ibn sînâ`nın sembolik hikayelerinde ahlak felsefesi

Transkript

ibn sînâ`nın sembolik hikayelerinde ahlak felsefesi
T.C
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İLAHİYAT ANA BİLİM DALI
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ BİLİM DALI
İBN SÎNÂ’NIN SEMBOLİK HİKAYELERİNDE AHLAK FELSEFESİ
Yüksek Lisans Tezi
FATMA TURĞAY
Danışmanı: Prof. Dr. İlhan Kutluer
İstanbul 2006
T.C
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İLAHİYAT ANA BİLİM DALI
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ BİLİM DALI
İBN SÎNÂ’NIN SEMBOLİK HİKAYELERİNDE AHLAK FELSEFESİ
Yüksek Lisans Tezi
FATMA TURĞAY
İstanbul 2006
İÇİNDEKİLER
Sayfa No
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR
ÖNSÖZ
i
iv
v
GİRİŞ
GENEL BİR BAKIŞ
1. METODOLOJİK PERSPEKTİF
A. Problemin Ortaya Konuluşu ……………………………………..1
B. Yöntem ve Kaynaklar…………………………………………….6
2. SEMBOLİK HİKAYELERİN NİTELİĞİ VE ARKA PLANI
A. Hikayelerin Dili………………………………………………….14
B. Yazılış Ortamı …………………………………………………...16
BİRİNCİ BÖLÜM
İBN SÎNÂ’NIN SEMBOLİK HİKAYELERİNDE
AHLAK FELSEFESİNİN METAFİZİK TEMELLERİ
I. 1.NEFSİN VARLIĞI VE MÂHİYETİ…………………………………19
A. Sembolik Hikayelerde Nefsin Varlığı ……………………………...20
B. Sembolik Hikayelerde Nefsin Mâhiyeti (tanımı)…………………...25
a) Yetkinlik Olarak Nefs …………………………………………...25
b) Cevher Olarak Nefs ……………………………………………...31
c) Benlik Bilinci Açısından Nefsin Tanımı…………………………37
d) Kuş Sembolü Olarak Nefs ……………………………………….39
I. 2.NEFSİN VARLIĞINDAN METAFİZİĞE
A. Metafizik Bilginin İmkanı…………………………………………..48
B. Tanrı’nın Tavsîfi …………………………………………………....51
C. Varoluş ve Varlık Düzeni…………………………………………...62
I. 3. AHLAK- METAFİZİK İLİŞKİSİ …………………………………...72
i
İKİNCİ BÖLÜM
İBN SÎNÂ’NIN SEMBOLİK HİKAYELERİNDE
AHLAK FELSEFESİNİN PSİKOLOJİK TEMELLERİ
II. 1. NEFSİN GÜÇLERİ VE FİİLERİ………………………………………..80
A. Nefsin Nebâtî Güçleri …………………………………………………..82
B. Nefsin Hayvansal Güçleri ………………………………………………83
a) Hissî (duyusal) İdrak Güçleri………………………………………. .86
aa) Dış İdrak Güçleri…………………………………………………..86
ab) İç İdrak Güçleri……………………………………………………89
1) Ortak Duyu Gücü ……………………………………………….89
2) Hayal ve Musavvire Gücü……………………………………….91
3) Hayal Kurma ve Düşünme Gücü………………………………...92
4) Vehim Gücü……………………………………………………...97
5) Belleme ve Hatırlama Gücü…………………………………….101
b) Nefsin Muharrik Güçleri ……………………………………………104
C. Nefsin İnsanî Güçleri …………………………………………………..109
1. Nazarî Akıl Gücü…………………………………………………….111
2. Amelî Akıl Gücü …………………………………………………….114
II. 2. AHLAK PSİKOLOJİSİ………………………………………………....118
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İBN SÎNÂ’NIN SEMBOLİK HİKAYELERİNDE
AHLAK FELSEFESİNİN EPİSTEMOLOJİK TEMELLERİ
III. 1. NAZARÎ AKIL……………………………………………………… 128
A. Bilginin Elde Edilmesi Açısından Nazarî Aklın Gelişim Aşamaları….131
B. İdrak Nedir? …………………………………………………………...137
C. İdrakin Dereceleri (Hissî, Hayalî, Vehmî, Aklî) ……………………...140
a) Hissî İdrak…………………………………………………………..141
b) Hayâlî İdrak………………………………………………………...142
c) Vehmî İdrak………………………………………………………...143
d) Aklî İdrak…………………………………………………………...145
D. Düşünme……………………………………………………………...150
E. Faal akıl ………………………………………………………………155
III. 2. İLİMLER TASNİFİ VE AHLAK İLMİNİN YERİ ………………….165
III. 3. BİLGİ-AHLAK İLİŞKİSİ…………………………………….………173
ii
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İBN SÎNÂ’NIN SEMBOLİK HİKAYELERİNDE
AHLAK FELSEFESİNİN BAŞLICA NAZARİYELERİ
IV. 1. HULK KAVRAMI……………………………………………….……177
IV. 2. İYİ VE KÖTÜ (HAYR-ŞER) …………………………………………182
IV. 3. HAZ VE ELEM………………………………………………………..193
IV. 4. FAZİLET (ERDEM) …………………………………………………..205
IV. 5. MUTLULUK (SAÂDET) ……………………………………………..217
SONUÇ……………………………………………………………………..225
EK: SEMBOLİK HİKAYELER……………………………………..233
KAYNAKÇA……………………………………………………………....252
iii
KISALTMALAR
Ank.
:Ankara
bkz.
:bakınız
bs.
:basım
C.
:Cilt
çev.
:çeviren
derl.
:derleyen
Ed.
:Editör
göz.geç.
:gözden geçiren
haz.
:hazırlayan
İst.
:İstanbul
krş.
:karşılaştırınız
M.E.B.
:Milli Eğitim Bakanlığı
M.Ü.
:Marmara Üniversitesi
mad.
:madde
mukad.
:mukaddime
neşr.
:neşreden
s.
:sayfa
ss.
:sayfa sayıları
t.y.
:tarihi yok
T.D.V.
:Türkiye Diyanet Vakfı
terc.
:tercüme eden
thk.
:tahkik eden
tsh.
:tashih eden
U.A.
:Uluslararası
yay.
:yayınları
iv
ÖNSÖZ
Hem İslam Felsefe geleneğinin hem de dünya düşünce tarihinin en önemli
şahsiyetlerinden olan İbn Sînâ, hakkında en çok araştırma yapılan filozoflardan biridir. Bu
araştırma ve çalışmaların filozofun felsefesinin anlaşılmasındaki katkısına ortak olabilmek
amacıyla kaleme alınan bu tez, onun, en azından ülkemizde, üzerinde çok fazla
durulmamış eserlerinden olan “sembolik hikayeleri”ni temel almaktadır. Bu temel üzerinde
ahlak felsefesinin incelenmesi ise, hikayelerin “nefs”in hikayesi olarak öne çıkmasından
kaynaklanmaktadır. İslam hikaye geleneğinde “insan”ın yeri düşünülürse, İbn Sînâ’nın
ahlak felsefesine dair söylemek istediklerini bu hikayelerde görmek şaşırtıcı olmayacaktır.
Filozofun kadim geleneklerde de görülen bir yöntemle felsefesini sembolik dilde ifade
etmesi kendisinden sonraki filozofları etkilemiştir. Bu gerçekten hareketle İbn Sînâ’yı bir
de bu pencereden okumak, onu ve felsefesini anlama çabasında olan bizler için farklı bir
bakış açısı kazandıracağı ümidini taşımaktayız.
Bu tezin ortaya çıkmasında dolaylı dolaysız emeği geçen tüm hocalarım ve
dostlarıma burada teşekkür etmek isterim. Kıymetli hocam ve danışmanım Prof. Dr. İlhan
Kutluer’in bu tezin her aşamasında gösterdiği destek, anlayış, hoşgörü ve paha biçilmez
yönlendirmeleri benim için ifade edilemez değerdedir. Onun teşvik ve yüreklendirmeleri
olmasaydı bu tezin ortaya çıkması mümkün olmazdı. Tüm güven ve desteği için kendisine
burada şükranlarımı ve en iyi dileklerimi sunuyorum. Bu çalışmanın maddî formunu
kazanmasında yardımını esirgemeyen arkadaşım Özlem Uluç’a da minnet ve şükran
borçluyum.
İstanbul, 2006
Fatma Turgay
v
GİRİŞ
GENEL BİR BAKIŞ
1. METODOLOJİK PERSPEKTİF
A. Problemin Ortaya Konuluşu
İbn Sînâ’nın eş-Şifa, en-Necât, el-İşârât gibi sistematik ve hacmi büyük
eserlerinin yanı sıra çeşitli konular üzerine yazılmış küçük risâleleri, şiirleri, âyet
yorumları ve hikayeleri onun felsefesini ortaya koymada seçtiği farklı tarzları ve
üslûplarıyla dikkat çekerler. Çeşitli vesilelerle kaleme alınmış bu eserlerin dili ve
yöntemlerindeki farklılıklarının neye işaret ettiği düşünülürken belli çağrışımlar ve ön
kabullerin devreye girdiğini görüyoruz. Aklî/teorik metodlarla büyük eserler vermiş bir
filozofun şiirler ya da hikayelerle edebî tarzda eserler vermesi, farklı bir düşünceyi ifade
etmekte kullandığı bir yol mudur, yoksa felsefesini anlatmada denediği farklı bir tarzı
mı yansıtmaktadır? Bu soruya verilecek cevaplar tezimizin ana kaynakları olan
hikayeleri de içine alacağından, hikayelerin ele alınış biçimini ve tezimizde takip
edeceğimiz metodu belirleme durumunda olan bu soruyu ve cevaplarını irdelemek
gerekmektedir. Zira hikayelerin sembolik dili ve üslubu öncelikli olarak bu eserlerin
doğru
anlaşılmasını
gerektirmekte,
bu
anlama
yöntemi
referans
alacağımız
perspektifleri de ihtiva etmektedir.
Söz konusu soru İbn Sînâ’nın eserlerinde atıfta bulunduğu “el-Hikmetü’lMeşrikıyye” teriminin anlamından yola çıkarak gelişen tartışmaların sonucunda gelinen
yerle ilgilidir. Bu terimin filozofun farklı bir felsefe anlayışına işaret edip etmediği
konusunda yapılan değerlendirmelerin hikayelerimizle olan bağlantısı ise hikayelerin
ana sembollerinden olan “meşrik” (Doğu) ve “mağrib” (Batı) tir. Filozofun “elHikmetü’l-Meşrikıyye” terimini kullanış biçimi bazen bir kitap adı olduğu izlenimini
vermekle birlikte bazen de “meşrikîler” (meşrikıyyûn) diye bir coğrafya ve orada
yaşayanlara atıf olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmanın önemi
“meşrikîler”e göre Aristo’nun “nefs” (ve akıl) konusundaki bazı fikirleri yanlış, bazı
fikirleri yetersiz, bazıları da açıklanmaya muhtaç olduğu yönündeki yorumlardır. Bu
kesim nefsin cevherliliğinin ispatı ve Faal Akılla ittisal meselesinin Aristo sisteminin
merkezinde olmayışı ve kendilerini tatmin edecek tarzda çözümlenişini belli bir bakış
açısına ve felsefî tavra bağlamış görünmektedir.1 Burada “Meşrikî hikmet” bağlamında
yapılan tartışmalarda Doğu’nun ve Batı’nın işaret ettiği yön filozofun Batılıları
eleştirerek Doğululardan yana aldığı tavırla birlikte önem kazanmaktadır.2 Dolayısıyla
bu terimin bir sembol olarak hikayelerde kullanılmasında bir cevap arayanların
vardıkları sonuç bunun en azından hikayelerde coğrafî bir yer olmaktan ziyade
metafizik bir anlam taşıdığı, varlık memleketi olarak sembolize edilen alemin Doğusuna
işaret ettiği yolunda olmuştur.
Hikayeler üzerine kapsamlı araştırmalar yapan ve tezimizin önemli
kaynaklarından birinin de müellifi olan Henry Corbin “meşrik” sembolünün bu
metafizik karakterine atıfta bulunarak “meşrik”in İbn Sînâ’nın “el-Hikmetü’lMeşrikıyye”sinin ufku ve gayesi olduğunu belirtir. Corbin’e göre bu felsefenin
“orientation”u (Doğu’ya yöneltiyor oluşu) “meşrik” istikametindedir ve bu hikmete
ilişkin entelektüel tecrübe, arzda bir beşer konumuyla “mağribî” olan filozofu, bir
“meşrikî filozof” haline getirecektir.3 Bu yorumun akabinde Corbin’in İbn Sînâ ile
Sühreverdî arasındaki felsefefî süreklilikten söz ederek “Meşrikî Hikmet”le veya
Doğu’yla kastedilen şeyin doğru yorumlanması halinde her ikisinin de İşrâkî
(Aydınlanmacı) olduğu sonucuna ulaşılacağını yorumunu getirmesi4, onun İbn Sînâ
hikayelerine yaklaşımının, kendisinin de ifadesiyle, Sühreverdî’yi anlamak gayesine
matuf oluşudur.5 Zira her iki filozofun hikayelerinde kullandıkları sembollerin
yakınlıkları ve benzerliklerini ortaya çıkarma sürecinde bu sürekliliği Sühreverdî’den
yola çıkarak ve sembollerin kadim geleneklerdeki kullanımlarına dikkat çekerek
yapması Corbin’i bu sembollerin gnostik (mistik) olduğu sonucuna ulaştırmıştır. Bu
sonuca göre hikayelerin filozofun farklı bir felsefeyi anlatma biçimi olarak eş-Şifâ gibi
1 İbn Sînâ, et’Ta’lîkât alâ havâşî Kitâbi’n-nefs lî Aristâtâlîs, A. Bedevî (neşr.), Aristû inde’l-Arab içinde (ss. 75116), Kahire: 1947, ss. 83, 86, 94, 95, 110.
2 “el-Hikmetü’l-meşrikiyye” terimi etrafında yapılan tartışmalar ve sembolik hikayelerin bu tartışmada durduğu yeri
daha kapsamlı olarak incelemek için bkz. İlhan Kutluer, İslamın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, İstanbul:İz
yayınları, 1996, ss. 61-104.
3 Henry Corbin, Avicenna and The Visionary Recitals, Willard R. Traks (terc.), Dallas: Spring Publications, 1980,
s. 36.
4 Corbin, Avicenna and The Visionary Recitals, ss. 37-38.
5 Corbin, Avicenna and The Visionary Recitals, s. 126.
2
(meşşâî) peripatetik geleneği yansıtan eserleri ışığında okumak mümkün olmayıp teorik
izahların ötesinde “içsel bir tecrübe” (vision) ifade etmektedir.6
Sembollerin bu okunuş biçimini ve Corbin’in bu konudaki görüşlerini teyid
eden Nasr, hikayeleri Corbin gibi “görsel (visionary) hikayeler” olarak adlandırır ve
Kozmoloji Öğretilerine Giriş (çev. Nazife Şişman, İnsan yay. İst. 1985) kitabına bu
yorumlarla birlikte alır.7 Hikayelerdeki kozmoloji anlayışıyla gnostik tabiat anlayışı
arasındaki benzerlikleri (kozmosun içselleştirilmesi, evrenden yukarılara yapılan
yolculuk, doğal fenomenlerin sembollerle ifadesi) vurgulayarak aynı kategoride
değerlendiren Nasr, Batı’dan Doğu’ya yapılan bu yolculuk bağlamında “el-Hikmetü’lMeşrikıyye”nin ruhlar alemine yolculuk, madde aleminden kurtuluş anlamına geldiğini
belirtir. Hikayelerin bu anlamda rasyonalist bir felsefe ya da diyalektik bir sistem
olmadığı8 ve sembollerin kavram analizleriyle çözülemeyeceği fikrinde Corbin’le aynı
yorumda buluşur. Buradan yola çıkarak meşşâî felsefesini yansıtan kitaplarındaki
kozmoloji anlayışıyla, hikayelerdeki kozmoloji anlayışının işrakî ilkeleri barındıran
yapısıyla farklı okunması gerektiğini söylerken9 aslında Aristo Evrenini yansıtan bu
kozmolojiyi olumsuzlamamakla birlikte İşrakî Hikmet’in yönünü işaret eden Doğu
Felsefesi (meşrikî hikmet) ne ulaştığını söyler.10 Böylece karşımıza biri meşşâî, diğeri
meşrikî iki felsefesi olduğu sonucuna ulaşır.
Hikayelerde öne çıkan Nur, Doğu ve Aydınlanma sembollerinin getirdiği bu
yorumların bir diğer boyutunu Faal Akılla ittisal, Tanrıya ulaşma (vusul) oluşturur.
Filozofun
hikayelerinde
kullandığı
bu
temalar,
hikayelerin
tasavvufî
olarak
nitelendirilmesine neden olmuş, bununla ilgili olarak yapılan değerlendirmelerin
merkezinde filozofun epistemolojik bir vechede değerlendirdiği ittisalin bir ittihada,
mistik bir birleşme (mystical union) ye dönüştüğü düşüncesi yer almıştır. Bu yoruma
eleştirisinde, ittisali yaşayan nefs’in benlik bilincini yitirmediği ve filozofun ontolojik
ve epistemolojik anlayışında buna yer olmadığını vurgulayan Mübahat Küyel, Arif’in
Tanrı’ya yönelmesinde “hads” ile “hakîkati” müşâhede etmede benlik bilincine
6 Corbin, Avicenna and The Visionary Recitals, s. 193.
7 Seyyid Hüseyin Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, Nazife Şişman (çev.), İst: İnsan yay, 1985, ss. 290-301
arasında.
8 Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, s. 219.
9 Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, s. 224.
10 Seyyid Hüseyin Nasr, Üç Müslüman Bilge, Ali Ünal (çev.), İst: İnsan yay, 1985, ss. 55-58.
3
sahipken, “vusûl” aşamasında “benlik bilinci”nin yitirilip onun yerini hakîkatin “bendeğil” olduğu idrakinin aldığını belirtir.11
Hikayelerdeki Faal akılla buluşma ve Tanrıya ulaşma temalarının filozofun
İşârât’ın dokuzuncu bölümünde yer alan ifadeleri ışığında okunması gerektiği fikrini
ihsas ettiren Gutas, İbn Tufeyl’in bu bölümdeki “ariflerin makamları”nın bir ekstaz
halini işaret ettiği ve teorik felsefenin diliyle ifade edilemeyen bu halin hikayelerin
diliyle anlatıldığı görüşüne eleştirisinde, bu makamların mecazi bir dille felsefî bilginin
dereceleri olduğunu belirtir. Bunu İbn Sînâ’nın kendi epistemolojik teorisine ait
kavramlarla yaptığını, ancak “irâde, vakt” gibi mistik\tasavvufi kavramları daha önce
dini hayatın tezahürleri olarak “namaz, velilerin kabirlerinin ziyareti”nde yaptığı gibi
muhtevalarını felsefi sisteminde birleştirme çabasının sonucu olarak kullandığını, bu
kısmın bu iddiayı benimseyenlerin zannettiği gibi mistik nitelikte olmadığını belirtir.12
Goodman da benzer bir yorumla İbn Sînâ’nın tasavvufî icraatı aklın araştırma
sahasının dışında görmediğini, zira felsefede aklî olanın, mistik sezgiden kesin bir
şekilde ayrılmadığını vurgular.13
Gördüğümüz gibi hikayelerin okunma biçimi için önerilen iki yöntemden biri
filozofun iki ayrı felsefesi olduğundan hareketle hikayelerin filozofun sistematik
eserlerinden yola çıkılarak analiz edilmesinin doğru olmadığını, içsel tecrübeyi yansıtan
ve ancak bir rehberin yol göstericiliğiyle (ki hikayelerde bu rehber Hayy bin
Yakzan’dır) anlaşılabileceğini söylerken, diğeri bu hikayelerin onun felsefesini
anlatmanın farklı bir tarzını yansıttığından hareketle sembollerin ancak sistematik
eserlerinden yola çıkılarak anlaşılabileceğini savunur. Bu iki yöntemin gerekçelerini
gördükten sonra tezimizin konusunu oluşturan ahlak felsefesinin ortaya konmasının
yolunun ikinci yöntemle mümkün olabileceği anlaşılmıştır. Zira bu hikayelerde ahlak
felsefesinin ortaya konmasının yolu filozofun diğer eserleri ışığında sembollerin
çözümlenmesinden geçmektedir. Diğer yolun seçilmesi beraberinde bu tezin ortaya
konmasının imkanını da ortadan kaldıracaktır.
11 Bkz. Mübahat Türker Küyel, “İbn Sînâ ve ‘Mistik’ Denen Görüşler”, İbn Sînâ Doğumunun Bininci Yılı
Armağanı içinde (ss. 749-792), Aydın Sayılı, (haz.), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1984, ss. 767, 778-779.
12 Dimitri Gutas, “İbn Tufayl on İbn Sînâ’s Eastern Philosophy”, Oriens, Volume: XXXIV, (s. 222-241), 1994,
ss. 233-234.
13 Lenn E. Goodman, Avicenna, London and Newyork: 1992, s. 40.
4
İbn Sînâ’nın sembolik hikayelerinin araştırılmaya değer yönlerinden biri
filozofun ahlak felsefesini öne çıkaran bir profil sunmasıdır. Hikayelerdeki sembollerin
algılanış biçiminin beraberinde getirdiği tartışmalar maalesef onun bu yönünü gölgede
bırakmış yukarıda belirttiğimiz gibi “tasavvufî eserler” sınıflamasına dahil edilerek
ahlakla ilgili yönü de bu açıdan göz ardı edilmiştir. Sembolik hikayelerin yeniden ele
alınması ve en önemlisi filozofun ahlak felsefesinin problemlerine yaklaşımını
“sembolik dili”yle birlikte ifade edişindeki başarısı, bütünlüğü ve açıklayıcılığı bu
konuyu ele almamızın temel nedeni olduğu gibi tezimizin özgün yönünü de ortaya
koymaktadır.
Filozofun ahlak konuları hakkında müstakil çok az eserinin olması bu konu
hakkında araştırma yapmak üzere yola çıkanların belirttiği bir husustur. Vakıa da
böyleyken bununla birlikte sistematik eserlerinde ahlaka ilişkin yazdıkları biraraya
getirildiğinde bir yekun tutmaktadır. Özellikle rasyonel psikoloji ile ilgili bölümlerinde,
nefsin mahiyeti ve akıbeti söz konusu olduğunda, ahlak nefs merkezinde önem
kazanmakta dolayısıyla bu yazılar daha çok metafizik karakterli bir yapı
sergilemektedir.14 Filozofun ahlak anlayışı, metafizik, psikoloji ve bununla birlikte
epistemolojisiyle bu yakın irtibatı kurarken sembolik hikayelerin ahlakla ilgili eserler
içinde anılması15 anlam kazanmakta ve filozofun ahlak felsefesini neden sembolik
hikayeleri içinde bulmaya çalıştığımızın cevabını da vermektedir. İbn Sînâ’nın teorik
kavramlarla ifade etmeye çalıştığı bu fikirler burada sembolik bir dile bürünerek
hikayeleşmiş ve felsefesindeki yerini almıştır. Bu yer ahlak konularına önem vermediği
vehmini ortadan kaldırdığı gibi filozofun felsefesini anlatmakta seçtiği yöntem olarak
sembolik bir dil kullanması kendisinden sonra da bu yöntemi kullanmak isteyenler
üzerinde etkili olmuştur.16
14 İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, Basılmamış Doktora Tezi, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1989, s. 248-249.; Mehmet S. Aydın, "İbn Sina'da Ahlak", Uluslararası İbn
Sina Sempozyumu içinde (ss. 117-128), Ankara: 1984. s.117.; Macit Fahri, İslam Ahlak Teorileri, İst.: Litera yay.,
2004, s. 125.
15 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, ss. 252-256. ; Mehmet S. Aydın, "İbn Sina'da Ahlak",
s.117.
16 Peter Heath, Allegory and Philosophy in Avicenna, Pennsylvania: University of Pennsylvania Press, 1992, ss. 56.; N. Ahmet Özalp (Hazl.), İbn Sînâ ve İbn Tufeyl, Hayy Bin Yakzan, Şerafettin Yaltkaya, Babanzade Reşid,
(çevirenler) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1996, ss. 17, 25.
5
B. Yöntem ve Kaynaklar
İbn Sînâ’nın sembolik hikayelerinde ahlak felsefesini incelemek öncelikle
hikayelerin
dilini
çözümlemeyi
gerektirdiğinden
elimizdeki
en
iyi
referans
kaynaklarının filozofun öğrencileri tarafından kaleme alınan şerhler olduğunu gördük.
Söz konusu şerhlerin esas aldığı metod sembolleri filozofun diğer eserlerinde verdiği
bilgiler ışığında yorumlamak üzerine kuruludur. Şerhler hikayeleri bölümlere ayırarak
her bölüm içindeki konu bütünlüğü gözettiğinden bu parçalı yorumlamadan
yararlanmakla birlikte sembollerin tek tek ele alınması lüzumunu da hissettik. Zira
yapılan yorumlar filozofun o konuyla ilgili görüşlerine bir bütün olarak ağırlık vermekte
arada incelenmesi gereken semboller atlanmış olmasa bile biraz müphem kalmaktadır.
Bu da hikayelerin yoğun ve sembollerin birbiriyle sıkı bağlar kuran yapısından
kaynaklanmaktadır. Bu nedenle hikayeler arasında da sembol geçişliliklerini ve birinin
diğerine atıflarını ve açıklamalarını da göz önüne alarak bütüncül bir yoruma ulaşmaya
çalıştık. Sembolün hikaye içindeki yeri ve diğer sembollerle kurduğu bağlar da sonuç
olarak kendi içinde bir anlamı gözettiğinden bu anlamı gözden kaçırmamaya dikkat
ettik.
İbn Sînâ felsefesinin metafiziğinde psikolojisine ve diğer alanların birbiriyle
ilişkili yönü hatırlandığında hikayelerin de aynı özelliği göstermesi şaşırtıcı
olmayacaktır. Tezimiz filozofun ahlak felsefesini incelemek esasına dayandığından
onun bu konuda söyleyeceklerinin metafiziğinden psikolojisine oradan epistemolojisine
uzanan temellerini bulmak bu semboller arası geçişliliğin ve bağlantıların da izini
sürmeyi gerekli kılmıştır. Bundan dolayı da bir sembolün hikayenin neresinde durduğu
ve diğerleriyle hangi bağları kurduğu önem kazanmıştır. Söz konusu bu bağlar ve
sembollerin bu alanlar arası kullanımı beraberinde aynı sembolün ve bu sembolün
ilişkili olduğu diğer sembollerin farklı alanları işaret eden birden fazla yüzünü
gösterdiğinden tezimizin farklı bölümlerinde aynı sembolleri bu kez o alanla ilgili
yönüyle inceledik. Sembolik bir hikayenin incelenmesinde kaçınılmaz yönü olarak bu
da beraberinde tekrarları getirdi. Bunun nedeni hikayelerin kendisi okunduğunda daha
iyi anlaşılacaktır. Hem tezimizde işlenen sembollerin yerini görmek hem de tezimizin
akabinde bir bütün halinde okunduğunda anlaşılmasındaki katkıyı da umarak hikayeleri
tezin “ek” kısmında bir bütün halinde vermeyi uygun gördük.
6
Burada İbn Sînâ’nın hikayelerini yazarken sembollerin anlaşılmasına da katkı
sağlayan yöntemine de kısaca değinmekte fayda var. Filozofun ayet yorumlarında
değindiği Kur’ânî semboller burada da yerini almakta, bazı kıssalara yapılan
göndermeler, ayetlerde yer alan ve kendisinin de bazı eserlerinde yorumladığı “ifadeler”
hikayelerinde vermek istediği anlam bütünlüğü içinde kullanılmaktadır.17 İbn Sînâ’nın
Kur’â’n’ı kendi felsefî düşüncelerinden hareketle bu yorumlama biçimini inceleyen
Mesut Okumuş bu yöntemi “te’vil yoluna başvurma yöntemi” olarak incelemiş ve
sembolik hikayelerde yer alan ayet ve hadis örneklerine de burada yer vermiştir.18
Sembollerin anlaşılmasında bu ayet ve hadis yorumlarına başvurmak gerekli olduğu
kadar açıklayıcı da olmuştur.
Bu yöntemleri takip ederek tezimizi giriş ve sonuç hariç dört bölümden
oluşturduk. Bu bölümler; sırasıyla “İbn Sînâ’nın sembolik hikayelerinde ahlak
felsefesinin metafizik, psikoloji ve epistemolojik temelleri”, son ve dördüncü bölüm ise
bu temellere bağlı olarak “ahlak nazariyeleri” başlıklarını taşımaktadır. Bu başlıkların
da işaret ettiği gibi filozofun ahlak felsefesinin anlaşılması sözü geçen alanlardaki
görüşlerinin incelenmesiyle mümkün olmaktadır. Ancak ahlak felsefesini sembolik
hikayelerinde incelediğimizden bu temelleri hikayelerde görmek ve ahlak felsefesini
anlatan sembolleri anlamak için öncelikle bu alanlara işaret eden diğer sembollerle
kurduğu bağları görmemiz gerekiyordu.
Birinci bölümde hikayelerde yer alan ve filozofun metafiziğine işaret eden
sembolleri, diğer eserlerinin ve hikayelerin şerhleri ışığında inceledik. Bu bölüm
hikayelerin geçtiği mekanı ve kahramanları işaret eden semboller etrafında gelişti ve
filozofun metafizik anlayışını verdiği gibi hikayelerin üzerinde şekillendiği yeri
(mekanı) ve hikayelerin ana kahramanlarının bir çeşit tanıtımı niteliğini de aldı
diyebiliriz. Ancak amacımız filozofun ahlakla metafiziği arasında kurduğu ilişkiyi
görmek olduğundan son başlıkta ahlak-metafizik ilişkisine yer verdik. İlk üç bölümde
kullandığımız bu yöntemle son bölüm arasında da bir bağ kurarak bu bölümde (ahlak
nazariyeleri) ele alacağımız konuların zeminini hazırlamış olduk.
17 Heath, ss. 182-184.
18 Mesut Okumuş, Kur’ân’ın Felsefî Okunuşu: İbn Sînâ örneği, Ank: Araştırma yay, 2003, ss. 101-107, 126-131.;
ayrıca bkz. Zeynep Gemühluoğlu, Gazzali ve İbn Rüşd’de Tevil, Basılmamış Doktora Tezi, M.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2005, ss. 48-51.
7
İkinci bölümde ise hikayelerin psikolojiye işaret eden sembollerini yukarıda
belirttiğimiz yöntem ışığında inceledik. Burada karşımıza çıkan semboller hikayelerin
yan kahramanlarını yani nefsin bedenle birlikteliğinden kaynaklanan güçlerini gösterdi.
İkinci rollerdeki bu kahramanların kimlikleri ve filozofun felsefesinde dolayısıyla
hikayedeki yerlerinin ardından rollerine geçtiğimizde hikayelerin ahlak açısından
önemini ortaya koyan nitelikleriyle bu bölümün son başlığı olan ahlak psikolojisinin
konusunu oluşturdular.
Üçüncü bölümde epistemolojik sembollerin filozofun felsefesine uygun bir
şekilde iki ana karakterle karşımıza çıkması gerekiyordu. Onlar da hikayenin iki ana
kahramanı ‘nefs-i nâtıka’ ve ‘Faal Akıl’ olarak özellikle Hayy bin Yakzan hikayesinde
buluşarak bu bölümün konusunu oluşturdular. Bu buluşmanın kendisi ve çıkılan
yolculukla hikayenin metafizik sembollerinin “mekan”la ilişkisi birleşmekte, yolcu-yol
arkadaşı, yolculuk, yolculuğun güzergahı ve varış yeri bu bölümün ana sembollerini
oluşturmaktadır. “İlimler tasnifi” bu bölümün epistemolojiyle metafizik ilişkisini
kurarken hikayede ahlak açısından da önemli vurgularda bulunduğundan bu bölümde
incelendi. Bilgi-ahlak ilişkisi ise yolcu olmanın gerekleri ve yolculuğun kazandırdıkları
sembolü etrafında konu edinildi.
Tezin ana bölümü olan dördüncü bölümde ahlak nazariyeleri başlığı altında
ahlak felsefesinin dört ana problemini inceledik. İlk üç bölümde ahlak felsefesinin
metafizik, psikolojik ve epistemolojik temellerinde yer alan semboller ışığında ‘iyi-kötü
(hayır-şer)’, ‘haz-elem’, ‘erdem (fazilet) ve ‘mutluluk (saadet)’ alt başlıklarıyla
filozofun ahlak felsefesinin hikayelerdeki yerini görmeye çalıştık. Buraya kadar üç
bölümde üç açıdan çözümlenmiş sembollerin ahlakı işaret eden yönleri bu bölümde bir
nevi toplu bir değerlendirmeye tabi tutuldu, böylece bu hikayelerin ahlak açısından
neden önem arzettiğinin cevabı da verilmeye çalışıldı. Zira tezimizin ana varsayımı;
‘İbn Sînâ’nın tüm eserlerinde az ya da çok yer alan ahlakla ilgili görüşleri, bu
hikayelerde daha açık ve kristalize olmuş bir şekilde karşımıza çıkmaktadır’. Filozofun
felsefesinde de merkezî bir yere sahip olan ‘nefs’ görüşünün hikayelerin ana kahramanı
olarak durduğu yer ve yaşadıkları onun insan anlayışını ve buna bağlı olarak ahlak
anlayışını sembolik dilin avantajlarıyla daha dolaysız görme imkanını bize vermektedir.
8
Tezimizin kaynaklarına gelince; ana kaynaklarımız İbn Sînâ’nın üç sembolik
hikayesi, “Hayy bin Yakzan” (İbn Sînâ-İbn Tufeyl içinde, ss. 43-53, thk. Ahmed Emin,
Kahire : Darü'l-Maarif, 1952.), “Risâletü’t-tayr” (et-Tefsîru'l-Kur'ânî ve'l-lugati's-sûfiyye
fî felsefeti İbn Sina içinde, ss. 338-343, thk. Hasan Âsî, Beyrut 1983.), ve “Salaman ve
Absal” (İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât IV, ss. 54-56, neşr. Süleyman Dünya, Beyrut:
Müessesetü'n-Numan, 1992, Salaman ve Absal, Nasıreddin Tûsî Şerhi içinde, s. 54-56)
dır. Yukarıda sözünü ettiğimiz yöntem gereği İbn Sînâ’nın bu üç hikayesi dışında
“metafizik”, “psikolojik” ve epistemolojik” görüşlerinin yer aldığı eserleri de ana
kaynaklarımız içinde yer aldı. (bkz. kaynakça, İbn Sînâ eserleri) Bu üç hikayenin
şerhleri ise ikincil ve en önemli kaynaklarımızdır. Bu nedenle bu şerhlerin orjinalliği ve
bize nasıl ulaştığı hakkında kısaca bilgi vermemiz uygun olur.
Henry Corbin, Sühreverdi’nin sembolik risalelerindeki İbn Sînâ’dan almış
olduğu ilhamları keşfetmek için yaptığı araştırmada filozofun özellikle Hayy bin
Yakzan hikayesinin Farsça şerhine onun deyimiyle “uğurlu bir yanlışlık” sonucunda
ulaşır. İlk olarak Ayasofya kütüphanesinde karşılaştığı Hayy bin Yakzan ve onun Farsça
şerhi’ne araştırmalarına devam etmesi sonucunda başka şerhler de eklenir. Henry
Corbin üç Arapça şerhten söz eder. Bunlardan İbn Zeyle’ (İbn Sînâ’nın öğrencilerinden,
Huseyn b. Tahir b. Zile-i İsfehânî, ö. 440/1048) nin şerhi Süleymaniye kütüphanesinde
bulunmaktadır. Bir diğeri daha az tanınan ve pek çok telif eseri olan Abdu’r-Rauf elMunavi eş-Şâfi’î (952/1031-1545/1621)’e ait şerhtir. Bu iki şârihin Hayy bin Yakzan
metni ile Farsça şerhte bulunan Arapça metin birbirine tamamen uymaktadır. Bir de Mir
Damad’ın, (ö.1040/1630) muhataplarından birisine Hayy bin Yakzan’daki sembolleri
şerh etmek üzere cevap olarak yazdığı bir mektup zikredilir.
Bu şerhlerden Farsça olanın İbn Sînâ’nın öğrencilerinden Cüzcânî’ye aidiyeti
konusundaki şüpheleri açıklığa kavuşturmaya çalışan Henry Corbin, bu aidiyet
hakkında şunları söyler: “Bu Farsça eserde şârih ismini açıkça anmamaktadır. Biz
şerhin başında eserin yazarının adını zikretmeyi çok isterdik. Doğru göründüğü halde
kesin olmayan bir yakıştırmada bulunmaya da eğilim gösteriyorduk. Ancak söylendiği
gibi İsfehanlı olan İbn Zeyle, İbn Sînâ’nın o şehirdeki tanıdık ve müritlerinin halkası
içindeydi. Buna rağmen onun Arapça şerhi pek tanınmamıştı. Oysa Farsça şerhimiz için
9
daha başka bir durum söz konusudur. Üstad’ın bir eserinin özetini çıkardığı için tanınan,
Azerbaycan uyruklu bir Zerdüştî olan Behmenyar b. Merzuban hakkında bir tahminde
bulunmak mümkün değil; İbn Sînâ’nın kardeşinin onun dostu ve yardımcısı olduğu
konusu da zikredildiği üzere yukarıdaki duruma benzemektedir. Bu kardeş, daha ilk
gençlik çağlarından itibaren İsmâilî fırkasına bağlanmıştı. Oysa İranlı şarih,
İsmâililerden söz açmamakla birlikte, eserinde İsmâililere muhalefet ettiğini gösteren
bir takım belirtiler vardır.
Bu esas alındığı takdirde bir kezlik ileri sürülebilecek tek bir konu kalmaktadır.
Eserin önsözünde belirtildiği gibi, İranlı çevirmen, Farsça çeviri ve şerhine İsfehan
hakimi Alâu’d-Devle’nin emriyle başlamıştır. Bu durum bizim için bir ipucu olabilir.
Emir Kakuye (Alâü’d-Devle) 433/1041 yılında vefat etti. İbn Sînâ ise dünyadan
göçtüğünde 428/1037 yılıydı. O halde bu kitap ya İbn Sînâ hayatta olduğu sırada
yazılmıştı ya da o sırada İbn Sînâ’nın ölümünün üzerinden beş yıl geçiyordu. İşte tam
burada asıl kaynağa ulaşmaktayız. Farsça çeviri-şerhin, İbn Sînâ’nın arkadaşlarından ve
müritlerinden birisi tarafından Alâu-Devle’nin emriyle hazırlanışı V/XI yy’ın ilk
yarısına rastlamaktaydı. Risâle metninin özgünlüğünü, bundan başka hiçbir hususun
daha iyi teyit etmediği açıkça görülmektedir. Ancak bu işi yapacak uygun mürit kimdi?
İşte tam burada Beyhâki’nin Filozoflar Tarihi’ndeki çok değerli bir işarete minnettar
kalmaktayız.19 Bu kitapta söylendiğine göre, Cüzcânî de Hayy bin Yakzan’ın şerhi
üzerine bir risâle hazırlamıştı. Ancak Beyhakî’nin Filozoflar Tarihi bu eserin Arapça mı
Farsça mı olduğundan söz etmemektedir. (Beyhaki İbn Zeyle’nin de Hayy bin Yakzan
risalesine şerh yazdığını belirtir.20) Buna değinilmiş olması bizim için belirleyici bir
husus olabilirdi. Ne var ki, İbn Sînâ’nın dostları arasında Hayy bin Yakzan’ın iki şarihi
olduğundan, İbn Zeyle’nin Arapça şerhinden hiç söz açılmadan Farsça şerhimizin,
Üstad’ın hayat hikayesini yazan öğrencisi Ebu Ubeyd Abdu’l-Vahid-i Cuzcanî olduğu
ve Emir Alâu’d-Devle’nin fermanının ona yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bununla
birlikte bu şerhin başlık sayfasına Cüzcânî’nin adını koyabilmek için bu nispetin sıhhatli
olma ihtimali o kadar kesin değildir. Yine de bu şerhin, Üstad’ın Hayy bin Yakzan
19 Zahiruddin el-Beyhakî Târîhu hükemâi'l-İslam (Tetirmne Sıvanu'l Hikme), Muhammed Kürd Ali (thk.),
Dımaşk : Matbuatu Mecmai’l-İlmi’l-Iraki, 1946, s. 94.
20 Beyhâki, Tetimme Sivânü’l-hikme, s. 92.
10
konusundaki görüşlerinin dostlarıyla sohbet şeklinde ifade edilmesini içerdiği
anlaşılmaktadır.
Buna karşılık, kaynağa ulaşmış olmamız Hayy bin Yakzan risalesinin Arapça
ve Farsça şerh metninde, İbn Sînâ’nın çevresindekilerin okuduğu ve anladığı şekilde
bize kadar ulaşması risalenin orjinalliği konusundaki kuşkuları ortadan kaldırmaya
yeterlidir”.21
Henry Corbin’in verdiği bilgilere göre Sehlânî Savi’ye ait şerh (6/12 yy.
ortalarında yazılmış) le birlikte hikayenin Farsça en az dört çevirisi vardır. Bu Farsça
çevirilerden biri de Şihabuddin es-Sühreverdi el-Maktül (ö.587/1191)’e aittir.
Sühreverdi’nin Farsça tercümesi Henry Corbin tarafından İstanbul’da (M.S.Fatih, 5426)
bulunduğunda sözü edilen Farsça eserin aidiyeti ile ilgili şüpheler hasıl olmuştur. Bunun
nedeni
Sühreverdi’nin
öğrencisi
Şehrezûrî
(ö.687?/1288?)’nin
Üstadının
bibliyografyasında bu eserin ismini anmasıdır. Farsça tercüme şu cümleyle başlar: “Hak
lisanın tercümesi, alemin imamı, zamanın alameti, alimlerin ve hakimlerin sultanı Şeyh
Şihabuddin Sühreverdi (rahmetulahi aleyh) den telif Risaletü’t-tayr”.22 Ancak bu Farsça
eserin İbn Sînâ’ya ait Risâletü’t-tayr’ın birebir tercümesi olduğu, Ömer bin Sehlâni
Sâvi’nin şerhi ortaya çıktığında bunun şerhten bağımsız bir tercüme olduğu anlaşılır.23
İbn Sînâ’nın sembolik hikayelerinden “Salaman ve Absal”ı bize aktaran onun
İşârât adlı eserine şerh yazan Nasıreddin Tûsî (ö.672/1274)’dir. İşârât’ın ondokuzuncu
bölümünün dokuzuncu namt’ında geçen İbn Sînâ’nın sözünü ettiği Salaman ve Absal
kıssasında “Salaman senin, Absal ise senin irfandaki derecenin misalidir” sözünün
anlamını Tûsî, bu şerhi yazdıktan bir süre sonra (burada bu süreyi belirtmez) kendisine
ulaşan Salaman ve Absal isimli kahramanları olan iki hikaye kendisine ulaştığında bu
hikayelerden ikinci, ki İbn Sînâ’ya ait olduğunu düşündüğü, hikayeye bağlar. Bu
hikayelerden birincisi; Huneyn bin İshak (260/873) tarafından Yunanca’dan Arapça’ya
çevrilen, ki Yunanca aslı bulunamamıştır, Salaman ve Absal hikayesidir. Bu hikayeyi
21 Corbin, Avicenna and The Visionary Recital, ss. 128,129.
22 Şihâbuddîn Sühreverdî, “Risâletü’t-tayr’ın Farsça tercümesi”, Seyyid Hüseyin Nasr, Henry Corbin (tsh. ve
mukad.), Mecmûatu Musannafâtu Şeyhu’l İşrâk Şihâbuddin Sühreverdi içinde (ss. 198-205), Tome III, Téhéran:
İnstitut d’Etudes et des Recherches Culturelles, 2001.
23 Bu eserin diğer Farsça tercümeleriyle ilgili bilgi için bkz. Henry Corbin, Avicenna and The Visionary Recital,
183,184,185.; ayrıca, Ahmed el-Gazzali’nin aynı adlı eseri için bkz. Ebü'l-Fütuh Şihabüddin Ahmed b. Muhammed
Ahmed el-Gazzali, Dasitân-ı Murgân, Nasrullah Purcevadi (neşr.), Tahran: 1396/1976. ss. 26-35.
11
naklettikten sonra hikayedeki Salaman sembolünün İbn Sînâ’nın işaretine uygun gibi
gözükse de Absal sembolünün bu gayeye (irfandaki derece) uygun olmadığını belirterek
bu hikayenin Üstad’ın sözünü ettiği hikaye olmadığını belirtir ve kendisine ulaşan ikinci
hikayeyi nakleder. Şerhi bitirdikten yirmi yıl sonra kendisine ulaştığını ve İbn Sînâ’ya
ait olduğunu söylediği Salaman ve Absal hikayesine bu başlıkla İbn Sînâ’nın öğrencisi
ve onun hayatını ve eserlerini nakleden Cüzcânî’nin Fihrist’inde rastladığını da ekler.
Ancak bu hikayenin ismine ibn Ebî Useybia’nın andığı Cüzcânî’nin listesinde
rastlamıyoruz.24
Henry Corbin bu iki versiyondan birincisinin özet halinde aktarılmasının
(sekizde biri), İbn Sînâ’ya ait olduğu söylenen ikinci versiyon için de geçerli olabileceği
şüphesini taşır. Bu derece bir özetleme oranının İbn Sînâ’nın versiyonu için de geçerli
olması durumunda üzücü olacağını belirterek; “bu da bizi kuru ve hantal bir özet ve
teville karşı karşıya bırakır. Acaba İbn Sînâ bu Grek asıllı hikayeden haberdar mıydı?
Bu iki versiyonun taşıdığı başlıktan yola çıkarsak böyle bir soru gündeme gelebilir.
Ancak bu hikaye birbirinden epeyce farklıdır. İki hikaye arsındaki farklılıkları tam
olarak keşfetmemiz için hikayelerin tam haline ulaşmamız gerekirdi. Maalesef böyle bir
imkandan yoksunuz. Zira tamamını içeren herhangi bir yazma bize ulaşmamıştır” der.25
Huneyn bin İshak’ın Arapça çevirisini ve şerh metnini M.Ş.Yaltkaya “Köprülü
Kütüphanesi 868 sayılı mecmua”dan, Türkçesini kitabında aktarır. Aynı kaynakla
birlikte İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde Arapça yazma, 1458’i de zikrederek
Henry Corbin de aynı metni kitabında yayınlamıştır.26 Ayrıca bu Arapça çeviri “Tis’u
resâil” içinde de mevcuttur.27
Hikayelerin şerhlerinin serencamı böyleyken maalesef biz bu metinlerin
orjinallerine zaman darlığı nedeniyle ulaşamadığımızdan şerhlerin Türkçe çevirilerinden
24 Nasıreddin Tûsî, “Şerhu’l-İşârât”, IV, (İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, I, II, III, IV, Süleyman Dünya (neşr.),
Beyrut: Müessesetü’n-Nûman, 1992. ile birlikte) ss. 51, 53.
25 Corbin, Avicenna and The Visionary Recital, ss. 204-208.
26 Yaltkaya, Hay bin Yakzan (ibn Sînâ-İbn Tufeyl), giriş, s.17-23.; Corbin, Avicenna and The Visionary Recital, ss.
209-216.
27 Huneyn bin İshak’ın Arapça çevirisi olan Salaman ve Absal (Tis’u Resail içinde Konstantiniyye, 1298, s.111119); Huneyn bin İshak’ın bu versiyonun mesnevi biçiminde Abdurrahman Cami (1414-1492) tarafından yazılması
hakkında bilgi için bkz. M.Ş. Yaltkaya, Hay bin Yakzan (İbn Sînâ-İbn Tufeyl), giriş, s.28.; İbn Sînâ versiyonuna yakın
haliyle Nuvîdi-yi Şirâzî (920-988h.)’ye ait mesnevi için bkz. Mehmet Nazif Şahinoğlu, Nuvîdi-yi Şirâzî ve Salaman
u Absal’ı, Türdav Ofset Tesisleri, 1981.
12
istifade ettik. Bu çevirilerin yer aldığı “İslam Felsefesinde Sembolik Hikayeler” (İbn
Sînâ, Sühreverdi, Ahmed Gazzali, Necm-i Râzî, derleme, “Hayy bin Yakzan şerhi”, ss.
23-77, “Risâletü’t-tayr şerhi”, ss. 129-157, çev. Derya Örs, İnsan yay. İst. 1997.) bu
nedenle sıkça kullandığımız bir kaynak oldu.
Üçüncü derecedeki kaynaklarımız sembolik hikayeler üzerinde yapılan
araştırma ve inceleme kitaplarından oluşmaktadır. Bunların başında Henry Corbin’in
“Avicenna and the Visionary Recitals” (trc. Williard R. Traks: Spring Publications,
1980.) adlı kitabı gelmektedir. Henry Corbin’in “Avicenna et le récit visionnaire” (3
cilt, Tehran and Paris: Institut Franco-İranien, A.Maisonneuve, 1952-1954) adlı 3 ciltlik
eserinin ilk iki cildinin İngilizce çevirisi gelmektedir. Sembolik hikayeler üzerine
yapılmış birkaç eserden biri olan bu kitabın çevirisi hikayelerin orjinalleri ve şerhleri
hakkında oldukça kapsamlı bilgiler vermesine rağmen hikaye ve şerhlerin Arapça,
Farsça ve Fransızca’sının da bulunduğu 2. cilt çevrilmemiştir. Bu kitap yukarıda geçtiği
üzere Sühreverdi’nin eserlerindeki işrakiliğin İbn Sînâ’da köklerini arama gayesiyle
kaleme alındığından bunu konu alan bölümleri ve yorumları paranteze alarak
hikayelerle ilgili bilgi ve yorumlarından faydalandık. Bir diğer kaynağımız Peter
Heath’ın “Allegory and Philosophy in Avicenna”, (University of Pennsylvania Press,
Pennsylvania, 1992.) adlı eseridir. Bu kitap İbn Sînâ’nın hikayelerini felsefî görüşleri
etrafında ve şerhler paralelinde incelemektedir. Mesut Okumuş’un “Kur’ân’ın Felsefî
Okunuşu: İbn Sînâ örneği” (Araştırma yay. Ank. 2003.) adlı kitabı filozofun ayet
yorumlarını tefsir ilmi çervesinde değerlendirirken sembolik hikayelerde yer alan
Kur’ânî motiflere de değinmesi tezin son aşamalarında elimize geçmiş olmakla birlikte,
sembollerin ayet yorumlarında aldıkları yerle hikayelerdeki kullanım biçimleri
örtüştüğünden ve sembollerin anlaşılmasında katkıda bulunduğundan faydalandığımız
bir eser oldu. Seyyid Hüseyin Nasr’ın “İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş” (İnsan yay.
İst. 1985.) kitabının onbeşinci bölümünü oluşturan “tabiat ve görsel hikayeler” başlıklı
yazı üç hikayenin özetini ve yorumunu içerdiğinden buradaki görüşlerden de
yararlandık. Bunlara ilave olarak Müfit Selim Saruhan’ın “İslam Düşüncesinde
‘İsti’are’ (metafor)” (Bizim Büro Basımevi, Ank. 2005) adlı çalışmasının ‘İbn Sînâ
Felsefesinde İsti’are’ye Genel Bir Bakış’ adlı bölümü sembolik hikayeler ve ayet
yorumlarıyla ilgili olduğundan bu kiatabı da burada anmak gerekir. Konumuzla ilgili
13
yapılmış bu çalışmaların yanı sıra İbn Sînâ’nın ahlak anlayışını inceleyen eserlerden de
faydalandık. Hasan Hüseyin Bircan’ın “İslam Felsefesinde Mutluluk” (İz yay. İst. 2001)
kitabı, Mehmet S. Aydın’ın “İbn Sînâ’da Ahlak” (Uluslararası İbn Sina Sempozyumu,
Ankara-1983 içinde, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane, Ankara: 1984.) ve
Mehmet Aydın’ın “İbn Sînâ’nın mutluluk anlayışı” (İbn Sînâ Doğumunun Bininci yılı
armağanı, derl. Aydın Sayılı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ank. 1984) adlı makaleleri
bunlardandır.
2. SEMBOLİK HİKAYELERİN NİTELİĞİ VE ARKA PLANI
A. Hikayelerin Dili
Hikayelerin dili üzerine yapılan tartışmalar, yukarıda yöntemle ilgili olarak
değindiğimiz tartışmaların bir uzantısı olarak burada irdelenmeyi gerektiriyor. Hikayede
kullanılan dilin belirlenmesindeki temel ayrım burada hikaye edilen olayların “içsel bir
yaşantıyı mı yoksa zihinsel bir çabanın teorik ifadesinin sembolik ifadesini” mi temsil
ettiğidir. Bu nedenle “sembolik”, “allegorik”, “görsel”, ya da “metaforik” olarak
adlandırmak bu temel iki ayrımdan birine tekabul edecektir.
Henry Corbin hikayelerin filozofun zihinsel değil içsel tecrübesini yansıttığı
görüşünden hareketle bu hikayeleri öncelikle “görsel” (visionary) olarak adlandırır.
Ancak kullanılan dilin sembolik olduğunu söylerken “sembol”e yüklediği anlam “bir
temsil değil”, “başka şeyin karşılığı”; “büründüğü ve sayesinde başka bir şeyi
simgeleştirdiği görünümün üstünde bir gerçeklik düzeyini” ifade etmesidir. Sembolün
işaret ettiği gerçekliği kabul etmeden sembolün anlaşılmasının mümkün olmadığından
söz ederken kastettiği “melekûtun ontolojik gerçekliği”dir. Melekûtun “imgelemsel”
gerçekliği misal aleminin “imgelemsel”ine indirgenmiştir. Sembol bu anlamda bir
bütünün parçası olarak bağlı olduğu diğer parçayı gerektirir. İstiare (ya da allegorik
yaklaşım) sembolü tek boyuta indirgemek anlamını taşır. Bunun için sembollerin
kapsamını kuramsal yapıtlardaki ulaşılabilir gerçekliklere indirgemek içsel bir ru’yet
(vision) öyküsünü tek boyutlu bir “istiare”ye indirgemek demek olur ki yazara göre bu
melekutun “imgelemsel” gerçekliğini kaçırarak sadece “imgesel” olanı elde tutmak
anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Corbin, hikayeleri felsefî kavramlar üzerine
14
kurulmuş bir “istiare” haline getirerek bu hikayelerin gerçek anlamının felsefî ya da
kozmolojik kavramlarda aranılmasından sakınmak gerektiğini, her okuyucunun kendi
içsel yaşantısıyla bu sembollerin şifresinin çözebileceğini söylerken artık İbn Sînâ’nın
“ittisal” kavramının öngördüğü akılla kavrama ya da idrak etmenin dışında bir anlama
tekniği önermektedir.28
Hikayeler için “allegori” demeyi tercih eden ve bu kavramın içine İslam
dünyasında tefsir, te’vil, remz, mâna, beyan, işaret’i de alan Peter Heath’in bu seçiminin
nedenini bu genel kullanımın amacının “kavramın kendi tarihindeki pratik kullanımını
bozmamak” adına, İslam dünyasında gelişmiş literatürü anlamak ve araştırmak için
kendi dilinden ödünç aldığı uygun bir ifade olarak “allegori” (allegory) demeyi tercih
ettiğini belirtir ve bu literatürü İslamî allegori (İslamic allegory) olarak nitelendirir. İbn
Sînâ’nın hikayelerini ise “allegorik form”da yazılmış hikayeler olarak değerlendirir.29
Gutas sembol ve allegori’nin anlamının belirlenmesi gerekliliğinin Corbin’le
birlikte ortaya çıktığını belirtirken bu iki kelimenin etimolojisinin Corbin tarafından
yanlış değerlendirildiğine dikkat çekerek sembolün bir şeyin başka bir şey yerine
kullanılmasının bir temsili ifade ettiğini belirtir. Corbin’in “kelimelerle ifade edilemez”
anlamının aksine sembolün maddî olmayan bir şeyin maddî olanla gösterilebileceğini
dolayısıyla meselenin bir şeyin başka bir yolla anlatılamaz olup olmamasından çok
Corbin’in “iran mistisizmi”ne takıntısının olduğunu sözlerine ekler.30
İbn Sînâ’nın metodunu sembolik olarak değerlendiren Gutas, bu yöntemin
olumlu ve olumsuz yönlerini tartışarak mantıkî tartışmaları anlamayacak halka
eskatolojik meseleleri sunarken konuları sembolk dilde anlatmanın eski filozofların ve
peygamberlerin kullandığı vahyî bir metod olduğunu, vahye yaklaşımda olduğu gibi bu
hikayelerdeki sembolleri çözebilecek kişilerin bunlardan yola çıkarak felsefî terimleri
ve ana prensipleri kavrayabileceklerini, bunların bu metodun olumlu tarafını, ancak bu
28 Henry Corbin, “Le Récit de L’oıseau” (risâletü’t-tayr), Oeuvres Philosophiques et Mystiques, Şihabuddin
Yahya Sühreverdi, Tome III, Prolégoménes en Français, Téhéran: İnstitut d’Etudes et des Recherches Culturelles,
2001, ss. 62-69. (tercümesi için bkz. İslam Felsefesinde Sembolik Hikayeler, İbn Sînâ, Sühreverdi, Ahmed Gazzali,
Necm-i Râzî içinde Önsöz 5, Fevzi Topaçoğlu (çev.) (ss. 115-121), derleme, İnsan yay. İst. 1997.
29 Heath, ss. 6-7, 44.
30 Dimitri Gutas, Avicenna and The Aristotelian Tradition, Leiden: E. J. Brill, 1988, s. 299.
15
sembollerin yanlış anlamalara sebebiyet verebilecekleri ve gizlenmiş olan yorumların
halka açılmasının onları etkilemesinin de olumsuz tarafını oluşturduğunu belirtir.31
Hikayelerin dili etrafında yapılan bu tartışmaların bu dilin sembolik ya da
allegorik olarak adlandırılmasından ziyade hikayelerin okunma biçimiyle ilgili olduğu
ortaya çıktığından söz konusu kelimelerin anlamlarını sözlüklerde değil bu bakış
açılarında görmeye çalıştık.
B. Yazılış Ortamı ve Arka Planı
İbn Sînâ Hayy bin Yakzan risalesini hayatının hangi döneminde, hangi şartlar
altında yazdı? Bu sorunun cevabını, Üstad’ın hayat hikayesini de yazan öğrencisi
Cüzcânî’ye borçluyuz. Filozof, Melike Seyyide ve onun genç oğlu Mecdü’d-Devle’nin
hizmetinde Re’y’de bulunduktan sonra Kazvin’e, oradan da Hemedan’a seyahat etti. Bu
şehirde tabip sıfatıyla Şemsu’d-Devle’nin hizmetine girdikten ve onun Kirmanşah
hakimine karşı sonuçsuz kalan askeri seferine eşlik ettikten sonra, dönüş sırasında
Şemsü’d-Devle, kendisinden vezirlik makamını üstlenmesini istedi. Filozofumuz bir
hata ederek bu öneriyi kabul etti. Kısa zaman sonra, maaşlarından ve gelirlerinden
memnun olmayan askerlerle anlaşmazlığa düştü. Bir ayaklanma meydana geldi ise de
ibn Sînâ, padişahın himayesiyle bu tehlikeden canını sağ salim kurtardı. İbn Sînâ pek
çok kez Emir’in kulunç hastalığını sağaltıp onu iyileştirme fırsatı bulduğundan, Emir bir
kez daha kendisine vezirlik teklif etti. Bütün bunlar, Cüzcânî’nin, üstadından Aristo’nun
eserlerine şerh yazmasını talep ettiği sırada olmaktaydı. Bundan dolayı Hemedan’da
oldukça ağır bir programın uygulanmasına başlandı. Ki bu iş daha sonraları İsfahan’da
da tekrarlandı. Gündüzler siyasi sorunların hale yola koyulmasıyla geçiyor, geceler ise
daha ciddi işlere ayrılıyordu. Şifâ’nın “Tabiiyyât” bölümünün bazı sayfalarını Cüzcânî
okuyor, Kanun’un bazı sayfalarını da başka bir öğrenci okuyordu. Geceleri uyanık kalış,
geç saatlere kadar devam ediyor, neden sonra dinlenme zamanı geliyordu.
Okuma ve araştırmayla içiçe olan bu uğraşılar, kulunç hastalığı Emir Şemsü’dDevle’nin ölümüne neden olana dek sürdü. ArdındanŞemsü’d-Devle’nin oğlu saltanat
tahtına geçti ve İbn Sînâ’ya vezirlik teklif etti. Ancak bu kez, siyasi sorumluluklardan
31 Gutas, Avicenna and The Aristotelian Tradition, ss. 306-307.
16
ve aynı şekilde, belki de Hemedan’ın muhitinden son derece bunalan İbn Sînâ’nın
kafasında bir çevre değişikliği isteği vardı. Hizmetine girmek için gizliden gizliye
İsfahan hakimi Alâü’d-Devle ile yazışmaya başladı. Ne yazık ki İsfahan hakiminin
veziri bu gizli yazışmalardan haberdar oldu. İbn Sînâ bir dostunun evinde
saklanmaktaydı. Gizlendiği yeri buldular. Yakaladıkları gibi Ferdican kalesinde zindana
attılar. İbn Sînâ dört ay zindanda kaldı (414/1023). Eğer İsfahan hakimi Alâü’d-Devle
Hemedan’a askeri bir sefere çıkmamış olsaydı, hiç kuşkusuz bu uğursuz ikamet belirsiz
bir zamana dek sürecekti. Hemedan hakimiyle vezirin askerlerinin yenilgiye
uğramasından sonra İbn Sînâ’nın mahpus olduğu kaleye sığınmaları takdir gereğiydi.
Alâü’d-Devle, İsfahan’a geri döndüğünde aşağı yukarı herkes barış yaparak Hemedan’a
doğru yola çıktılar. Ne var ki, İbn Sînâ adamakıllı değişmişti. Günlerden bir gün kardeşi
Muhammed, Cüzcânî ve iki hizmetçisiyle birlikte kaçmayı başardı. Derviş kılığına giren
beş yolcu, nice zorluklara katlanarak İsfahan’ın ana kapısına vardılar. Şeyh’in (İbn
Sînâ) dostları ve Emir’in temsilcileri onları karşılamaya çıktılar. Şeyh, muzaffer bir kişi
edasıyla şehre girdi.
Hayy bin Yakzan adlı sembolik risalenin yazılışı sırasında meydana gelen
aşamalar zinciri işte böyledir. Cüzcânî’nin dediği gibi Şeyh, Hayy bin Yakzan risalesini
Hemedan dolaylarındaki Ferdican kalesinde esaret altındayken yazdı.
Acaba İbn Sînâ Tayr risalesini de bu esaret sırasında mı yazdı? Böyle bir
ihtimal var. Zira Beyhaki’nin Filozoflar Tarihinde Cüzcânî’den aktardığı İbn Sînâ’nın
hayatı ve eserlerini zikrettiği bölümde Üstad’ın zindan (Ferdican kalesi) da yazdığı
kitaplar arasında Risâletü’t-Tayr da anılır. Ancak İbn Ebî Usaybia’nın Uyûnu’lEnbâ’sında filozofun zindanda yazdığı kitaplar arasında zikredilmez.32 Salaman ve
Absal hikayesini hayatının hangi safhasında yazdığına dair herhangi bir bilgiye ise sahip
değiliz.
32 Beyhâki, Tetimme Sivânü’l-hikme, ss. 50, 63. ; İbn Ebî Useybia, Tabakâtü’l-etıbbâ, Nizar Rıza (thk.), Beyrut:
Menşûrâtu dâru mektebetu'l-hayat, t.y. 440.; Nasr, Üç Müslüman Bilge, ss. 32-33.; İslam Kozmoloji Öğretilerine
Giriş, ss. 208.; Goodman, s. 29.
17
BİRİNCİ BÖLÜM
I.
İBN
SÎNÂ’NIN
SEMBOLİK
HİKAYELERİNDE
AHLAK
FELSEFESİNİN METAFİZİK TEMELLERİ
İbn Sina’nın ahlak felsefesini onun felsefî sisteminden tamamen ayrı düşünmek
mümkün değildir. Zira onun bu konudaki görüşleri tüm felsefesiyle bağlantılı olup
özellikle metafizik, epistemolojik ve psikolojik görüşlerinde temellerini bulur.
Filozofun ahlak anlayışının insanın “ne” olduğuyla doğrudan bağlantılı olduğu
düşünülürse bu anlamda sözü geçen alanlarla ahlak felsefesinin doğrudan bağlantısı
daha iyi anlaşılmış olur.33
Sözkonusu sembolik hikayelerde insanın varlığı ve mahiyeti, insanın varlık
yapısı, alem ve onun içindeki yerinin sembolik dildeki ifadesi insanın ahlakî
davranışlarının ardında onu yönlendiren metafizik görüşlerin etrafında şekillenir.
İnsanın varlık yapısı gereği aklıyla bir yandan kendisinin ne olduğunu,
amaçlarının neler olduğunu araştırırken öte yandan bu üstün amaçları gerçekleştirmesini
sağlayacak en yararlı araçları bulmaya çalışır. İnsanın bu özelliğinden yola çıkarak İbn
Sînâ, gayeci (teleolojik) bir ahlak anlayışını benimser. Bu ahlak anlayışında insan,
amaç-güdücü bir varlık olarak tanımlanır. Burada insan, düşünen-bilen gücü ile “kendi
başına iyi” (bizâtihi hayr) nin ne olduğuna karar verir, daha sonra da yapan-eden gücü
ile sözkonusu iyiyi gerçekleştirmek için faaliyete koyulur. Başka bir deyişle, gayeci
ahlak anlayışında önce “iyi nedir?” sorusu cevaplandırılır, daha sonra “doğru fiil
nedir?” sorusunun cevabına geçilir.34 Söz konusu “iyi”nin ne olduğuna karar veren ve
“doğru fiilleri” davranışlarına taşıyacak olan ‘insan’ olduğuna göre öncelikle “insan
nedir?” sorusuna filozofumuzun nasıl cevap verdiğini görmemiz gerekir. Bu soru bizi
onun bu konudaki metafizik görüşlerini incelemeye götürecektir. Filozofun bu konudaki
33 Mehmet S. Aydın, “İbn Sîna’da Ahlak ve İnsanın Mutluluğu”, İbni Sina içinde (ss. 241-253), A. Hulusi Köker ve
Cihad Tunç (Hazırlayanlar), Kayseri: Erciyes Üniversitesi, 1984, s. 241.
34 Mehmet Aydın, “İbn Sîna’nın Mutluluk (es-Sa’âde) anlayışı”, İbn Sînâ Doğumunun Bininci Yılı Armağanı,
Aydın Sayılı (derl.), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984, s. 435; Ahmet Cevizci, Etiğe Giriş, İstanbul:
Paradigma, 2002, s. 15.; Bedia Akarsu, Ahlak Öğretileri, İst.: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları,
1965, s. 99.; Hasan Hüseyin Bircan, İslam Felsefesinde Mutluluk, İst.: İz Yayınları, 2001, ss. 21-23.
18
görüşlerini sembolik hikayelerini merkeze alarak, yine sembolik hikayelerinde ortaya
koyduğu ahlak felsefesinin temellerini oluşturması bakımından incelemek ve bu
metafizik görüşlerin ahlak felsefesiyle irtibatını
açıklamak bu bölümün konusunu
oluşturmaktadır.
I. 1. NEFSİN VARLIĞI VE MÂHİYETİ
İbn Sînâ, insanı bir “nefs” ve bir “beden”den oluşan bir varlık olarak kabul
eder. Nefs’i gayri cismani bir cevher olarak tanımlayan İbn Sînâ onu metafiziğin
konuları arasında araştırır. Nefs varlığının ispatlanması bakımından “metafiziğin”,
mahiyeti gereği zorunlu olarak “cisimle belli bir ilişkisi” olması bakımından “fiziğin”
konuları arasında yer alır.35
Nefs’i incelemeye varlığından başlamamız gerektiğini söyleyen İbn Sînâ
mahiyetinin bunu takip edeceğini, çünkü bir “şey”in varlığının mahiyetinden önce
geldiğini belirtir.36 Zira bizim bilgilerimiz iki açıdan gerçekleşir. Birincisi “var mıdır?”
sorusuna cevap teşkil edecek bilgimiz varlık bilgisi, ikincisi ise “nedir, nedendir,
niçindir, hangi şeydendir, nasıldır?” sorularına cevap teşkil edecek, yani “onun ne
olduğuna dair” bilgiler ki o şeyin mahiyeti bilgisidir.37
İbn Sînâ’nın sembolik hikayelerinde “nefs” merkezi bir öneme sahiptir. Zira
hikayeler onun etrafında örülür, onun hikayesi anlatılır. Bu açıdan bakıldığında
filozofun nefs anlayışını anlamakta, sembolik dille yeniden şekillenen düşüncelerinin
yansımaları olan hikayeler, onun “nefs”e yüklediği anlam ve bununla bağlantılı olarak
ahlak anlayışını kavramada önemli bir yer tutar. Hikayelerde bariz bir şekilde öne çıkan
“nefs”in varlığına ve mahiyetine dair tanımlamalarını çeşitli sembollerle gösteren İbn
35 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, Saîd Zayid (thk.), İbrahim Medkur (göz.geç.), Kahire: el-Hey'etü'l Mısriyyetü'l-Amme
li’l-Kitâb, 1975, ss. 9-10, 212.; Kitâbü’l-Mübâhasât, Muhsin Baydarfer (thk.), Kum: İntişarat-ı Baydar, 1992. ss.
175-176
36 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, I, George Anawati, Said Zâyed (neşr.), Kahire: 1960, ss. 20, 29-30.
37 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât,I, ss. 20, 198.; İbn Sinâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, I, Süleyman Dünya (neşr.), Beyrut:
Müessesetü’n-Numan, 1992, ss. 154-155, 175, 485-488.; “Mebhas ani’l kuva’n-nefsâniyye”, Ahvâlü’n-nefs içinde
(ss. 147-178), Ahmed Fuad el-Ehvânî (neşr.),Kahire: 1952, s. 150.
19
Sînâ, aşağıda inceleyeceğimiz üzere nefse karşılık gelen her bir sembolle nefsin belli bir
yönünü ortaya koymaktadır.
A. Sembolik Hikayelerde Nefsin Varlığı
İbn Sînâ’nın her üç sembolik hikayesinin ortak özelliği ana karakterlerinin
nefsi sembolize etmesidir. Nefs her bir hikayede farklı bir sembolle karşımıza çıkar.
Ancak bu sembollerden her birinin nefsin belli bir yönünü ortaya çıkarmasının yanı sıra
hikaye içinde vurgulanmak istenen başka bir yönü başka bir sembole daha
bürünebilmektedir. Nefsin ana sembolleri Hayy bin Yakzan’da hikayeyi anlatan kişi ve
hikayenin önemli iki kahramanından biri (diğeri Faal Aklı temsil eden Hayy bin
Yakzan’dır)38, Risâletü’t-Tayr’da tuzağa yakalanarak bu tuzaktan kurtuluş hikayesini
anlatan “kuş”39, Salaman ve Absal’da ise her ne kadar diğer iki hikayede olduğu gibi
hikayeyi bize aktaran bir role sahip değilse de “beden ülkesini” yöneten
“hükümdar”dır.40 Nefs’in bu bağımsız, kendinin farkında olan (hikayeleri birinci
ağızdan anlatan) kişiliklerle temsili açıkça gösteriyor ki, İbn Sînâ hikayelerinin
merkezine nefs’i yerleştirmekte, ‘nefsin bedenden ayrı ve bağımsız varlığını’nı en açık
biçimde bu şekilde ortaya koymaktadır.
İbn Sînâ’nın hikayelerinde nefsin bağımsız varlığını anlatan sembollerinin
anlaşılması için O’nun diğer sistematik felsefesini aktardığı eserlerinde nefsi
ispatlamakta nasıl bir yöntem izlediğini araştırmamız gerekir. Filozofumuz nefsin
bedenden ayrı varlığını ortaya koymakta başlıca iki yol izler. Bu yollardan birincisi
Aristo’yu takip ederek ortaya koyduğu akıl yürütme ve kanıtlama metodu, ikincisi ise
kendi kişisel görüşünü yansıtan akıl yürütmeye gerek kalmaksızın doğrudan doğruya
38 İbn Sinâ, “Hayy bin Yakzan”, (İbn Zeyle’nin şerhiyle birlikte), Hayy bin Yakzan, İbn Sînâ, İbn Tufeyl içinde,
Ahmet Emîn (neşr.), Kahire: 1952, ss. 43-53. (Hayy bin Yakzan ve İbn Zeyle Şerhinin tercümesi için bkz. İbn Sînâİbn Tufeyl Hayy bin Yakzan, Şerafettin Yaltkaya/Babanzade Reşid, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1996, ss. 3148.), Heath, 91.
39 İbn Sinâ, Risâletu’t-tayr, et-Tefsîru'l-Kur'ânî ve'l-lugati's-sûfiyye fî felsefeti İbn Sina içinde (s. 338-343), Hasan
Âsî (neşr.), Beyrut: 1983, ss. 339.; Okumuş, 129-130.
40 İbn Sinâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, IV, Süleyman Dünya (neşr.), Beyrut: Müessesetü'n-Nûman, 1992, Salaman ve
Absal, Nasıreddin Tûsî Şerhi içinde (54-56), s. 54; Salaman ve Absal tercümesi için bkz: İbn Sînâ-İbn Tufeyl Hayy
bin Yakzan, Şerafettin Yaltkaya/Babanzade Reşid, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1996, ss. 23-25, 28-29,
(Nasıreddin Tûsî’nin sembol yorumları dipnotlarda yer almaktadır. dn.: 22-39)
20
insanın kendi nefsi hakkındaki bilinci (şuûr) ni temel alan metottur.41 Hikayelerinde bu
yollardan kendisine ait olan “nefsin özbilincine sahip oluşu”ndan yola çıkarak ve nefsin
varlığını ispatlama yönteminin sonucu olarak nefs’i kendinin farkında olup başına gelen
hadiseleri anlatan kişiliklerle sembolize eder. Her ne kadar nefsin bedenden farklı
tabiatını ve bedenden ayrı bir cevher oluşunu ispatlamakta Aristo yöntemini kullansa da
bu açıklama nefsin varlığını ispatlamaktan ziyade onun cisim olmadığının açıklama
çabasıdır. Bu yüzden aşağıda bu metodu takip ederek yaptığı tanımı hem nefsin
varlığını hem de mahiyetini ortaya koymakta kullanmış, ancak nefsin varlığını
açıklamakta bu tanımı yeterli bulmayarak42 nefsin varlığını sağlam akla sahip insanın
nefsin varlığından kuşku duymayacağı ve doğrudan doğruya hiçbir vasıtaya gerek
kalmaksızın kavrayabileceği noktasından hareket ederek açıklamıştır. Bununla birlikte
nefsin mahiyetini anlatan sembollerde onun Aristo yöntemini izleyerek yaptığı
tanımlara dayanarak şekillendirdiğini görüyoruz.
Aristo yönteminin ortaya koyduğu metodu takip ederek nefsin bedenden farklı
tabiatını İbn Sînâ şu tanımla açıklar: “Biz, dış âlemde duyularla algılayan, istenci
(iradesi) dolayısıyla hareket edebilen, hatta beslenen, büyüyen ve benzerlerini doğuran
cisimler görürüz. Onlar bu tür fiillere cisim olmalarından ötürü sahip değildir. O halde
onların kendi özlerinde, cisim olmalarından başka olan ilkelerin bulunması söz
konusudur. İşte bu, fiillerin kendisinden çıktığı şeye ve kısaca istence (iradeye) bağlı
çeşitli fiillerin kendisinden çıkmasının ilkesi olan her şeye biz, “nefs” adını veririz.”43
Burada kanıtlaması yapılan, nefsin varlığı olmaktan çok, onun cisimden farklı
bir tabiata sahip oluşu ve bedende ortaya çıkan fiillerin aslında nefse ait olduğunun
açıklanmasına yöneliktir. Bu nedenle nefsin bağımsız bir cevher oluşunu fiillerine
dayanarak değil cevher tanımına uygun olarak kendi özüyle varolduğunu ispatlamak
gerekir.
İbn Sina'ya göre insanî nefsin varlığını isbatlamanın en güvenilir ve en
kestirme yolu nefsin kendi varlığını bilebilmesi temeline dayanır. Ona göre başkasını
41 Mehmet Dağ, “İbn Sînâ’nın Psikolojisi”, İbn Sînâ, Doğumunun Bininci Yılı Armağanı (ss. 319-404), Aydın
Sayılı (derl.), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984, ss. 319-320.; Ali Durusoy, İbn Sînâ Felsefesinde İnsan
ve Alemdeki Yeri, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı yayınları, 1993, s. 34.
42 Dağ, ss. 320-321; Durusoy, s. 39.
43 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 5.
21
"aklî idrâk" seviyesinde bilebilen herşey kendi varlığını da bu seviyede bilebilir. Bu
demektir ki bir şeyin başkasını aklî idrâk seviyesinde bilme “imkan”ının zımnında kendi
varlığını da aynı seviyede “bilme imkanı” mevcuttur. Bu durumda insan nefsi başkasını
akletme gerçekliğine sahip olduğu için kendi varlığını akletmesi yani bilmesi
zorunludur (vâcib). Ancak buradaki zorunluluk nefsin varlığına değil, akletme fiiline ait
bir zorunluluktur. Ne var ki, insan nefsinin kendisini bilmesi zorunlu görünmesine
rağmen o, kendisini biliyor olduğunun “bilinc”inde yani şuûrunda olmayabilir. Bu
nedenle insan nefsinin mutlak anlamda kendisini bildiği söylenemez, belki kendisini
bildiğinden habersiz (gâfil) kaldığı söylenebilir. O halde insanî nefsin “kendisini biliyor
olduğunun bilincine varabilmesi” için, kendisinin bu bilgiye sahip olduğu yönünde
güçlü bir uyarıcı (işâretün şedide) ile uyarılmaya ve hatırlatılmaya (sebîlü’t-tenbih ve’ttezkîr) ihtiyacı vardır.44
Risâletü’t-tayr’da bu uyarılma (tenbih) “kuş”un tuzağa yakalanmasının
ardından ilk zamanlarda bu tuzaktan ve zincirlerden kurtulmak için gösterdiği dirençten
vazgeçip durumuna teslim olmasının ve eski özgür günlerini unutması (gaflet)nın
akabinde gerçekleşir. Artık kafesine ünsiyet ve ülfet kazanan kuş bir gün
arkadaşlarından bazılarının kanatlarını tuzaklarından kurtararak kısmen de olsa
uçabildiklerini görür ve bu görüntü, tuzağa yakalanmadan önceki halini ve asıl vatanını
“hatırlatma”sına neden olur. Kuşun bu bilince ermesiyle içinde bulunduğu kafes ona dar
gelmeye ve bir an önce arkadaşları gibi uçma özlemi duymaya başlar. Bedenin kafesle
ve tuzakla sembolize edildiği hikayede kuşun kafesten kurtulma ve uçma isteği onun
tabîi halinin bir yansımasıdır (insanın tabîi hali de metafizik aleme yönelmesidir.
İnsandaki bu tabîi hali engelleyen ise bedende bulunmasından kaynaklanan bedene ait
güçlerdir.45). Ancak insan nefsini sembolize eden kuşun kafesten kurtulma isteği nefsin
bedenden kopma (ölüm) isteğinden ziyade nefsin güçlerini denetim altına alarak
44 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 13, 226-227.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, II, Süleyman Dünya (neşr.), Beyrut,
Müessesetü'n-Numan, 1992, ss. 390-394, 399, 404-405.; Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 126, 145, 220.; et-Ta’lîkât,
Abdurrahman Bedevî (neşr.), Kahire: 1973, ss. 79-80, 107, 147, 148.
45 “Hayy bin Yakzan şerhi”, İslam Felsefesi’nde Sembolik Hikayeler : İbn Sina-Sühreverdi-A. Gazzali-Necm-i
Razi : Derleme içinde, (Hayy bin Yakzan tercümesiyle birlikte Şerhi, 23-77), Derya Örs (çev.), İst.: İnsan Yayınları,
1997, ss. 24-25.
22
metafizik aleme yönelme ve bedendeyken nefsin kendini yetkinleştirme gayesini taşır.
Çünkü nefs ancak bedenle birlikteyken yetkinliğini kazanabilir.46
Bu sebeple İbn Sînâ bedene ihtiyacımız olduğunu fakat, bedene ihtiyacımız
olmasaydı da “ben” dediğimiz şeyin varlığını sürdüreceğini belirtir. Bedene ait bilginin
duyularla öğrenildiğini ancak, benlik bilgimizin bedene ait organların bilgisi dolayısıyla
değil, dolaysız (vasıtasız) olarak bilindiğini, beden bilgisinin varlık bilgimize katkısı
olmadığını vurgular. Nefs kendini sürekli bedenle ve ona ait organlarla birlikte
gördüğünden kendini onsuz tahayyül edemez hale gelmiştir. Onun bu hali insanın
kendini örtüsüz düşünemez hale gelişi gibidir. Kendimizi tahayyül ettiğimizde hep
örtülü düşünürüz. Bu alışkanlığımız gibi kendimizi bedensiz düşünemez hale geliriz.
Kendimizi bedensiz düşünememiz elbisesiz düşünememizden daha güçlü bir duygudur.
Ancak bu hayâle dayanan alışkanlığın getirdiği düşünce biçimi gerçeğe uymamaktadır.
Bu nedenle bedenden ayrılsa da nefsin varlığını sürdüreceğini ‘derini çıkarıp atsan,
kabuğunu değiştirsen bile, sen yine sensindir’ diyerek vurgularken nefsin varlığının
bedenle kayıtlı olmadığına da dikkat çeker. Aynı benzetmeyi Risâletü’t-tayr’da, bu kez
tavsiye niteliğinde tekrarlar. “Yılanın derisini çıkarıp atması gibi siz de kabuğunuzdan
çıkın”. Yılanın deri değiştirmesi yılanın varlığına hiçbir zarar vermediği gibi, tersine
hikayenin şarihinin de belirttiği gibi deri değiştirirken kısa bir süre gözlerinin
görememesinin ardından eski derisinden kurtulduğunda gözlerindeki görmenin eskiye
oranla daha da keskinleşmesi gibi bir yararı dahi dokunur. Bedenle beraberken bedenin
güçlerini denetim altına almak nefsin kendini metafizik aleme açmasına imkan sağlar,
ancak bedenden tamamen kopulduğunda nefsin metafizik alemde göreceği (idrak
edeceği) şeyler bedenle beraberken idrak ettiğinden daha güçlü olacaktır.47
İbn Sînâ nefsin kendisine dönüp düşündüğünde bedenden ayrı olduğunun
farkına varmasının bir yolunun da kendimizden bahsederken kullandığımız ifadeye
dikkat etttiğimizde ortaya çıktığını söyler. İnsanın kendisi için “o” denilen ve kendi
kendisi için “ben” dediği şey hakkında düşünmeye (teemmül) başladığında bunun
bedeni ve cesedi olduğunun tahayyülüne kapılır. Ancak düşünüp tefekkür ettiğinde
46 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, ss. 339-340.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, İslam Felsefesinde Sembolik
Hikayeler içinde (ss. 129-157), Derya Örs (çev.), ss. 146, 149.
47 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 225-227.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, II, ss. 319-324.; Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin
Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 139-140.
23
bedene ait organları dışarda bıraksak da bu “ben” dediğimiz “mana” ortadan
kalkmamakta ve bedene ait cüzler bu “mana”ya dahil olmamaktadır. Ancak beden işaret
edilen bu “mana”nın mahalli, mukavvimi veya meskeni olabilir. İnsanın kendi
kendisine “ben” diye işaret ettiği “mana”dır. O halde bu “mana”, onun gerçek (hakîkî)
zâtıdır. İnsanın kendisinden kendisi olarak bildiği bu şey, zarûrî olarak “nefs”tir”.48
Bedenin nefsin meskeni, şehri, ülkesi olmasını İbn Sînâ her üç hikayesinde de
hikayelerinin belirgin birer sembolü olarak kullanır. Yukarıda Risâletü’t-tayr
hikayesinde tuzakla sembolize edilen beden nefsin kafesi, nefs ise bu kafesin tutsağıdır,
Hayy bin Yakzan hikayesinde beden nefsin şehri, nefs ise bu şehrin sâkini’dir, Salaman
ve Absal hikayesinde beden nefsin ülkesi, nefs ise bu ülkenin padişah’ıdır.
Bedenin nefs için bir bir ülke ve nefsin de bu ülkede bir yönetici olmasını
nefsin mahiyeti hakkında yaptığı açıklamalarda nefsin yetkinlik olması çerçevesinde
yeniden ele alır. Bu çerçeveyi nasıl oluşturduğu “yetkinlik olarak nefs” başlığı altında
inceleyeceğiz.
İbn Sînâ nefsin, varlığının şuûrunda olacak biçimde yaratıldığına dikkat
çekerek nefse ait olan bu şuûrun şuûruna varmanın ise akla ait olduğunu söyler. Nefse
ait olan şuûr sonradan çalışma yoluyla öğrenilmediği gibi bir organla da gerçekleşmez,
nefsin kendisi dolayısıyla gerçekleşir. Bu durumda nefsin varlığına dair şuûr nefse ait
olacaktır. Bu şuûr nefsin varlığıyla birlikte varolmuştur. Nefs bir kısım varlıkların
şuurundayken, bir kısım varlıkların şuûrunu çalışarak elde eder. Şuûrunda olduğu şey,
onun için dâimî ve bilfiil hâsıl olan şeydir. Bu durumda nefsin kendi varlığının
şuurunda olması tabiatı gereğidir ve kendi varlığının mukavvimindendir. Bu yüzden
onun kendi varlığının şuurunda olması hep bilfiil haldedir. Ne var ki, varlığın şuûrunda
olmanın şuûrunda olmak ise çalışıp kazanmakla olur. İşte bu yüzden o, bazen kendi
varlığının şuûrunda olduğunu bilmeyebilir (gâfil). Varlığın şuûrunda olmak nefse âit
iken “varlığımızın şuûrunda olmanın” şuûrunda olmak akla aittir. Varlığın şuûrunda
olmak dâimî ve bilfiilken, “şuûrun şuûrunda olmak” bilkuvvedir. Eğer varlığın
şuûrunun şuûrunda olmak, bilfiil olsaydı bu durum dâimî olur ve aklın
değerlendirmesine gerek kalmazdı. Bu demektir ki varlığımıza ilişkin şuûrumuz,
48 İbn Sînâ, Risâle Adhaviyye fî emri’l-me’âd, Süleyman Dünya (neşr.), Kahire: 1949. ss. 94-95.
24
varlığımızın tâ kendisidir. Bizim idrak ettiğimiz varlık, idrak edenin kendisidir (akıl,
âkil, ma’kûl). Mücerred bir varlık olduğu için yalnızca insânî nefsler kendi varlıklarını
akledebilir,
hayvânî
nefsler
mücerred
varlıklar
olmadıkları
için
varlıklarını
akledemezler. Çünkü bir şeyin akledilmesi; maddeden tecrîd edilmesi demektir,
mücerred olmayan şey ise akledilmiş olmaz, tahayyül edilmiş olur. Maddeden mücerred
oluş ise insânî nefsin bekâsına delildir. Çünkü o, hayvânî nefsler gibi, madde ile kâim
değildir, yani varlığı maddeye dayanmaz.49
Varlığı maddeye dayanmayan insan nefsinin bir gücü olan akıl gücünün
bilkuvve halden bilfiil hale geçmesi ileride inceleneceği üzere İbn Sînâ felsefesinde Faal
Akıl ile ittisal sonucunda gerçekleşmektedir. Hayy bin Yakzan hikayesinde Faal Akılla
ittisalde bulunan nefs hikayenin başında şehrinin etrafında bulunan bir gezinti yerinde
olduğunu söylerken kendinin farkındadır (şuûrundadır). Faal Akıl (Hayy bin Yakzan) la
karşılaşması ve ondan “selam alması” nefsin bilme kuvvetinin fiil haline çıkmasını
anlatır. Nefsin aklıyla kendi üzerine dönerek kendini akletmesi bu ittisal sonucu
gerçekleşir. Yani akıl, âkil ve ma’kul olur. Aynı şekilde kuşlar hikayesinde kendi
varlığının şuûruna tenbih yoluyla ulaşan nefsin yeniden “uçabilmek” için çabalaması ve
sonunda bunu başarması ondaki bilkuvve olan akıl gücünün bilfiill hale geçmesidir.
Çünkü “uçmak” hikayede “bilmek”tir.50
B. Sembolik Hikayelerde Nefsin Mâhiyeti (tanımı)
a) yetkinlik olarak nefs
İbn Sînâ “nefsin bedendeki fiillerin ilkesi olması” tanımına nefs sahibi
cisimleri varlık açısından inceleyerek ulaşır. Onun metafizik anlayışına göre her cisim
biri “güç” diğeri “fiil” halinde bulunan iki şeyden oluşur. Birincisi “sûret” ikincisi ise
“madde”yi karşılar. Bu görüş açısından nefs canlı cismin bilfiil, beden ise bilkuvve
49 İbn Sînâ, et-Tâ’likât, ss. 30,79-80, 147, 160, 161; Kitâbü’l-Mübâhasât, s. 172.
50 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 149.
25
dayanağıdır. Buna göre beden “madde”, nefs ise “sûret” yerine geçmektedir.51 Ancak
İbn Sînâ nefs’in sûret oluşunu maddî sûret anlamında değerlendirmez. Nefsin bedenin
sûreti olması, güç halindeki maddeyle ilişkiye geçmiş bir sûret olmayıp, madde ve
sûretten oluşmuş cismin ilkesi anlamında bir sûrettir.52 Filozofumuz nefsin sûret
olmasının yanı sıra, ona “kuvve” (yeti) adını vermenin de olası olduğunu belirtir. Şu iki
anlamda nefs ‘yeti’ (kuvve, güç) adını alabilir: a) kendisinden belirli fiillerin çıkması
itibariyle, b) duyulur ve akıl edilir suretleri alması itibariyle. Bu nedenle nefse değişik
işlerinden ötürü “yeti (kuvve), sûret ve yetkinlik (kemâl)” denilebilir. Buna göre nefse:
a) Hissî ve aklî sûretleri idrâk etmesi, ayrıca fiil ve infialde bulunması açısından “güç”,
b) bedenle beraber bulunarak bitki ve hayvanların fiilen var olmasını sağlaması
açısından “sûret”, c) cismânî cinsler içinde, varlık açısından üst ve alt basamakta
bulunan türlerin oluşmasını sağlayıp türün (nev’) yetkinleşmesine sebep olması
açısından “yetkinlik” denilebilir.53 İnsan nefsinin “maddî sûret”ten farklı olduğunu
belirtmek için filozofun özellikle “yetkinlik” kelimesini kullandığını görüyoruz.
Türlerin varlık açısından üst ve alt basamakta bulunmasını sağlayıp türün (nev’)
yetkinleşmesine sebep olması yönüyle yetkinliği tanımlayan İbn Sînâ, sûret yerine
yetkinlik’i insan nefsi için kullanmayı tercih eder. Zira ona göre her maddî sûret
yetkinliktir, ancak her yetkinlik maddî bir sûret değildir. Bu durumda varlığı maddeye
dayalı olmayan ve maddeden ayrı olan yetkinliklerden sözedebiliriz. Nefsin sûret oluşu
bedene, yetkinlik oluşu ise bedende tezâhür eden fiillerin ilkesi oluşuna göredir. Burada
filozofumuz ‘sultan’ ve ‘kaptan’ örneğini verir. Zira sultan (melik) kentin, kaptan
geminin yetkinliği olduğu halde, onların suretleri değildir.54 Bu örneklerde görüldüğü
gibi nefs bedene nispetle, bedende ve beden dolayısıyla ortaya çıkan bir yetkinlik
değildir.
İbn Sînâ’nın nefsi sûret yerine yetkinlik olarak tanımlamayı tercihini
hikayelerinde bu tanımlamaya karşılık gelecek sembolleri kullanmasında da görüyoruz.
Nefsin bedenle beraber bulunarak onun fiilen ortaya çıkışını sağlaması bakımından
51 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 6; el-İlâhiyyât, I, s. 67.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, III, Süleyman Dünya (neşr.),
Beyrut: Müessesetü'n-Nûman, 1992/1413. s. 48.; eş-Şifâ, es-Semaü't-tabîi, Cafer Al-i Yasin (thk.), Beyrut: Darü'lMenâhil, 1996, ss. 13-15.
52 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, I, ss. 72, 80.
53 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 24.
54 İbn Sînâ,eş-Şifâ, en-Nefs, 6-10,49.; el-İlâhiyyât, I, 102.; Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, ss. 150-153.
26
sûret oluşu ve türlerin oluşmasını sağlayıp türün yetkinleştirmesi bakımından yetkinlik
oluşunu Hayy bin Yakzan hikayesinde maddenin sûret alması ve varlık kazanmasını
anlattığı bölümde sembolleştirir.
Bu hikayede Filozofumuz varlık memleketini Doğu ve Batı olarak iki yöne
ayırır ve Doğu’yu saf sûretler alemi, Batı’yı ise madde alemi olarak sembolize eder. Bu
tanımlama coğrafi olmaktan çok metafizik bir aleme ve yataydan çok dikey bir varlık
hiyerarşisine işaret etmektedir. Batı’nın uç noktasına ilk maddeyi (heyûla) yerleştiren
İbn Sînâ onun tabiatının “yokluk” olduğunu “sıcak ve karanlık deniz” sembolüyle
anlatır. Bu denizin kaynakları harap bir yerden gelir ve “Güneş” orada batar. Sûreti ve
sûretler verici (Vâhibu’s-Suver55) yi “Güneş”le sembolize eden filozof Kehf suresi 86.
ayete56 işaretle “yokluk denizi”ni Batı’nın uç noktasına yerleştirir ve Güneş’in
batmasını burada sûretin bulunmaması ya da sûret’in bu harap iklime girerek orayı oluş
ve bozuluşun vuku bulduğu yer haline getirmesi anlamında sembolleştirir. Buradan
Doğu’ya doğru ilerledikçe bu karanlık Doğu’dan yabancılar (sûretler) ın getirdiği ışıkla
aydınlanır. Sûret’i yabancılar (gurebâ) la sembolize etmesi sûretin maddeye yabancı
olması ya da sûret’in başka yerden gelmesi anlamındadır. Işığı getirenler yabancı
olduklarından ve bulundukları yer “çorak bir yer” [harabe] (madde) olduğundan burada
sürekli kalamazlar ve imar ettikleri (madde ve sûretin biraraya gelerek cisimleri
oluşturdukları) bu çorak yerde sürekli yerlerinden kovulurlar. Ayaltı alemi sembolize
eden bu bölgede oluş ve bozuluş (kevn ve fesad) nedeniyle hep bir çatışma ve mücadele
vardır. Bununla birlikte maddenin sûretle beraber oluşturduğu unsurlar, madenler,
bitkiler, hayvanlar ve insanlar olarak türleşmesini önce madde merkezinde daha sonraki
bölümde sûret merkezinde yeniden ele alır. Çorak ve harap olan bu (ayaltı alem) iklimin
maddesi toprak olduğundan bu toprağa yerleşenler (sûretler-yabancılar) bu toprakta
yeşeren bitkiden beslenip, buranın suyundan (yokluk denizinin beslendiği ırmaklar
harap yerden yani ayaltı alemden doğarlar) içtiği zaman (madde ve sûretin birleşmesi)
55 Hayy bin Yakzan şerhi, (Fârisî şârih, Vahibü’s-Süver’in Tanrı olduğunu belirtir), s. 49.
56 “Zülkarneyn (Batı’ya doğru giderek) günün birinde güneşin battığı yere vardı; (güneş) ona kopkoyu, bulanık bir
suya dalıyormuş gibi göründü. Ve orada (kötülüğün her çeşidine gömülüp gitmiş) bir kavme rastladı” Kehf, 86. (meal
sahibi “güneşi batar buldu” ifadesinin tam tercüme olduğunu, ancak dünyanın yuvarlak oluşundan dolayı bir göz
yanılgısının bulunduğuna işaretle (Râzî ve İbn Kesir) bu şekilde bir ifadeye yer verdiğini belirtir. S.503.); krş. “(ve
doğu’ya doğru yürüyerek) günün birinde güneşin doğduğu yere vardığında onu, kendilerini güneşe karşı bir örtüyle
örtmediğimiz bir kavmin üzerine doğar buldu.” Kehf, 90. Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Meal-Tefsir, İstanbul:
İşaret Yayınları, 2002, s. 504.
27
bu canlıların üzerini birtakım “yabancı örtüler” kaplar. Sözgelimi insanın üzerini,
hayvan derisi gibi bir deri kaplar ve bu derinin üzerinde birçok ot biter. İnsandan başka
şeylerin ve türlerin durumu da bunun gibidir. “Yabancı örtüler” ile kastedilen canlıların
kazandığı sûretlerdir. Sûret’ine kavuşan her canlının türü ortaya çıkar ki insan türü de
bu şekilde ortaya çıkmış olur. İnsana ait sûret maddeye yaklaşırsa, herkesin kendine
özgü şekil ve sûreti ile tüm insanlar arasında ortak olan şekil ve sûret oluşur. İbn Sînâ
burada sûret anlamında nefsten sözeder. Ancak insana ait bir sûretten bahsedildiği için
Hayy bin Yakzan’ı şerheden İbn Zeyle bu sûret için “insânî sûret” deyimini kullanır.57
Hikayenin bu bölümünde madde ve sûret’in biraraya gelerek canlı varlıkların
ortaya çıkışı anlatılıyor olsa da İbn Sînâ’nın buradaki vurgusunun nefs’in “sûret”
anlamının yanı sıra onun türlerin oluşmasını sağlayan “yetkinlik” yönü olduğunu
görüyoruz. Nefsin canlı tabiî cismin “sûret”i ve “yetkinliği” olduğu tanımı onun
Aristo’yu takip ettiği izlenimini verse de İbn Sînâ’nın “yetkinliğe” yüklediği anlamın
daha geniş olduğunu, bu yönüyle de onu Aristo’dan ayırdığını söyleyebiliriz.
Aristo nefs’i, hayatın, beslenme, duyum ve düşünce fiillerinin “ilke”si,
bilkuvve ve canlı tabiî cismin “sûret”i ve “ilk yetkinliği” (entelechia, kemâlü’l-evvel)
olarak tanımlamaktadır.58
Aristo’ya göre nefs, maddenin karşısında bulunan sûret anlamında cevherdir.
Cisim olmamakla birlikte cisimden ayrı bir varlığı düşünülemez.59 İbn Sînâ bu konuda
Aristo’dan ayrılarak nefsin cisimden bağımsız varlığını ispatlamak için sûret oluşunun
maddî anlamda olmadığını göstermeye çalışır. Bunun için her maddi sûretin yetkinlik
olduğunu ancak her yetkinliğin maddi sûret olamayacağı vurgusunu yaparak yetkinlik
tanımlamasının sınırlarını genişletir ve maddeden ayrı yetkinliğin olabileceğini
“geminin kaptanı ve kentin hükümdarı” örnekleriyle ispatlamaya çalışır.
Aristo ise bu benzetme konusunda tereddütlüdür. “Ayrıca biz kaptanın,
geminin yetkinliği olması anlamında, nefsin de bedenin yetkinliği olup olmayacağı
57 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, (İbn Zeyle şerhi), s.47.
58 Aristoteles, Anima/Ruh Üzerine II, Celal Gürbüz (çev.), İst.: Ara yay. 1990, ss. 70, 77 (1, 412b, 2, 413 b).
59 Aristoteles, II, 1, 412a, ss. 67-69.
28
konusunda herhangi bir açıklığa sahip değiliz.”60 der. Ancak görüyoruz ki, İbn Sînâ bu
örneklemeyi nefsin bedenden bağımsız varlığını ortaya koymakta iyi bir yol olarak
görmekte ve Hayy bin Yakzan ve Salaman ve Absal hikayesinde bu bahsi geçen
örneklerden (sultan-kent) sembolik olarak faydalanmaktadır. Yukarıda nefsin varlığını
ispatlarken nefs’i “ben” dediğimiz bir “mana” olarak tanımlamış ve bedenin bu
“mana”nın meskeni, mahalli olduğunu
belirtmişti. Nefsin yetkinlik olarak
tanımlamasında da aynı açıklamayı yapmakta nefsin bedenle birlikte ancak ondan ayrı
oluşunu Hayy bin Yakzan hikayesinin girişinde nefsin ağzından, “şehrimde oturduğum
zamanlarda, arkadaşlarımla şehrimin çevresinde bulunan bir gezinti yerine çıkma fırsatı
bulmuştum.” cümlesiyle açıklamış olmaktadır. Nefs, beden şehrinde mukîmdir.61
Bedeni nefsin kendi ülkesi, meskeni ve aleti olarak ifade eden62 İbn Sînâ, hikayenin
(Hayy bin Yakzan) ilerleyen bölümlerinde yine bedeni bir şehre benzeterek duyu
organlarını o şehrin bölgeleri olarak sembolize ederek buradan gelen bilgilerin ulaştığı
yer olan nefs ve aklı yine bu şehrin ‘sultan’ı olarak ifade eder.63 (Hayy bin Yakzan’ı
Farsça şerheden şarih “kendi şehrimde iken” ifadesini “yaratıldığı şey ile meşguldü”
anlamında şerh eder. Yani nefs bedene ait güçlerinin etkisi altında olmaksızın tabiatı
gereği aklî işlere yönelmiş, kendi tabiatı ortaya çıkmış “kendisi” ileydi. Ancak bu
hikayenin bir diğer şarihi olan İbn Zeyle bu ifadeyi üzerinde yorumunu açıkladığımız
üzere “kendi şehrimde” ifadesini “bedende bulunduğum sırada” anlamında şerheder.64)
Salaman ve Absal hikayesinde nefsi sembolize eden Salaman’ın beden şehrinin
ya da ülkesinin melik (yönetici)i olma durumu yine hikayenin önemli öğelerinden
biridir65. Hikayenin üzerinde kurulduğu ana temalardan biri olan nefsin hükümdarlığı
hikayenin sonunda bu beden ülkesini terketmesi ve hikayede onu politikacı dostlarından
birine bırakarak Tanrı’ya yönelmesiyle son bulur.66 Yine Risâletü’t-tayr’ın şârihi bu
60 Aristoteles, II,1,413a. ss. 73-74.
61 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43.
62 İbn Sînâ, Risâle Adhaviyye fî emri’l-me’âd, ss. 94-95; eş-Şifâ, en-Nefs, s. 225.
63 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50
64 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 24-25, 71.
65 Heath, 70-71.
66 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, IV, ss. 54, 55, 56.
29
hikayenin nefs tanımının yapıldığı bölümlerde bedenin nefs için bir ülke ya da şehir
oluşunu açıklamalarına eklemiştir.67
İbn Sînâ’nın nefsi özellikle sûret ya da yetkinlikle tanımlanmasında onunla
Aristo arasında, en azından, bu sözcüklerin kullanılmasında, yakın bir ilişki
bulunduğunu anımsatmaktadır. Nitekim Aristo da nefsin suret anlamında bir cevher
olduğunu ve bu tür bir cevher de yetkinlik ifade ettiği çin, nefsin yetkinlik (entelekya)
olduğunu belirtmektedir.68 Ancak Aristo, suretle yetkinlik arasında yakın bir ilişki
kurduğu ve İbn Sînâ’nın yaptığı gibi yetkinliği suretten ayırmadığı için, nefsin
bedenden ya da cisimden ayrı, bağımsız bir cevher olduğunu reddetmektedir. Onca nefs,
cisme ilişik, ondan ayrılmayan bir şeydir; hiç değilse, onun bazı bölümleri böyledir;
çünkü onlardan bazılarının yetkinliği, bedensel parçalarının yetkinliğidir. Bununla
birlikte onlardan belli bölümünün ayrılabilir olduğu söylenebilir; çünkü bu bölüm,
hiçbir cismin yetkinliği değildir.69 Ancak İbn Sînâ yetkinliğin kapsamını, sûret ve güc
(kuvve, yeti)’ü içine alacak şekilde genişletmekte ve bu tanım, maddeyle birlikte olan
nefsleri içerdiği gibi maddeden ayrı nefsi de dışında bırakmamaktadır.70
Filozofumuzun sembolik hikayeleri onun Aristo’nun yetkinlik anlayışından
farklı bir yetkinlik anlayışını benimsediğini, daha doğrusu yetkinlik tanımlamasının
sınırlarını maddi sûret anlamında olmayan yetkinlikleri de içine alacak biçimde
genişlettiğini ve bu tanımlamanın nefsin bedenden ayrı varlığını anlatır biçimde ortaya
koyduğunu göstermektedir. Ancak nefse sûret demek yerine yetkinlik demeyi tercih
etmekle birlikte daha sonra sûret anlamında yetkinlik demekten vazgeçmektedir.71
Bunun yanı sıra İbn Sînâ yetkinliği kendi içinde “ilk ve ikinci yetkinlik” (elkemalü’l-evvel ve el-kemalü’s-sâni) olmak üzere ikiye ayrır. Burada “ilk yetkinlik”
fiillerin ilkesi olması açısından bizzat nefsin kendi varlığı için, “ikinci yetkinlik” ise
nefsin fiilleri için kullanılmaktadır. Örneğin insan türü için insânî nefs, ilk yetkinlik,
67 Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 140, 178.
68 Aristo II, 1, 412a, ss.69.
69 Aristo, II, 1, 413a, s.73,
70 İbn Sînâ, “Risâle fî’n-Nefs ve Bekâ’ihâ ve me’âdihâ”, Ahvâlü’n-Nefs içinde (ss. 45-140), A. Fuad El-Ehvanî
(neşr.), Kahire: 1952, s. 51
71 Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi, Başlangıcından İbn Rüşd’ün Ölümüne kadar (1198), Hüseyin Hatemi
(terc.), İst.: İletişim Yayınları, 1986, s. 173.
30
insanın duyma, düşünme, bilme ve eylemde bulunma gibi fiilleri ikinci yetkinlik
olmaktadır. İlk yetkinlik olan nefs, fiilen var olunca onun belirlediği tür varlığa çıkar ve
nefs ikinci yetkinlikleri güç halinde içerir. Bu itibarla nefsi, “canlı olmanın göstergesi
olarak fiilleri yapabilecek organa sahip tabiî cismin ilk yetkinliği” olarak tanımlar.72
İbn Sînâ’nın bu ilk yetkinlikle kastettiği sûret, “gayri maddî” ve varlık
açısından bedene bağlı olmayan bir “sûret”tir. Bu nedenle olsa gerek filozof çoğu kez
bedene âit olan maddî sûret için yetkinlik yerine “mizâc”, nefs için de “temel veya kök”
anlamına gelen “asıl ve sunuh” terimlerini kullanır.73
b) Cevher olarak nefs
İbn Sînâ’ya göre nefsin “yetkinlik” olarak tanımlanması onun bir cevher olup
olmadığını göstermez. Çünkü nefs, türün tür olarak yetkinliğini sağlar. O halde nefsin
cevher olup olmadığının araştırılması gerekir.
Filozofumuz cevheri “varlık bakımından bir konuya (mevzû’) dayanmayan, bir
konuda var olmayan şey” olarak tanımlar. Cevherler arazların dayanağıdır (mukavvim).
Fakat kendileri arazlara dayanmazlar. Cevherleri de “cisim ve cisim olmayanlar”
şeklinde ikiye ayırır. Madde, sûret ve bu ikisinin birleşmesinde oluşan cisim birer
cismânî cevherdir. Buna karşın “nefs, ve akıl” gayr-i cismânî cevherlerdir.74 Bu
tanımlamalardan nefsin bir cevher olduğu anlaşılıyor. Ancak nefsin gayr-i cismânî bir
cevher olduğunu kabul eden filozof nefse sûret denmesi ve bundan daha geniş bir anlam
taşımadığının düşünülmesi durumunda nefsin maddeden bağımsız varlığının söz konusu
olamayacağının farkındadır. Bu nedenle nefsin sûretten daha geniş bir anlama sahip
olduğunun altını çizer ve ona bu anlamda yetkinlik demeyi tercih eder. Ancak bu
tanımlama da nefsin cevherliliği konusunda tatmin edici bir sonuca ulaştırmaz. Cevher
tanımına uygun biçimde onun başka bir şeye nispetle değil kendi özü bakımından ele
alınması gerekir.
72 İbn Sînâ,eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 6-10,49.; el-İlâhiyyât, I, s.102.; Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, ss. 150-153.
73 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 329-332.; Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 195-196.
74 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, I, ss. 58, 60.; eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, George Anawati, Said Zâyed (neşredenler),
Kahire: 1960, s. 407.; ‘Uyûnu’l-hikme, Abdurrahman Bedevi (thk.), 2. Baskı, Kuveyt: Vekâletü'l-Matbûât, 1980, ss.
58.; en-Necât fi'l-hikmeti'l-mantıkiyye ve't-tabîiyye ve'l-ilâhiyye, Macid Fahri (thk.), Beyrut: Darü'l-Afaki'lCedîde, 1985, ss. 237-242.
31
Bu nedenle İbn Sînâ, özellikle Hayy bin Yakzan’da nefsi “yetkinlik”
anlamında sembolleştirken onun bedenden bağımsız varlığına vurgu yapmakla beraber
gayr-i cismânî bir cevher oluşuna atıf yapan sembolleri daha çok öne çıkardığını
görüyoruz. Öncelikle bu sembolleri hangi tanımlama üzerine kurduğunu görelim.
İbn Sînâ’ya göre insan nefsinin cevher oluşuna ortaya koyabilmek için
tanımına uygun olarak kendi başına kendi özüyle varolup olmadığını ortaya koymak
gerekir. İnsan nefsinin her türlü maddi ve duygusal ilişkiden yoksun olarak vasıtasız
bilincine sahibiz. Bu vasıtasız bilinç hali onun kendi başına bir cevher oluşunu
gösterir.75 Burada İbn Sînâ’nın nefsin varlığını ispatlama yöntemini nefsin kendi başına
varolan bir cevher oluşuna da temel olarak aldığını görüyoruz. Buradan yola çıkan
filozofumuz bitkisel ve hayvansal nefs hakkında böyle vasıtasız bir bilgiye sahip
olmadığımızı söyler. Bu nedenle bu tür nefslerin cevher olup olmadığının araştırılması
gerektiğini söyler.
İbn Sînâ’ya göre, bu tür nefslerin içinde bulundukları yakın maddesi özel bir
mizâca ve özel bir biçime sahiptir ve nefs, onda bulunduğu sürece, bu özel mizâcı ve bu
özel biçimi korur.76 O halde nefs olmadan onun özel bir mizâca ve biçime sahip olan
konusunun ya da maddesinin fiilen olduğu gibi durması imkansızdır. Ve nefs, onun
böyle olmasının nedenidir. Nefsin uzak konusuna gelince, onunla nefs arasında onun
varolmasını sağlayan başka suretler bulunur. Bu nedenle nefs ayrılınca, kendisine uygun
olan bileşim (mizâc) de koruyucusunu yitirir ve bozulur; onun yerini cansız suret alır.
Böylece nefsten sonra kendi türünü koruyamayan cisim, kendisinin fiilen kalmasını
sağlayacak başka bir surete, başka ilinti (âraz)lere sahip olur; kimi parçaları değişir,
kimi parçaları da ayrılır. O halde nefs, yakın konusu olan cismin özel bir mizâcla
varolmasının nedenidir. Bu anlamıyla nefsin cisimdeki varlığı, konuda bir ilinti (âraz)
gibi değildir; ilinti (âraz), içinde bulunduğu konunun varlığının nedeni olmadığı halde,
nefs, onun olduğu gibi fiilen varolmasının nedenidir ve onun varlığının koruyucusudur.
Dolayısıyla nefs bir cevherdir; herhangi bir konuda bulunmayan bir surettir.77 Böylece
görülüyor ki, nefsi, bileşik cismin bir parçası olarak genel suret anlamında değil,- çünkü
75 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 27.
76 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 27-28.
77 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 28-29.
32
böyle bir şey onun ilinti (âraz) olmasını ortadan kaldırmaz- herhangi bir konuda
bulunmayan özel türden bir suret anlamında ele almak gerekir.78 Bu nedenle İbn Sînâ,
nefse ‘suret’ yerine ‘yetkinlik’ demeyi ve bu şekilde tanımlamayı tercih etmektedir.
Nefsi güçleri ve fiilleri açısından, ‘nebâtî nefs’(beslenme, büyüme ve üreme
fiillerine sahip olan tabiî organik cismin ilk yetkinliği), ‘hayvânî nefs’(cüz’îleri idrâk
etme ve irâde ile eylemde bulunma açısından tabiî organik cismin ilk yetkinliği) ve
‘insânî nefs’(aklî iradeye sahip olması, düşünceyle bilgi üretmesi ve küllî olan şeyleri
idrâk etmesi açısından tabiî organik cismin ilk yetkinliği) olarak üçe ayıran79 İbn Sînâ
nefsin güçleri açısından bakıldığı zaman hayvânî nefsin nebâtî nefs, insânî nefsin ise
hayvânî nefsin bütün güçlerine sahip olduğunu belirtir. Ancak her üç nefsin güçleri
dikkate alınarak hayvanda biri nebâtî diğeri hayvânî, insanda ise hayvânî nefsin yanı
sıra bir de insânî nefsin bulunduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Hayvânî nefs için
kullanılan nebâtî güçler (el-kuvân-nebâtiyye) ve insânî nefs için kullanılan nebâtî ve
hayvânî güçler (el-kuvâ’l-hayvâniyye) mecâzî anlamdadır. Bu itibarla her bedende bir
tek nefs vardır. Bu durumu İbn Sînâ Hayy bin Yakzan’da insanın varoluşunu anlattığı
kısımda nefsin bitkisel ve hayvansal nefsin güçlerine sahip oluşunu ‘hayvan derisi gibi
bir deriye sahip, üzerinde kimi otlar bitmiş bir insan görebilirsin’ cümlesiyle ifade eder.
Hayvan derisi hayvansal güçleri, bu derinin üzerinde biten otlar bitkisel güçleri temsil
eder.80
Söz konusu nefs kendine âit olan bedenin bilfiil dayanağı (mukavvime) ve var
kılıcısıdır (mûcide). Aynı zamanda nefs beraber bulunduğu bedenin özel bir mîzac ve
karaktere (he’yet) sahip olmasının sebebidir. Çünkü nefs bedenden ayrılınca
(mufârakat) beden sahip olduğu özel mizâcını koruyamamakta ve mizâcı bozulmaktadır
(fesâd). İnsanda tamamen manevî olan üzüntü, keder, korku gibi nefsânî haller,
beslenmeye ve bedenin büyümesine engel olabiliyor, hatta bedenin mizâcı bozulabiliyor
ve bunun tamamen tersi olan sevinç ile neşe hali bedenin gelişmesini ve sağlıklı
kalmasını sağlayabiliyor. Başka bir deyişle nefs, içinde bulunduğu bedenin
yetkinleştiricisi ve kendisine en uygun olan düzende bulunması için, onun
78 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 10.
79 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 23-25.
80 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 47.; Hayy bin Yakzan şerhi, s.48.
33
koruyucusudur (hâfıza); çünkü beden çeşitli tabiî unsurların bileşiminden meydana
geldiği için, onun her parçası bir başka mekana gerek duyar ve kendisiyle bitişik
olandan ayrılmak ister; onu ancak olduğu biçimiyle kendi tabiatının dışındaki bir şey
korur ki, işte bu şey nefstir. Nefs, içinde bulunduğu şeyin yetkinliği olduğuna göre, bu
şey onunla varlık kazanmış demektir, ayrıca nefs, türün de yetkinleştiricisi ve yapıcısı
(sanî)’dır; çünkü farklı nefslere sahip olan şeyler nefs sayesinde çeşitli türlere sahip olur
ve birey olmaları bakımından değil, tür olmaları bakımından ayrılır. O halde nefs, nefse
sahip olan şeylerde türsel ayrımı sağladığı için, bir ilinti (araz) olarak görülemeyeceği
gibi, onun, içinde bulunduğu şeyin yapısında da yeri yoktur; dolayısıyla nefs, cevher
gibi, bir yetkinliktir.81
Filozofumuz nefsin yetkinlik açısından ele alındığında cevher olduğunu ortaya
koymakla birlikte insan nefsinin bu tür bir cevher olmadığını, onun bedenden bağımsız
kendi başına varolan bir cevher oluşunu göstermek ister. Bu nedenle insan nefsini Hayy
bin Yakzan hikayesinde saf sûretler (pure forms), maddeden mufarak cevherler alemini
sembolize eden Doğu’ya yerleştirir.
İbn Sînâ kozmolojisini anlatan ve semboller kozmosu olarak karşımıza çıkan
varlık memleketinde “nefs’in durduğu yer” filozofun nefsin varlığı ve mahiyetine
yüklediği anlamla yakından ilişkilidir. İnsanın tür olarak ortaya çıkması madde ve
sûretin bir araya geldiği ayaltı (ara bölge-sınır-had) aleminde gerçekleşir. Maddenin
bulunduğu bu bölgenin Batı sınırları içinde yer aldığını göz önünde bulundurursak
insanın tür olarak ortaya çıkmasını sağlayan yetkinlik anlamındaki sûret henüz Batı
bölgesinde yer almaktadır.
Batının uç noktasına maddeyi yerleştiren filozof, maddenin tek başına
varolamayacağına vurguyla madde ekseninde Doğuya doğru cismânî mertebelenişi
aktardıktan sonra döner ve bu kez sûret ekseninde dört unsurdan başlayarak varlık
mertebelerini yukarıya doğru sıralar. İnsana geldiğinde artık saf sûretler alemi
(maddeden bağımsız cisim olmayan ayrık cevherler) nin sınır noktasına ulaşmış oluruz.
Burada insan nefsi maddeyle (beden) beraber bulunmakla beraber ondan bağımsız
olduğu için “iki boynuz arasından doğan güneş”e (zülkarneyn) benzetilir (maddenin
81 İbn Sinâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 22-26, 48-49.; el-işârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 352-355.; et-Ta’likât, s. 69.
34
genel anlamda sıcak denizle sembolize edildiği yerde “batan güneş” sembolü Batı’nın
uç noktasındayken “doğan güneş”le Doğu sınırına girilmiş olur). Boynuzların bedene ait
güçleri sembolize ettiğini anladığımız hikayenin bu bölümünde nefs bedenden
yükselerek bağımsızlaşmakta bu yönüyle de Doğu’ (mufarak cevherler alemine) ya ait
olmaktadır.
“İki boynuz sahibi (zülkarneyn)” Salaman (nefsi nâtıka) ve Absal
(müstefâd akıl) hikayesinde Absalın yeryüzüne hakimiyetini, Doğuyu ve Batıyı
fethetmesini anlatan bir sembol olarak karşımıza çıkar.
Bu anlamı destekleyen bir diğer sembol de “nefs”in bu “sınır” halini anlatan
“kutup” sembolüdür. Doğu ve Batıyı ayıran bu sınır noktasına yılın belli zamanlarında
“güneş” doğar. Filozofun bilgi teorisinin sembolik yansımalarını gördüğümüz bu
bölümün ayrıntılarını ileriye bırakıp insanın varlık yapısıyla hikayelerde Doğu ve Batı
(Sûret ve Madde)’nın ve aynı zamanda Kuzey ve Güney (Bilgi ve Bilgisizlik)’in
birleştiği eksenin merkezinde olduğunu söylemekle yetinelim.82
“Güneş” sembolünün insan nefsi gibi Faal Aklı da sembolize etmesi (aradaki
fark nefsi sembolize eden güneşin “doğması”dır ki, bu fark Faal Aklın her zaman
“faal”ken nefs bu gücü sonradan elde eder.) ve insan nefsi ile Faal Aklın aynı sembolü
paylaşmaları bir diğer açıdan nefsin gayri cismani bir cevher oluşuna atıf için hikayede
kullanılır. Her üç nefsin (nebâtî, hayvânî ve insânî) bir ‘güç’(yeti) veya ‘cevher’
olmasını belirleyen şey, bedenin “mîzâc”ıdır. Düşünürümüze göre nefslerin beraber
bulundukları bedenler, nebâtîden însanî bedene doğru bir “mu’tedil”lik derecesi
gösterirler. Burada en “mu’tedil” olan ve semavî cisme benzeyen beden, insan
bedenidir. Dolayısıyla yalnızca insan bedeni, Faal Akıl’dan (el-cevherü’l-müdebbiru’lmufârak) hayat veren (muhyî) ve ona benzeyen bir cevheri kabul edebilir. Diğer nebâtî
ve hayvânî bedenler ise insan bedeni kadar mu’tedil mizâclı olamadıkları için Faal
Akıl’dan (el-cevherü’l-mufârak) yalnızca “hayat veren bir güç”ü (el-kuvvetü’l muhyîye)
kabul edebilirler. Bu demektir ki, bedenin mizâcının bozulmasıyla yalnızca insanî nefs
bâki kalmakta, öteki nefslerse yok olmaktadır.83 Bu nedenle Hayy bin Yakzan’da
bitkisel ve hayvânî nefs yerine sadece insan nefsi için “güneş” sembolü kullanılır. Diğer
82 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 45-47, 49, 50, 51.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 42-56; Seyyid Hüseyin Nasr, İslam
Kozmoloji Öğretilerine Giriş, İst.: İnsan Yayınları, 1985, s. 295.; Küyel, s. 783.; İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât,
IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 56.
83 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 230,196, 207; en-Necât, ss. 229-230,196.; et-Ta’lîkât, ss. 65, 107, 176.
35
canlıların sûret kazanması Faal Aklı temsil eden “güneş”ten bir parça ışık alarak harap
olan madde dünyasını imar eden “garipler (yabancılar)”le anlatılırken insanın bir parça
ışık yerine “güneş”le sembolize edilmesi onun kendi başına maddeden ayrı bir cevher
oluşuna vurgu yapmak içindir.84
İbn Sînâ insânî nefsin gayri cismânî bir cevher oluşuna dair başka deliller de
sunar. Bu deliller genel olarak insan nefsinin sahip olduğu onu hayvandan ayıran akıl
gücüne dayandırılır. Sadece insanın sahip olduğu bu gücü Hayy bin Yakzan’da
“yeryüzü melekler”iyle sembolize etmesi de yine nefsin sahip olduğu bu gücün cisimde
gerçekleşmesinin
mümkün
olmadığına
dair
delillerinin
ifadesidir.
Kozmosun
Doğu’suna yerleştirdiği maddeden mufarak cevherlerı ifade eden meleklerin sembol
olarak akıl gücü için de kullanması akıl gücüne sahip insan nefsinin de maddeden
mufarak oluşuna bir atıftır.85
Bu delillerin bir kısmı da insanın ictimai bir varlık oluşuyla ilgilidir ki bu da
temelde insanın akıllı bir varlık oluşuna dayanır. Hayvanlardan farklı olarak insanın
sahip olduğu bu gücü hayvanların çeşitli davranışlarından örnek alarak ortaya koymak
gerektiğine inanan İbn Sînâ Risâletü’t-tayr’da çeşitli hayvan figürlerinden faydalanarak
insanın
“kendisinin”
farkına
vararak
insan
olmasının
gereklerini
nasıl
gerçekleştireceğinin yollarını anlatır. Hayvanları örnek vermekle beraber hayvanların bu
hareketlerinin “içgüdüsel” olduğunu ve “tahayyül gücü”ne dayandığını belirten filozof
insanın aklıyla onlardan örnek alarak ve kendini yetkinleştirerek melek sûretli bir insan
haline gelebileceğini belirtir. Tersi durumda ise hayvandan daha aşağı bir mertebede
kalır. İnsanın aklî yetisine dayanan bu örnekleme faaliyeti, onun akıllı bir varlık
olduğunu gösterir ki bu da nefsin gayrî cismânî bir cevher olduğunun delilidir.86
İnsanın ictimâi bir varlık olup tek başına yaşayamayacağını ve insanın
yetkinliğe ulaşmasında da birbirine yardım etmesi gerektiğini yine bu hikayenin başında
“dostluk” çerçevesinde anlatır. Sadece insana has olan bu özellik akıl gücü sayesinde
gerçekleşmekte, bu aklın birlikte yaşayan insanların birlikte gelişmesine nasıl katkı
84 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 49.
85 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.
86 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 181-184.; Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s.
145.
36
sağlayacağı “birlikte gelin, akıllarınızın üzerindeki perdeyi kaldırın. Kiminiz kiminizi
inceleyin, kiminiz de kiminizle tamama ve kemale ulaşın” cümlesinde ifadesini
bulmaktadır.87
c) Benlik Bilinci Açısından İnsanî Nefsin Tanımı
İbn Sînâ’nın buraya kadar incelediğimiz nefsin mahiyeti hakkında yaptığı
açıklamaların
nefsin
varlığını
ispatlamakta
kullandığı
Aristo
yönteminden
kaynaklandığını görüyoruz. Nefsin varlığını bedendeki fiillerinden yola çıkarak
ispatlayan bu yönteme göre filozofun “ilk yetkinlik” tanımlaması nefsin maddi bir
cevher olmadığını göstermeye yöneliktir. Ancak bedene göre yapılan bu tanımlamayı
yeterli görmeyen filozof nefsin kendi başına kaim bir cevher olarak beden dikkate
alınmaksızın tanımlanması gerektiğinden bu tanımlamayı kendi yöntemi olan benlik
bilincine göre yapmaktadır.
Tanım İbn Sînâ’ya göre bir şeyin varlığını ve mahiyetini içermeli, onun
gerçekliğini akla kavratabilmelidir.88 Cisimler gibi, birleşik (mürekkeb) varlıkların
tanımı, cismânî şeyin “cins” denilen maddesi ile “fasıl” denilen sûretini içermelidir.
Ancak insânî nefs gibi, birleşik değil de basît ve mânevî olan, başka bir deyişle, varlığı
duyulur ile değil de akıl gücüyle kavranılan varlıkların tanımı ise onlara ait bir cins ve
fasıl söz konusu olmadığı için varlıklarına en yakın olan ve kendilerinden hiç
ayrılmayan (zâtî) bir niteliğiyle (lâzime) yapılır. Filozofumuz, bir şeyin cins (madde) ve
faslı (suret) ile yapılan tanımı için “hadd”, niteliği ile yapılan tanımı için “ta’rîf”
terimini kullanmaktadır.89 Nefsin varlığı duyularla değil de akılla kavrandığı için ta’rifi
yapılır ki, filozofumuzun burada “arefe” kökünden gelen bu kelimeyi seçmesi de
anlamlıdır. Bedene göre “ilk yetkinlik” olarak tanımlanan nefsin, beden dikkate
alınmaksızın kendi varlığıyla tanımı, onun varlığının ayrılmaz bir yönüyle mümkün
olacaktır. İnsânî nefsin en belirgin ve ondan ayrılmayan özelliği onun kendi varlığının
87 İbn Sinâ, Risâletü’t-tayr, s. 338; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 135.
88 İbn Sînâ, “el-Hudûd”, el-Mustalahu’l-felsefî inde’l-arab içinde (s. 229-263), Abdul-amır al-a’sam (neşr.),
Bağdat: 1985, s. 232.; Mantıku’l-meşrikıyyîn, Kahire: 1910, ss. 40-41, 44, 51, 54.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, I, ss. 155,
204-206.
89 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyât, I, ss. 231-245; Mantıku’l-Meşrikıyyîn, ss. 21-22, “el-İhlâs”, et-Tefsîru'l-Kur'âni
ve'l-lugati's-sûfiyye fî felsefeti İbn Sina içinde (s.106-113), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut: 1983, ss. 108-109.
37
bilincinde olmasıdır. “Kendisini ve başkasını bilen nefs” anlamında insânî nefs, “nutuk”
veya “akıl” terimleriyle ifade edilen “bilme” fiilinden türetilen “nâtık nefs” (en-nefsü’nnâtıka) veya “akıllı nefs” (en-nefsü’l-âkile) olarak tanımlanır. “Nutuk” veya “akıl”
terimleriyle ifade edilen “bilme” kökünden türeyen bu kelimeler onun aklî idrak
seviyesinde kendisini ve başkasını biliyor oluşundandır.90
Nefs’i hikayelerinde çeşitli sembollerle anlatan İbn Sînâ nefsin “kendini bilme”
yönünü nefsi sembolize eden ve onun maddeden bağımsızlığını vurgulayan tüm
sembollerinde bu anlamı da içeren bir şekilde kullanır. “Güneş” sembolünün nefsle
beraber Faal Aklı da sembolize etmesi, “kutup” sembolünde kutuplarda doğan güneşin
Faal Akıl olarak insan aklını aydınlatması, “melek” sembolünün maddeden mufarak
olması yönüyle İbn Sînâ felsefesinde gayr-i cismânî cevherler olan ve kozmik sistemin
melekî boyutunu oluşturan gök nefsleri (amele melekleri) ve gök akılları (kerrûbîn
melekleri) ne benzetilmesi nefsin “bilen” yönünü de içerir.
Nefs’in kendini bilişi nasıl onun ayrılmaz bir parçasıysa Risâletü’t-tayr’da
nefs’i sembolize eden “kuş”un uçma özelliği de onun ayrılmaz bir parçasıdır. Tuzağa
yakalanan “kuş” bir kafeste olduğunu ve uçmaktan alıkonduğunu farkettiğinde- kendini
bildiğinde- kafesinden çıkmaya ve yeniden uçmaya çalışır. Kafesten kurtulup uçmaya
başlaması yani kendi varlığını bilmesi sonucunda kendisi gibi maddeden mufarak
varlıkların bilgisine ulaşması ile Hayy bin Yakzan’daki nefsin yeryüzü meleklerinin
bulunduğu yerden öteye geçerek (kendini bildiğinde bu bilginin onu kendi gibi
maddeden mufarak cevherler olan) gök nefslerini ve akıllarını bilmesi ile aynı
anlamdadır.
“Salaman ve Absal” hikayesinde ise beden ülkesinin hükümdarı olan
“Salaman” kendini bilen “nefs-i nâtıka”yı sembolize eder. Kendini bilen nefs akıl
gücüne sahiptir, ancak hikayede yetkinlik seviyesine ulaşan aklın teorik (nazarî) yönünü
ayrı bir kişilikle Salaman’ın özkardeşi olan Absal’la, pratik (amelî) yönünü karısının
(bedene ait güçlerin) kızkardeşiyle temsil eder.91
90 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyât ,I, s. 247; ‘Uyûnu’l-hikme, s. 40. ; Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 195-196.
91 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 46, 49, 51; Risâletü’t-tayr, 339- 340; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, IV, Salaman ve
Absal, s. 55.
38
d) kuş sembolü olarak nefs
Sembolik
hikayelerden
Rîsâletü’t-tayr’da
nefs’in
“kuş”
olarak
sembolleştirilmesi beraberinde nefsin bedenden önce de ferdî bir varlığa sahip olup
olmadığı tartışmasını gündeme getirmektedir. Filozofumuz sistematik eserlerinde
nefs’in beden öncesi varlığının mümkün olmayacağı görüşünü savunmuş olmasına
rağmen (İbn Sînâ, Aristo’ya nispet edilen Esûlocya’nın şerhinde nefsi bedenden önce
ferdî bir varlığa sahip olmadığını açıkça belirtmektedir.92) nefs’in bedenle ilişkisini
anlattığı kasidesi “el-Kasidetü’l-‘ayniyye” (Ruh Kasidesi) de nefs’in “güvercin”le
sembolleştirilmesi bazı araştırmacıların onun eş-Şifâ’daki görüşlerinden vazgeçtiği ve
nefsin bedenden önce ferdî bir varlığı bulunduğu görüşünü kabul ettiğini düşünmelerine
neden olmuştur. Ancak bu Kaside ve nefs’in yine “kuş”la sembolize edildiği Risâletü’ttayr hikayesinin sembolik bir dille yazılmış olması bu tür kuşkuları gündeme getirse de
filozofumuz sembolik dilden kaynaklanan bu yanlış değerlendirmeleri yine sembolik
dilin doğru okunmasıyla çözülebilecek şekilde kurgulamıştır.
“Nefs’i temsil eden “kuş”un bedeni temsil eden “tuzak”a yakalanmadan önceki
varlığı, nefsin bedenden önce varolduğuna, dolayısıyla nefs ve beden arasında varlık
açısından bir sebeplilik ilişkisine mi işaret etmektedir?” sorusunu da filozofun
sistematik eserlerindeki görüşlerinin ışığında hikayenin örgüsü içinde cevap arayacağız.
İbn Sînâ felsefesini inceleyecek olursak filozofun nefsin bedenden önce ferdi
varlığının sözkonusu olamayacağı fikrine sahip olduğunu görürüz.
İbn Sînâ, nefsin varlığını ve mâhiyetini ortaya koyduktan sonra nefsin bedende
ne zaman varolduğu üzerinde durmaktadır. Acaba insan nefsleri bedenden önce de ferdî
varlıklarını sürdürmüşler midir?
İnsan nefsleri bedenden önce varolsalardı bir ya da çok olmaları gerekirdi.
Sayısal bakımdan çok olmaları imkansızdır; çünkü bedenle ilişmeden önce sayısal
bakımdan çok olmaları için yani farklı olmaları için ya mahiyet ve sûretleri, ya unsur ve
maddeleri, ya maddede farklı zamanlarda varolmaları, ya da maddelerini bölen
nedenlerin varolması gerekir. Onları birbirinden ayıran mahiyetleri ve sûretleri olamaz.
92 İbn Sînâ, “Şerhu Kitâbı Esûlocya”, Aristû inde’l-arab içinde (s. 35-74), A. Bedevî (nşr.) Kahire: 1947, s. 37 (a).
39
Çünkü sûretleri birdir ve aynı türü oluştururlar. O halde nefslerin birbirinden farklılığı
mahiyetin özellikle kendisine iliştiği bedenden ileri gelmektedir. Bedene ilişmeden önce
nefs, basit bir mahiyet olacağı için bu durumdaki nefsin sayısal bakımdan çok olması
düşünülemez. Yine nefsin zaman bakımından da ötekinden farklılığı söz konusu
olamaz. Çünkü farklılık madde, zaman ve maddedeyi ayıran nedenlerden, arazlardan
ileri gelir. Bunlardan tamamiyle soyutlanmış olan nefslerin birbirlerinden farklı olmaları
mümkün değildir. O halde nefslerin, bedene ilişmeden önce sayısal bakımdan farklı
özlere sahip olmaları söz konusu olamaz.93
Öte yandan, bir tek tür oluşturan insan nefslerinin, bedene ilişmeden önce,
sayısal bakımdan bir tek öze sahip olmaları da imkansızdır; çünkü iki beden var
olduğunda, bu iki bedende, aynı zamanda, iki nefs varolur. Bu durumda, ya bu iki nefs
bir tek nefsin iki parçasıdır, ya da sayısal bakımdan bir tek nefs iki bedende
bulunmaktadır. İki nefsin bir tek nefsin iki parçası olması halinde, büyüklüğü ve hacmi
olmayan bir tek şey kuvve halinde bölünebilir olacaktır ki, böyle bir şey saçmadır.
Sayıca bir tek nefsin iki bedende bulunmasının imkansızlığı ise açıktır.94
Hikayede bahsi geçen “kuş sürüsü”nü bu açıdan incelediğimizde bu sembolün
genel bir ifade olarak tek bir türü göstermesinin, nefslerin sayısal bakımdan “çokluk”
ifade etmesini ve “sürü” olmalarıyla da tek bir öze sahip olmalarını da dışta bırakma
gayesine matuf görünmektedir.95
O halde “kuş sürüsü” hikayenin bir parçası olarak hangi gayeye
dayanmaktadır? Ruh Kasidesi’nde olduğu gibi neden sadece tek bir kuş’un hikayesi
değil de bir kuş sürüsünün hikayesi diye sorduğumuzda hikayenin anlatıcısı olan
“kuş”un yaşadıklarından bu sorunun cevabına yaklaşabiliriz. Yukarıda nefsin tenbih
yoluyla uyarılması sonucunda bu sürü içindeki arkadaşlarından bir kısmının onun
kafesten kurtulmasına vesile olmalarından söz etmiştik. Ve onunla birlikte yol
arkadaşlığı yapmaları hikaye aktarılmadan önce hikayeye ve hikayedeki yolculuğa
hazırlık niteliği taşıyan tavsiyelerin yer aldığı “giriş” bölümünün başında “dostluğa” ve
asıl dostluğun ancak birbirlerini kemale erdirmeye çalışan kişiler arasında
93 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 198-199. ; en-Necât, ss. 300-301.
94 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 199. ; en-Necât, ss. 301.
95 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.
40
olabileceğinin vurgulanmasına atıftır. Zira hikaye bu “kuş”un arkadaşları tarafından
uyarılması (tenbih) ve onların yol göstermesi sonucunda asıl vatanlarına yolculuklarının
hikayesi olmuştur.96 Dolayısıyla “kuş sürüsü” sembolü yukarıda açıklanan nefsin beden
öncesi varlığını imkansız olduğunu ispatlayan görüşüne uygun olmakla birlikte asıl
amacı olan insanların birbirini kemale yöneltmekte birbirine duyduğu ihtiyacı anlatma
gayesine yöneliktir.
Bununla birlikte “tek bir kuş”tan söz ediyor olsak bile Risâletü’t-tayr
hikayesinin başında daha önce söylediğimiz gibi çeşitli hayvan figürleri kullanan İbn
Sînâ bu hayvanların çeşitli davranışlarından insanlara örnekler sunarken nefs’i
anlatmakta “kuş” sembolünü seçmesi de nefsin beden öncesi ferdi varlığından ziyade
onun geliş kaynağına işaret sayılmalıdır.
Filozofun Risâletü’t-tayr hikayesini, yine onun “nefs”in bedenle buluşmasını
sembolik-kaside dilinde anlattığı Ruh Kasidesi ışığında okuduğumuzda hikayedeki
semboller daha anlaşılır hale gelmektedir. Her iki anlatımdaki ortak sembollerden biri
olan “kuş”un yükseklerden inişi Ruh Kaside’sinde daha vurguludur. Elbette kuşların
memleketi göklerdir, ancak burada bunun yerine “yükseklerden” ifadesinin kullanılması
nefsin ait olduğu geldiği yeri vurgulaması bakımından daha açıklayıcıdır. Zira Kaside
“çok yükseklerden nazlı ve gururlu bir güvercin sana indi” derken sözü edilen
“güvercin”in nefs’i sembolize ettiği çok açıktır. Nefsin maddeyle buluşmasının
yüksekten aşağıya inişle ifade edilmesi İbn Sînâ’nın kozmoloji anlayışıyla da
uyumludur. Madde aleminde dolayısıyla aşağıda bulunan bedene son semavi akıl olan
Faal Akıl’dan nefsin feyezan edişi kuş’un yükseklerden yere inmesiyle sembolize
edilmektedir.97
Hayy
bin
Yakzan’daki
varlık
hiyerarşisi
“yatay”
(Doğu-Batı)
bir
sembolizasyonla anlatılırken Risâletü’t-tayr ve Ruh Kasidesinde “dikey” (aşağı-yukarı)
bir sembolizasyon olarak karşımıza çıkar. Bunu en iyi Ruh Kasidesi’ndeki “harabe”
sembolü anlatır. Hayy bin Yakzan’da Doğu’dan gelen “yabancılar” (sûretler) Batı’daki
“harabe”yi (madde) imar ederlerken Ruh Kasidesi’nde “yükseklerden” inen güvercin bir
96 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, ss. 338-340.; Heath, 91.
97 İbn Sînâ, “el-Kasîdetü’l-ayniyyetü’r-rûhiyye fi’n-nefs” (Ruh Kasidesi), İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri
içinde (s. 325-334), Mahmut Kaya (haz.), 2. bs. İst.: Klasik Yayınları, 2005, s.325.
41
“harabe”ye konar. Hayy bin Yakzan’da genel anlamda maddenin sembolü olan
“harabe” Ruh Kasidesi’nde özel anlamda bedenin sembolüdür. “Yücelerden” “aşağıya”
inen “kuş”un yönelişi de yine “yücelere” olacaktır. Bu anlamda “kuş”un Risâletü’ttayr’da “geldiği yeri” hatırlama sonucunda beden kafesinde sıkıntı yaşaması, Ruh
Kasidesi’nde geldiği “yüce alem”de verdiği saflığını koruma sözünü hatırladığında
gözyaşı dökmesi (Kur’an’da geçen ruhların Allah’a verdikleri söze atıf) “nefsin
bedenden farklı doğasının farkına vararak (öz-bilince varması)” beden yükünden
kurtulup ait olduğu “kutsî aleme” dönme isteğini anlatır. Dönme isteği de kendi
doğasını tanıyan nefsin kendisi gibi maddeden bağımsız cevherler alemi olan metafizik
aleme (yücelere) açılarak kendini yetkinleştirme gayesinin işaretidir.98
Nefsin geldiği yere (yaşadığı yere değil) vurgu yapan bir diğer mısrada nefsin
bedenle buluşma süreci Ruh Kasidesinde üç aşamayı sembolize eden üç sembolle
anlatılır. Nefs kendi “merkez”inin “M”sinden ayrılır, “iniş (hubût)” in “H”siyle buluşur
ve “ağır(sakîl)”ın “S”si onu yakalar. Merkez ulvî alemi, iniş Faal Akıldan feyezanı, ağır
ise maddeyi sembolize eder. Hayatın ilkesi ve merkezi sayılan nefs, kendi ulvî
aleminden bayağı sayılan madde alemine ansızın inerek taşlı kumlu arazi (Hayy bin
Yakzan’da kıraç ve çorak toprak) gibi verimsiz olan bedenle buluşur.99 Bu anlatım
filozofun aşağıda değineceğimiz nefs ile bedenin buluşması hakkında yaptığı
açıklamalara uygun görünmektedir.
Şimdi nefsin ne zaman varolduğu sorusuna geçebiliriz. İbn Sînâ’ya göre nefs,
bedenden önce varolamayacağına göre, kendisi tarafından kullanılmaya elverişli bir
bedenin var olmasıyla varolur. İşte bu var olan beden, nefsin vatanı ve organıdır. Nefsin
özünde, kendisinin var olması için elverişli niteliklere sahip olan bedeni kullanmak,
yönetmek ve onun tarafından cezbedilmek için doğal bir tutku bulunmaktadır. Bu tutku
nefsi, özellikle bedene bağlar; bu bedenden farklı olan öteki bedenlere ilişmekten
alıkoyar.100
Kendisine uygun, elverişli bir bedenin varolmasıyla varolan nefsin hikayede
zikredilme önceliği ve sonralığı bu cümleye uygun olarak bir bölük avcı ve onların
98 İbn Sînâ, el-Kasîdetü’l-ayniyye, ss. 326-328.; Heath, 94.
99 İbn Sînâ, el-Kasîdetü’l-ayniyye, ss. 325-326.
100 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 199-200; en-Necât, ss.301-302.
42
kurduğu tuzakların öne alınarak bunun akabinde kuşların bu tuzağa inmeleri ve tuzağa
yakalanmalarıyla anlatılır. Gök cisimlerinin değişik hareketlerinin etkisi sonucu,
inceliğini insan aklının kavrayamayacağı şekilde101 tabiî unsurların birleşmesiyle
(mizac, tesviye) meydana gelen bedeni, avcıların içine yemler koyarak hazırladığı tuzak
anlatır. Ancak hikayeden anladığımıza göre bu tuzak kafesleri ve ayağa dolanan ipleri
de kapsamaktadır. Nefsteki bedeni yönetme ve ona yerleşme tutkusu ise kuşların bu
yemlerin güzelliğine ve o bölgedeki rahatlığın cazibesine kapılarak aşağıya inmeriyle
anlatılır. Aslında birbirine zıt olan, tabiatları gereği, birbirlerinden uzaklaşma ve ayrılma
eğiliminde olan bu unsurlarının bir birleştiriciye ihtiyacı vardır. Ancak bu unsurlar
birleştikten sonra bile, tabiatları gereği, birbirlerinden ayrılmaya ve uzaklaşmaya
çabalarlar; çünkü zorla birleştirilmişlerdir. Bu zorlayıcı ortadan kalktığında birleşmeleri
son erer ve çözülürler. O halde nefs bedenin birleştiricisi ve koruyucusudur.102
Ancak, nefsin birleştiricisi olması, onun, mizacın oluşumundan önce gelmesini
gerektirecektir. Oysa mizaç, bedenin nefsi almaya hazırlıklı bir niteliğe sahip olmasıdır
ve dolayısıyla nefsin bedende varlığından önce gelir. İbn Sînâ’nın el-İşârât’ını
yorumlayan et-Tûsî (ölm. 672/1274), bu çelişkiyi şöyle gidermektedir: Nutfenin
(spermanın) parçalarını birleştiren, oluşacak bedenin nefsi değil, anne ve babanın
nefsidir. Daha sonra bu mizaç, annenin nefsinin yönetiminde, nefsi kabul etmeye
hazırlıklı oluncaya dek kalır. Daha sonra ise beden, nefsin var olmasıyla kendi koruyucu
ilkesini elde etmiş olur. Bu ilke, artık, aynı zamanda bedeni beslemek suretiyle, bedenin
parçalarının birleştirici ilkesi olmayı da üstlenmiştir.103
Ayrıca İbn Sînâ, “onu düzleyip, ona ruhumdan üflediğimde, ona secdeye
kapanın” (Kur’ân, Hicr (XV), 29) ayetini, Tanrı’nın, bedenin mizacını nefsi almaya
hazırlıklı bir duruma getirmesi ve ona ruhânî bir öz olan nefsi vermesi biçiminde
yorumlamaktadır.104
101 İbn Sînâ, en-Necât, s. 196.; “en-Nâs”, et-Tefsîru'l-Kur'âni ve'l-lugati's-sûfiyye fî felsefeti İbn Sina içinde (s.
123-125), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut: 1983, s. 123.
102 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, II, s. 353.
103 İbn Sina, el-İşârât ve’t-Tenbîhât , II, ss. 354.
104 İbn Sina, “Risâle fî Ma’rifeti’n-Nefs’in-Nâtıka ve Ahvâlihâ”, A. Fuad el-Ehvânî (neşr.), Ahvâl’ün-nefs içinde (s.
181-192), Kahire: 1952, ss. 184-185.
43
Risâletü’t-Tayr’ı şerheden Ömer bin Sehlan-ı Savî “mizâc bedenden önce
nefiste ortaya çıkmaz, bedenin ortaya çıkışıyla ortaya çıkar, yani maddeyle birlikte
meydana gelir ve ondan çözümlenmez” diyerek bu duruma atıfta bulunur.105
“Nefs kendisine uygun bir bedenin varolmasıyla varoluyorsa bu durumda nefs
varlık bakımından bedenden sonra mı gelmektedir?” sorusuna olumsuz cevap veren İbn
Sînâ eğer böyle olsaydı bedenin nefsin varlığının maddî, sûrî, gâî ve fâil sebeplerden
birinin olması gerktiğini söyler ve bunlardan hangisinin nefsin sebebi olmaya uygun
olduğunu araştırır. Beden nefsin fâil nedeni olamaz; çünkü beden yalnız başına etkin
olmayıp, yalnızca güçleriyle faaliyet gösterir. Bedenî güçler ise maddeden bağımsız,
kendi başına kaim olan bir cevherin var olma sebebi olamazlar. Beden nefsin maddî
sebebi de olamaz; çünkü maddeden bağımsız olan nefs bir mahalde bulunmaz. Beden
nefsin sûrî ya da gâî sebebi olmasına gelince bunun tersi akla daha uygundur. O halde
nefsin bedenle ilişkisi biri diğerini var edecek biçimde bir sebeplilik ilişkisi değildir.
Buna göre varlık bakımından her iki cevherin arasındaki ilişki eşit derecededir. Bununla
birlikte beden nefsi vareden fâil sebep anlamında bir sebep değilse de bir açıdan nefsin
varoluşunun (hudûs) sebebidir. Nefslerin belli bir neden olmaksızın rastgele varolmaları
düşünülemez. Eğer rastgele varolsalardı nefsin varolmasıyla beden de varolurdu. Nefsin
bireyselliğini kazanmasını sağlayan bir alet bulunmaksızın yaratılması onun amaçsız
yaratıldığı anlamına gelir; oysa tabiatta hiçbir şey amaçsız yaratılmamıştır. O halde
bedende nefsi almaya bir hazırlık ve elverişlilik bulunduğunda nefsin mufarak
sebeplerden varolması zorunludur. Bu durum hikayede kuşların tuzaklardaki yemin
cazibesine kapılarak aşağıya inmekte acele etmeleriyle anlatılır. Buradaki acele mizac
ve kabiliyet varolunca Vahibü’s-suver tarafından bu mizac ve kabiliyet âtıl kalmasın
diye nefsin var edilmesidir. Bedenin belli bir mizacla nefsi kabul edecek seviyeye
gelmesi, nefsin varoluşunun imkanıdır, varlığının imkanı değil. Zira varlığın imkanı ile
varoluşun imkanı İbn Sînâ’ya göre farklı şeylerdir. Varoluşun imkanı, varlıktaki imkanı
ortadan kaldırmaz. Buna göre insanî nefslerin çoğalması ve ferdileşmesi ancak
bedenlerle mümkündür.106
105 Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s.149.
106 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 202-204, 207; en-Necât, s.302-305, 309.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr
şerhi, s.154.
44
Nefsle beden arasındaki ilişkide birbirine uygunluk öne çıkmaktadır. Ancak
nasıl olup ta nefsin ve bedenin karşılıklı olarak birbirlerine elverişli oldukları hususu
açıkça bilinmemektedir. Nefs, bedenle birlikte ferdi bir varlık olup, daha sonra kendi
zatında ve bedeninde gerçekleşen fiilleri bakımından birbirinden ayrı bir şahıs haline
gelir. Yetkinlik ilkelerini önce beden aracılığıyla elde ederse de, daha sonraki
gelişiminde bedene gereksinimi kalmaz.107
Nefsin yetkinlik ilkelerini beden aracılığıyla elde ettiğini söyleyen İbn Sînâ
nefsin beden öncesi “ferdi ve şahsi” bir varlığı olsaydı onun bedene gelmesinin bir
hikmetinin ve anlamının olmayacağını belirtir.108 Çünkü nefs, zorunlu olarak bedenle
yetkinleşecek bir özellikle yaratılmıştır. Filozofa göre bedene nazaran daha üstün bir
varlık olan nefsin niçin bedenle birlikte yaratıldığı ve belli ölçüde neden bedene muhtaç
olduğu şeklindeki bir soru anlamsızdır. Çünkü biz bu gibi metafizik konuların “niçin
böyle olduğu” (burhânı limmi) bilemeyiz.109 Nitekim filozofumuz nefsin yüce alemden
suflî aleme iniş nedenini Ruh Kasidesi’nde de sorar. Nefsin bedenle birlikte olmasının
hikmetinin ancak onu Yaratan’ın bildiğini ve insan aklının bu hikmete tam anlamıyla
vakıf olmasının mümkün olmadığını belirttikten sonra eğer nefsin aleti olan bedenle
buluşmasının nefsin ferdileşmesi ve yetkinleşmesi Kaside’deki deyimle “işitmediklerini
duyup öğrenmek, iki dünyanın bütün gizlilikleri öğrenmek” gayesine matufsa insan
hayatının bunun için yeterli olmadığını vurgular.110 Çünkü tam yetkinlik mufârak
varlıklar gibi olmaktır. İnsan nefsi ise böyle bir yetkinliğe sahip olacak nitelikte
değildir. O ancak bedenle beraber kendini yetkinleştirecek bir yeteneğe (isti’dâd)
sahiptir. Ancak bu yeteneğin ölçüsü konusunda kesin bir şey söyleyemeyeceğimizi
belirten filozof, belki mufarak cevherleri kavrayacak bir yetenekten söz edilebileceğini
söyler. Bu yeteneğin tam olarak kazanılmasının beden sonrasında gerçekleşmesinin ise
beden gibi bir cisim değil semâvi bir cisim olması gerekir. Ancak bu konunun da
imkansız olmamakla beraber kesinlik ifade etmediğini belirterek bu yeteneği kazanılıp
kazanılamamasının kişiye bağlı olduğu söyler. Nefsin bedenden ayrıldıktan sonraki
durumu bizim için açık olmamakla beraber filozofa göre, önemli olan şey, yapılması
107 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.199; en-Necât, ss. 302
108 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, III, ss. 316-317.
109 İbn Sînâ, Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 197-198.
110 İbn Sînâ, el-Kasîdetü’l-ayniyye, ss. 331-334.
45
gereken şeyleri bilip buna göre davranmaktır ve yeteneklerimizi mümkün olduğu
nispette geliştirmektir.111
Ruh Kasidesi’nde dünya hayatının nefsin kendini tam olarak yetkinleştirmesine
imkan tanımadığını belirten İbn Sînâ nefsin bedendeki süresi dolduğunda “bir daha
doğmamak üzere batan güneş, bir görünüp bir an sonra koybalan şimşek”e benzediğini
söyler. Nefsin bedenden sonra da varlığını sürdürdüğü görüşüne sahip olan
filozofumuzun onun ölümden sonra tekrar başka bedenlere girmesi (tenasüh) anlayışına
katılmadığını bu kasideden de anlıyoruz. Nefsin kendini yetkinleştirmesinde dünya
hayatının yetersizliğinin ahiret hayatında tamamlayacağına inanan filozofumuzun
felsefe anlayışında da tenasüh anlayışına yer vermesi düşünülemez. Mizacı teşekkül
eden her beden zorunlu olarak Faal Akıl’dan kendisiyle ilgilenecek bir nefsi
hakettiğinden, ölümden sonra nefsin başka bir bedene girmesi mümkün değildir. Aynı
zamanda tenasühü kabul etmek alemde tesadüf ve rastgeleliği de kabul etmek anlamına
gelir ki filozofun metafizik anlayışında bu şekilde bir düşünceye yer yoktur. Ayrıca
böyle bir durum söz konusu olsaydı herkesin kendi “ben”inin birliğinin şuûruna sahip
olduğunu söyleyen düşünürümüze göre insanda biri Faâl Akıl’dan, öteki, ölmüş
insandan gelen iki ayrı benlik şuûru bulunması gerekirdi. Oysa her bir insanda bir tek
benlik şuûru vardır.112
İbn Sînâ’nın Ruh Kasidesi, her ne kadar onun Eflantuncu görüşlere yönelişine
ispat niteliği taşıdığı gibi bir görüşe yol açmışsa113 da bunun söz konusu olamayacağı bu
kasidedeki son mısralardan rahatlıkla anlaşılabilir. Felsefesinde tenasühe yer vermeyen
filozofumuz bunu kasidesinde sembolik dille ortaya koymasına rağmen bu Kaside ve
Risâletü’t-tayr hikayesinde “kuş” sembolünü kullanması Eflatunu’un benzer bir
sembolizasyonu kullanmasıyla benzerlikler taşıdığından böyle bir anlayış ortaya çıkmış
gibi gözükmektedir. “Kuş” sembolünün kullanılmasında bir benzerlik olsa da bu
sembolün kullanılmasındaki amaçlar açısından benzerlikten ziyade karşıtlıktan söz
edilebilir. Zira Eflatun bu sembolü nefs (ruh) in beden öncesi varlığına oradan da
111 İbn Sînâ, Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 197-198.
112 İbn Sînâ, eş-Şifa, en-Nefs, ss. 198-207; el-İlâhiyyât, I, ss. 178-179; es-Semâ’u’t-tabi’î min Kitâbi'ş-Şifâ, s. 223.;
Risâletü Adhaviyye fî emri’l me’âd, ss. 90-91; et-Ta’lîkât, 29, 67, 112, 115.; “insânî nefsin bedene ihtiyaç duyması;
varlığının imkânının bedenle birlikte beraber olmasından ve kezâ yetkinleşmesinin bir kısmına bedenle
ulaşabilmesindendir. Eğer nefs “hâdis” olmasaydı bedene ihtiyaç duymayacaktı...”; et-Ta’lîkât, s. 176.
113 Durusoy, s. 78.
46
bedenden sonra başka bedenlere girmesi (tenasüh) görüşüne temel hazırlamak için
kullanır. Onun bu sembolü nasıl tasarladığına kısaca göz atalım.
Bildiğimiz gibi Eflatun’a göre öğrenme hatırlamadan ibarettir. Bir şeyin
hatırlanması için önceden öğrenilmesi gerekir. Doğmadan önce öğrenmek oluyorsa, bu
insan şekline girmeden önce vücuttan ayrı ve düşünceye sahip olarak ruhun (nefsin)
yaşadığını gösterir. Buna göre ruhun bedenden önce yaşadığı kabul edilirse, onun
ölümden sonraki varlığını kabullenmek zorunluluk olur.114 Ruh olmadıkça yaşam
olmuyorsa bu yeni yaşam ölümden doğmalıdır. Ölüm ve yaşamın birbirini doğurduğu
görüşünden hareketle kapalı devre bir ruh anlayışıyla varolan ruhların birinden diğerine
geçmesi
anlamına
gelen
tenasüh
görüşünü
benimseyen
Platon
bu
anlayışı
sembolleştirerek ruhu kanatlı atların çektiği vücut arabasının arabacısına benzetir.115
Kanatlarını bilgelik ve iyilikle güçlendirdiğinde Tanrısal alana yükselen ruh tanrıları
temaşa eder, çirkinlik ve kötülük kanatları aşındırıdığında yeryüzüne düşer ve topraktan
bir vücuda tutunur ve orada gördüklerini unutur.116 Bir güzellik gördüğünde ise yeniden
kanatlanmak ve yükselerek tanrısal olana ulaşmak ister. Bunu kısmen başarırsa bir
dahaki hayata gelişinde insan vücuduna girer, unutuşa gömülmüş bir hayat yaşarsa bir
dahaki gelişinde bir hayvan vücuduna girer.117
Gördüğümüz gibi Platon’un “kanat” sembolüyle İbn Sînâ’nın “kuş” sembolü
benzerlik taşısa da bu sembolün kullanılış biçimi ve gayesi açısından birbirinden
oldukça farklıdır. Öncelikle Platon ruh’u kanatlı atlarla arabacının biraraya gelmesinden
doğan bir güce (Phédre Zuba) benzetirken İbn Sînâ nefs’i “kuş”la sembolize eder.
Platon bu sembolü kullanırken “kanat”ın ağır olanı yükseğe çıkarması bakımından
ruhun yükselmesini en iyi anlatan sembol olduğunu belirtirken ruhun güçlerini gösteren
atların kanatlı olması ve bu atlı araba (beden) yı kullanan arabacıya vurgu yapılması da
onu İbn Sînâ’nın “kuş” sembolünü kullanımından ayırır. Bununla beraber “kanat”
sembolü iki filozof arasındaki ortak işlevi bakımından bir “yükselme” aracıdır. Bu
yükselme Platon’da ruhun ölümden sonraki esenliğini belirlediği gibi eğer tam olarak
114 Platon, Phaidon, Suut Kemal Yetkin, Hadi Ragıp Atademir (çevirenler), 2. Basım, Ankara: Milli Eğitim
Bakanlığı, 1945, 107c, s.109,75d, s.41, 78e, s. 44,
115 Platon, Phaidros, Hamdi Akverdi (çev.), Ankara: Maarif Vekaleti, 1943, 246b, s. 45.
116 Platon, Phaidros, 246c, s.46.
117 Platon, Phaidros, 249b, s.52.
47
işlevini yerine getiremez ve ruh unutmaya, kötülüğe gömülürse ağırlaşır ve ruh
kanatlarını yitirerek yeryüzüne düşer.118 Bir diğer ortak tema da ruhun bedene girmeden
önce Bu düşüşte gireceği beden durumuna göre insan ya da hayvan olabilir. Platon’un
ruhun beden öncesi varlığını göstermek için kullandığı “düşüş”e karşın İbn Sînâ bir
“iniş”ten söz eder ve bu iniş “bir ayartma”yla (avcıların tuzağı çekici hale getirmeleri)
gerçekleşir.119 Nefsin bedenle buluşmasında nefsin ve bedenin ontolojik hiyerarşideki
yerine gönderme yapan bu ifade Platon’da yetkinliğini sağlayamamış ruhun yeniden bir
bedenle bunu gerçekleştirmek için yeryüzüne geri dönüşünü ifade eder. Platon’un bu
kapalı devre kozmoloji anlayışına uygun olan bu sembolizasyon İbn Sînâ’da kendi
felsefî sistemine uygun varolan her mizac için bir nefsin varolması ve bu varolan nefsin
bedenden bağımsız olarak varlığını bedenden sonra da sürdürmesi ve kendini
yetkinleştirmek için “uçma” kabiliyetini kazanması ve bu kazançla hayatını bitirmesini
amaçlar. Nitekim nefs bedenden önce bir hayata sahip olmadığı gibi öldükten sonra da
tekrar bedene dönmeyecektir. İbn Sînâ Ruh Kasidesi’nde nefsin ölümden sonra tekrar
başka bir bedene girmeyeceğini açıkça belirtmesinin yanı sıra Risâletü’t-tayr’da da
bunu ima eden herhangi bir sembolle karşılaşmıyoruz.
I. 2. NEFSİN VARLIĞINDAN METAFİZİĞE
A. Metafizik Bilginin İmkanı
İbn Sînâ, üç sembolik hikayesinde de nefsi (nâtık nefsi) merkeze almış ve
kendini bilen nefsin bu benlik bilgisinin onun metafizik alemin kapılarını açmasında bir
anahtar rol oynadığını çeşitli sembollerle göstererek insan için metafizik bilginin
imkanını ortaya koymuştur.
Nefsin varlığının ve mahiyetinin bilinmesi İbn Sînâ felsefesinde metafiziğe
giden yolun başında bulunur. Nefsin kendi varlığının farkına varması ve bedenden
bağımsız bir cevher olduğunu idrak etmesi ise “akıl gücü” iledir. Akıl gücüne sahip her
insan kendi varlığının bilincine vardığı gibi kendisi gibi olan varlıkları da idrak etme
118 Platon, Phaidros, 246e, s.47.
119 Corbin, Avicenna and the Visionary Recital, ss. 178-181
48
imkanına sahiptir. Bu imkan insanın varlık yapısından kaynaklanır. Maddî bir bedenle,
gayri maddî bir cevher olan nefs-i nâtıka’dan meydana gelen insan için metafizik
bilginin kapısını açmanın yolu kendi nefsinin varlığının ve mahiyetinin bilgisine
ulaşmaktır. Buna göre “benlik” bilgisi metafizik bilgiye giden yolun başında bulunur.120
Nefsi incelemek bir yönüyle fiziğin bir diğer yönüyle metafiziğin işidir. Bu
nedenle olsa gerek filozofun sistematik eserlerinde (eş-Şifâ, Kitâbü’n-Necât, Uyûnu’lHikme, el-İşârât ve’t-Tenbîhât gibi) nefs biliminin fizik bilimleriyle metafizik arasında
yer alması buna işaret sayılabilir. Nitekim filozof, Aristo’nun De Anima’sına (Kitâbü’nNefs) yazdığı ‘talikat’ta nefsin varlığını ve mahiyetini bilmenin fizik ve metafizikteki
yararını anlatır. Buna göre nefs bilgisinin fizikteki yararı, hars ve nesle âit durumların
anlaşılmasında ve göğün (sema) nefsle hareket ettiğinin bilinmesinde, metafizikteki
yararı ise maddeden ayrı (el-mufârak li’l-madde) varlıkların bilgisine yükselme ve aklî
idrâkin nasıl olduğunu kavramada görülür.121
Nefsin kendi varlığının bilgisine ulaşması “akıl gücü” ile gerçekleştiğine göre,
metafizik varlığın bilgisine de bu güçle ulaşabilecektir. Buna göre sarih akıl sahibi her
insan metafizik bilgiyi elde edebilir. Zira aklını bilkuvvelikten bilfiilliğe çıkaran insan
nefsini temsil eden ve bunu Faal Akılla ittisalle gerçekleştiren Hayy bin Yakzan
hikayesinin kahramanı beden şehrinin çevresine çıkarak metafizik bilginin kapısını
aralamış, kendini bilen nefs bu bilgisiyle kendisi gibi olan varlıkları tanımaya yol
bulmuştur. Yersel nefsler (en-nüfûsu’l-arziyye) Hayy bin Yakzan’da “yeryüzü
melekleri” olarak sembolleşirken nefsin aklını bilfiilliğe çıkardığında “meleklere”
benzetmesi ve bu seviyeye ulaşanların (insan nefslerinin bulunduğu ülkeden geçmesine
izin verilenlerin) gök nefslerinin (en-nüfûsu’s-semâviyye, göksel meleklere) ülkesine
girebilmeleri de buna bağlıdır.122
Nitekim İbn Sînâ insanî nefslerle göksel nefsler arasındaki varlık ve bilgi
açısından benzerliği (tenâsüb) Tanrı’nın bilinmesinde katkı sağladığını söylemekte ve
Nebi’nin “kendini bilen Rabbini bilir” sözünü bu durumu açıklayan bir cümle olarak
120 İbn Sînâ, Risâle fî Ma’rifeti’n-nefsi’n-nâtıka ve ahvâlihâ, ss. 182,184.
121 İbn Sînâ, et-Ta’lîkât ‘alâ Havâşi Kitâbi’n-nefs li-Aristâtâlis, s. 75.
122 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 62-65.
49
yorumlamaktadır.123 Ayrıca filozofumuza göre “onlar Allah’ı unuttu, Allah da onlara
kendilerini (enfüsehüm) unutturdu” (Haşr, 19) ayetinde de bu fikre işaret vardır.124 Zira
ayette ifade edilen insanın Allah’ı unutması ile kendini unutması arasındaki ilişki,
kendini bilmesi ile Allah’ı bilmesi arasındaki ilişki ile aynıdır.125
İbn Sînâ’nın, Hayy bin Yakzan’nın girişinde nefs için “kendi şehrinde iken”
sözünü Cüzcânî şerhederken insanın yukarıda sözedilen ikili varlık yapısıyla
ilişkilendirir. Küllî kavramları algılayan ve öncülleri ortaya çıkaran nefs, bedeni
yönetmekle meşgul olmadığı zamanlarda yaratıldığı şey olan bilgiyi talep etme, ilimleri
algılamaya çalışma, Tanrı’yı ve melekleri kavrama, mebde’ini bilme, tüm bunların
Tanrı ile bağını kavrama çabasındadır. Nefs yaratılışı gereği bu bilgiyi elde etmeye
meyillidir. Ancak bedenle beraber bulunan nefsin bu çabasının gerçekleşmesi nefsin
bedenle olan ilgisini en aza indirmesine ve bedenin güçlerini denetimi altına almasına
bağlıdır. Bu yönüyle nefsin kendinin farkına varması da cisimden ayrı varlığını bilmesi
metafizik bilgiye ulaştırırken, kendini bedenden ibaret zannetmesi, yani kendini
unutması onu metafizik bilgiden de uzak tutacak bu bilgiden mahrum kalması nefsin
dünyada ve ahirette helakına sebep olacaktır.126
Risâletü’t-tayr’da kuşun kafesine alışmasının ardından bu halinin kendi gerçek
hali olduğunu vehmetmesi ve “kuş” olarak uçmanın aslî özelliği olduğunu unutması
(kendini unutması) bu kafesin kendi evi, yurdu olmadığını anlamasına değin devam
eder. Bu bilince ermesi de arkadaşlarından bir kısmının kanatlarını kafesten kurtararak
uçmaya çalışmalarını görmesi sayesinde gerçekleşir. Bu bilince eren kuş tuzaktan
kurtulur ve ayaklarındaki ağdan kalan bağlarla uçmaya başlar ve şehirler, dağlar aşarak
Kozmik Dağdaki kuşlara (Gök nefslerine) ve onların yol göstermesiyle bu dağın
ardındaki Padişahın sarayına arkadaşlarıyla ulaşır.127
123 İbn Sînâ, “ed-Du’a ve’z-ziyâre”, et-Tefsîru'l-Kur'âni ve'l-lugati's-sûfiyye fî felsefeti İbn Sina içinde (s. 283288), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut: 1983, s.286.
124 İbn Sînâ, Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, ss. 147-148
125 İbn Sînâ, Risâle fî Ma’rifeti’n-nefsi’n-nâtıka ve ahvâlihâ, ss. 182,184.
126 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 24,25.
127 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, ss. 340, 342; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 149-150.; Nasr, İslam
Kozmoloji Öğretilerine Giriş, s.292.
50
Kendisini bilen nefs kendisi gibi maddeden mufarak cevherleri bilir ve bu
bilgiyle maddeden tamamen berî olan Tanrının bilgisine ulaşır. Kendisini akılla bildiği
gibi bilinen de kendisi olduğunu kavradığında Tanrının da Akıl, âkil ve ma’kûl
olduğunu kavrar ve kendisindeki bu bilgi, bilen ve bilinen olması kendi varlığının
bütünlüğünü bozmuyorsa, Tanrı ve sıfatlarının da onda bir çokluk yaratmadığını kendi
varlığında tecrübe ederek anlar. Buradan da anlıyoruz ki filozofun nefs görüşü ile
metafizik görüşü arasındaki ilişki nefsten metafiziğe nefsin kendini bilmesi üzerinde
şekillenmektedir.128
B. Tanrı’nın Tavsîfi
Hikayelerin üzerinde şekillendiği, filozofun ontoloji ve kozmoloji anlayışını
yansıtan varlık hiyerarşisinde Tanrı zirvede yer alır. Onun dışındaki varlıklar ise ona
izafeten bir hiyerarşi içinde sıralanırlar. Bu varlık hiyerarşisini içeren Hayy bin Yakzan
ve Salaman ve Absal hikayesindeki Doğu-Batı sembol ikilisi varlık-yokluk eksenini
ihsas ettirir. Doğu’nun saf sûretler alemini, Batı’nın ise madde alemini sembolize ettiği
hatırlanırsa bu iki yönün iki uç noktası önem arzeder. Her ne kadar bu semboller yatay
bir görünümde karşımıza çıksa da coğrafik olmaktan çok metafizik bir anlayışı yansıtır
ve Batı’nın uç noktası en aşağı noktayı, Doğu’nun uç noktası ise zirveyi anlatır. Batı’nın
uç noktası bu yönüyle madde (heyûla)’yı sembolize eden, Kur’an’da “aynen hâmie”
(Kehf, 86) olarak isimlendirilen, “sıcak ve kızgın deniz”le başlar. Doğu’nun uç noktası
ise bu varlık hiyerarşisinin zirvesinde tüm yaratılmışların Padişah’ı olarak sembolize
edilir. İbn Sînâ’nın varlık ve yokluk anlayışını yansıtan bu uç noktalar zirvede Varlık,
en aşağıda ise yokluk kavramına filozofun nasıl yaklaştığını da anlatır.129
İbn Sînâ, varlık kavramının zihinde a priori olarak bulunduğunu ve en apaçık,
en genel kavram olduğunu belirtir. İnsan zihnine dışarıdan gelmeyip, sonradan
kazanılmış olmayan “varlık, şey, zorunlu” gibi kavramlar Faal Akıl tarafından insan
128 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 357-358, 370; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 19, 53.; er-Risâletü'l-arşiyye
fî hakaiki't-tevhid ve isbâti'n-nübüvve, İbrahim İbrahim Hilal (thk.), Kahire: Camiatü'l-Ezher, 1980, s. 25.;
Durusoy, ss. 72-73.
129 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.; Corbin, Avicenna and The Visionary Recital, ss. 35-36, 162-164; Kutluer,
İslamın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, ss. 69-70; Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, ss. 291, 292, 295;
Küyel, s. 783.
51
zihnine feyezan eden ilk kavramlardır. Birbiriyle aynı anlama gelen bu kavramlardan
“Varlık” kavramını zihin doğrudan kavradığından ve kavradığımız en genel kavram
olduğundan, onu cinsine ve faslına ayıramaz, dolayısıyla tanımını yapamaz. Sadece
zihnin onun farkına varabilmesi için uyarılması (tenbih) gerekebilir. Bu uyarıcılar
(münebbih) yeni bir şey öğretmez, sadece hatırlatma görevi görürler.130
Varlık kavramı “bir şeyin hakikatini, bir şeyi başka bir şey değil, o şey yapan
gerçekliği gösterir. Bu gerçekliğin zihindeki (mâhiyet) varlığı ile dış dünyadaki (elvücûdu’l-isbâtî) ontolojik varlığı birlikte ya da ayrı ayrı bulunabilir. Varlığı ve mahiyeti
bir olan varlık Vâcibü’l-vücûd, yani varlığı zorunlu olandır. Bir şeyin varlığını dikkate
aldığımızda zihindeki gerçekliği ile dış dünyadaki gerçekliğini birbirinden ayırabiliyor
ve bu ikisi arasında zorunlu bir ilişkiden söz edemiyorsak bu şey mümkin bir varlıktır.
Varlığı mümkin olan şeyin varolabilmesi, onun varlığını yokluğuna tercih edecek bir
sebebi gerektirir. Mümkin varlık, varlık alanına taşındığında başkasıyla zorunlu varlık
olur (el-vâcibu’l-vücûd bigayrihi).131 Mümkinin varolabilmesi için ona bilfiil varlık
veren bir şey olması gerekir. Kendi varlığı itibariyle mümkin olan varlığın fiilen
varolması başkasıyla zorunlu olması anlamına gelir. Kendisiyle zorunlu olmayan varlık
kendisindeki imkanın dışına çıkamaz.132
Sonradan var olan (hâdis) her şey, varoluşundan önce mümkindir. Kendiliğinde
mümteni’ olsaydı varolması söz konusu olmazdı.133 Bu nedenle sonradan varolan her
şey varolmadan önce “imkan”a sahiptir. Bu imkan ise “varolma gücü”dür. Varolma
gücünü taşıyan ise “madde”dir. Madde (heyûlâ) bir imkan (olabilirlik) olarak, sonradan
olan şeyden önce gelir.134
Varoluşun imkanını taşıyan madde, Hayy bin Yakzan’da “yokluk” sembolü
olarak karşımıza çıkar. Ancak “madde”nin varlık hiyerarşisini anlatan Doğu-Batı
ekseninde Batı’nın uç noktasında yer alması mutlak varlığın karşıtı olarak mutlak
130 İbn Sînâ, eş-Şifâ, İlâhiyât, I, ss. 29-36.; Hüseyin Atay, İbn Sînâ’da Varlık Nazariyesi, Ank.: Gelişim Yayınları,
1983, ss. 28-36.; Hayrani Altıntaş, İbn Sînâ Metafiziği, Ank.: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, 1985, ss. 29-36.
131 İbn Sînâ, İlâhiyyât I, ss. 37-40; en-Necat, ss. 227, 262. ; el-İşârât ve’t-tenbîhat, III, s. 19.
132 İbn Sînâ, İlâhiyât, I, ss. 47-48.
133 İbn Sînâ, İlâhiyât, I, s. 181.
134 İbn Sînâ, İlâhiyât,I, s. 183; en-Necat, ss. 249-256; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, s. 84.
52
yokluk anlamı taşımaz. Zira filozofa göre mutlak yokluktan sözedebilmemiz için onun
var olduğunu kabul etmeliyiz. Ancak “yok” bir “şey” değildir. Bu nedenle zihinde
varlık kavramı gibi yokluk kavramı tasarlayamayız. Ancak yokluk’un bilinebilmesi
varlığa nispetle mümkün olur.135 Bu nedenle Batı’nın uç sınırında yer alan madde
Doğu’ya nispetle kavranabilir. Doğuyu anlatan güneşin burada batması onu Batının uç
noktası yapar. “Sıcak ve kızgın deniz”de sûret sembolü olan “Güneş”in batmasını
hikayeyi şerheden İbn Zeyle sûretin maddeye girmesi biçiminde yorumlarken136,
hikayenin Fârisî şârihi sûretin burada bulunmaması anlamında yorumlamıştır.137 Burada
maddenin sûretle birleşmesi ya da maddenin sûretsiz halinden söz edilmiş olsun ortak
nokta maddenin sûretten önce geldiğidir. Bu denizin üzerinde “karanlığın” bulunması
da maddenin doğasının yokluk olmasına bir diğer işarettir.
Maddenin sûret’ten daha aşağı bir varlık seviyesinde olması İbn Sînâ’nın
varlıkta bilfiilliğin bilkuvvelikten önce varolduğu görüşüne de dayanır. Cismin iç
ilkelerini oluşturan madde ve sûrette, madde cismin bilkuvve dayanağı iken, sûret bilfiil
dayanağıdır. Bilkuvve zaman içindeki varlıklarda bilfiillikten önce gelmesine rağmen
bilfiillik zaman üstü varlıklarda bilkuvvelikten önce gelir. Şerr ve eksiklik ifade eden
bilkuvveliğe karşılık bilfiillik kemal ve hayr’ı ifade eder138. Bu nedenle hikayede madde
karanlıkla, sûret ise ışık’la sembolize edilir.139
Karanlık olan maddenin kendi başına bir varlığı bulunmayıp sûretle birlikte bir
varlık kazanır. Buna karşın kendi başına var olan sûretlerden söz edebiliriz.140 İmkan
halinde olan madde varlığın varoluş sebebi olmayıp sadece varlığı kabul eden yerdir. Bu
nedenle ontolojik hiyerarşide madde sadece sûretten değil aynı zamanda varlıktan da
aşağıdadır.141 Dolayısıyla Batı’nın uç noktası varlık hiyerarşisinde en aşağıda bulunur.
Varlıklarını biraraya gelerek kuran madde ve sûretin herbirinin diğeri için
varolması mümkün değildir. Birinin diğerinden varoluşta bir önceliği olmalıdır. Yani
135 İbn Sînâ, İlâhiyyât, I, s. 36.; Hüseyin Atay, Farabi ve İbn Sînâ’ya Göre Yaratma, Ank.: Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1974, ss. 123-136.
136 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 74.
137 Hayy bin Yakzan şerhi, s.47.
138 İbn Sînâ, İlâhiyyât, I, ss. 190-191.
139 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 47, 74 (dn:30).
140 İbn Sînâ, İlâhiyyât, I, ss. 37-88.
141 İbn Sînâ, en-Necât, ss. 204-206; el-Hudûd, s. 58.
53
bağımlılık tek taraflıdır. Varoluşta eşit derece değildirler. Bu nedenle sûretin oluş ve
bozuluşta bir önceliği vardır. Sûretin bu önceliği sebep ve zât önceliğidir.142
Vâcibü’l-vücûd olan ve Varlık hiyerarşisinin zirvesinde olan Tanrı dışındaki
tüm varlıkları yokluk önceler. Varlık hiyerarşisine yaratılmışlarla başlayan İbn Sînâ
onların varlıkları zorunlu olmayan mümkin varlıklar oluşunu “yokluk”u anlatan ve
maddenin yokluğu ve sûreti eşit derecede kabul eden tabiatına vurgu yaparak başlar.
Ancak madde ve sûret cismin iki kurucu öğesi olmasına rağmen cismin varlığa
kavuşması bu iki parçadan biri sebebiyle değildir. Bu birlikteliğe varlık kazandıran
harici bir sebebe ihtiyaç vardır ki, o da Fail Sebep olan Tanrı’dır. Bu anlamda tüm alem
sebepli (ma’lül) ve alemin İlk Sebebi (‘İlle) Tanrı’dır.143
Alemde, varlıkları bir sebeple gerçekleşen varlıkların oluşturduğu hiyerarşi
varlığı mahiyetinden ayrılmayan “Vâcibu’l-Vücûd”da son bulur. Yani bu varlıklar,
başlangıçlarını O’ndan alırlar. Sebepli varlıkların zincirleme oluşturduğu varlık
mertebelerinin O’nda son bulmasını, sebepli olmayan sebebin, zincirin en ucunda
bulunmasını gerektirir. Ancak sebepli varlığın ortada bulanacağını belirten İbn Sînâ bu
nedenle Hayy bin Yakzan’da ve Risâletü’t-tayr’da varlık memleketinin en Doğusunda
ve en yüksek yerinde yani bu memleketin sarayında mertebesine ortak olmayan Padişah
olarak sembolize eder.144
Hayy bin Yakzan’da Tanrı’dan söz etmeye başlarken filozofun ilk belirttiği şey
Ona en yakın olan Gök akıllarından kat kat yükseklikte olduğu ve onun hiçbir asl’a ve
kök’e bağlanmaması gerektiğidir. Hiçbir sebebe dayanmayan Tanrı tüm yaratılanların
sebebidir. Filozof, Zorunlu Varlığın sebepsiz oluşunu onda dört sebebin bulunmayışıyla
açıklar. Varlığı ve mahiyeti bir olan Zorunlu Varlık başka bir sebepe dayanmayan
varlıktır. Dolayısıyla mümkin varlıklar gibi varoluşunu yokoluşuna tercih edecek bir
sebebin bulunması onu zorunlu varlık olmaktan çıkarır. Bundan dolayı O’nun için fâil
sebepten söz edilemez. Cisimde bilkuvve bulunan ve varlığı kabul etme yeteneği olan
maddi sebep de Zorunlu Varlık’ın sebebi olamaz. Zira O, hep bilfiil yetkinlik (kemal)
142 İbn Sînâ, el-İlâhiyyât I, ss. 80-82. ; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 184.
143 İbn Sînâ, el-İşârât, III, ss. 183-184.; Tanrının tavsifinde daha detaylı bilgi için bkz. İlhan Kutluer, İbn Sînâ
Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İst.: İz Yayınları, 2002.
144 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, s. 27.; Hayy bin Yakzan, s. 52.; Risâletü’t-tayr, s. 343.; Hayy bin Yakzan
şerhi), ss. 66-67, Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 148, 153.
54
sahibi, eksiklik karışmayan ve varlıkların yetkinliğini ondan aldığı tek varlıktır. Filozof
Zorunlu Varlık’ta sûrî bir sebebin bulunmasını kabul etmenin ise O’nda değişim
(tegayyür)in bulunduğunu kabul etmek anlamını taşıyacağını belirterek bunun cisme ait
bir özellik olduğuna dikkat çeker. Bu da O’nda zıtların olduğunu kabul etmek manasını
taşır ki bu da Zorunlu Varlık için geçerli olamaz. Gâye sebep de Tanrı için söz konusu
edilemez. Fâil sebebi olmayan Zorunlu Varlık bir şeyi gaye edinmez. O’nun sıfatlarının
da sebebi yoktur. O, sırf cömert olduğu için varlık verir.145
Bir sebebe bağlı olmayan Tanrı “ilk Sebep” olarak tüm sebepli varlıkları
önceler. Varlık mertebesinin zirvesinde olan Padişah’ın mertebesine hiçbir şey
katılamaz. Mertebece kendisinden aşağıda olan sebepli varlıklara önceliği hikayede
Padişah’ın diğer kadim varlıklar (yaratılmışların en eskileri, gök nefsleri ve akılları) dan
“kat kat üstünde bir yükseklikte” oluşuyla anlatılır. Onun varlığının diğer tüm
varlıklardan önce gelmekte oluşu Kendisiyle Kadim oluşudur. Bu anlamda Varlığı
başkasından olmayan Tanrı tüm varlıklara tekaddüm eder.146
Özellikle bahsi geçen iki hikayede de Tanrı’nın varlık memleketinin Padişahı
147
oluşu
O’nun ilk Sebep, varlığına hiçbir şeyin katılmadığı Kendisiyle Kadîm Varlık,
mertebesinde tek ve diğer varlıkların “kat kat üstünde bir yükseklikte” Evvel olduğunu
anlattığı gibi Batı’dan Doğu’ya, aşağıdan yukarıya sembolleşen varlık basamaklarını
oluşturan sebepli varlıkların ilkelerinin (mebâdiu’l-mevcûdât) zirvesindeki İlk İlke (elMebde’u’l-Evvel) oluşunu da anlatır.
İbn Sînâ Hayy bin Yakzan’da sebepli olan mümkin varlıkların kendileriyle
kaim olmadıklarını, ışıkla aydınlandıklarını ve görünür hale geldiklerini (varlık
kazandıklarını) söylerken onların sebepli ve bağımlı olduklarını vurgulamak ister. Işık
veren olmazsa varlığa gelmeleri mümkün olmaz. Bu sebeple ışıkla varlık kazanan
cevherlerin kendi kendileriyle kaim olmaları söz konusu olamaz. Işığı Güneş’in mevzuu
saymazsak, Işığı Kendisinden Güneş iken, ondan başkaları bu ışıkla varlık kazanırlar.
Işık sayesinde görünür hale gelen, varlık kazanan cevherler bu ışığı başkasından alırlar.
145 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 52.; er-Risâletü'l-arşiyye, ss. 22-23.
146 İbn Sînâ, el-İlâhiyyât, I, s. 27.; el-İlâhiyyât, II, s. 343.; Hayy bin Yakzan, ss. 51, 52; Hayy bin Yakzan şerhi, ss.
65,66, dn:50, s.77.
147 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 53.; Risâletü’t-tayr, s. 343.
55
Bu anlamda Güneşe bağımlı onun ışığı olmaksızın varlık kazanamayan varlıklar
mümkin varlıklar, “Hiçbir mevzuda olmayan” Tanrı ise kendi kendisiyle Kaim, Zorunlu
Varlık’tır.148
Hikayelerin Tanrı’yı anlatan bu bölümlerinde filozofun defaatle vurguladığı
şey O’nun tüm benzetmelerin ötesinde ve üstünde oluşudur.
Onu nasıl tanımlarsak
tanımlayalım bu tanımla Onu ihata etmemiz mümkün değildir. Zira her tanım bir
sınırlamadır. Tanrı’nın tanımını yapmak, onu sınırlamak ve mahiyetini varlığından
soyutlamak, onun mahiyetini belirleme çabası olacaktır. Halbuki varlığından başka bir
mahiyeti olmayan Tanrı’nın tanımının olmaması demek cinsinin olmaması demektir.
Cinsi olmayanın faslı da olmaz. Cinsi ve faslı olmayınca tanımlanamaz. Dolayısıyla
varlığına delil (burhan) getirilemez.149
Bu nedenle onu ancak sıfatlarıyla anlamaya çalışabileceğimizi düşünmekle
beraber bu nitelemelerin de onu tam olarak nitelemekten uzak olacağını ya da yeterli
olacağını düşünmenin bizi ondan daha çok uzaklaştıracağına dikkat çeker. Bununla
birlikte onu anlatan her sıfatı düşünebileceğimizin en üst noktasından da yüksekte
olduğunu bilerek anlamak gerekir. Dilin bu konudaki eksikliğine dikkat çeken filozof
ilâhî tabiatı tarifin bundan dolayı bizi hatalara düşürebileceğini, bunu aşmanın yolunun
ise ancak onu selbî niteliklerle anlatmak olabileceğini belirtir.150
Tanrı’yı tavsîf eden sıfatların bazen benzetme ve örneklemelerle anlatılmasını
da gerçek anlamıyla anlaşılmasının yanlışlığına dikkat çeken filozofumuz bu
benzetmelerin de O’nu anlatmada yeterli olmadığına vurgu yapmakla beraber sembolik
dilden de faydalanarak bu benzetmelerden faydalanır. Güzelliğini anlatan “yüz”
cömertliğini anlatan “el” gibi. Sıfatlarının varlığıyla aynı olduğunu anlatmak için
kullandığı bu benzetmelerde sıfatların insanda çağrıştırdığı niteliklerden faydalanır,
ancak bu nitelemelerin varlığında çokluğa yol açmadığını göstermek için “bütün bir el”
ve “bütün bir yüz” ifadelerini kullanır. O’nun böyle uzuvlara benzetilmesinin, ki her bir
uzuv bir vasfını ortaya koyar, onun parçalı, birbirinden farklı vasıfları olduğunu
148 İbn Sînâ, Dânişnâme-i Âlâî, ss. 56-57, 59-60 aktaran: İlhan Kutluer, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, ss.
111-112. ; Hayy bin Yakzan, s. 46; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 47.
149 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 348.; Hayy bin Yakzan, s. 53.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 66-67.
150 İbn Sînâ, eş-Şifâ, İlâhiyyât, II,s. 368.; Hayy bin Yakzan, s. 53; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 66-67.; Ömer bin
Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 153.
56
göstermez. Bunu anlatmak için de O’nun güzellikte bütün bir “yüz”, cömertlikte ise
bütün bir “el” olduğunu söyler. Tanrı insan bedeninin birçok organdan meydana
gelmesi gibi mürekkeb bir varlık değildir. O’nun birliği terkiple oluşmuş bir bütünü
göstermez. Aynı zamanda O’nun varlığında farklılaşmış özellikler bulunmaz. Eğer
böyle bir şey sözkonusu olsaydı, O’nun Zatının bunlar parçaları olur ve bunlardan
müteşekkil olması gerekirdi. Bu parçalar O’nun zatında gerçekleşiyor ve bu özellikler
arazi ise bir sebepten ötürü O’nda bulunuyorlar demektir. Bu da O’nun arazlara mahal
olması anlamına gelir ki Zatı gereği Kendisiyle Zorunlu varlığın arazlara mahal olması
düşünülemez. Bu özelliklerin O’nun zatında farklılaşma oluşturacak şekilde zatî
oldukları da söylenemez. O’nda zattan ayrı olmayacak şekilde zatın gereği olarak
varolduğu düşünülürse zatının tek olduğunu düşündüğümüzde bu niteliklerin O’nda
çokluğa yol açmayacağını da kabul etmemiz gerekir.151
Varlığı ve mahiyeti aynı olan Tanrı, madde ve madde niteliklerinden tamamen
uzak olmasıyla (mufârak) sırf Akıl (el-Aklü’l-Mahz)’dır. Onun sırf Akıl olması, cisme
ait tüm özelliklerden uzak olmasını gösterir. Böylece O kendisini de akletmesiyle Âkil
ve Ma’kûl’dür. Tanrı’nın bu özelliği onda herhangi bir çokluk oluşturmaz. Bu durumu
insanın kendi nefsinde de tecrübe edebileceğini, nefsin kendini bilmesinde bilen bilinen
ve bilgi aynı olduğunu hatırlatarak aynı durumun öncelikle Tanrı için geçerli olduğunu
belirtir.152
Tanrı’nın kendini bilmesi bizim bilmemiz gibi sujeye bağlı bir bilgi değildir.
Onun bilmesi aksine eşyanın varolmasının sebebidir. Bu sebeple hiçbir şey Onun
bilgisinin dışında kalamaz.153
Hikayelerde Tanrı’nın öne çıkan bir diğer özelliği O’nun Kemal (yetkin)
olmasıdır. “Eksiksiz, noksansız bir kemal tasavvur edebiliyorsanız işte padişah odur”
cümlesiyle özetlediği Tanrı’nın yetkinliği akla gelebilecek her türlü yetkinliğin
üzerindedir (Tâmm fevka’t-tâmm). Tanrı’nın yetkinliğini Varlık veriyor oluşuyla
irtibatlandıran filozof bu verişin O’ndan hiçbir şey eksiltmediğini ve varlığını başkasına
borçlu olmamak anlamında da eksiksiz olduğunun altını çizer. O’ndan başka her şey
151 İbn Sînâ, Dânişnâme-i Âlâî, ss. 53-54.; Hayy bin Yakzan, s. 53.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 66-67.
152 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 357.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 19, 53.
153 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 358-362.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 257-280.
57
varlığını O’na borçlu olduğundan her şeyin varlığı O’nun dolayısıyla O’ndan başka
hiçbir şey kendi varlığının sahibi olamaz.154
Tanrı’nın yetkinliğini O’nun iyiliğiyle birlikte değerlendiren filozofa göre
varolmak iyi, yok olmaksa iyi değildir. Alemdeki her şey varoluşa yönelir (teşavvuk),
eğer mevcutsa yetkinliğe yönelir. Yetkinliğe yönelmek iyiye doğru bir yöneliştir. Bu
yöneliş’i “şevk”le tanımlayan filozof onun istenen bir şey olarak öne çıkarırken,
yokluğa yönelişi şevkle ifade etmez. Yokluğa yönelme, ancak onu varlık kazanma
izlediğinde daha az olan yetkinliği daha çok yetkin olana bırakma gayesini taşır.
Dolayısıyla iyiliğe (el-hayr) yönelmek yetkinliğe yönelmek demektir. Varoluş iyiliği
anlatırken kötülüğün (eş-şerr) kendisiyle varlığı yoktur, kötülük bir cevherin olmayışı
ya da o cevherde olması gereken düzgün durumun (salah) bulunmayışını anlatır.
Kendisiyle mümkin varlıklarda sırf iyilikten söz edilemez, çünkü onda varoluş zorunlu
olsa da yokluk imkanı da taşıdığından sırf iyilik (Hayr-ı Mahz) sadece kendisiyle
Zorunlu varlık için geçerlidir ve mümkin varlıkların yöneldiği iyilik ve yetkinlik
Tanrı’dır. Bu yüzden Tanrı sırf iyilik ve sırf yetkinlik’tir.155
Varoluşa, yetkinliğe, iyiliğe ulaşma her varlığın yaratılışında bulunan bir
temayüldür. Bu temayül tabiî (gırîzi) dir. Her varlık hangi imkan, gaye, sınır ve
potansiyel içinde yaratılmışsa onlara ulaşmaya veya fiili hale getirmeye yönelir. Bu
yönelmedeki itici güç aşktır. Aşk, iyi ve uygun olanı güzel bulup onu istemek
olduğundan bizâtihi kendisi Sırf İyilik (Mahz-a Hayr) olan Tanrı kendisini sever ve
kendi varlığı da bu sevginin konusudur. Bu itibarla Tanrı Aşk’tır, Aşık’tır ve
Ma’şûk’tur. Kemal’in (Yetkinlik) ve Cemal (Güzellik)’in zirvesinde olan ve varlığın
yöneldiği yetkinlik ve iyilikte ilke olan Tanrı’nın zatı ile sıfatları arasında ayrılık
olmadığından onun Varlığı, Yetkinliği, Aşk’ı aynıdır. İyi iyiyi sevmekte ve ona aşık
olmaktadır. İyilikte gaye olan Tanrı, aşkta da gayedir.156 Varlık hiyerarşinin her
düzeyinde farklı bir şekilde tezahür eden aşk’ın insan nefsindeki tezahürünü hikayede
Hayy bin Yakzan’dan aldığı bilgilerle gök nefslerinin ona yaklaşmak için işlerine
154 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 355-356.; Risâletü’t-tayr, s. 343; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr
şerhi, s. 148.
155 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 355-356.
156 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 363, 368-370; “Fi’l-Işk”, et-Tefsîru'l-Kur'âni ve'l-lugati's-sûfiyye fî
felsefeti İbn Sina içinde (s. 243-269), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut: 1983, ss. 244-247.
58
sarıldığını ve gök akıllarının yüzlerini ona döndüğünü öğrenen “nefs”in, bu aşkla
Risâlet’t-tayr’da arkadaşlarıyla şehirleri, dağları aşarak Ona ulaşmak gayesiyle Hayy
bin Yakzan’da yapmak istediği yolculuğu gerçekleştirdiğini görürüz.157
İyilikte ve yetkinlikte eşsiz olan Tanrı güzellikte de eşsizdir. Risâletü’t-tayr’da
O’nun Yetkinliği ve Güzelliği birlikte anılır. Hayr-ı mahz ve Akl-ı mahz olan Tanrı’nın
her türlü kusurdan uzak olması (kemal) O’nun Güzellikte (cemal) de eşsiz olmasını
getirir. Güzelliğin ve değerin (behâ) zirvesinde olan Tanrı kendisinden başka herşeye ait
güzellik ve değerin de ilkesidir.Her güzellik ve uyumluluk ve algılanması iyi olan her
şey kendisi hakkında bir sevgi ve aşk duygusu uyandırır. Zira filozofa göre algılayan ile
algılanan arasındaki uyum ve uygunluğun (mülâ’eme) oluşması hazzı doğurmaktadır.
Bu haz idrakin çeşidine göre hissî, hayali, vehmi ya da aklî haz olabilir. Ancak bunların
içinde aklî haz en üstün olanıdır. Kendini en üstün şekilde idrak eden Tanrı’nın kendine
duyduğu aşk ve kendisini idrakten alacağı aklî haz en üstün haz olacaktır. Bu anlamda
Akıl, âkil ve ma’kûl olan Tanrı haz alan ve alınandır.158
O’nun güzelliğini idrak ise beden bağıyla kayıtlı insan nefsi için mümkün
görülmemektedir. Zira filozof Tanrı’yı idrak etmenin insan için güçlüğünü doğrudan
Güneş’e bakan kişinin gözlerinin kamaşıp kapamak zorunda kalmasına benzetir. O’nun
Güzelliğinin parlaklığı o derece yüksektir ki, ona bakanın (idrak etmeye çalışanın)
gözleri kamaşır ve dehşet içinde gözlerini kapamak zorunda kalır. Güneşin çıplak gözle
değil ancak ince bir bulut arkasından görülebilmesinin, Güneşin kendini göstermemesi
değil, ona bakan gözlerde buna güç yetirecek niteliğin bulunmaması gibi Tanrı da
Kendini göstermemezlik etmez. Ancak, nefsin alacağı en yüksek hazzı tatmasını
engelleyen beden bağıyla kayıtlı olmasıdır. Tanrı’nın Güzelliğini gizlemesi söz konusu
değildir, ancak onun güzelliği güzelliğine perde olmuştur. O kadar aşikardır ki gizli
kalmıştır. “O, güzelliğini gösteriyorsa da, kimse de onu görme gücü yoktur.” Ancak
bunun bedenle birlikteliğimizden kaynaklandığını beden kaydından kurtulduğumuzda
bu hazzı yaşayabileceğimizin bilgisini kimi kimselerin kazanabileceğini de ekler.159
157 Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, ss. 288, 290-301.
158 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 368-370.; Risâletü’t-tayr, s. 343.
159 İbn Sinâ, Hayy bin Yakzan, s. 53.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 66-70.
59
İki hikayede de Tanrı’nın Padişahlığına yapılan vurgu bu sembolün Tanrı’nın
zatî ve fillî sıfatlarını anlatmakta tek başına içerdiği anlam zenginliğinden
kaynaklanmaktadır. Ayrıca bazı sıfatları da Onun Padişahlığı merkeze alınarak
açıklanmıştır. Özel anlamda Tanrı’nın Padişahlığını ise filozof şöyle açıklar. “Padişah
kimdir, bilir misin?”, “gerçek Padişah, mutlak, gerçek zengindir. Hiçbir şey hiçbir
konuda ondan müstağnî kalamaz. Herşeyin zatı O’na aittir. Çünkü ondandır veya zatı
ondan olandandır. Dolayısıyla her şey, onun mülküdür. Onun hiçbir şeye yoksunluğu
yoktur”. Filozofun Gerçek Zengin tanımında ifadesini bulan, kendi dışındaki hiçbir
şeyle ilgili (müte’allik) olmamayı da üç yönden inceler: Zatı başkasına bağımlı değildir,
nispetten (izâfetten) berî olan sıfatları başkasına bağımlı değildir, nispeti çağrıştırsalar
da o sıfatlar başkasına bağlı değildir. Çünkü onun zatı nispet olunan şeylerin ilkesidir. O
halde onun zatı nispet edilenlerden öncedir. Böyle olunca Tanrı kendisini zengin kılacak
bir şeye muhtaç değildir. O zatı gereği zengin iken, başkası ondan müstağni olamaz.160
İbn Sînâ’nın el-İşârât’ını şerheden Tûsî el-Melik’in anlamını üç açıdan
tanımlar: 1. Mutlak anlamda Zengin olmak; bu nitelik hiçbir şeye bağımlı ve muhtaç
olmamak bakımından bir olumsuzlamayı ifade etmektedir; 2. Her şeyin, her bakımdan
Ona muhtaç bulunması; bu da izafet belirten bir nitelemedir; 3. Her şeyin varlığının ve
varlığına yol açan sebeplerin Onun mülkünde bulunması; bu da her şeyin gerçek
Failinin O olması ve Sahip ile sahipli arasında bir nedensellik ilişkisi olduğunu gösteren
izâfeti belirtmektedir.
Tanrı’nın Gerçek Zengin olması kendi kendine yeter olması ve başka hiçbir
şeye muhtaç olmamasıyla Tanrı’yı her türlü yoksulluk sıfatının dışında tutan bir selb
(zengin-yoksul)’i anlatırken, O’nun Gerçek Padişah (Melik) olması, onun herşeyin
sahibi olmasını, onun dışındaki herşeyin ona bağımlı (sahipli) olmasını ve onun varlık
vermesine muhtaç olduklarını, o olmadan varlıklarını sürdüremeyeceklerini ve ondan
“müstağni” kalamayacaklarını anlatan bir izafeti (melik-memlük) ifade eder.161
Padişah’ın zenginliğinin yansıması cömertliği (cûd) dir. Onun cömertliği
Gerçek Cömertliktir. Zira filozofun cömert tanımında karşılık beklemeksizin, kendisine
160 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 118-121,124.
161 Nasîreddin et-Tûsî, Şerhu’l-İşârât, III, s. 124.; Kutluer, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, ss. 106-107.
60
bir menfaatin dönüp dönmeyeceği ümidi taşımaksızın bol bol veren olması162 Tanrı’nın
verirken hiçbir gaye gütmeksizin varlık vermenin kendisinden feyezan etmesini açıklar.
Tanrı öyle zengindir ki, herhangi bir gaye ve istek söz konusu olmaksızın, faydaların
kendisinden taşmasına izin verir.163
Gerçek Cömert (cevâd) olan Tanrı’nın Cömertlik (Cûd)i varlık vermeyi
istemesi ve varlık vermesidir. Ancak onun vermesi insanlardaki gibi bir amaç, bir gaye
taşımaz. Zira yüce olanın aşağı olanda hiçbir amacı olamaz. Bir gayeye dayanmayan
varlık verme insandaki gibi bir iradeyi ve hareketi gerektirmez. O hareket ve iradenin
üstündedir. Çünkü hareketli olan yetkinlik arar. Ancak Tanrı’da bunlar tektir. Onun
varlık vermesi ve iradesi aynıdır. Varlık vermede bir gaye gütmesi onun Zengin
oluşuyla zıtlık taşır. Zira mutlak Zengin olan Tanrı’nın ihtiyaç içinde olduğu fikrini
verir ki bu da onun alemden müstağni oluşuyla bağdaşmaz. Onun iradesi cömertliğidir.
Karşılık ve gaye (garaz) olmaksızın veren “bütün el”dir. Filozof bu benzetmede O’nun
Varlığı ile Cömertliğini (Cûd ile Vücûd) arasında ontolojik bir ilişki kurmakta ve aleme
niçin varlık verdiği sorusunun cevabını “cömertliğinden ötürü” şeklinde vermiş
olmaktadır.164 İlâhi gaye (el-gâyetü’l-ilâhiyye) varlık vermede cömertliktir (cûd) ve her
mümkin varlığa iyiliği gerçekleştirmeye yönelik olan varlığını (vücûduhu’l-hayrî)
vermek bu gayenin zorunlu kıldığı bir etkinliktir.165
Varlık vermede insan iradesine bağlı türden bir gaye gütmeyen Tanrı’nın aleme
varlık verme iradesi O’nun alemin varolmasının sebebi olan bilgisidir. Onun bilgisi,
iradesi olduğundan Kamil (yetkin) olan Tanrı’nın eseri olan alem en mükemmel şekilde
olmalıdır. Bu en mükemmel düzeni Tanrı’nın inayeti olarak açıklayan filozof inayeti
şöyle açıklar: İnayet, Evvel’in varlığın iyilik düzeni üzere bulunduğunu, mümkin olan
en yetkin ve en iyi olanın illeti olduğunu Kendisi için bilmesi ve aynı şekilde bu düzen
ve iyiliğe rıza göstermesidir. Evvel iyilik düzenini, en mükemmeli nasıl mümkin ise
öylece akletmekte ve en mükemmel iyilik ve düzen olarak aklettiği şey, kozmik düzenin
162 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 124-125.
163 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, s. 125.
164 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 367; et-Ta’lîkât, s. 22; Hayy bin Yakzan, s. 53.
165 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 289.
61
mümkin olan en kusursuz şekilde gerçekleşmesini sağlamak üzere Kendisinden feyezan
etmektedir.166
C. Varoluş ve Varlık Düzeni
İbn Sînâ Tanrı-alem ilişkisini feyezan (sudûr) teorisiyle açıklar. Bu teori,
Tanrı’nın varlığı ve mahiyetinin Bir olması ve maddeden tamamen uzak sırf akıl, âkil
ve ma’kûl olmasına dayanır. O’nun kendini akletmesi tüm varlığın sebebidir. O halde
hiçbir şey onun bilgisinin dışında olamaz. Sebebi olduğu ve var ettiği şeyleri bilen
Tanrı’nın bu bilgisi aynı zamanda Mevcûdâtın varlığının ilkesidir.167 Tanrı’nın
bilgisinden meydana gelen bu oluş, ne O’nun kendi bilgi, irâde ve rızasının dışında tabiî
bir yolladır (‘alâ sebîli’t-tab’) ve ne de, insanda olduğu gibi bir amaca yöneliktir (‘alâ
sebîl’il-kasd). Bu oluş, yalnızca Tanrı’nın kendi hakkındaki bilgisinin gerektirdiği
tarzdadır (‘alâ sebîli’l-lüzûm).168
Varlığın Tanrıdan taşıp yayılmasının bir gereklilik (lüzum) olduğunu belirten
filozof, bu yayılmanın eseri olan Tanrı-âlem ilişkisinin duyulur varlıklardaki örneğinin
Güneş-ışık, şahıs-gölge ilişkisine benzetilebileceğini söyler.169 Bunlardan Güneş-ışık
benzerliğini bir sembol olarak özellikle Hayy bin Yakzan’da kullanır.
İbn Sînânın nefs görüşünün metafizik görüşüyle ve bunların bilgi teorisi ve
ahlak felsefesiyle ilişkisi hikayelerdeki bu alanları gösteren semboller arasında da
görülür. Bu alanların ortak sembollerinden biri olan Güneş merkezî bir sembol olarak
filozofun nefs görüşünü, bilgi teorisini ve metafizik anlayışını açıklarken farklı yönleri
öne çıkarılarak bu alanlara aktarılır. Bu sembolün Tanrı-alem ilişkisini yansıtan
yönlerine baktığımızda öncelikle hikayenin ana mihverini oluşturan yeryüzünün DoğuBatı ayrımının bu sembole dayandığını görürüz. Güneşin varlığı Doğu ve Batı’yı
166 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 398-399.
167 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 366-367, 403, 415.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 131-132, 299.; erRisâletü’l arşiyye, ss. 24, 29, 30.
168 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 396-403.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, s. 117.; er-Risâletü’l-Arşiyye, s. 40; etTa’lîkât, ss. 54,100,102.
169 İbn Sînâ, er-Risâletü’l-Arşiyye, s. 40.; Herbert Davidson, “al-Fârâbî”, Avicenna and Averroes on Intellect,
New York: Oxford University Press, 1992, s. 135.
62
belirler, oluşturur. Bu anlamda Tanrı Doğunun ve Batının yani tüm mümkin varlıkların
İlk Sebebi ve tüm varlığın varlığının ona dayandığı ve Ondan feyezan ettiği Zorunlu
Varlıktır.
Filozofun Güneş sembolünü kullandığı diğer alanları incelediğimizde ortak
anlam olarak “aklın” ön plana çıktığını görüyoruz. “Maddeden uzak olmak” anlamında
buluşan sembolün “akıl” olarak nefsteki tezahürü “beden”den doğarak yükselmesi, Faal
aklın maddî aklın karanlığını aydınlatarak onu bilfiilliğe yükseltmesiyle gerçekleşir.
Faal aklın insan aklını aydınlatması hikayede “kutup”lara güneşin doğmasıyla
sembolize edilirken güneşin aydınlatmasıyla kendisi de bir güneş olan nefs henüz
maddeyle birlikte (iki boynuz arasından doğar) olmakla beraber ondan ayrılarak
(bağımsızlaşarak) kendi başına kaim cevherler alemine yükselir. Faal aklın bu eylemi
“güneşin
aydınlatmasıyla
görünmeyen
cisimlerin
görünür
hale
getirmesi”ne
benzetilirken170 güneş- akıl eşleşmesinin bir başka yönü olan akıl-göz, aydınlanmaidrak etme ilişkisi öne çıkar. Faal Aklın aydınlatmasıyla sûretin madde özelliklerinden
soyutlanarak akledilir hale gelmesi filozofun bu benzetmenin temelindeki görüşüdür.
Görmenin hikayede idrak etmenin sembolü olması Tanrı’nın Güneşe benzetilmesinde
(Tanrı için sembol olarak değil bir benzetme ifadesi olarak kullanır) de ortaya çıkar.
Bulutsuz bir günde Güneşe çıplak gözle bakarak onu görmek nasıl mümkün değilse
Tanrının güzelliğini (varlığını) idrak etmek de öylece mümkün değildir. Güneşin
ışığının kendi ışığına perde olması gibi Tanrının güzelliği de güzelliğine perde
olmuştur. Öyle aşikardır ki, gizli kalmıştır. Güneşin görülememesi onun kendini
göstermekten imtina etmesi değil gören gözlerin yetersizliğindendir. Güneşin ışığının
onun güzelliğini anlatan bir benzetme olması güzelliğinin tecelli etmesi, varlık
vermesidir. “Göklerin ve yerin nuru olan Tanrı” (Nuru’l-Envâr)’nın varlık vermesiyle
varlık kazananlar saf akılsa güneş, maddeyle birlikteyse ışıklanmış “nur lem’ası” olarak
hikayede kendini gösterirler. Alemin Tanrıdan feyezanını bu şekilde hikayesinde
sembollerle açıklayan filozof “güneş” sembolünü, ışığın güneşten yayılması gibi
mekanik tabiî bir süreç olması bakımından değil, mümkin alemin varlık kazanmasında
Tanrıya (zengin-cömert Padişah) olan ihtiyacı, ışığın güneşten bağımsız bir varlığının
170 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss.208-209.
63
olmayacağı ve ona muhtaç olduğu ve yaratılmış olan bu varlığın Tanrıya izafetini
anlatmak açısından kullanmıştır.171
Tanrı’nın kendini akletmesinden “zorunlu biçimde” meydana gelen alem ile
Tanrı arasındaki ilişkiyi feyezanla açıklayan filozof alemdeki çokluğun Tanrı’dan
kaynaklanmadığını söyler. Varlığı ve mahiyeti bir olan Tanrı’nın Akıl, âkil ve ma’kûl
olması onda bir çokluk doğurmaz. Zira filozofa göre Tanrı’nın varlığı ve sıfatları birdir.
Dolayısıyla varlığı ve bilgisi tek olan Tanrı’nın kendisini akletmesinin sonucu ilk
varolanın da sayıca, madde-sûretten meydana gelmeme ve bölünmeme anlamında bir
olmalıdır. İlk varlığın madde ve sûretten müteşekkil cisim gibi bir cevher olması,
Tanrı’nın bilgisinde de böyle bir ikiliğin, bölünmüşlüğün varolduğu sonucunu
doğururdu ki, onun bilgisinde böyle bir çokluğun bulunması imkansızdır.
Aynı zamanda madde ve sûretten oluşan cisim, başka şeylerin meydana
gelebilmesi için aracı sebep olmaya da elverişli değildir. Çünkü düşünürümüze göre, her
şeyin doğrudan doğruya bir çırpıda Tanrıdan varolması mümkün değildir, eşya belli bir
sıra ve düzen içerisinde varolmalıdır. Bu açıdan bakılınca da Tanrıdan ilk varolanın bir
tek akıl olması gerekir.172
İlk akıl nasıl cisim ve cisimsel şeylerden uzaksa İlk akıldan meydana gelen
diğer varlıklar da cismânî olmamalıdır. Maddeden ayrık olan (mufârak) olan ilk akıl
aracılığıyla yine maddeden ayrık olan akıllar (el-‘ukûlu’l-mufâraka) varlığa gelmelidir.
İlk sebep nasıl ayrık bir akıl çıkması gerekiyorsa bu akıldan da ayrık akıllar (gök
akılları, el-‘ûkulu’l-mufaraka) çıkması gerekir.
“Birden bir çıkar” prensibine dayana sudûrun ilk aşamasından sonra çokluk
içeren alemin oluşması nasıl olmaktadır? Filozofa göre ilk akılda hem varlık hem de
bilgi açısından bir çokluk bulunmaktadır. Ancak bu çokluk Tanrıdan değil onun kendi
varlığından kaynaklanmaktadır. Söz konusu bu çokluk âlemde varolan kesretin de
sebebidir.
171 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 46, 47, 49, 53.; “Tefsîr’ü ayeti’n-Nûr”, et-Tefsîrü’l-Kur’ânî ve’l-Lugatü’sSûfiyye fî Felsefeti İbn Sînâ içinde (s. 86-88), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut: 1983, s. 86. ; Ömer bin Sehlânî Sâvî,
Risâletü’t-tayr şerhi, s. 153.
172 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 404-405.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 216-217.; er-Risâletü’l-Arşiyye, s.
37.; et-Ta’lîkât, s. 100.; Risâle fî Mâ’rifeti’n-nefsi’n-nâtıka ve ahvâlihâ, s. 189.
64
Tanrı’nın kendi varlığını bilmesinin gerektirdiği ilk Akıl, varlık açısından
kendiliğinde mümkin, Tanrı sebebiyle vaciptir. Bilgi açısından ise bu Akıl’ın birisi
Tanrı’ya, diğeri kendisine yönelik iki tür bilgisi vardır. Düşünürümüze göre Tanrı’nın
bilgisinde olduğu gibi, bu ilk Akl’ın da her çeşit bilgisine bir tür varlık lazım
gelmektedir. Buna göre :
1. İlk Akıl Tanrı’yı bilmesinden ikinci bir Akıl,
2. Kendi varlığını, Tanrı’nın varlığı sebebiyle zorunlu bir varlık olduğunu
bilmesinden ilk göğün (el-felekü’l-aksa) Nefsi, (nefs-i evvel, nefs-i küll)
3. Varlığının kendiliğinden mümkin bir varlık olduğunu bilmesinden, sûretini
de mündemiç olacak biçimde, ilk göğün maddesi meydana gelir.173
Tanrıdan feyezan eden İlk Akıl ve ondan meydana gelen diğer akıllar
hikayelerdeki kozmik düzen içinde ontolojik mertebe bakımından Tanrıya en yakın
konumda bulunurlar. Risâletü’t-tayr’da yukarıya doğru çıkan, Hayy bin Yakzan’da ise
Doğu-Batı formülasyonu içinde yine Doğudan Batıya dolayısıyla yine aşağıdan
yukarıya çıkan varlık mertebelerinin zirvesinde olan ve Padişah olarak sembolize edilen
Tanrının varlık verdiği ilk varlık ise mertebece onun hemen altında yer alır. Risâletü’ttayr’da ilk akıl Padişahın şehrinde onun sarayının avlularından Padişahın odasına en
yakın olanıdır. Bu hikayede varlık mertebeleri bunlara karşılık gelen ilimler tasnifini
ihsas ettiren bir şekilde ele alınarak sembolleştirildiğinden ilk aklı ayrı bir kişilikten öte
metafizik alanı sembolize edilen Padişah şehrinde, teolojiyi temsil eden Padişahın
odasına en yakın olan “ilk rûhânî cevherleri (gök akıllarını)” işaret eden avlu (feza)
olarak sembolize edilir.174
Hayy bin Yakzan’da ise yine Padişahın sarayındayız. Bu kez Gök akılları
Padişahın sarayında, onun meclisinde, ona en yakın olan topluluktur. Bu topluluk içinde
ise ona en yakın olan İlk Akıl’dır.
173 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 405-412.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss 219-238.; Risâle fî Mâ’rifeti’nnefsi’n-nâtıka ve ahvâlihâ, ss. 189-190.
174 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 342; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 151.
65
İbn Sînâ hikayelerini insan nefsini merkeze alan bir varlık hiyerarşisi üzerine
kurduğundan onun ontolojisiyle beraber kozmoloji anlayışını da yansıtan bu varlık
basamaklarını aşağıdan yukarıya doğru çıkar. Buna göre sudûr sürecinin içinde
bulunduğumuz aleme göre tersi bir anlatım söz konusu olur.
Batıdan başlayan varlık hiyerarşisi Doğuya doğru gittikçe aydınlığı artan,
sudûrun kaynağına doğru çıkan bir görünüm arzeder. Cisim, nefs ve akıl cevherler
katmanı şeklinde gelişen bu varlık anatomisinin “cisim” (Batı) den “nefs”e (Doğuya
giriş) oradan kaynağa en yakın olan “akl”a geçişi alemden Tanrıya uzanır. Bu yükselişi
“yeryüzü” (ayaltı alem) ve “gökler” olarak iki katmana da ayıran hikayede yeryüzü
cismin, gökler nefs ve aklın alemidir. İnsan nefsi bu iki katmanın kesiştiği yerdedir.
Burayı (yeryüzü melekleri) geçince “göklerin ötesi” diye tabir ettiği yere gelinir. Burada
“yaratılmışların en eskiler” (kadîm varlıklar) le karşılaşılır. “Kadîm varlıklar”, kozmik
düzenin ilkeleri olan göksel-melekî cevherler ve onun üzerinde yer alan aklî-melekî
cevherlerin ortak sembolüdür.
Bu kadim varlıklardan Gök akılları Padişahın sarayında onun meclisinde,
huzurunda bulunan bir topluluk olarak sembolize edilir. Bu topluluk (Kerrûbîn
melekler) Onun çevresini kuşatmış ve özel hizmetinde bulunmaktadırlar. Padişahın
tahtının yakınında ancak mertebece ondan aşağıda olan bu topluluğun onun meclisinde
bulunması Tanrı’yı bilmeleri, kavramaları ve onun azametini algılamalarıdır. Gök
akıllarının her birinin Tanrıyı akledişi sonucunda diğerinin varoluşu aşağıya doğru belli
bir sıra düzeni izler. Bu kozmik mertebeleniş “bunların herbirinin belirli bir sınırı,
belirli bir yeri, belirlenmiş bir makam ve derecesi vardır” cümlesiyle anlatılırken bu
kozmik düzenin kalıcı ve sürekliliği “hiçbiri kendi makam ve derecesini aşmaz. Bu
konuda aralarında bir düşmanlık da görülmez” cümlesinde ifadesini bulur. Bunun
nedenini “alt derecede bulunan, kendinin üstündekinin yüksekliğine ve kendinin
derecesinin ona göre alt düzeyde olduğuna inanması”dır. Her bir aklın varoluşu bir
üsttekine bir illiyet zinciriyle bağlı olduğundan ve üstteki alttakinin sebebi olduğundan
66
bu mertebeleniş birbirine bağlı ve Tanrının iyilik düzeninin gereği olarak devam eder,
sürekliliğini korur.175
Gök akıllarının her birinin yüzü Tanrıya (padişaha) dönüktür ve Padişahın
yüzünü (varlığını) seyretmek şerefine nail olmuşlardır. Aşk, âşık ve ma’şûk olan
Tanrıdan feyezan eden ilk varlıklar (mübde’ât)ın Tanrıyı teakkul etmeleri aşk iledir. Bu
aşk onların En Yüce İyi olan Tanrıya benzeme gayesini taşır. Bu gaye varlık
tabakalarının en aşağısından yukarıya doğru yetkinlik kazanmak gayenin itici gücü ise
aşk olmaktadır. Bu anlamda kozmik sebeplilik planındaki ontolojik hiyerarşi aşağıdan
yukarıya doğru bir gaiyyet prensibiyle her bir kozmik sebebin yukarısındakine taşıdığı
gayenin zorunlu sonucu olarak bir alt mertebedeki vücûd bulmasıyla evrensel iyilik
düzeni oluşur.
Aşk prensibi üzerine şekillenen kozmik düzenin ilkeleri olan gök akıllarının
“Tanrıya benzeme” gayesiyle Tanrıyı akletme (Onun huzurunda bulunma)leri güzelliği
bakımından bütün bir yüz olan Tanrının yüzünü (vechul melik) seyretme mutluluğuna
da kavuşturur. Görmeyi (seyretmek-nazar) idrak etmenin sembolü olarak kullanan
filozof bu sembolle Gök akıllarının Tanrıyı sürekli akletmekle yetkinliğe dolayısıyla
büyük bir hazza ve mutluluğa da kavuştuğunu anlatmak ister. Zira filozofa göre
mutluluk Tanrı’nın civarında onun cemalini seyretmektir.176
Yine hikayede bu topluluktan Tanrıya en yakın olan İlk Akıl diğerlerinin “baba
(ata)” sı, diğerleri de onun “oğulları ve torunları” olarak sembolize edilir. Bu sembol
diğer akıllarla İlk Gök Aklının ilişkisini ve birbirleriyle bağlarını anlatır. İlk akıl
diğerlerinin varolma sebebidir. Bununla beraber bu sembol ondaki “izafî çokluğa” da
dikkat çeker. Diğerlerinin “babası” olmakla beraber kendisinin de sebepli olduğunu ve
Tanrı sebebiyle zorunlu olduğunu ve Tanrının yaratmasına muhtaç olmakla kendisiyle
mümkin bir varlık olduğunu
bilmesini de içerir. Her bir gök aklı bu anlamda
aşağısındaki aklın “baba”sıdır. Böylece her bir gök aklı kendisinden aşağıda olanın
illeti, kendisinden yukarıda olanın ma’lûlü olmaktadır.
175 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 52-53; eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 398-399, 435-436.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss.
62-66.
176 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 52; eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, 386-388; Gâiyyet prensibi için bkz. İlhan Kutluer, İbn
Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, ss.195-215.; İbn Sînâ, Fi’l-‘Işk, 244-247, 261-264.; “Risâle fi’s-sa’âde”,
Mecmu’atü’r-Resâil içinde (1-21), Haydarabad Dekkan: 1353h., s. 2.
67
İlk akıl Padişahın en yakınında ve diğerlerinin atası olarak “padişahın sözlerini
ve buyruklarını” onun aracılığıyla alırlar. Padişahın “sözleri ve buyrukları” Onun varlık
vermesidir. Her bir aklın varlığının sebebi bir önceki aklın Tanrı’yı akletmesidir.
Dolayısıyla “Tanrı’nın buyruğu”, “kelamı” onun bilgisi ondan taşarak gök akıllarının ve
diğer varlıkların varolma sebebi olur.177 İlk sebepli olan ilk akıl aracılığıyla bu varlık
veriş aşağıya doğru iner.
Filozof, İlk Aklın diğer akılların “babası (atası)” olması sembolünü bu akıl
sebebiyle diğerlerinin meydana gelmesini anlatmak için kullanmakla beraber yine bu
sembolün ilk aklın yaşlılığını, bununla da bir eskime ve olumsuz sıfatları taşıma anlamı
sergiliyor izlenimine karşı bu durumun biz insanlar için geçerli olup zamanla kayıtlı
olmayan varlıklar için geçerli olmadığını, ilk aklın zaman bakımından değil mertebece
öncelik sahibi olduğunu anlatan “babanın oğul ve torunlarından daha genç, güzel ve
daha yetkin olduğunu” belirten cümlesiyle açıklar. Filozofun ontolojisini yansıtan bu
anlayışa göre İlk İlkeye en yakın olan ilk varlık en şerefli varlıktır. Sudûr eden varlıklar
en şerefliden aşağıya doğru, en bayağıya varıncaya kadar iner.178 Bu nedenle ilk varlık
olan ilk akıl kendisinden aşağıda olan diğer akıllardan öncelik sahibi olmasıyla (zaman
açısından değil, mertebe açısından) daha genç, daha güzel ve daha yetkindir.
İlk Akıl diğer akıllardan daha genç, güzel ve güçlü olmakla birlikte tüm Gök
Akıllarının paylaştığı nitelikler “parlak ve açık bir zihne, keskin bir zekaya ve göz alıcı
yetkin bir güzelliğe” sahip olmalarıdır. Cisim ve cismânî niteliklerden tamamen uzak
olan akılların bu yönleriyle maddeyle beraber bulunan akletme eksikliğinden, kötülük
ve çirkinlikten de tamamen uzaktırlar. Hikayede gök akıllarının onuncusu ve hikayenin
girişinde “yaşlı bir pîr” olarak tanıtılan ve Faal Aklı sembolize eden Hayy bin
Yakzan’ın da aynı şekilde yaşlılığının aksine dinç, genç ve güzel görünümlü biri olarak
nitelendiğini görüyoruz.
Gök akıllarının cisimden mufârak cevherler oluşu “Padişahla daha çok
görüşme şerefine erişmiş olan bu topluluk iş yapmaktan ve iş yapma derecesinde
bulunmaktan korunmuş, iş görmekten yüksek tutulmuşlardır” cümlesinde “iş yapmak”
177 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 52.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 65-66; er-Risâletü’l-Arşiyye, s. 30.
178 İbn Sînâ, er-Risâletü’l-Arşiyye, s. 38.
68
sembolüne yüklenen anlamla anlaşılır. “İş yapmak” Padişahın şehrini ma’mur hale
getirmekle görevli gök nefslerinin gök cisimlerini harekete geçirmelerini anlatan bir
sembol olarak bu nefslerin cisimle ilşkilerini anlatır. Gök akılları ise “Padişahın özel
hizmetinde bulunurlar”, yani onların işi Tanrıyı akletmektir. Bu yüzden gök nefsleri
gibi kentlerde yaşamaz “eve barka gereksinim de duymazlar”. Gök nefslerini insan
nefsine, gök cisimlerini de insan bedenine benzeten filozof hikayede nefsle cisim
ilişkisini, nefsin cisme yakınlığını (mukârin) bir kentte ya da evde “ikamet”le
sembolleştirir. Aynı şekilde insan için de benzeri bir sembolleştirmeyi bedeni nefsin
ülkesi, şehri nefsi ise orada “ikamet” etmekle sembolleştirmişti. Akıl ise maddeden
tamamen ayrık (mufarak) olmasıyla böyle bir ikametten uzaktır.179
Gök nefsleri ise padişahın şehrinin varoşlarını imar eden hizmetlilerdir.
Padişahın şehrinin varoşları merkezin en dışındaki sınırdır. Cisim, nefs, akıl
üçlemesindeki en alt varlık alanını anlatan bu ifade burada cisim mertebelerinin son katı
olarak padişah şehrinin (ülkesinin) en uzak bölgesidir. Gök nefslerinin imar faaliyeti
gök cisimlerinin hareket ettirilmesidir. Gök cisimlerinin hareket etmesinin yakın ilkesi
gök nefsi, uzak ilkesi ise Gök Aklıdır. İrâdî olan bu hareket uzak ilke olan gök aklının
Tanrıya benzeme arzusunun sonucunda gerçekleşir. Gök aklının Tanrıya aşkı ve bu
aşktan alınan aklî haz gök nefste şevk doğurmaktadır. Ancak Gök aklının Tanrıya
benzeme arzusu sonuca ulaşamadığından hareket süreklilik kazanır ve devrî nitelik taşır.
Gök aklının tasavvurunun hareketi gerçekleştirmesi cüz’î tasavvurla mümkündür. Bu
nedenle bu cüz’î tasavvurun doğurduğu irade gök cismini harekete geçirir. Bu anlamda
Gök nefsinin gök cismiyle olan ilişkisi bedenimizin ameli akılla olan ilişkisine
benzetilebilir. Ancak “bu hizmetliler temiz, arınmış kişiler”, “yeme ve içme istekleri ve
erkeklik ve dişilik tutkuları ve aralarında zulüm, çekemezlik, ve tembellik
olmadığından” insan nefsi gibi şehvani ve gazabî güçlerin motivasyonuyla hazza ve
üstünlük duygusunu tatmine yönelik tasavvurlar taşımazlar. Bu nedenle onların iradesi
Gerçek İyiye benzeme ilkesine dayanır. Bu yüzden gök nefslerinin “görevi” gök
cisimlerini hareket ettirmekse de buradaki asıl gaye değildir. Asıl gaye “Padişaha
yaklaşmak” yani Mutlak İyi olan Tanrı’ya benzemektir. Gök nefslerinin kendilerini
yetkinliğe ulaştıracak En Yüce İyiye benzeme arzusunu taşıyan bu süreklilik taşıyan
179 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43, 52.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 24-26, 64-66.
69
hareket padişaha “itaat” bir “ibadet” şevki içinde gerçekleşmektedir. Bu şevk
“hizmetlilerin kendilerini işlerine adamaları”nda görülür. Gök akıllarının (Kerrûbîn
melekleri) bu kozmik ibadeti Tanrıya duyulan aşk sonucunda gerçekleşmekte bu aşkın
sonucu gök nefslerinde (müvekkel melekler) bir şevk doğmakta, bu da hareket iradesini
doğurarak gök cisimlerinin hareketine neden olmaktadır. Böyle kozmik düzen Tanrıya
duyulan aşkla varlığını sürdürmektedir.180
Filozof gök nefslerinin cisimle ilişkisini anlatmak için onların şehirlerde
(medenî), yüksek köşklerde ve güzel binalarda yaşadıklarını söyler. Gökler “şehirler”le
sembolize edilirken, gök cisimleri bu şehirdeki “yüksek köşkler, güzel binalar”la
sembolize edilir. Göksel cisimler (cirimler) cisim olmaları yönüyle ayaltı aleme
benzemekle beraber ayaltı alemi sembolize eden “harap yerlere” benzemezler. Ayaltı
alemdeki maddenin sûretleri sürekli değişme oluş ve bozuluş içindeyken gök
cisimlerinin maddesi gök nefsleri tarafından dengelenmiş (stabilize edilmiş), hikayedeki
deyimiyle güzelce yoğrulmuştur (maddesi ve sûreti birbirine iyice karışmıştır). Toprak
(madde-statik) yeryüzünde üzerine evlerin (sürekli değişen sûret) yapıldığı temelse, gök
cisimleri de göklerin temelidir. Dünyevi bölgeyle bir diğer benzerlik burayı da “imar
edenlerin yabancılar” olmasıdır. Her ne kadar burası “ışık penceresi”ne yakınsa da
buraya da ışık (nûr) başka yerden gelir. Hikayede sûretin “yabancı ve ışık” sembolüyle
anlatıldığı hatırlanırsa gök cisimlerinin cisim olmaları itibariyle gök nefslerine yabancı
olduğu ve buranın da aydınlıkla (nur) varlık kazandığı anlaşılır. Ancak fark bu
yabancıların (sûretler) birbirlerinin yerlerini almamaları ve kendi sınırları içinde
kalmalarıdır. Bir diğer fark dünyevî bölgenin maddesi “kıraç ve çorak bir toprak”la
sembolize edilirken buranın maddesi, madenler aleminin en üst konumundaki
mücevherler “cam, yakut, ve benzerleri”yle sembolize edilmesidir. Kalıcılığı ve
değişmemeyi vurgulayan bu sembol maddesi açısından uzun ömürlülüğü gösterdiği gibi
gök cismine mukarin olan gök nefsleri (amele-müvekkel melekler) de uzun ömürlüdür.
Filozof burada meleklerin uzun ömürlü olmakla beraber ecellerinin ertelendiğini ve
uzak bir zamandan önce ölmeyeceklerini söyler. Bununla Kur’an-ı Kerim’de geçen
180 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 52.; eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 383, 386-388, 389-393.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III,
s. 138.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 65.
70
alemin son gününde “Sûr’a ilk üflendiğinde Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve
yerde olanların hepsinin düşüp öleceği” (Zümer-39/68) ayetini kastetmiş olabilir.181
Gök cisimlerinin, Doğu’ya yani saf sûretler alemine ait gök nefsleriyle birlikte
burada anılması gök nefsleriyle ilişkileri bakımındandır. Bununla birlikte filozof
ontolojik hiyerarşide göksel-felekî cevherlerin yerini cismânî mertebelerin en üstünde
yani Batı ikliminin son bölgesinde konumlandırır ve burada cisim olmaları yönüyle
benzer ifadelerle birlikte gök cisimlerinin kendi içlerindeki mertebelenişi de Ay
feleğiyle başlayarak dokuzuncu felek olan Atlas Göğüne kadar aktarır.182
Bu sıralama sudûr süreci istikametinde Atlas Göğü, Sabit yıldızlar göğü
(burada on iki sınırı bulunan Burçlar Göğü de yer alır), Zuhal, Müşteri, Merih, Güneş,
Zühre, Utarid ve Ay olarak aşağıya iner. Filozofumuz her bir gök için astronomi ve
astroloji açısından çeşitli benzetmeler yapar. Hikayede bu sıralama aşağıdan yukarıya
doğru aktarıldığından son göksel cisimde filozof burada “insan gözünün görebileceği
bir şey kalmaz”, diyerek burada hiçbir yıldızın bulunmadığını, “buranın sâkini Rûhânî
meleklerdir”, “buranın altındakilere emirler buradan gelir” diyerek Atlas göğünün son
gök olduğunu ve “mevcûdâtın kaza ve kaderinin” bu göğün aklı vasıtasıyla indiğini
anlatmak ister. Çünkü filozofa göre ayüstü alem hikayedeki deyimiyle gökler “kaza”
yoluyla, ayaltı alem hikayedeki deyimiyle yeryüzü ise “kader” yoluyla yaratılmışlardır.
Ancak ilk yaratılan İlk Akıl onların varolmasına sebep olduğundan bu göğün aklının
Tanrıdan gelen kaza ve kadere aracı olduğu bu şekilde sembolize edilir. Alemin solu
yani Batısı son cismânî varlık olan Atlas göğüyle burada bitmiştir, aynı zamanda
yeryüzünün ve gökyüzünün bitiştiği yer de burasıdır.183
Risâletü’t-tayr’da varlık hiyerarşisinin Hayy bin Yakzanla taşıdığı paralellikler
olmakla birlikte daha az detay görürüz. Buna göre göksel cisimler kuşların aşması
gereken birer “dağ”la sembolize edilirler. Dokuzuncu dağda karşılaştıkları “aydınlık
yüzlü, hoş sesli ve tertemiz kuşlar” ise gök nefslerinin sembolleridir. Dokuz dağ dokuz
gök cismine karşılık gelirken gök nefslerini sadece dokuzuncu dağda anılmaları
hikayedeki varlık hiyerarşisinin cisim, nefs, akıl olarak bir sıralamayı gözetmesinden
181 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46-47, 52.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 47-48, 63, 65.
182 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 48-49.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 50-53.
183 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 48-49.; er-Risâletü’l-arşiyye, s. 40.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 50-52.
71
ileri gelir. Kuşlarla dağların ilişkisi yine Hayy bin Yakzan”da hizmetlilerin “kentlerde”
yaşamasına benzer bir şekilde “orada yaşamak (bulunmak)”la ifade edilir.184
Feyezanın göksel-felekî cevherler mertebesinin cismânî boyutundan itibâren
aşağıya doğru fizik alanına girilmiş olur. Hikayelerde aşağıdan yukarıya verilen bu
sıralama unsurlar, unsurlardan oluşmuş bileşik cisimler (madenler, bitkiler, hayvanlar)
ve nihayet insan varlığı şeklinde bir tertîbi izler.185
I. 3. AHLAK-METAFİZİK İLİŞKİSİ
İbn Sînâ’nın ahlak anlayışını onun metafizik görüşünden ayırmak mümkün
değildir. Zira o, ahlakla ilgili görüşlerini serdettiği her yerde öncelikle nefs’in bedenden
bağımsız varlığı ve ölümsüzlüğünü ispatlamaya çalışmış ve ahlakta önemli bir yer tutan
“saâde” (mutluluk) anlayışını bu görüşlerinin üzerine bina etmiştir186. Nefsin metafiziği
üzerine mutluluk görüşünü temellendirerek belirgin bir ahlak-metafizik irtibatı
sağlayan187 filozof, Eş-Şifâ, en-Necât, el-İşârât gibi eserlerinin yanı sıra el-Mebde ve’lMeâd, er-Risâletü’l-Arşiyye, Uyûnu’l-Hikme gibi risalelerinde de bazı ahlak konularına
yer vermiştir; özellikle insanın mahiyeti, hayır, şer ve mutluluk problemlerine geniş bir
şekilde girmiştir. Bunların yanı sıra ahlak hakkında “Risâle fi’s-Saâde” ve “el-Birru
ve’l-İsmu fi’l-Ahlak” gibi müstakil eserler de vermiştir188. Tüm bu eserler
incelendiğinde görülecektir ki İbn Sînâ ahlak konularına önem verdiğini bu konularda
müstakil eserler vermekten ziyade ahlakın üzerinde şekillendiği metafizik görüşlerini
buraya bir hazırlık olarak şekillendirmekte, insanın ne olduğunu anlamdan nasıl
davranması gerektiğini belirlemenin eksikliğine işaretle bu konuyu enine boyuna
irdeleyerek göstermektedir.
184 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, ss. 341-342.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 153, 156.
185 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât,II, ss. 405-412.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 219-238.; Risâle fî Mâ’rifeti’nnefsi’n-nâtıka ve ahvâlihâ, ss. 189-190.; et-Ta’lîkât, ss. 101,130,131.
186 Mehmet Aydın, “İbn Sînâ’nın mutluluk (es-sa’âde) anlayışı”, s. 434.
187 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 248.
188 Bkz. Bekir Karlığa, İbn Sînâ’nın Şimdiye Kadar Bilinmeyen Yeni Bir Ahlak Risalesi, fotokopi nüsha, Eser;
Atatürk Kültür ve Tarih Kurumu yayınlarından ERDEM Dergisinde yayınlanmak üzere hazırlanmıştır.
72
Ibn Sînâ’ya göre metafizik yapmadaki amaç, varlık olarak varlık ve değerlerini
inceleyerek Tanrının ve cisim olmayanların (mufârakât) varlıklarını ispatlamak, bütün
var olanların Tanrı ile olan ilişkilerini, varlık ve oluş açısından incelemek, sonra da
insanın alemdeki yerini belirleyerek bu metafizik görüş üzerine ahlak felsefesini
temellendirmektir.189
Filozofumuza göre insânî nefsin yetkinliğini kazanması ve bedenden sonraki
mutluluk için hazırlanmasına metafizik biliminin katkısı ve yararı diğer bilimlere göre
doğrudan doğruya ve daha çoktur.190
Ibn Sînâ ahlak konusunda teleolojik bir yaklaşıma sahip olduğunu konunun
başında belirtmiştik. İnsanın ne olduğu sorusuna yanıt bulduktan sonra “iyi nedir?”,
“doğru nedir?” gibi değer belirten sorulara geçildiğinde bu soruların cevabının filozofun
metafizik anlayışına uygun olarak ortaya çıkacağı açıktır191. İbn Sînâ’ya göre metafizik
yapmanın yolu ise nefsin kendini bilmesi yani varlığının bilincine varmasıdır. Nefsin
varlığının ispatlanması ve mahiyetinin bilinmesi, İbn Sînâ felsefesinde metafiziğe giden
yolun başında yer alır. İnsanın maddi bir beden ve gayrî maddi bir cevher olan nefsten
müteşekkil olması onun metafizik yapmasını mümkün kılan bir durumdur. Kendini
bilen nefs bedenden bağımsız oluşunu kavradığında kendisi gibi olan maddeden
bağımsız (mufârak) varlıkları da kavrar. Kendini akledenin kendisi olduğunu ve bunun
onun varlığında bir bölünme ve parçalanma yaratmadığı anlamasıyla Tanrıyı da bu
şekilde kavrar ve “kendini bilen rabbini bilir” hadisini kendi benliğinde tecrübe etmiş
olur. Ancak nefsin metafiziğe açılmasının yolu kendisini kavramasının önünde engel
olarak duran bedenin güçlerini denetim altına almasıyla mümkün hale gelir192. Nefsin
beden ülkesindeki “hükümdarlığı” bu anlamda filozofun metafizik anlayışından ahlak
anlayışına aktardığı bir semboldür. Nefsin bedenden bağımsız yapısına yetkinlik
anlamında temel teşkil eden bu sembol aynı zamanda bedeni yönetme ve onu tedbîr
etmesi anlamındadır. Kendi öz-bilincine sahip olan nefs Hayy bin Yakzan’da nefsinin
güçlerini denetim altına aldıktan sonra meleklerin, Tanrı’nın iklimine ulaşabilmekte,
Risâletü’t-Tayr’da
yakalandığı
ağdan
kurtularak
189 İbn Sînâ, eş-Şifâ, İlâhiyyât, I, ss. 24-28.
190 İbn Sînâ, eş-Şifâ, İlâhiyyât, I, s.17 vd.
191 Cevizci, s. 24.
192 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 44-45.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 30-42.
73
yukarıya,
metafizik
aleme
çıkabilmektedir. Salaman ve Absal hikayesinde ise “nefsin güçlerinin etkisi altında
olan” nefs-i emmare (Salaman’ın karısı) nin sürekli kendisini yoldan çıkarması
durumuyla başetmek zorundadır193. Tüm bu hikayelerde nefsin güçlerinden tamamen
kopması sözkonusu değildir. Hayy bin Yakzan’da arkadaşları (nefsin güçleri) ile
birlikte, Tayr risalesinde ise ayağındaki zincirlerle birlikte metafizik aleme açılmış ve
dünyadayken yetkinliğini kazanmanın yollarını öğrenmiştir.
Nefs ve beden yapısıyla insan varlık hiyerarşisinin orta noktasında (kutup
sembolü) durmaktadır. Doğu ve Batı sembollerinin ifade ettiği dikey varlık
hiyerarşisinde bir yanıyla cismânî aleme aitken diğer yanıyla saf sûretler alemine aittir.
Bu yapısını nefs lehinde kullandığında en şerefli mahluk olarak meleklerden de üstün
bir konuma yerleşebilecek ya da tersi durumda hayvanlardan da aşağı bir konuma
inebilecektir.194
Meleklere benzeyebilmesi için çıktığı yolculukta önce kutuplara gitmesi
oradaki karanlığa dalarak güneşin doğduğu yer (Faal Akılla ittisal)deki ab-ı hayattan
içmesi gerekir. Bu güçle buradan metafizik aleme açılacak oradaki meleklerin Tanrıya
benzemek için onu akletmeleri ve bu aşkla gök cisimlerini harekete geçirmeleri, bunu
da bir ibadet şevkiyle yapmalarından örnek alarak bilgi-eylem bütünlüğünü
sağlayabilecek
böylece
de
“melek
sûretli
bir
insan”a,
yeryüzü
meleğine
dönüşebilecektir.195
İbn Sînâ’nın hikayelerinde varlık hiyerarşisini aşağıdan yukarıya tertib etmesi,
bu hikayelerin insanı merkeze alan ve ona gideceği yönü, zirveyi işaret eden bir gayeyi
işaret etmesi bakımından önemlidir. Tanrı-alem ilişkisinde aşağıdan yukarıya yöneliş
alemdeki gaye prensibinin “aşk” boyutunu anlatır. Bu anlamda hikayelerin filozofun
ontolojik anlayışının teleolojisiyle bütünleşerek sembolik dile aktarılmış şeklini ifade
ettiğini söyleyebiliriz.
İbn Sînâ’nın nefsin varlığını bedenden bağımsız yapısıyla ispatlamada nefsin
kendini bilmesi yöntemine önem vermesi nefsin ölümsüzlüğünün yanı sıra bir
193 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 56.
194 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 145-146.
195 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 46, 52; Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss.
145-146.
74
müslüman olarak nefsin ölümden sonraki hayatına ve oradaki mükafat ve cezanın
temeli olarak ferdiyetini devam ettirdiğini orta koymaya, Aristonun bu konuda eksik
bıraktığı yönleri tamamlamaya kendini sevketmesine neden olmuştur.196
İnsanın bu dünyadaki yetkinliğinin öte dünyadaki mutluluğunu etkileyeceğini
söyleyen filozof, tam eksiksiz mutluluğun bedenle birlikteyken tadılmasının güçlüğüne
dikkat çekerek ahiretteki mutluluk için hazırlanmayı “erdemli yaşama” (es-sîretü’l
fâzıla) biçimine bağlamıştır. Bu anlamda filozofa göre aklî açıdan Gök Akıllarına,
amelî açıdansa gök nefslerine benzemeye çalışmak bu erdemli yaşamın ana ilkeleridir.
Nitekim Tanrıyı aklederek ona benzemeye çalışan Gök Akılları ve bu akılların Tanrıya
duyduğu aşkla gök nefsini motivasyonu ve onun da gök cismini harekete geçirmesinin
insandaki nazarî aklın amelî aklı bedenini doğru davranışlarla Tanrıya benzeme gayesi
doğrultusunda yönlendirmesine örneklik teşkil etmektedir. Bu anlamda melekler insanın
yükseleceği hedefi teşkil eden prototiplerdir.197 Aklını metafizik aleme çeviren insan
Tanrıyı ve onun yarattıklarını düşünerek duyduğu hazzı, davranışlarına aktararak bu
metafizik bilinci korumaya ve metafizik bilincin gerektirdiği davranışları yapmaya şevk
duyacak böylece dünyada erdemli olan insan ahirette mutlu olacaktır. Ahlâkî fiillerin
değeri bu açıdan “metafizik bilince” katkı yapıp yapmamasına bağlıdır.198
Hikayelerdeki nefsin metafizik yolculuğu (kendi öz-bilincine varan nefsin
Hayy bin Yakzanla buluşması, durgun hayat pınarından içmesinin ardından dağları
aşarak varlık memleketinin sarayına ulaşması ve oradaki Padişah erkanını ve ardından
Padişahı tanımayla tamamlanan) nazarî yetkinliğe ulaşma ve bu metafizik bilincin
getirdiği davranışları yerine getirerek bilgi ve davranış bütünlüğünü sağlayan bir
yeryüzü meleğine dönüşmenin gereklerini Faal Akıl eşliğinde gerçekleştirmektir.
Filozofun metafizik görüşlerinin hikayede bu ve bunun etrafındaki sembollerle gelişerek
ahlak felsefesini anlatan diğer sembollerle bazen içiçe bazen yanyana birbirini
destekleyen ve açıklayan bir temel üzerinde geliştiğini görüyoruz.
196 Anne Marie Goichon, İbn Sînâ Felsefesi ve Ortaçağ Avrupasındaki Etkileri, İstanbul: Ötüken Yayınları,
1993, ss. 53-54.
197 Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, ss. 264-265.
198 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, 373-392.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 136-137, 163-165, 209-210.; “Risâle
fi’l-kelam ala’n-nefsi’n-nâtıka”, A. Fuad el-Ehvânî (neşr.), Ahvâl’ün-nefs içinde (s. 195-199), Kahire: 1952, s. 198.;
Risâle fi’s-sa’âde, s. 21.; Fi’l-ışk, ss. 263-264, 267-269.
75
İKİNCİ BÖLÜM
II.
İBN
SÎNÂ’NIN
SEMBOLİK
HİKAYELERİNDE
AHLAK
FELSEFESİNİN PSİKOLOJİK TEMELLERİ
İbn Sînâ’nın ahlak felsefesini incelerken bu alandaki görüşlerini temellendiren,
belirleyen ve bu alana yansıyan metafizik anlayışının özellikle “nefs” üzerinde,
dolayısıyla “insan nedir?” sorusuna verdiği cevap etrafında şekillendiğini birinci
bölümde gördük. Söz konusu soru, sadece metafiziğin değil aynı zamanda “fizik”in de
alanına girmektedir. Nitekim İbn Sînâ sistematik eserlerinde (eş-Şifâ, Kitâbü’n-necât,
‘Uyûnu’l-hikme ve el-İşârât ve’t-tenbîhât), nefs bilimini (ilmü’n-nefs) metafizik ile
fizik bilimleri arasında inceleyerek199 insanın nefs ve bedenden müteşekkil varlık
yapısını, yani insan anlayışını bir bütün olarak yansıtmış olmaktadır. Buna göre nefsin
varlığını ve mahiyetini metafizikte, bedenle ilişkisini ise “fizik”te konu edinmek
gerektiğini belirten İbn Sînâ, nefsin bedenle beraberliği sonucunda ortaya çıkan güç ve
fiillerini, nefsin cisimle ilişkisi yönünden “fiziğin” konusuna dahil ederek bu güçleri ve
fiilleri inceleyen psikoloji (ilmü’n-nefs) yi de fiziğin (tabîiyyât) ın bir kolu olarak
incelemektedir.200
Nefsin “dış gözlem”e dayanılarak yapılan ve cisimdeki fiillerin ilkesi olması
yönünden cisimden farklılığını vurgulayan tanımını Aristo’dan alan, ancak bu tanımı
yeterli bulmayarak kendi yöntemi olan nefsin kendine dönük farkındalığını, nefsin
ispatının temeli yapan filozof, bununla beraber söz konusu tanıma dayanıp nefsin
“yetkinlik” olduğunu söyleyerek nefsin bedende ortaya çıkan güç ve fiillerini
psikolojisini temellendirmekte kullanmıştır.201 Bu güçleri ve fiilleri sistematize ederek
şemalaştıran
İbn
Sînâ
ile
İslam
psikolojisinin
mükemmel
şeklini
aldığını
söyleyebiliriz.202 Bir filozofun psikolojisindeki sistemliliğin ahlak hakkındaki
199 Ali Durusoy, İbn Sînâ Felsefesinde İnsan ve Alemdek Yeri, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, 1993, s. 62.; Heath, 48.
200 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 9-10, 212.; Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 175-176.
201 Dağ, s. 321.; Mustafa Çağrıcı, İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, 1989, ss. 99-100.
202 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 238..; Dağ, s. 319, 404.
76
görüşlerine de yansıyacağı öngörülürse203 İbn Sînâ’nın psikolojisinin de ahlak
anlayışına yansımalarının da aynı şekilde sistemli olduğunu ve onun ahlak felsefesinin
temellerinden bir diğerini oluşturduğunu burada belirtebiliriz.
Psikolojisini bir “güçler (meleke) psikolojisi” şeklinde tasarlayan filozof nefsi
bedendeki fiillerin ilkesi olması yönüyle tanımlayıp bu fiillerin çıktığı güçleri de
bedenle irtibatlandırarak psikolojisini fizyolojiyle birleştiren bir yapı ortaya
koymuştur.204
Nefs ve beden ilişkisini, birinci bölümde gördüğümüz gibi bir “ikamet eden ve
edilen yer” anlayışı içinde sembolleştiren filozof, bu yeri kullanma ve yönetme gücü
olarak, onun tanımıyla “yetkinlik olarak”, nefs’i tanımlamakla birlikte bu yeri birlikte
paylaştığı ve “arkadaşlarım” dediği güçlerini de bu mekanla irtibatlı olarak
değerlendirmektedir. Nitekim Hayy bin Yakzan’la çıkmak istediği (aklî) yolculuk onu
bu güçlerden koparmakta, bu yolculuğun gerçekleşmediği zamanlarda “arkadaşlarıyla
kaynaşarak ikametine devam etmesi” ise yolculuğun karşısında bulunan ikametin bu
güçlerle birlikte gerçekleştirildiğini göstermektedir. Buna eklenecek bir diğer sembol,
bu bölümde sıkça anacağımız “şeytanın boynuzları”dır ki onlar da nefsin memleketinde
(krallığında) yer alırlar (yaşarlar).205
Hayy bin Yakzan’da filozofun psikoloji ve fizyolojisini biraraya getiren bir
diğer sembol de “firaset ilmi”dir. “İnsanların dış görünümlerine (hilkat) bakarak
karakterleri (ahlak) hakkında bilgi sahibi olmak” anlamına gelen firaset ilmini, fizik’in
alt dallarından biri206 olarak inceleyen filozof, hikayede ahlakın oluşumunda nefsin
güçleri ile nefs arasındaki ilişkinin önemini ve belirleyiciliğini “firaset (fizyonomi)”
yoluyla anlatır. İnsanın dış görünüşünü dolayısıyla fizyonomisini nefsin güçlerine
taşıyarak bu güçlerin özelliklerini, herbirinin nefsi etkisi altına alması sonucunda nefste
oluşacak karakter tipleri olarak niteler.207
203 Hasan Hüseyin Bircan, İslam Felsefesinde Mutluluk, İstanbul: İz Yayıncılık, 2001, s. 217.
204 Dağ, s. 319.
205 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 45, 49-50.; Heath, 70-71.
206 İbn Sînâ, “Fî aksâmü’l-ulûmu’l-akliyye”, Tis’u resâil içinde (71-80), Kostantıniyye: 1298, s. 75.
207 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 43-44.
77
Günümüzde fizyonomi (physiognomy, cardiognosy) olarak anılan bu ilim,
bugün psikolojik açıdan dış görünümden ruhsal yapıya ulaşmada pek kullanılmayan bir
yöntem208 olmakla birlikte, “insanların ve diğer varlık ve olayların içyüzünü keşfetme;
gelecek hakkında doğru tahminde bulunma melekesi” anlamında kullanılmaya
başlanması, Aristo’ya mal edilerek Yuhanna b. Bıtrîk tarafından Arapça’ya tercüme
edilen Kitâbü’s-siyâse fî tedbîri’r-riyase (sırru’l-esrar) adlı apokrif eserle olmuştur. Bu
eserle birlikte daha çok yaygınlaşan bu tür bir firaset anlayışı, rivayete göre bu kitapta
Aristo’nun öğrencisi İskender’e öğütler vererek ona savaşta hangi tarafın galip
geleceğini ve mağlup olacağını önceden tahmin etmenin ve böylece dünyaya hakim
olmanın yollarını ve savaş tekniğini öğretmiş olması dolayısıyla, temel anlamından
biraz uzaklaşarak yaygınlaşmıştır. Bunu bir ilim olarak temellendirmeye çalışanlara
göre ise bir kimsenin fizikî yapısına, yani boyuna, rengine, çeşitli organlarının yapısına,
el ve yüz hatlarına bakarak onun ahlak ve karakterini teşhis etmek mümkündür.209
“Dış görünüme bakarak insanın ahlakı (karakteri) hakkında bilgi sahibi olmak
mümkün müdür?” tartışması psikolojinin bir tartışma konusu olarak buradaki sınırları
aşacağından, biz burada bu ilmin “sembol” olarak kullanım özellikleri üzerinde
duracağız. Ayrıca bu sembol, sembol olmanın yanı sıra bir yöntem olması itibariyle de
ilerleyen bölümlerin (epistemolojik temeller ve ahlak nazariyeleri) konusu olacaktır.
Firaset’in “dıştan içe”, “görünenden görünmeye”, “bilenenden bilinmeyene” doğru gidiş
yolu-yöntemi, bu sembolün şârihler tarafından farklı yorumlanmasına sebep olmuştur.
Bu farklı yorumların her biri yukarıda saydığımız ilimler kapsamında ve birine
hamledilerek yapıldığından, her biri için kendi içindeki yorum kullanılacaktır. Bununla
birlikte Fârisî şârihin bu ilmi Hayy bin Yakzan (Faal Akıl-Cibrîl)’ın ilmi olarak
“meleklerin herşeyi biliciliği”ne delalet ettiğini söylemesi210 Corbin’in bu yorumu
yetersiz bulmasına neden olmuştur. Ona göre nefs’in bu ilimde Hayy bin Yakzan’ın
ulaştığı noktayı görerek “bu ilimdeki doğruluğu ve keskin görüşlülüğünü görünce
şaşırıp kaldım” cümlesine dayanılarak ulaşılan yorum (meleklerin ilmi) söz konusu
cümlenin devamında gelen bilgilere bakıldığında eksik kaldığı anlaşılmıştır. Bu nedenle
Corbin, “firaset ilmini” bir tevil ilmi olarak yorumlamakta ve bu tevilin basit bir metin
208 Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı-Psikolojinin Temel Kavramları, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997, s. 417.
209 Süleyman Uludağ, “Firaset” mad., T.D.V. İslam Ansiklopedisi (s. 116-117), C. 13, s. 116.
210 Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 29-30.
78
tevili değil ruhun tevili olacağını söylemektedir. Firaset, dıştan görünen (zahir) in
ötesine, görünmeyene (bâtın) ulaşma, ruhun iç dünyasını yansıtan sembollerin, onun
deyimiyle “derin psikoloji”sini çözme girişiminin ilmidir.211
Corbin bu nedenle nefsin güçlerinin şârih tarafından nefsin basit algı güçleri
olarak yorumlamasını da eksik bulmakta, bu güçlerin burada, nazarî olarak
yorumlanmasının ötesinde, daha çok bir şahsiyet (tahlilini-dolayısıyla ruhun tevilini)
olarak ortaya çıktığını ve birer oyuncu görüntüsü sergileyen bu güçlerin fiillerinin ise
bir oyunun metnini andırdığını
belirterek bu yönde yorumlanması gerektiğini
vurgulamaktadır. Corbin’in bu eleştirisi Hayy bin Yakzan’da nefsin arkadaşları olarak
görünen bu güçlerin ileride “şeytan” sembolüyle karşımıza çıkması, dolayısıyla onların
nefsin dikkat etmesi gereken tehlikeli tipler (kötü dostlar) olarak sunulmasından
kaynaklanmaktadır.212
Bir yanıyla metafiziğin diğer yanıyla fiziğin konusu olan “insanı tanımak” (ve
insanın kendini tanıması), Sokrat’tan bu yana felsefe ve ahlakın ana konularından biri
olarak tüm İslam filozoflarını ilgilendirdiği gibi213 İbn Sînâ’yı da ilgilendirmiş ve
sistematik eserlerinin yanı sıra hikayelerinin de temel öğelerinden biri olmuştur. Nefsin
“kendini bilmesinin” bilgisini, “metafizik”e giriş kapısı olarak gören İbn Sînâ, aynı
şekilde nefsin kendi varlığının bedenden bağımsız ve onu yöneten bir niteliğe sahip
olduğunun şuûruna varmasının, gök nefsleri ile gök cisimlerinin arasındaki ilişkiyi
anlamasında, dolayısıyla fizikte de yararlı olduğunu belirtir.214 Fizikteki bu yararı, gök
nefslerinin gök cisimlerini tedbir etme biçiminin, insan nefsi için de bir prototip teşkil
etmesi bağlamında ahlaka aktaran filozof, insanın nefs ve beden varlığıyla eylemlerini
bu varlık yapısına ve gayesine uygun düşecek biçimde gerçekleştirmesinin bilincine de
bu yolla ulaşacağını göstermiş olmaktadır.215
Bu anlamda “insan nedir?” sorusuna psikolojinin vereceği cevaplar, insanda
huyların nasıl oluştuğuna ve onların nasıl iyi birer meleke haline getirilebileceğinin
211 Corbin, Avicenna and The Visionary Recital, s. 154
212 Corbin, Avicenna and The Visionary Recital, s. 155.
213 Bircan, s. 187.; Çağrıcı, İslam Düşüncesinde Ahlak, s. 39.
214 İbn Sînâ, et-Ta’lîkât‘alâ Havâşi Kitâbi’n-nefs li-Aristâtâlis, s. 75.
215 Çağrıcı, İslam Düşüncesinde Ahlak, s. 39.; Bircan, s. 188.
79
bilgisine de bizi ulaştırmaktadır. İnsanın ne olduğundan hareketle nasıl davranması
gerektiği sonucuna giden bu anlayışın216 temelinde nefsin, nefs olarak kendini
bilmesinin yanı sıra bedeni ve bedenle kurduğu ilişkinin sonucu olarak güçlerini de
tanımasının gerekliliği vardır. Hayy bin Yakzan hikayesi bu gereklilikten hareketle
“firaset ilmi” etrafında bu güçleri tanıtmakta ve nefs’in kendini tanımasının psikolojik
vechesi ortaya çıkmaktadır.
II. 1. NEFSİN GÜÇLERİ VE FİİLLERİ
İnorganik doğal cisimden organik doğal cisme geçiş sürecinde cisme katılan
nefs, birinci bölümde belirttiğimiz gibi, kendisi için uygun mizacta bir beden varolunca
onunla eşzamanlı olarak varolur. Nefs, bedenle bu birlikteliğinin sonucu olarak, bedeni
yönetecek birtakım güçlerle (kuvâ) de donatılır. Yani cisme katılan nefsin varlığıyla bu
cismi yönetecek güçlerinin varlığı aynı süreçte meydana gelir. Nefsin güçlerini
fiillerinden hareketle tespit eden filozof, nefsin bu fiillerin ilkesi olduğunu söyler.
Kendisi de bir güç olan nefs bu anlamda bir güçler bütünüdür. Bedenin taşıdığı fiillerin
sayısı sınırsız olmakla birlikte bu fiillerin dayandığı güçlerin sayısı sınırlıdır Her
bedende bu güçlerin birini ya da birkaçı bulunur. Ancak güçlerin fiile dönüşmesinde
“şiddet ve zayıflık” bedenin mizacına göre değişmektedir. Bedenin mizacından dolayı
nefsin kazandığı bu özellik onun yeteneği (isti’dâd) dir. Bu güçlerin fiile geçme
dereceleri anlamına gelen bu yetenek, her nefste farklı şekilde ortaya çıkar. Bu
yeteneğin tekrar tekrar fiil haline çıkmasıyla nefste bir alışkanlık, buna bağlı olarak da o
nefsi diğerlerinden ayıran bir çeşit alışkanlıklar bütünü yani karakter oluşur.217
Bu güçler hikayelerde niteliklerine göre ya nefs sembolleriyle içiçe ya da
ondan ayrı, ancak onunla bir şekilde ilişkili olarak yer alırlar. Bu nedenle nefsin
güçlerini nefs ile ilişkisi içinde anlamaya çalışırken, bu ilişkinin niteliğini ve bunun
ahlak anlayışındaki etkilerini bu bölümün son başlığı olan ahlak psikolojisi içinde
inceleyeceğiz.
216 Aydın, İbn Sînâ’nın Mutluluk Anlayışı, ss. 433, 436.
217 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 27-32.
80
Nefsin güçlerini temsil eden sembollerin hikayelerdeki kullanım biçimi, bu
hikayelerin filozofun ahlak anlayışını yansıtmada ne derece önemli olduğunu, özellikle
de psikolojisinin ahlak anlayışı üzerindeki etkisini bir kez daha göstermektedir. Söz
konusu semboller, her bir hikayede o hikayenin anlatım amacına hizmet edecek şekilde
ve
son
bölümde
değineceğimiz
üzere
ahlâkî
bir
gayeye
yönelik
olarak
kullanıldıklarından, filozofun sistematik eserlerinde alışkın olduğumuz anlatım dizimi
içinde görünmezler. Ancak hikayelerin şârihlerince bu güçlerin işleyiş biçimlerinin
filozofun temel eserlerindeki bilgiler etrafında yorumlanmasından anlıyoruz ki, bu
sembollerin
amaçlarına
uygun
şekilde
anlaşılması
bu
bilgilerin
ışığında
incelenmeleriyle mümkün olacaktır.
Filozofumuz bedende ortaya çıkan bu güçlerin tasnifini ortaya çıkardıkları
fiillere dayanarak yapmaktadır. Bu sınıflamaya temel teşkil eden ise, varlık
tabakasındaki yerleridir. Buna göre bitkisel, hayvânî ve insanî nefs bu sınıflamanın
katmanları olarak bir hiyerarşi oluştururlar.218 Bir tek cinsi oluşturan bu üç tür nefsin en
alt kesiminde “bitkisel nefs” yer almaktadır. Bunun nedeni unsurların, gök kürelerinin
etkisiyle, cansızlar aleminden daha ahenkli bir bileşime sokulduğu bitkiler aleminde bu
tür bir nefsin söz konusu olmasıdır. Bu ahenkli bileşim (mizac) denge durumuna ne
kadar çok yaklaşırsa, bir öncekinden daha arınmış ve daha ince bir gücü almaya hazır
bir duruma gelir. Böylece hayvanlar ve insanlar alemi oluşur. Daha aşağı düzeyde
bulunan nefs, daha yukarıda bulunanın cinsidir ve onda bir güç olarak bulunur; bitkisel
nefs hayvansal nefsin, hayvansal nefs ise insan nefsinin cinsidir.219 Birinci bölümde
değindiğimiz üzere varlık hiyerarşisinde nefsler üste çıktıkça alttakinin gücünü de
mündemiç biçimde tevâlî ederler. Buna göre hayvanda nebâtî nefsin güçleriyle beraber
kendi güçleri de bulunurken, insânî nefste bu iki güçle birlikte kendine has güçleri de
bulunmaktadır.
Hikayelerdeki durum ise bu yapıyı korumakla birlikte semboller açısından
farklı bir tasnifi daha gerekli kılmaktadır. “Nefsin hayvansal güçleri”ni 1. genel olarak
218 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 32.; en-Necât, s.158; Risâle fi’n-Nefs, s. 57.
219 İbn Sînâ, en-Necât, ss. 256-258.
81
işleyen semboller: Salamanın karısı, şeytan, kirpinin dışı ve kuşun ayakbağı,220 2. nefsin
hayvânî güçlerini “şehvet ve gazab gücü” olarak ya da bu güçleri içeren semboller:
Absal’ın aşçısı ve sofra hizmetçisi, nefsin arkadaşları, şeytanın boynuzları,
devekuşunun yediği “sıcak taş”, yılanın yuttuğu “sert kemik” ve semenderin içine
girdiği “ateş”221 3. nefsin insânî güçlerinin sembolleri: Absal ve Salamanın karısının
kızkardeşi, yeryüzü melekleri, kuşun kanatları, akrebin önü ve arkası, kirpinin içi.222 Bu
semboller yukarıda belirttiğimiz gibi nefsle ilişkili sembollerdir ve bu ilişki nefste
bedenle birlikte ortaya çıktığından nefs ile bedenin ilişkisine dönüşerek nefsin bu
güçleri “yönetme ve yönlendirme”de alacağı tedbirler ve örnekler etrafında
işlenmektedir.
Belirtilmesi gereken bir diğer husus da nefsin bu güçlerinin nebâtî ve hayvânî
güçler olarak ayrılmasının nefste ontolojik bir bölünmeyi göstermediğidir. İnsanî nefsin
sahip olduğu bu nefslerin hepsi tek bir nefsin güç ve fiilleridir. Hikayelerde de
sembollerin nefsin güçlerini gösterirken ayrı sembollerle ifadesi de bu anlamda
algılanmamalıdır. Sembollerin herbiri bu anlamda nefsin fonksiyonları ortaya çıkaran
bir yapıda olmalarıyla birlikte bu güçlerin nefste toplandığına işaretler taşıdığı da
görülmektedir.
A. Nefsin Nebâtî Güçleri
Nefsin nebâti güçlerini hikayelerde gösteren herhangi bir sembolle
karşılaşmıyoruz. Bunun nedeni yukarıda
saydığımız tasnifte her bir gücün kendi
türünün fiillerini gösterirken aynı zamanda bir üstteki dahil oldukları nefsin fiillerinde
de kendini göstermesidir. Bedenin varlığını devam ettiren, dengeli gelişimini sağlayan
ve türünün devamlılığı için gereken bu güçler kendi içinde “nötr” fizyolojik güçler
olarak hayvansal güçlerin içinde de yer aldığından hikayelerde nebâti güçleri bu
güçlerin fonksiyonları içinde aramak gerekir. Ancak hikayeler nefsin güçlerini nefsin
220 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 55.; İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 49.;
Risâletü’t-tayr, s. 339.
221 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 55, 56.; İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss.44., 49.;
Risâletü’t-tayr, s. 339.
222 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 56.; İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.; Risâletü’ttayr, s. 339.
82
yetkinliğini sağlamakta gösterdikleri fiillere göre değerlendirmekte, nefsin nebâtî
güçlerini içeren hayvansal güçlerin fonksiyonlarını da onlarda ortaya çıkabilecek ifrat
ya da tefrit durumunda getirilecek ölçüyle ilgilenmektedir. Ahlakı ilgilendiren bu
ölçü223 hikayelerdeki sembollerin seçilmesinde belirleyici unsurdur.
Bununla birlikte “Felak sûresi/4”nin yorumunda “nefsin nebâtî güçleri”ni
“düğümlere üfleyen” ayetinin karşılığı olarak ele alır. Filozofa göre, nebati kuvvetler
bedenin neşvünema bulması ve idare edilmesi ile görevlidir. Beden ise parçalanmak ve
dağılmak için birbirleriyle çekişen muhtelif unsurlar arasındaki bağlardan (ukde) oluşmuş
bir bağdır. Nitekim beden bu unsurların bir diğeri üzerindeki şiddetli etkilerinin ortaya
çıkardığı gerilimle canlı olmaktadır. İşte onlara üfleyen de “nebati kuvvetler”dir.
Kuşkusuz üfleme (nefes) bir şeyin cevherinin bütün yönlerden yani genişlik, derinlik ve
uzunluk bakımından miktarında bir artışın sebebidir. İşte bu nebati kuvvetler de, beslenen
ve gelişen bedenin zikredilen genişlik, derinlik ve uzunluk bakımından artmasını etkiler.
Sanayide bir şeyi bir yönden artırmak isteyen kişinin diğer yönde bir eksiltme yapmadan
bunu gerçekleştirmesi mümkün değildir. Örneğin bir demirci bir parça demir keserek
bunun boyunu uzatmak isterse, genişlik veya kalınlığını azaltması, yoğunluğunu
gidermesi, ya da ona dışardan ilave bir parça daha eklemesi gerekir. Nebatî kuvvetin
etkileri bakımından eşyaya en çok benzeyen ise üflemedir. Zira üfleme her hangi bir
nesnenin bütün yönleri itibariyle belli oranda kabarmasının sebebidir.224
B. Nefsin Hayvansal Güçleri
Nefsin hayvansal güçlerinin, özellikle Hayy bin Yakzan’da diğer iki hikayeye
oranla daha ayrıntılı olarak sembolleştirildiğini görürüz. Hikayenin girişinde nefsin
“arkadaşları” olarak sembolize edilen bu güçler, hikayenin devamında nefse tanıtılan
varlık memleketinin Doğu ile Batı’sının kesiştiği yerde, yani nefsin kendi memleketinde
(“doğan güneş” krallığı) “şeytanın boynuzları” olarak yeniden karşımıza çıkarlar.225
223 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 236.
224 İbn Sînâ, “el-Felak”, et-Tefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’s-sûfiyye fi felsefeti İbn Sina içinde (s. 116-120), Hasan
Âsi (neşr.), Beyrut: 1983, s. 119.; en-Nefs, s. 32-33, 46, 47, 57.; Fi’l-Işk, s. 253, 257.; Mebhas ani’l-kuva’nnefsâniyye, s. 157.; Risâle fi’n-nefs, 58.; Uyunü'l-hikme, s.35.; en-Necât, 158.; Fi’l-Işk, s. 253.
225 Corbin, Avicenna and the Visionary Recital, s. 156.
83
Güneş, “şeytanın boynuzları” arasından doğarken nefsin sağında ve solunda bulunan
boynuzlar, Salaman ve Absal’daki nefs memleketinin Doğu’suna ve Batı’sına karşılık
gelirler. Filozofun boynuz’a yüklediği anlam, “Zülkarneyn kıssası”nda işaret edilen
“hakimiyet” ve “güç”tür. Bu sembol Salaman ve Absal’da “hakimiyet”, Hayy bin
Yakzan’da ise “güç” olarak öne çıkmaktadır.226 Doğu ve Batı’ya hakim olan Absal’ın
bu özelliğiyle iki boynuz sahibi (Zülkarneyn) olması, Doğu ve Batı sembol ikilisi ile iki
boynuz sembolü arasındaki bağlantının “güç” ve “hakimiyet”te buluşmakta ve
yeryüzünün Doğu’sunu ve Batı’sını ağabeyi adına fetheden ve nefsin yetkinlik halini
yansıtan Absal’da birleşerek bu güçlere hakimiyetini göstermektedir.
Bitkisel ve hayvansal güçlerin yöneticisi akıldır. Bütün güçler insani nefsin
yönetimi altına verilmiştir. Bu yönetimde hayvansal güçler akla yakınlıklarından dolayı
fonksiyonlarını diğer canlılarda olduğundan daha üstün yaparlar.
227
“Boynuz” (karn)
sembolü yukarıdaki anlamlarının yanı sıra bu yakınlığı da işaret etmektedir.
Bununla bağlantılı olarak “şeytan” ve “düşman” sembollerinin üç hikaye
arasında nefsin güçlerini anlatan ortak semboller olduğunu görmekteyiz. Absal’ın Doğu
ve Batı’yı fethetmesinin ardından buralara saldıran düşmanlara karşı da savaşması
nefsin güçleriyle mücadelesini anlatmaktadır.228 “Şeytan” sembolü R.Tayr’da aynı
anlamda “düşman” olarak tanımlanmakta ve “nefsin hayvansal güçleri”ne karşılık
gelmektedir. Bunu anlatan metafor, “akrebin zehrini kuyruğunda taşıması” onun
arkasından yaklaşacak düşmanlarına karşı koruması, “şeytanın da insana arkasından
yaklaşması”nı ifade etmektedir. Hayy bin Yakzan’ın Fârisî şarihi, ‘şeytan’ın, “insanı
ilim öğrenmekten ve iyilik etmekten alıkoyması” nedeniyle seçilmiş bir sembol
olduğunu söylerken, diğer şarih İbn Zeyle ise, bu kelimenin Arapça’da “uzaklık” anlamı
taşıması dolayısıyla seçildiğini ve bu güçlerin bedenin ölümünden sonra, nefs gibi bâkî
kalmaktan uzak olması anlamında kullanıldığını belirtmektedir.229 Her iki yorumun
buluştuğu ortak nokta, bu sembolün “bir kötülük sembolü” olmaktan ziyade nefsin
hayvânî güçlerini temsil ettiğidir. Kur’an-ı Kerim’de de “şeytanın” sık sık insanın
226 Ebu’l-kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İstanbul: İz Yayınları, 2004, s. 28.; René Guénon, Symbols of Sacred
Science, New York: Hillsdale, 2004, ss. 185-190.
227 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 38, 186.; el-Mebde ve'l-mead, Abdullah Nurani (neşr.), Tahran: Müessese-i
Motaleat-ı İslami Danişgah-ı Mc Gill Şube-i Tahran, 1984, s. 96.; fi’l-Işk, ss. 15-16.
228 Heath, 94.
229 Hayy bin Yakzan şerhi, s. 59, 75-76 (dn: 43.).
84
düşmanı olduğu hatırlatması (Bakara/208, A’raf/22, Yusuf/5 vb.)filozofun bu sembolü
seçmesinde etkili olabilir. Buna benzer şekilde “şeytan”ın insanın dostu, arkadaşı olma
durumunu da yine ayetlerden (Nisa/38, 76 vb.) yola çıkarak sembolleştirmiş olması
mümkündür.
“Şeytanın boynuzları”nın nefsin hayvani güçlerini sembolize ettiğini gösteren
bir diğer karîne ise, her iki boynuzun da hayvan yaratılışlı olmasıdır. Burada her bir
boynuz nefsin hayvansal güçlerinden birine tekâbül etmekte, buna göre Doğu’nun sol
yanında bulunan “uçan boynuz”, nefsin hissî (duyusal) idrak güçlerini, Doğu’nun sağ
yanında bulunan “yürüyen boynuz” ise nefsin muharrik güçlerini temsil etmektedirler.
Uçan boynuzun “uçan hayvanlarla”, “yürüyen boynuz”un ise “yırtıcı ve dört ayaklı”
yürüyen hayvanlarla sembolleştirilmesi, bu güçlerin niteliklerinin yansıtılmasına
yönelik görülmektedir.230
230 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, 49-50.
85
a) Hissî (duyusal) idrak güçleri
Duyusal idrak güçleri, nefsin hayvansal güçlerini sembolize eden “şeytanın
boynuzları”ndan “uçan boynuz”un bölgesinde hakim olan güç (akıl gücü-Padişah)
tarafından kurulan şehirde (duyu şehri) çeşitli görevlerde bulunan memurlara benzetilir.
Şehrin hakimi akıl gücü olsa da, bu bölge “mütehayyile gücü” tarafından
kullanıldığından “uçan boynuz”la sembolize edilmektedir. “Şeytan” nefsin bedenî
güçlerini temsil ettiğinden, onun kullandığı güç de bedene bağlı bir güç olacaktır. Bu
anlamda “uçan boynuz”, hem nefsin hissî idrak güçlerini hem de aşağıda göreceğimiz
gibi “mütehayyile gücü”nü sembolize etmektedir.231
İdrak güçlerini hissî (duyusal güçler-hayvansal nefsin) ve aklî (akıl gücü-insanî
nefsin) olarak iki ayrı kategoride değerlendiren filozof bu iki ayrı idrak için de “uçma”
sembolünü kullanır. İdrakin süratine kıyasla yapılan bu benzetme, bu iki idrak çeşidinde
de kullanılmakla birlikte, hissî idrak “uçan boynuz”la (duyusal güçlerle), aklî idrak ise
R.Tayr’da kuşların “kanatları” (akıl gücü) ile gerçekleşmektedir.232
Hissî idrak güçlerini de dış ve iç idrak güçleri olarak ikiye ayıran filozof, bu
ayrımda yer alan güçleri, Hayy bin Yakzan’da, “Nâs sûresinin tefsirinde” olduğu gibi
“ins” ve cinn” olarak sembolize eder. “İns” insanlara görünen yönüyle “dış idrak
güçleri”nin (havâsu’s-zâhire), “cinn”i ise görünmeyen yönüyle “iç idrak güçleri”
(havâsu’l-bâtıne) nin sembolüdür.233
aa) Dış İdrak Güçleri
Dış idrak güçleri, “ins” (mine’l cinneti ve’n-nâs) in yanı sıra, şeytanın uçan
boynuz bölgesindeki duyu şehrinin caddelerinin başında bekleyen “silahlı askerler”le de
sembolize edilir. Beş silahlı
asker, beş duyu organını temsil eden, yollardan-
caddelerden geçenleri yakalamakla (algılamakla) görevlidirler.234 Duyu organlarının
231 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 49-50.; Hayy bin Yakzan şerhi, 57-59.
232 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Hayy bin Yakzan, s. 49.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 142.
233 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.; en-Nas, s. 125.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 61.
234 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.
86
çalışma biçimlerini anlatan “yakalamak” (algılamak) sembolü, benzer şekilde R.Tayr’da
da geçer.235 Ancak burada söz konusu olan kuşlar olduğundan “yakalamak” yerine
“avlanmak” daha uygun bir sembol olur. Burada konumuz idrak’i gerçekleştiren güçler
olduğundan “idrak”in kendisini ve dolayısıyla “avlanma” sembolünü üçüncü bölümde
“epistemolojik temeller” çerçevesinde inceleyeceğiz. Burada ise avlanan kuşun bu
idraki gerçekleştirme vasıtası konumuzun sınırlarına dahildir. Hikayenin giriş
bölümünde hayvan sembollerinden biri olan yarasa’nın gündüz ortaya çıkmayıp gece
avlanmasını örnek gösteren filozof, gündüzü eşyanın görülebilirliğine kıyasla duyusal
idrakin, geceyi ise eşyanın görünmeyen yönüne kıyasla aklî idrakin konusu olarak
sembolize etmiştir.236
Silahlı askerlere dönersek dış duyular nesnelerin sadece şekil ve niteliklerini
kavradığından (manaları sadece iç idrak güçleri yapabilir)237 bu beş silahlı asker oradan
geçen (beş duyuya konu olan) herkesi yakaladıktan sonra yanlarında bulunanları
(nesnedeki nitelikleri) alır, bu tutsakları ve bu tutsakların yanlarında bulunan mühürlü
zarftaki haberleri (sûretleri ve manaları), şehrin kapısını koruyan kapıcıya teslim
ederler.238 Beş silahlı askerin başında bulunduğu beş yolun duyumu gerçekleştirme
biçimleri şöyledir:
beş duyu: a) dokunma duyusu: Duyuların ilki ve en gerekli olanı dokunma
duyusu, etteki ve bedenin derisindeki sinirlerde bulunur. Bu duyu dört çeşit duyumu
gerçekleştirdiği için cins olarak telakki edilmektedir. Bu dört duyum dört zıtla ilgili
olmak üzere şöyle sıralanmaktadır. a. Sıcaklık-soğukluk b. Kuruluk-yaşlık c. Sertlikyumuşaklık d. Pürüzlülük-düzgünlük. Bu dört zıtlık da tek bir organ aracılığıyla idrâk
edilmektedir. Dokunma duyusu, canlının hayatını devam ettirebilmesi için kendisinde
zorunlu olarak bulunması gereken bir duyudur. Bitkisel nefste beslenme duyusu ne ise,
hayvansal nefste de dokunma duyusu odur.239
235 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 141-142.
236 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 144-145.
237 İbn Sînâ, en-Necât, s. 327.
238 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 56-59.
239 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 34,58-63; en-Necât, ss. 159-160.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 30.; Risâle fi’n-Nefs, s. 60.;
Mebhas ani’l-kuva’n-nefsâniyye, s. 163.
87
b) tad alma duyusu: Tad alma duyusu, dilin üzerine yayılmış sinirlerde
bulunur. Nesnelerin çözümlenen parçalarının dile dokunması ve o parçalarla dildeki
sıvının (tükrük salgısı) karışması sonucunda tat alma gerçekleşir. Bu duyu, canlının
hayatını devam ettirmesinde oldukça önemli bir yere sahiptir.240
c) koku alma duyusu: Koku alma duyusu, beynin ön tarafındaki iki tomurcuğa
benzeyen çıkıntıda yer alır. Koku, havada karışmış bir şekilde bulunan buharın burun
yoluyla içeri alınmasıyla veya dışarıdaki nesnenin havada oluşturduğu kokusal
değişimin teneffüs edilmesiyle gerçekleşir. Canlı, koku alma duyusunu öncelikle
besinlerin tanınmasında kullanır. Bundan dolayı bu duyu, tat alma duyusuna yardımcı
olmaktadır. Ayrıca nefsin kendisinde en az tutabildiği duyumlar, koku duyumlarıdır.241
d) işitme duyusu: İşitme duyusu, kulak deliğinin yüzeyinde yer alan sinirlerde
bulunur. Biri çarpan, diğeri çarpılan iki nesnenin temaslarının sonucunda meydana
gelen hava titreşimlerinin ilettiği şeyleri idrak eder. işitmenin oluşabilmesi için, iki
nesnenin çarpışması ya da bir nesnenin parçalanması sonucunda oluşan titreşimlerin
kulak deliğindeki boşluğa ulaşması gerekmektedir.242
e) görme duyusu: Görme duyusu, gözün sinir boşluğunda bulunur ve gözün
etrafında yer alan saydam-akışkan tabaka (er-rutûbetü’l-celidiyye) ya ışık aracılığıyla
yansıyan nesnelerin suretlerini idrak eder. Buradaki idrak, renkli nesnenin, gözde sadece
görüntüsünün oluşmasından ibarettir.243
İbn Sînâ’ya göre beş dış duyunun her biri öncelikle kendisiyle ilgili olarak
nesnenin bir niteliğini, mesela görme duyusu renkleri, işitme duyusu sesleri idrak eder.
İşte dış duyuların, nesneye ait tek bir niteliği idrakine, "nesneye ait bir niteliğin idraki
(el-mahsûsâtü’l-münferide)" denilmektedir. Buna ilave olarak, dış duyular nesneye ait,
hareket-sükun, büyüklük-küçüklük, gibi nitelikleri de idrak ederler ki, bunlara da,
240 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 34, 65-69.; en-Necât, s. 159; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 31.; Risâle fi’n-Nefs, s.
Mebhas ani’l-kuva’n-nefsâniyye, s. 163.
241 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 34, 64-65.; en-Necât, s. 159.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 31.; Risâle fi’n-Nefs, s.
Mebhas ani’l-kuva’n-nefsâniyye, s. 163.
242 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 34, 70-76.; en-Necât, s. 159.;‘Uyûnu’l-Hikme, s. 31.; Risâle fi’n-Nefs, s.
Mebhas ani’l-kuva’n-nefsâniyye, ss. 162-163.
243 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 34,79-139; en-Necât, s. 159.;‘Uyûnu’l-Hikme, s. 31-32.; Risâle fi’n-Nefs, s.
Mebhas ani’l-kuva’n-nefsâniyye, ss. 161-162.
88
59.;
59.;
58.;
59.;
"nesneye ait ortak niteliklerin idrâki (el-mahsûsâtü’l-müştereke)" adı verilmektedir.
Nesnelere ait en temel ortak niteliğin onların sayılarının olduğunu söyleyen İbn Sînâ, bu
ortak niteliklerin birtakım kimselerin zannettikleri gibi dış duyuların dışında bir başka
duyu tarafından değil bu beş duyunun idrakiyle gerçekleştiğini belirtir.244
Dış duyular insanın hayatta kalmasını ve hayatını devam ettirmesini sağlayan,
aynı zamanda onu dış dünyaya bağlayan ve dış dünyanın tehlikelerinden koruyan güçler
olduğundan, duyu şehrinin “silahlı kuvvetleri” oradan geçenleri yakalamakla kalmayıp
buranın korumasını ve güvenliğini de üzerlerine almışlardır.245
ab) iç idrâk güçleri
1) ortak duyu gücü (el-hissü’l-müşterek)
Ortak duyu (el-hissü’l-müşterek) Hayy bin Yakzan’da “kapıcı” sembolüyle
karşımıza çıkar. İç idrak güçlerinin ilki olan ortak duyu, duyu şehrinin sarayının
kapısında karşılaşılan ilk görevlidir.246 Ayrıca beş duyunun getirdiği manaları ve
sûretleri alan ortak duyu, bunların iç idrak güçlerine ulaşmasında bir köprü vazifesi
görmektedir. Bu duyunun “kapıcı” sembolüyle ifade edilmesi beynin ön boşluğunda
bulunarak duyumların toplandığı merkez durumunda olmasından kaynaklanmaktadır.247
Silahlı askerler (dış duyular), yakaladıklarının (sûret ve manaları-nitelikleri) hakkında
yargıda bulunamadıklarından bunları kapıcıya (ortak duyuya) gönderirler. Duyulur olan
nesneye ait yargı, bu güç tarafından verilir. Dokunulan şeyle görülen şeyi bir duyu idrak
etmeseydi, “bu böyledir” ya da “bu böyle değildir” türünden herhangi bir yargıya
ulaşılamazdı. İbn Sînâ’ya göre akıl gücünün böyle bir ayrımı yaptığı farzedilse bile,
aklın hüküm verebilmesi için hükmün iki unsurunu birlikte görmesi gerekir. Çünkü
görülen ve dokunulan cisim, duyumlanabilir haliyle akla gelmiş olsaydı akıl gücü bu
ayrımı yapamazdı, oysa biz bu ayrımı yapıyoruz. Duyumların, duyumlandıkları haliyle
244 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.141.
245 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 56-59.
246 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.
247 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 35-36.; en-Necât, s.163.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 32.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 380381.; Risâle fi’n-nefs, s. 61.
89
akılda toplanmaları mümkün olmadıyınca, başka bir güçte bulunmaları gerekir. Aklı
olmayan ve yalnızca şehvet güçleriyle hoş olan şeylere yönelen canlıların hayal
güçlerinde “şu suretteki şey hoş, güzeldir, yenilebilir” biçiminde bir bilgisi
bulunmasaydı, onlar bu çeşit şeyleri görünce yemeye yönelmezlerdi. Yargılar, canlının
çeşitli tecrübelerini meydana getirmesinde etkendir. Hayatını devam ettirmesi de bu
tecrübelerle mümkün olmaktadır. Buna ilave olarak dış duyu organları bozulmuş ve
gözünü yuman bir kimsenin gözüyle görmediği şeylerin görüntülerini hayal etmesi, yani
görüyor gibi olması, dışarıdan gelmeyen sesleri işitmesi, ortak duyuda meydana gelen
duyumlar sebebiyledir. Uyuyan bir kimsenin gördüğü hayalleri ve gözüne mil çekilmiş
birinin tahayyül ettiği renkleri açıklamak, ancak dış duyuların başlangıç yeri olan bir iç
gücün varlığını kabul etmekle mümkündür. Bütün duyular, bu güçten dokunma, tad
alma, koku alma, işitme, ve görme duyusu olarak dallara ayrılır. Her bir duyu
kazandığını buraya getirir ki, böylece hissî sûretleri saklayan musavvire gücünün de
yardımıyla duyulara ait farklı tecrübeler bu güçte birleşir.248 Ortak duyunun tüm bu
özellikleri duyu şehrinin kapıcısı olmasına ve beş duyunun getirdiği tüm duyumların
buradan içeriye, yani diğer idrak güçlerine ulaşmasını sağlayan güç olarak
sembolleştirilmesine yetmektedir.249
Beş duyunun getirdiği duyumların toplandığı merkez olan ortak duyu, cisimleri
nasılsalar öylece idrak eder, duyu verilerini algılara dönüştürür. Gerçek duyumun
gerçekleştiği yer burasıdır. Ancak hikayedeki sembollerin de gösterdiği gibi ortak duyu
anlamları idrak edemez. Bu nedenle onun elde ettiği bilgi, “mühürlü bir zarf” (manaları
içinde taşıyan sûretler) tır. Dış duyuların getirdiği bilgi, bu zarf içinde ortak duyuya
teslim edilir. Ortak duyu ise bu zarfı, kendisine ulaşan bilgileri muhafaza gücünden
yoksun olduğu için, hayal ve musavvire gücünü sembolize eden hazinedara, o da bu
zarfı açacak olan padişah’a (yönetici akıl gücüne) arz eder.250
248 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 145-147.; Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, s.166.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 38.; elİşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 380.
249İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 59.
250 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 56-59.
90
2) hayâl ve musavvire gücü (el-kuvvetü’l-hayâliyye ve’l-musavvire)
Ortak duyu, dış duyular aracılığıyla duyulur sûretleri idrak eder, ancak onları
koruyamaz. Bu tür sûretlerin korunduğu güç, hayal ve musavvire gücüdür. Bu nedenle
hikayede “kapıcı” kendisine ulaşanları “hazinedar”a iletmekle görevlidir.251 İbn Sînâ’ya
göre, hayal ve musavvire gücü beynin ön boşluğunun arkasında bulunur ve ortak
duyunun, dış duyular aracılığıyla idrak ettiği sûretleri, bu sûretlerin nesnesi yok
olduktan sonra da muhafaza eder, herhangi bir şeyin tekrar duyumlanmasına gerek
kalmaz.252 Ortak duyu sadece “sûretleri” korur, bu nedenle hazinedar, kapıcının
kendisine teslim ettiği haberleri (mühürlü zarf içinde) bir diğer hazinedar (belleme ve
hatırlama gücü)’a Padişah’a ulaşmak üzere verirken, esirleri (sûretleri) alıkoyup
gözetir.253 Ortak duyunun duyum ve duyuma dayalı hükümlerini koruyan hayal ve
musavvire gücü, ortak duyunun idraki sırasında fiilen duyuma katılarak ortak duyu ile
birlikte hissî sûreti tasavvur eder. Bu itibarla ortak duyu önceden idrak edilmiş hissî bir
sûretle şimdi idrak edilmekte olan bir sûretin arasını birleştirerek duyulara dayalı bir
hüküm verir. İşte hayal ve musavvire gücü ile ortak duyunun bu özelliklerinden dolayı,
daha önce beş duyu tarafından hissettiğimiz bir niteliği şu anda hissetmekte olduğumuz
bir nitelikle birleştirebiliriz.254
Ortak duyunun idrak ettiği hissî sûretleri saklamak, hayal ve musavvire ile
mütehayyile güçlerinin işidir. Hayal ve mütehayyile güçleri farklı güçler olmakla
birlikte ortak duyu ile hayal gücü bir tek güç gibidir. İki güç arasındaki ayrım, duyum
konusundadır. Hayal ve musavvire gücünün işi, ortak duyudan aldıkları hissî sûretleri
sürekli korumaktır, onlar hakkında herhangi bir hüküm vermek değildir. Oysa ortak
duyu ile beş duyu bir bakıma hissî sûretler hakkında (bir çeşit) hüküm verebilir.255
Hayal ve musavvire gücü, hissî sûretlerin (esirlerin) en son durağıdır. Hayal ve
musavvire gücü bir yönüyle ortak duyuya, başka bir yönüyle mütehayyile ve müfekkire
güçlerine bakar. Bu güç, ortak duyunun kendisine verdiği sûretleri korur. Ancak hayal
251 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.
252 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 36, 148, 150.; Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, s.159.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 38.; elİşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 351, 356.; “el-Kerâmât ve’l-mu’cizât ve’l-e‘âcîb”, et-Tefsîru'l-Kur'âni ve'l-lugati'ssûfiyye fî felsefeti İbn Sina içinde (s. 225-240), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut: 1983, s. 226.
253 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 56-59.
254 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 36.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 352-353.
255 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.147.
91
ve musavvire gücüne sûretler, yalnızca ortak duyudan gelmez. Mütehayyile ve
müfekkire güçleri, farklı amaçlar için, hayal ve musavvire gücündeki hissî sûretleri
alarak, kendilerine özgü bir işlemden geçirip (terkîb ve tafsîl) hayal ve musavvire
gücünde bulunmayan yeni hissî sûretler üretirler. İşte hayal ve musavvire gücü, bu yeni
üretilmiş ve bir bakıma müfekkire gücü tarafından soyutlanmış olan sûretleri de korur.
Çünkü hayal ve musavvire gücünün işi, kendisine gelen sûretleri korumaktır; sûretin dış
veya iç idrak güçlerinden gelmesi bir şeyi değiştirmez. Düşünürümüze göre, hayal ve
musavvire gücüne iç idrak güçlerinden gelen sûret, mütehayyile ve müfekkire
güçlerinden veya metafizik etkilerden (et-teşekkülâtü’s-semaviyye) ileri gelebilir.
Ancak bu durum, nefsin akıl gücünü kullanmadığı sırada olur. İşte o zaman hayal ve
musavvire gücünde bulunan (temessül eden) ve iç idrak güçlerinden gelen bu sûret,
ortak duyuda yer edebilir (irtisam). Bu yüzden hissi idrak, ortak duyuda gerçekleştiği
için herhangi bir dış gerçekliği ve sebebi bulunmayan bir takım renkler, yani görüntüler
görülür ve sesler işitilir.256
3) hayâl kurma ve düşünme gücü (el-kuvvetü’l-mütehayyile ve’l
müfekkire)
Hayy bin Yakzan’da “uçan boynuz”la sembolize edilen hayal kurma
(mütehayyile) gücü,257 beynin solucansı oluşumunun yanındaki orta girintisinde yer alır
ve hayal ve müsavvire gücündeki sûretler ile belleme ve hatırlama gücünde (elkuvvetü’l-hâfıza ve’z-zâkire) bulunan anlamları (ma’na) birbiriyle birleştirir (terkib) ve
ayırır (tafsil). Ayrıca bu güç, sûret ile sûreti, mânâ ile mânâyı ve mânâ ile sûreti
birbirleriyle birleştiren ve ayıran bir güçtür. Eğer bu birleştirme ve ayırma işlemini
yapan güç, vehim gücü olursa buna “mütehayyile”, akıl gücü olursa, “müfekkire”
denir.258 Şeytanın boynuzları arasından doğan güneş, aynı zamanda bu bölgenin
Padişahı da olan “akıl gücü”dür. Ancak boynuzlar, hissî idrak sembolleri olarak burayı
kullandıklarında (ki hikayede bu durum belirtilir) bu güç “mütehayyile gücü” olacaktır.
256 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.151-153; Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, s.166.
257 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.
258 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 36, 147.; Mebhas ani’l-kuvân-nefsâniyye, ss. 166-167.
92
Mütehayyile gücü, birleştirme ve ayırma yoluyla üretmiş olduğu yeni sûretlerin
bir dış gerçekliğinin olup olmadığına bakmaz.259 Bir yönüyle hayal ve musavvire
gücüne, bir başka yönüyle de belleme ve hatırlama gücüne bakan mütehayyile gücü (iki
hazinedar), sûretlerden ve manalardan başlayarak bu sûret ve manalara, benzer veya
karşıt yeni sûretler ve manalar üretir durur.260
Sûretler (esirler) hayal ve musavvire gücünde, manalar (haberler) ise belleme
ve hatırlama gücünde muhafaza edilir. Bu haberler ve esirler mütehayyile gücü
tarafından birleştirilerek hikayedeki örneğiyle “uçan bir insan” ya da “domuz başlı bir
yılan” vs. şekline sokularak yeni imajlar üretilir.261
Nefsin en işlek gücü olan mütehayyile gücü’nün özelliği, engellenmediği
sürece hareketine devam etmesidir. “Uçma” sembolünü almasında da etkili olan bu
hareketlilik, ancak duyular ve akıl gücü tarafından denetim altına alınabilir. 1. Nefs, dış
duyuları kullanınca ortak duyu gücü ile hayal ve musavvire gücü, mütehayyile gücüne
yardım edemezler; dolayısıyla söz konusu iki güçle ilişkisi kesilen mütehayyile gücü
devre dışı kalır. 2. Nefs, mütehayyile gücünü düşünme (temyîz ve fikir) fiillerinde
kullanarak, yani düşünme gücü (el-kuvvetü’l-müfekkire) çalıştırarak denetleyebilir.262
Mütehayyilenin işlek duruma gelmesinde nefsten ve bedenden kaynaklanan
durumlar şunlardır: 1) Bedene ait durumların ilki uykudur. Uyku sırasında beş duyu
çalışmaz ve dolayısıyla mütehayyile gücü, dış duyu güçlerince denetlenemez. 2)
Besinlerin sindirimi sırasında nefs, bedenle ilgilenirken mütehayyile gücü işlek hale
geçer. 3) Akıl gücünü düşünmekten (temyiz) alıkoyan ve bedeni zayıflatan hastalıklar
sırasında mütehayyile gücü faal hale geçerek ürettiği hayalî sûretleri ortak duyu gücüne
verir ve bu sûretler de böylece müşâhade edilir hale gelir. 4) Nefsi zayıflatan korku
sırasında nefs olmayacak şeyleri olabilir görür. 5) Kalb ve beyin gibi temel bir uzvun
hastalanması sırasında nefs bütünüyle ona yöneldiği için mütehayyile gücünü
denetleyemez. 6) Akıl gücü zayıflar şevhet gücü (el-kuvvetü’l-şehvaniyye) güçlenirse
259 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 36, 147; Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, ss. 166-167; ‘Uyûnu’l-Hikme, ss. 38-39.;
el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 357; el-Kerâmât ve’l-mu’cizât ve’l-e‘âcîb, ss. 227-228.
260 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.135; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 39.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 372.
261 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, 50.
262 İbn Sînâ, el-Kerâmât ve’l-mu’cizât ve’l-eâcib,s. 232.
93
mütehayyile gücü onun isteklerine uygun gelen şeylerin sûretlerini tahayyül etmeye
başlar.263
Ancak mütehayyile gücü her zaman yukarıda sayılan sebeplerden dolayı hayalî
sûretler üretmez. Bazen fizik ötesinden gelen etkilerden dolayı da hayalî sûretler
üretebilir. Yaratılıştan bazı kimselerin mütehayyile güçleri öylesine güçlü olabilir ki, bu
kimselerin mütehayyile gücünü, dış duyular denetleyemediği gibi, hayal ve musavvire
gücü de ona karşı koyamaz, ayrıca bu özellikteki nefslerin beş duyu gücünü kullanması,
onların akıl gücüne yönelmesine engel olmaz. İşte bu özellikte yaratılmış olan kimseler,
başkalarının rüyada gördüklerini uyanıkken görebilirler. Yine bu özellikteki kimseler
rüyalarında gördükleri gibi gerçekleşen veya gerçekleşecek şeylerin sembolleri ile,
geleceğe ait durumları idrak edebilirler. Çoğu kez rüyalarında bir şeyi bulunduğu hal
üzere görebilecekleri gibi, herhangi bir sebepten dolayı onun benzerini de hayal
edebilirler. Bazen bu kimselerin önlerinde bir görüntü belirir ve bundan ezberleyip
okunabilecek sözler işitirler. İbn Sînâ’ya göre mütehayyile gücünün bu özelliği, bu güce
ait “nübüvvet”tir, yahut nebînin mütehayyile gücü bu özelliktedir, denilebilir.264 Hayy
bin Yakzan’da mütehayyile gücü ve bu gücü kullanan vehim gücünün en güçlü haline
sahip olan “peygamber” ve “nübüvvet”le ilgili bir sembol kullanılmamakla beraber,
hikayeyi şerheden Fârisî şârih mütehayyile gücünün sembollerini yorumladığı bölümde,
peygamberlerin gaybtan bilgi alışları, dolayısıyla “vahiy”le ilgili filozofun yukarıdaki
düşüncelerini tekrarlamaktadır. Bunun devamında ise peygamberlerin toplum için
gerekliliği hakkında, filozofun görüşlerini aktarır.265
Görüldüğü gibi nefsin fizik ötesi alemden bilgi alması, çok güçlü bir konuma
geçerek duyular ve akıl gücü ile mütehayyileyi denetlemesiyle mümkündür. Zaten nefs,
güçlendikçe duyulara olan ilgisi azalır ve fizik ötesi aleme yönelişi artar. Nihayet nefs,
kendisinden hoşnut olunan (murtaza) bir makama gelip bu makama uygun düşmeyen
davranışlardan kaçınırsa, öteki alemden etkilenmeleri de artar. Duyulardan gelen ve
diğer engeller iyice azalınca, bir an olsun nefs, mütehayyile gücünden kurtularak
263 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss.153-154.; el-Kerâmât ve’l-mu’cizât ve’l-e‘âcîb, ss. 231-232.
264 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.154; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 38-41.
265 Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 38-41.; bkz. İlhan Kutluer, Akıl ve İtikad (kelam ve felsefe ilişkileri üzerine
araştırmalar, İst.: İz yay, 1996, ss. 95-103.; Peygamberin gerekliliği için ayrıca bkz. Bilal Kuşpınar, İbn Sînâ’da
Bilgi Teorisi, İst.: M.E.B. yay., 1995, s. 143-147.
94
metafizik aleme (alemü’l-kuds) yönelebilir. İşte nefsin fizik ötesi aleme, bir an olsun
yönelişi sırasında, oradan bir bilgi (nakş) gelerek nefste yer eder (intikaş). Bu bilgi
nefsin kendisinden, yani akıl gücünden mütehayyile gücüne, buradan da ortak duyu
gücüne gelip yer eder. Böylece ortak duyu gücünden sonra metafizik aleme ait bir idrak
gerçekleşmiş olur. Düşünürümüze göre, nefs, hem fizik hem de metafizik alemden bilgi
kazanabilecek özelliktedir. Ancak bu bilginin geliş yolu farklıdır. Fizik aleme ait
bilgiler duyulardan nefsin kendisi demek olan akıl gücüne doğru giderken, metafizik
kökenli idraklar önce bizzat nefsin kendisince yapılmakta, sonra mütehayyile ve ortak
duyu gücüne doğru inmektedir.266
Salaman ve Absal hikayesinde “metafizik alemden gelen etkiyi” kendisini
nefsin güçlerine karşı korumaya çalışan ve hikayede “müstefad seviyeye ulaşmış nazarî
aklı” temsil eden Absal’ın şahsında görüyoruz. Salamanın eşi’nin (nefs-i emmare)
kızkardeşinin (amelî akıl) yerine geçerek Absal’ı kendine ram etmeye çalışması
esnasında “çakan bir şimşek” sayesinde, Absal gerçeği anlar ve oradan derhal uzaklaşır.
Burada “çakan şimşek” metafizik alemden, Tanrı’dan gelen ve adi ve bayağı işlerle
uğraşanları kendine doğru çeken bir “ışık”tır. Bu ışık (metafizik etki) sayesinde nefs-i
emmare’yi de sembolize eden, kendisini aklî evrenden (âlem-kudsî) uzaklaştırmaya
çalışan nefsin güçleri (salamanın eşi) nin etkisinden kurtulur.267 Yukarıda sözü edilen
bu bilginin yukarıdan aşağıya doğru inişini de bu “metafizik uyarı”nın bir şimşekle
sembolize edilmesinde görmekteyiz Duyusal idrak güçlerinin hikayede sıralanması da
dış duyulardan başlayarak mütehayyile gücüne doğru yukarı çıkmaktadır.268
İbn Sinâ’ya göre nefsin metafizik alemden edindiği bu bilgiler, onun yetenek
(istidad), alışkanlık (adet) ve huyuna (hulk) göre her cinsten olabilir. Sözgelimi bunlar
metafizik alana ait bilgiler (ma’kulat), gelecekte olabilecek şeylerden uyarıcı bilgiler
(inzârât), şiirle ilgili ilhamlar (şi’ir) ve başka şeyler olabilir. İbn Sinâ’ya göre nefsin
fizik ötesi alemden aldığı bilgileri başlıca dört dereceye ayırabiliriz:
Birinci derece: Uyanıkken veya rüyada fizik ötesinden nefse gelen bilgi (eseru
rûhânî), hayal ve belleme (zikir) gücünde kalıcı bir etki yapmayacak kadar az olur.
266 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 379-382.
267 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 55, 56.
268 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.
95
İkinci derece: Nefse metafizik alemden gelen bilgi, biraz daha etkili olup
mütehayyile gücünü harekete geçirebilir. Ancak mütehayyile gücü, başka sûretler
tahayyül etmeye başlar, bu yüzden öte alemden gelenleri açıkça ortaya koyamaz. Bu
arada belleme ve hatırlama gücü (zikr) ise nefse gelen mânâları değil, mütehayyilenin
ürettiği benzer sûretlerin mânâlarını ezberler.
Üçüncü derece: Bu derece, metafizik alemden gelen etkinin (eseru rûhânî)
öncekilere göre daha çok güçlü olduğu bir derecedir. Böylece nefs, bu mânâyı belleme
gücünde iyice ezberler ve mânânın sûreti de hayal gücünde iyice yereder (irtisam).
Dördüncü derece: Nefsin metafizik alemden gelen bilgiye fazlasıyla önem
verip ilgi duyduğu bir derecedir. Nefs, bu bilgiyle öyle bir ilgilenir ki, o, belleme
gücünde iyice yerleşir (irtisam) ve mütehayyilenin tahayyül ettiği başka sûretler ve
bunların içerdiği mânâlar arasında kaybolup gitmez.269
İbn Sinâ’ya göre yalnızca dış duyular ve akıl gücü tarafından denetlenen
mütehayyile gücü bir ayna gibidir. Mütehayyile gücünü alıkoyan, duyular veya akıl
gücü olsun farketmez; ayna gibi olan bu güç ne tarafa yönelirse, daha önce karşı taraftan
kendisinde yer eden (irtisam) görüntüler yani sûretler silinir. Bu itibarla dış duyular
veya akıl gücünden birisi mütehayyile gücünü denetlemezse, az önce sözü edilen “nefs,
mütehayyile gücü ve fizik ötesi alem” arasındaki iki çeşit ilişki gerçekleşir ve
mütehayyile gücünde metafizik kökenli bilgiler (ma’na) içeren sûretler ortaya çıkar.270
Hayy bin Yakzan’da akıl tarafından denetlenmeyen bu gücün ürettiği imajlar
(sûretler) ve manalara göre hareket eden insanın hem bilgi hem de davranış açısından
yanılgılara düşeceği ve bundan korunmanın “şeytanın verdiği vesvese”den korunmak
anlamını taşıyacağı belirtilir. R.Tayr’da verilen örnekte olduğu gibi “akrebin zehrini
arkasından yaklaşacak düşmanlara karşı kuyruğunda taşıması” misali, “şeytan”ın
“insanın kalbine girmesi ve gönlüne bu yanlış bilgileri ekmeye çalışması”na karşın da
aklın (akrep) tedbirlerini alması gerekmektedir.271
269 İbn Sînâ, Risâle fi’n-nefs ve bekâihâ ve meâdihâ, ss. 118-119.; el-Kerâmât ve’l-mu’cizât ve’l-e‘âcîb, ss. 233234.; Risâle fi’n-nefs ve bekâihâ ve meâdihâ, ss. 118-119.
270 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss.157-158.
271 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 60.; en-Nâs, ss. 124-125.
96
Düşünürümüze göre mütehayyile gücü doğruyla yanlışın, gerçek ile gerçek
olmayanın ve aklî olanla hissî olanın arasını ayırmasa bile, bazen bu gücün verdiği
bilgiler (terkîb) içinde doğru ve gerçek olanları da bulunabilir. Bazı yönleriyle
mütehayyile gücü zararlı görünse bile, Hayy bin Yakzan’da belirtildiği gibi nefsin onu
tamamen bırakması ve onsuz en üst derecedeki idrakleri gerçekleştirmesi mümkün
değildir. Bu güç, nefsin ortak duyu üzerindeki gözcüsü ve cüz’î bilgilerden küllî
bilgileri yakalama konusunda “casusu” dur. Kısaca mütehayyile gücü, aklın sermeyesi
olan küllî kavramları ve mahiyetleri bulmada nefsin yardımcısıdır.272
İbn Sinâ’ya göre mütehayyile gücü güçlü olan, bilim ve sanat alanındaki
çalışmalarda daha çok başarılı olur. Bu açıdan mütehayyile gücü, neredeyse akıl gücüne
benzer. Bu yüzden zafer ve başarı kazanmak için çeşitli mekanik yollar ortaya
koyanlara, güzellik, yetkinlik ve itidal ehlinin yaptıklarına hayretle bakılır.273 Bu güç,
dış gerçekliği olmayan hissî sûretler tahayyül etmiş olmasaydı, ressamlar (musavvirler)
bilfiil dış gerçekliği olmayan şeylerin sûretlerini tasvir edemezlerdi. “Ressamların
yaptıkları karışık ve türlü türlü resimlerin bu iklimden alınmış olması uzak bir olasılık
değildir”.274
4) vehim gücü (el-kuvvetü’l vehmiyye, el-mütevehhime)
Vehim gücü özellikle Hayy bin Yakzan’da nefsin en önemli üç gücünden, yani
üç arkadaşından biridir. Bunun yanı sıra R.Tayr’ın girişinde yer alan hayvan
sembollerinden “semender”in içine girdiği “ateş”le de sembolize edilmektedir.275 (Bu
sembollerle birlikte nefs’in güçlerine genel olarak işaret eden sembollerin de bu gücü
içerdiği dikkate alınmalıdır.)
“Vehim gücü”, beynin tamamında ve özellikle orta boşluğunda bulunur ve beş
duyunun idrak etmiş olduğu cismani sûretlerde mevcut olan, ancak beş duyuca idrak
edilmeyen “cüz’î mânâlar”ı idrak eder. Koyun için kurttan sakınılması (Hayy bin
272 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s.51.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 33.
273 İbn Sînâ, Fi’l Işk, s. 255.
274 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.
275 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.; Risâletü’t-tayr, s. 339.
97
Yakzan’da, nefsin bu güçlerini şerheden Fârisî şârih “mütehayyile gücü” için bu örneği
verir276), çocuğun sevilmesi bu tür anlamlardandır. Vehim gücü, hem insanda hem de
hayvanda bulunmasına karşın, hayvanda daha güçlüdür. Hayvan, fiillerine bu güçle yön
verir. İnsan için akıl neyse, hayvan için de vehim odur.277
İbn Sînâ’ya göre, vehim gücünün varlığından asla kuşku yoktur. Çünkü bir
vâkıa olarak biz, dış duyularla idrak ettiğimiz cismânî sûretlerden, onlarla idrak
edilmeyen bir takım manalar çıkarıyoruz, oysa bunlar tabiatleri gereği duyularla idrak
edilen şeyler değildir veya en azından bu manaların çıkarımı sırasında dış duyular onları
hissetmiyor. Kurdun sûretinden koyunun idrak ettiği nefret, çirkinlik ve düşmanlık gibi,
onu kurttan uzaklaştıran ve sahibine dostça yaklaştıran manalar, koyunun dış
duyularıyla idrak etmiş olduğu manalar değildir. Duyuların hiçbirinin idrak edemediği
bu manaları idrak eden güç, nefsin vehim gücüdür. Keza sarı renkli bir cismi
gördüğümüzde, tatmasak bile ondan “bal mana”sını çıkaran vehim gücüdür. Ancak,
yine de, vehim gücünün cismânî sûretten çıkardığı bu manalar dış duyularca idrak
edilebilecek cinstendir. Şüphesiz bir çeşit tecrübeyle ulaştığımız ve vehim gücünce
idrak edilen bu manalar konusunda çoğu kez yanılırız. Görüldüğü gibi, dış duyular
cismin sûretlerini, vehim gücü ise bu sûretlerin içerdiği manaları idrak eder. Bu itibarla
dış duyuların idrak ettiğine “sûret”, vehim gücünün idrak ettiğine ise “mânâ” denilir.278
Vehim gücünün idrak ettiği ve duyumlanabilir cinsten olan anlamlar, idrak
sırasında fiilen duyumlanmadığı için çoğu kez aldatıcı da olabilmektedir. Nefste iz
bırakmayan nesnelerin varlığının inkarına ve tasdikten kaçınmaya yol açabilmektedir.
Fizik ötesi şeylerin varlığını kabule yanaşmayan vehim gücü, onların varlığını kabul
etse bile, onları tabiî cisimlere benzeterek tasavvur etmeye çalışır. Bu yönüyle de vehim
gücünün fıtratına güvenilmez.279 Bunun nedeni vehim gücünün işlemlerini mütehayyile
gücünü kullanarak gerçekleştirmesidir. Bu güç, birleştirdiği sûret ve manaların
birbirleriyle uyumlu olup olmadığına bakmaksızın yeni manalara ulaştığından, bu güç
yoluyla elde edilen bilgilerden çıkan cüz’î hükümlerin mantıkî bir ayrımı olmamaktadır.
276 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 32.
277 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 36-37; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 38.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 354, 357.; el-Kerâmât
ve’l-mu’cizât ve’l-e‘âcîb, s.227.
278 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 147-148.
279 İbn Sînâ, en-Necât, ss. 98-99; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 357.; Kitâbü’l-Mübâhasât, s. 158.
98
Bu hükümler, mütehayyile gücünün kendisine sunduğu cismânî sûretlere, dış idrak
güçlerinin idraklerine dayalı tahayyülî hükümler olduğu için ne mantık ne metafizik ne
de ahlak alanlarında güvenilir hükümler olamazlar. Bu gücün isteklerine itibar ederek
ahlaki davranışlarda bulunmamak gerekir. Vehim gücünün mütehayyile gücüyle olan bu
ilişkisi nedeniyle, hikayede vehim gücünün özellikleri, mütehayyile gücünün fiilleriyle
açıklanmakta ve elde ettiği bilgiler açısından değerlendirilmektedir. Vehim gücü,
mütehayyile gücünün, ortak duyu ve hâfıza gücünden aldığı dış dünyadan gelen sûret ve
manaları birleştirerek elde ettiği bilgilerle karıştırarak metafizik alanda da
kullanmasından dolayı filozofumuz bu gücün metafizik alanda doğru ve sağlıklı bilgiler
elde edemeyeceğini düşünür ve bu bilgilere güvenilemeyeceğini belirtir. Bu nedenle
olsa gerek hikayede “yalancı tanığa” benzetilmektedir.280
Vehim gücü nefsin üç arkadaşından biri olarak sembolize edilirken,
mütehayyile gücü, nefsin (güneş olarak) arasından doğduğu boynuzlardan biriyle temsil
edilir. Bu iki güç de nefsin idrak güçlerinden olmakla birlikte vehim gücü diğer
duyuların algılayamadığı “manalar”ı algıladığından nefse-akla diğer duyulardan daha
yakındır. Bu nedenle onun fiilleri çoğu zaman mantıkî ve aklî görülebilmektedir. Bu
anlamda hikayede vehim gücü nefse getirdiği bilgi açısından değerlendirilirken,
mütehayyile gücü, nefsin idrak güçlerinin işlevlerini kendinde toplayan, sûret ve
anlamları birleştirerek yeni imajlar üreten yönüyle, tüm dış ve iç idrak güçlerinin elde
ettiklerinin toplandığı merkez rolündedir.281
İbn Sînâ’nın psikoloji anlayışı içine vehim doktrini oldukça orijinal bir
unsurdur282 ve çağdaş psikologların öznenin belli bir nesneye gösterdiği “sinirsel tepki”
olarak tasvir ettiği şeye son derece yakındır.283 Her ne kadar vehim gücü mütehayyile
gücünü kullanarak cüz’î bilgiler elde ederken insanı yanılgıya düşürse de, insanın ona
olan ihtiyacı açıktır. Yaratılıştan gelen sezgiler (içgüdü) ve tecrübeyle ilgili sezgiler,
insanın yararına olan bilgileri insana vermede ve onun hayatını idamede önemli bir rol
oynar. Bu nedenle insanın vehim gücüne ihtiyacı, Risâletü’t-Tayr’da “ateşe güven
280 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.
281 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44, 50.; Hayy bin Yakzan şerhi, 33, 58-59.
282 Goichon, s.43.
283 Fazlur Rahman, “İbn Sînâ”, M. M. Şerif (Ed.), İslam Düşünce Tarihi içinde (s. 99-125), C. II, İst.: İnsan yay,
1990, s.103.; Goichon, s. 43.
99
içinde giren semender gibi olun” cümlesiyle ifade edilir. Semender’i nefs’e, “ateş”i ise
vehim gücüne benzeten İbn Sînâ, ateşin kimi yerde zararlı, kimi yerde faydalı olduğu
gibi vehim gücünün ulaştığı yargıların da kimi yerde yanlış kimi yerde de yararlı
olabileceğini anlatmaya çalışır.284
Düşünürümüz İbn Sînâ’ya göre, mantık ve metafizik alanında güvenilmeyen
vehim gücüne, aynı şekilde ahlak konusunda da güvenilmez. Bu bakımdan vehim
gücünün bilgilerine (vehmiyyât, zanniyyât) ve arzularına (hevâ) itibar ederek ahlakî
davranışta bulunmamak gerekir. Ona göre, ancak hayvanlar vehim güçlerine göre
davranırlar, bu itibarla vehim gücüne uyan insanlar, hayvanlar (behâim) seviyesinde
inmiş olurlar. Dolayısıyla, ahlâkî açıdan vehim gücünün arzularına göre davranmak,
insanı mutsuzluğa (helâk) götürür. Bu yüzden insanın, vehim gücünü değil, akıl gücünü
tercih etmesi gerekir285. Her ne kadar vehim gücünün (ve diğer iç idrak güçleri), akıl
güçleriyle beraber (mukârin) olmaktan dolayı, getirdiği bilgiler, mantıkî yahut aklî gibi
görülse de, yine de içgüdüden kaynaklanan bir tarzdadır (sebîlü inbi’âsün mâ). Zaten bu
yüzden insan, hayvanlardan ayrı olarak renk, tat, koku ve sesleri kendi aralarında
birleştirerek yenilerini elde edebilir. Keza insan, ümit (recâ) ve temenni sahibi olabilir.
Çünkü aklın (nutk) ışığı (nur), iç idrak güçlerini sürekli aydınlatmaktadır (feyezân).
Nitekim mütehayyile gücünü, hayvanlarda yalnızca vehim gücü kullanırken, insanlar
hem bu gücü hem de akıl gücünü kullanmaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen, yine de
akıl gücünün bilgileriyle aklî bir görünüm arzeden vehim gücünün önermelerinin arasını
ayırmada dikkatli olmak gerekir.286 Bu yüzden hikayelerde, vehim gücünün getirdiği
bilgilere sürekli dikkat çekilmekte, bu bilgilerin aklî denetimden geçmesi ve
davranışlara da bu halinin yansıtılması gerektiği ısrarla belirtilmektedir.
284 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 144.
285 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 162.; Risâle fî isbâti'n-nübüvvât li İbn Sînâ, Michael Mermura (thk.) 2. bs.,
Beyrut : Darü'n-Nehar, 1991, ss.56,59.; “Fî sırrı’s-salât”, et-Tefsiru'l-Kur'ani ve'l-lugati's-sufiyye fi felsefeti İbn
Sina içinde (s. 205-222), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut: 1983, ss. 220-221.
286 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 162.
100
5) belleme ve hatırlama gücü (el-kuvvetü’l-hâfıza ve’z-zâkire, ez-zikr, elmüzekkire)
Padişahın hazinedarlarından biri olan belleme ve hatırlama (hafıza ve zâkire)
gücü, beynin arka boşluğunda bulunan, vehim gücünün idrak ettiği cüz’î mânâları
gerektiğinde hatırlamak üzere saklayan bir güçtür.287 Bu güce, vehim gücünün idrak
ettiği mânâları saklayıp koruması bakımından belleme (hâfıza) ve gerektiği zaman
tekrar iade ettiği için de hatırlama (mütezekkire) gücü denmektedir. Hatırlama işi,
vehim ve mütehayyile güçlerinin de yardımıyla gerçekleşir. Vehim gücü, şeylerin
sûretlerini sanki müşahede ediyormuş gibi bir konuma geçebilmek için, mütehayyile
gücüne yönelince, bu güç, hayal ve müsavvire gücünde mevcut olan sûretleri
mütehayyile gücüne sunmaya (arz) başlar; işte bu sırada kaybolan ve hatırlanmak
istenen mânâyı içeren sûret de vehim gücüne sunulmuş olur. Böylece vehim gücü, söz
konusu sûretin içerdiği mânâyı ikinci kez, daha önce dış duyulardan gelen sûretin
mânâsını idrak ettiği gibi, idrak eder. Keza aynı şekilde belleme gücü de bu mânâyı
ikinci kez beller (tesbit eder). İşte vehim gücünün ikinci kez idrak ettiği bu mânâyı, aynı
şekilde belleme gücünün ikinci defa bellemesi, hatırlamadır ve bu itibarla da belleme
gücü, hatırlama gücü olur. Görüldüğü gibi hatırlama, vehim gücünün isteği üzerine
gerçekleşmektedir.
Ayrıca
hatırlama,
ne
tek
başına
mânâ
ne
de
sûretle
gerçekleşmektedir. Çoğu kez hatırlama, “mânâ”dan başlayarak “suret”e doğru giden bir
yolla mümkün olmaktadır. İşte bu şekildeki bir hatırlamada belleme gücünde bulunan
ve hatırlamak istenen mânânın diğer mânâlarla olan ilişkisi (münasebet, nisbet) değil de
hayal gücündeki suret ile olan ilişkisi aranır. Mânâ ile sûret arasındaki ilişkiyi bulmak
veya yeniden idrak demek olan bu şekildeki hatırlama ise, iki biçimde olur: Birincisi
belleme (hâfıza) gücünde bulunan mânâlara dönmektir. Bu hatırlamada mânâ, zorunlu
olarak ihtiva edildiği sûretle birlikte ortaya çıkar ve böylece onunla sûret arasındaki
ilişki ikinci kez hayal gücündeki sûrete geri gelir. İkinci yolla mânâyı hatırlamak, tekrar
dış duyulara dönmekle olur.288
287 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.; eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 37, 148-149; Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, ss. 159,
157.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 38.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 355, 358-359.; el-Kerâmât ve’l-mu’cizât ve’l-e‘âcîb, s.
227.
288 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 149.
101
Yukarıda anlatılan ve beyinde gerçekleşen iç idrak güçlerinin hepsi, aslında tek
bir güçtür. Ancak bu güçler değişik işlevlerinden dolayı değişik adlar almaktadırlar.
Mesela bu bir tek olan güç, sûret ile mânâları birbirleriyle ve kendi aralarında
birleştirerek (terkîb) bir “hükm”e ulaşmak için çalışması itibariyle bulunduğu yer
(mevzû’) bakımından vehim gücüdür (el-kuvvetü’l-vehmiyye). Bunun yeri, sûret ve
mânâlara kolayca ulaşabilmesi için beynin tam ortasıdır. Aslında vehim gücü, aynı
zamanda bizzat mütehayyile ve hatırlama (mütezekkire) güçlerinin kendisidir. Bu güç,
özü bakımından hükmedici (hâkime), fiil ve hareketleri açısından “mütehayyile ve
mütezekkire” güçleridir. Yani sûret ve mânâlar üzerindeki işlerinden dolayı
mütehayyile,
bu
işin
(terkîb)
sonucunun
kendine
dayanması
bakımından
mütezekkiredir. Mânâları saklayan belleme (hâfıza) gücü ise, vehim gücünün deposudur
(hızâne). Suretler ise “hayal ve musavvire” gücünde saklanır. O halde vehim gücü özü
(zatı) itibariyle hayal kuran ve hatırlayan (mütehayyile-zâkire) bir güç de olabilir.289
Bu açıdan baktığımızda Hayy bin Yakzan’da yer alan duyu şehrinin “sarayı”,
iç idrak güçlerinin sembolü olarak her bir görevlisiyle tek bir güce, bu şehrin Padişahı
olan akıl gücüne hizmet etmektedir.290 Ancak bu bölgenin kimin tarafından kullanıldığı
önem taşımaktadır. Akıl, boynuzların arasından yükselerek buranın Padişahı olmuştur
ancak bu durum “şeytan”ın da burayı hakimiyet kurmaya çalışmasına engel değildir.
Dış ve iç idrak güçlerinin, bir başka ifadeyle, nefsin hayvânî idrak güçlerinin
tamamının etkinliklerini organlarla gerçekleştirmeleri, “duyu şehri” sembolünde kendini
gösterir.291 Hikayelerde “şehir” sembolünü cisim anlamında kullanan filozof, bu şehrin
sâkinlerinin ise cisimle ilişkisi olan varlıklar için kullanmaktadır ki, bunu birinci
bölümde de görmüştük. Duyu şehrinin sâkini olan nefsin güçleri, bu idraki organla
gerçekleştirdiklerinden, burada bulunan görevlilere benzetilmişlerdir.
Çünkü bütün bu güçler, sûret ve anlamları, duyulur nesneden maddesel
ilişkileriyle (alâikü’l-madde, levâhikü’l-madde) birlikte idrak etmektedirler. Özellikle
dış duyular, duyulur nesneyi karşıda şart koştuklarından ve karşıda bulunan bir nesnenin
289 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 150.
290 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 49-50.
291 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.166.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 380.; Hayy bin Yakzan, 50.; Hayy bin Yakzan
şerhi, ss. 56-59, 76 (İbn Zeyle’nin şerhi dipnotlarda verilmektedir. dn.:45).
102
etkisi de yine bir cisim üzerine olacağından, bu duyuların organlara sahip olmaları
zorunludur. Zira organa sahip olmayan bir duyunun üzerine herhangi bir etki
gelemeyeceği gibi duyumun gerçekleşmesi de mümkün olamaz. Aynı şekilde iç idrak
güçlerinin idrakleri de maddesel ilişkilerden tam arınmış değildir. O halde maddesel
ilişkilerden tam soyutlanamayan bu idrakler de, gücün organı üzerindeki izlenimlerden
ibarettir. Mesela, duyulur nesneye ait büyüklük-küçüklük ya da siyahlık-beyazlık gibi
farklı nitelikler, duyu organının farklı yerlerinde izlenim bıraktıkları için o şekilde idrak
edilirler. Ayrıca insanın herhangi bir gücüne ait etkinliğini kaybetmesi, o gücün
organının bir şekilde zarar görmesi sonucudur. Bütün bunlar da göstermektedir ki, dış
ve iç idrak güçlerinin her biri için bir organ vardır.292 Fiile çıkmada bedene bağlı olan
bu güçler, nefs bedenden ayrıldıktan sonra yok olacaklardır (adem).293
Hissî idrak güçlerinin idraklerini organla gerçekleştirmeleri bu güçlerin
bedenle olan ilişkilerinden ötürüdür. Hikayelerde nefs ve güçlerinin konum farkı, bu
güçlerin bedenle olan ilişkisini de ortaya koymaktadır. Bu durumu anlatan en açık
sembol ise, Hayy bin Yakzan’da bu güçlerin nefsin sağında ve solunda bulunmasıdır.
Nefsin bu güçlerden “yükselmesiyle” bu iki güç de Batı sınırında, yani cisim dünyasına
kalırlar.294
Aynı
şekilde
bu
güçlerin
“uzaklık”
anlamı
taşıyan
“şeytan”la
sembolizasyonu da aynı anlamda bedenle ilişkilerini ve onun ölümüyle yok olacaklarını
göstermektedir.
Ayrıca, Hayy bin Yakzan’da nefsin arkadaşlarıyle olan birlikteliğinin “belli bir
vakte” kadar devam edecek olması, kuşun ayağındaki bağdan yine “belli bir vakitte”
kurtulacak olması, Salaman ve Absal hikayesinde nefs-i nâtıka’yı sembolize eden
Salaman’ın beden ve ona ait güçler (karısı, Absalın aşçısı ve hizmetçisi) ölmesine
rağmen yaşamaya devam etmesi, nefsin hayvansal güçleriyle ilişkisinin sona ereceğini
ve nefsin akıl gücüyle varlığına devam edeceğini gösteren sembollerdir.295
292 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 166-171.
293 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 178.
294 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.
295 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 55, 56.; Risâletü’t-tayr, s.342. ; Hayy bin Yakzan, s.
44.
103
b) Nefsin Muharrik Güçleri (el-kuvâ’l-muharrike)
Hayy bin Yakzan’da, nefsin muharrik güçlerini (el-kuva’l-muharrike),
“şeytanın boynuzları”ndan bir diğeri olan “yürüyen boynuz”la sembolize eden İbn Sînâ,
yürüyen boynuzun iki kabilesi olarak sembolize ettiği, hazza yönelme ve elemden
kaçınma motivasyonları olan “şehvet ve gazab gücü”nü bu hikayenin başında, nefsin iki
arkadaşı olarak sembolize etmektedir. Platonun üçlü ruh anlayışına uygun olarak
“şehvet ve gazab gücü”nü nefsin muharrik güçleri olarak belirleyen filozofumuz, ahlak
anlayışını da bu güçler üzerinde temellendirerek hikayelerinde de aynı anlayışı
sürdürmüştür.296
Hikayelerde gazap ve şehvet gücü çeşitli sembollerle karşımıza çıkmaktadır.
Nefsin muharrik güçleri, “yürüyen boynuz”un iki kabilesi; “yırtıcı ve dört ayaklı
hayvanlar” olarak sembolleştirken, Salaman ve Absal’da “şehvet gücü” aşçı, “gazab
gücü” ise sofra hizmetçisi olarak sembolleşir. R.Tayr’ın girişindeyse nefsi, devekuşuna,
bu kuşun içinde soğutarak kendine besin haline getirdiği “kızgın taşlar”ı ise “gazab
gücü”ne benzeten filozof, yine yılanı nefse, yılanın yuttuğu “sert kemikler”i ise “şehvet
gücü”ne benzetmektedir.
Nefsin muharrik güçleri, İbn Sînâ felsefesinde “bilgi ile eylem” arasındaki
ilişkiyi ortaya koyan bir anlayışın yansımasıdır. Filozofa göre “istemek”, “bilme”nin bir
sonucu değildir. Buna göre bilgi, irade ve eylem arasında zorunlu, ancak yeterli
olmayan bir ilişki vardır. Bu nedenle filozof, nefsin idrak güçlerinden bedeni hareket
yönünde “teşvik eden” (motivasyon) unsurları ayırır ve bunları nefsin muharrik güçleri
olarak belirler.
Bilmek ve istemek, hikayelerde nefs ile güçleri arasındaki ilişki etrafında
işlenmektedir. Muharrik güçler, nefse kendi arzuladıklarını yaptırmak için birtakım
eylemlerde bulunurlar. Nefs’in başında durarak ya da iç kulağına fısıldayarak, onu
“harekete geçirme”ye çalışırlar. Bunun için yöntemleri “ısrar etme”, “yöneltme”,
“hırslandırma”, “istekli kılma” ve “teşvik etme” şeklindeki motivasyonlardır.297 Bu
296 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 236.
297 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50-51.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 60.
104
motivasyonlar, hikayede şeytanın “insanın kalbinde, başında, kulağında” durarak
verdiği “vesveseler”le sembolleşir.
Nefsin muharrik güçleri, nefs’in bedenle olan ilişkisinde sözü edilen
motivasyonu sağladıklarından, harekete geçirme eylemleri “yürüme”ye benzetilmiştir.
Nefsin hayvansal güçlerinden bir diğeri olan idrak gücü ile bu güç arasındaki fark’a da
dikkat çeken şârih (İbn Zeyle), “madde hareketinin ve hareket ettiricilerinin, idrakin
süratine oranla daha ağır olmasından ötürü birincisi uçmaya, diğeri ise yürümeye
benzetilmiştir” der. Bu iki gücün hikayede “mekan olarak” nefs’e nispetlerine de
değinen şârih, yürüyen boynuzun daha Batı’da (madde dünyası) yer alırken, uçan
boynuzun buna nispetle daha Doğu’da yer almasının da bu duruma işaret ettiğini
belirtmektedir.298
Bilgi ile irade ve bunların da eylemle ilişkisini sağlayan nefsin muharrik gücü,
uzuvların irade ile kas ve sinirler aracılığıyla bir yerden diğerine intikal etmesinin
ilkesidir. Bu gücü hikayelerinde “şehvet ve gazap” olarak ikiye ayıran filozof,
sistematik eserlerinde nefsin muharrik güçlerini, öncelikle “iradeyi ortaya çıkaran güç”
(el-kuvvetü’l-bâise) ile “eylemi gerçekleştiren güç” (el-kuvvetü’l-fâ’ile) olarak
belirlemektedir. Keza hareket için gerekli iradeyi doğuran ve “el-kuvvetü’nnuzûiyyetü’ş-şevkiyye” denilen güç de iradenin eyleme sebep olmasındaki gücüne göre
ikiye ayrılır. Bunlardan birincisi sadece isteme işini yerine getiren “şevkiyye gücü”,
ikincisi ise, işi, istenilen şey hakkında kesin iradeyi (icma’) ortaya koyarak eylemi
yapan gücün (el-kuvvetü’l-fâile) harekete geçmesini sağlayan “nuzûiyye veya icma’iyye
gücü”dür. “Şevkiyye” terimiyle de ifade edilen “istek gücü” ise, hikayelerde sözü geçen
“şehvânî ve gazabî güç”ler (el-kuvvetü’ş-şehvâniyye ve el-kuvvetü’l-gazabiyye) olarak
ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan “şehvânî güç”, leziz ve yararlı olarak tahayyül edilen
şeyleri isteyen, canlıları yahut insan nefsini onlara doğru yaklaştırmak isteyen güçtür.
“Gazabî”, yani “öfke gücü” ise, hayvana zarar ve elem veren şeyleri kovmak ve
onlardan korunmak için onlara üstün gelmeyi (galebe) ve nefsin bu yönde bedeni
hareket ettirmesini isteyen güçtür. Bu iki güç Hayy bin Yakzan’da “şeytan”la sembolize
edildiğinden ve şeytanın iki boynuzunun da faaliyetleri “şeytanın faaliyetleri” anlamını
298 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 49.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 76.
105
taşıyacağından, ‘şeytanın insanın kanına girmesi’ne benzer şekilde, sembolik olarak
nefsin başında, kulağında ve gönlünde etkinlik gösterirler.299
Hayvansal güçlerin bir bölümünü oluşturan muharrik güçler, bu hikayenin
başında, akıl tarafından denetlenmeyen halleri, “ifrat” halini yansıtacak şekilde verilir
ve bu eylemlere uygun gelen çeşitli hayvanlara benzetilirler.300 Bu anlamda gazap
gücünün en belirgin özelliği, “düşünmeden iş yapması”dır. Heyecan ve öfkenin akıl
tarafından denetlenmediğinde alacağı hali en iyi yansıtan hayvan ise, şeytanın yürüyen
boynuzunun “yırtıcı kabilesinden” olan, yavrularını yitirmiş dişi bir aslan’dır. Bu gücün
insandaki yansıması, bir saldırı anında hemen harekete geçmesi ve bu saldırıyı savmak
için nefsi etkisi altına alıp harekete geçmesinde etkili olmasıdır. Ancak aklın denetimi
kaybolduğunda hiçbir öğüt (aklî yönlendirme) kendisine fayda vermez. Şehvet gücünü
ise “dört ayaklı hayvanlar”dan “domuz”a benzetir. Gayesi haz olan bu güç de hayvanda
aklın denetiminden uzak olduğundan hazzın “ifrat” halini yansıtır. Ancak bu gücün
insandaki faaliyeti kötü işleri güzel göstermeye, insanın ahlaken yapmasının uygun
olmadığı işleri ona beğendirmeye çalışmak olacaktır. Şehvet gücünün nefs üzerindeki
ısrarı, bu gücün hazza ulaşmaktaki etkinliğinin gücünü göstermesi bakımından
önemlidir.301
Şehvet ve gazap gücü “istek”i böyle belirlerken “nuzûiyye gücü”, kesin
iradesini (icmâ’) eyleme dönüştürerek “fâil güç”ü, beyinden sinirler vasıtasıyla kas ve
kirişlere ulaşıp onları kasarak veya gevşeterek uzuvları ve bedeni harekete geçirir.302
Filozofun, canlının hareketinin başlangıcını, bilginin muhtevasına ve bununla
bağlantılı olarak arzularına bağlaması, onun psikolojik açıklamalarındaki başarısını
göstermektedir.303 Bununla birlikte Hayy bin Yakzan’da vehim, gazap ve şehvet
güçlerinin, üçlü olarak nefsin hayvansal güçlerinin öne çıkan temsilcileri olmalarının
nedeni de burada ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu üç gücün nefsle olan ilişkisi,
299 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50-51.
300 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 60.
301 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 50,51.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 60.
302 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 33, 172-173.; Mebhas ani’l-kuvân’n-nefsâniyye, ss.159-160.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s.
39.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 411-412.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, s. 93.; eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, I, s. 174.; etTa’lîkât, s. 82.
303 Fazlurrahman, s. 110.
106
davranışların oluşmasında etkili olduğu gibi, eylemlerin niteliğini de belirlemektedir.
Buradan eylemlerin ortaya çıkmasında bir diğer etken olan iradenin bu ilişkideki rolüne
geçebiliriz.
İbn Sînâ “nuzû’iyye” ile şehvânî gücü içeren “şevkiyye” gücü arasındaki
ilişkiyi şöyle açıklıyor. Leziz bir şeye karşı duyulan “şiddetli istek” (şevk) şehvânî güce,
bu lezîz şeyi elde etmek için eyleme geçiren ve eylemle birlikte bulunan “kesin irade”
(icmâ’) ise nuzû’iyye gücüne aittir. Yine korkulan şeye karşı üstün gelme isteği gazabî
güce, bu isteği yerine getiren kesin irade ise, nuzû’iyye gücüne aittir. Aynı şekilde
mütehayyile gücünün idrak ettiğini istemek ona, onu tahayyül etmek için kesin iradeyi
ortaya koymak, nuzû’iyye gücüne aittir. Filozofa göre “icmâ’iyye gücü”, “şehvânî ve
gazabî” güçlere tabidir. Bu iki gücün istekleri (nizâ’) şiddetlenince icmâiyye gücü,
eylemin içinde mevcut olan kesin iradeyi (icmâ’) ortaya koyar. Ayrıca bu üç gücün,
vehim gücüyle de ilişkisi vardır. Bazen bunlar vehim gücüne, bazen de vehim gücü
bunlara uyar. Çünkü İbn Sinâ’ya göre istek (şevk), isteğe konu olan şeyin vehim
gücünde vehmedilmesinden sonra meydana gelir. Ancak vehim gücünde tahayyül
edilen herşey isteğin (şevk) doğmasına sebep olmayabilir. Bazen ise bedenin tabiatı
bedenî elemlerin giderilmesi için vehim gücünü yani bir bakıma mütehayyile gücünü
tahayyül etmeye zorlayabilir. Bu durum ise “şevkiyye, nuzû’iyye ve fâil” güçlerin,
vehim gücünü kendilerinin gerektirdiği biçimde yönlendirmeleri demektir. Nitekim
çoğu kez vehim gücü, tahayyül ettiği sûretlere bu güçleri yönlendirir. Filozofumuza
göre insanın dışındaki canlılarda (hayvan), güçler içinde şehvânî ve gazabî güç, en etkin
(sultan) güçlerdir. İcmâ’iyye ve fâil güç ise, bu güçlere tabidir.
Filozofumuza göre fail gücü harekete geçiren irade, her zaman şehvânî güçten
değil, bazen de hayal ve mütehayyile gücüne ait isteklerden kaynaklanır. Buna benzer
biçimde icmâ’iyye gücü, nazarî akıl gücünün idrak ettiği aklî varlıklar (ma’kûlât)
nevinden güzel (cemîl) şeyler için de kesin iradeyi (icmâ’) ortaya koyarak akıl gücünün
bunlara yönelmesini sağlar.
İbn Sînâ bazı nefsânî hallerin (heyecanların) de irade üzerinde etkili olduğunu
belirtir. “Korku, keder, hüzün” vb. haller, idrak güçlerinin müşâreketinden dolayı gazap
gücünden kaynaklanır. Bu gücün gayesi, rahatlama (ferah) ve üstün gelme’dir. Hırs,
107
oburluk (nehm), cinsel arzular (şehvet ve şebk) gibi haller ise gayesi haz olan şehvânî
güce ârız olur. “Sosyallik, cana yakınlık (isti’nâs), sevinç ” gibi haller ise idrak
güçleriyle ilgili olmakla birlikte, bu nefsânî hallerin idrak güçleriyle müşareketi
sonucunda, beden (organizma) üzerinde de etkili olurlar.304
İrade görüldüğü gibi nefse baskın gelen güç tarafından kullanılmakta,
dolayısıyla bu gücün emrine girmektedir. İradeyi kullanan güce göre, iradeye konu olan
amacı kendi içinde doğrudan (bi’z-zât) ve dolaylı (bi’l-a’raz) olarak ikiye ayıran filozof,
iradenin varmak istediği amacın gerçekleşmesinin bu fiilleri kullanan güç için bir haz
doğuracağını belirtir. Gerçek iyiliğe ((el-hayr bizzât) ulaşmak için gerekli ancak yeterli
olmayan bu çeşit fiiller (abes), nefsin hayvansal güçlerinden doğduğundan ancak ârizî
iyilikler olabilirler. Gerçek iyiliğin (el-hayru’l-hakîkî) olabilmesi içinse bu iyiliğe
ulaştıran fiili ortaya koyan iradenin akıl gücünden doğması gerekmektedir. O halde
düşünürümüzün deyimiyle muharrik güçler insanın dışındaki canlılarda beden için
gerekirken, insanda bizzat nefsin kendisini (en-nefsü’n-nâtıka) düzeltmek (ıslâh) için
gereklidir. Yani insan iradesi, en sonunda gerçek iyilik demek olan metafizik bir amaca
dayanmalıdır.305 (Bedenî güçler ile akıl gücünün talepleri arasında zıtlık bulunduğundan
bu güçlerden hangisinin iradeye hakim olacağı bedenî güçleri yöneten aklın bedene ait
yüzü olan amelî güçle ilgidir. Bu yönüyle konuyu insanî güçler bölümünde yeniden ele
alacağız.)
İradeye hakim olan güç, hissi idrak güçlerden biri olursa, fiilleri, hissi, hayali
ya da vehmi bir bilgiye dayanmış, akıl olursa ise aklî bilgiye dayanmış olacaktır. Buna
göre iradenin yöneldiği gerçeklik, hissî ise hissî irade, aklî ise aklî irade olarak da ikiye
ayrılabilir. Ancak aklî gerçeğe yönelen irade aklî bir bilgiden doğacağından ve bu aklî
bilgi, küllî bir bilgi demek olduğundan insandan çıkan cüz’î fiillerin bu küllîlere
yönelmesi bu cüz’î fiille içinde gerçekleşecektir. Bu itibarla hayvanlardan farklı olarak
insanların cüz’î iradeleri küllî iradenin tahsis edilmiş şekilleri içinde ve küllî bir amacı
gerçekleştirmeye yöneliktir. Ancak tek başına küllî bir irade ve bilgiden bir eylem
meydana gelmeyeceğinden, aklî bilginin vehim ve mütehayyile güçleri tarafından şu ya
304 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss.173-174.
305 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 288-289.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 426.; Mebhas ani’l-kuvân’nnefsâniyye, s. 160.; et-Ta’lîkât, s. 63.
108
da bu şeye tahsis edilmesi gerekir. Dış gerçekliği olmayan küllî bilgi, cüz’îlerde mevcut
olmadığından insan fiillerinin doğması için hissî idrak güçlerine ihtiyaç vardır. Çünkü
insan fiilleri küllî bilgilerden değil, cüz’î bilgilerden doğmaktadır.306
Bu bölümden çıkan sonuca göre nefsânî bir hareket üç temel ilkeye
dayanmaktadır.
1.
Hareketin uzak ilkesi olan bilgi, bu bilgi de üç idrak gücünden doğar ve
üç amaç (gâye) içerir. Hayalî veya tahayyülî bilgi amacı “abes”, vehmî bilgi amacı
“zannî” ve aklî (fikrî) bilgi amacı “hakk”tır.
2.
Hareketin ikinci ilkesi sözkonusu bilgilerden doğan irade güçleridir (el-
kuvvetü’n-nuzû’iyyetü’ş-şevkiyye yani şehvânî, gazabî ve icmâî güçler).
3.
Hareketin üçüncü ve en yakın ilkesi, kaslarda ve sinirlerde mevcut olan
ve hareketi yapan güçtür (el-kuvvetü’l-fâile).
C. Nefsin İnsânî Güçleri
Nefsin insânî güçlerinin hikayelerde sembolleşirken göze çarpan en önemli
özelliği, bu sembollerinin nefsin ayrılmaz bir parçası olmasıdır. Diğer iki nefsten ayrı
olarak insan nefsinin bedenden ayrı mufârak bir cevher oluşuna vurgu yapan anlayışın
göstergesi olarak bu semboller, hayvansal güçleri temsil eden sembollere hakim bir
pozisyonda, yani hikayedeki metafizik göstergelerle üstün bir konumda bulunurlar.
Nefsin hayvansal güçlerini sembolize eden “şeytan”a karşılık insanî güçleri “melek”
sembolize eder. İnsânî nefsin (en-nefsü'l-insâniyye) “melek”le sembolleştirilmesi,
birinci bölümde belirtildiği üzere “akıl”la da ilişkilidir. İbn Sînâ, “melekler”e cisimden
mufârak cevherler olarak felsefesinde yer verirken, nefsin insânî gücü için bunu sembol
olarak kullanması “akıl”la ilgili olan bu yöne vurgu amacı taşımaktadır. Nitekim insânî
nefsi, “düşünen nefs” (en-nefsü'n-nâtıka) olarak isimlendirir ve tümel (küllî) şeyleri
kavramak, bilgiye dayalı çıkarsamalarla ve düşünceden kaynaklanan bir iradeyle pratik
306 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.184.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 415, 419-423.
109
fiilleri (el-ef’âlü'l-kâine) gerçekleştirmek yönünden organik doğal cismin ilk yetkinliği
olarak belirler.307 Burada insanî nefsin iki önemli özelliği ortaya çıkmaktadır. Bunlardan
birincisi, onun bir şekilde pratik bir etkinlikte bulunması, diğeri ise tümel akledilir
şeyleri kavramasıdır. Bu iki özellik de, insanın kendisinden kaynaklanan, ona özgü ve
onun dışında hiçbir canlıda bulunmayan fiillerdir.308
İnsanın kendisine özgü bu fiilleri, onun iki yönünü ifade eden iki önemli gücün
varlığını göstermektedir. Bunlar, eylemi gerçekleştiren (âmile) ve bilgiyi meydana
getiren (âlime) güçleridir. Hayy bin Yakzan’da nefsin iki cephesi (yukarıya ve aşağıya
bakan yönünü) ni ifade eden nazarî ve amelî akıl gücü, “yeryüzü melekleri”yle
sembolize edilirler.309
Nefsin metafizik alemle ilişkisini nazarî akıl gücü, fizik alemle ilişkisini ise
amelî akıl gücü gerçekleştirdiğinden, bu melekler “göğün en yüksek yerlerine çıktıkları”
gibi “insan ve cin iklimlerinin derinliklerine de inebilirler”. Hikayede “gökler”
metafizik alemi, “yeryüzü” ise cisim alemini sembolize ettiğinden bu güçlerin her iki
alemle de münasebeti, “inmek” (ikâmet) ve “çıkmak” (yolculuk) la sembolize
edilmektedir.310
Bu iniş ve çıkış, R.Tayr’da kuşun “kanatları” ile gerçekleşmektedir. Nitekim
filozof, insanın akıl gücünü yetkinleştirmesinin gerekliliğinden bahsederken “kanat”
sembolünü ısrarla kullanır ve “kanadınızın yoksa çalın” diyerek insanın bilme eylemine
göstermesi gereken önemi vurgular. Bir güç olarak “kanat” burada aklı sembolize
etmektedir.
Nefsin bu iki gücüne karşılık gelen diğer çift semboller, Risâletü’t-tayr’da
akrebin “önü (nazarî güç) ve arkası (amelî güç)”dır. Aynı yerde geçen “kirpi”
sembolünde (kirpinin) “iç”i bu iki gücü kapsarken, “dış”ı bedenî güçleri (nefsin
hayvansal güçleri) ni sembolize etmektedir.311
307 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.32.; Risâle fi'n-nefs, s.57.
308 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.181.; el-Kerâmât el-mu'cizât ve'l-e’âcib, s. 228.
309 Henry Corbin, Avicenna and the Visionary Recital, ss. 85-87.
310 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 62.
311 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 140, 141.
110
1. Nazarî Akıl Gücü
Bilmeye (nazar) yönelik olan nazari akıl gücü, nefsin ilk gücüdür. Nefsin
bilmekle ilgili bu fiili “akıl” (kuşun uçma eylemi) , bu fiili ortaya koyan güç ise “nazari
akıl” gücü (kanatlar) dür.312 İbn Sina’ya göre tümel bilgilerin (es-suver’ul-külliyye elmücerrede) kendisinde yer ettiği nazari akıl gücü, hissi idrak güçlerinden farklı olarak
doğrudan (bizzat) nefsin kendi varlığı için gerekli olan bir güçtür (kuşun “kuş” olmasını
sağlayan “kanatları”dır). Ancak nefsin kendi yetkinliğini (kemal) kazanması ve
metafizik (fevk) alemin bilgisine yükselebilmesi için fizik aleme ait bilgilere,
dolayısıyla bedene gerek duyulur. Nefsin bizatihi sahip olduğu bu yetenek (isti’dad),
nazari akıldır.313 İnsan nefsindeki metafizik yaparak akli varlıkları (ma’kulat) bilmek ve
kendi
varlığını
yetkinleştirme
arzusu
(şevk)
onun
yaratılışından
(garizi)
kaynaklanmaktadır.314 Filozofun “kuş” sembolünü seçerken onun yaratılıştan getirdiği
“uçma” özelliğini, “akletme” sembolü olarak seçmesi bu görüşün bir yansımasıdır.
İnsanın bilme etkinliğini gerçekleştiren ve İbn Sînâ tarafından "bazen düşünen
(nâtık) nefs, kutsal nefs, ilâhî sır, bazen de gerçek kalp, zihin (nuhiyy), cevher-asıl
(lübb)...” olarak isimlendirilen315 bu güç, insanın "ben"ini ifade eden ve sahip olduğu
bedenin yok olmasından sonra sonra da edindiği-kazandığı yetkinlik derecesine göre
yolculuğuna devam edecek olan insani nefsin "teorik gücü"nden başkası değildir.316
Nitekim hikayelerde nazarî gücün yetkinliğinin anlatılmak istendiği yerlerde nefsten
ayrı bir sembolle karşımıza çıkarken nefsin “düşünen nefs” olarak ifade edilmek
istendiği yerlerde bizzat kendisi olarak da görünmektedir. Bunun en iyi örneği Salaman
ve Absal hikayesidir. Salaman “düşünen nefs”in, Absal ise “nazarî aklın” yetkinlik
halini ayrı ayrı sembolize etmeleri buna işaret etmektedir. Bununla birlikte Hayy bin
Yakzan’da “Faal Akıl”la görüşen, R.Tayr’da “metafizik aleme” yolculuk eden nefsin
kendisidir.317
Nazarî aklın “melek”le ve bunun yanı sıra “güneş”le sembolleştirilmesi, bu
312 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.185.; Mebhas ani’l-kuvân’n-nefsâniyye, s.170.; Heath, 33.
313 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 39, 186.
314 İbn Sînâ, fi’l-Işk, s. 264.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 364.
315 İbn Sînâ, Risâle fi'l-kelam ala'n-nefsi'n-nâtıka, s. 195.
316 İbn Sînâ, Kitâbü’l-Mübâhasât, s. 211.
317 Heath, 91.
111
gücün tümel-aklî bilgileri elde etmesi ve bu etkinliğini cisimsel bir şeyle
gerçekleştirmemesini anlatmaktadır. Filozofun bu konudaki metafizik görüşlerini
incelediğimiz birinci bölümde geçtiği üzere, nefs bu yönüyle cisimden mufârak bir
cevherler alemine aittir. Bu sebeple filozof bu gücü "cevherî akıl" olarak da
isimlendirir.318 Düşünülür sûretler, tümel bir özellik arzettiklerinden, duyulur
suretlerden farklı olarak hem cisimden kaynaklanmazlar hem de cisimsel bir şeyde
bulunmazlar. İnsanın nazarî aklı da bu tür sûretleri kabul ettiğine göre, onun da cisimsel
bir şey olmasından sözedilemez.319 Aynı zamanda insanın "düşünen (nâtık)" olma
özelliği, düşünme (nutk) gücünün, tümellerin gerçekliğini elde etmeyi sağlamasından320
kaynaklanmaktadır. İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, İbn Sînâ'ya göre düşünen nefs,
cisim olmadığı gibi cisimsel bir şey de değildir. O, madde ve maddenin özelliklerinden
uzak olan bağımsız akılların (el-ukûlu'l-mufârakât) cinsindendir.321
Nâtık nefs varlığını kendi özüyle devam ettiren bir cevherdir.322 Ve bu yönüyle
bedenin yok olmasından sonra da varlığını devam ettirecektir. Bu nedenle Salaman ve
Absal hikayesinde nefs-i nâtık sembolü olan Salaman, hikayenin sonunda kardeşinin
ölümüne sebep olan, nefsin bedenî güçlerini temsil eden eşini, kardeşinin aşçısını ve
sofra hizmetçisini öldürür. Buradaki ölüm, nefsin güçlerinin bedene bağlı olarak ortaya
çıktıklarından onunla birlikte yok olmalarını, nâtık nefs’in ise varlığını devam
ettirmesini anlatmaktadır.323
“Yeryüzü melekleri” olarak sembolize edilen nefsin, insânî güçlerinden nazarî
aklı temsil eden, “Kirâmen” meleğidir. Bu meleğin “Bilici ve buyruk verici” özelliği
vardır. “Bilici” olması, nazarî aklın “akletme”sine, “buyruk verici” olması ise “Kâtibîn”
meleğiyle (amelî akıl) ilişkisine atfen sembolleşir. İbn Sînâ bu iki melekle birlikte
“hafaza” meleğini de zikreder. İbn Zeyle buradaki “hafaza” ve “kâtibin” ile akıl
kuvvetinin kastedildiğini, çünkü insanı, aklın muhafaza ettiği söyler (İnfitâr
318 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 187; Mebhas ani’l-kuvân’n-nefsâniyye, s. 176.
319 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 187.
320 İbn Sînâ, fi’l-Işk, s. 253.
321 İbn Sînâ, el-Kerâmât el-mu'cizât ve'l-e’âcib, ss. 228-229.
322 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 38-187.; en-Necât, s. 164.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 356.; Risâle fi'n-nefs, s. 64.;
Risâle fi'l-kelâm ala'n-nefsi'n-nâtıka, s. 196.
323 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 55, 56.
112
sûresi,10,11).324 Amelî aklı sembolize eden Kâtibîn ile Hafaza meleğinin birlikte
anılması, bu gücün aynı zamanda bedenden dolayı ortaya çıkabilecek kötülükler (âfet)
den nefsi koruması (hafaza) nı anlatmak içindir.325
Nazarî aklın en önemli özelliğinin, düşünülür sûretleri elde etmesi olduğunu
daha önce söylemiştik. Bu düşünülür sûretler ya soyutturlar ya da maddesel
özelliklerinden soyutlanmamış durumdadırlar. Nazarî akıl soyut suretleri kolaylıkla
alırken, tam anlamıyla soyutlanmamış olanları ise bütün maddesel ilişkilerinden
arıtacak biçimde bir soyutlamaya tâbi tutması gerekir. İbn Sînâ, nazarî aklın soyut
suretleri alma niteliğine ya güç halinde ya da fiil halinde sahip bulunduğunu ileri sürer
ve onun güç (kuvve) halindeki alıcılık niteliğinin şu üç ayrı anlama geldiğini belirtir: 1.
"Mutlak yetenek", "mutlak güç" hali. Bu durumda ne henüz herhangi bir şey fiilen
ondan çıkmıştır ne de fiilen gerçekleşmeyi sağlayacak bir aletin varlığı söz konusudur.
İbn Sînâ buna, küçük yaştaki çocuğun yazma yeteneğinde oluşunu örnek olarak verir. 2.
"Mümkün yetenek", "mümkün güç" hali. Bu durumda yalnızca doğrudan doğruya fiil
halinin elde edilmesini sağlayacak bir aletin varlığı söz konusudur. İbn Sînâ buna,
kalemi ve hokkayı kullanmasını öğrenen ve harflerin anlamını ve değerlerini bilen daha
ileri bir yaştaki çocuğun yazma yeteneğinde oluşunu örnek olarak verir. 3. "Gücün
yetkinliği", yetkinleşmiş güç hali. Bu durumda yetenek ya da kuvve hali bir alet
aracılığıyla tamamlanmış ve bu aletle birlikte "gücün yetkinliği" ortaya çıkmıştır. Bu
niteliğe sahip bir kimse, öğrenmeye ya da bilgi elde etmeye muhtaç olmaksızın,
dilediğinde bu yeteneğini kullanabilir; onun için, yeteneğinde olan şeyi amaçlaması
yeterlidir. İbn Sînâ buna da, sanatında yetkinliğe ulaşmış bir katibin fiilen yazıyor
olmasa bile, yazma yeteneğinde oluşunu örnek olarak verir.326
Düşünmenin psikolojisi açısından bakıldığı zaman henüz soyut kavramlar bir
yana, tek tek nesnelerin bilgisini dahi edinemeyen güç halindeki akıl, salt bir öğrenme
yeteneğinden başka bir şey değildir.327
Nazarî aklın derecelerini epistemoloji bölümünde inceleyeceğimiz için, burada
324 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 77.
325 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 62.
326 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 39.; en-Necât, 165.; Risâle fi'n-nefs, s. 65.
327 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 237.
113
nazarî aklın soyut sûretleri “güç halinde” alma niteliğini açıklamakla yetiniyoruz.
2. Amelî Akıl Gücü
Yukarıda geçtiği üzere Hayy bin Yakzan’da “Kâtibîn” meleği, Salaman ve
Absal’da ise Salamanın karısının (bedenî güçler) kızkardeşi bu gücün en belirgin
sembolleridir. İkinci sembolden başlarsak amelî akıl gücünün bedenî güçleri temsil eden
Salamanın karısının kızkardeşiyle temsil edilmesi, İbn Sinâ’nın nefs görüşünde “amelî
akıl gücü” kavramının, nefsin bedenle beraber bulunmuş olmasının gerektirdiği bir güç
olarak, onun “bedende veya bedenle gerçekleşen” bütün güç ve fiillerini içine alan bir
kavram olmasından kaynaklanmaktadır. Aralarındaki ilişkinin “kardeşlik”le sembolize
edilmesi de buna bağlıdır. Nitekim nefs-i nâtıkayı sembolize eden Salaman ile nazarî
aklı sembolize eden Absal’ın da “kardeşliği” aynı anlamda tek bir özden neş’et eden ve
maddeden mufârak cevher olmalarındandır. Ancak bunların ayrı kişiliklerle
sembolleşmesi iki ayrı varlık anlamında değil derece farkına dayanır. Aynı hikayede
Salaman ile karısı, Absal ile Salamanın karısının kızkardeşinin evliliği de bu manada
sonradan (hâdis) oluşan bir birlikteliği ifade eder.328
İbn Sinâ amelî akıl gücünün muhtevasına dahil olan durumlara üç açıdan
bakmaktadır. Bunlardan birincisi nefsin irade gücüne (el-kuvvetü’n-nuzûiyye) bağlı
olarak onda oluşan “utanma, kızarma, korkma, gülme, heyecanlanma ve benzeri
karakterler (hey’et) ve bunların sonucu insanın “etki” (fiil) ve “tepki”de (infial)
bulunması gibi nefsanî haller. İkincisi, nefsin, mütehayyile ve vehim güçlerini
kullanarak oluş ve bozuluş (el-kâinâtü’l-fâside) âlemindeki olaylarla ilgili (umûr)
yasaları (tedâbir) çıkarması (istinbât), insana ait san’atları ortaya koyması, yani ilmî
keşifler yapmasıdır. Üçüncü ve en en önemlisi ise, nazarî akıl gücünden de yardım
alarak nefsin neyin (1) “yararlı veya zararlı” (2) yahut “güzel (cemîl), çirkin (kabîh) ve
mübah” olduğuna (3) veya “iyi (hayr)-kötü (şer)” olduğunu belirlemesidir. İşte amelî
akıl gücüne âit her türlü eylemin, eylem olarak değerini ifâde eden bu yargıların temel
328 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 55, 56.
114
ilkelerini (el-mukaddemâtü’l-mahmûde) amelî akıl, nazarî akıl gücünden alır. Bu
yargıların temel özelliği nefsin yapması gerekli olan “fiiller”le ilgili olmasıdır.329
Amelî gücün muhtevasına giren ilk iki durum, muharrik güçlerden şehvet ve
gazap gücü ve idrak güçlerinden mütehayyile ve vehim gücüyle ilişkisinden doğar.
Pratik akıl, vehim gücüyle irtibatlıdır. Vehim gücü bir erken uyarı sistemi gibi iş
gördüğünden, pratik aklı hayvanî nefsin harekete geçirici kuvvetleriyle irtibata sokacak;
bu da fiil ve infial süratini sağlayacaktır. Gülme, ağlama, utanma gibi psikolojik tepkiler
işte bu irtibatın sonucu doğarlar.
Üçüncü durum ise nazarî akıl gücüyle ilişkisinden doğmaktadır. Nazarî akılla
amelî akıl arasındaki ilişkiyi anlatan sembollerden “kirâmen-kâtibîn” meleklerinin
birincisinin “buyruk verici” diğerinin “buyruk alıcı” özelliği, yine amelî aklın nazarî
akıldan aldığı önermelerle bedende oluşacak eylemelerin değerini belirlemesini
anlatmaktadır. Buna göre amelî akıl, insanın aklî iradesine göre cüz’î fiilleri için gerekli
ve maddesi “güzel (cemîl)- çirkin (kabîh) ve mübah” olan önermeleri, nazarî akıl
gücünden almaktadır. Bu önermeler mantık kitaplarında yer alan önermelerden
tamamen farklıdır. Amelî akıl gücü, herhangi bir delil (burhan) getirmeksizin bunları
kabul eder. Bunları mantıkî olarak delillendirmek yani doğruluğuna burhan getirmek
ise, nazarî akıl gücüne aittir. Filozofumuz, amelî aklın davranışlara temel oluşturan
“yalan çirkindir (kabîh) ve zulmetmek çirkindir” gibi ahlakî önermeleri, “zâi’a,
meşhûre,
mukaddemâtün
evveliyye,
tecrübiyye,
el-mukaddemâtü’l-mahmûde,
meşhûrat, makbûlât, maznûnât, et-tecrûbiyyâtü’l-vâhiyye” gibi vasıflarla nitelendirir.330
Görüldüğü üzere ahlâkî önermelerin bağlayıcılığı, sırf mantıkî bir zorunluluktan dolayı
değil,
güzel
görülmesinden,
herkesçe
kabul
edilmesinden
ve
tecrübeye
dayanmasındandır. İbn Sînâ, “hissî, tahayyülî-vehmî, nazarî ve amelî yargılar şeklinde
yeni bir yargı sınıflaması yapar. Dolayısıyla bir eylemi meydana getiren irâde (elkuvvetü’l-icmâiyye), “vehim ve hayal güçlerini, amelî aklı, şehvet ve gazab”ı da
içermektedir.
329 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 37-38, 184-186.; et-Ta'likât, s. 82.
330 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 37, 185-186; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 363-364.
115
Söz konusu önermeler, zihni planda olmayıp davranışlarımızı yönlendiren
önermeler olduğundan, bunların davranışa dönüşme süreci şöyle gerçekleşir: Vehim ve
hayal gücü eylemle ilgili cüz’î bilgiyi belirler. Şehvet ve gazap güçleri, vehim ile hayal
gücünün belirlediği şeyi isteyip istememeyi ortaya koyar. Amelî akıl gücü nazarî akıl
gücünden yardım alarak, güzel-çirkin, iyi-kötü, yararlı-zararlı olması bakımından
eylemin değerini belirler. Bütün bunları kapsayan irade gücü (el-kuvvetü’l-icmâ’iyye)
de kesin kararını vererek bedenî harekete geçirir veya geçirmez.331
Amelî akıl gücünün idrak güçleriyle ilişkisi, hikayede “yeryüzü melekleri”nin
“göklere çıktıkları gibi yeryüzüne, “insanların ve cinlerin ülkesine” inmeleriyle
sembolize edilmektedir. “İnsan”ın (ins) dış idrak güçlerini, “cinn”in ise iç idrak
güçlerini temsil ettiği hatırlanırsa, bu inişin bedendeki güçlerle irtibata geçerek
“sanatların ve teknik icatların”, kısaca toplumsal hayatın düzenlenmesindeki etkinliğini
anlattığı görülebilir.332
Filozofumuza göre amelî akıl gücünün bilgi alanı, gelecekte olması mümkün
olan şeylerle ilgilidir. Çünkü zorunlu (vâcib) veya imkansız (mümteni’) olanı, var veya
yok etmek ya da mazide olan biteni geri getirmek için bilgi (reviyye) edinmeye gerek
yoktur, zira sözkonusu şeyler amelî akıl gücünün vüs’ati dışındadır. Amelî akıl gücü,
gelecekte olabilmesi mümkün olan doğru (sahîh) veya yanlış (sakîm) amacı
gerçekleştirmek için, bir çeşit düşünce (teemmül) ve kıyasla bilgi kazanır. Onun bu
cüz’î bilgisine dayanarak nefs, bedenden dolayı ortaya çıkabilecek kötülüklerden (âfet)
korunur ve olayların akışını, yani bedenle olan münasebetlerini kendi lehine çevirir. O
halde “amelî akıl gücü”, nefsin bedenle kendisi arasındaki ilişkiyi (alâka) “düzenleme
(tanzim) yeteneği”dir (isti’dad). Bedende ve bedenle gerçekleşen bütün güç ve fiiller
amelî akıl gücünden doğarlar. Bu itibarla amelî akıl gücü, söz konusu bedene bağlı
güçlerin reisidir.333 Bu durumda amelî akıl gücünün, nazarî akıl gücünden aldığı değer
yargılarına göre bedenî güçleri denetlemesi (tasallut) ve onlardan etkilenmemesi
(infiâlât), aksine onları etkilemesi gerekir. Amelî akıl gücü, nazarî akıldan yardım alır
ve onun istediğini yaparsa, kendisinde bedenî güçlerden dolayı bedene bağımlılık
331 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.185.
332 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.; eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 182-183.; ‘Uyûnu’l-hikme, s. 35.; Hayy bin Yakzan şerhi,
s. 62.
333 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 184-186.
116
karakteri (hey’etü’n inkıyâdıyyetün) oluşmaz ve bunun sonucunda nefs, kötü ahlâk (elahlâku’r-reziliyye) sahibi olmaz. Aksine onun bedenî güçleri denetlemesi, kendisinde
iyi ahlakın (el-ahlakü’l-fazîliyye) oluşmasını sağlar. Böylece amelî akıl gücünün
meyvesi olan ahlâk, manevî bir cevher olan nefsin fizik âlemle (taht, esfel) olan
ilişkisinden doğar. Görüldüğü üzere nefsin fizik âlemle ilişkisini (alâka) düzenleyen
amelî akıl gücünün işi bedenin yönetimidir (siyâset).334
Hayy bin Yakzan’da Firaset ilminin, “yararı hemen görülen bir ilim” olarak
nitelenmesi, nefsin bedenle ilişkisinde ortaya çıkan güçleri hakkında bilgisinin, onlar
üzerinde tasarrufta bulunacak akıl için pratik faydalar taşımasındandır. Bu ilimden
alınan bilgi, akıl için iyi bir veri olacak ve bu bilginin davranışa dönüşmesinde amelî
aklın fonksiyonu, pratik hayata yönelik olarak ortaya çıkacaktır. Ancak bu bilgiyi
kullanabilme yeteneği de, akıl için önemlidir. Zira bu bilgiyi nazarî akıl gücünden alan
amelî aklın da, “iyi bir huy”a sahip olması gerekmektedir. Firâset ilminin verdiği
bilgileri almak nazarî akıl gücünün ilgilendirirken, bu ilmi uygulamak akıl gücünün
alanına girmektedir. Zira bedeni bu bilgiler çerçevesinde yönetecek olan güç, amelî akıl
gücüdür. Bu gücün iyi huy’u (karakteri), nazarî akıl gücüne uyma karakteri (elhey’etü’l-iz’ânî) dir. Bu karakter, ona sahip olan amelî gücün tedbîr edeceği bedenî
güçlerde oluşacak karakterle paralellik taşıyacaktır.335
“Düşünme”den “yapma”ya giden yolda, insandaki güçlerden, aşağıdaki güç
yukarıdakine hizmet edip gelişmesine zemin hazırlamaktadır. Buna göre insani nefsin
“yapmak” ile ilgili fonksiyonlarını yerine getiren ameli akıl, nazarî aklın yukarıda
sayılan akıl derecelerinin hepsinin birden hizmetindedir. Ona bu konumu veren şey,
bedenle olan alakasıdır. Nazarî aklı tamamlayan, onu arındırıp (tezkiye) temizleyen
(tathîr) amelî akıl, beden ile nazarî akıl arasında adeta bir aracı organizatörlük görevi
görür. Amelî akla kendisinden aşağı mertebede olan hayvani nefsin kuvvetlerinden
vehim kuvveti hizmet vermektedir. Vehim kuvvetine bir yandan hâfıza (zâkire) kuvveti
334 İbn Sînâ, eş-Şifâ, s.38; Mebhas ani’l-kuvân’n-nefsâniyye, ss.170-171.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 363.;
‘Uyûnu’l-Hikme, s. 42.
335 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 429.
117
hizmet verirken, diğer tüm hayvani nefs melekeleri ona yardımcı olur. Ve bu hizmet
protokolü nebâtî nefsin fonksiyonlarına kadar aşağıya doğru devam eder.336
Hizmet protokolü, aynı zamanda varlık mertebelerine de işaret ettiğinden,
Hayy bin Yakzan’da bu mertebelerin bir diğer anlatım şekli de, yatay merâtib’tir. “Sağ,
sol ve ön” olarak sembolize edilen bu yatay mertebelenişe göre, nazarî akıl, nefsin
sağında amelî akıl ise, solunda bulunmaktadır. Sağ taraf Doğu’ya yakınlığı
gösterdiğinden, amelî güç nazarî akıldan mertebe olarak daha aşağı bulunur. Nefsin
boynuzları ise daha aşağıda bulunmaktadır (güneşin boynuzların arasından yükselişi) ve
onlar arasında da idrak güçleri sağ tarafta, muharrik güçler ise sol tarafta bulunarak
kendi içlerindeki mertebelenişi oluşturmuş olurlar. İnsanın “kendi ülkesi” içindeki
hiyerarşi, alemde olduğu gibi alttan üste bir gaye güder ki, o da tüm bu güçlerin reisi
olan aklın, en yetkin haline ulaşma gayesidir.337 Nefsin ülkesinde görevli memurlar
(hissî idrak güçleri) da bu gayeyle Padişah’a (akıl gücü) hizmet ederler.338
II. 2. AHLAK PSİKOLOJİSİ
Bir ahlak psikolojisinden bahsetmek, ahlaki davranışın ardında yatan
motivasyon süreçlerini, davranışların ahlakî kalitesi ahlakî yargı yeteneğine bağlı
olacağından, aynı zamanda düşünme ve bilinç süreçlerini incelemeyi ifade eder. Bu
anlamda ahlak psikolojisi, ahlak felsefesinin bir alt dalı olarak ahlakî fail olan insanın
psikolojik yapısını açıklamakta kullanılan kavramların analizini yapar ve fail olarak
bireyin ahlakî gelişimini ele alır.339
336 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 40-41.; en-Necât, II, ss. 15-16.
337 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 49-51.; en-Necât, s. 205.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 375-376.; ‘Uyûnu’l-hikme,
ss. 37-38.
338 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.
339 Nermin Çiftçi, “Ahlak Psikolojisi”, Ahmet Cevizci (Ed.), Felsefe Ansiklopedisi içinde, (105-112), C. I, İstanbul:
Etik Yayınları, 2003, ss. 105-106.
118
İbn Sînâ’nın ahlak (huylar) kavramı’na yaklaşımı da daha çok psikolojik bir
çerçevede içinde şekillenmiş ve ahlakın nasıl olgunlaştırılacağından (tehzîbu’l-ahlak)
ziyade nasıl oluştuğu önemli olmuştur.340
Bu açıdan baktığımızda, filozofun ahlaka yüklediği anlam’dan başlayarak
ortaya koyduğu ahlak anlayışının, bir ahlak psikolojisi şeklinde kendini gösterdiğinden
söz edebiliriz. Ahlakı, “nefste kökleşmiş hey’et” olarak tarif eden filozof, insan nefsinin
bedenle ilişkisinden ortaya çıkan ve insanın hayatta kalmasını sağlayan fizyolojik
güdüler diyebileceğimiz nefsin bitkisel güçleri, basit motivasyon mekanizmaları olarak
kabul edilen ve “arzu” ve “öfke” güçlerini içeren hayvansal nefsin muharrik güçleri ile
modern psikolojinin duyumlar ve idrak psikolojisi başlığı altında incelediği hayvani
nefsin algılayıcı kuvvetini kapsayan tüm psikolojik süreçler, ahlak bakımından nötr olan
fenomenlerden ibarettir. Ancak bu fenomenlerin işleyişinde ortaya çıkan bu güçler ile
nefsin aklî güçleri (rasyonel psikoloji) arasındaki ilişki, ahlakı ilgilendiren bir yapıya
dönüşmektedir.341
Nebâtî ve hayvânî nefsin güçlerini kendinde toplayan insânî nefs, sahip olduğu
bu nötr güçleri sadece kendisinin sahip olduğu aklî idrak güçleriyle belli bir yönde ve
belli bir amaçla kullanır ve düzenler. İnsandaki “doğru davranış nedir?” sorusunun
cevabına, davranışlarımızın doğasını araştıran psikolojiden yardım alarak varılabilir.
Nitekim nefsin muharrik güçleri (motivasyon güçleri), insanın irade ve buna bağlı
eylemleri doğuran yapısıyla, ahlakla psikolojinin buluştuğu noktada yer aldığından,
filozofun da bir ahlak psikolojisi ortaya koyduğundan söz edebiliriz.
Burada sözü geçen ‘psikolojik yardım’, hikayede “firaset ilmi”nden
gelmektedir. Davranışların oluşmasında “bilgi”nin önemini vurgulayan bu yaklaşım, iyi
bir ahlâkî hayatın, öncelikle doğru bilgiye dayanması ve bu bilginin getirdiği aklî
donanımın davranışlara nasıl yansıtılacağını da içermektedir.
Bilgiyle davranışın, aklî hayatla amelî hayatın birbiriyle nasıl uyumlu hale
getirileceğinin sembolik dildeki ifadeleri olan hikayeler, bu açıdan nazarî küllî bilgiyi,
340 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 235.
341 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 236.
119
tahayyül gücüyle amelî cüz’î bilgiye dönüştüren pratik bir gaye gütmektedir. Bu
nedenle, hikayelerin psikolojik vechesi ahlakî değerlerle örülmüştür.
Nefsin hayvansal güçleriyle insânî güçlerinin savaş alanı olan beden, ona
hakimiyet sağlayan güçlere göre “davranışlar” sergileyecektir. Bu nedenle ahlak
psikolojisinden bahsediyorsak bunun hikayelerdeki sembolü, “beden ülkesi” üzerinde
yapılan (manevî) “savaş”tır. Savaşan güçler “melekler” ve “şeytanlar” olarak karşımıza
çıkmakta ve savaşı meleklerin kazanması için, nefse alınacak tedbirler ve savaş
taktikleri verilmektedir. Buna göre Hayy bin Yakzan’da savaşan güçler tanıtılırken bu
savaşın kazanılmasının yöntemleri R.Tayr’da verilmekte, Salaman ve Absal’da ise bu
savaşı kazanan bir komutan resmedilmektedir.342
İbn Sînâ’ya göre nefsin bedenle birlikteliği, onun yetkinliğini kazanmasının ya
da buna ulaşamamasının sebebi olabilir. İnsanda diğer canlılarda olmayan bu imkan
üstünlüğü, nefsin beden karşısındaki konumuyla, üstünlükten çıkıp bir tehlike,
dolayısıyla bir risk haline de dönüşebilir. Bu nedenle nefsin bedenden dolayı ortaya
çıkmış olan güçleri ile ilişkisi son derece önemlidir.343
Bu birlikteliğin ahlakî hayata yansıması, bedenin yönetilmesinde ortaya
çıkmaktadır. Bu nedenle filozofun ahlak psikolojisinde öne çıkan “hakimiyet” ve
“tedbîr”,344 hikayelerde nefs ile beden ilişkisini belirleyen iki anahtar kavramdır. Bu
kavramlara karşılık gelen semboller ise Hayy bin Yakzan’da “arkadaşlık”, Salaman ve
Absal’da ise “evlilik” gibi insânî ilişkilerle ifade edilen semboller içinde görülür. Bunun
dışında R.Tayr’da, kirpi’nin içinin dışına çevrilmesi, akreb’in arkasını (kuyruğundaki)
zehirle korunması, yine bu kavramların sembolleşmiş şeklidir. Hayy bin Yakzan’da
cismânî alemden metafizik aleme geçildiğinde, bu “hayvan” ve “insan” sembolleri,
“şeytan-cin-melek” gibi metafizik sembollere dönüşürler.
Salaman ve karısı örneğine dönersek, “evlilik”, nefs ile güçleri arasındaki
ilişkiyi sembolize ederken, Salaman ve karısının bu evlilikte oynadıkları rol, ahlak
açısından önem kazanmaktadır. Zira “nefs-i emmare” sembolü olan Salaman’ın
342 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 49-50.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 56-61.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr
şerhi, s. 141.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54-56.
343 Bircan, s. 210.
344 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 240-241.
120
karısının, Salaman’ın kardeşi ve “nefs”in yetkinliğini sembolize eden Absal’ı, kendine
ram etmeye çalışması, nefs’in hayvansal güçlerinin nefs üzerinde hakim olma çabasını
anlatmaktadır. Absal ile Salaman’ın karısı arasında olaylar zinciri kısmen de olsa
“Yusuf-Züleyha” kıssasına gönderme yapmaktadır. Hikaye, iffetli ve cesur bir
kahraman-komutan olan Absal ile Salaman’ın karısı arasındaki çekişmeyi konu
edinirken, bu çekişmeyi iyi ve kötü’nün mücadelesinden çok, akıl ve bedenî güçlerin
doğal amaçlarını tatmin etme arayışları olarak anlamak gerekmektedir.345
Nefs ile güçleri arasındaki ilişkiyi anlatan “arkadaşlık” ise, “evlilik”te olduğu
gibi bu ilişkinin niteliği açısından sembolleşmektedir. Bedensel güçlerin Hayy bin
Yakzan (Faal Akıl) tarafından “kötü arkadaşlar” olarak nitelendirilerek uyarılması,
nefs’in bu güçler karşısında alacağı tedbirler açısından önemlidir. Zira bu ilişkide etkin
olan taraf, davranışların belirlenmesinde de aktif rol alacağından, bu güçlerin
yönetimindeki nefs’in edineceği karakter “kötü bir karakter” olacaktır. Nefs’in bu
konuda bilgilendirilmesi ve bu güçlere karşı dikkatli olması gerektiği konusundaki bu
uyarı, iyi bir karakterin oluşmasında nefs’in belirleyiciliğini de ortaya koymaktadır.346
Yukarıdaki sembollerle bağlantılı olan ve bu güçleri niteleyen “şeytan”,
Kur’an-Kerim’de “insanın düşmanı” olarak nitelenmekte (Kur’an-ı Kerim: A’raf sûresi,
22) ve hikayelerde nefsin arkadaşları kılığında ya da Salamanın karısıyla aynı
kimliktedir. Bu güçlerin karşısında yer alan “melek” ise “nefs” sembolü’dür. Ancak
nefsin bu sembolü alması onun yetkinliğine (kemaline) bağlıdır. Dolayısıyla nefs ya
şeytan’ları yenip beden ülkesine hakim olan “yeryüzü melek”lerinin yaşadığı ülkenin
hükümdarı (komutanı) olacak -ki bunun örneği Absal’la verilir- ya da arkadaşları gibi
hayvan seviyesine inmiş bir karaktere sahip olacaktır (A’raf sûresi, 179).347
Nefsin bu savaşı kazanmış halini yansıtan komutan Absal, “Zülkarneyn”
sıfatıyla yeryüzünün her yerini fethetmiş bir kahramandır. Bu nedenle bu güçlerle
ilişkisi “hizmet edilen-hizmet eden” ilişkisidir. Hayy bin Yakzan’daki meleklerin
345 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, s. 55.; Heath, s. 95
346 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 44-45.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 30-36.
347 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 145, 146.
121
yolunu tutmuş ve onların ahlakıyla ahlaklanmış olan bu güçler artık nefsin hizmetine
girmiş “temiz birer peri” görünümündedirler.348
Söz konusu güçlere filozofun yaklaşımı onları tamamen devre dışı bırakılması
yönünde değildir. Varoluşun bir nevi sürekliliği demek olan “hars ve nesl”in bekâsı,
nefsin gazabî ve şehvânî güçlerine aittir. Burada önemli olan bu güçlerin isteklerini
“denge” içinde yerine getirme alışkanlığını edinmektir. Bu alışkanlığı oluşturacak olan
güç ise amelî akıl gücüdür.349
Amelî akıl gücünün bu güçleri denetlemesi ise onun muhtevasına dahil olan
“irade gücü”yle gerçekleşir. İradeyi ortaya çıkaran bilgi, aklî bilgiye dayanmalıdır.
Ancak nazarî akıl gücünün elde ettiği küllî bilgi ve iradeden bir eylem meydana
gelmediği için, amelî akıl gücü, cüz’î fiilleri için gerekli önermeleri nazarî akıl
gücünden alır ve herhangi bir delil (burhan) getirmeksizin bunları kabul eder. Bunları
mantıkî olarak değerlendirmek, yani doğruluğuna burhan getirmek ise nazarî akıl
gücüne aittir. Bilkuvve akıl derecesinden bilfiil akla erişen nazarî akıl gücünün
yetkinliğe ulaşması, amelî akıl gücüne vereceği yardım bakımından önemlidir. Bu
nedenle filozofumuz, her iki insânî gücün de birbirine ihtiyaç duyduğunu ve yetkinliğe
ulaşmakta bu iki güç arasındaki işbirliğinin önemine değinirken (ahlak nazariyelerinde
bu konuya yeniden döneceğiz), hikayelerinde bu iki gücü bir kuşun kanatları gibi biri
olmadan diğerini olamayacağı bir “denge” ifadesi olarak çifte sembollerle
göstermiştir.350
Amelî gücün nefsin bedenî güçlerini denetleme ve yönetme yöntemlerine
gelince; buradaki dikkat çekici sembollerden biri “zehir içmek”tir. İbn Sînâ zehir
içmeyi, diri ve canlı kalabilmenin yolu olarak görmekte ve iyi bir hayata erişmenin ise
bu dünyadan ayrılmayı arzulamakla mümkün olacağını belirtmektedir. Buradaki
sembolik ifade elbette “bedenî güçlerin ölümü” anlamındadır. Bunu gerçekleştirecek
olan ise nefsin bizzat kendisidir. Nefsin bedenî güçlere hakimiyetini anlatan bu sembol,
Salaman’ın karısının Absal’ın aşçısı (gazap gücü) ve sofra hizmetçisi (şehvet gücü) ile
işbirliği yaparak Absal’ı “zehirleyerek” öldürtmesi şeklinde kendini gösterir. Tûsî bu
348 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 61.
349 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 445.; Fî sırrı’s-salât, s. 209.
350 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, ss. 339-340.
122
kullanımı "insanın yaşlılık döneminde uğradığı güçsüzlükten dolayı, aklın, gazap ve
şehvet güçlerine yenik düşmesi ve “kötülüğü emreden nefs”e yenilmesi" olarak
şerhederken351, Henry Corbin Absal’ın zehirlenerek ölmesini, Risâletü’t-tayr’da
yukarıda geçen cümleyle birlikte değerlendirir ve bu ölümü (nefsin) maddesel dünyayı
terketmesi, ait olduğu dünya (Doğu) ya kavuşması, yani ebedî hayatı kazanması olarak
yorumlar.352 Burada kullanılan sembollerden çıkarılacak sonuç, insanın ölümü
arzulayarak bedeni ihmal etmesi olmamalıdır. “Ölümü arzu” ya da “zehir içmek”
insanın aslolan yanının “nefs” olduğu gerçeğini farketmeye bir çağrıdır. Bu sembolün
aynı anlamda kullandığı bir diğer yer ise, “akrebin kuyruğunda taşıdığı zehir”dir. Bu
zehir arkadan yaklaşan düşmanlara, yani “şeytan”a karşı kullanılacaktır. Görüldüğü gibi
nefsin hayvansal güçlerini temsil eden “şeytan”la mücadelenin yöntemi, “akrebin
arkası”yla sembolize edilen amelî akıl gücünün bu güçleri “hakimiyeti” altına alması,
onları bir ölü gibi “münfâil” kılmasına bağlıdır.353 Bu sembolün ters yansıması, Hayy
bin Yakzan’da “ab-ı hayat” pınarı’dır. Bu pınardan, yani “ölümsüzlük suyundan
içmek”, nazarî aklın yetkinliğine kavuşmasının yoludur. Zehir içerek bedenî güçleri
etkisiz hale getiren nefs, “ab-ı hayat suyundan içerek” yetkinliğe ulaşma ve ebedî
yaşamında mutluluğa kavuşmanın yöntemini elde etmiş olacaktır.354
Bu güçleri hakimiyet altına almanın bir diğer sembolü ise, “kirpinin gömdüğü
gibi başı içe gömmek, açıkta olanları gizlemek, gizlide olanları ise açığa vurmak”tır. Ya
da “akrep” sembolünde olduğu gibi “ön”ün korunması için “arka”da “zehir” taşımak
gereklidir. Bu iki sembolle anlatılan yöntem, yukarıdaki yöntemlerle paralel olarak
düşünüldüğünde, amelî güce kazandırılması gereken karakterin, nazarî güçle birlikte
değerlendirilmesi ve bedenî güçleri edilgen hale getirebilecek ölçüde olması gerektiğine
işaret sayılmalıdır.355
Bedenî güçlerin ayrı ayrı sembolleştirildiği bir diğer yerde, devekuşunun “sıcak
taşlar”ı içinde soğutup hararetini gidererek kendisine bunu besin haline getirmesi gibi,
gazap gücü’nün etkisiz hale değil, faydalı hale getirilmesi öğütlenmektedir. Aynı
351 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 55, 56.
352 Corbin, Avicenna and the Visionary Recital, ss. 236-237.
353 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 141, 142.
354 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.
355 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 137-141.
123
şekilde şehvet gücü, isteğinin yerine getirilmesi konusunda gösterdiği inada atıfla “sert
kemiğe” benzetilirken, yılanın içinde bu kemiği yumuşatması gibi nefs de bu inadı
yumuşatmasını bilmeli ve faydalı hale çevirebilmelidir. Bunlara ek olarak “vehim
gücü”, “semenderin içinde durduğu ‘ateş”le sembolize edilmekte ve bu gücün nefs’e
getirdiği bilgilerin ateş gibi yararlı ya da zararlı olabilme ihtimaline karşı, faydalı
olanları alma, olmayanları bırakabilme kabiliyetine nefs’in erişmesi gerektiğine işaret
edilmektedir.356
“Bu güçlerin insana faydalı olabilmeleri için durmaları gereken yer neresidir?”
sorusuna filozofumuz, “orta nokta” cevabını verir. Bir diğer deyişiyle “orta yol”un
bulunması, bu güçlerin ifrat ve tefrit halinin tasvir edildiği bölümünde (nefsin
arkadaşları olarak) tavsiye edildiği biçimde gerçekleştirilmelidir. Orta yolun yani
“denge” halinin bulunmasının yolu, her birinin ifrat ya da tefrit halinin diğeri tarafından
içe doğru getirilmesiyle bulunabilir. Birbirlerine “düşman” olarak tasvir edilen gazap ve
şehvet gücünün arzuları ters istikamette olduğundan, birinin aşırı uca kayması
durumunda diğerinin arzuları hatırlatılmalı, böylece denge noktası bulunmalıdır.357
Görüldüğü gibi bu güçleri âtıl bırakmak değil, onlardan faydalanmak, bunun
için de amelî gücün bu güçlerin üzerindeki etkinliğini artırmak, bedenle beraberken
“yönetimi” altındaki güçleri kendisine hizmet edecek bir yetkinlik seviyesine çıkarmak
gerekmektedir. Öyle ki, bu güçlerden iyi huylar, düşünmeye gerek kalmaksızın sadır
olabilsin.358
Nefsin bedenle birlikteliği, onu yetkinliğe kavuşturacak bir alete kavuşmasına
neden olsa da,359 tanım itibariyle bedenden ayrı, ancak hem madde hem de sûret
alemine yönelme kabiliyetini taşıması, bedenin, nefs’in metafizik aleme yönelmesinde
zamanla bir engel haline gelmesini de mümkün kılmaktadır. Nitekim R.Tayr’da kuşun
tuzaktan kurtulmuş olmasına rağmen ayağında bulunan “ağ”360, bir ayakbağı olarak
nefsin yetkinleşmesini güçleştiren bir niteliği anlatmaktadır. Kuşların bu bağdan
356 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 143, 144, 145.
357 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 31-35.
358 Bircan, ss. 215-216.
359 İbn Sînâ, en-Necât, II, s. 35.
360 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 146, 149, 155.
124
kurtulmak ve özgürlüklerine (yetkinliklerine) kavuşmak yönündeki arayışları ise, bu
engelin yetkinleşmelerine zemin hazırlayan bir uyarıyı beraberinde getirmesiyle
gerçekleştiğinden, bedenle birliktelik nefs’in yetkinleşmesindeki katkıyla gündeme
gelmektedir. Ancak hikayenin başında yapılan uyarıların, bunun tersinin de söz konusu
olabileceği yönünde olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır.
Nefs’in hikayelerde Doğu ve Batı, Kuzey ve Güney’in merkezinde (kutbunda),
gökyüzü ve yeryüzünün buluştuğu yerde konumlandırılması bu “imkan”ı anlatmaktadır.
Bu konum metafizik açısından böyleyken, ahlâkî açıdan da önemlidir. Zira bulunduğu
yer, meleklerin ülkesiyle şeytanların ülkesi arasındadır. Buradan yukarıya çıkmak
meleklere benzeyerek onların ahlakıyla ahlaklanmak, “melek sûretli insan” olmak
anlamı taşırken, aşağıya inmek, daha doğru ifadeyle buraya takılıp kalmak (alışmak ve
yurt edinmek) ise “şeytanın yönetimine girmek” ve bu şeytanların sembolize ettiği
hayvansal güçlere teslim olmak, yani hayvan seviyesine inmek demektir. Söz konusu
imkanı kullanmak akla aittir. Aklın seçiminin ne olması gerektiği ise, hikayelerde
nefs’in yöneliminin yukarıyı işaret etmesinde görülmektedir.
125
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III.
İBN
SÎNÂ’NIN
SEMBOLİK
HİKAYELERİNDE
AHLAK
FELSEFESİNİN EPİSTEMOLOJİK TEMELLERİ
İbn Sînâ’nın sembolik hikayelerine, epistemolojisini incelemek
ve bunun
ahlakla ilişkisini kurmak için baktığımızda karşımıza nefs sembollerinin “eylem” hali
çıkmaktadır. Filozofun epistemoloji anlayışıyla yakından ilişkili olan bu yaklaşım,
nefsin düşünen tarafını gösteren nazarî aklın, bir yetenek (istidâd), bu yeteneğin ortaya
çıkması,
yani
fiil
haline
dönüşmesini
ise
akletme
faaliyeti361
olarak
değerlendirilmesinden kaynaklanmaktadır. Nefsi işaret eden sembollerin, aynı zamanda
nefsin akleden tarafını da simgelemesi, filozofun nefs ile akla yüklediği anlamla
yakından ilişkilidir. Nefs ile akıl arasındaki ilişkide nefs’in gücü olması bakımından
aklın onun ayrılmaz bir parçası olmasına dayanan sembollerle birlikte nazarî aklı nefs
ile bir ve aynı kabulünden kaynaklanan semboller iki grup halinde karşımıza çıkarlar.
Nefsin kendisinin bilincinde oluşu, ondaki “akıl gücü” sayesindedir. Dolayısıyla bu
haliyle akıl, âkil ve ma’kûl olan nefsin kendini idraki aracısız olduğundan, bu bilinç
kendisinden ayrılmaz.362 Buna göre karşımıza ilk çıkan nefs sembolü olarak “insan”’nın
“konuşması-nutk”, insanı insan yapan en önemli özelliği ve onun ayrılmaz parçası
olarak nefsin akleden tarafını simgelemektedir. İbn Sînâ’da nefs, nefs-i nâtıka’dır.
Nefs’in kendini ve başkasını bilme gücünü anlatan bu tanımda yer alan “nutk”un,
konuşmayı da içermesinden yola çıkarak filozof, hikayede düşünmeyi-akletmeyi
“konuşma” (sohbet) ile sembolize etmektedir. Meleklerin lisanı olan ‘nutk’un
“konuşma” yönü hikayede “sembol” olarak kullanılırken, “akletme” yönü bu sembolün
karşılığı anlamındadır.363
361 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 185.; el-Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, s. 170.
362 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 308-309.
363 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, I, s. 247; ‘Uyûnu’l-hikme, s. 40; Hayy bin Yakzan, s. 43.; Hayy bin Yakzan şerhi, s.
71, dn: 6.; Fî sırrı's-salât, s. 210.
126
Aklın nefs’in ayrılmaz bir parçası oluşu Hayy bin Yakzan’da nefs’in insanla
sembolize edilmesi, bununla bağlantılı olarak, insanın sağında ve solunda bulunan ve
ondan hiç ayrılmayan “Kirâmen ve Kâtibîn melekleri”nin aklın melek yönünü
göstermesiyle ortaya çıkar.364 R.Tayr’da nefs kuş olarak sembolize edildiğinden ondan
ayrılmayan ve onu o yapan “kanatları”365, düşünme eyleminin insanı diğer canlılardan
ayıran ve insanı insan yapan özelliğini ortaya çıkaran akıl gücünü ifade etmektedir.366
Salaman ve Absal hikayesinde Salaman nefs-i nâtıka’yı sembolize ederken aklı
(yetkinliğe ulaşmış akıl), onun özkardeşi olan Absal’ın simgelemesi, nefs ile aklın
ilişkisini kaynağı açısından açıklarken, aklın eylemlerini ayrı bir kişilikte anlatması
bakımından diğer hikayelerdeki yaklaşımdan kısmen de olsa ayrılmaktadır. Buna karşın
nefs akıl ilişkisini kardeşlik bağıyla gösterilerek aklın eylem yönü Absal’a
yüklenmiştir.367
İbn Sînâ, aklı nefsin ayrılmaz bir parçası olması bakımından hikayelerdeki
kahramanlarının eylem aleti olarak sembolize etmekle birlikte, nefsin kendisini
kendisiyle aklettiği aklı (nazarî), nefsin kendisi demek olan “ben”i ile bir ve aynı kabul
ettiğinden368 bazı nefs sembolleri “akıl” olarak okunacak biçimde kurgulanmıştır. Buna
en uygun sembollerin başında “kutup” gelmektedir. Nefsin kendi üstüne (kirpi örneği)
dönüşünü temsil eden bu sembol, kendini ve başkalarını akleden nefsin bu akletme
fiiline nasıl kavuştuğunun hikayesini vermektedir.369
Nefs ve akıl sembolleri hikayelerdeki varlık hiyerarşisi ve insanın bu
hiyerarşideki konumuna göre yer almaktadır. Aklın nefsle ilişkisini de bu anlamda
yorumlayan filozof, nefsin bedenle olan ilişkisini de akılla konumlandırmaktadır. Nefsin
yöneldiği aleme göre aklın işlevleri buna göre belirlenmekte ve buradan aklın iki yönü
ortaya çıkmaktadır. Bir yönü ayüstü alemdeki metafizik gerçekliği-akledilirleri idrak
ederken, diğeri ayaltı alemdeki oluş ve bozuluş halinde olan tabiatı idare etmektedir.
364 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 62.
365 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339-340.
366 İbn Sînâ, Risâle fi’l-kelam alâ nefs’in-nâtıka, s. 195.
367 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 55.
368 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 185.; Kitâbü’l-mübâhasât, s. 221.
369 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.; Risâletü’t-tayr, s. 339.
127
Aklın bu yönelimi gayr-i maddî bir cevher olan nefs ile maddî bir cevher olan bedenin
birarada bulunmasından kaynaklanmaktadır.370
Nefsin nazarî ve amelî gücünün ikisine birden “akıl” diyen İbn Sînâ, aklı bu
tanımla insanın bilme donanımı olarak psikolojisi içinde değerlendirmekle birlikte,
bilme etkinliğini nazarî akıl gerçekleştirdiğinden, bu aklın kavramlar (tasavvurât) ve
önermeler (tasdîkât) oluşturması yönünden mantık ilmi içinde yer alması gerektiğini
belirtir371 ki, burada akıl, kendisini yetkinliğe ulaştıracak “eylemleri”n kendisidir ve bu
yönüyle “bilgi” karşılığında anlam kazanmaktadır.
Yukarıda nefs ile aklı bir ve aynı kabul ederek oluşturduğu sembollerdeki akıl
nazarî akıldır. Nazarî aklın nefsin bilgiyi elde eden donanımı (gücü) olması açısından
psikolojisinde, bu donanımın “eylem” halini ve eyleme geçme şartlarını, yani
“yetkinlik” elde etme durumunu epistemolojisi içinde değerlendirmek gerekmektedir.
III. 1. NAZARÎ AKIL
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği nazarî aklın düşünülürleri
(ma’kulleri)
elde
etmesidir.
Nazarî
akıl,
bu
etkinliğini
cisimsel
bir şeyle
372
Bu nedenle
gerçekleştirmediğinden dolayı “cevherî akıl” olarak da isimlendirilir.
nefsin gayr-i cismânî bir cevher oluşunu nefsin akıl gücüne sahip olmasına da bağlayan
filozofumuz, hikayelerinde nefs ile bir ve aynı kabul ettiği nazarî aklın bu yönünü en iyi
“güneş” sembolüyle373 ortaya koymaktadır.
Güneşin iki boynuz arasından doğması, maddeden uzak (mufârak) kendisiyle
kaim bir cevher oluşuna işaret ederken, Faal Aklın da aynı sembolü alması ikisinin de
bu ortak özelliğe atıftır. Aralarındaki fark, aklın eylem’i “doğmak”la ifade edilirken
370 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 37-38.; ‘Uyûnu’l-hikme, s. 42.
371 İbn Sînâ, el-Hudûd, ss. 79-80.
372İbn Sînâ, Risâle fi'l-kelam ala'n-nefsi'n-nâtıka, s. 195.
373 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 49.
128
Faal Aklın sürekli etkin oluşuna işaretle “doğmak” ya da “batmak” gibi bir niteliği
almamasıdır.374
Salaman ve Absal hikayesinde ise nazarî aklın temsilcisi olan Absal’ın bedenî
güçleri temsil eden Salaman’ın eşinin kendisine ram etme çabalarına mukavemet etmesi
bu aklın bedenden-maddeden uzak yapısını anlatmaya yöneliktir.375
Nefs-i nâtıka’nın cisimden uzak oluşu (el-mufârak) nu anlatan bir diğer
sembol, Hayy bin Yakzan ve R.Tayr’da görülen “yükseliş” temasıdır. Bu yükselişe
atıfta bulunan semboller daha önceki bölümlerde geçtiği üzere alemin dikey boyutuna
atıfta bulunmanın yanı sıra, nefsin yukarıya (gökyüzüne) yönelerek (kuşların yolculuğu)
madde aleminden uzaklaşması (çölleri, denizleri aşarak Kaf Dağına çıkması)nı, yani
nefsin yetkinleşme arzusunu gösterdiği gibi madde aleminden (cisimden) uzaklığını da
göstermektedir.376
Bu yükselişin bir diğer yönü, nazarî aklın yükseklerden “gözcülük” yapmasını
ve böylece “avlanmasını” sağlamasıdır. Nazarî aklın etkinliğini anlatan bu özellikleri
İbn Sînâ’ya göre en iyi gerçekleştirebilecek yetenekte olan kuş “yarasa”dır. Bu kuşun
özellikleri nefsin edinmesi gereken nitelikleri de sunmaktadır.377 “Avlanmak”
sembolünü idrak bölümüne bırakırsak, aklın etkinliğini avlanmaya, bu eylemi
gerçekleştiren aklın ise “avcı”ya benzetilmesi, yukarıda nazarî akıl ile nefs’i birleştiren
anlayışın bir diğer sembolik ifadesidir.
Nefsin kendini idrak eden-bilen gücünü gösteren nazarî akıl, maddeden uzak
yapısıyla bedenin ölümünden sonra varlığını devam ettirmesine karşılık, nefsin bedenle
ilişkisinden ortaya çıkan amelî akıl, bedenin ölümüyle varlığını yitirecektir.378 Salaman
ve Absal hikayesinde, Salaman’ın dışındaki kahramanların özellikle de Absal’ın ölümü
burada farklı yorumlara da neden olabilecek bir görünüm sergilediğinden, Corbin bu
ölümü R.Tayr’daki “zehir içmek”le (bedenî güçlerden kopmak) le bağlantılı olarak
değerlendirmektedir. Nitekim Absal da zehirlenerek öldürülmüştür. Onun ölümünü
374İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.
375 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 56.
376 Corbin, Avicenna and the Visionary Recital, s. 166.
377 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 142-145.
378 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.178.
129
“ebedî hayata kavuşma” olarak yorumlayan Corbin, böylece üç hikayenin oluşturduğu
üçlü dairenin tamamlandığını, bu ölümün Absal’ın ilâhî kaynağa dönüşünü sembolize
ettiğini söylemektedir.379
Nazarî aklın, nefsin yukarıya (metafizik alem) bakan cephesini oluşturduğunu
ikinci bölümde belirtmiştik. Bu aklın, Hayy bin Yakzan’ın işaret ettiği yeryüzünün üç
bölgesine seyahat edebilmesinin, yani metafizik aleme girebilmesinin şartı “kutuplara”
gitmesi ve oradaki karanlıkları aşarak aydınlığa ulaşmasıdır. Aydınlığa ulaştığında
karşısına çıkacak olan “hayat pınarı”nın “su”yundan içmesi, onun bu seyahati
gerçekleştirebilmesinin ön koşuludur. Burada nazarî aklı sembolize eden “kutup”,
kutbun özellikleri ve oraya giden nefsin yapması gerekenler, nazarî aklın gelişim
aşamalarını simgelemektedir.380 “Bu gelişim esnasında, yani bilgiyi elde etme sürecinde
akılda doğuştan birtakım bilgiler var mıdır?, varsa bu bilgiler ne türden bilgilerdir?,
tecrübe ve duyunun bilgi edinmedeki yeri nedir?, yani nefsin gücü olan aklın eyleme
geçme şartları nelerdir?” gibi soruları, bu sembol etrafında inceleyebiliriz. Çünkü nefsin
pasif varoluştan kurtularak aktif varoluşa geçeceği yer burasıdır.
Bu gelişim aşamalarına geçmeden önce Hayy bin Yakzan hikayesinde
“anlatım-kurgu” açısından belirtilmesi gereken; (burada) nefs açısından biri Hayy bin
Yakzan’la buluşma sahnesinde geçen bilgiler (semboller), diğeri ise bu buluşmada Hayy
bin Yakzan’ın “seyahat” sembolü etrafında verdiği bilgiler olmak üzere birbiri içine
geçmiş iki anlatım söz konusu olmasıdır. Üst anlatım, aklın gelişim aşamasını
tamamlamış nefs’in ağzından aktarıldığından, aklın gelişim aşamalarını gösteren
sembolü Hayy bin Yakzan’ın anlatımında geçen “kutup” sembolünde bulmaktayız.
Burada aklın, ma’kuller karşısındaki durumuna göre “güç” ya da “fiil” halinde olması
karanlık kutuptan aydınlık kutba geçmesine ve orada aşağıdan yukarıya uzanan “akıcı
hayat pınarı”nın kaynağının suyundan içmesine bağlıdır. Nazarî aklın bu gelişimini dört
(biz üç maddede topladık) aşamada aktaran filozofumuz, hikayede bu aşamaları ve
karşılıkları olan sembolleri şu şekilde kullanmaktadır:
379 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, s. 339.; Corbin, Avicenna and the Visionary Recital, s. 208.; Nasr, İslam Kozmoloji
Öğretilerine Giriş, ss. 293, 300-301.
380 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 73., dn: 28.
130
A. Bilginin Elde Edilmesi Açısından Nazarî Aklın Gelişim Aşamaları
1. Nazarî aklın ilk derecesi “bilkuvve akıl” (el-aklu bilkuvve, el-aklü’l-maddî,
el-aklü’l-heyûlânî) seviyesidir. Bu seviyeyi gösteren sembol “kutuplardaki karanlık”tır.
Nazarî aklın varlığının başlangıcı olan381 bu akıl, nefsin mutlak bilme yeteneğidir
(isti’dâd). İstisnasız tüm insanlarda mevcut olan bu yeteneğe sahip olan akla, maddî
(heyûlânî) akıl da denmesinin nedeni, maddenin her tür sûreti almaya yatkın (isti’dâd)
oluşuna kıyasladır. Nasıl ilk madde henüz “bir şey” olamamış ve çeşitli olabilme
imkanlarını kendinde barındırıyorsa, aynı şekilde güç halindeki akıl da, bilgisel açıdan
henüz aktüelleşmemiş çeşitli olabilme imkanlarını kendisinde taşımaktadır.382 Sûretlere
mevzû olan bu aklın madde ile benzerliği Hayy bin Yakzan’da her ikisinin de
“karanlık”la sembolize edilmesinde görülür. “Kutup” sembolü aydınlık ve karanlık
çiftlemesiyle bilgi ve bilgisizlik sembolü olarak karşılıklı iki uç (zıt değil) noktaya
işaret ederler. İbn Sînâ bu karşıtlığı birbirinin karşısında varoluş anlamında değil,
birindeki “olmama” hali (aydınlığın olmaması) olarak değerlendirir. Doğu-Batı’nın uç
noktaları varlık ve yokluk sembolü olarak nitelenirken, Batının en uzak noktasındaki
“yokluk
denizi”
güneşten en
uzak,
aydınlanmayan
yer
olarak
benzer
bir
sembolizasyonla varlık karşıtı mutlak “yokluk”u değil “varlık olmayanı” ifade
etmektedir. Nitekim kutupların yılın belli dönemlerinde karanlık, belli dönemlerinde
aydınlık olması ve bunun birbirini takip etmesi de karanlık bölgenin daha sonra
aydınlanma imkanını taşıdığına işaret eder. Bu anlamda karanlık kutup bilgisizlikcehalet, bilginin olmadığı yer anlamındadır.383
İbn Sînâ, “kutuplar” derken Kuzey ve Güney kutbunu birlikte sembolleştirerek
birindeki karanlıktan geçmeden diğerinin aydınlığına ulaşmanın mümkün olmadığını,
dolayısıyla aklın bilkuvve halinin gelişim aşamasındaki ilk basamağının bu karanlık
kutub olduğunu göstermiş olmaktadır. Nitekim metafizikteki “maddenin sûretten önce
bulunması gerektiği” görüşünü burada da teyid etmiş ve epistemolojisine uygulamıştır.
381 İbn Sînâ, Risâle fi’l-Kelam ‘alâ nefsin-nâtıka, s. 195.
382 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 39.; Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, s. 168.; Risâle fi’l-Kelâm ‘ala’n-nefs’innâtıka, s. 195.; et-Ta’lîkât ‘alâ Havâşi Kitâbi’n-nefs li-Aristâtâlis, s. 101.; en-Necât, s. 231.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 42.;
el-İşârât ve’t-Tenbîhât, II, ss. 364-377.
383 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 45, 73, dn.: 27.; Franz Rosenthal, Bilginin Zaferiİslam düşüncesinde bilgi kavramı, Lami Güngören (çev.), İst.: Ufuk Kitapları, 2004, s. 181, 182-183.
131
Maddî aklın “aklî sûretleri kabul etme yeteneği” ise karanlıktan geçen
kimsenin karşılaştığı “hayat kaynağı (pınarı)”nın üzerinde aktığı “berzah”la sembolize
edilir. Berzah bu iki alanın birbirinden ayıran, dindeki cennet ve cehennemin arasındaki
bölge misali karanlık-aydınlık arasında, Kuzey ile Güney arasında, bilgi ile bilgisizlik
arasında bir olmama halidir. Ancak üzerinde akan ilim nehrinin mevzûu, zeminidir.384
İbn Sînâ’nın “nur ayeti”ni yorumu da aklın bu gelişim aşamalarını ele
almaktadır. Buna göre ayetteki "mişkât/niş" ifadesi ile heyulanî akıl kastedilmiştir. Niş
duvara yakın, yani aydınlanmaya hazırdır. Kandilin yandığı duvara en yakın olan yerde
yansıma daha şiddetli, ışık daha fazladır. Bilfiil akıl nura benzer, mişkât ise heyulâni aklı
sembolize etmektedir.385
Bilginin “nur” olarak sembolize edilmesi, hikayelerde olduğu gibi “nur
ayeti”nin yorumunda da karşımıza çıkmaktadır. Sembolü bu ayet çerçevesinde okursak,
“kutuplardaki aydınlık” ve “aklın güneş”le sembolize edilmesi, aydınlanma ve
aydınlık’ın bilgiyi kazanma anlamında kullanıldığını göstermektedir.
2. Nazarî aklın ikinci derecesi, “bilmeleke akıl” (el-aklü bilmeleke) dır.
“kutuplardaki karanlık aşıldığında karşılaşımıza ilk çıkan “hayat pınarı (kaynağı)”, bu
aklın sembolüdür ve nefsin, varlığın çeşitli alanlarına ait bilgilere ulaşabilmesi için
gerekli olan “ilkeler”i, birinci düşünülürleri (el-ma’kûlâtü’l-ûlâ) kazanmasını anlatır.
Aklın tanım (hadd) yapabilmesi ve akıl yürütebilmesi (kıyâs) için mantığın ilkelerini
öğrenmesidir. Bu itibarla bilmeleke akıl, nefse “ikinci ma’kuller”, ikinci düşünülürler
(el-ma’kûlâtü’s-sevânî) terimiyle ifade edilen bilgileri kazandıran bir “güç ve
karakter”dir (kuvve ve hey’et).386
Nefs, bilmeleke akıl seviyesinde kazandığı ve düşünmeye (hadd ve kıyâs) ilke
olan bu önermeleri, herhangi bir kıyas yapmaksızın yaratılışı gereği kendiliğinden bilir.
Bu ilkelerin insanda “yaratılıştan” varolması (firaset ilminde yaratılıştan getirilen huy)
dolayısıyla, bunların doğruluğu hakkında bir şüpheye düşmeyeceği gibi, başka türlü
384 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 45, 73, dn.: 27.; Nasr, İslam Kozmoloji
Öğretilerine Giriş, s. 295.
385 İbn-i Sina, Fî İsbâti’n-Nübüvvât, s.49.
386 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 39.; Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, s. 168.; Risâle fi’l-Kelâm ‘ala’n-nefs’innâtıka, ss. 195-196.; en-Necât, ss. 122-123.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, II, s. 364.; et-Ta’lîkât, s. 140.
132
olacağını şuûrundan bile geçirmez. Kıyas, deney ve tümevarım yoluyla kazanılmayan,
aksine bu yollarla kazanılmış bilgilerin doğruluğuna güvenmemizi sağlayan bu
önermeleri, her nefs kolayca kavrayabilir (tasavvur). Yaratılışı gereği bu önermeleri
kavrayan akıl gücü (sarîh akıl) nün, bunların tanımını tasavvur etmesiyle doğrulaması eş
zamanlıdır. İbn Sînâ’ya göre bu ilkeler ve bilgiler, ikinci akledilirlerin ve sonraki
yetkinliklerin kazanılmasına vasıta olması için insana verilmiştir (doğuştan); onlarla
insan ilimleri tahsil edebilir ve yetkinliğini kazanabilir.387
Hikayede (insanda) “doğuştan” bir diğer yerde “yaratılıştan” (bulunan) diye
ifade edilen ve sonradan edindiğimiz bilgilere temel (hayat pınarı kaynak’ı) teşkil eden
bu ilkelere “el-ma’kûlâtü’l-bedîhiyye, bidâyetü’l-‘ukûl, ‘ulûmun evveliyyetün ve
garîziyyetün” gibi isimler de verilir. Kıyasın fıtrî öncülleri de denilen mantığın özdeşlik,
çelişmezlik ve üçüncü halin imkansızlığı gibi ilkeleri bu türden ilkelerdir.388 Bu ilkeler
zihnimizde hazır bulunmakla birlikte aklı bilkuvvelikten bilmeleke hale geçiren “Faal
Akıl”dır. İlk akledilirlerin kaynağının ise ilâhi ilham olduğunu söyleyen filozof, bu
ilhamı-feyzi verenin Faal Akıl olduğu söylemektedir. “Doğuştan getirmek” tabiri bu
ilkelerin zihinde varolarak doğduğumuz anlamında değil, ilk bilgileri öğrenmeye
başladığımızda bu bilgilerin zihinde hazır olması bakımındandır. Bu açıdan bu ilkelerin
kazanılmasında insanın iradesi söz konusu değildir. Faal Akıl bütün insanları bu akıl
seviyesine çıkarmaktadır.389 Nefse bu kaynağın yerini öğreten Hayy bin Yakzan (Faal
Akıl)’ın, kutuplardaki karanlıkları aşan herkesin karşılaşacağı ilk şeyin bu kaynak
olduğunu söylemesi de bundandır.390
Nur ayetinde bilmeleke aklın, müstefâd akıl ile heyûlânî akıl arasındaki yeri
kandil ile cam arasındaki ilişkiyle açıklanmaktadır. Dış dünyada kandilin ışığı
algılanabilir şeylere ancak bir vasıta ile ulaşır ki, bu vasıta da lambadır. Lambalardan da
ışık ancak şeffaf bir camdan geçerek yayılır. Çünkü cam ışığı geçiren saydam
nesnelerden biridir. Bu durumda ayetteki zücâce, bilmeleke aklı simgelemektedir.391
387 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 39, 40.; en-Necât, ss. 122, 101.; Risâle fi’l-Kelâm ‘ala’n-nefs’in-nâtıka, s. 195.;
Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, s. 168.; Risâle fi’s-Sa’âde, s. 13.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, I, ss. 344-345.
388 İbn Sînâ, el-Burhan, Abdurrrahman Bedevî (thk.), Kahire: Mektebetü’n-nehdâti’l-mısriyye, 1966, s. 64.
389 İbn Sînâ, Fî İsbât’in-nübüvvât, s. 14.
390 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.
391 İbn-i Sina, Fî İsbâti’n- Nübüvvât, s. 50.
133
3. Nazarî aklın üçüncü ve son aşaması, “bilfiil ve müstefâd akıl” derecesidir.
Kaynağa ulaşan nefsin “buradan su içmesi” aklın bilfiil seviyeye çıkışını anlatan
semboldür. Kaynaktaki su “ma’kulleri” sembolize ederken, “bu kaynağın bir akarsuya
dönüşerek fezalara doğru akması”, nefsin bu derecede, bilmeleke akıl dediğimiz gerçeği
öğrenme gücüyle mantık, fizik ve metafizik ile ilgili bütün bilgileri (el-ma’kûlâtü’ssevânî, el-ma’kûlâtü’l-müktesebe) kazanmasını sembolize eder. İlmin sonsuzluğunu
anlatan feza’nın aydınlık ve ışıkla dolu oluşu Faal Akla işarettir. Bu durumda “bilfiil
akıl”, Faal Akılla iletişim kurarak (ittisal) varlığın bütün alanlarına dair bilgiyi nefse
kazandırır. İttisal sonucu kazanılan bu bilgilerle ulaşılan yetkinlik (kemâl) “müstefâd
akıl”dır (el-aklü’l-müstefâd). Aklın bu seviyeye gelmesi, nefsin yapacağı seyahatin
gerçekleşmesinin şartıyken, seyahatin Doğu’nun ve Batı’nın ötesine yapılması, akıl
gücünün bu seviyesinde gayri maddî cevherleri (el-mufârakât) kavrayabiliceğini
göstermektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi aklın kendi üzerine dönüşünü resmeden
kutuplara gidiş ve oradaki suyu içmek bunun sonucunda oluşan güçle kendisini
bilmesini ve kendisini bildiğini ve başka şeyleri bildiğini de bilebilmesini de
anlatmaktadır. Böylece akıl, âkil ve ma’kul olan nefs, istediği zaman Faal Akılla
iletişime geçerek aklî suretleri (el-ma’kulat) tasavvur edebilir.392
Mantık ilminin sembolü olan kaynak, yolculuğa çıkmak isteyen herkesin
gitmesi gereken ilk yer olduğundan, nefs her ne zaman buraya gitmek ve güç kazanmak
istese (aklî sûretlere yönelse) Faal Aklın rehberliğiyle (aydınlatmasıyla) oraya gidebilir.
Bilfiil akıl halindeyken akledilirler onda depolanmış gibidir. “Hayat Pınarı”ndan içtiği
suyla ikinci akledilirlere ulaşan nefs için bu pınar (kaynak), depo mesabesindedir. Ne
zaman istese oraya (kendine) döner ve bunları mütalaa eder, düşünür ve düşündüğünü
de bilir.393
Düşünürümüze göre “bilfiil ve müstefâd akıl”, aklî idrakin en son aşaması
olduğu için, bu dereceye ulaşmak nefs için bir gayedir (el-gâyetü’l-kusvâ).394 İnsanî
nefs, kendisini ve mücerred cevherleri kavrayabileceği bir seviye demek olan “bilfiil ve
müstefâd akıl” seviyesine yükselince varlığın ilk ilkeleri (el-mebâdiü’l-evveliyatü lil392 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.
393 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 43-44.
394 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 40-41.; en-Necât, s. 166.; Risâle fi’n-nefs, s. 67.
134
vücûd küllihi) olarak bilinen Gök Akılları ve Gök Nefslerine benzer. Bu benzeyişi
anlatan sembol, “aklın iki cephesini sembolize eden “Kirâmen ve Kâtibîn melekleri”
dir.395 Bu aklın bilfiil oluşu özüne göre, müstefad oluşu ise failine göredir.396 Bu
nedenle bu akıl seviyesine ulaşmış olan Absal’ın bilfiil akıl olarak eylemi Doğu’yu ve
Batı’yı fethetmesidir.397
Aklın bilfiil hale gelmesi, yani ikinci akledilirleri elde etmesi için “hayat
pınarı”ndan (kaynaktan) içmekle birlikte başını ve bedenini de burada yıkaması
(temizlenmesi) gerekir. Yolcu (nefs), akledilirleri (ma’kûlât) sembolize eden “su”yu
içtiğinde vücûduna bir güç yayılır. Hayy bin Yakzan’dan yolunu öğretmesini istediği
seyahate (ma’kulleri akletme) çıkabilmesi için bu güce ihtiyacı vardır. Faal Aklın
rehberliğinde çıkılacak yolculuğun ilk durağı olan kaynaktan sonra nefsin geçmesi
gereken ilk yer, içinde bulunduğu ayaltı alemdir. Kırları, çölleri, okyanusları, dağları
aşmalı ve Kaf Dağına ulaşmalıdır. Bunları yapma gücünü hayat pınarının suyundan
aldığı güçle başarabilir. Bu suyla öyle bir güce erişir ki, çölleri aşarken sanki çöl onun
yerine hareket eder, okyanuslarda batsa boğulmaz, en yüksek dağ olan Kaf Dağına
kolaylıkla tırmanabilir. Burada bulunan zebanilerin elinden kurtulur ve böylece kendi
aleminin sınırlarının ötesinde bulunan Kaf Dağının ardındaki iki sınırdan (Batının ötesi,
Doğunun ötesi) birine ulaşır.398 Bilfiil akıl seviyesine çıkan nazarî akıl, filozofun aşması
gerekenler olarak resmettiği cismânî mertebelerle, tabiat ve matematik ilminin
bilgilerini kazanmış olur. Son Gök cisminin sembolü olan Kaf Dağını geçtiğinde,
metafizik aleme girer ve hikayenin devamında anlatılan bu alemle ilgili bilgilere de
kavuşur. Benzeri bir tema R.Tayr’da da çizilmektedir. Burada cismânî alemi geçen
kuşlar, dokuzuncu dağ (Kaf Dağı)‘ı aşarlar ve metafizik aleme (ilmine) ulaşırlar. Hayy
bin Yakzan’da rotası çizilen yolculuk, R.Tayr’da gerçekleşmiş olur.399
Kahramanımızın
yolculuğu
öncelikle
cismânî
alemi
aşmak
şeklinde
gerçekleşse de burada kullanılan sembolleri, karanlık kutbun yansımaları olarak da
395 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.
396 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 40.; Risâle fi’l-Kelâm ‘ala’n-nefs’in-nâtıka, ss. 195-196.; Mebhas ani’l-kuvâ’nnefsâniyye, ss. 168-169.; el-Mebde’ ve’l-meâd, ss. 99-100.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 43.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, II, ss.
365-367.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, III, ss. 242-244.; Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 146, 210, 209.
397 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 56.
398 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 46-49.
399 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, ss. 340-343.; Heath, 92.
135
okuyabiliriz. Nitekim şârih, çölleri bilgisizlik, denizleri şaşkınlık ve azgınlık, dağları
şüphe olarak açıklamış ve bunları aşan kişinin uçsuz bucaksız ilim aydınlığında
yükseklere çıkan ırmaklara (ilimlere) ulaşabileceğini belirtmiştir. Böylece bilgi
yolculuğu Kuzeyden Güneye, karanlık ülkeden aydınlık ülkeye doğru yapılmış
olmaktadır.400
Nur ayetine dönersek, bilfiil-müstefâd aklı "el-misbâh/kandil" sembolize
etmektedir. Nur algılanabilir şeylerin kemali olup onları kuvveden fiile çıkarır. Aynı
şekillde müstefad akıl da heyûlani aklın kemali olup onu kuvveden fiile çıkarmaktadır.
Müstefad aklın heyûlani akla olan nisbeti kandilin niş’e olan nisbeti gibidir.401
Tüm bu akıllar aşaması tamamlandığında hayvâni cinsin ve onun cinsinden
olan insan türü tamamlanmış olur. Böylece varlığın ilk ilkelerine “Gök Akılları ve Gök
Nefslerine” benzeyerek insan için son gaye (gayetü’l kusva), aklın müstefad seviyesiyle
gerçekleştirilmiş olmaktadır.402
“Hayat kaynağı” ile “firaset ilmi”nin bilgi edinme yöntemi olarak sundukları
bilinenlerden bilinmeyene geçiş, bu iki sembolü “mantık ilmi”nde buluşturmaktadır.403
Bilinenden (yaratılıştan getirilen güç-yaratılıştan getirilen huy) bilinmeyene (sonradan
kazanılan güç-sonradan kazanılan huy) ulaşmak, bu iki sembolün gösterdiği yöntemle
gerçekleşmektedir. “Hayat pınarı” sembolünün mantık ilmine işaret ettiği konusunda iki
şarih de hem fikirken, “Firaset ilmi” hakkında Farisî şarih, Faal Aklın bu ilme sahip
oluşunu (vukufiyetini) “meleklerin herşeyi biliciliğine” delâlet sayar. İbn Zeyle ise, bu
ilmin “insanın doğuştan getirdiği huylar’dan yola çıkarak sonradan kazandığı huyların
belirlenmesi” şeklindeki ifadede yer alan “doğuştan getirilen huy”un, “ilim ve marifete
karşı duyulan fıtrî (cibilî) yeteneğe” işaret ettiğini, “sonradan ortaya çıkan huylar”ın ise
mantık vasıtasıyla ulaşılan “kesbî kuvvetler”e işaret ettiğini belirtir.404
400 Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 45, 73. dn: 27.
401 İbn Sînâ, Fî İsbâti’n- Nübüvvât, s. 50.
402 İbn Sînâ, en-Necât, s. 205.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 375-376.; ‘Uyûnu’l-hikme, ss. 37-38.
403 İbn Sînâ, Mantığa Giriş, Ömer Türker (çev.), İst.: Litera yay, 2006, s. 10.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, Ali durusoy,
:muhittin Macit, Ekrem Demirli (çev.) İst.: Litera yay. 2005, s. 2.
404 Bkz. Kutluer, İslamın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, ss. 177-194.
136
Mantık ilmini, hem teorik araştırmalarda hem de mantık disiplinini öğrenmede
kendisine muhtaç olunan, aynı zamanda aklın bu araştırmalarında onu hata ve yanlıştan
koruyan, sahih gerçeklik ve sahih delili, ki o “burhan”dır, bilinmesini sağlayan bir
“alet” (âletü’l-hikme) olarak vasıflandıran405 filozof, bu iki sembolle “mantık”ın “doğru
bilgi”ye ulaşmaktırmaktaki “kaynaklığı”nı vurgulamayı amaçlamaktadır.406
Karanlığı aşma cesareti ilim öğrenme isteğini karşılar, ancak her ilim
öğrenmek isteyen bunda başarılı olamaz, bunun için öncelikle “mantık” öğrenmeli,
duyu ve tecrübeyle gelen bilgilerini, mantık formu etrafında değerlendirmelidir. Bu
anlamda mantık ilmini öğrenmenin amacı, “doğru bilgi”ye ulaşmaktır. Doğru bilgiye
ulaşmak ise, mantıkta diğer kıyas çeşitlerinin bu kıyas etrafında değerlendirildiği
“burhanî bilgiyi” elde etmekle mümkün olur. “Burhan”la kastedilen doğru bilgi, mantık
ilkelerine uygunluk anlamı taşımaktadır. Bu nedenle mantık öğrenmenin gerekliliğinden
söz ederken, faydasının teşekkülü için insanı pek çok ilmi hatadan uzaklaştıran ve
bilginin kriteri olan “burhan”a ulaşmak kastedilmektedir.407
B. İdrâk nedir?
Hikayelerimizde, filozofun tanımıyla “hangi derecede olursa olsun (hissî,
hayâlî, vehmî, aklî) herhangi bir biçim ve açıdan bilmeye konu olan şeyin “sûret”ini
almak” anlamına gelen “idrak”; “seyahat”, “uçmak”, “avlanmak”, “fethetmek”,
“görmek” gibi fiillerle sembolize edilmektedir.
“Seyahat”, bir bilgiyi arama ve bulma sembolüdür. Nefsin Hayy bin Yakzan’a
benzeme arzusunun tezahürü olan onun gibi “seyahat etme” isteği, yukarıda
gördüğümüz gibi öncelikle “kutuplara” gitmesi ve oradaki “hayat pınarından içmesi”
şartına bağlanırken, buradaki sudan içen kişinin bilfiil akıl seviyesine ulaşmasıyla
“seyahat” başlar. Ancak daha önce de zikrettiğimiz gibi, Hayy bin Yakzan hikayesi bu
seyahatin panaromasını vermektedir. R.Tayr ise, bu seyahatin hayata geçirilmesinin
405 İbn Sînâ, Kitâbü’ş-Şifâ, Mantığa Giriş, -el-Medhal, Ömer Türker (çev.), İst.: Litera yay, 2006, s. 8.; Kitâbü’şŞifâ, el-Mantık, el-Kıyâs, Saîd Zâyid (nşr.) Kahire, 1964, s. 3.; Fî aksâmi’l-ulûmi’l-akliyye, 79.; en-Necât, ss. 3-5.
406 Hayy bin Yakzan şerhi, s. 44.
407 Kutluer, Felsefe Tasavvuru, (İlmî bilginin Kriteri: Burhan), ss. 179-180.
137
hikayesidir. Her iki hikayenin seyahat ayrıntılarını birleştirip Salaman ve Absal
hikayesindeki benzer temaları da yanyana koyduğumuzda, ortaya nefsin aklî aleme
yaptığı yolculuğun aşamaları çıkar. Yolculukta aşılan her merhale, Batı-cismânî
alemden aklî aleme idrak aşamalarını göstermektedir. Seyahati yapan nefs, Hayy bin
Yakzan’da “insan”la sembolize edildiğinden seyahatin amacına uygun olarak “görmek”
bilgilenmek anlamı taşımaktadır (bkz. birinci bölüm). O halde “göz” bu bilgilenmeyi
sağlayan alet olarak akıl, “görmek” ise akletmek, bilmek yani “idrak etmek”tir. Ana
konusu Faal Akılla nefsin ittisali olan hikayede, yolculuk hakkında bilgi veren Hayy bin
Yakzan’ın “sohbet”i, “nutk” anlamı taşıdığından, burada herhangi iki insanın
konuşmasından değil, melek’in nefs’i aydınlatmasından söz etmekteyiz. Dolayısıyla,
buradan nefs’in bu bilgileri elde etmesi, yani “idrak”ini anlamak gerekir.408
“Görme” sembolü, birinci bölümde “Tanrıyı görmek” ifadesi etrafında ve Hayy
bin Yakzan’da geçen “güneş” sembolü ve bu sembolün işaret ettiği “metafizik”
karşılıkları ile ilgili olarak açıklanmıştı. Kısaca hatırlarsak; bu sembolün en çarpıcı
biçimde öne çıktığı yer, seyahatin son aşaması olan Padişah’ı “görme” safhasıdır.
Ancak O’nu görmek güneşe çıplak gözle bakmaya benzediğinden, görülende değil
görendeki güç azlığı zâhir olan-görülenin görülmesini engellemektedir. Güneşin ışığının
kendine perde olması gibi Tanrı’nın âşikarlığı gizlenmesine, çok açık olması,
görülememesine neden olmuştur. Tanrıyı anlatan bu ifadeler görülen-idrak edilen
ilişkisini metafizik boyutta anlattığı gibi hikayelerindeki epistemoloji anlayışını da
göstermektedir.
Bu
bölümde,
aynı
sembollerin
epistemolojik
görünümlerine
baktığımızda “Güneş, göz ve görmek” üçlüsünün merkezde ve onun etrafında toplanan
bir grup sembolün (için dışa çevrilmesi, saklı ve açıkta olan, görünen-görünmeyen, gece
ve gündüz) epistemolojik açıdan “bilme”nin taraflarını ve bilgiye ulaşma vasıta ve
yöntemlerini vermektedirler.409
Hayy bin Yakzan’da “seyahat”i gerçekleştirmeye aday olan “yolcu”, R.Tayr’da
karşımızda “kuş” olarak çıkar. Seyahatin “uçmak” sûretiyle gerçekleştirilmesi, “kuş”
sembolünün “idrak etmek” anlamında beraberinde “avlanma” sembolünü de
getirmesine ya da tersi, avlanmak için uçmanın gerekliliğinden dolayı bu sembolden
408 İbn Sînâ, Fî sırrı's-salât, s. 210.
409 bkz. birinci bölüm s. 63-64.
138
hareket edilmesine neden olmuştur. Her iki durumda da bu semboller, “idrak etmek”
anlamında buluşurlar. “Uçmak”, “seyahat” anlamında aşılan yerler açısından “bilmeyi”
ifade ederken, “avlanmak”, “yakalamak-almak” anlamında tecrid (maddeden sûretin
soyutlanması410)’i anlatır. Öyle ki “kanat edinin ya da çalın”411 şeklindeki ifadesiyle
“uçmanın”
gerekliliğine
vurgu
yapan
filozof,
bunun
en
iyi
“gözcülük”le
başarılabileceğine de dikkat çeker. Çünkü avlanmanın birinci aşaması, “gözcülük
yapmak”tır. Böylece “görmek” ve “avlanmak” birbirini gerektiren ve hikayedeki
kullanımlarıyla birbirini takip eden
ya da ayrı ayrı “bilme”yi” anlatan semboller
olmaktadır.
“Yarasa”nın gece avlanan bir kuş olmasından yola çıkarak geceyi “makullere”
benzeten filozof, böylece “görünen-görünmeyen” sembolüyle bağlantılı olarak
“gündüz”ü de “mahsûsât” benzetir.412 Burada “gece” sembolüyle “karanlık” sembolü
birbirine karıştırmamak gerekir. Gecenin gizleyici özelliği, Firaset ilmi ve hayvan
metaforlarında413 da sık sık vurgulanan gizlinin ortaya çıkarılması ve yine buna atfen
“perdenin kaldırılması” (akılların üzerindeki perdeyi kaldırma, Tanrı’nın ışığının
kendisine perde olması) hep aynı anlama işaret ederler: Görünmeyenin görünür hale
gelmesi ve alınması.414 İdrak’teki önemli faktörlerden biri olarak “Faal Aklın” “görünür
kılma” özelliğine vurgu yapan “güneş” sembolü de bu sembollerle ilgili olmakla birlikte
Faal Akıl bölümünde incelemek üzere ileriye bırakıyoruz.
Bu durumda idrâk olayında, bir tarafta idrak eden (müdrik), yani “kuş” ya da
diğer sembolle “yolcu”, diğer tarafta ise idrâk edilen (müdrek) yani “avlanacak şey” ya
da diğer sembolle seyahatte “görülecek-geçilecek yerler” vardır. İdrâk ise bu iki taraf
arasındaki ilişkisinin ürünü (sûret) olduğuna göre “avlanmak” ya da “yolculuk”, yani
idrâk, bilgi anlamına gelmektedir.415
“Fethetmek” sembolüne gelince, bu sembolün yukarıda işaret edilen “almak”
yani “idrak etmek” anlamıyla yakınlığı ortadadır. Fethi gerçekleştiren komutan
410 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 50.
411 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.
412 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 141-142.
413 Heath, s. 177-179.
414 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 52-53.
415 Hidayet Peker, İbn Sînâ’nın Epistemolojisi, Bursa: Arasta Yayınları, 2000, s.73.
139
Absal’ın, “müstefâd akıl seviyesinde olan nazarî aklı” sembolize ettiği ve fethettiği
yerlerin yeryüzünün tümü olduğu hatırlanırsa, diğer idrak sembolleriyle paralelliği daha
iyi anlaşılmış olur.416
C. İdrâkin Dereceleri
İdraki yukarıda saydığımız sembollerle gösteren filozof, “idrakin” idrak
edilecek şeyin maddî olup olmamasına göre göreceği işlemin bir ölçüde farklı olacağını
söyler. Bu durumda idrak sembollerine, idrak edilen şey açısından bakmak gerekecektir.
“Sûret”i almak anlamına gelen idrak, idrak edilen şeye göre cüz’î nesneler ise söz
konusu olan önce dış sonra iç idrak güçleriyle bu nesnelerdeki sûretleri maddesinden
almak (soyutlama-tecrid) şeklinde gerçekleşeceğinden, maddede bulunmayan sûretleri
almak için soyutlamaya gerek olmayacaktır. Maddeyi alemin Batısına yerleştiren İbn
Sînâ, nefsin burada yapacağı yolculuğun da aklî eylem olarak sûreti maddesinden tecrid
etmek anlamında kullanacağı açıktır. Bu yönden baktığımızda “yolculuğun başladığı
yer” öncelikle nefsin aşması gereken ilk yer olan içinde bulunduğu cismânî alemdir.
Çölden (harabe iklim-ayaltı alem) başlayarak Kaf Dağına kadar olan bu yolculuğu
filozofumuz, “sırat”ta yürümeye benzetir. Cehennemden çıkış için yürünecek-geçilecek
sırat yolunun basamaklarının her biri, bir idrak derecesini gösterir. Buradan Kaf Dağına
ulaşmayı başaran nefs, artık “zebâniler”den kurtulmuş, aklî aleme adım atmıştır.
Doğu’ya (aklî aleme) ulaşan nefsin yolculuğu saf sûretler aleminde gerçekleştiğinden ve
bu sûretler maddeden ayrık olduklarından, nazarî akıl gücü bunları mücerret olarak
alacaktır.417
Filozofumuz sembolleri çift yönlü kullandığından Hayy bin Yakzan’da idrak
güçlerini gösteren sembolllerin aynı zamanda idrak derecelerine de işaret ettiğini
görüyoruz. Padişahı akıl olan duyu şehrinin kendi içindeki hiyerarşi aynı zamanda bu
güçlerin Batı’ya olan yakınlıklarını, dolayısıyla henüz maddeyle muhatab olduklarını da
göstermektedir. İdrak güçlerinin Batı’ya en yakın olanından Doğu’ya doğru ya da
416 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 55.
417 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 212.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 44.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, II, s. 334. ; İsbâti’n-Nübüvvât,
s. 58-59.; Hayy bin Yakzan, ss. 46, 47.; Okumuş, s. 192-193.
140
aşağıdan yukarıya, dış idrak güçlerinden iç idrak güçlerine, bu güçlerin muhatap olduğu
nesneler Batı’ya ait olduğundan, sûretlerinin maddelerinden tecridi gerekmektedir.
Padişah olan akıl ise, “güneş” olarak yükseldiğinden ve yeryüzü meleklerinin
konumunda bulunduğundan aklî sûretlerle muhatab olacaktır.418
İdrak edilecek şeyin maddî özelliklerinden ayrılması, R.Tayr’da avlanmayla
sembolize edilen idrakin “zamanı”na işaret edililerek gösterilir. Daha önce belirttiğimiz
gibi “gece” ma’kulleri, “gündüz” ise mahsusları gösterdiğinden, gündüz avlanan kuşun
avı da maddî özelliklere sahip maddî suretler olacaktır. Gece avlanmak ise, saf sûretleri
avlamak anlamı taşır. Yine idrak sembolü olan “seyahat”in madde aleminden
başlayarak yukarıya doğru (Doğu’ya doğru) gerçekleştirilmesi, aynı şekilde idrake konu
olan maddî suretlerin alınması ( aşılması) anlamında kullanılmıştır.419
Aşma yani yukarıya çıkma sembolündeki aşamalar, öncelikle insanın dış
dünyada bilfiil varolanlarla karşılaşmasından ötürü aşağıdan başlar. Bu nedenle idrak
(seyahat), duyuların farklı düzeylerinde gerçekleştirilir. Bu düzeyler Hayy bin
Yakzan’da “cehennemden çıkış, cennete yükseliş” motifini taşıdığından, “sırat”
köprüsünün her bir basamağı, idrâk derecelerinden “hissî”, “hayalî”, “vehmî” olanlara
karşılık gelecektir. İdrakin son aşaması olan “aklî idrak” ise, “cennete ulaşma” anlamı
taşır.420 Toplam dört kısım olan bu aşamalar şunlardır:
a) hissî (duyusal) idrâk
Bu idrak derecesini en iyi anlatan sembol, ikinci bölümde ele aldığımız nefsin
hissî idrak güçlerinden, dış idrak güçlerini sembolize eden “silahlı askerler”in beş
duyuyu sembolize eden “beş yol” üzerinden geçen kimseleri “yakalama”sıdır. Şehri
koruyan silahlı askerlerin buradan geçenleri yakalama nedenlerini Fârisî şârih, “ne
olduklarını (kimliklerini) anlamak için yapılan işleme” benzetir ve kim olduklarını
anlamanın da “algılama-tecrid” anlamı taşıdığını ekler. “Avlanmak” sembolü, daha
418 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.
419 İbn Sinâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 142.
420 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46. ; İsbâti’n-nübüvvât, ss. 58-59.; Okumuş, s. 192-193.
141
genel anlamda “idrak”i gösterirken, “yakalamak” sembolü ise, beş duyuya ait idrak’i
anlatmaktadır. Beş duyu ve diğer idrak güçlerinin birbirleri ile bağlantısını da göz
önünde bulundurduğumuzda, duyu organının sûreti maddeden basit biçimde
soyutlaması ve idrak edilen bu sûreti madde ve maddeye ilişkin özellikleriyle birlikte
idrâk etmesinin sembolü, “yakalanması ve tutsak edilmesi”dir.
Burada kişiler
(tutsaklar) sûretleri sembolize ettiklerinden, bu sûretlerin “insan”la sembolizasyonu,
(“insan”ın dış idrak güçlerini, “cinn”in iç idrak güçlerini sembolize etmesini hatırlarsak)
bu idrakin sûreti maddeden, maddesel özellikleriyle beraber almayı göstermektedir. Bu
alış esnasında madde ve duyu arasında belirli bir nisbetin bulunması, yine “yakalama”
sembolünün içinde mündemiç bir anlam olarak, bu gerekliliği de anlatmaktadır.
Askerler ile yakalananlar arasındaki nisbet ve bu nisbetin gerekliliği de aynı şekilde
ifade edilmiş olmaktadır.421 Duyusal idrak düzeyinde gerekleşen soyutlamada, hem
duyulur sûretin cismi duyunun karşısındadır, hem de duyulur sûret belirli bir niteliğe,
niceliğe, yere ve konuma sahiptir. Bu nedenle seçilen sembol, bu özellikleri gösteren
fiziksel özelliklere sahip “sizin evreninize (cismânî aleme) ait varlıklar” şeklinde ifade
edilir.422 Sûret, maddesel özelliklerinden tamamen sıyrılmadığından ve duyu ile idrak
edilecek nesne arasındaki nisbetin her zaman gerekli olmasından dolayı, duyusal idrâk
düzeyindeki soyutlama (tecrîd), tam bir soyutlama değildir. Bu nedenle askerler
yakaladıklarını kendilerinin üstündeki güçlere teslim ederken, avlanan kuş avını
kendisine besin yapar. Ancak burada idrak edilen ile eden arasında bir “ittihad”den söz
etmek istemiyoruz. Nitekim filozof, idrak edilen şeyin varlığının değil, manasının
kavranmasından söz etmektedir.423
b) hayâlî idrâk (tahayyül)
Soyutlamanın ikincisi olan bu idrak’te mütehayyile gücünün idrakinden söz
etmekteyiz. Birinciye nazaran biraz daha kuvvetli olan bu idrak derecesi, cüz’î (tikel)
sûretlerin maddeden tamamen, ama arazlarıyla (yer zaman vs.) birlikte soyutlanmasını
anlatır. Hayal idraki, duyulara bağlı olarak onlar hissederse hayal eder. Ama maddenin
421 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.51.; en-Necât, s.169.; Risâle fi’n-Nefs, s. 70.
422 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.
423 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 212.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 334.
142
kaybolmasıyla hayalden gitmez. Dış duyuları sembolize eden askerlerin yakaladıklarını
ortak duyuya nakletmeleriyle başlayan ve yukarıya doğru giden aktarım ve koruma
işlemi sonucunda, mütehayyile gücünün bu korunan mana ve sûretleri birleştirerek elde
ettiği yeni imajları ve dış duyuların getirdiği ancak onların tamamen soyutlayamadığı
sûretleri de idrak eder. Ancak hala madddeye ilişkin özellikleri bunlarla birlikte
bulunmaktadır. Duyunun idrâkinde, idrâk edilen cismin karşıda olması şartken;
mütehayyile gücünün idrâkinde cismin karşıda olması şart değildir. Mütehayyile gücü
duyulur nesne değil, duyulur sûret ile (yakalanan tutsaklarla) karşı karşıyadır. Bu
tutsaklar yer, zaman, durum, nitelik, nicelik gibi çeşitli özelliklerden tamamen arınmış
değildir, yani idrâk edilen sûret tümel değil, tikeldir. Bu yüzden, mesela hayaldeki insan
sûreti bütün insanların aynı-eşit derecedeki özelliklerini yansıtmaz, o yalnızca bir tek
insanın nitelik, nicelik, yer, durum kategorileri içerisindeki özelliklerini içerir.424
c) Vehmî İdrâk
Vehmî idrâk, kendisinden önceki güçlerin idrâkine oranla daha üst seviyede
gerçekleşir. Çünkü vehim gücü, kendiliğinden maddî olmayan, fakat madde ile birlikte
ortaya çıkan “iyi, kötü, dostluk ve düşmanlık” gibi “mana”ları da idrâk eder. Ancak
idrâk edilen bu manalar, tümel (küllî) değil tikel (cüz’î) dir. Çünkü bu güç, hayal ve
musavvire gücünde bulunan duyulur sûretin anlamını idrâk etmektedir ki, bu duyulur
sûret de tikeldir. Vehim gücü hayal ve musavvire gücünde bulunan manaları, yani
silahlı askerlerin yakaladıkları tutsakların taşıdıkları “haberleri” idrak etmektedir. Bu
haberler yakalanan her bir tutsağa ait olduğundan, tümel değil tikel bilgiler içerirler ve
ferde ait bilgiler verirler. Vehmî idrâk, duyulur sûretteki anlamın idrâki olduğu için bu
idrâk seviyesindeki soyutlamada da anlam tamamiyle maddesel özelliklerden arınmış
değildir. Yani vehim gücü, genel anlamda iyiyi-kötüyü veya yararlı ve zararlıyı değil,
sûreti hayal gücünde bulunan bir şeyin iyi mi-kötü mü veya yararlı mı- zararlı mı
424 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 52.; en-Necât, s. 170.; Risâle fi’n-Nefs, s.71.; Hayy bin Yakzan, s. 50.
143
olduğunu idrâk eder. Ancak bu manalar akıl gücünce de idrâk edildiği için özü itibariyle
maddî değildirler.425
Vehim gücünün idraki de yukarıda geçen diğer idrak dereceleri gibi tikel
olduğundan ve tam olarak madde özelliklerinden sıyrılmadığı için küllî kavramları da
tikel olarak ele alma tehlikesi vardır. Bu tehlike aynı zamanda akla en yakın idrak gücü
olarak getirdiği bilgilerin aklî zannedilmesinden de doğmaktadır.
İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan’da vehim gücünü tavsif ederken onun getirdiği
bilgilerden de söz eder. Bunların bir kısmı nefs için faydalıyken bir kısmı da nefsi
yanıltıcı özelliktedir. Bu nedenle bu bilgiyi değerlendirme esnasında dikkatli olunması
gerekir. Nitekim Kaf Dağına varmadan önce idrak derecelerini birer birer çıkan nefs,
eğer vehmin idrakinin akıldan geldiği zannına kapılırsa, “sırat” köprüsünü aşamaz ve
cehenneme düşerek hüsrana uğrar. Bununla birlikte oradan çıkış basamaklarından biri
olarak getirdiği bilgiler gerekli de olabilir. Bu nedenle vehim gücünü “casus” olarak
niteleyen filozof, onun bu özelliğini öncü kuvvet gibi değerlendirir ve mahsûsâta dair
verdiği bilgilere aklın ihtiyacı olduğunu belirtir. Ancak aklın vehmî bilgiyi
değerlendirirken kendi kıyas yöntemine başvurarak delillendirmesi, yani yeteri derecede
güçlü olmalıdır. Getirilen cüz’î bilgileri küllîye dönüştürmesi ve maddeyle ilgili tüm
alakalarından soyutlaması gerekir. Aksi takdirde akıl, bu bilgilerin tamamını “doğru”
kabul ederek aklî bilgilere ulaşma şansını yitirecek ve sıratı aşamadan zebanilerin eline
düşecek yani, cehennemde (mahsûsât aleminde) kalacaktır.426
Bu nedenle vehmî idrak sonucunda elde edilen bilgiyi “ateş”e de benzeten
filozof, bu bilginin hem içerik hem de kullanan açısından ateş gibi yerine göre faydalı
ya da zararlı olabileceğini anlatmak isterken aklın onu değerlendirme gücüne sahip
olması gerektiğini, “ateş içinde durabilen semender gibi olun” sözüyle ifade eder.
Vehim gücünün getirdiği bilgiyi “ateş”e benzetirken bu bilgiyi doğru kullanan kişinin
425 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 36, 37, 52.; en-Necât, ss.163, 170.; Risâle fi’n-Nefs, s.62, 71, 72.; ‘Uyûnu’l-Hikme,
s.33.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, II, s. 381.
426 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.
144
“cehennemdeki ateş”ten de kurtulacağını, yukarıdaki cümlenin devamında “ki yarın
ateşin kötülüğü dokunmasın size” ifadesiyle belirtir.427
d) Aklî İdrâk
Akıl gücünü gösteren sembollerin “eylemleri” buraya kadar anlatılanların
ışığında, aklî idrake işaret ediyor diyebiliriz. Nitekim akıl gücünün idrâkine konu olan
sûretlerin eğer maddeyle birlikte (mukârin) bulunuyorlarsa tecrid ettiğini ancak özü
itibariyle mücerret, yani maddî olmayan ve maddeyle birlikte bulunmayan sûretlerse,
akıl gücünün bunları kolayca idrâk ettiğini belirtmiştik. Böylece bu işlemden geçen
sûret akledilir (ma’kul) hale gelmekte,428 yani tikel kavramlar tümele çevrilmektedir.
Mücerret şeylerin varlığı, aklî idrâke konu (ma’kul) olduklarından bunları idrâk için akıl
gücü ayrıca soyutlama işlemine girmez, ancak bu sûretleri “akletmeye yönelmek” için
bir hazırlık yapabilir. Akletmeye yönelmek; Hayy bin Yakzan’da, gezinti yerine
çıkmak, kutuplara yönelmek, R.Tayr’da tuzağa yakalanan kuşların kafeslerinden
çıkarak gökyüzüne-uçmaya yönelmeleri, Absal’ın yeryüzünü fethe çıkma’sıdır.
İbn Sina’ya göre soyutlama (tecrid), akıl gücünün kendi yaratılışı (garize)
gereği yaptığı bir iştir. Nitekim yukarıda geçtiği üzere nefsin akıl yönünü gösteren
sembollerden özellikle “kuş”ların yaratılışları gereği aklî aleme yönelişi, bu durumu
anlatan en iyi semboldür. Duyu şehrinin Padişahı olan akıl gücü (nefs), bu işi
mütehayyile ve vehim güçlerinin de yardımıyla hayal ve müsavvire gücündeki
“suretler” ile belleme (hafıza) ve hatırlama gücünde bulunan “manalar”ı kendi üzerine
çekerek (arz) yapar. Padişahın emrinde olan bu güçlerin de işi-görevleri, kendilerinde
saklı bulunan bu “sûret” (tutsaklar) ve “manaları” (haberleri) Padişaha sunmak üzere
korumaktır. Bu sunuş (arz) Padişah’ın emri ile gerçekleşir.429 Akıl gücü tümel (küllî) bir
bilgiye ulaşmak için “sûretler ve manalar” üzerinde soyutlama işlemi yaparken;
bunların kalıcı (zâtî, lâzım), geçici (ârızî, gayri lâzım) özellikleri ile birbirine benzeyen
ve benzemeyen yönlerini göz önünde bulundurmak zorundadır. Bu kurallara uyarak
427 İbn Sînâ, en-Necât, ss. 98-99.; Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 144.
428 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss.50-53.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, II, ss. 342-347.
429 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.
145
“kıyas” yoluyla bu sûret ve manaların birbirine “benzeyen” yönlerinden “bir tek mana”,
“benzemeyen” yönlerinden ise “bir çok mana”yı elde eder. Hayal gücündeki suretlerin
içeriği sayı bakımından birbirinden ayrı olan bir çok mana, tanım (hadd) açısından aynı
iseler, akıl gücü bunlardan bir tek mana çıkarır veya bunları “cins ve fasıl”lara ayırarak
bir tanım (hadd) altında birleştirip (terkib) bir tek mana elde eder.430
İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan’da idrakin derecelerini yukarıda değindiğimiz gibi
cehennem ile cenneti birleştiren ve aşağıdan yukarıya doğru çıkan “sırat (köprüsü)”ne
benzetir. Bu hiyerarşi, yani sırat aşıldığında, aklî idrak gerçekleşmiş, cennete-aklî aleme
ulaşılmış olur. Hissî idrak güçlerinin yardımıyla gerçekleşen bu yükseliş’in benzeri bir
sembol, Absal’a “askerlerinin” fetihteki yardımıdır. Bunun yanı sıra nefsin bu güçlerini
“düşmanlar” olarak da sembolleştiren filozof, “bazen düşman bile yardım edebilir”431
diyerek akıl gücünün idrakinde hissî idrak güçlerinin katkısını vurgulamak ister. Buna
göre akıl gücü, bu idrak güçlerinin yardımıyla dört çeşit bilgi elde etmektedir.
1. Soyutlama yoluyla hayalî sûretlerin manalarından küllî kavramları çıkarır.
Bu soyutlamadan sonra akıl gücünde kavrama ulaşmanın ilkeleri (mebâdiü’t-tasavvur)
meydana gelir.
2. Akıl gücü bu tümel (küllî) kavramlar arasında evetleme (îcab) veya
değilleme (selb) türünden münasebetler kurarak yeni önermeler teşkil eder. Bu
önermelerin bir kısmı nefsin doğrudan kavrayabileceği apaçık (evveliyyün beyyinün
binefsihi) önermeler olur. Bir kısmının kavranması ise orta terimin (vâsıta) bulunmasına
bırakılır.
3. Nefs duyular yoluyla olumlu-olumsuz, şartlı olumlu-şartlı olumsuz ve çelişik
gibi önermelerde yüklemin zorunlu olarak özneye yüklenmesi gerektiği sonucuna
vararak “deneysel önermeleri (el-mukaddemâtü’t-tecrübiyye)” meydana getirir. Nefs,
herhangi bir yüklemin özneye varlık bakımından lâzım geldiği sonucunu çıkarabilir.
Tesâdüfî olmaksızın bu özne ile yüklem arasında bir ilişkinin bulunduğuna, öznenin
tabiatının bu yüklemi gerektirdiğine veya gerektirmediğine kanaat getirebilir. Böylece
bu önermeler duyulur (hiss) ve akıldan (kıyâs) kazanılmış kesin bilgiler olur.
430 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 209.
431 İbn Sînâ, Mübâhesât, ss. 107-112.
146
4. Nefs, duyular vasıtasıyla “tevâtür derecesinden” dolayı doğruluğu kabul
edilmesi gereken (tasdîk) bilgiler kazanır.432
Hissî idrak güçlerinden yardım almasına rağmen filozofumuz, sadece aklî
idraki tam bir idrak olarak gördüğünden ve bizi gerçeke-hakikate ulaştıracak bilgiyi bu
idrakin verdiğini düşündüğünden, hikayelerinde de aklî idrakin hissî idrake olan
üstünlüğünü çeşitli sembollerle vurgular. Aklî idraki gerçekleştiren güçlerin “melekî”,
hissî idraki gerçekleştirenin ise “şeytanî” tabiata sahip olması bu durumu anlatmaktadır.
Bu kullanım biçimi, aklın maddeden uzak, basit bir cevher olarak cismani cevherlerden
üstün (epistemolojik derece farkı) olmasından kaynaklanmaktadır.433
İbn Sînâ’ya göre nefs yahut akıl gücü, duyular yoluyla yukarıda zikredilen
bilgileri kazandıktan sonra, bunları yeniden idrâk etmek için duyulara yönelmez.
Bundan sonra kendi varlığına döner. Eğer hissî idrak güçlerinden birisi herhangi bir
sebepten dolayı nefs için engel olursa, onu kendine özgü işlevinden alıkoyar; değilse
nefs, kavram ve önermelerin ilk ilkelerini (mebâdiü’t-tasavvur ve’t-tasdîk) kazandıktan
sonra hissî idrak güçlerine ihtiyaç duymaz. Ancak akıl gücünün henüz kazanmadığı
ilkeleri (mebâdi’) kazanmak için veya öğrenilmek istenen bilginin hayal ve mütehayyile
güçlerinin yardımıyla kendisinde iyice yer etmesi (temessül) için hissî idrâk güçlerine
yönelebilir. Bu başlarda olurken sonraları azalır. Filozofumuza göre, insan nefsi
yetkinleşip (kemâl) güçlenince gerçek anlamda kendine özgü fiilleriyle başbaşa
kalmaktadır. İşte bu seviyede, nefsin hissî idrâk güçlerine yönelmesi onu kendine özgü
işlevinden alıkoyar. Nefsin bu durumu, belli bir yere gitmek isteyen insanın binek ve
âletlere ihtiyaç duymasına benzer. Binek ve âletlere olan ihtiyaç, amaca ulaştıktan sonra
ortadan kalkacağından artık ihtiyaç değil külfet olmaya başlarlar.434
Buna göre hikayelerde hissî idrak güçlerinin akıl gücüyle ilişkisi “engel ve
destek” şeklinde konumlanır ve buna göre değerlendirilir. Aklın kendi alemine gidişini
engelleyen yönleriyle bu güçlerin eylemleri ve nitelikleri şöyledir:
432 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 197.; en-Necât, s. 182.; Risâle fi’n-Nefs, ss. 87-88.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, I, ss.
341-364.
433 İbn Sînâ, Risâle Adhaviyye fî emri’l-meâd, s. 148.
434 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s.198.
147
1. Nefs için gaye olan Faal Akıl gibi seyahat etme, “arkadaşlarıyla”
birlikteyken gerçekleşmez. Çünkü onlarla ilgilenmek nefsin Faal Akılla ilişkisini
kesmektedir. Ancak onlardan koptuğu zamanlar bu seyahatler gerçekleşir ki, bu da
“yarım yolculuklar” şeklindedir. Nefsi aklî idrake taşıyan duyuların daha sonra akıl için
yük
olması,
sözü
edilen
seyahatlerin
gerçekleşmesini
engellemesinden
kaynaklanmaktadır.435
2. Kutuplara giden nefs, oradaki hayat pınarının suyunu içmekle yetinmemeli,
bu gücü daha iyi kullanabilmek için ağırlıklarından (bedenî güçlerden) kurtulmalı,
arınmalıdır. Bunun için başını (iç idrak güçleri) ve bedenini (dış idrak güçleri), yani
vücudunu (mahsûsât) yıkayarak, aklî idrakin son aşamasında duyu, tecrübe vs.ye tekrar
başvurmasına veya onlardan aldığı cüz’î bilgilere ihtiyacı kalmadığından, temizlenir ve
hafifler, yani onları küllîlere dönüştürür. Öyle hafifler ki başının üstüne kadar suyla
dolsa batmaz.436
3. Tuzaklarından kurtulan kuşların hala ayaklarında bu tuzaklardan kalma
bağlar vardır. Bu bağlar onların daha rahat uçmalarını engellemekte ve sembolün tam
anlamıyla “ayakbağı” olmaktadırlar.437
4. Aklî aleme rahatça yolculuk etmenin şartlarından biri olan ve yine yukarıda
“ağırlık” olarak sembolize edilen bedenî güçler (burada kastedilen bu güçlerden hissî
idrak güçleridir) den kurtulmanın yolu, “zehir içmek”tir. Bu dünyadan ayrılmayı arzu
eden kişinin (aklî aleme yolculuk yapmak isteyen) yapması gereken bu eylem, kuşlar
gibi “yuva” edinmeden uçmakla aynı anlamı taşır. Yuva edinmeyi hissî idrak güçlerinin
getirdiği bilgilerle yetinmeye benzeten filozof, “beden”in nefsin “ikamet” yeri olmasına
işaretle, bu ikamet yerine fazla alışıp “seyahat”i unutan kişinin “yuva”sında avlanan
kuşlar gibi olacağını, bu güçlerin etkisi altında kalarak “yetkinliğini” kazanmaktan uzak
düşeceğini anlatmak istemektedir.438
435 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 44, 45.
436 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.
437 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 340.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 152.
438 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 141-142.
148
Ancak bu güçlerin akla yardımları da yadsınmamalıdır; hatta aklın yetkinliği
bu güçlerden gelecek yardıma bağlıdır da diyebiliriz. Hikayelerde, bu güçlerin akılla
ilişkisinin bu ikinci yönü ise şöyle sembolleşmektedir:
1. bu güçler nefsin “kötü arkadaşları” olarak nitelendirilseler de Faal Akılla
ittisaldeki yardımları nedeniyle nefsle birlikte bulunarak sembolleştirilirler. Bu nedenle
bu güçlerden biri olan “vehim gücü”nün getirdiği bilgilerin görmezden gelinmemesi ve
bir “casus-gözcü” olarak ondan yararlanılması salık verilmektedir.439
2. Aklî aleme çıkmak için “sırat köprüsü”nün basamaklarını bu idrak güçleri
oluştururlar.440
3. Duyu şehrinde Padişaha hizmet ederler.441
4. Eğer nefs onları emri altında tutmayı başarırsa, bu güçler “şeytan” olmaktan
çıkıp meleklerin ve rûhânîlerin (Gök nefslerinin ve akıllarının) yolunu tutmuş peri [hinn
(şehvet ve gazap güçleri) ve cin (duyular ve hayal güçleri)] derecesine çıkmış
olacaklardır. Böylece nefsi yoldan çıkarıp yetkinliğini engellmenin aksine, bu
yetkinlikte ona yardımda bulunan güçlere dönüşmüş olurlar.442
5. Absal komutanlığındaki savaşta ona yardım eden askerler de bu güçlerdir
(duyum, imge, sezgi güçleri).443
Filozoftaki bu akıl-duyu, mahsûsât-ma’kûlât, ma’kûl-mahsûs alem ayrımı
birinin reddedilip diğerinin kabulü anlamında kullanılmaz. Nitekim duyuların getirdiği
bilginin akledilirleri elde etmedeki gerekliliği de açıktır. Ancak burada vurgulanmak
istenen akıl gücünün bu bilgileri kullanıp aklî aleme yükselmesi, duyuların
getirdikleriyle
yetinmeyip,
R.Tayr’daki
sembolle
“yuva
yetkinleştirmesi, uçarak kemalini kazanması’dır.444
439 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.
440 İbn Sînâ, İsbâti’n-Nübüvvât, s.58-59.; Hayy bin Yakzan, s. 46.
441 İbn Sînâ, Şifâ, en-Nefs, ss. 40-41.; en-Necât, s. 168.; Risâle fi’n-nefs, ss. 67-68.
442 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.
443 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 56.
444 İbn Sînâ, R.Tayr, s. 339.
149
edinmeyip”
kendini
İlk üç aşamada gerçekleşen duyu idrakleri, zahiri, cüz’î ve gelip geçici, aklî
idrak ise yakîni ve sürekli olduğu için, bilgi ancak nefsin akledilirleri kavramasıyla
gerçekleşebilir.445
D. Düşünme
İbn Sînâ’ya göre akıl gücünün idrâkine konu olan şeyin bilinmesi, düşünme
veya sezgi yoluyla olur. Düşünce, tecrît yani hissî idrak güçlerinden gelen sûret ve
mânâların arasını birleştirmek (terkib) ve ayırmak (tafsil) anlamına gelir.446 Yukarıda
akletmeye yönelmek anlamında geçen “hazırlık”, “düşünmek”tir.
Düşünmek, aklî bilgiye konu olan “orta terim” (el-haddü’l-evsat) ve benzerini
bulmak için çalışmaktır. Çünkü akıl gücü (nefs) bilinenden bilinmeyene ancak orta
terimi bularak gidebilir. Düşünmek “orta terimi” bulma isteği iken, bilmek orta terimi
bulmaktır447. Hayy bin Yakzan’da bu ayrım, “gezinti yerinde dolaşmak” ile “seyahat
etmek” sembolleri arasındaki farkla gösterilir. Buna göre nefsin “gezinti yerinde
dolaşması”
“düşünmek”,
bu
gezintinin
“seyahate”
dönüşmesi
ise
“bilmek”
anlamındadır. Buna mukabil R.Tayr’da düşünmek, kuşun kafesten çıkma çabasına
karşılık gelirken, Salaman ve Absal hikayesinde Absal’ın yeryüzünü fethe çıkmasına
tekabül eder.448
Orta terimi bulmaya çalışmak için düşünmek gerekli ancak yeterli değildir.
Bunun nedeni aklı bilkuvvelikten bilfiilliğe çıkaran yani orta terimi akla veren nefsin
dışında bulunan bir ilkenin (mebâdî) varolmasının gerekliliğidir449. Bu ilke nefsin
varlığının ilkesi de olan Faal Akıl (Hayy bin Yakzan)’dır450. Bilmek orta terimi bulmak
olduğuna ve bu da ancak Faal Aklın aydınlatmasıyla (feyz) mümkün olduğuna göre,
445 İbn Sînâ, Risâle Adhaviyye fî emri’l-meâd, s. 148.
446 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 209.
447 İbn Sînâ, el-Burhan, s. 60.
448 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 71, dn.: 3.; Risâletü’t-tayr, 340.; el-İşârât ve’ttenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 56.
449 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât,II, ss. 357-368.; Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 199, 231.
450 İbn Sînâ, Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, s. 169.
150
bütün düşünmeler (efkâr, teemmülât) nefsi bu Akıldan (el-cevherü’l-mufârak) gelecek
ışığı almaya hazırlayıcı (mu’id) faaliyetlerdir.451
Bu nedenle “avlanmak” için hazırlanmak, yani “tuzaklar kurmak” gerekir.
Çünkü orta terimi bulmanın yeri ve zamanı belli değildir. Ancak onun bulunabileceği
yerlere gitmek (sezmek)452, yani Faal Akılla buluşmak için “şehrin dışına çıkmak”,
“yolculuğa hazırlık için “kutuplar”a gitmek gerekir.453
Aslında nefs, düşünmeksizin de Faal Aklın feyzini (el-feyzü’l-ilâhî) alarak orta
terimleri bulabilir. Ancak onun bedenle beraber bulunması, Faal Aklın feyzini alması
için düşünmesini (şehrinin dışına çıkmasını) zorunlu kılmaktadır. Nefsin Faal Akılla
olan iletişimine (ittisâl) engel, bizzat nefsin kendisi veya Faal Akıl değildir. Bu engel
nefsin bedenle beraber var olmasıdır. İbn Sinâ’ya göre nefsin bu engeli aşmasının yolu,
ittisâl için Faal Akla yalvarmak (tazarru’) anlamına gelen düşünmektir. Eğer nefs Faal
Akılla iletişimine (ittisâl) geçemiyorsa, bu durum onun bedenle birlikte bulunmasından
ötürü kirlenmesinden ve eğitiminin (riyâzât) azlığından ileri gelir. Bu nedenle
“yolculuklar” ne kadar çoğalırsa “orta terimleri (el-haddü’l-evsat) bulmak” da o kadar
kolaylaşacaktır.454 Buna göre düşünme gücü; bilme gücü, bilgiyi isteme gücüdür (elkuvvetü’t-tâlibe).455 Bu istek Hayy bin Yakzan’da ittisal-buluşmada nefsin sürekli
olarak Hayy bin Yakzan’a sorular yöneltmesinde de kendini gösterir. Orta terimi
isteyen-taleb eden akla Hayy bin Yakzan’ın cevapları, onu aydınlatmasıdır.456
İnsanı fizik alandan metafizik alana yönelten hareketlerin tamamı olan
düşünmede nefsin bedenle ilgili tüm duyulardan yüzünü çevirmesi yani aklını metafizik
aleme dönmesi gerekir. Bu nedenle nefs (Hayy bin Yakzan’da) şehrinin, (Salaman ve
Absal’da) ülkesinin ya da (R.Tayr’da) kafesinin dışına çıkmalıdır. Çünkü Faal Akılla
buluşmanın yeri burasıdır.
451 İbn Sînâ, eş-Şifa, en-Nefs, s. 208.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, s. 393.
452 İbn Sînâ, Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 559-601.
453 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 43, 46.
454 İbn Sînâ, Kitâbü’l-Mübâhasât, s. 590.
455 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 208-209, 219.; Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 202, 232.
456 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 28.
151
Bu yönelim sonucunda bilginin elde edilmesi, nefste Faal Akılla ittisal
alışkanlığını yerleştirir. Bu durumu filozofumuz hastalıklı gözün tedavisine benzetir.
İyileşen göz nasıl görmek istediği şeye her ne zaman bakıp görüyorsa artık Faal Akılla
ilk kez ittisal kuran nefs de dilediği zaman ona yönelir ve bilgiyi alır.457 (Göz ve görme
ilişkisini akıl ve idrak ilişkisini açıklamakta kullandığı gibi bu ikiliye, gözün görmesini
sağlayan ışık-Güneş’i de ekleyerek bilgiyi edinme işlemini ve bilgi teorisinin üç önemli
ayağını sembolik olarak göstermiş olmaktadır.)
Düşünmenin bir diğer özelliği de kendisine bir istek ve sevincin eşlik
etmesidir. Bu nedenle Hayy bin Yakzan gibi seyahat etme arzusunda olan nefs’e Hayy
bin Yakzan, “seyahat için ne zaman ciddi bir istek ve sevinç duyarsan yanında bir
rehber ve yoldaş olarak beni bulursun” der. Artık nefs için ittisal kurmanın yolu, bu
isteği taşımaktır. Böylece akıl bedenden kopar ve Faal akılla ittisale geçer.458
İbn Sînâ, Faal Akılla ittisale hazırlığın kişisel bir gayret ve çaba gerektirdiğine
de dikkat çeker. Risâletü’t-Tayr’da tuzaktan kurtulmak isteyen “kuş”un arkadaşlarından
yardım istediğinde aldığı yanıt, “eğer seni kurtarmaya gücümüz yetseydi, işin başında
önce kendimizi kurtarırdık” olur.459
İbn Sinâ’ya göre bilmenin bir diğer yolu da sezgidir (hads). Sezgiyi kişinin
bilme ve öğrenme (tea’allüm) yeteneğindeki (isti’dâd) farklılık üzerinden yorumlayan
filozof, bazılarının bir şeyi kavrama (tasavvur) yeteneğinin son derece gelişmiş
olduğunu belirterek insandaki bu güçlü bilme ve öğrenme yeteneğinin sezgi olduğunu
söyler. “Düşünme”de olduğu gibi, sezgi de “orta terimi” (el-haddü’l-evsat) bulma işidir.
Böylece sezgi, bilinenden bilinmeyenin bilgisini çıkarmadır da diyebiliriz. Ancak
sezgide orta terimin nefste (zihin) bulunması, bir anda “düşünmeksizin” gerçekleştirilir.
İbn Sînâ’ya göre bilmek, düşünce yoluyla Faal Akıl ile iletişim kurarak (ittisâl) ondan
bilgi almak (feyz) olduğuna göre, sezgi de düşünmeksizin Faal Akıl ile bir çeşit iletişim
kurmak (ittisâl) olmalıdır.460
457 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 218.
458 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 43, 45.
459 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, s. 340.
460 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 219.; Risâle fi’l-Kelâm ‘ala’n-nefs’in-nâtıka, s. 196.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, II, s.
369.; Kitâbü’l-Mübâhasât, s. 231.
152
İbn Sînâ, orta terimi bulmak için “Mübâhasât”ta “tuzak kurmak”tan ve
“avlanmak”tan söz etmekle birlikte hikayede “tuzak” sembolünü nefsin bedenle
biraraya gelişini anlatmakta kullandığı açıktır (bkz. birinci bölüm). “Kuşun avlanması”
sembolü, nefsin bedenin güçlerine esir olması ve aklî alemden aşağıya düşmesi
anlamında çift yönlü okunabilecek bir yapıdadır. Ancak Mübâhasât’taki bu benzetme
“kuş”un yakalanacak “orta terime” nefs’in ise “avcı”ya atfedilerek kullanıldığını
gösteriyor. Benzetmenin amacı, “orta terim”in nerede bulunacağının bilinmemesine ve
bulunabileceği yerlere “tuzaklar kurulmasına”, bunun için de aklî aleme yolculukların
sıklaştırılması gerektiğine işarettir. Yolculuğu yapan “kuş”, bu durumda avlanan nefs
(akıl-zihin)in kendisidir. Bunun için nefsin “kanat edinmesini” tavsiye eden filozof,
ancak bu şekilde avlanmaktan kurtulabileceğini söyler. Bu seviyeye gelen nefs,
“sezgi”yle istediği orta terimi elde edebilir. Çünkü “dünyadan ayrılma arzusu” taşıyan
ve bedenî güçlerini “zehir içerek” öldüren (emri altına alanlar) lerin uçma vasıtasını elde
etmeleri daha kolaydır.461
Filozofumuza göre, bazı kimselerin sezgi yeteneği, Faal Akıl ile iletişim
kurması için fazla bir çabayı (tahrîc ve ta’lim) gerek kalmayacak kadar güçlüdür.
Onların yaratılıştan gelen bu yeteneği, sanki sonradan kazanılmış ikinci bir yetenek
gibidir. Sezgi için gerekli olan yeteneğin en üst basamağında bulunan bu kimseler, her
şeyi kendiliğinden biliyor gibidirler. Ona göre güç halindeki aklın (el-aklü’l-heyûlânî)
yaratılıştan gelen bu yeteneğine, “kudsî akıl” (el-aklü’l-kudsî) denmesi gerekir.
Herkeste bulunamayacak kadar yüksek düzeyde olan bu sezgi yeteneği, “ bilmeleke”
(el-aklü bilmeleke) cinsindendir. Aslında Faal Akıl demek olan “Kudsî Rûh”un (errûhu’l-kudsiyye) bu bilgilerinin (ef’âl) bir kısmı, nefsin kendi varlığında güçlü
bulunması ve bedenle gerçekleşen güçlerini (el-kuvâ’l-bedeniyye) denetim (isti’lâ)
altına alması sebebiyle mütehayyile gücüne gelebilir (feyz). Sonra mütehayyile gücü
bunları (sembolik bir biçimde); işitilen, görülen ve dokunulan hayâlî sûretler (misaller)
olarak tahayyül eder (mühâkât).462
Ancak herkeste bu türden bir yeteneğin olması ve hiç eğitim almadan sezgi
kuvvetiyle birdenbire istediği şeye ulaşma gücünün bulunması mümkün olmadığından,
461 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 142.
462 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, 20.; en-Necât, s. 167.; Risâle fi’n-nefs, s. 123.
153
bu güce ulaşan kimselerin çıkarımlarından faydalanmak zorunludur. Bu nedenle onların
yapacağı şey “kanat çalmak”, yani bilgiye bir aracı ile ulaşmaktır.463
Aslında bir başkasından öğrenme yoluyla orta terimin kavranması ve bunun
sonucu olarak bilginin oluşması da, son tahlilde, yine sezgiye dayanır; çünkü belli bir
konuda söz konusu olan orta terim, ilkin, onu hiç kimseden öğrenmemiş olan kişi
tarafından sezgi yoluyla kavranır ve başkalarına öğretim yoluyla aktarılır.464
Sezginin güçlü olup olmamasına göre insanların yeteneklerinin farklılığına da
dikkat çeken filozofumuz hem nitelik hem de nicelik açısından görülen bu farklılıkların
bir tanım altına alınamayacağını söyler. Bazı kişilerin sezgisinin, orta terimleri sezgisi
çok fazla, bazı kişilerin de bu sezgiyi en kısa zamanda gerçekleştirdiğini belirtir. Bu
itibarla sezginin ileri derecesi her çeşit öğrenme ve düşünceden müstağni kalma
imkanına kadar yükselebilir. O halde sezgi az veya çok olabilir. Az olan taraf hiçbir
konuda sezgisi olmayan kimseye kadar gidebileceği gibi sezgisi çok olanların da hemen
her konuda veya en azından çoğu konuda ve en kısa zamanda sezgi sahibi olan kimseye
kadar gitmesi gerekir.465 İşte bu yüzden, “hakikati kendi nefsinde gösteren kimselerin”,
“akıllarının üstündeki perdeyi kaldırmaları ve sırrı (orta terimleri) paylaşmaları”
gerekir. “Hakikati kendi nefsinizde gösterin” ifadesi, sezginin “zihnin, orta terimi kendi
zatında kendiliğinden ortaya çıkarması eylemi”466 olarak tanımlanmasına uyan bir
ifadedir. Bilinen ile görüneni, bilinmeyen ile de görünmeyeni birleştiren filozof, “orta
terime” ulaşmanın görünenden görünmeye gidiş anlamında sembolleşen halini, burada
“aklın üzerinde bulunan perde” olarak sembolize etmekte ve bu perdeyi kaldırmayı,
yani görünmeyene kabiliyetli kimselerin ulaşması için “perde ardındaki “sır’rı” (orta
terimi) göstermeleri (aktarmaları) gerektiğini anlatmaktadır. Bu aktarımda cimrilik
göstermemek, “meleklerin ahlakıyla ahlaklanmak” demektir.
Çünkü melekler
kabiliyetli (aklını bilfiilliğe çıkarmak için onlara yönelenlere) karşı cimrilik
göstermezler. Böylece Gök Akıllarının hem üstlerindeki Akıldan aydınlık-sûret alarak
“mufârâk akıllar” dönüşmeleri ve bunun da bilincini yaşamaları, hem de kendi
altındakilere Aydınlık, yani sûret vererek “müstefâd akıllara” dönüşmeleri ve bunun da
463 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, s.338, 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 135, 136, 141, 142.
464 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, 20.; en-Necât, s. 167.; Risâle fi’n-nefs, s. 123.
465 İbn Sînâ, Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 123, 217.
466 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 219.; en-Necât, s. 123.
154
bilincini yaşamaları zinciri aşağıya doğru devam edecek, insan aklının Faal Akılla
ittisali sonucunda edindiklerini kendisinden aşağıda olanlara vererek bugünkü deyimle
kültür ve uygarlık yüce değerlerini yarattıkça ve bunları başkasına geçirdikçe “Müstefâd
Akıl”a dönüşecektir.467 “Birbirinizle yetkinliğe (kemale) ulaşın” cümlesinde filozofun
vurguladığı bilgiyi kazanma ve paylaşmanın, ahlâkî yanı da böylece ortaya çıkmış
olmaktadır. Faal Aklın ve “müstefâd” seviyeye ulaşmış insan aklının güneş’le
sembolize edilmesinde “ışığını esirgememe”, Tanrı’ya benzemede O’nun cömertliğini
örnek almayı da işaret etmektedir. Böylece “bilgi”nin elde edilmesi ve paylaşılmasında
yukarıdaki semboller epistemoloji ve ahlakı biraraya getirmektedir.
E. Faal Akıl
Hayy bin Yakzan hikayesi, Faal Aklın filozofun bilgi teorisindeki yerini en iyi
anlatan hikayesidir. İsmini hikayeye veren Hayy bin Yakzan, hikayenin başında
karşımıza “bilge bir ihtiyar” olarak çıkar ve dış görünümünden kimliğine (adı, soyu,
şehri, mesleği) kadar verilen tüm bilgilerle Faal Aklın kozmolojik ve epistemolojik
vechesini bize resmeder.468
İbn Sînâ Faal Aklı, mahiyeti itibariyle iki özelliğiyle tanımlar. Birincisi “Faal”
olması, yani maddesel aklı aydınlatarak (işrak) bilfiil hale geçirmesi ve kendisinin de
hep bilfiil olması, ikincisi ise, “Akıl”, yani maddeden ayrı (mufârak) bir cevher
olmasıdır.469 Tüm Gök Akılları için geçerli olan bu isim (Faal Akıl)le insan nefsine en
yakın gök aklı işaret edilmektedir.470 Bu tanımlamadan yola çıkarsak hikayedeki Faal
Akıl sembollerden her birinin ya bu iki özellikten birini ya da her ikisini birden
taşıdığını söyleyebiliriz. Faal Aklın “Akıl” olarak hangi sembollerle gösterildiğini
birinci bölümde diğer Akıllarla bağlantılı olarak kısmen gördük. Burada bu yönünü de
içine alacak biçimde, ancak asıl olarak filozofun bu akla (akl-ı faal) insanın bilgiye
467 Küyel, s. 783.
468 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43.
469 İbn Sînâ, el-Mebde’ ve’l-meâd, ss. 98, 102; el-Hudûd, s. 241.
470 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyat, I, s. 210.; el-Mebde ve’l-meâd, 98, 102.; el-Hudûd, 241.
155
ulaşmasında oynadığı rol açısından yüklediği anlama işaret eden semboller ışığında
bakacağız.
Konumuz itibariyle hikayedeki en önemli sembol “güneş”tir. Faal Aklın
işlevini tanımlamakta filozofun Farabiyi takip ederek sistematik eserlerinde kullandığı
bu benzetmeyi hikayelerinde bir sembol olarak seçmesi sembole yüklenen anlamın
kavranmasında oldukça açıklayıcı olacaktır. Güneş sembolünü ileriye bırakıp hikayenin
başında yer alan ve Faal Aklı çeşitli yönleriyle bize tanıtan “ihtiyar bilge”yle
başlayalım.
Öncelikle belirtilmesi gereken husus, hikayelerdeki kişilikler ve isimlerinin
taşıdığı sembolik anlamın filozofun ontoloji anlayışını yansıtan bir temele işaret ediyor
olmasıdır. Bu durumu özellikle Hayy bin Yakzan ve Salaman ve Absal hikayesinde
görüyoruz. Nefs-i nâtıka ve bu nefsin müstefad halini yansıtan kişilikler, “Salaman” ve
“Absal” olarak isimlendirilirken nefsin bedenî güçlerini sembolize eden “Salaman’ın
karısı” ve amelî aklı sembolize eden “kızkardeşi”nin isimsiz anılması, bu durumu teyid
etmektedir. Nazarî akıl bedenin ölümünden sonra varlığını sürdürürken, nefsin bedenle
ilişkisini ve onu yönetmesini sağlayan amelî akıl, bedenin ölümü dolayısıyla bedenî
güçlerle, işlevlerini yitireceklerinden yok olacaklardır. Buradan yola çıkarsak Faal
Aklın “Hayy bin Yakzan”la isimlendirilmesi, (nefsin ise hikayenin anlatıcısı ve genel
olarak bir “nefs”i işaret etmesi) nefsin arkadaşlarının ise isimsiz birer kişilikle karşımıza
çıkması, yine aynı gayeye matuf görünmektedir. Bu nedenle Faal Aklın maddeden
mufârak cevherliliğine ilk işaretin hikayedeki ismiyle, dolayısıyla varlığıyla da ilişkili
olduğunu söyleyebiliriz.471
Bilge ihtiyarın ismi de dış görünümü gibi “sırf akıl” olmasına farklı yönlerden
işaret eder. Yakzan (uyanık) oğlu olan Hayy (diri), ismiyle ölümün meleğin varlık
sahasına giremeyeceğini gösterir. Çünkü ölüm, bilkuvve durumların zat ile (öz)
karışımının (terkîb) sonucudur, oysa meleğin zatı karışımdan uzaktır. Uyanık (Yakzan)
ise, uykunun “sırf akıl” olan bir varlığın sahasına giremeyeceği anlamındadır, ki uyku
cehaletin ve eylemsizliğin simgesi iken Yakzan (uyanık) olmak “bilginin ve eylemin”
simgesidir. Varlığının kendiliğinden olmadığını ise Yakzan’ın “oğlu” sıfatında
471 Heath, s. 178.
156
görüyoruz.472 (bkz. birinci bölümde İlk Aklın diğer akılların babası olduğu ve bununla
ilgili açıklamalar).
Filozofumuz nefsin gezinti yerinde uzaktan gördüğü bu kişiyi, “yaşı ilerlemiş,
ancak yaşlılığın olumsuz özelliklerini taşımayan, aksine yaşına özgü bir olgunluğa
sahip, sevimli, “bilge bir ihtiyar” olarak tanımlar. Bilge ihtiyar üzerinde yaşlılığın
olumsuz etkisinin görülmemesini şârihler, Faal aklın “melek” kimliğine bir vurgu olarak
yorumlamışlar ve onuncu Gök Aklının dindeki “Cebrâil” olma olasılığına dikkat
çekerek bundan sonraki tanımlamaları da bu minvalde değerlendirmişlerdir.473 Zaman
kavramına işaret eden “yaşlılık”ın, Faal Akıl gibi madde ve maddesel özelliklerden
tamamen uzak bir cevhere atfedilmesi, filozofun kozmoloji ve ontoloji anlayışına uygun
görünmemekle birlikte sembolik dilden kaynaklanan bu ifade, gök akıllarının ilk
yaratılanlardan olmalarını anlatmak için seçilmiş görünmektedir. Bunun için olsa gerek,
cisimsel yaşlılık beraberinde bir değişimini (tegayyür), deformasyonu getirmesi
gerekirken bu “bilge ihtiyar”da bu olumsuzluklardan hiçbirinin bulunmamaktadır.
Böylece zaman kavramını dışarıda bırakılmış (zira değişmenin olduğu yerde zaman da
vardır), “akıl” yönü diğer bir deyişle “melek” yönü ortaya çıkarılmış olmaktadır.474
Hayy bin Yakzan’ın ait olduğu alem “Beytülmakdis”tir. “Kutsal aklî evren”i
gösteren bu sembol,475 mukaddes olan ve maddenin kendisine girmesinden (hulûl) uzak
bulunduğu akıllar alemine (alem-i ukûl) işarettir. Beytü’l-Makdis, Hayy bin Yakzan’ın
yolcuyu sırlarıyla tanıştıracağı meşrik’tir (doğu=ışık).476 (Gök Nefslerinin imar ettiği,
Gök Akıllarınınsa hizmette bulunduğu Padişah sarayının bulunduğu kutsal bölge).
Hayy bin Yakzan’ın “Akıl” olması açısından hikayenin girişinde öne çıkan
semboller bunlardır. Konumuzu ilgilendiren asıl sembol ise, “mesleği”nde ortaya çıkar
ki, o da “seyahat etmesi”dir. “Seyahat” daha önce de geçtiği üzere “akletme”
472 Hayy bin Yakzan şerhi, s. 29.
473 İbn Sinâ, kaza ve kadere dair kendisiyle bir Mu'tezilî arasında geçen bir münâzarasını hikaye eden Risaletu'lKader (Mehren, İslamic Philosophy, Volume, 35, 1899, IV. Fasikül, Franfurt:1999) inin baş tarafından dahi harici
şahsiyet verdiği bir ihtiyara “Hayy ibn Yakzân” der. Fakat İbn Sinâ, El-Cumanetü'l İlahiyye'sinde (III. Ahmet Ktp.
3335) el-mebdeu's-sani'l- mukkades ismuhu, Hayyun lehu nesebun ila Yakzân) diyerek, Hay ibn Yakzân'ın vücut
kaynağından südûr edenin "Akl" olduğunu söylemektedir. Bkz. M.Şerafettin Yaltkaya, Hay bin Yakzan-İbn Sînâ, İbn
Tufeyl, s.42.
474 Hayy bin Yakzan şerhi, s.26.
475 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43.
476 Hayy bin Yakzan şerhi, s.29.
157
sembolüdür, insan nefsi için “yolculuk” anlamı taşırken Faal Aklın “mesleği” olarak
“sürekli seyahat” anlamındadır. Onun “Faal” yönüne işaret eden bu ifade, nefs için
“yarım yolculuklar” şeklinde ve Hayy bin Yakzan rehberliğinde gerçekleşirken Faal
Akıl için “süreklilik” ifade etmektedir. Nefsin “bilkuvveliği”ne, Faal Aklın ise daima
“bilfiilliği”ne işaret eden bu semboller, aynı zamanda bu seyahatlerin Faal Aklın
“rehberliği”nde gerçekleşmesini, dolayısıyla “ittisal”in yani bilgiyi elde etme sürecinin
bu rehberlik olmadan gerçekleşmesinin mümkün olmadığına da işaret etmektedir. İbn
Sînâ’yı insan aklını bilkuvvelikten bilfiilliğe geçirmesinde Faal Aklın varlığına ve
gerekliliğine götüren neden, hikayenin ana teması olan bu “rehberlik”tir. Fal Aklın işi
“seyahat etmek” olduğundan sadece beden şehrinin etrafındaki bir gezinti yerini görmüş
olan nefsin onun rehberliği olmadan bu seyahati gerçekleştirmesi en azından hikayede
mümkün görünmemektedir. Dünyanın (alem) her yerini “görmüş” olan Faal Akla
karşılık nefsin seyahat edilecek yerler hakkında hiçbir bilgisi yoktur. Maddî aklı
sembolize eden karanlık ve onu çağrıştıran bilgi yoksunluğu yani cehalet, hikayede
Doğu’yla Batı arasında kalmış (imkan), Doğu’ya ait olmakla birlikte henüz Batı’da
bulunan nefsin, rehberliğe (bilgiye) ve aydınlanmaya olan ihtiyacını göstermektedir ki
bu ihtiyacı karşılayacak olan da Hayy bin Yakzan yani Faal Akıl’ (güneş) dır.477
Nazarî aklın gelişim aşamalarında gördüğümüz gibi akıl önce kuvve
durumunda iken bilfiiliğe geçmektedir. Varlığının başlangıcında düşünülürlerden
(ma’kûlât) yoksun olan akıl “karanlık kutup”la sembolize edilirken bu kutupla aydınlık
kutup arasında uzanan “berzah” “imkan”ı anlatmaktadır. Bu imkana sahip olan nefsin
bilfiilliğe
çıkma,
yani
hikayedeki
sembolle
aydınlanma
imkanı
kendisinde
bulunmamaktadır. Bunun için nefsin karanlık kutuptan aydınlık tarafa geçmesi
gerekmektedir. Ancak kutbun aydınlığını sağlayan yani aklı etkin hale getirecek olan
yine etkin bir şey olmalıdır. İbn Sînâ’ya göre genel kural gereği kuvveden fiile çıkan her
şeyin, onu bu hale çıkaran “bilfiil” bir sebebi olmalıdır. Buna göre insan nefsini ona aklî
bilgileri (es-suverü’l-akliyye) vererek kuvveden fiile çıkaran bir sebep vardır ki bu
sürekli etkin olan şey Faal Akıl, hikayedeki sembolüyle ‘Güneş’tir.478
477 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43, 45.
478 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 208.; en-Necât, s. 193.; Risâle fi’n-nefs, s. 67.
158
İbn Sînâ’yı Faal Aklın varlığına götüren neden insanın bilkuvvelikten bilfiilliğe
geçmesini engelleyen varlık yapısıdır. Bununla birlikte filozof buna iki neden daha
ekler ki birincisi, insan nefsinin kendiliğinden “mantık ilkelerine” ulaşamaması ve
tümevarımla ulaştığı bilgilerin güvenilirliğinden emin olamamasıdır. O halde akıl
yürütmenin dayandığı ilkeleri insan nefsine veren Faal Akıldır. Çünkü ona göre duyular
ve deney yoluyla kazanılan bilgiler zorunluluk içermez. Düşünmeye temel oluşturan
mantığın ilkeleri delil (burhan) ve deneye gerek kalmadan nefse Faal Akıldan gelir
(feyezan eder). Kavram (hadd) ve önermeler (kıyas) sonucu kazanılan kesin bilgi de
(‘itikad) bu Akl’ın aydınlatmasıyla (feyz) olur.479 Dolayısıyla Hayy bin Yakzan’ın
bütün
ilimlerin
anahtarına,
yani
(aklî
bilgilerin
ilkelerine-mebâdiu’s-suveri’l-
mücerredeti’l-‘akliyye) sahip olarak evrenin yollarını (Doğu ve Batı’nın) açması ve
nefsin buraları seyahatine yol göstermesi nefse bu ilkeleri vermesi anlamı
taşımaktadır.480
Akıl gücünün bilgisine konu olan şeylerin (el- ma’kulat es-suverü’l-akliyye)
bilindikten sonra nefste saklı kalmaması da, nefs dışında onu bilfiil hale geçirecek etkin
bir fail’i gerektirmektedir. Filozofun nefste saklı kalmayan ma’kullerin bulunabileceği
yerler hakkındaki tahminlerinin detaylarını geçersek, bunlardan İbn Sînâ’ya göre akla
en uygun olanı, Faal Akıl (el-mebdeü’l-fa’âl) dan nefsin isteğine ve çalışmasına (taleb)
göre aklî sûretleri birer birer alması (feyezan) ve nefsin Faal Akıldan yüz çevirmesiyle
bu bilgi alışverişinin kesilmesi şeklindeki çıkarımdır. Hayy bin Yakzan’da bu aklî
sûretlerin yeri “nefsin seyahat etmeyi her istediğinde dönmesi gereken yer”dir.
Hikayede bu yer kutuplardaki “hayat pınarı”nı işaret ederken, bu pınarın Faal Aklın
aydınlattığı kutupta bulunması ve bu kutbun da insan aklını sembolize etmesinin
anlamı, bir kimsenin akli suretleri biliyor olmasının (‘âlimü’l-ma’kulat), istediği zaman
onları aklında bulundurabilmesidir (hâzır). Bunun anlamı, aklî sureti tasavvur
edebilmek için isteyince Faal Akılla iletişim (ittisal) kurabilmektir. Bu durum aklî
suretin her zaman akıl gücünde (zihin) bulunduğu ve aklın onu kavradığı (tasavvur)
anlamına gelmez. Fakat hiç bilinmeden önceki durumu gibi de değildir. İbn Sinâ’ya
479 İbn Sînâ, Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, ss.176-177.; el-Mebde’ ve’l-meâd, s. 99.
480 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43.
159
göre “bilfiil akıl” nev’inden olan iletişim (ittisal) kurma yeteneğini kazanmak nefsin
istediği zaman bilme gücünü kazanması demektir.481
Bu alışkanlığı kazanan nefs idrak ettiği bir sureti ikinci kez idrak etmek
istediğinde yeniden öğrenmesi (te’allüm), yani düşünce yoluyla ona yeniden ulaşması
gerekmez. Duyulardan başlayan bilgiyi elde etme sürecinin başına dönmez. Zira İbn
Sînâ’nın görüşü, dış idrak güçlerince idrak edilen suret, hayal ve musavvire gücünde
saklı kaldığı yönündedir. Nefs, duyular yoluyla onu idrak etmekten vazgeçince o, bu
güçte korunur. Keza mütehayyile gücünün üretmiş olduğu suretler de burada
korunmaktadır. Bu koruma, “hissî idrak güçleri bölümünde” açıklandığı üzere aklın
padişahlığını yaptığı şehrin sarayındaki hazinedar tarafından yapılır. Koruma ile idrak
arasındaki farka dikkat çeken filozof, suret hakkında “hüküm” vermenin akla ve vehim
gücüne ait olduğunu söylerken, korumanın idrak anlamı taşımadığını da ilave eder. Bu
itibarla akıl (nefs) veya vehim gücünden biri bu sureti idrak etmek isteyince, onu hayal
ve musavvire gücünde hazır (hasıl) bulur. Akıl ve vehim güçleri, sureti hayal ve
musavvire gücünde bulamazlarsa, iradeli hatırlama (tezekkür) ruhuyla veya dış idrak
güçleriyle
yeniden
idrak
ederek
hayal
ve
musavvire
gücüne
getirebilirler.
Düşünürümüze göre tahayyül edilen suretler, ikinci kez bu şekilde idrak edilmeseydi
zorunlu olarak her nefs, önce idrak edip sonra unuttuğu (gaflet) suretin bilkuvve veya
bilfiil var olup olmadığı ve onu yeniden idrak edip edemeyeceği konusunda şüpheye
düşerdi. Bu durumda İbn Sinâ’ya göre, cüz’î suretleri gerektiğinde yeniden idrak
edilmesi için bedende “hissî idrak güçlerinin” her birisine âit özel bir organ
yaratılmıştır. Bu nedenle koruma güçleri, Padişahın sarayındaki görevliler olarak
sembolize edilirler. “Metafizik bölümünde” geçtiği üzere, saray görevlilerinin hizmeti
onların cisimle ilişkili olduklarını göstermektedir (Gök nefsleri ile gök cisimlerinin
ilişkisi).482
O halde bilmenin gerçeği şudur: Bilinmek istenen sûretle birlikte (ittisal)
bulunan şey akla (bâl) gelince, nefse de Faal Akıldan soyutlama yapma (kuvvetü’lakli’l-mücerrid) ve peşinden önerme kurma (tafsil) gücü gelir (feyezan). Nefsin bu
iletişimden vazgeçmesi, yani “arkadaşlarına dönmesi” durumunda aklî sûrette bilfiile
481 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 216-218.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, II, ss. 371-376.
482 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 50.
160
yakın bilkuvve idrak edilmiş bir şey olur. Nefsin aklî aleme yüzünü dönmesi, yani
seyahati arzu etmesi ise Hayy bin Yakzan’la buluşması için yeterlidir. Bu durumda
kutuplara dönen nefsin oradaki suyu içmesi için Hayy bin Yakzan’ın rehberliği yeterli
olacaktır. Bu durumun ilkinden farkı, ittisal yeteneğinin artmış olması ve ilkine oranla
ittisalin kurulmasındaki kolaylıktır. İbn Sînâ’ya göre, aklî sûreti ilk kez bilmek gözün
iyileştirilmesine (muâlece) benzer. Nitekim göz bir kez iyileştikten sonra istediği zaman
görmek istediği cisme bakar ve onu görebilir. İşte insan nefsiyle aklî sûretler arasındaki
durum da böyledir.483
“Fiil halindeki akıl” ile “kuvve halindeki akıl” arasındaki münasebeti,
Fârâbî’de olduğu gibi, görme duyusu ile güneş ışınları arasındaki münasebete benzeten
İbn Sînâ, nasıl güneş, bizatihi görülür ve ışınlarıyla cisimleri görünür hale getirirse Faal
Akıl da kendisi bizatihi ve başka şeyler ise onun aydınlatmasıyla (feyz) akıl düzeyinde
bilinir. Bu itibarla daha önce sözü edilen soyutlama (tecrid) olayı, bu Akl’ın
aydınlatmasıyla gerçekleşmektedir. Aklî güç, hayal gücündeki tikelleri elde edince, Faal
aklın ışığı onların üzerine akar ve bu tikeller madde ve maddesel özelliklerinde
sıyrılırlar-soyutlanırlar.484 Hayal gücündeki tikellerin maddesel özellikleri onların
görünür olmasını engellediğinden ve bu maddesel özellikler hikayedeki sembolle
“örtülü, karanlık, gizli” bir durumda bulunduklarından “güneş” onları görünür hale
getirir. Hikayelerin muhtelif yerlerinde geçen “görünür olmayanı görünür kılma” Faal
Aklın bu özelliğini anlatmaktadır.
Bilkuvve aklı, karanlıkta bakan ama göremeyen göze, “bilfiil aklı” ise bu
karanlıkta göremeyen ancak görebilir durumda olan gözün, görür hale gelmesini
sağlayan Güneş’e benzeten filozof, birinci bölümde temas ettiğimiz üzere akıl ve göz
eşleşmesini bu anlamda da kullanır. Böylece gözün görmesi akletmesi anlamındayken
görmek için bakması (nazar) Faal Akla yönelmesidir.485
483 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 218.
484 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 208-209.; en-Necât, s. 231.; Risâle fi’n-Nefs ve bekâihâ ve meâdihâ, ss. 111-113.;
Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, ss.176-177.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 43.; el-Kerâmât ve’l-mu’cizât ve’l-e’âcib, s. 229.
485 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43.
161
Güneş sembolü, Faal Aklın insan nefsi dahil ayaltı alemdeki diğer sûretlerin
“varlık sebebi” oluşunu anlattığı gibi486 (birinci bölüm-metafizik temeller) “bilme”sinin
sebebi oluşunu da anlatır. Sembolün çift yönlü anlamı hikayede karanlıkla sembolize
edilen madde ile bilkuvve aklı varlık ve bilgi açısından birleştirir. “Güneşin ışıkları”
hem maddeye ulaşarak onun sûret kazanmasını (görünür hale gelmesi-varlık kazanması)
hem de aklı aydınlatarak orada tikel (cüz’îlerin) sûret ve anlamları tümellere (küllîlere)
dönüşmesini sağlamaktadır.487 Çünkü mesleği seyahat etmek olan Faal Akıl, “dünyanın
kendi önünde serili olduğunu” söylerken “bilgisinin” tümelliğini (külli) de vurgulamış
olmaktadır. Dünyanın çevresinde gidilecek yolları nefs’e anlatması ise ona bu küllîleri
vermesidir.488
Bu durumu anlatan bir diğer sembol ise, aydınlık kutuptaki hayat pınarının
suyundan içmektir. Makullerin zihne akması şeklinde tarif edilebilecek feyezan süreci,
“bu kaynağın “akıcı”lığıyla anlatılırken, “içilen su” zihne akan makulleri, suyu içmek
bu ma’kulleri kazanmayı ifade eder. Nefsin bu suyla başını (iç idrak güçleri) ve
bedenini (dış idrak güçleri) yıkayarak hayal ve musavvire gücünde bulunan tikel sûret
ve anlamları tümele çevirmesiyle bu mücerret makuller akılda (en-nefsü’n-nâtıka) iyice
yer etmiş olurlar (irtisam).489
Hikayede “hayat pınarı” ve “güneş” makullerin elde edildiği “kaynak” olarak
ifade edilirler. Ancak aydınlığın dolayısıyla bilginin kaynağını yukarıdaki açıklamalar
ışığında “güneş” sembolüdür. Aydınlık kutupta yer alan “hayat kaynağı” ise hakîki
bilgiye ulaşma gayesini taşıyan metafiziğin ve diğer ilimlerin kendisinden metot olarak
faydalanacağı “mantık ilmi”nin sembolüdür. Bu ilmi elde eden yani bu ırmaktan içen
kişi mantık’ta haddlerin ve kıyasın yapıldığı ma’kullere erişmiş, dolayısıyla madde ve
sûret alemlerinden birine girmiş olur. Diğer bir deyişle eşyanın hakikatine, künhüne
vakıf olur. Dolayısıyla hakîki bilginin kaynağına ulaşabilmek mantık ilmiyle
gerçekleşirmektedir.490
486 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 46, 47.
487 İbn Sînâ, İsbâti’n-nübüvvât, s. 44.
488 İbn Sînâ, Şifâ, el-Burhan, s. 177. ; Hayy bin Yakzan, s. 43.
489 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.
490 İbn Sînâ, en-Necât, s. 9.; Mantığa Giriş, el-Medhal, s. 19.
162
Faal Aklın feyzinin insan aklına akışını ya da ulaşmasını hikayede veren ilk
sembollerden bir diğeri de, Hayy bin Yakzan’ın nefse “selam vermesi”dir491. Bu
bölümün girişinde belirttiğimiz gibi, “konuşma” (nutk) melekle nefsin ortak lisanıdır.
Hayy bin Yakzan’la karşılaşan nefs (akıl), ona doğru yaklaştığında [kendinde feyzi
alacak soyutlama alışkanlığı (meleketü’t-tecrid) oluştuğunda] Hayy bin Yakzan selam
vermekte önce davranır. “Önce davranmak”, Faal Aklın ışık (feyz) ve vergilerini
(sûretleri) alma yeteneğindeki nefsin ona tam olarak yöneldiğinde Faal Aklın
vergilerinin ona hemen ulaşacağının ve onu bilkuvvelikten bilfiilliğe geçireceğinin
ifadesidir. Dolayısıyla “selam vermek” ya da “konuşmak” makullerin akla akması, diğer
bir deyişle Faal Aklın feyezanının nefse ulaşmasıdır.492
Nefsin Faal Akılla ilk karşılaşmalarında kendini ona “yakın hissetmesi”, Faal
Akılla aynı cinsten cevherler olmasından kaynaklanırken Faal Akla “yakınlaşma
arzusu”, aklını bilkuvvelikten bilfiiliğe çıkarma, nefsin kendini kemale ulaştırma
isteğini anlatır. Çünkü varlıkta kendini kemale ulaştırma arzusu yaratılışındandır
(garîzî).493
Faal Akılla ittisalin Risâlet’t-Tayr’daki karşılığına baktığımızda ise bu
hikayedeki ittisal temasının Hayy bin Yakzan’daki kadar açık olmadığını görürüz.
“Seyahat” sembolü daha önce belirttiğimiz gibi burada da söz konudur, ancak nefs bu
kez “yolcu” değil “kuş” görünümündedir. Uçarak “orta terimi” elde eden kuş’a karşılık
Faal aklın “varlığını” hikayede görmeyiz. Ancak hikayenin sonuna doğru, “Padişahın
kuşların ayağındaki ipi zamanı gelince çözmesi için göndereceği bir elçiden” söz edilir.
Bu elçinin kimliği konusunda yapılan yorumlardan biri hikayenin şârihi olan Sâvî’den
gelir. Ona göre bu elçi, nefs ile beden arasındaki bağları çözecek olan “melekü’l-mevt”
(Ölüm meleği)’tir.494 Corbin ve Nasr’ın yorumu ise bu elçinin Cibrîl yani Faal Akıl
olduğu yolundadır.495 Hikayeleri birbirinin devamı olan üçlü daire şeklinde yorumlayan
Corbin’in bu yorumu, Hayy bin Yakzan’ın hikayenin sonunda, resmettiği “yolculuğu”
gerçekleştirmek için nefs’e, isterse ona eşlik edebileceği ve hemen ardından gelmesini
491 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43; Hayy bin Yakzan şerhi, ss. 28, 71, dn: 6.
492 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 28.
493 İbn Sinâ, Fi’l-Işk, s. 265.
494 Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 157.; Heath, s. 99.
495 Corbin, Avicenna and the Visionary Recital, s.194.
163
söyleyerek davet etmesine dayanmaktadır. Bu davete icabet, R.Tayr’daki anlatım
dilinden anlayabildiğimiz kadarıyla gerçekleşmiş görülmektedir. Ancak daveti yapan
Hayy bin Yakzan’ın yerini hikayenin kahramanı olan kuşa eşlik eden başka kuşlar almış
görünmektedir.496
Bu
kuşların
da
kahramanımız
gibi
kafesten
kurtuldukları
düşünüldüğünde, hikayenin başında yer alan “dostluk”la ilgili olan bölüm akla
gelmektedir. Zira burada, dostların birbirlerine akıllarının üzerindeki perdeyi kaldırarak
göstermeleri ve birbirlerinin kemaline katkıda bulunmaları gerektiği söylenmekteydi.
Bunun uygulaması böylece hikayede gerçekleşmekte, kuş kafesten kurtulmanın yani
“orta terimi” elde etmenin yolunu arkadaşlarından öğrenmektedir. Burada (sezginin
yöntemlerinden
kullanılması
497
olan)
başkalarından
öğrenme
yolunun
seçilerek
hikayede
, sezginin düşünmeksizin Faal Akılla ittisal anlamı taşıması ve burada
Faal Aklın varlığından ziyade “orta terimin elde edilmesinin” öne çıkarılmak
istenmesinden kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Bu bölümün şerhinde Sâvî’nin diğer
kuşları “ilim erbabı” olarak yorumlaması da buna işaret etmektedir, öyle ki burada
alimlerin sahip olması gereken nitelikleri de saymaktadır. Bu kuşlar hikayeler boyunca
nefsin Faal Akılla ittisal kurmasının şartı olarak ortaya koyduğu özelliklere
sahiptirler.498 Bununla birlikte bir diğer yorum, hikayenin kahramanı olan kuş’un
kafesten çıkışına rehberlik eden diğer “kuş” Faal Akıl’dır. Hikayede “kuşlar”ın
rehberliği söz konusudur. Dolayısıyla filozofun Faal Akıl anlayışına da uyan bu yorum
hikayelerin birbirinin devamı niteliği taşıyan bir mahiyet sergilediği düşüncesinden yola
çıkmaktadır. Zira Hayy bin Yakzan’ın hikayenin sonunda “peşimden gel” davetini
yapan Faal Akıl bu hikayede söz konusu rehberliği gerçekleştirmiş görünmektedir.499
İttisalde nefsin bedenî güçlerinin rolüne gelince, Hayy bin Yakzan’da nefsin
beraberinde bulunan “arkadaşları” ve kuşların kafesten kurtulduklarında ayaklarında
kalan “bağlar” (vehim, muhayyile gibi iç ve dış güç ve duyular), nefsin akıl gücünün
bilfiilliğe çıkabilmesi için bedene ihtiyaç duyulduğunun göstergeleridir. Başlangıçta
ihtiyaç duyulan bu güçler, Hayy bin Yakzan’ın devamında belirtildiği gibi
496 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 142.; Hayy bin Yakzan, s. 53.
497 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 135-137, 152.
498 Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 151-152.
499 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 53.; Corbin, Avicenna and the Visionary Recital, s. 193.
164
“seyahatlerinde” yanında bulunmazlar.500 Bilfiilliğe geçen akıl için artık bu güçler bir
“engel”, bir “yük” haline gelirler. İbn Sînâ, bu durumu açıklamak üzere insan aklını,
belli bir yere ulaşmak için, bir binek hayvanına ve başka vasıtalara muhtaç olan bir
insana benzetmektedir. Bu insan sözü edilen yere ulaştıktan sonra şu ya da bu nedenle
attan ve vasıtalardan ayrılmadığı takdirde, bunlar onun için bir engel oluşturacak501 ve
nefsin daima bilfiil olmasını engelleyerek Faal Akılla ittisalin kesilmesine neden
olacaklardır. Nefsin ilgisi düşünmeye ve aklî işlere çevrildiğinde Hayy bin Yakzan’la
buluşmasını
“seyahat”le,
ilginin
bedenî
güçlere
yönelmesini
ise
“ikamet”le
sembolleştiren filozof, bu ikili durumu “ikametle karışık yarım yolculuklar”a
benzeterek502 bu yarım yolculukların nefste ittisal kurma alışkanlığının doğması için
artarak devam etmesi gerektiğini belirtmektedir.503 Tam ittisal yani “sürekli seyahat” ya
da diğer bir deyimle “tam mutluluk” nefsin bedenle birlikteliğinde değil, Hayy bin
Yakzan’daki ifadeyle tek başına “gurbet”e çıktığında, Kuşlar hikayesinde “elçi
ayaklarındaki
bağı
çözdüğünde”,
Salaman
ve
Absal’da
Absal
öldüğünde
gerçekleşecektir. Böylece üç hikayede tasvir edilen yolculuk dairesi tamamlanmış ve
tam ittisal gerçekleşmiş olacaktır.504
III. 2. İLİMLER TASNİFİ VE AHLAK İLMİNİN YERİ
İbn Sînâ’nın epistemolojisi, hikayelerinde “yolculuk” sembolü etrafında
örülürken yolculuğun rotasının aşağıdan yukarıya seyretmesi, filozofun varlık
hiyerarşisini olduğu kadar ilimler tasnifini de gündeme getirmektedir. Özellikle
R.Tayr’da bu yolculukta geçilen her bir yer bu iki anlamı işaret edecek biçimde seçilmiş
sembollerle gösterilirken, şârih de bu ikili anlama uyacak yorumlarda bulunarak bu
anlamı destekler. Bu anlamda “yolculuk”, hikayelerde bilgiyi arama ve bulma amacına
yönelik bir sembol olduğundan, yolculuktaki her bir aşama bir varlık alanına,
dolayısıyla bu alana tekabül eden bir felsefî ilmin mevzusuna da işaret eder.505 Böylece
500 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss.43, 45.
501 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 197-198. ; en-Necât, s. 299.
502 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 43, 45.
503 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 45.
504 Corbin, Avicenna and the Visionary Recital, s. 237.
505 Kutluer, Felsefe Tasavvuru, s. 156.
165
İbn Sînâ’nın ontolojisindeki varlık hiyararşisinin ilimler tasnifini de belirlediğini
hikayelerinde bir kez daha görürüz. Bu durumda filozofun ortaya koyduğu varlık
hiyerarşisinin nasıl şekillendiğini görmek faydalı olacaktır.
Filozofumuz
varlık
hiyerarşisinin
(mebâdiu’l-mevcûdât)’nın
zirvesine
“Padişah” sembolüyle “el-Mebdeu’l-Evvel” (ilk Prensip) olan Tanrı’yı koyar. O’ndan
sâdır olan “mevcûdât”, sırasıyla “sarayında ve daima huzurunda bulunan” Aklî-Melekî
Cevherler, “şehrini imar eden hizmetli (amele melekler)” Nefsânî-Melekî Cevherler,
“şehrin köşkleri” Semâvî-Felekî Cevherler, “geniş bir sahra, suyla dolu büyük bir deniz,
durgun rüzgarlar, dağılmış ateş” (toprak-su-hava-ateş) unsurlar, “altın, gümüş, değerli”
madenler, bitkiler, hayvanlar ve “iki boynuz arasından doğan güneş” İnsan’dır506. Bu
hiyerarşinin Hayy bin Yakzan’daki yansıması önce Batı bölgesinde madde merkezli
olarak yukarı çıkan bir hiyerarşiyi, daha sonraysa Doğu bölgesinde sûret merkezli bir
hiyerarşiyi içermektedir. Batıda ilk madde (heyûlâ) den başlayarak oluş-bozuluş alemi
resmedilmekte (ayaltı alem) ve buradan gök cisimlerine geçilerek son gök cismiyle bu
hiyerarşi tamamlanmaktadır. Madde aleminin bu mertebelenişinin ardından Doğu’ya
doğru gidildiğinde, bu kez dört unsur, bitki, hayvan, “doğan güneş” sembolüyle insan,
insan aklını sembolize eden “yeryüzü melekleri”, Gök nefsleri, Gök akılları ve Tanrı’yla
son bulmaktadır.507
Bu varlık şemasında Tanrı (Teoloji), gayr-i cismânî cevherler (metafizik),
cismânî cevherler (tabîiyyât), cismânî cevherlerin kemmiyete dair gerçekliği (matematik
ilimler); madenler (ilmu’l-meâdin, mineraloji), bitkiler (ilmu’n-nebât; botanik),
hayvanlar (ilmu’l-hayevân; zooloji), insan (ilmu’n-nefs, yani meleke psikolojisi, ahlak
ve siyaset ilmi) olarak belirlenen ontolojik mertebelerin herbiri (parantez içinde
belirtilen ) muayyen ilimlerin mevzularını teşkil ederler.508
Hayy bin Yakzan’da Doğu-Batı şeklindeki alem formülasyonu içerisinde
yeryüzü Batı, gökyüzü Doğu’ya karşılık gelecek biçimde tasarlanmıştır. Birbirini kesen
yatay ve dikey boyutlar içinde “yolcu”, bu hiyerarşide merkezde (kutup) olmakla
506 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, I, s. 27.
507 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 46-53.
508 İbn Sînâ, Fî Aksâmi’l-ulûmi’l-akliyye, ss. 72-77.
166
birlikte yolculuğuna içinde bulunduğu aylatı alemden diğer bir deyişle Batı’danyeryüzünden başlayarak Doğu’ya-gökyüzüne çıkan bir rota izleyecektir.509
İbn Sînâ’nın ilimler tasnifindeki belirleyici unsurlar, ontolojisinin yanı sıra
epistemolojisi
ve
psikolojisidir.
Psikolojisinin
ilimler
tasnifine,
dolayısıyla
hikayelerindeki ilimler hiyerarşisine yansıması akıl gücünün nazarî ve amelî olarak
ikiye ayrılmasına bağlı olarak gelişir. Felsefî ilimleri (el-ulûmu’l-felsefiyye; el-ulûmu’lhikmiyye) buna göre teorik ilimler (el-ulûmu’n-nazariyye; el-hikmetü’n-nazariyye) ve
pratik ilimler (el-ulûmu’l-ameliyye; el-hikmetü’l-ameliyye) olarak ikiye ayırır (İbn Sînâ
burada hikmeti felsefe anlamında kullanır510). Teorik felsefenin konusu, özelliği sadece
bilinmek olup yapılmak olmayan, yani fiil ve hallerimizle ilgili olmayanlar, pratik
felsefenin konusu ise fiil ve hallerimizle ilgili olanlar’dır.511
Filozof nazarî ilimleri de, mevcûdâtın yüce, orta ve aşağı mertebeler şeklindeki
üç bölümden oluşması temeline dayanarak ve bu varlıkları konu almaları bakımından
benzer şekilde yüce (metafizik), orta (matematik) ve aşağı (fizik) ilimler şeklinde üçe
ayırır.512 Hikayelerinde de nazarî ilimlerin bu mevcâdâtla örtüşen hiyerarşisini aşılması
gereken üç katman şeklinde kurgular. Buna göre aşağı varlık mertebesi hem varoluşu
(vücûd) hem de mahiyeti (hudûd) bakımından hareket eden cismânî cevhere müteallik
fizik gerçekliğe tekabül etmekte ve tabiat ilminin mevzusunu oluşturmaktadır. Hayy bin
Yakzan’da yeryüzünün üç bölgesinden “yolcu”nun içinde yaşadığı Doğu ile Batı
arasındaki bölge (ayaltı alem) bu ilmi sembolize etmektedir. Bu bölge unsurlardan
başlayarak gök cisimlerine kadar fizik ilimlerinin konusu olan cismânî cevherler’i içerir.
Burayı geçmek için çölleri ve okyanusları aşmak ve Kaf Dağına (son gök cismi)
ulaşmak gerekir. R.Tayr’da ise kuşların tuzaktan kurtulduktan sonra önlerinde
geçmeleri gereken ilk yer, iki dağ arasında yer alan “sulak, güzel bitki örtülü, yemyeşil
bir vadi”dir. Vadi, “dört unsur, doğma ve doğurma, gelişme ve büyümenin nitelikleri,
imtizactan önce unsurlara ârız olan hareket, çözülme gibi türleri, bitki, maden ve hayvan
aleminin özelliklerini inceleyen “tabiiyyât ilmi”nin sembolüdür. Seçilen sembol bu
509 Heath, s. 170.
510 Kutluer, Felsefe Tasavvuru, s. 153.
511 İbn Sînâ, Mantığa Giriş, Ömer Türker (çev.), İst.: Litera yay, 2006, s. 5.
512 İbn Sînâ, Mantığa Giriş, s. 7.
167
ilmin mevzûuna işaret ettiği gibi bu ilmin mertebesine de işaret eder; “aşağı ilim; elilmü’l-esfel”.513
Hayy bin Yakzan’da filozofun, ilkelerini kendilerine nispetle yüce olan fizik
ilminden alan ve bu nedenle de tabiat ilminin alt dallarından saydığı tıp, tabir ilmi, elkimya dışında bırakırsak yine bunlarla birlikte sayılan “astroloji, nîrencât, ve tılsımât
ilmi”ni bu ilimlerin gök cisimleriyle olan ilgisi nedeniyle “Utarid” göğünün (şehrinin)
sâkinlerinin sahip olduğu ilimler olarak anar. Bunlardan Firaset ilmi ise Faal Aklın
sahip olduğu bir ilim olarak verilir.514 Nirencât, Farsça olan “nireng” kelimesinin
Arapçalaştırılmış cem’idir. Nireng, hile, efsun, tılsım ve simya manasınadır. Filozof,
“yeryüzündeki cevherlerin güçlerinin kendisinden garib fiillerin çıktığı güç olması için
karıştırılması” olarak tanımladığı bu ilmin konusuna örnek olarak mıknatısın demiri
çekmesini verir.515
Orta varlık mertebesi, varoluşu bakımından hareket ve maddeye müteallik
olmakla birlikte mahiyeti bakımından böyle olmayan zihnî gerçekliğe tekabül eder ve
bu ilmin konusunu oluşturur. Kuşların uçarak dağa konmaları ve önlerindeki dağlarda
seyahat etmeleri “orta ilim” de denilen (ilmü’l-evsat) matematik ilimlerini bilmekten
ibarettir. Bu dağların tanınması ve aşılması astronomiyi ilgilendiren “gök cisimlerinin
durumlarını” da kapsamaktadır. Zira bu dağlar aynı zamanda felekleri de
simgelemektedir.516
Hayy bin Yakzan’a dönersek, ayaltı alemi aşan “yolcu”ya “gök cisimleri” birer
“şehir” olarak tanıtılır. Her şehrin hükümdarı ve halkı “astrolojik” gibi görünen birtakım
fiziksel ve karakteristik özellikleriyle verilir. Fârisî şârih burada yapılan yorumların bir
kısmının “ahkam” (hüküm verme) yolunu tutanlara, bir kısmının ise “rasat”
(gözlemleme) yolunu tutanlara göre olduğunu belirtirken, “astroloji” ile “astronomi”
arasındaki farka da işaret etmektedir. Gök nefslerinin imar ettiği “şehirlerle” sembolize
edilen gök cisimleri, R.Tayr’da “dağlar”la sembolize edilirken, şârihin (Sâvî) yorumu,
513 İbn Sînâ, R. Tayr, 341.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 153.
514 İbn Sînâ, Fî aksâmi’l-ulûmi’l-akliyye, ss. 75.; Hayy bin Yakzan, ss. 48, 43.
515 İbn Sînâ, el-Kerâmât ve’l-mu’cizât ve’l-e‘âcib, s. 239; İslam Felsefesinde Sembolik Hikayeler, (İbn Zeyle, Hayy
bin Yakzan şerhi, dn: 34) s. 74.
516 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 341.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 150.
168
burada heyet (astronomi) ve matematik ilminin kastedildiği yönündedir.517 İbn Sînâ,
“astroloji”nin (ilmü ahkâmi’n-nücûm) bir “kehanet ilmi” olarak kullanılmasına karşı
olduğu gibi hikayede de bu ilme “melekî” bir boyutta yaklaşmaktadır.518
Gök cisimlerinin sonuncusu, yani Kaf Dağı aşıldığında en yüce varlık
mertebesine gelinmiş olur. Ne varoluş ne de mahiyeti itibariyle madde ve harekete
muhtaç olan, bahis mevzu Tanrı olduğunda varoluş-mahiyet ayrımının ortadan kalktığı
metafizik gerçekliğe tekabül eden ilim, “metafizik ilmi”dir.519
Metafiziği kendi içinde dört bölümde mütalaa eden filozof, öncelikle ontolojik
hiyerarşi gereği Tanrıdan doğrudan varlık verip ibdâ’ ettiği ilk rûhânî cevherler (Gök
Akılları-Kerrûbîn melekleri)
ile ikinci rûhânî cevherleri (Gök Nefsleri-müvekkel
melekler) araştırır. Hayy bin Yakzan’da bu rûhânî cevherleri “melek” kimlikleriyle
sembolleştirdiğinden metafiziğin bu bölümünü “angeloloji” başlığında değerlendirmek
gerekir.520 (R.tayr’da Gök nefslerini dokuzuncu dağdaki kuşlarla sembolize edilmesi,
“kuş” sembolünün nefsin ölümsüzlüğünü dolayısıyla “melek”leri işaret eden yapısıyla
bunu göstermektedir. Bu hikayede Gök Akıllarından sadece İlk Aklı sembolleştirir.521)
Dokuzuncu dağdaki kuşlarla “dertlerini paylaşmaları ve bu dağın ardındaki
Padişahın şehrinin yolunu göstermeleri”, metafizik’in ilk disiplininde tüm varlıklar için
ortak olan ve ontolojinin kavramsal çerçevesini oluşturan birlik-çokluk, kuvve-fiil,
sebep-sebepli gibi genel kavramlar (el-me’âni’l-amme) a işaret etmektedir.522
Padişahın şehrine ulaştıklarında Padişah’ın sarayına girmek için izin almayı
beklerler ve izin çıktığında karşılarına önce genişliği tarif edilemeyecek bir alan (sahanfeza) çıkar. Bu geniş alan Tanrı’nın doğrudan varlık verip ibda’ ettiği ilk rûhânî cevher
olan “İlk Akıl” (akl-ı evvel)’dır. Burayı geçince önlerine öncekinden daha büyük bir
alan çıkar. Bu alan ise, metafizik’in bir diğer disiplini olan, metafiziğin dışında olan ve
517 İbnSînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 47-49.; Risâletü’t-tayr, s. 341; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 150,
Hayy bin Yakzan şerhi, s. 52.
518 Corbin, Avicenna and the Visionary Recital, s. 163.
519 İbn Sînâ, Fî Aksâmi’l-ulûmi’l-akliyye, ss. 73, 77.
520 Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, s. 265..
521 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 342.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 151.
522 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 342.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 156.
169
özel konuları olan cüz’î ilimlerin aksiyomlarını oluşturan “temel ilke, kavram ve
kanıtlar” (mebâdî)’ın sembolüdür.523
Bu alan da geçildiğinde örtü kalkar ve Padişah’ın odasına girerler. Burası
metafizik’in en şerefli bölümü olan “teoloji”dir. İbn Sînâ burada Padişah’ın (Tanrı)
güzelliğini (cemal) ve tüm eksik sıfatlardan uzak oluşunu (kemal) anlatır. Zorunlu
varlık olarak Tanrı ve onun sıfatlarını araştıran teoloji, metafizik ilminin araştırma
konularından biri olmakla birlikte onun varlık hiyerarşisi içinde en üst mertebede yer
alır.524
İlimlerin varlık hiyerarşindeki sembolleri böyleyken metafiziğin diğer
disiplinleri ( vahiy-nübüvvet, eskatoloji, teleoloji) hikayelerin örgüsü içinde bulunabilir,
ancak amaç metafiğin tüm disiplinlerini vermek yerine hem Hayy bin Yakzan’da hem
de R.Tayr’da “hedef” olarak belirlenen “metafiziğin” getireceği faydalara ulaşmaktır.
Bu faydaya ulaşmanın yolu ise, tabiat ve matematik ilimlerini geçmek-aşmak’tır. Bu
anlamda sözü edilen ilimler, metafiziğe hazırlayan bir nitelik taşırlar. Vadiyi geçen
kuşların dağlarda verdikleri molalarda acele etmeleri ve kendilerini emniyette
hissetmemeleri “bu dağları güvenli bulmadık” sözlerinde ifadesini bulurken bu ilmin
üstünlüğünün anlaşılmasının da ancak onun altında bulunan (mertebe bakımından)
ilimleri öğrenmekten geçtiğini göstermektedir. İlimler açısından da hizmet eden-edilen
ilişkisi bu manada metafizik için de geçerli olmakta, cüz’î ilimlerin ilkelerini
kendilerinden daha üst mertebede olan “metafizik”ten yani küllî bir ilimden almaları, bu
ilmin hem yararını hem de epistemolojisini yansıtan bir diğer hiyerarşiyi de içerek
biçimde yararı açısından öne çıkarmaktadır.525
Konusu dolayısıyla en doğru bilgi ve ilk sebeplerin bilgisini verdiğinden
gerçek anlamda felsefe “metafizik”e denmelidir. Gerek konusunun önemi, metodunun
güvenilirliği ve gerekse insanın yetkinleştirilmesinde sağladığı doğrudan yararı
523 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 342.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 156.
524 İbnSînâ, “Fî Aksâmi’l-‘ulûmu’l-akliyye”, ss. 77.; Risâletü’t-tayr, ss. 342, 343; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’ttayr şerhi, ss. 151, 153, 156, 157.
525 İbn Sînâ, eş-Şifâ, İlâhiyyât, I, ss. 3-6, 14-19.
170
bakımından diğer ilimlerden üstün olan metafiziğin öğrenmedeki sırası fizik ve
matematik ilimlerden sonradır.526
Metafiziğe “mâ ba’de’t-tabîa” denmesi, öncelikle duyularımıza hitap eden
gerçekliğin öğrenilmesinin metafiziğe geçişteki faydasının yanı sıra felsefede
öğrenilmesi gereken ilimler sıralaması açısından da anlam taşır. Zira hikayelerde buna
değinen R.Tayr’ın şarihi Sâvî, Aristonun bu sıralamayı ahlak, ardından tabiat,
matematik ve ilâhiyat şeklinde yaptığını söyler ve İbn Sînâ’nın da bu sıralamayı takip
ettiğini belirtir. Farabi’nin de benzer şekilde felsefe ilmine başlamak isteyenin önce
ahlakını düzeltmesi sonra zihin gücünün geliştirmesini gerektiğini, çünkü zihni yanlış
yapmaktan koruyan doğru metodun ancak böyle öğrenileceğini ve bu doğru metodun da
“burhan” ilminde eğitim görmekle gerçekleştirileceğini belirtmektedir527 ki, İbn
Sînâ’nın da hikayelerinde bu eğitim programını sembolik dilde ifade ettiğini
söyleyebiliriz.
Bu eğitim programında nazarî felsefenin (mantık, fizik, matematik ve
metafizik) tahsil edilmesiyle nefsin nazarî yönü bilfiil hale getirilip yetkinleştirilmekte,
bu da fiil ve hallerimizle ilgili olmayan durumlarla ilgili tasavvur ve tasdike ait bilginin
meydana gelmesiyle olmaktadır. Ameli felsefeye gelince o da fiil ve durumlarla ilgili
tek tek tasavvurlara ve tasdiklere ait bilginin husûlüyle önce nazari gücü, sonra da
huylarla (ahlak) ilgili ameli gücü yetkinleştirmektedir.528
İlimleri mevzuları bakımından hikayelerinde varlık hiyerarşisi çerçevesinde
sembollere dönüştüren İbn Sînâ, amelî ilimleri nazarî ilimlerden farklı olarak
hikayelerinin başında işler. Amelî ilimleri “siyaset, (hikme medeniyye, ilmu’s-siyâse;
ilmu tedbîri’l mudun), ev işletmesi (ilmu tedbîri’l-menzil; hikme menziliyye) ve ahlak
(ilmu tedbîri’n-nefs, ilmu’l ahlak)” olarak üç kısımda mütâlaa eden filozof, siyaseti
“hikmet-i medeniyye”yi, insanların, birbirlerinin menfaatlerini ve insan soyunun
devamı için yararlı olan şeyleri sağlamada karşılıklı olarak yardımlaşmaları ve ortaklaşa
hareket etmeleri için gerekli yolları gösteren bilgi dalı; “hikmet-i menziliyye”yi, ev
526 İbn Sînâ, eş-Şifâ, İlâhiyyât, I, ss. 5-9, 18-19.; ilimler tasnifi için bkz. Kutluer, Felsefe Tasavvuru, s. 152, 156-161.
527 Fârâbî, “Risâle fîmâ yenbaği en yukaddeme kable teallümi’l-felsefe”, al-Fârâbî’s philosophische
abhandlungen içinde (s. 49-55), Friedrich Dieterici (haz.), Leiden: E. J. Brill, 1890, s. 51-53., tercümesi için bkz.
İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri içinde (109-116), Mahmut Kaya (çev.), s. 113.
528İbn Sînâ, eş-Şifâ, İlâhiyyât, I, ss. 3-4.
171
halkının, aile menfaatlerinin düzenlenmesi için aile bireyleri arasında kurulması gereken
işbirliği konusunda aydınlatan bilgi dalı; “hikmet-i hulkiyye”yi ise insan ruhunun
bezenmesi gereken erdemler ile arındırılması gereken rezîletleri tanımayı sağlayan
disiplin olarak değerlendirir. Böylece bu üç disiplin, kendi aralarında bir yarar, ahenk ve
düzen kurmanın yollarını ortaya koyarlar. İbn Sînâ’ya göre bu üç disiplinin kaynağı
"ilahî şeriat" yani vahyedilmiş dindir.529
İlimler tasnifinde alttan üste doğru bir hiyerarşi sözkonusu olduğundan, İbn
Sînâ amelî ilimden nazarî ilme, cisimle ilgili olandan cisimle ilgili olmayana doğru bir
yol takip eder. Hikayelerinde de aynı yöntemi izleyerek öncelikle ahlakla ilgili olan
nefs’in elde edeceği erdemler ve kaçınması gereken rezîletleri, nazarî ilimlere geçmeden
önce nefs’in kazanması gereken bir donanım olarak verir. Zira öncelikle nefs kendini
erdemlerle donatmalı, nefsin güçlerinin onu düşereceği tehlikeli durumları bilmelidir, ki
onları bir dengeye koyup metafizik’e açılabilsin ve mutluluğa ulaşabilsin. Bunun için
Hayy bin Yakzan’da nefs’e öncelikle arkadaşları tanıtılır ve onlardan gelecek tehlikelere
karşı uyarılır. Risâletü’t-tayr’da ise hikayeye başlamadan önce nefsin kazanması
gereken ahlakî nitelikler hayvan metaforlarıyla anlatılır. Ancak amelî yetkinliğe ulaşan
nefsin nazarî yetkinliğe de ulaşması gerekir ki mutluluk elde edilebilsin. İnsanın varlık
hiyerarşisindeki yeri bu kemale ulaşıp ulaşmamasına bağlıdır. Bilgi ve erdem
bütünlüğünü hedefleyen bu düşünce, ahlak ile epistemolojiyi, bununla birlikte insanın
bu
hiyerarşideki
yerini
belirlemesi
açısından
ontolojiyi
de
ahlak
ilmiyle
irtibatlandırmaktadır.530
İlimler tasnifi filozofun felsefeye yüklediği anlamla da birebir ilişkilidir. Zira
“felsefe” (hikmet) İbn Sînâ’ya göre, beşer gücü ölçüsünde meseleleri tasavvur etme,
nazarî ve amelî hakikatleri tasdik etmek suretiyle insan nefsini yetkinleştirme çabasıdır
(istikmâlü’n-nefs).531 Filozofa göre “mutluluğun” kazanılması için gereken bu
yetkinleştirme, felsefe tahsilinin gerekliliğini de ortaya koyar. Mutluluğun ne olduğu ve
ona ulaştıracak vasıtaların neler olduğu sorusuna yanıt “felsefe”den gelirken felsefe
tahsili, nazarî ve amelî erdemleri bildirerek bu erdemlerin nefste meleke halinde
529 İbn Sînâ, ‘Uyûnu’l-hikme, s.16.
530 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 44-45.; Risâletü’t-tayr, ss. 338-339.
531 İbn Sînâ, ‘Uyûnu’l-hikme, s.13.
172
yerleşmesi yetkinliği sağlamaktadır. Bu nedenle hikayelerdeki ilimler tasnifi bu
erdemlerin nefste yerleşmesi için gidilecek yolları bildirirken mutluluğun kazanılması
için hangi rotanın izlenmesi gerektiği konusunda da bize ışık tutmaktadır.532 Çünkü İbn
Sînâ'ya göre bütün ilimler bir tek faydayı elde etmekte birleşirler, ki o da, saadeti
sağlamak amacıyla insan nefsini yetkinliğe eriştirmektir.533
III. 3. BİLGİ-AHLAK İLİŞKİSİ
Hikayelerde İbn Sînâ’nın epistemolojisi “yolculuk” sembolü etrafında
şekillenirken, filozofun bu sembole yüklediği anlam ve bu sembolle bağlantılı diğer
epistemolojik semboller, hep aynı gayeye hizmet ederler, o da yolcu’nun yetkinliğidir.
Nazarî aklın yetkinliğine işaret eden semboller, bu yetkinliğin kazanılmasında geçilecek
aşamaları ve katedilmesi gereken yolları, hikayedeki deyimiyle bir yolculuğu
gerektirmektedir. Bu manada yolculuğun kendisi bir “yetkinlik yolculuğu” olmakta ve
yolculuğun sonunda ulaşılmak istenen hedef için gerekli hazırlık aşamaları, ahlak ile
epistemolojiyi hikayede buluşturmaktadır.534
Faal Akılla ittisal, Hayy bin Yakzan’da nefs’in bu yolculuğa çıkışı için atması
gereken ilk adımı, aynı zamanda da yolculuğun ta kendisini göstermektedir. Nazarî
aklın yetkinliğe ulaşmasında ona rehberlik eden Faal Akıl, öncelikle amelî yetkinliği
sağlamaya yönelik tavsiyeleriyle, nefs’in yönelmesi gereken aklî aleme yolculukta
yanında bulunan “arkadaşları”nı denetlemede takip edeceği yöntemleri verir. Çünkü
bilgiye yönelen aklın bedensel güçlerinden kopması gerekmektedir. Yolculuğa çıkan
nazarî aklın, amelî aklın bedenî yönetmesinde gereken bilgileri elde etmesi de yine bu
ittisal sonucu gerçekleşmektedir. Buna göre, bilgi ile davranış, hikayede vurgulanan
yönüyle doğru bilgi ve doğru davranışın elde edilmesi de bu “ittisal”in neticesinde
ortaya çıkmaktadır. Doğru davranışın kazanılması ise doğru bilginin elde edilmesine
bağlı olduğundan, aydınlık kutuptaki hayat kaynağından içen nazarî akıl, mantıkla
532 Bircan, 62.
533 İbn Sînâ, eş-Şifâ, İlâhiyyât, I, s. 17.
534 Heath, 36, 91.
173
“burhânî” bilgiye ulaşarak kendi yetkinliğini elde ettiği gibi amelî aklın yetkinliğine de
katkı sağlamış olmaktadır.
İbn Sînâ’ya göre, nazarî ve amelî yetkinliğe ulaşmak, bir gaye olan “en yüksek
iyi”ye yani “mutluluk”a ulaşmaktır. Zira hikayelerde yolculuğun sonundaki hedef Tanrı,
yani onun bilgisidir. Hikayelerde Tanrı’ya ulaşma sahneleri bu mutluluğu olabildiğince
en iyi şekilde tasvir eder.535 (son bölümde bu konu daha detaylı incelenecektir.)
Hikayelerde yolcu nazarî aklı simgelerken, filozofun “mutluluğu” bu akla has görmesi,
nazarî aklın ölümden sonraki mutluluğu da yaşayacak olan nefsin bu yönü olduğuna
işaret etmektedir. Bu manada aslolan nazarî hikmetin gerçekleşmesidir. Amelî aklın
nazarî akla hizmet ederek onun yetkinliğini artırıcı bir fonksiyon yüklenmesi,
davranışların bu aklın metafizik bilinci kazanmasına katkı sağlayıcı yönüyle öne
çıkmaktadır.
Bedenin
iyi
yönetilmemesi
nazarî
aklı
yetkinliğe
ulaşmaktan
alıkoyacağından536 aklın bu iki yönü, asıl hedefe, yani “mutluluğa” ulaşmakta
birbirlerini destekleyici bir nitelik kazanmak zorundadırlar.
Başlangıçta karanlık olan aklın aydınlanması Faal Akılla ittisal’e bağlıdır.
İnsanı cehalet karanlığından hikmet nuruna bir Güneş olarak ulaştıran Faal Akıl,537 bu
yönüyle, bilginin olduğu kadar mutluluğun da kaynağıdır. İttisal’i mutluluk’la eşdeğer
gören filozofumuz, bilgiye mutluluk değerini verirken bunun hikayelerindeki karşılığı
olan “aydınlanma”yı da hem bilgi hem de mutluluk anlamında kullanmaktadır. Güneş
sembolünü bu aydınlanmanın kaynağı olarak Faal Akıl için kullanmasının yanı sıra
Tanrı’nın bilgisine ulaşmayı da benzer şekilde Güneş’e bakmaya benzeten filozof, asıl
mutluluğun ona bakan gözlerde olduğunu söyler. Ancak nefsin bu güce erişmesi bedeni
terkettikten sonra gerçekleşebilecektir. Bununla birlikte “yetkinliğe” ulaşmış kimi
nefslerin Tanrıya ulaşabileceklerini ve bunların o mutluluktan pay alabileceklerini de
hikayesinin sonuna eklemektedir.538
535 Ibn Sina, el- Mebde ve'l-me'âd, s. 159.; Hayy bin Yakzan, s. 53.; Risâletü’t-tayr, s. 343.
536 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 196. ; en-Necât, s. 297.
537 İbn Sînâ, “ed-Duâ”, et-Tefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’s-sûfiyye fi felsefeti İbn Sina içinde (s. 297-299), Hasan
Âsi (neşr.), Beyrut:1983, s. 297.
538 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 53.
174
Nefste tabîi olarak (gırîzi) bulunan aklî aleme yönelme “şevk”i onun
yetkinliğine ulaşmaya duyduğu arzudur.539 Filozofun deyimiyle bu yetkinliğe ulaşma
aşk’ı onu karanlıktan aydınlığa doğru çekmekte ve Faal Akılla ittisal’e yöneltmektedir.
Bu ittisalin sonucunda yetkinliğe ulaşmak İbn Sina'ya göre, maddeden ve maddeyle
ilişkisi bulunanlardan mücerret bir akıl haline gelmektir.540 Akıl bir kez bilkuvve
halden bilfiil hale geçince maddeden bağımsız olma yoluna girer ve bu yolda ilerledikçe
maddî olmayan akıllara benzemeye başlar.541 Nefs, ittisâl ile akledilirler dünyasına
ulaşır ve onlara benzer. Hatta bu yolculuğun sonunda Mutlak İyi'ye benzeme söz
konusudur. Öyle ki, ilâhî nurla aydınlanmış nefisler (el-enfus el-mute'ellihe), tecelliyi
doğrudan alabilecek duruma gelirler.542 Aklın “müstefâd” seviyeye gelerek “güneş”le
sembolize edilmesi ve bu yönüyle de Gök Akıllarına benzemesi, hikayedeki sembolle
“yeryüzü meleklerine” dönüşmesi demektir. Faal Akıl, kendisi gibi seyahat etmek için
yol göstermesini dileyen nefsi, maddeden bağımsız varlıkları tasavvur edecek dereceye
çıkararak mutluluğun gerçekleşmesini sağlar.543 Dolayısıyla Faal Akılla ittisal, hem
bilginin hem de mutluluğun temel kaynağı’dır Mutluluğun mahiyetini ve ona ulaşma
yollarını da Faal Akıl’dan öğrenen nefs’in yolculuğu bu anlamda bir mutluluk
yolculuğu olmaktadır.
Yolculuğa çıkacak nefsin alması gereken önlemler listesinde bedenî güçleri
denetleme, daha önce de belirttiğimiz gibi ön sıralarda gelmektedir. Bunun için de
“yuva edinmemek”, yani bedenî güçlerin getirdiği duyusal bilgileri aklî bilginin yerine
koymamak gerekir. Bunu başarmak içinse bedenî güçlere zehir, nazarî akla ise ab-ı
hayat içirmek ve bu suyla bedeni de yıkanmak gerekir ki, sırat’ı aşma gücüne
kavuşularak cennete ulaşabilme olanağı bulunsun. Eğer insan eylemlerine duyusal bilgi
ile yön veriyorsa işte gerçek hüsran ve mutsuzluk bu olacaktır. Bunun anlamıysa
cehennemden çıkamamak, dolayısıyla cennetteki mutluluğa erişememektir.
539 İbn Sînâ, Fi’l-Işk, ss. 244-247.
540 İbn Sînâ, el-Mebde ve’l-me’âd, s. 159.
541 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 219, 223.
542 İbn Sînâ, Fi’l-Işk , s. 261.
543 İbrahim Madkûr, Fi'l-Felsefeti'l-İslamiyye, Kahire: 1983, s.48.
175
İbn Sînâ felsefesinin özü, insanın Faal Akıl rehberliğinde hakikate nasıl
ulaşılacağının ve gerçek mutluluğa nasıl sahip olacağının belirlenmesinden ibarettir.544
Hikayeler bu anlamda bu hakikate diğer bir deyişle bu mutluluğa gidiş yollarını
öğretirken aynı zamanda insanın teorik (bilgi) ve pratik (ahlak) yanını dengeleyerek
“yetkinliğe” giden yolun ancak bu dengeyle yürünebileceğinin altını da çizmektedir.
544 Peker, s.88.
176
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
IV.
İBN
SÎNÂ’NIN
SEMBOLİK
HİKAYELERİNDE
AHLAK
FELSEFESİNİN BAŞLICA NAZARİYELERİ
İbn Sînâ’nın genel felsefesi içinde ahlaka çok fazla ağırlık vermediği söylense
de onun ahlakçı tarafı diğer alanlardaki başarısıyla aynı düzeyde olmadığı için
genellikle bu konuda eser vermediği gibi bir zanna yol açmıştır. Ahlak hakkındaki
eserlerinden “Risâle fî ilmi’l-ahlak” ve mutluluk hakkındaki “Risâle fi’s-sa’âde”si ile
diğer eserlerinde bulunan bu konuyla ilgili görüşleri biraraya getirildiğinde oldukça
büyük bir yekun tuttuğu görülebilir. Nefs ve onun bekası üzerinde durduğu her bölümde
ahlak hakkındaki görüşlerine rastlayabiliriz.545 Filozofumuz, “insanın ne olduğu,
nereden gelip nereye gideceği ve akıbetinin ne olacağı” gibi sorulara cevap ararken,
onun neleri değerli sayması ve neleri yapması gerektiği hususuna da bir açıklık
getirmeye çalışmıştır. Nelerin değerli olduğu sorusu, eninde sonunda bizi bir “ahlakî
değerler nazariyesi”ne, nelerin yapılması gerektiği sorusu ise “ahlâkî mükellefiyet
nazariyesi”ne götürür. Değer nazariyesinde İbn Sînâ saadetçi anlayışı savunur. O’na
göre, kendi başına yahut bizâtihi iyi (hayır) olan yegane şey, saadettir. Daha doğrusu
saadet “mutlak hayır”dır. Ahlâkî mükellefiyet nazariyesinde ise gayecidir (teleolojist).
Şöyle ki, insan neyin iyi olduğuna karar verince, fiillerini hangi gayeye yöneltmesi
gerektiği de ortaya çıkmış olur.546
Düşünürümüzün özellikle ahlak hakkındaki görüşlerinin açıklıkla ortaya çıktığı
eserleri ise “sembolik hikayeler”dir. İbn Sînâ bu hikayelerde insanın ne olduğundan
yola çıkarak nefsin nazarî ve amelî akıl güçlerinin yetkinliğini nasıl kazanacağını, insan
için asıl gaye olan “mutluluk”un nasıl elde edileceğini ve hakikate nasıl ulaşılacağını
sembolik dilde anlatmaktadır.
545 Mehmet Aydın, İbn Sînâ’nın Mutluluk anlayışı, s. 433.; Çağrıcı, İslam Düşüncesinde Ahlak, s. 97.; Kutluer,
İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, 235.; Macit Fahri, İslam Ahlak Teorileri, İstanbul: Litera
Yayınları, 2004, s. 125.
546 Mehmet Aydın, İbn Sînâ’nın Mutluluk anlayışı, s. 435.
177
Söz konusu hikayelerdeki ahlak nazariyelerini dört başlıkta inceleyebiliriz:
“hulk” kavramı, iyilik (hayr-şer), haz ve elem, fazilet, mutluluk.
IV. 1. HULK KAVRAMI
İbn Sînâ’nın “hulk” kavramına yüklediği anlamın izlerini hikayelerinde
aradığımızda karşımıza “firaset ilmi” çıkar. Daha önceki bölümlerde hem psikolojinin
hem de epistemolojinin hikayelerde karşılığı olabilecek anlam genişliğine sahip olan bu
sembolün asıl burada, ahlak karşılığında işlenmesini gerektiren neden, filozofun ahlak
anlayışının neredeyse özetini verir bir mahiyet taşımasıdır.
Firaset ilminin tanımında yer alan “insandaki dış görünüm”, herkesin evrensel
olarak paylaştığı “fıtrat” ve insanlarda farklılık gösteren “mizac’a”, “içlerinde
sakladıkları huylar” ise karakter yani “ahlak”a tekabül etmektedir. Bu anlamı pekiştiren,
birincisinin “yaratılıştan gelen huylar”, ikincisinin ise “sonradan ortaya çıkan huylar”
olarak ifade edilmesidir ki, buna göre insanda biri verili, diğeri kazanılmış iki yapının
varlığı söz konusu olmaktadır.547 Hulk kavramının bu semboldeki yerinin “sonradan
kazanılmış” psikolojik bir yapıyı işaret etmesi, doğuştan getirilen yapının da bunun
karşısında nerede durduğunu görmemizi gerektirdiğinden, burada firaset sembolünün
izlediği yöntemi izlememiz gerekmektedir. Bu yöntem, daha önce mantık için
uygulanan, buradaysa ahlaka uygulanacak olan görünenden görünmeyene, bir diğer
deyişle mizactan ahlaka gidiş yöntemidir. Biz de bu yöntemi esas aldığımızda filozofun
varmaya çalıştığı ahlakın nasıl bir nitelik taşıdığını ve hangi esaslar üzerinde
şekillendiğini görme fırsatını elde edeceğiz.
Filozofun ahlak ve mantık ilmini aynı sembolde işlemesi hikayelerin
şarihlerince de dikkate alınmış ve aralarında kurulan benzerliğin ahlakın oluşumunda
filozofun bakış açısını ortaya koyduğunu görmüşlerdir. Buna göre Firaset ilmini mantık
sembolü olarak görmekle beraber İbn Zeyle “mantık ile yalan gerçekten ve doğru
eğriden ayırt edilerek düşünce, davranış ve hareketler düzeltildiği gibi, bu bilimden elde
edilen bilgi ölçüsünde inanç ve fiillerin de düzeltileceğini, inançta doğruluk ve fiilde
547 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 43-44.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 30.
178
gerçeğe uygunluğun bu bilimdeki bilgi oranında gerçekleşeğini ”548 belirterek bu
sembolün ahlakla ilgili yanına içerik açısından bakarak doğru bilginin güzel ahlak’a
katkısına değinmiştir.
R.Tayr’ın şârihi, filozofun bu hikayenin girişinde iyi ahlaklı kimseleri dost
olarak seçmekle ilgili sözlerini şerhederken, konumuzu firaset bağlamında ilgilendiren
ahlakla mizacı da ele almaktadır. Bunları birbirinden bağımsız iki ayrı yapı olarak değil
de, ki filozofun yaklaşımı da böyledir, birbiri içine geçmiş, ancak iyi ya da kötü ahlakı
belirlemede etkili olmaktan ziyade kişinin kendini tanıması ve mizacı iyi yönde
kullanması anlamında yorumlayarak “ahlak mizaca tabidir” cümlesiyle konuya açıklık
getirmeye çalışmıştır. Mizacın oluşumunda gök cisimlerinin etkilerini, dolayısıyla
kişinin yaşıdığı coğrafyanın da etkili olduğunu belirttikten sonra, insanın iyi ahlak ve
fazilet kazanmasında doğuştan getirebileceği bir mizac ve kabiliyetin de bulunmadığını
da ekler. İyi ahlak ancak “riyazet” ve “iyi ameller” yapılarak elde edinilebilir. Şârih
burada ahlakın doğuştan getirdiğimiz kabiliyetle meydana gelmesini, firaset ilminin
“mantık” sembolü olarak anlaşılmasının nedenini de hissettirir biçimde, mantıktaki orta
terimden (hadd-i evsat) neticenin ortaya çıkışına benzetmektedir. Mantığın ilkeleri
diyebileceğimiz ilk düşünülürler’in buradaki karşılığı “mizac” ya da “kabiliyetler”dir.
İlk düşünülürler’le “mizac” arasındaki yakınlık ikisinin de “verili” oluşudur. İnsanın
bunları kazanmasında “irade”sinin etkili olmaması da mantık ile ahlak benzerliğinin bir
diğer yönünü oluşturur. Hayy bin Yakzan ve R.Tayr’ın şârihlerince orta terimi elde
etmekle karakterin oluşu arasında kurulan bu benzerlik, her ikisinin de sonuca gitmekte
kişisel gayreti gerektirmesi kadar yüce Allah’ın ihsanına da bağlı olmasındandır. İbn
Sînâ’nın bilgiyi elde etmekte düşünmeyi gerekli ancak yeterli bulmaması da bunda
etkili görünüyor. R.Tayr’ın şarihi Sâvi’nin düşünmeye benzettiği kişisel gayretin, yani
iyi ameller işleyerek kişinin siretini (gidişatını) beğenilir hale getirmesinin sonucunda
Yüce Allah’ın “güzel ahlak” ihsan edeceğini söylemesi de buna işaret sayılmalıdır.549
Burada mizacın bir nevi yetenek (kabiliyet) olarak görüldüğünü ve bu anlamda kişinin
kendisini tanıması temelinde, varolan yeteneklerini keşfetmesi, bunlardan yola çıkarak
548 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.
549 İbn Sînâ, R. Tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 130-134.
179
güzel ahlakı elde etmenin yollarını bulması gerektiği ve en önemlisi ‘iyi huy’un tabiatın
bir bağışı olmayıp bilakis kişisel gayretin bir zaferi olduğunun550 da altı çizilmektedir.
Mizacın oluşumunda ahlak anlamında sorumluluk getirebilecek bir nitelik
bulunmasa da551 filozof, hekim olarak mizac’ın ahlak açısından öneminin farkındadır.
Mizacın üzerinde şekillenecek ahlakî yapının sağlamlığı için “mu’tedil mizac”a dikkat
çekerek denge haline en yakın mizacın, hem davranış hem de bilgi açısından iyi
özelliklerin geliştirilmesine, diğer bir deyişle nefsin nazarî ve amelî yetkinliğe ulaşması
ve ahlakını güzelleştirmesine yatkınlığını552 vurgulamaktadır. Bedenin de nefs kadar
“itidal” içinde bulunması gerektiğini anlatan bu yaklaşım, ahlakın nefste yerleşmiş
köklü bir yapıyı işaret ederken bedenin de buradaki rolünün azımsanmaması gerektiğini
göstermektedir.
Doğuştan varolan ile sonradan kazanılmış ayrımının temelinde, ahlakın
değişebilir olup olmadığı meselesi bulunmaktadır.553 Buna göre İbn Sînâ, ahlakın
edinilmiş yönüyle değişebilir bir nitelik taşıdığını ve bu değişimin bir çaba ve gayretin
sonucu olarak ortaya çıkacağını hikayelerin dilinden aktarmaktadır diyebiliriz. Bu
çabaya ve mücadeleye vurgu yapan sembollerle, filozofun ahlak (hulk)’ı düşünme ve
isteme (fikir ve reviyye) olmaksızın nefsin birtakım davranışları sergileme alışkanlığı
olarak tanımlanması,554 firaset sembolünde sonradan kazanılan huyların ikinci bir fıtrat
gibi nefste kökleşmiş bir yapıya dönüşmesiyle bu gayretin bir kendiliğindenliğe
dönüşmüş şeklini birleştirdiğini göstermektedir. Hulk (ahlak) ile aynı kökten gelen
“hilkat” dış yapımızı anlatırken “alışkanlık” (itiyad) kavramını da içeren “hulk” iç
varlığımızın sabit şeklidir. Buna göre sonradan kazanılan ahlakî yapı doğuştan
getirdiğimiz tabiatımızın üzerinde ikinci bir tabiat gibidir. Bu ikinci tabiatın, ikinci bir
fıtrat halini alması, yani nefsimizde kökleşmiş bir yapı haline dönüşebilmesi için, yani
fiillerimizin ahlakî bir değer taşıyabilmesi için düşünmeye gerek kalmaksızın
kendiliğinden neş’et etmesi gereklidir. Bu kendiliğinliğin oluşması içinse gayret ve
550 M. Abdullah Draz, Kur’an Ahlakı, İstanbul: İz Yayınları, 1993, ss. 314-333.
551 Hulk-i tabîi ve hulk-kesbî tarifleri için bkz. Hüsameddin Erdem, Ahlak Felsefesi, 2. Baskı, Konya: Hü-er
Yayınları, 2003. ss. 13-14.; Hayrani Altıntaş, İslam Ahlakı, Ankara: Akçağ Yayınları, 1999, s. 14.; Ahmet Hamdi
Akseki, Ahlak ilmi ve İslam ahlakı: ahlak dersleri, Ank.: Nur yay, 1971, s. 29-30.
552 İbn Sînâ, Risâle fi’l-kelam ani’n-nefsi’n-nâtıka, ss. 197-198.
553 İlhan Kutluer, Sarp Yokuşu Tırmanmak, İstanbul: İz Yayınları, 1998, s. 171; Osman Pazarlı, İslam’da Ahlak,
2. bs., İstanbul: Remzi Kitabevi, 1980, ss. 70-71, 74-75.
554 İbn Sînâ, en-Necât, s.296.
180
mücadele gerekir. Mücadele (nefs ile nefsin güçleri arasındaki mücadele) içe nüfuz
etmeli, kökleşmeli, asıl bir huy’a dönüşmelidir ki, yalnız bu surette istenilen bir
ahlaktan değil, sahip olunmuş bir ahlaktan söz edilebilir.555
Ancak bu mücadelenin zorluğuna da dikkat çeken filozof, bedenî güçlerle “iyi
geçinmeyi Tanrı’dan niyaz etmekte” ve “bazen onların bazen de kendisinin bu
mücadelede başarılı olduğunu” söyleyerek bunun hayat boyu sürecek bir gayreti
gerektirdiğini vurgulamaktadır.556 Bu gayret kendi içinde bir cesareti de içermektedir.
“İnsanların en yüreklisi, yarın konusunda yürekli olandır. İnsanların en korkağı da
kendisini kemale erdirmekten geri durup aciz kalandır.”557
Doğuştan getirilen mizacın üstüne eklenen alışkanlıklar sonucunda ortaya
çıkan karakterin oluşumunda aklın rolünü öne çıkaran filozofumuz, iyi ve kötü ahlakı
aklın fiil ya da infial halinde oluşuna göre belirlemektedir. Beden ait güçler karşısında
aklın alacağı pozisyon onda yerleşecek karakteri de belirlediğinden bu karakterin
niteliği bize iyi ya da kötü ahlaklılığı verecektir. Buna göre iyi ahlaklılık, nazarî akıl
“denetleyen” (el-hey’etü’l-isti’lâî) amelî akıl ise “emirlere uyan” bir karakter (elhey’etü’l-iz’ânî) kazandığında, insanda aklın bedenî güçleri yönettiği bir ahlâkî karakter
oluştuğunda söz konusu edilebilir.558
Firaset ilminin ortaya koyduğu ayrımın bir diğer yönü, ahlakın sorumluluk
yönüdür ki, bu açısından “verilmiş” olanla “kazanılmış” olan arasındaki farka işaretle
irademizin ve seçme özgürlüğümüzün bu kazanılmış olanla irtibatını da ortaya
koymaktadır. İnsanın seçme özgürlüğünü, filozofun insanın alemin merkezinde “kutup”
olarak sembolize edilmesinde görmüştük. Aklın bilkuvvelikten fiilliğe geçiş yeri olan
kutup, bu imkanın yetkinleşme yeri olarak insanın çift kutuplu doğasına (karanlık ve
aydınlık yüzüne) vurgu yapmaktadır. Bu çift kutupluluk, R. Tayr’ın girişinde yer alan
hayvan metaforlarıyla anlatılırken filozofun buradan “melek ve hayvan” arasında
insanın yapacağı seçime geçmesi anlamlıdır. Zira hayvan metaforları insanın
yetkinleşmesinde örneklik teşkil etmekle beraber gaye “meleklere benzemek”tir. Burada
555 Draz, Kuran Ahlakı, s. 319.; Kutluer, Sarp Yokuşu Tırmanmak, ss. 172-173.
556 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 45.
557 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, s. 339.
558 İbn Sînâ, en-Necât, ss. 331-332.
181
insanın “melek ve hayvan” arasındaki seçiminin “akıl” dolayısıyla “irade”yle
gerçekleşeceğine değinmesi ve bu iradenin insanın hayvansal güçlerini denetleme ve
meleklere benzeme yönünde geliştirilirse, meleklerden de üstün ya da filozofun
benzetmesiyle melek sûretli insanlar olacağımızın belirtilmesi de insanın seçme
özgürlüğüne atıftır. Hayvanın içgüdüleriyle hareket etmesi, meleklerin seçimden uzak
yaratılışlarına uygun halleri, “her varlığın kendi yetkinliğini gerçekleştirme”si yönünde
doğru bir yönelişken insanın kendini gerçekleştirmesindeki akıl vergisi, onu bir ahlak
varlığı yapmakta ve sorumluluğunun da temelini oluşturmaktadır.559
IV. 2. İYİ VE KÖTÜ (HAYR-ŞER)
İbn Sînâ’nın ahlak felsefesinin temel kavramlarından biri olan iyilik ve bununla
bağlantılı olarak kötülük kavramına yaklaşımı, bir açıdan metafizik bir karakter
arzederken diğer taraftan nefs ile de ilgili bir temele sahiptir.560 Onun metafizik
görüşlerinin, ahlakın temellerinden birini oluşturduğu hatırlanırsa, burada yaptığı
açıklamalar ahlak düşüncesiyle de bağlantılı olacağından, öncelikle metafizik
görüşlerinde ortaya koyduğu iyilik ve kötülüğe bakışını görmemiz gerekmektedir.
Özellikle filozofun Tanrı görüşü, onun iyilik görüşünün merkezinde yer alır.561
Tanrı’yı Hayr-ı Mahz olarak nitelendiren İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan’da onun bu
yönünü cömertliğiyle birlikte ele alır. Tanrının vericiliğinin ilk yansıması “varlık
vermesi”dir. Varlık vermesi ise hikayede sudûr teorisinin Güneş-ışık benzetmesine
dayalı olarak “nur-ışık vermesi”yle anlatılmaktadır.562 İlk İlke olan Zorunlu Varlık,
“Allah yerlerin ve göklerin nur’udur” ayetindeki Nur’la açıklanırsa, Tanrı Bizâtihi
İyilik’tir ve ayette geçen “gökler ve yerler” hikayelerde olduğu gibi alem olarak
559 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Risale Adhaviyye fî emri’i-me’âd, s. 128.; “Fî ma’rifeti’n-nefs’in-nâtıka ve
bekâihâ”, Ahvâlü’n-nefs içinde, A. Fuad el-Ehvânî (nşr.), Kahire: 1952, s. 190.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’ttayr şerhi, ss. 145-146; Kutluer, Ahlak İlminin Teşekkülü, ss. 255-256.; Bircan, İslam Felsefesinde Mutluluk, ss. 209211.
560 Durusoy, s. 165.
561 Çağrıcı, s. 101; Necip Taylan, İslam Düşüncesinde Din Felsefeleri, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, 1994, s. 200.; Mustafa Çağrıcı, “hayır mad.”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi (s. 43-46), C.
17, s. 45.
562 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 47, 53; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 47, 49.
182
yorumlandığında, O alemdeki iyiliğin sebebidir.563 Ayetin hikayelere bu yansımasına
baktığımızda, “Güneş’in ışıklarını yayması” Tanrı’nın iyiliğini yayması’dır.564 Özellikle
Hayy bin Yakzan’da ışık almak varlık kazanmak anlamı taşıdığından, “Güneş” varlık
veren ve bu yönüyle iyilik düzeninin de ilkesi olmaktadır. “Güneş” Tanrı için, varlık
vermesi ve alemdeki tüm varlığın ilkesi olması anlamında kullanılırken, aydınlık ile
varlık aynı anlamda buluşurlar. Aydınlığın kaynağı olarak Tanrı saf iyilik olduğundan
alemdeki varlıkların varolmasının hikayedeki deyişiyle nur’u kazanmalarının sebebidir.
Onun Nuruyla karanlığı aydınlatması elbette iyi bir düzeni de beraberinde getirecektir.
Bu düzen alemde olabilecek en iyi düzendir ve bunun kaynağı da Tanrı’nın inayetidir.
İlâhî inâyet ise Tanrı’nın varoluşa sebep olan ve varolanları kuşatan bilgisidir.565
Güneş’in hikayede “Akıl”la olan bağlantısını birinci bölümde ele aldığımız hatırlanırsa,
Doğu-Batı olarak hikayede ortaya konan nizam, Allah’ın ezelî ilmi ile kastettiği hayır
ve yetkinliğin sonucudur, yani küllî nizam Tanrı’nın ilminde mündemiçtir.566 Böylece
hikayelerde güneşle sembolize edilen, “nur ayeti”ndeki ifadeyle “alemlerin Nur”u olan
Tanrı, alemdeki nizamın ve hayrın sebebidir. Dolayısıyla nurun aleme yansıması
iyiliğin yansımasıdır.567
Varoluş iyilik olduğundan varlık vermek bakımından Tanrı Kendisiyle iyidir.
Varlık vermede yetkin olan Tanrı’da herhangi bir eksiklik ve kötülüğün bulunması da
imkansızdır. Herşeye yetkinlik ve iyilik veren Tanrı’nın iyiliği alemdeki iyiliğin ilkesi,
hikayelerdeki sembollerle birleşen yönüyle Nur’ul-Envâr’dır.568 Tanrı’dan sudûr eden
herşeyin, Onun zâtına uygun olması zorunludur. Zâtı mahza hayır olan Tanrı’dan da
sudûr eden herşey hayır olur.569
Buna göre “kötülük nerede bulunmakta ve kaynağı nedir?”sorusuna cevap, bu
hayır nizamının sınırları içinde aranmalıdır.570 Nitekim aydınlığın yanı sıra karanlık da
hikayelerde yerini bu sınır içinde bulurmaktadır. İbn Sînâ’nın hikayelerinin metafizik
563 İbn Sînâ, İsbâti’n-nübüvvât, s. 49.
564 İbn Sînâ, İsbati’n-nübüvvât, s. 49 ; el-Felak, s. 116.
565 İbn Sînâ, İlâhiyyât, II, ss. 414-415.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III. s. 298-299.
566 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât III, s.137; en-Necât, s.320.
567 İbn Sînâ, İsbâti’n-nübüvvât, s. 49.
568 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 355-356.; Tefsîru ayeti’n-nûr, s. 86. ; Heath, 184.
569 İbn Sînâ, et-Ta’lîkât, s. 159.
570 Taylan, s. 201.
183
açıdan ortaya koyduğu Doğu ve Batı ayrımının da temelinde yatan aydınlık-karanlık ve
buna bağlı olarak “güneş” sembolünün işaret ettiği varlıklar, filozofun iyilik’i aydınlıknur olarak, kötülüğü ise karanlıkla sembolize ettiğini göstermektedir. Alemdeki düzeni
bir iyilik düzeni olarak yorumlaması, hikayedeki Doğu’nun saf sûretler alemi olarak
kötülüğün hiç bulunmadığı “nur ülkesi”, Batı’nın ise karanlığın Doğu’dan gelen
aydınlıkla varlık kazandığı cisim-madde ülkesi olması şeklindeki ayrımına da uygun
düşmektedir.571
Kötülüğün varlığını kabul eden anlayışının yansımasını ise, karanlığın üzerinde
bulunduğu Batı’nın en uzak noktası olan “sıcak deniz” ve “kutup”ta görürüz. Sıcak
deniz mutlak yokluk sembolü olarak maddenin karanlık yüzüyle birlikte sembolize
edilirken, kutuplardaki karanlık epistemolojik açıdan değerlendirilerek aklın bilfiilliğe
geçmemiş bilkuvve halini, dolayısıyla bilgisizlik halini sembolize etmektedir.572
Filozofun kötülüğe yüklediği anlamla örtüşen bu semboller, kötülüğün varlığını
göstermekle birlikte “mutlak kötülüğe” işaret etmezler. Nitekim bununla bağlantılı
olarak mutlak yokluğun da varlığını kabul etmemesi, maddenin sûretsiz varlığıyla
ilişkili olarak birinci bölümde ele alınmıştır.
Buna göre mutlak karanlığın varlığını kabul etmeyen İbn Sînâ, hikayelerde
aydınlığın bulunmadığı bir yerden değil, aydınlığın başka yerden gelerek karanlığı
aydınlatmasından, başka bir deyişle kalıcı bir karanlıktan değil aydınlıkla yer değiştiren
bir karanlıktan573 söz etmiş olmaktadır. Aydınlıkla sürekli yer değiştiren karanlık’ın
filozofa göre bulunduğu tek bölge, Batı’da yer alan ayaltı alem (el-felekü tahte’l-kamer)
‘dir. Ayaltı alem mümkin varlıkların yeri olarak aydınlığı ayüstü alemden “ödünç”
olarak alır. Çünkü mümkin varlıkların yok iken varlığa gelmeleri ve kendiliğinden
zorunlu varlık olmadıklarından yok olma imkanını taşımaları, beraberinde kötülüğü de
getirir. Maddenin tabiatının yokluk olması ve form (biçim) la “var” olması, ayaltı
alemdeki oluş ve bozuluşu gerekli kılmaktadır. Maddenin karanlık, harabe ve çorak
olarak nitelendirilmesi, burayı imar edenlerin oraya “bir parça ışık getiren garipler”
(sûretler) e benzetilmesi ve burada sürekli bir mücadele ve çekişmenin olması ayaltı
571 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 47, 52-53; Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, ss. 293-294.
572 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 46, 47.
573 İbn Sînâ, el-Felak, s. 118.
184
alemdeki oluş ve bozuluşu anlatan sembollerdir. “Bu yer fitne, savaş, düşmanlık ve
çekişmeyle doludur. Bu iklim iyilik, sevinç ve mutluluk (behcet)’u uzak bir yerden elde
eder ve onu ödünç olarak alır”.574 Yukarıda belirttiğimiz gibi yokluk, ancak başka bir
varlık ya da daha fazla yetkinliğin bunun yerini alması içindir. Bu da ancak filozofun
“çatışma ve öldürme” olarak sembolleştirdiği “kötülük” ile “iyiliğin” birlikte
bulunmasıyla mümkün olmaktadır. Burada yerleşikliğin ve huzurun bulunmaması,
kötülüğün bilfiil bulunduğunu gösterse de bu bölgede bulunan varlıkların erdemli
(fazîlet) olmaları, ancak cisimlerin hareketlerinin çokluğu-çeşitliliği ve buna bağlı
olarak çatışmaları (müsâdemât) sonunda kendilerine bir çeşit kötülük (şerrün mâ)
ilişmesiyle mümkündür.575
İbn Sînâ, alemde kötülüğün bulunduğunu yadsımaz ve bu var olan kötülüğün
az ve izâfî olmakla birlikte gerekli olduğunu da belirtir ki, inayet prensibi gereği
alemdeki varolan iyilik düzeninin devamı da neredeyse buna bağlıdır. Filozofun ayaltı
alemi sembolize ederken çizdiği resim bir kargaşa resmi olsa da, burada türlerin
meydana gelmesi, buranın “otundan yiyip suyundan içenin bambaşka bir sûrete
bürünmesi”yle gerçekleşir. Sûretler arasındaki “yer kavgası” kötülük gibi görünse de bu
çorak iklimin sürekli imarı, maddî unsurlar arasındaki zıtlık ve çok olan unsurun
kendindeki tabiî güçlerle az olan unsuru etkilemesi, bu alemdeki bitki, hayvan ve insan
gibi değerli türlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.576 Filozof alemdeki iyilik
düzenin varoluşunu kuşatıcı olarak bilen bir aklın, mümkün varlıkların zorunlu olarak
bu nevi kötülükle beraber varolmaları gerektiğini bileceğini söylerken, böyle bir aklın,
varlığın bu kısmının kötülüksüz var olamayacağını zorunlu göreceğini belirterek
mümkin varlıkların belli bir kısmında kötülüğün feyezanının zorunlu olduğu sonucuna
ulaşır. Az ve zorunlu olan bir kötülükten dolayı çoğunlukta olan iyiliği terketmenin
daha büyük bir kötülük olacağını da ifade eder.577 Dolayısıyla Doğu ve Batı olarak
sembolleşen alem, aydınlık bir alemdir. Batı da güneşten uzak olmakla birlikte
aydınlıktır, ancak bu aydınlık sürekli olmayıp zaman zaman yerini karanlığa bırakır.
Ancak bu durum alemdeki aydınlık düzeni bozacak kadar baskın bir hal almaz.
574 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.
575 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 417,439-440; et-Tabiîyyât, s. 116; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 299-300;
el-Felâk, s. 116; er-Risâletü’l-‘Arşiyye, s. 33.
576 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 46-47.
577 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 418; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 299-301; er-Risâletü’l-‘Arşiyye, s. 41.
185
Alemin mümkün olan en güzel biçimde yaratıldığı görüşüne dayanan bu görüşe
göre, alemin şu anda olduğundan daha mükemmel olması mümkün olsaydı o, yine de şu
andaki alemden başka bir alem olmazdı. Bu düzenin gerektirdiği kötülük de hikmetten
hâli değildir. Çünkü kötülüğü yaratan da varlıkları iyi olan şeylerdir. Bu yüzden iyiliğin
bittiği yerde kötülük ortaya çıkar veya gizli kalır. Şu halde az bir kötülükten dolayı
bütün iyiliği terketmesi, Tanrı’nın cömertliğine yakışmaz. Çünkü zorunlu ve az olan
kötülük alemin düzenine sebep olan bilgiye ilişen (lâzım) bir şeydir. Bu durumda
varlığa az bir kötülük lazım gelmiştir, çok ve büyük olan iyilik karşısında az bir
kötülüğe göz yummaksa daha büyük bir iyiliktir.578
Kötülüğün varlığına göre alemi kötülüğün bilfiil bulunduğu ayaltı alem ve
kötülük ve fesattan uzak ayüstü alem olarak ikiye ayıran filozufumuz, ayaltı alemi
yukarıda aktardığımız gibi hikayelerinde bir kargaşa, mücadele yeri olarak resmederken
ayüstü alemde böyle bir mücadele ve huzursuzluktan eser yoktur. “Ne var ki,
bayındırlık hali bu ülkede kalıcıdır, oraya gelip yerleşmiş olan yabancılar arasında
savaş yoktur.”579 Batı sınırları içinde yer alan Gök cisimlerindeki aydınlık Doğu’dan
alınmış olmakla beraber burada çatışmanın ve birbirinin yerini almanın söz konusu
olmamasını, yani bayındırlığın kalıcı olması, aydınlığını (iyiliğin) karanlığın yerini
kalıcı biçimde aldığını gösterir. Hikayedeki deyişle, “buradaki yerleşiklik bir karar
üzere devam eder”. Gök nefsleri tarafından imar edilen bu yerde aydınlık karanlığa
baskın gelmiş ve iyilik bilfiil buraya yerleşmiştir. Tanrı’nın kaza yoluyla yaratttığı
ayüstü alem, kötülüğün fiilen mevcut olmadığı metafizik varlıklar alanıdır. Gökyüzüyle
yeryüzünün bitiştiği yerde başlayan bu alemden kötülüğün bilfiil mevcut olduğu ayaltı
aleme “emirler” (kader) gelir. Buranın sâkinleri rûhânî melekler (Gök Akılları ve
nefsleri)’dir. Böylece Doğu’yu saf sûretler melekler ülkesi (nur ülkesi) olarak sembolize
eden filozof dolayısıyla Doğu’yu kötülüğün bulunmadığı ayüstü alem olarak da
sembolize etmiş olmaktadır.580 Tanrı’nın “kaza” yoluyla yaratmış olduğu ayüstü alemde
kötülük mevcut olmazken “kader” yoluyla yaratılan ayaltı alemde kötülüğün
mevcudiyeti, hikayede maddeye ve oluş-bozuluşun kendi içindeki hareketliliğine
578 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 419-421; er-Risâletü’l-‘Arşiyye, ss. 37-38, 40.; “Fî Sırrı’l-kader”, etTefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’s-sûfiyye fi felsefeti İbn Sina içinde (s. 302-305), Hasan Âsi (neşr.), Beyrut:1983, s.
303.; Fî’l-Işk, s. 255.
579 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 47.
580 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 49.; R. Tayr, 342.; Nasr, s. 299.
186
bağlanmıştır. Kaza’yı değişmeyen ve bir kanun üzerinde giden bir hüküm, kaderi ise
değişmeye açık oluşuyla ve sebeplerin çokluğuyla açıklayan filozof, kötülüğün tesadüf
kabilinden meydana gelmesini ise “araz” kabilinden değerlendirmektedir.581 Bu îzahlar
gösteriyor ki, iyilik doğrudan, bizzat, kötülük ise dolaylı, bi’l-araz olarak istenmiş ve
bir bakıma onun varlığına rızâ gösterilmiş gibidir. Nitekim filozofumuza göre, “Allah
şüphesiz her şey için bir ölçü (kader) kıldı.” (Talak,3) ayeti de bu duruma işaret
etmektedir.582
Düşünürümüz âlemde kötülüğün bulunduğunu, fakat “ârizî ve izâfî” olduğunu
kabul etmektedir. Bu durumda âlemde aslolan iyiliktir. İyiliğin bu baskın hali karanlığın
sadece Batının uç noktasında maddeyi sembolize etmekte kullanılmasına rağmen
Batı’dan Doğu’ya doğru ışığın heryere hakim olmasında da görülmektedir. Ancak
tabiatında bilkuvvelik ve yokluk bulunan madde, mevcut ârizî kötülüğün kaynağıdır. Bu
nedenle maddeyi sembolize eden harabe iklimden doğan ırmaklar, yokluğu sembolize
eden “sıcak deniz”e kaynaklık ederler.583 Ancak madde bir kötülük tanrısı değildir.
Çünkü İbn Sînâ metafiziğinde Tanrı’nın dışındaki bütün varlıklar mümkün varlıklardır.
Bu nedenle O’nun dışındaki her şeyde kötülük bilkuvve mevcuttur. Hayr-ı Mahz (sırf
iyilik) sadece Tanrı için söz konusudur. Mümkün varlıkların yokluk ihtimali taşıması
bütün kötülüklerden uzak olmasına izin vermez. Bu bakımdan, kötülüğün bilfiile çıktığı
yer madde ve maddeyle ilişkisi bulunan varlıklar alanı, yani Batı’dır. Kötülüğün
varlığını da temelde “yokluğu ve sûret”i eşit derecede kabul etme yeteneğine sahip olan
maddeye bağlayan filozof, bununla birlikte fâil sebebin de kötülüğün varlığını
gerektirdiğini söyler. Fail sebepten maddî şeylerin varoluşuyla maddenin bütün etkilere
açık olması ve faal güçlerin de tabiatleri gereği yapacakları fiillerin aksini yapmaları
mümkün oldığından ateşin yakma özelliği bulunmaksızın yaratılması düşünülemez.584
Yokluğu kötülük olarak yorumlayan filozofumuza göre mutlak yokluk (elademü’l-mahz) mutlak karanlık anlamı taşıyacağından böyle bir durumda kötülüğün
herşeyi kuşatması beklenirdi ki, karanlıkla aydınlığın birlikte bulunduğu alemden
581 İbn Sînâ, eş-Şifâ, İlâhiyyât, II, ss. 417, 439-440.; el-İşârât,III, s. 299-300.; Risale Arşiyye, s. 33.
582 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 421.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, s. 305.; el-Felâk, s. 116.; er-Risâletü’l‘Arşiyye, ss. 40, 42.
583 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.
584 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 416-417, 420.; Fi’l-Işk, s. 224.; el-Felâk, s. 116.; er-Risâletü’l-‘Arşiyye, s.
39.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, 299-301.; et-Ta’lîkât, s. 21.
187
yukarıya doğru aydınlığın arttığı bir iyilik düzeninde bu söz konusu değildir. Bu
durumda mutlak yokluktan kaynaklanan kötülükten değil, iyiliğe karşıt olan ve onun
ortaya çıkmasına engel olan varlık (zât) bakımından “yokluk” (adem) tan söz etmek
gerekir. Her yokluğu da kötülük olarak görmeyen İbn Sînâ, yalnızca şeyin tabiatının ve
türünün gerektirdiği “güç ve fiiller” demek olan “ikinci yetkinlikler”in (el-kemâletü’ssâniyye) yokluğunun kötülük olduğunu vurgular. “Ârızî” olan “kötülük” ise şeyin ikinci
yetkinliğinin yok edilmesi (i’dâm) veya onun bilfiil varolmasına engel olan şeydir.585
Yukarıda anlatılanlar ışığında görüyoruz ki varlık nötr bir gerçeklikten öte bir
değer taşımaktadır. Buna göre varolmak iyi’dir ve alemdeki herşey varoluşa yönelir.
Her varlık hangi imkan, gaye, sınır ve potansiyel içinde yaratılmışsa onlara ulaşmaya
veya fiili hale getirmeye yönelir. İyilik (el-hayr), böylece her varlığın kendini
tamamlayıp yetkin şekilde gerçekleştirme “gaye”sini de içinde taşır. Teleolojik bir bakış
açısını da beraberinde getiren bu anlayışa göre, her varlıkta tabîi bir arzu ve yaratılıştan
getirdiği bu yönelişin motivasyonu “aşk” ile gerçekleşirken586 bu cazibe gücünün nefs’i
yönelttiği istikamet aydınlık alemi, Doğu’yu, gökleri gösterir. Aydınlık aleme yöneliş
iyiliğe yönelişin ifadesidir.587
Buradan insan’a geçtiğimizde görüyoruz ki, iyilik ve kötülük kavramlarına
filozofun yaklaşımı ahlakî bir anlama yönelerek metafizik görüşleriyle de bağlantılı
olarak şekillenmektedir. Buna göre bedene ve nefse ait olmak üzere iki çeşit kötülüğün
varlığını kabul eden İbn Sînâ, bedene ait kötülüğün maddeden kaynaklandığı görüşüne
devam eder ve bu itibarla bunu gerçek kötülük olarak görmez. Ancak bazı dış
sebeplerden dolayı bedende ortaya çıkan kötülük onun bir karakteri (hey’et) hâline
gelirse, bu durum nefs için gerekli olan “iyilik yeteneğine” (isti’dâd) engel olacaktır.
Ona göre gerçek iyilik ve kötülük bizzat nefsin özüyle ilgili olan iyilik ve kötülüktür.
Hikayeler nefs’in hikayesi olduğundan buradaki iyilik ve kötülük sembolleri, sonuçta
nefs’in iyiliği ve kötülüğünü anlatmaya matuftur. İyilik ve kötülüğün sonuçları,
ölümden sonra varlığını sürdürecek olan nefs’i etkileyeceğinden gerçek iyilik ve
kötülük nefs açısından daha çok önemsenmektedir. Ancak nefsin bedenle beraber
585 İbn Sînâ, eş-Şifâ, İlâhiyyât, II, s. 417.
586 İbn Sînâ, Fî’l-Işk, s. 244-247; Kutluer, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, ss. 141-143.
587 Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, s. 293.
188
olmasının getireceği “akîdevî ve ahlakî” hatalardan korunması ve böylece yetkinleşmesi
de aslında nefsin taşıdığı bir imkandır ve iradesi dahilindedir.588
Metafizik
açıdan
iyiliğin
aydınlık
kötülüğün
ise
karanlık
olarak
sembolleşmesinin nefs’e yansıması, bedenin madde olarak karanlığı, nefsin ise
maddeden mufarak yönüyle aydınlığı işaret etmesi şeklinde gerçekleşir. Buna göre
insan nefs ve beden yapısıyla aydınlığın ve karanlığın buluştuğu yerdedir.589 Kutup
sembolü burada bu yönden de anlam kazanmakta ve karanlıktan aydınlığa geçiş bir
diğer deyişle aydınlanma, nefs için aklî aleme Doğu’ya yönelme ve yetkinliğini
kazanma anlamını taşımaktadır. Bilkuvvelik bu anlamda maddeyi ve karanlığı
gösterirken bilfiillik aydınlığı ve nefsin potansiyelini gerçekleştirmesini anlatmaktadır.
Nefs için yetkinleşmenin anlamı hikayelerde iyilik sembolü olarak bu şekilde kendini
gösterirken nefsin bedenle meşguliyeti, onunla birlikte var olmuş olması onun iyiliğe
yönelişini engelleyen ve onu aslî tabiatından uzaklaştıran yönüyle karanlıkta kalmak ve
bedenî güçlerin hakimiyeti altına altına girmek, dolayısıyla nefs için kötülük anlamı
taşıyacaktır.590 Bunun için bedenî güçlerin denetlenmesi nefsin tabiatındaki bu iyiliğe,
yetkinliğe (kemale) yönelişin gerçekleşmesinde hayati bir önem taşıdığından hikayeler
ahlakî bir değer olarak “iyi”nin gerçekleştirmesinde nefse arkadaşlık eden güçlerin
kontrolünü öncelikli gereklilik olarak ortaya koyar. Ölümden sonra da varlığını devam
ettirecek olan nefs için asıl iyilik uhrevî hayatta kazanılacak mutluluğa götürecek
“metafizik bilincin” kazanılması olduğundan buna yönelik her çaba, aydınlığın biraz
daha artması demektir.
Nefsin bedenî güçlerinin “şeytan”la sembolize edilmesi ve şeytanla kötülüğün
birbirini çağrıştıran yönleri birleştiğinde “şeytan”ın hikayelerdeki yeri ile filozofun
kötülük anlayışının bu güçler açısından dolayısıyla ahlak açısından önemi de ortaya
çıkmaktadır. Maddenin kötülüğe kaynaklık etmesinin insana yansıması nefsin bedenle
birlikteliğinin nefs için de bedenî güçlerin bu kaynaklığı yapması anlamına gelmektedir.
“Şeytan” sembolünün Kur’an kaynaklı oluşu, Hayy bin Yakzan’da nefs’e kötülükleri
iyi, kötü işleri güzel gösterip kandırmaya çalışan, beğenilmeyecek hareketleri, isyan ve
588 İbn Sînâ, eş-Şifâ, İlâhiyyât II, s. 422; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, ss. 302-303, 311.; bkz. et-Ta’lîkât, s. 47.
589 İbn Sînâ, el-Felak, 118-119.; Okumuş, ss. 253-254.
590 İbn Sînâ, el-Felak, s. 118, 120.
189
günahları ona beğendirmeye çalışan591, aynı şekilde Salamanın karısının şeytanın
emrine girmiş nefs-emmareyi sembolize ederek Absal’ı kötülüğe yönlendirmek için
entrikalar çeviren yönüyle yer almasına,592 dolayısıyla da “kötülük”le birarada
anılmasına neden olmaktadır. Şeytan’ın nefs’i kötülüğe yönlendirmeye çalışan bir güç
olarak ahlakî açıdan yorumlanmasının yanı sıra filozofun psikoloji anlayışında bedenî
güçleri sembolize etmesi, “bedene yüklenen anlam”la ilişkilidir. Buna göre bedenin
karanlığı bu güçler tarafından yansıtılmakta ve nefs’in kontrolü olmazsa aşağıya, madde
alemine çeken bir niteliği kazanmasına sebep olabilecek potansiyeline dikkat
çekmektedir. Ancak filozofumuz bu sembolü daha önce de incelendiği üzere nefs’in
bedenden bağımsız varlığına karşılık bu güçlerin ölümle yok olacakları vurgusuyla
kullandığından mutlak anlamda kötülük güçlerinden söz ediyor olamayız. Bu açıdan
baktığımızda, bu güçlerin “nötr” varlıklarına karşılık nefs’le olan ilişkileri söz konusu
olduğunda nefs’in yetkinliğine hizmet etmek ya da tersine engel olmak gibi bir
fonksiyon taşırlar ki, buna göre de hikayedeki sembolleri de değişmekte; “şeytan” ya da
“peri” olabilmektedirler. Bunun gerçekleşmesi ise nefs’in bu ilişkideki rolüne bağlı
olacağından bu güçlerin kendi başlarına birer kötülük sembolü olmalarından öte nefs’in
alacağı tavır önem taşımaktadır.593
Filozofa göre gazabî ve şehvânî güçlerin fiilleri, yapana (fâil) göre yetkinlik ve
iyilik olurken, onlardan etkilenene (münfa’il) göre kötü olmaktadır. Tabiatı gereği
zulmetmek ve üstün gelme (galebe) gazabî güç için bir yetkinlik ve iyiliktir. Mağlub ve
mazluma göre zayıf olmak kötülüktür. Gazabî gücü dengelemek, nefsin (en-nefsü’nnâtıka) bizâtihi yetkinliği ve iyiliği, dengeleyememesi ise kötülüğüdür. Filozofumuz
sembolik hikayelerinde bedene ait güçleri (gazab, şehvet, vehim) “nefsin kötü dostları”
olarak nitelendirir.594 Ancak buradaki kötülük bizatihi bu güçlerin varlığı ya da
yetkinliği ile ilgili olmayıp nefs-i natıka’nın bu güçleri yönetmekten aciz kalması ve
onlar karşısında mahkum olması durumunda bu güçler nefsin amelî yetkinliğini
kazanmasına engel olacağından, bu konuda uyarı niteliğinde bir benzetmedir. Aynı
zamanda kötü ya da iyi olma potansiyeli taşıyan bu güçleri denetleyerek yetkinliğe
591 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 50-51.
592 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54-56.
593 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 49-50, 51.
594 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.
190
ulaşacak olan nefsin bu güçleri denetlemesi iyiliği, tersi durum ise nefs açısından
kötülüğü ortaya çıkarır. Hayy bin Yakzan hikayesinde nefsin bedenî güçler için “iyi
komşuluk ve iyi geçinme” niyaz etmesi, onlar üzerinde kurduğu denetimin kendisi için
iyilik olacağı tersi durumun nefsin güçlerinin değil, nefsin kendi kötülüğü olacağına
vurgudur. Ancak bu güçlerin insanın varlığını devam ettirmesi açısından kendi
yetkinlikleri olan güç ve fiillerinin muhafazası bu güçler açısından iyiliktir595.
İnsanın dikkatsizliğinden dolayı bedeninin hastalanması gibi, nefsin ölümden
sonraki cezası da (ikâb) kendi hatalarının bir sonucudur (lâzıme). Nefsin yetkinleşecek
biçimde yaratılmasına rağmen bazı nefsler metafizik açısından bilgisiz kalabilir. Nefsin
ayaltı alemde bedenle birlikte varolması ve bedenden ayrılması kendi iradesi dahilinde
değildir, fakat ölümden sonrası için gerekli yetkinliği kazanması ve yetkinliğini
kazanmaması demek olan kötülükten uzaklaşması kendi iradesi dahilindedir.
Dolayısıyla nefs, iradesi dahilinde bulunan şeyden sorumludur. Bu sorumluluğu,
R.Tayr’ın girişinde nefsin “melek”le “hayvan” arasındaki seçiminin aydınlıkla karanlık
arasındaki seçime, yani iyilikle kötülüğü seçme hürriyetinin “akıl” sahibi insana verdiği
sorumluluk ve iradeye bağlanması anlatmaktadır.596
Her varlığın kendi tabiatına uygun davranışı onun yetkinliği, iyiliği olduğu gibi
insanın da tabiatına uygun olarak ona verilen aklı doğru kullanması onun yetkinliği,
iyiliği olacaktır. Aklı olmadığı için kendi yaratılışına uygun davranan hayvandan daha
aşağı bir mertebeye düşmesi ya da şehvet ve gazab güçleri bulunmayan melek
özelliklerine bürünmesi, nefsin bedenî güçleri denetleyerek amelî yetkinliği kazanıp
kazanamamasına bağlıdır.597
Nefsin kendisi için iyilik olan yetkinliğini kazanmasını iradesine bağlayan
filozof, bu iradeyi “meleklere benzeme” yönünde kullanması gerektiğini söylerken
insanın melek yönünün ortaya çıkarılmasının ondaki aydınlığın etkinleştirilmesi
anlamını taşıyacağını, hayvânî güçlerin etkisi altında kalmanın ise karanlığın artması,
insandaki yetkinliğin gerçekleşmemesi anlamına geleceğini anlatmak istemektedir ki,
595 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât II, s. 455.; Risâle Fî's-saâde, s. 19.; Fi’l-Işk, s. 256.; Fî sırrı’s-salât, s. 209.
596 İbn Sînâ, R.Tayr, s. 339; İslam Felsefesinde Sembolik Hikayeler (R.Tayr şerhi) ss. 145-146; eş-Şifâ, İlâhiyyât, II,
s. 422; el-İşârât III, ss. 302-303, 311.; bkz. et-Ta’lîkât, s. 47.
597 Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 145-146.
191
bu da ölümden sonraki mutluluğu etkileyen ve engelleyen yönüyle nefs için kötülük
demektir.
Bu durumda bedenle beraberken nazari ve ameli akıl güçlerine ait yetkinlikleri
kazanmış olan bir nefs için, sonsuz mutluluğa açılan bir kapı demek olan ölümle
bedenden ayrılması, bir kötülük değil, aksine kazanılan yetkinliklerin karşılığının
alınması itibariyle bir iyiliktir. Ancak ölüm, yetkinleşmemiş nefsler için bir kötülüktür
ki, zaten düşünürümüze göre bunların sayısı çok azdır.598 Bu nedenle olsa gerek
filozofumuz “diri ve canlı kalabilmek için (hayatın) zehrini için. İyi bir hayata erişmek
için de bu dünyadan ayrılmayı arzu edin”599 der. Yetkinlik kazanmış bir nefs için ölüm,
daha iyi bir hayata (mutluluğa) kavuşmasında onun açısından kötülük değil iyilik
olacaktır. Sonuç olarak nefsin bedenle beraber varolması varlık açısından bir kötülük
değildir, ancak kendi tabiatının gerektirdiği ikinci yetkinlikleri kazanmaması bir
kötülüktür.
Ahlakî açıdan bakıldığında görülmektedir ki iyilik ve kötülük nefsin amelî
yetkinliğe ulaşıp ulaşmamasına bağlıdır. Her varlığın kendi yetkinliğine yönelmesi fıtrî
olmakla birlikte insan için bu iyiliğe ulaşma bir çaba ve gayret gerektirmektedir.
İnsanda da fıtrî olan kendini yetkinleştirme isteği ve arzusu iradesini kullanmasına
bağlanmış ve varlıktaki bu yetkinleşme arzusu ve aşkının benzeri bir yönelişin de
insanın nazarî ve amelî yetkinliğini gerçekleştirmek için eksiklik, noksanlık ve kötülüğü
barındıran maddî tutkulardan arınıp yetkinlikte, iyilikte ve güzellikte mutlak
mükemmelliğe sahip olan Tanrı’ya benzemeye çalışmayla gerçekleşeceği ortaya
konmaya çalışılmıştır. Hikayelerde ortaya konan bu gaye, nefs’in “güneş” olarak
sembolleşmesini beraberinde getirirken nazarî ve amelî yetkinliğe ulaşması ise
“melekleşmesi” (yeryüzü melekleri) demektir. Meleklere benzemenin nazarî açıdan
Gök Akıllarına benzeyerek onlar gibi ma’kulleri tasavvur ederek nazarî yetkinliği
kazanma, amelî açıdansa Gök nefslerine benzeyerek onların Gök cisimlerini varlığın
devamı için harreket ettirmeleri gibi bedenini iyi işlerin sadır olması ve insanın ve
toplumun adalet üzere işlemesini sağlamak için kullanma amacı içinde olmalıdır. Gök
598 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât II, s. 422.; es-Semâü’t-tabiî, ss. 40,73,76.; el-İşârât ve’t-tenbîhât III, ss. 302303,311.; el-İşârât ve’t-tenbîhât I, s. 506.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, III, s. 309-310.; et-Ta’lîkât, s. 47.; Durusoy, ss.
165-171.
599 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, s. 339.
192
Akılları ve Gök nefsleri aşkla Tanrı’ya benzemeye çalışmaktadırlar. Tanrı’ya ve
meleklere benzeme kendini “güneş ve melek” sembolleriyle gösterirken yetkinliğe
ulaşmada bu ahlaki gaye, iyiliğin sebebi olan Tanrı’ya benzemeyi içinde taşıdığından
bunun için gösterilen çaba ve gayret de beşer nefsi için iyilik olacaktır.600
Sonuç olarak diyebiliriz ki, iyiliğin aydınlık, kötülüğün karanlıkla sembolize
edilmesinin nefs’e yansıması onun da ait olduğu alemden bir “nur” olmasıdır. Hatta
müstefad seviyeye ulaşması onun saf akıllara benzeyerek güneş olmasını da mümkün
kılmaktadır. Aynı şekilde melekle sembolize edilen nefs, bu anlamda iyilik aleminin bir
üyesi de olabilecektir. Ancak bedendeki güçler onun bu aydınlığa yönelen tarafını
karanlıkta bırakmak için şeytanları seferber etmekte melekle şeytanın savaşı bu kez
iyilikle kötülüğün savaşına dönüşmektedir. Ancak hikayelerin nefs’i aydınlık tarafa
yöneltmesi ve bedenin denetiminin bu yönelişin başarıya ulaşması için bir şart olarak
ortaya konması, iyiliğin dünyasına nefsin tabîi yönelişini açıklamaktadır. Ancak
belirtilmesi gereken şey, filozofun aydınlık ile karanlığın eşit durumda olmayıp
aydınlığın baskın olduğu yönündeki vurgusudur. Bu nedenle hikayelerdeki iyilik ve
kötülüğün eşit güçler şeklinde değerlendirilmesi filozofun felsefesine uygun
düşmemektedir. Aydınlığın Batı’ya da ulaşmakla birlikte oradaki düzenin, bu sonradan
kazanılan aydınlıkla karşılaşan karanlık sebebiyle huzursuzlukla resmedilmesi, buradaki
değişimin, bu düzenin bir parçası olması dolayısıyladır.
IV. 3. HAZ VE ELEM
İbn Sînâ haz ve elemi idrak güçlerine bağlı olarak açıkladığından hikayelerde
bu kavramların sembollerini, idrak güçlerine işaret eden sembolleri göz önünde
bulundurarak incelememiz gerekmektedir. Bu sembollerin hikayelerde aldığı yer
filozofun bu konudaki görüşleriyle şekillendiğinden burada belirtmemiz gereken nefs
merkezli açıklamaların bu açıdan da devam ettiği ve ‘nefs’in nazarî akıl gücüne de
(nefs-i nâtıka) işaret etmesinin bu konuda bize yol gösterici olacağıdır.
600 İbn Sinâ, Risâle Fî’l-Işk, ss. 263, 264.; Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 257.
193
Bu açıdan baktığımızda İbn Sînâ’nın haz ve elem kavramlarına yaklaşımının
hikayelerin kahramanlarının sevinç ya da sıkıntı halini anlatan
ifadelerde ortaya
çıktığını görürüz. Filozofun haz tanımı, idrak güçleri ile bu idrak güçlerine konu olan
şey arasındaki uygunluk’ (mülâim, muvâfık) a göre belirlenmekte ve buna göre her bir
idrak gücünün kendi tabiatına uygun gelen şeyden “haz”, uygun gelmeyeninden ise
“elem” doğmaktadır. Haz ve yetkinlik arasında kurduğu ilişki sonucunda, idrak
gücünün kendisine haz veren şeyi idrakle yetkinleştiğini, idrak edememekle eksildiğini
dolayısıyla yetkinliğini kaybettiğini belirtmektedir. Bu nedenle idrak gücüne haz veren
ve onu yetkinleştiren şey, onun için “iyi” (hayr), ona elem veren ve onu eksilten şey ise
onun için “kötü”dür (şerr). Aynı zamanda idrak güçlerinin yetkinleşmesinde idrak
gücünün bilfiil haz duyması onun mutluluğu (saâdet), elem duyması ise mutsuzluğudur
(şekâvet) 601. Ancak belirtilmesi gereken aklî idrak dışındaki haz ve elem ahlakî açıdan
değil bu güçlerin yetkinliği açısındandır. Nitekim ileride de göreceğimiz üzere gerçek
haz ve elem aklî haz ve elemlerdir. Bu nedenle hikayeler bu haz ve mutluluk üzerinde
durmakta ve semboller daha çok burayı işaret etmektedir. İyilik ve yetkinlik’in
hikayelerde nefs’in yolculuğu ile bağlantısı hatırlandığında bu yolculuğa çıkıştan
yolculuğun kendisine, oradan yolculuk gayesinin gerçekleşmesine kadar nefs’in bedenî
güçleri ile ilişkisinde akıl gücünün yaşadığı sevinç ve sıkıntılar konumuzu
oluşturacaktır. Buna göre hikayelerin kahramanı olan nefs’in içinde bulunduğu duruma
verdiği tepkiler “sevinç” halini yansıtıyorsa haz, “sıkıntı” halini yansıtıyorsa “elem”den
söz ediyor olacağız.
İnsânî idrak güçlerinin dışındaki idrak güçlerinin her birinin kendilerine uygun
gelenden aldıkları haz ve mutluluk nefsin bedenle birlikteyken hissettiği haz ve
mutluluktur. Dolayısıyla bu hazları idrak eden güç ve fiillerin varlığı bedene bağlı
olduğu gibi bunları hissetmek de bedene bağlıdır. Bu itibarla hissî idrak güçlerine ait
hazlar ve karşıtı olan elemler hissî yani bedenî elemlerdir.602 Nefs’in arkadaşlarıyla,
kuşun da tuzakta bulunduğu zamanlar, bu güçlerin hazlarını ya da elemlerini yaşadığı
zamanlardır.
601 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 369-370, 424.; Risâletü Adhaviyye fî emri’l-me’âd, ss. 112-115.; el-İşârât
ve’t-tenbîhât, IV, ss. 11-12, 14-15.; et-Ta’lîkât, s. 87.
602 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 423, 370.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, ss. 14-15.; Risâletü Adhaviyye fî
emri’l-me’âd, ss. 112-114.; ‘Uyûnu’l-hikme, s. 59.
194
Hazları hissî ve aklî olmak üzere ikiye ayıran filozof, “akıl dışındaki idrak
güçlerinin kendine uygun idraki” olarak belirlediği hissî hazları da kendi içinde ikiye
ayırır: a) Zâhirî hissî hazlar; yemek, görmek, duymak ve benzeri dış idrak güçlerine ait
hazlar. b) Bâtınî hazlar; umut, heyecan, korku gibi vehim ve tahayyül gücüyle alakalı
gazabî ve şehevî tasavvurlar. Aklî hazlara gelince onlar, aklın idrakine konu olanı
uygun bir şekilde idrak etmesi ve kendine özgü fiilleri yetkin bir şekilde
gerçekleştirebilmesidir.603 Bu da nefsin beden memleketinden ayrılması ve aklî aleme
yolculuğu anlamını taşımaktadır.
Hissî hazları da kendi içlerinde, değer ve tercih bakımından bir hiyerarşi içinde
değerlendiren filozofun hikayelerinde bu bakış açısını, bu güçlerin akla yakınlıklarıyla ve
bununla birlikte metafizik açıdan Doğu’ya yakınlık ve uzaklıklarıyla belirlediğini görmemiz
mümkündür. Ancak hikayelerinde hissî hazları bir bütün olarak değerlendiren İbn Sînâ, bu
güçlerin alacağı hazları derecelendirmek yerine aklî hazzın en yüksek olduğunu ihsas ettiren
bir anlatım biçimiyle yetinmektedir. Filozof, iç idrak güçleriyle idrak edilen hazların (ellezzâtü’l-bâtıne) dış idrak güçleriyle duyulan hazlardan (el-lezzâtü’l-hissiyye) çok daha üstün
ve tercihe şayan olduğu görüşünü savunmakla birlikte akıl gücünün hazlarının daha üstün ve
tercih edilmeye daha layık olduğundan mutluluğu bayağı hazlarda arayan avamî bir vehme
sahip olduklarını ve onları ciddiye almamak gerektiğini belirtmesidir.604 Bu nedenle
hikayeler söz konusu avamî vehmi aşmak için aklî hazların tercihinde alınacak hazzı
resmederek buna yöneltmektedir.
Her ne kadar hikayelerde aklî hazlara öncelik verilerek üstünlüğü vurgulansa
da İbn Sînâ’nın hissî hazları yaklaşımı, onların tamamen terkedilmesi yönünde değildir.
Hikayelerin genelinde hissî hazları, nefs’in aklî aleme yönelmesini engelleyerek hazza
yönelmeri durumunda nefs’in alacağı pozisyon açısından sembolleştiren İbn Sînâ, aklî
aleme yolculuk süreklilik arzetmeyeceğinden hissî hazlara yönelmenin yerini de buna
göre belirlemektedir. Nefs’in Hayy bin Yakzan’dan onun gibi sürekli yolculuk yapmak
istediğinde aldığı cevap böyle bir yolculuğun bedenle birlikteyken mümkün olmadığı
şeklinde verilmekle birlikte yaptığı öneri, filozof açısından hissî hazların yerini en iyi
603 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 423-424.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, s. 7.; Risâletü Adhaviyye fî emri’lme’âd, s. 145.
604 İbn Sînâ, el-İşarat ve’t-tenbîhât, IV, s. 7-10.; eş-Şifa, İlahiyyat, II, ss. 426-427.; İlhan Kutluer, “lezzet mad.”,
T.D.V. İslam Ansiklopedisi (s. 170-172), C. 17, s. 171.
195
şekilde göstermektedir: “İçinde yolculuk için bir sevinç ve arzu hissettiğinde sana eşlik
ederim, arkadaşlarınla birlikte olmak istediğinde de onlarla kaynaş”.605 Bu ifade her iki
hazzın da yerini göstermesi bakımından önemlidir. Burada söz konusu olan, hissî hazlar
için getirilmesi gereken “ölçü”dür. Bu ölçünün konulmaması durumunda bedenî
güçlerin insanı sürükleyeceği durum “şeytanların” (bedenî güçlerin) götüreceği yere
gitmektir ki bu da aklî alemden tamamen uzaklaşmak ve şehvet ve gazab güçlerinin
bitmek bilmeyen arzularını yerine getirmek için karanlığa doğru çekilmek anlamı
taşımaktadır.
Nefsin bedenî güçleri tanıtılırken şehvet ve gazab gücünün kontrol edilmeyip
kendi haline bırakıldığında alacakları hazzın son noktasına ulaşma çabaları, bize hazzın
doyma noktasının olmayışını anlatan ilginç benzetmeleri içermektedir.606 (bkz. ikinci
bölümde bu güçlerin (hayvânî güç olmalarına atfen) benzetildiği hayvanlar). Söz
konusu ölçü bu doyma noktasının bulunmayışını dikkate alırken ölçülü biçimde hissî
hazlardan da faydalanmak, şehvânî ya da gazabî gayelerle değil yine entelektüel
faaliyeti ve manevî hayatı rahatlatıcı maksatlara matuf olmalıdır. Akıl gücünün bu
anlarda, zevk veren meşgaleleri devamlı kontrol etmesi ve bu hazların nereye
götüreceğinin şuurunda olması önemlidir. Aksi takdirde bu meşgaleler nefsi tatmin
anlarına dönüşebilir.607 Aklî aleme yolculuğun yukarıda olduğu gibi arkadaşlarına
dönmek’le sembolleşmesinin yanı sıra Absal’ın Doğu ve Batı seferinin ardından
yurduna dönüşünün bedene dönüşün sembolü olması, yeni yolculuklara ya da yeni
seferlere çıkmak için “güç toplamak” anlamı taşımaktadır.608
Bedene bağlı olan hissî idrak güçlerinin aldığı haz ya da elem, nefsin bedenle
birlikteliğini gerektirir. Ancak nefsin bedeni terketmesiyle yaşayacağı haz ya da elem
ise, aklî haz ya da elem olacaktır. Bu nedenle gerçek ve kalıcı olan haz, aklî idrak
gücüne ait olanıdır (entelektüel haz). Hikayelerin aklî hazzı öne çıkarması ve dahası bu
hazza yöneltmesi, nefsin ölümden sonraki hayatını etkilemesi nedeniyledir.609
605 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 45.
606 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.
607 İbn Sînâ, Fî İlmi’l-ahlak, s. 149; Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 245.
608 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54, 56.
609 İbn Sînâ, Risale Adhaviyye fî emri’l-me’âd, ss. 109-111.
196
Asıl iyilik ve kötülük nasıl nefs’e aitse haz ya da elem’i hisseden de sonuçta
nefs’tir. Bu nedenle idrak güçlerinin bedene bağlı olması durumunda da hazzı yaşayan
nefs için yaşanan hazzın niteliği önemli ve ölümden sonrası için de belirleyici olacaktır.
Nitekim bedenden ayrılan nefs, bedenle birlikteliğinde yaşadığı hissî hazları
duyamadığında bu onda elem yaratacaktır. Bedenle birlikteliğe alışıp onu çokça idrak
ettiği için iyilik ve kötülüğün ya da haz ve elemin sadece bedene has olduğu yanılgısına
düşen nefsin bu durumu, kendini unutması ve bedenden ibaretmiş gibi zannetmesinin
sonucudur. Nitekim insanların çoğu, gerçek mutluluğun, bedenî hazlar (el-lezzâtü'1âcile)
ve
dünyevî
kazançlardan
(er-riyasetü'd-dünyeviyye)
ibaret
olduğuna
inanmaktadırlar.610
İbn Sînâ insanın bu yanılgısına Risâletü’t-tayr’da eski özgür günlerini unutup
tuzağa alışan kuş’la dikkat çeker.611 Nefs ile beden arasında oluşan ülfet hali alışkanlığa
dönüştüğünde, nefsin kendini unutmasına yol açmakta ve hissî hazlara yönelimini, hatta
hazzın sadece bedenle hissedilir bir durum olduğu vehmini de beraberinde
getirmektedir. “Kuşun tuzağa yakalanması”yla hikayenin girişinde yer alan yine kuşun
“yuva edinmesi” aynı anlamı taşımaktadır. Tuzak’a “alışmak” söz konusu olsa da kuşun
uyarılması (tenbih) sonucunda aklî hazlara yönelmesi ve hissî hazların yerini sıkıntıya
bırakması tuzağın “engel” taşıyan anlamını pekiştirmektedir. Kuş için “yuva edinmek”
ise içinde “alışkanlık”ın rahatlığını ve bir seçimi de barındırmaktadır. Bu yönüyle bir
‘tercih’i ve hissî hazların insanı çeken ‘ayartıcı’ yönü de öne çıkar. Birincisinde kendi
özbilincine kavuşmanın getirdiği şuur içinde, bulunduğu durumu (tutsak) kavramak
mümkün iken, ikincisinde bunun aksine aklî hazza karşı isteğin bilgiyle yönetilmesini
gerektirmektedir. Tuzağın farkına varan kuş için bulunduğu durum, kurtulmak için şevk
duymasına ve gerçek gaye (uçmak) sine yönelmesine yol açmıştır. Bu şuur hali ise
kuşta aklî hazdan uzak kalmanın getirdiği bir “elem”e sebeb olarak bedenî hazlar
karşısında aklî haz tercih edilir hale gelmiştir. Bir yuva ya da tuzak olsun aslî yurduna
gidişi engelleyen “rahatlık” ya da “alışkanlık”lar karşısında nefs’in alacağı tavır aklî
hazlar yönünde olmalıdır.612
610 İbn Sînâ, Risale Adhaviyye fî emri’l-me’âd, s. 112.; Fî’s-saâde, s. 3.
611 Heath, 93.
612 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, ss. 339, 340.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 142-149.
197
Bu nedenle hissî idrake takılıp kalmayı ve hazzın sadece bunlardan ibaret
olduğu zannına kapılmayı “yuva edinmek” olarak sembolize eden İbn Sînâ, bu sembolle
şimdiye kadar anlatılanları özetlemiş olmaktadır. Zira yuva edinmek maddî hazlarla
tatmin olmak ve bu hazları aklî hazlara tercih etmek anlamı taşımaktadır ki, bu da
kafese alışan kuş misali uçmayı unutmak ve uçmanın hazzını yaşamaktan mahrum
kalmak, yani avlanmak anlamına gelir. Avlanmış bir kuşun hikayesi ise başta dramatik
olsa da tuzaktan kurtulan kuşun Padişahın sarayına yaptığı yolculuktan aldığı haz, daha
önemlisi Padişahın güzelliğinden aldığı haz613 filozofun aklî hazların hissî hazlara
üstünlüğünü614 anlatan en iyi biçimde anlatmaktadır. Aklî hazla hissî hazzın bu şekilde
karşılaştırılması (kafeste ya da tuzakta kalmak ile özgür olmak) tahayyül açısından bile
fıtraten insanın tercihin hangi yönde yapacağını göstermektedir.
Mutlaka hazlara önem verilecekse bunun manevi hazlar olması gerektiğine
dikkat çeken615 İbn Sînâ, bu iki haz arasında derece farkı değil, mahiyet farkı olduğunu
belirtirken, bu farkın hayvanlarla melekler arasındaki ontolojik mesafe kadar büyük
olduğunu söyler616 ki, zaten hikayeler de bu farkı ortaya koyan sembollerle örülmüştür.
Dolayısıyla nefs’in akıbeti bedenle yaşadığı hazlara ölçü koyabilme becerisiyle orantılı
olarak şekillenecek ve bedenle birlikteliğinin, nefs’in aklî hazlara yönelmesini
engeleyici olmanın ötesinde bu yönelimi destekleyici bir duruma gelmesi de yine
nefs’in bilgi ve iradesine bağlı olacaktır.617
İbn Sînâ gerçek haz ve elemin aklî haz ve elemler olduğunu belirledikten sonra
bunun bedenden sonra yaşanacağını söyler. Bu durumda bedendeyken bu hazzı ya da
elemi tecrübe edememek onun yokluğunu göstermemesi gerektiğini de hazzın ve elemin
şuurunda olmaya bağlar. Buna göre hikayelerin haz ve eleme yaklaşımı, bedenden sonra
tecrübe edilebilecek olmanın ötesinde bir örneklik teşkil etmektedir. İdrak gücüyle ilgili
olan hazzı bilfiil duyabilmenin şartı, idrak gücünün kendisi için iyi olanı idrak etmesi ve
onu idrak etmekte olduğunun şuûrunda olması, filozofun deyimiyle “husul ve şuur”un
birlikte bulunması gerekmektedir. Bu şuurun oluşması ise herşeyden önce nâtık nefs’te
613 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, s. 343.
614 İbn Sînâ, el-İşarat ve’t-tenbîhât, IV, s. 10.
615 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, s. 9-10.
616 İbn Sînâ, el-İşarat ve’t-tenbîhât, IV, s. 10.; İlhan Kutluer, “elem mad.”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi (s. 23-25),
C. 11., s. 24.
617 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin teşekkülü, s. 246.
198
bu hazza ilişkin bir isteğin (şevk) oluşmasına bağlıdır. Bu istek ve bunun ortaya
çıkardığı şuuru taşıyan nefs’in hikayelerin kahramanı olarak bu hazzı yaşaması, kendini
bilmesi, kendi yetkinliğinin ne olduğunu bilmesi, bilinenlerden bilinmeyenlerin bilgisini
kazanması ve külli bilgileri (mahiyyetü'l-küll) elde edecek bilfiil yetkinliğini
kazanmasından sonra gerçekleşmektedir. Çünkü Hayy bin Yakzan’da nefsin Faal Akıl
gibi seyahat etme arzusu, onunla ittisalin sonucunda gerçekleşmektedir.618 Burada
sözünü ettiğimiz aklî haz olunca “istek” duymanın yolu da bilgiyi takiben
gerçekleşecektir. Bu itibarla kesin bir bilgi ile kendi yetkinliğine ilişkin isteği elde
edememiş bir güç, sanki yetkinliğe mevzu olan bir madde gibi bomboştur. Kısaca
yetkinleşme isteği sonradan kazanılır ve nefste yer eder; nefs kendi yetkinliğine
ilişkin bilgiyi elde edince, istek zorunlu olarak meydana gelir.619
Nefsin yetkinliğini bilmeden önceki karanlık hali, bilmeleke aklın ilkelerini ve
bilgilerini (evâilü'l-meleketi'l-ilmiyye) kazanmasıyla aydınlığa dönüşeceğinden
aydınlığa ulaşmak ancak karanlığın farkına varmakla, yani bedenle birlikteliğin
sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bedenle birlikte yetkinliğinin bilgisine erişen
nefsin sembolü olarak kuş, tuzaktan kurtulma arzusuna bu şekilde ulaşmıştır.620
Tuzak’ın kendisi nefs’in kendini bilmesinde ve yetkinliğinin (özgürlüğünün) nerede
bulunduğunun şuuruna varmasına ve oraya yönelme arzusunu kazanmasına yardımcı
olmuştur. Bu nedenle nefs, bedenle birlikteliğinin getirdiği bu imkanı iyi kullanmalıdır,
zira ölümden sonra tekrar bedene dönüp yetkinlik kazanması mümkün olmayacaktır.621
Ancak insânî nefs, melekle sembolize edilen mufârak aklî bir sûret olmakla
birlikte hala aklî hazzı alamıyor, ona karşı bir istek duyamıyor ve ona yönelemiyorsa bu
durum, nefsin vehim, gazap ve şehvet gibi bedende gerçekleşen hazlara daha çok ilgi
duymasındandır. Yukarıda açıklandığı gibi nefs’in hissî hazlara bağlanması (yuva
edinmek) ve arkadaşlarının etkisinde kalarak onların peşinden gitmesi, bir diğer sembolle
şeytanlara uyması, bu güçlerin isteklerinin nâtık nefsi kuşatmasına (müstevliye), nâtık
nefs’in kendine özgü hazzın bilincine varamamasına neden olacaktır. Aklî alemi cennetle,
618 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 54.
619 İbn Sinâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 428.
620 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 45; Risâletü’t-tayr, s. 340.
621 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 428-429.
199
hayalî alemi ise cehennemle622 sembolize eden filozofa göre bu durum, nefs’in
cehennemden çıkamamasına ve cennette yaşayacağı hazlardan mahrum kalma sebep olur.
Sonuç olarak nefsin kendine özgü hazlara karşı istek duymaması ve onun bilincine
varamamasının sebebi, beden değil nefsin kendisidir. Zira nefs, bedenin bütün fiil ve
infiallerinin ilkesidir.623 Ancak nâtık nefs, nazarî ve amelî yönüyle kendine özgü
yetkinliğini elde eder, diğer güçlere de kazanmaları gereken karakterleri ve huyları
kazandırırsa "ölümden sonra mutlu olma yeteneği" artar. Zira nefsin fizik ötesi aleme
ilişkin bilgisi ne kadar güçlü olursa hissî hazlardan uzaklaşması ve kendi âlemine
yönelmesi de o kadar çok olmaktadır. Bunun için önceki bölümlerde geçtiği üzere aklî
aleme yapılacak yolculukların çoğaltılması, kendi âlemine (beytü’l-makdis624); yüce
mutluluk âlemine (âlemü'1-kuds ve's-saade) yönelişini arttırdığı ölçüde, kendisinde
mutluluğuna karşı bir şevk ve aşk doğacak, bunun dışındaki şeylere ilgisi de
azalacaktır.625
Aklî idrakin hissî idrakten üstünlüğünü aklî idrakin konusu olan obje ile hissî
idrake konu olan obje arasındaki nisbetle de açıklamaya626 çalışan düşünür, “nâtık nefsin
idrakinin en güçlü ve idrakine konu olan şeylerin de en üstün şeyler olduğunu” bir ilke
olarak belirler.627 Buna göre bu değeri belirleyen şey, idrak etmekteki yetkinlik ve idrak
edilenin mükemmelliğidir. Bu itibarla bir şeyin idrak edilişi ne denli gerçek olur ve
onun künhüne inilirse ve idrak edilen ne kadar mükemmel ve şerefli olursa, idrak
gücünün onu sevmesi ve ondan haz alması o kadar çok olur. Akıl gücünün kendi
yetkinliğini idraki “bilfiil, en tam, en fâzıl, en çok, devamlı, yetkinliğe en kolay ulaşıcı,
en mükemmel, yakînî, zarûrî, ebedî sevinç (sürûr) verici, küllî, şiddetli ve güçlü”dür.
Akıl gücünün idrakine konu olanlar “rûhânî, rabbânî, latîf ve mukaddes”dir. Hissî idrak
güçlerinin idraki ise “dış görünüşe ait (zâhirî), cüz’î, kaybolucu ve sayıca az”dır.
Bunların idrakine konu olan şeyler “kirlilik, bilkuvvelik, yokluk (adem) ve kesiflikle
karışık” şeylerdir.628 Buna göre Batı’nın çorak ve kurak toprağı, nefs’in meskeni de bir
622 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 46.; İsbâti’n-nübüvvât, ss. 58-59.
623 İbn Sînâ, Risâle Adhaviyye fî emri’l-me’âd, ss. 149-151.; eş-Şifa, el-İlahiyyat, II, s. 369.
624 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43.
625 İbn Sînâ, eş-Şifa, el-İlahiyyat, II, s. 429.; el-İşarat ve’t-tenbîhât, IV, s. 32.
626 İbn Sînâ, el-İşarat ve’t-tenbîhât, IV, s. 74.
627 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlahiyyat, II, ss. 423-424.
628 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 369,424,426.; Risâletü Adhaviyye fî emri’l-me’âd, ss. 115-116.; el-İşârât
ve’t-tenbîhât, IV, ss. 24.; ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 59; Risâle fî’s-Sa’ade, s. 3.
200
kafes ya da tuzak olduğuna göre bundan alacağı hazzın geçiciliğine karşılık, Doğu’nun
saf sûretlerinin güzelliği ve nurlar alemi olarak ona vereceği hazzın kalıcılığı, hissî ve
aklî idrakin alacağı hazzın karşılaştırılmasında oldukça fikir vericidir.629
Hazzı, idrak gücünün idrak ettiği şeyle uygunluğuna bağlayan filozof, aklî
hazzı akıl gücünün nazarî ve amelî güçleri için de ayrı ayrı belirler. Buna göre akıl
gücünün nazarî kısmına haz veren şey “hakk” (doğru), amelî kısmına haz veren şey ise
“cemil” (iyi-güzel) dir. Bu demektir ki nefse özü itibariyle haz veren şey, metafizik bilgi
(hakk) ve güzel ahlaktır (cemil). O halde insan nefsi için “iyi” (hayr) metafizik bilgi ve
güzel ahlaktır. Onun yetkinliği ise akıl gücünün idrakine konu olan şeyi bilfiil bilen
olmasıdır (el-âlimü’l-aklî).630 Nazarî akıl gücünün denetleyici karakteri, amelî gücünün
de bu denetlemeye boyun eğen karakteri kazanması, amelî akıl gücünün yetkinliği
demek olan güzel ahlakın kazanılmasını sağladığı gibi nazarî aklın aklî aleme
yönelmesini de kolaylaştıracaktır. Beden ülkesinin Padişah’ının yönetimi altında olan
bedenî güçlerin ölçülü hazlarla ödüllendirilmesi, bu güçlerin ileride görüleceği üzere
amelî güç tarafından bu ölçü içinde faziletleri kazanmasına neden olacaktır. Bu da
nazarî akla hizmet edici özellikleri (Absal’ın askerleri ve hizmetçileri) kazanmalarına ve
nazarî gücün metafizik aleme yönelmesinde engelleyici bir etki yaratmamalarını
sağlayacaktır. Dolayısıyla bu iki gücün birbirlerini dönüşümlü olarak etkilemeleri, her
iki gücün de kendilerine özgü hazzı yaşamalarına yardımcı olacaktır.631
Aklî aleme yönelmek, yani ma’kullerin akıl ile idrak’i, bilgi doğurduğu gibi
sevgi ve haz da doğurmaktadır. Sevgi duyma bu formların aynı zamanda estetik
çekiciliğe sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle nefs, Faal Akıl’la
karşılaştığında aralarında doğan yakınlıkla beraber güzelliğinin etkileyicilinden de söz
etmekte, Risâletü’t-tayr’da kuşların maddeden mufârak gök nefslerinin ve akıllarının
güzelliğinden etkilenişlerini anlatan sahne, alınan hazzın ne kadar üstün bir şekilde
gerçekleştiğini göstermektedir. Bu olağanüstü etkileniş ve hayranlık “aklımız
başımızdan gitmişti, onlardan daha güzel kuş görmemiştik”, “güzelliğiyle bir öncekini
unutturan bir alan daha gördük” ifadeleriyle anlatılırken, bunun ardından her iki
629 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 47.; Risâletü’t-Tayr, s. 338.
630 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 369-370.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, s. 14.
631 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 246.; Bircan, ss. 142-143.
201
hikayede de edilen ‘sohbet’, ‘bilgi’yi ifade eden bir sembol olarak bilgi ve hazzı
birleştiren bir anlama işaret etmiş olmaktadır. Çünkü ‘nefs’ bilmektedir ki bilgisi
arttıkça, kavrayışı derinleştikçe entelektüel hazzı ve dolayısıyla mutluluğu artacaktır.632
Cemalin (güzellik) ve behanın (değer) ilkesi olan Tanrı ise idrak edilenlerin en
mükemmeli olduğundan bu idrak’ten alınan haz en yüksek haz olacaktır. Bu nedenle
Tanrı’nın güzelliği karşısında alınacak hazzı Hayy bin Yakzan’da, “Onun güzelliğinden
bir eser gören herkes hep O’na bakar, asla gözünü O’ndan alamaz.”633 şeklinde
anlatırken Risâletü’t-Tayr’da, “Padişahın odasına varıp, O’nun cemali ve celali
üzerimize parlayınca aklımız başımızdan gitti. Kendimizde ona şikayetimizi anlatacak
güç bulamadık”.634 cümlesiyle ifade eder. Tanrı’nın güzelliğiyle alınan hazzın
büyüklüğü, dolayısıyla idrak edilenin mükemmelliğiyle alınan hazzın büyüklüğü doğru
orantılıdır. Buna göre Gök Akıllarının ve Gök nefslerinin Tanrı’ya yakınlıklarıyla
alacakları hazzın sürekliliği karşısında bu hazdan bir parça tadabilecek olan nefs, bu
şevk’le bulunduğu aleme geri döner.635
Düşünürümüze göre nefsin bedenle beraberken, ölümden sonra tadılacak olan
aklî hazları tadması mutlak anlamda imkansız değildir. Nefs, hissî hazlara ilişkin ilgisini
azalttığı ve metafizik alem (âlemü’l-ceberût) hakkındaki düşüncesini (teemmül)
yoğunlaştırdığı ölçüde aklî hazlardan bir parça tadabilir ve bunun sonucunda nefs,
kendisinden geçer (vecd) ve büyük bir sevinç duyar. Ancak bu durum, Allah’ın
hidayetiyle zevkî hikmet (el-hikmetü’z-zevkiyye) sahiplerine nasip olabilecek bir
hazdır. Nazarî hikmet (el-hikmetü’l-bahsiyye) sahipleri ise yalnızca sözü edilen aklî
hazzın gerçekten var olduğunu bilebilirler.636
Sözü geçen vecd ve sevinç hali, Hayy bin Yakzan ve Risâletü’t-Tayr’da
metafizik aleme yapılan yolculuk (teemmül, aklî idrak) sonucunda Tanrı’nın feyzinin
insana ulaşmasıyla ortaya çıkar. “O’nun üzerinde düşünen hayrette kalır”, “O’nun
güzelliği kendi güzelliğinin perdesidir”, “O’nun ışığı, kendi ışığının perdesidir”.
632 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43.; Risâletü’t-tayr, s. 342.
633 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 53.
634 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, ss. 342-343.
635 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 343.
636 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 426-427.; Risâletü Adhaviyye fî emri’l-me’âd, s. 118.; el-İşârât ve’ttenbîhât, IV, s. 33.; Risâle fî’l-Kelâm ala’n-nefsi’n-nâtıka, s. 199.
202
Tanrı’yı idrakin bedenden dolayı gerçekleşmemesi, Güneşin kaynağını görmek istese de
onun ışığından gözleri kamaşan kimsenin durumu gibidir. Oysa bizim güneşi
algılayamamız, onun görülemez oluşundan değil, ışığının çokluğundandır. Tanrı
kendisini bilip kavrama konusunda kimine yol gösterip kimine göstermemezlik etmez.
Ne var ki biz zayıf olduğumuzdan O’nu bütünüyle bilemeyiz. “Buradan kurtulup ona
gidebilen kimi sayılı kimseler olabilir. Padişah onları, sizin ikliminizin mallarını hiçe
indiren bağışlarıyla karşılar. Bunlar onun yanından döndükleri zaman, saygınlık
kazanmış (ikramlarla) olarak dönerler”. Sözü edilen hazdan bir parça tatmış, bu hazzın
dünyadaki hazzın yanında çok sönük kaldığını kavramış kimse, öte dünyanın hazlarını
kazanmaya çalışmak gerektiği anlamış olur ki, bu Tanrı’nın insana verdiği en büyük
ikram, nimet ve saygınlıktır.637
Bu nedenle Batı’dan Doğuya yapılan yolculukta öncelikle Gök nefslerinin,
ardından Gök akıllarının güzelliği tavsif edilmekle birlikte bu yolculuğun sonunda
Padişahın sarayına ulaştıklarında Hayy bin Yakzan ve R.Tayr’da yolcunun ya da
kuşların Tanrı’yı tavsif’te düştükleri güçlük, varlık ve mahiyette bir olan Tanrı’yı
idrakte insanın yetersizliğini anlatmanın yanı sıra onun güzelliğinden alınan hazzın ve
mükemmelliği anlatmanın da zorluğunu ifade etmektedir.638
Aklî idrakten alınan hazzın hissî idrake kıyasla anlaşılabilmesi hususunda
hikayelerin kahraman olan nefs’in hikayelerin içinde yaşadığı şuur hali, buna örnek
vermeye gerek kalmaksızın yaşayan ağızdan bu hazzın anlatılma çabasını sembolik bir
dilde göstermektedir. Hayy bin Yakzan’da sözü edilen kimi sayılı kimseler, R.Tayr’daki
kuşlardır. Beden yükünden kurtulan kuşların yaşadıkları hazzı anlatmakta yaşadıkları
güçlüğe rağmen bu hazzın az da olsa anlaşılması için girişilen gayretin sonucunda
anlaşılmamak da vardır. Bu nedenle filozof, R. Tayr’ın sonunda bu sembolik dilin
anlaşılmasındaki zorluğa dikkat çeker ve anlaşılamamaktan yakınan sözlerini bir
serzenişin de ifadesi olarak “Şuara 227” ayetine bağlayarak bitirir.639 Zira filozofa göre
bu hazzı yaşamayanların bunu anlayabilecekleri zamana dikkat çeken bu ayet, nefs
bedenle beraberken kendi özüne ait eksiklikten dolayı bilfiil elem duymuyorsa da,
637 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 53.; Risâletü’t-tayr, s. 343.; Hayy bin Yakzan şerhi, s. 67.
638 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 52-53.; Risâletü’t-Tayr, ss. 342-343.
639 Risâletü’t-Tayr, s. 343.
203
bedenden ayrıldıktan sonra büyük belânın (el-belâü’l-azîm) farkına (şuûr) varacak
olmasını, bu şuur hali bedenle birlikteyken tecrübe edilemese de ölümden sonra herkes
tarafından bizzat tecrübe edileceği günü anlatmaktadır.640
Aklî hazları anlamanın güçlüğünü bilen filozof, nefsin bedenden kaynaklanan haz
ve elemin her çeşidini tecrübe imkanına sahipken aklîleri tecrübe etmek konusunda aynı
kolaylığa sahip olmadığını belirtmektedir. Ancak bu durum aklî hazların varlığını inkar
etmeyi ve hazların yalnızca hissî olduğunu vehmetmeyi gerektirmez. Ona göre insan
hissî hazlara bakarak Tanrı’nın ve Gök Akılları’nın haz duymadığını zannetmemelidir.
Biz onların duyduğu hazzı duymayız ancak kıyas yoluyla tahayyül ve müşâhede
edebiliriz.641 Gök Akıllarının Tanrı’yı idrakini “Padişah yakınlarına zuhur etmiştir”
cümlesiyle anlatan filozof, “ona bakan asla gözünü ondan alamaz” sözüyle de onu
idrak edebilenlerin yaşadığı hazzın bitimsizliğini ve büyüklüğünü anlatmak ister.642
Sonuç olarak İbn Sînâ’ya göre aklî idrakin sonucunda kazanılan haz ve
yetkinlik, hissî idrakle kazanılan haz ve yetkinliklerden mukâyese edilemeyecek kadar
üstündür. Çünkü bu nevî bir haz ve yetkinlik meleklere özgüdür. O halde meleklerle
hayvanların (behâim) ve yırtıcı kuşların haz ve yetkinlikleri karşılaştırılamaz. Kuşkusuz
aklî bir cevher (sûret) olan insânî nefs, kendi cevherine özgü yetkinliğini kazanınca
meleklerden olacaktır. (yetkinliğe ulaşan nefsin meleklere benzetilmesi bkz. III. Bölüm:
Ahlak fels. Psik.temelleri) Bu durumda bizim, her türlü hissî haz ve iyiliğin üstünde
olan aklî haz ve iyilikleri tercih etmemiz gerekir. Çünkü azıcık bir düşünce (teemmül,
tezekkür) ile aklî hazzın daha değerli olduğu görülecektir.643
Ayrıca nefs’in melekle sembolü de göstermektedir ki, nefsin yolculuğunda
alacağı haz melekî bir haz olacaktır. Zira yetkinleşmiş bir insanî nefs, mufârak aklî bir
sûret, bir tür melekî cevher olacağından, melekî cevherlere özgü olan haz ve iyi’yi
640 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 426-428.; Risâletü Adhaviyye fî emri’l-me’âd, s. 119.; el-İşârât ve’ttenbîhât, IV, ss. 28-30.; ‘Uyûnu’l-Hikme, ss. 59-60.; Risâletü’t-tayr, ss. 342-343.
641 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 424-425, 369-370.
642 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 52-53.
643 İbn Sînâ, Risâletü Adhaviyye fî emri’l-me’âd, s. 117.; eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 369, 426.
204
yaşayacaktır. Bunun ise hayvanî cevherlere özgü haz ve iyi ile kıyaslanması mümkün
değildir.644
Bu nedenle bedenî güçlerin alacağı hazları ihmal etmeyip bir ölçü içinde kontrol
altına almak ve bu hazları metafizik bir gayeye yönlendirmek, nefs’in yaşayacağı melekî
haz için amelî yetkinliği gerekli kılmaktadır. “Meleklere benzeme” gayesi böylece
gerçekleşecek bunun sonucunda da meleklerin yaşadığı hazzı paylaşmak da söz konusu
olabilecektir.
IV. 4. FAZİLET (ERDEM)
İbn Sînâ ‘fazilet’i amelî akıl gücünün yetkinliği çerçevesinde değerlendirir. Bu
anlamda fazilet (erdem), amelî akıl gücünün nefsin güçlerinin fiillerini bir denge içinde
yönetme alışkanlığı’dır.
Amelî akıl gücünün yetkinliği için gereken erdem (fazilet) in kazanılması,
nefsin bedenle birlikteliğinden doğan sonuçlardan biridir. Bu sayede nefs kendini
yetkinliğe ulaştıracak bir araca kavuşmuş olur.645 Daha önce de belirtildiği gibi amelî
akıl bedene yöneliktir. İnsan bu akıl sayesinde bedenî organları kullanarak ahlâkî
erdemleri elde eder. Nefsin kötülüklerden arınabilmesi ve sonunda hakikatin cilalı bir
aynası haline gelebilmesi için, amelî yetkinliğin gerçekleşmesi zorunludur.646
Hikayelerde nazarî yetkinliği birlikte amelî yetkinliğin kazanılması da oldukça
önemli bir yer tutar. Zira Hayy bin Yakzan’da Faal Aklı sembolize eden Hayy bin
Yakzan’ın nefse ilk önerisi bedene ait güçleri tanıması ve onlar üzerindeki hakimiyeti
nasıl sağlayacağını öğrenmesidir. Nitekim nefs: “Gönlüm, adamın bana, arkadaşlarım
hakkında söylediklerini iyice benimsedi, onayladı. Söylediklerini uyguladığım zaman
tümünün gerçek, doğru ve olgulara uygun olduğunu gördüm. Şimdi onlarla uğraşıyor,
onları birbiriyle etkisizleştirerek yönetiyorum. Kimi zaman onlar beni yeniyorlar; kimi
644 İbn Sînâ, Risâle Adhaviyye fî emri’l-me’âd, ss. 128-129, 149.
645 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 370.; Risâletü Adhaviyye fî emri’l-me’âd, s. 90.; en-Necât, ss. 178-179.; eşŞifâ, en-Nefs, ss. 198, 200.
646 İbn Sînâ, eş-Şifâ, en-Nefs, s. 230.
205
zaman da ben onlara üstün geliyorum. Bunlardan tümüyle ayrılıncaya kadar,
kendileriyle iyi komşuluk etmeyi ve onlarla iyi geçinmeyi Yüce Tanrı’nın nasip etmesini
niyaz ediyorum.” diyerek bu tavsiyelere uyduğunu ve söylediklerinin gerçeğe
uygunluğunu tasdik ettikten, yani amelî yetkinliğini gerçekleştirmek için gayret içinde
olmaya özen gösterdikten sonra Faal Akıl gibi seyahat etme arzusuna kapıldığını, yani
nazarî yetkinliği elde etme arzusuna (şevkine) kapıldığını söyler. Buradan amelî
yetkinliğin nazarî yetkinlikten önce geldiğini anlıyoruz. Nefsin gerçek yetkinliğine
ulaşması ise bu iki gücün yetkinliğini kazanmasına bağlıdır.647
Nefsin bedenle birlikteliğini nefs için bir yetkinlik fırsatı olarak gören filozofun
felsefesinde bedeni ihmal etmek ya da hissî hazlardan tamamen vazgeçmek ilkesi
yoktur. Onun önerisi erdemleri kazanmak, yani nefsin güçlerine bir ölçü koymak, amelî
yetkinliğin sağlanmaktır. Çünkü nefsin ölümden sonraki mutluluğuna engel olan kötü
ahlâkî karakteri yapan bizzat bedenin kendisi değildir. Beden sadece bu kötü karakterin
oluşmasında zemin hazırlayıcıdır (mu’idd). Bu nedenle hikayelerde beden bir “ülke”
olarak sembolize edilmektedir.648 Bu ülkenin Padişahı olan nefs’in ülkesinde yaşayan
güçleri nasıl yöneteceği onun sorumluluğundadır. Bu ülkeyi terketmesi zaten Hayy bin
Yakzan’ın deyimiyle “şimdilik mümkün değildir”.649 Önemli olan bu birlikteliği nefsin
lehine kullanabilmesidir. Hatta beden sağlığını ihmal etmemesi, mu’tedil mizaca sahip
olması onun ahlakını güzelleştirmede (tehzib) katkıda bulunarak amelî erdemlere ilişkin
alışkanlıkları (melekât) kazanma yeteneğini ve nazarî aklın ilâhî feyzi alma yeteneğini
(isti’dâd) de artıracaktır.650
Buradan da anlıyoruz ki aslolan nefsin, gazabî ve şehvânî güçleri devre dışı
bırakması değil, onları gerekli hallerde dengeli olarak kullanmasıdır.651 Nitekim
hikayelerin bu güçlerden tamamen kurtulmak üzerine kurulu olmadığını da rahatlıkla
söyleyebiliriz. Nazarî yetkinlikte ilerleyen nefs için başlangıçta bu yetkinliği
kazanmakta iyi bir araç olan bedenin ilerleyen merhalelerde bir yük haline geldiğini
daha önce söylemiştik. Bu yük ya da engel halini aşabilmenin hikayelerde önerilen
647 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 45.
648 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 43.
649 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.
650 İbn Sînâ, Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 202-203.; Risâle fî’l-Kelâm ala’n-nefsi’n-nâtıka, s. 197.
651İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 455.; Risâle fî’s-Sa’âde, s. 19.; Heath, 91.
206
yolu, nefsin yolculuğudur. Bu yolculuklar arttıkça nefsin güçlerini dengeleme
alışkanlığı artacak, böylece metafizik aleme açılmasını engelleyen bu güçler, nefs’e bu
konuda yardımcı dahi olabileceklerdir. Bu güçlerin şeytan’dan periye dönüşmeleri,
Absal’ın askerleri haline gelmesi de bunu anlatmaktadır.652
İbn Sinâ’nın metafiziği açısından bakıldığında da varoluşun bir nev’i
sürekliliği demek olan “hars ve nesl”in bekâsı, nefsin gazabî ve şehvânî güçlerine aittir.
Yani şehvânî gücün kendisine ilişkin hissî hazlara yönelmesi “beden ve neslin bekası”
ve gazabî gücün hissî hazzı demek olan “şecaat”ı ise “erdemli toplumun (el-medînetü’lfâzıla) korunması, bekası, iyiliği yaymak (emrü bi’l-ma’ruf) ve kötülüğü yasaklamak
(nehyü ani’l-münker)” için gereklidir.653
Amelî akıl gücünün yetkinliğini “ahlak” olarak tanımlayan filozof, bu
yetkinliğin de “dengeli davranma alışkanlığı” olarak anlaşılması gerektiğini, yoksa
dengeli davranmanın bizzat kendisi olmadığını vurgulamaktadır. Buna göre ahlakı
oluşturan “huy”un (hulk) da düşünme ve isteme (fikir ve reviyye) olmaksızın nefsin
birtakım davranışları sergileme alışkanlığı olduğunu söyleyerek, amelî yetkinlik’in tarif
edilen ahlak’ı kazanması için nazarî akıl gücünü devreye koyar. Bu yetkinliğin
kazanılmasında nazarî akıl gücünün rolü, bu denge alışkanlığının oluşmasında amelî
akıl gücü üzerindeki etkinliğiyle kendini göstermektedir. Yeryüzü meleklerinden
Kirâmen’in “buyruk verici”, Kâtibîn’in ise “buyruk alıcı” özellikleri, bu iki güç
arasındaki “denge”yi anlatmaktadır. Nefs’in bu güçleri arasındaki dengeyi oluşturması
nefsin amelî akıl gücünün, nazarî akıl gücünün “emirlerine uyan bir karakter”i (elhey’etü’l-iz’ânî) kazanması ve nazarî akıl gücünün amelî aklı “denetleyen bir karakter”e
(el-hey’etü’l-isti’lâî) sahip olmasına bağlıdır. Nefsin bu iki karaktere sahip olması, bir
bakıma onun her iki güç açısından yetkinliğini ifade eder. Denge her iki güç arasında bu
şekilde gerçekleşirken, İbn Sînâ her iki akıl gücünün de kendi içinde “ifrat ve tefrit”
alışkanlığının bulunduğunu belirtir. Ancak bu durum amelî akıl gücü açısından
gerçekleştiğinde bundan nazarî akıl gücü de etkilenerek söz konusu yetkinlik için
gerekli denge bozulacaktır. Amelî akıl gücü için mevcut olan ifrat ve tefrit, nefsin
“bedenle gerçekleşen güçler”i (el-kuva’l-bedeniyye) için de söz konusudur. Eğer nefsin
652 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 51.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54-56.
653 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 455.; Fî’l-Işk, s. 256; Fî sırrı’s-salât, s. 209.
207
amelî gücünün muhtevasına dahil olan güçler nefste “denetleyen bir karakter” (elhey’etü’l-isti’lâî) e sahip olursa nazarî akıl gücünde (en-nefsü’n-nâtıka) de bunların
isteklerine “boyun eğen bir karakter” (el-hey’etü’l-iz’ânî) meydana gelir ve nefste hissî
hazlardan etkilenme durumu (el-eserü’l-infi’âlî) iyice yereder. Böyle bir karakter, nefsin
hissî hazlara son derece fazla ilgi duymasına ve aklî hazlardan yüz çevirmesine neden
olur ki, bu durum amelî akıl gücünün noksanlığı demektir.654
“Denge”, gördüğümüz gibi İbn Sînâ’nın fazilet anlayışının merkezinde “ifrat
ve tefrit”in ortasını bulma ve davranışları bu ilke etrafında şekillendirmeyi anlatan bir
kavramdır. Hikayelerde amelî yetkinliğin kazanılmasında bu dengenin oluşturulması
bedenî güçlerle nefs ilişkisindeki sembollerin içeriğini belirleyen bir muhtevayı işaret
etmektedir. Bu anlamda hikayelerde bu güçlerin denetlenmesi konusunda onları baskı
altına almaktan ziyade bir yönetme anlayışı hakimdir. Bu “yönetme” de “denge”yi
bulma ve onu sürdürme, ancak bu denge durumunu bir alışkanlığa dönüştürme gayretini
ifade etmektedir.
İbn Sînâ’nın fazilet anlayışındaki bir diğer önemli anahtar kavram “tenzih”tir.
Nefs’in kendisini hissî hazlara bağımlı kılan karakterlerden (el-hey’etü’l-inkıyâdiyye)
uzak tutma demek olan ‘tenzih’, aynı zamanda nefsin hissî hazlarla kendisi arasındaki
ilişkiyi dengelemesidir. Dolayısıyla bu iki kavram birbirini destekleyen yönleriyle bir
“denge melekesi” (meleketü’t-tenzîh) ni oluşturarak nefsin kendi alemine yönelmesi
için gerekli bir karakter biçimini göstermektedir. Bu itibarla gerçek anlamda “dengeli
olan” (mutavassıt, münezzih) iki aşırı uçtan (ifrat ve tefrit) aynı anda uzak kalabilendir.
Yani hissî hazlara karşı ne tamamen ilgisiz kalmak ne de aşırı derecede onlara ilgi
duymak gerekir. İşte bu bakımdan nefs, amelî akıl gücüne ilişkin erdemi (fazilet) ancak
“dengeli davranma alışkanlığı” (meleketü’t-tenzih) ile kazanabilir. Bu kavramların
hikayelere en önemli yansıması, nefsin bedenî güçlerini yönetmesinde (tedbir) önerilen
yöntemde ortaya çıkar. Bu yöntem, gazabî ve şehevî güçlerin ifrat ve tefritten ortaya
çekilmesi (tavasssut) için bu güçlerin birbirine karşı kullanılmasını öngörür. Buna göre
bu güçlerden her birinin uç yöne gitmesi durumunda diğer güç devreye girmekte ve bu
gücün aşırılığını azaltarak kendisindeki karşıt olma özelliğiyle orta yola (itidal)
654 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 429-430.; el-Mebde’ ve’l-me’âd, s. 110.; Çağrıcı, İslam Düşüncesinde Ahlak,
ss. 97-105.
208
gelmesinde etkili olmaktadır. “Politik davranma” olarak nitelediği bu yöntemi, dengeyi
bulmada her bir güç için değil iki güç arasında uzlaşma da denilebilecek bir ‘ölçü’
içinde devam ettirmenin yolu olarak gören filozofun nefsin arkadaşları arasında
uygulaması önerisinin bir diğer ilginç sembolü gazab gücünü ‘sıcak taş’la, şehvet
gücünün ise ‘sert kemik’le anlatılmasıdır. Sıcak taşı soğutan devekuşu ve sert kemiği
yumuşatan yılan, nefs sembolleri olarak bu güçlerinden birinin diğerinin uç özelliklerini
(sıcak, sert) törpüleyerek, bu hayvanların bunlardan besin olarak faydalanması gibi, bu
güçlerin birey ve toplum için gerekliliği yönünde örnek gösterilmektedir. Bu anlamda
tavassut, tenzih ve adalet dengeli davranmayı ifade eden kavramlar olarak bu şekilde
sembolleşirken nefs’in devekuşu ve yılanla sembolleşmesi öncesinde yılanın deri
değiştirmesiyle, devekuşunun ise kuş sembolüne atıfla bedeni güçleri denetleyerek
bedenden ibaret olmayan nefsin kendi alemine yönelmesini ve ölümden sonraki
mutluluğunu kazanmasını da içeren yönleriyle de öne çıkan çıkan ‘metaforlar’dır.655 Bu
durumda nefsin gazabî ve şehvanî güçlerden doğan olumsuz karakterlerden uzak
durması ve ölümden sonraki mutluluğunu kazanması, ancak “adalet”le mümkündür. Şu
halde “mutavassıt”ta olduğu gibi “mu’tedil” kimse de, kendi cevherini, her iki tabiattan
boş kalmış olarak, ifrât ve tefrît uzak tutan, bu aşırı uçları kendisinden atan (selb)
kimsedir. R.Tayr’ın girişindeki hayvan metaforlarının şârih tarafından bu tip insana
atıfla yorumlanarak kendini öte aleme hazırlayan ve orta yolu bularak bu alemden
ayrılmayı kendisi için kötülük olarak görmeyen arif’e işaretle yorumlanması da bunu
göstermektedir.656
Filozofumuza
göre
insanların
dinî
bakımdan
“adalet”le
emrolunmalarının sebebi nefsin öteki alemdeki mutluluğu içindir. Görüldüğü üzere
nefsin nazarî akıl gücünün yetkinliği (kemâl) “Hakk”, amelî akıl gücünün yetkinliği ise
“adalet ve hayır”dır. Bu durumda nefsin dengeli davranma alışkanlığını (meleketü’ttavassut) ve hissî hazlarını denetleme karakterini (el-hey’etü’l-isti’lâî) kazanması; onun
mutluluğa engel olan kötü karakterlerden “arınma”sı (zekâ) ve ölümle birlikte bedenden
tertemiz ayrılması için gereklidir.657
655 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss.143-144.
656 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, ss. 138, 140, 142.
657 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 430, 454.; Risâletü Adhaviyye fî emri’l-me’âd, ss. 119-120.; el-Mebde’ ve’lme’âd, s. 100.; er-Risâle fî Aksâmü’l-ulûmi’l-‘akliyye, s. 73.
209
İbn Sînâ, nefsin güçlerini birbirine karşı kullanılarak orta yolun bulunmasının
ve ardından bunun huy haline getirilmesinin yöntemini, değiştirilmek istenen yerleşmiş
huyun tersi yönüne kuvvetlice çekilerek mümkün olduğunu belirterek şu örneği verir:
Cimrilik huyundan vazgeçmek isteyen kişi cömertlikte uç noktaya doğru gitmeye
çalışarak orta noktaya yaklaşmış olur. Tıpkı düzeltilmek istenen eğri odun gibi. O da iki
tarafın ortası düzgün hale gelinceye kadar eğriliğin aksi olan istikamete doğru
bükülür.658
Yine filozofumuza göre nefsin, amelî aklın yetkinliği demek olan “dengeli
davranma alışkanlığı”nı kazanması; insanın içinde yaşadığı toplum düzeni için de
zorunludur. Çünkü söz konusu dengenin dışına çıkmak anlamına gelen amelî akıl
gücünün muhtevasına giren “şehvânî ve gazabî güçler”in “ifrat” hali, bizzat insanın
kendisi (şahıs), “tefrit” hali ise toplum için zararlıdır. Ancak düşünürümüzce şurası iyi
bilinmelidir ki, amelî aklın yetkinliği demek olan “denge”, yalnızca amelî akıl gücüne
aittir. Bu itibarla nazarî akıl gücü için “denge” söz konusu değildir; aksine bu gücün
“ifrat” hali nefsin nazarî akıl gücüne ilişkin yetkinliği bakımından istenen bir durumdur.
Burada sözü edilen “denge” nazarî akıl gücüyle amelî akıl gücü arasında değil, aksine
amelî akıl gücünün muhtevasına giren iç idrak güçleri arasında söz konusudur. Amelî
aklın bu güçlerin fiilleri arasındaki dengeyi sağlaması, nefsin amelî akıl gücüne ilişkin
“erdem”i (fazilet), sağlayamaması ise “erdemsizliği”dir (rezilet). Bunun anlamı nefsin,
amelî akıl gücü bakımından nazarî akıl gücüne boyun eğen bir karakter (el-hey’etü’liz’âni), nazarî akıl gücü bakımından da amelî akıl gücünü denetleyen bir karakteri (elhey’etü’l-isti’lâi) kazanmasıdır. Nazarî gücün amelî gücü denetleyen bir karakteri
kazanması yine filozofun nefsin güçlerinin kendi aralarındaki hiyerarşiyi anlatan bakış
açısını yansıtmaktadır. Bu nedenle hikayede, nefs’in güçlerini yönetmesi amelî güç
yoluyla gerçekleştirileceğinden, nefs sembolüyle güçleri arasındaki ilişki bu yönüyle
değerlendirilmelidir. Bu açıdan söz konusu denge, sadece bedenî güçler arasında değil
aynı zamanda nefs ile bu güçleri arasında da korunmalıdır. Bunun anlamı nefs’in bu
güçler karşısında mahkum, münfail olmaması ve onların karşısında kararlı bir şekilde
durma alışkanlığını kazanması demektir ki, bu da amelî akıl gücünün yetkinliğini
anlatır. İşte bu durum nefsin, nazarî ve amelî akıl güçleri açısından erdemi, tersi ise
658 İbn Sînâ, el-Birru ve’l-İsmu fi’l-Ahlak, ss. 38, 39.
210
erdemsizlidir. Şu halde amelî akıl gücünün, nazarî akıl gücünün emirlerine uyarak
“dengeli davranma alışkanlığı”nı kazanması “erdem”dir, yoksa bizzat dengeli davranma
fiilinin kendisi değildir.
İbn Sinâ, amelî akıl gücünün erdemini (fazilet) kendi içinde üçe ayırır.
1. Şehvânî gücün erdemi olan “iffet”; “cimâ’, yeme-içme, giyinme ve rahatlık”
gibi dış duyulara ve vehim gücüne ait hazlarda dengeli davranma alışkanlığını
kazanmaktır.
2. Gazabî gücün erdemi olan “şecaat” ise “korku, öfke, gam, ünf, kin, hased,
cimrilik” gibi nefsanî hallerde dengeli kalabilme alışkanlığı kazanmaktır.
3. Yönetmekle (tedbîrî) ilgili, yahut iç idrak güçlerinin erdemi olan “hikmet”,
hangi konumda olursa olsun insanın kendisi ile başkaları arasındaki ilişkilerde dengeli
davranma alışkanlığını kazanmaktır. Yani bu nevi ilişkilerde her türlü hileye başvurmak
ve bütün ilişkileri kendi lehine çevirmek anlamında “uyanıklık” (cerbeze) ve açık
gözlülük yapmaya kalkışmamak veya bunun tam tersi olan dünya işlerinde beceriksizlik
ve aptallık (belâhat) yapmamaktır. Kısacası insanın dünya işlerinde yararına ve zararına
olan şeyi bilmesi ve başkasına zarar vermemesidir.
İşte bu üç erdemin (iffet, şecaat, hikmet) toplamı “adalet”tir. Bazı kimselerin
söylediği gibi “adalet” dördüncü bir erdem (fazilet) değildir, ayrıca yukarıda sözü edilen
“hikmet”, nazarî akıl gücüne ait bir erdem değildir.659
İbn Sînâ’ya göre ilk üç erdemin her biri türün cinse veya bütünün basit
elementlere göre durumunu andıran bir dizi tâli kısımlardan oluşur.
İffetin veya şehvet gücünün faziletinin tâli kısımları cömertlik, yumuşak
huyluluk, güler yüzlülük, zariflik, vera (sakınganlık) ve kanaat; şecaatin veya gazap
gücünün faziletinin tâli kısımları sebat, hilm, kerem, müsamaha, bağışlama, gözüpeklik,
yüreklilik, ahlâkî tahammül, vakar; hikmetin veya akıl gücünün faziletinin tâli kısımları
659 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 455.; el-Mebde’ ve’l-me’âd, s. 96, 109.; Mebhas ani’l-kuvâ’n-nefsâniyye, ss.
170-171.; Risâle fî Ma’rifeti’n-nefs’i- nâtıka, s. 190.; Risâle fî’s-Sa’âde s. 19.; el-Birru ve’l-İsmu fi’l-Ahlak, ss. 2737.; Mustafa Çağrıcı, “fazilet mad.”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi (s. 268-271), C.12, s. 270.
211
hüsnü tedbir, zihn (doğru hüküm verme gücü), basiret, zannın doğruluğu (savâbü’zzann) olarak verilir.660
Amelî aklın denetimindeki bedene ait güçlerin her birinin itidal’e ulaşması
onlardan üç fazileti ve bu faziletlerin toplamı olan adaleti doğurur. Bu faziletletlerin
nasıl kazanılacağını hikayelerinde çeşitli sembollerle anlatan İbn Sînâ, nefsin bedene ait
güçlerinin sembollerini “ifrat” durumundaki halleriyle verir. Gazab ve şehvet gücünün
ifrat’ının “insan ferdi” için zararlı olacağı hatırlanırsa, hikayelerin daha çok insanı bu
güçlerin denetlenmemesi halinde vereceği zarardan korumaya çalıştığı görülür.
Hikayelerini insan nefsini merkeze alarak aktaran filozof, bununla birlikte insanların
yetkinliğe ulaşmada birbirlerine yardımını da önemsemektedir. Özellikle Risâletü'tTayr'da dostluğun önemi üzerinde durarak insanların kemale ermede birbirlerine
yardımcı olmaları gerektiğini belirtir. Dostluk nefs’in erdemleri kazanmasının da bir
yoludur. Nitekim kemali kazanmada birbirine destek olmak ve birbirlerindeki kötü
ahlakın izlerini silmek sıradan bir dost seçimiyle değil güzel ahlakla bezenmiş bir dostla
başarılabilir. İnsanların erdemleri kazanmada birbirlerinin desteğine olan ihtiyacını
anlatan cümlelerin R.Tayr’ın ilk cümleleri olması da filozofun buna verdiği değer ve
önemi göstermektedir. Bu hikayedeki kuşun da aynı yöntemle kafesten kurtulduğu
hatırlanırsa filozofun kişisel gayretin yanı sıra toplumu oluşturan fertlerin de bu
gayretteki payının önemine dikkat çekmek istediği görülecektir.661
İbn Sinâ, amelî akıl gücünün yetkinliğine ilişkin açıklamalarından sonra bir
noktaya dikkati çekerek, dünya işlerini zekice ve akıllıca düzenlemek, kendisi, ailesi ve
toplumuna ait işleri yönetme ve düzenlemede, kısaca beşerî ilişkilerde “dengeli olmak”
anlamına gelen ve yönetimle (tedbîrî) ilgili iç idrak güçlerinin erdemi olan “hikmet” ile
felsefenin bir bölümü olan “amelî hikmet”i birbirine karıştırmamak gerektiğine işâret
eder. Düşünüp taşınmaksızın (bilâ reviyye) ifrât ile tefrît arasındaki dengeli fiillerin
kendisinden sâdır olduğu ve ahlâkî bir erdem olan “amelî hikmet”, “nazarî ve amelî”
olarak iki kısma ayrılan felsefenin bir dalı olan “amelî hikmet”ten başkadır. Alışkanlığa
(meleke) ilişkin bir erdem (fazîlet) olan “amelî hikmet”, felsefenin bir dalı olmadığı
gibi, amelî felsefenin kendisi de ahlak değil, belki ahlakın ilmidir. Şu halde üç ahlâkî
660 İbn Sînâ, el-Birru ve’l-İsmu fi’l-Ahlak, ss. 27-37.
661 İbn Sînâ, Risâletü’t-Tayr, s. 338.
212
erdemden birisi olan amelî akıl gücüne ilişkin hikmet, amelî felsefeden ayrıdır. Çünkü
bizzat davranışın kendisi anlamındaki amelî akıl gücüne ilişkin ahlaktan hiçbir şey, bir
bilim olarak bizzat felsefenin kendisi veya bir bölümü değildir. Bir alışkanlık ve erdem
olarak değil, fakat felsefenin (hikmet) bir bölümü olarak ahlak ilmi, (el-hikmetü’lameliyye), nefsin arınması (tezkiye) için erdemleri (fedâil) ve onları kazanma yollarını,
korunması için de erdemsizlikleri (rezâil) ve onlardan korunmanın yollarını bilmektir.662
Amelî gücün yetkinliği olan “dengeli davranma alışkanlığı” (meleketü’t-tenzih
veya et-tavassut) nı kazanmak, sonuçta nefsin kendi alemine yönelmesini ve ölümden
sonraki mutluluğu için gereklidir. Bu nedenle nefs’in nazarî gücünün bu mutluluğa
yönelik “aşk ve şevk”inin nefste iyice yer etmesi için amelî akıl gücünün etkinliği
içinde olan davranışların, yani ahlakî fiillerin “değeri” nefse ölümden sonraki
mutluluğuna ilişkin bilincini unutturmayan, aksine onun mutluluğa yönelik aşk ve
şevkini arttıran özelliğe sahip olmalıdır. Bu demektir ki ahlâkî bir davranışın “iffet,
şecaat ve hikmet” gibi bir vasfı alması, bu davranışın, nefsin metafizik bilincine olumlu
katkı yapıp yapmamasına bağlıdır. Ahlakî erdemlerin metafizik bilince katkıda bulunan
bir yapıyı gözetmesi filozofun ahlakının metafizik görüşüyle birebir ilişkili olduğunu
gösteren ve değerini belirleyen bir özelliğe sahip olduğunu gösterir663 ki, hikayelerin bu
açıdan filozofun bu bakış açısını en iyi şekilde yansıtmaktadır. Zira nefs’in aklî aleme
yolculuğu ve bu yolculuğu gerçekleştirebilmesi amelî yetkinlik demek olan bu
erdemleri kazanmasına bağlıdır ve ahlakî fiiller de değerini buradan almaktadır. Bir
açıklamadan ziyade bir resmi bize veren sembolik hikayelerde nefsin güçleriyle ilişkisi
bu bakış açısı üzerine kuruludur. Bedenî güçleri gösteren sembollerin nefs’in bu aleme
yönelimini engelleyen ya da destekleyen özelliklere bürünmesi, bu metafizik bilince
yaptıkları katkı ya da tersine bu bilinci körelten yönleriyle karşımıza çıkmasının
nedenidir. Ancak hatırlanması gereken, bu güçleri yöneten nefsin rolüdür. Nötr
özelliklere sahip bu güçlerin alacağı değeri belirleyen nefsin sorumluluğunun bilincini
kazanması ve bu güçlerin kontrolünü elinden bırakmayarak metafizik bilincini
davranışlarına yansıtması gerekmektedir.
662 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât II, s. 455.; Risâle fî’s-Sa’âde, s. 19.; Kitâbü’l-Mübâhasât, ss. 234-236.; ‘Uyûnu’lHikme, s. 16.; Durusoy, s. 187.
663 Durusoy, ss. 187-188.
213
R.Tayr’da işaret edilen hayvan metaforlarının her biri bu bilince sahip olması
gereken bir insan prototipini (arif) vermektedir. Şimdiye kadar anmadığımız bu
metaforlardan biri “solucan”dır. “Solucan gibi yumuşak yumuşak yürüyün” ifadesini
şârih, “Rahmanın kulları yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler” (25/Furkan-63)
ayetiyle yorumlarken bu sembolün “başkalarını incitmemeyi, amaç ve konuyu gizli
tutmayı, iltifat gören herşeyden müstağni kalmayı öğütlediğini, bunların insanı
saadetten alıkoyacağı” için filozofun bunlara işaret olarak bu örneği verdiğini belirtir.664
Nitekim düşünürümüzün metafizik bilincin zirvesinde olan ârifin ahlakî özelliklerini
açıklamasında da bu durum açıkça görülmektedir. O’na göre ârif güleryüzlü,
mütebessim ve mütevazidir. Büyükleri sayar, küçükleri sever, soylulara elini uzattığı
gibi sıradan kimselere de yardım eder. Nasıl güler yüzlü olmasın ki, o Tanrı (Hakk) ile
sevinir (ferah) ve herşeyi ve herkesi sever. Gerçek şu ki, o herşeyde Tanrı’yı görür.
Nasıl herkese eşit şekilde davranmasın? Çünkü onun nazarında herkes birdir. Zira
rahmet ehli batılla da ilgilenir. Ârif, tecessüs ve tahassüsle uğraşmaz, münker olan
şeyleri müşahede ederken gazapla yanıp tutuşmaz. Çünkü o, merhametle dolup
taşmaktadır. Doğrusu o, kadere Allah’ın sırrıyla bakar. Ma’rufu emrederken yumuşaklık
dolu bir öğütle emreder, ayıplayıp azarlayarak emretmez. Ma’rufları çokça yapınca
bazen onu ehlinden gizler. Ârif, bahadırdır. Nasıl olmasın ki, o artık ölüm korkusunu
aşmıştır. Cömerttir. Nasıl olmasın ki, batılı sevmeyi bırakmıştır. Suçluları çok çok
bağışlayandır. Nasıl olmasın ki, onları yaralamayacak kadar olgun bir insandır. Kinleri
unutmuştur. Nasıl olmasın ki, onun zikri Hakk’la meşguldür665. Görüldüğü üzere
düşünürümüze göre nefsin metafizik bilinci arttıkça o, ahlakî açıdan hangi davranışın
güzel (cemîl), hangisinin çirkin (kabîh) olacağını bilebilmektedir.
Nefsin yetkinliği demek olan erdemleri kazanması, İbn Sînâ’nın alem
anlayışıyla da bağlantılıdır. Bu bağlantı hikayelerde en açık biçimde ortaya konduğu
gibi nefs’in gütmesi gereken ahlakî gayeyi de anlatmaktadır. Hikayelerin kahramanı için
“meleklere benzemek” şeklinde ifade edilebilecek bu gaye666 insanî nefsin, bedenle
beraberken nazarî ve amelî akıl güçlerine ilişkin yetkinliğini kazanıp bedenini de
mûtedil mizaclı kılınca Gök Nefsleri’ne (es-seb’ûş-şidâd) benzemesini içerir. Bu
664 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 339.; Ömer bin Sehlânî Sâvî, Risâletü’t-tayr şerhi, s. 140.
665 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, ss. 101-108.
666 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 256.
214
özelliğe sahip olan nefs, ölümle bedenden ayrıldıktan sonra kendisine bütün aklî
hakîkatler açılacağından Gök Akılları’na (el-ukûlü’l-mücerrede) benzeyecektir. Şu
halde nefsin bedenle beraberken nazarî ve amelî akıl gücü açısından içinde bulunduğu
yetkinleşme süreci, ölümle bedenden ayrıldıktan sonra “aklî bir cevher” olmak için
hazırlanma ve çalışma sürecidir. Bu süreç maddî alemin tuzağına düşmüş nefsin bu
tuzaktan kurtularak aslî vatanına dönüş için gösterdiği çabada görülmektedir. Nefsin
öteki alemdeki mutluluğuna yönelik olarak bu âlemdeki çalışma ve yaşamasını ise
“erdemli yaşama” (es-sîretü’l-fâzıla) biçimi olarak niteleyen filozof, böylece insanın
meleklerin bile kendisine secde ettiği bir insan olma (2/Bakara-30-37) durumuna daha
çok yaklaşacağını anlatmak ister. Bu gaye’nin gerçekleşmesi ise nefsin yetkinliğinin
amelî akıl açısından Gök Nefsleri’ne, nazarî akıl gücü açısından Gök Akılları’na
benzemesiyle başarılacaktır. Nefs, akıl ve cisim üçlüsünü insana uygulayan İbn Sînâ, bir
mikrokozm olarak tüm varlık düzeylerini, meleklerin tabiatını olduğu kadar bitki,
hayvan ve minerallerin tabiatına da potansiyel olarak kendisinde barındırdığını
belirtir667 ve insandaki bu potansiyelin harekete geçmesi gereken yönün ait olduğu
doğu-gökler’i işaret ettiğini hikayelerinde gösterir. Zira bu alemde Tanrı’ya “aşk” içinde
“ibadet” eden Gök Nefsleri ve Gök Akılları (amele-müvekkel ve kerrûbîn melekleri)
onun için bir model ve dünya hayatında yükseleceği hedefi teşkil eden birer prototip
olarak nefse tanıtılırlar. Gök Nefslerinin Tanrıya yaklaşmak için aşkla Gök cisimlerini
hareket ettirmesi gibi nefs de aynı gaye ve aşkla bedeni yönetmelidir.668 Çünkü, İbn
Sinâ’nın alem görüşünde Gök Nefsleri Gök cisimlerini aklî bir irade (şevk) ile dairevî
olarak, kendi varlık sebepleri olan Gök Akılları’na benzemek amacıyla ebedî olarak
hareket ettirirler. Buna göre nefsin amelî akıl gücünün beden üzerindeki tasarrufu
demek olan ahlakî davranışlar, kendisinin varlık sebebi olan Faal Akl’a benzemesinin
bir göstergesi olacak şekilde olmalıdır. Nitekim Faal aklın nefsi aydınlatması da O’nun
Tanrı’ya yaklaşma ve O’na benzeme gayesini içermektedir. Nefsi bu gayeye yönelten
Faal Aklın Hayy bin Yakzan hikayesinin sonundaki daveti669 de nefs’in Faal Akla
benzeme isteğinin R.Tayr’da gerçekleşmesidir. Filozofun kozmik alemdeki sudur
teorisine bağlı olan akılların herbirinin kendisinden aşağı olanı hikayedeki sembolle
667 İbn Sînâ, Fî sırrı's-salât, 207-208.
668 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 52; Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, ss. 265, 286.
669 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 53.
215
aydınlatması Tanrıya benzeme gayesinin tezahürüdür. İnsan nefs’indeki fark bu gayeye
yönelme aşkı kendisinde doğuştan bulunsa da bedenle birlikteliğinin getirdiği çaba ve
gayretin de bu yönelişe eşlik etmesidir. Dolayısıyla ahlakî davranışlardaki amaç, bu
metafizik gayeye yönelik olmalıdır. İşte bu itibarla filozofumuza göre insanî nefsler (ennüfûsu’l-beşeriyye) güçleri (tâkat) yettiği nisbette aklî varlıkları (ma’kûlât) tasavvur
ederek ve ahlakî açıdan âdil davranırak Tanrı’ya benzeyip ona yaklaşmaya çalışırlar.
Keza Gök nefsleri de (en-nüfûsu’l-melekiyye) aklî varlıkları (ma’kûlât) tasavvur edip
“oluş ve bozuluş”un (kevn ve fesâd) devamını (bekâ) sağlamak için Gök cisimlerini
hareket ettirerek Tanrı’ya benzeme çabası içindedirler. Çünkü Tanrı, hem Gök Nefsleri,
hem de insanî nefsler için “Mutlak Hayır ve Ma’şûk”tur (el-hayru’l-mahz, el-ma’şuku’lmahz). Sonuçta amaç Tanrı’ya benzeme gayesi üzerine kuruludur. Hikayelerde nefs’in
yolculuğunun da ana hedefi budur. Ancak insanî nefsler nazarî ve amelî akıl gücü için
iyi olan fiillerini yalnızca gaye açısından Tanrı’ya benzeyerek yapabilirler, yoksa bu
fiillerin ilkeleri açısından Tanrı’ya benzeyemezler. Şu halde insanî nefsler ancak “âkîl
ve âdil” olmayı gaye edinerek Tanrı’ya benzeyebilirler. Ayrıca Tanrı da (el-Melikü’lA’zâm) onların kendisine benzemeye çalışmalarından hoşlanır. Çünkü ne kadar çok
O’na benzemeye çalışsalar, mükemmel bir şekilde O’na benzemeleri imkansızdır. Bu
durumda nefsin yetkinliği demek olan kemâli ve fazileti; “âkil ve âdil” olmak sûretiyle
Tanrı’ya benzeyerek O’nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Düşünürümüz amelî
akıl açısından yetkin olan nefsleri, “sâlih, fâzıl, âdil, münezzih ve mütenezzih” gibi
sıfatlarla vasıflandırır. Her iki güç açısından yetkinliğini kazanmış olan nefsleri ise
“âlim sâlih fâzıl, âkil âdil, kâmil münezzih” gibi sıfatlarla tavsif eder.670
Sonuç olarak nefs’in amelî yetkinliği demek olan “dengeli davranma
alışkanlığını” kazanması, filozofun deyimiyle “adil” olunması, nefsin bedenle
birlikteliğinin getirdiği bir sonuçtur. Bu nedenle yaratılıştan sahip olduğumuz bedenî
güçlerin işlevsiz hale getirilmesi ya da bastırılması değil tersine amelî yetkinliğin
kazanılmasında ve bunun sonucunda nefs’in metafizik aleme yükselmesinde ona hizmet
eden güçlere dönüştürülmesi gerekmektedir. Nefs, nazarî ve amelî yetkinliğini elde
ettiğinde ve bu iki güce ilişkin erdemleri kazandığında, Gök Akılları’na ve Nefsleri’ne
670 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 373-392, 401.; Risâle fî’l-Kelâm ala’n-nefs’i-nâtıka, s. 198.; el-İşârât ve’ttenbîhât, III, ss. 136-137, 163-165, 209-210.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, II, ss. 413-414.; Fî’l-Işk, ss. 263-264, 267-269.;
Risâle fî’s-Sa’âde, s. 21.; et-Ta’lîkât, s. 63.
216
benzeyecek, bilgi ve eylem planında dengeli bir hayat yaşayarak ahiretteki mutluluğunu
da hazırlamış olacaktır.671
IV. 5. MUTLULUK (SAADET)
İbn Sînâ’nın mutluluk anlayışının temelinde metafiziği yer almaktadır.
Filozofun nefsten bahsettiği hemen her yerde nefsin mutluluğuna değinmesi672 sembolik
hikayelerinde de devam etmiş ve nerdeyse hikayeler bu anlayışla şekillenmiştir. Zira
hikayelerin merkezinde nefs’in bedenden mufarak oluşunu anlatan semboller yer
almakta ve buradan yola çıkılarak nefsin alemdeki yeri vurgulanmakta, böylece insanın
imkan yönü ortaya konulurken bu imkanın hangi yönde kullanılması gerektiği filozofun
mutluluk anlayışıyla belirlenmektedir.
Söz konusu mutluluk insanın mutluluğu olduğundan “insanın tüm varlık
şartları” bu konuyla doğrudan ilgili olacaktır. Bu nedenle nefs’in metafizik vechesi bu
konunun temeline yerleşmekle birlikte psikolojisi de devreye girmekte, ahlak temelleri
üzerinde gelişip büyüyerek filozofun eskatolojinde son hedefine ulaşmaktadır.673
Buradaysa
mutluluğun
filozofun
ahlak
anlayışıyla
bağlantısının
sembolik
hikayelerindeki yansımasını ve nasıl yer bulduğunu görmeye çalışacağız.
İbn Sînâ mutluluğu “sonsuz bir neşe içinde Yaratıcı’nın yakınında ebedî bir
huzur” olarak tarif eder ve ‘sadece kendisi için istenen son gaye’ olarak belirler.674 Bu
tariften yola çıkarsak hikayelerdeki mutluluk sembollerinin ‘Tanrı’ya varış’ yolculuğu
ve bu yolculuktaki ‘gaye’ etrafında örüldüğü görülecektir.
İbn Sînâ’nın teleolojik (gaye güdücü) bir ahlak anlayışının olduğunu birinci
bölümün başında belirtmiştik. Bu ahlak anlayışında önce “iyi nedir?” sorusuna yanıt
arandığını ve buradan bu iyinin fiillerimizi nasıl belirlediğini, dolayısıyla “doğru fiil
671 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, ss. 44, 45.; Risâle fî’s-Sa’âde, s. 19.
672 Mehmet Aydın, İbn Sînâ’nın Mutluluk Anlayışı, s. 434.; Kutluer, İslam Felsefe Tarihinde Ahlak İlminin
Teşekkülü, s. 248.
673 Mehmet Aydın, s. 433.; Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 248, 251.; Kaya, “İbn
Sînâ Felsefesinde Mutluluk Kavramı”, U.A. İbn Sînâ Sempozyumu (s. 495-500), Ank.: 1983, s. 498.
674 İbn Sînâ, Risâle Fi’s-sa’âde, s. 2.
217
nedir?” sorusuna geçildiğini de ifade etmiştik. Yine buradan devam edersek filozofun
mutluluğu “en yüksek iyi” olarak tanımladığını görüyoruz.675 En yüksek iyinin tercih
edilmesinin temelinde de mutluluk bulunmaktadır. En yüksek iyinin Tanrı’yla irtibatı
hatırlanırsa mutluluğun teolojik ve eskatolojik yönü daha açık ortaya çıkmış olur.676
Bu anlamda “iyi”nin özellikle Hayy bin Yakzan’da “aydınlıkla” sembolize
edildiğini ve en yüksek iyinin Nuru’l-Envar olan Tanrı olduğunu “iyi ve kötü” alt
başlığında görmüştük. Nefs’in yolculuğundaki gaye de buna göre Tanrı’ya ulaşmak
dolayısıyla Yaratıcının yakınında bulunmak anlamında mutluluğu işaret etmektedir.
Gaye-güdücü (tele-olojik) bir ahlâk görüşünde en önemli problemi "gaye", "vasıta"
ve "gaye-vasıta ilişkisi" nin belirlenmesidir. Çünkü bu türden olan ahlâk görüşlerinde
"ahlâkî iradeyi" gaye belirlemiş olmaktadır. Mutluluğun “en son gaye” olarak belirlenmesi
fiillerimizin hangi gaye etrafında şekillendireceğimiz sorusunun cevabını da içermektedir.
“Neyin”, “niçin” yapılması gerektiğinin cevabı ancak bir gaye tasavvuruyla mümkündür.
Başka bir şekilde söyleyecek olursak "ne" sorusuna, "niçin" sorusunu sorduğumuzda
karşımıza "gaye" kavramı çıkmaktadır. Fakat bu iki sorunun cevabı son tahlilde birbirine
karışmaktadır.677 Birincinin uygulanmasına konulanı belirleyen ikinciye verdiğimiz
cevaptır. Bu itibarla vasıtaları belirleyen unsur gaye olmaktadır.678
İyi kavramının yetkinlikle ilişkisi burada da ortaya çıkmakta, dolayısıyla
varlıkta yaratılıştan bulunan yetkinliğe ulaşma şevki, mutluluğa ulaşma isteği olarak da
okunabilmektedir. Yetkinliğin meydana gelmesi mutluluktur.679 Hikayelerimizde
nefs’in mutluluk gayesiyle Doğu’ya-göklere yönelişine hizmet eden ya da bu yönelişi
engelleyen unsurlar iyi ve kötü değerini bu gayeye katkılarına göre alacaklardır.
Böylece ahlakî değerleri de mutluluk ilkesi belirlemiş olmakta, mutluluğa götüren
vasıtalar da bu gaye etrafında aynı değeri paylamaktadırlar.
Mutluluğu son gaye olarak belirleyen filozof, bu gayeye götüren vasıtaları da
bu gayeye göre belirlemektedir.
675 Ibn Sina, R. fi's-saade., s. 2-3.
676 Bircan, ss. 79-80.
677 Draz, s. 250.
678 Bircan, s. 63.
679 İbn Sînâ, el-mebde ve’l-me’âd, s. 159.
218
İbn Sînâ, insanın ulaşmak istediği hedefleri (metâlib) ikiye ayırır: Mutluluk ve
mutluluğa götüren vasıtalar. En faziletli çaba mutluluk ulaşmak için gösterilen çabadır.
Mutluluk yolunda başvurulan vasıtalar, özlerinde nötr olsalar da mutluluğa ulaşmak gibi
yüksek bir gayeye hizmet ettikleri için faziletlidirler.680
Saadete götüren yollar denilince akla maddî hazlar gelmemelidir. Zira bu
hazların tatmin edilemeyeceği, hep daha fazlasına işaret edeceğini İbn Sînâ, Hayy bin
Yakzan hikayesinde şehvet ve gazab güçlerinin özelliklerinden biri olarak
anlatmaktadır. Şehvet gücünü, “hiçbir zaman doymaz. Onun gözünü ancak toprak
doyurur”, biçiminde tasvir ederken, gazab gücünü, “önünde durulamayacak yukarıdan
aşağı doğru hızla akan, önünde kimsenin duramayacağı bir sel ya da yavrularını
yitirmiş dişi bir aslanın öne geçilmez hali gibidir.”681 şeklinde tasvir eder. Tatmini
mümkün olmayan bu güçlere ait hazların bir doyma noktasının olmaması ve bu hazları
bir melal (bıkkınlık) halinin takib etmesi de bu hazların mutluluk için bir vasıta
olamayacaklarını gösterir. Daha önemlisi bu hazlara fazlaca bağlananların iç huzuru
(ilâhî sekînet) kesilmiş, rabbânî feyizden alacakları nasibleri kalmamış demektir ki,
hikmetten yoksun olmak anlamına gelen bu durum asıl tehlikedir.682 Bu noksanlıkla
yetinip kendini her varlığın ulaşmaya çalıştığı asıl gayeye (yetkinlik, kemâl) ulaştıracak
vasıtaları elde etmeyenin kimsenin ne kadar akılsız, yüreksiz ve korkak olduğu ve bu
durumdaki kişi “hayvanlardan daha aşağı” bir konumda olacağı ortadadır.683
İbn Sînâ, özünde noksanlık barındıran maddî hazlara takılıp kalmayı ve onların
saadete götüren vasıtalar olduğu zehâbına kapılmayı nihaî gayeye ulaşmayı engelleyen
hayret verici bir durum olarak görür. “Meleğin çirkinlikten kaçınmasına, hayvanın da
güzelle çirkin arasında fark gözetmemesine şaşılmaz. Asıl hayret verici olan insanın asi
olması ve itaatsizlik göstermesidir.” Zira irade, melek ve hayvanda bulunmayan insana
has bir özelliktir. Akıl gücüyle itidali bulan kişi melek suretli bir insana benzer,
yetkinliğini kazanmaya çalışan insan mutluluğa giden yolu kendisi için açmış olur.684
Maddî hazlar dünyaya ait olduğundan ve özünde noksanlık taşıdığından insan bu
680 İbn Sînâ, Risâle Fi’s-sa’âde, ss. 2-4.; eş-Şifâ, en-Nefs, ss. 218-219.; eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 423-428.; Risâle
Adhaviyye fî emri’l-me’âd, ss. 144, 149-150.
681 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 44.
682 İbn Sînâ, Risâle Fi’s-sa’âde, s. 3.
683 İbn Sînâ, Risâle Fi’s-sa’âde, s. 4.; Risâletü’t-tayr, s. 339.
684 İbn Sînâ, Risâle Fi’s-sa’âde, s.3.; Risâletü’t-tayr, s. 339.
219
dünyada tam anlamıyla saadete ulaşmaya elverişli bir mahiyette (müstaîd) değildir. Bu
nedenle tam mutluluk bu dünyada değil, öbür dünyada kazanılabilir.685
Ancak
bu
cümle
dünyada
saadetin
hiç
tadılamayacağı
anlamında
yorumlanmamalıdır.686 Ancak İbn Sînâ, mutluluğu nefs’e hasrettiğinden, bedenle
birlikte bulunan nefsin tam mutluluğu tatması İslami anlayışa uygun olarak ölümden
sonra gerçekleşecektir.687 Beden nefs’in tam mutluluğu tatmasına engel teşkil eder. Faal
Akılla ittisalin bilginin yanı sıra mutluluğun da kaynağı olduğu hatırlanırsa bu ittisalin
de süreklilik göstermesine beden engel teşkil ettiğinden söz konusu mutluluğun da ebedî
olması düşünülemez. Bunun için Hayy bin Yakzan, kendisiyle yapacağı seyahatlerin
bedenle birlikte olduğu sürece ikametle karışık yarım seyahatler halinde kalacağını,
ancak bedenden kopması durumunda böyle bir seyahatin sürekli olabileceğini nefs’e
hatırlatır.688
Ayrıca İbn Sînâ sadece öteki dünya mutluluğunun bu dünyada kazanılacak
yetkinliğe bağlı olduğunu vurgulayarak bu dünya ile ahireti birlikte değerlendirir. Zira o
Risâletü’t-tayr’da Tanrı tavsifinin ardından “O’na hizmet eden tam bir saadete (essa’âdetü’l-kusvâ) ulaşır. Ondan uzaklaşan dünyada ve ahirette hüsrana uğrar” diyerek
bu mutluluğa ulaşmanın yolunu gösterdiği gibi bu mutluluğa kavuşma isteği
duymayanların hem dünyada hem de ahirette mutsuzluğa düçar olacaklarını belirtmiş
olmaktadır.689
Ancak nazarî akıl gücünün metafizik bilincinin artması ve bu bilgide
derinleşmesi ölümden sonra gerçekleşecek olan mutlu olma yeteneği (isti’dâd) ni artırır.
Nefsin fizik ötesi aleme ilişkin bilgisi ne kadar güçlü olursa hissî hazlardan uzaklaşması
o kadar çok olur. İşte nefste yer eden bu güçlü metafizik bilincin sonunda, onda
ölümden sonraki mutluluğuna ilişkin bir “istek ve aşk” (şevk ve ışk) doğar. Metafizik
bilinç sonucu nefste meydana gelen bu istek ve aşk, onu hissî hazlara yönelmekten ve
onlara olduğundan fazla değer vermekten alıkoyar.690 Absal’ın, Salamanın eşinin
685 İbn Sînâ, Risâle Fi’s-sa’âde, s. 4, 5.
686 Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, s. 250.
687 Mehmet Aydın, s. 446.
688 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 45.
689 İbn Sînâ, Risâletü’t-tayr, s. 343.
690 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, s. 429.
220
tekliflerinden yüz çevirmesi ve bununla yetinmeyip beden ülkesini terkedip Doğu’yu ve
Batı’yı fethe çıkmasının ardında bu metafizik bilinç vardır.691 Absal’ın yetkinliğe
yönelişi de göstermektedir ki, bu bilinç kendini yetkinleştirerek ölümden sonraki
mutluluk için yeteneğini artırma çabasını da beraberinde getirmektedir. Bu çaba nazarî
ve amelî yetkinliğin kazanılması, dolayısıyla filozofun “en yüce iyilik” olarak
tanımladığı mutluluk (saadet) un
kazanılması demektir. Çünkü mutluluğun elde
edilmesi nazarî ve amelî yetkinliğin kazanılmasına bağlıdır.692
İbn Sînâ gerçek “aşk”ı herhangi bir şeyin varolduğunu (huzûr) tasavvur
etmekle nefste meydana gelen sevinç (ibtihâc) hali olarak tanımlar. “İstek” (şevk) ise,
hissî sûretin hayal gücünde yer etmesinde olduğu gibi, bir şeyin sureti nefste yer edince
(temessül) o şeye duyulan aşkı sonuçlandırma işidir. Yani aşka konu olan şeyi elde etme
isteğidir. Metafizik bilincin, nefsi ulvî şeylere yöneltmesi bu yüzdendir. İbn Sînâ’ya
göre aşk ve şevk duyulan şeye ulaşınca istek kaybolur ve mutluluk (saâ’det) denilen
“sevinç” (behcet) gerçekleşir. Bu demektir ki nazarî akıl gücünün yetkinliği, kendi
iradesiyle ölümden sonra gerçekleşecek mutluluğa ilişkin “şevk ve aşk” kazanmasıdır.
Çünkü ilahî inâyetin gereği olarak bütün insanî nefslerde yetkin ve mutlu olma isteği
(irade) bilkuvve mevcuttur. Bu durumda Tanrı’nın civârında ebedî bir sevinç içinde
olmak anlamına gelen gerçek mutluluğa götüren nazarî akıl gücünün aklî bilgisinden
daha değerli bir bilgi ve bunun için çalışmaktan daha değerli bir çalışma yoktur.693
Bunun için de kişinin felsefe tahsilinden geri kalmaması gerekir.694
Nazarî aklın yetkinliği, nefsin kendisine ait iyiliğin ve mutluluğun ne olduğunu
bilmesi, bizzat kendisinden başlayarak, kendi varlığını ve mahiyetini, nasıl var
olduğunu, ölümden sonra ne olacağını, alemin Tanrı’dan nasıl sudûr ettiğini, Gök
Akılları’nın ve Nefsleri’nin durumunu, alem içindeki kendi yerinin neresi olduğunu,
kendisinin mutluluk ve mutsuzluğun ne olduğunu aklî seviyede bilmesidir. Kısacası
varlığın bütünü hakkında küllî bir tasavvura sahip olması, başka deyişle ilim ve irfan
691 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54-56.
692 İbn Sînâ, ‘Uyûnu’l-Hikme, s. 17.
693 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, ss. 43-44.; Risâle Fi’s-saâde, ss. 2-4.
694 İbn Sînâ, Risâle Fi’s-sa’âde, s. 18.; Heath, 93.
221
sahibi olmasıdır.695 Sembolik hikayeler ise bu nazarî yetkinliğe ulaşmanın sembolik
dildeki ifadeleridir. Nefsin kendinden başlayarak madde ve sûret alemini, bu alemdeki
yerini, Gök Akılları ve Nefslerini, Tanrı hakkındaki bilgileri Faal Akıl ile ittisal
sonucunda öğrenerek bu bilgilerin yanı sıra mutluluğun da yolunu öğrenmiş olur.
Mutluluğu kazanmak için nazarî aklın yetkinliğe ulaşmasının yanı sıra amelî
aklın da yetkinliğe ulaşması gerekir. Nazarî yetkinlik tek başına mutluluğun elde
edilmesinde yeterli değildir. Bu iki akıl gücünün yetkinliği düşünen nefsin yetkinliğidir.
Düşünen nefsin yetkinliğe kavuşması, Tanrı’yı bilmek (‘ilmullâh) ve Tanrı’nın rızası
için çalışmak (‘amel’un lillâh) ile mümkün olur. Nefs, aklın ve “şer’in” kötü
saydıklarından uzak durursa amelî yönden arınmış olur. Aklın ve dinin iyi gördüğü
fiilerin yapılması sonunda nefs, “kötülüğü buyuran nefs” (en-nefs el-emmâre bî-s-sû')
olmaktan çıkar ve “düşünen doymuş nefs” (en-nefs en-nâtıka el-mutma'inne) derecesine
yükselir.696 Bu dereceye yükselen nefs, kudsî aleme yönelir. Nefs-emmareyi sembolize
eden Salamanın karısı’nın karşısında Absal’ın nazarî ve amelî yetkinliği kazanmış
müstefad aklı sembolize ederek nefs-i mutmainne olma yolunda nasıl hareket edilmesi
gerektiğinin Yusuf peygamber (12/Yusuf: 23-34) modeliyle anlatması, mutluluğun
kazanılmasında gereken ahlakî modeli de göstermiş olmaktadır.697 İşte nefsin mutluluğu
da ancak bu şekilde gerçekleşebilir. Çünkü “mutluluk”, diyor İbn Sinâ, “ancak nefsin
kötülüklerden arındırılması ile kazanılır. Arındırılmış nefs, mutluluğun elde edilmesini
sağlayan fiillerin zıttı olan fiillerin yapılması ile, dolayısıyla, bir takım melekelerin
kazanılması ile mutluluğa lâyıkolur.”698 Yine Absal’a dönersek şehvet ve gazab
güçlerini “hizmetçisinin” ve “sofra aşçısı”nın sembolize etmesi, bu güçleri hizmetinde
kullanması ve Doğu’yu ve Batı’yı fetheden Zülkarneyn olarak yine nefs’in hayvansal
güçlerini sembolize eden askerlerinin onun emrinde olması da göstermektedir ki, nefs
bu seviyeye ulaştığında yetkinliğe ulaşmış olmakta, dolayısıyla da mutluluk yeteneğini
kazanmış olmaktadır. Aynı yeteneğe ulaşmak kuşların tuzaklarından kurtulmalarına
yani amelî yetkinliğe ulaşmalarına, bununla birlikte şehirleri ve dağları aşarak nazarî
695 İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, II, ss. 425-426, 429.; Risâle fi ma’rifeti’n-nefs’n-nâtıka, ss. 190-191.; Risâle fi’lkelam ala’n-nefsi’n-nâtıka, s. 196.; Risâle Adhaviyye fî emri’l-meâd, s. 116.; ‘Uyûnu’l-hikme, ss. 59-60.; el-işârât
ve’t-tenbîhât, IV, ss. 68-69.; Fi’l-ışk, s. 261.
696 İbn Sînâ, Risâle fi’l-kelâm ‘ala’n-nefs’n-nâtıka, s. 198.; Mehmet S. Aydın, İbn Sînâ’da Ahlak, s. 125.; Okumuş,
ss. 171-172.
697 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 54-56.
698 İbn Sînâ, Şifa, el-İlâhiyyât, II, s. 445.; Necat, s. 307; el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, s. 32.
222
yetkinliği de kazanmalarına bağlıdır. Ancak böylece Padişahın sarayına girme ve O’nun
yakınında cemaline ulaşma (vâsıl olma) ve aklî hazların üstünlüğünü idrak edip
Tanrı’nın bağışı ve ikramı demek olan bu bilinçle geriye dönmeleri mümkün
olabilecektir.699
İbn Sinâ’ya göre gerçek mutluluk, nefsin ölümden sonra gerçekleşecek olan ve
ebedî olan aklî hazlara ulaşmasıdır. Bu dünyadaki kemâl ve fazîlet ise, nefsin nazarî akıl
gücü açısından aklî hazlara ilişkin “aşk ve şevk”ini arttırması ve amelî akıl gücü
açısından hissî hazlara ilişkin isteklerini dengelemesi ve ölçülü tutması anlamında âdil
olmasıdır. İşte bu iki güce ait yetkinlik ve bu yetkinliğin sonucu gerçekleşen mutluluk
açısından insanî nefsler aynı seviyede değildirler. Bu itibarla düşünürümüz nefsleri,
yetkinlik ve mutluluk açısından beş sınıfa ayırır.700 Ancak hikayelerinde bu sınıflama
yerine bizi bir modele yönlendirdiğinden, bu sınıflamanın başında yer alan nazarî ve
amelî akıl gücünün her ikisinde yetkin olan nefsler’in özelliklerini aktarmakla
yetinelim.
“Mukaddes
nefsler”
(en-nüfûsu’l-mukaddese),
“insanî
Rabb”
(rabbün
insâniyyun), “gerçek melik” (el-melikü’l-hakîkî), “kâmil münezzih ve ârif mütenezzih”
nefsler de denilen bu nefsler kendi yetkinliklerine ermiş ve hissî hazlardan tamamen
vazgeçmişlerdir. Eğer bu nefslerde ölümden sonra nazarî (i’tikâdî) ve amelî (hulkî) akla
ilişkin fizik (süflî) âleme yönelik en küçük bir alışkanlık (eser) kalsa bundan dolayı
elem (ezâ) duyup en yüce mutluluğa (derecetü’l-illiyyîn) yükselemezler. Bu sınıfa giren
nefslerin içinde en erdemlisi nebî olmaya yetkin (musta’id) olan “nebevî nefsler”dir.
Nefsin nebevî özelliklerine sahip “âkil fâzıl” bir insan, yeryüzünün hâkimi (sultan) ve
Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Filozofumuza göre böyle bir kişi, neredeyse
Allah’tan sonra kendisine itaat edilmesi gereken “rabbânî bir insan”dır. Bu insan “aklı
ve ahlakı tam” (asîlü’l-akıl ve şerîfü’l-ahlak) olduğu için bu dünyada yönetici (halîfe)
olma hakkına sahiptir.701
699 İbn Sînâ, Hayy bin Yakzan, s. 53; Risâletü’t-tayr, s. 342.; el-İşârât ve’t-tenbîhât, IV, Salaman ve Absal, ss. 5456.
700 İbn Sînâ, Risâle Adhaviyye fî emri’l-me’âd, ss. 120-121.
701 İbn Sînâ, Şifa, el-İlâhiyyât, II, ss. 432, 435, 451, 455.
223
Gerçek mutluluk demek olan aklî hazz, Tanrı’yı aklî olarak müşahede etmek
olduğundan ârif, Tanrı’yı (el-hakku’l-evvel) Tanrı olduğu için ister, O’nu bilmeye
(irfan) başka bir bilgiyi tercih etmez. İbadete en layık Tanrı olduğu için o, yalnızca O’na
ibadet eder. Çünkü ibadet Tanrı’ya en değerli biçimde bağlanıştır. Bu nedenle ârif, O’na
cennet sevgisi (rağbet) ve cehennem korkusu (rehbet) için tapmaz. Ârif, yaratılışı gereği
yalnızca O’na tapılması gerektiğini bildiği için tapar.702
Filozofun resmettiği bu arif kişi sembolik hikayelerden Salaman ve Absal’da
Absal’la sembolleşirken R.Tayr ve Hayy bin Yakzan’da bu ideale bir yönlendirme söz
konusudur. İnsan kutup sembolüyle bir imkanken Doğu’ya yolculuğunu R.Tayr’da
tamamlayarak yetkinliğe kavuşur ve böylece nazarî ve amelî açıdan “meleklere
benzeme” gayesini içinde taşıyan yetkinleştirme programı tamamlanmış olur.703 Bu
programı tamamlayan nefs için artık ölümden sonraki mutluluğa liyakat gerçekleşmiştir.
Ancak bu liyakatin kazanılması yolundaki, hikayelerdeki sembolle ve daha doğru
ifadeyle yolculuktaki, tuzaklar ve engellerden de bahsederek bunun hiç de kolay
olmayacağı ve sürekli bir mücadeleyi de içinde barındırdığı ikazıyla birlikte bu
mutluluğun kazanılma yolları öğretilmektedir. Nitekim bu yolculuk sayesinde insan,
çirkinliğin zerresinin bulunmadığı hatta tasavvuru dahi mümkün olmayan yetkinlik
dünyasına ulaşacak, hakikat ve güzelliğin temaşasına koyulacaktır. İşte bu onun
özlediği mutluluk olacaktır.704 Ancak unutulmaması gereken, filozofun hikayelerinde
mutluluğun, bedenden dolayı süreklilik arzetmeyeceği, dolayısıyla bu mutluluğa
duyulan hasret, kuşların aslî vatanlarına duyduğu da’us-sıla duygusu gibi bir aşk ve
isteği hep uyanık tutarak bu bilincin yön vereceği davranışlarla mutluluğun kazanılacağı
asıl yere hazırlık anlamı taşıdığıdır.
702 İbn Sînâ, el-işârât ve’t-tenbîhât, IV, ss. 59, 68-73.
703 Heath, 36.
704 Mehmet S. Aydın, İbn Sînâ’da Ahlak, s. 122.; Mehmet Aydın, İbn Sina'da Ahlak ve İnsanın Mutluluğu, ss. 246247.
224
SONUÇ
İbn Sînâ’nın sembolik hikayelerinin ahlak felsefesi açısından incelenmesi,
öncelikle filozofun ahlak anlayışının temellerini oluşturan metafizik, psikolojik ve
epistemolojik görüşlerini ve bu alanların ahlakla kurduğu ilişkileri gündeme
getirdiğinden tezimizin ilk üç bölümünü buna ayıracağımızı girişte ifade etmiştik. Bu
tasnif hikayeler açısından da son derece anlamlı olmuştur. Zira hikayelerin
kahramanlarının kimlikleri (nefsin varlığı ve mahiyeti, Gök Akılları, Gök nefsleri ve
Tanrı) ve hikayenin geçtiği yerin, gökler ve yerler, Doğu ve Batı olarak dikey ve yatay
boyutta sembolize edilmesi ve filozofun kozmoloji anlayışının sembolik ifadesi olan
“mekan”ın incelenmesi, burada yaşanacak gelişmelerin anlaşılmasında ön bilgi olarak
birinci bölümün konusu olan “metafizik temellerle” örtüşmüştür. İkinci bölümde,
filozofun psikoloji anlayışı, hikayede ikincil öneme sahip kahramanların (nefsin
arkadaşları ve eşi) tanıtılmasıyla, üçüncü bölüm ise, nefs’in aktif olduğu ve hikayelerin
kurgusunu oluşturan yolculuk sembolüyle birlikte bir hedef ve bu hedefe ulaşma
yolunda yaşanan olayların aktarılması yoluyla, hikayelerin genel tablosu ortaya
çıkarılmış oldu. Buraya kadar hikayelerin bir bütün olarak ele alınmış olması, bunların
son bölümde ahlak açısından incelenmesine olanak hazırlayarak bizi sonuca ulaştırdı.
Bu genel görünümün her safhası, sembollerin anlaşılmasında, filozofun,
felsefesini sunarken gözettiği yöntemle de örtüştüğünden girişte sözünü ettiğimiz
metodumuzun bu anlamda icrasının yerinde olduğunu gördük. Zira sembollerin
kullanım biçimi de bizi bu yöne götürmüştür. Ayrıca kendi içinde bir bütünlük ve
insicam içinde olan sembollerin birbirini açıklayan, birbirine atıflar yapan ve içsel
bağlar kuran yapısı, keyfi bir yorumun oluşmasına da olanak tanımamaktadır. Hikayeler
imkanı ve sınırları dahilinde İbn Sînâ felsefesinin ana hatlarını ortaya çıkardığı gibi öne
çıkardıklarını da görme fırsatı vererek ahlak felsefesinin incelenmesinde seçilmelerinin
isabetini de ortaya koymuştur.
İbn Sînâ’nın kapsamlı ve sistematik eserlerinin yanında felsefesini sembolik
dilde hikayelerle yeniden ifade etmesi oldukça ilgi çekici olmasının yanı sıra filozofun
felsesine yaklaşımda yeni açılımları da beraberinde getirebilecek bir niteliğe sahiptir.
Bu nitelik seçilen dille birlikte ifade biçimi olarak hikayeleştirmenin tercihinden de
225
kaynaklanmaktadır. Zira bu biçim tercihi beraberinde hikaye olmayı gerektiren
özelliklerin (hikayenin kahramanları, yeri, zamanı, kurgusu gibi) belirlenmesinde göz
önünde bulundurulan ve filozofun o konudaki yaklaşımını ele veren ipuçlarını
barındırır. Bu özelliğiyle hikayenin merkezinde bulunan ana temaların neler olduğu
nasıl ele alındığı ve hikaye içindeki konumu önem kazanmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında hikayelerde “nefs” ve “Faal Aklın” başrolü
paylaşmaları tesadüfî değildir. Salaman ve Absal’da “nefs’in yetkinleşme gayesine
yönelmesi”, R. Tayr’da “yetkinleşme yolculuğu”, Hayy bin Yakzan’da “yetkinleşmede
elde etmesi gereken formasyon” anlatılırken hikayelerin ortak noktası da açığa çıkmakta
ve ‘nefs’in filozofun felsefesindeki yeri ve önemi hikayeler yoluyla daha açık biçimde
ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte “nefs”in bedenden bağımsız yapısına vurguyla
birlikte ölümsüzlüğü, İbn Sînâ’nın hikayelerinin bu anlamda nefs anlayışını birebir
yansıtmaktadır. Nefs’in “Faal Akılla ittisali” ise hikayelerde, özellikle Hayy bin
Yakzan’da, hikayenin kaynağı, çıkış noktasını oluşturmaktadır.
Hikayelerde öne çıkan bir diğer yön, filozofun Tanrı-alem ilişkisini de yansıtan
kozmoloji anlayışıdır. Alemin yatay ve dikey boyutlarıyla önümüze seren hikayeler,
girişte Nasr’ın belirttiği tabiatın sembollere dönüşerek nefs’in iç dünyasının görüngüleri
olması yorumunun daha fazlası olarak filozofun alem anlayışını yansıtmaktadır. Bunları
ve buna benzer sembolleri biraraya getirdiğimizde çıkan sonuç, İbn Sînâ’nın girişte
kısaca söz ettiğimiz “meşrikî hikmet” anlayışında hikayelerinin önemli bir yer işgal
ettiğidir. Aristo’nun müphem ya da eksik bıraktığı konuları bir İslam filozofu olarak
“meşrikîler” dediği felsefe geleneğinin içinde yeniden yorumlaması ve eserlerinde
Aristo’ya yönelttiği eleştiri noktalarının bu hikayelerde öne çıkarak sembolleşmesi, bu
temaların işleniş biçiminde filozofun zihnindeki felsefe tasavvuruyla örtüşmektedir.
Bu açıdan belirtilmesi gereken filozofun hikayeleriyle felsefî görüşleri arasında
birbirini nakzetmenin aksine birbirini tamamlayan ve açıklayan yönler bulunmaktadır.
Zira sembollerin her birini anlamak için felsefî görüşlerine başvurduğumuzda bu
görüşlerle semboller arasındaki paralelliklerle birlikte sembollerin kullanımındaki başarı
da ortaya çıkmaktadır. Tezimizin ana konusu olan ahlak anlayışının dışına çıkmamaya
çalışırken, sembollerin filozofun felsefî fikirleriyle mütenasip, ancak hala görülmeye ve
226
çözülmeye hazır yönlerinin olduğunu gördük ki, bu da yöntemimizin ve bakış açımızın
doğruluğunu bir kez daha kanıtlamaktadır.
Filozofun iki felsefesi olduğu ve hikayelerin bunlardan işrakî/tasavvufî yönü
yansıttığı düşüncesi, hikayelerdeki ana temalardan biri olan “ittisal” sahnelerinde
yaşanan tecrübeye dayanmaktadır. “İttisal kurma”nın “sohbet” etmeyle sembolleşmesi
ve Faal Akılla edilen sohbetin bilgiyi elde etme sürecini anlattığı gibi mutluluğa da
işaret etmesi, kuşların Tanrıyla buluşma ve sohbet sahnelerinin de bu perspektiften
okunması gerektiğini ortaya koymuştur. Zira bilgi ve mutluluk arasında kurulan bu bağ,
aynı zamanda filozofun aklî haz anlayışıyla alakalı olduğundan buradaki tecrübeyi bu
açıdan ele almak gerektiği de anlaşılmıştır.
İbn Sînâ’nın “Aydınlık, Nur ve Doğu” sembollerini kullanımını, işrâkî
felsefenin köklerini taşıyan bir nitelikte olduğunu ve bu anlamda Sühreverdî’yle aynı
noktalarda buluştuğunu gösterdiğini söyleyen anlayışın, bu sembollere yüklenen anlamı
göz ardı ettiği görülmüştür. Zira “Aydınlık” iyilik sembolü olarak “Doğu” ve “Doğu’ya
yolculuk” sembolüyle birlikte anlam kazanırken (varlık-iyilik-yetkinlik), karanlık’ın
filozofun felsefesinde “yokluk” sembolü olarak ‘mutlak varlık’ı ifade etmemesi, onun
ontoloji ve alem anlayışının karşılığı olarak anlamlıdır. “Nur ayeti”nin yorumu da onun
ontoloji ve epistemoloji alayışının burada geçerli olduğunu ve sürekliliğini göstermiştir.
Bu süreklilik ahlak felsefesini oluşturan fikirlerinde de kendini göstermektedir.
Filozofun ahlak felsefesinin merkezinde “insan” olduğu gibi hikayelerin merkezinde de
“insan” durmaktadır. Hikayelerden Hayy bin Yakzan ve Risâletü’t-tayr’ın anlatıcısı,705
Salaman ve Absal’da nötr ve yetkin haliyle hikayenin ana iki karakteri “nefs”tir. İbn
Sînâ’yı diğer filozoflardan ayıran onun felsefesinde nefs’in tuttuğu yer olduğu gibi
hikayelerin de aynı tutumu devam ettiren yapısıyla yine nefs’in hikayelerini anlatması
şaşırtıcı değildir. Bu anlatıyı hikayelerin dilinden okuduğumuzda karşımıza çıkan en
çarpıcı sembollerden biri “kutup”tur. İnsanın alem içinde durduğu yere, tam merkezde
ve her yöne eşit uzaklıkta bir “imkan” ve “özgürlük” sembolü olarak işaret etmektedir.
Buradan gideceği yönü tayin etme aşamasında “yolculuk” sembolü bir tercihe
dönüşerek “kuş”a ait olduğu yeri hatırlatmakta ve “sılaya dönüş”ü ifade etmektedir.
705 Heath, 48.
227
Böylece kutup, imkanın aktifleşmesinde kalkış noktası olarak hikayenin de merkezine
yerleşmiş olmaktadır.
İbn Sînâ nefs’i beden ülkesinin Padişahı olarak sembolize ederek bu ülkedeki
ikametiyle yolculuğu arasında kuracağı dengeyi anlatmaktadır. Burada nefsin bedenden
tamamen uzaklaşması, bedeni ihmal ederek dünyadan kopması anlamında bir anlayış
söz konusu değildir. Zira filozofun beden’i ve bedenî hazları ihmal etme üzerine kurulu
bir ahlak anlayışına sahip olmadığını gördük. “Padişah” sembolü nefs’in beden ülkesini
iyi yönetmesi ve ülkesinin tebası olan güçlerini “adalet”le idare ederek yolculuklarına
daha rahat çıkmasının yollarını aramasının gerekliliğini anlatmaktadır. Bunun için nefs’i
sürekli etkilemeye çalışan ve asıl amaçları bu ülkenin yönetimini ele geçirmek olan
güçler (in)e karşı uyanık ve bilinçli olmak zorundadır. Bu yolculuklar işte ona bu bilinci
vermekte, aynı zamanda bu yolculuklara çıkmasında engel teşkil eden arkadaşlarının
vesveselerine karşı doğru bilgiler edinmek için yolculuklarından edindiği tecrübeleri
kullanması gerekmektedir.
Ancak bu yolculuklara tek başına çıkması da olanaklı olmadığından bir rehbere
ihtiyacı vardır. Özellikle Hayy bin Yakzan hikayesinde karşımıza çıkan “rehber”, bu
görevini icra ederek ona yolculuğun tüm ayrıntılarını verir. Filozofun bilgi anlayışında
Faal Aklın önemi hikayelerde de kendine yer bulmuştur. Bununla birlikte R.Tayr’da
Faal Aklın açık bir biçimde görünmeyişi, bize bu hikayede insanın bilgi edinmedeki
rolünün daha fazla öne çıkarılmak istendiği izlenimini vermiştir. Zira kuşun tuzaktan
kurtuluşu üzerine kurulu olan hikayede, bu kurtuluşun nefsin çabasıyla başarılabilecek
olması, insanın mücadele ve gayretinin gerekliliğine vurgu olarak okunabilir.
Kuşların dağları aşarak yaptıkları yolculuk, yine bu çabayı işaret etmekle
birlikte bilginin elde edilmesinde izlenecek yol, yöntem ve aşamaları, metafizik
sembollerle birlikte vermesi, bu yolculuğun bir olgunlaşma, yetkinleşme yolculuğu
olduğunu göstermektedir. Kutuptan başlayan yolculuk, insanın içinde bulunduğu
(ülkesi) madde dünyasından ait olduğu akıllar dünyasına çıkmakta, böylece kendini
gerçekleştirmesi, “cennete ulaşması” anlamına gelmektedir. Aksi ise “sırat”ı
geçemeyerek “cehenneme düşmesi” demektir ki, bu da hüsrana uğramak, yani madde
dünyasına takılıp kalmak anlamını taşır. Bu uyarılar, nefs’in “doğru bilgi”ye ulaşması
228
ve bu doğru bilgiyle davranışlarını düzenlemesi gerektiğini Kur’ânî bir vurgu biçimine
bürünerek vermekte, filozofun “ölümden sonraki mutluluk ve mutsuzluğun buna bağlı
olduğu” görüşünü de teyid etmektedir. Bunun için bilgi ve amelin bütünleştiği
“meleklere benzeme”, bir ahlakî gaye olarak hikayelerde belirgin bir biçimde
işlenmektedir.
Gök akıllarının ve Gök nefslerinin “dindeki” melekler olarak filozofun
felsefesindeki yeri, kozmolojisiyle ahlakı biraraya getirdiği gibi, Hayy bin Yakzan’da
tanıtılan bu meleklerin davranışları-amelleriyle Tanrıya benzemek gaye ve çabaları,
nefs’in edinmesi gereken özellikler olarak sunulmaktadır. Nazarî açıdan Gök akıllarına,
amelî açıdan Gök nefslerine benzemeye çalışması demek, Tanrıya benzemeye
çalışması, yani onun hoşnutluğunu kazanması demektir. Meleklerin aklî ve amelî
davranışları dinde “ibadet”le özdeşleştiğinden, insanın yetkinleşmesi için “meleklere
benzemesi”, hayatın tamamını “ibadet” haline getirmesi anlamı taşımaktadır ki, bu da
filozofun bir İslam filozofu olduğunu bir kez de hikayeler yoluyla göstermektedir. Bunu
teyit eden diğer göstergeler hikayelerde yer alan Kur’ânî motiflerdir. Zülkarneyn, Yusuf
kıssaları, Süleyman Peygamberin kuşların diliyle konuşması, Adem Peygamberin
yeryüzüne inişi, Hafaza, Kirâmen-Kâtibîn melekleri, cehennem melekleri, cennet,
cehennem, sırat köprüsü, şeytan, cin, peri, nefs-i emmare, nefs-i mutmainne,
meleklerden üstün ya da hayvanlardan aşağı olma, nur, zulmet gibi Kur’an’da geçen
ifadelerin hikayelerde sembolleşmesi de bunu doğrulamaktadır.
Ayrıca Doğu-Batı sembollerinin birbirine karşıt biçimde konumlandırılmayıp
Batı’nın Güneş’le belirlenmesi ve “güneşin battığı yer” sembolüyle ifade edilmesi,
filozofun metafizik anlayışı açısından olduğu kadar ahlak açısından da önemli bir
vurguyu taşımaktadır. Kötülük ve iyilik, karanlık ve aydınlık sembolleriyle temsil
edilirken nefs’in aydınlık, beden’in de karanlık’la ifade edilmesi beraberinde bedenin
kötülükle özdeştirmesi yanılgısını getirmemelidir. Zira maddeyi kötülük kaynağı olarak
gören filozof insanın yetkinleşmesini önleyen güçlere mekan olarak sembolleştirdiği
bedeni bu anlamda nefs karşıtı bir konuma yerleştirmek yerine onu yetkinleşme aracı
olarak bir imkan olarak görmektedir. Zira maddenin de “imkan” yönü hatırlanırsa
filozofun metafizik ve ahlak anlayışının buluşması bu anlamda iyimser bir bakış açısını
229
ortaya koymakta ve kötülüğün noksanlık ve eksikliği ifade eden yönüyle insanın
yetkinliğe
yönelişini
karanlıktan
aydınlığa
nefs’in
(insanın)
madde
(beden)
karanlığından ışık (nefs) alemine yaptığı yolculuk aslî tabiatına dönüşü (rucû) nü
anlatmaktadır.
Nefs yolculuğunu işte bu aydınlığın kaynağına doğru yapar ve bu yolculukları
ne kadar sık yaparsa o kadar çok aydınlanır. Bu aydınlık “”meleklere benzeme”
temasıyla da birleşerek iyiliğin yetkinleşmeyle olan bağlantısı kurulmuş olur.
Kötülüğün hiç bulunmadığı aleme ait olan nefsin maddî alemle olan bağı bu aydınlanma
çabasını gerektirmekte, meleklere benzeme bu anlamda aydınlık olan tarafını ortaya
çıkarma ve koruma çabasının ifadesi olmaktadır.
Bir arif olarak “Absal modeli” bu anlamda nefsin, güçleriyle (Salamanın karısı)
olan mücadelesini, bu mücadelenin devamı olarak Doğu’yu ve Batı’yı fethetmiş bir
komutan (Zülkarneyn) olması ise insanın ahlâkî mücadelesinin aslında ölüme kadar
devam edeceğini ifade eden sembollerdir. Nitekim hikayede ülkesine dönen Absal’ın
Salamanın eşinin kendisinden vazgeçmemiş ve isteklerindeki ısrarlı tavrı sürdürmesi
Absalın ölümüne kadar devam etmektedir. Bu nedenle Peygamberimizin “ölmeden önce
ölünüz” hadisine telmihen “zehir içmeyi” öneren filozof, bu mücadelenin zorluğuna da
dikkat çekmiş olmaktadır.
Bedenî güçlere karşı bu mücadelede başarılı olmaksa “kutuplardaki ‘hayat
suyu’ndan içmek”le mümkün olur. Ma’kûlleri elde ederek nazarî yetkinliğe ulaşmak
anlamı taşıyan bu sembol, bilginin davranışla bütünleşerek ölümden sonraki hayatta
mutluluğu kazanmak için gereken teorik ve pratik dengeyi sağlamak gerekliliğini
vurgulamaktadır. Bu denge buradaki “zehir ve ab-ı hayat suyu” gibi çifte sembollerle
gündeme gelmektedir. Kirâmen-kâtibîn melekleri, kuşun kanatları, kirpinin içi-dışı,
akrebin önü-arkası gibi, gece-gündüz, görünen-görünmeyen, Doğu-Batı, Kuzey-Güney,
yer-gök gibi semboller bir dengeyi çağrıştırmaktadır. Bu denge metafizikten psikolojiye
oradan epistemolojiye kadar tüm alanları içine almakla birlikte ahlak açısından
yansıması “fazilet” görüşünün temelinde yer alan “ölçü” kavramında gerçekleşmektedir.
Hikayelerin bu çifte sembollerle örülü yapısı nefs’in içinde bulunduğu madde alemiyle
sûretler alemi arasındaki yerinden başlayarak beden ve nefs’ten müteşekkil insanın bu
230
dengeyi “yönettiği” beden ülkesinin mukîmlerinden olan güçlerine de uygulaması
gerektiği düşüncesine aktarılarak alemdeki düzenle insandaki düzen birleştirilmekte ve
bu durum dengeyi vurgulayan sembollerde öne çıkmaktadır. Nefs ancak, güçleri
arasında kuracağı “denge” ile davranışlarını düzenlediğinde amelî yetkinliğe
ulaşabilecek, dolayısıyla bu dengeli davranma alışkanlığıyla erdemli bir hayat
sürebilecektir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, hikayelerdeki ahlakî temalar, semboller filozofun
sistematik eserlerinde sunduğu ahlak görüşleriyle paralel olmasının yanı sıra ona kattığı
yönler de vardır. Bu katkı, hikayelerin insandaki “mütehayyileyi” harekete geçiren
tarafında ortaya çıkmakta, bu da ahlak açısından “teşvik edici” ve “yönlendirici” bir
motivasyona da neden olmaktadır. Vahyî bir yöntemi de içeren sembolik anlatımın
kattığı bu değer, hikayelerin filozofun eserleri içinde ahlak felsefesinin incelenmesinin
önemini de ortaya koymaktadır. Ahlak hakkında müstakil eserler vermemekle eleştirilen
filozofun hikayeleri bu açıdan da değerlendirilmelidir.
İnsanın mutluluğunu ahlakının temeline yerleştiren İbn Sînâ, hikayelerinde
mutluluğun nasıl kazanılacağının yollarını verirken bunu felsefesinin tüm yönleriyle
ilişkilendirerek bir bütün olarak aklımıza ve mütehayyilemize sunmaktadır. Hikayelerin
en vurucu sahneleri bu nedenle “”Padişahın sarayına giriş ve “O’nun güzelliğiyle
karşılaşma”
sahneleridir.
O’nu
görmek
lütfuna
erişmekle
yaşanacak
hazzın
büyüklüğünden sadece bir pay alan kuşların yaşadığı mutluluk sahneleri, her ne kadar
ifadede çekilen güçlük belirtilse de sembolik anlatımın imkanlarının el verdiği ölçüde
oldukça etkileyicidir. Kuşların Gök nefslerinin bulunduğu Dağ’ı (Kaf Dağı) ve buradaki
kuşları tasviri, Kur’an-ı Kerim’in “cennet” tasvirine anımsatırken, burada yaşanan
mutluluğu anlatan ifadeler, sembollerin anlaşılmasında aklî bir çabayı gerektirmekle
birlikte, buraya ulaşmak için gereken motivasyonu sağlama amacını da gütmektedir.
Burada belirtilmesi gereken filozofun hikayelerinde aktardığı olayların “içsel
bir tecrübeyi” ifade ettiği biçimindeki yorumun, bu ahlakî eğitimi dışarıda bırakarak
hikayeleri kişisel bir yaşantıya dönüştürmesi, özellikle Tanrı’yla ittisal sahnelerinin bu
anlatılmakta
zorlanılan
“aklî
hazzı”
yaşama
üzerine
kurulu
olmasından
kaynaklanmaktadır. Ancak sonuç olarak diyebiliriz ki burada anlatılan “hazzı”
231
filozofumuz “aklî bir haz” olarak nefs’in yolculuğunun sonunda varacağı, ki yolculuk
aklın yolculuğudur, yere ulaşmanın aklî ve ahlâkî olgunluğa erişmekle başarabileceğine
vurguyla kişisel bir yaşantıdan değil yaşanabilmesi için gereken aklî ve ahlâkî donanıma
sahip olmanın gerekliliğine işaretle anlatmaktadır.
Hayy bin Yakzan hikayesini anlatan nefs’in bir isme sahip olmaması, R.
Tayr’ın “bir kuş”un hikayesi olması, hikayelerde mekanın alem, zamanın ise belirsiz
olması yine bu yaşananların “insan”ın hikayesi olmasındandır. İnsandaki potansiyel ve
bu potansiyelin ortaya çıkma biçiminin ahlakî açıdan önemini bilginin iradeyle
birleşerek doğru davranışların nasıl edinileceğinin yolunun kendini tanımaktan
başlayarak içinde bulunduğu alemi ve kendisiyle alem arasında benzerlikten yola
çıkarak Tanrı’yı bilmesine uzanan bir bilinci kazanma sürecini sembollerle anlatan İbn
Sînâ, seçkinci bir ahlak anlayışını değil “insan”ı merkeze alarak İslamın öngördüğü bir
ahlak sistemini felsefesiyle temellendirerek ortaya koymaktadır.
Bu anlamda hikayelerdeki ahlâkî temalardan “şeytan” sembolü, insanın
sakınması gereken bir düşman olarak davranışları belirlememesi gereken güçleri temsil
etmektedir. Beşer fıtratındaki ikili yapının (beden-nefs, şeytan-melek) iradeyle “melek”
tarafına çevrilerek bilginin verdiği bilincin istence, istencin tutum ve eyleme dönüşmesi
süreci hikayeler boyunca farklı sembollerle bu merkezde sürmektedir.
232
EK
1. İBN SÎNÂ’NIN SEMBOLİK HİKAYELERİ
A. Hayy bin Yakzan
Kardeşlerim!
Hayy bin Yakzan hikayesini yazmam konusundaki ısrarlarınız sonunda
direncimi kırdı; benim, sizleri sürekli atlatmak, bu önerinizi üzerimden atmak için
bağladığım düğümleri çözdü. İşte, bu konuda size boyun eğiyorum. Başarı ve yardım
ancak Allah’tandır.
Şehrimde oturduğum zamanlarda, arkadaşlarımla şehrimin çevresinde bulunan
bir gezinti yerine çıkma fırsatı bulmuştum. Orada gezinirken gösterişli, sevimli,
muhteşem bir ihtiyar gördük. Yaşı ilerlemiş, üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen
çökmemiş, dinçliğini korumuştu. Üzerinde yaşlılığın olumsuz hiçbir etkisi
görülmüyordu; üstelik ihtiyarlığı, kendisine yaşlılığa özgü bir olgunluk ve güzellik
vermişti. O da bu olgunluk ve güzelliği en yüksek biçimde gösteriyordu.
İçimden onunla konuşma, onunla görüşüp tanışma isteği geldi. Kanım kaynadı.
Hemen arkadaşlarımla yanına doğru gittik. Yanına yaklaşınca, söze başlayıp bize selam
verdi. Bizimle son derece güzel ve açık biçimde konuşmaya başladı. Sözler birbirini
açıyordu. Söz, kendisinin kim olduğunu tanımaya, ne iş yaptığını, ad ve sanının ne
olduğunu, nereli olduğunu sormaya, öğrenmeye geldi:
“Adım Yakzan (uyanık) oğlu Hayy (diri). Beytülmakdis’tenim. İşim, evrenleri
gezmektir. Bu gezilerim nedeniyle bütün evrenin gerçekliğini kavramış, her nesneyi
öğrenmiş bulunuyorum. Gezilerim ve öğrenmelerim sırasında yüzüm babama dönüktür.
O bütün bilimlerin anahtarını elime vermiş, evrenin yollarını göstermiş olduğundan,
iklimlerin ufukları önümde açıldı; tümü bana bir anda göründü.”
Kendisiyle bir çok bilimsel sorunu konuştuk. Kendisinden bilginin bir çok gizli
ve derin yönünü sorup öğrendim. Söz firaset ilmine gelmişti. Bu bilimdeki saptamaları,
233
büyük hayranlık duymamıza neden oldu. O, bizim bu bilimdeki bilgimizin en son ve en
yüksek noktasını oluşturan yerden söze başlayarak dedi ki:
“Firaset bilimi, yararı peşin olan bilimlerden biridir. Bu bilim, insanların iç
yüzlerini, gizlediklerini hemen ortaya çıkarır. Bu bilime bakarak insanlara karşı nasıl
hareket edeceğini, nasıl bir tavır takınacağını belirler; ona göre, gerekirse o adama
yaklaşır, gerekirse ondan uzaklaşırsın.
Bu bilim şunu gösteriyor: Sende birtakım huylar vardır. Bunların kimi senin
yaratılışındandır. Kimi de yaratılıştan gelmeyip sende sonradan ortaya çıkmıştır. Eğer
sana iyileştirici bir el değerse, seni temizler; sen de temizlenebilirsin. Ama senin önüne
bir aldatıcı düşecek olursa, onun ardından yanlış yollara gidersin.
Çevrende bulunan, senden ayrılmayan şu arkadaşlarının kötü arkadaşlardan
olduklarına hiç kuşkun olmasın. Onlardan yakanı sıyıramayacaksın; onlar senin başını
derde düşürecekler… Eğer yardımına yetişilmezse… Yardımına yetişilirse, onlardan
kurtulabilirsin.
Şu önünde duran yok mu? O, yalancı, uydurucudur. Temelsiz, boş şeyleri
birbirine ekler, yakıştırır ve üzerlerini yaldızlar. Yalanlar düzer ve sana, senin
bilemeyeceğin haberler getirir. Onun doğrusunda bile eğrilik kiri ve bulaşığı vardır.
Onun gerçeği yalana çalar. Bununla birlikte senin gözün, gözcün odur. Görmediğin
şeylerin haberi sana o getirir; senden uzak kalan şeyleri sana o bildirir. Buna
gereksinimin olduğundan, eğriliklerini doğruluklarından ayırmak, yalanından gerçeğini
seçmek, yanlışlıklarının örtüleri altından doğruluklarını bulup almak, bunların tümünü
birer birer araştırmak zorundasın.
Kimi zaman Tanrı’nın yardımı elinden tutar:
1.
Sapkınlık boşluğuna düşmekten kurtarır.
2.
Kimi zaman, bunun verdiği haberler seni şaşkınlık içinde bırakır; işin
içinden çıkamaz olursun.
3.
Kimi zaman da bunun yalancı tanıklığı seni aldatır, yanlışlara yöneltir.
234
Şu sağındaki de düşünmeden iş yapar; hemen harekete geçer. Yerinden bir kez
heyecanla kalkacak olursa, kulağına hiçbir güzel söz girmez, onu hiçbir öğüt geri
döndüremez. Yanan bir odundaki ateş ya da yukarıdan aşağıya doğru hızla inen bir sel
ya da dişi arayan kızgın bir erkek deve ya da yavrularını yitirmiş dişi bir aslan gibi
önüne geçilmez olur.
Şu solundakine gelince:
Nefsine ve şehvetine düşkün, aç gözlü, obur murdarın biridir. Çirkin,
alabildiğine zelil, geniş karınlı, şehvetine düşkün biridir. Onun gözünü yalnız toprak
doyurur. Ondaki açlığı yalnız toprak giderir. Yemek yerken parmaklarını yutar, kapları
kalaylar gibi yalar ve hiçbir şeyden, hiçbir zaman doymaz. Aç kaldıktan sonra pislik
üzerine saldıran bir domuza benzer.
Sen ey zavallı!..
Bunlara öyle bir biçimde bitiştirilmiş, bunlara öyle bir biçimde bağlanmışsın
ki, onlardan ayrılma olanağın yoktur. Onların ve onlar gibilerin ayaklarının basmadığı,
basamayacağı bir yere, gurbete çıkarsan, o başka. Ama o da senin elinden gelmez.
Şimdi gurbetin zamanı değildir. Senin için onlardan kurtuluş olmadığına göre, tedbiri
elden bırakma… Senin elin onların elinin üzerinde olsun. Sen onlara egemen ol!.. Sakın
dizginini onların eline verme ve onlara boyun eğme!... Onlara karşı daima politik
davran!.. Her zaman onlardan ileri git!.. Onları şımartmayarak karşılarında metin
davranacak olursan, onları yenebilirsin. Bunlar için uygulayabileceğin en iyi, en başarılı
politika, bunları birbirine düşürmektir.
Şu dikbaşlı huysuzu, bu yandaki obur boşboğaza saldırtıp onu biraz yola
getirmeli; bu boşboğaz yaltakçının aldatıcılıklarıyla berikinin kendini beğenmişliğini,
sert başlılığını, sınır tanımazlık ve taşkınlıklarını gidermelisin.
Hele şu yaldızlı haplar yutturucu yok mu?... Ant içerek sana güvence
vermedikçe ona kesinlikle güvenme!... Böyle güvence verirse, o zaman ona inan ve
güven… Her ne kadar yalanıyla doğrusu karışıksa da, onun sana vereceği haberlere
235
kulak vermekten vazgeçme!... Bu haberler içinde araştırmaya değer olanlar da yok
değildir.”
Gönlüm, adamın bana, arkadaşlarım hakkında söylediklerini iyice benimsedi,
onayladı. Söylediklerini uyguladığım zaman tümünün gerçek, doğru ve olgulara uygun
olduğunu gördüm. Şimdi onlarla uğraşıyor, onları birbiriyle etkisizleştirerek
yönetiyorum. Kimi zaman onlar beni yeniyorlar, kimi zaman da ben onlara üstün
geliyorum. Bunlardan tümüyle ayrılıncaya kadar, kendileriyle iyi komşuluk etmeyi ve
onlarla iyi geçinmeyi Yüce Tanrı’nın nasip etmesini niyaz ediyorum.
Bundan sonra, büyük bir özlem ve büyük bir istekle kendisi gibi yolculuk
etmenin yolunu öğrenmek istedim. Şu açıklamayı yaptı:
“Sen ve senin yakınındakiler için, benim yolculuğum gibi bir yolculuk,
mümkün değildir. Benim yolculuğumun yolu, sana ve senin yolunda bulunanlara
kapalıdır. Bu yolculuğu, tek başınıza kalmanız koşuluyla yapabilirsiniz. Bu durumda da
belirlenmiş, ileri ya da geri almanız olanaksız olan zamanı beklemelisiniz. Siz,
oturmayla karışık bir yolculuğu seçmek, bununla yetinmek zorundasınız. Bir süre
yolculuk etmeli, bir süre de bunlarla birlikte bulunmalısınız. Tam ve ciddi bir istek ve
sevinçle seyahat etme arzusuna kapıldığın her an sana eşlik ve yoldaşlık ederim. Yine
onları arzulayacak olursan beni bırakır, onların yanına dönersin… Bu yarım
yolculuklar, senin onlardan tümüyle ayrılışına kadar sürer…”
Sözümüz, kendisinin yolculuğu sırasında gördüğü ve öğrendiği iklimleri birer
birer sormaya gelmişti. Bu konuda da şu açıklamayı yaptı:
“Yeryüzünün üç sınırı vardır:
1.
Doğu (meşrik) ile batı (mağrib) arasındaki sınır (yerin üzerinde ve göğün
altında bulunan sınırdır). Bunun tüm gerçekliği bilinmiş, içinde bulunan nesnelerin çoğu
hakkında tam olarak bilgi edinilmiş, bunlara ilişkin haberler alınmış ve verilmiştir. (bu
iklimdeki garip yerlerin haberi de size gelmiştir)
İki yabancı sınır daha vadır
236
2.
Batı’nın sonundaki sınır.
3.
Doğu’nun ötesindeki sınır.
Bu son iki sınırın insanlık evreninden ayrılan bölüm ve yanları vardır.
Kazanılmış güçlerle donanmayan, yalnız doğal güçlerle kalanlar oralara geçemezler.
Buralara girebilmek ve buralardan geçebilmek için, durgun Hayat Pınarı
yöresindeki harıl harıl akan ve taşan pınarda yıkanmak gerekir. Yolcu, o pınarı bulup
yıkanır ve onun tatlı suyundan içerse, gövdesine yeni bir güç yayılır. Bu kişi, bu güçle,
kırları ve çölleri aşma gücüne ulaşır. Açık denizlerde batmaz, kolaylıkla Kaf Dağı’na
çıkar. Zebaniler onu yakalamaya, cehenneme sürmeye ve sürüklemeye güç
yetiremezler.
Bu harıl harıl akan pınar hakkında istediğimiz açıklama üzerine dedi ki:
“Kutuplardaki karanlıkları duymuş olmalısınız. Orada, bütün yıl boyunca,
yalnız belirli bir zamanda güneş doğar. Korkmayarak oralara dalanlar uçsuz bucaksız,
ışık ve aydınlıkla dolu bir alana ulaşırlar. Orada ilk görecekleri şey, berzaha bir nehir
uzatan ve harıl harıl taşan bir pınardır. Bu pınarda yıkananlar, sudan daha hafif olurlar.
Bu nedenle suda batmazlar. Hiçbir zorluk çekmeden dağların tepelerine çıkarlar. Bu
şekilde insanlık evreninden ayrılmış olan iki sınırdan birine girerler.” Kutba tekrar
dönmesi
Bizim topraklarımıza yakın olması nedeniyle, batının arkasında bulunan
sınırdan sorduk. Şöyle dedi:
“Batının en sonunda büyük ve kızgın bir deniz vardır. Tanrı’nın kitabında buna
‘aynı hâmie’ denilmiştir.
Güneş bu deniz yönünde batar. Bu deniz, geniş ve harap bir iklimden yardım
alır. Bu sınırlandırılamayacak ölçüde geniş olan iklimin bayındırlığı, dışarıdan gelen
yabancılardandır. Bu iklimin üzerine karanlık çökmüştür. Güneş ışığından yoksun olan
bu yere gelen göçmenlerin tümü, yanlarında bir ışık parıltısı getirirler.
237
Buranın toprağı çoraktır. Ot ve ocak tutmaz. Göçmenlerin bu bölümü
tarafından her imar edilişte başka göçmenler tarafından bozulur, sonra yeniden yapılır.
Buranın bayındırlığı, sürekli çöker, gider. Yapılan yapılar kayar, göçer. Burada
bulunanlar arasında her zaman kavga, dövüş, hatta sürekli öldürüş vardır. Bunlardan
hangileri yumruk gücüyle diğerlerine üstünlük sağlarsa, evlerini, barklarını ellerinden
alır, kendilerini, yerlerinden ve yurtlarından sürüp çıkarırlar. Kendi yerlerinde oturmak,
kalmak isterlerse de, uğradıkları haksızlık ve zulüm, bunları kendi yerlerinde bırakmaz.
Bunlar sürekli bu durumdadırlar. Bu iklimde her türlü bitki bitebilir; buraya her türlü
canlı gelebilir. Ama buraya yerleştiği, buranın suyundan ve otundan yiyip içtiği zaman,
canlıların üzerini birtakım yabancı örtüler kaplar. Sözgelimi, insanın üzerini, burada,
hayvan derisi gibi bir deri kaplar ve bu derinin üzerinde bir çok ot biter. Hayvanların
durumu da böyledir. Burası harap ve çorak bir iklimdir. Fitneler, kargaşalar,
düşmanlıklar ve çatışmalarla doludur. Sevinç ve mutluluk buraya uzaklardan eğreti
olarak gelir.
Bu iklim ile sizin ikliminizin arasında başka iklimler de vardır. Bu iklimin
arkasında, göğün temel atmış olduğu noktayı izleyen bir iklim daha bulunur. Bu iklimle
sizin ikliminiz arasında benzerlikler vardır. Burası da dümdüz ve imardan yoksun bir
yerdir. Burayı da yabancılar imar etmektedir. Buranın da yerli halkı yoktur. Her ne
kadar burası ışık pencerisine yakınsa da, buraya da ışık başka yerden gelir. Sizin
ikliminizle bu iklim arasında bir de şu benzerlik vardır: Sizin ikliminiz biçimleri taşıdığı
gibi, bu iklim de biçimleri taşımaktadır. Şu farkla ki, sizin ikliminiz yerlerini sürekli bir
diğerine bırakan biçimleri taşımasına karşılık bu iklim, kesinlikle değişmeyen biçimleri
taşır. Buradaki bayındırlık bir karar üzerine devam eder.
Buraya gelenler arasında birbirlerinin yerini kapmak yoktur. Burada herkesin
belirlenmiş, sınırlandırılmış bir yeri vardır. Kimse kimseye ilişmez; kimse kimsenin
elindekini almaz.
Bu iklimin bize en yakın yerinin halkı küçük gövdeli olur. Bunlar çabuk
hareketlidirler. Burada sekiz kent vardır.
238
Bunun üzerinde bulunan ülke halkının gövdeleri bunlardan daha küçüktür.
Ama daha ağır hareketlidirler. Kitabet, nücum, neyrincat, tılsımlar, ince sanatlar, derin
ve yüksek işler bilir, bunlarla uğraşırlar. Burada da dokuz kent vardır.
Bunun üzerinde bir ülke daha vardır ki, halkı yakışıklı ve güzel olurlar. Şarkı
söylemeye, zevk ve neşe içinde yaşamaya düşkündürler. Tasa ve üzüntü bunların yanına
uğramaz. Türlü türlü sazları büyük bir ustalıkla çalarlar. Bunların üzerinde bir kadın
yönetici vardır. Hayır işlemek, iyilikler yapmak doğal özellikleridir. Bunlar şer ve
kötülüklerin adını bile anmazlar. Böyle şeylerin adının geçmesi bile onların neşesini
kaçırır, yüzlerini ekşitir. Buradaki kentlerse sekizdir.
Bunun üzerinde bulunan ülke halkı iri gövdeli, güzel yüzlü olur. Bunlarla
uzaktan görüşme güzel ve yararlı olursa da, kendilerine yaklaşmak insanı rahatsız eder.
Burada da beş kent vardır.
Bunun üzerinde bulunan ülke öyle bir ülkedir ki, yeryüzünde bozgunculuk
yapan, türlü türlü hainlikler eden ve bunlardan zevk alan birtakım kimseler buraya
kaçmışlar, buraya sığınmışlardır. Bunlar da zevk ve eğlenceye düşkündürler.
Üzerlerinde katil, dayakçı, sözünde durmaz, kırmızı yüzlü bir yönetici vardır. Bu ülkede
geçen olayları saptayıp anlatanların verdikleri bilgilere göre bu yönetici, adı geçen güzel
kadın yöneticiye aşıktır. Onun aşkı yüreğine işlemiştir. Buranın kentleri yedidir.
Bunun üzerinde de bir ülke vardır. Bu ülkenin insanları takva, adalet, hikmet
ve her yana hayırlar ulaştırmak çerçevesinde hareket ederler, uzak-yakın herkese sevgi
göstermekte, bildiklerine bilmediklerine iyilik yapmakta eşsizdirler. Çok güzel yüzlü ve
uyumludurlar. Bunların da yedi kentleri yedidir.
Bunun üzerindeki ülkenin halkı uzak görüşlü, ama kötülüğe eğilimli
kimselerdir. İyilik yapmaya yönelirlerse son derece iyilik ederler, eğer kötülük
ederlerse, yaptıklarını hafife almazlar ve hileyle davranırlar. Yaptıkları işte acele
etmezler, her işi enine boyuna iyice düşünüp yaparlar. Bunların da kentleri de yedidir.
Bundan sonra, son derece geniş bir bir ülke gelir. Burada pek çok halk vardır.
Ama bunların kentleri yoktur. Burası on iki sınıra ayrılmış dümdüz bir yerdir. Burada
239
yirmi sekiz konak vardır. Halktan hiçbiri başkasının konağına konmaz. Ancak, birinin
önünde bulunan kendi konağından göçerse, arkadaki, göçenin yerine konar. Bu ülkeden
aşağıda bulunan ülkelerinin halkı, buraya konuk olarak gelir giderler.
Bu ülkelerin sonunda, en ileride, bir ülke daha vardır. Bugüne kadar onun
ufkunu, sınırını bilmek kimseye nasip olmuş değildir. Burada ne kent ne köy vardır.
Gözle görülebilenlerin burada yerleri yoktur. Burası ruhsal varlıkların, meleklerin
yeridir. Buraya insan giremez. Kendisinden aşağıda bulunan ülkelerin tümüne
buyruklar, atamalar, belirlemeler buradan iner. Yeryüzünde, buradan ileride, bayındır
bir nokta yoktur.
Yeryüzünde üç sınırdan ikisi hakkında duymak istediklerinizi duydunuz,
öğrendiniz. Bu sınırlar dünyanın solunu ve mağribini (batısını) oluştururlar; yer ve gök
bunlara bitişik bulunurlar.
Soldan sağa maşriğe (doğuya) doğru dönecek olursan, yeni bir iklim görürsün.
Orada insan eliyle ortaya konulmuş bir bayındırlıktan iz yoktur. Orada ne bir dikili
ağaç, ne yerden biten bir ot, ne de bir taş vardır. Orası geniş bir çöl, büyük bir deniz,
dizginlenmiş rüzgarlar ve kızgın bir ateşten oluşmuştur.
Burayı geçince başka bir iklime girersin. Bu iklimde yüksek dağlar, nehirler,
rüzgarlar ve yağmur yağdıran bulutlar görürsün; altın, gümüş, değerli değersiz cevherler
bulursun. Ancak orada yetişmiş hiçbir bitki yoktur.
Buradan geçtikten sonra, gireceğin diğer bir iklim ise, çeşit çeşit bitkilerin
bulunduğu yerdir. Burada bitkiler, meyveli taneli , tohumlu ağaçlar bulursun. Ancak
burada da hayvan yoktur.
Buradan sonra gideceğin iklimde ise, bütün hayvanları görürsün. Yüzenler,
sürüngenler, uçanlar, doğurucu olanlar ve yumurtadan çıkanların hepsi buradadır.
Burada da sana arkadaşlık edecek kimse yoktur.
Buradan da kendi aleminize ulaşırsın. Sizin bu dünyanızda olan şeyleri
gözünüzle görmekte, kulağınızla duymaktasınız. Bu Doğu yönünü de aştıktan sonra,
240
güneşin şeytanın iki boynuzu arasından doğduğunu göreceksin. Çünkü şeytanın iki
boynuzu vardır. Bir boynuzu yürür, bir boynuzu uçar.
Yürüyen boynuz, göçer bir topluluktur. İki oymağı vardır. Biri canavar
yaratılışlı, diğeri de hayvan yaratılışlıdır. Bu ikisinin arasında sürekli bir düşmanlık
vardır. bunların ikisi de doğunun solundadır.
Uçan şeytanlara gelince, bunların yeri doğunun sağ yanıdır. Buradakiler aynı
cinsten yaratılmış varlıklar değildir. Buradaki kişilerin hemen hemen tümü, ayrı ayrı
şaşırtıcı, görülmemiş biçimlerdedir.
Buradakiler, bizim bildiğimiz varlıkların iki ya da üç ya da dördünün
bileşiminden oluşurlar.
Uçan bir insan ya da domuz başlı bir ejderha biçiminde olabilecekleri gibi,
kimi zaman da, yarım insan vb gibi bildiğimiz biçimlerden daha eksik olurlar.
Ressamların yaptıkları karışık ve türlü türlü resimlerin bu iklimden alınmış olması uzak
bir olasılık değildir.
Bu iklimin padişahı, burada beş posta yolu düzenlemiştir. Bunları aynı
zamanda ülkenin silah deposu, silah koruma görevlisi ve güvenlik görevlisi olarak da
kullanır. Bu evrenden kapılanlar orada yakalanır ve tutsak edilirler. Alınan tüm
haberler, orada alınır. Ondan sonra bu beş posta, her türlü haberi ve tutsakları kapıda
oturan ve bu beş postanın üstü olan kimseye teslim ederler. Bu da bu haberleri, kapalı
ve mühürlü bir zarf içinde padişaha sunulmak üzere, hazinedara götürerek takdim eder.
Bu memurun, bu kapalı ve mühürlü mektubun içeriği hakkında hiçbir bilgisi yoktur.
Görevi yalnız zarfı ulaştırmaktır. Hazinedar tutsakları yanına alarak bakar. Haberler ise
başka bir hazinedara gönderilir. Sizin evreninizden tutsak edilen insanlar, hayvanlar ve
diğerleri, bunlarla karışarak bunların biçimlerini alırlar ve bu biçimlerde türerler. Sizin
evreninize gelerek herkesin kanının içine girenler, kalplerin en derin yerlerine
sokulanlar, bu iki boynuzdan çıkar gelirler.
Yürüyen boynuzun iki oymağından canavar yaratılışlı olanlar, insanın başından
ayrılmazlar. İnsana bir saldırı olursa, hemen onu kızdırırlar, kendisini bu saldırıyı
241
savmak üzere harekete geçirirler. Onun gözüne öldürmeyi, göz çıkarmayı, kulak ve
burun kesmeyi ve benzeri kötülükleri iyi gösterirler. Öç alma duygusunu kışkırtarak
insanı zulüm ve haksızlık yapmaya yöneltirler.
Bu boynuzun hayvan yaratılışında olan oymağı ise insanın gönlünde etkinlik
gösterir. Hiç durmadan ona kötü işleri güzel göstermeye çalışırlar. Beğenilmeyecek
hareketleri, isyan ve günahları ona beğendirmeye uğraşırlar. Onları bu gibi işlere
kışkırtıp teşvik ederler; kızdırır ve kandırırlar. Uğraşa uğraşa, sonunda başarıya da
ulaşırlar.
Uçan boynuz, insana gözüyle görmediği şeylerin varolmadıklarını söyler,
bunları yalanlatır. Doğal ya da yapay nesnelere tapınmayı hoş gösterir. İnsanın iç
kulağına gizli gizli, öldükten sonra yeniden dirilmenin, iyiliğe ödül, kötülüğe ceza
verilmesinin gerçek dışı olduğunu fısıldar; evrenin bir yönetici ve yönlendiricisi
olduğunu inkar ettirmeye çalışır.
Bu yürüyen ve uçan boynuzlardan öyle topluluklar vardır ki, bunlar, sizin
ikliminizin arkasındaki iklimle komşu olmuşlardır. Bunlar, meleklerin nitelikleriyle
nitelenmişlerdir. Yeryüzü melekleri tarafından imar edilen bir yerde bulunurlar.
Şeytanın azgınlıklarından kurtulmuş, meleklerin ruhsal niteliklerini giymişlerdir.
İnsanlarla düşüp kalktıkları zaman onları şaşırtmaya, yoldan çıkartmaya değil,
arınmalarına yardım etmeye çalışırlar. Bu topluluklar hem göze görünmezler, hem
isteklerle doludurlar.
Her hangi bir kimse, bu iki boynuz iklimini geçerek ilerlerse, meleklerin
iklimlerine girer. Melekler iklimin yeryüzüne bitişik olan bölümünde yeryüzü melekleri
otururlar. Bunlarda iki topluluktur.
Bu toplulukların biri sağdadır. Bunlar bilici ve buyurucudurlar.
Diğeri soldadır. Bunlarda buyruk alıcı ve yerine getiricidirler.
Bu toplulukların her ikisi de cin ve insan iklimlerinin derinliklerine inebilir,
göğün en yüksek yerlerine çıkabilirler.
242
Hafaza ve Kâtibin’in bunlardan olduklarını söyleyenler vardır. Bunlardan
sağda oturan ve buyurucu olan bir topluluk yazdırır. Solda oturan ve alıcı olan topluluk
ise yazar.
Yeryüzü meleklerinin bulundukları yerden geçmeyi başaran kimse, kendini
göğün altında bulur. Orada yaratılmışların en eskilerini görür. Onların, buyruğuna
boyun eğilen bir padişahları vardır. Bu ufkun ilk aşaması, derecelerini yükselten,
kendilerini yüce padişahlarına yaklaştıran işlerle uğraşan hizmetçilerle doludur. Bunlar
temiz, arınmış kimselerdir. Yeme ve içme istekleri, erkeklik ve dişilik tutkuları yoktur.
Aralarında ne zulüm, ne çekemezlik, ne de tembellik vardır. Buranın varoşlarını imar
etmekle görevlidirler. Uygardırlar. Kentler, sağlam köşkler ve güzel yapılarda otururlar.
Buranın toprağı sizin ülkenin toprağına benzemez. Sizin toprağınıza benzemeyecek
biçimde, güzelce hamur edilmiştir. Buranın toprağı cam, yakut ve benzerlerinden daha
uzun ömürlü olduğu gibi, burada yaşayanların da ömürleri uzundur. Bunların ecelleri
ertelenmiştir. En uzun ve uzak bir süreden önce ölmezler. Bunların tek görevleri, tam
bir boyun eğiş içinde varoşları imar etmektir.
Bunlardan sonra padişahlarına daha yakın olan, onunla daha çok görüşen bir
topluluk gelir. Bunlar padişahın meclisinde ve onun hizmetinde bulunurlar.
Bunlar, iş yapmaktan ve iş yapma derecesinde bulunmaktan korunmuş, iş
görmekten yüksek tutulmuşlardır. Padişahın huzurundadırlar; O’nun çevresini
kuşatmışlardır. Sürekli O’nun yüzünü görerek mutlu olurlar; bu mutluluğa her zaman
ererler. Kendileri ince ve güzeldirler. Zihinleri açık ve parlaktır. En ince işaretler onlar
için yeterlidir. Görünüşleri göz alıcıdır. Tam ve yetkin bir güzellikleri vardır. Bunların
herbirinin belirli bir sınırı, belirli bir yeri, belirlenmiş bir makam ve derecesi vardır.
Hiçbiri kendi makam ve derecesini aşmaz. Bu konuda aralarında bir düşmanlık da
görülmez. Çünkü alt derecede bulunan, kendinin üstündekinn yüksekliğine ve kendinin
derecesinin ona göre alt düzeyde olduğuna inanır.
Bir de bunların Padişaha en yakın olanı vardır. Bu, ötekilerin atası, ötekiler
bunun oğulları ve torunlarıdır; Padişahın sözlerini ve buyruklarını onun aracılığıyla
alırlar.
243
Bunların şaşılacak durumları vardır. Bunlar da yaşlanma, bizlerde olduğu gibi
çarçabuk değildir. Bunların ataları kendilerinden daha eski olmalarına karşın, güç
bakımından daha yetkin, daha eksiksizdirler. Kendileri de oğullarından daha genç ve
güzeldirler. Bunların tümü ortalıktadır. Bir eve barka gereksinim duymazlar.
Padişahları ise bunların kat kat üstünde bir yüksekliktedir. Bunu bir asl’a, bir
köke bağlayan hata eder. Onu övebileceğini, niteliklerini sayabileceğini sanan saçmalar.
O, kendini niteleyenlerin nitelemelerinden üstündür. O’nu anlatmada benzetmede ve
örneklemeleriyle O’ndan uzaklaşırlar.
O’nun organlarının birbirinden farkı yoktur. Organları birbirinden ayrı değildir.
Onun güzelliğini göstermesi bakımından tüm bir yüzdür. Cömertliği, eli açıklığı
bakımından bütün bir eldir. Onun güzelliği, bütün güzellikleri yok eder. Onun
cömertliği bütün eli açıkları hiç düzeyine indirir. Bu Padişahın çevresinde
bulunanlardan herhangi birisi, bir an için kendisini iyice görmek istese, dehşete düşerek
kamaşan gözlerini kapamak zorunda kalır. Ona bakmadan önce gözleri çalınacak,
kapılacak gibi olur. onun kendi güzelliği, güzelliğinin perdesi; dışta görünmesi, onun
içte kalmasının nedeni olmuştur. Açığa çıkması, gizlenmesini gerektirmiştir.
Tıpkı güneş gibi… İnce bir bulut arkasına girdiği zaman görülebilir. Ama
kendisini perdesiz olarak gösterecek olursa, görülemez. Işığı, kendi ışığına perde olur.
Bu Padişahın, güzelliğini, kendi adamlarından kıskanması sözkonusu değildir.
Kendisinin güzellik ve parlaklığını göstermezlik etmez. O, güzelliğini gösteriyorsa da,
kimse de onu görme gücü yoktur.
O cömerttir, vergilidir, bereketlendiricidir. Onun bağışları geniş, cömertliği
sınırsızdır. Onun cömertlik ve eli açıklığı herkesi içine alır. Onun kapısı herkese açıktır,
hiçkimseyi geri çevirmez. Onun güzelliğinden bir pırıltı gören, gözünü ondan ayıramaz.
Buradan kurtulup ona gidebilen kimi sayılı kimseler olabilir. Padişah onları,
sizin ikliminizin mallarını hiçe indiren bağışlarıyla karşılar. İnsana o denli çok iyilikte
bulunur ki, kişi O’nun bağışları karşısında yük altında kalır. Bunlar, onun yanından
döndükleri zaman, saygınlık kazanmış olarak dönerler.
244
Hayy bin Yakzan ekledi:
Eğer seni aydınlatmak amacıyla söylediğim bu sözler, beni ona yaklaştırmamış
olsaydı, onunla ilgim, seninle bir çift söz etmemi bile engellerdi.
İstersen arkamdan gel… Seni O’na götüreyim…
B. Risâletü’t-Tayr (kuşların öyküsü)
Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla… Kardeşlerim içinde bana kulak
verecek, bazı dertlerimi kendisine anlatabileceğim, kardeşliğini benimle paylaşarak bu
dertlerimi azaltabilecek hiç kimse yok mu? Hiç kimsenin dostluğu onu karanlıklara
karışmaktan korumadıkça saf hale gelmez. Böyle halis bir dostu nereden bulayım? Bu
zamanda dostluklar hep ticarete benzedi. İnsanlar, bir ihtiyaç ortaya çıkarsa dostluğa
sarılıyor, ama buna ihtiyaçları kalmadığında artık o dostluğu gözetmeyi bir yana
bırakıveriyorlar. Ancak bazı dostların kardeşliğine gelince… Bunlar arasında bağ ilâhi
bir yakınlıktan doğar, ülfetleri ulvî bir komşuluktan ileri gelir. Gözleriyle birbirlerinin ta
gönüllerine bakarlar, şüphe ve vehim paslarını gönül aynasının sırrından silerler. Bu
topluluğu ancak Hakk’a çağıran bir çağırıcı bir araya getirip toplayabilir; toplandıkları
zamansa bu vasiyeti kabul ederler.
Ey hakikat erleri! Kendinizi hazırlayın. Kardeşleriniz için gönlünüzün
üzerindeki perdeyi çekip kaldırın da perdesiz, örtüsüz birbirinizin içindeki sırları bilin,
birbirinizin kemale ermesine sebep olun.
Ey hakikat erleri! Kendinizi hazırlayın. İçlerinizi açığa vurun. Nitekim kirpiler
de içlerini (batın) dışa vurup dışlarını (zahir) gizlerler. Allah’a andolsun ki sizin de
içiniz dışarıda, dışınız ise örtülü ve gizlidir.
Ey hakikat erleri! Yılanın kabuğundan çıktığı gibi siz de kabuğunuzdan çıkın.
Ayak seslerini kimseciklerin işitmediği solucan gibi yürüyün. Benzeyişte akrebe
benzeyin, çünkü sizin esenliğiniz hep arkanızı sağlama almanızdadır. Zaten şeytan da
insana ancak arkasından sokulur.
245
Hoşça yaşamak için hayatın zehrini için, diri kalmak için, ölümü sevin. Belli
bir yuva tutmadan hep uçun. Çünkü kuşları hep yuvalarında avlarlar. Uçacak kanadınız
yoksa hiç değilse yer değiştirmek için yerlerde sürünün.
Deve kuşu gibi kızgın taşları yutun, yılan gibi katı kemikleri atın boğazınıza,
semender gibi ateşin ortasında durun da yarın ateşin kötülüğü dokunmasın size.
Gündüzleri ortaya çıkmayan yarasa gibi olun. Zaten yarasa, düşmanların elinden
amanda olan en iyi kuştur.
Ey hakikat erleri! İnsanların en yüreklisi, yarın konusunda yürekli olandır.
İnsanların en korkağı da kendisini kemale erdirmekten geri durup aciz kalandır.
Ey hakikat erleri! Melekten hiçbir kötülük sadır olmasa, hayvan çirkin bir iş
işlemese hiç şaşılmaz buna. Meleğin kötülük işleyecek bir aleti yok çünkü; hayvanın da
akıl silahı. Asıl şaşılması gereken, şehvetin fermanına tabi olan, şehvet arzusuyla kayda
düşen ya da kendini şehvetle zelil kılan insanın işidir. Oysa aklın nuru ve yüce Allah’ın
izzetiyle, şehvet kendisine galebe çaldığında ona karşı direnen insan melekten üstün,
şehvete boyun eğen ise hayvandan da aşağıdır. Şimdi kıssamıza geçelim de şu derdimizi
bir anlatalım.
Ey hakikat erleri! Biliniz ki, bir bölük avcı kırlara çıkıp tuzaklar kurdular,
yemlerini saçıp türlü faklar, kapanlar hazırlayarak çalıların ardında pusuya yattılar. Ben
de bir kuş sürüsüyle birlikte geliyordum. Avcılar bizi görür görmez tatlı tatlı ıslık
nağmeleri çalmaya başladılar. Bir vehime düşürdüler bizi. Aşağıya bakınca, tertemiz,
çok hoş bir yer gördük; etraf pırıl pırıl yeşillikti, pek çok yemler vardı aşağıda.
Yolumuzun üstünde hiçbir şüphe bulunmuyordu, hiçbir töhmet bizi bu hedeften
alıkoyamazdı. Yüzümüzü o tuzaklara çevirince nihayet tuzakların tam ortasına düştük.
Bir de baktık ki tuzak halkaları boğazımıza geçmiş, ayağımıza telden zincirler dolanmış
bile. Gizlerimizde tıpkı korkuluklardan duyduğumuz korku vardı. Bu beladan
kurtuluruz ümidiyle hepimiz çırpınsak da nafile!
Biz zıpladıkça zincirler daha bir sıkılaşıyordu. Neden sonra gönlümüzü helak
oluşa teslim ederek başımıza gelen bu belaya rıza gösterdik. Herbirimiz kendi
246
derdimizle meşguldük, kimse kimseyi umursamıyordu bile. Nasıl bir hileyle buradan
kurtulabiliriz diye bir çıkar yol aramaya koyulduk.
Bir süre böylece kaldıktan sonra kafese alışmaya başladık. İlk ilkemizi
unutmuştuk çoktan. Ayağımızdaki zincirlere rağmen sakinleşip kafesin darlığına razı
olduk. Neden sonra bir gün, bu zincirlerin arasından dışarıya doğru bakınca
arkadaşlarımdan bir kısmının başlarını ve kanatlarını kafesten dışarı çıkarmış uçmaya
çalıştıklarını gördüm. Herbirinin ayağında o kapanların ve tuzakların bir kısmı takılıydı.
Zincirler onların uçmasını engelliyordu. Ama onlar bu bağlara ve zincirlere razı
olmuşlardı.
Kendimi unutmuştum neredeyse. Alıştığım o yer artık bana dar gelmeye
başlamıştı. Dertlerimin fazlalığından kurtulmak istiyordum. Sıcaktan öleceğim geldi
aklıma. Kafesten dostlarıma seslenerek: “Yanıma gelin, buradan kurtulmanın ve rahata
ermenin yolunu bana da gösterin” dedim. O sırada onların hatırına avcıların tuzakları ve
hileleri geldi. Benim sesimden ürküp bulunduğum yerden ve benden kaçarak
uzaklaştılar. Onlara, eski dostluğumuz, şaibelerden ve nifaktan uzak geçmiş hukukumuz
üzerine yeminler ederek söz verdim. Bana inanıp güvendiler. Şüpheleri ve zanları yok
oldu. Avcıların tuzaklarından emin olunca yanıma yaklaştılar. Hallerini sordum. Bana:
“Biz de senin gibi aynı belaya yakalanmış, kurtulmaktan ümidi kesmiştik; belaya,
derde, sıkıntıya uğramıştık. Ama sonradan sonraya tedbirler düşünüp kurtuluş yolları
aradık, böylece tuzağın zincirleri oynumuzdan çıktı, kafesler açıldı, biz de dışarı çıktık”
dediler. “Beni de kurtarın” dedim. “Eğer seni kurtarmaya gücümüz yetseydi, işin
başında önce kendimizi kurtarırdık. Kendisi hasta olan tabip başkasına şifa veremez ki”
dediler. Bunun üzerine ben, kendi kendime gayret edip kafesten dışarı sıçradım. Onlarla
birlikte uçmaya başladık. “Önünde uzun yollar ve şehirler var, kendinle o şehirler
arasındaki mesafeleri aşmadıkça kurtuluşa erip emniyet içinde olamazsın. Ardımızdan
gel de seni kurtarıp hedefe doğru ulaştıralım” dediler. Sonra sulak, yemyeşil iki dağ
arasında bir vadide uçmaya başladık. Bu aradan geçip ilk dağın tepesine ulaştık.
Oradan, gözün ucunu bucağını göremediği sekiz yüksek dağa doğru yol aldık.
İçimizden bazıları: “Bu dağları süratle geçmezsek emniyete kavuşamayız” dediler. Nice
sıkıntıya katlanıp altı dağın üzerinden geçtik. Yedinci dağa ulaşıp onun da ardına uçmak
247
istediğimizde, bazı yoldaşlarımız: “Biraz dinlensek olmaz mı? Bu yolculukta pek çok
sıkıntı çektik. Bizimle düşmanlar arasındaki mesafe açıldı. O halde kurtuluşa ermek için
yavaş davranmamız, acele etmekten daha hayırlıdır. Acele etmek bizi hedefe varmaktan
alıkoyar” dediler. O dağın başında bir saat kadar mola verdik. Orada yeşillikler içinde,
pek süslü, pek güzel bağlar bahçeler gördük. Çevrede pek çok ağaçlar, uzayıp giden
ırmaklar vardı. Oranın güzelliğinden aklımızı yitirmiştik. Orada dinlenmeye yetecek
kadar kaldık. Aramızdan bazıları: “Acele edelim., ihtiyat gibi emniyet, şüphecilikten
daha sağlam kale olmaz; burada çok fazla oyalandık, düşmanlar ardımızdan geliyorlar.
Haydi bu yerden gidelim artık” dediler. Sekizinci dağa ulaştığımızda, son derece yüksek
bir dağ gördük. Orada birtakım kuşlar vardı. Biz onlardan daha güzel, daha hoş sesli,
daha aydın yüzlü, daha temiz hiçbir kuş görmemiştik. Bize öyle çok izzet ve ikramda
bulundular ki anlatmaya kelimeler yetmez. Onlarla aramızda bir yakınlık ve sıcaklık
doğunca, işin hakikatini anlattık onlara. Derdimize ortak oldular. Başımıza gelenlere
üzüldüler. “Bu dağın ardında, padişahın oturduğu bir şehir vardır. Haceti olan ve ona
güvenen her mazlum ondan ancak adalet bulur” dediler. Onların bu işaretiyle padişahın
şehrine yöneldik. Huzuruna varıp, geleneklerin huzuruna alınması için emir vermesini
beklemeye koyulduk.
Ferman çıkması üzerine bizi padişahın huzuruna götürdüler. Orada genişliği
tarif edilemeceyek bir alan gördük. Oradan da geçip perde kalkınca, güzelliğiyle bir
öncekini unutturan ikinci bir alan daha gördük. Padişahın odasına varıp, onun cemali ve
celali üzerimize parlayınca aklımız başımızdan gitti. Kendimizde, ona şikayetimizi
anlatacak güç bulamadık. Ama o bizim sırrımızdan haberdardı. Lütfu ile bizi teskin edip
rahatlattı. Bunun üzerine cesaretimizi toplayıp onunla konuşmaya başladık. Huzurunda
başımızdan geçenleri anlattık. “Sizin bağlarınızı ancak o tuzakları kuran açabilir. Sizi
hoşnut etmeleri ve kötülüğü sizden uzak tutmak üzerine onlara bir elçi göndereceğim,
sevinç ve neşe içinde dönün” dedi. Sonra biz, elçilerle birlikte dönmek üzere yola
koyulduk.
Kardeşlerim benden padişahın güzelliğini ve cemalini anlatmamı istiyorlar, ben
de elimden geldiğince özlü bir nitelemede bulunmaya çalışıyordum: “Açılmamış bir
güzellik, eksiksiz noksansız bir kemal tasavvur edebiliyorsanız, işte padişah odur. Her
248
hakiki kemal ve cemal ona aittir. Hakiki ve mecazi her türlü eksiklik ondan uzaktır.
Onun yüzü güzellikte eşsiz, onun eli cömertlikte benzersizdir. Ona hizmet eden tam bir
saadete kavuşur. Ondan uzaklaşan dünyada ve ahirette kül olur gider” dedim.
Dostlarımdan pek çoğu, hikayemi işitince: “Sen aklını mı yitirdin, yoksa bir tür
kara sevda hastalığına mı yakalandı? Uçan sen değilsin, aklın uçmuş senin… Seni değil,
aklını avlamışlar. İnsan nasıl uçar? Kuş nasıl konuşur? Senin mizacında safra artmış
anlaşılan. Kavrulmuş kimyon yemeli, hamama gidip başına berrak arıduru sular
dökmelisin. Nilüfer koklamalı, uygun yemekler yemeli, uyanık kalmaktan ve
uykusuzluktan kaçınmalısın. Biz seni öteden beri akıllı bir adam olarak bilirdik. Allah
biliyor ya senden yana çok rahatsızız” gibi sözler ettiler. Bu sözlerse beni pek az
etkiledi. Çünkü insanların en kötüsü kendisini zayi edendir. Güven ve tevekkül yalnız
Allah’adır…
C. Salaman ve Absal
Salaman ile Absal iki kardeştiler. Absal, Salaman’ın küçüğüydü ve ağabeyi
tarafından büyütülmüş, eğitilmişti. Genç ve güzel olan Absal, aynı zamanda yetenekli,
yazar, bilgin, namuslu ve yiğitti. Salaman’ın eşi ona aşık olmuş ve kocasından onun
kendileriyle birlikte yaşamasını istemişti.
Salaman, kardeşinden bunu rica ettiyse de, o kadınlarla birlikte bulunmaktan
hoşlanmadığı için kabul etmemişti. Salaman, kardeşi Absal’a, eşinin annesi yerinde
olduğunu söyleyerek ricasını tekrar etmiş ve kabul ettirmişti.
Bunlar birlikte oturmaya başladılar. Bir süre sonra Absal’a aşkını bildiren
kadın, onun kendisine uymayacağını anlayınca, ileride eline geçirebilmek umuduyla,
kız kardeşiyle evlendirme yolunu tuttu. Kız kardeşine, Absal’ın yalnız kendisinin
olmayacağını söyledi. Absal’a da, kız kardeşinin utangaç olduğunu söyleyerek
birbirlerine alışıncaya kadar onunla konuşmaması ve gündüzleri onun yanına gitmemesi
uyarısında bulundu.
249
Gerdek gecesi, bu kadın, karanlıkta kız kardeşinin yerine yatarak Absal’ı
yatağına aldı. Beklemeye de dayanamayarak hemen göğsünü Absal’ın göğsüne
koymaya başladı.
El değmemiş kızlardan beklenilmeyecek bu davranış Absal’ı kuşkuya düşürdü.
Gerdek bulutlu bir geceye rastlamıştı. Absal, çakan bir şimşeğin aydınlığında kadını
gördü ve derhal iterek oradan çıktı, kadından uzaklaşmak istedi.
Absal, bu kadından tümüyle uzaklaşmak için, kardeşi Salaman adına asker
topladı. Sahip olduğu güçle, yeryüzünün her yanını ele geçirdi. Öyle ki, dünyada tüm
yeryüzünü ilk kez bütünüyle elde etmiş, yeryüzünün gerek doğu, gerek batı tarafını ele
geçirerek ilk kez Zülkarneyn olan kimse olmuştu.
Absal, yeniden yurduna döndüğünde, ağabeyinin eşinin kendisini unutmuş
olacağını sanıyordu. Oysa kadın unutmamıştı. Absal’a yine eski aşkını dile getirdi ve
boynuna sarılmak istedi. Bu sıralarda ülkeye düşmanlar saldırmıştı. Salaman, kardeşi
Absal’ı asker üzerine başkomutan yaptı.
Kadın, komutanlara birçok mal dağıtarak Absal’ı savaş alanında yalnız
bırakmalarını sağladı. Absal, kanlar içinde, yaralı olarak düşmanın eline geçti. Ama
öldüğü sanılarak öylece bırakıldı. Böylece tek başına, kanlar içinde yatan Absal’a vahşi
bir hayvan, memesinden süt verdi. Bu şekilde günden güne iyileşmeye başlayan Absal,
sonunda ayağa kalkarak kardeşine yetişti.
Ağabeyi dört bir yandan düşmanca kuşatılmıştı. Büyük bir acı ve sıkıntı
içindeydi. Kardeşini yitirmesi nedeniyle de son derece üzgündü.
Absal, topladığı askerle ağabeyinin düşmanlarını yendi, kumandanlarını esir
aldı. Ağabeyini kurtararak onu yeniden krallık tahtına oturttu.
Salamanı’ın karısı, Absal’ın aşçısı ve sofra hizmetçisi ile işbirliği yaptı, Absal’ı
zehirleterek öldürttü. Bilgin ve değerli kardeşinin ölümüne üzülen Salaman, elinde
bulunan krallığı politikacı dostlarından birine bırakarak olan biten olayların gerçeğine
ulaşma amacıyla Tanrı’ya yöneldi ve O’na yakırdı.
250
Her şeyin gerçekliği kendisine esin yoluyla bildirilen Salaman eşini, kardeşinin
aşçısını ve sofra hizmetçisini öldürdü.
251
KAYNAKÇA
Kitaplar
Akarsu, Bedia; Ahlak Öğretileri, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları, 1965.
Akseki, Ahmet Hamdi; Ahlak ilmi ve İslam ahlakı: Ahlak dersleri, Ankara: Nur
Yayınları, 1971.
Altıntaş, Hayrani; İbn Sînâ Metafiziği, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, 1985.
Altıntaş, Hayrani; İslam Ahlakı, Ankara: Akçağ Yayınları, 1999.
Aristoteles; Anima/Ruh Üzerine II, Celal Gürbüz (çev.), İstanbul: Ara Yayınları,
1990.
Atay, Hüseyin; İbn Sînâda Varlık Nazariyesi, Ankara: Gelişim Yayınları, 1983.
Atay, Hüseyin; Farabi ve İbn Sînâ’ya Göre Yaratma, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, Ankara: 1974.
Âzâd, Ebu’l-kelâm; Zülkarneyn Kimdir?, İstanbul: İz Yayınları, 2004.
Beyhakî, Zahiruddin; Târîhu hükemâi'l-İslam (Tetimme Sıvânu'l Hikme),
Muhammed Kürd Ali (thk.), Dımaşk : Matbuatu Mecmai’l-İlmi’l-Iraki, 1946.
Bircan, Hasan Hüseyin; İslam Felsefesinde Mutluluk, İstanbul: İz Yayınları, 2001.
Cevizci, Ahmet, Etiğe Giriş, İstanbul: Paradigma, 2002.
Corbin, Henry; İslam Felsefesi Tarihi, Başlangıcından İbn Rüşd’ün Ölümüne kadar
(1198), Terc. Hüseyin Hatemi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1986.
…………; Avicenna and the Visionary Recital, Willard R. Traks (terc.), Dallas:
Spring Publications, 1980.
252
Cüceloğlu, Doğan; İnsan ve Davranışı-Psikolojinin Temel Kavramları, İstanbul:
Remzi Kitabevi, 1997.
Çağrıcı, Mustafa; İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, 1989.
Davidson, Herbert; “al-Fârâbî”, Avicenna and Averroes on Intellect, New York:
Oxford University Press, 1992.
Draz, M. Abdullah; Kur’an Ahlakı, İstanbul: İz Yayınları, 1993.
Durusoy, Ali; İbn Sînâ Felsefesinde İnsan ve Alemdeki Yeri, İstanbul: Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı yayınları, 1993.
Ebü'l-Fütuh Şihabüddin Ahmed b. Muhammed Ahmed el-Gazzali; Dasitân-ı Murgân,
Nasrullah Purcevadi (nşr.), Tahran: 1396/1976.
Erdem, Hüsameddin; Ahlak Felsefesi, 2. Baskı, Konya: Hü-er Yayınları, 2003.
Esed, Muhammed; Kur’an Mesajı, Meal-Tefsir, İstanbul: İşaret Yayınları, 2002.
Fahri, Macit; İslam Ahlak Teorileri, İstanbul: Litera Yayınları, 2004.
…………; İslam Felsefesi Tarihi, Kasım Turhan (çev.), 2. Baskı, İstanbul: İklim
Yayınları, 1992.
Fârâbî, “Risâle fîmâ yenbaği en yukaddeme kable teallümi’l-felsefe”, al-Fârâbî’s
philosophische abhandlungen içinde (s. 49-55), Friedrich Dieterici (haz.),
Leiden: E. J. Brill, 1890.
Gemühluoğlu, Zeynep; Gazzali ve İbn Rüşd’de Tevil, Basılmamış Doktora Tezi,
İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005.
Goichon, Anne Marie; İbn Sînâ Felsefesi ve Ortaçağ Avrupasındaki Etkileri,
İstanbul: Ötüken Yayınları, 1993.
Goodman, Lenn E.; Avicenna, London and New york, 1992.
Gutas, Dimitri; Avicenna and The Aristotelian Tradition, Leiden: E. J. Brill, 1988.
Guénon, René; Symbols of Sacred Science, New York: Hillsdale, 2004.
Heath, Peter; Allegory and Philosophy in Avicenna, Pennsylvania: University of
Pennsylvania Press, 1992.
İbn Ebî Useybia; Tabakâtü’l-etıbba, Nizar Rıza (thk.), Menşûrâtu dâru mektebetu’lhayat, Beyrut, t.y.
İbn Sînâ; el-Burhan, Abdurrrahman Bedevî (nşr.), Kahire: Mektebetü’n-nehdâti’lmısriyye, 1966.
253
…………; ed-Duâ, et-Tefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’s-sûfiyye fi felsefeti İbn Sina içinde
(297-299), Hasan Âsi (neşr.), Beyrut, 1983.
…………; ed-Du’a ve’z-ziyâre, et-Tefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’s-sûfiyye fi felsefeti
İbn Sina içinde (283-288), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut, 1983.
…………; el-Felak, et-Tefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’s-sûfiyye fî felsefeti İbn Sina
içinde (116-120), Hasan Âsi (neşr.), Beyrut:1983.
…………; el-Hudûd, el-Mustalahu’l-felsefî inde’l-arab içinde (s. 229-263), Abdulamır al-a’sam (neşr.), Bağdat: 1985.
…………; el-İhlâs, et-Tefsîru'l-Kur'ânî ve'l-lugati's-sûfiyye fî felsefeti İbn Sina içinde
(106-113), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut 1983.
…………; el-İşârât ve’t-Tenbîhât, I, II, III, IV, Neşr. Süleyman Dünya, Beyrut:
Müessesetü’n-Numan, 1992.
…………; el-Kasîdetü’l-ayniyyetü’r-rûhiyye fi’n-nefs” (Ruh Kasidesi), İslam
Filozoflarından Felsefe Metinleri içinde (s. 325-334), Mahmut Kaya, 2. bs. İst.:
Klasik Yayınları, 2005.
…………; el-Kerâmât ve’l-mu’cizât ve’l ‘acîb, et-Tefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’ssûfiyye fî felsefeti İbn Sina içinde (225-240), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut, 1983.
…………; el-Mebde ve'l-mead, Abdullah Nurani (neşr.), Tahran: Müessese-i
Motaleat-ı İslami Danişgah-ı Mc Gill Şube-i Tahran, 1984.
…………; en-Nâs, et-Tefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’s-sûfiyye fî felsefeti İbn Sina içinde
(s. 123-125), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut, 1983.
…………; en-Necat fi'l-hikmeti'l-mantıkiyye ve't-tabiiyye ve'l-ilahiyye, Macid Fahri
(thk.), Beyrut : Darü'l-Afaki'l-Cedide, 1985.
…………; er-Risâletü'l-arşiyye fî hakâiki't-tevhîd ve isbâti'n-nübüvve, İbrahim
İbrahim Hilal (thk.), Kahire: Camiatü'l-Ezher, 1980.
…………; eş-Şifâ, es-Semâ’u’t-tabi’î, Said Zâyid (neşr.), Kahire: 1983.
…………; eş-Şifâ, el-İlâhiyyât I-II, George Anawati, Said Zâyed (neşr.), Kahire, 1960.
…………; eş-Şifâ, en-Nefs, Saîd Zayid (thk.), İbrahim Medkur (göz.geç.), Kahire: elHey'etü'l Mısriyyetü'l-Amme li’l-Kitâb, 1975.
…………; et-Ta’lîkât, Abdurrahman Bedevî (neşr.), Kahire: 1973.
…………; et-Ta’lîkât alâ havâşi Kitâbi’n-nefs li-Aristâtâlis, Aristû İnde’l-arab
içinde (75-116), A. Bedevî (neşr.), Kahire, 1947.
254
…………; Fî aksâmi’l-ulûmi’l-akliyye, Tis’u resâil içinde (71-80), Konstantınıyye:
1298.
…………; Fi’l-Işk, et-Tefsîru'l-Kur'ânî ve'l-lugati's-sûfiyye fî felsefeti İbn Sina içinde
(243-269), Hasan Âsî (neşr.), Beyrut, 1983.
…………; Fî Sırrı’l-kader, et-Tefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’s-sûfiyye fî felsefeti İbn
Sina içinde (302-305), Hasan Âsi (neşr.), Beyrut:1983.
…………; Fî Sırrı’s-salât, et-Tefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’s-sûfiyye fî felsefeti İbn
Sina içinde (205-222), Hasan Âsî, (neşr.), Beyrut, 1983.
…………; Hayy bin Yakzan, Hayy bin Yakzan, İbn Sînâ, İbn Tufeyl içinde (43-53),
Neşr. Ahmet Emîn, (İbn Zeyle’nin şerhiyle birlikte) Kahire: 1952.
………….; Kitâbü’l-Mübâhasât, Muhsin Baydarfer (thk.), Kum: İntişarat-ı Baydar,
1992.
…………; Kitâbü’ş-Şifâ, Mantığa Giriş, Ömer Türker (çev.), İstanbul: Litera
Yayınları, 2006.
…………; Kitâbü’ş-Şifâ, el-Mantık, el-Kıyâs, Saîd Zâyid (nşr.) Kahire, 1964
…………; Mantıku’l-meşrikıyyîn, Kahire: 1910.
…………; Mebhas ani’l kuva’n-nefsâniyye, Ahvâlü’n-Nefs içinde (147-178), Nşr.
Ahmed Fuad el-Ehvânî, Kahire: 1952.
…………; Risâle Adhaviyye fî emri’l-me’âd, Süleyman Dünya (neşr.), Kahire: 1949.
…………; Risâle fî’n-Nefs ve bekâ’ihâ ve me’âdihâ, Ahmed Fuad el-Ehvânî (neşr.),
Ahvâlü’n-Nefs içinde (45-140), Kahire, 1952.
…………; Risâle fî Ma’rifeti’n-nefsi’n-nâtıka ve ahvâlihâ, A. Fuad el-Ehvânî (neşr.),
Ahvâl’ün-nefs içinde (s. 181-192), Kahire: 1952.
…………; Risâle Fi’s-sa’âde, Mecmuatü’r-Resâil, 1-21, Haydarabad Dekkan: 1353h.
…………; Risâle fi’l-kelâm ‘ala’n-nefsi’n-nâtıka, A. Fuad el-Ehvânî (neşr.),
Ahvâl’ün-nefs içinde (s. 195-199), Kahire, 1952.
…………; Risâle fî isbâti'n-nübüvvât ve Te’vîli Rumûzihim ve Emsâlihim, Nşr.
Michael Marmura, 2. Basım, Beyrut: Darü'n-Nehar, 1991.
…………; Risaletu'l-Kader, İslamic Philosophy içinde, Mehren (haz.), Volume, 35,
1899, IV. Fasikül, Franfurt: 1999.
………….; Risâletu’t-tayr, et-Tefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’s-sûfiyye fî felsefeti İbn
Sina içinde (s. 338-343), Hasan Âsî, (neşr.), Beyrut, 1983.
255
………….; Şerh-u Kitâbı Esûlocya, Aristû inde’l-arab içinde (35-74), A. Bedevî
(neşr.), Kahire, 1947.
………….; Tefsîr’ü ayeti’n-Nûr, et-Tefsîru’l-Kur’ânî ve’l-lugatü’s-sûfiyye fî felsefeti
İbn Sina içinde (86-88), Hasan Âsî, (neşr.), Beyrut, 1983.
…………; Uyûnu’l-hikme, Abdurrahman Bedevi (thk.), Kuveyt: Vekaletü'l-Matbuat,
1980.
İslam Felsefesinde Sembolik Hikayeler: İbn Sina-Sühreverdi-A. Gazzali-Necm-i
Razi, İstanbul: İnsan Yayınları, 1997.
Karlığa, Bekir; İbn Sînâ’nın Şimdiye Kadar Bilinmeyen Yeni Bir Ahlak Risalesi,
fotokopi nüsha, Eser; Atatürk Kültür ve Tarih Kurumu yayınlarından ERDEM
Dergisinde yayınlanmak üzere hazırlanmıştır.
Kaya, Mahmut; İslam Filozoflarında Felsefe Metinleri, İstanbul: Klasik Yayınları,
2003.
Kuşpınar, Bilal; İbn Sînâ’da Bilgi Teorisi, İst.: M.E.B. yay., 1995.
Kutluer, İlhan; İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İstanbul: İz Yayınları, 2002.
…………; Sarp Yokuşu Tırmanmak, İstanbul: İz Yayınları, 1998.
…………; İslamın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, İstanbul: İz Yayınları, 1996.
…………; Akıl ve İtikad, Kelam ve Felsefe İlişkileri Üzerine Araştırmalar,
İstanbul: İz Yayınları, 1996.
…………; İslamın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, İstanbul: İz Yayınları, 1996.
…………; İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, Basılmamış Doktora
Tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1989.
Madkûr, İbrahim; Fi'l-Felsefeti'l-İslamiyye, I, II, Kahire: 1983.
Nasr, Seyyid Hüseyin; İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, Çev. Nazife Şişman,
İstanbul: İnsan Yayınları, 1985.
…………; Üç Müslüman Bilge, Çev. Ali Ünal, İstanbul: İnsan Yayınları, 1985.
Okumuş, Mesut; Kur’an’ın Felsefi Okunuşu: İbn Sinâ Örneği, Ankara: Araştırma
Yayınları, 2001.
Özalp, N. Ahmet (Hazl.); İbn Sînâ ve İbn Tufeyl, Hayy Bin Yakzan, Şerafettin
Yaltkaya, Babanzade Reşid (çev.), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1996.
Pazarlı, Osman; İslam’da Ahlak, 2. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1980.
256
Peker, Hidayet; İbn Sînâ’nın Epistemolojisi, Bursa: Arasta Yayınları, 2000.
Platon; Phaidon, Çev. Suut Kemal Yeltkin, Hadi Ragıp Atademir, 2. Basım, Ankara:
Milli Eğitim Bakanlığı, 1945
…………; Phaidros, Çev. Hamdi Akverdi, Ankara: Maarif Vekaleti, 1943.
Rosenthal, Franz; Bilginin Zaferi (İslam düşüncesinde bilgi kavramı), Lami Güngören
(çev.), İst.: ufuk kitapları, 2004.
Saruhan, Müfit Selim; İslam Düşüncesinde İstiare (metafor), Ankara: Bizim Büro
Basımevi, 2005.
Sühreverdî, Şihâbuddîn; “Risâletü’t-tayr’ın Farsça tercümesi”, Seyyid Hüseyin Nasr,
Henry Corbin (tsh. ve mukad.), Mecmûatu Musannafâtu Şeyhu’l İşrâk
Şihâbuddin Sühreverdi içinde (ss. 198-205), Tome III, Téhéran: İnstitut
d’Etudes et des Recherches Culturelles, 2001.
Şahinoğlu, Mehmet Nazif; Nuvîdi-yi Şirâzî ve Salaman u Absal’ı, Türdav Ofset
Tesisleri, 1981.
Taylan, Necip; İslam Düşüncesinde Din Felsefeleri, İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1994.
Tûsî, Nasıreddin; İşarat Şerhi, İbn Sinâ, el-İşarat ve’t-Tenbihat içinde, Süleyman
Dünya (neşr.), Beyrut: Müessesetü’n-Numan, 1992 ile birlikte
Süreli Yayınlar
Akarsu, Bedia, “Sokrates’te Erdem Düşüncesi”, Felsefe Arkivi, S. 13. (s. 57-73),
İstanbul, 1962.
Gutas, Dimitri, “İbn Tufayl on İbn Sînâ’s Eastern Philosphy”, Oriens, Volume:
XXXIV, (s. 222-241), 1994.
Makaleler
Aydın, Mehmet; “İbn Sîna’nın Mutluluk (es-Sa’âde) anlayışı”, İbn Sînâ, Doğumunun
Bininci Yılı Armağanı, Derl. Aydın Sayılı, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1984.
257
Aydın, Mehmet S.; “İbn Sîna’da Ahlak ve İnsanın Mutluluğu”, İbni Sina içinde (117128), Hulusi Köker ve Cihad Tunç (haz.), Kayseri: Erciyes Üniversitesi, 1984.
…………; "İbn Sina'da Ahlak", Uluslararası İbn Sina Sempozyumu içinde, Ankara,
1984, ss. 117-128.
Corbin, Henry; “Le Récit de L’oıseau” (risâletü’t-tayr), Oeuvres Philosophiques et
Mystiques, Şihabuddin Yahya Sühreverdi içinde (62-69), Tome III,
Prolégoménes en Français, Téhéran: İnstitut d’Etudes et des Recherches
Culturelles, 2001
Çağrıcı, Mustafa, “Hayır”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, C. 17. (s. 43-46)
…………; “Fazilet”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, C.12. (s. 268-271)
Çiftçi, Nermin, “Ahlak Psikolojisi”, Felsefe Ansiklopedisi, C. I, Editör Ahmet Cevizci,
İstanbul: Etik Yayınları, 2003.
Dağ, Mehmet; “İbn Sînâ’nın Psikolojisi”, İbn Sînâ Doğumunun Bininci Yılı
Armağanı (319-404), Aydın Sayılı (derl.), Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1984.
Fazlurrahman, “İbn Sînâ”, İslam Düşünce Tarihi içinde (s. 99-125), M. M. Şerif (Ed.),
C. II, İstanbul: İnsan Yayınları, 1990.
Kaya, Mahmut; “İbn Sînâ Felsefesinde Mutluluk Kavramı”, U.A. İbn Sînâ
Sempozyumu (s. 495-500), Ank.: 1983.
Kutluer, İlhan, “Elem”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, C. 11. (s. 23-25)
…………; “Lezzet”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, C. 17. (s. 170-172)
Küyel, Mübahat Türker; “İbn Sînâ ve “Mistik” Denen Görüşler”, İbn Sînâ,
Doğumunun Bininci Yılı Armağanı içinde (749-792), Aydın Sayılı (derl.),
Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984.
Uludağ, Süleyman, “Firaset”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, C. 13. (s. 116-117)
258

Benzer belgeler