İSTANBUL: PLANLAMA ve SİYASET
Transkript
İSTANBUL: PLANLAMA ve SİYASET
TMMOB Şehir Plancıları Odası 5. İSTANBUL BULUŞMALARI “İSTANBUL: PLANLAMA ve SİYASET” Yayına Hazırlayanlar: Kumru Çılgın Alev Karadeniz Ece Özden Pak Pınar Tutaşı Sezi Zaman Ekim, 2011 İSTANBUL 1 İletişim ve Sekreterya TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Adres : Cihannüma Mahallesi Akdoğan Sokak Başar Apartmanı No:6-7 Beşiktaş / İstanbul Telefon : 0212 275 4367 – 0212 288 9960 Faks : 0212 272 9119 e-posta : [email protected] – [email protected] Web : www.spoist.org – www.spo.org.tr 2 İS TA NBUL: PLANLA MA ve SİYASET Tarih: 11 - 12 Ekim 2011 Yer: İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Taşkışla 127 1. GÜN 09.30 – 10.00 Kayıt İşlemleri 10.00 – 10.30 Açılış Konuşmaları Prof. Dr. Handan TÜRKOĞLU (İTÜ ŞBP Bölüm Başkanı) Tayfun KAHRAMAN (TMMOB ŞPO İstanbul Şube Başkanı) Necati UYAR (TMMOB ŞPO Genel Başkanı) Prof Dr. Orhan HACIHASANOĞLU (İTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı) Prof. Dr. Muhammed ŞAHİN (İTÜ Rektörü) 10.30 – 11.15 Tematik Sunuş Prof. Dr. Ruşen KELEŞ 11.15 – 11.30 Çay-Kahve Arası 11.30 – 13.30 Açılış Oturumu: Planlama ve Siyaset Moderatör: Erhan DEMİRDİZEN (ŞPO) Raportör: Arş. Gör. Gökçer OKUMUŞ Konuşmacılar: Prof. Dr. Yılmaz BÜYÜKERŞEN (CHP Eskişehir Büyükşehir Bel. Bşk.ı) Ahmet TURGUT (Şehir Plancısı – MHP MYK Üyesi) Prof. Dr. Fatma ÜNSAL (MSGSÜ) Hami YILDIRIM (Şehir Plancısı – AKP Burdur Milletvekili) 13.30 – 14.30 Yemek Arası 14.30 – 16.30 2. Oturum: İstanbul’da Planlar ve Büyük Kentsel Projeler Moderatör: Prof. Dr. İclal DİNÇER (YTÜ) Raportör: Yard. Doç. Dr. Tuba İNAL ÇEKİÇ Konuşmacılar: Nazmi DURBAKAYIM (İstanbul İnşaatçılar Derneği Başkanı) Adnan GÜRDAL (Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı) Doç. Dr. Hatice KURTULUŞ (İstanbul Üniversitesi) Doç Dr. Pelin Pınar Özden (İstanbul Üniversitesi) Asuman YEŞİLIRMAK (Mimar) 3 2. GÜN 09.30–10.00 Kayıt İşlemleri 10.00 – 12.00 3. Oturum: Planlama, Siyaset ve Ulaşım Moderatör: Tayfun KAHRAMAN (ŞPO) Raportör: Kumru ÇILGIN Konuşmacılar: Prof. Dr. Mesture AYSAN BULDURUR (İTÜ) Dr. Orhan DEMİR (Şehir Plancısı – Ulaşım Uzmanı) Adnan EKİNCİ (Ulaştırma Bakanlığı-Bakanlık Müşaviri) Prof. Dr. Haluk GERÇEK (İTÜ) Metin KÜÇÜKOĞLU (Karayolları I. Bölge Müdürlüğü Etüt, Proje ve Ulaşım Başmühendisliği) 12.00 – 13.00 Yemek Arası 13.00 – 15.30 4. Oturum: Kent ve Muhalefet Moderatör: Prof. Dr. Fatma ÜNSAL (MSGSÜ) Raportör: Yard. Doç. Dr. Hale MAMUNLU Konuşmacılar: Dr. Şükrü ASLAN (MSGSÜ) Esra BALCI (İstanbul S.O.S) Yard. Doç. Dr. Erbatur ÇAVUŞOĞLU (MSGSÜ) Cemal EJDER (Sarıyer Mahalle Dernekleri Platformu) Prof. Dr. Deniz İNCEDAYI (Mimarlar Odası İstanbul Şube Başkanı) 15.30 – 16.00 Çay-Kahve Arası 16.00 – 17:00 Kapanış Oturumu: Değerlendirme ve Serbest Kürsü Moderatör: Prof. Dr. Aykut KARAMAN (MSGSÜ ŞBP Bölüm Başkanı) Konuşmacılar: Erhan DEMİRDİZEN (ŞPO) Prof. Dr. İclal DİNÇER (YTÜ) Tayfun KAHRAMAN (ŞPO) Prof. Dr. Fatma ÜNSAL (MSGSÜ) 4 Sunarken … Bu yıl İstanbul Buluşmaları, özellikle Genel Seçim süreci ve düşündürdüklerinin ardından Planlama ve Siyasetin bir aradalığının yarattığı tabloya odaklandı. Önceki yıllarda “İstanbul’da Büyük Projeler”, “Belirsizlik Ortamında İstanbul’un Planlama Gündemi”, “Kriz ve İstanbul” ve ‘İstanbul: Kültür, Başkent, 2010’ başlıklarıyla düzenlenen ‘İstanbul Buluşmaları’ etkinliğinin beşincisi, planlama ve kent gündemine düşen siyasetçilerin ürettikleri yeni projeler sonucu ‘siyaset ve planlama’ özelinde bir tartışmayı başlatmak üzere yapıldı. Bu gündem üzerine şekillenen İstanbul Buluşmaları’nın beşincisi 11–12 Ekim 2011 tarihlerinde “İstanbul: Planlama ve Siyaset” başlığıyla her yıl olduğu gibi, TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü ve Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ortaklığıyla İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ev sahipliğinde gerçekleştirildi. Kentsel mekanı şekillendirme isteğindeki siyasetin yarattığı İstanbul’un mekansal, toplumsal, ekonomik ve yönetimsel açıdan açıklanması gereken yönlerini ele alan etkinlikte, ‘Planlar ve Büyük Kentsel Projeler İkilemi’, ‘Kent ve Muhalefet’ ve ‘Planlama, Siyaset ve Ulaşım” alt başlıkları ile planlamanın evrensel ilkeleri üzerinden çok değerli değerlendirmeler yapıldı. Planlar ve Büyük Kentsel Projeler İkilemi başlığı altında siyasetin genel seçimler ile daha görünür olan İstanbul politikasının gerekçeleri nelerdir, neden planlama kurumu bu kadar parçalı hale getirilmektedir, neden her kurum kendi içinde merkezileşmektedir, projelerin yatırımlara katkısı ne olmaktadır, uzun vadede kente ve kentliye getireceği yararlar var mıdır? sorularının cevapları yanıtlarını buldu. En önemlisi ise bu başlık ile merkezi yönetimin kentlerin üst ölçekli plan kararları ile yönetilmesi için yeni düzenlemeler gerçekleştirirken planları devre dışı bırakan projelere imza atması ile oluşturduğu çelişki ortaya kondu. Planlama, Siyaset ve Ulaşım oturumu ise İstanbul’un ulaşımının ilk akla gelen kent sorunu olma özelliğini, geçmişte olduğu gibi, bugün de korumakta 5 olduğunu gösterdi. Oturumda ulaşımın tüm kente etkisi tartışılırken, bu etkilerin artık araç sayıları ve kullanım oranlarındaki değişimler, trafikteki rahatlama veya sıkışıklığın artması gibi alışılagelmiş yansımaların ötesine geçtiğini; ulaşımın arazi kullanım kararlarıyla birlikte ele alınmadığı ve parçacı bir yol izlendiği vakit ne denli geri dönüşü zor izler bıraktığı ortaya kondu. Özellikle plan değişiklikleri ile plan bütünlüklerinin tamamen bozulması sonucu, ulaşım sorununun nasıl içinden çıkılmaz bir hale getirildiği vurgusu ön plana çıktı. Planlama ve siyaset ana gündemi oluştururken kaçınılmaz bir başlığımız ise kentlilerin siyasi projelere karşı geliştirdikleri muhalefet biçimlerini tartışan Kent ve Muhalefet oturumu oldu. Kentsel muhalefetin kavramsallaştırılmasına yönelik tartışmalara odaklanarak, uygulama süreçlerine ışık tutacak pratik sonuçlar elde etme amacının altının çizildiği oturumda, ilk olarak planlama paradigmasının araçsal akılcılıktan iletişimsel akılcılığa doğru tarz değiştirmesi ve kentlinin özne olduğu planlama karar süreçleri çerçevesinde kentsel muhalefetin nasıl konumlandırılması gerektiği tartışması gerçekleştirildi. Mekanın metalaşması ve planlamanın mekan için mücadele eden bir konum almasının gereği vurgulanırken; sosyal devleti zayıflatan politikalara karşı güçlenen ve sınıf temelli toplumsal hareketlerin yerini alan kentsel toplumsal hareketler ile planlamanın kesişme noktası olan kentsel muhalefetin durumu ele alındı. Planlama ve Siyaseti konuşurken birçok değinilmeyen başlığın ortaya çıkmasına ve tartışılmasına olanak sağlayan, başarılı ve heyecanlı bir tartışma ortamı hazırlayan etkinliğin gerçekleşmesinde emeği olanları tebrik etmek gerekiyor. Bir yıl boyunca etkinliğin şekillenmesi için sürekli bir araya gelen ve etkinliğin oluşmasını sağlayan Düzenleme Kurulu ve Etkinlik Sekretaryası başta olmak üzere, tüm Meslektaşlarımıza, Konuşmacı Dostlarımıza ve Danışma Kuruluna katkıları ve verdikleri emek için teşekkür ederiz. Her İstanbul Buluşmalarında söylediğimiz gibi bu tartışmalar ve bundan önce gerçekleşen İstanbul Buluşmaları umarız, İstanbul’un kentsel yaşamında ilerici fikirler üretmek ve bilgiyi yaşam ile sentezlemek için çıkılan yolda tarihe güncel olduğu kadar içerikli notlar düşülmesini sağlayacak ve İstanbul’un sürekli değişen gündemini takip edenler için başvuru kaynakları olacaktır. İstanbul’un çok sıcak gündemini tartışmaya açan TMMOB Şehir Plancıları 6 Odası İstanbul Şubesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü ve Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünün ortak gayretleri ile ortaya çıkan bu kitabın da gelecekte yapılacak olan çalışmalara katkı sağlamasını ve yol gösterici olmasını bekliyoruz. Tayfun KAHRAMAN TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Başkanı 7 8 İSTANBUL BULUŞMALARI 2011 11-12 Ekim 2011, istanbul Teknik Üniversitesi EREN KÜRKÇÜOĞLU- Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Orhan Hacıhasanoğlu ve saygıdeğer misafirler; 5. İstanbul Buluşmaları etkinliğine hoş geldiniz. İstanbul Buluşmaları etkinliği; 2007 yılından itibaren her yıl belirli temalar çerçevesinde Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümlerinin, farklı konuları ele alan bir tartışma platformu oluşturma amacıyla ortaklaşa düzenledikleri bir organizasyondur. . Bu etkinlik çerçevesinde politikacılardan meslek uzmanlarına, merkezi yönetimden yerel yönetimlere, meslek odası temsilcilerinden sivil toplum örgütlerinin temsilcilerine, uluslararası, ulusal ve yerel düzeydeki geniş kesimlerin bir araya getirilmesi hedeflenmektedir. Bu yıl 5.si düzenlenmekte olan İstanbul Buluşmaları etkinliğinin teması, “İstanbul: Siyaset ve Planlama” olarak belirlenmiştir. İki gün sürecek etkinlik boyunca gerçekleşecek oturumlarda kent ve planlama-siyaset ilişkisi mekansal, toplumsal, ekonomik ve yönetimsel açıdan ele alınacaktır. Etkinliği başlatmak ve açılış konuşmasını yapmak üzere İTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanı Sayın Prof. Dr. Handan Türkoğlu’nu kürsüye davet ediyoruz. Prof. Dr. HANDAN TÜRKOĞLU- Sayın Dekanımız, sayın katılımcılar; İstanbul Buluşmaları 2011 kapsamında gerçekleştireceğimiz “İstanbul: Siyaset ve Planlama” konulu iki gün sürecek olan etkinliğimize hoş geldiniz. İlk kez 2007 yılında “İstanbul’da Büyük Projeler” ve daha sonraki yıllarda “Belirsizlik Ortamında İstanbul’un Planlama Gündemi”, “Kriz ve İstanbul”, “İstanbul Kültür Başkent 2010” başlıklarıyla düzenlenen İstanbul Buluşmaları etkinliğinin 5.si bu yıl İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin ev sahipliğinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Yıldız Üniversitesi ve Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi işbirliğiyle gerçekleştirilecektir. 9 Etkinliğin amacı, İstanbul’daki şehir planlama eğitimi veren üniversitelerimiz ve şehir plancıları tarafından İstanbul’un güncel sorunlarının tartışılmaya açılmasıdır. Sağlıklı, doğal kentsel çevrelerin oluşturulması, sürdürülebilirliğin sağlanmasında fiziksel, sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal kriterlerin göz önüne alınması, kentler için doğal ve yapay eşiklerin belirlenmesi, kentsel büyüme ve değişim süreçlerinin tanımlanması, farklı boyutlarının ve etkilerinin araştırılmasıdır. Planlı bir gelişme için kentsel yayılmanın kontrolü amacıyla öngörülerde bulunabilmek, kentsel planlamanın en önemli faaliyet alanıdır. Planlama disiplini çerçevesinde kentlerin geleceğini ilgilendiren arazi kullanımı, ulaşım, yapılaşma ve hassas alanların korunmasıyla ilgili kararlar planlama hiyerarşisi içinde bütüncül bir bakış açısıyla mevcut durum analizlerine dayalı olarak verilir. Oysa son yıllarda ülkemizde karar vericiler ve planlama disipliniyle meslekler arasında tartışmalara neden olan kentleşme sorunlarına çözüm bulmak amacıyla üretilen hızlı projeler, evrensel planlama ilkeleri ve kentsel planlama disiplini açısından bakıldığında, planlama hiyerarşisi içinde yer bulamamaktadır. İstanbul’un tarihi, coğrafi, kültürel, ekonomik ve mekansal karakteristikleri göz önüne alındığında, alt ölçekte verilecek kararların, üretilecek projelerin üst ölçekli plan ana ilkelerinde yer alan doğal ve tarihi çevrenin korunması, sürdürülebilir gelişmenin sağlanması ve büyümenin kontrolü, kentsel dayanıklılığın artırılması gibi kavramlarla ele alınması gereği vardır. 2009 yılında yapılan 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’nda doğal hassasiyet gösteren alanların korunması ve kentin kuzeye gelişim eğiliminin kontrol altına alınması, kent merkezindeki ulaşım yükünün hafifletilmesi, kentsel yaşam kalitesinin artırılması ilke olarak benimsenmiştir. Ancak kentin geleceğini ilgilendiren kararların parça parça tasarlanmış projelerle (dermatit alanları) ve üst ölçekli planların temel yaklaşımlarının göz ardı edilerek verildiği izlenmektedir. İstanbul Buluşmaları’nın bu yılki teması çerçevesinde, düzenlenen planlar ve büyük kentsel projeler ikilemi, planlama ve siyaset arasında kalan ulaşım, kent ve muhalefet başlıklı oturumlarla planlama ve siyaset ilişkisinin değerlendirildiği tartışmaların yapılması planlanmaktadır. Toplantının gerçekleşmesinde bizden desteğini esirgemeyen dekanımız Prof. Dr. Orhan Hacıhasanoğlu’na, Düzenleme Kurulu üyelerine, bizi kırmayarak davetimizi kabul eden ve deneyimlerini bizlerle paylaşan değerli konuşmacılara 10 teşekkürlerimi, şükranlarımı sunuyor ve toplantının başarılı ve verimli geçmesini diliyorum. Teşekkür ederim. EREN KÜRKÇÜOĞLU- Sayın Bölüm Başkanımıza konuşması için teşekkür ediyor ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Sayın Tayfun Kahraman’ı konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyoruz. TAYFUN KAHRAMAN- Sayın Dekanım, değerli hocalarım, değerli meslektaşlarım, çok değerli öğrenci arkadaşlarımız; hepiniz hoş geldiniz. Öncelikle Sayın Prof. Dr. Handan Türkoğlu’nun da aktardığı üzere, bu yıl İstanbul Buluşmaları’nın 5.sini düzenliyoruz. Daha önce her yıl İstanbul’da o yılın gündemini oluşturan ve İstanbul’daki planlama gündemini belirleyen konulara ilişkin yaptığımız etkinliklerin bu yıl 5.sindeyiz. İlki Sayın Prof. Dr. Handan Türkoğlu’nun bahsettiği gibi, o yıl İstanbul’da neler tartışılıyordu, onlardan bahsettik. Bugün İstanbul’da 2010 yılında en çok bahsettiğimiz gündemimiz, siyaset oldu. Elbette ki, 12 Haziran seçimlerinin tam öncesinde açıklanan seçim beyannamelerinden İstanbul’daki tüm siyasi partilerin açıklamalarına baktığımızda hepsi kent ve özellikle İstanbul üzerine büyük vurgular içeriyordu. Değerli Düzenleme Kurulu’nun da takdiri bu doğrultuda oldu ve 2011 yılının gündeminin İstanbul’da planlama ve siyaseti tartışmak üzerinden şekilleneceğini öngördü. Hepiniz çok iyi biliyorsunuz çılgın projeler, İstanbul’daki büyük altyapı projeleri, iki yeni şehir projesi ve benzeri pek çok proje telaffuz edildi. Bizler de etkinliğimizde, bu projelerin özellikle de planlama gündemimize ve kent planlamaya etkilerini tartışacak bir program hazırlamaya çalıştık. Tabii ki, burada üç üniversitenin Mimar Sinan, İstanbul Teknik ve Yıldız Teknik Üniversitelerinin desteklerini, değerli hocalarımızın katkılarını unutmamak gerekir. Bizler Şehir Plancıları Odası olarak bu üç bölümle bugün beşincisini düzenlediğimiz etkinliğe devam etmekten ve bunu gelenekselleştirmekten büyük bir gurur duyuyoruz. İnşallah bundan sonra da bu etkinlik gelenekselleşerek, İstanbul gündemine ilişkin tarihe not düştüğümüz etkinliklerimiz daha da zenginleşecektir. Tabii hep birlikte tartışmaları izleyeceğiz, hep birlikte tartışmalara yön vereceğiz. Fakat en önemlisinin, İstanbul’a yön veren siyaseti ve planlamayı belirleyen bu tartışmalarda pek çok fikre ve çok farklı katılımcılara yer veren bir platform hazırladığımız için de bu ortamın sizlerin izlemesi anlamında da ilginç 11 sonuçları olacağı düşüncesindeyim. Umarım bu zengin tartışma ortamı, her düşünceye ve her fikre bir zemin hazırlayacak ve herkese kendini ifade etme şansını sunacaktır. Tekrar tüm katılımcılara ve tüm değerli konuşmacılara katkıları için teşekkür ediyorum. Özellikle Düzenleme Kurulu’na ve bu etkinliğin gerçekleştirilmesine yardımcı olan tüm arkadaşlarımıza buradan tekrar teşekkür etmek istiyorum, hoş geldiniz. EREN KÜRKÇÜOĞLU- Sayın Kahraman’a konuşması için teşekkür ediyor ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Şehir Plancıları Odası Genel Başkanı Sayın Necati Uyar’ı konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyoruz. NECATİ UYAR- Sayın Dekanım, değerli hocalarım, değerli meslektaşlarım, İstanbul Şubemizin düzenlemiş olduğu İstanbul Buluşmaları’na katıldığınız için hepinize Şehir Plancıları Odası Yönetim Kurulu adına teşekkür ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. 5.si gerçekleşen İstanbul Buluşmaları’nın bu yılki konusu “Siyaset ve Planlama”. Tayfun Bey’in de söylediği gibi bu yıl gerçekten planlamayla siyasetin iç içe geçtiği medyanın da etkisi ve desteğiyle belki bütün Türkiye’de çılgın projelerin, siyasi kararların ya da siyasi birtakım elma şekerlerinin halka sunulduğu, belki bazı aldatmacaların siyaset eliyle doğrudan planlama kararıymış gibi halka sunulduğu bir yılı yaşadık. Gerçekten çok ciddi bir tartışmalı dönem geçtik. Gelecekte nasıl anılacaktır, bu projelerden hangileri gerçekleşecektir, gerçekleştiğinde nasıl sonuçları olacaktır, bu sağlıklı tartışmalar yapılamadan anılan projelerin gerçekleşmesi durumunda Türkiye kentleri nasıl bir şekil alacaktır bunu yaşayarak göreceğiz sanıyorum. Ancak siyaset ve planlama ilişkisi Türkiye’de iki kurumsal yapının yıllardan bu yana var olan ilişkisi, yani kentsel mekana yönelik gerek mekansal, toplumsal, ekonomik, yönetsel birtakım kararları veren bir arada olması gereken ayrışamayacak iki kurumsal yapının, siyaset kurumunun ve planlama kurumunun yaşadığı çelişkiler son yıllarda giderek büyüyor. Bu çelişkinin önemli bir noktasında da Türkiye’de Şehir Plancıları Odası duruyor ve gerçekten geçmiş yıllarda belki tartışma ortamlarında siyasetle planlama iç içe bir arada olabilirken, tartışabilirken ne yazık ki bu tartışmayı son yıllarda ancak yargı yoluyla yapmaya başlamış durumdayız. Planlama ve siyaset ilişkisine Türkiye gündeminde bakıldığında yargı üzerinden yürüyen yargı kararlarıyla, mahkemelerde verilmiş kararlarla, 12 bilirkişiler tarafından verilmiş kararlarla yürüyen bir süreç yaşıyoruz. Bunun yanı sıra son yıllarda planlamaya yönelik siyasetin müdahalesi her yargı kararından sonra bu yargı kararını devre dışı bırakmaya çalışan birtakım siyasi kararları da ardı ardına gözlemliyoruz. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne bağlı odalar içinde yargıda bugün için devam eden dava sayısı en çok olan oda, üye sayısı diğer odalarla kıyaslanamayacak kadar az olsa da Şehir Plancıları Odası’dır. Ne yazık ki bugün geldiğimiz bu durum, mesleğimiz açısından dava konusu yapılan planların da şehir plancıları elinden çıkmış olması nedeniyle üzücü bir tabloyu karşımıza koyuyor. Şehir Plancıları Odası’nın, farklı siyasi müdahaleler ya da yasal düzenlemelerle karşılaşmazsak önümüzdeki yıllarda en önemli gündemlerinden biri de, yargının yanı sıra başlamış olan disiplin süreçleri ve bu süreçlerin sonunda diplomasıyla bu işi yapan meslektaşlarımızın bir bölümünün de gerçekten bu planlama alanından uzaklaştırılmasıyla sonuçlanacak bir gidişin görülüyor olmasıdır. Ne yazık ki, şu anda içinde bulunduğumuz durum mesleğimiz açısından, şehir planlama mesleği açısından, ülkemiz kentleri açısından hiç iç açıcı bir tabloyu karşımıza koymamaktadır. Böyle bir durumda siyaset ve planlamanın İstanbul açısından tartışılacağı bu etkinlikte iki gün boyunca bazı konuların daha açık, daha net konuşulabileceği bir ortam yaratılmasını diliyorum. Siyasetle planlamanın tartışma ortamlarını ne yazık ki son yıllarda kendi içimizde de yaşayabiliyoruz meslek insanları olarak. Ne yazık ki geçmiş yıllardan farklı olarak siyasetçilerle doğrudan bu tartışmaları yapamaz hale geldik. Karşılıklı konuşmalarda umarım tüm katılımcılar buradaki iki günlük etkinliğe katılırlar ve bu tartışma ortamını bize sunarlar. Ancak ne yazık ki Türkiye’nin her yerinde siyasetle planlamanın, bundan sonra da önümüzdeki birkaç yıl için en azından net ve belli olan gündemi; tartışmalar, yargıda süren hesaplaşmalar ve karşılıklı suçlamalarla sürecek gibi görünüyor ve böyle bir gündem içinde Şehir Plancıları Odası’nda Yönetim Kurulu üyeliği yapmak, Oda’nın genel başkanlığını yapmanın beni açıkçası üzdüğünü de belirtmek istiyorum. Hepinize bugün burada olduğunuz için, katıldığınız için teşekkür ediyorum, etkinliğe destek veren bütün bölümlerimize de ayrıca teşekkür etmek istiyorum, sağ olun, var olun. EREN KÜRKÇÜOĞLU- Sayın Uyar’a konuşması için teşekkür ediyor ve İTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Orhan Hacıhasanoğlu’nu konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyoruz. 13 Prof. Dr. ORHAN HACIHASANOĞLU- Saygıdeğer hocalarım, değerli başkanlar, öğretim üyeleri ve sevgili öğrencilerimiz; önce toplantıya katılmak isteyip, ancak yurtdışındaki görevleri nedeniyle burada bulunamayan rektörümüz Prof. Dr. Muhammed Şahin ve rektör yardımcımız Prof. Dr. Ahsen Özsoy’un sevgi ve selamlarını ileterek başlayayım. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Taşkışla binasına hoş geldiniz. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesinin Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü, Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümleriyle Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nin birlikte düzenledikleri İstanbul Buluşmaları 2011’e ev sahipliği yapmaktan büyük gurur ve onur duymaktadır. Bu yıl buluşmanın ana teması: “İstanbul: Planlama ve Siyaset” olarak belirlenmiş. Sevgili konuşmacılarımız, hem Bölüm Başkanımız, hem Oda Başkanımız konuyla ilgili 2011’de neden bu konunun seçildiğiyle ilgili açıklamalarda bulundular. Aslında sadece 2011 yılında değil, herhalde pek çok yerde planlama ve siyaset aslında kol kola gitmesi gerekirken, tabii ki çıkar çatışmalarının olması nedeniyle pek çok zaman da karşı karşıya gelmektedir. Aslına bakarsanız sadece planlama değil, biraz daha genişletirsek planlama ve tasarım, siyasetçilerin ideolojilerine bağlı veya popüler yaklaşımlarına bağlı olarak zaman zaman araç olarak kullanılmaktadırlar. Bunu çok rahatlıkla gene önceki konuşmacıların belirttiği gibi son dönemlerde daha yaygın olarak görmekteyiz. Ancak öte yandan tasarım ve planlama, siyasetten bağımsız olarak veya siyasetle kol kola toplumsal fayda, refah ve gelişme için vardır. Çünkü tasarımcı ve plancının en temel amacı, toplumun daha da öznel olarak belki kullanıcısının faydasına birtakım işleri gerçekleştirmektir. Bu noktada zaten karşı karşıya gelme durumu gündemde olabilir. Siyaset ve planlama, genellikle yapıları ve temel amaçları nedeniyle karşı karşıya geldiğinde -bu çarpışma veya karşı karşıya gelmenin demokratik ve katılımcı olması durumunda- ortak sonuçlara ulaşan yaratıcı fikirler geliştirilebilir. Burada önemli olan anahtar sözcük, herhalde demokratik ve katılımcı olmaktır. Konunun uzmanı olmadığım için bu konuyu çok uzatmayayım ve teşekkürlerle tamamlayayım. Bildiri sunarak, konuşmacı olarak, moderatörlük yaparak katılımda bulunan tüm katılımcılara, değerli 14 hocalarımıza, politikacılara, yerel yöneticilere, Oda’ya, temsilcilerine ve toplantıyı düzenleyen İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanları’na ve değerli öğretim üyelerine, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’ne, Başkanına, Yöneticilerine ve üyelerine tüm katkıları için teşekkürlerimi sunarım. İTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanlığı öğretim üyeleri, öğrencileri, çalışanları adına tüm katılımcıları sevgi ve saygılarımla selamlıyorum, hoş geldiniz. EREN KÜRKÇÜOĞLU- Sayın Dekanımıza konuşması için çok teşekkür ediyoruz. “İstanbul: Siyaset ve Planlama” temalı etkinliğin ilk oturumuna geçmeden önce tema sunuşunu yapmak üzere Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Sayın Prof. Dr. Ruşen Keleş’i kürsüye davet ediyoruz. Duayen hocamız uzun yıllar şehircilik mesleğine yayınlarıyla değerli katkılar yapmıştır. Kendisine tema konuşmasını yapmayı kabul ederek, toplantımızı onurlandırdığı için teşekkürlerimizi sunarız. Prof. Dr. RUŞEN KELEŞ- Heyecanlandım, siz bitirmeden kürsüye koştum gördüğünüz gibi. Sayın Dekan, Şehir Plancıları Odası’nın değerli Başkanı, değerli öğretim üyesi arkadaşlarım, sevgili öğrenciler ve konuklar; bu toplantıyı düzenleyenlerin burada bugün bu açılış konuşmasını bana ödev olarak vermelerinden dolayı çok mutluyum, kendilerine teşekkür ediyorum. Uzun yıllar İstanbul Teknik Üniversitesi ile yakın ilişkilerim oldu. O yıllarda gördüm ki, İstanbul’da tasarım, planlama ve mimarlık konularında öğretim yapılan belli başlı üç kurum arasında sürekli bir kopukluk olmuştur. 5 yıldan beri bu kopukluğun böyle çok verimli bir işbirliğine dönüşmesini görmekten duyduğum mutluluğu bu vesileyle ifade etmek istiyorum ve arkadaşlarımızı bu başarılarından dolayı kutluyorum. Konuşmama başlamadan önce uzun yıllar kendileriyle çok yakından işbirliği yapmış olduğumuz rahmetli Prof. Kemal Ahmet Aru’yu, Sayın Prof. Dr. Gündüz Özdeş’i ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim üyelerinden rahmetli Sefa Erkün’ü bu vesileyle saygıyla anmak istiyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum. Planlama ve siyaset ilişkileri üzerinde duracağımız bu iki günlük toplantıda beni konuşmacı olarak çağırırken arkadaşlar Siyasal Bilgiler 15 Fakültesinde 50 yıldan uzun bir süre öğretim üyeliği yapmış olmamı düşünmüş olmalıdırlar. Planlama konularıyla da bir nebze meşgul olan bir kişi sayıyorlar galiba beni, o nedenle çağırmışlardır, tekrar teşekkür ediyorum. Öğrencilerimden bir kısmı toplantı salonunda, onlar yakından bilirler ki, ben insanların gözüne bakarak derslerimi yapmayı tercih ederim. Fakat burada pek çoğunuzun bilmediği bir sözcüğü kullanmak istiyorum, o da kıraat etmektir. Kıraat etmek elindeki bir metni okumaktır, kıraathane okunulan bir yer değil, tavla oynanan yerdir, o ayrı bir şeydir. Fakat ben kıraat etmekle, elimdeki metni okumakla bana ayrılan zamana sadık kalmak, onu aşmamak gibi bir amaç güttüğümü belirteyim. Planlama ve siyaset ilişkileri üzerine olacak olan konuşmamı dört bölüme ayırdım. Kavramlar hakkında kısa birkaç söz söylemek istiyorum. Sonra planlama ve siyaset, siyasetçi-planlama ve siyaset ilişkileri üzerine konuşacağım. Üçüncü bölümde Türkiye ve İstanbul için birkaç söz söylemek istiyorum. Sonra da birkaç cümleyle toplantıda bana ayrılan konuşmayı sonuçlandırmaya çalışacağım. Varmak istediğimiz hedeflerle elimizdeki kaynaklar arasında denge kurmak, o hedeflere bizi yaklaştıracak olan araçlar içinden tercihler yapmak anlamına gelen planlamanın bir rasyonel davranış biçimi olduğunu biliyoruz. Ülkemiz ve sizin meslek topluluğunuz planlama kavramına hiç de yabancı değildir. Toplumumuz yerel düzeyde imar faaliyetlerinin planlanmasına 1930’lu yıllardan bu yana, bölge ve ülke çapındaki planlama girişimlerineyse 1960’lı yıllardan beri yakından tanık olmuştur. Öte yandan siyaset geniş anlamda erk, iktidar savaşımı, mücadelesi anlamına geliyor. Bazen siyaseti partizanlık olarak değerlendirenler de vardır. Dar anlamdaysa politika veya siyaset belli sektörlerde hayata geçirilmesi istenen ilkeler bütününü anlatmak amacıyla kullanılıyor. Bu anlamda siyasete ‘policy’ diyenler de vardır. Tıpkı eğitim politikası, sağlık politikası, para politikası, dış politika denildiğinde siyaset nasıl bu ikinci anlamında kullanılıyorsa, öyle anlaşılmaktadır. İster dar anlamda olsun, ister geniş anlamda olsun siyasal yaşamın temel kurumları dediğimiz zaman aklımıza belli başlı üç kurum geliyor. Bunlar; yasama, yürütme ve yargıdır. Her üç erk de kentleşme sürecini etkileyen, kentleri biçimlendiren kararların alınmasında ve uygulanmasında çok belirleyici bir rol oynarlar. Her ne kadar sık sık erkler ayrılığından söz ediliyorsa da, erkler ayrılığı diye bilinen ilkeye göre sözünü etmiş olduğum 16 yasama, yürütme ve yargıdan herhangi birinin ötekilerin görev alanına giren konularda yetki sahibi olmamaları gerekiyorsa da, uygulamada bu kurala gereği gibi uyulmadığını gösteren sayısız örnekler vardır. Kentleşme, imar ve planlama bu iç içeliğin çok sık ve en iyi biçimde gözlemlenebileceği konuların başında gelmektedir. Planlama, genel yasal çerçevesini Anayasanın ve yasaların, yani yasama organının çizdiği, fiilen uygulanmasındaysa yürütme organının görevli olduğu bir kamusal etkinlik türüdür. Dolayısıyla imar ve planlama ile siyasetin iç içeliği konular niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu çok açık bir gerçektir. Burada bir yatay birliktelik söz konusudur Bu yatay birlikteliğe yürütmenin her türlü eylem ve işlemini hukuki açıdan denetim yapmakla görevli olan yargıyı da katabiliriz. Öte yandan bir başka birliktelik daha söz konusudur. Kentleşme, imar ve planlama konularında kimi ülkelerde ve Türkiye’de merkezi yönetimle yerel yönetimler arasında da görünüşte bir dikey birliktelik söz konusudur. Görünüşte diyorum, çünkü ülkemizde planlama yetkileri açısından uzunca bir süreden beri, ama özellikle son yıllarda, birliktelikten çok bir merkezileşme olgusuyla karşı karşıya olduğumuz dikkat çekiyor. Bu duruma sadece 3194 sayılı İmar Yasası’nın 9. maddesi değil, bir dizi başka yasal düzenlemeler de olanak vermektedir. GAP İdaresi Başkanlığı, Özel Çevre Koruma Kurumu, Özelleştirme Yönetimi, Devlet Demiryolları, TOKİ, Çevre ve Şehircilik, Turizm ve Kültür, Orman ve Su Bakanlıkları bu merkezileşme eğilimine verilebilecek örneklerden sadece birkaçıdır. 3 ay kadar önce 645 sayılı Yasa gücünde bir kararnameyle kurulmuş olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevleri gözden geçirilirse, planlamada merkezileşme eğiliminin devam etmekte olduğunu açıkça görebiliriz. Kararnamenin birkaç maddesinde yeni kurulan Bakanlığa, sayıları çoğaltılan işlev alanlarında her tür ve ölçekteki nazım ve uygulama imar planlarıyla parselasyon planlarının yapılması yetkisinin verildiği görülmektedir. Kuşku yok ki, sağlıklı ve düzenli bir kentleşmenin gerçekleştirilmesinde Merkezi Yönetim Kuruluşlarının bu sürece karışmasının hizmetin niteliği ve etkinliği, kalitesi yönünden sağlayabileceği yararlar olabilir. Ancak bu konuda ölçünün kaçırılması kamu yönetiminin gereksinmesi olan eşgüdüm ve denetim ilkelerinin kağıt üzerinde kalmasına yol açar. Öte yandan merkezi kuruluşlara tanınan planlama yetkilerinin çoğu kez kentlerin yürürlükteki nazım planlarıyla bütünleşmeyen büyük çaplı yatırım projelerini gerçekleştirme amacında olmaları düzenli kentleşmenin bu koşullar altında hayal bile edilemeyeceğini gösterir. 17 Ülkemizdeki durum bunun da ötesinde bir başka açıdan daha sakıncalar taşıyor. O da Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na taraf olmuş olan Türkiye’nin attığı merkezileşme adımlarıyla ve üstelik siyasal sorumluluk taşıyan kişilerin yerelleşme doğrultusundaki sürekli söylemlerine karşı uluslararası bir sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülüğün gereğini görmezden geliyor olmalarıdır. Bütün ısrarlı demokratikleşme söylemlerine karşın son yapılan yasal düzenlemelerde meslek odalarının yetkilerinin tırpanlanmış olması ve Koruma Kurulları’nın göreceli özerkliğinin bile sınırlandırılması, planlama ve siyaset arasındaki ilişkiler açısından tabiri caizse hiç de seviyeli bir birliktelikten söz edilemeyeceğini göstermektedir. Şimdi izin verirseniz planlama, plancı ve siyaset ilişkileri üzerine birkaç düşüncemi dikkatlerinize sunayım. Rahmetli Kemal Ahmet Arû Hocamız ve sevgili dostum Mehmet Çubuk 1990’lı yılların başında Dünya Şehircilik Günü’nde İzmir’de yapılan bir toplantıya, bugün olduğu gibi beni bir açılış konuşması yapmaya davet ettiler. Onların isteği üzerine “Siyaset Dışı Planlamadan Plansız Siyasete” başlıklı bir konuşma yaptığımı anımsıyorum. O toplantıda yaptığım gözlemlerden bugün de buradaki konuşmamda yararlanmak istiyorum izninizle. Savunduğum görüş özetle şuydu: Ülkemizde belli bir dönem boyunca planlamanın ve plancının siyasetin dışında tutulması amaçlanmıştır. Ne yazık ki, çok zaman geçmeden bunun hem olanaksız, hem de yararsız olduğu görüldü. Çünkü planlama süreciyle, planlamayla ve plancıyla siyasal kurumlar ve kişiler arasında sağlıklı bir etkileşimin sağlanması planlı çalışmaların başarısı için şarttır. Ülkemizde bu gerçek geç de olsa bir ölçüde kavranmıştır. Siyasetin partizanlık ve siyasetçinin buyruğuna girmek olarak algılanmadığı koşullar altında bu etkileşimden yararlı sonuçlar da doğabilir. Çünkü belediyeciliği ve plancılığı salt birer teknik bilim dalı olarak öğrenmek ve uygulamaya çalışmak sorunları çözmeye yetmiyor. Bu konular kurumsallaşmış uzmanlık gerektiren konular olarak ele alınıp, tümüyle teknokratlara bırakıldığı zaman başarılı bir belediyecilik ya da plancılık yapılmış olunmuyor. Siyaset adamına, siyasal partilere ve siyasi sürece karşı da büyük bir güven duymayan plancı teknokrat kendi kafasında kurduğu alemin birden bire çöküverdiğini görerek, genellikle düş kırıklığına uğrayabiliyor. Ülkemizde hem merkezi plancıların, hem de yerel yönetimlerde görevli teknokrat belediyecilerin çoğu kez birbirleriyle rahatça anlaşabilen, anlaşabildikleri halde dileklerini, özlemlerini, önerilerini bir türlü 18 gerçekleştiremediklerine ve yalnız kaldıklarına sık sık tanık olmuşuzdur. Çünkü kullandıkları dili yalnız kendileri anlamış çoğu kez, onu halkın ve siyasetçinin anlayacağı biçime sokmak zahmetine hiçbir zaman katlanmamışlardır. Bir İngiliz bilim insanı bu siyaset dışı olmaya çalışan plancıları kendi aralarında rahatça anlaşabilen ama uçmaya güçleri yetmeyen sevimli penguen sürülerine benzetmektedir. Başarısızlığın kuşkusuz başka ve daha yapısal nitelikte olan nedenleri de vardır. Genel yarar, kamu yararı, toplum yararı ve ussallık gibi ilkeleri bir yana iten özel çıkar kümeleri kentin gelişme sürecinde her zaman kendi öznel isteklerini egemen kılmak için merkezi ve yerel yönetimler ve seçilmiş teknik kurullar üzerinde baskı yapmaktan geri kalmaz, teknokrat plancıları etkisiz duruma düşürürler. Onlar için rasyonellik kendi kazançlarının artması, rant açlıklarının giderilmesidir. Toplum yararı, kamu yararı ancak kendi çıkarlarıyla örtüştüğü oranda önem taşır. Geleceğin kuşakları için bir kaygı taşımazlar, planlar ve programlar kendi çıkarları için her şeyi her çareye başvurarak yozlaştırmak onların gündemindedir. Amaçlarını planlama sürecine katılarak değil, siyasal baskı ve nüfuz araçlarını kullanarak gerçekleştirirler. Teknokrat plancının iyi niyeti, kendi rasyonellik ve kamu yararı anlayışını bu karşı güçlere üstün kılmaya genellikle yetmez. Bunun tam karşıtı olan bir uygulama teknokrat plancıyı siyaset adamının seçilmiş kişilerin ve seçilmiş kurulların buyruğu altına sokmaktır. Plancının patronu gücünü halktan alan ve günün birinde halka hesap vermek durumunda olan politikacı olunca, halk, seçmen birden önem kazanır. Liberal demokrasilerde özel sektör kuruluşları da, sivil örgütler de halkın parçasıdırlar, onları halktan koparmaya olanak yoktur. Bu çerçevede siyasal güçler dengesi içinde teknokrat plancı, siyasal kadrolarca kendisine verilen görevi sessizce yerine getirmekle yetinen öteki bürokratlardan hiç de farkı olmayan bir kişidir artık. Bilgisini, teknik yeteneklerini ve kişiliğini görev alanına yansıtabilmesi, patronunun çizeceği sınırlara ve ona tanıyacağı özgürlüğe bağlıdır. Kentin bugünkü ve gelecekteki sorunlarının çözümünde kentliye kaynak, rant ve hizmet dağıtımında teknokratın fazla sözü yoktur artık. Buyruğu altında olduğu siyasetçinin ve siyasal kadroların isteklerine gerekçe hazırlamak, bu gerekçeleri sözde bilimsel kılıflara sokmak, bu modeldeki plancının başlıca görevidir. Çoğu zaman partizanlığı rasyonelleştirmek işini görev bilen bu tip plancıların kişiliklerini de geniş ölçüde yitirmek zorunda oldukları hiç kuşku götürmez. 19 Şimdi planlamayı etkili bir uğraş durumuna getirmek ve plancıyı kendi kurduğu düş aleminden çıkarıp ayaklarının yere basmasını sağlamak, planlamayla siyaset arasında sıkı bir bağ kurulmasını, planlamayla siyaset arasında bu bağın uygulamada da gerçekleşmesini zorunlu kılmaktadır. Ne yapılabilir? İlk adım, plancının politikacıya biraz daha fazla benzemeye çalışmasıdır. Bununla kastettiğim şey teknokrat plancının mesleki kişiliğini yitirecek ölçüde politikacının hizmetine girmesi, partizanlığa araç olması değildir. Amaç; siyaset olgusunu, siyasal güçler dengesini, halkın bileşimini ve kentlinin hak ve özgürlüklerini yakından tanıyacak duruma gelmesi, patronunun siyasi ideolojisiyle karar ve davranışları arasında tutarsızlıklar görürse onu uyarması, belediyeyi yöneten siyasal partinin ideolojik dileklerini devletin temel niteliklerinden ödün vermeye yanaşmaksızın kent yönetimine yansıtmanın yollarını bulabilmesidir. Plancının siyasallaşması gereğinin dayandığı temel neden yapacağı her önerinin kabul edilme ve uygulama şansının geniş ölçüde siyasal güçlere ve siyasal süreçlere bağlı olmasıdır. Planlamayı bir bilim ve teknik uğraş olarak görmeyi ihmal etmeksizin karar organlarına gerekçeli, ciddi ve inandırıcı görüşler sunmak onun görevidir. Her şeyi en iyi biçimde kendisinin bildiği, siyasetçinin kural olarak bilgisiz, anlayışsız, halkı düşünmeyen bir kimse olduğu görüşünde direnen plancılar yalnız kalmaya mahkûmdurlar. İkinci adım, politikacıların kendilerine çeki-düzen vermeleridir. Bu birinciden daha az önemli bir nokta değildir. Belediyecilikteki en yeni gelişmeleri izlemeleri, çalıştırdıkları plancılarla iletişim kurabilecek ölçüde teknik konulara yaklaşmalarını planı ve planlı çalışmayı kendi hareket özgürlüklerini ve siyasal davranışlarını kısıtlayıcı bir faktör olarak görme alışkanlığından uzaklaşmalarını gerektirir bu adım. Politikacı plancıyı, kendisine oy kaybettirecek değil fakat oy kazandıracak bir yardımcı olarak gördüğünde onunla işbirliği yapmaktan çekinmeyecektir. Kuşkusuz oy kazanma arzusu siyasetçiyle plancının işbirliğini her ne pahasına olursa olsun haklı çıkarmaz, oy artışına toplumsal adaletten, ekonomik rasyonellikten, genel yarardan, kentin doğal, tarihsel ve kültürel değerlerinden özveride bulunmaksızın elde edilmesi gereğini politikacılar ve plancılar sınırlayıcı bir etken olarak her zaman hatırlarında tutmak zorundadırlar. Son bir noktaya daha bu bağlamda değinmek isterim. O da halkı, kentin yönetimine ve bu arada planlama sürecine olabildiği ölçüde çok 20 katılmaya çağırmaktır ve bunu gerçekleştirmektir. Halkın kent planlama sürecine artan oranda katılması yalnız siyasetçinin, belediyenin, seçilmiş organların ve plancının görevlerini kolaylaştırmakla kalmaz; kentlinin birinci el bilgilerinin görüşlerinin, değerlerinin, özlemlerinin yönetime yansıyarak planlı çalışmalarının kalitesinin yükselmesini de sağlar. Avrupa Konseyi yetkili organlarının 2009 yılında Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın katılıma ilişkin kurallarını bir ek protokolle güçlendirilmiş olması çok önemli bir gelişmedir bu bakımdan. Yine Avrupa Konseyi’nin 1992 tarihinde kabul ettiği ve 2008’de “Yeni Bir Kentsel Manifesto” adıyla yenilediği, güncelleştirdiği “Kentli Hakları Şartı” adını taşıyan bir uluslararası sözleşmenin katılım konusuna ilişkin kuralları belediyeciler ve plancılar tarafından çok yakından ve ilgiyle izlenilmesi, öğrenilmesi gereken değerdedir. Bizim 5393 sayılı Belediye Yasamızın 2005 yılında getirdiği “Kent Konseyi” adını taşıyan katılım ihtiyacını karşılamak amacıyla oluşturulan kurulların, Kent Konseyleri’nin, belediyelerde ne ölçüde çalıştıklarını, yararlı olduklarını belediyeci arkadaşlarımızdan duymak, bu konularda araştırmalar yapmak aradan geçen 5-6 yıl içerisinde son derece önemlidir diye düşünüyorum. 1990’da başta bahsettiğim Kemal Ahmet Arû hocamızla Mehmet Çubuk’un benden istedikleri “Siyaset Dışı Planlamadan Planlamasız Siyasete” başlığını taşıyan konuşmada şimdiye kadar söylediklerime ek olarak şu nokta üzerinde de durmuşum: Açıkça görüyoruz ki, devletimiz 1980’li yıllardan itibaren planlamayı göstermelik bir fonksiyon olarak algılamaya başladı. “1980’lerden itibaren” bunun altını çiziyorum. Artık devlet planlamayı, salt bir biçimsel yaklaşımla gündemde bulundurmaktadır. Bu gelişmede hiç kuşku yok ki, dünyanın bir küreselleşme olgusuyla karşı karşıya olduğu gerçeğinin büyük payı var. Yeni bir liberalizm çağını simgeleyen bu değişiklik, kapitalizmi bütün dünyada egemen kılmanın ötesinde insanların tavırlarında ve davranışlarında, toplumların temel değer sistemlerinde bencilliği ve kısa yoldan varlıklı duruma gelmesi hareket noktası olarak alan bir dünya görüşünü temsil etmektedir. Dünya Bankası’nın 1990’lı yıllarda her türlü planlamaya karşı bir tavır alması ve gelişmekte olan ülkelere bu yolda telkinlerde bulunması sonucunda ülkemiz de dahil olmak üzere plancılığa neredeyse tarihe mal olmuş bir yöntem gözüyle bakılmaya başlandı. Artık geçmiş yüzyıllar içinde Adam Smith’in sözünü ettiği gizli el gizli olmaktan çıkmış, uluslararası finans kuruluşlarının resmi bir önerisi durumuna gelmiştir. Dünya Bankası’nın resmi 21 yayınlarında “Planı Bırak, Piyasaya Bak” kuralı açıkça yer alıyor. Ülkemizde de merkezi yönetim, geçen aylar içinde yapılan yeni düzenlemeler sonucunda Devlet Planlama Teşkilatı’nı kaldırmış ve Devlet Planlama Teşkilatı’nın görevlerini sıradan bir bakanlığa devretmiştir. İzin verirseniz bu genel kuramsal diyebileceğimiz girişten sonra Türkiye ve İstanbul üzerine birkaç noktaya değinip, sözlerimi tamamlamaya çalışayım. Planlama ve siyaset ilişkileri konusunda Türkiye için söylenecek olan her söz, yapılacak olan her değerlendirme İstanbul için fazlasıyla doğru ve geçerlidir. Bu nedenle İstanbul’un planlama sorunlarını siyaset ve planlama ilişkileri bağlamında çözümlemeyi, bu iki günlük toplantıda konuşma yapacak olan çok değerli bilim insanlarının ve uygulayıcıların konuşmalarına bırakarak, ben Türkiye’yle ilgili birtakım gözlemler yapmakla yetineyim. Siyasal iktidarlar, yeni liberal dönemin benimsetmeye çalıştığı kurallara ülkemizde genellikle karşı çıkmamakta, yeni düzenin gereklerine uyum sağlamaya çalışmaktadırlar. Birinci gözlem budur. Özellikle ulusal ve bölgesel planlar konusunda bu tavır çok açıktır. Kentsel planlamaya karşı açıkça tavır alındığı görülmemekle birlikte merkezi yönetimin ve sermayeyi temsil eden güçlerin türlü müdahaleleri sonucunda yerel planlar da uygulanamaz duruma gelmektedirler. Salt İstanbul’da birkaç yıl içinde Belediye Meclisi’ne getirilen plan değişikliği önerilerinin sayısı birkaç yüzü geçmektedir. Bu durumda genel planda devletçe benimsenen siyasal ideolojik tavırların işveren örgütlerinin, kimi sivil örgütlerin ve hatta üniversite öğretim üyelerinin davaya bağlılıklarının da büyük payı vardır. İstanbul’un pazarlanmasından söz edilmesi, Anadolu kentlerindeki ticari ve sınai hareketlenmenin büyük bir kalkınma hamlesinin uçuşun göstergeleri olduğunun savunulabilmesi kadar ileri gidilmesi bu anlayışın açık bir sonucudur. İkinci nokta şudur: Planlar ve plan değişiklikleri esas olarak toprakta rant yaratmayı ve belli çevrelere özellikle öncelikle aktarmayı amaçlıyorsa, planlamanın siyasetin dışında olduğunu söylemeye olanak kalır mı? Açılış konuşmalarında bu buluşmalardan bir tanesinin konusunun “Belirsizlik Ortamında İstanbul” olduğu söylenmiştir. Bence bu başlık doğru değildir. İstanbul’da her şey çok belirlidir ve önceden belirlenmiş durumdadır, söylediğim koşullar içerisinde. Rant yaratmayı ve paylaştırmayı özendirici politik kararlarla İstanbul’da geleneksel olarak kuzey doğrultusunda gelişmeye olanak tanımayan planlarda büyük gedikler açılmıştır. Bunlardan 22 su havzaları başta olmak üzere tüm ekolojik değerler payına düşeni almıştır. Ülke çapında ekolojik kaygıların planlamaya gereğince yansıtılmakta olduğunu söylemeye olanak yoktur. Jean François Pérouse isminde Galatasaray Üniversitesi’nde bir bilim insanının İstanbul üzerine yaptığı kimi gözlemlere göre “İstanbul’un kentleşmesi siyasi arenada yaşanan gidişatın bir sonucudur. Belediye himayesinde kurulan tek vücut hayali doğrultusundaki organik şehir modelinin ötesinde kamu düzenlemesi ve müdahalesi çok sınırlı ölçülerde kalmaktadır. Sınıf gerçeği dikkate alınmamaktadır” vesaire diye gidiyor. Toprak koruma ve arazi kullanımı adını taşıyan 5403 sayılı bir Kanunumuz var. Esas olarak tarım topraklarının korunması amacıyla çıkarılmış bir yasadır bu, fakat bu yasa tarım topraklarının yasadışı işgaller sonucunda açılan kullanımlara ayrılmasına olanak tanıyor. Bunun anlamı şudur: Yasaya aykırı davrananlar birtakım olup-bittiler oluşturmuşlarsa tarım toprakları üzerinde, bunlar için yasa bir tür imar affı getirmektedir. Bu yasada en son 2 yıl önce yapılan bir değişiklikle Bursa Ovası yeşilliğini tümden kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Çünkü bu değişiklik, sadece bu değişiklik özel yasa bu konularda çıkarılmaması gerektiği halde Kargil isimli bir firmaya orada tarım topraklarını işgal etmek şansını tanımıştır. Üçüncü nokta: Gerçekte küreselleşme; kent, kültür, doğa, tarih, çevre değerlerine duyulan saygıda da büyük bir erozyona yol açmaktadır. Plan karşıtlığının dışında değer sistemlerindeki genel yozlaşmadan bütün bu değerler derece derece zarar görmektedir. Anayasamızın öngördüğü ve uluslararası sözleşmelerde de güvence altına alınmış olan çevre hakkı fiilen kullanılamaz duruma gelmiştir. Medyanın kullandığı reklamlar arasında kısa yoldan zengin olmayı özendiren sayısız sloganlar var. Ben radyoyu açtığım zaman bazılarına rastlıyorum, iki tanesini size okuyayım: “Factoring, paralar tring”. Bir başkası şöyle: “Alın, verin, bize kulak verin, ekonomiye can verin”, Bunlardan birkaçı. Dördüncü nokta: Özellikle taşınmaz mal piyasasının hareketliliğinin arttırılması ülkemizde resmi politika olarak adeta benimsenmiştir. Günümüzde sonradan önemli bir Bakanlıkta bakan olarak görev yapmaya başlayan bir kişi bir dergiye birkaç yıl önce yazmış olduğu yazıda bakınız ne diyor; “Ülkemizde devlet en büyük toprak ağasıdır, ağalık toplumsal, ekonomik, sosyal -burada bir yanlış yapmış, toplumsalla sosyal aynı 23 şeylerdir, tekrar etmiş onu, benim yanlışım değildir bu- ve siyasal gelişmelerin önünde ciddi bir engeldir. Devlet özellikle büyük şehirlerin civarında bulunan arazilerine sahip çıkmamakla ülkemizdeki çarpık kentleşmenin ve hazine arazilerinin yağmalanması sonucu yüksek arazi rantlarının doğmasının temel sorumlusudur. Bu durum yurttaşlarımızı çarpık rant ekonomisi düzeninde suçlu konumuna düşürmektedir. O halde devlet bütün taşınmazlarını, elindeki arazileri ekonomiye kazandırmak için satmalıdır”. Benzer görüşler başka bir Bakanlar Kurulu üyesince de dile getirildi. 2007 bütçe sunuş konuşmasında o günkü Çevre ve Orman Bakanı sanki Bakanlığının görevi ormanların korunması değil de, elden çıkarılmasıymış gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi Plan ve Bütçe Komisyonu’na şu görüşleri yansıtıyor: “Ormancılık politikamızın hedefi -dikkat buyurun- ormanların imarı ve ıslahıdır”. Islahını anlamak mümkündür, ama imarını anlamak mümkün değildir. Tekrar ediyor: “Ormancılık politikamızın hedefi devlet ormancılığından millet ormancılığına geçmektir”. Bu çok açık ifadedir. Bu düşünceler nedeniyledir ki değerli dinleyiciler, bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak yitirmiş olan ormanların 2B diye bilinen yasal kural çerçevesinde kullanıcılarına satılması sürekli olarak gündemdedir. Son seçimler öncesinde 2B yarışmasına ana muhalefet partisi sözcülerinin de sahip çıkmış olmaları işin vahametinin bir başka ölçüsü olarak değerlendirilebilir. Turizmin özendirilmesine ilişkin 2634 sayılı Yasada, hazineye ait taşınmaz mallarla ormanların kültür ve turizm amaçlarına ayrılmasına ilişkin düzenleme Danıştay’ın başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesince iptal edilmişse de, yasama organı yargıyla adeta didişircesine sürekli olarak yapılaşmaya yol açan yetkileri genişletmeyi sürdürmüştür. Buna Şehir Plancıları Odası Başkanı arkadaşımızın açılış konuşmasında da kısaca değinildi. Oysa Danıştay’ın yorumunda şöyle deniliyor: “Her ne kadar orman arazilerinin turizm yatırımlarına tahsis edilmesinde, ayrılmasında kamu yararı olduğu düşünülebilirse de, ormanların orman olarak korunmasındaki kamu yararı üstün nitelikli bir kamu yararıdır. Ormanlık alanlarla hazine arazilerinin siyasal iktidarların takdirine bağlı olarak turizm ve benzeri amaçlarla yapılaşmaya açılması doğal kaynakların sürdürülebilirliği konusunda devletin uluslararası planda vermiş olduğu sözlerle de bağdaşmamaktadır.” 24 Taşınmaz malı ve özellikle toprağı hızla el değiştirmesi gereken bir meta sayan ve öyle olduğu için ancak ekonomiye kazanç sağlayabileceği anlayışı taşınmaz malı bir ulusal servet ve doğal kaynak olarak değil, rant aracı olarak görmenin bir sonucudur. Rant emek ürünü olmayan kazanılmamış bir gelir anlamına gelir ekonomide. Ankara’da tarihsel Kızılay Binası’nın yıkılması kararından sonra yeni yapılacak yapının şantiyesine bir tabela astılar, tabelanın üzerindeki büyük harflerle şu dikkati çekiyordu: “Kızılay Rant Tesisleri”. Kent bilimde rant ve rantçılık övünülebilecek değil, utanılacak, sıkılma duygusu yaratan sözcükler olarak bilinir. Bu durumun günümüzde tersine döndüğünü gösteren o kadar çok örnek var ki, yalnız Ankara’da, İstanbul’da değil, her yerde maalesef. Böylece kentsel toprak kullanım değeri için değil, fakat değişim değeri nedeniyle aranan ve sürekli olarak el değiştirmesi öngörülen bir araç durumuna indirgenmektedir. Ünlü kent bilimci David Harvey’in deyişiyle, insan onuruna ve doğal değerlere saygılı kentler yaratmak, insanlara kent hakkı sağlamak yerine kapitalist düzenin kendi varlığını sürdürebilmesi ve ayakları üzerinde durabilmesi için toprak bir araç durumuna gelmiş olmaktadır. Son olarak izninizle TOKİ’den bahsetmek isterim. TOKİ felsefesine ve uygulamalarına kısaca bakmak, günümüzün kentleşme imar ve planlama anlayışları açısından son derece de öğretici dersler içerir. Çünkü planlamayla siyaset ilişkileri konusunda bunların öğretici, bundan sonra atılacak adımlar için ders alınması gereken yönleri vardır. Gerçekte henüz yasalaşmış olmayan Kentsel Dönüşüm Yasası’nın yasal dayanağını oluşturan birtakım parçacıl düzenlemeler bugüne kadar yapıldı. Sayın Belediye Başkanımıza da, Büyükşehir Belediye Başkanımız sevgili kardeşim Yılmaz Büyükerşen’e hoş geldin diyorum. Henüz Kentsel Dönüşüm Yasası yasalaşmış değildir, kadük olmuştur. Fakat onun felsefesini yansıtan birtakım düzenlemeler başka yasalara girmiştir. Bu yasalardan bir tanesi 2005 yılında “Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılmasına” ilişkin 5366 sayılı Yasadır. İkincisi, Kuzey Ankara girişiyle ilgili bir yasadır. Bu da 2004 yılında çıkmıştır. Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Yasası ve nihayet 5393 sayılı Belediye Yasamızın bir maddesinde belediyelere kentsel dönüşüm girişimlerinde bulunmak için yetki veren kuraldır. Dolayısıyla kentsel dönüşümle ilgili yasa çıktığı takdirde aynı felsefe uygulamaya yansıtılmış olacaktır. Tasarıdaki esaslar da zaten bunun böyle olduğunu göstermektedir. 25 Buna göre kentsel dönüşüm projelerinin dayandığı temel düşünce gecekondu alanlarında kamunun harcamalarıyla oluşturulmuş olan artı değerin, rantın paylaştırılmasıdır. Tamamen bu esasa dayanmaktadır. Bu yöntem 1990’lı yıllarda Ankara Büyükşehir Belediyesince Portakal Çiçeği ve Dikmen Vadisi projelerinde uygulanan yöntemden farklı değildir. İkinci olarak; devlet içinde devlet olma yolunda hızlı adımlarla ilerleyen TOKİ, uygulamalarını proje temeline göre gerçekleştirmekte, kent planlarının bütünlüğünü bozmaktadır. Konut edindirmede önceliğin dar gelirli ve yoksul sınıflara verilmesi gerekirken TOKİ’nin yaptığı hasılat paylaşımı adıyla varlıklı sınıflar için de harcama yapabilmektedir. Hatta daha da ileri giderek sınır karakolları, okullar, hastaneler ve yabancılar için konut yapmayı tasarlayabilmektedir. Bütün bunlar eldeki kaynağın almaşık maliyetinin, alternatif maliyetinin iktisatçıların terimleriyle TOKİ için çok yüksek düzeylere vardığını gösteren örneklerdir. Bunlar önemsiz hizmetler değildir. Fakat bunlar başkalarının yapması gereken TOKİ’nin kuruluş amacına ters düşen kamu hizmetleri türleridir. Öte yanda burada konuşmacı olan iki değerli arkadaşımızın da sizlere anlatacağı gibi Sulukule ve benzeri yerlerde olduğu gibi yoksullar yerinden edilmekte, kent hakkı, hatta temel insan haklarına aykırı davranışlar gösterilebilmektedir. Planlama ilkelerinden sapmanın ulusal düzeyde benimsenmiş siyasal tavırlarla çok yakından ilişkisi olduğu düşüncesindeyim. TOKİ projelerinin genellikle gereksiz ölçüde yüksek yapılardan oluşan ve çevreye uyum koşullarından yoksun topluluklar olduğu açıkça dikkat çekmektedir. Ekonomik ve toplumsal yaşamla bütünleşmiş olmayan konut topluluklarının gerçek anlamda bir dönüşümü ne ölçüde gerçekleştirebildikleri akla gelen sorular arasındadır. Az önce de değindiğim gibi ayrıca TOKİ’ye yasalarla tanınmış olan yetkiler, planlama yetkileri yerel yönetimlerin özerkliği açısından o kadar büyük sorunlar yaratıyor ki, Türkiye uluslararası arenada vermiş olduğu sözlerin gereğini nereden neden yerine getiremediğini açıklamakta zorluk çekecektir. Bu durumda son söz olarak şunu söyleyeyim TOKİ çalışmalarıyla ilgili olarak: Kentsel dönüşüm anlayışımızı süratle dönüştürmek zorundayız. Bitirirken ne diyebilirim? Planlama ve siyaset arasındaki dengenin planlama aleyhine giderek bozulmakta olduğu, plan düşüncesine saygının sarsıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu gidişten İstanbul da payına düşeni 26 almakta gecikmiyor. Kent kimliğinin korunması çabalarının sonuçsuz kaldığı açıkça görülmektedir. Kenti ve çevresini biçimlendiren güçler daha çok küreselleşmenin istemlerini karşılamaya yönelmiş durumdadır. Küreselleşme ulusal politikalar belirleme ve uygulama şansını giderek azaltıyor. Egemenlik kavramının bile sorgulanmakta olduğu bu dönemde siyasetçi halktan aldığı güce dayanarak kendisini her dilediğini gerçekleştirebilecek konumda görüyor. Bu yanlıştır. Teknokrat plancıyı fiilen dışlama eğiliminden kentler ve bu arada İstanbul geniş çapta zarar görmektedir. Siyasal güç sahipleri uzmanlığın sesine, sivil örgütlenmelere, meslek odalarının görüşlerine kulak vermenin demokrasinin gereği olduğunu öğrenmelidirler. Kentsel çevrenin yozlaşmasında etkili olan denge bozukluklarının giderilebilmesi için şimdi işaret edeceğim bozulan dengelerin eski durumuna getirilmesi gerekir. Korumayla kullanma, ekolojiyle ekonomi, bireysel çıkarlarla toplumsal çıkarlar, kısa erimli çıkarlarla uzun erimli çıkarlar ve son olarak devlet ve siyaset adamlarının söylemleriyle eylemleri arasındaki bozulan dengelerin yeniden kurulması için çaba harcanmalıdır. Örgütlü ya da örgütsüz rant arayışları dışında toplumun hiçbir kesimine uzun erimde kazanç sağlamayan toplumsal maliyeti çok yüksek bir kentleşmeyi planlarla denetim altına almanın yeni bir düşünce olmadığını her zaman hatırlamalıyız. Ama kesin çözümün de, unutmamalıyız ki, halkın bütün bu konuları rahatlıkla kavrayabilecek bir bilinçle sorunlarına sahip çıkmasında çözümün saklı olduğunu hiç unutmamalıyız diyor, sizleri, hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum arkadaşlar. EREN KÜRKÇÜOĞLU- Sayın Hocamıza tema sunuşu için teşekkür ediyoruz. Etkinliğimiz 15 dakikalık çay, kahve arasından sonra “Planlama ve Siyaset” başlıklı açılış oturumuyla devam edecektir. 27 1. OTURUM “PLANLAMA ve SİYASET” ERHAN DEMİRDİZEN- Efendim, 5. İstanbul Buluşmaları’nın “Planlama ve Siyaset” başlığını taşıyan ilk oturumumuza, ben izin verirseniz konuşmacılarımızı buraya davet ederek başlamak istiyorum. İlk konuğumuz olan Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanımız Prof. Dr. Sayın Yılmaz Büyükerşen Hocamızı davet etmek istiyorum. İkinci olarak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Sayın Fatma Ünsal’ı davet ediyorum. Son olarak şehir plancısı meslektaşımız, aynı zamanda Milliyetçi Hareket Partisi Merkez Yürütme Kurulu üyesi Sayın Ahmet Turgut’u davet ediyorum. Ben tabii konuşmalar başlamadan önce, davetimizi kırmayarak kabul eden ancak birkaç gün önce sağlık sorunları nedeniyle katılamayacağını üzülerek bildiren ve bugün aramızda olamayan Adalet ve Kalkınma Partisi Burdur Milletvekili meslektaşımız Sayın Hami Yıldırım’ı duyurmak istiyorum. Katılamama nedeni bu şekildedir, yoksa dediğim gibi kendisi de planlama ve siyaset ilişkilerini hem bir plancı, hem de bir siyasetçi olarak bugün aramızda olarak tartışacaktı. Ancak bugün ne yazık ki aramızda yok. Bugünkü oturumumuzda üç konuşmacımız var. Aslında ilk konuşmayı Sayın Fatma Ünsal’a vermek üzere kendimi programlamıştım ama şimdi Sayın Başkanımız programı nedeniyle yola çıkmak durumunda olduğu için O’nu biraz önce almak istiyorum izninizle. Çünkü konuşmaların birbirini takip etmesi ve tamamlaması açısından belli bir oturum kurgusuna burada ihtiyacımız var doğrusu. Planlama ve siyaset ilişkileri Sayın Ruşen Keleş’in sabahki tematik konuşmasıyla belirli bir çerçeveye oturdu hepimizin kafasında. Sayın Fatma Ünsal o konuşmayı aslında devam ettirerek kendi konuşmasına girecek, planlama ve siyaset ilişkisi üzerine konuşacak ve biraz daha planlamadan bahsedecekti. 28 Prof. Dr. YILMAZ BÜYÜKERŞEN- Planlama olduğu için planı da öyle yapmışsınız, o zaman Fatma Hanım başlasın, ben geç yola çıkayım. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Benim için hiçbir sakıncası yok Sayın Başkan. Prof. Dr. YILMAZ BÜYÜKERŞEN- Yok, bozmayalım. ERHAN DEMİRDİZEN- Çok teşekkür ediyoruz. Sayın Fatma Ünsal’a söz veriyoruz. Sayın Fatma Ünsal, sabahki tematik konuşmaya biraz daha planlama perspektifinden bakarak anlatacaktır belki. Çünkü sabahki konuşmayı, bizim de biraz kavramsal olarak uzağında olduğumuz siyaset bilimi açısından algılamaya çalıştık. Plancılar olarak siyaseti nasıl görüyoruz, siyaset bizim açımızdan planlamayı kendi içeriğinden uzaklaştıran, kendi teknik niteliğini kaybettiren bir alan mı, yoksa bizim açımızdan da sabahki tematik konuşmanın ruhuna uygun olarak düzeyli bir ilişki tanımlanabilir mi? Ruşen Hocamın deyimiyle söylemek gerekirse, bu düzeyli ilişkinin kriterlerinin çerçevesi ne olmalı? Sayın Fatma Ünsal, buyurun efendim. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Teşekkürler Sayın Başkan. Her şeyden önce tüm katılımcıları saygıyla selamlayarak başlamak istiyorum. Ben bugün sizlere Sayın Başkanın da belirttiği gibi planlamayla siyasetin ilişkisini bir kent plancısı perspektifinden ele almaya çalışacağım. Özellikle formasyonum gereği elbette ki böyle yapmak durumundayım ama zaman zaman hukuk, zaman zaman kamu yönetimi alanlarına gireceğiz. Bu konularda özellikle Sayın Hocamın yanında sürçülisan edersem affola. Sunumu üç kısımdan oluşmak üzere planladık: İlk kısımda planlamayla siyaset arasındaki kurumsal temellerinden başlayan kavramsal ilişkisini irdelemeye çalışacağım. İkinci aşamada çok hızlıca Türkiye’deki son dönem planlama mevzuatındaki değişikliklerle ilgili kısa bir eleştirel değerlendirme yapmaya çalışacağım. Son aşamada ise İstanbul’da yakın dönemde bitirdiğimiz bir araştırma projesinin bulgularından hareket ederek, İstanbul’un o patolojik gelişme yapısının geri planındaki siyasi süreçleri kısaca yorumlamaya çalışacağım, sürenin elverdiği oranda. Planlamanın çok temel, belki de kalın çizgileriyle tanımını hatırlayarak başlamakta yarar var. Her ne kadar salon ağırlıklı olarak kent plancılarından oluşsa da -ki sabah Ruşen Hocamız da bu tanımı daha kapsamlı biçimde 29 yaptı- planlama aslında arazi dahil tüm kaynakların eşitlikçi düzenleme aracıdır. Dolayısıyla planlama özünde hareket noktası bu olan bir meslek alanıdır. Bunu her zaman aklımızda tutmamızda yarar var. Fakat kaynak dağılımında içinde bulunduğumuz ekonomik yapının, ekonomik-politik yapının temel yapısal özellikleri belirleyici olduğu için ve şu anda küresel liberal iktisadi bir düzenden söz ettiğimiz için, kaynak dağılımı içinde eşitsizlikler barındıran bir dağılım ve eşitsizliğin olduğu her yerde siyaset olduğu için, eşitsizlik temel siyaset konusu olduğu için piyasa güçleri tarafından belirlenen bu siyaset ortamıyla, eşitsizlikler barındıran bu siyaset ortamıyla planlama aslında bir mücadele içindedir. Temel işlevini hatırlarsak planlama da, en başta tanımladığımızın gibi aslında siyasetle iç içe olması gereken bir pozisyondadır. Fakat bugün yanıtını aramamız gereken sorular; “Planlama bu siyasi bütünlük içinde kiminle beraber hareket ediyor?, Planlama bir iktidar aracı mı, planlama bir mücadele silahı mı, muhalefetin bir silahı mı ya da ikisi birden mi?” olmalıdır. Dolayısıyla ben bugün geri planda korumaya çalıştığım bakış açımla başlamak istersem eğer; planlama, siyasi düzeneğin yarattığı eşitsizliklerle mücadelenin cephesinde yer alan bir meslek aslında. Tabii bu meslek alanının içinde bulunduğumuz küresel liberal iktisatla arasındaki doku uyuşmazlığı, kan uyuşmazlığından biraz önce söz ettik zaten. Bu iktisadi düzen içinde planlamanın, bugün içinde bulunduğu koşulları ve açmazları anlayabilmek için aslında bir önceki dönemdeki iktisadi düzen içinde ne şekilde yapılandığını ve bugün okullarımızda öğretmeye çalıştığımız planlama öğretisinin geri planındaki iktisadi düzeni hatırlamaya çalışmakta yarar var. Keynesyen iktisattan söz ediyorum, Keynesyen iktisat ve planlamanın ilişkisinden söz ediyorum. Keynesyen iktisat hepinizce malum, iktisadi süreçlere müdahale eden bir devlet anlayışından söz ediyor ve tabii ki bunun doğal bir uzantısı olarak da devlet arazi piyasalarında aktif rol alıyor ve bu aktif rolünü gerçekleştirebilmek için de Planlama Kurumu donatılıyor. Dolayısıyla, Keynesyen iktisat döneminde -tabii ki Keynesyen iktisat öncesinde de- planlamanın bir tarihselliği ve geçmişi var. Ama Keynesyen iktisat, yani refah ekonomisi ve refah devletiyle birlikte planlama içindeki teknik ve estetik konuları elbette ki, her zaman tutuyor. Fakat bunun ötesinde geniş kapsamlı bir içeriğe kavuşarak, refahın yaygınlaştırılmasının ve eşitlikçi paylaşımının temel aracı haline geliyor. 30 Aslında Keynesyen iktisatla olan ilişkisi planlamanın tepe noktasıdır. Planlamanın belki de tarihi boyunca en güçlü, en etkin olduğu dönemden söz ediyoruz. Buna rağmen Keynesyen iktisat içinde planlamanın siyasal boyutu çok da baskın değildir. Planlamaya çok güçlü bürokratik mekanizmalar eşlik etmektedir. Fakat bu bahsettiğimiz bürokrasi çok güçlü bir bürokrasi. Yani atanmışlarla seçilmişler arasındaki dengeyi gözeten ve atanmışların siyasal otorite üzerinde dengeleyici, denetleyici işlev üstlendiği bir bürokratik yapıdan söz ediyoruz. Yani planlamanın bugün, bürokrasi anlayışından daha farklı bir bürokrasi anlayışına sahip olduğuna zaman zaman üzülerek tanık oluyoruz. Keynesyen iktisatla birlikte hareket eden Planlama Kurumu karmaşık karar süreçleri ve çıkar çatışmalarından ziyade, tanımlı sistem analizlerine dayanan, çok güçlü bir meslek alanıdır. Küresel liberal iktisat dönemine geldiğimiz zaman hepimizce yine malum olan ekonominin büyümesi üstün ve öncelikli kabul ediliyor. Dolayısıyla bu ekonominin üstün ve öncelikli büyüme hedefleri içinde de planlama adeta bir engel teşkil ediyor ve planlama artık toplumsal refahın yaygınlaştırılması görevinden, o tarihsel işlevinden azat ediliyor. Projeci yaklaşım; hızla, her ölçekteki kentte, planın bütünlüğünü yok sayarak yayılıyor. Özellikle 1980’li yıllarda bu durumun olumsuz sonuçlarının hissedilmesinin kavranmaya başlamasıyla birlikte 1990’lı yıllardan itibaren, özellikle çevre kalitesi ve sürdürülebilirlik konularında toplumda bir farkındalığın yükselmeye başlamasıyla birlikte, arazi kullanımı ve çevresel değerler arasındaki denge arayışının arazi piyasasının iç dinamiklerine terk edilemeyecek kadar hassas ve kritik bir konu olduğu ortaya çıkıyor. Fakat bir önceki dönemle karşılaştırdığımız zaman bütün bu toplumsal farkındalığa ve yaşanan bütün çevresel trajedilere rağmen, planlamanın artık içinde yuvalanabileceği güçlü ve istikrarlı bir devlet yapısı yok. Hiyerarşik bürokrasi anlayışı da çözülüyor. Yani o yasamızda var olan -ama sadece artık yasamızda var olan- o plan kademelenmesi ve ona eşlik eden hiyerarşik bürokrasi anlayışının da giderek çözülmeye başladığını görüyoruz ve yatay örgütlenmelerin özellikle birtakım yapısal uyum programları ve yeniden yapılanma ikileminde gelişmekte olan ülkelere empoze edildiği bir yapıdan söz ediyoruz. Planlama, giderek sistem analizlerine tutunmaya çalışıyor. Fakat bu sistem analizleri de bahsettiğimiz o küresel liberal iktisadın devingen ve hızla değişen yapısı içinde neredeyse geçerliliğini kaybediyor. Siz daha sistem 31 analizini tamamlayana kadar, o kentin koşulları değişmiş oluyor. Uygulama araçları yine bu sözünü ettiğimiz yeniden yapılanma çerçevesinde birer birer işlerliğini ve geçerliliğini kaybetmeye başlıyor. Dolayısıyla planlamaya 1990’lardan sonraki yapı içinde itibarı iade ediliyor ama dayanakları elinden alınmış olarak. Ve planlama, yeni bir çıkış yolu arıyor. Planlama bu yeni çıkış yolunu ararken elbette ki, içinde bulunduğu -ve tekrar ediyorum, doku uyuşmazlığına sahip olduğu- küresel liberal iktisadı anlamaya çalışıyor ve onun piyasa dinamikleri içinde kendi varlığını koruyabilmenin peşine düşüyor. Bu arayış içinde planlama sonuç yerine süreç vurgulu, süreç odaklı yaklaşıma doğru bir paradigma kaymasına neden oluyor. Piyasa aktörlerinin kentsel gelişmeye dair çok farklı birbiriyle çatışan çıkarları olduğu, aslında bu çıkar çatışmalarının planlamanın gündemi olduğu fark ediliyor ve planlamanın arazi üzerinde farklı beklentileri uzlaştırmasının önemini kavrayarak arabulucu kimliğini ön plana çıkarılmaya başlanıyor. Paradoksal biçimde planlamaya aykırı olduğu piyasa ekonomisi içinde yer açılmış oluyor. İktisadi düzen, planlama süreçlerini iletişimsel rasyonaliteyle yeniden düzenleyen planlama kurumuna itibar etmeye başlıyor ama tabii bu biraz şüphe uyandıran bir iade-i itibar. Neden piyasa ekonomisi planlamaya tekrar itibarını iade ediyor? Çünkü bunun tarihsel olarak aslında iki tane önemli nedeni var: Bunlardan bir tanesi, piyasa ekonomisi için büyük potansiyel taşıyan arazi piyasasındaki, bu giderek kıt kaynak haline gelen arazi dağılımında arazi kullanımına ilişkin karar üreten planlama; ikincisi de, yine toplu talep kaynağı olduğu için piyasadaki yatırımcıların her zaman ilgisini çeken kentsel kullanımlar, kentsel hizmetler, konut gibi, ulaşım gibi diğer altyapı hizmetleridir. Arazi piyasası üzerinden planlamayı siyasetin içine iten koşullara baktığımız zaman yine hatırlarsak; klasik iktisat içinde mekan, aslında üretimin, tüketimin, dağıtımın mekansal düzenlemesi, konfigürasyonundan ibarettir. Oysa bugün kapitalizmin geldiği evrede kentsel mekanın kendisi metalaşmış durumdadır. Ruşen Hocam bunları çok güzel kapsamlı biçimde ele aldı. Arazi alım satımının ve finans yaratmaya yönelik Mortgage kullanımının da bu metalaşmayı hızlandırdığı, giderek üretim sürecinin yerini almaya başladığı yine ortada. Artık üretim ilişkilerine dayalı mekansal konfigürasyonun öneminin kaybedildiği, buna karşılık kentsel mekanın iktidar mücadelesinin temelini oluşturmaya başladığı bir düzenden söz ediyoruz. 32 Artık maalesef kentsel mekan, metalaştığı oranda da siyasetin konusu olmaya devam ediyor ve siyasetin ilgisini artıran süreçlere şahitlik ediyoruz. Kentsel hizmetler üzerinden planlamayı siyasetin içine iten koşullara baktığımız zaman, kentsel hizmetler kolektif tüketim konusudur. Yani yine bir önceki iktisadi düzeni hatırlarsanız, her birimizin birey olarak üretimde üstlendiğimiz pozisyonun gereği bir eşitsizliğe maruz kalırız. Yani mülkünüz arazinizi koyabilirsiniz üretime, kas gücünüzü koyabilirsiniz veya yatırım yapabilirsiniz. Bu pozisyonunuz sizin toplumdaki refahtan pay almanızın belirleyicisidir aslında ve bu düzende eşitsizlikler barındırır. Keynesyen İktisat içinde kolektif tüketim, bu eşitsizliğin daha az hissedilmesi için, daha eşitlikçi bir düzenin yapılabilmesi için araç olarak kullanır. Yani siz üretimden aldığınız payın az olmasını kolektif tüketimden daha fazla yarar sağlayarak bir parça kompanse etmeye çalışırsınız. Fakat yeni küresel liberal iktisadi düzen içinde o devletin küçülmesi, deregülasyon, liberizasyon gibi kavramlar hızla kolektif tüketimi de kapsamına alır ve kolektif tüketim, toplu bir talep kaynağı olarak görüldüğü için zaten cazip yatırım alanları oluştururlar. Kolektif tüketim artık toplum yararının genel yararın çerçevesinde değil, kar maksimizasyonuyla ele alınan ve malum ve mevcut eşitsizlikleri daha da derinleştiren bir hal almaya başlar. Kısaca arazi piyasası ve kolektif tüketimin denetlenme kapasitesi -burada belki parantez içinde şunu söylemek lazım; arazi piyasası da aslında olumladığımız bir ifade değil, arazi piyasası olmaması gereken bir şey, fakat mevcut düzenek içindeki işleyiş biçimi alımsatım değerine referansla bu ifadeyi kullanıyorum- planlama kurumu üzerinde varlık sebebinden ve temel ilkelerinden sapmasına yönelik baskı oluşturur. Bu genel kavramsal çerçeve içinde Türkiye’de son dönemde olup bitenlere çok hızlıca değinmeye çalışacağım. Çünkü bu neredeyse ayrıca bir sunum konusu. Fakat Türkiye’de aslında planlama mevzuatı elbette ki, kamu yönetimi bütünü içinde bir parçadır, onun içine gömülüdür ve dolayısıyla Anayasa’da bir bütün olduğu için kamu yönetimi alanındaki temel yasalar ve planlama mevzuatı teorik olarak birbirlerinden kopmaz biçimde ilişkilidir. Anayasamıza göre de idare bir bütündür, merkezi ve yerel yönetimler de bu bütünün birbirlerini tamamlayıcı parçalarıdır. Planlama alanına baktığımız zaman hala 3194 sayılı Yasamız her ne kadar çok fazla değişiklik ve diğer yasalarla işlerliğini büyük ölçüde değiştirmiş olsa da, bu yasaya göre 1985 yılından beri planlama yetkisi yerel yönetimlerdedir ve planlamada kademeli bir birliktelik bulunur. Buna karşılık özellikle 1980 ve 2000 sonrası pek çok 33 yasal düzenlemeyle merkezle yerel arasında yaratılmış olan yapay rekabet, yerel yönetimlerin kapasitelerini arttırmalarına, arttırdıkları kapasitelerini etkin olarak kullanmalarına ket vurmaktadır. Siyasi gücün desantralizasyonu olarak tartıştığımız ve demokratikleşme adına savunduğumuz yerelleşme, özellikle son dönem yasal düzenlemeler ve uygulamalardan ekonomideki serbestleşme felsefesinin bir tür dışa vurumu olduğunu gösterir niteliktedir. Gerçek demokratik yapılanmalar kapasite artırmaya yönelik uzun dönemli girişimler ve üretici sektörlerin desteklendiği odaklar olarak gelişmek yerine maalesef sözde demokratik kalıpların ardında daha kısa vadeli avantaj yaratmanın ve belki de en önemlisi meslek alanımız açısından rant ekonomisinin geçici rehavetinin egemen olduğu bir yönetim anlayışına teslim olmuş vaziyetteyiz. Yine planlama alanında 3194’ün yanı sıra plan üretmeye yönelik pek çok kurumu yetkili kılan yasalara baktığımız zaman, aslında bunların birbirleriyle sarmal bir ilişki içinde olduğu görülmektedir; pek çok noktada hangi planın hangi yasal dayanakla hangi kurum tarafından yapıldığının veya yapılması gerektiğinin çok net olmadığı bir düzenden söz ediyoruz. Bir önceki slaydımızı hatırlarsanız yerel yönetimle merkezi yönetim arasındaki, yani farklı yönetim kademeleri arasındaki bir rekabetten söz ederken, burada farklı ve birbirine paralel kurumlar arasında farklı ruhla, farklı yaklaşımlarla yapılmış yasaların sonucundaki bir yetki çatışmasından söz ediyoruz. Bazı yasalarımızı 1966’dan beri belki popülist bir yaklaşım altında toplamak mümkünken, bazı yasalarımızı daha korumacı bir yaklaşımın mücadelesi içinde görmek mümkün veya özellikle 2000 sonrası pek çok yasamız ve güçlenen kurumlarla projeci bir yaklaşımı yansıtan yasalarımız ve bunların dağıttığı planlama yetkileri de söz konusu. Dolayısıyla özellikle Türkiye kısmını biraz hızlıca geçmek durumundayım, özellikle son dönemdeki bazı düzenlemeler 3194’ün zaten sorunlu olan 9. maddesinde yapılan değişiklikler, hocamızın da söz ettiği 5366 sayılı Kanun, 5394 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. maddesi gibi çok spesifik bazı düzenlemelerle bugün genel olarak planlamada bütünlüğü parçalayan, planlamada bir ayrıcalıklı kurum statüsü yaratan TOKİ gibi, Özelleştirme İdaresi gibi kırsal alanlardaki yapılaşma baskısını artıran, korunması gereken değerleri bir rant kaynağı olarak gören, ranta dönüştüren ve kentsel dönüşüm adına toplu mağduriyetler yaratan bir ortamla karşı karşıyayız. 34 Bu yönetim anlayışı mekansal anlamda iki düzlemde hasat ediliyor: Birinci düzlem; devlet-piyasa eksenine meydan okuyan kayıt dışı sektör ve usulsüz konutlaşmadır. Bunun mekansal karşılığı yayılmayı ve çevresel değerlerden ödün vermeyi gerektiriyor. İkinci düzlem ise, rekabetçi üst kimliktir. Empoze edilen rekabetçi üst kimliğin gereği olarak sunulan ve imaj yükselttiği iddia edilen prestij projelerinin mekansal karşılığı sıçramadır. Bunlar, yaşam kalitesinden ve sosyal adaletten ödün verilmesini gerektiren projelerdir. İstanbul’a baktığımız zaman, İstanbul’un mekansal organizasyonunun bütünlükçü ve eşitlikçi planlama rasyonelini geçersiz kılan, farklı düzeylerde ve ölçeklerde rant yaratmaya odaklanmış planların bir eklektik bütünlüğünü sergilediğini söylemek mümkündür. Diyebilirsiniz ki, “bu söylenti, böyle bir şey yok.” Geçtiğimiz yıl bu durumu sorgulamaya yönelik çok değerli araştırmacı arkadaşlarım Ebru Firidin Özgür ve Asuman Yeşilırmak ile birlikte bir araştırma projesi tamamladık. Elbette ki materyalin çoğu, boyutları nedeniyle burada yansıtmaya uygun değil. Fakat en sonda geleceğim yorumun, daha doğrusu fikir üretmeden bilginin peşine düştüğümüzün bir tür göstergesi olarak bu araştırma projesinin, bazı kesitlerini çok hızlıca sunmaya çalışacağım. Bu araştırma projesinde önce, İstanbul’un gelişme yapısının hepimizce malum olan makro belirleyicilerinin peşine düştük. Fiziksel sınırlarını ve nüfus dinamiklerini ortaya koyduk. Daha sonra makro formun gelişmesini belirleyici yönetim kademelerini teşhis etmeye çalıştık. Fakat daha sonra asıl çalışmamızda varmak istediğimiz nokta, saptadığımız kritik gelişme odaklarında neredeyse parsel bazında planlama süreçlerinin, bu süreçlerdeki etkin aktörlerin ve bu alanlardaki mikro göstergelerin, yani yapılaşma oranlarının, yaşam kalitesinin ve toplumsal dinamiklerin ortaya konulmasıydı. Yine bu çalışmada hava fotoğrafları, mekansal analizler, nüfus verileri, idari yapı, mevcut planlar, yapılmış araştırmalar büyük yer tuttu. Fakat bizim için en kritik veri tabanımız İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 1995’ten araştırmanın yapıldığı güne kadar imara ilişkin vermiş olduğu her bir kararın tek tek indirilmesiydi. Yaklaşık 20.000 küsur sayfa doküman elde ettik, onu da nasıl verdiler hala hayretler içindeyiz. Ama şimdi bir kısmı internette var, ama onun öncesinde de büyük bir çaba gerekti ve buradan yine sağ tarafta gördüğünüz parametrelerle bir analiz yaptık. Yine dediğim gibi aslında materyal; daha büyük boyutlarda olması gereken ama hepinizce malum olan İstanbul’un fiziksel sınırları, İstanbul’un 35 ne kadar yayılmasının zor olduğu ve arazinin çok dikkatle kullanılmasını gerektiren bir doğal yapıya sahip olduğudur. Elbette, sizlerin buradaki haritada hiç göremediği ancak her yağmur yağdığının akşamında televizyonlarda izlediğimiz trajik sahnelerin yaşandığı o mor su taşkın noktalarının hiçbiri sürpriz ve bilinmeyen şeyler değil. Hocamızın biraz önce dediği gibi; hiçbiri belirsiz değil, hepsinin yeri belli, nerede neyin taşacağı belli. Dolayısıyla, trajik sahnelerin yaşandığı o kuru dere yataklarının olduğu bir fiziksel altlığımız var. Tabi İstanbul’a bir bütün olarak bakmak mümkün değildir. Çünkü İstanbul aslında Türkiye ortalamalarının her zaman üzerinde bir gelişme kaydetmiş, ama homojen gelişme gösteren bir kent değil. İstanbul’un içinde farklı bölgelerin, farklı nüfus gelişme dinamikleri var ve negatif gelişme gösteren, buna karşılık çok yüksek hızla gelişen bölgelerimiz de var. Bu bölgeleri iki farklı nüfus parametresiyle konumlandırmaya çalıştığımız zaman, yani hem nüfus artış hızına ve bu oranların dağılımına, hem de ilçe nüfusunun toplam nüfus içindeki değişimine baktığımız zaman, İstanbul’un merkezden çepere doğru büyük bir büyüme baskısı içinde olduğunu söylemek mümkün. Çalışmanın 2007 ile sınırlandırılmasının sebebi 2007’den sonra ilçe sınırlarının değişmesi nedeniyle nüfus ile geriye dönük karşılaştırma yapmak ilçe düzeyinde mümkün olmadığı içindir. Bu nüfusun en hızlı geliştiği ilçelerin de ekolojik eşiklere göre konumuna baktığımız zaman, İstanbul’un gelişmesinin ekolojik açıdan kabul edilemez, sürdürülemez bir gelişme yapısı sergilediği ortadadır. Elbette bu makroformun ortaya çıkmasında belirleyici birtakım süreçler var. Bu süreçler içinde hangi yönetim kademesinin daha belirleyici olduğunu düşündüğümüz zaman, köprülerin İstanbul makroformundaki belirleyiciliği üzerine Azime Tezer Hocamızın yapmış olduğu doktora tezi ve sonrasında yaptığı yayınlar, her şeyi zaten ortaya koyuyor. Onu hatırlatmak açısından böyle bir analiz, köprülerin ve köprü bağlantı yollarının İstanbul’un bu gelişme yapısı üzerinde ne kadar belirleyici olduğu ve merkezi yönetimin İstanbul’un makroformu üzerinde ne kadar etkin ve dominant olduğunu gösteren bir şemadır. Bu yine merkezi yönetimin toplu konut ve organize sanayi bölgeleriyle makroformun nasıl kenarlarından adeta çekercesine gerçekleştirildiği dönemlerde belirleyici rol oynadığını, yani merkezi yönetimin bu sorunlu patolojik makroformun oluşmasındaki etkin rolünü gösteren bir şemaydı. Fakat demokratik süreçler açısından baktığımız zaman, bizi bir öbür uca savuran başka bir şey de; belde belediyeleri ve ilçe belediyeleri tarafından onaylanmış olan ıslah imar planlarıdır. Makroform içindeki 36 konumuna baktığımız zaman ise, özellikle çeperlerdeki baskının -açık kahverengi ve koyu kahverengi olan alanlar- bize çok net olarak diğer yönetim kademesi olarak, yani demokratikleşme adına belki de savunulması gereken bir yönetim kademesinin de makroform üzerindeki yıkıcı etkisini göstermektedir. “Bu makroformun oluşumunda üst ölçek planların pozisyonu neydi” diye sorduğumuz zaman, 1980 yılındaki yapılaşma lekemiz bu, 1980 yılında yapılan planın, üst ölçek planın öngördüğü gelişme alanları, buna karşılık 1995 yılında plan yapmak üzere masaya oturulduğunda ellerindeki yapılaşma lekesi de budur. Bir sonraki döneme geldiğimizde, 1995’teki yapılaşma lekemiz, 1995 planıyla öngörülen gelişme alanları ve daha sonra 2006’da plan yapmak üzere masaya oturulduğunda elimizdeki makroform ise bu şekildedir. Dolayısıyla, 1980 sonrasından söz ediyorum, İstanbul’da yapılan üst ölçekli planların makroform üzerindeki belirleyici etkisinin olmadığı çok net ortadadır. Fakat anlatmaya zorlandığımız, özellikle uluslararası platformlarda bir türlü açıklayamadığımız şey; İstanbul’un plansız bir kent olmamasıdır. İstanbul’un Anadolu yakasında plansız kentsel alan %1 ve 1/5.000 meri planlara göre planlı alanların da dağılımı gördüğünüz gibi %64,9’lardadır. Aynı şekilde Avrupa yakasına baktığımızda, plansız kentsel alan %0,1 ve bunların da yine büyük oranda dağılım 1/5.000 meri planlar halindedir. Şimdi dediğim gibi, bu materyal bizim çok büyüterek üzerinde çalıştığımız bir materyal. Ancak takip etmeyi kolaylaştırmak açısından kırmızı tonlara odaklandığımızda, bu bölgeler planlı olup düzenli olarak anılan, fakat buna rağmen ekolojik eşiklerin ötesinde ve jeolojik olarak sakıncalı alanlarda gelişen bölgelerdir. Bu bölgelerin dağılımına alansal büyüklüklerine baktığımız zaman, toplam konut alanlarının %24’ünün ekolojik eşiklerin ötesinde olduğunu, yani İstanbul’daki her 4 konuttan birinin ekolojik eşiği ihlal etmiş olduğunu görüyoruz. Orman alanları ve su toplama alanlarındaki bu bahsettiğimiz nitelikte yapıların planlı olanları, plansız olanların yaklaşık iki katıdır. Jeolojik risk açısından aynı değerlendirmeye baktığımız zaman, İstanbul’daki her 5 konuttan birinin jeolojik eşikleri ihlal ettiğini ve bu alanlarda da planlı olanların plansız olanların yaklaşık 4 katı olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla İstanbul’da plansız bir durum yok, her şey planlı programlı. Ben özellikle bu alanların isimlerini yazmadım. Amacım burada kimseyi kimseye şikayet etmek değil, tabii ki biz bunları çok detaylı analiz ettik. 13 odağımız 37 vardı. Burada sadece görünür olması için birkaç tanesini gösteriyorum. Bu alanlarda yine özellikle adını belirtmediğimiz alanlarda, ekolojik ve jeolojik eşiklerin çakışmasıyla elde ettiğimiz şemayla ne trajik bir durumdur ki, en sakıncalı olan bölgeleri kırmızı olarak gösterdik. 1/5.000 ölçekli planlardaki ticaretin kırmızı lekesi neredeyse hepsinde çakıştı. Yani jeolojik açıdan hiçbir şekilde yerleşilmemesi gereken alanların 1/5.000 ölçekli planlarımızın çoğunda en yoğun yapılaşmanın ve ticaretin olduğu alanlar olarak yapılandığını ve diğer odakları da dikkate aldığımızda bunların bir kısmında üst ölçek planın daha dirençli olduğunu ama bir kısmında da emrivakilere boyun eğerek 1/5.000’lerin adeta küçültülmüş versiyonları olduğunu gördük. Bu çalışma çok kısa sürede anlatılabilecek bir çalışma değil. Fakat burada dediğim gibi bir bilginin peşine düştükten sonra fikir üretme noktasına gelebildiğimizi göstermek için çok hızlıca anlatmaya çalıştım. Ama İstanbul’un gelişme yapısının planlı, programlı ve yaygın bir uzlaşının ürünü olduğunu söylemek mümkün. Yani batılı demokrasiler uzlaşıdan söz ediyorsa, paylaşılan vizyondan söz ediyorsa, bizim gerçekten paylaşılan bir vizyonumuz var rant üzerine. Gerek farklı gelir gruplarının, gerek yaşam tarzlarının, gerekse de farklı yönetim kademelerinin çevresel değerlerden ödün vererek rant elde etme konusunda çok büyük bir uzlaşı içinde olduğunu görmek mümkün. Hepsinin aynı hızda ve aynı mekansal yayılmada büyümediği,- aktörlerinin politik gücüyle, lobi kabiliyetiyle ve mülkiyet deseniyle yani mülkiyetin çok parçalı veya toplu olmasıyla ilişkisi olduğunu deşifre etmenin mümkün olduğu gelişmenin mekansal tetikleyicilerinin, çoğunlukla ana ulaşım arterleri ve büyük ticaret merkezleri olduğunu söylemek mümkün. Belde belediyelerinin ve ıslah imar planlarının yapısına baktığımızda; demokratik süreçlerin bir yandan eşgüdümsüz olarak veya yok sayılarak devam ettiğini ama diğer yanda da reddedildiğini ya da aşırı abartılı, farklı bir demokrasi anlayışının -sözde demokratik bir anlayışın- hüküm sürdüğünü söylemek mümkün. Planların parçalı mozaik yapısının birbirleriyle hiç ilişki kurmaya çalışmadığını, bitişik alanlar için yapılmış planların ve üst ölçek plan kararlarının neredeyse yok sayıldığını söylemek mümkün. Belki de en acı olan, karlılık hedefli kamu yönetimi anlayışının giderek sosyal devlet anlayışının yerini almasıdır. Özellikle kent çeperlerinde öyle mahallelerimiz, öyle ilçelerimiz var ki; bunların kentsel yaşam göstergeleri Anadolu’nun en ücra kentlerinden neredeyse geridedir. Dolayısıyla kentsel planlamanın 38 toplumsal farkındalıktan başlayarak gerçek demokratik oluşumlar çerçevesinde yeniden yapılanmasının kaçınılmaz olduğu ortada. Sabrınız için çok teşekkür ediyorum. ERHAN DEMİRDİZEN- Sayın Fatma Ünsal’a çok teşekkür ediyoruz. Şimdi ben ikinci konuşmayı Sayın Büyükerşen’e vereceğim ama Sayın Başkan’a bir-iki soru sormak istiyorum. Fatma Hocamız’ın da altını çizdiği konu, aslında bizim bugün planlama ve siyaset ilişkisini kurmakta neden güçlük çektiğimizi de gösteriyor. Geçmişten beri planlamayı biz hep bir kaynak dağıtma, bir sosyal adaletçi işleviyle algıladık. Planlama, kendini öyle tarif etti, öyle de hayat alanı bulmaya çalıştı. Bizim de eğitimimizde kuramsal altyapımız da hep bu yöndeydi. Ancak planlamadan böyle bir toplumsal beklenti artık kalmadı. Çünkü o dönem Sayın Fatma Ünsal’ın da ayrıntılı olarak anlattığı gibi sona erdi. Şimdi İstanbul’un çeperindeki tablonun ortaya çıkmasında, herhalde planlamanın o kaynak dağıtıcı işlevini bir kenara bırakmasının bir ürünü olduğunu düşünmek lazım. Şimdi bazı siyaset bilimciler de planlamanın, dolayısıyla sosyal devlet işlevi olan planlamanın, kaynak dağıtıcı işlevini bir kenara bıraktığını ama onun yerine kaynakları yeniden dağıtmaya talip olan başka bir mekanizmanın çıkmış olduğunu tartışıyorlar. İşte o da Türkiye’nin 2000’li yıllardaki yeni muhafazakar politikalarının bir devamı niteliğinde olan sosyal yardımlaşma ve dayanışma mekanizmalarıdır. O başka bir konu tabii, ama burada Sayın Büyükerşen de üç dönemdir yeni muhafazakar çizgide olmayan, sosyal demokrat çizgide bir kent yönetimini aramızda temsil ediyor. Üç dönemdir de kentten, kentin seçmenlerinden onay aldığına göre demek ki, planlama yoluyla veya başka bir yolla o sosyal adaletçi mekanizmayı bir şekilde işletiyor olduğunu varsayıyoruz. Ben kendisinden biraz bu yönüyle Eskişehir’de planlamayı hangi araçlarla ve ne şekilde kullanarak bir sosyal adalet çizgisini hayata geçirmeye çalıştığını sormak istiyorum. Bir de tekrar Ruşen Hoca’nın sabahki tematik konuşmasına bir gönderme yaparak, Başkan’ın Eskişehir’deki plancılarla nasıl bir ilişki içinde olduğunu, plancıların patronu mu, yoksa onlarla bir ortak ekip çalışması mı yaptığını, yoksa plancıların kendisine karşı gergin ve küs mü olduğunu, Necati Bey’in söylediği gibi meslek odalarının sürekli belediyeye dava mı açtıklarını sormak istiyor ve biraz o ilişkileri açıklamasını rica ediyorum. 39 Prof. Dr. YILMAZ BÜYÜKERŞEN- Sayın Başkan, izin verirseniz ben de bu konulardan bahsedeceğim ama ben akademik veya tematik bir konuşma yapmayacağım. Hasbelkader belediye başkanlığı kazasına uğramış bir eski akademisyen olarak, bir belediye başkanının planlama ve siyaset konusunda yaşadıklarını anlatacağım. Bir örnektir, vakadır, yorumlarda siz bulunacaksınız. Ben uzun boylu yorumlarda bulunmayacağım, sadece başıma gelenleri, şehrin başına gelenleri anlatacağım eğer izin verirseniz. Tabii Fatma Hanım gibi de çok hızlı konuşma şansına da sahip değilim. Genç öğrenci arkadaşların özellikle çok rahat anlayabilmeleri için, biraz da toplantıya katılmayan Sayın Milletvekili Yıldırım’ın da zamanından çalacağımı peşinen söylemeliyim. ERHAN DEMİRDİZEN- Sayın Yıldırım’ın süresini iki partiye eşit dağıtıyoruz. Prof. Dr. YILMAZ BÜYÜKERŞEN- Sevgili arkadaşlar ve çok değerli hocalar; evvela böyle bir tartışma platformu yarattığınız ve buraya da beni çağırdığınız için son derece mutluyum. Çünkü bizim sesimizi duyan, dinleyen yok. Ama geleceğin plancıları olarak sizlerin Türkiye’deki tabloyu çok çıplak bir şekilde görmeniz lazım. Evvela hemen şunu belirteyim ki, ben doğma büyüme Eskişehirliyim. Eğitim nedeniyle yurtdışında bulunduğum ve askerlik için Eskişehir dışında bulunduğum süreler dışında kader beni hep Eskişehir’e mahkûm etti. 16 sene akademisyen yönetici olarak, akademi başkanı rektör olarak görev yaptım. Görev yaptıktan sonra da bir gün bir parti lideri rahmetli Ecevit: “Kampüsler kurdun, üniversiteler kurdun, şimdi de örnek bir sosyal demokrat anlayışla bir şehir kurmanı rica ediyorum” dedi ve aldı beni bu siyaset havuzunun içerisine attı. Yalnız rektörken yaptığım bir iş vardı: 1993’ün sonunda beni görevden aldılar, o zamana kadar geçen 16 senelik süre içerisinde üniversitede bir enstitü kurmuştum. 2000’li yıllara doğru Eskişehir nasıl olmalı? Yani bütün asistanlar, doçentler, profesör arkadaşlardan rica ediyordum, her yıl çalışıyorlardı, projeksiyonlar yapıyorlardı ve onun sonunda yerel yöneticilerden ve merkezdeki politikacılardan katılabilenleri çağırıp, 2000’li yıllarda şehirleri ve insanları neler bekliyor, Eskişehir nasıl bir şehir olmalıdır konusunda tebliğlerin verileceği toplantıya davet ediyordum. Geliyorlardı hepsi, biliyorsunuz bu tür akademik toplantılarda önce protokol konuşmaları, açılış konuşmaları yapılır, arkasından 10 dakika kahve molası verilir. O 10 40 dakika kahve molasında hepsi kaçıyorlardı, tebliğleri biz bize dinliyorduk. Basın mensuplarına da diyordum ki: “Bakın, onlar için hazırlandı bilim adamları, genç insanlar, 2000’li yıllara vizyon getirmeye çalışıyorlar şehircilikte, hiçbirisi yok, kaçıyorlar.” Onlar tabii yazıyorlar, çiziyorlar, onun üzerine gelen cevap: “Hoca bize akıl vereceğine para versin, fikir yürüteceğine para kaynağı göstersin.” Benden de cevap: “Eğer oturabilselerdi bir oturum, iki oturum; paranın da nasıl bulunacağını öğreneceklerdi o bildirilerden” diyordum ve biz bunları kitap halinde basıyorduk. Gün geldi, belediye başkanı olduk. Şimdi elimizde akademik olarak geçmişte yapılan çalışmalar var. Yani en azından, düşünsel bazda bir fikri projeleri topluluğu var elimizde ve bu projeler birtakım vizyonlar gösteriyor. Fakat dedim ki, bir de halk var. Hani derler ya bazıları, “hocalar sırça köşkte otururlar” diye, sırça köşkte yalın bilimle uğraştıkları zaman ortaya çıkan düşünceler elimizde., ama bir de halk ne düşünüyor? Bu, ilk defa Türkiye’de belediyeler arasında yapılan ortak akıl toplantısıdır, arama konferansıdır; 3,5 ay sürdü. Şehrin bütün aktörleri, üniversitelerden akademisyenler, esnaf temsilcileri, sanayiciler, iş adamları, ticaret odaları ve kamudaki bütün üst düzey bürokratlar, merkezi hükümete bağlı dairelerin bürokratları dahil olmak üzere toplandık, hatta bazı toplantılara dışarıdan da akademisyenler çağırdık. “Nasıl bir Eskişehir istiyor Eskişehirliler? Çocukları, torunları gelecekte nasıl bir şekilde yaşasınlar ve nasıl şehirleriyle övünsünler, neler istiyorlar?” diye sorduğumuzda orta yere çıkan sonuçlara ve isteklere baktık ki, bizim üniversitede yaptığımız bilimsel çalışmalarla hemen hemen %90 çakışıyor. Yani “akıl için yol birdir” cümlesinin en güzel örneği. Böylece halkın da onayını aldıktan sonra kolları sıvayıp projeleri yapmaya başladık. Başlangıçta ilk göreve geldiğimiz zaman nereden işe başladık, onu en sona atıyorum. Çünkü son zamanlarda bizim 1/25.000’lik planlar, yani belediyecilikte biraz daha eskiyip daha çok araştırma, daha çok mevcut veriler nelerdir elimizde, neler var, neler yok, neler yapılabilir bilgilerini aldıktan sonra yasalardaki değişikliklerin emrettiği takvimler içerisinde de yaptığımız çalışmalarda neler oldu, çarpıcı bir örnektir; şimdi onu örnek göstermek istiyorum. Evvela Eskişehir’in 1/100.000 ölçekli planı için geçici bir madde vardı kanunda: “İl onaylar, il yapar, valilikler yapar” diyordu. Valilik planı bize, belediyeye devretti. Çünkü valiliğin elinde bunu yaptıracak ne ödenek vardı, ne de imkan vardı ve yapılan plan kabul edilerek yürürlüğe 41 girdi. 1/100.000 ölçekli plan; biliyorsunuz mevcudu, ormanları, su kaynaklarını, gölleri gösterir, onlar yapıldı. Arkasından 2006 yılına kadar şehirleri, kanunda yapılan değişiklikle 1/25.000 ölçekli planları yapma mecburiyetinde bıraktılar, emir olarak verdiler. Zaten elimizde çalışmalar vardı. Ben hemen şunu da söyleyeyim: 1999’da belediyeye geldiğimde 3-5 tane şehir planıyla uğraşan arkadaş vardı. Yaşları bir hayli ileriydi, yaşlarının ileri olması tecrübeyi gösterir ama mevcut gelmiş geçmiş siyasetçilerin baskısı altında ezilmişler, adeta onların her istediklerini plan tadilatlarında yapan insanlardı. Eskişehir’de zaten 1980’lerde üst ölçekli planlar olmadan 1/5.000 ölçekli bir plan yapılmıştı. Eskişehir, Türkiye’de 1/5.000 ölçekli planı en geç yapılan kentlerden biridir. Tabii çarpık kentleşmenin de ana nedenlerinden biri budur. Bir de Meclislerde bu planı alabildiğine değiştirmişler. Kısacası ilk işim tabii genç yeni mezun şehir plancısı arkadaşları belediyeye almak oldu. Şehirde serbest zaten 4-5 şehir plancısı var, bu kişiler dışındakiler belediyedekilerdir. O plancı arkadaşlara da zaten talimat vermiştik “hazırlayın, bir gün başımıza gelecek bu iş” diye, zaman zaman ben de denetliyordum işleri. Şu gördüğünüz plan, Eskişehir’in Meclis onayından geçmiş 1/25.000’lik planıdır. Şimdi şu gördüğünüz kahverengi yer Eskişehir’in mevcut teşekkül etmiş halidir. Küçük mavi ile gösterilen yer de Anadolu Üniversitesi kampüsüdür. Buradaki yer ise Osmangazi Üniversitesi Kampüsüdür. Şu Bozdağ dediğimiz dağdır. Gördüğünüz gibi etraf bütün tarladır. Eskişehir’i Ankara-İstanbul demiryolu hattı ortadan ikiye böler, Porsuk da ortadan ikiye böler. Ayrıca Porsuk’tan, Eskişehir dışında Polatlı istikametindeki sulama alanlarına su taşıyan kanallar vardır, onlar da hem güneyden, hem kuzeyden şehri böler. Gördüğünüz gibi bu leke de, 1/25.000 ölçekli planda Bozdağ’dır, belki de şehrin yerleşmesi en doğru olabilecek yerlerinden bir tanesidir. Üstü orman, altta şu gördüğünüz sarı kısımlar meralar ve hazine arazileridir. Güney tarafıysa şehrin engebeli tepelerin olduğu bir bölgedir, bunun dışında bir de şurada bakın, gene Ankara’dan gelen ve böyle gidip şöyle Bursa, İstanbul istikametine giden bir de yol vardır. Bu il yoluydu, yıllar önce çevreyolu diye yapılmış ama şehir hem Porsuk’un, hem demiryolunun, hem de bu yolun iki tarafında yayıldığı için -şu kısım şöyle, şunlar Tepebaşı bölgesi, bunlar Odunpazarı bölgesidir- şehrin kuzeyiyle güney arasında ulaşım ana sorunu teşkil etmektedir. Üstüne üstlük demiryolları da vaktiyle 42 yapılırken, şehir dışındayken şehir içinde kalmıştır. Bir tek ana yolla, caddeyle, daha doğrusu caddeyle şehre bağlı olan bir gar binası var, onun dışında geçitler var, hemzemin geçitler, hemzemin geçitlerin dışında demiryolları şu istikamette durmadan triyaj dediğimiz manevralar yaparlar. Hemzemin geçitler kapanır, saatlerce demiryolu trafiğini bekler Eskişehir. Şimdi arkadaşların yaptığı planda üniversite yerlerini ayırdılar. Çünkü ben arkadaşlara plan çalışması yaparken dedim ki: “Çocuklar, en çok 60-70 yıl, en az 50 yıllık geleceği projeksiyonlayacaksınız. Yani ona göre plan yapacaksınız.” Türkiye’nin ana sorunu ileriyi görmeyen, projeksiyonları iyi yapamayan planlardır. Hızlı nüfus artışını bir tarafa koysak bile, hızlı göç ile sanayileşme hareketleri kısa süre içerisinde yapılan planları yetersiz hale getiriyor. “Onun için vizyonunuz alabildiğince geniş, alabildiğince ileriye doğru gitsin” diye bıraktım ve “okuduğunuz bütün kitaplarda doğru olanları da uygulamaya çalışacaksınız ama bir şeyi unutmayacaksınız: Neticede plan yaptığınız zaman planın etkileyeceği arazilerin, gayrimenkullerin sahiplerini rahatsız edecektir. Sosyal adaletçi olarak bir tarafta bir plan yapıyorsanız, bir rant yaratıyorsunuzdur, bu kaçınılmaz. O zaman yarattığınız rantı, o ranttan yararlanmayacak olan bölgelere de kaydırmayı düşüneceksiniz. İster özel sektör mülkiyeti üzerinde olsun, ister kamu sektörü yatırımlarına yönelik olsun” diye tembihlemiştim. Büyük bir heyecanla, hevesle çalıştılar ve ortaya bu plan çıktı. Çıktı da ne yaptılar arkadaşlar? Bakın, bir güney çevreyolu bir de kuzey çevreyolu yaptılar. Ayrıca şehir içerisinde bir iç daire yaptılar yine, bunlar üç gidiş üç gelişli yollardır böyle. Bu plan yapıldı, Meclis’ten geçti, geçerken 2009 seçimleri arifesi eski Maliye Bakanı -Eskişehir’den aday gösterilmişti, milletvekiliydi- Eskişehir’e hiç yatırım yapmadıklarını söyledi ve seçime gittiklerini düşünerek alelacele talimat verdi, Karayolları da hızla işe başladı. Ne yaptı? Bu şehir içindeki yolu -iki gidiş iki gelişti bu- banketlerine asfalt dökmek suretiyle ve de bu mesafeye 7 tane üstgeçit yapmak suretiyle dümdüz ovadır burası, onu da söyleyeyim- çevreyolu haline getirdiler. Dolayısıyla Eskişehir Türkiye’de şehir içinden, ortasından geçen çevreyoluna örnek gösterilecek bir şehir haline geldi. Hala da bitirmediler, problemler kıyamet gibi. Söyledik, “yapmayın” dedik, “sadece kavşak noktalarını, çevreyolundu şu plana uyun, kavşak noktalarında da birer roundabout yapın, ışıklar koyun, onunla çözün” dedik. Hayır dinlemediler, hatta başka bir tavsiyemiz oldu. Dedik ki: “Bakın, biz plan değişikliğine de razıyız, gelin bu 43 Ankara çevreyolunu şuradan geçirin böyle, Bozdağ’ın eteklerinden dışarıya çıkarın. Hatta şu şehri ortadan ikiye bölen demiryolunu da yerin altına alın, tünel yapın ki, şehir trafiğini kuzeyle güneyin arasındaki iletişimleri trafiği rahatlıkla sağlayabilelim.” Çünkü 1999’da biz göreve geldiğimizde ilk yaptığımız, şehrin kentsel ulaşım sorunundan işe başlamak oldu. Onu çözersek ondan sonra yolumuzun açılacağına inanıyorduk. Bu son derece önemliydi, tabii yapmadılar. Dedik ki, “kazalar olacak bakın, demiryolunu da böyle taşıyın, şu alan boş bir alan, bu alanda istediğiniz gibi yepyeni bir gar binası, büyük meydanlar, yanında bir sürü alışveriş tesisleri vesaire olur ve şehri de bu tarafa doğru taşırız, taşınmasına vesile teşkil eder.” Her demiryolu, karayolunun şehri nasıl etrafına çektiği malum, dolayısıyla bu kuzeye sırtını dayamış Bozdağ rüzgarlara kapalı, güneşle devamlı böyle seyrediyor. Üstelik hafif de bir meyli var ve de şurada gördüğünüz bir köy var bakın, Mutallip Köyü dedikleri bir köydür bu. Bu köy hayvancılıkla uğraşır, şehrin mahallesidir. Tepebaşı bölgemizin mahallesidir şurası, yani yürüyerek 20 dakika, arabayla 5 dakikalık bir mesafededir, hayvancılıkla uğraşmaktadır. Buralarda tarlaları vardır ama gelin görün ki, çiftçilik yerine hayvancılıkla uğraşmayı tercih ettiler -ki, şehir içerisinde hayvancılık yapılamaz biliyorsunuz. Dolayısıyla mera arazileri konuta açılabilir, ticarete açılabilir. Uşak, Kütahya, Denizli’deki kiremit ve tuğla fabrikaları için tarlalar satılıyor, 3’er, 4’er metre kazılar halinde bitkisel toprağını alıp, altındaki kili de alıp götürüyorlar. Ay yüzeyinden daha beter bir görünümdedir. Ne yazık ki bir siyasetçi, şehrin mahallesindeki arazilere maden ruhsatı vermiş. Yapacağımız bir şey yok, 2016 yılına kadar da ruhsatlılar. Yani kim dur diyecek buna? Herhalde siyasi irade, iktidar dur diyecek, ilgili bakanlık dur diyecek. Düşününüz, bir santimetre toprağın 60-70 senede teşekkül ettiği doğada 3-4 metreye varan çok geniş alanlarda alabildiğine çukurlar var. Dolayısıyla buraya maden ruhsatı veren bir zihniyet -hemen şehrin dibi bakın, şuralar bütün maden ruhsatı- şehri yeni imar planlarıyla imara açacağımız yerler için izin istediğimizde, Tarım Müdürlüğü önce olmaz diyor, itiraz ediyoruz, olur gibi diyorlar, sonra Bakanlığa gidiyor, Bakanlık’tan hayır diyorlar. Peki diyoruz, biz bu şehri nereye büyüteceğiz? Nüfus artıyor, iki üniversite var, hızla büyüyor nüfus, göçler hızlanıyor. Hayır efendim, olmaz. Yani yukarıya mı çıkalım? Büyük depremden sonra yüksek katlı bina yapımını da tahditledik imar yönetmeliklerini değiştirerek, çünkü şu arazi 44 alüvyonal arazi ve Eskişehir bire yakın ikinci derece deprem bölgesi, altı da fay kırıkları. Şimdi faylarla ilgili bir noktaya geleceğiz. Özellikle Bursa’dan gelen arkadaşlarımız varsa iyi dinlesinler. Bu planı süresinde yetiştirdik ama Tarım Bakanlığı’ndan veya Tarım Müdürlüğü’nden, Ziraat Müdürlüğü’nden izin verilmeyen yerler de burada konut alanı olarak gözüküyor. Yani konuta açılacak alanlar olarak lekelenmiş vaziyette. Takvim zamanı sıkıştırdığı için de altına dedik ki: “Alt ölçekteki planlar ilgili kuruluşların görüşleri dikkate alınarak yapılacaktır.” Çünkü yasa bir yandan sıkıştırıyor, 2006 sonuna kadar 1/25.000’liği yetiştirin diye, bir yandan da böyle bir durum var. Efendim, ne oldu? Hemen sistem böyle çalışır. Evvela siz muhalefet partisi belediyesiyseniz iktidar partisine mensup yerel yöneticilerin hiç hoşuna gitmeyen bir iş yapmış olmanız, acele hemen sağa-sola başta şu Mutallip köylüleri olmak üzere yüzlerce irili ufaklı tarla sahibi -ki, kiraya vermiş tarlalarını, topraklarını alıyor-satıyor- onlar başta olmak üzere dava açmaya başladılar. Artı Ticaret Odası Başkanı -popülizme biraz meraklı, belki siyasette bir gelecek bekliyor- o da tuttu Ticaret Odası olarak “ben şehirde ne olursa her şeye de görüş bildirmek, her şeye de karşı çıkmak zorundayım” diye internette bir tip dava dilekçesi açarak ne kadar esnaf varsa hepsine gönderdi ve dava açtırdı. Hiç planla ilgisi olmayan, planın getirdiği rantla veya uğrayacağı zararla ilgisi olmayan kişiler de dava açmaya başladılar. Yüzlerce dava karşımıza dikildi. Haydi bu neyse, çünkü adamları tahrik etmeniz, yönlendirmeniz bu konuları bilmeyen, anlamayan insanları hele 1/25 000’lik plan tekniği konusunda hiçbir bilgi sahibi olmayan insanlara dava açtırmanız kolay, ama Bursa Plancılar Odası da dava açtı. Önce bana geldiler, anlattık durumu. Yerel basınla civar basın, bakın ne diyor okuyalım: “Eskişehir’e Bursa’dan plan iptal davası açıldı. Eskişehir’in DSP’den devşirme CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı’nı birileri yere göğe sığdıramıyor. İstanbul’daki İkitelli sırça köşklerinden sırf ideolojik sahiplenmeyle heykeli dikilecek veya şapka çıkarılacak adam diye lanse edilen Başkan Yılmaz Büyükerşen hakkında Bursalı şehir plancıları aynı şeyi düşünmüyor. Prof. Dr. Büyükerşen’i Porsuk çayını temizlediği için adeta Paris belediye başkanı ilan edenler planlamada bir kenti nereye sürüklediğinin farkındalar mı acaba? Açılan davalar Eskişehir’de işlerin çok da yolunda gitmediğini gösteriyor. Bursa Şehir Plancıları Odası sorumluluk sahasındaki Eskişehir’in 1/25.000’lik nazım imar planları hakkında yürütmenin durdurulması ve iptali için dava 45 açmış. Oda Başkanı Füsun Uyanık’tan haberi alınca demek ki, çok şişirilen solcu Belediye Başkanı buymuş diye geçirdik içimizden. Sayın Belediye Meclisi’nin kabul ettiği plana 2.500 civarında itiraz geliyorsa -bu kadar değil tabii- o plan doğru bir plan mıdır? Kaldı ki, Bursa Şehir Plancıları Odası Başkanı Uyanık, Başkan Büyükerşen hakkında çok ciddi bir iddia daha ortaya atıyor. Büyükerşen ve Eskişehir Büyükşehir Belediye Meclisi’nin kağıt üstünde fay hatlarında değişikliğe gittiğini söylüyor -Oda Başkanı söylüyor, dikkatinizi çekerim- İnanılır gibi değil, bir bilim adamı ve koca bir kentin Belediye Meclisi Bursa Şehir Plancıları Başkanı’nın iddia ettiği gibi fay hatlarını hiçe sayıyorsa, orası göklere çıkarılacak bir şehir midir?” Peki, niçin dava açmış Şehir Plancıları Odası? Eskişehir’in 1/100.000 ölçekli çevre düzeni planıyla 1/25.000 ölçekli nazım imar planı arasında uyuşmazlıklar tespit etmişler -bu arada fay hatlarını değiştirdiğimizi de tespit etmişler. Alt ölçekli planların üst ölçek ilkeleriyle çeliştiğine dikkat çekmişler, tarım alanlarının yapılaşmaya açıldığını, ilgili kurumların görüşleri alınmadan Eskişehir’e 4 yeni üniversite alanı daha ayrıldığını görmüşler. Yani ileride üniversite kuracaksa devlet veya vakıflar neyse, orada yer göstermişiz. Herhalde 50 yıl öteyi düşünen bir planda bunun da dikkate alınması normaldir, üniversite olmaz da meslek yüksekokulu olur, herhangi bir şey olur değil mi? Efendim, 1/25.000 ölçekli plan raporlarının Eskişehir Büyükşehir Belediyesi İmar Yönetmeliğince aykırılıklar içerdiğine vurgu yapmışlar: “Yer sıkıntısıyla daha sayamayacağımız -Başkan kim bilir daha neler söylemiş ki, yer sıkıntısından sayamıyor yazar- onlarca teknik gerekçeyle Eskişehir’in 1/25 000 ölçekli nazım imar planı hukuka, kamu yararına, şehircilik ilke ve esaslarına aykırılıktan iptalini talep etmişler.” Yorum yapmıyorum. İki numaralı dosyaya dönelim. Bunları, şehir plancısı olacak öğrenci arkadaşlarım için, özellikle üzerinde durmaları ve meslek hayatlarında dikkat etmeleri gereken bir nokta olduğu için örnek verdim. Şimdi bakın, bu da şehir merkezi, şimdi şurası bizim Eskişehir’in şehirlerarası otobüs terminali, şu gösterdiğim beyaz kısım tramvay deposunun ve bakım yerinin olduğu kısım, şu maviyle çizili olan kısım da şuradan itibaren Eskişehir Şeker Fabrikası fabrika şurada görüyorsunuz, şu siyahla gösterilenler- burası da boş alan. Eskiden fabrika çalışırken köylüler pancarları getirir, bu arazilere yığarlardı. Şurası da Ankara-Eskişehir-İstanbul demiryolu hattı, burası demiryolları fabrikası şehrin göbeğinde, biz şehirdeki bütün fabrikaları organize sanayi bölgesine taşıdık, şehir içerisinde kirliliğe yol açıyor diye yeni alanlar açtık. Efendim, şurası da tren garı, halihazırdaki Eskişehir tren garı ve şehre bir tek 46 şu caddeyle bağlı. 1893’ten beri böyle, tek bu hat var şehre bağlı şurada da meydana benzer küçücük bir şey var. Yani eskiden şehir buralarda değilmiş kuzeyde, güneyde, şehir daha aşağılarda bir yerde Odunpazarı dediğimiz bölgedeymiş, bu yolla da gara gidiliyormuş ve trene biniliyormuş. Şimdi sorunları çözmek için bizim planlarımızda istedik ki, bu eskiden beri gelen bir tartışmaydı şehirde: Trenin şehre girişinden çıkışına kadar 2,53 km tünel altına alınıp, oranın ana bir bulvar haline getirilmesi, bu suretle hemzemin geçitlerden kurtulmak. Ayrıca şehrin kuzeyiyle güneyi arasındaki yollar hep o bulvara çıkarsa ulaşım kolaylaşır ama hızlı tren meselesi olunca hızlı treni tünel altına alalım dediler. Hükümet önce karar verdi ve başladılar şuradan bir yerden -halbuki buralarda bizim köprülerimiz vardı. Bu köprüler yıkıldı, buradan tünele geldiler, tam garın oraya geldiklerinde baktılar gördüler ki, bizim bir de tramvay köprümüz var burada, tramvay köprüsünü yıkmak gerekecek, köprünün pabuçlarından dolayı tüneli yapamıyorlar altına. Ona yardımcı olalım dedik, ya geçici bir yer yaparsınız ama mutlaka trenin şehir çıkışına kadar götürülmesi gerekir ki, bu ana bir bulvar olsun ve şehrin gelecek 50 yılda da trafik sorunlarının çözülmesinde çok önemli bir rol oynasın. Burası için ayrılan parada da önce ihaleyi gara kadar yapmışlardı, ondan sonrasını ayrıca ihale ettiler. Gara kadar yapılan ihalede para da galiba bitti ki, tuttular şimdi diyorlar ki, şu ana geçit, yani bizim tramvay köprüsünün de olduğu ve şehrin kuzeyiyle güneyini birleştiren ana cadde, ana bulvar -ki, aort damarı gibidir- ondan evvel çıkalım, ondan sonra dümdüz açık gidelim diyorlar. Şehri terk edinceye kadar demiryolu gene toprağın üstünden gidecek. Buraya kadar yapılan masraf da boşa gidecek. İstanbul hızlı treni başlayınca, bir de demiryolunun iki tarafında güvenlik duvarı yapmak zorundalar. Düşünebiliyor musunuz, Majino hattı yahut da Berlin duvarı gibi şehrin iki tarafına bir de duvar çekilecek. Bizim hayal ettiğimiz ya da Eskişehir’in tercih ettiği şehrin ortasından doğu-batı doğrultusunda geçen ve bütün kuzeyle güney arasındaki semtlerin yollarını birleştiren ana bulvar orta yerden kalkacak. Şimdi bunun mücadelesi yapılıyor. Belediyeler olarak toplandık, dedik ki; ne yapalım? Gelin, burası artık gar olarak kullanılmaz, çünkü bir tek şehrin güneyine bu hatla bağlı, kuzeyle bağlantısı yok. Gelin şeker fabrikasının şu boş arazisinde -ki, şeker fabrikası da özelleştirmede Maliye Bakanlığına verildi, satılacak. Senede sadece 2 ay kampanya, şeker kampanyası yapıyor- size bir yer ayıralım imar planında, şurada gördüğünüz beyaz yere de gar yapınız, önünü meydan yapın, sağına, soluna tesisleri koyun, oteller yapın, tramvaydan biz oraya bir hat çekelim, tramvay 47 şebekesine bağlanmış olsun. Şehirlerarası terminal burada, şehirlerarası terminalden otobüsle Eskişehir’e gelip trene binecek olanlar tramvayla bir dakika sonra gara gelsinler. Orada inenler otobüse binip gidecekse Afyon, Kütahya, Emirdağ diğer yerlere, onlar da tramvaya binsinler, şehir şebekesine dahil olsunlar. Ayrıca bu bulvar burası da bakın, o şehir içine yaptıkları çevre yoludur şu. Şimdi “hayır” diyorlar, “biz yetkiye sahibiz, biz istediğimiz gibi yaparız.” Siz istediğiniz gibi yaparsınız ama iktidar olarak bu şehrin önünü tıkarsınız, geleceğini tıkarsınız, gelecek kuşaklar için bir daha telafi edilemez bir plana yol açarsınız. Şimdi son asıl çarpıcı şeye geleceğim. 9 numaralı dosyayı açar mısınız? Bu da çok ilginç. Bakın bu, Porsuk Bulvarı’dır. Köprübaşı dediğimiz kilit noktası Eskişehir’in, şu kırmızılar hariç diğer renkteki yapılar teşekkül etmiş yapılar, şu tarihi bir yapıdır 1930’larda Turing Kulüp ve Porsuk Oteli diye yapılmış ve bir ada oluşuyor burada. Şu kısma dikkat edin bakın, şu kısımda biz Eskişehir’e bir dostunu ziyarete gelip bir hafta kalan Amerikalı bir şehir plancısına neler yapmak istediğimizi söyleyince birtakım eskizler de çizdi, onu da gösteririm. Burayı bir nehir, bir çay limanı gibi açalım bu bölgeyi, rahatlatalım, şuralarda da sıcak sular var, oralarda da hidroterapi merkezleri yapalım dedik. Plansız bir bölgeydi burası, ilk yaptığımız plan budur. Şimdi geçin 10. dosyaya, bunlar o söylediğim eskizler. 12’ye geçelim. Demin size işaretlediğim yerde dikkat edin halkevi binası vardı, benim ortaokul ve ilkokul talebeliğim zamanında. Türkiye’deki halkevleri, cumhuriyetin ilk dönemi mimarisine sahip binalardır biliyorsunuz ve halkevleri kapatıldıktan sonra -yalnız Eskişehir için büyük bir talihsizlik- Eskişehir’deki bu halkevi 4’er, 5’er metre cepheli uzun bir binaydı böyle, dilim dilim satılarak, peynir dilimi gibi satılarak elden çıkarılmıştır ve yoktur. Şimdi yerinde şu bina vardır, İş Bankası başta olmak üzere arkaya doğru bakın, eski halkevi binası, uzantısı, sahnelerinin falan olduğu kısım, burası devlet büyüklerinin -Atatürk dahil- gelip nutuk attıkları yer, işte bu hale geldi. Şimdi bu projemiz, o size önceki projede gösterdiğim yeri temizleyip liman haline getirmek ve plansız bir alan olduğu için İş Bankası’nı ve oradaki esnafı da caddenin karşı tarafında yine plansız bir bölgeye taşımaktır. Bir sonraki eskize bakalım. Bakın, burada daha rahat görüyorsunuz. Şu halkevi, şu da aynı halkevinin yerinde yapılan binalar dilim dilim satılmış bakın, hiç bu görüntü yok görüyorsunuz. Biraz sonraki fotoğrafta daha rahat 48 göstereceğim, buradaki 4 metre cephesi olan yer -arkası Porsuktur bu binanın- işte o liman gibi yapacağımız yerdir. Geçen dönem AKP milletvekili olan bir şarküteri sahibinin yeri var. Biz o planları yapınca -1/5.000 ölçekli planı da yaptık ve yürürlüğe soktuk, 1/1.000 ölçekli plan da yapıldı, o da yürürlüğe girdi- buradaki dükkanları, halkevini dilim dilim alıp da bu binaları yapanlar “bunu tescil edin, burası halkevidir” diye Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu’na başvurdular. Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu baktı, halkevinden eser yok, geçmiş ola, Allah rahmet eylesin, “burası tescil edilemez, bunlar yeni binalar” dedi. Bu sefer aynı kişi -o milletvekili- ve buraları dükkan haline getirenler, o parça parça alanlar; Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu’nun kararına karşı iptal edilmesi için idare mahkemesine müracaat ettiler. Yani herkes “Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu aman, tescilden çıkarsın, benim yeri SİT ilan etmesin” diye bakar, bunlar edilsin diye bakıyorlar. Konu mahkemelik olunca idare mahkemesi de Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden doçent bir şehir plancısını bilirkişi tayin etti. O genç bilirkişi yanında bir de bir asistan mıydı, kimdi, birisi vardı, onunla birlikte burası halkevidir diye rapor verdiler. Şehir plancısı dikkatinizi çekerim, şehir plancıları verdiler ve mahkemeyi kaybettik. Mahkemeyi kaybettik ama üst mahkemeye gidip itiraz edebiliriz. Kim edecek? Biz değil, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu. Çünkü onların kararının iptali için dava açıldı. Halkevidir burası, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu da “hayır, halkevi değildir” diyor. Fakat Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nun kararına karşı açılan davanın temyiz edilebilmesi için Kültür ve Turizm Bakanı’nın bürokratik açıdan izin vermesi lazım. Erkan Mumcu Turizm Bakanı temyiz edilmesine gerek yoktur diye karar verdi ve gitti. Şimdi şu binalar hala halkevi diye gözüküyor ve bu bölgenin de planı yapılamadı. Bunu mesleki etik açısından özellikle gelecekte şehir plancısı olarak yetişecek arkadaşlarıma, Bursa örneğinde olduğu gibi, hatırlatırım. Şimdi o arada biz ne yaptık müdahil olmak için? Bakın, şu gördüğünüz üstteki halkevi yine, altta sarı çizgiler var. Altta sarı çizgiler eski halkevinin aynı yerden çekilmiş yeni yerdeki fotoğrafın üstüne sarıyla oturtulmasıdır. İlgisi var mı? Alttaki fotoğrafa bakın, alttaki fotoğrafta üstteki mavi yapılan değişiklikten sonra, halkevi yıkıldıktan sonra yapılan kısımlardır şu kısımlar, ilave edilen kısımlar, şunlar da sarı o eski halkevinin işgal ettiği yerdir. Bakın, bu da yine Porsuk tarafından, yani şu binanın arkasından çekilmiş fotoğraflar ve şurada gördüğünüz şu bina da milletvekilinin binasıdır. 49 İşte size siyaset ve planlamadan çarpıcı örnekler. Son kısma gelerek bitiriyorum. Kentsel dönüşüm kararı çıktı, bahsetti arkadaşlar. Kentsel dönüşüm için kanun çıkar çıkmaz değişiklik yapılır yapılmaz hemen Eskişehir Belediye Meclisi toplandı, 11 bölgede kentsel dönüşüm kararı aldık. Biliyorsunuz o kanunda eğer kamu arazisi varsa veya kamu yapısı varsa kentsel dönüşüm yapılacak yerde Büyükşehir Belediye Meclisi’nin kararından sonra Bakanlar Kurulu’nun da onayı gerekir. Yani biz aldıktan sonra kararı, Bakanlar Kurulu’na bildirmemiz lazım. 11 yerin 9’unda böyle bir yer yok, var olan yerleri de dönüşüm dışında tuttuk, çizgiyle belirledik. 11 tanesi de boş arazi yani orada artık hani kamunun bir yapısının yıkılması falan söz konusu değil, aldık valiliğe gönderdik. Vali telefon etti: “Hocam, boşuna uğraşıyorsun Valiliğe niye gönderdik? Vali İçişleri Bakanlığı’na gönderecek, İçişleri Bakanlığı da Bakanlar Kurulu’na sevk edecek- sana yaptırtmazlar burayı” dedi. “Kim yaptırtmaz?” dedim. “Yaptırtmazlar” dedi. Ne dersiniz? Ses çıkartmadım: “İyi yaptırmazlarsa yaptırmasınlar, siz yollayın” dedim. Baktım, bir hafta sonra Vali’nin davası geldi. İdare Mahkemesi’ne gitmiş dönüşüm kararına karşıyım ben diye, olacak iş değil, yani kanun bize veriyor yetkiyi. Vali atanmış bir adam -tabii yukarıdan emirle oluyor bütün bu işler- mahkeme reddetti: “Senin görevin Bakanlar Kurulu’na sevk etmektir, İçişleri Bakanlığı’na sevk et” dedi. İçişleri Bakanlığı’na yeniden gönderdik, -yazıyı tekrar gönderdik Valiye, göndermek zorunda kaldı. Bu sefer İçişleri Bakanlığı’ndan yazı geldi: “Efendim, Vali dönüşüm kararlarınızı göndermiştir ancak kendisinin de itirazları vardır. O nedenle Bakanlar Kurulu’na sevk edemiyoruz.” İşte size Türkiye, gelirler meselesi var, finansman meselesi var. Yani belediyeler tamam, imar planlarını yaparlar, peki o imar planlarını uygulamak için istimlaklar yapacaklar, yollar açacaklar, onların kaynağı, finansmanı nereden gelecek? En son okuyorum teker teker kanundaki değişikliği ve bir cümleyle bitireceğim. Efendim, yeni kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevleri önce daracık yapılmış, sonra ikinci bir kararnameyle, Kanun Hükmünde Kararname ile daha da genişletmişler. Biz, Meclis’ten kanunlar tartışılarak çıkacağı yerde, torba kanun geleneğine alışmıştık. Bu gidişle çuvallama kanunu da çıkar, çuvallama usulü de gelir diye bekliyorduk ama şimdi Kanun Hükmünde Kararname ile idare ediyorlar. Bakın ne diyor? “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevi: Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan 50 veya mülkiyeti hazineye, kamu kurum ve kuruluşlarına -belediyeler de dahil buna- veya gerçek kişilere -şahıslara- veya özel hukuk tüzel kişilerine şirketlere, firmalara- ait olan taşınmazlar üzerinde kamu veya özel sektör tarafından gerçekleştirilecek olan yatırımlara ilişkin olarak ilgililerince hazırlandığı -yani bunlar hazırlayacaklar- veya hazırlatıldığı -veya bunların hazırlattığı- halde yetkili idarece 3 ay içerisinde onaylanmayan etüt, harita, her tür ve ölçekteki çevre düzeni, nazım ve uygulama imar planlarını, parselasyon planlarını ve değişikliklerini ilgililerin valilikten talep etmesi -eğer bunlar valilikten talep ederlerse- ve valiliğin Bakanlığa teklifte bulunması üzerine bedeli mukabilinde yapmak -bir de para verecekler, valiliğe müracaat edeceksiniz, parayı da vereceksiniz bütün bunlar yapılacak- yaptırmak veya sizin adınıza yaptıracak veya onaylamak. Başvuru tarihinden itibaren 2 ay içinde yetkili idarece verilmemesi halinde -yani belediyeler dahil- bedeli mukabilinde resen yapı ruhsatı ve yapı kullanma izniyle işyeri açma ve çalışma ruhsatını vermek” Belediyeler için iki yol var: Ya sadece belediyeler çöpçüdür, her yıl büyük şehir, küçük şehir çöpçü, çöp hizmetlerini görmek üzere seçim yaparsınız demokrasi olsun diye ya da belediyeleri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın aynı merkezi hükümetin sağlık müdürü, bayındırlık müdürü, milli eğitim müdürü gibi bir uzantısı haline getirirsiniz. Böyle olur Çelebi işte bizde demokrasi dediğin, hepinize teşekkür ediyorum. ERHAN DEMİRDİZEN- Çok teşekkür ediyoruz, Sayın Başkan’a. Sayın Başkan hem plancılarla, hem de siyasetçilerle sıkıntılı. Hem planlamasiyaset ilişkilerinde, hem siyaset-siyaset ilişkilerinde Eskişehir gergin durumda. Yani ben de kendisine bir dokundum, bin ah işittim diye hissettim. Gerçekten bilerek sormadım o soruyu, dava konusunu özellikle. Sayın Ahmet Turgut; meslektaşımız, odamızın uzun yıllar yöneticiliğini yaptı. Dolayısıyla masanın bu tarafından baktı yıllarca, siyaset kadrolarına, siyasi alana hep bu yönden yaklaştı. Zaman zaman siyasi kadrolarla, aktörlerle gerginlikler yaşadı. Zaman zaman onlara Eskişehir’de olduğu gibi davalar açtı, onlarla hukuk yoluyla mücadele etmeye çalıştı. Ama en sonunda bildiğiniz gibi 2009 yerel seçimlerinde Milliyetçi Hareket Partisi’nden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak siyaset alanına geçiş yaptı. Şimdi o yüzden bu oturumda Sayın Ahmet Turgut’un masanın diğer tarafına geçiş öyküsünü biraz dinlemek istiyoruz. O dönemde proje üretirken, politika geliştirmeye çalışırken belirli bir siyasi parti içerisinde bir siyasi faaliyette bulunmaya çalışırken plancı kimliği engel mi oldu, köstek mi oldu, yoksa çok 51 daha farklı ufuklar mı açtı? Biraz bu çerçeve içerisinde kendisini dinlemek istiyorum, buyurun efendim. AHMET TURGUT- Sayın Başkan, kıymetli hocalarım, odamızın değerli yöneticileri, çok kıymetli meslektaşlarım; hepinizi saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum. Başkanıma da sitemlerimi iletiyorum, başarılı çalışmalarını tebrik ediyorum ama sitemlerimi de iletiyorum. Şehir Plancıları Odası ve bölümlerimiz, oturumun 5.sini düzenliyor , bu başarılı gidişatları nedeniyle ben de gerçekten kendilerine takdirlerimi sunuyorum. İstanbul ile ilgili önemli başlıkları tartışıyorlar, yol haritası oluşturuyorlar. Bundan mutlaka akademisyenler de, meslek adamları da, siyasetçiler de, İstanbul’u yönetenler de faydalanıyordur diye düşünüyorum. Hayat öğrenmekle geçiyor, böyle bakmak lazım meseleye, ancak Erhan Başkanım bir soru yöneltti, öncelikle onunla başlayarak gündemimize girmek istiyorum. Fatma Hocam da, duayenimiz Ruşen Hocam da çok önemli şeyler söylediler, çok özel konuların altını çizdiler. Aslında bugünün Türkiye’sinde planlamanın geldiği noktayı, sadece planlama cephesinden bakarak tariflemek ya da yönetmenin mümkün olmadığını bize bir daha algılattılar. Böyle bakıyorum ben de meseleye. Planlama, eşitlikçi ve adaletçi bir düzenin tesis edilmesinde önemli bir araçtır. Sadece şunu gördük ki, özellikle Türkiye’de son 30 yıl gösterdi, bazı siyasi partiler ve siyasi aktörler tarafından, planlama sadece bir fiziki müdahale aracı olmaktan çok bir ekonomik araç haline getirildi. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu ve bu yönde kararlar alındığına da hep beraber şahit olduk. Hiçbiri tesadüf değildi. Ben Fatma Hocam’ın yaklaşımına son derece katılıyorum. Belki uygulanış tarzı itibariyle, araçlarıyla çok düzenli bir sistemi görmediğimiz İstanbul’da, belirli bir tercihi görmek mümkün bu noktada. İstanbul bilerek ve isteyerek bu noktaya getirilmiştir ve bu şekilde de 2,5 yıldır -ben İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne aday olduğumdan beri- muhalefet görevini yapmaya çalışıyorum Milliyetçi Hareket Partisi Merkez Yönetim Kurulu üyesi sıfatımla, şehir plancısı sıfatımla, İstanbul adayı sıfatımla. 2,5 yılda da çok fazla şeyin değişmediğini hepiniz bazı örneklerin üzerinden biliyorsunuz ama ben de bunların altını çok kısa süre içinde çizeceğim. 52 Planlama formasyonunun hep çok önemli olduğu dile getirildi, böyle büyüdük, böyle yetiştik. Aramızda öğrenci kardeşlerim de var, böyle de inansınlar gerçekten. Ben siyasete adım attığımda İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinin yapılmasına yaklaşık 42 gün vardı. Ben 42 günde birçoğu da şehir plancısı meslektaşlarım olan çalışma arkadaşlarım ile bir kampanya yürüttüm. Şehir plancısı birikimimizle biz bu 42 günü toparlayabildik. İstanbul için bazı şeyler söylemeye çalıştık. Bugün bazılarının uygulandığını görmekten mutlu olduğumu yöneten seçilmişlere de, bürokrat arkadaşlarımıza da iletiyorum, tebriklerimi de iletiyorum. Bir şey sorduklarında da çaba ve gayretimi İstanbul adına onlara vermeye çalışıyorum. Aslında bugünkü oturumun genel başlığına baktığımızda planlama ve siyaset ilişkisini konuşuyoruz. Oda başkanlarımız da, Ruşen Hocam da altını çizdi, planlamayı siyasetten koparmak mümkün değil, kopmuyor da zaten. Plancı kimliğinizle bu sürecin içerisinde yer almak -kent yöneticisi olma çaba ve gayreti adına söylüyorum bunu- son derece kolay. Onun için şehir plancıları daha fazla siyasetin içinde yer almak durumundalar. Bu siyaseti, bir siyasi partinin içerisinde aktif görev olarak yerine getirmek olarak algılamayınız. Ben, bugün çok dile getirilen ama zerre kadar uygulanmadığına inandığım ileri demokraside siyasi partilerin aktör olduğu kadar, her bir toplum bireyinin de, sivil toplum kuruluşlarının da, mesleki örgütlerin de, gönüllü birlikteliklerin de, kooperatiflerin de birer siyasi aktör olarak yaşamın içinde var olması gerektiğine inanan bir yurttaşım ve bu çerçevede siyaset yapıyorum. Onun için siyasetin içinde olunuz. Bugün aramızda bazı mahallelerde beraber olduğum, mesleki kimliğimin ötesinde son 2,5 yıldır da siyasetçi kimliğimle çaba ve gayretlerine destek olmaya çalıştığım mahallelerden, şehir plancısı olmayan ama İstanbul’un çilekeşleri de var. Onlar da siyasetin içindeler aslında, bu yaşam mücadelesinin bir parçası. Onun için şehir plancıları bu yapının içinde olunuz. Ama muhatabım yok bu salonda, ben de onun için siyaset üslubuyla yapmaya çalışacağım. Sayın Başkanım, konuğumuz, Cumhuriyet Halk Partili ama İstanbullu değil, onun için alınmasın. Üç kere seçilmiş olmasını da, onun için tebrik ettim. Bir başarı olduğuna inanan bir siyasetçiyim. Bu tescillenir çünkü seçimlerde başarı kazanmak önemlidir, bir daha seçilmek önemlidir. Büyük kentlerde birkaç kere seçim kazanmanın da çok önemli olduğuna inanıyorum ayrıca. Seçmen kitlesinin çok farklılaştığı, birebir ilişkilerin daha fazla koptuğu, homojen yapının dağıldığı kentler açısından da önemsiyorum. Ama bugün bu 53 salonda Adalet ve Kalkınma Partili ya da Cumhuriyet Halk Partili siyasetçiler yer alamadılar, alamazlar. Toplumun karşısında hocam söyledi, ders verirken: “Gözünüzün içine bakarak anlatıyordum, bugün bunu yapamayacağım.” Bir özür gibi algıladım ben ya da farklı bir tarz gibi koydu. Siyasetçi de toplumun gözünün içine baktığında Cenab-ı Allah’ın yarattığı bir fani olarak o saflığı ve temizliği devam ettirir. Hep buna inanırım, yalan söyleyemez. Onun için bu toplumun huzuruna gelip, gözünüzün içine bakıp da bunu söyleme cesaretini gösteremedikleri için bu davetleri kabul edip de buralara gelemezler. Bunun içine il yöneticisi, il başkanı, ilçe başkanı ya da belediye başkanı ya da belediye meclis üyeleri de dahil. Nerede bu salonda İstanbul’da şehir plancısı kimliğiyle Adalet ve Kalkınma Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nde Meclis Üyesi olan meslektaşlarım? Neredeler? İstanbul İmar Komisyonu’nda ben her Meclis’i takip ediyorum. Bir tane Meclis üyem var İstanbul’da, onunla da takip etmeye çalışıyorum İstanbul’u. Gidiyorum o oturumları da izliyorum, utansınlar. Bakın, bu lafımdan alınmasınlar, dirsek çürüttüler, emek verdiler bu İstanbul’a. Ama mensubu olduğu siyasi partiler, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde yer alan şehir plancılarına İhtisas Komisyonu olan İmar Komisyonu’nda yer vermiyor. Bir baksınlar meslek gruplarına Adalet ve Kalkınma partisinden görevli 6 arkadaşımızın, Cumhuriyet Halk Partisi’nden görevli 3 arkadaşımızın ne yaptıklarına. Şimdi siyaset bilime saygı duymazsa, hocamın biraz önce bahsettiği gibi, ağırlıkla siyasi çekişme var olur. Ama siyaset bilime saygı duyarsa, siyasetin topluma hizmet için ve sadece Allah rızası için yapıldığı felsefesinden hareket edenler mutlaka uzlaşırlar ve toplum için muhalefette de olsalar doğruları söylerler. Biraz önce de söyledim, siyaset her alanda yapılabilir, siyaseti genel bir yelpazede tanımladığınızda bu mümkündür. Siyasi partiler mutlaka bu noktada bir araç olarak ortaya çıkabilirler. Ama bugün kentte, ağırlıkla kentsel dönüşüm adı altındaki eziyet, zulüm, cefa, çile nasıl derseniz böyle uygulanan bir süreçte toplumun, muhalefetin beklenti ve isteklerini de bu noktada iktidarın alması gerekir. Bunun altını çizmek isterim. Planlamayla siyaset ilişkisine, sadece teorik bir bazda bakma şansına sahip değilim. Planlamayı ve siyaseti kimin, nasıl yaptığı, siyasi partilerin dünya görüşleri ve kuruluş felsefelerini hayata nasıl geçirdikleri noktasında önem kazanıyor. Yoksa salt planlama ve siyaset ilişkisi, bence yolunda gittiğinde, olması gereken bir ilişki. Ben Ruşen Hocam’ın söylediklerinin hepsine katılıyorum, çok da teşekkür ediyorum tekrar. Mutlaka 54 Erhan Başkan’ın söylediğine tekrar bir noktada dönersem, kentsel yaşamın içinde olmak buradaki birçok arkadaşım ve hocam açısından bir gerçektir. Ama toplumun beklentilerini, bireyin beklentilerini ve ihtiyaçlarını planlama sürecinde algılayabilmek sadece dikdörtgen imar adaları yapmakla olmuyor. Onun için eğer planlama sistemini ve sürecini yönetenler, yönlendirenler, içinde olanlar; halkın beklenti ve istekleriyle planlamanın evrensel ilke ve değerlerini çakıştırabilirlerse, plancılar, planlama kurumu siyasetle uzlaşı oluşturabilir. Ama burada Türkiye’de, İstanbul’da çirkin olan; siyasetin, siyaset kurumunun ve siyaset kurumunun içerisinde rol alan aktörlerin planlama kurumuna ve evrensel değerlerine saygılı davranmaması sorunuyla karşı karşıya kalmamız. Eğer siyaset kurumu da bunu algılar ve kabul ederse, bazı sorunlar daha çabuk çözülür diye düşünüyorum. On dakikam bitti, yarın son forum bölümünde açarsanız, tartışma ortamı da oluşabilir. Orada da devam edebiliriz hep beraber ancak siyaset İstanbul’da ikiyüzlüdür. Bunun altını kalınca çizmek lazım. Bakın, siyaset, siyaset derken iktidarı yöneten hükümet, İstanbul’da belediyeleri yöneten Adalet Kalkınma Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi planlamada ve kentsel proje sürecinde hiç demokratik değil. Yani ben bazı örnekler de verebilirim, zamanım yetmeyecektir ama kalırsa veririm. Planlamada ve kentsel projelerde hiç katılımcı değiller. Özellikle de şeffaf olmayacak düzenlemelerin peşinde koşuyorlar. Nedir planlamada ve proje üretim sürecinde şeffaf olmamak? Nedir proje üretim ve planlama üretim safhası? Üretirken, onaylarken, uygularken böyle koymaya çalıştım adını. Üretirken ne yapmaya çalışıyorlar? Kapalı üretmeye çalışıyorlar, yani bu planlama için de böyle, proje üretim süreçlerinde de böyle. Şeffaf olabilecek yöntemler tercih edilmiyor. Bunun ötesinde Türkiye’nin kör topal giden bir Kamu İhale Kanunu var ve bir sistemi var. İhale mevzuatıyla son 10 yılda oynandığı kadar başka mevzuatlarla oynanmadı. İhale mevzuatıyla oynanıyor, bu şeffaf üretim süreci ortadan kaldırılmak adına yapılıyor. Sonra özel yasal düzenlemeler çıkarılıyor, şeffaf üretim süreci ortadan kaldırılmak için yapılıyor. Peki, onaylarken şeffaflar mı? Tabii ki değiller. Merkezileşmiş yetkili kurullar oluşturulmaya çalışılıyor. Burada gene de şunu ayırmak lazım; merkezileşmiş yetkili kurulların üretilmesindeki temel faktör yerel ölçekte üretilmesinden, onaylanmasından ve yerel ölçekte seçilmişlerle onaylanmasından merkezi idaredeki seçilmişler kaçınıyorlar. Çünkü ben şu 2,5 yıllık deneyimim içerisinde şunu gördüm ki; her ne kadar temel eleştirilerim olmuş olsa da yerel siyasetçi, yerel siyasetin içindeki aktörler bu 55 metropolde bu büyük ölçekte merkezi yönetimde görev alan aktörlerden daha fazla toplumla kaynaşıyorlar ve hesap verebilir bir pozisyondalar. Tekrar dönelim, Sayın Büyükerşen ya da Türkiye’de başka belediye başkanları, büyük kent ölçeğinde iki kere, üç kere, dört kere seçilmişler var. Hesap verebilirlik mekanizması bu noktada önem kazanıyor. 3.000.000’luk, 5.000.000’luk, 10.000.000’luk ya da 13.000.000’luk kentte, kentin belediye başkanlarını sayın dediğimizde firesiz cevap alabilirsiniz. Bir değer yargısı oluşmuştur. Ama bu şehrin milletvekillerinin ya da bu şehirden seçilmiş milletvekillerinden bakan olmuşları sayın dediğinizde oran son derece düşüktür. Bir diğeri; merkezi hükümet onaylama süreçlerinde şeffaflığı, yetkiyi dağıtarak almaya çalışıyor. Şimdi Adnan Bey alınmaz, biz dost olduk. Galataport sürecinden bu yana aynı şeyleri söylüyoruz, ihaleyi de iptal ettiler onun için, şakası tabii. Ama Özelleştirme Kurumu’na geldiği için teşekkür ederim, biraz önce de söyledim; o cesareti birçok kurum temsilcisi göstermiyor. Onun için biraz önce çay sohbetinde de tebrik ettim, görmüyordum uzun süredir. Ama bazı kurumların planlama disiplini içerisinde aslında yeri yok. Bu kurumların yerinin olmadığını biz de biliyoruz. Ama hükümet, hükümeti yönlendiren küresel sermaye, yetkiyi parçalayarak takibini zorlaştırıyor ya da kurumsal yapılardan her yetkiyi alma becerisini çıkarmak aslında o kurumları yönetenlerin kendilerini daha fazla başarılı lanse edebilme adına bir süreç oluşturmalarıyla ortaya çıkıyor. Uygulama süreçlerine girmeyelim, uzun bir yol. Kamu eliyle, özel sektörle ya da diğerleriyle ama siyaset-planlama ilişkisine Türkiye’de şöyle bakmak lazım: Bunlar hangi siyasi partiler, yereldeki uzantıları ne kadar etkileniyorlar, ne kadar direniyorlar, ne kadar toplum için siyaset yapıyorlar buna bakmak lazım. Türkiye’de bugünün koşullarında planlama ve siyaset ilişkisinde, Türkiye’de ben buna tartışmasız inanan bir yurttaşım. Siyaseti Türkiye’de uluslararası piyasalar yönlendiriyor. Şöyle davranış tarzlarına, 1983’ten itibaren güçlü şekilde iktidara gelen partilerin davranış tarzlarına baktığınızda farklılık olmadığını, bugünün siyasetçilerinin de o dönemlere atıflar yaparak kendi siyasi geçmişlerinden gelen partileri değil, bu tarz davranan partileri tespit ettiklerini, tercih ettiklerini ve teveccüh gösterdiklerini görüyorsunuz, bu da bir tesadüf değil bana göre. Planlama artık bu piyasa sürecinin içerisine girmiştir. Biraz önce de Fatma Hocam da, Ruşen Hocam da söyledi; kent toprağı artık metalaştı, 56 uluslararası sermaye kent toprağını öyle görüyor. Türkiye’deki siyasi uzantılar ve siyasi çevreler böyle algılıyor bugün için ve bununla da bir rant ekonomisiyle ülkeyi yönetiyorlar. İşte bir haftadır dolar 1,4’lerden 1,9’lara, 2’lere çıktı. Avrupa’da Euro bölgesinde neler oldu hep beraber görüyoruz. Mutlaka şöyle hemen hafızanızı 10 gün geriye götürün, mutlaka ilişkilendirildiği en önemli alan, hocamın da biraz önce söylediği gibi, faktöring kuruluşları, bankalar ve gayrimenkul piyasasıdır. Çünkü gayrimenkul piyasasındaki yurtdışı aktörlerinin, İstanbul’da sayısı bugün 130’ları geçen AVM’lerin, Türk Dil Kurumu’nda karşılığı olmayan rezidans projelerinin temel yaklaşımının içerisinde mutlaka Avrupa fonları ve sermayeleri vardır. Son 6 ayda, bir senede de ağırlıkla Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi körfez sermayesi ve fonları vardır, bunu iyi görmek lazım. Türkiye’yi bağımsız yönetecek siyasi kadrolar oluşmadığı sürece Türkiye’de planlamanın bağımsız yönetilmesi mümkün değildir. Onun için plancılar ve planlama kurumu; bu sürece direnen, bu konuda direnç gösteren bir kurum olarak varlığını sürdürüyor. Mutlaka farklı dünya görüşlerindeniz bu salonda da. Ama planlama adına aynı şeyleri söylüyoruz, aynı bileşenlerde buluşuyoruz. Onun için planlama kurumu derken bütün camiayı, bu kuruma emek veren bütün aktörleri içine katarak söylüyorum, planlama bu süreçte direniyor. Sizin sunuşunuzda bir tespitte bulunmuş Şehir Plancıları Odası ve bölümlerimiz: “Kentlerin üst ölçekli plan kararlarıyla yönetilmesi için yeni düzenlemeler gerçekleştirmekte diğer taraftan bu planları devre dışı bırakan gelişmeler vardır” diyor. Bakın, İstanbul’da, Ankara’da, yani 12 Haziran 2011 seçimlerinde de bu derece popülist projeler, planlama kavramından kopuktur. Biraz sonra tartışacağımız büyük projeler-planlama ikilemini oluşturan yaklaşımın altında da bu vardır. Seçim döneminde İki Yeni Şehir gibi yeri belli olmayan bir kent projesi olabilir mi? Böyle bir yaklaşımı neyle açıklayabilirsiniz? Ben İstanbul’a iki tane kent kuracağım ama yerini bilmiyorum. Niye kuruyorsun, kimin için kuruyorsun? Kentin neresinde kuruyorsun bilmiyorsunuz çünkü arsasını bulmadınız, alelacele söylediniz. Bu kadar açık ve nettir ya da İstanbul için açıklanan bizim de sıkça eleştirdiğimiz Kanal İstanbul projesini bir popülist yaklaşım olarak ortaya koyuyorsunuz ama arkasından sermaye grupları hemen çıkıyorlar, çok güzel olduğunu ifade ediyorlar. Gayrimenkul geliştiriciler doğru olduğunu söylüyorlar. İşin sadece gayrimenkul boyutu değerlendiriliyor Kanal İstanbul projesinde de. Ne kadar yakında? “Peki, niye yapıyorsunuz?” diye iktidara sorduğunuzda; sunumda da, 1979’daki, 1980’in başındaki patlama gösteriliyor, boğaz geçiş güvenliği 57 öne çıkarılıyor. Peki, hiç boğazın en kesiti, önerilen kanalın en kesiti, çekme mesafeleri olabilirliği, su akışı, doğal çevre vb. de geçtim, bugünkü boğaz geçişinin güvenliğiyle yeni kanalda oluşturacağınız güvenlik, bugünkü boğaz geçişine Montrö Sözleşmesi ile yönlendiremediğiniz yılda yaklaşık 50.000 geminin buraya nasıl yönlendirileceği ve çabuk geçeceğiyle ilgili, kamuoyunda hiçbir hukuki ve teknik tartışma yapılmıyor ama sunan bunu böyle sunuyor. Bu nedir diye kimse değerlendirmek zahmetine katlanmıyor ya da katlananlar kamuoyunda yer bulmuyorlar. Ancak bu projeyi gayrimenkul sektörü nasıl değerlendireceği ve İstanbul’u geliştireceği konusunda çarşaflarca gazetelerde röportajlar, televizyonlarda değerlendirmeler yapıyorlar ya da yurtdışı odaklı İstanbul’da yatırım yapan gayrimenkul geliştirici firmaların temsilcilerinin “çok da önemli para değil, ben de şu kadar milyon doları bu işe yatırırım” gibi demeçlerini görüyorsunuz. Cebini sökseniz bir kuruş yok, öbür cebini sökseniz dolarlar var. Şimdi onun için Türkiye’de planlama kurumunu siyasetle ilişkilendirmek., siyasetin, planlama kurumuna saygı duyarak, planlamanın eşitlikçi, adaletçi, hak dağıtan ve hukuk düzeninin gelişmesine katkı sağlayan bir araç olarak gelişmesini ve yönlendirmesini beklemek, bugünün Türkiye’sinde hayaldir. Onun için ben bu salondaki kitleyi de, İstanbul’daki büyük kitleyi de nerede olursa olsun ama hakça, eşitçe, adaletlice ve Cenabı Allah’ın bana verdiği, doğarken vermiş olduğu saf duygularla bu işi yapacağım diyen herkesi, siyasi kurumun içerisinde yer almaya çağırıyorum. İnsan şaşar ve beşer, buna da katılıyorum. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi’nde Meclis Üyesi olup da, İmar Komisyonu’na girme becerisini dahi gösteremeyen, bu projeler onaylanırken bu sıralardan yetişip, o siyasi partinin kimliği altına girmeden beraber mücadele ettiğimiz arkadaşların da oybirliğiyle geçen ya da sadece Adalet Kalkınma Partisi ya da Cumhuriyet Halk Partisi’nin çoğunluk olduğu yerlerde oy çokluğuyla geçen kararlara evet demesini de anlayışla karşılayamıyorum, karşılamamı da beklemeyiniz lütfen. İdarenin, genel idarenin bakış açısı budur üst ölçekli planlar meselesine; göz boyamadır. Sayın Başkanım da yaşadıklarını anlatıyor işte, yani çevreyolu mantığına Karayolları Genel Müdürü’nün nasıl baktığını çok iyi anlatıyor. Ben Sayın Osman Pepe adını da buradan vereyim. Geçmişte çok kapıştığım İstanbul’daki bazı projelerle ilgili, beni bazı projelerle de ilişkilendirmeye çalışıp, “Şehir Plancıları Odası Başkanı’na bakın hele” diye 58 gazetelere demeç verdiği için adını geçireceğim. Burada cevap hakkı olmadığını da bilerek geçireceğim. Ben, Sayın Pepe’ye 100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planlarıyla ilgili -bir otelde toplantı yapıyorlardı, bizler konuşmacı değildik ama dinleme lütfuyla gitmiştim- şunu söylemiştim kürsüde: “Biz ıslah planlarını Türkiye’de yıllardır konuşuyoruz, açmış olduğunuz bu 100.000 ölçekli yol, 100.000 ölçekli ıslah planlarının da önümüzdeki dönemde yıllarca konuşulmasına vesile oldunuz. Planlama camiasının içinden değilsiniz ama planlama camiası sizi unutmayacak” demiştim, ben unutmuyorum. Şimdi yerel ölçeğe geçtiğinizde de yerel yönetimlerin plan tadilatları aracılığıyla kenti yönettiği gibi bir tespitte bulunmuş düzenleyici kurumlar, bu İstanbul açısından artık bir vaka. Ben bunun sebebini de iki noktada tarifleyip bitiriyorum. Bir diğeri şu; aramızda kamu kurumlarında çalışan meslektaşlarım var layıkıyla bu işi yapmaya çalışan arkadaşlarım, hepsine takdirlerimi sunuyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde ya da ilçe belediyesinde büyük ölçekli bir plan geldiğinde -büyük ölçekliden kastım alansal büyüklük- İmar Komisyonu’ndaki arkadaşlarımızın, Belediye Meclis Üyesi arkadaşlarımızın, bunu yakalama şansları yok. Meslektaşlarım aldıkları eğitimin gereği bir etik anlayış içerisinde, o sınırların içerisinde bir doğru plan üretmeye çalışıyorlar, verilmiş görev o. Yapılan imar planı onaylanırken, imar planı onaylama süreci içerisinde Belediye Meclis mekanizmasına ulaşabilecek bir yöntem olmadığı için, plancı arkadaşlarıma da bunu böyle çizin deme cüretini gösteremeyecekleri için -ki bu kadar aleni de yapmıyorlar- o imar planları bütünsel olarak onaylanır İstanbul’da. Onaylanan imar planlarında, o imar planı süreçlerinde kentin tahrip edilmediğini görürsünüz. Uzlaşabiliriz o planda, eksikler bulabiliriz, yanlışlar bulabiliriz, beğenmeyebiliriz, eleştirebiliriz ama bir noktada uzlaşırız ve o planları beğeniriz asgari müşterekte. Ama o imar planlarına noktasal talepler gelmeye başladığında, itirazlar gelmeye başladığında, kenti yönetenler sisteme hakim olurlar ve planlama gene rant odaklı, rant ekonomisine hizmet odaklı ve mülkiyet eksenli bir hale dönüşür ve sonuçta o planlara onun için öyle müdahale ederler. Bir diğer yöntem, kent toprağı metalaştı. Yani Meclis Üyelerimiz, kenti yönetenler, bütünsel planda sisteme hakim olamıyorlar. Onun için noktasalı tercih ediyorlar, ilgi alanları buna giriyor. Bir diğeri de siyaset kurumu; kent toprağının metalaştığını hep beraber görüyoruz. Bizden daha iyi gören yöneticiler var bugün, o ekonomiyi yönetmek istiyorlar. O ekonomiyi sizlerin 59 oluşturduğu 300, 400, 500, 600 hektarlık nazım imar planı, uygulama imar planlarıyla yönetemezler. Bu ekonomi öyle bir ekonomi değil, bu ekonomi üreten bir ekonomi değil, bu üreten ekonomi istihdam yaratan bir ekonomi de değil, katma değer üreten, vergi veren bir ekonomi de değil. Fatma Hocam altını çok kalın çizdi; gayrimeşru bir sektörden bahsediyorsunuz, vergilendirilemeyen bir sektörden bahsediyorsunuz ağırlıkla. Onun için bu ekonomiyi Türkiye’de yönetmek isteyen siyasi kadrolar var, siyaset bunun peşinde koşuyor Türkiye’de. Onun için kent ölçeğine indiğinizde, siyasetplanlama ilişkisini kurduğunuzda, karşınıza plan tadilatları çıkar. Bakın, dün gene Büyükşehir Belediye Meclisi’ne gelen dosya sayısı 300’e yakındı. Her Meclis’te gelen dosya sayısı böyle, belki 50 tanesi, 60 tanesi, 80 tanesi, bilemediniz 100 tanesi zorunluluk olan tadilatlardan olsun. Ama büyük çoğunluğuna baktığınızda daha sonrasında kente aykırı olanı, Sayın Bakanların “Sultanahmet’i kapatmış bu bina” dediğini, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde projeyi onaylayanlar görmüyorlar mı? Bir yere verdiğiniz emsal değerinin nasıl bir siluet oluşturacağını, bu yapı hakkının nasıl kullanılacağını değerlendirecek kadrolara sahip değil misiniz? Evet değilsiniz, maalesef değilsiniz, onun için bu kent yönetilemiyor, ben de onun için bu sözleri söylemek zorunda kalıyorum. Hepinize çok teşekkür ediyorum. Ancak planlamayı düzenlemenin, planlama-siyaset ilişkisini yoluna sokmanın, siyasi kurumların içinin düzeltilmesinden geçtiğinin tekrar altını çiziyorum. Bu konuda hep beraber çaba sarf etmek zorundayız, etmek zorundasınız. Türkiye’deki siyaseti yönlendiren ekonomik tercihleri terse çevirmediğimiz sürece, bugün ezilen “ezildim” deme hakkını bulamadığı sürece, “sana bunu veriyorum, yetiniyorsun” dediğinde, başını öne eğer. İstanbul’daki mahalleliye ya da biraz önce hocamın da verdiği Sulukule örneğinde -çok bayrak olduğu için söylüyorum;-; “Arnavutköy’e git” dediğinde, “hiç olmazsa sokakta bırakılmadım, buna da çok şükür” diyen bir anlayışla planlama-siyaset ilişkisini haklı kuramayız. Onun için başkaldıracaksın, onun için eşitlikçi ve adaletçi yaklaşımın sonuna kadar peşinden gideceksin, onun için siyaset kurumlarının içinde olunuz diyorum, hayatın içinde olunuz diyorum. Hepinize çok teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum. ERHAN DEMİRDİZEN- Çok teşekkür ederim Sayın Turgut’a. Ben sözü geçmişken küçük bir mesaj okumak istiyorum. Bugün aramızda olmayan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İstanbul İl Başkanı Sayın Aziz 60 Babuşcu, sizlere şöyle bir mesaj yolladı: “Nazik davetinizi aldım, teşekkür ederim. Çok arzu etmeme rağmen önceden belirlenen program nedeniyle aranızda olamayacağım, bu vesileyle tüm konuklara selam ve saygılarımı sunarım” diyor. Ben şimdi çok kısa bir açıklama yapmak üzere -bu oturumda özellikle meslek odası açısından bazı konular sıkça tartışıldı- Odamız’ın Genel Başkanı Sayın Necati Uyar’ı davet ediyorum. NECATİ UYAR- Teşekkür ediyorum Sayın Başkan. Sayın Büyükşehir Belediye Başkanımız, Odamız’ın özellikle Bursa Şubesine yönelik burada haksız olduğunu düşündüğüm konularda birtakım söylemler geliştirdi. Basında kendisini destekleyen demeçlerine yer vermeden, Şehir Plancıları Odası’nın ağzından çıkmış bir haber gibi köşe yazısını da burada özellikle sizleri de eğlendirecek biçimde sundu. Başarılı bir Belediye Başkanı ile bu konularda yarışacak değilim. Ancak Sayın Başkan bazı şeyleri tam olarak açıklamadı. Bursa Şubemiz’in açtığı davayı baştan sona tümüyle Genel Merkez olarak takip ettik ve biliyoruz. Öncelikle Bursa Şubemiz haklı itirazlarını dile getirdi, yazılı olarak belediyeye itirazlarını yaptı. Süresi içinde yanıt alamadı, dava açma için var olan son güne kadar bekledi. Ancak Sayın Başkan, dava açmak için son günden bir gün önceye sanıyorum, Şube Başkanımız’a randevu verdi. Bu, şu demekti açıkça; “dava açmayın.” Son güne kadar bekleyip, Şehir Plancıları Odası’nın dava açmasını engelleme yoluna gitmişti. Bu konuyu biz müzakere ettik şubemizle. Biz Genel Merkez olarak kendilerine, görüşmeye giderken davayı açıp öyle gitmelerini söyledik çünkü Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin yapmış olduğu, Sayın Başkan’ın da burada anlatmaya çalıştığı plana yüzlerce eleştiri sunabileceğim, kentin her tarafına halkalar şeklinde, tarım alanlarının içinden geçen çevreyollarıyla donatan o planın yüzlerce eleştirisini yapabiliriz. Ancak hiç ona girmeyeceğim. Orada fay hatlarının kaldırılması gibi birtakım basına çıkan demeçlerin dayanağı şudur: Bu planın öncesinde yapılması zorunlu olan jeolojik etütler yoktur, yapılmamıştır. Tarım alanlarına ilişkin eleştirilerin dayanağı şudur: 5403 sayılı Toprak Koruma Kanunu gereğince alınması gereken tarım görüşleri alınmamıştır. Çok ciddi eksiklikler vardır, bu plan tartışılmamıştır; kamuoyuyla tartışılmamıştır, meslek odalarıyla tartışılmamıştır. Şehir Plancıları Odası’nın görüşü yazılı olarak iletildiğinde de cevap vermeye dahi tenezzül etmemiştir belediye, son güne kadar dava açılması için beklenmiştir. 61 Konuşmamda söylediğim gibi Şehir Plancıları Odası’nın birçok şubesi davalar açarak yargıda mücadele etmek zorunda kalıyor, siyasetle mücadelesini şu anda yargı aracılığıyla götürüyor. Ancak yargıda da son zamanlarda hepinizin bildiği malum gelişmeler nedeniyle çok ciddi sorunlar yaşıyoruz, kararlarda çok ilginç sonuçlar alıyoruz. Aynen Eskişehir’de olduğu gibi Sayın Büyükşehir Belediye Başkanı’nın ilk baştan beri söylediğinin aksine, çokça Danıştay kararları, emsal kararları olmasına rağmen, mahkemeden birebir aynı karar çıkmıştır. Sayın Büyükşehir Belediye Başkanı, “Bursa’nın ne işi var burada, Bursa’daki bir şube nasıl olur Eskişehir’de dava açar” dedi ve mahkeme de aynı kararı verdi. Yazık, üzücüdür bu geldiğimiz tablo, Şehir Plancıları Odası’nın şubelerinde özveriyle görev yapan arkadaşlarımız sürgünlerle, tehditlerle, baskınlarla karşı karşıyalar. Bursa Şubemiz de özellikle ranttan pay bekleyenlerin baskılarıyla çok ciddi tehditler almaktadır. Ölüm tehditlerine kadar varan tehditler şubelerimizde oluşmuştur, işten atma tehditleri şube yöneticilerimize karşı oluşmuştur. Siyasi baskılar, tehditler, rantın özellikle yoğun olarak el değiştirdiği ve planlamanın da bu amaçla kullanıldığı bir ortamda sevimsiz bir tabloyla karşı karşıya koymuştur bizleri. Diğer yandan parti ayrımı gözetmeksizin her belediyede aynı şeylerle karşılaşıyoruz. Sayın Başkan burada örneğini verdi, kentsel dönüşüm alanları ilan ettiklerini söyledi. Ancak Sayın Başkan’ın mensubu olduğu parti: “Bu düzenleme Anayasaya aykırıdır” dedi ve bizden yardım istedi. Biz de katıldık çalışmalara ve Anayasa Mahkemesi’ne gitti. “73. maddeyle ilgili kentsel dönüşümün bugünkü haliyle Anayasaya aykırıdır” dedi partiniz ve biz de buna katılıyoruz, biz de bu görüşteyiz. Uygulanmaması gerekir, bugünkü haliyle kentsel dönüşüm yetkisini kullanmak isteyen her belediye başkanı Anayasal suçu işliyor. Lütfen vazgeçin, kentsel dönüşümün bugünkü bu maddesi olduğu sürece, bırakın hükümetin izin vermesini-vermemesini, kaldı ki sizin verdiğiniz örnekte de hatalar var, yetkiliyiz dediğiniz yerlerde de kamuya açık kadastral yolların olması bile sizin yetkinizi devre dışı bırakıyor. Çünkü yasayı iyi okuyun, yasanın maddesini iyi okuyun. Orada diyor ki: “Kamuya ait parseller ya da kamunun kullanımında olan alanlar olması halinde yetkiniz yoktur.” Dolayısıyla yetkiniz yoktur, başladığınızda da çalışma yarıda kalacaktır. Benzer davalar açıldığında da lütfen bizlere kızmayın, hukuk içinde kalırsa belediyelerimiz; Şehir Plancıları Odası da yanlarında olacaktır, destekleyecektir. Hepinize teşekkür ediyorum. 62 ERHAN DEMİRDİZEN- Çok teşekkür ediyoruz. Oturumu sabırla dinlediniz, acıktınız. Hızla yemek yiyebilmek için hemen bu oturumu burada bitiriyor, öğleden sonra görüşmek üzere diyoruz. 63 2. OTURUM “İSTANBUL’DA PLANLAR ve BÜYÜK KENTSEL PROJELER İKİLEMİ” Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- “İstanbul: Planlama ve Siyaset” başlıklı toplantımızın öğleden sonraki oturumunu açıyorum. Öğleden sonraki oturumumuzun konu başlığı: “İstanbul’da Planlar ve Büyük Kentsel Projeler İkilemi” olarak tayin edildi. Konuşma sırasına göre konuşmacılarımızı davet etmek istiyorum: İlk olarak Sayın Adnan Gürdal, Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı adına katılıyorlar. İstanbul İnşaatçılar Derneği Başkanı Nazmi Durbakayım davetliydiler fakat son anda çıkan bir toplantıları nedeniyle katılamadılar. Onu, Derneğin Genel Sekreteri Sayın Abdullah Baysal Beyefendi temsil edecek. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz ve yerine alıyoruz. Üçüncü konuşmacımız, İstanbul Üniversitesi Siyasal Fakülteler mensubu Doç. Dr. Pelin Pınar Özden. Yine aynı fakülteden Doç. Dr. Hatice Kurtuluş’u davet ediyorum. Son olarak da uzun yıllar İstanbul Büyükşehir Belediyesi Planlama Müdürlüğü’nde görev yapan ve yeni emekli olan, bu arada da bir yüksek lisans tezi bitirerek bu süreci tamamlayan Asuman Yeşilırmak’ı davet etmek istiyorum. Şimdi sırasıyla konuşmacılarımıza söz vereceğim. Bir açılış konuşması hazırlamıştım fakat sabahki konuşmalar çerçeveyi çok net bir biçimde çizdi. Bu konuşmalardan çıkan mesajlarla şimdiki oturumda anlatılacak olanları herhalde birleştireceğiz fakat şunu söylemeden geçemeyeceğim: Daha önce de belirtildi, ilk İstanbul Buluşmaları’nı gerçekleştirdiğimiz 2007 tarihinde konu başlığı “İstanbul’da Büyük Projeler”di. “İstanbul’da Büyük Projeler” başlığı bütün oturumların başlığını oluşturuyordu ve çeşitli sektörler tartışılmıştı. Ben o toplantının kitabına göz atarak ve bu sabahki konuşmaları da dinleyerek şöyle bir değerlendirme yapma ihtiyacı hissettim: O gün, 2007 tarihinde, plancılar gene de bir umut taşıyorlarmış. Çeşitli akademisyen hocalarımız önerilerde bulunmuşlar. Planlamanın projeler bütünü olarak nasıl organize edilebileceği yönünde öneriler geliştirmişler. Siyasetle planlamanın nasıl bütünleşeceği yönünde bir umut taşındığını yazıları okurken izleyebiliyorsunuz. Ama bugün gelinen noktada, yani aradan geçen 5 yılın sonunda, bu umutların biraz kırılmış olduğu ne yazık ki sabahki konuşmalarla tespit edildi. Sayın Ruşen Keleş Hocam, çok 64 açık biçimde ortaya koydu ve Fatma Ünsal Hoca çerçeveyi tamamladı. Bütün bunlar ve sabahki oturumdaki konuşmalar umutların çökmeye başladığını gösteriyor. Bugünkü oturumdan itibaren genç plancı arkadaşlara biraz heyecan ve umut vermek zorundayız diye düşünüyorum. Evet, işimiz çok zor ama mücadele ederek süreci yeniden tanımlamak durumundayız. Gücü tekrar planlamanın yeni tanımlanmış biçimiyle başlatmamız gerekiyor diyerek ve özellikle genç arkadaşlara hitap ederek ben yerime geçeceğim ve sırasıyla konuşmacı arkadaşlara söz vereyim. İlk konuşmacımız Adnan Gürdal Beyi davet ederek oturumu başlatıyorum, buyurun. ADNAN GÜRDAL- Hanımefendiler, beyefendiler; hepinize çok teşekkür ediyor ve saygılar sunuyorum. Hocam merak ediyorum, burada özellikle hangi bölüm öğrencileri var? Daha çok şehir plancıları mı? Mimar ya da mühendislik dalları var mı? Niye bunu sordum biliyor musunuz arkadaşlar? Hocam “gençlere biraz hareket verelim” dedi. Ben akademisyen değilim, siyasetçi hiç değilim ama hayatın öbür tarafından, sizin gelecekteki beklentilerinize cevap verecek birtakım ipuçları vermek istiyorum. Hocam şehir planlama bölümlerinde ekonomi, iktisat, işletme dersleri okutuluyor mu? En azından ben bilmiyorum. Çalışma hayatım boyunca; mühendislerin ekonomi, işletme ve iktisadi bilgileriyle mühendisliği birleştirememelerinden kaynaklanan handikaplar nedeniyle otorite olamama gibi bir riskleri olduğunu gördüm. Dolayısıyla sizlere bir ağabeyiniz, bir kardeşiniz ve hayat tecrübesi olan birisi olarak derim ki; eğer mümkünse eğitim hayatınızı ekonomi, iktisat ve işletmeyle bir şekilde bir yerinden destekleyin. Mesela kamu sektöründe çalışmak isteyeceksiniz. Ankara’nın en güzide kurumları size inanın birçok kapıyı rahatlıkla açacaktır. Ama sadece mühendislik, şehir planlama ya da mimarlık vizyonuyla bir yerlere gelme imkanınız olmayabilir. Benim en azından kendi departmanımda çalışan uzman arkadaşlarımın bu deneyim ve birikimlerine ihtiyacım var. Onları öncelikle tercih ediyorum. Hocam, böyle bir birikime daha çok ihtiyaç duyulduğu gerçeğini inşallah siz de dikkate alırsınız. En azından ben öyle arzu ediyorum, buna çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum, Ankara’da böyle. 65 Şimdi, Özelleştirme İdaresi kentin herhangi bir yerinde niçin plan yapar, neden planlama ihtiyacı duyar? Bunu size kısaca biraz anlatmak istiyorum. Biz çok meraklı olduğumuzdan ya da kentin bir yerlerine müdahale etmek istediğimiz için değil. Yöneticilerin ya da kenti yönetenlerin ellerindeki yetkileri alma ya da sağdan soldan kırpma gibi bir düşüncemiz de yok, hiç olmadı. Ama şöyle oldu: Belki birçoğunuz burada özelleştirme vizyonuna, felsefesine karşı olabilirsiniz. Hiç önemli değil, karşı da yandaş da olabilir, farklı da olabilir, bilgi eksikliği de olabilir. Her şeyi sorabilirsiniz, her türlü konuyu tartışabiliriz. Ama biz şu gerçekle bu yola çıktık: Az önce Yılmaz Büyükerşen Hocam bir yer gösterdi, Eskişehir Şeker Fabrikası ve kentin merkezinde kalmış. Siz bir plancı olarak, kent vizyonuna sahip insanlar olarak, artık kentin merkezinde bir fabrikanın olmasını düşünebilir misiniz? Bu mümkün değil, şehrin dışına taşırsınız. Ama zamanında bu fabrikalar şehrin dışındaydı. O zaman için genişleme alanları, çok büyük alanlar olarak kamulaştırılmıştı. Ama zamanla kent geliştikçe fabrikalar kentin tam merkezinde kaldı. Ama hala 1960 model çok ilkel görüntülerle o fabrikalar orada faaliyetlerini sürdürmeye çalışıyorlar. Bu ne ekonomiye, ne kent vizyonuna, ne başka bir algıya hiçbir şekilde uygun değil. Ne yapmanız gerekiyor? Burayı bir şekilde kente katmanız gerekiyor. Kente katarken bunu çok basit bir ifadeyle tutup hemen yeşil alan ilan edersiniz, park-bahçe yaparsınız, bu da bir kente katılımdır. Ama kaynaklar o kadar kısıtlı ki, kaynakları dağıtırken, devletin elindeki varlıklarla bireyin ve tüzel kişilerin elindeki varlıkları eşit dağıtmanız gerekiyor. Yani bütün sosyal donatıları kamu kaynaklarından kesmeye kalkarsanız ya da onlardan sağlamaya kalktığınız zaman plancılar olarak bir yere haksız kazanç sağlamış oluyorsunuz; vatandaşa ya da özel sektöre ya da başka bir şeye. Ama bu kentte yeşil alana ihtiyaç varsa; nimetine de, külfetine de hem devlet olarak biz, hem de birey olarak, hem de tüzelkişi olarak herkesin katılması gerekir. Dolayısıyla biz bunu yapmaya çalışıyoruz. Kentin yetkilileriyle konuşuyoruz ve diyoruz ki; “artık bu fabrika ekonomik ömrünü tamamlamıştır.” Bizden birileri burayı fabrika olarak alsa bile yarın sizin kapınıza gelecek ve diyecek ki “ben buraya rant tesisi yapmak istiyorum, otel yapmak istiyorum, alışveriş merkezi yapmak istiyorum” ve siz de buna bir şekilde, bir yerde razı olacaksınız. Peki bu rant değil mi? Rant. Benden alırken ne aldı? Fabrika alanı. Peki ben fabrika alanı ya da yeşil alan ya da sanayi alanı olarak şehrin merkezindeki bir yeri özelleştirdiğim zaman ne olacak? Buradaki katma değer fark, sonradan yaratılacak bir imar planıyla 66 vatandaşın eline geçecek. Zamanında bu hataları yaptık ve bunun bedellerini de çok ağır ödedik. Biz ne yapıyoruz? Gidiyoruz, kentin yetkilileriyle konuşuyoruz. Diyoruz ki; “biz bu fabrikayı ya kaldıracağız, ya kapatacağız.” Bunun artık faaliyetini sürdürmesi imkansız. Neden sürdürmesi imkansız? Çünkü ekonomik verimliliği bitmiş, teknolojiye ayak uyduramamış, bir şekliyle teknolojisinin gerisinde kalmış, yenileme yatırımları yapılamamış. Ama zamanında çok büyük kaynaklar, bu vatandaşın kaynakları oralara kullanılmış. Artık bu kaynaklar yürütülemez ve sürdürülemez. O zaman bunun sürdürülebilmesi için yeni trendlere ayak uydurmak zorundasınız. Şöyle düşünün; Mecidiyeköy’de eskiden bir sürü fabrika vardı. Hiçbir özel sektör Mecidiyeköy’de fabrikasını bıraktı mı? Çerkezköy’den daha ucuz bir arazi aldı ve gitti. Mecidiyeköy’de ise kente katılacak yeni trendlere uygun mekanlar yarattı. Tartışırsınız, beğenmezsiniz, beğenirsiniz ayrı bir şey ama bu trende devlet olarak biz de uyuyoruz. Burada şunu da yapıyoruz aynı zamanda; külfet-nimet dengesini sağlamaya çalışıyoruz, kentle konuşuyoruz, kentin yöneticileriyle konuşuyoruz. Biz burada kentin ihtiyacı olan otopark, yeşil alan, belediye hizmet alanı gibi alanları sağlamak koşuluyla birlikte bir plan yapmayı arzuluyoruz ve bunu sağlamaya çalışıyoruz. İnanın Özelleştirme İdaresi olarak ve ben bu birimin başında en yetkili şahıs olarak, hiçbir yerde rant amaçlı, sırf devlet para kazansın ya da bir şey yapsın diye plan yapmadık. Kimse de bana yap diye bir talimat vermedi. Bazı konuşmacılar haklı ya da haksız bunun böyle olduğunu zannedebilirler. Bir başka yerde olabilir ama bizde olmuyor, inanın olmuyor. Kimse müdahale etmiyor. Bizim planlama sürecimiz, bizden sonra Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 4 tane Bakan ve Sayın Başbakan’ın da olduğu bir Kurul tarafından onaylanıyor. Şu anda Türkiye’de en yüksek planlama otoritesi olarak Özelleştirme Yüksek Kurulu bulunmaktadır. Dolayısıyla böyle bir şey söz konusu değil. Ancak şimdi büyük kentlerde bu çok kolay. Belki kentin etkili, yetkili departmanları var. Geçen gün beni Mudurnu Belediye Başkanı ziyarete geldi. Mudurnu Belediye Başkanı’nın derdi şu: “Orada, birçoğunuz belki biliyor belki bilmiyorsunuz, tarihi dokuda konaklar var, hafta sonu konuklar gidiyor, Mudurnu’yu geziyor, misafir oluyor. Ama hafta içi kimse gelmiyor benim şehrime. Benim bu hafta sonunu, hafta içini de, yani 7 gün 24 saat ekonomiye, esnafa, halkıma yönelik canlandıracak bir şeyler yaratmam lazım. Orada şeker fabrikalarının 30 dönümlük bir arazisi var. Bize bunu ver, 67 birilerine tesis yapması için fırsat yaratalım.” Sen bunu nasıl yaratacaksın, kaynağın var mı, belediyende böyle bir bütçen var mı? Yok. Peki, yatırımcı buldun mu? O da yok. Peki, nasıl sağlayacaksın? “Yapacağım, zilyet terkibi verin.” Peki, niyetin bu mu? “Bu.” Peki, o zaman ben size söyleyeyim, dedim ki: “Ben geleyim, göreyim. Eğer böyle bir potansiyelin olduğunu tespit edersem, gerçekten yatırımcı varsa, böyle bir talep varsa ben planlayayım. Hem planlayayım, hem özelleştireyim. Eğer orada katma değer yaratacak bir tesis oluşturmak istiyorsan, sen elini taşın altına koymadan, hiç beş kuruş da harcamadan ben bunu özel sektör eliyle yapayım.” Artık devletin ticari aktiviteye girip, başka alanlar yaratmasına fırsat vermeyelim. Çünkü sonuçta hüsranla bitiyor. Eğer boşluk bırakırsanız, hangi alanda olursa olsun, hangi dönem siyasi iktidar olursa olsun birileri doldurur. Nedir boşluk? Yani orada bir yönetim ya da bir başka alan, iş alanı fırsatları varsa birileri onu otorite olduğu dönemde kullanır. Siz o alanları kapatacaksınız. Kapatmadığınız sürece bu alanları birileri dolduracaktır. Bugüne kadar da kamu elindeki kaynakların, verimsiz kullanılması, birtakım siyasiler tarafından farklı gerekçelerle, rantabl, fizibıl kullanılamaması, sürdürülememesinden kaynaklanmış, bugüne gelinmiş. Özelleştirme de bunun sonucu olarak çıkmış. Demek istediğim arkadaşlar; kente, İstanbul’a belki benim Ankara’dan müdahale etmem doğru değil, katılıyorum. Ama bazen öyle yerler oluyor ki, makro projeler, İstanbulport, Salıpazarı projesi, İzmir’de bir kurvaziyer planı. Kurvaziyerin ne olduğunu aranızda belki bazıları biliyor, bazıları bilmiyor: Dünyada gemilerle yolculuk yapmak, dünyayı dolaşmak. Kurvaziyer turizminin bir konsepti var. Bu konsepte Türkiye ayak uyduramamış, Dünyada 18 milyar dolarlık bir pasta var, biz bundan 1 milyar dolar alamıyoruz, 200-300 milyon dolarlık bir rakam. Oysa ki destinasyonlarımız çok fazla, ülkemizdeki egzotik limanlar, birçok yerler çok fazla. Ona rağmen biz bu turizmden pay alamıyoruz. Çünkü altyapımız yok. Çünkü o turizm şirketleri güvenli liman istiyor. Aynı konseptte, aynı trendde ve aynı standartlarda limanlar istiyorlar ki, sizi destinasyonlarına alsınlar. İki yıl önceden programlar yapılıyor, iki yıl sonra size gelecekler. Ama iki yıl önceden sizin eğer Salıpazarı’ndaki İstanbul limanınız o standarda uygun değilse sizi programına almıyor ve yolcularına da satmıyor. Siz de bu gelirden pay alamıyorsunuz, ‘homeport’ olamıyorsunuz, yani ana liman olamıyorsunuz. İzmir öyle, Kuşadası öyle, Bodrum öyle, dünyanın her yerinde bu böyle. Ama biz kaynaklarımızı iyi kullanamıyoruz. Niye? Kör 68 dövüşüne, “o öyle olmasın, böyle olmasın” diyoruz. Ya tamam, öyle olsun. Sivil toplum örgütleri, Plancılar Odamız burada. Ben kendilerine her zaman da söylüyorum, planın her aşamasını tartışmaya hazırım. Sıkıntı şu; hepimizin kendimize özeleştiri yapması lazım. “Birisi benim düşüncemde değilse mutlaka yanlış yapmıştır.” Böyle bir şey yok, o senin düşüncende olmayabilir, onu sevmek zorunda değilsin ama bir onu dinlemek, bir onu anlamaya çalışmak, bence işin bir boyutu. Şehir Plancıları Odamızın, sivil toplum örgütlerimizin bazen -genelde demiyorum- böyle hataları var, yanlışları da var. Gelin tartışalım, yanlışını söyleyin, düzelteyim ama teknik anlamda, kafadan karşı çıkış olmasın. Kafadan karşı çıkış, bilimsel insana, teknik bir insana yakışmaz. Kafadan, siyaseten karşı teknik olarak çıkamazsınız, çıktığınız zaman ben sizi ciddiye almam. Ama bana derseniz ki; “şurada şu eksiği yaptın, bu planlamayla kente şu zararı veriyorsun, ulaşıma şu kadar yük getiriyorsun, şu kadar etkiliyorsun ve siz buna çözüm bulmamışsınız.” Bu kente bir külfettir, bu külfetin bedelini ben ödemek zorunda değilim, kamu kurumu olarak, kamu adına işleme. Haklıdır, başımın üstünde yeri var. Benim de önerim, “evet, pardon, yanlış yapmışım”, ulaşım etüdümü yaptırırım, tekrar gözden geçiririm, başka bir şey yaparım, bunları yaparım, ben açığım, yani biz açığız bu konularda, ama bazen böyle, kusura bakmayın. Bir tane örneği size anlatacağım: Taşucu’na gidildi. Burada uzman arkadaşım var, bilirkişiyle gidiyor. Taşucu’nda bir tane bizim eski SEKA Fabrikamızın limanı var, uluslararası sulak alan ilan edilmiş. Artık orada limancılık faaliyetleri yapılması yasak bizim Ramsar Sözleşmemize göre. Demiş ki, “burada liman yapamazsın, fabrika yapamazsın, tersane yapamazsın, başka bir şey yapamazsın, hiçbir şey yapamazsın o anlamda.” Yapamayacaklarını saymış. Onları yapamadığına göre yapabileceklerin kalıyor geriye; turizm tesis alanı yaparız. Biz plan yaptık ya, Şehir Plancıları Odası hemen dava açtı. Dönüşte söylediğini size söyleyeyim: “Ela Hanım bizim sizinle aynı yerde olmamız gerekiyormuş, ama ben farkında değilim.” Avukatınızın söylediği bu, yoksa benim istediğim bu değil. Çünkü öteki taraf sanayi olsun, tersane olsun diye bize dava açmış iptali için, Şehir Plancıları Odası da onların yanında olmuş. Oysa ki benim yanımda olması gerekiyor, ben doğru plan yaptım. Yani kurallara, hukuka, uluslararası sözleşmelere uygun plan yaptım. Birlikte olmamız gerekirken karşı olmak niye? “Nasıl olsa bunlar yanlış yapmıştır, ben baştan dava açayım.” demek olmamalı, biz tartışabilmeliyiz, konuşabilmeliyiz. 69 Az önce Başkanımın söylediği gibi, ben son gün randevu filan vermiyorum, bana gelse ben ilk gün veririm, randevuya gerek yok, direkt kapı gelir. Bizde böyle bir şey yok, kimsenin niteliği, kişiliği, partisi, siyaseti beni ilgilendirmiyor. Ben her belediye başkanıyla, ya da biz idare olarak, herkesle rahat konuşuyoruz. Kenti konuşuyoruz, beni onun kimliği ilgilendirmiyor. Mudurnu Belediye Başkanı, dediğimiz gibi hükümetin dışında siyasi partiye sahip bir arkadaş ama niyeti iyi, kentini düşünüyor. Kentini düşünüyorsa, ben onun yanındayım. Bilmiyordur belki mevzuatı, benim öyle onun önünü açacağımı bilmiyordur ama ona ben yol gösteriyorum, memnun olup gidiyor. Demek istediğim şu; Özelleştirme İdaresi olarak bizim asla kente müdahale ederken, kenti hançerlemek, kente külfet oluşturmak ya da rant yaratmak gibi bir niyetimiz yok. Belki adında özelleştirme olduğu için nasıl olsa bunun altında rant vardır diye düşünmeyin. İnanın kentin içerisinde kente katma değer yaratan projeler üretiyoruz. Kente sosyal alanlar kazandırıyoruz. Bakın, İzmit’te sahille kentin arasında anayol var, E5 var. Fakat sahille halkın bütünleşmesi mümkün değil. Ya körfezden dolanacak ya da başa bir yerden, giremiyor. Ya fabrikalar kapatmış ya da TÜPRAŞ’tır, PETKİM’dir, şudur, budur, İzmit’i bilenler bilir. Kentin denizle bütünleşmesi imkansız, başka bir yolu yok. Biz orada ne yaptık? 500.000 m2’’lik SEKA Fabrikası’nı kapattık ve şehre devrettik, SEKA Park olarak kente katıldı. Bunun gibi bir sürü örnekler var. Özelleştirme İdaresi olarak, otorite olarak, inanın kentin içindeki hiçbir yere isteyerek müdahale etmiyoruz. Sıkıntı şuradan kaynaklanıyor: Tepedeki yönetim, Bakanlar ya da Başbakan işin acil ve ivedi olmasını ister her zaman. Siz süreci ne kadar uzatırsanız o kadar yük alırsanız, ne kadar kısaltırsanız o kadar rahat edersiniz. Dolayısıyla bürokratik, oligarşik alanda alanınızı daralttığınız zaman, işinizi doğru yaptıktan sonra merkezden ya da yerelden kaynaklanan hiçbir sorun yoktur. Önemli olan işinizi kurallara, kaidelere, şehircilik ilkelerine uygun olarak yaratabilmek ve yapmak. Bunu yaptığınız sürece, kentten mi müdahale etmişsiniz ya da merkezden mi, Ankara’dan mı önemli değil. Önemli olan kentle konuşarak, kentin içinde, kentin bütün öğelerini dikkate alarak planlamanızı yaparsanız hiçbir sıkıntı yoktur diye düşünüyorum. Her yer İstanbul değil, her yer İzmir değil. Biz Van’ın Bahçesaray’ında da bazen plan yapabiliyoruz. Oradaki insanların ne plancısı var, ne vizyonu var, ne de böyle hukuku anlayacak ekibi var. Onlara da yardımcı oluyoruz, orada da bizim yerlerimiz olabiliyor. Trabzon’da da oluyor, Isparta’da da oluyor, Antalya’da da oluyor, İstanbul’da da, İzmir’de de. Bazı 70 projeler dediğim gibi makro projeler, merkezi otoritenin idaresinde olması gerekiyor. Yerel otoriteler bunu her zaman organize edemiyorlar ve kent geri kalabiliyor. O nedenle bazı kaynakların etkin, verimli değerlendirilmesi için merkezi otoritenin ağırlığının olması gerektiği kanaatindeyim. Bu her zaman değil, ama bazen diyorum, dolayısıyla biz bunu asgari olarak kullanıyoruz. Beni dinleme zahmetinde bulunduğunuz için çok teşekkür ediyorum, hepinize saygılar sunuyorum. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Teşekkür ederiz. Herhalde çok soru gelecektir. Toplantı sonunda tekrar size söz vereceğiz. İkinci söz sırası, Sayın Baysal’ın. Kendisi İstanbul İnşaatçılar Derneği Başkanlığı adına konuşacak. Bir özelliği daha var konuşmacımızın, kısa bir süre de olsa belediye başkanlığı deneyimi söz konusu, dolayısıyla iki tarafı birlikte değerlendirmesini bekliyoruz kendisinden. ABDULLAH BAYSAL- Teşekkür ederim efendim. Sayın Başkan, değerli dinleyiciler; İstanbul İnşaatçılar Derneği adına, şahsım adına hepinizi saygıyla selamlıyorum. Ben dersimi bu sabah çalışmaya başladım çünkü bu görevi sabah yeni aldım. Onun için konuşmamda bazı eksik gelebilecek şeyler olursa peşinen bağışlanmasını istiyorum. Plan ve siyaset; zor örtüşen iki tanım, iki ifade. Planda amaç insan, yani planlamanın amacı insan. Ne demek bu? İnsanın kaliteli yaşayabilmesi için, sürdürülebilir bir yaşam biçimine ortak olabilmesi için yapılan bir değerlendirme. Bildiğiniz bir tanımı hep beraber sizlerle paylaşmak istiyorum. Planı kısaca tanımlamaya çalıştığımız zaman; siyasal, dinsel, sanatsal, hoşgörüden, özgürlükten, laik düşünce ve demokrasiden, bilimsel bilgi ve nesnellikten oluşan bir bütün olarak tanımlayabiliriz. Şimdi olaya böyle baktığımız zaman plan, tanımı olarak uzun dönemli bütün ayrıntıları içeren bir tasarım olmalıdır. Bir başka yanlış algı daha yapıyoruz: Plan dediğimiz zaman, ilk önce İstanbul aklımıza geliyor. Yani Anadolu’da bütün şehirlerin plan kavramıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Benden önceki konuşmacı da plandan bahsediyorken belli illeri saydı ama Anadolu’da bugün 80’in üzerinde il var. Şimdi bu noktaya geldiğimizde birinci aşama şu olmalı bize göre, İstanbul İnşaatçılar Derneği’ne göre: Plan sadece yarın için değil, gelecek için yapılmalıdır. Günü kurtarmak için asla ve asla yapılmamalıdır. Bugüne 71 değin baktığımızda, özellikle İstanbul’da, bu ifadeyi Sayın Mehmet Bekaroğlu’ndan alarak kullanmak istiyorum, son 10 yılda İstanbul’da yapılan plan tadilatlarında 110.000.000.000 dolarlık bir rant elde edilmiş. Gereksinim var plan yapılmasına, niye gereksinim var? Çünkü arazi bitti İstanbul’da, bina yapılacak yer kalmadı. Yeni yerleşim alanları bulmak zorundayız ama yeni yerleşim alanlarını bu uğurda bulma ihtiyacı da doğuyor. Çünkü İstanbul’a ciddi bir akım var, göç var. İstanbul’da çok ciddi bir nüfus artışı var. Tüm bunların gereksinimi olan konutu karşılamak zorundasınız veya çarpık şehirleşmenin öncüleri olmak durumundasınız. Bu bağlamda biz İstanbul İnşaatçılar Derneği olarak planı ciddi olarak önemsiyoruz. Plan erkini kullanıyorken, özellikle bunun üzerinde titizlikle durulmalı, bilimsel bilgiden yararlanılmasını özellikle istiyoruz. Bilimsel bilgiyle donatılmayan bir plan sürdürülebilir bir plan olamıyor galiba. Ayrıca bir başka şey de var, plan erkini elinde tutan güçlerin o gücü, çok özür dileyerek, hovardaca kullanma hakları yok. Planı yaparken gelecek için yapıyorsak… Genç kardeşlerim içinizde şehir plancısı olmayan ve tek işletmeci olan benim, şehir planlamasıyla ilgim yok, hasbelkader belediye başkanlığı da yaptım, şehri tanıma fırsatı buldum. Şehir nedir, onu tanıma fırsatı buldum. Kent sadece fiziksel anlamda bir mekan değildir, kenti kendi yapan ruhu olmalıdır. Siz Avrupa yakası diyorsunuz, Anadolu yakası diyorsunuz. Bunlar sadece coğrafi bölge ayrımından değil yapısının çatısında, sokağında, içinde yaşayan insanların yöresel ayrımlarından doğan kavramlar. Bir gün Balat’ta bir çalışma için bulunuyordum. Oranın çok meşhur bir sokağı var. Şekerim düştü. Çikolata alayım diye bir bakkala uğradım. Yaşlı bir teyze, ismi de Ayşe, teyze baktı bana böyle. Dışarıda da arkadaşlarım var. Baktı baktı: “Ne arıyorsunuz burada” dedi, Karadeniz şivesiyle. “Bir şey aramıyoruz teyze” dedim. “Yok, yok ne arıyorsunuz burada, bunun cevabını vermelisin” dedi. Ne diyeyim? Biz geldik, Balat’ı tanımaya çalışıyoruz. “Buraya giremezsiniz. Siz o büyük binalarda, yüksek binalarda oturuyorsunuz, komşuluk nedir bilmiyorsunuz, insanlık nedir bilmiyorsunuz, sevgi nedir bilmiyorsunuz, paylaşma nedir bilmiyorsunuz. Bu sokağın insanı yüzyıldır burada yaşıyor, bu gördüğünüz sokak -sokağı gösterdi- iyi günde de, kötü günde de hepimizin ortak yaşam alanıdır. Gençler burada kızlarla, arkadaşlarıyla tanışır, burada nişanlanır, burada evlenir. İyi günümüzde de, kötü günümüzde de hep birlikteyiz. Siz bizim bu yaşamımızı bozamazsınız, bozdurmayacağız” dedi ve arkasından da Karadenizce okkalı bir küfür söyledi bana. Şimdi bunu, şunun için sizlerle paylaşmak istiyorum: Plan erkini 72 elinde bulunduranlar, şimdi merkezi yönetim, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı; yeni bir bakış açısı geliştirmeye çalışıyor. Net olarak da bilmiyoruz ne diyecek. Ama bugüne değin alışageldiğimiz, İstanbul Metropoliten Plan Bürosu adında bir büro var. Kurulalı 7 seneye yakın oldu. Kocaeli’nden Tekirdağ’a kadar, Edirne’ye kadar bir plan yapmaya kalktı. Şu ana kadar benim bildiğim üç kez başkan değiştirdi. Halen yaptığı planların ne kadar uygulanabilir olduğu tartışılıyor, ciddi olarak tartışılıyor. Aslında plancı tarafından bu yörelerdeki kentsel yerleşim alanlarının, tarım alanlarının, sanayi alanlarının birbirinden ayrılması zorunludur. Avrupa kriterlerine göre, insanca yaşamak için... Bu plan bürosunda çalışan arkadaşlarımın hiçbirini kınamak istemiyorum, hepsi bu üniversitelerden yetişmiş arkadaşlarım, bilimsel bilgiyle donatılmış arkadaşlarım. Ama planı yapıyorken orada yaşayan insanların hiçbirine bir şey sormamışlar. Gidip yerinde bir araştırma yapmamışlar. Bir alanı birinci sınıf tarım arazisi veya üçüncü sınıf tarım arazisi ilan etmiş ama kimseye sormamış. O yöredeki sivil toplum örgütlerinin hiçbirini karıştırmamış. Plan askı süreleri bir ay, araştırdım Amerika’da 6 aymış. 6 ayda sadece yerel yönetimlerin veya plan erkini elinde tutan büroların küçük salonlarında değil, toplumun görebileceği her yerde o planlar askıya çıkıyor. İnsanlar inceliyor, düşünceleri varsa düşüncelerini yazabilecekleri, şikayetlerini bildirebilecekleri veya övgüleri varsa onu iletebilecekleri yerler var. Bunların tümü dikkate alınıyor, plan tekrar gözden geçiriliyor. Bunu çok önemsiyoruz biz; katılımcı bir planın yapılmasını hem ülkemiz açısından çok önemsiyoruz, hem de sahiplenme açısından önemsiyoruz. Yani bakıyorsunuz bir gün mahallenizde bir plan tadilatı yapılmış, hiç haberiniz yok, 30 katlı bina dikmişler. Şaşırıp kalıyorsunuz, sabahleyin yanımızdan dozerler geçiyor, binaların temelini atmaya başlıyor, yıkmaya başlıyor. Haberiniz yok olup bitenden, bu anlamda katılımcı planlamayı ciddi olarak önemsiyoruz. Bir başka şeyin üzerinde durmak istiyorum. İstanbul İnşaatçılar Derneği olarak olaya baktığımız zaman olay şöyle görünüyor: Bir proje geliyor. Bu arsa kıtlığı içerisinde bir arsa geliyor. Gidiyorsunuz belediyeye, imar durumu alıyorsunuz. İmar durumunuzu alıyor proje yapıyorsunuz. Bina yapacaksınız. Biraz daha iyisini yapayım, daha iyi bir mimar bulayım istiyorsunuz. Daha lüks bir bina nasıl yapabilirim diye düşünürken aradan belli bir süre geçiyor. Gidip tekrar baktığınızda plan değişmiş, sizin hiç haberiniz yok. Aldığınız imar durumu, yaptığınız tüm çalışmalar, oradaki 73 insanların beklentileri bir anda yok oluyor. Şimdi bu bağlamda yerel yönetimlerin çok duyarlı olması gerekir. Yerel yönetimler plan erki elinde diye istediği planı yapmamalıdır. Yaptırmamalıyız. Biz sahiplenmeliyiz. Burada konuşuyoruz. Birçok yerde de söylüyorum. Kiminle paylaşıyoruz burada konuştuklarımızı? Sokaktaki insanlarla, Kağıthane’de oturan adamla, Gültepe’de oturan insanla nasıl paylaşıyoruz? Hangi haklı meselemize onları ortak edebiliyoruz? Yapamıyoruz. Özellikle genç kardeşlerimden rica ediyorum. Lütfen ülkemizi seviyorsak, yarınlarımızı seviyorsak bu meselelerde katılımcı olalım. Alınmadan, sıkıntıya katlanarak, her yerde doğru bildiğimiz, ülkemizin yararı için, geleceği için doğru bildiğimiz şeyleri insanımızla paylaşalım. Onlar bilmiyor demeyelim. İnanın ki, şunu çok samimiyetle söylüyorum: İnsanlarla bunu paylaşarak ciddi bir birliktelik kurmaya çalıştık. Anarşi yaratarak değil, yetkilileri uyararak, ciddi tavır koyarak planı değiştirdik. Şimdi bunu çok önemsiyoruz. Bu anlamda genç arkadaşlarıma çok ciddi sorumluluklar düşüyor. Üstadıma katılıyorum. Bunun bir yolu da siyasetin içerisinde olmaktır. Siyaset planlamanın içerisinde var. Bu nedenle örtüşmesinin çok zor olduğunu söyledim. Mutlaka ve mutlaka siyasetin içerisinde, herhangi bir siyasi parti içerisinde görev alınız. Ülkemize olan ve kendimize olan sorumluluğumuz gereği bunu mutlaka yerine getirmeliyiz. Belediye Meclis Üyeliği’ni, İl Genel Meclis Üyeliği’ni meslek haline getirmiş partililer var. Hiçbir parti ayrımı yapmıyorum, hepsinde var bu. Adam siyasete başlıyor, Belediye Meclisi Üyesi oluyor, Belediye Meclis Üyeliği’nden emekli oluyor. Dünyanın hiçbir tarafında böyle bir şey yok. Nasıl elde ediyorlar onu da bilmiyorum. Ne tür bir beceri gösteriyorlar onu da bilmiyorum. Ülkemizde bugün bizi yöneten İstanbul Belediyesi’ne bir bakın. Yerel belediyelere de bakın. Şehir dediğiniz zaman, kent dediğiniz zaman, kültür dediğiniz zaman ne algıladığını anlayamadığınız, küçümsemek için söylemiyorum, insanlar var. Orada görev almak istiyorsanız, önce bu kavramları bilmek zorundasınız. Bazı insanlar hiç hak etmedikleri halde İmar Komisyonları’nda, Plan Komisyonları’nda görev alıyorlar. Hak etmediğimiz planların, projelerin kaderiyle oynuyorlar. Kaderimizle oynuyorlar. Bu bağlamda da buna sahip çıkmamız gerektiğine inanıyorum. Sayın Başkanım, söz verdiğiniz için teşekkür ederim. Sürçülisan ettiysek affedin. Teşekkür ederim. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Evet, şimdi söz sırası Sayın Doç. Dr. Pelin Pınar Özden’de, buyurun. 74 Doç. Dr. PELİN PINAR ÖZDEN- Değerli konuklar, hocalarım, sevgili öğrenciler, Şehir Plancıları Odası mensupları; ben de hepinize hoş geldiniz diyorum. 2. oturumun 3. konuşmacısıyım. Bildiğiniz gibi İstanbul Buluşmaları’nda her sene gündemdeki konular üzerine yoğunlaşıyoruz. Şimdi ben de konuşmamda belli başlıklara değineceğim. Ama sadece değinebileceğim. Çünkü sadece 15 dakikalık bir sürem var. Ama bu konulara değinmeden de İstanbul Buluşmaları 2011’e geçemeyeceğiz diye düşünüyorum. O yüzden belki tartışmalarda biraz daha açabiliriz bu konuları. Şimdi 2000 sonrası döneme süreç olarak bakıldığında; sürekli artan bir yayılmayı, kentsel yayılmayı ve küresel sermayenin beklentilerindeki artışı görmek mümkün. Bu süreç içinde 2001 krizi sonrasında gelişen bir yerel sermayeden ve onun da değişiminden söz etmek mümkün. Yerel sermaye bugün ne kadar yerel belki buna da tartışmak mümkün ve bununla birlikte siyaset ve kent ilişkisinde de değişimleri görmek mümkün. Şimdi kentin sürekli yayılmasından bahsettim. İşte 1980’lerle 2000’ler arasından küçük bir görüntü sizlere. Yine aynı şekilde Sultanbeyli’den bir görüntü. Yine 1982 ve 2010 hava fotoğraflarıyla gelişmeyi görmek mümkün. Şimdi bu sürece baktığımızda, giderek kent çeperlerinin özellikle önem kazandığını görüyoruz. Oralara doğru eğilimin arttığını ve bu çeperlerde yer alan özellikle tarımsal toprakların, konut ya da sanayi işlevlerine doğru evirilmesini görmek mümkün. Tabii ki tarım alanlarının yanında, orman alanları ve su havzaları da bu değişimden payını alıyorlar. Son dönemde, tabii ki çok tartıştığımız bir konu da bu alanların, bu son boş alanların dönüşümüyle, farklı işlevlerle kullanılmasıyla ve tahsisiyle birlikte kimliğini, özgünlüğünü, özelliklerini kaybetmesi. Şimdi yine bu sürecin içinde, özellikle kırsal karakterin kentsel karaktere doğru dönüşümünden söz etmek de mümkün. Burada artık ne kır, ne kent olan melez yerleşmelerden belki söz edebiliyoruz. Bu sürecin içinde sanayi alanları, tarım alanları, üniversite alanları, hastaneler, havaalanları ve -bunu daha çok uzatabiliriz- birçok fonksiyon 2000 sonrası dönemde kentin çeşitli alanlarında biçim değiştirerek yer almaya daha da artarak devam ettiler. Burada sermaye talepleri, biraz önce söylediğimiz gibi -ama sadece küresel sermayeden de bahsetmiyorum burada, yerel sermayenin de değişiminden bahsettim. Yerel sermayenin artık ne kadar yerel olduğundan ve o büyük küresel sermaye ne kadar yaklaşmış olduğundan da söz etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü artık yerel 75 sermaye dediğimizde sadece küçük girişimcileri, küçük inşaatçıları, küçük şirketleri de kastetmiyoruz. Özellikle 2000 sonrası dönemde çok gelişmiş, palazlanmış büyük bir yerel sermayeden söz ediyoruz ve bu anlamda sermaye sadece küresel sermaye diye de talepler açısından tanımlanmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu sürecin içinde kentlerin evirilmesi ve bununla birlikte mekanın yeniden üretimi de devreye giriyor. Şimdi 1980’lerle 2000’ler arasında baktığımızda süreç içinde değişen ne var? Aslında diğer oturumlarda da bu oldukça irdelendi. Değişen bir toplum var ama toplum yerinde duruyor, siyaset yerinde duruyor fakat mekan değişiyor. 1980’lerde yasadışı mekan üzerinden geliştirilen bir politika söz konusuyken 2000’lerde yasallaştırılmış, meşrulaştırılmış bir planlama ve mekan süreci üzerinden yürütülen bir politika söz konusu. Burada mekan değişiyor ama toplum da, siyaset de tabii değişiyor, değişmediğini söylemek zor. Hepsi açısından değişiklik var ama biz bunu belki en çok mekan üzerinde yansımalarını görebiliyoruz. Burada 1980’li yıllarda kent mekanı üzerinde çok belirgin ve bilinçli bir politikasızlık sürecinden bahsedebiliriz. Daha önceki konuşmalarda da dile getirildi, yasadışı yapılaşmalar, imar afları üzerinden yürütülen popülist politikalar ve 2000’lerde bunun tam tersine aslında aynı siyaset, aynı politika başka bir şey üzerinden yürütülüyor. Çok belirgin ve bilinçli bir politika üzerinden yürütülüyor. Burada meşrulaştırılmaya çalışılan bir kent örüntüsü var, sermayenin talepleri var, küresel ve yeni yerel sermayenin talepleri var ve kentsel dönüşüm en çok konuşulan konulardan biri olarak mekanı meşrulaştırılmakta kullanılan önemli araçlardan biri. Peki, buradan 2011 İstanbul Buluşmaları’nın gündemine geldiğimizde, bugün İstanbul neleri tartışıyor diye baktığımızda; bütün bu süreçlerin ardından altı tane başlığı ben buraya aldım. Bunları artırmak mümkün, mesela, ulaşım bunun içinde olmazsa olmaz, ama ayrı bir oturumda da ele alınacak. O yüzden ona hiç değinmek istemedim. Bun başlıkların içindeki; çılgın projeler -hepimizin bildiği tam seçim arifesinde gündeme gelen-, finans merkezi projesi, çok yakın zamanda çıkan bir kararname, merkezileşme konusunu yeniden gündeme taşıyan tartışmayı gerekli kılan bir konu olarak 2B alanlarıyla ilgili yeni gelişmeler, yabancılara gayrimenkul satışıyla ilgili yeni girişimler ve tarım arazilerinin dönüşümü gibi konuların tartışılmaya değer olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi bunların hepsine tek tek girip analiz edecek bir süre yok, o yüzden çok yüzeysel geçebileceğim, ama sadece dikkat çekmek istiyorum bu konulara. 76 İlk başlık çılgın projeler konusuydu, aslında sayın Ahmet Turgut bu projeden bahsetti, oldukça da iyi açıkladı. Her boyutuyla tartışılması gereken çok büyük bir çevre projesi, çok büyük bir planlama yaklaşımı, çok büyük bir siyaset alanı olarak tartışılması gereken bir proje olduğunu düşünüyorum. Buradaki yeni şehir kararlarının, ‘İki Yeni Şehir’ kararının nasıl alındığı, nerelerde olduğu konusundaki belirsizlikler, bunların hepsi devam ediyor. İkinci başlık: ‘Finans Merkezi İstanbul’ Projesiydi. Bu aynı zamanda 9. Kalkınma Planı’nda yer alan bir konu. Hepinizin bildiği gibi 9. Kalkınma Planı’nda “İstanbul’un uluslararası finans merkezi olması sağlanacaktır.” diye belirtilmiş. Resmi Gazete’de süreç böyle devam ediyor; 2009 yılında finans merkezi strateji belgesi kabul ediliyor, 2010’da idari yapılanmasına ilişkin genelge çıkıyor ve hem finans merkezi, hem de çılgın proje kapsamında bunları bir bütün olarak belki düşünmek lazım, bir senaryonun parçaları olarak düşünmek lazım. İki Yeni Şehir projesi, işte Taşocakları’nın yeniden kullanımı, Ataşehir Finans Merkezi gibi projeler arka arkaya gündeme geliyor. 2011 Ağustos ayında da Ataşehir’deki bazı alanlar iyileştirilmek, yani finans merkezi olmak üzere iyileştirilmek, altyapılarının ıslahı yapılmak üzere Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yetkisine bırakılıyor. Bu oldukça taze bir haber. Evet, kalkınma planında İstanbul’un bir finans merkezi olma kararı var ama bu kararlar ne kadar katılımcı ve ne kadar ortak zeminlerde alınıyor doğrusu onu da çok fazla kestiremiyoruz. O da belki tartışılması gereken konulardan bir tanesi, çoğumuz belki de “İstanbul finans merkezi oluyor” haberini gazetelerden okuduk, televizyonlardan duyduk, yeterince tartışılmadan gündeme gelmiş bir konuydu. Üçüncü başlık Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın kurulmasıyla ilgili bir kararnameydi. Bu da çok gündemde, çok yeni bir gelişim, biliyorsunuz. Orman ve Su Bakanlığı da kuruldu ama Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın oluşumu, teşkilat yapısı ve eline aldığı yetkiler gerçekten çok tartışılması gerekli diye düşünüyorum. Daha önce TOKİ’nin aldığı diyelim, 2516 no.lu Kanunla 2004 yılından itibaren TOKİ’nin üstlendiği neredeyse bütün yetkiler, bu sefer eski TOKİ Başkanı ile birlikte yeni Bakanlığa devrolmuş görünüyor. İşte her türlü ölçekte fiziki plan yapma, proje yapma, çevre düzeni, nazım plan, uygulama imar planı yapma, ruhsatlandırma, onama, dönüşüm projeleri yapma gibi birçok konu yeni kararnameyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yetkisine verildi: Tabiat varlıkları konusu kültür varlıklarından ayrılarak 77 Bakanlığın yetkisi altına verildi, özellikle doğal SİT alanlarıyla ilgili olarak projeler yapma, taşınmaz satın alma, trampa etme, kamulaştırma, toplulaştırma yapma, dönüşüm alanları, transfer alanları, yenileme alanları geliştirme, kentsel tasarım projeleri yapma, imar hakkı transfer etme, acele kamulaştırma yoluna gitme -ki, mesela şu günlerde resmi gazeteleri takip ederseniz birbiri ardına çeşitli illerde ciddi boyutlarda acele kamulaştırma uygulamaları yapıldığını izleyebilirsiniz. Yine aynı kararname üzerinde tartışılmasını düşündüğüm bir şey söylüyor. Diyor ki: “Bu devir sürecinde tarihi kentsel SİT alanlarının bulunduğu alanlarda bu alanların mevcut doğal SİT statüsü göz önünde bulundurularak Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurullarınca değerlendirme yapılır. Kültür ve Turizm Bakanlığının talebi üzerine Bakanlıkça kısmen veya tamamen yürütülmesini Çevre ve Şehircilik Bakanıyla Kültür ve Turizm Bakanı birlikte karar verir.” Tuhaf bir tanımlama da var burada. Çok üzerinde tartışılması gerektiğini düşündüğüm ve bütün planlama yetkilerini doğrudan merkezileştiren, bu anlamda yeni bir merkezileştirmeyi belki de tartışmayı gerekli kılan yetki paylaşımında yeni değişmelere yol açan bir kararname bu. Kimler arasında? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Toplu Konut İdaresi ve belediyeler arasındaki bütün yetkilerin, yani neredeyse bütün bu yetki paylaşımının yeniden yazılmasını, bu hikayenin yeniden yazılmasını gerekli kılacak boyutta değişiklikler getiriyor kararname. Dördüncü başlığımız, 2B alanlarının satışı. Aslında çok uzun yıllardır konuştuğumuz, üzerinde tartıştığımız bir konu ama bununla ilgili çok da yeni gelişmeler var. Mesela, Sultanbeyli’yle ilgili az sonra söz edeceğim. 2009’da biliyorsunuz 5831 sayılı Kanunla, Tapu Kanunu’ndaki değişiklikle 2B arazilerinin satışının teknik zemini hazırlanmış oldu. Burada gazetelerden öğrendiğimiz kadarıyla, bu hesabı yapmak zor ama 16 küsur milyar liralık da bir pazar söz konusu 2B alanlarının. İstanbul’da 9.251 hektar 2B alanı olduğu söyleniyor. Fotoğraflarda da görebilirsiniz alanların devasalığını, büyüklüğünü. Şimdi çok yeni bir karar var, bu ay Resmi Gazete’de yayımlandı, bir Bakanlar Kurulu kararı: Maliye Bakanlığı’na Sultanbeyli ilçesindeki bazı alanlarda yürütülecek projelerde yetki veren, yetkilendiren bir karar. Şimdi Sultanbeyli alanında bu kararla birlikte hem Maliye Bakanlığı, hem de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, buralarda iyileştirme, yenileme, dönüşüm çalışmaları yapmak üzere yetkilendirildi. Bakanlar Kurulu kararı, Eylül ayında çıkmış. 78 Burada Toplu Konut İdaresi ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı arasında da bir yetki paylaşımı gerçekleştirildi. Bundan sonra Sultanbeyli ilçesinde dönüşümün önü açılıyor gibi görünüyor. Tabii bu diğer 2B alanları için de örnek teşkil edecek. Bir başka önemli başlık ise yabancılara mülk satışı konusu. Bu da 2008’deki Tapu Kanunu’ndaki değişiklikle başlamayan ama onunla birlikte hızlanan bir süreç. Karşılıklık ilkesi çerçevesinde daha önceden yapılan satışlar, yabancı uyruklu kişilerin taşınmaz mal edinimiyle ilgili karar kanun değişikliğe uğradı 2008’de. Belli oranlarda gayrimenkul edinme yetkisi yabancılara verildi. Burada Bakanlar Kurulu’na bir yetki verildi; merkez ilçelerin ve ilçelerin altyapıları, ekonomileri, enerjileri, çevre, kültür, tarım, güvenlik gibi önemleri dikkate alınmak üzere. Bu kanunun 36. maddesinde bir değişiklik oldu; değişiklikte, yabancı yatırımcıların da Türkiye’de kurdukları veya ortaklık yaptıkları şirketlerde taşınmaz mülkiyeti elde edinmelerine karar verildi, 35. maddede yine aynı şekilde değişiklikler oldu. Bu süreç aslında şu bakımdan önemli bizim için: Yabancıların mal edinmesinin ne faydası ya da zararı olabilir diye düşünülebilir belki ama şu anda gazetelerde belki sık sık gayrimenkul sayfalarında da izliyorsunuzdur, yabancı yatırımcıların İstanbul’a ilgisinin ne kadar büyük olduğu, rezidans projelerinden yüzde 15’lere, 20’lere kadar varan neredeyse paylar satın aldığı gibi veya büyük projelere büyük yüzdelerle ortak oldukları gibi konular sık sık karşımıza çıkıyor. Şimdi burada şöyle bir problem de var tabii; bu projeler özellikle kamu yararı açısından ele alınacak bir bakış açısıyla bakıldığında karşımıza şu çıkıyor: Yabancı sermayeyle yapılan yatırımlar kendi toplumumuza, kamuya ne kadar geri dönüyor, ne kadar kamuya geri dönüşü olabiliyor bu projelerin? Bu bakımdan baktığımızda önemli bir tartışma konusu yine oluşturabilir diye düşünüyorum. Mesela, burada bir gayrimenkulde gelişen trendler raporundan, 2009 yılında İstanbul’la ilgili bir değerlendirme var. Gelişim fırsatları açısından birinci sırada, yatırım öngörüleri bakımından da üçüncü sırada olarak değerlendiriliyor. Tabii şunu sormak lazım belki de: Yabancı yatırımcılar İstanbul’a neden bu kadar ilgi duyuyorlar, neden kendi ülkelerinden çok İstanbul’da projeler yapmak istiyorlar? Burada da acaba karşımıza şöyle bir cevap mı çıkıyor: Burası her şeyi yapmak için çok uygun, yani siyaset bu işin önünü açmak üzere her türlü kolaylığı sağlıyor, yasalar bunun zeminini hazırlıyor. Dolayısıyla belki kendi ülkelerinde mevcut yasalar çerçevesinde, 79 mevzuat çerçevesinde gerçekleştiremedikleri hayallerini acaba burada bu zeminde, bu kent mekanında gerçekleştirmek daha mı kolay, onun için mi İstanbul’a bu kadar ilgi büyük diye düşünmek mümkün. Gene Köy Kanunu, Turizmi Teşvik Kanunu, Endüstri Bölgeleri Kanunu, Petrol Kanunu gibi kanunların her birinin içinde yabancı uyruklulara gayrimenkul tahsisi ve satışına yönelik düzenlemeler olduğunu ve bunların da sık sık değiştiğini dikkate alırsak, belki bu sorular aklımızda biraz daha biçimlenebilir. Mesela, burada 2008, oldukça yeni değerler var. Mısırlılar başta olmak üzere yabancıların İstanbul’da aldıkları gayrimenkullerin tapu kayıtları 4257’ymiş. Bu 2011’den bir haber, 74.000.000 m2 neredeyse alan İstanbul’da yabancılara satılmış görünüyor. Oldukça büyük rakamlar diye düşünüyorum. Altıncı başlığım, tarım arazilerinin dönüşümü konusu. Bu konu kendi içinde belki günlerce tartışılması gereken de bir konu. Ben bu konuyu daha önce de başka bir çalışmada çok inceledim ve gördüm ki, toprak koruma ve arazi kullanımıyla ilgili bütün yasal düzenlemeler aslında tarım arazilerinin amacı dışında kullanımını düzenleyen yasalardan, yönetmeliklerden ve tüzüklerden oluşuyor. Mesela, şurada bazı maddeler göreceksiniz; Bakanlık, “Tarım arazilerinin korunması, geliştirilmesi, kullanımıyla ilgili farklı sınıflandırmalar yapılabilir. Bu alanlar yerleşim alanları, sosyal, ekonomik amaçlı altyapı tesisleri ve diğer arazi kullanım şekillerine verilebilir” diyor. Tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı gene bu kanunun içinde tanımlanıyor. Alternatif alan bulunamaması halinde, kırmızıyla yazdığım, özellikle doğal afet sonrası geçici yerleşim bölgeleri. Bu, kamu yararı kararı alınmış plan. Ve yatırımlarla -ki, kamu yararı da biliyorsunuz çok lastik gibi bir kavram bu kanunda da tanımlanıyor- her türlü şekilde tarım alanlarını kullanmak mümkün. Özellikle de İstanbul gibi kent arazisinin, kent arsasının kıymetli olduğu alanlarda son kalan tarım alanları gerçekten de son derece kıymetli ve çok çeşitli kurumlarca farklı amaçlara tahsis edilebiliyorlar. Burada gene tarım arazilerinin korunması ve kullanılmasına dair 2000 tarihli yönetmelikte “Daha uygun araziler bulunmadığı takdirde çeşitli amaçlarla tarım arazileri kullanılabilir” diye belirtilmiş. Hangi amaçlarla? Köylerin planlı yerleşimi için, mevcut yerleşim alanlarına ilave belediye mücavir alan sınırları içinde belediye tarafından imar planı yapılmak istenen yerler, organize sanayi bölgeleri, küçük sanayi siteleri gibi -daha bunu arka 80 arkaya sıralıyor- çeşitli tarım dışı amaçlarla kullanılabileceğini söylüyor. 2009 tarihli tüzükte her ölçekteki imar ve çevre düzeni planlarının yapılması ve değiştirilmesiyle tarım arazilerinin tarım dışı amaçlı faaliyetlere ayrılmasına bakanlıklarca veya valiliklerce izin verilebileceğini söylüyor. Gene burada Bakanlıklar ve valilikler aynı gerekçelerle yetkilendiriliyorlar. Teknik talimatlarda da aynılarını görebilirsiniz. Sanayi bölgeleri, havaalanları, işte turistik tesisler, sportif alanlar, imar planı talepleri bu şekilde belirtiliyor talimatın içinde, benzeri yatırımlar için zorunlu olursa tarım dışı amaçlarla kullanılabilir deniliyor. Şimdi buradan İstanbul’a yansımalarına geldiğimiz zaman da şunu görüyoruz: İstanbul Çevre Düzeni Planı’na baktığımız zaman, tarım arazilerinin üzerinde de plan kararlarında da tarım dışı birtakım işlevlerin yer aldığını görmek mümkün. İşte üniversite ve teknoloji geliştirme parkları, konut alanları, üniversiteler, turizm alanları gibi birçok fonksiyon şu anda İstanbul’un son tarım alanları üzerinde yer seçmiş durumda. Bunları da çok hızla geçiyorum, İstanbul ilinin Tarım Master Planı’nda da aynı konular gündemde. Şimdi buradan baktığımız zaman altı başlık saydım size, dediğim gibi bunları çeşitlendirmek mümkün. Planlama ve siyasetin bu altı başlıkla ve çoğaltabileceğimiz daha birçok başlıkla ne kadar iç içe olduğunu, planlamanın ne kadar siyasetin bir aracı haline geldiğini, zaman içinde bu hep böyleydi, ama bunun ne kadar arttığını görmek mümkün. Burada değişen neler var? Mesela, aktörlerde çeşitli, piyasa aktörlerinin sayısında artış var, belki değişen olarak bunu söylemek mümkün. Kaynak dağılımındaki eşitsizliklerde artıştan tekrar bahsetmek mümkün, mekanın giderek siyasallaşmasından, giderek siyasetin bir aracı olmasından, iktidarın gücünü göstereceği bir arena olmasından bahsetmek mümkün ve bunun için de mekan bir şekilde değişiyor ve bu süreçte zannediyorum ki, daha da artarak 2012 İstanbul Buluşmaları’nda tartışılacak. Umarım zamanında bitirebildim, ben dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Biz teşekkür ediyoruz. Pınar Özden’in dediği gibi, her bir konu ayrı ayrı uzun tartışmalara muhtaç. Bunlardan bir tanesini galiba Sayın Hatice Kurtuluş sunacak bize, biraz daha ayrıntıda bir konuyu ele alarak bakacak. Teşekkür ediyoruz Pınar arkadaşımıza. Doç. Dr. HATİCE KURTULUŞ- Teşekkür ederim beni davet ettiğiniz için İstanbul Buluşmaları’nın beşincisine. Aslında bir sunuşum var, daha çok 81 İstanbul üzerinden orta sınıfın mekanla imtihanı dediğim bir sunum, yani İstanbul’da büyük konut projeleri, konut sunumundaki radikal dönüşümden sonra İstanbul’un sadece Sulukule gibi ya da gecekondu alanlarındaki dönüşüm projelerinin gecekondu halkını etkilediği gibi çok yaygın olarak çalıştığımız bir alan dışında da bu yeni konut sunumunun ve büyük projelerin İstanbul’un eski orta sınıflarını ve yeni orta sınıflarını nasıl yeniden mekanda yerleştirdiği ve nasıl bir rekabet, bir savaş alanına dönüştürdüğü ya da bir pazarlık, bir uzlaşma, bir ruhunun teslim edilmesi, yani bir rant adına gibi bir süreci açıklamak istiyorum aslında size. Ama ondan önce çok önemli bir şey var benim için, söylemeden geçemeyeceğim: Tabii Özelleştirme İdaresi Başkanımız -yetkilimiz diyelim- size, öğrencilere bir şey önerdi. Dedi ki: “Kendinizi düşünün.” Yani benim ondan çıkarttığım şuydu: “Gidin işletme okuyun, mühendisler mutlaka pazarlamayı öğrenin, ne alınır, ne satılır, nereden nasıl kar edilir bunu öğrenin” dedi size değil mi? Yani siz onu mu anladınız? Ben onu anladım. Kabaca söylüyorum tabii affınıza sığınarak, çünkü alınmayacak bir karakterde karşımızdaki arkadaşım, ama kabaca ben öyle anladım diyeyim. ADNAN GÜRDAL- Sadece şu: Bir mühendisin bir yol geçirilirken maliyetini bilmezse, oradan geçirdiği maliyet hesaplamazsa, mühendislik olmuyor; onu anlatmaya çalıştım. Doç. Dr. HATİCE KURTULUŞ- Tabii çok haklısınız ama bütün mühendisler bunu çok iyi biliyorlar. İkincisi, şehir planlama öğrencileri ve mimarlık öğrencileri için söylüyorum; ben aslında sosyolojide ve kamu yönetiminde ders veriyorum ama o kadar severim ki, mimarlık ve şehir plancıları öğrencilerini çünkü onlar o kadar uyanıktırlar, dünyayı dönüştürmek konusunda heveslidirler. Çünkü tarihleri öyle, yani onların geçmişine baktığınızda, bu alanların geçmişine baktığınızda bir felsefi arka planı var. Yani o arka plan onlara sadece kendi çıkarlarını, kendi ceplerini doldurabilmeyi ya da kendi geleceklerini düşünmekten daha çok şey yaptırır. Tarihsel kişilikler onlardır, yani kendi cebini herkes doldurabilir. Arazi spekülasyonunun bu kadar yoğun olduğu bir ülkede o kadar kolaydır ki cep doldurmak, 40’lı yaşlarına geldiğinde bu çocukların hepsi zengin olabilirler isterlerse ama onlar daha iyi bir dünya tasarlamak istiyorlar. Özelleştirme İdaresi’nin de bugünkü siyasetinde neoliberalizmde anlamadığı şey bu aslında ve direniş de burada. Yani bu çocuklar daha iyi bir dünya hayal ediyorlar, herkes için daha iyi bir dünyayı kurmak üzere plan ya da mimari 82 eser ya da hayal kurmak istiyorlar. Bizim de onlardan beklediğimiz budur, benim karşımda para kazanacak öğrenci geldiğinde vasattır o, kazanır nasılsa, karşıma bir kent kuracak ve o kentteki bütün o sosyal ilişkileri, adaleti, eşitliği hayal edebilen bir öğrenci geldiğinde ben karşımda zekayı görüyorum. Kusura bakmayın, ben 20 yıldır öğrencimle ilişkimi böyle kuruyorum ve eğer akademik eğitim yapıyorsak, yani meslek lisesi, meslek yüksek okulu değil, İTÜ gibi, Yıldız gibi ya da başka üniversitelerin mimarlık fakülteleri gibi yerlerde o kadar emek vererek bir meslek ediniyorsak; o mesleğin bir etiği var, o mesleğin bir dünyayı dönüştürme gücü var. O nedenle bu kadar eziyeti çekiyor bu çocuklar, çekiyorsunuz. Yani o nedenle hiç katılmayacağım size; işletme değil, bol bol iktisat okuyun, iktisat okuduğunuzda -çünkü çok temel bir bilimdir- iktisat size adalet ve eşitlik konusunda da çok şey söyler. Sadece büyüme, iktisadın çok küçük bir alanıdır. Yani o kıt kaynakların nasıl bölüşüleceğine dair teoridir iktisadı iktisat yapan, yani bölüşüm büyümeden daha önemli bir kuramıdır iktisadın. Onun için iktisadı da okurken, hani işletmeci gibi değil de, iktisatçı gibi, yani bir temel bilim olarak okumanızı öneriyorum. Mademki siz bir öneride bulundunuz, ben de bir öneride bulunmak istedim. Planlama-siyaset ilişkisi buradaki öğrencilerin pek çoğunun bildiğini zannettiğim bir tarihsel ilişkiye çok benziyor aslında. Gothe’nin “Faust”unu okuduysanız, Faust ile Mephisto arasındaki ilişkiye çok benzer. Faust aslında çok temiz birisidir başlangıçta, hayalleri vardır, umutları vardır, dünyayı değiştirebileceğine dair inançları vardır. Sonra aşık olur, aşık olunca o aşkını elde edebilmek için, ona sahip olabilmek için bazı şeylerden vazgeçer. O hayalci Faust yerini aşık Faust’a, yani o aşk için her şeyi göze alabilen Faust’a bırakmıştır. Bu aşkı, bugünün dünyasında siyasi rant ya da ekonomik rant olarak düşünebilirsiniz. Faust’u bugüne uyarladığımızda , arkasından getireceği şey de şudur ama: O aşka çok da sahip, arkasından onu meşrulaştıracak şey de ilerlemedir. İlerlemeci gelişmeci Faust’tur üçüncü Faust, yani Faust’un üç aşaması vardır.( Marshall Berman’ın “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor”unu okuyabilirsiniz, mekan çalışan herkes için öneriyorum.) Faust’un üçüncü aşaması ilerlemeci Faust’tur. Artık başka çaresi yoktur. Bu kaybettiklerini ve bu aşkın da gerçekleşmemiş olmasını, yani o aşk üzerinden kaybettiklerini ancak bir gelişme, bir ilerleme meşruiyetiyle kendine de meşru kılabilir. Onun için bugün siyasetin planlamadan beklediği, büyümedir. Ekonomik büyümenin motoru olsun planlama diye bekler. 83 Planlama; bir kapitalist modern deneyimin sonucu ortaya çıkan bir süreçtir, bir araçtır. O aracı siyasetin nasıl kullandığı da planlamanın felsefesindeki sürekli değişimlerle gerçekleşir. Yani siz eğer planı, hiç değiştirilemez etik değerlerle kurulmuş bir teori ya da içinde çok değişkenli bir teorik çerçeve olarak düşünürseniz, siyasetçi planı kolay kolay istediği gibi kullanamaz. Örneğin; kapitalizmin büyüme teorisinden çok hoşlanan iktisatçılar, iktisadi bölüşüm teorisini kullanmayı tercih etmez. Buna rağmen o teori vardır ve çok yerleşik, matematiksel olarak açıklanmış bir teoridir ancak onu göz ardı etmeyi tercih ederler. Çünkü işe yaramaz, o bölüşüm meselesi başka bir meseledir. İşte plan da böyle bir şey, plan eğer böyle güce sahip olsa, o zaman siyasetçinin elinde bu kadar kolay değişebilir bir araç olmaz. Ama plan kendi ortaya çıktığı dönemin felsefi ortamından uzaklaşa uzaklaşa, sadece kapitalizmin üretiminin sıkıştığı, aşırı birikim krizine girdiği zamanlarda mekansal üretimle, yani kentsel mekanı bir meta olarak yeniden yeniden üreterek, üretimi genişletip krizden çıkma aracı olarak kullanır. Onun için sabah Fatma Hoca’nın sunuşu çok güzeldi, ben de çok şey öğrendim. İstanbul’un planlı olduğunu... Gerçekten planlı İstanbul, ama biz planlı dediğimiz zaman şunu anlıyoruz: Planlı değil, çünkü planlı olsa daha iyi olması gerekirdi, daha insanca olması gerekirdi. Eşitliğin göreceli olarak -yani kapitalizmin altında ne kadar olabilirsemekansal dağılım içerisinde olması gerekirdi. Ama aslında siz; 19. Yüzyıl’daki radikal sınıfsal çatışmaları engellemek ve düzenlemek üzere, sınıfların mekanlarda yerleştirildiği, daha sonra da sosyal refah devletiyle birlikte planın bir sosyal refah devleti aracı olduğu, öyle kimliklendiği bir plandan bahsediyorsunuz. O nostaljik plan, size ahlaki geliyor, oysa plan öyle olmak zorunda değil. Plan siyasetçinin elinde bir araç olduğu müddetçe, kendi özerk, yani devletten, siyasetten, sermayeden özerk bir ahlaki alan, felsefi bir alan olmadığı müddetçe, araç olduğu müddetçe her siyasetçi planı kendine uygun bir şekilde tabii ki uygulayacaktır, dünyayı birikim açısından da dönüştürmek için harika bir araçtır. O nedenle siyasetle plan arasındaki ilişkiyi hem Faustiyan bir bakış açısıyla görebiliriz, hem de aynı zamanda planın aslında her konuda ne kadar dönüştürücü bir yanı olduğunu görebiliriz. Gerçekten 1983’ten sonraki döneme baktığımızda, yani 1984 yılından itibaren, Türkiye neoliberal politikaları benimsiyor. Onu benimseyebilmek için de koskoca kaybedilmiş bir 10 yıl var belki. O politikalara geçebilmek üzere Türkiye’nin üzerinde oynanan oyunlara baktığımızda o yıllardan sonra da biz açıkça şunu görüyoruz mekanda: 1980’lerin sonlarına kadar bunu çok 84 hissetmiyoruz. Birkaç proje var, o projeler de kente çok uzak ve insanların çok ilgisini çeken projeler değil. Bildiğimiz gibi Bahçeşehir ya da Ankara’da göreceli olarak bölüşüm meselesine biraz daha yakın olan Batıkent projesi gibi bazı projeler var. 1990’lardan itibaren bu süreç hızla değişiyor ve kentsel mekan bu büyük projelerle -ben konut projelerinden bahsediyorum ama Pınar bahsetti diğer büyük projelerin ve planların neler olduğundan- dönüşmeye başlıyor. Şimdi buradaki çoğu kişi plancı ve mimarlık öğrencisi olduğu için birçoğunuz İstanbul’un planlarındaki o lekeleri görüyorsunuz, biliyorsunuz. İstanbul’un 1995’teki master planına baktığımızda; şu toplu konut projelerinin mekansal yani coğrafi dağılımına baktığımızda, başka hiçbir şey görmediğimizde haritanın üzerinde şunu çok açık görüyoruz ki; İstanbul aynı zamanda bu toplu konut projeleriyle büyüyor. Buna baktığımda aslında ben şöyle bir şey görüyorum: İstanbul yeni bir duvarla çevreleniyor, yani bu çeperdeki İstanbul’un metropoliten üçüncü çeperi. Surların birinci çeper olduğunu düşünelim, 1960’lardan itibaren kent surların dışına doğru büyümeye başlıyor. İkinci çeper, boğaz köprüleri; birinci boğaz köprüsüyle birlikte oluşan ikinci çeper. Üçüncü boğaz köprüsü ve otobanlarıyla oluşan da üçüncü çeper. İstanbul, Avrupa’nın pek çok kentinde olduğu gibi yuvarlak bir kent olmadığı, lineer bir kent olduğu için; çeper de o lineer olarak belirleniyor tabii, öyle yayılıyor. Ama şu fotoğraf ve haritaya baktığımızda; o İstanbul’un üçüncü çeperinin nasıl bir duvar gibi büyük kentsel konut projeleriyle şekillendiğini görürsünüz. Bir duvarla çeviriyoruz İstanbul’u aslında baktığımızda, gerçekten de duvarla çeviriyoruz. Çünkü bu siteler, bu konut alanlarının kendileri de duvarlarla çevrilidir. Yani hem bir blok beton duvar yapar kentin çeperini, hem de aynı zamanda kendileri de içlerinde bir duvarın içinde yaşarlar. Şimdi bu projelerin mekanda dağılımına bakalım: Son 400 proje -yaklaşık 1.000 küsur proje var şu anda İstanbul’da sürdürülen- yani bu söylediğimiz rakam 2000’lerden bugüne kadar elde edilmiş rakamlar. Ondan önce bitmiş projelerin rakamlarına da tamamen ulaşmış değiliz. Nasıl İstanbul’un konut sayısını bilmiyorsak, yani bina sayımı elimizde tam bir veri olarak yoksa bu meselede de benzer şeyler var. Yani ulaşabildiklerimiz üzerinden çıkarıyoruz. Bu son 400 proje 2000’lerin sonundan itibaren son 4-5 yıllık projeler. Ondan önceki projeler de çok sayıda, ama bunlar şu anda devam eden ya da yeni bitmiş satışta olan projeler. İşte bunların dağılımını görüyorsunuz, yani hem kentin çeperini sarıyor, hem de kentin merkezinde de bir şeye dönüşüyor, bir radikal müdahale başlıyor kentin merkezine. 85 Kentin merkezine başlayan, bu sınıfsal bölüşüm meselesine gelmeden önce, şu resmi size göstermek istiyorum, en güzel haritada görünüyor çünkü. Şimdi kentin çeperindeki arazilerin büyük bir kısmı eski çiftlik arazileridir. Daha önceki pek çok toplantıda da ben bundan bahsetmişimdir, o konudaki doktora tezimde kullandım çünkü o çiftlik arazilerini. Bu çiftlik arazileri çok büyük dönümlerde ve çok parçalanmamış arazilerdir. Çünkü parselasyonun yapılamadığı, onun için aile içinde bölüştürülemeyen arazilerdir ve çok uzun zamandır üzerlerindeki imar yetkisi ve köy arazisi tarla olarak geçtiği için kendi evlerinin dışında bir şey yapamamıştır buranın sahipleri. Bu arazilerin fiyatları çok ucuzdur o nedenle. Çünkü üzerinde bir şey yapılamaz, artık tarım da yapılamaz. 19. Yüzyıl’ın sonundan beri tarım yapılmıyor İstanbul’un büyük bir bölümünde. Bu tarım arazileri dönüşsün anlamında söylemiyorum, sakın yanlış anlamayın, tabii ki rezervlere ihtiyacımız var, ama üzerinde tarım yapılmayan boş küçük mandıra arazilerdi bunlar ve bu araziler 1980’lerde kapatılmaya başlanmıştı. Daha doğrusu darbeden sonra kapatılmaya başlanmıştır, 1983-1984’ten sonra -kendi yaptığım sözlü tarih görüşmelerinden biliyorum- bizatihi rahmetli Turgut Özal’ın kendi prenslerine: “Gidin, şurada şuradaki arazileri alın” diyerek kapatılmıştır. Onlar bile -o zamanın Süzer’leri- şaşırmışlardı: “Ne yapalım orada o koca araziyi alıp?” “Yani siz alın” demişti. Onun için bu araziler mesela, Bahçeşehir’in olduğu Dereköy Çiftliği, Ispartakule Çiftliği -Ispartakule konutlarının olduğu şu anda- bunların hepsi eski çok parçalanmamış özel mülk çiftlik arazileridir ve çok ucuza alınmışlardır. Çünkü kurtların indiği bir yer gibi görünen yerlerdir buralar, insanların “Burada ne yapılır ki?” dediği yerler. Şimdi buna benzer bir şekilde, Kurtköy’e kadar olan bölgede de büyük çiftlik alanları var. Buralar şu anda Ağaoğlu’nun büyük projelerinin gerçekleştiği yerlerdir. Başka kişilerden de bahsedebilirim ama Ağaoğlu çok popüler bir kişilik, bir inşaat starı olduğu için ondan bahsederek söyleyeceğim, sizin de daha çok ilginizi çekecek. Ağaoğlu’nun projelerinin büyük bir kısmı, Ümraniye’deki Hekimoğlu Çiftliği vb. gibi merkez dışındaki projeleri, eski çiftlik arazileridir. Çok ucuz arazi kapatıldıktan ve imar çıkartıldıktan sonra, işte o siyaset-planlama ilişkisi, o Faustiyan ilişki yeniden orada devreye girer. Kentin merkezine geldiğimizde, bu çevreyle ilgili çok önemli bir şey daha söyleyeyim: Bu ‘çeperdeki arazilerin kapatılması’ terimini çok rahat kullanabiliriz, çok namusluca kullanabiliriz, çünkü tam da öyledir. 86 Düşünebiliyor musunuz, dünyanın herhangi bir ülkesinde, demokratik bir ülkede 10.000 dönüm bir araziyi hiçbir vergi vermeden yıllarca tutabilir misiniz elinizin altında? Kentsel bir arazidir üstelik artık bu, içinde gecekondular var, şu var bu var etrafında, tutabilir misiniz? Ruşen Hoca sabah anlatmıştır mutlaka bunun nasıl bir avantajlı sistem olduğunu, o sayede olur. Yani babasının Ümraniye’de nalbur dükkanı olan bir insanın bu kadar büyük sermayeyi bu kadar zamanda biriktirebilmesi için Latin Amerika’daki altınları Avrupa’ya getiren tüccarlar gibi bir iş yapıyor olması gerekirdi. Yoksa böyle bir birikimin birikmeyeceğini biliyoruz iktisadi kurallara göre, ama nasıl birikiyor? Arazinin mülkiyetini hiçbir yasal engel olmadan ele geçirmekle birikiyor bu arazi ve bu örnekte çok net bir şey var, onu da vereyim geçeyim: Ağaoğlu o kadar önemli olduğu için söylemiyorum ama televizyonda bir reklam var. Diyor ki Ağaoğlu: “Kentin üstüne yatırım yapacaksınız, altına değil.” O reklamdan üç gün sonra Türkiye’de seller oluyor ve kentin altına yapmadığımız yatırımlar nedeniyle insanların öldüğünü görüyoruz. Cinayet bu, yani o reklam size bir cinayet işlemeyi öneriyor aslında, diyor ki; “Alta değil, üste.” Alta yatırım yapmak ne demek? Maden çıkaracak halimiz yok, altın çıkaracak halimiz yok. Yani “altyapı yerine üstyapı yapın” diyor adam, “üste yapın, toprağın üstüne yapın.” Yaptınız gördünüz işte Antalya yerle bir, İstanbul’da her sene defalarca sel felaketi oluyor değil mi? Onun için o çok ironik bir şey aslında, o reklamın hala dönüyor olması bile bir dava konusu olabilir. Çünkü tersinde insanlar ölüyorlar, sadece evlerini kaybetmiyorlar. Bir kamusal hata yüzünden bir insan öldüğü zaman bambaşka bir durumdur. Diyebilirsiniz ki, “insanlar da dere yataklarına ev yapmasalardı.” Evet ama başka yerde arazi mi vardı oraya yapmasınlar? Yani arazinin bu kadar radikal bir biçimde eşitsiz bölündüğü bir kentte başka bir yere imkanı var mı insanın ev yapmasının? Yani o da risk alıyor tabii ki, o dere yatağına ev yapan birini savunacak halim yok ama bunun çaresizliğin üzerinden alınan bir risk olduğunu düşünebilirsiniz. Şimdi kentin merkezine gelelim, orta sınıfa oradan geçeceğim çünkü. Kentin merkezinde çok yakın zamana kadar, hatta 2000’lerin neredeyse sonlarına kadar, aslında çok büyük bir dönüşüm yoktu. Yani merkez dediğim, eski orta sınıf düzenli kentsel mahallelerden bahsediyorum. İki tane şey göstereyim size; bugüne merkezde ve çevrede konutların dağılımı ve o dağılımın konut tipiyle ilgili olarak da dağılımını gösteriyor bunlar. Yani rezidanslar, apartmanlar, vesaire falanın nasıl dağıldığını görüyorsunuz. 87 Rezidansların merkezde oluştuğunu burada görürsünüz, morlar rezidanstır, yeni orta sınıf konut alanları da daha çeperdedir, yani merkezden çevreye doğru giden biraz daha gelirleri yükselen, bazen yükselmeyen ama çok borçlanabilme kapasitesi olan düzenli bir işi olan, iyi geliri olan, o nedenle borçlanabilen orta sınıflar da çeperde arazi alırlar ve onlar sistemin en büyük destekleyicileri olurlar. Çünkü eğer sistemde en ufak bir aksilik olur da onların ayda 5.000-10.000 dolar arasındaki diyelim ki, gelirleri aniden kaybolursa çok borçludurlar bankalara, bu evi almışlardır, bir araba almışlardır, yatırım yapmışlardır, çok kaybedeceklerdir. Onun için varsıllaşma ve riskli bir varsıllaşma, yani krediyle bir yere bağlı olarak varsıllaşma, borçlu olarak varsıllaşma tırnak içinde söylüyorum, bütün dünyada insanları sisteme çok bağımlı kılıyor. Yani kaybedecek çok şeyleri oluyor ve çok borçlu oluyorlar. O nedenle bizim çeperde yaptığımız bu çalışmada, gerçekten çok borçlu olduklarını gördük. O yüksek düzeyde gelir elde eden Türkiye standartlarına göre yeni sektörlerde, hani eskiden ‘yuppie’ denilen -tam açıklamasa bile o terim- kesimin, yani hizmet sektöründe orta-üst düzey yönetici olan kesimin çok borçlu olduğunu bizim çalışmamızda da gördük. Borçlular, ama onlar kentin çeperine taşınıyorlar. İkinci şey, kentin merkezi onların arzularını, yeni tüketim alışkanlıklarını, güvenlik ihtiyaçlarını, paranoyalarını karşılamıyor. Yani başka nedenleri de var, borçlanarak ev alabildikleri yerler de orada, kentin merkezinde o kadar borçlanarak konut da alamıyorlar. Çünkü eski konut stoku biliyorsunuz ketin ve bankalar pek çoğuna kredi vermiyor. Şimdi bu kentin merkezine bakalım. İki eksenden bahsedeceğim size, İstanbul için çok spesifik olduğu için bu iki ekseni aldım: Kadıköy-Bostancı ekseni. KadıköyBostancı ekseni; İstanbul’un modern kentleşmesinin, modern mahalleleşmesinin önemli örneklerinden bir tanesidir. Göreceli olarak düzgün planlanmıştır gerçekten, eski parsel üzerinde yapılmış yap-satçılık sistemiyle oluşmuştur. Ama eski parseller de büyük parseller olduğu için, yani büyük bahçeli köşkler, bahçeli evler olduğu için, o bölgede ya da o eski köşklerin parsellenmiş arazileri olduğu için, göreceli olarak daha planlı yerleşmiştir. Yani boşluklar bırakarak hani bahçeli nizam apartman, yap-satçı apartmanlaşmayla yerleşmiştir ve o zaman, yani 1960’lar, tabii 1950’ler Avrupa yakasında, ama Kadıköy-Bostancı yakasında 1960’lar ve 1970’ler çok önemli. 88 Bu model açısından baktığımızda 1960’lardan sonra özellikle bu yapsatçı konut sunumu gelişmesi bu bölgede oluyor. Buraya yerleşenler de modern orta sınıflar. Neden böyle söylüyorum? Çünkü zaten o yıllarda biliyorsunuz kırdan kente göçen, daha kırsal, eğitimi daha düşük kırsal kültürel sermayeleriyle kente gelenler gecekondulara yerleşiyorlar. Zaten düzenli bir miktar ödeyerek konut alabilecek bir güçleri yoktu. Kimler alıyordu bu konutları? Düzenli geliri olan orta sınıf memurlar alıyordu. Kimdi bunlar? Askerler, öğretmenler, kamu çalışanları, özel sektör beyaz yakalıları, yani işi garanti olan insanlar bir miktar peşin veriyorlardı, geri kalanını da faizsiz bir sistemde taksitle ödeyip, konut sahibi oluyorlardı. Yap-satçı sistem buydu. Benzer bir sistem Şişli’de de vardı. Taksim-Mecidiyeköy hattı da yine 19. Yüzyıl’ın sonundan ve 20. Yüzyıl’ın başından itibaren modern kentleşmenin, mahalleleşmenin olduğu bir yerdir gene, İstanbul çalışanlar bilir. Orada da Kadıköy’dekine benzer bir doku var ama daha sıkışık bitişik nizam konutlar bunlar. Kadıköy’deki kadar ferah, yeşil falan değil, ama sonuçta modern bir mahalleleşme modeli görürüz. Orada da yaşayanların büyük bir kısmı eski modern orta sınıflardır. Şimdi buralar çok yakın zamana kadar baskı altında değildi. Yani basit yenilemeler oluyordu. Özellikle depremden sonra Kadıköy bölgesinde bazı yenilemeler oldu. Fakat 2000’lerin sonlarından itibaren, 2008-2009 yıllarında özellikle yeni bir yap-satçılık sistemiyle bu binaların hepsi müteahhit baskısının altında kaldı. Bu binaların çok büyük bir kısmında yenileme baskısı var. Bu yenileme baskısı eski orta sınıfı; bu kentin yeni planına göre, kültür ve turizm merkezlerine bu kadar yakın ve düzgün mahalleleşmiş alanları çok lüks hale getirdi. Bu birikim mantığı, bu paylaşım sistemi çerçevesinde, eski orta sınıfın buralarda yaşamaması gerekiyor artık, onların oradan çıkıp, çevredeki görece daha ucuz konutlara gitmesi ve bu alanın dönüşmesi lazım. Ve işte bunun baskısı başladı. O nedenle bu baskı buradaki orta sınıfların üzerinde. Sürekli apartmanlara geliyorlar ve görüşüyorlar burada yaşayanlarla, dönüştürmek istiyorlar buraları. Bunlar 30-40 yıllık apartmanlar olduğu gibi aralarında 20 yıllık apartmanlarda da var, tabii deprem bu konuda ciddi bir konu. Size çok küçük bir anekdot vereyim bu yaptığımız çalışmayla alakalı. Görüştüğümüz bir müteahhit -Karadenizli ve iktidara çok yakın bir müteahhiteski yap-satçı ama şimdi de yap-satçılığa devam edebilecek bir sermaye gücüne sahip. Çünkü eski yap-satçı müteahhitlerin %90’dan daha fazlası istatistiksel olarak gördüğümüz kadarıyla konut piyasasından çekildiler 89 1980’lerin son ortalarından itibaren ve yeni bir radikal bir dönüşüm oldu konut sunumunda. Finans sektörünün de işin içine girmesiyle bunlar ona uyum sağlayamadılar ve yok oldular. Geri kalan yaklaşık %10’luk kısmın içindeki bir müteahhitten, tabii ki iktidara yakın bir müteahhitten bahsediyorum. Şunu söyledi bana: “Ben doğrudan Başbakanla görüştüm, gittim ona dedim ki: Bu apartmanlarda oturan şu yaşlı, inatçı insanlar var ya, onlar için bir yasa çıkarmamız gerekir.” Ne yapıyor o yaşlı inatçı insanlar? Diyorlar ki; “Ben 80 yaşıma geldim, çocuklarım bu evde doğdu, burada yaşadı, ben ölene kadar burada oturacağım kardeşim, evim değil mi, parasını verip almadım mı, Kat Mülkiyeti Yasası yok mu? Var. Sen beni buradan çıkaramazsın.” Ama 10 dairelik bir apartmanda mesela bir tane yaşlı teyzeyle amca böyle itiraz ediyorlar, dokuz kişi ise “dönüşsün, daha küçük olsun konutumuz, ama daha lüks bir konut olsun, depreme dayanıklı olsun” diyorlar. İşte bu direnme çok küçük bir direnme aslında, biraz daha iddialaşılsa, o pazarlık biraz daha sürse o yaşlı teyzeyle amca ikna olacak belki, ama ona bile sabır yok bu birikim modelinde. Bir şey daha var; şöyle bir yasaya zorlanıyor hükümet müteahhitler tarafından: Apartmanın %70’i evet derse, öbürlerinin hiçbir önemi yok, apartmanı dönüştürebilirler. Bu yasayı çıkarmak için inanılmaz bir mücadele verdiklerini anlatıyor, başarılı olamadıklarını, çünkü Anayasa’ya aykırı olduklarını mülkiyetin, ama devam ettiklerini ve bunu değiştireceklerini. “Bu değişmezse bu kent değişmez” diyor. Bir müteahhidin söylediğinden bahsediyorum size. Diğeri, yani bu işin daha naif ve daha radikal olan tarafıysa, yine bu iki bölgede belediyelerle de bir işbirliği yaparak sermayenin hani büyük projeleri de devreye sokmaları ki, Şişli’deki bütün bu büyük rezidanslar örneğinde bunu görebiliyoruz. Kent içi rezidansların büyük bir kısmı Şişli’de gerçekleşiyor. Biliyorsunuz işte Anthller, Oftonlar, şimdi Sinpaş girdi oraya, yani Şişli’de Bomonti gibi sıkışık bir konut alanına eski sanayi, üst tarafı da konut alanı olan bir bölgeye Sinpaş inanılmaz büyüklükte bir rezidans yapıyor. İçinde 400 konut falan olacak. Yine aynı alana Ağaoğlu girdi, Ağaoğlu Dolapdere bölgesinde büyük bir hazine arazisinin üzerine yerleşmiş olan bir gecekondu alanını dönüştürecek. Bütün Dolapdere bölgesinin bu baskı altında olduğu şu anda çok açık. İşte kentin içi o kadar radikal bir şekilde dönüşmeye başlıyor ki bu yeni projelerle, kent içi hem insani açıdan yaşanmaz hale gelecek -yani bu alt yapı kapasitesi buna yetmeyecek- hem de eski orta sınıflar oradan uzaklaştırılmaya çalışılacaklar. 90 Bu eski orta sınıflar kim biliyor musunuz? Kentin çevresine ve merkezindeki yerleşime bakın, bunlar genellikle aslında beyaz yakalı dediğimiz, yani memurlar dediğimiz kesim ve bir sonraki slayt onların meslek yapısını gösteriyor, bir önceki slaytta da eğitim yapılarını görüyordunuz. Genellikle orta üstü, hatta lise üstü eğitime sahip. Kentin bu eski kentsel mahallelerinde oturan eski orta sınıf aslında donanımlı bir orta sınıf. Bütün dünyada bildiğimiz bir şey var: Kentler sosyo-mekansal olarak kurulmuş ölçeklerdir. Fizik mekan değildir bir kent, bir kente fizik mekan dersek eğer, bu tamamen mühendislik bir açıklama olur. Kentsel anılarınızı düşünün, bütün anılarınızla bir mekan vardır. Sizin bütün kimliğiniz, hepimizin kimlikleri o mekanla oluşur. Yani mekanla kendinizi ifade edersiniz, onun için mekan öyle basitçe içine girilir bir şeydir. Şeker fabrikasının dönüştürülmesi gibi kaldıralım, yerine turizm alanı yapalım. İyi de, o şeker fabrikasının orada bulunduğu zaman içinde diyelim ki, 50-60 yıl, 100 yıl, o süre içinde orada nasıl bir sosyo-mekansal ölçek oluşmuştu? Oradaki o işçi sınıfı, o işçi sınıfının çocukları o mekanda nasıl yerleşmişlerdi, nasıl mülklenmişlerdi? Bütün bunları hesaba katıyor muyuz? Fabrikayı mühendislik olarak kaldırabilir, yerine de çok güzel binalar yapabiliriz, ama o sosyo-mekansal ölçeği bir ur gibi çıkarabilir miyiz vücuttan? Çıkartmayı deniyorlar tabii, Sulukule’de başka yerlerde olduğu gibi. Onun için bu haritaya baktığımızda şunu görüyoruz: Kentin dışına atılmaya çalışılan bu orta sınıf, kentin dışına gidemeyecek bir orta sınıftır. Kentin dışında uyum yapamayacak da bir orta sınıftır. O eski modern orta sınıf ölene kadar bu alanlardan çıkmamaya çalışacaktır. Onların çocukları da, yani o mesleki şeyleri devam ettiren çocukların bir bölümü de buralarda oturmayı tercih ediyorlar. O nedenle burada ciddi bir baskı var ve ciddi bir pazarlık, eşitsiz bir pazarlık var. İstanbul’a baktığımızda -bence belki başka kentlerde de oluyordur, ama ben İstanbul’a bakıyorum- iki tür büyüme var İstanbul’da: Bir yandan radikal bir şekilde merkezden çevreye doğru büyüyor, eski plan anlamında plansız, büyümeye odaklı yeni plan anlamında çok planlı büyüyor. Bu yeni orta sınıfa sunulan ütopyadaysa başka bir şey ortaya çıkıyor. Bu alanlarda yapılan çalışmalarda tavsiye ediyorum şehircilik ve mimarlık öğrencilerine; gidin, o sitede kullanım planını okuyun. O siteye gireceğiniz zaman size bir kullanım planı imzalatılıyor ya da satın alırken Tapu Dairesi’nde bir de plana imza atıyorsunuz, nasıl davranacağınızı belirten bir plana. O plana bakın, bir de askeri lojman yönetmeliğine bakın, ben karşılaştırdım, tıpatıp aynısı, çok küçük farklar var, o da çağdaşlık farklılıkları. 91 Bir diğeri onu da söyleyeyim size; Ağaoğlu’nun konutlarında Mycity’de, Mytown’da, Myzabazingo neyse oralarda sitelerin yöneticileri kim biliyor musunuz? Emekli askerler. Gerçekten, gidin bakın, emekli astsubaylar, ağırlıkla alt düzey askerler. Lojman planıyla site yönetiyorlar. Böyle bir yaşam biçiminin 21. Yüzyıl’da askeri yönetimin otoritesine bu kadar karşıyken, askerin gücünü bu kadar azaltmaya çalışırken, bizim hayatlarımız askerileşiyor aslında. Yani nasıl yönetilirseniz ona göre, orası nasılsa ona göre davranacaksınız. Bir misafiriniz geldi, sarhoş o gece, içeri girmeye çalışıyor, giremez yani, dışarıda yatmak zorunda ya da çıkacaksınız, utanmazsanız kapıdan onu alacaksınız. Diğer taraftan merkezde ikili bir büyüme var; yani merkez hep yeni yap-satçılıkla büyüyor, hep rezidanslarla büyüyor. Yani merkezde de yoğunluk artıyor ve bu orta sınıf oradan dışarı çıkarılmaya çalışılıyor, ama gideceği yer de bu özgürlükçü olmayan bir yer. Y Onun zorlandığı yer, o modern orta sınıfa git denilen yer de askeri bir yer aslında. İlginçtir ki, yeni orta sınıf askeri yönetimi daha çok seviyor, bu kadar askere karşı bir liberal yeni orta sınıfın, bu kadar askeri bir yönetim altında bir sitede nasıl yaşadığını ben sosyolojik olarak açıklayamıyorum arkadaşlar. Buna inanamazsınız. Yazılanlara-çizilenlere bakın, liberal sol diye düşündüğümüz kesimin bile yazdıklarına, çizdiklerine bakın, askerin “a”sını duymak istemiyorlar. Duymayalım tabii, askerin hayatımızda ne işi var, ama bu kadar askeri bir sistemde nasıl bu kadar uyumlu halde yaşıyorsun? Tek tek itirazlar var özellikle IT sektöründe çalışanlar biraz itiraz ediyorlar, “bu kadarı da çok fazla” diye, orada çok zeki mühendisler falan var. Aslında liberalizmle araları iyi, ama çok da zekiler, bunda bir tuhaf demokratik problem olduğunun farkındalar, bir şikayetleri var. “Bu kadar da sıkı kontrol hoşumuza gitmiyor, açıkçası bundan da rahatsızız” falan diyen az sayıda insan var ve orta sınıfın inanın mekanda bir pazarlık gücü yok. Olduğunu zannediyor orta sınıflar, ama daha önce yılların birikimiyle elde ettikleri mesela o 100-120 m2’likkonutların yerine 70 m2’lik konuta razı olduklarında pazarlık etmiş oluyorlar. Onun dışında hiçbir pazarlık güçleri yok. Pazarlık gücü var zannettiğimiz sınıfların pazarlık gücü yok ve bu önümüzdeki 10-15 yılda zaten göreceğiz ne kadar güçsüzleştiğini bu sınıfın. Çok teşekkür ederim. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Çok teşekkür ediyoruz. Söz sırası Asuman Yeşilırmak’ın. Açılışta da söylediğim gibi kendisi İstanbul’un planlama süreciyle ilgili yapmış olduğu yüksek lisans tezi bağlamında bir sunuş 92 yapacak bize. Sabah Fatma Ünsal Hoca’nın giriş yaptığı araştırma projesiyle de bağlantılı bir çalışma bu, biraz daha ayrıntıya gireceğiz Asuman Hanım’ın çalışmasıyla. Buyurun. ASUMAN YEŞİLIRMAK- Teşekkür ederim Sayın Başkan. Değerli katılımcılar, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Sayın Hocam’ın da söylediği gibi daha önce yapmaya fırsat bulamadığım bir isteğimi yaptım ve tam Büyükşehir Belediyesi’nden emekli olma aşamasında Mimar Sinan Üniversitesi’nde bir yüksek lisans çalışması yaptım. Böylece İstanbul’un planlama pratiği içinde geçirdiğim ya da edindiğim 30 yıllık birikimin akademik bilgiyle buluştuğu bir tez çalışması yapma şansı buldum. İstanbul’da planlar ve büyük kentsel projeler ikilemi konusunu, bu tez çalışmasından da yararlanarak, 1980’lerden bu yana bu plan kavramının giderek etkisizleştiği, çok parçalı, çok başlı planlama sürecinin sorunlarının bütünlüğü içinde ele almaya çalışacağım. Şu soruyla başlıyorum: Çoğu kez İstanbul’un büyük bir kısmının yasadışı yapılaşmalarla plansız ve çarpık geliştiğini ifade ederiz, ama yalnızca yasadışı yapılaşmalarla mı plansız ve çarpık gelişmiştir? Aynı zamanda kademeli plan bütünlüğünü sağlamayan aykırı, çok parçalı, çok başlı ara kademe imar planları ve plan değişiklikleriyle yasal ve çarpık bir planlama düzeni ya da düzensizliği içinde gelişmekte ve büyümekte İstanbul. Bu, bugün birkaç defa zaten ifade edildi. İstanbul için üç tane metropoliten ölçekte plan yapıldı. Biri, İstanbul’un, daha doğrusu kentlerin, tam da çok hızlı bir dönüşüm sürecine girdiği 1980’de başlayan ve yürürlüğe giren bir plan; ikincisi, 1995 yılında; üçüncüsü de, son 2009 Çevre Düzeni Planı. Bunların hepsi kent makro formunun lineer gelişimini temel strateji olarak alan ancak bugüne kadar kent makro formunun hem plansız, hem de planlı olarak bu alanları tahrip edecek biçimde gelişmesinin engellenemediği planlar oldu. 2009’da Çevre Düzeni Planı’nın da benzer hedef ve stratejileri vardı ancak gündeme gelen bu üçüncü kuzey köprüsü, sözü edilen yeni İstanbul ve Kanal İstanbul projeleriyle önceki dönemlere göre daha da tırnak içinde “planlı” bir biçimde aşılacağı, bozulacağı, etkisizleşeceği de şimdiden görülebilmekte. İstanbul için yapılan her yeni plan, bir önceki dönemin plan kararlarını aşan gelişmeleri önleme ya da rehabilite etme yönünde hedefler içermektedir. Bununla birlikte bu gelişmeleri de veri olarak almak durumunda kalmışlardır. Metropoliten ölçekteki bu planlar amaç, ilke ve hedeflerine uymayan 93 planlama bütünlüğü dışında gelişen kentsel projelerin sonradan üzerine işleneceği ya da işlendiği altlıklar durumuna düşmüş ve etkisizleşmiştir. 1980 sonrası ekonomi-politik ortamda kentsel politikaların ürünü olan İstanbul’un bu büyük kentsel projeleri, bir yandan büyük sermayenin seçtiği merkezi iş alanlarında bildiğiniz gibi odaklanırken, diğer yandan toplu konut, organize sanayi bölgeleri, büyük ulaşım projeleri ve benzeri projelerle kent makro formunun kuzeye doğru gelişmesinin en önemli tetikleyicileri oldular. Bu projeler başta Bayındırlık ve İskan Bakanlığı olmak üzere planlama yetkisi verilen yirmiden fazla merkezi hükümet birimi tarafından parsel boyutuna kadar inen her ölçekteki plan değişiklikleriyle Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan ve onaylanan, kademeli plan bütünlüğünü sağlamayan ara kademe imar planları ve parsel ölçeğindeki plan değişiklikleriyle ve son olarak bağımsız ilçe, belde belediyelerinin hiçbir üst çerçeveye uymayan, kendilerinin yapıp onayladığı imar planlarıyla gerçekleşiyor. Tabii bu projeler kamu ya da özel sektörün güçlü yatırımcılarının talepleriyle gündeme geliyor ve kapsamın, projenin boyutuyla orantılı olarak üst düzeydeki makamlarla da pazarlıklar söz konusu olabiliyor gayet tabii. Merkezi ve yerel yönetimler kendi aralarında aynı siyasi görüşte olduklarında, bu işbirlikleri daha kolay olabiliyor; farklı siyasi görüşte olduklarında da dayatmalarla gerçekleşmesi mümkün oluyor. Üst ölçekli plan kararları değişmez doğrular mıdır? Yani değişen koşullar plan kararlarında değişiklik yapmayı gerektirmez mi? Tabii ki gerektirebilir, ancak plan değişikliklerinin planın bütünlüğü içindeki etkilerinin tartışılarak karara ulaşacağı katılım mekanizmalarının, kurumlarının ve kurallarının oluşturulmamış olmasıyla, çeşitli kurumlara planlama yetkisi verilirken eşgüdüm sağlayacak yapıların oluşturulmamasıyla, bir kurumun yaptığı planı diğer kurumun bu yasaların verdiği yetkilerle sorumsuzca bozabilmesi ve kendi planlarını dayatabilmesiyle, eşgüdüm, katılım, şeffaflık, sürdürülebilirlik ve benzeri yenilikçi planlama kavramlarının plan raporlarını süsleyen içleri doldurulmayan sözcükler olarak kullanılmasıyla -ki, bu sözcükler hemen her yerde karşımıza çıkar, ama altı boştur- bu çok parçalı, çok başlı ve planlama hukuku içinde yasalara uydurulmuş olmalarına karşın hiçbir bütünün parçası olmayan imar planları ve değişiklikleriyle; planlama bir kaos haline gelmektedir. 94 Nasıl gelmektedir? Benim yaptığım çalışma iki dönemi ele alıyor: 1980-1995 ve 1995-2009 yılları arasındaki üç plan dönemini ele alıyor. Kent makro formunu etkileyen yapılaşma karakterinin çözümlenmesi bağlamında üst ölçekli planların ne ölçüde uygulamalara yön verebildiğini sorgulayan bu çalışmayı, dönemlerin ekonomi politik ortamları ve kentsel politikalarıyla birlikte yorumlayarak ve bugünkü oturumun temel sorularına da bu yanıyla cevap vermeye çalışacağım. Burada ilk yapılan çalışma, 1980 planının önerdiği makro formuyla 1995 makro formunun karşılaştırılması oldu. 1995’te ulaştığı fiili makro formunun karşılaştırılmasıyla makro formunun yüzde 50 oranında büyüdüğü ortaya çıktı. Bu büyüme yalnızca yasadışı yapılaşmalarla olmamıştı, bu açık sarıyla görünen bölgeler plansız yapılaşan alanlar, ama onun dışında bu dönemde, yani 1980-1995 döneminde, ağırlıklı olarak 1/25.000 ölçekli planlarla makro formun ciddi oranda esnetildiğini ve büyüdüğünü görüyoruz. Bir diğer aradığımız, ıslah planlı alanlarda nazım plan kararlarını aşan uygulamalardı. Bu daha çok Ümraniye, Sultanbeyli bölgesinde yoğunlaşmıştı, ama o bölgede aynı zamanda yine örtüşen aşağı-yukarı aynı zamanlarda yapılmış yine 25.000 ölçekli planlardı. Burada bazıları, bu planların gelişmeyi kontrol amaçlı olmakla birlikte; bir kısmı da yine İkitelli Sanayi Alanı gibi, Kurtköy bölgesindeki havaalanı ile çevresindeki toplu konut ve yine organize sanayi bölgeleri ve yine batıda da toplu konut alanları gibi büyük projeler de bu 25.000 ölçekli planlarla gündeme gelmiştir. Elipslerle gösterilen alanlara ve oranlara şöyle çok kısaca bakalım: Demin fiili büyümenin %50 oranında gerçekleştiğini söylemiştim, ancak plansız yapılaşmış alanlarla bu dönemde makro form %33 oranında büyürken 25.000 ölçekli çevre düzeni ve bağımsız belediyelerce yapılan nazım imar planlarıyla toplam %39 oranında büyüyerek aslında plansız yapılaşmalardan çok daha fazla bir büyüme oranı karşımıza çıkarıyor. Bu odakları geçiyorum, ama bu Kurtköy bölgesinde şunu göstermek istiyorum: Bu 1981 ile 1994 arasında çok sayıda 25.000 ölçekli çevre düzeni planı yapılmıştır. Bu 25.000 ölçekli planlar görüldüğü gibi aşağıyukarı kuşaklar biçimindedir ve bunlardan Ömerli ve Adalar’ın koruma amaçlı planlarken onların dışındaki planların birçoğu geliştirme amaçlıdır. 1981 ile 1984 arasında, yani Büyükşehir Belediyesi kurulmadan önce 8 tanesi İmar İskan Bakanlığı tarafından, 1984-1994 arasında 18 tanesi Büyükşehir Belediyesi tarafından onaylanmıştır. Bunlardan 15 tanesi 1984-1984 seçim dönemi, yani ANAP döneminde onaylanmış planlardır. Bu dönemden sonra son çevre düzeni planına kadar 25.000 ölçekli plan görmüyoruz. İstanbul’da 95 zaten bunlar, Büyükşehir Belediyesi’nin onayladıkları planlar. Bu 1995 planıyla birlikte Büyükşehir Belediyeleri’nin bu ölçekte plan yapma yetkisi olmadığı için yok hükmünde sayılmıştır. Ancak bu planlarla birlikte başlayan alt ölçekli planlara göre uygulamalar sürmüş ve 1995 planında da bu alanlar planlı alanlar olarak kabul edilmişlerdir. Plansız bu alanlar 1995 planında planlı alanlar olarak kabul edilirken, yasadışı yapılaşmalarda yoğunluğu denetim altında tutulacak alanlar olarak geçmiştir. Bu dönemde 25.000 ölçekli planlarla ortaya çıkan fiziki etki tabii sadece makro formun çekiştirilmesi, esnetilmesi değil, bunların çekim etkisi de önemlidir bu büyük projelerin. 50.000 ölçekli nazım planla alt ölçekli nazım imar plan-uygulama imar planları arasında bütünlüğü sağlamak amacıyla bir ara kademe plan olarak yapılması amaçlanan 25.000 ölçekli bu planlar; 1980 sonrası hızla değişen ekonomi, kentleşme, planlama politikalarına bağlı olarak amacının dışına çıkmıştır. 1980 nazım plan koşullarına sığamayan gelişmelerin değişen ihtiyaçların ve çeşitli dinamiklerin baskısıyla imar planlarında yapılması gündeme gelen değişiklik taleplerini bir üst ölçek planla çözülmesi, meşrulaştırılması amacını taşımıştır. Bir diğer konu, makro form kararlarını zorlayan bu bağımsız belde gelişme odakları. Bu dönemde bunların etkisini henüz çok az görüyoruz. Hadımköy’de sanayicilerin başlattığı bir projeyi ve yine Emlak Bankası’nın Bahçeşehir toplu konut projesini görüyoruz. Bunların her ikisi de farklı süreçler izlemekle birlikte, merkezi hükümet projesi olarak yine kademeli plan bütününün dışında gelişen odaklardır. Ancak bu bağımsız ilçe belde belediyesi olayı İstanbul’un gelişiminde gerçekten çok önemlidir. Af Yasaları kapsamına girmeyen havza ve ormanlardaki yasadışı yerleşmeler ilçe veya belde yapılarak bir anlamda meşrulaştırılmış, o nedenle bu belde belediyelerinin kurulmasındaki yıllar önemlidir. 1987 ile 1989 arasında İBB dışında 7, sınırlarının içinde 2 belediye kurulmuşken; 1992 ile 1999, yani merkezi hükümetle yerel hükümetin farklı siyasi görüşte oldukları yıllarda, büyük bir patlama olduğunu görüyoruz. Büyükşehir sınırları dışında 11, içinde 16, toplam 27 ve genel toplamda 36 tane belde belediyesi koparılmıştır. Büyükşehir Belediyesi’nin denetimi dışında bırakılarak kurulan bu belde ve ilçe belediyelerinin kuruluş nedenleri iki özellik gösteriyor: Birincisi, siyasi iktidarın yasadışı yapılaşan bölgelere kentsel hizmet götürme amaçlı siyasi tercihleri ve oy beklentisi; ikincisi, konumuzla ilgili merkezi hükümetin 96 çeşitli etki ya da tercihleriyle gündeme gelen sanayi, toplu konut ve benzeri büyük projelerinin -tabii ulaşım- büyük şehir belediyelerinin denetimi dışına çıkarılarak, plan prosedürlerini daha kolay aşma yolu olarak gündeme gelmiştir. 1995-2009 döneminde de yine 1995 planının önerdiği makro formla 2009’da ulaştığı fiili durum karşılaştırılmış ve öncekinden farklı bir durum ortaya çıkmıştır. Sadece %11 büyüme görüyoruz fiili olarak, bu dönemde %10 olmasına karşın kentsel alanın nüfus artış oranı -ki, bu konuda yapılmış bir analiz de var- dikkate alındığında bu makro formdaki büyümenin, yatayda yayılmaktan çok düşeyde yoğunlaşma biçimindeki bir dönüşümün göstergesi olduğu ortaya çıkıyor. Zaten bu plan nüfuslarıyla da belli, Şehir Planlama Müdürlüğü’nün yaptığı bir çalışmada planlanan alanların 2007 itibariyle nüfusu 13.000.000 zaten. Burada da yine makro formun fiili olarak çok büyümediğini, ama planlı alanların aslında yeni planlarla büyüdüğünü görüyoruz. Bu dönemin en çok dikkat çeken özellikleri, planı olmayan yerleşmenin yok denecek kadar az olması. Sabah Fatma Hoca da söylemişti, artık İstanbul’un her yeri planlı, plansız alanı yok. 1980-1995 döneminde yasadışı olarak gelişen ve 1995 nazım planında yoğunluğu denetim altında tutulacak alanlar üst başlığı altında tanımlanan alanlar bu yoğunlukları denetim altına alınmadan imar planı olan alanlar haline geldiler. Yani geçmişte ıslah planlarıyla yasallaştırılırken planlar, şimdi imar planlarıyla yasallaştırılıyor. Bağımsız ilçe, belde ve mücavir alanlar da makro formu ciddi oranda etkileyen imar planları ve bu planların hemen hepsinin büyük şehir belediyelerine bağlandıkları 2004 yılından hemen önce onaylanmış olmaları bir başka özellik. 2004 yılı İstanbul için bu anlamda önemli, sınırlarının il sınırına çekildiği ve belde belediyelerinin büyükşehre bağlanmadan hemen öncesinde planları onaylandı. Yine gelişme odaklarıyla ilgili burada şunu görüyoruz: Bir önceki dönemde 25.000 ölçekli planlarla makro formun ciddi oranda büyüdüğünü görüyorduk. Burada aslında yapılaşmış alanlardaki büyüme düşük, ama 25.000 ölçekli planlarla şu solda Silivri bölgesinde ve bir de Hadımköy bölgesinde planlanan alanlar var ki, %16 oranında büyütüyor. Pek fazla yapılaşma yok, ama planlanmış, yani planlarla geliştirilmesi umuluyor. Yine bağımsız belediyelerce yapılan nazım planlarla %28 oranında çok hızlı yapılanmış, taralı olan yerler yapılanmış, diğerleri henüz yapılanmamış, ama bu bölgeler geliştirilmeye çalışılıyor. Yani yine herhangi bir üst ölçek 97 çerçevesi olmadan geliştirilen, geliştirilmeye çalışılan alanlar ve bir önceki dönemde plansız yapılaşmış olan ama bu dönemde nazım imar planları yapılan alanlar da bu %16 oranında -ki, bu koyu maviyle gösterilen alanlarve toplam planlı alanlarla büyüme oranı %44 olarak gerçekleşmiş durumda. Odakları geçiyorum ama yalnız şunu söyleyebilirim ki, çok sayıda planlarla gerçekleşmiş odaklar var. Yani hem 25.000 ölçekli plan olarak, hem de 5.000 ölçekli plan olarak sayısız adette planla gerçekleşmiş durumda. Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Bu Sultanbeyli ve çevresindeki Çekmeköy ile Reşadiye bölgelerinin büyük bir kısmı; kaçak yapılaşmanın tipik örnekleriyle oluşmakla birlikte, yüksek gelir grubuna yönelik lüks villalar ve kapalı konut siteleri de bu bölgede yer almakta. Bu bağımsız belde ve ilçe belediyeleri kurularak bu alanların üst ölçekli plan çerçevesi ve kurumsal denetimin dışına çıkarılmış olması yalnızca dar gelirlilerin konut ihtiyaçlarını karşılamakta kolaylık sağlamamış, üst gelir grubu konut yatırımcıları için de cazip olmuştur. 2009 Çevre Düzeni Planı’na geldiğimizde ise dağıtılan plan yetkileriyle parçalanan planlama ortamının son örneği; Ulaştırma Bakanlığı’na verilen, yine kanunlarda değişiklik yapan bir kanun. Denizlerin iki yakasını deniz altından birbirine bağlayan her türlü ulaşıma ilişkin tüp tünel gibi ulaşım altyapı işlerini yap-işlet-devlet dahil olmak üzere planlamak, yapmak, yaptırmak. Zaten bir yandan Ulaştırma Bakanlığı’na bu yetki verilirken, diğer yandan da 100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’nın da yürürlüğe girmesinden tam bir yıl sonra Belediye Meclisince ilave boğaz geçiş güzergahları alt ölçekli planlarda değerlendirilecek olarak düzenlenen kısa bir plan notuyla, hem bu planın makro form kararlarını, hem de tüm kentsel ilişkileri kökten değiştirebilecek iki büyük ulaşım projesi gündeme geldi: Köprü ve tüp tünel. Burada çok konumuzla ilgili değilmiş gibi görünen ama benim önemli bulduğum bir konu daha var: DPT tarafından Bölgesel Kalkınma Ajansı’na yaptırılan 2010-2013 İstanbul Bölge Planı. Bu bölge planı, , 2009 planını İstanbul bölgesi mekansal gelişme aşaması olarak kabul etmiştir. Müteakip süreçte gerçekleşecek olan sektörel ve mekansal araştırmalar doğrultusunda ulusal planlarla uyumlu yerel planlarla ilişki içerisinde İstanbul bölgesinin mekansal şemasının revize edileceği de vurgulanmış raporunda. Tabii 2009 planının 2023 yılı hedefiyle hazırlanmıştı, ama bu planı plan şeması olarak 98 kabul eden bölge planı; daha üst bir çerçeve teşkil ettiği için -bölge planı olması bakımından- bu planın süresini de böylece 3 yıla indirmiş oldu. Bu süreç sonunda ya da süreç içinde revize edileceğini de zaten dikkat çekilmiş. Bilmiyorum, belki bu Kanal İstanbul, Yeni İstanbul projeleri de böyle gerçekleşebilir. Sonuçları kısa kısa geçeceğim. Hiyerarşik planlama-kentsel proje ilişkisiyle ilgili olarak 1980 sonrasında yasal, yönetsel yapılanmalardaki büyük değişimlere karşın İmar Kanunu’nda planlama mantığının da gereği olan hiyerarşik kademeli planlama yapısının korunmuş olmasıyla, neoliberal küresel ekonominin büyük projeler için imar planlarında yapılması gereken değişiklik talepleri önemli bir çelişki ortaya çıkarmış durumda ve bu çelişki çeşitli yollarla aşılmıştır. Bu aşma biçimlerinde merkezi ve yerel yönetimin aynı siyasi görüşte olması, işbirliği konusunda avantajlar sağlamış; farklı görüşlerin hakim olduğu dönemlerdeyse merkezi hükümetin müdahale araçları işlemiş, gerekirse merkezi hükümet yerele verdiği yetkileri geri almak üzere kanunlarda çeşitli değişiklikler yapma yoluna gitmiştir. Burada farklı partilerin etkin olduğu 1990’lı yıllarda, planlama yetkilerini dağıtma yönünde yeni yasal düzenlemelerde bir durgunluk olduğunu görüyoruz. Bununla birlikte, yeni yasal düzenlemeye gerek duyulmadığını ama çok sayıda bağımsız belediye kurularak bu alanların İBB denetimi dışına çıkarıldığını görüyoruz. 2002’den sonra hem merkezi, hem de yerel yönetimlerde tek partinin tekrar güçlü ve etkin olmasıyla, planlama yetkilerinin merkezi hükümet birimlerine dağıtılan yasal düzenlemelerin arttığını görüyoruz. Bayındırlık İskan Bakanlığı’nın yanı sıra Kültür Bakanlığı, TOKİ, Turizm Bakanlığı, TOKİ Özelleştirme İdaresi, Devlet Demiryolları ve son olarak Ulaştırma Bakanlığı ile merkezi hükümet birimlerinin her ölçekte plan yetkisiyle donatılması ve giderek bazı kanun ve yönetmeliklerde yapılan değişikliklerle proje uygulamalarında imar planına uygun olma koşulunun kaldırılması yine bu dönemde gerçekleşti. Son genel seçimden sonra merkezi ve yerel yönetimlerin büyük oranda aynı siyasi görüşte olmasına rağmen Kanun Hükmünde Kararnameler ile planlama yetkilerinin daha fazla hükümet birimlerine aktarıldığını görüyoruz. Neden buna gerek duyuluyor? Daha kolay işbirliği yapabilirler ama sanırım çok doğru düzgün işlemese de yerel yönetimlerin Meclis’ten geçen bir onama süreçleri var. Sanıyorum bunun amacı, bütün plan değişikliklerini ve onama süreçlerini tümüyle demokratik süreçlerden çıkarmak olabilir. 99 Kent makro formunu etkileyen ve mevcut yerleşme alanlarını dönüştüren konut geliştirme ya da dönüşüm projelerinin de hemen hepsinin arkasında özel olarak bu alanlar için yerleşim yoğunluğunu arttıran parçalı imar planları bulunuyor. Kanunlaşan ya da tasarı halinde kalan bütün düzenlemelerin ve Kanun Hükmünde Kararnameler’in gerekçe ve amaç metinlerinde; afet riskinin azaltılması, kentsel dönüşüm, katılım, ekonomik, sosyal boyut ve benzeri kavramlara sık sık yer verilmişse de, düzenlemelerin genel mantığı içinde bu kavramlar yoğunluk arttıran plan değişikliklerinin kılıfı olmaktan öteye gidemediler. Son çevre düzeni planına da son dönemde bir plan notu daha eklenmiş: “Deprem ve diğer afetlere karşı güvenli yapı yapılması ve yaşam kalitesi yüksek bir çevre oluşturulmasına katkı sağlamak amacıyla” diye başlıyor, “alt ölçekli planlarda imar haklarını yeniden düzenleyen gerekçeli değişiklikler yapılacaktır” diye sonlanıyor. Şimdi böyle bir plan notuna ne gerek var çok anlamıyorum, yani yapılacaksa yapılır zaten, ama herhalde bir amacı var bunların. Bundan sonra da kentsel dönüşüm konusu yoğunluk arttırmaktan öteye geçemiyor. Asıl vurgulamak istediğim konu şu; 1970’lerde de yoğunluk artış planları adıyla planlar yapılmıştı. O zaman küçük müteahhitler, yap-satçı müteahhitler tarafından yapılan yapılarla yoğunluklar yükselmişti. Şimdi çok daha büyük boyutlarda ve büyük sermayeli inşaat şirketleri ve devletin yine TOKİ gibi büyük yatırımcılarıyla bunlar daha rahat yapılıyor. İstanbul’un kentleşme sürecindeki plan kavramına gelelim: İstanbul’un kentleşme sürecindeki yasadışı plansız, düzensiz yapılaşmış alanlar ve yasal, planlı, düzenli yapılaşmış alanlar temelindeki ikili yapısının, incelenen her iki dönemde de biraz daha karmaşıklaşarak aslında devam ettiğini görüyoruz. İstanbul’da plansız alan kalmamasına karşın yasadışı plansız yapılaşan alanlar bir yandan plansız gelişmelerin getirdiği sorunlar giderilmeksizin, yasal ve planlı hale gelirken, diğer yandan da hiçbir üst ölçek plan ya da stratejinin parçası olmayan kademeli plan bütünlüğü dışındaki planlarla çeşitli kent parçaları ya da kentsel projeler, kente bütüncül anlamda plansız olarak eklenmekte. Görüldüğü gibi artık hangi alanların plansız, hangilerinin planlı gelişmeler olarak tanımlanacağı ve sınıflandırılabileceği konusu ciddi anlamda çözümü zor bir problem. Bu durum plan kavramını gerçek anlamından çıkarıp, bir prosedür belgesi durumuna düşürüyor. Sonuç olarak; 1980’den bugüne bir yandan kentin planlı gelişimini yönlendirecek uzun soluklu fiziki planlar yapılırken, diğer yandan benimsenen 100 ana yaklaşım, bu planları bir kenara bırakmaktadır. Bunların yerine çok parçalı ve uygulama ağırlıklı bir planlama düzeni ya da düzensizliği ortaya konmaktadır ve bu anlamda tabii planların yapılmış olması yine de çok önemli. Plan yapılacak, yasal bir altlık olacak ama onun üzerinden değişiklikler yapılacak. Bütün bu sürece bakıldığında; mevcut planlama sistemimizin, yöntemlerimizin ve pratiğimizin gelişmeleri yönlendirmede çok büyük yetersizlikler taşıdığı açık, ancak çözüm hem mevcut yetersiz planlama sistemini koruyup, hem de bizzat kanun koruyucu tarafından birçok yönden sistemin parça parça edilip, tümüyle bir sistemsizliğe, karmaşaya, kaosa sürükleyen yöntemlerle olamayacağı açıktır. Günün bu son saatinde son konuşmacı olarak sizi çok fazla sıkmak istemedim ve hızlı bir sunum yapmaya çalıştım. Teşekkür ederim. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Çok teşekkür ediyoruz. Bütün konuşmacılara çok teşekkür ediyorum. Şimdi salondan sorular ve katkılar alma vaktimiz. Herhalde sorulacak çok soru var, çok katkı olabilir. Konuşmacılarımızın belki kendi aralarında da soruları ve tartışmaları olabilir. Buyurun. NECATİ UYAR- Adnan Bey’e bir soru sormak istiyorum. Özelleştirme İdaresi’nin elinde böyle bir bilgi var mıdır? Özelleştirilmiş fabrika sayısı, yani o kent içinde artık işlevsiz kalmış başka bir plana dönüştürdüğünüz fabrika sayısı ile Özelleştirme İdaresi’nin elde ettiği gelirlerden yapılan ve insanları çalıştıracak herhangi bir fabrika sayısı, bunlar var mıdır? Yani bu yapılanlardan satılan, bunca yıl Cumhuriyet’in birikimi olan sanayi tesislerinden çok sayıda yerleri kötü olduğu için diyelim sizin söylediğiniz gibi, kentin içinde kaldığı için kapatılıp, özelleştirilip, alışveriş merkezi yapılan, farklı kullanımlara verilen sanayi tesislerinden -varsayalım Özelleştirme İdaresinin söyledikleri doğru ve bunlar bu amaçla değerlendirdiler- edinilen bu kaynaklar ne oldu, hiç tesis yapılabildi mi? Örneğin, Van’da Et Balık Kurumu kapatıldı, durum ortada. Sürekli göç alan kentlerimiz var, doğuda, güneydoğuda da artık göç alan kentler var. Özelleştirme İdaresi’nde bu kararlar alınırken Türkiye’nin en üst planlama kurulu dediniz, Başbakan ve üç bakandan oluşan, orada bu tartışmalar yapılabiliyor mu? Fabrikalardan elde edilen, satılan fabrikalardan, özelleştirilen fabrikalardan elde edilen gelirlerin ne yapılırsa yapılsın herhangi bir şekilde başka bir sanayi tesisine aktarılması ya da o kente bir şekilde kazandırılması düşünülüyor mu? Bununla ilgili herhangi bir veri var mı? Kaç fabrika satıldı, yerine kaç fabrika yapılabildi? 101 Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- İsterseniz önce soruları hızla alalım, ardından konuşmacılarımıza da bir düşünme fırsatı tanıyalım, devam edelim. CEMAL EJDER- Öncelikle ben salonu dolduran, geleceğin plancısı genç arkadaşlarıma sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Çünkü içimizde var olmaları yeni bir şehir yaratmaları, yeni bir hayat yaratacaklarını, yeni bir yaşam hedeflerin inancımla hepsini saygıyla selamlıyorum ve siz değerli katılımcıları ve panelistleri de ayrı ayrı selamlıyorum. Değerli Hocam, ben dinlerken bu paneli iki tane değerli hocamın iki konusuna katılmadığımı belirtmek istiyorum. Yaşama dair şehrin yapılanması için birçok çizgi çizerlerken, gelecek kuşakların daha nasıl yaşanılabilir bir hayata sahip olabilmesine dair birçok söylemler oldu şehir planlanması üzerine, ama bir “kaçak yapı”, bir de “kaçak, meşru olmayan bir yolla” diye tabirler kullanıldı. Aynen şu: “kaçak yapılaşma” ve “yasadışı yapılaşma”. Evet, ben yasadışı bir yapılanmada yaşıyorum, orada yaşamaktan onur duyuyorum. Eğer ben orada yaşıyorsam devletin de var olduğuna inanıyorum. Çünkü o yasadışı yapılanmalarda, bu ülkenin Başbakanı da oradan çıktı, bu ülkenin bakanları da oradan çıkıyor, bu ülkenin Belediye Meclis Üyeleri de, İl Genel Meclis Üyeleri de oradan çıkıyor, hatta sizin gibi değerli akademisyenlerin de bir dönem oralarda yaşadığına inanıyorum. Ben bu söylemlerin biraz burada yaşayan halklara hakaret olduğuna inanıyorum, düzeltilmesi gereken bir sunum olması gerekirdi. Yaklaşık 20.000’e yakın bir halk yaşıyor benim yaşadığım bölgede, ama genel bir istatistik çizersek bu yasadışı yapılanmalarda milyonları aşan bir halk yaşıyor. Hatta bu ülkenin vatan millet bölünmez bütünlüğü içerisinde diyelim tırnak içerisinde “şehitlik” kavramı içerisinde ne kadar şehit varsa nedense hep yasadışı yapılardan çıkıyor. Yani o zaman bu şehitler de mi yasadışıydı, bunlar da mı yasadışıdır? Lütfen lafınızı doğrultup, bir özre sizi davet ediyorum. Teşekkür ediyorum, adım Cemal Ejder’di. Sarıyer’den katılıyorum, Sarıyer Mahalle Dernekleri Platformu’ndan. ALİ BİRER- Bütün konuşmacı arkadaşlara bizi bilgilendirdikleri için teşekkür ediyorum. Şimdi plancı arkadaşlar, benim gördüğüm kadarıyla burada konuşulanlar belli, her şey planlanmış olarak geliyor. Biz gecekondularda yahut da yasal olmayan yerlerde yaşayan insanlar olarak burada bizim hakkımızda yapılan özelleştirme, TOKİ tarafından bize hiç soruldu mu orada yaşayan insanların neler çektiğini, Anadolu’dan gelirken orada çamurlu, topraklı yollarda neler çektiğini? Bu kadar zahmete katlanıp, 102 buralarda yıllardır ezilen yoksul bu halka özelleştirme -Sayın Başkanım da orada- adı altında buraları TOKİ’ye devredip, bizi şehrin başka yerlerine göndermeyi düşünürken -ben 40 yıldır burada oturuyorum- bizi hiçbir şeye katmadan o planlar yapılırken, bizim görüşlerimiz alınıyor mu burada? Yok, kendi kendilerine planlıyorlar. Yıllardır oturduğumuz mekanları, zamanında oralar çöplük alanları, insanların yaşamayacağı yerler iken biz oraya alanlar kurarak oluşturduk. Gerçekten orada sadece mekansal olarak yaşıyoruz, affedersiniz bir köpeği bile sokağından aldığın zaman götürüp tedavisini yaptıktan sonra kulağına bir barkot takıyorlar, yeniden sokağına bırakıyorlar. Biz o alanlarda yıllardır dostluklar edindik, komşular edindik. Bunca yıldır bizi bu dönüşüm adı altında, kentsel dönüşüm adı altında şehrin bir kenar mahallesine götürüyorlar. Bu sadece bizim için mi, sürekli biz mi yaşamı zor yaşayacağız bu koşullarda, kaderimiz mi bu? Onun için ben bunu başkanıma soruyorum, özelleştirme adı altında TOKİ bu yerleri rant alanına çeviriyor, her gelen kendini düşünerek yapıyor. Teşekkür ediyorum. Prof. Dr. Sarıyer’densiniz? İCLAL DİNÇER- Teşekkür ediyorum. Siz de mi ALİ BİRER- Ben de Sarıyer Armutlu Mahallesi’nden. YUNUS ÇOLAKÇok teşekkür ederim. Yıldız Teknik Üniversitesi’ndenim. Hatice Hocam’a soru soracaktım. Bugün orta sınıfın, mekansal anlamda bir pazarlık gücünün olmadığından bahsetti. 30 yıl önce orta sınıfın durumu neydi, o zaman bir pazarlık gücü var mıydı yap-satçı müteahhitlerle bir anlaşma içerisine girerken? Prof. Dr. HANDAN TÜRKOĞLU- Şimdi bir önceki soruyla bağlantılı olarak söyleyebilirim ki, gerçekten bu süreci ilk defa yaşamıyoruz. İki katlı ahşap evler de dönüştüler ve orada da neredeyse sıfır kapitalle şehirler yenilendi. Çünkü aradaki farkı müteahhit ödeyerek evleri teslim etti, insanlar da 40-50 yıldır yaşıyorlar. Şimdi aynı süreci daha da yükselerek yapabildiğimiz gibi, aynı kat yüksekliğinde de yapma durumunda kalabiliyoruz. Her yere de daha yüksek emsal verilmiyor kent içinde. Şimdi çok önemli bir fark var bir öncekine oranla; bir önceki binalar ahşaptı, taştı, vesaire, onlar uzun süreli kalabilirlerdi aslında, ama şimdi bu binalar betonarme ve ömürleri dolmuş durumda. Yani orta sınıf orada direniyor belki, ama aslında daha güvenli evleri hak ediyorlar bence. Mesela, aynı evler 103 direniyorlar ve betonarmenin ömrünün dolduğunu hatırlatıyorum ben onlara, yeni bina yapılması gerektiğini söylüyorum, ama o direnç devam ediyor, ama haksızlar, o evin yenilenmesi lazım, çünkü korozyona uğramış durumda. Şimdi bu çelişkide nasıl bir çözüm öneriyor Hatice Hanım, merak ediyorum. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Başka herhalde yok. Konuşmacıların kendi aralarında soruları var mıydı? Sizin vardı galiba. ÖZGE ÖZTÜRK- Yıldız Teknik Üniversitesi’ndenim. Benim de Adnan Bey’e bir sorum olacaktı. İddialarınıza göre yine bu kentteki özelleştirmelerin tamamen rant kaygısı olmadan, kamu yararı için, her zaman bunun önde olduğunu, bunu gözettiğinizi söylediniz. Hatta şehir plancılarına bir eleştiride bulundunuz, “bazen çok dinlemeden karşı duruyorlar” diye. Ben de şunu soruyorum: Ben de yeni mezun bir öğrenci olarak, acaba biz bu dönüşümlere ne kadar katılıyoruz? Şehir plancıları, mimarlar ne kadar dahil edilebiliyor, halkımız ne kadar dahil edilebiliyor? Hatta biz okurken de birçok projemizi yine kentsel dönüşüm alanları hakkında projeler- Bakırköy’de, İstanbul’un birçok yerinde projeler yürüttük. Adana’da, başka şehirlerde de, fakat bunlar genelde ya makaleler olarak, ya projelerin yayınlandığı dergiler olarak kaldı. Biz acaba ne kadar destek görüyoruz ya da acaba daha kilit bir noktada bulunmalı mıyız? Yani bu görüşler daha mı çok alınıp verilmeli, daha iyileştirmek için nasıl yararlanabilirsiniz siz de bizlerden, profesyonellerden? Teşekkürler. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Teşekkür ederiz. Şimdi bitti galiba sorular, sizden başlayalım mı? En çok size geldi soru galiba. ADNAN GÜRDAL- Her şeyden önce Özelleştirme İdaresi, kentsel dönüşüm adı altında bir proje üretmiyor. Onu baştan size söyleyeyim, ama kentsel dönüşümü üretenler, benim bilebildiğim kadarıyla söyleyeyim, size daha kaliteli bir yaşam, yani insanca yaşanılabilir ortam düşüncesiyle kentin nimetiyle külfet dengesi arasındaki o ince çizgide size de en azından modern bir hayatı layık gördükleri için dönüştürmeye çalışıyorlar. Bu tür dönüşümleri kentin altyapısıyla, üstyapısıyla bütün nimetlerinden birlikte yararlanalım, birlikte paylaşalım diye bu kenti dönüştürmeye çalıştıklarını en azından biliyorum. Bu dönüşüm sırasında yeterince halkın katılımı olmadığını sevgili Özge Hanım, katılırım, yeterince kent planlamasında yaşayan hane halkının, bölgenin, mahallenin parsel bazında bile olsa ya da bölge bazında ya da o 104 bölgeyi planlayan açısından yeterince katılımın olduğunu düşünmüyorum. Ben de o konuda sizlere katılıyorum, yeterince bunu sağlayamıyoruz, her zaman bu mümkün olmuyor. Muhtemelen kenti planlayanlar da bunu sağlayamıyor. Bu konuda özeleştiri yapmak gerekirse yeterince bu konsensüs sağlanamıyor, evet. Bazen tam demokratik ya da tam konsensüs sağlamak, bütün insanları mutlu etmek zaten mümkün değil, mutlaka bir asgari müştereklerde buluşmak zorundasınız. Yani o kentin ihtiyaçlarıyla sizin hedef projeniz arasında bir uyum olması lazım. Nedir bu uyum? Bazen bu bir ekonomik gerekçe olabilir, bazen oradaki jeolojik gerekçe olabilir, bazen bir doğal ya da kültürel doku gerekçesiyle olabilir, sizle de örtüşmez yani. Siz dersiniz ki, modern bir bina yapılsın, oysaki o tarihin ya da o bölgenin öyküsünde kaybolmuş bir bina vardır ya da bir tarih vardır, onun restitüsyonu yapılarak çıkarılmasını bir başkası talep eder. Dolayısıyla bunlar her zaman örtüşmeyebilir, ama asgari müştereklerde en azından tartışılması gerekir diye düşünüyorum. Yani derdim şu: Hep rant anlamında gerçekten düşünmüyoruz. Kente katarken sadece de kentin bütün ihtiyaçlarını biz karşılayalım, kimse bu külfete katlanmasın demiyorum. Söylediğim şudur: Kamu, özel sektör, vatandaş; herkes bu nimet ve külfetten eşit yararlansın istiyorum, ben şahsen öyle diyorum. Dolayısıyla zaman içerisinde kentler önceden plansız bir şekilde gelişmiş, ama yeşil alan ihtiyacınız vardır, okul, cami, üniversite, başka sosyal donatı alanlarına ihtiyacınız vardır. Dolayısıyla bu ihtiyaçlar için zaman içerisinde yer bulamıyorsunuz, kamunun alanlarından karşılamaya çalışıyorsunuz. Bu dengeleri korumaya çalışıyoruz. Bazen bu haksız yere belediyeler ya da yerel yönetimler kolayına, kolay yoldan nasıl olsa orada devletin bir yeri var, hiç kamulaştırmayalım, donatıyı az tutalım, öbür tarafta %15 tutalım, ama devletin de orada 150 dönüm arazisi var, orayı bu sosyal donatı alanına ayıralım, ondan sonra da vatandaşa da rantı dağıtalım mantığıyla baktıkları zaman dur diyoruz. Diyoruz ki, “evet, biz de verelim, ama vatandaş da katılsın, herkes katılsın”, ben bunu söylemeye çalışıyorum. Biz bu anlamda dengeyi koruyoruz, ama ihtiyaç duyulduğu zaman da; anlatmıştım, İzmit’te 500 dönüm alanı hiçbir rant kaygısı, hiçbir beklenti, hiçbir şey olmadan da verebiliyoruz. Bu Antalya’da oldu, İstanbul’da, diğer yerlerde, her yerde olabilir. Zaman zaman da kentin çok makro ölçekte büyük projelerinin de merkezi idare tarafından yönetilmesi gerektiğine inanıyorum. Yani bazen yerel ölçekli çözemeyebilirsiniz, yerel ölçeğin bazen buna kapasitesi hem fiziki olarak, hem ekonomik olarak, hem vizyon olarak yetmeyebilir. Ama şu 105 eleştirilere katılırım: “Her şey nasıl olsa merkezden yönetiliyor, vay ey belediye, sen yapmazsan ben sana gösteririm, iki satır kanun çıkarırım, istediğimi de yaparım” mantığı bana göre de kent planlama açısından doğru değil. Son zamanlarda bu dengeler biraz kaçtı gibi, ama zaman içinde oturacaktır yerlerine. Henüz bazı kanunlar yeni, ama zaman içerisinde bazen hukuki denetimlerle, bazen kentin katılımı, bazen tartışmalarla bu düzelecektir, eksiklikler giderilecektir, hiç endişeniz olmasın, hiç kimse kötü niyetli düşünmüyor. İnanın bir de şöyle sorgulayın merak edip: “Bu kanun yazıcılar ya da orada bir madde koyanlar neden buna ihtiyaç duydu?” sorusunu sorun bir de. Durup dururken kimse kanun maddesi yazmak istemiyor. Ben özelleştirmeyi niye aldığımı size şurada saatlerce anlatabilirim ama zamanımız yok. Ben meraklı olduğum için değil, gidip Kars’ta plan yapmak gibi bir lüksüm yok. Kars’taki bir araziyi ya da devletin kamu kurumu alanını değerlendiremiyorsam, bu fırsatı bana vermiyorsa, oradaki yerel yönetim bir şekliyle kente katamıyorsam, diyelim ki kamu arazisinde orada liman var, İskenderun limanı var, devlet zamanında ne imar yapmış, ne mülkiyetini çözmüş, ne de inşaatına ruhsat vermiş. Ben yaptım, oldu. Bakırköy’de hepinizin bildiği gibi, Ataköy’de Ataköy Marina, Ataköy Turizm, Ataköy Otel, hiçbirisinin imar planı yoktu ben göreve geldiğimde, hiçbirinin mülkiyet sorunu da çözülmemişti, ama 5 yıldızlı otel yapılmış, bir tane alışveriş merkezi Galeria yapılmış, önüne de marina yapılmış, hiçbirisi yok. Şimdi böyle bir durumda ne yapmanız lazım? Sizin buna yasal bir statü kazandırmanız lazım, bina orada yapılmış duruyor, ruhsat da verilmiş, ne yapacaksınız? Mülkiyetini çözeceksiniz, hukuki sorunlarını çözeceksiniz, imar planını yapacaksınız, yasal kurallar içerisinde ruhsatlandıracaksınız. Aksi takdirde özelleştirdiğinizin ertesi günü hemen kapısına kilit vururlar, siz bunu yapamazsanız. Bizim aldığımız yetkiler bu anlamda devletin yani bu kıt kaynaklarını daha ekonomik, daha fizibıl kullanabilmek için kullanıyoruz. Yoksa rant yaratmak ya da başka bir şey için değil, gerçekten değil, kesinlikle buna katılmıyorum. O anlamda bu yetkilerimizi kullanıyoruz ve kent üyeleriyle, sizlerle bunları paylaşmak isterim, ama zamanımız çok kısıtlı. Belki birebir, belki çok özel bir konferansta çok daha ayrıntılı tartışırız. Çok özel örnekler var, şaşacağınız örnekler var, şaşıracağınız projeler var. Uygulama çok farklı bir şey, hiçbir şey yazıldığı gibi olmuyor. Bir Belediyenin Meclisine -evet planı Meclis onaylıyor ama- gelinceye kadar 40 tane adamı ikna etmeniz gerekiyor basit bir plan için. Keyfi oluyor, öbür tarafta başka iş oluyor, bilmem ne oluyor, bir iş için müracaat ediyorsunuz, aylar, yıllar alıyor. Sizin Ankara’da otoritenizin onu-bunu beklemeye lüksü yok, yasal olmayan 106 bir şey istemiyorsunuz; yasal, ama süreç çok yavaş işliyor. Süreç yavaş işlediği zaman merkezi idare bu sefer baskı altında kalıyor. Ondan sonra yasal düzenlemelere ihtiyaç duyuluyor. Bunlardan kaynaklanan sorunlar oluyor; yoksa meraklanmayın, herkesin yetkisini alalım, kısalım, bizim olsun, bütün otorite ben olayım, böyle bir şey yok diye düşünüyorum. Sevgili Başkanım’ın sorduğu soruya geçeyim. Başlangıçta, kanun ilk yazıldığı aşamada, özelleştirme gelirleri bütçeye aktarılmadan tamamen yeniden yatırımların istihdamında ya da yeni yatırımların projesinde kullanılmak üzere ayrılıyordu, kanunun ruhunda bu var. Ancak 2002 krizinden ondan önce bizim Toplu Konut ve Kamu Ortaklık İdaresi Fonu diye bir fonumuz vardı. Bu fonda biz projeleri otoyol projesidir, sanayi projesidir, diğer projelerdir, destekliyorduk, ancak 2002 yılında ülkenin geldiği çok kötü durum muaccelinde hükümet özelleştirme gelirlerini bütçeye aktardı. Bütçeye aktarınca ayrıca bir fon oluşmadı. Yani bir başka yerde yatırımda kullanılması dahil her şey genel bütçeye aktarıldı, dolayısıyla genel bütçeden herhangi bir yer için nasıl dağıtım yapılıyorsa, aynen o şekilde yapılıyor. Sayın Başkanım, özellikle bir sanayi ya da diğer bir projenin desteklenmesi 2002’den bu yana hiç mümkün olmadı bu gerekçeyle. Şöyle söyleyeyim, özelleştirme programına şirketler alınıyor. Diyelim ki, şeker fabrikaları alınıyor, 25 tane fabrikası var, 4 tane makine fabrikası var. Bunlar portföy bazında satıldığı zaman, sayıları çıkıyor. Dolayısıyla şirket özelleştirmeleri var, varlık özelleştirmeleri var, yani böyle birebir, böyle spesifik bilgiler, şu anda en azından benim elimde yok, ama istenirse bu çok basit bir şekilde analiz edilip çıkarılabilir diye düşünüyorum. SALONDAN- … (deşifre yapılamamıştır.) ADNAN GÜRDAL- Hayır, var da benim şu anda elimde yok. Yoksa dediğim gibi 26 tane çimento fabrikası vardı, hepsi özelleştirildi. Mesela bildiğimi hemen diyorum- diyelim ki, 15 tane süt fabrikası vardı, özelleştirildi. SALONDAN- … (deşifre yapılamamıştır.) ADNAN GÜRDAL- Estağfurullah canım, niye ki? SALONDAN- … kentlerin Özelleştirme İdaresinin rüşvetlerine ihtiyacı yok. Yani SEKA, Sümer … duymaktan ben bıktım. Ben Sümerbank … … kamu yararı … bu temel tartışma zaten burada. (deşifre yapılamamıştır.) 107 ADNAN GÜRDAL- Şimdi özelleştirmeye o anlamda Sayın Başkanım, şöyle katılmam, niye katılmam biliyor musunuz? 1954 yılında dediğiniz fabrikalar kuruldu. 1937’de Sümerbank Kuruluş Kanunu’nda ne diyor biliyor musunuz? Fonksiyonunu Atatürk yazmış: “Fonksiyonu tamamlandıktan sonra bu müesseseler özelleştirilmelidir” diyor. Tamamlandı ya da tamamlanmadı ama benim demek istediğim şu: Hilton’un özelleştirilmesini bizzat kendim organize ettim. Hilton Türkiye’ye getirilen ilk beş yıldızlı otelin timsalidir ve örneğidir. Önünde eşeklerle taş çekiyorlardı, fotoğrafı var bende, ama bunu devlet o zaman yapmak zorundaydı. İlk tatil köyünü Foça’da ve Kuşadası’nda devlet yaptı, ilk basma fabrikasını tabii ki devlet yapacak, ilk şeker fabrikasını tabii ki devlet yapacak, ama bugün teknolojileri eskimiş, yatırımları yapılmamış, artık ayak uyduramıyor. Siz bir liraya üretirken o beş liraya üretiyor, piyasada sizin tutunma şansınız yok, yatırım imkanımız yok. Devletin bürokratik işlemi arasında bunların sürdürülebilme şansı yok. Az önce söyledim, boşluk bıraktığınız zaman hangi iktidar gelirse gelsin -ben 1993’ten bu yana Özelleştirme İdaresinde çalışıyorum, her iktidar döneminde çalıştım- birileri doldurur, oydu, buydu, şuydu hiç önemli değil. Dolayısıyla özelleştirme bu anlamda artık zorunluluk haline geldi. Bunu dünyanın ister sol fraksiyonu olsun, ister sağ fraksiyonu, artık özelleştirmeye kimse karşı değil, sadece yöntemini eleştiriyorlar. Demek istediğim o, sağlayamayız. SALONDAN- Et Balık Kurumu için de geçerli mi bu söylediğiniz? ADNAN GÜRDAL- Et Balık Kurumu’nun şimdi tarım destekleme politikası farklı bir şey, Türkiye’nin tarım destekleme politikasında yanlışlıklar yüzünden hayvancılık ölmüş olabilir. Et Balık Kurumu’nun özelleştirilmesiyle ilgili de söyleyeceğim şudur; tarım destekleme makro politikanızı siz yanlış kurarsanız sonucu da yanlış alırsınız, bu böyledir. Süt Kurumu’nda niye böyle bir sorun çıkmadı? Çok güzel süt sistemi çalışıyor. SALONDAN- Hayvancılık politikasını geliştirenle özelleştirme politikasını geliştiren aynı kişiden, aynı kurumdan söz ediyoruz. Birini doğru yapıp ötekini mi yanlış yapıyor? ADNAN GÜRDAL- Diyorum ki, hatalar olabilir, katılıyorum. Hayvancılık politikanızı, tarım politikanızı hangisini ne zaman destekleyeceğinizi iyi bilmezseniz böyle sonuçlar olabilir. Diyelim ki, mısır bu yıl para etti. Herkes mısır ekiyor. Herkese mısır veriliyor, ondan sonra ertesi 108 sene mısır 1 lira etmiyor. Oysaki herkes mısır ekeceğine, ihtiyacı kadar mısır, ihtiyacı kadar domates ekseydi böyle olmayacaktı. Dolayısıyla bunları devlet eliyle yürütmek yerine, devletin bunların önünü açmasının daha doğru olduğunu düşünüyorum. Devlet kendisi yapamıyor, bunun örneklerini gördük. Denemesini yaşadık, gördük, dolayısıyla olay budur. Bu benim fikrim. SALONDAN- Ekimden vazgeçip imara açıyoruz ondan sonraki sene. ADNAN GÜRDAL- Sarımsaklı’da 18.000.000 m2’lik tarım çiftliği var, inanın tarımı bozmasınlar diye hatta parsellemesinler diye özel imar şartları koydum, tarım alanı olarak da özelleştirdim. Devlet yapamıyor, ekemiyor, ama diyorum ki, koydum, dedim ki “kimse bozmasın”, “şu kadar alana küçültmesin, tarım dışı kimse kullanmasın.” Oysaki zaten tarım alanı, ekstra bir de plan yaptım. Yani bu hepimizin ortak paydası, hepimiz bunu düşünmek zorundayız. Sadece rant olsun diye orayı böleyim, burayı parçalayayım; böyle bir derdimiz yok, en azından bizim yok. Biz sadece kamu alanları ile ilgileniyoruz ancak bir fabrika alanı artık kentin içinde fonksiyonunu yitirdiyse onu da kente katmamız lazım, ama öyle, ama böyle, bazen bu üniversite alanı olur, bazen bir yeşil alan olur, bazen bir prestijli hizmet alanı olur, olur yani, bir şekilde kente katılması, orası kimsenin giremediği tel örgülerle çevrilmiş bir alan olmaktan çıkmalı, bundan hepimiz rahatsız oluyoruz. İşte az önce Sayın Büyükerşen söyledi, kentin göbeğinde iki tane fabrika kalmış; biri vagon fabrikası, biri şeker fabrikası, kentin ortasında kalmış, kente ne faydası var? Bir sürü de zararı var, o kente katılsa fena değil mi? “Alttan geçirelim” diyor, doğru, ben de biliyorum o projeyi, alttan o treni oradan geçirebilse, o kaynak sağlanabilse Eskişehir rahatlayacak. Şimdi dolanıyorsunuz şehrin merkezine girmek için yolu, bir de Başkan’ın aynen dediği gibi hızlı treni de koydular şimdi ortaya. Ama nihai çözüm bu değil ki, kısa sürede belki çözüm, ama uzun sürede değil. Şimdilik öyle, ama yarın mutlaka o tünel oradan geçecektir. Belki şimdi kaynak bulunamamıştır, acele yapılmıştır, ama mutlaka o tünel oradan geçecektir bu akıllar eşit olduğu sürece diye düşünüyorum. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Peki, şimdilik keselim mi? Tartışılacak çok konu var tabii, sırasıyla konuşmacılara söz vermek istiyorum. Sırayla vereceğim, çünkü yöneltilmeden sorulan sorular da var. Buyurun efendim. 109 ABDULLAH GÜRSOY- Teşekkür ederim. Efendim, öncelikle bir sataşma olduğunu söylemek istemiyorum, ama hafif bir sataşma var Hatice Hanım tarafından bize, onu özellikle düzeltmek istiyorum. Bir araştırmaya göre İstanbul’da eski yapının %40’ı ekonomik ömrünü tamamlamış binalar, %27’si de depreme dayanıklılığını yitirmiş. Bu bilimsel bir gerçek, amacımız insanı daha müreffeh, daha çağdaş, daha iyi koşullarda daha insanca yaşamasıysa; bu binalarda hiç kimsenin yaşamaması gerekir. Bir an önce bu binalar yenilenmeli, çünkü yarın İstanbul’un neyle karşılaşacağını, belki bu bölgenin neyle karşılaşacağını bilemiyoruz. Bu bağlamda Kat Mülkiyeti Yasası’nda yapılan değişikliğin doğru olduğuna inanıyoruz. Nitelikli çoğunlukla bu binaları yenileme olanağımız yok. Hanımefendi söyledi, yaşlı insanlar haklılar, ama bunu yaparken bir konuya çok özen göstermeliyiz. Şehrin ruhunu, tarihi dokusunu mutlaka ve mutlaka bozmamalıyız. En çok önem vermemiz gereken konulardan bir tanesi bu olmalı, ama bu gerçeği de göz ardı etmemeliyiz. İstanbul’da yapı müteahhitliği veya yap-satçılık 1967 yılında başlamış. 1967 yılında daha çok Karadeniz’den gelen yapı ustaları, mahallede yapı müteahhitliğine başlamışlar, kat karşılığı hiçbir hukuki temeli olmadan kendiliğinden başlamış. Daha sonra bu projelere öncü olan mimarlar oluşmuş. Bir araştırmamızda Fatih yöresinde, Eminönü yöresinde bu tür proje yapan -ismini de söylemekten çekinmiyorum- bir dönem de Fatih Belediye Başkanlığı yapan Eşref Albayrak var, 2000’in üzerinde projede imzası var. Şimdi geldiğimiz nokta itibariyle bu binaların deniz kumundan yapıldığını, hiçbir statik hesabı olmadığını, hiçbir bilimsel veriye dayanmadığını düşünürsek, değişimin mutlaka gerçekleştirilmesi gerekmekte. İkinci bir şey daha söylediniz, yönetim planlarında Sayın Ağaoğlu’nu örnek vererek “tek tip yönetim planı var” dediniz, katılmıyorum. Yani biraz önce söylediğim gibi 1967 yılından itibaren kat karşılığı müteahhitlikle beraber Cağaloğlu’nda, Sirkeci’de hazır yönetim planları vardı. Kat irtifakı kuruluyorken o Yönetim Kurulları imzaladığı tapuyu veriyor, ama son 5 senedir özellikle İstanbul İnşaatçılar Derneği İNDER’in bu hususta ciddi bir Ar-Ge çalışması var, ciddi bir mücadelesi var: Yönetim planlarını, yönetim planından o yörede yararlanan tüm insanların katılımıyla oluşturmak. Artık eskiden olduğu gibi her önümüze konulan yönetim planını imzalama gibi bir zorunluluğumuz da yok, bu getirilen yasayla bu da sağlanıyor. Bu bağlamda yönetim planlarını tek tip olarak düşünmek yanlış gibi geliyor bana ve birçok yeni binada bu yönetim planları çok çağdaş, insanca yaşama fırsat veren, 110 özürlüsünden yaşlısına kadar o mekanda yaşayan birçok insanı koruyan özellikler taşımaya başladı. Bir başka şey söyleyeyim, yapı müteahhitleri yüksek bina yapmaya o kadar çok hevesli değiller. Bu bir arz-talep meselesi. Şişli’ye baktığınız zaman katılıyorum size, gerçekten Şişli’de yüksek bina çirkinliği kadar bir başka şey yok. Geçen Sayın Belediye Başkanımız da söyledi, Zeytinburnu’ndan geçiyorken binaları görmüş, silueti bozuyor demiş. Sayın Başkan, neredeydin o bina çıkıncaya kadar? O ayrı bir mesele, ama şu bir gerçek: Biraz önce bahsettiğimiz binaları yenilerken, yeniden yapılanı doğru temellerle yapmak siz bilim adamlarına düşüyor, bunun önerisini yapmak sizlere düşüyor. Şişli’de bugüne değin ne üniversitelerden, ne akademilerden, ne sivil toplum örgütlerinden o yüksek yapılanmaya karşı hiçbir tepki görmedim. Ben Şişli’de yaşıyorum. SALONDAN- … Mimarlar Odasının tünelleri (deşifre yapılamamıştır.) ABDULLAH GÜRSOY- Efendim, izin verin bir şey söyleyeyim; siz bu kürsülerde bunu ifade edersiniz ama Feriköy’de, Paşa Mahallesi’nde, Bozkurt’ta, Harbiye’de oturan insanlar kendisine yenilik getirildiğini, kendi yerinin değerlendiğini düşünüyor ve projelerin arkasında oluyor. Mesele sizin söylemeniz değil; mesele, böyle düşünen insanlara böyle olmadığını anlatabilmek, bunu geliştirebilmek. Ben özellikle yine İNDER olarak, Yapı Müteahhitleri Derneği olarak Sayın Ağaoğlu’nun bahsettiğiniz “Yer altına değil, yer üstüne yatırım” ifadesini anlamamış olabilirim çünkü orada o binalar yapılıyorken zaten teknik altyapısı yapılarak geliyor. Bağışlayın ama oradaki ifadeyi, doğru yaşam biçimini önermenin bir yöntemi olarak görüyorum. Doğru ve hakça yaşam biçimi hepimizin hakkı. Onu bir satış sayısı olarak düşünmekte yarar var. Teşekkür ederim. Doç. Dr. HATİCE KURTULUŞ- Şimdi ben cevap vereyim. Önce arkadaki öğrenci arkadaşımın sorusunu cevaplayacağım: 30 gün önce pazarlık gücü var mıydı orta sınıfın? Evet vardı. Şimdi bu böyle havadan konuştuğumuz bir şey değil, araştırmalara dayanarak konuşuyoruz akademide; 30 yıl önce küçük, iki katlı ya da tek katlı evi ve bahçesi olan bir aile evini müteahhide verdiğinde, yaklaşık önce %70’le başlıyor. Yani mülk sahibi %70’ine sahipti. Bu şimdi tersine döndü, artık %30’a düştü şu anda. Kentsel arazinin azalmasıyla doğru orantılı, bu oran da %30’larla başlıyor. 111 Sonuçta bugün müteahhit, yaptığı binanın %30’unu alıyor; bu 1960’ların sonlarına doğru %40’lara, 50’lere; 1970’lerin sonlarına doğru %50’lerin üzerine, %60’lara çıkıyor ve bugün %70’lerde. Yani merkezden bahsediyorum, bu çalıştığımız bir şey, biliyoruz ne olduğunu. Konuşmamda bahsettiğim o pazarlık gücü her sınıfın vardı, çünkü o dönemin gecekonducunun da pazarlık gücü vardı. Yani hazine arazisine girip orayı işgal ettiğinde tırnak içinde söylüyorum, olumsuz anlamda söylemiyorum yanlış anlamayın, bir haktı o ve devlet de o hakkı tanıyordu. Çünkü devlet kendi göçmenine toplu konut üretemediği için, sosyal konut üretemediği için zaten hazinenin olan arazisini bütün maliyetini de, altyapı maliyetini bile gecekonducuya yükleyerek, aslında bir çeşit konutlaşma sağlıyordu. Gecekondu, bir çeşit sosyal konutlaşmadır gecekondu, onun için estetik olarak beğenmeyebiliriz, plan açısından veya modern planlama bağlamında beğenmeyebiliriz, ama kentsel mekanın bölüşümü açısından, bir form olarak benimsenebilir bir şeydir. Onun için adil bir şeydi. İkincisi, orta sınıfın da -yani düzenli gelirleri olan memur sınıfının diyelim kabaca- kentsel mekanda aldığı paydaki pazarlıkta pazarlık gücü vardı. Hem arsanın sahibinin pazarlık gücü vardı, hem de orada daire satın alan orta sınıfa mensup herhangi bir memurun pazarlık gücü vardı. Çünkü faizler yoktu, bugünkünden daha iyiydi memur gelirleri ve gidip müteahhitle pazarlık ederek üç aşağı beş yukarı topraktan girerek, erken alarak, bitmeden alarak, içini yapmayı falan çeşitli yöntemlerle -çalıştığımız için bu konuyu biliyorum- pazarlık ediyordu ve bütçesine uygun bir konut alabiliyordu, mekanda da pazarlık gücü vardı. Kadıköy’ün diyelim ki Fenerbahçe’sinde olmuyordu da, Acıbadem’in altında Üsküdar’da bir yerde oluyordu pazarlık gücü. Müteahhit de şöyle bir şey: Handan Türkoğlu’nun sorusunu birleştireyim, aslında sermayesi yoktu dediğiniz o müteahhitlerin. Prof. Dr. HANDAN TÜRKOĞLU- … değil, şehirler neredeyse insanların cebinden para çıkmadan … (deşifre yapılamamıştır.) Doç. Dr. HATİCE KURTULUŞ- Ama o zaman şöyle oldu: Müteahhitlerin vardı, emek güçlerini kullanıyorlardı. Bütün müteahhitler erken amelelikten müteahhit olmuş, 1970’ler öncesinden bahsediyorum. Prof. Dr. HANDAN TÜRKOĞLU- Müteahhitleri değil, … cebinden para … (deşifre yapılamamıştır.) 112 Doç. Dr. HATİCE KURTULUŞ- Konut sahibi oluyorlardı, ama şöyle bir durum var; arazinin sahibi olmaktan kaynaklanıyordu o konut sahipliği. Bu alanda, o dönemi çalışan birisi olarak -sözlü tarih görüşmeleri yapıyoruz o dönemin müteahhitleriyle- bana o dönemin konutlaşma modeli; sınıflar açısından hem rekabetin daha esnek olduğunu, hem de daha adil olduğunu düşündürtüyor. Diyebilirsiniz ki, hocam beğeniyor musunuz o model konutlaşmayı? Tabii ki beğenmiyorum, keşke devlet o zaman da doğru dürüst plan yapsaydı, keşke sanayi sermayesine o kadar destek verene kadar biraz da kamu harcamalarına ve azıcık mekana destek verseydi. Bunlar eleştirilebilir bugünden o güne, ama kamunun mekanda hiçbir desteği olmadan arazi üretmeden, kamusal arazi üretilmeden insanların kendi kendilerine mekana yerleştikleri bir sistem. Onun için göreceli olarak bugünden çok adil, çünkü bugün TOKİ başında olmak üzere bütün mekanı düzenleyen kamu kuruluşları var. Bugünkünden çok adil, çünkü bugün çok büyük bir sermaye var, gidip metrekarelerle arazi satın alıyor. O zaman sanayi sermayesinin dışında bir sermayenin de böyle bir gücü yok ki. Şimdi ikinci sorunuzda çok haklısınız; ben kesinlikle bu yapıların korunmasından yana değilim, yani gecekondunun da korunmasından yana değilim. Gecekondu insanca yaşanır bir konut stoku değil ki, gecekonducular ne hallerde orada yaşıyorlar. Her yıl tadilat, tamirat yaparak, her yıl baskı altında, her yıl “bu gecekonduyu senden alacağım, zaten senin değil” baskısı altında yaşayan gecekondu iyi bir konutlaşma biçimi mi? Değil. Ama gecekondu bir hak, yani adaletle karıştırmamak lazım birbirine, adil bir şeyi düşünürsek bir haktır. Çünkü 40 yıl çalışmış, bütün emeğini o gecekonduya yatırmış, o araziyi de bedava almamış, büyük olasılıkla belediye başkanlarıyla mafyanın ortak sattığı araziler çok büyük bir kısmı. Gecekondulaşmanın ilk 5 yılında kamusal arazi parasız alınmış, geri kalanında hep bir para ödeniyor. Şükrü Aslan’ın çok güzel çalışmaları var, size tavsiye ederim, yazıyor bunları. Şimdi onun için maliyetini ödemiş bir insana siz diyorsunuz ki, kat mülkiyet üzerinden ne olduğu belli olmayan bir mülkiyet üzerinden -çünkü mülkiyet de ahlaki bir şeydir- diyorsunuz ki, “bu mülk senin değil, hazinenindi zaten, şimdi sen çık, ben sana sosyal konut yaptım, sen oraya git.” Bu imkansız, olamayacak bir şey; ama gecekonduları yenileyelim, gecekonduları o insanları içinden çıkarmadan, uzun vadede kredilendirerek -nasıl orta sınıf kredilendiriliyor bankalar tarafından, ayda 3.000 lira maaşım var diye istediğim kadar kredi nasıl veriyorsa bankalar gecekonducuyu da kredilendirin o zaman çok uzun vadede- tamamlayın bu 113 süreci. Hiç onu etkilemeyecek kredilendirmeler yapabilirsiniz ve çok iyi planlarla gecekonduyu ıslah edebilirsiniz. Orta sınıf binalarında size tamamen katılıyorum, hakikaten belki bizi korkuttukları kadar değildir, ama gerçekten korku içinde yaşıyoruz. Yani ben de Şişli’de oturuyorum, güya altı sağlam bir yer, ama her sallandığımda ödüm kopuyor. Bu demek değil ki, bunlar yenilenmesin. Tabii ki yenilensin, ama adil bir biçimde yenilensin. O kentsel toprağın üzerinde sınıfların, o yenilenmeden ortaya çıkacak farktan paylarını alabilecekleri bir şekilde yenilensin. Küçücük yaşlı bir insan, artık eşyasını mı değiştirecek, gidip Ikea’dan kendine eşya mı alacak 80 yaşında bir kadın? Mevcut olan eşyalarıyla birlikte onu nasıl 75 m2’ye mahkûm edebilirsiniz? Bu düzenlemeyi yapacak yasal düzenleme çıkmadı, çıkamıyor zaten, çünkü ciddi adalet sorunu var. Ancak çok düzgün bir yasal düzenleme çıkmalı, çıkacak o yasal düzenleme sınıfı mağdur etmemeli. Tıpkı gecekondular gibi bu orta sınıfı da götürüp, kentin dışında yaşatamazsınız; ölürler orada. Çünkü onların beslenme, yaşam kaynakları kentin merkezinde, mesleki olarak da bu öyle. Gecekonducuların da çalışma alanı merkezdeki hizmet sektörüdür, onun en altıdır ya da marjinal sektördür. Siz onu nasıl götüreceksiniz Bezirganbahçe’ye, adam oradan işine nasıl gidip gelecek? Türkiye çok hızlı sermaye biriktiriyor mekanda, bu çok açık. Türkiye şu anda büyümesini ne ihracata, ne başka bir şeye borçlu; Türkiye şu anda büyümesini, uluslararası güç elde etmesini -yani beyefendi de bilir bunu- mekandan biriken, yani inşaat sanayinden biriken şeye borçlu. Kapitalizmin kendi içindeki adalet de bunun daha iyi bölüştürülmesini gerektirir. Özellikle İstanbul’da çok radikal bir eşitsiz gelişme var. Yazdığımızda bu görülecek; 1980’lere kadar olan sınıfların kentsel mekanda aldığı payla, 1980’lerle 2011 arasında aldığı payı görseniz, sınıflar açısından ne kadar radikal bir değişiklik olduğuna inanamazsınız. . Benim önerim şu: Şu anda özel sektör yönlendirmiyor İstanbul’daki arazi pazarını; kamu sektörü -yani kamu sektörü demeyelim- Başbakanlığa, iktidara doğrudan bağlı TOKİ, doğrudan bağlı bir organ yönetiyor arazi piyasasını. Onun için bu araziyi bu kadar iyi yönetebilen ve bu kadar büyük gelirler elde edebilen bir TOKİ; daha iyi sosyal konut yapmalı, daha iyi krediler vermeli. Kredileri vermenin aracı olmalı, yani bu atla deve değil, 10 tane plancı, 10 tane sosyolog, 10 tane iktisatçı, sınıfların mekanda adil dağılımını savunan insanlar otursa o kadar iyi bir plan çıkar ki, TOKİ’ye de 114 sunulur. Denilir ki TOKİ’ye, böyle yaparsan evet, buna ses etmeyeceğiz. Bu kadar isyan niye? Yenileme gerektiğine katılıyorum. Yenilemenin niteliğinin nasıl olacağı konusunda itirazım var. Şu anda bir baskı var, beyefendinin söylediğine de hemen oradan geleyim. Evet, tabii ki değişmek zorunda, tabii daha iyi yerlerde yaşamak zorundayız, ama bu yasa size tepeden mülkiyet hakkınıza doğrudan müdahale edecek. Evet, benim hakkım var aldığım bir konutta ölene kadar yaşamaya ya da benim de istediğim bir biçimde onun dönüştürülmesine hakkım var. O yasa çıkarsa -çıkamamasının nedeni şu; bu yasayla 5 yıldır uğraşıyorlar, kendileri bile adalet ilkesi problem çıkaracak, Anayasa’ya aykırı olacak diye korkuyorlar, belki yeni Anayasa’da değişik çıkar- biliyorum müteahhitlerin bunu beklediğini, benim görüştüğüm müteahhitler de bekliyor. Yönetimle ilgili bir şey söyleyeyim. Ben Ağaoğlu’nun yönetim planını inceledim. Benim kayınpederim de asker, lojmanda çok uzun zaman yaşamış bir aile eşimin ailesi. Normal bir yönetim planından bahsetmiyorum, çağdaş bir yönetim planından bahsetmiyorum; askeri yönetim planıyla, lojman planıyla bu kadar örtüşen bir yönetim planını bir tasavvur edin diyorum. Çok örtüşüyor, Ağaoğlu’nun konutlarını da özellikle inceledim ben, örtüşüyor. Diyeceksiniz ki, askeri lojman planı kötü mü? Olmayabilir, iyi, askeri lojmanlarda sorun çıkmıyor, böyle düşünebilirsiniz, ama ben orada bir ironi yapmak istedim. Askeriye bu kadar karşı olup, askeri lojman içinde yaşamayı ne kadar istiyoruz? Bir ironiydi o sadece. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Teşekkür ediyoruz. Asuman Hanım, sizin var galiba bir sözünüz. ASUMAN YEŞİLIRMAK- Sanıyorum arkada Sarıyer’den gelen arkadaşlar benim yasadışı plansız ifadelerimi söylemek istediğimi aşan bir biçimde anlattılar. Ben olumsuzlamak anlamında hiçbir şekilde söylemedim, tam tersine insanların konut ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı yasadışı değil. Yasadışından kastettiğim şey şu: İmar planında olmayan alanlarda ruhsatsız konut yapmış olmaları, bu insanların konut ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı olan bu tür yapılaşma eğilimleri, az önce anlatmaya çalıştığım yasal aslında, yasalara uydurulmuş planlı plansızlıktan çok çok masum, ben bunu anlatmaya çalıştım. Bugün sizin yaşadığınız alanlarda yapılan planların hepsi de zaten bir yoğunluk artışı getiriyor ve yoğunluk artışıyla birlikte bir kentsel dönüşüm amaçlıyor ve bu planların hepsi sizin yaşamınıza dokunuyor, ama 115 sizi içine almıyor. Söylemeye çalıştığım şey buydu, yoksa yasadışı demekle yanlış bir şey söylemiyorum, yani bunu olumsuz anlamda kullanmıyorum, onu ifade etmek istedim. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Teşekkür ediyoruz. Pınar arkadaşımıza son sözü verelim. Doç. Dr. PELİN PINAR ÖZDEN- Teşekkürler. Bana doğrudan soru yöneltilmedi, ama ben de aynı konuda beyefendilere bir şeyler söylemek istiyorum. Önce onlara teşekkür etmek istiyorum burada oldukları için, zannediyorum üç kişisiniz. İnşallah yarın daha kalabalık olursunuz. İstanbul Buluşmaları’nda özellikle sizleri görmekten hep çok mutlu oluyoruz. Umarım seneye daha da kalabalık gelirsiniz. Şu yasadışılık konusuyla ilgili ve gecekondu konusuyla ilgili aslında ben de bir şeyler söylemek istiyorum. Bu yasadışılık terimi bizim içimizde bir suçlama olarak kullanılmıyor; bu bir olgu, durum, bir fotoğraf, bunu öyle görmek lazım. Ama şöyle de düşünmek lazım: Hiçbirimiz yasadışılığı savunacak da değiliz. SALONDAN- Bu ülkenin Başbakanı bize … … kelimesi kullanıyorsa, … … yani … (deşifre yapılamamıştır.) Doç. Dr. PELİN PINAR ÖZDEN- Soruna böyle bakmak, bunu bir olgu olarak ortaya koymak, böyle bir durum var. Bu ne zamandan beri var? 1940’ların sonundan beri var, bugün hala da devam ediyor, ama daha masum boyutta, ama devasalaşarak, büyüyerek, ur gibi artarak devam ediyor. Yanlış şurada yapılıyor: Şimdi Anayasamız devlete barınma sorununu çözme yükümlülüğü veriyor, konut sorunu demiyor. Esas fark burada, yani biz konuyu konut sorunu olarak değil, barınma sorunu olarak görmek zorundayız. Bu ikisi birbirinden farklı, şu anda yapılmaya çalışılan herkesi konut sahibi yapalım, 10 yılda, 20 yılda, 30 yılda, 50 yılda neyse konut sahibi yapalım. Sorun bu değil; dünyanın hiçbir yerinde herkesin konut sahibi olması yönünde değil, ama barınma sorununu çözmek için devletler birtakım modeller ortaya koyuyorlar. İşte sosyal konut gibi bir sürü şey var bununla ilgili. Sadece konut edindirme değil bunun yöntemi, önemli olan bu, böyle bakmamız lazım. İkincisi de, bu sürecin içinde rolleri iyi belirlemek lazım. Hani o pazarlıklar filan dedik ya vatandaş, devlet, belediye arasındaki; bu pazarlıkları da iyi koymak lazım. Onunla da bitmiyor iş. 116 SALONDAN- Bize rol vermiyorlar ki, bizi saf dışı bırakıyorlar. Doç. Dr. PELİN PINAR ÖZDEN- Şunu söyleyecektim pardon, yasadışı alanlarda yaşayan insanlar bir sorun olarak görülüyor değil mi? Öyle görüyor devlet ve onları oradan çıkarıyor bir şekilde, başka bir tarafa alıyor. Fakat bu sorunu çözmüyor, aynı sorun başka bir yerde devam ediyor. Yoksulluksa yoksulluk, yoksunluksa yoksunluk, altyapıysa altyapı, işte kentsel adaletsizlikse adaletsizlik, eşitsizlikse eşitsizlik, aynı sorunlar buradan alınıp başka bir tarafa öteleniyor. Bu sorunu çözmeye yetmiyor, yarın sıra oraya gelecek, oradan da başka bir yere gideceksiniz. Dolayısıyla gene başta söylediğim şeye dönüyorum, sorunu barınma sorunu olarak alırsak belki daha farklı bir noktaya bakıp çözebiliriz. Teşekkür ederim. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Yarın mahalle derneklerinin bir oturumu olacak, orada daha bol olarak tartışacağız bu konuları. Ben bütün katılımcılara çok teşekkür ediyorum, sizlere de çok teşekkür ediyorum bu saate kadar kaldınız, katkılarda bulundunuz. Yarın tekrar Ulaşım panelinde görüşmek üzere iyi akşamlar diliyorum. 117 3. OTURUM “PLANLAMA, SİYASET ve ULAŞIM” TAYFUN KAHRAMAN- Bugünkü konumuz: “Ulaştırma, Planlama ve Siyaset”. Dün de sıkça altını çizdik, özellikle 2011 yılında siyasete ve İstanbul’a yön veren; esasında İstanbul’daki büyük projeler, İstanbul’daki altyapı projeleri, İstanbul’da yeni yapılması planlanan inşaat faaliyetleri oldu. Tabii bu inşaat ve imar etme projeleri içerisinde İstanbul’un ulaşım projeleri de vardı ki, çok uzun zamandır tartıştığımız ve bizlerin de Şehir Plancıları Odası olarak biliyorsunuz hazırlıklarımızı yaptığımız ve beklediğimiz projeler var. Hatta çok uzun yıllardır tartıştığımız bu projeler: Üçüncü köprü ki, bunu bugün sanırım hocalarım detaylı olarak bize aktaracaklar, diğeri Avrasya Tüp Geçiş Projesi ve İstanbul’daki diğer tüm problemlerimiz. Bugün çok değerli hocalarımız var aramızda ve bu konulara çok hakimler. Ben onlardan tabii arada sorularımla da bu ulaşım projelerini bugünün başlığına, biraz planlama ve siyaset ikileminde -ki, özellikle dün çokça altı çizildi- bir arada olmaları gereken, ama bir aradalıklarını ne yazık ki tamamen kaybeden iki başlığa çekmelerini isteyeceğim., Özellikle Ruşen Hocam’ın çok güzel bir şekilde aktardığı, siyaset, yani politikacı bir anlamda plancıyla plancı gibi düşünmeyi öğrenmeli, plancı da politikacı gibi öğrenmeyi düşünmeli dediği modelde yazık ki politikacılar bizleri tamamen devre dışı bırakan bir akıl sistemine sahipler. Bu akıl sisteminin çok da Türkiye’de, özellikle İstanbul’da işlemediğini görüyoruz. Biraz da bu yöne doğru konuşmalarınızı çekmenizi rica edeceğim. İsterseniz Mesture Hocam sizinle başlayalım, siz kısa bir sunumla başlayacaksınız. Bildiğim kadarıyla üçüncü köprü ve İstanbul’daki ulaşım projelerinden genel olarak bahsedeceksiniz. Buyurun hocam. Prof. Dr. MESTURE AYSAN BULDURUR- Arkadaşlar, merhaba. Herkes hoş geldi. Dün aramızda siyasetçilerin oluşu, siyaset bilimiyle uğraşanların oluşu planlamayla siyasetin ara kesitini bulma konusunda bizlere bir kapı açmış oldu. Ben de dünkü konuşmaların devamı, onların adeta biz özeti şeklinde -zaten daha önceden de o şekilde hazırlanmıştım- bir sunum yapacağım size, ondan sonra sanıyorum diğer konuşmalar da bu sunum içerisinde rahatlıkla yerini bulacak diye düşünüyorum. 118 Bilindiği gibi ülkemizde planlama yaklaşımı dünyada ve Türkiye’de gözlemlenen hızlı değişime koşut olarak kritik bir döneme girmiş bulunmaktadır. Alınan kararların tüm dünyada hissedilen olumsuz sonuçları sürdürülebilir gelişmeyi -çok önemli- tehdit eder boyutlara gelmeden önce, planlama disiplininin tüm boyutlarıyla yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu nedenle İstanbul Buluşmaları’nın gündemini oluşturan planlama-siyaset ilişkisi zamanlama bakımından da, tema bakımından da son derece isabetli. Bildiğiniz gibi planlama en genel anlamıyla; bilgiye dayalı, rasyonel ve müdahaleci bir süreç ve üç temel özelliği kabul ediliyor günümüze kadar: Bütüncül bakış açısı, kamu yararı, ortak akıl. Bilindiği gibi Rusya kökenli olan planlama yaklaşımının zaman içerisinde dünyadaki konjonktüre bağlı olarak değiştiğini görüyoruz. Ülkemizde de buna paralel olarak değişmeler söz konusu olmuş. Bu ara dönemleri de içine alacağını varsayarak, özetle dönemleri geçmek istiyorum. 1930’ların sanayi planları, 1960-1980 arası kalkınma planları, 1990-2004 arası stratejik planlama ve 2004 sonrası ön ulusal kalkınma sistematiğine geçiş. Şimdi 1960 öncesinde, cumhuriyetin kuruluş yıllarında, bilindiği gibi dünyada sanayileşme hamlesi bayağı ileri aşamalara gelmiş durumdaydı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de buna ayak uydurmak adına, sanayi hamlesine odaklanan bir sınai kalkınma planlaması yapmayı düşündü. Bu arada tabii tamamen odaklanılan sınai kalkınma, sanayi öncelikle planlama olduğu için diğer hedeflerin önceliği yer almadı, fazla ön plana çıkmadı. 1960 sonrasında kalkınma kavramı kapsamı içerisinde planlama yaklaşımı; devletin toplumsal, iktisadi ve kültürel gelişmesinin tümünü kapsayan geniş bir tanım ve süreci içermektedir. 1961 Anayasası planlama görevini temel haklar ve ödevler bölümünde düzenlemiş ve devlete iktisadi, sosyal, kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirme görevini yüklemiştir. 1960 yılında kurulan Devlet Planlama Teşkilatı da bu düzen içerisinde yönetim otoritesi olarak görev üstlenmiştir. Kalkınma planlarının amacı; ulusal tasarrufu arttırmak, yatırımları kamu yararının gerektirdiği önceliklere yöneltmektir. 1980 sonrasındaysa kalkınma planları yerini stratejik planlamaya bırakmış ve Yüksek Planlama Kurulu’nun gerçekleştirdiği özelleştirmelerle ülke ekonomisi, devlet denetiminden piyasa denetimine geçmiştir. Kalkınma planlarına ilişkin referanslar sosyal adalet, kamu yararı, fiziki dengeler ve bütünlüklü anlayış olurken; stratejik planlamanın 119 referanslarının piyasaya uyum, parçalı bakış açısı, fiyat istikrarı, ödemeler dengesi gibi ekonomik göstergeler olduğu görülmektedir. 2004-2006 yıllarında uluslararası kredi anlaşmaları, 2003 yılı Avrupa Birliği İlerleme Raporu Katılım Ortaklığı Belgesi ile ilişkilendirilmek üzere Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın eki olarak Ön Ulusal Kalkınma Planı hazırlanmıştır. Bu çerçevede yönetim otoritesi olarak Devlet Planlama Teşkilatı, bölgesel ölçekte görevlerini, Bölge Kalkınma Ajansları ve hizmet birliklerine devretmiştir. Ön ulusal kalkınma planlarının referanslarıysa; bölgesel gelişme, rekabet edebilirlik, istihdam ve çevre olarak belirlenebilir. Şimdi bu kısa anlatımla yakın tarihteki planlamanın nasıl bir yaklaşımla ele alındığının içeriğini özetlediğini düşünüyorum. Ulaşım planlaması çalışmalarına bakıldığında da, ulaşım planlama yaklaşımı ve ilgili politikalar da planlama yaklaşımlarında olduğu gibi genel anlamda dünya konjonktürü, uluslararası ilişkiler, ekonomik bağımlılık ve dış borç yönetimine de bağlı olarak dönemsel farklılıklar göstermiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında herkesin de bildiği gibi yurt ölçeğinde geliştirilen demiryolu ağırlıklı ulaşım politikaları, 1950’li yıllarda gelişmiş ülkelerden kredi, borç ve hibe olarak sağlanan kaynak karşılığında yerini karayolu ağırlıklı ulaşım politikalarına bırakmıştır. Bilindiği gibi ulaşım planlamasının esası; seyahat talebine, seyahat üretim ve çekimine, dolayısıyla doğrudan arazi kullanım kararlarına bağlıdır ve ulaşım altyapısı, tüm ulaşım sektörleriyle birlikte entegre düşünüldüğünde gerçek performansına ulaşır. Bu çerçevede düşünüldüğünde ulaşım altyapısının planlama kararlarıyla birlikte bir bütüncül olarak ele alınması, ulaştırma planlamasının temelinde yatan gerçektir. Oysa ülkemizde gerçekleştirilen ulaşım planlama pratiği, dünyada kabul görmeye başladığı 1960’lı yıllardan günümüze ulusal ve yerel bazda bütüncül planlama anlayışına hizmet ederek gelişimlere yön vermede planlama sürecindeki etkin ve etkileşimli rolünü alamamıştır. Belirli dönemlerde gereksinimleri karşılayan birbirinden bağımsız proje bazlı ulaşım projesi, denizyolu ulaşımı, raylı ulaşım vesaire şeklinde birbirinden bağımsız, proje bazlı olarak ele almış, belirli dönemlerdeyse hazırlanan bitmiş projeler üzerine giydirilmiş. Yani imar planları hazırlanıyor, bunun üzerine “ulaşımı çözün” deniliyor. Oysa arazi kullanımlarıyla doğrudan ilişkisi ve kentsel yapının can damarı olduğu gerçeğinden hareketle planlama süreci içerisindeki hak ettiği yeri alamamıştır. Ulaşım planlaması da birlikte düşünülmesi gereken kentsel planlama çalışmalarında olduğu gibi, 120 kendiliğinden gelişmelere hizmet eden, kısa dönem sorunlara çözüm getirici palyatif, parçacı anlayışlar olarak kalmıştır ya da ulaşım sorunlarını çözmek adına prestij projeleri ve büyük maliyetler gerektiren, ancak beklendiği şekilde kentin sorunlarını çözmediği gibi giderek daha karmaşık hale getiren yatırımlara yönelmiştir. Ulaşım planlama çalışmalarını bu çerçevede özetledikten sonra, günümüze kadar tarihsel kısa geçmişine dair bazı örnekler verelim. Bizler, burada bulunan arkadaşlarımız, bu konularda zaman zaman başvurulduğunda fikirlerimizi bir şekilde belli ediyoruz. Bunların hep siyaset bağlamında düşünülmesi gerekiyor. Çünkü yürütücü organ siyaset, yasal düzenlemeleri oluşturan siyaset, bilfiil olayları uygulamaya yönelten tamamen siyaset; bu nedenle zaten planlama, ulaşım planlaması gibi şeyin siyasetten bağımsız düşünülmesi mümkün değil. Karayolu tünelleri doğru ilke ve politikalar olmaması nedeniyle kent içerisinde özellikle merkezi alanlarda bulunan trafik sıkışıklığını çözmek adına getirilmiş bir yaklaşım biçimi. Karayolu tünellerine baktığımızda, büyük oranda özel araca hizmet eden, plan bütünlüğü içerisinde ele alınarak değerlendirilmeyen projelerdir; sadece sıkışık trafiği çözmek adına belli noktalar arasında geçici bir rahatlama getirecek niteliktedir. Ancak sonrasında giriş-çıkışlarda yoğunlaşmaya neden olarak giderek sorunları daha da büyütecek, yol kademelenmesine uymayan, yaya öncelikli olması gereken yol tasarımında bu olanağı neredeyse tamamen ortadan kaldıran maliyeti yüksek -bunları devam ettirebilirizyatırımlardır. Köprü projelerini özet geçmek istersek; boğaz geçişleri de yine boğaz köprüleri de, yakalar arası bu geçişlerdeki tıkanıklığı azaltmaya, sorunları çözmeye, iki yakayı birbirine bağlamaya yönelik açılan köprüler. Daha sonra üçüncüsü gündeme geldi, belki dördüncüsü, beşincisi yapılacak ve köprüyü savunanlar var tabii, karşısında olanlar da var. Köprüyü savunanların ortaya koyduğu savunma biçimi şu: “Köprülerin birincisinde de itiraz ediliyordu, ikinci köprüye de itiraz ediliyordu, ama hepsi dolu, şu anda itiraz edenler de bu köprülerin üzerinden geçiyorlar” şeklinde. Oysa konu o değil, konu planlama, projelendirme safhasında köprülerin yapımında kentin bütüncül olarak ele alınmayışı, yani yine aynı anlayış. Köprülerin yeri; kentin bütününe yönelik öncelikle yapılması gereken raylı sistem ve diğer toplu taşıma ağırlıklı, köklü çözümler denenmeden yapılmıştır. Yakalar arası geçişleri azaltacak arazi kullanımına yönelik, yakaların kendi kendine yeterlilik konusuna çözüm 121 getirecek arazi kullanım kararlarının alınmamış olması, salt karayoluna hizmet eden çözümler olması, toplu taşın tercihli yolu ve hafif raylı sistemi içermemesi ve belki katlı yapılması gibi seçeneklerin göz ardı edilmesi gibi konularda eleştiriler vardı. Neticede köprüleri gördük. Sonuç olarak boğaz köprüleri kent içi trafiğe çözüm getiremedikleri gibi, kentsel arazi kullanımları için eşik oluşturan orman ve su havzalarına taşarak arazi kullanımını gelecek için olumsuz çevresel gelişmelere zemin hazırlamışlardır. Üçüncü köprünün başka bir dava konusu da bildiğimiz üzere üçüncü idari mahkemesi tarafından yürütülmektedir. Daha sonra bir şekilde gerçekleştirilirse eğer, aynı süreç geçerli olacak; köprü yapılacak, yine tıkanacak, vesaire ve bu defa İstanbul kentine vereceği zarar öncekilerle kıyaslanamayacak ölçüde fazla olacaktır. Köprü yapımının zararlarını, dünkü oturumlarda İstanbul’un gelişimine yönelik gösterilen bütün haritalarda görmek mümkün oldu zaten. Çevreyolları yapıldıkça İstanbul’un nasıl yukarıya taşındığını her an gözümüzün önünde izleyebiliyoruz. Köprü yapımının gündeme gelmesiyle birlikte üçüncü köprü güzergahındaki arazilerde halihazırda büyük ölçüde değer artışı olmuş ve gelişmeler başlamış bulunmaktadır. Daha önce de olduğu gibi süreç; erişilebilirliğin yaratacağı düşünülen cazibeyle oluşan plansız gelişmelere siyasilerin oy kaygısıyla göz yumması, yaygın hale gelmiş yerleşim alanlarına milli servetin yok edilmesi, kaynak kaybı şeklinde anlamlar yüklenmesi sonucunda gelen aflarla ya da revizyon imar planlarıyla legal hale getirilmesi şeklinde işleyecek. Ulaşım sistemi, kentsel sistemin bütünü dikkate alınmadan oluşmuş yerleşimlere sonradan kah viyadükler üzerinde yükselen, kah tünelden geçilen karayoluyla erişmek üzere yeni yollar getirilecek ve böylece kentler geri dönülmez sorunlarla gelecek kuşaklara bırakılmış olacaktır. Otopark uygulamaları için de kısa bir-iki şey söyleyeyim: Biliyorsunuz İstanbul Büyükşehir Belediyesi otopark yeri belirleme ve işletme sorumluluğunu, yönetmeliklerle İSPARK’a devretmiştir. Afet anında birinci derece acil ulaşım yollarının durum değerlendirmesine ilişkin yüksek lisans tezinde; JICA’ya yaptırılan eprem master planında birinci derece acil ulaşım yolu olarak belirlenen, hiç bir şekilde park edilmemesi gereken kentin ana ulaşım arterlerinin önemli bir oranda otoparkların işgali altında olduğunu tespit ettik. Bu durumun günlük trafik işleyişini zorladığı gibi deprem anında gereken lojistik desteği de önemli ölçüde aksatacağı açıktır. Özellikle merkezi 122 alanlarda bazı dar sokaklara, park sorunları nedeniyle yangın durumunda itfaiye araçlarının ulaşamayıp, müdahalede zorlandığına ve olumsuz sonuçlara yol açıldığına şahit olmaktayız. Oysa bilindiği gibi otopark uygulamaları salt duran araçların sorunlarına çözüm getirmeyen yönetmeliklere teslim edilemeyecek kadar tüm kenti ilgilendiren parçacıl olarak düşünülmemesi, planlamayla birlikte ele alınması ve çözülmesi gereken bir konudur. Bu bağlamda otopark planlaması doğaldır ki, kentin omurgasını oluşturan ulaşım sistemiyle birlikte değerlendirilmeli, toplu taşım sistemini, bisiklet kullanımını özendirmek ve yaya hareketini kolaylaştırmada araç olarak düşünülmeli ve planlama aşamasında ele alınmalıdır. Kentsel sorunlara çözüm getirmek üzere geliştirilen ulaşım projelerine ilişkin çok sayıda değerlendirme yapılabilir. Birçoklarını arkadaşlarımız belki soracak, yine onlara cevap aramaya çalışacağız. Bu projelerin büyük bir bölümü mevcut yasal çerçeveye rağmen gelişen durumlarken, bir bölümü de yasal çerçevenin gelişmelerin önünü açmasıyla gerçekleşmektedir. Son yıllarda bilindiği gibi doğrudan planlamaya bağlı olarak kentleri ilgilendiren konularda çok sayıda yasal düzenleme yapılmış ve yapılmaktadır. 1994 yılında yürürlüğe giren Özelleştirme Yasası ve devletin yeniden yapılandırılmasına ilişkin düzenlemelerle birlikte birçok yasa ve 2B Yasası da bu arada sayılabilir. Ayrıca yine son yıllarda doğrudan kentsel alanda müdahale yapmayı kolaylaştıran yıpranan kent dokularının yenilenmesi, kentsel dönüşüme yönelik yasal düzenlemeler dışında hala doğrudan ve dolaylı olarak kenti ilgilendiren Kanun Hükmünde Kararnameler çıkarılmaya devam etmektedir. 2B Yasası da bunlardan bir tanesi. 2B Yasası zaman zaman gündeme gelip tekrar gündemden çekiliyor bildiğiniz gibi, çeşitli dönemlerde fiili durumu legal hale getirerek çözüm aramak üzere gündeme gelen Orman Yasası’nın 2B maddesinden adını alan yasa ilk etapta göründüğünden çok daha fazla üzerinde durulması, getireceği sonuçların doğru ve sağlıklı olarak değerlendirilmesi gereken bir yasa taslağıdır. Yasanın yol açacağı sonuçların orman vasfı tanımı, 2B tanımına giren toplam alan miktarı, kapsadığı alanların nitelikleri, yine bir yüksek lisans tez öğrencime yaptırdığım tez sonucu gördüğüm sadece 2B Yasası orman alanları içinde değil, bunların büyük bir çoğunluğu aynı zamanda su havzalarının içinde yer almakta, sanayiler yerleşmiş bulunmakta buraya. Havza mutlak koruma alanları içinde kalan 2B’ler bulunmakta. Bugünkü kullanım durumu, amacı nedir, yapılaşma oranları nedir? Şu anda erişilebilirlik durumu nedir, ulaşım açısından getireceği yük nedir ve bundan 123 sonra oluşacak kasıtlı alan açma ve yangın, işgal durumlarına cesaretlendirilmesi konularının da gündeme getirilmesi ve o bağlamda düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. Ülkemizde planlama ve ulaştırma hizmetleri adına yaşanan olumsuzlukları şöyle bir özetleyecek olursak, ülke düzeyinde stratejik planlamayla mekanın organizasyonuna yönelik fiziki planlama-uygulama arasında yönetsel organizasyonel bir kopukluk vardır. Üst ölçekten gelen ya da sonradan gündeme gelen projelerin plan bütünlüğü dikkate alınmaksızın plan revizyonuyla plana dahil edilmesi söz konusudur. Belirli dönemlerde aflar gelmektedir, vatandaşlar bu af beklentisiyle kaçak yapılaşmayı ve diğer kaçak gelişmeleri gerçekleştirmeye yönelmektedir. Süregelen iptal davaları nedeniyle ve planın geçerliliğini yitirmesinden doğan boşluklar söz konusu olmaktadır. Hızlı değişim ve gelişimine paralel olarak değişmekte olan planlama yaklaşımının yasal çerçevesi bu anlamda yetersizdir. Planlamanın uygulamanın önünü açmak, sorunlara pratik çözümler getirmek adına çıkarılan yeni yasaların içeriği ve oluşum yöntemi uygun değildir. Bilimsel bilgi temeline yönelik uygulamalar ve verimliliği sürdürülebilirliği ilke edinen toplumun geniş kesimlerine hizmet veren anlayış yerine aceleci, tekil çözümlere gidilmesi, uygulamaların plandan bağımsız olarak gerçekleştirilmesi söz konusudur. Planlamanın gelişmelerin hızına yetişemeyişi, arkasından gitmesi, yasal olmayan gelişmeleri yasal hale getirmenin aracı haline gelmesi, dolayısıyla gelişmeleri yönlendirme işlevini yerine getirememesi, planlama sürecinde yöntemsel düzeyde demokrasilerin vazgeçilmez unsuru olan katılımın gerçekleştirilememiş oluşu... Yeni dünya düzeninde şöyle bir baktığımız zaman farklı planlama yaklaşımları gördük, ulaşımın bu çerçevedeki durumunu değerlendirdik. Böyle baktığımızda ilk etapta ele alınan, dünyada da kabul görmüş olan geniş kapsamlı planlamadır. Zaman olarak uzun vadeyi içeren, her şeyi aynı anda düşünmeyi öngören, geleceği doğru tahmin etmeye odaklı bir planlama yaklaşımıdır. Son zamanlarda ülkemizde gerçekleştirilmeye çalışılan stratejik planlamada, bunun tamamen farklı batı ülkelerinde uygulanan örnekleri belki model olarak alınmış, ama tamamen ona uymayan -neden olduğunu birazdan söyleyeceğim- son derece esnek bir yapıya sahip bir stratejik planlama söz konusudur. Dolayısıyla yeni dünya düzeninde elbette ki planlamanın dünyadaki gelişmelerden bağımsız düşünülmesi söz konusu değil ve bu hızlı değişime ayak uydurmak üzere planlama yaklaşımını 124 ekonomik ve sosyal boyutlarıyla yeniden değerlendirilerek dizayn etmemiz gerekiyor. Ancak gelinen noktada küresel rekabet nedeniyle şirket mantığı odaklı -biliyorsunuz bu stratejik planlama Amerika’daki bir şirketin karlılık ve karlılığı maksimize etmeye yönelik olarak oluşturduğu kendi bünyesi içinde oluşturduğu şirket kaynaklı bir planlama türü- ülkelere ve ülke planlamaya yönlendiriyor, yani tamamen ulaşım ekonomi odaklı. Stratejik planlama, kapsamlı ve bütüncül planlamanın yerini almış görülse de; gelişmekte olan ülkeler için özellikle ulaşım, planlama ve siyaset bağlamında aşağıdaki saptamaları yapmak mümkün: Üst ölçekte verimlilik ve sürdürülebilirlik ilkelerini esas alan tanımlı, izlenebilir, denetlenebilir normların belirlendiği kapsayıcı, planlamanın tüm aşamaları için yönlendirici ve tanımlanmış devlet politikalarının oluşturulması. Burada bir nokta koyayım, şöyle ki; bu demek değildir ki daha önceki geniş kapsamlı kalkınma planları bağlamında katı, bir planlama yaklaşımı, biz burada bundan bahsetmek istemiyoruz. Batı ülkelerinde uygulanan olay da bu; stratejik planlama bir parça esnek, ama yukarıda ilkeler, normlar her alanda kesin olarak tanımlanmış, belirlenmiş, tarif edilmiş durumda ve standartlar belli. Bizim ülkemizde yavaş yavaş bilim adamlarının alanlarına girdikçe karşılaşıyoruz, siyasetçiler bundan birebir yüz yüze gelebiliyor. Örneğin, Avrupa Birliği müktesebatı denilen bir şey söz konusu, Avrupa Birliği ilerleme raporumuz var, kaç yıldır Avrupa Birliği’ne giremiyoruz. Girmeliyiz, girmemeliyiz onlar artık tartışma konusu, başka etkenler vardır, onlar da ayrı konu, ama Avrupa Birliği’nde müktesebat dediğimiz ayrı ayrı başlıklar altında açtığımız her konunun altında bir sürü belirlenmiş standart norm var. Biz mesela şaşırıyoruz kokorecimize de karışacaklar diye, ama demek ki sağlıkla ilgili şeylerde geliştirilmiş birtakım normlar var, ona uyumun sağlanması söz konusu olduğu için bu belki ön plana geliyor. Bunun gibi çevreyle ilgili, sürdürülebilirlikle ilgili, ulaşım standartlarıyla ilgili beyaz kitapları var, yeşil kitapları var biliyorsunuz, bir sürü normlar var. Bunlar belirlenmeli, netleşmeli ve belirlenen bu ilke ve politikaların hayata geçirilmesi ve bugün var olan boşlukların ortadan kaldırılması için gerekli olan yasal ve yönetsel organizasyonel araçların netleştirilmiş olması gerekir. Bir başka örnek; yine Amerika’da yüksek lisans öğrencime kıyılarla ilgili bir çalışma yaptırıyorum. Bizim kıyılarımızı düşünecek olursanız, o konu açılırsa bir sürü problem ortaya çıkıyor. Kıyılarla ilgili geliştirilmiş hiçbir politikamız yok, ne güvenlik adına, ne yabancılara özelleştirme, mülk satışı 125 ya da yabancılara mülk satışı adına geliştirilmiş hiçbir politikamız yok. Var ama çok üstten geçilmiş, netleşmemiş, tanımlanmamış, tariflenmemiş... “Bir yabancı şuradaki arazimizi satın alacak şeklinde” gazetelerde söz konusu oluyor, oradaki arazinin Türkiye’nin güvenlik açısından, ulaşım açısından getireceği yük, vesaire dikkatle incelenmiş ya da orayla ilgili ilke, politika ya da o konularla ilgili geliştirilmiş bir şey var mı? Biliyorsunuz bu tip yabancılara mülk satışı konusunda mütekabiliyet denilen şey vardır. Yani onlar bize sattığı takdirde -bunun gibi çok fazla detaya girmeyeyim- kıyı konusunda da bir bakıyorsunuz, öğrenci oradaki yönetmeliklere, standartlara ulaştı, şu kadar kalınlıkta standart, yönetmelik, politika, ilke bulunuyor. Burada da açayım da konuyu, yeri gelmişken söyleyip kapatayım istiyorum: Biliyorsunuz gelişmekte olan ülkelerin en önemli şeyi hızlı gelişmeye, devingen yapıya rağmen demokratikleşmenin tam oturmuş olmaması ve dolayısıyla böyle gelişmekte olan ülkelerde bu tip normların getirilmemiş olması nedeniyle de siyasetin hareket alanı çok geniş oluyor. Toplumun büyük bir kesimi ancak geçimini sağlama derdinde olduğu için bu konularda bilinç sahibi olup, örgütleşip, tavır koyma durumuna da geçemediğinden dolayı siyasetin alanı görüldüğü gibi son derece geniş oluyor. Dolayısıyla bu bağlamda gelişecek konunun yine çözümleneceği yer demokrasi, katılımcı planlama yaklaşımı ve bu çerçevede halkın bu tip konularda bilinçlendirilmesi. Toplumun bir şekilde bilinçlendirilmesi ve haklarına sahip çıkması ve örgütlenmenin sağlanması gerekiyor. Bu durumda zannediyorum ilkeler, politikalar, normlar da belirlendiği takdirde siyasetin de, herkesin de, özel sektörün de, vatandaşın da yetkileri, hakları daha tanımlı olur ve herkes yerini bilir diye düşünüyorum. Burada keseceğim. TAYFUN KAHRAMAN- Teşekkür ederiz hocam, çok sağ olun. Hocam siyaset ve bizde siyasetin normlar olmadan devam etmesinin özellikle katılımcı olmayan projeler sonucundaki bugünkü durumun bir fotoğrafını çekmeye çalıştı. Şimdi Orhan Hocam’dan bir sunum dinleyeceğiz. Orhan Hocam bize esasında bir ulaşım tarihi anlatacak. Bildiğim kadarıyla İstanbul’a ilişkin ve İstanbul’daki bugün içinde yaşadığımız kentte var olan ya da var olması planlanan projelere değinecek, ama ben kendisinden bir taraftan şunu da isteyeceğim: Özellikle İstanbul’un bugüne kadar ulaşım master planları yapılmış ama bunlar hiçbir zaman uygulamaya konamamış projeler oldular. Bu tarihi değerlendirirken esasında bir plancı olarak bize, siyasetin yaptığı ya da yaptırdığı İstanbul’un ulaşım master planlarının niye bugüne kadar uygulanmasına yine aynı bu siyaset ve bu politika izin vermedi? Esasında 126 İstanbul’un bugünkü o trafik keşmekeşine, ulaşımdaki o çözümsüz projelere giden yolu da açan esasında bu plansız tavırdı. Bir anlamda ulaşım tarihini anlatırken sizden özellikle plancı kimliğinize istinaden ulaşım master planlarını ve İstanbul’un ulaşım planlarını da anlatmanızı rica edeceğim. Çünkü Orhan Bey aynı zamanda benim de hocamdır, Mimar Sinan Üniversitesi’ne ilk başladığımda Orhan Demir’den almıştım ben de ulaşım derslerini ki, bu konuları da iyi bildiğini gayet iyi biliyoruz. İçinde de yine Haluk Gerçek Hocam ile birlikte özellikle İstanbul’da ulaşım master planlarının üretilmesi sürecinde de aktif rol aldılar ki, bugünkü başlığımızla da birebir örtüşecektir diye düşünüyorum. Dr. ORHAN DEMİR- Ben aslında biraz karar mekanizması üzerinde duracağım, çok da sizin zamanınızı almadan geçmişten bugüne kadar karar mekanizmaları nasıl gelişti, onun biraz tarihini vereceğim. Tabii ki ulaşım ana planını da konuşuruz, onu zannediyorum sunumdan zaman kalırsa tekrar konuşalım. Şimdi ben biraz geriye giderek başlayacağım. Korkmayın çok uzatmayacağım, ama biraz Osmanlı döneminden başlayacağım. Bu sunumda bahsetmek için çok dikkatimi çekti, karar verme mekanizması açısından gerçekten dikkat çekici: İstanbul’da ve Londra’da -o tarihlerde demiryollarına artık geçilmeye başlanıyor- dünyanın birinci ve ikinci yeraltı demiryolu inşa edilecek. İstanbul’da şehir emaneti kurulmuş tabi daha meşrutiyet ilan edilmediği için padişah tek başına yetkili. Bugüne çok benzer bir hali var, fikrim geldi diyen fikrini götürüp yürütmenin en tepesindeki kişiye anlatıyor, ama Londra’daki duruma bakıyorsunuz, orada da birisinin fikri geliyor fakat fikrini gidip parlamentoya anlatıyor. Onun için bu iki örnek bana hakikaten çok ilginç geldi ve aradan 11 yıl arayla bu iki sistem de açılıyor. Aslında söylenecek çok şey var, hani ilk başta beraber dünyanın iki yeraltı raylı sistemini kuran iki şehir birbirinden farklı nerelere gitti diye konuşmaya kalksak sabaha kadar konuşuruz. Daha sonra gelen yine Sultan II. Abdülhamid, yukarı tekrar dönersek, orada da bir Kraliçe var aslında. Kraliçe de iki tane imparatorluğun başındaki kişi, ama Kraliçe sarayında oturuyor, “Parlamento karar versin, ben de sarayımda oturayım” diyor. Hemen arkasından Abdülhamid geliyor biliyorsunuz, artık meşrutiyet de ilan ediliyor, bir Meclis de var, ama Abdülhamid de gene “Demiryollarına çok önem verdim, Anadolu’yu Bağdat’a bağlayacağım” diye epeyce bir demiryolu 127 yapıyor. Yani siyasetin en tepesinde olan kişi –padişah siyasi sayılır mı bilmem ama- ulaşımla çok yakından ilgili. Cumhuriyetten sonra uzunca bir süre İstanbul’a pek fazla dokunan olmuyor, çünkü asıl önem Ankara’da, Ankara’yı imar etmekle uğraşıyor bizim Cumhuriyet hükümetleri. 1935 yılında hepinizin bildiği Henry Prost’u çağırıyorlar. Diyorlar ki; “artık Ankara’yı yeteri kadar imar ettik, biraz da İstanbul’un imarına yön verelim.” Henry Prost’a bir plan hazırlatıyorlar ve bu planı uygulamak da 1955 yılında Demokrat Parti hükümetine düşüyor. Yukarıda gördüğünüz resim aslında aynı yer, Aksaray, Vatan ve Millet Caddeleri’ni görüyorsunuz, aşağıda da Atatürk Bulvarı’nı görüyorsunuz. Gördüğünüz gibi eskiden asker tıraşı derlerdi, ama şimdi bütün gençler öyle tıraş oluyor, böyle makineyi vurup yol açarlardı, aynen tarihi dokunun asker tıraşı gibi tıraşlanıp açılan iki tane yol görüyorsunuz. Aslında bu hınzırlığı yapan Prost diye biliyoruz biz, Prost’a baktığınız zaman aşağıda Prost’un Tarihi Yarımada için hazırladığı plan var. O 1935 yılında gelince tabii bütün şehre hakim olamadığı için farklı farklı planla; Tarihi Yarımada için ayrı bir plan, Beyoğlu için ayrı bir plan hazırlıyor. Bizim hükümetimiz 1951 yılında diyor ki: “Tamam artık Prost, seninle yollarımızı ayıralım, bizim kendi mimar, mühendislerimiz var, biz senin planını kendimiz uygulayacağız.” Hazır bir plan varken yine Ankara’dan gelen bir kararla bir komisyon oluşturuluyor ve planı o komisyon yapmaya başlıyor. İşte burada da gördüğünüz gibi, o kadar olay oluyor ki, Başbakan işin içine giriyor, Başbakan’a 1957 tarihinde İstanbul Fahri Belediye Reisi unvanı veriliyor. Bakın, yukarıdaki resimde görüyorsunuz Adnan Menderes orada, yanında da -gençler tanımaz ama- o zamanın İstanbul Belediye Başkanı, hem de valisi, hatta “mini mini valimiz, ne olacak halimiz?” diye halkın da biraz sitem ettiği Fahrettin Kerim Gökay var. Ama sanki resme bakınca Fahri Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’mış da, projeler hakkında karar veren İstanbul’un Belediye Başkanı Adnan Menderes gibiymiş izlenimi çıkıyor buradan. Alt tarafta da Millet Caddesi açılırken Topkapı Surları’nın yıkılmış hali ile 50 metrelik Millet Caddesi’nin açılmış hali var. Sağ üst tarafta gördüğünüz o zamanlardan kalan bir gazete haberi. Bakın, diyor ki: “İki burcun arasından 50 metre genişliğindeki bir yoldan İstanbul’a giriş muhteşemdir.” Hani insanın aklına geliyor o zaman: “Bizans iki burcun arası 50 metrelik bir kapı mı yapmıştı da, sur yok muydu?” diye soruyorsunuz. Surların ne olduğunu da aşağıdaki resimde görüyorsunuz. Dozerler yıktığını yıkmış, yıkılamayan surların üzerine 128 de işçileri çıkarmışlar, ellerinde balyoz kırmaya uğraşıyorlar ki, yollar açılsın, İstanbul geniş geniş yollara sahip olsun. Bu resimler aslında internette hepinizin göreceği resimler, o tarihte yapılan yol açma çalışmalarını gösteriyor. Burası Ordu Caddesi, yani Aksaray’dan Beyazıt’a çıkan yol. Tabii Prost’u buraya çağırırken -hatta Atatürk’ün yazdığı mektubu da gördüm ben- tarihi dokuya zarar vermeden İstanbul’u imar etmek üzere çağırıyor Henry Prost’u. İki tane görüş var: Bir görüş diyor ki; “Henry Prost Bizans hayranıydı, onun için Osmanlı eserlerini dümdüz yaptı, Bizans eserlerine dokunmadı.”. Bir görüş de, “Osmanlı eserlerini ortaya çıkarmak için geniş geniş bulvarlar açtı, onların algılanabilirliğini göstermek istiyordu” diyordu. Ancak böyle bakınca ben, hani sanki ne Osmanlı eserine, ne de Bizans eserine hayran olduğunu düşünemiyorum açıkçası. Tek yaptığı bakın, burada göreceğiz, Roma’dan kalan su kemerlerini yıkmamış, o Allah’tan bizim otomobiller kemerlerin içinden geçebilecek genişlikteymiş de, her göze birer şerit ek getirip, Atatürk Bulvarı’nı kemerleri yıkmadan açmışlar. Bizans bilseydi herhalde Topkapı’yı da otomobillerin geçeceği şekilde kemerli yapıp, yıkılmamasını sağlardı. Bu da Saraçhane’de yaptığımız yıkımlar, burayı tanıyacak mısınız bakalım? Eminönü, bu da 1956-1960 arasındaki Eminönü’ndeki yıkımlar. Şimdi tabii geniş geniş yollar, bulvarlar açılınca artık otomobil sayısı da artmaya başlıyor İstanbul’da ve bu açılan bulvarlar bir yerlerde sıkışmaya başlıyor. Bakın, gördüğünüz gibi hemen arkasından 1963 yılında inşaat başlıyor, 1965 yılında Fevzi Paşa Bulvarı ile Atatürk Bulvarı’nın kesiştiği noktada, yani planla açılan iki bulvarın kesiştiği noktada, bir kavşak yapmak zorunda kalıyorlar ve Haşim İşcan geçidi olarak ya da Saraçhane Geçidi olarak bilinen geçidi inşa ediyorlar. Aynı şey Aksaray’da da oluyor, bakın yukarıda Aksaray’ın eski halini görüyorsunuz. Yani bir göbek döner kavşakla, Valide Camii’nin önündeki bir dönek kavşakla işleyen trafik, yavaş yavaş artık sıkışmaya başlıyor. Sol aşağıda gördüğünüz tabiyeler konuluyor ve bu gördüğünüz hoş mu diyelim, çirkin mi diyelim Aksaray Geçidi yapılıyor. Aslında İstanbul’un ilk yapılan alışveriş merkezlerinden birisi de bunun altındadır, bilmiyorum bilenler var mı? O tarihte bu geçidin altına girdiğinizde bir alışveriş merkezi değil tabii, o zaman alışveriş merkezi bilinmiyor, ama dükkanlar var diye biliniyor. Bugünkü Aksaray Yeraltı Çarşısı evet, bugün de bu halde. 129 1970’li yıllar çok ilginç yıllar; otomobil üretimi başlamış İstanbul’da, Türkiye’de, işte Anadol’u üretmişiz, arkasından Serçe, arkasından Renault 12 üretiyoruz, hızla otomobil sayısı artıyor ve köprü tartışmaları başlıyor. İstanbul’un iki yakası arasındaki tartışmalar başlıyor. “Otomobil sahipliği ve nüfus giderek artacak, bu mevcut sistemde de yolculuk yapmak artık imkansız hale gelecek. Onun için karayolu ulaştırma altyapısı muhakkak geliştirilmeli, köprü yapılmalı” diye bir görüş var o tarihlerde. Şimdi de aslında benzer görüşler var. Aşağıda da görüyorsunuz, karşı görüş de diyor ki: “Toplu taşıma sistemleri geliştirilmeden içerecek köprüler tuzağının başlangıcı olacak ve bundan sonra her yapılacak köprü diğerinin gerekçesi olacak.” Bu iki görüş de dile getiriliyor ancak köprü gördüğünüz gibi inşa edilip gidiyor. Aynı zamanda ilginç de bir dönem, 1970 muhtırasının arkasından pek fazla kimsenin sesinin çıkamadığı, muhalefetin çok fazla ortalıkta dolanamadığı dönemler. Aslında dikkat ederseniz böyle büyük ve tartışılan yatırımlar üç aşağı beş yukarı hep o dönemlere denk geliyor. Hemen 1980 arkasından da ikinci köprü vardı. Şimdi politikaya dönersek, tabii o tarihte iki önemli figür var: Demirel ile Ecevit. Demirel bakın, hınzır hınzır oradan gülerek diyor ki: “Göreceksiniz 10 sene sonra bu da yetmeyecek, bunun tadını aldıktan sonra yeni yeni geçiş imkanları arayacağız.” Demirel çok zeki bir politikacı, tadını derken neyin tadını onu ben sizin yorumlarınıza bırakıyorum. O köprünün çevresindeki rantın tadı mı, yoksa köprünün üzerinden geçiş tadı mı? Çünkü baktığınız aman köprünün üzerinden bugün geçmenin pek bir tadı tuzu kalmadı açıkçası. Ecevit tabii kendi konjonktürü gereği daha bir sosyal alana çekiyor mevzuyu ve diyor ki: “İstanbul’a köprü yapana kadar orman köylüsünün imarını yapın.” İşçi Partililer de o dönemde -benim yaşımda olanlar hatırlayacaklar- “İstanbul’a değil, Zapsuyu’na köprü” diye bir sloganla yola çıktılar ve gittiler. Hakkari’deki Zapsuyu’nun üzerine İstanbul Boğaz Köprüsü’ne benzer bir yaya köprüsü inşa ettiler. “İnsanlar Zapsuyu’nda karşıdan karşıya geçemezken İstanbul’a bu köprü yapılır mı?” diyerek onlar da böyle bir eylemde bulunmuşlardı. Zannediyorum hala da duruyor, hatta galiba yakın zamanda da tekrar köprüyü canlandırmak üzere girişimler başladı. Köprü açılıyor -bunu göstermişimdir, affınıza sığınarak tekrar koyuyorum, çünkü benim çok hoşuma giden bir fotoğraf- ve Türkiye’nin en büyük tirajlı gazetesi bütün sayfasını köprünün resmine ayırıyor, yazacak 130 hiçbir şey bulamamış: “Ne Güzel Şey” diyor. Başka söylenecek hiçbir şey yok. Arkadaki görüntüye de dikkatinizi çekerim; bugün Ortaköy Vadisi, Zincirlikuyu gökdelenlerin yükseldiği yerdeki yapılaşmaya. ‘O ne güzel şey’, bu tarafta da yine aynı ‘şey’ var, ‘ne güzel şey’, bugün arkasında büyük büyük gökdelenlerin olduğu bir ‘güzel şey’ halinde hala duruyor orada. 1980 yılında da İstanbul’da ilk kez bütün metropoliten alanı kapsayan bir nazım plan onaylanıyor. İstanbul Nazım Plan Bürosu var, burada Dünya Bankası ve yabancı uzmanlar destekli bir proje grubu çalışıyor ve İstanbul’a artık bir nazım plan yapılıyor. 1980 yılında onaylanan nazım planda köprü falan yok, ikinci köprü de yok. İşte hep göreceğimiz senaryo bu, ama dediğim gibi 1980 yılı gene darbenin olduğu bir yıl, gene muhalefetin sesinin çıkmadığı bir yıl ancak planlar bir yandan bilimsel doğrularla hazırlanıyor, uygulamaya geçince ise bazı zorluklar oluyor. İşte bakın gene burada da -bu tabii çok açık söylenmedi, ama o dönemde devlet başkanıydı yanlış hatırlamıyorsam, titri çok değişti- devlet başkanının helikoptere atlayıp, Boğaz Köprüsü’nün güzergahını tespit ettiği söylendi. Bu gelenek hala devam ediyor, helikoptere atlayan boğaza bir köprü yeri bakmaya başlıyor ve köprü de üç aşağı beş yukarı aynı yerde oluyor ne hikmetse. 4 Ocak 1986 tarihinde Boğaz Köprüsü’nün inşaatına başlanıyor. Bu ikinci köprünün açılışı, burada bakın o kadar önemli değil artık, altta başka haberler vardı, ben onları kestim: “Boğaza ikinci gurur” diye artık yarım sayfalık bir şey var, bu sefer açılışı Turgut Özal yapıyor ve diyor ki: “Bugün hizmete aldığımız bu köprü çok yakın sürede ihtiyaca kafi gelmeyecek.” Aslında ilginç bir şey var, burada herkes aynı şeyi söylüyor; yani yapılmasını isteyenler de aynı şeyi söylüyor, istemeyenler de aynı şeyi söylüyor. Çok anlamıyorum ama siyaset bu olsa gerek, herkes aynı şeyi söylüyor fakat başka şeyler ima ederek söylüyor. Özal tabii çok atak, meraklı, biraz da medyatik bir Cumhurbaşkanı, her zaman öyleydi gerçi. Arabasına biniyor; “Köprüden ilk geçen ben olacağım, in bakalım” diyor şoföre, geçiyor direksiyona, yanına da eşini oturtuyor ve kameralar arkada köprüden geçmeye başlıyorlar. Gençler belki gene hatırlamazlar ama kameralar da “boğaza ikinci gururumuz yapılmış, Cumhurbaşkanı da arabayı kullanarak geçiyor, bakalım ne söyleyecek?” diye arka koltuktan çekiyorlar. Ben çok iyi hatırlıyorum, televizyonda seyretmiştim. Özal dönüyor diyor ki: “Semra, koy bir kaset de neşemizi bulalım.” Hala neşemizi bula bula köprüden geçiyoruz. 131 1995 yılına geldiğimizde, İstanbul’da şehir değişiyor ve metropoliten nazım plan onaylanıyor tekrar; bu sefer Belediye Başkanı, Recep Tayyip Erdoğan. Recep Tayyip Erdoğan, 27 Nisan 1995’te plan onaylanmadan bir süre önce bir beyanat veriyor eskilerin deyimiyle: “Üçüncü köprü bir cinayettir, böyle bir teşebbüs İstanbul’un çağdaş kentleşmesi ve şehir içi ulaşım sistemi için ölümcül sonuçlar doğurur” diyor. Şimdi tabii bugüne geliyorsunuz, aynı insan işte köprü biraz önce Mesture Hocamız söyledi, “birinci köprüyü istemediler, utanmadan üzerinden geçtiler, ikinci köprüyü de istemediler, onun da üzerinden geçiyorlar, şimdi üçüncüyü yapacağız, onun da üzerinden utanmadan geçecekler” diyor. Yani yüzmemizi mi bekliyorlar, ne bekliyorlar ben onu anlamış değilim. Başka bir şey yapmayıp, sadece karayolu köprüsü yaparak, sonra da “üzerinden geçme” demek bana biraz anlamsız geliyor açıkçası. Bu plan bir şekilde çeşitli nedenlerle uygulanamadı ama İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul Metropoliten Planlama Merkezi adı altında -muhakkak görenleriniz vardır- uzay merkezi havasında çalışan, böyle insanların ellerinde kağıtlarla oraya buraya gittiği, koşuşturduğu falan bir merkez hazırladı. İşte üniversitelerden destek aldı. 400-500 tane uzmanın çalıştığı bu merkez yeni bir plan hazırladı ve 2006 yılında o planı da onayladılar. O planda ne köprü ne de yeni bir boğaz geçişi var. Aynı yıl yalnız başka bir gelişme daha oluyor: Gene 2006 yılında Devlet Limanlar ve Hava Meydanları İnşaatı Genel Müdürlüğü vardır, bilenler bilir Ulaştırma Bakanlığı’nın bir alt kuruluşudur. Bakın, adı üstünde demiryolları, limanlar ve hava meydanları. Aslında bu kuruluşun karayoluyla falan hiçbir ilgisi yok ama bunun kuruluş kanununa bir madde ekleniyor2006 yılında, diyor ki; “Denizlerin iki yakasını deniz altından birbirine bağlayan her türlü ulaşıma ilişkin tüp, tünel gibi ulaşım altyapı işlerini bu kuruluş yapar, bu kuruluş projelerini, şartnamelerini hazırlatır, onaylar, işletir.” Her şeyi DLH’ya veriyor. Bu kanun yürürlükten geçtikten sonra birden bire Türkiye’de çok alışık olmadığımız gelişmeler yaşanmaya başlıyor. Bakın, Nisan ayında kanun onaylanıyor, hemen bir ay sonra Resmi Gazete’de yayımlanıyor, aradan 7 ay geçmeden Boğaziçi’nde yeni bir karayolu tüp projesi hazırlanıyor. 7 ayda bu proje nasıl hazırlanıyor, nasıl seçiliyorsa yaptırmak üzere ihaleye çıkılıyor. İki firma teklif veriyor, onun üzerine ihale yenileniyor. Yalnız 2008 yılında tabii İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, Karayolu Tüp Geçidi planlarını onaylayıp, 1/5000 ve 1/1000’lik planlarına işliyor. Bu arada, 1/100.000’lik Çevre Düzeni Planı’nda yok ama 1/5000’lik ve 1/1000’lik planlarda var. Sonra sözleşme imzalanıyor ve projenin temeli atılıyor. Bir yandan, şimdi Çevre 132 Düzeni Planı’nda olmayan ama İstanbul için hayati önemli stratejik bir projenin inşaatı başlıyor. Bunu belki daha sonra biraz daha detaylı konuşuruz. 2010 yılında da başka bir gelişme: Büyükşehir Belediye Başkanı ile Ulaştırma Bakanı, ortak bir basın toplantısı düzenliyorlar ve üçüncü köprünün yerini açıklıyorlar. Yine dikkatimizi çeken konu; projenin planda işlenmemiş olması ama Ankara’dan gelen bir tepeden inme parçacı bir yaklaşımla köprü yeri seçilmiş ve açıklamak da Bakan Yıldırım’a düşmüş. Şimdi konuşmalara bakarsanız Bakan Yıldırım diyor ki: “Kocaeli Meclisleri’nde güzergahlar görüşülecek” diyerek Belediye Meclisleri adına bazı açıklamalar yapıyor. Büyükşehir Belediye Başkanı da hiç unutmuyorum: “Biz başından beri sürecin içindeydik, hiç merak etmeyin, her şeyden haberimiz var” türünden bir konuşma yapıyor. Yani yerlerinizi değiştirseniz yine olacak, Belediye Başkanı’nın söylediğini Bakan söylese, Bakan’ın söylediğini Belediye Başkanı söylese yine olacak ve sonunda daha ihalesi yapılmadı ama ben bu konuda açıkçası hakikaten umutsuzdum. Çünkü şimdiye kadar gördüğümüz olaylarda böyle konulara karar verildiği zaman, eninde-sonunda onu inşa edecek mekanizmaları buluyorlar. Bu açılışlar siyasiler için çok önemli, oy getiren, şov toplayan etkinlikler. Bizim baş müzakereci Egemen Bağış Bey’i dört tane otobüs hattının açılışına yollamışlardı. Onun da pek memnun olduğu söylenemez, yani suratına bakarsanız “nereden geldim ben?” gibisinden bir ifadeyle biraz ters ters bakıyor. Bir de işin bu tarafı var, ulaşımla siyaseti ilişkilendirmeye kalktığınız zaman bunların siyasi olarak getirileri var. Onların da toplandığı yerler bunlar, tabii bunların çok büyükleri de muhakkak yapılıyor, bundan sonra da sık sık herhalde yapılacak. Çok teşekkür ederim ilginiz için. TAYFUN KAHRAMAN- Orhan Hocam’a çok teşekkür ediyoruz. Metin Küçükoğlu Karayolları I. Bölge Müdürlüğü’nde görevli bir bürokrat. Metin Bey’den biz bugün esasında Adnan Bey gelebilseydi Adnan Beyle birlikte Metin Bey’den bürokratların bu ulaşım projeleri içerisindeki görev dağılımları içerisindeki yerini isteyecektik. Adnan Bey’den de bir siyasi figür olarak bunları talep edecektik ama bugün kendisi katılamadılar. Ben o nedenle Metin Bey’den hem bir bürokrat olarak, hem de bürokraside geçirdiği uzun yıllar boyunca edindiği tecrübelerden dolayı, siyasetin bir anlamda bürokrasiye müdahalesi nasıl gerçekleşiyor onu öğrenmeyi istiyorum. 133 Özellikle Orhan Hocam’ın projelerinde gördük, esasında yerel değil, Metin Bey’in de içinde bulunduğu ve görev aldığı Karayolları gibi merkezi teşkilatların İstanbul’da ulaşım projelerine yön verdiğini görüyoruz. Bu anlamda da sorularıma da cevap verirlerse sunumları içinde memnun olacağım. Teşekkür ediyorum şimdiden. METİN KÜÇÜKOĞLU- Hepinize kurumum ve şahsım adına saygılar sunuyorum. Ben Orhan Hocam’ın kaldığı yerden aslında devam etmek istiyorum. Gösterdiği slaytların hemen hemen tamamını Karayolları yaptı. İstanbul içerisinde bu tabii ki siyasetle iç içe olmanın bir gereği olarak yapıldı. 1950-1960’lı yıllarda hükümetlerin almış olduğu kararlar gereği İstanbul’daki tüm ulaşım yatırımları Karayolları tarafından gerçekleştirilmiştir. O dönemki Karayolları çalışanlarının anılarında da bunlar sık sık yer almaktadır. Bir açıklık daha getireyim bu helikopter gezisi konusuna: Evet doğrudur, bütün siyasiler helikopterle geziyorlar. Evren’in gezdiği helikopter gezisi aslında çok ilginçtir, bugün talep edilen ikinci çevreyolu güzergahının tam bugünkü yeri İstanbul Teknik Üniversitesi’nin arazisinin olduğu yerdi. Sebebi de şu: Harp Akademileri’nin bulunduğu yerden Karayolları geçmek istiyordu ama askeri erkanı ikna etmek mümkün olamamıştı. Evren Paşa helikopterine atladı, Karayolları’nın çizdiği güzergahı oradaki arkadaşlarımız kendisine bayraklarla sallayarak bunun buradan geçirilmesi gerektiğini anlattıkları için Harp Akademileri’nin içini kabak gibi yarıp, tünelle geçildi. Bu anekdotu anlatmak istedim sizlere. Bugün ben şöyle bir şey yapmak istiyorum: Biz Karayolları çalışanları olarak sizin karşınıza çok çıkamıyoruz. Biz bir teknik kuruluşuz, bundan dolayı da yaptığımız projeleri birebir anlatma şansını çok fazla bulamıyoruz. Öncelikle ben Marmara Bölgesi’nde ne gibi ulaşım projeleri gerçekleştiriyoruz kısaca bunlardan bahsetmek istiyorum. Daha sonra da ulaşım ve siyaset ikileminde ne gibi zorluklarla karşılaşıyoruz, yani neler yapmamız gerekir, onlardan bahsedeceğim. Mutfakta çalışan birisi olarak da naçizane kendi düşünce ve önerilerimi de anlatacağım, eğer sorular da olursa da zaman içerisinde onları da cevaplamaya çalışacağım. Karayolları Genel Müdürlüğü; gerek ulusal, gerek uluslararası yolların planlanması ve ulaşımın sağlanmasıyla görevli bir kuruluş. Kuruluş Kanunu’nda da yönetim merkezinden yönetim merkezine, sınır kapısından 134 sınır kapısına, kışla limanlara ya da kışlak dediğimiz küçük iskelelere olan ulaşımı yapmak görevi Karayolları Genel Müdürlüğü’nün. Biz bu görev çerçevesinde çalışıyoruz ve hedefimiz de Türkiye’deki karayolu ulaşımı veya diğer ulaşım sistemlerini entegre ederek ulaşımdaki aksamaları minimize edecek projeleri geliştirmek ve bunları hayata geçirmekle ilgili faaliyetleri sürdürmek. Karayolları Genel Müdürlüğü’nün -ki, 2009 yılındaki Ulaştırma Bakanlığı’nın ulaşım master planındaki- hedeflerinin arasında karayollarına tariflenen görevler var. Nedir bu görevler? Bu görevlerin arasında halihazırda ki sathi kaplama olan bölünmüş olan yolların -yaklaşık 64.000 km civarındadır Karayolları Genel Müdürlüğü’nün sorumlu olduğu bu yol ağıyarısını bölünmüş yol haline getirmeyi hedeflemek var. Karayolları Genel Müdürlüğü’ ne böyle bir konmuş ve bu çerçevede de yaklaşık 20.000 km’lere yaklaşılmış durumda. Ayrıca hedeflerinden bir tanesi de sathi kaplama dediğimiz yol kenarlarında oluşan mıcırları, tehlikeli durumları ortadan kaldıracak tedbirleri almak. Ne yapacağız? Bütün yolları BSK dediğimiz özel yollar haline getirmek istiyoruz, bu hedefte de çalışıyoruz ve ülkenin herhangi bir yerine gittiğinizde yolların kaldırıldığını, bir taraftan bir tarafa trafiğin verildiğini göreceksiniz, görüyorsunuzdur da. Bu tamamen daha yüksek kaliteli yollar yapmak amacıyla yapılmış çalışmalar. Karayolları Genel Müdürlüğü’nün bir de otoyol hedefi var. Bu otoyol hedefleri içerisinde, halihazırda 2.000 km olan otoyollarını yaklaşık 9.50010.000 km.’ye çıkarmakla ilgili gerek proje, gerek yapım, demin konusu geçen üçüncü geçiş ya da Kuzey Marmara Otoyolu gibi projeler de var. Bunlar planlanan otoyol projeleri, bunları hızla geçeyim. Sonuçta hedeflenen otoyol projelerini burada gösterdim. Kırmızılar halihazırda olan otoyollar; şu mor renkli, ihalesi yapılmış olan Gebze-İzmir Otoyolu Projesi -ki, birazdan bahsedeceğim-; yeşil renkli olanlar, üzerinde proje çalışmaları devam eden ve son aşamaya gelen projelerdir; mavi renkte olanlar proje ihaleleri kısmen yapılan -proje ihalesi diyorum, yanlış anlaşılmasın, yapım ihalesiyle proje ihalesi arasında farklılıklar var- ve üzerinde çalışılan projeler. Marmara Bölgesi’nde biz ne yapıyoruz, onlardan size bahsetmek istiyorum: Bölge olarak çalıştığımız ya da ihalesi artık tamamlanan ve akşama-sabaha başlamayı beklenen -ki, başlanan- projelerden bir tanesi Gebze-İzmir Otoyolu Projesi. Bu otoyol 422 km, bizim bölge olarak sorumlu olduğumuz kesimi ise 44 km, diğer kesimler diğer bölgelerimizin sorumluluğunda. Ancak bununla ilgili şöyle bir gelişme var: Bu otoyolun 135 yapımı ve işletmesiyle ilgili bir Bölge Müdürlüğü kuruldu, çok yakında faaliyete geçiyor, hatta bir kısmı geçti. Biz buradaki projeleri de bu bölgeye devredeceğiz. İkinci çalıştığımız projemiz: Kınalı, Tekirdağ, Çanakkale, Balıkesir Otoyolu Projesi. Bu projede de önemli aşamalara geldik, daha önceden hazırlamış olduğumuz Çanakkale Boğaz Geçişi Projesi vardı kamuoyunda da bilinen projeydi. Biz yaptığımız çalışmalar neticesinde bu projenin güzergahını değiştirdik. Özellikle çevresel etkileri de göz önünde bulundurarak Çanakkale’nin içinden geçecek ve Kazdağları’nı da etkilemeyecek bir proje üzerine çalışıyoruz. Şu anda bizim sorumlu olduğumuz mor bölüm için söyleyeyim; hiçbir tarihi yapıya, hiçbir korunması gereken tesise dokunmadan bu çalışmayı yapmaya gayret ediyoruz, yaptığımız çalışma da son aşamaya gelme noktasında. Kamuoyunda bilinen Kuzey Marmara Otoyolu Projesi’nin -bizim için adı bu, üçüncü köprü bu projenin içerisinde aslında sadece bir yapı, yani projenin 1/4’i aşağı-yukarı tünel, viyadük olan bir projede 1275 metrelik bir yapı, ama önemli bir yapı, kamuoyunda da bilinen adı üçüncü köprü projesi- bizim için toplam uzunluğu 430 km, biz orayı o noktada değerlendiriyoruz. Ayrıca çalıştığımız bazı başka projeler de var, işte Avrupa’ya bağlayacak İstanbul’u bypass edecek, İstanbul’un üzerindeki trafik yükünü alacak bazı projelerle ilgili çalışmalarımız var. Beni Avrupa’ya bağlayacak ki, Avrupa’da hazırlanan ulaşım planlarına baktığımızda artık örneğin, çok yakınımızda Yunanistan’ın bizim sınır kapımızdan başlayan ve Adriyatik’e kadar giden bir … (deşifre yapılamamıştır) projesi var, doğrudan Avrupa’ya çıkış imkanı sağlayan alternatifler bunlar. Yine Körfez Köprüsü ile birlikte düşündüğümüz bir başka yolumuz var, bu yolu gerçekleştirme aşamasına henüz daha gelmedik, fikir olarak var bu proje. Proje gerçekleştirildiğinde örneğin, mevcut otoyola göre Ankara’dan İstanbul’a daha konforlu bir yoldan gitme şansımız olacak ya da Antalya’ya ulaşımımızda zaman açısından çok büyük kazanımlarımız olacak. Bunları niye söylüyorum? Ulaşım gerçekten olayın belirleyicisi ve gideceğiniz bir noktaya en kısa sürede erişebiliyorsanız, insanlar oraya gidiyorlar. Aksi takdirde biz Zapsuyu’na 50 tane de köprü yapsak kimse oraya gitmez, bir ulaşımcı olarak önemli olan oraya zamanında ulaşabilmeyi sağlayabilmektir diye düşünüyorum. Bunu yapabilmenin tabii ki birçok yolu var: demiryolu, hızlı trenler, Karayolu penceresinden baktığımızda otoyollar, hızlı feribotlar, hava ulaşımları, bütün bunları tabii bütün olarak değerlendirebiliyorsak başarabiliriz diye düşünüyorum. Onu birazdan açacağım. 136 Bu projeleri şöyle hızla göstereyim. Nedir bu, nereden geçiyor? Gebze-İzmir Otoyolu Projesi, Yalova’ya karşıya geçtikten sonra Bursa çevreyoluna bağlanıyor, daha önceki projemizde devamında Ulubat Gölü’nün güneyinden geçiyorduk. Ancak bu noktada şöyle bir şey söylemek gerekiyor: Hazırlanan proje çalışmalarının ilk hazırlanma zamanları, yaklaşık 20 yıl kadar önce başlamış, o zamanki değerlerle bugünkü değerler arasında çok büyük farklılıklar var. Yani biz kurumsal olarak bile kendimizi zaman zaman eleştiriyoruz. Evet, zamanında çevreye çok dikkat etmeden gitmişiz, artık bunu mümkün olduğunca çevreye, tarihe, orada yaşayan insanlara da dikkat ederek yapmaya çalışıyoruz yapabildiğimiz oranda. İşte siyasetin projelere etkileri çizgisi noktasına kadar bunu söyleyeceğim. Bu yapacağımız köprü aşağı yukarı böyle bir köprü olacak. Ayakları İzmit-Gebze ile Altınova arasına yapılacak olan köprünün bir animasyon resmi. Aslında ilk planladığımızda bu köprünün üzerinde bir demiryolu vardı. Karayolları bunu özellikle Bakanlığa anlatarak bunun üzerinde bir demiryolu olması gerektiğini anlattı ve ihaleye böyle çıkıldı ama maalesef bizim de bilmediğimiz gelişmelerle bunun üzerindeki demiryolu kaldırıldı. Şu anda sadece bir karayolu geçişi söz konusu, bu dünyanın en büyük köprülerinden birisi olacak ve kuvvetle muhtemel yılbaşından itibaren fiilen başlanacak. Projenin tamamında da aşağı yukarı ufak tefek bazı çalışmalar başladı, ama önümüzdeki yılın başından itibaren de her noktasında çalışmaları görmek mümkün olacak diye düşünüyoruz. Köprünün çok uzaktan genel görünümü bu, ayakları ortada, ankraj dediğimiz halatları tutan üniteler de kenarda olacak. Bu üçüncü geçiş projesinde ise mevcut durum nedir, neden biz üçüncü köprüyü yapıyoruz konularının bu toplantıda çok detaylı konuşulmasının gerektiğini düşünmüyorum. Sadece şunu söylemek gerekiyor: Tabii ki biz bu projeyi yaparken her türlü araştırmayı yapıyoruz. Biz mutfaktakiler -biz kendimizi öyle değerlendiriyoruz çünkü- hazırladığımız projelerde neyle karşılaşacağımızın her türlü dokümanını yaptığımız projelerle birlikte hazırlıyoruz. Şunu yapıyoruz: Bir proje hazırlarsak onun mönüsünü ve tadını da bir kenara yazıyoruz ve koyuyoruz masanın üstüne, karar vericilere -bu noktada Türkiye’de maalesef karar vericiler hiçbir zaman mühendisler olamıyor- neyle karşılaştıklarını gösteriyoruz, bunları anlatıyoruz. Büyükşehir Belediye Başkanımız: “Biz bu olayın içindeydik” diyor, doğrudur. Sadece şimdiki Belediye Başkanımıza değil, bu proje 1993 yılında başladığımız bir projeydi, 1993 yılından sonraki bütün belediye 137 başkanlarına en az yarım günlük brifinglerle projeler anlatılmıştır ve anlatılıyor da, bunun bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Mevcut durum nedir burada göstermeye çalıştım ama özetle halihazır yollarımızın hiçbiri şu anda hareket etmeye müsait değil ve kuvvetle muhtemel 2012’nin sonlarına doğru da geçebilecek bütün araçlar artık bizim yollarımızın üzerinde olacak. İstediğiniz kadar otomobil alın, istediğiniz kadar yeni araç trafiğe çıkarın ama o araçlar eğer doğru bir planlama yapamazsak artık oradan geçemezler. Bundan kastım sadece karayolu planlaması değildir, biz hocalarımızla da zaman zaman ortak çalışmalar yapıyoruz. Ulaşım bir bütün, bütünü eğer planlayamazsak istediğimiz kadar yol, iz yapalım, bunu da başaramayız. Burada ben mevcut durumu yansıtmaya çalıştım ve eğer bir geçit yapamazsak ve ulaşım sistemlerini tamamlayamazsak neyle karşılaşacağımızın küçük bir tablosunu koydum. Buradan bir tane fazla araç geçiremezsiniz, teknik bunu gerektiriyor çünkü. Mühendislik birimi daha fazla ne kadar aracın geçirilebileceği, geçirilemeyeceğini bize tariflemiş, o tarifler üzerinde yaptığımız çalışma bu. Biraz önce bahsettim, planlamayı yaparken biz aslında sadece bir yol yapalım demiyoruz. Kurumsal olarak bunun tekrar üstüne basarak söylüyorum. Yukarıda yansıda gözüken bu yazdığımız bütün argümanları tek tek araştırıyoruz. Bazen bu çalışmaları resmi yapıyoruz, bazen kamuoyuna yansımaması, yanlış anlaşılmaması adına, özellikle kurumsal yanlış anlaşılmaları da ortaya koymama adına sadece en tepedeki insanlarla yapıyoruz. Ancak kurumsal olarak bilinsin ki, biz bu çalışmaları kendi başımıza yapmıyoruz. Bilinen ve beklenen şekilde olmasa da mekanizmalarımızı çalıştırarak şu yansıda gözüken tüm argümanları tek tek araştırarak bunları yapmaya çalışıyoruz, ama dediğimiz gibi sonuçta biz bir sonuç olarak bunu karar verici mekanizmanın önüne sunuyoruz. Neler yaptık bugüne kadar? Hemen hızla bakalım, bir boğaz geçişi için yapılan çalışma koridorlarını görüyorsunuz. Bunların hepsini tek tek çalışıp artı ve eksilerini biraz önce bahsettiğim gibi ortaya koyduk. Sonuçta da, ortaya çıkan böyle bir güzergahta karar verildi. Bu güzergah sadece İstanbul’u değil, Kocaeli ve Sakarya illerini de kapsıyor. Dediğimiz gibi ana gövdesi 260 km, ama bağlantılarıyla birlikte toplam 430 km’lik bir proje. Mühendis olarak, her noktasının ayrı ayrı tartışılmaya değer bir proje olduğunu söyleyebilirim. Son gelinen durumda Sakarya ve Kocaeli 138 Büyükşehir Belediyeleri’nin tartışılacak dediği şey, Büyükşehir Belediyeleri tarafından imar planlarına işlenmiş bir güzergahtır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde de biliyorsunuz 25.000’likle ilgili alınan bir karar söz konusu. Neler elde edeceğiz, neler sağlayacağız gibi bazı noktalar var. Bu yüzden bunları, özellikle teknik boyutlarıyla burada belirtip, geçeceğim. . Bizim hedeflediğimiz konulardan bir tanesi; sadece İstanbul’u değil, bir bütünü planlayabilmek. Eğer biz İstanbul’u bir bütün olarak, Marmara’yı bütün olarak planlayamazsak, İstanbul’a istediğiniz kadar proje yapın, size yarım saatte 50 tane kavşak çizerim. Çünkü projeleri hazırlayan birisiyim ama eğer olaya bütüncül bakamazsak başarılı olamayız ve akşamdan sabaha her gün her yere bir kavşak, bir demiryolu, bir liman yaparız diye düşünüyorum. Kınalı, Çanakkale, Balıkesir Otoyolu projesiyle ilgili kısa bir gösterimim olsun. Projemizin toplam uzunluğu aslında 335 km, bölge olarak da biz bunun 180 km.’lik bölümüne bakıyoruz. Biraz önce de dediğim gibi; daha önce 1993 yılında başlayıp, 1998’de biten Çanakkale Boğaz Geçiş Projesi, Çanakkale’nin içinden geçen bir projeydi. O zamanki şartlar ve o zamanki siyasi irade, o köprünün oraya projelendirilmesini sağladı. Tartışılan bir diğer konusu, boğazın en dar yeri olması sebebiyleydi, ama bugün artık teknik ve teknolojik anlamda çok daha ilerilerdeyiz. Bölgenin ve yerel değerlerin önemi daha da anlaşılmış durumda. Biz bunları da bozmayacak, ama buraya ve ülkenin kalkınmasına katkı sağlayacak şekilde bakarak bir proje hazırlıyoruz. Dediğim gibi, hiçbir hazırladığımız projede de gerek doğal, tarihi gerekse korunması gereken orman, yeşil alan gibi bölümlerin hiçbirisinden de geçmeyen bir güzergah üzerinde çalışıyoruz. Faydalarını buraya yazdık, neleri nasıl elde edeceğiz, neler bekliyoruz burada diye, ama özetle şunu söylüyoruz: Özellikle Türkiye’nin güneşi olan İstanbul’un etrafında İstanbul’u koruyacak bir duvar yaratılması gerektiğini düşünüyoruz. Aksi takdirde bu kentin ulaşımı konusunda, İstanbul Metropoliten Planlama Bürosu’ndaki hocalarımızın söylediği gibi eğer tedbirler alamazsak; İstanbul’un nüfusu 23.000.000’a gidiyor deniliyor, buraya gelmesi muhtemel bu 23.000.000 insanın gelişi Anadolu’da veya Türkiye’nin erişilebilir noktalarında önlenmesi gerekiyor. Bunun temel şartlarından bir tanesinin de ulaşım olduğunu düşünüyoruz. Eğer ulaşımı başarırsak, bununla ilgili olarak çok daha hızlı ilerleriz diye düşünüyorum. 139 Peki ulaşımla ilgili olarak siyaset-ulaşım ikilemi arasında ne gibi şeyler yapmamız gerekir? Naçizane birkaç düşüncemi açıklamak istiyorum. Öncelikle bir kere ben Karayolları’nda çalışıyorum ama aslında harita mühendisiyim. Bana mesleğin ne diye sorduklarında ben artık hiçbir zaman harita mühendisiyim demiyorum, yaklaşık 29 yıldan beri yaptığım işi söylüyorum, ben ulaşım mühendisiyim diyorum. Sadece karayolu değil, her konuda kendimi yetiştirme adına çaba göstererek bir noktaya gelen bir insan olarak diyorum ki; ulaşım tek başına bir karayolu ulaşımı değildir, ulaşım bir bütündür. Eğer siz en güzel ürettiğinizi düşündüğünüz projeyi o bütüncüllük içerisinde düşünemezseniz, başaramazsınız. Benim ulaşımla ilgili tanımım şudur; ulaşım bir Lego, bir puzzle. Bu puzzle’ın içerisine, siz eğer olması gereken taşı yerine koymazsanız, o puzzle’dan güzel bir görüntü elde edemezsiniz. Hatta diyorum ki, bir gökyüzü düşünün; güneşi bir o tarafa koyun, bir o tarafa, ikisi de olur, ama hata nerede? Hata eğer onu doğru yere koymazsanız gölgesi ters düşer. O nedenle ulaşımla ilgili bütün planlamaları bir bütüncüllük içerisinde tasarlamazsak, biz bunu başaramayız şimdi olduğu gibi. Yani İstanbul’da, Türkiye’de biz ulaşımı başaramıyoruz. Bunun sebeplerinin araştırılması lazım, bu gibi toplantılarda belki daha geniş boyutuyla konuşulması ya da tartışılması gerekir diye düşünüyorum. Ulaşımı başaramamanın birkaç sebebi var: Bir bütüncüllüğümüz yok. Örneğin, İstanbul ile ilgili baktığımızda bunu hocalarımız dahil herkes söylüyor, herkes her kafadan bir şey söylüyor. Merkezi hükümet söylüyor, yerel yönetimler söylüyor, görevli olan söylüyor, olmayan söylüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan 75.000.000 insanın hepsi ulaşımla ilgili uzmandır, böyledir bu. Bütün radyoları, televizyon kanallarını açın bu böyledir, ama Türkiye’nin İstanbul’da, metropol şehirlerde ulaşım yönetecek bir idaresi yoktur. 4 yılda bir, 5 yılda bir seçilen politikacılar, yerel yöneticiler ulaşımın bütüncüllüğünü sağlayamaz, çünkü bir ulaşım yatırımı bir günlük, iki günlük iş değil, kaldırım söküp takmaya benzemez bu tip şeylerde pardonunuz yoktur. O nedenle İstanbul’da sürekliliği olan bir ulaşım yönetimi olması gerekir. Yerel yönetimler ile merkezi hükümetlerin entegrasyonunu sağlayacak bir yönetim olması lazım. Yönetim tarzı çok tartışılabilir, ama burada ulaşım politikalarını ortaya koyacak bir bütüncüllük yok, bir kere bunun bilinmesi lazım. Siyasetin de bu politikalara nasıl müdahale ettiğini burada tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Hızla şöyle bir şey söyleyeyim: Ulaşımı başaramamanın sebepleri açısından söylenecek çok şey var, belki bir tur sonra söylerim, kısmet olur 140 mu bilmiyorum ama Karayolları 1950 yılında kurulduğunda bir grup mühendisi Amerika’ya ulaşım planlaması konusunda göndermiş. Bir tanesi D100 Devlet Karayolu’nu planlayan kişi, Cahit Yalgın adında çok değerli bir ağabeyimiz, “Hichway Manuel Capacity” kitabını “Yolların Kapasitesi” adıyla Türkçeye çeviren değerli bir insan. Kitapta Amerikan idaresine, oradaki yöneticilere bir soru sormuş: “Türkiye’de akşamdan sabaha politikacılar geliyor, bizden şu yolu şöyle yap, bu yolu böyle yap diye istiyorlar ya da yaptığımız projeleri kaldırıp bir kenara atıyorlar, uygulamıyorlar. Bu Amerika’da mümkün müdür, olabilir mi?” diye sorduklarında Amerikalı şöyle cevap vermiş: “Evet, olabilir, valinin böyle bir yetkisi var, ama bir dahaki seçimlerde seçilemez. Bilir ki, Amerikan halkı bizim mühendisimiz yıllarca bu işle kafa yormuş, en doğrusunu bulmuş, bunu uygulamayan valiyi affetmez ve bir dahaki seçimlerde bunu o koltuğa oturtmaz”. Herhalde bugün sorunumuz bu diye düşünüyorum. TAYFUN KAHRAMAN- İsterseniz vaktimizi biraz soru-cevap bölümüne de saklayalım, orada da tekrar tartışma fırsatımız olacak. Ben sizden sonra sözü hiç uzatmadan hemen Haluk Hocam’a vermek istiyorum. Çünkü şu anda yarım saatlik bir süremiz kalmış gibi görünüyor ve sonrasında da 15-20 dakikalık soru-cevap bölümümüz olacaktır. Haluk Hocam, buyurun. Prof. Dr. HALUK GERÇEK- Benim bir sunumum yok. Sadece bu toplantının teması çerçevesinde aldığım bazı notlar var ve onlarla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Orhan Demir tarihsel bir süreç içerisinde, siyasetin ulaştırma ve kent yapılaşması üzerindeki etkisini güzel bir sunumla anlattı. Bu sunum sırasında bende birtakım geriye dönüşler oluştu. Çünkü Vatan Caddesi ve Millet Caddesi açılırken bizim evimiz Aksaray’daydı. Ben İstanbul doğumluyum. İlkokula gidiyordum o sırada. O caddelerin açılışını hatırladım birden. Dozerler gelip evlerin etrafını halatla çevirir sonra da çekerlerdi ve evler yıkılırdı. Sonrasında da biz çocuklar koşup yıkıntılardan çinko, bakır vb. toplayıp leblebiciye satardık. Vatan Caddesi ilk açıldığı zaman, 50 metrelik şahane bir top sahası olmuştu bizim için. Çünkü araç falan geçmiyordu ve biz mahalleli çocuklar üzerinde futbol maçı yapıyorduk. Arada bir uzaktan bir otomobil gelirse kenara çekilirdik ve sonrasında tekrar top oynamaya devam ederdik. Sonra o yollar kendi trafiklerini yarattılar. Bugün o caddelerde sürekli trafik sıkışıklığı yaşanıyor. Yani yaptığınız her yol, bir süre sonra etrafındaki yapılaşmanın da etkisiyle kendi trafiğini yaratıyor. Bu gerçeği köprülerde ve çevre yollarında da gördük. 141 Ulaşımı sadece karayolu yaparak, yol yaparak çözemeyeceğimizi hala anlamış değiliz. Yeni projeleri biraz önce Karayolları 1. Bölge Müdürlüğü’nde görev yapmakta olan Metin Küçükoğlu bizlere aktardı. Hakikaten karayolu mühendisleri özveriyle çalışıyorlar. Kendi açılarından uygun değerlendirmeler de yapıyorlar. Metin Bey bahsetmedi ama benim bildiğim kadarıyla üçüncü boğaz geçişiyle ilgili olarak incelenen çok sayıda alternatif içerisinde, Karayolları Müdürlüğü’nün “yapılsın” dediği alternatif, bugünkü üçüncü köprünün olduğu yer değildi. Mevcut iki köprünün arasından geçen alternatifti. Ulaştırma Bakanlığı ya da siyasiler Karayolları Müdürlüğü’nün seçimini kabul etmedi. Bunun yerine, İstanbul’un kuzeyinde, ilk bakışta kimsenin anlam veremediği ama sonradan sebepleri yerli yerine oturan üçüncü köprü projesini önerdiler. Önerilen bu yeni köprünün güzergahı, İstanbul’daki birinci ve ikinci köprülerdeki talebin azalmasına yol açmayacak veya orayı rahatlatmayacaktır. Çünkü yeni köprü o kadar kuzeydedir ki, birinci ve ikinci köprüyü kullanan insanların üçüncü köprüden geçmesi beklenilemez. Üçüncü köprü kendi trafiğini yaratacaktır zaman içerisinde. Onun nasıl trafik yaratacağı da seçimden bir süre önce Sayın Başbakanın: “İstanbul’un kuzeyine iki tane yeni şehir yapacağız” açıklamasıyla yerli yerine oturmuştur. Yani aslında üçüncü köprü ve Kuzey Marmara Otoyolu bir ulaşım projesi değildir. Bir arazi geliştirme projesinin tamamlayıcılarıdırlar. İstanbul’un kuzeyinde 1.5.000.000 nüfusu barındıracak iki ayrı şehir yapılırsa bu yeni köprü üzerinde belirli bir trafik oluşur. Ancak bu bölgede ne orman kalır, ne su havzası kalır, ne korunması gereken doğal alanlar kalır. Bu girişten sonra esas temamız olan siyaset-planlama ilişkisi üzerine birkaç şey söylemek istiyorum. Benim görebildiğim kadarıyla burada üç tane temel aktör var. Birincisi siyasetçiler, siyaseti yapanlar, politikacılar ya da yöneticiler de diyebiliriz bunlara. Kent üzerinde, bölge üzerinde, ülke üzerinde ulaşım ve kentleşme üzerine karar veren insanlardır bunlar. İkincisi plancılar ya da teknisyenlerdir. Bu mühendisleri ve profesyonelleri de katabiliriz. Teknik anlamda projeleri, planları oluşturan insanlardır bunlar. Üçüncüsü ise kentte yaşayanlardır. Yani bir bölgede oturanlar ve orada hayatlarını devam ettiren insanlardır. Şimdi bu üç aktörün dışında –ki bunları ana aktörler olarak görüyorum- başka bazı yan aktörler de vardır. Arazi geliştirenler, yatırımcılar ve medya gibi. Ama esasında üç tane ana aktör var. Bu aktörlerden siyasiler plana inanmıyorlar. Bunun altını kesinlikle çizmemiz lazım. Planı yaptırıyorlar çünkü bu bir yasal zorunluluk haline gelmiş. Bölgesel ölçekte, kentsel 142 ölçekte, stratejik ölçekte ve bunların alt ölçeklerinde değişik planlar yaptırılıyor. Çünkü yasal olarak bu planları yaptırmakla yükümlüler. Ama bu planı yaptıran siyasilerin hiç birinin bu planları uygulamak için yaptırdığını düşünmüyorum. Yani planlamayı, kamu yararı sağlama, kaynakları en uygun biçimde hakça dağıtma aracı olarak görmüyorlar. Daha ziyade ileride değiştirilebilecek birer altlık olarak görüyorlar. Ama hiçbir yöneticinin ya da siyasinin bu planları bir yasal zorunluluk olarak düşündüğünü de açıkçası düşünmüyorum. Ki uygulamalar bunu gösteriyor. Bir kere plana inanmadıkları çok net görünüyor. İkinci olarak da, siyasiler ulaştırmanın, arazi rantı yaratmada çok önemli bir araç olduğunu iyi biliyorlar. Yani bir yere erişilebilirliği geliştirdiğinizde, kolaylaştırdığınızda oradaki arazinin değerlendiğinin farkındalar ve bunu da iyi kullanıyorlar. Dolayısıyla arazi rantının dağıtılmasında ulaştırmanın rolünün siyasiler tarafından çok iyi kavranmış olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Siyasilerin ulaştırmaya çok fazla ilgi göstermesinin bir başka nedeni de; ulaştırma yatırımlarının anıtsal yapılar olmasıdır. Asma köprüler, tüneller, metrolar, havaalanları, büyük limanlar şeklindeki bu anıtsal yapılar, siyasilere çağa damgalarını vurma tatmini de sağlıyor. Yani her büyük siyasetçinin ya da Başbakanın, Cumhurbaşkanının kendi adıyla anılan bir ulaştırma yapısı mutlaka ortaya çıkıyor. Birinci köprü “Demirel’in köprüsü” diye bilinir. İkinci köprü ise “Turgut Özal’ın köprüsü”dür. Üçüncü köprü de muhtemelen “Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın köprüsü” olarak anılacaktır. Dolayısıyla kente ya da bölgeye damgasını vuran böyle anıtsal yapıların destekleyicisi olma fikri, siyasilere her zaman cazip gelmiştir. Tabii bu manevi tatminin dışında, biraz önce söylediğim gibi, büyük yapıların getirdiği kardan kazanç sağlayan çok geniş bir kesim de vardır. Bu kesimlerin siyasetle olan ilişkisi de çok net biçimde biliniyor. Türkiye’de, rant dağıtma aracı olan bu tür vizyon yapıları her siyasetçinin sevdiği ulaştırma yapılarıdır. Geçmişte de bunun örnekleri zaten mevcuttur. Bir başka nokta ise siyasetçilerin emin olduğu ve bunu sonuna kadar kullandıkları, kentte yaşayanların bilgisizliği, eğitimsizliği ve ne olup bittiğinin farkında olmamaları durumudur. Özellikle 1980’li yıllardan sonra, bu apolitize olma meselesiyle birlikte, insanlar kendi yaşam alanlarıyla ilgili konularda çok fazla tepki göstermez hale geldiler. Büyük kentlere büyük göç baskısı var. “Kentli kim” diye sorduğunuz zaman bugün sosyal bir problem ortaya çıkıyor. Kırsal kesimden büyük kentlere, İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e göç eden hiç 143 kimsenin kendisini kentin sahibi olarak görmediğini düşünüyorum. Yalnızca kendi küçük yaşam çevreleri içerisinde hayata tutunmaya çalışıyorlar. İllegal yapılar yapıyorlar, belediyeye dilekçe verip bir minibüs hattı ya da bir İETT hattı bağlatıyorlar, kaçak elektriğe bağlanıyorlar ve bir şekilde şehre tutunuyorlar. Kentin çevresinde yaşayan ve böyle bir sosyal yapıya sahip kimseler kentin içerisine yapılan müdahaleleri de çok fazla önemsemiyorlar. Onlar daha çok kendi yaşamlarıyla ve kendi dar çevreleriyle ilgililer. Marmaray ile ilgili halka açık toplantılardan birkaç tanesine katılmıştım. Bu toplantılarda halktan insanlar, “Menekşe istasyonu nerede olacak hocam?” gibi sorular yöneltiyorlardı. Onlar için önemli olan, oradaki balıkçı dükkanın istasyon yapısından ne ölçüde etkileneceğidir. Ya da bir yerde küçük bir evi olan ya da gecekondusu olan insanın kaygısı, istimlaktan zarar görüp görmeyeceğiyle ilgilidir. Bunlar haklı da görülebilir. Ama “üçüncü köprü yapılsın mı?” diye sorduğunuz zaman da çoğu “yapılsın” der. Hayatında belki de üçüncü köprüyü hiç kullanmayacaktır. Kente sahip çıkma, farkındalık ya da bilinçlenme olmadığı için siyasetçiler bunu sonuna kadar kullanmakta ve “isterseniz halka soralım” diyebilmektedirler. Hakikaten de bugün sorduğumuz takdirde İstanbullular’ın belki de yüzde 70’i “üçüncü köprü yapılsın” diyebilir. Bu bilgi ve büyük ölçüde bilinç eksikliğinden kaynaklanan bir durumdur. İkinci grupta ise plancılar, teknisyenler ya da profesyoneller bulunmaktadır. Kendimizi de akademisyen olarak bu grubun içerisine sokabiliriz. Bu gruptaki kişiler, bir anlamda yönetimin istediği ve kanunların gerektirdiği planları yapmaya çalışıyorlar. Mesleki deneyim ve birikimleriyle, dünya görüşleriyle, doğru bildikleri şeyleri kağıt üzerine dökmeye, onları tasarlamaya, planlamaya çalışıyorlar. Korumacı yaklaşımlarla planlar oluşturuluyor. İstanbul’un son çevre düzeni planı; 2005’le 2009 arasında, neredeyse 4 yıl süren bir çabayla, onlarca, yüzlerce plancının ve teknisyenin katılımıyla oluşturuldu. El emeği, göz nuru döküldü. Ortaya çıkan plansa tamamlandığı anda geçersiz hale geldi. Çünkü biraz önce bahsedilen birçok ulaştırma ve kentsel gelişme projeleri bu planda yoktu. Seçim öncesinde bu projelerin, bizzat Başbakan ve/veya Ulaştırma Bakanı tarafından yapılacağı söylendi. Şimdi de bu planlar üzerine bunların işlenmesi çabası var. Yani planlar hiçbir şekilde geçerliliği olmayan planlar haline geldi. O zaman ne oldu bu plancı ya da teknisyen dediğimiz gruba? Aslında bile bile kullanılmış 144 oluyorlar. Kendi mesleki faaliyetlerini yerine getiriyorlar. Doğru bilinen ya da genel doğrular çerçevesinde oluşturulmuş bir tasarım, bir plan oluşturuyorlar. Ama bunların uygulanmayacağının da çoğu zaman farkındalar. Ne yazık ki, burada fazla da bir etkileri yok. Planı yapmak ve ortaya koymaktan sonra, bunun uygulanabilirliğini kontrol etmek plancıların yapabileceği bir şey değil. Burada tamamen siyasilerin ve bu işten rant alan grupların etkisini görüyoruz. Tabii biraz da iğneyi kendimize batırabiliriz. Her iktidarın, anlayışına uygun teknisyen ve profesyoneller bulması da mümkündür. “Kentsel gelişmeden, bölgesel gelişmeden ne anlaşılıyor?” sorusunun yanıtında; büyük kentsel transformasyon projelerini, dönüşüm projelerini görebilir ve bunların “bir gelişim göstergesi” olduğunu söyleyen plancıların varlığından da söz edebiliriz. Televizyondaki tartışmalarda “bu proje İstanbul’u uçurur” diyen kent bilimcilerine siz de tanık olmuşsunuzdur. Kanal projesiyle ilgili örnek vermek gerekirse; “uçurur” da, “batırır” da diyenler var. Sonuçta plancılar da kendi aralarında, bütün mesleklerde olduğu gibi, fikir birliğine sahip değil. Dolayısıyla siyasiler kendi görüşlerine uygun teknisyenleri, profesyonelleri ve plancıları da bulabiliyorlar. Plancı ya da teknisyenlerin yer aldığı grupla ilgili olarak bir başka önemli nokta daha var. Bizler kendi aramızda, kendi mesleki jargonumuzu kullanarak anlaşabiliyoruz. Ancak yaptıklarımızı halkın anlayabileceği bir dille anlatamıyoruz. Bilgilerin normal vatandaşa aktarılmasında bir sorun var. Biraz önce belirttiğim gibi, o insanlar bu konulara zaten fazla ilgi göstermiyorlar. Çünkü kendi yaşam alanlarında başka problemleri var. İlgi gösterilse bile, iletişim kurmada bizim başarılı olduğumuzu düşünmüyorum. Kendi aramızda kendi terminolojimizle anlaşmamız mümkün. Ama ne yazık ki yapılan işlere yönelik bilimsel açıklamalar, halka pek fazla bir şey ifade etmiyor. Bunları belki de başka bir şekilde söylemenin yolunu bulmak gerekiyor. Bunu “nasıl yaparız?” diye düşünmemiz lazım. Marmaray örneği gibi büyük projelerin halka tanıtım toplantılarında, bu durum çok net olarak görünüyor. Halkın anlayabileceği bir dille bazı şeyleri aktarmanın gerekliliği ortaya çıkıyor. Şimdi asıl önemli olan ve kentte yaşayanlardan oluşan üçüncü gruba geliyorum. Kentin esas sahipleri onlardır. Kendi mekansal alanları içerisindeki müdahalelere ses çıkarması gereken, tepki göstermesi gereken ya da görüş bildirmesi gereken onlardır. Ancak değişik nedenlerle, mevcut karar verme 145 süreci içerisinde, ya yeteri kadar seslerini duyurma imkanları yok ya da gerekli bilgiye ve bilince sahip olmadıkları için tavır koymakta pek fazla gönüllü olmuyorlar. Öncelikle “katılımcılık” lafı bence artık sinir bozmaya başladı. Çok söyleniyor ama bunun yolu nedir? Herkes bir meydana toplansın ve fikrini mi söylesin? Yoksa devam eden plan çalışmalarında zaman zaman yapıldığı gibi, halkı temsil eden birtakım sivil toplum kuruluşları çağırılıp görüşleri alınarak, mümkün olduğu kadar planlara aktarılmaya mı çalışılsın? Bu da güzel bir yol ama katılımcılıktaki esas eksiklik, hesap sorma aşamasında başlıyor. Kimse biraz önce Metin Bey’in örneğini verdiği gibi, yanlış yapılan ve milyarlarca dolara mal olan bir projenin kararını veren bir politikacıdan hesap sormuyor. Bu nedenle de bu insanlar, rahatlıkla bu yanlışlıkları yapmaya devam ediyorlar. Bir sonraki seçimde, üçüncü köprüyü yapan ya da yaptıran bakanların ya da aracı olan kişilerin parlamentoya seçilememesi gibi bir tehdidin varlığından haberdar olunda böyle bir şey yapmaktan kaçınılır. 1995 yılında, Sayın Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıyken, biz İstanbul Teknik Üniversitesi olarak Büyükşehir Belediyesi’ne İstanbul ulaşım ana planını hazırlıyorduk. O zaman, Sayın Erdoğan, verdiğimiz bir brifingden önce bana şunu sordu: “Üçüncü köprü yok değil mi hocam planda?” Çünkü o zaman üçüncü köprü, kamuoyunda ve partiler nezdinde puan kaybettirecek bir olguydu. Seçim propagandasında partiler, üçüncü köprü yaptırmamayı pozitif puan olarak kullanıyorlardı. Bu anlayış sonradan değişti. Artık bu tür yanlış projeleri yaptıklarında, gelecek seçimde seçilmeme gibi bir tehlikenin olmadığını biliyorlar. Çünkü halk yine gidip oy veriyor bunları yapanlara. Çok rahat hareket ediyorlar. Demokratik sistemde hesap sorma mekanizması eksik. İstediğiniz kadar planlar hakkında STK’ların görüşlerini alın. Peki, plan uygulanmadığı zaman kimden, nasıl hesap soracağız biz? Özellikle 1980 sonrasında, toplumda değer yargıları da değişti. Liberal ekonomik göstergelerle artık planların önemi azaldı ve projeler öne çıktı. Özellikle de vizyon projeleri. “Çılgın” olarak tanımlanan projeler, bir anlamda, vizyonu olan siyasetçi ve vizyonu olan plancı etiketini de beraber getiriyor. Bunlara karşı çıkanlar ise; vizyonsuz, her şeye muhalefet eden, bir şeyden anlamayan, hep aynı şeyleri söyleyen insanlar olarak değerlendiriliyor. Tabii bu kapkaç ortamında, bu işlerden az da olsa pay almak ümidiyle kentte yaşayanlar da, aynı dalga boyutuna gelmeye başlıyorlar. Poyrazköy’le Garipçe arasında küçük bir arazisi olan, bir dükkanı olan veya balıkçı restoranı olan küçük esnaf da “buradan köprü geçerse benim arazim 146 kıymetlenecek ve ben de köşeyi döneceğim” diye düşünmeye başlıyor. Herhangi bir yere yapılan bir kavşak ya da tünel projesi sonunda, çevredeki arazinin değerlenmesi beklentileri olan ve orada yaşayan, vaktiyle oraya gecekondu yapmış, tamamen yasal olmayan yollardan araziyi işgal etmiş insanlar dahi bundan yarar sağlamaya çalışıyorlar. Yani bu rant meselesi sadece büyük holdinglerin, büyük firmaların ya da yatırımcı kuruluşların büyük karlar sağladıkları bir alan olmaktan çıkıyor. Küçük insanlara da bir şekilde bir miktar kazanç getiriyor ve durduk yerde gayrimenkul üzerinden gelir sağlıyorlar. Bu durum tabana yayıldıkça kentte yaşayanların tepkisi ortadan kalkıyor. Sadece idealist, iyi niyetli bazı STK’lar, meslek odaları, bazı semt örgütleri, “üçüncü köprüye hayır platformları” gibi bazı oluşumlarla eylemler düzenleyip, gösteriler yaparak mümkün olduğu kadar bunları halka aktarmaya çalışıyorlar. Halkın büyük çoğunluğunun az ya da çok ölçüde bu işten sebeplendiği bir ortamda, bu seslerin etkisinin çok fazla olmadığını da görüyoruz. Bu durumda ne yapacağız? Bence öncelikle, üçüncü grupta yer alan kentte yaşayanların, farkındalığının arttırılması yönünde çaba göstermek gerekiyor. Burada siyasi partilere büyük görevler düşüyor. Aslında siyasi partiler iktidardayken, siyasetçi şapkalarıyla bu rant mekanizmasının ortağı oluyorlar. Ama muhalefete geldikleri zaman, görevlerini çok da fazla yerine getirdiklerini söylemek mümkün değil. Özellikle bu kentte yaşayanların farkındalığının ve bilinç düzeyinin arttırılması konusunda yeterli çabanın gösterilmediğini düşünüyorum. Aksine karşıt örnekler çok daha fazla. Küçük ölçekli rantlarda bazen aracılık da yapıyorlar. Birkaç seçim öncesinde, ulaşım konusunda bildiklerimi anlatmak için, küçük bir siyasi partinin Kadıköy’deki semt kahvelerinde örgütledikleri halkı bilgilendirme toplantılarından birkaç tanesine katılmıştım. Bu toplantılarda şunu gördüm: Ev kadınları ve çevre esnafı, anlatılanları ellerine kağıt-kalem alıp, not tutarak dinliyorlardı. Aslında insanlarda böyle bir talep var ancak bunu partilerin daha iyi organize etmesi gerekiyor. İnsanlara bazı konuları çok daha iyi anlatarak, toplumsal tepkinin, farkındalığın oluşmasını sağlamak ve bu suretle de politikacılar üzerinde bir siyasi baskı oluşturmak mümkündür diye düşünüyorum. Esas düğüm, bu işe tepki vermesi gereken grup olan kentte yaşayanlarda. Çünkü siyasiler her dönemde, aynı içgüdülerle ve aynı çıkar ilişkileri ile hareket ediyorlar. Tabii iyi niyetle çalışanları bir kenara bırakıyorum. Bu durumda; üçüncü grup yani kentte yaşayanlar, kendi yaşam alanlarını böyle geri dönülmez biçimde 147 değiştiren vahşi müdahalelere karşı önce bilgili olmak sonra da buna tepki göstermek zorundadırlar. Çok teşekkür ederim. TAYFUN KAHRAMAN- Sayın hocalarım, isterseniz soru-cevap bölümümüze geçelim. Ben de bazı sorularımı sizlere iletmek istiyorum. Salondan şu anda bir soru gelmiyor. O halde ben sorularımı yönelteyim. Orhan Hocam; tarihsel süreç içerisinde ulaşım mastır planı birkaç kez yapıldı. Ama neden uygulanamadı? Mesture Hocama, sizden de sunumunuzu daha spesifik bir şekilde 3. Köprü konusu ile bağlamanızı rice edebilir miyim? Çünkü bildiğiniz gibi çok büyük bir direnç var. Metin Bey, bürokrat kimliğinizi biraz açıkladınız. Esasında bize onun sırlarını verdiniz. Bürokrat kimliğinizin arkasında, siyasi olarak gelişen bu projelere karşı tavrınızı çok net olmasa da bizler de buradan okuma şansına erişmiş olduk. Ama siyasetle bürokrat kimliğiniz arasındaki, özellikle projeci yaklaşımlardaki çelişkileri bize çok net cümlelerle kısaca açıklayabilir misiniz? Haluk Hocam, size de biraz önce anlattıklarınızın paralelinde “siyaset neden bu kadar agresif?” diye sormak istiyorum. Teşekkür ediyorum. Dr. ORHAN DEMİR- Asında hepimizin 2,5 dakika kadar zamanı var. Ama ben sanırım biraz daha şanslıyım. Çünkü benim söyleyeceklerimi Haluk Bey biraz önce çok güzel açıkladı. Üçlü sacayağının nasıl işlediğini, herkesin rolünü nasıl oynadığını anlattı. İstanbul’da, 1986 ve 1996 yılarında yapılan iki imar planı ve iki ulaşım ana planında da çalıştım. İkisi de özveriyle çalışılan ve İstanbul için doğruların söylendiği planlardı. Her ne kadar 1986 planı üçüncü köprü planı diye bilinse de, Bedreddin Dalan zamanında hazırlanan raporlar okunduğu zaman görülecektir ki, orada üçüncü köprü önerilmedi. Aslında oradaki en önemli önerilerden bir tanesi raylı sistemlerdi. Bugün Aksaray’dan çıkarak havaalanına ulaşan ama plandaki orijinal haliyle İkitelli’ye giden raylı sistemdi. Yani geçmişteki bazı projelerin uygulandığını söylemek mümkündür. 1986 planında raylı sistem önerilmiş ama iktidar değişiklikleri projelerin uygulanmasını engellemiştir. Çok spesifik bir örnek vereyim: 1986 planında önerilen raylı sistem, Aksaray’dan çıkıp doğrudan İkitelli’ye gidiyordu. Ama o zamanki belediye ve iktidar döneminde sadece Otogara kadar olan kısım yapıldı. İktidar değiştikten sonra projeler de 148 değiştirildi. İkitelli’ye giden raylı sistem güzergahı Zeytinburnu’na, oradan da havaalanına döndürüldü. Şimdi biz bazı çalışmalarda, İkitelli’deki yoğun talebin nasıl karşılanacağının cevabını arıyoruz. Yapılan yanlışlar, başka yanlışları da beraberinde getiriyor. İlgili kişilerim bildiği üzer; Yenikapı’dan İkitelli’ye giden yepyeni bir yüksek kapasiteli raylı sistem projesi hazırlandı. Belki de bu proje onaylanacak ve uygulanacak. İktidar değişiklikleri maalesef bu tip projelerin uygulanamamasında çok önemli etkenlerden bir tanesidir. Diğer etkenleri biraz önce belirttiğim gibi Haluk Bey çok detaylı olarak açıkladı zaten. Çok teşekkür ederim. Prof. Dr. MESTURE AYSAN BULDURUR- Burada maalesef çok önemli konulara bir cümle ile değinip geçmek durumunda kalıyoruz. Dünya nüfusu 1802’de 1.000.000.000, 1927’de 2.000.000.000, bugün ise 7.000.000.000’dır. Yani geometrik olarak artış göstermektedir. Enerji tüketimi ise 2009 yılıyla 2010 yılı arasında Türkiye’de yüzde 9,8, dünyada ise yüzde 5,8 oranında artmıştır. Bunun gibi birçok veri göstermektedir ki; gelecekte kaynakları sınırlı, alanı belirli dünyamızda büyük sorunlar yaşanacaktır. Bu konuyu daha fazla uzatmayacağım ama çok önemli olduğunu da vurgulamak isterim. Sürdürülebilirlik konusunun altını çizmek ve bu konuyu her alana yaymak, ilkokuldan başlayarak bütün eğitim kurumlarında buna değinmek, çözüm yolları aramak gerekiyor. Bu konunun tarafı olarak bizim de bundan gerekli payı almamız gerekiyor. Bu konuda çözümler üretmek zorunda olduğumuzu bilmemiz ve bu bilinçle hareket etmemiz gerekiyor. Siyasetin baskısını ortadan kaldırmak adına, biraz önce üzerinde durmaya çalıştığım ve Haluk Bey’in de üçlü sacayağı olarak özetlediği konuda; plancılara, kendi adına karar verilen halka ve siyasilere çok görevler düşüyor. Bu bilinci yaymak durumundayız. Şimdi bu çerçevede ulaşım konusuna geçeceğim. Artık tüm dünyada biliniyor ki, toplu taşıma ve raylı sistemler ulaşımın vazgeçilmezleridirler. Bu 50.000 nüfuslu şehre de raylı sistem getirilmesi anlamını taşımaz elbette. Ancak uluslararası camiada bunların standartları bilinmektedir. Hangi şehirde, hangi yapıda, hangi yoğunlukta, hangi büyüklükteki kente nasıl bir ulaşım sistemi gerekir? Bunların standartları ve normları bellidir. İstanbul gibi ülkemizdeki yoğun kentlerde ve tarihi kentlerde toplu taşımanın kesinlikle olması gerekiyor. Örneğin; 1.000.000 nüfusa gelindiğinde metro sisteminin kente mutlaka kurulması gerektiği belirtiliyor. 149 İstanbul’da ise nüfus 12.000.000’a geldiğinde küçük bir metro sistemi yapıldı ve bu sistem yavaş yavaş yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Demek istediğim şu: Raylı sistemler, sürdürülebilirlik konusuyla aynı düzlemde yer alıyor. Ulaşım adına alınacak kararlarda toplu taşıma ve özellikle raylı sistem önem kazanıyor. Kendi verilerimize baktığımızda, yolculukların yüzde 5’i - 6’sının raylı sistemlerle yapıldığını görmekteyiz. Belki son zamanlarda biraz artmıştır. New York’ta ise bu oranın yüzde 31, Tokyo’da ise yüzde 40 olduğunu görüyoruz. Demek ki birçok eksiğimiz var. Bir de bütüncül yaklaşımdan söz etmiştim. Bütüncül yaklaşım çerçevesinde; verimlilik, ekonomi ve sürdürülebilirlik konularından bahsetmeliyiz ancak vaktimiz sınırlı. Ekonomiyle sürdürülebilirlik birbiriyle çelişen kavramlar olmamalıdır. Zira toplantının ilk gününde Ruşen Bey de bu konuyu izah etmeye çalıştı. Karşıt gibi görünen kavramlar arasında bir denge bulmak zorundayız. Ekonomi gereklidir. Ülkeler bazında rekabet edebilmek için ise verimlilik esastır. O halde ulaşımda normlarımızı belirlerken, bu verimlilik esası üzerinden hareketle, raylı sistemleri mutlaka kurgulamalıyız. Bütüncül yaklaşımlardan ve tüm ulaşım sistemlerinin entegrasyonundan bahsettik. Kentin doğal yapısı, konumu, coğrafyası vb. özellikleri, kentin doğu-batı ekseninde gelişmesini gerektiriyor. Tarihsel süreç içerisinde de böyle gelişti. Önce demiryolları ile gelişti ve bildiğiniz gibi sonrasında karayolları ile yukarıya taşındı. Şimdi ise kentin omurgası yokken, raylı sistemi yoğun bir şekilde kenti besleyecek bir şekilde tesis edilmeden ve diğer ulaşım sistemleri ile entegrasyonu sağlanmadan üçüncü boğaz köprüsü, dördüncü boğaz köprüsü tartışılıyor. Görüldü ki, şehirlerarası ulaşımı karşılamak üzere getirilen bu sistemler o hizmeti yapamıyor ve şehir içi ulaşıma hizmet etmeye başlıyor. Dolayısıyla ulaşım sistemini bütüncül olarak ele almak gerekiyor. Arazi kullanımıyla denk tüm olasılıkların değerlendirilmesi, önlemlerin alınması gerekmektedir. Kentin omurgası oluşturulduktan, olasılıklar değerlendirildikten ve önlemler alındıktan sonra hala zorunluysa köprü tartışılabilir. Şu anda deniz yolu verimli olarak kullanılabiliniyor mu ya da raylı sistemler yeterli mi? Köprüye gerek olduğunu zannetmiyorum. Zaten yapılması da gerekmemeli. Yapıldığı takdirde olumsuz sonuçlarının neler olacağını, havzaların, ormanların yerleşime açılmak zorunda kalacağını biliyoruz. METİN KÜÇÜKOĞLU- Siyaset, bürokrat ve projeler arasındaki çelişkiler ve ilişkiler çerçevesinde bana bir soru yönelttiniz. Haluk Bey’in 150 söylediği bir şey var: Sacayağının bir tanesi kamuoyudur ve kamuoyunu yaratmanın yolu da ilgili kurumları oluşturmaktan geçer. Şöyle bir şey düşünün: Ben 1982–1983 döneminde mezun oldum. Bu Şehir bölge Planlama Bölümü’nün Yıldız Teknik Üniversitesi’nde açıldığı yıldır. Biz “Bu nedir?” diye soruyorduk. Hatta harita mühendisliği bölümünün bir katını işgal ettiler. “ Bu nereden çıktı? Bu işi yapan bir sürü mimar ve plancı var.” dedik. Aslında yapamıyorlarmış. Şimdi görüyoruz ki; Şehir Plancıları Odası birçok etkinlik tertipliyor ve bir kamuoyu yaratabiliyor. Konuşmamın arasında da söylediğim gibi bizim şöyle bir eksikliğimiz var: İstanbul’la ilgili bir ulaşım idaremiz yok. Dünyada olan ama Türkiye’de olmayan bir başka eksikliğimiz de, ulaşımla ilgili eğitimlerdir. Türkiye’de ulaşım mühendisliği eğitimi yok, Ulaşım Mühendisleri Odası yok. Bunu kimler dile getiriyor? Şehir Plancıları, Harita Mühendisleri, İnşaat Mühendisleri getiriyor. Türkiye Cumhuriyeti 2023 yılına kadar gerçekten 700.000.000.000 Dolar tutarında ulaşım yatırımı yapacaksa, bunun mutlaka mühendisi olması gerekiyor. 1998 yılında iki köprü arasındaki güzergahı hakkında, o günkü ilgili belediye başkanına tam yarım gün süren bir sunum yaptık. Ama daha sonra belediye başkanı bize projeden haberi olmadığını söyledi. Biz kurumsal olarak hazırladığımız projeyi elbette artısı ve eksisiyle anlatıyoruz. Belki gerekçesi “Ben iktidardaki partinin başkanı değilim. Bu nedenle bu projeye ben karar veremem.” şeklindeydi. Zannediyorum benzer sebepler kamuoyuna anlatılamadığı sürece ya da biz bu kurumları oluşturmadığımız sürece A Partisi veya B Partisi buna devam edecektir. Önemli olan, bu kurumları Türkiye’de ve öncelikle İstanbul’da yaygınlaştırmaktır. Teşekkür ederim. Prof. Dr. HALUK GERÇEK- “Siyasiler neden bu kadar agresif?" şeklinde bir soru yönlendirildi. Bir kez daha açıklamaya çalışayım. Siyasetle uğraşanların en büyük kaygıları oydur. Demokratik bir yapı ve şu anki parlamenter sistem içerisinde, siyasiler seçmenlerin oyuyla göreve geliyorlar. Dolayısıyla siyaset yapma işlerine devam edebilmeleri için oya ihtiyaçları var. Oy kimden geliyor? Toplumdan ve halktan geliyor. Şu andaki konjonktüre baktığımda, agresifliğin giderek arttığını görüyorum. Mesela iktidardaki parti son yıllarda oy oranını arttırdı. Bu da onlara daha bir güven veriyor. Toplumdan destek arttıkça, kendi yaptıklarının daha doğru, daha yerinde olduğunu düşünüyorlar. Ama çok kaba bir şekilde yüzde 50’ye yüzde 50 oranındadır. Toplumun geri kalan yarısı kendileriyle aynı şekilde 151 düşünmüyor. Böyle bir ortamda, siyasilerin yaptıkları işlere ve kente yaptıkları müdahalelere, o kentte yaşayanlardan gerekli tepkiler gelmez ise bu böyle devam eder. Demokratik eylem biçimleri var. Ama nihai eylem biçimi sandığa gidip oy kullanmak şeklindedir. Öyle bir korkuları ve endişeleri olmadığı takdirde bunları yapmaya devam ediyorlar. Bunları yaptıkça, bu işlerden sağlanan rantı, giderek daha geniş kesimlere dağıtma durumları söz konusu olabildiğinden destekçileri de artıyor. Bu böyle bir kısırdöngü olarak devam ediyor. Bu arada kaybeden kent oluyor tabii. Daha önce bir gazete yazımda da belirtmiştim. Bu konuda zaten başka yayınlar da var. Bence kente karşı işlenmiş suç kavramını, yeni Anayasa çalışmaları sırasında bence ciddi biçimde gündeme getirmek lazım. Çünkü bu projelerin bir kısmı, biraz önce Mesture Hanım’ın da söylediği gibi, çocuklarımızın, gelecek nesillerimizin, torunlarımızın yaşayacağı ortamları tamamen ortadan kaldıracak projelerdir. Bu projelerin kente karşı, çevreye karşı işlenmiş birer suç olarak görülmesi lazım. Ben hukukçu olmadığım için bu konuda derinlemesine bir bilgi sahibi değilim. Bir mühendisin yaptığı bina yıkıldığı zaman nasıl ki o mühendisin yakasına yapışıp hesap soruluyorsa, kentin bütün doğasını tahrip eden büyük bir proje, üstelik de geri dönülmez bir biçimde mekanı değiştiren proje sahiplerine de aynı tepkiyi göstermek gerekir. Bunu suç olarak değerlendirip, projeyi yapandan hesap sorulacak bir yasal çerçevenin oluşturulması, yani kente karşı suç çerçevesinin oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. MEHMET AKKAYA- Ben Sarıyer’den Mehmet Akaya. Haluk Hocama ve tüm hocalarıma şunu sormak istiyorum: İstanbul Kanal projesinden hiç bahsedilmedi. Milyonlarca veya milyarlarca canlı denize dökülerek böyle bir kanal yapılacağını düşünüyorum. Acaba milyonlarca canlıyı yok edip öyle bir kanal projesinin yapılmasına yüzde kaç ihtimal veriyorsunuz? Teşekkür ederim. Prof. Dr. HALUK GERÇEK- Açıkçası ben kanal projesini, gerçekleştirilebilecek bir proje olarak görmüyorum. Sadece seçimden önce, seçmeni etkilemek amacıyla ortaya atılmış bir proje olarak gördüğüm için çok fazla üzerinde durmadım. Aslında bu konuda yazanlar, çizenler oldu. Özellikle ekolojik bakımdan, bunun o kadar yapılabilir bir proje olmayacağı ve çok büyük etkilerinin olacağı söylendi. Ben pek fazla ihtimal vermiyorum bunun gerçekleşeceğine. Bu nedenle de gündemde daha fazla yer bulmuş 152 olan üçüncü köprü, Kuzey Marmara geçişi ve Avrasya Tüneli projesi gibi projeler -ki ihaleleri de yapılmış- daha realist ve daha yakın tehlikelerdir. Tepkilerin bunlar üzerinde yoğunlaşması gerekiyor. Bana göre kanal projesi, seçim öncesi sansasyon yaratmak amacıyla gündeme getirilmiş bir projeydi. Çok fazla gerçekleşme olasılığı bana göre yok. METİN KÜÇÜKOĞLU- Üçüncü köprüyle ya da Kuzey Marmara Otoyolu projesiyle ilgili son bilgi şu: Bildiğiniz üzere, Kuzey Marmara Otoyolu projesinin yapımına yönelik ihale ilanına 23 Mart tarihinde çıkıldı. 27 Ağustos tarihinde ise son teklifler alınacaktı. Ancak teklif veren ve dosya satın alan yaklaşık 10’un üzerinde konsorsiyum tarafından bazı talepler ve istenilen ilave bilgiler oldu. Bu nedenle tarih 5 Ocak’a ertelendi. Yani şu anda ihaleden teklif alma süreci devam ediyor. Bundan sonraki süreci şöyle özetleyebilirim: Gebze-İzmir Otoyolundaki süreci size ancak anlatabilirim. İlgili firma ya da ilgili grup seçildikten sonra, sözleşme için görüşmeler yapılıyor. Bunlar 2-3 ay kadar sürüyor. Ardından da bir proje süreci, uygulama projesi süreci başlıyor. Bunlar normal periyodunda olacaksa 1-2 yıl sürüyor. Körfez köprüsünde bu süre iki yılı geçti. Mesela yılbaşında, her noktada çalışma yapılacak hale gelindi. Hatta bazı yerlerde ön çalışmalar başladı. Örneğin, Samanlı tünelinden bahsedebilirim. Köprüyle ilgili çalışma da, yılbaşında Japonlarla yapılan bir anlaşmayla başlayacak. Benzer süreç burada da olacaktır. Bu tabii hukuki ve teknik boyutuyla gidecek bir konudur. Kanal projesi ile ilgili düşüncem de şu: Ben mühendisim. Sonuçta görmediğim bir proje üzerinde yorum yapmak bana çok doğru gelmiyor. Projeyi tüm boyutlarıyla, çevresel etkileri ile incelemek mühendisliğin gereğinidir. Biz bunu ortaya koyamadığımız sürece bu hep konuşulur. Bunun yolu, bunun ne olduğunu anlamaktır. O nedenle de böyle bir çalışma varsa, bunun her yönüyle bilinmesi lazım. Sosyal, ekonomik, çevre, doğa, kamulaştırma, yapım, doğaya, çevreye olan etkileri maiyetleriyle birlikte bu ortaya konamadığı sürece, bir dahaki seçime de malzeme olur diye düşünüyorum. ELİF …- Ben peyzaj mimarlığı öğrencisiyim. Ulaştırmacı ya da plancı değilim. Ama Metin Bey’e bir sorum olacak. İstanbul’daki nüfus artışı konusunda bir korkunuz olduğunu söylediniz ve ulaştırmanın, yolların artmasıyla bunun azalacağını belirttiniz. Ben bir öğrenci olarak ve düz mantık kurarak, ulaştırmanın açıkçası nüfus artışını tetikleyeceğini düşünüyorum. 153 Çünkü üçüncü köprü olduğunda, sadece üçüncü köprü olmayacak. Orada yeşil alanların kaldırılacak ve otoyolların kurulacak. Otoyol kurulunca ya da oraya yollar gidince insanlar yerleşecek. Oradaki yerleşme ile nüfus daha da artacak. Ben bunun bir çözüm olmadığını düşünüyorum. Bu kadar insanın bunu nasıl düşünemediğini de anlayamıyorum. Bunu bana açıklar mısınız? Gerçekten çekincelerim var üçüncü köprü açısından. FAZLI CEYLAN- Sarıyer’den geliyorum. Fatih Sultan Mehmet Mahallesini Güzelleştirme Derneği başkanıyım. Üçüncü köprüyle ilgili Metin Bey’e bir sorumuz olacaktı. Bir sorumuz da Haluk Hocamıza olacak. Bizler Sarıyer’deki 20 mahalleyi kapsayan sivil toplum kuruluşları olarak, üçüncü köprüyle ilgili Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odasıyla birlikte toplantılar yaptık. Üçüncü köprü halka anlatıldı. Şimdi üçüncü köprünün ne getirdiği ve ne götürdüğüne ilişkin teknik olarak bilgi sahibiyiz. Ama biz görüyoruz ki, 39 ilçesi olan İstanbul’da sadece Sarıyer’in üçüncü köprüye “hayır” demesi yeterli değil. 38 ilçenin “evet” derken ve bir ilçenin “hayır” demesinin yeterli olmadığını net olarak gördük. Çünkü daha önce yapılan sempozyumlarda, İTÜ’deki toplantılarda, Sarıyer Belediyesi de, Sarıyer’deki bütün sivil toplum kuruluşları da, tüm mahallelerdeki mahalle dernekleri, mahalle derneklerinin platformları da, “hayır” diyor. Sarıyer’de bir rant alanı var. Haluk Hocamın söylediği gibi, bir arazi konumu var. Rant, siyaset ve ideolojinin önüne geçmektedir. Onun için öbür ilçelerdeki duyarlı tüm vatandaşlarımızın da bu konuda destek vermesi gerekiyor. İTÜ’nün yapmış olduğu bir ankette de gördük. 10 tane köprü yapılsa dahi, İstanbul trafiğinin çözülüp çözülmeyeceğini Metin Bey’e sormak istiyorum. Bir de direkt Kınalı’dan transit geçiş deniliyor. Yani siz buradan kalkıp Kınalı’ya gideceksiniz ve Kınalı’dan geçeceksiniz. İstanbul’un nüfusunun kaçı bu istikameti kullanacaktır? Yol ve neden toplu taşımaya doğru bir istikamet yürümüyor? Benim sorum bu kadar, teşekkür ediyorum. TÜRKAN AFŞAR- Ben İTÜ Şehir ve Bölge Planlama öğrencisiyim. Benim de şöyle bir sorum olacak: Bu geldiğimiz durumda, bundan sonra ne yapılabilir? Biz ne yapabiliriz? Çünkü hakikaten yapılan şeylerin, mesleğimize bir hakaret olduğunu düşünüyorum. Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Şu ana kadar katıldığım bütün panellerde, toplantılarda hep bu gösteriliyor. Ama bundan sonra ne yapabiliriz? Bize bir öğüdünüz var mı? Bir şeyler yapmak istiyoruz. Ama sonunda, bir şey olsun istiyoruz. Sanırım burada en büyük 154 kilit, halkı bilinçlendirmek. Yapabileceğimiz ne var? En büyük sıkıntımız da bu konuda. TAYFUN KAHRAMAN- Başka soru almayacağım çünkü süre konusunda da sıkıntılarımız var. Başka sorusu olan varsa, şu anda el kaldırmasını rica edeceğim. NURTEN ÇAR- Teşekkür ederim. İTÜ’de Şehir ve Bölge Planlama okuyorum. Sadece Haluk Hocanın konuşmalarına yetişebildim ve aktardıkları için kendisine teşekkür ederim. En azından farkındalıklarını paylaştığı için. Konumuz planlama ve siyaset, özellikle İstanbul üzerinden. Ondan sonra hükümetin İstanbul’u bir ego aracı ya da manevi tatmin aracı olarak kullanmasından bahsettik. Daha sonra buna çanak tutan, bu hükümetin eylemlerine de çanak tutan bir ezici çoğunluktan, seçmenden bahsettik. Aklıma direkt 1970’lerdeki sinema sahneleri geliyor. Biz hep mazlumun yanındaydık. Daha sonra nasıl bu kadar ezici durumuna geçebildik? Hiçbir zaman kullanmayacağı kanal projesi ya da üçüncü köprü projelere ısrarla “getirilsin” diyen bir kesim var. Benim halim memleketin hali, diyerek kendimden örnekler vermek istiyorum. Geçen sene internet üzerinden bir STK’ya üye oldum ve her gün onlarca mail geldi. Ben bunların hiçbirine açıp bakmadım. Daha sonra bu STK’nın kurucularından biri bana burs vermeye başladı. Bu burs üzerine, her gün o kişinin maillerine bakmaya başladım. Bir hafta içinde bursum kesinleştim. Son bir hafta içerisinde açtığım maillerden üç dört tanesine imza attım. Mesela, GDO’lu besinler kategorisine şu an mısır girecekmiş, uygulayıcılar ve genetikçiler eğer ellerine 500.000 tane imza gelmezse bunu kesinlikle yapacaklarını söylemişler. Böyle saçma, neresinden tutulacağını bilmediğim bir uygulama var. Onun dışında 2B alanlarının yapılaşmaya açılması konusu vardı. Ona da hemen imza attım. Hatta o sırada, yanımda bulunan ev arkadaşlarıma da imzalattırdım. Online imza atıyoruz. Komik bir durum. Ama memleketin hali bu ve ben de bunun bir parçasıyım. Planlama kavramlarının daha da basitleştirilerek halka tanıtılması atölyesi olacak ve önümüzdeki cumartesi ben de buna katılacağım. Haluk Hocamdan ders de aldım geçen sene ve sınıfta kaldım. Bugünkü konuşmadan sonra iyi ki de kalmışım diyorum. Şimdi farklı bir vizyonla dinleyeceğim artık o dersi. Siyaset dilinin agresifliğinden bahsettik. Onlar bu dili kullanırken aynı zamanda uyguluyorlar. Bu psikolojide de vardır: Ne kadar agresif 155 görünürsen, ne kadar baskın görünürsen fikrin yanlış bile olsa doğrudur. Karşı taraf onu doğru olarak algılar. Uygulayıcılar, işin teknisyenleri ya da ehil kişileri, bilirkişileri, altyapısı olan kişileri -ben de gelecekte öyle olacağımagresif bir dil kullanmıyor. Acaba çok mu pasifiz? Çünkü hakikaten halk bilinçsiz. Mesela, az öne bahsettiniz, kırdan kente gelen kişi kendini kentli hissetmiyor. Ama İstanbul’dan bahsediyoruz ve bunun yüzde 80’i neredeyse kır hayatı yaşıyor. Bu çok vahim bir durum. Agresif dilden yanayım, teşekkür ederim. Bu konuda mesela, bahsettiniz de, bizler neler yapabiliriz? STK’lardan bahsediyoruz, güçlerinden bahsediyoruz. Hocamın dediği gibi halkı meydana getirip bir ferman mı okutalım? Yoksa STK üyelerinin kurucuları ya da yöneticileri bir araya getirilsin ve fikir mi beyan etsin? Ne olursa olsun o ezici çoğunluk, o cahil kesim uyandırılmalı ve evet agresif bir dille. Teşekkür ederim. TAYFUN KAHRAMAN- Yeni bir söz hakkına ne yazık ki izin veremeyeceğim. Arkada bir soru vardı, o soruyu da alıp daha sonrasında bitirmek zorundayız. Çünkü konuşmacılarımız da cevap verecekler. Programımızı 20 dakika aştık şu anda. CEMAL EJDER- Öncelikle salonda bulunanları ve değerli hocalarımı saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Dün de, bugün de aynı söylemlerle karşı karşıya geldik. Değerli hocalarımın bahsedilen ve yaşanılan bu illegal yapıların içerisinde, bir gün seyahat etmelerini bekliyorum. Bir de o sokaktaki insanlarla birebir görüşmelerini, bu illegal yapıların bugün bu hale nasıl geldiğini, kimlerin öncülük ettiğini görmelerini isterim. Ezber laflardan ziyade biraz da pratik laflarla konuşmanın daha faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü bu illegal yapılarla, legal yapıları karşı karşıya koymak gerekiyor. Bana göre Türkiye’de yapılan hiçbir legal yapı yok. Çünkü yapılan legal yapılarda, sizin gibi akademisyenlerin suçu var diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum. TAYFUN KAHRAMAN- Esasında dün yapılan tartışmalarda bu soruya cevap verildi. Yani illegal, kaçak ya da yasadışı yapılmış yapı kavramından hocalarımızın ne kastettikleri, bunların bir dönemin özellikle sosyal konut projeleri oldukları ve devlet destekli olarak bunların geliştiği, esas kastın bunlar olmadığı, iyi niyetle bu sözcüğün kullanıldığı aktarıldı. Literatürün ne yazık ki böyle oluştuğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu nedenle, lütfen bunu rencide edici olarak algılamayın. Gecekondu dediğiniz 156 şey, dün de açıklandığı gibi, bir döneme damgasını vurmuş sosyal konutlardır esasında. O yüzden de burada kaçak yapı şeklinde bahsedilen şey, imar hukukuna ve o sıradaki imar mevzuatına aykırı yapılmış yapı olması hasebiyle bu şekilde tanımlandı. MEHMET KÜÇÜKOĞLU- Elif Hanım, nüfus artışının İstanbul’da çok fazla olacağını, ulaşım projelerinin bunun daha da tetikleneceğini ve bunun nasıl bir ikilem olduğunu sordu? Burada bana göre konu şu: Eğer siz ülkenin bir yerini erişilebilir yaparsanız, o insanlar oradan buraya gelmezler. Bütün mesele, insanların gün içerisinde bir yere gidip-gelişini sağlayabilmektir. Bunu yapmanın yolu da; bu tip ulaşım projelerini, hızlı trenleri, otoyolları, hava ulaşım sistemlerini entegre etmektir. Bir örnek vereceğim size. Bir Japon yetkiliye: “Kuzeyde bir adanız var, üstünde 10 tane insan yaşıyor. Niye buraya otoyol ve hızlı tren yaptınız?” diye sorduğumuzda, aldığımız cevap şu oldu: “Biz oradaki insanların, orada yaşamasını, orada üretmesini, tüketime malını anında sunmasını istiyoruz, hastaneye gidip gelecekse de günübirlik gidip gelmesini istiyoruz.” Bu İstanbul nüfusunun artmasıyla, bence çok uygun düşüyor. Nüfus artışıyla ilgili benim öngörüm değil bu. İstanbul ulaşım mastır planı çalışmaları esnasında, İstanbul’un planlamasıyla ilgili çalışmalarda nüfus bilimciler söyledi bunu. İstanbul’u ve çevresini planlayamazsanız “İstanbul 23.000.000’a gidiyor” diyorlar. Bunun temel taşlarından bir tanesi, ulaşımı tüm ülkeye yaymaktır ve anında gidip gelmeyi sağlamaktır. Fazlı Bey, sadece Sarıyer’in tepki vermesinin yetmeyeceğinden söz etti ve İstanbul Boğazı’ndan ne kadar insanın geçeceğine dair bir soru yöneltti. Bunu Türkan Hanım’ın sorusu ile birleştirerek yanıtlayacağım. Geldiğimiz durumda “ne yapabiliriz?” sorusunun bana göre cevabı, biraz önce söylemeye çalıştığım kurumları oluşturmaktan geçiyor. Eğer ulaşımla ilgili ses verecek bir kurum yoksa bu konuları hep konuşur oluruz diye düşünüyorum. Boğazdan geçişle ilgili rakamları daha önceden vermiştim. Biz aslında bir projeyle ilgili yaptığımız tüm çalışmalarda, yalnızca bu çalışmada değil, bölgede ve Türkiye’de yaptığımız her proje çalışmasında; projenin artılarını ve eksilerini bir kenara yazıyoruz ve sonrasında bunları tablolar halinde yayınlıyoruz. Uygun olan ortamlarda kendi görüşlerimizi tabii ki açıklıyoruz. 157 Prof. Dr. HALUK GERÇEK- Bir arkadaş “plancı ya da kentli olarak bundan sonra ne yapabiliriz?” diye bir soru sordu. Açıkçası yapılacak çok şey var. Yapılacak en temel şey; geniş kitlelerin, yaşadıkları mekana ve kente sahip çıkabilecekleri, yapılacak yanlış müdahalelere karşı koyabilecekleri bir bilinç düzeyine ulaşmalarının sağlanması ve bir farkındalığın oluşturulmasıdır. Tabii burada, bu görevi yerine getirebilecek STK’lar ve siyasi partiler gibi değişik kurumlar var. Burada ise önemli sorunlardan bir tanesi medyadır. Yazılı ve görsel medya ne yazık ki, doğru bilginin yaygınlaşması konusunda pek olumlu bir tavır içerisinde değil. Tersine, halkın bazen yanlış bilgilendirilmesine de aracılık ediyorlar. Tabii bu medyanın kimler tarafından kontrol edildiğini yani gazete ya da televizyon sahiplerinin, aynı zamanda büyük holding, emlak şirketi, gayrimenkul geliştirme şirketi sahipleri olduğunu düşünürseniz, medyadan bu konuda bilgilendirme beklemek biraz safdillik olacaktır. Mesela, birkaç film yapıldı. İstanbul Film Festivalinde, İstanbul’un kentleşmesi ve ulaşım sistemiyle ilgili iki film gösterildi. Bunlardan biri Ekümenopolis filmidir. Bu filmi bir türlü geniş katılımlı gösterime açamadılar. Festivallerde gösterilen bu film uluslararası düzeyde ödül de kazandı. Ekümenopolis; gerçekten de kentteki ekolojik eşiklerin, doğal eşiklerin, nüfus eşiklerinin nasıl aşıldığını, ulaşım sisteminin buna nasıl aracılık ettiğini gösteren güzel hazırlanmış bir filmdir. 20 Ekim’de burada da gösterilecek. Bu tür halkı gerçekten bilinçlendirecek görsel imkanların, medyada çok fazla yer aldığını söyleyemeyiz. Bu bilinçli bir tavırdır. Sosyal medya diye bir şey var. Bence bu çok önemle kullanılması gereken bir şey. İnternet üzerinden insanlar birbirlerini bulmaya başlıyor, gruplar oluşuyor ve birtakım eylem biçimleri ortaya çıkıyor. Özellikle genç kesim bunu çok kullanıyor. Bence bunu tepki koyma konusunda daha geniş kapsamlı kullanmak gerekiyor. Ama esas görev siyasi partilere ve diğer kurumlara düşüyor. TAYFUN KAHRAMAN- Herhalde bugünün ilk oturumunun sonucunu almış olduk. Ben tüm konuşmacılarımıza tekrar buradan teşekkür etmek istiyorum. Sizlere de sabrınız ve katılımınız için teşekkür ediyorum. Şu anda öğle yemeği arası veriyoruz. Teşekkürler. 158 4. OTURUM “KENT ve MUHALEFET” EREN KÜRKÇÜOĞLU- Hoş geldiniz. Öğleden önceki oturum yarım saat kadar sarktığı için yemek arasına geç çıkılmış oldu, o yüzden biraz geç başladık, beklettiğimiz için özür dileriz. İstanbul Buluşmaları 2011’in 4. Oturumu: “Kent ve Muhalefet” başlığında, oturumu açmak üzere oturum moderatörü Prof. Dr. Fatma Ünsal’ı huzurlarınıza takdim ediyorum. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Evet, hoş geldiniz değerli katılımcılar. 4. Oturumumuzu açıyorum. Öncesinde birbirinden değerli davetli konuşmacılarımızı burada yer aldığı sırayla davet ediyorum: Dr. Şükrü Aslan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Esra Balcı İstanbul S.O.S. Sivil Toplum Girişimi, Yrd. Doç. Dr. Erbatur Çavuşoğlu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sarıyer Mahalle Derneğini temsilen Sayın Cemal Ejder, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Mimarlar Odası İstanbul Şubeden Prof. Dr. Deniz İncedayı. Değerli katılımcılar, bugün aslında bu 4. Oturumun temasına yönelik bir şeyler söyleyerek başlamayı planlanıştım, ama bunun öncesinde İstanbul Buluşmalarının nasıl başladığına, hatta fikir olarak nasıl doğduğuna tanıklık eden şanslı plancılardan biri olarak o süreçte rol alan çok değerli hocalarımızın adını bir kez daha hatırlayarak başlamak istiyorum. 2005 yılında o zaman Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Bölüm Başkanımız Prof. Dr. Güzin Konuk ve yine o zamanki dönem başkanımız Ahmet Turgut’la bir sohbet anında ortaya çıkan İstanbul Buluşmaları düşüncesi, daha sonra üç üniversitenin de (MSGSÜ, İTÜ, YTÜ) benimsemesi ve o üniversitelerde bölüm başkanlığı yapan çok değerli hocalarımız; Yıldız Teknik Üniversitesi'nden Prof. Dr. Zekai Görgülü ve Prof. Dr. Hüseyin Cengiz, İstanbul Teknik Üniversitesi'nden Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy ve Prof. Dr. Handan Türkoğlu ile Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden Prof. Dr. Aykut Karaman’ın çok değerli katkılarının yanı sıra, Oda Şube Başkanlarımız Ahmet Turgut'la birlikte; Erhan Demirdizen, Pelin Pınar Özden ve Tayfun Kahraman’ın büyük katkıları sayesinde bugüne geldi. Dünkü katılımda gözlemlenen çoğunluk ve yoğunluk da verilmek istenen mesajının doğru yerlere ulaştığına dair bize bir gurur veren bir süreci anımsattı. Tabii yine bu 159 senenin sekretaryasının şahsında geçmiş dönemlerde de İstanbul Buluşmaları'nın geri planında, mutfağında yer alan, özveriyle çalışan genç arkadaşlarımıza da bir kere daha tebrik ve teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Akif Burak Atlar, Kumru Çılgın ve Çare Olgun Çalışkan da çok özverili, yaz boyunca çok yoğun bir iletişim trafiği sonucunda bizim bugün bu başarılı noktaya gelmemize büyük katkıda bulundular. Hemen temamızdan kısaca söz edip, değerli konuşmacılarımızı hızlıca tanıttıktan sonra onların görüşlerine başvuracağız. Dün de bir konuşma yapma şansım olduğu için birtakım mesajları iletebildim, ama bugün tekrar temaya özgü birkaç noktaya temas etmekte fayda olabilir. Dün de konuştuğumuz gibi, defalarca dile getirildiği üzere; artık kaynak dağılımında eşitsizliklerin olduğu, bu eşitsizliklerden dolayı siyasetin kaçınılmaz olduğu bir konjonktür içindeyiz. Bugünkü oturumumuzda ise; planlamaya karşıt bütün güçlerin ve atakların çok güçlü olduğu bu yapı içinde, siyasetin temel bileşenleri olan iktidar ve muhalefeti tartışacağız. Oturumumuzda iktidarı temsil edececek konuşmacıların da olmasını çok istedik. Kendilerine sorularımızı yöneltmek ve onların da katkılarını, görüşlerini almak üzere davetlerimiz, çok sayıda girişimimiz yanıtsız kaldı ve iktidarı temsil edenlerle maalesef oturumumuzda birlikte olamadık. Dolayısıyla bugün biraz muhalefet odaklı bir tartışma yapacağız. Muhalefet aslında iktidarın tamamlayıcı yapısal öğesi ve giderek metalaşan -dün yine bu çok tartışıldı- üretimsizleşme sürecinin baş unsuru haline gelen kentsel arazide yaratılan o toplu mağduriyetlerin temel dayanağını oluşturmakta. Kentsel muhalefet de -aslında dün yine ifade ettiğimiz gibi- kentsel planlamanın da bir mücadele aracı olabileceğinin temel göstergelerinden biri olarak bugün masaya yatırılacak. Tabii ki yine sonuçta varmak istediğimiz, buradan topluma vermek istediğimiz mesajlardan en önemlisi; kentsel planlamanın yeniden yapılanmasında artık kentsel muhalefetin hem içselleştirilmesi, hem de işlevselleştirilmesi. Sadece içselleştirmekle kalmayıp, artık bir işlevsel öğe olarak kentsel planlama sürecine entegre olabilmesi. Bu bağlamda bugün tartışmalarımızı geliştireceğiz. Sizlerin elindeki programdan daha farklı bir sıralama yapmaya çalıştım. Oturumumuza akademik formasyona sahip katılımcılarımızla başlamanın kavramsal çerçeveyi ortaya koyarken daha hızlı yol kat etmemizi 160 sağlayacağını düşündük. Onun için sizleri ilk başta Prof. Dr. Deniz İncedayı’yla baş başa bırakacağım, ama sözü ona bırakmadan evvel, kısaca kendisini tanıtmak istiyorum. Aslında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Bölüm Başkanı kendisi, ama burada bulunmasının esas nedeni çok etkin ve güçlü bir meslek örgütü olan Mimarlar Odası'nın İstanbul gibi kritik bir kentinin başkanlığını yürütmekte oluşu. Bunun yanı sıra uluslararası platformlarda da Türkiye’yi, İstanbul’u temsil ederek sözünü ettiğim çift apoletli kimliğini başarıyla sürdürmekte. Aynı şeyleri tekrar etmemek için belirtmekte fayda görüyorum, bugün burada bulunan bütün akademisyenler çok güçlü birer sivil toplum örgütçüsü olma özelliğine sahip. Dolayısıyla onlar sadece akademisyen değil, aynı zamanda birer sivil toplum gönüllüsü. Buyurun Hocam. Prof. Dr. DENİZ İNCEDAYI- Çok teşekkür ederim Sayın Başkan. Çok değerli konuklar, katılımcılar; öncelikle sizleri saygıyla selamlıyorum. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi adına katılıyorum ve beni davet ettiği için Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi'ne ve bu güzel toplantıyı destekleyen tüm kurum ve kuruluşlara teşekkür ederek başlamak istiyorum. Benden istenilen bu bağlam ve program çerçevesinde; planlamanın siyasetle ilişkisi, mimarlıkla ilişkisi ya da ayrılamaz bütünlüğünün yanı sıra, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi olarak “Muhalefet ve Kent” başlığı altında sürdürdüğümüz platform ağı, mücadelelerimiz, bakış açımız ve dünya görüşümüze dair paylaşımlarda bulunarak bir bakış açısı geliştirmekti. Ben de buna paralel olarak, kentsel planlamayla mimari tasarımın muhalefete yönelik sürdürdüğü son dönem çalışmaları üzerine biraz da kuramsal bakış ekleyerek sunuşumda bir tartışma ortamı oluşturmayı amaçladım. Bilindiği üzere, Uluslararası Dünya Mimarlar Birliği her yıl dünya mimarlarını, mimarlığa bağlı birçok disiplini içeren bir tema etrafında tartışmaya çağırıyor. Bu yılın teması “İnsan Hakkı Olarak Mimarlık”tı. Dolayısıyla bu sadece sembolik bir başlık ve de sembolik bir gün -Dünya Mimarlık Günü her yıl Ekim ayında ilk Pazartesi günü kutlanmakta- ama tabii ki mimarlıkla sınırlı değil, planlamanın ve bizimle ilgili diğer disiplinlerin de başlığı olabilecek nitelikte, insan haklarına, kamu haklarına yapılan bir vurgu. Bunu vurgulayarak sunuşuma başlamak istiyorum çünkü konumuz giderek toplumsal bağlamda kamusal haklara, yararlılığa ve önceliklere doğru uzanacak. Hep birlikte çok hızlı bir değişim dönüşüm sürecinin içinde yaşamaktayız ve birçok tartışmamızı bu noktadan başlatabiliriz. Küresel 161 iletişimin, internet devriminin ya da teknoloji çağının getirdiği çok farklı yeni yapısal düzenlemeler, çok kültürlü ortamlar, iletişim gücünün getirdiği olanakları birlikte deneyimlemekteyiz. Bunları meslek alanımıza, planlamaya ve tasarıma dair süreçlere nasıl yansıtacağımız da bu yüzyılın önemli bir sorunsalı olarak karşımızda durmakta, çünkü bu araçlar kuşkusuz teknik sadece olarak düşünülemez. Kolaylıklar teknik sınırlarıyla tarif edilemez. Aslında düşünce biçimine, zihniyete yansıyan çok önemli yeni yapılanmalara neden olmaktalar. Hepimizin bugün içinde yaşadığı gibi, siyasetle ilişkisi yine ayrılamaz bir bütün olduğu muhakkak, ama bugün daha çok liberal doktrin paralelinde tanımlanabiliyor. Bu karmaşık sürece baktığımızda; bir taraftan aslında giderek yeni imkanlara kavuşmakta, birtakım kolaylıklar yaşamaktayız ve iletişim teknolojisini kullanarak özellikle daha güçlü bir sivil topluma dönüşmekteyiz ama bir diğer taraftan da tehditlerle de karşı karşıyayız. Bunlarla yüzleşmek ve de bunları aşmak durumundayız. İşte bu noktada toplumsal ve mesleki alanda, muhalefet çok önemli bir rol üstlenmekte. Zannediorum ki bizim de sorumuz; tehditler karşısında araçlarımız neler olacak, nasıl bir vizyon ortaya koyabiliriz ya da bunları nasıl sorgulayıcı bir biçimde ele alabiliriz? Burada muhalefetin önemine bizim başlığımız çerçevesinde değinmek istiyorum. Aslında muhalefet bu anlamda muhalefet olsun diye değil kuşkusuz ya da iktidarın sadece bir parçası değil, onun ötesinde kamu haklarının da sözcüsü olarak bitmeyen bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Nasıl ki, insan hakları insanın var oluşundan beri gelişen, değişen bir süreçse, muhalefet de bu anlamda özellikle de bizlerin meslek alanlarını ilgilendiren bitmeyen bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Az önce sözünü ettiğim olanaklar, devrimler, teknolojik anlamda iletişim alanında yaşadıklarımız ve güçlerin farklılaşması ya da değişmesi bir anlamda bireyin sorgulayıcı yönünü geliştiriyor, eleştirel bakışını, bilgiye ulaşılabilirliği dolayısıyla aslında katılımcı niteliğini destekliyor kuşkusuz. Bu, toplumun mimarlığa, kentsel planlamaya ya da ilintili diğer disiplinlere bakışını da bugün değiştirmiş durumda. Bu anlamda bahsedilen eşiğin farkındalığı destekleyici yönünden bahsedebilir ve bu hızlı değişimi, dönüşümü de kentsel mekanda hep beraber izleyebiliriz. Ancak daha çok analize ihtiyacımız bulunmakta. Kentte de buna paralel yeni söylemlerle çok hızlı bir şekilde karşılaşmaktayız. Günümüzde yeşil planlama ya da kentsel mekanda modernleşme söylemi, sağlıklılaştırma, soylulaştırmadan söz edilip 162 bir yandan sertifika sistemleri her ne kadar hayatımızın bir parçası haline gelmiş olsa da bu söylemlerin daha derin araştırmaları gerekmekte. Daha önce de değindiğim gibi tehditlerle ya da ironik durumlarla karşı karşıya kalmaktayız. Bu açıdan bakıldığında bizler -özellikle de konu İstanbul olduğu zaman- dönüşümün ne denli bir rant aracı hale geldiğini, güvenliğin deprem söylemi üzerinden yeni yapılaşmanın önünü açan bir araca dönerken modernleşmenin ise belleği silen bir araca dönüştüğünü, yenilemenin ideolojik simgeleri yaygınlaştırma amacıyla kullanıldığını, sıhhileştirme süreçlerinin etnik ayrımcılığı destekler hale geldiğini ve hatta özel güvenliklerin toplumsal ayrışmanın önünü açtığını bizzat İstanbul'da deneyimlediklerimiz sonrasında rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunları gün içerisinde değerli arkadaşlarım da örneklerle sizlere çok güzel anlatacaklardır. Yani bu pozitif değerler; dönüşüm olsun, modernleşme, yenileme, sıhhileştirme, güvenlik olsun aslında negatif ve olumsuz süreçlerin zeminlerini oluşturmuş durumda. Bunun yöntemleri neler oldu? Kısaca başlıklar halinde ele almaya çalışacağım. Felaket söylemi, aslında kapitalizmin bugün temel aracı olan felaket söylemi -bunu ekonomi alanından Neomi Klayn'ın çalışmalarından da öğrenebiliriz- her türlü meslek alanına yayıldığı gibi mimarlık alanında da önemli bir araca dönüştü. Peki felaket nedir? Güvensizlik, deprem beraberinde gelen tehditler, modernleşememe veya sıhhi olmama durumu, suç potansiyeli ve benzeri söylemler kullanılarak önceden de değindiğim üzere yeni süreçlerin önünün açılmasına, bellek kaybına, tarihi değerlere karşı gelişen yenileme süreçlerine, ideolojik simgelerin yaygınlaşmasına, etnik ayrımcılık uygulamalarına ve toplumsal ayrışmanın giderek bir kültüre dönüşmesine fırsat vermiştir. Bu anlamda tabii ki iktidar ve muhalefete çok önemli roller düşmekte. Saydıklarımın yanı sıra günümüzde doğanın enerji darboğazı ya da enerji politikaları gündeme getirilerek katliamıyla da karşı karşıya kalmaktayız. Onlar da tabii bizim meslek alanlarımızın temel problemleri arasında yer almakta. Bellek kaybı, belleğin silinmesini ikinci bir başlık olarak ele alalım. Yine liberal doktrin paralelinde belliğin silinerek yeniden yüklenmesi birçok meslek alanında; ekonomide, siyasette olduğu gibi mimarlıkta ve özellikle de kentsel planlamada yaygın bir yöntemdir. Biz de bunu gerek tekil binalarda Emek Sineması ya da AKM örneklerini hemen verebilirim- gerekse kentsel planlama alanlarında -Sulukule, Fener-Balat örneklerini hemen verebilirim- 163 belleğin yok edilerek kentsel alana yeni bir yükleme yapılarak, tabii ki topluma da aynı zamanda bir müdahale ve toplum içerisinde yeni ayrışma süreçleri başlatarak gündeme geldiğini görmekteyiz. Modern kapitalizmin bu yöntemi aslında mimarlıkta da toplum bilincinde bir şok yaratarak ve kriz söylemini kullanarak egemen ideolojinin uygulama alanını giderek açmakta. Bu da bizim mesleğimizde imar alanının giderek açılması ve bu sebeple yeni imar uygulamalarının kat kat artarak gündeme gelmesi şeklinde ortaya çıkmakta. Çünkü artık arındırılmış olan bu mekana ya da belleğe, istenilen ideal yani “format” yüklenerek, yeni bir kimlik yaratılması ya da tamamen kimliksizleştirilmesi bugün karşı karşıya olduğumuz bir süreç. Belirttiğim gibi bu toplumsal ayrışmanın da bir yöntemi aslında. Ayrışma giderek -sadece mekanla ilgili değil kuşkusuz- toplumsal bir kültüre dönüşmekte. Kullanıcıların yerel kültürden soyutlanmış, artık iç ya da dış göçmenler yani “yabancılar” olarak görüldüğü kentsel, kültürel varlığa sahip çıkamayacakları söylemi başka bir felaket söylemi olarak karşımıza çıkmakta. Bu giderek toplumsal, mekansal, dolayısıyla da zihinsel ve siyasal alanda ayrışmaların, aslında yapay ayrışmaların nedenlerini oluşturmakta. Yalnız bir diğer taraftan da hepimizin bildiği gibi bunun tezatı söylem de bulunmakta. Demokrasi, insan hakları, kamusal haklar sürekli gündemde ve bunlarla birlikte başka bir haktan, kültürel haklardan da söz edilmekte. Kültürel haklar içerisinde çok kültürlülük, çoğulculuk, barışçı yaklaşımlar yer almakta. Bu konuya gözlemci olarak bakabilmek, giderek içi boşaltılan kavramları analiz edebilmek hususunda muhalefet büyük önem kazanıyor. Bugün o nedenle Fatma Hocam'ın da sözlerinde yer verdiği üzere; sizler gibi değerli ve toplumcu görüşü benimsemiş sivil toplum gönüllülerinin üstlendiği rolün önemini bir kez daha belirtmek ve bir anlamda sosyal bir Rönesans’ın eşiğinde olduğumuzu vurgulamak isrerim. Çünkü bizler için bu eşik ya da paradigma büyük öneme sahip. İletişim araçlarını doğru kullanıp, doğru örgütlenerek yeni yapılanmalarda işbirliği içine girip, analizlerimizi senteze dönüştürmemiz çok önemli. Bunun bu tür toplantılarla desteklenmesini ve giderek daha da büyük çaplı değişimlere araç olmasını diliyorum. Belirtmek istediğim; toplumun heterojen yapısının, bugün burada birçok meslek alanından ve farklı disiplinden kişileri görsek de bilgi çağına bağlı dönüşümünü araştıran daha fazla bilimciye hatta disiplinler arası desteğe muhtaç olduğunun kuşkusuz olduğu. Eğer multidisiplinel bir araştırma alanı olması sağlanamazsa bazı yönlerden eksik kalacağı 164 muhakkak. Bu dönüşüm sürecinde kentsel yaşamda olsun, kırsal yaşamda olsun yaşam çeşitliliğinin geliştirilmesi, geliştirilirken korunması ve bunlara bağlı olarak yaşam kalitesinin iyileştirilmesi, biz meslektaşlara önemli bir sorumluluk ve de kuşkusuz bilimsel bir sorumluluk olarak yansımakta. Bunun sadece biçimsel değil, bilimsel altyapıyla ve ölçütlerle de örtüşen, ulusal ve uluslararası düzeyde sürdürülebilirliğinin sağlandığı, sadece koruma meselesi olmaktan çıkmış, yeni yapılaşma ve sıhhileştirme meseleleriyle de birlikte ele alınması gerektiği. Tabii bilimsellediğimizde yine çok disiplinlilik kaçınılmaz olarak karşımızda durmakta. Bunları hayata geçirebilmemiz bu anlamda çok önemli, bu dönüşüm sürecine de sosyal ve kültürel renovasyon olarak ya da bir rönesans olarak bakabilmemiz ve bunun araçlarını yaratabilmemiz bugün yaşam kalitesini desteklemek açısından önem arz ediyor. Önceden de belirttiğim gibi başta dünya mimarları insan hakkı olarak mimarlık temasını ortaya koydular. Bu yıl çeşitli platformlarda tartışılacak. İnsan hakları tabii ki çok beylik bir terim ama kamusal haklar, kamu yararının önceliği konuları bir farkındalığı da gerektiriyor. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi adına bu alanda sürdürdüğümüz mücadelelerden uzun uzun söz etmeyeceğim, ama ilkesel olarak tabii ki kamu yararının önceliği bütün meslek alanımızı bağlayan, hepimize sorumluluk yükleyen ve günümüz konjonktüründe giderek bu sorumluluğun yoğunlaştığı bir alan, ama Mimarlar Odası da tek başına hiçbir şey ifade etmiyor. Bu anlamda da dayanışma ve birliktelik toplum adına, örgütlenme adına çok önem taşımakta. Birçok projede de bu birliktelikten çok fayda gördük. AKM sürecinin durdurulması, Haydarpaşa Dayanışması örneği ve Sulukule Platformu gibi birçok durumda bu birliktelikten fayadalanıldı. Bunların daha da desteklenerek sürmesini diliyorum. Meslek alanının bilimsel, kültürel, sosyopolitik zeminden kopartılmasına yönelik -ki bilindiği gibi bugün iktidar aslında ciddi bir müdahale planı uygulanmakta- tüm meslek odalarına, sivil örgütlenmeye karşı bir pasifleştirme ve etkisizleştirme eylemi yürütülmekte. 21. yüzyılın Türkiye’si için bu çok üzücü çünkü meslekler hiçbir zaman kendi teknik sınırlarında ve tekil ölçekte üretimle ilişkilendirilemezler. Her mesleğin bilimsel, kültürel, sosyopolitik zeminde topluma kazandıracakları bulunmakta. Günümüzde mimarlık mesleği de bu zeminden kopartılmak isteniyor, çünkü sivil toplumun kamusal niteliği ortadan kaldırılmak isteniyor. Bu ne demek? 165 Dava süreçleri engellenmek isteniyor, daha doğrusu dava açma yetkileri kısıtlandırılmak isteniyor, maddi kısıtlamalar getiriliyor. Yetkiler ne kadar sınırlandırılırsa meslek odalarının ya da sivil toplumun sesi de o kadar kısılmış olacak. Bu anlamda da odamız tarafından ciddi bir eleştiri platformu oluşturuldu ve bunu diğer meslek odalarıyla da paylaşmaktayız. Biliyorsunuz Kanun Hükmünde Kararnameler ile meslek alanımız yeniden bir yapılandırılmaya, tamamen tek merkezli otokrasi anlayışına sahip, bakanlıklara bağlı, tek merkezli ve çok sesliliğe kapalı -özellikle de sivil topluma kapalı- yeni bir siyasallaşmanın içine giriyor. Bu tabii ki kentsel politikalar, mimarlık politikaları, kültür politikaları, çevre politikaları açısından kabul edilemez. Özellikle de sivil toplum açısından kabul edilemez bir durum. Ben bu anlamda sözlerimi tamamlarken muhalefetin yaşamsallığını vurgulamak istiyorum, o nedenle de bizim toplantımızın belki de ürünleri çok önemli olacak. Çünkü kamusal alan ve kentsel mekan hoşgörünün geliştiği, gerçek demokrasinin desteklendiği, çok kültürlülüğün desteklendiği mekanlar olmalı. Sivil toplumun bu anlamda rolünü destekleyebilmek, geliştirebilmek ve bir değer yaratmak aslında bugün bize düşen belki en önemli misyon ve sorumluluk gereği de bu aykırılığı sahiplenmek durumundayız. Çok teşekkür ederim. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Biz teşekkür ederiz Deniz Hoca'ya. Deniz Hoca'nın bir jüri görevi nedeniyle erken ayrılması söz konusu olduğundan eğer soru veya konuşmaya katkıda bulunmak isteyen varsa bu aşamada rica edelim. SALONDAN- … (Deşifre yapılamamıştır.) Prof. Dr. DENİZ İNCEDAYI- Odaları kapatmak değil de, yeni bir yapılandırma söz konusu. Bakanlık eliyle bu kararnameler çıktı ve süreç devam ediyor. Tabii ki bir tarih verilmiş değil, ama başka türlü görev tanımlamalarıyla etkileri azalacak, işlevsellikleri ortadan kaldırılmış olacak ve işlemeye devam edecek. Bu anlamda da haklar konusunda mücadele sürüyor, bu aslında bütün sivil toplum örgütlerinin de desteklediği bir mücadele. SALONDAN- … (deşifre yapılamamıştır) Üniversiteler bu konuda halkı bilgilendirmek, onları aydınlatmak, bu bilgileri vermek halka, bu konuda üniversitelerin eksiklikleri yok mu? 166 Prof. Dr. DENİZ İNCEDAYI- Haklısınız. ALİ BİRER (Sarıyer Mahalle Dernekler Platformu)- Yıllarca mücadele verildi. Bugün vardığımız nokta demokrasinin kesilmesi. 1980’den bu yana bu zihniyet devam ediyor. Onu bir kenara bırakalım, şimdi gerçekten bu üniversitelerden mesela bir çok öğrenci arkadaş var burada, acaba arkadaşlar hangi konularda halkla iç içe olmuşlar, sorunlarını dinlemişler? Bu sorunların anlatıldığı sunumları dinlerken gerçekten memnun oldum ama halkla iletişim kurmadan, onları aydınlatmadan yeterli olur mu bu anlatımlar? Bence bu yüzden halkın içine gidilmeli, üniversite öğrencileri halkla bütünleşmeli, aydınlatmalı halkı. Gerçekle halkla iletişimi sağlamak adına ne yapması gerekiyor onu öğrenmek istiyorum. Prof. Dr. DENİZ İNCEDAYI- Tabii ki çok haklısınız. Üniversitelerden çok yoğun destek bekliyoruz. En azından bu bilimsel konularda kente karşı işlenen suçlarda bilimsel destek raporlamaları ve de sivil toplumun yanında olmaları, ses vermeleri çok önemli. O anlamda üniversitelerimiz maalesef oldukça pasif davranıyorlar ve birlikte bunun sıkıntısını yaşamaktayız. Sorunuza gelirsek, tabii toplumla araçları geliştirerek daha fazla birlikte olma, farkındalık yaratma, bilgi verebilme, belki öğrencilerle bir bütünlük oluşturarak daha çok insana ulaşabilme konusu yerine getirilmesi gereken bir sorumluluk. Bunları aslında teker teker örgütlemek, geliştirmek, bugün eksikleri neyse onları tespit etmek bizim sorumluluğumuz. Sadece meslek odalarının değil, tüm toplumun, daha doğrusu duyarlı ve bu işe gönül vermiş tüm kesimlerin. ALİ BİRER- Hocam bir şey söyleyeyim, gerçekten biz gecekonduda yaşayan insanlar bunun farkında değil. Sürekli köylü olarak kalmış -bu en acı tarafı gerçekten- bugün benim oturduğum mahallede Beşiktaş’ı görmeyen, Boğaz'a 1 km olduğu halde boğazı görmeyen bir insan topluluğu var. Gerçekten acıdır, ama gerçek. İktidar kendi çıkarlarını gözeterek yeni yerleşim alanları açıyor, etrafını da çeviriyorlar. Yani insanları birbirine karşı daha duyarlı hale getirmek, derdini dinlemekten öte birbirinden ayrıştırıyorlar sürekli. Kimden korunuyor o insanlar o sitelerin içerisinde? Biz sürekli tehlikeyiz bu ülke için, bizi tehlike gibi gören bir anlayış var. Onun için gerçekten bu konuda ben üniversiteye, hocalara, öğrencilerine, ihtiyacımız var. Sadece burada kendi dalında okuyup, bir şey yapmak değil, o halkı 167 bilinçlendirmek, halk içinde olmak, bütünleşmek onunla. Sorunlar öyle çözülür. Örgütlü bir biçimde olursan ancak sorunu çözersin. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ediyoruz katkınız için, bu arada ben şunu hatırlatmak istiyorum: Bu sene 5.sini yaptığımız İstanbul Buluşmaları bu amaçla ortaya çıktı. Bu etkinliğin varlık sebebi tam da söylediğiniz konu. Bütün aktörleri bir araya getirebilmek, bir soru-cevap ortamı yaratabilmek, aklımıza takılan her şeyi muhatabına sorabilmek amacıyla İstanbul Buluşmaları ortaya çıktı. Bir diğer yandan da çok haklısınız, üniversitenin bu tür toplumsal sorunlara duyarlılığı çok önemli. Ancak planlama eğitiminin özünde zaten bu var. Atölyelerimizde yaptığımız alan çalışmalarında toplum, öğrenciler, hocalar büyük bir dayanışma halinde. Kaldı ki, okulda yaptığınız klasik eğitimin dışında alternatif eğitim çalışmalarımız, atölye çalışmalarımız -ki biraz sonra bahsedilecekbulunmakta. Örnek vermek gerekirse Dayanışmacı Atölye bu ara yüzde çok etkin oluşumlardan biri. Çok teşekkür ediyoruz bu konuya tekrar dikkat çektiğiniz için, ama inanın bu konuda yoğun bir çalışma ve giderek artan bir duyarlılık üniversite cephesinde de, sivil toplum cephesinde de var. Deniz Hoca'ya yönelikse sorunuzu alalım. HANDE AKARCA- Mimarım ben de, bir tek şey söylemek istiyorum. Burada gecekonduda oturduğunuz için siz dışlanmıyorsunuz, o sitede oturmayan herkes dışlanıyor. Bu sebeple biz ve diğerleri diye genelleme yapmazsak çok daha iyi olacak. Yani ne ben sizi siz-ben diye göreceğim, ne siz beni öyle göreceksiniz. Derdimiz oysa eğer ben de kuzenimi ziyarete gittiğimde terörist muamelesi görüyorum kapıda, ama meslek içinde benim onaylamadığım işleri yapan meslek arkadaşlarım bu alanları tasarlayanlar. Herkese dediğiniz zaman ben de öyle düşünmediğim halde onlardan biri oluyorum. Bizim toplum olarak yapmamız gereken belki de tek şey bir meslek grubuna mensup, bir semtte yaşayan, belli bir yere üye olan her kimseyi bütün olarak aynı kefeye koymamak. O anlamda birbirimize tek tek yaklaşım izni verirsek, birbizimize çok daha kolay entegre olabileceğiz. Toptancılık zihniyetinden birazcık uzaklaşsak, burada oturan insanlar mimar, mühendis ya da başka bir yerden. Siz de burada oturuyorsunuz ve ben de burada oturuyorum. Sizin derdinizi hiç alakasız bir semtte oturmama rağmen paylaşıyorum. Ayırdığınız zaman sizin kalbiniz kırılıyor, ben de sizin ister istemez karşınızda kalıyorum. Halbuki yanınızdayım. 168 Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Peki, çok teşekkür ediyoruz. Bir daha belirtmeme gerek var mı bilmiyorum, sadece Deniz Hoca'ya yönelik buyurun. MİRAY...- Şehir plancısıyım. Planlamada kentsel muhalefetin işlevselleştirilmesi için STK ve üniversite aracılığıyla yapabilecekleri biliyoruz. Bununla ilgili çalışmalar da devam ediyor. Bununla ilgili daha neler yapabileceğimizi tartışabiliyoruz. Acaba plancı ve mimarların meslek alanı içinde, yani çalıştıkları yerlerde, özel sektörde, kamuda, vesairede bu mesleği icra ederken yine nasıl hareket edeceklerine yönelik somut öneriler ya da toplumsal muhalefeti bu alanda nasıl işlevselleştirebileceklerine ya da daha iyi bir kentsel mekanı oluşturmak için nasıl hareket edebileceklerine ilişkin somut önerileri tartışıyor muyuz ya da böyle bir şeyler var mı? Prof. Dr. DENİZ İNCEDAYI- Söylediğiniz bu çok önemli bir sorun, özellikle son yıllarda bu meslekler arasında -az önce Hande’nin de söylediğigibi ayrıştırma politikası var. Sanki herkesin bir sınırı varmış da hiçbiri birbirine değmiyormuş gibi. Halbuki tam tersine, sadece mimarlık ve şehircilik değil, ilgili bütün disiplinler bir arada sağlıklı ve kaliteli bir yaşam için üretimde bulunduğunda sonuca ulaşabiliyor. Üretim sürecinde çok disiplinli ve planlamayla işbirliği içinde, ortak üretim, tartışma ya da sorgulama alanlarında biraraya gelmeleri gerektiğini vurgulamak gerekiyor. Bu tabii ki bir fikirsel katkı ve bu konuda üniversitelere büyük rol düşüyor. Bu algıyı değiştirmeye yönelik yeni Bologna süreciyle beraber birtakım teorik de olsa yapılanma çabaları var. Yapılan çalışmaları uygulama alanına da yansıtmak için mevzuıyu daha çok gündemde tutmak, ortak yapılanmaları hayata geçirmek ve tabii ürünlerini de sergilemek gerekiyor. Yapılacak şey budur bence. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ediyoruz. Zamanımızı iyi kullanmak adına hemen ikinci konuşmacımıza geçeceğiz. Tekrar tanıtmak istiyorum, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Yard. Doç. Dr. Erbatur Çavuşoğlu, ama biraz önce de belirttiğim gibi buradaki davet sebebimiz onun aynı zamanda kritik noktalarda rol alan bir aktivist plancı olması ve kentteki birçok projede bu rolüyle -çifte apoletiyle- yer alması. Erbatur Hocam 15-20 dakika gibi süre versek uygun mu? Yrd. Doç. Dr. ERBATUR ÇAVUŞOĞLU- Tabii, 20 dakika yeterli. Teşekkür ederim sevgili Hocam. Kent ve muhalefet konu olunca bugüne 169 kadar bu konu üzerinde söylediklerimi tekrar etmemek için de biraz farklı bir ders çalıştım. Aslında devletten, yerel yönetimlerden, sivil toplum kuruluşlarından, sermayeden, medyadan veya yerel örgütlenmelerden söz etmek mümkün, ama bunları başka konuşmalarda, başka yazılarda sıkça yaptığım için biraz bunun dışındakilerden bahsetmek istiyorum. Kendi konumumla da ilişkili olarak çubuğu biraz aydın ve akademisyenlere doğru bükmek istiyorum. Şöyle sorular soruyorum kendime: Aydınlar ve akademi kentsel muhalefeti nasıl okuyor? Kentsel muhalefetin neresinde duruyorlar? Bu tür sorular üzerinden bir özeleştiri denemesi yapacağım ve bu özeleştiri denemesini de daha anlaşılır kılmak için kentsel dönüşüm gibi konunun berraklaştığı bir örneğe dayandırmaya çalışacağım. Bu yolculukta teorik destekçilerin Antonio Gramsci, Edward Said, Pierre Bourdieu, Jack Ransier ve Paulo Freire görüşleri olacak. Bu insanların aydın ve entelektüel tanımları üzerinden giderek bir teorik çerçeve kurup, sonra dönüp bizim camiamız açısından biz bu skalanın neresinde duruyoruz diye kendimi de dahil ederek bir eleştirel okuma yapacağım. Şimdi Antonio Gramsci “organik aydın” diye bir tanım ortaya koyuyor ve gerçek aydın olmanın yolunun buradan geçtiğini söylüyor. “Organik aydın toplumla kendi arasına çeşitli mesafeler ve hiyerarşiler koymayan bir konumda olmalı ki, devlet ve sistemle üretilen eşitsizliklere ve hiyerarşilere karşı söz söyleyebilsin rahatlıkla ve bu sözü söylerken de toplumla birlikte ve toplum için söyleyebilsin. Aydın denilen kişi her türlü iktidardan uzak ve özerk olmalı, ama bu yetmez” diyor. Şöyle bir lafı var Gramsci’nin: “Avam -yani halk- hisseder. Daima anlamayabilir ve bilmeyebilir, aydın kesimse bilir, ama daima anlamaz ve özellikle de hissetmez” Bunu diyen Gramsci aslında geleneksel aydın tipinin yabancılaşmasından bahsediyor bize. Organik aydının belli bir sınıfla köklü ve yapısal ilişkiler içerisinde bulunması gerektiğini ve sınıf mücadelesinde de seçimini yapmış, tarafını seçmiş olması gerektiğini söylüyor. İkinci düşünüre geçeyim. Aydınların önyargı ve cehaletini oryantalizm kavramıyla ortaya koyup, ırksal, ideolojik ve emperyalist bütün klişeleri yıkan Edward Said’e geçeyim. Edward Said diyor ki: “Entelektüel kendini tamamen bir hükümetin siyasi hedeflerine, büyük bir şirkete ya da kafaları aynı biçimde çalışan profesyonellerden oluşan bir loncaya -üniversite ya da meslek odası- 170 teslim etmemiş, bunlara teslim etmiş bir memur ya da işçi değildir”. Ona göre aydın ilişki kurduğu her şeyi sorgulama, peşinen kabul etmeme sorumluluğu ve ödevi olan insandır. İktidar karşısında da her zaman hakikati konuşma ödeviyle sorumludur, ama Said şunu da söylüyor bize: “Günümüzde birçok aydın yaptığı işi geçim kaygısıyla 09.00-17.00 mesai gibi yapar, kabul edilmiş paradigmaların ve sınırların dışına çıkmamaya çalışır, pazarlanabilir ve prezantabl olmak uğruna standart davranış kalıplarını sürdürür. Kendini apolitik ve nesnel olmaya zorlar, dolayısıyla profesyonelizm denilen şeyin risklerini taşır” Üçüncü düşünür Bourdieu mesul ve müdahil bir bilimden yana olduğu için organik aydın olma gereğini kabul eder ve bütün araştırmalarını da bu teorik alan çalışmalarından türeten bir düşünür. Akademinin Üniversite A.Ş’ye dönüşüm süreçlerinde pazar güçlerinin zulmüne karşı bilimin silahlarıyla direnecek bir cephe kurmaya çağırıyor. Bunun için de birlik halinde özerk aydınlar ya da özerk kolektif aydınlardan bahsediyor. Akademik alandaki mücadelelerin iktidar mücadelesiyle ilişkisine işaret ediyor ve devlet ve kapitalist ekonomi kurumlarına yakın işbirlikçi konumlarda bulunan akademisyenlere karşı ekonomik, politik, kültürel sermaye farklılıklarından dolayı karşıt konumdaki akademisyenleri ve aydınları da tariflemeye çalışıyor. Bunu yaparken kullandığı kavram fakülteler savaşı ya da fakülteler çatışması diye çevirmek daha doğru. Diyor ki: “Bir tür aydın iktidarın yaptığı şeyleri meşrulaştıran, onu onaylayan, onu eleştirmeyen bir aydın tipi vardır” Buna da “homo economicus” gibi “homo academicus” diyor. Homo academicus kimdir? Onu şöyle bir alıntıyla okuyayım size: “Kurumsal mevkiler için üniversite yönetimindeki iktidar kavgalarına katılan, akademinin meşru kültürünü korumak, kollamak, bir sonraki kültüre iletmek için didinen, öğrencilerle ilgili meşru kategorik ayrımların erbabı ders kitabı, sözlük, ansiklopedi gibi akademi pazarında rağbet gören ve saygınlık getiren faaliyetlerde bulunan insandır. Eğitim ideolojisinin kurumsal yapısının yeniden üreticisidir” Öğretim üyeleri üzerinde bir araştırma yapıyor. Öğretim üyelerinin sınıfsal konumları, ekonomik, sosyal, kültürel, politik, eğitimsel, medyatik sermayelerinin farklılıklarından dolayı aralarındaki farkları inceliyor. Özellikle genç kuşaklarla yaşlı kuşaklar arasında da temel farklılıklar ortaya çıkarıyor. Bourdieu ve 1968 öğrenci hareketlerinin de bu farklılıkların en kristalize olduğu yer olduğunu söylüyor. Türkiye açısından da düşünün, 1980 başta olmak üzere bu toplum çeşitli travmatik deneyimler yaşadı ve 171 akademisyenlerin bu konudaki tutumu da zaten ayrıştırıcı bir görevi de görmüş durumda. Dördüncü düşünür Ransier, onun temel itirazı işbölümü anlayışı üzerine, yani “kafa ve kol emeğini ayıran işbölümü yalanına itiraz ediyorum” diyor. Yani tasarlayanlarla yapıcıları, düşünenlerle çalışanları, yönetenlerle savaşanları ayıran bu yapay kurguya karşı çıkıyor. Diyor ki: “Köleliğin gerekli olması bu işbölümünü ilan eden ve kendi yeri bu işbölümünün hiçbir yerinde ortaya çıkmayan filozofun itibarını korumak içindir”. Yani aydın denilenin söz üretme işini tekeline almak, toplumsal konum ve ayrıcalığını, bu ayrıcalık üzerinden tekrar inşa etmek ve meşrulaştırmak olan toplumsal hiyerarşileri çoğaltmak durumunda olan kişi olarak kodluyor. Çok ağır bir eleştiri yapıyor. Özetle söz üretimini bir ayrıcalık haline getiren işbölümü yalanına ve başkaları adına konuşmayı doğallaşmış bir görevi haline getiren entelektüele kızıyor. Beşinci ve son düşünür Freire de başkası adına konuşma işi yapanların aslında bunu yaparken de bir tür ihsanda bulunduklarını ironik bir şekilde eleştiriyor. Diyor ki, her şeyi bilen ve bunu nesne muamelesi yaptığı diğerlerine aktarma lütfunda bulunan alicenap öğreten adam kibrini sorguluyor. Etkileşme, öğrenmeye kapalı olan bu aydın “diyalog kurmadığı, kendi bilgi ve eğilimlerini dayatma dışında bir eğilim olmadığı için de iktidar tahakküm ve eşitsizlikleri çoğaltan bir figürdür” diyor. Gerçekten bu tür aydınların kullandığı dile bakarsak, bu dilin de tanımlanmış, tarif edilmiş, paketlenmiş, Freire’nin “bankacı modeli” dediği türden öğreten teknik formasyona dayalı bir dil olduğunu görürüz. Bu aydın “zihin emeğini üstün kılarken, diğerlerini emek yoğun süreçlere yönlendiren bu işbölümünü de yeniden üretir” diyor. Şimdi bütün bu düşünürlerin söylediği aydın tipinden oluşan bir skala olduğunu düşünüyorum ve dönüp kendimize bakalım: Şimdi biz bu skala üzerinden acaba nasıl tarif edebiliriz kendi konumlarımızı? Türkiye’deki entelektüel alana bir bakalım dersem ve kentsel dönüşüm örneği üzerinden bunu yapacak olursak şöyle bir analizle başlarım: Aydın denilen kişinin konumu toplum, devlet ve kapitalist ekonominin kurumlarıyla kurduğu ilişki ve onlarla rabıtasına göre ölçülebilir. Kentsel dönüşüm örneğine bakarsam da, ben üç tip aydın ya da entelektüel görüyorum: İlk iki kategori çoğunluktalar, onların çoğu burada değil. Birincisi duyarsızlar, çok geniş bir kategoridir, ne 172 olduklarını anlatırım. İkincisi, dönüştürücüler, onlar da büyük ölçüde burada değil, şu anda proje çizmekle meşguller. Üçüncüsü ve hani çoğunluğuna biz diyebileceğim muhalifler. Şimdi ben o ilk ikisini aydın ve entelektüel kategorisine sokmadığım için onlardan çok bahsetmeyeceğim, bunu hak etmiyorlar, dolayısıyla aslında sistem tarafından sürekli cezalandırılan ve azınlıkta olan muhalif aydınlara epeyce eleştirim var, biraz haksızlık da ediyor olabilirim. Önce şu duyarsızlardan biraz bahsedeyim. Bunlar ister akademide, ister akademi dışında olsun çoğu kez -özellikle kentsel dönüşüm örneğini düşünüyorsakolan biten mağduriyetleri görmeme, ilgilenmeme eğilimindeler. Yani yaşanan mağduriyetler, yıkımlar, zorla yerinden edilmeler karşısında naiflik diyelim, ama naiflik diyemeyeceğim bir tercih kullanıyorlar. Aslında bunlarla ilgilenmiyorum, benim akademik ilgimin dışında diyerek yaptıkları şey sınıfsal, politik bir tercihtir ve dolayısıyla bu duyarsızlık ilgilenmiyorum, benim çalışmalarımın içinde yer almıyor, kapsamında bulunmuyor demenin bir tür seçim yapmak olduğunu düşünüyorum. Geçelim, çok önemli bir kategori değil, kalabalıklar, ama boşlar. Dönüştürücüler: Çoğunlukla ekonomik çıkar amacıyla, ama kimi zaman başka motivasyonlarla sistemle yakın olmak, sistemle iç içe geçme eğiliminde olan, oradaki ödüllerden beslenen kentsel dönüşüm konusundaysa son derece imanlı askerler olarak ortaya çıkan bir tiplemeden bahsediyoruz. Görmek isterdim, aramızda çoğu yok, ama biliyorsunuz. Tarlabaşı, Sulukule ve benzeri bir sürü projenin altına baktığınız zaman danışman olarak bizzat tasarlayan olarak devletin meşru şiddet kullanmasına katkıda bulunan ya da bizzat gerçekleştiren akademisyen aydınlardan söz ediyorum ya da bunları yapmayan, ama yazdıkları ve çizdikleriyle bu sefer de sembolik şiddet üreten aydın tipinden bahsediyorum. Dolayısıyla bunların da üniversitenin şirketleşmesi, eğitimin ticarileşmesiyle giderek sayısının arttığını kaygıyla gözlemliyorum ve geçiyorum bu kategorileri. Dönelim kendi özeleştirimizi yapmaya diyorum. Emral Göker’den bir alıntı okuyayım. Şöyle başlıyor: “Ekmeğini akademik zanaattan kazanmayı seçmiş radikallerin bir taraftan huzursuzca bile olsa ayrıcalıkların üzerine oturup, diğer taraftan dar çerçevelerde birbirlerinden kopuk bir şekilde eleştiri oyunu oynamaları ve hayata 173 müdahaleye dair bir sorumsuzluktur” diyor. dert sahibi olmamaları lükstür, adaletsizliktir, Ben bu eleştiriyi paylaşacağım ve bizim camiada gözlemlediğim muhalif kesimde, bütün aslında o sol ve toplumcu duyarlıkları olan kesimde gözlediğim 6 temel sıkıntıdan bahsederek konuşmamı tamamlayacağım. Bu 6 temel sıkıntının birçoğumuzda kısmen bazılarının olduğunu, bir kısmımızda da hepsinin birden bulunduğunu düşünüyorum. Bu sıkıntıların ilkini Bonapartizm kavramıyla açıklayabiliriz. Türkiye’deki akademisyen ve aydınların büyük ölçüde devletten ve sistemden özerk olduğunu söyleyemeyiz. Hatta büyük ölçüde milliyetçi, muhafazakar yönleri bulunan egemen bir güç tarafından dağıtılan payeler, ödüller, onurlar, şerefler, titrler gibi bir ödül sistemi içerisinde varlık sürdürmek durumunda olduklarını biliyoruz. Bu nedenle sistem eleştirisi yapmaya kalktığı zaman da bu muhalifler aslında istemeyerek de olsa çoğu kez etnik, inançsal, cinsiyetçi, dışlamaları, kodları ve ayrışmaları yeniden üreten bir hale düşüyorlar. Zaten YÖK’de cisimleşen bu hiyerarşik yapıyı düşünecek olursak böyle bir konumda özerk olmak, itaatsiz olmak, muhalif olmak da çelişik bir şey ve çok mümkün olabilen bir şey de değil. Çeşitli kurumsal bağlılıklar, yüklenilen kamu görevleri nedeniyle bu hiyerarşik yapıda sessiz olmaya, sessiz kalmaya itilen geniş de bir uzman kesimi de var. Bu Bonapartizmi açıklayacak çok temel örnek hepinizin bildiği iki tane öğrencinin parasız eğitim istiyoruz diye pankart açtıkları için aylarca tutuklu kalmaları, üniversitelerin, akademinin birkaç tane ah vah dışında bu konuya ses çıkarmaması tam da bu Bonapartizm eğiliminden kaynaklanıyor. Kentsel dönüşüm alanından örnek verecek olursak da aslında kentsel dönüşümle devletin uyguladığı şiddeti meşru olarak gören birçok aydın aslında bilinçli ya da bilinç altından iktidar ve devleti kutsuyor tekrar ve tekrar, buna eleştirel bir konum alamıyor diyelim. İkinci başlık, ikinci eleştiri bakmamız gereken biz muhalif aydınlarda elitizm. Sınıfsal hiyerarşi ve eşitsizliklerin olduğu derin ve keskin olduğu her toplumda aslında aydın olabilmek ayrıcalığı maalesef orta sınıf ve orta üst sınıflara ait olmaktadır. Nitekim bu aydınların bu sınıfsal habitusu der buna Bourdieu, bu sınıfsal habitusu nedeniyle kendine özgü değer yargıları, kendine özgü beğeni kalıpları, kendine özgü davranış biçimleri oluşur. Bu davranış ve bu beğeni de seçkinci bir hale dönüşür. Bu seçkinci tutum çoğu aydın için aslında toplumsal kopuk ve ona yabancı hale gelmeye açık bir tuzaktır. Kentsel 174 dönüşüm konusunda eleştirel söz üreten aydınlara baktığımız zaman aslında çoğu kez bir gecekondu mahallesine gitmekte bile çekinen, gittiklerinde huzursuz olan, ilişki kurduklarındaysa bu elitizme bağlı bütün samimiyetsizliklerini yansıtan bir hal ve tavır gözlemlemek mümkündür. Üçüncü problem, sorun alanı oryantalizm, yerli oryantalizm diyeceğim şey. Aydın akademisyenlerin birçoğunda bu deminki sınıfsal habitustan kaynaklanan bu değer yargıları ve davranış kalıplarının bulunduğunu söylemiştim. İşte bu elitizmin de sonucunda olan yabancılaşma bir tür yerel oryantalizmle sonuçlanıyor. Yani Edward Said’in uluslararası aydınlara yönelttiği oryantalizmin Türkiye’de bir yerli versiyonu oluşuyor. Nedir bu? Orta sınıfın ya da düşük gelirlinin yaşam alanına gitmek, orada yürümek bile bir tür Kızılderili kabilesi ziyaret etmek ya da bir jungle’ın içine girmek, bir tür safari yapmak falan gibi algılanıyor. Bütün hazırlıklarını yapıyor o akademisyen ve bütün korkularını da kuşanıyor aslında bir yandan ve o şekilde giriyor mahalleye. Söylemleri incelendiğinde, hani yazdıkları-çizdikleri sonuçta bir akademik araştırma yaptıklarında da bakıyoruz, bu uzmanlık bilgisi ayrıcalık ve kibrin ardından okunan metin, alt metin şu: Çoğu kez o kesime yönelik bir acıma, korku, hatta tiksinme ve yani bir tür yerli oryantalizm olduğunu görüyoruz bu tür yazılarında. Biz ne kadar güzel, a bak aydınlar gitti, yoksul mahallelerinde çalışıyorlar falan diyoruz, ama ortaya çıkan ürünler bazen keşke gitmeselermiş diye sözü de geliyor. Dördüncü eleştiri başlığım dogmatizm. Dogmatik olmak bizim coğrafyada herhalde daha yaygın bir rahatsızlık türü, ama özellikle de sol pratikten gelen, yani bu muhaliflerin çoğu da sol pratikten geldiği için sol pratiğe özgü de bir durum galiba. Çoğu aydın gene bu sol pratik süreçlerde edindikleri deneyim meselesiyle etkileşmek, sorunu ve çözümü beraber inşa etmek, beraber tanımlamaktan ziyade yol göstermek, öğretmek eğiliminde oluyorlar. Tam da bu öğreten adam figüründe somutlaşan bir hastalık, meslek hastalığı diyelim. Durumsal olanı, doğruyu ya da yanlışı araştırmaya gerek duymadan ve öğrenmeye açık olmayan bir tavırla paketlenmiş hazır bilgiyi araştırma nesnesini giydirme dediğimiz bir tavır içinde oluyorlar. Kentsel dönüşüm söz konusu olduğunda da bu aydınların genellikle ezberlediği direniş ve mücadele türleri vardır. Buradaki sihirli formüllerini yerel topluluğa bahşetme, yani aydınlatmayla yetinirler. 175 Beşinci problem alanı profesyonelizmdir. Genellikle bu kapitalist toplumdaki işbölümünü aydınlar da içselleştirdiği için, yani kafa ve kol emeği ayrımını onlar da kafa emeği yönüne hiyerarşilendirdikleri ve meşrulaştırdıkları için sadece kendilerini söz söylemekle mesul ve sorumlu görürler. İşi düşünmek ve söz üretmek olmayanın yerine de kendileri konuşma eğilimindedir, onların anlayabilecekleri dile indirgediği zaman görevini yapmış olmanın huzuruyla işini tamamlamış olduğunu düşünür. Bu bir yandan da kendi uzmanlığına tapınma hastalığına yol açabilir, böyle bir kibre yol açabilir. Bilgi ve söz üretme ehliyetini tekelleştirme eğilimidir bu, kentsel dönüşüm örneğinde bu en çok direnişi gerekiyorsa barikatı tarif etme anlamına gelir, ama o barikat kurulduğunda da akademisyen orada değildir. Elitizme çok benzer, ama elitizmdeki ayrıştırma daha çok sınıfsal bir hiyerarşilendirmeyken profesyonelizmde daha çok uzmanlıklar ve işbölümü üzerinden bir ayrışma neden olur. Son problem alanı da bence akademizmdir. Akademizm aydın ve akademisyenlerin aldıkları eğitim ve kendilerine biçtikleri misyon işlevleri gereği ortaya konulacak ürüne fazlasıyla odaklanmaları sonucunda toplumla bilimsel, rasyonel, yani akli bir ilişki kurmalarıdır. Bu akli ilişki ya da bilimsel rasyonalizm toplumu bir araştırma nesnesine dönüştürür. Böyle olunca tuhaf bir yabancılaşma ortaya çıkar, yani aslında kalbi ve samimi bir ilişki kurmanın önündeki temel engeldir bu rasyonalizm. Çoğu kez bilimi fetişleştirirken hayatı önemsizleştirir. Nitekim kentsel dönüşüm konusunda yapılan bütün iyi niyetli çalışmalara baktığım zaman da bir mahallenin demokratik örgütlülüğünü arttırmaya yönelik sonuç üreten akademik çalışmaların çok sınırlı ve çok az sayıda üretilmiş olduğunu görüyorum. Bu da akademizm sorunu diye tarif edebileceğim şey. Dolayısıyla aslında Bonapartizm, elitizm, oryantalizm, dogmatizm, profesyonalizm ve akademizm diye altı kategoride ortaya koymaya çalıştığım muhalif kesimlerin sorunlarını hepimizin bir ölçüde kısmen ya da yoğun biçimde yaşadığımızı düşünüyorum. Bugünkü küresel kapitalizm ortamında Gramsci’nin işaret ettiği organik aydına karşı farklı bir aydın tipi oluşuyor. Buna isterseniz organiğe karşı olduğu için hormonlu aydın diyebiliriz, genetiği değiştirilmiş aydın diyebiliriz ya da tasarlanmış aydın diyebiliriz. Böyle bir aydın tipi ortaya çıkıyor. Aynaya baktığımız zaman hangi aydın tipini görmekteyiz? Kendimize ısrarla bıkmadan, usanmadan sormamız gereken soru budur. Teşekkür ederim. 176 Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Teşekkür ederiz Sayın Çavuşoğlu. Daha sonra oturumun sonunda soruları alacağız. Şimdi Dr. Şükrü Aslan’ı dinleyeceğiz. Kendisi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji mezunu, ayrıca biliyorsunuz planlama interdisipliner çalışma öngören bir meslek alanı, o açıdan kendisinin burada farklı bir formasyondan olması ve bizim konumuza kendi perspektifinden bakıyor olmasını çok önemsiyoruz. Özellikle bu kentsel, toplumsal hareketlerde sosyoloji alanında nasıl bir kuramsal ortamda olduğumuzu da bilmek, tekrar hatırlamak istiyoruz. Buyurun Hocam. Dr. ŞÜKRÜ ASLAN- Teşekkür ederim. Ben de her şeyden önce bu etkinliği düzenleyen kuruma, son konuşmacı olarak Erbatur’a çok teşekkür ederim, çok güzel bir sunuştu gerçekten. Konuşmamda ben de toplumsal muhalefete ya da muhalefete toplumsal karşılığı yönünden bakmak istiyorum. Toplumsal karşılığı yönünden diyorum, çünkü Deniz Hoca anlattı. Muhalefetin sivil toplum örgütleri üzerinden giden bir tarafı var, Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası burada hayli etkili ve önemli bir yer alıyorlar. Formel politika üzerinden giden bir tarafı da var, muhalefet partileri kentle ilgili meselelerde soru önergeleri veriyorlar. Özellikle Büyükşehir Belediye Meclisleri hayli ilginç tartışmalara konu oluyor. Benim anlatmak istediğim muhalefet kısmıysa daha aşağıda diyelim, daha toplumsal katmanlarda nasıl bir karşılık buluyor, oradan bakmak istiyorum. Konumuz İstanbul olunca biraz kendi deneyimlerimi ve tanıklıklarımı, biraz da gözlemlerimi katarak bir sunum yapmak istiyorum. Ben İstanbul’un en hareketli zamanlarında burada bir yıl lise öğrencisi olarak yaşadım, o zaman tabiri caizse kent kaynıyordu. Ben aynı zamanda İstanbul’un en sessiz zamanlarına da tanıklık ettim, yani darbe sonrası dönemine, o zaman da tabiri caizse kent uyuyordu. Her iki döneme de tanıklık ettim, daha sonra kentle, kentsel meselelerle, kentsel muhalefetle, kentsel hareketlerle akademik bakımdan ilgilenmeye başladım. Bu 1990’lı yılların sonlarının ikinci yarısında başladı, 2000’li yılların başında bitti. 1 Mayıs Mahallesi deneyimini o zaman yazdım. Daha sonra da -şimdi Erbatur arkadaşımın anlattığı aydınlardan hangi gruba girdiğimi tam çıkaramadım ama- bir parça 1 Mayıs Mahallesi deneyiminden sonra bu mahallelerde bulunmaya, anlamaya çalıştım. Kentsel hareketlerin bu mahalleler dışındaki kısımlarıyla da bir 177 parça ilgilenmeye çalıştım ve böyle kafamda bir sürü fikir gelip gitti, uçtu, hala öyle. Bugün kafamda uçuşan bu fikirlerden iki tanesini paylaşmak istiyorum, birlikte düşünelim ve tartışalım diye. Şimdi bunların bir tanesi bu kentin en hareketli olduğu -yani kentin kaynadığı- zamanda da, kentin uyuduğu zamanda da ve içinde bulunduğumuz bugün de mekan ve mülkiyet kavramlarının -özellikle de mülkiyet kavramının- bütün bu dönemleri anlamamızda birer anahtar kavram olarak önemli araçlar olacağını düşünüyorum. Çünkü 1970’li yılların kentsel hareketlerini incelediğim zaman burada muhalif yani sosyalist politikanın çok aktif bir güç olduğunu gördüm. Bu politika içerisinde mülkiyetin yok edilmesi, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gibi bir siyaset anlayışının, bir ütopyanın belirleyici olduğunu, dolayısıyla kentsel hareketlerin gelişmesi sürecinde bu anlayış üzerinde ortaklık edenlerin bir araya geldiğini ve bunun kentsel hareketlere büyük bir dinamizm kazandırdığını anladım. Günümüzün kentsel hareketlerini kentsel dönüşüm ya da mülkiyet bağlamında yorumlayacak olursak; elde edilmiş mülkiyetlerin yasal karşılığı olsun-olmasın ya da yarım olsun, yani tapusu olsun-olmasın ya da tapu tahsis belgesi bulunsun, bahsi geçen mülkiyetlerin elden gitmesine karşı meşru bir tepki olarak ortaya çıktığını görüyorum. Aslında mülkiyet hem 1970’li yıllardan, 1990'lı, 2000'li yıllara kadar kentsel hareketleri anlamamızda anahtar bir kavram gibi görünüyor. Birincisinde mülkiyetin ortadan kaldırılmasına yönelik bir dinamizm varken, ikincisinde elde edilmiş mülkiyetin korunmasına yönelik bir dinamizm olduğunu görüyorum. Daha doğrusu büyük mülkiyet gruplarının küçük mülkiyet gruplarını tasfiye etmesi çabasına karşı bir direnmenin olduğunu görüyoruz. Mekan açısından da böyle bir mukayese yapılabilir. 1970’li yılların kentsel hareketleri mekanla ilişkili olarak tanımlamak gerekirse: Kent mekanı üzerinde cereyan eden kitlesel hareketlerdir. Hemen hemen büyük kentlerin tamamı büyük kitlesel mücadelelere tanıklık etmiştir. 1970’li yıllarda mekanın elde edilmesi kavramı mekanın kamusal amaçlarla, yani kullanım değeri düşüncesi ilkesi çerçevesinde ele alınmıştır. 1990’lı yıllarda, hatta 1980’li yılların bir bölümünden itibaren kent mekanının bir meta olarak kullanılması projelerine karşı bir direnme hali söz konusudur. Bu da önceden mülkiyete dair belirttiğim gibi sermaye gruplarının, siyasi iktidarın ve yerel iktidarın büyük ölçüde kent mekanını yeniden üretme politikalarına karşı bir direniş sergilediğini görebiliyoruz. Burada vurgulamak istediğim konulardan biri 178 budur. Günümüzün muhalefet hareketini anlamaya çalışırken mülkiyet kavramıyla ilişkisini daima hatırda tutmak gerektiğini düşünüyorum. İkincisi, bugünün kentsel hareketlerinin neden zayıf kaldığını -zayıf kaldığını düşünüyorum, önce onu söyleyeyim- anlamak için bu hareketlerle hakim kültür arasındaki ilişkiye ve gerilime bakmak gerektiğini düşünüyorum. Başka bir deyişle kentsel hareketlerin zayıf kalmasının sınıfsal, etnik, mekansal dışlanmalara rağmen tabandan yerel ve merkezi iktidara karşı ciddi bir tepkinin, karşı koyuşun gerçekleşememesinin yanı sıra hakim kültür ile tabandaki kültür arasındaki süreklilikler, benzerlikler ya da yakın ilişkilerden kaynaklandığını düşünüyorum. Formüle etmek gerekirse; 1980’li yılların neoliberal politikaları toplumda yukarıdakilerle aşağıdakiler arasındaki sınıfsal mesafeyi açmış, yoksullar daha yoksul, zenginler daha zengin hale gelmiştir ama yukarıdakilerle aşağıdakiler arasında enteresan bir şekilde kültürel bağlar da bulunmaktadır. Bu daha çok inanç kültürü bağlamında gözlemlenebilir. Bu kültürel bağlar ve bunun inşa ettiği politik bağlar iktidarda olan güçlerle tabanda dışlanan güçler arasındaki ilişkiyi sürdürmek için ciddi bir işlev görmektedir. Sınıfsal mesafelerin açılmasıyla kültürel mesafelerin yakınlaşması bugünkü enteresan durumu doğurmakta. Bunu somutlaştırmak gerekirse; İstanbul’daki kentsel dönüşüm projeleri kent çapında uygulanan projeler olduğu halde sözü geçen projelerin aldığı tepkilerin -karşı hareketlerin- ortaya çıktığı mekanlara baktığımızda bu mekanların kültürel bakımdan iktidara uzak olduklarını görürüz. Bunu seçim sonuçlarından ve hakim politikanın dilinden bu mekanların nasıl tarif edildiğine bakarak da anlayabiliriz. Hepiniz bir anlığına kent yazınından son 10 yıllık süreç içerisinde varoşlarla ilgili okuduğunuz herhangi bir yazıyı hafızanızda canlandırın. Bu yazıların ortak paydada kentsel hareketlerin az ya da çok, bir ölçüde gerçekleştiği mekanları anlattığını görürsünüz. Bu mekanların kültürel niteliklerine yakından bakıldığında, adı geçen yerleşmelerin hangileri olduğu aşağı yukarı herkesin aklına gelir, çünkü hep aynıları sayılır. Gazi Mahallesi, Gülsuyu, Sarıyer’in bazı mahalleleri, Derbent mesela, 1 Mayıs Mahallesi, Sarıgazi, Okmeydanı’nın bir kısmı, vesaire. Bu mahallelerin kültürel niteliklerine baktığınız zaman önceden vurguladığım noktayı, iktidarla olan mesafenin ne kadar açılmış olduğunu görürsünüz çünkü bu mekanlar kültürel bakımdan iktidarın durduğu yerden çok uzaktır. Hem politik olarak uzaktır hem de kimi zaman etnik, kimi zaman da inanç kültürü yönünden uzaktır. 179 Hedef haline getirilen yerler içerisinde, hedef haline gelmiş olmaya karşı tepki gösteren mekanlar büyük ölçüde bu mekanlardır. Başka mekanlarda da mesela Pendik’te- büyük çaplı kentsel dönüşüm projeleri uygulandı. Bu mekanlarda niçin bir karşı tepki örgütlenmedi veya örgütlenemedi? Burada bu kültürel bağların devreye girmiş olduğunu düşünüyorum ve biz sosyal bilimcilerin bu ayrıntıyı atlamaması gerektiğine inanıyorum. Başa dönerek bir değerlendirme yapmam gerekirse, kentsel hareketlerin gelişmesi için sadece sınıfsal çelişkilerin, uçurumların oluşması yeterli değildir. Bu elbette kentsel hareketlerin temelde varoluş nedenidir ama bu hareketlerin görünür olabilmeleri, kendi gerçek dinamiklerine kavuşabilmeleri, kendilerini yeniden üretebilmeleri için sanırım bir sürece ihtiyaç vardır. Bunun nasıl formüle edileceğini çok iyi bilmiyorum, ama bir deneyime ihtiyaç vardır. Bu kesimlerin kendi gündelik hayatlarında deneyimleyecekleri dışlanma hissine ihtiyaç vardır. Deneyim yaşanacak ve sonra insanlar, toplumlar, topluluklar tepki göstermeye başlayacaklardır. Bu tepkinin örgütlenebilmesi sadece dışarıdan müdahalelerle, akıl-fikir vermeyle olamaz. Muhalefet-muhalif dinamiğinin ortaya çıkabilmesi, bu türden bir takım deneyimlere bağlıdır. Söylediklerimi özetleyip bitireyim. Kentsel hareketler ve kentsel muhalefeti anlamak için anahtar kavramlarımız; mekan ve mülkiyettir. Mülkiyet kavramını geçmişteki kentsel hareketlerle ilgili olarak yorumladığımda; o dönemin kentsel hareketlerinin mülkiyeti ortadan kaldırmayı hedeflediğini, bugünkü kentsel hareketlerin mülkiyet hakkını korumayı hedeflediğini görüyorum. Bu hem bir sürekliliğe hem de bir kopukluğa işaret ederken, bununla bağlantılı olarak hem bir güçlülüğe hem de bir zayıflığa işaret etmekte. İkinci tezim de -görüş ya da kafamda uçuşan fikirlerden biri de diyebiliriz- bugünün kentsel hareketlerinin dinamiklerinin zayıf olmasında iktidar ve toplumun geniş kesimleri arasındaki kültürel sürekliliklerin önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ederim. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Biz teşekkür ederiz Şükrü Hocam. Şimdi sivil toplum örgütlerinden S.O.S Grubu'nu temsilen Esra Balcı’yı kürsüye rica ediyoruz. Kendisi sizlerin de bildiği gibi, özellikle 2010’daki İstanbul’un UNESCO listesinden çıkarılma girişimleri sonrasında oluşan SOS bileşimine yönelttiğimiz davet sonucu aramıza katıldı. Esra Hanım 20 dakikalık zannediyorum sunuşunuz, çok teşekkür ediyoruz. 180 ESRA BALCI- Herkese merhaba. Öncelikle Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi'ne bu tartışma platformunun yarattığı ve kendimizi ifade etme şansı verdiği için teşekkür ederim. İstanbul S.O.S İstanbul’un kentsel konularına ilgi duyan ve bu alanda olup bitenleri dert edinen insanlardan oluşan bir sivil inisiyatif. Ben de bu büyük gönüllü grup içinden sizlere S.O.S’i anlatmak üzere görevlendirildim. Temmuz 2010’dan beri bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, ama gene de kısaca oluşum sürecimizi anlatmaya çalışacağım. Neler yaptıklarımızdan bahsedeceğim ve neticede bunun için kullandığımız araçları ve ilkeleri özetleyeceğim. İstanbul S.O.S geçen yıl Haziranın sonlarına doğru Brezilya’da yapılacak olan UNESCO Dünya Miras Listesi Toplantısı öncesinde bu toplantıda İstanbul’la ilgili görüşülecek olan Taslak Rapor'da bulunan kararlara eleştirel bir bakış ortaya koyarak meydana çıktı. İstanbul 1985 yılından beri dört alanıyla UNESCO’nun Dünya Miras Listesi'nde bulunuyor, fakat 2002 yılından beri Tehlike Altındaki Miras Listesi'ne geçmesi tartışılıyor. Özellikle yerel yönetimler ve merkezi hükümet bunun böyle olmadığını, aslında İstanbul’un tehlike altında olmadığı yönünde dezenformasyonla, özellikle basını kullanarak bilgilendirme yapmakta. Geçen yıl Temmuz 2010’da paylaşılan taslak karar, temelde İstanbul’un Tehlike Altındaki Miras Listesi'ne alınma ihtimalini gayet ciddi bir şekilde ortaya koyuyordu. Biz bu bilgi altyapısıyla bir araya geldik. Aynı vakitlerde İstanbul’da Avrupa Sosyal Forumu toplanacaktı ve bu sosyal forum öncesinde İstanbul’un çeşitli mahalle gruplarını bir araya getirerek bir toplu kentsel muhalefet girişimi oluşmuştu, o sıralarda “Kent Hareketleri Forumu” adıyla anılıyordu. İstanbul S.O.S de ilk çağrısını Kent Hareketleri Forumu'na yaptı. Oluşum; Kent Hareketleri Forumu'ndan bize katılan arkadaşlar, daha sonra konunun uzmanı sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, basın ve odaların bir araya gelmesiyle S.O.S’in aslında ilk nüvesi atılmış oldu. O günden beri İstanbul S.O.S bu saydığım kuruluşlar arasındaki işbirliğini bir arada tutmaya ve yürütmeye de çalışıyor. Oluşum sürecine geri dönecek olursam, 2010'da Brezilya’daki toplantı sonucu olarak basına yapılan yanlış bir bilgilendirmeyle, İstanbul’un tehlike altında olmadığı mesajı verildi. Biz orada konu görüşüldükten sonra ve buraya oradaki karar yansımaya başladığında konunun yansıtıldığı gibi olmadığını, aslında İstanbul için tehlikenin hala daha devam ettiğini tespit ettik ve değerli hocalarımızın katkılarıyla bunu ortaya çıkartıp, duyurusunu 181 yaptık. Bu süreçte kendimizi görünür kılmak için birtakım girişimlerde bulunduk; web sayfası hazırladık, çeşitli el ilanlarıyla olabildiğince yaygın bir kitleye ulaşmaya çalıştık. Bu arada alınan kararı yorumlamak için bir araya gelmelerimizin sonucunda bu kararın olabildiğince duyurulması ve bununla ilgili bir kamuoyu oluşturulmasına yönelik eylem planı yaptık. Bunun için çeşitli eylemler yaptık. Bunun basında yer alması için basındaki arkadaşlara yüz yüze bilgilendirme yaptık. Bu arada karşı taraftan İstanbul’un tehlike altında olmadığına dair telkinler de geliyordu. Bu defa biraz daha dikkat çekici olması için farklı eylem yöntemleri denedik. Aslında tehlike altında olmadığı söylenen İstanbul’un kaybolmakta olan ruhu için helva kavurduk. Sürekli bilgilendirme toplantılarına devam ettik, derdimiz sadece Tarihi Yarımada olmadı. İstanbul’a ait değerleri,bu değerlere sahip alanları ve içinde yaşayanları hiçe sayan, onların mülkiyet ve sosyal haklarını görmezden gelen uygulamalar var. Deniz Hocamız'ın da değindiği, sanki pozitif bir olaymış gibi, güvenlik, sıhhileştirme gerekçeleriyle başlatlan bu uygulamalar, neticede toplumsal ayrıştırmaya veya etnik ayrışmalara kadar varabilecek, uç sonuçlar doğurabilecek uygulamalardır. Biz bunları olabildiğince duyurmaya, kamuoyunda ve basında farkındalık yaratmaya çalıştık, eylemler yaptık. Tarlabaşı hepinizin bildiği gibi şu anda gayet hızlı bir şekilde yenileme projesi devam etmekte ve burada yaptığımız eylemlerimiz de basında yer buldu. İstanbul S.O.S girişimi bunun dışında sadece yapılı çevreyle değil, aynı şekilde İstanbul’un çevre değerlerine de sahip çıktı. 2.000.000 İstanbullu eyleminden kendisi gibi duyarlı sivil toplum kuruluşlarına veya platformlara destek vermeye çalıştı. Bu arada Atlas Dergisi her zaman bizim yanımızda oldu. Atlas’ın aslında bütün Anadolu'yu kapsayan ama belli noktalara odaklanan, sadakat ana temalı çalışmalarına, karşılıklı fikir alışverişlerimiz İstanbul'un da bu kapsama dahil edilmesiyle sonlandı ve “İstanbul’da Sadakat Hafta Sonu’’ düzenlemeye karar verdik. “İstanbul’da Sadakat Hafta Sonu” kapsamında Cumartesi günleri yaptığımız bilgilendirme toplantılarının ardından, takibindeki Pazar günleri de “İstanbul’a Sadakat Gezileri”ni başlattık. Geçen yılın Ekim ayından beri İstanbul’a sadakat gezileri devam ediyor. Biz bu gezilerde özellikle Tarihi Yarımada'da dönüşüm alanı ilan edilen Fener, Balat, Ayvansaray, Süleymaniye ve Zeyrek’te geziler düzenledik. Gezilerin son üçünde Tarlabaşı’nı da sefere kattık. Bu sadakat gezileri asla turistik gezi gibi değil, tamamen oradaki dönüşüm meselesini gelen katılımcılara anlatmak ve İstanbul S.O.S’in taşıdığı, aslında kentle ilgili 182 bütün bu ayrışmaları derinleştirecek uygulamaları birazcık daha katılımcılara aktarmak ve onları bu konuda birazcık daha farkında kılmak üzere ilerliyor. Haydarpaşa’nın koruma amaçlı imar planının gelişimi, Haydarpaşa Dayanışması'yla da birlikte irtibat içinde olarak kuruldaki durumu ve bununla ilgili süreci takip ediyorduk, ama o sırada bir hafta sonu Haydarpaşa yangını olunca acil gündem olmuş oldu. Kamuoyunun hazır ilgisi buna yönelmişken bir Haydarpaşa’ya sadakat hafta sonu düzenledik ve o hafta sonunda Cumartesi günü yine Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde yaptığımız toplantıda biz davet etmemiş olmamıza rağmen kendisi haber alan Adnan Ekinci Bey gelmişti. O görüşmede kendisinden şöyle bir söz alınmıştı, “Haydarpaşa’nın Koruma Amaçlı İmar Planı kurul tarafından onaylandığı anda bunu halkla paylaşacağız, oranın ilgilileriyle paylaşacağız” diye. Bu söz üzerine salonda ciddi bir tartışma çıkmıştı. Koruma amaçlı imar planı kuruldan onaylandıktan sonra değil, çok daha öncesinde halkla paylaşılıyor olmalıydı. Sadakat gezilerinin sonuncusunu örneğin Tokludede’den başlattık. Hepinizin bildiği gibi Ayvansaray’da da bir yenileme projesi var ve hızla ilerliyor. Gezimizi oradan başlattık, kamuoyunun ve basının oraya ilgisini çekmek için CHP’den milletvekili Gürsel Tekin’in de katıldığı FEBAYDER’in ve İstanbul S.O.S’in ortak bir basın açıklaması yapıldı. Özellikle bu yıl Paris’te yapılan UNESCO toplantısının ardından yine basına yanlış bilgi verilerek, daha doğrusu çarpıtılarak ortaya çıkan bir süreç var. O da Haliç Metro Geçiş Köprüsü ile ilgili. Proje müellifi Paris’teki toplantıya katıldı. Toplantılar henüz devam ederken ve biz henüz oradaki raporun karar metnini elde edememişken, proje müellifi buradaki basın aracılığıyla “UNESCO’yu ikna ettim, yıllardır uğraşıyordum, sonunda köprüye ikna ettim” gibi bir açıklama yaptı. Taslak karar elimizde olduğu için ve taslak karardan çok farklı olamayacağını bildiğimiz için nihai kararın bunun böyle olmadığını gerçekte ve hala daha köprünün sorunlarını yansıttığını ve proje müellifinin gerçekte taraf devlet adına konuşma hakkına nereden sahip olduğunu sorgulayan bir basın bildirisi düzenledik ve bunu yaygınlaştırdık. Bunun üzerine proje müellifi ve bu konunun uzmanlarının bir araya getirildiği birtakım televizyon programları oldu. Sabah Haluk Gerçek Hocamız burada aslında muhalif duruşun ve aslında bu kent konularının medyada yeterince yer bulmadığından ve bunun aslında bilinçli bir hareket olduğundan bahsetti. Biz çok çabalayarak bu noktaya getirebildik meseleyi. Bundan aldığımız hızla konunun uzmanlarıyla ana akım medyadan birkaç köşe yazarını bir araya 183 getirmeye çalıştık ve onları bu köprünün böyle olmaması gerektiği konusunda bilgilendirdik. Birkaç güne kadar da bununla ilgili olarak da başka bir köprü mümkün ana fikriyle bir imza kampanyası başlatmayı hedefliyoruz. Bunlar çok özet olarak yaptıklarımızdı. Bu örnekler üstünden aslında bizim yapmaya çalıştığımız Ali Bey’in biraz önce söylediği gibi “köylü kaldılar, kentli olamadılar” duruşuna aksi olarak kentlilik bilincini oluşturmaya çalışmak. Kent üzerinde bir hakkı olduğunu bilir ve böyle hissederse, bunun için daha fazla savaşabilecek gücü kendinde bulabilir. İstanbul S.O.S mağdurlardan meydana gelmemekle birlikte mağdur olanların sesini bütün kente, kamuoyuna ifade etmeye, anlatmaya çalışıyor. Bir yerlerde mağduriyet yaşanıyorsa, o alanın derdini, tasasını paylaşmak veya savunmak için illa ki o alandan olmak gerekmediğine inanmaktayız. Temelde bilgilendirilme hakkı ve katılım hakklarını kullanmaya veya kullandırtmaya çalışıyoruz. Evet, bir bilgi edinme yasası var. Temelde şunu hedefliyoruz: Bir alanla ilgili karar verileceği zaman aslında oranın kullanıcılarına en başta danışılması lazım. O alanın kullanıcılarından bağımsız olarak bu alan üçüncü kişilere bırakılıp, bunun üzerinden rant elde edilmesi değil, alanın kullanıcılarıyla birlikte bir bütün olarak düşünülmesi gerektiği düşüncesini savunuyoruz. Ayrıca sadece dönüştürülen kent küçük parçalarıyla değil, kentin bütününü ilgilendiren, kamusal zenginliğine dair kamunun fikri alınmadan zarar vermek üzere geliştirilen projelerle ilgilenmekte, büyük ölçekli karar süreçlerine katılımla ilgili örnekler yaratmayı amaçlamaktayız. Teşekkür ederim. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Biz teşekkür ederiz Esra Hanım. Tamamen gönüllülük esasına dayalı bir oluşumun hayatta kalmasının ne kadar zor olduğununun, İstanbul gibi bir kentte etkinlik düzenlemenin ne kadar büyük bir özveri gerektirdiğinin farkındayız ve hepimiz sizleri takdir ediyoruz. Onun için bir kez daha buradan bunu ifade etmekte yarar var. Son konuşmacımız Sayın Cemal Ejder, Sarıyer Mahalle Dernekleri'nden, biraz önce değerli katılımcının sorusuna da yanıt verirken belirttiğim gibi İstanbul Buluşmaları ilk gününden itibaren akademik camiayı, kentsel gelişmeler içerisindeki etkin diğer tüm aktörleri ve mahalle derneklerini kucaklaştırmayı hedefleyen bir platform. Dolayısıyla ilk etkinliğimizden beri mahalle derneklerinin çok önemli bir yeri var. Bunu bir 184 kez daha vurgulamak istiyorum ve katılımınızı çok önemsediğimizi tekrar belirterek sözü Sayın Cemal Bey'e bırakıyorum. CEMAL EJDER- Teşekkür ederim Hocam. Ben de öncelikle salonda bulunan genç arkadaşlarımı, akademisyenleri, hocalarımı en içten derin duygularımla selamlıyorum. Değerli arkadaşlar, buraya gelmemize vesile olan, bugün sizlerle birlikte olmaktan çok mutlu olduğumuzu, kendimizi az da olsa ifade edeceğimizden memnun olduğumuzu söyleyebilirim. Şimdi dünden beri buradayız. İstanbul’un çeşitli semtlerinde ayda bir, ya da 15 günde bir, gücümüzün yettiği oranda yapılan tüm panellere katılarak kendimizi ifade etmek istiyoruz. Gerek pratikte gerek görüşümüzle taraflı olmayan, objektif bakış açımızla kendimizi ve birlikte yaşadığımız sosyolojik gerçeklik içerisindeki halkların bir bütün olarak kendilerini nasıl ifade edebileceklerini, dayanışma içinde olabileceklerini anlatmaya çalışıyoruz. Şimdi burada da olmamızın bir nedeni İstanbul. Türkiye’nin en büyük şehri, en büyük metropoliten kenti İstanbul’un nasıl bir kent olması ve yaşanılabilir bir şehir, yaşanılır bir düzen nasıl olması gerektiği üzerine kafa yorulmakta, ancak bir tek İstanbul değil Türkiye, İstanbul’dan başka şehirler de var, bu gerçeği de görmeden edemeyeceğiz Adana, Mersin, Ankara, Dersim, Ağrı, Muş, Van, Hakkari, daha doğrusu 1980 öncesi ve 1980 sonrası bu ülkede hala yaşatılan kirli savaş sonucu 3.500.000-4.000.000 insanın göçünden bahsediliyor. Bunun yaklaşık 2.500.000’u İstanbul’a son 20 yıl içerisinde göç etmiş durumda. Bunun en bariz örnekleri; Dolapdere’de, Taksim’de, Beyoğlu’nun arka mahallelerinde, Hacıahmet’te, Okmeydanı sırtlarında, Gazi Mahallesi'nde, Küçükarmutlu’da, Derbent’te, Sarıyer’in eteklerinde görebilirsiniz. Bunların buraya gelme nedeni pek de bu şehre meraklı oluşlarından değil, köylerinin yanışından, göçe zorlanmalarından, savaş politikalarından kaçışındandır. Birçoğu köyü yanmış, birçoğunun evi, tarlası, mezrası, hatta İstanbul'da ciğerimiz dediğimiz alanlara nasıl sahip çıkıyorsak, oralarda da o korumaya çalıştığımız çevre bugün yok ediliyor. Ormanlar ateşe verilip bırakılıyor, gerekçesi savaş. Biz bunlara duyarlı olmadığımız müddetçe İstanbul’a sahip çıkabileceğimizi hiç sanmıyorum. Çünkü ne kadar sahip çıkarsak çıkalım, boş bir teraziye su taşımaktan öte geçmeyecektir. Çünkü savaş politikaları devam ediyor, biz bunlara dur diyebilmeliyiz. Çünkü kardeş kanı akıyor, bu kardeş kanının akması sonucu yaratılan bu çarpık savaş, bu çarpık düzen ister istemez şehirlerdeki -adaleti olması beklenenkentleşmeyi de bozmaktadır. Bu da bir tahmin. 185 Şimdi dünden beri buradayız. Değerli hocalarımızdan, değerli dostlarımızdan, değerli akademisyenlerimizden çok iyi tahliller aldık. Biraz anlatım tarzından mı kaynaklı dersiniz, yoksa ağır alışkanlığından mıdır? İşgalci, yasadışı yapılanmalar ve illegal yapılanmalar. Şimdi biz işgalci değiliz, asla bir yasadışı yapılanma içerisinde değiliz ve illegal bir yapılanma içerisinde asla olmadık. İllegal yapılanmalardan bizim anladığımız üstü örtülüdür, gizlidir, sınırları bellidir. Bir akademisyenin diline yakışmayan bir kelimedir. Bunlar da alışkanlık haline geldikçe diğer nesillere böyle anlatılırsa, işte o zaman biz bu işin içinden çıkamayız. İşgalci olmadığımızı her defasında söyledik, biz köylerimizden buraya gelirken keyfi kedere gelmedik. Pek de İstanbul’un taşına, toprağına merakımızdan gelmedik. 56 yaşındayım, 13 yaşında İstanbul’a göç tarihim başlar. 43 yıldır buradayım, gelirken babam, büyüklerim bana sormadılar İstanbul’a gidiyoruz. Sorsalardı, aklım erseydi gelmezdim çünkü köyüm ve yaşantım daha güzeldi. En azından işgalci kelimesini 40 yıl boyunca duymazdım. Şimdi burada işgalci oluyoruz. Gelirken buraya arsaları öyle kürek, kazma sallayıp almadık, birilerine silah çekip arsaları işgal de etmedik. Biz bu arsaları bize işgalci diyenlerden parayla aldık. Bu işin içinde jandarması vardı, bu işin içinde devlet yetkilileri, diğer denetçiler, polisi, kaymakamı vardı. Gözlerimle tanık oldum Sarıyer’in bizim mahallenin arsalarını satan arazi mafyasına kaymakamlık unvanı verdiler, -bir dönemin Sarıyer Kaymakamı Zeki Bey- seçilmeden kaymakamlık ataması yaptılar. Sen geri kalanları da sat, ömrün bitince muhtarlığı bırakırsın diye. Biz böyle bir tarihsel süreçten geçtik. Ne oluyor? İşgalci oluyoruz. Bu akademisyenler, gerek devlet yetkilileri, gerek TOKİ’nin başındaki o şahıs, malum Erdoğan Bayraktar bugün Şehircilik Bakanlığı unvanına getiriliyor. Bundan 4-5 ay öncesi gene bir TOKİ Kurultayı var Harbiye vadisinde, bizzat gecekonduda yaşayanlara -yanında Tayyip Erdoğan’ı, Kadir Topbaş’ı, bilmem AKP’nin seçkin talancı, yalancı, sahtekar takımlarıyla beraber- bizlere şunu söylüyorlar: “O bölgede yaşayanlar uyuşturucu tacirleri, o bölgede yaşayanlar kadın ticareti yapanlar, tabii mutlaka temizlenmeli” diye. Şimdi biz böylesine bir topluluk içerisinde ve böyle panellerde kendimizi ifade ederken aslında ezilmiyoruz. O bölgelerde yaşamakla onur, halkla dayanışmış olmaktan da gurur duyuyoruz. Biz halkız, hem de öyle bir halkız ki. Bu ülkenin Cumhuriyet tarihine değer vermiş, bugün bu ülkenin sıkıntılarına, ekolojik çevresine, suyuna, havzasına, yok olan tarihine, mirasına değer biçen bir halkız. Öyle göründüğü gibi cahil bir halk değiliz, 20.000 nüfuslu 186 Pınar Mahallesi'nde ikamet etmekteyiz. Orada da Pınar Mahallesi Dernek Başkanlığı yapmaktayım. Genel sıkıntımız İstinye Park'ın mahallemize girmesi ve yağmalama düzeninin başlamasıyla boy gösteren sıkıntı sonucunda dernekleşmeyi seçtik. Amacımız belliydi. Mahallemizin girişi, ana yolumuz, giriş çıkışlarımız gasp edildi. Yeşil alanımız, ortak kullandığımız parkımız, top sahamız, kültürel alanlarımız elimizden alındı, yok sayıldık. Utanmadılar üstüne üstlük yerel seçimlerde söz verdikleri halde henüz daha birisi uğramamıştır. Uğramadığı gibi hala işgalci 2009 yılının Ocak ayında da utanmadan mahallemizi 2-3 firmaya palazlamak için ihale ettiler. O ihaleyi erken aldık da, Sarıyer Mahalle Dernekleri Platformu adına duyarlı tüm mahalleler bir araya gelip Büyükşehir Belediye Meclisi'ni işgal edip çalıştırmaz bir hale getirdik, o yasayı geri çektirdik. Bizim bugün Sarıyer’de Dernekler Platformu adına bu oluşumu oluşturmamızın ana nedeni bendeki yaşanan sıkıntının Armutlu’da oluşu, Armutlu’dan Hisarüstü’ne, Hisarüstü’nden Derbent’e, Derbent’ten Dağevleri’ne, meşhur Dağevleri’ne, Çayırbaşı’na, Kocataş’a, Kars Mahallesine, Kilyos’a, Demirciköy’e, Zekeriyaköy’e, Uskumruköy’e. Hani o köy dediğim mezralara, o yeşil alana. Çevreciler gözünü oralar için biraz açsınlar. Şehir plancılarına söylüyoruz, Demirciköy bugün TOKİ’nin inşaat alanına dönüşmüştür. Jandarma kışlası oradan boşaltılıyor, orman alanı tahrip ediliyor. Hep İstanbul mu, hep Boğaz mı? Biraz da geriye bakın, İstanbul’un nefesi, İstanbul’un oksijeni, İstanbul’un ana can damarı, oksijeni kesiliyor. Hep 3. Köprüyle meşgul olmak tabii ki insancıl olmanın bir görevi, ama biraz da arkalara bakmak lazım. Bu arada yok olan bir tarih var, biz İstanbul’un tarihini zaten biz kendimiz yok ettik. Nasıl yok ettik? Zaten İstanbul’da yaşayan halkların yüzde 99’u kendisi işgalci, başka bir halkın tarihi üzerine yapı yaptık, onları buradan kovduk, biz şimdi İstanbul’un sahibi oluyoruz değil, biz işgalciyiz. Önümüzden geçmiş tarihe bir bakın, o tarihi yüceltmemiz gerekir. Surların üzerine ev yaptık, birilerinin mezarları üzerine ev yaptık, birilerinin mezarlarını birilerinin tarihi üzerine gökdelenleri dikiyoruz. Gökdelenlerin kaçak katlarına bazı plancılar veya bazı akademisyenler sözüm ona aydın, demokrat kesim şöyle diyor: “Bu işgal bölgelerini temizlersek üç beş tane daha siluet, üç beş tane daha güzel bina yaparsak şehri kurtarmış oluruz işgalcilerden” . Yok öyle bir yağma. Biz emekçiler, biz yoksullar dayanışma içinde olduğumuz müddetçe asla hiçbir güç bizi buradan atamayacağını çok iyi bilmelidir. İşte biz buna 187 muhalefetiz. Şehir ve muhalefet deniliyor ya, aslında Erbatur Hocam çok güzel değindi. Ben bir akademisyen değilim, ama kendimce bildiğim dünya görüşümü sizlere ifade etmek istedim. Asla da bir siyasal akımın peşinde olmadım. Evet, bir dönemler ben de bir sol kuşaktan geliyorum, o kuşaktan gelmekten de onur duyuyorum. Çünkü o tecrübeler, o yol aydınlığı bana bu yolu verdi ve bugün o misyonu taşımaktan gene onur duyuyorum, ama bugün asla bir ideolojik misyonun tarafı değilim. Ben yalnızca bugün kendi mahallemde değil, Sarıyer’in tüm mahallelerinde AKP’lisi olsun, MHP’li, CHP’lisi olsun, emekçi kesimin, emekçi yoksul halk kesimini, benim gibi işgalci sıfatıyla görülen yerinden edilmiş her insanın yanında davasına dayanışmacı olmayla kendimi mükellef kılıyorum. Zaten bize düşen kıble de o olmalı, insanları ayırmadan, sağcı-solcu ayırmadan herkesle bir bütün olmaktır. Onların temel sorunu barınma haklarına yardımcı olmaktır. Planlama, yaşamsal tüm haklarını taraf olup, müdahil olmaktır. Biz kentsel dönüşüm deyince hiçbir şey yapılmasın demedik. Bizim kentsel dönüşümden duyduğumuz kaygı bu rant paylaşımın nasıl yapılacağını, yaşam alanlarımızın sürgün politikalarıyla yaşamlarımızın nasıl değişeceğini çok iyi bildiğimizdendir. Karşı duruşumuz, muhalefet oluşumuz zaten bundan kaynaklıdır. Diyoruz ki, bize sorulmadan yaşam alanlarımız asla birilerine peşkeş çekilmesin. Planlama yapılacaksa, bir şehir hayatı dönüşecekse, planlamada mutlaka bu halk kesimleri olmalı, mahallenin sivil toplumları, mahalle dernekleri, o mahallenin muhtarı, kanaat önderleri mutlaka bu süreçlere dahil olmalıdır. Hiç kimse oturduğu yerde hele böylesi bir çağda gecekondulaşmayı savunmaz. Evet, 1970’lerden 1980’lere kadar gecekondulaşmayı en fazla savunan kesim bizlerdik, sol kesimdi. Nedendi biliyor musunuz? Ben o işin içindeydim, köyden gelmiş. Kente taşı toprağı altın demişler, çalış demişler. Ucuz işgücü var, her tarafta sanayi var, benim mahallem sanayi bölgesi etrafı, şimdi bir tane sanayi kalmamış. Hep Maslak kasırları, Maslak gökdelenleri. Sanayi gitmiş, sizin de işiniz bitmiş. Sen artık burayı terk et, biz burada daha çok soylu, daha çok efendileri taşıyacağız. Beyaz gömleklileri, beyaz yakalıları getireceğiz, size yer kalmadı ki. Öyle yok, beni 1970’te buraya getirirken, o mafyanın kucağına düşürürken senin devlet otoriten neredeydi? Hani sen devlettin, her şeye kadirdin? Yok, senin devlet olma anlayışını ben çoktan reddediyorum. Çünkü benim bildiğim devlet demokratik, benim bildiğim devlet adaletli, benim bildiğim devlet sosyal hukuk devleti olmalı. Bizim bildiğimiz yerel yönetimler özerk olmalı, özerklik şartını yerine getirmiş, merkezi iktidardan emir almayan, halktan emir alan 188 seçilmişler olmalıdır diyoruz. Helikopterlerle uçup, burayı yap ey malum belediye başkanı diyen bir anlayış değil. Benim oyumla seçilmiş kişinin özerkliğiyle yapılmalıdır diye düşünüyoruz. Kentsel dönüşüm nedir ve neyi amaçlamaktadır? Merkezi ve yerel iktidarın her arazi parçasından rant elde etmek için kentin altyapı sorununu çözmek, sağlıksız şehirleşmeyi engellemek, alt gelirli kişilere konut üretmek, çöküntü alanlarını soylulaştırmak gibi masumane bir dil kullanıp, esasen bu amaçlarla hiç ilgisi olmayan, ama para kazandıran projeler üretmenin yeni adıdır kentsel dönüşüm. Kentsel dönüşüm projesinin amacı sağlıklı bir kent yaratmaktan öte şehir merkezlerinin emekçi halklardan temizlenerek zenginlere güvenli bir şekilde sunulmasıdır. Çünkü bu bölgelerdeki arazilerin jeolojik yapıları depreme dayanıklı ve coğrafi konumları gereği büyük bir rant kaynağıdır. Yapılacak iş kentsel dönüşüm ilan edilen bölgelerde yaşayan her ailenin evlerinden çıkarılması, her evin yıkılması, her ağacın sökülmesidir. Tüm bu alanın imara ve inşaata elverişli tek parça arsa haline getirilmesidir. Bir başka ifadeyle kentsel dönüşüm yeni sürgün ve yıkım politikalarının adıdır. Biz neden kentsel dönüşüm ve yıkımlara karşı olduğumuzu kısa kısa böyle ifade etmek istedik. Kentsel dönüşüm projelerinin tek amacı vardır: Amaç değeri hissedilen arazilerin üzerinde rant kazanmak için yeniden inşa edilmesidir. Yapılacak yıkımlarla sadece evimiz yıkılmayacaktır, evimizle birlikte komşuluk ilişkilerimiz, asayiş biçimimiz, geleneklerimiz ve dayanışma bir arada olma kültürümüz yıkılacaktır. Bunun sonucunda evleri yıkılanların bir kısmı dar, sıkışık, kendini tavuk kümesinde hissedecek yapılara yollanacağı aşikardır. Bunun örneklerini İstanbul’da yaşadık ve görüyoruz. Sulukule’de yapılanlar insanlık dışı bir uygulamadır. Azınlık haklarına, o Roman kardeşlerimize yapılan bu zulme isterdik ki İstanbul’da yaşayan insanım diyen herkesin tepki göstermesiydi. İnsanları sen buradan Bezirganbahçe’ye onların günlük hayatlarına hiç önem vermeden, hangi yaşantıyı nasıl sürdüreceklerini planlamadan götürüp 30 katlı, 25 katlı binalara yerleştirirsen orada onların yaşama şansı yok. Onların belli bir kültürü var, o kültür onların kendine has kültürüdür. Eğlence kültürü, çalgı kültürü, hepimizin içinde bulunduğu bazen efkar dağıtmak için herkesin gidip uğradığı Sulukule Roman ekibinin kültürüdür. Mahallemizde her yıl kültür sanat festivali yaparız. Her yıl sokaklarımızda sinema günleri, kültür faaliyetleri düzenleriz. Kültür faaliyetlerimize geçen yaz Roman ekibinden getirdik. Özellikle Sulukule Dayanışma Atölyesi'nden bir Sulukule Roman ekibini getirdik ve mahalle halkımız bunları oldukça bağrına bastı. Çünkü 189 onlar orada bir kentsel dönüşüm mağduruydu. İçinde yaşadığım mahalle, halkım kentsel dönüşüm mağduruydu. Ciddi bir dayanışmanın, ciddi bir bütünleşmenin orada olduğunu bütün dost, düşman gördü. Aslında o Roman’a başka türlü gözle bakan sağcı kardeşim, diğer başka bir ideolojik görüşe bağlı kardeşim ama o gözle bakmadı. Çünkü ona yapılan zulmün yakın bir gelecekte kendisine yapılacağını tahmin etti. Sevgisi, hoşgörüsü ondandı. Aslında onu anlayabildiği oranda onu kendi yerine koyabildi. İşte bunları başarmak bütün bu ezilmiş, yok edilmiş tarihsel, kültürel mirasla kucak kucağa, el ele tutunmak zorundayız. Bizzat bu soruna karşı üniversite gençliğinin, bundan sonraki nesillerin İstanbul'un daha kültürlü, daha yaşanılır bir kent olması için her kişinin duyarlı olması gerekir. Planlama harita üzerinden ben yazdım, çizdim, haydi muhtarlık sen de uygula, tatbik et anlayışı değildir. Herkesin içinde ısınabildiği bir evlerden oluşan bir kent olması, hepimizin arzusu. Bizim de isteğimiz insanların yerinden edilmeden, etnik kimliklerine bakılmadan herkes hoşgörü içerisinde beraber yaşaması. Varsa dönüşüm, varsa yenileme insanlara danışarak yapılmalı diyorum. Sözlerime burada son veriyor, sizleri tekrar en derin duygularımla selamlıyorum. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ederiz Sayın Ejder. Biz de sizin yaşadığınız sorunları içimizde hissettiğimiz için hepimiz bunu paylaşıyoruz. Elbette farklı düşünenler olabilir, elbette bütün söylenilenlere katılmama durumu olabilir ama kendinizi içten, yürekten ifade etme biçiminiz için de çok teşekkür ediyoruz. Şimdi soruları ve katkıları alacağız salondan, en başta belirttiğim gibi Deniz Hocanın bir jüriye yetişmek için ayrılmak durumunda olduğundan tekrar onun adına özür diliyorum. Şimdi mikrofonla kayıt almamız gerekiyor. İsminizi belirterek kime yönelttiğinizi soruyu veya katkınızı en başta belirtiniz. Buyurun. Yard. Doç. Dr. TOLGA İSLAM- Soru yöneltmeye çalışacağım. Tartışmalar çok anlamlıydı. Özellikle Erbatur’un çizdiği çerçeve bence çok üzerinde durmamız, hatta yazılı ortamda tartışmamız gereken bir mesele belki. Mavi Marmara hadisesinden sonra yakın zamanda bir tartışma başladı Taraf Gazetesi'nde -İsrail’in tutumu belli ama- oradaki insanların, aktivistlerin tavrı, tutumu eleştiri konusu. Başka ne yapabilirlerdi? Kendimizi sorgulamamız çok önemli bence. Erbatur çok güzel bir sunum yaptı, 190 sınıflandırması bana ilk başta karışık geldi, okumam lazım, üstünde düşünmem lazım ama ben de dışarıdan ahkam kesen bir güruh olduğunu içimizde çok net bir şekilde biliyorum. Diğer taraftan elimde bu konuda kesin söyleyebileceğim reçeteler de yok ama araştırma yaparken sahayı nasıl tanımamız gerektiği konusunda da tartışılması gerekiyor. Araştırmanızı ve araştırmanızdakileri biraz da nesneleştirmek gerektiğini düşünüyorum, eğer siz araştırma sahanızdaki kişileri nesne haline getirmezseniz, araştırma sahanızdaki kişilerin hayatına girer, taraf tutarsanız araştırmanız objektif olmaktan çıkar. Aktivizmle objektif araştırma arasındaki ilişkinin de ciddi bir şekilde sorgulanması gerektiğini, bu konuda başka eleştiriler de getirilebileceğini düşünüyorum. Bugüne kadar çok fazla ses çıkartmak, çok fazla bu konuda bir şey söylemek istemedim çünkü zamanı daha gelmemişti. Bir tarafta belediye gibi sonuçta sermaye gibi çok güçlü bir yapı var, diğer tarafta yerel halk ve aktivistlerden oluşan cılız bir ses var. Bu denkleme eleştiri getirmek için geçmişte doğru bir zaman olmamıştı. Mesela, Sulukule örneğinde ya da başka örneklerde ama şu anda artık projelerin sonuçlanmaya başladığını görüyoruz ve bunu tartışmak için belediyeden önce eleştirileri kendimize yöneltmemiz lazım. Aktivizmi nasıl yapmamız lazım? Mesela, bir mahalleye gittiğimiz zaman ön yargılarımızı, bilgilerimizi, değerlerimizi ne kadar yansıtmamız lazım? Mesela bir mahallede tek bir yapı mı vardır, yoksa mahalleler tek homojen yapılardan mı oluşurlar ya da mahallelerde farklı farklı katmanlar mı vardır? Aktivizm sadece ve sadece mahalle içerisindeki bir tek sesin duyulduğu bir şekilde yankılanmasını sağlamak mıdır, yoksa mahalledeki başka başka seslere de bir şekilde sahip çıkmak zorunda mıdır? Aslında bunun belki de başlı başına bir oturum, sempozyum olarak ya da yuvarlak masa toplantısı olarak tartışılması çok önemli çünkü buna başlarken Erbatur’un da değindiği akademisyenin toplum içerisindeki statüsünün de tartışılması lazım. Bunu hak etmek için ne yapmışız, ne yapmışlar? Bu acaba hak edilmiş bir statü müdür? Neden bir akademisyen kolayca başka bir mahallede gerçekleşen bir süreç hakkında rahatça ahkam kesebilirken, o mahallede yaşayan insan sadece ve sadece başından geçenleri anlatabilir ama genel süreçlere dair -mesela bugün Cemal Beyin yaptığı gibi- genel bir çerçeve çizemez? Sorudan ziyade öneri gibi bunu yapalım ve bunu bence tartışalım. Akademisyenlik nasıl yapılacak, araştırma nasıl yapılacak, saha araştırması 191 nasıl yapılır? Aktivizm sadece Türkiye’ye özgü bir araştırma tarzı da değil ama bizim kendimize özgü başka sorunlarımız var. Ayrıca alanlarda yapılan çalışmalardan çıkan sonuçların da tek bir sonuca evrilmesi ve hep benzer sonuçlar üretilmesinin de oldukça tartışmalı bir şey olduğunu, ortaya çıkan o kadar yayına rağmen doğru düzgün tartışamadığımızı, yeterli bilgi seviyesine ulaşmadığımızı da düşünüyorum. Bunun da beraber tartışılmasında fayda olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ederim. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkürler Tolga Hocam, zaten bu toplantıların bir amacı da bundan sonraki etkinliklere düşünce yolları açmak, dolayısıyla belli bir noktada daha spesifik tartışmaların yapılabileceği bir toplantı düzenlemek için de belki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin ev sahipliğinde şimdiden başlatmış oluruz Erbatur Hoca'yla birlikte. Salondan başka katkı ve soru alabilir miyiz? ADEM SAKARYA- Şehir plancısıyım, İstanbul Teknik Üniversitesi yüksek lisans öğrencisiyim aynı zamanda. Benim Sayın Çavuşoğlu’na bir eleştiri, bir de sorum olacak. Eleştiri konum aydın tanımı konusunda. Bu aydın tanımını yaparken bahsettiğiniz düşünürler belli bir ekolden gelen düşünürler, yani bu bakımdan bakıldığında bunların sadece iktidara muhalefet olduğu aşikar, ancak bir de farklı kesimlerden olan düşünürler var. Özellikle bizim tarihimizde bu düşünürlerin iktidarla birlikte müspet noktada hareket ettiği de doğru. Bu bir eleştiri noktası, daha sonra bu aydın tanımından yola çıkarak kentsel dönüşüm konusunda bahsettiğiniz üç sınıf aydının sadece muhalefet bakış açısından kaynaklanan bir sınıflandırma olduğunu düşünüyorum. Kentsel dönüşüm diğer bakış açılarıyla değerlendirilirse, hiçbir çıkarı olmadan kentsel dönüşümün doğru bir politika olduğunu savunan aydınların da çok olduğunu görüyorum. Bu konuda sizin düşüncelerinizi merak ediyorum, teşekkür ederim. ABDULSELAM SUVAKÇI- İnşaat mühendisiyim. Benim sorum olmayacak da bir deneyim aktaracağım. Avrasya Tüneli'nin ÇED raporu hazırlandığı, kamuoyuna ilan edildiği vakit arkadaş meclisinde ve meslek odası çevresinde bunu yerli finansmanla yapamayacaklarını belirttim, muhakkak bu olay uluslararası finansmanla olacak dedim. Dolayısıyla bir kampanya açalım, uluslararası finans kurumlarını uyaralım, bu ÇED raporu yanlıştır diyelim. Kimseyi ikna edemedim, hele meslek odalarımızı hiç ikna edemedim çünkü onların yerel mücadeleden anladıkları ya mahkemeleri 192 kullanmak ya da direniş göstermek. Sonuçta mektup yazdık, bu mektubu uluslararası alandaki finansla alakalı bulabildiğimiz tüm adreslere gönderdik. Metin Karadağ, -çoğunuz kendisini bilir- onunla da elektronik ortamda neredeyse 30.000 kişiye gönderdik. Mektubu 30.000 kişiye gönderen ben dahil sadece yedi kişiyiz. Sonuçta aradan 2 ay geçti, şimdi Avrupa Yatırım Bankası ÇED raporu hakkında soruşturma açtı. Bu durumu görünce bir kere muhalif anlamda sadece yedi kişinin olması bir kere hayal kırıklığına uğrattı. İkincisi de en başta meslek odalarımız, çünkü paydaş olarak görünen bizzat dört tane odaya Mimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası, Çevre Mühendisleri Odası ve Şehir Plancıları Odası'na aynı mektubu gönderdik. Hiç olmazsa Çevre Mühendisleri Odası yapılan bilgilendirme toplantısına müdahil olmuştu. Yaşamı bütüncül olarak, küreselle yereli birlikte düşünmediğimiz takdirde sorunlarımız hep havada kalıyor. Sonuç olarak buraya gelecekler ve ÇED raporuna niçin itiraz ettin anlamında bir soruşturma yapacaklar. Bunu unutmayalım, hele 3. Köprü finansmanı daha büyük bir proje ve ÇED raporu da uluslararası standartlara göre A kategorisinde, riski en büyük olan ÇED raporu olması gerekiyor. Yani o yüzden mücadelemizi yaptığımız vakit sadece ulusal sınırlar içinde kalmayalım, Uluslar arası düzeyde düşünelim. Kimimiz şöyle diyor: Finans kapitale mi gideceğiz diyebilirler ama unutmayalım, dünya tarihi o standartları büyük mücadeleler sonucu kazandı. O standartlara göre bu işleri yapıyorlar. Bizim ülkemizdeki gibi ÇED'i 2015’e kadar atmıyorlar. Orada tarihin mücadelenin getirdiği nokta bu ve uygulamak zorunluluğu var. O yüzden de olayları sadece yerel bazda düşünmemek gerekiyor. Küresel bazda, küreselle yereli birleştirmek gerektiğine inanıyorum. Teşekkürler. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ederiz. MUHAMMED SATİRYAKİ- İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir Bölge Planlama Bölümü'nde yüksek lisans yapıyorum. Erbatur Bey’e nitelikli sunumu için öncelikle teşekkür ediyorum, bir de Esra Hanım'a bir sorum olacaktı. Şehirciliğe dair yüzeysel bilgisi olan herkes teslim eder ki, 3. Köprü ya da Haliç Köprüsü gerçekten sıkıntılı projelerdir. İstanbul’un kültürüyle, tarihiyle gerçek anlamda hiçbir ilişkisinin, rabıtasının olmadığı projelerdir ama aynı zamanda İstanbul S.O.S oluşumu Kadıköy’de sahilde dikilen otel hakkında ya da Beşiktaş’taki Yıldırım Demirören’in kuleleri hakkında da aynı tepkiyi gösteriyor mu bunu merak ediyorum. Teşekkür ederim. 193 Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Biz teşekkür ederiz. Başka var mı soru veya katkı? Yok, o zaman önce Erbatur Hoca'ya dönelim, sonra da Esra Hanım'dan yanıt rica edeceğiz. ERBATUR ÇAVUŞOĞLU- Tolga’nın katkısıyla başlayayım. Araştırmanın nesneleştirilmemesi ve araştırmayla fazla iç içe geçilmesi durumunda riskler yok mu diye sorguluyor. Aktivizmin risklerinden aslında bahsediyor Tolga. Keşke o noktalara gelebilsek diye cevap vereceğim. Keşke birileri araştırma yapsa ve alanı nesneleştirmeden fazlaca iç içe geçse, hatta gitse mahalle amigoluğunu yapsa da biz de onu eleştirmeye başlasak. Desek ki, dur kardeşim, biraz nesnel ve bilimsel ol. Ama o noktadan çok uzak olduğumuz için ben böyle bir şey yaptım. Elbette akademisyen, bilim insanı, aydın olmanın gereği olarak belli bir nesnel seviyeyi yakalamak gerektiğini ben de paylaşırım Tolga’yla ama ben başka bir dertten bir miktar muzdarip olduğum için bunu söyledim. Arkadaki arkadaşımın adını alamadım, o eleştiriyle ilgili de şöyle bir şey söylemem gerekiyor: Teorik çerçeveyi çizerken kullandığım düşünürler benim şahsen sevdiğim, kitaplarını okuduğum, takip ettiğim ve beğendiğim düşünürlerdi. Hepsi sol ve muhalif düşünürlerdir, evet ama nesnellikleri tartışılmayan önemli isimlerdir diye de belirtebilirim. Başka isimler seçebilir miydim? Daha akıllı şeyler söyleyen birilerini bulsaydım seçerdim. Ben tabii ki burada kendimce bir seçki yapmak durumundayım, dolayısıyla yaptığım kategoride kendi bulunduğum pozisyonu reddetmeyen bir yerden olmak durumunda. Bu eleştirinin alt metninde beni taraflı olmakla sanırım suçluyor. Evet, tarafım. Çok net olarak tarafımı da ortaya koyuyorum, ama elbette bütün pozisyonlardan bakarak konuşmak çok doğru olmaz çünkü bir dönüştürücü gibi ya da bir duyarsız gibi konuşamam. Dolayısıyla o pozisyonların sahipleri konuşmalılar ki, benim de karşımda muhatap alabileceğim bir söz olması lazım. Bir de dönüştürücüler ve duyarsızlar adına konuşmaya kalkarsam, o zaman kendi kişilik değerlerimle ilgili çelişkiler yaşamaya başlarım. Dolayısıyla beni affediniz, sadece bulunduğum sol muhalif aktivist pozisyondan fikirlerimi söyleyebilirim ama şunu da söylerim: Aydın olmak demek zaten iktidarla belli bir rabıtayı kurabilmek demektir. Dolayısıyla bu rabıtayı kurmayan kişileri de aydın olarak değerlendirmediğimi ve onların fikirlerini de pek ciddiye almadığımı da zaten tekrar söyleyeyim. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Teşekkür ederiz. Esra Hanım, buyurun. 194 ESRA BALCI- Tabii ki yanlış olan her şeye, kente ve kentliye karşı işlenen bütün suçlara karşı bir şeyler söylemek arzusundayız ama gönüllülük çerçevesinde yürütmeye çalıştığımız bu hareket ancak gücümüz doğrultusunda buna izin veriyor. Aslında gönül şunu istiyor: Eğer bununla ilgili bir sıkıntınız varsa niçin siz çevrenizde bunu bir hareket haline getirmeyesiniz? Yani bu sadece sonuca yönelik veya konuya yönelik bir çerçeve olarak alınmamalı. Belki de İstanbul S.O.S’in kendisi bir örnek olarak değerlendirilip, başka yerlerde ben de bunun benzerini başka türlü dayanışmalar içerisinde yapabilirimin modeli olarak algılanabilir diye düşünüyorum. Teşekkürler. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ederiz. Sanıyorum başka soru veya katkı yok. Buyurun. ALPTEKİN OCAK- İstanbul Barosu'nda Avukatım, aynı zamanda Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu'nda çalışıyorum. Cemal Bey görüşlerini buradan çok samimi bir şekilde ifade etti. Her ne sebeple olursa olsun Türkiye’de bir göç olgusu var. Bunun ekonomik bir boyutu olabilir, bunun siyasal bir boyutu da olabilir. Sorum Şükrü Bey'e olacak ama Cemal Bey'in de ekleyecekleri varsa memun eder. Temel problemimiz; çok marjinal bir noktaya gelmiş kent meselesi içerisindeki dönüşüm ve ona karşı geliştirilecek muhalefet, muhalefetin niteliğine dair. Şükrü Bey orada güzel bir vurgu yaptı. İstanbul özelinde kentsel muhalefete dair verilen örnekler de bu çerçevede devam etti. Dolayısıyla bunu aşmak ne yapılabilir diye Şükrü Bey'e kendisinin değerli tespiti üzerine sormak istedim. YUSUF ZİYA ATAÇ- Şimdi ben kendi deneyimimden yola çıkarak aktarayım. İstanbul Barosu Çevre Komisyonu üyesiyim, aynı zamanda fakültenizde Kentsel Koruma Anabilim Dalı'nda yüksek lisans öğrencisiyim. Sultanbeyli örneğiyle ilgili meslek hayatım içinde birkaç çalışma yapmıştım. Sultanbeyli yanlış bilmiyorsam eski Franko Paşa Çiftliği'ydi ve Menderes iktidarı döneminde iktidara yakınlar tarafından 500’er dönümlük, 1.000’er dönümlük parçalar halinde özel mülk olması hasebiyle mülk edinilmişti. 1961 ihtilalinden sonra örfü idarenin maliye hazinesi avukatlarına tapu iptal tescil davası açmak üzere verdiği talimat neticesi açılan dava -yine yanlış hatırlamıyorsam- 1962 yılından 1987 yılına kadar sürdü ve bu süreçte de Sultanbeyli gecekondulaştı. O süreç içinde Şükrü Hocam'ın çok yakından gözlemlediği 1 Mayıs Mahallesi gibi birtakım kültürel bağlar kuruldu ve 195 belediye aracılığıyla mülkiyetin satın alınması süreci oldu. Orman idaresiyle bir çok tartışma yaşandı. Velhasıl kelam Sultanbeyli şu anda tapuda kayıt maliki gözükenlerin de, belediyede vergi kaydı yaptırmak suretiyle mülkiyeti olduğunu belirtenlerin de, sicilde kaydı olanların da hak iddia edemeyeceği bir bölge haline dönüştü. Bunun hukuki açıdan sakıncalarını, kamu menfaatiyle bağlantılarını düşünmeyi bir kenara bırakalım. 3. Köprü'ye karşı olmanın yarattığı bir endişe de var benim içimde. Geçen gün bir ceza davası sebebiyle Beykoz’da tartıştığımız bir konu vardı hakimle. Yanlış hatırlamıyorsam Beykoz ve Sarıyer’deki Kültür Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun aldığı karar 1993 yılındaki 3. Köprü tartışmasının ardından gelmişti ve kararın verildiği tarihten bu yana Beykoz ve civarı için bu karara bağlı ve kararla uyumlu bir arazi kullanım kararı dahi alınamadı. O tarihten bu yana da o insanlar çocuklarını yeni evlere taşıyabilme gücünü bulamadıkları için ilave birimler yapmak arzusuyla belediyeye yanaşmak, belediyeden illegal cevazlar almak zorunda kaldılar. Ancak kolluk kuvvetleriyle -özellikle de jandarmayla- sürtüşmeler neticesi belediye başkanları seçimi kaybetti. Acaba bütün bu tartışmalarımız; mülkiyet hakkının özüne dokunan, onu kullanmayı engelleyen veya kurallar çerçevesinde geliştirmeye çalışırken mülkiyet hakkını ortadan kaldıran birtakım kararlara yol açar mı? Bu endişemizi gene aynı çerçevede hocama yöneltiyorum. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Peki, çok teşekkür ederiz. Şükrü Hocam, sonra da Cemal Bey sizden yanıt rica edeceğiz. Dr. ŞÜKRÜ ASLAN- Temel tespitlerimden birincisi ile başlayayım. Kentsel hareketleri özel olarak kentsel dönüşüme karşı tutum açısından değerlendirirsek burada dinamiklerin zayıf olduğunu görüyorum. Öncelikle bu saptamayı yapabilirim. Sadece İstanbul için söylersek; İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin ve TOKİ’nin kent için öngördüğü dönüşüm projelerini üst üste koyduğumuzda bu şehirden çok ciddi bir ses çıkması gerekir ama o ses çıkmıyor ya da az çıkıyor. Bunun konjonktürel nedenleri olabilir ama birlikte tartışabilmek için konuşmamda bu nedenlerden iki tanesinin altını çizmek istedim. Bunların birinin mülkiyet kavramı üzerinden tartışılabileceğini belirttim. Bu konu öyle hassas ki, bugün direnen mahallelerin hepsinin geçmişle bir kültürel bağı var. Direnen mahallelerin niteliklerine baktığımız zaman, bunların aynı zamanda 1970’li - 1980’li yılların sol politikası içinden gelen dinamikleri de barındırdığı görülmektedir. Bu hem bir avantajdır hem de bir gerilim sebebidir çünkü bu mahallelerdeki örgütlü gruplar hem 196 geçmişin devamıdır hem de mülkiyet meselesinde bir gerilim yaşamak durumundadırlar. Bu kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Burada mülkiyeti sahiplenmeye karşı çıkmaktan bahsetmiyorum, bu gerilime dair bir tespit yapmak istiyorum. Kaldı ki kamu düzenine, yasalara baktığımız zaman mülkiyetin meşruluğunu bizzat tespit etmekte olduklarını görmekteyiz. Dolayısıyla buralardaki hareketin, yani mülkiyeti koruma bağlamındaki hareketlerin de aslında meşruiyeti tartışılamaz. Burada bu mahalleler değil de, iktidarın kendisi gayrimeşru bir yerde durduğunu belirtmek, tespitlerime eklemek isterim. Cılız ses çıkması ya da İstanbul çapında cılız ses çıkmasının bir diğer sebebinin de kültürel süreklilikler olduğunu düşünüyorum. Bunu bir örnekle somut hale getireyim, İstanbul’un dönüşüme muhatap olmuş gecekondu mahallelerinin büyük bir bölümünde Adalet ve Kalkınma Partisine oy çıkmakta. Daha da somutlaştırayım çünkü bu mahallelerde çok gezdim, bulundum ve çok insanla konuştum. Bu proje yanlış olsa bile, projeyi yapan bu proje alanında yaşayanların desteklediği partiyse -ki çok güçlü bir bağdır bu- insanlar bir şekilde kendi haklarından vazgeçmeyi kabul edebiliyor, bunu normal sayabiliyor. Bu memleketin hayrına, partinin hayrına, cemaatin hayrına, o geleneğin hayrına, o politikanın hayrına ve benzeri nedenler sıralayarak. Bunun çok önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum ve bunun dışarıdan müdahalelerle, yani ikna çabasıyla çok değişebilecek bir şey olduğuna da inanmıyorum. Bunun değişebilmesi için belli bir zamana ve deneyimine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ne zaman ki bu insanlar bu yakıcılığı hayatlarında hissederler, o zaman buna karşı bir ses çıkarabilirler diye düşünüyorum ve o ses mutlaka bir gün çıkacaktır. Bu konuda buna inanıyorum. Burada aslında kendimi Sarıyer’den gelen arkadaşların yerine koyarak düşündüğümde, bunun gerçekten çok büyük bir gerilim olduğunu hissediyorum. Bir yandan bir çırpınma hali var bir yandan da muhtemelen şu şekilde hissediyorlardır: Direnen mahallelerde dahi iktidarın ya da TOKİ’nin ölümü göstermesi halinde sıtmaya razı olacak çok insan olduğunu görüyorlar, bilmekteler. Çok ciddi bir gerilimdir bu, onun için kentsel muhalefet ve kentsel hareketler konusunda önümüzdeki kısa dönem içerisinde çok umutlanmamak gerektiğini düşünüyorum. Kötümser bir şey olmakla birlikte sosyolog olarak tespitimdir. Teşekkür ederim. 197 Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Cemal Bey'i de dinleyelim aynı sorunun yanıtı, daha sonra sizin ve Çare Bey'in katkısını alıp, oturumu tamamlamak durumundayız. Süremizi çok aştık, buyurun. CEMAL EJDER- Ben de önce Avukat Beye teşekkür ediyorum, eksik bıraktığım konuyu yeniden tamamlama fırsatı verdiğiniz için. Buranın yeri olmadığını düşünerek; nasıl bir örgütlenme yaptığımızı, yarınlara dair planlarımızı burada detaylandırmak istemedim ama talebiniz doğrultusunda burada çekinecek veya saklanacak bir durum olduğuna inanmıyorum. Doğrudur, biz kendi mahallemizde 7 kişi bir araya gelip iş olsun diye dernek kurmadık, onu baştan izah edeyim. Bu derneği kuruş amacımız; İstinye Park'ın mahallemize girip 40’a yakın komşumuzun oradan sürgün edilmesiyle başlamakta. 10.000’e yakın mahallelinin bir araya gelip karar verdiği bu süreçte alınan kararlarla dernek kurulmaya doğru gidilmiştir. Derneğimiz kapısı kapalı bir dernek değil, sürekli aktiviteleri olan, sürekli kültürel faaliyetleri olan bir yapıya sahip. Benim dünya görüşüm bu şekilde, hep böyle uğraş içerisindeyim. Bir diğer konu ise örgütlenmek, çünkü tek silahımız var. Marjinal hareketler gibi taş, sopa, silah, barikat esası gerektiren büyük bir örgütlenmeyi önümüze de koyuyoruz. Burada sağcı-solcu ayırmadan, hiçbir profile bakmadan demin izah ettiğim gibi AKP’lisi, MHP’lisi aynı konumda. Çıkan tüm yasaları takip ediyoruz, bunları bildiri halinde kapı kapı gezip dağıtıyoruz. Yani bir evi bile es geçmiyoruz. Üçüncü bir çalışma şeklimiz yaklaşık beş aydır devam ediyor. Sosyal bir örgütlenme modeli olan bir kooperatifleşmeye doğru gittik. Yani yedi kişinin macera olsun diye bir araya geldiği, geçim kaynağı olarak görülen bir kooperatif modeli değil. Tamamen içinde sosyal bir örgütlenme ağının olduğu, bizim de kendi dünyamıza uygun, halkın da içinde rahatlıkla kendini ifade edebileceği bir kooperatifleşme. Altmış 60 sokak var, bunun 51 sokağını tamamladık. Burada kapı kapı gezerek kooperatifleşmesinin getirisini ve götürüsünü halka anlatarak örgütlenmeyi başardık. Sokakların büyüklüğüne göre herbirine beşer-dörder sokak temsilcisi belirledik. Belirlenen temsilciler vasıtasıyla herbir hanenin rızalık belgesini alarak dernekte temsiliyetini sağladık, bu yöntemle yaklaşık 2.000 küsur evin rızalık belgesi alındı. Şu an 218 tane sokak temsilciliği, ya da bizim deyimimizle Mahalle Meclisi veya eski tabirle Halk Meclisi bulunmakta. Aynı örgütlenme 198 modeliyle yarın bugün diğer mahalle dernekleri de kooperatifleşme sürecini tamamlayacak. Eğitim çalışmalarıyla beraber yerinde dönüşüm, kentsel dönüşüm adını ne koyarsanız koyun, bu tür sürgün politikalarının önüne geçecek modelleri yaratarak biz de şehri daha yaşanılabilir müreffeh mahallelerden oluşması ideallerimizi kaybetmedik. Mahallemizden, komşularımızdan -hatta şairin güzel bir sözüyle söyleyeyim son sözümü- ne de tavuklarından, ne de itinden, köpeğinden olmak istemiyoruz. Çünkü güzel sesleri var, güzel çocukları var, güzel bir umut var, gelecek var diyor, teşekkür ediyorum sizlere. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ederiz. Buyurun. SALONDAN- Şükrü Bey oy verme meselesini söylüyor da, yalnız İktisat Dergisi'nde bir makale okudum. 2007 genel seçimleriyle, 2009 yerel seçimlerini alıp İstanbul’da bir değerlendirme yapmış. Yerel seçimlerde kentsel dönüşümün olduğu yerlerde AKP neredeyse yüzde 10’a yakın oy kaybetmiş. Hükümet ve yerel yönetim anlamında olayın farklılaşacağına inanıyorum. Aydınlar arasında artık tartışma var. Dr. ŞÜKRÜ ASLAN- Takip ediyorum, ben de katılıyorum, gidişat o yönde, ama yerel seçimde birkaç mahallede oldu. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Peki, çok teşekkür ederiz. Son olarak Çare Olgun’a söz veriyoruz ve daha sonra 4. Oturumu kapatacağız. Çok teşekkürler. ÇARE OLGUN ÇALIŞKAN- Özetlemeye çalışacağım. Herkese merhaba, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi'nin bir öncesine kadar sekretarya çalışanıydım. İşe alınma sebebim bir yıl önce 3. Köprü projesi için kapsamlı bir rapor hazırlama işiydi. Odamız dediğim 3-4 sekretarya çalışanı olan bir kurumdur. Çok kısıtlı kaynaklarla çok da fazla görev üstlenmiş bir yapı. Buna rağmen bir istihdam oluşturup böyle bir proje araştırıldı. Anladım ki, Erbatur Hocamız'ın tariflediği o sol muhalefet tarafındaki aydın, akademik kesimin kendi içindeki o ayrışmanın en canlı örneğidir burada yaşadığımız. Çünkü sizin sorunuzda Avrasya Tüneli Projesi'yle ilgili elde avuçta sağlıklı bir veri yok. Biz de bir İngilizce mektup yazdık, yolladık, ona bile destek alamadık dediniz, meslek odalarından özellikle. Her şeyden önce Avrasya Tüneli projesi sürecini önce başa alayım. 4 meslek odası; Şehir Plancıları Odası, Mimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası ve Çevre Mühendisleri 199 Odası ilk başından ortak hareket etmeye başladı ki, bu başlangıcın öncesinde de biz bu konuyla ilgili rapor hazırlığına girişmiştik. İlk toplantıdan bugüne kadar geçen süreçte gündemdeki yeri hafifledi, ama ortak ne yapılabilir diye düşünüldü. Biz de bu konuda en büyük eksiğin, konunun uluslararası platforma taşınamaması olduğunu gördük. İngilizce materyallerle bunu yansıtmaya çalışırız diye düşündük. Halihazırda bizim hazırladığımız kapsamlı bir rapor olduğu için o raporun çevirisini yaptık, sitemizde yayınladık, elimizden geldiğince dijital sürümünü bütün platformlarda paylaştık. Aynı zamanda oda olarak 3. Köprü Yaşam Platformu bileşeniyiz, S.O.S’in destekçisiyiz. Bu anlamdaki bütün açılımlara da destek olmaya çalışıyoruz. Esra ve Hande’yle o dönemde sürekli iletişim halindeydik. İngilizce çevirisini ilk onlara ulaştırdım başka kurumlardan göndermeden önce- Ankara’ya yollamadan önce örneğin- ve onlar da sanırım ellerinden geldiğince bunu paylaşmaya çalıştılar. Bu raporu elimizden geldiğince her yere sunduk ama buna rağmen konuya dair yürüttüğümüz çalışmalarımızda sizinle hemfikir olamamamıza dair durum, Erbatur Hoca'nın sunumunda yer alan 6 kademeden birkaçına iyi bir örnek oluşturmakta. Biz hep “halka nasıl inelim” diyoruz ama bunu önce kendi içimizde aşmamız gerekiğini düşünüyorum. Bana göre bu eksikliği vurgulayan bir örnek bu. 3. Köprüyle ilgili aklınıza gelebilecek her türlü ihtimali ve sınırları zorlayarak bir süreç yarattık. Cumhurbaşkanı'ndan tutun Sarıyer mahalle derneklerine kadar bir kitleyi düşünün ya da kurumsal yapıyı düşünün, hepsine ulaştırmaya çalıştık. Hem basılı, hem giderek sunumlar yaparak elimizden geldiğince bunları paylaşmaya çalıştık. Diğer meslek odaları da bu anlamda sürenin içinde yer aldılar, ama en nihayetinde akıllarda kalan fikir şu: Meslek odaları sadece dava açıyorlar ya da sadece sınırlı platformlara bunu taşıyorlar, halka inemiyorlar ama öyle değil. Örneğin, Çatalca’da öğretmen emeklisi bir çift ayda bir düzenli olarak bizim odamızı arar ve adımı bile ezberlediler- “Çare ne oldu bu 3. Köprü, bizim evlerimiz yıkılacak mı?” diye sorarlar. Bu bir noktada halka inebildiğimizin göstergesidir. Burada bizim de eksiklerimiz ya da koşullarımızın yetersizliğinden kaynaklanan kısıtlı hareket kabiliyetimiz olduğu doğru. O anlamda herkese görev tanımı yapıp, sonra da o görevini eksik yapıyor demektense -bunu sadece sizin lafınız üzerine söylemiyorum, yanlış anlamayın, bu genel bir algı- sorumluluğa ortak olmak gerekiyor. Biz ya da diğer meslek odaları, sivil toplum örgütleri başkalarının sorumluluğunu yüklendiğimiz için bu kadar işe koşturmaya çalışıyoruz. Ciddi eksikleri olan çok katmanlı bir sistem, o yüzden halka 200 inmeden önce bu katmanları daha birbirine yakın, daha dayanışma içerisinde götürmeliyiz ki daha sonra diğer başlıkları da bu katmanların içine katabilelim. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Belki bir sonraki oturumda böyle bir şansımız olacak, programda yer aldığı üzere kapanış oturumumuzda serbest kürsü bölümümüz var. ÇARE OLGUN ÇALIŞKAN- Ben katılamayacağım, ama Odamız adına soru olursa yanıtlamaya çalışırım, sadece bilin ki, bu gündemlerin arkasında çok yoğun çalışmalar var ve ulusal-uluslararası boyutlarda harekete geçirilmeye çalışılıyor. İngilizce dokümanlar, raporlar herkesle paylaşılıyor. Son bir cümle hocam, bunu 3. Köprü sunumu yaptığımız her yerde anlattım. 3. Köprü Raporun'u hazırlarken bir komisyon kurduk ve elimizdeki bütün verileri toplamaya çalıştık. İnanın arkadaşlar, bu verilerin içerisinde tek akademik çalışma İstanbul Üniversitesi'ndeki 7 tane profesörün hazırladığı rapordur. O raporda kendi akademik alanları sınırları içerisinde yapılmış bir değerlendirme yer almakta ve sonunda da şunu önermekte: “Yapılacaksa bir raylı geçiş yapılsınç. İstendiği takdirde bu güzergah kentin kuzeyinde de olabilir” diyor. Bu öneri o raporun sakat ayağı olmakla birlikte bize bu bile kötü gelmiyor, çünkü dert etmişler ve kendilerince çözüm dahi üretmişler. Bu konuda söz sahibi olabilecek üç üniversitemiz var ama üçünden de en azından hiçbir hoca ya da bir bölüm tarafından ortaya konan bir ürün yok. Ben de bu fakültenin bir mezunuyum, o yüzden gerçekten kendimize dönük eleştirilerimiz çok fazla. Onları kesinlikle aşmamız gerekiyor. Çok mu heyecanlıyım bilmiyorum, kusura bakmayın. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ederiz Çare, son söylediğin belki cevap hakkı doğurdu, ama belki bir sonraki oturumda onun cevaplarını alırız. Tekrar bütün katılımcılara teşekkür ediyoruz, 4. Oturumu kapatıyorum, bir sonraki oturumda görüşmek üzere. 201 KAPANIŞ OTURUMU “DEĞERLENDİRME ve SERBEST KÜRSÜ” Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Kapanış Oturumu'nu açıyorum. Bu oturumda konuşmacılar olarak Erhan Demirdizen, İclal Dinçer, Tayfun Kahraman ve Fatma Ünsal’ı sahneye davet ediyorum. İstanbul Buluşmaları 2011’in son oturumunda, Kapanış Oturumu'nda değerlendirme ve serbest kürsüye yönelik bir tartışma platformu oluşturduk. Buradaki amaç iki gün boyunca çeşitli oturumlarda yapılan tartışmalara yönelik hem moderatörlerin hem raportörlerin almış olduğu notları değerlendirmek. Her bir konuşmacı tarafından ilgili oturumla ilgili özet bir sunum yapılacak. Sunumlar tabii aktarımın yanı sıra kendi içinde bir değerlendirme niteliği taşıyacak. Akabinde değerli izleyicilere söz vererek bir tartışma forumu oluşturmayı planlıyoruz. Görüyorum ki, oldukça yeterli sayıda izleyici var. Tabii ben iki gün boyunca gelemediğim için dün nasıldı, bugün nasıldı sayısal olarak bilmiyorum. Ancak izleyiciler açısından da oldukça verimli geçecek bir oturum olacağını tahmin ediyorum. Önce sözü Prof. Dr. İclal Dinçer’e vermek istiyorum, buyurun lütfen. Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Tüm katılımcıları saygılarımla selamlıyorum. Bizim oturumumuz 2. Oturum'du ve başlığı : “İstanbul’da Planlar ve Büyük Kentsel Projeler İkilemi” idi. İstanbul Buluşmaları'nın bu seneki toplantısını organize ettiğimiz sırada panelin sonunda tartışmamıza dahil etmek amacıyla, katılımcılara sunumumuza dair üç soru yöneltmeye karar vermiştik. Soruları hazırlarken bir tespitten yola çıktık. Günümüzde modern planlama artık uzun erimli. Geniş kapsamlı planlama anlayışıyla kentsel siyasetin egemen bakış açısı birbirine uymuyor. Bu tespitin ardından siyasetin çözümü parçacı projelerde bulmuş olduğu kanısını ortaya koyduk ve kentte yatırım yapmaya hazır olanların taleplerini yeni yasal düzenlemelerle, yeni kurumlarla geliştirerek siyaset hızla yol alırken, planlama hep onun gerisinde kalıyor problemini tanımladık. Katılımcılarımıza da bu noktadan hareketle üç soru yöneltmek istedik. Bunun nedenleri nedir, neden planlama kurumu bu kadar parçalı hale gelmektedir, neden her kurum kendi içinde merkezileşmektedir? Bu tutumlar yetkilendirilen kamu kurumlarına nasıl kolaylıklar sağlıyor, işe yarıyor mu? Planlama böyle 202 parçalanırken yatırımcı ve kamu kurumlarına kolaylık sağlayabiliyor mu? Bir üçüncüsü ise; bu tavrın-yaklaşımın uzun vadede kente ve kentliye getireceği yararlar nelerdir sorusuydu. Tartışmacılarımızla, konuşmacılarımızla yaptığımız panelin sonunda çıkarttığımız birkaç başlık da bulunmakta. “Devleti yeni trendlere, dünyanın yeni trendlerine -buradan neyin kastedildiğini anlıyoruz herhalde- uygun hale getirmek gerekiyor” dedi tartışmacılarımız. Yeni trendden kasıt, uluslararası sermayenin ulusal yatırımda kullanımını kolaylaştırmaktır. “Aksi takdirde bu dünyadaki sermayeyi kapma yarışında pastadan pay alamıyoruz. Acele etmeliyiz, ivedi davranmalıyız ve planlama yaklaşımını bu doğrultuda geliştirmeliyiz” dediler. Devletin rantı ve külfeti nasıl paylaştırdığı konusunda sorular gelince de, cevapsız kaldılar. Bir önceki oturumda da bir panel konusu, yeni bir İstanbul Buluşmaları teması çıktı. Bir konu da sözü edilen rantın ve külfetin nasıl paylaşılacağı tartışması olarak ortaya konuldu. Bir konuya daha değinmek gerekmekte. Anladığımız kadarıyla sivil toplumdan -ki burada kastedilen planlama camiasıydı- beklenen; devletin oluşturduğu parçalı yapının makro ölçekli kararlarına karışılmaması ve bunun doğruluğunu-yanlışlığını tartışmaması, planlama camiası olarak verilen kararların uygulama-mekana yansıma alternatifleri tartışılması. O zaman ancak bir birliktelik oluşabilir mesajı verilmekte. Tabii bizim de buradan çıkaracağımız dersler olacak. Plancının konumunu, duruşunu, tavrını nasıl belirleyeceği önemli bir soru olarak karşımıza çıkmakta. Sayın Ruşen Keleş’in bunu tariflerken kullandığı tasnifler önemliydi. Oda Başkanımız Sayın Necati Uyar’ın açılış konuşmasında dikkat çektiği plancı ve etik konuları da bu çerçeve içerisinde dikkatle izlenmesi gereken konular. Bu tartışmalardan anladık ki, Resmi Gazete plancıların araştırma alanı içerisinde eskisinden çok daha önemli bir konuma gelmiş. Özellikle Ağustos ayı sonunda Bakanlar Kurulu kararıyla Ataşehir’de finans merkezi olmak üzere Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na devredilen alanlara baktığımızda, tıpkı turizm teşvik bölgeleri gibi yahut da 5366 sayılı yasayla ilan edilen yenileme alanları gibi kenti derinden etkileyecek kararlar olduğu göze çarpmakta. Dolayısıyla Resmi Gazete artık mekansal planlama anlamında bir plan dokümanı mıdır diye sorup, bunu çok enine-boyuna tartışmamız gerekiyor. Günümüzde bu kararlara karşı yapılan itirazlar, 1990’larda turizm teşvik bölgelerine dair alınan kararlar için de yapılmıştı 203 ancak bu itirazların yenileme bölgelerine karşı geliştirilen muhalefetin boyutlarına ulaşamadığını görüyoruz. Bir diğer konu da; koruma kelimesini içerisinde barındıran tarım mevzuatı bence gelecek 10 yıl içerisinde İstanbul kentini şekillendirecek kararların önünü açıyor. Sesiz ve derinden yoluna devam ediyor. Bu yasanın da çok dikkatle takip edilmesi, mekandaki yansımalarının çok iyi izlenmesi gerekmekte. Kanun Hükmündeki Kararname konusunu tartışırken en çok üzerinde durulan konu kentsel SİT’lerin ve doğal SİT’lerin ayrılması oldu ama aslında daha vahim başka bir konu daha var. Hep geri planda kalıyor. Koruma Kurulları'nın yetkileri tamamen merkeze aktarılıyor. Belediyeler kendi sınırları içerisindeki yatırımların dolayısıyla da kentsel gelişimin önüne engel olarak çıkabileceğine inandıkları Bölge Koruma Kurulları'nı artık atlayarak, projelerini doğrudan Yüksek Kurul'un görüşüne sunabilecekler. Bunun da belirtilmesinde fayda var. Yine bu tartışmalardan, planlamanın her dönemde siyasetçinin ya da devletin, mekanı düzenlemesinde bir araç olduğu ortaya çıktı. Ancak bugün önemli olan; plancının bu süreç içerisinde kentlerin büyümesinden ve pastadan alınan payı büyütmeden mi, yoksa kıt kaynakların adaletli biçimde bölümünden mi yana olacağının, nasıl bir tavır alacağının sorgulaması gerekmekte. Bu, planlama ve siyasetin tartışıldığı 5. İstanbul Buluşmaları'nın en önemli sorularından biri. Plancının konumunun yeniden tanımlanmasına duyulan şiddetli ihtiyaç. Yine bu tartışmalardan anladık ki, İstanbul’un bugünkü mekansal biçimlenme dinamiğinin yalnızca yasadışı yapılaşma alanlarından tanımlanması yetersiz kalmakta. Yasadışı gelişen alanların fiili olarak kabul edilmesi, planlara işlenmesi ve 1994 plan sınırlarının genişletilerek içine dahil edilmesiyle birlikte kentin kuzeye doğru gelişiminin ilk adımları atılmıştır. Bu yapılanmanın özellikle 1980-1994 dönemi arasında üretilen 16 adet çevre düzeni planıyla gerçekleştiği bizlere aktardı. Mekanın gelişiminde bir diğer önemli bir olgu olarak da belde belediyeleri gerçeğine dikkatimiz çekildi. 2009 planı kapanmış bir dosya olsa da sınırlarının defakto olarak çizildiğini bize gösterdi. Yine bu tartışmalardan anladık ki; planlama-siyaset ilişkisinde planlama camiası tüm bu süreçlerin içinde bizzat hazırlayan, hazırlayanlara yol gösteren olarak rol alabilir ya da 204 muhalefet ederek süreci dönüştürmeye çalışabilir. Yahut tüm bu süreci sorgulamadan, görmezden gelen bir tavır benimseyebilir. Biraz önceki oturumda Erbatur Hoca'nın yaptığı tasnifin bir başka biçimi olabilir. Bütün plancılar için seçim serbest ama gelecek adil bir kent talep ediyor. Bu kapsamda bütün katılımcıları, misafirlerimizi 14-16 Kasım tarihinde Odamızın YTÜ’yle ortaklaşa düzenlediği Yıldız Teknik Üniversitesi'yle gerçekleşecek olan “Herkes İçin Planlama, Adaletle Akıllıca ve Yeniden” konulu Dünya Şehircilik Günü 7. Planlama Kongresi'ne davet ediyoruz. Saygılar sunuyorum. Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Teşekkürler. Sırayla devam edelim, soruları almayı ve tartışmayı özetler bitince yapalım istiyorum. Şimdi Prof. Dr. Fatma Ünsal, söz sizde. Prof. Dr. FATMA ÜNSALTeşekkür ederim Sayın Başkan. Programdaki yerimiz itibariyle hem şanslı hem şanssız durumdayım. Şanslı durumdayım çünkü gündemde yer alan ve izleyicilerin dimağında çok taze olan konulardı. Şanssız durumdayım, notlarımı toparlayıp üzerinden geçme fırsatım olmadığı için. Ama ben de İclal Hocam'ın koyduğu formatla devam edeyim. Biz tematik açıklamayı hazırladıktan sonra, davetli konuşmacılara bazı sorular hazırladık ki belirlediğimiz çerçevenin dışına çıkmayalım. Bizim de bu oturuma ilişkin sorularımızı sırayla açıklayalım. Her şeyden önce planlamanın içinde bulunduğu ekonomik yapının açmazlarını aşmak için yaşamakta olduğu paradigmaların değişkenliğinde kentlinin özne olmaya başladığı karar süreçlerini nasıl tarifleyebiliriz ve bu karar süreçleri içinde kentsel muhalefeti nasıl konumlandırabiliriz sorusuyla başladık. Daha sonra sosyoloji alanındaki kuramsal açılımlardan az da olsa yararlanma şansımız olsun diye yeni toplumsal hareketlerle kentsel muhalefetin o ilişkisi nasıl kurgulanabilir sorusunu ortaya koyduk. Bir başka sorumuz ise; biliyoruz ki konuşulan bir iktidar aygıtı, devletin gücünü, otoritesini mekansallaştırdığı bir alan. Ama sadece iktidar aygıtı mı? Muhalefet de bunu bir araç olarak kullanabilir mi? Özellikle ilk sorumuzdaki kentsel planlamadaki paradigma değişimine paralel olarak mücadele ve direnci temsil eden muhalefet aygıtı olmaya yatkın mı? Biraz önce İclal Hocam plancının tarafını seçmesi gerektiğini, pozisyonunu belirlemesinin gerektiğini çok net bir soruyla vurguladı. Peki İstanbul’da, içinde bulunduğumuz kentte yaşanan deneyimler nelerdir? Spesifik olarak hangi projelerde ne tür süreçler yaşandığını bir soru 205 olarak yönelttik ve tabii ki toplumun buraya mahalle dernekleri olarak katılan değerli katılımcıların bakış açıları nedir, toplum bunun neresinde duruyor ve bütün bu sürece nasıl bir eleştirel yaklaşım sergiliyor duymak istedik. Çok değerli sunumlar, konuşmalar gerçekleştirildi. Aynı sırayla saptadıklarımı noktasal olarak size aktarmaya çalışacağım. Deniz Hoca konuşmasına İstanbul’da değişim ve dönüşüm süreçlerine insan hakkı olarak mimarlık nosyonuyla başladı. İçinde bulunduğumuz dönemdeki fırsatları ve tehditleri ki, bu planlamada da artık sıklıkla kullandığımız bir bakış açısı. Stratejik, fırsatlarla tehditleri bir arada görebilmeye yönelik bir vizyon. O da bunu böyle değerlendirdi ve fırsatlar ile tehditleri muhalefet açısından değerlendirdi. Fırsat olarak yeni teknolojik gelişmelerin kentlinin kendini ifade etme becerisine katkıda bulunduğundan söz etti. Buna karşılık toplumsal gerilimin, toplumsal tehditlerin de muhalefete yer açan, muhalefet için bir niş alan yaratan yapısından söz etti. Muhalefetin yaşamsallığını vurguladı ve dönüşüm projelerine değindi. Dönüşümün hem bir rant aracı olmasını eleştirdi hem dönüşümdeki imar hakları meselesiyle egemen ideolojinin arasındaki organik bağa değindi. Ama bir yandan da dönüşümün yaşam kalitesi, depremsellikle mücadele ve depremde can güvenliği açısından da önemli bir konu olduğunu vurguladı. Dönüşüme karşı olmanın yaşam kalitesi ve deprem açısından da sakıncalarına her zaman dikkat çekmemiz gerektiğini bize hatırlattı. Yine dönüşüm projelerinde kentsel belleğin silinmesi, etnik ayrımcılık ve toplumsal ayrışma, doğanın katliamı gibi yaşamsal sorunlara işaret etti. Erbatur Hocamız bizi yanıltmadı, ezberimizi bozan bir sunum yaptı ve biz hedefin iktidar olacağını düşünürken muhalefetin oklarını kendine yönelik içsel bir değerlendirmeye dönüştürdü ki, bu çok önemliydi. Bu, muhalefete bakış açısında belki ezberi bozan bir yaklaşımdı ve önce kategorik bir literatür taramasıyla bize aydın tanımını hatırlattı. Organik aydından, oryantalizmden söz etti. Pazara karşı bilimsel olarak silahlarıyla mücadele edenler ve etmeyenleri ayrıştırdı. İşbirlikçi akademisyenlerle karşı akademisyenleri ayrıştırdı. Homo academicus tanımını gündemimize taşıdı, kafa ve kol emeğinin ayrılmasına itiraz eden aydınlarımızdan söz etti. Başkaları adına konuşmayı reddeden aydınlardan söz etti ki, bu yine planlamanın kendi paradigma değişimine çok paralel bir saptamaydı. Daha sonra eleştirel değerlendirmesinde aydınları üç kategoriye ayırıp; duyarsız aydınlar, dönüştürücü aydınlar ve muhalif aydınlardan söz etti ki, ilk ikisi 206 adına konuşmayı reddetti. Daha sonra da bunun nedenini soru aşamasında açıkladı ve muhaliflere yönelik eleştirel değerlendirmesini 6 tane saptamayla tamamladı. Bunun içinde muhalif olmaya uygun olmayan Bonapartisizmden ve elitizmden söz etti, oryantalizmi tekrar vurguladı, dogmatizm, profesyonelizm ve akademizm olarak tanımladığı eleştirel değerlendirmesini tamamladı. Daha sonra sosyolog dostumuz, hocamız Şükrü Aslan 1980 öncesi İstanbul’da yaşamış bir akademisyen olarak öznel deneyimlerini, daha önce yapmış olduğu çalışmaları çok net bir kavramsal çerçevede sundu ve kentin kaynadığı ve kentin uyuduğu dönemleri ayrıştırdı. Bu dönemlerde her ikisinde yoğunlaşan konulara dikkatimizi çekti. Her dönemin kendine has toplumsal hareketlerini, kent mekanı ve mülkiyet üzerinden yorumlanmaları gerektiğini hatırlatarak gündemimize taşıdı. 1970-1980’li yıllara kadar kullanım değeri mekanın önemliyken, 1980’lerden, 1990’lardan sonra mekanın meta olarak kullanımını, bir rant aracına dönüşmesini vurguladı. Kendisinin bir diğer önemli saptamalarından biri de günümüzde sınıflar arasındaki farkın genişlemesiyle paradoksal biçimde kültür ve inanç bağlarının kentsel hareketlerin oluşmasına engel teşkil ettiği yönündeydi. Bu çok önemli bir saptama. Araştırdığımız, nedenselliğini sorguladığımız ve son dönemde kent yazınında daha da geniş bir yer bulmaya başlayan varoşların kentsel hareketlerin yaşandığı, spesifik alanlar olduğunu vurguladı. Gazi Mahallesi, Gülsuyu Mahallesi, Derbent, Sarıgazi gibi mahallelerimizden söz etti. Ayrıca “Dışlanmanın yakıcı deneyimini yaşamadıkça kentsel, toplumsal hareketlerin olamayacağı”na dair öznel saptaması hepimizin çok hoşuna gitti ve buradan tekrar hatırlatmak istedim. Ardından başka bir sivil toplum örgütünden katılımcımız, Esra Balcı, S.O.S Sivil Toplum Girişimi adına gayet güzel bir sunumla bize etkinlik dizilerinden söz ederek, hem bunun ne kadar zor olduğunu hem de toplumdan aldıkları geri dönüşleri bizlerle paylaştı. Farklı eylem türleri denemelerinden, hatta son derece eğlenceli faaliyetlerinden bahsetti. Kamuoyunun İstanbul'un kaybedilmek üzere olan kimliğine ilgisini çekebilmek için, kentin ruhuna helva kavurup halka dağıtarak yaptıkları eylemden bahsetti. Toplumun duyarlılığını arttırmak ve konuya ilgisini çekmek için helva kavurmak zorunda kalmamalı sivil toplum örgütleri. Toplumun farkındalığını ortaya koyarak talebi kendisinin yaratması ve sivil toplum üzerinde baskı oluşturması gerekiyorken, gelişkin bir demokrasi kültürümüzün 207 olmamasından dolayı sivil toplum örgütlerinin karşılaştığı zorlukları gözler önüne serdi. Bu hareketlenmenin Tarihi Yarımada'dan çağıl çağıl kentin bütün alanlarına yayılmaya başladığını memnuniyetle izledik. En son konuşmacımız Cemal Bey'in katılımı çok önemliydi, bunu defaten dile getirmeye çalıştım. Cemal Bey, İstanbul’da yaşadığı 43 yıllık zaman dilimine dair -kimi zaman hazin- deneyimlerinden bize aktardıklarıyla yeri geldiğinde kent planlamasında olaylara başka bir perspektiften de bakmamız gerektiğini hatırlattı. Yaşanabilirliğin ne kadar önemli olduğunu, İstanbul’un meselelerinin sadece İstanbul’a odaklanarak çözülemeyeceğini, Anadolu’daki pek çok kentin de İstanbul’un sorunlarıyla yakından ilgili olduğunu yineledi. İsgalci, yasdışı yapılanma, illegal yapılanma ve benzeri ifadelerden duydukları rahatsızlığı dile getirdi. Burada o ifadelerin muhattabı olmadığı için benim de onlar adına cevap verimem doğru olmaz. Bunun bir yanlış anlaşılma olduğuna inanmaktayım. Herhangi bir sektör, kişi ya da kuruma işaret edilmiyor. Amaç sürecin sorunlu yapısına dikkat çekmek, kullanıcıya yönelik bir suçlama yok ve hiçbir zaman olamaz. Şehircilik alanında yaklın dönemde bu konuya dair yapılmış pek çok çalışma ve başarı kaydetmiş araştırma projesi bulunmakta. Orada duyarlılığa hak veriyorum, elde edilen birikim ve deneyimin yarattığı rahatsızlığa hak veriyorum, ama bir yanlış anlaşılma da olduğuna inanıyorum. Kendisi bizlerin de bildiği arazi mafyasının gerçekliğini çok net ortaya koydu ve o arazilerin ciddi birikimlerin ödenerek alındığını hatırlattı. Kendi ifadesiyle “mavi yakalıların tasfiyesi” olarak süreci çok güzel özetledi. Kentsel dönüşüm sürecini “İstanbul’da mavi yakalıların tasfiyesi” olarak tanımladı. Bu noktada sözü hocama bırakıp, daha sonra serbest kürsü kısmına geçtiğimizde gerek görüldüğünde oturumla ilgili notlarımı paylaşmaya devam edebilirim. Çok teşekkürler. Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Çok teşekkürler. Erhan Demirdizen. ERHAN DEMİRDİZEN- Bizim oturum planlama ve siyaset kavramlarının birbirleriyle tarihsel ve güncel ilişkilerini tartışan bir oturumdu. Katılımcılarımız birbirinden farklı, ama birbirini tamamlayan konumlarda kişilerdi ve konuşmalar da aslında bana göre çok farklı düzlemlerde yapılmış olmasına rağmen birbirini tamamladı. Dünkü oturumda şunun cevabını aradık 208 aslında: Planlamayla siyaset -aslında siyasal erk çünkü bizim oturumumuzda siyaset denildiğinde biz bunu algıladık- ilişkisini bu doğrultuda tartışmaya çalıştık. Bu bağlamda planlamayla siyasetin birbiriyle uyumlu olmayan iki farklı özelliği tartışmalarda ortaya çıktı. Siyaset; siyasal, yönetimsel erk yani iktidarın erki uluslararası dinamiklerden, küresel piyasa dinamiklerinden ve süreçlerinden çok daha yoğun bir şekilde etkilenip, bunun etkisi altında karar mekanizmalarını oluşturup, ortamın gereklerine çok daha hızlı uyum sağlayabiliyorken, planlamanın o noktada daha direngen bir yapıda kaldığını gözlemledik. Planlama son 30 yıldır küreselleşme sürecini algılamaya çalıştı ama bir yandan da buna kuşkuyla baktı. 30 yıl içerisinde geldiğimiz noktada siyaset mekanizmaları, siyasal erk mekanizmaları tamamen küresel piyasanın bir parçası haline gelmişken, bir ulusal siyaset direnişinden -çok marjinal bazı örnekler dışındahemen hemen neredeyse söz dahi edemiyorken, dünyadaki planlama açısından bunu söyleyemediğimizi tartışmalar sonunda gözlemledik. Çünkü planlama eklektik bir konuda eklektik bir yapı göstermekte. Küresel piyasa dinamiklerine karşı tek parça halinde bir kontur söylem geliştirmiyor kuşkusuz çünkü planlama sadece söylem geliştirmekle kalmıyor, planlama aynı zamanda belediyecilik dünyasının bir parçası ve uygulama alanı. Dolayısıyla batıda da, Türkiye’de de planlama kendi içinde küresel piyasa gelişmelerinden etkilenmekte. Örneğin, müşteriden bahsedebilen, müşteri-plancı ilişkilerini kabul eden bir piyasa hizmeti haline gelmeyi kendi kendine benimseyebilen ve buna yönelik dünyada olduğu gibi Türkiye’de de etik ilkeler bulmaya çalışan bir meslek alanı. Planlama gelişmeye adapte olmaya çalışan bir tartışma alanıyken, aynı zamanda kendi köklerini hiçbir zaman tam olarak da unutmayan, Fatma Hocam'ın dün altını çizdiği gibi 1950-1960’lı yıllardan itibaren sosyal devletin yeniden dağıtım mekanizması olarak işlev gören sosyal adalet mekanizması yönünü de çok fazla unutmayan bir alan. Aslında onu eklektik kılan yönü de bu. Bir yandan kamu yararından bahsediyoruz ama bir yandan da projecilik de yapmaya çalışıyoruz. Bu kadar birbirinin içine geçen farklı dünyalara ait kavramları aynı anda yaşıyoruz, o yüzden planlama birçok konuda net tavır alamıyor. Dünkü tartışmada bunu gördük. Siyasetin kendini liberal dünyanın, yeni küresel piyasa dinamiklerinin etkisine çok hızlı terk etmesi ve planlamanın kendi iç karmaşasına rağmen buna tepki göstermesi bize planlamayla siyaset bizim eskiden alışık 209 olduğumuz kadar birbirine yakın olmadığını anlatmakta. Planlama zaman zaman, siyasi karar mekanizmalarının aracı olarak işlev görmekte. Eklektik yapısından dolayı, zaman zaman da yine aynı siyasal karar mekanizmalarına karşı direniş gösterebiliyor. Dünkü oturumda bunu da gördük. Bütün zorluklara rağmen bazen meslek odasının açtığı bir dava şeklinde, bazen meslek insanlarının bir koruma kurulundaki bir kararıyla ortaya çıkabiliyor. Bazen de bir akademisyenin mahkeme bilirkişisi olarak verdiği bir raporla ortaya çıkabiliyor. Planlama ve siyaset arasındaki çatışma değişik biçimlerde ortaya çıkıyor. Dünkü toplantıda şunun cevabını bulmaya çalıştık: Siyasal karar mekanizmalarıyla planlama mekanizmaları yeniden bir orta noktaya doğru gidebilir mi? Çünkü planlama bir muhalefet alanı, siyasal alan içerisinde bir muhalif örgütlenme değildir. Dolayısıyla yeniden bir yakınlaşma olabilir mi diye bir tartışma başlığı açmaya çalıştık ve gördük ki; bu yakınlaşmanın yeniden olması için siyasetin, karar mekanizmalarını ve kaynakları yeniden dağıtıcı mekanizmaları hayata geçirmeye istekli olması gerekiyor. Bu konu son yıllarda küresel krizlerlebirlikte tüm kamuoyu tarafından tartışıyor. Amerika’da çıkan, arkasından Avrupa Birliği ülkelerinde de gözlemlenen ve şimdi giderek büyüyen ekonomik kriz döneminde acaba devletler ekonomiye, piyasaya, yani bugüne kadar serbest bırakılmış olan, deregüle edilmiş olan piyasaya yeniden müdahale edebilirler mi, kaynak dağıtıcı işlevleri hatırlayabilirler mi? Çok önemli bir gerçek var, bu da hangi kriz nedeniyle olursa olsun sosyal devletin yeniden canlandırılmasının çok güç olduğu. Çünkü Keynesyen sosyal devlet ve onun kaynakları yeniden dağıtıcı araçları başka bir konjonktürün ürünüydü. Ulusal örgütlenmelerin ve siyasetin ulusal sınırlar içerisinde örgütlendiği, 1930’lu yıllardaki dünyanın bir ürünüydü ve dolayısıyla ulus devletler de kendi iç pazarlarına ve kendi toplumsal yaşamlarına çeşitli araçlarla müdahale edip, kaynakları dağıtabiliyorlardı. Mesela o dönemlerde bunu vergi politikalarıyla yapabiliyorlardı ama günümüzde herhangi bir ulus devletin vergi politikalarıyla ulusal sınırlarının içerisinde anlamlı sonuçlar elde etmesi çok mümkün görünmemekte. Ekonomistlerin tartışmalarına göre eskiden belirli alanlarda izlenen politikalarla devlet dolaylı vergiler azaltılabiliyordu. Bu şekilde toplumun ihtiyaçlarını belirli mallardan, hizmetlerden karşılayan, tüketim yapan kesimlerine dolaylı olarak kaynak ayırabiliyordu. 210 Mesela, otomotiv üretimini teşvik etmek ve bu yoldan Türkiye’nin iç pazarındaki gelir bozukluklarını yeniden düzenleyebilmek için devletin müdahalesi hakkında bir araştırma okudum. Araştırmada Türkiye’deki tüketicilerden daha fazla başka ülkelerdeki üreticilerin ve tüketicilerin etkinlendiğinden bahsedilmekteydi. Çünkü Türkiye’de üretilen otomobillerin yüzde 80’i ihraç edilirken, Türkiye’de satın alınan otomobillerin de yüzde 60’a yakını başka ülkelerden ithal edilmekte. Dolayısıyla bu noktada Türkiye’de otomotiv vergilerine kamu aracılığıyla müdahale edildiği zaman ulusal sınırlar içerisindeki etkileri çok sınırlı olmakta. Buradan çıkan sonuç; küresel piyasa düzeni içerisinde vergi politikaları üzerinedn kaynakların yeniden dağıtımına gidilmesinin o kadar kolay olmadığı. Çünkü herhangi bir noktada yapılan müdahalenin etkileri çok farklı yerlerden çıkmakta. Ancak geçmişte politikalarıyla gerçekleştirilen gelir düzenlemeye yönelik müdahaleler yahut da planlama, kamunun kaynakları yeniden dağıtma araçlarından bir tanesi olarak kullanılmaktaydı ve bu küme içerisinde her anlam kazanmaktaydı. Yani devletin diğer politikalarıyla birlikte bir bütün oluşturuyordu ve planlama sosyal adalet işlevini yerine getirebiliyordu. Şimdi diğer ayakları ortadan kaldırılmış bir alanda planlama yoluyla kamunun bütün bu alana müdahale etmesini beklemek çok mümkün görünmüyor, dolayısıyla da planlama eski işlevini yeniden kazanması mümkün olmayan bir alan haline geliyor. Yani siyasal karar mekanizmalarının yeniden keynezyen müdahalelere sıcak bakması halinde bile planlamanın eski etkinliğine kavuşması pek de mümkün görünmemekte. Dünyada en azından bu anlamda çok iyimser yorumlar göremiyoruz. Dolayısıyla da planlama sosyal adaletçi ve kaynakları yeniden bölüştürücü bir mekanizmaya dönüşmediği müddetçe -kaçınılmaz olarakaraçsallaşmaya devam edecektir. Bizim oturumda bu konuları tabii son derece yetkin ve ayrıntılı bir şekilde Fatma Hocamız izah ettimişti, bu nedenle tekrar etmeyeceğim. Planlamanın bütün bu yaşadığı sürecin sonunda bir arazi düzenleme işine indirgenmiş ve geçmişteki işlevinden farklı olarak bir kaynak aktarma aracı haline gelmiş olmasını Fatma Hocamız dün son derece net bir şekilde ortaya koydu. Bizim açımızdan bütün bu tartışmalar üzerine ilginç ve planlamayla ilişkisi olan konuşma, Eskişehir Belediye Başkanı'nın yaptığı konuşmaydı. Kendi açımdan aydınlanmayan bazı noktaları oldu, ben de soru olarak yöneltmeye çalıştım. Muhafazakar belediyelerin Türkiye’de hangi yöntemle kaynakları yeniden dağıtmaya çalıştığını biliyoruz ama Türkiye’deki sosyal demokrat belediyelerin bunu hangi araçlarla yaptığını ya da yapıp 211 yapmadıklarını bilmiyoruz. Örneğin bunu yapmadan nasıl birkaç dönem üst üste seçilebildiklerini de bilmiyoruz. Bu noktada başarının -bu bir başarı sonuçta çünkü- nedenlerini anlamaya çalıştık. Acaba planlama Eskişehir’de belediyenin kaynakları yeniden dağıtmaya ve sosyal adaleti sağlamaya yönelik aracı mı diye anlamaya çalıştık ama o konuda da çok ciddi tartışmalar olduğunu gördük. Ancak herkesin üzerinde uzlaşabildiği bir bölüşümcü planlamanın, paylaşımcı planlamanın Eskişehir’de de olmadığını saptadık. Son konuşmadan da kısaca bahsetmek istiyorum. Önemliydi çünkü dün de anlatmaya çalıştığım gibi, son konuşmacımız Ahmet Turgut bir şehir plancısı ve son birkaç yıldır siyasetçi kimliğine de sahip bir şahıs. Bu iki kimliğin birbiriyle çatışmasından iki gündür bahsediyoruz. Dün bunu kendi kişisel dünyasında yaşayan bir kişiyi konuşturduk. Birçok şey anlattı ama içlerinden en ilginç olanı siyasetçi kimliğiyle konuşurken planlamanın özerkliğini ve özerk planlama kurumlarınının mevcudiyetini savunmasıydı. Bu konuşmadan siyaset alanının içindeki bir plancı olarak planlamanın teknik ve bilimsel özerkliğini savunan bir siyasi ortam hala Türkiye’de mevcut diye iyimser bir sonuç çıkarmaya çalıştım kendi açımdan. Çok teşekkür ederim. Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Teşekkürler. Tayfun Kahraman. TAYFUN KAHRAMAN- Esasında Fatma Hocam gibi biz de çok sıcak bir tartışmadan yeni çıktık. Sabah en spesifik, belki de en direkt projelere yönelmiş bir tartışma gerçekleştirdik. Ulaşım, planlama ve siyaset içerikli başlığımız kapsamında ulaşımın plancı ve siyasetçi kimlikleri arasında nerede durduğunu, ulaşıma dair planlama sorunlarının nelerden kaynaklandığını ve çözümlerini tartıştık. Burada özellikle raportör arkadaşlarımız Sayın Çare Olgun Çalışkan ve Kumru Çılgın'a teşekkür ederek, notları üzerinden sizlere oturumumuzu aktaracağım. Oturumda öne çıkan esas sonuç; günümüzde proje planlarının özellikle planlama üst başlığından değil, arazi geliştirme üst başlığından hareketle yapıldığı ve kaynak kullanımlarının da bu yönde yönlendirildikleri hakkında olandı. Özellikle siyasal anlamda simgeler yaratmanın amaçlandığını ki, bunu bugünkü oturumda Orhan Demir’in sunumunda gördük. Kendisi Cumhuriyet, hatta Osmanlı Dönemindeki ilk metro inşasından bugüne kadar siyasetin planlama ve ulaşım projelerine istinaden 212 üstlendiği rolü anlatırken siyasi hayat üzerinde bir simge bırakma telaşının bu projelerde ön plana çıktığını, örneğin 1. Köprünün Sayın Demirel’le, 2. Köprünün Özal’la, 3. Köprünün de yine bir siyasi kimlikle yapılma kararı olduğunu ve bunun esas amaçlar arasında önemli bir yer teşkil ettiğini anladık. Öteki taraftan kendimize dönüp plancıların, mimarların, mühendislerin bu projelere dair üstlendikleri görevleri görme şansını elde ettik. Bugünkü oturumda bu bir “zorundalık” olarak ifade edildi. Özellikle plancı arkadaşların, “siyasetin zorunda bırakmaları” nedeniyle bahsedilen projelerde yer almak durumunda kaldıkları şeklinde bir sonuç çıktı. Bugünkü başka bir çıkarım ise; özellikle de İstanbul'daki örnekleri üzerinden spesifik projeler ele alındığında sokağın bu konulara tepkisizliğinden ve proje geliştiricilerin kamuoyunu bilgilendirmeyek bir anlamda bu tepkisizliğin oluşmasına neden olduklarıydı. Peki, bugünkü oturumda söz alanlar açısından bunu kategorize edersek nasıl bir sonuç çıkar? Özellikle Sayın Prof. Dr. Mesture Aysan Buldurur’un planlama pratiğinde tarihsel süreç içerisinde ulaşım projelerinin nasıl geliştikleri ve kullanılan planlama yaklaşımlarına dair bir anlatım gerçekleştirdi. Kendisi son dönemde popülarite kazanan katılımcı planlama, stratejik planlama gibi planlama araçlarının, uzun vadeli düşünce ve projelendirme gerektiren ulaşım kararları ile siyasetin kısa vadeli çözüm üretme arayışlarışlarıyla yaşadığı uyumsuzluğu çözmeye yönelik kullanılabileceğinden bahsetti. Ardından Dr. Orhan Demir ise Osmanlı’dan bugüne, 2011’e gelene kadar karar verici mekanizmaların nasıl işlediklerinden, bunların ulaşımında edindikleri misyondan ve yerel siyasetin değişen tavrından bahsetti. Bizler de yaşanan bu değişime karşın yerel siyasetin merkezi siyaset karşısında hala yeterince söz sahibi olamadığı ve geri planda kaldığına dair çıkarımda bulunduk. Metin Küçükoğlu’nun bir bürokrat ve Karayolları Bölge Müdürlüğü'nde görev alan bir başmühendis olarak otoyol yatırımları ve yap-işlet-devret modellerine dair uygulanan ya da uygulanılması planlanan projelere dair açıklamalarını dinledik. Bir anlamda teknokratların, günümüzdeki bakış açısına ve siyasete getirmeye çalıştığı çözüm önerilerini gördük. Özellikle Metin Bey'in 3. Köprüye istinaden anlatımındaki çekimser tavrı öğrenmek, teknokratların mücadele vermenin yanı sıra zorundalıklar arasına sıkıştığı yönünde bir sonuç çıkarttık. 213 Prof. Dr. Haluk Gerçek ise konuşmasında üç temel aktörden bahsetti. Bu üç aktörü; karar verici olarak siyasetçi, uygulayıcı ve geliştirici olarak plancı ve yaşayan olarak da kentli olarak tanımları ve bahsedilen süreç içerisindeki misyonlarına ve taraflarına değindi. Siyasetçi için ön plana çıkan vade sıkıntısından bahseden Gerçek, 4-5 yıllık vadelerle bir kente yön veren, kentin gelişimini şekillendiren projelerin nasıl oluştuğunu ve siyasetçilerin kent planlarına neden inanmadıklarını ortaya koydu ve anıtsal yapı gerçeğine dem vurdu. Plancıların ise burada karar vericilerin kararlarını planlara işlemek zorunda kaldıklarını ve “bile bile kullanılmış olduklarını”nın altını çizdi. Kentte yaşayanlara dair üç tespitte bulundu. Bunlar; ulaşım projelerine karşı geliştirdikleri davranış biçimlerindeki bilgi eksikliği, hesap sormamaları ve seslerini duyuracak kadar çok olmamalarıydı. Son olarak bugünkü oturumdan biz plancılara çıkan sonuç; daha fazla alana inmemiz gerektiği ve özellikle kentliler ışığında kentlilerin bu projelere dair farkındalığını arttırmak yönünde elimizi taşın altına koymamız gerektiği oldu. Bugün genç bir meslektaşımızın bu anlamdaki “Ne yapabilirim?” sorusu çok anlamlıydı. Burada siyasete ise, özellikle bu türden projelerde hesap verilebilirliğin ve şeffaflığın ön plana çıkartılması ve siyasetçinin aklında sürekli sokaktan alacağı olumsuz tepkinin olması yönünde bir sonuç çıktı. Siyasetin kısa vadeli düşünme modellerini terk etmesi için sokağın, özellikle de vatandaşın bu konularda bilgi edinmesinin gerektiği konuşuldu. Son olarak söylemek gerekirse -bugün de gördük bunu- İstanbul’da ve Türkiye’de ulaşım projelerinin esasında plansız olmadığı, sürekli bir plan kapsamında ama ne yazık ki o plan hiyerarşisine ve kararlarına aykırı olarak, siyasetçilerin hakimiyetinde şekilldendiğini gördük. Teşekkür ediyorum. Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Çok teşekkürler. Şimdi kurguladığımız üzere tartışma konularına yönelik sorularınızı ve değerlendirmelerinizi paylaşacağınız fasıla geçiyoruz. Söz almak isteyen var mı? Av. ALEV TUNA- İstanbul Barosu Çevre ve Kent Hukuku Komisyon Başkanıyım. Benim öncelikle bu toplantıyı organize ettikleri ve bizi de davet etmeleri sebebiyle Etklinlik Düzenleme Kurulu'na teşekkür ediyorum. Bundan önce bu meslek odaları ve STK’lar arasında bir organizasyon eksikliği var diye düşünmüştük çünkü bizim de çalışma alanımız aynı olduğu için kent ve çevre hukukuyla ilgili meslek odalarının çalışmalarını da yakından takip 214 ediyoruz. Erhan Bey'le yakın çalışmalarımız oldu, düzenlediğimiz panellere katılıp destek verdi. Öncelikli olarak öğrenmek istediğim konu; çevre hakkı ve kent hakkı Anayasamızda yer almakta, hukuki düzenlemeler var ancak çok yetersiz. Gelişmiş ülkelerde konut hakkı çok daha geniş bir hukuki düzenlemle korunurken bizde çok yüzeysel kalmakta. Çevre konusu da aynı durumda. Şimdi Anayasa değişikliği konusu gündemde, ne kadar dikkate alınacağı meçhul olmakla birlikte meslek odaları ve tüm sivil toplum kuruluşlarından birer taslak hazırlayıp Ankara’ya göndermeleri talep edilmekte. Hazır üniversiteden hocalarım da buradayken sormak istiyorum, üniversitelerden böyle bir çalışma yapılıyor mu? Yapılıyorsa biz de konu hakkında bilgilendirilebilir miyiz? İstanbul Barosu tarafından Anayasa taslağı çalışması yapmak üzere bir komisyon oluşturuldu ve şu anda çalışmalar devam etmekte. Kısacası çevre ve kent hukuku konusunda ceza da, suç tanımı da bulunmuyor. Sabah Haluk Hocamız bahsetti, gerçekten bir kentsel suç terimi veya suçu oluşturulmalı ve karşılığında da bir yaptırımı olmalı. Bu konuda bir çalışma var mı? Bunu öğrenmek istiyorum, teşekkür ederim. TAYFUN KAHRAMAN- Şu ana kadar yapılmış böyle bir çalışma yok. Akademide var mı bilmiyorum ama meslek odası çerçevesinde böyle bir çalışma bulunmuyor. Bizler de Baro'nun önderliğindeki bu çalışmaya katılıp, çevre ve özellikle kent ölçeğinde sizlerle birlikte Anayasaya'ya bu hükümlerin girmesi yolunda destek verebiliriz. Tabii özellikle kente karşı suç ibaresi mevcut düzenlemede sadece TCK’nın 183. maddesi'nde “İmar Kirliliğine Neden Olma” başlıklı bölümde yer almakta. Sadece imar kirliliğine neden olmak suç sayılmakta, o da 2005 yılında yapılan değişiklikten bu yana yer almakta. Ancak ne kadar uygulandığı ortada. Bu değişikliğin ardından 20082009’da yine aynı Meclis imar kirliliğine neden olan kaçak yapıların elektrik, su vb. altyapı ihtiyaçlarının tedarik edilmesime dair bir hukuki düzenleme daha yaptı. Bu hukuki düzenlemelerimiz kendi içerisinde de tutarsız. Bunun Anayasa'ya girmesi Türkiye kentlerinde sözü geçen yasal tutarsızlıkların önlenmesi anlamında çok önemli. Bizler Baro'ya bu konuda elimizden geldiğince destek olmaya hazırız, buradan da sözleşmiş olalım. Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Bu önemli bir nokta, ben kısaca üniversitelerde böyle bir çalışma var mı sorusuna cevaben, Mimar Sinan Üniversitesi'nde biz de lisans ve yüksek lisans programlarında çevre hukuku dersleri yer aldığını belirtmek istiyorum. Bunun yanı sıra bu değindiğiniz konuda üretilmiş yüksek lisans ve doktora tezleri bulunmakta, dolayısıyla biz 215 -Tayfun Bey'in de değindiği gibi- üniversite camiası olarak katkıda bulunmak isteriz. bu çalışmaya ERHAN DEMİRDİZEN- Bu konuda birkaç noktaya değinebilir miyim? Tehlikeye dikkat etmek için not düşmek istiyorum. Birkaç yıl önce hükümetin Ergun Özbudun’a yaptırdığı bir Anayasa taslağı vardı. O taslakta, az önce de belirttiğiniz gibi çevre hakkıyla ilgili maddeyi ve kamu yararıyla ilgili tanımlamaların yer aldığı diğer maddeleri şu an algıladığımızdan çok farklı hale getirmekteydi. Meclis Başkanının inisiyatif aldığı önümüzdeki süreçte nasıl bir taslak çıkar bilmiyorum ama eğer tekrar Özbudun taslağı ya da ona benzer bir metin gündeme gelecekse, bizi çok ciddi tehlikeler bekliyor demektir. Anayasa hukukçularının kendi aralarında konuşacakları teknik bir konu olmayabilir. Hepimizin hakikaten içinde yer almamız gereken bir konu olabilir. TAYFUN KAHRAMAN- Böyle bir çalışmayı başlatmakta yarar var. Av. ALEV TUNA- En azından toplum bilinci oluşturulması gerekiyor. Anayasa bilindiği üzere bir toplumsal, sosyal sözleşme. Daha çok kişinin katılmasıyla oluşacak bir Anayasa gerektiğine inanıyoruz, idealimiz bu. Ancak en azından bu bir oylamaya gidileceğini, referandum yapılacağını düşünebiliriz. Sonuçta bu aşamalarda birçeşit toplumsal hareket veya bu yönde bir baskı unsuru teşkil etmesi açısından önem teşkil etmekte. Çünkü yasa çıktıktan sonra değiştirilmesinin çok zor olduğu bilinmekte. Çaba göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Aslında tabii ki hukuk alanında bir şey söylemeye yetkin değilim, dünden beri süregelen sohbetlerimizde özellikle bu konudan imtina ettiğimi söyledim. Ama Hoca burada olmadığı için Ruşen Hoca'nın bu konuda bir yorumunu sizinle paylaşarak bir noktaya açıklık getirmek istiyorum. Aslında 1982 Anayasası bir önceki Anayasa'ya göre konut hakkı açısından geri adım atılan bir Anayasa. Daha önceki Anayasa'da toplumun korunması gereken kesimlerine yönelik bir konut hakkından söz edilirken, 1982 Anayasası'nda tüm kesimlere yönelik bir konut hakkından söz ediliyor. TOKİ’nin ilk kurulduğu aşamadan bugüne geldiği o metamorfoz da bunu açıklıyor. Aslında bunun bir Anayasal hak olarak zapturapta alınması elbette çok önemli ama pek çok gelişmiş demokratik ülkenin Anayasasında konut hakkından hiç söz edilmediğini, buna karşılık da konut sorunlarının 216 bizde yaşandığından çok daha düşük, çok daha marjinal düzeyde olduğunu görmekteyiz. Zannediyorum geçtiğimiz yıl Uluslararası Planlama Okulları Birliği AESOP’un organizasyonunda “Planlama Yasası ve Mülkiyet Haklarına Yönelik Tematik Grubu”nda yapılan bir tartışmada yine İsrailli bir araştırmacı Rakel Ayterman bana bir soru yöneltmişti. “Sizin ülkenizde konut hakkı Anayasal bir hak mıdır?” Çünkü o sunum, İstanbul'daki konut gelişiminin sorunlu yanlarına dikkat çekilen, dünkü oturumda anlatılanlarla paralel doğrultuda bir sunumdu. Cevap vermekte çok sıkıntı duydum. Çünkü evet, Anayasal bir hak ama buna rağmen kentin son derece sakıncalı bir biçimde gelişmesinin ardında böyle bir Anayasal hak olduğunu açıklamakta çok zorlandım. Dolayısıyla Anayasa'da yer alıyor olması o kentte, o ülkede konut sorununun ortadan kalkacağının da güvencesi değil. Özellikle bizdeki kamu kurumlarının zihniyeti değişmedikçe. Dolayısıyla belki onu da ayrıştırmakta, vurgulamakta yarar var. Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Başka soru? Buyurun. Daha doğrusu sorudan çok artık sizlerin katkılarını alalım. CEMAL EJDER- Ben tekrar söz aldım, kusura bakmayın. Konu planlamaya gelmişken bir şeyden bahsetmek istiyorum. Sarıyer’de biliyorsunuz bir tek alan kaldı, o da eski İstinye tersane alanı. Sarıyer’in genel toplumsal, kültürel faaliyetlerinin ortak düzenlendiği bir tek alan Sarıyer’deki İstinye Tersanesi. O da İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis kararıyla marina yapılacakmış. İhale şimdi deprem kuşağından çokça bahsedildiği, hatta hepimizin üstünde durup düşündüğü tarihi yapıların korunması, depreme dayanıklı çalışmaların yapılması, mutlaka deprem riskinden kurtulmak için şehirleşmenin yapılması. Sarıyer’de şimdi iki yerde marina planı var: Çayırbaşı’nda askeri tersanenin, limanın olduğu yerde bir kazı çalışması var. İkincisi de Sarıyer’deki İstinye Tersanesi ki, orada 300-400 yıllık ağaçlar var. Korkarız bu ağaçların da oradaki neslini bitirecekler. Çünkü tek insanların nefes alabildiği, ramazanda birbirini tanımayan insanların kültürel faaliyet açısından bir araya geldiği o 30 günlük Ramazan buluşmalarınının da yok olacağını, Sarıyer’in geneline çok kötü bir kabus çıkartacağını düşünüyoruz. Acaba çevrecilerin böyle bir plana itirazları var mı, böyle bir marina yapılmasına itiraz etme şansları var mı? TAYFUN KAHRAMAN- Tabii böyle bir projeden haberdarız, ama ortada şu anda yapılmış bir işlem yok. Bizlerin de buna istinaden sadece 217 duyumları var, ama bir işlem olduğunda biz de taraf olarak davacı olmak yönünde inisiyatifimizi kullanacağız ama şu an için işlem olmadığından bunları konuşmak için biraz da erken. Orada özellikle İstinye’de yapılmak istenen marinanın -yani İstinye’deki o alan haricinde de İstinye için de pek çok marina projesi var, İSPARK eliyle gerçekleştirilmek istenen diğer projelerin- birebir olarak takibindeyiz. Sadece İstinye’ye özel değil, İstanbul’da Boğaz'daki tüm köyiçi yerleşmelerinde yakında göreceğimiz ya da planlarının yürürlüğe gireceği uygulamalar, projeler olarak karşımızda duruyorlar ama dediğim gibi müdahil olmak için ortada bir idari işlemin olması gerekiyor. MİRAY ÖZKAN- Şehir plancısıyım, ayrıca İTÜ’de doktora öğrencisiyim. Önce bu organizasyon için teşekkür ediyorum. Ayrıca oturum başkanlarının tespit ve değerlendirmelerine de canı gönülden katılıyorum. Özellikle bir tespitle ilgili konuşmak istiyorum. İclal Hoca'nın söylediği gibi iktidarın planlama kurumlarından beklediği bir işbirliği var. Sadece işbirliği istiyor, başka bir şey istemiyor. Bizim de muhalefet yapmak dışında mesleğimizi icra ederken yapabileceğimiz tek şey sadece işbirliği midir bu durumda? Yani bu işbirliği beklentisine karşı tavrımız ne olmalı? Bence tartışılması gereken en önemli konu bu. Bu rant odaklı gelişmeler zaten planlamanın her zaman konusuydu. Meslek pratiğini nasıl icra edeceğiz, nasıl bir tavır sergileyeceğiz? Birimiz belediyede çalışıyoruz, birimiz özel sektörde çalışıyoruz vesaire. Açıkçası sadece muhalefet edebilmek bana biraz lüks gibi geliyor. Bizler teknik insanlarız ve bir şey yapmak üzere yetiştirildik. Dolayısıyla tartışmamız gereken bence nasıl yapacağız? Bundan sonraki konularımızın bunun üzerinde odaklanması gerektiği konusunda İclal Hoca'ya çok katılıyorum, teşekkürler. Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Evet, bunu bir katkı diye alalım isterseniz. Artık tartışmaların uzamasını istemiyorum, çünkü saat 17.30 oldu. Ayrıca çok verimli bir toplantı olduğunu vurgulamak istiyorum. Plancılar Odası İstanbul Şubesi ile 5.sini gerçekleştirdiğimiz bu İstanbul Buluşmaları için başından beri hepimiz birlikte rol aldık ve gösteriyor ki, bu buluşmalar çok verimli geçiyor. Özellikle tabii kendi camiamız içindeki bilgi alışverişini desteklemekte. Onun için bir öneride bulunmak istiyorum. Acaba farkındalığı arttırma adına bu platformu biraz akademinin dışına taşırsak, önümüzdeki senelerden itibaren, sorun alanının odaklandığı temaya bağlı olarak yerinde yapsak, kentli de orada olsa, söyleyecek sözü olan beyefendinin 218 konuşmasında güzel bir deneyim yaşadık. Bütün yaşadıklarını tek başına anlattı, gönül istiyor ki aynı mahallede oturan çok daha fazla kişi katılmış olsaydı veya mahalle mekanlarından birinde bu sorunları tartışıyor olabilseydik. Daha ilginç, verimli ve biraz da klasik seminer formatından da çıkmış olurduk. Bir deneme yaptık, ve benim de bir açıdan katkım oldu sanırım. Bana iki gün boyunca burada oturacaksın, dinleyeceksin, son oturumda bunları değerlendireceksin denildi. Ben böyle bir şey yapamam ve ilginç de olmaz. Sıkıcı olur, dikkatimden kaçar. Düşünebiliyor musunuz iki gün boyunca bütün konuşmalara dair notlar tutacağız... Onun için oturum başkanlarını şu anki formatta olduğu gibi görüyoruz, ki çok daha verimli oldu. Çünkü her oturum başkanı o oturuma hakim kişi olarak notlarını verimli bir şekilde aldı. Kendi üsluplarına dayalı olarak saptamalarını çok başarılı anlattılar. Dolayısıyla sonuç olarak tekrar ikinci bir bildiri vermek, uzun uzun konuşmaktan çok, tüm organizasyon komitesini kutlamak istiyorum. Oturum başkanlarını, raportörleri, düzenleme komitesinde rol alan bütün arkadaşları tek tek kutluyorum. Burada tabii bitmiyor, bunun yansımaları devam edecek. Bir kere her sene sonunda, bir sene sonra da olsa buradaki tartışmalar kitap haline geliyor, dolayısıyla konuşulan fikirlerin kalıcılığı sağlanıyor ve yaygınlaştırılması sağlanıyor. Kitap bazında olsun, araştırmalar bazında olsun bu tartışmalar devam edecektir. Tekrar hem sizlere, hem oturum başkanlarına teşekkür ediyorum ve herkesi dışarıdaki kokteyle davet ediyoruz.