Sayı 49 Kasım 2012 - ATAUM

Transkript

Sayı 49 Kasım 2012 - ATAUM
ATAUM
e-bülten
Yıl 4 - Sayı 49
Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi
Avrupa Gündemi...
EKİM 2012
Kriz Göçmenine Önlem!
İsviçre'de Ordu Göreve
İsviçre, AB başkentlerinde kemer sıkma politikalarına yönelik protestoların artmasını takiben, ülkesine gelen
göçmenlerin çıkarabileceği kargaşadan gitgide daha fazla endişe duymaya başlamışa benziyor. Öyle ki, Ekim'de
bir askeri tatbikat gerçekleştirildi ve ordunun olası bir sivil kargaşaya müdahale edebilme kapasitesini test edildi
Bilindiği gibi, İsviçre kendi iradesiyle tarafsız olmuş ve AB Antlaşması’nı da tarafsızlık gereği reddetmiş bir ülke. Ne var ki,
buna zıt olarak 200 bin askeri kapasiteye sahip. Yani, nüfusa oranladığımızda Avrupa’nın aslında en kalabalık ordularından biri. Fakat ordunun en son silahlı mücadelesi Napolyon döneminde gerçekleştirilmiş. İsviçre ordusu çok uzun zamandır sadece uluslararası örgütlerin barış operasyonlarına asker gönderiyor.
ORDUNUN KRİZ SENARYOSU
Ezgi ÖZEN
Ekonomik krizin etkisiyle Yunanistan, Fransa, Portekiz ve İspanya’dan İsviçre’ye göçenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. İsviçre, kendisine göçenlerin kargaşayı ve sivil itaatsizliği de beraberinde getireceğinden korkuyor.
Bu nedenle olsa gerek, yapılan açıklamalarda “polisin müdahale edemeyeceği noktada ordunun tamamlayıcı olarak devreye girebileceği” belirtiliyor. Malum, Euro bölgesindeki ülkelerde protestolar şiddetli biçimde
devam ediyor. Eylül’de yine binlerce insan Madrid’te sokaklara döküldü. Angela Merkel, Yunanistan’a gerçekleştirdiği ziyaretinde yaklaşık 7 bin polis tarafından korunmak zorunda kaldı. Olayın hemen ardından Coca Cola, Yunanistan’ı terk ederek fabrikalarını İsviçre’ye taşıyacağını ilan etti. (devamı 3.sayfada)
Özür Yolunda Fransa
Esra DERE
sayfa 4
'Uyan Polonya!'
Recep Ersel ERGE
sayfa 14-15
Hollanda'nın Shell
Davası
Avrupalılar ve Kalkınma
Yardımları
Üçüncü Sanayi
Devrim?
Onur HAZNEDAR
sayfa 5
Vural YAVAŞ
sayfa 8-9
Esra AKGEMCİ
sayfa 12-13
Sırbistan'dan Önemli
Bir Adım
Portre: Alfred Nobel
Oğuz TEKİNDAŞ
sayfa 17
Recep Ersel ERGE
sayfa 22-23
üyelik ve diğer talepleriniz için [email protected]
Tenten Tartışması,
Yeniden
Gökçe ÖZSU
sayfa 24
10
2
Avrupa'nın İnsan Hakları Karnesi İhlal mi İhmal mi?
Ezgi KÖSE
EKİM 2012
ATAUM
e-bülten
Avrupa’nın İnsan Hakları Karnesi
İhlal mi İhmal mi?
Ezgi KÖSE
Bugüne dek uluslararası
alanda insan hakları, demokrasi gibi kavramları kendisinden fazlasıyla duyduğumuz AB, kendi prensiplerini
zaaflarına teslim ediyor. Genişleme sürecinde dahi içine
dahil edeceği devletlere
uyum kriterleri çerçevesinde
insan hakları, eşitlik, demokrasi dersleri veriyorken son
birkaç yıldır yaşananlar gözleri Avrupa Birliği üyesi ülkelerinin üzerine çevirdi. Amerika merkezli İnsan Hakları
Örgütü (HRW), Avrupa’da insan hakları ihlali yaşandığını
tespit ederken Avrupa’nın buna sessiz kalmasına da dikkat çekiyor. Bu ihlallerin en
fazla yaşandığı 9 Avrupa ülkesinin ismi zikrediliyor ve listenin başında da Fransa yer
alıyor.
Örgütün sorunlu bulduğu Almanya, Yunanistan, Macaristan, İtalya, Hollanda, Polonya, İspanya ve İngiltere
de insan hakları ihlalinde ilk
ona girmiş durumda. Yunanistan ve Macaristan'daki
ırkçı çetelerle Arap göçmenler, Çingeneler ve “terör
zanlısı Müslümanlar”a yönelik kötü muameleler gözler
önüne seriliyor. Fransa ve
İtalya’da Çingenelerin sınırdışı edilmesi aşamasında insanlıkdışı yöntemler kullanılması ve özellikle Arap Baharı
sonrası Kuzey Afrika’dan gelen sığınmacılara yapılan muameleler de içler acısı. Rapora göre sığınmacılar hem
avukatlarıyla görüştürülmüyor hem de uluslararası hukuka aykırı olarak işkence görecekleri aşikar olan ülkelerine geri gönderiliyor. Aynı
zamanda başörtüsü ve burkayı da yasaklayan Fransa'
nın artan hoşgörüsüzlük karşısında tedbir almadığı, Hollanda'da ise İslam karşıtı Geert Wilders'ın görüşlerinin
mahkemelerce hoş görüldüğü vurgulanıyor. 22 Temmuz'
da Norveç'te 77 kişiyi öldüren Anders Breivik'i hatırlatan HRW, Norveçli katilin İslam karşıtı görüşlerinin Avrupa'da merkeze taşındığına
ve hoş görüldüğüne işaret
ediyor. Belki bu yaşananlar
Avrupa dışındaki ülkelerde
de hem de misliyle yaşanıyor
ancak her fırsatta insan haklarını siyasetin temel unsuru
haline getiren AB’nin bu tür
durumlara karşı sessiz kalması tepkiyle karşılanıyor.
Üstelik HRW, a raş tır ma
sonuçlarını AB merkezine
bildirmiş olmasına karşın,
Brüksel'in üye ülkeleri suçlamaktan imtina ettiğini vurguluyor. AB Komisyonu'nun
basın kanunuyla ilgili Macaristan’a, Çingenelerin sınır
dışı edilmesiyle ilgili Fransa’
ya, göçmenlere yönelik kötü
muamele dolayısıyla Yunanistan'a karşı açtığı soruşturmaları bir neticeye varmadan kapattığı iddialar arasında yer alıyor.
Bağımsız olarak yapılan diğer analizler de gösteriyor ki,
2007’de Avrupa’da sayısı 37
olan insan hakları ihlali kapsamındaki suçların oranı yüzde 100’den fazla bir artışla
2011’de 75’i buldu. Yapılan
incelemelerin sonuçlarına
baktığımızda, son beş yıl
içindeki bu artışın AB üyesi ülkelerin içinde bulundukları
ekonomik kriz sonucu halkların sağa görüşe ve milliyetçiliğe kaymasıyla ilgisi var.
İnsanların ve hükümetlerin
tahammül sınırlarının azalmasının da ihlal suçlarının
artmasına neden olduğunu
söyleyebiliriz. Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik
buhranın, bu ülkelerde değişen sosyal durum, fakirliğin
yayılması, ekonomik çatlak
ve insan hakları ihlal girişimleri gibi konulara gölge düşürdüğünü görebiliyoruz. Nitekim Uluslararası Af Örgütü
İcra Müdürü Nataşa Kazachin El-alem bir haber kanalına verdiği demeçte, Avrupa'da insan hakları meselesinin ciddi ve zor meselelerden biri olduğunu kaydediyor: “Avrupa ülkelerinde insan hakları ihlaline, azınlık
ve göçmen hakları ihlaline
ve cinsiyetler arasında ayrıma şahit oluyoruz.”
Irk ve din ayrımcılığıyla birlikte aile içi şiddetin ve kadınlar üzerindeki baskının da
arttığı Avrupa ülkelerinde intihar vakalarının sayısı da
yükselişte. Ciddi bir gerileme
işareti verdiği düşünülen Avrupa ülkelerinin iç meseleleri
artık uluslararası bir sorun
halini bile aldı. Avrupa’nın temel hak ve hürriyetlerle insan hakları konularındaki retoriğine yakışır bir biçimde
önleyici tedbirler alması, suçu tespit edilenlerin görmezden gelinmeyip cezalandırılması ve kötü hadiselere engel olması bekleniyor.
2 ATAUM
e-bülten
İsviçre bir AB üyesi olmamasına rağmen, serbest dolaşım anlaşmasını imzalayarak
AB üyesi 15 ülke vatandaşlarının İsviçre’ye seyahati ve
yerleşmesine olanak tanıdı.
2009’da krizin ilk dalgaları
Avrupa’yı vurduğunda, AB’
yle İsviçre’nin yaptığı ikili antlaşmalar gereği artan hareketlilikle İsviçre’deki işsizlik
oranları da belli bir ölçüde artı. Aslında İsviçre serbest dolaşım antlaşmasını askıya
alabilme yetkisine sahip.
Ama krizin ardından işsizlik
oranı İsviçre’de yalnızca yüzde 3.5’e yükseldi ve bu antlaşmanın askıya alma yetkisini tanıdığı oranın çok çok altında. Kaldı ki, böyle bir işsizlik oranını şu an pek çok
Euro ülkesi hayal bile edemez halde. Dolayısıyla İsviçre, şu anda ekonomik krizle
sarsılan AB ülkelerinin arasında bir vaha durumunda.
Yatırımcıların yanı sıra, AB vatandaşları ve AB’de bulunan
göçmenler de gözünü İsviçre’ye dikti. Bu durum İsviçre’
nin gözünü oldukça korkutmuş görünüyor. İsviçre AB üyesi ülkelerden gelecek göçmenlere kapılarını açmakta
pek de istekli değil. Nitekim
geçtiğimiz aylarda ikili antlaşmaya konulan bir “güvence maddesiyle” İsviçre’ye Doğu Avrupa’dan gelen göçmenlere tekrardan kotalar
getirilmesi çok tartışılmıştı.
Alınan önlemlere şimdi de ordu gücünün olası durumlara
hazırlanması ekleniyor. Nitekim İsviçre Savunma Bakanı
Uli Maurer, “ilerleyen yıllarda orduya ihtiyaç duyabileceğimizi göz ardı etmemeliyiz” diyor. İsviçre ordusunun
modernizasyonu da gündemde. Hatta orduya yeni
jetlerin alınması planlanıyor.
Öte yandan, İsviçre’nin korkularını bir askeri tatbikatla
dile getirmesi tepki doğurdu.
Dış ticaretinde AB’ye göbekten bağlı bir ülke olarak eko-
İsviçre'de Ordu Göreve
Ezgi ÖZEN
EKİM 2012
nomisini ve sanayisini krizden korumak amacıyla pek
çok önlemi alan İsviçre, Euro
bölgesindeki karışıklıkların
ülkeye göçü arttıracağının
da uzun zamandır farkına
varmışa benziyor. Fakat göçmenlerin çıkaracağı olası bir
kargaşa senaryolarını da
içeren bir askeri tatbikatın
gerçekleştirilmesi akıllarda
soru işaretleri yaratıyor. Po-
listen bile önce askerin akılla ra gel me si, Sa vun ma
Bakanlığı’nın politik bir hamlesi olarak görülüyor.
Ordunun kendini meşrulaştırma çabası mı?
Sivil toplum örgütleri ordunun meşruiyet krizi yaşadığını ve ekonomik krizin bu varoluş sorununu çözebilecek
bir sebep olarak öne sürüldüğünü söylüyor.
Malum, İsviçre kendi iradesiyle tarafsız olmuş ve AB
Antlaşması’nı da tarafsızlık
gereği reddetmiş bir ülke.
Ne var ki, buna zıt olarak
200 bin askeri kapasiteye sahip. Yani, nüfusa oranladığımızda Avrupa’nın aslında en
kalabalık ordularından biri.
Fakat ordunun en son silahlı
mücadelesi Napolyon dönemin de ger çek leş ti ril miş.
İsviçre ordusu çok uzun zamandır sadece uluslararası
örgütlerin barış operasyonlarına asker gönderiyor.
Dolayısıyla İsviçre ordusu de-
nince akla “Swiss Army” markalı saatlerin devletin silahlı
gücünden daha önce gelmesi doğal. Ne var ki, önümüzdeki sene ordunun tamamen
tasfiye edilip edilmemesinin
halkoyuna sunulacağı hatırlanırsa, yapılan tatbikatın bir
mevzi koruma ve meşrulaştırma çabası olarak anlamlandırılması da ihtimal dahilinde oluyor.
İsviçre’de çıkacak bir kargaşada ordunun müdahale etmesi durumunda, İsviçre’nin
önemli bir demokrasi krizi yaşayacağı aşikâr. En büyük
kargaşanın meydana geldiği
ve Starbucks’ın yakıldığı
Yunanistan’da bile hiçbir zaman sivil kargaşaya ordunun
müdahalesi söz konusu olmadı. Yunan hükümeti, halk
ile çevik kuvvet arasında yaşananların ardından, yoğun
olarak biber gazı ve polisin
aşırı şiddet uygulamasına yönelik soruşturmalar başlatmayı kabul etti. Üstelik gösterilerden bir tanesinde polisler de çıkarılan yangında
yaralanmıştı.
İsviçre’de yapılan tatbikatlarda kullanılan senaryoların
gerçek olması ve ordunun
işin içine girmesi, aşırı güç
kullanımının kayda değer örneklerinden biri olarak tarihe geçecek gibi duruyor. Krizin İsviçre’ye sıçraması olasılığının yok denecek kadar az
olmasıysa ordunun varlığını
meşru kılma çabasının boşa
çıkacağını gösteriyor. İsviçre
frangı, Euro-dolar piyasasında kaybeden yatırımcıların
gözbebeği durumunda. İsviçre’nin yoğun göç alması
durumunda bile, yaşayacağı
en büyük sıkıntının emlak piyasasında bir anda yükselen
fiyatlar olacağı düşünülüyor.
Bunun düzenlenmesi için de
bir orduya ihtiyaç yok.
İsviçre’de askerliğin hala zorunlu olması da bir diğer ilginç nokta. Zorunlu askerliğin kaldırılmasını savunanlar, ayrıca hükümetin olası
kargaşaya karşı aldığı önlemlerin aşırılığını da vurguluyor. İsviçre’de artık orduya
dur demenin zamanı geldiğini söyleyen sivil toplum örgütleriyse gün geçtikçe çoğalmakta.
3
11
10
4
Özür Yolunda Fransa
Esra DERE
EKİM 2012
ATAUM
e-bülten
11
Özür Yolunda Fransa
Esra DERE
“17 Ekim 1961 tarihinde, ülkelerinin bağımsızlığı için
gösteri yapan Cezayirliler
kanlı bir şekilde bastırıldı ve
öldürüldü. Cumhuriyet açıklıkla bu gerçeği tanır. Ardından 51 yıl geçen bu dramda
hayatını kaybeden kurbanları saygıyla anıyorum.”
Bu tarihi ifade, 1961’de
Paris’te yaşananlardan tam
51 yıl sonra aynı gün Fransa
Cumhurbaşkanı François
Hollande’nin ağzından döküldü, Fransa için Cezayir konusunda çok önemli bir ta-
bunun yıkımı ve özrün ilk adımı olarak. Hollande, geçen yıl bu trajediyi kabul edeceği vaadinde bulunmuştu. Trajedinin resmen tanınması için alternatif internet
gazetesi Mediapart tarafından başlatılan kampanyaya
da imzasını atmıştı. Mediapart, sloganında “ne intikam
ne pişmanlık, ama gerçeğin
adaletiyle halkların uzlaşısı:
Ancak bu şekilde yeni bir
Fransız-Cezayir kardeşliğini
inşa edebiliriz” diyordu. Böylece Fransa’nın onlarca yıl sü-
ren suskunluğu son buldu.
Bu açıklamadan bir hafta
sonra 23 Ekim’de bu defa
Fransız Senatosu’na geçti
söz sırası. Senato, Komünist
Grup Senatörü Nicolo Borvo
Cohen-Seat’in muhalefet
gruplarına gündeme yasa önerisi getirme olanağı veren
“nich parlamentaire” uygulamasına Ocak’ta başvurmasıyla önüne gelen teklifi
görüştü. Teklifin konusu,
“Fransız devletinin sorumluluğunun Meclis kararıyla
tanınması”ydı. Parlamento’
daysa Sol Cephe (Front de
Gauche) milletvekili François
Asensi, olayların tüm boyutlarıyla aydınlatılması için 17
Ekim’de bir yasa önerisi sundu. Asensi, 1997’den beri
İçişleri Bakanlığı arşivlerinin
açılmasını istiyordu. Çünkü
“ismine layık bir demokrasi
bu korkunç olaylar üzerindeki sırrı devam ettiremezdi” ve
“yasa önerisinin kabulü iki
halkın yakınlaşmasına katkı
sağlayacaktı”.
rafından organize edilmiştir.
Polisin bu eyleme müdahalesi sonucu onlarca kişi kaybolur, öldüresiye dövülür, Seine
nehrine atılır veya kurşunlara hedef olur.
Tarihçilere bakılırsa, olaylar
sırasında 300 dolayında kişi
hayatını kaybetti, 13 bin kişi
de gözaltına alındı. Saint Michelle Köprüsü’nün duvarları-
na da iri harflerle “Ici on noie
les Algeriens” yani “Cezayirlileri burada boğduk” yazıldı.
Fransız resmi tarihinin sözcüleri olarak görülen kimilerine göreyse, Cezayirli göstericilerin polise karşı koyması sonucu meşru müdafaa
amacıyla sadece 3 kişi öldürülmüştür.
mı da anıyorum” diyerek, iktidar grubu olarak teklifi desteklediklerini dile getirdi. Konuşmaların ardından yapılan oylamada, teklif 168’e
karşı 172 oyla kabul edildi.
Böylece Fransız Senatosu, olaylarda devletin rolünü tanımış oldu. Fakat kararın
hem henüz hukuksal bir etkisi yok hem de Ulusal Meclis
tarafından da onaylanması
gerekiyor. Kararın şu anki anlamı, olayların yaşanmasında emniyet birimlerinin suçlu
olduğunun kabulüyle sınırlı
aslında. Nitekim muhafazakâr UMP partisi de bu imaya
cevabında, 17 Ekim 1961’de
olanları ve kurbanları unutmanın söz konusu bile ola-
mayacağını, ancak devletin
polisini ve onunla birlikte
tüm Cumhuriyet’i suçlamanın da kabul edilemeyeceğini ifade ediyor. Aşırı sağ parti
lideri Marine Le Pen ise
Fransa’da bulunan Cezayir asıllı yeni neslin bundan sonra
Fransa’ya düşmanlık besleyeceği iddiasında. Cezayir asıllı yeni nesil adına bir şey
söylemek için belki çok erken
ama Fransızların yüzde 70’i
Le Figaro’nun yaptığı ankette olayın kanlı bir müdahale
olarak tanınmasına karşı çıkarak tutumlarını ortaya
koyuyor.
Neydi bu korkunç olaylar?
Kimilerine göre söz konusu
olaylar, 1954 ile 1962 arasın da ya şa nan FransaCezayir savaşının sonlarına
doğru gelinmişken Paris’te
Fransız polisince gerçekleştirilen ve toplu ölümleri beraberinde getiren kitlesel bir yıkımdı. Hikâyesi şöyleydi:
“Cezayirli bağımsızlıkçılara
karşı mücadele” adı altında
bir karar alınır. Cezayirlilerin
saat 20.30 ile 5.30 arasında
sokağa çıkmasını yasaklayan bir karardır bu. Kararı
protesto etmek isteyen ve aralarında kadınlarla çocukların da olduğu 30 bin kişi,
17 Ekim akşamı Paris sokaklarına iner. Eylem, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin
(FLN) Fransa federasyonu ta-
Toplumun tepkisi
Fransız Senatosu’nda görüşülen ve oylanan karar teklifinde tartışma her zamankinden farklı değildi: Mesele, tarihçilerin işi mi, değil mi? Nitekim teklife, “bu bizim değil, tarihçilerin yapması gereken bir çalışmadır” diyen ana muhalefet UMP destek
vermedi. Komünist grup,
UMP’ye “tarihi bir gerçeği tanıyoruz, tarihçilerin işini elinden almıyoruz” diye cevap
verdi. Amaç artık gerçeklerle
yüzleşmekti. Aynı yönde teklif veren Yeşiller Senatörü Esther Benbassa da olayın tarihsel geçmişini hatırlatarak,
“hala ölenlerin ve yaralıların
sayısını bile bilmiyoruz. Nehirlerden cesetler toplandı,
Paris’in göbeğinde insanlar
boğularak, vurularak öldürüldü. Yeşiller Grubu olarak
Nanterre Hastanesi’yle polis
arşivlerinin açılmasını, olayın bütün gerçekleriyle ortaya çıkarılmasını istiyoruz”
şeklinde konuştu. Sosyalist
Grup adına söz alan Cezayir
asıllı Senatör Bariza Khiari ise, “bu olayın aydınlatılmasını isteyenler Fransızların değil, bu olaydan sorumlu olanların bulunmasını istiyor.
Cezayir ve Fransızların barış içinde birlikte yaşayabilmesi için bu kara dönemin aydınlatılması gerekir. Politik pozisyonu nedeniyle tutuklanan annemi, Paris’te tutuklanan ve işkence gören baba-
2 ATAUM
e-bülten
EKİM 2012
Hollanda'nın Shell Davası
Onur HAZNEDAR
5
Hollanda'nın Shell Davası
Onur HAZNEDAR
Bugünlerde Hollanda tarihi
eşine az rastlanır bir davaya
tanıklık ediyor. Hollanda ve
İngiltere ortaklı çokuluslu bir
şirket olan Shell, Nijerya’da
çevre kirliliğine yol açtığı gerekçesiyle geçtiğimiz ay
Hollanda’da hâkim karşısına
çıktı. Nijeryalı dört çiftçiyle
Hollandalı bir sivil toplum örgütü çalışanının açtığı bu davanın örneklerine her ne kadar ABD ve İngiltere’de daha
çok rastlansa da Hollanda’
da ilk kez bu tip bir davanın
görülüyor olması, davayı
önemli bir hale getiriyor. Bir
Avrupa mahkemesinin Avrupa dışındaki bir konuyla ilgili
bir davaya bakıp bakamayacağıysa ayrı bir tartışma konusunu oluşturuyor.
Bir zamanlar tarım ve balıkçılığın yapılabildiği Nijer deltasında bugünlerde tek görülebilen şey yoğun bir petrol
tabakası. Özellikle son 50 yıldır bölgede devam eden petrol arama çalışmaları çevreye telafisi zor zararlar veriyor. Birleşmiş Milletlerin
2011’de yapmış olduğu bir
araştırmaya göre, bölgedeki
hasarın giderilmesi 30 yılı
alacak ve bir milyar Amerikan dolarına mal olacak. İşte
Shell de Nijerya’da elli yılı aşkın bir süredir faaliyet gösteren ve ülkedeki en önemli
petrol üreticisi konumuna sahip olan şirket olarak bu bağlamda dikkatleri üzerine çekiyor. Nijer deltasındaki kirliliğin sorumlusu Shell olarak
gösteriliyor.
Ancak bu noktada gündeme
Shell’in gerçek anlamda ne
kadar sorumlu olduğu soru-
su getiriliyor. Buna göre, Nijer deltasında sabotajlara,
petrol hırsızlıklarına sıklıkla
rastlanıyor. Yani Shell güvenlik sorunları sebebiyle arıtma
faaliyetlerini olması gerektiği gibi yürütemiyor. Bu nedenle bütün sorumluluğun
Shell’e ait olduğunu söylemek biraz kolaya kaçmak gibi görünüyor. Tabii iyi niyetle
elinden geleni yaptığı ve mevcut ortamı maliyetlerini kısma gerekçesi yapmadığı varsaymıyla.
deniyle balıklar öldü. Bu da
hayatımı sürdürmemi ve çocuklarımı okula göndermemi
imkânsız hale getirdi.”
Buna karşılık Shell’in avukatlarıysa, petrol akıntılarının
büyük bölümünün saldırılardan kaynaklandığını ileri sürerek firmanın herhangi bir
suçunun bulunmadığını ileri
sürüyor. Yani, ortada bir çevre kirliliğinin var olduğunu
kabul etmekle birlikte sorumlunun orada çeşitli saldırılarda bulunan kişilerde olduğunu dile getiriyorlar. Ayrıca boruların tamirinin bu
güvenlik sıkıntısı nedeniyle
gerçekleşemediğini söylemeyi de unutmuyorlar.
rumda. Böylece Hollanda’
daki bir mahkemenin sadece
çokuluslu şirketlerin ana holdinglerini değil, bunların dış
ülkelerdeki kardeş şirketlerini de yargılamasının önü
açılmış oldu.
Sonuç olarak Hollanda’da
görülen bu dava eşine az
rastlanır bir örnek olarak
uluslararası hukuk açısından
büyük önem taşıyor. Daha
önceleri bu davalar genellikle ABD’de görülür ve genellikle de çok uluslu şirketler lehine sonuçlanırdı. Ancak
Hollanda’da durumun nasıl
bir seyir izleyeceğini şimdiden kestirmek zor gözüküyor. Mahkemenin en erken
yıl sonunda ya da yeni yılın
başlarında karara varması
bekleniyor. Yine de karar ne
olursa olsun bu tip davaların
Avrupa kıtasında yoğunlaşmaya başlaması, büyük şirketlerin az gelişmiş ülkelerde
dilediklerini yapmalarının
önüne geçilmesi açısından
büyük önem arz ediyor. Zira
herkesin bildiği gibi Shell gibi şirketler Nijerya gibi ülkelerde Avrupa’dakinden tamamen farklı bir tavır sergiliyor. Yani ortada ciddi bir çifte
standart anlayışı var. Ayrıca unutmamak gerekir ki, eğer
bu davada mahkeme davacı
tarafı haklı bulur ve tazminat
taleplerini kabul ederse, benzer sorunlardan etkilenen
binlerce kişinin de tazminat
davası açması gündeme gelebilir.
Davacıların talepleri
Davacılar, öncelikle Shell’in
yeni petrol boru hatları kurarak ham petrolün dışarı sızmasını önlemesini ve ayrıca
toprağın ve zemin suyunun
arındırılmasını talep ediyor.
Dahası geçim kaynaklarını
bu faaliyetler nedeniyle yitirdiklerini belirten davacılar,
bunun karşılığı olarak yüklü
bir tazminat da talep ediyor.
Davacılardan biri olan Friday
Alfred Akpan, BBC’ye yaptığı
açıklamada, sızıntılar nedeniyle 47 balık çiftliğinin büyük zarar gördüğünü, bu nedenle zarara karşılık tazminat ve Shell’in sızıntıyı temizlemesini istediğini belirtiyor
ve ekliyor: “Petrol sızıntısı ne-
Davanın hukuksal boyutu
Avrupa dışındaki bir olayla ilgili bir Avrupa mahkemesinin yetkili olması, tartışmaları da beraberinde getiriyor.
Shell şirketinin merkez binasının Hollanda’nın Lahey şehrinde bulunması nedeniyle
davanın Hollanda’da görülmesine ilişkin herhangi bir
hukuksal engel bulunmuyor.
Ancak Utrecht Üniversitesi’
nde hukuk uzmanı olan Liesbeth Enneking, davada mahkeme masraflarının yüksek
olması başta olmak üzere çeşitli engellerin var olduğunu
belirtiyor: “Delillerin çoğunluğu, durumdan zarar görenin değil, şikâyet edilen firmaların elinde bulunuyor.
Örneğin ham petrolün neden sızdığı, bu konuda ne gibi gelişmeler olduğu, sabo-
tajın mı yoksa yanlış bakımın
mı bu duruma yol açtığını ortaya koyacak deliller… Boru
hatları hangi sürelerde bakımdan geçiriliyor? Ham petrolün sızmaya başlamasından sonra Shell holdingi ne
gibi önlemlere başvurdu? Royal Dutch Shell’in Nijerya’
daki petrol boru hatlarının
nasıl kullanılması gerektiğine ilişkin ne ölçüde söz hakkı
ve etkisi bulunuyor?”
Aslında Shell, tüm sorumluluğun Nijerya’daki kardeş firmada olduğu gerekçesini
ileri sürerek davanın Nijerya
mahkemesinde görüşülmesini istiyor. Ancak Lahey’deki
mahkeme yargıçları bu gerekçeyi kabul etmeyerek
Hollanda’da bu tip bir davanın görülmesini sağlamış du-
6
Yunanistan'da Kriz Darbesi
Christos TEAZIS
ATAUM
EKİM 2012
e-bülten
Yunanistan'da Kriz Darbesi
Christos TEAZIS
Geçen ay To Vima gazetesi
bir haber yayınladı. Haberin
başlığı şuydu: “Gerçekleştirilmeyen darbe”. Gazeteye göre, Yunanistan Kasım
2011’de bir siyasi istikrasızlık döneme girmişti ve bu istikrasız dönem ordunun müdahalesiyle son bulacaktı.
Malum, Yunanistan, dönemin başbakanı Yorgo Papandreu tarafından Yunan ekonomisinin iflasın eşiğine
gelmesi gerekçesiyle 2010’
da IMF’ye başvurdu. Ondan
sonra IMF, Avrupa Merkez
Bankası ve Avrupa Komisyonu’ndan birer temsilciden
oluşan Troyka, Yunan ekonomisini iflastan kurtarmak
üzere bir ekonomi program
uygulamaya başladı. Süreç
ilerledikçe ve kriz de derinleştikçe halkın hoşnutsuzluğu da artmaya başladı ve
halk bu hoşnutsuzluğu çok
sert bir şekilde siyasetçilere
yansıttı. Sadece halkta değil,
gazeteye göre, ordu içerisinde de bir hareketlilik söz konusuydu. 26 Ekim 2011’de
Selanik’te Aziz Dimitrios kutlamalarına katılan o dönemin savunma bakanı Panos
Beglitis yuhalandı. Beglitis’in
yakın çevresine göre, bu
olaylar, emekli veya faal subaylarla doğrudan temas
içinde olan aşırı sağ ve bazı
dini cemaatler tarafından örgütleniyordu. 27 Ekim’de Papandreu yurtdışındaydı ve
o gün ikinci memorandum
anlaşması imzalandı. 28
Ekim’de Selanik’te gerçekleştirilecek askeri geçit töreni
iptal edildi. Nedeni? Onbinlerce insan askeri geçit töreni
yapılacak caddeyi kapatmıştı. Cumhurbaşkanı Karolos
Papulias yuhalandı ve gitmek zorunda kaldı. Aynı gün
Yunanistan’ın çeşitli kentlerinde siyasetçiler halk tarafından yuhalanıyordu. Papandreu o gün Arap baharı
konulu bir konferansa katılmak üzere Girit’teydi. Bu konferansta Arap baharının Yunanistan’a sıçrayabileceği ihtimalinin bile konuşulmuş
olması çarpıcıydı.
Papandreu bunları görünce,
Yunanistan’ı siyasi istikrasızlığa sürüklemek isteyen bazı
çevrelerin başarılı olması halinde AB’den ve Euro Bölgesi’nden çıkma ihtimalinin
çok yüksek olduğunu anladı.
Böylece Papandreu iki hamle
yaptı bunu önleyebilmek
için: Birincisi, 31 Ekim’de parti grup toplantısında referanduma gidilmesine niyetini
ifade etti ve ikinci olarak da 1
Kasım’da Genelkurmay Başkanı’yla birlikte kara, hava
ve deniz kuvvet komutanlarının emekliliklerine karar verdi. İşte bazı gazetelere göre,
o dönemde Yunanistan bir askeri müdahaleyle karşı karşıya kalabilirdi.
Bağımsız devlet olduğu
1830’dan 1974 yılına kadar
Yunanistan’da askeri müda-
haleler hiç eksik olmadı. İlk
askeri müdahale 3 Eylül
1843’te Albay Kalergis tarafından gerçekleştirildi. O dönemde Yunanistan Baveryalı
Othoas tarafından yönetiliyordu ve kendisi monarşik
bir rejim kurmuştu. Kalergis
yeni bir anayasa talebinde
bulunuyordu. Othonas halkın taleblerini pek önemsemedi ve rejimini daha da pekiştirdi. Böylece halkın tepkileri kartopu gibi büyümeye
başladı ve 10 Ekim 1862’de
asker, halkla birlikte, parlamenterizm isteyerek Othonas’ı devirdi. 1909’da Goudi
isyanı başladı. Bu isyanın amacı, Kralın ordu üzerindeki
etkisini ortadan kaldırmaktı.
1920’de Venizelos iktidarı
kaybetti ve Kralcılar geldi. Bu
Kralın hâkimiyeti 1922’de sona erdi. Asker Nikolaos Plastiras Kralı istifaya zorladı. O
dönemde Venizelos yeniden
başbakan oldu. Görevini
1932’ye kadar da sürdürdü.
4 Ağustos 1936’da Metaksa
diktatörlük dönemi başlamış
oldu. Ondan sonraki tüm askeri müdahaleler, 1967 Albaylar cuntası dâhil olmak ü-
zere, esasen “Yunanistan’ı
komünist tehlikeden korumak için” yapıldı.
Tabii ki kısa ve kabaca anlatılan Yunanistan’daki askeri
müdahalelerin serüveni hakkında sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-kültürel
unsurları göz ardı etmemek
lazım. Her durumda, Yunanistan’da 1974’ten sonra bu
darbe zihniyeti artık sona erdi. Neden? Dünya konjonktürü dönüştü ve artık bir askeri müdahale için iklim elverişli değildir. Bir müdahale
veya darbe, nasıl adlandıracaksak adlandıralım, olacaksa bile ancak ve ancak sivil yoldan olurdu. Nitekim
son ekonomik kriz patlak verdiğinde de herkes şunu konuşuyordu: Artık sabrımız taştı bu durum böyle devam
edemez. Siyasetçileri artık evlerine gönderelim, yeter ki yeni bir “şey” ortaya çıksın. Birkaç gün içerisinde yeni ve
umuluyor ki son ekonomik
paket meclisin onayına sunulacak. Asıl soru, paket uygulamaya başladığında halkın tepkisi ne olacak? Zaman
gösterecek...
ATAUM
e-bülten
İletişim
Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM)
Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara
Telefon: 0 (312) 362 07 62
Faks: 0 (312) 320 50 61
Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten
E-posta: [email protected]
Editör: Erdem DENK
Tasarım: Turan BACI-Erdem DENK
* Yazılarınızla katkıda bulunmak için [email protected] adresine email atabilirsiniz.
* ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir.
* Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir.
* Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir.
Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Hermes
Ofset Ltd. Şti., Kazım Karabekir Cad. Murat Çarşısı 39/16 İskitler/ANKARA Tel: 0(312) 341 01 97 · Basım Tarihi: 10.11.2012
2 ATAUM
e-bülten
EKİM 2012
Yunanistan 4. Reich'a Karşı!
Mühdan SAĞLAM
7
Yunanistan 4. Reich’a Karşı!
Mühdan SAĞLAM
İki yılı aşkın bir süredir ciddi
bir ekonomik krizle boğuşan
Yunanistan, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Ekim'
deki Atina ziyaretini protesto
eden gösterilerle uluslararası gündeme oturdu. Yunanis-
tan, artık AB için, Euro bölgesinin mercek altına alınmasıyla eş anlama geliyor. Yunanistan’da başlayan ekonomik krizin bölgesel bir nitelik kazanarak tüm Euro
Bölgesi’ni sarması, AB’nin en
güncel kâbusu. Yunanistan’
ın içinde bulunduğu açmazı
sert ekonomik tedbirlerle bertaraf etmeye çalışan AB açısından krizle mücadelede ortaya konan tutum, aynı zamanda Euro Bölgesi’nin evri-
leceği istikametin de işareti.
Merkel’in Atina ziyareti, bu
bağlamda ekonomik olmasa
da sembolik olarak birliğin
dayanışma ve krizi ortada
kaldırma konusundaki fikir
birliğini ifade ediyor.
Durmak yok, kemer sıkmaya devam
Yunanistan’a ekonomik krizin ortaya çıkmasından buna
ilk defa gelen Angela Merkel, ilk olarak Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas ile görüştü. Bu ziyaretin ardından
Başbakanlık konutuna geçen Şansölye, burada Başbakan Andonis Samaras ile
ekonomik krize ilişkin gerçekleştirilen reformlar ve önlemleri masaya yatırdı. Merkel, görüşme sonrasında ya-
pılan ortak basın toplantısında, Yunanistan’ın kriz karşında yaptığı reformları desteklediklerini ifade etmenin yanı sıra krizin bir anda ortadan kalkmayacağını ve kat
edilmesi gereken yolun
uzunluğunu vurguladı. Şu
ana kadar gerçekleştirilen reformlar ve kamu harcamalarındaki kısıtlamaların halkı
zor bir sürece sürüklediğini
belirten Merkel, gelecek ne-
sillerin refahı için kamu harcamalarının daha fazla azaltılmasını salık verdi. Merkel,
31.5 milyar Euro’luk son yardım paketinin serbest bırakılıp bırakılmayacağı sorusunaysa net bir yanıt vermedi.
Yunanistan Başbakanı Samaras ise, Yunanistan’ın kararlı bir biçimde reformlar
yaptığını ama önlerinde ciddi kamusal engeller bulunduğunu vurguladı ve ekledi:
Başbakan toplantıda halk sokakta
Merkel’in Başbakanlık Konutu’nda Samaras’la görüştüğü sırada Yunan hükümetinin AB ve IMF direktifiyle hayata geçirdiği kemer sıkma
politikalarına tepkili yaklaşık
50 bin kişi, Merkel'in ziyaretini protesto ediyordu. Miting
çağrısıysa Yunanistan İşçi
Sendikaları Konfederasyonu
(GSEE) ve Yunanistan Kamu
Çalışanları Fe de ras yo nu
(ADEDY) ile Yunanistan Komünist Partisi KKE'ye bağlı
Mü ca de le ci İşçi Kolları
(PAME) tarafından yapılmıştı.
Ekonomi otoriterlerinin her
krizde devletlere “kamu har-
camalarını kısın” nasihati
halktan olumsuz cevap alıyor. Kamu harcamalarının
azaltılmasının gündelik yaşamdaki karşılığı, ücretlerde
sıfır artış, işsizlik, ağır vergi
yükü ve yükselen enflasyonla paralel olarak hayatın giderek pahalılaşması. Bunun
ayırdında olan on binler,
Merkel’in ziyaretinin yeni bir
kısıtlamanın habercisi olduğunun da farkında. Tıpkı AB
gibi göstericiler için de bu ziyaret sembolik bir anlam taşıyor: Demir Şansölye, kemer sıkma politikalarıyla kamu harcamalarındaki kesin-
tilerinin öznesi olarak kabul
ediliyor. Göstericilerin Atina
sokaklarında attığı “4. Reich
olmaya HAYIR”, “Merkel Defol”, “Sömürüye Hayır” vb.
sloganlar, Euro Bölgesi’ndeki yangını ne pahasına olursa olsun söndürmeye çalışan
ekonomi otoritelerine Merkel’in şahsında verilen bir
tepki.
Öte yandan yaklaşık altı saat
süren ziyaretten akıllarda kalan diğer bir husus, alınan yoğun güvenlik tedbirleri. Atina genelinde yedi bin polis,
göstericilere karşı teyakkuz
halindeydi. Bunun yanı sıra
Protestolara uluslararası destek
Merkel’in ziyareti sadece Yu- reti öncesinde Kamu Güvennanistan’da değil, internet or- liği Bakanlığı, Adalet Bakantamında da yankı buldu. Son lığı ve Yunan polisine ait indönemlere damgasını vuran ternet sitelerine siber saldırıuluslararası hacker grubu lar düzenledi. Grup, Youtube
Anynoumus, Merkel’in ziya- ve Twitter’a yüklediği video-
AB’den daha fazla para değil, destek istiyoruz.
Her iki liderden de gelen bu
açıklamalar “yola devam”
şeklinde yorumlanırken, hükümetin Almanya karşındaki
tutumu bazı yorumcular tarafından teslimiyet olarak değerlendirildi. Merkel’in Atina
ziyaretine geniş biçimde yer
veren Yunan basınıysa, "Şansölye’den para yok, nasihat
çok" görüşünde.
yaklaşık 40 tim çevik kuvvet
polisi de hazır bekletildi. Kolluk kuvvetleri, Merkel’in havaalanından oteline kadar gideceği tüm güzergâhta adeta kuş uçurmadı. Yer yer kolluk kuvvetleri ve göstericiler
arasında çıkan çatışmalarda
polis, biber gazı, ses bombası ve coplarını da göstericilerden esirgemedi. Parlamento civarında oluşturulan
güvenlik kordonuyla da göstericilerin parlamentoya olası bir yürüyüşü önlendi.
larda da alınan yoğun gü- sıkma politikalarını protesto
venlik önlemlerini eleştirdi. eden Atina halkına destek olGösterilerde dikkat çeken bir mak için geldiğini açıkladı.
diğer isimse, Almanya Sol
Parti lideri Bernd Riexinger’
di. Riexinger, AB’nin kemer
8
Avrupalılar ve Kalkınma Yardımları
Vural YAVAŞ
EKİM 2012
ATAUM
e-bülten
Avrupalılar ve Kalkınma Yardımları
Vural YAVAŞ
AB, dünya çapında gelişmekte olan ülkelere kalkınma yardımları yapmakta. Kullanılan araçlarsa bölgesel ve
temasal olarak farklılaşıyor.
Örneğin, bölgesel anlamda
Afrika ve Pasifik ülkeleri için
Avrupa Kalkınma Fonu kullanılırken, insan hakları ve
demokrasi alanına özel Demokrasi ve İnsan Hakları
Enstrümanı’ndan yararlanılmakta. Yine Latin Amerika,
Asya ve Güney Afrika’ya yönelik Kalkınma ve İşbirliği
Enstrümanı işletilmekte. Avrupa komşuluk ilişkileri (Avrupa Komşuluk ve Ortaklık
Enstrümanı) bağlamında Kuzey Afrika’dan Ukrayna ve
Ermenistan’a kadar pek çok
ülkenin kalkınmasına katkıda bulunuluyor. Keza AB,
kendi üyeleri ve aday ülkeler
için de yapısal fonlardan, katılım öncesi işbirliklerine kadar değişik araçlarla kalkınmaya yönelik faaliyetler yürütüyor. Fakat bu son sayılanlar farklı AB Komiserleri
tarafından yönetilmekte ve
birbirleriyle karıştırılsa da,
özünde “Europeaid” olarak
adlandırılan Avrupa Kalkınma ve İşbirliği vasıtasından
farklılaşmakta.
3 Ocak 2011’de tek Genel
Direktörlük altında birleştirilen kalkınma politikasıyla
yardımların daha etkin şekilde uygulanması planlanıyor.
Programın başında Kalkınmadan Sorumlu Komisyon
Üyesi Andris Piebalgs yer alıyor. Mevcut süreçte yardımların yüzde 70’i AB bütçesinden karşılanırken, bunlar
için ülkelerin gönüllü katkısı
esas alınıyor. Komisyon’un
önerisiyle 2015 yılına kadar
ülke GSMH’lerinin yüzde
0.7’si kadar yardım yapılması hedefleniyor. Yardımların
iyi yönetim, insan hakları, de-
mokrasi, cinsiyet eşitliği, eğitim, açlıkla mücadele, çevre,
tarımsal ve kırsal kalkınma,
istihdam ve sosyal koruma gibi daha sayılabilecek pek çok
odak noktası bulunuyor.
VII. Avrupa Kalkınma Günleri’nin gerçekleştirildiği Ekim
ayında birbirinden çetrefilli
konular ele alındı. Sürdürü-
lebilir tarım ve gıda güvenliğinden özel sektörün kalkınma politikalarındaki konumu ve büyüme için halkların
desteklenmesine kadar pek
çok alanda paneller düzenlendi. Durum global boyutta
oldukça ciddi ve karamsar
gözükse de Piebalgs’ın son
günlerde övünçle bahsettiği
bir koz var elinde. Ekim ayında yayımlanan, “Dayanışma
Dünyaya yayılıyor: Avrupalılar ve Kalkınma Yardımları”
başlıklı özel Eurobarometer
(No. 392) anketinin sonucuna göre, Avrupalıların yüzde
85’i kalkınma yardımlarının
sürdürülmesinden yana.
rını gösteriyor.
Ankete göre, yapılan yardımların önemli (“çok önemli” ve “önemli” düzeyinde) olduğunu düşünenlerin oranı
bir hayli yüksek. Ekonomik
kötü gidişata rağmen her 10
Avrupalıdan 6’sı hala yardımların artırılmasından yana, hatta bunlardan bir kısmı
söz verilen oranlardan da yukarı çıkılması gerektiği görüşünde. Tablo, bu ilk yorumuyla gayet ümitvar gözüküyor. Bununla birlikte, “söz
vermemize rağmen bu artırımı yapmayalım” diyenler ile
“AB artık bu yardımları karşılayabilecek güçte değil,
düşürelim” diyenlerin ora-
nıysa yüzde 35’lere, yani
2009’dakinin neredeyse iki
katına ulaşıyor. Bu bağlamda destek algısı kadar yükselen tepkinin de ortaya konulması gerekiyor: İtalya, Hollanda, Çek Cumhuriyeti, İspanya, Finlandiya, Slovakya
ve Lüksemburg’da negatif
yönde bir tablo mevcut, yani
yardımların düşürülmesi fikri
ağır basıyor. Bu ülkelerde kemer sıkma politikaları ile baş
etmeye çalışan Avrupalıların
ve Avrupa şüpheciliğini başarıyla kullanan siyasi partilerin etkinliği göze çarpıyor.
Diğer yandan Avrupalıların
yarısı, hızlı ekonomik büyümeye sahip ülkelere deste-
Eurobarometer anketi
Ekonomik ve mali krizin derinleştiği, yoğun sokak protestolarının yaşandığı Avrupa ülkelerindeki bu iyimser
tablo, “demokrasi ve insan
hakları projesi” olan Birlik
adına önemli bir sinyal gibi.
Hatta Avrupa kalkınma politikasının geleceğinin tartışıldığı Avrupa Parlamentosu
oturumu için de ümide yol açtığı düşünülebilir. Günümüzde, ESM gibi sabit bir finansal destek mekanizması
oluşturma konusunda tartışmalar yaşanırken, açıkçası, üye ülkelerin cebinden bir
“cent” fazla çıkacak olmasına olumlu bakılacağı pek düşünülmüyordu. Son Euroba-
rometer anketi, Avrupa halklarının aksi yönde bir eğilimde olduğunu göstermesi bakımından daha da önem kazanıyor. Peki Avrupalılar açısından durum gerçekten bu
şekilde mi? Gerçekten de
Piebalgs’ın basın brifinglerinde belirttiği gibi, fakir ülkelerle dayanışma fikrine Avrupalılardan topyekün bir
“evet” mi geldi; dünya çapında demokrasi, insan hakları ve açlıkla mücadele gibi
alanlarda “AB’nin öncülüğü”
ne aidiyet bu kadar yüksek
mi? Anketin detaylarına bakmakta fayda var çünkü bazı
işaretler, yanıtlayanların çok
net fikirlere sahip olmadıkla-
2 ATAUM
e-bülten
ğin devamını gereksiz görüyor. Buradaki ilginç ayrıntı anket sorusunda ortaya çıkıyor.
“Yükselen ekonomiler (Çin,
Hindistan ve Brezilya) hızlı
büyümelerine rağmen nüfuslarının büyük bölümü yoksulluk sınırındadır, buna rağmen bu ülkelere yardım
sürdürülmelidir” ifadesine
katılmama eğilimi baskın çıkıyor. Yani anketi yanıtlayanlar, yoksulluk vurgusuna rağmen, kalkınmanın bu çok
önemli ayağını görmemeyi
tercih ediyor, daha çok ihracat/ithalat dengeleri, büyüme oranı gibi ekonomik göstergeleri öne çıkarıyor. Açık-
EKİM 2012
çası bu konuda Avrupalılar
arasında, son bölümde değinileceği gibi, Komisyon’un
yaklaşımına paralel bir görüş mevcut.
Anketin önemli ayrıntılarından birisi de AB-15 ile 2004
ve sonrasında katılan görece
yeni üyeler arasındaki farkta
yatıyor. AB-15 ülkeleri, kalkınma yardımlarının Birlik
idealleri çerçevesinde kurgulanmasına daha çok sahip
çıkarken, yeni-12 için pragmatik hedefler ya da dönemsel gelişmeler belirleyici olabiliyor. Bu husus, yardımların
hangi alanlara yöneleceği
konusunda kendisini göste-
Avrupalılar ve Kalkınma Yardımları
Vural YAVAŞ
riyor. AB-15 için ilk üç sırayı
insan hakları (yüzde 36), eğitim (yüzde 35) ve sağlık (yüzde 32) alırken; yeni-12 için
tarım ve gıda güvenliği (yüzde 37), ekonomik büyüme
(yüzde 37) ve insan hakları
(yüzde 28) öncelikli durumda. Ülkeler bazında analiz
zorlaşsa da şu örnek yukarıdaki görüntünün özeti için yeterli: Finlandiya ve İsveç’te
eğitime öncelik yüzde 50’
lerde iken Romanya’da yüzde 50 oranını ancak tarım ve
gıda güvenliği alabiliyor.
İnsan hakları ve eğitim alanlarına en az destek Macaristan’da. Krizdeki Yunanistan’
9
daysa ekonomik büyüme yüzde 46 ile en önemli kalem
olarak karşımıza çıkıyor.
Avrupalılara göre etkin bir
kalkınmanın önündeki en büyük engel, ilgili ülkede yaşanan yolsuzluk (yüzde 53) ve
kötü yönetim (yüzde 41). Burada da Birliğin yeni üyeleri
farklı yaklaşımlar sergiliyorlar. Örneğin, yolsuzluğun yoğun olduğu söylenen Doğu
Avrupa ülkelerinde ankete
katılanların, bu konuyu ciddi
bir engel olarak algılama
oranı düşüyor. İsveç ve Danimarka gibi ülkelerdeyse bu
oran aksine yüzde 70’lerde
seyrediyor.
“Daha fazla katkıda bulunmaya hazırım”
Kalkınma yardımlarına bakışta kırılmanın yaşandığı
noktalardan biri de Avrupalıların ceplerine doğrudan
müdahalenin yapıldığı alanlar. Ankete göre, Avrupa pazarında satılmak üzere gelişmekte olan ülkelerden gelecek mallar için, ilgili halkların kalkınmasına yardımcı olmak adına “daha fazla ödeme yapmaya hazır olanların”
oranı yarıdan az. Yeni-12’de
bu destek dörtte bire kadar
düşüyor. Yani insanların fikirleri, ceplerinden para çıkacağı somut durumları algıladığı anda, ciddi biçimde değişiyor. Kalkınmaya yönelik
idealler aynı hızla rafa kalkıyor. Veriler haritalandırıldığında, Kuzey/Batı Avrupa ülkelerinde olumlu, Güney ülkelerinde ortalarda ama genel kanı olumsuz, Doğu Avrupa ülkelerindeyse ciddi bir
olumsuz tablo ortaya çıkıyor.
Piebalgs’ın övünçle bahsettiği yaklaşım -bu açıdan
bakıldığında- çıkmaza sürükleniyor gibi.
Anketin bir diğer önemli, hatta belki de tüm yorumlamayı
baştan ele almaya yol açan
sonucuysa, Avrupalıların, ne
kendi ülkesinin ne de AB’nin
yaptığı kalkınma yardımlarına dair tatmin edici bilgiye sahip olduğu. Ankete cevap verenler arasında AB kalkınma
yardımlarının nasıl ve nereye
gittiği hakkında az da olsa bilgisi olanların oranı sadece
yüzde 42, hiç bilgisi olmayanların oranıysa yüzde 53.
Fransa gibi AB’nin öncü ülkesindeyse 10 kişiden 7’sinin nereye yardım yapıldığı
hakkında hiçbir bilgisi yok.
Durum böyle olunca insanların kalkınma yardımlarını
kendi ölçüleri doğrultusunda
değerlendirdiğini söylemek
pek de yanlış olmaz. Demografik özelliklere bakıldığında da algıların kendi yaşam koşullarına göre şekillendiği görülmekte, yani bir
nevi herkes kendisine yapılmasını istediği yardımları
öne çıkarma eğiliminde.
Örneğin, kadınlar sağlık, öğrenciler eğitim, yaşlılarsa
emeklilik koşullarını iyileştirmeye yönelik kalkınma yardımlarına destek verme görüşünde.
Yanıtlayanların politik eği-
limleri de önemli veriler sunuyor. Politik yelpazede sola
yakın olanlar yardımları daha hararetli desteklemekte.
Bu kişiler, ülkelerin büyüme
oranları dikkate alınmaksızın desteğe devam edilmesinden yana ve özel şirketlerin kalkınmakta olan ülkelerdeki yatırımlarının istihdam
yaratmaktan çok yolsuzluk
sarmalını desteklediğini düşünüyorlar. Buna karşı sağ
eğilimli Avrupalılar için kalkın ma yar dım la rı da ha
olumsuz algılanmakta. Desteğin bir an evvel kısılmasını
savunanlar da sağ kesimde
daha yoğun.
Son zamanlarda Komisyon’
un kalkınma politikalarında
değişikliğe gitmeye çabaladığı görülüyor. Yoksullukta
bir “farklılaşma stratejisi” izlemekte. Bu bağlamda hızlı
büyümekte olan ülkelere yapılacak yardımların azaltılması, sonlandırılması ve yoğunluğun daha kırılgan ekonomilere sahip ülkelere yöneltilmesi isteniyor.
Eurobarometer anketindeki
sorulara aldığı yanıtları bu
bağlamda değerlendiren Ko-
misyon, sonuçtan memnun.
Kendi politikası hakkında halkın desteğini kazandığını düşündüğü için bundan övgüyle bahsedebiliyor. Neticede,
ankete katılan Avrupalıların
bu zor zamanlarda Birlik ideallerine uygun fikirler öne
sürmeleri elbette önemli. Fakat görüldüğü gibi, ankete biraz daha derinlemesine bakıldığında farklı açılımlar da
ortaya çıkıyor. Ekimdeki Avrupa Parlamentosu kararına
(Future of EU development
policy, 23 October 2012) göre de, Komisyon’un öne sürdüğü yeni İnsani Kalkınmada Sürdürülebilir ve Kapsayıcı Büyüme perspektifi ciddi
be lir siz lik ler i çer mek te.
Özellikle AP içindeki sol eğilimli gruplar tarafından, destekten mahrum bırakılması
düşünülen ülkelerde de çok
ciddi yoksulluk problemlerinin bulunduğu gündeme getiriliyor. Ayrıca özel sektörün
kalkınma konusundaki faaliyetlerinin de, yoksulluğu
azaltmayan dengesiz bir büyümeye yol açabileceği endişesiyle yeniden gözden geçirilmesi talep ediliyor.
Davası ve 'Hukuk'
10 El-Kadı
Uzay AYSEV
EKİM 2012
ATAUM
e-bülten
El-Kadı Davası ve 'Hukuk'
Uzay AYSEV
Uzay AYSEV
Geçtiğimiz Ekim’de uluslararası hukuk tarihi açısından
son derece önemli bir gelişme yaşandı. Yasin El-Kadı’nın ismi, 5 Ekim itibariyle
Güvenlik Konseyi tarafından
oluşturulan El-Kaide Yaptırım Komitesi listesinden silindi. El-Kadı’nın ismi listeye,
BM Güvenlik Konseyi’nin Taliban ve El-Kaide’ye doğrudan veya dolaylı yollardan finansal destek sağlayan kişilerin malvarlıklarının dondurulmasını öngören süreci başlatan 15 Ekim 1999 tarihli çözüm önerisi sonucunda eklenmişti. El-Kaide Yaptırım
Komitesi’nin bu kararı, AB İlk
Derece Mahkemesi ve Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın
(ABAD) da içinde bulunduğu
uzun bir hukuki mücadelenin sonucunda alındı.
Güvenlik Konseyi’nin BM
Şartı’na uygun olarak uluslararası barış ve güvenlikle ilgili konularda aldığı kararlar
ve çerçevedeki yaptırımlar,
üye ülkeler üzerinde bağlayıcı niteliğe sahip. Bu bağlamda bahsi geçen çözüm önerisinin AB iç hukukuna uygun hale getirilmesi için, aynı yılın Kasım ayında Avrupa
Toplulukları Konseyi konuyla
ilgili bir ortak pozisyon (common position) kabul etti.
Bu gelişmeleri takiben 2000
yılında kabul edilen bir diğer
çözüm önerisiyle birlikte, Güvenlik Konseyi, Yaptırım Komitesi’ne, içerisinde El-Kaide
ve Usame Bin Ladin ile ilişkisi
olduğu belirlenen kişilerin
adlarının yer alacağı bir yaptırım listesi oluşturma yetkisi
verdi. AB daha önce de yaptığı gibi bu çözüm önerisini
de, bağlayıcı niteliğinden
ötürü, kendi iç hukukuna aktardı ve söz konusu listeye dâhil kişilerin mal varlıklarının
dondurulmasını öngören bir
takım uygulamaları yürürlüğe koydu. Adı listeye 2001’
de eklenen Suudi iş adamı Yasin El-Kadı’nın AB sınırları
içerisindeki malvarlığı, bu uygulamalara uygun olarak,
donduruldu.
18 Aralık 2001’de İlk Derece
Mahkemesi’ne yaptığı başvuruyla El-Kadı, kendisine yönelik yaptırım öngören AB regülasyonlarının yürürlükten
kaldırılmasını talebiyle, AB
Konseyi ve Komisyonu’na
karşı yasal işlem başlattı. ElKadı’nın iddialarını, söz konusu regülasyonların AB hukuku altında sahip olduğu temel haklardan, hukuki süreç
hakkı (right to be heard),
malvarlığı hakkı (right to respect for property), uygulamaların hukuki olarak gözden geçirilebilmesi hakkı
(right to judicial review) ve
orantılılık ilkelerinin ihlal
edildiği yönündeydi. İlk Derece Mahkemesi, 2005’te
verdiği kararla, söz konusu
regülasyonların AB üyesi ülkelerinin bağlayıcı BM Güvenlik Konseyi kararlarını uygulamakla yükümlü olduğu
ve AB hukuk sisteminin BM
hukuk sisteminden bağımsız
değerlendirilemeyeceği yö-
nündeydi. Bu hükümle birlikte, AB hukuk sistemine bağlı
mahkemelerin BM Güvenlik
Konseyi kararlarına bağlı
olarak yürürlüğe giren regülasyonları gözden geçiremeyeceğini karara bağladı.
2008’de ABAD’a yaptığı temyiz başvurusuyla, Yasin ElKadı bir kez daha AB gündemine geldi. ABAD’ın aynı yıl
içerisinde verdiği karar uluslararası hukuk ve AB hukuku
açısından devrim niteliğindeydi. ABAD’ın verdiği karar,
AB tarafından uygulamaya
konan herhangi bir kuralın
hukuki olarak gözden geçirilmesinin önünün kesilemeyeceği ve özerk bir hukuk sistemi olarak değerlendirilmesi gereken AB sisteminin BM
Şartı dâhil herhangi bir anlaşmayla sınırlandırılamayacağı yönündeydi. Regülasyonların AB’nin kurucu anlaşmalarının temel prensiplerine ve Avrupa vatandaşlarına sağladığı savunma hakkı gibi temel haklara aykırı
olamayacağını ifade eden
mahkeme, söz konusu regülasyonların iptali yönünde
hüküm verdi.
Yasin El-Kadı’nın başarıyla
sonuçlanan hukuki macerası, uluslararası insan haklarının AB çerçevesi içerisinde
korunması açısından çok büyük öneme sahip. Bu kararla, uluslararası hukuk sistemi
hiyerarşisinin en tepesinde
bulun Güvenlik Konseyi kararlarının dahi AB çerçevesinde garanti altına alınan te-
mel insan haklarına aykırı uygulamalara önayak olamayacağı çok net bir biçimde ortaya konmuş oldu.
Karara ilişkin kimi yorumcular tarafından yöneltilen
uluslararası hukuk sisteminin bütünlüğünün sarsıldığı
yönündeki eleştirilere rağmen, karar uluslararası hukuk açısından olumlu bir gelişme olarak kabul edilmeli.
En temel insan haklarından
biri olan savunma hakkının,
Güvenlik Konseyi gibi İkinci
Dünya Savaşı sonrasında
oluşan güç dengelerinin bir
sonucu olarak ortaya çıkmış
bir yapı tarafından sınırlandırılması, ABAD tarafından
da karara bağlandığı üzere,
kabul edilemez bir durum.
Bu açıdan bakıldığı zaman,
mahkemenin kararı, uluslararası hukukun, uluslararası
düzlemdeki güç dengelerine
bağlı olarak şekillenen uluslararası politikaya karşı aldığı bir galibiyet olarak görülmeli. El-Kadı’nın Yaptırım Komitesi listesinden adının silinmesi, doğrudan ABAD’ın
kararının bir sonucu olmasa
da, kararın dolaylı yoldan büyük bir etki yaptığı aşikâr. Söz
konusu hukuki sürecin, Güvenlik Konseyi kararlarının
üye ülkeler tarafından ulusal
düzlemde uygulanmalarının
yerel mahkemeler tarafından denetlenebileceğine yönelik önemli bir içtihat oluşturduğu da su götürmez bir
gerçek.
2 ATAUM
e-bülten
EKİM 2012
İngiliz Askerlerine Cinayet Suçlaması
Onur GÖKÇER
11
İngiliz Askerlerine Cinayet Suçlaması
Onur GÖKÇER
Beş İngiliz deniz piyadesi,
Afganistan’ın Helmand eyaletinde geçen sene Taliban
üyesi olduğu söylenen bir kişinin öldürülmesinin gün yüzüne çıkması sonucunda yakalandı. Olayla ilgili görüntülerin yakın zamanda ortaya çıkmasından sonra konuyla ilgisi olduğu düşünülen dokuz deniz piyadesi tutuklanmış ancak yapılan
araştırmalar sonucunda tutuklananların dördü suçsuz
bulunarak serbest bırakılmıştı. Fakat geri kalan beş
İngiliz askeri için yasal işlemler başlatılmıştı. Suçlu bulunan askerlerin isimleri henüz
açıklanmasa da bu piyadelerin İngiliz askerlerinin görev
aldığı Herrick 14 Operasyonunun parçası oldukları biliniyor.
Olayla ilgili görüntüler, olaya karışmış piyadelerden birinin İngiltere’de konuyla
alakasız bir mesele yüzünden tutuklanması sonucu bilgisayarına el konulmasıyla
ortaya çıkmış ve olaya karışan diğer askerler de İngiltere’de tutuklanmıştı. Bahsedilen görüntülerde vurularak
yaralanmış bir kişinin yanı sıra bu kişinin etrafında toplanan İngiliz askerleri göze çarpıyor ve piyadeler yaralıya
acil tıbbi yardım çağırıp çağırmamayı tartışırken görüntüler kesiliyor. Daha sonra yerel kaynaklardan alınan haberde yaralı kişinin öldüğü
belirtiliyor. Bununla birlikte
İngiliz kaynakları ölen kişinin
bir asi Taliban üyesi olduğunu ve olaya hiçbir sivilin karışmadığını belirtiyorlar. Belirtilen bir diğer noktaysa, yaralanan kişinin piyadeleri pusuya düşürmek isterken vurulmuş olması. Nitekim tam
da bu noktada tartışmaların
başladığını söylemek yanlış
olmayabilir. Öyle ki, İngiliz
askerlerinin Afganistan’daki
görevleri sırasında savaş hukukuna ya da Cenevre Sözleşmesi’nden türetilen çatışma kurallarına uygun davranmaları gerekiyor. Ne var
ki, yaralı kişinin durumu ve
kimliği, durumun anlaşılmasını ve bu duruma uygun hangi kuralların uygulanacağının tespitini zorlaştırıyor. Ancak bu karışıklıklara rağmen
İngiliz Savunma Bakanlığı kuralların ihlal edildiği görüşünde.
Çatışma kurallarında, genel
olarak düşman saldırısını önlemek amacıyla ya da çok yakın tehlike altında olunması
durumunda ateş açılabileceği öngörülüyor. Ayrıca, bir kişiye ateş açılabilmesi için kişinin gerçekten tehdit olarak
görülmesi veya düşmanca
davranışlarda (örneğin, bomba patlatmak) bulunması ve
bunu gören askerlerin de
anında çatışma kurallarını yerine getirmesi gerekiyor. Nitekim bu kuralların çok karışık olduğu da biliniyor. Zaten
olayın tartışmalı tarafını da
bu nokta oluşturuyor. Öyle
ki, kimilerine göre Afganistan gibi istikrarsız ve sürekli
tehlike arz eden bir bölgede
askerlerin kendilerini tehdit
altında hissetmesi çok normal. Bu görüşe göre, piyadeler de kendilerini tehdit altında hissetmiş ve böyle bir durumda çatışma kurallarını saniyesinde yerine getirememiş olabilirler. Öte yandan,
yerde yaralı olarak yatan bir
adamın hiçbir şekilde bir tehdit unsuru olmadığını düşünenler çoğunlukta. Nitekim
Afganistan Savunma Bakanlığı Sözcüsü Zahir Azimi de
bu görüşte ve "büyük bir
adım" olarak nitelediği 7
İngiliz deniz piyadesinin gözaltına alınmasından duyduğu memnuniyeti saklamıyor.
Bütün bu kural ihlalleri ve ihlallerin yaptırımlarının ne
olacağı önemli bir soru işareti oladursun, İngiliz Savunma Bakanı için en önemli konuyu bu soruşturmaların yararları oluşturuyor. Bu soruşturmalar Philip Hammond’a
göre İngiliz personelinin çatışma kurallarına ve İngiliz
standartlarına bağlılığının
önemli bir göstergesi. Zaten
Savunma Bakanlığı da bu konunun neden savaş suçu kapsamında değil de adam öldürme suçu kapsamında ele
alındığını açıkla(ya)mıyor.
Sonuç olarak, bu da bize
standartlarla skandallar arasındaki ilişkiyi açıklıyor.
Konuyla ilgili soruşturmayı
yürüten Savcılık Yetkili Servisi, 9 denizciden 5'inin cinayetten suçlandığını ve yargılanması gerektiğini açıkladı. Bunun bir ilk olduğunu da
be lirtmek gerekiyor. Zira
İngiliz askerleri Afganistan'
da 2001’de operasyonların
başlamasından bu yana ilk
kez adam öldürmekten suçlanarak yargılanacaklar. Bu
5 kişinin ismiyse dava tarihi
kesinleştikten sonra açıklanacak. Piyadeler askeri mahkemede yine askerler tarafından yargılanacak. Dava
bir sivil askeri savcı tarafından denetlenecek ve bu askeri savcı mahkemeye, jüriye
denk ve jüri gibi hareket edecek sekiz subay atayacak.
Piyadeler mahkeme sonucunda iki yıldan fazla hapis
cezası alırlarsa sivil hapishaneye, iki yıldan az hapis
cezası alırlarsa askeri ıslah
merkezine gönderilecek.
Skandal bir başka tartışmayı
da gündeme getirdi. Bu olay
s o nr a sın d a kamuoyunda
İngiliz askerlerinin Afganistan’dan çekilmesi tartışılmaya başladı. Bu tartışmaya Savunma Bakanlığı da katılmış
ve bu yılın sonuna kadar 500
kadar askerin Afganistan’
dan çekileceği açıklanmıştı.
Buna göre, ilerleyen aylarda
çekilmenin boyutları hızla artacak ve 2013’te 4 bin 500
personel, nihayet 2014’te de
bütün İngiliz birlikleri Afganistan’dan çekilecek. Bu çekilmenin önemli bir nedenini
de Afganistan’daki askerlere
yönlendirilen vergi tutarları
oluşturuyor. Zira kriz zamanında askeri giderlerin yüksek seviyede olması kamuoyu baskısının önemli bir nedeni.
İngiliz birliklerinin Afganistan’da görev yapmalarının temeli Herrick Operasyonu’na
dayanıyor. Operasyonda
“Afganistan’daki teröristlerin
hareket alanlarının daraltılması ve bölgedeki istikrarın
sağlanması” için güvenlik birimlerinin ve idari birimlerin
kurulması hedefleniyor. Bir
diğer temel amaç olarak
Afganistan’ın demokratikleşmesi konuluyor. Doğal
olarak bu amaçlar için kullanılacak araç da İngiliz askeri
birlikleri oluyor ve birliklerin
yüzde altmışını Royal Navy
ve Royal Marine oluşturuyor.
Herrick operasyonunun gerçekleşebilmesi için de bu birliklerin Taliban güçlerini çatışmalarda alt edip yerli halkın güvenini kazanması gerekiyor. Nitekim tam da böyle bir çatışma sonucunda bu
skandal ortaya çıkıyor ve ironik olarak da İngiliz askerlerinin Afganistan’dan çekilmesi için bir gerekçeyi oluşturuyor. Zaten 2001'den bu
yana Afganistan'da 430
İngiliz askeri ve personeli
hayatını kaybetmişti. Bu da
İngiliz birliklerinin Afganistan’dan neden çekilmeleri
gerektiğini anlatmak isteyenlere somut gerekçe oluyor.
Sanayi Devrim?
12 Üçüncü
Esra AKGEMCİ
EKİM 2012
ATAUM
e-bülten
Üçüncü Sanayi Devrim?
Esra AKGEMCİ
Avrupa Komisyonu, geçtiğimiz ay yayınladığı bir belgeyle büyüme ve istihdamın sağlanması için Avrupa’nın yeniden sanayileştirilmesi yönünde bir çağrıda bulundu.
Bu çağrı, kemer sıkmanın
ötesine bir türlü geçemeyen
krizle mücadele politikalarının, son yıllarda üretimin dijitalleşmesiyle gündeme gelen “üçüncü sanayi devrimi”
tartışmalarından nasıl etkilendiğini açıkça gösteriyor.
ABD’li ekonomist ve Avrupa
Komisyonu danışmanı Je-
remy Rifkin tarafından geliştirilen ve “yeni bir sanayi
devrimi” hedefleyen tasarı,
Haziran 2007’de Avrupa
Parlamentosu’nda onaylanmış ve Komisyon’a sunulmuştu. “Görevimiz Büyüme:
Yeni Sanayi Devrimi’nin Li-
derliğinde Avrupa” adlı son
Komisyon raporu da, bu tasarıya dayanarak endüstriyel
bir hamle için gerekli koşulları hazırlamayı amaçlıyor.
İnternet ve enerji devrimi elele
21. yüzyılda dijital iletişim
teknolojileriyle yenilenebilir
enerjiler arasındaki buluşmanın üçüncü sanayi devrimini başlatacağını ileri süren
Jeremy Rifkin, bunun için beş
aşama belirliyor. Her şeyden
önce ekonomiler, yenilenebilir enerjiler üzerine kurulmalı, ardından merkezi
enerji politikasından tamamen dağıtılan ve çok çeşitli
elektrik üretimi stratejisine
geçilmeli ve ayrıca hidrojen
teknolojisi ve konutlarda
enerji stoklaması teknikleri
yayılmalı. Dördüncü olarak
internet teknolojisi kullanılarak tüm kıtaların elektrik şebekeleri, birer enerji paylaşımı şebekesine dönüşmeli.
Son aşamadaysa tüm ulaşım
araçları elektirikli sisteme
geçmeli. Böylelikle üçüncü
sanayi devrimi tamamlandığında insanlar, evlerinde kendi yeşil enerjilerini üretecek
ve üstelik bunu akıllı elektrik
ağlarından paylaşabilecek.
Bu, çoğu uzmana göre 21.
yüzyılda gerçekleşmesi çok
da mümkün görünmeyen bir
tasarı. Zira üçüncü sanayi
devriminin altyapısını oluşturmak o kadar da kolay değil. Avrupa gibi daha önce de
sanayi devrimlerine ev sahipliği yapmış bir bölge için
bile bu altyapıyı hazırlamanın bu kadar zor olması gerçekten düşündürücü. Yine de
bu aşamaların belli projelerle somutlaşması, yeni bir sanayi devrimi hedefine anlam
kazandırıyor.
Söz gelimi Rifkin, AB için bu aşamaları şöyle belirlemiş:
Öncelikle AB ülkeleri, 2020’
ye kadar ihtiyaçlarının yüzde
20’sini yenilenebilir enerjiden karşılamalı. Bunun için
de rüzgâr, gel-git ve güneş
enerjisi gibi yenilenebilir
enerji kaynaklarında uzmanlaşılmalı ve biyolojik yakıtlara yönelinmeli. Ayrıca atmosferde sera etkisi yaratan
gazların üretimi, yine aynı dönemde en az yüzde 20 azaltılmalı ve bu kesinti enerji tasarrufu yoluyla sağlanmalı.
Bir sonraki aşamada AB ge-
Görevimiz büyüme
Sanayi politikasının yeni temellerini belirleyen “Görevimiz Büyüme” adlı belgeye
göre, Komisyon’un yeni sanayileşme stratejisi şöyle:
Öncelikle daha fazla büyüme ve istihdam potansiyeli
sunan kilit sektörlere kısa vadeli yatırımların çekilmesi
için girişimler başlatılacak.
Buna göre, temiz üretim için
gelişmiş imalat teknolojileri,
sürdürülebilir hammadde,
sanayi ve inşaat politikaları,
çevreci araçlar, biyolojik bazlı ürünler, jenerik teknolojiler
ve akıllı enerji şebekeleri, öncelikli olarak yatırım bekleyen alanlar olarak öne çıkıyor. Üye ülkelerin üstlerine
düşeni yaparak bu altı alandaki yatırımlara öncelik ver-
nelindeki toplam 191 milyon
ev, ofis ve fabrika, yenilenebilir enerji üreten santrallere
dönüştürülmeli. Bu aşamada
ekonominin yeniden canlanması gerekecek ve enerjinin
depolanması ve dağıtılmasıyla ilgili diğer aşamalar da
bunu takip edecek.
Komisyon’un planıysa şimdilik ilk aşamayı tamamlamak
ve böylelikle Avrupa’yı, petrol ve doğalgaza olan bağımlılığından kurtararak yeniden endüstriyel üretimde
cazip bir bölge haline getirmek. Uzun zamandır gündemden düşmeyen mali disiplin tartışmaları, büyüme
ve sanayileşme politikalarını
şekillendirme girişimlerine
engel oluyor, kemer sıkma
politikalarının çok tepki çekmesine rağmen, bütçe disiplini büyümeye tercih ediliyordu. Nihayet Komisyon, tüm
Avrupa’yı kapsayan bir belgeyle, “büyüme gündemi”ni
masaya yatırdı ve mevcut
eğilimin değişmesi için bir
adım attı.
Avrupa Komisyonu’nun ekonomik ve parasal işlerden sorumlu üyesi Olli Rehn,
“büyümeye karşı bütçe disiplini tartışması doğru değil.
Düşük büyüme ve yüksek borcun söz konusu olduğu bu durumda, ikisini birden hedeflemekten başka çaremiz
yok” sözleriyle bu adımı desteklerken, Komisyon’un sanayi ve girişimcilikten sorumlu Başkan Yardımcısı Antonio Tajani, kemer sıkmanın
yeterli olmadığını, Avrupa’yı
“üçüncü bir sanayi devrimine” hazırlamak gerektiğini
söylüyor. “Sanayimizin Avrupa’yı terk etmesine izin veremeyiz. Sanayi, Avrupa’da büyüme ve istihdamı sağlayabilir” diyen Tajani, yeni teknolojilere yatırımı geliştirerek ve girişimcilik için güven
ortamını yeniden tesis ederek, sanayinin Avrupa’da sürdürülebilirliğini sağlamayı
ve böylece “sanayiyi Avrupa’ya geri çekmeyi” hedefliyor.
meleri bekleniyor. Ayrıca ortak pazarın da bu yöndeki girişimciliği teşvik edecek şekilde geliştirilmesi gerekiyor.
2016’ya kadar yüzde 10 büyümesi beklenen ortak dijital
pazar, bu hedeflerden bir tanesi.
Komisyon’un bu çerçevede
kamu kaynaklarını daha iyi
harekete geçirerek, reel sek-
töre verilen kredileri iyileştirmesi ve bu hedeflere yönlendirmesi gerekiyor. Bu sebeple Avrupa Yatırım Bankası
başta olmak üzere çeşitli mekanizmalarla küçük işletmelere daha fazla kredi sağlamak için 10-15 milyar Euro
ayrılması öngörülüyor. Son
olarak, işverenler, işçiler ve
ilgili yetkililer arasında daha
11
2 ATAUM
e-bülten
fazla işbirliğini teşvik etmek
için bir Avrupa Sektör Vasıfları Konseyi ve Bilgi ve Sektör
Vasıfları Birliği kurulması
planlanıyor. Bütün bunlar
umut verici gelişmeler. Peki,
Avrupa gerçekten üçüncü bir
sanayi devrimine ne kadar
hazır?
Birinci sanayi devrimi, 18.
yüzyılın sonralarına doğru
İngiltere’de buhar makinasının kol gücünü ikame etmesiyle başlamış, demiryollarına uygulanan buhar teknolojisi 19. yüzyılda dünya pazarının oluşmasını sağlamıştı. İkinci sanayi devrimiyse
20. yüzılın ilk yıllarında içten
patlamalı motorun icadıyla
başlamış ve Henry Ford’un
hareketli montaj hattıyla ha-
EKİM 2012
yat bulmuştu. Birinci sanayi
devrimi 19. yüzyılda bu devrimi yaşayan ekonomilere yılda ortalama yüzde 1’lik büyüme oranı sağlarken, 20.
yüzyıl boyunca İkinci sanayi
devrimiyle bu oran yüzde
2’lere çıkmıştı. Elbette bugün
üçüncü sanayi devrimi olarak anılan sürecin de serbest
piyasa ekonomisi, dış ticaret
ve sermaye hareketleri üzerinde ciddi etkileri olacak.
Ne var ki, zengin ülkelerle
kalkınmakta olan ülkelerin
bu süreçten nasıl etkilenebileceğini ve yeni dünya ekonomisinin nasıl şekilleneceğini şimdiden kestirmek çok
zor. Özellikle de üçüncü sanayi devriminin temelini
oluşturan dijitalleşme süreci-
nin, üretimle beraber işgücünün de formasyonunu değiştireceği göz önünde bulundurulursa, zaten krizle alt
üst olan makro ekonomik
dengelerin ne hale geleceğini tartışmak gerekli. Zira ilk
sanayi devriminin el tezgâhlarından oluşan yerli üretimi
dağıttığını, ikincisinin de yeni
bir işçi sınıfı ortaya çıkararak
onu hangi koşullar içine soktuğunu hatırlarsak, dijitalleşen üretimin de birçok sektörü kapatarak milyonlarca kişiyi işsiz bırakacağını şimdiden tahmin edebiliriz. Nasıl
birinci sanayi devrimi sonunda artan hammadde ve pazar ihtiyacı iki büyük dünya
savaşına yol açacak kadar
büyük bir ekonomik rekabet
Üçüncü Sanayi Devrim?
Esra AKGEMCİ
ve sömürge elde etme yarışı
başlattıysa, ikinci sanayi devriminin ürünü olan fordist
üretim tarzı, verimliliği artırmaya çalışırken sermayenin
doğasından kaynaklanan
krizleri nasıl beraberinde getirdiyse, üçüncü sanayi devrimi de dünyayı karbon sonrası bir döneme sokmaya çalışırken başka çıkmazlara sürükleyebilir. Kısacası, bugünkü mali krizler, iklim değişiklikleri, sera etkisi ve fosil yakıtların hızla tükenmesi, iki
yüzyıllık bir sanayi devriminin ürünü. Bu yüzden üçüncü
bir devrimin ne getireceği kadar ne götüreceğini de iyice
düşünmek gerekiyor.
11
13
Polonya!'
14 'Uyan
Recep Ersel ERGE
EKİM 2012
ATAUM
e-bülten
11
‘Uyan Polonya!’
Recep Ersel ERGE
Varşova’da 29 Eylül Cumartesi günü cumhuriyet tarihinin en büyük protesto gösterilerinden biri gerçekleştirildi. Öyle ki, başkent sokaklarında siyasi iktidara karşı bu
kadar büyük bir kalabalığın
1989’dan beri toplanmadığı
söylenmekte… Gerçi göstericilerin sayısı tartışmalı,
ama “o kadar da büyük değildi” diye küçümseyenler yi-
ne de haklı sayılmaz. Çünkü
bu gösterinin asıl “büyüklüğü”, yani önemi, kalabalığın
sayısından değil, gündeme
getirdiği tartışmalardan kaynaklanmakta. 1980’lerin sonundaki gösterilerden tek farkı da bu sefer hedef tahtasında komünistlerin değil, liberallerin yer alması.
Polonya’da muhalefet bir süredir oldukça aktif çalışıyor.
Varşova’da öfkeli kalabalık
Onbinlerce kişinin katıldığı
protesto gösterisi (iddia edilen rakamlar 45-50 binle
200 bin arasında değişmekte) ana muhalefet konumundaki Hukuk ve Adalet’in (PiS)
öncülüğünde Dayanışma İşçi
Sendikası’nın (NSZZ Solidarnosc) desteğiyle organize
edildi. Genel olarak bütün iktidar politikalarının eleştirildiği gösteride, hükümete şu
veya bu sebepten kızgın olan
herkes kendini ifade etme imkânı buldu. Gündemin iki
ana maddesiyse emeklilik yaşının yükseltilmesi ve basın
özgürlüğüydü. Tarihî meydanda toplanan göstericiler
“hükümetin halkı uyuttuğunu” söyleyerek “Uyan Polonya!” (Obudz sie Polsko!) diye
slogan attılar.
Genel olarak ekonomi politikalarını tartışan Dayanışma
Sendikası, özelliklede emeklilik sistemindeki değişikliğe
muhalefet etti. Polonya’da şu
an erkekler 65, kadınlarsa
60 yaşında emekli olmakta.
Kısa süre önce yürürlüğe giren yasaya göreyse emeklilik
yaşı hem kadın hem de erkekler için gelecek seneden
itibaren aşamalı olarak 67’
ye çıkarılacak. “Ölene kadar
çalışmak istemiyoruz” diyen
Dayanışma lideri Piort Duda,
yasanın referanduma sunulması istemiyle iki milyondan
fazla imza toplandığını, ancak hükümetin bu talebi görmezden geldiğini hatırlattı.
Başbakan Donald Tusk ise
yaşlı nüfustaki artışa dikkat
çekerek bu reformun orta ve
uzun vadede emekli maaşı
ödenebilmesi için kaçınılmaz
olduğunu belirtiyor.
Basın özgürlüğüne ilişkin şikâyetlerse aşırı muhafazakâr
medya grupları tarafından dile getirildi. Dinî yayınlar yapan Trwam televizyonunun
ülke çapındaki yeni bir dijital
yayın platformuna dâhil edilme talebi, Ulusal Yayıncılık
Kurulu tarafından reddedilmişti. Kurul, gerekçe olarak
televizyon bütçesinin şeffaf
İktidar karşıtı söylemleri gündemin en başına yerleştiren
bu gösteri de Ekim boyunca
gerçekleştirilecek faaliyetlerin habercisi gibiydi. Nitekim
aynı sokaklarda bir hafta sonra hemşireler ayrıca bir kez
daha toplandı. Hemen arkasından kamu sağlık sisteminin masaya yatırıldığı bir forum düzenlendi. Muhafazakâr ana muhalefet partisi,
mevcut koalisyon iktidarından o kadar hoşnutsuz ki, hükümeti devirmek için seçimleri beklemeye dahi sabrı
yok. Ekim ayına, bütün muhalefet faaliyetlerinin yanında, “hükümetin çekilip işi uzmanlarına bırakması gerektiği” iddiaları damga vurdu.
olmamasından kaynaklanan
sorunlara işaret ediyor.
Trwam TV’nin takipçileriyse
reddin “siyasi gerekçelerle”
yapıldığı düşüncesinde. Hükümetin dindar medyayı susturmaya çalıştığını iddia
eden göstericiler, ifade özgürlüğünün haksız yere sınırlandığını belirtip Katolik
dünya görüşüne karşı yürütülen kampanyanın durdurulmasını istiyor.
Olaysız gerçekleşen protesto
gösterisinde milliyetçi şarkılar ve ilahiler söylendi. Kırmızı-beyaz Polonya bayraklarıyla Meryem Ana posterleri arasından özgürlük pankartları açıldı. Katolik ayiniyle başlayan gösteri, Piotr Duda ve ana muhalefet lideri Jaroslaw Kaczynski’nin konuşmalarıyla sona erdi. Sendika
başkanı “Polonyalıların artık
kemer sıkmaktan bıktığını”
vurgularken, Kaczynski de iktidarı kastederek “halkın hukuka saygısı olmayanlar tarafından sömürüldüğü” yo-
rumunu yaptı. “Demokrasi,
hayali bir şey olmaya başladı” diyen ana muhalefet lideri, buna karşılık iyimserliğini de gizlemedi: “Galip gele ce ğiz, çün kü Po lon ya
uyandı.”
Merkez-sağdaki Yurttaş Platformu (PO), 2007 seçimlerinde Polonya Halk Partisi’
nin (PSL) desteğiyle iktidara
gelmiş, PO Genel Başkanı
Donald Tusk da başbakanlığı
Kaczynski’den devralmıştı.
PO-PSL koalisyonunun 2011
seçimleriyle de aynen devam
etmesi sayesinde başbakanlık koltuğuna aralıksız ikinci
kez oturan Tusk, böylece komünizm sonrası Polonya’da
bir ilke imza atmış durumda.
Ancak özelleştirmeye önem
veren liberal politikaları,
özellikle de sağlık ve emeklilik sisteminde yaptığı sevimsiz yenilikler, çeşitli ulusal ve
uluslararası krizlerin de tuz
biber olmasıyla halk desteğinin epeyce zayıflamasına sebep oldu.
11
2 ATAUM
e-bülten
EKİM 2012
'Uyan Polonya!'
Recep Ersel ERGE
11
15
Sağlıkta reform tartışması
“Uyan Polonya!” protestosunun yankıları henüz devam
ederken 5 Ekim’de başkentte
bir gösteri daha düzenlendi.
Beş binden fazla hemşire ve
hastabakıcı, sağlık hizmetlerindeki özelleştirmeleri protesto etmek için toplandı.
Şehir merkezinden Başbakanlığa yürüyerek “sağlıksız”
reform planlarını eleştiren
bir dilekçe teslim ettiler. Yine
olaysız gerçekleşen gösteri,
Ulusal Hemşire ve Hastabakıcılar Birliği tarafından “kamu sağlık sektörünün ortadan kaldırılmasına karşı Avrupa direniş hareketi” kap-
samında organize edilmişti.
Aslında sağlık sisteminde
mevcut durumu savunmak
da çok samimi bir tavır değil.
Avrupa Sağlık Tüketici İndeksi’ne (EHCI) göre Polonya,
hastanelerin durumu bakımından 34 ülke içinde 27. sırada yer alıyor. İşte hükümet
de bu tabloyu değiştirme niyetiyle harekete geçmiş, hastaneleri ihya edecek yatırımları çekebilmek amacıyla bir
tür özel-kamu ortaklık planı
hazırlamıştı. Plan işlerse hastanelerin hem hizmet kalitesinde hem de ekonomik getirisinde artış bekleniyor. Buna
Hükümet değişikliği?
Polonya’da seçimlere daha
üç yıl bulunmakta, ama
Kaczynski’ye kalırsa Hükümet derhal düşürülmeli:
“Vaatlerini yerine getirmediği için değil, asgari düzeyin
bile altında çalıştığı için.”
Kaczynski’nin sözleriyle POPSL koalisyonu döneminde
“sosyal sorunların hiçbiri
çözülmüş değil, işsizlik yükselişte, Polonyalılar ülkeyi
terk ediyor ve kamu finansmanları krizde.” Bu şartlar al-
tında, ana muhalefet liderine göre ülkenin kurtuluşu,
bakanlar kurulunun alanında uzman kişilerden oluşmasına bağlı. Yani bir teknokrat
hükümeti kurulmalı…
Kaczynski bu konuda o kadar ciddiydi ki, “yapıcı güvensizlik oyu”nu düzenleyen
Anayasa hükmü gereğince
başbakan adayını bile açıkladı:Sosyoloji profesörü olan
58 yaşındaki Piotr Glinski.
Evet, partili değildi, ama ta-
Muhalefetin önü açık
Küresel ekonomik krizin teğet geçtiği çok az ülkeden biri olarak gösteriliyordu Polonya. Hatta bir dönem, ekonomisi büyüyen tek AB ülkesiydi! Ancak içeride ne kadar
güçlü ve istikrarlı olsa da ortak pazarın sıkıntıları artık
Polonya’da da hissedilmeye
başlamış durumda. Krize karşı alınan önlemler de, genellikle sıradan vatandaşa yük
olduğundan, çok normal bir
şekilde hükümet aleyhindeki
görüşleri beslemekte. İşte
PiS, bu durumu lehine çevirecek işleri son zamanlarda
başarıyla kıvırıyor gibi. “Uyan Polonya!” gösterisiyle örneğin, içine kapanık salt siyasi bir oluşum değil de yabana atılmaması gereken
geniş bir sosyal hareket olduğu mesajını çok net ortaya
koymuş durumda.
Son dönemde artan muhale-
göre, sağlık çalışanlarının
“kalitenin düşeceği” iddiası
gerçekçi sayılmaz, ancak “işten çıkarılma” korkusu son
derece haklı bir endişe kaynağı. Plan kapsamında sağlık iş gücünden tasarruf edilip edilmeyeceğine ilişkin bilgiyse yok.
Ana muhalefet partisi Hukuk
ve Adalet (PiS) ise, sağlık sistemindeki sorunların çözümü için çok daha radikal
adımlar atılması gerektiği görüşünde. Bu kapsamda, Ulusal Sağlık Sigorta Fonu’nun
(NFZ) kaldırılması ve sigortanın bütçeden finanse edildiği
sisteme dönülmesi tavsiye
ediliyor. Ayrıca kaynakların
doğrudan valilerin emrine verilerek sağlık finansmanında
merkeziyetçiliğin terk edilmesi gerektiği, Anayasa’daki
sağlık hakkının ancak bütün
bunlar gerçekleştikten sonra
tam güvenceye alınabileceği
belirtiliyor. PiS önerilerinin
zayıf noktasıysa, sağlık bütçesinin artırılması ihtiyacını
kabul etmekle beraber paranın nereden bulunacağına
açıklık getirmemiş olması.
nınmış biri de değildi. Kim olduğunu merak edenler ilk önce Google’a danıştı!
Bu “komediye” daha fazla seyirci kalamayan Başbakan
Tusk, muhalefetin güvensizlik önergesini beklemeden
parlamentodan kendisi güvenoyu istedi ve bu kapsamda, altyapı ve enerjiden iş ve
aile hayatına kadar her alanda planladığı yatırımları ve
reformları anlatan uzun bir
konuşma yaptı. Hükümet, 12
Ekim’de gerçekleştirilen oylamada 219 ret karşılığında
233 kabul oyuyla güven tazeledi. Bu sonuç daha en başından belliydi aslında. Piotr
Glinski başkanlığındaki hükümete karşı olduğunu açıklayan sağ veya sol görüşlü
bütün muhalefet partileri bir
mucize olup da fikrini değiştirseydi bile PiS ret için yeterli
oy sayısına ulaşamayacaktı,
çünkü en az 4 iktidar vekilinin de oyuna ihtiyacı vardı.
fet faaliyetleri bu açıdan bir
tür kapsamlı imaj düzeltme
çabası olarak da yorumlanıyor. Buna göre örneğin, sonuçsuz kalacağı baştan belli
olan “teknokrat hükümeti“
önerisi bile aslında planlı bir
amaca hizmet etmekte: PiS,
böylece partiler arası müzakere ve uzlaşmaya açık olduğu mesajını veriyor. Nihai
amaç, siyaset oyununda ciddiye alınmak ve iktidara ger-
çek bir rakip olduğunu göstermek. İş yarıyor mu? Evet,
yarıyor gibi. Ekim boyunca
gerçekleştirilen farklı anketlerin hepsinde PiS, yıllardır
ilk kez PO’dan yüzde 2 ila 6
önde görünüyor. Ana muhalefetin gerçekten ne kadar
seçmeni “uykudan uyandırabildiği” ise 2015 seçimlerinde belli olacak.
'Avrupa Karadağı'nın
16 Zafer
Emre YÜKSEL
EKİM 2012
ATAUM
e-bülten
Zafer ‘Avrupa Karadağı’nın
Emre YÜKSEL
Balkanlar’ın en küçük ülkesi
Karadağ, başbakanını seçmek için sandık başına gitti.
2006 yılında Sırbistan’dan
bağımsız olan ülkede 3. kez
düzenlenen genel seçimlerden Milo Cukanoviç galip
çıktı. Karadağ Devlet Seçim
Komisyonu’nun açıklamasına göre ülkedeki 514 bin 55
kayıtlı seçmenden yalnızca
yüzde 70.3’ü sandık başına
gidip oylarını kullandı. Ayrıca Nikşiç, Budva ve Kotor
kentlerinde halk aynı zamanda belediye başkanları-
nı da seçti. Seçimleri Avrupa
Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM), AGİT ve yerel
kuruluşları temsil eden bin
kadar gözlemci takip etti.
Hali hazırda başbakan olan
Cukanoviç’in liderliğindeki
Sosyalistlerin Demokrat
Partisi (DPS) ve Sosyal
Demokrat Parti (SDP )165
bin 380 oyla, yani oyların
yüzde 46’sını alarak tekrar
iktidara sahip oldu. 1998’
den beri seçimlere beraber
katılan bu iki partiye bu
seçimlerde Liberal Parti de
Seçimlerde AB esintisi
Özellikle, Yugoslavya’dan
kopan Balkan devletleri yüzlerini AB’ye dönmüş durumda. Buysa genel seçimlerdeki
dengeleri büyük bir biçimde
değiştiriyor. Öte yandan,
Balkanlarda yapılan parlamento seçimlerine aynı zamanda AB’nin de oylanması
olarak bakılıyor. Nitekim
Mayıs’ta yapılan Sırbistan
seçimlerine de bu gözle
bakılmıştı. Çünkü cumhurbaşkanı seçilen milliyetçi
Nikoliç daha önce yaptığı
açıklamalarda AB’ye karşı
olduğunu belirtmişti. Rakibi
Tadiç ise Sırbistan’a “adaylık” statüsü kazandıran kişiydi. Ancak Nikoliç AB’yle ilgili
söylemlerini yumuşatarak
üyelik yolundan çıkmayacaklarını belirtince, gerekli
halk desteğini sağlayabilmişti. Hemen Sırbistan
seçimleri akabindeki Karadağ seçimleri de bu havada
gerçekleşti. Milliyetçilerle AB
yanlılarının karşı karşıya
geldiği seçimi ikinci grup
kazandı. Bunda seçimden
hemen önce açıklanan ve
Karadağ’la ilgili övgüler
bulunan “İlerleme Raporu”
katıldı. Bu üç parti seçimlere
“Avrupa Karadağı” adıyla
katıldı ve 81 sandalyeli parlamentoda 39 sandalye elde
etti. Muhalefet cephesinde
de beklenen sonuç yaşandı.
Seçimlerde Cukanoviç’i zorlayacak en güçlü aday olarak gösterilen Srcan Miliç
liderliğindeki Sosyalist Halk
Partisi (SNP) ve Demokratik
Cephe (DF) toplam 29 sandalye alarak Cukanoviç
koalisyonu karşında muhalefet oldu. Toplam 13 partinin katıldığı seçimlerde
Pozitif Karadağ da 7 sandalye kazandı. Bunun sonucu
olarak da Cukanoviç koalisyonu 11 yıl sonra ilk defa
mutlak çoğunluğu kaybetmiş
oldu. Bu nedenle olsa gerek,
Cukanoviç de 3 milletvekili
çıkaran Boşnak Parti (BS), 2
milletvekili olan Arnavut
Partileri ve 1 milletvekili çıkaran Hırvat Vatandaş İnisiyatifi gibi azınlık partilerine
yöneldi.
nun etkisi de hissedildi. Ayrıca Cukanoviç seçim kampanyası boyunca Karadağ’ı
4 yıl içinde NATO üyesi
yapacağını ve AB yolundaki
son fasılları da geçeceğini
vaat etti.
İktidardaki koalisyon ortakları ve muhalefetteki partiler
seçim öncesi birbirlerini
organize suç işlemek ve
ulusal çıkarları tehlikeye
atmakla itham etti. SNP ve
DF seçim kampanyaları
boyunca seçimden galip
çıkmaları halinde organize
suça ve yolsuzluğa son
verecekleri vaadinde bulundu. Avrupa Karadağı koalisyonunun başında olan Cukanoviç de seçimleri bu iki
partiden birinin kazanması
halinde bağımsızlığın tehlikeye gireceğini belirtti. Hatta
Cukanoviç hem SNP’yi hem
de DF’yi Büyük Sırbistan
arzusunda oldukları yönünde itham etti ve seçimi
onların kazanması halinde
referanduma gidip bağımsızlığı tehlikeye düşüreceklerini iddia etti.
Karadağ seçimleri ve Balkanlar
Karadağ son dönemlerde
Bosna-Hersek’le olan ilişkilerini de geliştirmeye başladı. Karadağ, Bosna Savaşı’
nda Sırbistan’la birlikte
savaştığı için suçlanıyordu.
Ancak Uluslararası Adalet
Divanı Karadağ’ı bu konuda
suçsuz buldu. Bununla
birlikte iki ülke arasında hala
sınır problemleri ve Drina
Nehri üzerine yapılması
planlanan hidroelektrik
santrali sorunu da devam
etmekte. Karadağ’ın sorunlu
olduğu bir diğer ülke de
bağımsızlığını kazandığı
Sırbistan. Belgrad yönetimi
Karadağ’a Kosova’yı tanıması yüzünden sıcak davranmıyor. Ayrıca bu iki ülke
arasında da Lima Nehri üzerine yapılacak hidroelektrik
santrali sorunu var. Bu
sebeple Sırbistan’ın Karadağ’da Sırp siyasi oluşum-
lara destek olduğu düşünülüyor. Ayrıca Karadağ’ın
Hırvatistan’la da sınır sorunu
ve Yugoslavya İç Savaşı sorunu devam etmekte.
AB yanlısı bir kişinin başbakan seçildiği Karadağ, hem
tam üyeliğe giden yolda hem
de bölgenin istikrarı sebebiyle komşularıyla olan sorunları çözmek için uğraşacak gibi görünüyor. Nitekim
diğer Balkan ülkeleri de AB
yolunda ilerlemekte. Hırvatistan 2013’te resmen AB’ye
girmiş olacak; Sırbistan ise
AB yolunda sorunlarını büyük ölçüde çözmüş görünüyor. Durum böyle olunca,
Karadağ’ın da, eğer AB üyesi
olmak istiyorsa, komşularıyla yaşadığı sorunları çözmesi
gerektiği açık.
11
2 ATAUM
e-bülten
EKİM 2012
Sırbistan'dan Önemli Bir Adım
Oğuz TEKİNDAŞ
11
17
Sırbistan’dan Önemli Bir Adım
Oğuz TEKİNDAŞ
Sırbistan hükümeti, Kosova’
yla aralarındaki sorunların
çözümü konusunda yürütülen görüşmelerde Sırp heyetinin baş müzakerecisi olarak Başbakan Ivitsa Daciç’i
görevlendirdiğini açıkladı.
Daha önceleri bakan düzeyinde yürütülen görüşmelerin başbakan seviyesine çıkarılması, Sırbistan’ın konuya verdiği önemi artırması
bakımından manidar bir gelişme oldu. Bu kararın alınmasında Sırbistan Cumhurbaşkanı’nın hükümete yönelik tavsiyesinin etkili olduğu
savunuluyor. Cumhurbaşkanı, yaptığı açıklamada, Kosova’yla sorunların çözümünde müzakerelerin başbakanlar seviyesinde yürütülmesinin hem daha hızlı
hem de daha etkili olabileceğini belirtmişti.
Sırbistan, uzun dönemde en
önemli ve en temel hedefi
olarak belirlediği AB’ye üyelik konusunda kendisine karşı öne sürülen Kosova’yla
ilişkilerin geliştirmesi şartını
bir yandan en ciddi sorun
olarak görürken, diğer taraftan da AB’nin bu durumu
kendisine karşı bir şart olarak diretmesini sürekli olarak eleştiriyor. Öte yandan,
bu durumu eleştirse de Sırbistan sorunları çözmek için
bazı adımlar da atıyor. Tabii
bunun da bir sınırı var. Zira
Sırbistan, attığı bu adımların
hiçbir zaman doğrudan ya
da dolaylı olarak Kosova’yı
tanıma aşamasına gelmeyeceğini belirtiyor. 17 Şubat
2008’de tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden Kosova’nın bağımsızlığını uluslararası hukuka uygun olmadığı gerekçesiyle tanımadığını
açıklayan Sırbistan, Kosova’
nın halen kendisine bağlı
özerk bir bölge olduğunu iddia ediyor.
AB cephesinden bakıldığındaysa Kosova’yla Sırbistan
arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine bölgeye ekonomik
ve siyasal açıdan barış, güven ve istikrar getireceği gerekçesiyle önem veriliyor.
Sırbistan’la Kosova arasındaki sorunlara yönelik olarak AB cephesinden yapılan
açıklamalarda, Sırbistan’ın
AB üyeliği için sorunların çözümü ve ilişkilerin geliştirilmesi konularında daha fazla
inisiyatif alması ve çözüm
için barışçıl ve diplomatik yolların kullanılması salık veriliyor. Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton ve
AB Komisyon Başkanı Jose
Manuel Barroso tarafından
yapılan bu türden açıklamalarda, Sırbistan’a müzakereleri yürütürken Kosova’yı tanımak gibi bir şart koşulmadığını, tanımanın tamamıyla
Sırbistan’ın ulusal iradesine
bırakıldığı da savunuluyor.
AB, bir taraftan birliğe üye olmak için resmi başvurusunu
2009’da yapmış Sırbistan’a
belirlediği kriterleri yerine getirmesi konusunda ısrar
ederken, diğer taraftan Kosova’dan da buna benzer yükümlülükleri yerine getirmesini istemekte. Nitekim Kosova’dan Sırbistan’la iyi komşuluk ilişkileri kurması,
Kosova’nın Avrupa’ya entegre olabilmesi için kurulmuş
bir komisyon olan EULEX’le
ilişkilerini daha da sıkılaştırması ve daha fazla işbirliği
yapması beklenmekte.
AB’nin bu iki ülkeden yerine
getirmelerini istediği sorum-
luluklar, Soğuk Savaş’ın bit- da, henüz tanımayan ülkeler
mesinin ardından Doğu Av- için önemli bir referans olarupa ülkelerini kendi sistemi- rak kabul görmekte. Bu dune entegre etme politikası- rum da Kosova için bir başka
nın bir parçası olarak değer- avantaj sağlamakta.
lendiriliyor. Ancak iki ülkeyi Sırbistan’a gelirsek, Kosova’
ortak bir noktada buluştur- nın bağımsızlık kararına ve
mak, iki ülke arasındaki mev- Kosova’nın bağımsızlığını tacut sorunları çözmek hiç de nıyan ülkelere büyük bir tepkolay olacağa benzemiyor.
ki gösterse de zamanla Ko1991’de Doğu Bloğu ülkele- sova’yı tanıyan ülkelerle ilişrinin dağılma sürecine gir- kilerini düzeltti. Tabii, Kosomesiyle Yugoslavya’da da va’yı daha fazla ülkenin tanımilliyetçi ve dini akımlar arttı masını engellemek için faalive ülke dağılma sürecine gir- yetlerini de yürütmekte. Sırdi. Dini ve etnik iç savaşa sü- bistan’ın bu konudaki hiç şüprüklenen ülkede yaşananlar hesiz en büyük destekçisiyse
ve sonuçları da malum. Yu- BM Güvenlik Konseyi’nde vegoslavya’ya bağlı özerk bir to yetkisine sahip Rusya. Rusbölge olan Kosova’da artan ya da benzer şekilde Kososorunlar 1999’da NATO’nun va’nın bağımsızlık kararını
müdahalesiyle sonuçlandı. sert şekilde eleştirmekte. SırNATO güçleri çatışmayı dur- bistan, Rusya’nın desteğine
durdu ve özerkliğine saygı güvenip Kosova’nın bağımgösterilmesi koşuluyla Koso- sızlığını asla tanımayacağını
va’nın Sırbistan’a bağlılığı de- her fırsatta savunsa da, en
vam ettirildi. Bu özerk yapı önemli hedefi olan AB üyeli2008’deki tek taraflı bağım- ği fırsatını kaçırmak da istesızlık ilanına kadar da sürdü. miyor. AB’nin Sırbistan’dan
Kosova’nın bağımsızlık ilanı- beklediği yükümlülükler ve
nı bugüne dek başını AB üye- AB’ye üyelik fikri Sırbistan’ı
leri ve ABD’nin çektiği yakla- ikileme düşürmüşe benziyor.
şık 90 devlet de tanımış du- Sırbistan bu durumu aşmak
rumda. Kosova kendisini ta- için orta bir yol bulmaya çalınıyan ülke sayısını artırmak şıyor. Koalisyon hükümetiniçin uluslararası alanda dip- de milliyetçi cephe ağırlıkta
lomatik girişimlerini devam olsa da, AB’ye üye olunması
ettiriyor. Hatta Sırbistan’ın gi- halinde üyeliğin ülkeye ekorişimiyle konu Uluslararası nomik açıdan getirisinin büAdalet Divanı’na götürüldü. yük olması, Sırbistan’ı KosoUAD, bağımsızlık kararının va’yla yakınlaşmaya zorlu“uluslararası hukuka aykırı yor. Bu açıdan AB’nin kendiolmadığı” yönündeki tavsiye sinden beklediği şekilde Kokararıyla Kosova’nın elini sova’yla ilişkilerini geliştirSırbistan’a karşı güçlendir- mesi için Sırbistan’ın yeni
miş oldu. Nitekim bu kararı adımlar atması bekleniyor.
izleyen dönemde Kosova’yı Nitekim görüşmelerin buntanıyan ülkelerin sayısı da art- dan böyle başbakan seviyetı. Öte yandan Kosova’yı AB sinde yürütülecek olması da
ve NATO üyelerinin büyük ço- bu iddiayı teyit ediyor.
ğunluğunun tanımış olması
Nobel de AB'ye
18 Bir
Elâ BİLGEN
EKİM 2012
ATAUM
e-bülten
Bir Nobel de AB'ye
Elâ BİLGEN
Norveç Nobel Komitesi,
Nobel Barış Ödülü’ne 43’
ünü kurumların oluşturduğu
231 aday arasından Avrupa
Birliği’ni layık gördüğünü
açıkladı. Kararın hem kendisi, hem de gerekçeleri hararetli tartışmalara neden oldu. Komite’nin yaptığı açıklamadan anlaşıldığı kadarıyla, ödülün AB’ye verilmesi
beş temel gerekçe dayanıyor. Komite öncelikle AB’nin
İkinci Dünya Savaşı sonrası
Neden şimdi?
Karara verilen ilk tepkiler,
ödülün zamanlamasıyla ilgiliydi. AB’yle ilgili çalışmaların
pek çoğunda ortak Avrupa
düşüncesi ve ebedi barış fikri
18. yüzyıl düşünürleri Voltaire ve Kant’a kadar dayandırılır ve 1951’de Avrupa
Kömür ve Çelik Topluluğu’
nun kurulması da bu fikirlerin somutlaştırılması olarak
görülür. Bu nedenle AB’nin
Barış Ödülü’nü sonuna kadar hak ettiğini düşünen bazı
Almanya ve Fransa arasındaki uzlaşmaya öncülük
ettiğini belirtiyor. Komite'ye
göre AB, demokrasinin inşasını üyelik koşullarından biri
olarak kabul etmesi ve 1980’
lerde Yunanistan, İspanya ve
Portekiz’e, 1990’larda da
pek çok Orta ve Doğu Avrupa ülkesine üyelik tanımak
suretiyle bu devletlerde
demokratikleşme, diktatörlüklerden özgürleşme ve
istikrarın sağlanmasına kat-
kıda bulundu. Komite'nin
göz önünde bulundurduğu
gerekçelerden biri de Türkiye’yle yapılan üyelik görüşmelerinin burada insan
haklarının yaygınlaştırılmasını ve demokratikleşmeyi
hızlandırmış olması. Ayrıca
gelecek yıl Hırvatistan’ın
üyeliğe kabul edilecek olması, Karadağ’la üyelik müzakerelerinin başlaması ve
Sırbistan’a adaylık statüsünün verilmesi de Komiteye
göre Balkanlar’da barış
sürecini güçlendirmekte.
Kısacası Nobel Komitesi temelini 1951’de kurulan
Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun oluşturduğu AB’
yi 60 sene boyunca Avrupa’
da barış, demokrasi ve insan
haklarının yaygınlaştırılmasına katkıları ve kıtayı birleştirmekteki rolü nedeniyle
Barış Ödülü’ne layık gördü.
yazarlar ödülün AKÇT’nin
kuruluşundan 60 yıl sonra
gelmiş olmasına itiraz ederek bunun Jean Monnet ve
Robert Schuman gibi isimlere haksızlık olduğunu dile
getiriyor. Bu iyimser bir bakış
açısı. Zira diğer tarafta da
AB’nin geleceğinden umutsuz olanlar yer alıyor. Bu
görüşteki pek çok yazar,
Birliğin Avrupa’yı bir savaş
kıtasından barış kıtasına
dönüştürmüş olduğu, faşist
ve komünist diktatörlüklerden demokrasiye geçişi
kolaylaştırdığı, yine Ekim
ayında 20. yılını kutlayan
Ortak Pazar sayesinde gümrük duvarlarının yıkıldığı,
ticaretin genişlediği, istihdamın arttırıldığı daha uyumlu
bir Avrupa yaratıldığı düşüncesinde hemfikir. Ancak kıtanın çoğunun ekonomik
sıkıntı içinde olduğu, Atina
ve Madrid sokaklarında
isyan seslerinin yükseldiği,
Kuzey Avrupa ülkelerinin
yardım eli uzatmakta duraksadığı, neo-Nazizmin ve aşırı
milliyetçiliğin arttığı bir dönemde ödül verilmiş olması
tuhaf karşılanıyor. Euro Bölgesi'ndeki kriz yüzünden AB
neredeyse ilk defa bu denli
bölünmüş ve kırılgan bir
yapıdayken Avrupa’da barış
ve istikrarı sağladığı iddiasıyla ödül kazanılmış olması,
Avrupalıların kendileri tarafından da gülünç bulunuyor.
Silahların azaltılması ve demokratikleşme
Zamanlamanın yanı sıra bir
de ortada Norveç Nobel Komitesi’nin “barış”tan ne anladığı sorunu var. Komite bu
aşamada Alfred Nobel’in
vasiyetini kriter kabul ediyor.
Buna göre Nobel Barış Ödülü’nün “ulusların ve halkların
kardeşliği, silah ve orduların
azaltılması ve barış kongreleri düzenlemek için en çok
çaba sarf eden kişi, kişiler
veya kuruluşlara” verilmesi
gerekiyor. Nitekim AB Konsey Başkanı Herman Van
Rompuy da buna dayanarak
ödülün, Birliğin tarihteki en
büyük barış sağlayıcı kurum
olarak tescili anlamına geldiğini ifade etmiş durumda.
Fakat AB’nin öncelikle ekonomik ve politik bir kuruluş
olduğu, barışı sağlamanınsa
ancak tali bir rol olabileceği
düşüncesiyle ilk olarak Fransa ve Almanya arasındaki
barışa katkılarıyla ilgili itirazlar var. Balkan barışını sağlama noktasındaysa İkinci
Dünya Savaşı’ndan bu yana
Avrupa’daki en büyük çaplı
katliamlardan biri kabul
edilen Srebrenica olayların-
da ve genel olarak da Balkanlarda yaşanan onca sorunda etkisiz kalmış olmasının affedilmez olduğunu vurgulanıyor. Üstelik bir AB ordusu oluşturma fikrinin yıllardır gündemde oluşu
barışın içeriğiyle ilgili tartışmaları alevlendiriyor. Nitekim 2004’te AB Savaş
Grupları ve 2006’da da
2 ATAUM
e-bülten
Avrupa Jandarması kurulmuştu. Bunlar dünyanın
herhangi bir yerindeki bir
krize anında müdahale edebilecek durumda olan askeri
kuvvetler. Bunlara ilaveten
henüz oluşturulmamış olsa
da AB Silahlı Kuvvetleri fikrinden de sıkça söz ediliyor.
AB’deki silahlanma çabalarının yanında bir diğer problem de demokrasi konusunda. Yunanistan, İspanya,
Portekiz’in yanı sıra pek çok
Doğu Avrupa ülkesinde
demokrasiye geçişi kolaylaş-
EKİM 2012
tırmış olduğu kabul edilse
bile, bugün birçok Euro
devletinin başında halk
tarafından seçilenler yerine
Avrokratlar diye adlandırılan
uzmanların bulunuyor olması, demokrasinin yaygınlaştırılması noktasında şüpheye
neden oluyor.
Malum, Barış Ödülü’nün AB’
ye verilmesine oybirliğiyle
karar veren kurum, Oslo’da
bulunan beş üyeli Norveç
Nobel Komitesi. Bu noktada
ironik olansa, ev sahibi ülke
Norveç’in 1972 ve 1994’te
Bir Nobel de AB'ye
Elâ BİLGEN
iki kez AB üyeliğine hayır
demiş olması. Başta Komite
Başkanı Jagland olmak üzere diğer üyelerin de AB yanlısı tutumları biliniyor ve karar özellikle Norveç’te kamuoyunu AB üyeliğine hazırlama çabalarından biri olarak görülüyor.
ABD’den gelen eleştirilerse
bambaşka bir yönde. ABD’li
köşe yazarlarından bazıları
Avrupalı devletlerin savunma harcamalarında kısıntıya
gittiğini, dolayısıyla hem
Ortadoğu’da etkili bir muha-
tap olamadığını, hem de
İran’ın nükleer tehditlere cevap veremediğini ifade ediyor. Bu görüşe göre, bu
bağlamdaki bütün yükü
üstlenmek zorunda kalan
ABD, on binlerce insanın
insanlık dışı yasalardan
özgürleşmesini sağlayan
Amerikan Donanması ya da
en azından AİDS’le mücadele ederek milyonlarca Afrikalının hayatını kurtaran
George Bush ödülü AB’den
daha çok hak ediyor!
geçmişe değil geleceğe yaptığı vurgu. Nitekim Komite
Başkanı Thorbjoern Jagland
da ödülün AB’nin geçmişi ya
da tarihi için değil geleceği
için verildiğini açıkladı. Ona
göre ödül, barış adına yapılacak çalışmaları teşvik edecek.
Bazı yorumcularsa, müstehzi
bir ifadeyle Nobel Barış
Ödülü’nün NATO’ya da
verilip verilmeyeceğini soruyor. Zira Komite’nin benimsediği barış anlayışı esas
alınırsa, bu da ciddi şekilde
mümkün. Ne de olsa NATO
kendini uluslararası terörle
mücadelenin en önemli
neferlerinden biri olarak
görmekte. Dolayısıyla o da
Nobel teşvikine mazhar
olabilir.
Ödül yönteminin teşvik edici
yönü herkesçe kabul edilir.
Ama ödüllendirmenin aynı
zamanda davranışı tüm
yönleriyle olumlamak anlamına geldiği de yine bilinen
bir şey. Nitekim bu ödül,
azınlıklara uygulanan ayrımcılık, yabancı düşmanlığı,
aşırı milliyetçilik, artan işsizlik ve ekonomik sıkıntıların
yarattığı kaos ortamına rağmen dünyanın en prestijli
ödüllerinden birine sahip
olunabileceğini yalnız AB’ye
değil tüm dünyaya göstermiş
oldu. Jagland’ın ihmal ettiği
husus da bu olsa gerek.
Bardağın dolu tarafı
1901’deki ilk Nobel’den bu
yana ödül verilenlerin yanı
sıra ödül verilmeyenler de
tartışma konusu olageldi.
Örneğin Mahatma Gandi’
nin hiç ödül almamış olması
Nobel eleştirilerinde sıkça
dile getirilen bir durum.
1973’te Henry Kissenger’la
birlikte ödül almayı reddeden Vietnamlı politikacı Le
Duc Tho da Nobel karşıtlarının çokça andığı isimlerden. Ayrıca pek çok kişi bu yılın diğer adayları arasından
yer alan WikiLeaks’ın kurucusu Julian Asange, şiddet
karşıtı çalışmalarıyla tanınan
Gene Sharp ya da Rus
muhalif Lyudmila Alekseyeva’nın ödülü hak ettiği
görüşünü paylaşıyor. Bu
isimler karşısındaysa Latin
Amerika ve Güneydoğu Asya’da işlenen savaş suçlarından sorumlu tutulan Henry
Kissenger ve başkanlığının
daha ikinci haftasında “uluslararası diplomasi ve işbirliğine katkıları”ndan ötürü
ödüle layık bulunan Barack
Obama bulunuyor. En iyimser yorumlara göre, Norveç
Nobel Komitesi bu isimlerde
olduğu gibi AB’de de bardağın dolu tarafına bakmayı
tercih etti.
Komite’nin AB kararını haklı
bulanlara da, eleştirenlere
de katılmak mümkün. Belki
de üzerinde durulması gereken asıl konu, Komite’nin
11
19
içtimaiyat
Nobel Ödülleri
"Ardımdan bıraktığım gayrimenkulümün ve servetimin
tamamı, aşağıdaki şekilde
dağıtılacaktır. Kapital, emniyetli bir şekilde Fon'da toplanmalıdır. Bu Fon'un geliri
her yıl insanlığa en büyük hizmeti yapan kişilere dağıtılmalıdır. Bu gelir beş ana bölüme ayrılmalı ve aşağıdaki
şekilde dağıtılmalıdır. Bir kısım fizik sahasında en büyük
keşfi yapan kişiye verilmelidir. Bir kısım kimya sahasında en büyük keşfi yapan kişiye verilmelidir. Bir kısım fizyoloji ya da tıp alanında en
büyük keşfi yapan kişiye verilmelidir. Bir kısım edebiyat
sahasında en büyük eseri yazan kişiye verilmelidir. Bir kısım milletlerarası barış ve
kardeşlik için en büyük
çalışmayı yapan kişiye verilmelidir. Fizik ve kimya konusundaki keşifler, İsveç İlim
Konseyi’nce değerlendirilmelidir. Tıp konusundaki çalışmalar Stockholm'deki Ca-
roline Enstitüsü tarafından
değerlendirilmelidir. Edebiyat ve barış konusundaki mükâfatlar İsveç Parlamentosu
tarafından seçilen beş kişilik
bir heyet tarafından değerlendirilmelidir. En büyük ve
kesin arzum, mükâfatlar adaylara dağıtılırken kesinlikle milliyet tefrika yapılmam a s ı d ı r. E n m ü h i m i ,
mükâfatı alacak şahıs bir
İskandinavyalı da olabilir, olmayabilir de "
Evet, bu vasiyet, tarihe
“dinamitin mucidi” adıyla geçen İsveçli bilim adamı Alfred
Bernard Nobel’e ait. Kasım
1896’da dünyaya veda eden
Nobel, ardında bıraktığı bu
vasiyetnameyle 111 yıllık bir
geleneği de başlattı. Tabii bu
gelenek beraberinde pek
çok tartışmayı da getirdi. Diğer taraftan ödüller 1901 tarihinden itibaren “insanlığa
hizmet etmiş kişileri onurlandırma görevini” her yıl yerine
getirmeye devam etti.
Aylin AYDI
Nobel ödülleri, kişilere veya
kuruluşlara fizik, kimya, edebiyat, fizyoloji veya tıp ve barış alanlarındaki olağanüstü
başarılarından dolayı veriliyor. Nobel, vasiyetinde bu bilim dallarına ödül verilebilmesi için bir para fonu ayırmıştı. Bu para fonunu idare
etmek için Nobel Vakfı kuruldu. Bu ödüllere çok sonraları, 1968’de ekonomi ödülü
de eklendi. Bu ödülse Sveriges Bankası tarafından veriliyor ancak süreç Nobel’in vasiyetinin anısına kurulması
ve finanse edilmesi nedeniyle Nobel Vakfı tarafından yürütülüyor.
Vasiyete uygun olarak her ödülün ayrı bir komite tarafından verilmesi söz konusu. Nitekim barış ödülü Norveç’in
başkenti Oslo’da, diğer ödüllerse İsveç’in başkenti
Stockholm’de sahipleriyle buluşuyor. İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi fizik ve kimya
ödüllerini, Karolinska Ensti-
tüsü fizyoloji veya tıp ödüllerini, Norveç Nobel Komitesi’
yse edebiyat ödüllerini veriyor. Ekonomi ödülleri İsveç
Kraliyet Bilimler Komitesi’nin
kararına bağlıyken barış ödüllerinin sahipleri Norveç
parlamentosunca İsveç akademisinden seçilen bir kurul
tarafından belirleniyor.
Ödüller bir madalya, bir diploma ve yıldan yıla değişen
para ödülünden oluşmakta.
Ödüller vasiyete uygun olarak milliyet gözetmeden veriliyor. Ödülün sahibi tek bir
kişi olabileceği gibi bir kurum, kuruluş ya da bir organizasyon da olabiliyor. Öte
yandan, bazı yıllarda ödüller
sahipsiz de kalabiliyor ki bu
duruma en çok barış ödüllerinde rastlanıyor. Bazense dış
etkenler devreye giriyor ve ödüller verilemiyor. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 19401942 arasında olduğu gibi.
2 ATAUM
e-bülten
EKİM 2012
Nobel’in 'en'leri
Geçmişten günümüze ödüller pek çok kimseye dağıtıldı.
Gerçekten insanlığa faydası
dokunduğu için bu ödülleri
alanlar da oldu, politik kaygılarla taltif edilenler de. Fakat bazı isimler var ki Nobel
Ödülleri denildiğinde akla
ilk gelenler onlar oluyor.
Nobel’in en genç sahibi, babasıyla birlikte 25 yaşında fizik ödülünün sahibi olan William Lawrence Bragg. Ayrıca
baba-oğulun aynı anda ödülü alması da bir ilk. En yaşlı
Nobelli ise İtalyan Rita Levi-
Montalcini. 1986’da tıp ödülünü kazanan Levi-Montalcini hala hayatta ve 103 yaşında. Aile boyu Nobel kazanan
isimlerse Pierre Curie ve eşi
Marie Curie. 1903’te fizik
ödülünü kazandılar. Yine kızları Irene Joliot-Curie ve eşi
Frederic Joliot kimya ödülünün sahibi oldu. Ancak
Curie’lerin başka bir ünü daha var. 1911’de kimya ödülünü de alan Marie Curie, iki
ayrı dalda Nobel kazanan ilk
ve tek kadın unvanına sahip.
Hapiste olan bilim adamı, ya-
İçtimaiyat: Nobel Ödülleri
Aylin AYDI
11
21
zar ve aktivistler de unutulmadı. Bugüne kadar yalnızca
üç isimle sınırlı olmasına rağmen hapistekiler de ödülü almaya hak kazandılar. İlk olarak 1935’te Alman gazeteci
Carl von Ossietzky barış
ödülüne layık görüldü. Fakat
ödülünü alamadan hapishanede yaşamını yitirdi. 1991’
de Myanmar’da demokrasi
yanlısı parti lideri olan Aung
San Suu Kyi ev hapsindeyken
Nobel ödülünü aldı. Üçüncü
ve son isimse Çinli yazar,
akademisyen ve insan hak-
ları savunucusu Liu Xiaobo.
2010’da ödüle layık görülmesine rağmen on bir yıl hapse mahkûm edilmesi nedeniyle o da ödülünü alamadı.
Nobel edebiyat ödüllerindeyse en popüler dil İngilizce. Bunu Fransızca, Almanca
ve İspanyolca izliyor. Ödüllerin en
çok kazanıldığı
üniGörkem
ÖZİZMİRLİ
versiteyse Cambridge Üniversitesi. Pek çok ünlü isim
üniversitenin en’ler listesine
girmesini sağladı.
dağıtabildiği de ayrı bir tartışma konusu. Bütün bunların yanında ödüllerin dağıtılmasında bazı politik kaygıların da öne çıkması prestij kaybına yol açan bir diğer neden. Örneğin verilmeye başladığı 1901’de itibaren 50 yıl
bo yun ca ödüllere layık
görülenler hep Avrupalı bilim insanları olmuş. Aslında
bu kadar uzağa gitmeye de
gerek yok. Geçtiğimiz yıllarda Barack Obama’ya verilen
barış ödülünün bu yıl da Avrupa Birliği’ ne verilmesi yine
büyük tartışma yarattı.
En başında söylenmesi gere-
ken sözü en sonda söylemek
gerekirse, bir bilimsel çalışmanın ya da bilim insanının,
yazarın, düşünürün ve insan
hakları savunucusunun aldığı ödüle göre değerlendirilemeyeceği açık. Zira nice deha bu ödülü almaya hak kazanamamışken her Nobel kazanan isim ya da çalışma insanlığa sonsuz fayda sağlayamaz. Fakat şu bir gerçek
ki, hiçbir şey için değilse de
sağladığı nakit fon nedeniyle
Nobel daha uzun süre prestij
ve övünç unsuru olmaya devam edecek.
Nobel al(a)mayanlar
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi despotizmi tüm
Almanya’da kol geziyordu.
Bu süreçte Richard Kuhn
(Kimya), Adolf Butenandt (Kimya) ve Gerhard Domagk (Fizyoloji veya Tıp) ödülleri almaya hak kazandı. Başta
olan Hitler hükümeti, bu üç
alman bilim adamına ödülleri kabul etmelerini yasakladı. Daha sonra kendilerine
madalyon ve sertifikaları verildi ancak para ödülünü kabul etmediler.
Siyasi baskılar sonucu ödülünü alamayan bir diğer
isimse yazar Boris Pasternak’
tı. Yazdığı kitap Sovyet yönetimi tarafından komünizm
karşıtlığıyla suçlandı. Ödülü
aldığı takdirde vatandaşlıktan çıkarılmakla tehdit edildi. Bunun sonucunda bir
ödül daha siyasi baskılarla
reddedildi.
Nobel ödülleri yıllar boyunca
insanların zihinlerindeki o
prestijli yerini korumaya devam etti. Tüm tartışmalara ve
önyargılara rağmen ödüller
saygınlığını sürdürüyordu. Ta
ki 1964’e kadar. Fransa’dan
yükselen bir ses tüm dikkatleri bir anda üzerine çekmeyi
başardı. İlk kez bireysel olarak, tamamen bir insanoğlunun kendi isteğiyle ödül geri
çevrilmişti. O ses Jean Paul
Sartre’a aitti. O güne kadar
hiçbir ödülü kabul etmeyen
düşünür, aktivist ve yazar yine entelektüel özgürlüğüne
aykırı olduğu gerekçesiyle
ödülü kendi isteğiyle geri çevirdi. Bu reddedişin üzerinden uzun yıllar geçmeden
1973’te yeni bir ses bu sefer
Vietnam’dan geldi. Devrimci
Le Duc Tho, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’la birlikte ödüllendirilmek istedi.
Tho’nun buna yanıtı Vietnam’da gerçek bir barışın henüz inşa edilemediği oldu.
Tahmin edileceği üzere ödülü reddetti. Tabii Nobel’e karşı gösterilen bu tavırlar ödüllerin saygınlığına gölge düşürmedi de değil.
Son kertede kazananları kadar kabul etmeyen ya da ettirilmeyenleriyle ünlü olan
Nobel ödülleri, pek çok tartışmaya pencere açıyor. Öncelikle dinamiti bulmuş ve
pek çok insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuş bir
insanın sağladığı fonla ödül
verilmesini kabul etmeyen
pek çok kesim söz konusu.
Onlara göre bu ödüller
Nobel’in kendisini aklaması
ve ruhunu huzura kavuşturmasının bir yolu olarak görülüyor. Söz konusu vakfa bazı
silah üreticilerinin finansman olduğu da söyleniyor.
Hal böyle olunca insanları öldürenlerin nasıl barış ödülü
Portre
Portre
Recep Ersel ERGE
Alfred Nobel
Patlayıcılara olan merakı başlangıçta bilimseldi, ama zamanla ticari kazanç yönü ağır bastı, cephedeki gelişmelerden rahatsız
olmuşa benzemiyordu. “Aslında barışçıl biri olduğunu” iddiasındaydı ve “icat ettiği patlayıcılar sayesinde bir gün savaşların
biteceğini” savunuyordu. Belli ki kendini teselli etmekteydi ve “barış ödülünü” vasiyet ederek de vicdanını rahatlatmak istiyordu.
Dinamit başta olmak üzere
pek çok güçlü patlayıcıyı icat
eden İsveçli kimyager Alfred
Nobel, farklı sektörlere ilişkin toplam 355 patentin de
sahibiydi. Dünyayı değiştiren
bilim adamı, aynı zamanda
yetenekli bir iş adamıydı. Telefonun bile olmadığı bir dünyada 20’den fazla ülkeye dağılmış 90 fabrikayı yönetti.
Beş dil bilen Nobel, bütün hukuksal ve ticari işleri kendi başına hallediyordu…
Alfred Bernhard Nobel, 21
Ekim 1833’te İsveç’in başkenti Stockholm’de dünyaya
geldi. Mühendis olan babası
Immanuel savunma sanayinde girişimci olarak çalışmaktaydı. Alfred 4 yaşındayken işini St. Petersburg’a taşıyan Immanuel Nobel, beş
yıl sonra bütün aileyi de yanına aldı. Böylece Alfred de
çocukluğunu ve ilk gençliğini
Rusya’da geçirmiş oldu.
Okula gitmedi. Varlıklı her ailede olduğu gibi özel öğretmenlerden fen bilimleri, yabancı dil ve edebiyat dersleri
aldı. On yedi yaşındayken
ana dili İsveççenin dışında
İngilizce, Almanca, Fransızca
ve Rusça konuşabiliyordu. Ki-
tap kurduydu. Üstelik okumakla yetinmeyip ileride romanlar, oyunlar ve şiirler yazacak kadar düşkündü edebiyata.
Ne var ki, oğullarının kendi
yanında aile fabrikasında çalışmasını isteyen baba Immanuel, genç Alfred’in entelektüel yönünden pek haz etmiyordu. Sessiz sakin karakterinin biraz açılmasını umarak oğlunu yurtdışına gönderdi. Alfred böylece Fransa,
Almanya, İsveç ve ABD’de
hem çalışma hem de kimya
bilgisini geliştirme imkânı
buldu… 1855’de Rusya’ya
dönüp babasının silah fabrikasında çalışmaya başladı.
Kırım’da Osmanlı’yla çarpışan Çarlık ordusuna malzeme üretiliyordu bu fabrikada. Aynı dönemde Britanya
donanmasını St. Petersburg
kara sularından uzak tutan
deniz mayınları da burada
üretilmişti. Neden sonra savaş bitince, en büyük müşterisini kaybeden fabrika da iflas etti. Alfred, anne ve babasıyla İsveç’e geri döndü.
Yeni bir fabrika kurdular. Pazarlanabilecek bir teknik yenilik peşinde olan Nobel bu-
rada patlayıcılarla deneyler
yapmaya başladı. Özellikle
sıvı nitrogliserini kontrollü
olarak patlatmanın yolunu
arıyordu. Nihayet 1863’te,
nitrogliserini bir metal kap
içine koyan Alfred, içi barut
dolu ahşap bir fünye de icat
etti. Ancak niteliği itibarıyla
patlamaya çok meyilli olan
bu madde üretim ve nakil sırasında ölümcül kazalara yol
açıyordu. 1864’te yaşanan
patlama, 4 işçiyle birlikte
Nobel’in kardeşi Emil’in de
hayatına mal oldu. Nobel
çok üzülmüştü elbette, ama
pes etmek yerine icadını
“daha güvenli” hale getirmek için çalışmaya devam etti. Bu arada Hamburg, New
York ve California’da fabrikalar kurarak nitrogliserin
üretimini artırdı.
1866’da, nitrogliserini Almanya’da keşfettiği kil benzeri bir toprak karışımına emdirerek hassasiyetini azaltmayı başardı. Bu şekilde patlayıcı gücü saf haline göre oldukça düşüktü, ama düşme
veya çarpma durumlarında
kazara patlamaya karşı daha dayanıklı olmuştu. Yeni
icadına, Yunanca “güç” an-
lamına gelen “dynamis” sözcüğünden esinle “dinamit”
adını verdi. Ayrıca dinamiti
ateşlemek için özel bir fitil de
geliştirdi yine. 1867’de İsveç, İngiltere ve ABD’de patent alarak hemen seri üretime geçti. Sondaj deliklerine
kolayca yerleştirilebilmesi
için silindir çubuklar halinde
imal edilen dinamit, kısa sürede çok büyük bir pazarlama başarısı elde etti. Tünel,
kanal, demiryolu ve karayolu inşaatlarında kullanılmak
üzere dünyanın her yerinden
sipariş alıyordu. Alfred Nobel’in ünü de böylece yayılmaya başladı.
Hep daha iyisini yapmak için
çalışmaya devam eden Nobel, peş peşe daha pek çok
yeni tür patlayıcının patentini
aldı. Bu arada, dinamitin icadından bir yıl sonra, İsveç
Kraliyet Bilimler Akademisi
tarafından “insanlığa pratik
faydalar sağlayan önemli buluşları için” ödüllendirilmişti.
Nobel, ölümünden yaklaşık
bir yıl önce yazdığı vasiyetnamesinde kendi mirasından verilecek ödüllerin kriterini de hemen hemen aynı
sözcüklerle ifade edecekti!
ATAUM
e-bülten
Bilim adamı olarak asıl ilgisi
patlayıcılar üzerineydi, ama
iş adamı olarak başka pek
çok alanda faaliyet gösterdi.
Örneğin yapay ipek ve deri
de üreten Nobel, bugünkü
Azerbaycan’da petrol çıkaran ağabeyleri aracılığıyla
petrol ithalatı da yaptı. Çok
seyahat etti. Öyle ki, tam
olarak hangi ülkede ikamet
ettiği bile belli değildi. Ancak
çok az insan onu şahsen tanıyordu. Çekingen karakterli
olduğundan fazla ortalıkta
görünmezdi. Birkaç yakın arkadaşı vardı, o kadar. Kısa süreli iki ilişki dışında hayatını
bekâr ve yalnız bir adam olarak geçirdi. Bu içedönüklük,
biraz gizem de yaratmıştı. Liberal mi yoksa sosyalist mi olduğu hep tartışmalı kaldı örneğin. Her durumda kesin
olansa, bugün savunduğumuz anlamda demokrasiye
inanmadığıydı. Kadınların oy
hakkına karşıydı.
İş hayatının yoğunluğunu
son günlerine kadar yaşayan
Alfred Nobel, 10 Aralık
1896’da San Remo’daki
(İtalya) evinde dönemin en
zengin insanlarından biri olarak öldü. Bugünün parasıyla yaklaşık 250 milyon dolar değerinde bir miras bırakmıştı. 27 Kasım 1895 tarihli meşhur vasiyetnamesi
ölümünden üç hafta sonra
okundu. Eşe dosta bıraktığı
birkaç yüz bin İsveç kronu mirasının küçük bir kısmıydı sadece. “Geriye kalan bütün
varlığım” diye tabir ettiği kısım mirasının en az yüzde
90’ına tekabül ediyordu. Bu
paranın her yıl fizik, kimya,
tıp/psikoloji, edebiyat ve
barış alanlarındaki çalışmalarıyla insanlık yararına üstün başarılar gösteren insanların ödüllendirilmesi için
harcanmasını vasiyet etmişti.
Yarışma bütün dünyaya açıktı ve kazananları hayli yüksek bir meblağ bekliyordu.
Bütün dünyada şaşkınlık yaratan vasiyeti İsveç’te daha
çok öfke yarattı. “Ülkede sanki hiç fakir fukara yokmuş
gibi” bu kadar paranın yabancılara verilecek olmasının ahlaksızlık olduğu iddia
edildi. En çok üzülen de ailesiydi. Vasiyetnamenin iptali
için mahkemeye gittiler. Zaten hangi devletin mevzuatına tabi olduğu da tartışmalıydı. Bütün davaların sonuçlanması, Nobel Vakfı’nın kurulması ve ödül verme mekanizmasına ilişkin prosedürlerin belirlenmesi zaman aldı.
Nobel, hangi ödülü hangi kurumun vereceğini tek tek saymış, ancak kazananların nasıl belirleneceğine ilişkin
açıklama yapmamıştı. İlk Nobel ödülleri ölümünün beşinci yıl dönümünde, 1901’de
ancak verilebildi.
Peki, neden böyle bir vasiyet
EKİM 2012
yapmıştı? Ağabeyi Ludwig
1888’de öldüğünde, bir
Fransız gazetesi Nobel’leri
karıştırıp Alfred’in öldüğünü
yazmış ve haberde kendisinden “ölüm taciri” diye bah-
setmişti. Bu nitelemenin etkisiyle Nobel’in öldükten sonra nasıl hatırlanacağı konusunda düşüncelere kapılmış
olabileceği muhakkak. Tabii
vasiyetinin tek sebebin bu ol-
Portre: Alfred Nobel
Recep Ersel ERGE
duğunu söylemek fazla iddialı olabilir, ancak diğer ödüllerin yanında “barış” ödülünün de varlığı oldukça manidar olsa gerek.
11
15
23
Tenten Tartışması, Yeniden
24 Gökçe
ÖZSU
EYLÜL 2012
ATAUM
e-bülten
Tenten Tartışması, Yeniden
Gökçe ÖZSU
Malum, popüler çizgi karakter Tenten’in ırkçı olduğuna
dair tartışmalar Avrupa’da
bitmek bilmiyor. Bir çok defa
“ırksal ayrımcılıktan” dolayı
dava konusu olup basımının
durdurulması veya satışının
durdurulması, hiç olmazsa kısıtlanması istenen Tenten’in
Maceraları, şimdi de “Afrofobik” öğeler taşıdığı gerekçesiyle modern İsveç’in kültür merkezi Kulturhuset’in çocuk ve gençlik kütüphanesinde yasaklandı. Karar gayri-resmi bir yöntemle kamuoyuna açıklandığı için, yasağın ne şekilde ve hangi boyutta getirildiğiyse belli değil. Her ne kadar daha sonra
geri çekilse de, bu tarz bir yasaklama kurumsal bazda olması bakımından da bir ilk.
Bu vesileyle başlayan tartışmalarsa Tenten’in İsveç’teki
akıbeti üzerine yoğunlaşmış
durumda.
Sorun, ilk olarak, ırkçı öğeler
taşıyıp çocuklar ve gençler
arasında, özellikle Afrikalı insanlara karşı asılsız fobiaya
ve nefrete sebep olan bir
edebi eserin yasaklanıp yasaklanamayacağı bakımından önemli. Örneğin, hükümet kanadı bu karara karşı
olumsuz bir tavır aldı. Kararı
destekleyenlerse daha çok
gazeteciler ve yazarlar. Bu bakımdan kararın geri çekilmesine karşı öfkelenen taraf da
yine aynı kesim. Bilgilendirme ve şeffaflık açısından
muğlak kalan yasaklama kararı, ırkçılık tartışmaları bakımından daha hassas dengeleri gündeme getirmiş durumda. Bir taraftan kolonyal
dönemde çizilip yayınlanmış
ve elliden fazla dile çevrilmiş
popüler bir edebi eser, diğer
taraftansa o eserin yaratıldığı dönemin hakim ideolojisine karşı tutum sergileme meselesi. Avrupa’da ırkçılık karşıtlığının dayandığı hassas
dengeler bakımından bu iki
karşı tutumu anlamak önemli.
İkinci sorunsa, yasaklama,
sansürleme ve bunların ölçüsü. Kulturhuset’ten gelen
haber ilk duyulduğunda
Tenten’in Maceraları serisinin tümüyle mi yasaklandığı,
yoksa sadece ırkçı öğelerin
mi sansürlendiği ya da serinin en tartışmalı kitabı olan
“Tenten Kongo’da”nın mı yasaklandığı belli değildi. Zaten tartışmalar da ilk etapta
bu noktada alevlendi. Haberi kamuoyuna duyuran Dagens Nyheter gazetesi de haberini resmi bir açıklamaya
değil, Kulturhuset’in bir yöneticisinin verdiği bir mülakata dayandırmıştı. Kararın
geri çekildiği haberi de aynı
gazetede yer aldı. Ama işin
can alıcı noktası, kitabevlerinin Kulturhuset’ten önce davranıp kataloglarını güncellemesi. Aftonbladet gazetesine göre haber ortaya atıldığında kitabevlerinin yüzde
onu Tenten çizgiromanlarının satışını ya kaldırmış, ya
da kısıtlamıştı. Hükümet yetkililerinin yaşadığı şaşkınlık
da kitabevlerinin tutumuyla
ortaya çıktı. Kitap toplatma,
yasaklama ya da kısıtlama
kararlarına alışkın olmayan
İsveç gibi bir ülkenin hükümet yetkililerinin şaşkınlığı
da bu bakımdan “haklı” bir
şaşkınlık.
Yaşananların üçüncü boyutuysa, Tenten adlı karakterin
kendisiyle ilgili. Karakterin
bu kadar tartışmalı olup da
hayranları dışında kimseye
yaranamamasının sebebi de
bu. Tartışmaların odağında
serinin Belçika Kongosu’nda
geçen hikayenin anlatıldığı
“Tenten Kongo’da” adlı kitap
var. Her ne kadar ırk ayrımcılığının en baskın bir biçimde
hissedildiği bu kitabın Tenten’in diğer maceralarını ko-
nu edinen kitaplardan ayrılması gerektiği ve çocuklara
kesinlikle okutulmaması gerektiği üzerinde uzlaşmaya
varılmış olsa da, bunun sansürleme ve yasaklama boyutuna vardırılıp vardırılmaması gerektiği hakkında herhangi bir uzlaşma yok. Bu bakımdan kitabevlerinin kendi
kararlarını uyguladıkları görülüyor. Sadece İsveç’te değil, uzun yıllardır birçok kitabevi Tenten kitaplarını -özellikle de “Tenten Kongo’da”
yı- ya “adult” kısmında birtakım uyarı ibareleriyle satıyor,
ya da bunları kataloglarından tamamen çıkarıyor.
Çocukluklarını Tenten’in Maceraları’yla geçirmiş olan günümüzün Avrupalı yetişkinlerinin şiddet ve ayrımcılık algıları elbetteki iki dünya savaşı ve Soğuk Savaş sonrası
büyük değişikliklere uğradı.
Bu bakımdan 30’ların çocuklarının bilinçaltılarına alacağı ırk imgelemiyle 2000’lerin
çocuklarının alacağı ırk imgelemi arasında ciddi fark
var. Bu, toplumların şiddet algısıyla da paralel. Bu yüzden
Tenten hayranı bir yetişkinin
ırkçılığa meyilli olabileceğini
düşünmenin anlamsız olduğunu söyleyenler var. Ancak
söz konusu olan çocuklar
olunca, Avrupa toplumunun
bu konuda fazla hassas olması da çok doğal. 2000’ler
Avrupasının ırkçılığı, cinsiyet
ve hayvan ayrımcılığını geride bırakmış olduğunu ve geçmişte yaşanan bu tarz meselelerin çocuklara yansıtılmaması gerektiğini düşünenler
açısından Avrupa medeniyetinin kendi sancılı tarihiyle de
yüzleşmesinde önemli bir
nokta Tenten tartışmaları.
Yaratıldığı kolonyal dönem
Avrupasının her türlü ipuçlarını barındırması bakımından içeriğinde bol miktarda
ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı,
oryantalizm vb. unsurlar barındıran Tenten’in Maceraları, dünyanın her türlü ülkesinde farklı noktalardan tartışılmaya devam ediyor. Zira
dünyanın hemen her ülkesinde kitapları on milyonlarca satmaya devam ediyor.
7
Avrupanın
Marşları
İrlanda
Yiğit KÖSEOĞLU
Askeriz bizler,
Adanmış hayatlarımız İrlanda'ya,
Bazılarımız gelmiştir dalganın ötesindeki bir yerden.
Yemin! Özgür olmak için,
Bundan gayrı eski soylu toprağımız
Ne bir despotun ne de bir kölenin evi olacak.
Bu gece bizler tehlikenin eşiğindeyiz
Erin'in* davasında, hüzün ya da mutluluk gelecek
Toplar gürlemekte, tüfekler çınlamakta
Biz askerin şarkısını söyleyeceğiz.
*Erin: İrlanda'nın şairsel anlatımlarda kullanılan ismi
“Askerlerin Şarkısı” ya da asıl ismiyle “Amhrán na bhFiann” yani İrlanda marşı, aslen bir asker marşının nakarat kısmından
oluşmakta. Üç kıtadan oluşmaktaysa da marşın sadece nakarat kısmı İrlanda milli marşı olarak kabul görmüş durumunda.
1907'de Peader Kearney (1883-1942) tarafından kaleme alınan bu dizeler, Kearney’le Patrick Heeney'in (1881-1911) işbirliğiyle bestelendi. Marşın sözleri ilk kez 1912'de İrlanda Özgürlüğü dergisinde yayımlandı, daha sonrasında da İrlanda
Gönüllüleri tarafından benimsedi ve bir marş olarak seslendirildi. Bu marş daha sonraları özellikle İrlanda Bağımsızlık
Savaşı (1919-1921) esnasında ününe ün kattı ve geniş kitleler tarafından benimsendi
1922'de Bağımsız İrlanda Devleti'nin kurulmasının ardından devletin marşının ne olacağı konusunda görüş ayrılıkları baş
gösterdi. Birlikçiler Birleşik Krallık marşının (Tanrı Kralı Korusun) İrlanda'nın marşı olması yönünde ısrarcıyken, milliyetçi
kanat tahmin edilebileceği gibi bu fikre soğuk yaklaştı. “Askerlerin Şarkısı”nın marş olarak kabul edilmesini istemekteydiler. Bu siyasal çekişme 12 Temmuz 1926'da Yürütme Kurulu'nun “Askerlerin Şarkısı”nı devlet marşı olarak belirlemek üzere toplanmasıyla ilginç bir şekilde sonlandı. Şöyle ki, kurul konu hakkındaki kararını vermiş olmasına rağmen kararını
açıklamadı ve bu durumun üzerine vekillerden Osmond Esmonde milli marşın “ne” olduğu yönünde bir soru yöneltti. Sorusuna cevap alamamasının yanı sıra kendilerine bu şekilde bir soru yöneltemeyeceği konusunda da kurul tarafından
uyarıldı. Fakat konu hakkında ısrarcı olan Esmonde bu kez askeri durumlar söz konusu olduğunda marşın ne olacağı konusunda bir soru daha yöneltti. Savunma Bakanı bu soruya “Askerlerin Şarkısı” şeklinde cevap verdi ve böylece kurul tam
olarak kararını açıklamamış olsa da marş 1926'da -bir şekilde- resmen kabul edilmiş oldu.
BASINDA TÜRKİYE - AB
İLİŞKİLERİNİN 50 YILI
10 Ekim 2002'de Hürriyet gazetesinde yayınlanan bu haber,
ATAUM bünyesinde hazırlanan “Basında Türkiye-AB İlişkilerinin 50 Yılı“ (ed. Erdem Denk) başlıklı kitaptan alınmıştır.
Türkiye-AB ilişkileri, çeşitli iniş-çıkışlara rağmen tarafların bir şekilde sürdürmekte kararlı göründükleri ve somut
gelişmelerin çok ötesinde anlam yükledikleri bir süreç. Bu 50 yıllık sürecin kimisi unutulan kimisi de belleklerde yer eden
halkalarının basının farklı kanatları tarafından nasıl haberleştirildiği de önemli. Zira yazılı basın, sadece tarihsel gelişmeleri
bir bütünlük içinde değerlendirmek ve siyasal süreçlerin izini sürmek açısından değil, ilgili gelişmelerin yaşandıkları andaki
algılanış ve yansıtılış şekillerini tespit etmek açısından da ziyadesiyle “öğretici” olabilir. Farklı dönemlerde farklı gelişmeler
konusunda Türkiye’de oluşan farklı algıları çarpıcı bir şekilde tespit etme olanağı yaratacağı için...
Avrupa
Gündemi...
ATAUM
e-bülten
bulmak isteyene not:
sadece elektronik posta kutusunda bulunur...

Benzer belgeler

Sayı 36 Ekim 2011 - ATAUM

Sayı 36 Ekim 2011 - ATAUM Bu nedenle olsa gerek, yapılan açıklamalarda “polisin müdahale edemeyeceği noktada ordunun tamamlayıcı olarak devreye girebileceği” belirtiliyor. Malum, Euro bölgesindeki ülkelerde protestolar şidd...

Detaylı

e-bülten - ATAUM - Ankara Üniversitesi

e-bülten - ATAUM - Ankara Üniversitesi durumlara karşı sessiz kalması tepkiyle karşılanıyor. Üstelik HRW, a raş tır ma

Detaylı