Publication - Haber Ajanda

Transkript

Publication - Haber Ajanda
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi AĞUSTOS 2014 YIL 8 SAYI 93
12,5 TL www.haberajanda.com.tr
haber
PROF. DR. TURAN GÜVEN
Başarısızlıklarını
dayatan liderler!
METİN KÜLÜNK
Millet Çankaya’yı sahiplendi
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
12. Cumhurbaşkanı’ndan
beklediklerimiz
NESRİN ÇAYLI
Tez makbul olmuş bir dua: 2071
Türk halkının
ikinci büyük zaferi
LOKMAN AYVA
Yeni Türkiye’de neler olacak?
MEHMET ŞEKER
Erdoğan dönemi
asıl şimdi başlıyor
SERVET HOCAOĞULLARI
Ağustos sıcağında Yeni Türkiye
-Gül’ün ikinci yol ayrımıMURAT İLKTER
M. S. BIÇAK – S. HOCAOĞULLARI
Yeni Türkiye’nin “Hoca”sı
Stratejinin derinliği
Ahmet Davutoğlu
Bu sefer de olmadı,
bundan sonra da olmayacak! Ta ki…
MUHTEŞEM TIRAŞ
Çuvalımız incirle doludur
PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL
Yeni dünya düzeni:
Hedef “Türkiye”
NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
Bu tarihsel
bir yazgıdır
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Kronik muzaffer
HABER AJANDA
Yeni Türkiye
Yeni AK Parti
ORHAN MÜCAHİT
Büyük devrim hareketi
son engeli aştı
SABRİ ÖĞE
Ekmeleddin Vak’ası-
Erdoğan Tsunamisi
FİKRİ AKYÜZ
20 önemli isim
Yayınları
www.cansuyu.org.tr
M ER KE Z
ANKARA
İ STA N BUL
İZMİR
KO NYA
0312 285 20 03
0312 473 44 77
0212 521 65 65
0232 264 44 45
0332 236 15 05
HABER AJANDA
YAYINLARI
SUNAR
B
İR LİDER, kendisini öven veya yeren bir kitabı başucu kitabı yapmaz. Bir tek uykusunu kaçıran veya uyanık tutan kitabı benimser. Bu kitap, sadece “zamanlama” olarak
“uyku eşiğinde” yazıldığı için bile el altında tutulacağını bilmektedir.
***
Bu kitap, bir ülkenin lideri ölmeden yaşatılması gereken ve
liderin ölmeden önce “son görev” olarak niteleyeceği, “zamanı
gelen” tarihî bir fırsatı konu edinmektedir. Kuşkusuz 17 Aralık
Operasyonu’yla “zamanı gelen suikast” yapılmış ve “tarihî fırsat
transferi” hedeflenmiştir. Bu transferle uluslararası güçler, Yeni
Türkiye’nin liderliğine bir başka ismi hazırlamak istemişlerdir.
Bu kitap, “zamanı gelen lider” olarak kayıtlara geçecek bu ismi
deşifre etmektedir.
***
“Muhafazakâr Demokrasi” kendi ellerinde büyüyen “Politik
Dindarlık” tarafından intihar saldırısına maruz kalmıştır. Saldırı
altında kalan Erdoğan’ın “karşı hamle” yerine “büyük hamle”
hazırlığı tamamlanmıştır ve start verileceği yer ve zamanı ilk kez
bu kitap belgelemektedir.
***
Yeni Türkiye’nin yeni sözlüğü, esneme payı, kronolojik liderlik,
bağlantısız kardeşlik, tarihsiz evrensel öncü, iktidarın üç geni “ön
kavramlar” ile oluşacaktır. Bu çalışma “yeni siyaset” kurgusunun
giriş kitabı olarak kayıt düşülecektir. Çünkü Erdoğan’ın bu süreçte tek bir dost desteğine ihtiyacı vardır: Siyasetname...
***
Bu kitap, bir “siyasetname” denemesidir; ancak denenmemiş bir
şeye daha cesaret etmektedir: Dindarlık ile politik yüz arasındaki
“yüz transferi”ni deşifre etmektedir.
***
Bir lider, sadece kendisini anlatan değil, aynı zamanda anlamayı
da sağlayan kitaba önsöz yazar. Çünkü son sözü bu olacaktır...
Ç I K T I
Tel: 0 312 3809092
0 533 165 39 82
YENİ TÜRKİYE - YENİ VİZYON
“ZAMANI GELDİ”
RECEP TAYYİP
ERDOĞAN
Sedat Servet Hocaoğulları
HABER AJANDA
YAYINLARI
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 93 // AĞUSTOS 2014
BAŞYAZI
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Kronik muzaffer
6
Bir insan olarak Erdoğan’dan beklentilerin bir sınırı vardır elbette. Kendisi şimdiye
kadar bu sınırların çok ötesinde bir performans göstermiş olsa da neredeyse tek
başına bir siyasî akım oluşturan bu insanın, kendisini destekleyen kitlelerin dinamizmine yeniden ve her zamankinden fazla ihtiyacı vardır. Bu dönemden sonra
Erdoğan’ı destekleyenler her zamankinden çok çalışmalıdırlar. Ondan ve ardından
yürütmeyi devralacak yeni hükümetten ise bu “Yeni Türkiye”ye özgü medeniyetin
inşasını talep etmeliler.
10 KAPAK / HABER AJANDA
10
Yeni Türkiye, Yeni AK Parti
Son sözümüz; Başkanımızı, Cumhurbaşkanımızı yalnız bırakmamak, sadece etrafında kümelenmek değil, kelimelerle, tutumlarla, projelerle ve en önemlisi de “birlikte inşa
edilecek yapıyla” katkıda bulunmaktır.
30 PROF. DR. TURAN GÜVEN
Başarısızlıklarını dayatan liderler!
Bir partiye, ideolojiye, dinî inanca ve bir
mezhebe bağlılık, bu başarısız insanlar için
gerek ve yeter şartlardan biridir ve başka bir özellik aramaya hiç gerek de yoktur.
Böyle insanlar, küçük topluluklarından hiçbir zorlama gelmediği için, kendilerini geliştirme gibi bir sorumluluk bilincine de gerek duymazlar.
32 METİN KÜLÜNK
Millet Çankaya’yı sahiplendi
Taleplerini sandık üzerinden şekillendirmekte kararlı olan Anadolu, illegaliteyi reddederek yeraltından beslenmeyi elinin tersiyle itmiştir. Cumhuriyet’in bu safhaya kadarki en
önemli kazanımı da budur, yani demokratikleşmedir. Halk bu fırsatları her zaman pozitif
şekilde değerlendirmiş ve Ankara’ya rağmen
ülkesine istikamet çizmiştir.
36 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
30
32
12. Cumhurbaşkanı’ndan
beklediklerimiz
Anadolu insanı, hiçbir faniye nasip olmayacak şekilde Recep Tayyip Erdoğan’a istediği her şeyi fazlasıyla verdi. Şimdi, Recep Tayyip Erdoğan’ın, bugüne kadar yaptıklarına
ek olarak yapamadıklarını yerine getirme ve
kendisine her istediğini veren Anadolu insanına kalan borcunu ödeme zamanı…
68 SERVET HOCAOĞULLARI
36
2
68
ağustos 2014
Ağustos sıcağında Yeni Türkiye
Türkiye’nin sistem tartışması içinde “kazan
kazan” politikası için Sayın Gül’ü parlamenter sistemin lideri görmek isteyenler olabilir, hatta Sayın Gül de buna sıcak bakabilir.
Ancak Sayın Gül, bu seçeneği AK Parti içinden değil, başka bir formül bularak değerlendirmelidir.
4 EDİTÖR
5 AHMET YOZGAT
Karikatür
6 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Kronik muzaffer
10 HABER AJANDA
Yeni Türkiye, Yeni AK Parti
16 AYIN OLAYI
Cumhur, başkanını seçti
18 SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
22 ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
26 ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
30 PROF. DR. TURAN GÜVEN
Başarısızlıklarını dayatan liderler!
32 METİN KÜLÜNK
Millet Çankaya’yı sahiplendi
36 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
12. Cumhurbaşkanı’ndan
beklediklerimiz
39 YAVUZ ŞAHİN
Yeni Türkiye
40 MEHMET ŞEKER
Erdoğan dönemi asıl şimdi başlıyor
42 NESRİN ÇAYLI
Tez makbul olmuş bir dua: 2071
Türk halkının ikinci
büyük zaferi
47 YAHYA KURT
Ümmetin ve umudun
Reis-i Cumhuru
48 CÜNEYT AKAR
Muhtar bile olamadı!
50 MURAT İLKTER
“Bu sefer de olmadı,
bundan sonra da olmayacak! Ta ki…”
52 SABRİ ÖĞE
Ekmeleddin Vak’ası-Erdoğan Tsunamisi
54 MUHAMMED İKBAL BAKIRCI
Süleymaniye’yi yeniden yapmak
56 LOKMAN AYVA
Yeni Türkiye’de neler olacak?
58 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
Bu tarihsel bir yazgıdır
60 ORHAN MÜCAHİT
Büyük devrim hareketi son engeli aştı
82
M. S. BIÇAK – S. HOCAOĞULLARI
AHMET TURGUT
Yeni Türkiye’nin “Hoca”sı
Tehlikeyi IŞİD’dik mi?
Davutoğlu dışındaki bir iki isim hariç, diğer tüm seçenekler Erdoğan’la uyumlu ama Gül ile karşılaşmalarda
alanı kontrol eden yeti ve yetenekte
değil. Davutoğlu, Gül’ün önünü kesen
değil, sorumlu olduğu alanı Erdoğan
dışında kimseyle paylaşmayacak
dirayette olması anlamında bir
konuma sahiptir.
Muradımsa korkumun yersiz çıkması… Ama bu korku
eğer bir parça yerli yerince ise, bu durumda acilen
önlem alınması gerek. “Ali’siz
Alevilik” propagandası güden DHKP
ile “Allah’sız Sünnilik” icraatında
bulunan IŞİD, Türkiye topraklarında terör düellosuna tutuşacak
olursa…
62 MUHTEŞEM TIRAŞ
Çuvalımız incirle doludur
64 ORHAN RUFAT KARAGÖL
Yoğun bakım
66 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Ne seçim ama!
67 AHMET SAĞLAM
Biz, zulme susanı değil, aslan gibi
kükreyeni sevdik
68 SERVET HOCAOĞULLARI
Ağustos sıcağında Yeni Türkiye
-Gül’ün ikinci yol ayırımı70 FATMA ŞURA BAHSİ
Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan ve
yeni yüzyıl stratejisi
71 AYTEKİN ATASOYU
Muhalefet uyuyor, iktidar
muhalefetini doğuruyor
72 MEHTAP KAYAOĞLU
Seçen mi seçer,
seçilen mi seçtirir?
74 AHMET YOZGAT
İnsanın açgözlülüğü ilahî düzlemde de
sürüyor; ne kadar insan, o kadar Tanrı!
77 MUHAMMED LÜTFÜ AVCI
Objektifler önünde
“İki Yüzyıl Savaşları”
78 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL
Yeni dünya düzeni: Hedef “Türkiye”
82 M. S. BIÇAK – S. HOCAOĞULLARI
Yeni Türkiye’nin “Hoca”sı
89 FİKRİ AKYÜZ
20 önemli isim
90 AHMET TURGUT
Tehlikeyi IŞİD’dik mi?
94 CAHİT TUZ
Ortadoğu: Barışın yasak olduğu
coğrafya
96 AHMET TURAN YILDIZ
Gazze’de bugünlerde aşk var!
100SÖYLEŞİ/ÖMER BEKİR SADIK
MUSTAFA KÖYLÜ:
“Söz konusu savaşsa,
İsrail’in bir bahaneye ihtiyacı yoktur”
108DR. NURETTİN ALABAY
Teknoloji
90
40
72
94
42
66
100
MEHMET ŞEKER
MEHTAP KAYAOĞLU
CAHİT TUZ
Erdoğan dönemi asıl şimdi
başlıyor
Seçen mi seçer, seçilen mi
seçtirir?
Ortadoğu: Barışın yasak
olduğu coğrafya
40
Aşk olsun! Yorumcu geçiniyor
ama olan biteni vallahi hiç anlamamış. Erdoğan dönemi asıl
şimdi başlıyor muhterem. Bugüne kadar yaşadıklarımız tam
anlamıyla provaydı. Ölçü alındı, kesildi biçildi, teyellendi…
Elbise bundan sonra tamamlanacak. O aslan fedai, görmek
istediğini söylemeye devam etsin, ziyanı yok...
NESRİN ÇAYLI
Tez makbul olmuş
bir dua: 2071
Türk halkının
ikinci büyük zaferi
Ve artık ceddinin tecrübesini kendine hedef koymuş bir
Reis’imiz var! Tarihten ibret almayı ihmal şöyle dursun, ömrümüz yetmese de 2071 tarihini tasavvur olarak zamana şerh
düşme idrakini taşıyan bir liderimiz var!
42
72
“Seçilen” olmak, kişinin kendisinde, içinde bulunduğu toplumun şartlarına uygun vasıflar
taşımasıyla ilgilidir. Size ait değerli ilkelerin olmasından ziyade, sanki edilgenliğe işaret eden
bir duygu hissettirir insana. Diyelim ki iyisiniz, ancak içinde
bulunduğunuz toplumda, sizdeki iyiliğin karşılığı yoksa seçilemezsiniz.
AHMET YOZGAT
Ne kadar insan, o kadar
tanrı!
Bir ihtimal, “inanç İmparatorlukları” kurulacak: İslam İmparatorluğu, Hıristiyan İmparatorluğu ve benzerleri gibi. Peşi sıra ya
bu inanç imparatorlukları birbirlerini yiyecek ya da kendi içlerinde yeni bir “mikro inanç” ayrışmasına tâbi tutulacak yukarıda
sözü edilen “mikro milliyetçilik”
ayarında.
66
94
Artık herkes, “Suriyelilere kapıları açmak hataydı” diyen adamın, “Filistin meselesinde tarafsız
kalmalıyız” diyen adamın, halkına soykırım uygulayan Esed’le fotoğraf çekenlerin ve Sisi’ye gülücükler gönderen adamın, söz
konusu projelerin neresinde olduğunu çok net bir şekilde görmektedir.
SÖYLEŞİ: Ö. BEKİR SADIK
Mustafa Köylü: “Söz
konusu savaşsa, İsrail’in bir
bahaneye ihtiyacı yoktur”
Gazze bombardıman altına alındığında biz diyoruz ya “Neden
Müslümanlardan bir ses çıkmıyor?” diye, Müslümanların olduğu böylesi ülkelerdeki yönetimleri İsrail baştan susturmuş, hatta
kendi emellerine hizmet eder
hale getirmiş.
100
ağustos 2014
3
haberajanda
Editör
Sayı: 93/ Ağustos 2014
İMTİYAZ SAHİBİ
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
HABER AJANDA
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Sinan Canan
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı
Anadolu Ajansı
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd.
Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak
yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim
ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3
Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97
BASKI TARİHİ
Ağustos 2014
İDARİ ADRES
Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303
Kat: 3 Ulus – Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 381 45 65
HABERLEŞME ADRESİ
Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara
Posta Kutusu Maltepe/İstanbul
[email protected]
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ISSN
ABONELİK
Yurtiçi yıllık abonelik 150 TL,
kurum ve kuruluşlar için
300 TL, Kıbrıs için 200 TL,
Avrupa için 150 € ve
ABD için 200 $’dir.
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltdi Şti.
Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007
287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
4
1306-5742
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 381 45 65’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
ağustos 2014
İnsan
bir kere ölür
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
“K
ORKU, başarısızlığın sebebidir” diyordu âmâ adam Bruce
Wayne’ye…
>> Korkmaktan korkmak… Özgürlük
için yalnız fizikî şartları oluşturmakla
yetinemezsiniz. Zira hayatı yaşayan
ruhun kendisidir. Mesnevî’de bir mesel
anlatır Mevlana Celaleddin (k.s.) Hacca
gidecek bir tüccar ile papağanı arasındaki diyaloglarla. Tüccar, çok sevdiği
papağanına Hicaz’dan kendisi için ne
getirmesini istediğini sorduğunda, mahzun papağan derince içlenerek “Benden
oradaki kardeşlerime selam söyle ve de
ki, ‘Kardeşiniz bir kafeste, gurbette yapayalnız’; senden başka bir şey istemem”
cevabını verir.
Âmâ adam da Bruce Wayne’ye
“Ölümden korkmuyorsun; bu seni güçlü
kılar sanıyorsun. Ancak bu seni güçsüzleştirir. Mümkünün ötesinde hızlı
olabilir misin ruhun en güçlü dürtüsü
olmadan? Ya mümkünün ötesinde savaşabilir misin ‘ölüm korkusu olmadan’?”
diye sorar Batman serisinin son filmi
“Kara Şövalye Yükseliyor”da. Sonunda
“Ölümden korkmuyorum” diyen Bruce,
âmâ adama şu cevabı verir: “Ölümden
korkuyorum. Orada şehrim yanarken,
burada ölüp yitmekten ve şehrim için
bir şey yapamamaktan korkuyorum.”
Hac farizasını yerine getirip evine
döneceği sıra yol boyunca başka papağanlar görür tüccar ve hemen çok sevdiği papağanının isteğini yerine getirmek
için yanlarına gider. Tam da papağanının söylediği gibi, önce selamını iletir
ve sonra da onun bir kafeste gurbet
yaşadığını anlatır. Bunu duyan papağanlar, birdenbire titremeye ve durdukları
yere öylece yığılmaya başlarlar. Onların
bu halini gören tüccarsa duruma çok
üzülür. Evine döndüğünde çok sevdiği
papağanı ısrarla kardeşlerini sorar tüccara. Tüccar önce anlatmak istemese de
daha sonra gözyaşı içinde papağanların
selam üzerine öldüklerini söyler. Bunu
duyan papağan, birkaç saniye içinde
bulunduğu kafeste kardeşleri gibi birdenbire titrer ve olduğu yere yığılır.
Eğer derdi millet olan, yani hesabı
ümmetin kurtuluşuyla tamama erecek
olduğuna inanan biriyseniz, sizin için
ancak bir kez ölmek vardır. Ölümden
korku ise, milletinize ilişecek tehlikelerden dolayı duyduğunuz histir. Böyle
değilse, ölümden korkmamak ancak
korkmaktan korkmaktır. Bu hissi şu
memleket üzerinde her an duyanlara
bir çağrıdır “İnsan bir kere ölür” resti.
Zira “Ondan olayım ama bundan da sakınayım. Fakat şuradan da zarar gelmesin!” diye bin ölümden kaçan kimse her
gün ölür, her an ölür, ancak ölmeden
ölemez. Bir kafesten kurtulmak yerine
kendisini binlerce kafese tıkar.
Papağanını öldüğü düşüncesiyle
kafesinden çıkaran tüccar, bir de bakar
ki papağan dirilmiş de kendisine bakıyor. Sorar: “Ey güzel papağanım! Nedir
bu işin aslı?” Papağan cevap verir: “Ben
bu kafeste gurbet çilesi çekmekteydim.
Senin selamımı ilettiğin kardeşlerim,
bana kafesten nasıl kurtulacağımı
gösterdiler sana, ben de onu yaptım ve
kurtuldum.”
Büyükler, “Ölmeden önce ölünüz”
ilahî emrinin sırrı üzere Mesnevî’de geçen bu meseli çokça anlatır, ancak canı
bir kez rıza ile verdikten sonra “korkulan” ölümden korkulmayacağını söylerler. Zira “Ölümden korkmuyorum” diyen
kişi, ölmeden önce ölme muhabbetine
tutulmadıysa sadece korkmaktan korktuğunu ilan etmektedir.
Bir saniyesine hâkim olunamayan
ömürde dünya için, şahsî ikbal için bir
an dahi fırıldak olmaya işte bu sebeplerden gerek yoktur. Bir “Şehit” ile bir
“Lideri” buluşturan en has düşünce
burada yatar. Dayanılacak biricik kaynak bellidir.
***
Belki ebede dek “Başbakan” namıyla
anılacak cumhurun doğrudan seçtiği ilk
Başkan’a ve her zaman “Hoca” namıyla
hatırlanacak Yeni Türkiye’nin en yeni
partisinin Genel Başkanı’na Rabbimiz
ancak kendi yolunda harcayacak kuvvet versin; onların ilimlerini, siyasetlerini ve imanlarını arttırsın…
Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti 12. Cumhurbaşkanı ve Prof. Dr.
Ahmet Davutoğlu da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak ülkeye, ümmete,
dünyaya hayırlı olsun!..
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
ağustos 2014
5
haberajanda
Başyazı
Daha dün “Mefkûrelerinin neticelerine dokundu, dokunacak!” diye bir gönüllü organizasyonun çabalarına, dünyada açtığı okullara, Türkçe
Olimpiyatları’na gözyaşları ile alkış tutar, destek
verirler; ama ne hayır yapmış olursa olsun, birileri
devletin nizamına ve namusuna el uzattığı anda
da ellerinin tersiyle onu bir hamlede siliverirler.
İşte bugün birilerinin “eğitimsiz, cahil, koyun” diye
aşağılamaya çalıştığı bu milletin özü böyle bir prototiptir. Sağındaki solundaki şahıslarda bu keyfiyetleri
aramaya çalışan gafillerin böyle bir profili görememesi normaldir; zira bu keyfiyet kişilerden değil,
bu vatanın evlatlarını tarihî misyonlarına bağlayan
asabiyetten gelir.
***
Bir insan olarak Erdoğan’dan beklentilerin bir
sınırı vardır elbette. Kendisi şimdiye kadar bu sınırların çok ötesinde bir performans göstermiş olsa da
neredeyse tek başına bir siyasî akım oluşturan bu
insanın, kendisini destekleyen kitlelerin dinamizmine yeniden ve her zamankinden fazla ihtiyacı vardır.
Bu dönemden sonra Erdoğan’ı destekleyenler her
zamankinden çok çalışmalıdırlar. Ondan ve ardından
yürütmeyi devralacak yeni hükümetten ise bu “Yeni
Türkiye”ye özgü medeniyetin inşasını talep etmeliler. Sadece en büyük, en yeni, en gelişmiş, en hızlı
ve en teknolojik olanın artık işimize yaramadığını
göstermeliler. Bundan böyle dünyaya şeklen, fikren,
ahlaken ve estetik açıdan damga vurmayı istemeliler.
***
Kronik muz
6
ağustos 2014
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
Ey bu satırların
okuyucusu! Anahtar
senin elindedir. Onu kilide
sokup çevirecek olan bizzat sensin. Şimdiye kadar
desteklediklerine verilen
zaferler, senin o kutlu yolunu açmak, işini kolaylaştırmak içindi. Şimdi artık
ne işle uğraşırsan uğraş,
onu Hakk’ın ve insanlığın
arzuladığı ölçülere taşımak ve dünyaya yepyeni
bir soluk vermek artık bizzat senin omuzlarındadır.
affer
ağustos 2014
7
Ç
haberajanda
Başyazı
OK önemli günler geçirdik, çok
mühim aşamalar kaydettik. Ama
detaylar üzerinden kavga etmekten,
atladığımız aşamaları dahi yeterince
göremediğimiz kanaatindeyim.
>> Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde ilk defa, serbest
seçimlerle, halkın doğrudan
oylarıyla Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı’nı seçtik. Babam “açık oy, gizli tasnif” denen
garabetle yapılan seçimlerin
canlı şahidi iken, bugün, 60 yıl
sonra, bu ülke halk oyu ile kendi
devletinin başını seçebiliyor.
Yaşı 30-35’in üzerinde olan
herkesin hayret ve hayranlıkla
seyretmesi gereken bir değişim
ve dönüşüm sürecinin sonunda,
cumhurbaşkanlarını indirip
yerine arkadaşlarından birilerini
geçirebilen askerî vesayetin son
büyük darbesinden 32 yıl sonra,
aradaki silahlı-silahsız sayısız
darbe ve kumpas girişiminin
daha mahkeme sorguları sürerken Türkiye halkına kendi cumhurbaşkanını seçebilme şansı
nasip oldu.
Bir ülkenin tarihinde bu kadar
büyük bir değişimin bu kadar
kısa bir zaman dilimine sığması
herhalde görülmüş iş değildir.
Muhtemelen bu hızlı değişimin
sarhoşluğu, memleketteki birçok
vatandaşımızda “jet hastalığı”na
benzer bir durum hâsıl etmiş
olacak ki birçok insan, Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçlarını
değerlendirirken -en hafif tabiriyle- “saçma sapan” mevzularda
saptamalar yapıp duruyor.
Hâlbuki durum çok basit...
12 yıllık iktidarı boyunca 9 kez
bütün rakiplerini mağlup etmiş
bir adam, bugün artık Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı
koltuğunda oturuyor. Recep
Tayyip Erdoğan, karşısına çıkartılan her türlü rakip, kumpas,
operasyon, darbe, komplo ve
bilumum “çare”lere rağmen
yenilmek bilmez bir siyasî simge
olarak çoktan tarihe geçti.
Bunu nasıl yaptığına elbette
herkes kafa yoruyor; fakat kafalarını gömdükleri fikriyattan
kaldırıp da içinde yaşadığı
memleketi okumaya fırsat bulamamış yahut o bahsettiğim
“jet hastalığından” dolayı kafası
karışmış olan bazı arkadaşlar,
hâlâ “makarnadan-kömürden-
8
ağustos 2014
yevmiyeden-Amerika’dancinden-periden” medet ummaya
devam ediyor, bu milletin
yarısının neden bütün antipropagandaya, bütün bu “hırsızlıkyolsuzluk” iddialarına rağmen
bu adamın arkasından bir an
bile desteği çekmediğini anlayamıyorlar. Aslında anlıyorlar belki
de... Ama anladıkları şey, hiç
anlamak istemedikleri bir şey...
Hürriyeti anlatmak ve
hür şekilde anlamak
Günlük telaşeler, iç-dış politika konjonktürünün geçici hevesleri, cemaatlerin, derneklerin
veya STK’ların geçici hedefleri;
işte bunların hiçbiri Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarını
ilgilendirmiyor. Onların, daha
doğrusu, onlardan kökleriyle
bağlarını kaybetmemiş olanlarının bir mefkûresi var. O mefkûre
ise -çok özetle- “dünyaya nizam
vermek”...
Binlerce yıllık bir devletin
tebaasıdır onlar ve 80 ve de 100
yıllık dertler onları esastan ilgilendirmez. Onların kafasında bir
dünya tahayyülü vardır ve bunu
gerçekleştirmek için tek bir şey
isterler: “Hürriyet”. Onların bunu
gerçekleştirecek görgüsü de,
bilgisi de, azmi de ziyadesiyle
yerindedir. Tek şey isterler işte,
“hür yaşamak ve kendilerini
oldukları gibi gerçekleştirebilmek”…
Kılık kıyafet, din, kitap, gelenek, görenek veya fikirlerine
karışılmasından hiç hazzetmezler. İsyanı da bilmezler; sabırla
Hakk’ın tahakkuk edeceği günü
gözler, meşru dairedeki en kudretli itirazlarını yapabilecekleri
günü sabır ve ferasetle beklerler.
Başlarına inen darbelerden
canları yansa da sokakları
yakıp yıkmaz onlar. Kızları,
konjonktürün kolluk güçleri
ile okullarının kapısından sürüklenerek dışarı atıldığında
gözyaşlarını dahi içlerine akıtırlar. “Gerici, koyun, makarnacı”
yaftalarına sessiz bir sabırla
tahammül ederler. Sonra bir
oy geçer ellerine, şamar misali
çakarlar onu her seferinde
muarızlarının yüzüne...
Daha dün “Mefkûrelerinin neticelerine dokundu dokunacak”
diye bir gönüllü organizasyonun
çabalarına, dünyada açtığı okullara, Türkçe Olimpiyatları’na
gözyaşları ile alkış tutar, destek
verirler, ama ne hayır yapmış
olursa olsun, birileri devletin
nizamına ve namusuna el uzattığı anda da ellerinin tersiyle
onu bir hamlede siliverirler. İşte
bugün birilerinin “eğitimsiz,
cahil, koyun” diye aşağılamaya
çalıştığı bu milletin özü böyle bir
prototiptir. Sağındaki solundaki
şahıslarda bu keyfiyetleri aramaya çalışan gafillerin böyle bir
profili görememesi normaldir,
zira bu keyfiyet kişilerden değil,
bu vatanın evlatlarını tarihî
misyonlarına bağlayan asabiyetten gelir.
Cumhuriyetimizin kuruluşundan bugüne kadar geçen kısa
tarihi dikkatle incelemek bile
insana bunları çok rahat gösterir
aslında görmeye niyetli göz var
ise. Son 12 yıldır olan da, aslında
bu kısa yakın tarihin ve binlerce
senelik İmparatorluk tecrübesinin kısa bir numunesidir. Bu
halkın desteğini arkasına almak,
bu milletin “kalbine” dokunmak,
bu devirde de şu an Cumhurbaşkanlığı makamında oturan şahsa
nasip olmuş bir ayrıcalıktır.
Tarihin ve talihin bütün ibreleri kendinden yana dönerken,
“başka seçeneği olmayan” bu
adam, ülkenin siyaseten en kısır
ve hesaplarınsa en karışık olduğu bir hengâmede memleketin
kaderinin dümenine geçirilmiş,
oraya uygun görülmüş isimdir.
Bu yüzden yenilmiyor, bu yüzden yenilemiyor ve bu yüzden o,
artık bir “kronik muzaffer”. Elbette bu “kaderler üstü kader”in
karşısında durmaya niyetlenmiş
herkes ise bugüne kadar “kronik
kaybeden” oldu ki olmaya da
devam edecekler.
Muzaffer olmanın
sorumluluğu
Doç. Dr. Sinan Canan
ki hepimizin de çekinmesi gerektiğini düşünürüm. Sürekli
zaferse akıbet endişesini insana
muvakkaten unutturabilir. Hem
bu dünya, hem de ötesi için
akıbet telaşını kaybedecek bir
insanınsa akıbeti endişe verici
hale gelebilir.
Yeni terzi, yeni elbise
Bir insan olarak Erdoğan’dan
beklentilerin bir sınırı vardır
elbette. Kendisi şimdiye kadar
bu sınırların çok ötesinde bir
performans göstermiş olsa da
neredeyse tek başına bir siyasî
akım oluşturan bu insanın,
kendisini destekleyen kitlelerin
dinamizmine yeniden ve her zamankinden fazla ihtiyacı vardır.
Bu dönemden sonra Erdoğan’ı
destekleyenler her zamankinden çok çalışmalıdırlar. Ondan
ve ardından yürütmeyi devralacak yeni hükümetten ise bu Yeni
Türkiye’ye özgü medeniyetin
inşasını talep etmeliler. Sadece
en büyük, en yeni, en gelişmiş,
en hızlı ve en teknolojik olanın
artık işimize yaramadığını göstermeliler. Bundan böyle dünyaya şeklen, fikren, ahlaken ve
estetik açıdan damga vurmayı
talep etmeliler.
Bugün, artık Türkiye’ye biçilmek istenen o mülevves elbisenin her yanının parça parça
döküldüğü, arzuları ve emelleri
ile Yeni Türkiye’nin çırılçıplak ortada durduğu bir hengâmdayız.
Milletler dengesindeki sarsıcı
ağırlık noktamız, bizi acilen
tarihî sorumluluğumuza uygun
bir libasa bürünmeye mecbur
bırakıyor. Zamanımız çok az;
çok geciktik. Yeni elbisemizi
hızla biçmek, üzerimize giymek,
mefkûremizle süslemek ve yepyeni bir görüntü ve de niyetle işe
koyulmamız gerek.
Artık gelinen bu netice, bilumum mağduriyet ve yenilik
söylemlerinin de sonunun
işaretidir. Bundan böyle Türkiye,
millet iktidarının tam tahakkuk
ettiği bir durumda nelere muktedir olduğunu göstermekle
yükümlüdür. Özellikle de bu ağır
sorumluluk, 13 yıllık bir siyasî
geçmişin “kronik muzafferi”nin
sırtındadır.
Recep Tayyip Erdoğan’ı des-
tekleyen milyonlar, ona bildiği
yabancı diller, gösterdiği kibar
tavırlar, desteklediği çağdaşkonjonktürel modalar, rejime
dair gösterdiği hassasiyet veya
içe kapanık bir vizyon için oy
vermedi. Erdoğan, bu ülke ve nihayetinde dünya için “bir şeyler
yapılması gerektiğine” gönülden
inanan insanların desteği ile
oradadır.
Elbette Erdoğan da bütün
bunları biliyor, fakat benim şahsî
korkum şudur: Böyle bir kesat
politik vasatta, böyle düzeysiz
muhalefet anlayışının hâkim
olduğu bir ortamda, kafası namertlik dışında hiçbir stratejiye
işlemeyen muarızlar karşısında ve neyi neden istemediği
konusunda bile en ufak fikri
olmayan biçarelerin paçozlukları arasında bir insanın çizgisini
korumasının, mefkûresine sıkı
sıkıya bağlı kalmasının ne kadar
zor olduğunu bilirim. Kendim
de Tayyip Erdoğan gibi “nefis”
sahibi bir insanoğlu olduğum
için bu imtihandan çekinirim
Artık bu milletin medeniyet
sevdalıları sadece konforlu ve
hızlı giden değil, doğru hedefe
varan ulaşım araçlarını; birim
alana en çok insanı sığdırabilen
TOKİ’lerin değil, estetiği ve işlevselliği ile alamet-i farikamız
olacak mimari eserleri; kanser
misali “sadece rakamsal büyümeyi” değil, insanî anlamda
“büyük” olmayı sağlayacak
vicdanlı bir ekonomiyi; sadece
karşısındaki rakibi yenmeye
odaklı değil, manen bizi daha öte
ufuklara taşıyacak bir siyaseti;
resmî fikriyat için insanları ve
hayatları harcayabilecek kadar
vicdanından soyulmuş militanlar üretmek için kurgulanmış
değil, fen bilimlerinden körü
körüne skor yapmaya programlı
teknisyenler kadar hakikate ve
insanlığın kadim değerlerine
yabancı tüm gönüllere nüfuz
edebilecek insanlık fatihlerini
yetiştirebilecek bir eğitimi; ilahî
bir ikram olan tabiatı alt üst
etme pahasına değil, onu nazik
bir yaklaşımla ele alabilecek ve
nadide bir emanet gibi gören bir
gelişme ve bayındırlık anlayışını
ve de özlenen kadim medeniyetin diğer unsurlarını acilen talep
ettiklerini anlatmalı, bunlarda
–tabir yerindeyse “ölümüne”
– ısrarcı olmalıdırlar. Hayatta
kalmak ve hayata vesile olmak
için başka yolumuz yoktur.
Yeni bir medeniyet
Yeni bir medeniyet inşa etmek
kolay iş değildir. Zamanın ruhu
“yeni bir medeniyet” isteğinin
dillerde yerleştiği bir zamana
işaret etse de söylendiği kadar
kolay olmayacaktır bu mesele.
Evvela eğer böyle bir hayalimiz
varsa şahsımızdan başlamalıdır
bu medeniyet inşası. Bu memleketin müflis fikriyatının altında
papağan misali ezberlerini
tekrarlayıp nefret ve öfkeden
öte dil üretemeyen zavallılarla
ağız dalaşını artık bir kenara
bırakarak onların da istifadesini
mümkün kılacak güzelliklere
niyet etmeliyiz bir an evvel.
Mal bulmuş mağribi misali,
zaman ve kader eliyle bu millete
bir bütün olarak bahşedilen
zaferlerden ölçüsüz sevinçler
üreteceğimize, miskinliği üzerimizden atıp yeni bir başlangıç
için taze kuvvet aramalı ve
bulmalıyız. Bütün dünyadaki
mazlumların gözü bu toprakların, bu ülkenin, bu yöneticilerin,
bu insanların, yani bizzat sizin
üzerinizdedir. Bir şeyi unutmayacaksak, işte bunu unutmayacağız!..
Rehavete düştüğümüz her
an, Kur’an-ı Kerim’de “kendilerine nimet verildikten sonra
raydan çıkan, hakikati unutup
dünyaya dalan kavimlerin
hazin sonları”nı aklımıza getirmeli, ilahî vaadin tahakkuku ve
neticede bütün insanoğlunun
selametinin tesisi için en önemli
görevin bizzat, şahsen omuzlarımızda olduğunu tekrar tekrar
hatırlamalıyız.
Kısacası, “Ey bu satırların okuyucusu! Anahtar senin elindedir.
Onu kilide sokup çevirecek olan
bizzat sensin. Şimdiye kadar
desteklediklerine verilen zaferler,
senin o kutlu yolunu açmak,
işini kolaylaştırmak içindi. Şimdi
artık ne işle uğraşırsan uğraş, onu
Hakk’ın ve insanlığın arzuladığı
ölçülere taşımak ve dünyaya yepyeni bir soluk vermek artık bizzat
senin omuzlarındadır”.
Bu şuuru koruyup uyanık
tutabildiğimiz sürece her türlü
sonuç bizler için hayırlıdır.
ağustos 2014
9
haberajanda
Kapak
Yeni Türkiye senaryoları
içinde en fazla piyasaya
sürülen “taslak metin”,
özünde “Yeni AK Parti”
hesaplarını içeriyor. AK
Parti’yi Erdoğan’dan
koparmayı başaranlar,
“Erdoğan’sız Türkiye”
hedefine ulaşamasalar
da Erdoğan’ın dünya görüşü, siyaset çizgisi ve
en önemlisi de kimliğini
besleyen değerleri Erdoğan öldüğünde onunla
beraber gömmeyi umut
etmektedirler. Bu umudu
heyecana çeviren fırsat
ise, AK Parti Genel Başkanlığı ile Başbakan olacak
kişinin Erdoğan’la uyumlu
olsa bile “bağımsız” roller
üstlenmesini sağlamak
olacaktır.
***
Bu bağlamda “Erdoğan”
ile beraber ileri sürülecek ikinci seçenek isim,
eğer “AK Parti’yi bir tek
bu isim elde tutabilir, bu
ismin dışında her isim ve
seçenek risktir” algı kilitlenmesi içinde sunulursa
-ki Gül ismi bu incelikte
kullanılmak istenmiştir-,
o zaman AK Parti’nin, Yeni
Türkiye’nin partisi olma
şansı azalır, parti sadece
Eski Türkiye’den Yeni
Türkiye’ye geçişin partisi
olur, yarı başkanlık hayal
olur ve en önemlisi de
Erdoğan sonrası Türkiye,
“Yeni Türkiye” rotasında
değil de ıslah edilmiş eski
Türkiye üzerinde sabit
kalır.
***
Kışkırtıcı soru(n) şudur:
AK Parti içinde bir “parlamenter sistem” ve “yarı
başkanlık” çekişmesi, lobileşmesi ve en önemlisi de
farklı “niyet”ler var mıdır,
yok mudur? Erdoğan sonrası genel başkan ve başbakan olacak isim, özünde
10
ağustos 2014
Yeni Türkiye,
Türkiye senaryoları
İ
MPARATORLUK deneyimine sahip bu topraklar
hakkında veya üzerinde
yazılıp sahnelenen senaryolar içinde en iddialı kategori “Türkiye senaryoları”dır.
>> Türkiye senaryoları içinde en etkin
(aday) ve ödül için lobi faliyetleri yürütülen metinlerse “Türkleştirme”, “politik
dindarlık”, “yurttaş ve kentli kılavuzu” ve
-en önemlisi- “bin yıl sürecek statüko”
tezlerine aittir.
Türkiye senaryoları içinde en fazla
tekrar edilen –baskın- kelimelerse “irtica”, “bölücülük”, “darbe”, “faili meçhul” ve
“dış güçler” gibi “paket tamlamalar” üzerine (siz bunu “paketleyen tanımlar” diye
de okuyabilirsiniz) olmuştur.
Tanrı ile “eş değer” anlam ve bağlamda
tekrarlanan/tekrar ettirilen kelimelerse
“laiklik”, “asker”, “faiz”, “Atatürk”, “tarikat” ve -en etkileyici olanı- “Teklif dahi
edilemez” olmuştur.
Tüm bunlar, “sistemin” parçaları olarak
montajlanmışlardır ve seçilenler (seçimle
gelenler) sistemi değil, halka hizmet için
görevlendirilen ekibi temsil etmişlerdir.
Sistem, devleti koruma ve yaşatma şeması olarak anlamlandırılırken, devletin
sahipleri asker-yargı-bürokrasi ve kurucu
zenginler olarak listelenmiştir. Demokrasi, sistemin izin verdiği süre ve sınır
içinde etkinleşebilmiş ve “parlamenter
sistem” de aslında mevcut sistemin parlamentosu şeklinde yorumlanmıştır. Bu
yorumu yapma hakkını elinde tutan “seçkin” sınıflar için “yarın”, sadece bugünün
(statükonun) büyümesidir.
Büyümenin önündeki engellerin nasıl
HABER AJANDA
Yeni AK Parti
hangi sistemi benimsemektedir?
***
Üç dönem kuralı gereği
sistem içinde rol alamayacak oldukça hatırı sayılır
isim var. Bu isimler, Yeni
Türkiye’nin kurucuları
olarak şereflenmeli, ancak Yeni AK Parti’nin de
önünü açacak değişime
öncü olmalılar. AK Parti her
kademede Yeni Türkiye
için hazırlıklar yapmalıdır.
Yeni yüzler vitrine çıkarılırken, teşkilat şeması da
yenilenmelidir. Mutfakta
üretilen projeler, içerik ve
kapsam olarak kendini
“yeni”lemelidir.
***
10 Ağustos, artık Eski
Türkiye ile Yeni Türkiye
seçenekleri arasında başlayan bir zihniyet, model ve
sistem seçiminin oylandığı
ve 2023’e kadar sandıkların (kavram ve metot
sandıklarıdır bunlar) açık
kalacağı bir sürece girmiştir. Türkiye, “başbakan” ve
“cumhurbaşkanı” arasındaki olası gerilimleri değil,
Eski ve Yeni Türkiye arasındaki gerilim hattındaki
sarsıntıları konuşacak. Öyle
ki, fotoğrafın büyüğünü
ve yol ayrımındaki mesajı
kavrayamamış AK Parti
mensubu bile “eski-yeni”
tartışması içinde bilerek
veya bilmeyerek “eski”nin
yanında saf tuttuğunu fark
ettiğinde iş işten geçmiş
olacak. Çünkü Yeni AK Parti
gemisini kaçırmış olacak.
***
Son sözümüz: Başkanımızı, Cumhurbaşkanımızı
yalnız bırakmamak, sadece
etrafında kümelenmek değil, kelimelerle, tutumlarla,
projelerle ve en önemlisi de
“birlikte inşa edilecek yapıyla” katkıda bulunmaktır.
ağustos 2014
11
haberajanda
Kapak
tanımlandığı hususunda ve ödetilen bedele
ilişkin yakın tarihimizde sayısız acı örnek
var. Bir asırdır gelinen nokta ve sonuçlar ortadadır. “Türkiye senaryoları” başlığı altında
sahnelenen filmlerin “Made in ...” etiketinin
adresini ise artık herkes biliyor.
Tüm bunlar, “eski Türkiye” sözlüğü ve bu
sözlükle cümle kuranların 2023 tarihinde
gerçekleştirmek istedikleri en büyük hedef
üzerinedir: “Erdoğan’sız Türkiye”…
“Örneğin, ‘Türkiye Türklerindir!’ sloganıyla herkes üst kimlik noktasında Türkleştirilecek; din, sadece vicdanlarda ve evlerde
yaşatılacak şekilde sınırlanarak kamusal alanın laikçi ve Atatürkçü ideoloji ile yapılandırılması sağlanacak…” diye başlayan senaryo, 10 Ağustos tarihi itibariyle ne aşamada
acaba? Film oldu mu, vizyonda mı, seri film
keyfi yaşanabildi mi? Başka filmleri sahneye
koyacaklar mı?
Bir başka örnek: “Farklı dilimiz varsa ülkemiz de farklı olmalı; Türkiye ancak ‘iki
halkın kurucu olduğu ülke’ statüsünde yasalaşırsa silahı bırakırız, değilse her an her
şey olabilir. Çözüm, çözümsüzlüktedir!” diyenler, acaba filmlerinde kaç yabancı aktör
veya aktrist oynatacaklardır? Çözüm Süreci,
senaryo aşamasını geçip çekim aşamasına
ulaştı mı?
Son örnek: “Erdoğan’sız Türkiye!” sloganı
atanlar, acaba hangi senaryonun parçası durumundadırlar ve halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı için hangi film serisi ve seti hazırlığına başladılar? Bu senaryoda beddua-lanet
veya cin çarpma sahneleri yer alacak mı?
Doğrusu örnekleri ve soruları/senaryoları
çoğaltmak mümkün ama sonuç değişmeyecek: Muhalefetin bir senaryosu yok…
Peki, ya AK Parti’nin bir “Türkiye senaryosu” var oldu mu? Film serisi bu senaryo
kapsamında mı çekildi? En önemlisi, 10
Ağustos’tan sonraki “Yeni Türkiye” senaryosunun metni hazır mı? Yeni filmde “üç
dönem/film” kuralı işletilirse eğer, bu filmde
kimlere hangi gerekçelerle yer verilecek?
İşte söyleyeceklerimiz, “yeni” ve “senaryo”
kavramları üzerinden bir “kurgu” oluşturarak, Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın
vizyonuna ilişkin bir okuma yapmayı hedeflemektedir. Kuşkusuz bir “sinema eleştirmeni” objektifliğini ve tekniğini elden
bırakmadan...
Erdoğan’sız AK Parti
Yeni Türkiye senaryoları içinde en fazla piyasaya sürülen “taslak metin”, özünde
12
ağustos 2014
HABER AJANDA
“Yeni AK Parti” hesaplarını içeriyor. AK
Parti’yi Erdoğan’dan koparmayı başaranlar,
“Erdoğan’sız Türkiye” hedefine ulaşamasalar
da Erdoğan’ın dünya görüşü, siyaset çizgisi
ve en önemlisi de kimliğini besleyen değerleri Erdoğan öldüğünde onunla beraber
gömmeyi umut etmektedirler. Bu umudu
heyecana çeviren fırsat ise, AK Parti Genel Başkanlığı ile Başbakan olacak kişinin
Erdoğan’la uyumlu olsa bile “bağımsız” roller üstlenmesini sağlamak olacaktır.
“Erdoğan’sız AK Parti” tuzağı, “Başbakanlık” örtüsü ile gizletilmek istenmektedir.
Yeni başbakanın aynı zamanda AK Parti’nin
de “yeni lider” profilini çizeceği ileri sürülecek (kamuoyunu bu yönde oluşturarak),
böylelikle halkın bilinçaltında “Erdoğan,
artık siyasî hayatının zirvesinde ve finali yaşamaktadır. Türkiye ona saygı duyarak ama
mevcut başbakanla geleceğe yürümelidir”
biçimindeki algı yönetimi devreye sokulacaktır. Algı seçiciliği ise bizzat Erdoğan’ın
yol arkadaşlarından biri üzerinden senaryolaştırılacaktır.
Cumhurbaşkanı-Başbakan uyumu etrafında yürütülecek kampanyada asıl amaç,
başbakanı kışkırtarak “Erdoğan’sız Türkiye” değil, aksine “Erdoğan’sız AK Parti”
planını bilinçaltına yerleştirmektir. Çünkü
bu saatten sonra Erdoğan’ın vefatı dışında
“Erdoğan’sız Türkiye” hesapları ivedi olarak
geçmişte kalmıştır. Ancak “Erdoğan’sız AK
Parti” hesapları için bazı hamle fırsatları vardır.
Muhalefet partileri hep bir ağızdan “Bizim muhatabımız başbakandır… Bizim
rakibimiz başbakandır…” söylemiyle tempo
tutacak ve başbakanın Cumhurbaşkanı’na
oranla (Erdoğan’ın orantısız güç kullandığı
iddialardan etkilenerek) daha “etkin” olması
sağlanacaktır.
Kuşkusuz AK Parti’nin geleceği (“Yeni
AK Parti” kavramının domino etkisi) içinde
yaşanacaklar, ANAP veya Adalet Partisi ile
birebir benzeşmeyecektir. Ancak AK Parti
içindeki uyum ne olursa olsun, “görünür”
alanda muhalefet partileri ve başka güçler
her zaman “Başbakan-Cumhurbaşkanı”
ikilemini gündemde tutacaklardır.
Muhalefet partileri için bu ikilemi canlı tutmak, onlar için bir can simidi işlevi
görecektir. Bu noktada muhaliflerin, AK
Parti’nin içinde gelişecek yorumların, tercihlerin ve hatta ortak adayın Erdoğan’la
en uyumlu ve parti ile halkın benimseyeceği karizmada olması durumunda bile -ki
aday gösterilen Davutoğlu bu özelliklere
sahiptir-bu ikilemin yaşanacağına olan güvenleri tamdır.
Bu bağlamda “Erdoğan” ile beraber ileri sürülecek ikinci seçenek isim, eğer “AK
Parti’yi bir tek bu isim elde tutabilir, bu
ismin dışında her isim ve seçenek risktir”
algı kilitlenmesi içinde sunulursa -ki Gül
ismi bu incelikte kullanılmak istenmiştir-,
o zaman AK Parti’nin, Yeni Türkiye’nin
partisi olma şansı azalır, parti sadece eski
Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geçişin partisi
olur, yarı başkanlık hayal kalır ve en önemlisi
de Erdoğan sonrası Türkiye, “Yeni Türkiye”
rotasında değil de ıslah edilmiş Eski Türkiye
üzerinde sabit kalır.
Erdoğan açısından en önemli adım, seçilecek ismin kendisiyle uyumu değil, Yeni
Türkiye’nin ilk başbakanı olma vasfı taşımasıdır. Yeni Türkiye’nin ilk başbakanı vasfını
ise ancak 2023’te başbakan olan isim temsil
edecektir. Bunun anlamı ve bağlamı şudur:
2015 seçimleri, 2023 tarihinde “yarı başkanlığa” geçişi koordine edecek hükümet kurma
seçimleri olacaktır. Bu hükümetin başı da bu
geçişi koordine edecek “başkan” yardımcısı
düzeyinde kalacak şekilde pozisyon alacaktır. Daha açık söyleyelim: 2015 seçiminin
başbakanı, “yarı başkanlığa geçişi koordine
etmek durumundadır -eğer Erdoğan’la bu
noktada ayrışmıyorsa-.
Parlamenter sistemi savunan bir AK Partili -siyasî tecrübesi ve geçmişteki makamı
ne olursa olsun-, Erdoğan sonrası genel
başkan veya başbakan seçilirse çatışma kaçınılmazdır ve “Erdoğan’sız AK Parti” döneminin tohumu ekilmiş olur. Bu ihtimal çok
uzak değil, dolayısıyla Erdoğan için “uyum”
ekseni, parti disiplini, vefa ve partinin geleceğini koruma odaklı pozisyon alışlar değil,
yarı başkanlığa geçiş ekseninde geliştirilecek
“Yeni Türkiye” senaryosunu yazan senaristlerin birden fazla olma paylaşımıdır.
Kışkırtıcı soru(n) şudur: AK Parti içinde
bir “parlamenter sistem” ve “yarı başkanlık”
çekişmesi, lobileşmesi ve en önemlisi de
farklı “niyet”ler var mıdır, yok mudur? Erdoğan sonrası genel başkan ve başbakan
olacak isim, özünde hangi sistemi benimsemektedir?
Aday gösterilen ismi (doğal olarak Davutoğlu’nu) bekleyen -kendisi de bu formül
üzerinden sağlaması yapılacaklardan biridiren büyük tartışma da “sistem tartışması”dır.
Erdoğan’ın yalnızlığı
AK Parti’de başbakan ve cumhurbaşkanı
uyumu (yasalar çerçevesinde) asla sorun olmayacaktır. Ancak Türkiye’nin yönü açısından sistem farkı bağlamında farklı yönlere
çekme psikolojisi söz konusu olabilecektir.
Bu noktada ülke ve parti içi gerilim kaçınılmazdır. Bu gerilimin yaşanmaması için
Erdoğan’ın alacağı tedbirler olacaktır. Bu
tedbirlerin başında da “AK Parti liderliğini
paylaşmamak” vardır.
Erdoğan tüm istişarelere, takım oyununa ve kardeşlik hukukuna riayet etse bile,
sonuçta son sözü söyleyen, karar veren ve
kararı bağlayan liderliğini bugüne kadar hiç
tartışma konusu yaptırmamış veya paylaşmaya mecbur kalacağı bir baskıya izin vermemiştir.
AK Parti içinde Erdoğan sonrası genel
başkan seçilen kişi, liderlikte halef değildir.
2015 seçimine kadarki sürede yürüteceği
başbakanlık, “vekâleten başbakanlık” niteliğinde kalacaktır. 2015 seçimlerinde ise seçilecek kişi atanmış değil, seçilmiş başbakan
olarak rüştünü ispatlamış olacaktır.
Erdoğan için hak vaki olana kadar AK
Parti’de “ikinci lider” pozisyonunun oluşması için çok ciddi değişimlerin ve ayrışmaların yaşanması gerekir. AK Parti’nin dokusu
buna izin vermeyecektir. Fakat sonuçta her
şey “insan” özneliğinde yaşanıyor. İnsanın
doğası bir şekilde tecelli edecek. AK Parti
kutsal ve ilahî bir muhafaza altında olmadığına göre, gün gelecek, kendi miladını dolduracaktır. Kendi içinden, kendi yetiştirdiği
insanlardan “yeni” oluşumlar doğuracaktır.
Ancak bu “kader”in işaretleri henüz görülmemektedir. AK Parti’nin siyasal bağışıklık
sistemi ve siyasal bedeni turp gibidir.
Tüm bu gerçeklere ve avantajlara rağmen
bir tespiti hatırlatmak gerekir: Erdoğan her
alanda “bir tur fark” performansındadır. Gelecek senaryolarında, bugünün yollarında,
yarının kurgusunda hep bir adım önde olmayı başarabilmiştir. Ancak iktidar üstüne
iktidar oldukça, AK Parti içinde Erdoğan’a
eşlik eden ekip içinde “niyet ve hedef farkı” yollarına düşenler olmuştur. Ekipte hiç
kimse Erdoğan kadar cesur ve risk altında
değişim-dönüşüm çabası içinde olmamıştır.
Bu çerçevede Erdoğan’ın birçok konuda,
özelde başkanlık-yarı başkanlık hedefleri
noktasında da ekibiyle eş zamanlı ve eş güdümlü çalıştığını söylemek zor.
Daha da iddialı bir cümle kuralım: Erdoğan vefat etse, parlamenter sistem onarımına (Türkiye’ye özgü parlamenter sisteme
dönüş anlamında) ve hatta paralel yapıyla
“uzlaşma” seanslarına hevesli olan hatırı sa-
ağustos 2014
13
haberajanda
Kapak
yılır bir ekip var AK Parti’de.
Erdoğan, “bugün” için de yalnız değildir.
Etrafında, onu yalnız bırakmayan yeterince
kalabalık var. Ancak Erdoğan, “yarın” için
söz söylemede, plan yapmada, çalışmada ve
ufuk turunda gittikçe yalnızlaşıyor. Çünkü
aynı niyet-hedef performansında kalabilen
kişi sayısı azalıyor.
Erdoğan, canı teninde olduğu sürece AK
Parti ve Türkiye liderliğini kimseye bırakmaya niyetli değildir. Velev ki kader birliği
yaptığı ve “Kardeşim!” dediği kişiler olsa
bile, bu kardeşlerin kendisinden izinsiz veya
“alternatif ” planlar yapmalarına müsaade
etmeyecek kadar dikkatlidir. Bu tutum, “tek
adam” duruşu değil, “tek devlet-tek millettek bayrak-tek ülke” gibi siyasal vahdet koruyuculuğudur.
Yeni AK Parti
Parlamenter sistem sonuçta “Eski
Türkiye”nin sistemi kalacaksa, o zaman
o döneme ait birçok alışkanlığın da o
Türkiye’de kalması gerekir. Bir anlamda
“yeni” takısı Türkiye’nin önüne geliyorsa,
bu, kendi içinde onlarca “yeni” takısı alan
olgulara da işaret etmelidir. Bu nedenle
“Yeni Türkiye için Yeni AK Parti” stratejisi
geliştirmek, hatta bunu sloganlaştırmak, beraberinde bir çağrıyı da içermektedir: Yeni
yüzler, yeni dil, yeni hedefler...
Üç dönem kuralı gereği sistem içinde rol
alamayacak oldukça hatırı sayılır isimler var.
Bu isimler, Yeni Türkiye’nin kurucuları olarak şereflenmeli, ancak Yeni AK Parti’nin
de önünü açacak değişime öncü olmalılar.
AK Parti her kademede Yeni Türkiye için
hazırlıklar yapmalıdır. Yeni yüzler vitrine çıkarılırken, teşkilat şeması da yenilenmelidir.
Mutfakta üretilen projeler, içerik ve kapsam
olarak kendini “yeni”lemelidir.
AK Parti,“Yeni Türkiye Partisi” modeli olmalı, Yeni Türkiye farkındalığını slogandan
öteye taşıyıp yeni bir siyaset etme kültürüne
ulaştırmalıdır. Gençleşen Türkiye’nin, partisi de gençleşmelidir. Etkinleşen Türkiye’nin
partisindeki her birey de etkinleşmelidir.
Erdoğan, üç dönem kuralı gereği tecrübeli
olanları Yeni AK Parti’nin kurmaylarını yetiştirmek için eğitmen-danışman statüsüyle
değerlendirmelidir. Bir anlamda teşkilat, 12
yıllık tecrübesinden de yararlanarak kendini
“yeni”lemelidir. Kuşkusuz bu yeni kadroyu
belirlemede Erdoğan, bu inisiyatifi (liderlik
anlamında) kimseye bırakmamalıdır. Aksi
halde Erdoğan’sız AK Parti’ye kapı aralan-
14
ağustos 2014
ma ihtimali doğacaktır.
Kuşkusuz bu hassas dönemde Erdoğan
sonrası genel başkan ve başbakan seçilecek
kişinin, yarı başkanlık sistemine inanan, bu
noktada Erdoğan’la eş güdümlü çalışan ve
en önemlisi de dil, yöntem ve hedef noktasında Erdoğan’a ve Erdoğan’la birlikte
Yeni Türkiye’ye sadık olması gerekmektedir.
Aday gösterilen Sayın Davutoğlu hakkında
bu içerikte bir hüsnü zan var, ancak bu zannı
aşacak bir yol haritasına ivedi olarak dönerek somutlaşmalıdır.
Erdoğan’ın Eski-Yeni Türkiye karşılaştırmalarına dikkatlice baktığımızda, dış politikanın baskınlığı ile rejim kodlarının değişime açılması ön plana çıkmaktadır.
Yeni AK Parti’nin yarı başkanlık sistemine uygun kadrolardan oluşacağı düşünülürse eğer, tereddüt etmeden diyebiliriz ki, “12
yıldır AK Parti ile beraber kendini yetiştiren
ve aldıkları eğitim dünyada olup bitenlere
hâkim altyapıya sahip ‘yeni’ yetişmiş yeni
yüzlerden oluşacaktır/oluşmalıdır”.
AK Parti’nin yarını, eskilerin rehberliğinde fakat yenilerle inşa edilmelidir. Aksi halde Türkiye, Erdoğan’ı büyük hayalleri olan,
ancak bazılarını gerçekleştirebilmiş bir lider
olarak anacak ve “Yeni Türkiye” ufku bir temenni olarak not düşülecektir.
Yeni Türkiye’ye inanmayanlar, Türkiye’ye
yeni bir şeyler söyleyemeyeceklerdir. Yeni
Türkiye’ye inanmayanlar, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla bir finalin yaşandığını düşünen ve o vefat edince “bildiğimiz
Türkiye”nin vekili olma/kalma sevdasına
düşeceklerdir.
AK Parti’nin en uzun yılı
Tereddütsüz diyebiliriz ki, AK Parti’nin
en uzun yılı, 2014-2015 yılı olacak. Bir başka
vurguyla 2014 Ağustos-2015 Haziran arasındaki süre, “en uzun yıl” nitelemesini hak
edecektir. Çünkü gün gün ve dakika dakika
Türkiye, kendini bir “yenilikler” anaforunda
tartışırken bulacaktır. Ayrıca “Türkiye’nin
yarısı Erdoğan’a karşı” iddiası ayakları yere
basacak şekilde organize edilecek, “ittifaklar” dönemi yaşanacak ve muhalefet partilerinin “Düşmanımın düşmanı dostumdur”
taktikleri yoğunluk kazanacak.
Beklenmedik kararlar sağanağı da yaşanacak. Örneğin Pembe Köşk sadece konuk
evi olacak; Cumhurbaşkanı, “Siyaset Külliyesi” diyebileceğimiz yeni yapıda kendine
yer edinecek. Başbakanlık, bakanlarla bürokratik şema üzerinden işlem görürken,
Cumhurbaşkanı, “oval ofis” mantığıyla
onlarca etkin ofis ağı kurarak bir anlamda
bürokratik oligarşiye mahkûm olmadan dev
bir proje-iletişim ağı kuracak.
Cumhurbaşkanlığı makamı, sembolik temsilden etkin öncüye evrilecek ve en
önemlisi de yarı başkanlık için gerekli sistem kodları şifreleriyle beraber bir anlamda
“siyasal bir yazılıma” dönüştürülerek devlete program olarak yüklenecek. Bunlar bir
“siyasal fal” dili değil, Erdoğan’daki aklın
gereklilikleri olarak zihin ekranıma düşen
görüntüleridir.
Doğrusu tüm bunlar, “uzun yıl” nitelemesinin aylara, günlere, saatlere ve dakikalara
düşecek “yeni”liklerden sadece birkaçıdır.
Özün sözü ise bu noktada şudur: Uzun
Adam’ı en uzun yıl bekliyor. Ayak uyduramayanların ise önce gölgesi, sonra siyasî
ömrü kısalacak. Unutmayalım ki her darbe
girişiminden sonra gölgeler en kısa halde
kalıyorsa güneş zirvede demektir. Erdoğan,
zirvenin sıcaklığını herkesin yüzüne üfleyecektir. Bu sıcaklığın ilk haresini de genel
başkan seçiminde herkes hissedecektir. Bu
sıcaklıktan siyasetin zirvesini tatmış olanlar
bile nasipleneceklerdir. Çünkü hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak!
Erdoğan’ın yeteneği
Eski Türkiye’nin askerinde, yargısında,
bürokrasisinde ve en zengininde örgütlenmiş ve de devletin gerçek sahibi olduğuna
inanmış tüm “derin” güçlerin akıl panolarında Erdoğan için “Aranıyor!” ilanları
mevcuttur. Oysa Erdoğan ne suçlu, ne de
firarî idi. Aksine adalet Erdoğan’la beraber
geliyordu. İlan asanların hepsi bir bir tespit
edilip adalete teslim ediliyor ve hak ettikleri
şeye mahkûm ediliyorlardı.
Erdoğan, “Yeni Türkiye” vizyonuyla eski
Türkiye’ye ait ne varsa onlara yerli yerinde,
yerelde ve genelde hak ettiği şekliyle muamele ediyordu. 12 yılda 8 seçimden zaferle
çıkarak, Yeni Türkiye yolunda hem yoldaki
işaretleri belirliyor ve yerine dikiyordu, hem
de yol kültürünü dönüştürüyordu.
Erdoğan, nihayetinde toplumu ve ülkeyi
bir yol ayrımının eşiğine getirdi: “Ya eski
Türkiye ya da Yeni Türkiye!” Kararı da bir
seçeneği seçmeye kilitledi: “Cumhurbaşkanlığı seçimi”… Ve bu seçimi hem de şöyle
yorumladı: Cumhur, başkanını seçiyor; dolayısıyla yarı veya tam fark etmez, sonuçta
“başkanlık sistemi” için “zamanı geldi”.
Erdoğan, artık kendi partisi de dâhil her-
HABER AJANDA
kesi ve her kesimi ya “parlamenter sistem”
ısrarı ile eski Türkiye tarafında veya “başkanlık sistemi” ile Yeni Türkiye tarafında tercih
yapmaya davet ediyor. Ona göre ne yapılırsa
yapılsın, parlamenter sistemle –özellikle de
Türkiye’deki anlayış ve yönetim biçimiylebu ülke kendini yenileyemez ve hak ettiği
lige çıkamaz. Kaçınılmaz olan ve zamanı
gelen çözümse “başkanlık sistemi”…
10 Ağustos, artık eski Türkiye ile Yeni
Türkiye seçenekleri arasında başlayan bir
zihniyet, model ve sistem seçiminin oylandığı ve 2023’e kadar sandıkların (kavram
ve metot sandıklarıdır bunlar) açık kalacağı
bir sürece girmiştir. Türkiye, “başbakan” ve
“cumhurbaşkanı” arasındaki olası gerilimleri
değil, eski ve Yeni Türkiye arasında gerilim
hattındaki sarsıntıları konuşacak. Öyle ki,
fotoğrafın büyüğünü ve yol ayrımındaki
mesajı kavrayamamış AK Parti mensubu
bile eski-yeni tartışması içinde bilerek veya
bilmeyerek “eski”nin yanında saf tuttuğunu
fark ettiğinde iş işten geçmiş olacak. Çünkü
Yeni AK Parti gemisini kaçırmış olacak.
Sözün özü ise şu: “Eski Türkiye’ye veda,
Yeni Türkiye’ye merhaba!” demenin “zamanı geldi”. Eski Türkiye hakkında halkın dağarcığı derin ve geniş; ancak heyecanlandığı
ve özlemini hissettiği Yeni Türkiye hakkında halkın bilgi ve kurgusu “yeni yeni” yol alıyor. Fakat tek güvencesi var halkın: “Recep
Tayyip Erdoğan”.
Erdoğan, aslında siyasî hayatına bir “yeni
dönem” açıyor ki işi daha da zorlaştı. Çünkü etrafında eski Türkiye tercihini yapacak
kişiler olabilir veya Yeni Türkiye yolunda
yalnızlaşabilir. Ancak Erdoğan’ı “Erdoğan”
yapan bir yeteneği var: “Zamanı gelen için
liderlik”...
Erdoğan, yoldaşı, sırdaşı veya kardeşi de
olsa, tercihini eski Türkiye’den yana yapacak
kişiye ve kişiliğe AK Parti’yi teslim etmeyecek, hatta partide tutmayacak kadar “lider”. AK Parti’de bir bölünme, parçalanma
olmaz; sadece yol ayrımında yollarını ayıranlar çıkabilir. Bu ayrışma da AK Parti’yi
sadece günceller ve güçlendirir.
Haber Ajanda, kendisini hiçbir zaman
bir yol ayrımında ve “eski-yeni” seçeneğinin
karar aşamasında bulmadı. Çünkü başından
beri “zamanı gelen lider”in yanında saf tuttu
ve Erdoğan’ın aklını okumayı kendine siyasî
ödev bildi. Nitekim Haber Ajanda’nın her
bir sayısı, Erdoğan liderliğindeki değişimi
ve gelişimi sadece “haber” veren bir muhabir
değil, bizzat zamanı geldiğinde o haberin
ajandası da oldu.
Haber Ajanda oyunu Yeni Türkiye’den
yana kullanırken, sorumluluğunu sadece oy
vererek değil, aynı zamanda elini taşın altına
koyarak Yeni Türkiye’nin inşasında gönüllü
işçi şeklinde çalışarak gösterecektir. Nitekim
Ajanda Ailesi içinde fikrin patronu yoktur;
hür fikrin kalesinde herkes işçidir ve nöbeti
gelen, görevini içtenlikle yapmaktadır.
Son sözümüz: Başkanımızı, Cumhurbaşkanımızı yalnız bırakmamak, sadece etrafında kümelenmek değil, kelimelerle, tutumlarla, projelerle ve en önemlisi de “birlikte
inşa edilecek yapıyla” katkıda bulunmaktır.
Yeni Türkiye hayırlı olsun!..
HABER AJANDA
ağustos 2014
15
Haber Ajanda
Cumhu
AYINOLAYI
Ayın Olayları
10
AĞUSTOS 2014, Cumhuriyet tarihinin halk tarafından
seçilen ilk cumhurbaşkanını
“Recep Tayyip Erdoğan” ismiyle dünyaya
arz etti. Üç adayın yarıştığı Cumhurbaşkanlığı seçimine Erdoğan’ın sandığa
yüzde 52 olarak yansıyan oy oranı damgasını vurdu. Zira Erdoğan, ülke tarihinin
kendisine has yükselme niteliğini yine
korumuş ve sahibi olduğu desteği daha da
arttırmış oldu...
>> Yine bir Pazar günü gittik
sandıklara; ancak bu defaki
heyecan başkaydı. Şimdiye dek
seçilen tüm cumhurbaşkanları,
bizim seçtiklerimiz tarafından
seçilmişlerdi. Ancak hoşumuza
gitmeyen bir şey vardı. Ne gerçekten seçtiğimizi sandığımız kişileri
biz seçiyorduk, ne onlar bizim
vicdanımızla bir cumhurbaşkanı.
Yani Türkiye’de ilk defa kendi
adaylığıyla milletin önüne çıkan
birini ülkedeki en üst mertebeye
millet seçecekti.
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı makamına çıkmasından
evvel ancak muhtarlık seçiminde
kendinden olan birini doğrudan
ve bilerek seçen millet, ne tevafuktur ki muhtar bile olamayacağı
iddia edileni tarihe bir “ilk” olarak
kaydetti.
Seçim gününe kadar yapılan
çalışmaları değerlendirdiğimizde, memleketin ilk doğrudan
16
ağustos 2014
seçimine ilişkin yaşanan farklı
heyecanlardan bahsetmemiz
mümkün. Çünkü bütün süreç boyunca bizim dahi soluduğumuz
hava sanki normalinden farklıydı.
Genel görüntü itibariyle üç aday
arasında sertlik dozu yüksek
söylemler görülmese de zaman
zaman MHP ve CHP liderlerinin
gerilime teşne konuşmalarını da
dinledik.
Seçim gecesi yapılan sonuç
değerlendirmeleri yalnız siyasi
parti liderlerinden yükselen azar
kıvamındaki yorumlarla kalmazken, Selahattin Demirtaş’ın
kazanmış olduğu yüzde 9,8’lik
oy oranını Doğu ve Güneydoğu
Anadolu oylarının yanında Kürt
“getto”larına bağlayan saçmalık
efendisi yorumculardan çıkan
laflar da aynı gecenin baharatı
oldu. Demirtaş’ın oylarının yalnız
Kürtlere ait olduğunu düşünenler,
bu ülkede olan siyasi hareketleri
analiz edemedikleri gibi, kız alıp
kız veren, her mahallede birbiriyle komşu olan bütünleşik halkı
hâlâ tanıyamamış olduklarını
göstermektedirler.
İhsanoğlu’nun vermiş olduğu
seçim gecesi demeci, bu ülkenin
siyasetinde geleceğe dair birtakım
beklentilere sahip olduğunu ve
dolayısıyla önümüzdeki dönemlerde kendisini daha çok göreceğimizi anlatan kısa bir öze sahipti.
“Aldım” şeklinde belirttiği oy
oranı noktasında bir sıkıntısı yok
İhsanoğlu’nun.
Ve gelelim milletin doğrudan
seçtiği Cumhurbaşkanı’na…
Recep Tayyip Erdoğan, 9’uncu
zaferinin ardından, gelenekselleşen balkon konuşmasını da
9’uncu kez yaptı. AK Parti’de
bundan sonraki süreçte yeni
genel başkanı belirleme ve dolayısıyla yeni kabine çalışmaları
r, başkanını seçti
başlayacak. Partiyi 27 Ağustos
2014 günü olağanüstü kongreye
taşıyacak ismin belirlenmesiyle
Yeni Türkiye’ye yeni ve bütünleşik soluklarla hazırlanılacak.
İşte bu anlamda Erdoğan’ın son
balkon konuşmasından bazı
pasajları buraya not etmemiz
elzem. Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda “İnsan bir
kere ölür!” diyerek AK Parti’ye
son öğretisini sunan Erdoğan’ın
konuşmasından bazı satırbaşları şöyle:
“Bu seçimin mağlubu, kaybedeni yoktur. Allah’ın izniyle
28 Ağustos’ta, Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde yeminimizi
edip göreve başladığımızda
77 milyonun cumhurbaşkanı
olacağımızdan hiç kimsenin
endişesi olmasın.
81 vilayetin her birinden
oy aldık. Bu, şu bakımdan çok
önemli: AK Parti için sürekli
ayrımcılık yakıştırması yapanlara bu bir cevaptır, bir ispat-ı
vücuttur. Diğer siyasi partilerin
hangi konumda, hangi noktada
olduğunu söylemesi bakımından bu çok önemli.
Biz, 74 ilimizde oylarımızı
arttırdık. AK Parti, kucaklayan
parti… AK Parti ne siyasî Kürtçülük yapıyor, ne siyasî Türkçülük
yapıyor, ne de ‘Ben kumsalların
partisiyim’ diyor. Bizim böyle
bir derdimiz yok; biz, 780 bin
kilometrekarenin partisiyiz,
77 milyonun partisiyiz, bizim
farkımız bu!..
10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçiminin galibi, Recep
Tayyip Erdoğan değil, 77 milyon
olmuştur, Türkiye olmuştur.
Yeryüzündeki tüm dost ve
kardeşlerimiz olmuştur. Yaptığım telefon görüşmelerinde de
mazlum, mağdur olan ülkelerin
liderleri, temsilcileri hep bu
ifadeyi kullanmışlardır, ‘Sadece
siz kazanmadınız, aynı zamanda biz de kazandık’ demişlerdir.
Bu çok anlamlıdır.
Balkon konuşmalarımıza
dudak büken, bu ifadelerimize
itimatsızlıkla yaklaşan herkese
diyorum ki, ‘Yaptıklarımıza
bakın, orada samimiyetimizi
göreceksiniz’. Hangi adımı attıysak, 77 milyonun hassasiyetini
gözeterek attık. Hangi reformu,
hangi yatırımı yaptıysak, 77
milyonun refahını düşünerek
yaptık.
Kimine ‘Kürt’ dediler, haklarını kısıtladılar. Kimine ‘Alevi’
dediler, ötelediler. Kimine ‘başörtülü’ dediler, ‘sakallı’ dediler,
‘muhafazakâr’ dediler, ötelediler. Ellerinden eğitim hakkını
aldılar, okutmadılar. ‘Senden
olsa olsa hizmetçi olur’ dediler.
‘Sen tarlada meyve sula’ dediler,
‘Yaş sebze sula’ dediler. ‘Senden
ancak kapıcı olur’ dediler. Her
fırsatta milleti tahkir ettiler.
‘Göbeğini kaşıyan adam’ dediler.
Demedikleri bir şey bırakmadılar.
Biz bunları yaşayarak geldik.
Biz yaşadığımız için başkalarının asla bunları yaşamasın
istedik. Biz bu noktada acı
çekerken, evlatlarımız da aynı
acıyı çektiler; yeni kuşakların
aynı şekilde bu acıyı çekmesini
istemedik.
Elimizi vicdanımıza koyalım.
Birbirimizin gözüne bakalım;
gelin, birbirimize gönlümüzü
açalım. İdeolojiyi bir kenara koyalım. Muhalefetin kutuplaştırıcı siyasetini, medyanın o kamplaştırıcı yayınlarını, özellikle
de mahalle baskısını bir kenara
koyalım. Şu 12 yıla vicdan gözlüğüyle bakalım. İnanın, gerçeğin
gösterilenden farklı olduğunu
hepimiz göreceğiz.”
ağustos 2014
17
Türkiye Ajanda
YSK’nın randevu rezaleti
CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi nihayete erdi ermesine de, akıllarda
yıllarca hatırlanacak bir oy kumpası kalacağı şimdiden tarihe not edilmiş oldu. Yüksek Seçim Kurulu, Türkiye Cumhuriyeti’nin 12’inci cumhurbaşkanının seçildiği seçim öncesi yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza uyguladığı zulümle demokrasimizin varlığına derin bir yara
açtı. Seçim kapsamında yurtdışında uygulanan randevu sistemindeki
aksaklıklar, birçok vatandaşımızın oy kullanamamasına sebep oldu.
>> Millet, ilk kez kendi başkanını kendi seçecekti. Türkiye’de
yaşayan topyekûn halkın sandığa gidişi gibi, yurtdışında yaşayıp da Türkiye’nin vatandaşı
olan herkesin bu güzelliğe ortak
olması lazımdı. Ancak Kore’de
yaşasa bile kendisine Almancı
denen gurbetçimize YSK da
yabancı muamelesi çekti. Aslında bu durumun önüne optik
bir ayna konulsa, yansıyacak
görüntüde bir Türkiye klasiği
muhakkak canlanacaktır. Zira
yıllarca farklı olaylarla karşımıza
çıkan bürokratik poker kartı
karması, örneğin herhangi bir
ilin herhangi bir ilçesinde oturan
bir öğrenciyi hayatının en önemli sınavına sabahın köründe (!)
sokaklarını bilmediği bambaşka
bir ilçeye göndermesini, ardından da bilmem kaç tane tercih
arasından ailesine en uzak
şehirde okumak üzere bir kura
çarkına nasıl da oturtulduğunu
hatırlatıyor bize.
Zannımıza göre YSK, işte bu
klasiği “Bize her yer Türkiye”
mantığıyla yoğurarak pek akılcı
18
ağustos 2014
bir tezgâha yatırmış ve sürmüş
oklavasını gurbet hamurunun
üzerine. Dolayısıyla yaklaşık 3
milyon gurbetçimizden oy kullanması beklenirken, bu sayının
dörtte birinin dahi oy kullanamadığı sandıklara toplamda
400 bin gurbetçi gidebildi.
YSK, oluşturduğu randevulu
sistemde oy kullanırken kopya
çekmesinler diye aynı aileye
mensup kişileri farklı günlerde
oy vermeye çağırdı. Oy verme
merkezlerinin kısıtlı sayıda olduğu göz önüne alındığında herhangi bir merkeze ikametgâhı
mesela 300 kilometre olan bir
vatandaşımızın tekrar tekrar
gitmesi zulümdü. Meselenin
en bürokratik iğrençliği ise
şuydu: Gurbetçilerimizin oy
vermek için gittikleri merkezler
haliyle ana baba günü halde
olmamalarına rağmen, yani
ailesiyle birlikte giden herhangi
bir gurbetçinin önünde uzun
kuyruklar olamayacağı halde,
randevusu olan aile mensubu
reyini kullanırken, orada hazır
bulunan diğer aile üyelerine
“Sizin randevu tarihiniz şu gün;
o yüzden günü geldiğinde oyunuzu kullanabilirsiniz” denildi.
Türkiye’de hizmet üreten bir
lider varken, o liderin hizmetlerini pasif şekilde gölgeleyen direnişçi bir memur zihniyeti, kaba
softa bir bürokrasi her şeyiyle
kendini gösteriyor. Bunu bir
örnekle vermek istiyorum:
Eşimin çalıştığı işyerinin yapması gereken bir ödeme vardı ve
bu ödemeyi yapabilecekleri herhangi bir vakit yoktu. Kızımızın
okuluna çok yakın mesafedeki
Yenimahalle Kaymakamlığı’nda
yapılacak bu işlem için kızımızı okuluna bırakır bırakmaz,
sabah saat 8:30’da kuruma
gittik. Eşimin mesai başlangıcı
saat 9:00’da olmasına rağmen
zaten kendisine bu işlem için
izin verilmişti. Kaymakamlık
binasına gittiğimizde gerekli
işlemin yapılacağı sistemin
çalışmadığı söylendi bize, biz de
binadan ayrıldık. Her gün izin
verilemeyeceği için kızımızı
almadan birkaç dakika erken
giderek bu işi halledebileceğimi
söylediğimde eşimin işyerinden
bunun için teşekkür gördüm.
Ertesi gün gittiğim binada hâlâ
söz konusu sistem gelmemişti
ve herkes halinden memnundu.
Bir hafta sonra gittiğimde ise
saat 16:00’dan önce gelmem gerektiğini, bu saatten sonra işlemi
yapamayacaklarını söylediler.
İki hafta sonra 15:45’te Kaymakamlık binasına vardım. İşlemi
sonunda aldılar. Ancak bu kez
de vezne 16:00’da kapanacak
diye bir koşuşturma başladı.
Vezne memuru sağ olsun bekledi. Fakat ismi S. A. olan bir bayan
çalışan, ödeme yapacağım esnada “Şu son dakika gelenleri var
ya…” deyince beynime bir sinir
hücumu hissettim. Tartıştığım
S.A.’ya buraya yazdıklarımı
anlatıp “Biz her gün burayı mı
kollayacağız?” diye sorduğumda
“Geleceksiniz! Her gün geleceksiniz!” şeklinde bir cevap verdi.
Biz bir şeylerin farkındayız,
lakin icranın sorumlusu olarak
tüm halk Başbakan’ı gördüğünden böylesi durumlarda kızılan
yer de maalesef alakası olmamasına rağmen o makam oluyor. Türkiye’de, sivil bir itaatsizlik çerçevesinde oluşturulmuş
pasif bir direniş var. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de bu direnişin en iğrenç uygulamalarından
birini gurbetçilerimiz yaşamış
oldular.
Mesela Avustralya
Melbourne’deki oy verme merkezine kayıtlı gurbetçilerimizden bazıları, YSK’nın internet
sitesinden randevu aldıkları
halde sistemin randevu günlerini değiştirmesi sebebiyle
Canberra’ya yönlendirildiler ki
bu skandalın örneği çok fazla.
Bir hafta önce 2 Ağustos’a randevu alan bir vatandaşımızın bu
randevusu, bilgisayar sistemindeki arızayla 1 Ağustos’a kayıyor
ve 2 Ağustos günü oy vermek
için gittiğinde kendisine izin
verilmiyor. Bu nasıl bir kepazeliktir!..
İngiltere’de kendisi için randevu alırken eşi için randevu
alamayan vatandaşlarımız oldu.
Almanya, Belçika ve Fransa’da
yaşayan gurbetçilerimizden de
bu iki ülkedeki mahiyete benzer
tepki ve şikâyetler yükseldi.
Yapılması gerekense, acil şekilde
bu sivil itaatsizliğin durdurulması ve vatandaşa ulaşacak kaliteli hizmetin kaliteli kadrolarca
verilmesinin sağlanmasıdır.
Selçuk Kayıhan // [email protected]
En büyük destek
Erdoğan’a
Emniyette paralel operasyon
“DÖNEMİN Başbakanı” Erdoğan’ın deyişiyle sıkı şekilde zihinlere oturan “paralel yapı”ya mensup Emniyet çalışanları, gerçekleştirdikleri kanunsuz ve hukuksuz telefon ve ortam dinlemeleri gerekçesiyle şafak
operasyonları düzenlenerek gözaltına alındılar.
kendinden bildiği bir hakikat…
CUMHURBAŞKANLIĞI
seçimi ile yaşanan ilkleri teker teker gördük.
Bu ilklerden biri de aday
şahsa doğrudan kampanyası ile ilgili nakdî
yardımda bulunmaktı.
Recep Tayyip Erdoğan,
Ekmeleddin İhsanoğlu
ve Selahattin Demirtaş
arasında geçen yarış sürecinde en büyük maddî
desteği Erdoğan aldı.
>> Seçim kampanyasına 55
milyon 260 bin liralık bağış
yapıldığını açıklayan Erdoğan, diğer iki rakibini parasal
destek anlamında da açık ara
geride bırakmış oldu. Erdoğan,
“Biliyorsunuz kişiler olarak
bankalarda bir görünüm olmuyor, bağış adedi olarak çıkıyor.
Çünkü aynı kişi iki veya üç
kez de bağış yapabiliyor. Dolayısıyla toplam bağış adedi
1 milyon 350 bin 796, toplam
bağış miktarı ise 55 milyon 260
bin 778. Akşam itibarıyla bu…”
ifadesini kullandı.
CHP ve MHP’nin sunduğu
aday olan Prof. Dr. Ekmeleddin
İhsanoğlu’nun kampanyası
içinse 8,5 milyon TL bağış yapılmış. Diğer aday Demirtaş’ın
seçim kampanyası için açılan
hesaplara ise 7 bin 119 kişi
tarafından toplamda 1 milyon
213 bin TL bağışta bulunulmuş.
Ancak bu bağışların seçim
kampanyalarındaki giderlerde
doğrudan kullanılmış olması
ve her hesabın birbirine denk
düşmesi lazım, zira adaya
yapılan bağışın harcamadan
fazla olması durumunda YSK
aracılığıyla arta kalan paraya
el konuluyor.
Hakan Şükür’ün milletvekili
kimliğini kullanarak nezarethaneye kadar girerek cep telefonları aracılığıyla fotoğraflar
çekinmesi, fakat buna rağmen
“Cep telefonlarımıza el konuldu” diye feryat edilmesi ve “Kaç
İsmail!” mizansenlerinin sergilenmesi başka tür dikkat çekici
gelişmelerdi.
>> Adana’daki MİT tırlarının
durdurulmasına yönelik başlatılan sürecin önemli ayaklarından biri olan bu soruşturma
aşamasında ismi birkaç ayda
çokça ünlenen bazı amirler de
sevk edildikleri mahkemelerce
tutuklandılar. İstanbul merkezli
olarak önce 22, sonra da 14 ilde
daha gerçekleştirilen operasyonların gözaltı listesinin ilk
sırasında, 17 ve 25 Aralık darbe
sürecinde bazı televizyon ve
gazetelerde verdiği demeçlerle
gündem oluşturan eski Emniyet
Müdürü Ali Fuat Yılmazer vardı.
Operasyon kapsamında yaklaşık 200 adres aranırken, “Suç
işlemek amacıyla örgüt kurmak,
yasadışı dinleme yapmak ve
sahtecilik” suçlarına karıştıkları
öne sürülen 99 polis gözaltına
alındı. Bu polislerin kimi serbest
bırakılırken, müdürlüklere
götürülen amir ve memurların
bazılarının kelepçeli halde
yaptıkları “Biz haram yemedik”
beyanı, psikolojik algı açısından
bir tarafa “Sizi rahatsız eden
biziz” mesajı verirken, bir tarafa
da “O kahramanlar biziz” iletisi
yayıyordu.
Ancak operasyonun tarafımızca eleştirilecek önemli
bir yanı var. Zira konu ile failin
eşleşmesinde sıkıntı oluşturabi-
lecek işlemlerden kaçınılması
daha doğru olurdu. Şöyle ki,
gözaltına alınanlara “Dinlemeyi
sen mi yaptın, kimler yaptı?”
diye sormak yerine televizyon
ve gazetelerde, sosyal medyada, çalıştığı birimde doğrudan
kendi ifade ettiği suç veya suça
ortaklık içerikli söylemleri dolayısıyla açıklama yapmalarının
istenmesi, özellikle belli başlı
bazı isimlerin hiçbir hukukî
boşluk bulamama ve kendi
taraflarına “Bize zulmediyorlar,
işkence yapıyorlar” demelerini
de engelleme açısından faydalı
olurdu ki hukuk daha rahat
işlerdi.
Bu bağlamda gözaltına alınanların avukatlarının İşkenceyi Önelem Komitesi’nden
“işkenceye karşı tedbir” kararı
aldırmaları da çok dikkat
çekici olmuştur. Zira Ergenekon ve Balyoz gibi davalarla
alakalı olarak paralel yapının
sürekli şekilde bazı gizli tanık
ve isimlere ulusalcı olduğunu
söyledikleri Adil Serdar Saçan
gibi kişilerin işkence yaparak
ifade aldığını, eski bir Zaman
gazetesi muhabiri olup şimdi
Kanada’da Musevî ibadetlerini
yerine getirdiğini söyleyen
Tuncay Güney adlı şahıstan
dinlemiştik. Yani zahidin eli de
Yeni Şafak gazetesinin yayınladığı haberle ortaya çıkan
geniş çaplı dinleme skandalıyla
gündeme gelen Selam Tevhid
veya Tevhid-i Selam örgütünün
paralel yapıda ilginç bir karşılığı
var ve Türkiye’deki tarihi Uğur
Mumcu suikastına dayanan bu
örgütün Kudüs Ordusu ismiyle
İran temelli bir yapılanma
olduğu iddiasındalar. Ancak
Uğur Mumcu suikastını “Bu
olayı çözmek, devletin namus
borcudur” demesine rağmen
sümenaltı yapan Süleyman
Demirel düşünüldüğünde ve
elinde kıymete dokunur hiçbir
hakikat olmayan bu yapının
bu vatana hizmet etme gayreti
olup da kendisinden olmayan
herkese İrancı yaftası vurduğunu gördüğünüzde bazı şeylerin
yıllardır ne kadar sessiz şekilde
yerlerine oturtulduklarını akledebiliyorsunuz.
Ayrıca soruşturma kapsamında değerlendirilmesi gereken, ancak Hrant Dink suikastı
ile Muhsin Yazıcıoğlu’nun şehadeti olaylarında nokta isimlerden biri olmasına rağmen Ali
Fuat Yılmazer gibi “Biz talimatları Başbakan’dan aldık” diyen
eski Emniyet İstihbarat Daire
Başkanı Ramazan Akyürek’in
bu dosyanın kapsamı dışında
tutulması da en başta belirttiğimiz yanlış konu belirleme
sebebiyledir. İnşallah bu soruşturma süreci, at izinin it izinden ayrılabildiği ferahlıkta, fitnenin boş yollar
bulamadığı, adil ve hakikatli bir
şekilde geçer ve ancak gerçek
suçlular hak ettiklerini bulurlar.
ağustos 2014
19
Türkiye Ajanda
YAŞ’tan önemli kararlar çıktı
ABDULLAH Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak en son onayladığı Yüksek
Askerî Şura kararlarında 3 farklı davanın sanıkları hakkında 3 farklı uygulamayla karar verildi. Balyoz ve Ergenekon sanığı komutanlar emekliye sevk edilirken 28 Şubat sanıklarına temdit yapıldı, Askerî Casusluk
Davası sanığı olan iki komutana ise terfi geldi.
>> Bu kararlarla birlikte Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin 20142015 yılı komuta kademesi de
şekillendi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel ve
kuvvet komutanları beklendiği
gibi görevlerinde kalırken, 4
yıllık görev süresi dolan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral
Servet Yörük ile Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Yalçın
Ataman ve yaş haddi nedeniyle
de 1. Ordu Komutanı Orgeneral
Ahmet Turmuş emekliye sevk
edildiler. Ege Ordusu Komutanı
Orgeneral Abdullah Atay’ın
yeri Jandarma Genel Komutanlığı olarak değişirken, Hava
Kuvvetleri Komutanlığı’nda
gerçekleştirilen reformist yapılanma üzerine tüm ana jet
üsleri Eskişehir’de oluşturulan
Muharip Hava Kuvveti ve Hava
Füze Savunma Komutanlığı’na
bağlandılar.
Toplamda 37 terfi kararı
alınırken, 43 komutan da
emekli edildi. Emekli edilen
komutanlardan biri de Lice’deki
askerî üste Türk bayrağının
indirilmesi olayında bölgenin
en üst düzey sorumlusu olması
nedeniyle gündeme gelen ve
orgeneralliğe terfi listesinde
bulunmasına rağmen durumu
değerlendirilmeyen 2. Hava
Kuvvet Komutanı Korgeneral
Nejat Bilgin oldu. Şurada, personelin disiplinsizlik ve ahlakî
durumlarından kaynaklanan
herhangi bir ihraç kararı çıkmadı.
Bu atama ve sevklere göre
bir aksilik yaşanmadığı sürece
Ağustos 2015’te Orgeneral Özel
emekliye sevk edilecek ve
Özel’in yerini Kara Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Hulusi
Akar dolduracak. Akar’ın yerine ise, son YAŞ kararlarıyla
Ege Ordusu Komutanı olan
Orgeneral Galip Mendi veya 1.
Ordu Komutanı Orgeneral Salih
Zeki Çolak’ın isimlerinden biri
geçecek. Son kararlara göre
TSK’daki kademe şeması şu
şekilde gerçekleşti: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet
Özel, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hulusi Akar, Deniz
Kuvvetleri Komutanı Oramiral
Recep Bülent Bostanoğlu, Hava
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral
Akın Öztürk, Jandarma Genel
Komutanı Orgeneral Abdullah
Atay, Ege Ordusu Komutanı
Orgeneral Galip Mendi, 1. Ordu
Komutanı Orgeneral Salih Zeki
Çolak, Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, 3.
Ordu Komutanı Orgeneral Ümit
Dündar, EDOK Komutanı Orgeneral Kamil Başoğlu, 2. Ordu
Komutanı Orgeneral Adem
Huduti, Harp Akademileri
Komutanı Orgeneral Abdullah
Recep ve Muharip Hava Kuvveti Komutanı Orgeneral Abidin
Ünal.
Suriyeli mülteciler kayıt altına alınıyorlar
ÜLKELERİNDEKİ iç savaştan kaçarak Batman’a sığınan yaklaşık 20 bin Suriyeli, Başbakanlık Afet ve Acil
Durum Yönetim Başkanlığı tarafından Mobil Koordinasyon Merkezi’nde kayıt altına alınıyor.
>> Batman Valiliği bahçesinde
hizmet veren Mobil Koordinasyon Merkezi’ne randevu ile çağrılan Suriyeli ailelerin, AFAD ile
Emniyet Müdürlüğü personeli
tarafından kayıtları yapılıyor.
Kayıt altına alınan kişilere
verilen Yabancı Tanıtım Kartı
20
ağustos 2014
sayesinde Batman’a yerleşen
Suriyelilerin net sayısına
ulaşılacak. Ancak bu uygulamanın çok acil olarak bütün
Türkiye’de, sadece Suriyeli
değil, ülkelerindeki savaşlardan
kaçarak memleketimize gelen
bütün mültecilere uygulanması
çok önemli ve elzem.
Selçuk Kayıhan
Bank Asya’yı kurtarmak
HERHALDE ancak bir film adıyla bu haberi gündeme alabilirdik. Zira
adı 17 ve 25 Aralık darbe girişimleri sırasında kapalı bir kurtarma operasyonuna tâbi tutularak yeniden kotarılan Bank Asya, o günlerde tüm
finans çevrelerinde itibar kaybına uğratılan Halkbank ile ilgili konuşulurken pek de akıllara gelmemişti.
leri sonlandırdığını açıklayan
GİB ve SGK, fesih işlemini 8
Eylül 2014’te yürürlüğe sokmak
üzere ilanlarını gerçekleştirdiler. Bu iki kurumun tahsilat
işlemlerini söz konusu bankadan geri çekmesi, herhangi bir
bankanın da başına gelebilecek
en sarsıcı işlemlerden biri olacak. Zira 17 Aralık sürecinde
hakkında bir batık kurtarma
operasyonu yapıldığı belirtilen
Bank Asya’nın paralel yapıyla
mücadele kapsamında büyük
ve ağır bir darbe yediğini söylemek mümkün.
Ancak bu bağlamda Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın
sarf ettiği “Ziraat Bankası, Bank
Asya’yı satın alarak bir katılım
bankası açabilir” ifadesinde
nedense bir Er Ryan’ı kurtarma
hissi sezinliyoruz. Evet, bir
banka kurmak yüksek riskli ve
zor bir iş, ancak son zamanlarda
söylediği üzere 17 Aralık darbecilerinin önemli bir ayağını
oluşturan bu bankayı satın aldığınızda kimi kurtarmış olacaksınız? Bugüne dek “Devlet bir
katılım bankası kurabilir” veya
“Vakıfbank ve Ziraat Bankası
bir de katılım bankası açabilir”
derken Bank Asya’yı düşünüyordunuz?
>> Geçtiğimiz aylarda Başbakan Yardımcısı Ali Babacan
tarafından birtakım açıklamalarda sürekli şekilde devletin bir
katılım bankasına sahip olması
gerektiği vurgulanırken, Gelirler
İdaresi Başkanlığı ile Sosyal
Güvenlik Kurumu’ndan çıkan
kararlarla Babacan’ın bahsettiği
sektör kırdırma ameliyatına
girişilecek gibi görünüyor.
Asya Katılım Bankası A.Ş.,
yani Bank Asya ile vergi tahsilatına ilişkin imzalanan protokol-
Paralel yapıyla mücadele sürecinde eğer böylesi bir aksiyona
girişilirse, şimdiden hangi sıkıntılarla karşılaşılacağını kestirmek
zor değildir. Millet, çelişkiye düşenden artık çok korkuyor. Öyle
ya, ev hanımları her sabah Müge
Anlı izleyerek çapraz sorguya
muhatap olan insanların çelişkili
ifadelerini bulma üzerine her
gün antrenman yapıyor, bizden
söylemesi…
Jandarma, İçişleri
Bakanlığı’na bağlanıyor
BİR televizyon kanalında
soruları yanıtlayan İçişleri
Bakanı Efkan Âlâ, Jandarma
teşkilatının İçişleri Bakanlığı’na
bağlanmasına ilişkin bir
soru üzerine teorik olarak
Jandarma’nın zaten İçişleri
Bakanlığı’na bağlı olduğunu,
fakat iyi ilişkilerle devlet yönetimi bir yere kadar yürüdüğünü,
bir sorun çıktığı zaman nasıl
çözüleceğinin kurallarının
olması gerektiğini söyledi. Söz
konusu kuralların demokrasiye
uyması gerektiğini aktaran Âlâ,
“Jandarma ile İçişleri Bakanlığı
arasındaki ilişkiler kesinlikle
reforma tâbi tutulmalıdır, tutulacaktır. Jandarma teşkilatının
İçişleri Bakanlığı’na bağlı olması
yönünde çalışmalarımız var.
Çalışmayı önümüzdeki dönemde, süreç içinde gündeme getireceğiz” dedi.
ağustos 2014
21
Dünya Ajanda
Vahşi İsrail’in yalan rüzgârı
TERÖRİZMİN tescilli devleti İsrail’in zulmü altındaki Gazze’de “Koruyucu Hat” adlı cinayet yaklaşık bir ayı geride bırakırken, sürekli biçimde sağlanmaya çalışılan ateşkes uygulaması 5 Ağustos 2014 günü
72 saatliğine başlatıldı. Ancak bu safhaya gelinene kadar birçok yalan
dinledik İsrail ve beslemelerinden. Öyle ya, sözünü ettiğimiz 72 saat
uygulaması bile yalnız 2 saat sonra İsrail tarafından bozulsa da sürdürülebildi. Şimdi buraya nasıl ulaşıldığına bakalım...
>> İsrail’in Birleşmiş Milletler
ve ABD eliyle önerilen 72 saatlik
ateşkese “Evet” cevabı vermesinde BM ve ABD’nin Filistin
hükümetini yahut herhangi bir
yetkiliyi muhatap almadığına
değindikten sonra, dünyayı
parmağının ucunda oynatan bir
şımarığın Türkiye ve Katar gibi
ülkelerin tekliflerine nasıl burun
kıvırdığını da hatırlatalım öncelikle. Zira İsrail bütün bu süreç
boyunca vurdukça vurdu ve
güya her durduğunda Hamas’ı
ateşkesi bozmakla itham etti.
Önce BM Genel Sekreteri Ban
Ki Moon ve ABD Dışişleri Bakanı
John Kerry, İsrail ile Hamas arasında üç günlük ve insanî yardım amaçlı ateşkes sağlanması
konusunda anlaşmaya varıldığını duyurdu. Daha sonra Sisi’sine
her alanda meşruiyet oluşturma
çabasındaki Mısır, bu ilan üzerine İsrail ve Filistin’den müzakereci heyetlerini Kahire’ye
22
ağustos 2014
göndermelerini istedi. Yani BM
ve ABD, İsrail’in gözdesi Sisi’nin
meşruiyet arayışlarının kapılarını birer kapıkulu gibi araladı.
besleme odaklar ve bunların
kararlarıyla hareket eden uluslararası medyanın itham edeceği
bir İsrail yok…
Mahmud Abbas’ın, Mısır’ın ilk
ateşkes teklifine “Keşke kabul etseydik” şeklindeki hayıflanması
bir aylık vahşet sonunda müstehakını bulurken, Kahire’deki
görüşmeler sonunda ateşkes
uygulaması yürütmeye konuldu. Ancak az önce değindiğimiz
üzere İsrail, bu ateşkes sözünü
de ancak 2 saat tutabildi ve Refah kentinin doğusuna düzenlenen topçu saldırısında 4 Filistinli
şehit oldu.
Bugüne yetişene değin yaklaşık 2 bin Gazzeli şehit ve 10 bin
yaralının haberini aldık. Bunca
insanî zararın yanında milyarlarca dolarlık maddî kayıp söz
konusu. BM dahi ancak kendi tesisine dokunulduğunda konuşabildi. Göstermelik yaptırdığı her
zihniyet ve hareketinden belli
olan BM, kendi tesisi içerisindeki
mazlum Filistinlilerin ahına
tercüman olmadıktan sonra ne
işe yarar ki? Güvenlik Konseyi
isimli yapının mensubu olan
ülkelerin ve özellikle ABD’nin
paravan şirketi hükmündeki
BM’nin Filistin’e yaptığı hibe
tesisle ABD’nin İsrail’e yaptığı
“hibe” Demir Kubbe yardımının
külfeti kıyaslanabilir mi?
Buradaki soru elbette şu:
Her ateşkesi yalan ve iftirayla
Hamas’a yüklenerek bozan
İsrail’in askerlerinin kulakları
attıkları bomba ve füzelerden sağır mı oldu ki ateşkesi duymadılar? Fakat bozacının şahidi şıracı
olunca fark etmiyor durum; zira
Avrupa, ABD ve BM adındaki
Yaklaşık 2 bin şehidin 500’ü
çocuk… Vahşet, istila, işgal, cina-
yet veya her ne dersek diyelim,
İsrail bir vampir gibi kanla besleniyor, üzerine çektiği nefretle
büyümenin yollarını arıyor.
Nükleer ve kimyasal mühimmatı ve teknolojisi kendisine
göre kat be kat büyük olan İsrail
karşısında Filistin’in tek çıkış
yolu yeni bir intifada gibi duruyor. Batı Şeria’da başlatılan
sokak yürüyüşlerinin bu girişime dönüşmesi de an meselesi.
Korkak İsrail askerlerinin kara
harekâtında hiçbir mevzi elde
edemeyişleri İsrailli fanatiklerin
sinirlerini bozmuş durumda.
Gazze içerisine tüneller kazarak girmeyi hesaplayan İsrail
ordusunda ölüm korkusu öyle
bir safhaya ulaşmış durumda ki
ayaklarından vurulmuş halde
hastanelere kaldırılan İsrailli
askerlerin hali ırkçı terör yandaşlarının beyinsiz kafalarında
soru işaretleri oluşturmaya
başladı bile: “Savaştan kaçmak
için ayaklarına kendileri mi
sıkıyorlar?”
Dünyada bütün bu olup bitenlere tepkiler sürerken, vaktiyle
Yahudilere karşı toplu kıyımlar
gerçekleştiren Almanya’dan, hükümet, siyaset ve medya çevrelerince dillendirilen ilginç açıklama ve yönlendirmeler izliyoruz.
Alman Şansölyesi Merkel’in
Hamas’ı suçlayan ve İsrail’i “hak
arama mücadelesi”nde (!) destekleyen beyanatının ardından
Almanya basınında her gün
antisemitizm içeriğiyle Hamas’a
ve onu tanıyıp destekleyen
ülkelere salvolar düzenleniyor.
Ülkedeki bazı büyük medya
gruplarının İsrail yanlısı yayınları ve Filistin’e destek gösterilerini
Yahudi karşıtlığıyla ilişkilendirme çabaları, işte bu anlamdaki
en belirgin örnekler.
Ünlü Alman gazetesi Bild’in
sahibi Axel Springer, İsrail karşıtı
gösterilere sert şekilde karşı
çıkarken 1967 yılından bu yana
koruduğu yayın ilkeleri arasındaki “Yahudiler ile Almanlar
arasında uzlaşmayı teşvik etmek ve İsrail halkının yaşamsal
haklarını korumak” şeklindeki
kurallarını savunuyor.
İşte böylesi durumlarla karşılaşınca, hani şu bazen hatırlatılan “Hitler de Yahudi idi; onun
kıydığı Musevilerse Hazar Türkü
olanlardı” iddiasına iyiden iyiye
inanası geliyor insanın. Doğru
mudur? Mümkündür…
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
İsrail, Türkiye’ye olan hıncını AA’dan çıkarıyor
Gardaş ile
Ermenistan
arasında yeni
gerginlik
1 AĞUSTOS 2014, yeni
bir Kafkas gerginliğinin
günü oldu. ErmenistanAzerbaycan cephe hattında çıkan çatışmada
Azerbaycan ordusundan
8 asker şehit oldu.
>> Azerbaycan Savunma Bakanlığı’ndan yapılan
açıklamaya göre Ağdam ve
Terter bölgesindeki Azerbaycan mevzilerine yaklaşmaya
çalışan Ermeni keşif ve sabotaj
birliklerinin tespit edildi ve
bunun üzerine çatışma çıktı.
Şiddetli çatışma sonrasında Ermeni askerleri kayıp verirken
8 gardaşımız
şehit düştü.
Ancak olay sadece bununla
kalmadı. Zira ertesi gün, yani 2
Ağustos 2014 tarihinde, bu kez
farklı mevzilerde çatışmalar
gerçekleşti. Cephe hattındaki
çatışmalarda 4 gardaşımız
daha şehit oldu. Yapılan açıklamaya göre Ermeni ordusu,
cephe hattının farklı bölgelerinde 73 kez ateşkes ihlali yaptı
ve Ağdam ile Ağdere bölgesindeki Azerbaycan mevzilerine
yaklaşmaya
çalıştı.
Azerbaycan Savunma
Bakanlığı, Ermeni provokasyonuna karşı önlemlerin alındığını ve sınır hattındaki
durumun Azerbaycan Silahlı
Kuvvetleri’nin kontrolü altında
olduğunu
belirtti.
Gardaşların ruhları şad,
yakınlarının başları sağ olsun…
İSRAİL, Mısır eliyle meşrulaştırdığı hıyanet ateşkesini BM ve ABD
eliyle sağlamlaştırırken, ateşkes esnasında Gazzelileri vurmaya devam ettiği gibi karşısındaki en gür sedalardan birine sahip olan
Türkiye’ye de hıncını gizlemiyor.
>> Ülkemizin ve dünyanın
gerçeklerden haberdar olması
için Gazze’de uluslararası bir
haber servisi olarak görev yapan
Anadolu Ajansı çalışanlarına,
hem de 72 saatlik ateşkes sırasında İsrail askerlerince yaklaşık
40 metrelik mesafedeki tanktan
makineli tüfekle ateş açıldı. Kameraman Metin Yüksel Kaya’nın
elinden hafif şekilde yaralandığı
olayda muhabir ekip bölgeden
sağ salim çıkmayı başardı.
Bölgenin doğu sınırında konuşlanan İsrail askerleri, bir süre
sonra AA ekibinin bulunduğu
bölgeyi kuşatma altına aldı
ve bulundukları bölgeye ateş
etti. AA ekibi, ara yolları kullanarak bölgeden çıkmayı başardı.
İsrail Ramazan ayı içerisinde
de yine Türk çalışanlara karşı
aynı saldırılarda bulunmuştu.
Bölgede görev yapan ve gerçekleri bizlere ulaştırmaya çalışanlara kolaylık ve sıhhat diliyoruz.
Yine iflas
ŞİMDİ kime sorsak anlatır Kemal Derviş’i getirttiğimiz günleri. O sıralar bir de Arjantin vardı teslim bayrağını çeken IMF ile Dünya Bankası’na.
>> Çok şükür o günleri savalı
çok ettik başımızdan –Rabbim
bir daha vermesin-, ancak o
yıllarda iflas beyanında bulunan Arjantin, Avrupa ve ABD’yi
dahi silkelerken bize teğet çizen
buhranlara daha fazla dayanamayarak 13 yıl sonra yine
aynı ilanı sunacak kararı alma
aşamasında. Yaklaşık 1,5 milyar
dolar borçlu olduğu iki serbest
yatırım fonunun şirketiyle anlaşma sağlayamayan Arjantin
zorda.
Arjantin Devlet Başkanı Cristina Kirchner, söz konusu iki
şirket olan NML ve Aurelius
ile anlaşma için müzakerelerde
bulunsa da 2001 yılından bu
yana süregelen tahvil borçları-
nın tam olarak geri ödenmesini
isteyen bu fonlarla anlaşmaya
varılamadı. ABD’li Federal Yargıç Thomas Griesa’nın hükmettiği son ödeme tarihi 30 Temmuz
2014 olarak kararlaştırılmıştı.
Son ödeme günü olan bu tarihte
Arjantin, iki fonun da ödemesini
gerçekleştiremedi. Arjantin
yönetimi, iki fonla ilgili görüşmek üzere New York’a bir heyet
gönderdi. Görüşmelerden sonuç
alınmaması üzerine de ülke
teknik olarak temerrüde düştü.
Halen Arjantinli yetkililer bu
temerrüdü kabul etmediler.
Şimdi kendi açımızdan son
13 yıla bakıyorum da, buralarda
neler değişmişken nerelerde
nelerin değişmediğini görmemek imkânsızlaşıyor. Türkiye
mi nereden nereye, Arjantin mi
aynı tas aynı hamam?
ağustos 2014
23
Dünya Ajanda
Çin’in Türkistan zulmü bitmiyor
ÇİN’in kuzeybatısında yer alan “verimli toprak” anlamına gelen Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Çin polisinin hukuk dışı baskıları ve yine
Çin yargısının akıl almaz hükümleriyle can çekişiyor. Doğu Türkistan,
geçtiğimiz aylarda çıkan olayların daha vahimleriyle karşılaşırken en
son çıkan olaylarda 96 canımız hayatını kaybetti.
ABD Rusya’ya
yeni yaptırımları
açıkladı
ABD Başkanı Barack Obama,
Ukrayna’daki Rus ayrılıkçılara verdiği destekten dolayı
Rusya’ya yönelik uygulanacak
yaptırımları açıkladı. İki hafta
aralıkta ilavelerle sunulan yaptırım paketinde Rus ekonomisinin kilit sektörlerine karşı bazı
engellemeler mevcut.
Enerji, silah ve finans endüstrilerini hedef alan yaptırımların
en başında Rusya’ya ihracatı ve
Rusya’daki ekonomik kalkınma
projelerine fon sağlanmasını teşvik eden kredilerin resmen askıya alınması geliyor.
Bazı sorular üzerine “Bu yeni
bir Soğuk Savaş değil” açıklaması yapan Obama, Rusya’nın Ukrayna üzerine izlediği siyaseti
değiştirmesi gerektiğini söyledi.
İsrail’i hak aramakla niteleyen
bir süper güçten (!) Rusya’ya
meydan okuma beklenemezdi
zaten.
>> Bilindiği üzere Çin’de,
hâlihazırda komünist diktasındaki rejim yürütülüyor ki dolayısıyla Çin’in mevcut yapısına
ters düşse de, düşmese de canlarımız her an din ve soy anlamında baskı altındalar. Ve yine
bilindiği üzere Çin’de var olan
bu yönetim, Çin’de yaşanan
gelişmeleri ancak kendi kevgirlerinde eleye eleye dünyaya
sunulmasına izin veriyor ki
Uygur Türklerinin her hareketi,
mevcut Çin lobisi sayesinde terörist ve ayrılıkçı faaliyet olarak
lanse ediliyor.
Çin’e ait haber ajanslarından Şinhua’nın aktardığına
göre Şaçı adlı bir kasabada
başlayan olaylarda önce 37 sivil
hayatını kaybetti. Güvenlik güçlerinin müdahalesiyle de 59 sal-
24
ağustos 2014
dırgan öldürüldü. Olaylarda ayrıca 215 kişi tutuklandı. Hayatını
kaybeden 37 sivilden 35’i Han
etnik grubundanken diğer 2
kişi de Uygur’du. Saldırıların
arkasında Nuramat Savut isimli
kişinin bulunduğu iddia ediliyor. Saldırganların kesici ve
yanıcı maddelerle yerel devlet
binaları ile polis karakollarını
bastığı, yoldan geçen araçları
hedef aldığı belirtildi.
Sincan Uygur Özerk
Bölgesi’nde, son dönemde
Çin’in yargısız infazlarına,
hatta sokakta idamlarına şahit
olduk. Çin’in bazı yerlerinde
gerçekleşen patlama ve bıçaklı saldırı gibi olaylar, Çin
yönetimince “radikal gruplar”
ile ilişkilendiriliyor, ancak en
başta belirttiğimiz prensipler
nedeniyle konuyla ilgili net bilgi
verilmiyor. Çin bu manadaki
iç güvenlik (!) tedbirlerini son
dönemde arttırırken, “bölücü”
olduğu iddia edilen kişilerin
gözaltı ve yargılanma süreçlerine ilişkin bilgiler de diğer veriler
gibi kamuoyu ile paylaşılmıyor. Cezalar mı? Sokak ortasında zaten… Ancak medya da
kısıtlı olduğundan her olay Çin
yönetiminin yazdırdığı şekilde
kamuoyuna duyuruluyor.
Ne ilginçtir şu dünya! Diktatörler hesap vermekten kaçmayı devletçilik sayarken, devlet
gibi devletler diktatörlükle
suçlaya suçlaya kaçanların
çemkirişleriyle dertleniyorlar.
Allah sonumuzu hayır, Uygur
canlarımızla kavuşacağımız
vuslatı tez eylesin…
Bu arada Ukrayna, Rusya
ve AGİT (Avrupa Güvenlik ve
İşbirliği Teşkilatı) üst düzey temsilcilerinden oluşan Üçlü Temas
Grubu, Ukrayna’nın doğusundaki ayrılıkçı grupların temsilcileri
ile Belarus’un başkenti Minsk’te
bir araya geldi. Üçlü Temas
Grubu, bölgede sürdürülebilir
bir ateşkes için rehinelerin ve
gözaltındaki kişilerin serbest bırakılmasını isteğinde bulundu.
Zira bölgede çatışmalar her gün
daha da şiddetlenerek devam
ediyor. Lugansk kentindeki bir
topçu ateşi sırasında 5 sivil öldü,
birisi çocuk, 9 kişi yaralandı.
Ayrıca şehirdeki çatışmalardan
ötürü iki elektrik istasyonuyla hatlar zarar gördü. Elektriğin
kesilmesi su pompalarının çalışmasını engellediği için şehre su
da verilemiyor.
Ömer Bekir Sadık
Esed, Türkmen avına çıktı
SURİYE’deki iç savaşın şu sıralar halini sorsak kaç kişinin konuya
doğrudan duyarlılığının kaldığını öğrenebiliriz sanırım. Zira her gün
kaynatılan komşu topraklarda gerçekleşen her olay bizi doğrudan
ilgilendiriyor.
>> Ancak Esed’e karşı mücadele eden Özgürlükçülerin
yanındaki Türk hükümetini,
ülkeyi Ortadoğu bataklığına
çekmekle ve barışçı (!) Esed’e
iftira atmakla suçlayanların
Irak’taki Türkmenleri -her
imkânda koruyup barındırma-
sına rağmen- yalnız bırakmakla
itham ettiklerini de göz önüne
getirdiğimizde, bu insanların
soydaşlık hukukunda ne kadar
dürüst olduklarının açıkçası foyası da ortaya çıkıyor. Nasıl mı?
Suriye’nin Arap Baharı denen
iklime girdiği kuşakta yaşadığı
ilk sıcaklık Hama ve Humus’ta
idi. Hama ve Humus, birer
Türkmen şehri olmalarına rağmen önemsenmemişti. Daha o
günlerde Esed’i uyaran Erdoğan
ve Davutoğlu’na “Size ne! Bizi
Ortadoğu bataklığına çekmeyin” deniliyordu. Derdi yalnız
ABD Senatosu’ndan İsrail’e yeni hibe
İSRAİL’in Gazze’ye başlattığı operasyonun ardından uluslararası “vicdanlı” toplum, ABD, AB ve BM gibi sorumluluk sahibi (!) devlet ve kuruluşlardan çakıl taşı kıvılcımı kadar bir parlama bekledi. Fakat durum ve beyanat, hiç de o vicdanlı toplumun beklediği gibi değildi.
>> Hatta ABD Başkanı Barack
Obama, her Beyaz Saray yetkilisinin “Kendini korumak hakkı”
diyerek pohpohladığı İsrail ile
ilintili bir laf edebildi: “Demir
Kubbe ile gurur duyuyorum…”
Demir Kubbe, bilindiği üzere
İsrail’in ABD hibeleriyle kurduğu füze savunma sisteminin
adı. 20 füzeden oluşan, mobil
şekilde koordinat üzere hareket edebilen, algıladığı füzeyi
havada karşılık vererek etkisiz
hale getiren bir sistem. Obama,
yaptıkları hibelerin çalışır bir
şeye yaradığı için gurur duyuyor herhalde; basit Amerikan
Kerkük şovu yapmak olanların,
Suriye’nin neredeyse her şehrinde Türkmen yaşadığını ve bunların hepsinin de Özgürlükçülerle birlikte hareket ettiklerini
bilmesine zaten imkân yoktu.
Şimdi Suriye yıkık ve viran…
Enkazları enkazlara çeviren
rejime ait birlikler, son dört
aydır Lazkiye’nin Bayırbucak
Türkmen bölgesine hava destekli saldırılar düzenliyor, bunu
bu sayfalardan aylardır sunuyoruz. Ancak meselesi ne ülke, ne
soydaş, ne de din olanların bu
durumu kale alacak kapasiteleri bile yok. Bölgeye her gün top
atışları ve hava bombardımanı
yapılırken, kitle imha silahları
da farklı zamanlarda kullanılıyor. Şovmenlerin de inşallah bu
durumdan haberleri olur…
Bu arada Halep’teki İslami
Cephe’ye bağlı birlikler tarafından kazılan tüneller, tıpkı
İsrail’in korktuğu Gazze tünelleri gibi Esed’e korku veriyor.
Ancak Halep tünelleri, Gazze
tünelleri gibi insanî malzeme
getirmek için açılan tüneller
değiller. İslami Cephe’ye bağlı
birlikler, Halep Kalesi çevresinde
rejim güçlerinin bulunduğu
binaları, altlarına tünel kazarak
havaya uçuruyorlar. Rejim güçlerine ait karargâhların çevresinde 4-5 metre derinlikle kazılan
bu tüneller, bu yüzden Esed’i
çok korkutuyor. Tünellerin ucu
Şam’da son bulacak zira…
pragmatist-Fordist yaklaşımı…
İsrail’in elinde bu sistemden
9 adet vardı. Ve İsrail’in korkunç
Kassam saldırılarından daha da
korunması, Ortadoğu’nun bataklığında mağdur edilmemesi
gerekiyordu (!). Bunun için ABD
Senatosu, acil birkaç toplantıyla
–ki tatile girmeden hemen önceİsrail’e bu konuda 225 milyon
dolarcık daha hibe etmeyi karara bağladı, Obama da durur mu,
hemen onayladı…
Şimdi İsrail’in 225 milyon
doları daha var Demir Kubbe’ye
yatırmak üzere. Dünyanın Gazze için bazı beklentileri vardı
ABD’den, değil mi? Sonunda bu
beklenti karşılık buldu sanırım.
“Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına
soktular” diyenlerin bu dalgaya
yakalanınca bir düşünmesi gerek sanırım: ABD’nin Türkiye’ye
hibe edeceği uçak gemisi
Filistin’in yanında olduğumuz
için mi geri çekilmişti? ağustos 2014
25
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
26
“Erdoğan
Başbakanlık’ı kaybetti”
K
ULLANMIŞ olduğumuz
başlığı ne olur yadırgamayın,
zira sosyal paylaşımlarda
yer alan cümleler genellikle
anonim bir tarz oluşturarak
halka mâl oluyor ve dolayısıyla milletin mizahî zekâsını
doğrudan yansıtıyor; bu yüzden de bu kez milletin hiciv yeteneğini yansıtma
düşüncesiyle bir sosyal paylaşım sitesinde dolaşan
bu cümleyi tarihe not ettik.
ağustos 2014
üzerine cümleler kurduğunu ve bu politikayla yayın yaptığını çok keskin bir köşesinden yakalayan milletin bu gazeteye
önerdiği manşetti “Erdoğan Başbakanlık’ı
kaybetti” şeklindeki başlık.
Zafer ayı Ağustos’a bir zafer daha ekleyen millete 11 Ağustos 2014 günü gazeteler
neler sundu dersiniz?
Hürriyet, “İlk turda Köşk” sürmanşetini attığı birinci sayfasının manşetine
Erdoğan’ın “Kırgınlıklar eski Türkiye’de
kaldı” cümlesini yerleştirmiş. Yine Milliyet gazetesi de benzer bir manşet biçimi
kullanarak hem balkon konuşmasından
alıntılar yapmış, hem de manşeti “İlk turda
bitirdi” diyerek vermiş.
Yıllar önce “Muhtar bile olamaz!” başlığını kullanan Posta’nın kendine tezadı ise
bize tebessüm ettirdi. Tabiî bunu bilerek mi
yaptıklarını bilmiyoruz. Özellikle yaptı ise,
Posta’nın yaptığı bu kendine hicvi tebrik
etmek lazım. “Muhtar bile olamaz!” diyen
gazete, “O şimdi başkan” diyor zira.
Sabah, “Milletin adamı yüzde 52
ile Çankaya’da” derken, Haber Türk
“Erdoğan’ın tarihî zaferi” başlığını kullandı.
Vatan’ın attığı “Zirveye çıktı” ifadesinin
yanında Türkiye, Star ve Güneş gazeteleri
“Milletin başkanı” vurgusuyla yayınlandı.
Yalnız Güneş gazetesinin 11 Ağustos 2014
gününe ait birinci sayfası, diğer gazetelere
göre bana göre en şık sayfaydı.
Cumhuriyet, bilindik tarzıyla sanki
hiçbir şey olmamış gibi ve milleti aşağılayarak attığı iki manşetle çıkmış karşımıza.
“Köşk’e oturmadan Gül kavgası başladı” ve
“Yolsuzlukta peşindeyiz” şeklindeki başlıklar daimî zihniyeti anlatmaya yetiyor.
Bir Gün gazetesi de ruh ikizi Cumhuriyet’e
ilave yapmış: “Memleketin yarısının meşru
görmediği Cumhurbaşkanı!” Herhalde bunlar için Sisi ile Esed’in ifade ettiği meşruiyet
hakikatin kendisi…
Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından
Recep Tayyip Erdoğan’ın zaferine dair
gazete manşetlerini konu edineceğim bu
bölüm için bir taraftan gazeteleri, bir taraftan sosyal medyada işaret edilen gazete
köşelerini ararken başlıkta görmüş olduğunuz bir manşet önerisiyle karşılaştım
ve “Pes!” dedim, “Milletin ağzında çikletten
farkı yok birilerinin”. Zaman gazetesinin
bardağın boş ile dolu tarafından bakma
Akşam gazetesi “Halk ihtilali” diye yorumlarken Erdoğan’ın zaferini, Takvim ise
karmakarışık hazırladığı düzensiz manşetinde “Ne yapsalar boş!” ifadesini Sezai
Karakoç’tan alıntılanan Erdoğan reklamından çıkararak kullanmış.
Bilindiği üzere yeni Cumhurbaşkanı
Erdoğan, seçimde oy vermeden evvel
Mahmut Ustaosmanoğlu’na bir ziyaret gerçekleştirmiş, güzel kulun duasını almıştı.
Evrensel gazetesi seçime dair hiçbir haber
yapmazken, küçücük bir köşeye bu ziyareti taşımış “Seçim öncesi ilginç ziyaret”
Uluğ Bayındır // [email protected]
diyerek. Yahu, böyle
haberlerle Erdoğan’ı
bu milletin daha fazla
seveceğini anlayamayacaklar bir türlü.
Zaman’ın ilginç
Polislere
Yeni Şafak’ın “Hoş
geldin Yeni Türkiye”
manşetinin yanına
ise Milat’ın “Eski
Türkiye’ye El-Fâtiha”
manşeti kardeşlik etmiş, ki güzel de olmuş.
Akit ise bunlara ilave
olarak bir “Ya Allah,
Bismillah!” nidâsı
çekmiş. Yeni Asya
“Seçmen ikinci tura
bırakmadı” derken,
Dünya ise “Halk ‘Erdoğan’ dedi” kaydını düşmüş ve Milli Gazete de
“Erdoğan Çankaya’da”
manşetini kullanmış.
Z
operasyonu
Ortadoğu, “Tatilden Erdoğan çıktı”
ifadesiyle Bahçeli’nin
gece azarına paralel
çekmiş. Yeniçağ’ın
kullandığı “Can havliyle Köşk’e sığındı”
manşetiyse insana
tebessüm ettiriyor(!).
Yurt gazetesi “Erdoğan
Çankaya’da” dediği birinci sayfasında “Çatı”
düşüncesine eleştirini
yoğunlaştırırken, Çatı
müttefiki Baş’ın Yeni
Mesaj’ı ise “7 milyon
sandığa gitmedi” başlığını kullanmış.
Sözcü, bilindik
edepsiz üslubuyla
“Saksı bir başbakan
aranıyor” derken aynı
edepsizliği Aydınlık
da kullanmış: “Seni
oradan indireceğiz!”
Ve Taraf, Bugün,
Zaman… Taraf’ın
doğrudan genel seçimlerde kullanılacak
stratejiyi işaret ettiği
birinci sayfa haberlerine kullandığı sürmanşet, “Köşk’e yeter,
başkanlığa yetmez”
şeklinde olmuş.
Bugün’ün sürmanşetinde “Erdoğan köşk’e
çıktı”, manşetinde de
“Taban, Çatı’ya destek
vermedi” ibaresi yer
almış. Zaman gazetesi
ise “12. Cumhurbaşkanı Erdoğan” manşetini
atmış.
mantığı
AMAN gazetesinin 11 Ağustos 2014 gününe ait
manşeti “12. Cumhurbaşkanı Erdoğan” şeklindeydi. Ancak gazetenin birinci sayfasında, geometrisi paralelleşen mantık yüzünden basit bir
doğru çizgisi göremez olduk. Zira iki bölümün ancak birer
temenniye habersel nitelik kazandırmak uğruna basıldığı çokça aşikâr idi.
>>Bu bölümlerden
ilki, seçim hazırlıklarında Ekmeleddin
İhsanoğlu’na destek
vermek için birtakım
basit toplantılarla
halka hitap eden MHP
Genel Başkanı Devlet
Bahçeli’nin sarf ettiği
10 Ağustos gecesi
azarının bir bölümüne ilişkindi. Bahçeli,
bu konuşmasında
“Erdoğan’ın başkanlık
hayalleri suya düştü” diyordu. “İyi de
zaten başkan olmadı
mı?” diye sormamak
lazım, zira bu başkanlık, başkanlık sistemindeki başkanlığa
işaret ediyor. Ancak
Bahçeli’nin bütün
seçim öncesi “Erdoğan cumhurbaşkanı
olmayacak” kehanetinin tutmadığını
belirterek, “Seçimden
önce Başbakanlık’tan
istifa etseydi milletin
sevgisini kazanırdı”
beyanını da hatırlatmak isteriz. Öyle ya,
yüzde 52’lik sevgiyi
Erdoğan’a yakıştıramayan Bahçeli, bir de
istifa etseydi yüzde
90’la, hatta 100 ile
seçileceğini ifade
etmişti aslında, ama
Erdoğan söz dinlemedi(!).
Zaman’ın birinci
sayfasındaki bir diğer
dikkat çekici mantıksızlık bölümü ise
Soma ile ilgili. “Soma
tekmeyi unutmadı”
şeklinde verilen haberin altını okuduğunuzda gülüyorsunuz
maalesef. Soma’daki
facia bütün ülkeyi
sarsmıştı, ki unutmak
imkânsız; ancak gazetenin, düşüncesizce
gerçekleştirilen bir
hareketi Erdoğan’a
hâlâ fatura etmeye
çalışması ahlaksızlık.
Soma’da İhsanoğlu’na
çıkan oy oranını
gösteren gazete, yüzde 50,15 ile o tekmeye
cevap verildiğini
yazmış. Erdoğan’a bu
cezanın nasıl kesildiğini de şöyle aktarmış: Soma Belediye
Başkanlığı’nı yüzde
43 ile AK Parti kazanırken, Cumhurbaşkanlığı seçiminde o
AK Parti’nin Erdoğan’ı
mağlup oldu. Peki,
Erdoğan’a Soma’da
çıkan oy oranı nedir?
Yüzde 47… Soma’daki
yerel seçimde alınan
AK Parti oyu yüzde
43’ken Erdoğan 47
alıyorsa Soma tekmeye ceza mı kesti
demek oluyor şimdi?
İhsanoğlu’nu 14 parti
destekledi insafsızlar,
siz neyin peşindesiniz? Gerçi neyin
peşinde olduğunuz
gayet iyi biliyoruz
ama yedirtmeyeceğimizi siz bilin!..
sahur
P
ARALEL yapıyla mücadele kapsamında birtakım açık faaliyetlerin gerçekleştirildiğini, Erdoğan’ın deyişiyle
“inlerine girileceğini” takip ediyoruz. Ancak bunlar uygulamaya koyulurken medyanın nasıl bir
algı operasyonu yürüttüğünün farkına varmamız
lazım.
>>AK Partili aklıselim yetkililer, paralel yapıyla mücadelenin ancak hukuk yoluyla
gerçekleşeceğini bildiriyorlar.
Bu anlamda en büyük görev
de yargıya düşüyor. Yani paralel yapının eylemlerini devletin karşısında yürütülen
suçlar olarak değerlendiren
savcı ve hâkimlerin yapacakları soruşturma ve alacakları
kararlar bütün sürecin nasıl
işleyeceğini bize doğrudan
gösterecek.
Bu noktada öncelikle 22
ilde eş zamanlı başlatılan
operasyonların Ramazan’da
başladığı malumken ve bu
tür operasyonların hep şafak
vakti öncesi gerçekleştirildiğini biliyorken “sahur yapan”
polislerin evlerinden alındıklarını ve hatta hanelerinin
arandığını işleyen medyanın
iyi niyet taşımadığı yönünde
şüpheli düşünceler taşımamak zor geliyor bize. Hele
özellikle paralel yapıya doğrudan bağlı medyanın, savcının “dinlemeleri gerekçe göstererek” operasyon yaptırdığını ve talimatı Başbakan’dan
aldığını iddia eden birtakım
insanların ifadelerini yayınlaması meselenin halkta nasıl
etkiler uyandırmak istenildiğini gösteriyor.
Medya, algı operasyonlarının doğrudan araçları olarak
görev yapmaya devam ediyor, gözümüzü açık tutmak
zorundayız.
ağustos 2014
27
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
Ekrem Dumanlı:
“Ey zalim!”
28
21
TEMMUZ 2014 tarihli Zaman gazetesinde
yazdığı yazıyla zalim saydığına yardım etme
girişiminde bulunan Ekrem Dumanlı’nın yazısını önce dokunmadan verelim, ardından da
tahlile geçelim. Zira bu yazının bir de ikincisi olarak mazluma
hitaben “Ey mazlum!” başlıklı bir hitap kaleme aldı “zaman”ın
en “traj”ik GYY’si…
Sİ
İ
EC
IN
M
NA
AY
>> “Bu yazıyı sana yardım
etmek için yazıyorum. Zalime yardım? Evet! Çünkü bir
gün buyurdu ki Hazreti Muhammed (s.a.s.), ‘Zalim de
olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et’. Arkadaşları
sordu: ‘Ey Allah’ın Resûlü!
Kardeşim mazlumsa ona
yardım ederim. Ama zalimse nasıl yardım edebilirim
ki?’ Ve muhteşem cevap:
‘Onu zulümden alıkoyar,
ona mâni olursun ki bu da
ona yardım etmektir.’ İşte
ağustos 2014
ey zalim kardeşim!..
Hassaten ‘zalim kardeş’e
sesleniyorum, zira dıştaki
zalim nasıl olsa bir gün hak
ile yeksan olacak; ancak içerideki zulmün daha kalıcı
ve derin yara açmasından
korkulur.
Senin zulmünü söylemek, seni o zulümden alıkoymak ve zulmüne engel
olmak için, sana bu mütevazı nameyi yazıyorum. Lütfen darılma, söylenen söz-
lerin keskinliğine bakma;
‘Koynunda akrep var’ diyen
bir kardeşinin seni ateşten
sakındırmak için çırpınıp
durduğunu farz et. Ve inan
ki zulüm en çok zalimi yer
bitirir...
Hem sanma ki ‘Ey zalim!’
hitabının muhatabı tek
bir kişidir. Asla! Zulüm bir
zihniyet bozulması, ruh
kaymasıdır ki her nefis
onunla çetin bir sınava tâbi
tutulur. İşte bu nedenle ‘Ey
zalim!’ sözünün muhatabı
bir şahsa indirgenemez; zira
zalim nefis, renkten renge
girer, tebdil-i kıyafet eder,
makamdan makama geçer.
Zalim, çoğu kez zalim olduğunu bile fark edemez.
Zulmün boyutları da
farklıdır. Kimi bir kişinin
hakkını yiyerek zalim olur,
kimi binlerce, milyonlarca
insanın hakkına tecavüz
ederek. Daha da ötesi, kul
hakkının bütün sınırları
yerle bir edilir ve bazen
Allah’ın hakkına riayet edilmediği olur. Bazı zulümlerin
affı (mazlumların erdemi
ve affediciliği nedeniyle) bu
fani dünyada mümkün olsa
ve helalleşme kapıları kıyamete kadar açık tutulsa bile,
o mukaddes emanete karşı
yapılan zulmü affetmeye
hiçbir fani me’zun değildir.
Ey zalim! Tarih şahittir ki
her zalim, kendi uydurduğu
ve herkesi inanmaya mecbur hale getirdiği yalanlar
üzerinden eziyet eder
insanlara. Masum kitlelerin
her türlü zulme müstahak
olduğunu vehmeder. Zalimin cinneti bulaşıcıdır o
yüzden. Kendisi gibi düşünmeyen herkese baskı
kurduğu için, zulüm umumi
bir cinnete dönüşür. Kimi
korkusundan, kimi bir
menfaat uğruna pençesine
düştüğü zulme ortak olur.
Ne var ki zulüm kalıcı değildir, mazlumun ahı bir gün
yeri göğü inletir.
Zalim olmaktan sakınmanın ilk basamağı, peygamberlerin açtığı muhasebe ve murakabe yoluna
başvurmak ve gözyaşları
içinde Rabbe karşı ‘Ben
nefsime zulmettim!’ diyerek
yakarmaktan geçer. Âdem
Peygamber öyle yalvardı
Allah’a, ta ki evlatları da
öyle yakarsın. Yunus Peygamber de öyle dedi, Musa
Peygamber de... Neden?
Çünkü ‘Ben nefsime zulmettim!’ diyen, başkasına
zulmedemez. Kendini kusursuz gören ve her yaptığı
fiilin doğru olduğuna inanan her nefis, Firavun olma
yoluna girmiş demektir.
Sahte tevazu kibri örtemez,
alçak gönüllülük gösterileri
zulmü gizleyemez. Zira
Uluğ Bayındır
kimin zalim olduğunu,
gücü elinde tutan bilemez;
onu mazlumun iniltisinde
aramak lazımdır.
Zulüm bir süreçtir; kendi
özünden kopma, başkalaşma, haddi aşma süreci.
İnsanoğlu önce kendi nefsini unutur, sonra Yaratan’ı.
Nefsini unutan, özündeki
acziyeti, kul olma erdemini
bir kenara iter. Kendi aslî
sınırını ve irade çemberini
tevehhümle başka bir alana taşıyan ve böylece haddini aşan insan, zulmün
karanlıklarında yürümeye
başlamıştır artık. Zulmün
varacağı son noktayı Lokman Aleyhisselam oğluna
nasihat ederken şöyle
işaretliyor: ‘Yavrucuğum!
Allah’a ortak koşma. Çünkü
Allah’a ortak koşmak (şirk),
elbette büyük bir zulümdür.’
Zulüm adım adım ilerler
ve insan ruhunu esir alır.
‘Ene’ sırrı çözülemediği ve
nefis terbiye edilemediği
zaman insan, önce kendini
beğenir, sonra kendine hayran olur, daha sonra kendine tapınmaya başlar. Kendi
sınırlarını yerle bir ettiği
için kul hakkını da tanımaz,
Allah hakkını da. Çünkü
artık her şeyin merkezine
ego oturmuştur. İyiler
ve kötüler firavunlaşmış
egoya göre dizayn edilince
bütün mükâfat ve mücazat
sistemi de o enaniyet üzerine inşa edilir. Kendini beğenen başkasını beğenemez,
kendini seven başkasını
sevemez. Seviyor gibi görünse de zalimin tek kriteri
vardır: Kendisine duyulan
muhabbet… Melek gibi
biri karşısına çıkıp itiraz
etse, ona ‘Şeytan!’ der ve
şeytanlaştırmak için akla
hayale gelmedik iftiralarda
bulunur. Bir gün şeytan
kapısını çalıp ona övgüler
dizse, o iblisi de melek gibi
tasvir eder, bağrına basar,
işbirliği yapar.
Ey zalim! Bilmelisin ki
ferde zulmeden, sadece bir
kişinin hakkına tecavüz
etmiş olur ve onunla helalleşmedikçe iflah olmaz,
kurtuluşa eremez. Ya koskoca bir kitlenin hukukuna
tecavüz edenler? Ya mil-
yonlarca insan hakkında
her Allah’ın günü yalan
söyleyen, gıybet eden,
iftirada bulunanlar? Şayet
sen de zulme uğradığını,
sana yanlış yapıldığını düşünüyorsan, bilmelisin ki
zulme zulümle mukabele
edilmez. Hem üstelik sana
zulmettiğini düşündüğün
kişilere duyduğun öfke ile
suçu günahı olmayan kitlelere saldıramazsın. Kur’an,
“Bir kimsenin günahından
dolayı başkası kınanamaz”
diyor. Mer’î hukuk da, şer’î
hukuk da suçun şahsîliği
prensibini gürül gürül ifade
ediyor. Suç şahsî ise ve
onunla hukuk içinde hesaplaşmak esassa, başkalarına gadretmek korkunç bir
vebal değil mi?
Ey zalim! Zulümlerin
en kabası, en acımasızı,
devlet imkânlarının tepe
tepe kullanılması ile ortaya
çıkar. Oysa devlet, milletin
himmeti ile ayakta durur
ve asla millete karşı şiddet
unsuru olarak kullanılamaz. Ne var ki bütün ceberut zalimler, devleti kendi
babalarının malı sanarak
ve insandan daha üstün
görerek bireyi ezip geçmeyi dener. Güvenlik güçlerini
kendi şahsî intikam duygusu için kullanan, yargıyı
adaletsiz karar vermesi için
zorlayan, maliyeyi keyfî
denetimine araç haline
getiren -kim olursa olsun
ve ne maksatla yaparsa
yapsın- zulmetmiş olur.
İnsanları haksız yere derdest edebilir, onları adaletsiz bir biçimde zindanlara
atabilir, kamuoyunda kara
propagandaya neden olacak şekilde kitleleri karalayabilirsin. Ama unutma ki
zalimler asla kazanamaz.
Zalim zafer naraları atarken ve mazlumun ahı
göklere yükselirken, kader,
ağlarını örmektedir çünkü.
Kitle psikolojisine muvakkaten esir düşen maşeri
vicdan, mutlaka bir gün
uyanır ve zalimlerin maskesi düşüverir.
Ey zalim! Yol yakınken
dön. Hangi makamı işgal
ediyor ve hangi kin ile
meşbu bulunuyorsan gel,
o zulüm yolundan gerisin
geriye dön. Her bir insan
Allah’ın halifesi ve imanlı
her bir kalp Kâbe hürmetinde olduğuna göre ‘adalet
ve doğruluktan ayrılma’.
İnat edip zulme devam
edersen, kelamını ve kalemini zulüm yolunda heba
edersen -ki öyle olmaz
inşallah- kendine de, sana
ümit bağlayana da yazık etmiş olursun. Zira o mev’ud
günde ne gazeteciliğin
önemi kalır, ne siyasetçiliğin; ne bürokratlık işe yarar,
ne tüccarlık. Ve hiçbir
zulüm, zalimin yanına kâr
kalmaz...”
Medyacılara değil, medyaya
tasfiye lazım
C
UMHURBAŞKANLIĞI seçiminin ardına denk
düşen süreçte birtakım
gazete yöneticileriyle
muhabirler, bulundukları yayın
organlarındaki görevlerinden ya
alındılar ya da istifa ettiler.
Şimdi tahlile geçelim…
Paralel yapı, milletin
Recep Tayyip Erdoğan
sevgisini sonuna kadar
hissediyor ve iliklerinde
her an ona duyulan bu sevginin başlarına ne menem
belalar açacağından emin
yaşıyor. Yazının başından
sonuna tir tir titreyen
gırtlağın keskin zırıltısını
Erdoğan’a “Kardeşim!” diye
diye hitap edilirken duymamak mümkün mü?
Paralel yapı her anını,
“Şimdi ‘Erdoğan’ı birileri
yönlendiriyor, yoksa o iyi
biri’ demezsem, millet beni
daha fena linç eder, bana
hiçbir açık kapı bırakmaz,
beni hiç dinlemez. En iyisi
mi ben, ona yine iyi niyetle
yaklaşır görüneyim de
sonra yine yapacağımı yapayım” düşüncesiyle geçiriyor. İşte bu yüzden ben de
“Ey millet!” diye başlayarak,
“Bütün bu yazısıyla baştan
sonra zalimi dosdoğru ifadelerle anlatırken bir türlü
Erdoğan’a güya ilişmekten
imtina ederken ‘Firavun’
demekten kaçınmayan bu
zalimlere itimat etme”.
İşte bu koca yazıya bu
kadar kısa tahlil yeter…
Ancak bir yer var ki dediğini istediğin gibi yorumla:
“Şayet sen de zulme uğradığını, sana yanlış yapıldığını
düşünüyorsan, bilmelisin
ki zulme zulümle mukabele edilmez. Hem üstelik
sana zulmettiğini düşündüğün kişilere duyduğun öfke
ile suçu günahı olmayan
kitlelere saldıramazsın…”
Hani ben “Öyle mi efendi?!”
deyip bırakayım, siz ardını
kendinize göre getirirsiniz…
>>Hürriyet Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Enis
Berberoğlu’nun
istifasıyla başlayan
bu sürecin ikinci
ismi Yılmaz Özdil
oldu. Özdil, yazısı
sansüre uğradığı
için Hürriyet’ten
istifa etti. Gazete,
söz konusu yazının
gazetecilik ilkelerine uymadığı için
yayınlanmadığını
belirtti. MİT tırlarının durduruluşunu
haber yapan Fatih
Yağmur ise işten
çıkarılırken, Haber
Türk TV’den de üç
editör ayrıldı.
Şimdi, bu ayrılıkların haberini
birinci sayfalarına
taşıyan medyanın
kim olduğunu merak ediyorsunuzdur, cevap verelim:
Zaman, Bugün ve
Taraf...
Seçim süreci
boyunca Aydın
Doğan’ı güya hedef
koltuğuna oturtarak Erdoğan ile
Doğan isimlerini
yan yana getirmekte çokça çabalayan
paralel medyanın
konuştuklarına
bakınca açıkçası
Hürriyet’in konumunu değerlendirmek için birkaç
ihtimali de yorumlamak gerektiğini
düşünüyorum. Zira
gazetenin ilkeleri
gereği bir yazıyı
yayınlamaması,
açıkçası ahlak
gerekçe gösterildiği
için çok normal
görünüyorken, şimdiye kadarki Özdil
yazılarının neden
yayınlandığını
düşünmekse pis
kokular aldırıyor
burnumuza.
Ancak Doğan
ile Erdoğan’ı yan
yana getirmeye
çalışan paralellerin
unuttukları şey,
sanırım çok kıymet
verdikleri Radikal
Gazetesi Genel
Yayın Yönetmeni
Eyüp Can Sağlık’ın
Doğan için ne anlam ifade ettiğidir.
Eğer bir gazeteci
“işten çıkarılmışsa”,
bu olayda hangi
çakma mizansenin
oynandığına da
ayrıca dikkati celbetmek gerekir.
Hâsılı, medyacıların değil, asıl bu
medyanın tasfiyesi
şarttır.
ağustos 2014
29
haberajanda
Analiz
BAŞARISIZLIKLARINI
Devlet Bahçeli
Bir partiye, ideolojiye, dinî inanca ve
bir mezhebe bağlılık, bu başarısız
insanlar için gerek
ve yeter şartlardan
biridir ve başka bir
özellik aramaya hiç
gerek de yoktur.
Böyle insanlar, küçük topluluklarından hiçbir zorlama
gelmediği için, kendilerini geliştirme
gibi bir sorumluluk
bilincine de gerek
duymazlar. Bunlar,
o küçük topluluklarındaki entelektüel acizliği, kaliteli
insan eksikliğini ve
boş vermişliği çok
iyi kullanırlar.
Fetullah Gülen
B
AŞLIĞI yanlış okumadınız. Başarısızlıklarını
kendi topluluklarının siyasal, sosyal, kültürel
ve dinî hayatı üzerinde dayatan bazı insanlar vardır. Bunlar, hayatlarında hiçbir başarı
kazanamamış, fakat toplumun belirli kesimlerini neredeyse başarısızlıkları ile esir almış
insanlardır. Bu duruma en uygun düşen misalleri Atatürkçü Düşünce Derneği gibi ideolojik derneklerde, bazı sendika ve siyasî partilerde görmek mümkündür.
>> Adam bir sendikayı ve
siyasî partiyi ele geçiriyor, hiçbir
başarı ve ilerleme sağlamadan
bu başarısızlığını en az 15-20
yıl o topluluğa dayatabiliyor…
Genellikle bu başarısız insanlar, ideolojik ve siyasî çıkmazlara
girmiş, değişen dünya şartlarına
uyum göstermede entelektüel
yetersizlikler yaşayan topluluklarda görülüyor. Sözüm ona,
kendilerinin “lider” olarak tanımlanmasından hoşlanıyorlar
ama bir liderde bulunması gereken vizyondan (geniş görüşlülük) ve insanî yaratıcılık özelliklerinden tamamen yoksunlar.
Dünyadaki değişim ve dönüşüm karşısında şok yaşayan ve
aciz kalmış küçük topluluklar,
işte bu tür başarısız liderlerin (!)
esiri haline geliyorlar. Atatürkçü
Düşünce Derneği, CHP, MHP,
BBP ve İşçi Partisi’nin içine
düştükleri durum da tamamen budur. Örnek olarak verilen dernek ve partilerin genel
30
ağustos 2014
Mustafa Destici
başkanlarına bir baktığınızda,
kendi küçük topluluklarındaki
ideolojik ve siyasal aidiyetin arkasına sığınan başarısız insanlar
çıkar karşınıza.
Bir partiye, ideolojiye, dinî
inanca ve bir mezhebe bağlılık,
bu başarısız insanlar için gerek
ve yeter şartlardan biridir ve başka bir özellik aramaya hiç gerek
de yoktur. Böyle insanlar, küçük
topluluklarından hiçbir zorlama gelmediği için, kendilerini
geliştirme gibi bir sorumluluk
bilincine de gerek duymazlar.
Bunlar, o küçük topluluklarındaki entelektüel acizliği, kaliteli
insan eksikliğini ve boş vermişliği çok iyi kullanırlar.
Başarısızlıklarını kendi küçük
topluluklarına dayatan bu insanlar, sırf bu iş için yaratıldıklarını düşünürler, ki hiç geriye
çekilmek ve toplumun önünü
açmak gibi bir dertleri de yoktur. Darwinizmin vahşi hayat
için öngördüğü “doğal seçilim”
yöntemiyle lider çıkarmak her
zaman mümkün olmadığı için,
toplum da “Lânet olsun!..” der
ve kafa konforunu bozmadan
işi kendi haline bırakır. Böylece “başarısız” insanlar için gün
doğmuş olur.
Eski iki rol model (!)
Şimdi dar çerçeveden çıkıp,
bir de Türkiye’nin 1965-2000
yılları arasındaki siyasetine göz
atalım.
Toplum, yaklaşık 35-40 yıl,
Demirel ve Ecevit gibi iki başarısız siyasî figüre mahkûm
olmuştu. Küresel ölçekte başarısızdılar, vizyonları yoktu ve
küçük işlerin adamlarıydılar.
Ellerindeki iş makinelerini
bile yerli yerinde kullandırıp
Türkiye’nin temel altyapısına
önemli bir katkı sağlayamadılar
(belki birkaç baraj bunun dışında tutulabilir).
Ecevit’e göre “laiklik”, Türkiye’nin en önemli sorunuydu ve
bunun en büyük düşmanı ise
başörtülü kızlar ve kadınlardı. Demirel de 28 Şubat 1997
“post-modern darbe” günlerinde “Başörtülüler Arabistan’a
gitsinler” diyerek Ecevit’i sollamayı başarmıştı. Bu siyasî figürlerin tespit edip de gündeme
getirdiği hiçbir sorun, ülkenin
Prof. Dr. Turan Güven
[email protected]
DAYATAN LİDERLER!
Kemal Kılıçdaroğlu
temel sorunlarından değildi ve hatta yapay
sorun yaratarak toplumu, dünyadaki değişim ve dönüşüm süreçlerinin dışında tutmayı, toplumda bir idrak gecikmesi yaratmayı
başardılar.
Bu siyasî figürler, toplumun elini kolunu
bağlayan “sivil ve askerî vesayet” sistemini
bertaraf edecek siyasî liderliği gösteremediler, ancak başarısızlıklarını topluma dayattılar da dayattılar.
Başarısızlıklarını kendi toplumuna dayatan bugünün siyasî figürleri ise AK Parti
hükümetlerini başarısızlıkla itham ediyorlar. Hiç kimse tasalanmasın, ne zaman AK
Parti hükümeti başarısızlığını toplumun
ana gövdesine dayatmaya kalkışırsa, işte o
zaman bu toplum, yeni bir lider ve daha iyi
bir alternatif ortaya çıkaracak durumda koruduğu potansiyelini devreye sokacaktır.
Halk, “siyasî izafiyet
teorisini” kullanarak karar
veriyor
Türk siyaset tarihinde “devrim” niteliği
taşıyan bir Cumhurbaşkanlığı seçiminin
ardından, siyasetin yeniden şekillendiği bu
kritik günlerde böyle bir başlıkla yazı yazmak, okunmamak anlamına gelebilir. Ama
bu, bana göre erken verilmiş bir karardır.
Halkımız, izafiyet teorisini bilmese de,
siyasî öngörüsü ve hisleriyle bunu hayatına
en iyi şekilde uygulayan bir halktır. Eğer bir
benzetme ile devam edersek, halk, “siyasî
izafiyet teorisini” çok iyi biliyor. Halk, insan
yapısı sistemleri değerlendirirken hiçbir zaman mutlak anlamda iyi ve mutlak anlamda
Doğu Perinçek
mükemmellik aramıyor; konuyu izafî olarak
ele alıyor ve kararını öyle veriyor. Durum ne
kadar da karmaşık görünüyor, değil mi?
Biz fenciler, herkes için çok karmaşık
görünen bazı olayları, herkesin anlayacağı
bir formata sokmakta mahirizdir. Tabiî bu
durum, bilimde yüzeysel kalmayan ve atını
bilimin sunduğu geniş arazide özgürce sürebilenlerin başarabileceği bir iştir. Einstein’e
atfedilen söz şöyledir: “Eğer en karmaşık
bilimsel bir konuyu baba ve annenize anlatamıyorsanız, o zaman konuyu siz de anlammışsınız demektir.”
Gerçekten de üniversiteden çok iyi bildiğim bir şey var ki o da “ancak öğrenmiş
olanların bir şeyler öğrettiğidir”.
Peki, bu yazdıklarımla başlık arasında ne
tür bir ilişki var?
Temel bilim, genellikle evrendeki ve doğadaki olayları anlamak ve onlar arasındaki
ilişkilerden herkesin anlayabileceği bilgi formunu ve teorileri üretmektir. Daha 20’nci
yüzyılın başlarında “İzafiyet Teorisi”, evrende her şeyin hareketli olduğunu, bu hareketi
anlayabilmemiz için kendi konumumuzun
bir başka konumdaki cismin durumu ile anlaşılabileceğini ortaya koydu.
Bulutsuz bir havada uçarken, uçağın penceresinden gökyüzüne baktığınızda hiç hareket etmiyormuş gibi bir hisse kapılırsınız.
Oysa uçak, saatte en az 700-800 kilometre
gibi büyük bir hızla hareket etmektedir. Ne
zaman ki uçağınız bulut kümeleri yakınından geçerse, işte o zaman büyük bir hızla hareket ettiğinizi anlarsınız. Kısaca ifade edersek, “İzafiyet Teorisi” hareketli bir şeyi başka
Aydın Doğan
bir hareketli şeyle anlamaya çalışmaktır.
Şimdi bunu halkımızın siyasî değerlendirmelerde nasıl kullandığına bir bakalım.
Yaklaşık 12 yıldır iktidarda olan AK Parti hükümetlerine halkımız neden bu kadar
uzun bir kredi verdi? Çok basit ve pratik bir
cevap: Önceki iktidarlarla bir karşılaştırma
yaparak… Bunu yaparken de hiç olağanüstü
bir beklentiye girdiğini sanmıyorum. Ancak
bu hükümetin de önceki hükümetlerden
izafî olarak farklar yarattığını unutmamak
lazım.
Halk, bütün yönleriyle mükemmel bir
hükümetten ziyade, bu hükümetin öncekilere göre nasıl bir izafî fark yarattığına
baktı. Zihninde sorguladığı şey, öncekilerle
bugünkülerin durumuydu. Yani bu işlem,
izafiyet teorisinin siyasal hayata tam bir uygulamasıydı.
Eminim ki hiç kimsenin, AK Parti hükümetlerinden idealize edilmiş bir beklentisi
yoktu. Düşünün bir kere, çift yolları yapan
makineler bu ülkeye uzaydan gelmemişti;
daha önce makine parkında atıl durumda
bağlanmış bekletiliyorlardı sadece. Şimdi ne
olmuştu da bir anda çalışmaya ve yol yapmaya başlamışlardı?
Halkın iradesini darbeci askerlerin bir
gece yarısı telefonuna satan siyasetçilerle
bugünküleri de izafî olarak mukayese eden
Türk halkı krediyi uzattı. İşte izafiyet teorisi,
sadece temel bilimlerde değil, sosyo-politik
olayları anlamada da önemli bir teoridir.
“Siyasî izafiyet teorisi”, halkımızın iktidarları değerlendirmede daha uzun süre kullanacağı bir teori olacaktır.
ağustos 2014
31
haberajanda
Siyaset
Taleplerini sandık üzerinden şekillendirmekte kararlı
olan Anadolu, illegaliteyi reddederek yeraltından beslenmeyi elinin tersiyle itmiştir.
Cumhuriyet’in bu safhaya kadarki en önemli kazanımı da
budur, yani demokratikleşmedir. Halk bu fırsatları her zaman pozitif şekilde değerlendirmiş ve Ankara’ya rağmen
ülkesine istikamet çizmiştir.
***
Halkımız “bizim” diyerek
bağrına bastığı siyasi hareketi ve liderini, 12 yıllık iktidarından sonra Çankaya’ya taşıdı. Halk böylece sistemle olan
mücadelesinde önemli bir
adım attı ve Yeni Türkiye’nin
müesseseleşmesinin önünü
açtı. Artık Çankaya’da sistemik biri değil, milletin adamı
var. Halk Çankaya’ya el koydu. 12 yıl önce nasıl sandık
üzerinden yürütmeye el koyduysa, bu kez de –yine sandık
üzerinden- devletin en tepesine el koydu ve “Artık burada
da biz varız!” dedi.
***
Ancak şu an bir akıl, CHP’den Kılıçdaroğlu ile MHP’den
Devlet Bahçeli’nin gitmesi gerektiğini yüksek sesle söylemektedir. Bunun manası şudur: “Pensilvanya’nın dizinin
dibine oturup 10 Ağustos seçimlerinde biat edenler, biat
ettikleri tarafından tasfiye
edilmek istenmektedir…”
***
İşte bu sözün mukabili dolayısıyla, CHP ve MHP’de önde
yürüyen kadroların tasfiyesi dillendirilmektedir. Umarız yeni süreçte muhalefet
partileri halkın taleplerini ve
beklentilerini bazı odakların
taleplerinden üstün tutarlar. Muhalefet Türkiye’ye zaman kaybettiriyor, hem de
Türkiye’yi anlamayarak…
32
ağustos 2014
Millet Çanka
C
UMHURİYET sonrası Anadolu’ya sıkıştırılmış millet,
Ankara’da inşa edilmiş sistemle olan çatışmasını sürekli şekilde sürdürdü. Çünkü
Ankara’da özellikle 1924 sonrası şekillenen
kurucu akıl, Anadolu’daki tarihî bir dönemi, yani 1071 sonrasını unutturarak söz konusu sistemi yapılandırmak istedi ve başardı da…
Bu yapılandırma süreciyle beraber siyasî,
sosyal, iktisadî ve kültürel akıl da yeniden
kodlandı. Bir anlamda, iddialı bir şekilde bir
tarih yok sayıldı. Bu noktada Anadolu’daki
varlığımızın Sümerleri referans göstererek
formatlanması, konu itibariyle bir başlangıç
sayılabilir. Bu formatlama işlemi ile; Selçuklu ve Osmanlı süreciyle sağlanan, İslam ile
Türk birlikteliğinin kopartılması amaçlandı.
Bu amaçla halkın hafızasına ipotek konarak,
yukarıda belirtmiş olduğumuz Anadolu’ya
sıkışma hadisesine sebebiyet verildi.
Metin Külünk*
[email protected]
ya’yı sahiplendi
Ankara, modernizmin sosyal boyutlarıyla
şekillendirilirken, halksa toprağa mahkûm
edilerek başkentten uzak tutulmak istendi.
İşte bu çatışma, Cumhuriyet tarihimizin de
aslında önemli bir hikâyesiydi.
Çok partili siyasal yaşamın başlamasıyla birlikte halk çok önemli bir etki üzerinde
durdu: Artık bütün talepler “sandık” üzerinden biçimlendirilmeye başlanıyordu.
İşte söz konusu bu çerçeve, Anadolu insa-
nının nasıl bir ferasete sahip olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir. Zira taleplerini sandık üzerinden şekillendirmekte
kararlı olan Anadolu, illegaliteyi reddederek yeraltından beslenmeyi elinin tersiyle
itmiştir. Cumhuriyet’in bu safhaya kadarki
en önemli kazanımı da budur, yani demokratikleşmedir. Halk bu fırsatları her zaman
pozitif şekilde değerlendirmiş ve Ankara’ya
rağmen ülkesine böylece istikamet çizmiştir.
Anadolu yeraltına inmeyi
reddetmiştir
Ankara, bir anlamda Sosyal Darwinist
akıl da diyebileceğimiz modernist yaklaşımlarla bir Türkiye kurgulamıştı. Sanayi ve tarım arasında sıkışmış Türkiye’de bu Ankara
egemen olunca, kitle iletişim araçlarına da
sahip olamayan Anadolu ancak sandıkla bir
yön tayin edebilirdi. Ancak bu bağlamdaki dezavantaj ise, siyasetçi sınıfının da “Ankaralı” oluşuydu. Sırf bu yüzden söz konusu
kavga yıllarca sürdü.
Bu kavgaya “devlet-millet kavgası” demek yerine “sistem-millet kavgası” demek
daha doğru olur. Zira milletin kendisi zaten
devletti. Ancak bu devleti kontrol altında
tutan sistemle milletin bir çatışması mevcuttu. Milletin kendisi zaten devletti, çünkü bariz bir devlet hafızası vardı. Bu hafıza Selçuklu’yu, Osmanlı’yı, hatta daha eski
dönemlerdeki büyük devlet yapılanmalarını sürekli bünyesinde taşıyordu ve bu sebeple çok güçlüydü. Bu hafızanın varlığı sayesinde milletin bir basireti, feraseti, marifeti
vardı. Millet, devleti kendisiyle özneleştirdiği için yeraltına inmeyi reddetti ve Ankara
ile temasını sandık yoluyla kurdu.
İşte bizi Ortadoğu’dan ayıran temel fark da budur! Burada ortaya çıkan iki nitelik
vardır: Biri demokrasi tecrübesi, diğeri de “bir olma kültürü”…
Halkın dillendirmiş olduğu “bizden biri” vurgusu, bütün siyasal düzlem içerisinde odaklanılacak en önemli vurgudur. “Bizden biri” demek, halkın Cumhurbaşkanı’nı “Bizim Tayyip” diyerek bağrına basmasıdır. Zaten kazanç da “Bizim Yunus” dedirtmekte değil midir? “Bizden biri” demek, “Tayyip Ağabey”, “Tayyip Kardeş”, “Tayyip
Amca”, “Bizim şehrin adamı”, “Bizim köyün delikanlısı” demek değil midir?
Demokrat Parti, Menderes, arada ehven-i
şer bir Adalet Partisi, MSP, merhum
Türkeş’li MHP, Özal, yine arada ta Ahrar
Partisi’nden –Serbest Fırka- bu yana kapatılan partiler, hatta Birinci ve İkinci Meclis
farklılaşmalarından itibaren belirtmiş olduğumuz kavga devam etti. Bu kavga bir tür
Türkiye dengesi de oluşturdu. Belki hayırlı
olarak dahi nitelenebilir şu durumda. Ancak
bütün bu kavgalar, AK Parti iktidarı üzerinden Anadolu’nun Ankara’da iktidar oluşuna dönüştü. Yani millet, devletleşti ve dolayısıyla sistem yenilgiye uğradı.
ağustos 2014
33
haberajanda
Siyaset
Milletin sistemle olan çatışmasının en son tezahürü ise geçirmiş olduğumuz Köşk seçimi, başka bir ifadeyle
“Çankaya”dır. Manzarada görünen, aslında bir Cumhurbaşkanlığı seçim sonucu değil, Türkiye’de yükselen Anadolu
ferasetinin ülkeye yön vermesidir. Bu neticenin müesseseleşmiş adresi de Çankaya’dır.
İstiklâl mücadelesinin son
cephesi “Çankaya”
Milletin sistemle olan çatışmasının en son
tezahürü ise geçirmiş olduğumuz Köşk seçimi, başka bir ifadeyle “Çankaya”dır. Manzarada görünen, aslında bir Cumhurbaşkanlığı seçim sonucu değil, Türkiye’de yükselen
Anadolu ferasetinin ülkeye yön vermesidir. Bu neticenin müesseseleşmiş adresi de
Çankaya’dır.
Halk, Recep Tayyip Erdoğan’ı “Cumhurbaşkanı” sıfatıyla seçerek şunu söylemiştir: “Biz, merkezden dayatılmış, tasnif edilmiş
adaylarla değil, kendi büyüttüğümüz insanlarla bu ülkeyi yönetmek istiyoruz. Erdoğan’ı
seçtik, çünkü o bizim dilimizi anlıyor, bizim
dilimizle konuşuyor… Yani o, bizden biri…”
Halkın dillendirmiş olduğu “bizden biri”
vurgusu, bütün siyasal düzlem içerisinde
34
ağustos 2014
odaklanılacak en önemli vurgudur. “Bizden
biri” demek, halkın Cumhurbaşkanı’nı “Bizim Tayyip” diyerek bağrına basmasıdır. Zaten kazanç da “Bizim Yunus” dedirtmekte
değil midir? “Bizden biri” demek, “Tayyip
Ağabey”, “Tayyip Kardeş”, “Tayyip Amca”,
“Bizim şehrin adamı”, “Bizim köyün delikanlısı” demek değil midir?
İşte “bizim” diyerek bağrına bastığını, 12
yıllık iktidarından sonra Çankaya’ya taşıdı
halk ve böylece sistemle olan mücadelesinde
“Yeni Türkiye”nin müesseseleşmesinin önünü açtı. Artık Çankaya’da sistemik biri değil,
milletin adamı var. Halk Çankaya’ya el koydu. 12 yıl önce nasıl sandık üzerinden yürütmeye el koyduysa, bu kez de –yine sandık
üzerinden- devletin en tepesine el koydu ve
“Artık burada da biz varız!” dedi.
Halk, tam da bu hamlesiyle muhalefeti de
tasfiye etti. 14 parti bir tarafa, Recep Tayyip
Erdoğan’lı AK Parti bir tarafa… Velhâsılıkelâm, millet, sürekli biçimde
tekrarladığı sözü bu mücadelede söylemeye
daima devam edecektir: “Biz sizin eski Türkiye dayatmalarınızı reddediyoruz. Bir Menderes tecrübemiz var ki ders aldık, bir Özal
tecrübemiz var ki ders aldık, bir Erbakan tecrübemiz var ki ders aldık… Ve biz bu dersi iyi
çalıştık…”
Muhalefet, küresel komplo
ittifakından sıyrılmalı
Peki, bundan sonraki süreçte muhalefetin nasıl bir ilerleyiş sürdüreceğini kestirmek mümkün mü? Bu soruya aranacak
cevap, muhalefetin maalesef gericiliği sebebiyle bulunamayacaktır. Zira muhalefet,
Türkiye’yi hâlâ 19 ve 20. yüzyıl yorumlarıyla
tarif etmeye çalışıyor. Oysa bu dönemlerin
özelliği tarım ve sanayi toplumu üzerine dar
bir kalıba sahipti. Bugünün ise post-modern
bir demokrasi, post-modern bir iktisat, postmodern bir siyaset anlayışı var. Bu, şu de-
Metin Külünk
mektir: Dün fabrika demokrasisini konuşuyorduk, bugün Twitter demokrasisini. Dün
fabrika ekonomisini konuşuyorduk, bugün
bilişim ekonomisini. Dün fabrika devletini
konuşuyorduk, bugün e-devleti…
Muhalefet, Türkiye’yi yüzyıl evvel şekillendiren küresel akılla ittifakını hâlâ devam
ettiriyor. O küresel akıl, Türkiye’nin doğrudan kendi kendini tarif ediyor olmasından duyduğu rahatsızlığı Gezi’de, 17 ve 25
Aralık’ta ve en son Cumhurbaşkanlığı seçiminde –bütün emek verdiklerini bir yere getirerek- sandık üzerinden ifade etmeye çalıştıysa da ancak bu kadar oldu.
YSK, demokrasiye
saygısızlıkta inat etmiştir
Muhalefetin doğrudan seçmenin gönlünü kazanarak gerçekleştiremediğini, devletin bir kurumu olan Yüksek Seçim Kurulu
bir dayatmayla, bir zulümle gerçekleştirmiştir. Muhalefetin yıllardır hem yurtiçinde, hem de yurtdışında büyüyen Erdoğan
sevgisini azaltamaması, bu sevginin sandığa
yansımalarını küçültememesi, söz konumuz
olan küresel akla sahip bir kısım bürokrasi takımını devreye sokmuş ve dolayısıyla
planın ikinci kısmının uygulanmasına geçilmiştir.
Yümsek Seçim Kurulu, yurtdışındaki seçmene randevu sistemini dayatarak katılımı
engellemiştir. YSK, üzgünüm ki söz konusu zulmü parlamentomuzun çıkardığı bir
kanunî düzenleme üzerinden yaptığı zorlayıcı bir yorumla gerçekleştirmiştir. Hâlbuki
yorum, söz konusu halka hizmetse ancak
kolaylaştırıcı formatta yapılmalıdır. Zira kanun, ona bu yetkiyi vermiştir. Fakat YSK,
hakkını zorlaştırıcı, hatta engelleyici bir yoruma dönüştürerek kullanmış ve yurtdışındaki vatandaşlarımızın sandığa gitmesinin
önünü tıkamıştır.
Peki, YSK eliyle yapılan bu hamleye rağmen halkın yönelimi değişmiş midir?
Sandığa gidenlerde Recep Tayyip Erdoğan’a teveccühün yüzde 63’lerde olduğu,
birçok yerde yüzde 80, yüzde 75 ve yüzde
70 sonuçların alındığı ve sadece iki ülkeden Erdoğan lehinde bir oranın yansımadığını gördük. Zaten beklediğimiz sonuç da
bu yöndeydi. Birileri toplamda yurtdışında alınan oyların yüzde 2’ye tekabül edecek bir oy oranına ulaşacağını gördükleri için bir önlem
aldılar. Eğer YSK’nın bu engelleyici tavrı olmasaydı, sandıklardaki katılım oranının
Türkiye’deki gümrük kapıları ile beraber 1
buçuk milyonla 1 milyon 750 bin arasında
olacağını söyleyebilirdik.
Şunu gördük: Recep Tayyip Erdoğan
gönüllüleri Avrupa’nın neresinde örgütlenip aktif çalışma yapmışsa, o bölgelerdeki
Erdoğan oyları tavan yapmış. Ancak Avrupa çok geniş bir coğrafya ve maalesef seçmenlerimizin birçoğu seçim olduğundan
bile habersizdi. Bu habersiz kitleyle seçim
çalışması yapıldı. Yani vatandaş bir yıl evvel gelmiş, pasaport almış, seçmen kütüğüne dâhil edilmiş, ama seçmen olduğundan
habersiz. Vatandaşa “Randevu al! Almazsan ben sana randevu vereceğim. Randevuyu öğrenmezsen veya gecikirsen oyunu
kullanamazsın” şeklinde yapılan dayatma üzerine böyle bir durum yaşanmıştır.
Bu, demokrasinin var olduğu hiçbir yerde
mümkün değildir.
Çok net şekilde ifade etmek istiyorum
ki, bu randevu sisteminin Türkiye’de uygulanması, seçime olan katılım oranını yüzde
40’lara kadar düşürür. YSK bunu dayatarak
yurtdışındaki performansıyla yenilenmesi gereken bir kurul olduğunu ayan etmiştir. Çünkü bu işin altında kalmış, becerememiş ve yüksek sesle defaten bu konuya
dikkat çekilmesine rağmen inatçılıkta ısrar
etmiştir. Hatada inat edilerek maalesef demokrasiye saygı zafiyetine düşülmüştür ve
en hafif tabiriyle seçmenin demokratik katılımına zulmedilmiştir. Vatandaşsa bu konuda son derece öfkelidir.
Paralel tüm şebekelerle
mücadele edilecek
Türkiye’nin bekasına etkiyecek bu tür
oyunların içerisine küresel aklın birçok taşeronu yerleştirilmiştir. Bunlardan biri de 17
ve 25 Aralık’taki darbe girişimleriyle deşifre
olan klon formattaki paralel yapıdır. Türkiye, diğer bütün düşmanlarıyla mücadele ettiği gibi, hukuk kuralları çerçevesinde devlet ve milletin iradesini illegal yöntemlerle
teslim almak isteyen hangi güç olursa olsun
mücadele edecek ve bunu sonuna kadar devam ettirecektir.
Bu mesele, AK Parti iktidarı meselesi olmaktan öte, devletin aidiyeti ve bekası ile ilgili bir mesele haline gelmiştir. Çünkü bir
grup, devleti bütünüyle yasadışı yöntem ve
illegal örgütlenmelerle, insanların duygularını ve vicdanlarını çalarak bu topraklardaki bekamızı tehdit edip varlığımızı teslim
almak istemiştir. Devletin ve milletin buna
refleksiz kalması mümkün değildir.
Elbette belirtmiş olduğumuz üzere bu tür
organizasyon ve ittifaklarla mücadelemiz
hukuk çerçevesinde yapılacaktır. Devleti bu
anlamda teslim almak isteyen güç, legal olmayan yöntemlerle bir mücadele başlatmış
olsa da buna karşı devletin tüm kurumları
ile cevapsız kalması mümkün değildir.
Muhalefet ülkeye zaman
kaybettiriyor
10 Ağustos gecesi halka yönelttiği azarvari cümlelerle gündem oluşturan MHP lideri Sayın Bahçeli’nin, milleti rüşvet ve yolsuzluğun onaylayıcı birimi kılması büsbütün
talihsizliktir. MHP’nin tamamen CHP ile
bütünleştiğini resmeden bu tablo, 2015 seçimlerinde de bir paraşüt aday etrafında bir
araya geleceklerinin manzarasını yansıtmaktadır. Belli ki bu iki partiyi 10 Ağustos öncesinde bir araya getiren güç, tek çatı altında
toplanarak genel seçimlere de bir “Çatı Parti” ile girme noktasında adım atmıştır.
Ancak şu an bir akıl, CHP’den Kılıçdaroğlu ile MHP’den Devlet Bahçeli’nin gitmesi gerektiğini yüksek sesle söylemektedir.
Bunun manası şudur: “Pensilvanya’nın dizinin dibine oturup 10 Ağustos seçimlerinde biat
edenler, biatı alanların sonucu beğenmemesinden dolayı gözden çıkarılmıştır…”
İşte bu sözün mukabili dolayısıyla CHP
ve MHP’nin önünde yürüyen kadroları tasfiye etme talepleri dillendirilmektedir. Ve
bundan daha önemlisi de şudur: Muhalefet Türkiye’ye zaman kaybettiriyor, hem de
Türkiye’yi anlamayarak…
Dolayısıyla 10 Ağustos seçimleri, bir
noktada muhalefetin tasfiyesi anlamını taşımaktadır. Milletin verdiği mesaj, “Yeni
Türkiye’yi anlayın ve ona göre muhalefet
edin” şeklindedir. Zaten bu mesajı anlayarak
ve boşluğu dolduracak bir muhalefet anlayışına ihtiyaç vardır. O nedenle “2015 seçimlerinde Yeni Türkiye’ye direnen bir muhalefet mi, yoksa Yeni Türkiye’yi anlayan bir
muhalefet mi olacak?” sorusunun cevabını
da bu süreçte beklemek zorundayız.
14 parti ve Pensilvanya bir araya geldiğinde alınan yüzde 38’lik oyun ne kadarının
kendilerine ait olduğunun hesabını bir an
evvel yapmak zorundadır muhalefet. Çarpma, bölme, çıkarma veya toplama işlemlerinin her biri onlara aittir, bize değil…
* AK Parti İstanbul Milletvekili
ağustos 2014
35
haberajanda
Siyaset
İstanbul’da
Anadolu’nun her
köyünden, her kasabasından mutlaka bir
veya birden çok aile
vardı. Recep Tayyip
Erdoğan, -eğer zamanı varsa- bir ucu
Anadolu’da olan bu
aileler vasıtasıyla
Anadolu’dan gelen
hiçbir daveti reddetmedi. İstirahat edeceği günleri, zamanları
Anadolu insanının
davetlerinde harcadı.
Böylece zaten bir
Kasımpaşalı olarak
yakından tanıdığı
Anadolu insanını
daha ve daha da yakından hücrelerine
kadar tanımış oldu.
***
Saydığımız veya
sayamadığımız özelliklerini ve elbette
hizmetlerini de dikkate alan Anadolu
insanı, bir zamanlar
“Muhtar bile olamaz!” denilen Recep
Tayyip Erdoğan’ı,
ülke içinden ve
dışından yapılan
akıl almaz ölçüdeki
muhalefete rağmen
Cumhurbaşkanlığı’na
kadar taşıdı. Bir başka ifadeyle Anadolu
insanı, hiçbir faniye
nasip olmayacak
şekilde Recep Tayyip
Erdoğan’a istediği her
şeyi fazlasıyla verdi.
Şimdi, Recep Tayyip
Erdoğan’ın, bugüne
kadar yaptıklarına ek
olarak yapamadıklarını yerine getirme ve
kendisine her istediğini veren Anadolu
insanına kalan borcunu ödeme zamanı…
36
ağustos 2014
12. Cumhurbaşka
bekledikle
Zafer, İstanbul’dan başlamıştı
B
İR insan ömrü için siyaset, çok uzun
soluklu bir yarıştır. Bu yarışa girerken
her siyasetçinin kafasında mutlaka
milletvekilliği vardır da kimi siyasetçi milletvekilliğini başbakanlık ve
cumhurbaşkanlığıyla taçlandırmayı mutlaka hayal
eder. Fakat bu öyle bir nasip işidir ki kimi siyasetçiye herhangi bir siyasî makam için sadece aday
adayı olmak düşerken, kimi siyasetçiye bu uzun
soluklu siyasî yarışta aklına gelen gelmeyen bütün
makamlara ulaşmak nasip olur.
Recep Tayyip Erdoğan, siyasetin bütün kademelerinde görev almış ve siyaseten ulaşılması gereken bütün makamlara ulaşmış nadir insanlardan
biridir. Ve Recep Tayyip Erdoğan, bu makamlara
gelirken hiçbir makamı kendisine altın tepside sunulur şekilde kazanmamıştır. Kimi zaman kendi
siyasî hareketi içinde, kimi zaman da ülkemize
dayatılan sistemin sahipleri tarafından önü kesilmiştir.
Evet, Recep Tayyip Erdoğan kendi yağıyla kav-
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen
[email protected]
nı’ndan
rimiz
rulan muhafazakâr bir ailenin çocuğu olarak sistemin horladığı bir okuldan mezun
olduktan sonra Milli Selamet Partisi’nin
tabanında başlayan siyasî yürüyüşünün zirvesine ulaşmıştır. Onu bu zirve makama
taşıyansa şüphesiz ki İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanlığıdır.
Tabir yerindeyse, Recep Tayyip Erdoğan
burun farkıyla kazandığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nda şüphesiz ki
çok güzel şeyler yapmıştır. Fakat bana göre
Erdoğan, basit gibi görünen şu üç şeyle öne
çıkmıştır: Suyu akıtmak, çöpleri kaldırmak
ve belediye imkânlarını halka açmak...
Bir Batı ülkesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığını söylediğimiz bu üç şeyin yapılmasının hiç ama hiç önemi yoktur. Öyle
ya, bir belediye başkanı suyu elbet akıtacak,
çöpü elbet kaldıracak, belediye imkânlarını
elbet halka açacaktır. Fakat ülkemiz için
bunun hiç de böyle olmadığını herkes bilir.
Gerçekten de Recep Tayyip Erdoğan 1994
yılı Mart ayının sonunda Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda, evlerin musluklarından aylardır sular akmıyordu, sokaklar
çöp yığınlarına terk edilmişti ve Büyükşehir
Belediyesi’nin imkânları sadece belli bir
zümrenin kullanımına sunulmuş durumdaydı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk işi, belediye imkânlarını derhal halka açmak oldu.
Ve o imkânların halka ilk açıldığı gün o
imkânlardan faydalanmak bana da nasip
olmuştu. Adını herkesin bildiği güzel insan
rahmetli Abdurrahman Gürses Hoca’yı da
ilk kez o gece tanımış oldum; bu, benim için
güzel bir hatıra idi.
Ve o gece Çamlıca sırtlarında sere serpe
dolaşan halkın neşesini tarif edemem… Di-
yebilirim ki, Cumhuriyet kurulalı beri sürekli horlanan, belli şehirlerin belirli alanlarına
kesinlikle sokulmayan, sistemin egemenleri
tarafından kimi zaman düşükler ve kuyruklar olarak nitelenen büyük halk kesimi, ilk
kez kendini insan yerine konulmuş olarak
görüyor ve inanın gözyaşlarını tutamıyordu.
Halkla barışık
olmayanların çığırtısı
Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısında siyaset yapanlar, bunun ne anlama geldiğini
kesinlikle bilemezler. Çünkü onların, değişik kılıkta, değişik renkte, değişik yelpazede
gibi görünseler ve zaman zaman birbirleriyle kavga eder gibi olsalar da aralarında
hiçbir fark yoktur. Bunu Cumhurbaşkanlığı
seçiminde bir kere daha gösterdiler. Bunların hiçbiri, sistemin egemenleri adına siyaset yaptıkları için halkın beklentileriyle
ilgilenmediler, halkı anlamaya çalışmadılar.
Dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın sürekli tekrarlanan seçim başarılarının altında
yatan asıl nedeni de bir türlü göremediler.
Nitekim Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçlarının belli olmasından hemen sonra
yaptıkları seçim değerlendirmesinde Anadolu insanını hiç ama hiç anlamadıklarını
bir kere daha gösterdiler.
Onlara göre Anadolu insanı dürüstlüğü
değil, yolsuzluğu onaylamış. Yani Anadolu
insanı dürüst değildir ve yolsuzluktan hoşlanmaktadır. Söylenenin asıl anlamı ve işte
Recep Tayyip Erdoğan ile siyasî rakipleri
arasındaki en büyük fark da budur!..
Recep Tayyip Erdoğan Anadolu insanını
hücrelerine kadar tanırken, siyasî rakipleri
ise aynı Anadolu insanına hem hakaret yağdırmakta, hem hakaret yağdırdığının farkında bile olmamakta, hem de o halkın bir
gün kendisini mutlaka iktidara taşıyacağına
inanmaktadır. “Bu nasıl olacak?” diye o siyasilere sormuş olsanız cevap verebileceklerini
hiç sanmıyorum.
Bir siyasetçi, dokuz ay sonra kapısına gidip
oy isteyeceği bir halka “Siz dürüstlüğü değil,
yolsuzluğu tercih ettiniz” der mi? Bir siyasetçi “Recep Tayyip Erdoğan milletin değil, a…
b… adayıdır” der mi? Onların bütün bağırıp çağırmalarına, belden aşağı vurmalarına
rağmen halk hâlâ Recep Tayyip Erdoğan’ı
tercih ediyorsa, demek ki onlara da, onların
yolsuzluk iddialarına da inanmıyordur.
Aklı başında bir siyasetçi, onca medya
desteğine rağmen neden inandırıcı olmadığını düşüneceği yerde bir süre sonra oy isteyeceği halkı suçlar mı? Suçlarsa o halktan
yeterli desteği alabilir mi? Elbette alamaz…
Zaten sonuç da ortada…
Erdoğan’ı halk neden sevdi?
Recep Tayyip Erdoğan, 1972 yılında
Milli Selamet Partisi’nin çatısı altında başladığı siyasî yürüyüşünü zirveye taşıdı ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanlığı, Recep Tayyip
Erdoğan’ın 42 yıl önce başladığı siyasî yürüyüşündeki üçüncü önemli görevi: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı ve Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı…
Recep Tayyip Erdoğan, kendisini Cumhurbaşkanlığı’na kadar taşıyan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nda yaptığını
söylediğimiz çok önemli üç göreve ek olarak, tabir yerindeyse köy köy, kasaba kasaba,
ilçe ilçe, il il Anadolu’yu dolaştı.
Nasıl mı?! İstanbul’da Anadolu’nun
her köyünden, her kasabasından mutlaka bir veya birden çok aile vardı. Recep
Tayyip Erdoğan, -eğer zamanı varsa- bir
ucu Anadolu’da olan bu aileler vasıtasıyla
Anadolu’dan gelen hiçbir daveti reddetmedi. İstirahat edeceği günleri, zamanları Anadolu insanının davetlerinde harcadı. Böylece zaten bir Kasımpaşalı olarak yakından
tanıdığı Anadolu insanını daha ve daha da
yakından hücrelerine kadar tanımış oldu.
Bu tanıma sırasında Erdoğan, Anadolu
insanına elbette kendini de tanıttı. Ve Anadolu insanı onu tanıdıkça daha çok sevdi.
Çünkü Recep Tayyip Erdoğan’da Anadolu
insanının sevdiği birçok özellik vardı. Bir
kere iyi bir mümindi ve hatta zaten güzel
olan Kur’an’ı güzel okuyordu. Yeri geldiğinde imam oluyor, yeri geldiğinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak bir
imamın müezzinliğini yapıyordu. Bu, bir
zamanlar sistemin egemenleri tarafından
horlanan bir okul olan imam-hatip lisesinin
kendisine kazandırdığı bir özellikti.
Halkın içinden çıkmış biri olarak halkla
nasıl temas edeceğini çok iyi biliyordu. Ona
okuduğu imam-hatip lisesinin kazandırdığı
çok önemli bir özellik de hatiplik, yani hitabet sanatıydı. İmam-hatip liseleri, kendisinde okuyan herkese elbette hitabet sanatını
öğretmiş olsa da yeterli derecede yeteneği
olmayanın iyi bir hatip olması elbette mümkün değildi. Recep Tayyip Erdoğan’da bu
yetenek vardı ve bunu kendisiyle özel olarak
ilgilenen hocaları vasıtasıyla değerlendirdi,
geliştirdi.
ağustos 2014
37
haberajanda
Siyaset
Örneğin gönül dostum ve askerde devre
arkadaşım olan Prof. Dr. Osman Öztürk,
Recep Tayyip Erdoğan’ın hitabet yeteneğinin gelişmesinde emeği geçen hocalardan
biriydi. Diyebilirim ki, siyasî olarak rahmetli
Adnan Menderes ve çok iyi bir hatip olan
Osman Bölükbaşı da dâhil, Cumhuriyet tarihinde Recep Tayyip Erdoğan’dan daha iyi
bir hatip gelmedi. Bu hitabet başarısını taçlandıran iki hususu da bu arada zikretmeliyiz: Sesinin hitabete uygunluğu ve Anadolu
insanının değerlerini anlatan çok iyi bir şiir
kültürüne sahip olması.
Bütün bunlara ek olarak Erdoğan, Anadolu insanının diliyle konuşuyor, onun gibi
oturuyor, onun gibi yiyor, ailece onlar gibi
yaşıyordu. Recep Tayyip Erdoğan, olunmayacak kadar cesurdu ve bu cesaretini tam da
Anadolu insanının istediği yerlerde, istediği
şekilde kullandı. Çünkü bu, onun doğal haliydi, yapmacık değildi.
Bütün bunlar Recep Tayyip Erdoğan’ı
karizmatik bir lider yaptı. İşte Anadolu
insanı da kendisinden olan Recep Tayyip
Erdoğan’ı Büyükşehir Belediye Başkanlığı
görevinde bu özellikleriyle ve bu şekilde tanıdı, sevdi, kelimenin tam anlamıyla bağrına bastı. Bu sevginin doğal sonucu olaraksa
ona seçim üstüne seçim kazandırdı ve 12 yıl
38
ağustos 2014
süreyle kesintisiz Başbakanlık yapmasına
imkân verdi.
Son borç
Rakamlar açıkça göstermektedir ki, Recep Tayyip Erdoğan çok başarılı bir Başbakanlık dönemi geçirmiş ve rahmetli Turgut
Özal’ın deyimiyle Türkiye Cumhuriyeti’ne
çağ atlattırmış, yerlerde sürünen ülke ekonomisini IMF’nin tasallutundan kurtarmış,
devlet hizmetini ve refahı ülke geneline
yayarak devlet-millet kaynaşmasını sağlamıştır.
Bilinen bir gerçektir ki, Recep Tayyip
Erdoğan’ın 12 yıllık Başbakanlık döneminde yapılanlar, her yönüyle Cumhuriyet’in 80
yılında yapılanlardan çok fazladır. Bunları
burada saymaya hem gerek, hem de imkân
yok. Çünkü gerçekten sayılamayacak kadar
çok ve herkes biliyor.
Evet, saydığımız veya sayamadığımız
özelliklerini ve elbette hizmetlerini de
dikkate alan Anadolu insanı, bir zamanlar “Muhtar bile olamaz!” denilen Recep
Tayyip Erdoğan’ı, ülke içinden ve dışından
yapılan akıl almaz ölçüdeki muhalefete rağmen Cumhurbaşkanlığı’na kadar taşıdı. Bir
başka ifadeyle Anadolu insanı, hiçbir faniye nasip olmayacak şekilde Recep Tayyip
Erdoğan’a istediği her şeyi fazlasıyla verdi.
Şimdi, Recep Tayyip Erdoğan’ın, bugüne
kadar yaptıklarına ek olarak yapamadıklarını yerine getirme ve kendisine her istediğini
veren Anadolu insanına kalan borcunu ödeme zamanı…
Recep Tayyip Erdoğan’ın ödemesi gereken bu borçları bir başka yazıda işlemek
kaydıyla sadece şu kadarını söyleyeyim: Bu
ülke bu eğitim sistemiyle hem özlenen insan
tipini yetiştiremez -dolayısıyla yolsuzluğun,
israfın ve yanlış yönetimin her çeşidinin
önüne kesinlikle geçemez-, hem de evrensel değeri yüksek olan bilgiyi ve teknolojiyi
üretemez -dolayısıyla orta gelir düzeyinden
çıkıp çok güçlü bir ülke haline gelemez-.
Oysa Osmanlı’nın bize bıraktığı muhteşem tarihî miras dolayısıyla yeryüzünde yönünü bize dönen, umudunu bize bağlayan
yüzü aşkın Müslim ve gayrimüslim ülke var.
Batı’nın iliklerine kadar sömürdüğü bu ülke
halklarının umudunu söndürmemek için,
ülke ve millet olarak olabildiğince güçlü olmak zorundayız. Bu potansiyel milletimizde
ve ülkemizde yeterince değil, fazlasıyla var.
Yeter ki özlenen insanı yetiştirecek eğitim
sistemini kuralım ve bu sistemin yetiştirdiği
özlenen insanla birlikte ürettiğimiz bilgi ve
teknolojiyle “Biz de varız” diyelim.
haberajanda
Siyaset
Yavuz Şahin
[email protected]
B
UGÜN, Türk siyaset
tarihine altın harflerle
yazılmış bir milat günü…
Bugün, devletin başının,
halkın yüreğini koyarak
belirlediği millî egemenlik
günü… 10 Ağustos 2014
tarihi, Yeni Türkiye’nin temellerinin atıldığı, halkın
vesayet kurumlarına bağlı
değil, bizzat kendisinin
belirlediği cumhurbaşkanının var olduğu günü
anlatıyor.
Yeni Türkiye
BİREYSEL bazda ekonomik ve sosyolojik ihtiyaçların fazlalaşması, demokratikleşme taleplerinin doğrudan artması
anlamına geliyor. Günümüz siyasetçilerinin en büyük eksikliği ise bu sinyalleri doğru algılayamamalarıdır. İşte Erdoğan’ı
“Dünya Lideri” yapan büyük sır burada saklı, ki halkının nabzını iyi tanıyan, onlardan gelen bütün reaksiyonları doğru
sentezleyebilen bir siyasetçidir.
Ortalama bir buçuk yılda bir parlamenter rejimin
kaçınılmaz çatırdamaları
gereği hükümet değiştiren
Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, artık zamanında
endişeye yer bırakmayacak arılıkta seçimler gerçekleştiriyor. Bu durumun
hiç kuşkusuz en büyük
desteği, istikrarla devam
eden büyük ve güçlü bir
devlet olma gayreti ve
başarısıdır. Bugün gerçekleşen seçimin kazananı
kadar kaybetmiş görünen
kazananı da benim için
oldukça önemli.
Malum olduğu üzere
Recep Tayyip Erdoğan, üç
adayla girilen seçimin, salt
çoğunluğun oyunu alarak
cumhurbaşkanı seçilen
adayıdır. Kendisinin en
büyük yeteneklerinden
biri de siyaset sosyolojisi
bilgisidir. Nitekim parti
olarak, ülkenin bütün
şehirlerinden gösterdiği
adaylara rağmen aldığı
oylar, bugün tek başına
kazandığı oylardan oldukça azdır. Kendisi, bu işin
matematiğinin sadece
sahip olunan ideolojiyle
değil, cesur ve kararlı
olmakla çözülebildiğini,
kazandığı 9. zaferle bir
kez daha perçinleyebilme
şansını yakalayabilmiş
ender bir siyasetçidir. Bu
son seçim, artık değer
üretmeyen siyasetçilerin
yok olması gerektiğinin
altını bir kez daha çizdi.
Bireysel bazda ekonomik ve sosyolojik ihtiyaç-
ların fazlalaşması, demokratikleşme taleplerinin
doğrudan artması anlamına geliyor. Günümüz
siyasetçilerinin en büyük
eksikliği ise bu sinyalleri
doğru algılayamamalarıdır. İşte Erdoğan’ı dünya
lideri yapan büyük sır burada saklı ki halkının nabzını iyi tanıyan, onlardan
gelen bütün reaksiyonları
doğru sentezleyebilen bir
siyasetçidir.
Ben Cumhurbaşkanımızı nacizane kalemimle
buradan tebrik ederek seçimin bir diğer adayından
bahsetmek istiyorum…
Selahattin Demirtaş
seçimin kaybedenlerinden, fakat aslında en çok
kazanan da olmuş ve
gelecekteki başarılı konumunu etnik kimlik vurgusu yaptığı siyasetiyle değil,
barışçı söylemleriyle
giriştiği Cumhurbaşkanlığı adaylık maratonunda
belirlemiş bir siyasetçidir.
Aklıma gelen bir soru var:
Bölge partisinden kurtulma
emareleri gösteren ve yeni
kurdukları partiyle daha kucakDemirtaş, aslında
layıcı bir misyon edinen BDP
heyeti Demirtaş’a hangi gözlük halkıyla barışık, özünden
kopmadan, insan hakları
camıyla bakacak? muhtevalı ve yapıcı söy-
lemleriyle girdiği Cumhur-
başkanlığı adaylığıyla Yeni
Türkiye’nin mimarlarının
da gönüllüsü olduğunu
gösterdi. Toplumsal barışın çok yakında gerçekleşeceğine dair Demirtaş’ın
bu varlığı, Kürt sorununun
artık özgürce konuşulup
tartışılabilmesi adına
simgesel bir kanıttır. Barış
sürecinin Kürt siyasî hareketi üzerindeki olumlu
etkisini Demirtaş’ın aldığı
oylarla görmek mümkün.
Kazanılan bu başarının
iki temeli var: İlki Kürt
hareketinin siyasette etki
görme çabası; ikinci ve en
memnuniyet verici olanı
da artık Türkiyelileşmeye
dair sağlam adımların
atılmasıdır.
Aklıma gelen bir soru
var: Bölge partisinden
kurtulma emareleri gösteren ve yeni kurdukları
partiyle daha kucaklayıcı
bir misyon edinen BDP
heyeti Demirtaş’a hangi
gözlük camıyla bakacak?
Sıra geldi seçimin
ve seçmeninin çok acı
kaybedenine… İhsanoğlu,
adaylık söylentilerinin ilk
çıktığı günden beri kısa
sürede üretilmiş bir proje
olduğunu varlığıyla kanıtlıyordu. Çatı aday, siyasetsiz ve yetim bir stratejiydi.
İttifak edemeyecek kadar
muhalefet olan iki partinin uzlaşmak için rakibin
vizyonuna yakın görünen
muadil bir aday bulması,
kendi darağaçlarını hazırlamalarıydı aslında. MHP,
şartsız ve koşulsuz Erdoğan hırsına yenik düşerek
“Tamam!” dedi belki. Ama
ulusalcı beyaz Türklerin
çığırtkanlıklarına rağmen
CHP’nin bu adayda ısrarcılığını seçmen bir türlü
anlayamamıştı ki sandıkta
da oluşan soru işaretlerini
mühürle gösterdi halk.
Bir seçim de bütün heyecan ve hezeyanlarıyla
sona erdi. Artık halk, devlet iktidarı üzerinde söz
sahibi. Türkiyeli olmak
için en önemli eksiğimiz,
faillerinin bile müebbet
hapse mahkûm edildiği
darbe anayasasının
hapsinden kurtulmamış
olmamızdır. İşte zamanı
geldi! Cumhurbaşkanlığı
forsunun bütün yıldızları,
artık yedi bölgenin insanlarıyla parlayacak. Umutlar Yeni Türkiye’ye…
ağustos 2014
39
haberajanda
Siyaset
Erdoğan dönemi
Kızan adamın
fedailerinden
biri, seçim akşamı ekranda
gerdan kırarak konuşuyordu. Erdoğan dönemi
bitti, bundan
sonra yeni bir
dönem başlıyor, diyordu.
Gönlünden
geçenler tespit niyetine
ağzından dökülüyordu.
Aşk olsun! Yorumcu geçiniyor ama olan
biteni vallahi hiç anlamamış. Erdoğan
dönemi asıl
şimdi başlıyor
muhterem.
Bugüne kadar
yaşadıklarımız tam anlamıyla provaydı. Ölçü alındı,
kesildi biçildi,
teyellendi…
Elbise bundan sonra tamamlanacak.
O aslan fedai,
görmek istediğini söylemeye devam
etsin, ziyanı
yok...
40
A
ZİZ milletimiz, 10 Ağustos günü bizzat tarih
yazmanın heyecanını yaşadı. İki fiil iç içeydi.
Yazdığını yaşadı, yaşarken yazdı. Sonuç böyle
ortaya çıktı.
>> Kendilerini oyun kurucu zannedenlerin “Muhtar bile olamaz!”
hükmünü verdikleri Recep Tayyip Erdoğan’ı göğsünü gere gere
Çankaya’ya gönderdi.
Attıkları manşetler kendi sicillerini lekeledi. Çerden çöpten adamlar,
yine kendi manşetlerinin altında kaldı. Erdoğan muhtar hariç ne istediyse oldu. Başbakan, Cumhurbaşkanı…
Daha ne olsun istersiniz!? Aziz bildiğimiz milletimiz şayet “Başkan da olsun” derse, ona da sıra gelir.
Gelecektir. Bence gelmelidir de...
Seçim neticesini gördükten sonra
kem küm edenlerin dilleri ağızlarına
ne kadar büyük geliyor, farkında mısınız?
Seçimin ardından galibi mağlup,
kendilerini de galip ilan etmekten bir
defa daha geri durmadılar. Ne varki
kendi partilerinin mensuplarına hatta
milletvekillerine bile kabul ettiremediler o savlarını.
***
Onlar bünyelerindeki itiraz yüklü
sesleri bastırmaya çalışırken, Erdoğan
dokuzuncu defa (rakamla 9, Romen
rakamıyla IX) girdiği seçimden oylarını yine artırarak çıkıyordu.
Oy kullanmayan vatandaşları suçlamayı tercih ettiler. Şezlonguna uzanmış seçmeni suçlamak kolaydı. Biz onları o şezlongdan kaldırıp
sandık başına götürecek motivasyonu niye sergileyemedik diyenleri
hain ilan etme mertebesine de erdiler.
Kendilerine oy vermeyenlere de ağız
dolusu hakaret ettiler.
***
Aslında bir önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 kepazeliği icat
ağustos 2014
edilmemiş olsaydı, halkın bizzat seçmesi gibi bir alternatif belki bu ölçüde
kuvvetle gündeme gelmeyecekti.
Ancak öyle olunca, bir mecburiyet
haline geldi halkın seçmesi. O kararın
da referanduma götürülmesi gerekti.
Yine halka soruldu: Ey vatandaş! Ne
diyorsun? Bir sonraki cumhurbaşkanını yine parlamento mu seçsin, siz
mi seçmek istersiniz? Referandumdan malum netice alındı. Halk kesin
kararlılıkla “Ben seçerim merak buyurmayın” cevabını verdi.
***
Ne gariptir, bugünün ve o günün
muhalefet partileri, meydan meydan
dolaşıp o seçeneğin aleyhinde oy vermeleri için halka telkinde bulundu.
Millete dediler ki siz seçmeyin. Statüko devam etsin. Siz bilemezsiniz.
Aranızda çoban da var, kapıcı da
var, çiftçi de memur da var. Bizim kararımıza güvenin, fikrimize destek
verin. Eğitim seviyesi yüksek bir ülke
sayılmayız. Arada birkaç tane doktor, birkaç mühendis, birkaç profesör
olabilir ama çoğunluk kara cahil. Siz
doğru karar veremezsiniz. Yine bize
bırakın.
Evet… Utanmadan bunları söylediler. Tabii biraz süsleyerek söylediler,
bu kadar aleni değil.
***
Açıkçası halkı yine cahil, bir şeyden
anlamaz, doğru karar veremez gördüler. Ya davulcuya ya zurnacıya gider
diye baktılar. İçlerinden gelen bu şekildeydi. Halkçı geçinenlerin halka
güvenmedikleri bir defa daha ortaya
çıkmış oldu.
Ancak referandumda halk ken-
di cumhurbaşkanını seçme iradesini
gösterince, bu defaki seçimde utanmadan sıkılmadan ortak aday bulup
buluşturup onun için yine halktan oy
istediler.
***
Yahu niye anlatıyorum ki bütün
bunları! Zaten en ince ayrıntısına kadar biliyorsunuz. Bütün aşamaları hep
beraber yaşadık. 10 Ağustos’a nasıl
geldiğimizi hangimiz unutmuş olabilir. Yine de mazur görün, not düşmek
adına bahsettiğimi varsayalım.
***
Yurt dışı oylar konusu Yüksek Seçim Kurulu sayesinde sürprize dönüştü. Randevu sistemi gibi tuhaf bir
uygulama devreye girince, büyük kesim oy kullanamadı. Açıkçası YSK
bu seçimde çuvalladı. Belki bir sonraki seçimde farklı bir yöntem kullanılır. Ayrıca oy pusulalarını taşımak için
çuvallara koymamak gerek. Farklı bir
taşıma usulü bulunmalı. Tekrar çuvallama yaşanmasın diye.
***
Recep Tayyip Erdoğan yüzde 52,
Ekmelettin İhsanoğlu yüzde 38, Selahattin Demirtaş yüzde 10 civarında oy aldı.
Birinci ile ikinci arasındaki oy farkı 14 puan. Birinci ile üçüncü arasındaki oy farkı 42 puan. İkinci ile üçüncünün toplamı yüzde 48; birinciden
4 puan düşük. Kimin galip olduğunu muhalefet liderleri dışında herkes
biliyor, görüyor. Halbuki evdeki hesap ne güzeldi onlar için. Bizim parti artı sizin parti bir de şu şu partiler…
Üstüne paralel oyları ekleyin… Bir de
tabii Erdoğan’dan hoşlanmayanların
sayısının her gün arttığını düşündüler. Hesap yüzde 60’a varıyordu.
Fakat hep söylerim. Atalar boşa
konuşmuş olamaz. Evde hesap yapmayacaksın. Tutmaz, tutmuyor, bundan sonra da tutmayacaktır.
Mehmet Şeker
[email protected]
asıl şimdi başlıyor
***
Aday gösterdikleri kişinin adını
söyleyememeleri ise ap ayrı bir dizi
konusudur.
Çok yazdık çizdik. Günlerimiz
Emsalettin ve Ekmeloğlu ile geçti.
Bir defa daha burada tekrarlamayalım. Lakin hakkını teslim etmek gerek, çatı aday dedikleri kişinin adını
onu aday gösterenler doğru düzgün
söylemeyezken, çok başarılı şekilde
telaffuz edenler de mevcuttu. “İman-ı
ekmel, İslâm-ı ekmel, ihlas-ı ekmel,
ihsan-ı ekmel, rıza-yı ekmel, yakin-i
ekmel, hani şu bizim ekmel…” diyerek cümle içinde kullanma ödevini
hakkıyla yerine getirenler çok başarılıydı. Ne var ki güya şifreli bu mesajlar
da işe yaramadı.
***
Aziz milletimize kendi adıma da
şükran borçluyum. Seçimden önceki yazıda “Erdoğan kaybederse ben
bu ülkeyi terk ederim” gibi bir iddiada bulunmuştum, hiçbir mecburiyetim yokken.
Şükürler olsun, gerek kalmadı.
Gördüm ki bu millet beni de çok sevmekteymiş, dışarı gitmeme izin vermedi. Aksi halde, doğudan, batıdan,
kuzey veya güneyden bir ülke bulacaktım kendime. Aralarında çok sevdiklerim var. Ama hiç biri kendi ülkem gibi değil.
***
İnsanın başka bir ülkeyi sevmesini garipsememek gerekir. Vatandaşlarımızdan biri bir vakitler bahsetmişti, hatırlarsınız; güneyde sevdiği
bir ülkeden...
Sormuşlar hangi ülke olduğunu
merak edenler. Suriye mi? Su diye
içerim be demiş.
Mısır olmasın? Mısırı bir
haşlar yerim, bir de közde pişirir yerim demiş, ama pek
sevmem doğrusu.
Ee, o halde hangisi?
Gülmüş sadece. Gülmek cevap olmuş. Gülen adamın nereyi kast
ettiğini kimi anlamış,
kimi anlamamış.
Neyse, hep öyle olur
zaten. Seçim sonucu
açıklandığında,etrafındakiler gülen adamın bir
anda kızan, sinirlenen,
hoplayıp zıplayan adama
dönüştüğüne bir defa daha
şahit olmuşlar; duymuşsunuzdur.
***
Kızan adamın fedailerinden
biri, seçim akşamı ekranda gerdan kırarak konuşuyordu. Erdoğan dönemi bitti, bundan sonra yeni bir dönem
başlıyor, diyordu. Gönlünden geçenler
tespit niyetine ağzından dökülüyordu.
Aşk olsun! Yorumcu geçiniyor ama
olan biteni vallahi hiç anlamamış.
Erdoğan dönemi asıl şimdi başlıyor
muhterem. Bugüne kadar yaşadıklarımız tam anlamıyla provaydı. Ölçü
alındı, kesildi biçildi, teyellendi… Elbise bundan sonra tamamlanacak. O
aslan fedai, görmek istediğini söylemeye devam etsin, ziyanı yok...
ağustos 2014
41
haberajanda
Siyaset
Sıkıca asılıp gemlere, mahmuzlayıp
atını dört nala koşturmak için taze bir
heyecan duyuyor musun? İnancın vakurluğunu, davanın şuurunu, merhametin ve rikkatin huzurunu ötelere
taşımak için var mısın? Kalben ve zihnen geçmişin elini tutarak zamanı kuşanıp geleceğe uzanır mısın? Şehadete yemin eden o neferler gibi sen
de gözü kapalı düşebilir misin cenk
meydanlarına? “Ya zafer, ya şehadet!”
deyu and verebilir misin Allah’a?
***
Hutbelerde adı dua ile anılan bu kumandan kim? Hangi başların tacıdır bu heybetli tuğlar? Tarihe kaç kez
adını böylesine görkemli yazdırabilir
bağbuğlar? Sahi, bu unvanı layıkı ile
taşıyan kaç başbuğ vardır? Kaçı sahici, kaçı yalancıdır?
***
“Fâniyim, fâni olanı istemem.
Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu
Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat
bu mevcudatı umumen isterim.”
***
Ve artık ceddinin tecrübesini kendine
hedef koymuş bir Reis’imiz var! Tarihten ibret almayı ihmal şöyle dursun,
ömrümüz yetmese de 2071 tarihini
tasavvur olarak zamana şerh düşme
idrakini taşıyan bir liderimiz var!
***
Ülkeler değişir, roller değişir; isimler,
zaman, mekân değişir ama bu hakikat
hiç değişmez. Kimi “Uzun Adam” gibi
soylu ve asil bir hükümdarı rol model
seçer; kimi asaletten mahrum, kraliyete mensup olmadığı halde, bir kraliçenin dikkatini celbettiği için tahta
geçmiş Diyojene... Kimi bölmeye, yok
etmeye musaittir; kimi birleştirip yek
vücut olmayı, tek devlet, tek bayrak,
tek vatan, tek millet şiarını üstlenir!
***
Sadece Türkiye sınırları içinde bir destan değil bu! Bağdat da İslamabad
da... Kabil, Beyrut, Saraybosna Üsküp
de... Şam, Halep, Hama, Humus, Ramallah, Nablus, Eriha, Gazze, Kudüs,
Afganistan, Türkmenistan, Urumçi ve
daha nice Müslüman kalplerde yankısı duyulan, sınır tanımayan bir destan, bir zafer!
42
ağustos 2014
Tez makbul olmuş
Türk halkı
büyük
B
AK nasıl savruluyor yağız atların kıpkızıl yeleleri... Hatırlıyor
musun bir yerlerden, sırtlarında zincir zırhlar, bir ellerinde
mızrak diğer ellerinde kalkan,
dört nala koşturan Türk-İslam
neferlerini? Duyuyor musun
gümrah bir sel gibi Muş’un Malazgirt ovasından, Anadolu’yu inleten nal seslerini?
Hissediyor musun tir tir titreyişini Rum ellerinin...
>> İşitiyor musun o atların kişneyişlerini? Esmer
tenlerindeki ıslak gayretin
şahidi misin? Tarih sayfalarından çıkıp dolu dizgin
bölüyor mu o atlar gecelerini? Bir sefer aşkı düşüyor
mu içine? Sıkıca asılıp gemlere, mahmuzlayıp atını dört
nala koşturmak için taze bir
heyecan duyuyor musun?
İnancın vakurluğunu, davanın şuurunu, merhametin ve rikkatin huzurunu
ötelere taşımak için var mısın? Kalben ve zihnen geçmişin elini tutarak zamanı
kuşanıp geleceğe uzanır mısın? Şehadete yemin eden
o neferler gibi sen de gözü
kapalı düşebilir misin cenk
meydanlarına? “Ya zafer, ya
şehadet!” deyu and verebilir
misin Allah’a?
Peki, çelik tolgalara dokunup kaçan güneşin ellerini hissediyor musun başında? Alnından şakaklarına
doğru azmin işareti olan
katreler süzülüyor mu, terliyor musun onlar gibi aşkla inançla...
Kaç Başbuğ vardır?
Görüyor musun şu cesur
kumandanı? Bembeyaz atının yelelerini rikkat ile nasıl da okşuyor. Eğninde, kefen niyetine giydiği beyaz
elbise... Sence neden atının
kuyruğunu böyle tevekkül
ile düğümlüyor? Çünkü o,
kalbi iman ile çarpan, Rabbin rızasını esas almış askerlerinin başbuğu, İslam’ın
askeri, Allah’ın kulu!
Senin de şimdi kalbin
çarpıyor mu, korkudan uzak
tam bir teslimiyet ile tekbir ile vahdet ile... Hatırladın mı, tek yürek, tek bilek
olup gözünü kırpmadan, ardına bakmadan yol alan bu
askerler kimin ceddi? Hutbelerde adı dua ile anılan
bu kumandan kim? Hangi
başların tacıdır bu heybetli
tuğlar? Tarihe kaç kez adını böylesine görkemli yazdırabilir bağbuğlar? Sahi,
bu unvanı layıkı ile taşıyan
kaç başbuğ vardır? Kaçı sahici, kaçı yalancıdır?
Nesrin Çaylı
[email protected]
bir dua: 2071
nın ikinci
Ülkeler değişir, roller değişir; isimler, zaman, mekân değişir ama
bu hakikat hiç değişmez. Kimi “Uzun Adam” gibi soylu ve asil bir
hükümdarı rol model seçer; kimi asaletten mahrum, kraliyete
mensup olmadığı halde, bir kraliçenin dikkatini celbettiği için tahta
geçmiş Diyojen’e... Kimi bölmeye, yok etmeye musaittir; kimi birleştirip yek vücut olmayı, tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek millet şiarını üstlenir!
zaferi
Kalelere bir bir İslam sancağının dikildiği bu muhteşem destanı unutmadığını biliyorum. Zihnin taptaze 26 Ağustos’a işaret
ediyor, değil mi? Haykırıyor tarihi hafıza 1071’i bugün gibi... Biliyorum, karşında duruyor işte o
iklim’i Rum’u dize getiren rüzgâr
tıynetli sultan! O Büyük Selçuklu
Hükümdarı Alparslan!
Tarihin tekerrürü
Duyuyor musun o cengaver, o
yürekli sultanın duasını? Yanı başında, sana sesleniliyormuş gibi
dinliyor musun o hitabı? Ardından İlahi makama yükselen duaya kalben amin diyor musun sen
de? Böylesi bir hitabın, hala muhatabı olduğuna inanıyorsan, sen
de bu gün “Amin!” diyorsan o duaya, makbul olmuş tarihçesinden,
birlikte devşirelim mi ibreti? Tarih
tekerrürden ibaretti değil mi!?
Öyleyse o hitabı bugün bizim
kalbimizde taze tutan, yeniden
yeşerten, ülkesi ve milleti için o
muhteşem destanı kendisi ve halkı için hedef olarak belirleyen ve
o hedefe doğru cesaretle yürüyen,
bu günün kocaman yürekli ismi(!),
gelecek zamanlarda Türk halkının Reisi’ni kutlayalım ve tekrar
o hitabı işitip o duayı hep birlikte
buradan edelim. Ve o ismi(!), bu
güne şahit olmanın hakikatiyle tarihe altın harflerle biz geçelim!
“Askerlerim! Yiğitlerim! Bugün
burada ne emreden bir sultan, ne
de emir alan bir asker vardır. Bugün ben sizlerden biriyim ve sizlerle birlikte savaşacağım. Bugün
burada Allah’tan başka bir Sultan yoktur! Biz ne kadar az olursak olalım, düşman ne kadar çok
olursa olsun, bütün Müslümanların, zaferimiz için dua ettikleri şu anda, kendimi düşman üzerine atacağım. Ya zafer kazanırız,
ya şehit olarak cennete gideriz. İsteyen benimle gelsin, isteyen geri
dönsün. Ben memleket için, İslâm
için ölüme koşuyorum... /Ey askerlerim! Eğer şehit olursam bu
beyaz elbise kefenim olsun... /Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.” Evet, bu hitabın muhatapları
bilir ve inanır ki, “En yüksek gür
ağustos 2014
43
haberajanda
Siyaset
sada İslam’ın olacaktır”. Ve bu şuur, bu inanışın huşusu ile secdelerde Sultan Alparslan’nın
eskimeyen şu duasını eder:
“Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum.
Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor
ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım!
Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde
hilaf varsa beni kahret!”
Ağustos ayında
yeni bir zafer
Biliyorum ve inanıyorum ki, dün gibi taze
zihninde bu dua, bu sahne... Bak hala inliyor 10 asır öncesinde yükselen seslerle gökler... Asırları aşıp zamana yayılıyor o günkü
tekbirler! Allahuekber! Allahuekber!
Zihnin şimdi taptaze 26 Ağustosa işaret ediyor değil mi? Yıl 2014’müş ne çıkar?
Sen, yaklaşık 10 asır önce verilmiş bu mücadelenin, ardından tarihe geçmiş bu zaferin, kayıtlara düşülmüş bu destanın bir
benzerini daha dün yaşadın! Üstelik bu tarihi hiç unutmadın! 10 Ağustos 2014’te saatler 20:15’i gösterirken benzer hitabı, aynı
duayı kalbinde taşıyan, aşkla, inançla aslını, ceddini hatırlayıp hatırlatan “Uzun
Adam”ın benzer destanına şahit oldun!
Tüm bunları hissedenlerin yurdudur işte
bu vatan! Ve gayri cenkler meydanlarda değil
zihinlerde... Cihad hicret etti gayri topraktan
kalbe, kılıçtan kaleme!
26 Ağustos 1071’de bu duayı Alparslan etVe zafer Hakk için haktan yana olan,
güçlü siyasi kimliğini Müslüman kimliğinin önüne geçirmeyen, tek devlet(!),
tek bayrak, tek vatan, tek millet demekten vazgeçmeyen Recep Tayyip
Erdoğan yeni bir destan yazıyor...
44
ağustos 2014
mişti, neferleri “Amin!” demişti.10 Ağustos
2014’te Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan etti, bizler aynı şuur ile “Amin!”
dedik!
Hayatı inançla,
aşkla solumak!
28 Ağustos 2014’te, Aparslan’ın hitabının benzerini Türkiye Cumhuriyeti’nin 12.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
çağdaş, demokratik, vesayetten, statükodan,
jakoben anlayıştan sıyrılmış ve arınmış bir
üslup ile yapacak inşallah, bizler de bu hitabın muhatabı olmaktan onur duyacağız! Ne
ve kim adına, ferdi bir onur mudur bu? Zinhar değil!
Bu davanın, bu inanışın, bu ihlasın dilini
kullanan için bile ferdi bir onur olmadığına
adımız kadar emin inanıyoruz! Zira kişi dilinin altında saklıdır, biz bunu biliyoruz!
Hakk’tan söz eden, sözünü hakkaniyet ile
söyleyen, vatanını ve milletini Hakk rızası
için seven bir dünya liderinin davasına, ideasına inanmanın onurudur bu! Bölünmelere
değil, bütünlüğün umudunu taşımanın onurudur! Dışlamanın değil, kucaklamaya teşne
olmanın onurudur! İbadet hükmüne geçmesini dilediğimiz bir duruş, bir duyuş, hayatı
inanç ve aşkla soluyuştur!
Bediüzzaman Said Nursi Hazreteleri’nin
buyurduğu gibi, “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu
Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim,
fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender
hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim!”
diyebilmenin huşusudur! Gururdan, kibirden, enaniyetten uzak, tevazu ve vecd ile hak
yolda yürümenin onurudur!
Adalet ile kalkınmaktan
başka çare yok!
Zira az önce 943 yıllık mazinin izlerine basarken bizler, Allah korkusunu kalbinde bir ziynet gibi taşıyan ceddimiz Alparslan
gibi korkarız haksızlıktan! Adaleti olmayanın ikramından sakınırız! “Allah adildir, adilleri sever!” düsturundan hareketle, adalet ile
kalkınmaktan başka çıkar yol olmadığına
inananlardanız!
Çünkü Muhteşem Malazgirt Zaferi ile
Anadolu’yu Türklere yurt eden, İslam’ın
sancağını kaleden kaleye, surdan sura taşıyan, Diyar- Rum’u İslam topraklarına katan,
kalpleri batıl olandan arındırıp Hakk din
İslam ile huzur bulması için zahmet içinde rahmeti gözeten Sultan Alparslan gibi
bir ceddimiz var. Ve artık ceddinin tecrübesini kendine hedef koymuş bir Reis’imiz
var! Tarihten ibret almayı ihmal şöyle dursun, ömrümüz yetmese de 2071 tarihini tasavvur olarak zamana şerh düşme idrakini
Nesrin Çaylı
taşıyan bir liderimiz var!
Ülkeler, roller değişir,
hakikat değişmez!
Zihnimiz, muhayyilemiz ile günümüz arasında mekik dokurken, tarihin hafızasından
zamanın hafızasına nüfus etmeyi dilerken,
Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i hatırlamamak olmaz. Zira destanlaşmış zaferlere
imza atmak, tarihe altın harflerle kayda girmek her daim Hakk’ın batıla, iyinin kötüye
galebe çalması ile olmuştur. Güzelin çirkine,
haklının haksıza, mazlumun zalime üstün
gelişi de keza öyle... Ülkeler değişir, roller değişir; isimler, zaman, mekân değişir ama bu
hakikat hiç değişmez. Kimi “Uzun Adam”
gibi soylu ve asil bir hükümdarı rol model seçer; kimi asaletten mahrum, kraliyete mensup olmadığı halde, bir kraliçenin dikkatini
celbettiği için tahta geçmiş Diyojen’e... Kimi
bölmeye, yok etmeye musaittir; kimi birleştirip yek vücut olmayı, tek devlet, tek bayrak,
tek vatan, tek millet şiarını üstlenir!
Tam burada Sultan Alparslan’ın Malazgirt
Muharebesi’nde esir düşen Bizans İmparatoru Diyojen’e karşı muamelesini hatırlayalım. Bakalım tarihi bu anekdot, günümüze
dair bize ne söyleyecek?!
Bizans İmparatoru esir düşer ve Sultan
Alparslan’ın huzuruna çıkarılır. Aralarındaki
diyalog şöyle geçer: “Size nasıl bir davranışta bulunacağımı tahmin ediyorsunuz?” Diyojen şöyle cevap verir: “Beni ya öldüreceksiniz
veya zincire vurup İslam ülkelerinde dolaştıracaksınız.” Alparslan’ın kararı batıl dünyanın minik zihinlerinin algılayamayacağı kadar asildir! “Üzülmeyin, insanların serüvenleri böyledir. Size esir değil, hükümdar muamelesi yapacağım. Ben, Allah’a zaferi kazanırsam esirlere iyi davranacağıma dair söz
vermiştim. Allah iyilik düşünenlerin isteklerini yerine getirir!” diyerek Diyojen’i affeder.
Güçlü siyasi bir profil
Çünkü Sultan Alparslan, iyiliği, merhameti, düşkünlere yardımı ile tanınmıştı. İslâmiyet’e ve cihada son derece bağlı idi.
Allah’tan korkar, her işinde O’na tevekkül
ederdi.
Çok cesur, yiğit, kudret ve azamet sahibi
bir kişiliğe sahipti. Heybetinin yanında adaleti ile de ün yapmış, affedici ve müsamaha
sahibi olduğunu defalarca ispatlamıştı. Çok
dindardı ve dinî hükümlerin tam sadakatle uygulayıcısı olarak tanınıyordu. Onun bu
yönü, halk arasında veli derecesine yükseltilmesine ve şahsına pek çok kerametler isnat edilmesine sebep olmuştur.
İslâmiyet’in henüz girmediği ülkelerde
fethettiği her şehre derhâl bir cami yaptırdığı, askerî faaliyetlerinden dolayı yeterince fırsat bulamadığı imar işleri ile ilim, fikir
ve sanat adamlarını toplayıp devlet himayesi altına almak gibi sosyal faaliyetleri de veziri Nizâmül-Mülk’ün eliyle yürüttüğü bilinmektedir.
Jurnalcilerden biri veziri Nizâmül-Mülk
aleyhinde bir yazı yazmış, yazıda Sultan’ın
memleketlerinde ne kadar malı olduğunu
ve ne gibi vergiler aldığını anlatmıştı. Yazı,
Alparslan’ın namaz kıldığı yere bırakılmıştı. Sultan onu alıp okudu, sonra da NizâmülMülk’e verip, “Bu mektubu al, eğer bunu yazanların yazdıkları doğru ise ahlâkını güzelleştir, durumunu düzelt; eğer yalan söylüyorlarsa onların hatalarını bağışla ve onları öyle
mühim işlerle meşgul et ki, insanları aldatmaya vakit bulamasınlar” dedi. Bu sözü, onun
keskin zekâsı ve merhametine bir delildir.
Bu karakteristik tahlil Sultan’a ait peki
zihnimizde bir de-javu oluşmuyor mu? Tarihin derinliğinden satırları kısacık hatırlarken
zamana sıçramıyor mu? 1000 yıllık geçmiş
zamandan ne de çok iz taşıyor. Çünkü muasır medeniyetler(!) seviyesine erişme hedefi koyanlar, dün ne ise bu gün de aynını yaptığı gibi çağdaş jargonları apaçık irtica ve iptida barındırıyor.
Efsane yeniden uyanıyor!
Tarihin uzun zamandır şahit olamadığı bir
efsane yeniden uyanıyor! Ve güçlü, tınısını,
dokusunu, ideasını, davasını, aşkını yüzyıllar ötesinden, Muhammedi maya ile taşıyan
siyasi bir profil bizi şükre sevk ediyor! 2071
hedefini vizyon edinen Recep Tayyip Erdoğan ne de çok Sultan Alparslan’ı hatırlatıyor! Ve ne güzel bir tevafuktur ki, Malazgirt
Zaferi’nin tarihe yazıldığı Ağustos ayı, Türk
halkının dünyaya haykırdığı ikinci bir zaferi yaşıyor.
Malazgirt Destanı yazıldıktan sonra Türkler İslam dininin bayraktarlığını yaparak
Anadolu’ya nasıl yayılarak büyüyerek, ilerleyerek yerleşmişse, Türkiye de İslam coğrafyalarının, mazlumların umudu oluyor. Uzak diyarlarda kalplere taht kuruyor!
Tarih bize ne diyor?
Tarih kitaplarında bu durum ve Malazgirt’te muhteşem bir destan yazan Sultan
Alparslan’ın şehit oluşu şöyle kayda geçer:
“Bizans İmparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyaç hâlinde Selçuklu
ordusuna asker göndermesi karşılığında barış
antlaşması yapıldı. Fakat Diyojen, İstanbul’a
geri dönerken, Bizans tahtının el değiştirme-
si, antlaşmayı geçersiz kıldı. Yeni Bizans İmparatoru Yedinci Mihail, Diyojen’in Türklerle yaptığı anlaşmayı kabul etmedi. Diyojen,
kendi krallığı tarafından hapsedildi, gözleri
oyuldu ve Bizans sokaklarında teşhir ile gezdirildi. Gözlerinin oyulması esnasında mikrop kaptığı için, yüzünde feci yaralar olduğu
halde acı çekerek öldü.
Onlar birbirlerine de hain!
Yapılan anlaşmaya sâdık kalmayan Bizans’a karşı Sultan Alparslan, Selçuklu şehzadelerini Anadolu’yu fetihle görevlendirdi.
Antlaşmanın tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu’nun fethini istedi. Anadolu iskân edildi ve Türkleşip İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Vergi ve diğer sebeplerden baskı ve zulme uğramış, haksızlık yapılmış yerli halk Alparslan ve askerlerinin kendi dindaşlarından daha hoş görülü olmaları neticesinde fazla bir direnme göstermedikleri gibi
hoşgörünün kaynağının İslâm olduğunu görünce İslâm diniyle de şereflenmeye başladı.
Akıncıların Anadolu’ya düzenledikleri gazalarda, adaletle muamele etmeleri, zâlimleri
ortadan kaldırmaları, can, mal, ırz emniyetini sağlamaları, bölge halkının Selçuklu idaresini gönülden tercih etmesine vesile oldu.
Bizans’ın zulme varan sıkı tedbirleri, halka
kötü muamelesi, yerli ahalinin Türklerin idaresini tercih etmelerini daha da kolaylaştırdı.
Türklerin yeni yurt edinmesini sağlayan Malazgirt Zaferi’nden sonra, on beş yıl içinde
Anadolu fethedildi. Bu bakımdan, Malazgirt
Zaferi, Türk ve dünya tarihinde bir dönüm
noktası oldu.
Türkleri bir bayrak altında toplamak isteyen Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferi’nden sonra 1072’de çok sayıda atlı ile
Maveraünnehir’e doğru sefere çıktı. Ordunun başında Buhara’ya yaklaştı. Amuderya Nehri üzerinde bulunan Hana Kalesi’ni
muhasara etti. Kale komutanı, sapık Bâtınî
fırkasına mensup Yusuf el-Harezmî, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim
olacağını bildirdi. Hain Yusuf, Alparslan’ın
huzuruna çıkarıldığı sırada Sultan’a hücum
edip, hançer ile yaraladı. Yusuf ’u derhal öldürdüler. Fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. Sultan dört gün
sonra 25 Ekim 1072’de, 42 yaşında şehit
oldu. Tahran yakınlarındaki Rey şehrinde
defnedildi. Yerine oğlu Melikşah geçti.
Alparslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar’dan, batıda Ege kıyıları ve
İstanbul Boğazı’na, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen’e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı.
ağustos 2014
45
haberajanda
Siyaset
Cumhurun Başkanı’nı gönülden kutluyoruz! Çünkü Reis’in, cumhur ile gönül
dilinden konuştuğunu biliyor ve ona
inanıyoruz!
ya sürekli akınlar yaptırmaları ve bunu devlet politikası haline getirmeleri. 2) Selçukluların göçebe Oğuzları Anadolu’ya sevk
etme düşüncesi. 3) Romen Diyojen’in
Türkleri Anadolu’dan çıkarmayı daha sonra da İslam ülkelerini ele geçirmeyi hedeflemesi. 4) Türklerin Anadolu’yu kendilerine
yurt edinmek istemeleri. 5) Bizans’ın Pasinler Savaşı’nın intikamını almak istemesi. 6)
Türkmen baskıları...
Malazgirt Zaferi’nin önemi
ve sonuçları:
Yumuşak karnımız...
İnsanoğlu hiç değişmiyor. İlk yaratılışında
ademoğluna kodlanmış iyi ve kötü hasletlerin islah imtihanı her daim kıyamete kadar
hükmünü icra ediyor. 1000 yıl önce mezhep
kavgaları, hilafet sancıları bugün şahidi olduğumuzdan pek farklı değil. Malazgirt Meydan Muharebesi’nin ana sebeplerinden biri
Şii-Fatimilerin içeride oluşturdukları baskı
ve menfaat kavgası, dışarıda Bizans’ın İslam
dininin yaygınlaşmasına karşı geliştirdikleri tedbirler.
Ne kadar da günümüze benziyor! Bitip tükenmek bilmeyen bir ısrardır bu İslam coğrafyaları üzerinde uygulanan. O gün Haçlı Seferlerinin zemini oluşturuluyordu; Slavlar, Ermeniler, dinsizler Hakk’a kılıç sallıyordu. Bugün Pensilvanya, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD, İsrail fitne bombardımanına
tutuyor. Ateşkes nedir bilmeyen bir savaşları
var ki, gayrı kendi gözleri körleşiyor! Çünkü
Hak din İslam dünyaya hakim olacak, kıyamet illa kopacak ve fitne ehli elbet ölecek!
İnsanoğlu hiç değişmiyor... Batıl, Hak ile
uğraşmaktan vazgeçmiyor. Kalplerin, kulakların ve gözlerin mühürlenmesi zaman, mekan tanımıyor. Taa ki kıyamete kadar... Dünyevi ihtiraslar ile muhterisler, müfteriler, münafıklar hiç ölmeyecekmiş gibi tuzak ve planlar ile zulmü ahlak edinmiş ve uygar canavarlar yaratmanın Tanrıcılığını oynuyorlar.
Yeni bir destan yazılıyor!
İnsanoğlu hiç değişmiyor. Hatta bazen
mekanlar, kişiler değişse bile ibret verici te-
46
ağustos 2014
vafuklar dikkat çekiyor. 1071’de 54 bin Müslüman Türk askeri batıl ile mücadele ederken, Bizans 200 bin kişilik ordusu ile galebe çalacağını zannederken, bugün tek çatı
altında, Türklüğünden ideallerinden dönen,
vaad ettiklerinden cayanlarla, üstelik kıtalararası, ülkelerüstü bir gayret birlikteliği içinde olanlarla mücadele ediyor! Ve zafer Hakk
için haktan yana olan, güçlü siyasi kimliğini Müslüman kimliğinin önüne geçirmeyen,
tek devlet(!), tek bayrak, tek vatan, tek millet
demekten vazgeçmeyen Recep Tayyip Erdoğan yeni bir destan yazıyor...
Sadece Türkiye sınırları içinde bir destan değil bu! Bağdat da İslamabad da... Kabil, Beyrut, Saraybosna Üsküp de... Şam, Halep, Hama, Humus, Ramallah, Nablus, Eriha, Gazze, Kudüs, Afganistan da... Burma,
Türkmenistan, Urumçi ve daha nice Müslüman kalplerde yankısı duyulan, sınır tanımayan bir destan, bir zafer!
Şimdi yeniden tarihin derin dehlizine dönelim ve pek çoklarının hazmedemediği
Türklerin ayak izlerine değelim. 2014 iken,
1071’de yazılmış muhteşem destanın, bir kez
daha bu coğrafyada yazılışının tevafuklarına
değinelim.
Tarih, 26 Ağustos 1071 Malazgirt Muharebesi’nin sebep ve sonuçlarını şöyle kayda
geçmiş... Bir göz atalım, benzer gerekçe ve
sonuçları bir kenara not alalım:
Malazgirt Savaşı’nın
nedenleri
1) Tuğrul Bey ve Alp Arslan’ın Anadolu’-
1) Bizans İmparatoru Romen Diyojen
komutasındaki ordu savaşı kaybetti. 2) Savaşta, Bizans ordusunda paralı askerlik yapan Oğuz ve Peçeneklerin yardımları da belirleyici rol oynadı. 3) Anadolu’nun kapıları
Türklere açıldı. 4) Türkler fazla bir direnişle karşılaşmadan Marmara kıyılarına kadar
ilerlediler. 5) Bugünkü Türkiye’nin temelleri atıldı. 6) Anadolu’da gücü kaybolan Bizans,
Balkanlara çekildi. 7) Abbasi ve İslam dünyası üzerindeki Bizans baskıları kayboldu. 8)
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde
ilk Türk beylikleri kuruldu.
Ademoğlu Adem doğalı
değişmiyor!
1071 Zaferi’nin sebep ve sonuçlarına şerh
düşmeyeceğim. Zira zaman tıpa tıp gerekçe
ve sonuçlar olmasa da, benzerliklerin çoğu
itibariyle şerh düşüyor zaten! Bu kısacık değerlendirme, zihinlerimizde küçük hatırlatmalara vesile olmak içindi; aynı zamanda,
26 Ağustos tarihli muhteşem zaferin sene-i
devriyesini hatırlamak, şehitleri yad etmek,
tarihi geçmişimizin “Yeni Türkiye” vizyonunda tesiri olacak anekdotlar barındırdığına dikkat çekmek içindi.
Ben ısrarla küçük anahtarların, büyük kapıları açabileceğine inancımı sürdürüyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi Ademoğlu, Adem doğalı değişmiyor! Değişen, sadece imkanlar ve mekanlar... Hırslar aynı, nifak
aynı, kin aynı, tamah aynı, şirk aynı... Ve dahi
İslam dini de o gün bu gündür aynı! Vahyi
zaman eskitemiyor ve eskitemeyecek! Hakk,
hakkı dileyen, hak için mücadele edeni koruyor.
Bu minvalde yolculuğunu yapan 54 bin
askere değil ama zatını inanarak destekleyen
55 milyon seçmenine ve tüm 77 milyon Türk
halkına balkondan seslenen Reis(imizi) Rabbimin muhafaza buyurması için dua ediyoruz! Cumhurun Başkanı’nı gönülden kutluyoruz! Çünkü Reis’in, cumhur ile gönül dilinden konuştuğunu biliyor ve ona inanıyoruz!
haberajanda
Siyaset
Yahya Kurt
[email protected]
10
AĞUSTOS 2014… “Yeni
Türkiye”nin, “Büyük
Türkiye”nin, “Öncü
Türkiye”nin, umudun
kapıları açıldı. Hayırlı ve
mübarek olsun! Darısı
tüm İslam coğrafyasının
başına…
Türkiye’den zuhur
eden bu umut güneşi, inşallah ümmetin karanlık
gecesini de aydınlatacak
ve kışları bahara çevirecektir. Bundan kimsenin
şüphesi olmasın.
Bundan 13 yıl önce
siyasî bir hareket olarak
ortaya çıkan AK Parti’nin,
kurulduğu tarihten beri
Türkiye’nin umudu haline
geldiği herkesin malumu.
Elbette bu hareketin kurucusu, lideri ve öncüsü
Erdoğan, bu umudun meşalesini yakan kişiydi. Ve
o umut ateşi günden güne
alevlendi, Anadolu’dan
tüm İslam coğrafyasına
yayıldı.
Bu umut ateşi ile ilk
defa kendini bu kadar güçlü ve önemli hissediyordu
Anadolu’nun çocukları.
Beyaz Türkler ve Kemalist
jakobenler tarafından hor
görülen gecekondu semtinin delikanlılarıyla kenar
mahallelerin konfeksiyon işçisi kızları ilk defa
“umut” diyordu istikbal
adına, millet adına, memleket adına, ümmet adına
ve ümmet coğrafyası
adına.
İnancının gereği olarak
başlarını örten hanım
kızların tesettürleri hayallerine engel yapılmıştı ki
artık onların da bir umudu vardı. Tırnaklarıyla
kazıyarak geldikleri yerleri sırf başörtülü oldukları
için terk etmek zorunda
kalan annelerin, eşlerin,
ablaların ve bacıların da
bir umudu vardı artık.
Yırtık ayakkabı ile okul
bitiren genç delikanlıların
azim ve gayretlerinin, uykusuz gecelerinin, içlerinde büyüttükleri ideallerin
de umut ışığı yanmıştı
yeniden. Kardeş olduğu
halde sırf etnik kökeninden dolayı terörist ilan
edilen gençlerin, evladıyla
konuşmak için bilmediği
bir dile mahkûm edilen
anaların ve yokluğa
mahkûm edilmiş coğrafya
için de umut vaktiydi.
Ümmetin ve umudun
Reis-i Cumhuru
“Bu millet, ümmetin umududur…” (Recep Tayyip Erdoğan)
ÖZGÜRCE düşünebilmenin, dilediğini söyleyebilmenin, istediği gibi yaşayabilmenin, hür ve demokrat olmanın umuduydu aslında gelen. Hayallerine, umutlarına ipotek konan
bir millet uyanıyordu. Önce hayal etmeyi öğreniyor, ardından hayallerini gerçeğe dönüştürüyordu. 500 yıldır uyuyan
dev uyanıyor, düştüğü yerden yeniden bir bayrak kalkıyordu.
Özgürce düşünebilmenin, dilediğini söyleyebilmenin, istediği gibi
yaşayabilmenin, hür
ve demokrat olmanın
umuduydu aslında gelen.
Hayallerine, umutlarına
ipotek konan bir millet
uyanıyordu. Önce hayal
etmeyi öğreniyor, ardından hayallerini gerçeğe
dönüştürüyordu. 500 yıldır uyuyan dev uyanıyor,
düştüğü yerden yeniden
bir bayrak kalkıyordu.
ümmet coğrafyasında sığınılacak bir liman ortaya
çıkıyordu. Umutlanıyordu
ağlayan yetimler Gazze’ye
selam gönderilince. Şam’a
gidince bir selam ülkesine
hasret çeken milyonlara
bir umut ışığı yanıyordu. Bir selam gidiyordu
Saraybosna’ya “Ey Aliya!
Emanetine sahip çıkıyoruz” anlamına gelen. Bir
umut ışığı beliriyordu
Bosnalı çocuğun yüzünde. Bir selam gidiyordu
İslamabad’a, İkbal’in evlatlarına tarihî bir teşekkür
niyetiyle. Bağdat’a, yıllarca
İslam’a başkentlik yapan o
beldeye bir selam gidiyordu. “Kudüs” diyordu umut,
ilk kıbleye yöneliyordu
dualar, tekbirler… Kara
kıtanın bahtı kara çocuklarının gözünde, mazlumların, açlığın, susuzluğun,
yokluğun ve yoksulluğun
coğrafyasında da bir umut
beliriyordu.
Umudunu kendisine
bağlamış ümmet de umutlanıyordu yükselen bu
bayrakla. Baştanbaşa kan
ve gözyaşında boğulan
Düne göre daha çok
parlayan bu umut yıldızı,
bugünümüzde de, yarınımızda da ışıl ışıl parlayacaktır. Sinesine milletini
Kepenk kapatan esnafın da bir umudu vardı
artık, tarlasını sürmek için
mazot bulamayan çiftçinin de. Doktor bulamayan
hastanın da, hastane parası bulamayan garibanın
da umutları yeşeriyordu
yeniden. Kenarda kıyıda
kalmışların, unutulmuşların, yok sayılmışların
var olabilme umuduydu
“gelen”.
açan bir devlet başkanıyla
artık millet, devletini kucaklayacaktır. Ve ümmetin umudu, bu iman dolu
gönüllerde ma’kes bulacaktır. Tüm Türk dünyası,
tüm dünya Müslümanları
dualarıyla destekledikleri
liderlerinin arkasında hep
birlikte yürüyecektir.
Bugün millet vesayetin,
statükonun, kirli ittifakların, iç ve dış güçlerin, para
ve sermaye baronlarının,
faiz lobilerinin, Siyonist
planlarının inadına feraset ve iradesiyle umuduna
sahip çıkmış ve bu umudu
sandıktan devletin zirvesine çıkarmıştır.
Ve bugün artık kutlu bir
Fatiha ile açılan kapıdan
girip hayır dua alınan tüm
coğrafyalarda, dost ve
kardeş ülkelerde yeniden
büyük bir fetih coşkusuyla tarih yazma günüdür…
Ve bugün artık milletin,
ümmetin ve umudun
Reis-i Cumhuru ile yürüme günüdür. Yolumuz ve
bahtımız açık, umudumuz
daim olsun inşallah…
ağustos 2014
47
haberajanda
Siyaset
Seçimi,
son 12 yılda
Türkiye’nin
ileri gittiğine,
2023 ve 2071
hedeflerinin
ulaşılabilir
olduğuna
inananlar,
Türkiye’yi
Osmanlı’nın
mirasçısı
olarak dünya
devleri arasında görmek
isteyenler,
memleket
için çok çalışanlar ve bu
çalışmaları
takdir edenler kazandı.
Ve elbette
siyasî hayatındaki ilk yarıştan sonra
hiçbir seçimi
kaybetmeyen
milletin adamı kazandı.
48
ağustos 2014
Muhtar bile
30
MART’a oranla gerilimi daha
düşük bir seçimi geride bıraktık.
Bunun başlıca sebebi, Erdoğan’ın
zaman zaman sertleşen üslubuna diğer iki adayın karşılık
verememesiydi. İhsanoğlu siyaseti bilmediği, Demirtaş
ise yeni bir vizyon peşinde olduğu ve de seçimin ikinci
tura kalması ihtimalinden dolayı pazarlık edeceği kişi
ile ipleri daha fazla germek istemediği için yumuşak
üslup kullandılar.
>> Tabiî ki bu düşük gerilimin bir başka önemli sebebi de
sonucun tek ve bilinir olmasıydı. Genel seçimlerdeki gibi 550
kişi, yerel seçimlerdeki gibi on
binlerce kişi değil, bir tek kişi
kazanacaktı yarışı.
Sonuçta da aynen öyle oldu
ve sandıklardan çıkan oylar
malûmu ilan etti. Bize de “Ben
demiştim” demek kaldı. Ne var
ki seçim gecesi, kazanamayan
adaylardan ve çatının mimarlarından gelen açıklamalar, seçimin kaybedeninin olmadığını,
neredeyse herkesin bu seçimden
galip ayrıldığını ifade eder nitelikteydi. Herkes “Aslında biz…”
diye başlayan cümleler kurarak
mağlubiyetlerinin sebeplerini
gözlerden ve akıllardan gizlemeye çalıştı. Erdoğan’ın önündeki
şeffaf ekrandan yardım alarak
yaptığı, Bahçeli’nin kürsüdeki
kâğıtlardan okuduğu konuşmaların, sonucu belli olan seçimden önce hazırlanmış olduğu da
gözlerden kaçmadı.
Seçimi gerçekte
kim kazandı?
Seçimi, son 12 yılda Türkiye’nin ileri gittiğine, 2023 ve
2071 hedeflerinin ulaşılabilir
olduğuna inananlar, Türkiye’yi
Osmanlı’nın mirasçısı olarak
dünya devleri arasında görmek
isteyenler, memleket için çok
çalışanlar ve bu çalışmaları takdir edenler kazandı. Ve elbette
siyasî hayatındaki ilk yarıştan
sonra hiçbir seçimi kaybetmeyen milletin adamı kazandı.
Tabiî ki balkonda söylenildiği
gibi, (buna çok gönüllü olmasalar bile) Erdoğan’a oy vermeyenler de kazandı. Zira onlar da
bu memlekette ekmek yemeye,
gelişmenin nimetlerinden faydalanmaya devam edecekler. Ve
gözlerindeki at gözlüklerini çıkarmamakta ısrar etseler bile bu
seçimin doğru seçim olduğunu
iliklerine kadar hissedecekler.
Şimdi çatı ustası partilerin iç
hesaplaşma zamanıdır. Buna en
erken başlayan da beklendiği gibi
olamadı !
yine CHP oldu. Parti içi demokrasinin en
güçlü olduğu grup olarak kendilerini tanımlayan CHP, kaybedilen seçimlerin sorumlusunu kongrelerde aramaya devam edecek
gibi görünüyor. Hâlbuki Demokrat Parti gerçeğinden sonra üst üste koyduğunuzda yüzde 30’lar civarında dolaşan sol oyları iktidara
taşıyabilecek güç, hiçbir sol parti liderinde ya
da muhalifinde yoktur. Türkiye’de sol, ancak
merkez sağı bölerek iktidar ortağı olabilir.
Muharrem İnce CHP’nin başına ne kadar yakışacak olsa da Emine Ülker Tarhan’la
başlattığı ayaklanma CHP’de isimleri değiştirebilse de sonuçları değiştiremez. MHP
lideri ise bu türden bir muhalefetin önünü
kesebilmek adına, kendisini hiç ilgilendirmeyen bir yere müdahale etmek zorunda
kalmış ve CHP’deki muhaliflerin çok erken
davrandığını açıklamıştır.
Seçimden en kârlı çıkansa şüphesiz Kürt
siyaseti oldu. Barajsız girdikleri ilk seçimde
kendilerini deneme fırsatı buldular. Akıllıca
yürütülen bir seçim kampanyasının ardından Kürt seçmenin, korkularını kısmen de
olsa yenebilmiş olduğu görünüyor. Doğu ve
güneydoğuda katılımın çok düşük kaldığını
da göz önüne alırsak, 2015 genel seçimlerine parti olarak girebilecekleri görünüyor.
Çatı neden çatladı?
Soğuk süte şeker atarsanız tam olarak karışmaz. En büyük hata, CHP ve MHP’nin
parti içi uzlaşı bile olmadan katlandıkları
birliktelikti. Yerel seçimlerde denenmiş ve
en önemli yerde, Ankara’da kaybedilmiş ortaklık modeli, Türkiye genelinde elbette fire
verecekti. Her şeye rağmen takdire şayan bu
birliktelik, yanlış aday üzerinden yapıldı. Kibarlığı ile öne çıkmaya çalışan İhsanoğlu’nun
gafları, özellikle de İstiklâl Marşı’nı bile bilmemesi, ülkücü tabanın MHP’ye aidiyeti
olmayan oylarını Erdoğan’a doğru uçurdu.
Gezi olaylarında bile aynı meydanlara çıkmayan, birbirine zıt iki partinin tabanı, seçim
mitinglerini de ayrı ayrı yapmak zorunda
kaldı. MHP ve BBP seçmeninin bir kısmı,
Türkiye Sosyalist İşçi Partisi ve Devrimci
Halk Partisi ile aynı çatı altında kalmayı haz-
medemedi, bazı CHP’lilerin Pensilvanya ile
birlikte hareket etmeyi hazmedemediği gibi.
Bu arada İhsanoğlu, kendi tabiri ile kampanya başında hiç tanınmadığı halde yüzde 38 oy almış olmasını başarı olarak görse
bile hiç miting yapmadan aldığı bu oyların,
9 partinin toplam oylarının çok altında olduğunu görmek zorunda. Çok basit bir matematik hesabıyla, son yerel seçimde yüzde
45 AK Parti oyu olduğuna göre, kalan %55’i
almalıydı çatı. Haydi Demirtaş ve Kürtler
faktörünü de çıkaralım içinden, yüzde 45
ile eşit olmalıydı oylar. Buradan hareketle,
İhsanoğlu’nun bu koalisyona katkısının olduğunu söylemek mümkün değil.
Seçime katılım beklentilerin altında gerçekleşse de ileri demokrasi diye gösterdiğimiz
Batılı ülkelerin seçimlerindeki yüksek oranlara ulaştı aslında. Siz seçmeninize “Tıpış tıpış
gideceksin!” deyip sonra da neden gideceğini
anlatamazsanız, bir kısmı tepki olarak da gelmeyebilir sandığa. Ama son yerel seçime göre
yaklaşık 5 milyon seçmenin sandığa gitmemiş olması da değil çatının çatlama sebebi.
Bunun en güzel örneği de “İzmir”…
İzmir’de CHP-MHP koalisyonunun bu
seçimde aldığı oy oranı ile son yerel seçimde aldığı oy oranı aynı. Buna karşılık AK
Parti’nin oyları 2 puan düşmüş durumda.
İki tarafın da aynı oyu aldığını kabul etsek,
sayısal kayıplarının da oranlarının aynı olduğu hesabı çıkar ortaya. Öyleyse sandığa
gitmeyen seçmenin ağırlığının çatı seçmeninde olduğunu söylemek mümkün değildir. Keza doğu ve güneydoğu seçmeninin
de en düşük oranda sandığa gittiği malum.
O bölgelerde CHP ve MHP’nin neredeyse
hiç oy alamadığı düşünüldüğünde, asıl kaybın Erdoğan ve Demirtaş için konuşulması
gerekirdi.
Evet, koalisyon partilerinde küskün ve
sonucu kabullenmiş bir seçmen grubunun
olduğu kesin. Ancak öyle anlaşılıyor ki o
seçmenlerin sayısı 5 milyon olmadığı gibi,
sonucu değiştirebilecek kadar da değiller.
Bundan sonra ne olacak?
Artık Türkiye’nin en önemli ve tek bi-
Cüneyt Akar
[email protected]
lenmeyenli denklemi, AK Parti Genel Başkanlığı ve dolayısıyla Başbakanlık görevini
kimin alacağıdır.
Abdullah Gül’ün hafif küskün tavırlarının ardından kurucusu olduğu partiye geri
döneceğini açıkça söylemesi, senaryoları yeniden gözden geçirme ihtiyacı doğurdu şüphesiz. Burada önemli olan, Gül’ün bu kararı
evladı gibi sevdiği bir partiye ve millete hizmete devam etmek için mi, yoksa Erdoğan’a
muhalefet edecek bir güce sırtını dayadığı
için mi aldığıdır? Eğer bir muhalefet gücü
bulduysa, partiye ve ülkeye yazık edeceği kesin. Yok, gerçekten hizmet için dönüyorsa,
partiye katacağı çok şey olacağına inanıyorum. Neyse, en azından ilk kongrede genel
başkan olmayacağı kesin gibi. Kimse 27
Ağustos’tan önce Cumhurbaşkanlığı makamından istifa edeceğine ihtimal vermiyor.
Hoş, istifa edip aday olsa bile milletvekilliği
sıfatı yokken Başbakanlık yapamayacağına
göre kongreden eli boş çıkacaktır.
AK Parti o kadar zengin bir kadroya sahip
ki kimse yeni genel başkanın kim olabileceği konusunda fikir birliğinde değil. Bence
üç dönem kuralı birçok adayın önünü kesiyor şimdiden. Yoksa bu makamı çoktan hak
etmiş olan Arınç, herhalde en büyük favori
olurdu. Arınç’ın hâlâ şansı var aslında. Partiyi seçime kadar temsil edebilecek, bilgi ve
siyaset birikimi en yüksek partililerden biri.
Hitabeti kuvvetli. Çok sert açıklamaları bile
Erdoğan’dan daha sessiz yapma yeteneğine
sahip. Bu kaygan zeminde 10 ay için bu riske
girmeyi kabul eder mi onu bilemem tabiî.
Adı geçen diğer adaylardan Ahmet Davutoğlu, Mehmet Şimşek, Ali Babacan
ve Binali Yıldırım gibi isimlerin her biri
birbirinden kıymetli. Ancak Babacan ve
Yıldırım’ın da en büyük engeli üç dönem
kuralı. Eğer kalıcı bir genel başkan seçilecekse “En büyük aday, siyasete hızla ısınan
Davutoğlu olacaktır” diye düşünüyorum.
Burada tekraren üzerinde durulması gerekense Gül’ün pozisyonudur. Samimiyeti
konusunda sıkıntı olmaz ve Erdoğan’la arasındaki buzlar çözülürse, 2015’e kadar yukarıdaki beş isimden biri geçici olarak idareyi
devralıp Gül’ün emanetçisi olabilir.
Sonuç olarak, herkesin önünü iliklemesi
gereken bir başarıya daha imza atmış olan
Erdoğan, sanılanın aksine Anayasa değişikliği için de yeterli desteği alarak (Demirtaş’ın
oyları burada belirleyicidir) Türkiye tarihinde cumhurun seçtiği ilk başkan olmuştur.
Vatana, millete, bölgemize ve ümmete hayırlı olsun inşallah...
ağustos 2014
49
haberajanda
Siyaset
“Bu
sefer
de
olmadı,
bundan sonra da olmayacak! Ta ki…”
B
U sefer de olmadı, bundan sonra da olmayacak. Ta ki
siz, gerçekten bu millete ait olana kadar… “Millete ait
olana kadar” derken neyi kastettiğimi anlatacağım, az
sabır…
>> Yazı yazma biçimimde genellikle yazının başlığını sonradan atarım. Bu yazının
başlığını ise Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmadan bir gün önce attım. Başlığa bakınca insan sormadan edemiyor değil mi
“Nasıl böyle bir öngörüde bulundun ve neden böyle bir riski göze aldın?” diye? Cevabı
çok basit: Halkımı tanıyor ve milletin kim
olduğunu biliyorum. Bu millet öyle aziz bir
millettir ki, ne zaman nerede duracağını ve
ne yapacağını çok iyi bilir. Bunu defalarca
da ispatlamıştır. Stratejik zekâya da ihtiyaç
duymaz. Sabreder, zamanını kollar ve gereğini yapar.
50
ağustos 2014
Mesela 12 Eylül Darbesi’ndeki gibi ortamın sakinleşmesi için önce yol verir. Ardından şöyle bir bakar, durum değerlendirmesi
yapar ve kulağının üstüne yatar. Sanırsınız
ki tamam, iş bitti…
Asker millet olduğundan da askere toz
kondurmaz. O bir şey yapmışsa, “Mutlaka
bir bildiği vardır, hakikaten de şu Demirel ve Ecevit’ten bıktık. Bir türlü terörü
önleyemediler, cumhurbaşkanı bile seçemediler” der ve geçer. Ama ardından bakar ki askerin gideceği yok, “Bunlar vatanı
kurtarmaya mı geldiler, yoksa bizi dizayn
etmeye mi?” deyip cunta rejiminin önüne
koyduğu anayasayı kabul eder.
Ertuğrul Özkök! Yüzde 96 ile 12 Eylül
Anayasası’nın itibar görmesi, senin dediğin
gibi “halkın cuntayı desteklemesinden” değil, “Bunlar bir an önce başımızdan defolsunlar” diyedir yani.
Her şeyin yolunda gittiğini sananlar durmazlar tabiî ki, bir de Turgut Sunalp gibi bir
adamı getirip önlerine koyar. Ama o ne yapar? Kendine en yakın, en sivil görünümlü
olan Tonton’u daha iki gram tanımadan tek
başına iktidara getirir. Her seferinde aynı
olmadı mı? Kime yüklenildiyse, kim aşağılandıysa millet ona itibar etti mi?
Erdoğan’a da aynı taktiği uyguladılar.
Ama bu kez hayvan terli, yemedi. Millet de
“Yedirmeyeceğiz!” diyerek sözünü tuttu. O
yüzden o kadar emindim ki, geçen sayıda
“Tayyip Erdoğan’ın karşısına Abdülhamid’i
veya Fatih’i çıkartabilseydiniz, belki…”
Murat İlkter
[email protected]
dedim. Sebeplerini de bir bir sıralamış,
hatta daha da ileriye giderek Selahattin
Demirtaş’ın Ekmeleddin İhsanoğlu’na karşı zafer kazanacağını iddia etmiştim. Övünmek gibi olmasın (!) ama Facebook’ta yaptığım tahminler de neredeyse tam isabetti.
“Erdoğan yüzde 51, İhsanoğlu yüzde 37,
Demirtaş yüzde 12” şeklinde bir öngörüde bulunmuştum. Sadece Demirtaş’ı biraz
abartmışım o kadar…
Nefret kaybettirir
Kaybedenler sadece Kılıçdaroğlu ve Bahçeli ile de sınırlı değil; Fethullah Gülen ve
avanesi, The Economist, bilumum Alman
medyası, AB ve İsrail, Esad, Suud Kralı ve
Sisi başta olmak üzere tüm Ortadoğu faşistleri...
“Neden kaybettiler?” sorusuna da verilecek en kestirme cevap: “Nefret kaybettirir.”
Çünkü nefret, hem kişinin ruh sağlığını bozar, hem de elini ayağını birbirine dolaştırır.
Sadece Tayyip Erdoğan’ı durdurma üstüne
-politika bile diyemiyorum- nefret üretirseniz, doğru adamı da bulsanız yanlış ata
oynarsınız.
Nefret, sevginin karşıtıdır. İnsanın aklını zekâsını kısar, sadece volumü yükseltir.
Çünkü nefret, “yok etme” üstüne gelişen
bir duygudur. Menderes ve Özal’ın akıbetini hafızasından silemeyen bu milletten
başka ne yapmasını dilersiniz? Yahu sizin
bu psiko-nevrotik halinizi tahlil ve tedavi
edecek hiç mi bir psikiyatr yok? Hani siz
okumuş adamlardınız? Siyasette psikolojik
üstünlük, otokontrol diye de mi bir şey duymadınız?
O yüzden ona “Usta”
diyorlar ya…
Her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesap
ediyor Usta. Sizin nasıl planlar kurduğunuzu bildiğinden de arkayı sürekli emniyete alıyor. 17 ve 25 Aralık operasyonunda
topyekûn taarruz ettiniz de ne oldu? Haydi
onu da geçtim, “uluslararası meşruiyeti kaybetsin” diye yardım tırlarına saldırdığınızı bu
millet görmedi mi sanıyorsunuz?
O da yetmedi, tüm dayandığınız temellere
ihanet ederek, bir de aday ithal ettiniz. Neymiş? Tanıdıkça sevecek, tıpış tıpış da oy verecekmişiz. Hani makarnacı kömürcüydü bu
millet? Hani biz davar, Erdoğan da çobandı?
Biat kültüründeki itaat, “Sizden olan ulül
emre…” şartı taşır. İşte önce bu şartı öğrenmeli, sonra “tıpışla”malıydınız. Şimdi kimin
koyun, kimin çoban olduğunu düşünün.
“Ezdirecekler millete garibi” demiştim,
ezdirdiler. Adam kendi memleketinde dünya kadar yardım yapmış, okul açmış, orada
bile nal topladı. Adamı aday göstermiştiniz, arkasında dursaydınız ya… Bahçeli’nin
memleketi Osmaniye bile buna itibar etmedi. Hele Sinop çok şaşırttı beni, resmen
Kılıçdaroğlu’na “Artık bırak!” dedi.
Ama iş istifa ile bitse yüreğim gam yemez. CHP’li Tarhan Erdem’in dediği gibi,
“CHP’yi kapatıp tekrar kurmalı”. Ama
bunlardaki koltuk sevdası yok mu?..
Minareye nasıl kılıf
uydurulur?
Hani demiştim ya “Seçime gidiyoruz
ama sonuç şimdiden belli olduğu için zerre
heyecan yok” diye, AK Partili seçmen bile
rehavete kapılmış olmalı ki Erdoğan’ın en
güçlü olduğu İç Anadolu Bölgesi’nde bile
katılım oranı yerlerde süründü. Ancak hicap etmeksizin ve daha seçimin dumanı
tüterken basına konuşan Bahçeli, “Madem
sandığa gitmediniz, bundan sonra olacaklardan siz sorumlusunuz” diyerek minareye
kılıf uydurmaya kalktı.
Galibi daha başından belli olan bir seçimde İhsanoğlu gibi bir figürün aldığı seçim
sonucuna hazımsızlık göstererek halkı cahillikle suçlayanlar şunu unutuyor: Umudu
yüksek olanların hayal kırıklığı büyük olur.
Sizinse hem umudunuz yoktu, hem de paçayı sıyırmak için bir teknokratı alıp Mike
Tyson’un önüne attınız. Sonra da bir de yağ
gibi üste çıkıp milleti oy vermemekle suçladınız.
Oysa rey bir “haktır”, görev değil. Oyunu
kullanıp kullanmamak kimseyi de bir etki
altında bırakmaz.
Şimdi seçim bitti, olan oldu. Şapkayı
önüne koyarak artık düşünme vaktidir. Tavsiyelerimi görmeyeceğinizi, görseniz bile
itibar etmeyeceğinizi bilsem de, “Ben zaten
size yazmıyor, sadece tarihe not düşüyorum”
diyerek yine de kendimi iyilikten alıkoyamıyorum. Çünkü bu ülkede iktidar değil, muhalefet sorunu var. Biraz ukalaca olacak ama
işte size nacizane tavsiyelerim!
Kazanmak istiyorsanız
önce Hak’la barışın, sonra
da halkla
Önce Hakk’la, sonra da halkla barışmalısınız kazanmak için. Hatta özür dilemeli-
siniz. “Derdiniz, sorununuz nedir? Bizden
istediğiniz bir şey var mı?” diyerek kapı kapı
gezmelisiniz. Ardından sorunlara dair çözüm politikaları oluşturup, bunları millete
anlatıp ikna etmelisiniz. İhtihsalin rakibinizden daha üstün olmasını da unutmayınız.
Milletin istikbalini tehdit edecek projelerin de önüne geçmeye kalkarsanız, milletin
algısında ve vicdanında oluşan “Bunlar vatan haini mi?” sorusunu da silmelisiniz.
Demirtaş’a iki çift söz
Açılımın gerçek hedeflerinden biri de
HDP’yi Türkiye partisi yaparak Türkiye’nin
her tarafını muhatap almanızı sağlamaktı.
Başardın Demirtaş, tebrikler!
Size “Kimliğinizi inkâr edin!” diyen yok,
ama yapmanız gereken, öncelikle etnik ve
ideolojik siyasetten vazgeçmektir. Milletin
algısında sizin takiyye yaptığınız gibi bir algı
var ve o yüzden zeytinle de ilgilenin artık,
pamukla da, fındıkla da, balıkla da... Ama
silahla değil...
Önce kendi bölgenizin ihtiyaçlarının ne
olduğunu belirleyin ki biz de bilelim. Görmesek de, bilmesek de, kardeşlik gereği olarak “Nedir bu kardeşlerimizin derdi, anlayalım. Açları birlikte doyuralım. Kimsesizlere
birlikte sahip çıkalım” diyebilelim.
Hak, hukuk, özgürlük derken, bu milletin
değerlerine ve inancına tekabül edin. Elbette bölgenizi bizden daha iyi bilirsiniz. Önceliği bölgenize vermek üzere, Türkiye’nin
gelişimine dair projeler oluşturun, görelim.
Tembellik yok ama… Kimseye bedavadan
maaş bağlanmayacağını, kaçak elektriğe ve
uyuşturucu ekimi yapılmasına müsamaha
gösterilmeyeceğini dağdan inene de, bayırda
dolaşana da anlatın, onları ikna edin.
Özerklik, federasyon gibi konularla da
milleti zehirlemeyin. Zira bilmelisiniz ki,
bunun pazarlığını yapacak hiçbir Türkiye
Cumhuriyeti hükümeti, önündeki 24 saati
göremeyeceğini iyi bilir. Yap siyasetini, göster zekânı, al milletten iktidar olacak takdiri;
sana engel olmaya kalkacak olursa, en önce
karşısında beni bulsun…
Velhasıl, “millete ait olmak”, bu milletin
kültürü, inancı ve değerleriyle birlikte siyaset
ahlakı oluşturmaktır, millete ihanet değil.
Son söz: Halka rağmen siyaset yapanlar
bir kez daha kaybetmiştirler. Halkın değerleriyle halk sorunlarına tekabül etmeyen bir
siyaset değil 12, 112 seçim daha kaybedecektir.
ağustos 2014
51
haberajanda
Analiz
Ekmel Vak’ası
demek, bütün
o ne idüğü
belirsiz on küsur tane parti
pırtı küsuratı
ile birlikte
“paralel”in
bir kere daha
Erdoğan kayasına çarpıp sırt
üstü düşmesi,
30 Mart’ta bozulan fiyakasının adamakıllı
yerle bir olması ve diğer taraftan da merhum Muhsin
Yazıcıoğlu’nun
şerefle taşıdığı
fazilet bayrağının yere
düşürülmesi
demektir.
***
Tayyip Bey’in
adaylığı, kendi
partilerinin
kamuoyunda ve yetkili
kurullarında
uzun uzadıya
tartışıldı ve
demokratik
usullere uygun olarak
tespit ve ilan
edildi. Peki,
muhalefetin
ikiz liderleri
Ekmel Bey’i
ileri sürerlerken kime
danıştılar?
Hani Tayyip Erdoğan
“diktatör”dü?
Bu beyefendiler ise pek demokrattılar(!).
52
ağustos 2014
Ekmeleddin Vak’ası-
Erdoğan
Tsunamisi
H
İÇ olmadığı kadar ibretle dolu, iki devreli
bir cumhurbaşkanı seçim süreci idrak ettik.
Seçim sandıklarının açılmasına kadar olan
döneme “Ekmeleddin Vak’ası” damgasını
vurdu. Sandıkların açılmasıyla birlikte “Erdoğan Tsunamisi” patlak verip, karşısındaki
her şeyi sildi süpürdü.
>> Öncelikle belirteyim, yazının
başlığı asla Sayın İhsanoğlu’nu tahkir anlamında değildir. Ben kendisini eskiden beri takdir eder ve
sayarım. Ancak maalesef nefsine
mağlup olup sinsi bir oyunda kendisini kullandırdı, Kılıçdaroğlu ile
Bahçeli’nin ipiyle kuyuya inilemeyeceğini bilemedi. Onların elinde
adeta oyuncak olup, maalesef vak’a
haline geldi. Yıllarca konuşulacak
olan bu vak’a, bir garip akademisyenin muhalefet liderleri tarafından
orta yere atılıp, tıpkı kendileri gibi
bir nevi maskara haline getirilmesinin ötesinde başka birçok anlamı
barındırıyor.
Ekmeleddin Vak’ası demek,
CHP ve MHP’nin siyaseten, fikren ve moral manada tükenmişliğinin, AK Parti’nin karşısında teslim
bayrağını çektiklerinin kendileri
tarafından ilanı demektir. Sayın
Erdoğan’a karşı ne cismen, ne de
fikren kendileri olarak çıkma ce-
saretini gösterememeleri demektir.
Daha da hazini, Erdoğan’a karşı bir
başka “Erdoğan”la çıkmaya çalışmak gibi “pek parlak bir zekâ ürünü”, gerçekte ise kendilerini tamamen inkâr eden bir yola başvurarak
çaresizliklerini, ilkesizliklerini, zavallılıklarını orta yere sermeleridir.
Ve yine Ekmel Vak’ası demek,
bütün o ne idüğü belirsiz on küsur
tane parti pırtı küsuratı ile birlikte
“paralel”in bir kere daha Erdoğan
kayasına çarpıp sırt üstü düşmesi, 30 Mart’ta bozulan fiyakasının
adamakıllı yerle bir olması ve diğer taraftan da merhum Muhsin
Yazıcıoğlu’nun şerefle taşıdığı fazilet bayrağının yere düşürülmesi
demektir.
Kılıçdaroğlu Ekmel Bey’i ne bilir? Onun fikir ve inanç dünyasına
tamamen yabancı ve karşıdır. Ya
Bahçeli’ye ne demeli? Adam kendi adayının adını bilmiyor, telaffuz
dahi edemiyor. Yani “Emsaleddin
İhsanoğlu” ile hiçbir ünsiyetinin
olmadığı aşikâr. Bunlar kendi başlarına kırk yıl düşünselerdi, “Ekmel
Bey” adında birini tespit edemezlerdi. O halde kimdir bunların kılavuzu, şu her şeyin ekmel olanını sayan
mı? İyi de onun efendisi, patronu
kimdir, “güneyde sevdikleri devlet”
mi? Öyle olduğuna dair bir kuşku
kalmış mıdır? Bakın iş nereye kadar
uzanıyor; Ekmel Bey ile muhalif
liderler kimlere hizmetkârlığa soyunmuş oluyorlar?
Tayyip Bey’in adaylığı, kendi partilerinin kamuoyunda ve yetkili kurullarında uzun uzadıya tartışıldı ve
demokratik usullere uygun olarak
tespit ve ilan edildi. Peki, muhalefetin ikiz liderleri Ekmel Bey’i ileri
sürerlerken kime danıştılar? Hani
Tayyip Erdoğan “diktatör”dü? Bu
beyefendiler ise pek demokrattılar
(!).
Devlet Bahçeli, “Çözüm Süreci”ne “Yıkım Projesi” adını takıp
meydanlarda bağırıp çağırıyor, bu
konuyla ilgili olarak iktidarla görüşmeyi ise güya ülkenin bütünlüğü
üzerinde hiçbir şekilde müzakere
yapmayı kabul etmediğini belirterek aslan kesiliyor. Ekmeleddin
Bey’in “Çözüm Süreci”ne olumlu
yaklaşımı karşısında ise süt dök-
Sabri Öğe
[email protected]
müş kedi gibiydi Sayın Bahçeli. Demek ki
Tayyip Erdoğan düşmanlığı, bu efendinin
nezdinde ülkemizin bütünlüğünden daha
önemliymiş. Bunların iler tutar bir yanları
yoktur. Deveye sormuşlar: “Boynun neden
eğri?” “Nerem doğru ki?” demiş. Bunlarınki
o hesap…
Muhalefetin Tayyip Erdoğan’a karşı olması, hatta bir noktaya kadar antipatisi de
anlaşılabilir bir şeydir. Ancak bunlar, Tayyip
Bey’e öylesine düşmandırlar ki, bu uğurda
kendi devletlerine düşmanlık etmeyi dahi
göze alabiliyorlar. Nitekim bunların ve
üçüzleri olan ekmel müjdecisinin yaptığı da bundan başka bir şey değildir. Sırf
Tayyip Bey’i alt edebilmek için Gezi olaylarının, 17 ve 25 Aralık darbe teşebbüslerinin, Halk Bankası’nı ve devasa yatırım
projelerimizi imha hamlesinin, devletimizi
terör destekçisi göstermeyi hedefleyen eylemlerin içinde yahut yanında olmaktan,
asrımızın katilleri olan İsrail’in, Esed’in ve
Sisi’nin yanında bulunmaktan hiç fütur etmediler, utanmadılar.
Bunları kendi ülkelerine ihanet edecek
kadar Erdoğan düşmanı yapan faktör acaba
nedir? Bunun altında yatan muharrik, ülkemizde son derece aktif olan İsrail’in gizli
propaganda makinesidir. Bu gerçek, maalesef aydınlarımız ve halkımız tarafından yeterince kavranabilmiş değildir.
Bir insanın aklını başına toplaması, kendisine çekidüzen verebilmesi için “Bir musibet bin nasihatten evladır” denir. Bizim
muhalefet partilerimiz, milletimizden 12
senede dokuz defa şamar yedi ve esasında
bu şamarlardan sadece bir tanesi dahi yeterliyken öyle mayalandılar, öyle pişkinleştiler
ki sekiz tokada rağmen hiç oralı olmadılar.
Ancak bu dokuzuncu tokat öyle okkalı
bir Osmanlı tokadı oldu ki, sesi ta Hint’ten,
Çin’den duyuldu. Bu durumda artık muhalefet partisi liderlerinde zerre-i miktar iz’an
ve utanma duygusu kalmış ise, hiç indirip
kaldırmadan, derhal koltuklarını terk etmeleri gerekir…
Evet, öyle olacağını düşünüyor ve bek-
liyorduk ama o da ne? Onlar yine tam da
kendilerine yakışanı yapmaktalar. CHP
Genel Başkan Yardımcısı seçimin galibi
olduklarını iddia edebiliyor, MHP Genel
Başkanı da muzaffer bir komutan edasıyla
kameraların karşısına geçip ezberlediği eski
bayat türkülerini çığırıyor, zımnen partililerine gözdağı vererek koltuğunu bırakmak
niyetinde olmadığını beyan etmiş oluyor.
Daha iki gün önce “Erdoğan cumhurbaşkanı olamaz! Çankaya’ya çıkamaz! Olamayacak! Çıkamayacak!” diye nida eden zatın,
“Milli irade tecelli etmiştir; Tayyip Erdoğan,
Cumhurbaşkanı olmuştur” derken yüzünde
en küçük bir kızarma olmadı.
Umalım ki bu muhalefet partilerinin
kendi tabanları ilkelerine sahip çıksınlar,
başlarına çöreklenen liderlerini alaşağı edip
siyasi kölelikten kurtulsunlar ve partilerinin
onurunu kurtarsınlar. Şayet yapamazlarsa,
layıklarını bulmuşlar demektir. Milletimiz,
artık onlarla meşgul olmak yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’la beraber daha aydınlık
ufuklara koşmaya karar vermiştir.
ağustos 2014
53
haberajanda
Siyaset
SULEYMANIYE’YI
S
EVGİLİ Ülkem... Kirli kar tanelerinin beyazlığını, balçıkla
sıvanmış göğün maviliğini, yüz yıllardır gönüllerimizde
yeşermeyen sararmış yaprakların yeşilliğini özleyelim
diye eflatun bir hikâyeden söz edeceğim sana.
>> Artık takvimlerde elemli akşamların
yeri yok. Güneşi olmayan kırılgan sabahların vardı, bilmez miyim!? Yüreğine dağların
irisi biner, bir serseri içine girerdi. Her gece
kötü bir ses yatağına değerek boynuna dolanmış kör müzisyenin bir notası gözlerinde sönerdi. Yeryüzünü semazenler sarsa da
ümitsizlik hep başucunda oturur, inancının
ağacına bir ateş gibi dokunarak “ba’s-ü ba’del mevt”in inkılabına mani olurdu. Oysa
ben şimdi, sana eflatun bir hikâyenin ilk
sözü olan kaybedilmiş mavinin narlanan
avuçlarında senin için sakladığı emanetten
söz edeceğim.
Bir zamanlar Çin’de çok miktarda afyonhane vardı. Buralarda beslenen herhangi bir
kedi afyona alışır, dışarı atıldığındaysa çok
geçmeden ölüverirdi. Sen asla bir afyonhane kedisi olmadın, olma da... Senin medeniyetinde ne öyle kediler beslendi, ne de
öyle hikâyeler yazıldı. Sen, gördüğü rüyanın
tabircisini bulan Yusuf ’sun. Bizim rüyamızı
da sen yorumlayacaksın. Senin avucundaki
nota, şaklaban dünyanın cafcaflı kınasına
uymaz.
Sen hayallerin şehrinde değil, medeniyetinin rüyasını gördüğün şehirlerde gezin.
O şehirlerin mimarı ol ve o şehirleri imar
et. Unutma ki hiçbir hilekâr senin rüyalarınla oynayamaz. Kurtuluş şarkıları çalan bir
müzisyen için güz rüzgârına takılıp sararmış
alafların eteklerine sarılarak el açıp “Yoktan
Var Eden”e yalvaracak bir gece bulunur elbet.
Küçük bir incir ağacının gölgesinde soluklanıp sana sesleniyorum Sevgili Ülkem...
Güneşi toprağından sökerek göğe diktiğimiz günleri unutma sakın! Biz Karakoç’tan,
Kısakürek’ten, Asya’dan alıp semayı yıldızlarla işlerken, onlar kanlı tırnaklarıyla masu-
54
ağustos 2014
meyi saçlarından sürüklüyordu utanmadan
ve sıkılmadan –sözüm ona- Akademos’un
bahçesinde. Biz buna rıza gösteremedik...
Biz, inancın ve samimiyetin fedaileri
olarak sabah namazında, Habib-i Neccar Camii’nde buluşan iki gençtik. Biz,
İberya’da sohbetlere, Kurtuba’da bir müzisyenin sesine karıştık. İbni Rüşd’ten düşünmeyi öğrenirken, gökyüzüne İbni Firnas’ın
gözüyle baktık. Muhyiddin İbni Arabî’nin
nefesiyle nefeslenirken, Zerkalî’yi de dinledik bir medeniyetin çınarı altında ecdadımız
nakşedilirken.
Sevgili Ülkem! Biz öyle bir medeniyetin
çınarı altında nakşedildik ki, Söğüt’te Ertuğrul Gazi’nin, Dursun Fakih’in türbesine, Marakeş’te Kutubiye Camii’ne günün
beş vaktini bölebildik. Hiva’da, Taşkent’te,
Buhara ve Semerkant’ta bizi daima bekleyenler oldu ve biz de her yatsıyı bunlardan
birinde geçirdik. Hem İmam-ı Azam’ın,
hem İmam-ı Buharî’nin sohbetine katıldık. Harizmî’nin, İbrahim Hakkı’nın, Ali
Kuşcu’nun sohbetleri yüz yıllardır eksik
edilmedi. Damburanın sesiyle koşan kırk
atlının ardından esen rüzgâr da bizdik,
Çıldır Beylerbeyi İshak Paşa’nın yaptırdığı
sarayın kapısının önünde sıddık evlatları
olarak bekleyenler de...
Kerkük Kalesi’nin surlarına biz çıktık.
Kaledeki Gök Kümbet’in sekiz köşeli çatısındaki bir taş da bizdik. Fuzuli Mescidi’nde
dinlenenler de, Leyla da, Mecnun da bizdik. Hayber’de bir kaleden bakıp Rumeli
Hisarı’nı seyreden gözlerimiz, Halep kalesinden bakıp Çanakkale’de Kilitbahir
Kalesi’ni de görmektedir. Bu hiç değişmedi...
Hakikatin okuyucularıyız biz. Görüyorsun ki inkâr ile muktedir olamadılar. Top-
lumla iletişim kuramayan, toplumsal meselelere kör ve sağır kalan siyasiler, yıldırım
yemiş toprak gibi kavrulmuş birer izanla
ve sönmüş birer vicdanla savrulup duruyor
hâlâ. Takdir edemeyip haset edenler küçük
ruhludur, zillettedir ve o zilletin esiridirler.
Oysa bizim dua dua nehirlerimiz vardır.
Nehirlerin birleştiği yerde küçük küçük şehirlerimiz vardır. Nehirlerle gelen şehirler
kadar birikmiş yüklerimiz vardır. Nehirleri,
nehirlerde taşınan yükleri nasıl yok sayabiliyorlar aklım almıyor ey ülkem!..
Nehirler maziyi kucaklar ve anlık bir akışla bugüne getirir. Tarihin en izbe yerinde, bir
gönül bahçesinde henüz yeşillenmiş zeytin
yaprağını rahvan at misali sırtlayıp başka
başka gönüllere getirmesini, akika tüyünden
sırat köprüsü yaparmış gibi netameli bir işi
arifane bir biçimde yapmasını bilirler. O nehirler, akışı bozanlara inat beşâretin müjdecisi bir ışıltı ile Hayy’dan Hû’ya bir yolculuk
gibidirler. Mübeşşer siretlerin müberra suretinde belirmiş, ak simali bir ihtiyarın alnındaki kıvrımlar misali avuç avuç dualarla
gürleşirler.
Bir millet düşün ki, böylesine bir akış içre
yaratılarak müjdelenmiş, müjdeleri yüklenmiş olsun. Kendisi nehirlere, nehirlerin
yükleri kendisine emanet olacak şekilde o
yükleri taşıyan bir millet düşün sevgili ülkem. Bu milleti görmek ya da görmemek
arasında sarkaç gibi salınanların, mağlubiyet
ya da galibiyet, mahcubiyet ya da mağrurane
bir hal arasında salınır gibi, telafisi olmayan
bir yol ayrımında kaderleri değişir.
Nehirlerin birleştiği yerlerde şehirleri, şehirlerde birikmiş yükleri fark edip meftun
duaların üstünde yol alan bir lider var ve ben
ondan bahsediyorum vesselam…
Her babayiğidin harcı değil bu…
Başarılı devlet yönetimi ve toplumla kurduğu muhabbet ile milletinin gönlünü kazanmış, kalplerde yer edinmiş bir lider olan
Recep Tayyip Erdoğan’ı takdir edemeyip
ona karşı haset besleyen siyasiler, -iki kere
iki, dört- nehirlerden bîhaber, küçük ruhlu
canlılardır ne yazık ki…
Muhammed İkbal Bakırcı
[email protected]
YENIDEN YAPMAK
Son ders
O, “Süleymaniye’yi yeniden, gönüllerde
inşa edelim” diyordu. Biz de zurvan bestemizi, revnakdâr kanatlı kuşların seslendirdiği bir sabah, “Yeni Türkiye” için akan nehirlerle yol alıp nehirlerin yükleriyle buluştuk
onun söylediğini inşa ederken.
Sevgili Ülkem! Karşılıklı çelişkiler çatışmalara, uyumsuz beklentiler rekabete, rekabetler yenilgilere neden oluyor bilirsin. Yenilgiler ise devamlı büyümekte olan kin ve
düşmanlığı besliyor. Bunun önüne geçecek
olan yegâne çözüm, farklı yaşam biçimlerinin belli bir kural çerçevesinde yönetilmesi,
beklentilerin kabul edilir bir algoritma ile
karşılanmasıdır. Adına siyaset dedikleri keş-
fedilmiş bir kolektif karar alma sistemidir
bu. Siyasetteki amaç, toplumsal yaşamda
karşılaşılan sorunlara çözüm üretmek ve bu
yönde mücadele yürütmek değil midir?
Hakikati unutanlarsa kalbinde yer bulamıyor, biliyorum. Eylül rüzgârının önünde
savrulan yapraklar gibi uçuşuyorlar, görüyorum. Temsiliyet hakkı sıradan bir hak değil,
temsiliyetin kudreti ise kendine inanmayan
siyasî partilerin harcı değildir; sen bu defa
bunu öğrettin. Oy pusulasına kendinden bir
şey koyamayan siyasî partiler, kendi siyasî
görüşlerine karşı tarih önünde hesap veremeyecekler.
Birileri gördü ki, seçimler kurnazlıkla değil,
ikna ile kazanılır. Kaçınılmaz sona doğru -yol
aldıkça daralan bir tünel gibi- en nihayetinde
söylenecek söz kalmadı onlar için, tıkandılar.
Siyasî partilerin kendi dünya görüşlerine ne
kadar inandığını 2014 Cumhurbaşkanlığı
Seçimi’nde gördük. Temsiliyet güçlerinin test
edildiği etkili bir sınav oldu.
Sevgili Ülkem... Sonuç olarak şunu bilmelisin: Bugün her siyasetçimiz, kendi kaderini kendi çizdi Cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterdiği basiret ile. Nehirlerimizi
ve medeniyetimizin çınarı altında nakkaşlarımızla nakşedilen ecdadımızı bilen ve Yeni
Türkiye’nin inşa sürecinde taş taş üstüne
koyanları sen biliyorsun. Ve Süleymaniye’yi
gönüllerde yeniden yaparak sen de kendi
kaderini kendin çiziyorsun...
ağustos 2014
55
haberajanda
Analiz
YENİ TÜRKİYE’DE
NELER
OLACAK?
M
İLYONLARCA,
hem de 10 milyonlarca insana deniyorsa
“Yeni Türkiye,
Yeni Türkiye”, bunu, mazot fiyatlarını 1 TL yapmayı vaat eden
basit bir seçim söylemi yerine
bir ufuk, bir vizyon olarak anlayıp, ona göre şahsımız, ailemiz,
şirketimiz veya içinde bulunduğumuz kuruluşa göre bir yol haritası yapmamız, bir eylem planı
hazırlığına girmemiz gerekmez
mi? Seçimi kazanmış olan bu
istikamete göre yol çıkacaksak,
kendimizi de ona göre teçhiz
etmemiz elbette ki gerekir.
>> “Yeni Türkiye, muhteva, vizyon ya
da şu veya bu açıdan faydalı mı, zararlı mı,
doğru mu, yanlış mı?” sorularını tartışmanın
zamanı 10 Ağustos itibariyle geçti. Bundan
sonraki seçimlerde de -kusura bakmayıngeri gelmeyecek. Bu fikrim, “Aynı parti veya
siyasî görüş kazanacak” düşüncesinden öte,
hayatın gerçekleriyle de ilgili. Adını bugün
“Yeni Türkiye” koyduk, yarın başka bir şey
koyabiliriz; ama “eskide” veya “geçmişte” yaşayamaz, sadece geçmişi hatırlayabilir ve yâd
edebiliriz. O halde yarına bakalım...
Yeni Türkiye’de ekonomi, yatırım ve özel
56
ağustos 2014
Lokman Ayva
[email protected]
sektör, iş fırsatlarıyla dolu bir dönem olacak.
Almanya başta olmak üzere, yurtdışından
acayip derecede Türkiye piyasasına girme
çabaları var. Biz de azıcık kıpırdayıp kendi
piyasamızda, en iyi tanıdığımız piyasada bir
yerler almanın yoluna bakmalıyız. Ulaşım,
teknoloji ve beşerî çalışmalara bakınca ne tür
sahaların yükseleceğini çok kolay görebiliriz.
Eloğlu kapattırmak için
uğraşırken parsel kapatıyor
Mesela ulaşım meselesi… Hızlı tren seferleri 7 vilayette başladı mı? Başladı. Bu
seferlerin yapıldığı iller Türkiye nüfusunun
üçte birini, ekonominin de yüzde 60’ını kapsıyor. Siz veya ben ne yaptık? Hangi sektörden olursak olalım. Bu fırsatı görmeliydik ve
maalesef körü körüne ortalıkta dolaşıyoruz.
Marmaray’ın duraklarına baktım, Allah’tan
birkaç hızlı yiyecek firması şube açmayı akıl
edebilmiş.
Haydi bunu bıraktım; üçüncü köprü,
üçüncü havaalanı ile ilgili ne yapıyoruz? Elin
oğlu bunların ne anlama geldiğini biliyor ve
hâlâ durdurmak için aklına gelen gelmeyen,
hırstan gördüğüne görmediğine saldırıyor. Ya
biz? Bildiğimiz tek yol arsa kapatmak; ona
da paramız yok. “Bana çok dediler de bakma
sen! Akıllılık edip o zaman üç beş metrekare
arsa almadık” dendiğinde, kimsenin duymayacağı sesle “Alacak para vardı da almadık
mı?” deriz. Kafanızdaki “E ne yapalım, nasıl
bir proje geliştirebiliriz?” sorusunu biliyorum.
Ama cevap hemen yok, az sonra...
Teknolojiye bakalım, zira teknoloji gelişecek. Teknoloji ucuz… Teknoloji köyden
şehre ve mezradan tatil köyüne kadar her
yere götürülebilir. Teknolojiyle kadın erkek,
köylü şehirli, Kayserilisi Konyalısı, engellisi
engelsizi herkes meşgul olabilir. Bu kadar
mı? Devletin işleri, hantal yapısı, artan nüfus, konfor ve yeni hizmet talepleri teknolojiyle çok daha rahat ve ucuza temin edilebilir. Ne kadar yol yürüdüğünü, ne kadar spor
yaptığını cebindeki telefonundan öğreniyor
adam yahu, daha ne olsun?
Benim yakın bir arkadaşım üniversitedeki
ders programını yazmak yerine telefonundaki kamerayla çekmiş. Tabiî telefonunun
pili bitince ne olmuş? O kadar ki kalemle
yazmak aklına gelmemiş. Eminim ki başkasına çektirip kendisine e-posta attırmıştır.
Mobeseler devletin Emniyet hizmetlerini son derece kolaylaştırıyor. Belediyelerin
zabıta hizmetlerini uzaydaki uydularımızın
çekeceği fotoğraflarla yaparsak hiç şaşma-
yın. Uydularımız beşer dakika arayla bile
fotoğraf çekip belli noktaları zumlayarak
belediyeye gönderirse nerede işporta tezgâhı
olduğunu görür, işportacı kardeşimin de
kim olduğunu o resimden rahatlıkla tanıyabilirsiniz. Kırmızı ışıkta geçerken resminizin çekilip gönderilmesi gibi, evine de o
resmî cezayı hediye bâbından gönderirler
herhalde.
Basitinden karmaşığına beş kitap dolduracak binlerce projeden bahsedebilirim ama
imkânlar sınırlı. Artık zaman zaman anlatacağız.
Projeler nerede?
Tarım... Artık hayallerinizi zorlamanız
için tek bir kelime yetiyor da artıyor bile. Bu
nüfus artıyor; üç çocuk, beş çocuk, cazibe
merkezi olan Türkiye ve kaçaklar, iltica ve de
şu veya bu yolla gelen milyonlar... İyi de bu
insanlar ne yiyip içecekler? Üstelik paraları,
yeni lezzetler tanıma ve hava atma ihtiyaçları var. Üstelik yedikçe yemek istiyor, tekrar
yemek istiyor, fakat gel gör ki kilo almak da
istemiyor. Haydi çıkın işin içinden! İhtiyaç
bu da çözüm kaç tane? Binlerce...
Hayal gücünüzü zorlayın ama biraz sonra
bu projeleri nereden bulacağınız hakkında
kısa bir bilgi vereceğim.
Beşerî hizmetler… Bu, insana dokunan
hizmetler demek. Duble yol, insanın arabasına hizmettir, ama sağlık, insanın kendine
hizmettir. Eğitim de öyle, huzurevi de, psikoloji de, rehabilitasyon da, tatil de, eğlence
de hep böyle hizmetlerdir. Yükselen sektörler
de şu an ağırlıklı olarak bu hizmetleri sağlayanlardan müteşekkil. Sağlık, binlerce yıldan
beri olduğu gibi hâlâ günceldir ve ihtiyaç da
kaliteli yaşam yönünde hızla artmaktadır.
Yeni önerilerinize acilen ihtiyaç var. Bunlardan bir başkasının konusu da dershanesiz
eğitim dönemine başlanması. Gerçekçi olalım, dershaneler çocuk mocuk yetiştirmiyordu. Anne babaya genellikle “çocuğuna karşı
sorumluluğunu yerine getirme” duygusu
ile “Ben çocuğumu başkalarından daha iyi
marka bir dershaneye gönderiyorum ve
ben daha iyi bir ebeveynim” cümlesini söyletmekte işe yarıyordu. Şimdi ebeveyn bu
cümleyi nasıl söyleyecek? Evladı için nasıl
bir fedakârlık yapmış olacak? Desem ki
“Bundan sonra ebeveynler oturup ders çalışacak ve çocuklarını daha iyi yetiştirecekler”,
inanır mısınız? Geç bunları anam babam!
Maç varken, dizi filmler varken, kaynana
gelin muhabbetleri varken çocuklarla filan
kimse ilgilenmez… Öyle bir fikir bulmalı
ki, ebeveyn çocuğa fedakârlık etmiş olsun
ama az önceki saydıklarımdan da vazgeçmemiş olsun.
Yurtiçi ve yurtdışı gezip görme ihtiyacı,
eğlence, kendini iyi hissetme gibi ihtiyaçların da olacağı ayan beyan ortada.
Yeni Türkiye’nin sorunları
neler olacak?
Keşke bu bölümü yazmak zorunda olmasaydım. İntiharlar, boşanmalar, gayrimeşru
ilişkilerin tavan yapması kaçınılmaz. Bu kadar karmaşık ilişkilerin doğurduğu ilişkiler,
daha yoğun ve teferruatlı bir hukuk ihtiyacını meydana getiriyor. Anlaşmazlıkların
inanılmaz boyutlara ulaşacağı görülüyor.
Uyuşturucu, farklı cinsel yönelimler, hiç akla
gelmeyecek ve “Medeniyete mi, deniyete
mi?” diyeceğimiz durumlar… Allah hepimizi korusun. Ama bunlar da aslında tedbirlerin alınması veya proje geliştirilmesi için
gereken ihtiyaçlar veya durumlar.
Peki, en kısa yoldan nelerin olabileceğini,
hangi tür ihtiyaçların karşımıza çıkabileceğini ve bunlarla ilgili ne tür projeler geliştirebileceğimizi en kolay nereden öğrenebiliriz? Çok basit!..
Bu süreçleri yaşamış ne ilk toplum ve ülkeyiz, ne de son ülke ve millet. Bu konuda,
aynı istikamette kalkınmasını tamamlamış
ve toplumsal gelişmeler yaşamış ülkelere
bakalım. Bu ülkeler hangileri? Bize yapısı
uyanlar: İspanya, İtalya, Japonya, -kısmenFransa, Almanya, İngiltere ve ABD.
Devlet geçmişi ve yapısı ile toplumsal yapısı bizden farklı olan Rusya, Çin ve
Hindistan gibi ülkelerse bizim gerimizdeler. Onların kişi başına düşen değil ama
toplamda çok paraları var. Bu ülkelerde
neler olmuş ise üç aşağı, beş yukarı benzer
şeyler olur. Şehirler büyürken yeni eklenen
mahallelerde ne tür işlerin kurulduğuna
bakmak lazım. Toplumsal katmanlarda neler yaşanmış? Kuruluşlar nasıl şekil almış ve
ne tür dernek, vakıf veya kamu kuruluşları
kurulmuş? Bunları çeşitli kriterlerle değerlendirmek ve kendimize uydurmamız,
uyarlamamız gerekiyor. O zaman binlerce
proje üretmek mümkün. Böylelikle İnşallah
bu satırları okuyan siz, Yeni Türkiye’nin nimetlerinden faydalanmış, olumsuzluklarına
karşı da tedbirlerinizi almış olursunuz.
İnşallah hepimiz, tüm insanlık, insana yakışır bir hayat süreriz. Yeni Türkiye hayırlı
olsun!..
ağustos 2014
57
haberajanda
Analiz
Bu tarihsel
Seçim sonrasındaki
yorumlar,
muhalefeti tanıma
kılavuzu
olarak özenle
derlenmeli
bence. Halk
iradesinde
yüzde 52’nin
ne anlama
geldiği (ABD
Başkanı
Obama, son
seçimde oyların yüzde
50’sini almıştı), 1982
Anayasası’na
göre cumhurbaşkanının yetkileri
ve ifade özgürlüğünün
ne anlama
geldiği gibi
konular sil
baştan tartışılmalı belki
de. Çünkü
bu ülkede
hâlâ “Sandık
demokrasi
değildir”
diyebilen
demokratlar
(!) var.
58
ağustos 2014
Ş
İMDİ inşa zamanı dostlar! Eskinin sorunlarını,
bize nelere mâl olduğunu yıllarca konuştuk durduk. Nihayet tarihî bir fırsat çıkmışken yeni şeyler
düşünmek, “yeniyi inşa etmek” lazım. En basit
konularda bile çokça birkaç yıllık planlar yapan
eski Türkiye yeni dünya düzenine yetmeyecekti,
yetişemeyecekti, biliyorduk. Onun için, aslında Erdoğan’ı çok
da hazmedemeyenler bile bu ülkeye ve istikrarına dair ümitlerin gerçekleşebilmesi adına ona destek verdi seçimde.
>> Bilhassa son iki seçimde CHP
ve MHP’si ile ateistinden İslamcısına dek başka bir tek noktada birleşme ihtimalleri olmayan geniş bir
yelpazeyi aynı cephede buluşturdu
Erdoğan karşıtlığı. Toplamları bir
Erdoğan etmedi. Çünkü Recep
Tayyip Erdoğan, bizzat kişiliği ile
“Yaptıklarım, yapacaklarımın teminatıdır” diyebilen bir aday idi. Belediye Başkanlığı’ndan Başbakanlık’a
uzanan süreçte gösterdiği perfor-
mans, ancak daha güçlü bir aday
söz konusu olduğunda tartışılabilecekti ki bu mümkün olmadı.
Aksine bizzat çatı eli ile konumu
güçlendirildi.
Muhalefetin kendilerince değişmeyen “başarılı” ama nihayetinde
mutlak kaybeden konumu sadece
temel-çatı uyumsuzluğuna bağlanmamalı. Zoraki oyların sayesinde yüzde 40’lara yaklaşıldığını
biliyoruz. Her ne kadar “tatilciler,
şezlongcular” sitemleri ile sonuca
sebep bulsalar da aslında zaten kazanacak algısı oluşan Erdoğan taraftarlarının da Cumhurbaşkanlığı
seçim sürecinde üstün bir performans sergilediği söylenemez. Aksine liderlerinin bu işi zaten götüreceğinden emin, bütün stratejilerini Uzun Adam’ın sırtına yükleyip
bıraktılar ve öylece seyrettiler.
AK Parti’nin mevcut başarısı
bugüne kadar yönetim ile tabanın
uyumlu çalışmasından kaynaklansa da son iki seçimde Erdoğan, teşkilatına rağmen başarı kazanmıştır.
Pek çok ilde kendisinin aksine,
sempati kazanmak yerine kaybettiren, konumlarını kişisel kazanımların vesilesi olarak gören kişilerin
sayısı artmış yahut belki de uzun
iktidar garantisinin verdiği rahat-
Nadire Çamlı Yıldırım
[email protected]
bir yazgıdır
lıkla görünür hale gelmiştir.
Hâsılı, başarının yüksek oy alınan bazı
iller de olmak üzere -çoğunlukla Erdoğan
aksini söylese de- maddi ve teknik imkânlar,
deneyimli danışmanlar ve üst kadro dışında partinin değil, bizzat “seçilmiş ilk
Cumhurbaşkanı”na ait olduğu kanaatindeyim. Bu başarının anahtarı da samimi oluşu,
güven veren duruşu ve risk alan hamleleridir.
Erdoğan’ın yaptıkları,
yapacaklarına birer delil
Erdoğan özellikle icracı bir cumhurbaşkanı olacağını vaat etti seçimde. Ona yönelen
“tek adam ve padişah” eleştirilerine rağmen
bütün yetkilerini kullanan ve koşturan bir
cumhurbaşkanı olacağını söyledi. Adını koymasak da özlediğimiz şey bu duruş değil mi
zaten?
Yıllarca bize dayatılan politikaları uygulayan, aktif bir varlık gösteremeyen liderlerden
ruhumuza sinen ezilmişlik, geri kalmışlık
duygularından sıyrılarak kurmadık mı Yeni
Türkiye rüyalarını? Geçmişten beslenen,
geleceğe uzanan ve onu inşa eden bir siyaset özlemi çektik yıllarca. Dünya güçlerinin
senaryolarınca biçimlendirilen bir ülke değil, huzurlu bir dünya inşasında rol alan bir
Türkiye istedik. İlk defa bu özleme bu denli
yakınız. İlk defa sahip olduğumuz bu inşa
kültürünün, Batı’nın imhacı yaklaşımına çare
olabileceğini görüyoruz.
Ülkemizin kan dökülen coğrafyalar ve
Ortadoğu mazlumları için sığınılan bir yurt
olması, artık kaçamayacağımız bir sorumluluktur. Nihayet bunun farkındayız.
Değişen dünyanın yeni sorunları var ve
bu sorunlar, eskilerden daha büyük. Daha
dinamik, değişken ve üretken bir siyasetse
her ülke için kaçınılmaz. Bizde de bunu başaran, Erdoğan liderliğindeki AK Parti oldu.
Diğerleri maalesef değişime ivme kazandırmak yerine, olmazsa olmaz süreçlerin önünü
kapatan bir politika izlediler.
Çatı 1960’ların olunca…
Yıl 2014 ve ülkemiz nihayet enerji ve savunma alanlarında yeni adımlar atıyorken çatı
sloganı “Ekmek için Ekmeleddin” idi. Sadece
bu bile, birilerinin Türkiye’yi ve Türk halkını
ne kadar algıladığını ve tanıdığını göstermeye yeter. Hâlâ 1960’ların siyaset mantığında
kalmışlar; halkın da orada kalakaldığını sanıyorlar. Bir tarafta kalkınma sürecek diyen,
2023 ve 2071 hedeflerini açıklayan bir aday
vardı, diğer yanda neredeyse “Statükonun
garantisiyim” diye bağıran bir aday.
“Yarış adil şartlarda değil” itirazlarına hak
vermemek mümkün değil, fersah fersah
uzaklardan sesleniyorlardı zira. “Bu seçimin
kazananı İhsanoğlu olmuştur” diyenlerin
aksine, HDP adayı Selahattin Demirtaş’ın
maksimum seviyede sempati oluşturduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Hitabeti ve
esprili yaklaşımı ile Demirtaş, başından bu
yana HDP’nin isabetli tercihini gösterdi.
Seçim sonrasındaki yorumlar, muhalefeti
tanıma kılavuzu olarak özenle derlenmeli bence. Halk iradesinde yüzde 52’nin ne
anlama geldiği (ABD Başkanı Obama, son
seçimde oyların yüzde 50’sini almıştı), 1982
Anayasası’na göre cumhurbaşkanının yetkileri ve ifade özgürlüğünün ne anlama geldiği
gibi konular sil baştan tartışılmalı belki de.
Çünkü bu ülkede hâlâ “Sandık demokrasi
değildir” diyebilen demokratlar (!) var. “Halk
cahil, eğitim şart!” diyenler, hâlâ o cahil halkız işte! Hâlâ üretilen korkulara, senaryolara
prim vermeyi öğrenemedik. Onca uğraş boşuna! Eğitilemeyen halk gidip oy veriyor, eğitimli seçkin azınlık şezlonglarında yatıyor.
Muhalefet artık ders almalı
Mistik söylemler ve muhafazakâr aday
çıkararak halka yaklaşacağını sananlar halkın değer ve beklentilerini ekmek üzerinden okumaya devam ededursunlar, Erdoğan “Yeni dünya için Yeni Türkiye” hedefini
koydu ortaya, yumuşak karnımız olan Kürt
sorunu için Çözüm Süreci’ni göğüsledi. Kürt
ile Türkün kardeşçe, yan yana yaşadığı ülkemizde ayrışmanın hesabını yapanlar nihayet
geri adım attı. Ermeni meselesinde en net ve
şaşırtıcı adım yine ondan geldi. Ekonomik
kalkınma olmadan gerçek bağımsızlığın olması mümkün olmadığından sanayi ve enerji
hamleleri atıldı. İsrail’e “Siz çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyebilen Erdoğan, bugün
Gazze’de öldürülmeye devam eden çocuklar
için net tavır koyan tek lider. İşte bu yüzden
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına sevinen
farklı coğrafyalardan binlerce insan var.
Türkiye, o insanların kurtuluş umudu; yaşamlarının değişebileceğine olan inancı tazeleyen ülke…
Umuyorum ki artık muhalefet de seçim
sonuçlarında gösteremediği tutumu ilerleyen
yıllarda gösterir ve Türkiye’nin değişimine
katkı sunar. Aksi halde bu ülkenin vizyonunu
tek parti ve tek adam belirlemeye devam edecek ve bunun sorumlusu Erdoğan değil, üretemeyen, yenilenemeyen muhalefet olacaktır.
Bu yüzyılda yeni havalimanına karşı çıkmayı başarabilen bir kafa ile kaç yıl daha sözde siyaset yapmaya devam edecekler merak
ediyorum. Umarım mevcudu aşan, geleceği
gören projeleri sunup da “Bunu neden yapmadınız?” diyerek hesap soran sorumlu bir
muhalefet geleneği oluşturulur.
Bu ülkenin kaybedecek zamanı yok.
Ortadoğu’nun durumu ortada, Müslüman
ülkelerin hali hazin ve Türkiye kaybetmemek
zorunda. Türkiye, artık birkaç yüzyıllık projeler üretmek zorunda. Yoksa eskiden olduğu gibi birilerinin yazdığı senaryoda figüran
ülke konumuna dönmek işten değil.Kendi
ırkının üstünlüğüne inanan değil, evrene
hanif olduğunu unutmayan, dünyanın her
sorununa ilişkin bir çözümü olan, geleceği
şekillendiren lider bir ülke olmayı ya başaracağız, ya başaracağız. Tarihsel yazgı üstüne
düşeni yapmakta. Sıra cumhurbaşkanından
iktidarına, muhalefetinden medyasına, bütün
toplumun kendi payına düşeni sahiplenmesinde, sorumluğunun hakkını vermesinde.
ağustos 2014
59
haberajanda
Analiz
Türkiye, artık
dışarıdan yönetilen bir ülke olmayacak. Dünyaya yön veren
o küresel akıl,
Yeni Türkiye’yi
çözemedi. Ayar
verdikleri muhalefet partilerinin kendilerine fayda sağlayamayacağını
hâlâ anlamış
değiller. Sürekli
ayarları değişen/değiştirilen
muhalefet partileri, asıllarından, felsefelerinden ve siyasî
ideolojilerinden
tamamen sapmış durumdalar. Liderleri bir
kenara bırakın,
yıllardır ısrarla
anlatmaya çalıştığımız gibi,
artık bu partilerin dönemi sona
erdi. Ne CHP, ne
de MHP siyasete yön verecek
durumda değiller. 2015 seçimleri bana kalırsa
bu partilerin
miladı olacak.
Büyük devrim ha
CHP’de beklenildiği gibi ulusalcı kesim, seçim sonrası kazan kaldırdı. Bu kesim MHP ile kurulan ittifakı, belirlenen çatı adayı, CHP’deki
eksen kaymasını ve Kılıçdaroğlu’nun yeni dönem anlayışını eleştirmeye başladı. Eleştiriler doğru, ancak çözüm önerileri, eleştirdikleri
siyaset anlayışından çok daha kötü. Zira ulusalcı kesim, eski CHP’yi, bir anlamda eski vesayetçi dönemi istiyor.
10
AĞUSTOS günü cumhur, başkanını seçti.
Sonuç beklenildiği gibi oldu ve milli irade
“Erdoğan” dedi. Eski vesayet dönemi ağır
bir darbe daha aldı. Yeni dönem Türkiye’si
ise büyük bir engeli daha aştı.
>> Seçimde değişim arzusu
kazandı, statüko kaybetti. Reis kazandı, Monşer kaybetti. AK Parti
(liler) kazandı, muhalefet partileri
kaybetti. Temeli sağlam olan yapı
60
ağustos 2014
kazandı, temelsiz çatı kaybetti. Seçilmiş olan kazandı, atanmış olan
kaybetti. Halk lobisi kazandı, vaiz
ve faiz lobisi kaybetti. Ortak akıl
kazandı, ısmarlama akıl kaybet-
ti. Umudu “Yeni Türkiye” olanlar
kazandı, vesayet olanlar kaybetti.
Çözüm Süreci ve barış kazandı,
terör ve savaş kaybetti.
Özgürlükçü, eşitlik ve adalet
temelli yeni devlet sistemi kazandı, baskıcı, yasakçı ve ayrımcı eski
devlet sistemi kaybetti. Birlik ve
beraberlik anlayışı kazandı, ötekileştirici anlayış kaybetti. Şeffaf devlet kazandı, derin devlet
Orhan Mücahit
[email protected]
reketi son engeli aştı
Muhalefetin öğrenilmiş
çaresizliği
Muhalefet bu tarihî fırsatı değerlendiremedi ve yine hezimet yaşadı. “Tarihî bir
fırsat” diyorum, çünkü ilk defa halkın oyları
ile bir cumhurbaşkanı seçilecekti. Bu cumhurbaşkanı kendi adayları olabilirdi. Ancak
onlar, ısmarlama bir adayı kendilerini atayanların emri ile “ortak aday” olarak seçtiler. İstiklal Marşı’nı dahi bilmeyen, hitabet
yeteneği zayıf, düşük profilli, ne dediği ve ne
yaptığı belli olmayan, yolu, yönü ve duruşu
anlaşılamayan, silik ve sinik bir adayın peşine takıldılar. Sonuç, beklenildiği gibi hezimet oldu.
Bu hezimetin mimarı olan muhalefet
liderleri, artık alıştığımız şekilde bu büyük
yenilgiden ders çıkarmak yerine koltuklarını
korumak için koşturuyorlar. Ana muhalefet
ve yavru muhalefetin yanında irili ufaklı 10
küsur parti, üç kişinin yarıştığı seçimde ikinci olmayı başarı olarak gösterme gayretinde.
Çatı aday projesini sahiplenmek zorunda
bırakıldı bunlar. Kaybedeceklerini gördüler,
ancak süreci en az zararla geçiştirmek için
çalıştılar.
kaybetti. Millete hizmet öncelikli zihniyet
kazandı, “Millet devleti için vardır” diyen
zihniyet kaybetti. Demokrasi kazandı, Kemalizm kaybetti. İstikrar, gelişme ve büyüme süreci kazandı, kaos, anarşi ve gerileme
süreci kaybetti.
Gazze, Arakan, Kahire, Musul, Kudüs,
Saraybosna, Kerkük, Kaşgar kazandı; Telaviv, Washington, Londra, Berlin, Paris kaybetti. Kadim devlet kazandı, paralel devlet
kaybetti. Dua kazandı, beddua kaybetti.
Yolu hak ve hakikat olanlar kazandı, gayreti
hak olmayanlar kaybetti. Kısacası Yeni Türkiye kazandı, eski Türkiye kaybetti.
Sürekli ayarları değişen/değiştirilen muhalefet partileri, asıllarından, felsefelerinden
ve siyasî ideolojilerinden tamamen sapmış
durumdalar. Liderleri bir kenara bırakın,
yıllardır ısrarla anlatmaya çalıştığımız gibi,
artık bu partilerin dönemi sona erdi. Ne
CHP, ne de MHP siyasete yön verecek durumda değiller. 2015 seçimleri bana kalırsa
bu partilerin miladı olacak.
Kürt siyaseti evrildi
Kürt siyasetinin Cumhurbaşkanı seçme
şansı yoktu. Ancak Demirtaş, bu tarihî fırsatı iyi şekilde kullanarak hem partisi, hem
de şahsı için kazanca dönüştürmeyi başardı.
Kürtleri dahi artık yoran, geren ve ayrıştıran
Kürt kimliği siyasetini bırakıp daha barışçı,
birleştirici ve bütünleştirici bir dil kullanarak özellikle muhafazakâr Kürtlerin dikkatini çekmeyi başardı.
Seçim sürecinde gösterdiği anlayışı ve
performansı sürdürürse, 2015 yılında -hâlâ
devam ediyor olursa- baraj, Kürt siyaseti
için problem olmaktan çıkacaktır. “Kürtler
bu süreci iyi değerlendirerek yavaş yavaş
meşru siyasete geçiş” yaptı diyebiliriz.
Erdoğan’dan sonra
CHP’de beklenildiği gibi ulusalcı kesim, seçim sonrası kazan kaldırdı. Bu kesim MHP ile kurulan ittifakı, belirlenen
çatı adayı, CHP’deki eksen kaymasını ve
Kılıçdaroğlu’nun yeni dönem anlayışını
eleştirmeye başladı. Eleştiriler doğru, ancak
çözüm önerileri, eleştirdikleri siyaset anlayışından çok daha kötü. Zira ulusalcı kesim,
eski CHP’yi, bir anlamda eski vesayetçi dönemi istiyor.
Seçim sonuçları gösterdi ki, Erdoğan, AK
Parti’den daha başarılı. Erdoğan şahsî olarak AK Parti’nin yerel ve genel seçimlerdeki
başarısından daha büyük bir başarı gösterdi.
Bu, bazı bölgelerde AK Parti’nin daha fazla
çalışarak daha doğru adaylarla çok daha büyük başarı elde edebileceğini gösteriyor.
Türkiye, artık dışarıdan yönetilen bir ülke
olmayacak. Dünyaya yön veren o küresel
akıl, Yeni Türkiye’yi çözemedi. Ayar verdikleri muhalefet partilerinin kendilerine fayda sağlayamayacağını hâlâ anlamış değiller.
Türkiye için yeni bir dönem başladı. Yeni
Türkiye, Erdoğan’ı lideri olarak seçti. Bu seçim, 2023 yılına kadar sürecek büyük devrimin -tabiri caizse- mihenk taşı oldu. Hayırlı
olsun!..
MHP, hazırlıklı oldukları hezimeti doğal
olarak daha soğukkanlı karşıladı. Bahçeli’nin
karşısında şimdilik güçlü bir muhalefet görülmüyor. CHP olağanüstü kurultaya gidecek görünürken, MHP’de olağan kurultay
bekleneceğine dair bir hava var.
Erdoğan sonrası AK Parti için güçlü bir
lider bulmak kolay olmayacak. Küresel çete,
AK Parti’nin karşısına muhalefet bulamadı.
Erdoğan’ı alt etmeyi başaramadı. Koparılan
AK Partililer de kendilerine çare olmadı.
Şimdi Erdoğan’sız AK Parti’yi ele geçirmek
için uğraşacaklar. AK Parti yönetiminin
dikkatli olması gerekiyor.
ağustos 2014
61
haberajanda
Siyaset
Çuvalımız in
Çuvalımız
incirle
doludur.
Bu incirin
heba
edilmemesi
için çok
ama çok
dikkatli
olunması
lazımdır.
“Bağımsız
Türkiye”
yolunda
son bir
yıldır
önümüzde
adeta
set olan
küresel
muhalefet,
Gezi
kalkışması
ve 17 Aralık
darbe
girişimiyle
çok enerji
kaybettirdi.
Görünen
o ki, bu
savaş,
köhne
yapının
tarihe
gömülmesi
için son
viraj
alınıncaya
kadar da
devam
edecektir.
62
ağustos 2014
B
U topraklar, Osmanlı’nın çöküş sürecine girmesi, özellikle de Baltalimanı Antlaşması sonrası Batılı güçlerce
yönetim kademelerine alenen getirilen veya gizlice
nüfuz ettirilen imtiyazlı azınlıklarla yönetildi hep.
>> Gerek siyaset, gerek diplomasi, gerek silahlı kuvvetler, gerek bürokrasi, gerekse de sanayi…
Hemen her alan bu zümrenin
sevk ve idaresinde idi. Her müstemleke ülkede olduğu gibi inşa
edilen oligarşik yapının güvenliğini
tehdit edebilecek her türlü senaryoya karşı da hazırlıklılardı. Darbe
ve muhtıra mekanizmaları daima
ellerinin altında idi. Türkiye, “büyümeyecek kadar budanmalı, ölmeyecek kadar sulanmalı” prensibiyle ne
yerle yeksan ediliyor ne de ayağa
kalkmasına izin veriliyordu. Lakin
geri kalmış her ülkenin olduğu gibi
yolsuzluklar, suistimaller ve ardından gelen sosyo-ekonomik krizler
Türkiye’nin de kaderi idi. Bu büyük
ülke, her ne kadar itaatkâr, güdümlü kadrolarca yönetilse de müstevlilerin başını mütemadiyen ağrıtmaktaydı bu yönüyle.
Mevcut yapı, 28 Şubat sonrasındaki aleni soygun ve pervasız toplum mühendisiğinin tavan yapmasıyla çatırdamaya başladı. Çükü
dünya değişiyordu. İletişim imkanları artmış, halkın eğitim seviyesi
nispeten yükselmişti. Toplum, totaliter rejimin perde arkasını görmeye
başlamış ve 1994 yerel seçimlerinde
fitili kendiliğinden ateşleyerek sisteme ilk çentiği açmıştı. Halk, gelir
dağılımındaki bozukluğun yanısıra sosyal tahakküme karşı da sesini
yükseltmeye, mızmızlanmaya başlamıştı. Halbuki egemen güçlere
sorunsuz bir sömürge, sorunsuz bir
uşak lazımdı.
Oluşan çatlağın sosyal buhrana
dönüşmemesi ve ülkenin kontrol
altında tutulmaya devam edilmesi
gerekiyordu. Yani bekçilik bedelini sürekli arttıran, halkla arasındaki mesafeyi uçuruma dönüştüren
erk sahibi suni aristokrat zümrenin
artık değiştirilme zamanı gelmişti.
Çünkü iflas noktasına geldiğinde
böylesi büyük bir ülkeyi sulayıp yeniden yeşertmek, ekonomik ve sosyal açıdan yeniden dizayn etmek
hayli maliyetli bir işti.
Bunun yanında yeni oluşan jeopolitik zorunluluklar da vardı. Sovyet bloğu dağılmıştı. Zengin yeraltı kaynaklarına sahip Kafkasya ve
Orta Asya topraklarına her bakımdan ulaşmanın kilidi bu coğrafya ve
bu toplum idi. Körfez harbi ile üzerine abanılan petrol vanaları sayesinde Asyalı güçlerin kuyruklarına
da basılmıştı. Küresel sömürünün
sathı müdafaası için bölge karakolu
İsrail’in yanında,Türkiye’nin de “ileri kışla” pozisyonu pekiştirilmeliydi.
Bu sebeple fazla hır gür çıkmaması
ve kontrolün daha da sağlamlaştırılması için toplumun geneliyle barışık bir yönetim ihdas edilmeliydi.
“Ilımlı İslâm Modeli” denilen sevimli proje ise önlerinde duruyordu. Çok düşünüp taşınmaya gerek
yoktu.
Yerel dinamiklere bağlı gelişen ve
doğal bir seyirle filizlenen, toplumun tümünü kucaklamaya namzet
Muhteşem Tıraş
[email protected]
cirle doludur
Ak Parti’nin doğumuna engel olmadılar, bilakis yol verdiler. Türk halkının, kendi içinden çıkmış bu oluşumu iktidara taşımasında bir sakınca görmediler. Çünkü önlerinde,
“gerektiğinde alaşağı edilmiş” bir Demkrat
Parti örneği vardı.
Ayrıca bu sefer “apoletli fren” ve “tam otomatik, güdümlü muhalefetin” haricinde çağın gereklerine uygun daha da geliştirilmiş
postmodern düzenekleri vardı. Yeni iradenin raydan çıkması halinde devreye sokacakları birçok alternetif nasıl olsa ellerinin altındaydı. İstediklerinde bu milleti
“Stalin’in Tavuğu” misali paçalarına sığındırtmak çocuk oyuncağıydı.
Fakat sahip oldukları devlet aklıyla gözlerde büyütülen bu güçlerin evde yaptıkları hesabın çarşıya uymadığı gerçeğinin ortaya çıkması çok da uzun sürmedi. Her ne
kadar mandacılık yazılımlarını güncelleseler
de siyasi ve sosyolojik analizleri anakronikti.
Bunu anladıklarında iş işten geçmişti. Bomba ellerinde patlamıştı. Kayıtsız şartsız biat
edeceğini düşündükleri Tayyip Erdoğan ve
kadrosu, sağlam bir strateji ve akıllı manevralarla açtkları yolda ilerliyordu.
Halkın içinden çıkmış bu kadro ülkeyi
yeniden düzlüğe çıkartacak çalışmalarla birlikte ilahi adaletin de tecellisiyle hesapları
alt üst ediyordu.
Müstevlilerin kurduğu düzenekler bir bir
devreden çıkartılıyordu. Fakat mağlubiyeti kabullenmeleri kolay değildi. Fren tertibatları bozulunca bu sefer diğer unsurları devreye aldılar. Yolu bozmaya, olmadı, taş
toprak serpmeye, mayın döşemeye başladılar. Adeta kurtla kuzuyu aynı mevziye sokarak oluşturdukları topyekün muhalefet
de işe yaramadı. “Madem dizayn edemiyoruz o halde kökten yıkalım!” dediler. Ellerindeki en önemli silahlarını, dünya çapındaki casusluk örgütünü de can havliyle
erken harcadılar. O da olmadı ve gelindi 10
Ağustos’a...
Sonuç: Tayyip Erdoğan ve halkı, ‘Milli
Hakimiyet Muharebesi’ni kazandı.
Şimdi… Bu milletin üzerine giydirilen
deli gömleğinden kurtulması ve köhne yapının tabutuna son çivinin çakılması için bir
muharebe daha kaldı. Biliyorlar ki, o muharebe de kazanıldıktan sonra özüne dönmüş bu toprağın insanı, artık kendi kaderini
kendisi tayin edecek. Düşmanın, akla hayale
bile gelmeyecek her türlü imkanını seferber
edeceği o tarih 2015 seçimleridir.
Bu seçimde milli irade en az 330 milletvekili ile yani anayasal çoğunlukla Meclis’e
yansımalı ki, bağımsız Türkiye idealinin mihenk taşı olacak devlet başkanlığı sistemine
geçilebilsin. Halen düşman elinde bulunan
yapılar, yeni devletin inşasıyla bertaraf edilebilsin; yönetim ve denetim mekanizmaları
kişilere kaim olmaktan kurtarılsın, kurumsallaştırılsın.
Çuvalımız incirle doludur. Bu incirin
heba edilmemesi için çok ama çok dikkatli olunması lazımdır. “Bağımsız Türkiye”
yolunda son bir yıldır önümüzde adeta set
olan küresel muhalefet, Gezi kalkışması ve
17 Aralık darbe girişimiyle çok enerji kaybettirdi. Görünen o ki, bu savaş, köhne yapının tarihe gömülmesi için son viraj alınıncaya kadar da devam edecektir.
AK Parti, 30 Mart seçimlerinde birçok
bölgede alan çalışmasını iyi yapamamış ve
önemli hatalara imza atmıştır. Yerel seçimlerin doğasından da kaynaklanan bu hatalar mazur görülebilir. Ancak genel seçimler,
özellikle de önümüzdeki seçim asla ve kat’a
hataya mahal verilmemesi gereken bir seçimdir. Yapılacak en küçük bir hatanın AK
Parti’ye dolayısıyla da bu millete pahalıya
mal olacağını, telafisi mümkün olmayan zararlara yol açacağını hatırlatmaya gerek bile
yok. Teorik olarak ortalama yüzde 50 oya
sahip bir partinin bu rakamla Meclis’te anayasal çoğunluğu elde etmesi kolay görünmektedir. Ancak küresel muhalefetin seçim
çevrelerinde ortaya koyduğu topyekün dayanışma ciddi kayıplara yol açmaktadır. İşte
bu sebeple bugüne kadar yaşanan “Brütüs”
vakalarından da ders alınarak, oluşturulacak
kadroların çok ince elenip sık dokunması
hayati öneme haizdir. Adayların son derece donanımlı, dürüst, vizyon sahibi ve de sahip oldukları müspet özelliklerini oya tahvil
edebilecek nitelikte olmasına özen gösterilmelidir.
Genel seçimler bazında orta ve ileri yaş
grubundaki seçmenler arasında oy geçişkenliği neredeyse sıfıra inmiştir. Saflar iyice netleşmiş ve kemikleşmiştir. Bu yüzden
sonraki yazılarda da detaylandıracağımız
gibi özellikle oy kullanma hakkını yeni elde
etmiş veya elde edecek gençlerle çok iyi diyalog sağlanması gerektiğinin altını bir kez
daha çizelim. Son viraja kadar kazasız belasız bir süreç dileğiyle…
ağustos 2014
63
haberajanda
Analiz
Bir siyasî partinin
başarısı, her şeyden
önce sandığın ona ne
kadar kucak açtığıyla
alakalıdır. Her seferinde
kendine sırt çeviren
sandığa sinirlenip, kimi
zaman onu “kırmaya”,
kimi zaman aşağılamaya, yeri geldiğinde bir
barbutçunun deli cesaretiyle gerçeklere kulak
tıkayıp, yeri geldiğinde
de onu tehdit etmeye
kadar ileri gidecek bir
siyasî parti veya partiler
düşünülebilir mi? Bu
gibi durumlara ülkemizin ne kadar aşina
olduğu malumunuz ve
mesele ise bunun kabullenilmemesinde…
***
Islık çaldın, “Hasta
değilim” dedin. “E bak
sümüğün akıyor, üşütmüşsün!” dendiğinde
“Hayır” dedin, “Turp
gibiyim”. “Takatten de
düştün bak!” diye ihtar
çekildiğinde “Bana
hiçbir şey olmaz!” diye
cevap verdin. Ne zaman
ki bir sendeledin, küçük
bir ahını işitti yakın çevren. Ne zaman düştün,
kalkıp koşmaya çalıştın.
Bu böyle nasıl artarak
devam etti, hatırlıyor
musun? Şu an yoğun
bakımdasın, komada.
Azıcık araladın gözlerini,
tüm doktorlar kulağına
sesleniyor: “Potasyumun çok yüksek; acilen
diyalize almalıyız seni!..
Kan değişimi lazım!..”
Bunları işitiyorsun, peki
idrak edebiliyor musun?
64
ağustos 2014
Orhan Rufat Karagöl
[email protected]
YOĞUN B
H
ASTANENİN soğuk ve ürperti veren koridorlarından birinde, yoğun
bakım ünitesinin önünde kaleme
alıyorum bu yazıyı. Babamız yoğun bakımda. Allah’a şükür, güzel
haberler aldık ve içimiz bir nebze
rahatladı. Tüm hastalara Allah’tan
şifa diliyorum bu vesileyle…
>> İnsan zihni çok karmaşık
ve enteresan bir yapıya sahip.
Hiç olmayacak yerlerde, olmayacak düşünceler gelebiliyor
aklınıza bazen. Ne bileyim,
tırnağınıza bakarken ebru sanatı, bir kuşu izlerken formika
ya da öksürdüğünüzde Afrika
dağ aslanları gibi hızı ve ilintisi
zihninize özel pek çok şey düşünebilirsiniz.
Doktordan babamızın iyi
olduğu bilgisini aldıktan sonra,
tıpkı bunun gibi düşüncelerle
sabaha kadar desen izlediğim
şu koridorda, “yoğun bakım”
dediğimde aklıma ilk gelen şey
“muhalefet” oldu. Biri geldi de
kulağıma fısıldadı sanki. O kadar netti ki şöyleydi: “Yoğunbakımmuhalefet!”
Arada çok kısa bir es bile olmadı. Üstelik ilk bahsettiğim
örneklerdeki gibi dolambaçlı
yolları da seçmedi zihin; doğrudan ve en kestirme şekilde
“muhalefet” dedi.
Hastanın tedaviyi kabul etmesi ya da bilinci yerinde de-
ğilse aklı başında bir yakınının
doktorun söylediklerini onaylaması tedavide ilk kuraldır.
Rahatsızlıktan ötürü doktora
gidilir, muayene olunur, gerekli tetkikler yapılır, teşhis konur
ve tedavi sürecine başlanarak
reçeteye uyulur. Hani derler ya
“Aklın yolu bir”, işte bu düstur
bazen değişebiliyor ülkemizde;
aklın yolu iki olabiliyor bazen,
hatta bundan çok çok öte…
Bakınız efendim muhalefetin haline! Rahatsızlığını kabul
etmeyen bir hasta, bu hastanın
hem yakın çevresi ve sevdiklerine, hem de konu komşuya
çektirdiği sayısız zahmet, eziyet… Tedaviyi kabul etmeyen
buhranlı bir psikolojinin iniltisi,
bağırtısı, zırıltısı, halinin sirayeti, garezi ve onca sinir harbi...
Doktora görünmek
lazım
Önümüze gelen hastanın
durumunu akademik bir dille
anlattığımızda, onun hastalığını
edebî bir şekilde ele aldığımız-
da, cümlelerimizi en nadide ve
damıtılmış sözcüklerden seçtiğimizde bu hastanın durumu
değişir mi? Hasta hastadır ve
en kısa sürede doktora görünmesi gerekir. Bunu neden mi
söylüyorum? Türkiye’deki pek
çok olayı akıl tutulması olarak
görmek mümkün ki bu sebeple
bazı şeylere çok da şaşırmamalı.
Mesela onlarca kerli ferli
adamın baştan aşağı her taraflarından başarısızlık akan bir
muhalefeti başarılı addetmesi
ya da konu hezimete geldiğinde lafı dolandırması… Bunun
bir adı var aslında: “Possitive
Illusion”… Kısaca “kendi kendini kandırma” veya “olumlu
yanılsama”... Ne oldu şimdi
böyle dediğimizde, durumda
herhangi bir değişiklik var mı?
Yok!..
Bir siyasî partinin başarısı,
her şeyden önce sandığın ona
ne kadar kucak açtığıyla alakalıdır. Her seferinde kendine sırt
çeviren sandığa sinirlenip, kimi
zaman onu “kırmaya”, kimi zaman aşağılamaya, yeri geldiğinde bir barbutçunun deli cesaretiyle gerçeklere kulak tıkayıp,
yeri geldiğinde de onu tehdit
etmeye kadar ileri gidecek bir
siyasî parti veya partiler düşünülebilir mi? Bu gibi durumlara
ülkemizin ne kadar aşina olduğu malumunuz ve mesele ise
bunun kabullenilmemesinde…
AKIM
84 yaşındaki babamızı hastaneye kaldırdık ve sadece gözlerini kapatıp dua etti. Onun adına ne yapılması gerekiyorsa
biz onay verdik. Ne bir itiraz, ne bir bağırış, ne kötü bir söz, ne bir sinir... Şimdi düşünüyorum da bu millet çok özverili.
Zira bu kadar hafife alınmaya, sözlerinin dinlenilmemesine, bile bile sadece kuru bir inat uğruna insanlara yüksekten
bakmaya bile özverili…
Hoş, diğer taraf için bunun bir sakıncası
var mı? Tam zıttı; fakat ortak akıl her zaman
der ki, “Yapıcı muhalefet, fikir zenginliği,
tam demokrasi ve refah Türkiye”. Yıllarca
bu akıl tutulmalarından bahsetti Sayın Başbakan, “Yıkıcı değil, yapıcı olun” dedi. Hem
öyle olunduğunda ne olacak? Sen de başarı
kazanacaksın. Ne kadar yalın konuşuyoruz
değil mi? Ne kadar basit ve anlaşılır…
Haydi onu, bunu veya şunu düşünmüyorsun, bari kendini düşün! Sen sağlıklı
olursan, kendin kazanacağın gibi ülke de
kazanır. Bak, hezimet üzerine hezimet!
Nereye kadar? Kendi tabanın bile kayıp
gidiyor avuçlarının içinden ve ayakta duramıyor, sallanıyorsun. En başından bu yana
böyleydi tüm konuşmalar, hatırlayın! Sana
baban dedi, anan dedi, kardeşlerin söyledi
“Bu şekilde olmaz, hastalanıyorsun” diye.
İyice düşün!
Islık çaldın, “Hasta değilim” dedin. “E
bak sümüğün akıyor, üşütmüşsün!” dendiğinde “Hayır” dedin, “Turp gibiyim”. “Takatten de düştün bak!” diye ihtar çekildiğinde “Bana hiçbir şey olmaz!” diye cevap
verdin. Ne zaman ki bir sendeledin, küçük
bir ahını işitti yakın çevren. Ne zaman
düştün, kalkıp koşmaya çalıştın. Bu böyle
nasıl artarak devam etti, hatırlıyor musun?
Şu an yoğun bakımdasın, komada. Azıcık
araladın gözlerini, tüm doktorlar kulağına
sesleniyor: “Potasyumun çok yüksek; acilen
diyalize almalıyız seni!.. Kan değişimi lazım!..” Bunları işitiyorsun, peki idrak edebiliyor musun?
İdrak edip edemediğine önce doktorların, yani çevrendeki ortak akıl, sonra da
yakınların karar verecek. Şu ana kadar yeterince çektin. Gerçekleri her reddedişinde
acılar içinde kıvrandın. Zindeliğini belki
de çok yararlı işlere kullanacak pek çok
kimseyi, genç insanları kendinle birlikte
acılara ve buhrana sürükledin. Toplu Pos-
sitive Illusion ritüelleri düzenledin. Fakat
bak, şimdi sedyedesin!
Bu projektörler pek de iyi anlam taşımıyor. Kulak ver sana konuşan seslere, onları
dinle; daha çok germe, daha çok gerilme;
az rahat ol ve kendini doktorların kollarına
bırak, tevekkül et!
Sonuçları bilmek için müneccim olmaya
gerek yok gerçi, yani nihai kararına yönelik
bir kestirmede bulunmak...
84 yaşındaki babamızı hastaneye kaldırdık ve sadece gözlerini kapatıp dua etti.
Onun adına ne yapılması gerekiyorsa biz
onay verdik. Ne bir itiraz, ne bir bağırış, ne
kötü bir söz, ne bir sinir... Şimdi düşünüyorum da bu millet çok özverili. Zira bu
kadar hafife alınmaya, sözlerinin dinlenilmemesine, bile bile sadece kuru bir inat
uğruna insanlara yüksekten bakmaya bile
özverili…
İnsan, babası olsa şöyle bir duraksar ve
düşünür; sağından soluna, yukarıdan aşağıya büyük bir millete sahibiz vesselam…
Allah tüm hastalara şifa versin…
ağustos 2014
65
haberajanda
Siyaset
Mehmet Ziya Üsküdarlı
[email protected]
>> Ya diğer taraf? Bu
hususta Hüseyin Çelik
“mahalle kabadayısı” gibi
bir terim istimâl etti. Ayni
kanaatte değilim. Diğer taraf, bu seçimin fevkalâde
enteresan olmasını temin
eden ilk sebeb, zira...
Binaenaleyh, seçimin
bizi son derece tahzîz
ve tesrîr eden mâlûm
netîcesine değil, bu raddede enteresan olmasının
sebebine bakalım biraz.
Ne seçim ama!
N
E kadar enteresan bir seçim oldu değil mi? “Seçim
işte, neresi enteresan bunun?’ demeyin. Bakın,
neden demeyin?! Netîcesi ile bidâyeti bu raddede
merbut bir seçim pek az bulunur. Nasıl mı? Şöyle:
Çok sevdiğim Hüseyin Çelik Bey’in o enfes tâbiriyle, “bir tarafta cihan pehlivanı…”.
bayrakları mavi-beyaz
renkteki iki devletin kaderini de alâkadar ediyor.
Avrupa’nın istikbalini,
Rusya’nın plan ve projelerini son derece alâkadar
ediyor.
Diğer tarafı tahlil ile başlayalım, işrah edelim: Sol
görüşü temsil eden osyalist parti, milliyetçi görüşü
temsil eden MHP, etnik bir
yapıyı temsil eden Selahattin Bey... Sanki balığı
kılçıklarından ayıklamak
gibi… Öyle ki, Tayyib Bey’e
rey veren yüzde 52 vatandaş, solcu değil. Etnik
yapıya dayalı milliyetçi de
değil. Etnik tefrik isteyen
bir yapıya gönül verenler
de değil. Seçim neticesi
sanki ele-güne bir mesaj
vasfını taşıyor.
Rusya deyince buraya
bir işaret düşelim. Çok
yüksek alâkayı hak eden
bir komşumuz. İkimizin
de imparatorluk dönemimize ait haritaya bir
bakın… Başı kuzey-batı,
kuyruğu güney-doğu istikametinde olan muazzam
bir ta’yîrin iki kanadı gibi…
Bu Memleket’in ekserîsi
muh-sîndir. “Ve Allah
muhsîn olanlarla beraberdir.” (An Nahl 128) Tayyib
Bey’e rey vermeyenler
muhsîn değildir demiyorum. Onlar, ciddî bir
kavşakta önlerini göremeyen şoförlere benziyorlar.
Şimdi Tayyib Bey’in arkasında bu milletin yüzde 52’si duvar
gibi duruyor. Geriye kalan
yüzde 48 de karşısında değil.
Tayyib Bey’in hakikaten karşısında olanlar çatı adayına oy
verenler. İşte seçimi bu raddede
enteresan kılan unsur burada
yatıyor: Tayyib Bey’i istemeyen
seçmen kesimi yüzde 38’den
fazla değil. Seçim o raddede
ayrıştırmacı bir seçim ki, yüzde
52 sarahaten Tayyib Bey’in
yanında, yüzde 38 sarahaten
karşısında, takriben yüzde 10
da potansiyel destekçi. Bunu
böylece bizim gördüğümüz gibi,
“el-gün” de görmekte. Putin,
Obama, Merkel, vs. herkes
durumu anlamakta. Bu seçim
Türk milletinin profilini en
güzel şekliyle çiziyor. Artık bu
profile muğayir ne darbe, ne
hile, ne de desîse yapılabilir.
66
ağustos 2014
Bundan sonra daha
dikkatle bakıp görecekler.
Onlar da zamanla muhsîn
olacaklar.
Şimdi Tayyib Bey’in arkasında bu milletin yüzde
52’si duvar gibi duruyor.
Geriye kalan yüzde 48 de
karşısında değil. Tayyib
Bey’in hakikaten karşısında olanlar çatı adayına oy
verenler. İşte seçimi bu
raddede enteresan kılan
unsur burada yatıyor: Tayyib Bey’i istemeyen seçmen kesimi yüzde 38’den
fazla değil. Seçim o raddede ayrıştırmacı bir seçim
ki, yüzde 52 sarahaten
Tayyib Bey’in yanında,
yüzde 38 sarahaten karşısında, takriben yüzde
10 da potansiyel destekçi.
Bunu böylece bizim gördüğümüz gibi, “el-gün” de
görmekte. Putin, Obama,
Merkel, vs. herkes durumu anlamakta. Bu seçim
Türk milletinin profilini
en güzel şekliyle çiziyor.
Artık bu profile muğayir
ne darbe, ne hile, ne de
desîse yapılabilir.
Yenilenen Türkiye
sadece biz Türk vatandaşlarını değil, komşularımız
ve dünya dengelerini
de alâkadar ediyor. Yeni
Türkiye, ümmeti, Filistin’i,
Suriye’yi, Irak’ı, Lübnan’ı
ve tüm Arab devletlerini
alâkadar ediyor. Tamamen etnik ve dînî temeller
üzerine oturtulmuş,
Bu muazzam kuş
kanatlarını senkronize
bir beraberlik içerisinde
muharrik olursa, kuşun
menzili bazılarının hayal
edebilecekleri hudutları
rahatlıkla mürûr eder.
Birbirimize zaten çok benziyoruz. Alman’a, Fransız’a
benzeme iştiyâkinden vaz
geçelim artık.Teşbihde
hata yapmayalım, Putin’le
Medvedev arasındaki
vazîfe tebeddülüne
müşâbih bir durum bizde
de yaşanacak. Ve’lhasıl
her iki devlet birbirini
ikmâl ve itmâm etmeye
fevkalâde müsâit vaziyettedirler. Ayrıca bu seçimde Tayyib Bey’in gösterdiği performans, Putin’e de
bir emsâl teşkil edebilir.
Putin de Rusya’daki bazı
“kılçıklardan” arınmak
isteyebilir.
Seçim netîcesine bizler
çok sevinip, mesrûr olduk
da; sevinmeyip, teessür
içerisinde olanlar için
yazayım; rahat olun. Bu
devrin getireceği saadetten sizler de –kat’iyyen
hak etmemiş dahi olsanız- müstefîd olacaksınız.
Vazîfe ve mes’ûlîyyeti ile
doğru orantılı olarak saadeti ve bereketi pek bol
olan bu yeni devir, cümlemize hayırlı olsun.
haberajanda
Siyaset
D
OĞU, özellikle de Ortadoğu deyince sistemi olmayan ve kukla vazifesi gören
kişiler vasıtasıyla işleyen
bir yapı çıkar karşımıza.
Batı denildiğinde ise;
orada her şeyine bir sistem
aracılığı ile hayat vermiş
olan bir yapı mevcuttur.
Onlar için önemli olan şey
sadece çıkarlardır. İlk önce
çıkarlarını belirlerler, daha
Ahmet Sağlam
[email protected] sonra bunu hayata geçirebilecekleri sistemi dizayn
ederek dünyaya o sistemi
entegre ederler. Daha önce
kurdukları sistemler de,
şimdiki mevcut sistemleri
de insanların duygusal
olarak harekete geçmelerini sağladığı için, insanlar
bu sistemler uğruna hiç
düşünmeden canlarını
verebilmektedirler.
İnsanları birbirine düşürme üzerine kurulu olan
bu sistemde mücadeleler,
kimi zaman işçi hareketleri şeklinde, kimi zaman
milliyetçilik şeklinde, kimi
zaman da mezhepsel
şekilde yaşanmıştır. Bu
mücadelelerde yıllarını ve
yakınlarını kaybedenlerse,
emperyalist ve sömürgeci
senaristlerin yazdığı bir
oyunun içerisinde sadece birer figüran vazifesi
gördüklerini çok sonraları
anlamışlardır.
Günümüzde ise farklı
bir sisteme doğru gidildiğini görmekteyiz. Bu
sistemde, artık işin içinde
devletler kadar şirketler
de yer alıyor. Yani artık
sömürgecilerin, sömürülebilir topraklar olarak
baktığı Ortadoğu gibi bölgelerde sadece sömürgeci
devletlerin bağlantılarını,
istediklerini, yakın oldukları grupları tespit etmek
yeterli olmuyor. Bununla
beraber, artık bölgede var
olan şirketlerin de stratejilerini hesap etmek, onlara
Biz, zulme susanı değil, aslan gibi
kükreyeni sevdik
BİZ, artık kurulan düzenin içerisinde denge kurmak istemiyoruz. Bizim istediğimiz, dengesizlik üzerine kurulu olan
günümüz dengesini yıkarak, yerine dünya barışını tesis edecek olan bir sistem inşa etmektir. Bu hedefi ne yapıp yapıp
gerçekleştirmek zorundayız. Bu yüzden kusura bakmayın
Sayın İhsanoğlu! Sizin gibi düşünenler, artık bize hata yapma
şansı bırakmadılar…
yönelik de bir denge planı
hayata geçirmek gerekiyor.
Bu sistemin herkes
tarafından kesin olarak
bilinen özelliği, eğer oyuna
gelir ve savaşı kaybeder
de bu güçler tarafından
sömürülme durumuna
getirilirseniz, bu noktadan
sonra kimse gözünüzün
yaşına bakmaz. Devletimizin arka bahçesine bir göz
gezdirecek olursak eğer,
neredeyse bu hezimete
uğramayan bir devletin
kalmadığını görebiliriz. O
devletlerin her biri, bizim
için hem kültürel olarak,
hem de ekonomik olarak
-özellikle de sınır komşuluğu bağlamında- temas ettiğimiz devletlerdir. Bundan
dolayı bizler, hem İslam’ın
gereği olarak, hem insanlık
vazifesi bağlamında, hem
de Türkiye’nin stratejik
çıkarları açısından bu
devletleri sömürgecilerin
pençelerinden bir şekilde
kurtarmanın yolunu
bulmalıyız.
CHP ve MHP’nin Ortak Cumhurbaşkanı adayımız” diyerek
açıkladıkları Ekmeleddin İhsanoğlu, zulme maruz kalan
halklara karşı bu kadar duyarlı
olunmaması gerektiğini ve ülke
olarak tarafsız kalınmasının
lazım geldiğini söylüyormuş.
Tabiî ki ülkemizi de bu
Kimin ağzıyla konuşuluyor
hassas terazide zarara
böyle? uğratmadan bu meziyeti
ortaya koyabilmek için,
gerçekten dengeleri insanüstü bir gayretle okuyabilmemiz ve bölgede at
koşturan tüm devletlerin,
şirketlerin ve nüfuslu ailelerin hamlelerini iyi tespit
etmemiz gerekiyor. Sonrasında da bu büyük sömürgeci güçlerin her birine
müdahalede bulunacak
güce sahip olmadığımız
için güç sahibi şirketleri
ve aileleri de unutmadan
ve aralarındaki dengeleri
kullanarak, gerçekleştirecekleri bir sonraki
hamlenin önüne geçmeye
çalışmalıyız.
CHP ve MHP’nin “Ortak
Cumhurbaşkanı adayımız” diyerek açıkladıkları
Ekmeleddin İhsanoğlu,
zulme maruz kalan halklara karşı bu kadar duyarlı
olunmaması gerektiğini ve
ülke olarak tarafsız kalınmasının lazım geldiğini
söylüyormuş. Kimin ağzıyla konuşuluyor böyle? Bu
sözü söyleyenler seçimi
kazanmış olsalardı devleti
böyle mi yöneteceklerdi?
Aslında milletimin
oldum olası istediği, ülkesi
ve Ümmet-i Muhammed
için dik durabilecek bir
başbakan ve cumhurbaşkanıydı. Bu millet,
kardeşi Ramazan ayında
zor durumdayken rahat
rahat “Filistin konusunda
tarafsız kalmalıydık” diyene oy vermez. Bu millet
için, hayatından daha fazla
önem teşkil eden yüce
kitabı Kur’an-ı Kerim hakkında “Arap edebiyatının
en büyük eseridir” diyene
bir gün gelir öyle bir tokat
atar ki, o tokatın sesi, İslam
İşbirliği Teşkilatı Genel
Sekreteri iken tam bir diyalogcu zihniyetle ziyaret
edilen Papa’nın odasında
yankılanır.
Biz, artık kurulan düzenin içerisinde denge kurmak istemiyoruz. Bizim
istediğimiz, dengesizlik
üzerine kurulu olan günümüz dengesini yıkarak,
yerine dünya barışını tesis
edecek olan bir sistem inşa
etmektir. Bu hedefi ne yapıp yapıp gerçekleştirmek
zorundayız. Bu yüzden
kusura bakmayın Sayın
İhsanoğlu! Sizin gibi düşünenler, artık bize hata yapma şansı bırakmadılar…
ağustos 2014
67
haberajanda
Analiz
Ağustos sıcağında yeni
Gül’ün ikinci yol a
Ayraç
S
İYASÎ okumalar birer “ayraç” desteğiyle kuruludurlar. Siyasî
yorumlar ise “ayrıntı” parkurunda koşuştururlar. Ayraç ve
ayrıntı sözlüğünden devşirilmiş unutulmaz replikler bile vardır:
“Müslümanlığını parantez içine alacaksın; söz konusu olan laiklik
ise...” veya “Şeytan(ca siyaset) ayrıntıda gizlidir” ya da “Söz konusu
… ise gerisi teferruattır” gibi…
>> Ayraç, “Nerede kalmıştık?” sorusu ve
eş anlamı olan parantez açma ile bir “şerh
düşme” tekniğidir. Pratik kullanımında ise
“devam etmek için hatırlatma noktasına
işaret bırakma” nesnesi kılmak vardır ayraçta.
En şöhretli nesnel ayraç, kitap ayracıdır.
Bu bağlamda bazı kitaplar da tanıklık ettiği
ve not düştüğü tarihin ayracı işlevini görmektedir. Mesela Sevgili Ağabeyimiz Yavuz Selim’in “Gülün Adı” ve “Yol AyrımıMilli Görüş Hareketindeki Ayrışmanın
Perde Arkası” adlı eserleri tarihî birer ayraç
hükmündedirler.
Milli Görüş’ün içinde (gelişen) “yenilik
hareketi” ve “değişimin adresi” olarak ortaya
çıkan bir oluşum, Erbakan liderliğindeki
Millî Görüş çizgisinden ayrılıp kendi yolunu çizerken, ilk hamlesini Erbakan destekli
Recai Kutan’a karşı Abdullah Gül’ü aday
göstermekle yapmıştı. Genel kongrede başkanlığı Recai Kutan kazanmış, ancak yollarını ayıran hareket içindeki “kurucu ekip”
AK Parti’yi meydana getirmiş ve “kurucu
lider” olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı benimsemişti.
Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki
AK Parti, sadece Milli Görüş çizgisi içinde
yenilenerek kendini aşmamış, aynı zamanda Türkiye’ye getirdiği yeniliklerle ülkenin
ve toplumun çok şeyde kendini aşmasına
liderlik etmiştir.
68
ağustos 2014
Bir olasılıklar korelasyonu
AK Parti’nin 12 yıllık iktidarında Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan, “siyaset
ikizi” ahlakında ve ülkeyi önceleyen “siyasî
zekâ” örneklemeleriyle her aşama ve rakımda siyasî makamları tattı. İkisi de hem
başbakan, hem de cumhurbaşkanı oldular.
Öyle ki, neredeyse “güç gösterisi” ve “kalıcı liderlik” noktasında -ikisi dışında- rakip
kalmadı. Bir anlamda Erdoğan ve Gül, 10
Ağustos itibariyle sadece kendileriyle yüzleşecek bir aşamaya, -kutlu bir sözden mülhem- “küçük cihattan dönmüş, asıl büyük
cihat aşamasına” geçmişlerdir.
“Erdoğan’sız Türkiye” projesini sonuçlandıramayan çevreler için tek umut ve B
planı, “Erdoğan’sız AK Parti” yapılandırmasını gerçekleştirmek. Bu noktada AK
Parti’nin en güçlü fakat bir o kadar da en
yumuşak karnı Abdullah Gül’dür. Abdullah Gül üzerinden adeta tarihe bir tekerrür
yaşatmak istenircesine, “Gül’ün ikinci yol
ayrımı”nın kötü niyet taşlarını döşemek
isteyenler, siyasî taşları yol kenarına depolamaya başlamışlardır.
Peki, başbakan ve cumhurbaşkanı olmuş
Gül’ün bu saatten sonra “Erdoğan’sız AK
Parti” hesabı yapanlara prim vermesi, indirekt katkı koyması, yumuşak dokuda enfeksiyon kaptırması veya AK Parti’nin “kurucu
eş başkanı” eşiği oluşturarak siyasî gelece-
Servet Hocaoğulları
[email protected]
Türkiye
yırımı
ğinin çıtasını zirvede tutmak istemesinden
kaynaklı zaaflar göstermesi olası mıdır?
Doğrusu bu “olasılık” vurgusu da kendi
içinde “olası”dır. Çünkü Erdoğan-Gül karşıtlığı, parti içinde olasılığı ne kadar düşük
de olsa siyasî sonuçları itibariyle aynı kapıya
çıkacak bir başka alanda mümkün.
Bu kapı aralığından Erdoğan’ı istemeyenlerin girmesiyle bir operasyon gerçekleştireceklerinin ortaya bir “kapı” çıkarma
olasılığı da oldukça yüksektir. Bu olasılığın
katalizör görevi gören iki “madde”si var:
Parlamenter sistem ve paralel yapı…
Katalizör etkimelerinde
siyaset besleme
Parlamenter sistem var oldukça hükümetin lideri “başbakan”dır ve bu bağlamda Cumhurbaşkanımız Erdoğan sonrası
bakanlara başkanlık, hükümete de liderlik
edecek ve tabiî ki toplum tarafından da Erdoğan sonrası boşluğu dolduracağına ikna
olunacak güçte etki taşıyan adaylar noktasındaki en güçlü isimlerden biri, 11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’dür.
Bu arada Sayın Gül’ün etkisini çoğaltan
bazı etmenler de vardı: Üç dönem kuralı
gereği hükümette yer alamayacak AK Partili kurmayların çokluğu ve de -2015 seçimine kadar bir anlamda “vekil başbakan”
çapında kalacak alternatif isimler çok olsa
da- 2015 sonrası başbakan olacak kişinin
parlamenter sistem gereği güçlü başbakan
olma zorunluluğu… (Bu arada Abdullah
Gül için üç dönem kuralı olmadığına dikkat edelim.)
Ancak tüm bu avantajlarına rağmen Abdullah Gül seçeneğini “kırılgan” yapan bir
yol ayrımı var: Başkanlık sistemi…
Gül ve Erdoğan arasında “olası” ve “mümkün” gerilim bandı, bu sistem değişikliği ta-
lebi sebebiyle “kırılma” yaşatabilir. Aslında
yol ayrımı da buradadır, yani parlamenter
sistem ile başkanlık sistemi açmazında.
Gül seçeneği, “genel başkan” ve “başbakan” noktasında değil, parti içinde başlayacak/başlatılacak sistem tartışmaları ile ayrışmanın enerjisi ve daha sonra ülke ölçeğinde
“parlamenter sistem bloğu” projesinin doğal
ve güçlü lideri olma olasılığıdır veya bu anlamda bir liderlik için davet edilmesidir.
Parlamenter sistemi savunanlar -savunuyorsa eğer Sayın Gül- için parlamenter sistemi kaçınılmaz bir yol ayrımı beklemektedir, Erdoğan ve Gül için yollarını sistem
tartışması üzerinden ayırma olasılığı daha
yüksek… Bu ayrılış, ne bir AK Parti bölünmesi, ne de kişisel Erdoğan-Gül çatışması
ekseninde yürüyecektir. Hatta belki bu tercih farkını Erdoğan-Gül üzerinden yapmak, hem AK Parti’yi, hem de Türkiye’yi
güçlendirecektir.
Gül AK Parti’nin mi lideri
olur, yoksa…
Peki, Sayın Gül parlamenter sistemi savunanların lideri olmayı hesaplıyor mudur?
Parlamenter sistemi korumak isteyenler
(bu arada yeni anayasa yazılmadan bu koruma sadece “statükoyu korumak” anlamına gelir) Gül’ün liderliğinde buluşurlar mı?
Gül bunu ister mi, ima eder mi, organize
eder mi?
Bence şartlar oluşursa -kendisinin bunu
organize etmediğini, partilerin ve halkın
bunu talep ettiğini gösterebilirse- Sayın
Gül bu liderliğe soyunabilir. Bu liderlik
sadece AK Parti içinde bir statü ile değil,
farklı yollarla da olsa üstlenilecek bir roldür.
Sonuçta hiçbir aşamada Sayın Erdoğan’la
asla kişisel bir kavga ve kamplaşmaya girişmeyecektir. Çünkü Gül’ün Sayın
Erdoğan’la ilişkisinde “lider” sayılması ve
siyasî geleceğini Erdoğan’ın gölgesinde kalmadan yürütebilmesi için tek imkân ve şans
vardır: Parlamenter sistemi savunmak…
Erdoğan ile Gül’ü eski Türkiye dönemindeki gibi kardeş, yoldaş ve siyasî adaş
kılacak tek güvence, birlikte ya parlamenter
sistem ya da başkanlık sistemine inanmak
ve aynı sistem için yola koyulmaktır. Ancak
Erdoğan ile Gül arasında bir sistem farkının varlığı ve bu farkı değerlendirecek güçlerin lideri pozisyonlandırıcı hamleleri ise
ortaya bir yol ayrımı çıkarabilir.
Sayın Gül’ün tecrübesi şu ufku gösteriyordur: Toplumun önüne “Erdoğan mı,
ben mi?” diye bir teklifle gitmenin sonucu
bellidir. Fakat “Ben parlamenter sistemden
yanayım, kadim dostum ve siyasî ikizimse
başkanlıktan yana. Siz ne diyorsunuz?” diye
yönelirse, Sayın Gül eski Türkiye’nin çatı
adayı olur. Üstelik temeli sağlam duvarları
olan bir aday olur. Sonuç ise iki taraf için de
sürpriz olabilir.
Özün sözü
Sayın Gül’ün parlamenter sistemi savunmak ve bu sistemin lideri olmak gibi (isteyebilir veya teklif edildiğini ileri sürüp “Görevden kaçılmaz” gerekçesine sığınabilir)
bir pozisyona girmesi, düşmesi ve itilmesi
halinde Erdoğan’la yollarını sistem üzerinden ayırması, meşru, doğal ve hatta Türkiye
için faydalıdır. Bu yolu seçtiğinde çözüm ve
hedefleri için AK Parti’yi bir “araç” olarak
kullanmak isterse tartışma “sistem” üzere
gitmeyecek, aksine parti içi kırılma ile sonuçlanacaktır. Üstelik Sayın Gül, Erdoğan
ve dahası parti ve ülke “sadece kaybedecektir”. Türkiye’deki şartlar bir sistem tartışması içine düşerse ve parlamenter sistemi Gül,
başkanlık sistemini de Erdoğan savunursa,
hem de bu tartışma Erdoğan-Gül isimleri
üzerinden yürürse hem AK Parti, hem tüm
partiler, hem de ülke ve toplum her aşamada kazanacaktır.
Türkiye’nin sistem tartışması içinde
“kazan kazan” politikası için Sayın Gül’ü
parlamenter sistemin lideri görmek isteyenler olabilir, hatta Sayın Gül de buna
sıcak bakabilir. Ancak Sayın Gül, bu seçeneği AK Parti içinden değil, başka bir
formül bularak değerlendirmelidir. Aksi
halde Erdoğan, Sayın Gül’ün başbakan ve
cumhurbaşkanı olmasındaki payından çok,
Türkiye’yi başkanlık sisteminden mahrum
eden eski Türkiye’nin son mohikanı olarak
anılacaktır.
Nitekim müstakbel AK Parti Genel
Başkanı ve Başbakan olarak Sayın Ahmet
Davutoğlu’nun tercih edilmesi de “sistem”
tartışması dışında Gül’e seçenek bırakmamıştır.
Sayın Gül üzerinden hiçbir ima, tartışma
ve yorum yapılmamasını beklemekse sadece bir “vefa” arzusudur; değilse, -kişiselleştirmeksizin- en yüksek perdeden analizlerde bulunmak hem Sayın Gül’ün, hem de
Erdoğan’ın olgunlukla karşılayacağı zenginlik getiren istişare parkurudur.
Bu arada yazının ve sözün özü kayboluyordu neredeyse: Sahi, Sayın Gül parlamenter sistem yanlısı mı?
ağustos 2014
69
haberajanda
Strateji
Fatma Şura Bahsi
[email protected]
>> Esasında yeni bir
dönemden ziyade, mevcut
dinamiklerin devamlılığını koruduğunu, başka
bir deyişle 2002 yılından
itibaren oluşturulmaya
çalışılan istikrarın devamının sağlandığını söyleyebiliriz. Bu bağlamda Erdoğan
liderliğindeki AK Parti’nin
2023 vizyonu, yani gelecek yüzyılın stratejisine
doğru adım adım ilerleme
fırsatı doğdu.
Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan ve
yeni yüzyıl stratejisi
T
ÜRKİYE, 10 Ağustos Pazar günü, ilk kez cumhurbaşkanını seçmek üzere sandığa gitti. Seçim sürecinin tamamlanmasının ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yüzde 51,79 oyla Türkiye’nin
12. Cumhurbaşkanı oldu. Böylelikle Türkiye, yeni bir siyasal
sürecin içerisine girmiş oldu.
Bu yazımızda AK
Parti’nin 2023 vizyonu ve
bu vizyona Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın
etkisini analiz etmeye
çalışacağız.
Türkiye, AK Parti iktidarı ile beraber, 2002
tarihinden bugüne kadar
güçlenen ekonomik
verileri, toplumsal huzur
ve barışı ve adaleti temin
eden politikalarıyla gerek
ulusal, gerekse uluslararası düzeyde güven ve
istikrar tesis etmektedir.
Bununla birlikte AK Parti
iktidarının toplumsal
ve ekonomik bağlamda
gerçekleştirdiği reformlar,
demokrasinin tesisi ve
sağladığı toplumsal refah
düzeyi ile bilhassa bölgesindeki Müslüman ülkeler
için Türkiye, muhafazakâr
modernleşme ve demokrasinin örneği olmuştur.
Yine bölgesindeki
ülkelerle arasında bulunan tarihsel, kültürel ve
dinsel bağlar Türkiye’nin
coğrafyasındaki etkisini
arttırmış, Kafkaslar, Ortadoğu, Balkanlar ve Orta
Asya’yı birleştirici bir güç
olmasını sağlamış, yine
bu tarihsel ve kültürel
zenginliği, jeopolitik konumu, ekonomik dinamizmi
ve nüfus potansiyeli gibi
dinamikleri sayesinde
uluslararası anlamda da
Türkiye’nin yükselen
bir güç olmasına olumlu
manada etki etmiştir.
Türkiye’nin söz konusu
bu gücünü koruyarak gelecek yüzyılda da büyük
Gerek iç, gerekse de dış politikada sağladığı istikrarlı ve
güçlü duruşu, Türkiye’nin 2023
hedefine ulaşmasına katkı
sağlayacaktır.
70
ağustos 2014
küresel düzeyde bir güç
haline gelmesi, devletin
en tepe noktasındaki
Cumhurbaşkan’ın liderliği
ile gerçekleşmesi mümkündür.
Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğindeki 10 küsür
yıllık iktidar, AB, ABD, Ortadoğu, Balkanlar, Rusya,
Kafkaslar, Latin Amerika,
Orta Asya, Afrika, Doğu
ve Güneydoğu Asya’da
birçok başarılı politikalara imza atarak Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin
adının yücelmesine vesile
olmuştur.
bir güç olarak uluslararası
düzeyde varlığını devam
ettirmesini sağlamak
amacıyla Erdoğan önderliğinde AK Parti tarafından
yeni bir muasırlaşma
projesi ortaya atılmış,
Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılında bu hedefi
hayata geçirmek hedeflenmiştir. Vizyon 2023,
Türkiye Cumhuriyeti’nin
istikrarlı, güvenli, çağdaş,
bölgesel ve uluslararası
düzeyde örnek bir ülke
konumuna ulaşmasını
hedefleyen, çok bileşenli
ve bütüncül bir projedir.
Bu projenin hayata geçirilebilmesi için etkin ve
güçlü iktidarlara ihtiyaç olduğunu düşünmekteyim.
Dolayısıyla iç politikada
sağlanan istikrar, devlet
politikalarının devamlılığını ve sürekliliğini sağlayacaktır. Bu durum ise
hedeflenen amaca başarılı
bir şekilde ulaşılmasına
neden olacaktır.
AK Parti’nin özellikle
dış politikadaki güçlü
duruşu, yapılan ekonomik
ve demokratik reformları
sadece Batı’ya entegre
olmuş bir dış politika
izlememesi, uluslararası
ilişkilerinde etik değerleri
önemsemesi, adalet, barış,
insan hakları ve demokrasiyi ön planda tutması
ve etkin ve çok yönlü aktif
bir politika yürütmesiyle
yapılan bütün eleştirilere
rağmen istikrarlı bir dış
politika duruşuna sahip
olduğunu söyleyebiliriz.
İşte gerek iç, gerekse
de dış politikada sağladığı
istikrarlı ve güçlü duruşu,
Türkiye’nin 2023 hedefine
ulaşmasına katkı sağlayacaktır. Hiç kuşkusuz Vizyon 2023’ün felsefî temelleri Erdoğan önderliğinde
atılmıştır. Türkiye’nin şu
an gelmiş olduğu konuma
en büyük katkıyı şimdiye
dek Başbakan ve AK Parti
lideri olan Erdoğan yapmıştır.
Cumhurbaşkanı seçilmesi ile beraber, görevde
olduğu müddetçe 2023 hedefinin gerçekleştirilmesi
için bütün kaynakları ve
değerleri kullanacağından
yana yine kendisinden
şüphemiz yoktur. Bu
bağlamda Türkiye’nin
ekonomik, tarihsel, kültürel ve jeopolitik argümanlarını kullanarak var
olan politik dinamizmi ile
12. Cumhurbaşkanı
olarak Erdoğan’ın seçim
sürecindeki söylemlerini
de göz önünde bulundurduğumuzda, Türkiye’nin
2023 hedefine ulaşması
için iktidarla koordineli
bir şekilde çalışacağı
aşikârdır. Bu bağlamda
Erdoğan’ın, öncelikli
olarak Çözüm Süreci’nin
güçlendirilmesi, ekonomik anlamda Türkiye’nin
dünyada ilk 10’lara taşınması, siyasal ve toplumsal
normalleşme sağlanarak
demokrasinin daha da geliştirilmesi, dış politikada
bölgesi ile entegre olmuş
yönlendirici ve düzen
kurucu bir aktör olmasını
sağlayacak politikalara
imza atması beklenmektedir.
İktidarın bu yönde
izlediği politikalara destek
vererek, 2023 yılında yeni
bir Türkiye’nin doğmasına
en büyük katkıyı Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan
yerine getirecektir.
Sözlerimizi bitirirken
seçim sonuçlarının ülkemize ve dünya halklarına
hayırlı olmasını temenni
ediyor, barış ve başarı
diliyorum…
haberajanda
Siyaset
C
Aytekin Atasoyu
[email protected]
UMHURBAŞKANLIĞI
seçim sonuçları bize
gösterdi ki Türk siyasetinin ana problemi, siyasal
iktidara karşı alternatif
üreten, halka cazip gelebilecek politikalar ortaya
koyan bir muhalefetin
olmayışıdır. Bu noktada
akla şu soru gelmektedir:
Muhalefet, iktidara alternatif olabilecek politikaları neden üretemiyor?
Bu soruya, bakış açısına
göre çok farklı cevaplar
verilebilir. Ama muhalefetin iktidara karşı alternatif üretemeyişinin ana
nirengi noktalarından biri,
muhalefet partilerinin
kendi muhalefetlerini
yaratamıyor olmasıdır.
Türkiye’deki muhalefet
partileri, kendi muhalefetlerini yaratamadığından
hep muhalefette kalıyor
ve iktidar karşısında çaresizleri oynuyorlar.
Türkiye’de muhalefet
partilerinin kendi muhalefetlerini etkinleştirememesi, parti içi iktidarların
tutumlarının yanı sıra,
ilgili parti içi muhalefet
önderlerinin parti seçmeni ile kurduğu iletişimle
de ilgilidir. Eğer parti içi
muhalefet seçmenle
pozitif iletişim kurabilirse
parti dinamikleri taze
kalmakta ve o dinamikler
partiyi iktidara biraz daha
yaklaştırmaktadır.
Geçmişte bunun örneklerini Türkiye yaşadı.
İsmet İnönü’ye muhalefet
eden Bülent Ecevit ve
arkadaşları CHP tabanıyla
pozitif ilişkiler kurarak
parti iktidarını elde ettiler
ve çeyrek asra yakın bir
zaman devam eden merkez sağ iktidarlarına son
vererek siyasal iktidarı ele
alabildiler. Yakın tarihte
ise Fazilet Partisi içerisinde Recep Tayyip Erdoğan,
Abdullah Gül ve Bülent
Arınç’tan oluşan yenilikçi
kanat, Necmettin Erbakan gibi efsane bir isme
rağmen Fazilet Partisi’nde
parti içi muhalefeti oluşturdu. Fakat parti iktidarı
yenilikçilere hayat hakkı
tanımayınca yenilikçi
kanat partiden ayrıldı.
O yenilikçi kanat partiden ayrılmış olmasına
rağmen, parti tabanıyla da
pozitif ilişkiler geliştirdi.
Muhalefet uyuyor, iktidar
muhalefetinidoğuruyor
CUMHURBAŞKANLIĞI seçiminin hemen sonrasında, AK
Parti içerisinde parti içi bir muhalefetin ortaya çıkacağının
işaretleri görülmektedir. Abdullah Gül’ün “Partiye dönüyorum” açıklamaları, Şamil Tayyar’ın bu açıklamaya karşı
sert çıkışı, Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz’un Şamil
Tayyar’a verdiği cevap, Bülent Arınç’ın yaşanan tartışmalara ilişkin kullandığı “yeni yetme” tabiri ve AK Parti’ye yakın
köşe yazarlarının meseleyi ele alma biçimleri, Recep Tayyip
Erdoğan sonrasında parti içerisinde bir muhalif hareketin
oluşacağının işaretleri olarak okunabilir.
Bunun sonucunda AK
Parti iktidara geldi. Fazilet
Partisi ve devamı olan
Saadet Partisi ise Türk
siyasal yaşamında etkisini kaybetti. Türkiye’de
muhalefet parti kadroları,
benzer örnekler sergileyemezlerse hep muhalefette
kalacak ve siyasal iktidarı
elde edip kendi politikalarını hayata geçirme şansı
bulamayacaklardır. Bu
noktada 12 yıldır siyasal
iktidarı elinde bulunduran AK Parti’nin de kendi
içinde bir muhalefetinin
olmadığı akla gelebilir.
“Geleceğe dair umudunu yitirenlere karşı geçmişin özlemlerini çağrıştıran
söylemlerde bulunursanız, geleceğe dair umudunu yitirmiş olanların
desteğini alabilirsiniz.”
Devlet elitleri tarafından
muhafazakâr seçmen tercihlerini tanımlamak için
kullanılan bu açıklamayı
tersine çeviren, hitap
ettiği kitleyi edilgen bir
konumdan çıkarıp siyasal
ve sosyal alanda etkili
bir özneye dönüştüren
ve de 12 yıldır girdiği her
seçimi kazanan bir partinin kendi muhalefetini
yaratması zaten rasyonel
bir beklenti olmaz. Fakat
bu durum, AK Parti’nin
parti içi muhalefetinin hiç
olmayacağı anlamına da
gelmez.
Nitekim Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen
sonrasında, AK Parti içerisinde parti içi bir muhalefetin ortaya çıkacağının
işaretleri görülmektedir.
Abdullah Gül’ün “Partiye
dönüyorum” açıklamaları,
Şamil Tayyar’ın bu açıklamaya karşı sert çıkışı,
Genel Başkan Yardımcısı
Salih Kapusuz’un Şamil
Tayyar’a verdiği cevap,
Bülent Arınç’ın yaşanan
tartışmalara ilişkin kullandığı “yeni yetme” tabiri
ve AK Parti’ye yakın köşe
yazarlarının meseleyi ele
alma biçimleri, Recep Tayyip Erdoğan sonrasında
parti içerisinde bir muhalif
hareketin oluşacağının
işaretleri olarak okunabilir.
Tabiî şu noktanın altını
çizmekte fayda var. AK
Parti içerisinde kendini
hissettirmesi beklenen
muhalif hareketin muhalefeti, AK Parti misyonuna
karşı ilkesel bir muhalefet
olmaktan çok, parti dinamiklerini taze tutma ve
AK Parti iktidarını sonraki
seçimlerde devamlı kılma
adına yapılan bir muhalefettir. Bu tür bir muhalefet,
parti içerisindeki aktörlerin değişmesine sebebiyet
verse de son tahlilde
AK Parti adına siyasal
iktidarın devamını sağlayacaktır. Yani muhalefet
partileri, AK Parti içerisinde yaşanması muhtemel
tartışmalara çok da fazla
heveslenmemelidir. Çünkü AK Parti’de oluşması
muhtemel parti içi muhalefet, muhalefet partilerine
değil, yine AK Parti’ye
yarayacak ve diğer partiler
yine muhalefette kalmaya
devam edeceklerdir, ta
ki kendi muhalefetlerini
yaratıp seçmenle pozitif
ilişkiler kurana dek.
ağustos 2014
71
haberajanda
Analiz
Seçen mi seçer,
seçilen mi
M
ERHABA Sevgili Haber Ajanda Okuyucuları! Seçimin hemen ertesinde
çıkacak bu sayıda ilk yazımı yazmaya
başlayınca, zihnimde uçuşan konulardan ilkini seçmeye karar verdim.
Verdiğim karar mı konuyu seçtirdi, yoksa konu mu
seçimimi belirledi bilinmez; bakalım neler dökülecek
düşüncelerimin kaleminden…
***
Çok köşeli paradigma gibidir seçimler.
Seçmediğimiz anne babamıza doğarız.
Seçmediğimiz isimleri ömür boyu taşırız.
Seçtiğimizi sandığımız hayatlarımızı yaşarız. Seçtiğimiz eşlerimizle aynı geleceği kucaklarız. Okullara gideriz, belki gidemeyiz;
lider olur yönetiriz, lider seçeriz, yönlendiririz. Seçimin kendisi ne kadar paradigmaysa,
iç dünyamıza karşılık gelen duygularımız da
bir o kadar karışıktır, farkında değiliz.
“Seçilen” olmak, kişinin
kendisinde, içinde bulunduğu toplumun şartlarına
uygun vasıflar taşımasıyla
ilgilidir. Size ait değerli ilkelerin olmasından ziyade,
sanki edilgenliğe işaret
eden bir duygu hissettirir
insana. Diyelim ki iyisiniz,
ancak içinde bulunduğunuz
toplumda, sizdeki iyiliğin
karşılığı yoksa seçilemezsiniz. Veya yeterince iyi
değilsiniz; içinde bulunduğunuz toplumda sizdeki
hasletlerin karşılığı varsa
seçilirsiniz.
72
ağustos 2014
“Seçen olmak mı anlamlı, seçilen
olmak mı kıymetli?” sorularının köşe
kapmaca oynadığı günümüzde
“Hiçbiri” şıkkını işaretlemekten
kendimi alıkoyamıyorum. Zira
“Şartlar ne olursa olsun kendini
seçtirmek” şıkkının günlük literatürümüze girmesi gerektiğine
inanıyorum.
Aslına bakarsanız seçmek de,
seçilmek de kolay, ancak kendini
seçtirmek cidden zor... Çünkü “seçmek” için kendini tanımalı insan, ne
istediğini bilmeli, beklentilerini belirlemeli, ihtiyaçları hakkında içgörü sahibi
olmalı ve kendisinde olanı bilmenin verdiği
bilinçle kendisinde ihtiyaç hissedileni yakalayıp o doğrultuda tercihler yapmalı. Bu
düzenli şartlar altında neyi seçeceğini bilir
insan; bilir ve seçer.
“Seçilen” olmak, kişinin kendisinde, içinde bulunduğu toplumun şartlarına uygun
Mehtap Kayaoğlu
[email protected]
seçtirir?
vasıflar taşımasıyla ilgilidir. Size ait değerli
ilkelerin olmasından ziyade, sanki edilgenliğe işaret eden bir duygu hissettirir insana.
Diyelim ki iyisiniz, ancak içinde bulunduğunuz toplumda, sizdeki iyiliğin karşılığı
yoksa seçilemezsiniz. Veya yeterince iyi
değilsiniz; içinde bulunduğunuz toplumda
sizdeki hasletlerin karşılığı varsa seçilirsiniz.
Buraya kadar söylediklerime bakılırsa
seçmek etkenliği, seçilmek edilgenliği temsil ediyor sanki.
Seçimlerle yaşarken...
Doğduğu dünyada her adımını seçimlerin belirlediği hayatlar yaşıyorsak eğer, etken veya edilgenliğin ötesinde üçüncü şıkkı
oluşturarak yaşamanın gerekliliğine inanmalıyız: Kendini seçtirtmek...
“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” atasözünü sosyogenetik aktarımla
günümüze getiren usullerimizi günümüz
Türkiye’sinde dönüşüme uğratmamız gerektiğine inanmalıyız. Doğru söylemeliyiz
ve kendimizi dokuz köyden kovdurmamalıyız üstelik ve bunu sağlayabilecek yöntemin
“kendini seçtirtmek” kavramıyla bütünleştiğini göz ardı etmeden.
Kendini seçtirtmek, kendini tanımakla
muhatabını tanımak arasındaki inanılmaz
dansa işaret ediyor bana göre. “Dans” diyorum, çünkü ruhla bedenin ahenk içinde
senkronize oluşundaki duygusal geçiş seçenle seçilen arasında vücut buluyorsa, kişi
kendisini seçtirtme yeteneğine sahip olmuş
oluyor.
Kim ne derse desin, kendini seçtirtmek
ciddi bir yetenek bence. Bir sürü sanatçı var,
niye hep “onu” dinliyorsunuz? Bir sürü yazar var, niye hep “onun” yazdıklarını merak
ediyorsunuz? Bir sürü öğretmen var, niye
ısrarla diğer çocuklarınızı da aynı kişi yetiş-
tirsin istiyorsunuz? Bir sürü berber var, niye
hep “onun” ilginç sohbetinden keyif alarak
tıraş oluyorsunuz? Bir sürü doktor var, niye
“onun” teşhislerine daha çok güveniyorsunuz? Bir sürü terapist var, niye hep “onun”
cümleleriyle hayat kurmaya çalışıyorsunuz?
Bir sürü yönetici var, niye hep başa o geçsin
istiyorsunuz?
Çünkü bazı insanlar, kendini seçtirtmek
konusunda cidden yetenekli. Yaptıkları işin
kumaşına uygun ruhsal yapılanmalarıyla
verdikleri hizmeti bütünleştirebilen kişiler,
şartlar ne olursa olsun kendilerini seçtirirler.
Esprilerinde, kızmalarında, karşı tarafı kollayarak yaptıkları doğal davranışlarında hep
kendilerini sevdirirler. İşin ilginç yanı, bunu
kendilerini sevdirmek için yapmazlar da…
Bakış açımız
Kimse bozulmasın ama ülkemiz insanı eleştirel ve tamamen bilgisiz bir bakış
açısıyla yetiştiriliyor. Son yıllarda yapılan
eğitim reformları ve aile ile kadına yönelik
düzenleme çalışmalarına rağmen –ki bu düzenlemelerin bazılarını mesleki olarak eleştireceğim ileriki yazılarımda- bu gerçek bir
türlü değişmiyor.
Neden böyle söylediğimi hemen açıklayayım... Diyelim ki yıllardır iyi duygular
beklediğiniz ve iş ortaklığı yaptığınız bir
arkadaşınız var. Bu kişiyle ilgili sorunlar
yaşadınız ve nefret duyguları geliştirdiniz.
Onunla ilgili olarak yıllardır aklınızda olanların dışında inanılmaz küçültücü hisler
yaşıyorsunuz. Ona kızgınsınız, onun hayatınızdan çıkıp gitmesini istiyorsunuz; fakat
diğer yandan onu düşünmekten bir türlü
vazgeçemiyorsunuz. Allak bullak düşünceleriniz, size kendine kıyıcılık yaptırtacak
kadar ilerleyebiliyor. Üstelik çevrenizdeki
diğer güzel insanlar sizi teselli etmek için
her şeyi yaptıkları halde.
Bu gibi ruhsal zorlukların ardından gelen
şey ister çöküntü/depresyon olsun ister intihar teşebbüsü, son kertede karşı tarafı cezalandırma ve onun iç dünyasında pişmanlık
uyandırma isteği duygusuyla ortaya çıkar.
“Aslında kimi cezalandırdığımız önemlidir”
ilkesinin sembolik anlatımıdır bu olay.
Çevrenize göz attığınızda, hatta cesaret
edebiliyorsanız kendinize gözattağınızda,
göreceksiniz ki buna benzer cezalandırmaları çok yaptınız, farklı nedenlerle midenizde ülser oluşturdunuz. Kimi zaman tansiyonunuzu yükselttiniz, travmalar yaşadınız
veya aynı nedenle kanser olan yakınlarınızı
ebedi uykularına gönderdiniz. Bunların tümünün hâlâ günlük pratiğimizde fazlasıyla
yer alması, yaptığımız düzenleme çalışmalarının, eleştirel ve tamamen bilinçsiz yaşam
tarzımızı henüz değiştiremediğini göstermektedir.
Kendini seçtirtme yeteneğine sahip insan,
muhatap olduğu kitlenin ruhsal yapılanması
hakkında bilgi sahibidir. Ya ruhsal yapılanmayı ayırtedebilme yeteneği vardır ya da
yeteneği olan insanlardan gerektiği gibi istifade eder. İçgörünün, kendini derinlemesine
tanımanın, kendini anlaşılır şekilde ifade
etmenin, karşılaşacağı direncin, hizmet edeceği kişilerle yaşayacağı duygu aktarımının,
bastırılmış travmaların, halkın serbest çağrışımlarının, sık sık yaşadıkları semptomların,
onlara güven verecek adeta terapötik ilişki
zorunluluğunun farkındadır.
Öyle bir insan seçtirir… Kadın olsun, erkek olsun fark etmez, seçtirir. Terapist olsun,
bakkal olsun tercih edilir… İçsel seçimlerin
kazananı olmak, onun için sürpriz değildir.
Kendini seçtiren kişi bilir!
Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, hizmetlerin tamamı “teori” güdümlü değil artık;
hizmetlerin tamamı “ilişki” güdümlü.
Farklı konularda görüşmek dileğiyle…
Sevgiyle kalın…
ağustos 2014
73
haberajanda
Analiz
Bir süre
evvelinin
imparatorluklarına
musallat
olan “Küçük
olsun, benim olsun”
hastalığı,
bu kez ulus
devletleri
kemirmeye
başlamıştı.
Adına “mikro milliyetçilik” denilen
bir mikrop,
daha elli yıl
önce oluşturulan “ulus
birlikteliği”ni
mikro ulusçuklara
ayrıştırarak
“ilelebet”
inancını
kökünden
sarsıyordu.
Farkında
mısınız, bu
sarsıntı hâlâ
sürüyor.
Onun için
Kürtler,
Aleviler ve
diğerleri
“Ulusal
Türkiye”den
pay istiyor.
Sonradan
öğreniyoruz
ki bu pay
isteyenlerin
paylarını
havi haritalar bile yapılmış. Tam
37 parçalı
kırk yama
pikeleri gibi
haritalar…
74
İnsanın açgözlülüğü ilahî dü
Ne kadar insan, o
ağustos 2014
YÜZ YIL ÖNCE İMPARATORLUKLARI PARÇALADILAR, BENZER PARÇALARDAN ULUSLARI OLUŞTURDULAR. ULUS
DEVLETLERİ PARÇALADILAR, PARÇALIYORLAR. ANCAK
MEDCEZİR DEVİNİMİNDE VE AYNI ANDA YENİ BİRLİKTELİKLER OLUŞTURUYORLAR NAFTA, NORTA VE ASİEN VE
HATTA ABD VE AB GİBİ… DAHA SONRA ONLAR DA PARÇALANACAK. BİR İHTİMAL, “İNANÇ İMPARATORLUKLARI”
KURULACAK: İSLAM İMPARATORLUĞU, HIRİSTİYAN İMPARATORLUĞU VE BENZERLERİ GİBİ. PEŞİ SIRA YA BU İNANÇ
İMPARATORLUKLARI BİRBİRLERİNİ YİYECEK YA DA KENDİ
İÇLERİNDE YENİ BİR “MİKRO İNANÇ” AYRIŞMASINA TÂBİ
TUTULACAK YUKARIDA SÖZÜ EDİLEN “MİKRO MİLLİYETÇİLİK” AYARINDA.
zlemde de sürüyor
kadar Tanrı!
“V
E Allah kadını yarattı” gibi bir
etki yarattı
ihtilâl. Yani
“Ve Fransızlar ihtilâl yaptı”. Evet,
yıl 1789. Fransa’da “it kopuk takımı”, Kral -bilmem kaçıncı- Lui’ye
karşı ayaklandı ve böylece ünlü
“Fransız İhtilali” tarihteki yerini
aldı.
Mevzubahis “ihtilal”, sözlüğe o güne kadar bilinmeyen bir
kavram ve türevlerini yazdırdı. O
kavram “millet”ti ve türevleri ise
milliyetçilik, milliyet ve millî gibi
kavramlardı. İşte Paris’in ünlü
Bastille Hapishanesi’ndeki ipten, kazıktan kopmuşları ortalığa
salıveren “gizli el”in zihinlere de
salıverdiği “millet” kavramı, tıpkı
sihirli bir maymuncuk gibi davrandı ve bambaşka bir kapı açarak
insanlığı içeri soktu.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Zira o zamana kadar
kendilerini büyük dedelerinin
adıyla anan küçük topluluklar,
dağınık bir şekilde oradan oraya dönüp duruyorlardı. Fakat
“ihtilâl”in bu “sülale klanları”na
bahşettiği “millet” kavramı, sihirli bir kırbaç gibi klanları bir
araya topladı ve “millet” denilen
daha büyük kalabalıkların oluşmasını sağladı. Öfkeli kavram
ilk biçimiyle durmadı, kendinden bir başka kavramı oluşturdu:
Milliyetçilik…
Yeni ses kümesi, bir önceki
cümlede “kalabalık” dediğim toplumsal yapıya “ruh, ideal ve dinamizm”vermekle vazifelendirilmişti
ve elhak vazifesini başarıyla yerine
getirdi. Milliyetçiliğin şekillendirdiği yeni ruh, ideal ve dinamizm
harekete geçti ve kendisine bir
“vatan” belirledi ve bununla kalmayarak, belirlenen vatanın “büyük” olanını da millî amaç haline
getirdi. Örnek vermek gerekirse
Büyük Yunanistan, Büyük Fransa, Büyük Prusya (yani Almanya)
ve Büyük Sardunya (yani İtalya)
fikirleri böyle etkiledi insanları
ve günümüzde Büyük Kürdistan,
Büyük Ermenistan, Büyük Bulgaristan şeklinde etkilemeye de
devam ediyor.
Ahmet Yozgat
[email protected]
İkinci sıralamanın devamı olarak, bizi doğrudan ilgilendiren
Büyük Suriye vardı çok yakın geçmişte. Lakin bu sırada Suriye’nin
“büyük” olma ideali “küçükleşme
süreci”ni yaşatıyor güney komşumuza.
Medcezir
Burada bir istasyon kuralım ve
bu yazı süresince duralım. Zira bu
durakta konuşulması gereken ve
önemsiz gibi görünen ama oldukça önemli olan şeyler var.
Ne demiştik yukarıda? 1789 yılı
Fransa’sını altüst eden ve Bastille
Kalesi’nden salıverilmiş eli kanlı
mahkûm tayfası, dünya yüzeyine
yayılmış on binlerce “aşiret/boy/
klan/sülale”nin birlikte bir söylem tutturması ve bu söylemden
de adına “millet/ulus” denilen
ideolojik birlikler oluşturmasının
yolunu açtıklarının/açtırdıklarının farkında mıydı? Elbette hayır!
Onlar farkında olmasalar da Fransız devrimi teorisyenleri böyle olmasını planlamışlardı ki öyle oldu:
Klanlar birleşti, ulus oldu; uluslar
ayrıştı, dünya çatırdadı ve ta kadim Mısır’dan, hatta Sümer’den
beri acuna hükmeden imparatorluklar, “imparatorluk anlayışı”
ile beraber çöktü. Tarih vermek
gerekirse, Frankofonik ihtilalin
etkisi, Birinci Dünya Harbi’nde
final yaptı.
Bu tarihten itibaren dünya,
“ulus devletler yüzyılı”na, yani 20.
yüzyıla “Merhaba!” dedi. O savaşın sonunda üzülen üç aile vardı
ve bunlar, birer hanedanlık olarak
“son üç imparatorluğun” hükümranlarıydı: Osmanoğulları, Romanoflar ve Habsburglar… Şimdi
yerlerinde yeller esen bu üç aile
dışında kalan tüm dünya sevince
gark oldu, sadece bu üç bahtsız
aile üzüntüyle girdi yeni yüzyıla.
20. yüzyılın eşiğinde sevinenler,
“ilelebet payidar kalacak ve sevinmeye de devam edeceklerini” sanıyorlardı ve yüzyılı “millî ilelebet
bayramları”nı kutlaya kutlaya geçirdiler. Bu arada yaşadıkları sosyal, kültürel, iktisadi ve hatta milli
güvenlik meseleleri bile onları
bayram kutlamasından/ kutsama-
ağustos 2014
75
haberajanda
Analiz
sından alıkoyamadı. Zira söz konusu anlayışa
göre, feodal aşiretler döneminden şuurla çıkıp millet/ulus bilincine ermek, toplumların
tekâmülünün son ve en mükemmel aşamasıydı. Bunu yaşayanların değil yılda bir ya da
birkaç gün bayram yapması, yılın her gününde düğün dernek kurması bile haklarıydı.
“medcezir operasyonu”nun bir başka amacı
olamaz. Galiba istenen, yedi milyar nüfuslu
dünyada yedi milyar ulus oluşturmak ve en
önemlisi de yedi milyar inançlı meydan çıkarmak olsa gerek. Bunun vahim sonucu şudur:
Yedi milyar tanrı…
Sonuç
Ulus yap, sonra parçala
Heves bu, bazen kursakta da kalır ve hazımsızlığa neden olur. Tekâmülünü tamamlayan ve millet/ulus mükemmelliğine erişen
toplumların kurdukları organizasyonların,
yani ulus devletlerin kendi kendini yemeye
başlayacağı ve bir bakıma ulusları sosyal evrimden geriye döndüreceğini hiç kimse düşünememişti. Düşünülemeyen düşünülmüş
olacak ki 20. yüzyılın, klanları birleştirip ulus
yaptığı anda “ulusları parçalama” potansiyeli
de harekete geçti/geçirildi.
Bir süre evvelinin imparatorluklarına musallat olan “Küçük olsun, benim olsun” hastalığı, bu kez ulus devletleri kemirmeye başlamıştı. Adına “mikro milliyetçilik” denilen bir
mikrop, daha elli yıl önce oluşturulan “ulus
birlikteliği”ni mikro ulusçuklara ayrıştırarak
“ilelebet” inancını kökünden sarsıyordu. Farkında mısınız, bu sarsıntı hâlâ sürüyor. Onun
için Kürtler, Aleviler ve diğerleri “Ulusal
Türkiye”den pay istiyor. Sonradan öğreniyoruz ki bu pay isteyenlerin paylarını havi haritalar bile yapılmış. Tam 37 parçalı kırk yama
pikeleri gibi haritalar…
Musallat sadece bizim başımızda değil
elbet, dünyanın tümünün ya da yarısının başında migren ağrıları oluşturma işlevini sürdürüyor. Onun için Irak defakto parçalandı,
onun için Suriye parçalanmak üzere, onun
için Ukrayna da garip şeyler oluyor ve hatta
Libya’da, Saudia’da, Pakistan’da... Daha sırada
Rusya Federasyonu ve Çin var.
Yakın vadede sayılamayacak kadar çok ulus
devlet, yeni ve inatçı bir ayrışmaya tâbi tutulacak. Çünkü “sosyal tekâmül süreci” berdevam,
“Sallamış vitesten, iniş aşağı” gidiyor. Aslında
ortada bir süreç var da bu bir tekâmül/evrim
değil, bir medcezir hareketi, yani git-gel…
Bitevi formül şu: Ayrıl, birleş, ayrıl, birleş…
Ve devam et git bu kısır medcezir içerisinde.
Başa dönelim… Yüz yıl önce imparatorlukları parçaladılar, benzer parçalardan ulusları oluşturdular. Ulus devletleri parçaladılar,
parçalıyorlar. Ancak medcezir deviniminde
ve aynı anda yeni birliktelikler oluşturuyorlar
Nafta, Norta ve Asien ve hatta ABD ve AB
gibi… Daha sonra onlar da parçalanacak. Bir
ihtimal, “inanç İmparatorlukları” kurulacak:
İslam İmparatorluğu, Hıristiyan İmparator-
76
ağustos 2014
Âdem’le birlikte yeryüzüne inen eşi Havva
Valide, inanç dağarcıklarındaki “Tek Tanrı”
ile dünyalı oldular. Belki o zaman “Mutlak
Olan”ın adı bile yoktu, zira dünyada iki insan
vardı ve onlar, “Tek Olan” dışında bir ilahın
olacağını bile düşünemiyorlardı: Âdem ve O,
Havva ve O; başka kimse yoktu ve olamazdı
da.
luğu ve benzerleri gibi. Peşi sıra ya bu inanç
imparatorlukları birbirlerini yiyecek ya da
kendi içlerinde yeni bir “mikro inanç” ayrışmasına tâbi tutulacak yukarıda sözü edilen
“mikro milliyetçilik” ayarında.
Bunca “medcezir operasyonları”ile varılmak
istenen nihaî nokta şudur belki de: Vaktiyle
insanın akılalmaz “diabolik başkaldırısı” olarak nitelendirilebilecek “Babil Kulesi” inşaatını bir operasyonla darmadağın eden “tanrısal
murat,” yaratılış gayelerinden biri olarak “Babil kazazedeleri”ni “Tanışasınız, bilişesiniz!”
diye kavimler hâlinde yeni bir formata tâbi
tutmuştu ya, bidayette tanışma ve bilişmenin
tavsiye edildiği insanlığın “sevişme”sinin yolu
da buradan geçiyor olmalıydı. Ancak ne yazık
ki insanlık bunu beceremedi.
Becerme aşamasında formata müdahale eden bir “karanlık ve gizli el”, toplumları
ya ayrıştırarak ya da birleştirerek, delirmiş
gibi yayılan bir yayığın derunundaki kaos
ortamında sabit tuttu. Yayıktaki kaos, kendi
içinde tereyağı değil, düşmanlık, kin ve nefret üretti. Bu fitnetik üretim ortamında öyle
bir sona doğru gidiyor ki insanlık, sayılı klan,
mahdut millet ve üç beş ulus üstü emperyal
birliktelik, sözünü ettiğimiz “kaos yayığı”nın
gözünü, gönlünü ve karnını doyurmaya yetmemektedir.
O hâlde gizli sual şu: Neden her insan (“birey” mi desek acaba?) kendine has “bireysel
millet”ini kurmasın ve neden “ferdî inancı”na
iman etmesin? Bu mümkün mü? Evet! Bu
Herhalde böyle sanıyorlardı İlk Baba ve İlk
Ana. Oysa onlarla birlikte acunun karanlık
yüzüne indirilen biri ya da birileri daha vardı.
Pek çok kaynak onu “bir kişi” olarak numaralıyor: “Azazil”… Kimi kaynaklar yetmiş, kimi
kaynaklar da iki yüz “asi melek” olarak ve de
kendi lisanınca “düşürülenler” diye tarif ediyor. Fakir, “Allahuâlem!” dedikten sonra onun
da bir erkek ve bir dişi kimlikleriyle dünyaya
düşürüldüklerini düşünüyor, tıpkı Âdem ve
Havva gibi, Azazil ve dişisi…
Her neyse… Düşürülen, daha arz yüzeyine ayak basmadan evvel, kafasında en ince
detayına kadar planladığı anlaşılan “Âdem
Operasyonu”nda mutlaka bir nihaî amaç da
belirlemiş olmalıydı kendine: O “satanik”
menzil, “Âdem ile Havva’nın dağarcıklarındaki ilah sayısını artırmak” idi.
Ve zaman içinde recmedilmiş, lanetli Azazil Efendi, maalesef bunu becermiş görünüyor.
Çağlar süren bir sabırla “Vahdet”i düalizm ile
iki tanrıya çıkardı ve İran’ı bu sistemin merkezi yaptı. Yetmedi, düalizmi Trinity (Teslis)
ile üçledi ve “Üç Tanrıcılık”ın merkezi olarak
Mısır’ı seçti. Yine yetmedi, sırada politeizm
vardı ve ilah sayısını üçün üzerine çıkararak merkez olarak Hindistan’ı seçti. Bugün
Azazil’in ulaştığı son nokta Hindistan olup,
inekler, fareler ve benzerleri dâhil o ülkenin
dindarlarının inandığı tanrı sayısı dudak
uçuklatacak cinstendir ve 360 milyondur -her
geçen gün bu sayı artmakta-.
Peki, Azazil için 360 milyon ilah yeter mi?
Yok! O karanlık suratlı varlık, “lanetli işbirlikçileri” ve “yardakçıları” ile operasyonun nihaî
hedefini belirlemiş durumda: “Ne kadar insan, o kadar tanrı…” Zira şu anda 7 milyar
sayısı, ilahî gazabın kıyamet ölçeğinde patlamasını sağlayabilir ancak.
Son söz: Her şeyi ancak O biliyor ve sadece
O’nun dediği olur.
haberajanda
Toplum
Ç
Muhammed Lütfü Avcı
[email protected]
AĞIN yenilenen dekorunda hayat sahnesi bomba
pimi, mermi yırtığı, kimyasal imha serpintileri ve
duyualtı dünya surlarını
bombardıman altında
teslime zorlayan gölge
oyunlarıyla dolu. Çelimsiz
figürler, bozuk kurgular,
sahte montajlar hâkim
kulislere… Süslü ve lezzetli
görünen her şeyde yitik
bir umudun itile kakıla
kangrene dönüştürülmüş
ruh hali, hissin ve insafın
boğazlanarak ticarî kanaatler uğruna yok sayıldığı
yeni bir dünya öğretisi
gizli.
“Madde üzerinde
hâkimiyet… Kimin
hâkimiyeti? Üç buçuk
Avrupalı’nın… Ya ruh
dengemiz?” Meriç, çağın
mühürdarı, kıyamet
vaktinin derinden gelen
çığlığı... Buhranlarımız var
bizim, ruhî bunalımlarımız; bunları anımsatıyor
bize. Toplumsal kaygılarımızda çekimser bir yaşam
dürtüsü peyda oldu son
iki asırda. Etrafta nefes
alıp verdiğine inandığımız
korkulara dönüştü vesveselerimiz. Batı, ağzı kanlı,
köpüklü bir sokak yırtıcısı;
Rusya, tepemizde demir
balyozlarla bekliyor.
“Amerika” desen, kendi
kursağından başkasını
düşünmeyi edepsizlik sayanların uğrağı… İngiltere,
her taşın altında bulabileceğiniz hayvansal atık...
Güç, kendini iknada
gizli... İnanca dönüşümüz
yahut pes edişimiz tarih
serüveninden... Bambaşka
neticelere varan iki yol,
bozuk bir patikada irfanı
ve hikmeti yarı yolda
bırakarak kente varmak
isteyişimiz… Elimizde bunlar olmaksızın medeniyet
kavgası gütmek, acınası
bir halet bu…
Ruhumuza yeni efendiler devşirmekle meşgulüz şimdilerde: “İrfan
da neymiş? Ariflik hangi
çağın ütopyası, ‘Kaç dolar
cukkalarsam bulabilirim?’
Ruhumuza yeni efendiler
devşirmekle meşgulüz şimdilerde: “İrfan da neymiş? Ariflik
hangi çağın ütopyası, ‘Kaç dolar
cukkalarsam bulabilirim?’
Objektifler önünde
“İki Yüzyıl Savaşları”
ŞEYTANLA anlaşma imzalayan ve bu anlaşmanın gereğini
sadakatle yerine getiren de bunlar. Biz ise yılgınlıktan öteye geçemedik. Tüm varlığımızla teslim olduk. Yorgun düştü
her hücremiz. Nesiller yorgun düşürüldü. Ölü bir yığın olduk;
sahte bir külhanbeyliği, mazinin azameti gölgesinde ürkek
bir kedi oluverdik.
yetlerde, düşürülen her
hükumette, hafızalardan
silinen her güzel histe, iyi
huyda, bozulan ahlakta
bunların izi...
Şeytanla anlaşma imzalayan ve bu anlaşmanın
gereğini sadakatle yerine
getiren de bunlar. Biz ise
yılgınlıktan öteye geçemedik. Tüm varlığımızla
teslim olduk. Yorgun düştü her hücremiz. Nesiller
yorgun düşürüldü. Ölü
bir yığın olduk; sahte bir
külhanbeyliği, mazinin
azameti gölgesinde ürkek
bir kedi oluverdik.
yolumu?” Gündelik kaygı
bozuklukları sarmalında
yaşadığımız yeni bir put
çağı mottosu; düstur değil,
gerçek bir motto…
Düsturda edep gizlidir;
destura yakınsayan bir
çağrışım vardır bu kelimede. Ahlâkın ilkeselliğine
karşılık gelir. Oysa motto
öyle mi? Devşirme bir
akıl bulanıklığının oturtulduğu beton kaide…
Betondan, soğuk, ruhsuz
bir çabukluğun, aleladeliğin ismi… Sokaktan kente
yayılan başkalaşımın kirli
dumanı var üzerinde.
Evvela kavramsal tabanda yenileşme… İnkılap
mı bu şimdi? Ardından
kimya bozulur. Şapka,
despotik bir serbestiyet...
Hatırı sayılır bir ikilik,
akılları buharlaştırır o
yabancı idealizm. Soyut
bir his avına girişilir yeni
“milli yazın tarafından”.
Köy irfanını, binlerce yıla
dayanan halk ahkâmını
Fransız çıplaklığıyla
ölçüştürür aydınlarımız,
hor görür, aşağılar. Terazi
yanlış, ölçü hatalıdır oysa.
Başlar gider gövdeler
üstünden. Akıllar dumura
uğrar ve hayal kırıklıkları,
sarhoşluklar, yitirilen
nesiller...
Put çağının inşasında
gücü elde tutmaya dönük
bir akıl mevcut. İrade söktürücü düzenbazlıklarla
ayyuka çıkan Ortaçağ
Avrupa’sının utanç verici
veledidir Siyon protokolleri. İnsanların küçücük
bir toprak parçasında
izlediği, görüp fark ettiği,
ancak bir türlü üstesinden gelemediği, gelmek
istemediği bir akıl süzücü
vahşet var vizyonda.
Avrupa aklını, Birleşik
Krallık ve “Okyanus ötesi”
idare ruhunu teslim etti
bunlara. Üç asırdır dönen
her dolapta bunların
parmak izleri var. Çalınan
her hayatta, işlenen cina-
Geçmiş birkaç asırdan
bugüne olan biten her şey,
bizi yarınlarda atacağımız
adımlar önünde sorumlu
davranmaya itmeli. Bilgiyi
namuslu kaideler üzerine
bina etmek... Günümüz
dünyasına rengini, kokusunu ve tadını veren bilginin işleniş ve sunuş biçimi,
yani enformasyon yönetimidir. İnsanların algılama
ve yaşayış biçimlerini doğrudan etkileyen metotlarla
evlerden başlamak üzere
sokaklar, toplumlar ve dolayısıyla ülkeler rahatlıkla
yönlendirilebilmektedir.
Medya teknolojileri vasıtasıyla itibar kazandırma
yahut itibarsızlaştırma
gibi birtakım algı inşalarını
hayata geçirmek oldukça
kolaydır.
Kimlerin mutfağından
çıktığını bilmediğimiz algı
altı dünyada toplumsal
mühendislik metotlarını
can alıcı yöntemlerle
kurgulayan art niyetli
yayınlara karşı insan onur
ve haysiyetini düşünen iyi
niyetli çalışma ve yaklaşımları hayata geçirmekle
yükümlüyüz. Bu şekilde
kat etmemiz gereken yol
kısalır ve neticeye ulaşmak daha kolay olur.
ağustos 2014
77
haberajanda
Analiz
“Yeni dünya düzeni”,
eskisinden farklı bir
mantıkla çalışıyor.
Nedir fark? Virüsün
küresel bir mantıkla
hazırlanmış olması...
Eskiden sisteme
dâhil edilen yapıların
sınırları ülke ülke ele
alınmakta ve o şekliyle işletilmekteydi.
Daha açık ifadeyle,
sistemin bütününün
dış sınırları oldukça
netti ve alt unsurların sınırları ancak
bütün içinde bir anlam içeriyordu. Şimdi
ne oldu? Yeni dünya
düzeninde ülkeler birer birim değil, birim,
“dünya” ve bölgeler
de dünya adlı birimin alt bileşenleri.
Dünya biriminin alt
bileşeni olan bölgelerin sınırları ise net
ve belirgin…
***
Serbest piyasaya
dayalı kapitalist Batı
demokrasisine Batı
içinden, yani kendi
kaynaklarından bir
alternatif üretilmesi
de imkânsız, ki bu
virüsün bulaştığı hiçbir toplumdan veya
toplumu oluşturan
herhangi bir kafadan Batı sistemine
alternatif üretilemez.
Alternatifse bu coğrafyadan çıkacak.
Nedeni açık, “Batı
düşünce sistematiği
henüz bu coğrafyaya
tam anlamıyla nüfuz
etmiş değil”.
78
ağustos 2014
Yeni d
Hede
M
ALUMUNUZ, yaşadığımız
coğrafya ve bu coğrafyanın
unsurları onlarca yıldır psikolojik savaş tekniklerinin
hem AR-GE, hem de test sahası olmuştur. Bu uygulamalar, en acı şekliyle de devam etmektedir.
>> Sıcak savaşların yerini
soğuk savaşlar aldı. Düşük
maliyetli mücadeleler daha
ağırlık kazandı. Fiilî savaşlara ise artık başka çare kalma-
mışsa başvuruluyor. Bu savaş
enstrümanı, usta ellerde etkin bir silah olarak düşmanlarının karşısına çıkarılıyor.
Usta oyuncular, psikolojik
savaş tekniklerini milli güvenlik amaçları doğrultusunda geliştirir ve uygularlar.
Ayrıca güçlü devletler, bir
yandan rakipleri veya muhtemel rakiplerini psikolojik
savaş yöntemleriyle yıpratırken, öte yandan kendilerine
yönelik bu tür tehditleri önleme faaliyetini icra ederler,
ki olması gereken de budur.
Olması gereken nedir? Bu
tür faaliyetlerin yönünün,
hedeflerinin milli unsurlar
Yeni dünya düzeninin hedefi “bizim coğrafyamız” ve bu düzenin mürşidi, açık
ve alenî olarak şeytanın bizatihi kendisi…
Prof. Dr. Bünyami Ünal
[email protected]
ünya düzeni:
f “Türkiye”
tarafından ve milli bir mutabakatla tarif
edilmiş olmasıdır. Milli unsur ve milli hedef
yetmez, başka ne gerekli? Milli mutabakat...
Ama bu da yetmez, başka ne gerekli? Sağlam
bir bünye… O da yetmez, ki sistemi koruma reflekslerinin iyi çalışıyor olması, yapıyı
oluşturan bileşenlerin birbiriyle uyumlu ve
sağlıklı cevap oluşturacak ortak bir sağduyunun olması gibi durumlar da lazım.
Son sarf ettiğim cümleler, ancak karakteri
oturmuş, ne olacağına karar vermiş güçlü ülkeler için geçerlidir. Bu ülkelerin en önemli
gücü budur.
Şimdi burada tartıştığımız şey, bahsi geçen gücün hayra veya şerre kullanılması değil, “güç sahibi olma” konusudur.
Uzlaşı eksikliği
ABD’li bilim adamı, siyaset bilimci ve iktisatçı Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu
ve Son Adam” adlı eseriyle kuramsal çerçevesine oturttuğu görüş, üzerinden 10 yıl
geçmeden çöktü. Büyük bir iddiayla ortaya
atılmıştı ve taraftarları vardı bu görüşün.
Görüş etrafında saf tutanlar zaferlerini ilan
etmiş, “İşlem bitmiştir!” demişlerdi.
Namık Kemal’e ait bir sözdür: “Barika-i
hakikat, müsademeyi efkârdan doğar.” Bu
prensip hem doğru, hem de yanlıştır. Uygun
alanlarda doğru ve faydalı olan bu yaklaşım,
tersinde ise yanlış ve zararlıdır. Konuyu biraz daha anlaşılır kılmak istiyorum…
Fikri müsademe nedir? Öncelikle bir
topluluk veya heyet, herhangi bir konuda
fikirler beyan eder (edebilir) ki bu fikirler
birbirlerine zıt olabilirler. Bu zıtlığın olması gereken en geniş şeklinde dahi heyette
karşılıklı fikir beyan eden taraflardan her
birinin ana prensipler üzerinde uzlaşmış olmaları gereklidir.
İkinci şartsa taraflardan her birinin, birbirinin söylediklerini anlama zorunluluğudur. Üçüncüsü, taraflardan yine her birinin,
öncelikle objektif bir akılda ve meselenin
çözümüne ilişkin iyi niyetli olmalarının gerekliliğidir.
Yukarıda örneklendirdiğim şekildeki bu
tür bir müsademe, sağlıklı aile benzetmesindeki gibi “barika-i hakikat”e netice verir.
Taraflar neticeyi -netice ne olursa olsunkabul eder. Çünkü ana eksenden bir sapma
olmamıştır. Dezenformatik saldırılara karşı
korunaklı milletler de böyledir. Milleti oluşturan unsurlar birbirlerine uyumludurlar.
Bu uyum, milli unsurlar tarafından milli
mutabakatla ve milli bir gaye yönünde dizayn edilmiştir.
Bu tür milletler aynı dili konuşur, aynı
kavrama benzer anlamlar yükler, aynı değerler silsilesi etrafında saf tutarlar. Bu tür
bir organizasyon ise yeryüzünde bulunmuyor. Bu tür bir medeniyet henüz inşa edilmiş değil. O halde “Olan nedir?” diye bir
soru sorulursa cevabı açık; Batı felsefesinin
18. yüzyıldan bu yana hayatı tanımlama
ekseninde kurgulanmış bir birliktelik…
İdeal bir birliktelik değil, bize göre nispeten avantajları var. Avantajları şunlar: Yanlış
veya doğru, içinde bulundukları medyumun
karakteri oturmuş, toplumun ana bir ekseni
var ve tartışmalar ana eksende yürütülüyor
ki o ana eksen nispeten sağlam. Ana eksen
ne üzerine tanımlanmış olursa olsun, topluluk bunun bu şekilde kalması yönünde bir
mutabakata sahip.
Diğer bir avantajsa maddî imkânlarının
geniş olması. Bu imkânları sadece kendi
sistemlerini korumak için kullanmıyor, aynı
zamanda diğerlerinin “bellerini doğrultamaması” için de harcıyorlar.
Bu avantajlara şunları da ekleyebiliriz:
Avrupa’da, 18 ve 19. yüzyıllarda yeni buluşların üretime olan etkisi ve buhar gücüyle
çalışan makinelerin makineleşmiş endüstriyi
doğurması, bu gelişmelerin de Avrupa’daki
sermaye birikimini arttırması, elde edilen
güç ve sermayeninse diğer unsurların sahip
olduklarını ele geçirmesi (sömürgecilik, yani
kendisi gittikçe güçlenirken karşı tarafı hareket edemez biçime getirmek) ve başlangıçta bunu fizikî kuvvetle gerçekleştirirken
şimdilerde psikolojik savaş yöntemleriyle
gerçekleştiriyor olması.
Eskiyle yeninin farkı
Bir de bizim gibi ülkeler var. Önceden
ağustos 2014
79
haberajanda
Analiz
fizikî sömürgeciliğin kurbanı olmuş, maddî
yönden dizüstü çöktürülmüş, şaşkın bırakılmış, -biraz önce yaptığım benzetme göz
önüne alınacak olunursa, oradaki durumun
zıddına- toplumu henüz ne olacağına karar
verememiş ülkeler… Neden karar verememiş? Gücü yok, ne yapacağını bilmiyor.
Olgunlaşmış bireylerden oluşan topluluğun
tersine, “ergenlerden müteşekkil bir kalabalığa” benziyor. Ergen psikolojisini ve bu
psikolojiye bağlı davranış biçimini bilirsiniz, detaylandırmaya gerek yok, bu tür kalabalıklarda olacak herhangi bir müsademe,
tıpkı müsademe kelimesinin sözlük anlamı
gibi “çatışma” doğurur. Malumunuz bizdeki
tartışmalarda olan da budur. Çünkü toplum,
ana meselelerin herhangi biri üzerinde uzlaşmış değildir.
Toplumun neden uzlaşmış olmadığı
önemlidir. Zira her açıdan dezenformasyona
açık olduğu, bu tür saldırıları önleyebilecek
gücü olmadığı ve toparlanmaya yönelik her
türlü girişimi bir sistem kurgusu içinde durdurulduğu için toplum uzlaşmış değildir.
Şimdilerde devreye sokulan sürüm “yeni
dünya düzeni”. Şimdi bir soru yardımıyla
konuyu biraz derinleştirelim. “Sistem nedir?”
İlk olarak sistem, “aralarında düzenli ilişkiler bulunan, ortak özelliğe sahip ve birinde
meydana gelen bir değişikliğin diğerini de
etkilediği bağımlı değişkenler dizisi” şeklinde tarif edilmektedir. İfade edilen düzenli
80
ağustos 2014
ilişkiden kasıtsa mantıklı, faydalı veya rasyonel olup olmaması değil, normal koşullarda
“tekrar ediyor” olması, “aynı etkinin aynı sonucu vermesidir”.
Şimdi aklınıza “Bunun konumuzla ilişkisi nedir?” sorusu geliyor olmalı. İlişki şu:
Virüsün küresel bir mantıkla hazırlanmış
olması… Bu sürümün adı, “yeni dünya düzeni”. Yeni dünya düzeni sürümünün Ortadoğu versiyonuna BOP denilmektedir
ve tüm bölgeyi ilgilendirmektedir. İkincisi,
sistem bir şekilde birbiriyle etkileşim halinde olan birimlerin oluşturduğu bir bütündür
ve bütünün parçaları, bütünün özelliklerini
yansıtmaktadır. İşte şimdi aklınıza “nasıl bir
ilişki olduğu” sorusu geliyor olmalı.
Kıtasal birimler ve
bölgesel unsurlar
“Nasıl”ı şu: Türkiye bir sistem ve kendi içinde alt unsurlardan oluşuyor. Mesela
Kürtler, Aleviler, Sünniler, İslamcılar, sekülerler gibi unsurlar, nasıl kurgulanmışlarsa o
şekliyle birbirleri arasında etkileşim halindedir. Hem bütünün, hem de bütünü oluşturan parçaların her birinin kendine özgü
işleyiş özelliği ve kendisini dış çevreden ayıran sınırları var, girdi ve çıktıları bulunmakta ve kendi içinde bir dengeye sahip.
Bazı girdiler sistemin dengesini kısmen,
bazıları ise derinden etkileyebilir. Her parçanın etkinliği hem kendine, hem de diğerlerine bağlı. Dengeye ulaştıktan sonra
devamlılık ilkesi istikrarlı bir yapıyla sağlanabileceği gibi zıddıyla da sağlanabilir.
Türkiye gibi örneğin Suriye de bir başka
sistem… Orada da benzer alt unsurlar var.
Bu unsurlar da nasıl kurgulanmışlarsa o şekilde hareket ediyor ve az önce sıraladığımız
kurallara tâbiler. Perspektifimizi genişlettiğimizde bu resme Mısır’ı, İran’ı, Irak’ı da
ekleyebiliriz.
Şimdi dikkat! “Yeni dünya düzeni”, eskisinden farklı bir mantıkla çalışıyor. Nedir
fark? Virüsün küresel bir mantıkla hazırlanmış olması. Eskiden sisteme dâhil edilen
yapıların sınırları ülke ülke ele alınmakta ve
o şekliyle işletilmekteydi. Daha açık ifadeyle, sistemin bütününün dış sınırları oldukça
netti ve alt unsurların sınırları ancak bütün
içinde bir anlam içeriyordu. Şimdi ne oldu?
Yeni dünya düzeninde ülkeler birer birim
değil, birim, “dünya” ve bölgeler de dünya
adlı birimin alt bileşenleri. Dünya biriminin
alt bileşeni olan bölgelerin sınırları ise net ve
belirgin… Bu nokta önemli!
Gelelim ülkelere… Yeni versiyonda, ülkeler konusunda önemli değişiklikler planlanmış. Ülkeler, bölge biriminin alt unsurları ve
yapılan değişiklik de sınırların netliğinde…
Ne demek istiyorum? Başlangıçta fizikî
sınırlarda olmasa da zihnî veya psikolojik
sınırlarda değişiklikler ön görülmüş. Gelecekte fizikî sınırlar da yeniden düzenlenecek tabiî… Bu da ikinci önemli nokta!
Eski sistemlerin alt bileşeni olan unsurlar,
Prof. Dr. Bünyami Ünal
yeni düzenlemede hem kendi sisteminin alt
unsuru pozisyonunu koruyor, hem de bölge
sistemi içerisinde kendine benzer unsurlarla birlikte hareket eder konuma getiriliyor.
Örnek şöyle: Eski sistemde Türkiye Kürtleri Türkiye sisteminin, Irak Kürtleri Irak
sisteminin veya Suriye Kürtleri Suriye sisteminin alt unsuru şeklindeydi ve Türkiye,
Irak ve Suriye bir sistem dâhilinde etkileşim
içindeyken, Kürt alt unsurunun birbiriyle
etkileşimi yoktu. Şimdiki sınırlarsa bölge
Kürtleri, bölge Şiileri, bölge Alevileri ve bölge Sünnileri şekline dönüştürüldü.
İstedikleri gibi yaşa,
kendin gibi öl!
Soğuk Savaş yıllarına kadar Ortadoğu’daki
her bir unsur, kendi içine yerleştirilen virüsler aracılığıyla parça parça hale getirilecekti,
getirildi de. Yeni dünya düzeni virüsü, önceden parça parça hale getirilen unsurları
birlikte ele alma projesidir. Arkasından her
birini devletleştirme girişimi ile karşılaşacağımızı görmek için kâhin olmak gerekmiyor. Şii devleti, Kürt devleti, Nusayri devleti
gibi devletleri göreceğiz. Bir sonraki aşamada da yeni versiyon... Niçin? Köleleştirmek
için, sınırlandırılmış alanda tanımlanan sınırlarda üretim için, taşeron veya taşeronun
da amelesi olarak üretmek için, mümkün olduğunca fazla tüketmek için, düşünmeden
yaşamak için...
Peki, neyi düşünmeden? Olup biteni,
dünyaya niçin gelindiğini… İstenilen konseptte eğitilecek, istenilen biçimde üretecek,
sınırsız tüketme arzusuyla yaşayacak, gücün
yettiğince tüketecek ve sonra öleceksin, sonra ölecek… Hepsi bu!..
Fukuyama haklı mıydı?
Bildiğiniz gibi psikolojik savaş, ulusal
amaçlar için dost, tarafsız ve düşman unsurların tutum ve faaliyetlerini etkilemek
niyetiyle insan davranışlarının planlı ve
organize biçimde kullanılması sanatıdır.
“Kamuoyu oluşturmak” işi de bu anlamda bir anahtar kelimedir. Hiçbir kamuoyu
kendiliğinden oluşmaz. Bu kural her yerde
geçerlidir. Farklılık, oluşturulacak kamuoyuna yüklenen misyondadır. Anadolu’nun
bir köyünde muhtarlık seçimi için kamuoyu
oluşturuyorsanız, kullanılan teknikler köyün önemi kadardır. Ama bu teknikler, ilgili
ahalinin bir kısmınca diğer kısmına uygulanır. İş Ortadoğu’da bir ülkeyle ilgiliyse ve
bu ülkenin bölgedeki her şeyle bir ilintisi
varsa, “uygulanacak teknik ve uygulamacı-
ların profili”, meselenin önemiyle paralellik
arz eder. Yeni dünya düzeni, henüz inşasını tamamlamamış bir süreçtir ki nasıl şekil
alırsa önümüzdeki on yıllar da o doğrultuda
biçimlenecektir.
Konunun başında Francis Fukuyama’nın
yanıldığını söylemiştim ya, bir manada
yanılmıştı. Ne demişti Fukuyama? “Liberal demokrasinin, muhtemelen insanlığın
ideolojik evriminin son noktasını ve nihai
insanî hükümet biçimini temsil ettiğini” öne
sürmüştü. Ona göre insanlık, “ideal düzeni
serbest piyasa ekonomisine bağlı kapitalist
Batı demokrasisinde bulmuştur”. İnsanoğlu
ideal düzeni bulduğuna göre tarihin sonu
gelmiş demektir (!).
Fukuyama’ya göre tarihin sonu kavramı,
“Liberal demokrasi, muhtemelen insanlığın ideolojik evriminin son noktası olup, bu
alanda insanlığın yönünü değiştirebilecek
başka bir dönüşüm olmayacaktır” şeklinde
anlam kazanır. Ona göre gelinen bu noktada bütün alternatif yapılar, serbest piyasaya
dayalı kapitalist Batı demokrasisine yenilmişlerdir ve bundan sonra bir ilerleme olursa, bunun ancak Batı ekonomik ve liberal
sisteminin içinden çıkabileceği, çıkabilecek
yeni modelin de Batı’ya zıt veya alternatif
değil, paralel olabileceği yönündedir.
Evet, Francis Fukuyama bir anlamda
yanılmıştı. Meseleye başka bir açıdan bakıldığında ortadaki görüş, “herhangi bir
alternatifin çıkamayacağı, çıksa bile hayatta kalamayacağı” görüşüydü. Bu görüş
dikkate alındığında Fukuyama haklıydı.
Fukuyama’nın yanılmadığını söylememiz
mümkün, alternatif yok... Neden peki? Olmayacak mı? Bu iki soru çok ağır…
Bakıldığı zaman, serbest piyasaya dayalı
kapitalist Batı demokrasisine Batı içinden,
yani kendi kaynaklarından bir alternatif
üretilmesi de imkânsız. Neden? Bahsi geçen sistem, “Batı’nın yeni dini” olduğu için...
Hayatın tüm unsurları bu din (!) ekseninde
dizayn edilmiş. Her şey ama her şey bu doğrultuda tasarlanmış durumda. Hangi niyetle
ne yaparsanız yapın, sistemin ana eksenine
hizmet etmekten kurtulamıyorsunuz.
Ne demek istiyorum? Bu sistem içerisinde komünist, İslamcı veya feminist olmak serbest… “Sistemin kendi kurgusu
dâhilinde kalmak” koşuluyla tabiî. Bu koşul
doğrultusunda sonuna kadar özgürsünüz.
“Sistemin kendi kurgusu dâhilinde kalmak”
meselesi önemli!
Neden sonuna kadar özgürsünüz? Çünkü
rotası belli bir gemide hangi yöne hareket
ederseniz edin, ne geminin dışına çıkabilir, ne
de rotayı değiştirebilirsiniz. Yasak olan, dokunulmaz olansa “rota”… Bu geminin içinde
zemzem içmeyi de tercih etseniz, votka içmeyi tercih etseniz, tedarikçisi olan kişi, rotayı çizen gücün kendisi. Ne talep ederseniz
edin, rotayı çizen güç tarafından karşılanacağı için her faaliyetiniz bu gücün ana eksenini
güçlendirecektir. Başka alternatif yok!
Fukuyama bu anlamda yanılmadı, haklıydı...
Alternatif bizde
Evet, netice-i kelâm, serbest piyasaya dayalı kapitalist Batı demokrasisine Batı içinden, yani kendi kaynaklarından bir alternatif üretilmesi de imkânsız ki bu virüsün
bulaştığı hiçbir toplumdan veya toplumu
oluşturan herhangi bir kafadan Batı sistemine alternatif üretilemez. Alternatifse bu
coğrafyadan çıkacak. Nedeni açık, “Batı düşünce sistematiği henüz bu coğrafyaya tam
anlamıyla nüfuz etmiş değil”.
Geri kalmışlığa methiye dizeceğim hiç
aklıma gelmezdi. Allah’tan Batı medeniyeti zehri şu veya bu sebeple, en önemlisi
de “iletişim eksikliği” sebebiyle içinde bulunduğumuz coğrafyaya istenilen düzeyde
ulaştırılamamış. Ulaştırma çabaları da kaba
kuvvet eliyle gerçekleştirilmek istendiği için
istenen tesiri oluşturamamış. Allah’tan bu
coğrafyada Batı medeniyet zehrinin -kırık
dökük de olsa, eksik gedik de olsa- antidotu
hâlâ var.
İşte yeni dünya düzeni virüsünün amacı
bu!
İletişim imkânlarının alabildiğince geniş
olduğu bu zaman diliminde, bir zamanlar
“Irak halkına özgürlük getiriyoruz” diyerek
geldikleri gibi değil, bu defa “yumuşak kuvvetler eliyle” zehri şırınga etmek için tasarlanmış bir virüs yeni dünya düzeni. Dünyada bu virüse direnebilecek başka bir unsur
bulunmuyor. Uzakdoğu kuşatılmış durumda, Japonya’nın durumu ortada -büyük bir
kısmı Batı hayranı olan bir nesil yaşıyor
Japonya’da-, Güney Kore’nin yüzde bilmem
kaçı Hıristiyanlaştırılmış, kalan kısmı ise
ateist, Batılı gibi yiyorlar, içiyorlar, düşünüyorlar… Hâsılı, bir alternatif üretme şansları
yok, zaten böyle bir talep veya niyetleri de
yok, zamanında yok edilmiş…
Yeni dünya düzeninin hedefi “bizim coğrafyamız” ve bu düzenin mürşidi, açık ve
alenî olarak şeytanın bizatihi kendisi…
ağustos 2014
81
haberajanda
Dosya
“Dinamik bir süreçten geçen
bir toplumun bireyi olarak
o toplumla ilgili stratejik
analizler yapmak, hızla akan
ve debisi yüksek bir nehrin
içinde seyrederken o nehrin
yatağı, akış hızı, akış istikameti ve başka nehirlerle
olan ilişkisi konusunda fikir
yürütmeye benzer. Hem
incelediğiniz nehirde siz de
akmaktasınızdır, hem de bu
akışın özelliklerini anlamak
ve bu özelliklere göre nehrin
bütünü hakkında bir tasvir,
açıklama, anlamlandırma
ve yönlendirme çerçevesi
oluşturma sorumluluğu taşımaktasınızdır. Nehrin dışına
çıkarak baktığınızda sizinle
birlikte akan zerreciklerin
ruhuna ve kaderine yabancılaşarak ahlakî kayıtsızlık
içindeki sıradan bir gözlemci
durumuna düşerseniz,
nehrin akıntısına kendinizi
bırakarak sürüklendiğinizde
de hem var olan gerçekliği
hakkıyla anlayamaz, hem
de bu gerçeklikle ilgili kendi
iradenizi oluşturarak tarihe
ağırlık koyamazsınız. Sosyal
bilim metodolojisinde bu ikilem, bir araştırmacının ‘kendi
test tüpü içinde yaşaması’
şeklinde tasvir edilir.” (Ahmet
Davutoğlu, Stratejik Derinlik)
***
Davutoğlu’nun bütün bu
yaşam safhalarına değinirken, aslında en başa, yani
doğumuna dönerek doğum
yeri olan “Konya Taşkent”e
dikkatimiz celbolunuyor.
Gizemlerle dolu varlığı ve
başkentinin Konya oluşuyla
Selçuklu Devleti, hem Türk,
hem de bütün İslam tarihi
açısından apayrı bir kıymete
haizdir. Selçuklu Devleti’ni
çeşitli platformlarda hatırlatan ve bu devlete kendisinde
özel bir yeren Ahmet Davutoğlu, bakiyesinden yalnız
bir parçasında yaşadığımız
Osmanlı’ya dair düşüncele-
82
ağustos 2014
YENİ TÜRKİYE’
B
U portre çalışmasında anlatacaklarımıza bir hikâye ile başlamak
istiyorum…
Hükümdarın biri, kendisinden
sonra tahta oturacak iki veliahtı
huzuruna çağırmış. Oğullarına
soracağı tek bir soru varmış ve
bu soruya verecekleri yanıta göre kendisinden sonra
kimin hükümdar olacağına karar verecekmiş. Soru
ise şuymuş: “Beni ne kadar seviyorsunuz?”
Huzura çağrılan oğullardan
ilki, zaten hükümdar olan babasının isteğiyle ülkenin belli
bir parçasına beylik etmekte
olan büyük oğulmuş ve “Beni
ne kadar seviyorsun?” sorusuna
cevaben, “Babacığım! Ben seni
gökler kadar, denizler kadar,
altınlar ve de gümüşler kadar,
hâsılı dünyalar kadar çok se-
viyorum” demiş. Hükümdarın
çok hoşuna giden cevap, büyük oğula söz konusu yarışta
önemli bir katkı getirmiş.
Hükümdarın huzuruna çıkarılan diğer oğulsa, kendisini
gölge gibi takip eden, yanlışına
“Yanlış!” dediği için kimi defa
babasından azar yiyen küçük
oğulmuş. Aslına bakılırsa, zaten
hükümdar veliaht olarak büyüğü yerine çıkartmaya kararlıymış ama adaletini göstermek
için bu imtihanı tertiplemiş.
Bu basit imtihanın kısa sorusu
bu kez küçük oğula yöneltil-
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
NİN “HOCA”SI
riyle duymak istediklerimizi
bize hatırlatan ender fikir,
strateji, akademi ve devlet
adamlarından biri olmuştur.
***
Bir Ramazan Bayramı’nda
Bosna-Hersek’te düzenlenen programda sarf etmiş
olduğu şu cümleler, onun
bu çabasının hangi kaynaktan beslendiğini doğrudan
açıklar niteliktedir: “(Boşnaklara hitaben) Gazeteciler
siyasilere bayramı nerede
geçireceklerini soruyorlardı,
bize de sordular. Biz, ‘Elbette
memlekette geçireceğiz’
dedik. Evet, şimdi sizinle,
memleketimizde bu güzel
bayramı idrak ediyoruz…”
***
Bu önemli görüşme sonrasında ülke kamuoyunda
konuşulan tek şey, maalesef
Mavi Marmara şehitlerinin
yakınlarına davalarında destek olmak yerine, davaların
kapanıp kapanmayacağı ile
tazminatların miktarı konusu
oldu. Süreçte Mavi Marmara
şehitlerinin yakınlarıyla bazı
yetkilileri evinde ağırlayan
Davutoğlu’nunsa tavrı netti:
“Davalardan vazgeçilmeyecek, tazminat da alınacak…”
***
Bugünlerde “paralel devlet”
diye bilinen yapılanmanın Davutoğlu ve Fidan
üzerinden Erdoğan’a karşı
besledikleri hıncı dillendirmesi, geçmişte özellikle
Davutoğlu’na gösterdikleri
teveccüh açısından ne kadar büyük bir ikiyüzlülüğe
bulaştıklarının göstergesidir.
İran ile aramızdaki gerginliği “komşularla sıfır sorun”
düsturuyla Kasr-ı Şirin
Anlaşması’nın yıldönümünde
en aşağı seviyelere indiren
Davutoğlu’nun verdiği muhabbet fotoğrafının Zaman
gazetesinde nasıl yorumlandığını hatırlatalım buradan.
ağustos 2014
83
haberajanda
Dosya
kadar farklı üniversite çalışmaları, tezleri
ve makaleleriyle akademik çevrelerce bilinen Davutoğlu, üç tarafı deniz, dört tarafı
düşmanla çevrili ülkemizin geleceğine dair
bambaşka deyişlerde bulunuyordu.
miş: “Beni ne kadar seviyorsun?” Karşılaştığı
soru üzerine küçük oğul, “Belki tuz kadar…”
şeklinde bir cevap vermiş. Zaten büyük oğula ülkeyi teslim edecek hükümdar, küçüğün
verdiği cevabı ukalalıkla yorumlayarak hiddetlenmiş ve ülkeden sürgün etmiş.
Küçük oğulun sürgünde olduğu yıllarda
ülkedeki bütün tuz ambarlarını sel basmış,
tuz kaynakları perişan olmuş, yemeklerin
lezzeti kalmadığı gibi, hayvanlar da tuzsuzluktan bitap düşmüşler, halk da çeşitli hastalıklara tutulmuş. Ülke hazinesindeki bütün
altın ve gümüşler karşılığında tuz alınsa da
ihtiyacı karşılayamaz olmuş.
Bu süreç böyle giderken, sürgüne gönderilen küçük oğulsa vardığı diyarda bir tuz
tüccarı olmuş ve her yerde farklı namlarla
anılır olmuş. Çeşitli ülkelerden getirttiği
tuzu başka ülkelere pazarlıyormuş. Gel zaman git zaman hükümdar, ticaretiyle ünlenen küçük oğlunu, namı dolayısıyla tanımayarak ülkesine çağırtmış.
Çok zamandır hasretiyle yandığı ülkesine tuz tüccarı olarak giren küçük oğul
huzura çıkmış. Karşısında oğlunu gören
hükümdar gözyaşlarına boğulmuş. “Belki
tuz kadar…” cevabı yüzünden ülkesinden
kovduğu oğlu, şimdi büsbütün muhtaç
olunanı kendileri için sağlamaya gelmiştir,
hem de ağabeyinin o çok sevdiği altın ve
gümüşlerin bittiğini bile bile…
84
ağustos 2014
Nehrin ruh ve kaderi
Hikâyenin ne anlattığını göstermek için,
söz konusu portremizi hafif çizgilerle şekillendirmeye başlayabiliriz.
En son 2000 ve 2001 yıllarında yaşadıklarından ötürü, bu yılları belki de hayat sahnesinden ve hatıratından çıkarmak isteyen,
ancak maalesef bütün hüzünleriyle bir olan
memlekettir Türkiye. Ülkenin altının oyulduğu, ekonominin dibe vurduğu, eskilerin
deyişiyle hem kel, hem de fodul haldeyken
devletçilik oynamaktan da geri kalınmamış
zamanlardı.
Bir kriz hangi kategorilerde değerlendirilebilirdi ki o günlerde?! Siyasal, ekonomik,
sosyal, ulusal… Bu saydığımız seçeneklerin
tümü, 2000 ve 2001 yıllarını kâbusa çeviren
Türkiye için yorumlanabilirdi. Bankaların
boşaltıldığı, anayasa kitapçıklarının fırlatıldığı, yazarkasaların havada uçuştuğu, kepenklerin kapatıldığı, intiharların yaşandığı,
başka ülke liderlerinin ve hatta bazı uluslararası yetkililerin karşısında el bağlandığı
günleri doğrudan tek kategorinin içine sığdıramayız sanırım.
Tam da söz konusu yılın Nisan ayında,
Türkiye’nin uluslararası konumuna ilişkin
tahlillere ve çözümlere yer veren bir kitap
yayınlandı. İsmi “Stratejik Derinlik” olan kitabın yazarı Ahmet Davutoğlu idi. Bu esere
“Dinamik bir süreçten geçen bir toplumun
bireyi olarak o toplumla ilgili stratejik analizler
yapmak, hızla akan ve debisi yüksek bir nehrin
içinde seyrederken o nehrin yatağı, akış hızı,
akış istikameti ve başka nehirlerle olan ilişkisi
konusunda fikir yürütmeye benzer. Hem incelediğiniz nehirde siz de akmaktasınızdır, hem
de bu akışın özelliklerini anlamak ve bu özelliklere göre nehrin bütünü hakkında bir tasvir,
açıklama, anlamlandırma ve yönlendirme çerçevesi oluşturma sorumluluğu taşımaktasınızdır. Nehrin dışına çıkarak baktığınızda sizinle
birlikte akan zerreciklerin ruhuna ve kaderine
yabancılaşarak ahlakî kayıtsızlık içindeki sıradan bir gözlemci durumuna düşerseniz, nehrin
akıntısına kendinizi bırakarak sürüklendiğinizde de hem var olan gerçekliği hakkıyla
anlayamaz, hem de bu gerçeklikle ilgili kendi
iradenizi oluşturarak tarihe ağırlık koyamazsınız. Sosyal bilim metodolojisinde bu ikilem,
bir araştırmacının ‘kendi test tüpü içinde yaşaması’ şeklinde tasvir edilir.”
2000 ve 2001 yılları, millet havsalasındaki
“Böyle gelmiş, böyle gider” şuursuzluğunu
arttırırken, 2001’in Nisan ayında yayınlanan
bu kitabın önsözünde yer alan yukarıdaki
paragrafta, kendi test tüpü içinde yaşayan
memleketin çaresiz bekleyişlerden uyanarak
kendi çaresini meydana getirmesi adına ruhuna ve kaderine yabancılaşmaması tavsiyeleri dökülüyordu.
Bu satırların sahibine aslında ne Türkiye,
ne de dünya yabancıydı. Peki, Ahmet Davutoğlu hangi süreçlerden geçen bir biyografiye sahipti?
Ahmet Davutoğlu kimdir?
Davutoğlu, 26 Şubat 1959’da, Konya
Taşkent’te, Memnune Hanım ile Mehmet Bey’in oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İlkokula Konya’da başlasa da, İstanbul
Bahçelievler’e taşındıklarından burada bitirmiştir. Ortaöğrenimini İstanbul Erkek
Lisesi’nde tamamladıktan sonra, Boğaziçi
Üniversitesi’ne girdi ve bu üniversitenin
Ekonomi ve Siyaset Bilimi ile Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü çift ana dal yaparak
1984 yılında bitirdi. Yine aynı üniversitenin
“Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler” bölümünde doktora da yaptı.
Mehmet Serhat Bıçak
1990 yılında 5 yıllık Malezya günleri başladı. Malezya Uluslararası İslam
Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışmaya başlayan Davutoğlu, üniversitenin
Siyaset Bilimi Bölümü’nü kurdu ve 1993
yılına kadar bölümün başkanlığını da yürüttü. Yardımcı doçent olarak başladığı Malezya günlerinde 1993, Davutoğlu’na doçentlik
unvanını da getirdi. 1996-1999 yılları arasında Marmara Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler Bölümü’nde çalıştı; buradaki çalışmaları sırasında, 1999 yılında profesör oldu.
1998–2002 yıllarında, Silahlı Kuvvetler
Akademisi ve Harp Akademilerinde misafir öğretim üyesi olarak ders verdi.
1999-2004 yılları arasında, Beykent Üniversitesi Yönetim Kurulu Üyeliği, Senato
Üyeliği ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Başkanlığı, Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde de misafir öğretim
üyeliği yaptı. Bu görevleri yürüttüğü yıllarda
(1998-2002) Silahlı Kuvvetler Akademisi
ve Harp Akademileri’nde de misafir öğretim üyesi olarak dersler verdi.
Malezya’dan Türkiye’ye dönüşle birlikte
başlayan bu hızlı kariyer günlerine 1995 ve
1999 yılları arasındaki köşe yazarlığı da eklendi. Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı
yapan Davutoğlu, bu sürede yüzlerce makale kaleme aldı.
Davutoğlu’nun bütün bu yaşam safhalarına değinirken, aslında en başa, yani doğumuna dönerek doğum yeri olan “Konya
Taşkent”e dikkatimiz celbolunuyor. Gizemlerle dolu varlığı ve başkentinin Konya
oluşuyla Selçuklu Devleti, hem Türk, hem
de bütün İslam tarihi açısından apayrı bir
kıymete haizdir. Selçuklu Devleti’ni çeşitli
platformlarda hatırlatan ve bu devlete kendisinde özel bir veren Ahmet Davutoğlu,
bakiyesinden yalnız bir parçasında yaşadığımız Osmanlı’ya dair düşünceleriyle duymak
istediklerimizi bize hatırlatan ender fikir,
strateji, akademi ve devlet adamlarından
biri olmuştur.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la
“Başdanışman” sıfatıyla çalıştığı yıllarda
“gölge bakan” namıyla anılıyordu ki Ali
Babacan’dan, Meclis dışından atanarak 1
Mayıs 2009’da Dışişleri Bakanlığı’nı devraldı. Bu göreve kadar 58, 59 ve 60. hükümetler döneminde Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’a ve hem Bakanlık, hem de Cumhurbaşkanlığı görevlerindeyken Abdullah
Gül’e “Dış Politika Başdanışmanlığı” yap-
ağustos 2014
85
haberajanda
Dosya
Stratejinin derinl
ANALİ Z >> SERVET H O C AOĞ ULL ARI
“Erdoğan’sız Türkiye” hesabı yapanlar, kuşkusuz “Erdoğan olmasın, fakat AK Parti
liderliği devam etsin” saflığında değillerdir herhalde. Ya da
“emanetçi/kukla başbakan”
formatında bir tempo tutturmak için bu işi zorlaştıracak
ve “etkin başbakanlık” yapabilecek birinin bu makama
oturmasını istemezler. Nitekim Davutoğlu ismi, birçok
cephenin/tarafın hesabını
bozacak bir isimdir. Davutoğlu “etkin başbakan” olacaktır,
çünkü buna mecburdur.
Üstelik “Etkin Cumhurbaşkanı” ortak hedef koymaktadır:
Etkin Türkiye, Yeni Türkiye…
***
Davutoğlu dışındaki bir iki
isim hariç, diğer tüm seçenekler Erdoğan’la uyumlu
ama Gül ile karşılaşmalarda
alanı kontrol eden yeti ve
yetenekte değil. Davutoğlu,
Gül’ün önünü kesen değil, sorumlu olduğu alanı Erdoğan
dışında kimseyle paylaşmayacak dirayette olması anlamında bir konuma sahiptir.
86
ağustos 2014
B
İR ülkenin siyasî ömrü
kaç kez ve kaç kişinin
ömür biyografisi ile anlatılabilir? Kimleri unutturmaya kalkarsanız o nispette ülkenin hafızasını da silmiş olursunuz?
Kim susarsa ulus sessizce gözyaşı
olup akar? Kimi hatırlamazsanız
kim olduğunuzu unutursunuz?
Umutlarınız Mustafa Kemal,
kırgınlıklarınız İnönü, arayışlarınız
Menderes, zenginliğiniz Özal ve
kavgalarınız Demirel ile albümleniyorsa ve de Erdoğan tüm
bunları siyah-beyaz birer fotoğraf
olmaktan çıkararak renkli yarınlara
taşıyan “yüzümüz” oluyor, biz
de bu yüzü başı öne eğik şekilde
gizlemeye çalışmadan geleceğe
çeviren “biz” oluyorsak, o zaman
Türkiye bir “aile” olarak dağılmış
halden baba ocağında toplanan
sürece girmiş demektir.
Parçalanmak isteyen aile dağılmamış, yaşayan reisi de “Reis-i
Cumhur Recep Tayyip Erdoğan”
olmuştur. Artık eğer kalmışsa
ailenin “inatçı” bir çocuğu, o da bu
inadından vazgeçip kendine çekidüzen vermelidir.
ni bir (aynı) baş altında toplamıştır.
Hayırlı olsun!..
Bir de ailenin “üniversiteli”
olması için gözünün bebeği gibi
büyüttüğü, gurbette okurken en
çok hasretle andığı, kendisine kız
ararken başka bir havayla aradığı
ve evdeki herkesin tebessümle
“Hoca” diye hitap ettiği yakışıklısı
vardır. Ailede “Hoca” lakabı, itibarı,
bilgiyi ve en önemlisi de “temsili/
vitrini” ifade etmektedir.
“Sayın
Cumhurbaşkanım!”
Bu ülkede, ailede “üniversite” okumuş (üniversal düzeyde
evrensel yetişkin olan “insan
aydını”) medar-ı iftiharlarımızdan
biri, kuşkusuz Hocamız Ahmet
Davutoğlu’dur. Hocaların arasında
“farklı” diye anılan ve yeri “emanet
bırakılan” yetkinlikte sayılanlar ise
devlet içinde görev almış hocalardır. Bunların içinde siyaset şehzadesi olarak yetiştirilmiş ve “zamanı
geldi” diyerek “baş” görevlerden
birine tayin edilmiş, yani “Başbakan” olmuş Ahmet Davutoğlu,
böylelikle “çifte diplomalı” gibi, hem
“akademi”, hem de “siyasî” kariyeri-
Kuşkusuz siyasette “isim” analizi
önemlidir. Çünkü kendisi kadar işaret ettiği veya pozisyonlandırıldığı
konum yarına ilişkin bir ipucu verir.
“Erdoğan’sız Türkiye” hesabı yapanlar, kuşkusuz “Erdoğan olmasın,
fakat AK Parti liderliği devam etsin” saflığında değillerdir herhalde.
Ya da “emanetçi/kukla başbakan”
formatında bir tempo tutturmak
için bu işi zorlaştıracak ve “etkin
başbakanlık” yapabilecek birinin
bu makama oturmasını istemezler.
Nitekim Davutoğlu ismi, birçok
cephenin/tarafın hesabını bozacak
bir isimdir. Davutoğlu “etkin başbakan” olacaktır, çünkü buna mecburdur. Üstelik “Etkin Cumhurbaşkanı”
ortak hedef koymaktadır: Etkin
Türkiye, Yeni Türkiye…
2015 yılı, Türkiye için genel
seçim yılı olduğundan, AK Parti
Mehmet Serhat Bıçak
mış, ayrıca Ahmet Necdet Sezer döneminde (Başbakan) Abdullah Gül’ün isteği
üzerine 2003 yılında büyükelçilik görevi de
üstlenmiştir.
12 Haziran 2011 genel seçimleriyle birlikte 24. Dönem Konya Milletvekili olarak
TBMM’ye giren Ahmet Davutoğlu, Sare
Hanım’la evlidir ve Sefure, Memnune,
Mehmet ve Hacer Büke adında dört çocuk
babasıdır. İngilizce, Almanca ve Arapça bilen Davutoğlu, dil bilen başkan adayı arayanlar tarafından hiçbir surette değerlendirilmemiştir (!).
Davutoğlu’na dair
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, tüm akademisyenlik hayatı boyunca hem bizzat, hem
de birkaç yazarla birlikte birkaç esere imza
attı. 1994’te yayınlanan “Alternatif Paradigmalar (Alternative Paradigms)” ve “Sivilleşme Dönüşümü ve Müslüman Dünyası
(Civilizational Transformation and The
Muslim World)” adlı eserlerin yanı sıra,
“Teoriden Pratiğe”, “Bilgi, Bilim ve İslam”,
“Osmanlı Medeniyet-Siyaset, İktisat ve
Sanat”, “Tarihin Dönüşü”, “Küresel Bunalım: 11 Eylül Konuşmaları” ve de bahsini
ettiğimiz “Stratejik Derinlik” isimli yapıtları
kaleme almıştır.
Davutoğlu’nun kaleme aldığı eserlerin
yanında, kendisine dair yayınlanmış iki
önemli portre çalışması da kitapçılardaki
kıymetli yerlerini halen korumaktadır. Zira
kişisel önemi ve kıymeti merak uyandıran
Davutoğlu hakkındaki bu çalışmalar da ülkemiz adına kaliteye haiz çaptaki eserlerdir.
Davutoğlu’nu benimseyen kadar benimsemeyen de çok olunca, hakkında yazılan iki
kıymetli kitaba değinmemiz yeterli olacaktır.
Bu iki kitaptan ilki Gürkan Zengin’in kaleme aldığı “Hoca”, diğeri de Fatih Bayhan’ın
emeği olan “Dip Dalga Davutoğlu”dur.
Dışişleri Bakanlığı dönemi
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, ismini en
çok Recep Tayyip Erdoğan ile çalıştığı başdanışmanlık günlerinde duyurdu. Ülkenin
dış politikası hususunda dönemin Dışişleri
Bakanı Ali Babacan’dan belki de daha etkili
çalıştığı söylenebilir ki Irak Savaşı, Kıbrıs
müzakereleri, Balkanlar, Kafkasya ve Başdanışman olduğu dönemde de patlak veren
Gazze Savaşı sırasında harcadığı efor ve
ürettiği diplomasi siyasetiyle göz doldurmuştu.
Bir Ramazan Bayramı’nda Bosna-Hersek’te düzenlenen programda sarf etmiş olduğu şu cümleler, onun bu çabasının hangi
kaynaktan beslendiğini doğrudan açıklar niteliktedir: “(Boşnaklara hitaben) Gazeteciler siyasilere bayramı nerede geçireceklerini
soruyorlardı, bize de sordular. Biz, ‘Elbette
memlekette geçireceğiz’ dedik. Evet, şimdi
sizinle, memleketimizde bu güzel bayramı
idrak ediyoruz…”
Peki ya Irak toz duman olmuşken gerçekleştirdiği temaslara ne demeli? Bütün ümit-
iği: Ahmet Davutoğlu
Genel Başkanı ve Başbakan olacak
isim, “uzman-bürokrat-siyasetçiakademisyen” özgeçmişinden çok,
inisiyatif, operasyon, organizasyon,
sürükleyicilik, hakem tecrübesi
yüksek ve dili, tipi (siyaset profili
anlamında) karizmatik ve en önemlisi de “lider” enerjisi taşımalıdır.
Bu noktada “Dışişleri tecrübesi” ve
özellikle Ortadoğu’da “oyun kurucu
sicili”, Davutoğlu’nun stajını tamamlamış olduğunu ve artık “ustalık”
dönemine girdiğini belgelemektedir.
Davutoğlu, sahibi olmadığı/
kılınmadığı bir makamın “emanet
bekçisi” değildir. Yerine gelecek bir
isim için hazırlık yapan “vekil” ise hiç
değildir. Bir takım oyununda, takımın kaptanlığını yapan antrenörlüğe terfi ettiği için kaptanlık bandını
takmaktadır, o kadar… Davutoğlu
bizzat “oyuncu” lisansına sahiptir
ve bugüne kadar da yedek kulübesinde beklememiş ve her zaman ilk
on birde yerini almıştır. Yani Sayın
Erdoğan’ın konuşmasında örneklediği “yedek kulübesindeki yedi
futbolcu” listesinde hiç olmamıştır.
Bu, bir performans işidir.
Davutoğlu’nun “performans”
sorunu yok ancak bir sorunu var.
“Hoca”nın asıl sorunu “polemik”
alanında. Türk usulü güreşi Erdoğan
kadar bilmiyor, zira diplomat formatından sahalara, yani “sıcak temas”a
yeni geçiyor. Ancak bir yıl içinde
“Usta Şampiyon”, her alanda güreş
tutmayı kendisine öğretecektir,
ona taktikler verecektir. Ancak Usta
onun yerine güreşemeyeceğine
göre, Davutoğlu “performans” noktasında çok ama çok çalışmalıdır.
Sayın Davutoğlu’nun nezaket
konuşmasında “Sayın Cumhurbaşkanım!” derkenki ses tonu ve yüz
ifadesi “Usta’ya teslim” renginde,
fakat gözleriyse “Bana güven!”
keskinliğindeydi.
Her şey için “yeni”,
zira her şey Türkiye için
“Davutoğlu” isminin bu ülke ve
dünya topraklarında gezdiği hiçbir
yerde “performans” ve “itibar” sorunu olmaz; yaşanabilecek en “riskli”
ihtimal (takdir-i İlahî olarak Erdoğan
hakka yürüdüğünde), “lider” olmak
durumunda kaldığında diplomatbürokrat eşiğini çoktan aşmış bir
toplum öncüsü olacak seviyeye gelmekte gecikmesidir. Bu gecikmenin
olmaması için tek yol, “Yeni Türkiye”
tamlamasının içini dolduracak hükümet kabinesini değil, yeni yüzlerden
oluşan “Yeni Türkiye Kabinesi” için
şimdiden “Yeni AK Parti” dokusunu
işlemesidir. Bu noktada en büyük
güvencesi ise rehberi Erdoğan ve
AK Parti’nin değişim ruhudur.
Bu aralar “yerli yersiz” Sayın
Gül’ün ismi geçirilmeden cümle
kurulamıyor. Bu noktada Davutoğlu
isminin çağrışımlarına da bir şerh
düşmek isterim.
Davutoğlu ismini güçlü ve gerekli kılan “toplam neden”, aslında
Sayın Gül üzerinde hesap yapanların gerekçelerinin üçte ikisine
Davutoğlu’nun da sahip olmasıdır.
Yani Davutoğlu isminin niteliği, her
aşamada ve her dakika Gül üzerindeki hesaplara nispetle konuşlanacak
ve alanı Erdoğan dışında başka seçe-
neklere daraltacak çapta olmasıdır.
Davutoğlu dışındaki bir iki isim hariç, diğer tüm seçenekler Erdoğan’la
uyumlu ama Gül ile karşılaşmalarda
alanı kontrol eden yeti ve yetenekte değil. Davutoğlu, Gül’ün önünü
kesen değil, sorumlu olduğu alanı
Erdoğan dışında kimseyle paylaşmayacak dirayette olması anlamında bir
konuma sahiptir.
Bir şeyi unutmayalım! Sayın
Gül hiçbir aşamada önü kesilmek
istenen biri değildir -ki yolu kesilmeyecektir de-. Ancak Sayın Gül
“Yolu açalım!” dediği zaman, bunu
Erdoğan’dan duymaksızın alan
açacak biri değildir Davutoğlu.
Bu arada, “Stratejinin Derinliği”
şeklindeki başlığımız için bir şey
söylememiş olmayalım. Strateji,
“Yeni Türkiye” ve bunun derinine
dalabilecek birinin başbakan olacağı,
bu anlamda halkın bir oksijen tüpü,
başkanlık sistemininse su yüzüne
çıkıldığında hazır tutulacak tekne
rolü üstleneceği yönünde kuruludur.
Gerisi mi? Gerisi teferruat…
ağustos 2014
87
haberajanda
Dosya
lendirmesi, geçmişte özellikle Davutoğlu’na
gösterdikleri teveccüh açısından ne kadar
büyük bir ikiyüzlülüğe bulaştıklarının göstergesidir. İran ile aramızdaki gerginliği
“komşularla sıfır sorun” düsturuyla Kasr-ı
Şirin Anlaşması’nın yıldönümünde en aşağı seviyelere indiren Davutoğlu’nun verdiği
muhabbet fotoğrafının Zaman gazetesinde
nasıl yorumlandığını hatırlatalım buradan.
Bu yapının “Davutoğlu’na karşı sergilediği ikiyüzlülük”ten bahsetmemizin sebebi,
aslında kendisine teveccüh ettikleri zamanlarda bile Hoca’ya atfettikleri şu tek kelime
yüzündendir: “Hayalperest”…
leri bataklıklara saplanan Sünni Araplara
karşı yeniden şekillenen Irak’ta pay sahibi
olmaları için sürekli ikna gayreti gösteren
Davutoğlu’nu izleyen Iraklı aşiret reislerinden birinin gözyaşları içinde dile getirdiği
“Bu adamı dinleyeceksiniz! Zira bu adam
bir Bağdatlı gibi konuşuyor…” sözü bizim
adımıza ne kadar da anlamlıdır.
Hoca duruşu
Davutoğlu Dışişleri Bakanlığı’na atandıktan neredeyse tam bir yıl sonra, Akdeniz’deki
uluslararası sularda Mavi Marmara adlı
Gazze’ye insanî yardım götüren filodan sivilleri taşıyan gemi İsrail askerleri tarafından
baskına uğramış, saldırı günü 9, saldırıdan 4
yıl sonra da 1 vatandaşımız olmak üzere 10
şehitle sarsılmıştık. Saldırının gerçekleştirildiği sene 36 ülkeden insanın katılımıyla açılan İstanbul’daki davada İsrailli komutanlar
yargılanıyor, ancak duruşmalara katılmıyorlardı. Bu davaların sürdüğü dönemde İsrail
Başbakanı Netanyahu, Türkiye Başbakanı
Recep Tayyip Erdoğan’ı arayarak saldırıdan
doğan zararlar sebebiyle özür dilediklerini
ve gerekli tazminatı karşılayacaklarını belirtti.
Bu önemli görüşme sonrasında ülke
kamuoyunda konuşulan tek şey, maalesef
Mavi Marmara şehitlerinin yakınlarına
davalarında destek olmak yerine, davaların
88
ağustos 2014
kapanıp kapanmayacağı ile tazminatların
miktarı konusu oldu. Süreçte Mavi Marmara şehitlerinin yakınlarıyla bazı yetkilileri
evinde ağırlayan Davutoğlu’nunsa tavrı netti: “Davalardan vazgeçilmeyecek, tazminat
da alınacak…”
Şimdi burada biraz duralım ve Mavi Marmara katliamının olduğu haftaya dönelim…
Davos’ta İsrail’i dünya kamuoyunda
“One minute!” çekerek paylayan Recep
Tayyip Erdoğan, Mavi Marmara baskınından bir hafta önce Millî İstihbarat Teşkilatı
Müsteşarlığı’na Dr. Hakan Fidan’ı atamıştı. Fidan, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile
birlikte İsrail tarafından “İrancı” yaftasıyla
fişlenen bir isimdi. İki isim, peş peşe görev
aldıkları yıllarla beraber Türkiye’nin uluslararası siyasetteki konumunu belirleyecek en
nitelikli isimlerdi.
“Komşularla sıfır sorun” şeklinde başlıklandırılan dış politika sürecini gergef gergef
işleyen Davutoğlu, az evvel bahsi geçen minik örneklerle gönüller fethediyordu.“İrancı”
yaftasıyla mimlenen Davutoğlu’nun Sünni
Arapları seçime teşvikini düşündüğünüzde,
bu yaftayı kullananların Fidan üzerinden de
Türkiye’ye nasıl hendekler atlatma gayretinde oldukları görünecektir.
Bugünlerde “paralel devlet” diye bilinen
yapılanmanın Davutoğlu ve Fidan üzerinden Erdoğan’a karşı besledikleri hıncı dil-
Bugün aramızda soydaşlığımıza rağmen
hiçbir sosyalitenin bulunmadığı Özbekistan dahi Türkiye’ye sırtını değil, yüzünü
dönüyorsa, Pakistan gül yapraklarıyla süsleniyorsa, Kosova bir başka Türkçe konuşuyorsa, Necaşi’nin torunları “İlle de Türkiye!”
diyorsa ve bütün bunlar hayalperestlikle
nitelendirilerek siyaseti İsrail’in istediği gibi
yapmadığımızda verim alamayacağımızdan
bahsediliyor ve de bunu bir İsrail, bir ABD,
bir de paralel yapı dillendiriyorsa, varsın hayalperestlik olsun bu hal…
Tuz kadar sevenler
Bazı adamlar vardır, sevdiklerinde denizler ve gökler kadar, altınlar ve gümüşler
kadar, öyle ya dünyalar kadar severler. Zira
o adamların sevgileri dünyalıktır. Muhtaç
olduklarını, aciz olduklarını, kul olduklarını
unutarak, sevdiklerinin sahibi olduklarını
zannederek severler.
Ancak bazı adamlar vardır, bütün kulluklarıyla, bütün acziyetleriyle, bütün teslimiyetleriyle severler. Onların sevgileri, sonsuz
ihtiyaçların olduğu dünyada, ihtiyaç duydukları eşya karşısında asıl İhtiyaç Duyulana yönelttikleri şükürlerincedir. Ne sahibi
olamadıkları denizler, ne mülklerine katamadıkları altınlar kadardır onların sevgileri;
ancak heybelerine taşıdıkları bir avuç tuzla
belli ederler hamdlerini…
Dua
Ahmet Davutoğlu ismi birileri tarafından
sürgün cezasına çarptırılmış olsa da, “İrancı”
dense de, “İsrailci” yapılsa da, “hayalperest”
kabul edilse de, ihtiyaç duyulan tuzu heybe heybe ülkemize, coğrafyamıza ve bütün
dünyaya sunabilecek sevgiye sahip kıymet
insanlarından bir tanesidir. Kutlu görevinde
Rabbimiz, inanıyoruz ki ona yâr ve yardımcı
olacaktır.
haberajanda
Analiz
“T
Fikri Akyüz
[email protected]
Twitter.com/akyuzfikri
ARİHTE bugün neler
olmuş?” diye bir baktım ki ne göreyim? Mesela 1517’de Yavuz Sultan Selim Kahire’ye
giriyor. Kaldı ki Sisi de
2013’ün 3 Temmuz’unda
Kahire’deki Başkanlık
Sarayı’na girmişti.
“3 Temmuz” deyince aklıma bir başka
olay daha geldi. 3
Temmuz 2011’de bir
başka “Başkan”ın, Aziz
Yıldırım’ın koltuğu sallanmıştı.
20 önemli isim
BİR DE 100 TL var ki, üzerinde Itri’nin portresi mevcut.
Itri kim? “Allahümme salli âlâ seyyidina MuhammedininNebiyyil’ümmiyi ve âlâ âlihi ve sahbihi ve sellim” diye
başlayan Salât-ı Ümmiye’nin bestekârı. Dönemin Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı’nın, “Bu sözleri besteleyen adamın,
Atatürk’ün portresinin yer aldığı parada ne işi var?” diyerek
AK Parti’yi kapatma davasına 100 TL’yi delil olarak koymamasının nedenini hâlâ çözebilmiş değilim.
Bu arada konu konuyu açıyor, yukarıda
Yavuz Sultan Selim’den
bahsetmiştim… Yavuz
Selim bir sadrazamı
öldürtmüştü. Adı, “Koca
Mustafa Paşa”... İlginçtir,
İstanbul’un Fatih ilçesinde hem Yavuz Selim,
hem de Koca Mustafa
Paşa isminde iki büyük semt vardır. Gerçi
Giresun’da Atatürk’ün
heykelinin olduğu bir
semtte Topal Osman
Ağa’nın da heykeli var.
Normaldir…
“Heykel” deyince aklıma geldi. Kaldı ki aklıma
geleni yazdıktan sonra
aklıma gelen başka bir
hususu daha yazacağım.
Örneğin, Ocak 1920’de
Misak-ı Milli kabul edildi. Misak-ı Milli’nin ne
anlama geldiğini “yemin
ediyorum” liseden mezun olunca öğrenmiştim.
Çünkü hocamız da bilmiyordu. Bilse söylerdi. İyi
bir insandı çünkü…
“Milli yemin-ulusal
ant” manasına gelen bu
yeminin imzalandığı
Meclis-i Mebusan binası,
bugün Mimar Sinan
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılıyor. Heykeltıraşlar
oradan yetişiyor.
Daha önceki adı, “Güzel Sanatlar Akademisi”
idi. Ondan önceki adı da
“Cemile Sultan Sarayı”.
Cemile Sultan, Sultan
Abdülmecit’in kızı, yani
son dört padişah olan
5. Murat, 2. Abdülhamit,
Vahdettin ve 5. Mehmet
Reşat’ın kardeşi.
Bugün o üniversitede
okuyan “bazı” gençler,
tahmin ediyor, hatta
inanıyorum ki o binada
ikamet eden Cemile
Sultan’ın kardeşi Sultan
Vahdettin’i hain olarak
tesmiye ediyor, hatta
Misak-ı Milli’nin o binada,
Sultan Vahdettin döneminde kabul edildiğini
de bilmiyor, yine hatta
Misak-ı Milli’nin kabul
edildiği gün itibariyle
Ankara’da TBMM diye
bir kurumun olmadığını da bilmiyorlardır.
Hatta ve hatta Misak-ı
Milli’nin içinde Musul
ve Kerkük’ün olduğunu
ama mesela Kıbrıs’ın yer
almadığını da bilmiyor,
öğrenmiyorlardır –zira
öğretilmiyor da-.
Ancak bir “ulusalcı
miting” yapıldığında bazı
gençler, mesela “Kıbrıs
bizimdir, bizim kala-
caktır!” dedikten sonra
“Kuzey Irak’tan bize ne?”
diyebilmişlerdir ve diyebilmektedirler. Bu kafayla gidilirse de demeye
devam edecektirler.
Tarihte dolaşmaya
devam edelim…
Tam 10 yıl önce Türk
lirasından altı adet
sıfır atıldı. Tabiî bunun
üzerine, örneğin Emin
Çölaşan da hemen “atıldı” ve “Paradan altı sıfır
atılsın anırırım” dedi.
Biliyorsunuz, birkaç yıl
sonra Hürriyet’ten o da
“atıldı”. Hatta sonraki
yıllarda hatırlıyorum da
Hürriyet’ten “birkaç sıfır”
daha atılmıştı (!).
İşte “yeni paralar”dan
20 TL’nin üzerinde Mimar Kemalettin de var.
Mimar Kemalettin, sadece Bebek Camii’nin mimarı değil, aynı zamanda
“gerici”(!) binaları da
restore eden bir mimardır. Mimarlığını yaptığı
binalardan biri Koca
Sinan Paşa Medresesi, diğeri de Eyüp sahilindeki
Sultan Reşat Türbesi’dir.
Hele hele bir de kalkıp
Kudüs’teki Mescid-i
Aksa’nın restorasyonunu
yapmıştır ki bunun vebalini nasıl ödeyecektir
bilmiyorum…
Bir de 100 TL var ki,
üzerinde Itri’nin portresi
mevcut. Itri kim? “Allahümme salli âlâ seyyidina Muhammedinin’nNebiyyil’ümmiyi ve âlâ
âlihi ve sahbihi ve sellim” diye başlayan Salât-ı
Ümmiye’nin bestekârı.
Dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın,
“Bu sözleri besteleyen
adamın, Atatürk’ün
portresinin yer aldığı
parada ne işi var?” diyerek AK Parti’yi kapatma
davasına 100 TL’yi delil
olarak koymamasının
nedenini hâlâ çözebilmiş
değilim. -Şu ihtimal olabilir: Dosyanın içindeki 100
TL, bir rüşvet sinyali gibi
algılanabilirdi (!).Evet, “Tarihte bugün”
diyerek bugünkü yazımı
yazdım ve “tarihe not
düştüm”. Peki, tarih
bu yazıyı alıp “Tarihte
bugün” başlığı altında
yazacak mıdır? Elbette
yazılması gerekmediği
için yazmayacaktır. Ama
tarih, Başbakan’ın “Hamdolsun” demesini parti
kapatma sebeplerinden
biri olarak gören eski
Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı Abdurrahman
Yalçınkaya’yı mutlaka
yazacaktır. Hamdolsun
ki yazacaktır, andolsun ki
yazacaktır...
ağustos 2014
89
haberajanda
Analiz
Güya magazinel bir tavırla FIFA
Dünya Kupası başlarken Iraklı
Şiilerin başını kesip maç yaptılar,
Batılı güç merkezlerinin sempatisini toplamak için Gazze bombalandığı esnada Filistin bayraklarını
yaktılar, “İsrail nifak çıkarmadığı
için hedefimizde olamaz” dediler ve
yeryüzündekileri ayırmak için yerin
altını da hedef seçtiler. Abdulkadir
Geylani (k.s.) ve Veysel Karani (r.a.)
misali bir düzineden fazla Seyyidinanın ve Ashabın türbelerini bombaladılar. Türbelerle birlikte 8-10
asırlık camileri de havaya uçurdular. “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” dercesine “Nihaî
hesaplaşmamız Kerbelâ’da olacak”
dediler ve Hazreti Hüseyin’in (r.a.)
naaş-ı şerifini türbesinden çıkarıp
yakacaklarını bildirdiler.
***
Bu örgütü bir yıl kadar önce, ilk olarak Suriye’de duymuştuk. Suriye El-Kaidesi olarak bilinen El-Nusra Tugayı’ndan
kopan çeteler eliyle kuruldu örgüt. Önce bağrından çıktığı El-Nusra ile saha paylaşımı için çatıştı, sonra PYD
ve Esed’e bağlı hükümet güçleriyle. Bir ara Suriye’de bulunan Süleyman Şah Türbesi’ni ve haliyle orada konuşlu
askerlerimizi de tehdit etmişti.
Sanırım IŞİD’in Ağustos ayı icraatlarındaki püf nokta tam da burası!..
IŞİD, Şii Arapları ve çoğunluğu Şii
olan Türkmenleri güneye sürdü.
Kuzeydeki PKK, PYD, YNK gibi çok
başlı Kürt bölgesel yapısını ilk kez
“ortak düşmana karşı müşterek hareket” motivasyonuyla birleştirdi.
Kuzey Irak’ın silahlan(dırıl)masını
mazur gerekçelere oturttu. Etnik
arındırma/sıklaştırma yoluyla KürtSünni-Şii alt başlıklı üç parçalı Irak
için demografik altyapıyı kurdu.
***
Sosyal medya, Türkiye’yi tehdit
eden IŞİD’li sözcü ve komutanların
videoları ile dolu. İki yıllık korkumdu, bu vesile ile yinelemek istiyorum. Muradımsa korkumun yersiz
çıkması… Ama bu korku eğer bir
parça yerli yerince ise, bu durumda
acilen önlem alınması gerek. “Ali’siz
Alevilik” propagandası güden
DHKP ile “Allah’sız Sünnilik” icraatında bulunan IŞİD, Türkiye topraklarında terör düellosuna tutuşacak
olursa…
90
ağustos 2014
Tehlikeyi I
Ahmet Turgut
[email protected]
H
AZİRAN ayının
ikinci yarısından
itibaren “IŞİD” adını sıklıkla duyar
olduk. Gerçi örgüt
“Irak-Şam” kelimelerini atarak kendisini “İslam Devleti”
(İD) ilan etti artık. Siparişle yazan
bazı kalemlerse bu örgütü Şiilere
karşı “Sünni öfkesi”, Kürtlere karşı
“Arap öfkesi” olarak da andı.
>> Azı gemiye alanlar, “IŞİD’i ElMuhaberat kurmuş” dediler. Bir ara ihale
İran’a kalacak gibi de oldu. Sonra IŞİD’in
sözde halifesi Ebubekir El-Bağdadî’nin
ABD’li senatör McCain ile çarşaf çarşaf
resimleri yayınlandı, İbrani kökenli olduğu
yazıldı. Rusya’da saklanan eski CIA muhbirinin deşifrasyonuyla birlikte IŞİD ismi
MI5, MOSSAD ve CIA ile birlikte anılır
oldu.
Aslında bu örgütü bir yıl kadar önce,
ilk olarak Suriye’de duymuştuk. Suriye El-Kaidesi olarak bilinen El-Nusra
Tugayı’ndan kopan çeteler eliyle kuruldu
örgüt. Önce bağrından çıktığı El-Nusra
ile saha paylaşımı için çatıştı, sonra PYD
ve Esed’e bağlı hükümet güçleriyle. Bir ara
Suriye’de bulunan Süleyman Şah Türbesi’ni
ve haliyle orada konuşlu askerlerimizi de
tehdit etmişti.
Suriye’deyken Ortadoğulu terör örgütlerinden bir örgüttü sadece. Irak topraklarına saldırıp ülkenin üçte birine yakınını
işgal etmesiyle birlikte dünyanın ilgisini
çekmeyi başardı. Türk kamuoyu açısından
asıl kariyerini ise Musul’daki konsolosluk
çalışanlarımızı rehin almasıyla yaptı.
ŞİD’dik mi?
Bu başarıların verdiği güçle El-Kaide
misali çatı örgüt konseptine geçmeye karar veren örgüt, kendi altında tüm örgütlerin birleşmesi için çağrı yaptı. Lübnan,
Nijerya ve birkaç ülkede IŞİD çatısına
katılmak isteyen Neo-Selefi terör örgütleri
bu davete olumlu yanıt verdiler. Böylelikle
Neo-Kaide haline gelip bölgesel bir aktör
olacağının işaretlerini verdi.
Güya magazinel bir tavırla FIFA Dünya
Kupası başlarken Iraklı Şiilerin başını kesip
maç yaptılar, Batılı güç merkezlerinin sempatisini toplamak için Gazze bombalandığı esnada Filistin bayrakları yaktılar, “İsrail
nifak çıkarmadığı için hedefimizde olamaz” dediler ve yeryüzündekileri ayırmak
ağustos 2014
91
haberajanda
Analiz
Arap Şiilerin katlinden sonra kitlesel olarak Türkmenlere yöneldiler. IŞİD’e direnenlerin canıyla birlikte ırzının da kendilerine helal
olduğunu söylediler. Nitekim erkekleri kestiler, kadınları sattılar. Siyonist İsrail ordusunun Gazze’de 2 bin Filistinliyi katletmesini
protesto etmek için 100 binlerce insanın meydanları doldurduğu günlerde 10 bine yakın Müslümanı katlettiler. Ama resmî kınanmalarla ve/veya kitlesel protestolarla telin edilmemenin verdiği özgüvenle yıkımlarına ve soykırımlarına aynen devam ettiler. Son
olarak da Yezidîleri soykırıma tâbi tuttular ve tüm bunları tek tek kayda alıp yayınladılar.
için yerin altını da hedef seçtiler. Abdulkadir Geylani (k.s.) ve Veysel Karani (r.a.)
misali bir düzineden fazla Seyyidinanın ve
Ashabın türbelerini bombaladılar. Türbelerle birlikte 8-10 asırlık camileri de havaya
uçurdular. “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın
teminatıdır” dercesine “Nihaî hesaplaşmamız Kerbelâ’da olacak” dediler ve Hazreti
Hüseyin’in (r.a.) naaş-ı şerifini türbesinden
çıkarıp yakacaklarını bildirdiler.
Arap Şiilerin katlinden sonra kitlesel
olarak Türkmenlere yöneldiler. IŞİD’e direnenlerin canıyla birlikte ırzının da kendilerine helal olduğunu söylediler. Nitekim
erkekleri kestiler, kadınları sattılar. Siyonist
İsrail ordusunun Gazze’de 2 bin Filistinliyi
katletmesini protesto etmek için 100 binlerce insanın meydanları doldurduğu günlerde
10 bine yakın Müslümanı katlettiler. Ama
resmî kınanmalarla ve/veya kitlesel protes-
92
ağustos 2014
tolarla telin edilmemenin verdiği özgüvenle
yıkımlarına ve soykırımlarına aynen devam
ettiler. Son olarak da Yezidîleri soykırıma
tâbi tuttular ve tüm bunları tek tek kayda
alıp yayınladılar.
Allah’sız bir Sünnilik
oluşturma çabası
Bu hatırlatmalardan sonra yazımızın asıl
konusuna girebiliriz sanırım…
Peki, neden bir terör örgütü veya kendi
ifadeleriyle bir devlet (!), işlediği zulümleri
kayda alıp yayınlar?
Bunun birçok sebebi var şüphesiz: Küresel hedefleri Batı dünyasındaki İslamofobyayı artırmak... Avrupa veya Amerika’da
böylesi kafa kesme, insan kalbi yeme, kol
ve bacak koparma sahnelerini izleyenler,
Müslümanlardan nefret etmek için yeni
bahaneler bulmuş oluyorlar.
IŞİD’in şiddet-işkence paylaşımları yapmasındaki bölgesel hedefleri ise küresel
olanlardan da tehlikeli. Sırf kimliğinden
dolayı insanları işkenceyle katlettikleri için
Iraklı Şii Araplara veya Kürtlere “Siz de
hemşerileriniz olan Arap Sünnileri kesip öç
alın” mesajı veriyorlar. Çok şükür, şimdilik
bu tahriklerinde başarılı olamadılar.
Yeri gelmişken hatırlatmakta fayda var:
IŞİD ve benzeri Neo-Selefi terör örgütleri,
kendilerine tâbi olmayan Sünnileri de kâfir
addediyorlar ki “Canı, malı, ırzı helaldir”
fetvasını birçok Sünni aşiret için de uygulamaya döktüler. Lakin böylesi infazları
Sünni dünyadan tepki almamak için yayınlamıyorlar.
Evet, IŞİD ha bire şiddet-eziyet kasetleri
sürüyor piyasaya. Zira en büyük sermayeleri
Ahmet Turgut
“ahaliye korku salmak”. Kendileri bir şehre
ulaşmadan korkuları geldiği için, halk, şehirleri terk edip nispeten güvenilir buldukları başka yerlere kaçıyor. Aynıyla Moğol
ordularının vaktiyle tüm Avrasya’da yaptığı
gibi yaptıkları…
Sanırım IŞİD’in Ağustos ayı icraatlarındaki püf nokta tam da burası!.. IŞİD,
Şii Arapları ve çoğunluğu Şii olan Türkmenleri güneye sürdü. Kuzeydeki PKK,
PYD, YNK gibi çok başlı Kürt bölgesel
yapısını ilk kez “ortak düşmana karşı müşterek hareket” motivasyonuyla birleştirdi.
Kuzey Irak’ın silahlan(dırıl)masını mazur
gerekçelere oturttu. Etnik arındırma/sıklaştırma yoluyla Kürt-Sünni-Şii alt başlıklı üç parçalı Irak için demografik altyapıyı
kurdu.
Ve… Kalemi kırıldı (!)...
Yeni hedef ne?
BM Güvenlik Konseyi, başta IŞİD ve ElNusra olmak üzere Suriye ve Irak’ta çatışan
tüm terörist örgütlere silah bırakma çağrısı
yaptı. Onlara malî destek sunan firma ve
kurumların takibata alınacağını bildirdi.
Enteresan değil mi? Sadece Irak’ta değil,
Suriye’de de bu terörist örgütlerin faaliyetleri en azından teorik planda kısıtlanacak.
İsterseniz şu “kalem kırmak” bahsine geri
dönelim.
Sizce IŞİD tasfiye mi ediliyor, yoksa sadece Suriye ve Irak’tan çekilmeye mi zorlanıyor? Öyleyse şunu sormaya hakkımız var:
“IŞİD’e yeni bir hedef ülke mi sunuluyor?”
Sakın bu hedef ülke Türkiye olmasın?
Sosyal medya, Türkiye’yi tehdit eden
IŞİD’li sözcü ve komutanların videoları
ile dolu. İki yıllık korkumdu, bu vesile ile
yinelemek istiyorum. Muradımsa korkumun yersiz çıkması… Ama bu korku eğer
bir parça yerli yerince ise, bu durumda acilen önlem alınması gerek. “Ali’siz Alevilik”
propagandası güden DHKP ile “Allah’sız
Sünnilik” icraatında bulunan IŞİD, Türkiye topraklarında terör düellosuna tutuşacak
olursa…
Bunu düşünmesi bile korkunç!..
Böylesi bir terör düellosunda, ortalama
Alevi vatandaş ile Sünni vatandaş dahi zamanla uçlara savrulabilir. Sonuçsa telafisi
imkânsız bir yıkım olacaktır. Olumlu çağrışımlar vaaz eden 2023’ü ararken, kucağımızda “eksi” 1918 şartlarını aratacak bir
“eksi” 2018 bulabiliriz.
Tehlikeyi IŞİD’dik mi?
ağustos 2014
93
haberajanda
Ortadoğu
ORTADOĞU: BARIŞIN YA
O
RTADOĞU coğrafyası, tarih boyunca olduğu gibi bu yüzyılın ilk
çeyreğinde de savaş ve insanlık dramlarına sahne olmaktadır. Büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan bu coğrafya, ne yazık
ki sürekli güç mücadelelerinden dolayı bir türlü hak ettiği huzuru
yakalayamıyor.
>> Oysa Ortadoğu, insanlığın adeta başlangıç noktası olan ilk medeniyetlerin kurulduğu farklı etnik ve dini bir mozaiğe sahiptir.
Ancak tüm zenginlikler bütünleşmenin değil,
ayrışmanın birer aracı olarak kullanıldı. Şüphesiz bunun en temel sebebi, bölgenin dışındaki güçlerin bu coğrafya üzerinde söz sahibi
olma çabasıdır.
Dünya medeniyet tarihi açısından merkezi değere sahip bu coğrafya, eşsiz jeopolitik
konumu, zengin yeraltı kaynakları, dini ve
kültürel dokusuyla tarihin müşahede ettiği
tüm zamanlarda gündemin de merkezinde
olmuştur. Dünyanın başka hiçbir bölgesiyle
kıyaslanmayacak öneme sahip olan bölge, büyük güç mücadelelerine şahitlik etmiştir. Zira
dünya sathında rol almak isteyen tüm güçler,
bu gizemli bölgeye hâkim olmadan dünya siyasetine yön verme iddiasını taşıyamayacaklarını bilmekteydiler. Dolayısıyla Ortadoğu,
bu özellikleriyle sürekli güç mücadelelerinin
arenası olagelmiştir.
Ortadoğu coğrafyası üzerinde uzun yıllar araştırmalar yapan ve eserler kaleme alan
Cengiz Çandar’ın Ortadoğu’yla ilgili şu ifa-
94
ağustos 2014
desi, bölgenin öneminin anlaşılması bakımından son derece önemlidir: “Yeryüzünün
en önemli kara ve su yollarına kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer,
Ortadoğu’yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana
dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin –her
kim olursa olsun– birincil hedefi haline getirmiştir. Ortadoğu’da etkili bir varlık kuramayan
hiçbir güç, dünya egemenliği üzerinde iddia ileri
süremez. Bu bölgede varlık sağlayan ya da sağlayacak herhangi güce karşı koyabilecek durumda
bulunmayan güçler ise peşinen yenilgiyi kabul
ederler.”
Elbette bu coğrafyanın bu denli önem arz
etmesi, sadece jeopolitik konumu, bereketli
toprakları ya da sahip olduğu zengin yeraltı
kaynaklarıyla açıklanamaz. Zira insanlık tarihinin kökenini oluşturan üç büyük semavi
dinin bu coğrafyada neşv-ü neva bulması da
bölgenin mistik boyutuna işaret etmektedir.
Dolayısıyla güç odaklarınca Ortadoğu’ya sahip olmak, maddi kazançların yanında ilahî
bir görev olarak algılanmıştır. Nitekim okunmadan Ortadoğu üzerinde yapılacak her değerlendirmenin eksik kalacağı şeklinde tanım-
lanan eserin sahibi Roger Garaudy’in, kaleme
aldığı esere “İlahi Mesajlar Toprağı Filistin”
ismini vermesi de bu anlamda önemlidir.
Sürekli acıların coğrafyası
Ortadoğu’nun tarihsel sürecini değerlendirdiğimizde pek çok acı sahne ile karşılaşacağımız, şüphe götürmez bir gerçektir. Zira
yukarıda zikrettiğimiz nedenlerden dolayı
bölge halkı hiçbir zaman bölgenin kaderini
tayin etmekte özne misyonunu yüklenememiştir.
Kendilerini dünyanın kaderini belirlemekle
yükümlü gören anlayışın temsilcileri, bölgede
kontrol edilebilir sürekli bir istikrarsızlık ortamı oluşturmak suretiyle sonu gelmez acıların
yaşanmasına neden oldular. Ne yazık ki bugün, bölgenin pek çok ülkesinde soykırım derecesinde yaşanan katliamlar da aynı anlayışın
bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
İsrail’in Gazze’ye yönelik yaptığı son saldırıların Hamas ile El-Fetih arasında sağlanan
anlaşmanın hemen akabinde gelmesi, bölgede barışa, huzura ve en ufak istikrara müsaade edilmeyeceğini göstermesi bakımından
önemlidir. Nitekim yapılan tüm katliamlara
rağmen sessiz kalan Batı dünyası, bölge için
makul gördükleri projelerini de ifşa etmekteler bir bakıma.
Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun
dünya sahnesinden silinmesinin hemen akabinde, bölge üzerinde ciddi operasyonlar gerçekleştirildi. Bugün yaşanan hadiseler bir değerlendirmeye tâbi tutulduğunda, geçtiğimiz
ve içinde bulunduğumuz yüzyıla göre bir projenin icra edilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır.
Geçtiğimiz yüzyıl için, esas olarak iki yönlü bir projenin hayata geçirilmeye çalışıldığını
söylememiz mümkündür.
Birincisi, Osmanlı bakiyesi olan coğrafyada
mümkün olabildiğince küçük ulus devletler
inşa etmektir. Bölgeyi işgal eden güçler, söz
konusu devletlerin inşasından hemen sonra
fiziken bölgeden çekilmiş olsalar da fikirsel
ve kültürel yönden başta olmak üzere varlıklarını son derece hissettirilir bir şekilde sürdürdüler. Suni çizimlerle inşa edilen bu söz
konusu devletlerin dinsel ve etnik yönden
mümkün olabildiğince kozmopolitan olmaları sağlandı. Böylece çıkarlarına göre bu ülkelerin ayarlarıyla oynama imkânını ellerin-
Cahit Tuz
[email protected]
SAK OLDUĞU COĞRAFYA
de bulundurmuş oldular. Lübnan, Yemen ve
Cezayir’de yıllarca süren iç savaşlar, Türkiye,
Suriye, Irak ve Mısır’da art arda yaşanan darbeler, Irak-İran ve Irak-Kuveyt savaşları başta
olmak üzere, bölgede yaşanan hadiseleri bu
proje kapsamında değerlendirmek gerekir.
İkincisi ise bölge halkının değer kodlarıyla
oynamaktır. Bu coğrafyada yaşayan halklar
tüm değer yargılarından uzaklaştırıldı. Kendi diliyle konuşamayan, kendine ait olanı
gericilik sayan, kendi gerçekliğini yitirmiş
ve kendi hakikatiyle tüm bağlantıları koparılmış bir yaşama mahkûm ettiler insanları.
Teslimiyetçi benliklere sahip despot liderlerle
bölgeyi yönetmeye çalıştılar. İki asrı aşkın süredir bölgenin gündemi başkaları tarafından
belirlenmektedir.
Arap Baharı süreciyle başlayan hadiselerle
iyice tezahür eden projenin yaşadığımız yüzyıldaki ayağına gelince, bölgeyi mikro seviyede küçültmek ve böylece ümmet anlayışını
tamamen ortadan kaldırmak olduğu kanaatini çıkarabiliriz.
Esasında son iki asırdır Ortadoğu coğrafyasında cereyan eden hadiseleri incelediğimizde,
bölge üzerinde operasyon yapan dinamiklerin
nihai amacının, bölge halklarının yüzyıllarca
bir arada yaşamasını sağlayan ümmet anlayışını yok etmek olduğu fark edilecektir.
Bugün İran’ın uyguladığı Şii eksenli politikaları göz önüne aldığımızda, 1979’daki “İran
İslam Devrimi”nin gerçekten de bir İslam
devrimi olduğundan söz etmemiz mümkün
mü? Söz konusu devrimin, İslamî hassasiyetlerin doğurduğu bir kaygıdan ziyade, belli bir
mezhebi hâkim kılmak ve dolayısıyla sürekli
bir çatışma ortamı yaratmak için gerçekleştirildiği anlaşılmıyor mu?
Suudi Arabistan siyasetinde giderek hissedilen Vahhabi anlayışı eksenindeki politikaları nasıl açıklayabiliriz? İslam şeriatına uygun
devlet kurma söylemiyle ortaya çıkan Taliban,
IŞİD, Nusra ve Boko Haram gibi örgütlerin
faaliyetlerini söz konusu bu projelerden ayrı
düşünmemiz mümkün mü? Başta İran ve
Suud yönetiminin uyguladığı mezhep eksenli
politikalar olmak üzere, giderek etkinliğini
arttıran terör gruplarının yaptıklarından hangisi ümmet anlayışına hizmet etmektedir?
Şüphesiz gerek zikrettiğimiz, gerekse de
zikredemediğimiz pek çok neden, bölgedeki
acıları sürekli kılmaktadır. Ancak tüm bu acıların temelinde, bölgenin kodlarını iki asrı aşkın süredir ellerinde bulunduranların fikirleri
yatar. Elbette bu durum ilelebet böyle devam
etmeyecektir. Nitekim Arap Baharı olarak
tanımlanan süreç, bir değişim iradesini işaret
etmektedir. Neredeyse bir asırdır en temel
haklarından yoksun bırakılan halkların hürriyet talebiyle sokağa çıkma cesareti göstermesini, bu değişim iradesinin en somut örneği
olarak zikretmemiz mümkündür.
Tarih fırsat sunuyor
Kuşkusuz son üç yıldır bu coğrafyada cereyan eden hadiseler, “Arap Baharı” kavramının
ifade ettiklerinin de ötesindedir. Söz konusu
hadiseler sonrasında kışı getirecek bir bahardan ziyade, “üzerindeki tozu atma”, “yeniden
dirilme”, “yeniden uyanış” ve “kendine gelme”
anlamlarını karşılayan “En-Nahda” kavramı
ifade edilmektedir. Nitekim süreci “internet
hafifmeşrepliği” ile değil de bölgenin gerçek
dinamikleriyle değerlendiren uzmanlar, konuyu bu çerçevede tartışmaktadırlar.
Süreç her ne kadar Suriye’de tıkanmaya çalışıldıysa da, tüm acı bedellere rağmen Suriye
halkının ortaya koyduğu irade, umutlanmamız için önemli bir dayanak olmaktadır. Suriye halkı, “Devamu’l hal minel muhal” kaidesince, artık ne mevcut yönetimi, ne de benzer
yönetimleri kabul etmeyeceğini tüm dünyaya
ilan etmektedir. Zira başta Suriye halkı olmak
üzere, coğrafya halkının ekseriyeti, materyalist sapmalarla on yıllarca bastırılmış cevherlerini yeniden keşfetmektedir. Kuşkusuz bu
keşif neticesinde ortaya çıkan değişim iradesi,
zamanla başkalarının yokluğuyla ancak var
olabilen baskıcı zihniyet ve temsilcilerine bölgede yaşam hakkı vermeyecektir.
Artık herkes, “Suriyelilere kapıları açmak
hataydı” diyen adamın, “Filistin meselesinde
tarafsız kalmalıyız” diyen adamın, halkına
soykırım uygulayan Esed’le fotoğraf çekenlerin ve Sisi’ye gülücükler gönderen adamın,
söz konusu projelerin neresinde olduğunu
çok net bir şekilde görmektedir.
Elbette tüm bu gelişmelerde Türkiye’ye
düşen önemli yükümlülükler bulunmaktadır. Öncelikle mevcut politikaların ve insan
kaynaklarının behemehâl revize edilmesi
icap etmektedir. Özellikle son yaşanan IŞİD
hadisesi, bu zarureti net bir şekilde ortaya
koymaktadır. Zira bu olay, hem bilgi kaynaklarının yetersiz olduğu anlamına gelir, hem
de son iki yıldır bölgede aktif bir rol oynayan
IŞİD’e karşı bir strateji geliştirilemediği veya
en azından bu örgütün neler yapabileceğinin
öngörülmediğini göstermektedir. Dolayısıyla
Ortadoğu’ya yönelik objektif ve rasyonel bir
yaklaşma becerisi edinilmelidir.
Bölge ile ilgili çalışmalarda istihdam edilecek kişilerde bu beceri aranmalıdır. Soğukkanlı yaklaşamayan ve statik kalıplarla düşünen kişiler bölge siyasetine zarar verir.
Dikkate alınması gereken bir diğer önemli husus, durum tespit ve değerlendirmenin
ötesine geçilmesidir. Tam anlamıyla “Az laf,
çok iş” prensibi benimsenmeli. Bunun için
bölgeye dair doğru politikalar üretebilmek
için, öncelikle coğrafyanın gerçekleriyle yüzleşmek ve bölgenin iç dinamiklerini yakından
takip etmek gerekir.
Özellikle son birkaç yıldır coğrafyayı kan
gölüne çeviren hadiselerin menşeinde bazı
ülkelerin mezhebi kaygıları bariz bir şekilde
gözlemlenmektedir. Türkiye bölge geleceği
için son derece tehlikeli olan bu siyaset anlayışının doğurduğu handikaplara düşmeden
süreci yönetmeye büyük gayret sarfetmektedir. Ancak Türkiye’yi “Sünni tarafgirliği”
yapmakla suçlamak suretiyle büyük bir algı
operasyonu yapılmaktadır. Türkiye bu hususta geçmiş tecrübelerini ince bir elekten
geçirip, tarihsel medeniyet tasavvuruna uygun, ümmet anlayışını önceleyen, AK Parti
hükümetlerince yakalanan insan hakları ve
demokratikleşme yolundaki gayretlerinde
asla taviz vermemelidir. Zira ancak bu anlayış
bölge üzerinde oynanan tehlikeli anlayışları
bertaraf edebilir.
Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçiminde
alınan netice, bölgesinin tek istikrarlı adası olan Türkiye’nin üstleneceği rolü daha da
önemli kılmaktadır. Tüm iç ve dış müdahale
girişimlerine rağmen gösterdiği son derece
başarılı mukavemetle Türkiye, tüm coğrafyanın umudu haline gelmiştir. Ancak tarihin
sunduğu bu fırsatın heba olmaması için, yukarıda işaret ettiğimiz adımların atılması pas
tutmuş olan çarkın daha verimli işlemesi açısından son derece önem arz etmektedir.
Şimdi zaman yenilenmenin, yeniden ve
sonsuza dek var olmanın vakti!..
ağustos 2014
95
haberajanda
Gazze
Gazze’de
olmalı şimdi, şimdi
Gazze’de
ölmeli; canın
değerini Gazze belirlemeli, öldüğünde
canın Filistin
etmeli…
Yüceler yücesinde ulu
terazi kurulduğunda, bir
kefede canın,
diğer kefede
Filistin olduğunda terazi
denk gelmeli.
“İşte benim
taşıdığım
can Filistin
kadar!”
diyebilmeli,
bir Filistin
için kaç can
gerekiyorsa
o kadar canın olmalı.
İşte Filistin
ve Gazze bu
yüzden bu
kadar değerli!.. Bir can ne
kadar değerliyse, Gazze
o kadar değerli. “Gazze,
Filistin bizim
canımız!”
dediğimizde
bir şiir terennüm etmiyor,
ulu terazinin
canımıza
biçtiği değerle hakikati
söylüyoruz.
96
Gazze’de bugünl
aşk va
G
AZZE, adını kadim zamanlardan almış bir şehirdir. Bir isim bir şehre bu kadar yakışır, bir
şehir bir ismi bu kadar hak eder. Adını aldığı
Kenan dilinde Gazze, “güçlü” demektir. Fransızlar “güçlü yer”, İngilizler “güçlü kale”, Mısırlılar ise “değerli şehir” demişler. Güç tasavvurumuzu alt üst eden Gazze, gücünü Hak’tan
alan, hakkın gücünü savunan bir şehir olarak, inançlı bir yüreğin
top ve tüfekten daha güçlü olduğunu bizlere göstermiştir.
ağustos 2014
Ahmet Turan Yıldız
[email protected]
erde
r!
>> Kadim zamanlardan modern zamanlara seyreden vakitte
Gazze, başın tacı misali adının
başına hep bir sıfat eklemiş;
zaman olmuş “kavganın şehri”
olarak anılmış, zaman olmuş
“aşkın”... Biz bugün Gazze’ye
“Furkan şehri” diyoruz. Hak ile
batılı ayırt eden şehir, Hak’la batılın ayırt edildiği şehir, Hak ve
batılın geceyle gündüz gibi fark
edildiği şehir…
Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ırk, millet veya
dinden olursa olsun, bir çocuğa
namlu çevriliyorsa, tüm dünya
insanları o namlunun önünde
durmalıdır.
Bugün tüm dünyada Hak ile
batıl Gazze üzerinden ayrışıyor.
Hakk’ın ve haklının yanında
olanlar, Hakk’ın, haklının, özgürlüğün, insanlığın, yaşamın,
masumiyetin, çocukların karşısında olanlardır. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ırk,
millet veya dinden olursa olsun,
bir çocuğa namlu çevriliyorsa,
tüm dünya insanları o namlunun
önünde durmalıdırlar.
Çocuklar öldürülemez!.. Bir
insan çocuk yaşta ölebilir ama
bir çocuk asla öldürülemez.
Gazze’de çocuklar öldürülüyor.
Yüreği büyük, bedeni küçük çocuklar yüreklice ölürken, o çocuğun yüreği, namlusunu o çocuğa
çevirenin kalbini korkudan titretiyor.
“Gazze’de bugünlerde aşk
var…” Gazze’de yine savaş var.
Gazze’de bugünlerde aşk var…
Şehadete meftun yürekler Gazze pahasına ölüyor. Bir can, bir
Gazze ediyor o topraklarda. Bir
Gazze ise bugün 833 can ediyor.
Siz bu yazıyı okurken, Gazze’nin
pahası kim bilir daha kaç can artacak? Besmele çekip bu yazıya
başladığımdaki rakamla yazıyı
bitirdiğimdeki rakam bile değişti. Başa dönüp güncellemek zorunda kaldım. Değeri Gazze’yle
tartılan 833 can…
Gazze’de olmalı şimdi,
şimdi Gazze’de ölmeli”
Gazze’de olmalı şimdi, şimdi
Gazze’de ölmeli; canın değerini
Gazze belirlemeli, öldüğünde
canın Filistin etmeli… Yüceler
yücesinde ulu terazi kurulduğunda, bir kefede canın, diğer
kefede Filistin olduğunda terazi
denk gelmeli. “İşte benim taşıdığım can Filistin kadar!” diyebilmeli, bir Filistin için kaç can
gerekiyorsa o kadar canın olmalı.
İşte Filistin ve Gazze bu yüzden
bu kadar değerli!.. Bir can ne
kadar değerliyse, Gazze o kadar
değerli. “Gazze, Filistin bizim
canımız!” dediğimizde bir şiir
terennüm etmiyor, ulu terazinin
canımıza biçtiği değerle hakikati
söylüyoruz.
Gazze, dünyanın 149 milyon kilometrekare karasalının
360 kilometrekaresini kaplayan,
Filistin’in güneybatısında bulunan, uzunluğu 45, genişliği ise
8 kilometreden oluşan küçük
ama devasa bir şehirdir. Dünyada kapladığı alan bakımından
küçük, fakat yüreklerde kapladığı alan bakımından devasa…
Tüm dünya insanlarının içinde
bir Gazze var; aktivist grupların, protest toplulukların, insan
hakları savunucularının, Müslümanların ve Yahudilerin içinde
birer Gazze var.
Ancak kimin içinde nasıl bir
Gazze var? Bu sorunun cevabı
senin tarafın olarak kayda geçmiştir ulular meclisinde. Her
insan içinde bir Gazze taşır ve
taşıdığı Gazze, ona bir taraf ve
kimlik kazandırır.
Herkes içinde bir Gazze
taşır
Gazzelilerin içinde de bir
Gazze var. Bir anne ile bir evladın içindeki iki farklı Gazze’den
bahsetmek, Gazze’nin neden yenilemeyeceğinin de bir ispatıdır
aynı zamanda. Gazze’de sayıları
çok az olan, ancak davadan öte
dünyalığı tercih eden bazı insanlar var. Bu insanlar, Gazze
davasını omuzlamamış, tercihini
dünyadan yana seçmiş ve kaybetmiş, Gazze’deki bazı önemli
stratejik merkezlerin yerlerini,
Hamas ve Kassam yetkililerinin
bulundukları yerleri Siyonistlere
ihbar eden zavallı insanlar…
Bir Gazzeli annenin evladı
da bu kaybedenlerden. Yaptığı
ihbar neticesinde Gazze’yi canı
pahasına savunan insanların şehadetine vesile olmasıyla idam
kararı alan ve infazı gerçekleştirilen bir kaybeden… İnfazı gerçekleştikten sonra bunu öğrenerek oğlunun cansız bedenine
yaklaşan Gazzeli anne ise, içinde
evlat sevgisinden öte Gazze taşıyan bir anne. Oğlunun cansız
bedenine ayağından çıkardığı
ayakkabıyla vurarak “Sen nasıl
kardeşlerini satarsın?! Sen nasıl Gazze’yi satarsın?! Sen nasıl
davanı satarsın?!” diyen, içinde
işte böyle bir Gazze saklayan
anne…
“Gazze’de Cansuyu
Derneği ile karşılaştık…”
İçinde Gazze taşıyan, bununla
da kalmayıp dünyanın neresinde
bir mazlum varsa derdini omzunda kutlu bir yük olarak gören insanlar da var. Bu insanları
biz Gazze’de gördük; Arakan’da,
Mısır’daki Rabia Meydanı’nda,
Tunus’ta, Libya’da, Çeçenistan’da,
Keşmir’de,
Patani’de,
Sri
Lanka’da, Orta Afrika’da ve Kara
Kıta’da da… Nerede bir mazlum
feryat etse, yanı başında bu insanları gördük biz.
Millet olarak mazlumun yanında olmayı kendine borç bilen,
ezilen ve mağdur olanların yanında olan bir nesil olarak ecdadımızdan gördüğümüzü karakterimize yansıttık biz. Mazluma
yardım etmeyi kurumsallaştırmış
onca gönüllü yardım derneğinden ve yüreği geniş dostlardan
biri de Cansuyu Yardım Derneği. En son Gazze’deki “Demir
Kubbe Savaşı”nda biz bu insanları yine görmüştük. Yardım dağıtan ve yaraları saran bu insanlar, bugün de Gazze Savaşı’nda,
mazlumların yanında olması gerektiği yerde yerlerini almışlar.
Bu yürekli insanların başında-
ağustos 2014
97
haberajanda
Gazze
Gazze sokaklarında bir Gazzeli dostla muhabbet ederken bana söylediği söz, sanırım Gazze ve
Filistin’in ne olduğunu da ortaya koyuyor. Ben ona içimdeki coşkuyla “Ben buraya ölmeye geldim”
dediğimde bana şunu söylemişti: “Her toprak, içinde yaşadığı insanlarındır, o insanların memleketi,
vatanıdır. Ancak Filistin, sadece Filistinlilerin değil, tüm ümmetindir. Biz Filistinliler, sadece Allah’ın
takdiri ile burayı ümmet adına savunmak için mücadele veriyoruz. Sen şimdi esenlik içinde yurduna dön, biz senin yerine ölürüz. Ancak sen Filistin’i, Filistin davasını ve Filistin’in ne olduğunu
unutma, Filistin’i yurdunda insanlara anlat, bizleri insanlara anlat; kanımızın son damlasına kadar
savunacağımızı anlat!..”
ki kıymetli ağabeyimiz, Cansuyu Genel Başkanı Mustafa Köylü ile bugünün Gazze’sini
konuşalım istedik. “Gazze” denildiğinde
hüzünle coşkunun birlikte gözlerine yansıdığı, dernek olarak tüm mazlumların yanında olmayı bir hayata tercih eden bu yürekli
insanları selamladıktan sonra Genel Başkan
Mustafa Köylü Ağabeyimiz ile Gazze sohbetine daldık. Mustafa Ağabey’in içindeki
Gazze’yi kendisinden dinledikten sonra biz
de içimizdeki Gazze’yi anlatmaya devam
edeceğiz.
***
“İnsan olarak, Müslüman
olarak ve Cansuyu Derneği olarak
Gazze’ye bigâne kalamayız”
Gazze, en başta Müslüman olarak, her zaman kalbimizin bir köşesinde yeri olan, tarafımızın belli olduğu bir mücadele şehridir.
İnsan olarak, Müslüman olarak ve Cansuyu
Derneği olarak Gazze davasına gözümüzü
kapatmamız mümkün değildir.
Biz de Cansuyu Derneği olarak daha ön-
98
ağustos 2014
ceki dönemlerde olduğu gibi bu son saldırıda da Gazzelilerin yanında olmaya devam
ettik. Bu son saldırıda, Gazze’ye yardımlarımızı ulaştırma konusunda Mısır’daki darbe
sonrasında bazı sıkıntılar yaşadık. Daha önceki İsrail saldırılarında Gazze’ye yardımlarımız daha kolay ulaştırılıyordu. Mursi zamanında Refah Kapısı’ndan yardımlarımızı
kolay bir şekilde iletiyorduk. Hatta Hüsnü
Mübarek döneminde bile -bombardıman
olduğunda- zaman zaman kapılar açılıyor
ve yardımlarımızı Gazze’ye yetiştiriyorduk.
Gazze bizlere ihtiyaç bildiriyor, o ihtiyaçlara göre biz alım yapıyor ve gönderiyorduk.
Hastaneler, Mısır Müslüman Doktorlar
Birliği aracılığıyla ilaç ihtiyacını bildiriyor,
arkasından bu ihtiyaçlar tarafımızdan temin
edilerek gönderiliyordu. Yeni dönemde Refah da açılmıyor, dolayısıyla yardımların iletiminde engeller yaşanıyor, her şey çok daha
zor bir hale giriyor.
“Gazze’nin dünyaya açılan
nefes boruları kapandı”
Kısmen bazı malzemelerin geçtiği tünelleri
de yıktılar. İsrail ve Mısır askerleri müşterek
operasyonlarla yaptılar bunu. Gazze’nin dünyaya açılan tüm nefes boruları kapanmış oldu.
Şimdi Gazze’nin ihtiyaçları sadece İsrail’in insafına kaldı. Gazze’deki Müslümanların yiyecek ve ilaç malzemelerinin temini de İsraillilerin insafına kaldı. Gazze’de, Mursi döneminde
Mısır’dan temin edilen epey miktar malzeme
stoğu vardı. O stokların dağıtımı yapılıyor
şu anda. Dışarıdan malzeme giremiyor. Bu
stoklar tükendikten sonra işin felaket boyutu
ortaya çıkacaktır. İnşallah o noktaya varmadan
Allah bir kapı daha açar.
O insanlar, o yavrular çok zor durumdalar.
Ölüyorlar, yaralanıyorlar, psikolojileri alt üst
oluyor. Bizim Gazze’de yaptığımız çalışmaların içinde rehabilitasyon çalışmaları da var.
Gece uykusundayken bombayla uyanan çocuğun dengesi bozuluyor. Bunların rehabilite edilmesi için çalışmalarımız oluyor. Yetim
çocukların bir kısmını yetim merkezimizde
barındırıyoruz.
Ahmet Turan Yıldız
“İnsanlık bu zulme ve
katliama seyirci kalmakta…”
Budistler, bugün Müslüman
öldürüyorlar”
İnsanlık iğrenç bir vaziyette Gazze’deki
bu zulme, bu katliama sessiz kalıyor, hatta
utanmazlığı son noktasına götürerek destek
oluyor. İsrail’in savunma hakkı olarak görebiliyorlar durumu. Bir kitleyi toplu halde
katletmek, ambargoya tâbi tutmak, yokluğa
mahkûm etmek nasıl bir savunma anlayışı
olabilir?! Batı’nın çirkin anlayışı bu maalesef!..
Son dönemde Budistlerin katliamları insanlığın gündeminde. “Budist –güya- hayvan
bile öldürmez” anlayışı varken, Müslümanları katletmeye başladılar. Zulüm Patani’de,
Arakan’da başladı, Sri Lanka’da var bugünlerde. Dünyanın dört bir yanında Müslümanlar bu konuma itilmeye çalışılıyor.
Mısır’daki darbede bütün Batı ülkelerinin
cuntayı desteklemeleri, seçilmiş cumhurbaşkanının devrilmesini göz göre göre seyretmeleri, Sisi ile kol kola fotoğraf vermeleri de
aslında İsrail’in isteğiyle ve işbirliğiyle olmuş
şeylerdir. Bütün mesele Refah Kapısı’nı kapatmak ve Gazze’yi tamamen abluka altına
almaktı ve hedeflerine de ulaştılar.
“Gazze’de şu an her şeye
ihtiyaç var”
Gazze’de şu an her şeye ihtiyaç var. Bütün
nefes boruları kapanmış vaziyette.
Gazze’de birkaç kesim var. Geçimini az
veya çok sağlayabilen insanlar varken hiçbir
şeyi olmayan insanlar da var. Bu insanlar savaş zamanında daha çok mağdur oluyorlar.
Bir anda malzemelerin fiyatı katlanabiliyor
ve alamıyorlar. Bu insanların desteklenmesi
gerekiyor. İlaç temini çok önemli… Gereken her şeyi imkânlar çerçevesinde yapmaya
çalışıyoruz.
“Müslümanlar birlik olmazsa
bugün Gazze’ye olanlar yarın
tüm İslam ülkelerine olacak”
Bu savaş sonrasında eğer güçlü bir müdahale olmazsa, Müslümanlar akıllarını
başlarına toplamazlarsa, bugün Gazze’nin
başına gelenler, yarın her Müslüman ülkenin başına gelecektir. Bundan emin olmak
gerekiyor. Batı dünyasının İslam ülkelerinde
ve Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda
uygulamaya koydukları bir proje var: Bütün
Müslümanları üçüncü sınıf insan kategorisine sokarak köle muamelesi yapmaya çalışmak. Amerika’da ve Avrupa’da bunu kanunî
düzenlemelerle yapmaya çalışırken, halkın
çoğu Müslüman olan ülkelerde ise çatışma
kültürüyle, mezhep savaşlarıyla, komşularıyla problemlerini kanatmak suretiyle savaş
çıkararak Müslümanlara yönelik bu projelerini uyguluyorlar.
“Karınca öldürmez dedikleri
“Müslümanların Gazze
konusunda mutlaka tepkilerini
ortaya koymaları gerekiyor…”
Zulümlere sessiz kalan insanlar zannetmesinler ki o zulüm sadece orada olacak,
yarın aynı zulüm kendilerini tehdit edecek.
Her Müslümanın Gazze meselesinde uyanık olması, elinden geleni yapması, tepkisini
mutlak surette ortaya koyması gerekiyor.
Ayrıca uluslararası kamuoyunun da harekete geçirilmesi gerekiyor.
“Emaneti sahibine teslim
ediyoruz”
Cansuyu her bölgeye ulaşmaya çalışıyor.
Mültecilere karşı da duyarsız değiliz. Bugün
gündemimizde Gazze olduğu için Gazze
üzerinden konuşuyoruz. Ama başlangıçtan
beri Suriye’dekilere de, mültecilere de yaptığımız çalışmalarla yardımlarımızı sürdürüyoruz. Biz bigâne değiliz, her zaman mazlum ve mağdur insanların yanında yer almaya devam ediyoruz. Çalışma düzenimizde
ise şu var: Biz problemi halka arz ediyoruz,
halk o problemin çözümüne yönelik ne kadar bağış gönderiyorsa o bağışın tamamını
o bölgeye sevk ediyoruz. Biz emanetçiyiz ve
emaneti sahibine teslim ediyoruz.
“Savaştan iyi haber elmez…”
Gazze’de, sahada ilişkilerimizin olduğu
kuruluşlar var. Onlarla işbirliği halinde çalışıyoruz. Gazze’de savaş var ki savaştan iyi
haber gelmez. Bütün dünya, şu anda Hıristiyan ve Siyonist blok İsrail’in arkasında ve
İsrail’in elinde her türlü silah imkânı teknolojik olarak var, ama Gazzelilerin yürekleri var, yürekleriyle direnmeye çalışıyorlar.
Suriye ve Irak ateş fıçısı; İsrail bu rahatlıkta
Gazze’de katliam yapıyor. Fakat Allah nurunu tamamlayacaktır ki inşallah bu zulümlerin sona ereceği günlerde gelecektir.
***
Kıyamet sabahına kadar
Gazze bizim imtihanımız
olacak
Cansuyu Derneği Genel Başkanı Mustafa Köylü’ye aktardığı bilgilerden dolayı teşekkür ediyoruz, ancak Gazze’yi bir çırpıda
konuşmak mümkün değil. Deyip duyacak
söz çoktur Gazze hakkında. Gazze’nin kadim tarihinden mücadele şehrine dönüşmesine ve İslam’ın mübarek kıldığı bu bölgenin bir avuç inanmış insan tarafından nasıl
savunulduğuna, dünya kamuoyunun Gazze
anlayışından Doğu-Batı ekseninde iki farklı
Gazze tasavvuruna, İslam dünyasının Gazze
davasında nasıl ikiye bölündüğüne, İsrail’in
emelleri uğruna yaptığı zulüm ve hain saldırılarından Gazze’nin kahramanlık öykülerine kadar birçok açıdan konuşulabilir Gazze.
Ancak biz bu yazımızda Gazze’yi anlatmak
yerine, Gazze’nin bizi anlatmasını, içimizdeki Gazze’yi konuşmak istedik. Kıyamet
sabahına kadar Gazze bizim imtihanımız
olacak. Gazze hep kazanacak, ancak içinde
nasıl bir Gazze taşıdığına göre insan, Gazze üzerinden her zaman ayrışacak. Kıyamet
sabahına kadar biz insanlar Gazze’yi sorgulamaya devam edeceğiz, fakat kıyamet sabahından sonra ulu mecliste Gazze insanları
sorgulayacak.
Filistin, ümmetin ortak
malıdır
Gazze sokaklarında bir Gazzeli dostla
muhabbet ederken bana söylediği söz, sanırım Gazze ve Filistin’in ne olduğunu da
ortaya koyuyor. Ben ona içimdeki coşkuyla “Ben buraya ölmeye geldim” dediğimde
bana şunu söylemişti: “Her toprak, içinde
yaşadığı insanlarındır, o insanların memleketi, vatanıdır. Ancak Filistin, sadece Filistinlilerin değil, tüm ümmetindir. Biz Filistinliler, sadece Allah’ın takdiri ile burayı
ümmet adına savunmak için mücadele veriyoruz. Sen şimdi esenlik içinde yurduna dön,
biz senin yerine ölürüz. Ancak sen Filistin’i,
Filistin davasını ve Filistin’in ne olduğunu
unutma, Filistin’i yurdunda insanlara anlat,
bizleri anlat; kanımızın son damlasına kadar
savunacağımızı anlat!..”
Filistin savaşında Allah
taraf tutuyor
Bizler esenlik içinde yurdumuza döndük.
O Gazzelinin bana söylediğini ben de sizlere aktarıyorum. Filistin’in ne olduğunu
insanlara anlatmaya devam edeceğim. Bundan fazlasını da yapacağım. Şimdi içimdeki
Filistin çok daha kıymetli bir yerde duruyor.
Filistin davasını ömrümün sonuna kadar
taşıyacağım. Ben bu savaşta tarafım; Filistin savaşında Allah taraf tutuyor, Allah
Filistin’in tarafında, siz hangi taraftasınız?
ağustos 2014
99
HABERA JANDA/SÖYLEŞİ
Elbette bütün bunlar işin
görünen yanını arz ediyor.
Görünmeyen yanındaysa bazı
İsrailli politikacıların sözlerinin
ağızlarından kaçırdıkları gerçekleri buluyoruz. Mesela bir kadın
parlamenter, tek kurşunlu iki
kişinin, hamile kadınları vurarak
öldürülebileceğini söyledi. Bu,
Siyonist İsrail’in Gazze’ye, Filistin halkına bakışını yansıtan
çok önemli bir anahtardır.
***
Gazze bombardıman altına
alındığında biz diyoruz ya “Neden Müslümanlardan bir ses
çıkmıyor?” diye, Müslümanların
olduğu böylesi ülkelerdeki
yönetimleri İsrail baştan susturmuş, hatta kendi emellerine
hizmet eder hale getirmiş –bu
noktada Mısır’daki darbeyi desteklemek, İsrail’i desteklemek
demektir-.
***
İsrail’in ateşkesle ilgili iki şartı
var: Birincisi Gazze’yi tamamen
silahtan arındırmak, ikincisi de
Hamas’ı yok farz ederek bütün
yönetimi Mahmud Abbas’a tahsis etmek… İşte bu iki şart Mahmud Abbas’ın da işine geliyor.
***
İlginçtir, eskiden Hıristiyanlar
başlarına bir felaket geldiğinde Yahudileri öldürürlerdi.
Çünkü Hıristiyanlıktaki inanca
göre, “Hazreti İsa’yı Yahudiler
öldürdüler. Dünyaya gelen
insan, Hazreti Âdem’den beridir
günahkâr olarak doğar. İşte
bu günahkâr insanların en
günahkâr olanları da Yahudilerdir” düşüncesi hâkimdir. İşte
musibet ve yıkımları da Yahudilere bağlar Hıristiyanlar. Fakat
öyle bir hale gelindi ki, bilhassa
“Yeniden Doğuşçular” dediğimiz
ABD’de çok yaygın nitelikte
oluşturulan bir mezhebe inananlar, “Hıristiyanların cennete
gidebilmeleri için Yahudilerden
büyük bir katliam yapmalarını
bekliyorlar”. Bugün sırf bu yüzden Gazze’de savaşan Hıristiyanlar var –ki yüksek seviyede
maddî destek de veriyorlar- ve
en amansız düşmanları da
Müslümanlar.
100
ağustos 2014
Mısır’da Mursi yönetimi varken birtakım stoklar tutulmuştu Gazze’de, o stoklar kullanıldı savaş
sırasında. Ancak bu stoklar bittikten sonra asıl sıkıntı başlayacak. Onun için muhakkak kapıların açılması ve Gazze’ye insanî yardımın girmesi lazım. Kapıların tamamen açılması lazım, zira
İsrail’in müsaade ettiği ölçekteki yardım, Gazze için kifayetsiz olacaktır. Öncelikle Refah Sınır
Kapısı’ndan gıda ve tıbbî malzemenin girmesi gerekiyor.
“SÖZ KONUSU SAVAŞSA,
İsrail’in bir bahaneye ihtiyacı yoktur”
G
AZZE, İsrail’in Siyonist terör şablonlu saldırılarıyla yanıyor. Dünyanın seyretmekten utanmadığı bu acı manzara, yalnız
bazı Güney Amerika devletleriyle Türkiye
ve Katar’ın midesini bulandırıyor.
>> Koruyucu Hat
Operasyonu’nun bilançosu
ağır… 2 bine yakın şehidin
500’ü çocuklardan oluşuyor.
10 bin yaralıya merhem
olmaksa Gazze’deki bir hastane için yaman bir durumu
işaret ediyor. Evlerin birer
enkaza döndüğü bu topraklarda insan da, insanlık da
çaresiz…
Bölgeye gönderilen yardımlar, İsrail’in hiçbir insafa
mahal bırakmaması nedeniyle ulaştırılamazken, Refah
Sınır Kapısı’nı kapatan
Mısır’sa bu cinayete ortak
oluyor. Doğrudan bölgedeki
ortak kuruluşlarla iletişime
geçerek Gazze’ye insanlık
ulaştıran yardım kuruluşlarımızsa bütün yüreklerini
ortaya koyarak çalışmalarını
hızlandırmış durumda.
Cansuyu Derneği Genel Başkanı ve Isparta eski
Milletvekili Mustafa Köylü,
Filistin’de İsrail’e ait yağma
ve cinayet politikalarını doğrudan bilen ve bölgede insanî
yardımlar üzerine sürekli çalışarak farklı çözümler arayan
kıymetli ağabeylerimizden.
Özellikle Gazze’yi konuştuğumuz bu söyleşide, Sayın
Başkan önemli ayrıntılara
dikkatimizi çekiyor ve ülkemiz insanını Gazze’yi önce
daha iyi anlamaya, sonra da
yardıma davet ediyor.
***
“Her operasyon,
Arz-ı Mev’ud
projesinin bir
ayağıdır”
• Dilerseniz öncelikle
savaşın fitilinin yine
hangi sürecin ardından
ateşlendiğine değinerek
Gazze’deki zulmün perde
arkasını aralayalım…
Elbette savaşın neden
başladığına dair soru, normal
şartlarda sorulması gereken
bir sorudur. Ancak bu sorunun İsrail-Gazze Savaşı ile
ilgili sorulduğunda anlamı
kalmıyor. Çünkü İsrail, savaşmak için savaşıyor, bölgeyi
ele geçirmek için savaşıyor.
Bunun için de her fırsatta bu
bölgeyi bombardıman altına
alma girişiminde bulunuyor.
“Fırsat” dediğimiz şeyse onu
bunu bahane etmek… Yani
ortada bir sebebin olmasına
gerek yok İsrail için.
Olayların başlaması için
zaten önce Mescid-i Aksa’da
tahriklere girişmişti İsrail.
Buradaki Cuma namazlarına
belli yaşın altındaki Müslümanların girişine izin vermiyordu. Daha sonra üç yerleşimcinin kaçırıldığını iddia
ederek Batı Şeria’da insanlara
saldırmaya başladı. Sonra da
“Bir askerimiz rehin alındı” diye Gazze’ye saldırdı.
“Gazze bize füze atıyor;
orada İsrail’e doğru kazılmış
tüneller var ve bu tünellerden
El-Kassam Tugayları İsrail’e
sızarak tahribat yapıyor” gibi
türlü bahaneler uyduruldu.
Tabiî savaşın bahanesi de
buydu ve “Biz bu tünelleri
tamamen yok edinceye kadar
Gazze’ye müdahale edeceğiz”
dediler.
Elbette bütün bunlar işin
görünen yanını arz ediyor.
Görünmeyen yanındaysa
bazı İsrailli politikacıların
ağızlarından kaçırdıkları
sözlerde buluyoruz.
Mesela bir kadın parlamenter, tek kurşunlu iki
kişinin, hamile kadınları
vurarak öldürülebileceğini
söyledi. Bu, Siyonist İsrail’in
Gazze’ye, Filistin halkına
bakışını yansıtan çok önemli
bir anahtardır.
İşte İsrail’in Gazze’ye
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
ağustos 2014
101
HABERA JANDASÖYLEŞİ
niçin saldırdığının cevabı da
o kadının sözlerinde yatıyor.
Yani İsrail için en iyi Filistinli,
ölü Filistinlidir… Tabiî İsrail’in
Arz-ı Mev’ud politikasını bilenlerin bu saldırıları anlamaları zor değil. Zaten hadiseler,
birdenbire gelişen sonuçlardan
ibaret de değil. İsrail Gazze’ye
saldırıyor da başka hiçbir şey
yapmıyor mu? Yapıyor… Mesela İsrail, Mısır’daki sistemin
değişmesi için çok önemli
adımlar attı. Batı dünyasını
evvela ikna etti ve Mısır’ın
seçilmiş cumhurbaşkanı olan
Mursi devrildi, ona oy veren
seçmenler terörist ilan edildi
ve nihayet orada yeniden bir
102
ağustos 2014
diktatörlük oluşturuldu. O
diktatörünse ilk yaptığı iş,
Refah sınır Kapısı’nı kapatmak
ve oraya çıkan tünelleri yıktırmak oldu. Zira Gazze’nin
dış dünyayla tek bağlantısı bu
kapı; burası kapatıldığında –üç
taraf zaten İsrail tarafından
çevrili durumda- hava alınacak
hiçbir yer yok.
İsrail önce bu tip durumları dizayn ediyor. Mesela
Mısır olaylarına bakıyoruz ki
Mısır’daki diktatörlüğü destekleyenin Suudi Arabistan
olduğunu görüyoruz. Buraya
bizzat para gönderiyor. Hatta bu parayı açıkça ilan da
ediyor. Daha başka Birleşik
Arap Emirlikleri darbeyi
destekliyor ve açıkça para
gönderiyor. Şimdi şu noktaya
gelelim. Gazze bombardıman
altına alındığında biz diyoruz
ya “Neden Müslümanlardan
bir ses çıkmıyor?” diye, Müslümanların olduğu böylesi
ülkelerdeki yönetimleri İsrail
baştan susturmuş, hatta kendi emellerine hizmet eder
hale getirmiş –bu noktada
Mısır’daki darbeyi desteklemek, İsrail’i desteklemek
demektir-.
Bakıyorsunuz ki İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan hiçbir ses
çıkmıyor, Arap Birliği karar
alamadan dağılıyor, Müslüman
ülke halkları meydanlarda ama
yönetenlerinden hiçbir tepki
çıkmıyor. Yani İsrail, Gazze’yi
bombalamadan evvel bir çevre
düzenlemesi yapıyor. Bugün
Suriye’deki kirli savaşın temelinde de İsrail’in var olduğunu
bilmemek mümkün değil.
Irak’ın karışması ve bölünme
eşiğine gelmesinde İsrail’in olmadığını düşünmek imkânsız.
Bu dizaynın sebebi de daha
önce belirtmiş olduğumuz,
Nil ile Fırat arasındaki vaat
edilmiş toprakları ele geçirme,
Arz-ı Mev’ud’a ulaşma proje-
Ömer Bekir Sadık
sidir. Ve bu anlamda iki unsur
önemlidir: Türkiye ve İran. Bu
proje sıralamasında Türkiye’ye
de sıranın gelmesi mümkündür. İşte bu yüzden Türkiye’nin
güvenliği Gazze’den başlar. İsrail eğer Gazze’yi ele geçirirse,
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de
herhangi bir iş yapma şansı
kalmaz, bir abluka altına girilir.
İsrail, bugün için mecbur
kaldığından ülkemiz hakkında
“dost, stratejik müttefik” gibi
söylemlerde bulunsa da Arz-ı
Mev’ud haritasının bir bölümüne Türkiye’nin bir bölümünün de dâhil edildiği göz
önüne alınmalıdır. Dolayısıyla
son tahlilde bir Türkiye-İsrail
kapışması muhtemeldir.
Elbette biz bunları söylerken “Böyle olacak” veya
“Böyle olmalı” diye dillendirmiyoruz veya “İsrail’le savaşalım” anlamında söylemiyoruz,
ama böylesi durumlara karşı
tedbirlerin alınması için hatırlatmalarda bulunuyoruz. Kaldırım taşları döşenirken, yola
göre, yani bu gerçekliğe göre
döşenmelidir. Yoksa yarın
başımıza bir şey geldiğinde
şaşırır kalırız.
• Zaten ecdadın izinden
bakıldığında da karşımıza
Filistin’in doğrudan Bab-ı
Âli’ye bağlanması gibi bir
durum çıkıyor…
Tabiî ki Abdulhamid rahmetli, bu tehlikeyi görmüş ve
Yahudilerin bölgede toprak alması tehlikesine karşı kendi öz
varlığıyla bu toprakları kendi
üzerine geçirmişti. Bu tedbiri
Musul-Kerkük bölgesi için de
almıştı. Bir savaş olduğunda
devlet arazileri galip devlete
geçtiğinde şahsî mülkler şahıslara ait olarak kaldığı için, Abdulhamid de bunu düşünerek
böylesi bir hamlede bulunuyor.
Ancak İttihat ve Terakki, bu
toprakları kamulaştırıyor. Dolayısıyla söz konusu bütün bu
topraklar elden çıkıyor.
“Mahmud Abbas
talihsiz beyanlar
veriyor”
• Savaşın başladığı günden
bu tarafa Mısır’a giydirilmeye çalışılan bir uzlaştırıcı elbisesi var. İsrail’in
Sisi’li Mısır için bir meşruiyet kazandırma operasyonu mu söz konusu?
Bütün Müslümanlar nezdinde Sisi bir diktatör…
Halkın yönetim hakkını gasp
ederek ülkenin başına gelmiş
biri… Çok düşük bir katılımın
gerçekleştiği seçimle cumhurbaşkanlığını ilan etmiş biri…
Ancak elbette halka dayanmayan bir yönetimin uzun süre
yaşama imkânı yoktur. Elbette
Gazze’ye yapılan operasyonlar
sırasında Mısır’ın arabuluculuğu devreye sokularak Sisi’ye
bir meşruiyet kazandırma
çalışması yapılmaktadır. Şunu
dedirtmek istiyorlar: “Sis
olmasaydı Gazze mahvolmuştu…”
geçerken İsrail askerlerinin
kontrolünden geçiriliyor bu insanlar. Dolayısıyla üçüncü bir
intifadanın gerçekleşme şansı
zayıf görünüyor. Tabiî katliam
devam eder de bıçak kemiğe
dayanırsa, o zaman şiddetli
bir halk patlaması olabilir diye
düşünüyorum.
• Mahmud Abbas’ın Abdullah Gül’ü ziyareti sırasında
sarf ettiği “Mısır’ın ateşkes
teklifini kabul etmeliydik”
beyanı da bu anlamda hafı-
elinde yeterli silah donanımının olması halinde İsrail’in hali
duman… Ancak Gazze’nin
silahı yok. Bir de Gazzelilerin
Boşnaklardan farkı, silahsızlandırma şartını baştan reddetmeleridir. Gazze, direnişte
seviye yakalamış bir topluma
sahip. Topraklarını tek etmemekte ısrarcılar. Bir taraftan
şehit defnederken, yaralarını
sararlarken, diğer taraftan günlük işlerini ve yaşantılarını da
sürdürüyorlar.
Cansuyu Derneği Genel Başkanı
Mustafa Köylü
• Batı Şeria’da bir intifada
başlangıcı konuşuluyordu.
Üçüncü intifada başlar mı?
Elbette Batı Şeria’da da
Hamas’ın bir etkinliği var. Ancak burada asıl muhatap alınan
kişi Mahmud Abbas… Abbas,
İsrail’in etkisine daha açık
biri. Zaten baştan beri ve daha
önceki büyük bombardımanda
da Gazzelileri suçlamıştı, şimdi de Gazzelileri suçladı. Hatta
“Gazzeliler öldürülmeye alıştı”
şeklinde talihsiz bir de beyanat
verdi. Geçmiş dönemde Arafat
da intifadaya karşı olmasına
rağmen, gerçekleşen intifadayı
benimsemek ve onaylamak
zorunda kalmıştı.
Aradan uzun zaman geçti
ve bu süreç zarfında İsrail, Batı
Şeria’daki kontrolünü güçlendirdi. Bölgede yaşayanların
hareket kabiliyetleri hemen
hemen ortadan kaldırıldı. Bir
mahalleden öteki mahalleye
zamızdan silinmeyecek…
İsrail’in ateşkesle ilgili iki
şartı var: Birincisi Gazze’yi
tamamen silahtan arındırmak,
ikincisi de Hamas’ı yok farz
ederek bütün yönetimi Mahmud Abbas’a tahsis etmek…
İşte bu iki şart Mahmud
Abbas’ın da işine geliyor.
• Bu da ikinci bir Srebrenitsa
yolunun açılması demek…
Bizim şunu iyi bilmemiz
lazım: Zaten Gazzelilerin
Gazze için “direniş”, ille de
silahlı direniş demek değildir.
Ölüme rağmen o toprakları
terk etmiyorlar. İsrail’in kontrolüne izin vermiyorlar. Bunca
gücüne, ambargo uygulamalarına rağmen İsrail, bu toprakları kontrolüne geçiremedi.
“Dünya, Siyonistin
oyuncağı haline
getirildi”
• Bugün itibariyle yaklaşık 2
bin şehit ve 9 bin yaralı var
ağustos 2014
103
HABERA JANDASÖYLEŞİ
maalesef. Savaşın acı yüzünü nasıl yorumluyorsunuz?
İsrail, kara harekâtına girişmesine rağmen 3 gün bir
adım ilerleyemedi. Şecaiyye’de
ortalığı havadan ve denizden
yıkmasına rağmen karadan
içeriye asker sokamadı. Orada
40’ın üzerinde İsrail askeri
öldürüldü, müthiş bir direnişle karşılaştılar. İşte bundan
sonra siviller hedef alınmaya
başlandı. Bunun sebebi, Gazze
halkını yıldırmaktı. 2 bin şehidin 500’ü çocuk, 500’den fazlasıysa kadın; bunların silahla
tanışmışlıkları yok… Okulları,
hastaneleri ve pazar yerlerini
bombalayarak sivil katletti
İsrail. İsrail askerlerinin yiğitlikleri budur (!)…
Dünya maalesef buna seyirci, hatta bazısı destek bile. Bu
katliamı bir savunma hakkı
olarak gören ve gösterenler
var. Ancak bunun savunmayla
104
ağustos 2014
elbette hiçbir alakası yoktur.
Bu, tamamen bir soykırımdır,
bir devlet terörüdür. Bunun
açıkça görülmesi gerekirken
Batı, Mısır’da nasıl demokratik değer ve kutsallar ayaklar
altına alınmışsa, şimdi de
insanlık değerlerini ve insanlık kutsallarını ayaklar altına
almıştır. Dolayısıyla Batı’nın
egemen olduğu uluslararası
kuruluşların Siyonistler elinde
birer oyuncak haline geldikleri
aşikârdır.
Maalesef isminin başında
“İslam” veya “Arap” olan kuruluşların da aynı mekanizma
içerisinde görev yaptıkları ve
İsrail’in menfaatleri için çalıştıkları gözler önüne serilmiş
vaziyettedir. İsrail’in, dünyanın
gözü önünde yaptığı bütün
cinayetler, insanlığın nefretini
kazanmasına sebep oluyor.
Zaten insanların kendilerinden nefret ettiklerini bildikleri
için de Siyonizm hakkında
konuşan herkesi anti-semitik
ilan etme gibi bir gayrete da
düşüyorlar. Ben öyle zannediyorum ki, bugün belki Müslüman olmayan topluluklar,
yarın kitlesel olarak İsrail’e
tavır koyarlar ve de inşallah
bu arada İslam ülkelerinden
de bir sürpriz gelişebilir ve bu
meseleye el atacak bir kesim
ortaya çıkabilir, bir ülke net
tavır koyabilir.
Ben bu konuda Türkiye’den
ümitvarım, zira halkımız
bu konuda çok hassas ve
Hükümet’in de çabalarını görüyoruz bu anlamda. Aslında
İslam ümmetinin Türkiye’den
beklentileri bir hayli yüksek.
Fakat işin realitesi şu ki, Türkiye, bölgesinde tek kalmış bir
ülke, biraz hareket kabiliyeti
kısıtlandı. Ancak inşallah hayırlı sonuçlar elde edilir. Yani
bunca olumsuzluğa rağmen
bir şeylerin değişeceğine dair
ümidimi koruyorum.
“Gazze’de
Müslümanlara
karşı savaşan
Hıristiyanlar var”
• ABD’nin hibesiyle yapılan
“Demir Kubbe” isimli bir
füze savunma sistemi var ki
bu sistem için ABD Senatosu 225 milyon dolarlık
ek bir hibe daha çıkardı,
ABD’nin desteğinin yanında Avrupa devletleri
de İsrail’i son derece açık
şekilde savunuyorlar. Bu
cesur desteğin kaynağı
nerede?
Dünyada 36 milyon Yahudi var. Ancak işin gerçeği
şu ki, bu insanlar ABD’yi
daha baştan ele geçirip ABD
yönetimlerini kontrol altına
aldıktan sonra dünyada iletişime, teknolojiye, finansa ve
haberleşmeye hâkim oldular.
Bugün internete girdiğinizde
bütün yazıp çizdikleriniz belli
Ömer Bekir Sadık
merkezler tarafından kontrol
ediliyor, 1000 doların üzerindeki bütün para havaleleri
Siyonistlerce denetleniyor,
aldığınız tek mermiyi dahi
biliyorlar, en öldürücü silah
teknolojisi ellerinde…
Dolayısıyla bu adamlar,
daha önce kurmuş oldukları
gizli örgütlerin de diyalog ve
irtibatları sayesinde dünyadaki
birçok devlet yönetimini etkileri altına alabiliyorlar. Mesela
Almanya’daki Merkel yönetiminin “İsrail’in arkasındayız”
demesi boşuna değil. ABD
zaten kendi güvenliğinden çok
İsrail’in güvenliğini düşünüyor.
ABD halkının yarısı sokaklarda sürünürken İsrail’e 225
milyon dolar hibe edilmesi,
Siyonist lobilerin çalışmaları
neticesinde oluyor. Öyle ki
ABD Merkez Bankası’nın
sahipleridir bunlar ve dünya
üzerindeki her bir dolardan
paylarını almaktadırlar.
Bunlar uzun yıllar boyunca
Türkiye’de de etkili oldular.
Ancak son zamanlarda biraz oyunları bozulmuş oldu.
Yahudilerin her ne kadar ırk
olarak sayıları azsa da etkinlik
olarak tasarrufları fazladır. Bu
sayede de dünya kamuoyunu
etkileyebiliyorlar. Bilindiği gibi
medya da büyük oranda kontrollerinde olduğu için olayları
yönlendirebiliyorlar. Bir iş
yaparken herhangi bir ahlaka
sahip olmadıkları için yalan ve
asparagas haberlere başvurarak
olmayan bir şeyi varmış gibi
ilan edebiliyor veya tekerlerine çomak sokanları bir anda
şeytanlaştırarak dünyaya lanse
edebiliyorlar.
Tabiî bir de sistemli olarak
yaptıkları bir şey var: Batı dünyasında İslamofobya adlı hastalığı yaymaya gayret ediyorlar.
Böylece “Müslüman eşittir
terörist” algısı oluşturarak dünyayı Müslümanlardan korkut-
ma programı uyguluyorlar.
İlginçtir, eskiden Hıristiyanlar başlarına bir felaket
geldiğinde Yahudileri öldürürlerdi. Çünkü Hıristiyanlıktaki inanca göre, “Hazreti
İsa’yı Yahudiler öldürdüler.
Dünyaya gelen insan, Hazreti
Âdem’den beridir günahkâr
olarak doğar. İşte bu günahkâr
insanların en günahkâr olanları da Yahudilerdir” düşüncesi hâkimdir. İşte musibet ve
yıkımları da Yahudilere bağlar
Hıristiyanlar. Fakat öyle bir
hale gelindi ki, bilhassa “Yeniden Doğuşçular” dediğimiz
ABD’de çok yaygın nitelikte
oluşturulan bir mezhebe
inananlar, “Hıristiyanların
cennete gidebilmeleri için Yahudilerden büyük bir katliam
yapmalarını bekliyorlar”. Bugün sırf bu yüzden Gazze’de
savaşan Hıristiyanlar var –ki
yüksek seviyede maddî destek
de veriyorlar- ve en amansız
düşmanları da Müslümanlar.
Bu algı ve eğitim gücüyle
Siyonistler, Hıristiyanlarda
var olan algıyı dahi tersine
çevirmeyi bilmişler. Ayrıca
söylemiş olduğum bu mezhebin ABD’de binlerce kilisesi
mevcut. “Tanrıyı Kıyamete
Zorlamak” adında bir kitap
yazılmıştı Grace Halsel isimli
bir yazar tarafından, bu tür
çalışmalar orada aynıyla anlatılıyor.
“Kapılar derhâl
açılmalı!”
• Savaş, bugün itibariyle
27’nci gününe girdi. Cansuyu bugüne dek Gazze’de
nasıl çalıştı?
Savaştan evvel zaten mutat
Ramazan yardımlarımızı ulaştırıyorduk bölgeye. Fakat bombardımanla birlikte gıda ve ilaç
sevkiyatını hızlandırdık. Tabiî
bunları Gazze içerisinde satın
ağustos 2014
105
HABERA JANDASÖYLEŞİ
yaç duyulan şeyler neler?
Bu tabiî dönemsel olarak
değişen bir durumdur. Şimdi
bir savaş var orada, dolayısıyla
savaşta ortaya çıkan ihtiyaçlar
gündemdedir. Bombardımanlarda en çok muhtaç olunan
şeyler, tıbbî ilaç ve medikal
malzemelerdir. Gazze’de 10
bine yaklaşan yaralı sayısı var.
Öyle ki, bu sayı bile görünen,
bilinen bir sayıdır, fazlası da
vardır. o yaralıların tedavilerinde ameliyat malzemesi ve ilaç
lazım.
alarak gerçekleştirdik, böyle
yaparak devam ediyoruz.
Mısır’da Mursi yönetimi
varken birtakım stoklar tutulmuştu Gazze’de, o stoklar
kullanıldı savaş sırasında.
Ancak bu stoklar bittikten
sonra asıl sıkıntı başlayacak.
Onun için muhakkak kapıların
açılması ve Gazze’ye insanî
yardımın girmesi lazım. Kapıların tamamen açılması lazım,
zira İsrail’in müsaade ettiği
ölçekteki yardım, Gazze için
kifayetsiz olacaktır. Öncelikle
Refah Sınır Kapısı’ndan gıda
ve tıbbî malzemenin girmesi
gerekiyor.
Tabiî bizim Gazze’de bakımını üstlendiğimiz bin 800
yetim var. Onlar için de her
ay düzenli çalışmalar gerçekleştiriyoruz. Bölgedeki yetim
merkezimizle 300 öğrenciye
doğrudan hizmet veriyoruz ve
inşallah bu sayıyı 600’e çıkarmayı hedefliyoruz.
“Artık ortada
106
ağustos 2014
bir SiyonistHaçlı ittifakı söz
konusudur”
manları ikinci veya üçüncü sınıf insan tipi olmaya mahkûm
etmeye çalışıyorlar.
• Saddam’ın bir bayram
arefesinde asıldığı görüntü
gözümün önüne geliyor da,
şimdi Ramazan günlerinde
İsrail’in Gazze’ye yaptığı
bu saldırının nedense
Müslümanlara özellikle
en kıymetli zamanlarında
yapıldığı düşüncelerini
uyandırıyor bende…
Öyle zannediyorum ki,
Rusya ile ABD arasında yapılan gizli anlaşmalarda bazı
değişiklikler oldu. Mesela
Rusya, Ukrayna’nın birtakım
topraklarını işgal ediyor ama
ABD’nin sesi çıkmıyor, sadece
bazı yaptırım uygulamalarına başvuruyor. Yani ABD
masallar anlatarak uyuturken
dünyayı, Rusya ise işgale devam ediyor. Gazze’de de İsrail
katliam yaparken Rusya’nın
sesi çıkmıyor. Hâlbuki Suriye
konusunda Rusya hep aktifti…
Evet… Tabiî böylece Siyonist yönetim, kendi tabanını
mutlu etme gayretine düşüyor.
Hıristiyanlar da böyle… Zaten
Ortadoğu’da bunca saydığımız
gerçekler ışığında yakaladığımız bir şey var: Artık ortada
bir Siyonist-Haçlı ittifakı söz
konusudur.
Elbette böylesi işleri kendiliğinden veya rastgele olmuyor.
Kendi aralarında anlaşıyorlar,
bir ittifak içerisindeler. Ortak
düşmansa Müslümanlar…
Yeryüzündeki bütün Müslü-
Mesela Kudüs’te Hıristiyanlar da var, ancak onlara
dokunulmuyor, hedefte sadece
Müslümanlar var.
“Heder olan her
şeyin yerine aynıyla
konulması lazım”
• Şu an bölgede en çok ihti-
Bir de bombardıman yapılmış bölgede bütün binalar ve
evler yıkılıyor, altyapı çöküyor;
bu noktada da inşaat malzemesi lazım, su lazım, evler
enkaza dönüşünce eşyalar da
kullanılamaz hale geldiğinden
eşya lazım, çocukların okulları
yıkıldığı için okul lazım, kırtasiye malzemesi lazım, yollar
bozulmuş olduğundan yolların
yapılması lazım…
Kısacası bir yıkım bölgesinde her şey heder oluyor ve bu
yüzden de her şeye çok ihtiyaç
duyuluyor. Heder olan her
şeyin aynıyla yerine konulması
gerekiyor. Sadece gıda ve ilaçla
yardım ihtiyaç bitmiyor. Ancak
savaş anında en öncelikli ihtiyaçlar gıda ve ilaç oluyor.
Gazze: Bir açıkhava
hapishanesi
• Siz yardım konusunda
partner bir kuruluşla çalışıyorsunuz, zira giriş ve
çıkışlarda sıkıntı var. En
büyük sıkıntı nedir?
Şu an hiçbir şekilde giriş
ve çıkış gerçekleştirilemiyor.
Türkiye, devlet eliyle, Kızılay
aracılığıyla ilaç ve gıda gönderdi, fakat İsrail tarafından
bekletilen yardımlar bir hafta
sonra ancak yerlerine ulaştırılabildi. Kızılay yetkilileri giremedi içeri, sadece ilaçlar alındı.
Mısır da geçişleri tamamen
Ömer Bekir Sadık
kapattı. Mısır’da Mursi’den
önceki dönemde bölgeye
sıkıntılı şekilde de olsa giriyorduk -yani ülkemiz vatandaşını
ya bekletiyorlardı bir hayli ya
da hiç geçirmiyorlardı-, bu
durumlarda Avrupa ülkelerinin vatandaşı olan kardeşlerimizle sorunu aşıyorduk, ancak
Mursi ile bu sıkıntı tamamen
çözüldü ve rahatladık, Gazze
de rahatladı.
Mısır’daki darbeyle gelen
rejim değişikliğinin ardından
yine aynı sorunlar başladı.
Dolayısıyla şu anki tüm giriş
ve çıkışlar kapalı vaziyette;
Gazzelilere olduğu gibi, yardımlara da giriş ve çıkışlar
kapalı…
Tabiî çok ağır yaralılar
Gazze’den çıkartılabiliyorlar.
Zira çıkartılsalar da Kahire’ye
varmadan hayatlarını kaybediyorlar.
• Peki, Gazze’ye en azından
yardım göndermek isteyen
vatandaşlarımız size nasıl
ulaşabilirler?
Bizim Ziraat Bankası, Vakıflar Bankası, Halk Bankası,
Türkiye Finans Katılım Bankası ve Kuveyt Türk Katılım
Bankası’nda hesaplarımız
var. Bize hangi sebeple olursa
olsun, bir kardeşimiz bağışta
bulunmak istiyorsa, bu beş
bankadan birine vardığı zaman “Cansuyu Derneği’yle
bağışta bulunmak istiyorum”
dediğinde kurumsal tahsilat
hesaplarımız doğrudan ekranda çıkar; nereye bağışta
bulunmak istiyorsa, diyelim
Gazze, bağış açıklamasına
“Gazze” yazdırması yeterli.
Biz bu bağışı Gazze havuzuna
alacağız ve yerli yerince transferini gerçekleştireceğiz. Eğer
açıklama yapmaz da genel bir
bağışta bulunursa kişi, biz o an
en öncelikli, en zarurî bölgeye
aktarılmak üzere kullanırız.
Mesela “Zekât” denildiyse,
zekâtla bina yaptırılamadığı
için doğrudan muhtaç kişilere
ulaştırılır.
Bankalar aracılığıyla yapılan
bağışların yanında, vatandaşlarımız temsilciliklerimize de
uğrayabilirler. Zaten milletimiz Gazze konusunda oldukça
duyarlı. Bu noktada çok büyük
şükranlarımı sunuyorum. Fakat “Delik küçük, yama büyük”
derler ya, oradaki tahribat,
daha canlı desteklerle küçültülebilecek derecede ki işe devletlerin el atması lazım. İsrail
bölgede yeni bina yapına da
izin vermediği için inşaat malzemesinin girişini de engellemiş durumda. Konuya duyarlı
devletlerin bu engelin aşılması
için girişimlerde bulunması lazım. Hayırseverlerinse daha da
duyarlı olmaları ve biraz daha
aksiyoner olmalarını istiyor,
seslerini daha çok yükseltmelerini istiyoruz.
Dua ve temennimiz,
Gazze’deki baskı ve zulmün
bitmesi ve insanların daha
mutlu, daha huzurlu şekilde
özgür ve bağımsız Filistin
Devleti’nin bayrağı altında
yaşamaları yönündedir.
ağustos 2014
107
haberajanda
Teknoloji
Eğer bir kullanıcı,
hafta sonu sinemada
aksiyon türündeki bir
filmi seyredip çıkışta
da şöyle lezzetli bir
kebap yemek istiyor ve
oradan da trafiğe takılmadan eve dönmek
istiyorsa, arama seçeneklerinde şunu belirtmesi yeterli olacak: “Şu
saatte aksiyon filmi
izlemek, kebap yemek
ve en kısa yoldan evime dönmek istiyorum.”
Bu cümleyi bilgisayar
anlayarak onunla ilgili
siteleri önüne getirecektir kullanıcının. Ve
bilgi kirliliği olmadan,
sadece konuyla ilgili
seçenekler sunacaktır.
Bu, bilgisayarın kişiye
özel seçenekler sunması anlamına gelmektedir.
***
Web 3.0 ile internet,
artık robot gibi değil,
bir insan gibi davranacaktır. Kişisel sorular
sorarak aranan konular bulunabilecektir.
Robotlaşan bilgisayarlar bu tür kolaylıklar
sunarken, insanların
da öğrenmekten vazgeçip robotlaşmamasına dikkat edilmelidir.
***
Web 3.0, hayatımızda
pek çok şeyi değiştirecek gibi görünüyor.
Semantik arama yöntemi ile kullanıcılar,
doğru bilgiye daha kısa
zamanda ulaşmaya
başlıyor. Hatta bu semantik arama yöntemi,
tüm dünyada en çok
kullanılan Google arama motoruna Yandex
adında rakip bir marka
ortaya çıkardı ve Yandex, tanıtımlarında
semantik aramayı öne
sürdü.
108
ağustos 2014
İ
NTERNETİN icat edildiği ve yaygın
olarak kullanılmaya başladığı 1990
yılından bu yana internet ve ilgili teknolojilerde pek çok gelişme ve değişim
meydana gelmiştir.
“Web teknolojileri” dendiğinde epey bir süre
HTML (Hyper Text Markup Language) anlaşılırdı. Her şey gibi web teknolojileri de ge-
lişti, değişti ve hayatımızı değiştirdi. HTML,
adından da anlaşılacağı üzere sadece monolog
biçimdeki metinlerin yer aldığı ve metinleri tek
taraflı olarak kullanıcıların hizmetine sunmayı
amaçlayan bir yapı arz etmekteydi.
Ancak geçen yıllar içerisinde HTML dili,
XHTML ve HTML 5 gibi sürümlere kadar
geliştirildi ve CSS3 (Cascading Style Sheets)
Dr. Nurettin Alabay
[email protected]
stil şablonlarıyla birlikte kullanılarak pek
çok kolaylıklar sunmaya başladı. Web teknolojilerinde Web 1.0, Web 2.0 ve Web 3.0
olarak adlandırılan gelişimler yaşandı. Yıllar
itibariyle gelişimi ise, Web 1.0 1995-2000,
Web 2.0 2000-2010 yılları arasında uygulamada yer bulurken, 2010 yılında geliştirilmeye ve uygulanmaya başlayan Web 3.0’ın
ise 2020 yılına kadar uygulamada hayatımızı etkileyeceği görülmektedir.
Web Teknolojisi
Geçerlilik
Yılı
Odak Noktası
Web 1.0
(monolog)
19952000
Belge odaklı
Web 2.0
(interaktif web)
20002010
İnsan odaklı
(etkileşimli)
Web 3.0
(semantik web)
20102020
Bilgi odaklı
Web 1.0’ın internette tek yönlü bir iletişime imkân verdiğini, Web 2.0 teknolojisininse kullanıcı odaklı yapısıyla sanal dünyaya demokrasi getirdiğini, Web 3.0 ile internetin akıllanacağını söylemek mümkündür.
Önümüzdeki 1-2 yıl içinde kimin kimi
tanıdığı bilgisi ve bunun anlamlandırılması
önem kazanacaktır. Uygulama seviyesinde
açıklık, sosyal grafik uygulamaları ve kullanıcıyı tanıma ve kişiselleştirme konuları
önem kazanacaktır.
“Web 1.0” WWW (World Wide Web)
üzerinde düz verinin “okunabilmesi” anlamına gelirken, Web 2.0’ın interaktif verinin
“yazılabilmesi” ve Web 3.0’ınsa dinamik uygulamaların, interaktif servislerin ve makineden makineye etkileşimli uygulamaların
“çalışabilmesi” anlamlarına geldiğini ifade
etmek mümkündür.
Peki, Web 1.0, Web 2.0 ve Web 3.0’ın
aralarındaki farklılıklar nelerdir?
Web 1.0
Web 1.0 kavramı, internetin ilk dönemi için kullanılır. Bu dönemde kullanıcılar,
internet sitelerini bilgi edinme amacıyla
ziyaret eder, almak istedikleri bilgiyi alır ve
siteden giderler. Kullanıcı olarak verilen içeriğe yorum yapma, katkıda bulunma, içerik
üretme gibi bir olanak yoktur. Bu dönemin
internet anlayışı da genel olarak bunun üzerine kurulmuştur. Site sahibi ne yazarsa, kullanıcılar onu okurdu.
Web 1.0’da kullanıcılar sadece birer okuyucuydu ve sadece bilgiyi alabilen konumdaydılar. Çünkü bu kadarına izin verilen bir
teknoloji vardı; tüm kontroller web sitesinin
elindeydi. Web, var olan metin temelli bilgileri elde etmek, çoğunlukla onlara çeşitli
web sunucuları tarafından sağlanan içeriği
okumak ve de program ve dosya indirmek
amacıyla kullanılmaktaydı. İnsan etkileşimi
yoktu. Bireysel web sayfaları ise tasarım ve
teknik bilgi yetersizliğinden dolayı genellikle çok kötüydü. Hatta tasarım bile yoktu ki
sadece metinler sırayla dizilmiş gibi görünüyordu.
Kullanıcıların okumak ve bilgi almak
gibi ihtiyaçlarının yanında deneyimlerini
paylaşmak, yorumlar eklemek, bilgi alışverişinde bulunmak, katkı sağlamak, kendini bir
grubun üyesi olarak görmek ve soysal statü
kazanmak gibi doğal ihtiyaçları da vardı.
Fakat Web 1.0, özellikleri itibariyle bunu
sağlayamazdı. Ancak belki o yıllarda böyle
bir ihtiyaç yoktu, zira bugün geriye doğru
baktığımızda, kazanılmış hak olarak gördüğümüz şeylerden dolayı böyle bir analiz
yapıyor olabiliriz.
Kısaca Web 1.0, internette yayınlanmış
olan ve daha çok metne dayalı bilgilerin pasif bir şekilde ve tek taraflı olarak alınması
demektir.
Web 2.0
Web 1.0’ın ihtiyaçlara yeterince cevap verememesinden dolayı Web 2.0 doğmuştur.
Web 2.0, web-insan etkileşimini sağlayan
web teknolojileri olarak nitelendirilebilir.
İnternet kullanıcılarının ortaklaşa ve paylaşarak meydana getirdikleri sistemi ifade
eder. İnternette sunulan içeriğin kullanıcılar
tarafından oluşturulmasına ve bu içeriklerin
başkaları ile paylaşılabilmesine imkân verir.
Sosyal ağ siteleri, bloglar, web tabanlı Wikipedia gibi özgür ansiklopediler, iletişim
araçları ve benzeri çevrimiçi araçlarla etkileşim ve paylaşımla gerçekleşir.
Sosyalleşme ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik çabaların bir sonucu olarak blog,
wiki, podcast, RSS, API AJAX, XML ve
benzeri teknoloji ve uygulamalar ortaya çıkmış, bunların kullanımı yaygınlaşmıştır.
Web 2.0 uygulamalarının geliştirilmesiyle birlikte, tasarım alanında gelişmeler de
meydana gelmiştir. Blog ve benzeri sitelerin
kullanıcılar tarafından oluşturulmaya başlanmasıyla birlikte, tasarımda da estetik ve
zarafet ihtiyacı artmıştır. Bu bağlamda web
tarayıcıların özellikleri geliştirilmiştir. İnsanlar, artık 5 dakika içerisinde kendilerine
ait bir web alanına sahip olabilir hale gelmiş ve hiçbir teknik bilgi sahibi olmadan da
ağustos 2014
109
haberajanda
Teknoloji
bunu yapabilmeye başlamışlardı. Hatta çoklu ortamda resim, ses, video paylaşılabiliyor,
yorumlar ekleyebiliyor ve diğer insanlarla
etkileşim içinde de olabiliyorlardı.
Web 2.0, O’Reilly Media tarafından
2004’te kullanılmaya başlayan bir kavramdır
ve ikinci nesil internet hizmetlerini (toplumsal iletişim siteleri, wikiler, iletişim araçları, folksonomiler) internet kullanıcılarının
ortaklaşa ve paylaşarak meydana getirdiği
sistemi tanımlar. Kavramın tam anlamı tartışmaya açıktır. Tim Berners-Lee gibi teknoloji uzmanları da Web 2.0 ifadesinin tam
anlamının ne olduğunu sorgulamışlardır.
AJAX, SOA, bıcır (widget) gibi teknolojik
terimlerle açıklanmaya çalışılan Web 2.0,
gerçekte bir teknolojik anlayıştır. Teknolojik
araçlar, bu yaklaşıma hizmet edecek yardımcı araçlardan ibarettir.
Web 2.0, web hizmetini iyileştirmek
amacıyla ziyaretçilerin siteye katılımını
(participation) sağlamak ve de yine aynı
amaçla diğer sitelerle ve ziyaretçilerle
işbirliği (collaboration) yapmak fikrine
dayanan bir akımdır. Haberdar olmayı ve
katılımı kolaylaştırmak amacıyla AJAX,
bıcır, sosyal paylaşım linkleri ve RSS gibi
teknolojiler kullanılabilmektedir. Siteler
kendi aralarında işbirliği yapmak amacıyla SOA, XML, WebService gibi teknolo-
110
ağustos 2014
jiler kullanmaktadırlar.
Bu akımda içeriğin sınıflandırılmasından
(etiketleme-tagging) zenginleştirilmesine
kadar (örneğin Wikipedia) her türlü büyük
küçük katkı teşvik edilir ve memnuniyetle
karşılanır. Bu vesileyle -basit bir dille- Web
2.0, Wikipedia, Youtube, Flickr, del.icio.us,
Ekşi Sözlük, Facebook, Twitter, Pinterest,
Instagram ve benzeri sosyal ağ sitelerinin
kullanıcılarının ziyaret ettikleri en popüler
internet siteleridir.
Günümüz internet kullanıcıları Web
2.0 teknolojisini kullanıyorlar. Ancak daha
bunu bile tam kavrayıp uyum sağlamamışken şimdi de yeni internet teknolojisi olan
Web 3.0 ile tanışmak zorunda kaldılar.
Web 3.0
Web 3.0, internet kontrolünün insanın
elinden çıktığı ve kendi kendini yönettiği
bir web dünyasıdır. Web 3.0, cihazlar arası
etkileşimle internetin kendi kendini meydana getireceği bir web dünyası olacaktır.
İnternet üzerindeki tüm bilgi ve ilişkiler,
sadece insanlar tarafından değil, makineler
tarafından da anlaşılabilecektir. Makineler,
insanlar gibi bilgileri hafızaya alacak ve birçok alanda en uygun olanlarını yine insanlara sunacaktır. Kontrol yapay zekâlı teknolojilere bırakılacak, üretilen girdileri işleyip
anlamlı çıkarımlar yaparak aynı zamanda
bağımsız uygulama ve veritabanlarını birbiriyle konuşturan uygulamalar bütününü
algılayabilecektir.
Semantik veya ontolojik web (anlamsal
web) de denilen Web 3.0 uygulamalarının
ulaşacağı ideal nokta, kişiye özel öğrenen
akıllı robot olması anlamına gelecek düzeyde olacaktır. Çünkü bu robotlar önce
okuyor, sonra okuduğunu anlıyor, sonra da
yorumluyorlar; tüm bunlar saliseler içinde
gerçekleşiyor. Akıllı robot, kullanıcıların
kişi veya üye olunan grup bazında webdeki
davranışlarına göre kendi kendine öğreniyor
ve mantıksal çıkarsamalar yaparak sunuyor.
Üstelik bu akıllı robotların öğrenme eğrileri, insanlardan ve internet gezintilerinden
bilgi aldıkça dikey bir şekilde ivmelenerek
artıyor.
Daha kısa bir ifadeyle Web 3.0, Türkiye
ve dünyada, internet alanında yaşanan gelişmeler ışığında Web 2.0 devrimiyle sanal
dünyaya aktarılan içeriklerin anlamlandırılması olarak tanımlanmaktadır.
Web 3.0 için “kişiye özel internet” tanımını yapmak pek de yanlış olmasa gerek.
Bu dönem, semantik web kavramının ortaya çıktığı dönemdir. Günümüzde internet
kullanımı tüm dünya üzerinde oldukça yaygın bir hal aldı. Birçok iş, internet üzerin-
Dr. Nurettin Alabay
den yapılmaya başlandı. Her şey internetten
aranıyor, ancak aramalarda işe yarayacak
sonuçları bulmakta zaman zaman güçlük
çekiliyor ve çok zaman kaybediliyor. Web
3.0, semantik arama ile aradığını bulmakta
kolaylık sağlayacak bir dönem olacaktır.
Bu dönemde değişim süreci ilk olarak
metinler, daha sonra resimler ve videolar
üzerinde “semantik arama” şeklinde devam
edecektir. Bu dönemin temelleri geçtiğimiz
yıllar içerisinden atılmaya başladı ve buna
dair uygulamaya başlayan sitelerse şimdiden
mevcut durumdalar.
Web 3.0 ve semantik web
Web 3.0 teknolojileri için “leb demeden
leblebiyi anlayan” internet de denilebilir.
Dünya nüfusunun sadece yüzde 20’sinin
web erişimi olmasına rağmen, web teknolojisi baş döndüren bir hızla gelişmeye devam
ediyor. Web 3.0, semantik web demektir.
“Semantik” kelimesinin anlamı ise “anlambilim” veya “anlamsal” demektir.
Bill Gates’in “Web 3.0 yapay zekâdır” ve
ünlü bilişim yazarı Nicholas Carr’n “Web
3.0 insan gibi düşünecek” şeklindeki açıklamalarına birçok uzman da “Web 3.0, mobil
teknolojide devrimdir” diyerek katkıda bulunuyor.
Özetle tüm dünya kullanıcılarının oluşturduğu devasa boyutlarda bir veritabanı
var ve Web 3.0, yüksek hıza sahip internet
sayesinde “sezgi sahibi yapay zekâ” uygulamalarından yararlanarak “semantik” teknolojisi ile bu veritabanına ulaşıyor ve kullanıcı,
doğrudan araştırılan konuya yönlendiriliyor.
Web teknolojileri ve
hayatımızdaki değişimler
İlk internetin ortaya çıktığı yıllarda, Web
1.0 teknolojileri bile kullanıcıların başını
döndürmeye yetmişti. İlk defa bir noktadan bir noktaya veriler, ağ üzerinden gönderilebiliyordu. Kurumların uzaktan webe
koydukları verileri binlerce insan kullanabiliyordu. Hatta birtakım araştırmalar bile yapılmaya başlanmıştı. Bu, aslında Web 2.0 ile
zirveye çıkan insanların yalnızlık içerisinde
sosyalleşmelerinin de temellerini oluşturuyordu.
Web 2.0 ile birlikte bloglar, Facebook ve
Twitter gibi sosyal paylaşım başladı. Artık
herkes içindekini yazmak ve başkalarıyla
paylaşmak istiyordu. Birden, dünyada milyonlarca yazar meydana geldi. Artık insanlar,
gittikleri lokantaları, kafeleri ve yediklerini
sosyal ağlarda paylaşıyor ve aynı tecrübeyi
sonradan yaşamak isteyenlere fikir veriyorlardı. Böylelikle aynı yerlere ilişkin başka
kişilerin tecrübeleriyle birleştirilince bilgi,
neredeyse ortak bir akıl ortaya çıkıyordu.
Mobil cihazların yaygınlaşması da bu
yapılanlara katalizör etkisi yapıyordu. Artık
herkesin elinde bir akıllı telefon bulunuyordu. İnsanlar açık ansiklopedilerde ve wikilerde bildiklerini yazıyor, başkaları da onları
doğrulayabiliyor, yanlışlayabiliyor veya ilaveler yapabiliyordu. Herkes her türlü bilgiyi
paylaşmaya başladı. Bu paylaşılan bilgiler,
zaman içerisinde bilgi kirliliği de yapabi-
liyordu. Artık internette bilgi kirliliğinden
dolayı, aranan bilgilere doğrudan erişilememesi noktasına gelindi. Artık kullanıcıların
istediği doğru bilgiyi önlerine getirecek
akıllı bir teknolojiye ihtiyaç vardı ki bu da
Web 3.0’dı.
Web 3.0, hayatımızda pek çok şeyi değiştirecek gibi görünüyor. Semantik arama
yöntemi ile kullanıcılar, doğru bilgiye daha
kısa zamanda ulaşmaya başlıyor. Hatta bu
semantik arama yöntemi, tüm dünyada en
çok kullanılan Google arama motoruna
Yandex adında rakip bir marka ortaya çıkardı ve Yandex, tanıtımlarında semantik
aramayı öne sürdü.
Semantik metin aramanın ardından, Google ve Facebook gibi firmalar işi bir adım
ileri götürerek resim ve fotoğraf konusunda da semantik arama üzerine çalıştıklarını
açıkladılar. Hatta artık videolar bile semantik aranabilecek. Peki, bu durum kullanıcıları nasıl etkileyecek?
Artık bir siteye girdiğinizde sizin ilgi alanlarınıza uygun reklamlar (adsense) önünüze
gelecek. Şaşıracaksınız bunun nasıl olduğuna. Hatta bir siteye girip pazarlama kitaplarını incelemenin ardından, Google veya
Yandex’e geçip “pazarlama” yazdığınızda tarayıcı, sadece pazarlama kitaplarını önünüze
getirecek. Kullanıcılar işlerine yarayan ya da
yarayabilecek verilerle muhatap olacaklar.
Gelecek web teknolojilerine hazır mısınız? Değilseniz, kaybedersiniz…
Eğer bir kullanıcı, hafta sonu sinemada
aksiyon türündeki bir filmi seyredip çıkışta
da şöyle lezzetli bir kebap yemek istiyor ve
oradan da trafiğe takılmadan eve dönmek
istiyorsa, arama seçeneklerinde şunu belirtmesi yeterli olacak: “Şu saatte aksiyon filmi
izlemek, kebap yemek ve en kısa yoldan
evime dönmek istiyorum.” Bu cümleyi bilgisayar anlayarak onunla ilgili siteleri önüne
getirecektir kullanıcının. Ve bilgi kirliliği
olmadan, sadece konuyla ilgili seçenekler
sunacaktır. Bu, bilgisayarın kişiye özel seçenekler sunması anlamına gelmektedir.
Web 3.0 ile internet, artık robot gibi
değil, bir insan gibi davranacaktır. Kişisel
sorular sorarak aranan konular bulunabilecektir. Robotlaşan bilgisayarlar bu tür
kolaylıklar sunarken, insanların da öğrenmekten vazgeçip robotlaşmamasına dikkat
edilmelidir.
ağustos 2014
111
Yurtiçi ve yurtdışı vip turlar…
Yurtdışı ve yurtiçi tüm havayolları
ve hızlı tren yetkili acentası…
Alemara Turizm Seyahat Acentası
İzmir Cad. Arık İş Merkezi No: 36/22-23 Kızılay-Ankara
Tel: 0312 4241323 - 0553 2812737 - 05324044237
E-mail: [email protected]

Benzer belgeler