Özerk Sanat Konseyi "ANAYASA VE SANAT"
Transkript
Özerk Sanat Konseyi "ANAYASA VE SANAT"
TMMOB MİMARLAR ODASI ÖZERK SANAT KONSEYİ 6. SANATÇILAR KURULTAYINA DOĞRU-1 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT 8 Ocak 2008 Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryumu TMMOB MİMARLAR ODASI tmmob mimarlar odası Yayına hazırlayanlar: Canol Kocagöz, Kubilay Önal, Fikret Terzi Grafik tasarım: H. Nilgün Kara Babacan Grafik uygulama: Reyhan Yalpur Yapım organizasyon: Mimarlık Vakfı İktisadi İşletmesi, (0212) 253 45 35, İstanbul Baskı, cilt: Çizgi Basım Yayın Ltd. Şti. (0212) 251 83 13, İstanbul Birinci baskı: Mayıs 2008, 500 Adet ISBN 978-9944-89-556-9 TMMOB Mimarlar Odası Genel Merkezi Yayın Birimi tarafından yayına hazırlanmıştır. Kaynak gösterilerek yapılacak alıntılar dışında, yayıncının izni olmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz. İÇİNDEKİLER Ortak Bir Ses: “ÖSK”......................................................................................................................... 5 Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu....................................................................................... 7 Kamuoyuna Çağrı ............................................................................................................................... 9 Fotoğraflar . .......................................................................................................................................... 10 Program ................................................................................................................................................. 11 Sunuş ve Açılış Konuşması . ......................................................................................................... 13 Panel ........................................................................................................................................................ 19 Görüşler ................................................................................................................................................. 63 Forum ...................................................................................................................................................... 77 Sanat ve Sanatçı Kuruluşlarının Görüşleri .......................................................................... 95 Basın Açıklaması ............................................................................................................................ 102 Basında Yankılar ............................................................................................................................ 105 ORTAK BİR SES: “ÖSK” Özerk Sanat Konseyi kurma çalışmalarına başlarken, ülkemizin sanat ve kültür alanlarında taşıdıkları sorumluluklarıyla bir araya gelen 76 sanat örgütünün katılımıyla 1975 yılında gerçekleştiren ve ana teması “Sanatta Özerk Yapılanma ve Yaratma Özgürlüğü” olan Birinci Sanatçılar Kurultayı sonuç belgesinden aşağıdaki satırları anımsayalım ilkin: Bugün Türkiye’de sanatçının sanat yapma hakkı ve yaratma özgürlüğü, tartışılır hale gelmiş; buna karşın, sanat ortamı ile sanat- sanatçı örgütlerinin ayrı ayrı dağınık çabaları yetersiz kalmaya başlamıştır. Bu endişeleri paylaşan sanatçı örgütleri olarak, aşağıdaki konuları gündeme getirmeyi, tartışmayı, örgütler arası geniş ve ilkeli katılımlarla birlikte bir çalışma sürdürmeye yönelik bir yapı oluşturmayı, sorunları birlikte çözmeyi kararlaştırdık. Sanatçı örgütleri olarak inanıyoruz ki; yaratma özgürlüğünün temeli olan yaşama ve düşünce özgürlüğünün önündeki tüm yasal, ekonomik, toplumsal, siyasal engeller, kültürel baskılar ve sınırlamalar ortadan kaldırılmalı, sanatçının sanatsal yaratım için gereken maddi özgürlük ortamı sağlanmalıdır. Toplumumuzun ancak böyle bir özgürlük ortamında kimlik kazanabileceği ve geleceğe taşınacağı düşüncesi ile gereken yasal değişiklikler ve düzenlemelerin hızla gerçekleştirilmesi zorunluluğunu haykırmak istiyoruz. Sanatçının durumunun iyileştirilmesi ve sorunlarının çözülmesi, ülkemizin aydınlık geleceği için zorunludur. Ülkemiz sanatçılarının ve sanat örgütlerinin geniş katılımlı birlikteliğini, sanatçı haklarının savunulmasını sanat üretiminin iletişim kanallarının açılmasını sağlayacak yasal güvencesi olan, yönetsel ve mali bağımsızlığa sahip, taraf olma ehliyeti olan Özerk Sanat Kurumunun oluşturulması, tüm sanatçı örgütlerinin ortak talebidir… Yukarıdaki satırlar, 27-28 Mart 1995 tarihlerinde İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde buluşan, Türkiye’nin sinema, tiyatro, gösteri sanatları, plastik sanatlar, müzik, sahne sanatları, yazın ve tasarım alanlarının ciddi önemli ve sorumlu sanat örgütlerinin bugün de geçerliliğini koruyan ortak iradesinin ifadesidir. PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Ama gelin görün ki bugün TC Anayasası’nın 64. maddesinde dile getirilen sanat ortamının oluşturulması ile sanatla kamu yönetimi alanı arasındaki ilişkileri düzenleyecek tüzel kişiliğe ve idari-mali özerkliğe sahip, özel hukuk kurumlarına tabi “Türkiye Sanat Kurumu Yasası” ve sanatı siyasetin vesayetinden kurtarmak amacı için kurulmaya çalışılan Özerk Sanat Konseyi’nin oluşturulması çalışmaları yok sayılmaktadır! Devletin devamlılığı ilkesi göz ardı edilerek, zamanın TC Kültür Bakanı D. Fikri Sağlar ile Özerk Sanat Konseyi Girişim Kurulu adına Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’ın 9 maddeden oluşan 2.11.1995 tarihinde imzaladıkları protokolü şimdiye kadar gelen tüm iktidarlar yok sayarak protokolün emrettiği yasa ve yönetmelikleri çıkarmadılar. Hep oyalama yoluna gittiler. Yine protokol gereği hazırlayıp TC Kültür Bakanlığına gönderdiğimiz Türkiye Sanat Kurumu Yasası taslaklarına şu ana kadar hiçbir cevap alamadık. Kültür bakanları çağırdığımız toplantılara sadece telgraflarla katıldılar. İktidara gelenler bununla da kalmadı, Anayasa değişikliği gündeme geldiği zaman “Sanatın ve sanatçının korunması”nı içeren ve bizce yürürlükteki haliyle bile yetersiz olan 64. maddeyi sanatçılar lehine geliştirecekleri yerde, yeni anayasa (!) taslağından tümüyle çıkardılar!.. Bunun üzerine, söz konusu anayasa taslağını inceleyen Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulumuz, “Önerilen anayasa değişiklerinin, tüm ulusal değerlerimizle birlikte, sanatın da piyasalaşması sürecini hızlandıracağı ve ülkemiz kültür ortamının daha da yozlaşmasına neden olacağı tehlikesini göz önüne alarak” 8 Ocak 2008 tarihinde İstanbul Yıldız Üniversitesi Oditoryumu’nda hukuk, siyaset, bilim ve sanat insanından oluşan 16 katılımcıyla “Anayasa ve Sanat” başlıklı panel-forumu gerçekleştirdi. Gerçekleştirilen panel-forum “Türkiye Sanat Kurumu Yasa Tasarısı Taslağı” çalışmalarının devamı olarak 2008 yılının tartışılan, genelde ilk anayasa taslağı, özelde de sanatın anayasa içindeki konumunu tartışma ve bilgilendirme toplantısı olması, ayrıca yıllarca mücadele ettiğimiz Özerk Sanat Konseyi tartışmalarını yeniden gündeme getirmesi açısından, Yürütme Kurulumuzca önemli görülerek kitaplaştırıldı. Elinizdeki kitapta, “Anayasa ve Sanat” toplantısının katılımcılarının panel-forumdaki görüş ve konuşmaları aynen program akışına uygun olarak yer almaktadır. Ayrıca kitapta, tartışmaların ve anayasa ve sanat konularında yapılan konuşmaların dinamizminin korunması açısından özgün yapıya uygun olarak yer almasının sağlanmasıyla, sanat alanlarımıza önemli katkılarda bulunulacağına, yaratıcı ve icracı sanatçılar için bir başvuru kitabı olmasının yanında yaşanan dönem itibariyle de “Anayasa ve Sanat” kitabının bir belge özelliği taşıyacağına inanıyoruz. Saygıyla… 76 Sanat ve Sanatçı Kuruluşu adına ÖZERK SANAT KONSEYİ YÜRÜTME KURULU 6 ÖZERK SANAT KONSEYİ YÜRÜTME KURULU Hilmi Etikan Belgesel Sinemacılar Birliği (temsilcisi) Sabri Kuşkonmaz BESAM (temsilcisi) Orhan Aydın Disiplinlerarası Sanat Kuruluşu (temsilcisi) Burcu Kayalar Grafikerler Meslek Kuruluşu (temsilcisi) Işık Özçelik (Dönem Sözcüsü) Heykeltıraşlar Derneği (temsilcisi) Can Başak İŞTİSAN (temsilcisi) Canol Kocagöz (Dönem Sözcüsü) Karikatürcüler Derneği (temsilcisi) Ali Rıza Binboğa MESAM (temsilcisi) Kubilay Önal Mimarlar Odası (temsilcisi) Baha Boduroğlu POP-SAV (temsilcisi) Ahmet Yüzüak SİNE-KOOP (temsilcisi) Metin Beyen TOBAV (temsilcisi) Orhan Kurtuldu TOMEB (temsilcisi) Gülsüm Cengiz Türkiye Yazarlar Sendikası (temsilcisi) Bedri Baykam (Dönem Sözcüsü) Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (temsilcisi) Yürütme Kurulu Danışman Üyeleri Yılmaz Onay / Uluslararası PEN Üyesi Meliha Sözeri / Heykeltıraşlar Der. Üyesi Reşit Arslan / TOBAV Üyesi Bensu Orhunöz / İŞTİSAN Üyesi Fikret Oğuz / TMMOB Mimarlar Odası Üyesi Fikret Terzi / KESK HABER-SEN Üyesi ÖZERK SANAT KONSEYİ’NE KATILAN 76 SANAT VE SANATÇI ÖRGÜTÜ İLE 10 DESTEKÇİ KURULUŞ AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kısa Filmciler Derneği ANSAN Antalyalı Sanatçılar Derneği MESAM Müzik Eseri Sahipleri Meslek Birliği ASD Ankara Sinema Derneği Mizah Üretenler Derneği ASİTEJ Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği Türkiye Merkezi MSÜ-DGSA Mezunları Derneği Avrupa Kültür Derneği Müzik-Der Müzik, Sahne ve Gösteri Sanatçıları Derneği BASAD Bakırköylü Sanatçılar Derneği MÜYAP Müzik Yapımcıları Derneği BESAM Bilim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği Müzik-Sen Müzik ve Sahne Sanatçıları Sendikası BSB Belgesel Sinemacılar Meslek Birliği Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği Çağdaş Drama Derneği ÇASOD Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği Çevirmenler Derneği Çizgi Filmciler Derneği Çocuk Yayıncıları Derneği DETİS Devlet Tiyatrosu Sanatçıları Derneği DİSK Sine-Sen Türkiye Sinema Emekçileri Sendikası Diyarbakır Kültür ve Tanıtım Vakfı Dünya Kitle İletişim ve Araştırma Vakfı Edebiyatçılar Derneği EDİSAM Edebiyat ve İlim Eserleri Sahipleri Meslek Birliği Ege Kültür Vakfı ETM Endüstriyel Tasarımcılar Meslek Birliği Film-Yön Film Yönetmenleri Derneği FİYAP Film Yapımcıları Derneği FOTOGEN Fotoğraf Sanatı Derneği Fotoğraf Vakfı GMK Grafikerler Meslek Kuruluşu GÖRSAV Görsel Sanatlar Vakfı Güney Vakfı GSBRD Güzel Sanatlar Birliği Resim Derneği Heykeltıraşlar Derneği ITI UNESCO Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Türkiye Merkezi MÜYORBİR Müzik Yorumcuları Meslek Birliği Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı OYÇED Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği Oyuncu-Bir Oyuncular Meslek Birliği Özel Tiyatrolar Derneği POPSAV Popüler Müzik Sanatçıları Vakfı PTFD Profesyonel Tanıtım Fotoğrafçıları Derneği RYD Reklam Yaratıcıları Derneği Resim ve Heykel Müzeleri Derneği Ressamlar Derneği Ruhi Su Vakfı SANART Sanat Eğitimcileri Derneği SEDER Sanat Eğitimcileri Derneği Sen-Der Senaryo Yazarları Derneği SESAM Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği Ses-Der Seslendirme Sanatçıları Derneği SETEM Sinema ve Televizyon Eserleri Meslek Birliği SİYAD Sinema Yazarları Derneği SODER Sinema Oyuncuları Derneği Sine-Koop Sinema Ürünleri Kooperatifi Tekstil Tasarımcıları Derneği TİYAP Tiyatro Yapımcıları Derneği TMMOB İç Mimarlar Odası TMMOB Mimarlar Odası TOBAV Devlet Tiyatroları, Opera ve Bale Çalışanları Vakfı TODER Tiyatro Oyuncuları Derneği ICM-UNESCO Uluslararası Müzik Konseyi Türkiye TOMEB Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği Merkezi TRT-TV Yapımcıları Derneği İstanbul Filarmoni Derneği İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası Derneği TÜRSAK Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı İSAV İletişim ve Sanat Araştırma Vakfı Uluslararası PEN Türkiye Merkezi İSTİSAN İstanbul B. Belediyesi Şehir Tiyatroları Derneği UPSD Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Karikatürcüler Derneği Karikatür Vakfı Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Türkiye Merkezi Kayseri Fotoğraf Derneği Uzakdoğu Kültür Merkezi KESK Kültür-Sen Kültür Emekçileri Sendikası Yayıncılar Birliği TYS Türkiye Yazarlar Sendikası Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği KAMUOYUNA ÇAĞRI Özerk Sanat Konseyi’nin düzenlediği ANAYASA VE SANAT PANELİ Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryumunda 8 Ocak 2007 günü Saat: 14.00’te… özerk sanat konseyi yürütme kurulu 11.12.2007 / İstanbul Özerk Sanat Konseyi olarak, ülkemizde “sanat ortamlarının özgürleşmesi, sanat kurumlarının özerkleşmesi ve sanat kültürünün yaygınlaştırılması” amacıyla oluşturmayı hedeflediğimiz TÜRKİYE SANAT KURUMU’nun yaşama geçirilmesi için 1995 yılından günümüze değin sanatsal ve bilimsel çalışmalar yaptığımız medya ve kamuoyunca bilinmektedir. Ülkemizde “sanatçıyı, sanat kurumlarını ve sanat kültürünü siyasetin güdümünden kurtarmak” üzere hazırladığımız TÜRKİYE SANAT KURUMU YASA TASARISI TASLAĞI çalışmalarının devamı olarak, 2007-08 sanat mevsiminde gerçekleştireceğimiz dizi etkinliklerin ilki “SANAT VE ANAYASA” başlıklı paneli içermektedir. Kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, düşünce özgürlüğü, laiklik gibi kavramlarla birlikte, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin başta kültür ve sanat olmak üzere, demokrasi, insan ve yurttaşlık haklarıyla, ulusal birlik, barış ve tam bağımsızlığımızı oluşturan tüm cumhuriyet kazanımlarının bugün karşı karşıya olduğu tehlikelerden birinin de, Anayasanın 64. maddesinin değiştirilmesi, yok edilmesi girişimi olduğu yaşadığımız bir gerçekliktir. Bugün önümüze çıkan kara tablonun sonucunda, Anayasamızın sanata, sanatçıya ve sanat ortamlarına devlet güvencesi sağlayan ve TÜRKİYE SANAT KURUMU’nun da varlık nedeni sayılacak olan 64. maddesinin, yine kamuoyunun çok iyi kavradığı gibi, hükümetçe yeniden (!) yapılmak istenen Anayasa taslağında yer almadığı görülmektedir. Çağına ve ülkesine karşı taşıdığı ulusal ve evrensel duyarlılık ve sorumluluklarla yola çıkmış, ülkemiz sanatının tüm alan ve disiplinlerini oluşturan 67 sanat ve sanatçı örgütü adına, Özerk Sanat Konseyi olarak; “Halka karşın” yapılmak istenen “karanlık karşı devrim”ine direnmek üzere oluşturduğumuz, “karanlığa Karşı Sanat” savaşımımızda, başta sanat, düşün, yazın, bilim ve hukuk insanlarımız ve “demokrasimizin özgür sesi olması gereken, basın, radyo ve televizyon kuruluşlarımız” la birlikte, tüm kamuoyunun yanımızda olacağına inanıyoruz. SANAT VE ANAYASA PANELİ çağrımız, insanımızı ve ülkemizi ışıtacak sanatın ve demokrasinin aydınlığına inanan tüm kamuoyunadır. Sanatın gücü, aydınlığı ve dostluğuyla... Abdullah Sezer Bedri Baykam Çetin Sosyal Fikret Terzi Haşmet Zeybek H. Hüseyin Akbulut Kazım Kolcuoğlu Kemal Sevgisunar Orhan Aydın Orhan Kurtuldu Tamer Levent Ülkü Azrak PROGRAM SUNUŞ Canol Kocagöz Karikatürcü, ÖSK Dönem Sözcüsü AÇILIŞ KONUŞMASI Yılmaz Onay Tiyatro Oyun Yazarı PANEL KONUŞMACILARI Panel Yöneticisi: Orhan Kurtuldu TOMEB (Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği) Temsilcisi Prof. Dr. Ülkü Azrak Maltepe Üniversitesi Hukuk Fak. Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Abdullah Sezer Marmara Üniversitesi Hukuk Fak. Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi Av. Kazım Kolcuoğlu İstanbul Barosu Başkanı Av. Fikret İlkiz İstanbul Barosu Avukatı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Hasan Hüseyin Akbulut Devlet Opera ve Balesi Eski Gn. Md. Kemal Sevgisunar KESK Kültür-Sanat Sendikası Genel Başkanı Bedri Baykam UPSD (Uluslararası Plastik Sanatçılar Derneği) Başkanı Tamer Levent TOBAV (Devlet Tiyatroları, Opera ve Balesi Çalışanları Vakfı) Gn. Bşk. GÖRÜŞLER Çetin Soysal CHP İstanbul Milletvekili Orhan Aydın Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Genel Sanat Yönetmeni H. Bülend Tuna TMMOB Mimarlar Odası Genel Başkanı Haşmet Zeybek İŞTİSAN (İst. Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Sanatçıları Derneği) Enver Ercan Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Uğur Kutay Belgesel Sinemacı FORUM Forum Yöneticisi: Fikret Terzi Tiyatro Oyun Yazarı SUNUŞ ve AÇILIŞ KONUŞMASI canol kocagöz Değerli dostlar, burada bugün gerçekleştireceğimiz “Anayasa ve Sanat” paneline hoş geldiniz. Sinema, sahne sanatları, tasarım, müzik, plastik sanatlar, yazın ve disiplinlerarası sanatın yaratıcı ve icracı 76 sanat ve sanatçı örgütünün yürütme kurulu adına katılan panelistlere, katılımcılara ve sizlere teşekkür ederim. Bu panele davet ettiğimiz Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Köksal Toptan… salondan Yok. canol kocagöz TC Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, burada mısınız? salondan Kendi yok, ama gönderdiği telgraf var. canol kocagöz Kültür Bakanlığı Müsteşarı var mı?..Yok. Kültür Bakanının görevlendirdiği herhangi bir görevli var mı? O da yok. O zaman çeşitli şekilde görevlendirilen herhangi birisi –anlarsınız– söylediklerimi lütfen bakana iletsin. 1995 yılında sanat örgütlerinin özerkleşmesine doğru giden bir platform olan Ulusal Sanat Kurulu’nun başkanı Sayın Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’ın dönemin TC Kültür Bakanıyla beraber imzalayarak yapmış olduğu protokolü devletin devamlılığı ilkesine göre yürütün ve hayata geçirin. PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Biz sanatçı örgütleri olarak sizden bunu sizden istiyoruz. Telgraf istemiyoruz. Çünkü telgraflarla konuşamayız ve iletişim kuramayız. Bizi dinleyin ve sanat örgütlerinin bir platformu olan Özerk Sanat Konseyi ile ilişki kurun. Özerk Sanat Konseyi’nin beş kurultay sonunda hazırladığı “Türkiye Sanat Kurumu” yasa tasarısını hayata geçirmek için çalışın. Şimdi sizlere “Anayasa ve Sanat” panelimizin açılış konuşmasını yapmak üzere yazar yönetmen ve Uluslararası PEN üyesi Yılmaz Onay’ı sahneye çağırıyorum. Buyurun Yılmaz Bey. yılmaz onay Değerli konuklar, değerli katılımcılar, bilindiği gibi Özerk Sanat Konseyi 1995 yılından bu yana tüm sanat dallarındaki örgütleri kucaklayan bir platform olarak sanat alanımızın özerk bir kurumlaşmaya kavuşması için çaba göstermektedir. Bu çerçevede hazırlanan özerk bir Türkiye Sanat Kurumu Yasa Tasarı Taslağı da tartışmaya açılmak üzere sunulmuş bulunuyor. Yine bilindiği gibi bütün bu çabalar iki vazgeçilmez esasa dayalı olarak yürütülmektedir. 1.Sanat alanına kamu desteği tüm uygar dünya uygulamalarında olduğu gibi olmazsa olmaz bir koşuldur. 2.Sanat alanında özerk işleyiş yine tüm uygar dünyada uygulandığı gibi bir zorunluluktur. Ancak bu zorunlulukların hayata geçmesi için bağlayıcı kamusal düzenlemelere ihtiyaç vardır. Bu olmadıkça sanat alanımızda her şeye karşın hem ulusal hem uluslararası düzeyde çok önemli başarılar yaşanmakla birlikte genel olarak yazık ki mevcut enerji ve birikimi de tüketen bir süreci aşmak zorlaşmaktadır. Oysa söz konusu bağlayıcı kamusal düzenlemeler için anayasal zemin mevcut Anayasamızda en azından bir eğilim olarak vardır: Madde 64: Devlet sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerini ve sanatının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır. Bu maddede alanın özerkliğine ve yaratış özgürlüğüne yeterli vurgunun olmayışı ve kamunun desteği için sözü geçen tedbirler deyiminin kapalılığı konseyin bakışıyla bir eksiklik olarak görülebilir ve maddenin tümüyle yok edilmesi değil tam tersine sözünü ettiğimiz eksiğin tamamlanarak güçlendirilmesi düşünülebilir, ama Anayasada yalnızca bu şekliyle bile bir temel eğilimin bulunması yukarıda belirttiğimiz ilkeler ışığında somut yasal düzenlemelere yine de engel değil olanak sağlamaktadır. Yeter ki, sanat alanımızda kaygı verici enerji ve birikim tükenişinin tersine büyük bir enerji ve birikim yükselişine çevirmek için gerekli kamusal ve yasal irade gerçekleşsin. Zaten Özerk Sanat Konseyinin çabası da hep bu somut eyleme ulaşma yönünde olmuştur. Oysa şimdi mevcut Anayasa maddesi de kaldırılarak bugüne dek olmadığı biçimde tüm bu daha geniş kamu desteği ve işleyiş özerkliği çabasının ve gelişiminin altından mevcut anayasal desteğin bile çekilerek sanat alanımızın tümüyle boşluğa terk edilmesi tehlikesi belirmiştir. 16 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Sanat alanımızdaki kaygı verici enerji ve birikim tükenişi bütünüyle umudun da tükenmesine gidebilecektir. Bugünkü panelimizde ve forumumuzda değerli konuk uzmanlarımız ve örgüt temsilcilerimiz ve zaman elverdiğinde tüm değerli katılımcılarımız sorunu enine-boyuna irdeleyerek çözümlerine yöneleceklerdir. Son birkaç satırla ayrıntı gibi görülse de bir esasa daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Kimileri sanat alanına kamu katkısını sanki biz keşfetmişiz gibi bunun batıda pek uygulanmadığını iddia edecek kadar ipin ucunu kaçırmakta, hele tam ödeneklilik söz konusu olduğunda örneğin, “Devletin tiyatrosu mu olurmuş? Dünyada böyle bir şey yok” diye saçmalayabilmektedir. Bu uydurmayı ileri sürenlere örneğin, birçok modelimize kaynaklık etmiş olan Almanya’daki çok sayıda “Staatstheater”ların “devlet tiyatroları” demek olduğunu anımsatmak bile yeterli olmalıdır, ama birilerinin aynı anda bir yandan Avrupa Birliği hayranlığı edebiyatı yaparken öbür yandan “devletin parasıyla devlete küfredilmez” diyerek Avrupa’da var olan özerk işleyişlerden ve sanatsal özgürlükten de şeytandan kaçar gibi kaçan siyasileri desteklemeleri tüm iddialarının bir cehalet ya da bile bile inkâr abidesi olduğunu kanıtlamaktadır. Öyle ki, eğer küfür söz konusuysa bunu zaten hukuk cezalandırır, ama “Kamunun parasıyla devlet veya hükümet pekâlâ eleştirilebilir ve bunu da biz keşfetmedik” dediğimizde bu açık dünya gerçeğini bile görmek istemiyorlar. Hatta “Parayı ben veriyorum, özerkliğe izin vermem” küstahlığına karşı “O para neden senin oluyor? O para kamunun parası, sen de hem o kamu desteğini vermeyi hem de işleyişte özerkliği sağlamayı öğrenmesi gereken bir kamu görevlisisin” demeyi de düşünmüyorlar. İşte sanat, en sıcak ülke sorunları ve insanlık sorunlarıyla birlikte bütün bunları da kendine özgü sanatsal dille eleştirmeyi üstlenmezse her şeyden önce sanat olmaktan çıkar. Bir de Anayasal desteğin yani kamu desteğinin tümüyle kaldırılmasını sanatın tam özgürleşmesi diye yutturmaya kalkan ve sanki sanatsal özgürlükle sanatçının insanlığa karşı sorumluluğu birbiriyle çelişirmiş gibi “sanat özgürdür, öyleyse sorumsuzdur” diye ahkâm kesen bilgiçler var ki, onlar da gözümüzün içine baka baka bu iki yalana kanacağımızı sanıyorlar. Oysa kendileri de biliyorlar ki, kamu desteği olmaksızın özgürlük iddiasında bulunmak boş lafın ötesinde pratikte piyasa hegemonyasının esiri olmak ve hem kendini hem toplumu aldatmaktır. Tiyatro, opera, bale, senfonik orkestra gibi toplu yaratışların ise giderek yok oluşuna sürüklenmesidir. Nitekim Özerk Sanat Konseyi çok değerli kazanımlarımız olan o tam ödenekli kamusal kurumlarımızın özenle korunması ve özerk işleyişe kavuşturulması maddesini yukarıda belirttiğimiz yalanlara karşı da tasarı taslağına boşuna koymadı. Öte yandan, özerklik olmadığında sanatsal özgürlüğün de yara alacağı açıktır. Dolayısıyla her ikisi de sanatın ve sanatçının insanlığa karşı sorumluluğunun diyalektik bütünleyicileridir. Üstelik bütün bunları da biz keşfetmedik. Fazla değil, ancak 25 yıl önce 1982’de UNESCO’nun Mexico City’de 150 ülkeden temsilcilerin ve delegelerin katılımıyla gerçekleştirdiği “Mondiacult” toplantısının oybirliğiyle kabul edilen kapanış bildirgesinde şu satırlar da vardı: “Kültür ve sanat yaratıcıları çağdaş toplumun en etkili güçlerinden biri konumundadır. Duygular ve düşünüşler üzerinde, manevi ve kültürel gelişim üzerinde ve kamuoyu üzerinde büyük etkileri vardır. Bu nedenle kültür ve sanat yaratıcıları barışın ve dostluğun elçileri olmalıdırlar ve 17 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT savaşın, ölümün, yıkımın güçlerine karşı seslerini yükseltmek zorundadırlar. Öte yandan yine daha 2 yıl önce 2005 yılı Nobel Edebiyat ödülünü kazanan Harold Pinter, ödül törenine katılmaksızın gönderdiği konuşma metninde sanatçı sorumluluğuna eğilerek soruyordu: “Bizim ahlaki duyarlılığımıza ne oldu?” Bu sözcüğün vicdanla ilintisine değinerek “bu vicdan ki, sadece kendi davranışlarımızın sorumluluğunu değil aynı zamanda başkalarının yaptıklarını, ama bizim de paylaştığımız sorumluluğu temsil etmektedir” diyordu. Özerk Sanat Konseyi bizim zaten vicdan sorumluluğunu Ortadoğu’nun kaynayan kazanı içinde tüm insanlıkla paylaşan sanatımızın ve sanatçılarımızın da yeterli kamu desteği ve özerk işleyiş gerçekleştiğinde değerli Harold Pinter gibi dünya sanatçılarıyla yarışma ortamını kendileri sağlayıp o düzeyin de ötesini kanıtlayacaklarından kuşku duymamaktadır. Saygıdeğer konuklar, sayın katılımcılar, sözü edilen gerçekler ışığında çalışmasını yürüten Özerk Sanat Konseyi, 64. maddenin bile yok edilmesiyle sanat alanımızın kamudan koparılıp bütünüyle desteksiz bırakılması, hatta düpedüz babalar piyasasına terk edilmesi tehlikesine karşı son uyarı ve son bir çığlık olan panelimize ve forumumuza katkılarınız için şimdiden teşekkürlerini sunuyor. İzninizle sözü konuşmacılarımıza bırakıyorum. Saygılarımla… canol kocagöz Teşekkürler Yılmaz Onay. Paneli yönetmek için TOMEB İl Temsilcisi Sayın Orhan Kurtuldu’yu davet ediyorum. Buyurun, sahne sizin. 18 PANEL Panel Yöneticisi: Orhan Kurtuldu panel yöneticisi Sayın konuklar ve değerli konuşmacılarımız, Özerk Sanat Konseyi olarak düzenlediğimiz “Anayasa ve Sanat” panelimize hepiniz hoş geldiniz. Öncelikle panelin işleyişi konusunda kısa bir bilgi vermek istiyorum. Panelimiz görüntülü olarak kaydedilecek ve tüm konuşmalar kitaplaştırılacak. Panelimizde olabildiğince çok görüşe yer vermek istedik. Amacımız görüşleri ortak bir paydada buluşturmak ve ilgili alanların bu konudaki genel görüşünü belirlemek olacaktır. Panelimiz üç aşamalı olarak gerçekleşecek. Birinci aşamada panelistlerimiz 10’ar dakika süreyle konuşacaklar, ardından 30 dakikalık bir ikram molası vereceğiz. Panelin ikinci aşamasında görüşler yer alacak. Sayın konuşmacılarımız görüşlerini kürsüden yapacaklar. Konuşma süreleri gene maksimum 10 dakika olacak. Panelimizin üçüncü aşamasını forum şeklinde gerçekleştireceğiz. Forum süresi 30 dakika olacak. Bu bölümde konuklarımız diledikleri konuşmacıya soru yöneltebilecekler. Panelimizin forum bölümünü Sayın Fikret Terzi yönetecek. Konuşmacılarımızın belirtilen sürelere sadık kalmalarını özellikle rica ediyorum. Bu konuda göstereceğiniz anlayış için şimdiden hepinize çok teşekkür ederim. Sayın konuşmacıları masaya davet ediyorum. Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Prof. Dr. Ülkü Azrak. Devlet Tiyatroları rejisörü, Devlet Tiyatrosu Opera ve Balesi Çalışanları Vakfı (TOBAV) Genel Başkanı Sayın Tamer Levent. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Sayın Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen çok geçerli bir mazeret nedeniyle aramızda olamadılar, sizlere selamlarını iletmemizi rica ettiler. Burada alınacak tüm ortak kararlara, ortak iradeye tümüyle onay verdiklerini söylediler. Kendilerine çok teşekkür ediyorum. İstanbul Barosu Başkanı Sayın Av. Kazım Kolcuoğlu. PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT DSP Parti Meclisi üyesi, Devlet Opera ve Balesi eski genel müdürü, Kültür Bakanlığı eski müsteşar yardımcısı, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası sanatçısı ve eski müdürlerinden Sayın Hüseyin Akbulut. İstanbul Barosu avukatlarından Sayın Fikret İlkiz. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Yrd. Doç. Dr. Abdullah Sezer. KESK’e bağlı Kültür Sanat Sendikası Genel Başkanı Sayın Doç. Kemal Sevgisunar, Uluslararası Plastik Sanatçılar Derneği (UPSD) Başkanı, Özerk Sanat Konseyi dönem sözcüsü Sayın Bedri Baykam hoş geldiniz. Değerli konuklar, geçtiğimiz yıl ülkemizde kültür ve sanat alanında neler yaşadık? Önce barkovizyonda bir izleyelim, ardından panelimize başlayacağız. Tabii bizler sizin vaktinizi almamak için bütün yaşadıklarımızı gösteremedik, onları sizler hep izliyorsunuz. Bugün bütün cumhuriyet kazanımlarımız yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tehlikelerden biri de çağdaş kültür değerlerimize, sanata ve sanat insanlarına karşı yapılan sistemli yok etme girişimleridir. Bu girişimlerden biri de 64. maddenin Anayasadan çıkarılması girişimidir. Sanatı devletin ana görevleri arasında gören ve sanat yaratıcılarını koruyan mevcut Anayasamızın 64. maddesinin bugünkü iktidarın hazırlattığı anayasa taslağında yer almadığını görüyoruz. Bu tespitler ışığında mevcut 1982 Anayasasına göre devlet-sanat ilişkisinin genel bir görünümü nedir? Sayın Ülkü Azrak ilk sözü size vermek istiyorum. Ben bazı soruları sıralayacağım, sizler bu sorulara birer cevap oluşturmaya çalışırsanız çok sevinirim. Özellikle bütün konuşmacılara ortak bir sorumuz var, o sorunun cevabını mutlaka almak istiyoruz. Ülkemizde sanat devletin ana görevleri arasında olmalı mıdır? Ortak sorumuz bu. 1.Türkiye Cumhuriyetinin 24, 61 ve 82 Anayasaları karşılaştırıldığında devletin sanat koruyuculuğu açısından ortak paydası var mı? 2. Avrupa ülkelerinin anayasalarında sanat koruyuculuğu bulunuyor mu? 3. Avrupa Birliği anayasasında sanat açısından durum nedir? 4. Bu hükümet anayasa yapabilir mi? 5. Karanlığa dur demek için ne yapmalı? Sayın hocam lütfederseniz seviniriz. ülkü azrak Sorularınızdan bazılarının şu anda cevaplandırılması güç. Bunlardan bazıları bir araştırma sonucu cevaplandırılabilecek sorular, ama bazılarına ben hemen cevap verebilirim. Sanat devletin görevleri arasında olmalı mıdır? Bunun cevabı “hayır” olamaz. Kuşkusuz ki, devlet kültürü ve sanatı desteklemek mecburiyetinde; bu, kişilerin, bireylerin kendilerini geliştirme hakkının da çerçevesi içinde mütalaa edilebilir. Ayrıca tabii sanatın toplumsal yönü de göz önünde tutulduğu takdirde devletin görevi kültürü geliştirme çerçevesi içinde kültürün çok önemli 22 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT bir unsuru olan sanatı da desteklemek, “denetlemek” değil “desteklemek” ve gelişmesine yardımcı olmaktır. Bunun ayrıntılarına girmek istemiyorum. Nasıl yapabilir bunu? Demin burada anlatıldı, “Parayı biz veriyoruz bize karşı sanat yapamazsınız” diye düşünürse politikacılar, devletin iktidarını elinde tutanlar, o zaman tabii sanatı desteklemiş değil kösteklemiş olurlar. Bu çok açık bir şey, çünkü burada çok doğru olarak ifade edildiği gibi kullandıkları paralar kendi şahsi paraları değildir, siyasi iktidarın da serveti değildir. Halkın ödediği vergilerle oluşan bir bütçedir. Bu bütçeden de halkın yararı, yani kamu yararına harcama yapmak mecburiyetindedirler. Kamu yararı aslında sanat çerçevesi içerisinde eleştiriyi de içerir. Çünkü bilim aydınlatıcıdır, ama sanat aykırı bir alandır, kışkırtıcıdır. Kışkırtıcı olduğunu kabul etmek lazım, ama bizde kışkırtma suç anlamında kullanıldığı için tabii, yabancı dilde kullanılan provokasyon aslında burada olumlu anlamda provokasyondur. İnsanları düşünmeye, kültür alanında düşünce oluşturmaya sevk etme açısından bir provokasyondur. Onun için sanatın provokasyon amacının bulunduğunu da kabul etmek lazım tabii; sanatsal eser yaratma yanında bir provokasyon amacı vardır. Bizim bu lafları söyleyen politikacımıza yabancı ülkelerin televizyonlarını izlemesini tavsiye ederiz, tabii o yabancı ülkelerin dilini biliyorsa, çünkü o ülkelerin televizyonlarında devletin televizyonu, özellikle Almanya’da devletin iki televizyon kanalı var, bu iki televizyon kanalında 15 günde bir kabare oyunları vardır. Bu kabare oyunları Alman başbakanını yerden yere vurur, bütün politikacıları alay konusu yapar ve o devlet televizyonudur. Bunlardan haberi yoksa tabii bizim politikacılarımızın, böyle şeyler söylerler. O zaman şaşmamak lazım. “Parasını ben veriyorum, sen bana karşı konuşamazsın!” Onu önce vali söylüyor, emir kulu, ondan sonra da bakan söylüyor. Hayret! Avrupa’da acaba sanatın korunması, desteklenmesine ilişkin düzenlemeler var mı? Hiç kuşkusuz var. Bütün Avrupa Birliği ülkesi üye ülkelerin anayasalarını gözden geçirdiğiniz zaman orada kültür hakkından bahseden hükümler yer almaktadır ve bu kültür hakkı hem bir haktır, yani “gölge etme başka ihsan istemez” dercesine adeta müdahale etme sanata, hürriyet özgürlük olarak anlamı bu, ama bu yeterli değil. Aynı zamanda da bir pozitif haktır. Pozitif statü hakkı diyoruz biz anayasa hukukunda buna, yani hem gölge etmeyecek hem de destekleyecek. İki yanlı bir özgürlüktür bu. Avrupa anayasaları bu anlayışı benimsemiştir ve o ülkeler anayasalarında, bazılarında ayrıntılı biçimde, bazılarında daha kısa olmakla beraber bunu düzenlemişlerdir. 1924 Anayasasında sadece kültürden söz ediliyor, ama orada ayrıntılı düzenleme yok. Asıl ayrıntılı düzenleme 1961 Anayasasında, çünkü 21. maddesinde bilim ve sanat özgürlüğünden bahsediyor. Bu maddeleri burada okumaya kalkarsam çok uzun zaman alacak, zamanımız yetmez. 41. maddesinde de sosyal devletin sosyal ve kültürel kalkınma amacından söz ediyor ve bunu da insanlık onuru kavramıyla birleştiriyor. 82 Anayasasına gelince, 82 Anayasası aslında tabii devlete biraz öncelik veren, ağırlık veren bir anayasa olmasına rağmen hayret edilecek derecede kültürden ve sanattan söz ediyor. Bir kere 5. madde ki, 61 Anayasasında böyle bir şey yoktu, manevi varlığın geliştirilmesinden söz ediyor. Bu manevi varlığın geliştirilmesi ancak kültür yoluyla olabilecektir. 23 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Bilim ve kültürle tabii, bunda kuşku yok, kastedilen budur. 82 Anayasasının 26. maddesi ifade hürriyetinden söz ediyor. İfade hürriyeti içerisinde tabii fikirleri, düşünceleri resimle, sözle ifade etme özgürlüğü biçiminde formüle etmek mümkün. Bunu düzenlemiş bulunuyor. Ayrıca 27. maddesinde bilim ve sanat hürriyeti de –ki bu 61 Anayasasının 21. maddesine tekabül ediyor– ayrıntılı biçimde öngörülmüştür. 42. maddede insan onuruna yakışan asgari koşullar, aslında 61’deki 41. maddede olduğu biçimde yer almamaktadır. Bu bir eksiklik 49. maddede, ama 64. madde burada da biraz önce ifade edildiği gibi sanatın ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi ve desteklenmesinden bahsediyor. Bakın dikkat edin, denetlenmesi demiyor anayasa değerlendirilmesi ve desteklenmesinden söz etmektedir. Aslında devletin siyasal örgütlenmesiyle sanatsal örgütlenme arasında paralellik olduğunda kuşku yok. Bu bakımdan Anayasa ve yasalarda düzenlemeler de yer almaktadır. Bunlardan birini kısa olarak ifade etmek istiyorum, ama önemli. Kültür ve Turizm Bakanlığı teşkilat ve görevleri hakkındaki 4848 sayılı kanunda bir amaç maddesi var, birinci madde. Burada kültürel değerleri yaşatmak, geliştirmek, yaymak, tanıtmak, değerlendirmek ve halka benimsetmekten söz ediliyor. Bu bakanlığın birimleri Güzel Sanatlar Müdürlüğü, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü gibi bir örgütlenme şeması içerisinde örgütlenmiştir. Ayrıca 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununda sanat eserleri, yani ürünler üzerindeki manevi ve mali hakların korunması amacı esastır. Esas ve usullere aykırı yararlanmalara yaptırım uygulanmasını öngören hüküm de bu kanun içinde yer alıyor, ama bunun üzerinde bir dakika durmak istiyorum, çünkü esas ve usullere aykırı yararlanmayı hepimiz her gün görüyoruz, buna tanık oluyoruz. Sokaklarda kaçak kitapların, korsan kitapların satıldığı, korsan röprodüksiyonların satıldığı ve hatta korsan CD’lerin satıldığını, insanlarımızın da bunları ucuz elde etmek için doğrusu rağbet gösterdiklerine tanık oluyoruz. Bunları durduramadılar, bu kadar basit bir şeyi bile yapamadılar. O tiyatro eserine bağırıp çağıran vali sokaklarda asıl bu disiplini sağlasaydı belki Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun bu koruyucu hükümlerini yerine getirmiş olurdu ve görevini daha iyi ifa etmiş olurdu diye düşünüyorum. 6660 sayılı Güzel Sanatlarda Fevkalade İstidat Gösteren Çocukların Devlet Tarafından Yetiştirilmesi Hakkında Kanun, bu 1956 tarihli bir kanun yurtiçinde ve yurtdışında devlet hesabına sanatçıları yetiştirmeye ilişkin düzenlemeler yer alıyor, ama bu yeni bir şey değil, çünkü hepimizin tanıdığı iki büyük sanatçımız var. Biri Suna Kan, öbürü de İdil Biret, bunlar 40’lı yılların başlarında özel kanunlarla yurtdışına gönderilmiş ve yetişmeleri için de devlet o zaman ciddi harcamalarda bulunmuştur. Ayrıca Belediye Kanununun 14. ve 48. maddelerinde de kültür ve sanata destek olma hususunda belediyeye görevler verildiğini görebiliyoruz. Sanat eserlerinde önde gelen sorun aslında mevzuatın idareye verdiği yetkilerin kullanımından doğmakta. Gerçekten özellikle sinema, video, tiyatro ve müzik eserleri idareye geniş yetkiler tanıyan yasa hükümleri nedeniyle ağır bir 24 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT biçimde����������������������������������������������������������������������� sansüre tabi tutulmakta ve böylece sanat özgürlüğü de ciddi bir biçimde engellenmektedir. Bu engelleme bazı durumlarda yasaklama ve hatta eserin imhasına kadar varabilmektedir. Özellikle 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun ek 1. maddesi idari makamlara bu tiyatro eserlerinin temsiliyle ilgili sanat özgürlüğünü sınırlama hususunda yetki vermektedir. Gerçi 1. ek madde 3.8.2002 tarihli ve 4771 sayılı kanunun 10. maddesiyle değiştirilerek mahallin en büyük amirinin emriyle bir tiyatro temsilinin yasaklanması konusundaki yetki kaldırılmış, bu yetki hükmü mülki amirliğin derhal cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunması biçiminde değiştirilmiştir. Fakat yeni düzenlemenin de sanat özgürlüğünü baskı altında tutmaya yönelik bir nitelik taşıdığında hiç kuşku yok diye düşünüyorum. Sinema filmlerinin gösterilme özgürlüğüne gelince, bir filmin gösteriminin cumhuriyetin Anayasada gösterilen temel niteliklerine, devletin ülkesi ve milliyetiyle bölünmez bütünlüğüne, genel ahlaka, genel sağlığa ve kamu düzenine –ki çok belirsiz bir kavram, nedir “kamu düzeni”, daha hukukçular bu kavramın içinden çıkamadılar; bu bir torba kavram– idare amirlerine her hal ve kârda büyük takdir yetkisi veren, “kamu düzenine aykırıdır” diye yasaklama yetkisini kullanmasına imkân veren bir düzenleme. Hatta burada genel sağlığa aykırı bulunması halinde hâkim kararıyla gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de, dikkat buyurunuz, bakanlık veya mülki idare amirlerince eser yasaklanır ve kanuni takibat açılır yolunda bir hüküm içeren 23 Ocak 1986 tarihli ve 3257 sayılı Sinema Video ve Müzik Eserleri Kanununu yürürlükten kaldıran 14 Temmuz 2004 tarihli Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasıyla Desteklenmesi Hakkında Kanun. Başlık çok güzel. İnsan diyor ki, ne güzel, değerlendirme, sınıflandırma, destekleme filan, ama kanunun içine baktığınız zaman değerlendirme, sınıflandırma ve desteklemenin yanı sıra filmlerin ticari dolaşıma ve gösterime sunulmadan önce kamu düzeni, genel ahlakla küçüklerin ve gençlerin ruh sağlığının korunması, insan onuruna uygunluk ve Anayasada öngörülen diğer ilkeler doğrultusunda denetlenmesi ve değerlendirilmesi hususunda yetkili kıldığı gibi 13. maddesiyle değerlendirme ve sınırlandırma sonucu zorunlu tutulan işaret ve ibarelerin kullanılmaması halinde bakanlığın talebi veya üçüncü kişilerin ihbarı üzerine –espiyoner yöntemlerin, “sayın muhbir vatandaş”ın bir başka türlüsü bu da– mülki idare amirlerince filmlerin gösterim ve dağıtımının durdurulmasını ve ayrıca ağır para cezanın verilmesini öngörmüş bulunmaktadır. Yeni düzenleme de bu, yani desteklemeden anladıkları bu. Destekleme aynı zamanda sınırlama ve baskı altına alması biçiminde kendisini gösteriyor. Fazla uzatmak istemiyorum, vaktim doluyor. panel yöneticisi Bu hükümet anayasa yapabilir mi? ülkü azrak Bunu burada tartışmak zor. Bakın, hükümetten bahsediyorsunuz. Dünyanın hiçbir yerinde hükümet anayasa yapmaz, ama anayasayı hükümet yapmaya 25 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT çalışıyor. Hatta hükümet değil sayın başbakan yapmaya çalışıyor. Bugünlerde çünkü en can alıcı maddelerin başbakanın iki dudağı arasında olduğunu ifade eden haberler okuyoruz gazetelerde. Şu halde bu anayasa aslında Türk halkının ve Türk devletinin anayasası değil, siyasi iktidarın ve onun başkanının anayasası olacaktır. Böyle bir şey dünyada görülmemiştir. Kurucu meclis bağımsız, tarafsız bir kurucu meclisin hazırlamadığı sadece yüzde 47 çoğunlukla iktidarda bulunan bir siyasi örgütün bütün halkın günlük yaşamını bile düzenleyecek olan bir kurallar külliyesini, yani anayasayı yapmaya kalkışması bir aroganstır. Affedersiniz, bunu kullanmak istiyorum, hakikaten bu bir aroganstır. Kendisini büyük görme, her şeyin üstünde görme ve belki de monarşik rejimlere yakışan bir yaklaşımdır. Onun için bu sorunuzun cevabı kesin bir “hayır”dır. Bir şeyi daha eklemek istiyorum; sanata karşı tavrı siyasilerin 1933 ve 1945 yılları arasında Alman Nazi rejiminde sanata karşı nasıl tavır takındığını hepimizin bildiği bir rejime uygun düşen bir şey. “Dejenere sanat” kapsamını o kadar genişlettiler ki, o dönemde şahikasına varmış olan 20 ressamın eseri yasaklandı. Bunların yarısı yurtdışına gitti zaten, ama sadece o değil, müzisyenlerin müzikleri de yasaklandı. O müzisyenlerden bazıları Türkiye’ye geldiler 1933’ten sonra ve burada, Ankara’da konservatuarı kurdular. Devlet Senfoni Orkestrasını kurup idare ettiler. Türkiye’de siyasilerin sanata karşı yaklaşımı bu dejenere sanat anlayışına çok uygun düşüyor gibime geliyor. Çünkü Ankara Belediyesi başkanının “Ben böyle sanatın içine tükürürüm” diye başlayan o çok amiyane yaklaşımı başka yerlere kadar devam etti. Bale sanatının ahlaksızlık olduğuna varıncaya kadar bir sürü saçma sapan, değil politikacının, yöneticinin, sokaktaki adamın bile ağzına yakışmayacak şeyleri söylediklerini ve bu sözlerin onların dünya görüşünü, zihniyetini açıkça ortaya koyduğunu görüyor ve doğrusu ben bir yurttaş olarak bu gelişmelerden çok büyük üzüntü duyuyorum. Teşekkür ederim. panel yöneticisi Sayın Azrak değerli katkılarınız için biz çok teşekkür ederiz. Şimdi de Sayın Fikret İlkiz’e sorularımı yöneltmek istiyorum. 1. Sanat devletin ana görevleri arasında yer almalı mıdır? 2. Hükümetin hukuk tanımazlık girişimlerini ne durduracak? Mademki bu hükümet anayasa yapamaz diyoruz, o zaman bu hukuk tanımazlıktır. Bu hukuk tanımazlığı durduracak olan şey nedir? 3. Anayasamıza göre sanat kurumları özerkleşebilir mi? 4. Yaratma ve ifade özgürlüğü açısından baktığımızda mevcut yasalarda nasıl değişiklikler yapılması gerekiyor? 5. Anayasalar sanatsız da olabilir mi? 6. Bu hükümet anayasa yapabilir mi? Buyurunuz Sayın İlkiz. 26 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT fikret ilkiz Hepinize merhaba. Ne kadar zor sorular soruyorsunuz. Aslında bu sorulara özellikle hukuk tanımazlıkla ilgili olmak üzere nasıl bir yol bulunması sorusu herhalde hepimizin sorusu olsa gerek, ama ben öncelikle kendimden başlayayım. Kendimden başlayayım derken ben Eskişehirliyim. Yılmaz Büyükerşen benim elişi hocamdı. Ben Eskişehir’de okuduğum sırada sinemaya giderken Türk filmlerine gitmeyi de çok severdim, ama büyüdükten sonra bazı şeyleri unutmamaya karar verdim. Meğer benim seyrettiğim filmler daha önceleri başkaları tarafından zaten seyrediliyormuş. O nedenle en azından o seyredenlerin vermiş olduğu kararda benim ahlakımın, benim namusumun, benim en azından dünya görüşümün belirlendiğini bilmiyordum. Onun için öncelikle hukuk tanımazlıkla mücadele edebilmek için sanıyorum bunları akılda tutmak gerekiyor. Bunlar hangileri? Meğer benim için daha önceden 25 Ocak 1960 tarihinde “Ağlarsa Anam Ağlar” filmi için karar verilmiş. Verilen karar da şuymuş: Mahmut’un 20 günlük kurs için askere gitmesi sebebiyle sevgilisinden ayrılması ve başına gelen bütün faciaların nizamnamenin 7/7’de belirtilen halkı askerlikten soğutucu bir nitelik taşıdığı ve bu safhaların başka bir sebebe dayandırılması gerektiğinden dolayı bu filmde nizamname gereğince yasaklama getirilmiş. Leyla ile Handan birlikte oturmaya karar verdikleri zaman senaryoda ve diyalogda bulunan “Kazancımızı ortaya koyar beraber harcarız” sözünün çıkarılması gerekiyor, çünkü bazı üyeler bu sözün komünizmi andırdığı ve komünizm düşüncesini aşıladığını ifade etmişler ve yine ben daha o yıllardayken, 1960 yıllarında “Ya Ben Ya O” filmini seyretmeden önce 1961 yılında bir karar verilmiş. Emniyet Genel Müdürlüğü temsilcisi demiş ki, “Filmde kayınpederin damadın eline sarılarak öpmek istediği sahneyle damadın babaya, ‘Öpülecek el varsa kızınındır, kızının elini öp’ sözleri kayınbabalık gururunu tamamıyla kıran bir hareket olarak mütalaa ettiğimden dolayı muhalifim.” Ayrıca “Ayrı Dünya” isimli bir film –bu filmi seyrettiğimi de çok iyi hatırlıyorum, çünkü Vahi Öz oynuyordu bu filmde– tersanede gemi tamiri sırasında çalışan Vahi Öz’ün balyozu vururken kırıtması sahnesi çalışma vakar ve ciddiyetine uymadığından bu sahnenin çıkarılmasına karar verildi. Yine “Bir Bahar Akşamı” isimli film içinse, Oya’nın babasının Suat hakkında söylediği, “İkiniz de ayrı âlemlerin insanlarısınız” cümlesi bir sınıf farkını ima ettiğinden çıkarılmasına karar verilmiş. Ben bunları unutmak niyetinde değilim, daha doğrusu bunları akılda tutmak gerektiği fikrindeyim. Bunu niçin böyle söylediğimi de ifade edeyim: Mazur görün, büyüyüp okula başladıktan sonra fakülteye başlamadan önce, daha doğrusu Yılmaz Büyükerşen Eskişehir’de Belediye Şehir Tiyatrosunu kurmuştur. Ben o yıllarda Büyük Kulak, Yerma ve Lorca’nın oyunlarını Eskişehir Belediyesi Tiyatrosunda izledim. Sonra 67’de üniversiteye geldim, Hukuk Fakültesinde okumaya karar verdiğim yıllar, ama o tarihte başka bir karar daha vermiştik: İşçi sınıfının diktatörlüğünü kurabilmek için ihtilal yapmaya karar vermiştik. Bu ihtilali gerçekleştirmek için de en önemli olgulardan birisinin işçi sınıfının tiyatrosunu kurmak olduğuna karar vermiştik ve bunları yapmaya başladığımız zaman yıllar geçti. Sonra biraz önce sayın hocamın ifade ettiği Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanununun ek 1. maddesiyle ilgili bazı Anayasa Mahkemesi kararları okunmaya başladı. Bu Anayasa Mahkemesi kararlarını okuduğu zaman çok ilginçtir, ek 1. 27 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT madde doğrudan doğruya Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu olarak bir emniyet görevlisine benim yıllarca unutmak istemediğim konuda hak veriyordu. Yani filmlerin denetlenmesi, tiyatrolardaki herhangi bir oyunun denetlenmesi, hatta benim ahlakıma uymayan oyunların yasaklanması konusunda da hak veriyordu. Nasıl olmuşsa 1985 yılında bu konu Anayasa Mahkemesine götürüldüğü zaman Anayasa Mahkemesi de ek 1. maddenin Anayasaya aykırı olmadığına karar vermiştir, ama o tarihlerde çok ilginç ve bana göre de aslında o yıllardan beri tartıştığımız bir konuda bir üyenin de muhalefet şerhi vardır. İşte, biz herhalde hukukçular olarak hayatımız boyunca sanat anlamında sürekli muhalefet şerhlerinde kalmayı da sevdiğimiz için onlar bizim yaşamımızda daha farklı bir ifade ve daha farklı bir kapı açtığından dolayı ne yazık ki hep muhalefet şerhlerinde kalıyoruz. O tarihteki muhalefet şerhinde şöyle yazıyordu: Anayasa Mahkemesinin 1974 yılında vermiş olduğu bir karara atıf yapıyor ve atıf yaparken de diyordu ki: “Milli güvenlik ve kamu düzeni uygulayıcıların kişisel görüş ve anlayışlarına göre genişleyebilecek, öznel yorumlara elverişli, bu nedenle de keyfiliğe dek varabilecek ve aşamalı uygulamalara da yol açabilecek genel kavramlardır. Anayasa Mahkemesinin bu anlamdaki kararı bakımından özellikle temel hak ve özgürlüklerdeki özel sınırlandırmalar için demokratik toplum düzenine gereklerine aykırı olamaz şeklindeki düzenleme tiyatro, sinema gibi sanat etkinlikleri demokratik bir toplumda düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün vazgeçilmez araçlarıdır. Sanat, sanatçının özgür olduğu, sanatsal etkinliklerin tehdit altında bulunmadığı bir ortamda gelişebilir. Genel kavramlara dayanılarak görevlilerin görüşlerine ya da takdirlerine göre getirilen sınırlandırmalar güdümlü sanat anlayışını taşır ve güdümlü sanat anlayışını gündeme getirir. Sanatta çağdaşlaşmaya özgürlüklerin aşırı sınırlandığı bir ortamda ulaşılamaz. Sanat ve sanatçının yaratıcı yeteneği ancak özgür ortamda gelişir. Bir başka deyişle sınırsızlık sanatçıya yeni ufuklar açar” diyordu. İşte bu benim çok beğendiğim Anayasa Mahkemesi kararlarından birisi, ama ne yazık ki muhalefet şerhinde yazılı olan bir karar. Peki, dünden bugüne gelişen temel hak ve özgürlüklere bakıldığında sorduğumuz soruya yanıt olabilmesi için acaba anayasalarda veya temel hak ve özgürlüklerde sanatın korunması, sanatçının korunması yer almalı mıdır? Sayın hocamın söylediği gibi buna hayır demek mümkün değildir, doğrudan evet demek gerekir. Çünkü insanlığın geçirdiği aşamaya baktığımız zaman ikinci kuşak haklar olarak adlandırılan ve yine İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 22. maddesinden başlayarak 27. maddesine kadar düzenlenmiş olan sosyal ve ekonomik haklar yanında kültürel haklar da yer almaktadır. O halde dünya bu hakları tanımaktadır. Biz tanıdık mı? Biz 1961 Anayasasıyla tanıdık, hatta bu anlamda sosyal hakları ve kültürel hakları bir başka deyişle ifade özgürlüğüyle bağlantısını kurarak isteme hakları olarak da değerlendirdik. O halde başka bir ifadeyle söylemek gerekirse sosyal bir devletin gerçekleştirmesi gerekli olan görev bizim isteme haklarımızı yerine getirmektir. Yani bizim kültürel haklarımızı yerine getirmektir, bizim sanatla olan bağlantımızı kurmak konumundadır. Sayın hocam altını çizerek söyledi, 1982 Anayasasında bu haklara baktığınız zaman ailenin korunması, eğitim ve öğrenim hakkı, çalışma ve özgürlük hakkı gibi 64. madde de bu kategoride “sanat ve sanatçının korunması” başlığını taşımaktadır. 64. madde sanat ve sanatçının korunmasıysa o halde 64. maddenin özünde ve merkezinde insan vardır, yani toplumsal niteliği 28 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT gereği bu maddenin anayasalarda yer alması zaten koşuldur. Bu koşul devleti sosyal devlet olmaya iter, bu koşul devletin sosyal devlet olma niteliğini artırır. Ona verilen pozitif yükümlülükleri çoğaltır. Peki, bizde böyle midir? 1961 Anayasasında ilk kez “bilim ve sanat hürriyeti” başlığı altında 21. maddeyle yerleşmiştir. 1961 Anayasası “Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme, öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma yapma hakkına sahiptir” der. 1982 Anayasası da 5. maddesine baktığınız zaman insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya ve bu hazırlanan şartlarda da devletin çalışması gerektiğinin altını çizer. 1982 Anayasasının 49. maddesine bakarsanız 61 Anayasasının 41. maddesinden hareketle herkese insan haysiyetine yakışır asgari bir hayat düzeni sağlama görevi vermiştir. O halde bütün bu görevler devlete bu şekilde verildiği andan itibaren en azından düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün düzenlendiği 26. madde mademki temel hak ve özgürlüklerin omurgası olan ifade özgürlüğünü düzenlemişse bu özgürlükten kaynaklanan hak ve özgürlükleri de beraber değerlendirmesi gerekli olan 64. madde olmazsa sosyal devlet olma ilkesi ortadan kalkar. Anayasa Mahkemesi 1985 yılında vermiş olduğu bir kararında “sosyal devlet” tanımı yapmaktadır. Sosyal devlet tanımını yaparken de söylediği şudur: “Sosyal hukuk devleti insan hak ve hürriyetlerine saygı gösteren, ferdin huzur ve refahını gerçekleştiren ve teminat altına alan, kişiyle toplum arasında denge kuran, emek ve sermaye ilişkilerini dengeli olarak düzenleyen, özel teşebbüsün güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayan, çalışanların insanca yaşamasını ve çalışma hakkının kararlılık içinde gelişmesi için sosyal, iktisadi ve mali tedbirler alarak çalışanları koruyan, işsizliği önleyici ve milli gelirin adalete uygun bir biçimde dağılmasını sağlayıcı tedbirleri alan, adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini yükümlü sayan, hukuka bağlı kararlılık içinde ve gerçekçi bir özgürlük rejimini uygulayan devlettir.” Benim bildiğim devlet ise bunu uygulamayan devlettir. Bunu uygulamayan devletin en önemli ipuçlarından birisi 64. maddenin tasarıda yer almamasıdır. Bir başka deyişle karşı çıktığınız noktada korunması gerekli olan 64. maddeden vazgeçilmesi anlamına gelmektedir. Bir diğer Anayasa maddesine baktığınız zaman da 65. maddede özellikle devlet sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasayla belirlenen görevlerini özellikle istikrarın korunması şeklindeydi, kaldırıldı ve değiştirdi. Mali kaynakların yeterlilik ölçüsündeydi, bu da değişikliğe uğratıldı. 65. maddeyle verilen görev anlamında da sosyal devlet olma ilkesini yerine getiren devlet olarak Anayasada yer almaktadır. Devlet sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasayla belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek mali kaynakların yeterliliği ölçüsünde yerine getirir. Mali kaynakların yeterliği ölçüsünde yerine getiririn anlamı ve bu anlamdaki cümlenin bile Anayasadan çıkmasını ve bu Anayasada yer almamasını tartışmamız gerekirken, bir başka deyişle devlet sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasayla belirlenen görevlerini ve bu görevlerin amaçlarına uygun olarak yerine getirilir şeklinde düzenlenmesi gerekirken bu şekilde yer almasını bile tartışmamız gerektiği ortamda 64. mad- 29 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT de çıkartılmaktadır. Bu hukuka aykırıdır, Anayasaya aykırıdır. Yine son ve uluslararası sözleşmeler olarak baktığımız zaman başlıklarını vererek söyleyeceğim üç sözleşme vardır. Bunlardan birisi bildirgedir, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesidir. Bu bildirgenin 19. maddesi ifade özgürlüğüdür, ama bu bildirgenin 22. maddesine baktığınız zaman herkesin toplumun üyesi olarak toplumsal güvenliğe hak sahibi olduğunu ve ayrıca ekonomik, toplumsal ve kültürel haklarının gerçekleşmesi hakkına da sahip olduğu 1948 Evrensel Bildirgesinde yer almaktadır. Yine bu haklarla ilgili olmak üzere 27. maddesine baktığınız zaman İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin herkes toplumun kültürel yaşamına özgürce katılma ve sanattan yararlanma ve bilimsel gelişmeye katılarak yararlarını paylaşma hakkına sahiptir demektedir. O halde mevcut Anayasa tasarısı 48’in gerisinde kalan bir Anayasadır ve yine bu maddeyle bağlantılı olmak üzere Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin her ne kadar 10. maddesinde ifade özgürlüğü düzenlenmemiş olmasına rağmen, böyle gözükmesine rağmen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen pek çok kararda sanatın ve kişilerin sahip olduğu sanat özgürlüğünün ve hakkının tanınması gerektiği konusunda da kararlar vardır. Peki, bizim taraf olduğumuz Birleşmiş Milletlerle ilgili olmak üzere ikiz sözleşmeler olarak anılan Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesine baktığımız zaman Türkiye’nin durumu nedir diye soracak olursanız gerçekten bu sözleşmenin de 19, 20 ve özellikle 26. maddesini dikkate alacak olursak ki, ifade özgürlüğünü düzenleyen sözleşmenin 10. maddesine yapmış olduğu atıfla da “herhangi bir şekilde herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir” dedikten sonra bu hakların içerisinde özellikle sanat ve bununla ilgili olmak üzere kültür yer almaktadır. Daha da önemlisi bu sözleşmeye Türkiye taraf olduğuna göre bu sözleşmeyle bağlantılı olmak üzere de herkesin hukuk önünde eşitliği, bir başka deyişle bu sözleşmenin 26. maddesi bakımından da bir devletin görevi bulunmaktadır. O görev de herkes hukuk önünde eşittir ve hiçbir ayrımcılığa tabi tutulmaksızın hukuk tarafından eşit olarak korunma hakkına sahiptir der. O halde bizim bu haklarımız korunmalıdır. Son soruya son yanıt, bu hükümet –hocamın sözlerine katılıyorum– yeni bir anayasa yapabilir mi veya en azından Türkiye Büyük Millet Meclisi böyle bir anayasa gerçekleştirebilir mi? Bu anayasayı eğer herhangi bir şekilde meclisten geçirirse bu gerçekten meşru sayılan bir anayasa mı olacaktır? panel yöneticisi Aynı zamanda, çok özür dilerim, böyle bir şeyin taslak olarak sunulması suç teşkil etmiş olmuyor mu mevcut anayasaya göre? fikret ilkiz Peki, siz suçları istediğiniz kadar üretebilirsiniz de, ben suçları çok fazla üretmek niyetinde değilim. “Anayasa suçu”, “anayasal suç” diye bir şey olmaz, ama Türk Ceza Kanununa göre görevi ihmalden yargılayabilirsiniz, o da sizin seçiminizdir. Bu tartışma yeni değildir, bu tartışma 1991 yılında yapılmıştır. 1991 yılında yapılmış olan bu tartışmanın özünde şu vardır: Anımsarsanız 1991 yılı ve 1992 yılı seçimlere denk gelen ve seçimlerin yapıldığı bir dönem 30 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT muhalefet partileriyle mecliste iktidar olan hükümet partilerinin ortak bir paydası vardır. 12 Eylül 1980 Anayasası değiştirilecektir. Bunları seçim vaadi olarak da bütün seçim broşürlerinde özellikle altını çizerek açıklamışlardır. Bunu niçin söylüyorum? Çünkü o tarihte meydana gelen Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerden sonra Anayasanın değiştirilmesi konusunda muhalefeti ve iktidarıyla bir mutabakata sahiptir. O mutabakat çerçevesinde bir Anayasa değişikliği gündeme gelmişti ve yine anımsarsanız Sayın Prof. Erdoğan Teziç, Sait Güran, Yıldızhan Yayla, Köksal Bayraktar, Devrim Ulucan, Bülent Tanör, Fazıl Sağlam, Süheyl Batum, Necmi Yüzbaşıoğlu’ndan o tarihte yeni bir anayasa için TÜSİAD talepte bulunmuştu. Onlar da şu an bizim konuştuklarımızı 17 Mart tarihli o tarihteki 1992 tarihli açıklamalarında dile getirerek bunu anlattılar. Dediler ki, bu akademik olmaktan çok siyasi bir iştir, ama en azından bu tartışmayı yapabilmeniz için bu meclisin bu anayasayı yapabilmesi için bir mutabakat gerekir. Bu mutabakat sağlanmış olsa bile 17 Mart 1992 tarihli yeni bir anayasa tasarısı, Yeni Bir Anayasa İçin başlıklı sunuş yazılarında, en azından önerinin giriş bölümünde şunu söylediler: 1982 Anayasasında değişiklik yapılması ya da yeni bir anayasa hazırlanması tartışmaları 1983 genel seçimlerinden hemen sonra ülke gündemine girmiştir. O halde 82 Anayasasının demokratik ve katılımcı olmayan bir ortamda hazırlanmış olmasının bu anlamdaki istekte çok büyük payı vardır ve acaba biz yeni anayasanın hazırlanması bakımından bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi yetkili midir değil midir? Böyle bir girişim eğer yetkili görülürse nasıl yapılacaktır tartışması gerçekleşmiştir ve nasıl yapılacaktır tartışmasından sonra da bu işin bir istenirse kurucu meclis işi olduğu, ama istenmezse en azından böyle bir mutabakat varsa bu siyasi partilerin meclisteki egemenlik hakkından kaynaklanan ve bizim adımıza kullanmalarından kaynaklanan, gerçekleştirecekleri yeni bir anayasanın sonuçta bir halk oylamasına sunularak gerçekleştirilebileceği konusunda da açıklama yapmışlardır. O halde en azından yanıt vermek gerekirse 1992 yılındaki 17 Mart 1992 tarihli bu anlamdaki sunuş yazısında geçerli olanların tümü bugün de geçerlidir. O halde 2007 yılında biz hâlâ bu anlamdaki bir tasarının nasıl yapılacağı konusunu tartışıyorsak ve bugünkü hükümetin en azından bir anayasa yapamayacağını, meclisin de böyle bir mutabakatı olmadığını dikkate alacak olursak yeni bir anayasa yapmakla 175. maddesinin arasında dağlar kadar fark olduğunu bilmek gerekiyor. Bunu biz biliyoruz, ama bilmeyenlere öğretmek bilmeyenlere göstermek herhalde bu kadar hukuksuzluğa karşı hukukla mücadele edebilmek için belki bir başlangıç olur. Hepinize saygılar sunarım. panel yöneticisi Sayın İlkiz, değerli katkılarınız için çok teşekkür ederiz. DSP Parti Meclisi üyesi ve Devlet Opera ve Balesi eski genel müdürü Sayın Hüseyin Akbulut sorum size olacak. 1. Sanat devletin ana görevleri arasında yer almalı mıdır? 2. Anayasanın 64. maddesinin kaldırılması ülkemizdeki sanat kurumlarını nasıl etkileyecektir? 3. Devlet-sanat ilişkisinde devletin rolü ne olmalıdır? Buyurunuz efendim. 31 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT hüseyin akbulut Sayın başkan, çok teşekkür ediyorum. Sayın başkan, değerli katılımcılar, değerli sanatçılar; Atatürk Kültür Merkezimizin değerli müdürü aramızda, çok teşekkür ediyorum. Herhalde sanatçılar adına katıldılar. Demokratik Sol Partinin yöneticilerini görüyorum, hoş geldiniz, çok teşekkür ediyorum. Özellikle de sanat alanını konu alan böyle bir panel, sempozyum nedeniyle ben Özerk Sanat Konseyini kutlamak istiyorum ve tabii çok ilginç bir soru hepimize soruluyor. Sanat devletin görevleri arasında olmalı mıdır? Sanıyorum hepimize sorulan temel soru bu olacak. Sanatı, sanatın yaşamımızdaki işlevini sanıyorum AKP hepimizden daha iyi biliyor da biz toplumun büyük bir kesimi onu yeteri kadar algılamadığımızı düşünüyorum. Çünkü benim de çalışma yaşamımda gördüğüm şudur: Bu türlü iktidarlar gelince ilk uğraştıkları alanlar sanat alanlarıdır, operadır, baledir, tiyatrodur. Daha aslında cumhuriyetin temel çizgisini yürütmekle görevli olan diğer alan, siyaset dünyamızın daha çağdaş bölümü, sanırım ki, sanatı, ona verilmesi gereken değeri yeteri kadar algılamıyor. Şunu söylemek istiyorum: Sanat ve kültür bir süs bitkisi değildir. Yani günlük, haftalık işlerimizden sonra yapmamız gereken, başvurduğumuz bir alan değildir. Bizim için merkezi bir olaydır. Ben cumhuriyetimizin kuruluşunda bu alana verdiği önemi bir kronolojiyle yansıtırsam sanatın devletin görevleri arasında olup olmaması sorusunu yanıtlamış olurum. Yalnız satır başlarıyla müzik ve sahne sanatları alanında cumhuriyetimizin kuruluşundan 1948 yılına kadar olan bölümü aktarmak istiyorum. Bakın, 1924 eğitimin birleştirilmesi kanunuyla müzik dersinin müzik ve sahne sanatları alanında yapılanları yalnızca aktarmak istiyorum. Müzik dersi ilk kez 1924’te müfredat programında yer alıyor. 1924: Mızıka-i Hümayunun Ankara’ya getirilerek halka konserler veren Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasına dönüştürülmesi. Yine 1924: Musiki Muallim Mektebinin kurulması. 1925: Sanat alanında sanatçı ve eğitimci yetiştirmek üzere Avrupa’ya gönderilen ilk 10 öğrenci. Bunun 5’i müzik, 5’i plastik sanatlar alanında, resim alanındadır. Saygun, Erkin, Alnar, Ekrem Zeki Ün gibi Cemal Reşit Rey gibi ilk bestecilerimiz bu eğitimden geçerek yetiştirildiler. 1926: Darülelhan’ın konservatuara dönüştürülmesi. Yine 1926: Genç cumhuriyetin tanıtılması amacıyla Karadeniz gezisiyle yapılan bir seyahat. Yine orkestranın 3 ay boyunca limanlarda genç cumhuriyeti tanıtma gezisi. Ben Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasında 20 yıl çalıştım, 9 sene yöneticilik yaptım. Bize hiçbir zaman 10 günü geçen bize bir tanıtım görevi verilmemiştir. 1926’da 3 ay süreyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası 18 liman kentini dolaşarak genç cumhuriyeti tanıtmayla görevlendiriliyor. 32 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT 1932: Halkevlerinin kurulması. Kurulan halkevleri ve halk odası sayısının 4708 olduğunu söylersem, köylere, beldelere kadar yansıyan bir kültür hareketinin büyüklüğünü göstermiş, görmüş oluruz. 1934: İlk Türk Operası “Özsoy”. Vaktimiz olursa küçük bir öyküyü anlatmak gerekiyor. 1934: Milli Musiki ve Temsil Akademisinin kurulması. 1934: Cemal Reşit Rey tarafından İstanbul’da kurulan ilk orkestra. 1934: Besteci Hindemith’in Türkiye’ye çağrılması ve konservatuarın kuruluş hazırlıkları. 1935: Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünün kurulması. 1936: Ankara Devlet Konservatuarının kurulması. 1937: Müzik öğretmenliği okulunun Gazi Eğitim Enstitüsüne bağlanması. 1938: Askeri Mızıka Okulunun açılması. 1940: Tatbikat sahnesinin kurulması. 1942: Bestecilerimize eserle siparişlerinin yapılması, yaratıcılığın teşvik edilmesi amacıyla… 1944: İstanbul Şehir Orkestrasının kurulması. 1948: Ankara’da Devlet Operasının ve Devlet Tiyatrolarının kurulması. 1948: Harika Çocuklar Yasasının çıkartılması. 1948: Devlet Balesinin kurulması. Şunu söylemek istiyorum: Tarihleri özellikle belirtiyorum. 1924’ten 1948’lere, 1936’lara kadar yapılan bu kültür hareketi, sanat hareketi, ben iddiayla söylüyorum, dünya kültür tarihinde hiçbir devletin sanata bu kadar kısa süre içinde bu kadar önem vermediğinin çok önemli göstergesidir. Peki, ne yapılmıştır? Dahası 1924 diyoruz, savaştan yeni çıkan bir ulus cılız bir devlet bütçesiyle yokluk içinde bu hareketleri geliştiriyor. Şunu söylemek istiyorum: Sanat devletin görevleri arasında olmalı mıdır sözcüğü çok arkada bir sorudur. Bizim devletimizin kuruluşunda sanat bilimle birlikte yapıtaşı olarak yer almıştır ve devletimiz bir boyutuyla bu alanın üzerine kurulmuştur ve ben bunu çok önemsiyorum. Çok düşünüyoruz, neden? Çünkü asıl olan insandır. İnsanın duygu ve düşünce dünyasını değiştirmedikçe sizin hiçbir şey yapmanız mümkün değildir. İşte cumhuriyetin kuruluşunda Mustafa Kemal Atatürk’ün ve devletin kurucularının gerçekleştirdiği kültür-sanat hareketinin bütün amacı budur. Yeni Türk insanını yaratmak, yeni toplumu yaratmak, çağdaş toplumu yaratmak olarak ben vurgulamak istiyorum. Peki, ne yapılmıştır? Onu kısaca açıklamak gerekiyor. Bu yoğun kurumlaşma ilerleyen süreç içinde önce yavaşlamış, giderek terk edilmiş, sonunda 33 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT kültürsüzleştirme ve sanatsızlaştırmayla karşı devrim kültürü dayatılmış. Yani yaşadığımız süreci de böyle tarif edebiliriz. Önce yavaşladı bu süreç, sonra terk edildi, şimdi yapılan da cumhuriyetin getirdiği bu alanı ortadan kaldırmak olarak tanımlıyorum. Bunların birkaç örneğini vermek gerekiyor. Sorun yalnız AKP’nin bugün tartıştığımız bu süreçle ilgili değildir. AKP yönetimlerinden önce de bu alanın önemi yeteri kadar algılanamamıştır. Bakın 1982’de bu alanı yürütmekle görevli Kültür Bakanlığına verilen bütçe rakamı genel bütçenin binde 9, yani yaklaşık yüzde 1’ine yakınken 1995 yılında binde 5, 1996 yılında binde 3,6, 2002 yılında binde 2,8, 2005 yılında Turizm Bakanlığıyla birleştirilerek iki bakanlığın bütçesi binde 4,9, 2007 yılında binde 3,7’ye düşürülmüştür. Devlet iki bakanlığa, bin lirasının yalnız 3,7 lirasını Turizm ve Kültür’e veriyor. Ben bu bütçe görüşmeleriyle ilgili verileri aldım. Bakın, 2008 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesinin 826.586.000 YTL, binde 3,7, kültür sektörüne ayrılan pay 89.000.664 YTL, dahası bakanlığın kendi içindeki payı yüzde 1 civarında artarken kültür sektörüne verilen bütçe yüzde 10 azalıyor. Bu şunun göstergesi: Bu alana değer vermiyoruz, bu alanı neredeyse yok sayıyoruz. Peki, ne yapılmıştır? Başka bir olay yapılmıştır. Bugün Özerk Sanat Konseyi anlayışıyla ve çok yakın olduğu için özellikle belirtmek istiyorum: Kültür politikalarını her gelen siyasi parti kendi ideolojisine göre yönlendirmek istemiştir. Hâlâ da bu yapılıyor. Halbuki kültür ve sanat toplumun tümünü kucaklamalıdır. Ancak her iktidar değişiminde her parti kendi ideolojisine uygun siyasetler gütmüştür. Oysa kültürü siyasi partilerin değişiminden etkilenmeyen bir yapıya kavuşturmak gerekiyor. Özerk Sanat Konseyimizin de uğraştığı alan budur. Kültür sanatı kültür ve sanat insanlarıyla yürütmek, yani siyasetin yönlendirmesiyle değil öyle bir yapıya kavuşturmanın çok önemli olduğunu belirtmek istiyorum. Üçüncü bir şey daha yapılmıştır: Hep geçmişe dönük kültür politikaları ön plana çıkartılmıştır. Korumacılık anlayışıyla kültür hareketi yapılmıştır. Oysa toplumu ileriye taşıyan yaratıcı, yenilikçi, yerel değerleri koruyan, ama evrensel anlayışa yansıyan politikalar yürütmek gerekiyordu. Bu da yapılmamıştır. Hâlâ ben izliyorum yeni kültür bakanımızı, koruma refleksini çok yoğun görüyorum. Tabii ki koruyacağız, ama toplumu onlarla meşgul etmek, onlara özendirmek değil daha üst düzeydeki yaratıcı, yenilikçi bilgi toplumunu asıl alan politikalar gerekiyordu. Bu da yapılmamıştır. Peki, bunun yarattığı şey nedir? Ben sahne sanatlarıyla ilgili rakamlar vermek istiyorum. Yalnız 6 kentimizle sınırlı bir opera bale yaşantımız, yine 6 kentimizle sınırlı bir senfonik orkestra yaşantımız, yalnız 13 kentimizle sınırlı bir tiyatro yaşantımız, yani işin öbür cephesinden bakarsak 70-75 kentimiz, kentimiz dediğimiz il merkezimizin bu alanlardan, bu kurumlardan yoksun olduğunu belirtmek istiyorum. Bakın, yalnız il merkezlerimizle ilgili sayıları veriyoruz. Halbuki 3000’e yakın ilçemiz, beldemiz ve köylerimizi hiç saymıyoruz, halbuki orada yaşayan insanların da duyguları var, kulakları var, gözleri var. Onlar da bir şey duymak, görmek istiyorlar. Onları hiç saymıyoruz. İşte cumhuriyetin 4708 Halkevi derken köylere kadar uzanan kültür hareketinin ne denli önemli 34 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT olduğu meydana çıkıyor. Böyle bir Türkiye yarattık, yalnız 5-6 ilimizle sınırlı kurumlaşma yarattık. Halbuki Almanya’da mesela 150 orkestranın, 120 operanın olduğunu, neredeyse kasabada, köylerde tiyatronun olduğunu... Biz Avrupa Birliğine gireceğiz değil mi? Bunları özellikle bu sayıları vermek istiyorum. Ne yapılmıştır? AKP gelince ilk icraatı Kültür Bakanlığını kapatmak olmuştur, turizmle birleştirmiştir. Kültürü turizme hizmet sektörü olarak görme bir anlayıştır. Dünyada böyle bir anlayış yoktur. Kamu Yönetimi Temel Kanunuyla kültürü kendi sorumluluk alanından çıkartmaya çalışmıştır. Yasa meclisten geçmiştir, cumhurbaşkanını vetosunda kaldığı için kalmıştır, şimdi tekrar getiriyorlar. Konu nereye kadar gelmiştir? Kültür merkezlerimizi yıkmaya kadar, AKM’yi, Muhsin Ertuğrul Sahnesini, orkestralarımızı kapatmaya kadar gelmiştir. Ben birkaç cümleyle de yasada yer alan bu maddelere bir vurgu yapmak istiyorum. 1961 Anayasasında ekonomik haklar, iş, konut, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik haklarının yanında bilim ve sanat hürriyeti başlığıyla 20. madde getirilmiştir. Herkes bilim, sanatı öğrenme hakkına sahiptir. Yine 129. maddede iktisadi, sosyal, kültürel kalkınma plana bağlanmıştır. Bakın, “kültürel kalkınma”, “sosyal kalkınma”... 153. madde çok önemli: “Bu Anayasanın hiçbir hükmü Türk toplumunun çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini koruma amacını güden Devrim Kanunlarının Anayasaya aykırı olduğu şeklinde yorumlanamaz” güvenceleri getirilmiştir. 1981 Anayasasında, tekrarlamak istemiyorum, “sanat ve sanatçının korunması” maddesi getirilmiştir. Bugün henüz açıklanmayan, ama internet sayfalarına konulan yeni “AKP Anayasası” diyeceğimiz bir anayasada bakın, bu kaldırılmıştır. Bununla beraber şunlar da kaldırılmıştır: 58. madde çok önemli olduğu için söylüyorum, gençliğin korunması maddesi kaldırılmıştır. 59. maddede sporun geliştirilmesi, 107. maddede sanatın ve sanatçının eski 64. madde, 134. maddede Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurulu kaldırılmıştır, 173. maddede esnaf ve sanatkârların korunması kaldırılmıştır. Bunun yerine çevrenin korunması, ormanların korunması, kıyıların korunması, tarih, kültür, tabiat varlıklarının korunması hükümleri bırakılmıştır. Bunların da nasıl korunduğunu biliyoruz. Ben bunları da sanatla beraber gençliğin korunmasının, sporun korunmasının, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurulunun ve esnaf sanatkârların korunması maddelerinin birlikte düşünülmesini özellikle belirtmek istiyorum. Sorun cumhuriyetle ilgili sorundur, AKP iktidarının cumhuriyetin korunmasıyla ilgili bir kaygısının olmadığını biliyoruz. Bu nedenle sanat alanındaki yapılan bu yaptırımların da ona bağlantılı olduğunu söylüyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum. panel yöneticisi Sayın Akbulut değerli katkılarınız için çok teşekkür ederim. Söylediklerinizden özetle şunu anlamış olduk ki, 1924’le başlayan sanat devriminin 1948’de kesintiye uğradığını görüyoruz. Atatürk’ün şu sözü çok çarpıcıdır; demişti ki, “Güzel sanatlar alanında başarı kaydedemezsek devrimler gerçekleşmiş sayılmaz.” Demek ki, o günden bugüne baktığımızda görülüyor ki karanlık karşıdevrim harekete geçmiş ve sanat alanındaki devrimleri kesintiye uğratmak için gereğini yapmaya başlamıştır. Sayın Akbulut değerlendirmeleriniz için çok teşekkür ederim 35 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Şimdi de sözü İstanbul Barosu Başkanı Sayın Av. Kazım Kolcuoğlu’na vermek istiyorum ve sorularımı kendilerine yönlendiriyorum: 1. İstanbul Barosunun alternatif anayasa hazırlama çalışmaları var mı? 2. Alternatif anayasa çalışmalarında alanında uzmanlaşmış sanat kuruluşlarının danışmanlığından yararlanılıyor mu? 3. Bu hükümet anayasa yapabilir mi? 4. 1982 anayasasının özgürlük kapsamı nedir? 5. Devletin ana görevleri arasında sanat olmalı mıdır? Buyurunuz Sayın Kolcuoğlu. kazım kolcuoğlu Hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Bu toplantıyı düzenleyen Sanat Konseyine de teşekkür ediyorum. Seçilen konu gerçekten günümüzün çok önemli bir konusudur. Bu önemli konunun açıkça tartışılmasına neden olan olaylar 71 milyon insanı yakından ilgilendiren ortak bir sözleşme olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği üzere anayasa değişikliği ya da yeni bir anayasa yapma istemi iktidardan gelmiştir. Hâlâ kapalı kapılar arkasında net olarak neyin istendiği, hangi değişikliklerin yapılacağı, bu değişiklikleri yapma gerekçeleri, bu değişikliklerin kiminle nasıl tartışılacağı ve kamuoyunda bu konuda ortak bir uzlaşmaya varılması yollarından hangisinin seçildiği konusunda herhangi bir açıklama bulunmuyor. Tamamen kapalı kapılar arkasında ve zaman zaman çok sıkışıldığında, “Genel başkanın bu konudaki görüş ve düşünceleri bizi aydınlatacak” denilerek bazı konularda yetki ve görevin tamamı sanki bütün Türk milletini temsile başbakan yetkiliymiş gibi kendisine veriliyor. Bu tür bir anlayışla karşı karşıyayız. Öncelikle böyle bir düzenlemeye gerek var mı? Anayasa değişikliği konusunda bir zorunluluk var mı sorusu akla geliyor. Bu Anayasa, 82 Anayasası yapıldığı dönemde baskıcı ve aynı zamanda daha güvenlikçi bir yapı içerisinde değerlendirildi ve ülkemizde bana göre iki şeyi gerçekleştirmeye yönelik tavırla hareket edilen bir anayasa başlangıcı olarak görüyoruz. Birincisi 24 Aralık kararlarının uygulanması, ikincisi yeşil kuşak teorisinin hayata geçirilmesi ve o dönemde komünizme karşı olan mücadelenin gerçek anlamda örgütlenmesi ve dinsel duyguların ve örgütlerin toplumda daha fazla yer almasına ilişkin bir görev üstlenildiğini görüyoruz. Bu görevi üstlendiği zaman devrimci niteliği taşıyan ve bu konuda görüş ve düşüncelerini paylaşmak istediği halkla beraber hareket eden üniversite gençliğiyle işçi sınıfı tamamen bu olayların bu hale gelmesinin sorumlusu olarak gösterilmiş ve her ikisi de büyük ölçüde tasfiye edilerek politikanın dışında tutulmuştur. Ülke sorunlarından uzaklaştırılarak tamamen sandıktan çıkanların iradesiyle ve aynı zamanda sivil toplum örgütleri dedikleri büyük bir bölümünün de umudu AB’den gelecek fonlara bağlamaları sonucunda tümüyle kandırmacadan ibaret bir gelişim ve değişimden söz edilir oldu. Bu gelişmenin sonuçlarında böyle bir anayasa taslağını tartışmak durumunda kalıyoruz. Türkiye’de en önemli iki unsur işçi sınıfıyla üniversite gençliği sınıf bilinci içerisinde çıkarlarını koruyan bir kitledir. Onun ideolojisi ve düşüncesi devamlı 36 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT geleceğe��������������������������������������������������������������������� yöneliktir. Gençlerin bu toplumda hiçbir çıkar beklemedikleri ve çıkarla ilişkileri olmadıkları için onların tavır ve tutumları Türkiye’yi yönlendirilmesi ve bu konuda tavır alması konusundaki o sakıncayı ortadan kaldırmaya yönelik binlerce genci yargıladılar, binlercesine işkence yaptılar ve onlarcasını da idam ettiler. Böyle bir gelişimin içerisinde hazırlanmış getirilmiş bir anayasa var. Bu anayasa tabii meşru bir anayasadır, yine kurallara göre yapılmıştır. Bu meşruiyetini yadsımıyoruz ama yapılış biçimi bakımından, getiriliş felsefesi bakımından önemli eksik ve gereksiz yönleri olduğunu biliyoruz. Onun için bu anayasanın değiştirilmesi konusunda bugüne kadar 12 değişiklik yapıldı ve bu değişikliklerin büyük bir kısmı Avrupa Birliği’nin ve uluslararası sözleşmelerin ışığında gerçekleştirilmek zorunda kalındı ve belli bir platform içerisinde, yani uzlaşma platformu içerisinde, Mecliste grubu bulunan, üyesi bulunan partililerin ortak anlayışıyla gerçekleştirildi. Bugün ne yapılıyor? Temelden değiştirelim diyorlar, hatta “yeniden yapalım” anlayışı var. Bunu yeniden yapma bir iktidarın işi değildir, yani bir yönetimin işi değildir. Yönetimler anayasayı yapmak üzere gelmezler, ülkeyi yönetmek üzere gelirler. Anayasa bir toplumun ortak sözleşmesidir. Böyle bir toplum sözleşmesini yapmanın koşulları, anlatımı, bu konudaki talepler ayrı bir ortamda değerlendirilmelidir. Bunları kamuoyuna açıklarsanız, biz bir yeni anayasa yapacağız. Bu bütün unsurların, bütün katmanların katkısıyla yapılacak bir anayasadır. Buna göre onun koşullarını ve düzenini dünyada nasıl gelişmişse ülkemizde de yaparsınız. Ne yapılabilir? Sadece anayasa değişikliği yapılabilir. Bu parlamento değişiklik yapabilir mi? Yapar, hukuki bakımdan baktığınız zaman böyle bir değişiklik yapar, ama bu değişiklik anayasayı yeniden yapma anlamına gelmez. Değişikliğin nasıl yapılacağı bu anayasanın kendi kuralları içinde değerlendirilmelidir. Başlangıç maddeleri değiştirilemez. Değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Anayasa kendi içinde bunu güvenceye almıştır. Elbette her sosyal hak bir talebi de beraberinde getirir. Haklar taleplerle bir arada olmalıdır. Hak verilmez alınır. Talebi olmayan hak biraz eksik bir haktır. Onun için hak dediğiniz zaman bu hakkın iktidardan talep etme hakkını da içerdiğini kabul etmek zorundasınız. Aksi halde soyut bir hak veya soyut bir şekilde bir hakkın varlığını tespit etmek sağlıklı bir sonuç doğurmaz. Birinci öncelikli, ikinci öncelikli ve üçüncü öncelikli haklar çok büyük önem taşıyor. Biz yalnızca birinci kuşak insan haklarıyla çok yakından ilgilenen bir toplumuz. Onların da ne kadar sağlıklı işlediği ortada! İkinci ve üçüncü sıradaki hak olarak sıralanabilecek, sağlıklı bir çevrede yaşama, sağlıklı ve aynı zamanda berrak bir suyu içebilme, temiz bir hava alabilme hakkı yaşamsal haklardandır. Toplum bunu istemek, yönetimler de bunu yerine getirmek zorundadır. Yerine getirmek zorunda oldukları için de bunları anayasa, açıkça ele almaktadır. Baktığınız zaman iktidarın hazırladığı anayasa, sözde çok büyük düzenlemeler getiriyor. İçeriğine baktığınız zaman 82’den çok daha geri olduğunu görüyoruz bu taslağın. Bir defa eşitliği kabul etmeyen bir anayasa… Dünyada böyle bir şey olabilir mi? Eşitliği kabul etmeyen bir anayasa demokratik bir anayasa sayılabilir mi? Demokratik bir toplumu oluşturabilir mi? Kadın-erkek eşitliğini 2004 yılında baskılarla koyuyorsunuz, 2007’de çok daha iyi bir şey bulduğunuzu 37 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT zannederek kaldırıyorsunuz. Diyorsunuz ki “Bunlar eşit olmasın, bunları koruyalım. Bunları sakatlarla, çocuklarla beraber aynı, uzaktan özen gösterelim. Bunlar çalışmasın, hiçbir şey yapmasın, toplumla kaynaşmasın. Öylece dursunlar. Zaman zaman onlara biz şefkat elimizi uzatırız.” Böyle bir anlayış olabilir mi? Böyle bir şeyi kabul etmek, böyle bir şeyi anayasa taslağı olarak getirmek, hadi bu iktidarın siparişi diyelim, ama o bilim adamı diye geçinen insanlar böyle bir maddeyi getirme hakkını kendilerinde nasıl görebiliyorlar? Aynı şekilde yine bakıyorsunuz, talep etme hakları kültürel ve sosyal taleplerimiz var. Nedir demokratik ülkede? Devletimizin temeli bunun üzerine kurulmuştur artık, bu felsefe bu anayasaların olmazsa olmazlarıdır: Laik, demokratik, sosyal hukuk devleti. Siz artık başka bahanelerle, renksiz bir anayasa, ilkesiz bir anayasa adı altında bunları kaldırıp bir tarafa atma hakkınız yok, bunu yapamazsınız. Burada önemli olan nedir? Baktığınız zaman taslakta görüyorsunuz, o taslağın içerisine yine aynı şeyleri koymuşlar. Bunları böyle arka arkaya sıralamışlar ve sonunda diyorlar ki “devlet geliri oranında bunları yerine getirmek durumundadır.” Peki, tercihi kim kullanacak? İdeolojisi neyse iktidar kullanacak. Peki, benim taleplerim ne? Eğitim hakkımı istiyorum, sağlıklı yaşam hakkımı istiyorum, sağlık hakkımı istiyorum, insanca yaşama hakkımı istiyorum. Demokratik bir toplumda aç insan kalmamalıdır. Eğer demokratik bir toplumsa insanların aç olduğunu söyleyip ve seyirci olarak kalıyorsanız o toplum ne demokratik olabilir ne de sosyal bir toplum olur. O ancak monarşik ve kendi düzeni içerisinde kurulan bir toplumdur. Onun için bizim çok önemsediğimiz üç konu var: Sosyal haklarımızın, kamu hizmeti olarak verilmesi. Nedir bunlar? Sağlıktır, eğitimdir, yaşamdır, çalışmadır. Bu haklar devletin görevidir. Geliri oranında değildir bu, devlet bunları yerine getirmek zorundadır. Bu maddeyi böyle devam ettirdiğiniz zaman “sadaka kültür”ü uygulamasına gelirsiniz. İnsanları aç bırak, yardım et. Kiminle? Devletle değil, vakıflarla, cemaatlerle, tarikatlarla, başka uzantılarla insanların kişiliğini rencide edecek şekilde, onların kişiliklerini ortadan kaldıracak ve onları sadece bir oy vermek gibi sorumluluk altına sokacak ve o da “bu yardımlara karşı benden bir oy istiyorlar, bari onu vereyim” diyecek hale getireceksiniz. Böyle bir şey yok, böyle olduğu zaman bu yönetim böyle kalır. Halkımız bir şeyi talep edecek, yaşam hakkını devletten isteyecek. İhale istemiyor, kimseden yardım istemiyor, çorba istemiyor, pirinç istemiyor, bir şey istiyor: Ben çalışmak istiyorum, geçinmek istiyorum. Bana çalışma olanağını vermiyorsan insanca yaşam alanını sağlamak zorundasın. Devlet bunu yerine getirmek mecburiyetinde. Bakıyorsunuz anayasa taslağına, eski tas eski hamam devam ediyor. Bakıyorsunuz, ülke fakirleştikçe bunlar daha fazla oy almaya başlıyorlar. Böyle bir tuhaflığın içindeyiz. Çünkü insanları günlük yaşatıyorlar, geleceğe umutla bakma olanağı kalmamış, devlet de günlük yaşıyor. Programı yok, planı yok. Dikkat ederseniz planlamayı çıkarmışlar, yok zaten. Böyle bir yapıda elbette ki birinci talebimiz bizim şu olacak: İnsanca, aydınlığa geleceğe, çağdaşlığa ulaşmanın insanı yaşatmayla, insanı bu kurallar içerisinde iyi bir şekilde insan olarak topluma kazandırmayla olasıdır. Bunun koşulları da anayasada bu hakların devletin görevi olduğunu açıkça ortaya koymak zorundadır. 38 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Baroların ve de Barolar Birliği’nin üzerinde en çok durduğu konu budur. Bunların hepsi devletin görevidir. Vatandaş bu görevi yerine getirmek üzere mahalledeki tarikat mensubundan pirinç değil, devletten yaşam hakkını talep edecek, yerine getirecek. Getirmiyorsa sorumlu olacak. Yardımla benim yaşamımı yerine getirmekle kimse kimseyi görevlendiremez. Bu devletin içerisinde, bu milletin içerisinde herkes kendi haklarını alacak, bunu da çok önemsiyorum. Hakları vereceksiniz, gelir oranını da ben kullanacağım. Neyi kullanacaksın sen? Onu herkes kullanır, gelir oranını istediğin gibi kullanırsın. Senin görevin bu talepleri yerine getirmektir, bunun yollarını koşullarını yaratmaktır. Bunu yapmıyorsan demek ki orada artık insanların laik, demokratik, sosyal hukuk devleti içerisinde birey olarak onları kabul etmek değil, onları artık tarikatlara teslim ettin, ümmet gözüyle bakmaya çalışıyorsun. Onun için vatandaşlık böyle yazılanlarla değil, vatandaşlık çok önemlidir. Talepleri, hakları içeren ve bunların yerine getirilmesini ülkemizde yerine getirilmesi konusundaki kararlılığı devam ettirip sonuçlandırmak büyük önem taşıyor. Ben tabii bu taslak konusuna kısaca değineyim. Hepimiz başından beri söylüyoruz, sanat aydınlıktadır. Kültür ve sanat hep aydınlanma isteyen, karanlığı asla kabul etmeyen bir yapıdır. Karanlık içerisinde sanatı savunabilir misiniz? Hem karanlığı savunacaksınız hem sanatı, mümkün mü? Değil, önce “sanatın içine tükürdüler,” sonra geldiler Anayasadan çıkardılar. Aslında kendi adına değildi o belediye başkanının tutumu, bir zihniyeti yansıtıyordu. 1982 Anayasasında bile konulmuş olan “sanat ve kültürün korunması, düzenlenmesi hakkı” ortadan kaldırıldı. Bunlar bilinçli yapılıyor. Sanıyorsunuz ki unutulmuş, unutulmuş değil. Ben size onu hemen söyleyeyim; bizim baroların hazırladığı ve taslak olarak sunduğu bu kitapçıkta sanatla ilgili bölümü size kısaca okumak istiyorum. 71. maddesinde düzenlenmişti. “Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırmayı yapma hakkına sahiptir. Devlet sanat çalışmalarını ve sanatçıyı korumakla hükümlüdür” Tabii, bizim bu taslağı hazırlamamızın nedeni şu: Taslak bir tasarı değildir, herkes tarafından kabul edilir, aman eksikleri var telaşı içine girmeye de gerek yok. Bu taslak bir kaynaktır, bir görüşü ifade ediyor, genel ilkeleri içeriyor. Biz sanata böyle bakıyoruz, anayasada böyle yer almasını istiyoruz. Sosyal haklar insana nasıl bir hak olarak verildiyse devletten bunu görev olarak yerine getirmesini istiyoruz. Bu görüş ve düşünceler içerisinde bunları getirmeye çalışıyoruz ve bu taslağı da kamuoyunda herkes genel ilkelere değerlendirmese ve bunların çıkardıkları sunacakları taslakla bu taslak arasındaki farklılıkların ne kadar büyük önem taşıdığını anlamaları bakımından çok önemsedik. Çünkü diyorlar ki, hep konuşuyorsunuz, hep eleştiriyorsunuz. Hem diyorsunuz ki, bu anayasanın değişmesi gerekir, ama değiştirmeye kalktığımız zaman diyorsunuz ki, aman. İşte değiştirdik biz de, koyduk ilkeleri bunlar. Getirin bakalım bu ilkelerin, bunların hepsinde uzlaşma diye bir şey olmayabilir, ama temel ilkeler çok büyük önem taşıyor. Hukuk devleti dediğiniz zaman iki şey getiriliyor. 1. Devleti yok etmek, ufalamak. Kime teslim etmek devleti? Uluslararası büyük şirket ve kartellere… Nedir bu? Özelleştirme. Ne varsa satacaksın. Hiçbir şey kalmadı, köprü, yol her şeyi sat. Devletin elinde hiçbir ekonomik güç olmayacak, güç sermayenin elinde 39 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT olacak, onlar yönetecekler. Arkasından hemen bakıyorsunuz sadece onu değil güvenliği de özelleştiriyorlar. Geçen gün baktım Polis Vazife Salahiyetleri Yasasıyla ilgili tartışma sırasında gördüm ki orada 1 milyon özel güvenlikçi yetiştirilmiş. Türkiye’deki polis sayısı 250 bin, 1 milyon güvenlikçi var. O güvenlikçilerin neler yaptıklarını Irak’ta hepimiz yakından izliyoruz ve Amerikalıların özel güvenliğe Irak’ı teslim ettiğini görüyoruz. Bir taraftan bakıyorsunuz yargı çok önemli, çünkü yargıya da en azından aynı hızla saldırdılar. Yargı dediğiniz zaman demokratik yapının olmazsa olmazı. Tarafsız ve bağımsız bir yargının bulunmadığı yerde demokrasiden bahsedilemeyeceği halde yargıyı da adeta etkisiz hale getirip herkes kendi hukukuyla yargılansın. Ülke Osmanlı dönemine döndürülmeye çalışılıyor. Taslağa bakıyorsunuz, taslakta yargı bağımsızlığı tamamen ortadan kaldırılıyor. Örneğin Anayasa Mahkemesi çıkan yasaların Anayasaya uygunluğunu denetler. Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini meclis seçiyor. Meclis hem anayasa yapacak, hem de çıkardığı yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyecek olan mahkeme üyelerinin de yarısını seçecek. Bırakın bağımsızlığı buna yargı bile denemez. Bunun yanında Danıştay’a bakıyorsunuz, aynı tasarıda dörtte birini Bakanlar Kurulu seçecek. Böyle bir şey dünyada yok. Yargıçların dörtte birini onlar seçecek. Üstelik de kimler arasından seçecek? Ona da o karar verecek. Çıkarılacak yasayla kimler arasından dörtte birinin seçileceğini de kendisi tayin edecek. Aynı şey Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimine de koymuşlar; meclis sekiz kişi seçecek, bunların üçü kariyer sahibi olacak, geri kalan beşi hakkında bilgi yok. Orada hiç değilse üçü için profesör olacak, kariyer sahibi olacak koşulu konmuş, beşini meclise bırak, ister imamı seçer, ister başkasını. Kim olduğu belli değil, seçebilir. Böyle bir anlayış var. Bana göre bu konuda söylenecek aslında çok şey var. Gelelim sonuca, bir soru da bana gelmiş. Karanlığa dur demek için aydınlatmalı. Aydınlatmanın da yolu sanattır, bilimdir, akıldır ve aydınlatmanın yolunu açacak olanlar da örgütlü bir toplumdur. Biraz önce değindiğim gibi gençliktir. Hepinize teşekkür ederim. panel yöneticisi Sayın Kolcuoğlu değerlendirmeleriniz için çok teşekkür ederim. Şimdi sözü Kültür Sanat Sendikası Genel Başkanı Sayın Dr. Kemal Sevgisunar’a vermek istiyorum. Sorularım şöyle: 1. Son zamanlarda çıkarılmak istenen yasa taslaklarında sanatçılara uygulanan yıpranma haklarının kaldırılması söz konusu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 2. Sanat alanlarının örgütlenmesinde yasal engeller var mı? 3. Kültür Sanat Sendikasının yasalar karşısındaki yaptırım gücü nedir? kemal sevgisunar Efendim, bütün bunları söyleyebilmek için herhalde bazı tanımları yapmak lazım, ama o tanımlara gelmeden önce de bizi buraya toplayan Özerk Sanat Konseyine ve buradaki katılımcılara konfederasyonum ve sendikam adına öncelikle saygılarımı sunuyorum. 40 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Bu tanımları yeniden yapmak gerekir derken şunu anlatmaya çalışıyorum: Bana göre anayasa, iktidar erkini elinde bulunduranların yönettikleri toplumda nasıl bir özgürlük düşünüyorlarsa, özgürlüklerin sınırlarını kendi kurguladıkları ve bu kurgu üzerinden sınırlarını çizdikleri yasalar topluluğudur. İktidarlar, yukarıdan aşağıya indirdikleri bütün o sınırları iktidar erkini kullandıkları biçimiyle insanlara açarlar. Bu da ülkenin bağımsızlığıyla, düşünce özgürlüğüyle ilgili bir sorundur. Sizin bulunduğunuz noktada devletin siyasi örgütlülüğüyle sanatın örgütlenmesi arasındaki eşgüdüm kendisini gösterir. Diğer bir deyişle özgür bir ortam olmadan sanat örgütlenemez. Siz anayasada sanatı tanımlayın ya da tanımlamayın, o anayasayı yapan güçler, o anayasayı uygulayan güçler, sanata nasıl bakıyorlarsa siz de sanatı ancak iktidar güçlerinin size tanıdığı özgürlük sınırları çerçevesinde görmek tanımlamak durumundasınız. Bu tespitleri koymadan Anayasanın 64. maddesinde “sanata devlet destek verir” içeriğindeki maddenin korunmasıyla, korunması için çaba harcanmasıyla sanki bütün sorunlar düzelecekmiş gibi konuyu ele almak, bakmak herhalde çok çözücü bir yaklaşım biçimi olmayacaktır. Önce son dönem AKP iktidarında sanata bakışı doğru görmek gerekir. AKP neden sanatın içine tükürür? Şundan dolayı tükürür: Sanat yaratıcıdır, sanatın insanlar üzerinde olumlu anlamda uyarıcı, insanlar üzerinde yapıcı, kışkırtıcı bir etkisi vardır. AKP iktidarı süresince, önde gelen kadrolarının her zaman yaptıkları gibi işte güzeli, sonsuzu ve yeniliği arayan bir bakış açısı yaratılmasını sağladığı için sanatla iktidarın sıkıntıları vardır. Oraya tükürürler, çünkü yaratmak istedikleri monoton, tekdüze insan tipinin karşısında, karanlığı yırtacak tek güç sanat olduğu için bu tarz bir tavır sergilerler. Ama sanat öyle el bebek gül bebek, insanların elinde çekip çevirecekleri bir güç de değildir. Sanat, yaşamı kıyasıya tartışan, önüne çekilen perdeleri yırtan bütün o karanlıklardan yükselerek çıkan farklı bir güce sahiptir. Eğer öyle olmasaydı insanlığın bütün o karanlık çağlarından itibaren, taşı yontan ilk insan, kendisini tehlikelerden korumak için birtakım ilkel sesler çıkaran ilk insan, bir hayvanı avlamak için, başka bir hayvanın kılığına girerek, onun derisine bürünerek ona benzeyen ilk insan, bir aleti kullanmayı düşünen ilk insanın sanatla olan bağını başka türlü nasıl düşünebilirdik ki? Kendisini avda, kendisini ritüelde tapınırken düşleyen ve bu düşünü mağara duvarına resmeden ve orada yarattığından güç alarak kendisini tanımlayan insanı böyle bir kavrayışla ele almadan sanatı toplumsal yaşamda nereye koyacağız? Sanatın insan olma vasfını insana kazandıran ayırt edici bir güç olarak görerek sanatı yaratıcı gücün merkezinde görerek, insanı insanlaştıran bir süreç olarak görülmesine katkıda sağlayarak bakarsak bugünün sorununun çözümüne dair, katkı olabilecek bir yol bulabiliriz. Sanatın bir ulusun, bir ülkenin anayasasında neden olması gerektiğinin tanımını ancak böyle bir bakış açısı üzerinden yaparak bunu tartışabiliriz, yoksa yukarıdan aşağıya, kaba bir yaklaşımla sonuç alamayız. Sanat olgusunu iktidar-sermaye ve sınıflar gerçeği üzerinden tanımlayarak anayasanın içerisinde sanatın ancak böyle bir zeminde yer almasını sağlayarak yapabilseydik bugün konuya ilişkin andığımız bütün bu gerçekliklerden hareketle sancılarımızın birçoğu giderilebilmiş olurdu. Oysa eğer bugün ülkemizde ve bütün dünyada neoliberal güçler, küresel güçler bütün bu ekonomileri çekip çevirirken bütün 41 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT toplumları bir yerden alıp bir yere koyarken ve bütün bu sınırların üzerinde bir siyasal hareketliliği ve erki ortaya koyarken sanatın burada anayasanın içinde yer almasının gerçeğe dair bir çözücü gücü olmayacağı ortadadır. Olaya baktığınızda eğer emeği iyi tanımlarsanız, emeği tanımlarken onun ilkel insanın o mağara resimlerini çizdikten sonra, birlikte iş yapan bütün o heyamolaları, kardeşlik türkülerini beraber söyleyen, yine birlikte iş üreten ve birlikte iş üretmekten kaynaklanan bir ritmi yakalayabilen insan topluluklarının geçirdiği bütün aşamaları da görmek durumundasınız. Olaya buradan bakıp geldiğiniz zaman emek olgusunun ve çalışma olgusunun öyle sıradan bir olay olmadığını, emek olgusuyla birlikte sanatın, insanların birlikteliğinin, beraberliğinin, dünyayı güzelleştirmek için işbirliği içinde çalışması, gelişmesi için bir zorunluluk olduğunu kavrayıp, kabul ederek ancak burada bu tanımı ortaya koyabilirsiniz. Bütün bunlardan ayrı ve yukarıdan aşağıya, hayatın damarlarından kopuk bir sanat kavrayışı sanatın yaşamsal gerekliliğini açıklamaya yetmez. Sanatı tartışmak için yola çıktığınızda toplumun bütün bu dönüşümlerini ve dinamiklerini görerek açıklamalar ortaya koymanız gerekir. İsterseniz gelin bir gerçeği birlikte irdeleyelim. Halkımızın son 300 yıldır gelişmiş batının emperyalist saldırıları karşısında direnebilmek için, yenileşebilmek için, kurduğu bütün kurumların içerisinde hangi ruh vardır? İnsanın evriminde doğaya öykündüğüne, kendisini ona benzetme, kendisini yeniden yaratırken uygar ve güçlü gördüğüne karşı bir benzeşme eğilimi vardır. Toplumun bir biçimde sanatı algılayış biçimidir bu, ama bu yeterli midir? Hayır, onun içindeki insanın öne çıkartılmış çıkarlar üzerinde kapitalist sermayenin her şeyi metalaştırdığı bir düşünce biçimini getirip topluma dayattığı bir noktada sanatı topluma kanla, sıkıntıyla arattığınız sürece içinden çıkmanız mümkün değil. O zaman işte hangi yola gitmek isterseniz bilinçsiz bir şekilde gidersiniz Yemen’de binlerce insanı sevk idare yaklaşımınızdaki yanlışlıktan dolayı kaybedersiniz. Gidersiniz Sarıkamış’ta binlerce insanı karın altına gömersiniz, ne yaptığınızı bilmezsiniz. Sanatın insanla olan ilişkisi nedir? Sanatın insanla olan ilişkisi vicdanla olan ilişkisidir. Vicdanla olan ilişkiyse toplumun üreten güçleriyle yöneten güçleri arasındaki savaşın kendisidir. Biz burada neyi anlatmaya çalışıyoruz? Biz şunu anlatmaya çalışıyoruz: Eğer bugün bir örgütlülükten bir sanat kurumundan, sanat çalışanlarının örgütlendiği bir ortamdan söz ediyorsak eğer, yıpranma hakkımızı kaldırıyorlarken buna karşı mücadele edeceksek, biz örgütlülüğümüzün önüne yasal engeller koyarlarken karşı çıkmayacaksak sonra da burada sanat kurumlarının özerkliği konusundan söz edeceksek pek dürüst bir yaklaşım sergilemediğimizi bilerek, önce bütün bunları bilerek yola çıkmak durumundayız. Yani olayın bir başka yanına daha bakmak durumundayız. Son yıllarda cumhuriyetin bütün bileşenlerinin gözünün önünde bile bile, göre göre sanatı ve kültürü bitiren bir süreç yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Bu süreç tek başına, görünmeyen bir gerçeklik üzerinden gündeme gelmemiştir ki, her şey göstere göstere olmuştur. Şimdi Osmanlının dağılmaya başladığı süreçte olduğu gibi Osmanlı toprakları üzerinde hak iddia eden bütün emperyalist güçler yeniden saldırmıştır. Önce İngiltere’si saldırmıştır, sonra Fransa’sı, İtalya’sı saldırmıştır, en sonunda da tıpkı 1930’larda Almanya’da faşizmin yükseldiği dönemde olduğu gibi Türkiye’nin her türlü değerine Almanya’sı saldırmıştır. 42 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Bütün bu sanat kurumlarımızın temelini oluşturan Alman yapısının temelinde Alman emperyalizminin Türkiye’ye girişi var, bu yolda sarf edilen gayretlere kılıf üretme çabası var ve biz işte bu gelenekten gelen bu yapının içerisinde bir demokrasi, bir özerklik arıyorsak bütün kurumlarımızda yukarıdan aşağıya, dıştan içe gelen bütün dayatmaların da sonuçları vardır. İşte, Goebbels’in kendi yanında II. Dünya Savaşı’na sokabilmek için Türkiye üzerindeki dayatmaları. 1912’de kurulduğu dönemde Türk Ocaklarının topluma getirdiği o direniş ruhu, arkasından cumhuriyetin kuruluşunun ardından Türk Ocakları’nın bu özgürlükçü yanını yitirmesiyle, cumhuriyet kadrolarına muhalefet yaratmasıyla CHP’ye katılması, bu deneyimin ardından Halkevlerinin kuruluşu, toplumun sanata ve kültüre yaklaşımındaki dönüşümü anlatması açısından çok anlamlıdır. Halkevlerinin kurulmasıyla birlikte bilinenden, alışkın olunandan farklı, halka yukarıdan bakan değil, halkla yaşamı paylaşmaya çalışan başka aydın tiplerinin, emek orijinli aydın tiplerinin ortaya çıkmasıyla, onların sanatı, kültürü bu yeni değerler üzerinden savundukları ortamlarda onları ortadan kaldırmak için saldıranların başında 1930’lardaki, 40’lardaki Alman iktidarı vardır. Yıldız Sertel anılarında belirtir, Goebbels’in bir kadın gazetecimize taa Almanyalardan haber göndererek, “Senin ağzını yırtacağız, o gazetelerdeki yazılarınla bizim iktidarımıza zarar veriyorsun” dediği, ama bu söylenenlerden ta ki bu anılar ortaya çıkana kadar hiç söz edilmediği, bu emperyalist tahakküm ortamının yokmuş, olmamış gibi adının anılmadığı, ondan söz edilmediği yıllar yaşanmıştır Türkiye’de. Bu demokrasi yoksulu dönemin ardından Türkiye’de kültür adına sanat adına birçok yeni kurum kurulmuştur, kurumlar kurulmuştur. Bu kurumlar aslında çağdaş yapılardır. Ulusal müzeler kurulmuştur, ulusal kütüphaneler kurulmuştur, sanat kurumları kurulmuştur, ama bunların iç yapılarında bütün bu kurucu ülkelerin üzerinden ülkemize aktarılan farklı siyasal kültürel değerler vardır. Bu kurumlarda yaşanan olumsuzlukların temelinde sözünü ettiğimiz bu değerlerle birlikte, Türkiye’de bize özgü yaşanan siyasal çalkantı ve dalgalanmaların etkisi vardır. Kurumlar özgürleşememiştir. Böyle bir ortamda Anayasanın 64. maddesinden, sanatın devlet tarafından desteklenmesi ilkesinin ortadan kaldırılmasından söz ediyoruz. Demokratik olmayan bir ortamdaki algılamayı tartışıyoruz. Geriye dönüp bir bakın bakalım Kültür Bakanlığı nasıl kurulmuş? Kültür Bakanlığı özerk bir bakanlık yaratmak düşüncesi üzerine kurulmuş 1960’larda, ama maalesef kültür müsteşarlığının başına kim getirilmiş? Almanya’da 1930’lu yıllarda eğitimini alan sıkı Türkçü Adnan Ötüken getirilmiştir ve döneme dikkat edin 1960 askeri müdahalesi sonrası kurulan hükümetler döneminde, 1965’te göreve getirilmiştir. Ötüken kendisine bağlı bütün bu kurumları kendi ekipleriyle teşkilatlandırmış, Ötüken’in kadrolaştırmalarının sonuçları bugüne kadar gelmiştir. Emre Kongar 1978’lerde kurulan Özerk Sanat Konseyinin üyesiyken, kurul üyeliğinden istifa ettiğinde şöyle söylüyor: Biz konsey üyesiyken bakanlıkta geçmişten itibaren oluşturulan bürokrasiyle baş edemediğimiz gibi bu kurumu kurma yapısını hangi düşünceyle oluşturduklarını da anlayamadım. Ahmet Taner Kışlalı başta olmak üzere Kültür Bakanlığını demokratik bir işleyişe kavuşturmak isteyenler, bu çıkışları farklı zaman aralıklarında deneyenler bu nedenlerle başarılı olamadılar, bu sıkıntılarla bugüne kadar geldiler. 43 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Özerk sanat kuruluşlarını tartışıyorsak anayasanın içerisinde sanatın mutlaka olmazsa olmazlığını tartışıyorsak biraz önceki beyefendilerin söylediği gibi elbette uygar bir toplum anayasasını toplumda bütün baskı guruplarıyla birlikte, bir mutabakat içerisinde oluşturmuşsa, sanat böyle oluşmuş toplumsal sistemler için olmazsa olmazdır. Ama bütün bu dış etkileri yok sayarak, küresel güçlerin saldırılarını yok sayarak, emek yoğun insan toplumunun bütün bu küresel güçler karşısında yalnız ve çaresiz bırakıldıkları gerçeğini yok sayarak, sıradan vatandaşın biraz önce söylenildiği gibi eğitim, sanat, sağlık ve yaşam hakkı elinden alınmışken güç sahibi olan AKP iktidarının biraz mercekleri tersine çevirerek sanki yaşamın lütfettiği ve toplumun içerisinden haksızca bir pay alıyormuş gibi bütün toplumun güzelleşmesinde sanatın ve kültürün hiç etkisi yokmuş gibi bakan gözleri, baktıran gözleri… Sanatın içine tüküren gözler işte bu gözler. O neoliberal saldırıcılarla beraber bu alandaki paylaşmanın da, özelleştirmenin de yollarını elbirliğiyle açıyorlar. Anayasanın içerisinden, toplumsal mutabakat metninin içerisinden sanat olgusunu cımbızla dışarı çekerek Türkiye’deki kültür sanat kurumlarının, yani cumhuriyetle, ondan önce kurulmuş olan yapılarla, bütün bu halkın hep beraber biriktirdikleriyle oluşturduğu bu kültür kurumlarını özelleştirmeye açıyorlar. Bu tartışmayla beraber Dünya Bankasıyla, IMF’yle beraber bundan bir-iki yıl önce imzaladıkları kültür ve sanat alanını da sektör olarak görüp özelleşmeye açma sürecini yaratmaya çalışıyorlar. Bu siyasal süreçleri görmeden bunun içerisinde olur olmaz bu tartışmaları konunun gerektirdiği bir düşünsel zemine yerine oturtmadan bir yere varmamız mümkün değildir. Bir başka bakış açısı da şudur: Hukuk meşrudur, ama toplumsal yaşamda de facto gelişmeler de olur. Toplum kendi kurallarını kendi çıkışlarıyla koyar. Toplumun bir başkaldırı gücü vardır. Bu başkaldırı gücünün de içinde kesin haklılıklar vardır. Başkaldıran ne kadar haklıysa karşı çıkış o kadar sonuç alıcı olur. Buradan yola çıktığınızda şunu söylemek mümkün: Eğer böyle bir yanlış, böyle bir saldırı, böyle bir özelleştirme ve paylaşma, bir pasta olarak gördükleri bu alanı dağıtma anlayışı varsa, siz de bir bütün olarak gücünüzü birleştirmek durumundasınız. Emek yoğun bütünlüklü bir mücadelenin içerisinde kimler mücadele ediyorsa siz de o mücadelenin yanında yer almak durumundasınız. Yani kültür sanat zaten bunun için var, tek başına Kültür ve Turizm Bakanlığı, sadece idari memurlarının çalıştığı bir kurum değil, sendikal mücadele de sadece bu topluluğu ilgilendirmiyor. Tek başına Kültür ve Turizm Bakanlığının teknik insanlarının bir araya gelip oluşturduğu bir kurum değil, tek başına sanatçılarının oluşturup getirdiği bir kurum değil. Burada birlikte üretilen, birlikte kotarılan bir mücadelenin sonucunda oluşmuş bir kurum var. O nedenle Kültür Sanat-Sen diyor ki, örgütlü ve yasal mücadelenin önündeki engeller kaldırılacaksa, eğitimin önündeki engeller ne kadar kaldırılacaksa o da o kadar kaldırılacak. Kültür Sanat-Sen diyor ki, eğer sanatın önündeki engeller kaldırılacaksa bakın gözünüzün önüne gelmiş olan yeni yasayla beraber sağlığımızın üzerinde yeni oyunlar var. Bunlar kaldırılmak için nasıl mücadele edilecekse sanat için mücadele ederken bu engellere karşı da birlikte mücadele etmeliyiz. Ülkedeki bütün muhalefet güçleriyle, emek güçleriyle dayanışarak, bu güçleri birleştirerek mücadele edeceğiz. Bir başka yan daha var, onu da söylemeden geçemeyeceğim. Anayasalar sanatsız olabilir mi? Yeni anayasa yapma talebi iktidardan geldi gibi bir söylem 44 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT oldu. Evet, anayasa yapma talebi neden iktidardan geldi? Biraz önce anlattığım olgularla küresel güçler buradaki bütün bu hayatı kendi istedikleri gibi sevk ve idare edebilmek için geri kaldığını düşündükleri yasal düzenlemeleri yapmak için bu anayasayı istiyorlar, yoksa bu toplumu daha çağdaş, daha ileri bir noktaya götürmek için değil. Birçok başka yön var, hepimiz bu konunun bir başka yönünden baktık bugün, ama bunu yaparken filin körü tanımlaması ya da körün fili tanımladığı gibi yapamayız. Gerçekleri tüm çıplaklığı ile görmeden uzaktan seçkinci çözümler öneremeyiz, söyleyemeyiz. Bu gücü, bu mücadeleyi bütün bu emek düşmanlığını görmeden, sanatın emek yanını görmeden, sanatçının yaratıcı yanını görmeden onu tanımlayamayız. Yoksa şu sonuca geliriz: Gelişmeler o kadar ilerler ki, insan siburg denen makine yapan makineleri da yapabilir. Ya da sibernetik özellikte daha gelişmiş özellikte aletler de yapabilir, makine yapan başka makineler icat edilebilir. O zaman insanın emekle olan ilişkisi kesilir, toplum nereye gider, insanlık nereye gider sorusu sorulur. Gelecek bir tatminsizliğe teslim olur deniliyor. Oysa insanlık hiçbir zaman böyle kalmaz. İnsanlık her zaman yaratıcı gücü elinde bulundurur, her zaman sonsuzluğa kalabilmeyi, anılmayı ve daha iyiyi arar. Arkadaşlarımız belki başka yönleriyle anlatacaklar, ama ben emek yanından bunu anlatmak için bu tanımlamayı yapmak durumundayım. Dolayısıyla bu ilişkileri de bu düzlem içerisinden sunmak durumundayım. Bilmiyorum açıklayıcı oldu mu? panel yöneticisi Yıpranmayla ilgili soruya da bir cevap verirseniz, sanatçılara uygulanan yıpranma hakkının kaldırılması konusundaki görüşünüzü alabilir miyim? kemal sevgi sunar Efendim, yıpranma hakkının kaldırılması biraz önce sözünü ettiğim süreçle ilgili bir şeydir. Yaratıcı insanın elindeki her şeyi alarak onu bir şekilde böyle sıradanlaştırma, bıktırma, toplumun dışında tutma ve bu işlerden uzak tutmayla ilgili bir şey. Tabii ki sanat ve sanatçı demek sadece devletle sözleşme yapanların yaptığı bir iş ya da bu anlaşmayı yapan topluluk değil, sanat en kötü koşullarda da yapılan bir süreçtir. İnsanlık tarihi bunu gösteriyor, ama şimdi eğer bütçesi sınırlı olan bir devletin sanatla görevlendirilmiş kurumlarının önünü keserseniz siz sanatçının en ücra noktalarda, en sıkıntılı yerlerde çalışma hayatının kendisinden vererek ürettiği dönemlerindeki o yıpranma hakkını elinden alırsanız bunun biraz önce sofradan o bir lokma ekmeğin alınmasından hiçbir farkı yoktur, çünkü sanatın yaratıcı gücünün odağında bu insanlar vardır. Onların haklarını gasp ederek, onları küstürerek topluma bir olumluluk sunamazsınız. Burada olacaktır bu işler, bu görüşler, karşı çıkışlar bu zeminlerde gerçekleştirilecektir. Biz burada bir başka şeyi de söylemek durumundayız. Toplum anayasasına sanatı koymakla yükümlüdür. Çünkü eğer Türkiye dünyadaki bütün evrensel kültürel, sanatsal motiflere, bütün bu gelişmelere kendi ülkesinden de bir nebze emek koyacaksa, bir nebze o motiflerden kendi insanına taşıyacaksa insanına bir şekilde estetik değerleri, kavrayış ve algılayışı öğretmekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğü yerine getiren de doğaldır ki, devletin sanat kurumlarıdır. Bu kurumlar sadece bu nedenle bile devlet bütçesinden sübvanse edilmek durumundadır. Sanatçılar da 45 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT en iyi sosyal koşullarında dünyanın bütün en iyi, sanat ortamlarında ne gibi şartlar sağlanıyorsa bizim ülkemizde de o ortam, hak ve şartlar sağlanmak durumundadır. Onların ellerinden daha önce verilmiş haklarını gasp ederek geri almakla uygar bir ülke ve onun anayasası yaratılamaz. Sanatçılara mevcut olandan çok daha iyi şartlar sunulmak için bütün olanaklar zorlanmalıdır. Kamu tüzel yapısı dışında sürdürülen bütün sanat ortamları desteklenmelidir. panel yöneticisi Çok teşekkür ederim bu değerli konuşmalar için, bu konuşmaların sonucunda bir de şu ortaya çıkıyor. Gazeteci Sayın Mustafa Balbay Cumhuriyet gazetesindeki bir köşe yazısında şöyle demiş: Sanat yeryüzünde insanlığın karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmişlerdir. Bir, tamamen kendi kontrolüne almak ve kullanmak; iki, tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Herhalde bugünlerde karşımıza çıkan tablo bundan ibaret. Ben sözü şimdi de Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Doç. Dr. Abdullah Sezer’e veriyorum. Sanat ve siyaset, sanat ve devlet ilişkisi üzerine genel bir değerlendirme yapar mısınız? Buyurunuz efendim. abdullah sezer Merhabalar. Tüm izleyicilere, konuşmacılara ve özellikle beni panele davet eden Canol Bey’e içtenlikle teşekkür etmek isterim, sağ olunuz. Başlangıçta, önce hukukçuların söz alacağı anons edildi. Diğer konuşmacıyı bilemiyorum, ama Sayın Baykam da konuşmadığına göre, galiba Fenerbahçeliler sona kaldı. Tabii ki bu işin latifesi. Anayasacı olmayan konuşmacılar anayasayı konuşup tükettiğine göre, hukuk, sanat ve toplumun kesişme noktalarına ilişkin kendi kendime sorular sorup, yanıtlamaya çalışacağım. Soru 1: Sanatı korumak, devletin ana görevleri arasında olmalı mıdır? 1982 Anayasası’nda, sanata ve sanatçıya nasıl yaklaşılır? Tabii ki olmalıdır, ama eğer “sosyal devlet” ise. Yalnız burada teknik bir boyut var, o da şudur: 1982 Anayasası’nda içinde “sanat” sözcüğü geçen iki boyutu var, hatta üç demek de mümkün: “Bilim ve sanat hürriyeti” (md. 27); “Sanatın ve sanatçının korunması” (md. 64), “Esnaf ve sanatkârların korunması” (md. 173). İlki, özsel olarak sanatın kendisini, özgürlük boyutunu düzenliyor. Prof. Kaboğlu Hocamın deyişiyle, “sanatsal yaratma özgürlüğü”nü barındıran bu hüküm, “kişi hakları” içerisinde yer alıyor. Devlet burada dokunmamak, serbest bırakmak, liberal felsefenin getirdiği klişe deyimle “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” tarzında davranmak durumunda. Ancak sosyal-ekonomik-(kültürel) haklar kategorisinde yer alan ikinci hükme geldiğimiz zaman, işin rengi biraz değişiyor. Artık burada devlet, “Ben yurttaşları kendi haline bırakırım, özgürlüklerini istedikleri gibi kullansınlar” diyemez. Devlet artık sadece seyirci kalmakla yetinemez, pasif ve eylemsiz kalamaz; bir şeyler yapmak, düzenlemek, desteklemek, teşvik etmek, para harcamak, örgüt kurmak, önlem almak zorundadır (olumlu yükümlülükler kuramı). Tıpkı, güçsüzü güçlü, şanssızı şanslı, parası olmayanı olan, işçiyi işveren, engelliyi engelsiz ve vücudu bütün olan karşısında koruma temeline 46 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT oturan tüm ikinci kuşak haklarda olduğu üzere. Sonuncu hüküm ise, “mali ve ekonomik hükümler” kısmında yer alır; oysa bunun yerinin de “sosyal haklar” kısmı olduğunu söylemek pekâlâ mümkün. 82’nin sanata bakış açısını vurgularken, bir şeyi paylaşmaksızın geçemeyeceğim. Aranızdaki benden yaşça büyük dinleyici ve konuşmacılar daha iyi anımsayacaklardır: 1980 darbesinin hemen akabinde yürürlüğe konulan ve radyodan ulusa okunan 7 no’lu MGK bildirisi ile partiler askıya alındı, DİSK, MİSK ve bunlara bağlı sendikaların, Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışında tüm derneklerin, tüm bankaların faaliyetleri “ikinci bir emre kadar” durduruldu, hatta o hafta sonu yapılması gereken tüm futbol karşılaşmaları yasaklandı. İşte, demek ki darbe böyle bir şey, yaşamı her yönüyle bir fotoğraf karesinde donduran bir olgu. Darbenin ürünü olan anayasa da, düşünce ve örgütlenme özgürlükleri ekseninde depolitize bir toplum yaratma ereğinin yanı sıra, sanatın gelişmeci yönünü dondurdu. Sizi ilgilendirmesi açısından, bir örnek vereyim: Anayasa, sanatın statik olmadığını, gelişmeci bir yaklaşım çerçevesinde ele alınması gerektiğini unuturcasına, İstiklal Marşı gibi sanat eksenli bir ürünün dahi değiştirilemeyeceğini hükme bağladı ki, bunun kapsamına, sözü ve müziği dahil. Gerçi ben müzisyen değilim, bir miktar ilgilendim, ama müzisyenler şunu söyler: İstiklal Marşının sözleriyle uyumsuz müziği değiştirilmelidir, prozodisi ile örtüşmemektedir. Ama bakınız, bunu değil değiştirmek, tartışmak bile son derece tehlikelidir. Hatta siyasi partiler, Anayasanın değişmez hükümlerini değiştirmek gibi bir yola başvururlarsa, başlarına ne geldiğini biliyorsunuz. Acaba Anayasa, söz-müzik uyumunu sağlama yönündeki sanatsal önerileri sonsuza dek imkânsız mı kılmaktadır? Modern bir anayasaya böylesi bir hüküm konulabilir mi? Özetle, bayrak, İstiklal Marşı gibi, sanatla çok yakından bağlantılı olan simge ve ürünleri değişmez addeden bir anayasa… Soru 2: Yeni anayasa/anayasa değişikliği taslağını nasıl değerlendirebiliriz? Ne kadar ilginçtir ki, bir değişiklik mi, yeni bir anayasa mı olacak, bunu bilemiyoruz. Hatta daha da garip tarafı, milletvekilleri de bihaber. Söylentiler doğruysa, milletin vekillerinden de önce, ABD’deki “think-thank” kuruluşlarında görücüye çıkacakmış. Acaba Türkiyeli yurttaşlar ve onların vekilleri “think” yapma yeteneğinden yoksunlar mı ki bir başka kıtaya götürülüyor? Galiba, asli kurucu iktidar kavramının sınırlarına yeni birini daha ekleyeceğiz. Gerçi, hakkını teslim edelim ki, “tank”ların denetiminden biraz daha nüanslı. Diğer bir sakatlık şu: Monarkların iki dudağının arasından çıkan cümlelerin yasalaşması gibi, birçok yaşamsal konu (yurttaşlık, din özgürlüğü, başörtüsü, sosyal haklar vs) hakkında son karar, sayın başbakanın takdirine sunulacakmış ve bence en tuhafı, “yeni” nitelemesi. Çocukluğumdan bu yana tartışılan ombudsman kurumunu (yeni adıyla “ombudsperson”), “anayasal yakınma”yı, devlet erkleri ve merkez-çevreye ilişkin yeni dengeleri vs kurmayan, yeni hakları içermeyen “yeni” bir anayasa! Yenilikler içermeyen, 1982’nin sadeleştirilmiş tıpkı basımı bir kitapçık gibi. Aslında itiraf etmek zorundayım ki, galiba biraz haksızlık ediliyor; evet “neo” bir anayasa, “neoliberal”. Sovyet bloğu dağıldıktan sonra ABD’nin düşman sayısını 1’e indirgemesinde olduğu gibi, Türkiye de artık sosyal refaha eriştiğinden, üzerindeki sosyal haklar yükünden kurtulma zamanı geldi demek ki. Bazıları, “Canım ne gerek var konut hakkına, yerleşme özgürlüğü var ya” diyor. Oysa biri hak, diğeri özgürlük. 47 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Bir örnekle açıklayalım: Anayasa’da “yerleşme özgürlüğü”nü tanırsınız, birey –belirli yasak bölgeler, sit alanları vs dışında– istediği yere yerleşsin diye. Ama bu yetmez, “konut hakkı”nı da tanımalısınız. Niçin? En basit deyişle, “başını sokacak evi olmayan” kişi devletten hak talep etsin ve devlet de toplu konut fonu, idaresi vs ile kişiye barınabileceği bir mesken temin etsin diye. Ama bu da yetmez, bir de yasak getirirsiniz, konut dokunulmazlığı. Peki, buna ne gerek var? Evinde oturan kişiye özel bir alan tanıyayım, hiç kimse izinsiz rahatsız edilmesin diye. Demek ki, sırf bireyin barınma ihtiyacını giderdiği fiziksel nesne (yani mesken) ile ilişkisi bile, birbirini tamamlayan birçok boyuttan oluşuyor. Eğer devlet, “Ey yurttaş, istediğin yere yerleşebilirsin” der, ama ev alacak parası olmayan kişinin barınma ihtiyacını gidermezse, hak boyutu ihlal edilmiş olur. Aynı şekilde, “Herkesin bilim ve sanatı öğretme, öğrenme, araştırma, yayma, uygulama özgürlüğü vardır; ama sanatçıyı desteklemem, kendini geliştirme ve sanatını toplumla paylaşma kanallarını açmam” dediğiniz an, “özgürlük” sözcüğü bir süs bitkisi gibi kalacaktır. Tıpkı, sosyal hakları güvencelemediğiniz, yurttaşa onurlu bir yaşam sürdürme hakkını sağla(ya)madığınız sürece, kuru kuruya “yaşam hakkı”nın, bireyi sadece fotosentez yapabilen bir tür varlık konumuna indirgemesi gibi. Az önce tiyatro sanatçımız çok güzel dile getirdi; evet, oyunsuz dünya düşünülemez, bu yüzden sanatı ve sanatçıyı yaşatalım. Eğer size sanatsal yaratma özgürlüğü tanınmazsa, özerk kurumlar oluşmazsa, devlet teşviki olmazsa, ne sanat yaşayabilir, ne de sanatçı. Ama eğer siz sanatınızı toplumla buluşturmayı hedeflemezseniz, o zaman sizin sanatınız daha baştan ölü doğmuş demektir. Dolayısıyla yaratma bakımından özgürlük, kurumsal yapılanma bakımından özerklik, ama hakkın tanınması ve desteklenmesi açısından da devlet teşviki, bunlar bir arada pekâlâ bulunabilir, bulunmalıdır da. AKP’nin hazırlattığı “anayasa önerisi”nde, sanat özgürlüğü var, ama sanatın ve sanatçının korunmasına yönelik olarak devlete olumlu edimde bulunma yükümlülüğü getiren hiçbir hüküm göremiyoruz. Bu, unutkanlığın ya da dalgınlığın değil, ihmalin ve görmezden gelmenin bir ürünüdür. Özbudun ekibi, 1982’deki md. 64’ün üstünü çizmiş, biz de bu yanlışlığın altını çizelim… Soru 3: Varsayalım ki, her şeye rağmen iyi bir anayasa yaptık, bu yeterli mi? Bir örnek: 1995’te bir anayasa değişikliği yapıldı ve yurtdışında yaşayan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının oy haklarını kullanmaları için yasal tedbirlerin alınması yönünde bir anayasal emir kondu. Bu hükmün Türkçesi şu idi: “Ey yasama meclisi, bu konuda hemen bir yasa çıkar!” Bunun başka hiçbir tercümesi yok. Yıl 2008, böyle bir yasa hâlâ yok. (Bir not: Bu konuşmanın deşifre metninin yayımlandığı sırada, ne mutlu bize ki, adı geçen yasa çıktı.) Bu, yaklaşım tarzımızı tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Anayasa yapmak, her şeyin çözümleneceği anlamına gelmez. Yasası var, yönetmeliği var, uygulaması var. Ayrıca, “Kötü yasa yoktur, kötü uygulayıcı vardır” denir, doğrudur. Yargı mensupları özgürlüklerin yorumlanması konusunda birikimli, cesur ve özgürlükçü olmazlar ise, kurallar da anlamsız birer kâğıt parçası olarak kalırlar. Ben bunu “3 K” formülüyle ifade ediyorum: kurallar, kurumlar, kafalar (zihniyet). Kaldı ki, kafa yapımızı düzeltemediğimiz sürece, zaten iyi metinler de üretemeyiz. Soru 4: Özerk Sanat Konseyi hakkında ne söyleyebilirim? Tekrar altını çizelim: Sanat açısından devlet, bir yandan serbestlik tanımak durumundadır, öte 48 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT yandan sanatı, sanatçıyı, sanatkârı koruma ve teşvik yönünde tedbirler almak, bu amaçla örgütler kurmak, para, çaba ve zaman harcamak zorundadır. Tabii ki özerk bir kurumun yerleştirilmesi de son derece önemli. Sayın baro başkanı özellikle anayasa yapım yöntemlerine, kimin ve nasıl yapması gerektiği sorunsalına yoğunlaştığı için söz etmedi; Barolar Birliği’nin 2001 “Anayasa Önerisi”nde de sanata ilişkin bir yüksek kurul var. Hazırladığınız taslağı inceleme fırsatım oldu. Bu noktadaki girişiminize ilişkin birkaç noktaya dikkat çekmek isterim izninizle. Başlıca gözlemlerimi paylaşacağım. Bir kez, ham bir taslak. Algılayabildiğim kadarıyla, taslağın çerçevesini oluşturan “Özerk Sanat Konseyi” yapılanmasının amaçları, kapsamı, ilkeleri konusunda, “biz bu işi bitirdik” diye bakıyorsunuz; ama bence işin başındasınız, eklenecek çok şey var. Taslağın olgunlaşması gerekir. Sonra, bir nokta daha: Evet, taslak özellikle sanatın kurumsal boyutuyla ilgili, ama bu taslakta sanatın tabana yaygınlaştırılması, halkla paylaşılması vb hedefleri göremiyorum. Şimdilik, size kolay gelsin demekle yetiniyorum. Sanatın özerkliğini tartışmaya gerek dahi yok, ancak özerk bir kurulun varlığı konusundaki bazı çekincelerimi saklı tutuyorum. Malumunuz, özerkliğin hukuksal, siyasal, yönetsel ve mali boyutları var. Ancak burada şunu söylememe lütfen izin verin: Türkiye’de özerklik kavramı son derece yanlış anlaşılan bir kavram. Özerklik denilince, bu tip kurumlar ya derebeylik statüsüne ulaşıp keyfi hareket eden, her istediğini yapan, hiç kimseye hesap vermeyen, devlet içinde devlet haline geliyorlar, ya da geleceğe ilişkin birtakım beklenti ve çıkarlar uğruna kendiliklerinden siyasal iktidarın güdümüne giriyorlar. Temennim odur ki, ortaya koyduğunuz bu taslak yasalaşırsa, söz ettiğim üzere, siyasal iktidardan bağımsız, kötüye kullanmaya elverişli bir yapılanma getirmemesi. Eğer makul ve dengeli bir temele oturtulabilirse, kuşkusuz sanat, sanatçı ve sanatsever açısından olumlu bir adım atılmış olur. Özgürlük, özerklik ve devletin görevleri diyoruz. Devletin olumlu yükümlülükleri açısından, eşit/adil davranma ilkesi önemli. Bu ise, çoğulculuk ilkesine özen göstermeyi gerektirir. Bakınız, 1982 Anayasası’nın 13. maddesinde bir kavram var: “Demokratik toplum düzeninin gerekleri”. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, “demokratik devlet”i tamamlayan bu kavramı, Handyside kararında yorumluyor ve içeriğini belirginleştiren üç alt unsuru saptıyor: “çoğulculuk”, “saydamlık” ve “tolerans” –ki çok da benimsediğim bir kavram değildir, özellikle ülkemizde yanlış anlaşılır ve her yana çekilir. Ben ilkine vurgu yapacağım. Devlet, çoğulculuk öğesini yalnızca siyasal yaşamda değil, yalnızca milletvekilleri seçimlerinde uyguladığı barajla değil, sosyal yaşamın her alanında, sanatta, eğitimde, kültürel yaşamda gözetmelidir. Bu bir lütuf da değildir. Dolayısıyla devlet, yaşamın her tür etkinlik alanını koruyucu tedbirler getirirken, çoğulculuk öğesini ihmal edemez. Senin sanatçın-benim sanatçım, senin darben-benim darbem, senin hükümetinbenim hükümetim, devlet sanatçısı-halkın sanatçısı, vs... Bunları çoktan aşmış olmalıydık. 80 darbesi zamanında bilirsiniz, birtakım devlet sanatçılarına sahne yasağı getirildi. Daha sonra bazılarına iade-i itibar edildi. Makul bir ilke var mı bu konuda? Varsa ve biliyorsanız, lütfen söyleyiniz. Dolayısıyla, geldiğimiz noktada sırf sanat değil, kültür, dil, eğitim, siyaset alanında liyakate göre seçmek, 49 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT işi ehline vermek varken, adam kayırmacılık, ilgisi ve bilgisi olmayan kişilere yetki tanınması… Modern bir devlette bunlar olabilir mi? Bir konuyu, oldukça önemsiyorum. Bakınız, son bir yıl içinde kaybolan insan sayısı, geçenlerde sayısal verilerden söz edildi, 3400 küsur. Burada sanat özgürlüğünü tartışıyoruz, ama eğer bir ülkede siyasal iktidar bu kadar çok insanı kaybediyor/kaybettiriyor/kaybolmasını engelleyemiyor ise, artık tartışacak çok fazla şey yok gibi geliyor bana. Bunu, sanat özgürlüğünü küçümsemek ya da bunlar varken sanatı tartışmak abesle iştigaldir anlamında söylemediğimi biliyorsunuz. Kastım şudur: Hak ve özgürlüklerin bölünmezliği, temel ilkedir. Haklar bir bütün olarak anlamlıdır. Hangi özgürlüğü tartışırsak tartışalım, lütfen bireyi ve onun onurunu birlikte düşünelim. Aksi takdirde, bir yerden düzelttiğimiz bir anayasa metni, yasal düzenlemesi ve uygulamaları, diğer taraftan patlak verecektir. Bakınız anayasa değişiklikleri devam ediyor; 13, 14, 15… Sözlerime son vermeden, evet, sanat aslında ilkin sanat içindir, ama aynı zamanda toplum içindir anlayışından yola çıkarak, siz sanatçıların işlevini önemsiyorum. Ne var ki, ürettiğiniz sanatı toplumla daha çok paylaşmalı ve toplumu sanatla barıştırmalısınız diye düşünüyorum. Ama bir noktada karamsarım: Bir ülkede spor yalnızca futbol, sanat da yalnızca üç-beş pop seslendiricisinin arzı endamı olarak algılanıyorsa, zannediyorum siz sanatçılara ve sanat emekçilerine çok fazla görev düşüyor. Öyle zannediyorum ki, sanatçı, bizim ezberimizdeki siluetten farklı bir şey olsa gerek. Kısacası, sanat zor zanaat. Sabrınız için teşekkür ederim, sağ olunuz. panel yöneticisi Bu güzel değerlendirmeleriniz için, teşekkür ederiz, sağ olun. Albert Camus şöyle diyor: “Dünya aydınlık olsaydı sanat olmazdı.” Şimdi sözü TOBAV Genel Başkanı Sayın Tamer Levent’e veriyorum. 1. Sizler TOBAV olarak, “Daha Güzel ve Anlaşılır Bir Dünya İçin Sanat” derken ya da “Demokrasinin Eksiği Sanat” derken ya da “Sanata Evet” şifre sözcüğüyle bizlere neler anlatmak istiyorsunuz? 2. Kültür sanat alanında yaşadığımız tüm bu olumsuzluklar sanata hayır demenin bir başka ifadesi mi? 3. Avrupa Birliği sürecinin ülkemizde sanat kurumlarımız ve sanat yaratıcıları açısından etkileri nasıl olacak? 4. Yaşanan olumsuzluklar acaba bu Avrupa Birliği sürecinin bir etkisi mi yoksa yanlış bir uygulaması mı? 5. Tiyatroculuk mesleğinin diğer devlet memurluklarından farkı nedir? Buyurunuz. tamer levent Öncelikle bugün burada olmaktan çok mutlu olduğumu belirtmek istiyorum. Çünkü kuruluş aşamasında ben de üç yıl kadar Özerk Sanat Konseyinin yürütülmesine katkıda bulunmuştum. TOBAV olarak tabii, TOBAV genel başkanı 50 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT olarak bunu yapmıştım. Tabii bu Özerk Sanat Konseyi kavramı 1970’lerden başlayan bir çalışmaydı. 95 sürecinde daha da hızlandırarak bunu gündeme getirmeyi sağladık. Amacımız kuruluş aşamasında bu alana sahip çıkan bizler –burada bulunan kuruculardan birçok arkadaşımı da burada görüyorum– kurucu kuruldan olanların da katkılarıyla bunun neden gerekli olduğunun süreç içerisinde iyice anlaşılarak kurumlaşması yolunda daha ileri adımlar atılmasını sağlamaktı. Fakat zaman zaman bu harekette duraklamalar gördük. Bu duraklamaların görülmesinde ben kendimce tespitler yapmak istediğim zaman size bir şey söyleyeyim, kendimizi eleştirmemizin de zorunlu olduğunu fark ettim. Çünkü biz asla eleştirilmesi söz konusu olmayıp da sürekli tezlerimizle gerek dünya siyaset biliminden ve kapitalizmin ve emperyalizmin dünya standardındaki stratejisinden nasıl etkilendiğimizi dile getirerek kendi alanımızın son derece önemli işlevsel etkin olabilecek sorunlarına eğilmek ve bu sorunlar konusunda somut yollar alma konusunda maalesef eksik kaldık. Özerk Sanat Konseyinin kuruluşu aşamasında böyle bir konseyin Türkiye için gereksiz olduğunu, böyle bir konseyin kurulmasının lüzumsuz olduğunu savunanlar da oldu. Hatta böyle bir konseyin bir yasası olması gerektiğini, lüzumsuz olduğunu savunanlar oldu. Hatta ve hatta daha ileri gidip sanatçının yasası olmaz noktasına da gelindi. Ne ülkeymişiz biz? Şimdi de geliyoruz Anayasada 64. madde kalksın mı kalkmasın mı? Bu kadarız, o zaman da bu kadardık, şimdi de bu kadarız. Biz burada yapacağımız tespitlerle Türkiye’de kamuoyunu ikna edip sanatın gerekliliğini onların hayatında olmazsa olmaz olduğunu ifade edip sonra da kendiniz harekete geçerek, genel anlamda kamuoyu yaratarak ve sivil toplum kuruluşlarıyla inandığımız tanımlar ve ilkeler çerçevesinde Türkiye’nin aydınıyla, yazarıyla, çizeriyle bu ilkeyi inandığımız, tanımladığımız ilkeyi savunma konusunda acaba hep birlikte hareket edebilecek miyiz? Bunu merak ediyorum. Ben burada bir konuşma yapacağım. Bu konuşmayı yaparken ben de tanımlar yapacağım. İnanıyorum ki bu salondaki herkes benim yapacağım tanımları yapabilecek durumda. Ben size çok değişik şeyler mi söylemiş olacağım bu tanımları yaptığım zaman? Hayır, aşağı yukarı hepimizin aynı şeyleri düşündüğümüzü biliyorum, çünkü aşağı yukarı herkesi tanıyorum bu salonda. Peki, madem biz bunları düşünüyoruz da neden yol alamıyoruz? Onu merak ediyorum. Mesela, acaba Türkiye’de insan standartlarının geliştirilmesini Amerika istemiyor da ondan mı olmuyor? Değil mi? Çünkü büyük Ortadoğu projesinde Türkiye’ye ılımlı İslam rejiminin uygun görüldüğünü eğer biliyorsak o halde demek ki, Türkiye Anayasasının yapılmasında da Amerika’nın bir katkısı vardır. O halde Amerika da Türkiye Anayasasında 64. maddenin kaldırılmasını uygun görmüştür belki de. Çünkü devletin sanatı ve sanatçıyı korumasını ben bireyin standartlarının yükseltilmesi, öznenin standartlarının yükseltilmesi, öznenin farkındalık kültürüne ulaştırılması olarak görüyorum. Sanat kavramını 1945’lerde Cevat Memduh Altar, Orhan Şaik Gökyay, Muhsin Ertuğrul, Tahsin Banguoğlu tartışırlarken kültür kavramı zannediyorum Cevat Memduh Altar tarafından gündeme getirilmiş. Bunun üzerine artık kim olduğunu söylemeyeceğim, saydığım diğer isimlerden birisi, “Yahu kardeşim, biz sanat tanımını yaptık mı ki bir de başımıza kültürü çıkarıyorsun?” demiş. Biz o zamandan bu zamana sanat tanımını yaptık mı acaba? Bildiğimiz tanım yolunda mı hareket ediyoruz? 51 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Peki, sanatçı kim o zaman? Biz sanatçı diyerek mesleki kavramların, mesleki hak hukukun, fikir ve sanat özgürlüğünün üzerine gidemiyoruz. Sanatçı diyerek son derece global, genel bir tanımlama içerisinde hayata bakıyoruz ve objektivist düşünceye sahip olan bu insanlar sanatçılığı bir tür tanrısal vergi olarak, bir tür tanrısal olanak gibi görüp adeta kendileriyle çelişir bir tarzda kendilerine verilmiş bu hakkın savunulmasını yapar gibi yapıyorlar, ama tanım yapmıyorlar. Sanatsal yaratış başka bir şey, Türkiye’de sanatçı diye bir kavram kullanılıyor. Bundan ne anlaşılıyor? Ben bunun üzerinde duruyorum. Konuşmamı bu çizgide yapıyorum. Biz sanatçı dediğimiz zaman, burada bulunan hepimiz sanatçıyız, o zaman el ele kol kola çıkalım yola, kurtaralım bu memleketi mi diyoruz? Sanatçılar olarak zaten hepimiz olağanüstü işleri ürete ürete geldik bir noktaya, o zaman bu noktadan ileri de gidemiyoruz. Anayasada 64. maddeyi kaldıracaklar, ondan sonra zaten hiçbir şey yapamayacak mıyız? Bunu mu tartışıyoruz? Yoksa Dünya Telif Hakları Örgütünün bütün dünyada bireyin standartlarının yükseltilmesi konusunda sanat meslekleri olarak algıladığı sanatı, bir felsefe olarak algıladığı, yaşamın standartlarının yükseltilmesi felsefesi olarak algıladığı, ama tiyatro, opera, bale, resim, heykel, müzik, mimarlık gibi alanları icracı ve yaratıcı alanlar olarak görüp bu icracı ve yaratıcılıkların hak, hukuklarının aranması konusunda 5847 sayılı yasadan biraz önce söz ettik, Türkiye’de bunun karşılığı budur. Fikir ve sanat eserlerinin hak ve hukukun savunulmasına yönelik bir mesleki hak olarak mı görüyor? Henüz Türkiye’de bu işleri yapan kişiler kendilerini meslek erbabı olarak ya da meslek sahibi olarak anmaktan hoşlanmıyorlar. Tiyatroculuk bir meslektir dediğimiz zaman, şahıs “Hayır efendim, bir sanattır, ben de sanatçıyım” demeyi tercih ediyor. Bu kadar soyut, soyut kahramanlıklar, soyut padişahlıklar peşindeyiz, soyut rütbeler peşindeyiz. Bunların karşılığı dünyada yok ve bu rütbelerden hareket ederek doğru tahliller yapamadığımız kanısındayım. Doğru tahliller yapamadığımız zaman da patinaj yaptığımız kanısındayım. Patinaj yaptığımız zaman da yaptığımız şikâyet etmekten öteye geçmiyor, daha ileri aşamaya doğru yol alamıyoruz. Çünkü tahlil yapabilmek için tanım yapmamız gerekiyor. Tedavi teşhisle mümkündür, teşhis yapılmadan tedavi yapılmaz, ama biz bir türlü doğru teşhis yapamıyoruz gibi geliyor bana. Uluslararası güçler Türkiye’de bireyin standartlarının yükselmesini istemiyor olabilir. O halde Türkiye’deki insanlar, aydınlar bu anlamda kendileri bir şey yapma konusunda hangi ilkeler doğrultusunda bir araya gelecekler? O zaman uhrevi bir şekilde tanımladığımız bu sanat kavramı çerçevesinde mi birlikte olacaklar, yoksa sanatın toplumda insanları farkındalık kültürünü artıran, bugün dünyada daha açık bir deyimle etik, estetik ve adalet denilen üçlemenin formülü olduğunu, etiğin içerisinde din, ahlak, örf, âdet, gelenek, halkbilimi, tarihten gelen deneyimler, estetik içerisinde güzellik bilimi, adalet içinde vicdan, hukuk ve hukukun tanınması, hukukun bir yaşam biçimi olarak algılanması gibi bir sistemin������������������������������������������������������������������ �������������������������������������������������������������������������� bütünleşmesi, bunun karşıtları ve yandaşlarıyla bu düşüncenin algılanmasının bütününe diyalektik bir çatışma içerisinde sanat denildiğini biz Türkiye’de bir gün konuşmayacak mıyız acaba? Estetikçi Schelling sanat kavramını “teorinin ve eylemin birleşmiş halidir, 52 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT teorinin ve eylemin adıdır sanat” diye tanımlıyor, ama biz sanatı Türkiye’de hâlâ bir mesleğin adı gibi tanımlıyoruz. Birisine “Ne iş yaparsın?” diye sorduğumuz zaman “sanatçıyım” diyor. Acıklı demek istediği zaman çok dramatik bir durumdu. Deprem bölgesinde çadırlar yırtık çıktı, durum çok dramatikti. Çadır tiyatrosu diye Türkiye’nin tanınmış bir gazetesi manşet atıyor. Bunu benim söylediklerimi sıradan halk böyle tanımlıyor demiyorum, aynı zamanda profesörü, aynı zamanda gazete genel yayın yönetmeni de böyle tanımlıyor. Cevat Memduh Altar’ın “Beyler, biraz da kültür kavramını açalım, konuşalım” dediği zaman diğerlerinin “Yahu kardeşim, biz daha sanat kavramını çözemedik, bir de kültür kavramı diyerek bu milletin kafasını büsbütün karıştırmayalım” noktasından toplumsal olarak ve de topluma öncülük yapan misyonerler olarak çok ileri götürebilmiş değiliz toplumu diye düşünüyorum. Bu çerçevede baktığımız zaman daha yapacak çok işimiz olduğu kanısındayım. O nedenle biz Özerk Sanat Konseyini kurarken bu tür misyonlar yüklenmesini istemiştik. Bugün bu toplantıyı yaparak da bu misyonları üstlenmekte olduğunu gösteriyor aslında. Tabii ki sanat kavramının uluslararası anlaşılmasında bugün zanaat ve sanat kavramı Türkçede sanki birbirinden çok farklı kavramlarmış gibi görünüyor. İngiltere Aktörler Sendikası aktörleri zanaatkâr olarak kabul ediyor. Laurence Olivier İngiliz Aktörler Sendikasının yöneticisi, başkanı ve üyesidir. Laurence Olivier’a “Ne iş yapıyorsun?” dediğiniz zaman “oyuncuyum” der, “aktörüm” der, “sanatçıyım” demez. Ahmet Gülhan burada, belediyeye çok eskiden bir gün bir ziyarete gittiğinde “sanatçıyım” demiş –onu hiç unutmuyorum, bir tarihte anlatmıştı– belediyedeki görevli de demiş ki, “Yani ne iş yapıyorsun?” Bugün dünyada modernizm çerçevesinde –modernizm benimsenir/benimsenmez, ama böyle bir vaka var– üçüncü paradigma olarak kültür görülüyor. Demek ki, dünyada siyaset birinci ve önemli bir paradigma olarak ele alınmıştır deniliyor. İkinci paradigma ekonomiydi. Üçüncü paradigmanın da kültür olduğu konuşuluyor. Dolayısıyla öznenin... Artık “birey” denilmiyor da “özne” deniliyor, çünkü “iç dramatik aksiyon” diyoruz biz buna, tanımlarımızda ya da Yunus Emre’nin “bir ben vardır benden içeri” dediği o biraz tasavvufa yakın felsefede iç hesaplaşma, bireyin kendini tanıması, kendinin farkındalık noktasına ulaşması ve bu farkındalık bilinciyle hareket etmesi, kendini başkalarının yerine koyması, başkalarıyla olan benzerliklerini keşfederek hareket etmesi, başkalarının hak ve hukukunu algılaması gibi kavramlar da etik, estetik ve adalet bütünlüğü içerisinde sanat tanımıyla ifade ediliyor. O halde sanat tanımı, tanrının birilerine özel olarak bahşetmiş olduğu çok üstün yetenekler vardır mutlaka, ama sadece onlar için değil o üstün, çok üstün yetenekler, o çok özel ve önemli kişilerin yaratmış olduğu atmosferin tüm insanlığa mal olabilecek bir felsefe haline dönüştürülmesi için kullanılıyor ve buna yönelik de stratejiler, taktikler, örgütlenmeler, planlamalar yapılıyor. Bu planlamalarda amaç bireylerin standardını yükseltmek. Bugün dünyanın tanınmış ülkelerinden birilerinde mahalli sanat merkezleri ya da rekreasyon alanları kuruluyor. Çünkü amaç o mahallelerdeki insanların boş vakitlerini ya da kendilerini suça ya da kriminolojiye ya da insanları algılamaya uzak tutan tutumlarını ortadan kaldırmak için o merkezlere gitmesini sağlamak 53 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT oluyor. Bu merkezlerde siyah derili, kızıl derili, pembe derili hangi ırktan, dünyanın neresinden insan varsa bir araya geliyor, el işleri, heykel, resim, boyama gibi işler yapıyor, tiyatro yapıyor, drama yapıyor ve birlikte dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin sanat felsefesinin gerektirdiği o algılama, anlama, ifade etme gücüne ulaşmak için ortak bir çaba sarf ediyor. Bizim ülkemizde de bu anlamda sanatın kullanım değeri itibariyle gündeme getirilmesi gerektiği kanısındayım. Kullanım değerinin ne olduğunu tarif edemediğimiz bir ve belli bir soyutluk içerisinde gördüğümüz bu kavramı topluma da anlatamıyoruz. Topluma anlatamadığımız bu kavramı biz savunurken bazı muhalifler, idealist ve objektivist olarak bakacak olursanız, idealist kesimden bazı muhalifler gazetelerinde şöyle yazılar yazıyorlar: “Kim bu sanatçıyım diyenler? Onlar da bir ‘izm’ mi yaratmak istiyorlar? Yoksa onlar dinin yerine sanatı mı din olarak koymak istiyorlar?” gibi tanımlarda bulunuyorlar. Bu tanımlarda bulunulması bence son derece tabii; başka ülkelerde de dindar kesimler var, dindar olmayanlar var, ateist olanlar var ya da kendine göre bir bakış açısı olanlar var, ama bunların hiçbirisi din kültürüyle sanat kültürünü karşı karşıya getirmeyi akıl etmemişlerdi bugüne kadar, ama bizim ülkemizde din kültürüyle sanat kültürünü karşı karşıya getirmek son derece mütemayil bir akım var ve bu akım zaman zaman bunu açıkça dile getiriyor. Hasan Hüseyin bir partiden söz ederken “onlar bu işin farkında” demişti. Evet, bu anlamda bakarsanız farkında, ama bu tezleri karşı tarafa bizim koyacağımız kendimizi tanımlama tezimiz oluşuyor. Biz o zaman ortaya çıkıyoruz “Sanata ve sanatçıya ihanet, sanatın değerlerini kabul etmiyorsunuz, siz buna ihanet ediyorsunuz” gibi çok genel laflar ediyoruz. Bu anlamda alanımızın neden gerekliliğini ve Türkiye’nin kalkınma stratejileri içerisinde hangi raya, hangi parkura oturmak istediğini bir kere bizim de bilmemiz lazım ki, o parkura, o raya, o makas değişiminden sonra geçeceğimiz parkurda nereye gideceksek o gideceğimiz alana yönelik mesleğimizin ve de mesleğimizin yapılışındaki kalifikasyonun, kalitenin tanımını yapmamız gerekir. Bugün kalitenin bile artık lüzumsuz olduğunu söyleme gibi, liyakatin bile lüzumsuz olduğunu söyleme gibi eğilimler var. Yıpranma konusunda hemen bir şey söyleyeceğim. Mesela devlet tiyatroları bugün devlet destekli bir kuruluş olduğu için bu kurumdaki insanlar maaşlarını devletten alıyor, ama dışarıda çalışan insanlar maaşlarını devletten almıyor. Oysa 5846 sayılı kanun uygulandığı zaman TOMEB’i kurduk. Orhan kardeşim TOMEB’in İstanbul temsilcisi. TOBAV kurdu TOMEB’i de. TOMEB meslek birliği hareketi hayata geçebilse, dünyadaki standartlarda Dünya Telif Hakları Örgütünün tarif ettiği standartla tiyatro oyuncuları meslek birliği ki, sinema da dahil buna, televizyon oyunculuğu da dahil, eğer bu birlik yaşama geçebilse o zaman devlet tiyatrosunda çalışan da, özel tiyatroda çalışan da bu meslek birliğinin üyesi olduğu zaman aynı haklara sahip olacaktır. Emeklilik haklarına sahip olacaktır, maaş standartları ya da çalışma standartlarının saati ya da fikir ve sanat eserleri dolayısıyla kendisine geri dönüşümü söz konusu olacağı... Kemal Sunal’ın filmleri mesela tipik bir örnektir, bu işten beş kuruş para alamamıştır. Halbuki Avrupa’da olsaydı bütün sülalesi geçinirdi diye bildiğimiz, konuştuğumuz bir konu. Bunları biz konuşurken öbür taraftan yıpranma olayı Devlet Tiyatrolarından kaldırıldı. Devlet Tiyatrolarını örnek gösteriyorum, çünkü 54 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT yıpranma meslek birliği üyesi olmayı hak etmiş kişi için de geçerli olacak bir kavramdır, özel tiyatrocu için de geçerli olacak. O yıpranmıyor mu? O da yıpranıyor, ama Devlet Tiyatroları devlet bürokrasisi çerçevesinde 657 sayılı yasaya iteklenerek misafir olarak sokulmuş bir kurum olmasının yanında birtakım haklara sahip olmuş. Bunlardan birisi emeklilik hakkı, diğeri de yıpranma. Yıpranma neden? İlk Devlet Tiyatroları Kanunu yapılırken o zaman bu kanunun ilk Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun yapılışında da Alman, Avrupalı uzmanların bulunduğu… Kanun hâlâ geçerlidir ve telif haklarıyla ilgili beğenilen bir kanundur. Aynı ekiplerin hazırladığı Devlet Tiyatroları Kanununda da devlet bir oyuncunun yıpranma, yani psikolojik olarak çalışma şartlarının ağırlığı nedeniyle yıpranmaya tabi tutulması gerektiği söylenmiş. Zaten 657 sayılı yasaya tabi olarak kurulmamış ki Devlet Tiyatroları Yasası, 1970’te biraz önce anlattığım gibi kimse bu tiyatroculuk mesleğinin tarifini yapamadığı için başlarından atmak için almışlar 657’ye bağlamışlar. Çünkü 1960’larda grev yapmış Devlet Tiyatrosu, Devlet Operası, Devlet Balesi. Grev yapınca zamanın başbakanı Süleyman Demirel, “Greviniz hayırlı olsun” diye bir mesaj göndermiş. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Cihat Baban, “Greviniz hayırlı olsun” diye bir telgraf göndermiş. Zamanın Çalışma Bakanı Ali Nail Erdem, “Greviniz hayırlı olsun” diye bir telgraf göndermiş. Zamanın genel müdürü, “Burası Devlet Tiyatrosu, Devlet Tiyatrosu devlete karşı grev yapmaz” diye gitmiş başbakanla tartışmış. Ertesi gün –çünkü sözleşmeli personeldi o zaman bunlar– bu grev yasadışı ilan edilmiş. Kimse de mahkemeye gidip aramamış, Müjdat Kutucuoğlu yıllarca bu işle –o zamanki sendika başkanı– uğraşmış durmuş. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu çıkarılırken tanımını yapamadıkları bu özel statüde çalışması söz konusu olan insanları derhal buraya bağlamışlar. Devlet Memurları Kanununun 1. maddesinde hangi kurumlara bağlı olduğunu yazıyor; Devlet Tiyatroları da orada yazıyor ve altında dipnotta şunu diyor: “Bu kurumlar kendi özel yasalarını yapıncaya kadar 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun misafiridirler” diyor. Aradan 35 sene geçmiş, 37 sene geçmiş, hâlâ özel yasaları yapılmamış. Bunu bakın, sadece Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi için örnek olarak söylemiyorum, tüm alan için söylüyorum. Tüm alanda da çünkü böyle bir örgütlenme yapılabilirdi, ama bu düşünülmedi. Sadece o günü kurtarmak ve o günün egolarını tatmin etmek düşünüldü o zaman. Anayasa Mahkemesi Devlet Tiyatrolarına geçtiğimiz yıl soru gönderiyor, diyor ki, “Siz 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabisiniz, ama bu kanuna tabi olmanıza rağmen yıpranma alıyorsunuz. Oysa diğer devlet memurları yıpranma almıyor. Bu devletteki eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu konuda bu eşitlik ilkesine Devlet Tiyatrolarının tabi olması gerekir mi gerekmez mi?” diye bir yazı gönderiyor. 2 senelik o zamanki bakanın tamamen kişisel şekillerde atadığı bir genel müdür vekilesinin kurumda bulunduğu bir dönemde ve genel müdür vekilesi, “Evet, biz diğer devlet memurlarından farklı değiliz” diye bir beyanda bulunuyor. Kendi yasasını bilmiyor ve bunun üzerine Anayasa Mahkemesi... Çünkü Anayasa Mahkemesi bir kurumun bir hakkını elinden alacaksa o kuruma soru sormadan alır mı? Yazı göndermeden alır mı? İçimizde hukukçular var, böyle bir şey yapar mı? Sormaz. Peki, nereden araştırma yapar, nereden öğrenir? Demek ki, devlet tiyatrolarından kendilerine bir rapor yazıldığını biliyoruz. Bu 55 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT hakkın kaldırılması bu mesleklerin, bu mesleği yapan tüm kişileri ve kurumları ilgilendiriyor. Çünkü bu maddenin bu yıpranmanın kaldırılması bu alanda çalışan tüm kişilerin devlet memuru olarak mütalaa edilmesi, devlet memuru standartlarında devlet memurlarına denk mütalaa edilmesi gibi bir durum ortaya çıkıyor. Ben biraz aykırı bir noktadan girmiş gibi oldum, ama izninizle bunu yapmak istedim. Çünkü öbür türlü çok rahat ediyoruz, çok eleştirel bir tavrımız içerisinde. Tabii ki eleştiririz, ama bu eleştirinin iki ucu, iki sapı olması lazım. Bir kısmı bizi kesmeli, bir kısmı karşı tarafı kesmeli. Hep karşı tarafı kesersek o zaman ne yapacağımızı tespit etmekte zorlanırız diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum. panel yöneticisi Çok teşekkür ederim bu güzel değerlendirmeleriniz için. Panelimizin birinci bölümünün son değerlendirme konuşmasını Sayın Bedri Baykam ÖSK sözcüsü olarak yapacaklar. Ondan önce Sayın Abdullah Sezer kısa bir düzeltme yapmak istiyorlar. Buyurunuz Sayın Sezer. abdullah sezer Usulen konuşma sırasını bozduğum için anlayışınızı rica ediyorum. Çok kısa tutacağım. Az önce Anayasal revizyondan bahsederken, bir noktayı es geçtim. Soru: Acaba AKP Hükümeti, bir Anayasa değişikliği veya yeni bir Anayasa yapabilir mi? Tabii ki bu soruya duygusal yaklaşılıyor. Bu son derece doğaldır. Ama işin teknik tarafına gelince; Anayasa’da iki hüküm var: İlki, md. 175, ki Anayasa değişikliğinin yöntemini düzenler. TBMM, şu aşamalardan geçerek, şu yöntemle ve dahi sonuçta şu çoğunluklarla karar vererek bunu bitirir ve bazı koşulların oluşması halinde referandumla son sözü söyleme hakkını halka tanır, anlamındadır. Bir diğer hüküm var ki, bu da maddi sınırı oluşturur. Bu da, Anayasa md. 4, yani değiştirilmez hükümler ve ilkeler. Dolayısıyla, anayasa hukuku tekniği açısından bakılınca, TBMM “türev kurucu iktidar” sıfatıyla Anayasanın 175 ve 4. maddesine uymak koşuluyla her maddeyi değiştirebilir. Bunun önünde hiçbir engel yoktur. Dolayısıyla, mevcut aritmetik yapısıyla TBMM –biçimsel ve içeriksel sınırlara riayet kaydıyla– anayasayı değiştirmeye yetkilidir. Ancak anayasayı geniş anlamda revizyona tutmak ve hele hele tümden yenileme yetkisi tartışmalıdır. Zira yeni anayasa, yeni düzen, yeni dengeler demektir ve anayasaya “sosyal uzlaşma belgesi” niteliğini kazandıracak olan, bu iş için özel olarak seçilen bir kurucu meclistir. Nasıl bir kurucu meclis, kimlerden oluşmalı ve hangi yöntemle seçilmeli? Bu soruları yanıtlamayacağım. Zaten bir miktar değinildi. Geçen yılki anayasa değişikliğini anımsarsanız, aslında birçok sorunun yanıtı orada gizli. Devlet başkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin değişikliği, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar sonrası bir anlamda münfesih duruma düşen ve sonrasında kendi verdiği erken seçim kararıyla ikinci kez münfesih olan bir meclis yapmıştı. Bu örnek ekseninde, “değişiklik nasıl 56 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT yapılmalı?” olmasa bile, en azından “nasıl yapılmamalı?” sorusunun yanıtını hepimizin öğrenmiş bulunuyoruz. Az önceki Tamer Beyin konuşmasından sonra, bir soruyu kaydettim belleğime. Anayasa md. 64’te “sanatçı”, md. 172’de ise, “sanatkâr” der. Sanatçı gözüyle, iki kavramın nüansı nedir? Değinilirse, sevinirim. Çok teşekkürler. tamer levent Ben biraz önce Barolar Birliğinin hazırlamış olduğu kitaptaki tespiti de yetersiz buluyorum. Çünkü bu da çok genel bir tespitti. Bugünkü 64. maddeden fazla ileri giden bir tespit de değildi. Ben bugün eğer bu geldiğimiz nokta bir milat olabilirse bundan sonra bu tespitlerin yapılması ve bu ayrımların daha iyi ifade edilebileceği yazılar yazılması gerektiği kanısındayım. Teşekkür ederim. bedri baykam Sevgili Orhan Beye teşekkür ediyorum. 64. maddeyle beraber beni de kaldırdı diye düşünmüştüm. Onun için gitmeye hazırlanırken söz verdi, sağ olsun. Bütün yorumlara çok teşekkür ediyoruz tabii Özerk Sanat Konseyi olarak, umarım sizler de faydalandınız. Tabii ki, salon daha kalabalık olsun isterdik, ama biliyorsunuz halkımız çok meşgul, diziler çok yoğun, alışveriş merkezleri çok bol, o yüzden yeterince bu salona ilgi gösteremiyorlar. Bu ülkemizin bir acı gerçeği. Türkiye’nin en kritik tünelden geçtiğini biliyoruz. Bütün hukuki yönleri dinledik, bütün sanatsal irdelemeyi de dinledik. Ben biraz daha geniş bir mercekten bakarsak ve genelden sanata doğru gelirsek daha iyi olabileceğini düşünüyorum. 2000’li yılları tabii ki böyle planlamamıştık, ırk ve din savaşları şeklinde. Anayasa nedir? Ülkenin genel rotasının adıdır. Ülkenin nasıl bir ruhla yönetileceğini belirler. Ülkede en önemli değerler olan özgürlük, kardeşlik, eşitlik ve gelişme ilkelerine nasıl sadık kalınacağını saptar. Ülkenin istikametini, rüzgârını, ruhunu, onu nasıl bir geleceğin beklediğini gösterir, saptar anayasa. Peki, anayasayı kim hazırlar? Sistemden açık ağırlıklı olarak bir çıkarı olan, bir siyasal ideolojisi olan bir belirli siyasi partinin siparişiyle bir anayasa yapılabilir mi? Bu ne kadar sağlıklı olur? “Bana en iyi uyan rota hangisidir” diye düşünen ve tescilli bir çıkar odağı ve kadrolaşma içinde olan bir parti ne kadar sağlıklı olarak o ülkenin geneli için sağlıklı ve iyi olabilecek bir anayasa hazırlayabilir? Anayasayı bağımsız, demokrasiyi ve anayasanın değiştirilemez maddelerini özümsemiş bir akademisyen, hukukçu ve düşünürler gurubu ancak sağlıklı olarak hazırlayabilir. AKP bu yeni anayasanın siparişçisi ve mimarı olarak ne kadar objektif, ne kadar bağımsız, ne kadar tarafsızdır? Sanırım bu soruların yanıtı fazlasıyla ortada. Şu AKP Ekspres: Avrupa Biletiyle Tahran’a diye bir kitabım 22 Temmuz seçimlerinden bir ay önce çıkmıştı. 4 yılda neler yaptıklarının kanıtı, sizi Avrupa’ya götürüyoruz diye nasıl Tahran’a ve Suudi Arabistan’a götürüldüğümüzün belgelerini içeriyor. Tabii ki, AKP taraftır, ama neye taraftır? AKP Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün anayasalarında yer almış genel ortak paydalara karşı taraftır ve bunu kanıtlamıştır bugüne kadar. Bu kitabı veya bu analizleri yapan başka şeyleri de başka yorumları da belki halkımız yeterince tabii ki 57 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT duymuyor, bu bilgiler onlara ulaşmıyor. Çünkü bir iletişim dramı yaşıyoruz. Medya sinmiş durumda, objektif değerleri yok oldu. Medya bir çıkar örgütünün ağları arasında tehdit ve şantaj altında susturulmuş durumda. Emin Çölaşan’ın Hürriyet’ten ayrılmasının daha çok gürültü yaptığı bir Türkiye’de yaşıyoruz. karikatürist Cihat Hazardağlı’nın Tempo’dan çıkarılmasının daha az gürültü yaptığı bir Türkiye’de yaşıyoruz. Emin olun Emin ve Cihat dışında daha başka birçok isim aynı olayın bedelini ödüyor ve cumhuriyetçi olmanın, demokrat, laik, Atatürkçü olmanın bedelini ödeyerek bu medya tarafından susturuluyor. Çünkü bildiğiniz gibi Türkiye’de medyanın devletle ve dolayısıyla hükümetle onca başka işi var. AKP’nin yapacağı anayasa ne kadar tarafsız veya sağlıklı olabilir gayet ortada. Bürokrat eşlerinin ana kriterinin sıkma başlı olmasının mecburi tutulduğu bir ülkede tabii ki anayasa o kadar sağlıklı olabilir. Burada gerçekten büyük bir vurdumduymazlıkla bu gülünç dinciliğe devam edebilmektedirler kadrolaşmada. Atatürkçü eğitimcilerin dışlanması ve atanmaması Milli Eğitimimizin büyük bir kanseri ve ayıbı olarak ortadadır şu anda. Bana her gün resim öğretmenliği bölümünden onlarca genç aday yazıyor ve izninizle çok hızlı bir-ikisini okuyacağım. Cumhuriyet’te veya CHP’de veya bu eylemlerde bunun dile getirilmesini isteyip benden medet umdukları için Halil Göral’ın yazısını hızla okuyayım: “100. Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Resim Öğretmenliği Bölümünden 5 yıl önce mezun oldum. Benim gibi 9000 resim öğretmeni atanmayı bekliyor. Eğitim sendikalarının ve Milli Eğitim Bakanlığının verilerine göre 7000 resim öğretmeni açığı varken Bakan Çelik de 80 milyon Türk izleyicisinin önünde en çok ihtiyaç duyulan branşlar arasında resim var dediği halde son atamada 50 kişi almış olması düşündürücüdür. Bakan Çelik 5 yıl içerisinde toplam 1138 resim öğretmeni ataması yapmıştır. Bunun yanı sıra toplam 8000 din kültürü öğretmenine ihtiyaç duyulurken on üç bin küsur din kültürü öğretmeni ataması yapmıştır” diye devam ediyor. Buna benzer onca başka şikâyeti de okumayacağım, ama tahmin edebiliyorsunuz. Bir Fazıl Say olayıyla Türkiye çalkalandı. Açık konuşalım, tabii ki medya olayı kendi gündem yaratma ihtiyacıyla çok aşırı boyutlara taşıdı ve tabii ki doğal olarak gülünç bir şekilde ikinci cumhuriyetçi ve İslamcı medyanın tahammülsüzlükleri ortaya çıktı ve Fazıl Say’a karşı bir karalama kampanyasının da bu şekilde başladığını gördük. Tabii ki, bu arada medyanın iddia ettiği gibi Fazıl Say’la beraber bu ülkenin sanatçıları ilk defa bu hükümete karşı seslerini çıkarmış olmadı. Böyle bir şey yok tabii ki, burada dökümde de gördük karanlığı karşı sanat cephesinin de ne yaptığını, her birimizin yıllardır neler yazıp neler çizdiğini, hangi eylemleri yaptığını, ama bu tahammülsüzlüğün ortaya çıkarması açısından Fazıl Say’a gösterilen tepki Türkiye’de sanata o kesimin göstereceği tepkidir. Anayasada vereceği ve dolayısıyla vermeyeceği yerin kanıtıdır. Türkiye’de sanatı, sanatçıyı ve demokrasiyi önümüzdeki günlerde, yıllarda ya da aylarda bekleyen karanlığın habercisidir. 90.000 cami, sıfır modern sanat müzesi üretmiş bir ülkede yaşıyorsunuz. Böyle bir yapının hazırladığı anayasa da... Tabii ki bu “90.000’e sıfır” olayında tek suçlu AKP değildir. Diğer hükümetler de bugüne kadar bu faturadan nasiplerini 58 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT almışlardır. Atatürk ve İnönü’den sonra bu ülkede sanata önem veren bir devlet adamı geldiğine ben şahsen inanmıyorum. Olsaydı bunun bir ters kanıtını kendi dönemlerinde kısa da olsa gösterebilirlerdi, ama sonuçta 57 yıldır bu ülkeyi merkez sağ, liberal sağ ve şimdi aşırı sağ yönetiyor. Üzülerek söylüyorum, bize rakamları verdiniz teşekkür ediyoruz, kültür ve turizmin bir arada olduğu bir gülünç binde 3,7, biz bütçemizin yüzde 20’sini 20 yıl boyunca yalnız sanata harcasak herhalde şu 50-60 yılda biriktirdiğimiz rötarı kapatamayız. O kadar utanç verici bir donanımsızlık içinde yüzüyoruz. Bu ülkede maalesef sanat ve sanatçı en gereksiz nesneler olarak görülüyor. AKP anayasası medya koruması altında hazırlanıldı ve sunuluyor ve sunulacak. İkinci cumhuriyet ve ılımlı İslam medyasının koruması altında, yönlendirmesi altında halkımızın beynine sızdırılacak ve aynı medya sansürü ve aynı oportünizm, yağcılık ve çıkar ilişkileri devam edeceği için bu analizlerin de ne kadar sağlıklı yapılabileceğini göreceğiz. AKP taslağını ortaya çıkardığı zaman Türkiye’nin ünlü haber kanalları karşınıza bizleri ya da Yekta Güngör Özden’i ya da Vural Savaş’ı mı çıkaracak, yoksa her zamanki gibi Taha Akyol’u, bildiğiniz Cengiz Çandar’ı, Altan ailesini mi çıkaracak? Bunu yaşayarak göreceğiz. 64. maddenin kaldırılması: Devlet artık sanatı ve sanatçıyı kollama görevini üstlenmeyeceğini ifade ediyor ve bunu yaparken de sanatı özgür bırakmak gibi haksız ve anlamsız bir kılıfla bunu sunuyor. Aynen türban ve çarşafın demokrasi olarak bize dayatılması ve pazarlanması kadar gülünç bir olay, sanatı ve sanatçıyı korumayacağız, gerek yok. Devlet bu işlerden çekilsin ki, sanatçı özgür kalsın. Bu masada aranızda inanan var mı bilmiyorum, bütçe demin de söylendi AKP’nin parası değil sizin parası, halkın parası. O bütçeden altyapıya ne kadar, eğitime ne kadar, sağlığa ne kadar, ekonomiye ne kadar, gelişmeye ne kadar, yola ne kadar, hava yollarına ne kadar para ayrılacak ve sanata ne kadar para ayrılacak? O ülkenin gerçek nabzını, kültürle olan ilişkisinin nabzını gösteren bindedir, yüzdedir. 24 Anayasasının ve 61 Anayasasının sanata gösterdiği önem ortadadır ve burada artık mesela, Ahmet Ağırakça isimli bir şeriatçı hocaları var arada konuşan, makale yazan, açık açık diyor ki, “Demokrasiye düşman olmaya mecbursunuz Müslümansanız” Bu daha dürüstçe bir yaklaşım, çünkü hiç olmazsa demokrasinin de küfür rejimi olduğunu açıkça size söylüyor. Bir kılıfla sizin beyninizi dolandırıp sizi enayi yerine koyarak adım adım biraz yasalarda, biraz anayasalarda sizi esneterek, kandırarak söylemiyor, ama bu sesleri tabii az söyletiyorlar ve tabii hedefleri emellerine varana kadar insanları fazla ürkütmemek. Gerçek demokrasi düşmanı yüzleri fazla ortaya çıkmasın istiyorlar. Sanata nasıl baktıklarını görmek için yıllardır sanata yapmadıkları, yapmayı reddettikleri katkılar ortada. Sanatçı yokmuş gibi davranıyorlar ve bizlerin sanatla aslında tek ilişkisi devletin bize yönelik baskı ve sansürleri, açtığı davalar vs... Bu olayın çarpıklığını anlamak için bir hatırlatma yapmak lazım. Örneğin, gerçek anlamda batılı ülkelerde, Fransa’da, Almanya’da, İsveç’te devlet müzelerinin, yerel müzelerin, büyük kent müzelerinin, belediye müzelerinin ve kültür merkezlerinin sanata harcadığı para, işsiz kalan sanatçıya verdiği maaş, aylık, stüdyo, onlardan aldığı resimler, oluşturduğu devlet koleksiyonları, bütün bunları saymanın ötesinde bir tek şunu hatırlatayım size: Mustafa Kemal’in dev- 59 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT let sergilerinden yaptığı eser alımları, yaptırdığı eser alımlarını bugünkü rayiç ve bugünkü bütçe üstünden Türkiye’ye uygulasanız, trilyonlarca liralık devletin sanat alımı yapması lazım. Öyle bir şey görüyor musunuz ortada? Hayır, görmüyorsunuz, görmemiz de mümkün değil. Görünen köy kılavuz istemez, bugün yurdun her noktasında kapanmayı özendirme yarışını sürdüren bir zihniyet hâkim. Merkez Bankası genel müdürünün eşinin durumu ve görüntüleri ortadayken yükselme ve maaş artışı bekleyen devlet kadrolarının nasıl bir dinsel gösteriş budalalığına doğru çekilebileceklerini düşünebiliyoruz. Din ne kadar saygın bir alansa bunun gösterişi ve dayatması da bir demokratik siyasal alan aleyhinde o kadar tabii ki bir budalalıktır. Dine de hakarettir. Toplumun sözde aydınları ise bildiğiniz gibi Atatürkçülüğü artık ayıplanacak veya zararlı görülecek bir faşist ideoloji olarak görmeye zorlanmışlardır.. salondan (Kayıt anlaşılmıyor.) ...siz yaptığınız müddetçe öyle... bedri baykam Bir anlamı yok, Türkçe söylediğiniz lafın bir anlamı yok. Provokasyonu sonra yaparsınız. Forum bölümünde provokasyonunuzu istediğiniz gibi yaparsınız. Lafımı kesemezsiniz. Bir ülkede siz bütün bürokratların eşlerini sıkma başlı yaparsanız bunun demokrasiyle alakası yoktur, haddinizi bilin. panel yöneticisi Arkadaşlar, sorularınızı ve düşüncelerinizi lütfen forum bölümüne saklayınız. Buyurunuz, lütfen bağlar mısınız? bedri baykam Gerçekle hiçbir ilgisi olmayan saptırılmış yorumların bilerek yanıtsız bırakılmasıyla yapılmıştır bu Atatürkçülüğün ne olduğunun alçakça unutturulması. Bir yazar genç kızımız geçenlerde “Bugüne kadar ne fenalığımı gördünüz? Şunu mu gördünüz bunu mu gördünüz Kemalistliğimi mi gördünüz?” diyor ve bunu Milliyet gazetesinde yazıyor. Bir başka halkla ilişkiler uzmanı bayan TV’lerde diyor ki “Hiçbir ideolojiye hizmet etmek istemiyorum. Ne dincilik, ne Atatürkçülük, ne bölücülük” diye sayabiliyor. Şu anda o bayanlarımız, halkla ilişkiler veya gazeteci bayanlarımız Atatürkçülük olmasaydı bu mesleklerini bu ülkede yapabilecekler miydi? Bunu düşünmeyi de herhalde zül sayıyorlar. Atatürkçü ruhu anayasadan tasfiye etmek ülkeyi kesinlikle bir anti demokrasiye götürür bu Müslüman topraklarda. Bunu ya anlayacağız, ya anlamayacağız. Aydınlanma devriminin en büyük getirisi olan laik, demokratik ortam başka türlü hiçbir yapıda hiçbir Müslüman toplumda yaşamaz ve yaşatılmaz. Sanat ancak demokratik, laik, özgür bir hukuk devletinde açık olarak üretilebilir. Onda yaptırılmazsa yeraltına girer, 60 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT bir gizli direnç ve tepki kalkanına dönüşür. Umarım o noktaya kadar gerilemeyiz. Sanatçıları diğer mesleklerden ayıran budur. Lastik tamircisi, bankacı, rejim ne olursa olsun işini yapar, ama bizler için aynı şey değildir. Özgürlük ve laik demokrasi bizim oksijenimizdir, o olmadan biz işimizi üretemeyiz, düşüncemizi üretemeyiz. Onlar da bu yüzden sanata düşmandırlar. Çünkü sanat gülmeyi, sorgulamayı getirir, düşünmeyi getirir, direnç getirir, tepki getirir, devrim getirir, karşı çıkma getirir, hükümeti eleştirme getirir. Hepsini birden getirir ve özgürlük nabız barometresidir. Tutucular, muhafazakârlar, totaliter rejimler bu yüzden sanata düşmandırlar, sanatçıya düşmandırlar ve tabii ki anayasada devrime, laikliğe, demokrasiye soğuk bakacaklardır ve bunu kurnazca ifade etmek için çeşitli kılıflarla bunu sunacaklardır. Tabii ki Anayasanın değiştirilemez maddelerinden sonra bunu toparlayan 4. maddeyi alakasız bir yere, metnin ortasına çekeceklerdir. Bunu neden çekeceklerdir? Daha sonra bunu değiştirilebilir hale getirirken o da arada kaynamış şeklinde metnin ortasında yok olacaktır. Burada sanatın anayasada korunması ancak büyük kültür devriminin izlerini silmeye çalışmayan, tam tersine onu çağdaş yolda geliştirme amacı güden bir zihniyetin işi olabilir. Bunu da tabii açmıyorum, daha çok yolu olabilir, ama bunun dışında tabii ki güzel sanatların geliştirilmesi, orkestraların geliştirilmesi, kültür merkezlerinin yurtta açılması, anayasanın dilinden tutun da laikliği koruma üst kuruluna kadar bütün bunları detaylandırabiliriz. Güçler ayrılığının kesinlikle geri gelmesi lazımdır. Belki senatonun geri gelmesi lazımdır. Çankaya’nın bir noterlik olmaktan çıkarılması lazımdır, gerçek bir yargı denetleyicisi haline gelmesi lazımdır. Yargı bağımsızlığı atama felaketinden kurtarılmalıdır ve Siyasi Partiler ve Seçim Kanunu da gerçek bir demokrasinin gelmesi için derhal değiştirilmelidir. Biz burada anayasal bir darbeye karşı direnç hakkımızı kullanıyoruz. Bu mücadele tabii ki alevlenerek yükselecek. Çünkü şu anda ip onların elinde, ama biz de teslim olmayacağız. Biz niye darbeye karşıyız? Çünkü demokrasi ve özgürlüğü sevdiğimiz için değil mi? Halbuki burada bu ülkede fiili bir darbe var. Anayasa değişikliği bu illegal gidişata içine sığdırılabileceği kılıflar hazırlıyor. Buna dur demek için buradayız. Teşekkürler. panel yöneticisi Sayın Bedri Baykam değerlendirmelerin için çok teşekkür ederiz. Çok değerli konuşmacılar, sabrınız için hepinize teşekkür ederiz. Panelimizin birinci bölümünü böylece bitirmiş oluyoruz. Şimdi 15 dakikalık bir dinlenme arası veriyoruz. Ardından görüşler bölümüne geçeceğiz. Son olarak da panelin forum bölümüne, yani soru-cevap kısmına geçeceğiz. Şimdi minik bir ara veriyoruz. 61 GÖRÜŞLER Panel Yöneticisi: Orhan Kurtuldu panel yöneticisi Değerli arkadaşlar, panelimizin ikinci bölümüne başlıyoruz. Bu ikinci bölümde çok değerli görüşünü bildirecek sivil toplum örgütlerinin temsilcileri var. İzninizle ben ilk konuşmayı Mimarlar Odası Genel Başkanı Sayın Bülend Tuna’ya vermek istiyorum. Buyurunuz efendim. bülend tuna Teşekkür ediyorum. Mimarlar Odası adına hepinizi saygıyla selamlıyorum. Mimarlar Odası olarak Özerk Sanat Konseyi’yle aynı platformda bulunmaktan, beraber çalışmaktan, birlikte görüş üretmekten büyük mutluluk duyuyoruz. Böyle çalışmaların, böylesi katkıların görevimiz olduğunu düşünüyoruz. Her ne kadar toplumda mimarlığın algılanışı farklı olsa da, mimarlık hizmetlerine talep zaman zaman belediye istediği, kanunların gerektirdiği için yapılıyorsa da, biz mimarlığı bir sanatsal hizmet olarak görüyoruz ve böyle de algılanmasını diliyoruz. O yüzden buradayız; sizlerle birlikte “Sanat ve Anayasa” konularını tartışıyoruz. Bildiğiniz gibi yıllardan beri, özellikle de son 25-30 seneden beri büyük bir imar saldırısıyla karşı karşıyayız. Kentlerimiz, doğal kaynaklarımız giderek daha fazla yağmaya açılıyor. Kentlerimiz yaşanmaz hale geliyor; benzersiz bir imar hareketiyle karşı karşıyayız. Bu imar saldırılarına karşı bizim gibi düşünen, davranan kentlilerle beraber, kentlerin daha yaşanılır kılınmasını isteyen güçlerle beraber, üniversitelerle beraber ciddi bir mücadele yürüttüğümüzü düşünüyoruz. Bu mücadele içerisinde sizlerle de beraber olduk, desteğinizi aldık; yeri geldi biz de sizlerle birlikte omuz omuza mücadele ettik. Bizim gibi kuruluşlarının sivil toplum kuruluşu olmanın ötesinde bir yapısı vardır. Çünkü biz sivil toplum kuruluşu değil, meslek kuruluşuyuz; ayrı bir yasayla kurulmuş, mesleğin düzenlenmesini sağlayan zorunlu üyeliğe dayanan meslek kuruluşlarıyız. Bizim mücadelemiz farklı olabiliyor; gerek merkezi hükümetin, gerek yerel yönetimlerin icraatlarını denetleyen, gözleyen ve birer gölge kabine gibi izleyerek onları irdeleyen, gerektiğinde davalarla veya başka yöntemlerle mücadele edebilen bir yapıdayız. Şüphesiz ki bu yapımız, mücadele yöntemimiz, hem yerel yönetimleri, hem merkezi yönetimdeki iktidarları rahatsız PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT ediyor. Rahatsız ettiği zaman da bizlerin şimdiye kadar kullanmış olduğumuz haklarımızı, kanundan aldığımız güçle kullandığımız haklarımızı elimizden almaya çalışıyorlar. Hatta zaman zaman bunu da başarıyorlar. Biz 1954 yılında çıkartılan bir yasayla kurulmuş bir örgütüz: Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği. 1982 Anayasası ile kamuda çalışanların meslek kuruluşlarına üye olmaları zorunluluğu kaldırıldı. Bu bizim açımızdan ciddi bir zafiyet getirdi. Üye olunması yasaklanmadı, ama gönüllülüğe bağlandı. Dolayısıyla kamuda üretilen mimarlık ve mühendislik hizmetlerinin meslek kuruluşları tarafından denetlenmesi konusunda bir zafiyet oluşturdu. Şimdiki anayasa tartışmalarını sizler gibi biz de büyük bir endişeyle izliyoruz. Yüzde 45 küsur bir oyla iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin giderek daha pervasız hareket edeceği endişesini taşıyoruz. Buna karşı diğer meslek kuruluşlarıyla beraber, sizlerle ve diğer demokratik kuruluşlarla beraber anayasa tartışmalarını, çalışmalarını yakından izliyoruz; buna karşı gerekli uyarıları kendi açımızdan ve ülkemizin demokratikleşmesi açısından şüphesiz yapmaya çalışıyoruz. Bu panelin de bu anlamda önemli bir katkı sağlayacağını düşünüyorum. Mimarlık hizmet üretimi farklı disiplinlerin girdileriyle beraber yapılmaktadır. Diğer sanatsal hizmetler de şüphesiz böyledir, ama bizim mesleğimiz, yapı üretim süreci çok bileşenli bir süreçtir. İşverene bağlıdır, müteahhide bağlıdır, yapı ustasına bağlıdır ve daha sayamayacağım pek çok şeye bağlıdır. Topluma bağlıdır, toplumun mimarlık kültürüne bağlıdır. Bizden iyinin güzelin aranması, kötü ayıplı hizmetin reddedilmesi, kaliteli bir yapılı çevre üretilmesi için çok önemlidir. Bunu ısrarla söylüyorum, toplumda mimarlık kültürünün artması kentlerimizin, yaşam çevrelerimizin daha kaliteli olması için çok önemli bir adımdır, bunu önemsiyoruz. Türkiye’de de pek çok dünya ülkesinde olduğu gibi kamu yönetiminin mimarlık alanında en büyük işveren olduğunu görüyoruz. Türkiye’de yapılı çevre üretiminde kamu gerek ürettiği yasalarla, gerek ihale düzeniyle ve gerekse de bizzat ürettiği yapılarla yapılı çevremizin oluşmasında önemli rol oynamaktadır. Geçmişte planlama ve yapılı çevre üretilmesinde oluşturulmuş olan devlet kurumlarının, Emlak Bankası’nın, İller Bankası’nın, diğer planlamayla ilgili kuruluşların, İmar ve İskân Bakanlığı’nın, mevcut Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’ndaki planlamayla ilgili birimlerin yıllar içerisinde dağıtıldığını, yok edildiğini gördük. Giderek bunların daha da tasfiye olacaklarını görüyoruz. Bunun ideolojik bir mücadele olduğunu söylemek isterim. Kamu kesiminin tasfiye edilmesi bizim alanımızda çok yaygın bir şekilde yapılmaktadır. Kamuda gerek memur istihdamı gerekse teknik eleman istihdamı giderek azaltılmaktadır. Oysa örnek gösterilen batı ülkelerinde, katılmak istediğimiz Avrupa Birliği ülkelerinde kamu kesimindeki mimarlık hizmetlerinin üretiminde olsun, kamu hizmetlerinin diğer alanlarında olsun, kamu kesiminin bu düzenleyici rolü hâlâ daha sürmektedir ve hiç de küçümsenmeyecek boyutlardadır. Türkiye mimarlık politikasını önemsiyoruz. Türkiye’de yapılı çevrenin üretilmesinde böyle bir politikaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Türkiye Mimarlık Politikası’nı tartıştığımız bir toplantıda, Türkiye’de bir kültür politikasının da 66 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT olmadığını bizzat Kültür Bakanımız söyledi. Evet, kültürle ilgili de, mimarlıkla ilgili de pek çok kararlar alınıyor, ama bunların genel bir politikaya bağlı olarak alınmadığını belirtiyoruz. Bu metnin, Türkiye Mimarlık Politikası metninin tartışılmasını istiyoruz. Bu metnin hayata geçirildiği diğer ülkelerle beraber ortak oluşturulan platformlara, Avrupa Mimarlık Politikaları Forumlarına katılıyoruz. Bu platformlarda mimarlık meslek örgütleriyle beraber kamunun da önemli bir rol aldığını görüyoruz, düzenleyici rol aldığını görüyoruz. Yapılı çevrelerin oluşturulmasında, köhnemiş şehir alanlarının tekrar yenilenmesinde ne gibi politikaların üretildiğini, ne gibi teşviklerin yapıldığını, nasıl bir yöntemle bunların yapıldığını izliyoruz. Dolayısıyla öğleden beri yapılan tartışmalarda vurgulandığı gibi, o ülkelerde kamunun bu alanı başıboş bırakmasını değil, tersine değişik teşviklerle özgür yaratıcılığın önünü açtığını, sağlıklı, güvenilir, yaşanılır çevrenin yaratılmasında rol aldığını görüyoruz, gözlüyoruz ve bunun da Türkiye’deki kamu kuruluşlarına örnek olmasını diliyoruz. İzninizle, bugünkü tartışmalar sırasında aldığım iki notu sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunlardan birincisi, oy vermediğim ve oy vermediğimden dolayı da gurur duyduğum 82 Anayasası’nın hazırlayıcısı Orhan Aldıkaçtı’yla ilgili. Belki tanıyanlar bilir, Orhan Aldıkaçtı çok değerli bir hukuk uzmanı olarak tanınır; 82 Anayasası oylandıktan sonra her hafta senfoni orkestrasının konserlerine gelirdi ve tesadüfen de yerlerimiz yan yana olurdu. Onunla aynı duyguları taşıyıp taşımadığımdan emin olamadım. Sanatı belki seviyordu, klasik müziği seviyordu, ama o cenderenin de teknisyenliğini yapmıştı. Bu toplantı sırasında sanatçılarla ve sanatçı duyarlılığıyla ilgili olarak aklıma gelen bir başka olay da şu oldu: bundan bir süre önce hatırlarsınız bir Barış Meclisi toplandı; bu Barış Meclisine biz de Mimarlar Odası olarak katıldık ve görüşlerimizi paylaştık. Toplantıya Yazarlar Sendikası adına katılan Adalet Ağaoğlu’nun sözlerini hatırlıyorum. Yöneticileri uyarıyordu ve demişti ki “Yazarların laneti sonsuzdur, bundan korkmalısınız.” Ben de bunu sizler için tekrarlıyorum. Teşekkür ederim. panel yöneticisi Biz çok teşekkür ediyoruz Sayın Tuna ve bu panelin sunuş CD’sini size bugünün anısı olarak vermek istiyorum. Katkılarınız için tekrar teşekkür ediyorum İkinci konuşmacı olarak da CHP İstanbul milletvekili Sayın Çetin Soysal’ı görüşlerini paylaşmak üzere kürsüye davet ediyorum. Buyurunuz. çetin soysal Ben de teşekkür ediyorum. Değerli konuklar, sevgili dostlar, bugün gerçekten Özerk Sanat Konseyinin düzenlediği “Anayasa ve Sanat” konulu panelde aranızda olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Elbette ki, Özerk Sanat Konseyinin içinde yer alan Türkiye’nin aydınlık çağdaş geleceğini temsil eden kişi, kurum ve kuruluşların yaptıkları bu çalışmaları kutlamamak mümkün değil. Bu çalışmaları yürekten kutluyorum ve önemsiyorum; önemsememiz gerektiğini düşünüyorum, çünkü sanatın toplumda hak ettiği yeri alabilmesi ve gelişebilmesi, 67 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT ilerlemesi ve kitlelere yayılarak görevlerin önünü açabilmesi için bu çalışmanın son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Örgütlenmenin, hak ve özgürlükleri elde etmek için birlikte adım atmanın ne kadar önemli olduğunu burada bir kez daha vurgulamak istiyorum. Mustafa Kemal’in dediği gibi, “Sanatsız kalan bir toplum, sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kesilmiş demektir.” Ancak bugün baktığımız zaman Türkiye’de maalesef müthiş bir değişim, müthiş bir dönüşüm gerçekleşmekte. Anımsarsanız çocukluğumuzda laboratuarda deneyler yapılırdı. Örneğin bir kurbağayı kaynar bir suya attığınız zaman kurbağa bir sıçrar ve hayatını kurtarırdı, ama bir de kurbağayı ılık bir suya attığımızda kurbağa ılık suyu da ısıttıkça kurbağa sıçrayamaz, çünkü mayışır gevşer ve yok olup gider. Maalesef baktığımız zaman 1930’lu yılların Türkiye’sine, 1940’lı yılların Türkiye’sine, 1950 yılların Türkiye’sine, 60’lı yılların Türkiye’sine, 70’li yılların Türkiye’sine bir de 2000’li yılların Türkiye’sine baktığımız zaman geldiğimiz nokta maalesef dehşet vericidir. Bunun birçok nedeni var. Eksiklerimiz, hatalarımız, yanlışlarımız... Birçok nedeni var, ama sonuçta biz bu noktaya geldik. Bugün aydınlanma hareketi tartışılır hale geldi. Ben gidiyorum, yaşıyorum görüyorum. Birçok arkadaşımız da o tartışmalar içinde yer alıyor. Örneğin bir gecede Türkiye’nin cahil kaldığı ifade ediliyor. Alfabe devrimine atıfta bulunuyor. Anıtkabir için “Bir putperestlik örneği” deniliyor. Şeriat hukuku tartışılır hale geliyor ve öyle bir noktaya geldik ki, gerçekten Türkiye açısından hiç de iç açıcı değil. Bu anlamda bir duyarlılık göstermek gerektiğini düşünüyorum. Öyle bir noktadayız ki, Türkiye’de insan hakkı dediğimiz zaman hemen türban geliyor, belediye dediğimiz zaman plan tadilleri geliyor, kültür-sanat dediğimiz zaman içine tüküreyim geliyor. Böyle bir anlayış maalesef ülkemizde egemen olmuş. Anayasa tartışılıyor. Tabii ki, bu Anayasanın artık 12 Eylül anayasası olmanın ötesine geçti, çünkü 96 maddesi değişti, ama bugün ne hikmetse Türkiye’de bugün gerçekten çok ciddi sorunlar varken anayasa bir taşerona teslim ediliyor, taşeron çalışmasını yapıyor. Daha sonra buna sahiplenecek bir süre muhatap bulunmuyor, onun üzerinde çalışmalar yapılıyor, bugün Türkiye’nin gündemine geliyor. Öyle bir geliyor ki, baktığımız zaman sanat açısından, kültür açısından baktığımız zaman son derece dehşet verici olduğunu görüyoruz. Sanatın katılımcılığı, kültürün katılımcılığı, özerk bir dokunun oluşması, mevcut Anayasadaki maddenin daha zenginleşmesi gerekirken daha geri noktada kalıyor. 64. maddeyi korumak zorunda kalıyoruz. Anımsayın, biz yıllarca YÖK’e karşı çıktık “Aman YÖK yerinde kalsın” deme noktasına geldik. Çünkü gerçekten ülkemizin geldiği nokta son derece endişe verici. Örneğin, İstanbul çok ciddi şekilde talan ediliyor. Az önce sevgili başkan gerçekten o mücadelelerinden ötürü kendilerini kutluyorum, iyi ki de bu sivil toplum örgütlerimizin çalışmaları, iyi ki de bu sivil toplum örgütündeki arkadaşlarımızın özverili çalışmaları var diyorum. Gerçekten İstanbul’da çok ciddi bir yağmalanma yaşanıyor. Bu yağmalanma rant yağmalanmasıdır, bu yağmalanma F tipi kültür yaratma, F tipi eğitim verme, F tipi örgütlenmeye kaynak yaratma rantıdır. Bunun özellikle altını çizmek istiyorum. F tipi derken de herhalde nerelere gittiğini anlıyorsunuzdur. 68 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Böyle bir noktayı yaşıyor Türkiye ve bir bakıyorsunuz Türkiye ve İstanbul çıkış noktası İstanbul olduğu için bir rant bölgesi haline geliyor. Muhsin Ertuğrul Tiyatrosunun bir kongre vadisine dönüştürülme talebi, istemi gelebiliyor. Bunu çıkartabiliyorlar. Halbuki hem Muhsin Ertuğrul’u oradan kaldırarak hem tiyatro kültürünü yok etmek, onu pasifize etmek, onu kenara itmek, ama bir de İstanbul halkına başka bir haksızlık yapılmakta, kentin en önemli sorunlarından biri olan trafik sorununa rağmen kenti yoğunlaştıran bir anlayışı orada egemen kılmak. Kent yoğunlaşıyor, ama kentin yoğunlaşması çok önemli değil onlar için, kentin siluetinin bozulması da çok önemli değil, tiyatronun yok olması çok önemli değil, önemli olan oradan gelen ranttır. Biliyor musunuz Atatürk Kültür Merkezinin esasında dönemin Kültür ve Turizm Bakanıyla sınıf arkadaşı olan bir işadamı arasındaki bir anlaşmanın sonucu yıkılmasına teşebbüs edildiğini? Çünkü arkasındaki yerler bir değer. Oraya bir alışveriş merkezi, esas özü buydu, bir alışveriş merkezi kurmak anlayışı vardı orada. Oraya bir rezidans, çünkü iştah kabartıyor. Çok şükür ki, gerçekten duyarlı aydın, duyarlı arkadaşlarımızın öncülüğünde ve çabasında bu bir noktaya getirildi. En azından orada artık rezidans olmayacak. Atatürk Kültür Merkezi artık yıkılamaz hale geldi. Anıtlar Kurulunda şu an, ama en azından Meclisten bu şekilde çıkartmadık gece yarısı 4’e kadar. Şu anki haliyle bir direnç gösterme devamlılığını sağlayabiliriz. Çünkü Anıtlar Kurulunun vereceği karar son derece önem taşıyor, ama bütün bunların ötesinde artık orada rezidans yapılmayacak, alışveriş merkezi yapılmayacak. O gizli dünyalarında yaratmak istediklerini yapamayacaklar, ama tabii ki burada iş bitmedi. Mesela, ben hâlâ Muhsin Ertuğrul’un yıkılmaması için gerekirse oralarda bir direnç gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Oralarda eylem yapılmasını, oralara vinçler geldiği zaman o vinçlerin önünde durmayı düşünüyorum. Evet, yasalar veya meclislerden bu kararlar çıkabilir. İstanbul Büyükşehir Belediyesinde çoğunluğa dayanarak bu çıkmış olabilir, ama bunun hayata geçirilmemesi için de bir direnç gösterebileceğimizi düşünüyorum. Çünkü bu rantların da bir yerlere kaynak olarak aktarıldığını görüyoruz. Mimarlar Odası takip ediyordur, biliyordur. Örneğin, Silivri’de bir arazi, orası tarla ve yeşil alan olarak, hatta su havzası olarak adlanılan bir yer, orada dünyanın önemli kuruluşlarından biri fabrika kuracak, ama ona deniyor ki, buraya bir de okul yapacaksın. halis başarır Siz Mecliste muhalefet partisinin milletvekilisiniz ve bugün burada çok seçkin sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin bulunduğu bir yerde konuşuyorsunuz ve biraz evvel çok vahim bir olay yaşandı ve onun da aktörüsünüz. Ben sizden bir ricada bulundum, bunu yine aramızda açıklamak istemiyorum, onu düzeltmenizi isteyeceğim. Ne adına? Saflar adına, o arkadaş ben ve siz aynı saflarda olduğunu zannediyorum. Onu düzeltmenizi isteyeceğim. çetin soysal Aynı saflardaysak tabii ki, seve seve özür dilerim. Bugün Türkiye’nin aydınlanmasına dönük Kemalist devrimlere dönük, Kemalizm’e dönük, aydınlanma hareketine dönük gerçekten tahammül edemeyeceğimiz sözler söylendiği 69 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT zaman bunun karşısında her zaman direnç göstereceğimizi bilerek tepki göstereceğimizi bilmenizi istiyorum. Sonuna kadar da tepki göstermeye devam edeceğiz. Bu bir yanlış anlaşılmaysa seve seve özür dilerim. Hiç onda bir şeyim yok, ama elbette ki Türkiye’nin bugün gelmiş olduğu noktada tahammülsüzlüğü biz değil tahammülsüzlüğü yapanlar ortadadır, tahammülsüzlüğü yapan başkalarıdır. Üsluplarında bunu hep beraber görüyoruz. Silivri örneğini söyledim, izin verirseniz hemen bağlayacağım. Orada arazinin bir bölümüne okul yapılacak. Çok iyi niyetle yaklaşabilirsiniz, ama o okulu yaptıktan sonra işletmesini birileri yapacak ve Türkiye’de 480 adet, 1500’e yakın yurt ve dershane olduğunu düşünürsek gerçekten son derece dehşetane. Bu açıdan bu kültüre dönük, sanata dönük olgulara baktığımızda burada F tipi bir dokunun, F tipi eğitimin öne çıktığını görüyorsunuz. F tipi kültür ve sanat anlayışının da egemen olduğunu söylemek mümkün. İstanbul’u 2 metre kazarsanız Osmanlı, 4 metre kazarsanız Bizans, 6 metre kazarsanız Roma var, ama maalesef bunlar yok edildi. En son örneği de Sultanahmet’te, orada maalesef söylenilen şu: “İstanbul’un her yerinde tarih var, buraya mı kaldınız?” diyecek kadar cüretkâr bir yaklaşımı da ibretle görüyoruz. Değerli arkadaşlarım, gerçekten ülkemiz kültür adına da sanat adına da önümüzdeki süreç çok rahat olmayacak. Her birimize, sivil toplum örgütümüze çok ciddi görevler düşecek, bizlere çok ciddi görevler düşüyor. Dilerim hep birlikte bu mücadeleyi sürdürürüz. Gerçekten sizlerle birlikte olmaktan büyük mutluluk duydum, hepinize saygılarımı sunuyorum. panel yöneticisi Çok teşekkür ederim bu değerlendirmeler için ve yanımızda olduğunuz için. Değerli arkadaşlar, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Sanatçıları Derneği adına Haşmet Zeybek’i konuşmalarını yapmaları için kürsüye rica ediyorum. haşmet zeybek Teşekkür ederim. Arkadaşlar, biz herhangi bir kimseden, şundan veya bundan, yerel yönetimden, genel yönetimden, devletten bir şey dilenmiyoruz. Sadece doğal hakkımız olan hakkımızı almak istiyoruz. Ne diyoruz mesela biz mesleğimize? Oyuncu, oyun yazarı. Bu bir meslektir, üstelik de insanoğlunun var olduğundan yok olacağı zamana kadar bir meslektir. Ne sonradan uydurulmuş elektronik bir sanattır ne de başka şeydir. Çünkü oyun kelimesi etimolojik olarak alındığı zaman Yakutlara kadar gider. Yakutların “şaman” kelimesi karşılığı söyledikleri “oyun”dur. Şamanizm oyun toplumun hayatından kaldırabilir misiniz? Doğada insan bu dünyaya geldikten sonra iki oyunla karşı karşıyadır: Birisi doğanın oynadığı oyuna –deprem, felaket– karşı kendini korurken destanlar üretir, danslar yaratır, şiirler yazar, ağaçlara hikâyeler anlatır. Bunlar kaçınılmaz doğal duygulardır ve insanın içinde var olan ritüellerdir. Ritüelsiz insan olmaz, ritüelsiz olana da zaten insan denmez. 70 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT İkinci oyun, insanın insana oynadığı oyun ki, bir gün böyle bir panelde konuşurken bir psikolog arkadaşım “İşte Haşmet Zeybek, bu insanın insanda oynadığı oyuna biz psikoloji diyoruz” dedi. Bu da benim en nefret ettiğim şey olduğu için, “Biz psikolojiye bilim demiyoruz, telkin diyoruz” dedim. Çünkü sıkıntıda olan insan, oynayamayan insan oynatır. Dikkatinizi çekerim, oynayamayan insan oynatır. Oyun insanı ruhen, bedenen sağaltır, ama oyun sadece belli günlerde gidilen varlığınızı gösteren bir şey değildir. Bunun içinde dansı da, halayı da, zikri de, mevlidi de, hepsini söylüyorum. O zaman arkadaş dedi ki, “Nasıl bilim olmaz?” Dedim ki “Bilim değil telkindir. Eğer bilim olsaydı sosyal durumu bozuk bir adam neden sosyologa gitmiyor, 6 aylığına beni general yapın diyemiyor?” Hele iktisadi durumu bozuk olan birisi neden iktisatçıya gidip de “Ben 10 milyardan aşağı geçinemiyorum” demiyor. Çünkü bunlar somut bilimler, öteki ise soyut bilimler, yani anneannesi ekşi elma yemiş de kızının dişi kamaşmış türünden lafı güzaflar ve televizyonlarda 24 saat bunları görüyorsunuz. Burçlar, gelecekler, bakımlar, şunlar bunlar… Bunlar özellikle yapılıyor. Az önce sevgili dostum Levent Tamer en sert söylemesi gereken şeyi en yumuşak söyledi. Evet, bizim kültürlü olmamızı istemiyorlar. Kültürümüzü yaratmamızı istemiyorlar, tam tersine kültürle köklerimizden koparıp yeni bir kültürü ikame ediyorlar. Yani şu an yaşadığımız ne Türk kültürü, ne İslam kültürü, ne bilmem ne kültürü, adı konulmamış kozmopolit bir kültür. Çünkü her kültürün bir kökü var. Öyle bakarsak şöyle bir yere çıkarız: Bugünkü bulunduğumuz iktidarla sanatsal çatışmamız elbette ki Arap kültüründe ve Arap edebiyatında tiyatro yok, onun yerine meddah var, komedi yerine hicivler var, trajedi yerine de kasideler var. Hatta bu konuda Farabi o kadar merak edermiş ki –herhalde Aristo’yu okumuştur estetik olarak– “Acaba bu komedi nedir?” O zamanlar haberleşme uzmanları tüccarlar, ilk gelen tüccara sormuş: “Sen komedi gördün mü?” O da demiş ki “Gördüm, Çin’de yapıyorlar” “Nedir o?” “Bir hikâye alıyor 5-6 adam, her biri bir tipe giriyor ve anlatıyor.” Tabii Farabi o zamanki meddah mantığından anlayamıyor. “Peki, aynı hikâyeyi anlatıyorlarsa niçin çok adamla anlatıyorlar?” Yani demeye getiriyorum ki, insanoğlu var olduğu sürece hikâye anlatacak, öykü anlatacak ve bizim mesleğimizi ayakta tutacak. Bu bizim haklı olduğumuz zemin, bunun haklılığını herkese kavrattığımız zaman yasasını buluruz. Aristo bile şunu der formatını yaparken “Bitkiler toprağın üstünde birinci sınıftırlar, hareket halinde olduğu için ikinci hayvanlar gelir, düşünce halinde oldukları için birlikte bir şey yaptıkları için insanlar gelir.” Atla hayvan arasındaki soğan zarı gibi yere dikkati çekiyorum, bunu biraz sonra yabancılaştırmada anlatacağım. Kısa kısa şunları söylemek istiyorum ki, zamanımı güzel kullanayım: Bilimden ve sanattan geriye gittikçe hayvani bir topluma dönüşüyoruz. Bunun adını koymanın hiçbir sakıncası yok. Hiçbir köylü kafasına elma düştü diyen Newton yasasını bulamaz, hiçbir kadın hamamda tası havaya kalktı diye kaldıraç yasasını bulamaz, hiçbir işçi de çok sömürülüyor aptallaşıyor diye artı değer yasasını bulamaz, ama bunları bugün oya koyarsanız hepsi de yüzde 46 oy alır. Bunları şunlar için söylüyorum: Günden güne devamlı geriye doğru gidiyoruz ve modern çağın cehaletiyle övünüyoruz. 2700 Amerikan üniversitesi, bir o kadar İngiliz üniversitesi, bir o kadar da bizdekiler modern cehalet üretiyorlar. Okumayan, yazmayan, düşünmeyen, geleceği olmayan, ne yapacağını bilmeyen 71 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT tüketim nesneleri. Onu da yok edecekler, ama tüketime de ihtiyaçları var. Şöyle bir dünya kabul edilemez: Ne diyor mesela Amerika? Bizim nüfusumuz dünyanın yüzde 1,5’u, ama gelirimiz dünyanın yüzde 65’i. Onun için bu saltanat böle sürmeli, onun için milli devletler yıkılıyor, sosyalist devletler içinden çökertiliyor. Kendi kendine çökmüyor, araştırılması yapılıyor, incelemeleri yapılıyor, ona göre yazılar yazılıyor ve çöküyor. Binlerce profesör, adı profesör olan CIA ajanı bu işlerle çalışıyor. Bakınız; günümüzde hiç bahsedilmiyor, üretim yapılıyor, tüketim yapılıyor sanki kendi kendine oluyor gibi. Bir emekçi, bir işçi hiçbir şey üretmiyor mu, bu dünyada yok mu, yok mu sayılıyor? Bakınız, insan bir şey üretir, daha çok şey üretir derken emeğine yabancılaşır. Sonra fabrikanın bir dişlisi haline gelir. Sürekli onu yapmaktadır ve bu monotonluk onun, insan olan o işçinin insani değerlerini alır. Bir insanın insani değerleri alınınca olduğu gibi kalmaz, hayvani değerleri öne çıkar. Eğitilmemiş insanı söylüyorum, tiyatro görmemiş, resim izlememiş, müzik söylememiş, insanın geldiği durumu söylüyorum. O zaman çatışma kültürü ortaya çıkar. Bu adam işinden dönünce evde karısını döver. En ufak bir şeyde yanındaki adamı bıçaklar. İşte çatışma kültürü çıkar. Ondan sonra da denilir ki, bir gazoz için bir adam öldürdü. Ondan sonra denilir ki, bizim toplum ne kadar çok kadına şiddet uyguluyor? Topluma şiddeti uyguladığınız zaman o şiddet de bir yerlere uygulanır ve bu ülkede ne kadar çok işsizlik var, ne kadar çok aç var, ne kadar çok umutsuzluk var, iki milyona yakın insan iş bulma umudunu kesmiş. Bu yaşamdan umudunu kesmiş demektir. Böyle bir şeyi okuyunca insanın uykuları kaçar, ama biz umudumuzu kesmeyeceğiz, geleceğimize güvenle bakacağız. Bu sistem yere vurdu, bu sistem çözülüyor, temelden tepeye doğru sanatlı, bilimsel, hayali olmayan, akılcı bir sistem kuracağız. Yarınlara bu gözlerle bakalım, gelecek bizimdir, Türkiye’nindir, bizlerindir. Hepinize hayırlı olsun. Teşekkür ederim. panel yöneticisi Oyuncu, oyun yazarı, rejisör, meslek erbabı Sayın Haşmet Zeybek’e çok teşekkür ediyorum bu güzel değerlendirmeleri için. Sağ olun. Değerli konuklar, şimdi de Karanlığa Karşı Sanat mücadelesinin öncü savaşçılarından birisiyle panelin ikinci bölümünü bitirmiş olacağız. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi adına söz Sayın Orhan Aydın’da. Buyurunuz orhan aydın Değerli dostlar, bütün bir ülke olarak, amansız günler yaşıyoruz. Cumhuriyet tarihinin en aymaz siyasal anlayışı ile karşı karşıyayız. Toplumsal çürümenin boyutları geleceğimizin nasıl karartıldığı konusunda acımasız ipuçları vermektedir. Devlet, o kadrolarda olması bile sakıncalı görülen birtakım adı bildik bürokratlar tarafından yönetilmektedir. Yoksulluk, yokluk, açlık, işsizlik ve yolsuzluk akıl almaz boyutlardadır. Irkçılık ve dinci gericilik aydınlığı ve çağdaşlığı yani uygarlığı hedef tahtasına koymuştur. İşçi, emekçi, gençlik ve kadın hakları budanmıştır. Sendikal hak ve örgütlülük alanında hiç bir uluslararası sözleşmeye uyulmamaktadır. Hükümet, IMF’nin direktifleri ve önermeleri ile ülkeyi yönetmeye çabalamaktadır. İç barış tüketilmiştir. Barışık olduğumuz tek bir komşu 72 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT ülkemiz bile yoktur. Ülkem, AB ve ABD’nin uydusu haline getirilmiştir. Her şeyimiz, yani tüm ortak değerlerimiz satılığa çıkartılmıştır. Ülkemizin geleceği, Amerikancılık ve AB’cilik rüyalarına havale edilmiştir. Dinci gericilik, ırkçılıkla beraber yeni kan dökme hesapları yapmaktadır. Sanat alanımızda ise, sorunlar kara bir yumak olmuştur. Kültür, sanat ve eğitim alanlarımız ehil olmayan kadroların ellerindedir. Aydınlanmacı tüm kitaplar ve bilgi kaynakları okullardan ve kütüphanelerden kapı dışarı edilmiştir. Kütüphanelerde çalışan kütüphaneci sayısı en aza indirilmiştir. Arta kalan personel mesleki alanla ilişkisi olmayan kadrolardan seçilmiştir. Bakanlığa ve yerel yönetimlerine bağlı tüm kültür merkezlerinde aynı kara kadrolar vardır ve kapıları sanata sanatçılara kapalıdır. İçinde mescit olmayan kütüphane, müze ve kültür merkezi kalmamıştır. Beyoğlu Belediyesinin kullanımındaki tarihi Muammer Karaca Tiyatrosu salonunda bir kulisimiz mescit yapılmıştır. Kara ellerce yakılan Şan Tiyatrosu küller içindedir. Yakında bu alandan bir alışveriş merkezi yükselecektir. Tarihi kalıt Elhamra, gece kulübü olmuştur. Yanan Tepebaşı Deneme Sahnesinin yerinde bir çirkinlik anıtı gibi TRT binası durmaktadır. Kentin en kalabalık ve merkezi sanat alanı olan Beyoğlu salonsuz bırakılmıştır. Bu ülkenin tüm kentlerinde böyledir. Sanat ve sanatçı halktan uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu hükümet, kendisine göbekten bağlı İstanbul Belediyesi aracılığı ile Şehir Tiyatrolarının bilet fiyatlarını tuvalet ücretinden daha aşağı indirerek mesleğimize açıktan saldırıda bulunmuştur. Daha dün, “ihale ile sanatçı alımı” gibi bir gerilik örneğini, sanat danışmanı aracılığı ile açıktan savunarak insan hakları suçu işlemiştir. Sanat danışmanı beyefendinin pişkin tavrı ise, sanat alanlarının unutmaması gereken bir durumdur. 2008 yılında, tiyatro sanatçılarına açıktan hakaret eden belediye, 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti olacağı söylenen İstanbul Belediyesidir. Ülkeyi yöneten siyasi irade, tiyatro oyuncuları ile kavgalıdır, yazarları ile kavgalıdır. Bu hükümet, tiyatro teknik kadroları ile kavgalıdır. Tiyatro örgütleriyle ise nerede ise kanlı bıçaklıdır. TOBAV ve DETİS, TOMEB ve Kültür Sanat-Sen düşman örgütler olarak ilan edilmiştir. AKP hükümeti, bu meslek örgütlenmelerinin tüm demokratik tepki ve istemlerine kapılarını kapamıştır. Geçen yıl, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü etkinliğine katılıp en demokratik haklarını kullanan sanatçı dostlarımız için soruşturma başlatmıştır. “Sanatçı başbakanı eleştiremez” diyen Rize valisi ise belli ki yalnız değildir. Devletin kadroları bu tür faşist yasakçılarla doludur. Sevgili dinleyenler, İstanbul’un 2010 kültür başkenti olması ise bu rantçı siyasi anlayışın iştahını kabartmıştır. Kentin en merkezi yerlerindeki ve koruma kurulu kararları ile koruma altındaki salonlarımızı yasa çıkararak yıkmaya karar vermiştir. Amaç açıktır. Cami yapamadıkları alanı satışa çıkarıp Dubai kuleleri dikmek istemektedirler. Bu gerçeğin hiç saptırılmadan böyle okunmasında yarar vardır. Ülkemin teknik ve sahne olanakları ve seyirci kapasitesi en yüksek 73 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT olan tek opera, bale, senfoni salonunu yer ile bir etmek istemektedirler. Bunu, tüm aymazlıkları ile halen istemektedirler. Ne Atatürk Kültür Merkezinin ne de Harbiye Muhsin Ertuğrul’un isimlerine bile tahammül edemiyorlar. Tiyatro gibi, baleye, operaya, senfoniye de düşmandırlar. Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme ile birlikte, Venedik Tüzüğü, Amsterdam Bildirisi gibi metinlere de imzalar atılmasına rağmen, uygulamalarda sözleşmelerin gereklerine uymamışlardır. Hasankeyf antik kentinin sular altında kalmasına izin verilmiştir. Topkapı ve Ayasofya arasındaki tarihsel alana otel inşaatı yapılmasına izin verilmiştir. Maliye bakanının Çamlıca’daki villası için koruma kurulu üyeleri değiştirilmiştir. İzmirÇeşme’de hazırlanan yeni kültür ve turizm koruma ve çevre planlarında sit dereceleri düşürülerek tarihin talan edilmesinin önü açılmıştır. Yetmedi, bu hükümet, müzeleri özelleştireceğinin işaretlerini vermeye başlamıştır. Bugünlerde devlet müzelerinin güvenlikleri özel şirketlere devrediliyor. Yarın ise insanlığın ortak mirası olan coğrafyamızdaki kültürel kalıtların sonunun ne olacağı belirsizdir. TRT’nin durumu ise, en akıl almaz olanıdır. Utanmasalar kurumun genel müdürlüğünü Süleymaniye Camiine taşıyacak duruma gelmişlerdir. Sevgili dostlar, değerli katılımcılar, tiyatro alanımızın yaratıcıları, tiyatro tarihimizde ilk kez geçtiğimiz yıl, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü nedeniyle bir araya gelip tek ses olmayı becerebilmişlerdir. 26 Mart günü, yıkılmak istenen AKM’nin önündeki sahneden, özgürlük alanlarımıza müdahale ettirmeyeceğimizi seslendirdik. İlk kez ortak bir karşı bildirinin altına imza atan 45 tiyatro kurum ve örgütü olarak bu aymazları sanatımızın karanlık düşmanları ilan ettik. Sonra kararlılığımızı sürdürerek 4 Kasımda Muhsin Ertuğrul Sahnesinden AKM’ye kadar yürüyerek haklılığımızı ifade ettik. Bizler Türkiye tiyatrosun yaratıcıları, galiba TİSAN örgütlenmesinden bu güne ilk kez, 2007 yılında yan yana geldik. Ustalar ile çıraklar aynı utku için birleştiler. Bugün Özerk Sanat Konseyi yürütücülerinin de içinde olduğu genişçe bir alandan, azımsanmayacak destekler aldık. Bunların büyük çoğunluğunu seyircilerimiz oluşturmuştur. Kentsel dönüşümle evleri başlarına yıkılmak istenen İstanbullular da, evime tiyatroma dokunma diyerek bizlere destek vermişlerdir. Sonuç olarak AKP Harbiye Muhsin Ertuğrulda, Kongre Vadisi kapsamında yasa önünde de kaybetmiştir. Mahkeme kararı ile yürütmeyi durdurma alınmıştır. Bu günden itibaren Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılırsa suç işlenmiş olunacaktır. AKM’deki süreç ise, yıkım maddesi 2010 yasasından çıkartılmak zorunda kalınmıştır. Bu iki konuda dostlarımıza teşekkür borçluyuz. Mimarlar Odası bize her anlamda ev sahipliği yaparak azımsanmayacak katkılar sunmuştur. Bütün sürecin yasal anlamda da adımıza takipçisi olmuştur. Buradan Mimarlar Odasına teşekkür ederiz. Eski, yeni CHP’li parlamenter dostlarımızın bizler adına gösterdikleri çabalar için teşekkür ederiz. 74 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Değerli katılımcılar, bugünlerde başımızda yeni kara bulutlar dolaşmaktadır. Devlet kendi destek alanında bulunan bir sanat kurumu istememektedir. Tiyatro, opera, bale ve senfoninin geleceği, maliye bakanının iki dudağı arasındadır. Kültür Bakanlığı bütçesi cumhuriyet tarihinin en düşük bütçelerinden biridir. Buradan ilan etmekte sakınca yoktur. Bu bütçe ile uygarlık beşiği bir ülkede tarihsel kalıtlara bekçilik bile yapılamaz. Devlete bağlı sanat kurumlarında çalışan tüm sanatçıların ve çalışanların sosyal hakları budanmıştır. Sanatçılara ödenen ücret ülke koşullarında komik durumda gerilemiştir. Özlük hakları budanmıştır. Özel tiyatrolarda çalışan sanatçıların ve çalışanların durumu ise TC devleti için yüz kızartıcıdır. Tiyatrolara yardım bahsi karmakarışıktır. Geçen dönemde dağıtılan paranın yasaya uygun dağıtılmadığı mahkeme kararı altına alınmıştır. Bu sene yine yasası yoktur. TV sektöründe çalışan yüzlerce yaratıcının ve emekçinin hiçbir sosyal güvenceleri yoktur. Her şey yapımcı denen firmaların iki dudakları arasındadır. Patronlarına ve reklam sektörüne milyarlar kazandıran arkadaşlarımızın sigortaları bile yoktur. TV yayıncılığında, TV dizi sektörü yasal çalışmamaktadır. Bakanlık ve AKP buna göz yumarak yandaşı olduğu sermaye grupları ile iyi geçinmeyi ortak akıl edinmiştir. Sinemaya, belgesel sinemaya aktarılan fon ise Avrupa ölçeğine göre komiktir. Sinema alanında örgütlü sendikamızın ise yasal yaptırım yetkisi halen verilmemiştir. Görüldüğü gibi alanımızda sorunlar tam anlamı ile kara bir yumak halini almıştır. Ancak biz, kararlığımızı sürdürüyoruz. Salonlarımızı yıktırmamak için gösterdiğimiz kararlığı eşitlik ve özgürlükçü yeni yapılaşmalara taşımaya hazırlanıyoruz. Değerli dostlar, AKP’nin dayattığı ve içinde kültür sanatın adının bile anılmadığı anayasa, çizdiğimiz bu tablonun uygulayıcısı olacak olan anayasadır. İlan ediyoruz, AKP’nin topluma giydirmeye çalıştığı anayasa ırkçıdır, dincidir. Bu anayasa eşitsizdir. Özgürlükçü değil, yasakçıdır. Hak budayıcıdır. Dayatmacıdır. Bu anayasa bu haliyle tepeden tırnağa kültür sanat alanlarının düşmanıdır. Bu anayasa ile 21. yüzyılın çağdaş ve uygar toplumu olma ereği yakalanamaz, ancak sistem, kurum ve kuruluşları ile tepeden tırnağa ele geçirilmiş olur. Yapılmak istenen tam da budur. Sözlerimi, geçmişte mücadele veren dostlarımızı da anımsayarak tamamlamak isterim. Bugün eğer Nâzım Hikmet yaşıyor olsa idi, Aziz Nesin usta, Muhsin Ertuğrul hoca yaşıyor olsa idi, bugün eğer Asaf Çiğiltepe, Erkan Yücel, Kerim Afşar, Tuncer Necmioğlu, Yılmaz Güney Ayberk Çölok, Yaman Okay, Yavuzer Çetinkaya yaşıyor olsa idi, sanatın devrimci sopasını ellerine almış olurlardı. Biz de öyle yapıyoruz. Elimizdeki sanatın devrimci sopasını sağlam tutuyoruz. Saygılarımla. 75 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT panel yöneticisi Sevgili Orhan Aydın yaptığınız değerlendirmeler için çok teşekkürler. Değerli dostlar, sonuç olarak birkaç cümleyle şunları söyleyebiliriz: Devlet kamu yararının gerçekleşmesinde bir araçtır. Kamunun kendi yararı için devletten beklediği genellikle şu konulardır: İç ve dış güvenliğin sağlanması, adalet, sağlık, eğitim ve bunların yanında da kültür ve sanat hizmetleri mutlaka olmalıdır. Tiyatro, opera ve bale sahne sanatlarını kamu yararı kavramı içerisinde değerlendiren uygar devletler sürekli açık veren bir işletme özelliğine sahip olmalarına rağmen sahne sanatlarıyla ilgilenmiş, ödenek ayırmış, bu alanları düzenli ve sürekli olarak desteklemeyi devletin ana görevleri arasında saymışlardır. Devletin sanatla ilgilenmesinin nedenlerinden biri de güzel sanatlarda ilerlemenin bir uygarlık göstergesi olarak düşünülmesidir. Değerli konuklar, sanat insanları ve sanatseverler, ülkemizin Milli Eğitim bakanlarından Hasan Ali Yücel’in 2. Dünya Savaşı yıllarında dile getirdiği şu düşüncelere dikkatinizi çekmek istiyorum: “Biz tiyatro, konser, opera gibi sanatları bir uygarlık sorunu olarak düşünüyoruz. Bu nedenle ülkemizin savunması için her türlü özveride bulunduğumuz bu dönemde bu sanat dallarının gelişmesini durdurmayı değil, hızlandırmayı düşünüyoruz.” Çok teşekkür ederim dinlediğiniz için. Şimdi de panelimizin forum bölümüne geçiyoruz ve forumu yönetmek üzere Sayın Fikret Terzi’yi rica ediyorum. 76 FORUM Forum Yöneticisi: Fikret Terzi forum yöneticisi Değerli dostlar, oynayan ve seyreden insan olarak bugün burada bir oyun sahneye koyuyoruz. Yazarı, çizeri, yönetmeni, tasarlayıcısı, oyuncuları, seyircisi biz olan bir oyun bu. Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu olarak, yazık ki medyanın da pek cazip bulamadığı (!) böylesi bir toplantı ve birlikteliği düzenlediğimiz için özür diliyoruz!... Yalnızca basının değil, sorumlu çağdaş gazetecilik yapan kimi birkaç dergi ve gazetenin dışında, benim kanalım olan TRT’nin bile bulunmadığı bu ortamda, yalnızca basının değil bilim ve sanat insanlarının, bu alanda yetişecek sanatçı ve bilim adamı adaylarının ve daha da acısı, Özerk Sanat Konseyinin örgütlerinin üyelerinin de yeterince bulunmayışının özrü bize ait. Tamer Levent’in dediği gibi galiba biz, aynayı kendimize çevirdiğimizde, bugüne değin yüzleşmeden korktuk ya da bunu yaptığımızı sandık. Özetle başaramadık büyük ölçüde. Şimdi, kalan süremizi iyi değerlendirmek istiyorum. Panelimize ara verildiğinde dışarıdan dört soru almıştım. Konuşmacıların burada bulunmalarının büyük şansımız olduğuna inanıyorum; çünkü tam da onlara sorulacak o denli çok ve ciddi soru var. Oysa süre sorunu nedeniyle soru ve yanıtların ikişer dakikayı geçmemek üzere düzenlenmesine özen göstermek zorundayız. Ayrıca bir forum yönetmenin ana ilkesinin “demokrat ve yansız” olmak gerektiğini biliyorum. Ancak foruma katılacak insanlar için de bu gerekçenin geçerliliğine inanıyorum. Bu yüzden duygusallığı bir yana bırakarak olguya katkı getirecek, karşı ya da yandaş görüşlerle sorular yöneltmek çok gerçekçi. Teşekkür ederim, buyurun. Adınızla birlikte lütfen. zafer erdaş İstanbul Devlet Opera ve Balesi solist şarkıcılarındanım. Tamer Beyin tarifine uyuyor galiba bu tanımlamam, ben çünkü kendisiyle aynı görüşü paylaşmaktayım. Öncelikle ben burada soru sormak için değil yaklaşık 1,5 saat sonra temsilim başlayacak ve ben şu ana kadar büyük bir özenle dinledim ve temsile PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT gideceğim. Öncelikle ilk sözü aldığım ve Orhan Beyin bana bir torpil geçmesinden dolayı çok teşekkür ediyorum. Öncelikle şunu söylemek istiyorum: Mustafa Kemal Atatürk tekke ve zaviyelerin kapatıldığı zaman Bursa’daki nutkunda şöyle bir söz söyler: “Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti dervişler ve müritler diyarı olmayacaktır. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fenden başka kendinize mürşit, yol gösterici arayamayınız” der. Bugünkü geldiğimiz nokta yüzde 46 oyla iktidara gelen bir yönetim ve o partinin oylarıyla seçilen bir cumhurbaşkanı ve bugünkü geldiğimiz nokta biraz evvel sayın milletvekili 3F diye adlandırıyordu. Ben daha evvelinden konuşuyorum, Kürt Said’in müritleri bugün iktidara geldi. Ne oldu da böyle oldu peki? Ben bu ilim ve fendir görüşüne bir ilave daha sunmak istiyorum, aynı zamanda sanattır da. Buradaki kalabalığa bakıyorum, sen, ben, bizim oğlan, yine aynı kişileri burada görüyorum. Hangi panele gitsem, toplantıya gitsem aynı kişilerle karşılaşıyoruz. Peki, burası bir mimarlık fakültesi, daha bugün mimarlığın sanat olduğunun farkında olamayan öğrenciler var herhalde aramızda ki, bugün bu mimarlık fakültesindeki öğrencilerin de burada olmasını ben arzu ederdim. Kaldı ki, sanatçılarımızın da burada olmasını arzu ederdim, ama hiçbirisi duyarlı değilmiş demek ki… Biz davamıza ne kadar sahip çıkıyoruz? Önce ona bakalım, önce çuvaldızı kendimize batıralım diye düşünüyorum. Evet, karşımızdakiler bir şeyler yapıyorlar ve düşüncelerini uygulamaya geçiriyorlar. O kadar güzel geçiriyorlar ki, iki adım ileri bir adım geri misali mehter adımı yürüyüşüyle her gün bir adım daha öne gidiyorlar. Her şeyden önce bu işin en başında eğitim var. Öncelikle okullarımızda, ilkokuldan ve ilkokul öncesi çağdan başlayarak gerçek anlamda sanat eğitimini, müzik, tiyatro ve resim eğitimini daha ilkokul öncesinden başlayarak çocuklarımıza öğretmeliyiz diye düşünüyorum. Onun haricinde ulus devletin yok edilmeye çalışıldığı dönemde bugün ulusal bir kültür ve sanat politikasını tekrar hayata geçirmeliyiz. Bugün 1924 Musiki Muallim Mektebinin kuruluşu, 1923 cumhuriyetin kuruluşu; arada bir sene bile zaman yok, zaman dilimi yok Musiki Muallim Mektebi kuruluyor. Türkiye’de Atatürk bilmiyor muydu ki, gelirdi Osmanlıda yapıldığı gibi yurtdışından kumpanyaları getirtirdi burada konserler verdirtirdi, opera oynatırdı Abdülhamit gibi ve daha az bir masrafla Türkiye’de opera sanatını, bale sanatını halka gösterirdi, ama Atatürk’ün gayesi bir batı sanatı yaratmak değildi, ulusal, çağdaş bir Türk sanatı yaratmaktı. O yüzden 1936’da konservatuarı kurdu ve daha sonra opera ve bale temsillerine başladı. Ben fazla uzatmak istemiyorum, teşekkür ediyorum iyi akşamlar diliyorum. forum yöneticisi Sağ olun, soru soracak arkadaşlarımızı yitirmeden hemen lütfen beyefendi. coşkun özdemir Büyük bir konuşma ihtiyacı var tabii, ben bunu bu yaşımda çok iyi anlıyorum. Ben konuşmayacağım. Ben çok uzun yıllardan beri bu panellerde, toplantılarda dinleyici olarak bulundum. Ben bir üniversite hocasıyım, ama şimdi yazarlığa 80 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT da heves ediyorum, uzun yıllardan beri yazılar yazıyorum. Sorum herkese; bakın, şöyle demek istiyorum: Yıllardan beri ben bu panelleri dinliyorum, ama artık son zamanlarda çok mutlu olmamaya başladı. Büyük bir potansiyel var Türkiye’de kuşkusuz bu iktidara karşı, bu karanlığa karşı, ama bunlar çok darmadağınık. Ne yapalım, nasıl yapalım da bu güçleri bir araya getirelim ve bu potansiyeli harekete geçirelim? Bir de hiç konuşulmayan bir şeye işaret edeceğim, nedense gündeme hiç gelmeyen bir şey: Ben daha çocuktum, Hasan Ali Yücel’i devirdiler ve karşıdevrim başladı. O günden bugüne karşıdevrim süregeliyor. Bu arkadaşa cevap, son derece planlı bir şekilde Türk toplumu eğitimden yoksun bırakıldı, bilinçten yoksun bırakıldı. Çok hesaplı bir şekilde bırakıldı ve şimdi bugün konuşulmayan çok önemli bir gerçek var, biraz utanıyoruz galiba, biraz çekiniyoruz, biraz ürküyoruz, ortalama 4 yıl dediğim zaman. “Hayır, daha 4 yıl olmadı hocam” diye itiraz edenler var. 4 yıl ortalama eğitim var Türkiye’de, 3,5 diyorlar. Temel mesele ve en önde gelen mesele budur. Çünkü bu 4 yıl eğitim görmüş olan halkın demokrasiye bir destek vermesi, karanlığa karşı bizimle birlikte mücadele etmesi olasılığı sıfırdır. Bir şey daha, yalnız bu elit zümre değil, halktan çok duyuyorum, dinliyorum. 22 Temmuz seçimlerinin meşruiyetine inanmıyorlar. Bir de bu konu var. Bu işlenebilir bir şey diye düşünüyorum, ama soruma döneyim: Acaba bugünün Türkiye’sinde bu platformda ben yurtsever harekette Bedri Bayram’la birlikte oluyorum, 68’lilerle birlikte oluyorum ve birçoğunla, ama bunlar darmadağınık. Bunlar nasıl bir araya getirilip bu karanlığa karşı mücadele etmek üzere bu güç birliği sağlanabilir? forum yöneticisi Bu sorunun yanıtını birlikte arayalım sevgili dost. Buyurun Feride Hanım. feride bilgin Bu panelde tıpkı Anayasa taslağında olduğu gibi kadının adı yok. Konuşmacılar arasında da kadın yok, Anayasa taslağında da kadın yok. forum yöneticisi Başında açıklamış olmalıydık, atlandı galiba. Etkinliğimize dört kadın konuşmacı davet etmiştik. Örneğin ÇYDD Başkanı Sayın Türkân Saylan ciddi sağlık sorunu nedenleriyle katılamamıştı. Sayın Bilgesu Erenus da öyle. Göksel Kortay yurtdışında olduğundan...Konuşmacı olarak çağrılan Beral Madra da katılmadı. Konuşmacılar dışında katılımcı olarak çağrılı olup, katılamayan hanım arkadaşlarımız da aramızda bulunamıyor yazık ki… feride bilgin Öyle mi? Teşekkür ederim. Onların adına üzgünüm, ben bunu böyle gördüm, bunu vurgulamak istedim. Çünkü o kadar kötü bir durum ki, saygıyla andığım meslektaşım Duygu Asena özel durumlarla, “kadının adı yok” demişti. Bu 81 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT toplumda����������������������������������������������������������������������� artık kadın bir meta olarak algılanacak. Çok kısa, otobüste başıma gelen bir olayla durumun ne kadar korkutucu olduğunu söyleyeyim. Bir kadın sanat adına, toplum adına yanımda genç bir türbanlı kıza okuduğu görgü kitabı, “Niye peygamberimizin görgü kitabını okuyorsun? Çağdaş bir görgü kitabı alsaydın” dediğim sırada yanımda oturan bir erkek bana şunu söyledi: “Bu ehli namus kadını kızcağızımızı niye rahatsız ediyorsun? O beni tahrik etmiyor, sen ediyorsun” dedi. Olay bu boyuttadır efendim, böyle anayasalara kadının konmadığı bir yerde toplumdan uzaklaştırıldığı bir yerde çok karamsarım. Saygılar. forum yöneticisi Karamsarlığınıza kişisel olarak ben de katılıyorum. Lütfen buyurun Sayın Gülhan. ahmet gülhan Ben bir şey sunmayacağım kısaca bir şey öğreneceğim. Tiyatro Oyuncuları Derneği (TODER) eski başkanıyım; Özerk Sanat Konseyinin Hüsamettin Koçan’la beraber ilk genel sekreteri. Üç kurultay yaptık Tamer Levent’le beraber, kutlarım hâlâ devam ediyorsunuz inatla, ısrarla, ama bugün ortaya çıkan tablo vahim. 64 çıkabilir veya yerine konulabilir, ama sanki başka bir yöntem uygulamamız gerekiyor. Anayasa Mahkemesinden başlayarak, olmazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi üst mahkemesine başvurarak, olmazsa bütün çağdaş uygar batı toplumlarının sanat kurumlarına başvurarak “imdat” dememiz gerekiyor. Başka türlü sesimizi duyurmamız mümkün değil. Bakın, basın yok, medya yok; bu yazılmayacak, çizilmeyecek. Basacağımız kitapçığı da kimse okumayacak, yalnız bizler okuyacağız. Okuyanlar olsa bile, merak edenler erk sahibi olanlar, “Hadi canım olur mu?” deyip kenara atacaklar. Bunu gayet iyi biliyorum, bugüne kadar hep böyle oldu. Biraz kıyamet koparmamız lazım, ama bu kurumlarla sokakta değil. Teşekkür ederim. forum yöneticisi Biz teşekkür ederiz. Orhan Kurtuldu’nun dediği gibi iyimserlikle veya sizin dediğiniz gibi fazla kötümserlikle bir yere çok fazla ulaşamayacağımızın hepimiz bilincindeyiz kuşkusuz. Önermeleriniz ufuk açıcı olabilir pekâlâ. Fırsat bulmuşken emekleriniz, katkılarınız için Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu adına teşekkür ederim sağ olun. aslıhan özel Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümünden araştırma görevlisiyim. Benim tez konum “kültür ekonomisi”. Hoş girdikten sonra çok pişman oldum, ama Tamer Levent beye bir sorum, ayrıca katkım olacak. Kendisi sanatçı tanımının yapılmadığı konusunda görüşlerine başlamışlar. Ben tez konuma başladığım zaman en büyük problemi kültür ve sanatın tanımı üzerine yaşadım. Çünkü çok geniş bir kavramdı ve ayrıntılarına girdiğim zaman da şöyle bir ayrım gördüm kendi konumla da alakalı olarak: Zanaatkârın ürettiği mal veya hizmetin karşısındaki kişiye özel bir ekonomik değeri var. Ancak sanat ve sanat türevlerinin üretiminde toplumsal değer daha baskın ve biz bu açıdan bu mal ya da hizmetleri kamusal mal ya da erdemli mal olarak nitelendiriyoruz. 82 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Benim tez konum da bu kavram üzerine gelişmiş durumda. Yalnız bu konsey içerisinde şunu merak ediyorum: Sanatın toplumsal değeri üzerine tamam bir sürü şey söylendi, kişisel gelişim, kişiyi geliştirdiği, toplumu geliştirdiği üzerine, ama toplumsal değer üzerine bir şeyler yapıldı mı şu ana kadar ve bu bağlamda kamusal mal niteliğiyle ilgili herhangi bir sonuç ortaya çıktı mı? Ben bunu merak ediyorum, teşekkür ediyorum. tamer levent Hayır, maalesef yapılmadı. Bu anlamda TOBAV’ın girişimleri var. Bunlar bilinen şeyler, bilinmeyen şeyler değil ki, biz de icat etmiyoruz. Biz dünya standartlarını Türkiye’de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına soruyoruz. Diyoruz ki, oyuncu tanımı nedir? Çünkü ISO ve ILO’da oyuncu tanımı var, çalışma standartları belli, kaç saat çalışacağı belli, ağır işçi olduğu tanımı var ve mesela yıpranma meselesinde güvencesinin ne olduğu belli. Türkiye’de böyle bir şeyi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına sorduğumuz zaman espri yapıyoruz zannediyor. Bakın, olay o kadar yüzeysel bir durumda ki, o kadar acınacak felaket bir durumda ki, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bizim bu sorumuzu böyle laf olsun diye sorulmuş bir şey zannediyor ve muhatabımızla bir denklik kuramıyoruz. Biz İş ve İşçi Bulma Kurumunun ISO ve ILO sözleşmeleri doğrultusunda Türkiye’de de oyuncu, rejisör, sanat teknikleri uzmanı gibi tanımları yapmasını istedik. Bu konuda çok bastırdık. Ben defalarca, Orhan da bilir, arkadaşlarımla ziyaretlerde bulundum. Almanya’da İş ve İşçi Bulma Kurumuna giderseniz gerçi hiçbir oyunca başvurmaz, ama Almanya’da eğer bir oyuncu işsiz kalırsa İş ve İşçi Bulma Kurumuna gidip “bana iş bul” demeye hakkı vardır. Demek ki meslek olarak kabul ediliyor ki bu yapılıyor. Burada meslek olarak kabul edilmediği için bağımsız oyuncu hiçbir zaman hiçbir güvencesi yoktur ve hiçbir yere gidip “bana iş bulun” diyemez. Bununla ilgili bir meslek kuruluşu yok, bununla ilgili ajanslaşma kadro tanımı yok, hiçbir şey yok ve sigortası yok, sosyal dönüşümü yok. Hal böyle olunca bunun kabul edilmesi ya da toplumda öyle bir laf var ya atasözü, “Kızı boş bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya gider”; bizim bu meslekler davulcu, zurnacı meslekleri diye görülüyor toplumda. Bunu politikacısı böyle görüyor, bilim adamı böyle görüyor, İş ve İşçi Bulma Kurumu başkanı böyle görüyor, ortalama bir hukukçu böyle görüyor, gazetedeki köşe yazarı böyle görüyor, bir gazetenin genel yayın yönetmeni böyle görüyor. Bu toplumsal bir zaaf, çünkü demek ki, biz ne kadar objektivist düşündüğümüzü varsaysak –ki bakın bunun için illa çok uçlarda olmak gerekmiyor, ortalama bir objektivizm gerekiyor– ne kadar objektivist düşündüğümüzü varsaysak gene kaderciyiz. O kaderciliğin etkisi altındayız ve bu işlerin peşini bırakmışız, tanım filan da yapmaya uğraşmıyoruz. Ben Özerk Sanat Konseyinin –o zamanlar da söylerdim– bir araya gelip spesifik konularda tanımlar üretmesini ve bu tanımların kamuya mal olmasını sağlaması gerektiği kanısındayım. forum yöneticisi Teşekkür ederim. Sorunuzu Özerk Sanat Konseyine yöneltmiştiniz, eski kurucularından olduğu için Tamer bu yanıtı verdi. Sorunuzun yanıtına katkı olsun diye açıyorum. Buna ilişkin biz Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu olarak 83 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT 2008 yılı içerisinde “Sanat ve…” başlığıyla, ilki bugün gerçekleştirdiğimiz bir dizi bilimsel ve sanatsal etkinlik düzenliyoruz. Örneğin bunlardan biri bugünkü “Sanat ve Anayasa”ydı. “Sanat ve Toplum”, “Sanat ve Devlet”, “Sanat ve İnsan”, “Sanat ve Sanatçı” vb ad ve içeriklerle etkinlikler sürdüreceğiz. Sırası geldiği zaman sizin de yoğun katkınızı bekleriz, eksiklerimizi o zaman tamamlayacağız. Sanatın toplumsal değeri üzerine yapılabileceklere ışık tutacağını düşündüğümüz için bu ayrıntıları anlatmaya çalıştım. Çünkü bu saptamaları yaptığımız zaman sanatın kullanım değerinin toplumsal olarak durumu ortaya çıkıyor. Bu ayrıca Özerk Sanat Konseyi bünyesinde bir atölye çalışması biçiminde olursa o konuda hem görüş paylaşırız, hem de sizin teknik çalışmalarınızdan yararlanırız. Tekrar teşekkürler. Sizin sorunuzu alalım lütfen. ismail aksu Adım İsmail Aksu, İstanbul Devlet Opera Balesinde dekoratörüm. Benim sorum hem katılımcılara hem de paneli yönetenlere. Bu tip panellerde, toplantılarda bu tip görüşleri ortaya atıyoruz. Fakat bu burada unutulmamalı. Burada ortaya atılan görüşler sonuçta toplumu, sanatçıları ateşleyen bir etken olmalı. Bu burada unutulup gidilmemeli. Bize düşen, sanatçılara düşen bir görev olmalı. Bunun için ne yapmalıyız? Ben bunu hem katılımcılardan hem de paneli yönetenlerden bekliyorum. Burada unutulup gitmemeli bu. Biliyorsunuz yüzde 46 oyla başımıza gelenler sanata bakış açılarını artık ortaya iyice koydular. Biz sanatçılar olarak ne yapabiliriz, bunun bir cevabını bekliyorum. Teşekkür ediyorum. forum yöneticisi Haklı olabilirsiniz. Burada Tamer Levent’in de uyarmasıyla yanıtını aradığımız ve uzun yıllardır pek bulamadığımız sorulardan biri bu oldu. Özerk Sanat Konseyi’nin Yürütme Kurulu üyesi ve Mimarlar Odası temsilcisi Kubilay arkadaşım size yanıt verecek. Buyurun. kubilay önal Ben söylediğiniz gibi Mimarlar Odası adına Yürütme Kurulundayım. Ben önce şu psikolojiyi eleştirmek istiyorum; 46 vurgusu çok yapıldı, tersinden bakarsanız 54 var. Bu neyi ifade eder? Bilmiyorum, bunların üzerinde fazla da yoğunlaşmayalım diyorum. Gerçekten biz bu yolda kendi kendimize ümitsizliği pekiştiren bir tutum almaya gidiyoruz. O yüzden bu çok önemli değil, bu konjonktürel bir şey. Benim esas olarak sormak istediğim demin aslında Fikret Bey anlattı, biz dizi etkinlik yaratacağız; kurul ve konsey bünyemizde yeniden bir hareket var. Ben bugünkü tabloyu bu yeniden örgütlenmenin sıkıntılarını yaşayan bir tablo olarak düşünüyorum ve bu anlamda yapılan bütün konuşmaların eskiye dair izlerin bugüne taşınması, bu içinde olanlar açısından, dışında olanlar açısından da burada yeniden bu perspektife yeni bir bakış getirme çabası olarak görüyorum. Bu anlamda ben olumlu buluyorum. Bunu ne iyimserlik, ne kötümserlik anlamında değil, olumlu buluyorum. 84 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Burada Fikret ağabeyin söylediği bir temel yaklaşımımız var; devam edecek bu aks. Bu ilk, bu belki çok etkin biçimde kamuoyuna böyle yansımadı ve duyuru kabiliyetimiz çok yansıtmadı, ama sonuçta bu bir dizi olacak. Bu arada konuşmadık biz kendi aramızda, ama ben özerklik kavramına ilişkin devlet korumasıyla özerklik arasındaki ilişkinin her türlü bağlamda kamuoyuna doğru biçimde aktarılması en önemli konudur diyorum ve bu anlamda Tamer Levent’i dinlediğimde, o tanımlar dizisi dışında da böyle bir perspektifle bu kavrama bakışta da aslında olguyu çok iyi anlatamadığımızı düşünüyorum veya anlatılamadığını düşünüyorum. Çünkü bu bir çelişkiymiş gibi gösterilerek bunun üzerinden bir puan alınmaya çalışılıyor. Bizim aslında bunu gerçekten doğru yerine oturtmamız gerektiğini düşünüyorum ve bu konuda Abdullah Beye bir soru yöneltiyorum. Diyorum ki, bu konuda hukuksal düzeyde anlatılabilir bir çerçeve oluşturulabilir mi? abdullah sezer Artık bana söz hakkı gelmez düşüncesiyle uyku pozisyonundaydım, uyandırdınız beni. Aslında sanatsal alanda özerklik, özgürlük ve devletin olumlu yükümlülüğü birbiriyle ilişkili kavramlar olup, her biri birer günlük toplantı başlığı. Özerkliğin dizginlenmesi ve amaç dışı kullanıma, yozlaşmaya olanak tanımayan bir temelde tasarlanması, son derece önemli. Bunu hepimiz BDDK, TMSF, RTÜK vb örneklerde gördük ve hâlâ da görmeye devam ediyoruz. Terminolojide “bağımsız idari otorite” olarak adlandırılan birtakım özerk-uzman denetim kurumları evet çok önemli, ama hukuk kalıbı içinde yoğrulmak kaydıyla. İki sakınca çok önemli: İlki, tamamen başına buyruk, her istediğini yapan, devlet içinde devlet olma olgusu; bir diğeri ise, yan cebime koy, birtakım maddi menfaatler karşılığı taviz verip, senin kuyruğuna takılayım. Dolayısıyla öyle bir denge kurulmalı ki, bu iki sakıncadan hiçbirisi oluşmasın. Özerklik yalnızca bizde değil, batı ülkelerinde de sorun yaratan bir kavram. Eğer sağlam bir temele oturtulamaz ise, siz de aynı tehlikenin içerisine düşebilirsiniz. Bir zaman sonra, bilirsiniz bu tip sosyal olgularda bir sinerji olur, iyi niyetle yola çıkılır, hep beraber “hadi yürüyelim arkadaşlar” denilir. Ama üç gün sonra, eğer mali anlamda çarpık ilişkileri ve kötüye kullanımlar engellenmezse ya da siz kendi içinizdeki otokontrol mekanizmalarını harekete geçirmezseniz, üç gün sonra aynı menfaat kavgasına siz de düşersiniz. Eğer toplumların en hassas, en duyarlı kitlesi olan sanatçılar da bu işi başaramazlarsa, diğer sektörler ve alanlarda nasıl başarılabilir? kubilay önal Devlet korumasını istiyoruz bir yandan, bir yandan özerklik istiyoruz. Bu çelişki olarak bize sunuluyor. Bunun iyi anlatılması gerekiyor. abdullah sezer Teşekkürler sorunuz için. Evet, ilk bakışta özerklik ve devlet desteği birbiriyle çelişkili, birbirini engelleyen unsurlarmış gibi gelebilir. Aslında bunun anlatılması çok zor değil, ancak anlaşılması galiba zor görünüyor. Anımsarsanız, 85 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT size baştan iki boyut önerdim. Hatta buna bir unsur daha ekleyerek, özgürlük, özerklik ve devletin olumlu yükümlülüğünü bir arada dengelemek gerekir. Daha önce değindiğim için, yinelemeksizin, bir kez daha altını çizmek isterim: Söz konusu üç ilke, pekâlâ bir arada bulunabilir. Ancak devlet desteği açısından önemli olan husus, sanatsal yaratma özgürlüğü alanını ve bu yönde kurumsal yapının özerkliğini zedelememesidir. Aynı şekilde, bir diğer gereklilik ise, özgürlüğün ve özerkliğin kötüye kullanılmasını engelleyecek denetim mekanizmalarının varlığıdır. forum yöneticisi Teşekkür ederim. Bizim için en büyük korku sanatın, devletten çok sanatçının eliyle yok edilmesi. Biz bu korkuyu yaşıyoruz. O yüzden de özerklik kavramını bu son bir yıl içerisinde yaptığımız Konsey Yürütme Kurulu toplantılarından çıkışla, yeniden gözden geçirmek, yeniden değerlendirmek gibi bir karar aldık. Değişen ölçütlerle, değer ölçüleriyle, küresellik tanımıyla, adıyla değişen iç ve dış dünyayla birlikte değerlendirmek üzere bir karar aldık. Bir not olarak, ayrıca burada sıkça sözü edilen yüzde 46, 47’nin içinde, Aziz Nesin’in tanımladığı güruh da var! O yüzden çok kötümser olmayalım. mine dural Bir yurttaş olarak buradayım, mesleğim halkla ilişkiler. Soru da soracağım, çok kısa da bir katkıda bulunmak istiyorum veya fikrimi söylemek istiyorum. Bir kere bir salı günü 13.30’da başlayan bir toplantıda salonun çok boş olması aslında Türkiye gibi bu şartlarda yaşayan bir toplumda çok yadırganacak bir şey değil. Bir cumartesi pazar olursa bu kadar, o zaman daha çok üzülebiliriz. Birazcık pozitif bakmaya çalışıyorum. Bu salonu gerçekten ve zaten mesai saati olan öğrencilerin, mimarlık öğrencilerinin, konservatuar öğrencilerinin doldurmuş olması ve biz yaşlanıyoruz artık yıllardık politika yapıyoruz, STK’lardayız, artık hakikaten birbirimizi görmekten de yorulduk. Keşke o yeni yüzleri buraya hangi saat olursa olsun getirmek mümkün olsa, çünkü zaten onların mesaisi buralarda. Burada hocalar varsa öğrencilerini belki kanalize etmekte katkıda bulunabilirler. Ben iki Yıldızlı öğrenciye oditoryumun yerini sordum, içim acıdı. Birisi “bilmiyorum” dedi, birisi “galiba şu bina” dedi, üçüncüsü de “şu kapı” dedi, kapalı kapıyı gösterdi. Üçte üç, ağlayabilirdim bu kadar üzüldüm, nefes nefese koşa koşa hastaneden çıkıp gelmişken. Biraz pozitif bakarsak böyle düşünmek istiyorum, başka bir zaman diliminde daha olumlu olabilirdi veya aslında biz hiç gelmeyelim artık buralara, vallahi bizi getirmeyin de hiç gelmeyen bu gençleri getirin ne olur, çünkü şu anda içinde bulunduğumuz durumdan da bir pozitif sonuç çıkarmak istiyorum. Çok vahim günler yaşıyoruz, ama kötünün kötüsünü yaşadığımız zaman aklımız başımıza geliyor herhalde. Çünkü zaten bütün bunlar sanata, sanatçıya, kültüre ve Özal da yaptı, Mesut Yılmaz da yaptı, Tansu Çiller de yaptı, onlar “mış” gibi yaptı, örtülü yaptı, ama biz hiç sesimizi çıkarmadık onlara, çünkü ehveni şerlerden hep iyiyi seçmeye çalıştık. Şimdi kötü kötü olduğu zaman belki biraz ayılıyor muyuz, nedir? Buradan da iyi bir sonuç çıkarırsak çok nasırımıza bastılar belki böyle böyle, yavaş yavaş kendimize geleceğiz. Artık gidecek yerimiz kalmadı çünkü, ya isyan edeceğiz, ya Ahmet Gülhan’ın önerisini çok kötümserlik olarak 86 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT algılamayıp gerçekten değerlendirmeye alacağız. Ben bu şerden böyle bir hayır çıkması gerektiğini umuyorum. Soru değil, ama katkım, dışarıda çok ciddi bir liste oluşmuştu. Çok e-mail adresleri, cep telefonları, ne olur bize tüm çalışmalarınızı duyurun. Bildiri mi yayınlıyorsunuz, fikir mi beyan ediyorsunuz, toplantı mı yapıyorsunuz, bize duyurun. Ben çok tesadüfü olarak bu toplantıyı duydum ve bizi kullanın, bizden yardım isteyin. Hepimiz çok yetişmiş insanlarız, size katkı koyalım. İş güç sahibi de insanlarız, tabii sanatçılar daha çok işin içinde, ama bize haber verin, bize duyurun, bizi örgütleyin, çünkü bir konuda daha ümitsiz değilim: Altyapı çok hazır, ben politika da yapıyorum, hepimiz sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Evet, medya yok, ama sokağa çıkalım, örgütleyin, toplanalım, AKM’nin önünde bir avuç insandık, ses getirdik. Ne olur size bize toplum önderliği yapın. forum yöneticisi Teşekkür ederiz. Siz lütfen ve yalnızca soru. mustafa bilgin Karikatürcüyüm. Kısaca soruya geçmek istiyorum. Bu kötü gidişe karşı çıkmak için bütün sanat disiplinleri, bütün meslek grupları sanatın içindeki Tamer Beyin söyleyişiyle hepimiz sıra sıra görevliyiz. Birinci görev de sanki medyanın gücünü düşünürsek televizyon oyuncularına düşüyor ve beni çok rahatsız eden bir şey var; görece nitelikli oyunlarda oynayan birçok oyuncumuzu hurafe dolu dizilerde görüyoruz ve bu çok rahatsız edici. Bu maddi gelirle ekmek parası bilmem neyle açıklanacak noktalar değil ve sanat konseyinin bundan sonraki toplantılarında konsey ve sanatçılar gibi bir başlık altında ya da oyuncular konusunu ele alan bir başlık olursa mutlaka bu gündeme gelmeli diyorum. Bence onlar kötü gidişin önlenebilmesi noktasında hepimizden daha çok sorumlular. Teşekkür ederim. Bunun için ne yapılabilir? forum yöneticisi Kuşkusuz bu önce sanatçılara-oyunculara düşen bir ödev ve sorumluluk. Öneriniz “Sanat ve Sanatçı” ve “Sanat ve Toplum” gibi başlıklarda gündemimizde zaten. Siz buyurun lütfen. hikmet altınkaynak Teşekkür ederim. Bu üniversitede öğretim görevlisiyim. Az önce değerli arkadaşımız üniversiteyle ilgili bir göndermede bulunduğu için katkı değil, ama bir açıklama yapmak istiyorum. Bu üniversite gerçekten “yıldızlı” üniversite ve haftanın 7 günü çok dolu olarak bu oditoryumun çalıştığını görüyoruz, topluma hizmet sunduğunu görüyoruz, yaşıyoruz. Şu sıralar öğrenciler birinci yarıyılı bitirmiş olmanın dinginliğiyle dalgınlar. Belki arkadaşımız kime sordu, aldığı cevabı biliyoruz, ama 20.000’in üzerinde öğrenci var. Her gün burası gerçekten dolu oluyor, öğretim üyeleri de bir o kadar dolu. Hangi birine gideceklerini bilemiyorlar. Bunu sunmak istedim. Bu zengin program için de Özerk Sanat Konseyine gerçekten yürekten teşekkür ediyorum. 87 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT forum yöneticisi Biz size, Rektörlüğünüze, Dekanlığınıza bu kurumu, bu sahneyi bizlere, ülkemiz sanat ve kültür platformuna açtığınız için teşekkür ediyoruz. müride aksal Ben 2003 yılında özerk, sanat ve konsey tanımlarının üçünü yan yana tesadüfen sevgili Tamer’den duyduğumda hemen heyecana kapılıp atlayıp İstanbul’a geldim. Ankara’da konservatuarda bale hocasıyım. O zaman da bugünkü kadar insan vardı. O zaman aklıma bir kuşku düşmüştü, o kuşkuyu hâlâ taşıyorum. Türkiye’nin bugününde bile bu kadar insan toplayabiliyorsak buraya bu iletişim çağında –çünkü çok kolay artık iletişmek– acaba Özerk Sanat Konseyinin ilkeleri arasında kapalı bir yapısı mı vardı ilk başta kurulurken? Çünkü bu çağda bu kadar ulaşamamak dediği gibi hanımın sanat eğitimi alan öğrencilere, okullara e-mailler yoluyla bile ulaşamamayı ben anlamıyorum ve isimlerinizi tanımıyorum Ankaralıyım. Orhan Aydın Beyin konuşması bugün için benim için en değerli konuşmaydı, çünkü bir güç birliği oluşturulması gerektiğine ben de inanıyorum, onun için tekrar buradayım. Özerk Sanat Konseyi üstlenir mi böyle bir şeyi ve o kapalılığı kırmak için önlemler düşünüyor musunuz? forum yöneticisi Teşekkür ederim. Siz kendileri için sanat üretilen insanlar ve sanatçılar bu tür önerilerinizi lütfen ayaküstü sözlerle ve rastlantılara sınırlamayın. Mail adresimizi verelim, o platformda daha rahat, daha geniş iletin bize. Biz elimizden geleni, gerekeni yapmaya çalışalım. Ayrıca bir de şu var: Bakın, sözünü ettiğimiz süreçte 12 yıl geçti, 12 yıl içerisinde ülke çok kirlendi. Bugün bu kadar sayıyı toplamak bile, o günlerde toplanan bu sayının iki katı üstünde bir değere sahip. Birçok insan çözülmüş gitmişken hâlâ bu kadar kişiyi bir araya, tek bir duyuruyla getirebiliyorsak, bütün bu kirlenmişliklere karşı kötümser olmamak için bunu bir neden sayıyorum. Kendimizi yeniden yapılandırma sürecindeyiz. Orhan’ın bu konuda ekleyecekleri var sanırım. orhan aydın Bir bilgi vermek anlamında, aslında çözüm yollarından biri şu: Hiçbir zaman umudu yitirmemek. Kimin yitirmemesi? Önce bireyin kendisinin aynaya bakıp “ben varım” diyebilmesi bu yeterli birinci koşul. İkincisi, Özerk Sanat Konseyi bu paneli yaparken tabii farklı birkaç amacı vardı. Amaçlarından biri ya da önceliği şu değildi: Büyük bir kalabalık toplansın. Amacı bu değerli konuşmacıların çeşitli örgütlerde olan konuşmacıların ortak bir görüşünü sağlamak, bunu kayıt altına almak. Çünkü bu çok önemli bir belge niteliği taşıyor. Sayısal anlamda da herkese şöyle bir cevap vermek istiyorum, Shakespeare’in bir sözüyle: Bilgili bir tek dost bilgisiz koca bir kalabalıktan, sayılardan, yüzdelerden, 46’lardan, ne derseniz deyin daha değerlidir, daha önemlidir, daha etkilidir, daha güçlüdür. Onun için inanmak yeter. Teşekkür ederim. 88 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT forum yöneticisi Hemen bu arada şu notu da vereyim: Burada bütün salonu doldurmamış olmamız������������������������������������������������������������������� , dolduramamış olmamız –ya da nasıl nitelersek niteleyelim– kalabalığın peşinden koşmayışımızdan kaynaklanmıyor. Değil, biz burada bir beyin fırtınasıyla bir ön adım atalım istedik. Çünkü bu ilki, bu tartışma sürecek. Çünkü bu tartışma “Anayasa Sanat” tartışması bir öncü. Bunun arkasından diğer kurumlar da bunu getirecek. Sendikalar ve diğer sivil toplum örgütleri bu tartışmayı getirecektir. Buna inanıyoruz. nursen deliktaş Bakırköy Belediyesinde kültür sanat danışmanıydım, yeni emekli oldum ve uzun bir süredir Bakırköylü Sanatçılar Derneğindenim. Ayrıca yazarım, eserlerim var. Şairim olabildiğim kadar ve ben “kadının adı yok” tezine karşıyım. Cüssem büyük, ama yüreğim de büyük. Ben bu konuda hanımların teslim olmamasını istiyorum. Çeşitli tartışma programlarında biraz doğru konuştuğum için çok defa hedef oldum. Gazetelerde çıkan yazılarım, hatta şiirlerimden dolayı pek çok tehdit aldım, ama dimdik durdum. Nasıl durduğumu ben biliyorum, onlara belli etmedim korktuğumu ve sonuçta milletvekilliği teklifi aldım malum partiden ve bu teklife güldüm. Çok güzel cevap oldu bu onlar için, onun için ucuza satmayalım. Bir de şu var: Türkiye’de bugünün şartlarında hep beraber çıkalım sokağa, 100 kişiye “hangi sanatçıyı tanıyorsunuz?” diye soralım. Kimi tanırlar biliyorsunuz değil mi? Bu sabah programlarında çıkan hokkabazları. Biz orada gerçek sanatçıyla bu palyaçoları ayırt edebilecek bir şeyler yapmamız lazım. forum yöneticisi Teşekkür ederiz, bu yüzden de sizden katkı bekliyoruz. Sağ olun. dilam demirtaş Ben zamanınızı alacağım. Sayın Haşmet Zeybek’in söylediği gibi özellikle gençler bir tüketici olmaktan öteye gidememekteyiz şu anda. Tamamen tüketici olup ne yazıyoruz, ne okuyoruz, ne de izliyoruz hiçbir şey, yorumumuz da yok. Sadece giydiğimiz ayakkabı ve üstümüzdeki manto önemli oluyor ve öyle de öleceğiz gibi bir umutsuzluk içindeyiz aslında içsel olarak. Neyse, benim demek istediğim şey aslında bu gençliğin biraz böyle tutulup kaldırılması gerekiyor. Çünkü bir yandan böyleyiz, ama bir yandan da gel desen gelecek bir topluluğuz. Ben umutsuz görmüyorum. Mesela, ben dün okulda çok fena kavga ettim. Yeditepe Tiyatro Bölümünde okuyorum. Ayrılacağım tabii okuldan da, bu arkadaşlarla ben kavga ediyorum, ama siz onları tutup çağırabilirsiniz. Bir de bizim biraz daha hoşgörülü olmamız lazım galiba. Bugün mesela, biraz cahilliğine verdim ben onun, kalktı bir arkadaş lafı kesti filan, ama bizim daha hoşgörülü olup pirinç dağıtıyorlar ya, biz de bir şey dağıtmalıyız. Çünkü insanlar çağrıldıkları ve kabul edildikleri yerlerde oluyorlar ve aslında bizim milletimiz de ayaklanmaya hazır. Gayet zeki olmamıza rağmen birçok engellerle gel denilen yene gidiyoruz. Biz gel dediğimizde de onlar zaten uyanıp bizi takip edecektir. 89 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT forum yöneticisi Teşekkür ederiz. O zaman biz sizi “Sanat ve Toplum” paneline bekleyeceğiz. salondan Şu çok önemli bir olay; genç kuşakla aramıza 3,5 darbe girdi, bir de teknoloji girdi. İki tarafın da bunu aşmaya zorlaması lazım. Şöyle ki, biz kitaptan, dergiden, gazeteden geliyoruz, “düşünüyorsam varız” diyoruz. Gençlik internet’ten, televizyondan geliyor, “görünüyorsam varım” diyor. Bu ikisinin ortak noktasını bulmamız gerekiyor. Teşekkür ederim. forum yöneticisi Teşekkür ederiz. Sözünü ettiğim gibi Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu olarak ilki “Sanat ve Anayasa” paneli, “Anayasa ve Sanat” dediğimize bakmayın. “Sanat ve ...” diye sürecek olan bu dizi etkinliklerinin ilki neden “Sanat ve Anayasa”? Çünkü biz çok iyi biliyoruz ki, bu bir başlangıç, bundan sonra arkası gelecek dediğim gibi. Altını ısrarla çizmekte yarar olan bir şeyden çok kısa söz edeceğim. Bugün yaşadığımız coğrafyada ve dünyada bir şeyler yolunda gitmiyorsa, ülkemizi ve dünyayı yöneten liderler kirlilik ve aymazlık içindeyse, bunun asal nedeni, bu formun ve bu panelin de oluşumuna neden olan gerekçe başta olmak üzere, “insanın ve toplumların sanatla, sanat kültürüyle donanmış, demokrasi kültürüyle beslenmeden eksik büyümüş olmalarıdır”. Bunun altındaki ana neden bu. Bu yüzden bugün dünyayı yönetenler, tüm bunlardan eksik büyüdükleri için, insanlar, toplumlar bunlardan yoksun yetiştikleri için bugünkü tabloyla karşı karşıyayız. Bu yüzden de biz biliyoruz ki, sanat, insanların ve toplumların kendileriyle yüzleşip, insana yakışandan yana, eşit, özgür, mutlu bir dünya için yeniden değişme, oluşmasında da en büyük güçtür... Bu yüzden de tarih boyunca yönetimler, sanatı ve sanatçıyı hedef alırlar. Hükümetler sanatı hedef alırlar. Bu çok doğal, bundan doğal bir şey olamaz. Bu yüzden de ülkemizde sanatın anayasal güvenceden yoksun oluşu, sanatın özelleştirilerek sermayenin rant aracı haline dönüştürülmesinin önlenmesi, ancak Özerk Sanat Kurulu, Türkiye Sanat Kurumunun oluşturulması, hayata geçirilmesi umuduyla olacaktır. Bunun peşindeyiz. Hüseyin Beyden başlayarak lütfen son 30’ar saniyeyi değerlendirirsek… hüseyin akbulut 30 saniyede ben çok teşekkür ediyorum. Özerk Sanat Konseyini kutluyorum, çok teşekkür ediyorum. Çok yararlandım. Sanıyorum söyleyeceğim şudur: Pozitif bir şeyle bitirmek lazım. Evet, doğru, eğitimsiz bir halk yarattık, ilkokulu terk bir halk yarattık, ama en önemli şey haklı olmaktır. Mustafa Kemal Atatürk de yalnızdı. Haklı olmak çok önemlidir, uygarlık ırmağını geriye çevirmek de çok zordur. Çok teşekkür ediyorum. 90 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT tamer levent Biz TOBAV olarak TOMEB olarak bu uluslararası birliklerin de üyesiyiz. Aşağıyukarı 25-30 yıldır bunların toplantılarına katılıyorum. Yurtdışında toplantılara katıldığımda belirlenmiş hedefler doğrultusunda belirlenmiş uzmanlık konuları görüşülüyor. Biz toplantılara katıldığımızda Türkiye kurtarılır. Türkiye’yi kurtarmadığımız zaman tatmin olmuyoruz, ama Türkiye’yi kurtarmaya kalktığımız zaman da özel konulara giremiyoruz. Diyoruz ki, özel konu genelden bağımsız değil. O halde herkes genel konuda konuşsun, biz de özelden bir şey çıkaralım. Ben bunu anlamıyorum. Uluslararası alandaki toplantılarda “Ben çalışamıyorum” diyen adamın sorununa çözüm aranıyor. “Ben televizyonda film yapıyorum, paramı alamıyorum” diyen adamın sorununa çözüm aranıyor. “Ben örgütlenmek istiyorum” diyen adamın sorununa çözüm aranıyor. “Ben mesleğimi tarif etmek, tanım yapmak istiyorum” diyen, “Ben tiyatro yapmak istiyorum, ben resim yapmak, ben atölye istiyorum, ben salon istiyorum” diyen adamların sorunları tartışılıyor. Bizim burada dünya ve memleket meseleleri tartışılıyor. Eğer böyle bir konu uluslararası alanda gündeme gelirse hemen bir önerge çıkarılıyor, bu konuda bir temenni mektubu yazıp imzalanıyor genel kurula sunuluyor. Genel kurulda kabul edenler etmeyenler, “Irak’taki savaşa karşıyız” deniliyor. salondan O çağdaş toplumlarda oluyor. tamer levent Evet, burada biz hiçbir zaman esas konuya gelemiyoruz. Anlamadım ben, ben de dünyayı kurtarmaya hevesliyim, ama bir türlü şu tiyatro ya da sanatı konuşamıyoruz. Tespit yapamıyoruz, tanım yapamıyoruz. salondan Rantiye yerine dönmüş vaziyette, tartışamayız. tamer levent O zaman tartışmayı yapmayalım, parti kuralım. Hangisi daha önemliyse onu yapalım. forum yöneticisi Teşekkür ederim. Tamer Beyin sözünü ettiği bu ve benzeri toplantılarımızdaki toplantı biçim ve içeriği eleştirisine karşı çıkmak, bu gerçeği yadsımak olanaksız. Koltuklarında oturanlar, kürsüyü, panelistleri eleştirilirken Tamer Beyin uyarısından yola çıkarak kendini tatmin ya da bildiğini satmak, aktarmak, Türkiye’yi kurtarmak yanılgısı yerine, olguya katkı koyacak, soruna çözüm aratacak soru yolunu benimseler, hem belki bu kadar çok zaman almaz, hoşgörü tüketilmez, hem de amaca daha kolay varılır. Bu tabii Türkiye ve tüm 3. Dünya ülkelerinde neredeyse her türden, 10’u aşkın toplantı türünün hepsinde asal bir sorun olarak bir geçerliktir. Bu yüzden de istenilen sonucu çok kolay alamayız. Buyurun Abdullah Bey. 91 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT abdullah sezer Size veda etmeden önce, son olarak şunu iletmek isterim: Belki ben fazlaca karamsarım, ama bir gerçeği kabul edelim lütfen. Biz Türkiyeli bireyler, henüz modernleş(e)medik, sosyalize ol(a)madık. Bu süreci yaşayacağız, bunun sancılarını hep birlikte çekeceğiz. Bir yazar, şöyle diyor: Demokrasi ancak demokrat bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda kurulabilir. Sözlerimi Prof. Kaboğlu hocamın içtenlikle benimsediğim “3 D” formülüyle noktalıyorum: Dengeli bir toplum olabilmek için, “dikkat”, “dinleme” ve “duyarlılık”. Duyarlılığınız, sabrınız ve dikkatiniz için teşekkürler… kemal sevgisunar 6,7 şiddetinde bir deprem mi olur, 30 saniyede ne olur onu pek bilmiyorum, ama herhalde olması gereken bir-iki şeyi burada söylemek lazım. Evet, kavram kargaşaları çok açık, doğrudur, ama çok ilginç bir şey var: Mücadelenin yöntemi, kendisi ortadadır. Etrafında dolaşıp yüzüğü Afyon’da kaybedip İstanbul’da aramanın anlamı da yoktur. Türkiye’nin her yeri İstanbul değildir, Türkiye bir bütündür ve orada tartışmaların, gündemin konuları çok farklıdır. Hani bu tartışmalardan bir yere varacaksak eğer, bütün bu tarih boyunca Bedrettin’leri anlatacak değilim, ama 1980’de de, daha sonra da bu gençlere de kıyıldığı zaman hep buradaydık. Bilmem kimlerle beraber Amerika’yla çalışanlar hep buradayken halkımıza kıyarken biz hep buradaydık, bugün de buradayız. Şimdi yeniden ve sanki bütün bunlar hiç yaşanmamış, olmamış gibi tartışıyoruz. Biraz genel anlamda söylüyorum, bir ikiyüzlülük var bu toplumda, sorunun etrafında geziliyor, asıl konular ve sorunlar karşısında gerçek mücadele yol ve yöntemleri biraz ciddi görülüyor, uzak duruluyor. Mücadelenin yol ve yöntemleri derken mücadele edenler ortada, Türkiye’de muhalefet eden emek cephesi ortada. Bir şeyi yapacak adam tasını tarağını toplar çıkar ortaya yapacağını yapar, bu konuda ikircikli bir yaklaşım sergilemez. Hepinize saygılar sunarım. forum yöneticisi Arkadaşlar, ben şimdi size kısa metinler okumak istiyorum. Burada büyük bir haksızlık yapılıyor. Karşısında olduğumuz AKP iktidarının –ben devlet memuru olarak da bunu söylüyorum– yaptığı çok hoş bir şey var. Niye bunu göz ardı ediyoruz? Bakın, yeni anayasa taslağında, sözüm ona yeni anayasa taslağında –biz 64’ü çıkardılar artık hiçbir şey yapmıyorlar diyorsak da– 26. madde açıkça diyor ki: “Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarda tek başına veya kapalı olarak açıklama ve yayınlama hürriyetine sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir alma ya da verme serbestliliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü radyo, televizyon, sinema ve benzeri yollarla yapılan yayınların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.” Komedi, evet bunu söylüyor. “Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme, öğretme, açıklama, yayma ve bu alandaki her türlü araştırma hakkına sahiptir” der ikinci fıkrası, üçüncüsü “bu hak hürriyetlerin kullanılması milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel sağlığın, genel ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının özel veya aile haklarının korunması, suçların önlenmesi, devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, yargının bağımsızlık 92 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT ve tarafsızlığının sağlanması, savaş kışkırtıcılığının engellenmesi, her türlü ayrımcılık, düşmanlık veya kin ve nefret savunuculuğunun önlenmesi amaçlarıyla sınırlıdır.” Nereye giderse gitsin, dipsiz bir kuyu. Bunu şunun için okudum: Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulunun 2008’in ilk toplantısı olan Anayasa ve Sanat panel ve forumunu sizlere okuduğum bu komediyle bitirelim istedim, çünkü nereye çekerseniz çekin dipsiz bir kuyu. Burada özellikle Orhan Kurtuldu, Orhan Aydın, Fikret İlkiz, Tamer Levent’e ve alanının haniyse tekleri olan tüm cumhuriyet aydını uzman konuşmacılarımıza yöneltilecek olağanüstü sorular vardı. “Zanaat” sözcüğü bile sanatı çağrıştırdığı için neden bu iktidarı bu kadar ürkütür? Oradan çıkartılmış hoş bir soruydu bu. Tamer Levent’e bir soru vardı: Demokrasi ve sanat kültürü bugünkü bakanın sözünü ettiği gibi eğer sivil toplum örgütlerine, yerel yönetimlere ya da özel sektöre verilirse nasıl bir oyun oynanır? Bu tartışılmalıydı, bunu tartışacaktık bir taraftan… Kendi sosyal ve siyasal görüşleri doğrultusunda sanat politikaları güden hükümetler yerine, neden devletin ulusal bir sanat politikası yok? Bütün hükümetlerin uymakla zorunlu olduğu ulusal politikalar? Sonra, içinde sanat kavramı bulunan bütün olayların neden insanları ürküttüğü? Ve ayrılık zamanı… Başta Mimarlar Odası İstanbul Şubesine olmak üzere… Bizi, konseyi bugünlere kadar getiren tün öncülere… Bir önceki dönem başkanı Vecdi Sayar burada. Ona ve şimdi tüm yükümüzü omuzlayan Canol Kocagöz Beye ve siz bütün katılımcılara tek tek sonsuz teşekkür ediyoruz, borçluyuz. Sağ olun. 93 SANAT VE SANATÇI KURULUŞLARI GÖRÜŞLERİ ve ÖSK BASIN AÇIKLAMASI 64. MADDENİN ANAYASADAN ÇIKARILMASINA HAYIR İnsanın özgürleşmesi, toplumun çağdaşlaşıp uygarlaşması, demokrasi kültürünün gelişmesi için var olan sanat ile sanatçının desteklenmesi, korunması ve toplumun sanatla buluşturulması Anayasamızın 64. maddesinde yerini alarak devletin asal görevleri arasında sayılmıştır. Anayasamızın 64. maddesi ülkemizdeki ödenekli veya ödeneksiz bütün sanat alanları ile kurumlarını, sanatçılarını ve sanatseverleri destekleyen, koruyan bir madde olarak laik Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesinin bir ürünüdür. Bu madde; “Cumhuriyetin temeli kültürdür” diyen Mustafa Kemal Türkiye’sinin çağdaş yüzüdür. Anayasamızın 64. maddesi; “bir milletin hayat damarlarından birinin koparılmamasının” sigortasıdır. Sanat alanlarının, sanatçıların, sanat kurumlarının ve sanat meslek örgütlerinin görüşleri alınmadan yapılması düşünülen yeni Anayasa’da herhangi bir değişiklik veya mevcut 64. maddenin tümden kaldırılması asla kabul edilemez. Demokratik Bir Anayasaya EVET, Dikta Anayasasına HAYIR! Cumhuriyetin Kuruluş Felsefesine EVET, Karşı-Devrim Anayasasına HAYIR! Çağdaş ve Laik Cumhuriyet Devletine EVET, Ilımlı İslam Devletine HAYIR! Sanata EVET, Karanlığa HAYIR! orhan kurtuldu TOMEB (Tiyatro Meslek Oyuncuları Meslek Birliği) İstanbul Temsilcisi PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT ÖZGÜRLÜKLERİN GÜVENCESİ Özgürlüğün tek güvencesi yine kendisi, yani insanın özgürlük anlayışıdır. Özerk düşüncenin toplum içindeki geçerliliğini yitirmesiyle birlikte, sanattan söz etmek artık mümkün değildir. Çünkü bir sanatçının düşüncelerini gün ışığına çıkarmasının ve onları yaşatmasının ilk koşulu olarak önem taşıyan bir kavrayıştır… Ülkemizde son zamanlarda, uygulamaya konulan dini anlayış desteğinde, sanat ve kültür alanlarına birçok kısıtlamalar getirilmek istenilmektedir. Böylece ananevi söylemler, öne çıkarılmak istenen toplumsal örf ve âdetler aracılığıyla sanat ve kültür hareketleri daraltılmak istenilmektedir. Bu gibi zorlamalara ek olarak bir de sanatçının kendi özdenetimini katarsak, üretilen çalışmanın özgür düşüncenin dışa vurumu olmadığı konusunda hepimiz birleşiriz. Özgürlük kavramı, kendisini önceleyin düşünce, sonra ifadede ortaya koyacaktır. Toplumların gelişmeleri ise, bu anlayışa bağlı olarak refah yanında, ancak kültür ve sanat eşliğinde kendisine yer edinebilmektedir. İnsanlara ancak demokratik sistem ile yönetilen ülkelerde, yazılı anayasaya bağlı yasalar eşliğinde özgürce yaşama, özgürce ifade kullanma ve yaratmaya dönük haklar tanınmaktadır. Hazırlanan anayasalar bazen özgürlüğü kısıtlar gibi görünseler de, toplumu kişi despotizmine karşı koruyucu olması bakımından kabul edilebilir bir durum arz etmektedir; bu nedenle de büyük önem taşımaktadırlar. Halihazırda kullanılmakta olan Anayasa’mızın 2. maddesinin son cümlesinde, “ … demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” sözcesi yazılıdır; devamında bu anlatım hiçbir kişi ve yasa ile değiştirilemez denilmektedir. Bir ulusun sosyal hukuk devleti korumasında, laik bir demokrasi ile yaşaması en tabi hakkı iken bile, değiştirilemez denen kavramların, yaşam içinde nasıl didiklendiğini açıkça görmekte ve giderek kuşku ile izlemekteyiz… Bozuk bir ekonomik yapı yanında, ayrıca etki altında bırakılmak istenen bir hukuk sistemi, özgür düşünmenin giderek zorlaştığının ayrı bir göstergesidir. Bu dizine ek olarak, Anayasa’mızın sanatı ve sanatçıyı koruyan tek maddesi olan 98 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT 64. maddesinin kaldırılma uğraşıları, Türk kültür ve sanat adamlarını ne kadar endişelendirse yeridir… Zira, derneğimizin sanat alanını kapsayan mizah yazın ve çizginin işlevi, diğer dallarda olduğu gibi varlığını ancak hoşgörü ile sürdürebilecektir... Mizah, yazılı, çizili ve görsel olarak ele alındığında, onun diğer sanat dallarından farklı bir ayrıcalığının bulunduğu, bu anlam değerlendirilmeye alındığında ise, muhalefetin daha güçlü bir ifadeyle kullanıldığı veya kullanılması gerektiği anlaşılır. Mizah sanatının ciddiyeti ve gücü, yaptıkları işle, söyledikleri sözler birbirini tutmayan bazı kimselerin elbette sanata kuşku ile bakmalarına neden olacaktır... Ancak uyarılar kişilere olduğu kadar toplumumuza, insanlığadır aynı zamanda; üstelik düşünce, eğlenceyi de beraberinde taşımaktadır. Üzülerek gözlemlemekteyiz ki, son senelerde özellikle çizgili mizah ustası karikatüristlerimiz sık sık mahkemelere düşmektedirler. Ayrıca medyada siyasi mizahın yapılamadığı tartışma konusu olmaktadır. Gene kaygılanarak belirtmemiz gerekir ki, günümüzde güçlü mizah yazın ustaları da görülmemektedir. Görsel mizah, sinema, tiyatro önceki yıllarını giderek aratacak duruma gelmiştir. Televizyon komedilerinin yok denecek kadar az sayıda olması yanında, ortaya çıkarılanlar da toplumsal yaralara dokunulmadığı, Robinson Kruse, çocuk çizgi filmi Shrek, kraliçe veya maydanoz, salatalık konuları veya varsılın uçuruculuğu yerine bilgisiz bırakılmışın zavallılığı gibi güldürüler ele alınmaktadır... Bu gibi nedenlerle birlikte, Anayasa ve yasalarla güvence altına alınan sanatçıları koruma maddelerinin kaldırılması, öncelikle sanatçıların, kültür adamlarının, sonra da tüm ulusun ne kadar gerilere, baş değil, beyin örtünmelerine, karanlıklara sürükleneceklerini açıkça göstermektedir. Özgür düşüncenin yok edildiği toplumlarda, ayrıca tehlikeli bir mizah sanatı ortaya çıkmaktadır. Bu tür çalışmaların örneklerini komünist ve faşist yönetimlerin varlığında daha önce izlemiş bulunmaktayız. En sönük gibi görüneni, “fısıltı gazetesi”ni doğuran çalışmalardır. O düzeni yaratanlar öncelikle insanları hedef almakta ve onları er veya geç kendi kalıplarına uydurmaktadırlar… Sanatın bütün dallarında özgür düşünce ve özgür ifade, açık siyasi yönetimlerle beraber her zaman toplumların yararına olmuştur. Anayasa’mızdaki 64. maddenin bile koruyucu olarak yeterli olmadığını bilmemize karşın, bu maddenin Anayasa’dan çıkartılmasını düşünmek istememekteyiz… Aynı nedenle söz konusu 64. maddenin yeni yapılandırılmakta olan yasada yer almamasını uygun bulmuyoruz... Saygılarımızla. ergin gülen Mizah Üretenler Derneği Başkanı 99 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT SANATSAL GÜVENCE HAKKIMIZDIR Bakırköylü Sanatçılar Derneği bu yıl on beşinci senesini kutlamaktadır. Kuruluşunda yalnız Bakırköy gibi yerel çalışmalar sistemi içinde kalacağı düşünülen dernek, bu kadar kısa zaman içinde ulusal bir hal almıştır. Derneğimiz bugün altı yüz üye sayısı ile Halk Eğitim Merkezi kanallı, Milli Eğitime bağlı olarak sanat ve kültür alanında çalışmalarını sürdürmektedir. Bünyemizde yer alan kırk iki eğitmen konunun içinde yer alırken, öğrenci sayısı sekiz yüzün üzerine yükselmiştir. On beş yıl içinde derneğimizdeki eğitimlere katılan birçok genç öğrenci konservatuara kaydını yaptırmış, kısa film yarışmaları düzenlemiş, binlerce sergi açmış, her yıl üç ayrı kategoride tiyatro oyunları sahnelemişlerdir. Dünün gençleri günümüzün olgun insanları olarak derneğimizde etkinliklere katılmakta, sanat ve kültür alanında ülke çapında projeler üretmektedirler. Geldiğimiz noktada kurumsal bir oluşumla birlikte, sanat ve kültür alanında özgürce davranış ile özgür ifade tarzının sağlanması, sürdürülebilir olması uğraşlarımız arasındadır… Geri kalmış toplumlarda bile sanatta bireysellik önem arz etmektedir. Böyle bir durum göz önüne alındığında, kurumsallaşmış çabalarla birlikte, eğitim düzeyinin yükseltilmesi adına özgür projelerin desteklenmesine ihtiyaç bulunmaktadır... Derneğimiz bu konuyu tamamen özgürlük güvencesi ile eş anlamlı olarak gündeme getirmek istemektedir. Her yeni gelen iktidar ve yerel yönetimler, önce bizi nasıl sarsabileceklerinin denemelerini yapmaktadırlar. Yerimizden dahi kıpırdatamadıklarını gördüklerinde yanımızda yer almağa çalışmaktadırlar. Bu güç bize, inandığımız kültür sanat ölçütlerimiz, anlayışlı halkımız ve günümüz yasalarından gelmektedir. Güvencelerimizden biri olan, Anayasa’mızın sanat ve sanatçıyı koruma amaçlı 64. maddesinin kaldırılmak istenmesi, her kültür kuruluşu gibi genç geleceğimiz 100 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT açısından bizi de karamsarlığa götürmektedir. Hemen hepsinin sağlıklı olacağı düşünülemeyecek olan örf ve adetlerin, yerel baskıların, dinsel ritüellerin sanatçı üzerinde yaptığı burguları gün geçtikçe üzerimizde hissederken bir de Anayasal güvencemizin elimizden alınmaya çalışılmasını anlayışla karşılamamız mümkün değildi... Bizler bir kurum olarak, öncelikle aydınlanma evrimini yaşamış aydın ve çağdaş sanatsever halkımızın desteklerine ve gerçekleştirdiğimiz çalışmalarımızın doğruluğuna inanarak görev yapıyorsak da, kazanılmış yasal güvencelerin elimizden alınmasını doğru bulmuyor ve haklarımızı savunmak istiyoruz… İnsanın yaşama hakkı yanında kültür edinme ve yayma hakkının da bulunduğunu kabul ettiğimizden, sanat ve kültür alanında yetişmiş gençleri daha ileri taşıyacak yasalara kavuşmayı umut ediyoruz… cihat tamer Bakırköylü Sanatçılar Derneği Başkanı 101 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT BASIN AÇIKLAMASI 29 Şubat 2008 76 sanat ve sanatçı kuruluşunu kapsayan “Özerk Sanat Konseyi” Yürütme Kurulu, 2008 yılında ülkemiz sanat ortamı ve duyarlı yurttaşlarımızla buluşarak, ülkemiz sanat ortamına da yansıyan siyasal-toplumsal gelişmelere ilişkin kaygılarını paylaşmayı hedeflediği etkinliklerin ilki olan, 8 Ocak 2008 tarihinde Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryumu’nda gerçekleştirdiği “Anayasa ve Sanat” başlıklı panelin sonuçlarına bağlı olarak aşağıdaki basın açıklamasını yapmayı kararlaştırmıştır. ÖNERİLEN ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ, TÜM DEĞERLERİMİZLE BİRLİKTE SANATIN DA PİYASALAŞMASI SÜRECİNİ HIZLANDIRACAK VE ÜLKEMİZ KÜLTÜR ORTAMININ DAHA DA YOZLAŞMASINA NEDEN OLACAKTIR!.. Ülkemiz sanatının tüm alan ve disiplinlerini içeren 76 sanat ve sanatçı kuruluşlarının saygın temsilcilerinin katılımıyla oluşan Özerk Sanat Konseyi’nin (ÖSK); ülkemizde “sanat ortamlarının özgürleşmesi, sanat kurumlarının özerkleşmesi ve sanat kültürünün yaygınlaştırılması” amacıyla oluşturmayı hedeflediği “TÜRKİYE SANAT KURUMU”nun yaşama geçirilmesi için 1995 yılından günümüze değin bir dizi sanatsal ve bilimsel çalışmayı sürdürmeye çalıştığı bilinmektedir. Bu kapsamda “TÜRKİYE SANAT KURUMU YASA TASARISI TASLAĞI” çalışmalarının devamı olarak, 2008 yılında programlanan dizi etkinliklerinin ilki olan “ANAYASA ve SANAT” başlıklı Panel-Forum, 16 hukuk, siyaset ve sanat insanı konuşmacı, 200’ü aşkın katılımcıyla 8 Ocak 2008’de YTÜ Oditoryumu’nda gerçekleştirilmiştir. Daha sonra ÖSK Yürütme Kurulu, yaşanan gelişmelerle birlikte toplantının değerlendirmesini yaparak aşağıdaki sonuçlara varıldığını kamuoyuna iletme kararı almıştır: Kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, düşünce özgürlüğü, laiklik gibi kavramlarla birlikte, çağdaş cumhuriyetimizin başta “kültür ve sanat olmak üzere, demokrasi, insan ve yurttaşlık haklarıyla, ulusal birlik, barış ve bağımsızlığımızı oluşturan tüm kazanımlarının” bugün karşı karşıya olduğu tehlikelerden birinin 102 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT de, Anayasa’nın 64. maddesinin yok edilmesi girişimi olduğu yaşadığımız bir gerçekliktir. “TÜRKİYE SANAT KURUMU” düşüncesinin varlık nedeni olan 64. madde, birçok uygulanmasından da anlaşıldığı üzere sanat ve kültür yaklaşımı “piyasacı ve sanat karşıtı” olarak nitelendirilebilecek mevcut iktidarca yeniden (!) yapılandırılmak istenen Anayasa taslağında yer almamaktadır. Oysa ÖSK’nın tüm çabası iki vazgeçilmez koşula dayalıdır: 1. Sanat alanına kamu desteği tüm uygar dünya uygulamalarında olduğu gibi olmazsa olmaz bir koşuldur. 2. Sanat alanında özerk işleyiş yine tüm uygar dünyada uygulandığı gibi bir zorunluluktur. Ancak bu zorunlulukların hayata geçmesi için bağlayıcı kamusal düzenlemelere ihtiyaç vardır. Biliyoruz ki kamu desteği olmaksızın özgürlük iddiasında bulunmak boş lafın ötesinde pratikte piyasa hegemonyasının esiri olmak, hem kendini hem de toplumu aldatmaktır; tiyatro, opera, bale, senfonik orkestra gibi toplu yaratışlarını ise giderek yok oluşa sürüklenmesidir. Öte yandan, özerklik olmadığında sanatsal özgürlüğün de yara alacağı açıktır. Dolayısıyla her ikisi de sanatın ve sanatçının insanlığa karşı sorumluluğunun diyalektik bütünleyicileridir. Birçok evrensel belge ve uluslararası uygulamalar bu düşünceyi doğrulamakta ve daha da kuvvetlendirmektedir. Bu iki temel koşulun biri ya da öteki tek başına yeterli olmadığı gibi, birinin öne çıkması sakıncalı sonuçlar yaratacaktır: Özerk işleyiş sağlamayan bir kamu mali desteği sanatsal özgürlük üzerinde baskıya dönüşebilirken, kamu mali desteğinin bulunmaması da, hem yaratışı yoksullaştırır, hem de piyasaya bağımlılığı artırır ve daha kesin bir bağımlılık sürecini yaratır. Dolayısıyla kamu mali desteği ile işleyiş özerkliği ikisi birlikte gerçekleşmek durumunda olan ayrılmaz bir bütün niteliğindedir. Bu anlamda ÖSK “Anayasa ve Sanat” Panel-Forum katılımcıları; 1. ÖSK’nın yıllardır bir model oluşturmak amacıyla sürdürdüğü çalışmaların incelenmesini, bu anlamda ülkemizde kalıcı bir sanatsal örgütlenme modeli oluşturulmasını, 2. Sanat eğitimi ve sanat kültürünün geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasını özendiren, sanat mesleklerini icra eden yaratıcı ve icracıların haklarının korunmasının, Anayasamız ile garanti altına alınmasını, 3. Bu anlamda 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda belirtilen esas ve bağlantılı hakların korunması konusu da Anayasamız ile teminat altına alınmasını bir kez daha ilgililere hatırlatmakta ve 4. Yaşadığımız “karanlık karşı devrim” girişimine direnmek üzere oluşturduğumuz “karanlığa karşı sanat” savaşımımızda, ülkemiz tüm sanat-kültür kuruluşlarını, sanat dostlarını ve halkımızı bu süreçte güç birliğini artırmaya çağırmaktadır. 103 PANEL-FORUM ANAYASA VE SANAT Öte yandan; ülkemizdeki iktidar anlayışının yıllardır yürüttüğü acziyet-teslimiyet politikasının sürdürücüsü olan AKP’nin tüm diğer sosyal, siyasal ve hukuksal platformlarda, iddia ettiğinin tam tersine, özgür eleştiri ve özgür sanat üretiminin önüne duvarlar dikiyor olması, çok açık olarak ortadadır. Karikatüristlerin sürekli dava edildiği, kitapların toplatıldığı, tiyatro, gazeteci ve köşe yazarlarının görevine keyfi uygulamalarla son verilmesine neden olan baskı ortamlarının oluşturulduğu, yazarlara dava açıldığı, kültür merkezleri ve tiyatro sahnelerinin yıkım tehdidine uğradığı, heykellerin toplatıldığı, RTÜK’ün akıl almaz uygulamalar yaptığı, gittikçe her özgürlüğün ve çağdaş yaşamın her alanının ve müzik eserlerinin göz göre göre kıskaç altına alındığı, sanatçıların ülkesinde yaşayamaz hale geldiği yoz bir ortamda, türbanın “özgürlük” adına serbest bırakılacağı iddiasının, inandırıcılıktan son derece yoksun olduğunu belirtmek istiyoruz. ÖSK, “Cumhuriyet kazanımlarının, laikliğin ve ifade özgürlüğünün en önemli teminatı olarak, sağduyulu vatandaşın ve özgür sanatçının bireysel ve örgütlü sivil tepkisini” görmektedir. Tüm sanatçıların haklarının ve çalışma alanlarının hızla daraltılmasının ötesinde, halkın genel barış ve huzur ortamını bugünkünden çok daha gerilere taşıyacak olan bu karşı devrim girişimine ÖSK olarak karşı çıktığımızı ve bu girişime engel olunacağı inancımızı koruduğumuzu, kamuoyuna bildiriyor; “Anayasa ve Sanat” Panel Forum’una verimli katkılarıyla ÖSK’ya omuz veren konuşmacılarımıza, Forum tartışmacılarımıza ve tüm katılımcılara yürekten teşekkürler ediyor; ya tarihsel gelişim ya da tarihsel gerileme hatta çöküş anlamına gelecek olan içinde bulunduğumuz kritik dönemin öteki toplumsal sorun ve mücadelelerle sıkı bağlantılı olan sanat alanındaki uygarlık mücadelesinin de er geç kazanılacağı umuduyla saygılar sunuyoruz. 76 SANAT VE SANATÇI KURULUŞLARI ADINA ÖZERK SANAT KONSEYİ YÜRÜTME KURULU 104