ıssn 130-9113 . 2011/08 sayı: 111 . 2.25 TL (kdv`li)

Transkript

ıssn 130-9113 . 2011/08 sayı: 111 . 2.25 TL (kdv`li)
ıssn 130-9113 . 2011/08
sayı: 111
. 2.25 TL (kdv’li)
ıssn 130-9113 . 2011/08
sayı: 111
. 2.25 TL (kdv’li)
a y l ı
k
s a n a t
d e r g i s i
Merhaba
Dağlarının doruklarında tarih yazılıyor bu toprakların. Tarih yazıcıları, ustalarının öğrettiği gibi, “en yumuşak karnı”ndan yürüyorlar üstüne zalimin. Zalim biliyor sonunun
yaklaştığını. O da sınıfsal düşmanını ortadan kaldırmanın hesabını yapıyor ezenin ezilenin ortaya çıktığı günden beri...
Sahibi
Tavır Yayınları adına
Bahar Kurt
Genel Yayın Yönetmeni
Gamze Keşkek
Sorumlu Yazıişleri Müdürü
Yeliz Yılmaz
Yazışma Adresi
İstanbul
Mahmut Şevket Paşa Mah.
Mektep Sk. No: 4-B
Okmeydanı - Şişli - İstanbul
Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49
e-posta: [email protected]
www.tavirdergisi.com
Ankara
İdilcan Kültür Merkezi
Eski 1. Cadde
636. Sk. No: 207/2
Tel: 0 541 336 65 37
Hesap no (TL)
1042- 30000 596147
Gamze Mimaroğlu
İş Bankası Parmakkapı/İST.
Hesap no (EURO)
1042- 3010000 129062
Gamze Mimaroğlu
İş Bankası Parmakkapı/İST.
Fiyatı (DÖVİZ)
Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro
Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro
İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin
Posta Çeki Hesap no
Selma Altın
515 72 82
Baskı
Ezgi Matbaa
Sanayi C. Altay Sok. No: 10
Çobançeşme / İstanbul
Tel: (0 212) 452 23 02
Yayın türü: Yerel Süreli
Ali de tarih yazmak için gelmişti buralara. Bir hain pusuda düştü toprağa. Adına “toplu mezarlık” denilen karanlık dipsiz bir kuyuya gömüldü arkadaşlarıyla beraber. Yeri
belli. Açılmıyor mezarı, açmıyor Ali’nin katilleri... Onu almak için bir güzel insan yatıyor açlığın bağrına. Abisi Ali’nin. Yolu uzun. Ama almaya kararlı kardeşinin kemiklerini. Ya alacak, ya da onunla buluşacak toprağın altında...
Gün ortasında şehrin göbeğinde bir dolmuşun önü kesiliyor camları simsiyah iki panelvanla. Dolmuşun içinde anasının kucağındaki bir çocuğun korkuyla büyüyor gözleri, karşısında maskeli onlarca adamı görünce... Maskeli timler, dolmuşun içindeki devrimciyi karga tulumba atıyorlar arabanın içine kaçırıyorlar. İnsanlar sahipleniyor devrimciyi, vermek istemiyorlar. Timler onların da üzerine yürüyor...
Başka bir şehrin yine tam ortasında yine bir devrimcinin önü maskeli timlerce kesiliyor. Aynı şey. Üzerine atılıp, derdest edilip ticari bir taksiyle kaçırılıyor devrimci...
Bir çadır. Gece yarısı yine maskeli timlerce basılıyor. Sokakta yürümenin bile bir güveni kalmadı görüntüsü veriliyor halka... Ben devletim, her şeyi yaparım, adam da kaçırırım, dağa da kaldırırım terörü bu...
Eski bir filmin yeniden çevrimi sanki. Kaçırmaların, kayıpların en yoğun yaşandığı ‘90’lı
yıllar geliyor gözlerimizin önüne. Sistem aynı saldırganlığı yeniden sahneye koyuyor
şimdilerde. Amaç o yıllardakinden pek farklı değil; halk muhalefetini susturmak için
önce öncülerin susturulması...
Susmuyorlar işte. Kaçırılmalara, zulümlere, işkencelere, F Tipi tecritlere karşı seslerini yükseltiyorlar. Amaca ulaşmak için bedel ödemenin gerekliliğine inanmışlar bir kez.
Bir kez sevmişler bu toprakları. Bir kez sevmişler bu halkı. Kurban olurcasına, candan
geçercesine.... “Vatanıma bir can nedir ki!” mütevazılığıyla, ölümün her türüne rıza göstererek... Ali gibi...
Gücü yetmiyor zalimin. Yetmeyecek de. Ali gibi gömseler de toprağın derinliklerine,
ölümlerden yeniden doğmayı bilmenin Mahiri olduktan sonra ne gam! durduramayacaklar halkın coşkun akan selini... Bentler, barikatlar boşuna; silahlar kurşunlar
etkisiz; katliamlar nafile... Umudun ordusu çıktıktan sonra tarih yazmaya Munzurlara, hiçbirinin gücü yetmeyecek o yazının yazılmasını engellemeye...
Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle...
Dostlukla...
İÇİNDEKİLER
08/2011
3
5
8
11
13
14
19
21
24
26
29
DENEME
şahin demir
ölüme yürümek
MAKALE
mehmet esatoğlu
dersim’in bağrında kaç yiğit yatar?
İZLENİM
grup yorum
türküler düştü yollara
DENEME
gülseren aydın
grup yorum gerillaları
ŞİİR
deniz korcan
açlığın kardeş kokusu
DENEME
paluri arzu kal demirçi
bu maçı alıcaz başka yolu yok (mu?)
DENEME
naci toros
sesimizi duyan var mı?
DENEME
kemal caner
ölüler konuşur mu?
DENEME
av. evrim deniz karatana
gönüllü “günah keçileri”: yargıçlar
MAKALE
ibrahim karaca
başka bir şey
ÖYKÜ
filiz tanya
badem ağacı dikili vatanım olsa
34
36
38
40
43
46
48
51
56
59
62
DENEME
ümit ilter
anadolu konuşur
ŞİİR
çiğdem şenyiğit
bir gazete haberi mumpy
DENEME
deniz korcan
benzinli battaniyelere sardılar seni
DENEME
zehra karatay
“kıytırık fm başlıyor”...
MAKALE
sinan gümüş
(t)elif dedim be dedim!
ELEŞTİRİ
ozan seğmen
orhan pamuk’a güzelleme
ÖYKÜ
şahin doğan
ayakkabı boyacısı
ARAŞTIRMA
eren buğlalılar
devrimin tiyatroları - 2:
ll. paylaşım savaşı öncesinde almanya
KİTAP
ümit zafer
düzene uygun kafalar nasıl oluşturulur?
SİNEMA
sevgi duman
yağmuru bile
HABER
deneme
deneme
ölüme yürümek
şahan demir
nın tam kalbine, toprağa karışmaya...
Ölüm nereden bakarsan bak, doğanın bir kanunu. Diyalektik bunu böyle emrediyor. Doğuyorsun, bir süre yaşıyor, sonra yok oluyorsun. Aslında enerji olarak hiçbir zaman yok olmuyorsun ama insanlar için söylersek, bir daha ölen bir insan gibi biri toprağın altına gömülüyor. Sen kalmıyorsun geride fiziken. Sadece anıların kalıyor.
Ölüm bazen senin hiç aklında yokken yakalıyor seni. Bir
trafik kazasında örneğin.
Ya da bir iş kazasında. Yediğin bir yemeğin zehrinde, içtiğin bir hapta. Düşüp de başını betona vurduğunda. Hiç
habersiz. Geleceğini belli etmeden gelip yakalıyor ölüm
seni.
Ölüm... Yaşamın diyalektik zıttı. Kalbin duruyor, nefes alamıyorsun, damarlarındaki kan akmayı durduruyor... Ve daha birçok şey... Bırakıp ardında koca bir yaşamı çekip gidiyorsun.
Kimine göre cennete yahut cehenneme, kimine göre doğa-
Bu başka ama. Bu senin de zamanını az çok tahmin edeceğin bir uzaklıkta çağırdığın bir ölüm. Oruçla. Sahursuz ve iftarsız olanıyla. Gün gün eriyerek. Her gün biraz daha zayıflayarak. Bir deri bir kemik kalana dek aç kalarak çağırmak ölümü. Dersim’in orta yerinde, bir çadırda... Herkeslerin gözü
önünde alnına kızıl bandı takarak... Tüm dünyaya özgür iradesiyle ilan ederek... Bir insan ölümü çağırıyor. Öyle dünyaları istemiyor kimseden. İstediği tek şey, yıllar önce katledilen ve kimseler görmeden arkadaşlarıyla birlikte toplu bir mezara konulan kardeşinin kalmışsa kemiklerini istiyor. Bir mezara koyup, taşına kardeşiymiş gibi sarılıp öpmek için... Ba-
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 3
şucuna gelip yılların hasretini eritmek için... Belki bir çiçek, belki bir çam dikip mezarının başına, gelip de onu sulamak, o
çiçeğin açmasını, çamın yıllar içinde büyümesini görmek için...
Anası da yanında... Onun da gizliden, açıktan yıllar boyu akıttığı gözyaşı dinsin diye, Dersim’in orta yerinde, bir çadırda bir
insan ölümü çağırıyor. Kimseden hakkı olmadığı bir şeyi değil, ana sütü gibi helal olanı, en doğal hakkı olan kardeşini istiyor. Yeri belli. Kardeşinin şu an arkadaşlarıyla birlikte yattığı yer belli. O mezarın açılması gerekiyor ama açılmıyor. Sebebi belli bir suçluluk, halka düşmanlık söz konusu. Kardeşini oraya gömenler, suçluluk telaşındalar. O mezarın açılması, ortaya onlarca insanın kemiklerinin çıkması demek, suçlarının açığa çıkması demek. Ve elbette o mezar gibi daha onlarcası, belki yüzlercesi, binlercesinin açılmasının da önünün
düzlenmesi, aradaki engellerin ortadan kalkması demek. Var
çünkü. Bu ülke topraklarında daha ortaya çıkmamış yüzlerce, binlerce toplu mezar var. Bu ülkede on binlerce kayıp var
ve onların nerelere gömüldüğü şimdilik bilinmiyor.
Ama Ali’nin gömüldüğü yeri bilen birileri orayı söylediler. Ve
Hüsnü Abi kardeşinin artık kendilerine verilmesini istiyor. Bunun için yattı ölüm orucuna.
Dersim’in orta yerinde, bir çadırda, bir insan, öldürülmüş kardeşinin artık bir mezarı olmasını istiyor. Yaşlı anasının artık teselli bulması için; Ali’nin kemiklerini aldığında onun belki ölümden beter acı yaşayacağını bile bile kardeşini istiyor Hüsnü
Abi.
Ölümü kutsadığı için değil, yaşamaktan bıktığından da değil; sadece kardeşinin o bilinmezde daha fazla yatmasını istemediği için... Kör, karanlık yerde sadece kardeşinin de değil, onunla birlikte yatan diğer civan delikanlıların, şahanların da tertemiz mezarlarda, arkadaşlarının, ailelerinin yaptığı mezarlarda yatmaları için...
Geride iki çocuğunu bırakacağını bilerek yatıyor ölüme. Bu
ülkede artık unutturulmaya çalışılan insani değerleri unutturmamak için biraz da onun eylemi. Bencilliğin kol gezdiği sefil bir yaşamın değil, vefanın, paylaşmanın, fedakarlığın hakim olması için... Yakıp yıkmanın değil, hep güzel şeylerin üretildiği, insana dair düşlerin hayata geçtiği bir dünya yaratmanın öne çıkması için...
İdil’e getirirdi kızını Hüsnü Abi. Gitar öğrensin diye. Belki göremeyecek onun bir piknikte ya da sene sonu etkinliğinde gitar kursundaki arkadaşlarıyla birlikte küçük bir konser verdiğini. “Baba”diye kimseye seslenemeyecek belki çocukları onun
bir süre sonra. Amcalarının kemiklerini almak için yattığı oruçtan sağ çıkamayacak belki babaları...
Budur işte bu ülkenin muktedirlerinin bu vatanın insanına reva
gördüğü. Budur işte insanlık adına tek bir değerin kalmadığının kanıtı. Yer sağır, gök sağır. Hüsnü Abi’nin haykırışını duymuyor, duymak istemiyorlar. Bir baba, bir insan Dersim’in orta
4 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
yerinde dünyanın en onurlu sesiyle kardeşinin kemiklerini istediğini söylüyor. Haykırışı göğe karışıyor, kuş kanatlarıyla ulaşıyor insan yüreklere. Tepeden tırnağa yürek, tepeden tırnağa insan, onurlu bir dünyanın özlemiyle direniyor. Dersim’in
orta yerinde, bir çadırda onur büyütülüyor. Umut her daim
yemyeşil, her daim taptaze. Ali’nin ektiği umut tohumlarını
şimdi abisi Hüsnü büyütüyor. Aynı toprağa alınterlerini döküyor iki kardeş. Belki kavuşma yer üstünde değil, toprağın
altında olacak! İnsan onuru için can verecek belki Hüsnü abi.
Her şeylerini çarşı pazar eden muktedirler, bu fedakarlığı anlayamazlar. Bunu anlayacak yüreklerini çoktan yitirdiler çünkü. Artık dünyanın en gerici, en alçak, en baskıcı sisteminden
alıyorlar güçlerini. Kendi yarattıkları sömürü ve zorbalık imparatorluğu sayesinde emiyorlar insanların kanını. Bu imparatorluğun gücüyle yürüyorlar insana dair tüm güzellikleri savunanların üzerlerine. Ali’nin ve onun gibi o toplu mezara gömülen diğer savaşçıların üzerine kurşunlar yağdırırken, bu yaptıklarının hiç açığa çıkmayacağını düşünüyorlardı belki de. Ama
hayır, işte Dersim’in orta yerinde, bir çadırda direnen bir insan gerçek yüzlerini ortaya serdi. Kaçamadılar. Gerçek, her zaman olduğu gibi tarihin çarkları arasında öğütülemedi. Gerçek güçlüdür çünkü. Bir gün ortaya çıkmasını engelleyememeleri bundan.
Bir ülkede, bir insan, kardeşinin kemiklerini almak için ölüme
yatıyorsa; açlığının 50’li günlerindeyken bile onun yarasını sarmak, talebini yerine getirmek için kimse kolunu kıpırdatmıyorsa, orada söz hükmünü çoktan yitirmiştir. Bunun adı nedir? Sözlüklerde buna karşılık gelen çok kelime var ama, hangi birini söylesen eksik kalır. Ne söylesen yüreğini soğutamazsın. Ne söylesen bunun karşılığını bulmaz.
Zulmün önünde eğilmeyenlerin, halklarının acılarını ta yüreklerinde hissedenlerin, onlara duydukları sevgiyle bir gün bilinmeyen bir yerlerde toprağın altında kaybolmayı göze alanların, Ali’lerin mezarları olmalı artık. Toprağın altındaki ölülerimiz açığa çıkmalı. Cenazelerimizi, katiller değil, biz vermeliyiz toprağın bağrına.
Ölümü çağırmak. Öyle büyük, kocaman şeyler için değil, belki üç-beş kemik kalmış bir kardeş adına. Öyle olsa da, bu yalnızca Ali için değil, bu her şeyden önce bir insanlık meselesidir. İnsana has değerlerin korunması mücadelesidir.
Dersim’in orta yerinde, bir çadırın içinde ölümü çağırmak...
Ötelere, Munzurların doruklarına yatırarak gözlerini, geçen
her bulutta Ali’yi görerek... Uçan her kuşun kanadında biraz
daha büyüyen umuda sarılarak... Gün gün eriyerek ama büyüyen dostluklarla her geçen gün çoğalarak ölümü çağırmak,
karamsarlık değil aksine yaşamı savunmaktır. Ödenen her bedelde yarını görmektir. Ali’lerin kemiklerinde geleceği, eşit,
özgür, bağımsız, ortakça bir dünyayı görmektir. Ölümün bağrında yaşamı örmektir... Hüsnü Abi’nin yanında olmak, ölümü değil umudu çağırmaktır. o
makale
makale
dersim’in bağrında kaç yiğit yatar?
mehmet esatoğlu
Sıcak temmuz günleri. Ülkede
bir seçim yapılmış kırkbeş gün
önce. Meydanlarda bin bir vaat
savrulmuş ortaya. Bir çoğu da
“size havadan para vereceğiz”
üzerine kurulu. Seçim bitmiş
büyük kalabalıklarda şairin dediği gibi “cep delik, cepken delik”.
Ülke gündemi altüst. Futbolundan politikasına, eğitiminden sağlığına her yanı çürüyen
sistemin kimi yerleri dikiş tutmuyor. Bir yerlerinden pislik
fışkırıyor.
Tepedekiler en küçük ayrıntısına kadar bildikleri pisliklerin ortaya saçılışını şaşarak izliyorlar.
Köşe yazarları büyük bir “adalet” duygusuyla yazılar kaleme alıyorlar. Hukukçular açıklamalar patlatıyorlar. Sonra.
Sonrasında “kayıkçı kavgası”
bitecek. Herkes kendi köşesine.
bereket” diye ortalığı inletenler “keriz”lerin oylarını aldıktan sonra başlıyorlar eteklerindeki taşları dökmeye:
“Kriz var! kriz her an gelebilir”
Dersim’in orta yerinde ise
başka bir rüzgar esiyor. Bir
adam kardeşinin mezarını
arıyor. Çadır kurmuş kentin
ortasına. Açlığa yatırmış bedenini. Her gün yeni bir yalan
uyduran yöneticilerden kardeşinin bedenini istiyor.
İstanbul’un Okmeydanı’nda
oyun üreten oyuncular var.
Bütün bir yıl perde açıp oyunlar üretiyorlar. Sahnelerinden sert, yumuşak bir dolu
gerçek akıp geçiyor.
Onlar da bu sıcak yaz günlerinde ülkedeki aptal gündemle uğraşmak yerine insanların yaşadıkları acılara
çeviriyorlar gözlerini.
Meydanlarda “hedef, bolluk,
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 5
Kardeşini arayan adamın günlüklerini okuyarak başlıyorlar yeni oyunlarının çalışmalarına.
Dışarıda alev alev bir temmuz güneşi var. Etrafta bir dolu insan “bu havada” diye başlayan cümleler kurarken oyuncular bir an şöyle düşünüyorlar:
Hava çok sıcak ya da soğuk olunca
gerçekleri anlatmaktan, mücadele
etmekten vazgeçer mi insan?
Birden gözlerinin önüne geçen kış
geliyor.
Şubat’ın son günleri. Ortalık kış ayaz.
Kışın en soğuk günü belki de.
Yazar Orhan İyiler yaşamını yitirmiş.
Devrimciler onu toprağa vermek için toplanmışlar. Kentin yoksullar mahallesinde bir mezarlıkta.
İyiler’in bir de vasiyeti var. “Bize Ölüm Yok” türküsünün toprağa verilirken okunmasını istiyor. Cenazeye katılanlar yürüyorlar. Kimi elinde pankart, döviz, fotoğraf taşıyor kimi de ağır
bir ses cihazı. Taşıyanların nerdeyse parmakları donacak.
de adı yasak.
İnsanları potansiyel suçlu ilan edilmiş Dersim’in. Ne yapsalar
suç.
Düğünleri de cenazeleri de çocukların doğumu da “suç” işleme alanları.
Kar acımasızca savruluyor havada. Hiç kimse bir adım geri atmıyor.
Adı yasak ülkeye gelen devlet görevlileri de oraya görev yapmaya değil adeta acı çektirmeye geliyorlar.
Orhan İyiler ömrünü sosyalizm mücadelesine adamış bir yazar. Onlarca kitap yazmış, en zorlu günlerde devrimci Sinan
Cemgil’e ve arkadaşlarının mücadelesine sahip çıkmış.
Şimdi böyle bir sanat insanı koşullar ne olursa olsun ona en
yaraşır bir biçimde toprağa verilecek. O gün, o cenazeye katılan devrimciler de aynen öyle davranıyorlar. O soğuğun altında ona karşı sevgi ve saygılarını fedakarca ortaya koyuyorlar.
Bir ilçeden bir ilçeye giderken arabalar durduruluyor, aranıyor. Tipi, duruşu hatta soluk alması sakıncalı görünenler sıraya çekiliyor.
Oyuncular tepede temmuz güneşinin yakıcılığı altında kolları sıvıyorlar. Önlerinde adeta Dersim’in yemyeşil tepeleri duruyor.
Eski zamanlarda tiyatro; gerçeği yalnızca sözlerle anlatıyor.
Oyuncular sahne üzerinde parlak sözlerle izleyiciyi etkilemeye çalışıyorlar.
Oyunculardan biri yükseltinin üstüne çıkarak adeta o tepelere doğru şöyle haykırıyor:
Ekonomik ve toplumsal gelişme tiyatro estetiğini de etkilemeye başlayınca sahne üzerinde aksiyon da söz kadar etkileyici olmaya başlıyor.
“Bu dağların bir dili vardır. Dersim dağlarının rüzgarı söyler,
haykırır, anlatır. Bulutları dert yüklüdür. Güneş, sabahın ilk saatlerinde geceden kalmış acıları aydınlatır”
Dersim’in dağlarının bir dili var mı? Mutlaka var.
Dünyanın “adı yasak” illerinden biri Dersim. Her bir ilçesinin
6 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Temmuz sıcağında ter döke döke hazırlanacak oyun bütün
bu gerçekleri ortaya koymalıydı.
Oyunda bir gerçek nasıl ortaya konur?
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ise Brecht sahneye sosyal jesti öneriyor.
Oyunu kurgularken bütün bu süreç oyunun değişik yanlarına damgasını vuruyor. Kimi bölümlerde söz, kimi bölümlerde söz ve eylem birlikteliği kimi bölümlerde sosyal jest öne
geçiyor. Adı yasak ülkeyi konu alan oyunda insan, devlet, militarizm ilişkisi üzerine sahneler oluşmaya başlıyor.
Çeyrek asrı aşkın bir süredir bu topraklarda çocuklar silah ve
bomba sesleriyle büyüdü. Baskınlar saldırılar zulümlerle
geçti çocuklukları ve gençlikleri.
Oyunun başında doğacak çocuğunu hastaneye yetiştirmeye çalışan babanın telaşını görüyoruz. Karşısına kaskatı militarizmle iç içe geçmiş bir bürokrasi dikiliyor.
Kimilerinin babalarının ağabeylerinin ablalarının ölüp ölmediği bile bilinmiyor.
Kimbilir ülkemizde kaç bin insanımız bu katılıklarla boğuşurken yaşamını, yakınlarını yitiriyor.
Uzun bir mücadele tarihinin kimi parçaları da bu topraklarda yaşanıyor.
“Dur”, “yasak” sözcükleri önüne dikiliyor insanca her talebin.
Spartaküs’ü de, Che Guavera’yı da, Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı, İbrahim Kaypakkaya’yı da isyan ettiren aslında aynı zulüm. İnsanı insanca yaşatmayan zulüm.
Dersim toprakları tüm Cumhuriyet tarihini bu baskılarla geçirdi.
Anaların yüreği ise dayanamıyor zulme acıya. Kimi ana çaresizlikle yanıp dururken kimi ana da isyan ediyor.
Oyunda iki ana şöyle haykırıyorlar yüreklerindeki acıyı:
1. Ana: Dokuz ay on gün karnımda taşıdım. Kanımla besledim, dişlerimle kalsiyum verdim, kemiği oldum. Karnımın
içinde kafasını hissettim. Ayağı dayandı karnımın tam burasına. Gece içimde uyudu. Sabah tekmeledi durdu “Uyan ana
uyan” dercesine. Tuttum karnımı gelecek misin dedim. Gelecek misin, bu acı dolu dünyaya? Doğma Ali dedim, doğma.
Çok şiddet var çok zulüm var.
Dersim’in acılarını ve bir ağabeyin direnişini anlatan “Bu Dağlara Bahar Gelsin Diye” oyunu bir dolu bilinen, bilinmeyen öyküyü sergiliyor.
Oyunun sonunda ise oyuncular izleyicilere şöyle bir çağrı yapıyorlar ve oyunu noktalıyorlar.
“Ey ahali dönün bakın etrafınıza. Bir adam var yanınızda, yörenizde.
Kardeşi yiğit Ali’yi arıyor. Dersim’in, bu dünyanın yiğitlerini arıyor. Eğer bulursa kolkola verecekmiş. İşte size bir destan. Biz
bu dünyayı insana yaraşır kılana dek kim bilir böyle kaç destan yazılacak?” o
2. Ana: Doğurmazsan, o zaman kim isyan edecek? Çok zulüm var, çok acı var, ama ne zaman yükselmişse acılar, analar da evlatlar doğurmuş. Büyümüş evlatlar acıların ortasında.
Sonra her biri isyan ateşi olmuş.
Oyunda mezarı bile bilinmeyen
bir Ali’nin hikayesi anlatılıyor.
Adı yasak Dersim’de dünyayı
değiştirmek için yola düşmüş,
gençliğini bile yaşayamamış
bir Ali bu.
Acaba çevresinde ilk zülmü
nasıl gördü Ali? Bunu bilmiyoruz. Ama Dersim toprağında ve
benzer coğrafyalarda çocuklar ana kucağında hatta ana
karnında tanışıyorlar olup bitenle.
Çocukların hırçın olmaması için
onlara klasik müzik dinletin diyen çocuk doktorlarının önerileri böylesi topraklar için ne kadar geçerli.
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 7
izlenim
izlenim
türküler düştü yollara
grup yorum
Türküler düştü yollara... Doğup beslendiği yollara, denizlere, yazılara, yarlara, koyaklara selam ederek; her
gördüğü derede yunup, her pınardan bir yudum alarak, her gönüle hatır sorup, her hasretliğe selam edip;
ağıtlara yoldaş, şenliklere zılgıt olup gezdi türküler. Biz
de türkülerin ardından yollandık. Yine torbamızda güneşte pişmiş çocuk gülüşleri, dalında ballanan sevinçler, dal kıranlara karışan öfkemiz...
Oldukça yoğun geçen kış ve bahar aylarının ardından
bu yılın ilk turnesine çıkıyoruz. İçimizde uzun zamandır göremediğimiz memleketleri, dostları kucaklayacak olmanın heyecanı var. Ayrıca omuzlarımızda farklı kültürlerden halkların ortak mücadelesini vurgulamak, her yerde bunu anlatmak, türkülerimizi marşlarımızı bu duygularla söylemek sorumluluğu da var. Yani
basit bir “konserler dizisi”nden öte, halkın bir parçası
olan Grup Yorum’un halka karşı görevini yerine getirmesidir bu turne.
İlk durağımız Akdeniz’in ortasında kardeşliğe ve mutluluğa hasret Kıbrıs oluyor. Burada en son üç yıl önce
konser vermiştik. Konserden bir gün önce geldik Mağusa’ya; bu sayede basınla ve diğer kurumlarla görüşme fırsatı yakaladık. Türkiye’de pek duyulmamış olsa
da ülke gündeminde Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin
AKP’ye yakın olduğu bilinen bir kuruma satışı vardı. Öğ-
8 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
renciler, öğretim görevlileri ve öğrenci aileleri kampüsün ortasına bir çadır kurmuş, nöbet bekliyorlardı. Arkalarında kocaman bir
pankart : “Bu okula halk tarafından el konulmuştur”... Buralara gelmişken uğramamak olmaz deyip bağlamayı gitarı aldığımız gibi
yanlarına vardık. Kıbrıs ve Türkiye gündemlerini, yorum’un çalışmalarını uzun uzun konuşup türkülere bıraktık sözü. Hep bir ağızdan çıktıkça daha da güçlenir türküler. Hep bir ağızdan söyledik
“Dağlara Gel’i”, “Haklıyız Kazanacağız”ı... Konserde görüşmek dileğiyle ayrıldık oradan.
5 Temmuz günü tüm hazırlıklarımızı tamamlayıp konseri vereceğimiz Salamis Harabeleri’ne gittik. Konser saati yaklaştıkça Kuzey
Kıbrıs’ın çeşitli şehirlerinden gelen yüzlerce dinleyicimiz açık
hava tiyatrosunu doldurdu. Konser boyunca dillerde hem türküler hem de kardeşçe, hakça, eşit ve özgür bir yaşam isteği vardı.
Türkçe, Yunanca, Kürtçe türkülerle halkların ortak mücadelesi ve
kardeşliği haykırıldı. Bu kardeşliğin bir nişanıymış gibi halaylara
duruldu. Adadan ayrılırken konser için emek harcayan dostlarımızla kucaklaştık.
İkinci durağımız, sırtını Toroslara yaslamış bozkırın ortasında küçük güzel bir kasaba olan Niğde-Ulukışla. Ulukışlalılar ve çevre köylerden gelenler büyük bir sıcaklıkla karşıladılar bizleri. Aralarında
Yorum’u hiç tanımayanlar da vardı, daha önce hiç dinlemeyen de...
Ama onlar bizi birleştiren, ortaklaştıran değerlere dayanarak kucakladılar bizleri. Bizi birer birer tanımasalar da, hatta hiç Grup Yorum dinlememiş olsalarda neden orada olduğumuzu biliyorlardı.
Neyi temsil ettiğimizi, hangi umutları taşıdığımızı... Çocukların ve
köy pazarında kiraz satan teyzelerin gözlerinde bunu görmek bizi
hem duygulandırdı hem de heyecanımızı artırdı.
Ulukışla’nın nüfusu beş bin altı yüz. Diğer ilçelerin ve köylerin katılımıyla konserin yapıldığı meydana yaklaşık altı bin kişi geldi. Çünkü bu türküler yabancı değil onlara. Genci yaşlısı herkes devrimcileri tanıyor, onları sahipleniyor. Bu yüzdendir ki Kızıldere türküsünün ilk notaları duyulur duyulmaz bütün meydan dalgalandı.
Büyük bir alkış koptu. Ve altı bin kişi bu hiç unutmadıkları ve ezbere bildikleri bu türküyü hep bir ağızdan söyledi. Gençler Mahirler gibi olma arzusuyla coşkulu, odönemleri hatırlayan yaşlılarsa
kendileri için ölüme giden bu delikanlıları anarak gururla eşlik ettiler. Gençler her zaman olduğu gibi sahnenin önünde kol kola,
omuz omuzaydılar. Halaya durdular, marşlarda tek yumruk oldular. Konser sonunda bol bol sohbet ettik Ulukışlalılarla uzun yıllar görüşememenin hasreti bir türlü dinmiyordu ama bizim de yolumuz uzundu. Tekrar görüşmek üzere ayrıldık Ulukışla’dan.
Günün ilk ışıkları Dersim dağlarına ulaşıp hava aydınlamaya başladığında Elazığ Ovası önümüzde uzanıyordu. Bu kez Dersim’e, çok
tanıdık topraklara gidiyorduk. Grup Yorum’un Dersim’de onlarca
konseri olmuştur ama bu kez farklı bir durum var. Ücretsiz bir halk
konseri vereceğiz bu sefer. Konserin adı ise “Devrim Yürüyüşümüz
Sürüyor”. Baskılara, operasyonlara, tutuklamalara rağmen yürüyüşlerini hiç ara vermeden sürdüren Dersimlilerle söyleyeceğiz türkülerimizi. Munzur Doğa ve Kültür Festivali’nin hemen öncesin-
de stadyumda ücretsiz bir konser vermek cesaret işi. Fakat buradaki arkadaşlar öyle yoğun bir çalışma yapmışlar, öyle emek harcamışlar ki; ilçelerden köylere konseri duymayan bir kişi bile kalmamış. Kelimenin gerçek anlamıyla dağ-taş konser afişleriyle, pankartlarıyla donatılmış.
Dersim’e geldikten sonra ilk uğradığımız yerlerden biri, kardeşini toplu mezardan çıkarmak için mücadele eden ve süresiz açlık
grevinin otuzlu günlerinde olan Hüsnü Yıldız’ın direniş çadırı oldu.
Ali Yıldız bir devrimci, bir gerillaydı. Katledildikten sonra binlerce
devrimci, demokrat, aydına yapıldığı gibi bir toplu mezara gömüldü. Ali Yıldız’ın cenazesinin bir toplu mezarda olduğu bilgisi geldiği günden sonra ağabeyi Hüsnü Yıldız ve Ali’nin yoldaşları harekete geçtiler. Biz de Hüsnü Yıldız’ın gayet haklı, insani talebine
destek vermek, ona türküler söylemek için yanına gittik. Hüsnü abi
bizi ayakta, büyük bir sevinçle karşıladı. Uzun uzun sohbet ettik,
çay içtik. Hüsnü abi kendisine Anadolu’nun ve dünyanın dört bir
yanından gelen destekten bahsetti. Konser günü erkenden Dersim Atatürk Stadyumu’na gittik. Sahnenin iki yanında Ali Yıldız’ın
ve devrimci mücadelede düşenlerin fotoğrafları vardı. Gün karanlığa kavuşurken, sahne ışıkları yandı ve alkışlarla sahneye çıktık.
Dersimliler bizleri, biz onları alkışlıyorduk. Ellerimiz birbirine karıştı. Kardeşliğimizi, mücadelemizi alkışlıyorduk. Munzur suyu bizi
alkışlıyordu, stadı dolduran binlerce kişiyi. Dersim dağları bizi alkışlıyordu; Ali’yi, onun kavgasını sürdüren yoldaşlarını. Ve “dağlar
sözümüz var, doruğunda izimiz var” diyerek başladık konsere. Coşku iyice arttı bundan sonra. Kıbrıs ve Niğde’den getirdiğimiz selamları ilettik. Akdenizden Toroslara, Toroslardan Munzura ortak
düşümüzü ve mücadelemizi anlattık. Konserin sonlarına doğru sabırsızlık artıyordu. “Ceemo, Ceemo” sesleri duyulmaya başlamıştı. Dersim dağlarında şahan olmuş Cemolar için söyledik tek bir
ses olup. Alkışlar, sloganlarla sona erdi gece.
Samandağ konserine epey bir süre olduğu için konserden sonra
Dersim’de kaldık. Bir günümüzü Hüsnü Yıldız’ın çadırında, ona destek olarak geçirdik. Bu hem bize hem de ona moral oldu. Gün boyu
çadıra gelen ziyaretçilerle sohbet ettik. Hüsnü abinin günlük işlerinde ona yardım ettik. Akşam da çadırın önünde basına bir açıklama yaptık. Ve Dersim’den de ayrılık vakti gelmişti. Geride yoğun
bir gündem içinde koşturan dostlarımızı bırakarak, Hatay-Samandağ’a doğru yola çıktık.
Samandağ’da bunaltıcı sıcağa rağmen Evvel Temmuz heyecanı ve
koşuşturması vardı. Bu çok eski bayramın içeriği son yıllarda politikleşmiş, günün sorunlarının tartışıldığı ve mücadelenin geliştirilmesine yönelik çalışmaların yapıldığı günler haline gelmiş.
İlk önce; şehit ailelerimizden birisinin cenazesinin olduğunu öğreniyor ve oraya uğrayıp başsağlığı dilemeden geçmeyelim diyoruz. Harbiye’ye uğruyoruz. Konser deniz kenarında yapılacak, burası Türkiye’deki en geniş, en uzun kumsallarından biri. Sahne buraya kuruluyor. Bu arada şehirde başka etkinlikler de devam ediyor. Başka şehirlerden de birçok katılımcı var. Bu topraklar birçok
yiğit yetiştirmiş, nice destanlara imza atan kahramanlar barındırmış. Her yere sinmiş onların izleri. Çocukların isimlerinde gözle-
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 9
rinde görebiliyorsunuz onları. Etrafımızda Yusuflar, Berdanlar koşuşturuyorlar; Bediiler, Erdinçler, Gülnazlar ellerimizden tutup bizi
oyuna katıyorlar.
Konser saati geldiğinde alanında yaklaşık otuz bin kişi vardı. Bu muazzam kalabalığa alışkın Samandağlılar. Bundan önce de böylesine kalabalık Yorum konserleri oldu buralarda. Ama yine de hem biz
hem de dinleyenler oldukça heyecanlıydık. Yolculuğumuz boyunca yaşadıklarımızı, gördüklerimizi, konserlerimizi paylaştık. Yine farklı dillerden türkülerimizi söyledik. Arap diyarında olup da Arapça
türküler söylememek olmaz. Le Beirut ve Haydi Tenruh’u büyük bir
koroyla seslendirdik. Bir olumsuzluk vardı konserde, o da ses sisteminin bu kalabalığa yetmeyişiydi. Maalesef arkalardaki dinleyiciler istediğimiz ölçüde duyamadılar bizi fakat herkes o kadar büyük bir coşkuyla eşlik ediyordu ki şarkılara bu olumsuzluk kimseyi etkilemiyordu. Bir daha ki senelerde böyle bir şey yaşamamak için
bir ders almış olduk böylece.
Buradan ayrılmadan önce ölüm orucu şehitlerinden Yusuf Aracı’nın
mezarını ziyaret ettik. Onun anısı önünde “Biz Ölüm Yok” dedik. Bir
demet karanfil kucağında, uğurladı bizi Yusuf. Turnenin son durağı Tokat’a, Almus Dağlarına selam gönderdi.
Anadolu’nun en verimli topraklarından Kazova’nın doğusunda yükseliyor Almus Dağları, bulutları aşıyor, kar sularıyla besleniyor ve bütün serinliğini bırakıyor dağ köylerine. Bir yanında Ordu bir yanında Sivas Dağları... Her yan yayla çiçeği, gelincik, yavşan otu... Ve bir
zaman bu dağlarda yanan ateşlerin közü duruyor hala. Her koyakta, her patikada hissediliyor.
Öğle saatlerine doğru Almus Barajı’nı geçerek Durudere (eski ismiyle Filtise) köyüne geldik. Filtiseliler, yayla şenliklerinin bu yıl ikincisini düzenliyorlar. Biz ilkinde de onlarla beraberdik. Biz de geçen
10 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
yıldan tecrübeliyiz. Köye vardığımızda etkinlikler cevam ediyordu. Köy içindeki şenlik alanında yerel sanatçılar, ozanlar türküler
seslendiryordu. Üç etekli kadınlar “Ellik” ve “Alaçam” oynuyorlardı. O gece köyde ağırlandık. Hava hissedilir derecede serindi. Ertesi sabah erkenden şenliğin yapıldığı “Sinebeli Yaylası”na gittik.
Sahne bir gün öncesinden kurulmuştu. Erken saatlerde sanatçılar çıkmış, oyunlar ve semahlar başlamıştı. Burada dostlarla bol
bol sohbet etme fırsatımız oldu.
Yayla şenlikleri Türkmen geleneğidir ve yüzyıllardır sahiplenilir,
sürdürülür. Kimi şenlikler yozlaştırılıp gericileştirilse de bu şenliklerin gerçek içeriği, yani köylülerin dayanışması, imecesi, sosyal ve ekonomik değerleri unutulmuş değildir. İşte burada da köylüler çok iyi tanıdıkları devrimcilerle birlikte sahiplenip örgütlüyorlar bu şenliklerini.
Konser başladığında sahne önü kalabalıklaştı. Şarkı aralarında sık
sık sloganlar atıldı. Devrimciler anıldı. Yanıbaşımızdaki Kızıldere
Köyü’nden de gelen misafirler de vardı şenlik alanında. Onlarla
birlikte Mahirleri andık ve Kızıldere’ye de selam gönderdik. Haklıyız Kazanacağız marşı okunurken şenlik meydanında yumruklar sıkıldı, kocaman bir halka kuruldu. Konserlerimizde görmeye
alışkın olduğumuz bu görüntü çok daha heybetli bir biçimde karşımızdaydı. Adımlar hızlı ve sert iniyordu toprağa: “Silahımız söyleyecek son sözü...” Konserden sonra biz de girdik Ellik oyununa,
bütün köy, misafirler hep birlikte oynayarak bitirdik şenliği ve yine
hep beraber traktörlerde, römorklarda türküler söyleyerek indik
köye. Bu turne böylece sona erdi. Bir kez daha görmüş olduk ki,
coğrafya ne olursa olsun; diller, kültürler ne kadar farklı olursa olsun, halkın yaşamı bir, derdi bir, acıları, yoksulluğu, kaderi bir. Bu
turnede de sık sık vurguladığımız gibi biz ancak bizi birbirimize
bağlayan köklü değerlerimize sarılırsak özgür ve mutlu olacağız.
Biz o günlere dek türküler söylemeye devam edeceğiz. o
deneme
deneme
grup yorum gerillaları
gülseren aydın
Dağlar bizi önüne katmış götürüyordu. Öylesine
hızlı, heyecanlı varmak üzereyiz Dersim’e.
Birkaç gün sonra Dersim’de, Yorum’un bir konseri olacak. Yine kucaklaşacağız Dersim halkıyla dağlar koynunda...
Sahnemiz sırtını dağlara vermiş. Tam karşımızda
yine dağlar, sağımızda, solumuzda dağlar. Nereye baksak dağlar, nereye baksak Ali...
Ali Yıldız, 14 yıl önce kaybolan bir gerilla. Akıbeti bir süre önce ortaya çıktı. Meğer öldürülüp bir
toplu mezara gömülmüş. Hitler’in torunları Ali ve
katlettikleri diğer gerillaları bir çukura gömmüşler. Ali 14 yıldır orada... Bu acı gerçek ortaya
çıkar çıkmaz ağabeyi Hüsnü Yıldız, Dersim şehir
merkezinde çarşının ortasına bir çadır kurarak açlık grevine başladı. Konser olacağı gün otuzlu
günlerinde olacak...
Geçtiğimiz yollarda, barakalarda, köylerde, bir
ağaçta Yorum’un afişleri el sallıyor adeta bize.
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 11
natın savaşçıları. Daha ne ola ki...
Bir gerilla birliği gibi hazırlanıyorlar savaşa. Sazlarını akortluyorlar, son hazırlıklarını yapıyorlar, tepelerinden helikopterler
geçiyor ve başlıyorlar dağların ortasında
savaşa: “Dağlar sözümüz var/doruğunda
izimiz var/dalga dalga geliyoruz artık...”
Dalga dalga geliyor Grup Yorum gerillaları. Onlar günlerdir sarı-kırmızı önlükleriyle “türküler susmaz, halaylar sürer” diyerek
devrim yürüyüşlerini sürdürdüler.
Konser günündeyiz artık. Çim saha doluyor. Sahnede Ali Yıldız’ın gerilla kıyafeti üzerinde kocaman bir resmi karşılıyor gelenleri.
Sanki bir dostu görmüş gibiyiz. Afişlere öyle bir güneş vurmuş ki renkleri solmuş. Ancak ısrarla gülümsüyorlar bize, “hoşgeldiniz” der gibi.
“Hoşgeldiniz” diyor Ali.
Arabanın penceresinden sarkarak bağırasım geliyor:
“Haberiniz var mı dağlar, devrim yürüyüşümüz sürüyor!”
Bu dağlarda izim var. Bu kavga türkülerini söyledim ben dağlarda. Kaybolmadım. Yitip gitmedim. Sizlerle birlikteydim hep.
Atıldığım o çukurda hep sizi bekledim. Geldiniz demek... Hoşgeldiniz, safalar getirdiniz. Bugün bayram günüdür. Hasretin
dineceği gün de gelecek. Siz varsanız çünkü, halkım var...”
Konserimizden kurdun kuşun bile haberi var. Kavga türkülerini haykıracağız hep bir ağızdan, dağlar halaya duracak.
Haberiniz var mı dağlar, Ali’mizi alacağız! O’nu omuzlarımızın üzerinde taşıyacağız. Kırmızı bayraklara saracağız. “Bize
ölüm yok!” diyeceğiz. Haberiniz var mı hey dağlar...
“Ben halk savaşçısı Ali Yıldız.
Herkes Ali’nin gözlerine bakıyor. Ali dağlara sevdalı. Ve ateeşşş diyor devrimci birliklere Ali, Ateşşş!
Munzur Dağı patlıyor, Cemo patlıyor art arda. Ve Çav Bella...
Pertek’teyiz... 60 yaşlarında bir ana ile dertleşiyoruz. Oğlu 8
sene önce PKK saflarında şehit düşmüş. Derdini kucak kucak
döküyor yüreğime. Oğlunun mezarına gidiyoruz birlikte. Hemen yanında Kenan Mak yatıyor.
Mezarlarına su döküp, mum yakıp helalleşiyoruz. Onlara Ali’yi
anlatıyorum. “Ali’yi alacağız” diyorum. “Sizin gibi bir mezar taşı
olacak, üzerinde kahramanlar ölmez yazacağız” diyorum.
Yüreği yanık ana bana bakıyor. Ve birden soruveriyor:
“Grup Yorum’un gerillası var mı?”
Hiç beklemediğim bu soru karşısında şaşırıp kalıyorum.
Yorumculara bakıyorum. Gözleri umut dolu.
Yorumculara bakıyorum, asırlar ötesinden geliyorlar, bakışlarında Pir Sultan.
Yorumculara bakıyorum, dağlara bakıyorlar.
Yorumculara bakıyorum, sırtlarında silahları:
Gitar, bağlama, flüt...
Savaşın tam ortasında devrimci bir birlik gibiler. Bir gerilla birliği gibi kucaklaşıyorlar halkla.
Grup Yorum diyorum... Evet onlar gerilla.
Var ana onların gerillası var, onlar gerilla... Onlar devrimci sa-
12 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
“eğer ölürsem
ben partizanca
çav bella çav bella
Sen gömmelisin
ellerinle beni
ellerinle toprağıma” diyor Ali.
Grup Yorum gerillaları halaya duruyor. Aklıma yine şehit anasının sorusu geliyor:
“Grup Yorum’un gerillası var mı?”
Sahanın içinde halaya duranlara bakıyorum. Sol yumruk havada “türküler susmaz halaylar sürer” diyenlere bakıyorum.
Sahnenin önünde sürekli haykıran kırmızı önlüklü gençlere
bakıyorum. Başlarında yıldızlı berelerle...
“Evet ana var, Grup Yorum’un gerillası var” diyorum, “burada
10 bin kişi var, 55 bin kişi, 150 bin kişi, yarın ise milyonlar olacak. Ve vuracak dağlardan, şehirlerden gerillalar. Ülkemiz özgür olana dek.”
O zaman haydi şimdi “Ateeeşşşş”...o
şiir
şiir
açlığın kardeş kokusu
deniz korcan
dersim dört dağ içinde
dağlar var oğul saklı içinde
dersim'de çarşı içinde
bir çadır kurulu açlık kokar
seni düşündükçe
göğümde yıldızlar kanar
dersim'in gözleri ne renktir Ali?
kaç renktir çiçekleri
açlığa düşen bedenleri
sana hasret türkü yakar
dersim'in gözlerinden yıldızlar akar
dersim'in ortası çarşı
bir çadır kurulu dağlara karşı
bir ana oturur içinde acı
bir yanı bir oğuldur açlık kokar
bir yanı çiçektir hasret açar
kardeş kokar açlığın nefesi
gözlerinden direnç akar
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 13
deneme
deneme
bu maçı alıcaz başka yolu yok (mu?)
paluri arzu kal demirçi
"Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir. En güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti. Bendeki Trabzonspor sadece futbolu temsil etmiyor, zaten etmemeli de...
Trabzonspor, Türkiye’de sürekli şampiyon olanlar dışında olan
her şeyi temsil ediyor. Statükonun karşısında yer alması, statükoyu parçalaması, güçlülere karşı güçsüzlerin var olduğunu ve
14 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
onların da bir şeyler
yapabileceğini göstermesidir. Şimdi modern
zamanların birtakım
ilişkilerini yaşıyoruz.
Trabzonspor, modern
zamanların kendine
dayattığı ilişkilere girdiği andan itibaren çöküşü de başladı. Biz, varlığımızı anlamlandıran
değerlerimizi unutmaya başladıkça ne anlama geldiğimiz de anlaşılmıyor. Eğer kendimizi üç büyük kulübün
yanında dördüncü kulüp olarak adlandıracaksak, alınacak şampiyonlukların da bir anlamı olmayacak. Trabzonspor olarak, o eski
değerlerimizin peşinden koşmalıyız. Aslında
futbol, dünyanın en kolektif toplu hareket ve
eğlence biçimidir. Ancak hangi güçlerin elinde olduğu çok önemlidir. Ve bugün de
kötü niyetli kişilerin elinde olduğundan, futbol zarardır... Futbol üstünden siyaset yapanlar, ihaleler alanlar, inşaatlar yapanlar varsa, futbol içinde çok günah barındıran bir gerçek
olarak karşımızda durmaktadır. Bunlara rağmen futbolu
çok seviyorum ve Trabzonspor’u tutuyorum. ”
Kazım Koyuncu (Trabzon Dergisi10/05/2004-Aytekin AKAY)
İnsanların özellikle son 30 yıldır futbol denen afyonla bilinçli uyuşturulması ve futbolun ticari bir sektör olarak bir rant
kapısı haline geldiği noktada dünyada ve Türkiye’de bu sektörde en çok kazananlar kimler?
1. Messi 31 milyon Euro
2. Cristiano Ronaldo 27.5 milyon Euro
3. Manulu Wayne Rooney 20.5 milyon Euro
Dünyadaki en pahalı futbolcularda ilk üç sıra bu şekilde. Hocalarda ise lider, yıllık 13.5 milyon Euro kazancı ile Portekizli teknik adam Jose Mourinho. İkinci sıradaki Guardiola’nın
geliri ise yıllık 10.5 milyon Euro. Benitez ise 10.2 milyon Euro
ile 3.sırada.
1. Arda Turan / Galatasaray - 16 milyon Euro
2. Diego Lugano / Fenerbahçe - 13.4 milyon Euro
3. Elano / Galatasaray - 12 milyon Euro
Türkiye’deki en pahalı futbolcularda ilk üç sıra bu şekilde. Hocalarda ise Fatih Terim en çok kazananların başında geliyor.
1996 yılında yıllık 850 bin dolar alan Terim, 15 yıl sonra Galatasaray’ın başına yıllık 2.8 milyon dolara döndü. Galatasaray’daki ikinci dönem görevinden ayrıldıktan 1 yıl sonra Milli Takımın başına geçen Fatih Terim, Türkiye Futbol Federasyonu’ndan aylık 110 bin TL maaş aldı. Yıllık 1 milyon 320 bin
TL (1 milyon dolar) alan Terim’in maaşına 2008 yılında zam
yapıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tartışılan bu zamla Fatih Terim’in maaşı 260 bin TL’ye yükseltildi. Böylelikle Terim’in yıllık ücreti 3 milyon 120 bin TL’ye (1.8 milyon dolar)
çıktı.
Fenerbahçe ve Trabzonspor’un teknik direktörlerinin yıllık
ücretleri de hemen hemen aynı. Fenerbahçe Teknik Direktörü Aykut Kocaman takımından yıllık 1 milyon dolardan fazla para alıyor. Trabzonspor’un Teknik Direktörü Şenol Güneş’in
de primler dışında yıllık net kazancının 1 milyon doları geçtiği belirtiliyor. Beşiktaş’la yeni sözleşme imzalayan Tayfur Havutçu’nun ise yıllık ücreti henüz açıklanmadı.
liğin bir yansımasıdır.
Türkiye’de futbolun kemikleşmiş üç büyükleri var. Bu üç kulübe havuz sistemi, vergi imtiyazları, kamu borçları için uzlaşma, basın ve federasyondaki adaletsiz uygulamalar gibi
konularda haksız imtiyazlar sağlandığı herkesin malumudur.
Bu üç büyük köklü kulüp dışında bir Anadolu takımının şampiyonluk yarışına ortak olması, bunlara kafa tutması ve aşık
atması kolay rastlanır bir durum değildir. Çoğu zaman da farklı güç dengeleri ortaya çıkar ve rüzgar birilerinin istediği yerden eser.
“Bizim üç kulübümüz için futbolcu yetiştirme hiçbir zaman
önemli bir amaç olmamıştır. Anadolu takımlarında gözlerine kestirdikleri futbolcuları parayla, şöhretle kandırıp aklını çelerler. Bazen de futbolcuları transfer dönemi öncesi kaçırıp gözaltına alırlar ve imza attırırlar. Medyada sesleri
hep ön plandadır. Televizyon yayınlarından aslan payını bunlar alır. Bir Anadolu takımına yenildiklerinde tüm medya ve
özellikle bu kulüplerin amigo yazarları akıl almaz bahanelere sığınırlar, hakemlere yüklenirler. Maçlarda bu üç takım
aleyhine kolay kolay düdük çalınmaz. Tersi olursa günlerce
gazetelerde ve medyada talihsiz hakemin özel hayatına kadar her şey didik didik edilir. Federasyon yönetiminde bu takımların temsilcileri vardır. Yine bu takımlar devlete vergi borçlarını pek ödemezler, ikide bir bunlar için özel indirimli vergi tarifeleri yürürlüğe girer ya da ödeme kolaylığı getirilir, borçlar zamana yayılır. Devlet bunlara karşı yumuşak karınlıdır.
Gazetelerde belirli bir takıma endeksli amigo yazarlar bulunmaktadır. Görevleri takımla ilgili, taraflı bilgi aktarmak ve yorum yapmaktır…” (Prof. Dr. Metin Kazancı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi)
Gelinen noktada, geçirilen süreç gözlemlendiğinde bunun bilinçli bir yönlendirme olduğu açıkça görülebilecektir. 1980 sonrası birçok alanda başlayan yozlaşmanın en be-
Bahsedilen rakamların en düşüğü yıllık 1.000.000 Amerikan
Doları, yani 1.650.000 TL, yani yıllık net asgari ücretin 218 katı.
Bahsedilen rakamların en yükseği ise 31.000.000 Euro, yani
71.920.000 TL yani yıllık net asgari ücretin 9.513 katı. Rakamlar dudak uçuklatacak türden. Bu kadar büyük paralar dönen bu spor nasıl bir ticari sektör haline geldi? Her şeyden
önemlisi bu yüksek rakamlar için her yol mubah mı oldu? Bu
maçı alıcaz başka yolu yok (mu?)
Tarihsel olarak baktığımızda futbolun İngiltere’de ortaya çıkış ve ilk kitleselleşme döneminde bir işçi sporu olduğu gerçeği yadsınamaz. Kriket ve polo gibi masraflı aristokratik sporlara oranla çok daha az masraflı, kuralları daha net ve anlaşılır olan futbolun oynanma biçimi de fabrikadaki kolektif-
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 15
lirgin olduğu konulardan biri de spor, özelinde futboldur. “Ne
sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu” sözü temel ilke edinilmiştir. Toplumsal muhalefetten ve örgütlenmeden uzaklaştırılan gençler depolitizasyon sürecinde bilinçli olarak futbola yönlendirilmiş, futbolla beyinleri bilinçli olarak uyuşturulmuştur. Bu süreçte ekmek kavgası yerine taraftarlık bilinci ön plana çıkarılmış, farklı takım taraftarları arasında kin
ve nefret yaratılmış, taraftarlar birbirlerine karşı tahammülsüz ve saldırgan hale getirilmiştir.
Yaratılan kutuplaşma ile insanlar tuttukları takım renklerine göre saflaşmış ve taraftarlığı her şeyin üstünde, baş değer olarak ortaya çıkarmıştır. Emekçiler futbol fanatizmi kullanılarak ırkçı-faşist-milliyetçi bir düşmani politikanın merkezinde bırakılmışlardır.
Askeri yönetim gençleri “terör belasından” uzaklaştırmak için
futbolun çekiciliğinden yararlanmış, depolitizasyon sürecinin sağlanması için futbol ve futbol sahaları kullanılmıştır.
Toplumu düzen ve intizam içinde tutma düşüncesi futbol
sahalarına da sirayet etmiş ve stadyumları dolduran taraftarların nasıl davranmaları gerektiğinden, saha içindeki
futbolcuların sakal-bıyıklarına kadar pek çok alanda etkili olmuştur. Dünyada eşine az rastlanacak bir kararla Ankaragücü’nün Evren’in talimatı ile birinci lige alınması da yine bu
dönemde gerçekleşmiştir. 12 Eylül’ün Türk spor medyasına
etkisi, haberlerin askeri bir dil, militarist bir söylem kullanılarak verilmesi biçiminde bugün de hala devam etmektedir.
…
1980’li yıllar futbolun iktidar tarafından ön plana çıkartıldığı ve futbolun siyasetin boşalttığı alana ikame edilmeye başlandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde uygulanan neo-liberal
politikaların geniş kitlelerle buluşmasında futboldan da yararlanılmış ve bu oyun üzerinden yaratılan gerçeklik kurgusu (medya-iktidar partisi-futbol otoritelerinin etkisi ile) aracılığıyla yeni ekonomik anlayışa uygun bir çerçevede örgütlenmesi sağlanmıştır. Futbolun bu aşamaya getirilmesinde
Türkiye’nin Özal hükümetleri sonrasında tanıştığı tüketim
toplumu anlayışı ve bu anlayışın değerlerini içeren politikaların uygulanması yatmaktadır.
…
12 Eylül yönetiminin futbolun yaygınlaştırılmasını amaçlayan uygulamalarını kaldığı yerden sürdürmeyi görev edinen
ANAP, her alandaki ‘iş bitirici’ anlayışını burada da sürdürmüş
ve o yıllarda ‘politik lig’ olarak adlandırılan 3.ligin kurulmasına karar vermiş ve kararını gerekli alt yapıyı oluşturmadan
uygulamaya koymuştur. İstisnasız her kentin, büyük ilçelerin takımlarının bu ligde mücadele etmesinin sağlanması ile
“herkes futbol sevdasına dalacak, kafalar başka hiçbir şey için
yorulmayacaktır”(Kozanoğlu,169). Bu dönemde özellikle
Güneydoğu illerindeki gençlerin ‘yıkıcı-bölücü’ faaliyetlerden uzaklaştırılması için bu yörelerdeki emniyet müdürleri; yöre takımlarının kurulmasının sağlanması için iktidardan
destek isteyecekler ve bu destek sadece bu dönemde de-
16 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
ğil daha sonraki yıllarda da katlanarak verilmeye devam edecektir. Futbola adeta toplumumuzu bir arada tutan tutkal işlevi yüklenmiş ve devlet gençleri ‘futbol’ kanalıyla kazanmaya çalışmıştır. Bunun sağlanabilmesi için de olağanüstü hal
valileri, emniyet müdürleri devreye sokulmuş, terörün açtığı yaralar futbol ile sarılabilmesi için devletin her türlü olanağı seferber edilmişti.
Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde Cizrespor yöneticileri başbakana gençlerin dağa çıkmasını engellemek için kulüplerinin küme düşmesinin engellenmesi gerektiğini bir
mektupla anlatmışlar ve gereken yerine getirilmiştir. Doğu
ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin takımlarının 1. ligde yer
almamasından kaynaklanan hassasiyet ile bu yöre takımları devletin en üst mercilerince desteklenmiş ve bu şekilde
ilk önce Vanspor’un birinci lige çıkması gerçekleşmiştir. Vanspor’un birinci lige çıkarılmasında büyük emeği bulunan dönemin Van Valisi Mahmut Yılbaş, ki adı daha sonra Van şehir stadyumuna verilecektir, şu açıklamayı yapacaktır: ‘Bu zaferle ülke ve dünyada kuru bir kimlik peşinde koşmanın ne
kadar hayal olduğunu ispat ettiniz. Terörü unutturup halkı
birlik ve beraberliğe sevk ettiniz. Size ne kadar teşekkür etsek azdır. Ne kadar öğünseniz hakkınızdır. Sizler birlik ve beraberliğin sancağını Van’a diktiniz.’” (Bir Meşrulaştırma Aracı Olarak Futbolun Türkiye'de Son 25 Yılı / Ahmet Talimciler)
80 Sonrası nesilde öncelikle futbolcu olma hevesi, ardından
holiganlığa varan taraftarlık ve hiçbir toplumsal olaya, yaşadıkları açlık, sefalet ve yoksulluğa tepki göstermezken bir
maç galibiyeti ya da şampiyonlukta çılgınca sokaklara dökülme ve karşı takımın taraftarlarıyla adeta savaşma en çok
yaşanan durumlardır.
Zaten egemenlerin istediği tam olarak da budur. Bu kutlamalarda her türlü taşkınlık serbesttir. Hiçbir güvenlik birimi
müdahale etmez. Sokaklar trafiğe kapatılır, insanlar sokaklara dökülür ama olsun ne de olsa tek dertleri futbol ve kazanılan şampiyonluğun kutlanmasıdır. Bu durum egemenleri rahatsız etmez hatta işlerine gelir, daha önemli birçok
konu bu kutlamanın gölgesinde kalacak ve unutulacaktır.
İnsanların birincil sorunları ya da ilgilendikleri futbol olmuş
ve kendileri ile ilgili en önemli sorunlara bananecilikle yaklaşan insanlar futbolla yatar kalkar olmuştur.
Emeklerinin sömürülmesi, adaletsiz ve eşit olmayan yaşam
şartları, kıt kanaat geçim zorluğu, sağlık ve eğitim gibi en temel ihtiyaçların parasız karşılanması gereken en temel vatandaşlık hakkı olduğu halde parasız eğitim istedikleri için
gençlerin aylarca haksız yere tutsak edilmeleri ve yaşamdan
koparılmaya çalışılmaları bir yana herkesin en büyük derdi
nedense futbol fanatizmidir. Evet gelinen noktada bu bir fanatizm halini almıştır ve tehlikeyi görmezden gelmek kuma
kafasını gömen devekuşundan farksız durumda olmaktır.
Bu fanatizm kendisi ticari bir sektör oluşturduğu gibi birçok
yan sektör de yaratmıştır. Futbolcular
ve teknik adamlar yazının başında
belirttiğimiz astronomik rakamlara, en
fazla parayı veren takıma transfer
edilmekte ve çoğu zaman bu durum
açık artırmalara dayanmaktadır. Bu rakamlar bu insanların emeğinin karşılığı mıdır? Onların emekleri mi çok değerlidir, yoksa bizimkiler mi çok değersiz?
Maçların stadyumlarda izlenmesinde astronomik bilet fiyatları, biletlerin
çoğu zaman karaborsaya düşmesi,
içkili içkisiz kafeteryalar ile kahvehanelerde maçların toplu gösterime sunulması ve özellikle derby olarak adlandırılan maçlarda yeri ve konumuna göre çok yüksek bedellerle maçların izlettirilmesi yeni yeni rant kapıları yaratmıştır.
Futbol Federasyonu tarafından yapılan ve 2010-2011 sezonundan itibaren
dört sezon için televizyon yayın hakları konusundaki ihaleyi Digitürk kazanmış ve canlı yayın hakları için 321
milyon dolar ücret ödemiştir. Futbolun uzantısı olarak oluşan her bir rant
kapısındaki rakamlar hiçbirimizin
ömür boyu çalışarak bir arada görebileceği meblağların yakınından dahi
geçmemektedir. Evlerinde maçları
canlı izlemek isteyenler o yıl gösterim hakkını elde eden kanala yıl boyunca aylık abonelik ücreti ödemek durumundadırlar.
Gelinen bu tutkulu ve hırslı taraftarlık noktasında başka bir
rant kapısı daha oluşacaktır. Takım “store”ları. Bu da taraftar
forması, çakmağı, tokası, bayrağı, hatta iç çamaşırları gibi saymakla bitmeyecek aksesuar ve giysilerin, formaların satıldıkları dükkanlardır. Sırf tutulan takımın renkleri ve logosu olduğundan gerçek değerinin katbekat fazlasına satılan bu
ürünler özellikle de şampiyonluğa oynanan zamanlarda hele
bir de şampiyon olunduktan sonra çılgınlar gibi satın alınmakta, kitleler korkunç bir tüketim çılgınlığına itilmektedir.
Çocuğu olan fanatik bir taraftar öncelikle bebek odasını takımının renkleriyle hazırlar ve mutlaka bebeğe zıbın, tulum
gibi bebek giysileri taraftar mağazasından alınır. Çünkü o bir
“doğuştan fanatik!”tir. Okul çağına gelindiğinde çantası, kalem kutusu, ayakkabısı, giysileri gibi doyumsuz ve sınırsız tüketim çılgınlığı bebekliğinde ailesinin başladığı gibi devam
eder.
Spor kulüplerinin hisselerinin bir kısmının halka arz yoluyla borsa sistemine katılmasıyla ayrı bir kar kapısı oluşmuş olmaktadır. Reklam veren firmalardan alınan sponsorlukla, bahis sektöründeki oyunlardan kulüplere belirli pay verilmesiyle de kulüpler hızla ve sporun bire bir içinde olmayan yan
sektörlerden para kazanmaya başlamışlardır.
Bunun yanında loto, toto, iddaa gibi şans oyunları ile insanlar bu sektör üzerinden kolay yoldan para kazanmaya teşvik edilmekte ve yine futbola dayalı diğer bir rant kapısı gelişip yerleşmektedir. Dar gelirliler izledikleri ve hayran oldukları milyon dolarlarca paralar kazanan bu futbolcular gibi rahat bir hayat sürebilmek için çalışıp emekleriyle bunu elde
edemeyeceklerine göre yapabilecekleri tek şey şans oyunlarından medet ummaktır.
Ezilen ve sömürülen emekçi kesim futbol ile uyuşturulmaya çalışılmakta, ezen ve sömürenlere başkaldırıp haklarını
aramaktansa futbol ile eğlendirilmekte ve asıl sorunları unutturularak taraftarlar arası kavgaya ve kolay para kazanma hır-
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 17
sına itilmektedir. Bu da faşizmin güçlenmek için başvurduğu en önemli yöntemlerdendir.
Futbol takımlarının taraftar telefon hatları, “aradıkça takımın
kazansın” sloganlarıyla bir diğer sektörü işaret etmektedir.
Bankalar da bu fırsatta geri kalmamış ve spor kulüplerinin
renk ve logolarıyla hazırlanmış taraftar kredi kartlarını sunmuştur. Kapitalizm sınır tanımaz ve aklın alabileceği her şeyi
paraya çevirme konusunda korkunç bir beceriye sahiptir. Ne
de olsa gölgesini satamayacağı ağacı kesecektir. Oysa bu ağacın değil gölgesi, ağaca giden her bir toprak zerresi paraya
dönüştürülebilmektedir.
Sadece spordan oluşan gündemleri ile spor gazeteleri çıkmıştır. Tüm gazeteler ve özellikle spor gazeteleri önemli maçlar sonrası, bazen insanları faşist söylemlerle gazlayan, bazen birbirlerine karşı kışkırtan, bazen maç yapılan yabancı
ülke takımlarını aşağılayan manşetler bulma konusunda birbirleriyle yarışmaktadırlar. “Biz büyük milletiz”, “Avrupa’nın
En Büyüğü Biziz”, “Naber Dünya! İşte Türk İşte Türkiye, Dünya Deviyiz”, “İşte Türkün gücü, Ne Güzel Bir Şey Türk Olmak”
“Çılgın Türkler Viyana’da”, “Bir Türk Destanı”, “Hilal Parlıyor”,
“İşte Türkün Gücü”“Bu şampiyonada şunu gördük ki, millî takımın coğrafyası Türkiye ile sınırlı değil… Avrupa, Balkanlar,
Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri ve Kuzey Afrika’dan
Arabistan’a bütün İslâm Dünyası kapsama alanımızda!”(!)
Gazete manşetleri gibi stadyumdaki tezahüratlar da ya
sinkaflı küfürlerden, ya da karşı takımla alay etmekten ibarettir. Tabii hakemler de bu küfürlerden payını alır. Binlerce
kişinin tek ses küfür etmesi nasıl bir yozlaşmadır? Küfürlü tezahüratların yanında insanları tamamen kavgaya ve saldırganlığa yöneltenler de vardır. Bunların en bilineni ve yaygın
olanı “Vur, kır, parçala, bu maçı kazan”dır. Bu söylem hem sahadaki futbolcuyu daha sert ve saldırgan oynamaya hem de
izleyicileri karşı takım taraftarına karşı kışkırtmaktadır.
Spor yazarlığından sonra spor yorumculuğu diye bir meslek de türemiştir. Bunlar çoğu kez eski futbolcular, hakemler ya da teknik adamlardır. Kendilerini film artisti sanmak
mümkündür çünkü havaları bunu çağrıştıracak cinstendir.
Bir de işin magazin boyutu vardır. “Televole” gibi magazin
programlarında ünlü futbolcuların aşk kaçamakları, gittikleri gezdikleri tatil köyleri, barlar, giydikleri pahalı giysiler ve
kullandıkları son model arabalar insanlara izlettirilmektedir.
Dalga geçer gibi “sizin tutkunuz, hırsınız ve ilginizle bu insanlar işte bu hayatları yaşıyor” denmekte fakat ne yazık ki
insanlar öylesine yozlaştırılmış ve uyuşturulmuş ki bunu anlayacak yerde bu gösterilenleri de büyük bir ilgi ve merakla takip etmektedirler. Bu programların hazırlanması ve sunulmasının ve bunlar üzerinden kazanılan paraların yine bu
sektörün dolaylı, yan kolları olduğu bir gerçektir.
Bin türlü kapitalist çarkın tıkır tıkır döndüğü, aynı zamanda
kara para aklama, vergi kaçakçılığı, hile ve şike gibi dolap-
18 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
ların çevrildiği bu sektörde fanatizmi yoksul ve ezilen emekçi kesim yaşamakta başroldekiler ise en çok parayı veren rengi, giydikleri formanın değil, aldıkları paranın rengini sevmektedir.
Ergenekon, Balyoz ve artık neredeyse literatürde sözcük bırakmamacasına yüzlerce kelimeden oluşan operasyonların
bir benzeri şeklinde, bir anda kamuoyu gündemine
düş(ürül)en Şike Operasyonu’nu yukarıda anlattığımız gerçeklerin dışında düşünmek en hafif deyimiyle cahillik olur.
Olay çok boyutludur. Hukuki ve sporla olan yanı malum. Peki
madalyonun diğer yüzü neyi gösteriyor acaba?
Her yanıyla kirlenmiş bir sistem, böyle animasyonlarla safralarını atıyor ve temizleniyor, Ergenekon’la demokrasinin
önü açılıyor, Balyoz’la darbeciler derdest ediliyor kazanan yine
demokrasi oluyor, İsrail’e “One minute” denilerek Filistin kurtarılıyor, daha basılmamış kitaplar evler basılarak bilgisayarlardan silinerek vatandaşın beyninin yıkanmasının önüne geçiliyor; yasal dernekler, dergiler sabaha karşı basılarak maazallah yurttaşların teröristlerce kışkırtılması engelleniyor!!!
öyle mi?
Bütün bunlar, faşizmin gerçek yüzünü gizlemenin, oynanan
demokrasicilik oyununun artık iyice teşhir olmuş, klasikten
öte bir hal almış varyasyonlarından başka bir şey değildir.
“Bu maçı alıcaz başka yolu yok” şiarından hareket eden sistemde, içinde şike de dahil her yol mubahtır! o
deneme
deneme
sesimizi duyan var mı?
naci toros
1...
Ağustos'un sıcağında büyük bir gürültü ve korku ile uyandık yataklarımızdan. Yerin derinliklerinden bir uğultu duyuldu, sonra sallanmaya başladık. Her şey üzerimize geliyordu.
Kimimiz kurtardı canını, kimimiz kaldı göçük altında. Günler, haftalarca yıkıntılar arasında aradık komşularımızı, kardeşlerimizi, sevdiklerimizi…
"Sesimizi duyan var mı?" haykırışı ile yankılandı Marmara semaları ama bir yanıt alamadık sorumuza. Ölüm kuyularından
çıkardık kimilerini; kimine bir mezartaşı bile yapamadık, kimilerinin izine bile ulaşamadık.
Peki ya bir canı ile göçük altından sağ çıkmayı başaranlarımıza ne oldu dersiniz? “Nasılsa canları sağ, gerisini yeniden
yaparlar, bir sahip çıkan bulunur” muydu? Yıllarca canımız sağ
olsun demeyi öğrendik kötülükler, felaketler karşısında. Yeter ki canımız sağ olsun yıkılanı yaparız alimallah deyip moralimizi bozmadık en zor şartlarda bile.
17 Ağustos'ta da bu zor gün sözlerini hatırlayıp onca acıya,
yıkık altındaki yakınlarımıza, başımızı sokacak bir çatının olmamasına rağmen hayatımızı sürdürmeye çalıştık. Gidenlerimiz, kayıplarımız olsa da şu canım memlekette tek başımıza değildik nasıl olsa deyip sarıldık yaşama...
Yaşam... Yaşamak...
Yalnız olmamanın gücü ile tekrardan sarıldık yaşama 17 Ağus-
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 19
ruz: "Yeryüzüne çıkmamak kaderimiz mi?"
Her sabah, “Acaba evime dönebilecek miyim?” kaygısı ile çıkarız kapıdan. Çocuğumuza, anamıza, babamıza her gün, “Acaba bir daha sarılabilecek miyim?” kaygısıyla sıkıca sarılırız. Sevdalımıza söylediğimiz her sözü “kısmet olursa” diye tamamlarız.
Çünkü biliriz ki ölüm yerin altında bekler bizi. Adı
kimi zaman grizu patlaması olur, kimi zaman göçük ama ille de gelen ölümdür. Patronun havaladırma deliği masrafından ucuz gördüğü hayatımızı gelip de alır ölüm. Ederimiz bir havalandırma sistemidir ya da bir duvar, patronun gözünde. Bunun için ucuzdur ölümümüz.
tos'un yıkıntıları arasında.
Beraber olmanın gücü; sevdiklerimizi toprağa vermenin de,
enkaz altında kalmanın da, her şeyimizi kaybetmenin de yaşattıklarından daha büyüktü. Güç olduk birbirimize. Bu güçle sarıldık yaşama.
Umut ettik, bunca yıl hizmet ettiğimiz, sahiplendiğimiz devletimiz bizi bu zor durumda sahiplenir diye bekledik. Kumanyalar dağıtıldı, Kızılay çadırları kuruldu, yaşlıların yarası sarıldı, prefabrik evler kuruldu...
Başımızı sokacak bir yer, içecek bir tas çorba bulduğumuzu,
devletimizin "Sesimizi duyan var mı?" çığlığımızı duyduğunu sandık. Çocuklar gibi sevindik ama bu sevincimiz uzun sürmedi. Bir gün yanıldığımızı gördük, kapımıza devletin polisi dayanıp da "Çıkın, boşaltın" dediğinde.
Bu hak mıdır, reva mıdır bize?
Bir ana-baba gibi kollarının altına sığındığımız devlet bunu
yapar mıydı halkına? Bir ana nasıl ki evladını zorluklar karşısında tek başına bırakmazsa, baba diye belletilen devletten
de aynısını bekledik. Ama yaşadıklarımız bize babamız diye
bildiğimizin düşmanımız olduğunu gösterdi.
Tırnaklarımızla kazıp çıktığımız enkazdan niye çıktın diyor
bize... Peki gerçekten çıkmış mıydık o enkazın altından?
2...
"Sesimizi Duyan Var mı?"
Sesimizi duyurmak için yerin derinliklerinden haykırıyoruz.
Zonguldak Karaelmas'tan Karadon Madeni’nden, Balıkesir madenlerinden... haykırıyoruz:
Yer üstünde etimizi yiyen akbabalar, ölümüz
toprağın altındayken, yerin kilometrelerce altında bizi bulan bu ölüme “kader” diyor. Yerin derinliklerinde bizi bulan bu ölümler kaderimiz midir
gerçekten?... Değildir elbet.
İşte şimdi bu yazgımızı değiştirmek için söylüyoruz şarkımızı:
"Yerin derinliklerinden geldiler
Ellerinde susmak bilmeyen bir yer altı güneşiyle
Ne kadar diplere bastırılsa
O kadar boğulmak bilmez yankısıyla yüreklerinin
Ağır ağır geldiler..."
Geldik yeryüzünün sıcak ve aydınlık diyarına ve şimdi tekrar
söylüyoruz:
"Sesimizi duyan var mı?"
3...
Evet sesinizi duyuyoruz yeraltından seslenen madenciler, depremzedeler ve bilcümle ezilen halklar. Duyuyoruz, emek emek
kokan nefesinizle yayılan sesinizi duyuyoruz. Duyuyoruz
çünkü sizin sesiniz bizim sesimiz. Biz siziz.
Ama duymayanlar, duymak istemeyenler var sesimizi. Sesimize kulak tıkayanlar var. Devlet-i Ali duymuyor sesimizi. Korkuyor sesimizden. Bu korkuyla yaşıyor yıllardır. Bizim sesimizin gücüdür onun korkusunu büyütecek olan. Sesimizin gücü
titretecek onun korku kalelerini.
Onun için hep bir ağızdan diyoruz ki onlara: Siz bizim sesimizi duymasanız da biz sesimizi duyuracağız size. Aç kulağını ve iyi dinle ezilenlerin sesini.
Bir gün sen de kalacaksın göçük altında. Ve o zaman senin sesini duyan olmayacak. Ağa babaların; yardımına gelemeyecek duyup da senin çığlığını...
"Sesimizi duyan var mı?"
Canımızı emanet ettiğimiz baretlerimiz kafamızda bağırıyo-
20 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Çünkü biz 70 milyon emekçi, en gür sesimizle "Bu Vatan Bizim" diye haykırıyor olacağız. o
deneme
deneme
ölüler konuşur mu?
kemal caner
Günlerdir çaresizlik içinde başucumda bekliyorlar. Son umut
da yok olup gitti. Annem, babam, yoldaşlarım günlerdir çok
acı çekiyorlar. O kadar çok tanıdık insanı bir arada daha önce
görmemiştim. İşin en acı yanı da; ben avazım çıktığı kadar bağırıyorum ama kimse bir tepki vermiyor. Tek görebildiğim ne
kadar çok gözyaşı döküldüğü...
Binlerce yoksul insanı olimpik buz pistinde daha önce hiç görmemiştim. İşin doğrusu ben de hayatımda hiç buz pistine gitmedim. Bizim eve yakın olan bu buz pistinin önünden yüzlerce, belki de binlerce kez geçtim. Ama hiç merak edip de
içine girmedim. Zaten merak etmeye de zamanım yoktu. Ev,
okul, dergi dağıtımı derken günler hızlı ve dolu dolu geçiyordu.
Şimdi bu buz pistinde iki ablam ve bir de amcamın kızıyla beraberiz. Normalde buzların soğuk olması gerek. Ama burada ben de dahil, insanların hepsi soğuk ve buzlar sımsıcak.
O kadar sıcağa rağmen buzlar erimiyorlar. Ben hikayeme buz
pistinden hikayemin sonundan başladım. Siz hikayemi okudukça daha rahat anlayacaksınız.
Buz pistine ilk beni getirdiler. Daha sonra Aynur, Kadriye ve
Selma’yı… Dikkatinizi çekmek isterim buraya; kendimiz gelmedik, bizi getirdiler. Şimdi burada dört kız kardeş ve binlerce insanız. Biz hayatımızı acılarımızın içine gömdüğümüz için
acının dışındayız. Yani bir nebze olsun acı hissetmiyorum. Ama
sevenlerimizin acı çektiğini, çok acılar çektiğini görüyoruz. Me-
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 21
sela babamın saçları birkaç günde beyazladı, annemi anlatmaya gerek yok, hala kendine gelmiş değil.
Sizce ölüler konuşur mu? Ya da ölüler konuşursa kim duyar?
Biz sizleri duyuyoruz. Ne olur siz de duyun bizi.
Önce biraz Selma’yı anlatayım. Selma benim bir büyüğüm,
Kadriye evin en büyük kızı. Selma ve Kadriye’nin arasında Mehmet abim var. Aynur da amcamın kızı olur. Ben de evin en küçük kızı olurum. Selma ablam küçükken bir hastalık geçirmiş.
Ve felç kalmış, sadece görebiliyor ve duyuyor.
Elleri ve ayakları tutmuyor, birkaç anlamsız kelimenin dışında konuşamıyor. Herkese anlamsız gelen o birkaç kelimeyle bizlere çok şeyler anlatıyor. Bu kelimeleri sizlere aktaramayacağım. Selma’nın gözleri yıldızlardan daha parlak, pırıl pırıl parlıyor. En mutsuz olduğum anlarda Selma’nın gözlerine
bakarım. Babam yıllardır Selma’yı doktor doktor gezdirir. Hemen hemen götürmediği doktor kalmamıştır.
Falcı–büyücüye inanmadığı halde; bir umut onlara da götürmüştür. Selma’nın ne kadar değerli olduğunu anlamışsınızdır.
Bir de, benimle Selma arasında ortak iki yanımız var: Benim
hayatım boyunca giyindiğim elbiselerin aynısını Selma da giyindi. Babam ve annem aynı elbiseden hep iki tane aldı. İkinci ortak yanımız ise; aynı buz pistinde son yolculuğu bekliyoruz.
Kadriye ablam evin en büyüğü ve devlet hastanesinde “Baş
Hemşire” olarak çalışıyor. Ablamla aramızdaki en önemli yanımız; ikimiz de insanları çok seviyoruz. Ablamın hiç tanımadığı hastaları için çok ağladığını bilirim. Her şeye rağmen işe
hep umutla gitti. Hastalarına ailesinden biriymiş gibi davranırdı. Kadriye ablam da aynı Selma ablam gibi, yanımda malum sonu bekliyor.
Hepimiz bir arada olduğumuz halde neyi bekliyoruz? Aslında ben biliyorum. Size de söyleyeyim: Mehmet abim Kırklareli’de asker, onun gelmesini bekliyoruz. Hayatımda askere
giden insanlara hep kızmışımdır, halkımız için askerlik yapın
derdim. Abimin bugün askerde olmasına seviniyorum. Nasıl bir tezatlık değil mi? Bugün askerde olmasaydı o da bu buz
pistinde yanımızda olacaktı…
Zaman o kadar hızlı geçiyor ki kimse bir anlam veremiyor. Bundan 12 yıl önce, bir yaz gecesi dipten gelen derin bir uğultuyla başladı her şey. Gün boyu çok mutlu ve sevinçli dolaşmıştık. Amcamın kızı Aynur’la telefonda konuştuktan sonra
buluşmuştuk. Akşam eve gittiğimizde annem her zaman ki
gibi güzel yemekleriyle uğraşıyordu. Sadece babamın gelmesini bekliyorduk. Babam gelmeden sofraya oturulmazdı.
Babam 20 yılı aşkın bir süredir aynı işle meşguldü. Derince körfezinde küçük bir kebap salonu vardı. 20 yıl boyunca her gün
sabah 5’te işe gider, akşam 8-9 arası gelirdi. Derince’de baba-
22 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
mı tanımayan yok gibidir. Kimisi Hasan abi der, çoğu da Kebapçı Hasan der. Babamın bütün çabası bizim rahat edebilmemiz içindir. Daha önce Tütünçiftlik’te oturuyorduk. Benim
okulum ve ablamın işine yakın diye bu evi satın aldık.
Tam 12 yıl önce 17 Ağustos gecesi başladı benim size anlatacağım hikayem. Hepimiz bu tarihi büyük Marmara depremini, ya da Gölcük depremi olarak bilirsiniz. On binlerce insan ölümünün saniyelere sığdığı gecedir o gece… Ve benim
de… Ve ablalarımın da… Babam ve annemin enkazdan nasıl çıktığını bilmiyorum. Bizim aileden geriye babam, annem
ve askerdeki abim kaldı.
Babam ve annem çaresizlik içinde elleriyle, tırnaklarıyla kazıyorlardı enkazı. Ben ve Aynur bir odada birbirimize sarılmış,
Selma ablam ve Kadriye ablam diğer odada birbirlerine sarılmış bekliyorlar.
“Kötü haber erken ulaşır” diye bir söz vardır. Bizim haberimiz
de erken ulaşmıştı. Evimizin üstü, yani sokağımız mahşer yeri
gibiydi. Bir kişi çok erken gelmişti. Nasıl haber almıştı bilemiyorum ama enkazın başına ilk gelen oydu… Sonra okul arkadaşlarım, akrabalarım, diğer yoldaşlarım derken herkes gelmişti.
Depremin ikinci günü ilk beni çıkardılar. Önce toprağın üzerine uzattılar. Yoldaşım yanı başımdaydı, paramparça olmuş
bedenimi itinayla sarıyordu. Sanki beni duymuş gibi saçlarımı okşadı ve alnımdan öptü. “Sen rahat uyu, hesabın sorulacaktır” dedi. “Ceset torbası” denilen bir torbaya koydular ve
olimpik buz pistine götürdüler beni.
Sonra yani benden saatler sonra Aynur’u getirdiler. Amcamın
oğlu olimpik buz pistinde hiç yanımdan ayrılmadı. Cesetler
karışmasın diye hep yanı başımızda bekledi. Depremin dördüncü günü Kadriye ve Selma ablamı getirdiler.
Bana “Hayatında en çok neyi istersin?” diye sorsalar; hiç tereddüt etmeden “devrim” derim. “Hayatında ikinci olarak neyi istersin?” diye sorsalar, Selma’nın yürümesini, konuşmasını isterdim. Selma 21 yıl boyunca bunların hiçbirini yapamadı.
Neye üzülüp, neye sevindiğini hep gözlerinden, mimiklerinden anlamaya çalıştık.
Babam ve annem akıbetimizi biliyor. Babam feryat figan ediyor. Haklı olarak Allah’a sitem ediyor. Abimi düşünmek dahi
istemezdim. Abim her gün evden ayrılırken dolu dolu öperdi bizleri. Onun o koca yüreği bu acıları ne kadar kaldırır bilemiyorum.
Yaşadığımız acıların tüm nedenlerini biliyorum. Bozuk düzende sağlam çark olmadığı gibi, bozuk düzende sağlam ev de
olmaz. Elbet evlerimizi bize mezar edenlerden sorulacak hesabımız vardır. Yoldaşlarım bu hesabı ahirete bırakmazlar.
Tuhaf bir telaş başladı. Kapıda bir hareketlilik var.
Bu ses, ben bu sesi çok iyi tanıyorum. Mehmet’in sesi bu. Ağlama diyemiyorum abime. Yoldaşım bir koluna girmiş, öbür
koluna diğer yoldaşım. Abim yıkılmış. “Abi ağlama” diyemedim. Aslında dedim ama duyan olmadı.
tım burada? Bu mezarlığın adı “deprem mezarlığı”, burayı iş
makinalarıyla açmışlar. Benimle, bizimle beraber yüzlerce insanı buraya gömecekler. Kimimiz genç, kimimiz yaşlı, kimimiz çocuk… On binlercemizi alıp götürdüler.
Günlerdir annem, babam “Kızım sesimi duyuyor musun?” diye
bağırıyordu. Babama ses veremedim. Yoldaşlarım “Eliiiif”
diye bağırdılar. Ses veremedim. En ufak çıtırtıda büyük bir heyecan oluşurdu. Enkazdan gelen her ses için nefesler tutuluyor, derin bir sessizlik oluyordu. Sonra tekrar umutla enkaz
kaldırma devam ediyordu.
On binlercemizi alıp götürdüler pis karları için. Evlerimizi bize
mezar ettiler. Yüz binlerce insan haykırıyordu “Sesimizi duyan
var mı?”… Evet “Sesinizi duyan var!!! Sesinizi duyan bizimkiler”.
Sona doğru yaklaşıyoruz. Sadece sabah olunması bekleniyor.
Abim Mehmet ve yoldaşım İsmail yanı başımızda bekliyorlar. Arada bir diğerleri gelip gidiyorlar. Gecenin geç saati abimi alıp götürüyorlar. Ayakta duracak hali kalmadı abimin. Sadece yoldaşım ve biz dört kız kaldık geride. Yoldaşım şu saate kadar ağlamadı ama artık o da dayanamıyor ve yanaklarından yaşlar süzülüyor. Tekrar gelip gelip alınlarımızdan öpüyor. Son kez saçlarımızı okşuyor. Sadece “Siz rahat uyuyun, elbet bunun hesabı sorulacaktır” diyor.
- Ölüler konuşur mu?
Artık tahta tabutların içinde omuzlarda gidiyoruz. Son kez bakmak istiyorum Çenesuyu Mahallesine. Az mı Kurtuluş dağıt-
Size tekrar soruyorum:
- Ölüler konuşursa kim duyar?
Ben Elif Karaman. 19 yaşımda yüreğimde umutlarla, ordumla giremeden son büyük kavgaya 17 Ağustos 1999
depreminde öldüm.
Ben Elif Karaman. 19 yaşımda, 12 sene önce öldüm. 12 yıldır
fiziken yaşamıyorum. Ama sizlerin yüreğinde yaşıyorum. Beni
yaşatmaya devam edin. Beni kavganızda yaşatın. o
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 23
deneme
deneme
gönüllü “günah keçileri”: yargıçlar...
av. evrim deniz karatana
“İnsansız adalet olmaz
Adaletsiz insan olur mu?
Olur, olmaz olur mu!
Ama, olmaz olsun”
(Özdemir Asaf)
“Siz benim yerimde olsaydınız ne
yapardınız Avukat Hanım?”(*)
Ben hiç sizin yerinizde olmayı istemedim sayın yargıç! Yoksul bir ailenin ferdi ve ezilen bir halkın efradı olarak büyürken, yalnızca savunmada olmaktı hayalim. Benim dinleyerek büyüdüğüm türkülerde,
“hakim bey”lere değil avukatlara
umut bağlıyordu halk… “Zaten
boynum kıldan ince / Kalem sende kır hakim bey” dizelerindeki,
masumun halinden anlamayan
“kahramanı” değil, “Deniz mahkemeye düşmüş avukatı ben olaydım” sözleriyle dile gelen umudu
sevdim ben.
İtiraz ediyorum… Öyle Amerikan filmlerindeki gibi afili hareketlerle değil… Beş beyaz sayfa üstüne on iki punto yazıyla… İtiraz ediyorum; müvekkilim serbest bırakılsın…
Uzatıyorum dilekçemi… Karşımda kağıtları imzalayıp dosyasına göndermeye hazırlanan bir yargıç… O, kağıda değil kalemine bakıp işini bitirmeye hazırlanırken dayanamayıp
söyleniyorum; “Kararınız hukuksuz!..”
24 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
En haklı, en meşru talepleri dile getirdi diye karşınıza çıkarıp, 2 metre yüksekten baktığınız müvekkillerimin, karşınızda dimdik duruşunu izlerken, “savunma”da
olmaktan mutluluk duydum. Kürsünüz çok yüksek sayın
yargıç! Siz yukarıdan avını parçalamaya hazır bir şahin gibi
dikiyorsunuz müvekkillerime gözlerinizi… Oysa gözlerinin
içine bakabilseniz, yüreklerini görürdünüz! Ama bulunduğunuz yeri seçerek görmemeyi tercih ettiniz. “İnsanların
maddi yaşam koşullarını belirleyen onların bilinçleri değildir, bu maddi koşullar onların bilinçlerini belirler”. diyor bü-
yük usta Karl Marks. Halka tepeden bakan bir sistemin, tepeden bakılan kürsüsündesiniz. Bu yüzden bulunduğunuz
koşullara uygun davranıyorsunuz. Hemen her gün birilerini tutukluyor, bir telefon hakkında dinleme kararı veriyor, bir
yerin aranmasına izin veriyor, sistemin bekası için aralıksız
imza atıyorsunuz. Aşınan yalnız kalemleriniz değil sayın yargıç! Aynı sıralardan geçip öğrendiğimiz hukuk ve adalet kavramlarını belleğinizden her geçen gün biraz daha siliyorsunuz…
“ Biliyorsunuz, bu mahkemeler siyasi mahkemeler avukat hanım…”
Evet, Sayın Yargıç! Çok iyi biliyorum… Sizinle bildiklerimiz
aynı ama inandıklarımız başka… Siz evladını açlığın koynunda yitirmiş bir anneyi, kızının fotoğrafını taşıdı diye cezalandırmaktan hicap duymuyorsunuz. Kızıyla her an yan yana olmak isteyen bir annenin hislerini anlayamıyorsunuz. Çünkü
baktığınız yer yalnızca yüksek değil, aynı zamanda karanlık
sayın yargıç! Bir ananın doğurup büyüttüğü evladını elinden
alan karanlığın tam da ortasında oturuyorsunuz. Beyninizde yer edenler; “suçun vasıf ve mahiyeti, dosya kapsamı ve
delil durumu” cümlelerinden ibaret! Ezbere bildiğiniz kanun
maddeleriyle “tutuklanmasına” karar verdiğiniz bir insanın
özgürlüğüne ve hatta geleceğine vurduğunuz darbe, aklınızın ucundan bile geçmiyor. Siz sayın yargıç, baskı ve şiddetle sindirilemeyen halkı, cüppelerinizle hizaya çekmeye
çalışıyor, muktedirin eli, kolu ve hatta sopası oluyorsunuz.
“Biz bu sistemin günah keçileriyiz avukat hanım”
Hayır sayın yargıç! Siz herkesin, boynuna günahını asıp çöle
saldığı savunmasız keçi kadar zavallı değilsiniz. Siz, orada olmayı seçtiniz! Orada olup hukukçuluğunuzu unutmayı,
adaleti arşivlere kaldırıp ezberlediğiniz kanun maddelerini
faşist histeriyle harmanlamayı tercih ettiniz. Bu yüzden
günah keçisi değil, günahın sahibisiniz.
Parasız eğitim istemeyi suç sayarak, basın açıklaması yapanları F tiplerine göndererek, diri diri yakılan kadınların hesabını sormak yerine katliamı yazanları tutuklayarak, toplu mezarları yaratan katilleri cezasız aileleri mezarsız bırakarak amel
defterinizi epey şişirdiniz. Günah, bilinçli bir eylemin sonucudur sayın yargıç! Topu attığınız yerlerin ve kişilerin masum
olmadığını bildiğimiz kadar iyi biliyoruz sizin de günahkar
olduğunuzu… Kapitalizm tüketir, kapitalizm sömürür, kapitalizm öldürür ve siz cezalandırırsınız tekellerin ihtiyaçları için… İşte sizin konumunuz ve oturduğunuz koltuğun anlamı…
“Bu işi çözecek olan biz değiliz, siyasiler avukat hanım”
Böyle bir ön kabulle başladığınız işi nasıl bitireceğiniz ortada sayın yargıç! Hala ısrar ve inatla hukukçu gibi davranmaya zorluyoruz sizi… Her seferinde bunu hatırlatıyoruz. Hal-
kın anayasasını yapmak isteyenler geçti en son önünüzden,
yine aklınızı ve vicdanınızı bir kenara bırakarak, cezaları kestiniz. Üstelik “işkenceyi ve işkence aletlerini ortadan kaldıracağız” dedikleri için devletin kurumlarının aşağılandığına
karar verdiniz. İşkencecilerin ödüllendirildiği bir ülkede
sizden bekleneni yerine getirdiniz. Bu işi çözecek olan “siyasiler” değil sayın yargıç… İşkenceciyi ödüllendiren, katliamcıyı terfi ettiren, ölülerine bir mezarı çok gören, hırsızı, dolandırıcıyı bakan yapan “siyasiler” salık veriyor zaten size hakkını arayanın başını ezmenizi…
“Biz hukukçuyuz avukat hanım, gerisine karışmayız”
Evet sayın yargıç! Biz sadece bu kadarına razıyız da siz sadece hukukçu gibi davranmıyorsunuz. “İleri demokrasi”mizin
kanunlarında yazılı olanlar bile size fazla geliyor. “Devletin
bekası söz konusuysa hukuk mukuk dinlemem” diyen de sizlersiniz. İşte öğretilmiş, kanıksatılmış çaresizliğiniz… “Hukukun üstünlüğü” masalına inandırılmaya çalışılan halka, biz
de inanmıyoruz cevabını veriyorsunuz. Üstün olan “hukuk”
değil üstün olan egemenlerin çıkarıdır sayın yargıç! Hukukçu olduğunu söyleyip hukuka inanmayan sizler, şizofrenik
sancılar çekiyorsunuz.
Son olarak;
“Sanık müdafiinden soruldu, eksik hususlar giderilsin dedi”
Öyle çok eksik husus var ki sayın yargıç, tutanağa bize gerçekten sormaksızın ezbere geçirdiğiniz bu cümlenin, gerçek
muhatabı olmadığınızın farkındayız. Bir türlü toparlanamayan eksik evraklar kadar eksik adaletiniz… Sizden adalet talep etmeyecek kadar iyi bildiğimiz adaletsizliğinizi yüzünüze vurmak ise asıl işlevimiz. Kürsünün “sol yanında” duruyoruz. Müvekkillerimizin göz hizasında… Ne uyukluyor, ne sıkılıyor, ne de ezberden konuşuyoruz. Haklı olanın hakkını
savunmaktan geliyor meşruluğumuz.
“Ne diyeyim avukat hanım, siz bir itiraz edin, değerlendireceğiz”
Bir şey diyemezsiniz sayın yargıç! Bir şey yapamazsınız… Adalet yanınızdan geçip gitti. Adalet sizden en az iki metre aşağıda… Adalet, halkın umudunda, halkın işinde, ekmeğinde,
adalet halkın avazında… Adalet, ölülerimizin bıraktığı mirasta… Adalet bugünlerde, Ali Yıldız’ın cenazesini isteyen abisi
Hüsnü Yıldız’ın alnındaki kızıl bantta…
“Suçun vasıf ve mahiyeti, dosya kapsamı, delil durumu ve suçun CMK 100. maddede sayılı katalog suçlardan olması sebebiyle tutukluluk halinin devamına…” o
*İtalikler tümüyle gerçektir. Mahkeme tutanaklarında mev-
cuttur.
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 25
makale
makale
başka bir şey
ibrahim karaca
kadar kalabalık olduğunu soruyor arkadaşına. “Lan oğlum
bugün 1 Mayıs ya…” cevabını alıyor. “Yaa çok acıyom şu
polislere, işleri çok zor, Allah
yardım etsin” diyor sonra.
Delikanlı için bugün Taksim
Meydanı’na gitmek dağa çıkmak gibi bir şey olmalı. Yoksa
dağda ölen bir akrabadan
niye söz etsin durup dururken.
Daldan dala atlıyor konuşmalar. Belli ki işe gidiyorlar.
Aynı yerin işçileri. Gariban çocuklar.
Adına “Metrobüs” dedikleri uzun otobüse binmişiz, Avcılar’dan
Mecidiyeköy’e yol alıyoruz. Ayaktayız. Binenler inenlerden çok.
Kalabalıklaşıyoruz. Belli ki çoğu Taksim yolcusu. Bugün 1 Mayıs.
Anlamak için insanın kendine
soru sorması gerekmese de
soruyorum. Gelip geçiyor. Taksim’i dağ yapan delikanlı yerine koyuyorum kendimi.
Dağlara ölmek için mi gidilir
john lennon
hep? Ernesto’yu hatırlıyorum.
Savaş Anıları ve Bolivya Günlüğü’nü okuduğum günler geliyor aklıma. Bu çocuklar kadardım en fazla. “Dağ bir sonuçtur” diyor içimdeki ses. Oraya çıkmaya can atılmaz. Dağ kendini dayatır, mecbur kalırsınız. Önemli olan sizin ne için orada olduğunuzdur.
Sağ yanımdaki delikanlı, bu Pazar sabahı otobüsün neden bu
Diyor ya şair: Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu…
26 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Dünyanın neresinde olursan ol, ister dağda ister bağda. Bir
kavganın içindeysen ölmek bir ihtimaldir senin için. Yaşamak
da... Asi, şaki, terörist sayılacaksın. Terörizm çaresizliktir. Oysa
haklı kavgaların teröristi olmaz, kurtuluş savaşçısı olur.
Ha Orta Doğu, ha Orta Amerika. Hakkını veren var, eksik bırakan var. Eğer kızılacaksa sana kurtuluş savaşçısı olduğun
için değil, olamadığın için kızılmalı. Direnmek hayatın emridir ve ölme ihtimali bunu yok etmez.
En masum hak talepleri şiddetle susturulan insan, yaslanacağı o dağı çölde de olsa bulur, şehirde de. Bazen zararla oturacağını bilse bile öfkeyle kalkar. Bu işlerde kar zarar hesabı olmaz. Şu sözlere kulak verin: Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim.
Çok güvenli görünüyorsunuz. Fakat sanmayın bu böyle gidecek. Öfke ve nefret büyük geminizin makine dairesinde
terden geberenlerle birleşecek, biliyorum. Şimdi cesedimi
kaçırıp sakladığınızı, kapıyı avukatlarıma kapattığınızı görür
gibiyim.
Ulrike Meinhof kendini astı diyeceksiniz. Cesedi incelemek
yasak, soru sormak yasak. Ama kendi korkunuzu yasaklayamazsınız. Her katile özgü korkuyu yasaklayamazsınız. Cesedim bir dağ gibi ağır olacak. Ulrike Meinhof’u öldüremeyeceksiniz. (Ulrike, 9 Mayıs 1976’da hücresinde ölü bulundu.
Alman devleti onun intihar ettiğini açıkladı).
Kuru sıkı milliyetçi laflar, hiçbir ezilmişliğe çare değildir. “Milliyetçilik, kendisine yalnızca bir omurilik yetebilecekken yanlışlıkla kocaman bir beyin sahibi olanların aptalca yurtseverliğine dayanır.” diyor Albert Einstein.
Ey yıllardan beri bu dünyanın sefasını süren birbirinin kopyası muhteremler. Millici olmak başka, milliyetçi olmak
başkadır. Milliyetçiliğin makrosu da birdir, mikrosu da. Tabloda seçilen bir rengi değil, tablonun kendisini savunmaktır doğru olan. Sizinle aynı soydan gelmeyenlerin size sadece secde etme hakkı yoktur. Bir halk sürekli esas duruşta tutulmaz. Ona sürekli Orta Asya ve Dede Korkut masalları anlatılmaz.
Hiç kimseye kendi damarlarında akan kanın şırıltısı suç olmaz. Bir dili var, kültürü var. Yok sayılmaz. Bir halk yasaklanmaz. Soycu milliyetçilik dayatması işleri Arap saçına çevirdiğinde; en az senin kadar yerli olan o halk bu kez din kardeşliğiyle tavlanmaya çalışılmaz. Otuz yıl helikopter sesleri altında uyanan kardeşe açılım ve saçılım tiyatrosu oynanmaz. “Bakın hepinizin çarığı var, niye memnun değilsiniz?”
diye sorulmaz. Çarık devri geçti çoktan.
Milliyetçilik böler.
Dincilik böler.
Biri diklemesine, biri yanlamasına. Önemli mi?
Daha bir hafta önce çatışmada insanlar ölmüş. Askerlik zorunlu olmasaydı belki hiçbiri orada olmayacak olan gencecik delikanlılar. Cemaatçi yazarın yazdıklarına bakın: “Aslında 13 değil 12 şehidimiz vardır. Hataylı asker Alevidir. Alevilerden şehit olmaz. Onların bastığı yerde namaz dahi kılınmaz.”
Bunun adı nedir? Bu yazar hangi büyük kalabalığın duygularına tercümandır? O duygular hangi eğitim sürecinde çoğalmıştır? “Halk arasında kin ve nefret duyguları uyandıran…”
diye başlayan yasalar nerededir? Onu görmeyelim, başımızı bu tarafa çevirelim, “Ermeni’yi vuran” katile 20 yıl, cinayetin peşini bırakmayan gazeteciye 32,5 yıl isteyen adalete bakıp kendimizi iyi mi hissedelim?
Uçan kuşu bile kendinize benzetme telaşı nedir? Size Enternasyonal’i hatırlatıyorum, başka bir kardeşlikten bahsediyorum. Haydi bana zındık deyin.
Bir şey olacaksanız Türkiye’ci olun. Türk olmak başka bir şeydir. Emperyalist barbarlığı kapitalizmden ayrı düşünmeyin.
Onlara karşı olmak vatandan yana olmaktır. Devleti kutsamayın. Her bakımdan egemen bir etnik olarak ikide bir Türk’e
vurgu yapmak milliyetçiliktir. Hayatı soy-sop ile yorumlamayın. İçinizdeki faşizme geçit vermeyin. Bakın, eski Diyarbakır Askeri Cezaevi gardiyanı intihar etmiş.
Bu belki basit bir gazete haberidir. Bu haberde durun ve geriye doğru gidin. “Bir bardak su isteyecektim, gözümü açtığımda kendimi ıslak ve karanlık bir odada çıplak olarak buldum. Karşımda yüzbaşının köpeği Co, dudağım yırtılmış, üstümde üç kağıt var. İstiklal Marşı, And ve Onuncu yıl Marşı.
Sabaha kadar ezberlemeliydim” diye anlatan mazlum bir kadın sesi duyacaksınız.
Kürt dili ve kültürünü geliştirmek için mesai harcamak
Kürtçülük sayılmaz. Laz kültürünün ölmemesi için verilen
emeklere Lazcılık denmez. John Lennon bir şarkısında söylüyordu:
“hayal et cennetin olmadığını
denersen kolaydır
cehennem yok altımızda
üstümüzde ise sadece gökyüzü
tüm insanların bugün için yaşadığını
hayal et
………
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 27
1 Mayıs Marşı’nın karşısına İstiklal Marşı’nı koyuyorsunuz. Oysa cüzdanlarınızın bir gözü Amerikan Doları, öteki
gözü Euro ile kabarmış. Zor kapatıyorsunuz çıtçıtı. Altın torbalıyorsunuz lüks
villalarınızda. Birçoğunuzun yerli-yabancı şirketle açık-gizli ortaklığı var. İstiklal Marşının yazarı, Sevr’i imzalayan padişahın satılmış olduğunu söylemişti.
Şair ciddi bir geçim sıkıntısı yaşadığı halde ödül yerine verilen parayı kabul etmemişti. İlave olarak şapka giymemiş,
ibadetin Türkçe yapılmasına karşı çıkmıştı.
Bu ilave, Akif’i sizin yanınıza koyar mı?
İstiklal Marşı yarışmaları düzenliyorsunuz. İki yıl önce babası Kürt annesi Rum
11 yaşındaki Marina marş okurken ağlamış, sizi de ağlatmıştı. Hatırlayın. Gurur duymuştunuz. Oysa on yıl önce
Gökçeada’daki evleri üç asker tarafından
kundaklanmış, dört yaşındaki Alexander
ölmüş ve 15 aylık Marina ile annesi ve
anneannesi zor bela kurtulmuştu. Marina ve onun annesi ve onun da annesi bu toprakların çocuğuydu. Bunu da
hatırlayın.
Bir şey olacaksanız dinci değil insancı
olun. Dindar olmak başka bir şeydir. Her
bakımdan egemen bir din olarak ikide
bir İslam’a vurgu yapmak dinciliktir. Hayatı din ile yorumlamayın. Onu hayatın
bütün hücrelerine sokmayın. İnanca
göre toplum mühendisliğine soyunmayın. Her şeyde dini referans göstermek dinciliktir. Bunu BOP nezaretinde
yapmak, Beyaz Saray dinciliğidir.
hayal et malın mülkün olmadığını
ne açlık var ne açgözlülük
insanların hepsi kardeş
tüm insanların tüm dünyayı paylaştığını
hayal et”
“Abeceyi öğrenmek için önlüğümüzü giyip okula başladığımızda, annemiz sandı ki önlükle fark edilmeyiz, kayboluruz
okullu çocukların arasında. Ayağımızdaki ayakkabı, bir de şivemiz verdi bizi ele. Önce sıra arkadaşımızı ayırdılar yanımızdan, sonra bizi sınıftan. Biz daha o yaşlarda keşfettik, hayat
boyu üstümüzden çıkaramayacağımız bir başka önlüğümüzün olduğunu” diyen Çingene yurttaşlarınız da var sizin.
28 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Camiye, havraya, kiliseye gitmek dincilik sayılmaz. Kilisedeki papazın, camideki imamın yaptığı şey
dincilik değil. Aleviler adına Cem Evi istemek dincilik değil.
Her boş alana cami yapmayı dayatmak dinciliktir.
Okullarda bacak kadar çocukları zorunlu din dersine tabi tutmak dinciliktir. Hot-zot ile yaratılan mezarlık huzuru huzur
değildir. O “huzurlu” yol da başka yollara kavuşur bir gün.
Hayatın hiçbir rengini soldurmayacaksınız. Bir arada yaşamın bayrağını sallayacaksınız. İnsanı, içinde yaşadığı kültürel coğrafya ve doğa ile birlikte savunup kucaklayacaksınız.
Buna gönüllü değilseniz, dedikleriniz belki hoştur ama
boştur. o
öykü
öykü
badem ağacı dikili vatanım olsa
filiz tanya
Evlerimiz minicik küçücük, sırt sırta, üst üste, omuz omuza.
Sokaklarımız kargacık burgacık, daracık. Üstleri kablo perdeleriyle örtülü. İki kablo arasından görebildiğimiz kadar gökyüzümüz var. Ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş hep aynı sokaklar. Başka dünyalar, daha büyük sokaklar var ama bizim gitmemiz yasak. Biz yurdumuzdan kovulmuşuz. Annem öyle diyor. Ama babam diyor ki “Bizim yurdumuz dünyanın en güzel yeri, bir gün mutlaka oraya gideceğiz”. Ağabeylerim bunun için uğraşıyormuş ama annem “boş hayal bunlar” diyor.
Annemle nenem inanmıyorlar o güzel yurdumuza gideceğimize. Büyüyünce ben de ağabeylerim ve babam gibi savaşçı olmak istiyorum. Düşman Yahudilerle karşılaşıp onları yurdumuzdan kovmak istiyorum. Ama annem bir Yahudi’yle karşılaşmamı istemiyor.
Ben de büyüyünce ağabeylerim gibi bu mahalleden dışarıya çıkacağım. Ama bunu kimseye söylememem gerek. Bizim
hiçbir şeyi hiç kimseye söylemememiz gerek. Hele yardım getirenlere hiç. Annem “Sadece teşekkür et onlara.” diyor, “Sakın ağabeylerinden babandan, amcandan bahsetme, sorarlarsa ‘para kazanmak için işe, hamallığa gittiler’ de” diyor. Ama
ben biliyorum, bizim güzel yurdumuz için savaşmaya gidiyorlar. Bazen gece geliyorlar, silahlarını saklıyorlar.
Evimiz küçücük ama bir sürü insan yaşıyoruz orada; iki ablam,
üç abim var. İki tane de amcam, bir de nenem var. Bazen tanımadığım misafirler de geliyor. Hep beraber yerde büyük yataklar yapıyoruz. Sonra o gelenler, geldikleri gibi sessizce bir
gece vakti gidiyorlar. Annem bunu da kimseye söyleme diyor. Hele bize yardım getirenlere hiç söyleme diyor. Bunu hiç
anlamıyorum, bize yiyecek, ilaç, giysi veriyorlar. Neden korkalım onlardan anlamıyorum. Hele içlerinde bir tane Maria
hemşire var o kadar güzel ve iyi ki. Sokaktaki çocuklar onların bizden olmadığını, gavur olduğunu söylüyorlar. Ama Yahudi değillermiş. O zaman onlardan niye korkuyoruz anlamıyorum bir türlü. Hem Maria hemşire çok iyi yürekli. Eğer bütün gavurlar onun gibiyse niye sevmeyelim ki onları? Hem yalnız o bana çikolata getiriyor.
Bir silahım olsa ben de ağabeylerim gibi korkusuz olurdum.
Yukarı mahallede on yaşındaki çocukların tüfekleri var. Ben
de on yaşıma geldiğimde asker kıyafeti giyip tüfeğimi omzuma takarsam, korkusuz olurum işte o zaman. Ama biz yukarı mahalleyle kavgalıyız. Oraya gitmemiz yasak. Nenem “onlar bizim kardeşimiz” diyor ama babam “onların yolu yol değildir” diyor. Halbuki onlar Yahudi de değil, gavur da değil. Bizim gibi Arapça konuşuyorlar, hem onlar da Filistin’den gelmiş bizim gibi ama “yolları yol değil” miş. Babam ve ağabeylerim her şeyin doğrusunu bilir tabiî ki.
Ben bir an önce büyümek istiyorum, buradan çıkmak istiyorum. Bir kahraman olmak istiyorum. Geçen gece babam abime diyordu “sen de kahraman olabilirsin, cesaretini topla, kardeşlerimiz için, uçur o Yahudileri havaya”... Ama abim korkuyor galiba. Önce okulunu bitirip doktor olmak istiyormuş. “Halkımıza böyle daha faydalı olabilirim” diyor.
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 29
- Nene, biz ne yaptık Yahudilere?
Bizi neden kovdular yurdumuzdan?
- Ee hadi sen kalk git çocuklarla
oyna, bunlar senin işin değil,
büyü sıra sana da gelecek nasıl
olsa, bu acele nedir böyle?
İşte herkes böyle söylüyor, nenem bile. Nenem ki benim en
sevdiğimdir. Çünkü o bizim yurdumuzda büyümüş. Geceleri
yatmadan önce hep oraları anlatır. Limon bahçelerimiz, badem
ağaçlarımız varmış. Bademler
bahar geldiğinde bembeyaz çiçekler açarmış, sonra yeşil çağlalar verirmiş. O çağlaların çok güzel bir mayhoşluğu varmış. Tadına doyum olmazmış. Her bahar
badem ağaçlarının altında çağla koparabilmek için diğer çocuklarla yarış ederlermiş.
Ah ben olsaydım hemen uçururdum o Yahudileri havaya. Sonra benim resimlerimi asarlardı Şatila’da tüm duvarlara. Annem
“Sen de abin gibi okula gidip doktor olacaksın” diyor. Bense
kahraman olmak istiyorum.
Kapının önünde canım sıkkın oturuyorum. Nenemin ayak sesini duyuyorum. Elini omzuma koyuyor:
- Beşir neyin var, neden diğer çocuklarla oynamıyorsun?
- İstemiyorum. Canım çok sıkılıyor, ben buradan dışarı çıkmak
istiyorum. Yeni dünyalar görmek istiyorum.
- Bak ben de görmüyorum. Hem görmek de istemiyorum. Yeni
dünyalar görüp ne yapacaksın? Biz dışarı çıkarsak ölürüz.
- Neden nine, neden bizi dışarıda öldürürler? Sen de mi dışarı çıkmak istedin, senin gözlerini de dışarıdakiler mi aldı?
Geceleri rüyalarıma o yeşil çağlalar giriyor. Mayhoşluğundan
ağzım sulanıyor, ekşiyor. Çıtır çıtır çağla yiyorum. Ağaçların
tepesinde geziyorum. Hem yiyorum hem aşağıdaki çocuklara çağla atıyorum. Ceplerimden her yerimden çağlalar dolup taşıyor.
Bir uyanıyorum ağzımda bir mayhoşluk. Ceplerime etrafıma
bakıyorum hiçbir şey yok. Evimizin etrafında hiç badem ağacı yok. Ben hiç çağla yemedim. Dışarıdaki sokaklarda çağla
varmış, el arabalarında parayla satılıyormuş. Her gece rüyalarımda çağla yiyip sabahları ağzımdaki mayhoşlukla uyanıyorum.
O sabah yine ağzımda hoş bir mayhoşlukla uyandım. Canım
hiç yemediğim çağlalardan istiyor. Gidip nenemi uyandırıyorum.
- Nene, nene kalk, uyan.
- Ah oğul, benim de gözlerim vardı elbet. Güzel yurdumuzdayken senin gibi her yeri görürdüm. Ama işte bu Sabra ve
Şatila cehenneminde aldılar gözlerimi. Öyle şeyler gördüm
ki. Artık hiçbir şeyi görmek istemem. Sen de boş ver dışarıda görülecek güzel bir şey kalmadı bizim için.
- Ama yurdumuz, yurdumuz güzel değil mi?
- Ah yurdumuz, elbet orası çok güzeldir ama şimdi Yahudiler almıştır yurdumuzu. Tüm güzelliklerini yok etmişlerdir. Biz
oraya gidemeyiz yavrum. Bizim için artık yurt falan yoktur. Sadece hayatta kalabilme mücadelesi vardır.
30 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
- Ne oldu çocuk, ne istersin sabah sabah?
- Şimdi bizim yurdumuzda çağlalar olmuş mudur?
- Ah oğul şimdi bizim yurdumuzun en güzel zamanıdır. Limonlar çiçek açmıştır. Kokusu sarhoş eder insanı. Çağlalar da tüylenmiştir, çekirdekleri su gibi tazedir daha, tam zamanıdır şimdi çağlanın.
- Nene hadi kalk gidelim yurdumuza, bana çağla ağaçlarını
göster, hadi gidelim.
- Aa oğul benim gözlerim görmez ki, nasıl gideriz, hem biz
bu kamptan dışarı çıkamayız, dışarısı bizim için çok tehlikelidir. Hadi sen git arkadaşlarınla oyna.
Çağlalar olmuş demek ki. Şimdi bizim çağlalarımızı Yahudiler yiyor. Buna bir son vermeliyim. Bizim çağlalarımızı Yahudilerden kurtarmalıyım. Artık bu kampın dışına çıkmalıyım.
Bunu kafama iyice koymuştum. Kahvaltımı yapmalı, yanıma
biraz yiyecek alıp yola koyulmalıyım. Yurdumuz çok uzakta
mıdır, ne yöne düşer acaba, neyse onu da neneme sorarım.
O sırada annemin beni çağıran sesini duyuyorum. Sofrada yerimi almıştım bile. Annem:
- Ne o bugün çok hızlısın, ikiletmedin.
- Hiç! Canım sıkkın biraz gezmek, dolaşmak istiyorum.
için bu sokakları göstermişler. Bu sokakların dışı başkasının
yurdu, bizi aralarında görmek istemiyorlar. Hep bu cehennemde yaşayalım istiyorlar. Ama biz bir gün bütün bunları yıkacağız, bu kamptan kurtulacağız. Sen sadece inan yeter.
- Abla peki bizim yurdumuz ne tarafta?
Bana aşağı tarafta olduğunu söylüyor. Yolumu öğrenince hemen gizlice mutfaktan bir parça ekmek ve biraz kuruyemiş
alıp kendimi sokağa atıyorum.
Çok heyecanlıyım, hem ilk defa yaşadığımız kampın dışına çıkacağım, hem de o güzel mayhoş çağlalarımızdan yiyeceğim.
Hem annem ve nenem onlara yurdumuzun çağlalarını Yahudilere bırakmayıp, toplayıp onlara getirdiğimi görünce çok
sevinecekler. İleride bir kahraman olacağımı o zaman anlayacaklar.
- Nereyi gezip dolaşacakmışsın bakalım?
- Anne bizim yurdumuz çok mu uzak?
- Eeh uzak tabi, arada başka ülkeler var şimdi.
- Biz nerdeyiz peki, burası kimin yurdu?
- Burası Beyrut, başkalarının yurdu, biz geçici olarak sığındık
bu mülteci kampına ama ne olur ilerideki halimiz bilinmez.
Kalıcı mıyız, göçücü müyüz bilmiyoruz.
- Anne bizim yurdumuz aşağı tarafta mı, yukarı tarafta mı?
- Ah yavrum bizim yurdumuz mu kaldı, her tarafı işgal altında.
O sırada herkes sofraya üşüşüyor. Sofradan kalkarken ablama soruyorum, çünkü o her gün okula gidiyor;
- “O da nerden çıktı şimdi, yoksa sen de mi yurdumuzu kurtarmak için şehit olacaksın? Acele etme bir gün hepimize sıra
gelecek” diyor. Annem kızgınlıkla,
- O ne biçim laf, artık benim hiçbir çocuğum ölmeyecek.
- Anne bize ölmeden zafer yok.
- Saçma saçma konuşma! Siz acıyı yaşamadığınız için bu laflar kolay geliyor. Bir düşmanla burun buruna gelin de o zaman göreceğim sizi. Keşke ölsek diyeceksiniz.
Mahalleden geçerken ardımdan seslenen çocuklara “işim var”
diyorum. Artık bilmediğim yerlere gelmiştim. Mahallemizdekilerden çok daha büyük bir yolla karşılaştım. Çok geniş ve
bir sürü araba geçiyor. Aşağı tarafa doğru gitmeliyim. Yurdumuz o tarafta, onun için de bu yolu geçmeliyim. Ama arabalar çok hızlı geçiyor, korkuyorum. Bir türlü karşı tarafa geçemiyorum. Sonra kendime dedim ki “sen bir kahramansın”. Kapadım gözlerimi o geniş yolun karşı tarafına doğru koşmaya başlıyorum. Yanımdan hızla geçen arabaların rüzgarı ensemi yalayıp geçerken arabaların düdükleri ortalığı yıkıyor.
Kendimi yolun karşısında bulduğumda tam bir kahraman gibi
hissediyorum.
Ağabeylerimin dediği gibi dışarısı gerçekten tehlikeliymiş. Aşağı doğru yürümeliydim ama girdiğim yol hep yukarı doğru
gidiyor. Aşağı gideni yok, nasıl çıkacağım bu yoldan. En iyisi birisine sormak. Erkekler tehlikeli olabilir bana kızabilirler
en iyisi bir kadına sormak. Yolda çocuğuyla yürüyen bir kadına “teyze bizim yurdumuz Filistin ne tarafta” diye soruyorum. Kadın bana “çocuğum git evine burada böyle şeyler konuşma, hadi hemen evine git” diyor. Halbuki ben yurdumuza gitmek istiyorum kimse beni anlamıyor.
Yolun sonunda kocaman duvar vardı. Duvarın etrafında yürüyorum yürüyorum o da ne; yine aynı yere geliyorum. Bu da
nasıl bir şey diye duvarı tekmeleyip ağlamaya başlıyorum. Artık çok yoruldum, suyum da yok. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.
Yurdumuza gidemeden Yahudiler çağlalarımızı yiyip bitirecekler.
O sırada bir ses geldi, derin bir kovuktan gelir gibiydi. Ses duvardan geliyordu.
Annem bu konular açıldığında hep böyle kızıyor. Kapının
önünde ablamı yakalıyorum;
- Hey kim var orada?
- Abla bizim dışarı çıkmamız neden yasak?
- Şişşt sakin ol, kimse yok, benim sana seslenen.
- Hay akılsız çocuk tabiî ki yasak değil ama bize yaşamamız
- İyi de duvarlar konuşmaz ki.
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 31
- Ben bir duvar değilim, bir stadyumum, bak şu kapıdan gir
içeri.
Duvarın dediğini yapıyorum, gösterdiği kapıdan içeri giriyorum. Aman tanrım o da ne, yemyeşil kocaman bir alan, bir sürü
koltuklar, oturma yerleri var. “Beni niye buraya çağırdın?” diye
soruyorum:
- Ben çağırmadım, sen kendin geldin; buraya kadar gelmişken burayı görmeliydin, burası sizin için önemli bir yer.
- Bizim için mi? Sen bizi tanıyor musun ki?
- Ben uzun yıllardır buradayım. Siz Filistinli mülteciler de şu
karşıdaki kampta Sabra ve Şatila’da yaşarsınız çok eskiden beridir. Sizinkilerin oraya ilk gelişlerini bile hatırlarım. Kadınlar,
çocuklar, erkekler perişan haldeydiniz ilk geldiğinizde. Yurdunuzdan kovulmuş yersiz yurtsuz kalmıştınız. O küçücük,
kargacık burgacık evleri nasıl yaptığınızı ben bilirim.
- Sen bizim yurdumuzu da biliyor musun? Ben oraya gidiyorum bana yardım eder misin?
- Ben sizin yurdunuzu bilmem ama orası için verilen savaşları iyi bilirim. Yüzyılların meselesi bu. Ama bir gün var ki hiç
unutamam, 1982 yılıydı, yani sen doğmamıştın daha. Sizin yurdunuzu işgal edenler bu topraklara da saldırdılar. Beyrut’u işgal ettiler. Her şey o kadar karışıktı ki. Her yerden silah sesleri, insan çığlıkları geliyordu. Bense sizin yaşadığınız şu kampa bakıyordum. Düşmanların istedikleri oradaydı. Sizi oradan
çıkarmak istiyorlardı. Dediler ki orada birilerini arıyorlarmış.
Sizinkiler de onları saklıyormuş.
- Bizim kahramanlarımızı mı, bazen nenem anlatır. Bizim de
kahramanlarımız, ölümsüz şehitlerimiz varmış. Düşmanlar gelip onları buralarda bile bulup öldürmek istermiş.
- Evet sizin kahramanlarınızı istiyorlardı. Ama onlar kampa saldırmasınlar diye çoktan gitmişlerdi. Ben gördüm, bir gece gizliden silahlarını da alıp gittiler. Ama düşmanlar kan istiyordu.
İçeride sizler çok korkuyordunuz. Bir tek yaşlılar, kadınlar, çocuklar kalmıştınız. Bir gece buraya doğru bir sürü askerin, tankın geldiğini gördüm. Tanklar kampın etrafını sardı, askerler
mahallelerin içine doğru girmeye başladı. Sonra birden
gökyüzü aydınlandı. Aydınlatma fişekleri atıyorlardı havaya,
gökyüzü gündüz gibi oluyordu. Önce herkes kutlama var sandı ama…
- Sonra, sonra ne oldu?...
- Çok kötü şeyler oldu, sabaha doğru kamyonlar gelmeye başladı, üzerime doğru geliyorlardı. Kapılarımı açtılar, Kasaları yaralı, ölü insanlar, kopmuş kollar bacaklar, kafalarla doluydu.
Üç gün boyunca kamyonlar geldi bir sürü insan ve insan parçası taşıdılar. Yemyeşil saham kırmızıya boyandı. Sahamda ha-
32 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
yatta kalan bir sürü insanı eziyet ederek öldürdüler.
- Hayır inanmıyorum sana, sen kötü bir duvarsın, bizim mahallede duvarlar, konuşmaz zaten sen yalancısın.
- Hayır değilim, nenene sor, nenenin neden gözlerinin olmadığını sor. Gece vakti gökyüzü aydınlandığında ilk o çıkmamış mı fişeklere bakmaya, sonra gözlerini kim almış, inanmıyorsan nenene sor. Hatta git şu ilerdeki parka, git orada her
şey.
- Sen kötü bir duvarsın. Düşman bile olsalar bu kadar kötü olamazlar. Sadece yurdumuzu, limon bahçelerimizi ve badem
ağaçlarımızı aldılar.
Duyduklarıma inanmamıştım. Kim niye bu kadar kötülük yapsın. Biz ne yaptık ki onlara.
Bütün badem ağaçlarını ve yurdumuzu bıraktık zaten. Bir daha
niye kötülük yapsınlar? Ağlayarak çıkıyorum stadyumdan.
Önüme bile bakmadan koşuyorum...
Sesler duydum, kulağıma bir sürü ses geliyordu. “Beşir, Beşir…”... Beni çağırıyorlar. Bir süre sonra bir yeşilliğin önünde
buluyorum kendimi. Fotoğraflar asılmıştı etrafa. Fotoğraflarda bir sürü ölü insanlar var. Karınları deşilmiş kadınlar, çocuklar... Sesler “biz buradayız” diyor. Kendimi bir ağacın altına atıyorum, ağaç başlıyor konuşmaya:
- Korkma, onlar yabancı değil, hep seni beklediler.
- Niye, kim bekliyor beni. Ben yurdumuza gidiyorum, çağlalarımızı toplayacağım.
- Şu stadyum var ya, bir gün oradan kamyonlar gelmeye başladı. Burası yeşil güzel bir parktı. Kocaman bir çukur açtılar.
Kamyonlarla getirdikleri cesetleri bu çukura doldurdular. Onlarca kamyon geldi. Bir sürü kadın, çocuk ve erkek cesetleri
ve parçaları. Sabra ve Şatila’da öldürülen binlerce kişi bu çukura dolduruldu. Hepsi topluca yatar burada.
- Peki neden, neden öldürüldüler?
- Ah çocuk sömürüyü ve zulmü yaratanlara sormalı bunu. Kendi çıkarı için her şeyi yıkmaya, herkesi katletmeye hazır
olanlar olmasaydı, sen de badem ağaçlarına kavuşurdun.
- Ama neden hep biz yeniliyoruz. Neden bizim hem yurdumuzu alıp, hem de burada yaşamamıza izin vermiyorlar. Kimseye inanmıyorum!
Ağlayarak koşmaya başlıyorum, neden hep biz öldürülüyorduk. İçimde kocaman bir yumruk oluşmuştu sanki. Ne kadar
koştuğumu hatırlamıyorum. Birden tüm dünya değişmişti.
Pırıl pırıl büyük binaların olduğu, tertemiz sokakların koca-
man ışıklı bakkalların olduğu bir yerdi. Başka bir dünyaya gelmiştim. Evet işte burası bizim güzel yurdumuz olmalıydı.
Ağzımı burnumu silip gözlerimi iyice açıyorum. Etraf çok güzel arabalar, tertemiz giysili insanlar, çok güzel dükkanlarla
dolu.. Ama badem ağacımız neredeydi?
Sokaklarda dolaşmaya başlıyorum, yurdumuzu bulduğuma
göre ağaçlarımızı da bulacaktım. Yurdumuzun bu kadar güzel olabileceğini hayal edemezdim. Yolda yürüyen bir kadın
ve çocuk görüyorum. Çocuğa sorabilirdim, yaklaşıp “bizim badem ağaçlarımızı görüp görmediğini” soruyorum.
Çocuk bana cebinden küçük, yeşil tüylü, bir şey verdi. Çağlaydı bu, bizim badem ağacımızdan… Ama annesi beni fark
edince birden çok kızıyor. Sokağın başında duran askerlere
sesleniyor, “İmdat, bir Filistinli, bir mülteci piçi, yardım edin”.
Askerler beni yakalayıp vurmaya başlıyorlar. Ne olduğunu anlayamıyorum. Düşmanlara yakalanmış olmalıyım.
Çocuk ağlıyor “anne vurmasınlar, bir şey yapmadı bana”. İkimiz de ağlıyorduk. Düşmanlar beni tekmeleyip, yumrukluyor.
Bense çağlayı avucumda sıkı sıkı tutuyorum. Yere düştüm,
ayaklarıyla üstüme basıp beni arabalarına sürüklediler. Bir daha
nenemi göremeyeceğim üzülüyorum.
Onlarla kahramanca savaştım ama ellerinden kurtulamıyorum. Beni karargahlarına götürüyorlar. Bir komutan nerede
oturduğumu soruyor. Cevap vermeyince suratıma tokadı yiyorum. Artık dayanamayıp ağlamaya başlıyorum. Şatila’da
oturduğumuzu söylüyorum. Komutan bir tokat daha atıyor
suratıma: “Ulan piç kurusu, yurdunuzdan kopup geldiniz, sizi
kapıda bırakmadık Beyrut’un ortasında yer gösterdik, otursanıza oturduğunuz yerde. Ne işin var Beyrut sokaklarında.
Bunları geldikleri yere göndereceksin, o zaman görecekler
günlerini. Bunlara iyilik yaramaz”
Ne demek istediğini anlayamıyorum ama askerler beni alıp
kampımıza geri götürüyorlar. Annemle nenem kapıda ağlaşıyorlardı. Herkes beni bekliyordu. Ama üstüm başım yırtılmış, her yerim dayaktan mosmor olmuştu.
Annem sarılıp ağlıyor, herkes çok korkmuş. Kendimi bir
kahraman gibi hissediyorum. Onlara yurdumuza gittiğimi söylüyorum ama hiçbirisi inanmıyor.
Nenemin kucağına oturuyorum, oyuk gözlerini seviyorum;
“Neneciğim sen inan bana, gerçekten yurdumuza gittim, inanmazsan bak, ne getirdim sana”
Nenem avucuna koyduğum çağlayı yokluyor. Kalbi hızla atmaya başlıyor, duyabiliyorum heyecanını. Göz oyuklarından
birkaç damla yaş süzülüyor. Ninem inanıyor yurdumuza
gittiğime. Bir şey söylemese de anlıyorum. O inanıyor yurdumuza gittiğime. o
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 33
deneme
deneme
anadolu konuşur
ümit ilter
“Hiç sanduka konuşur mu?” El cevap: Bu topraklarda sandukalar da konuşur. Bir şeyler anlatırlar. Dinleyene elbette… Kalelerden kulelere, dağlardan sandukalara, kilim
motiflerinden halk oyunu figürlerine… Anadolu konuşur.
ZAMAN: 13. yüzyıl. Anadolu’da Moğol işgali yaşanıyor. Selçuklu soyluları, Moğolların maşasına dönmüş durumda. Bir
yandan kendi aralarında iktidar çatışması yaşarken, diğer
yandan en iyi işbirlikçinin kendileri olduğunu kanıtlama derdindeler.
AHİLER: İşgale karşı çıkanlar da var elbette. Hep olageldiği gibi, bir yerde işgal varsa direnenler de olacaktır. Moğol
işgaline karşı direnenlerin başında da Ahiler ve Anadolu Bacıları gelmektedir.
Rivayet o ki, Tebrizli Şems’i Ahiler öldürmüştür. Bu bir cezalandırma eylemidir ve böylece, Ahiler, ah’larının, dökülen kanlarının hesabını sormuşlardır. Bu yazının konusu budur ve en
sonunda söyleyeceğini en başında söylemesinin bir nedeni
vardır.
SORU: Tebrizli Şems, daha çok Mevlana Celaleddin Rumi’nin
hocası olarak bilinir. Öyledir. Ve bir kalenderi şeyhi olan Şemsi Tebrizi’nin mezarı-sandukası Konya’da bir türbede bulunmaktadır.
Peki, Tebrizli Şems’in sandukası bize ne anlatır? Denilebilir ki,
34 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Ahilik, bir tür esnaf diyebileceğimiz küçük üreticilerin örgütlü halidir. Bu örgütlenmeyi Ahi Evren ve onun hocası olan
Şeyh el-Kirmani 1204’ten itibaren oluşturmuşlardır. Kayseri merkezli başlayan örgütlenme giderek Anadolu’nun
geneline yayılmış ve ciddi bir güce ulaşmıştır.
Emekçi kadınların örgütlenmesi olan Anadolu Bacıları (Bacıyan-ı Rum) da aynı süreç içinde örgütlenmiştir. Anadolu
Bacıları’nın kurucu önderi olan Fatma Hatun aynı zamanda Ahi Evren’in karısı ve Şeyh Kirmani’nin de kızıydı.
Ahiler ve Anadolu Bacıları, Moğol işgaline kadar işleriyle ilgilenen, üretimi örgütleyen, kendi iç eğitim ve alış-veriş denetimini sağlayan bir tür lonca örgütlenmesi iken, işgalle
birlikte ve giderek muhalefet odağına dönüşmüşlerdir.
CAVLAKİLER: Kalenderi dervişlerine Anadolu’da Cavlakiler
deniyordu. Zira, bunlar, saçlarını kazıtıyor ve yarı çıplak halde dolaşıyorlardı.
İşgal öncesinde de Cavlakiler ile Ahiler arasında din eksenli ideolojik bir mücadele sürdüğü açıktır. Ahiler, çalışmadan
yaşayan ve bir tür dilencilikle geçinen Cavlakiler’i asalak olarak görüp kızıyorlardı.
Ahiler ile Cavlakiler’in İslamiyeti algılama ve yaşaması farklıydı. Bu farklılık, aralarında dini (ideolojik) tartışmalara neden oluyordu. Ahiler’in manevi önderi Şeyh el-Kirmani ile Kalenderi-Cavlakiler’in şeyhlerinden olan Tebrizli Şems’in tartışmaları biliniyor.
Ahiler’in etkinliği Anadolu ile sınırlıyken, Kalenderiler daha
geniş bir coğrafyaya (Horasan, İran, Azerbaycan, Anadolu)
yayılmışlardı. Bu bölgeler, Moğol güçlerinin işgal ederek ilerledikleri güzergahı da oluşturuyor. Dolayısıyla, Moğollar daha
Anadolu’ya gelmeden Cavlakiler’le tanışmışlardı. Moğollar
şamanistti ve bu yüzden sihirli, olağanüstü güçleri olduğunu düşündükleri insanlara saygıyla yaklaşırlardı. Kalenderi
müritlerine de böyle yaklaştılar. Zira Cavlakiler ateşte yürüyor, kendilerine şiş batırıyor ve dünya haline aldırmıyorlardı.
Bunlardan daha önemlisi, Moğollar için işgal ettikleri yörelerde kendilerine dost bir tarikat olmasıydı. Böylece, işgalci Moğollar ve Cavlakiler arasında ittifak kuruldu. Hatta, kimi
Cavlakiler Moğol ordusunda yer aldılar. Vurucu güç olarak
hizmet ettiler, ki Tebrizli Şems ve müritleri de böyleydi.
KAYSERİ: Moğollar, Kayseri’yi kuşattılar. Ama şehir ahalisi teslim olmayı reddetti. Ahiler, şehirde direnişi örgütlerken, Tebrizli Şems ve Cavlakiler, Moğol ordusunun içindeydiler.
Moğollar kendi devasa güçlerine ve o güne kadar saldıkları korkuya boyun eğilmemesini hazmedemediler. Ve olanca güçleriyle saldırıya geçtiler. Saldıranlar arasında Tebrizli
Şems ve müritleri de vardı. Ahiler ise direndiler. Direnişi örgütleyenlerin başında Anadolu Bacıları’nın önderi Fatma Bacı
da vardı. Ahi Evren ise o sırada Konya’da tutsaktı.
Kale düştüğünde, Moğollar zalimlik kibriyle şehri yakıp yıktılar. Ahiler ve Anadolu Bacıları katledildiler. Birçoğu da esir
edildi. Fatma Bacı da alınanlar arasındaydı ve tam 14 yıl boyunca sürdü bu esareti.
İşte tüm bu zalimliğin yaratılmasında Tebrizli Şems’in de payı
vardı. Dökülen her damla kandan sorumluydu. Ahiler’in ve
Anadolu Bacıları’nın ahını almıştı. Kayseri’de gerçekleştirilen
katliamın hesabını boynunda taşıyacaktı artık, günü gelince ödenmek üzere.
MEVLANA: Bu sırada Mevlana ne yapıyordu peki? Hep yaptığını yapıyordu. Anadolu işgali, yağma, katliam yaşarken,
Mevlana, tüm bunları gerçekleştiren Moğollar ile dostane
bir ilişki yürütüyordu.
Mevlana Celaleddin Rumi’nin maddi sorunlara karşı manevi
çözümler önerdiği bilinir. Bu yüzden de düşünceleri yoksul
halk içinde yayılmamıştır. Mevlana, daha çok karnı tok, sırtı pek olan zümrelerin manevi açlığını doyurmuştur. İşte bu
çevreler de işgalcilerin dostu olduğu için, Mevlana da asla
bindiği dalı kesmeye kalkışmadı. Hocası Tebrizli Şems’in Moğol işbirlikçiliğinin gölgesinde semaya durdu.
Ve bir gün Tebrizli Şems öldürüldü.
“… Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, ‘Veled-Name’ adı verilen
eserinde Konya’da Şems-i Tebrizi’ye muhalif bir çevrenin mevcut olduğunu ve bu çevrenin onu öldürdüğünü uzun uzun
hikaye etmektedir. İşte Sultan Veled’in adını vermediği o çevre, Ahiler’dir. Aslında Mevlana ile Moğol yöneticiler arasında iyi ilişkiler bulunduğu bilinmektedir. Mevlana ile Moğollar arasındaki diyalogu kuran Şems olmuştur. Mevlana’nın
‘Fihi Ma Fih’inde Şems-i Tebrizi’nin de ‘Makalat’ında Anadolu’da Moğol aleyhtarlığına karşı mücadele yürüttükleri ve halkı Moğollar’a karşı itaat etmeye çağırdıkları açıkça görülmektedir. Moğollar’ın onlara külliyetli miktarda para verdiğine
dair Eflaki’nin ‘Menakibü’l-arifin’de onlarca haber bulunmaktadır. Bir Kalenderi şeyhi olan Şeyh Şerefü’d-din-i Mavsili, Moğollar’ın Anadolu’daki hazinedarıydı. Ahmed Eflaki onun bir
defasında Mevlana’ya 2 bin dinar getirdiğini bildirmektedir…”
(Prof. Dr. Mikail Bayram- Bilim ve Gelecek-Sayı:17-Temmuz
2005-Syf:39)
CEVAP: Başlangıçtaki sorunun cevabı, Konya’daki sandukanın kendisi sayılmalıdır. Ki Tebrizli Şems’in sandukası bize Ahiler’in ahını ve adaletini anlatır. Buna bir tür halkın adaleti de
diyebiliriz. Tebrizli Şems, Ahiler ve Anadolu Bacıları’nın ahını almış olmanın hesabını ödemiştir. Açık olan şu ki, bu topraklarda ahali adaletinin kökleri derinlerdedir. İşte Konya’daki o sanduka, bize bu derinliği anlatır…
KISSADAN HİSSE: Anadolu tarihi konuşkandır. Dinlemeyi bilene elbette. Dinledikçe köklerimizi hisseder, kendimizi
buluruz. “Ot bile kendi kökünün üstünde biter” diyen halk
haklıdır. Anadolu tarihi bizimdir, bize dairdir ve bize çok şey
söyler.
Yeri gelir, kadınların tülbentine işlenmiş bir oya motifi konuşur. Yeri gelir, bir kalenin göğsündeki mancınık yarası konuşur. Surlar konuşur, dağlar konuşur, sazlar konuşur, tulumlar konuşur, hatta meçhul ölülerimiz bile konuşur ve hayata dair küpeler takarlar kulaklarımıza. Yeter ki, dinlemeyi bilelim. İşte o zaman bir sanduka bile dile gelir. Ve der ki… o
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 35
şiir
şiir
bir gazete haberi mumpy
çiğdem şenyiğit
Mumpy on iki yaşında öldü.
Ölüm nedeni, kendisiydi.
Ölüm nedeni, sevgisiydi.
Ölüm nedeni, çaresizliğiydi.
Böyle söylüyordu sütundaki haber
Üzüldüm Mumpy için,
üzüldük hep beraber.
Mumpy, yoksul bir Hint kızı
tek göz bir barakada yaşayan Mumpy için
yokluk dünyaya gelme bedeli.
Bir de şu hastalık olmasa.
Babası hasta, kardeşi hasta,
organ lazım ikisine de...
annesi yasta...
“Hindistan'da 12 yaşındaki bir kız, babası ve kardeşine
organ bağışlamak için canına kıydı. Mumpy Sarkar isimli
kızın babası gözünden, kardeşi de böbreğinden rahatsızdı. Onları kurtarmak isteyen küçük kız, kendince bir plan
yaptı. Böbreğini kardeşine, gözlerini de babasına
bağışladığını yazdığı bir not bıraktı.
Ardından intihar etti.”
panzeri altında kalan
Sevcan gibi.
Sevcan yedi yaşındaydı, Kübra iki...
Ölüm,
Samsunlu Kübra’nın kendi seçimi değildi
Seçecek yaşta hiç değildi.
Karnı açtı
ağladı,
ağladı,
ağladı...
gözyaşları çare olamadı
açlığa.
Süt lazımdı,
mama...
nerede hani o adil dünya...
Düşündü on iki yaşında
dünyanın Hindistan’ında
ne yapabilir Mumpy?
Gündelikçiydi
yarı aç yarı tok geçinen ailesi.
Kardeşi böbreksiz ölecek, babası kör kalacak
ve yaşam daha da zorlaşacak
Mumpy ve annesi için.
Düşündü on iki yaşında Mumpy,
ölümüyle hıncı harlayan Kübra adına...
Dünyadaki tüm erken büyüyen yaşıtları gibi.
İp atlarken düşündü,
gülerken,
arkadaşına küserken,
öperken babasını...
Düşündü on iki yaşında,
tıpkı her gece
kondumuz yıkılacak mı diye
kaygı duyan
ve Armutlu’nun ortasında
evini yıkanların
On iki yaşın verdiği derinlikle düşündü,
saflık, tazelik, temizlikle...
Önüne bir sürü “çare” serildi,
dilen Mumpy
sat etini...
esmer parmağının ucuyla itti hepsini
36 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Daha henüz dünyasını kirletecek yaşta değil ki,
Oysa
sömürdükçe,
halka
yoksulluk kusanlara
dünyayı dar edecek yaşta ya...
Ah! Yazık ki,
halkın kurtuluş ordusunu duymadı Mumpy...
Duysa idi...
alırdı yerini çoktan.
Ki Sevcan’ın ardından nice Sevcanlar büyüdü,
halkın cephesinde
kurtuluş için yürüdü,
ve yürümekte hala.
Mumpy ise bilemedi otların tadını,
namlu sıcaklığını,
yoldaş bağlılığını.
Bilseydi kuşku yok alırdı yerini.
Fedakardı Mumpy,
babası görsün istedi doğuracağı bebeleri,
kardeşi tatsın istedi yoksul sofralarında ekmeği...
Zifiri gözlü
inceydi,
kına saçlı,
düşünceliydi.
Arkadaşlarından,
oyunlarından,
giymeyi çok istediği vitrindeki o kırmızı ayakkabıdan,
bütün organlarından
vazgeçecek kadar sevdi
yaşamayı.
Kör bir baba ve ölü bir kardeşle yaşam zor olacak
Besbelliydi.
İş bulmak umuttu
ancak iş yoktu.
Onursuzca yaşamaksa...
iş çoktu.
İstemedi.
Onursuz yaşamak,
Hiç yaşamamaktı Mumpy için...
onurlu yaşamayı seçti.
On iki yaşından vazgeçti.
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 37
deneme
deneme
benzinli battaniyelere sardılar beni
deniz korcan
Benzinli battaniyelere sardılar beni.. yanıyorum..
Her yanımda bir yangın...
Derilerim dökülüyor, ey insanlar yanıyorum.
Benzinli battaniyelere sardılar beni.. yanıyorum..
Her yanımda bir yangın...
Derilerim dökülüyor, ey insanlar yanıyorum.
Ateşin insana ihaneti midir bu... İnsanlar ateşlere taptılar bir zamanlar. Ateş bin yıllardır aydınlatır. Zalimin elinde şimdi.
Yanıyorum hala... Engizisyondan beri yanıyorum.
38 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Yakanlar konuşuyor. Benzinli battaniye verdik onlara diyor.
“Diri diri yaktılar... altı kadın”
“Bayanlar koğuş kapısını açmamızı istedi, ama biz bir şey yapmadık. Rütbeli arkadaşlar, yangına karşı attıkları yaş battaniyeleri suya
değil, yanıcı maddelere batırdıklarını anlattı."
Altı kadın orada kaldılar. Anlatıyor, duyuyor musun? Sen yanıyorsun. Üzerinde benzine batırılmış bir battaniye. Yanıyorsun. O anlatıyor şimdi duyuyor musun?
Yanıyorum, yanıyorsun...
Benzinli bir battaniyeye hiç sarılmadım. Sen de sarılmamışsındır
daha önce kuşkusuz. Battaniye deyince aklıma ne geldi biliyor musun? İçerideki battaniyem. En kalın, en yünlü battaniyeyi bana vermiştiniz bronşitim var diye. Soğuk kış gecelerinde sarılıp uyurdum
size sarılır gibi. Yoldaş sıcaklığı buydu. Hiç üşümedim. Senin üzerinde ise incecik bir battaniye vardı. Kendin de inceciktin. Yatağa
yattığında orada bir insan var mı belli olmazdı. Eğer saçların da gözükmüyorsa birisi yatağı toplamaya geldiğinde seni fark ederdi altında.
O benzinli battaniye üzerinde olduğu resmine bakıyorum. Yüzünde bir acı, yüzünde bir nefret. Yüzünde son gücünle bir haykırış.
“Biz de, İstanbul İtfaiye Müdürlüğü ekipleri de herhangi bir müdahalede bulunmadılar. Operasyon sona erdiğinde ve koğuşa girdiğimizde kadın mahkumların sayısını tam olarak hatırlamıyorum,
gördüğüm kadarıyla koğuş içinde üç ayrı noktada kömürleşmiş
derecede yandıklarını ve hayatlarını kaybettiklerini gördüm. İlk etapta bu derecede yanmaya bir anlam veremedim, çünkü koğuşta sadece yatak ve yorgan vardı ve yanan şahıslar yatak ve yorganlardan uzak noktalarda hayatlarını kaybetmişlerdi."
Susturun şunu. Konuştukça yanıyorum. Çürümüş yalan perdesi birer birer açılıyor. Zalimler vicdan mı aklıyor yoksa? Ne dedin Özlem? Duyamıyorum...
“Biz altı kadın...”
- Zalimin vicdanı yoktur.
Altı kadının gözleri, gelmiş gözlerine oturmuş. Altı kadın yandılar. Saçlarından yandılar, açılan deliklerden ateşler tuttular. Altı kadından daha fazlası yandı. Altısı öldü...
O gün orada etlerim yanıyordu. Giysilerim yanmıyordu ama etim
yanıyordu. Bir yangın ki cehennemden sıcak. Neredeyiz... Ortaçağda mı yoksa Hitler’in Avrupasında mı? Neredeyiz bilen var mı?
Yanıyorsun. Yüzün bembeyaz. O merhem sürülmüş bembeyaz yüzünden bile güzelliğin belli oluyor. Yüzünün güzelliği bu, senin güzelliğin. Direncin güzel kızı.
Yanıyorsun... Yanıyorum.
Benzinli battaniyelere sarmışlar meğer seni. İnsanlık insanlık olalı böylesine utanmamıştı.
Battaniye. Soğuk kış gecelerinin en sıcak dostu. İnsanoğlunun ilk
kucağı, kundak...
Hayatın elleri gibi sarıp sarmalar bizi kundağımız. Ömür biter, kundağımız bir gün kefenimiz olur. Yine hayatın ellerinde düşeriz toprağa. Bir battaniye bazen böyle katil olur. Katillerle işbirliği yapar.
Battaniye, soğuk kış günlerinin sıcak dostu. Demek artık hain oldun.
O hain, o benzinli battaniyeye sarmışlar seni. Götürüyorlar. Sana
bakıyorum, yüzün beyaz.
“Diri diri yaktılar” diyebildin. O halde konuşabilmen bile bir mucizeydi. Belki son gücünle... Belki geride bıraktığın Özlem’in kara
gözlerine, Yazgül’ün gülüşüne sığınarak... Şefo’nun inadıydı bel
ki sendeki... Ne demiştin Birsen?
Biliyorum Özlem... Zalimin vicdanı yoktur. Evet Şefom, “Onlar yoksul eti yerler, içtikleri kandır”*. Elbette bugün hesap sorulacak zamandır...
Kömür oldu o gün altı kadın. Vicdanı olanların içinde kömürleşmiş bir yanık yarası.
Yangın hala sönmedi. Katliamın üstüne kat kat perdeler örtüldü
de genzimizden o yanık insan etinin kokusu gitmedi.
Ve şimdi yıllar sonra... bir benzinli battaniye sardı bedenimizi. Sardı ve yakıyor. Kavuruyor etimizi.
Söylesene asker, bir teki aman diledi mi?
Dilemedi değil mi? Yanıp kömür oldular da kendi canından geçtiler, omuz başında yanan canları için.
Üzerinde benzinli battaniye. Bir kız gelip geçiyor içimizden. Acıtıyor içimizi. Saçları yanmış. Yüzü beyaz. Hala haykırıyor...
“Diri diri yaktılar”
Tutuklular yargılanıyor devlet malına zarar vermekten. Katiller tutuksuz. Bir ülke işte ayak bastığımız, hukuksuz.
Yanıyorsun Birsen, benzinli battaniyelere sarmışlar seni...
Yanıyorsunuz.
Yanıyorum. o
* (şiir) Enver Gökçe
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 39
deneme
deneme
“kıytırık fm başlıyooor”...
zehra karatay
sonlarında yaz gelmedi Sincan'a daha...
Kuş sesleri cıvıl cıvıl... Biri uçup diğerleri konuyor tel
örgülere... Ben olmasam inecekler havalandırmaya. Gagaları,
ıslatıp bıraktığımız ekmeğe batıp çıkacak... Kargalar yuva
yapmışlar havalandırmanın sol köşesine.
Çamurla sıvamışlar dalları. Ara ara kuru dallar ve toprak
döküyorlar havalandırmaya kargalar; çirkin sesleriyle kovalıyor diğer kuşları. Yuvanın yanına yaklaştırmıyorlar.
Voltadayım...
Hızlanıyor adımlarım... Günlerden Pazar. Pazar gününün
sessizliği... Sessizliği bozmak istercesine hızlanıyor adımlarım.
Hızlandıkça sesler yükseliyor. Hızlandıkça geriye akıyor
düşüncelerim. 10 yıl öncesine gidiyorum.
Voltadayım...
Voltanın o eşsiz sohbetinde…
- Zeliha... Nasılsın?
“Kıytırık FM başlıyoooor”
- İyidir iyi... Canavar gibiyiz.
Havalandırmadayım...
Hızlandıkça adımlarım, kahkahalarımız yükseliyor.
Havalandırma sessiz…
- Ah kafama çarpacaktı az daha!
Gökyüzüne bakıyorum. Bulutlar arasında yer yer mavilikler.
Kara bulutlar biraz uzakta. Yine yağmur yağacak. Haziran
40 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Limon postasından günlük gazeteler geliyor...
- Aaa bu ne?
Sonra sessizlik...
- Size hediye yaptık.
- Arkadaşların hepsini aldılar mı?
- Çoook güzel.
- Yoook.
Sesler birbirine karışıyor.
- Nasıl?
- Kandıra'dan, Tekirdağ'dan mektup geldiii... Selamları var.
- Yıldız kaldı. Onun yerine Meryem ablayı aldılar.
Aradaki duvarlar yıkılıyor, mesafeler kalkıyor gülümsüyorum,
yarım kalıyor gülümsemem.
Meryem abla geliyor az sonra.
Sonra hüzün.
- Arkadaşlaaar... Ölüm orucu direnişçilerini alacaklarmış,
haber geldi.
- Ne zaman?
- "Alçaklara çaktırmadım ama bayanlardan biri beni tanıdı."
diyor.
Gülümsüyorum yine.
Saatime bakıyorum. Zaman ne çabuk ilerliyor. Birazdan
arkadaşlar seslenecekler. Pazar günleri yağmurun azizliği
olmasa eğer türkü söylüyoruz hep birlikte.
- Birazdan alacaklarını söylediler.
- İşte sesleri geldi.
Herkes kapının altında... Tek tek ölüm orucunda olan arkadaşlara sesleniyoruz.
- Zeynep seni seviyoruz.
- Arkadaşlaar...
- Tamam...
Hep beraber cevap veriyorlar.
- Biz de.
Tamam; buradayız, hazırız demek. Tamam; beraberiz demek.
Tamam; burada bu havalandırmada paylaşım demek.
- Ümüş seni seviyoruz.
Tecrit mi?
- Biz de.
Başlıyorlar bir türküye... Ne söylediklerini anlamıyoruz.
Biraz rüzgar olsa seslerini getirse bize. Ama yok. Karabulutlar
ilerliyor yavaşça. Sakın yağma yağmur! Sonra...
- Gülay seni seviyoruz.
- Biz de. Biz de sizi seviyoruz... Hem de ölecek kadar çok.
Bekliyoruz gelecekler birazdan ve koparıp alacaklar kollarımızdan onları. Gözleri gözlerimize değiyor... Bir daha göremeyeceğiz. Elleri ellerimize bir daha dokunamayacak.
Kimse duygusallık demesin buna. Bakın akmıyor gözyaşlarım.
Ama içim... Canım yanıyor... Ama boğazım düğüm düğüm...
Son kez kucaklıyoruz günden güne incelen bedenlerini.
Geliyorlar... İşte kapı açılıyor. Otuz kişi doluşuyor hücreye.
Bayan gardiyanlar arkada. Sıkıca kenetleniyoruz birbirimize.
Sloganlarımız inletiyor koridorları. Tek tek koparıyorlar
bizden. Savurup atıyorlar her birimizi bir yana, kapılar kapanıyor. Tüm öfkemizle, hıncımızla, direnişimizin gücüyle
dövüyoruz kapıları.
- Ölüm orucu savaşçıları onurumuzdur!
Kuşlar da sussa biraz... Kaçırmaya çalışıyorum kuşları olmuyor...
Uzaktan sıranın bizde olduğunu belirten bir ses. Başlıyoruz
biz de. "Buruk Acı"yı söylüyor Hülya abla. Hem de öyle bir
söylüyor ki; sesi gitsin, varsın diye arkadaşlara, boynundaki
tüm damarlar şişiyor. Ölüm orucu savaşçılarının çok sevdiği,
istediği bir şarkı bu. Hülya abla da biliyor bunu. Kaç defa
söyledi bu parçayı kimbilir. Dolu gözleriyle bakıyor yüzüme.
Kıytırık FM geliyor aklıma. Tülay'ın, Zeliha'nın Kıytırık FM'i...
Yine 10 yıl öncesine gidiyor düşüncelerim buruk bir acı ile.
- Nereden buldunuz bu ismi yahu?
- Eeee buradaki FM'ler, Kral FM, Show FM olunca bizdeki
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 41
teknoloji ile olsa olsa Kıytırık FM olur diyorlar.
Biraz neşeli, biraz esprili, eğlenceli bir isim olur diyorlar.
Biz türküye başlarken İbo'muz, Çingenemiz hücrenin üst
katına çıkacak. Çakmağını çıkarıp cebinden, ateşten giysisini
giyecek. Sesi ses verecek Küçük Armutlu'ya.
Radyonun cıngılı da hazır... Tülay'ın en sevdiği şarkı bu.
- Aysun için söylüyoruz.
"Senden ve sevdamdan uzak
Hasret bu yavrucağım
Yedi kat yerden geliyor
Sıcak selamın."
"Bekle bizi İstanbul"
Aysun koşacak koridorda. Gardiyanların şaşkın bakışları
arasında tek tek tüm hücrelerin mazgallarını açacak vedalaşacak. Ellerimizi tutup koşacak sonsuzluğa.
"Kıytırık FM başlıyooor...”
Radyo spikerimiz Zeliha.
Siper yoldaşlarımızın da bu radyoda sesi olacak. Sibel'in,
Nergis'in, Lale'nin. Onlar da bir türküde geçip yanıbaşımızda
oturacak.
- Hadi radyo programı başladı.
Minderlerimizi alıp kapı altına geliyoruz. Her hücreden türküler yükseliyor... Her söylenen türkü Kartal Hapishanesi'nden
çıkıp diğer hapishanelere ulaşıyor.
- Veli Dayı için söylüyoruz!...
Söylerken biliyoruz. Veli Dayı yüzündeki gülümsemeyle
önce gözlüklerini takacak... Sonra çıkaracak gömleğinin
cebinden türküsünün sözlerini. Hep orada küçük bir kağıda
yazılı... Başlayacak türküye. Elini kaldıracak "hep beraber"
der gibi. Bütün hapishanelerden bir koro yükselecek:
"Geçti dost kervanı
Eyleme beni, eyleme beni"
Türkülerimiz coşkulu, türkülerimiz hüzünlü, içli. Her söylenen
türkünün bir hikayesi var. Her türkü geçmişe yolculuk yaptırırken geleceği de adımlıyor.
"Pencereden kar geliyor" türküsüyle Zeynep kara gözleriyle
duracak karşımızda. Şarlo olmak ne güzel yakışmıştı ona.
"Kınayı getir aney" türküsü Ümraniye Hapishanesi'nin konferans salonunda çınlayacak. Gülay'ın, Zeynep'in, Ümüş'ün
avuçlarına işlenecek muratlar. "Kına muraddır, biz muradımıza
erdik" diyecek Zeynep...
"Ben gittikten sonra unutmayın ha Fırat türküsünü söyleyin”
diyecek Gülay fısıltıyla.
"Sarı çiçek sarartıyor dağları" türküsü her 1 Mayıs'ta aklımızda
olacak Selma'yla.
- Ümüş için söylüyoruz!
Türküler... Türkülerimiz. Hiç susmayacak.
"Yozgat sürmelisi"
- Ümüş hastane odasında küçücük kalmış bedeniyle dinleyecek bizi. O ses Küçük Armutlu'ya uzanacak sonra.
- Ümit Günger için söylüyoruz!
Voltamız çok kalabalık şimdi. Duyuyorsunuz ayak seslerini
değil mi? Türkülerde ağlatan da, güldüren de yaşanmışlıklar...
Türküler art arda geliyor. Pazarın da, voltanın da sessizliği
kalmıyor.
"Cilveloy Nanayda!"
- Görüşürüz arkadaşlar!
Veli Dayı'nın “Yümit”i... Veli Dayı'nın tok sesiyle uyanacak
"arkadaşlar içtimaa" diye. "Hadi uyanın oyalanmayın"...
- Tamam!
Sonra Yümit'inin yanına varacak, saçını okşayıp, "Hadi Yümit'ciğim içtima, hadi aç gözlerini" derken fısıltıyla, kongre
salonundan kahkahalar yükselecek.
- Görüşürüz Tülay, Zeliha...
- İbrahim Erler için söylüyoruz.
- Görüşürüz Kandıra, Tekirdağ, Edirne...
"Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz"
- Tamam!.. o
42 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
- Tamam!
makale
makale
(t)elif dedim be dedim!
sinan gümüş
Sanatçılar da tıpkı işçiler gibi, köylüler gibi, hayatın içinde emeğiyle geçinen tüm kesimler gibi üretimle yaşarlar ve ürünlerini halka arzederler. Bu ürün bazen bir müzisyenin yaptığı
bestedir, bazen bir yönetmenin çektiği filmdir, bazen bir şairin kaleminden dökülen mısralardır.
Hayatın içine arz edilmek üzere yaratılan diğer ürünler, işçiler tarafından üretildiği halde işçilere değil patronlara aittir.
Patronlar da bu ürünleri belli bir “bedel” karşılığında -ki bu bedel kar getirmek zorundadır- alıcısına sunarlar. Bu kapitalizmin doğasıdır. Kapitalist ilişkiler kar etmeyi emreder. Yoksa
yaşama şansın olmaz.
Sanat alanında üretilen ürünlerde ise süreç biraz daha farklı işler. Burada üretilen ürünün yani sanat eserinin haklarını
koruyan, yayılmasını ve dağıtımını kontrol altına alan çeşitli haklar vardır. Bu haklara “telif hakkı” denir.
Bir şarkı, bir şiir ya da bir film, bu ürünün kimler tarafından
ve nasıl bir biçimde yayılacağını ve dağıtılacağını bilmek, kontrol edebilmek, kimin kullanıp kimin kullanmayacağına izin vermek, sanatçının, yani bu eseri üretmiş olan kişinin en doğal
hakkıdır. Telif hakkı da bu durumu koruduğu için esas olarak
bir sorun yoktur. Çünkü sanat eserlerinin manevi ve hatta ideolojik boyutu da çok güçlüdür.
Sanat eserleri halkın sorunlarını ve çelişkilerini de dile getirir. Böyle bir eserin halka düşman çevrelerce alınıp kullanıl-
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 43
masına, bir meşrulaşma aracı haline getirilmesine, halkın gözünün boyanmasına karşı çıkmak gerekir elbette. Ve telif hakkı, burada eser sahibine bu eserin kullanımına izin vermeme
yetkisi verir.
Telif hakkının bu aşamaya kadar olan boyutu “manevi” boyutuyla ilgiliydi. Ancak telif hakkı eserin sadece “manevi” değil,
“maddi” haklarını da güvence altına alır.
Maddi hakların da iki boyutu vardır. Birincisi, eser sahibinden
bağımsız olarak bu eserin kullanımı ve dağıtımı vb ile ilgili başka kişilerin haksız kazanç elde
etmesini engeller. Yani kimi kişilerin bu eserin
popülaritesinden yararlanarak onu büyük
paralar kazanacak bir biçimde
kullanmalarını
engeller. Bu yanıyla, eser sahibinin kimin
hangi sınırlarda
kullanacağına
karar vermesini
de sağlar.
Telif hakkının
maddi boyutunun ikinci maddesi ise, eser sahibinin kendisinin bu eser karşılığında ne kadar kazanacağını belirlemesini sağlar. Yani bu
eserin üreticisi olarak istediği kişiye, istediği ücreti alarak satma hakkını verir. İstediği parayı almadığı koşullarda eserin kullanımını engelleme hakkı vardır sanatçının ya da varislerinin.
Yani telif sadece kimin hangi koşullarda kullanacağına izin vermekle kalmaz, aynı zamanda sanatçının ne kadar kazanacağını da belirlemesini sağlar.
Telif yasası ülkemizde tam anlamıyla oturmuş ve hayata geçmiş değildir. Hala çeşitli eksiklikleri vardır ve bu konuda çeşitli sanatçıların ve meslek gruplarının uğraşı da sürmektedir. Biz bu yazımızda, telif haklarının esas olarak ilerici ve devrimci sanatçılar ve çevreler arasındaki ilişkiyi nasıl belirlemesi gerektiğine ilişkin boyutuyla ilgileniyoruz.
Telif hakkı bir yandan eserin üreticisine birtakım haklar verirken, diğer yandan bazı çarpıklıkları da beraberinde getiriyor.
44 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Teliften esas olarak anlaşılması gereken, sanatçının eserini kimlerin kullanıp kullanmayacağına ilişkin karar hakkı olmalıyken, günümüzdeki esas anlamı, sanatçıya ne kadar kazandırıp ne kadar kaybettireceği şeklinde ortaya çıkıyor. Yani sanatçılar açısından kimin hangi amaçla bu eseri kullanacağı,
bu eserin bu kişilerce kullanımının ne getirip ne götüreceği
değil, kimin kaç lira vereceği belirleyici oluyor. Bu da kapitalizme özgü bir yozlaşmayı ifade ediyor.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kapitalizm ürün satıcısına
“kar” elde etmeyi emreder.
Sanat eseri de
kapitalist ilişki
ve kurallar
içinde şekillendiğine
göre, kapitalizme özgü yasalardan nasibini alıyor.
Kimse para almadan başkasının kendi
eserini kullanmasına izin
vermiyor. Ya
da kimse para
almadan, bir
etkinliğe katılıp şarkılarını
söylemek istemiyor. Her şeyin, her eserin,
her pratiğin
bir parasal karşılığı olmasını istiyor.
İlerici aydın ve sanatçılar içinde bu durum biraz esnese de ve
daha olumlu bir noktada olsa da, yine de bu durumdan ciddi oranda nasibini alıyor. Bunu söyleyenlerin temel gerekçesi de “Biz aç mı kalalım? Tek yapabildiğimiz bu iş, bundan da
para almazsak yaşayamayız” şeklinde oluyor.
Evet kapitalist bir dünyada yaşamanın bedeli, maddi hakları da gözetmek zorunda bırakıyor sanatçıları. Bu bir noktaya
kadar anlaşılır bir konu. Ancak bizim tartışmak istediğimiz nokta neden çıkardıkları albümleri parayla sattıkları, neden başka kullanımlardan para istedikleri ya da neden konserlerden
para aldıkları şeklinde değil. Bir yandan bu süreç işleyecektir. Ancak kimi sanatçıların bu işi hiçbir istisna kabul etmeden
devam ettirmesine anlam veremiyoruz.
Yani sanatçı, işlerinin genelinde ücret de talep edebilir. Ancak öyle durumlar çıkar ki, burada paradan çok dayanışma
ön plana çıkar. Çağrılan bir etkinliğe katılmak ya da eserinin
bir projede kullanılmasına izin vermek çok olumlu sonuçlara hizmet edebilir. İlerici misyonu edinmiş, sosyalist misyonu edinmiş bir sanatçının, halkın gözlerine çekilmiş perdelerin indirilmesine, halkın gerçekleri görebilmesine de katkı sunması beklenir.
Sömürünün ortadan kalktığı, yoksulluğun bittiği ve bununla beraber aslında kendi sorunlarının da çözüleceği, kar denen canavarın insana ait her şeyi öğütmediği bir dünya için
halkın örgütlenmesine katkı sunmak gerekebilir. Ülkenin herhangi bir yerinde yaşanmış bir katliama, bir drama tepki göstermek gerekebilir. Bazen yılgınlığın ve korkunun ortasında
halka umut taşımak gerekebilir. Böyle durumlarda sanatın ve
sanatçının tarihsel rolünü herkes bilir. İşte böyle durumlarda paranın bir önemi de kalmaz. Kalmamalıdır. Ancak öyle olmuyor. Bir şekilde her etkinlikten ücret talep etmek, bir eserin kullanılmasından bile para istemek sıkça karşımıza çıkan
gerçekler. Para varsa o da var, para yoksa yok.
Bu söylediklerimizi bir iki örnekle somutlayabiliriz.
edilemediler. Bu ozanın şarkıları bugün parayı bastıran herkes tarafından kullanılmaya devam ediyor.
Halkımızda travma yaratmış çeşitli konularda değişik yerlerde birçok etkinlik yapılmıştır. Böyle özel dönemlerde, özel konularda yapılan ve ücretsiz olan birçok etkinliğe çağrılan sanatçılar, çoğu zaman istedikleri ücreti alamadıkları için katılmamaktadır. Ancak söyledikleri ücret ödendiğinde tam tersine önlerindeki tüm engelleri hızla kaldırarak etkinliğe katılırlar.
Bu söylediklerimiz tüm sanatçıları elbette ki kapsamamaktadır. Birçok dostumuz da vardır ki, sadece o etkinlikte olmak
gerektiği için, hiçbir ücret istemeden mutlaka katılmaktadır.
Bizi rahatsız eden, genel tablodur. Bir şekilde “emek harcanacak, bu emeğin bir karşılığı olmalı” denilmektedir. Örneğin 19
Aralık'la ilgili bir konser yapılacak ya da bir film yapılacak. Bunun için bir emek harcanacak doğru. Ama “bu emeğin karşılığı” ille de para mı olmalıdır. Onlarca insan yakılarak katledilmiş, yüzlercesi işkencelerden geçirilmiş… Sonrasında yıllara varan tecrit işkencesi.
Grup Yorum'un İnönü Stadyumu'nda düzenlediği 25. yıl
konseri Yorum açısından da, bu ülkedeki demokrasi mücadelesi açısından da tarihsel bir öneme sahipti. Böyle bir etkinlikte protest müziğe yıllarını vermiş, bu uğurda bedeller
ödemiş kimi usta denebilecek müzisyen ve ozanlara da
çağrılar yapıldı.
Hangi paradan bahsediyorsunuz? Bu katliamın çok daha etkili bir şekilde başka insanlara da taşınacak olması, hafızaları yenilemesi, insanlarda hesabını sorma bilincini yaratması
bu emeğin karşılığı olamaz mı? Eğer olamayacaksa nerede
kalıyor ilericiliğiniz, nerede kalıyor demokratlığınız?
Amaç onları bu tarihin onur konukları olarak sahnede Yorum'la
birlikte söyleyecekleri bir şarkıyla, Yorum'un da onların şarkısını söylemesiyle misafir etmekti. Ancak çok traji komik gerekçelerle gelmek istemeyenler oldu. Bunların en ağırı da bunu
yapmak için para istemeleriydi. Hem de ciddi miktarlarda paralar.
Kitlelerin ruh hali bizi ilgilendirmiyor, örgütlenme ihtiyacı bizi
ilgilendirmiyor, halka umut taşımak bizi ilgilendirmiyor, ama
oradan ne kadar para alacağımız çok ilgilendiriyor. Ama görüntüde en demokrat biz, en sosyalist biz! Böyle bir demokratlığın oldukça sakat bir demokratlık olduğunu söylemeye sanırız gerek yoktur.
Orada olmamızın bir karşılığı, bunun bir ödülü olması gerekir; bizi motive eden bir şeylerin olması gerekir diyorlardı, bizi
hayretler içinde bırakarak.
Sanatçılar telif haklarını elbette korumaya devam etmelidir.
Hem manevi anlamda hem maddi anlamda çarçur edilmesine kesinlikle izin vermemelidir. Hatta bu üretimleri sayesinde geçindikleri ve bu nedenle belli ücretler almaları da bilinmektedir. Ancak kimi istisnaları olmak zorundadır. Bahsettiğimiz anlamda projelere ya da etkinliklere katılmak, onları batırmayacak, aç bırakmayacaktır.
Oradaki halk denizi karşısında, onlarla birlikte şarkı söyleyebilmek, onların gülen gözlerinin içini görebilmek kadar güzel bir ödül olabilir miydi? Bundan iyi bir motivasyon kaynağı olabilir miydi? Ama bunu bir türlü anlatamadık ve bahsettiğimiz isimler bu konsere katılmadılar.
Yıllar önce kaybettiğimiz çok değerli bir halk ozanımızın ölümünün ardından Grup Yorum, onun şarkılarından oluşan bir
albüm yapmak istedi. Bunun için şarkılar seçildi, düzenlemeler yapıldı. Yorum halkımıza ait bir değeri sahiplenerek, adının yaşatılmasına ve büyütülmesine katkıda bulunmak amacındaydı. Ancak halk ozanının varisi olan ailesi, bu şarkıların
kullanımı için öyle astronomik bedeller istedi ki, bu paraların yüz binlerce satıştan bile toparlanması mümkün değildi.
Bu albümü neden çıkarmak istediğimiz anlatıldığı halde ikna
İlerici ve demokrat sanatçılar, ilişkilerini sadece para endeksli kurmamalıdır. Bu büyük bir kirlenme olur. Yeri geldiğinde
büyük paralar verdiği halde halka saldırının bir parçası olarak gördüğü kişilere ya da kurumlara eserini vermemeyi bilmelidir. O etkinliğe katılmamayı bilmelidir.
Yeri geldiğinde hiç kazanamayacağını bildiği etkinliğin en
güçlü şekilde geçmesi için çalışabilmelidir. Öbür türlü telif
hakkını sadece paranın belirlediği haliyle anlayanın, sadece
ve sadece paranın gücüyle hareket edenin, kar peşinde koşan patrondan pek de farkı kalmaz. o
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 45
eleştiri
eleştiri
orhan pamuk’a güzelleme!
ozan seğmen
İnsan yaşadığı yere benzer; işçisi, memuru öğrencisi, çoluğu
çocuğu, genci yaşlısı nasıl yaşarsa öyle düşünür. Onlarla beraber yaşayan, yazar da gördüklerini anlatır. Bilmediği, tanımadığı bir halkı anlatması mümkün değildir bir yazarın. Örneğin cumhuriyetin ilk yıllarında üretilen romanlar, İstanbul’un
bunalımlı ruh halini vermektedir. İşgal altındaki İstanbul’da,
batı kültürüyle mehtaplı gecelerin güzelliğini yaşarken,
kendi iç dünyasında bunalıma sürüklenen aydınlar vardır romanlarda.
Uzun yıllar Anadolu halkları girememiştir romanlara. Yazarlar kendi sınıflarının dertleriyle boğuşuyorlardı. Her sanat eseri tarafını seçer; ya ezenlerin sömürenlerin ekmeğine yağ sürmek için, kelime kelime, cümle cümle beynimizin kıvrımlarını teslim almaya çalışır ya da ezilenin, sömürülenin kavgasına hizmet eder.
Orhan Pamuk, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra
övgü dolu yazıları birçok yerde görmeye başladık, dönem dönem bütün televizyon kanallarında, gazetelerde boy gösteriyor, ardından bir süre ortalıkta görünmüyor. Yeni bir kitabı çıktığında magazin programlarından haber kanallarına kadar basının ilgi odağı oluyor. Batı romanın önemli özelliklerini, bireyin iç dünyasında boğulmasını Türk romanına “başarılı” bir biçimde uyarlaması yanıyla “büyük edebiyatçı”, “ünlü
romancı” bütün halkımıza örnek olarak gösteriliyor.
Orhan Pamuk kitabı okumamış olmak, büyük bir ayıp sayılıyor artık. Medya bize böyle söylüyor, edebiyat çevreleri böyle söylüyor. Bu anlaşılabilir bir şeydir, egemenler kendi sınflarına ait olan sanatı yüceltiyorlar. Ancak anlayamadığımız şey,
46 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
bu tip övgülerin, güzellemelerin kendisine sol diyen bir edebiyat dergisi olan Evrensel Kültür’de yapılmış olması. Haziran ve Temmuz 2011 sayılarında Fethi Demir imzasıyla iki
adet Orhan Pamuk yazısı yayınlandı bu dergide.
Evrensel Kültür dergisinde Haziran 2011 tarihinde yayınlanan “Orhan Pamuk’un reklam ve medya ile imtihanı” başlıklı yazıda şöyle demiş Fethi Demir: “Yazarlığı profesyonel
bir iş olarak algılaması, medyatikliği romanlarını yoğun bir
etüt çalışmasının sonucunda kaleme alması, Doğu-Batı, kimlik, gelenek-modernlik gibi Türkiye’nin kadim meselelerine yeni bakış açıları sunması, postmodern romanın Türkiye’deki avangart örneklerini vermesi, burjuva bir aileden gelmesi, Türkiye’nin siyasi sorunları hakkında cesur fikirler ileri sürmesi gibi özellikleri sürekli tartışılır.”
Fethi Demir’in, Orhan Pamuk’un özelliklerini sıralayıp, asıl
tartışılması gereken yanları bir kenara bırakması anlaşılır değildir. Profesyonel romancılık, medyatiklik, burjuva bir aileden gelmesi... her cümlesi tek tek tartışılması, mahkum
edilmesi gereken yanlarıdır. Ancak Evrensel Kültür dergisinde böyle bir eleştiriyi ve burjuva edebiyatının eleştirisini göremedik.
Sonuç olarak yazısını şöyle bağlamış yazar: “Özcesi medya
ve reklam ilişkileri konusunda ikircikli bir tutumu olan Pamuk’un medyadan ve reklamdan yararlanması aynı zamanda medya ve reklam sektörünün de Pamuk’tan yararlanması anlamına da gelir. Ki bu ilişkiden memnun olduğunu gizlemeyen Pamuk’un medyayla ve reklamla olan ilişkisi, yazar-edebiyat-reklam-medya tartışmalarının yoğun bir bi-
çimde sürdürüldüğü Türkiye’de daha uzun süre polemiklere yol açacak gibi görünmektedir.” Yazının bütününde, Orhan Pamuk’un başarılarını anlatmış ve sonucunda burjuva
medyanın kendi içinde yaptığı polemiklere bağlamıştır. Peki
Fethi Demir ve Evrensel Kültür dergisinin görüşü nedir? Biz
de mi bu polemiklerin bir parçası olalım? Medyadan yararlanalım mı? Bir romacı hangi amaçla yazar, onu motive eden
nedir? ... Daha birçok soru sorulabilir.
Haziran sayısındaki yazının belki de hasbelkader yayınlanmış bir yazı olduğunu düşünürken, Evrensel’in Temmuz 2011
sayısında yine aynı yazarın “Orhan Pamuk’un anavatanı: İstanbul” başlıklı bir yazı daha yayınlanması, bu görüşümüzü
tekzip eder nitelikteydi.
Orhan Pamuk’un iddialı sözlerinden alıntı yapmış yazar;
“Her şeyden önce İstanbul romancısıyım ve şimdiye kadar,
hiç kimse benim kadar İstanbul’un bütününü yataylamasına ve dikeylemesine, yani derinlemesine, tarihine ve
ruhuna işleyen ve konumunu, denizlerin üzerine
yerleşimini uzanışını kapsayısıcı bir şekilde görmedi.” Ve
Pamuk şöyle devam ediyor: “Benim için İstanbul
Nişantaşı’nda başlar, Pera’da biter.”
Aslında tek cümlede kim olduğunu açık açık ilan ediyor Orhan Pamuk, o Nişantaşı’nın, Pera’nın yazarıdır. O’nun İstanbul’unda yoksul gecekondu mahalleleri yok, işçiler, emekçiler yok. Tabi bizi asıl ilgilendiren, Orhan Pamuk’un tercihi
değil, Evrensel Kültür dergisinin tercihidir. Bir burjuva yazara bu kadar övgü neden yapılıyor, neden dergi sayfalarında
bu kadar yer ayırılıyor?
Evrensel Kültür de, Orhan Pamuk’un gözleriyle mi bakıyor
İstanbul sokaklarına? Nişantaşı’da başlayıp Pera’da biten semtlerde, kaç tane işçi mahallesi vardır acaba? Bizim bildiğimiz
kadarıyla hiç işçi mahallesi yok.
Sosyetenin ve magazin dergilerinin gündemini sıkça işgal
eden bu sokaklar bizim mahallelerimiz değildir. Eğer Evrensel yazarları da buralarda oturuyorsa, bu yaşamı doğru buluyorlarsa ve savunacaklarsa, bunu açık olarak ifade etmeliler.
Ancak sol, sosyalist bir yayın anlayışına sahip olduğunu söyleyen bir derginin sayfalarında burjuva edebiyatına güzelleme yapılmasını doğru bulmuyoruz, kabul etmiyoruz.
Pamuk’a göre İstanbul “Eski çok dilli, muzaffer ve tantanalı
günlerini kaybedip her şeyin kendi yerinde ağır ağır yıllandığı, tenhalaştığı, boş, siyah-beyaz ve tek sesli, tek dilli bir
yere dönüşmüştür.”
Sizce de İstanbul, boş, siyah-beyaz ve tek sesli, tek dilli bir
yere mi dönüşmüştür? Sizin yaşadığınız İstanbul böyle ola-
bilir ama bizim yaşadığımız İstanbul hiç de öyle değil. Milyonlarca İstanbullu, hiç de siyah-beyaz ve tek sesli bir yerde yaşamıyor. Belediye otobüsüne binip bir semtten diğerine gitmek bile yeterlidir, hareketi ve çok sesliliği görmek
için. Bunun için siyasi bilince de gerek yok.
Bizim mahallelerimizde Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkesler yaşar; Aleviler ve Sünniler yaşarlar. Düğünleri, şenlikleri, halayları, horonları birbirine karışır. Ve mahallemizde panzerler dolaşır, helikopterler geceyarısı korku saçar pervasızca. Yine de
tenhalaşmaz, boş siyah beyaz ve tek sesli, tek dilli bir yere
dönüşmez. Dönüştürülmeye çalışılsa da dönüşmez, çünkü
direnir bizim mahallelerimiz, bizim İstanbul’umuz...
O İstanbul ki, üzerindeki yorgunluğu atıp, adım adım zaptetmiştir 1 Mayıs alanını. Gittikçe çoğalarak, gittikçe sesler
birbirine karışarak, beş bin Mehmet, on bin Mehmet ve yüz
binlerce Mehmet olup akmıştır Mayısın 1’inde Taksime.
Fethi Demir’in yazısının sonuç bölümünü başlı başına ele almak gerekir. Orhan Pamuk’un modern bir İstanbul imgesi
geliştirmeyi başardığını ifade ederken, kendi kültürünü
derinden eleştirmesi önceki yazarlardan ayıran bir özellik olarak gösteriliyor: “Ayrıca ruhunun bir kısmı geleneksel değerlerin kaybolması nedeniyle acı çekerken yine de masallardan çıkma ideal bir Avrupa hayalini koruyabilmek ve kendi kültürünü derinden eleştirebilmek, Orhan Pamuk’u kendisinden önceki yazarlardan ayrıştırır.”
Eski İstanbul’un geleneksel değerlerinin kaybolması Orhan
Pamuk’a acı çektiriyormuş. Yazar da bundan acı çekiyor mu,
merak ediyoruz? Ancak “İlgi çekici bir İstanbul imgesi” yarattığını, bunun da “ilham verici” olduğunu söylüyor Fethi Demir. Yaratılan İstanbul imgesinin de, 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’yle tescillendiğini belirtiyor.
Nobel Ödülleri’ni İsveç Krallığı veriyor. Alfred Nobel savaşan
ülkelere sattığı dinamitin parasını bağışlamış. O parayı her
sene İsveç Krallığı’nın seçtiği insanlara dağıtıyorlar. Böyle bir
ödülün edebiyatımıza ne gibi bir katkısı oluyor ki acaba?
Sonuç olarak, devrimci sanatçıya ilham veren şey halkın mücadelesi olmalıdır. Bize ilham veren Nişantaşı’nın ışıltılı sokakları değil, milyonlarca yoksulun yaşadığı solgun ışıklarla aydınlatılan gecekondu mahalleleridir, öyle olmalıdır. Hoş
Orhan Pamuk’tan, onun gibi İstanbul beyefendilerinden bunu
beklemek olanaksız elbette ama Evrensel Kültür’ün bunu savunması gerekirken, Orhan Pamuk’a güzelleme döşenmesinin anlamını çözmekte zorlanıyoruz.
Halkın kendi değerleri yerine burjuva değer yargılarının geçmesinin yeni bir örneği olarak okuyoruz Evrensel Kültür’ün
satırlarını... Ve yanlış safta durmayı bırakıp halkın saflarına
dönmesini salık veriyoruz!.. o
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 47
öykü
öykü
ayakkabı boyacısı
şahin doğan
Bayraklı'nın sahili o gün ıpıssızdı. Hava gündüz olmasına rağmen karanlıktı, kışın en keskin soğuklarından biri yaşanıyordu. Etrafta bir tek insan yoktu. Martılar derin çığlıkları ile denizin üzerinde dört dönüyordu. Denizin üzerinde iki tane vapur ve hareket etmeyen bir yük gemisi vardı.
Orhan, soğuğa aldırmaksızın sahilde oturuyordu. Görenin deli
diyebileceği bir hali vardı; üzerinde ne kalın bir giysi vardı, ne
de onu soğuktan koruyabilecek bir ekipmanı. Elindeki kitabın sayfalarını ağır ağır çeviriyordu, her sayfayı uzun uzun hazmederek okuyordu. " Bir İnce Memed ölür, bin İnce Memed
gelir. Biz çokluk değil miyiz ya Hürü ana?"
Orhan kafasını kaldırdı, kendini Torosların yarpuz kokulu koyaklarındaymış gibi hissetti. Torosun o yalçın kayalıkları, keskin uçurumlar, bir anda önünde beliriverdi. Yüzüne bir tebessüm yayıldı, derin derin nefes aldı. "Kırlangıç yapar yuvayı /
Çamur sıvayı sıvayı / Bana İnce Memed derler / Zalım beylerden dolayı.. " Yaşar Kemal oldu bu sefer, kağıda döktü tüm coşkusunu.
- Boyayım mı abi ?
Gerçek dünyaya döndü Orhan. Önünde kara kuru bir çocuk,
elinde boyacı sandığıyla belirmişti. Çocuğun üzerinde el örgüsü kırmızı bir kazak, üzerinde ceketten bozma bir giysi, altında da yırtık bir pantolon vardı. Eldivenleri eklem yerlerinden kesilmişti, parmakları dışarıdaydı. "Tamam, boya baka-
48 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
lım " dedi Orhan. Çocuk hemen ayakkabılara yöneldi. Orhan
birden havanın buz gibi oluşunu farketti. "Dur ayakkabıları
çıkarma, vazgeçtim." Çocuk Orhan'a baktı, biraz kızgın, sinirlice. "Tamam bozulma ufaklık, boya parasını veririm sana. Gel
otur şöyle bakalım, ne arıyorsun burada bu soğukta? " Çocuk
bir an tereddüt etti, sonra boya sandığını kaptığı gibi yürümeye başladı.
Orhan beklemediği bu hareket karşısında ikircikte kaldı, sonra çocuğun peşinden koştu. "Dursana yahu nereye gidiyorsun?" Çocuk ses çıkarmıyordu, hızlı hızlı yürüyordu. Orhan çocuğun kolundan tuttu, kendine çevirdi. "Neden çekip gittin,
sana parasını verecektim dedim ya?" Çocuk tekrar öfkeyle baktı Orhan'a.
- Ayakkabını boyatmadın, para filan istemiyorum senden!
Orhan gülümsedi, bu gururlu çocuk onu biraz kendine getirdi. "Yahu tamam, seni kırdıysam kusuruma bakma. Hadi gel
biraz sohbet edelim, hem sana bir tost ısmarlayayım şu karşıki büfeden." Çocuk sesini çıkarmıyordu ama eskisi gibi de
surat asmıyordu. "Bak ben şimdi karşıdan tost alacağım sen
beni burada bekle, ama hiç bir yere gitme olur mu? Bu ara-
49 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
da adın ne senin, daha tanışmadık bile. Benim adım Orhan,
senin?" Çocuk hiç beklemeden cevapladı; "Abdullah"
Orhan, Altınyol'un o hızlı trafiğinin üstünden, köprüden
geçti, karşıdaki otobüs durağının arkasındaki büfeden iki tane
tost aldı. Tekrar geri döndüğünde Abdullah onu bekliyordu.
Abdullah'ın gitmediğini görünce sevindi. "Abdullah gel şöyle sahile geçelim, ha üşüyorsan başka bir yere gidelim, ne dersin?" Abdullah göğsünü dışarıya çıkararak konuştu; "Yok abi
ne üşümesi kocaman adamım ben!"
Sahile döndüklerinde değişen hiçbir şey olmadığını farketti Orhan. Martılar yine denizin üstünde dört dönüyor, vapurlar yine seferlerini yapıyordu. "Abdullah, şu karşıdaki vapur
sence Bostanlı'ya mı gidiyor, Karşıyaka'ya mı?" Abdullah bu
soruya gülerek cevap verdi; "Bence Karşıyaka. Neden dersen
ağzına kadar insan dolu baksana. Şimdi onlar vapurdan inip
çarşıya hücum edecekler, çarşı yine ana baba günü olacak.
Biliyorum ben." Orhan şaşırdı, bir soru daha sordu Abdullah'a;
- Sen daha başka neleri biliyorsun Abdullah?
- Mesela şu sol tarafta Melez Delta'sı var, orada piknik yapı-
yorlar. Bunu da bilirim.
- Peki sen nerelisin Abdullah?
- Mardin'liyim, Göllü köyündenim.
- Ne zaman geldin İzmir'e?
- Yedi yaşında geldim abi.
- Nerede oturuyorsun? Hem neden geldiniz Mardin'den
buraya?
- Bak şu yukarı taraflarda oturuyoruz abi. Yamanlar Cemevi'nin
hemen çaprazındaki ev bizimkisi. Yolun hemen sağ tarafında, beyaz ev. Askerler çıkardı köyden, biz de buralara göç ettik.
Orhan şaşırmıştı, ne diyeceğini bilemedi. Sorulara bir süre ara
verdi. Bu sırada Abdullah tostu bitirmişti, Orhan'ın tostuna
bakıyordu. Orhan bunu farkedince elindeki tostu ona uzattı, Abdullah da heyecanla elini uzattı ve bir dakika içinde onu
da bitirdi. "Kesene bereket abi." Orhan Abdullah'ın başını okşadı. "Afiyet olsun Abdullah, doymadıysan bir tane daha alayım. Abdullah başını yukarı kaldırarak hayır işareti yaparak istemediğini söyledi. Orhan'ın içine bir kurt düşmüştü, Abdullah hakkında bilgi edinmek istiyordu. Fakat çocuğun üzerine fazla gitmemek için çekiniyordu. En sonunda dayanamadı, sordu;
- Abdullah, kaç kardeşsiniz, nasıl geçiniyorsunuz?
- Bir kardeşim var abi altı yaşında, benden on yaş küçük. Babamı kardeşimin doğumunda gördüm bir tek, Almanya'da
yaşıyor. Anam şu Bayraklı'nın arka tarafındaki atölyelerden
birinde çalışıyor, kardeşime o gelene kadar komşular bakıyor.
Ben de boyacılık yapıyorum, az çok biraz kazanıyorum.
- Peki köyünüz nasıldı, o göç ettiğiniz günü hatırlıyor musun?
- Hatırlamam mı abi, hiç unutur muyum? Ben o zaman yedi
yaşındaydım. Karşımızda Abdülaziz dağı vardı, evin çatısından orayı izlerdim hep. Kapıda benim Kara Aslan'ım yatardı.
Çoban köpeğiydi, bizim evimizi bekliyordu abi. Çok severdim
onu biz gittikten sonra tek başına kaldı köyde. Tarlamız vardı, çoraktı. Üç tane ineğimiz vardı, başka da bir şeyimiz yoktu. Babam da artık para göndermiyordu bize. Anamın canına tak etti, bir gün tası tarağı topladı gidiyoruz dedi. Ben o
gün çok üzülmüştüm Kara Aslan'ı burada bırakacağım için.
Bizi köyün dışına kadar geçirdi Kara Aslan. Benim yanımda
yürüdü yol boyunca. Çok ağladım ondan ayrıldığıma, anam
teselli etti, sana gittiğimiz yerde alırız dedi. Tabi o zamanlar
küçüğüm, inandım buna. Yine de içim kötü olmuştu köyden
ayrılırken. Tam köyden çıkarken Abdülaziz dağına baktım. Biz
dağın eteklerinden çiçek toplardık, aklıma o düştü. ‘Ana ne
olacak o çiçeklere’ dedim, anam gözü yaşlı ‘Başka zaman tek-
rar çıkarlar’ dedi. Uzunca yürüdük, geceyi yan köyde misafir
olarak geçirdik. Ertesi gün garaja gittik, anamın burada Yamanlar'da bir halasının kızı var, onun yanına geldik. İlk başlarda zor oldu tabi, sonra yavaş yavaş alıştık. Bir süre aynı evde
oturduk, sonra anam bir iş bulunca kiraya geçtik. Ben de Yamanlar'a alıştım, buradaki çocuklarla beraber boyaya, peçete satmaya çıktım. O günden beri buradayız işte abi.
Orhan Abdullah'ı sakince dinledi, bir tek kelimesini bile kaçırmamıştı söylediklerinin. Uzun uzun düşündü, ne diyeceğini bilemedi. Onun bu halini gören Abdullah, babacan bir
tavırla Orhan'ın sırtına vurdu; "N’oldu abi üzüldün mü yav?
O kadar kötü değil durumumuz, bak çalışıp gül gibi geçiniyoruz. Asma suratını iki dakika konuştuk diye." Orhan zor da
olsa gülümsedi, Abdullah'a sarıldı.
- Abi sana bak ne diyeceğim, bak bu Bayraklı'nın denizi gibisi yoktur ha. İlk buraya geldim, sabahtan akşama kadar denize baktım durdum. O kadar çok baktım ki, artık midem ağzıma geldi, kendimi denizin üstünde bir çöp gibi hissettim.
İnan abi çok kötü oldum, hayatımda böyle bir şey görmemiştim. Hele ilk vapura binişim... Anam izin gününde bizi Karşıyaka'ya götürmüştü, oradan da Konak'a geçtik vapurla. Abi
çok korktum vapur sallanınca, kimseye söyleme ama hıçkıra hıçkıra ağladım. Hem de çocuk değildim ha, dokuz yaşındaydım. Bak kimseye söylemek yok ha, sana güvendiğim için
söyledim. Bak yemin et söylemeyeceğine ha?
Orhan söz verdi, "Söylemeyeceğim Abdullah söz" dedi.
Abdullah oturduğu yerden yavaş yavaş doğruldu. "Abi ben
gideyim artık, hava kararıyor." Orhan bu yeni arkadaşının aniden kalkıp gitmesine itiraz edecekti fakat hava kararmaya yüz
tutmuştu, kara bulutlar Bayraklı'nın üzerine doluşmuştu. "Tamam Abdullah tamam da, ben seninle tekrar görüşmek istiyorum, nasıl yapacağız bunu?" Abdullah sırıttı, "Abi ben buralarda boyacılık yaparım hep, burada karşılaşırız mutlaka. Sen
canını sıkma, ben seni gelir bulurum." Orhan misafirini uğurlamak için köprünün altına kadar geldi, sonra ona sıkıca sarıldı. "İlk başta bana kızdın ama şimdi affettin değil mi?" Abdullah yok dercesine başını yukarı kaldırdı, "Yok abi affettim,
kesene bereket bir güzel de doydum."
Abdullah bir çırpıda köprünün başına geldi, ikişer ikişer merdivenleri çıktı. Arkaya dönüp uzunca el salladı, ondan sonra gözden yitip gitti. Orhan biraz bekledikten sonra tekrar sahile döndü, Abdullah ile konuştuğu sırada kitabını sahilde
unuttuğunu farketti. Geriye döndüğünde kitap olduğu yerde duruyordu, kimse dokunmamıştı. Oturur oturmaz rastgele bir sayfa açtı. İnce Memed adaşı bir köylü çocuk ile karşılaşıyordu;
- Sizin böyle ne güzel Allahınız var, bizim Allah bize hiç böyle yiyecekler vermiyor. böyle bir Allahınız varsa hiç sırtınız yere
gelmez. Sizin Allahınız çok... o
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 50
araştırma
araştırma
devrimin tiyatroları - 2:
II. paylaşım savaşı öncesinde almanya
eren buğlalılar
"Ayağa kalk! Resim yap, bestele, yaz! Şarkıcı, şarkı söyle!
Hatip, yükselt sesini! Ta ki bütün gözler görünceye,
bütün kulaklar anlayıncaya kadar."
Erwin Piscator / Sanatçılara Çağrı (1921)
“Sanatın apolitik olması,
egemenlerle işbirliği yaptığı anlamına gelir.”
Bertolt Brecht
20. yüzyılın ilk yarısında Almanya’daki politik tiyatro hareketlerine bakıldığında iki dönemin öne çıktığı görülür. Birinci dönem Almanya’daki sosyalist hareketin yükselişini izleyen
1870 sonrası dönemdir. Ülkedeki mücadele bu yıllarda hızla büyüdü ve Almanya Sosyal Demokrat Partisi (ASDP) Avrupa’daki en güçlü sol parti haline geldi. Ne var ki, bu parti parlamenter duruşu nedeniyle zamanla çürüdü ve 1914 yılında
Birinci Paylaşım Savaşı’na destek vererek Alman emperyalizminin yedeğine düştü.
I. Paylaşım Savaşı öncesinde Almanya genel tiyatro altyapısı bakımından Avrupa’daki en ileri ülkeydi. 19. yüzyılın sonunda başlayan kapitalist sanayileşme atılımı kentlerin nüfusunu çoğaltmış, kentli entelektüelleri yaratmış, işçi sınıfını
güçlendirmişti. Politik tiyatro hareketleri bu dönemde çoğunlukla ASDP’nin etkisi altında bulunan Volksbühne (Halk Sahnesi) adlı sosyal demokrat eğilimleri olan, devrimci ve mücadeleci bir duruştan uzak, oportünist bir tiyatro geleneği yarattı. Bu gelenek 1. Paylaşım Savaşı’nın sonlanmasına dek Almanya’daki en önemli politik tiyatro geleneğini temsil eder.
Oportünizmine rağmen, Volksbühne’nin ülkedeki tiyatro
sanatına hem maddi imkanlar, hem de düşünsel anlamda yaptığı katkıyla, daha sonraki devrimci tiyatronun zeminini hazırladığı söylenebilir. 1. Paylaşım Savaşı’nın ve Ekim Devrimi’nin
ardından Almanya’da sol hareket içinde bir bölünme gerçekleşti. Devrimciler Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht öncülüğünde ASDP’den ayrıldılar ve Spartakistler Birliği’ni kurdu-
bertolt brecht
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 51
lar. Birliğin adı daha sonra Alman Komünist Partisi olarak değiştirildi. Marksizm Almanya’da tekrar güçlenmeye başladı ve
söylemler daha da keskinleşti. Bu gelişme devrimci tiyatroların gelişiminde ikinci dalgayı yarattı ve çok daha radikal bir
duruşa sahip olan topluluklar doğdu. Volksbühne geleneği
daha sonra da kitleselleşerek sürmüşse de devrimci ve ilerici niteliğini artık kaybetmişti. Halk mücadelesinin tiyatrosuna yapılan katkı daha ziyade Volksbühne dışındaki Piscator
ve Brecht gibi sanatçılardan ve Brecht’in yakın arkadaşı
olan Hans Eisler’in de içinde bulunduğu “Kızıl Ses” gibi ajitprop topluluklardan gelmiştir.
Bu dönemin belirleyici olaylarından birisi elbette 1. Paylaşım
Savaşı’dır. 1914-1918 arasında meydana gelen bu savaşta 2
milyon Alman askeri öldürülmüş, 4.2 milyon Alman yaralanmış, bunlardan bazıları organlarını kaybetmiş, bazıları akıl sağlığını yitirmişti. Bacaklarını ve kollarını kaybeden askerler göğüslerine emperyalizmin taktığı madalyalardan başka bir
avuntuya sahip değillerdi. Pek çok aydın ve sanatçı da bu savaşı yaşamış, siper savaşının karanlık yüzüyle tanışmış ve savaş karşıtı bir duruş geliştirmişti.
Bütün bunlar, Kasım 1918’de başlayıp Ağustos 1919’a kadar
süren ve Almanya’da fiili bir iç savaş durumu yaratan Kasım
Devrimi’ni tetikledi. 1. Paylaşım Savaşı sona erdiğinde silah
bırakan ve ülkeye dönen milyonlarca asker, Almanya’nın yenilgisi sonrası başlayan kriz ve savaş sanayinin durması ülkede milyonlarca işsiz ve öfkeli insan bırakmıştı. Almanya’da eskiden beri örgütlü olan sosyalistler Ekim Devrimi’nin de etkisiyle kapitalizmin krizini bir devrime çevirmek istediler ancak başarılı olamadılar. Ayaklanma Alman devleti tarafından
kanlı bir şekilde bastırıldı. Devrimin önderleri Luxemburg ve
Liebknecht de öldürüldü. Bu ayaklanma pek çok sanatçıyı ve
tiyatrocuyu da geri dönülmez bir biçimde devrimin saflarına çekmişti.
Almanya’da bu koşullar altında iki sanat akımının geliştiği söylenebilir. Bunlardan birincisi Alman dışavurumculuğuydu.
Önce I. Paylaşım Savaşı’nın vahşetini ve daha sonra da devrimin yenilgisini ve sefaleti görmüş olan bu akımın sanatçıları umutsuz, nihilist ve hırçın bir sanat anlayışına sahiptiler.
Öte yandan farklı biçim arayışları onlara kendilerinden önceki burjuva tiyatrosunu sorgulattı ve tiyatroya yeni biçimlerle geldiler. Sosyalist oyun yazarı ve tiyatro kuramcısı Bertolt
Brecht de ilk döneminde Alman dışavurumculuğundan bir
hayli etkilenmiş, fakat Berlin’e geldiği 1925 yılından itibaren
Marksizme ve politik tiyatroya yönelmişti.
İkinci akım ise daha çok devrimci tiyatrocular tarafından sahiplenilen ajitasyonun, propagandanın ve eğitimin ağır bastığı bir mücadele tiyatrosunun yaratılmasıydı. 20. yüzyıl tiyatrosuna damga vuran Brecht ve Epik Tiyatro anlayışı işte böyle bir ortamda yaratılacak ve Almanya’daki sınıf mücadelesinin bu tiyatronun şekillenişinde önemli bir rolü olacaktı.
Alman Komünist Partisi, Nazilerin iktidara geldiği yıl olan
52 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
1933’e kadar legal alanda mücadelesini sürdürdü. Parti pasifizm ve parlamentarizm gibi pek çok yanlış yapmış ve faşizmin gelişimini küçümseyerek ona alan açmış olsa da, Almanya’daki seçimlerde kayda değer oranda oy alıyor (5 milyon)
ve 1932 yılı itibariyle toplam 300.000 üyeye ulaşıyordu. Bu durum aynı zamanda devrimci-ilerici tiyatro yapan sanatçıların
seslenebileceği büyük bir seyirci kitlesi anlamına da geliyordu. Örneğin 1920’lerin sonlarında kurulan komünist işçi korolarının yarım milyon üyesi vardı.
Sovyetler Birliği’nin desteğini ve o yıllarda dünyada oluşan
genel devrimci atmosferi arkasına alan böylesi bir yapının aydınları etkilememesi imkansızdı. Kasım Devrimi’nin etkisi altındaki bir grup entelektüel 1919 yılında Berlin’de Proleter Kültür Birliği’ni oluşturdu. Çoğunlukla Rusya’daki Proletkült’ün
etkisinde ve Bogdanov ve Lunaçarski gibi ideologların yazılarıyla beslenen, kendi ülkesindeki sınıf hareketi üzerinde yükselen bir çalışmaydı. “Sanatta, bilimde ve eğitimde, emeğin
toprağında çiçeklenen yeni bir çağ” hayal ediyorlardı. Almanya’daki sosyalist hareketin entelektüeller üzerindeki etkisine
bir örnek, Kassel kumpanyasının ismini Proleter Kassel kumpanyasına dönüştürmesi ve politikleşmesidir. Kumpanya
1926 yılında Almanya’daki başarısız devrim girişimine adadıkları “Dün ve Yarın” adlı bir oyun yaptı ve 1848’den o döneme kadarki uluslararası işçi hareketlerini ve Kasım Devrimi’ni
anlattı.
Alman yönetmen Piscator’un ve tiyatrosunun gelişimi, toplumsal hareketlerin tiyatro sanatının seyrindeki rolünü açık
bir biçimde gösterir. 1919 yılına kadar sosyalist dünya görüşünden uzak kalan Piscator, Berlin’e geldiği tarihten itibaren
çevresindeki sanatçıların ve gündemin etkisiyle yavaş yavaş
sınıf bilinci edinmiş ve dönüşmüştü. Piscator’u değiştiren gündemlerden en önemlisi Kasım Devrimi olmuştu.
Piscator’un 1919 yılında Königsberg’de kurduğu tiyatro Das
Tribunal, kendisine seyirci olarak çoğunlukla orta sınıfı çekmesi nedeniyle sanatçıyı memnun etmiyordu. Bu nedenle Berlin’de daha farklı bir tiyatro kurmayı kendine amaç edindi ve
bu amacını 1920 yılında Proletarya Tiyatrosu’nu açarak gerçekleştirdi. Piscator aynı yıl Rusya’nın Günü adlı, Ekim Devrimi’ni anlatan bir oyun sahneledi. Oyun sanatçının deneyimsizliğini yansıtmakla birlikte, tiyatroyu devrimci mücadelenin
bir aracı haline getirmeye yönelik ilk çabaydı ve uluslararası gündemin Piscator üzerindeki etkisini açıkça gösteriyordu.
Piscator bunun da ötesine geçerek 1924 yılındaki seçimlerde Almanya Komünist Partisi için Kızıl Revü adlı bir seçim propagandası oyunu hazırladı. Komünist Partisi ile kurulan bu
bağ daha sonra Piscator’un geleneğini sürdüren ve ileri taşıyan tiyatro çevrelerinde de devam edecekti.
Piscator’un öğrencilerinden biri olan ve epik-diyalektik tiyatrosuyla devrimci tiyatroda yeni bir çağ başlatan Alman
oyun yazarı ve yönetmen Bertolt Brecht de gelişen sınıf mücadelesinin, yükselen faşizmin ve Almanya’daki zengin tiyat-
ro ortamının bir ürünüydü. Brecht’in Marksist yönelimli politik sanata yönelik ilgisinin çoğaldığı 1926 yılı, onun aynı zamanda Marksist literatürle tanıştığı ve Marx’ın Kapital’ini okuduğu yıldır. Bir yıl sonra Brecht Piscator’un Theatre am Nollendorfplatz adlı tiyatrosunda çalışmaya başladı ve burada
politikleşmiş bir sanatçı çevresiyle tanıştı. Sanatçı Piscator’un sahnelediği Aslan Asker Şvayk ve Hoppala, Hayattayız! gibi oyunlarda çalıştı. Brecht daha sonra, kapitalizmin küresel kriziyle birlikte 1929 yılında yükselişe geçmeye başlayan Almanya Komünist Partisi’nin yayınlarını takip etmeye ve
1928-1929 yıllarında Marksist İşçi Koleji’ndeki derslere katılmaya başladı.
Leninizmin Brecht’in üzerindeki etkisi 1930’dan sonra mücadele sertleştikçe artarak devam etti. Gerçi Brecht hiçbir zaman Almanya Komünist Partisi’nin kayıtlı bir üyesi olmadı, fakat dostları onu “Komünistlerle ittifak içinde olan tek kişilik
bir parti” olarak tanımlıyordu. Parti’nin düştüğünü gördüğü
yanlışlara rağmen örgütlü mücadeleyle olan bağlarını sürekli korudu. Bu nedenle Alman polisi kendisini “tescilli bir komünist ve Alman Komünist Partisi adına yazan faal bir yazar”
olarak biliyordu.
Brecht Almanya’da ve dünyada büyük değişimlerin yaşandığı 1925-1933 yılları arasını Berlin’de geçirdi ve sonradan klasikleşecek Adam Adamdır, Mahagonny Şehrinin Yükselişi ve
Çöküşü, Üç Kuruşluk Opera ve Önlem adlı oyunlarını bu dönemde yazdı.
Bu yıllarda tiyatro faaliyeti Almanya’da giderek sevilen, işçi-
lerin hem izleyici hem de sanatçı olarak rol aldıkları bir sanat
kolu haline geldi. 1927 yılı sonunda, geçen ayki yazımda bahsettiğim Sovyet Mavi Gömlek ekibinin Almanya’yı ziyaret etmesi ise ülkede önemli bir dönüm noktası oldu. Bu grubun
ziyaretinin ardından benzer ajitasyon ve propaganda toplulukları Almanya’da birdenbire çoğaldı. 1930 itibariyle Alman
Komünist Partisi içinde 150 işçi tiyatrosu grubu vardı. Bunların en faallerinden birisi ise 6 işsiz Komünist Gençlik Birliği üyesi tarafından kurulan Berlin Kızıl Roketleri’ydi. Kızıl Roketler tiyatroya Komünist Partisi’nin örgütlediği “Kızıl Basın
Günleri”nde oyun oynayarak başladılar. Parti yayını olan
“Kızıl Bayrak” onlara destek oldu ve turlar yaptırdı. Kısa süre
içerisinde bütün Almanya’da oyunlar oynamaya başlayan grup,
Mavi Gömlek’ten öğrendiği teknikleri revü formuyla birleştiriyor, pantomim ve akrobasi kullanıyordu.
Almanya’da önemli bir güç teşkil eden Almanya Komünist
Gençlik Birliği’nin (KJDV) tiyatro faaliyetleri Almanya’daki siyasi tiyatro açısından önemlidir. 1925 yılı sonlarında Maxim
Vallentin adlı tiyatrocunun Liebknecht-Luxemburg-Lenin
anmaları için bir kültür gecesi yapma önerisi burada bir dönüm noktası oldu. Sovyetler Birliği’ndeki başarılı devrimci tiyatro uygulamalarıyla birlikte ve Vallentin’in gösterimlerinin
çok sevilmesinin ardından 1927 yılında KJDV’nin ilk ajitprop
grubu olan Kızıl Megafon kuruldu.
Grubun ilk oyununun adı uluslararası halk mücadelelerinin
sanatçılar üzerindeki etkisini gösteriyordu: Çin’den Ellerinizi Çekin. Topluluk daha sonra Selam Sana Genç İşçi (1928), Komintern’in On Yılı (1929) ve Sovyet İktidarı İçin (1931) adlı oyun-
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 53
ları sahneledi.
Nasıl Tiyatro Yapmalı?
Sovyet İktidarı İçin adlı oyun, görmeye alışık olduğumuz tiyatro oyunlarının yapısında değildi. Oyun Brecht’in gündeme getirdiği “öğreti oyunları”na benziyordu. Kesintisiz bir aksiyon yerine montaj, şarkı, dans ve ses efektlerinin birlikte kullanımıyla biçimsel olarak da bir hayli yenilikçi bir yerde duran oyun, devrimin mutlak bir gereklilik olduğu fikrini yayıyordu.
Devrimci tiyatroların böylesine çoğalması, Almanya’daki politik tiyatro yapan çevreleri hiç eskimeyen bir meseleyle karşı karşıya getirdi tekrar: Nasıl bir tiyatro istiyorlardı?
Oyunun bir sahnesinde işten atıldığını öğrenen bir işçiye, koro
şöyle sesleniyordu:
“Oh kurtuldun, serbestsin artık, bugün sen yarın o.
İşten kurtuldun,
Haktan, hukuktan, sosyal güvenceden,
Kurtuldun yemekten, içmekten, yatacak yerden
Hürsün artık, hür proleter,
Seç bakalım özgürce:
Hırsızlık – Soygun – Darağacı – İntihar
Ya da
Mücadele – sınıf kavgası, dayanışma ve ihtilal!”
Sovyet İktidarı İçin, Sovyetler Birliği’nin ve Almanya’nın mevcut durumunu seyirciye iki ülkenin karşılaştırmasını sunan böyle montajlar yardımıyla göstermeye çalışıyordu. Seyirci bir atılım içinde olan Sovyetler Birliği’ne götürülüyor ve orada sosyalizmi inşa eden işçilerin hayatına tanık oluyordu.
1917 yılında Sovyetler Birliği’ndeki işçiler mücadeleyi ve devrimi seçmişlerdi. Daha sonra sahne Almanya’ya dönüşüyordu: İşsizlik, yoksulluk ve emperyalist savaş. “Seçin birini!” diyordu tiyatrocular sahneden.
Alman komünist Wilhelm Pieck 1928 yılında bu soruya şöyle yanıt veriyordu: “Sınıflarının bilincinde olan işçiler, sahnede tiyatro yapmak adına değil, sahne eylemleri yoluyla proleter sınıf savaşının propagandasına hizmet etmek adına bulunmalıdırlar.”
Brecht’e göreyse bu bakış “sanata politika bulaştırmayın” diyenlerin bakışına benziyordu ve “politikaya sanat bulaştırmayın” dediği için biraz sorunluydu. Nasıl ki kimileri tiyatroyu sadece bir eğlencelik, bir rahatlama alanı olarak görüp, onun
politikleşmesinden rahatsız oluyorduysa; seyirciye propaganda yapmanın eğlenceden ve tiyatrodan taviz vermek anlamına geldiğini savunanlar da benzer durumdaydı. Oysa
Brecht’e göre bu ikisi birbirinden ayrılmazdı. Dahası burjuva
sanatının verdiği eğlenme hissi ile ve estetik hazla devrimci
tiyatronun verdiği eğlenme hissi ve estetik haz birbirinden
tamamen farklıydı.
Şöyle diyecekti Brecht:
“Genellikle kişinin bir şeyler öğrenmesi ile eğlenmesi arasında net bir ayrım olduğu düşünülür. Öğrenmek faydalı olabilir gerçi, ama yalnızca eğlenmek zevklidir. Epik tiyatronun aslında zevksiz ve yorucu olduğuna ilişkin bu hiç katılmadığımız laflara karşı onu savunmamız gerekiyor. Diyebileceğimiz
şu ki öğrenme ve eğlence arasındaki fark bir ilahi kanun değildir; bu geçmişte her zaman böyle olmadığı gibi, gelecekte de böyle kalmayacaktır.
Öğrenme farklı toplumsal katmanlar için farklı işlevler görür.
Bazı katmanlar vardır koşulların düzelebileceğini hayal etmez: Zaten bulundukları durumdan memnundurlar... O
zaman bir şeyler öğrenmenin
anlamı nedir? Ama bazı katmanlar vardır, koşullardan rahatsızdır, işin pratiğini öğrenmek onların çıkarınadır, her
şeye rağmen nerde durmaları
gerektiğini bilmek isterler, öğrenmezlerse kaybedeceklerinin farkındadırlar; işte onlar
en iyi ve en hevesli öğrencilerdir... Yani öğrenmenin zevki
pek çok şeye bağlı olmakla
birlikte; zevkli öğrenme, neşeli ve militan öğrenme diye bir
54 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
yevski gibi Rusya’da ve 19. yüzyılda sanat yapmış kişilerin biçimlerini aynen alıp 20. yüzyılın sanayileşmiş Almanya’sına
uygulayabilirler miydi? O zaman gerçeği yansıtmış olurlar mıydı? “Gerçeklik değişiyor; onu yansıtabilmek için yansıtma biçimleri de değişmeli” diyordu Brecht.
Brecht’in kendisinin getirdiği gerçekçilik önerisi ise bütün sanatçıların kulağına küpedir:
“Gerçekçiliği varolan belirli eserlerden çekip çıkarmaya çalışmamalıyız; insanlığa gerçekçiliği kendilerinin hakim olabileceği bir biçim içinde vermek için eski yeni, denenmiş denenmemiş ve isterse sanat dışı bir alandan elde edilmiş olsun, her
türlü aracı kullanmalıyız... Bizim gerçekçilik kavramımız geniş ve siyasi olmalıdır, tüm göreneklere egemen olmalıdır.”
Görülebileceği üzere Brecht bir pratik insanı, üretken bir sanatçı olmanın dışında, çevresindeki ideolojik sapmalarla
sürekli olarak yılmadan mücadele eden bir düşünürdü de. Sosyalist tiyatro ve tiyatro anlayışı onun fikirleriyle burjuvazinin
sanat anlayışından koparak, kendi başına var olmak yolunda önemli bir adım attı. Bu adım Almanya’daki devrim heyecanının, Sovyetlerin getirdiği umudun, faşizmin karanlığının
ve ona karşı direnişin izlerini taşıdı hep.
erwin piscator
şey vardır.”
Brecht’in yürüttüğü bir başka tartışma ise ünlü sosyalist düşünür Georgy Lukacs’a karşıydı. Tolstoy, Dostoyevski ve Balzac gibi 19. yüzyıl romancıların gerçekçiliğinden bir hayli etkilenmiş olan Lukacs, devrimci sanatın içerikte sosyalist, biçimde ise tıpkı bu yazarlar gibi gerçekçi olması gerektiğini söylüyordu. Balzac gibi yazan, Tolstoy’un kaleminden çıkmış tasvirleri olan ama bu kez devrimi, sosyalizmi ve mücadeleyi anlatan yazar Lukacs’a göre en iyi yazar olacaktı. “Alman dışavurumculuğu burjuva sanatının ölüm dansıydı” ona göre.
Brecht ise bundan biraz şüphe ediyordu. Elbette, diyordu
Brecht, mesele dışavurumcuların yaptığı gibi halktan kopuk
bir sanat kulesinde oturup biçimlerle oynamak değildir, “İnsanın insan olması kitlelerden bir adım önde gitmekle değil,
onlara daha derin gömülmekle olur” ve ekliyordu: “Halkçı olmak şu anlama gelir: Geniş kitlelerce anlaşılabilir olmak, onların anlatım biçimlerini benimseyip zenginleştirmek.”
Ama tüm toplumların sürekli değiştiklerini, sınıfsal çelişkilerin mücadele içerisinde sürekli çeşitlendiğini, yenilendiğini
söyleyen Marksizm değil miydi? Sanatçılar Tolstoy ve Dosto-
Almanya, Sovyetler Birliği ile birlikte I. Paylaşım Savaşı sonrasındaki devrimci-ilerici tiyatro gelişmelerine en çok katkı
yapan ülkelerden biri oldu fakat ülkedeki tiyatro hareketinin
gelişimi Sovyetler Birliği’nden çok farklı bir ortamda gerçekleşmişti. Çünkü Almanya’da halihazırda gerçekleşmiş bir
devrimi ilerletmek için değil, bir devrim gerçekleştirmek için
tiyatro yapmak gerekiyordu. Ne yazık ki 1933 yılında iktidara gelen faşizm buna izin vermedi: Binlerce ilerici ve devrimci sanatçı toplama kamplarında ya da anti-faşist mücadelede öldürüldü, aralarında Brecht’in de bulunduğu birçok sanatçı canını kurtarmak için Almanya’yı terk etti, kitaplar yakıldı, tiyatro salonları bombalarla dümdüz oldu.
Ama bunların hiçbiri faşizmi 1945 yılında sosyalizmin ordusuna diz çökmekten kurtaramadı. o
Kaynaklar:
Brecht, B. (1974). Brecht on Theatre. (J. Willet, Ed.) Methuen.
Innes, C. (1972). Erwin Piscator's Political Theatre. Cambridge University
Press.
Kammrad, A., & Scheck, F. R. (1978). İşçi Tiyatroları: AJitprop Topluluklar. (Y.
Onay, Trans.) İstanbul: İşçi Kültür Derneği Yayınları.
Ed. Oskay, Ünsal (1985). Estetik ve Politika. Eleştiri Yayınevi.
Rosenhaft, E. (2006). Brecht's Germany: 1898-1933. In P. Thomson, & G. Sacks
(Eds.), The Cambridge Companion to Brecht (pp. 3-21). Cambridge University Press.
Stourac, R., & McCreery, K. (1986). Theatre as a Weapon. Routledge.
Völker, K. (1979). Brecht: A Biography. (J. Nowell, Trans.) Marion Boyars.
Weitz, E. D. (2007). Weimar Germany: Promise and Tragedy. Princeton University Pres
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 55
kitap
kitap
düzene uygun kafalar nasıl oluşturulur?
ümit zafer
1...
Küba Devrimi’nin kadın önderlerinden Hayde’e Santamaria,
yoldaşı Ernesto Che Guevara’nın ardından şöyle der: “… Yarattığın her şey mükemmeldi, ama eşsiz bir yaratın daha vardı: kendini yaratmıştın. Yeni insanın mümkün olduğunu gösterdin, hepimiz yeni insanın bir gerçeklik olduğunu gördük,
çünkü vardı, o, sendin…”
Elbette, Che, tercihleri ve eylemleriyle, kendisini yaratan Yeni
İnsan’ın kutup yıldızıdır. Hayde’e’nin sözlerinde yeni insanın
sırrı da vardır: Kendini yaratmak…
Kendini yaratmak… Bir heykeltıraş gibi… Hayat denilen bu
karmaşa ve kavga içinde hem de…
Saint-Exupéry’nin sözü, fikrimizin işaret fişeği sayılır: “Özlediğin insanı kendinde oluşturmaya başla…”
Burjuvazi, kendinizi oluşturmanızı istemez. O zaten sizi oluşturmuştur. Bütün benliğinizle, tercih ve eğilimlerinizle, zevk,
zaaf ve korkularınızla, siz, burjuvazinin eserisiniz. İşte bu gerçekliği kabul edip sorgulamadan, asla değiştiremezsiniz.
lur?” isimli kitabı, anahtar olabilir. Ki bu kitabın ilk paragrafı şudur: “… Okulda insanlar imal edilir. İnsan yapma olayına eğitim denir. Aile çevresi, sinema, televizyon, tiyatro, radyo, gazeteler, kitaplar ve afişler de bir anlamda okuldur. Yani
tüm bilgi ileten yerler okuldur. Nesneler araçlarla yapılır. İnsan yapma aracı ise bilgidir.” (Syf: 5)
2…
Çocukluğumuzdan itibaren bize yüklenen bilgilerle imal ediliriz: “… Bize verilen bilgiler, kafamızın içinde yargı ve kanaatlere dönüşür. Yargı ve kanaatler, davranışlarımızı yöneten
mekanizmanın işleyişinin gerekli birer parçasıdır…” (Syf: 7)
Davranışlarımız, birer sonuçtur. Ve bu sonuçların öyle değil de böyle olmasını belirleyen hayata dair edindiğimiz yargı ve kanaatlerdir. Peki, bunları nasıl edindik?
Elbette, hayatın içinde sahip olduğumuz bilgilerle, değil mi?
Peki o bilgileri, kim sundu bize, hem de çocukluğumuzdan
itibaren? Bir dizi ideolojik tahakküm aracıyla, o bilgileri bize
sunan burjuvazidir.
Buyurun, Eduardo Galeano’nun sözleri, kulaklarımızda çınlasın: “… Gerçeğin ne olduğuna bakmadan onu değiştirme
nin sihirli bir formülü yok.
Hal böyle olduğu içindir ki, aslında davranışlarınızın gerçek
yöneticisi siz değilsinizdir. Ama öyle sanırsınız. Burjuvazinin insan imalatının başarı ölçütü de budur. Davranışlarınızın tek yöneticisi olduğunuzu sanmanızdır.
Bir şeyi değiştirmek içinse önce ne olduğunu görmek gerekiyor. Buradaki sorun da bu, onu göremiyoruz, kendimize körüz çünkü…” “Bizi nasıl kör ettiler?” sorusunun cevabına giriş için E.A. Rauter’in “Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturu-
“… Bu yönetim mekanizmasının en önemli dişlilerinden biri,
bazı istisnai durumlar dışında, ‘davranışlarımızın tek yöneticisi olduğumuz’ yönünde sahip olduğumuz kanaattir…”
(Syf: 7)
56 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Bir akvaryuma
kapatılmış isek,
bir aşağı bir yukarı, sağa ya da
sola, nereye istersek oraya
yüzmemiz “özgür” olduğumuzu göstermez. “… Davranışlarımızı belirleyen koşulları biz saptamayız. Bu koşullar hakkında
bildiklerimiz,
bize verilen bilgilere bağlıdır.
Bize hangi bilgilerin verileceği
konusunda ise
etkimiz sınırlıdır. Kendimizde
eksikliğini duymadığımız bilgiyi aramayız. Belirli bilgileri kullanmaktayız…”
(Syf: 15)
3…
Kapitalist toplum içinde, burjuvazi tarafından imal edilen insanlar, hepsi birer sonuç olan davranışlarını tayin etmede “özgür” değildirler. Bu imalatın başarısı, mamulün kendisini “özgür” sanmasıdır. Eğer bu sanrı yaratılmazsa, koşullara itiraz
ve hatta isyan kaçınılmaz olur. İşte bu durum, hem burjuvazinin insan imalatının iflası hem de insanın kendisini yaratmaya başlamasının zemini olur. Lenin, bu durumu şöyle ifade eder: “… köleliğin bilincine varmış ve kurtuluşu için mücadeleye başlamış köle, kölelikten yarı yarıya çıkmış demektir…”
4…
Dede Koç, oğul Koç, torun Koç… ve böyle devam etmesi için,
gereken nedir? Burjuvazinin Koç gibi kalması için, halkın kasaplık koyun olmaya razı edilmesi gerekir.
Kapitalist toplum işte budur: Asalak bir azınlığın Koç gibi yaşamaya devam etmesi için, halk çoğunluğunun koyun gibi
tutulması gerekmektedir. İşte bunu eğitimle sağlarsınız. Açık
olan şu ki, sistem kendi sürekliliğini sağlamak için, insan imalatı yapmaktadır. Evet, bir tür “Matrix” içindesiniz.
Ve şimdi: “… Nasıl yaşayacağımıza karar vermeye yetkimiz
olmadığından yola çıkarsak, şunu sormalıyız: Neden yaşamımızı başkası saptar? (Syf: 85)
Neden? Hem de bize göstermeden…
Koç’ların bu soruya vereceği gerçek cevap şu olacaktır: Koç
olarak kalmak için…
Biz “koyunlar”ın bu soruyu aklımıza getirmemiz, eğitimimiz
nedeniyle, zordur. Bu zorluğu aştığımız oranda vereceğimiz
cevap malumdur: Burjuvazinin Koç gibi kalması için, bizim
koyun olarak yaşamamız gerektiğini saptamıştır.
İnsanlardan koyun imal eden bu sistem, elbette, Koçlar’ın hakim olduğu bir “Matrix”ten başka bir şey değildir.
“ Biz, ailemiz, arkadaşlarımız okulların ders programlarını ve
kitle haberleşme araçlarının programlarını düzenlemiyorsak,
yaşama biçimimizi başkaları saptıyor demektir…” (Syf: 85)
Olan tam da budur. Peki, kim saptıyor?
Fikir verici tarihsel bir cevap şudur: “… İlkokula benzer kuruluşların ilk çeşidi geçen yüzyılın (19. yüzyılın/bn) fabrikalarında ortaya çıktı: İşçiler İngiliz işverenlerine çok aptal gelmeye başlamıştı. Birazcık eğitim görmüş işçiler, sıradan işçilere oranla daha çok para getiriyordu.
“… Üretim yöntemleri geliştikçe işçi çocuklarını eğitmek de
giderek gerekli oluyordu. Bu işverene pahalı gelmeye başlayınca, fabrikatörlerin işini devlet üstlendi. Bugün bile
patron derneklerinin “işveren sendikaları” düşünce ve öğütlerini almayan hiçbir resmi eğitim planlaması yoktur…” (Syf:
82-83)
5…
Kapitalist sistem “köle” olarak kullanacağı insanlar imal
eder. Ve böylece, sistemin devamlılığı için kölelerin rızası da
sağlanmış olur. Bilinir, rızanın sağladığı hakimiyet, zorbalığın sağladığından daha etkilidir. Ve Koç’ların yazdığı kaderlerine razı koyunlar yaratmak, bu imalatın var oluş gayesidir.
“… ‘Bu öğretiliyor da, öteki neden öğretilmiyor?’ sorusuna
yanıt isteyen, ‘Öğretilenleri kim saptıyor?’ sorusuna yanıt bulmalıdır… Öğreneceğimiz konular, onları kimin seçtiğine bağlıdır… ‘Öğrendiklerimizi kim saptıyor?’ sorusuna verilecek yanıtı, eğitim sonuçlarına bakarak çıkarabiliriz. Eğitimcilere sormaya gerek yoktur. Eğitimcilerimiz de bizim gibi, aynı yöntemle ve aynı bilgilerle ‘imal edilmişlerdir’…” (Syf: 54)
“… Çıkarların yönlendirmediği bir eğitim var mıdır? Çıkar peşinde olmak, belirli bir şeyi istemektir. Belirli bir şey istemeyen eğitim olamaz. Bizler bu belirli şeyleri yapmak ya da yapmamak doğrultusunda eğitiliriz. Bu, bizim bazı bilgileri almamız, diğerlerini de almamamızla sağlanır. Yapmamız be
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 57
yapmamamız gereken şeylere göz atarsak eğitim plancısının kim olduğunu ortaya çıkarırız. Yalnızca, yaptıklarımızın
ve yapmadıklarımızın kime yaradığını araştırmamız yeter…” (Syf: 54-56)
Nasıl bir “Matrix” bu? Doğru, her zaman kırbaç zoru yok. Ve
elbette davranışların, ne olup ne olmaması gerektiğini de
çoğu kez açıktan emretmiyorlar. Sadece, istedikleri sonuçları yaratacak bilgilerle donatıyorlar çocukluktan beri.
“Kime yarıyor?” sorusunun cevabı bellidir. Öyle gizlisi saklısı yoktur. Gazeteler de açık açık yazıyorlar zaten bu cevabı:
“Türkiye’nin en zenginlerinin yer aldığı FORBES 100 listesinde Koç ailesi mensupları geçen yıl 7.1 milyar dolar olan servetlerini 12.3 milyar dolara çıkararak birinciliği Sabancı ailesinden aldı…” (1 Mart 2011/HT Ekonomi Dergisi)
Şekillendirdikleri kültürel atmosfer içinde, sundukları bilgiler aracılığıyla yapıyorlar imalatlarını. Ne istiyorlarsa onu yarattıkları bir çark bu. Düzene uygun kafalar oluşturdukları kirli bir çark hem de...
Peki, sizin servetiniz kaç milyar dolara çıktı? Yoksa, siz hala
anne babanız gibi, ayın sonunu getirmek için ter mi döküyorsunuz? Haklısınız, soru hiç komik değil…
7…
Che olmak, işte o makinenin çarklarını parçalayan Yeni İnsan olmak demektir. O makinenin mamulü olmaktan çıkıp
Yeni İnsan’ı yaratmak demektir Che olmak.
Soru şuydu: Burjuvazi, nasıl insanlar istiyor?
6…
Geçim sıkıntısı, işsizlik, yoksulluk, yoksunluk ve bunların neden olduğu sorunlarla kuşatılan insanların, bu kuşatmaya
razı olmaları, bu rızayı sağlayacak tarzda imal edilmeleri ile
mümkündür.
Şimdi hep beraber tekrarlıyoruz: “… İnsan yapma olayına eğitim denir… Tüm bilgi ileten yerler okuldur… Nesneler
araçlarla yapılır. İnsan yapma aracı ise bilgidir… Bir insanın
davranışları yaşamının akışını belirlediği gibi, edindiği bilgiler de yaşama biçimini belirler…
Bilginin niteliği, onun insan yaşamındaki etkisinin araştırılmasıyla kavranabilir… Eğer bir aracın niteliğini daha iyi kavramak istiyorsak, onun hangi amaç uğruna kullanıldığını bilmemiz gerekir. Aracı amaç belirler.
Amaçsız bir araç olamaz. Aynı şekilde amacı olmayan hiçbir bilgi de yoktur… İnsan yapımında kullanılan bilgiler, ‘yapmak’ istediğiniz insan türüne uygun olmak zorundadır…” (Syf:
5-6)
Burjuvazi, nasıl insanlar olmamızı istiyor? Emperyalizm,
nasıl bir halk olmamızı ister?
Cevaplar için aynaya mı bakmalıyız? Ayna, hayatın kendisi
mi? Aynamız yaşama biçimimiz mi? Ne ve nasıl…
“… Bir insanın davranışları, yaşamının akışını belirlediği gibi,
edindiği bilgiler de yaşama biçimini belirler…” Davranışlarımızda özgür değil miyiz? Ama kırbaç zoruyla davranmıyoruz ki…
“… Bize verilen bilgiler, kafamızın içinde yargı ve kanaatlere dönüşür.
Yargı ve kanaatler, davranışlarımızı yöneten mekanizmanın
işleyişinin gerekli birer parçasıdır…”
58 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Cevap budur: Burjuvazi, imal ettiği şekilde kalınmasını dayatıyor.
Soran, sorgulayan, yanlışları eleştiren, haksızlıklara itiraz eden,
giderek iğrençliğe başkaldırmayı öğrenip kendisini bu başkaldırı içinde yeniden yaratan, Che’lerin var oluşunda kendi yok oluşunu görür burjuvazi. İşte bu yüzden, Che’leri yok
etmek için elindeki geleni fazlasıyla yapar.
Hiç kuşku yok ki, Che bile, Che olarak doğmamıştır. Ve fakat
mücadele içinde kendini yeniden yaratmıştır. Latin Amerika gerçekliğini en çıplak haliyle gördüğü motosiklet gezisi, Guatemala’da tanık olduğu Amerikancı faşist darbe,
Meksika’daki demokrasicilik oyunu, kapitalizmin iğrençliğini kavraması, Marksizm-Leninizm’i öğrenmesi, öğrendiklerini pratiğe geçirmesi, Küba dağlarında ölümün üstüne üstüne yürüyerek zafere ulaşması ve bir bütün olarak burjuvaziye dair her şeyle her an hesaplaşmasıyla… Che, kendisinde Yeni İnsan’ı yaratmıştır…
8…
Marks’ın ifadesiyle diyebiliriz ki; “… insan, kendi gerçeğini öğrenme yolunda ilerlerken, bir yandan da içinde yaşadığı dünyayı kavramaya başlayacaktır…”
Kavradığı dünyanın haksızlıklarını değiştirmek için harekete geçtiğinde, kendisinden robot gibi davranmasını isteyen
burjuvaziye de isyan etmiş olacaktır. İşte bu Büyük İnsanlık davranışıdır ve böyle davranmak Yeni İnsan’ın eylemidir.
Demek ki, Büyük İnsanlık’ın vücuda gelmiş haline Yeni İnsan
diyebiliriz…
Sonuç olarak, bu bir kitap tanıtım yazısıdır... Kitabın adı: Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?... Yazarı: E.A.Rauter...
Yayın Evi: Bakış Kitaplığı – Ekim 1999... Kitapta kullanılan desenler Fransız karikatürist Kank’a ait... Eser, sadece 92 sayfa... o
sinema
sinema
“anlamıyorsun... su hayattır.”
sevgi duman
"Mücadele ilk olarak çiftçiler ile başladı. Çiftçiler devletin yürürlüğe koymaya çalıştığı yasalar yüzünden su haklarının ellerinden alınacağını fark eden ilk grup olmuştu. Bundan dolayı onlar şehre ilk gelenlerdi ve eğer sessiz kalırsak yasanın
geçeceğini belirtmişlerdi. Devlet, bizim su kaynaklarımızı, şehrin su sistemini, halka ait olan kaynakları, özelleştirecekti. Bu
yüzden, çıkarılacak yasa hepimizi etkileyecekti. (...)Yüzlerce
ve yüzlerce insan olup 14 Eylül Meydanı’nı ele geçirmeye çalıştık. Çünkü bizler, ‘Meydan bizim. Neden almaya çalışmayalım?’ diye soruyorduk. Ve bu, bir şeyi almak için verilen mücadeleden çok daha fazlasıydı; bize ait olduğuna inandığımız
bir yerin fiziksel olarak işgali demekti. Direniş diğer insanlara ilham verdi, öğrenciler, civar bölgelerde yaşayanlar ve bizler hepimiz o Cumartesi günü buraya geldik. Nihayet meydanı ele geçirdik"
Bu sözler, 2000 yılında Bolivya’nın Cochabamba şehrinde, kent
için hayati önem taşıyan su kaynakları için yapılan destansı
savaşın isimsiz kahramanlarından birine ait. 10 kişinin polis
tarafından kurşunlanarak katledildiği bu Su Savaşları, Seattle Direnişi’nden hemen bir ay sonra gerçekleşmişti.
Cochabamba sokaklarında hükümetin, suyu özelleştirerek satmak istediği Aguas Del Tunari adlı tekele karşı başlayan bu
ayaklanma, bu su tekelinin Bolivya’yı terk etmesini sağlamış
ve tüm dünyada emperyalist su tekellerine karşı verilen mücadelenin simgesi haline gelmişti.
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 59
duyarlılığı, zor anlarda bencillikle kolayca değiştirebilecek karakterde genç ve ihtiraslı bir yönetmendir. Filmin yapım sorumlusu ise, suları ellerinden alınan
yerlilerin savaşımına tanık olduğunda insanlığını anımsayan
Costa (Luis Tosar)’dır. Filmde oynayacak yerlileri belirlemek için
yarışma düzenlerler ve orada
hakkını sonun kadar arayan bir
yapıda olan Daniel (Juan Carlos
Aduviri)’i beğenirler. Daniel filmde Kristof Kolomb’a karşı direnişin önderi bir yerliyi oynayacak,
aynı zamanda Bolivya’da Cochabamba’da su tekellerine karşı
verilen Su Savaşları’nın doğal
önderi olduğu için, filmin “kaderi” üzerinde etkin bir rol oynayacaktır.
Su Savaşları’nın verildiği bu süreçte, Bolivya’da tarihi bir film
çekmek isteyenlerin öyküsünü izliyoruz Yağmuru Bile (Tambien la Lluvia)’de... Film, eski bir oyuncu ve şimdilerin yetkin
bir yönetmeni olan Icíar Bollaín’in son uzun metrajlı filmi.
Icíar Bollaín’i, kadına yönelik şiddeti konu aldığı Gözlerimi de
Al (Te Doy Mis Ojos) filmiyle tanıdık. Oradaki yönetimiyle sadece İspanyol sinemasında değil dünyanın birçok ülkesinde
isim yapmıştı.
Bollaín, Yağmuru Bile’de, (Ken Loach’ın “kadrolu” senaristi Paul
Laverty’nin akıcı ve etkili senaryosunun da yardımıyla), 500
yıl önce Kristof Kolomb’un Bolivyalı yerlileri kral adına köle
haline getirmesini, altın madenlerini sömürmesini, Bolivyayı da bir sömürge yapmasını anlatmak için Bolivya’da film çekmeye gelen bir film ekibinin öyküsünü aktarıyor beyazperdeye.
Kristof Kolomb’un 500 yıl önce Bolivyalı Kızılderilileri köleleştirmesiyle, Bolivya’nın bugününde yaşayan Kızılderililerin her
çeşit zenginliklerine, hatta içme suyuna dahi el koyan emperyalist tekellerin arasında hiçbir farkın olmadığını anlatan ve
bunu klişelere sarılmadan, doğrudan hayatın içinden aktaran Yağmuru Bile, yaz sezonunun ölü toprağı serpilmiş ruhunu adeta dirilten bir film.
Sebastian (Gael Garcia Bernal), Kristof Kolomb’un Bolivya’yı
İspanya kraliçesi adına sömürgeleştirmesinin hikayesini anlatmak için bu ülkeye gelen, taşıdığı küçük burjuva demokrat
60 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Film bir yerden sonra, film içinde film olmaktan çıkıp gerçeğin
500 yıldır değişmediğinin kanıtını gösteren bir belgesele dönüşüyor. “Belgesel” deyimini bire bir sözlük tanımıyla kullanarak filme haksızlık etmeyelim; Kristof Kolomb’a karşı yerli savaşının anlatıldığı film bile son derece çarpıcı sahnelere sahip ve sanki onlar da gerçeğin ta kendisi. Yönetmen de sanki bunu istiyor, yani gerçeklikten bir an bile kopmamızı istemiyor. Oyunculuklar da çok sahici ve doğal olunca, sömürü
sorununa geçmişten bugüne değinen güçlü bir film ortaya
çıkıyor.
İspanyol sineması, politik sinemanın güçlü örneklerini sergilemede ve bununla birlikte de insana dair, yaşamın gerçeklerine dair konuları çekinmeden dosdoğru anlatmada da usta
bir sinema olarak karşımızda duruyor.
Yağmuru Bile, belki de geleceğin emperyalist savaşlarının temelini oluşturacak olan su sorununa vurgu yaparak, üstelik
bunu aynı konunun Hollywood versiyonları gibi bilim-kurgu
olarak değil, yaşamın tam ortasından vermeyi başararak öne
çıkıyor. Gişe başarısı beklenmeyecek bir konu bu. Tekellerin
de hoşuna gitmeyecek bir konunun filmini yaparak kendi sinema geleceğini de riske atan Bollaín, hayatın içinden, gerçek konuların izinden gitmek temelinde bir sinema yolculuğuna devam edeceğini söylüyor.
Derelerin, yeraltı sularının ve içme sularının ticarileştirilmesi konusu, bugün için dünyanın en yakıcı sorunlarından biri
haline gelmiş durumda. Emperyalistler, Dünya Su Forumu gibi
kurumlaşmalarla suların ticari bir meta haline getirilmesi sürecini hızlandırmaya çalışırken; buna karşı çıkan yoksul halk,
KÜNYE:
Yönetmen: Icíar Bollaín
Senaryo: Paul Laverty
Müzik: Alberto Iglesias
Görüntü: Alex Catalán
Oyuncular: Luis Tosar (Costa), Gael Garcia Bernal
(Sebastián), Karra Elejalde (Antón/Cristóbal Colón),
Cassandra Ciangherotti (Maria), Raúl Arévalo
(Juan/Antonio), Juan Carlos Aduviri (Daniel/Hatuey),
Milana Soliz (Belen)
Yapım: İspanya-Meksika (2010)
dünyanın birçok bölgesinde savaş veriyor, kendi kurumlaşmalarını da yaratıyor.
Ülkemizde de bu konuda bir araya gelen siyasi örgütlenmeler, DKÖ’ler, sendikalar, konfederasyonlar vb. Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu (STHP)’nu kurarak, emperyalistkapitalist sistemin halkın suyunu gasp etmesinin önüne geçmek için mücadele ediyorlar. Üç senedir suyun ticarileştirilmesi konusunda halkı bilinçlendiriyor, basın açıklamaları, mitingler, forumlar, sempozyumlar düzenliyor.
Paul Laverty, Cochabamba Su Savaşları üzerine uzun bir süre
araştırma yaparak oluşturmuş senaryoyu. İç içe geçmiş üç ayrı
konuyu, belki üç ayrı filim demek daha doğru olur, çok doğal bir kompozisyonda birleştirmiş, çok rahat bir şekilde kaba
ve güçsüz bir yapım haline gelebilecek bir kombinasyonu büyük bir ustalıkla etkili bir senaryoya dönüştürmüş. Bunun iyi
bir yönetim ve güçlü oyunculuklarla desteklenmiş olması, ortaya izlenmesi gereken bir eser yaratmış.
Yağmuru Bile filmini bir yandan sinematografik açıdan değerlendirirken, öte yandan modernizmin çağın sanatına ve sanatçılarına misyonsuzluğu vaaz etttiği bir süreçte, kör parmağım gözüne yapmadan, doğal bir şekilde taraf olunması gerektiğini anlatan bir film olarak, yani politik olarak da değerlendirmek gerekiyor.
Böylesi bir filmi çekmek, aydın olmanın ne demek olduğunu da göstemesi bakımından önemli. Yönetmen ve senarist
filmin başından sonuna kadar Kızılderililerden yana, onlardan
taraf. Filmi izlerken haklıdan ve mazlumdan yana olunması
gerektiğini görüyor, duyuyor, hissediyor ve doğru buluyorsun.
Sınıfsal olarak belki eksik bir bakış açısına sahip ama en azından yüzlerce Hollywood yapımı film gibi emperyalist-kapitalist sisteme güzelleme yapmıyor; bireyciliği, bencilliği,
yozlaşmayı ve çürümeyi yaymaya çalışmıyor.
Böylesi eli yüzü düzgün yapım bulmak artık çok zor sinemada. Bunun önündeki en büyük engel elbette emperyalizm.
Çünkü her şeyin sektörünü oluşturan emperyalist-kapitalist
sistem, sinemayı da çok büyük paraların döndüğü bir rant kapısı haline çoktan getirmiş durumda. Bunun önüne ancak örgütlenmeyle geçebilir halktan yana sanat yapmak isteyen aydınlar, sanatçılar...
Yağmuru Bile, yakın çok yakın bir zamanda, ülkemizde de yaşadığımız ve daha büyük oranda yaşayacağımız su savaşlarını aklımızdan hiç çıkarmamak için izlenmesi gereken bir film...
Daniel, filmde, su için eylemlere girip de gözaltına alınmasını eleştiren Costa’ya söylediği şu cümleyle suyun önemini çok
güzel özetliyor zaten: “Anlamıyorsun... Su hayattır!” o
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 61
haberler
haberler
Ölüm yıldönümünde İdil Tiyatro Atölyesi
İdil’in başucunda
yeni oyunuyla
Dersim’deydi
Ayçe İdil Erkmen... Devrimci, sanatçı, kadın... Devrimci
sanatın ve devrimci sanatçılığın, Ortaköy Kültür
Merkezi’ndeki ilk emekçilerinden ve öncülerinden...
1996 yılındaki ölüm orucu direnişinde inançları uğruna
gün gün eriyerek, dünyanın ilk kadın ölüm orucu şehidi
olarak tarihe geçen devrimci... Ayçe İdil Erkmen...
Ayçe İdil Erkmen, ölümünün on beşinci yıldönümünde
mezarı başında yoldaşları tarafından anıldı. Yanlarında
çiçekleriyle geldiler İdil’in yanına. Önce suladılar toprağını, yıkadılar mezarını. Toz toprak içinde olmamalıydı
yoldaşlarının mezarı. Sevindiler geçen yıl mezara diktikleri çamın büyümesine. Mezarından sarkacak kadar
büyüyen çiçeğin yeşiline çok sevindiler.
And içtiler bir kez daha İdil’in huzurunda. Yumrukları
gökte, başları saygıyla eğilmiş. Ondan öğrendiklerini
yarına taşımaya bir kez daha söz verdiler. Söz verdiler
yolundan hiç ayrılmayacaklarına bir kez daha. Ona yaktıkları türküyü, Mitralyöz’ü söylediler önce. Sonra
Düşenlere’yi... İdil)in gözlerinde dalgalanıyor yurdumun
geleceği, masmavi... Masmavi bir umut parlıyor gözlerinde. İnancın, dupduru bir sevginin mavi mavi yansıması bu... Ve İdil, yoldaşlarını bir kez daha görmenin,
içtikleri andı bir kez daha duymanın coşkusundaydı.
Sıcacık baktı onlara öte geçelerden. Kapadı gözlerini...
Uykudaydı, rahattı...
İdil’in yoldaşları, mezarlıktaki diğer yoldaşlarının yanına
da uğradılar. Hüseyin Fidanoğlu, Kahraman Altun,
Hamdi Aygül, Ferit Eliuygun, Seher Şahin ve Olcay
Uzun’un da yanına uğrayıp, öytüler mezartaşlarını.
Açtıkları yoldan yürüyeceklerine bir kez daha onların
huzurunda söz verdiler yüreklerinden... Gözleri onların
üzerinde, onların yoldaşları olmaktan onur duyarak
ayrıldılar mezarlıktan... o
62 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
Toplu Mezarların anlatıldığı
“Bu Dağlara Bahar Gelsin
Diye” adlı bir oyun hazırlayan İdil Tiyatro Atölyesi,
Munzur Kültür ve Doğa
Festivali’ne katıldı. Dört
gün süren festivalin ilk
günü Pertek’te, ikinci günü
Ovacık’ta, üçüncü günü Hozat’ta, son günü ise
Merkez’de Hüsnü Yıldız’ın çadırının önünde oyunlarını
sahnelediler.
İzleyenlerin beğenisini kazanan oyunda, evlatları toplu
mezarlarda kaybedilmiş anaların ve kardeşinin toplu
mezardan çıkarılması için bedenini açlığa yatıran “kardeşimi bulana kadar bir lokma ekmek haram bana” diyen
bir insanın hikayesi, iç içe geçmiş bir kompozisyonla
verildi. Oyunu festival süresince yaklaşık 10 bin kişi izledi. o
Horon İsyandır’da
“HES’lere hayır” sesleri
Kalan Müzik’in 20. yıl etkinliği kapsamında 9
Temmuz Cumartesi günü Kuruçeşme Arena’da
düzenlediği Horon İsyandır adlı geceye, Fuat Saka,
İhsan Eş, Marsis, Cem Tarım, Ayşenur Kolivar,
Karmate, Selçuk Balcı, Volkan Arslan katıldı.
Suyun, ormanların, doğanın, yaşamın her alanının
ticarileştirilmesine, HES’lere ve termik santrallere
karşı seslerin yükseldiği
dayanışma gecesinde
“Yeni Çernobiller istemiyoruz” denilerek
Çernobil’de hayatını
kaybedenler anıldı. o
Otomatik Portakal bu
kez müzikal olarak
sahneleniyor
Stanley Kubrick’in 1971’de romanı
beyazperdeye uyarlamasının
ardından, 1980’lerde Burgess’ın
müzikal olarak düzenlediği eser,
romanın 50. yıldönümü olan
2012’de ilk kez İngiltere’de sahnelenecek. Dünyada çok ses getiren
romanın yazarı Anthony Burgess,
Manchester'da perdelerini açacak
müzikalin şarkı sözlerini de yazdı.
Roman suçun kaynağına inmek yerine sonuçlarını irdeliyor, eleştiri oklarını düzene yöneltiyor. Modern dünyayı
oluşturan dinamiklere, kurulu düzene hizmet eden liberal,
lümpen, entelektüel tiplemesine; iktidarın birey yaratma
uğraşlarının sonuçlarına, suç ve ceza, suçlu eğitiminin etiğine, aile yaşamına… sert ve eleştirel bir bakış atan
Otomatik Portakal; hukukun, kuralların olmadığı bir toplumda şiddet yanlısı genç bir çete liderini anlatıyor. Eser,
filmin yayınlanmasıyla birlikte aşırı şiddet sahneleri içerdiği gerekçesiyle uluslararası alanda büyük çapta protestolara yol açmıştı. o
Gülsuyu Gülensu’da
geleneksel piknik
Gülsuyu Gülensu Haklar Derneği’nin 3. geleneksel
pikniği 24 Temmuz pazar günü Gülsuyu son durak
ormanında yapıldı.
Piknikte Ali Yıldız’ın büyük bir pankartı açılarak cenazesinin ailesine verilmesi için imza masaları kuruldu.
Etkinliğe Kenan ve Şengül Kardeşler, Pınar Sağ ve
Grup Yorum katıldı. Ali Yıldız’ın abisi Hüsnü Yıldız’ın
direnişini bir üst boyuta taşıyarak ölüm orucuna
dönüştürdüğnü duyuran Yorum elemanları demokratik mücadeleye yapılan saldırıları da anlattı.
Piknik söylenen türkülerle sona erdi. o
GRUP YORUM g ü n c e
44-5 Temmuz Kıbrıs
Gazi Mağusa’da Doğu
Akdeniz Üniversitesi öğrencilerinin eylemine
destek verdi. Ertesi gün
Salamis Harabeleri’nde
verdiği konserde 3000
kişiye seslendi
424 Temmuz Mersin
Kazanlı’da Evvel Temmuz Festivali kapsamında bir konser verdi.
426 Temmuz Nurtepe’de sürdürülen açlık
grevi çadırına ziyarette
4 8 Temmuz Niğde bulunup yapılan açıklaUlukışla’da düzenlenen maya katılarak bir dinlefestivalde 6000 kişiyle ti verdi.
türküler söyledi.
426 Temmuz Ölümü410 Temmuz Dersim nün 15. Yılında Ayçe İdil
Atatürk Stadyumu’nda Erkmen’in mezarı başınHalk Konseri verdi. Kon- daydı.
sere 10.000 kişi katıldı
428 Temmuz 11. Mun411 Temmuz Dersim zur Festivali kapsamında
Belediye Meydanı’nda Dersim Atatürk StadyuHüsnü Yıldız’ın açlık gre- mu’nda konser verdi.
vi eylemine destek ver- Konseri yaklaşık 15.000
mek için bir basın açıkla- kişi izledi.
ması yaparak türküler
söyledi.
429 Temmuz Munzur
Doğa ve Kültür Festivali415 Temmuz Saman- nin ikinci gününde Ovadağ’da yapılan Evvel cık’ta 5000 kişiye seslenTemmuz Festivali’ne ka- di
tılarak 30.000 kişiye seslendi.
431 Temmuz Açlık Grevini Ölüm Orucuna çevi417 Temmuz Tokat Fil- ren Hüsnü Yıldız için birtise köyünün düzenle- çok sanatçıyla destek
diği yayla şenliklerinde açıklaması yaptı, türküler
bir konser verdi. Konse- söyledi.
ri 3.000 kişi izledi.
424 Temmuz Gülsuyu
Gülensu Haklar Derneği’nin bu yıl üçüncüsünü
düzenlediği piknikte
sahne aldı.
AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 63
sa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa... kısa...
4Altın Portakal'da “geç kalan” ödüller
8-14 Ekim 2011 tarihlerinde yapılacak olan 48.
Antalya Altın Portakal Film Festivali, bu yıl bir
ilke imza atıp 1979 ve 1980 yıllarının iptal edilen yarışma filmlerini festival programına alacak.
“Geç Gelen Altın Portakallar”ın sahipleriyle buluşturulacağı ve filmlerin o yılların hayatta kalan kadın jüri üyeleri tarafından değerlendirileceği festivalin bu yılki temasının "ve kadın
dünyaya dokundu" olarak belirlendiği bildirildi.
1979’da Sansür Kurulu’nun yarışmaya katılan 3
filme sansür uygulamak istemesi üzerine, yarışmadaki yapımcı ve yönetmenler festivalden
çekilmiş, festivalin jüri üyeleri ise yarışmayı değerlendirmeme kararı alarak, Sansür Kurulu’nu
protesto etmişti. Bu jürinin 32 yıl sonra değerlendireceği filmler arasında Sansür Kurulu’na
takılan üç filmin yanı sıra 12 film daha var.
1980’de ise 13 Eylül’de başlayacak festivalin 12
Eylül cuntası nedeniyle iptal olması üzerine 11
film değerlendirilememişti.
4 6. Geleneksel 1 Mayıs Mahallesi Kuruluş
Festivali, 1-3 Eylül Tarihlerinde Yapılacak.
İdil Kültür Merkezi tarafından her yıl, "Biz bir
dost sofrasında, bir de harmandalında diz kırarız" şiarıyla düzenlenen geleneksel Halk
Sofrası pikniğinin bu yıl sekizincisi 4 Eylül tarihinde yapılacak. Sarıyer M.Akif Ersoy piknik
alanında yapılacak piknikte sahneye Grup Yorum, Burhan Berken, Marsis, İdil Çocuk Korosu ve İdil Tiyatro Atölyesi çıkacak, ayrıca çeşitli yarışmalar yapılacak. Piknik alanına birçok
mahalleden otobüs kaldırılacak.
4 Yozlaşmaya Karşı Gazi Halk Şenliği
Mahallelerimizde düzenin halkın tüm kesimlerine yönelik sürdürdüğü yozlaştırma ve
çürütme çabalarına rağmen, halk kültürünü
yaşatmak, büyütmek ve bu saldırılara karşı
daha örgütlü durabilmek için her yıl düzenlenen "Yozlaşmaya Karşı Halk Şenliği"nin
altıncısı 10-11 Eylül tarihlerinde yapılacak.
4 Armutlu’da Güz Şenliği Yapılacak
Yedincisi düzenlenecek olan Armutlu Güz
Şenliği bu yıl yıkımlara karşı yapılıyor. Büyük
zorluklarla ve yoğun emekle, ısrar ve kararlılığın sonucu bir süreklilik, geleneksellik
kazanan şenlik; birçok sanatçının katılımıyla
eylül ayında Armutlu cemevi bahçesinde
yapılacak.o
DVD... VCD... albüm... DVD... VCD... albüm... DVD... VCD... albüm... DVD...
4 Bayar
Şahin
Gideli
Esen Müzik
64 | TAVIR | AĞUSTOS 2011
4 Okan
Murat Öztürk
Sevda Sitem Götürmez
Anadolu Müzik
4 Selçuk
Balcı
Patika
Kalan Müzik
4 Gökhan
Birben
Bulutların Gözyaşları
Cinan Müzik
temmuz_kapak.indd 4
8/3/11 11:51 AM

Benzer belgeler