Geçmişe Dönüşü Savunarak İleriye Gitmek1

Transkript

Geçmişe Dönüşü Savunarak İleriye Gitmek1
Geçmi e Dönü ü Savunarak leriye Gitmek1
Korkut Boratav
Prabhat Patnaik Eylül 2005’te Ankara’da sundu u bir bildiride, kinci
Dünya Sava ı’nın bitiminden sonra kabaca otuz yılı kapsayan ve birçok ki i
tarafından “altın ça ” olarak nitelendirilen zaman diliminin kapitalizmin istisnaî
ve “sapmalı” bir dönemi oldu unu ileri sürdü.
Bu basit önermeden önemli çıkarsamalar yapabilece imizi dü ünüyorum.
Bir kere, Patnaik’in saptaması do ru ise, 21. yüzyıl kapitalizminin, müdahaleci,
Keynes’gil, kısmen payla ımcı bir düzenleme biçimi ile “serbest piyasacı” diye
adlandırılan ikinci bir model arasında gel-git yapan, sarkaç-türü bir geli im
çizgisi izleyece i beklentisinin geçersiz oldu unu kabul edece iz.
kincisi, bugün dünya kapitalist sistemine hükmeden güçlerin, sözü geçen
istisnaî, sapmalı döneme, yani “altın ça ”a
dönü ü mümkün mertebe
engellemek isteyeceklerini dü ünebiliriz.
Üçüncüsü, aynı nedenle, “altın ça ”ın içerdi i “düzenleme biçimi”ne
dönü ü savunan bir politika çizgisinin bugünkü kapitalizmin hazım sınırlarını
zorlayan, hatta a an radikal bir programın ö elerini içerece ini dü ünebiliriz.
Hatta, “yakın geçmi teki kapitalizme dönü ” gibi tutucu görüntü ta ıyan böyle
bir gündemin, sadece “neoliberalizmi a mak” ile sınırlı olmadı ını, sistem
kar ıtı özellikler de ta ıyabilece ini söyleyebiliriz.
“Geçmi e dönü ü savunmak” köktenci bir programın ana ö elerinden biri
olabilir; ancak bu programı savunurken “geçmi e dönü ”ün, bugünki sınıfsal
dengeler tersine dönse bile geçmi in aynen ya anaca ı anlamına gelmeyece ini
1
Bu çalı manın ilk biçimi, Türkiye ktisat Kongresi 2005 Bildirileri, Nazım Kitaplı ı 31, stanbul 2005, (ss.3140) içinde yayımlanmı tır.
de bilmeliyiz. Belli bir düzenleme biçimine hangi tarihlerde ve ne türden bir
güzergâh izlenerek ula ıldı ı da büyük önem ta ır. “Altın Ça ” olarak anılan
“geçmi ”e, farklı sınıfların, farklı biçimlerde katıldı ı belli bir tarihsel süreç
sonunda ve belli bir sınıflar-arası uzla mayı temsil ederek ula ılmı tı. Bugün, o
“geçmi ”in kurumlarına, kurallarına, düzenleme biçimine oldu u gibi dönü
mümkün olsa bile, bu, a a ıda açıklayaca ım gibi, egemen sınıflara kar ı verilen
çetin bir
mücadele sonunda
gerçekle ecektir. Dolayısıyla, güzergâhtaki
farklılık, ula ılan noktadaki tabloyu da farklı kılacaktır.
Bu yazı, “geçmi e dönü ü savunarak ileriye gitmek” diye özetlenebilecek
bir yakla ımı tartı ma gündemine ta ımak amacını izlemektedir.
“Altın Ça ”ın Özellikleri ve Sonu
“Altın Ça ”ın kinci Dünya Sava ı sonrasında hangi etkenlerle, hangi
süreç içinde ortaya çıktı ını bir yana bırakıyorum. Sözünü etti im otuz yıllık
tarih diliminin içinde ve sonlarında, metropol ve çevre ülkelerinin emekçi
sınıfları ile “mazlum halklar” için ne gibi edinimler sa ladı ını hatırlatmakla
yetiniyorum.
Metropol Ülkeler
Metropol ülkelerde temel kazanımların büyük bölümü, “tam çalı maya
yakla an ko ullarda refah devleti” olgusu ile yakından ilgilidir. Batı
kapitalizminin tarihi boyunca en hızlı büyüme dönemini içeren bu yıllar içinde,
ücretler emek verimini yakından izlemi ; özel tüketim aynı tempoyla artmı ;
geni leyen refah devleti kurumları “sosyal ücret”in, yani emekçi sınıflara dönük
kamu hizmetlerinin de belirgin biçimde büyümesine yol açmı tır. Hayat
standartlarındaki hızlı artı lar, sendikala ma oranları bakımından tarihi
rekorların kırılması ile e -anlı olmu tur.
kinci Dünya Sava ı içinde Polonyalı iktisatçı Michal Kalecki, kapitalizmi
sürekli olarak tam çalı ma ko ullarında tutabilecek politika araçlarının artık var
oldu unu; ancak bu ko ulların burjuvazinin toplum üzerindeki egemenli ini
a ındıracak süreçlere yol açabilece ini ileri sürmü tü. Kalecki’ye göre
kapitalizm, sürekli tam çalı ma ko ullarının politik sonuçlarını, bu nedenle,
hazmedemiyecektir. Bu öngörü, çe itli biçimlerde “Altın Ça ”ın ortalarından
sonra gerçekle ti
“Altın Ça ın tıkanması”na yol açan çe itli iktisadi açıklamalar
yapılagelmi tir. “Teknik ilerlemede ve emek verimi artı larında yava lama
ücret taleplerinin süregelmesi ve kâr oranlarında gerileme
ve büyümede dü me
sermaye birikimi
teknik ilerlemeye yeniden olumsuz yansıma” ö elerinden
olu an bir “talihsiz çevrim” senaryosu bunlardan biridir. Ancak, burada,
Kalecki’nin öngörüsünü izleyerek “tam çalı maya yakla an ko ullarda refah
devleti”nin politik sonuçlarını
hatırlatmanın daha ö retici oldu unu
dü ünüyorum.
1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren, tüm metropol ülkeler hızlı bir
radikalle me sürecine savruldular. ABD’de, siyah nüfus, üniversite ö rencileri
ile Vietnam sava ı kar ıtlarından olu an güçlü bir muhalefet olu tu ve
metropollerin en tutucusu olan bu ülke, aniden sosyal çalkantıların içine
sürüklendi. 1968’in yaygın radikalle mesinin ardından Batı ve Kuzey
Avrupa’da,
irket kârlarının adım adım kemirilmesini öngören sosyalizan
öneriler gündeme geldi. spanya, Portekiz ve Yunanistan’da fa izan ve askeri
rejimlerin son bulması güçlü sol, sosyalist hareketlerin iktidarlarına kapı araladı.
talya’da ise komünist parti iktidara ilk kez çok yakla tı. Ve nihayet 1968’in
devrimci dalgalanmalarından en çok nasibini almı olan Avrupa ülkesinde,
Fransa’da,
Mitterand,
yaygın
kamula tırma
ö eleri
içeren
ve
sosyalist/komünist/radikal ittifakının “ortak programı” ile (talihsiz bir tarihte,
yani Thatcher ve Reagan’ın iktidara gelmesinden sonra) iktidara geldi.
Bu dönem, öte yandan Üçüncü Dünya’da sömürgecili in tasfiyesinin ve
ulusal ba ımsızlı ın parlak sembolleri olan Sukarno, Nehru, Nkrumah, Nasır
gibi liderlerin sürükledi i ba lantısızlar hareketinin (SSCB ile dirsek teması
sürdürerek) güçlendi i yılları içerir. Emperyalist sistem, elbette, varlı ını
sürdürüyordu. Ancak, uluslararası Keynes’çilik bir yandan azgeli mi ülkeleri
yeni ba ımlılık biçimleri içine sürüklüyor; öte yandan da bu ülkelerde içedönük, ithal ikameci ve hızlı bir büyüme sürecine imkân veriyordu. Dönemin
sonlarına do ru çevre ülkelerinin hükümetleri dünya ekonomisinin sistematik
olarak zengin ülkeler lehine sonuçlar veren ve ba ımlılı ı besleyen “i leyi
kuralları”nı sorguladılar; bu ili kileri yeniden biçimlendirme önerilerini “77’ler
Grubu” olarak Birle mi Milletler’e ve çe itli biçimlerde uluslararası forumlara
ta ıdılar.
ABD ve di erleri, yoksul ülkelerin, “yeni uluslararası ekonomik
düzen” ba lı ı altında toplanan bir dizi talebini müzakere etmek ve gö üslemek
zorunda kaldılar.
Kısacası, 1970’li yılların sonlarına gelindi inde metropol ülkelerin
egemen sınıfları, bu “gidi at”ı de i tirmek gerekti ine karar verdiler. Thatcher
ve Reagan’ın adlarıyla anılan tepki, metropol ülkelerde eme in yeni ba tan
disiplin altına alınmasını; metropol/çevre ili kilerinde ise, Üçüncü Dünya’dan
gelen ve “çizmeyi a an” talepleri topluca susturacak bir dizi “dı
ok”un
yaratılmasını ve yönetilmesini hedefliyordu. 1980’li yılların ba larında öncelikle
Latin Amerika’yı (ve bu arada Türkiye’yi) hizaya getiren dı borç krizi, IMF ve
Dünya Bankası’na yeni i levler yükledi. Bazen kısaca “neo-liberal model”
olarak anılan düzenleme biçimi, böylece, çevre ekonomilerine ta ındı.
Çevre Ekonomileri
“Altın Ça ”ın çevre ekonomilerinde aldı ı biçimi, Türkiye’deki
yansımalarıyla gözden geçirmek istiyorum. Bu özelliklerin çe itli biçimler
içinde birkaç Uzak Do u ülkesi dı ında Üçüncü Dünya’nın büyük bölümünde
içerildi i söylenebilir.
Temsili demokrasi Türkiye’de egemen sınıflarla halk sınıfları arasında
açıkça ifade edilmemi
bir modus vivendi’ye dayanmı tır.
lk belirtileri
1950’lere kadar giden; ancak 1960 sonrasında olgunla an bu “örtülü
sözle me”ye göre, bölü üm süreci, “serbest” piyasalarca de il, devlet tarafından
denetlenecek ve halk sınıfları “sosyal devlet” aracılı ıyla “gözetileceklerdir”.
Siyaset,
böylece,
ekonominin
içindedir.
Egemen
sınıf
partilerinin
denetimindedir; ancak, halk sınıfları kırda, gecekondularda, ücretli, emekli
konumları içinde seçmen olarak ta ıdıkları a ırlıkların kar ılı ını alacaklardır.
Buna kar ılık, halk sınıflarının iktidara aday ve alternatif olu turmasına imkân
veren, düzen de i ikli ini hedefleyen siyasi örgütlenmeleri yasal olarak veya
fiilen engellenecektir.
thal ikameci, planlı ve karma ekonomiye dayalı bir model söz konusudur.
ç piyasaya dayanan bu modelde, ücretler ve köylü/çiftçi gelirleri dı rekabet
gücünü belirleyen maliyet ö eleri olarak de il, iç talep bile enleri olarak önem
ta ır. Kamu sektöründen kaynaklanan “yumu ak” istihdam ve ücret politikaları,
giderek i gücü piyasalarının tümüne ta ınır ve 1960’lı yıllarla ba layan yirmi
yıla yakla an bir dönem boyunca, ücretler emek verimiyle paralel seyreder;
tarım-dı ındaki yüksek büyüme hızını izler. Katma de er içinde ücret payı
istikrarlıdır. Piyasa için üretim yapan köylünün kaderi de “serbest” piyasanın
insafına terk edilmez. Giderek yaygınla an destekleme politikaları sayesinde
tarımın (“iç”) ticaret hadleri a ınmaz; hatta yükselir.
ç borçlanmanın sınırlı oldu u ko ullarda “tasarruflara” negatif faiz
verilmesi ve alternatif plasman alanlarının yoklu u, gayri menkul piyasaları
dı ında, burjuvazinin “rantiye” katmanının güdük kalmasına katkı yapmı tır.
thal ikameci sektörlerin ve dü ük reel kredi faizlerinin yarattı ı “rant”
olanakları, bürokratik denetimler ve kısıtlamalar sayesinde mümkün mertebe
ki iselle tirilmeden payla ılır. Burjuvazi açsından bu dönem, iç piyasaya dönük
(korumadan yararlanan) üretimci, (kredi kullanan) yatırımcı katmanların altın
ça ıdır.
Dolaysız vergilerin a ır bastı ı, artan oranlı, giderek olgunla an bir vergi
sistemi ve iç borçlanmayı sınırlı tutup Merkez Bankası kaynaklarını (emisyonu)
gerektikçe kullanan bütçeler, sosyal güvenlik sisteminin, bedelsiz hizmet sunan
e itim-sa lık kurumlarının yaygınla masına katkı yapar.
olumlu
ko ullarının
ve
bir
hayli
“ileri”
gücü piyasalarının
özellikler
ta ıyan
toplu
sözle me/sendika/grev mevzuatının katkılarıyla, bazı Avrupa ülkelerini a an bir
sendikala ma oranı gerçekle mi tir. Yerel yönetimler, gecekondula maya
ho görüyle yakla ırlar. Kent yoksullarına altyapı, belediye hizmetleri ula tırılır.
Bu ortam, kent emekçilerinde laik, dayanı macı bir i çi
sınıfı kültürünün
giderek olu masına katkı yapmı tır. Sosyalist, devrimci akımlar Cumhuriyet
tarihi boyunca ilk kez kent emekçilerinin saflarında kök salmaya ba lamı; hatta
yer yer köylülük içinde ye erme alanları olu turmu tur.
“Neoliberal” Dönemde ktisat Politikası Seçenekleri
Sermayenin Sınırsız Tahakkümünü Olu turma Giri imi
Metropol ve (Türkiye dahil) çevre ekonomilerinde ve dünya ekonomisinin
i leyi kurallarının belirlenmesinde, “neo-liberal” yaftasıyla anılan dönü ümler,
özünde, sermayenin sınırsız tahakkümünü olu turma, yerle tirme giri imi olarak
adlandırılmalıdır.
Kapitalizmin uzun tarihi boyunca sermaye daima tam tahakkümü
aramı tır. Ancak, yukarıda açıkladı ım gibi, Batıda refah devleti, çevre
ekonomilerinde “popülist” rejimler, emekçi sınıf ve katmanların mücadelelerinin
katkısıyla sermayenin çe itli biçim ve mekanizmalarla “sınırlandı ı” ko ulları
içerir. Emperyalizmin egemen sınıflarından çeyrek yüzyıl önce ba layan bir
tepki, bu “sınırlanma” ko ullarının tasfiyesini hedefledi. Ülkeden ülkeye de i en
farklı tempolar içinde, Kuzeyde ve Güneyde emekçi sınıfların ve mazlum
halkların ço u kez çetin mücadelelerle, bazen de uygun konjonktürel ko ullarda
gerçekle en sosyal ve ekonomik kazanımları, adım adım eritilmeye ba landı.
Türkiye’de temsili demokrasiye geçi i izleyen otuz be yıl boyunca halk
sınıflarının sosyal ve ekonomik edinimleri “popülizm” diye adlandırdı ım bir
düzenleme biçiminin sınırları içinde kaldı. Popülizmin de, Batıdaki “refah
devleti” gibi Türkiye’nin egemen sınıflarının ve uluslararası sermayenin mutlak
tahakkümüne belli sınırlar getirdi ini yukarıda açıkladım. Ancak, popülizmin
sınırlarının, zaman zaman
Batı Avrupa-türü ve sınıf tabanlı bir plüralist
demokrasi do rultusunda a ılması fırsatları olu tu. Her seferinde egemen sınıflar
demokrasinin bu do rultuda geni lemesini önlediler. 1946’da uluslararası
ili kilerde ABD egemenli ine teslim olmaya kararlı Türkiye’nin egemen
güçleri, çok partili rejimi sosyalist akımları ezerek olu turdu. Egemen sınıflar
1971’de yükselen sol akımları baskı yoluyla ve kan dökerek durdurmayi
ye lediler; ancak dünyanın radikalle mekte oldu u bir konjonktürde
kalıcı
çözümler getiremediler. 1980’de ise, dünya konjonktürü artık, kesinlikle
sermaye lehine dönü mekte idi; bu nedenle halk sınıflarını demokrasiyi
geni leterek siyasete katma seçene i gündem dı ı kalmı tı. Sermayenin
metropollerden ba layan büyük saldırısına, çevre ülkelerinden ilk katılan
egemen sınıflardan biri olma ayrıcalı ı Türkiye burjuvazisine aittir.
Âcil Gündem: Mevzilerin Savunulması
“Sermayenin
sınırsız
tahakkümünü
yerle tirme
saldırısı”
olarak
nitelendirdi im dönü ümler eme in geçmi edinimlerinin teker teker tasfiyesini
hedefledi ine göre, bu süreç devam ettikçe “mevzilerin savunulması”nın
sosyalist iktisatçıların âcil gündeminde öncelikle yer almasında a ılacak bir ey
yoktur.
Böylece, 1980’de iç piyasalardaki fiyat denetimlerinin kaldırıldı ı
ko ullarda toplu sözle melerin askıya alınarak ücretlerin yüksek hakem
kurulunca belirlenmesine; 1982 Anayasasını izleyen yasalarla sendikala maya
getirilen
kısıtlamalara;
Özal’lı
ANAP
yıllarında
tarımsal
destekleme
politikalarının adım adım erimesine sosyalist iktisatçılar kar ı çıktılar. Bu
tavırlar, i çi sınıfının ve köylülü ün bölü üm ili kilerinde do rudan do ruya
piyasa güçlerine teslim edilmesine, farklı ifadeyle sermayenin ekonomik gücü
kar ısında emekçi sınıfları koruyan yasal düzenlemelerin ve fiili uygulamaların
tasfiyesine dönük politika dönü ümlerine kar ı fikir ve ideoloji planında
direnilmesi anlamına gelir. Keza, sermayenin vergi yükünü hafifletip, kamu
maliyesinin finansmanını tüketici veya ücretli konumlarıyla emekçilerin sırtına
yıkan de i imlere ve bu ko ullarda bütçe açı ını daraltmaya öncelik verdi i için
“sosyal devlet”i destekleyen kamu harcamalarını a a ıya çeken maliye politikası
“reform”larına da kar ı çıkılması do aldı.
Sermayenin genel saldırısının daha karma ık etkiler içeren ö eleri vardı.
Planlamanın giderek etkisizle tirildi i ko ullarda dı ticaretin serbestle tirilmesi,
sektörel verim artı larını hedefleyen önceliklerin izlenmesini gündem dı ı
bırakıyor; rekabet gücünü emek maliyetlerini a a ıya çekerek artırma çabalarına
öncelik veriyordu. Sermaye hareketlerinin serbestle mesi emek-kar ıtı baskıları
daha sistematik hale getirdi. Zira, “dı a açılma”nın bu adımı, bir yandan TL’yi
de erlendirerek, ücretleri bastırmayı rekabet gücünün temel yöntemi haline
getirmekte; öte yandan da iç borç kâ ıtlarının tedavülünün ve borsanın
kurumla masını zorunlu kılarak Türkiye ekonomisinin kaderine hükmetme
konumuna gelen rantiyelerin saltanatını peki tirmekte idi. Sosyalist iktisatçılar,
bu nedenlerle, hem dı
ticarete, hem de sermaye hareketlerine yansıyan
serbestle me, dı a açılma modellerine kar ı çıktılar.
Durgunla ma ö elerini besleyen, sermaye birikimini ve uzun vadede
büyüme potansiyelini a a ı çeken; ekonominin kırılganlı ını, örne in finansal
krizlere yatkınlı ı artıran politika ö elerinin, sınıfsal yansımaları da açık
olmayabilir. Burada sosyalist iktisatçıların tavrı, durgunlu un emekçi sınıfların
mücadele ve örgütlenme gücünü zayıflatttı ı; bunalımların (örne in finansal
krizlerin) ise eme in geçmi edinimlerinin daha da hızla tasfiyesi için (bu
ko ullarda hızla ekonomik yönetime egemen olan IMF/Dünya Bankası’nın da
katkılarıyla) uygun ortamlar yarattı ı saptamalarından hareket etmelidir. Yakın
geçmi te Türkiye ekonomisinin en hızlı ve çalkantısız büyüme dönemini içeren
1962-1976 yıllarının emekçi sınıfların örgütlenme ve mücadele güçlerinin de
arttı ı bir dönem olması bu bakımdan ö reticidir.
Son yılların kimi politika ö eleri, yabancı, çok uluslu sermaye ile yerli
burjuvazi arasındaki gerçek veya potansiyel çeli kileri, yabancılar lehine
çözmeyi hedeflemi tir. Uluslararası tahkimin iç hukukun önüne geçmesi,
DTÖ’nün yabancılara yerlilerle e it ko ullar (dolayısıyla e itsiz güç nedeniyle
avantaj) sa lamayı güvence altına alan hükümleri
veya yabancılara dönük
özelle tirmeleri örnek verebiliriz. Keza ülke ekonomisini dı etkenlere kar ı belli
biçimlerde ve ölçülerde koruyan önlem ve savunma mekanizmalarının
kaldırılması da aynı çerçeve içinde de erlendirilebilir. Bu, ekonomik ve sosyal
politikaların giderek geni leyen bir bölümünde karar alma sürecinin siyasi
iktidardan dı kurumlara (IMF, DB, AB ve ABD’ye) devredildi i durumlarda
bir ba ımsızlık ve hükümranlık sorunu olarak gündeme geliyor.
Bu sorunlar tartı ıldı ında, kimi sol çevreler, “sermayenin yerlisi,
yabancısı fark etmez; esasen ulusal sermaye artık önemsizdir” veya “gerici
iktidarlarının karar alma alanlarının daralmasına kar ı çıkılması abestir” türü
görü leri ileri sürüyorlar. Ben, dı a teslimiyet çizgisine kesinlikle kar ı
çıkılmasından yanayım. Bazı konularda, “dı a açılma”nın, (örne in iç pazara
dayalı bir politika modelinden, rekabet gücünü bir ya am-ölüm sorunu haline
getiren serbest ticaretçi modele geçi in veya büyüme sürecini, krizlerle dolu
çalkantılı bir patikaya savurup a a ıya çeken sermaye hareketlerinin
serbestle tirilmesinin) emek aleyhtarı sistematik sonuçlar yarattı ını yukarıda
açıklamaya çalı tım. Ancak, bu gerekçelerin de ötesinde, halk iktidarlarının
gündeme geldi i ko ullarda, ekonominin güç odaklarının yerli burjuvazinin
elinde olmasının yarataca ı engeller, uluslararası sermayenin ekonominin, hatta
toplumun kaderinde a ır bastı ı ko ullardan çok daha hafif olacaktır. Bu
nedenle, uluslararası sermayeye ayrıcalıklar getiren, ekonomik ve sosyal
konularda ba ımlılı ı törpüleyen yöneli ler kar ısında, sosyalist iktisatçıların da
muhalif tavırlar almasının do ru oldu unu dü ünüyorum. Emperyalizme
teslimiyetin Türkiye toplumunun kaderi olmadı ını, sosyalist iktisatçıların her
vesilede, israrla, sabırla, ayrıntılı açıklamalarla halkımıza iletmeleri gerekiyor.
Dikkat edilece i gibi, “mevzileri savunma” veya “geçmi
edinimleri
koruma” olarak özetledi imiz tavırlar, iktisat politikası tartı malarında,
“alternatifiniz nedir?” sorusunu; belirledi imiz alanlarda “var olanı koruyalım”
(veya kısaca “yapma!”) diye yanıtlamaktadır. Böylece, bir anlamda negatif
(yapılması gerekenleri de il, yapılmaması gerekenleri içeren) bir politika
gündemini savunmak zorunda kalan sosyalist iktisatçılara, burjuva ideologların
“tutucu” (bazen “dinozor”) yaftasını yakı tırmasında a ırtıcı bir ey yoktur.
Bu karikatürle tirmeye ra men, sermayenin kar ı saldırısı süregeldikçe,
sosyalist iktisatçılar savunmacı stratejiyi sürdürmek zorundadırlar. En azından,
sahte-bilimsel gerekçelerle gerçek misyonu gizlenen neoliberal gündemin
sınıfsal içeri ini emekçilere te hir etmek ancak böyle mümkün olmaktadır.
Keza, “kaçınılmazlık” efsanesinin dayanaksızlı ını, “var olanı korumamız
mümkündür
ve
uygundur”
söylemini
güçlendiren
çözümlemelerle
gösterebiliyoruz.
Savunmadan, Kar ı Hücuma...
Ne var ki, mevziler teker teker dü mektedir. “Var olanı korumak” diye
özetlenebilecek savunmacı strateji, giderek daralan bir alanın içine sıkı mak
zorunda kalmaktadır. Bu nedenle, “iktisadi ve sosyal politikalarda alternatifler”
sorunsalını sadece “negatif” de il, ona ek olarak “pozitif” (yani yapılması
gerekenleri de içeren) bir gündemle zenginle tirmek; yani “kar ı hücuma
geçmek” artık gerekiyor.
Burada iki farklı yakla ım söz konusu olabilir: Birincisi, “alternatifler”
tartı masını, TCMB, Hazine, Gelirler Genel Müdürlü ü gibi ekonomik yönetim
birimlerinde gözlenen teknik düzey ve ayrıntılara ta ımak... Adeta bir “gölge
ekonomik yönetim” gibi seçenekler üretmek.
Bu do rultuda bir çaba, ister
istemez bugünkü ekonomi politikasının kurumsal parametrelerinin ve yapısal
özelliklerin (örne in TCMB özerkli i, üst kurulların varlı ı, Gümrük Birli i’nin
ve DTÖ yükümlülüklerinin geçerlili i, 1989’daki 32 sayılı karardan
kaynaklanan “safra”... gibi) önemli bir bölümünü veri kabul etmek zorunda
olacaktır. Bu nedenle, ister istemez “tutucu” ve bugünkü kurumsal/yapısal
özellikleriyle kapitalizmi (emek-yanlısı marjinal düzelmeler önererek) yönetmek
türü bir gündeme mahkûm olacaktır. Egemen sınıflar bloku içinde yer alan kimi
grupların zaman zaman bu tür bir “düzen-içi ekonomik muhalefet” arayı ı içinde
olduklarını
ve
ilericilerin
bu
do rultudaki
katkılarını
belli
koullarda
sahiplenebileceklerini de akılda tutmalıyız.
Bu tür bir düzen-içi söyleme tutsak kalmamanın bir yolu, kanımca,
sosyalist iktisatçıların kar ı hücumunu bu yazının ba langıcında ortaya attı ım
“geçmi e dönü ü önererek ileriye gitmek” stratejisine dayandırmak olabilir2.
“Geçmi e dönü ü önermek”ten kastetti im, artık büyük bölümü tarihe
karı mı olan “popülist” dönemin özellikle eme i, istihdamı ve “sosyal devlet”i
destekleyen; ülke ekonomisini dı
oklara kar ı koruyan; statik etkinlik yerine
büyüme, sanayile me, sermaye birikimi ve istihdam lehine öncelikleri planlama
aracılı ıyla ekonomiye ta ıyan tüm politika ö elerinin yeni ba tan hayata
geçirilmesinin savunulmasıdır. Rantiye ve yabancı sermaye saltanatını geçmi te
engellemi
veya sınırlamı
tüm politika ö elerine dönü ün önerilmesidir.
Rekabet gücünü feti le tiren ihracat fanatizmi yerine iç piyasa önceli ine dayalı
stratejik perspektifin sahiplenilmesidir.
Ayrıntılı bir döküme geçmeden bu önermeleri birkaç somut örnekle
zenginle tireyim: Sermayenin 1970’li yılların sonundaki oranlarda ve kapsamda
vergilenmesi; hem artan oranlı dolaysız vergilerin denetimini, hem de gerekirse
(örne in iç borç stokunun dü ürülmesini hedefleyen) bir kerelik bir servet
vergisini hedefleyecek kapsamlı bir servet beyanının uygulanması; bu tür
2
Söylemin “üslubu”, bir anlamda “sanatsal boyutu”, ayrı bir konudur. Benim “geçmi e dönü ” ifadesi altında
sundu um öneriler kümesi, kamuoyuna “geçmi ” sözcü ü hiç kullanılmadan sunulabilir. Ne türden ba lıklar,
sunum biçimleri altında? Bu tür bir ekonomik programı benimseyenlerin siyasi me rebine veya üslup tercihlerine
göre, “sosyalizme geçi ”, “kapitalizmi a ma”, “demokratik devrim”, “bir halk iktidarına do ru”, “sermayenin
tahakkümünü yıkma” gibi seçenekler akla gelebilir.
önlemlere “sermaye kaçı ı” ile tepki gösteren servet sahiplerini önleyici ve
cezalandırıcı (örne in sermaye giri -çıkı larını izne ba layan, ihlal halinde
kamula tıran) savunma mekanizmalarının olu turulması... Bütçe açıklarının
Merkez Bankası’nca finansmanına imkân verilmesi; kamuya ait e itim ve sa lık
kurumlarında bedelsiz hizmet sunumu; i gücü piyasasını ve sosyal güvenli i
düzenleyen mevzuatta 1980 sonrasındaki tüm kısıtlamaların kaldırılması;
tarımsal desteklemenin tüm ürünleri kapsayacak biçimde geni letilmesi...
Özelle tirilen kurulu ların
yeniden kamula tırılmasına açık bir programın
olu turulması; yeniden olu turulacak kamu kurulu larında istihdamı koruyacak,
artıracak önceliklerin yeniden olu turulması... Yabancıların borsaya ve kamu
borç senetlerine giri lerinin önlenmesi; hatta MKB’nin kapatılmasının gündeme
getirilmesi... Ba ımsız bir dı ticaret politikasını kısıtlayan AB ile gümrük
birli inin askıya alınması; iktisadi ve sosyal alanlarda siyasi iktidarların hareket
alanını sınırlayan tüm uluslararası ba lantıların gözden geçirilmesi...
Bunlar, artık tarihe karı mı
olan düzenlemelerin yeniden hayata
geçirilmesi anlamında bir “eskiye dönü ” programıdır. Popülist dönemde
sosyalist iktisatçılar, bu düzenlemeleri
yeterli saymazlar; korunmasını
savunmazlardı. O dönemde, burjuvazinin hazmetti i, dolayısıyla status quo’cu
sayılacak bir politikalar ve düzenlemeler kümesini bugün savunmak, bence,
kapitalizmin bugünki sindirme sınırlarını zorlayan bir program olarak
algılanacaktır. Zira, sermayenin kar ı saldırısının Türkiye bakımından ba langıç
yılını olu turan 1980 ba larından bugüne kadar, yerli ve uluslararası sermayenin
Türkiye programı popülist dönemin yukarıda sözü geçen düzenlemelerinin adım
adım tasfiyesinden olu mu tu. Böylece Türkiye’yi sermayenin sınırsız olarak
hükmetti i bir topluma dönü türme projesini peyderpey hayata geçiren güç
odakları, çeyrek yüzyıllık bir operasyonun meyvelerini yitirmeyi sineye
çekemezler.
Öte yanda “geçmi e dönü ” savunulurken, dünün tekrar ya anmasının
artık mümkün olmadı ının da farkında olmamız gerekir. 1970’li yılların
sonlarında,
Türkiye’de
sosyalistler,
sözünü
etti imiz
düzenlemeler
ve
uygulamalardan olu an politika ö elerini savunmanın de il, a manın mücadelesi
içinde idiler. Bugün savunaca ımız 1980’e dönü gündemi ise, 2005 yıllarında
sermaye ile di e di bir mücadeleyle hayata geçirilebilece i için, sermayenin
sınırsız tahakkümüne giden yolu ancak böyle önleyebilece imiz için ilerici bir
program olu turacaktır.
1970’li yılların sonlarında status quo’cu olan bir “model”e dönü ün
mücadelesi, 2005’te “ilerici” oluyor. Geçmi e dönü ü savunurken ileriye
gitmemiz mümkündür. Geçmi i yeni ba tan in ayı hedefleyen bir programın
(ba arıya ula tı ı takdirde) varı noktası ise geçmi in tekrarı olamaz. Zira, o
noktaya ula ılırsa, bu, burjuvazi yenilgiye u ratılarak gerçekle mi olacaktır. Bu
bakımdan sınıflar-arası denge çeyrek yüzyıl öncesine göre çok farklı bir tablo
içerecektir.
Elbette, 2005’in politik ve toplumsal ko ulları, bu senaryoya gerçek dı ı,
“hayalperest” bir görünüm vermektedir. Ne var ki, yerli ve yabancı güç
odaklarını sürekli tedirgin eden bir söylemin emekçi sınıflar üzerinde ne türden
uyarıcı ve dönü türücü etkilere yol açaca ını bugünden öngöremeyiz.

Benzer belgeler