
beden mi, ruh mu, ahlak mı, zihin mi?
Düşünsel faktörler üzerinden değerlendirildiğinde aslında eğilen, bükülen, başta zihin, ruh ve ahlaktır.
Çocuk ve televizyonu konu almamızın
en önemli nedeni, televizyondan öğrenilenlerin içeriğinin ne olduğu? Yapılan birçok araştırma göstermektedir ki,
önemli bulgular elde etmişlerdir. Gerbner: “Tv ve Kültürel Göstergeler konulu çalışmasında, televizyonun şiddeti
olgunlaştırarak, sıradanlaştırdığını ve 18
yaşındaki bir Amerikan gencinin, o yaşa
kadar televizyon ekranından 32 bin cinayet ve 40 bin cinayete teşebbüs olayına tanıklık ettiğini ortaya koymuştur”
. Bu çalışma bir simülasyon değil! Zira
hepimiz Amerika’da onlarca yıldır, okul
baskınlarına şahit oluyoruz, çocuk ya da
gençliğe yeni adım atmış bir Amerikalı,
yüzlerce kişiyi bir seferde öldürebiliyor.
Gerbner ve arkadaşlarının yaptığı bu
çalışma günümüz dünyasına hala ışık
tutmakta ve etkilerini göstermektedir.
Daha yetişemeden yetişkin olan çocuk,
algılamada güçlük çekerek, şiddetin,
saldırganlığın, cinselliğin tam ortasında
kendini buluyor. Bu da sağlıksız nesillerin yetişmesine sebep oluyor. Konu ile
ilgili daha çok şey anlatılabilir, kısmetse
diğer sayılarda. “Katı Dergi” vesilesi ile
son bir öneride bulunalım. RTÜK ve
benzeri kuruluşlardan, çocukları korumak adına, yayın içeriğini belirten, bilgi
logolarının (şiddet ve korku içerir, +7,
+13, +18 gibi) sadece sinema filmlerinde değil, dizi ve benzeri programlarda
da yayın bitene kadar ekranda tutulmasını talep ediyoruz. Zira belki küçük bir
talep, ancak yetişemeden yetişkin olan
çocuk için çok büyük.
Dipnotlar:
1. Ünsal Çığ, George Gerbner, Kadife Karanlık Ayna Şövalyeleri (içinde), Su Yayınevi,
2.Baskı, İstanbul: 2011.
2. Füsun Alver, Neil Postman'ın Çocukluğun Yok oluş Sürecinde İletişim Teknolojisi
Eleştirisinin Eleştirisi, Ankara Üniversitesi
İletişim Araştırmaları Dergisi, Cilt:2 Sayı:2,
2004
3. Yasemin İnceoğlu, Bir Üçleme: Çocuk,
Medya ve Eğitim, Medya ve İletişim (içinde), Ed: Metin Işık, Ayhan Erdem, Eğitim
Kitabevi, Konya: 2008
İYİ SEYİRLER
TÜRKİYE!
Aybüke Ekici
T
elevizyon şeytan icadıydı… Evlere alınması bile caiz mi değil mi
diye tartışılır, yaşlılar sırtını dönüp de otururdu televizyonun açıldığı
odalarda. Gel zaman git zaman eve almaya bile korkulan bu alet, en muhafazakâr ailelerde bile yenisi çıktı mı eskisi
gönderilen, çeyizlerin vazgeçilmezi, salonların başmisafiri, hanımların evde en
yakın arkadaşı oluverdi. Caiz mi değil mi
tartışmalarına girmeden –haddimi de bilerek ve iş ehline bırakarak- televizyonun
hayatımızdaki olumlu yönlerine bakmak
istedim. Ne de olsa “Batı’nın iyi yanlarını
almak lazım!”
Değil mi ki İkiz Kulelere çarpan uçakları ve sonra tüm İslam âlemine meydan
okunmasını ondan izledik. Sonra Irak’ın
bombalanmasını, bombalar alevlenirken
Irak’ın kaderi gibi karanlık bir gecede
minarelerden yükselen salâları ve Irak
gibi içimizin yanmasını televizyondan
seyrettik. Sanki televizyonlar değil miydi Mavi Marmara’da katliama hazırlanan
İsrail’in, haberi olmadığı ek bir frekansla
katil olduğunu tüm dünyaya duyuran ve
belki de daha büyük bir saldırıyı durduran? “One Minute” deyip kibirli dünya
devletlerinin gözlerinin içine bakarak
kartal gibi süzülüp giden başkaldırıyı
tüm dünya ile birlikte biz de televizyonlardan izledik.
En uzun günde de tutsak orucumuzu
akşama bizi mükellef bir sofranın beklediğini bildiğimiz huzur ve barış içindeki
evlerimizde, Mısır’da Rabia’nın acısının,
Gazze’deki mazlumları, Arakan’ın yalnızlığını televizyonlardan görüp de biz
de bu vesile ile ekmeğimizi ve rahatımızı
paylaşmadık mı Müslüman kardeşlerimizle. Böylesine canlı ve yakından tanık
olmasaydık, bu tanıklıkla koşup yardım
etmeseydik o hesap günü geldiğinde
“Kardeşin için ne yaptın?” sorusuna nasıl cevap verecektik?
Elbette ki asrın en büyük icadı, hoş gelmiş sefa gelmiş, aman gericiliğin lüzumu
yok deyip evlerin başköşesinde olduğu
gibi kalbimin en müstesna yerine alacak değilim televizyonu. Ama sadece
son beş-on yılda yaşananlardan örneğini
[email protected]
verdiğim, televizyonun sağladığı iletişim
ve bilgiyle Irak için duaya durduk; Mavi
Marmara’ya saldırılınca gece yarısı evlerimizden fırlayıp meydanlarda haykırdık,
bir olduk. Yediğimiz, içtiğimiz, sahip
olduğumuzun şükrüne de şuuruna da
Gazze’de, Arakan’da, Mısır’da, Pakistan’da yaşananları görüp, kardeşlerimizi
ve vazifemizi hatırlayarak sahip olduk.
Artık savaşların bile ekranlardan yapıldığı hız tutkunu günümüzde, televizyonun
hepten kötü olduğunu söylemenin imkânı kalmadı. Sırtımızı dönüp oturmak
yerine, Allah’ın bize verdiği hür iradeyi
kullanmak en makul ve akliyane çözüm
olacaktır. Sıtma yerine sinekle uğraşmak
deyimi vardır ya, televizyonu sinek gibi
görmek yerine, işimize yaradığı gibi kullanmak, seçme kanalları ve programları
seyretmek –ki Diyanet TV ve TRT Belgesel gibi güzide seçeneklerimiz var- kadar algı yönetimini lehimize kullanmak
için de televizyona ihtiyacımız var.
Hem belki artık televizyonun iyi mi kötü
mü olduğunu tartışmaya bile gerek kalmamıştır. Televizyona ilk sahip olunmaya başlandığında evinde de dininde de
onu nereye koyacağını bilemeyenler belli
bir mesafe kaydetmişlerse de internet
karşısında ne yapacağımızı hiçbirimiz
bilmiyoruz. Zira televizyon ile kitlesel
hareketlerin meydana gelmesi, örgütlenmesi bir yana aileler en azından akşamları birlikte bir şeyler seyredip, gülüp eğlenebiliyorlardı. Ama sanal gerçeklik ile
hayattan soyutlayan internet teknolojisi,
aileleri paramparça etmekle kalmıyor insanın âlemle, insanın insanla ve insanın
Allah ile olan kadim ilişkisini toptan kesmeye yeltenmiş durumda.
En eski ve işe yarar icatlardan gözlük,
insanın âlemi daha iyi görmesi için icat
edilmemiş miydi? Peki, yolda yürürken
aynı zamanda telefonundaki oyunları
“sanal gözlükle” devam ettiren bir insanın hangi gerçeklikle bağı olabilir? Çiçeğe dokunmadan ve koklamadan onu, bir
çift insan gözünün gönlüne işlemesine
izin vermeden âşık olamadan o gözlere,
tadamadan egzotik meyveleri yerinde,
bırakın ayağımıza gözümüzün pınarına
kadar yaklaşmış sanallık-internet için bir
an önce yol haritamızı çizmeliyiz.
Her şey seyretmekle başladı aslında! Yapıtaşı atom olan dünyanın yapı taşı insan,
okumayı, düşünmeyi, hissetmeyi, sevmeyi ve dahi bakmayı bıraktı! Terk etti insan
- âlem - Allah ilişkisini. Önce seyre daldı
hiçbir şeyi düşünmeden, verilen ne varsa ekranlarda, hiç ayırt etmeden büyük
bir aç gözlülükle seyre daldı olan biten
her şeyi; hiç müdahale etmeden. Ne zaman ki farkına vardı seyrettikleri kendisi
ve âlem, “Siyah Bir Ayna” gibi kendisini
yansıttığını görünce televizyonların, iyiye
kullanmaya başladı ve düşünmeye.
Tam her şey –biraz da olsa- yoluna girmeye başlamış, ekranlarda sadece kötü
ve çirkinlikler değil iyi ve güzel olanlar
da seçilir, görülür olmuşken internet ile
iyileri göremeyeceğimiz kadar çok kötülük saçıldı ortaya. Sözüm ona haber sitesi olan internet sayfalarında sayfa sayfa
satır satır fuhşa, ceset pornosuna batmış
bu yerleri ziyaret etmemek, sayfaları açmamak bir çözüm belki. Peki, gördüğü
her şeyi en ufak bir sorgulamaya tabi
tutmadan, vicdan kanallarına bile daha
ulaşmadan elindeki fiber hızlı internetli
telefon ile paylaşanlar için çözümümüz
ne olacak?
“Boğaziçi köprüsünde intihara kalkışan
kişi ikna edilmeye çalışılırken, trafikten
sıkılan iki kadın “Atla atlayacaksan.”
dedi. Adam köprüden atladı. İki kadın
intiharı teşvik suçundan gözaltına alındı.
Haberin videosu ve intihar anı için TIKLA VE İZLE!”
Son söz olarak bir soru: yukarıdaki
haber metninde kim daha suçludur:
A) “Atlayacaksan atla” diyen iki vicdansız kadın.
B) Hiç düşünmeden bir insanın ölüme
atlayışını seyre dalan
C) Bu görüntüleri elleri titremeden
i-Phone 6’sı ile kaydeden.
İyi seyirler Türkiye!
MART2016
KATI
9
TEMBEL İNSANIN HIZ
TUTKUSUNA DAİR
Serhat Dalgalıdere
[email protected]
A
MART2016
KATI
10
kıllı makinalar, ne kadar havalı değil mi? Akıllı sıfatı önüne
konulan bir cihaz, bir anda
sihirli bir kutuya dönüşüyor. Akıl,
beyin, fikir, düşünce bu kelimeler insanoğlunda bulunan özellikler. İnsanoğlu dünyada tanıdığı tüm varlıkları
kopyalamakla ömrünü geçirmiş. İlk
önce kendini kopyalamakla başlamış.
Yaşam içerisinde kullandığımız ürünlerin neredeyse tamamına yakını insanoğlunun bir şeyleri taklit etmesiyle
ortaya çıkmış. Önce basit taklitler ile
başlayan insanoğlu, yapay zekâya sahip ürünlere kadar kendini geliştirmeye devam eder. Kullandığımız birçok
ürün artık “Akıllı” sıfatı taşıyor.
Teknolojinin hızla gelişmesi sonucu yaşamın her kıyısında gerçekleşen
değişimler gibi bu değişimler iletişim
araçlarını da etkilemiş. Akıllı ibaresi özellikle 1990’ların başlarından
2016’ya kadar hızla gelişerek yaygınlaşmıştır. Akıllı olan insan, her şeyi
akıllı yapma telaşına düşer. Telefonlar başta olmak üzere aklınıza gelen
tüm elektronik cihazlar akıllı. Peki,
gerçekten akıllı mı? Elimizden hiç düşürmediğimiz telefonlar, gözümüzü
ayıramadığımız televizyonlar, internete girdiğimiz bilgisayarlar sizce ne
kadar akıllı? Öncelikle bir cihaza akıllı
dememiz için hangi şartların gerçekleşmiş olmasını bekleriz. “Bana bırakmadan bazı şeyleri tahmin ederek
hızlıca yerine getirsin.” Telefonum
çaldığında dokunmadan kulağıma götürmem ile otomatik olarak gelen çağrı açılsın. Ben leb yazayım o leblebi
diyerek devam etsin. Ben televizyona
“Open Smart TV” diyeyim, o açılsın.
Gözümün içine baksın ve beni anlasın. Gözümle kanal değiştireyim. El
hareketimle sesi açayım. Ses frekanslarını yazıya çevirsin parmaklarım yorulmasın.
Bir yerde duyduğum bir melodiyi din-
leteyim bana kime ait olduğunu göstersin. Gideceğim yeri yazayım bana
harita üzerinde tarif etsin. Televizyondan, telefondan, tabletten, internete girebileyim. Bir yere kaydettiğim
datayı aynı anda tüm cihazlarıma kaydetsin. Beni benden daha iyi anlasın.
Hatta mümkünse bazen ben olsun
önceden yüklediğim ses kaydım ile görüşmek istemediğim kişilere otomatik
mesaj bıraksın. O ben olsun. Ben o
olayım. Her şey benim daha rahat bir
hayat yaşamam için belki de daha kolay bir yaşam sürebilmem için…
Daha para transferlerini, fatura ödemelerini, bankacılık teknolojilerinden
bahsetmedim bile. Ne kadar da çokmuş değil mi? Belki saymadığım binlerce özellik daha vardır. Ne gerek var
hepsini sıralamaya onlar da bunlara
benzer nasılsa. Aslında her şey bizim
daha fazla tembelleşmemizi sağlıyor,
ancak koşuşturmaca gittikçe hızlanıyor. Tembel insan hızlı olabilir mi?
Enteresan değil mi? Bir adam hayal
edin, adam tembel, asla bir şey yapmaz. Her şeyi makinalar yapar ama
adam aynı zamanda hızlı. Arkadaşlar
bunca işimizi makinalara yaptırdığımız halde nasıl oluyor da sürekli bir
koşuşturma halindeyiz... Toplu taşıma
araçlarında hepimiz elimizde telefon,
sürekli mailler, mesajlar, bilgiler, fotoğraflar gönderip alıyoruz. Bu kadar
makinalar yanımızda, pardon akıllı makinalar yanımızda ama biz hala
koşuyoruz. Sabah ne zaman işe çıktığımızı bilmiyor. Ne zaman döndüğümüzü bile hatırlamıyoruz. Dünyamıza
onca akıllı cihaz girmesine rağmen
hayat hiç de akıllı bir yer haline dönmedi. Hiçbir şekilde işlerimiz leb demeden leblebi olmadı.
Bu işin biraz da teknik kısmına bakalım. Akıllı televizyonu ele alalım mesela. Akıllı demek yapay zekâya sahip
demek. Yapay zekâya sahip olmak
adı üzerinde zekânın yapayına sahip
olmak demek. Yani bir zekâ var ortada ama insan beyni kadar gelişmiş
değil. Üstelik bir ruha sahip de değil.
Yapay zekâ, geliştirilebilen makine
beyni olarak tanımlanabilir. Siz ona
ne kadar veri yüklerseniz o veriler içerisinden size en iyi sonucu bulan bir
cihaz. Gözümüzü alamadığımız akıllı
televizyonlarımıza bakalım mesela,
bazı sensör teknolojileri ile zekâları
artan televizyonlar artık bize internet
dünyasını açıyor. İçerisinde yüzlerce
kanal barındırıyor ve “Açıl televizyonum açıl” dediğimizde açılır. “Kapan
televizyonum” dediğinizde kapanır.
“Smart TV” işte karşınızda. Peki, bu
yazar ne anlatmak ister. Anlatmak istediğim şudur ki; hiçbir makine insanoğlu kadar akıllı olamayacaktır. Çünkü maddesel varlıklar kopyalanabilir
fakat ruh asla kopyalanamaz. Allah’ın
yarattığı varlıklar hiçbir zaman inanılmazlığını ve kusursuz mükemmelliğini
kaybetmeyecektir. Sürekli geliştirilen
akıllı cihazların sadece bellek kapasitesi ve algılama sistemleri geliştirilmektedir. Karar verme mekanizmaları asla bir insanın mükemmelliğine
ulaşamayacaktır. Çünkü insan sadece
beyni ile karar vermez. Duygular ise
asla kopyalanamaz. Öte yandan her
şeyin akıllanması insanoğlunun işini
kolaylaştırmamıştır. Aksine zorlaştırmıştır. Bir şeylerin hızlıca yapıldığını fark eden doyumsuz insan nefsi,
dünyaya ait birçok işi biranda yapma
hevesine doğru koşmuştur. Böylelikle
işimizi kolaylaştırdığımızı düşündüğümüz cihazlar ile beraber bir trenin vagonunda nereye gittiğimizi bilmeden
sürüklenmemize sebep olmuştur. Her
şeyin daha kolay yapıldığı günümüzde
nasıl olduysa insanoğlunun iş yükü
eskisinden daha ağırdır. Hem tembel
hem hızlı olmayı başardık galiba…
YENİ NESİL YAYINCILIK:
DIGITAL SIGNAGE
Fatih Ünal
[email protected]
8
0’lerin unutulmaz bilimkurguları
arasında gösterilen ve tüm zamanların en fazla gişe hasılatı yapmış
filmlerinden olan “Geleceğe Dönüş
(Back to The Future)” serisi filmlerini hemen hemen hepimiz izlemişizdir.
Film, zaman sınırlarını aşan bir hayal gücüne sahip olması nedeniyle birçoğumuzun ilgisini fazlasıyla çekmiştir. Filmin
doğru bir gelecek tasviri ve tahmini yapmak gibi bir derdi olmadığının farkında
olsak da o günlerde hepimize uzak bir
hayal gibi görünen parmak izi okuyucu,
hologram, görüntülü konuşma ve LCD
TV gibi teknolojiler günümüzde gerçekleşmiş bulunmaktadır.
Filmde birçok sahnede duvara monte
büyük LCD TV’leri görüyoruz. Evet,
bugün eski nesil dediğimiz tüplü televizyonlardan neredeyse tamamıyla kurtulduk diyebiliriz. Hayatımızın hemen
hemen her alanında LCD TV veya LCD
Monitörleri kullanmaktayız. Alışveriş
merkezleri, oteller, marketler, bankalar,
restoran ve kafeler, dernek ve vakıflar,
eğlence mekânları, benzin istasyonları,
perakende satış yapan firmalara ait vitrinler, hastaneler hatta toplu taşıma araçlarında dahi duvara veya tavana monte
edilmiş şekilde duran bir LCD teknolojisi mevcut. Artık LCD’ler yaşam alanlarımızın tamamına girmiş durumda.
İnternet devrimi ile birlikte ortaya çıkan
sosyal medya çağı ve mobil cihazların
yaygınlaşarak mobilitenin tüm alanlarda
akıl almaz bir hızla artması ile “Mobil
TV” adı verilen kavram hayatımıza girmiştir. Bu teknoloji, zaman ve mekân
kısıtlaması olmadan mobil cihazlar üzerinden internet tabanlı olarak TV izleme
olanağı sağlamıştır. Bu durum geleneksel
TV’lere olan ihtiyacın azalmasına neden
olmuştur. Buna ek olarak dijital uydu yayın teknolojilerinin yaygınlaşması ve azalan maliyetleri nedeniyle “karasal yayın”
diye tabir edilen UHF veya VHF bandı
üzerinden yapılan yayınları yok olma aşamasına getirmiştir.
TV kullanıcısının azalan ilgisini yeniden
artırmak isteyen üreticiler ise ürünle-
rini kullanıcı etkileşimli akıllı cihazlara
dönüştürmeye başlamıştır. Ürünlerine;
video kaydetme, kablolu ve kablosuz internet erişimi, üç boyutlu gösterim, ses
ve el hareketleriyle kontrol, USB bellek
yuvaları ve diğer multimedya araçları ile
genişleyebilme gibi özellikler ekleyerek
günlük yaşantımıza entegre yeni nesil
LCD’leri bizlere sunmuşlardır.
Kafamızı kaldırdığımız birçok yerde
karşımıza çıkan işte bu yeni nesil, çoğu
akıllı ve etkileşimli durumda bulunan
LCD’lerde gösterilen (gönderilen) yayınlar, geleneksel yayın yöntemleri arasında bulunan analog karasal yayın sistemi
veya dijital uydu yayın sistemleri yerine
kapalı devre olarak çalışabilen, kurumlara veya kişilere özel yayın akışları hazırlayabilme kabiliyetine sahip, bulut vb. gibi
ileri internet teknolojilerini kullanan yeni
nesil yayın sistemleri ile yapılmaktadır.
“Digital Signage” olarak tabir edilen bu
sistem, kurumsal iletişimden reklama
kadar birçok farklı alanda çok farklı sektör tarafından kullanılmaktadır. Digital
Signage kavramı için henüz tam olarak
Türkçe bir karşılık bulunamamış olsa da
genel olarak; “Dijital Bilgi Ekranları”,
“Kurumsal TV Yayın Sistemi”, “İnternet (Bulut) Tabanlı Ekran (Monitör)
Yönetim Sistemi” veya “LCD Bilgilendirme Sistemi” şeklinde kullanımları
mevcuttur.
Digital Signage, internette bulunan (bulut tabanlı) tek bir merkez üzerinden
yönetilebilen birçok ekran (TV veya
Monitör) mantığına dayanmaktadır. Bulut tabanlı olması nedeniyle merkezi ortama tanımlanan ve dünyanın herhangi
bir yerinde bulunan tanımlı bir ekrana
rahatlıkla erişim sağlanabilmektedir.
Görseller, videolar, haberler ve ulaştırmak istenilen tüm diğer içerikler; bulut
tabanlı merkezi içerik yönetim sistemi ile
dünyanın herhangi bir yerine eş zamanlı
olarak, çok farklı çözünürlük ve özelliklerde gönderilebilmektedir.
Bunların yanı sıra sistemin birebir inter-
net erişimi ve etkileşimi olması nedeniyle çok farklı kaynaklar üzerinden gelen
hava durumu raporları, döviz kurları,
trafik bilgileri, haberler gibi servis tabanlı içerikler de ekranlarda aynı anda
gösterilebilmektedir. İşte böylece Digital
Signage, tıpkı bir TV yayını gibi hareket
edebilmekte ve görüntülenebilmekte
hatta daha da fazlasını yapabilmektedir.
Örnek olarak gözümüzün önüne bir
ana haber programını getirebiliriz. En
altta şerit üzerinde kayan haberlerin ana
başlıkları bulunabilmekte, sol tarafta döviz kurları ve hava durumu akarken sağ
tarafta ise video oynatılabilmekte veya
bir spiker haber sunabilmektedir. Hatta
yayın esnasında istenilen çözünürlük ve
farklılıkta bir görsel veya ses tabanlı bir
reklam gönderilebilmektedir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi birçok
LCD üreticisi, ürünleriyle kablolu ve
kablosuz şekilde internet erişimi imkânı
sağlamakta ve Digital Signage için gerekli
olan bulut tabanlı merkezi yayın sistemi
ile iletişime geçecek uç (client) yazılımların kurulumuna imkân tanıyan işletim
sistemleriyle sunmaktadır. Ancak bu
tür desteklerin bulunmadığı ürünlerde
ise durum biraz daha farklıdır. İnternet
erişimi olmayan ve üzerine herhangi bir
yazılım kurulmasına imkân sağlamayan
ürünlere terminal bilgisayarların bağlanması ile bu özellikler kazandırılmakta
ve bu bilgisayarlar üzerine uç yazılımlar
kurularak merkezi içerik yönetim sistemi
ile iletişimi sağlanmaktadır.
Her geçen gün geliştirilen teknolojik
ürünlerin daha da çoğalması ve bu ürünler ile olan etkileşimimiz artıkça; Digital Signage gibi hayatımıza yeni anlam
ve kavramlar hızlı bir ivme ile girmeye
devam edecektir. Teknoloji doğru kullanıldığı takdirde bizlere kolaylık sağlayacak araçlar olarak sınırsızca imkânlarını
sunacaktır. Birçok bilimkurgu filminde
gördüğümüz çok farklı teknoloji sahneleri daha biz farkında olmadan büyük bir
hızla gerçekleşecek ve zamanla hayatımızın ayrılmaz birer parçası haline gelerek
yaşamımızdaki yerini hızla alacaktır.
MART2016
KATI
11
TELEVİZYON VE
EDİLGENLİK
“Bir de televizyon çıkmış.
İnsanlar birbirleriyle değil topluca alete dönüp
onunla konuşuyor sanki. O ne derse mevzu o oluyor.”
Mustafa Kutlu – Beyhude Ömrüm
Halil Kökcü
[email protected]
H
MART2016
KATI
12
erkesin kötü olduğu ve bizi
bulunduğumuz o saf, müstesna, konumdan indirmeye
çalıştığına yönelik algıdan uzun zamandır çok rahatsızlık duyuyorum. Bu algı,
bizim dışımızda kafası hep kötülüğe
basan ve bizi milli-manevi değerlerimizden uzaklaştırmaya çalışan insanları ve onların yaptıkları zararlı olduğu
düşünülen işlerin ortadan kalkması ile
sorunların ortadan kalkacağı, güllük
gülistanlık bir dünyaya kavuşacağımızı
düşündürmektedir. En azından sosyal
medyada ve günlük hayatta görebildiklerim öyle.
Geçtiğimiz dönem bir derste, sosyal
medyada konusu tarih olan popüler bir
dizi hakkında yayından kaldırılmasına
yönelik paylaşımları gördüğümde duyduğum rahatsızlığı paylaşmıştım. Bu
durumu eziklik (bu ifadeyi kullanmayı
sevmesem de karşılığı olduğunu düşünüyorum) olarak niteledim. Yani biz
edilgen durumdayız, her türlü etkiye
açığız ve bu etkilere karşı yapabilecek
bir şeyimiz yok. Dolayısıyla bize etki
eden her türlü şey ortadan kalkmalı.
(olayı vülgarize ederken nüansları kaçırıyor olabilirim veya siz bahsi geçen
konumda olmayabilirsiniz) Tarihimizi
çarpıtıyorlar, doğru aktarmıyorlar ifadesi, doğru, "hakiki" tarihe sahiplik
iddiasını da içeriyor. Kaldı ki bize sunulan içerik gerçekten de hakikati yansıtmıyor olabilir. Günümüzde yaşanan,
hepimizin gözü önünde gerçekleşen
tek bir olayın farklı farklı aktarımlarını
gördükçe ve bunların gelecekte tarih
olacağını düşündükçe tarih adına duyduğum şeylere de çok güvenmemem
gerektiğine kanaat getireli epey oldu.
Dolayısıyla sunulan içeriğe gözü kapalı mutlak doğru veya mutlak yanlış
diyemem ya da tersi de geçerli: mutlak
doğru veya mutlak yanlış demem için
gözümü kapatmam lazım. Hakikisi
bizdeyken iletişim araçlarının (TV-sinema-medya) bizde olmaması, en azından bize bu "kasıtlı yanlışlığın" ortadan
kaldırılmasını talep etme hakkını tanıması gerektiğine dair bir itiraz aldım.
Bu itiraz üzerine dizi izlememenin bir
seçenek olduğu ve izleyemeyebileceğimizi ya da hakikisine sahip olduğumuz
tarihi gerçekliği kendimiz aktarmamız
gerektiğini söyledim. Kaldı ki, hatalı
ya da yanlış olduğunu düşündüğümüz
içerik de ortaya çıkabilmeli hatta bizim bildiğimizin aksine olan şeyleri
de söyleyebilmeli. J.S. Mill’in ifadesiyle
düşünce özgürlüğü bizatihi sahip çıkılan düşünce için gereklidir. Bu sayede
düşünce kendini test etme imkânı bulur. Hatalı ise düzeltilir ya da tamamen
yanlış ise ortadan kalkar. Eğer doğru
ise de varlığını, geçerliliği kuvvetlendirerek yoluna devam eder.
O günkü dersten itibaren aklımın bir
köşesinde bu konu vardı. Konumuz
dizi olduğu için acaba sinema-dizi üretiminde imkânlar ne kadar insanı sınırlandırmalı. Ya da biz sıradan insanlar
için bu silahların eşitsizliği durumunu
nasıl yorumlanmalı. Herhalde öncelikle bir TV dizisinin değerini tespit
etmek lazım. Ona yüklediğimiz anlam
bize nasıl hareket edeceğimizi belirleyecek. Sadece bir eğlence aracı olarak
görüyorsak bu durumda çok dikkate
almamıza gerek yok. Eğer bize eğlencenin yanında ve belki ötesinde bilgi
aktaran bir araç olarak görüyorsak ve
aktardığı bilginin yanlışlığını biliyorsak
gene sorun yok. Nasıl olsa biz gerçeği
biliyoruz. Geriye en sorunlu olan kısım, bilgisi olmayanların ya da henüz
bilgi edinme aşamasında olan küçüklerin yanlış bilgilenmeleri ve kötü etkilenmeleri olur ki, TV dizisi dışında
(ve onun kuvvetinde) öğrenebileceği
etkin kaynaklar sunamıyorsak o kadar
da yakınmamak lazım. TV-sinemanın
para kazandıran bir ticaret kolu olduğu ve dizi-film çekilirken de bunun
dikkate alındığını unutmamak lazım.
Nihayetinde talep görmemesi halinde
talep gören her ne ise rakip kanallarda aynısının üretildiğini unutmayalım.
Örnek olarak dönem dönem çoğalan,
ağa dizileri, lise-üniversite dizileri, şu
andaki tarih dizileri, evlilik programları, sağlık programları aklımıza gelebilir. Burada içerik üreticileri hiç mi bu
işleri yönlendirmiyor sorusu gelebilir,
elbette ki onlar da izleyicileri istedikleri
yönde etkilemek isteyeceklerdir. Çamaşır deterjanı tercihinizi etkilemek için
onlarca reklam yapıldığını düşünürsek,
sizi yönlendirme konusunda isteksiz
ya da eylemsiz oldukları düşünülemez.
Ancak bize yönelik içeriklerin bizim taleplerimiz dikkate alınarak (en azından
ana akım medyada) üretildiğini unutmamak lazım.
İlber Ortaylı'nın “bu binaları yapan
müteahhitlere dil çıkarsaydınız bunları
(ucube çok katlı insanı merkeze almayan binaları) yapamazlardı” ifadesi burada da düşünülebilir. Eğer herkes sefertası gibi dizilmiş evlerde yaşayıp dar
yollarda park yeri aramayı kendine mesele etmiyorsa müteahhit neden etsin?
Dipnotlar
1. Ekrem Buğra EKİNCİ, Muhteşem
Yüzyıl’da Göze Takılanlar, 12 Ocak 2011
(erişim tarihi 1 Mart 2016) http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=313
2. Bu noktada kişinin bilgisinin, düşüncesinin yanlışlığına ilişkin kanıtlarla yüzleştiğinde yanlışlanan düşüncesine enteresan
bir şekilde daha sıkı sarılmasına dair “backfire effect” ve “bilişsel önyargı (cognitive
bias) ” kavramları incelenebilir.
NASIL REKLAM
YILDIZI OLDUM!
“Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak”
-Andy Warhol
Z
aman geçirmek, keyif almak, öğrenmek, bilgilenmek, merakımızı
gidermek için izleriz televizyonu.
Büyük küçük, kadın erkek, genç yaşlı,
işçi memur, patronundan işsizine kadar
hepimiz, evimizin başköşesine kurulmuş bu dikdörtgen aletin bize gösterdiklerini seyrediyoruz. Peki, seyretmek
konusunda hepimiz tecrübeliyiz, ama
bu kutunun içinde olmak nasıl bir duygu acaba?
Çocukluğumun o naif dönemlerinde
yapmayı en çok istediğim mesleklerin
başında; televizyon muhabiri olmak geliyordu. Bunu da zaman zaman çocuk
aklımla tecrübe ederdim; o zamanlar
piyasaya yeni çıkmış bir kalemlik vardı. Kapaklı, her yerinden bir şey çıkan,
ilginç bir materyaldi. Bu kalemliğin kalemtıraş olarak kullanılan yerinin şeffaf
kapağı açıldığında kamera vizörü gibi
oluyordu. Kalemliği elde tutup o şeffaf
kapaktan bakınca, kameranın vizöründen bakıyor hissi uyanırdı. Evin içinde
elde kalemlik dolaşır, aynı zamanda da
“evet sevgili seyirciler, işte gördüğünüz
gibi şimdi bu oluyor, şunu görüyorsunuz…” gibi klasik cümleler kurardım.
Kimi zaman kardeşimin ağlamasını çekerdim, kimi zaman annemin yemek
yapışından bahseder, kimi zaman da yeğenlerimden birini kızdırıp onun o halini 70 milyona seyrettirirdim…
Tek kanallı yılların hüküm sürdüğü o
dönemde geçen çocukluğumun en unutulmazlarından birisi hiç şüphesiz benim gazetecilik mesleğini seçmemde,
televizyon muhabiri olmamdaki rolünü
yadsıyamayacağım rahmetli Mehmet Ali
Birand’tır. Onun 32. Gün isimli programının efsane olduğu dönemler. Şimdiki
Rusya’nın atası olan Sovyetler Birliği’nin
Afganistan’ı işgal ettiği, Afgan mücahitlerin Sovyet askerlerine kök söktürdüğü
dönemler. Birand, o savaşı 32. Gün farkıyla ekrana taşıyordu. Birand’ı her seyrettiğimde içimde fırtınalar kopuyordu.
Kafama koymuştum: ben de Birand gibi
gazeteci olacaktım. Rabbim nasip etti
gazeteciliğin okulunu okudum. İletişim
Kadir Metin Akbaş
[email protected]
Fakültesi’nden mezun olduktan sonra,
hep hayalini kurduğum televizyon muhabirliğini yapmaya başladım. Ama kazın ayağı, hiç de “ekrandan” göründüğü
gibi değildi…
Elime mikrofon alıp haber peşinde
koşmak güzeldi ama o kameranın karşısına geçip bir şeyler söylemek var ya
işte o, o kadar da kolay değildi. Adeta
bir silahtı kamera ve onun karşısında iki
cümleyi bir araya getirip konuşmak, öyle
her babayiğidin harcı olmadığını, bizzat
yaşayarak tecrübe ettim. Gittiğim bir
haberde anons çekmek, kameraya bakarak bir şeyleri anlatmak için akla karayı seçiyordum. İlk bir yılım böyle geçti.
Söyleyeceklerimi deftere yazıyordum,
ezberliyordum ama kameranın karşısına geçtiğim de, objektifle göz göze
geldiğimde her şey uçup gidiyordu…
Kaç defa haberde iken, anons çekmeden önce eşimi arayıp; “Ben bu mesleği
yapamayacağım, anons çekemiyorum,
bu iş bana göre değil…” demiştim. İlk
bir yıl her gün işe; “Bugün beni atacaklar, Kadir Bey bu iş size göre değilmiş,
yapamıyorsunuz, kusura bakmayın sizinle çalışamayız” diyecekler korkusuyla gittim. Neyse ki korktuğum başıma
gelmedi. Çalıştıkça açıldım, açıldıkça
bu işin ne kadar keyifli olduğunu keşfettim. Haber peşinde koşmak, anons
çekmek, canlı yayın yapmak, ardından
akşam televizyonda kendimi seyretmek,
ailemin, arkadaşlarımın, komşularımın,
akrabalarımın beni seyretmesi, ekranda
beni görmesi, bunu daha sonra benimle
paylaşmaları anlatılmaz bir duyguymuş,
bunu yaşadım. İlk zamanlar özellikle
kalabalık içerisinde anons çekmekten,
canlı yayın yapmaktan çekiniyordum.
Herkesten uzakta çekiyordum anonsumu. Ama yıllar geçtikçe, bunu da aştım.
Hatta kalabalık içerisinde anons çekmek, canlı yayın yapmak daha bir keyif
verir hale geldi.
Canlı yayın demişken, televizyon haberciliğinin bence en zirve noktası “olay
yerinden” canlı yayın yapmaktır. Hele
de elinizde o olayla ilgili yeterli bilgi var-
sa, konu sizin ilginizi çeken bir alansa,
kamera karşısına geçersiniz ve o kısacık
4-5 dakikalık anda coşarsınız. Doğaçlama yapma imkânı olduğundan dolayı
canlı yayınları daha çok severim. İşte
bundan dolayı bir canlı yayın hiç ummadığım bir zamanda benim reklam yıldızı
olmama vesile oldu. Şaka bir yana, yıldız
olmadım ama bir reklamda oynadım.
Nasıl oldu anlatayım…
Klasik canlı yayın yapılan konuların başını İstanbul’a yağan kar haberi çeker.
Bu konuda “İstanbul’a kar yağmadan
Türkiye’ye kış gelmez” deyimi dahi
vardır. Mevsimin ilk karı İstanbul’a
düştüğünde biz de canlı yayın aracımıza atladık ve uygun bir mekân bulup
yayınımızı yaptık. Sarıyer civarındaydık.
Ben, İstanbul’a yağan kardan mütevellit
meydana gelen kazaları, aksayan hava ve
deniz trafiğini, yetkililerin uyarılarından
bahsediyordum. Bir anda yayın esnasında kartopu yağmuruna tutuldum. Neye
uğradığımı şaşırmıştım. Güç bela yayını tamamladım. Meğerki teknik yönetmenimiz çevremizdeki çocukları, bana
kartopu atmaları konusunda ikna etmiş.
Canlı yayını bitirdik ve haber merkezine
döndük. Kartopu savaşına maruz kalarak tamamladığım yayını, teknik yönetmenimiz belki izleyen olur da keyif alır
diyerek Youtube’a yükledi. Bu durumun
üzerinden takriben 3 yıl geçmişti ki bir
firmanın ürünü için reklam çekmek isteyen ajans, internette araştırma yaparken
benim bu videoma denk gelmiş. Benim
o kartopu saldırısı esnasındaki canlı yayınımdan etkilenerek reklamda beni oynatmaya karar vermişler. Ve hiç hesapta
yokken, o ürünün reklamında, muhabir
rolünde ben oynadım.
Evet sevgili seyirciler… Çocukluk hayalim işte böyle gerçekleşti. Önce bir
kanalda muhabir oldum. Sonra tüm kanallarda oynadığım reklamım yayınlandı.
MART2016
KATI
13
YENİ NESİL
KÖLELİK MODELİ:
TELEVİZYON
Bu maskeli balo/ ve onun sahte yüzleri
-Murathan Mungan
Elif Bolu Türker
[email protected]
MART2016
KATI
14
T
elevizyon ülkemize girdiğinde odaların en kıymetli yerine
konuldu. Çeyiz sandıklarından çıkarılan dantel işlemeli örtülerle süslendi. İnsanlar, televizyona
sahip olan kişilerin evlerine doluştu
ve eş, dost, çoluk çocuk aynı havayı
soludu, aynı yöne baktı. Siyah beyaz bir dünyanın içine o kadar çok
nesnenin ve insanın nasıl sığdığını
düşünmeye ve hayal etmeye koyuldu. Bir araya gelen bu insanlar önceleri memleket meselelerinden, geçim
derdinden konuşup, mahalle esnafının dedikodusunu yaparken, çocuklar ev içinde saklambaç oynarken;
insanların sesleriyle çınlayan odalar
sessizleşti. Artık odaları insanların
hiç tanımadıkları sesler, birebir hiç
göremeyecekleri yüzler ve belki de
hiç yaşayamayacakları hayatlar doldurmaya başladı.
Zaman geçti, teknoloji her gün daha
da gelişti. Televizyon da bu gelişmeye ayak uydurdu. Boyutu, rengi
değişti. Diğer odalara yayılarak topraklarına toprak, saltanatına saltanat
kattı. Ancak somut olarak geliştikçe, içeriği geriledi. Kurmaca hayatlar, vahşet dolu haberler televizyon
dünyasının en çok prim yapan yayın
akışı haline geldi. Kadına şiddet, çok
eşli yaşam, aşksız cinsellik, çocuk istismarı “halk bunu istiyor” önermesiyle meşrulaştırıldı. İnsan beynine,
duygularına bilinçli bir saldırı, yeni
nesil bir kölelik inşasıydı bu. Bilgi,
bilim, sanat artık kitaplardan değil
de o sihirli kutudan takip edilmeye
Günümüzde birçok
yazar, çizer aydın
için de televizyonun
insan hayatında ve
psikolojisinde yarattığı sarsıntı, üretime
en açık alanlardan
biri oldu. En çokta
sinema alanında
birçok yapıt kaleme
alınıp beyaz perdede hayat buldu.
başlandı. Günümüzde de, ülkemizde
dâhil dünyanın en geri ve en gelişmiş
merkezlerinde dönemin siyasi aktörleri ve medya patronları üzerinden
şekillenen programlar, insanlığa hizmet edecek bu alanların objektif veriler sunmasına engel olmaktadır. Bu
bilinçli bir eylemdir. Çünkü ne kadar
çok uyuşmuş beyin, o kadar az sorgulama.
Bu saldırı gün geçtikçe artarak devam etmektedir. Günümüzde birçok
yazar, çizer aydın için de televizyonun insan hayatında ve psikolojisinde yarattığı sarsıntı, üretime en
açık alanlardan biri oldu. En çokta
sinema alanında birçok yapıt kaleme
alınıp beyaz perdede hayat buldu.
Televizyon programlarının ve televizyonun insan hayatını nasıl yönlendirip şekillendirdiğini konu alan en
önemli filmlerden ilki 1994 yapımı
Oliver Stone’a ait “Katil Doğanlar”
filmidir. Filmde medyanın şiddeti
nasıl körüklediği, aile içi ilişkilerin
mahremiyet sınırlarının çok uzağında olduğu ve uyuşturucu bağımlısı,
şiddet eğilimli iki aşığın medya sayesinde nasıl ülke kahramanı haline
getirildiği konu edilmektedir. Bir
diğer film ise 1998 yılında çekilen
“The Truman Show” (Yönetmen
Peter Weir). Film, 30 yaşındaki Truman’ın doğduğu günden beri aslında bir kurmacanın içinde olduğunu
ve her gününün kendinden habersiz
kameraya alınıp televizyonda yayınlanmasını konu alıyor. Filmde televizyon karşısındaki insanların hiç
tanımadıkları yaşamları anlamsız bir
merak dürtüsüyle nasıl takibe aldıkları ve kendi hayatlarını da o hikâyede yaşananlara göre kurguladığı,
özel hayat sınırlarının nasıl ortadan
kalktığı anlatılmaktadır. Her iki filmin de konusu maalesef güncelliğini
korumakta ve izleyicilere televizyon
dünyasını sorgulatmaktadır.
Günümüz televizyon yayınlarının,
diğer medya kollarının ve sosyal
medyanın durumu ve gidişatı, yukarıda bahsettiğimiz konuda daha birçok filmin sinemaya aktarılacağının
sinyallerini bizlere çok net vermektedir. Ancak nasıl ki doğada sürekli bir devinim ve bir çatışma varsa;
biliyoruz ki medyanın, televizyonun
karşısında da hâlâ üreten, eli kalem
tutan, gözü kitap gören bir toplam
var. Bu savaşı kim kazanır bilinmez
ama gerçek şudur ki “söz uçar yazı
kalır...”
“KAVGA ve RADYO
GÜNLERİ”NDE
YAĞMUR TUNALI…
Cem Sökmen
[email protected]
Y
ağmur Tunalı’yı, 2000’lerin başında, Cuma akşamları, TRT
2’de Yılmaz Öztuna’yı misafir
ettiği “Tarih Sohbetleri” programıyla
tanımıştım. Programın sunucusu olarak Tunalı’nın önemli bir özelliği göze
çarpıyordu. Bugün örnekleri pıtrak gibi
çoğalan “sunucu-moderatör”ler gibi diksiyona ve ekran tecrübesine yaslanmıyor,
programa hazırlıklı geldiği ve konuşulan konulara ciddiyetle yaklaştığı belli
oluyordu. Tunalı, programda sorduğu
sorular ve getirdiği yorumlarla Yılmaz
Öztuna’nın yeni pencereler açmasını
sağlıyordu.
Süheyl Ünver’in “Herkesin bir mesleği
olmalı bir de meşgalesi. O meşgale bütün kültürümüzdür.” sözünü hatırlatır
biçimde, Yağmur Tunalı’nın bir de yazı
hayatı var. Ve bu yazı hayatında önceliği şiir alıyor. Tunalı şiirlerini 2011’de
“Melal Burcu” isimli kitapta toplamıştı. Şiirlerinden sonra 2013’te “Kavga
Günleri 1968-1980” kitabı geldi. Adı
belli bir zaman dilimini işaret etse de bu
eser Yağmur Tunalı’nın çocukluk ve ilk
gençlik yıllarından izler de barındırıyor.
1969’da Yahyalı’dan 14 yaşında bir çocuk olarak geldiği Kayseri’de dolaşırken
gördüğü “Esir Türkler Haftası” pankartının onu sevk ettiği duygular ve sonra
insanlar/mekânlar üzerinden derinleşen/çeşitlenen bir yolculuk bu… Erzurum’da geçen bir yıldan sonra Ankara
Üniversitesi DTCF’de devam eden üniversite öğrenciliği “Kavga Günleri”nin
ağırlığını yüklendiği yıllar olur… Buna
rağmen dergi yayınlama çalışmaları ve
tiyatro macerası eksik olmaz. Bir yanda
artık bütün Türkiye’nin yaşadığı şiddet
atmosferinin doğurduğu sorunlar varken bir yanda da Galip Erdem’in “Asıl
noksanımız yeterince sevmesini öğrenememiş olmamızdır.” sözünü hatırlatan iç
sorunlar ve anlayışsızlıklar hüküm sürer.
Böyle bir zeminde dergi çalışmaları da
tiyatro çalışmaları da istikrara kavuşma
imkânı bulamaz. Yağmur Tunalı kitabında, 1980 öncesini –süreci çok etkilenerek yaşamasına rağmen- sadece çatışma
zamanı olarak değil, sosyal tarihimizin
iki boyutunu da işleyerek anlatıyor. Biri,
Türkiye’de 1945’lerden 1970’lerin sonuna kadar devam eden “Radyo Günleri”,
diğeri de aynı dönemde henüz değişmemiş şehirlerde şifahi kültürün çerçeveleri
içinde sadelikle yaşayan insanların sergilediği güzellikler, hayata karşı gösterdikleri tavır...
Çatışma günlerinin radyo denen aletle yadsınamaz bir bağı var: Büyük şehirlerde
üniversite okuyan evlatlardan haber alabilmek… Yağmur Tunalı, kitabını başta
kendi annesi olmak üzere radyoya bambaşka bir anlam yükleyen annelere ithaf
ediyor: “Analar, o sancılı yıllarda radyolarını açık bırakarak uyurlardı. Güzeller
güzeli anacığım da onlardan biriydi. Bu
kitabı ona –onlara- ithaf ediyorum.”
Ve radyonun Türk milletinin gündelik hayatındaki yerini anlatmaya devam
ediyor: “1970-1980 arasındaki Türkiye,
televizyonun yeni girdiği, radyonun altın çağının devam ettiği yılları yaşıyordu.
Radyo demek, türküler, şarkılar, hikâyeler, masallar ve radyo oyunları, arkası
yarın’larla süslü, renkli bir dünya demekti… Vesselam radyo vardı. En önemli
haber alma vasıtası radyoydu. Ayrıca, o
anarşi yıllarında, mektup ve telgraftan
daha hızlı bir haberleşme ihtiyacı duyulan o endişe yüklü ortamda, radyonun
haberleri en kısa yoldu. Bunun için de
değeri kat kat artmıştı. Anadolu’nun her
yerinde ‘ajans dinlemek’ neredeyse bir
kültürdü. Radyo alıcısı da az olduğu için,
genellikle, kıraathanelerde, köy odalarında veya radyosu bulunan komşu evlerinde erkeklerin pür dikkat dinlediği ajans
dinleme seansları diyebileceğimiz görüntüler oluşurdu. Anarşi dönemlerinde,
ajans dinleme seanslarına kadınların da
katıldığı görülürdü. Radyonun değerini
arttıran ve ajansların dinlenme oranını
hızla yükselten, elbette anarşidir. Herkes
oğlundan, kızından, yakınlarından haber
almak için radyo başındadır. Diğer haberler şöyle böyle dinlenip geçilir. Sıra,
şurada bir gösteri, burada bir çatışma…
gibi haberlere gelince çocuk çocuk susturulur, nefesler tutulur.”(s.36-37) Yağmur
Tunalı’nın eserde işlediği ikinci boyutun
“şifahi kültürün insanları” olduğunu
söylemiştim. Özellikle 1980 sonrasında,
Türkiye’de pompalanan “bireysellik”, birey olmakla arasında “ahlak” ve “ahlakçılık” kavramlarının arasındakine benzer
bir uzaklık bulunan bir tavırdı. Bunun
sorgulandığı, itiraz gördüğü yerde “80
öncesine döneriz ha” sopası hemen devreye giriyordu. Eserinde 1980’in, öncesi
kadar sonrasının da muhasebesini yapan
Tunalı belki de bu yüzden kaybettiğimiz
insan tipinin hasletlerini hasretle anıyor: “Sözünü esirgemezler çıkardı. Onlar köylerin, mahallelerin, kasabaların,
şehirlerin vicdanı gibiydiler. Yan gelip
yatmaktan, devlet malına el sürmekten
tutun da yapılmış, yanlış yapılmış, yapılmamış-edilmemiş, eksik kalmış her
şeyi en vurucu sözlerle söylemek onların
âdetiydi. Çekinmezlerdi. Hakikat namına
konuşurlardı. Şimdi öylesi insanları çok
azalan bir taşramız var maalesef.”(s.33)
Yağmur Tunalı’nın bu dikkatleri ve işlediği ayrıntılar çerçevesinde “Kavga Günleri”nin düşündürdüğü bir başka boyut
daha var: Hızlı değişimin öncesindeki
60-80 dönemine ait toplumsal ve kültürel birikimin farklı kalemler tarafından
kayda geçirilmesinin önemi… Hatırat
yazma işi bizde henüz bütün toplumsal
tabakaların macerasını yansıtabilecek
kadar çeşitlenmiş değil. Edebiyatçılar,
basın ve üniversite mensuplarıyla beraber siyasetçiler, askerler, diplomatlar,
savcılar ve doktorların oluşturduğu birikimde kendini övme, hatasız görme,
öne çıkarma, hatıratın yazıldığı günlerin
aktüel gelişmelerinde boğulma ve siyasi
tarihin dönüm noktalarına bağlı kalma
gibi sorunlar azımsanmayacak boyutta.
Bu problemlerle birlikte değişimin hızı
Türkiye’nin hafızasını derleme zorunluluğunu ortaya koyuyor. Yağmur Tunalı
ve onun kuşağından yeni isimlerin yapacağı katkılar sayesinde, sadece siyasi
değil toplumsal tarihimizin de değerlendirilmesinde farklı bakış açıları geliştirilebilir…
MART2016
KATI
15
ÇİZGİ FİLM: GERÇEK
İLE HAYAL ARASINDA
Muhammet Atalay
[email protected]
Ç
MART2016
KATI
16
izgi filmlerin çocukların dünyasındaki masum halleri dışında
roller icra edip etmedikleri hep
tartışılan ancak hiç de reddedilmeyen
bir husustur. Yaklaşık on yıl öncesine
kadar kanalların belli saatlerde ve hafta sonları yayınladıkları çizgi filmlerin
kontrolsüz ve fazla izlenmesinin çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerini
konuşuyorduk. Son yıllarda ise durum
artık gün boyu çizgi film yayınlayan
pek çok yerli ve yabancı çocuk kanalı
şekline evrildi ve interneti de dâhil ettiğimizde bir çocuk istediği an istediği
çizgi filme erişebiliyor. Bilgisayar teknolojileri ile hazırlanan animasyonlar
ise çizgi filmlerin adeta bir üst versiyonu olarak beyaz perdeye kadar ulaşmış
durumda.
Çizgi filmlerin ilk sahne alışının çocuklardan ziyade yetişkinleri hedef aldığını
biliyoruz. İlk olarak 1920’lerde İngiltere ve ABD’de sessiz olarak oynatılan
çizgi filmler, dans vb. figürler taşıyordu.
Sonrasında hayvan figürleri çizilerek
çocukların dünyasına sunuldu. Fakat
ilk uzun metrajlı ve sesli çizgi filmlerin Arjantin’ den çıktığını ve dönemin
devlet başkanlarını hicvetmek amacı
güttüğünü çizgi filmlerin tarihçesinden
öğreniyoruz. Fakat masal kahramanları, hayalleri zorlayan karakterler ve gerçek filmlerle yapılamayacak gerçek üstü
olaylara yer vermesi elbette en çok da
çocukların ilgisini çekmiş, çizgi film deyince zamanla artık hep çocuklar akla
gelir olmuştur. Dünyanın istisnasız
tüm çocukları tarafından beğenilmesi
ve bu kadar rağbet görmesi üzerine bu
alan da bir sektör ve endüstri haline
gelmiş bulunmaktadır. İşte çizgi filmlerin masumiyeti tam da buradan itibaren yara alıyor, beğenilen bir çizgi film
karakterini hızla pek çok farklı ürünün
pazarlama yüzü olarak görüveriyoruz.
Kırtasiye malzemeleri, giysiler, gıda
maddeleri, oyuncaklar, mobilyalar, ev
tekstili ürünleri, spor malzemeleri vb.
pek çok tüketim metaında bunun ör-
neklerine rastlamaktayız. Bunun bazen
faydalı yönleri olsa da (çocuğun beğenmediği bir yiyeceği çizgi film karakteri
hatırına yemesi gibi) genel anlamda tüketimi körükleyen, tüketim harcamalarını artırıcı ve hatta israfa yönelten bir
rol icra ettiği açıktır. Üstelik bu durum
bilinçaltına hitap ederek ömür boyu devam eden tüketim bombardımanı için
bir altyapı oluşturmaktadır. Bu sebeple
yetişkinlerin çizgi filmlerin masum ve
faydalı yönleri dışında çocuklarını mutlaka kontrol altında tutarak çizgi film
izledikleri saatleri sınırlı tutması, kesinlikle seçici olması ve bilinçlendirmesi
gerekmektedir. Hassaten çizgi filmlerin
her an tüketime hazır ve istenildiğinde
ulaşılabilir olması, çocuklarda kolay
elde etme, doyumsuzluk, sadece anlık
hazzı önemseme ve mevcuttan mutlu
olamama gibi pek çok ebeveynin şikâyetçi olduğu sorunlara diğer etmenlerle
birlikte sebep olmaktadır.
Öte yandan çizgi filmlerin kültür aktarım aracı ve zihinsel bir işgal yöntemi
olarak kullanıldığı da üzerinde ittifak
edilen bir durumdur. Bu sayede farklı
ülkelere ait yaşam biçimleri, giyim, yemek ve spor kültürleri, gelenek, örf ve
adetler vb. dünyanın her bir köşesinde
çocuklarca öğrenilmekte ve benimsenmektedir. Küresel köy diye tanımlanan
dünyamızın geldiği noktada artık her
birimiz kendimizi dünyalı diye adlandırılan ve ortak yaşantıları olan bireyler olarak gözlemliyorsak bunda çizgi
filmlerin rolü azımsanamaz. Elbette
farklı kültürlerin tanınması ve insanlığın ortak geleceğine olumlu katkılar
sunacak hasletlerin tüm dünyada benimsenmesi bunun olumlu yanıdır. Üstelik robot vb. pek çok teknolojiyi daha
icat edilmeden çocuklara benimseten
ve hayalleri zorlayan çizgi film senaryo
ufku ancak ayakta alkışlanabilir. Fakat
özellikle güçlü ülkelerin yaşantı, inanç
ve tercihlerinin baskın bir şekilde ve
tekelci bir anlayışla dünyaya hâkim olması, diğer ülkelerin yerli değerlerinin
altını oymakta ve tek tip insan modeli
meydana gelmesine zemin hazırlamaktadır. Hâlbuki olması gereken ve insanlığı zengin kılan, evrensel ama insani
nitelikteki değerlerin yerel kültür unsurlarıyla mezcedilmesidir. Ülkemizde
de bu hususların gerek devlet politikası
olarak gerekse milletçe bir refleks olarak ciddiyetle gündeme alınması gerekmektedir. Üniversitelerimizin basın,
yayın, sanat ve sinema ile alakalı okullarında teknik eğitim yanında, çağın geldiği noktada çocuklarımızın hayal dünyasına hitap edecek, ufkunu açacak,
evrensel ve yerli değerleri çocuklarımıza ve dünya çocuklarına tanıtacak kaliteli senaryolar yazılması hususunun da
üzerinde durulması gerekiyor. Elbette
senaryo yazarlığı- hele ki çizgi film özelinde- üstün bir okuma ve yazma istidadı ve eğitimi gerektirmektedir. Mevcut
sistemimiz ilköğretim düzeyinden itibaren uygulanan sayısal yetenek ve test
odaklı öğretim ile bunu başaramamış
olup bu politika terk edilmeli, sosyal ve
beşeri bilimlere yatkın öğrenciler keşfedilmeli, değer verilmelidir. Mesela büyük umutlarla başlanan Sosyal Bilimler
Liseleri projesi rotasından sapmadan
zenginleştirilerek ısrarla devam etmeli ve ilköğretim kademesine de adapte
edilmelidir.
Son söz: Zaten bir solukta okuduğumuz Johanna Spyri’nin Heidi’sinin,
Elenaor Porter’ın Pollyanna’sının,
Mark Twain’in Huckleberry Finn’inin,
Jules Verne’in Bin Bir Günde Devr-i
Âlem’inin çizgi filmi de harikaydı, iyi
ki yapılmış, iyi ki izlemişiz. Ama bunları izleyenlerin artık, Kemalettin Tuğcu’nun, Cahit Zarifoğlu’nun, Ömer
Seyfettin’in, Aziz Nesin’in, Mustafa
Ruhi Şirin’in, Hasan Nail Canat’ın,
Rıfat Ilgaz’ın, Eflatun Cem Güney’in
ve nicelerinin eserlerinden de çok güzel çizgi filmler yapmaları, kitaplarla
ve edebiyatımızla çocuklarımızı küçük
yaşlarda tanıştırmaları şart.
BİR VARLIK OLARAK
TELEVİZYON VE
SOSYAL MEDYA
Mustafa Aslan
H
uxley'in söylediği gibi, hiçbirimizin bütün hakikati bilecek
kadar zekâya ya da bildiğimize inansak bile, bunu anlatacak zamana veya anlattıklarımızı doğrulayacak
kadar saf dinleyiciye sahip olmamamız
anlamında, özetleyici olan kişileriz. Her
yeni teknoloji geçişi kargaşayı da beraberinde getirmektedir. Özellikle mevcut
teknolojilerin varlıklarını idame ettirmeleri konusunda kaygı duymalarına yol
açmaktadır. Duyulan bu kaygı ya mücadele ya da karşılıklı kazanıma dönüşecek
bir birlikteliğe, yani ortaklığa götürmeye
çalışır. Bu durum eski ve yeni teknolojilerin birbirlerine duydukları ihtiyaçlar
doğrultusunda şekillenir ama genel olarak asimetriktir.
Başlangıçta en önemli misyonu görüntüyü iletmek olan televizyonun işlevsel
hale gelmesi ile birlikte kendi kültürünü
ortaya çıkarması çok zaman almamıştır.
Evlere giren ilk televizyonlar, başlangıçta mahalle sakinlerini, akabinde aile
fertlerini bir araya getirmiş, daha sonrasında ise tam aksine birebir kendisine
bağlayarak, insanların aralarındaki iletişimin minimum düzeye inmesine sebebiyet vermiştir. Yaşamın gerekliliği olan
bazı aktivitelerden men etmek anlamına
gelen bu süreç, bizzat izleyicinin kendi
tercihi ile televizyon başı hapsine dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz sanırım. İnternetin toplumsal hayata girmesi ile bu hapis sürecinin daha uzun hale
gelmesi ve daha ağır şartlar içermesine
rağmen, sosyal medya kullanıcılarıyla etkileşim avantajı bu gönüllü mahkûmiyetin göründüğünün aksine özgürleştirici
bir imkân olarak algılanmasına neden
olmuştur. İnternetin bilgiye hızlı erişimi sayesinde kazandığı imtiyaz, yazılı
ve görsel basının kaderini değiştirmiştir. Geleneksel medyanın kadim güçleri,
özellikle haber alanında, mevcut yapıları, sosyal medya ile rekabet etmekte
güçlük çekmektedir. Bu yüzden yeni bir
yapılanma içerisine girerek makul ve işe
[email protected]
yarar düzeyde varlıklarını sosyal medya
içerisinde de devam ettirmektedirler.
Gerek kendi bünyelerinde kurdukları
birimler, gerekse aldıkları profesyonel
destek ile sosyal medyanın hemen hemen bütün alanlarında yer almaktadırlar.
Geleneksel medyanın gelir kaynağı olan
reklam gelirini arttırmayacak olan bu
yatırım, klasik yöntemlerle ulaşamayacakları kadar geniş bir kitleye kendi tanıtımını yapma avantajını kazandırmıştır.
Sosyal mecralarda yer alarak yeni izleyici
kitlesine de ulaşma şansı yakalamışlardır.
Sosyal mecraların daha geniş kitlelere
hitap etmeye başlaması ile birlikte, her
kullanıcının potansiyel bir haber kaynağı olarak sistemin içine dâhil olması ve
ayrıca geleneksel medyanın yeni medya
içerisinde içerik üretmesiyle, popüler
platformlar yeni birer haber kaynağı haline gelmiştir. Kullanıcılar artık haberleri Facebook ve Twitter hesaplarından eş
zamanlı olarak takip etmekte, detaylar
hakkında geniş bilgiyi ise haber sitelerinden almayı tercih etmektedir. Haber
sitelerinin bu denli revaçta olduğu bir
dönemde, gerek yazılı gerekse görsel
basın, kendi haber sitelerini oluşturarak
oyuna dâhil olmak zorunda kalmışlardır.
Hatta dünyada ve Türkiye'de geleneksel
yayıncılıktan vazgeçerek, dijital yayıncılığa devam eden medya organları mevcuttur.
Sosyal medya, kendi kitlesine uygun televizyon programlarını içerik olarak kullanmakta yani seçimi kendisi yapmaktadır. Bu durumda televizyonların sosyal
medyayı kullanarak yeni izleyici kitlesine
sahip olması, yine bu kitle tarafından sevilecek programlar üretmesi ile bağlantılıdır. Hedef kitle tarafından sevilecek
programlar başarılı olduğunda, elinde
sosyal medya gücü bulunduran bu izleyici kitlesi, yayına sahip çıkma ve hatta
bir lobi oluşturarak kanala yaptırım uygulama yoluna gitmektedir. Yeni medya
sayesinde, izleyici ile yönetici rol modelleri zaman zaman yer değiştirebilmekte,
kanal içeriklerini belirlemede izleyici etkin olabilmektedir.
Konvansiyonel (geleneksel) medya, içerik üretici olmaya devam etmekle birlikte, zaman içerisinde içerik toplayıcı
bir misyon üstlenmiştir. Özellikle video
kaydeden mobil cihazların yaygınlaşması ile birlikte, dünyada meydana gelen olaylara en yakın kişiler tarafından,
olay anında görüntülenen haberler, haber kanalları ve ana haber bültenlerinde
yer almaktadır. Ayrıca sosyal medyada
en çok izlenen videolar, televizyon kanalları tarafından bültenlerde yayınlanmakta hatta bu video içerikleri ile özel
programlar yapılmaktadır. Sosyal medya
kullanıcılarının televizyon izleme alışkanlıklarına bakıldığında televizyon izleme süresinin düştüğü, özellikle genç
kitlenin televizyondan giderek uzaklaştığı görülmekte. Bu düşüşün zamanlamasının, sosyal medyanın popülaritesinin artması ile ters orantılı olduğunu
görmek mümkün. Küçük bir kitle için
sadece eğlence ve sosyal medya amacı taşıyan sosyal medyanın geldiği son
durum ve üstlendiği rol, bu yeni platformun geleneksel medyaya alternatif
güçlü bir mecra olarak mevcudiyetini
koruyacağı, yeni teknolojik entegrasyonlarla varlık sahasını genişleteceği,
geleneksel medyanın boşalttığı alanları
doldurma eğilimi olduğu yönündedir.
Geleneksel medyanın ise özellikle haber
üretimi konusunda zamanla yerini yeni
medyaya devredeceği, mevcut içeriğinin
daha çok eğlenceye kayacağı ve belli bir
kitleye hitap ederek küçüleceği yönündedir. Wiener'in zamanın yönünün tersine çevrilmesi metaforunda olduğu gibi
televizyon ve sosyal medyayı birbirine
zıt yönde hareket eden iki varlık olarak
düşünürsek, televizyon sosyal medyanın
ürettiği içeriği henüz görmeden, içeriğin
ortadan kalkışını görecektir. Çünkü sosyal medyada zaman ve mekân kavramı
kaybolmuştur.
MART2016
KATI
17
AMA HANGİ
ORTA DOĞU?!
Hakan Aydın
[email protected]
A
MART2016
KATI
18
rap Yarımadası, İran, Mısır
ve Türkiye’yi kapsayan bir
bölgeye verilen isimdir Orta
Doğu. Yakın zamanda bu coğrafyaya
Kuzey Afrika, Afganistan, Pakistan
ve Türk Cumhuriyetleri dâhil edilerek Büyük Orta Doğu söyleminin de
karşılığı yine ondadır. Geniş bir alana
yayılmıştır artık, daha fazla konuşulur hale gelmiştir. Hem sorunların
çıkış merkezi hem de mükellefidir,
ama bilmez, anlamaz. Aslında bir tarihtir Orta Doğu, tarihle fütursuzca
yüzleşmedir.
Hep söylenir; Orta Doğu’nun gerekli hammadde, enerji ve petrol kaynaklarına sahip olması onu ne kadar
cazip kılsa da, bir yandan Batı modernizmiyle de mücadele içerisindedir. Oryantalist bir bakış açısıyla Batı
medeniyetinin üstünlüğüne binaen
Orta Doğu’nun izlemesi gereken yolun Batı’da ve Batılı değerler silsilesi
olduğu benimsetilmiştir ona. Çünkü
bir toplumun medeniyetinin bekası
kendi ideallerini, düşünce yapısını ve
yaşam stillerini benimsetmek istediği
bir öteki yarattığında mümkün olabilecektir. Dolayısıyla başkaları için bir
öteki yaratma sürecinin de bir parçasıdır O.
Aslında adını bile kendi koymamıştır Orta Doğu, Avrupa merkeziyetçi
bir bakış açısına dayanır. Avrupa’ya
Uzak Doğu’dan daha yakın olduğu
için Orta Doğu denmiştir ona, Soğuk Savaş süresince komünizm tehlikesine karşı ABD ve Avrupa’ya yakın
olması için Yakın Doğu da denilmiştir hani. Berlin Duvarı’nın yıkılışı
ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla
tehdidin ortadan kalkması mesafe
gerektirmiş onu tekrar Orta Doğu
yapmıştır.Orta Doğu’daki devletler
cetvelle ve çıkar hesaplarıyla çizilen
sınırların sonucunda meydana gelmiştir. Örneğin Türkiye’nin Irak’la
olan sınırı öyle bir çizilmiştir ki; aynı
soyadına sahip iki aile farklı ülkelerde yaşamak zorunda kalmıştır. Orta
Doğu’daki siyasal sistemler de tartışmalıdır. Tarihsel süreç içerisinde kabile yönetiminden şehir devletlerine,
imparatorluklardan manda sistemine
ve ulus devlete kadar pek çok siyasal
yönetim bölgede uygulanmıştır. Bunun yanında “kötülüklerin merkezi”
gösterilerek terörizm tanımlaması
içerisinde de, adeta bir terör merkezi
gibi yaftalanmıştır. Hatta Afganistan’da Sovyetlere karşı mücadele halindeyken, “mücahit” olarak desteklenenler, 11 Eylül sonrasında aniden
“terörist” olabilmişlerdir. Böylelikle
paramiliter terörist örgütlenmelerin
amaca giden yolda aracıdır da.
Özellikle son dönemde Arap hareketlenmeleriyle1 birlikte Orta Doğu
yine yeniden şekillenmektedir. Çünkü Tunus’ta başlayan münferit bir
olay olduğu düşünülen protesto hareketleri, Libya, Mısır ve Suriye’yi geniş çaplı etkilerken, Bahreyn, Ürdün,
Cezayir ve Yemen’de yönetim değişikliklerine de sebep olmuştur. Ancak bu süreç, değişim isteyenlerin bir
demokrasi tutkusu mu yoksa çıkar
odakları arasındaki bir hesaplaşma
mıdır? Arap halkları gerçekten neyi
istemektedir, gibi cevabı güç sorular
da ortaya çıkarmaktadır. Bu süreçte
Orta Doğu’da halkların taleplerine
cevap veremeyen devlet yöneticileri
görevlerini bırakmak zorunda kalırken, amacı bu yöneticileri devirmek
olan kesimler daha sonra birbirleri
arasında mücadeleye girişmiş vekâlet
savaşlarının yürütücüleri halinde aslında “başkalarının” savaşçıları haline gelmişlerdir. Nitekim Libya’da insanlara özgürlük getirmek amacıyla
yapılan dış müdahale, binlerce insan
ölürken Suriye’deki rejim söz konusu olduğunda gerekli görülmemiştir.
Dolayısıyla değişim ve dönüşümün
belli çıkarlar altında kâr zarar hesabı
içerisinde yapıldığı ortadadır.
Nihayetinde Arap hareketlenmeleri, süreç suiistimal edilmeseydi halk
tabanında büyük bir anlam taşıyabilecekti. Çünkü bu süreç halk için gerekli siyasal reformların yapılması ve
ekonomik sorunların çözülmesi ve
yıllardır yolu gözlenen refahın sağlanmasının dönüm noktası olabilirdi.
Yine de bu coğrafyadaki tüm devletlerin tarihsel rabıtaları gereği birbirlerine karşı sorumluluk bilinciyle,
ideolojik bariyerleri yıkarak, hareket
etmeleri beklenmelidir. Süregelen
sorunların, kişiler üzerinden değil,
kurumlar üzerinden yapısal iyileştirmelerle çözülebileceği vurgulanmalıdır. Dışarıdan ithal çözümlerin,
çözümden ziyade yeni sorun ve çıkar
hesaplaşmaları yaratacağı hâlâ anlaşılmamış mıdır?
Dipnot:
1- Hareketlenme kelimesinin kullanmamın sebebi, Bahar veya Devrim
gibi kelimelerin bu yaşananları karşıladığını düşünmediğimdendir.
Yusuf Kaplan diyor ki!
“Medya, bir iletişim aracı değildir. Güç ve tahakküm kurma aracıdır. Medyalara hâkim olan, çeki düzen veren güçler,
dünyaya boyun eğdirirler.”
VİTRİNDEKİLER
İskender Gümüş
SAHAFİYE
UMBERTO ECO'NUN VEDASI
Kemal Sayar
Kayıp Arkadaş
Fatma Barbarosoğlu
Hayat Teselli Olmaktır
Alberto Manguel
Tanpınar'ın İzinde
Beş Şehir
Mustafa Ruhi Şirin
Elsiz Eldiven
Sibel Eraslan
Babam İçin Beyaz
Bir Kuğu
İtalyanların dünyaca ünlü yazarı, eleştirmen ve düşünür Umberto Eco 84 yaşında hayatını kaybetti. 1980 yılında yazdığı
“Gülün Adı” kitabıyla dünya çapında bir
ün kazanan Eco’nun diğer önemli eserleri
arasında Foucault Sarkacı, Baudolino, Prag
Mezarlığı ve son çıkardığı Sıfır Sayı yer alıyor. Günümüzün önemli düşünürlerinden
biri olarak kabul edilen Eco, uluslararası
boyutta pek çok ödülün yanı sıra İtalya, Almanya ve Fransa’dan aldığı devlet nişanları
ile şövalye unvanlarına sahipti.
MART2016
KATI
19
Şaban Teoman Duralı
okurunu şaşırtan kitap
Vatanını ve yarınını
terk edenler üzerine
Nidayi Sevim'e başucu
eserlerini sorduk
Nidayi Sevim kimdir?
Şaban Teoman Duralı'yı daha çok felsefeci
kimliğiyle kaleme aldığı eserlerden tanıyoruz. Deniz ve Kâşiflik ise bir edebi eser olarak Teoman hocanın bambaşka bir yönüne
ışık tutuyor; Teoman hocanın şiirlerinden
ve şiirlerinin şerhi sayılabilecek "Geçmiş
Zaman Olur Ki, Hayâli Cihan Değer" başlığını verdiği hatıralarından oluşuyor. Mehmet Sabri Genç'in derlediği ve yayına hazırladığı Deniz ve Kâşiflik'te Duralı, hepimizi
derin bir seyahate çıkarıyor.
1- M. Ali Haşimi - Kur'an ve Sünnet'e Göre
Müslüman Şahsiyeti
2- M. Said Ramazan el-Buti - Fıkhu's-Siyre
3- Suat Yardım - 40 Hadis
4- M. Ertuğrul Düzdağ - Ali Ulvi Kurucu Hatıralar
5- Nihat Sami Banarlı - Türkçenin Sırları
6- Samiha Ayverdi - İbrahim Efendi Konağı
7- Cengiz Aytmatov - Beyaz Gemi
8- M. Nermi Haskan – Eyüp Sultan Tarihi
Özellikle Arap Baharı’yla birlikte artan
göç hareketliliği tüm ülkelerin dikkatli
bir şekilde yönetmek zorunda kaldığı bir
süreç. Göç konusuna akademinin ilgisi de
bir hayli arttı. Lülüfer Körükmez ve İlkay
Sudaş’ın derlediği “Göçler Ülkesi: Alkışlar,
Göçmenler, Araştırmacılar” başlıklı kitap
Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji ve Coğrafya bölümlerinin ortaklaşa düzenlediği
Lisansüstü Göç Araştırmaları Sempozyumunda sunulan tebliğlere dayanıyor.
1967 yılında Erzincan’ın Kemah ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini memleketinde yaptı. Eğitimine ara verip iş hayatına atıldı. Tarihi
eserlere olan ilgisinden dolayı bir yandan Arapça ve Osmanlıca eğitimi aldı. Tarihi mezar taşları ve sadaka taşları üzerine araştırmalar yaptı
ve kitaplar yazdı. Ara verdiği disiplinli eğitimine kaldığı yerden devam ederek Anadolu Üniversitesi Sosyoloji bölümünü okudu. Evli ve
3 çocuk babası. Halen Yeryüzü Mühendisleri
derneğinde çalışıyor.
03
MART/ 2016
AHİ, AİLE, KÜLLİYE,
MAHALLE VE ŞEHİR...
Cihad Meriç
[email protected]
-Bismillah
"Allah ile birlikte başka bir
tanrıya tapıp yalvarma!
O'ndan başka tanrı yoktur.
O'nun zatından başka her
şey helak olacaktır. Hüküm
O'nundur ve siz ancak
O'na döndürüleceksiniz."
(Kasas/88)
B
u dünyayı imara memur
ve fakat imtihan edilen insanoğlu kâinatta sorumlu
varlıktır. Sorumluluğunun farkında insan önce kendi öz benliğinden başlayarak çevresini güzelleştirmelidir. Biz iç içe merkezinde
insan olan halkaları şu şekilde sıralıyoruz: Ahi, Aile, Külliye, Mahalle, Şehir. Bu halkalar imar edilirse aslı Medine olan Medeniyet
şehrine ve dahi bu şekilde güzel
şehirlerden oluşmuş hikmet devletine ulaşılır.
Kâinatın dıştan fotoğrafı ile bir
atomun fotoğrafı birbirine benzer. Bu konuyla ilgili olarak galaksilerden fotoğraflarla yaklaşan, bir yaprağın hücresinde son
bulan çekim manidardır. Merkez
ve çevreyi oluşturan yörünge halkaları. İslam şehirleri de bu daire
plana uygun yapılandırılmıştır desek meramımız daha iyi anlaşılır.
Bağdat şehri bunun en güzel örneğidir. Sıfırdan kurulan ilk İslam
şehri de denebilir, bugün gözü
yaşlı Bağdat için. Fakat İslam
şehri batının kurduğu ortası meydan ve bu meydana toplanan jilet
gibi caddelerden oluşmaz. İslam
şehrinin ortasında Külliye vardır
ve kalıcı yapı budur. Çevredeki
evler yörenin şartlarına uygun
malzemeden yapılmış yatay ve
yenilenebilirdir. Rahmetli büyük
Mimar Turgut Cansever eserlerinde bu yenilenebilir olmaya
vurgu yapar, jilet gibi meydanlı
caddeleri eleştirir. Şehir büyüyecekse önce merkezine külliye
inşa edilir ve doğal olarak çevresini mahalleyi oluşturacak evler
sarar. Fakat İslam şehrinde çıkmaz sokak da vardır. Sokak hayattır, evin “hayat”ı sokağa açılır.
Mahallenin çocukları çıkmaz sokakta oynayabilir. Oradan kimse
hızla geçemez. Kısaca İslam şehri insanı frenler, sabrı öğretir, bir
şadırvanda abdest alıp dinlendirir. Dünyanın ritmini bozar, işte
bu ritmi bozduğu için her şeyi
tüketmeye azmetmişler hedef
olarak İslam'ı seçiyor.
Şehir büyüdükçe külliye külliye
büyür ve etrafına mahalleler oluşur, mahalleyi aile oluşturur. Asıl
olan ailedir. Tüm planlama aile
üzerinden yapılır. Ailenin merkezinde civanmert, yiğit, alperen
Ahi vardır. Ailenin çekirdeğinin
mücevheri de annedir.
Şehir, mahalle, külliye, aile ve
Ahi… Ahilik sadece esnaf teşkilatı olarak algılanırsa hayatı
kuşatan sosyal gerçekliği gözden
kaçar. Ahilik teşkilatı bir kaç damarın birleşmesi ile vücut bulmuştur. Türklerden gelen alplik,
Fars ve Kürtlerden gelen civanmertlik, Araplardan gelen fütüvvet gelenekleri Anadolu toprağında mayalanmıştır. Tartışmasız
gerçek Osmanlı'nın mayası ahilik
geleneğidir. Anadolu Selçuklu
şahlanışı ki Sultan Alâeddin zamanı zirvedir, yine ahilik geleneğini baş aktör olarak görüyoruz.
Kısaca ahilik geçmişin köklerinden beslenerek ve bunları harmanlayarak yeni bir sosyal nizam
kurmuş, geldiği tüm damarlardan
daha büyük bir şah damardır. Çınar, Anadolu topraklarında boy
vermiştir.
Ahi meslek sahibi ailesinin lideri
iyi adamdır. Mesleğinin özü alın
teri ve el emeğidir. Kolay yoldan
dolanma veya değerlerin reddettiği bir şekilde geçimini sağlama
hedefi olamaz, olursa ahi olamaz,
sonradan bozulmuşsa bünye onu
dışlar ve dışarı atar. Bu sistem
Hazreti Âdem’den beri vardır.
Önemli olan adının ne olduğu
değil, içini nasıl doldurduğumuzdur. Habil iyi adamı temsil eder,
Kabil nefsine ve şeytana uyan
kötü adamı. Bu iki yol her daim
olacaktır. Âdem hata etmiştir,
tövbe ettiği için iyi adamdır. Hepimiz eksiğiz; iyilerin farkı tövbe
etmesini bilen adamlardır. Şeytan
tövbe etmeyip hatayı başka şeylerde aradığı için kötülüğün simgesi olmuştur.
Gelenek nizam usul ve üslup
üzere kuruludur. Hatta hocanın en önemli görevi bu usulü
ve üslubu talebeye aktarmaktır.
Yani silsile en önemli kavramdır. Şehrin, mahallenin, ailenin,
adamın, mesleğin kısaca her şey,
altın bir zincirin halkasıdır. Kadı
olacaksan gerekli öğrenimi alırsın
ve en küçük birimden başlar sınana sınana yürürsün. Muallim,
yönetici olacaksan yine aynı şekilde… Esnaf olacaksan yamaklık,
çıraklık, kalfalıkla başlayan, ustalıkla devam eden uzun bir yoldur.
Kısaca parası ve dayısı olan her
şeyi yapamaz. Ne zaman yapmış
düzen bozulmuş, ne zaman tekrar her şey yerli yerine konacak,
nizam sağlanacaktır. Liyakat, kabiliyet yoksunluğumuz; adamdan
anlayan adam kıtlığımız hep bundandır.
Nüfus arttı, zaman değişti, sen
hangi dünyada yaşıyorsun, dediklerin olmaz, diyenler olacaktır.
Nüfus her zaman yeterince vardı,
zaman kavramı görecelidir. İnsan
hiç değişmedi; özlemleri, hırsları,
aceleciliği, nankörlüğü, sabırsızlığı ile aynı insan, sadece araçlar
değişti. Atın, devenin yerini otomobil aldı. Ebul İz Cezeri'nin
on ikinci yüzyılda kurduğu akıllı
otomatik makine mantığı ki bilgisayarın atası olarak kabul edilir ve
bu teknolojik silsilede bayrağımızı dalgalandırır. Sadece bazı işler
daha küçük boyutlarda yapılabiliyor. Bilgisayar bile hala aynı mantıkla çalışıyor 0 veya 1 yani var
veya yok. Sadece artık bu işlemi
daha küçük hücrelerde daha fazla
transistörle yapabiliyoruz. Teknolojinin de ilerlediği yok, sadece
küçülüyor. Şimdi nano teknoloji
konuşuyoruz belki ileride piko
teknoloji olacak; fakat asıl olan
değişmeyecek. İşte biz bu değişmeyene talibiz, başa dönersek
buharlaşmayacak olan değer asıl
olandır yani hakikatin ta kendisidir. Kontrollü, sürdürülebilir kalkınma ve büyümeden bahsediyor
ya zamane kalkınmacıları işte tam
da böyle bir şey.
Sistem adalet, emek ve hikmet
üzere kurulursa tıkır tıkır işler.
İş ehline verilir, herkes hesap verir, işler açık olur. Dediklerimizi
yaşama gayretindeyiz; ölmeden
önce olma yolunu adımlıyoruz,
ailemiz ile birlikte yürüyoruz.
Mahalle camisinden mahalleye
açılıyoruz. Elbet külliyemizi ve
şehrimizi de inşa edeceğiz en
azından bu yolda olmaktan şeref
duyuyorum. İyiliğe vesile olursak
ne ala, gerisi hiç!

Benzer belgeler