Özerk Sanat Konseyi "ANAYASA VE SANAT"

Transkript

Özerk Sanat Konseyi "ANAYASA VE SANAT"
TMMOB MİMARLAR ODASI
ÖZERK SANAT KONSEYİ
6. SANATÇILAR KURULTAYINA DOĞRU-1
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
8 Ocak 2008
Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryumu
TMMOB MİMARLAR ODASI
tmmob mimarlar odası
Yayına hazırlayanlar: Canol Kocagöz, Kubilay Önal, Fikret Terzi
Grafik tasarım: H. Nilgün Kara Babacan
Grafik uygulama: Reyhan Yalpur
Yapım organizasyon: Mimarlık Vakfı İktisadi İşletmesi, (0212) 253 45 35, İstanbul
Baskı, cilt: Çizgi Basım Yayın Ltd. Şti. (0212) 251 83 13, İstanbul
Birinci baskı: Mayıs 2008, 500 Adet
ISBN 978-9944-89-556-9
TMMOB Mimarlar Odası Genel Merkezi Yayın Birimi tarafından yayına hazırlanmıştır.
Kaynak gösterilerek yapılacak alıntılar dışında, yayıncının izni olmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz.
İÇİNDEKİLER
Ortak Bir Ses: “ÖSK”......................................................................................................................... 5
Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu....................................................................................... 7
Kamuoyuna Çağrı ............................................................................................................................... 9
Fotoğraflar . .......................................................................................................................................... 10
Program ................................................................................................................................................. 11
Sunuş ve Açılış Konuşması . ......................................................................................................... 13
Panel ........................................................................................................................................................ 19
Görüşler ................................................................................................................................................. 63
Forum ...................................................................................................................................................... 77
Sanat ve Sanatçı Kuruluşlarının Görüşleri .......................................................................... 95
Basın Açıklaması ............................................................................................................................ 102
Basında Yankılar ............................................................................................................................ 105
ORTAK BİR SES: “ÖSK”
Özerk Sanat Konseyi kurma çalışmalarına başlarken, ülkemizin sanat ve kültür
alanlarında taşıdıkları sorumluluklarıyla bir araya gelen 76 sanat örgütünün
katılımıyla 1975 yılında gerçekleştiren ve ana teması “Sanatta Özerk Yapılanma ve Yaratma Özgürlüğü” olan Birinci Sanatçılar Kurultayı sonuç belgesinden
aşağıdaki satırları anımsayalım ilkin:
Bugün Türkiye’de sanatçının sanat yapma hakkı ve yaratma özgürlüğü,
tartışılır hale gelmiş; buna karşın, sanat ortamı ile sanat- sanatçı örgütlerinin ayrı ayrı dağınık çabaları yetersiz kalmaya başlamıştır.
Bu endişeleri paylaşan sanatçı örgütleri olarak, aşağıdaki konuları
gündeme getirmeyi, tartışmayı, örgütler arası geniş ve ilkeli katılımlarla
birlikte bir çalışma sürdürmeye yönelik bir yapı oluşturmayı, sorunları
birlikte çözmeyi kararlaştırdık.
Sanatçı örgütleri olarak inanıyoruz ki; yaratma özgürlüğünün temeli
olan yaşama ve düşünce özgürlüğünün önündeki tüm yasal, ekonomik,
toplumsal, siyasal engeller, kültürel baskılar ve sınırlamalar ortadan
kaldırılmalı, sanatçının sanatsal yaratım için gereken maddi özgürlük
ortamı sağlanmalıdır.
Toplumumuzun ancak böyle bir özgürlük ortamında kimlik kazanabileceği ve geleceğe taşınacağı düşüncesi ile gereken yasal değişiklikler
ve düzenlemelerin hızla gerçekleştirilmesi zorunluluğunu haykırmak istiyoruz. Sanatçının durumunun iyileştirilmesi ve sorunlarının çözülmesi,
ülkemizin aydınlık geleceği için zorunludur.
Ülkemiz sanatçılarının ve sanat örgütlerinin geniş katılımlı birlikteliğini,
sanatçı haklarının savunulmasını sanat üretiminin iletişim kanallarının
açılmasını sağlayacak yasal güvencesi olan, yönetsel ve mali bağımsızlığa sahip, taraf olma ehliyeti olan Özerk Sanat Kurumunun oluşturulması, tüm sanatçı örgütlerinin ortak talebidir…
Yukarıdaki satırlar, 27-28 Mart 1995 tarihlerinde İstanbul Atatürk Kültür
Merkezi’nde buluşan, Türkiye’nin sinema, tiyatro, gösteri sanatları, plastik sanatlar, müzik, sahne sanatları, yazın ve tasarım alanlarının ciddi önemli ve sorumlu
sanat örgütlerinin bugün de geçerliliğini koruyan ortak iradesinin ifadesidir.
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Ama gelin görün ki bugün TC Anayasası’nın 64. maddesinde dile getirilen sanat ortamının oluşturulması ile sanatla kamu yönetimi alanı arasındaki ilişkileri
düzenleyecek tüzel kişiliğe ve idari-mali özerkliğe sahip, özel hukuk kurumlarına tabi “Türkiye Sanat Kurumu Yasası” ve sanatı siyasetin vesayetinden kurtarmak amacı için kurulmaya çalışılan Özerk Sanat Konseyi’nin oluşturulması
çalışmaları yok sayılmaktadır!
Devletin devamlılığı ilkesi göz ardı edilerek, zamanın TC Kültür Bakanı D. Fikri Sağlar ile Özerk Sanat Konseyi Girişim Kurulu adına Prof. Dr. Hüsamettin
Koçan’ın 9 maddeden oluşan 2.11.1995 tarihinde imzaladıkları protokolü
şimdiye kadar gelen tüm iktidarlar yok sayarak protokolün emrettiği yasa ve
yönetmelikleri çıkarmadılar. Hep oyalama yoluna gittiler. Yine protokol gereği
hazırlayıp TC Kültür Bakanlığına gönderdiğimiz Türkiye Sanat Kurumu Yasası
taslaklarına şu ana kadar hiçbir cevap alamadık. Kültür bakanları çağırdığımız
toplantılara sadece telgraflarla katıldılar.
İktidara gelenler bununla da kalmadı, Anayasa değişikliği gündeme geldiği
zaman “Sanatın ve sanatçının korunması”nı içeren ve bizce yürürlükteki haliyle
bile yetersiz olan 64. maddeyi sanatçılar lehine geliştirecekleri yerde, yeni anayasa (!) taslağından tümüyle çıkardılar!..
Bunun üzerine, söz konusu anayasa taslağını inceleyen Özerk Sanat Konseyi
Yürütme Kurulumuz, “Önerilen anayasa değişiklerinin, tüm ulusal değerlerimizle birlikte, sanatın da piyasalaşması sürecini hızlandıracağı ve ülkemiz kültür
ortamının daha da yozlaşmasına neden olacağı tehlikesini göz önüne alarak”
8 Ocak 2008 tarihinde İstanbul Yıldız Üniversitesi Oditoryumu’nda hukuk, siyaset, bilim ve sanat insanından oluşan 16 katılımcıyla “Anayasa ve Sanat”
başlıklı panel-forumu gerçekleştirdi.
Gerçekleştirilen panel-forum “Türkiye Sanat Kurumu Yasa Tasarısı Taslağı” çalışmalarının devamı olarak 2008 yılının tartışılan, genelde ilk anayasa taslağı,
özelde de sanatın anayasa içindeki konumunu tartışma ve bilgilendirme toplantısı olması, ayrıca yıllarca mücadele ettiğimiz Özerk Sanat Konseyi tartışmalarını yeniden gündeme getirmesi açısından, Yürütme Kurulumuzca önemli
görülerek kitaplaştırıldı.
Elinizdeki kitapta, “Anayasa ve Sanat” toplantısının katılımcılarının panel-forumdaki görüş ve konuşmaları aynen program akışına uygun olarak yer almaktadır.
Ayrıca kitapta, tartışmaların ve anayasa ve sanat konularında yapılan konuşmaların dinamizminin korunması açısından özgün yapıya uygun olarak yer almasının sağlanmasıyla, sanat alanlarımıza önemli katkılarda bulunulacağına,
yaratıcı ve icracı sanatçılar için bir başvuru kitabı olmasının yanında yaşanan
dönem itibariyle de “Anayasa ve Sanat” kitabının bir belge özelliği taşıyacağına inanıyoruz. Saygıyla…
76 Sanat ve Sanatçı Kuruluşu adına
ÖZERK SANAT KONSEYİ YÜRÜTME KURULU
6
ÖZERK SANAT KONSEYİ YÜRÜTME KURULU
Hilmi Etikan
Belgesel Sinemacılar Birliği (temsilcisi)
Sabri Kuşkonmaz
BESAM (temsilcisi)
Orhan Aydın
Disiplinlerarası Sanat Kuruluşu (temsilcisi)
Burcu Kayalar
Grafikerler Meslek Kuruluşu (temsilcisi)
Işık Özçelik (Dönem Sözcüsü)
Heykeltıraşlar Derneği (temsilcisi)
Can Başak
İŞTİSAN (temsilcisi)
Canol Kocagöz (Dönem Sözcüsü)
Karikatürcüler Derneği (temsilcisi)
Ali Rıza Binboğa
MESAM (temsilcisi)
Kubilay Önal
Mimarlar Odası (temsilcisi)
Baha Boduroğlu
POP-SAV (temsilcisi)
Ahmet Yüzüak
SİNE-KOOP (temsilcisi)
Metin Beyen
TOBAV (temsilcisi)
Orhan Kurtuldu
TOMEB (temsilcisi)
Gülsüm Cengiz
Türkiye Yazarlar Sendikası (temsilcisi)
Bedri Baykam (Dönem Sözcüsü)
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (temsilcisi)
Yürütme Kurulu Danışman Üyeleri
Yılmaz Onay / Uluslararası PEN Üyesi
Meliha Sözeri / Heykeltıraşlar Der. Üyesi
Reşit Arslan / TOBAV Üyesi
Bensu Orhunöz / İŞTİSAN Üyesi
Fikret Oğuz / TMMOB Mimarlar Odası Üyesi
Fikret Terzi / KESK HABER-SEN Üyesi
ÖZERK SANAT KONSEYİ’NE KATILAN
76 SANAT VE SANATÇI ÖRGÜTÜ İLE 10 DESTEKÇİ KURULUŞ
AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Kısa Filmciler Derneği
ANSAN Antalyalı Sanatçılar Derneği
MESAM Müzik Eseri Sahipleri Meslek Birliği
ASD Ankara Sinema Derneği
Mizah Üretenler Derneği
ASİTEJ Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği Türkiye
Merkezi
MSÜ-DGSA Mezunları Derneği
Avrupa Kültür Derneği
Müzik-Der Müzik, Sahne ve Gösteri Sanatçıları
Derneği
BASAD Bakırköylü Sanatçılar Derneği
MÜYAP Müzik Yapımcıları Derneği
BESAM Bilim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek
Birliği
Müzik-Sen Müzik ve Sahne Sanatçıları Sendikası
BSB Belgesel Sinemacılar Meslek Birliği
Nâzım Hikmet Kültür Merkezi
Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar
Derneği
Çağdaş Drama Derneği
ÇASOD Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği
Çevirmenler Derneği
Çizgi Filmciler Derneği
Çocuk Yayıncıları Derneği
DETİS Devlet Tiyatrosu Sanatçıları Derneği
DİSK Sine-Sen Türkiye Sinema Emekçileri Sendikası
Diyarbakır Kültür ve Tanıtım Vakfı
Dünya Kitle İletişim ve Araştırma Vakfı
Edebiyatçılar Derneği
EDİSAM Edebiyat ve İlim Eserleri Sahipleri Meslek
Birliği
Ege Kültür Vakfı
ETM Endüstriyel Tasarımcılar Meslek Birliği
Film-Yön Film Yönetmenleri Derneği
FİYAP Film Yapımcıları Derneği
FOTOGEN Fotoğraf Sanatı Derneği
Fotoğraf Vakfı
GMK Grafikerler Meslek Kuruluşu
GÖRSAV Görsel Sanatlar Vakfı
Güney Vakfı
GSBRD Güzel Sanatlar Birliği Resim Derneği
Heykeltıraşlar Derneği
ITI UNESCO Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Türkiye
Merkezi
MÜYORBİR Müzik Yorumcuları Meslek Birliği
Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı
OYÇED Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği
Oyuncu-Bir Oyuncular Meslek Birliği
Özel Tiyatrolar Derneği
POPSAV Popüler Müzik Sanatçıları Vakfı
PTFD Profesyonel Tanıtım Fotoğrafçıları Derneği
RYD Reklam Yaratıcıları Derneği
Resim ve Heykel Müzeleri Derneği
Ressamlar Derneği
Ruhi Su Vakfı
SANART
Sanat Eğitimcileri Derneği
SEDER Sanat Eğitimcileri Derneği
Sen-Der Senaryo Yazarları Derneği
SESAM Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği
Ses-Der Seslendirme Sanatçıları Derneği
SETEM Sinema ve Televizyon Eserleri Meslek Birliği
SİYAD Sinema Yazarları Derneği
SODER Sinema Oyuncuları Derneği
Sine-Koop Sinema Ürünleri Kooperatifi
Tekstil Tasarımcıları Derneği
TİYAP Tiyatro Yapımcıları Derneği
TMMOB İç Mimarlar Odası
TMMOB Mimarlar Odası
TOBAV Devlet Tiyatroları, Opera ve Bale
Çalışanları Vakfı
TODER Tiyatro Oyuncuları Derneği
ICM-UNESCO Uluslararası Müzik Konseyi Türkiye
TOMEB Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği
Merkezi
TRT-TV Yapımcıları Derneği
İstanbul Filarmoni Derneği
İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası
Derneği
TÜRSAK Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı
İSAV İletişim ve Sanat Araştırma Vakfı
Uluslararası PEN Türkiye Merkezi
İSTİSAN İstanbul B. Belediyesi Şehir Tiyatroları
Derneği
UPSD Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği
Karikatürcüler Derneği
Karikatür Vakfı
Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Türkiye
Merkezi
Kayseri Fotoğraf Derneği
Uzakdoğu Kültür Merkezi
KESK Kültür-Sen Kültür Emekçileri Sendikası
Yayıncılar Birliği
TYS Türkiye Yazarlar Sendikası
Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği
KAMUOYUNA ÇAĞRI
Özerk Sanat Konseyi’nin düzenlediği ANAYASA VE SANAT PANELİ
Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryumunda 8 Ocak 2007 günü Saat: 14.00’te…
özerk sanat konseyi yürütme kurulu
11.12.2007 / İstanbul
Özerk Sanat Konseyi olarak, ülkemizde “sanat ortamlarının özgürleşmesi, sanat kurumlarının özerkleşmesi ve sanat kültürünün yaygınlaştırılması” amacıyla
oluşturmayı hedeflediğimiz TÜRKİYE SANAT KURUMU’nun yaşama geçirilmesi
için 1995 yılından günümüze değin sanatsal ve bilimsel çalışmalar yaptığımız
medya ve kamuoyunca bilinmektedir.
Ülkemizde “sanatçıyı, sanat kurumlarını ve sanat kültürünü siyasetin güdümünden kurtarmak” üzere hazırladığımız TÜRKİYE SANAT KURUMU YASA TASARISI
TASLAĞI çalışmalarının devamı olarak, 2007-08 sanat mevsiminde gerçekleştireceğimiz dizi etkinliklerin ilki “SANAT VE ANAYASA” başlıklı paneli içermektedir.
Kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, düşünce özgürlüğü, laiklik gibi kavramlarla birlikte, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin başta kültür ve sanat olmak üzere,
demokrasi, insan ve yurttaşlık haklarıyla, ulusal birlik, barış ve tam bağımsızlığımızı oluşturan tüm cumhuriyet kazanımlarının bugün karşı karşıya olduğu
tehlikelerden birinin de, Anayasanın 64. maddesinin değiştirilmesi, yok edilmesi girişimi olduğu yaşadığımız bir gerçekliktir.
Bugün önümüze çıkan kara tablonun sonucunda, Anayasamızın sanata, sanatçıya ve sanat ortamlarına devlet güvencesi sağlayan ve TÜRKİYE SANAT
KURUMU’nun da varlık nedeni sayılacak olan 64. maddesinin, yine kamuoyunun çok iyi kavradığı gibi, hükümetçe yeniden (!) yapılmak istenen Anayasa
taslağında yer almadığı görülmektedir.
Çağına ve ülkesine karşı taşıdığı ulusal ve evrensel duyarlılık ve sorumluluklarla
yola çıkmış, ülkemiz sanatının tüm alan ve disiplinlerini oluşturan 67 sanat ve
sanatçı örgütü adına, Özerk Sanat Konseyi olarak; “Halka karşın” yapılmak
istenen “karanlık karşı devrim”ine direnmek üzere oluşturduğumuz, “karanlığa
Karşı Sanat” savaşımımızda, başta sanat, düşün, yazın, bilim ve hukuk insanlarımız ve “demokrasimizin özgür sesi olması gereken, basın, radyo ve televizyon
kuruluşlarımız” la birlikte, tüm kamuoyunun yanımızda olacağına inanıyoruz.
SANAT VE ANAYASA PANELİ çağrımız, insanımızı ve ülkemizi ışıtacak sanatın
ve demokrasinin aydınlığına inanan tüm kamuoyunadır.
Sanatın gücü, aydınlığı ve dostluğuyla...
Abdullah Sezer
Bedri Baykam
Çetin Sosyal
Fikret Terzi
Haşmet Zeybek
H. Hüseyin Akbulut
Kazım Kolcuoğlu
Kemal Sevgisunar
Orhan Aydın
Orhan Kurtuldu
Tamer Levent
Ülkü Azrak
PROGRAM
SUNUŞ
Canol Kocagöz
Karikatürcü, ÖSK Dönem Sözcüsü
AÇILIŞ KONUŞMASI
Yılmaz Onay
Tiyatro Oyun Yazarı
PANEL KONUŞMACILARI
Panel Yöneticisi: Orhan Kurtuldu
TOMEB (Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği) Temsilcisi
Prof. Dr. Ülkü Azrak
Maltepe Üniversitesi Hukuk Fak. Öğretim Üyesi
Yrd. Doç. Dr. Abdullah Sezer
Marmara Üniversitesi Hukuk Fak. Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi
Av. Kazım Kolcuoğlu
İstanbul Barosu Başkanı
Av. Fikret İlkiz
İstanbul Barosu Avukatı
Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Başkanı
Hasan Hüseyin Akbulut
Devlet Opera ve Balesi Eski Gn. Md.
Kemal Sevgisunar
KESK Kültür-Sanat Sendikası Genel Başkanı
Bedri Baykam
UPSD (Uluslararası Plastik Sanatçılar Derneği) Başkanı
Tamer Levent
TOBAV (Devlet Tiyatroları, Opera ve Balesi Çalışanları Vakfı) Gn. Bşk.
GÖRÜŞLER
Çetin Soysal
CHP İstanbul Milletvekili
Orhan Aydın
Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Genel Sanat Yönetmeni
H. Bülend Tuna
TMMOB Mimarlar Odası Genel Başkanı
Haşmet Zeybek
İŞTİSAN (İst. Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Sanatçıları Derneği)
Enver Ercan
Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı
Uğur Kutay
Belgesel Sinemacı
FORUM
Forum Yöneticisi: Fikret Terzi
Tiyatro Oyun Yazarı
SUNUŞ ve AÇILIŞ KONUŞMASI
canol kocagöz
Değerli dostlar, burada bugün gerçekleştireceğimiz “Anayasa ve Sanat” paneline hoş geldiniz.
Sinema, sahne sanatları, tasarım, müzik, plastik sanatlar, yazın ve disiplinlerarası sanatın yaratıcı ve icracı 76 sanat ve sanatçı örgütünün yürütme kurulu
adına katılan panelistlere, katılımcılara ve sizlere teşekkür ederim.
Bu panele davet ettiğimiz Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Köksal
Toptan…
salondan
Yok.
canol kocagöz
TC Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, burada mısınız?
salondan
Kendi yok, ama gönderdiği telgraf var.
canol kocagöz
Kültür Bakanlığı Müsteşarı var mı?..Yok. Kültür Bakanının görevlendirdiği herhangi bir görevli var mı? O da yok.
O zaman çeşitli şekilde görevlendirilen herhangi birisi –anlarsınız– söylediklerimi lütfen bakana iletsin. 1995 yılında sanat örgütlerinin özerkleşmesine doğru
giden bir platform olan Ulusal Sanat Kurulu’nun başkanı Sayın Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’ın dönemin TC Kültür Bakanıyla beraber imzalayarak yapmış
olduğu protokolü devletin devamlılığı ilkesine göre yürütün ve hayata geçirin.
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Biz sanatçı örgütleri olarak sizden bunu sizden istiyoruz. Telgraf istemiyoruz.
Çünkü telgraflarla konuşamayız ve iletişim kuramayız. Bizi dinleyin ve sanat
örgütlerinin bir platformu olan Özerk Sanat Konseyi ile ilişki kurun. Özerk Sanat Konseyi’nin beş kurultay sonunda hazırladığı “Türkiye Sanat Kurumu” yasa
tasarısını hayata geçirmek için çalışın.
Şimdi sizlere “Anayasa ve Sanat” panelimizin açılış konuşmasını yapmak üzere
yazar yönetmen ve Uluslararası PEN üyesi Yılmaz Onay’ı sahneye çağırıyorum.
Buyurun Yılmaz Bey.
yılmaz onay
Değerli konuklar, değerli katılımcılar, bilindiği gibi Özerk Sanat Konseyi 1995
yılından bu yana tüm sanat dallarındaki örgütleri kucaklayan bir platform olarak sanat alanımızın özerk bir kurumlaşmaya kavuşması için çaba göstermektedir. Bu çerçevede hazırlanan özerk bir Türkiye Sanat Kurumu Yasa Tasarı
Taslağı da tartışmaya açılmak üzere sunulmuş bulunuyor. Yine bilindiği gibi
bütün bu çabalar iki vazgeçilmez esasa dayalı olarak yürütülmektedir.
1.Sanat alanına kamu desteği tüm uygar dünya uygulamalarında olduğu gibi olmazsa olmaz bir koşuldur.
2.Sanat alanında özerk işleyiş yine tüm uygar dünyada uygulandığı gibi bir zorunluluktur.
Ancak bu zorunlulukların hayata geçmesi için bağlayıcı kamusal düzenlemelere
ihtiyaç vardır. Bu olmadıkça sanat alanımızda her şeye karşın hem ulusal hem
uluslararası düzeyde çok önemli başarılar yaşanmakla birlikte genel olarak
yazık ki mevcut enerji ve birikimi de tüketen bir süreci aşmak zorlaşmaktadır.
Oysa söz konusu bağlayıcı kamusal düzenlemeler için anayasal zemin mevcut
Anayasamızda en azından bir eğilim olarak vardır:
Madde 64: Devlet sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerini ve
sanatının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.
Bu maddede alanın özerkliğine ve yaratış özgürlüğüne yeterli vurgunun olmayışı ve kamunun desteği için sözü geçen tedbirler deyiminin kapalılığı konseyin
bakışıyla bir eksiklik olarak görülebilir ve maddenin tümüyle yok edilmesi değil
tam tersine sözünü ettiğimiz eksiğin tamamlanarak güçlendirilmesi düşünülebilir,
ama Anayasada yalnızca bu şekliyle bile bir temel eğilimin bulunması yukarıda
belirttiğimiz ilkeler ışığında somut yasal düzenlemelere yine de engel değil olanak
sağlamaktadır. Yeter ki, sanat alanımızda kaygı verici enerji ve birikim tükenişinin tersine büyük bir enerji ve birikim yükselişine çevirmek için gerekli kamusal
ve yasal irade gerçekleşsin. Zaten Özerk Sanat Konseyinin çabası da hep bu
somut eyleme ulaşma yönünde olmuştur. Oysa şimdi mevcut Anayasa maddesi
de kaldırılarak bugüne dek olmadığı biçimde tüm bu daha geniş kamu desteği ve
işleyiş özerkliği çabasının ve gelişiminin altından mevcut anayasal desteğin bile
çekilerek sanat alanımızın tümüyle boşluğa terk edilmesi tehlikesi belirmiştir.
16
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Sanat alanımızdaki kaygı verici enerji ve birikim tükenişi bütünüyle umudun
da tükenmesine gidebilecektir. Bugünkü panelimizde ve forumumuzda değerli
konuk uzmanlarımız ve örgüt temsilcilerimiz ve zaman elverdiğinde tüm değerli
katılımcılarımız sorunu enine-boyuna irdeleyerek çözümlerine yöneleceklerdir.
Son birkaç satırla ayrıntı gibi görülse de bir esasa daha dikkatinizi çekmek
istiyorum: Kimileri sanat alanına kamu katkısını sanki biz keşfetmişiz gibi bunun
batıda pek uygulanmadığını iddia edecek kadar ipin ucunu kaçırmakta, hele
tam ödeneklilik söz konusu olduğunda örneğin, “Devletin tiyatrosu mu olurmuş? Dünyada böyle bir şey yok” diye saçmalayabilmektedir. Bu uydurmayı
ileri sürenlere örneğin, birçok modelimize kaynaklık etmiş olan Almanya’daki
çok sayıda “Staatstheater”ların “devlet tiyatroları” demek olduğunu anımsatmak bile yeterli olmalıdır, ama birilerinin aynı anda bir yandan Avrupa Birliği
hayranlığı edebiyatı yaparken öbür yandan “devletin parasıyla devlete küfredilmez” diyerek Avrupa’da var olan özerk işleyişlerden ve sanatsal özgürlükten
de şeytandan kaçar gibi kaçan siyasileri desteklemeleri tüm iddialarının bir cehalet ya da bile bile inkâr abidesi olduğunu kanıtlamaktadır. Öyle ki, eğer küfür
söz konusuysa bunu zaten hukuk cezalandırır, ama “Kamunun parasıyla devlet
veya hükümet pekâlâ eleştirilebilir ve bunu da biz keşfetmedik” dediğimizde bu
açık dünya gerçeğini bile görmek istemiyorlar. Hatta “Parayı ben veriyorum,
özerkliğe izin vermem” küstahlığına karşı “O para neden senin oluyor? O para
kamunun parası, sen de hem o kamu desteğini vermeyi hem de işleyişte özerkliği sağlamayı öğrenmesi gereken bir kamu görevlisisin” demeyi de düşünmüyorlar. İşte sanat, en sıcak ülke sorunları ve insanlık sorunlarıyla birlikte bütün
bunları da kendine özgü sanatsal dille eleştirmeyi üstlenmezse her şeyden önce
sanat olmaktan çıkar.
Bir de Anayasal desteğin yani kamu desteğinin tümüyle kaldırılmasını sanatın
tam özgürleşmesi diye yutturmaya kalkan ve sanki sanatsal özgürlükle sanatçının insanlığa karşı sorumluluğu birbiriyle çelişirmiş gibi “sanat özgürdür, öyleyse sorumsuzdur” diye ahkâm kesen bilgiçler var ki, onlar da gözümüzün içine
baka baka bu iki yalana kanacağımızı sanıyorlar. Oysa kendileri de biliyorlar
ki, kamu desteği olmaksızın özgürlük iddiasında bulunmak boş lafın ötesinde pratikte piyasa hegemonyasının esiri olmak ve hem kendini hem toplumu
aldatmaktır. Tiyatro, opera, bale, senfonik orkestra gibi toplu yaratışların ise
giderek yok oluşuna sürüklenmesidir. Nitekim Özerk Sanat Konseyi çok değerli
kazanımlarımız olan o tam ödenekli kamusal kurumlarımızın özenle korunması ve özerk işleyişe kavuşturulması maddesini yukarıda belirttiğimiz yalanlara
karşı da tasarı taslağına boşuna koymadı. Öte yandan, özerklik olmadığında
sanatsal özgürlüğün de yara alacağı açıktır. Dolayısıyla her ikisi de sanatın
ve sanatçının insanlığa karşı sorumluluğunun diyalektik bütünleyicileridir. Üstelik bütün bunları da biz keşfetmedik. Fazla değil, ancak 25 yıl önce 1982’de
UNESCO’nun Mexico City’de 150 ülkeden temsilcilerin ve delegelerin katılımıyla gerçekleştirdiği “Mondiacult” toplantısının oybirliğiyle kabul edilen kapanış
bildirgesinde şu satırlar da vardı: “Kültür ve sanat yaratıcıları çağdaş toplumun
en etkili güçlerinden biri konumundadır. Duygular ve düşünüşler üzerinde, manevi ve kültürel gelişim üzerinde ve kamuoyu üzerinde büyük etkileri vardır. Bu
nedenle kültür ve sanat yaratıcıları barışın ve dostluğun elçileri olmalıdırlar ve
17
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
savaşın, ölümün, yıkımın güçlerine karşı seslerini yükseltmek zorundadırlar. Öte
yandan yine daha 2 yıl önce 2005 yılı Nobel Edebiyat ödülünü kazanan Harold Pinter, ödül törenine katılmaksızın gönderdiği konuşma metninde sanatçı
sorumluluğuna eğilerek soruyordu: “Bizim ahlaki duyarlılığımıza ne oldu?” Bu
sözcüğün vicdanla ilintisine değinerek “bu vicdan ki, sadece kendi davranışlarımızın sorumluluğunu değil aynı zamanda başkalarının yaptıklarını, ama bizim
de paylaştığımız sorumluluğu temsil etmektedir” diyordu. Özerk Sanat Konseyi
bizim zaten vicdan sorumluluğunu Ortadoğu’nun kaynayan kazanı içinde tüm
insanlıkla paylaşan sanatımızın ve sanatçılarımızın da yeterli kamu desteği ve
özerk işleyiş gerçekleştiğinde değerli Harold Pinter gibi dünya sanatçılarıyla
yarışma ortamını kendileri sağlayıp o düzeyin de ötesini kanıtlayacaklarından
kuşku duymamaktadır.
Saygıdeğer konuklar, sayın katılımcılar, sözü edilen gerçekler ışığında çalışmasını yürüten Özerk Sanat Konseyi, 64. maddenin bile yok edilmesiyle sanat
alanımızın kamudan koparılıp bütünüyle desteksiz bırakılması, hatta düpedüz
babalar piyasasına terk edilmesi tehlikesine karşı son uyarı ve son bir çığlık
olan panelimize ve forumumuza katkılarınız için şimdiden teşekkürlerini sunuyor. İzninizle sözü konuşmacılarımıza bırakıyorum. Saygılarımla…
canol kocagöz
Teşekkürler Yılmaz Onay. Paneli yönetmek için TOMEB İl Temsilcisi Sayın Orhan Kurtuldu’yu davet ediyorum. Buyurun, sahne sizin.
18
PANEL
Panel Yöneticisi: Orhan Kurtuldu
panel yöneticisi
Sayın konuklar ve değerli konuşmacılarımız, Özerk Sanat Konseyi olarak düzenlediğimiz “Anayasa ve Sanat” panelimize hepiniz hoş geldiniz.
Öncelikle panelin işleyişi konusunda kısa bir bilgi vermek istiyorum. Panelimiz görüntülü olarak kaydedilecek ve tüm konuşmalar kitaplaştırılacak. Panelimizde olabildiğince çok görüşe yer vermek istedik. Amacımız görüşleri ortak bir paydada
buluşturmak ve ilgili alanların bu konudaki genel görüşünü belirlemek olacaktır.
Panelimiz üç aşamalı olarak gerçekleşecek. Birinci aşamada panelistlerimiz 10’ar
dakika süreyle konuşacaklar, ardından 30 dakikalık bir ikram molası vereceğiz.
Panelin ikinci aşamasında görüşler yer alacak. Sayın konuşmacılarımız görüşlerini kürsüden yapacaklar. Konuşma süreleri gene maksimum 10 dakika olacak.
Panelimizin üçüncü aşamasını forum şeklinde gerçekleştireceğiz. Forum süresi
30 dakika olacak. Bu bölümde konuklarımız diledikleri konuşmacıya soru yöneltebilecekler. Panelimizin forum bölümünü Sayın Fikret Terzi yönetecek. Konuşmacılarımızın belirtilen sürelere sadık kalmalarını özellikle rica ediyorum. Bu
konuda göstereceğiniz anlayış için şimdiden hepinize çok teşekkür ederim.
Sayın konuşmacıları masaya davet ediyorum.
Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Prof. Dr. Ülkü Azrak.
Devlet Tiyatroları rejisörü, Devlet Tiyatrosu Opera ve Balesi Çalışanları Vakfı
(TOBAV) Genel Başkanı Sayın Tamer Levent.
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Sayın Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen çok
geçerli bir mazeret nedeniyle aramızda olamadılar, sizlere selamlarını iletmemizi rica ettiler. Burada alınacak tüm ortak kararlara, ortak iradeye tümüyle
onay verdiklerini söylediler. Kendilerine çok teşekkür ediyorum.
İstanbul Barosu Başkanı Sayın Av. Kazım Kolcuoğlu.
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
DSP Parti Meclisi üyesi, Devlet Opera ve Balesi eski genel müdürü, Kültür Bakanlığı eski müsteşar yardımcısı, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası sanatçısı
ve eski müdürlerinden Sayın Hüseyin Akbulut.
İstanbul Barosu avukatlarından Sayın Fikret İlkiz.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Yrd. Doç. Dr. Abdullah
Sezer.
KESK’e bağlı Kültür Sanat Sendikası Genel Başkanı Sayın Doç. Kemal Sevgisunar,
Uluslararası Plastik Sanatçılar Derneği (UPSD) Başkanı, Özerk Sanat Konseyi
dönem sözcüsü Sayın Bedri Baykam hoş geldiniz.
Değerli konuklar, geçtiğimiz yıl ülkemizde kültür ve sanat alanında neler yaşadık? Önce barkovizyonda bir izleyelim, ardından panelimize başlayacağız. Tabii bizler sizin vaktinizi almamak için bütün yaşadıklarımızı gösteremedik, onları sizler hep izliyorsunuz. Bugün bütün cumhuriyet kazanımlarımız yok olma
tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tehlikelerden biri de çağdaş kültür değerlerimize, sanata ve sanat insanlarına karşı yapılan sistemli yok etme girişimleridir. Bu
girişimlerden biri de 64. maddenin Anayasadan çıkarılması girişimidir. Sanatı
devletin ana görevleri arasında gören ve sanat yaratıcılarını koruyan mevcut
Anayasamızın 64. maddesinin bugünkü iktidarın hazırlattığı anayasa taslağında yer almadığını görüyoruz. Bu tespitler ışığında mevcut 1982 Anayasasına
göre devlet-sanat ilişkisinin genel bir görünümü nedir? Sayın Ülkü Azrak ilk
sözü size vermek istiyorum. Ben bazı soruları sıralayacağım, sizler bu sorulara
birer cevap oluşturmaya çalışırsanız çok sevinirim.
Özellikle bütün konuşmacılara ortak bir sorumuz var, o sorunun cevabını mutlaka almak istiyoruz. Ülkemizde sanat devletin ana görevleri arasında olmalı
mıdır? Ortak sorumuz bu.
1.Türkiye Cumhuriyetinin 24, 61 ve 82 Anayasaları karşılaştırıldığında devletin
sanat koruyuculuğu açısından ortak paydası var mı?
2. Avrupa ülkelerinin anayasalarında sanat koruyuculuğu bulunuyor mu?
3. Avrupa Birliği anayasasında sanat açısından durum nedir?
4. Bu hükümet anayasa yapabilir mi?
5. Karanlığa dur demek için ne yapmalı? Sayın hocam lütfederseniz seviniriz.
ülkü azrak
Sorularınızdan bazılarının şu anda cevaplandırılması güç. Bunlardan bazıları
bir araştırma sonucu cevaplandırılabilecek sorular, ama bazılarına ben hemen
cevap verebilirim. Sanat devletin görevleri arasında olmalı mıdır? Bunun cevabı
“hayır” olamaz. Kuşkusuz ki, devlet kültürü ve sanatı desteklemek mecburiyetinde; bu, kişilerin, bireylerin kendilerini geliştirme hakkının da çerçevesi içinde
mütalaa edilebilir. Ayrıca tabii sanatın toplumsal yönü de göz önünde tutulduğu
takdirde devletin görevi kültürü geliştirme çerçevesi içinde kültürün çok önemli
22
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
bir unsuru olan sanatı da desteklemek, “denetlemek” değil “desteklemek” ve
gelişmesine yardımcı olmaktır. Bunun ayrıntılarına girmek istemiyorum. Nasıl
yapabilir bunu? Demin burada anlatıldı, “Parayı biz veriyoruz bize karşı sanat
yapamazsınız” diye düşünürse politikacılar, devletin iktidarını elinde tutanlar,
o zaman tabii sanatı desteklemiş değil kösteklemiş olurlar. Bu çok açık bir şey,
çünkü burada çok doğru olarak ifade edildiği gibi kullandıkları paralar kendi
şahsi paraları değildir, siyasi iktidarın da serveti değildir. Halkın ödediği vergilerle oluşan bir bütçedir. Bu bütçeden de halkın yararı, yani kamu yararına
harcama yapmak mecburiyetindedirler. Kamu yararı aslında sanat çerçevesi
içerisinde eleştiriyi de içerir. Çünkü bilim aydınlatıcıdır, ama sanat aykırı bir
alandır, kışkırtıcıdır. Kışkırtıcı olduğunu kabul etmek lazım, ama bizde kışkırtma suç anlamında kullanıldığı için tabii, yabancı dilde kullanılan provokasyon
aslında burada olumlu anlamda provokasyondur. İnsanları düşünmeye, kültür
alanında düşünce oluşturmaya sevk etme açısından bir provokasyondur. Onun
için sanatın provokasyon amacının bulunduğunu da kabul etmek lazım tabii;
sanatsal eser yaratma yanında bir provokasyon amacı vardır.
Bizim bu lafları söyleyen politikacımıza yabancı ülkelerin televizyonlarını izlemesini tavsiye ederiz, tabii o yabancı ülkelerin dilini biliyorsa, çünkü o ülkelerin
televizyonlarında devletin televizyonu, özellikle Almanya’da devletin iki televizyon kanalı var, bu iki televizyon kanalında 15 günde bir kabare oyunları
vardır. Bu kabare oyunları Alman başbakanını yerden yere vurur, bütün politikacıları alay konusu yapar ve o devlet televizyonudur. Bunlardan haberi yoksa tabii bizim politikacılarımızın, böyle şeyler söylerler. O zaman şaşmamak
lazım. “Parasını ben veriyorum, sen bana karşı konuşamazsın!” Onu önce vali
söylüyor, emir kulu, ondan sonra da bakan söylüyor. Hayret!
Avrupa’da acaba sanatın korunması, desteklenmesine ilişkin düzenlemeler var
mı? Hiç kuşkusuz var. Bütün Avrupa Birliği ülkesi üye ülkelerin anayasalarını
gözden geçirdiğiniz zaman orada kültür hakkından bahseden hükümler yer
almaktadır ve bu kültür hakkı hem bir haktır, yani “gölge etme başka ihsan
istemez” dercesine adeta müdahale etme sanata, hürriyet özgürlük olarak anlamı bu, ama bu yeterli değil. Aynı zamanda da bir pozitif haktır. Pozitif statü
hakkı diyoruz biz anayasa hukukunda buna, yani hem gölge etmeyecek hem
de destekleyecek. İki yanlı bir özgürlüktür bu. Avrupa anayasaları bu anlayışı
benimsemiştir ve o ülkeler anayasalarında, bazılarında ayrıntılı biçimde, bazılarında daha kısa olmakla beraber bunu düzenlemişlerdir.
1924 Anayasasında sadece kültürden söz ediliyor, ama orada ayrıntılı düzenleme yok. Asıl ayrıntılı düzenleme 1961 Anayasasında, çünkü 21. maddesinde
bilim ve sanat özgürlüğünden bahsediyor. Bu maddeleri burada okumaya kalkarsam çok uzun zaman alacak, zamanımız yetmez. 41. maddesinde de sosyal
devletin sosyal ve kültürel kalkınma amacından söz ediyor ve bunu da insanlık
onuru kavramıyla birleştiriyor. 82 Anayasasına gelince, 82 Anayasası aslında
tabii devlete biraz öncelik veren, ağırlık veren bir anayasa olmasına rağmen
hayret edilecek derecede kültürden ve sanattan söz ediyor. Bir kere 5. madde
ki, 61 Anayasasında böyle bir şey yoktu, manevi varlığın geliştirilmesinden
söz ediyor. Bu manevi varlığın geliştirilmesi ancak kültür yoluyla olabilecektir.
23
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Bilim ve kültürle tabii, bunda kuşku yok, kastedilen budur. 82 Anayasasının 26.
maddesi ifade hürriyetinden söz ediyor. İfade hürriyeti içerisinde tabii fikirleri, düşünceleri resimle, sözle ifade etme özgürlüğü biçiminde formüle etmek
mümkün. Bunu düzenlemiş bulunuyor. Ayrıca 27. maddesinde bilim ve sanat
hürriyeti de –ki bu 61 Anayasasının 21. maddesine tekabül ediyor– ayrıntılı
biçimde öngörülmüştür.
42. maddede insan onuruna yakışan asgari koşullar, aslında 61’deki 41. maddede olduğu biçimde yer almamaktadır. Bu bir eksiklik 49. maddede, ama 64.
madde burada da biraz önce ifade edildiği gibi sanatın ve sanatçının korunması,
değerlendirilmesi ve desteklenmesinden bahsediyor. Bakın dikkat edin, denetlenmesi demiyor anayasa değerlendirilmesi ve desteklenmesinden söz etmektedir.
Aslında devletin siyasal örgütlenmesiyle sanatsal örgütlenme arasında paralellik olduğunda kuşku yok. Bu bakımdan Anayasa ve yasalarda düzenlemeler de
yer almaktadır. Bunlardan birini kısa olarak ifade etmek istiyorum, ama önemli.
Kültür ve Turizm Bakanlığı teşkilat ve görevleri hakkındaki 4848 sayılı kanunda bir amaç maddesi var, birinci madde. Burada kültürel değerleri yaşatmak,
geliştirmek, yaymak, tanıtmak, değerlendirmek ve halka benimsetmekten söz
ediliyor. Bu bakanlığın birimleri Güzel Sanatlar Müdürlüğü, Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü gibi bir
örgütlenme şeması içerisinde örgütlenmiştir. Ayrıca 5846 sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanununda sanat eserleri, yani ürünler üzerindeki manevi ve mali hakların korunması amacı esastır. Esas ve usullere aykırı yararlanmalara yaptırım
uygulanmasını öngören hüküm de bu kanun içinde yer alıyor, ama bunun üzerinde bir dakika durmak istiyorum, çünkü esas ve usullere aykırı yararlanmayı
hepimiz her gün görüyoruz, buna tanık oluyoruz. Sokaklarda kaçak kitapların,
korsan kitapların satıldığı, korsan röprodüksiyonların satıldığı ve hatta korsan
CD’lerin satıldığını, insanlarımızın da bunları ucuz elde etmek için doğrusu rağbet gösterdiklerine tanık oluyoruz. Bunları durduramadılar, bu kadar basit bir
şeyi bile yapamadılar. O tiyatro eserine bağırıp çağıran vali sokaklarda asıl
bu disiplini sağlasaydı belki Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun bu koruyucu
hükümlerini yerine getirmiş olurdu ve görevini daha iyi ifa etmiş olurdu diye
düşünüyorum.
6660 sayılı Güzel Sanatlarda Fevkalade İstidat Gösteren Çocukların Devlet Tarafından Yetiştirilmesi Hakkında Kanun, bu 1956 tarihli bir kanun yurtiçinde
ve yurtdışında devlet hesabına sanatçıları yetiştirmeye ilişkin düzenlemeler yer
alıyor, ama bu yeni bir şey değil, çünkü hepimizin tanıdığı iki büyük sanatçımız
var. Biri Suna Kan, öbürü de İdil Biret, bunlar 40’lı yılların başlarında özel kanunlarla yurtdışına gönderilmiş ve yetişmeleri için de devlet o zaman ciddi harcamalarda bulunmuştur. Ayrıca Belediye Kanununun 14. ve 48. maddelerinde
de kültür ve sanata destek olma hususunda belediyeye görevler verildiğini
görebiliyoruz.
Sanat eserlerinde önde gelen sorun aslında mevzuatın idareye verdiği yetkilerin kullanımından doğmakta. Gerçekten özellikle sinema, video, tiyatro ve
müzik eserleri idareye geniş yetkiler tanıyan yasa hükümleri nedeniyle ağır bir
24
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
biçimde�����������������������������������������������������������������������
sansüre tabi tutulmakta ve böylece sanat özgürlüğü de ciddi bir biçimde engellenmektedir. Bu engelleme bazı durumlarda yasaklama ve hatta eserin
imhasına kadar varabilmektedir. Özellikle 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet
Kanununun ek 1. maddesi idari makamlara bu tiyatro eserlerinin temsiliyle ilgili
sanat özgürlüğünü sınırlama hususunda yetki vermektedir. Gerçi 1. ek madde
3.8.2002 tarihli ve 4771 sayılı kanunun 10. maddesiyle değiştirilerek mahallin en büyük amirinin emriyle bir tiyatro temsilinin yasaklanması konusundaki
yetki kaldırılmış, bu yetki hükmü mülki amirliğin derhal cumhuriyet savcılığına
suç duyurusunda bulunması biçiminde değiştirilmiştir. Fakat yeni düzenlemenin
de sanat özgürlüğünü baskı altında tutmaya yönelik bir nitelik taşıdığında hiç
kuşku yok diye düşünüyorum.
Sinema filmlerinin gösterilme özgürlüğüne gelince, bir filmin gösteriminin
cumhuriyetin Anayasada gösterilen temel niteliklerine, devletin ülkesi ve milliyetiyle bölünmez bütünlüğüne, genel ahlaka, genel sağlığa ve kamu düzenine
–ki çok belirsiz bir kavram, nedir “kamu düzeni”, daha hukukçular bu kavramın içinden çıkamadılar; bu bir torba kavram– idare amirlerine her hal ve
kârda büyük takdir yetkisi veren, “kamu düzenine aykırıdır” diye yasaklama
yetkisini kullanmasına imkân veren bir düzenleme. Hatta burada genel sağlığa aykırı bulunması halinde hâkim kararıyla gecikmesinde sakınca bulunan
hallerde de, dikkat buyurunuz, bakanlık veya mülki idare amirlerince eser
yasaklanır ve kanuni takibat açılır yolunda bir hüküm içeren 23 Ocak 1986
tarihli ve 3257 sayılı Sinema Video ve Müzik Eserleri Kanununu yürürlükten kaldıran 14 Temmuz 2004 tarihli Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve
Sınıflandırılmasıyla Desteklenmesi Hakkında Kanun. Başlık çok güzel. İnsan
diyor ki, ne güzel, değerlendirme, sınıflandırma, destekleme filan, ama kanunun içine baktığınız zaman değerlendirme, sınıflandırma ve desteklemenin
yanı sıra filmlerin ticari dolaşıma ve gösterime sunulmadan önce kamu düzeni, genel ahlakla küçüklerin ve gençlerin ruh sağlığının korunması, insan
onuruna uygunluk ve Anayasada öngörülen diğer ilkeler doğrultusunda denetlenmesi ve değerlendirilmesi hususunda yetkili kıldığı gibi 13. maddesiyle
değerlendirme ve sınırlandırma sonucu zorunlu tutulan işaret ve ibarelerin
kullanılmaması halinde bakanlığın talebi veya üçüncü kişilerin ihbarı üzerine
–espiyoner yöntemlerin, “sayın muhbir vatandaş”ın bir başka türlüsü bu da–
mülki idare amirlerince filmlerin gösterim ve dağıtımının durdurulmasını ve
ayrıca ağır para cezanın verilmesini öngörmüş bulunmaktadır. Yeni düzenleme de bu, yani desteklemeden anladıkları bu. Destekleme aynı zamanda
sınırlama ve baskı altına alması biçiminde kendisini gösteriyor.
Fazla uzatmak istemiyorum, vaktim doluyor.
panel yöneticisi
Bu hükümet anayasa yapabilir mi?
ülkü azrak
Bunu burada tartışmak zor. Bakın, hükümetten bahsediyorsunuz. Dünyanın
hiçbir yerinde hükümet anayasa yapmaz, ama anayasayı hükümet yapmaya
25
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
çalışıyor. Hatta hükümet değil sayın başbakan yapmaya çalışıyor. Bugünlerde
çünkü en can alıcı maddelerin başbakanın iki dudağı arasında olduğunu ifade
eden haberler okuyoruz gazetelerde. Şu halde bu anayasa aslında Türk halkının ve Türk devletinin anayasası değil, siyasi iktidarın ve onun başkanının anayasası olacaktır. Böyle bir şey dünyada görülmemiştir. Kurucu meclis bağımsız,
tarafsız bir kurucu meclisin hazırlamadığı sadece yüzde 47 çoğunlukla iktidarda bulunan bir siyasi örgütün bütün halkın günlük yaşamını bile düzenleyecek
olan bir kurallar külliyesini, yani anayasayı yapmaya kalkışması bir aroganstır.
Affedersiniz, bunu kullanmak istiyorum, hakikaten bu bir aroganstır. Kendisini
büyük görme, her şeyin üstünde görme ve belki de monarşik rejimlere yakışan
bir yaklaşımdır. Onun için bu sorunuzun cevabı kesin bir “hayır”dır.
Bir şeyi daha eklemek istiyorum; sanata karşı tavrı siyasilerin 1933 ve 1945
yılları arasında Alman Nazi rejiminde sanata karşı nasıl tavır takındığını hepimizin bildiği bir rejime uygun düşen bir şey. “Dejenere sanat” kapsamını o
kadar genişlettiler ki, o dönemde şahikasına varmış olan 20 ressamın eseri
yasaklandı. Bunların yarısı yurtdışına gitti zaten, ama sadece o değil, müzisyenlerin müzikleri de yasaklandı. O müzisyenlerden bazıları Türkiye’ye geldiler
1933’ten sonra ve burada, Ankara’da konservatuarı kurdular. Devlet Senfoni
Orkestrasını kurup idare ettiler.
Türkiye’de siyasilerin sanata karşı yaklaşımı bu dejenere sanat anlayışına çok
uygun düşüyor gibime geliyor. Çünkü Ankara Belediyesi başkanının “Ben böyle
sanatın içine tükürürüm” diye başlayan o çok amiyane yaklaşımı başka yerlere
kadar devam etti. Bale sanatının ahlaksızlık olduğuna varıncaya kadar bir sürü
saçma sapan, değil politikacının, yöneticinin, sokaktaki adamın bile ağzına
yakışmayacak şeyleri söylediklerini ve bu sözlerin onların dünya görüşünü, zihniyetini açıkça ortaya koyduğunu görüyor ve doğrusu ben bir yurttaş olarak bu
gelişmelerden çok büyük üzüntü duyuyorum. Teşekkür ederim.
panel yöneticisi
Sayın Azrak değerli katkılarınız için biz çok teşekkür ederiz. Şimdi de Sayın
Fikret İlkiz’e sorularımı yöneltmek istiyorum.
1. Sanat devletin ana görevleri arasında yer almalı mıdır?
2. Hükümetin hukuk tanımazlık girişimlerini ne durduracak? Mademki bu hükümet anayasa yapamaz diyoruz, o zaman bu hukuk tanımazlıktır. Bu hukuk tanımazlığı durduracak olan şey nedir?
3. Anayasamıza göre sanat kurumları özerkleşebilir mi?
4. Yaratma ve ifade özgürlüğü açısından baktığımızda mevcut yasalarda nasıl değişiklikler yapılması gerekiyor?
5. Anayasalar sanatsız da olabilir mi?
6. Bu hükümet anayasa yapabilir mi?
Buyurunuz Sayın İlkiz.
26
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
fikret ilkiz
Hepinize merhaba. Ne kadar zor sorular soruyorsunuz. Aslında bu sorulara özellikle hukuk tanımazlıkla ilgili olmak üzere nasıl bir yol bulunması sorusu herhalde
hepimizin sorusu olsa gerek, ama ben öncelikle kendimden başlayayım. Kendimden başlayayım derken ben Eskişehirliyim. Yılmaz Büyükerşen benim elişi hocamdı. Ben Eskişehir’de okuduğum sırada sinemaya giderken Türk filmlerine gitmeyi
de çok severdim, ama büyüdükten sonra bazı şeyleri unutmamaya karar verdim.
Meğer benim seyrettiğim filmler daha önceleri başkaları tarafından zaten seyrediliyormuş. O nedenle en azından o seyredenlerin vermiş olduğu kararda benim
ahlakımın, benim namusumun, benim en azından dünya görüşümün belirlendiğini bilmiyordum. Onun için öncelikle hukuk tanımazlıkla mücadele edebilmek için
sanıyorum bunları akılda tutmak gerekiyor. Bunlar hangileri? Meğer benim için
daha önceden 25 Ocak 1960 tarihinde “Ağlarsa Anam Ağlar” filmi için karar
verilmiş. Verilen karar da şuymuş: Mahmut’un 20 günlük kurs için askere gitmesi
sebebiyle sevgilisinden ayrılması ve başına gelen bütün faciaların nizamnamenin
7/7’de belirtilen halkı askerlikten soğutucu bir nitelik taşıdığı ve bu safhaların
başka bir sebebe dayandırılması gerektiğinden dolayı bu filmde nizamname gereğince yasaklama getirilmiş. Leyla ile Handan birlikte oturmaya karar verdikleri zaman senaryoda ve diyalogda bulunan “Kazancımızı ortaya koyar beraber
harcarız” sözünün çıkarılması gerekiyor, çünkü bazı üyeler bu sözün komünizmi
andırdığı ve komünizm düşüncesini aşıladığını ifade etmişler ve yine ben daha
o yıllardayken, 1960 yıllarında “Ya Ben Ya O” filmini seyretmeden önce 1961
yılında bir karar verilmiş. Emniyet Genel Müdürlüğü temsilcisi demiş ki, “Filmde
kayınpederin damadın eline sarılarak öpmek istediği sahneyle damadın babaya,
‘Öpülecek el varsa kızınındır, kızının elini öp’ sözleri kayınbabalık gururunu tamamıyla kıran bir hareket olarak mütalaa ettiğimden dolayı muhalifim.” Ayrıca “Ayrı
Dünya” isimli bir film –bu filmi seyrettiğimi de çok iyi hatırlıyorum, çünkü Vahi
Öz oynuyordu bu filmde– tersanede gemi tamiri sırasında çalışan Vahi Öz’ün
balyozu vururken kırıtması sahnesi çalışma vakar ve ciddiyetine uymadığından
bu sahnenin çıkarılmasına karar verildi. Yine “Bir Bahar Akşamı” isimli film içinse,
Oya’nın babasının Suat hakkında söylediği, “İkiniz de ayrı âlemlerin insanlarısınız” cümlesi bir sınıf farkını ima ettiğinden çıkarılmasına karar verilmiş.
Ben bunları unutmak niyetinde değilim, daha doğrusu bunları akılda tutmak gerektiği fikrindeyim. Bunu niçin böyle söylediğimi de ifade edeyim: Mazur görün,
büyüyüp okula başladıktan sonra fakülteye başlamadan önce, daha doğrusu
Yılmaz Büyükerşen Eskişehir’de Belediye Şehir Tiyatrosunu kurmuştur. Ben o yıllarda Büyük Kulak, Yerma ve Lorca’nın oyunlarını Eskişehir Belediyesi Tiyatrosunda izledim. Sonra 67’de üniversiteye geldim, Hukuk Fakültesinde okumaya
karar verdiğim yıllar, ama o tarihte başka bir karar daha vermiştik: İşçi sınıfının
diktatörlüğünü kurabilmek için ihtilal yapmaya karar vermiştik. Bu ihtilali gerçekleştirmek için de en önemli olgulardan birisinin işçi sınıfının tiyatrosunu kurmak
olduğuna karar vermiştik ve bunları yapmaya başladığımız zaman yıllar geçti.
Sonra biraz önce sayın hocamın ifade ettiği Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanununun ek 1. maddesiyle ilgili bazı Anayasa Mahkemesi kararları okunmaya
başladı. Bu Anayasa Mahkemesi kararlarını okuduğu zaman çok ilginçtir, ek 1.
27
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
madde doğrudan doğruya Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu olarak bir emniyet görevlisine benim yıllarca unutmak istemediğim konuda hak veriyordu. Yani
filmlerin denetlenmesi, tiyatrolardaki herhangi bir oyunun denetlenmesi, hatta
benim ahlakıma uymayan oyunların yasaklanması konusunda da hak veriyordu.
Nasıl olmuşsa 1985 yılında bu konu Anayasa Mahkemesine götürüldüğü zaman
Anayasa Mahkemesi de ek 1. maddenin Anayasaya aykırı olmadığına karar
vermiştir, ama o tarihlerde çok ilginç ve bana göre de aslında o yıllardan beri
tartıştığımız bir konuda bir üyenin de muhalefet şerhi vardır. İşte, biz herhalde
hukukçular olarak hayatımız boyunca sanat anlamında sürekli muhalefet şerhlerinde kalmayı da sevdiğimiz için onlar bizim yaşamımızda daha farklı bir ifade
ve daha farklı bir kapı açtığından dolayı ne yazık ki hep muhalefet şerhlerinde
kalıyoruz. O tarihteki muhalefet şerhinde şöyle yazıyordu: Anayasa Mahkemesinin 1974 yılında vermiş olduğu bir karara atıf yapıyor ve atıf yaparken de diyordu ki: “Milli güvenlik ve kamu düzeni uygulayıcıların kişisel görüş ve anlayışlarına göre genişleyebilecek, öznel yorumlara elverişli, bu nedenle de keyfiliğe
dek varabilecek ve aşamalı uygulamalara da yol açabilecek genel kavramlardır.
Anayasa Mahkemesinin bu anlamdaki kararı bakımından özellikle temel hak ve
özgürlüklerdeki özel sınırlandırmalar için demokratik toplum düzenine gereklerine aykırı olamaz şeklindeki düzenleme tiyatro, sinema gibi sanat etkinlikleri demokratik bir toplumda düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün vazgeçilmez
araçlarıdır. Sanat, sanatçının özgür olduğu, sanatsal etkinliklerin tehdit altında
bulunmadığı bir ortamda gelişebilir. Genel kavramlara dayanılarak görevlilerin görüşlerine ya da takdirlerine göre getirilen sınırlandırmalar güdümlü sanat
anlayışını taşır ve güdümlü sanat anlayışını gündeme getirir. Sanatta çağdaşlaşmaya özgürlüklerin aşırı sınırlandığı bir ortamda ulaşılamaz. Sanat ve sanatçının yaratıcı yeteneği ancak özgür ortamda gelişir. Bir başka deyişle sınırsızlık
sanatçıya yeni ufuklar açar” diyordu. İşte bu benim çok beğendiğim Anayasa
Mahkemesi kararlarından birisi, ama ne yazık ki muhalefet şerhinde yazılı olan
bir karar. Peki, dünden bugüne gelişen temel hak ve özgürlüklere bakıldığında
sorduğumuz soruya yanıt olabilmesi için acaba anayasalarda veya temel hak ve
özgürlüklerde sanatın korunması, sanatçının korunması yer almalı mıdır?
Sayın hocamın söylediği gibi buna hayır demek mümkün değildir, doğrudan
evet demek gerekir. Çünkü insanlığın geçirdiği aşamaya baktığımız zaman
ikinci kuşak haklar olarak adlandırılan ve yine İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 22. maddesinden başlayarak 27. maddesine kadar düzenlenmiş olan
sosyal ve ekonomik haklar yanında kültürel haklar da yer almaktadır. O halde
dünya bu hakları tanımaktadır. Biz tanıdık mı? Biz 1961 Anayasasıyla tanıdık, hatta bu anlamda sosyal hakları ve kültürel hakları bir başka deyişle ifade
özgürlüğüyle bağlantısını kurarak isteme hakları olarak da değerlendirdik. O
halde başka bir ifadeyle söylemek gerekirse sosyal bir devletin gerçekleştirmesi gerekli olan görev bizim isteme haklarımızı yerine getirmektir. Yani bizim
kültürel haklarımızı yerine getirmektir, bizim sanatla olan bağlantımızı kurmak
konumundadır. Sayın hocam altını çizerek söyledi, 1982 Anayasasında bu
haklara baktığınız zaman ailenin korunması, eğitim ve öğrenim hakkı, çalışma
ve özgürlük hakkı gibi 64. madde de bu kategoride “sanat ve sanatçının korunması” başlığını taşımaktadır. 64. madde sanat ve sanatçının korunmasıysa o
halde 64. maddenin özünde ve merkezinde insan vardır, yani toplumsal niteliği
28
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
gereği bu maddenin anayasalarda yer alması zaten koşuldur. Bu koşul devleti
sosyal devlet olmaya iter, bu koşul devletin sosyal devlet olma niteliğini artırır.
Ona verilen pozitif yükümlülükleri çoğaltır. Peki, bizde böyle midir?
1961 Anayasasında ilk kez “bilim ve sanat hürriyeti” başlığı altında 21. maddeyle yerleşmiştir. 1961 Anayasası “Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme,
öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma yapma hakkına sahiptir” der. 1982 Anayasası da 5. maddesine baktığınız zaman insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya ve
bu hazırlanan şartlarda da devletin çalışması gerektiğinin altını çizer. 1982
Anayasasının 49. maddesine bakarsanız 61 Anayasasının 41. maddesinden
hareketle herkese insan haysiyetine yakışır asgari bir hayat düzeni sağlama
görevi vermiştir. O halde bütün bu görevler devlete bu şekilde verildiği andan
itibaren en azından düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün düzenlendiği
26. madde mademki temel hak ve özgürlüklerin omurgası olan ifade özgürlüğünü düzenlemişse bu özgürlükten kaynaklanan hak ve özgürlükleri de beraber değerlendirmesi gerekli olan 64. madde olmazsa sosyal devlet olma ilkesi
ortadan kalkar.
Anayasa Mahkemesi 1985 yılında vermiş olduğu bir kararında “sosyal devlet” tanımı yapmaktadır. Sosyal devlet tanımını yaparken de söylediği şudur:
“Sosyal hukuk devleti insan hak ve hürriyetlerine saygı gösteren, ferdin huzur
ve refahını gerçekleştiren ve teminat altına alan, kişiyle toplum arasında denge
kuran, emek ve sermaye ilişkilerini dengeli olarak düzenleyen, özel teşebbüsün
güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayan, çalışanların insanca yaşamasını ve çalışma hakkının kararlılık içinde gelişmesi için sosyal, iktisadi ve mali
tedbirler alarak çalışanları koruyan, işsizliği önleyici ve milli gelirin adalete uygun bir biçimde dağılmasını sağlayıcı tedbirleri alan, adaletli bir hukuk düzeni
kuran ve bunu devam ettirmeye kendini yükümlü sayan, hukuka bağlı kararlılık
içinde ve gerçekçi bir özgürlük rejimini uygulayan devlettir.” Benim bildiğim
devlet ise bunu uygulamayan devlettir. Bunu uygulamayan devletin en önemli
ipuçlarından birisi 64. maddenin tasarıda yer almamasıdır. Bir başka deyişle
karşı çıktığınız noktada korunması gerekli olan 64. maddeden vazgeçilmesi
anlamına gelmektedir.
Bir diğer Anayasa maddesine baktığınız zaman da 65. maddede özellikle
devlet sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasayla belirlenen görevlerini özellikle istikrarın korunması şeklindeydi, kaldırıldı ve değiştirdi. Mali kaynakların yeterlilik ölçüsündeydi, bu da değişikliğe uğratıldı. 65. maddeyle verilen
görev anlamında da sosyal devlet olma ilkesini yerine getiren devlet olarak
Anayasada yer almaktadır. Devlet sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasayla
belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek
mali kaynakların yeterliliği ölçüsünde yerine getirir. Mali kaynakların yeterliği
ölçüsünde yerine getiririn anlamı ve bu anlamdaki cümlenin bile Anayasadan
çıkmasını ve bu Anayasada yer almamasını tartışmamız gerekirken, bir başka
deyişle devlet sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasayla belirlenen görevlerini
ve bu görevlerin amaçlarına uygun olarak yerine getirilir şeklinde düzenlenmesi
gerekirken bu şekilde yer almasını bile tartışmamız gerektiği ortamda 64. mad-
29
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
de çıkartılmaktadır. Bu hukuka aykırıdır, Anayasaya aykırıdır. Yine son ve uluslararası sözleşmeler olarak baktığımız zaman başlıklarını vererek söyleyeceğim
üç sözleşme vardır. Bunlardan birisi bildirgedir, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesidir. Bu bildirgenin 19. maddesi ifade özgürlüğüdür, ama bu bildirgenin 22.
maddesine baktığınız zaman herkesin toplumun üyesi olarak toplumsal güvenliğe hak sahibi olduğunu ve ayrıca ekonomik, toplumsal ve kültürel haklarının
gerçekleşmesi hakkına da sahip olduğu 1948 Evrensel Bildirgesinde yer almaktadır. Yine bu haklarla ilgili olmak üzere 27. maddesine baktığınız zaman
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin herkes toplumun kültürel yaşamına özgürce
katılma ve sanattan yararlanma ve bilimsel gelişmeye katılarak yararlarını paylaşma hakkına sahiptir demektedir.
O halde mevcut Anayasa tasarısı 48’in gerisinde kalan bir Anayasadır ve yine
bu maddeyle bağlantılı olmak üzere Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin her
ne kadar 10. maddesinde ifade özgürlüğü düzenlenmemiş olmasına rağmen,
böyle gözükmesine rağmen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen pek çok kararda sanatın ve kişilerin sahip olduğu sanat özgürlüğünün ve
hakkının tanınması gerektiği konusunda da kararlar vardır. Peki, bizim taraf
olduğumuz Birleşmiş Milletlerle ilgili olmak üzere ikiz sözleşmeler olarak anılan
Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesine baktığımız zaman Türkiye’nin durumu
nedir diye soracak olursanız gerçekten bu sözleşmenin de 19, 20 ve özellikle
26. maddesini dikkate alacak olursak ki, ifade özgürlüğünü düzenleyen sözleşmenin 10. maddesine yapmış olduğu atıfla da “herhangi bir şekilde herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir” dedikten sonra bu hakların içerisinde özellikle
sanat ve bununla ilgili olmak üzere kültür yer almaktadır. Daha da önemlisi bu
sözleşmeye Türkiye taraf olduğuna göre bu sözleşmeyle bağlantılı olmak üzere
de herkesin hukuk önünde eşitliği, bir başka deyişle bu sözleşmenin 26. maddesi bakımından da bir devletin görevi bulunmaktadır. O görev de herkes hukuk
önünde eşittir ve hiçbir ayrımcılığa tabi tutulmaksızın hukuk tarafından eşit olarak korunma hakkına sahiptir der. O halde bizim bu haklarımız korunmalıdır.
Son soruya son yanıt, bu hükümet –hocamın sözlerine katılıyorum– yeni bir
anayasa yapabilir mi veya en azından Türkiye Büyük Millet Meclisi böyle bir
anayasa gerçekleştirebilir mi? Bu anayasayı eğer herhangi bir şekilde meclisten
geçirirse bu gerçekten meşru sayılan bir anayasa mı olacaktır?
panel yöneticisi
Aynı zamanda, çok özür dilerim, böyle bir şeyin taslak olarak sunulması suç
teşkil etmiş olmuyor mu mevcut anayasaya göre?
fikret ilkiz
Peki, siz suçları istediğiniz kadar üretebilirsiniz de, ben suçları çok fazla üretmek niyetinde değilim. “Anayasa suçu”, “anayasal suç” diye bir şey olmaz,
ama Türk Ceza Kanununa göre görevi ihmalden yargılayabilirsiniz, o da sizin
seçiminizdir. Bu tartışma yeni değildir, bu tartışma 1991 yılında yapılmıştır.
1991 yılında yapılmış olan bu tartışmanın özünde şu vardır: Anımsarsanız
1991 yılı ve 1992 yılı seçimlere denk gelen ve seçimlerin yapıldığı bir dönem
30
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
muhalefet partileriyle mecliste iktidar olan hükümet partilerinin ortak bir paydası vardır. 12 Eylül 1980 Anayasası değiştirilecektir. Bunları seçim vaadi olarak
da bütün seçim broşürlerinde özellikle altını çizerek açıklamışlardır. Bunu niçin
söylüyorum? Çünkü o tarihte meydana gelen Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerden sonra Anayasanın değiştirilmesi konusunda muhalefeti ve iktidarıyla
bir mutabakata sahiptir. O mutabakat çerçevesinde bir Anayasa değişikliği
gündeme gelmişti ve yine anımsarsanız Sayın Prof. Erdoğan Teziç, Sait Güran,
Yıldızhan Yayla, Köksal Bayraktar, Devrim Ulucan, Bülent Tanör, Fazıl Sağlam,
Süheyl Batum, Necmi Yüzbaşıoğlu’ndan o tarihte yeni bir anayasa için TÜSİAD
talepte bulunmuştu. Onlar da şu an bizim konuştuklarımızı 17 Mart tarihli o tarihteki 1992 tarihli açıklamalarında dile getirerek bunu anlattılar. Dediler ki, bu
akademik olmaktan çok siyasi bir iştir, ama en azından bu tartışmayı yapabilmeniz için bu meclisin bu anayasayı yapabilmesi için bir mutabakat gerekir. Bu
mutabakat sağlanmış olsa bile 17 Mart 1992 tarihli yeni bir anayasa tasarısı,
Yeni Bir Anayasa İçin başlıklı sunuş yazılarında, en azından önerinin giriş bölümünde şunu söylediler: 1982 Anayasasında değişiklik yapılması ya da yeni
bir anayasa hazırlanması tartışmaları 1983 genel seçimlerinden hemen sonra
ülke gündemine girmiştir. O halde 82 Anayasasının demokratik ve katılımcı
olmayan bir ortamda hazırlanmış olmasının bu anlamdaki istekte çok büyük
payı vardır ve acaba biz yeni anayasanın hazırlanması bakımından bugünkü
Türkiye Büyük Millet Meclisi yetkili midir değil midir? Böyle bir girişim eğer
yetkili görülürse nasıl yapılacaktır tartışması gerçekleşmiştir ve nasıl yapılacaktır tartışmasından sonra da bu işin bir istenirse kurucu meclis işi olduğu, ama
istenmezse en azından böyle bir mutabakat varsa bu siyasi partilerin meclisteki
egemenlik hakkından kaynaklanan ve bizim adımıza kullanmalarından kaynaklanan, gerçekleştirecekleri yeni bir anayasanın sonuçta bir halk oylamasına
sunularak gerçekleştirilebileceği konusunda da açıklama yapmışlardır. O halde
en azından yanıt vermek gerekirse 1992 yılındaki 17 Mart 1992 tarihli bu
anlamdaki sunuş yazısında geçerli olanların tümü bugün de geçerlidir. O halde
2007 yılında biz hâlâ bu anlamdaki bir tasarının nasıl yapılacağı konusunu
tartışıyorsak ve bugünkü hükümetin en azından bir anayasa yapamayacağını, meclisin de böyle bir mutabakatı olmadığını dikkate alacak olursak yeni
bir anayasa yapmakla 175. maddesinin arasında dağlar kadar fark olduğunu
bilmek gerekiyor. Bunu biz biliyoruz, ama bilmeyenlere öğretmek bilmeyenlere
göstermek herhalde bu kadar hukuksuzluğa karşı hukukla mücadele edebilmek
için belki bir başlangıç olur.
Hepinize saygılar sunarım.
panel yöneticisi
Sayın İlkiz, değerli katkılarınız için çok teşekkür ederiz. DSP Parti Meclisi üyesi
ve Devlet Opera ve Balesi eski genel müdürü Sayın Hüseyin Akbulut sorum size
olacak.
1. Sanat devletin ana görevleri arasında yer almalı mıdır?
2. Anayasanın 64. maddesinin kaldırılması ülkemizdeki sanat kurumlarını nasıl etkileyecektir?
3. Devlet-sanat ilişkisinde devletin rolü ne olmalıdır? Buyurunuz efendim.
31
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
hüseyin akbulut
Sayın başkan, çok teşekkür ediyorum. Sayın başkan, değerli katılımcılar, değerli
sanatçılar; Atatürk Kültür Merkezimizin değerli müdürü aramızda, çok teşekkür
ediyorum. Herhalde sanatçılar adına katıldılar. Demokratik Sol Partinin yöneticilerini görüyorum, hoş geldiniz, çok teşekkür ediyorum. Özellikle de sanat alanını
konu alan böyle bir panel, sempozyum nedeniyle ben Özerk Sanat Konseyini
kutlamak istiyorum ve tabii çok ilginç bir soru hepimize soruluyor. Sanat devletin görevleri arasında olmalı mıdır? Sanıyorum hepimize sorulan temel soru bu
olacak.
Sanatı, sanatın yaşamımızdaki işlevini sanıyorum AKP hepimizden daha iyi biliyor da biz toplumun büyük bir kesimi onu yeteri kadar algılamadığımızı düşünüyorum. Çünkü benim de çalışma yaşamımda gördüğüm şudur: Bu türlü iktidarlar
gelince ilk uğraştıkları alanlar sanat alanlarıdır, operadır, baledir, tiyatrodur.
Daha aslında cumhuriyetin temel çizgisini yürütmekle görevli olan diğer alan,
siyaset dünyamızın daha çağdaş bölümü, sanırım ki, sanatı, ona verilmesi gereken değeri yeteri kadar algılamıyor. Şunu söylemek istiyorum: Sanat ve kültür bir
süs bitkisi değildir. Yani günlük, haftalık işlerimizden sonra yapmamız gereken,
başvurduğumuz bir alan değildir. Bizim için merkezi bir olaydır.
Ben cumhuriyetimizin kuruluşunda bu alana verdiği önemi bir kronolojiyle yansıtırsam sanatın devletin görevleri arasında olup olmaması sorusunu yanıtlamış
olurum. Yalnız satır başlarıyla müzik ve sahne sanatları alanında cumhuriyetimizin kuruluşundan 1948 yılına kadar olan bölümü aktarmak istiyorum. Bakın,
1924 eğitimin birleştirilmesi kanunuyla müzik dersinin müzik ve sahne sanatları
alanında yapılanları yalnızca aktarmak istiyorum.
Müzik dersi ilk kez 1924’te müfredat programında yer alıyor.
1924: Mızıka-i Hümayunun Ankara’ya getirilerek halka konserler veren Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasına dönüştürülmesi.
Yine 1924: Musiki Muallim Mektebinin kurulması.
1925: Sanat alanında sanatçı ve eğitimci yetiştirmek üzere Avrupa’ya gönderilen ilk 10 öğrenci. Bunun 5’i müzik, 5’i plastik sanatlar alanında, resim
alanındadır. Saygun, Erkin, Alnar, Ekrem Zeki Ün gibi Cemal Reşit Rey gibi ilk
bestecilerimiz bu eğitimden geçerek yetiştirildiler.
1926: Darülelhan’ın konservatuara dönüştürülmesi.
Yine 1926: Genç cumhuriyetin tanıtılması amacıyla Karadeniz gezisiyle yapılan bir seyahat. Yine orkestranın 3 ay boyunca limanlarda genç cumhuriyeti
tanıtma gezisi. Ben Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasında 20 yıl çalıştım, 9
sene yöneticilik yaptım. Bize hiçbir zaman 10 günü geçen bize bir tanıtım görevi verilmemiştir. 1926’da 3 ay süreyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası 18
liman kentini dolaşarak genç cumhuriyeti tanıtmayla görevlendiriliyor.
32
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
1932: Halkevlerinin kurulması. Kurulan halkevleri ve halk odası sayısının 4708
olduğunu söylersem, köylere, beldelere kadar yansıyan bir kültür hareketinin
büyüklüğünü göstermiş, görmüş oluruz.
1934: İlk Türk Operası “Özsoy”. Vaktimiz olursa küçük bir öyküyü anlatmak
gerekiyor.
1934: Milli Musiki ve Temsil Akademisinin kurulması.
1934: Cemal Reşit Rey tarafından İstanbul’da kurulan ilk orkestra.
1934: Besteci Hindemith’in Türkiye’ye çağrılması ve konservatuarın kuruluş
hazırlıkları.
1935: Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünün kurulması.
1936: Ankara Devlet Konservatuarının kurulması.
1937: Müzik öğretmenliği okulunun Gazi Eğitim Enstitüsüne bağlanması.
1938: Askeri Mızıka Okulunun açılması.
1940: Tatbikat sahnesinin kurulması.
1942: Bestecilerimize eserle siparişlerinin yapılması, yaratıcılığın teşvik edilmesi amacıyla…
1944: İstanbul Şehir Orkestrasının kurulması.
1948: Ankara’da Devlet Operasının ve Devlet Tiyatrolarının kurulması.
1948: Harika Çocuklar Yasasının çıkartılması.
1948: Devlet Balesinin kurulması.
Şunu söylemek istiyorum: Tarihleri özellikle belirtiyorum. 1924’ten 1948’lere,
1936’lara kadar yapılan bu kültür hareketi, sanat hareketi, ben iddiayla söylüyorum, dünya kültür tarihinde hiçbir devletin sanata bu kadar kısa süre içinde
bu kadar önem vermediğinin çok önemli göstergesidir. Peki, ne yapılmıştır?
Dahası 1924 diyoruz, savaştan yeni çıkan bir ulus cılız bir devlet bütçesiyle
yokluk içinde bu hareketleri geliştiriyor. Şunu söylemek istiyorum: Sanat devletin
görevleri arasında olmalı mıdır sözcüğü çok arkada bir sorudur. Bizim devletimizin kuruluşunda sanat bilimle birlikte yapıtaşı olarak yer almıştır ve devletimiz
bir boyutuyla bu alanın üzerine kurulmuştur ve ben bunu çok önemsiyorum.
Çok düşünüyoruz, neden? Çünkü asıl olan insandır. İnsanın duygu ve düşünce dünyasını değiştirmedikçe sizin hiçbir şey yapmanız mümkün değildir. İşte
cumhuriyetin kuruluşunda Mustafa Kemal Atatürk’ün ve devletin kurucularının
gerçekleştirdiği kültür-sanat hareketinin bütün amacı budur. Yeni Türk insanını
yaratmak, yeni toplumu yaratmak, çağdaş toplumu yaratmak olarak ben vurgulamak istiyorum.
Peki, ne yapılmıştır? Onu kısaca açıklamak gerekiyor. Bu yoğun kurumlaşma ilerleyen süreç içinde önce yavaşlamış, giderek terk edilmiş, sonunda
33
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
kültürsüzleştirme ve sanatsızlaştırmayla karşı devrim kültürü dayatılmış. Yani
yaşadığımız süreci de böyle tarif edebiliriz. Önce yavaşladı bu süreç, sonra
terk edildi, şimdi yapılan da cumhuriyetin getirdiği bu alanı ortadan kaldırmak
olarak tanımlıyorum.
Bunların birkaç örneğini vermek gerekiyor. Sorun yalnız AKP’nin bugün tartıştığımız bu süreçle ilgili değildir. AKP yönetimlerinden önce de bu alanın önemi
yeteri kadar algılanamamıştır. Bakın 1982’de bu alanı yürütmekle görevli Kültür Bakanlığına verilen bütçe rakamı genel bütçenin binde 9, yani yaklaşık yüzde 1’ine yakınken 1995 yılında binde 5, 1996 yılında binde 3,6, 2002 yılında
binde 2,8, 2005 yılında Turizm Bakanlığıyla birleştirilerek iki bakanlığın bütçesi
binde 4,9, 2007 yılında binde 3,7’ye düşürülmüştür. Devlet iki bakanlığa, bin
lirasının yalnız 3,7 lirasını Turizm ve Kültür’e veriyor. Ben bu bütçe görüşmeleriyle ilgili verileri aldım. Bakın, 2008 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesinin 826.586.000 YTL, binde 3,7, kültür sektörüne ayrılan pay 89.000.664
YTL, dahası bakanlığın kendi içindeki payı yüzde 1 civarında artarken kültür
sektörüne verilen bütçe yüzde 10 azalıyor. Bu şunun göstergesi: Bu alana değer
vermiyoruz, bu alanı neredeyse yok sayıyoruz.
Peki, ne yapılmıştır? Başka bir olay yapılmıştır. Bugün Özerk Sanat Konseyi
anlayışıyla ve çok yakın olduğu için özellikle belirtmek istiyorum: Kültür politikalarını her gelen siyasi parti kendi ideolojisine göre yönlendirmek istemiştir.
Hâlâ da bu yapılıyor. Halbuki kültür ve sanat toplumun tümünü kucaklamalıdır.
Ancak her iktidar değişiminde her parti kendi ideolojisine uygun siyasetler gütmüştür. Oysa kültürü siyasi partilerin değişiminden etkilenmeyen bir yapıya kavuşturmak gerekiyor. Özerk Sanat Konseyimizin de uğraştığı alan budur. Kültür
sanatı kültür ve sanat insanlarıyla yürütmek, yani siyasetin yönlendirmesiyle
değil öyle bir yapıya kavuşturmanın çok önemli olduğunu belirtmek istiyorum.
Üçüncü bir şey daha yapılmıştır: Hep geçmişe dönük kültür politikaları ön plana
çıkartılmıştır. Korumacılık anlayışıyla kültür hareketi yapılmıştır. Oysa toplumu
ileriye taşıyan yaratıcı, yenilikçi, yerel değerleri koruyan, ama evrensel anlayışa yansıyan politikalar yürütmek gerekiyordu. Bu da yapılmamıştır. Hâlâ ben
izliyorum yeni kültür bakanımızı, koruma refleksini çok yoğun görüyorum. Tabii
ki koruyacağız, ama toplumu onlarla meşgul etmek, onlara özendirmek değil
daha üst düzeydeki yaratıcı, yenilikçi bilgi toplumunu asıl alan politikalar gerekiyordu. Bu da yapılmamıştır.
Peki, bunun yarattığı şey nedir? Ben sahne sanatlarıyla ilgili rakamlar vermek
istiyorum. Yalnız 6 kentimizle sınırlı bir opera bale yaşantımız, yine 6 kentimizle sınırlı bir senfonik orkestra yaşantımız, yalnız 13 kentimizle sınırlı bir tiyatro yaşantımız, yani işin öbür cephesinden bakarsak 70-75 kentimiz, kentimiz
dediğimiz il merkezimizin bu alanlardan, bu kurumlardan yoksun olduğunu
belirtmek istiyorum. Bakın, yalnız il merkezlerimizle ilgili sayıları veriyoruz.
Halbuki 3000’e yakın ilçemiz, beldemiz ve köylerimizi hiç saymıyoruz, halbuki
orada yaşayan insanların da duyguları var, kulakları var, gözleri var. Onlar
da bir şey duymak, görmek istiyorlar. Onları hiç saymıyoruz. İşte cumhuriyetin
4708 Halkevi derken köylere kadar uzanan kültür hareketinin ne denli önemli
34
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
olduğu meydana çıkıyor. Böyle bir Türkiye yarattık, yalnız 5-6 ilimizle sınırlı kurumlaşma yarattık. Halbuki Almanya’da mesela 150 orkestranın, 120 operanın
olduğunu, neredeyse kasabada, köylerde tiyatronun olduğunu... Biz Avrupa
Birliğine gireceğiz değil mi? Bunları özellikle bu sayıları vermek istiyorum. Ne
yapılmıştır? AKP gelince ilk icraatı Kültür Bakanlığını kapatmak olmuştur, turizmle birleştirmiştir. Kültürü turizme hizmet sektörü olarak görme bir anlayıştır.
Dünyada böyle bir anlayış yoktur. Kamu Yönetimi Temel Kanunuyla kültürü kendi sorumluluk alanından çıkartmaya çalışmıştır. Yasa meclisten geçmiştir, cumhurbaşkanını vetosunda kaldığı için kalmıştır, şimdi tekrar getiriyorlar. Konu
nereye kadar gelmiştir? Kültür merkezlerimizi yıkmaya kadar, AKM’yi, Muhsin
Ertuğrul Sahnesini, orkestralarımızı kapatmaya kadar gelmiştir.
Ben birkaç cümleyle de yasada yer alan bu maddelere bir vurgu yapmak istiyorum. 1961 Anayasasında ekonomik haklar, iş, konut, eğitim, sağlık, sosyal
güvenlik haklarının yanında bilim ve sanat hürriyeti başlığıyla 20. madde getirilmiştir. Herkes bilim, sanatı öğrenme hakkına sahiptir. Yine 129. maddede
iktisadi, sosyal, kültürel kalkınma plana bağlanmıştır. Bakın, “kültürel kalkınma”,
“sosyal kalkınma”... 153. madde çok önemli: “Bu Anayasanın hiçbir hükmü Türk
toplumunun çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik
niteliğini koruma amacını güden Devrim Kanunlarının Anayasaya aykırı olduğu
şeklinde yorumlanamaz” güvenceleri getirilmiştir. 1981 Anayasasında, tekrarlamak istemiyorum, “sanat ve sanatçının korunması” maddesi getirilmiştir.
Bugün henüz açıklanmayan, ama internet sayfalarına konulan yeni “AKP Anayasası” diyeceğimiz bir anayasada bakın, bu kaldırılmıştır. Bununla beraber
şunlar da kaldırılmıştır: 58. madde çok önemli olduğu için söylüyorum, gençliğin korunması maddesi kaldırılmıştır. 59. maddede sporun geliştirilmesi, 107.
maddede sanatın ve sanatçının eski 64. madde, 134. maddede Atatürk Kültür
Dil Tarih Yüksek Kurulu kaldırılmıştır, 173. maddede esnaf ve sanatkârların
korunması kaldırılmıştır. Bunun yerine çevrenin korunması, ormanların korunması, kıyıların korunması, tarih, kültür, tabiat varlıklarının korunması hükümleri
bırakılmıştır. Bunların da nasıl korunduğunu biliyoruz. Ben bunları da sanatla
beraber gençliğin korunmasının, sporun korunmasının, Atatürk Kültür Dil Tarih
Yüksek Kurulunun ve esnaf sanatkârların korunması maddelerinin birlikte düşünülmesini özellikle belirtmek istiyorum. Sorun cumhuriyetle ilgili sorundur, AKP
iktidarının cumhuriyetin korunmasıyla ilgili bir kaygısının olmadığını biliyoruz.
Bu nedenle sanat alanındaki yapılan bu yaptırımların da ona bağlantılı olduğunu söylüyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
panel yöneticisi
Sayın Akbulut değerli katkılarınız için çok teşekkür ederim. Söylediklerinizden
özetle şunu anlamış olduk ki, 1924’le başlayan sanat devriminin 1948’de kesintiye
uğradığını görüyoruz. Atatürk’ün şu sözü çok çarpıcıdır; demişti ki, “Güzel sanatlar alanında başarı kaydedemezsek devrimler gerçekleşmiş sayılmaz.” Demek
ki, o günden bugüne baktığımızda görülüyor ki karanlık karşıdevrim harekete
geçmiş ve sanat alanındaki devrimleri kesintiye uğratmak için gereğini yapmaya
başlamıştır. Sayın Akbulut değerlendirmeleriniz için çok teşekkür ederim
35
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Şimdi de sözü İstanbul Barosu Başkanı Sayın Av. Kazım Kolcuoğlu’na vermek
istiyorum ve sorularımı kendilerine yönlendiriyorum:
1. İstanbul Barosunun alternatif anayasa hazırlama çalışmaları var mı?
2. Alternatif anayasa çalışmalarında alanında uzmanlaşmış sanat kuruluşlarının danışmanlığından yararlanılıyor mu?
3. Bu hükümet anayasa yapabilir mi?
4. 1982 anayasasının özgürlük kapsamı nedir?
5. Devletin ana görevleri arasında sanat olmalı mıdır? Buyurunuz Sayın Kolcuoğlu.
kazım kolcuoğlu
Hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Bu toplantıyı düzenleyen Sanat Konseyine de teşekkür ediyorum. Seçilen konu gerçekten günümüzün çok önemli bir konusudur. Bu önemli konunun açıkça tartışılmasına neden olan olaylar 71 milyon
insanı yakından ilgilendiren ortak bir sözleşme olmasından kaynaklanmaktadır.
Bilindiği üzere anayasa değişikliği ya da yeni bir anayasa yapma istemi iktidardan gelmiştir. Hâlâ kapalı kapılar arkasında net olarak neyin istendiği, hangi değişikliklerin yapılacağı, bu değişiklikleri yapma gerekçeleri, bu değişikliklerin kiminle nasıl tartışılacağı ve kamuoyunda bu konuda ortak bir uzlaşmaya varılması
yollarından hangisinin seçildiği konusunda herhangi bir açıklama bulunmuyor.
Tamamen kapalı kapılar arkasında ve zaman zaman çok sıkışıldığında, “Genel
başkanın bu konudaki görüş ve düşünceleri bizi aydınlatacak” denilerek bazı
konularda yetki ve görevin tamamı sanki bütün Türk milletini temsile başbakan
yetkiliymiş gibi kendisine veriliyor. Bu tür bir anlayışla karşı karşıyayız.
Öncelikle böyle bir düzenlemeye gerek var mı? Anayasa değişikliği konusunda
bir zorunluluk var mı sorusu akla geliyor. Bu Anayasa, 82 Anayasası yapıldığı dönemde baskıcı ve aynı zamanda daha güvenlikçi bir yapı içerisinde
değerlendirildi ve ülkemizde bana göre iki şeyi gerçekleştirmeye yönelik tavırla
hareket edilen bir anayasa başlangıcı olarak görüyoruz. Birincisi 24 Aralık
kararlarının uygulanması, ikincisi yeşil kuşak teorisinin hayata geçirilmesi ve
o dönemde komünizme karşı olan mücadelenin gerçek anlamda örgütlenmesi
ve dinsel duyguların ve örgütlerin toplumda daha fazla yer almasına ilişkin
bir görev üstlenildiğini görüyoruz. Bu görevi üstlendiği zaman devrimci niteliği
taşıyan ve bu konuda görüş ve düşüncelerini paylaşmak istediği halkla beraber hareket eden üniversite gençliğiyle işçi sınıfı tamamen bu olayların bu hale
gelmesinin sorumlusu olarak gösterilmiş ve her ikisi de büyük ölçüde tasfiye
edilerek politikanın dışında tutulmuştur. Ülke sorunlarından uzaklaştırılarak
tamamen sandıktan çıkanların iradesiyle ve aynı zamanda sivil toplum örgütleri
dedikleri büyük bir bölümünün de umudu AB’den gelecek fonlara bağlamaları
sonucunda tümüyle kandırmacadan ibaret bir gelişim ve değişimden söz edilir
oldu. Bu gelişmenin sonuçlarında böyle bir anayasa taslağını tartışmak durumunda kalıyoruz.
Türkiye’de en önemli iki unsur işçi sınıfıyla üniversite gençliği sınıf bilinci içerisinde çıkarlarını koruyan bir kitledir. Onun ideolojisi ve düşüncesi devamlı
36
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
geleceğe���������������������������������������������������������������������
yöneliktir. Gençlerin bu toplumda hiçbir çıkar beklemedikleri ve çıkarla ilişkileri olmadıkları için onların tavır ve tutumları Türkiye’yi yönlendirilmesi ve bu konuda tavır alması konusundaki o sakıncayı ortadan kaldırmaya
yönelik binlerce genci yargıladılar, binlercesine işkence yaptılar ve onlarcasını
da idam ettiler. Böyle bir gelişimin içerisinde hazırlanmış getirilmiş bir anayasa
var. Bu anayasa tabii meşru bir anayasadır, yine kurallara göre yapılmıştır.
Bu meşruiyetini yadsımıyoruz ama yapılış biçimi bakımından, getiriliş felsefesi
bakımından önemli eksik ve gereksiz yönleri olduğunu biliyoruz. Onun için bu
anayasanın değiştirilmesi konusunda bugüne kadar 12 değişiklik yapıldı ve bu
değişikliklerin büyük bir kısmı Avrupa Birliği’nin ve uluslararası sözleşmelerin
ışığında gerçekleştirilmek zorunda kalındı ve belli bir platform içerisinde, yani
uzlaşma platformu içerisinde, Mecliste grubu bulunan, üyesi bulunan partililerin
ortak anlayışıyla gerçekleştirildi.
Bugün ne yapılıyor? Temelden değiştirelim diyorlar, hatta “yeniden yapalım”
anlayışı var. Bunu yeniden yapma bir iktidarın işi değildir, yani bir yönetimin
işi değildir. Yönetimler anayasayı yapmak üzere gelmezler, ülkeyi yönetmek
üzere gelirler. Anayasa bir toplumun ortak sözleşmesidir. Böyle bir toplum sözleşmesini yapmanın koşulları, anlatımı, bu konudaki talepler ayrı bir ortamda
değerlendirilmelidir. Bunları kamuoyuna açıklarsanız, biz bir yeni anayasa
yapacağız. Bu bütün unsurların, bütün katmanların katkısıyla yapılacak bir
anayasadır. Buna göre onun koşullarını ve düzenini dünyada nasıl gelişmişse
ülkemizde de yaparsınız. Ne yapılabilir? Sadece anayasa değişikliği yapılabilir. Bu parlamento değişiklik yapabilir mi? Yapar, hukuki bakımdan baktığınız
zaman böyle bir değişiklik yapar, ama bu değişiklik anayasayı yeniden yapma
anlamına gelmez. Değişikliğin nasıl yapılacağı bu anayasanın kendi kuralları
içinde değerlendirilmelidir. Başlangıç maddeleri değiştirilemez. Değiştirilmesi
teklif dahi edilemez. Anayasa kendi içinde bunu güvenceye almıştır.
Elbette her sosyal hak bir talebi de beraberinde getirir. Haklar taleplerle bir
arada olmalıdır. Hak verilmez alınır. Talebi olmayan hak biraz eksik bir haktır.
Onun için hak dediğiniz zaman bu hakkın iktidardan talep etme hakkını da
içerdiğini kabul etmek zorundasınız. Aksi halde soyut bir hak veya soyut bir
şekilde bir hakkın varlığını tespit etmek sağlıklı bir sonuç doğurmaz. Birinci
öncelikli, ikinci öncelikli ve üçüncü öncelikli haklar çok büyük önem taşıyor.
Biz yalnızca birinci kuşak insan haklarıyla çok yakından ilgilenen bir toplumuz. Onların da ne kadar sağlıklı işlediği ortada! İkinci ve üçüncü sıradaki hak
olarak sıralanabilecek, sağlıklı bir çevrede yaşama, sağlıklı ve aynı zamanda
berrak bir suyu içebilme, temiz bir hava alabilme hakkı yaşamsal haklardandır.
Toplum bunu istemek, yönetimler de bunu yerine getirmek zorundadır. Yerine
getirmek zorunda oldukları için de bunları anayasa, açıkça ele almaktadır.
Baktığınız zaman iktidarın hazırladığı anayasa, sözde çok büyük düzenlemeler
getiriyor. İçeriğine baktığınız zaman 82’den çok daha geri olduğunu görüyoruz
bu taslağın. Bir defa eşitliği kabul etmeyen bir anayasa… Dünyada böyle bir
şey olabilir mi? Eşitliği kabul etmeyen bir anayasa demokratik bir anayasa sayılabilir mi? Demokratik bir toplumu oluşturabilir mi? Kadın-erkek eşitliğini 2004
yılında baskılarla koyuyorsunuz, 2007’de çok daha iyi bir şey bulduğunuzu
37
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
zannederek kaldırıyorsunuz. Diyorsunuz ki “Bunlar eşit olmasın, bunları koruyalım. Bunları sakatlarla, çocuklarla beraber aynı, uzaktan özen gösterelim.
Bunlar çalışmasın, hiçbir şey yapmasın, toplumla kaynaşmasın. Öylece dursunlar. Zaman zaman onlara biz şefkat elimizi uzatırız.” Böyle bir anlayış olabilir
mi? Böyle bir şeyi kabul etmek, böyle bir şeyi anayasa taslağı olarak getirmek,
hadi bu iktidarın siparişi diyelim, ama o bilim adamı diye geçinen insanlar
böyle bir maddeyi getirme hakkını kendilerinde nasıl görebiliyorlar?
Aynı şekilde yine bakıyorsunuz, talep etme hakları kültürel ve sosyal taleplerimiz var. Nedir demokratik ülkede? Devletimizin temeli bunun üzerine kurulmuştur artık, bu felsefe bu anayasaların olmazsa olmazlarıdır: Laik, demokratik, sosyal hukuk devleti. Siz artık başka bahanelerle, renksiz bir anayasa,
ilkesiz bir anayasa adı altında bunları kaldırıp bir tarafa atma hakkınız yok,
bunu yapamazsınız. Burada önemli olan nedir? Baktığınız zaman taslakta
görüyorsunuz, o taslağın içerisine yine aynı şeyleri koymuşlar. Bunları böyle
arka arkaya sıralamışlar ve sonunda diyorlar ki “devlet geliri oranında bunları yerine getirmek durumundadır.” Peki, tercihi kim kullanacak? İdeolojisi
neyse iktidar kullanacak. Peki, benim taleplerim ne? Eğitim hakkımı istiyorum,
sağlıklı yaşam hakkımı istiyorum, sağlık hakkımı istiyorum, insanca yaşama
hakkımı istiyorum. Demokratik bir toplumda aç insan kalmamalıdır. Eğer
demokratik bir toplumsa insanların aç olduğunu söyleyip ve seyirci olarak
kalıyorsanız o toplum ne demokratik olabilir ne de sosyal bir toplum olur. O
ancak monarşik ve kendi düzeni içerisinde kurulan bir toplumdur. Onun için
bizim çok önemsediğimiz üç konu var: Sosyal haklarımızın, kamu hizmeti
olarak verilmesi. Nedir bunlar? Sağlıktır, eğitimdir, yaşamdır, çalışmadır. Bu
haklar devletin görevidir. Geliri oranında değildir bu, devlet bunları yerine
getirmek zorundadır. Bu maddeyi böyle devam ettirdiğiniz zaman “sadaka
kültür”ü uygulamasına gelirsiniz. İnsanları aç bırak, yardım et. Kiminle? Devletle değil, vakıflarla, cemaatlerle, tarikatlarla, başka uzantılarla insanların
kişiliğini rencide edecek şekilde, onların kişiliklerini ortadan kaldıracak ve
onları sadece bir oy vermek gibi sorumluluk altına sokacak ve o da “bu yardımlara karşı benden bir oy istiyorlar, bari onu vereyim” diyecek hale getireceksiniz. Böyle bir şey yok, böyle olduğu zaman bu yönetim böyle kalır.
Halkımız bir şeyi talep edecek, yaşam hakkını devletten isteyecek. İhale istemiyor, kimseden yardım istemiyor, çorba istemiyor, pirinç istemiyor, bir şey
istiyor: Ben çalışmak istiyorum, geçinmek istiyorum. Bana çalışma olanağını
vermiyorsan insanca yaşam alanını sağlamak zorundasın. Devlet bunu yerine
getirmek mecburiyetinde. Bakıyorsunuz anayasa taslağına, eski tas eski hamam devam ediyor.
Bakıyorsunuz, ülke fakirleştikçe bunlar daha fazla oy almaya başlıyorlar. Böyle
bir tuhaflığın içindeyiz. Çünkü insanları günlük yaşatıyorlar, geleceğe umutla
bakma olanağı kalmamış, devlet de günlük yaşıyor. Programı yok, planı yok.
Dikkat ederseniz planlamayı çıkarmışlar, yok zaten. Böyle bir yapıda elbette
ki birinci talebimiz bizim şu olacak: İnsanca, aydınlığa geleceğe, çağdaşlığa
ulaşmanın insanı yaşatmayla, insanı bu kurallar içerisinde iyi bir şekilde insan
olarak topluma kazandırmayla olasıdır. Bunun koşulları da anayasada bu hakların devletin görevi olduğunu açıkça ortaya koymak zorundadır.
38
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Baroların ve de Barolar Birliği’nin üzerinde en çok durduğu konu budur. Bunların
hepsi devletin görevidir. Vatandaş bu görevi yerine getirmek üzere mahalledeki
tarikat mensubundan pirinç değil, devletten yaşam hakkını talep edecek, yerine
getirecek. Getirmiyorsa sorumlu olacak. Yardımla benim yaşamımı yerine getirmekle kimse kimseyi görevlendiremez. Bu devletin içerisinde, bu milletin içerisinde
herkes kendi haklarını alacak, bunu da çok önemsiyorum. Hakları vereceksiniz,
gelir oranını da ben kullanacağım. Neyi kullanacaksın sen? Onu herkes kullanır,
gelir oranını istediğin gibi kullanırsın. Senin görevin bu talepleri yerine getirmektir,
bunun yollarını koşullarını yaratmaktır. Bunu yapmıyorsan demek ki orada artık
insanların laik, demokratik, sosyal hukuk devleti içerisinde birey olarak onları kabul etmek değil, onları artık tarikatlara teslim ettin, ümmet gözüyle bakmaya çalışıyorsun. Onun için vatandaşlık böyle yazılanlarla değil, vatandaşlık çok önemlidir.
Talepleri, hakları içeren ve bunların yerine getirilmesini ülkemizde yerine getirilmesi konusundaki kararlılığı devam ettirip sonuçlandırmak büyük önem taşıyor.
Ben tabii bu taslak konusuna kısaca değineyim. Hepimiz başından beri söylüyoruz, sanat aydınlıktadır. Kültür ve sanat hep aydınlanma isteyen, karanlığı
asla kabul etmeyen bir yapıdır. Karanlık içerisinde sanatı savunabilir misiniz?
Hem karanlığı savunacaksınız hem sanatı, mümkün mü? Değil, önce “sanatın
içine tükürdüler,” sonra geldiler Anayasadan çıkardılar. Aslında kendi adına
değildi o belediye başkanının tutumu, bir zihniyeti yansıtıyordu. 1982 Anayasasında bile konulmuş olan “sanat ve kültürün korunması, düzenlenmesi hakkı”
ortadan kaldırıldı.
Bunlar bilinçli yapılıyor. Sanıyorsunuz ki unutulmuş, unutulmuş değil. Ben size
onu hemen söyleyeyim; bizim baroların hazırladığı ve taslak olarak sunduğu bu
kitapçıkta sanatla ilgili bölümü size kısaca okumak istiyorum. 71. maddesinde
düzenlenmişti. “Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırmayı yapma hakkına sahiptir. Devlet
sanat çalışmalarını ve sanatçıyı korumakla hükümlüdür” Tabii, bizim bu taslağı
hazırlamamızın nedeni şu: Taslak bir tasarı değildir, herkes tarafından kabul edilir, aman eksikleri var telaşı içine girmeye de gerek yok. Bu taslak bir kaynaktır,
bir görüşü ifade ediyor, genel ilkeleri içeriyor. Biz sanata böyle bakıyoruz, anayasada böyle yer almasını istiyoruz. Sosyal haklar insana nasıl bir hak olarak
verildiyse devletten bunu görev olarak yerine getirmesini istiyoruz. Bu görüş ve
düşünceler içerisinde bunları getirmeye çalışıyoruz ve bu taslağı da kamuoyunda
herkes genel ilkelere değerlendirmese ve bunların çıkardıkları sunacakları taslakla bu taslak arasındaki farklılıkların ne kadar büyük önem taşıdığını anlamaları
bakımından çok önemsedik. Çünkü diyorlar ki, hep konuşuyorsunuz, hep eleştiriyorsunuz. Hem diyorsunuz ki, bu anayasanın değişmesi gerekir, ama değiştirmeye kalktığımız zaman diyorsunuz ki, aman. İşte değiştirdik biz de, koyduk
ilkeleri bunlar. Getirin bakalım bu ilkelerin, bunların hepsinde uzlaşma diye bir
şey olmayabilir, ama temel ilkeler çok büyük önem taşıyor.
Hukuk devleti dediğiniz zaman iki şey getiriliyor. 1. Devleti yok etmek, ufalamak. Kime teslim etmek devleti? Uluslararası büyük şirket ve kartellere… Nedir
bu? Özelleştirme. Ne varsa satacaksın. Hiçbir şey kalmadı, köprü, yol her şeyi
sat. Devletin elinde hiçbir ekonomik güç olmayacak, güç sermayenin elinde
39
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
olacak, onlar yönetecekler. Arkasından hemen bakıyorsunuz sadece onu değil güvenliği de özelleştiriyorlar. Geçen gün baktım Polis Vazife Salahiyetleri
Yasasıyla ilgili tartışma sırasında gördüm ki orada 1 milyon özel güvenlikçi
yetiştirilmiş. Türkiye’deki polis sayısı 250 bin, 1 milyon güvenlikçi var. O güvenlikçilerin neler yaptıklarını Irak’ta hepimiz yakından izliyoruz ve Amerikalıların
özel güvenliğe Irak’ı teslim ettiğini görüyoruz. Bir taraftan bakıyorsunuz yargı
çok önemli, çünkü yargıya da en azından aynı hızla saldırdılar. Yargı dediğiniz
zaman demokratik yapının olmazsa olmazı. Tarafsız ve bağımsız bir yargının
bulunmadığı yerde demokrasiden bahsedilemeyeceği halde yargıyı da adeta
etkisiz hale getirip herkes kendi hukukuyla yargılansın. Ülke Osmanlı dönemine döndürülmeye çalışılıyor. Taslağa bakıyorsunuz, taslakta yargı bağımsızlığı
tamamen ortadan kaldırılıyor. Örneğin Anayasa Mahkemesi çıkan yasaların
Anayasaya uygunluğunu denetler. Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini meclis
seçiyor. Meclis hem anayasa yapacak, hem de çıkardığı yasaların anayasaya
uygunluğunu denetleyecek olan mahkeme üyelerinin de yarısını seçecek. Bırakın bağımsızlığı buna yargı bile denemez.
Bunun yanında Danıştay’a bakıyorsunuz, aynı tasarıda dörtte birini Bakanlar
Kurulu seçecek. Böyle bir şey dünyada yok. Yargıçların dörtte birini onlar seçecek. Üstelik de kimler arasından seçecek? Ona da o karar verecek. Çıkarılacak
yasayla kimler arasından dörtte birinin seçileceğini de kendisi tayin edecek.
Aynı şey Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimine de koymuşlar; meclis sekiz
kişi seçecek, bunların üçü kariyer sahibi olacak, geri kalan beşi hakkında bilgi
yok. Orada hiç değilse üçü için profesör olacak, kariyer sahibi olacak koşulu
konmuş, beşini meclise bırak, ister imamı seçer, ister başkasını. Kim olduğu belli
değil, seçebilir. Böyle bir anlayış var.
Bana göre bu konuda söylenecek aslında çok şey var. Gelelim sonuca, bir soru
da bana gelmiş. Karanlığa dur demek için aydınlatmalı. Aydınlatmanın da yolu
sanattır, bilimdir, akıldır ve aydınlatmanın yolunu açacak olanlar da örgütlü bir
toplumdur. Biraz önce değindiğim gibi gençliktir. Hepinize teşekkür ederim.
panel yöneticisi
Sayın Kolcuoğlu değerlendirmeleriniz için çok teşekkür ederim. Şimdi sözü
Kültür Sanat Sendikası Genel Başkanı Sayın Dr. Kemal Sevgisunar’a vermek
istiyorum. Sorularım şöyle:
1. Son zamanlarda çıkarılmak istenen yasa taslaklarında sanatçılara uygulanan yıpranma haklarının kaldırılması söz konusu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
2. Sanat alanlarının örgütlenmesinde yasal engeller var mı?
3. Kültür Sanat Sendikasının yasalar karşısındaki yaptırım gücü nedir?
kemal sevgisunar
Efendim, bütün bunları söyleyebilmek için herhalde bazı tanımları yapmak lazım, ama o tanımlara gelmeden önce de bizi buraya toplayan Özerk Sanat
Konseyine ve buradaki katılımcılara konfederasyonum ve sendikam adına öncelikle saygılarımı sunuyorum.
40
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Bu tanımları yeniden yapmak gerekir derken şunu anlatmaya çalışıyorum: Bana
göre anayasa, iktidar erkini elinde bulunduranların yönettikleri toplumda nasıl
bir özgürlük düşünüyorlarsa, özgürlüklerin sınırlarını kendi kurguladıkları ve
bu kurgu üzerinden sınırlarını çizdikleri yasalar topluluğudur. İktidarlar, yukarıdan aşağıya indirdikleri bütün o sınırları iktidar erkini kullandıkları biçimiyle
insanlara açarlar. Bu da ülkenin bağımsızlığıyla, düşünce özgürlüğüyle ilgili bir
sorundur. Sizin bulunduğunuz noktada devletin siyasi örgütlülüğüyle sanatın
örgütlenmesi arasındaki eşgüdüm kendisini gösterir. Diğer bir deyişle özgür
bir ortam olmadan sanat örgütlenemez. Siz anayasada sanatı tanımlayın ya
da tanımlamayın, o anayasayı yapan güçler, o anayasayı uygulayan güçler,
sanata nasıl bakıyorlarsa siz de sanatı ancak iktidar güçlerinin size tanıdığı özgürlük sınırları çerçevesinde görmek tanımlamak durumundasınız. Bu tespitleri
koymadan Anayasanın 64. maddesinde “sanata devlet destek verir” içeriğindeki maddenin korunmasıyla, korunması için çaba harcanmasıyla sanki bütün
sorunlar düzelecekmiş gibi konuyu ele almak, bakmak herhalde çok çözücü bir
yaklaşım biçimi olmayacaktır. Önce son dönem AKP iktidarında sanata bakışı
doğru görmek gerekir. AKP neden sanatın içine tükürür? Şundan dolayı tükürür:
Sanat yaratıcıdır, sanatın insanlar üzerinde olumlu anlamda uyarıcı, insanlar
üzerinde yapıcı, kışkırtıcı bir etkisi vardır. AKP iktidarı süresince, önde gelen
kadrolarının her zaman yaptıkları gibi işte güzeli, sonsuzu ve yeniliği arayan
bir bakış açısı yaratılmasını sağladığı için sanatla iktidarın sıkıntıları vardır.
Oraya tükürürler, çünkü yaratmak istedikleri monoton, tekdüze insan tipinin
karşısında, karanlığı yırtacak tek güç sanat olduğu için bu tarz bir tavır sergilerler. Ama sanat öyle el bebek gül bebek, insanların elinde çekip çevirecekleri
bir güç de değildir.
Sanat, yaşamı kıyasıya tartışan, önüne çekilen perdeleri yırtan bütün o karanlıklardan yükselerek çıkan farklı bir güce sahiptir. Eğer öyle olmasaydı insanlığın
bütün o karanlık çağlarından itibaren, taşı yontan ilk insan, kendisini tehlikelerden korumak için birtakım ilkel sesler çıkaran ilk insan, bir hayvanı avlamak
için, başka bir hayvanın kılığına girerek, onun derisine bürünerek ona benzeyen ilk insan, bir aleti kullanmayı düşünen ilk insanın sanatla olan bağını
başka türlü nasıl düşünebilirdik ki? Kendisini avda, kendisini ritüelde tapınırken
düşleyen ve bu düşünü mağara duvarına resmeden ve orada yarattığından
güç alarak kendisini tanımlayan insanı böyle bir kavrayışla ele almadan sanatı
toplumsal yaşamda nereye koyacağız? Sanatın insan olma vasfını insana kazandıran ayırt edici bir güç olarak görerek sanatı yaratıcı gücün merkezinde
görerek, insanı insanlaştıran bir süreç olarak görülmesine katkıda sağlayarak
bakarsak bugünün sorununun çözümüne dair, katkı olabilecek bir yol bulabiliriz. Sanatın bir ulusun, bir ülkenin anayasasında neden olması gerektiğinin tanımını ancak böyle bir bakış açısı üzerinden yaparak bunu tartışabiliriz, yoksa
yukarıdan aşağıya, kaba bir yaklaşımla sonuç alamayız. Sanat olgusunu iktidar-sermaye ve sınıflar gerçeği üzerinden tanımlayarak anayasanın içerisinde
sanatın ancak böyle bir zeminde yer almasını sağlayarak yapabilseydik bugün konuya ilişkin andığımız bütün bu gerçekliklerden hareketle sancılarımızın
birçoğu giderilebilmiş olurdu. Oysa eğer bugün ülkemizde ve bütün dünyada
neoliberal güçler, küresel güçler bütün bu ekonomileri çekip çevirirken bütün
41
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
toplumları bir yerden alıp bir yere koyarken ve bütün bu sınırların üzerinde bir
siyasal hareketliliği ve erki ortaya koyarken sanatın burada anayasanın içinde
yer almasının gerçeğe dair bir çözücü gücü olmayacağı ortadadır. Olaya baktığınızda eğer emeği iyi tanımlarsanız, emeği tanımlarken onun ilkel insanın o
mağara resimlerini çizdikten sonra, birlikte iş yapan bütün o heyamolaları, kardeşlik türkülerini beraber söyleyen, yine birlikte iş üreten ve birlikte iş üretmekten kaynaklanan bir ritmi yakalayabilen insan topluluklarının geçirdiği bütün
aşamaları da görmek durumundasınız. Olaya buradan bakıp geldiğiniz zaman
emek olgusunun ve çalışma olgusunun öyle sıradan bir olay olmadığını, emek
olgusuyla birlikte sanatın, insanların birlikteliğinin, beraberliğinin, dünyayı güzelleştirmek için işbirliği içinde çalışması, gelişmesi için bir zorunluluk olduğunu
kavrayıp, kabul ederek ancak burada bu tanımı ortaya koyabilirsiniz. Bütün
bunlardan ayrı ve yukarıdan aşağıya, hayatın damarlarından kopuk bir sanat
kavrayışı sanatın yaşamsal gerekliliğini açıklamaya yetmez. Sanatı tartışmak
için yola çıktığınızda toplumun bütün bu dönüşümlerini ve dinamiklerini görerek
açıklamalar ortaya koymanız gerekir.
İsterseniz gelin bir gerçeği birlikte irdeleyelim. Halkımızın son 300 yıldır gelişmiş
batının emperyalist saldırıları karşısında direnebilmek için, yenileşebilmek için,
kurduğu bütün kurumların içerisinde hangi ruh vardır? İnsanın evriminde doğaya öykündüğüne, kendisini ona benzetme, kendisini yeniden yaratırken uygar
ve güçlü gördüğüne karşı bir benzeşme eğilimi vardır. Toplumun bir biçimde
sanatı algılayış biçimidir bu, ama bu yeterli midir? Hayır, onun içindeki insanın
öne çıkartılmış çıkarlar üzerinde kapitalist sermayenin her şeyi metalaştırdığı
bir düşünce biçimini getirip topluma dayattığı bir noktada sanatı topluma kanla, sıkıntıyla arattığınız sürece içinden çıkmanız mümkün değil. O zaman işte
hangi yola gitmek isterseniz bilinçsiz bir şekilde gidersiniz Yemen’de binlerce
insanı sevk idare yaklaşımınızdaki yanlışlıktan dolayı kaybedersiniz. Gidersiniz
Sarıkamış’ta binlerce insanı karın altına gömersiniz, ne yaptığınızı bilmezsiniz.
Sanatın insanla olan ilişkisi nedir? Sanatın insanla olan ilişkisi vicdanla olan
ilişkisidir. Vicdanla olan ilişkiyse toplumun üreten güçleriyle yöneten güçleri
arasındaki savaşın kendisidir. Biz burada neyi anlatmaya çalışıyoruz?
Biz şunu anlatmaya çalışıyoruz: Eğer bugün bir örgütlülükten bir sanat kurumundan, sanat çalışanlarının örgütlendiği bir ortamdan söz ediyorsak eğer,
yıpranma hakkımızı kaldırıyorlarken buna karşı mücadele edeceksek, biz örgütlülüğümüzün önüne yasal engeller koyarlarken karşı çıkmayacaksak sonra
da burada sanat kurumlarının özerkliği konusundan söz edeceksek pek dürüst
bir yaklaşım sergilemediğimizi bilerek, önce bütün bunları bilerek yola çıkmak
durumundayız. Yani olayın bir başka yanına daha bakmak durumundayız.
Son yıllarda cumhuriyetin bütün bileşenlerinin gözünün önünde bile bile, göre
göre sanatı ve kültürü bitiren bir süreç yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Bu süreç
tek başına, görünmeyen bir gerçeklik üzerinden gündeme gelmemiştir ki, her
şey göstere göstere olmuştur. Şimdi Osmanlının dağılmaya başladığı süreçte
olduğu gibi Osmanlı toprakları üzerinde hak iddia eden bütün emperyalist güçler yeniden saldırmıştır. Önce İngiltere’si saldırmıştır, sonra Fransa’sı, İtalya’sı
saldırmıştır, en sonunda da tıpkı 1930’larda Almanya’da faşizmin yükseldiği
dönemde olduğu gibi Türkiye’nin her türlü değerine Almanya’sı saldırmıştır.
42
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Bütün bu sanat kurumlarımızın temelini oluşturan Alman yapısının temelinde
Alman emperyalizminin Türkiye’ye girişi var, bu yolda sarf edilen gayretlere
kılıf üretme çabası var ve biz işte bu gelenekten gelen bu yapının içerisinde bir
demokrasi, bir özerklik arıyorsak bütün kurumlarımızda yukarıdan aşağıya,
dıştan içe gelen bütün dayatmaların da sonuçları vardır. İşte, Goebbels’in kendi
yanında II. Dünya Savaşı’na sokabilmek için Türkiye üzerindeki dayatmaları.
1912’de kurulduğu dönemde Türk Ocaklarının topluma getirdiği o direniş ruhu,
arkasından cumhuriyetin kuruluşunun ardından Türk Ocakları’nın bu özgürlükçü yanını yitirmesiyle, cumhuriyet kadrolarına muhalefet yaratmasıyla CHP’ye
katılması, bu deneyimin ardından Halkevlerinin kuruluşu, toplumun sanata ve
kültüre yaklaşımındaki dönüşümü anlatması açısından çok anlamlıdır. Halkevlerinin kurulmasıyla birlikte bilinenden, alışkın olunandan farklı, halka yukarıdan
bakan değil, halkla yaşamı paylaşmaya çalışan başka aydın tiplerinin, emek
orijinli aydın tiplerinin ortaya çıkmasıyla, onların sanatı, kültürü bu yeni değerler
üzerinden savundukları ortamlarda onları ortadan kaldırmak için saldıranların
başında 1930’lardaki, 40’lardaki Alman iktidarı vardır. Yıldız Sertel anılarında
belirtir, Goebbels’in bir kadın gazetecimize taa Almanyalardan haber göndererek, “Senin ağzını yırtacağız, o gazetelerdeki yazılarınla bizim iktidarımıza
zarar veriyorsun” dediği, ama bu söylenenlerden ta ki bu anılar ortaya çıkana
kadar hiç söz edilmediği, bu emperyalist tahakküm ortamının yokmuş, olmamış
gibi adının anılmadığı, ondan söz edilmediği yıllar yaşanmıştır Türkiye’de.
Bu demokrasi yoksulu dönemin ardından Türkiye’de kültür adına sanat adına
birçok yeni kurum kurulmuştur, kurumlar kurulmuştur. Bu kurumlar aslında çağdaş yapılardır. Ulusal müzeler kurulmuştur, ulusal kütüphaneler kurulmuştur, sanat kurumları kurulmuştur, ama bunların iç yapılarında bütün bu kurucu ülkelerin
üzerinden ülkemize aktarılan farklı siyasal kültürel değerler vardır. Bu kurumlarda yaşanan olumsuzlukların temelinde sözünü ettiğimiz bu değerlerle birlikte,
Türkiye’de bize özgü yaşanan siyasal çalkantı ve dalgalanmaların etkisi vardır.
Kurumlar özgürleşememiştir. Böyle bir ortamda Anayasanın 64. maddesinden,
sanatın devlet tarafından desteklenmesi ilkesinin ortadan kaldırılmasından söz
ediyoruz. Demokratik olmayan bir ortamdaki algılamayı tartışıyoruz.
Geriye dönüp bir bakın bakalım Kültür Bakanlığı nasıl kurulmuş? Kültür Bakanlığı özerk bir bakanlık yaratmak düşüncesi üzerine kurulmuş 1960’larda, ama
maalesef kültür müsteşarlığının başına kim getirilmiş? Almanya’da 1930’lu yıllarda eğitimini alan sıkı Türkçü Adnan Ötüken getirilmiştir ve döneme dikkat
edin 1960 askeri müdahalesi sonrası kurulan hükümetler döneminde, 1965’te
göreve getirilmiştir. Ötüken kendisine bağlı bütün bu kurumları kendi ekipleriyle
teşkilatlandırmış, Ötüken’in kadrolaştırmalarının sonuçları bugüne kadar gelmiştir. Emre Kongar 1978’lerde kurulan Özerk Sanat Konseyinin üyesiyken, kurul üyeliğinden istifa ettiğinde şöyle söylüyor: Biz konsey üyesiyken bakanlıkta
geçmişten itibaren oluşturulan bürokrasiyle baş edemediğimiz gibi bu kurumu
kurma yapısını hangi düşünceyle oluşturduklarını da anlayamadım. Ahmet Taner Kışlalı başta olmak üzere Kültür Bakanlığını demokratik bir işleyişe kavuşturmak isteyenler, bu çıkışları farklı zaman aralıklarında deneyenler bu nedenlerle
başarılı olamadılar, bu sıkıntılarla bugüne kadar geldiler.
43
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Özerk sanat kuruluşlarını tartışıyorsak anayasanın içerisinde sanatın mutlaka
olmazsa olmazlığını tartışıyorsak biraz önceki beyefendilerin söylediği gibi elbette uygar bir toplum anayasasını toplumda bütün baskı guruplarıyla birlikte,
bir mutabakat içerisinde oluşturmuşsa, sanat böyle oluşmuş toplumsal sistemler
için olmazsa olmazdır. Ama bütün bu dış etkileri yok sayarak, küresel güçlerin
saldırılarını yok sayarak, emek yoğun insan toplumunun bütün bu küresel güçler
karşısında yalnız ve çaresiz bırakıldıkları gerçeğini yok sayarak, sıradan vatandaşın biraz önce söylenildiği gibi eğitim, sanat, sağlık ve yaşam hakkı elinden
alınmışken güç sahibi olan AKP iktidarının biraz mercekleri tersine çevirerek
sanki yaşamın lütfettiği ve toplumun içerisinden haksızca bir pay alıyormuş gibi
bütün toplumun güzelleşmesinde sanatın ve kültürün hiç etkisi yokmuş gibi bakan gözleri, baktıran gözleri… Sanatın içine tüküren gözler işte bu gözler. O
neoliberal saldırıcılarla beraber bu alandaki paylaşmanın da, özelleştirmenin
de yollarını elbirliğiyle açıyorlar. Anayasanın içerisinden, toplumsal mutabakat
metninin içerisinden sanat olgusunu cımbızla dışarı çekerek Türkiye’deki kültür
sanat kurumlarının, yani cumhuriyetle, ondan önce kurulmuş olan yapılarla,
bütün bu halkın hep beraber biriktirdikleriyle oluşturduğu bu kültür kurumlarını
özelleştirmeye açıyorlar. Bu tartışmayla beraber Dünya Bankasıyla, IMF’yle beraber bundan bir-iki yıl önce imzaladıkları kültür ve sanat alanını da sektör olarak görüp özelleşmeye açma sürecini yaratmaya çalışıyorlar. Bu siyasal süreçleri görmeden bunun içerisinde olur olmaz bu tartışmaları konunun gerektirdiği
bir düşünsel zemine yerine oturtmadan bir yere varmamız mümkün değildir.
Bir başka bakış açısı da şudur: Hukuk meşrudur, ama toplumsal yaşamda de
facto gelişmeler de olur. Toplum kendi kurallarını kendi çıkışlarıyla koyar. Toplumun bir başkaldırı gücü vardır. Bu başkaldırı gücünün de içinde kesin haklılıklar
vardır. Başkaldıran ne kadar haklıysa karşı çıkış o kadar sonuç alıcı olur. Buradan yola çıktığınızda şunu söylemek mümkün: Eğer böyle bir yanlış, böyle bir
saldırı, böyle bir özelleştirme ve paylaşma, bir pasta olarak gördükleri bu alanı
dağıtma anlayışı varsa, siz de bir bütün olarak gücünüzü birleştirmek durumundasınız. Emek yoğun bütünlüklü bir mücadelenin içerisinde kimler mücadele
ediyorsa siz de o mücadelenin yanında yer almak durumundasınız. Yani kültür
sanat zaten bunun için var, tek başına Kültür ve Turizm Bakanlığı, sadece idari
memurlarının çalıştığı bir kurum değil, sendikal mücadele de sadece bu topluluğu ilgilendirmiyor. Tek başına Kültür ve Turizm Bakanlığının teknik insanlarının
bir araya gelip oluşturduğu bir kurum değil, tek başına sanatçılarının oluşturup
getirdiği bir kurum değil. Burada birlikte üretilen, birlikte kotarılan bir mücadelenin sonucunda oluşmuş bir kurum var. O nedenle Kültür Sanat-Sen diyor ki, örgütlü ve yasal mücadelenin önündeki engeller kaldırılacaksa, eğitimin önündeki
engeller ne kadar kaldırılacaksa o da o kadar kaldırılacak. Kültür Sanat-Sen
diyor ki, eğer sanatın önündeki engeller kaldırılacaksa bakın gözünüzün önüne
gelmiş olan yeni yasayla beraber sağlığımızın üzerinde yeni oyunlar var. Bunlar
kaldırılmak için nasıl mücadele edilecekse sanat için mücadele ederken bu engellere karşı da birlikte mücadele etmeliyiz. Ülkedeki bütün muhalefet güçleriyle,
emek güçleriyle dayanışarak, bu güçleri birleştirerek mücadele edeceğiz.
Bir başka yan daha var, onu da söylemeden geçemeyeceğim. Anayasalar
sanatsız olabilir mi? Yeni anayasa yapma talebi iktidardan geldi gibi bir söylem
44
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
oldu. Evet, anayasa yapma talebi neden iktidardan geldi? Biraz önce anlattığım
olgularla küresel güçler buradaki bütün bu hayatı kendi istedikleri gibi sevk ve
idare edebilmek için geri kaldığını düşündükleri yasal düzenlemeleri yapmak
için bu anayasayı istiyorlar, yoksa bu toplumu daha çağdaş, daha ileri bir
noktaya götürmek için değil. Birçok başka yön var, hepimiz bu konunun bir
başka yönünden baktık bugün, ama bunu yaparken filin körü tanımlaması ya
da körün fili tanımladığı gibi yapamayız. Gerçekleri tüm çıplaklığı ile görmeden
uzaktan seçkinci çözümler öneremeyiz, söyleyemeyiz. Bu gücü, bu mücadeleyi
bütün bu emek düşmanlığını görmeden, sanatın emek yanını görmeden, sanatçının yaratıcı yanını görmeden onu tanımlayamayız. Yoksa şu sonuca geliriz:
Gelişmeler o kadar ilerler ki, insan siburg denen makine yapan makineleri da
yapabilir. Ya da sibernetik özellikte daha gelişmiş özellikte aletler de yapabilir,
makine yapan başka makineler icat edilebilir. O zaman insanın emekle olan
ilişkisi kesilir, toplum nereye gider, insanlık nereye gider sorusu sorulur. Gelecek
bir tatminsizliğe teslim olur deniliyor. Oysa insanlık hiçbir zaman böyle kalmaz.
İnsanlık her zaman yaratıcı gücü elinde bulundurur, her zaman sonsuzluğa
kalabilmeyi, anılmayı ve daha iyiyi arar. Arkadaşlarımız belki başka yönleriyle anlatacaklar, ama ben emek yanından bunu anlatmak için bu tanımlamayı
yapmak durumundayım. Dolayısıyla bu ilişkileri de bu düzlem içerisinden sunmak durumundayım. Bilmiyorum açıklayıcı oldu mu?
panel yöneticisi
Yıpranmayla ilgili soruya da bir cevap verirseniz, sanatçılara uygulanan yıpranma hakkının kaldırılması konusundaki görüşünüzü alabilir miyim?
kemal sevgi sunar
Efendim, yıpranma hakkının kaldırılması biraz önce sözünü ettiğim süreçle ilgili
bir şeydir. Yaratıcı insanın elindeki her şeyi alarak onu bir şekilde böyle sıradanlaştırma, bıktırma, toplumun dışında tutma ve bu işlerden uzak tutmayla ilgili bir şey. Tabii ki sanat ve sanatçı demek sadece devletle sözleşme yapanların
yaptığı bir iş ya da bu anlaşmayı yapan topluluk değil, sanat en kötü koşullarda
da yapılan bir süreçtir. İnsanlık tarihi bunu gösteriyor, ama şimdi eğer bütçesi
sınırlı olan bir devletin sanatla görevlendirilmiş kurumlarının önünü keserseniz
siz sanatçının en ücra noktalarda, en sıkıntılı yerlerde çalışma hayatının kendisinden vererek ürettiği dönemlerindeki o yıpranma hakkını elinden alırsanız bunun biraz önce sofradan o bir lokma ekmeğin alınmasından hiçbir farkı yoktur,
çünkü sanatın yaratıcı gücünün odağında bu insanlar vardır. Onların haklarını
gasp ederek, onları küstürerek topluma bir olumluluk sunamazsınız. Burada
olacaktır bu işler, bu görüşler, karşı çıkışlar bu zeminlerde gerçekleştirilecektir.
Biz burada bir başka şeyi de söylemek durumundayız. Toplum anayasasına sanatı koymakla yükümlüdür. Çünkü eğer Türkiye dünyadaki bütün evrensel kültürel,
sanatsal motiflere, bütün bu gelişmelere kendi ülkesinden de bir nebze emek koyacaksa, bir nebze o motiflerden kendi insanına taşıyacaksa insanına bir şekilde
estetik değerleri, kavrayış ve algılayışı öğretmekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğü
yerine getiren de doğaldır ki, devletin sanat kurumlarıdır. Bu kurumlar sadece bu
nedenle bile devlet bütçesinden sübvanse edilmek durumundadır. Sanatçılar da
45
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
en iyi sosyal koşullarında dünyanın bütün en iyi, sanat ortamlarında ne gibi şartlar sağlanıyorsa bizim ülkemizde de o ortam, hak ve şartlar sağlanmak durumundadır. Onların ellerinden daha önce verilmiş haklarını gasp ederek geri almakla
uygar bir ülke ve onun anayasası yaratılamaz. Sanatçılara mevcut olandan çok
daha iyi şartlar sunulmak için bütün olanaklar zorlanmalıdır. Kamu tüzel yapısı
dışında sürdürülen bütün sanat ortamları desteklenmelidir.
panel yöneticisi
Çok teşekkür ederim bu değerli konuşmalar için, bu konuşmaların sonucunda
bir de şu ortaya çıkıyor. Gazeteci Sayın Mustafa Balbay Cumhuriyet gazetesindeki bir köşe yazısında şöyle demiş: Sanat yeryüzünde insanlığın karanlığa
karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmişlerdir. Bir, tamamen kendi kontrolüne almak ve kullanmak; iki, tümüyle yok saymak ve ortadan
kaldırmak. Herhalde bugünlerde karşımıza çıkan tablo bundan ibaret.
Ben sözü şimdi de Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın
Doç. Dr. Abdullah Sezer’e veriyorum. Sanat ve siyaset, sanat ve devlet ilişkisi
üzerine genel bir değerlendirme yapar mısınız? Buyurunuz efendim.
abdullah sezer
Merhabalar. Tüm izleyicilere, konuşmacılara ve özellikle beni panele davet
eden Canol Bey’e içtenlikle teşekkür etmek isterim, sağ olunuz. Başlangıçta,
önce hukukçuların söz alacağı anons edildi. Diğer konuşmacıyı bilemiyorum,
ama Sayın Baykam da konuşmadığına göre, galiba Fenerbahçeliler sona kaldı.
Tabii ki bu işin latifesi. Anayasacı olmayan konuşmacılar anayasayı konuşup
tükettiğine göre, hukuk, sanat ve toplumun kesişme noktalarına ilişkin kendi
kendime sorular sorup, yanıtlamaya çalışacağım.
Soru 1: Sanatı korumak, devletin ana görevleri arasında olmalı mıdır? 1982
Anayasası’nda, sanata ve sanatçıya nasıl yaklaşılır? Tabii ki olmalıdır, ama
eğer “sosyal devlet” ise. Yalnız burada teknik bir boyut var, o da şudur: 1982
Anayasası’nda içinde “sanat” sözcüğü geçen iki boyutu var, hatta üç demek
de mümkün: “Bilim ve sanat hürriyeti” (md. 27); “Sanatın ve sanatçının korunması” (md. 64), “Esnaf ve sanatkârların korunması” (md. 173). İlki, özsel
olarak sanatın kendisini, özgürlük boyutunu düzenliyor. Prof. Kaboğlu Hocamın
deyişiyle, “sanatsal yaratma özgürlüğü”nü barındıran bu hüküm, “kişi hakları”
içerisinde yer alıyor. Devlet burada dokunmamak, serbest bırakmak, liberal felsefenin getirdiği klişe deyimle “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” tarzında
davranmak durumunda. Ancak sosyal-ekonomik-(kültürel) haklar kategorisinde
yer alan ikinci hükme geldiğimiz zaman, işin rengi biraz değişiyor. Artık burada devlet, “Ben yurttaşları kendi haline bırakırım, özgürlüklerini istedikleri gibi
kullansınlar” diyemez. Devlet artık sadece seyirci kalmakla yetinemez, pasif ve
eylemsiz kalamaz; bir şeyler yapmak, düzenlemek, desteklemek, teşvik etmek,
para harcamak, örgüt kurmak, önlem almak zorundadır (olumlu yükümlülükler kuramı). Tıpkı, güçsüzü güçlü, şanssızı şanslı, parası olmayanı olan, işçiyi
işveren, engelliyi engelsiz ve vücudu bütün olan karşısında koruma temeline
46
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
oturan tüm ikinci kuşak haklarda olduğu üzere. Sonuncu hüküm ise, “mali ve
ekonomik hükümler” kısmında yer alır; oysa bunun yerinin de “sosyal haklar”
kısmı olduğunu söylemek pekâlâ mümkün.
82’nin sanata bakış açısını vurgularken, bir şeyi paylaşmaksızın geçemeyeceğim. Aranızdaki benden yaşça büyük dinleyici ve konuşmacılar daha iyi anımsayacaklardır: 1980 darbesinin hemen akabinde yürürlüğe konulan ve radyodan ulusa okunan 7 no’lu MGK bildirisi ile partiler askıya alındı, DİSK, MİSK
ve bunlara bağlı sendikaların, Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve
Kızılay dışında tüm derneklerin, tüm bankaların faaliyetleri “ikinci bir emre kadar” durduruldu, hatta o hafta sonu yapılması gereken tüm futbol karşılaşmaları
yasaklandı. İşte, demek ki darbe böyle bir şey, yaşamı her yönüyle bir fotoğraf
karesinde donduran bir olgu. Darbenin ürünü olan anayasa da, düşünce ve
örgütlenme özgürlükleri ekseninde depolitize bir toplum yaratma ereğinin yanı
sıra, sanatın gelişmeci yönünü dondurdu. Sizi ilgilendirmesi açısından, bir örnek vereyim: Anayasa, sanatın statik olmadığını, gelişmeci bir yaklaşım çerçevesinde ele alınması gerektiğini unuturcasına, İstiklal Marşı gibi sanat eksenli bir
ürünün dahi değiştirilemeyeceğini hükme bağladı ki, bunun kapsamına, sözü
ve müziği dahil. Gerçi ben müzisyen değilim, bir miktar ilgilendim, ama müzisyenler şunu söyler: İstiklal Marşının sözleriyle uyumsuz müziği değiştirilmelidir,
prozodisi ile örtüşmemektedir. Ama bakınız, bunu değil değiştirmek, tartışmak
bile son derece tehlikelidir. Hatta siyasi partiler, Anayasanın değişmez hükümlerini değiştirmek gibi bir yola başvururlarsa, başlarına ne geldiğini biliyorsunuz. Acaba Anayasa, söz-müzik uyumunu sağlama yönündeki sanatsal önerileri sonsuza dek imkânsız mı kılmaktadır? Modern bir anayasaya böylesi bir
hüküm konulabilir mi? Özetle, bayrak, İstiklal Marşı gibi, sanatla çok yakından
bağlantılı olan simge ve ürünleri değişmez addeden bir anayasa…
Soru 2: Yeni anayasa/anayasa değişikliği taslağını nasıl değerlendirebiliriz? Ne
kadar ilginçtir ki, bir değişiklik mi, yeni bir anayasa mı olacak, bunu bilemiyoruz. Hatta daha da garip tarafı, milletvekilleri de bihaber. Söylentiler doğruysa,
milletin vekillerinden de önce, ABD’deki “think-thank” kuruluşlarında görücüye
çıkacakmış. Acaba Türkiyeli yurttaşlar ve onların vekilleri “think” yapma yeteneğinden yoksunlar mı ki bir başka kıtaya götürülüyor? Galiba, asli kurucu iktidar
kavramının sınırlarına yeni birini daha ekleyeceğiz. Gerçi, hakkını teslim edelim
ki, “tank”ların denetiminden biraz daha nüanslı. Diğer bir sakatlık şu: Monarkların iki dudağının arasından çıkan cümlelerin yasalaşması gibi, birçok yaşamsal
konu (yurttaşlık, din özgürlüğü, başörtüsü, sosyal haklar vs) hakkında son karar,
sayın başbakanın takdirine sunulacakmış ve bence en tuhafı, “yeni” nitelemesi.
Çocukluğumdan bu yana tartışılan ombudsman kurumunu (yeni adıyla “ombudsperson”), “anayasal yakınma”yı, devlet erkleri ve merkez-çevreye ilişkin yeni dengeleri vs kurmayan, yeni hakları içermeyen “yeni” bir anayasa! Yenilikler içermeyen, 1982’nin sadeleştirilmiş tıpkı basımı bir kitapçık gibi. Aslında itiraf etmek
zorundayım ki, galiba biraz haksızlık ediliyor; evet “neo” bir anayasa, “neoliberal”. Sovyet bloğu dağıldıktan sonra ABD’nin düşman sayısını 1’e indirgemesinde
olduğu gibi, Türkiye de artık sosyal refaha eriştiğinden, üzerindeki sosyal haklar
yükünden kurtulma zamanı geldi demek ki. Bazıları, “Canım ne gerek var konut
hakkına, yerleşme özgürlüğü var ya” diyor. Oysa biri hak, diğeri özgürlük.
47
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Bir örnekle açıklayalım: Anayasa’da “yerleşme özgürlüğü”nü tanırsınız, birey
–belirli yasak bölgeler, sit alanları vs dışında– istediği yere yerleşsin diye. Ama
bu yetmez, “konut hakkı”nı da tanımalısınız. Niçin? En basit deyişle, “başını
sokacak evi olmayan” kişi devletten hak talep etsin ve devlet de toplu konut
fonu, idaresi vs ile kişiye barınabileceği bir mesken temin etsin diye. Ama bu
da yetmez, bir de yasak getirirsiniz, konut dokunulmazlığı. Peki, buna ne gerek
var? Evinde oturan kişiye özel bir alan tanıyayım, hiç kimse izinsiz rahatsız
edilmesin diye. Demek ki, sırf bireyin barınma ihtiyacını giderdiği fiziksel nesne
(yani mesken) ile ilişkisi bile, birbirini tamamlayan birçok boyuttan oluşuyor.
Eğer devlet, “Ey yurttaş, istediğin yere yerleşebilirsin” der, ama ev alacak parası olmayan kişinin barınma ihtiyacını gidermezse, hak boyutu ihlal edilmiş olur.
Aynı şekilde, “Herkesin bilim ve sanatı öğretme, öğrenme, araştırma, yayma,
uygulama özgürlüğü vardır; ama sanatçıyı desteklemem, kendini geliştirme ve
sanatını toplumla paylaşma kanallarını açmam” dediğiniz an, “özgürlük” sözcüğü bir süs bitkisi gibi kalacaktır. Tıpkı, sosyal hakları güvencelemediğiniz,
yurttaşa onurlu bir yaşam sürdürme hakkını sağla(ya)madığınız sürece, kuru
kuruya “yaşam hakkı”nın, bireyi sadece fotosentez yapabilen bir tür varlık konumuna indirgemesi gibi. Az önce tiyatro sanatçımız çok güzel dile getirdi;
evet, oyunsuz dünya düşünülemez, bu yüzden sanatı ve sanatçıyı yaşatalım.
Eğer size sanatsal yaratma özgürlüğü tanınmazsa, özerk kurumlar oluşmazsa,
devlet teşviki olmazsa, ne sanat yaşayabilir, ne de sanatçı. Ama eğer siz sanatınızı toplumla buluşturmayı hedeflemezseniz, o zaman sizin sanatınız daha baştan ölü doğmuş demektir. Dolayısıyla yaratma bakımından özgürlük, kurumsal
yapılanma bakımından özerklik, ama hakkın tanınması ve desteklenmesi açısından da devlet teşviki, bunlar bir arada pekâlâ bulunabilir, bulunmalıdır da.
AKP’nin hazırlattığı “anayasa önerisi”nde, sanat özgürlüğü var, ama sanatın
ve sanatçının korunmasına yönelik olarak devlete olumlu edimde bulunma yükümlülüğü getiren hiçbir hüküm göremiyoruz. Bu, unutkanlığın ya da dalgınlığın
değil, ihmalin ve görmezden gelmenin bir ürünüdür. Özbudun ekibi, 1982’deki
md. 64’ün üstünü çizmiş, biz de bu yanlışlığın altını çizelim…
Soru 3: Varsayalım ki, her şeye rağmen iyi bir anayasa yaptık, bu yeterli mi?
Bir örnek: 1995’te bir anayasa değişikliği yapıldı ve yurtdışında yaşayan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının oy haklarını kullanmaları için yasal tedbirlerin
alınması yönünde bir anayasal emir kondu. Bu hükmün Türkçesi şu idi: “Ey yasama meclisi, bu konuda hemen bir yasa çıkar!” Bunun başka hiçbir tercümesi
yok. Yıl 2008, böyle bir yasa hâlâ yok. (Bir not: Bu konuşmanın deşifre metninin
yayımlandığı sırada, ne mutlu bize ki, adı geçen yasa çıktı.) Bu, yaklaşım tarzımızı tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Anayasa yapmak, her şeyin çözümleneceği anlamına gelmez. Yasası var, yönetmeliği var, uygulaması var. Ayrıca,
“Kötü yasa yoktur, kötü uygulayıcı vardır” denir, doğrudur. Yargı mensupları
özgürlüklerin yorumlanması konusunda birikimli, cesur ve özgürlükçü olmazlar
ise, kurallar da anlamsız birer kâğıt parçası olarak kalırlar. Ben bunu “3 K”
formülüyle ifade ediyorum: kurallar, kurumlar, kafalar (zihniyet). Kaldı ki, kafa
yapımızı düzeltemediğimiz sürece, zaten iyi metinler de üretemeyiz.
Soru 4: Özerk Sanat Konseyi hakkında ne söyleyebilirim? Tekrar altını çizelim: Sanat açısından devlet, bir yandan serbestlik tanımak durumundadır, öte
48
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
yandan sanatı, sanatçıyı, sanatkârı koruma ve teşvik yönünde tedbirler almak,
bu amaçla örgütler kurmak, para, çaba ve zaman harcamak zorundadır. Tabii
ki özerk bir kurumun yerleştirilmesi de son derece önemli. Sayın baro başkanı özellikle anayasa yapım yöntemlerine, kimin ve nasıl yapması gerektiği
sorunsalına yoğunlaştığı için söz etmedi; Barolar Birliği’nin 2001 “Anayasa
Önerisi”nde de sanata ilişkin bir yüksek kurul var.
Hazırladığınız taslağı inceleme fırsatım oldu. Bu noktadaki girişiminize ilişkin
birkaç noktaya dikkat çekmek isterim izninizle. Başlıca gözlemlerimi paylaşacağım. Bir kez, ham bir taslak. Algılayabildiğim kadarıyla, taslağın çerçevesini
oluşturan “Özerk Sanat Konseyi” yapılanmasının amaçları, kapsamı, ilkeleri
konusunda, “biz bu işi bitirdik” diye bakıyorsunuz; ama bence işin başındasınız, eklenecek çok şey var. Taslağın olgunlaşması gerekir. Sonra, bir nokta
daha: Evet, taslak özellikle sanatın kurumsal boyutuyla ilgili, ama bu taslakta
sanatın tabana yaygınlaştırılması, halkla paylaşılması vb hedefleri göremiyorum. Şimdilik, size kolay gelsin demekle yetiniyorum.
Sanatın özerkliğini tartışmaya gerek dahi yok, ancak özerk bir kurulun varlığı
konusundaki bazı çekincelerimi saklı tutuyorum. Malumunuz, özerkliğin hukuksal, siyasal, yönetsel ve mali boyutları var. Ancak burada şunu söylememe
lütfen izin verin: Türkiye’de özerklik kavramı son derece yanlış anlaşılan bir
kavram. Özerklik denilince, bu tip kurumlar ya derebeylik statüsüne ulaşıp keyfi
hareket eden, her istediğini yapan, hiç kimseye hesap vermeyen, devlet içinde
devlet haline geliyorlar, ya da geleceğe ilişkin birtakım beklenti ve çıkarlar uğruna kendiliklerinden siyasal iktidarın güdümüne giriyorlar. Temennim odur ki,
ortaya koyduğunuz bu taslak yasalaşırsa, söz ettiğim üzere, siyasal iktidardan
bağımsız, kötüye kullanmaya elverişli bir yapılanma getirmemesi. Eğer makul
ve dengeli bir temele oturtulabilirse, kuşkusuz sanat, sanatçı ve sanatsever açısından olumlu bir adım atılmış olur.
Özgürlük, özerklik ve devletin görevleri diyoruz. Devletin olumlu yükümlülükleri açısından, eşit/adil davranma ilkesi önemli. Bu ise, çoğulculuk ilkesine özen
göstermeyi gerektirir. Bakınız, 1982 Anayasası’nın 13. maddesinde bir kavram
var: “Demokratik toplum düzeninin gerekleri”. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi,
“demokratik devlet”i tamamlayan bu kavramı, Handyside kararında yorumluyor
ve içeriğini belirginleştiren üç alt unsuru saptıyor: “çoğulculuk”, “saydamlık” ve
“tolerans” –ki çok da benimsediğim bir kavram değildir, özellikle ülkemizde yanlış anlaşılır ve her yana çekilir. Ben ilkine vurgu yapacağım. Devlet, çoğulculuk
öğesini yalnızca siyasal yaşamda değil, yalnızca milletvekilleri seçimlerinde uyguladığı barajla değil, sosyal yaşamın her alanında, sanatta, eğitimde, kültürel
yaşamda gözetmelidir. Bu bir lütuf da değildir. Dolayısıyla devlet, yaşamın her
tür etkinlik alanını koruyucu tedbirler getirirken, çoğulculuk öğesini ihmal edemez.
Senin sanatçın-benim sanatçım, senin darben-benim darbem, senin hükümetinbenim hükümetim, devlet sanatçısı-halkın sanatçısı, vs... Bunları çoktan aşmış olmalıydık. 80 darbesi zamanında bilirsiniz, birtakım devlet sanatçılarına sahne
yasağı getirildi. Daha sonra bazılarına iade-i itibar edildi. Makul bir ilke var
mı bu konuda? Varsa ve biliyorsanız, lütfen söyleyiniz. Dolayısıyla, geldiğimiz
noktada sırf sanat değil, kültür, dil, eğitim, siyaset alanında liyakate göre seçmek,
49
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
işi ehline vermek varken, adam kayırmacılık, ilgisi ve bilgisi olmayan kişilere yetki
tanınması… Modern bir devlette bunlar olabilir mi?
Bir konuyu, oldukça önemsiyorum. Bakınız, son bir yıl içinde kaybolan insan
sayısı, geçenlerde sayısal verilerden söz edildi, 3400 küsur. Burada sanat özgürlüğünü tartışıyoruz, ama eğer bir ülkede siyasal iktidar bu kadar çok insanı kaybediyor/kaybettiriyor/kaybolmasını engelleyemiyor ise, artık tartışacak
çok fazla şey yok gibi geliyor bana. Bunu, sanat özgürlüğünü küçümsemek ya
da bunlar varken sanatı tartışmak abesle iştigaldir anlamında söylemediğimi
biliyorsunuz. Kastım şudur: Hak ve özgürlüklerin bölünmezliği, temel ilkedir.
Haklar bir bütün olarak anlamlıdır. Hangi özgürlüğü tartışırsak tartışalım, lütfen
bireyi ve onun onurunu birlikte düşünelim. Aksi takdirde, bir yerden düzelttiğimiz bir anayasa metni, yasal düzenlemesi ve uygulamaları, diğer taraftan
patlak verecektir. Bakınız anayasa değişiklikleri devam ediyor; 13, 14, 15…
Sözlerime son vermeden, evet, sanat aslında ilkin sanat içindir, ama aynı zamanda toplum içindir anlayışından yola çıkarak, siz sanatçıların işlevini önemsiyorum. Ne var ki, ürettiğiniz sanatı toplumla daha çok paylaşmalı ve toplumu
sanatla barıştırmalısınız diye düşünüyorum. Ama bir noktada karamsarım: Bir
ülkede spor yalnızca futbol, sanat da yalnızca üç-beş pop seslendiricisinin arzı
endamı olarak algılanıyorsa, zannediyorum siz sanatçılara ve sanat emekçilerine çok fazla görev düşüyor. Öyle zannediyorum ki, sanatçı, bizim ezberimizdeki siluetten farklı bir şey olsa gerek. Kısacası, sanat zor zanaat. Sabrınız için
teşekkür ederim, sağ olunuz.
panel yöneticisi
Bu güzel değerlendirmeleriniz için, teşekkür ederiz, sağ olun. Albert Camus
şöyle diyor: “Dünya aydınlık olsaydı sanat olmazdı.”
Şimdi sözü TOBAV Genel Başkanı Sayın Tamer Levent’e veriyorum.
1. Sizler TOBAV olarak, “Daha Güzel ve Anlaşılır Bir Dünya İçin Sanat” derken
ya da “Demokrasinin Eksiği Sanat” derken ya da “Sanata Evet” şifre sözcüğüyle bizlere neler anlatmak istiyorsunuz?
2. Kültür sanat alanında yaşadığımız tüm bu olumsuzluklar sanata hayır demenin bir başka ifadesi mi?
3. Avrupa Birliği sürecinin ülkemizde sanat kurumlarımız ve sanat yaratıcıları açısından etkileri nasıl olacak?
4. Yaşanan olumsuzluklar acaba bu Avrupa Birliği sürecinin bir etkisi mi yoksa yanlış bir uygulaması mı?
5. Tiyatroculuk mesleğinin diğer devlet memurluklarından farkı nedir? Buyurunuz.
tamer levent
Öncelikle bugün burada olmaktan çok mutlu olduğumu belirtmek istiyorum.
Çünkü kuruluş aşamasında ben de üç yıl kadar Özerk Sanat Konseyinin yürütülmesine katkıda bulunmuştum. TOBAV olarak tabii, TOBAV genel başkanı
50
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
olarak bunu yapmıştım. Tabii bu Özerk Sanat Konseyi kavramı 1970’lerden
başlayan bir çalışmaydı. 95 sürecinde daha da hızlandırarak bunu gündeme
getirmeyi sağladık. Amacımız kuruluş aşamasında bu alana sahip çıkan bizler
–burada bulunan kuruculardan birçok arkadaşımı da burada görüyorum– kurucu kuruldan olanların da katkılarıyla bunun neden gerekli olduğunun süreç
içerisinde iyice anlaşılarak kurumlaşması yolunda daha ileri adımlar atılmasını
sağlamaktı. Fakat zaman zaman bu harekette duraklamalar gördük. Bu duraklamaların görülmesinde ben kendimce tespitler yapmak istediğim zaman size
bir şey söyleyeyim, kendimizi eleştirmemizin de zorunlu olduğunu fark ettim.
Çünkü biz asla eleştirilmesi söz konusu olmayıp da sürekli tezlerimizle gerek
dünya siyaset biliminden ve kapitalizmin ve emperyalizmin dünya standardındaki stratejisinden nasıl etkilendiğimizi dile getirerek kendi alanımızın son derece önemli işlevsel etkin olabilecek sorunlarına eğilmek ve bu sorunlar konusunda
somut yollar alma konusunda maalesef eksik kaldık. Özerk Sanat Konseyinin
kuruluşu aşamasında böyle bir konseyin Türkiye için gereksiz olduğunu, böyle
bir konseyin kurulmasının lüzumsuz olduğunu savunanlar da oldu. Hatta böyle
bir konseyin bir yasası olması gerektiğini, lüzumsuz olduğunu savunanlar oldu.
Hatta ve hatta daha ileri gidip sanatçının yasası olmaz noktasına da gelindi. Ne
ülkeymişiz biz? Şimdi de geliyoruz Anayasada 64. madde kalksın mı kalkmasın
mı? Bu kadarız, o zaman da bu kadardık, şimdi de bu kadarız.
Biz burada yapacağımız tespitlerle Türkiye’de kamuoyunu ikna edip sanatın
gerekliliğini onların hayatında olmazsa olmaz olduğunu ifade edip sonra da
kendiniz harekete geçerek, genel anlamda kamuoyu yaratarak ve sivil toplum
kuruluşlarıyla inandığımız tanımlar ve ilkeler çerçevesinde Türkiye’nin aydınıyla, yazarıyla, çizeriyle bu ilkeyi inandığımız, tanımladığımız ilkeyi savunma
konusunda acaba hep birlikte hareket edebilecek miyiz? Bunu merak ediyorum.
Ben burada bir konuşma yapacağım. Bu konuşmayı yaparken ben de tanımlar yapacağım. İnanıyorum ki bu salondaki herkes benim yapacağım tanımları
yapabilecek durumda. Ben size çok değişik şeyler mi söylemiş olacağım bu
tanımları yaptığım zaman? Hayır, aşağı yukarı hepimizin aynı şeyleri düşündüğümüzü biliyorum, çünkü aşağı yukarı herkesi tanıyorum bu salonda.
Peki, madem biz bunları düşünüyoruz da neden yol alamıyoruz? Onu merak
ediyorum. Mesela, acaba Türkiye’de insan standartlarının geliştirilmesini Amerika istemiyor da ondan mı olmuyor? Değil mi? Çünkü büyük Ortadoğu projesinde Türkiye’ye ılımlı İslam rejiminin uygun görüldüğünü eğer biliyorsak o
halde demek ki, Türkiye Anayasasının yapılmasında da Amerika’nın bir katkısı
vardır. O halde Amerika da Türkiye Anayasasında 64. maddenin kaldırılmasını uygun görmüştür belki de. Çünkü devletin sanatı ve sanatçıyı korumasını
ben bireyin standartlarının yükseltilmesi, öznenin standartlarının yükseltilmesi,
öznenin farkındalık kültürüne ulaştırılması olarak görüyorum. Sanat kavramını
1945’lerde Cevat Memduh Altar, Orhan Şaik Gökyay, Muhsin Ertuğrul, Tahsin
Banguoğlu tartışırlarken kültür kavramı zannediyorum Cevat Memduh Altar tarafından gündeme getirilmiş. Bunun üzerine artık kim olduğunu söylemeyeceğim, saydığım diğer isimlerden birisi, “Yahu kardeşim, biz sanat tanımını yaptık
mı ki bir de başımıza kültürü çıkarıyorsun?” demiş. Biz o zamandan bu zamana
sanat tanımını yaptık mı acaba? Bildiğimiz tanım yolunda mı hareket ediyoruz?
51
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Peki, sanatçı kim o zaman? Biz sanatçı diyerek mesleki kavramların, mesleki
hak hukukun, fikir ve sanat özgürlüğünün üzerine gidemiyoruz.
Sanatçı diyerek son derece global, genel bir tanımlama içerisinde hayata bakıyoruz ve objektivist düşünceye sahip olan bu insanlar sanatçılığı bir tür tanrısal
vergi olarak, bir tür tanrısal olanak gibi görüp adeta kendileriyle çelişir bir
tarzda kendilerine verilmiş bu hakkın savunulmasını yapar gibi yapıyorlar, ama
tanım yapmıyorlar. Sanatsal yaratış başka bir şey, Türkiye’de sanatçı diye bir
kavram kullanılıyor. Bundan ne anlaşılıyor? Ben bunun üzerinde duruyorum.
Konuşmamı bu çizgide yapıyorum. Biz sanatçı dediğimiz zaman, burada bulunan hepimiz sanatçıyız, o zaman el ele kol kola çıkalım yola, kurtaralım bu
memleketi mi diyoruz? Sanatçılar olarak zaten hepimiz olağanüstü işleri ürete
ürete geldik bir noktaya, o zaman bu noktadan ileri de gidemiyoruz. Anayasada 64. maddeyi kaldıracaklar, ondan sonra zaten hiçbir şey yapamayacak
mıyız? Bunu mu tartışıyoruz? Yoksa Dünya Telif Hakları Örgütünün bütün dünyada bireyin standartlarının yükseltilmesi konusunda sanat meslekleri olarak
algıladığı sanatı, bir felsefe olarak algıladığı, yaşamın standartlarının yükseltilmesi felsefesi olarak algıladığı, ama tiyatro, opera, bale, resim, heykel, müzik,
mimarlık gibi alanları icracı ve yaratıcı alanlar olarak görüp bu icracı ve yaratıcılıkların hak, hukuklarının aranması konusunda 5847 sayılı yasadan biraz
önce söz ettik, Türkiye’de bunun karşılığı budur. Fikir ve sanat eserlerinin hak
ve hukukun savunulmasına yönelik bir mesleki hak olarak mı görüyor? Henüz
Türkiye’de bu işleri yapan kişiler kendilerini meslek erbabı olarak ya da meslek
sahibi olarak anmaktan hoşlanmıyorlar. Tiyatroculuk bir meslektir dediğimiz
zaman, şahıs “Hayır efendim, bir sanattır, ben de sanatçıyım” demeyi tercih
ediyor. Bu kadar soyut, soyut kahramanlıklar, soyut padişahlıklar peşindeyiz,
soyut rütbeler peşindeyiz. Bunların karşılığı dünyada yok ve bu rütbelerden
hareket ederek doğru tahliller yapamadığımız kanısındayım. Doğru tahliller yapamadığımız zaman da patinaj yaptığımız kanısındayım. Patinaj yaptığımız
zaman da yaptığımız şikâyet etmekten öteye geçmiyor, daha ileri aşamaya
doğru yol alamıyoruz. Çünkü tahlil yapabilmek için tanım yapmamız gerekiyor.
Tedavi teşhisle mümkündür, teşhis yapılmadan tedavi yapılmaz, ama biz bir
türlü doğru teşhis yapamıyoruz gibi geliyor bana.
Uluslararası güçler Türkiye’de bireyin standartlarının yükselmesini istemiyor
olabilir. O halde Türkiye’deki insanlar, aydınlar bu anlamda kendileri bir şey
yapma konusunda hangi ilkeler doğrultusunda bir araya gelecekler? O zaman
uhrevi bir şekilde tanımladığımız bu sanat kavramı çerçevesinde mi birlikte olacaklar, yoksa sanatın toplumda insanları farkındalık kültürünü artıran, bugün
dünyada daha açık bir deyimle etik, estetik ve adalet denilen üçlemenin formülü
olduğunu, etiğin içerisinde din, ahlak, örf, âdet, gelenek, halkbilimi, tarihten
gelen deneyimler, estetik içerisinde güzellik bilimi, adalet içinde vicdan, hukuk ve hukukun tanınması, hukukun bir yaşam biçimi olarak algılanması gibi
bir sistemin������������������������������������������������������������������
��������������������������������������������������������������������������
bütünleşmesi, bunun karşıtları ve yandaşlarıyla bu düşüncenin algılanmasının bütününe diyalektik bir çatışma içerisinde sanat denildiğini biz
Türkiye’de bir gün konuşmayacak mıyız acaba?
Estetikçi Schelling sanat kavramını “teorinin ve eylemin birleşmiş halidir,
52
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
teorinin ve eylemin adıdır sanat” diye tanımlıyor, ama biz sanatı Türkiye’de
hâlâ bir mesleğin adı gibi tanımlıyoruz. Birisine “Ne iş yaparsın?” diye sorduğumuz zaman “sanatçıyım” diyor. Acıklı demek istediği zaman çok dramatik
bir durumdu. Deprem bölgesinde çadırlar yırtık çıktı, durum çok dramatikti.
Çadır tiyatrosu diye Türkiye’nin tanınmış bir gazetesi manşet atıyor. Bunu benim söylediklerimi sıradan halk böyle tanımlıyor demiyorum, aynı zamanda
profesörü, aynı zamanda gazete genel yayın yönetmeni de böyle tanımlıyor.
Cevat Memduh Altar’ın “Beyler, biraz da kültür kavramını açalım, konuşalım”
dediği zaman diğerlerinin “Yahu kardeşim, biz daha sanat kavramını çözemedik, bir de kültür kavramı diyerek bu milletin kafasını büsbütün karıştırmayalım”
noktasından toplumsal olarak ve de topluma öncülük yapan misyonerler olarak
çok ileri götürebilmiş değiliz toplumu diye düşünüyorum.
Bu çerçevede baktığımız zaman daha yapacak çok işimiz olduğu kanısındayım.
O nedenle biz Özerk Sanat Konseyini kurarken bu tür misyonlar yüklenmesini
istemiştik. Bugün bu toplantıyı yaparak da bu misyonları üstlenmekte olduğunu
gösteriyor aslında. Tabii ki sanat kavramının uluslararası anlaşılmasında bugün
zanaat ve sanat kavramı Türkçede sanki birbirinden çok farklı kavramlarmış gibi
görünüyor. İngiltere Aktörler Sendikası aktörleri zanaatkâr olarak kabul ediyor.
Laurence Olivier İngiliz Aktörler Sendikasının yöneticisi, başkanı ve üyesidir. Laurence Olivier’a “Ne iş yapıyorsun?” dediğiniz zaman “oyuncuyum” der, “aktörüm” der, “sanatçıyım” demez. Ahmet Gülhan burada, belediyeye çok eskiden
bir gün bir ziyarete gittiğinde “sanatçıyım” demiş –onu hiç unutmuyorum, bir
tarihte anlatmıştı– belediyedeki görevli de demiş ki, “Yani ne iş yapıyorsun?”
Bugün dünyada modernizm çerçevesinde –modernizm benimsenir/benimsenmez, ama böyle bir vaka var– üçüncü paradigma olarak kültür görülüyor. Demek ki, dünyada siyaset birinci ve önemli bir paradigma olarak ele alınmıştır
deniliyor. İkinci paradigma ekonomiydi. Üçüncü paradigmanın da kültür olduğu konuşuluyor. Dolayısıyla öznenin... Artık “birey” denilmiyor da “özne”
deniliyor, çünkü “iç dramatik aksiyon” diyoruz biz buna, tanımlarımızda ya da
Yunus Emre’nin “bir ben vardır benden içeri” dediği o biraz tasavvufa yakın felsefede iç hesaplaşma, bireyin kendini tanıması, kendinin farkındalık noktasına
ulaşması ve bu farkındalık bilinciyle hareket etmesi, kendini başkalarının yerine
koyması, başkalarıyla olan benzerliklerini keşfederek hareket etmesi, başkalarının hak ve hukukunu algılaması gibi kavramlar da etik, estetik ve adalet bütünlüğü içerisinde sanat tanımıyla ifade ediliyor. O halde sanat tanımı, tanrının
birilerine özel olarak bahşetmiş olduğu çok üstün yetenekler vardır mutlaka,
ama sadece onlar için değil o üstün, çok üstün yetenekler, o çok özel ve önemli
kişilerin yaratmış olduğu atmosferin tüm insanlığa mal olabilecek bir felsefe
haline dönüştürülmesi için kullanılıyor ve buna yönelik de stratejiler, taktikler,
örgütlenmeler, planlamalar yapılıyor. Bu planlamalarda amaç bireylerin standardını yükseltmek.
Bugün dünyanın tanınmış ülkelerinden birilerinde mahalli sanat merkezleri ya
da rekreasyon alanları kuruluyor. Çünkü amaç o mahallelerdeki insanların boş
vakitlerini ya da kendilerini suça ya da kriminolojiye ya da insanları algılamaya
uzak tutan tutumlarını ortadan kaldırmak için o merkezlere gitmesini sağlamak
53
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
oluyor. Bu merkezlerde siyah derili, kızıl derili, pembe derili hangi ırktan, dünyanın neresinden insan varsa bir araya geliyor, el işleri, heykel, resim, boyama
gibi işler yapıyor, tiyatro yapıyor, drama yapıyor ve birlikte dil, din, ırk ayrımı
gözetmeksizin sanat felsefesinin gerektirdiği o algılama, anlama, ifade etme
gücüne ulaşmak için ortak bir çaba sarf ediyor.
Bizim ülkemizde de bu anlamda sanatın kullanım değeri itibariyle gündeme
getirilmesi gerektiği kanısındayım. Kullanım değerinin ne olduğunu tarif edemediğimiz bir ve belli bir soyutluk içerisinde gördüğümüz bu kavramı topluma da
anlatamıyoruz. Topluma anlatamadığımız bu kavramı biz savunurken bazı muhalifler, idealist ve objektivist olarak bakacak olursanız, idealist kesimden bazı
muhalifler gazetelerinde şöyle yazılar yazıyorlar: “Kim bu sanatçıyım diyenler?
Onlar da bir ‘izm’ mi yaratmak istiyorlar? Yoksa onlar dinin yerine sanatı mı
din olarak koymak istiyorlar?” gibi tanımlarda bulunuyorlar. Bu tanımlarda
bulunulması bence son derece tabii; başka ülkelerde de dindar kesimler var,
dindar olmayanlar var, ateist olanlar var ya da kendine göre bir bakış açısı
olanlar var, ama bunların hiçbirisi din kültürüyle sanat kültürünü karşı karşıya
getirmeyi akıl etmemişlerdi bugüne kadar, ama bizim ülkemizde din kültürüyle
sanat kültürünü karşı karşıya getirmek son derece mütemayil bir akım var ve
bu akım zaman zaman bunu açıkça dile getiriyor. Hasan Hüseyin bir partiden
söz ederken “onlar bu işin farkında” demişti. Evet, bu anlamda bakarsanız
farkında, ama bu tezleri karşı tarafa bizim koyacağımız kendimizi tanımlama
tezimiz oluşuyor. Biz o zaman ortaya çıkıyoruz “Sanata ve sanatçıya ihanet,
sanatın değerlerini kabul etmiyorsunuz, siz buna ihanet ediyorsunuz” gibi çok
genel laflar ediyoruz. Bu anlamda alanımızın neden gerekliliğini ve Türkiye’nin
kalkınma stratejileri içerisinde hangi raya, hangi parkura oturmak istediğini
bir kere bizim de bilmemiz lazım ki, o parkura, o raya, o makas değişiminden
sonra geçeceğimiz parkurda nereye gideceksek o gideceğimiz alana yönelik
mesleğimizin ve de mesleğimizin yapılışındaki kalifikasyonun, kalitenin tanımını
yapmamız gerekir. Bugün kalitenin bile artık lüzumsuz olduğunu söyleme gibi,
liyakatin bile lüzumsuz olduğunu söyleme gibi eğilimler var.
Yıpranma konusunda hemen bir şey söyleyeceğim. Mesela devlet tiyatroları
bugün devlet destekli bir kuruluş olduğu için bu kurumdaki insanlar maaşlarını
devletten alıyor, ama dışarıda çalışan insanlar maaşlarını devletten almıyor.
Oysa 5846 sayılı kanun uygulandığı zaman TOMEB’i kurduk. Orhan kardeşim TOMEB’in İstanbul temsilcisi. TOBAV kurdu TOMEB’i de. TOMEB meslek
birliği hareketi hayata geçebilse, dünyadaki standartlarda Dünya Telif Hakları
Örgütünün tarif ettiği standartla tiyatro oyuncuları meslek birliği ki, sinema da
dahil buna, televizyon oyunculuğu da dahil, eğer bu birlik yaşama geçebilse
o zaman devlet tiyatrosunda çalışan da, özel tiyatroda çalışan da bu meslek
birliğinin üyesi olduğu zaman aynı haklara sahip olacaktır. Emeklilik haklarına
sahip olacaktır, maaş standartları ya da çalışma standartlarının saati ya da
fikir ve sanat eserleri dolayısıyla kendisine geri dönüşümü söz konusu olacağı...
Kemal Sunal’ın filmleri mesela tipik bir örnektir, bu işten beş kuruş para alamamıştır. Halbuki Avrupa’da olsaydı bütün sülalesi geçinirdi diye bildiğimiz,
konuştuğumuz bir konu. Bunları biz konuşurken öbür taraftan yıpranma olayı
Devlet Tiyatrolarından kaldırıldı. Devlet Tiyatrolarını örnek gösteriyorum, çünkü
54
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
yıpranma meslek birliği üyesi olmayı hak etmiş kişi için de geçerli olacak bir
kavramdır, özel tiyatrocu için de geçerli olacak. O yıpranmıyor mu? O da
yıpranıyor, ama Devlet Tiyatroları devlet bürokrasisi çerçevesinde 657 sayılı
yasaya iteklenerek misafir olarak sokulmuş bir kurum olmasının yanında birtakım haklara sahip olmuş. Bunlardan birisi emeklilik hakkı, diğeri de yıpranma.
Yıpranma neden? İlk Devlet Tiyatroları Kanunu yapılırken o zaman bu kanunun
ilk Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun yapılışında da Alman, Avrupalı uzmanların bulunduğu… Kanun hâlâ geçerlidir ve telif haklarıyla ilgili beğenilen bir
kanundur. Aynı ekiplerin hazırladığı Devlet Tiyatroları Kanununda da devlet bir
oyuncunun yıpranma, yani psikolojik olarak çalışma şartlarının ağırlığı nedeniyle yıpranmaya tabi tutulması gerektiği söylenmiş. Zaten 657 sayılı yasaya
tabi olarak kurulmamış ki Devlet Tiyatroları Yasası, 1970’te biraz önce anlattığım gibi kimse bu tiyatroculuk mesleğinin tarifini yapamadığı için başlarından
atmak için almışlar 657’ye bağlamışlar. Çünkü 1960’larda grev yapmış Devlet
Tiyatrosu, Devlet Operası, Devlet Balesi. Grev yapınca zamanın başbakanı Süleyman Demirel, “Greviniz hayırlı olsun” diye bir mesaj göndermiş. Zamanın
Milli Eğitim Bakanı Cihat Baban, “Greviniz hayırlı olsun” diye bir telgraf göndermiş. Zamanın Çalışma Bakanı Ali Nail Erdem, “Greviniz hayırlı olsun” diye
bir telgraf göndermiş. Zamanın genel müdürü, “Burası Devlet Tiyatrosu, Devlet
Tiyatrosu devlete karşı grev yapmaz” diye gitmiş başbakanla tartışmış. Ertesi
gün –çünkü sözleşmeli personeldi o zaman bunlar– bu grev yasadışı ilan edilmiş. Kimse de mahkemeye gidip aramamış, Müjdat Kutucuoğlu yıllarca bu işle
–o zamanki sendika başkanı– uğraşmış durmuş.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu çıkarılırken tanımını yapamadıkları bu özel
statüde çalışması söz konusu olan insanları derhal buraya bağlamışlar. Devlet
Memurları Kanununun 1. maddesinde hangi kurumlara bağlı olduğunu yazıyor; Devlet Tiyatroları da orada yazıyor ve altında dipnotta şunu diyor: “Bu
kurumlar kendi özel yasalarını yapıncaya kadar 657 sayılı Devlet Memurları
Kanununun misafiridirler” diyor. Aradan 35 sene geçmiş, 37 sene geçmiş, hâlâ
özel yasaları yapılmamış. Bunu bakın, sadece Devlet Tiyatroları, Devlet Opera
ve Balesi için örnek olarak söylemiyorum, tüm alan için söylüyorum. Tüm alanda da çünkü böyle bir örgütlenme yapılabilirdi, ama bu düşünülmedi. Sadece o
günü kurtarmak ve o günün egolarını tatmin etmek düşünüldü o zaman.
Anayasa Mahkemesi Devlet Tiyatrolarına geçtiğimiz yıl soru gönderiyor, diyor
ki, “Siz 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabisiniz, ama bu kanuna tabi
olmanıza rağmen yıpranma alıyorsunuz. Oysa diğer devlet memurları yıpranma almıyor. Bu devletteki eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu konuda bu eşitlik ilkesine
Devlet Tiyatrolarının tabi olması gerekir mi gerekmez mi?” diye bir yazı gönderiyor. 2 senelik o zamanki bakanın tamamen kişisel şekillerde atadığı bir genel
müdür vekilesinin kurumda bulunduğu bir dönemde ve genel müdür vekilesi,
“Evet, biz diğer devlet memurlarından farklı değiliz” diye bir beyanda bulunuyor. Kendi yasasını bilmiyor ve bunun üzerine Anayasa Mahkemesi... Çünkü
Anayasa Mahkemesi bir kurumun bir hakkını elinden alacaksa o kuruma soru
sormadan alır mı? Yazı göndermeden alır mı? İçimizde hukukçular var, böyle
bir şey yapar mı? Sormaz. Peki, nereden araştırma yapar, nereden öğrenir?
Demek ki, devlet tiyatrolarından kendilerine bir rapor yazıldığını biliyoruz. Bu
55
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
hakkın kaldırılması bu mesleklerin, bu mesleği yapan tüm kişileri ve kurumları ilgilendiriyor. Çünkü bu maddenin bu yıpranmanın kaldırılması bu alanda
çalışan tüm kişilerin devlet memuru olarak mütalaa edilmesi, devlet memuru
standartlarında devlet memurlarına denk mütalaa edilmesi gibi bir durum ortaya çıkıyor.
Ben biraz aykırı bir noktadan girmiş gibi oldum, ama izninizle bunu yapmak
istedim. Çünkü öbür türlü çok rahat ediyoruz, çok eleştirel bir tavrımız içerisinde. Tabii ki eleştiririz, ama bu eleştirinin iki ucu, iki sapı olması lazım. Bir kısmı
bizi kesmeli, bir kısmı karşı tarafı kesmeli. Hep karşı tarafı kesersek o zaman ne
yapacağımızı tespit etmekte zorlanırız diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
panel yöneticisi
Çok teşekkür ederim bu güzel değerlendirmeleriniz için. Panelimizin birinci bölümünün son değerlendirme konuşmasını Sayın Bedri Baykam ÖSK sözcüsü
olarak yapacaklar.
Ondan önce Sayın Abdullah Sezer kısa bir düzeltme yapmak istiyorlar.
Buyurunuz Sayın Sezer.
abdullah sezer
Usulen konuşma sırasını bozduğum için anlayışınızı rica ediyorum. Çok kısa
tutacağım. Az önce Anayasal revizyondan bahsederken, bir noktayı es geçtim.
Soru: Acaba AKP Hükümeti, bir Anayasa değişikliği veya yeni bir Anayasa
yapabilir mi? Tabii ki bu soruya duygusal yaklaşılıyor. Bu son derece doğaldır.
Ama işin teknik tarafına gelince; Anayasa’da iki hüküm var: İlki, md. 175, ki
Anayasa değişikliğinin yöntemini düzenler. TBMM, şu aşamalardan geçerek,
şu yöntemle ve dahi sonuçta şu çoğunluklarla karar vererek bunu bitirir ve bazı
koşulların oluşması halinde referandumla son sözü söyleme hakkını halka tanır,
anlamındadır. Bir diğer hüküm var ki, bu da maddi sınırı oluşturur. Bu da, Anayasa md. 4, yani değiştirilmez hükümler ve ilkeler. Dolayısıyla, anayasa hukuku
tekniği açısından bakılınca, TBMM “türev kurucu iktidar” sıfatıyla Anayasanın
175 ve 4. maddesine uymak koşuluyla her maddeyi değiştirebilir. Bunun önünde hiçbir engel yoktur. Dolayısıyla, mevcut aritmetik yapısıyla TBMM –biçimsel
ve içeriksel sınırlara riayet kaydıyla– anayasayı değiştirmeye yetkilidir.
Ancak anayasayı geniş anlamda revizyona tutmak ve hele hele tümden yenileme yetkisi tartışmalıdır. Zira yeni anayasa, yeni düzen, yeni dengeler demektir ve anayasaya “sosyal uzlaşma belgesi” niteliğini kazandıracak olan, bu iş
için özel olarak seçilen bir kurucu meclistir. Nasıl bir kurucu meclis, kimlerden
oluşmalı ve hangi yöntemle seçilmeli? Bu soruları yanıtlamayacağım. Zaten bir
miktar değinildi. Geçen yılki anayasa değişikliğini anımsarsanız, aslında birçok sorunun yanıtı orada gizli. Devlet başkanının halk tarafından seçilmesine
ilişkin değişikliği, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar sonrası bir anlamda
münfesih duruma düşen ve sonrasında kendi verdiği erken seçim kararıyla ikinci kez münfesih olan bir meclis yapmıştı. Bu örnek ekseninde, “değişiklik nasıl
56
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
yapılmalı?” olmasa bile, en azından “nasıl yapılmamalı?” sorusunun yanıtını
hepimizin öğrenmiş bulunuyoruz. Az önceki Tamer Beyin konuşmasından sonra, bir soruyu kaydettim belleğime. Anayasa md. 64’te “sanatçı”, md. 172’de
ise, “sanatkâr” der. Sanatçı gözüyle, iki kavramın nüansı nedir? Değinilirse,
sevinirim. Çok teşekkürler.
tamer levent
Ben biraz önce Barolar Birliğinin hazırlamış olduğu kitaptaki tespiti de yetersiz
buluyorum. Çünkü bu da çok genel bir tespitti. Bugünkü 64. maddeden fazla
ileri giden bir tespit de değildi. Ben bugün eğer bu geldiğimiz nokta bir milat
olabilirse bundan sonra bu tespitlerin yapılması ve bu ayrımların daha iyi ifade
edilebileceği yazılar yazılması gerektiği kanısındayım. Teşekkür ederim.
bedri baykam
Sevgili Orhan Beye teşekkür ediyorum. 64. maddeyle beraber beni de kaldırdı
diye düşünmüştüm. Onun için gitmeye hazırlanırken söz verdi, sağ olsun. Bütün
yorumlara çok teşekkür ediyoruz tabii Özerk Sanat Konseyi olarak, umarım
sizler de faydalandınız. Tabii ki, salon daha kalabalık olsun isterdik, ama biliyorsunuz halkımız çok meşgul, diziler çok yoğun, alışveriş merkezleri çok bol, o
yüzden yeterince bu salona ilgi gösteremiyorlar. Bu ülkemizin bir acı gerçeği.
Türkiye’nin en kritik tünelden geçtiğini biliyoruz. Bütün hukuki yönleri dinledik,
bütün sanatsal irdelemeyi de dinledik. Ben biraz daha geniş bir mercekten bakarsak ve genelden sanata doğru gelirsek daha iyi olabileceğini düşünüyorum.
2000’li yılları tabii ki böyle planlamamıştık, ırk ve din savaşları şeklinde. Anayasa nedir? Ülkenin genel rotasının adıdır. Ülkenin nasıl bir ruhla yönetileceğini
belirler. Ülkede en önemli değerler olan özgürlük, kardeşlik, eşitlik ve gelişme
ilkelerine nasıl sadık kalınacağını saptar. Ülkenin istikametini, rüzgârını, ruhunu, onu nasıl bir geleceğin beklediğini gösterir, saptar anayasa. Peki, anayasayı kim hazırlar? Sistemden açık ağırlıklı olarak bir çıkarı olan, bir siyasal
ideolojisi olan bir belirli siyasi partinin siparişiyle bir anayasa yapılabilir mi?
Bu ne kadar sağlıklı olur? “Bana en iyi uyan rota hangisidir” diye düşünen ve
tescilli bir çıkar odağı ve kadrolaşma içinde olan bir parti ne kadar sağlıklı
olarak o ülkenin geneli için sağlıklı ve iyi olabilecek bir anayasa hazırlayabilir?
Anayasayı bağımsız, demokrasiyi ve anayasanın değiştirilemez maddelerini
özümsemiş bir akademisyen, hukukçu ve düşünürler gurubu ancak sağlıklı olarak hazırlayabilir.
AKP bu yeni anayasanın siparişçisi ve mimarı olarak ne kadar objektif, ne
kadar bağımsız, ne kadar tarafsızdır? Sanırım bu soruların yanıtı fazlasıyla
ortada. Şu AKP Ekspres: Avrupa Biletiyle Tahran’a diye bir kitabım 22 Temmuz seçimlerinden bir ay önce çıkmıştı. 4 yılda neler yaptıklarının kanıtı, sizi
Avrupa’ya götürüyoruz diye nasıl Tahran’a ve Suudi Arabistan’a götürüldüğümüzün belgelerini içeriyor. Tabii ki, AKP taraftır, ama neye taraftır? AKP Türkiye
Cumhuriyeti devletinin bütün anayasalarında yer almış genel ortak paydalara
karşı taraftır ve bunu kanıtlamıştır bugüne kadar. Bu kitabı veya bu analizleri
yapan başka şeyleri de başka yorumları da belki halkımız yeterince tabii ki
57
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
duymuyor, bu bilgiler onlara ulaşmıyor. Çünkü bir iletişim dramı yaşıyoruz.
Medya sinmiş durumda, objektif değerleri yok oldu. Medya bir çıkar örgütünün
ağları arasında tehdit ve şantaj altında susturulmuş durumda. Emin Çölaşan’ın
Hürriyet’ten ayrılmasının daha çok gürültü yaptığı bir Türkiye’de yaşıyoruz.
karikatürist Cihat Hazardağlı’nın Tempo’dan çıkarılmasının daha az gürültü
yaptığı bir Türkiye’de yaşıyoruz. Emin olun Emin ve Cihat dışında daha başka
birçok isim aynı olayın bedelini ödüyor ve cumhuriyetçi olmanın, demokrat,
laik, Atatürkçü olmanın bedelini ödeyerek bu medya tarafından susturuluyor.
Çünkü bildiğiniz gibi Türkiye’de medyanın devletle ve dolayısıyla hükümetle
onca başka işi var.
AKP’nin yapacağı anayasa ne kadar tarafsız veya sağlıklı olabilir gayet ortada. Bürokrat eşlerinin ana kriterinin sıkma başlı olmasının mecburi tutulduğu bir
ülkede tabii ki anayasa o kadar sağlıklı olabilir. Burada gerçekten büyük bir
vurdumduymazlıkla bu gülünç dinciliğe devam edebilmektedirler kadrolaşmada. Atatürkçü eğitimcilerin dışlanması ve atanmaması Milli Eğitimimizin büyük
bir kanseri ve ayıbı olarak ortadadır şu anda. Bana her gün resim öğretmenliği
bölümünden onlarca genç aday yazıyor ve izninizle çok hızlı bir-ikisini okuyacağım. Cumhuriyet’te veya CHP’de veya bu eylemlerde bunun dile getirilmesini
isteyip benden medet umdukları için Halil Göral’ın yazısını hızla okuyayım:
“100. Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Resim Öğretmenliği Bölümünden 5 yıl önce mezun oldum. Benim gibi 9000 resim öğretmeni atanmayı bekliyor. Eğitim sendikalarının ve Milli Eğitim Bakanlığının verilerine göre
7000 resim öğretmeni açığı varken Bakan Çelik de 80 milyon Türk izleyicisinin
önünde en çok ihtiyaç duyulan branşlar arasında resim var dediği halde son
atamada 50 kişi almış olması düşündürücüdür. Bakan Çelik 5 yıl içerisinde toplam 1138 resim öğretmeni ataması yapmıştır. Bunun yanı sıra toplam 8000 din
kültürü öğretmenine ihtiyaç duyulurken on üç bin küsur din kültürü öğretmeni
ataması yapmıştır” diye devam ediyor. Buna benzer onca başka şikâyeti de
okumayacağım, ama tahmin edebiliyorsunuz.
Bir Fazıl Say olayıyla Türkiye çalkalandı. Açık konuşalım, tabii ki medya olayı
kendi gündem yaratma ihtiyacıyla çok aşırı boyutlara taşıdı ve tabii ki doğal
olarak gülünç bir şekilde ikinci cumhuriyetçi ve İslamcı medyanın tahammülsüzlükleri ortaya çıktı ve Fazıl Say’a karşı bir karalama kampanyasının da bu
şekilde başladığını gördük. Tabii ki, bu arada medyanın iddia ettiği gibi Fazıl
Say’la beraber bu ülkenin sanatçıları ilk defa bu hükümete karşı seslerini çıkarmış olmadı. Böyle bir şey yok tabii ki, burada dökümde de gördük karanlığı
karşı sanat cephesinin de ne yaptığını, her birimizin yıllardır neler yazıp neler
çizdiğini, hangi eylemleri yaptığını, ama bu tahammülsüzlüğün ortaya çıkarması açısından Fazıl Say’a gösterilen tepki Türkiye’de sanata o kesimin göstereceği tepkidir. Anayasada vereceği ve dolayısıyla vermeyeceği yerin kanıtıdır.
Türkiye’de sanatı, sanatçıyı ve demokrasiyi önümüzdeki günlerde, yıllarda ya
da aylarda bekleyen karanlığın habercisidir.
90.000 cami, sıfır modern sanat müzesi üretmiş bir ülkede yaşıyorsunuz. Böyle
bir yapının hazırladığı anayasa da... Tabii ki bu “90.000’e sıfır” olayında tek
suçlu AKP değildir. Diğer hükümetler de bugüne kadar bu faturadan nasiplerini
58
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
almışlardır. Atatürk ve İnönü’den sonra bu ülkede sanata önem veren bir devlet
adamı geldiğine ben şahsen inanmıyorum. Olsaydı bunun bir ters kanıtını kendi
dönemlerinde kısa da olsa gösterebilirlerdi, ama sonuçta 57 yıldır bu ülkeyi
merkez sağ, liberal sağ ve şimdi aşırı sağ yönetiyor. Üzülerek söylüyorum, bize
rakamları verdiniz teşekkür ediyoruz, kültür ve turizmin bir arada olduğu bir
gülünç binde 3,7, biz bütçemizin yüzde 20’sini 20 yıl boyunca yalnız sanata
harcasak herhalde şu 50-60 yılda biriktirdiğimiz rötarı kapatamayız. O kadar
utanç verici bir donanımsızlık içinde yüzüyoruz. Bu ülkede maalesef sanat ve
sanatçı en gereksiz nesneler olarak görülüyor.
AKP anayasası medya koruması altında hazırlanıldı ve sunuluyor ve sunulacak.
İkinci cumhuriyet ve ılımlı İslam medyasının koruması altında, yönlendirmesi altında halkımızın beynine sızdırılacak ve aynı medya sansürü ve aynı oportünizm,
yağcılık ve çıkar ilişkileri devam edeceği için bu analizlerin de ne kadar sağlıklı
yapılabileceğini göreceğiz. AKP taslağını ortaya çıkardığı zaman Türkiye’nin
ünlü haber kanalları karşınıza bizleri ya da Yekta Güngör Özden’i ya da Vural
Savaş’ı mı çıkaracak, yoksa her zamanki gibi Taha Akyol’u, bildiğiniz Cengiz
Çandar’ı, Altan ailesini mi çıkaracak? Bunu yaşayarak göreceğiz.
64. maddenin kaldırılması: Devlet artık sanatı ve sanatçıyı kollama görevini üstlenmeyeceğini ifade ediyor ve bunu yaparken de sanatı özgür bırakmak gibi
haksız ve anlamsız bir kılıfla bunu sunuyor. Aynen türban ve çarşafın demokrasi
olarak bize dayatılması ve pazarlanması kadar gülünç bir olay, sanatı ve sanatçıyı korumayacağız, gerek yok. Devlet bu işlerden çekilsin ki, sanatçı özgür
kalsın. Bu masada aranızda inanan var mı bilmiyorum, bütçe demin de söylendi
AKP’nin parası değil sizin parası, halkın parası. O bütçeden altyapıya ne kadar,
eğitime ne kadar, sağlığa ne kadar, ekonomiye ne kadar, gelişmeye ne kadar,
yola ne kadar, hava yollarına ne kadar para ayrılacak ve sanata ne kadar para
ayrılacak? O ülkenin gerçek nabzını, kültürle olan ilişkisinin nabzını gösteren bindedir, yüzdedir. 24 Anayasasının ve 61 Anayasasının sanata gösterdiği önem
ortadadır ve burada artık mesela, Ahmet Ağırakça isimli bir şeriatçı hocaları var
arada konuşan, makale yazan, açık açık diyor ki, “Demokrasiye düşman olmaya
mecbursunuz Müslümansanız” Bu daha dürüstçe bir yaklaşım, çünkü hiç olmazsa demokrasinin de küfür rejimi olduğunu açıkça size söylüyor. Bir kılıfla sizin
beyninizi dolandırıp sizi enayi yerine koyarak adım adım biraz yasalarda, biraz
anayasalarda sizi esneterek, kandırarak söylemiyor, ama bu sesleri tabii az söyletiyorlar ve tabii hedefleri emellerine varana kadar insanları fazla ürkütmemek.
Gerçek demokrasi düşmanı yüzleri fazla ortaya çıkmasın istiyorlar.
Sanata nasıl baktıklarını görmek için yıllardır sanata yapmadıkları, yapmayı
reddettikleri katkılar ortada. Sanatçı yokmuş gibi davranıyorlar ve bizlerin sanatla aslında tek ilişkisi devletin bize yönelik baskı ve sansürleri, açtığı davalar
vs... Bu olayın çarpıklığını anlamak için bir hatırlatma yapmak lazım. Örneğin, gerçek anlamda batılı ülkelerde, Fransa’da, Almanya’da, İsveç’te devlet
müzelerinin, yerel müzelerin, büyük kent müzelerinin, belediye müzelerinin ve
kültür merkezlerinin sanata harcadığı para, işsiz kalan sanatçıya verdiği maaş,
aylık, stüdyo, onlardan aldığı resimler, oluşturduğu devlet koleksiyonları, bütün
bunları saymanın ötesinde bir tek şunu hatırlatayım size: Mustafa Kemal’in dev-
59
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
let sergilerinden yaptığı eser alımları, yaptırdığı eser alımlarını bugünkü rayiç
ve bugünkü bütçe üstünden Türkiye’ye uygulasanız, trilyonlarca liralık devletin
sanat alımı yapması lazım. Öyle bir şey görüyor musunuz ortada? Hayır, görmüyorsunuz, görmemiz de mümkün değil.
Görünen köy kılavuz istemez, bugün yurdun her noktasında kapanmayı özendirme yarışını sürdüren bir zihniyet hâkim. Merkez Bankası genel müdürünün
eşinin durumu ve görüntüleri ortadayken yükselme ve maaş artışı bekleyen devlet
kadrolarının nasıl bir dinsel gösteriş budalalığına doğru çekilebileceklerini düşünebiliyoruz. Din ne kadar saygın bir alansa bunun gösterişi ve dayatması da bir
demokratik siyasal alan aleyhinde o kadar tabii ki bir budalalıktır. Dine de hakarettir. Toplumun sözde aydınları ise bildiğiniz gibi Atatürkçülüğü artık ayıplanacak veya zararlı görülecek bir faşist ideoloji olarak görmeye zorlanmışlardır..
salondan
(Kayıt anlaşılmıyor.) ...siz yaptığınız müddetçe öyle...
bedri baykam
Bir anlamı yok, Türkçe söylediğiniz lafın bir anlamı yok. Provokasyonu sonra
yaparsınız. Forum bölümünde provokasyonunuzu istediğiniz gibi yaparsınız.
Lafımı kesemezsiniz.
Bir ülkede siz bütün bürokratların eşlerini sıkma başlı yaparsanız bunun demokrasiyle alakası yoktur, haddinizi bilin.
panel yöneticisi
Arkadaşlar, sorularınızı ve düşüncelerinizi lütfen forum bölümüne saklayınız.
Buyurunuz, lütfen bağlar mısınız?
bedri baykam
Gerçekle hiçbir ilgisi olmayan saptırılmış yorumların bilerek yanıtsız bırakılmasıyla yapılmıştır bu Atatürkçülüğün ne olduğunun alçakça unutturulması. Bir
yazar genç kızımız geçenlerde “Bugüne kadar ne fenalığımı gördünüz? Şunu
mu gördünüz bunu mu gördünüz Kemalistliğimi mi gördünüz?” diyor ve bunu
Milliyet gazetesinde yazıyor.
Bir başka halkla ilişkiler uzmanı bayan TV’lerde diyor ki “Hiçbir ideolojiye hizmet etmek istemiyorum. Ne dincilik, ne Atatürkçülük, ne bölücülük” diye sayabiliyor. Şu anda o bayanlarımız, halkla ilişkiler veya gazeteci bayanlarımız
Atatürkçülük olmasaydı bu mesleklerini bu ülkede yapabilecekler miydi? Bunu
düşünmeyi de herhalde zül sayıyorlar. Atatürkçü ruhu anayasadan tasfiye etmek ülkeyi kesinlikle bir anti demokrasiye götürür bu Müslüman topraklarda.
Bunu ya anlayacağız, ya anlamayacağız. Aydınlanma devriminin en büyük
getirisi olan laik, demokratik ortam başka türlü hiçbir yapıda hiçbir Müslüman
toplumda yaşamaz ve yaşatılmaz. Sanat ancak demokratik, laik, özgür bir
hukuk devletinde açık olarak üretilebilir. Onda yaptırılmazsa yeraltına girer,
60
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
bir gizli direnç ve tepki kalkanına dönüşür. Umarım o noktaya kadar gerilemeyiz. Sanatçıları diğer mesleklerden ayıran budur. Lastik tamircisi, bankacı, rejim
ne olursa olsun işini yapar, ama bizler için aynı şey değildir. Özgürlük ve laik
demokrasi bizim oksijenimizdir, o olmadan biz işimizi üretemeyiz, düşüncemizi
üretemeyiz. Onlar da bu yüzden sanata düşmandırlar. Çünkü sanat gülmeyi,
sorgulamayı getirir, düşünmeyi getirir, direnç getirir, tepki getirir, devrim getirir,
karşı çıkma getirir, hükümeti eleştirme getirir. Hepsini birden getirir ve özgürlük
nabız barometresidir. Tutucular, muhafazakârlar, totaliter rejimler bu yüzden
sanata düşmandırlar, sanatçıya düşmandırlar ve tabii ki anayasada devrime,
laikliğe, demokrasiye soğuk bakacaklardır ve bunu kurnazca ifade etmek için
çeşitli kılıflarla bunu sunacaklardır. Tabii ki Anayasanın değiştirilemez maddelerinden sonra bunu toparlayan 4. maddeyi alakasız bir yere, metnin ortasına
çekeceklerdir. Bunu neden çekeceklerdir? Daha sonra bunu değiştirilebilir hale
getirirken o da arada kaynamış şeklinde metnin ortasında yok olacaktır.
Burada sanatın anayasada korunması ancak büyük kültür devriminin izlerini silmeye çalışmayan, tam tersine onu çağdaş yolda geliştirme amacı güden bir zihniyetin işi olabilir. Bunu da tabii açmıyorum, daha çok yolu olabilir, ama bunun
dışında tabii ki güzel sanatların geliştirilmesi, orkestraların geliştirilmesi, kültür
merkezlerinin yurtta açılması, anayasanın dilinden tutun da laikliği koruma üst
kuruluna kadar bütün bunları detaylandırabiliriz. Güçler ayrılığının kesinlikle geri gelmesi lazımdır. Belki senatonun geri gelmesi lazımdır. Çankaya’nın
bir noterlik olmaktan çıkarılması lazımdır, gerçek bir yargı denetleyicisi haline
gelmesi lazımdır. Yargı bağımsızlığı atama felaketinden kurtarılmalıdır ve Siyasi Partiler ve Seçim Kanunu da gerçek bir demokrasinin gelmesi için derhal
değiştirilmelidir. Biz burada anayasal bir darbeye karşı direnç hakkımızı kullanıyoruz. Bu mücadele tabii ki alevlenerek yükselecek. Çünkü şu anda ip onların elinde, ama biz de teslim olmayacağız. Biz niye darbeye karşıyız? Çünkü
demokrasi ve özgürlüğü sevdiğimiz için değil mi? Halbuki burada bu ülkede
fiili bir darbe var. Anayasa değişikliği bu illegal gidişata içine sığdırılabileceği
kılıflar hazırlıyor. Buna dur demek için buradayız. Teşekkürler.
panel yöneticisi
Sayın Bedri Baykam değerlendirmelerin için çok teşekkür ederiz. Çok değerli
konuşmacılar, sabrınız için hepinize teşekkür ederiz. Panelimizin birinci bölümünü böylece bitirmiş oluyoruz. Şimdi 15 dakikalık bir dinlenme arası veriyoruz. Ardından görüşler bölümüne geçeceğiz. Son olarak da panelin forum
bölümüne, yani soru-cevap kısmına geçeceğiz. Şimdi minik bir ara veriyoruz.
61
GÖRÜŞLER
Panel Yöneticisi: Orhan Kurtuldu
panel yöneticisi
Değerli arkadaşlar, panelimizin ikinci bölümüne başlıyoruz. Bu ikinci bölümde
çok değerli görüşünü bildirecek sivil toplum örgütlerinin temsilcileri var. İzninizle ben ilk konuşmayı Mimarlar Odası Genel Başkanı Sayın Bülend Tuna’ya
vermek istiyorum. Buyurunuz efendim.
bülend tuna
Teşekkür ediyorum. Mimarlar Odası adına hepinizi saygıyla selamlıyorum. Mimarlar Odası olarak Özerk Sanat Konseyi’yle aynı platformda bulunmaktan,
beraber çalışmaktan, birlikte görüş üretmekten büyük mutluluk duyuyoruz. Böyle
çalışmaların, böylesi katkıların görevimiz olduğunu düşünüyoruz. Her ne kadar
toplumda mimarlığın algılanışı farklı olsa da, mimarlık hizmetlerine talep zaman
zaman belediye istediği, kanunların gerektirdiği için yapılıyorsa da, biz mimarlığı bir sanatsal hizmet olarak görüyoruz ve böyle de algılanmasını diliyoruz. O
yüzden buradayız; sizlerle birlikte “Sanat ve Anayasa” konularını tartışıyoruz.
Bildiğiniz gibi yıllardan beri, özellikle de son 25-30 seneden beri büyük bir
imar saldırısıyla karşı karşıyayız. Kentlerimiz, doğal kaynaklarımız giderek
daha fazla yağmaya açılıyor. Kentlerimiz yaşanmaz hale geliyor; benzersiz
bir imar hareketiyle karşı karşıyayız. Bu imar saldırılarına karşı bizim gibi düşünen, davranan kentlilerle beraber, kentlerin daha yaşanılır kılınmasını isteyen
güçlerle beraber, üniversitelerle beraber ciddi bir mücadele yürüttüğümüzü düşünüyoruz. Bu mücadele içerisinde sizlerle de beraber olduk, desteğinizi aldık;
yeri geldi biz de sizlerle birlikte omuz omuza mücadele ettik.
Bizim gibi kuruluşlarının sivil toplum kuruluşu olmanın ötesinde bir yapısı vardır. Çünkü biz sivil toplum kuruluşu değil, meslek kuruluşuyuz; ayrı bir yasayla
kurulmuş, mesleğin düzenlenmesini sağlayan zorunlu üyeliğe dayanan meslek
kuruluşlarıyız. Bizim mücadelemiz farklı olabiliyor; gerek merkezi hükümetin,
gerek yerel yönetimlerin icraatlarını denetleyen, gözleyen ve birer gölge kabine
gibi izleyerek onları irdeleyen, gerektiğinde davalarla veya başka yöntemlerle mücadele edebilen bir yapıdayız. Şüphesiz ki bu yapımız, mücadele yöntemimiz, hem yerel yönetimleri, hem merkezi yönetimdeki iktidarları rahatsız
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
ediyor. Rahatsız ettiği zaman da bizlerin şimdiye kadar kullanmış olduğumuz
haklarımızı, kanundan aldığımız güçle kullandığımız haklarımızı elimizden almaya çalışıyorlar. Hatta zaman zaman bunu da başarıyorlar.
Biz 1954 yılında çıkartılan bir yasayla kurulmuş bir örgütüz: Türk Mühendis
ve Mimar Odaları Birliği. 1982 Anayasası ile kamuda çalışanların meslek kuruluşlarına üye olmaları zorunluluğu kaldırıldı. Bu bizim açımızdan ciddi bir
zafiyet getirdi. Üye olunması yasaklanmadı, ama gönüllülüğe bağlandı. Dolayısıyla kamuda üretilen mimarlık ve mühendislik hizmetlerinin meslek kuruluşları tarafından denetlenmesi konusunda bir zafiyet oluşturdu. Şimdiki anayasa
tartışmalarını sizler gibi biz de büyük bir endişeyle izliyoruz. Yüzde 45 küsur
bir oyla iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin giderek daha pervasız
hareket edeceği endişesini taşıyoruz. Buna karşı diğer meslek kuruluşlarıyla beraber, sizlerle ve diğer demokratik kuruluşlarla beraber anayasa tartışmalarını,
çalışmalarını yakından izliyoruz; buna karşı gerekli uyarıları kendi açımızdan
ve ülkemizin demokratikleşmesi açısından şüphesiz yapmaya çalışıyoruz. Bu
panelin de bu anlamda önemli bir katkı sağlayacağını düşünüyorum.
Mimarlık hizmet üretimi farklı disiplinlerin girdileriyle beraber yapılmaktadır.
Diğer sanatsal hizmetler de şüphesiz böyledir, ama bizim mesleğimiz, yapı
üretim süreci çok bileşenli bir süreçtir. İşverene bağlıdır, müteahhide bağlıdır,
yapı ustasına bağlıdır ve daha sayamayacağım pek çok şeye bağlıdır. Topluma
bağlıdır, toplumun mimarlık kültürüne bağlıdır. Bizden iyinin güzelin aranması,
kötü ayıplı hizmetin reddedilmesi, kaliteli bir yapılı çevre üretilmesi için çok
önemlidir. Bunu ısrarla söylüyorum, toplumda mimarlık kültürünün artması kentlerimizin, yaşam çevrelerimizin daha kaliteli olması için çok önemli bir adımdır, bunu önemsiyoruz. Türkiye’de de pek çok dünya ülkesinde olduğu gibi
kamu yönetiminin mimarlık alanında en büyük işveren olduğunu görüyoruz.
Türkiye’de yapılı çevre üretiminde kamu gerek ürettiği yasalarla, gerek ihale
düzeniyle ve gerekse de bizzat ürettiği yapılarla yapılı çevremizin oluşmasında
önemli rol oynamaktadır.
Geçmişte planlama ve yapılı çevre üretilmesinde oluşturulmuş olan devlet kurumlarının, Emlak Bankası’nın, İller Bankası’nın, diğer planlamayla ilgili kuruluşların, İmar ve İskân Bakanlığı’nın, mevcut Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’ndaki
planlamayla ilgili birimlerin yıllar içerisinde dağıtıldığını, yok edildiğini gördük.
Giderek bunların daha da tasfiye olacaklarını görüyoruz. Bunun ideolojik bir
mücadele olduğunu söylemek isterim. Kamu kesiminin tasfiye edilmesi bizim
alanımızda çok yaygın bir şekilde yapılmaktadır. Kamuda gerek memur istihdamı gerekse teknik eleman istihdamı giderek azaltılmaktadır. Oysa örnek
gösterilen batı ülkelerinde, katılmak istediğimiz Avrupa Birliği ülkelerinde kamu
kesimindeki mimarlık hizmetlerinin üretiminde olsun, kamu hizmetlerinin diğer
alanlarında olsun, kamu kesiminin bu düzenleyici rolü hâlâ daha sürmektedir
ve hiç de küçümsenmeyecek boyutlardadır.
Türkiye mimarlık politikasını önemsiyoruz. Türkiye’de yapılı çevrenin üretilmesinde böyle bir politikaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Türkiye Mimarlık Politikası’nı tartıştığımız bir toplantıda, Türkiye’de bir kültür politikasının da
66
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
olmadığını bizzat Kültür Bakanımız söyledi. Evet, kültürle ilgili de, mimarlıkla
ilgili de pek çok kararlar alınıyor, ama bunların genel bir politikaya bağlı olarak alınmadığını belirtiyoruz. Bu metnin, Türkiye Mimarlık Politikası metninin
tartışılmasını istiyoruz. Bu metnin hayata geçirildiği diğer ülkelerle beraber
ortak oluşturulan platformlara, Avrupa Mimarlık Politikaları Forumlarına katılıyoruz. Bu platformlarda mimarlık meslek örgütleriyle beraber kamunun da
önemli bir rol aldığını görüyoruz, düzenleyici rol aldığını görüyoruz. Yapılı
çevrelerin oluşturulmasında, köhnemiş şehir alanlarının tekrar yenilenmesinde
ne gibi politikaların üretildiğini, ne gibi teşviklerin yapıldığını, nasıl bir yöntemle
bunların yapıldığını izliyoruz. Dolayısıyla öğleden beri yapılan tartışmalarda
vurgulandığı gibi, o ülkelerde kamunun bu alanı başıboş bırakmasını değil,
tersine değişik teşviklerle özgür yaratıcılığın önünü açtığını, sağlıklı, güvenilir,
yaşanılır çevrenin yaratılmasında rol aldığını görüyoruz, gözlüyoruz ve bunun
da Türkiye’deki kamu kuruluşlarına örnek olmasını diliyoruz.
İzninizle, bugünkü tartışmalar sırasında aldığım iki notu sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunlardan birincisi, oy vermediğim ve oy vermediğimden dolayı da
gurur duyduğum 82 Anayasası’nın hazırlayıcısı Orhan Aldıkaçtı’yla ilgili. Belki
tanıyanlar bilir, Orhan Aldıkaçtı çok değerli bir hukuk uzmanı olarak tanınır;
82 Anayasası oylandıktan sonra her hafta senfoni orkestrasının konserlerine
gelirdi ve tesadüfen de yerlerimiz yan yana olurdu. Onunla aynı duyguları
taşıyıp taşımadığımdan emin olamadım. Sanatı belki seviyordu, klasik müziği
seviyordu, ama o cenderenin de teknisyenliğini yapmıştı.
Bu toplantı sırasında sanatçılarla ve sanatçı duyarlılığıyla ilgili olarak aklıma
gelen bir başka olay da şu oldu: bundan bir süre önce hatırlarsınız bir Barış Meclisi toplandı; bu Barış Meclisine biz de Mimarlar Odası olarak katıldık
ve görüşlerimizi paylaştık. Toplantıya Yazarlar Sendikası adına katılan Adalet
Ağaoğlu’nun sözlerini hatırlıyorum. Yöneticileri uyarıyordu ve demişti ki “Yazarların laneti sonsuzdur, bundan korkmalısınız.” Ben de bunu sizler için tekrarlıyorum. Teşekkür ederim.
panel yöneticisi
Biz çok teşekkür ediyoruz Sayın Tuna ve bu panelin sunuş CD’sini size bugünün
anısı olarak vermek istiyorum. Katkılarınız için tekrar teşekkür ediyorum
İkinci konuşmacı olarak da CHP İstanbul milletvekili Sayın Çetin Soysal’ı görüşlerini paylaşmak üzere kürsüye davet ediyorum. Buyurunuz.
çetin soysal
Ben de teşekkür ediyorum. Değerli konuklar, sevgili dostlar, bugün gerçekten
Özerk Sanat Konseyinin düzenlediği “Anayasa ve Sanat” konulu panelde aranızda olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Elbette ki, Özerk Sanat Konseyinin içinde yer alan Türkiye’nin aydınlık çağdaş geleceğini temsil eden kişi,
kurum ve kuruluşların yaptıkları bu çalışmaları kutlamamak mümkün değil. Bu
çalışmaları yürekten kutluyorum ve önemsiyorum; önemsememiz gerektiğini düşünüyorum, çünkü sanatın toplumda hak ettiği yeri alabilmesi ve gelişebilmesi,
67
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
ilerlemesi ve kitlelere yayılarak görevlerin önünü açabilmesi için bu çalışmanın
son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Örgütlenmenin, hak ve özgürlükleri
elde etmek için birlikte adım atmanın ne kadar önemli olduğunu burada bir kez
daha vurgulamak istiyorum.
Mustafa Kemal’in dediği gibi, “Sanatsız kalan bir toplum, sanatsız kalan bir
milletin hayat damarlarından biri kesilmiş demektir.” Ancak bugün baktığımız
zaman Türkiye’de maalesef müthiş bir değişim, müthiş bir dönüşüm gerçekleşmekte. Anımsarsanız çocukluğumuzda laboratuarda deneyler yapılırdı. Örneğin bir kurbağayı kaynar bir suya attığınız zaman kurbağa bir sıçrar ve hayatını
kurtarırdı, ama bir de kurbağayı ılık bir suya attığımızda kurbağa ılık suyu da
ısıttıkça kurbağa sıçrayamaz, çünkü mayışır gevşer ve yok olup gider. Maalesef
baktığımız zaman 1930’lu yılların Türkiye’sine, 1940’lı yılların Türkiye’sine,
1950 yılların Türkiye’sine, 60’lı yılların Türkiye’sine, 70’li yılların Türkiye’sine
bir de 2000’li yılların Türkiye’sine baktığımız zaman geldiğimiz nokta maalesef
dehşet vericidir. Bunun birçok nedeni var. Eksiklerimiz, hatalarımız, yanlışlarımız... Birçok nedeni var, ama sonuçta biz bu noktaya geldik. Bugün aydınlanma hareketi tartışılır hale geldi. Ben gidiyorum, yaşıyorum görüyorum. Birçok
arkadaşımız da o tartışmalar içinde yer alıyor. Örneğin bir gecede Türkiye’nin
cahil kaldığı ifade ediliyor. Alfabe devrimine atıfta bulunuyor. Anıtkabir için
“Bir putperestlik örneği” deniliyor. Şeriat hukuku tartışılır hale geliyor ve öyle bir
noktaya geldik ki, gerçekten Türkiye açısından hiç de iç açıcı değil. Bu anlamda
bir duyarlılık göstermek gerektiğini düşünüyorum.
Öyle bir noktadayız ki, Türkiye’de insan hakkı dediğimiz zaman hemen türban
geliyor, belediye dediğimiz zaman plan tadilleri geliyor, kültür-sanat dediğimiz
zaman içine tüküreyim geliyor. Böyle bir anlayış maalesef ülkemizde egemen
olmuş. Anayasa tartışılıyor. Tabii ki, bu Anayasanın artık 12 Eylül anayasası olmanın ötesine geçti, çünkü 96 maddesi değişti, ama bugün ne hikmetse
Türkiye’de bugün gerçekten çok ciddi sorunlar varken anayasa bir taşerona
teslim ediliyor, taşeron çalışmasını yapıyor. Daha sonra buna sahiplenecek
bir süre muhatap bulunmuyor, onun üzerinde çalışmalar yapılıyor, bugün
Türkiye’nin gündemine geliyor. Öyle bir geliyor ki, baktığımız zaman sanat
açısından, kültür açısından baktığımız zaman son derece dehşet verici olduğunu görüyoruz. Sanatın katılımcılığı, kültürün katılımcılığı, özerk bir dokunun
oluşması, mevcut Anayasadaki maddenin daha zenginleşmesi gerekirken daha
geri noktada kalıyor. 64. maddeyi korumak zorunda kalıyoruz. Anımsayın,
biz yıllarca YÖK’e karşı çıktık “Aman YÖK yerinde kalsın” deme noktasına
geldik. Çünkü gerçekten ülkemizin geldiği nokta son derece endişe verici. Örneğin, İstanbul çok ciddi şekilde talan ediliyor. Az önce sevgili başkan gerçekten o mücadelelerinden ötürü kendilerini kutluyorum, iyi ki de bu sivil toplum
örgütlerimizin çalışmaları, iyi ki de bu sivil toplum örgütündeki arkadaşlarımızın
özverili çalışmaları var diyorum. Gerçekten İstanbul’da çok ciddi bir yağmalanma yaşanıyor. Bu yağmalanma rant yağmalanmasıdır, bu yağmalanma F tipi
kültür yaratma, F tipi eğitim verme, F tipi örgütlenmeye kaynak yaratma rantıdır. Bunun özellikle altını çizmek istiyorum. F tipi derken de herhalde nerelere
gittiğini anlıyorsunuzdur.
68
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Böyle bir noktayı yaşıyor Türkiye ve bir bakıyorsunuz Türkiye ve İstanbul çıkış
noktası İstanbul olduğu için bir rant bölgesi haline geliyor. Muhsin Ertuğrul Tiyatrosunun bir kongre vadisine dönüştürülme talebi, istemi gelebiliyor. Bunu
çıkartabiliyorlar. Halbuki hem Muhsin Ertuğrul’u oradan kaldırarak hem tiyatro
kültürünü yok etmek, onu pasifize etmek, onu kenara itmek, ama bir de İstanbul halkına başka bir haksızlık yapılmakta, kentin en önemli sorunlarından biri
olan trafik sorununa rağmen kenti yoğunlaştıran bir anlayışı orada egemen
kılmak. Kent yoğunlaşıyor, ama kentin yoğunlaşması çok önemli değil onlar
için, kentin siluetinin bozulması da çok önemli değil, tiyatronun yok olması çok
önemli değil, önemli olan oradan gelen ranttır. Biliyor musunuz Atatürk Kültür
Merkezinin esasında dönemin Kültür ve Turizm Bakanıyla sınıf arkadaşı olan
bir işadamı arasındaki bir anlaşmanın sonucu yıkılmasına teşebbüs edildiğini? Çünkü arkasındaki yerler bir değer. Oraya bir alışveriş merkezi, esas özü
buydu, bir alışveriş merkezi kurmak anlayışı vardı orada. Oraya bir rezidans,
çünkü iştah kabartıyor. Çok şükür ki, gerçekten duyarlı aydın, duyarlı arkadaşlarımızın öncülüğünde ve çabasında bu bir noktaya getirildi. En azından orada
artık rezidans olmayacak. Atatürk Kültür Merkezi artık yıkılamaz hale geldi.
Anıtlar Kurulunda şu an, ama en azından Meclisten bu şekilde çıkartmadık gece
yarısı 4’e kadar. Şu anki haliyle bir direnç gösterme devamlılığını sağlayabiliriz. Çünkü Anıtlar Kurulunun vereceği karar son derece önem taşıyor, ama
bütün bunların ötesinde artık orada rezidans yapılmayacak, alışveriş merkezi
yapılmayacak. O gizli dünyalarında yaratmak istediklerini yapamayacaklar,
ama tabii ki burada iş bitmedi. Mesela, ben hâlâ Muhsin Ertuğrul’un yıkılmaması için gerekirse oralarda bir direnç gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Oralarda eylem yapılmasını, oralara vinçler geldiği zaman o vinçlerin önünde
durmayı düşünüyorum. Evet, yasalar veya meclislerden bu kararlar çıkabilir.
İstanbul Büyükşehir Belediyesinde çoğunluğa dayanarak bu çıkmış olabilir, ama
bunun hayata geçirilmemesi için de bir direnç gösterebileceğimizi düşünüyorum. Çünkü bu rantların da bir yerlere kaynak olarak aktarıldığını görüyoruz.
Mimarlar Odası takip ediyordur, biliyordur. Örneğin, Silivri’de bir arazi, orası
tarla ve yeşil alan olarak, hatta su havzası olarak adlanılan bir yer, orada dünyanın önemli kuruluşlarından biri fabrika kuracak, ama ona deniyor ki, buraya
bir de okul yapacaksın.
halis başarır
Siz Mecliste muhalefet partisinin milletvekilisiniz ve bugün burada çok seçkin
sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin bulunduğu bir yerde konuşuyorsunuz ve
biraz evvel çok vahim bir olay yaşandı ve onun da aktörüsünüz. Ben sizden bir
ricada bulundum, bunu yine aramızda açıklamak istemiyorum, onu düzeltmenizi isteyeceğim. Ne adına? Saflar adına, o arkadaş ben ve siz aynı saflarda
olduğunu zannediyorum. Onu düzeltmenizi isteyeceğim.
çetin soysal
Aynı saflardaysak tabii ki, seve seve özür dilerim. Bugün Türkiye’nin aydınlanmasına dönük Kemalist devrimlere dönük, Kemalizm’e dönük, aydınlanma hareketine dönük gerçekten tahammül edemeyeceğimiz sözler söylendiği
69
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
zaman bunun karşısında her zaman direnç göstereceğimizi bilerek tepki
göstereceğimizi bilmenizi istiyorum. Sonuna kadar da tepki göstermeye devam
edeceğiz. Bu bir yanlış anlaşılmaysa seve seve özür dilerim. Hiç onda bir şeyim
yok, ama elbette ki Türkiye’nin bugün gelmiş olduğu noktada tahammülsüzlüğü
biz değil tahammülsüzlüğü yapanlar ortadadır, tahammülsüzlüğü yapan başkalarıdır. Üsluplarında bunu hep beraber görüyoruz.
Silivri örneğini söyledim, izin verirseniz hemen bağlayacağım. Orada arazinin
bir bölümüne okul yapılacak. Çok iyi niyetle yaklaşabilirsiniz, ama o okulu
yaptıktan sonra işletmesini birileri yapacak ve Türkiye’de 480 adet, 1500’e
yakın yurt ve dershane olduğunu düşünürsek gerçekten son derece dehşetane.
Bu açıdan bu kültüre dönük, sanata dönük olgulara baktığımızda burada F tipi
bir dokunun, F tipi eğitimin öne çıktığını görüyorsunuz. F tipi kültür ve sanat
anlayışının da egemen olduğunu söylemek mümkün.
İstanbul’u 2 metre kazarsanız Osmanlı, 4 metre kazarsanız Bizans, 6 metre kazarsanız Roma var, ama maalesef bunlar yok edildi. En son örneği de
Sultanahmet’te, orada maalesef söylenilen şu: “İstanbul’un her yerinde tarih
var, buraya mı kaldınız?” diyecek kadar cüretkâr bir yaklaşımı da ibretle
görüyoruz.
Değerli arkadaşlarım, gerçekten ülkemiz kültür adına da sanat adına da önümüzdeki süreç çok rahat olmayacak. Her birimize, sivil toplum örgütümüze çok
ciddi görevler düşecek, bizlere çok ciddi görevler düşüyor. Dilerim hep birlikte
bu mücadeleyi sürdürürüz. Gerçekten sizlerle birlikte olmaktan büyük mutluluk
duydum, hepinize saygılarımı sunuyorum.
panel yöneticisi
Çok teşekkür ederim bu değerlendirmeler için ve yanımızda olduğunuz için.
Değerli arkadaşlar, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Sanatçıları Derneği adına Haşmet Zeybek’i konuşmalarını yapmaları için kürsüye rica
ediyorum.
haşmet zeybek
Teşekkür ederim. Arkadaşlar, biz herhangi bir kimseden, şundan veya bundan,
yerel yönetimden, genel yönetimden, devletten bir şey dilenmiyoruz. Sadece
doğal hakkımız olan hakkımızı almak istiyoruz. Ne diyoruz mesela biz mesleğimize? Oyuncu, oyun yazarı. Bu bir meslektir, üstelik de insanoğlunun var
olduğundan yok olacağı zamana kadar bir meslektir. Ne sonradan uydurulmuş
elektronik bir sanattır ne de başka şeydir. Çünkü oyun kelimesi etimolojik olarak
alındığı zaman Yakutlara kadar gider. Yakutların “şaman” kelimesi karşılığı
söyledikleri “oyun”dur. Şamanizm oyun toplumun hayatından kaldırabilir misiniz? Doğada insan bu dünyaya geldikten sonra iki oyunla karşı karşıyadır:
Birisi doğanın oynadığı oyuna –deprem, felaket– karşı kendini korurken destanlar üretir, danslar yaratır, şiirler yazar, ağaçlara hikâyeler anlatır. Bunlar
kaçınılmaz doğal duygulardır ve insanın içinde var olan ritüellerdir. Ritüelsiz
insan olmaz, ritüelsiz olana da zaten insan denmez.
70
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
İkinci oyun, insanın insana oynadığı oyun ki, bir gün böyle bir panelde konuşurken bir psikolog arkadaşım “İşte Haşmet Zeybek, bu insanın insanda oynadığı
oyuna biz psikoloji diyoruz” dedi. Bu da benim en nefret ettiğim şey olduğu için,
“Biz psikolojiye bilim demiyoruz, telkin diyoruz” dedim. Çünkü sıkıntıda olan
insan, oynayamayan insan oynatır. Dikkatinizi çekerim, oynayamayan insan
oynatır. Oyun insanı ruhen, bedenen sağaltır, ama oyun sadece belli günlerde
gidilen varlığınızı gösteren bir şey değildir. Bunun içinde dansı da, halayı da,
zikri de, mevlidi de, hepsini söylüyorum. O zaman arkadaş dedi ki, “Nasıl bilim
olmaz?” Dedim ki “Bilim değil telkindir. Eğer bilim olsaydı sosyal durumu bozuk
bir adam neden sosyologa gitmiyor, 6 aylığına beni general yapın diyemiyor?” Hele iktisadi durumu bozuk olan birisi neden iktisatçıya gidip de “Ben 10
milyardan aşağı geçinemiyorum” demiyor. Çünkü bunlar somut bilimler, öteki
ise soyut bilimler, yani anneannesi ekşi elma yemiş de kızının dişi kamaşmış
türünden lafı güzaflar ve televizyonlarda 24 saat bunları görüyorsunuz. Burçlar,
gelecekler, bakımlar, şunlar bunlar… Bunlar özellikle yapılıyor. Az önce sevgili
dostum Levent Tamer en sert söylemesi gereken şeyi en yumuşak söyledi. Evet,
bizim kültürlü olmamızı istemiyorlar. Kültürümüzü yaratmamızı istemiyorlar, tam
tersine kültürle köklerimizden koparıp yeni bir kültürü ikame ediyorlar. Yani şu
an yaşadığımız ne Türk kültürü, ne İslam kültürü, ne bilmem ne kültürü, adı konulmamış kozmopolit bir kültür. Çünkü her kültürün bir kökü var. Öyle bakarsak
şöyle bir yere çıkarız: Bugünkü bulunduğumuz iktidarla sanatsal çatışmamız elbette ki Arap kültüründe ve Arap edebiyatında tiyatro yok, onun yerine meddah
var, komedi yerine hicivler var, trajedi yerine de kasideler var. Hatta bu konuda
Farabi o kadar merak edermiş ki –herhalde Aristo’yu okumuştur estetik olarak– “Acaba bu komedi nedir?” O zamanlar haberleşme uzmanları tüccarlar,
ilk gelen tüccara sormuş: “Sen komedi gördün mü?” O da demiş ki “Gördüm,
Çin’de yapıyorlar” “Nedir o?” “Bir hikâye alıyor 5-6 adam, her biri bir tipe giriyor ve anlatıyor.” Tabii Farabi o zamanki meddah mantığından anlayamıyor.
“Peki, aynı hikâyeyi anlatıyorlarsa niçin çok adamla anlatıyorlar?” Yani demeye
getiriyorum ki, insanoğlu var olduğu sürece hikâye anlatacak, öykü anlatacak
ve bizim mesleğimizi ayakta tutacak. Bu bizim haklı olduğumuz zemin, bunun
haklılığını herkese kavrattığımız zaman yasasını buluruz. Aristo bile şunu der
formatını yaparken “Bitkiler toprağın üstünde birinci sınıftırlar, hareket halinde olduğu için ikinci hayvanlar gelir, düşünce halinde oldukları için birlikte bir
şey yaptıkları için insanlar gelir.” Atla hayvan arasındaki soğan zarı gibi yere
dikkati çekiyorum, bunu biraz sonra yabancılaştırmada anlatacağım. Kısa kısa
şunları söylemek istiyorum ki, zamanımı güzel kullanayım: Bilimden ve sanattan
geriye gittikçe hayvani bir topluma dönüşüyoruz. Bunun adını koymanın hiçbir
sakıncası yok. Hiçbir köylü kafasına elma düştü diyen Newton yasasını bulamaz, hiçbir kadın hamamda tası havaya kalktı diye kaldıraç yasasını bulamaz,
hiçbir işçi de çok sömürülüyor aptallaşıyor diye artı değer yasasını bulamaz,
ama bunları bugün oya koyarsanız hepsi de yüzde 46 oy alır.
Bunları şunlar için söylüyorum: Günden güne devamlı geriye doğru gidiyoruz ve
modern çağın cehaletiyle övünüyoruz. 2700 Amerikan üniversitesi, bir o kadar
İngiliz üniversitesi, bir o kadar da bizdekiler modern cehalet üretiyorlar. Okumayan, yazmayan, düşünmeyen, geleceği olmayan, ne yapacağını bilmeyen
71
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
tüketim nesneleri. Onu da yok edecekler, ama tüketime de ihtiyaçları var. Şöyle
bir dünya kabul edilemez: Ne diyor mesela Amerika? Bizim nüfusumuz dünyanın yüzde 1,5’u, ama gelirimiz dünyanın yüzde 65’i. Onun için bu saltanat
böle sürmeli, onun için milli devletler yıkılıyor, sosyalist devletler içinden çökertiliyor. Kendi kendine çökmüyor, araştırılması yapılıyor, incelemeleri yapılıyor,
ona göre yazılar yazılıyor ve çöküyor. Binlerce profesör, adı profesör olan CIA
ajanı bu işlerle çalışıyor. Bakınız; günümüzde hiç bahsedilmiyor, üretim yapılıyor, tüketim yapılıyor sanki kendi kendine oluyor gibi. Bir emekçi, bir işçi hiçbir
şey üretmiyor mu, bu dünyada yok mu, yok mu sayılıyor? Bakınız, insan bir
şey üretir, daha çok şey üretir derken emeğine yabancılaşır. Sonra fabrikanın
bir dişlisi haline gelir. Sürekli onu yapmaktadır ve bu monotonluk onun, insan
olan o işçinin insani değerlerini alır. Bir insanın insani değerleri alınınca olduğu gibi kalmaz, hayvani değerleri öne çıkar. Eğitilmemiş insanı söylüyorum,
tiyatro görmemiş, resim izlememiş, müzik söylememiş, insanın geldiği durumu
söylüyorum. O zaman çatışma kültürü ortaya çıkar. Bu adam işinden dönünce
evde karısını döver. En ufak bir şeyde yanındaki adamı bıçaklar. İşte çatışma
kültürü çıkar. Ondan sonra da denilir ki, bir gazoz için bir adam öldürdü.
Ondan sonra denilir ki, bizim toplum ne kadar çok kadına şiddet uyguluyor?
Topluma şiddeti uyguladığınız zaman o şiddet de bir yerlere uygulanır ve bu
ülkede ne kadar çok işsizlik var, ne kadar çok aç var, ne kadar çok umutsuzluk
var, iki milyona yakın insan iş bulma umudunu kesmiş. Bu yaşamdan umudunu
kesmiş demektir. Böyle bir şeyi okuyunca insanın uykuları kaçar, ama biz umudumuzu kesmeyeceğiz, geleceğimize güvenle bakacağız. Bu sistem yere vurdu,
bu sistem çözülüyor, temelden tepeye doğru sanatlı, bilimsel, hayali olmayan,
akılcı bir sistem kuracağız. Yarınlara bu gözlerle bakalım, gelecek bizimdir,
Türkiye’nindir, bizlerindir. Hepinize hayırlı olsun. Teşekkür ederim.
panel yöneticisi
Oyuncu, oyun yazarı, rejisör, meslek erbabı Sayın Haşmet Zeybek’e çok teşekkür ediyorum bu güzel değerlendirmeleri için. Sağ olun.
Değerli konuklar, şimdi de Karanlığa Karşı Sanat mücadelesinin öncü savaşçılarından birisiyle panelin ikinci bölümünü bitirmiş olacağız. Nâzım Hikmet
Kültür Merkezi adına söz Sayın Orhan Aydın’da. Buyurunuz
orhan aydın
Değerli dostlar, bütün bir ülke olarak, amansız günler yaşıyoruz. Cumhuriyet
tarihinin en aymaz siyasal anlayışı ile karşı karşıyayız. Toplumsal çürümenin
boyutları geleceğimizin nasıl karartıldığı konusunda acımasız ipuçları vermektedir. Devlet, o kadrolarda olması bile sakıncalı görülen birtakım adı bildik
bürokratlar tarafından yönetilmektedir. Yoksulluk, yokluk, açlık, işsizlik ve yolsuzluk akıl almaz boyutlardadır. Irkçılık ve dinci gericilik aydınlığı ve çağdaşlığı
yani uygarlığı hedef tahtasına koymuştur. İşçi, emekçi, gençlik ve kadın hakları
budanmıştır. Sendikal hak ve örgütlülük alanında hiç bir uluslararası sözleşmeye uyulmamaktadır. Hükümet, IMF’nin direktifleri ve önermeleri ile ülkeyi yönetmeye çabalamaktadır. İç barış tüketilmiştir. Barışık olduğumuz tek bir komşu
72
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
ülkemiz bile yoktur. Ülkem, AB ve ABD’nin uydusu haline getirilmiştir. Her şeyimiz, yani tüm ortak değerlerimiz satılığa çıkartılmıştır. Ülkemizin geleceği,
Amerikancılık ve AB’cilik rüyalarına havale edilmiştir. Dinci gericilik, ırkçılıkla
beraber yeni kan dökme hesapları yapmaktadır.
Sanat alanımızda ise, sorunlar kara bir yumak olmuştur. Kültür, sanat ve eğitim
alanlarımız ehil olmayan kadroların ellerindedir. Aydınlanmacı tüm kitaplar ve
bilgi kaynakları okullardan ve kütüphanelerden kapı dışarı edilmiştir. Kütüphanelerde çalışan kütüphaneci sayısı en aza indirilmiştir. Arta kalan personel
mesleki alanla ilişkisi olmayan kadrolardan seçilmiştir. Bakanlığa ve yerel yönetimlerine bağlı tüm kültür merkezlerinde aynı kara kadrolar vardır ve kapıları
sanata sanatçılara kapalıdır.
İçinde mescit olmayan kütüphane, müze ve kültür merkezi kalmamıştır. Beyoğlu
Belediyesinin kullanımındaki tarihi Muammer Karaca Tiyatrosu salonunda bir
kulisimiz mescit yapılmıştır. Kara ellerce yakılan Şan Tiyatrosu küller içindedir.
Yakında bu alandan bir alışveriş merkezi yükselecektir. Tarihi kalıt Elhamra,
gece kulübü olmuştur. Yanan Tepebaşı Deneme Sahnesinin yerinde bir çirkinlik
anıtı gibi TRT binası durmaktadır. Kentin en kalabalık ve merkezi sanat alanı
olan Beyoğlu salonsuz bırakılmıştır. Bu ülkenin tüm kentlerinde böyledir. Sanat
ve sanatçı halktan uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır.
Bu hükümet, kendisine göbekten bağlı İstanbul Belediyesi aracılığı ile Şehir Tiyatrolarının bilet fiyatlarını tuvalet ücretinden daha aşağı indirerek mesleğimize
açıktan saldırıda bulunmuştur. Daha dün, “ihale ile sanatçı alımı” gibi bir gerilik örneğini, sanat danışmanı aracılığı ile açıktan savunarak insan hakları suçu
işlemiştir. Sanat danışmanı beyefendinin pişkin tavrı ise, sanat alanlarının unutmaması gereken bir durumdur.
2008 yılında, tiyatro sanatçılarına açıktan hakaret eden belediye, 2010 yılında
Avrupa Kültür Başkenti olacağı söylenen İstanbul Belediyesidir. Ülkeyi yöneten
siyasi irade, tiyatro oyuncuları ile kavgalıdır, yazarları ile kavgalıdır. Bu hükümet, tiyatro teknik kadroları ile kavgalıdır. Tiyatro örgütleriyle ise nerede ise
kanlı bıçaklıdır. TOBAV ve DETİS, TOMEB ve Kültür Sanat-Sen düşman örgütler
olarak ilan edilmiştir. AKP hükümeti, bu meslek örgütlenmelerinin tüm demokratik tepki ve istemlerine kapılarını kapamıştır.
Geçen yıl, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü etkinliğine katılıp en demokratik haklarını kullanan sanatçı dostlarımız için soruşturma başlatmıştır. “Sanatçı başbakanı eleştiremez” diyen Rize valisi ise belli ki yalnız değildir. Devletin kadroları
bu tür faşist yasakçılarla doludur.
Sevgili dinleyenler, İstanbul’un 2010 kültür başkenti olması ise bu rantçı siyasi
anlayışın iştahını kabartmıştır. Kentin en merkezi yerlerindeki ve koruma kurulu kararları ile koruma altındaki salonlarımızı yasa çıkararak yıkmaya karar
vermiştir. Amaç açıktır. Cami yapamadıkları alanı satışa çıkarıp Dubai kuleleri
dikmek istemektedirler. Bu gerçeğin hiç saptırılmadan böyle okunmasında yarar vardır. Ülkemin teknik ve sahne olanakları ve seyirci kapasitesi en yüksek
73
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
olan tek opera, bale, senfoni salonunu yer ile bir etmek istemektedirler. Bunu,
tüm aymazlıkları ile halen istemektedirler. Ne Atatürk Kültür Merkezinin ne de
Harbiye Muhsin Ertuğrul’un isimlerine bile tahammül edemiyorlar.
Tiyatro gibi, baleye, operaya, senfoniye de düşmandırlar. Dünya Kültürel ve
Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme ile birlikte, Venedik Tüzüğü, Amsterdam Bildirisi gibi metinlere de imzalar atılmasına rağmen, uygulamalarda
sözleşmelerin gereklerine uymamışlardır.
Hasankeyf antik kentinin sular altında kalmasına izin verilmiştir. Topkapı ve Ayasofya arasındaki tarihsel alana otel inşaatı yapılmasına izin verilmiştir. Maliye
bakanının Çamlıca’daki villası için koruma kurulu üyeleri değiştirilmiştir. İzmirÇeşme’de hazırlanan yeni kültür ve turizm koruma ve çevre planlarında sit dereceleri düşürülerek tarihin talan edilmesinin önü açılmıştır. Yetmedi, bu hükümet,
müzeleri özelleştireceğinin işaretlerini vermeye başlamıştır. Bugünlerde devlet
müzelerinin güvenlikleri özel şirketlere devrediliyor. Yarın ise insanlığın ortak mirası olan coğrafyamızdaki kültürel kalıtların sonunun ne olacağı belirsizdir.
TRT’nin durumu ise, en akıl almaz olanıdır. Utanmasalar kurumun genel müdürlüğünü Süleymaniye Camiine taşıyacak duruma gelmişlerdir.
Sevgili dostlar, değerli katılımcılar, tiyatro alanımızın yaratıcıları, tiyatro tarihimizde ilk kez geçtiğimiz yıl, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü nedeniyle bir araya
gelip tek ses olmayı becerebilmişlerdir. 26 Mart günü, yıkılmak istenen AKM’nin
önündeki sahneden, özgürlük alanlarımıza müdahale ettirmeyeceğimizi seslendirdik. İlk kez ortak bir karşı bildirinin altına imza atan 45 tiyatro kurum ve
örgütü olarak bu aymazları sanatımızın karanlık düşmanları ilan ettik. Sonra
kararlılığımızı sürdürerek 4 Kasımda Muhsin Ertuğrul Sahnesinden AKM’ye
kadar yürüyerek haklılığımızı ifade ettik. Bizler Türkiye tiyatrosun yaratıcıları,
galiba TİSAN örgütlenmesinden bu güne ilk kez, 2007 yılında yan yana geldik.
Ustalar ile çıraklar aynı utku için birleştiler. Bugün Özerk Sanat Konseyi yürütücülerinin de içinde olduğu genişçe bir alandan, azımsanmayacak destekler
aldık. Bunların büyük çoğunluğunu seyircilerimiz oluşturmuştur.
Kentsel dönüşümle evleri başlarına yıkılmak istenen İstanbullular da, evime tiyatroma dokunma diyerek bizlere destek vermişlerdir. Sonuç olarak AKP Harbiye Muhsin Ertuğrulda, Kongre Vadisi kapsamında yasa önünde de kaybetmiştir. Mahkeme kararı ile yürütmeyi durdurma alınmıştır. Bu günden itibaren
Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılırsa suç işlenmiş olunacaktır. AKM’deki süreç ise,
yıkım maddesi 2010 yasasından çıkartılmak zorunda kalınmıştır. Bu iki konuda
dostlarımıza teşekkür borçluyuz.
Mimarlar Odası bize her anlamda ev sahipliği yaparak azımsanmayacak katkılar sunmuştur.
Bütün sürecin yasal anlamda da adımıza takipçisi olmuştur. Buradan Mimarlar
Odasına teşekkür ederiz. Eski, yeni CHP’li parlamenter dostlarımızın bizler adına gösterdikleri çabalar için teşekkür ederiz.
74
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Değerli katılımcılar, bugünlerde başımızda yeni kara bulutlar dolaşmaktadır.
Devlet kendi destek alanında bulunan bir sanat kurumu istememektedir. Tiyatro,
opera, bale ve senfoninin geleceği, maliye bakanının iki dudağı arasındadır.
Kültür Bakanlığı bütçesi cumhuriyet tarihinin en düşük bütçelerinden biridir. Buradan ilan etmekte sakınca yoktur. Bu bütçe ile uygarlık beşiği bir ülkede tarihsel kalıtlara bekçilik bile yapılamaz. Devlete bağlı sanat kurumlarında çalışan
tüm sanatçıların ve çalışanların sosyal hakları budanmıştır. Sanatçılara ödenen
ücret ülke koşullarında komik durumda gerilemiştir. Özlük hakları budanmıştır.
Özel tiyatrolarda çalışan sanatçıların ve çalışanların durumu ise TC devleti için
yüz kızartıcıdır. Tiyatrolara yardım bahsi karmakarışıktır. Geçen dönemde dağıtılan paranın yasaya uygun dağıtılmadığı mahkeme kararı altına alınmıştır.
Bu sene yine yasası yoktur.
TV sektöründe çalışan yüzlerce yaratıcının ve emekçinin hiçbir sosyal güvenceleri yoktur. Her şey yapımcı denen firmaların iki dudakları arasındadır. Patronlarına ve reklam sektörüne milyarlar kazandıran arkadaşlarımızın sigortaları
bile yoktur. TV yayıncılığında, TV dizi sektörü yasal çalışmamaktadır. Bakanlık
ve AKP buna göz yumarak yandaşı olduğu sermaye grupları ile iyi geçinmeyi
ortak akıl edinmiştir.
Sinemaya, belgesel sinemaya aktarılan fon ise Avrupa ölçeğine göre komiktir. Sinema alanında örgütlü sendikamızın ise yasal yaptırım yetkisi halen verilmemiştir.
Görüldüğü gibi alanımızda sorunlar tam anlamı ile kara bir yumak halini almıştır.
Ancak biz, kararlığımızı sürdürüyoruz. Salonlarımızı yıktırmamak için gösterdiğimiz kararlığı eşitlik ve özgürlükçü yeni yapılaşmalara taşımaya hazırlanıyoruz.
Değerli dostlar, AKP’nin dayattığı ve içinde kültür sanatın adının bile anılmadığı anayasa, çizdiğimiz bu tablonun uygulayıcısı olacak olan anayasadır. İlan
ediyoruz, AKP’nin topluma giydirmeye çalıştığı anayasa ırkçıdır, dincidir. Bu
anayasa eşitsizdir. Özgürlükçü değil, yasakçıdır. Hak budayıcıdır. Dayatmacıdır. Bu anayasa bu haliyle tepeden tırnağa kültür sanat alanlarının düşmanıdır.
Bu anayasa ile 21. yüzyılın çağdaş ve uygar toplumu olma ereği yakalanamaz,
ancak sistem, kurum ve kuruluşları ile tepeden tırnağa ele geçirilmiş olur. Yapılmak istenen tam da budur.
Sözlerimi, geçmişte mücadele veren dostlarımızı da anımsayarak tamamlamak
isterim. Bugün eğer Nâzım Hikmet yaşıyor olsa idi, Aziz Nesin usta, Muhsin
Ertuğrul hoca yaşıyor olsa idi,
bugün eğer Asaf Çiğiltepe, Erkan Yücel, Kerim Afşar, Tuncer Necmioğlu, Yılmaz Güney Ayberk Çölok, Yaman Okay, Yavuzer Çetinkaya yaşıyor olsa idi,
sanatın devrimci sopasını ellerine almış olurlardı.
Biz de öyle yapıyoruz. Elimizdeki sanatın devrimci sopasını sağlam tutuyoruz.
Saygılarımla.
75
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
panel yöneticisi
Sevgili Orhan Aydın yaptığınız değerlendirmeler için çok teşekkürler. Değerli
dostlar, sonuç olarak birkaç cümleyle şunları söyleyebiliriz: Devlet kamu yararının gerçekleşmesinde bir araçtır. Kamunun kendi yararı için devletten beklediği
genellikle şu konulardır: İç ve dış güvenliğin sağlanması, adalet, sağlık, eğitim
ve bunların yanında da kültür ve sanat hizmetleri mutlaka olmalıdır. Tiyatro,
opera ve bale sahne sanatlarını kamu yararı kavramı içerisinde değerlendiren
uygar devletler sürekli açık veren bir işletme özelliğine sahip olmalarına rağmen
sahne sanatlarıyla ilgilenmiş, ödenek ayırmış, bu alanları düzenli ve sürekli
olarak desteklemeyi devletin ana görevleri arasında saymışlardır.
Devletin sanatla ilgilenmesinin nedenlerinden biri de güzel sanatlarda ilerlemenin bir uygarlık göstergesi olarak düşünülmesidir.
Değerli konuklar, sanat insanları ve sanatseverler, ülkemizin Milli Eğitim bakanlarından Hasan Ali Yücel’in 2. Dünya Savaşı yıllarında dile getirdiği şu düşüncelere dikkatinizi çekmek istiyorum: “Biz tiyatro, konser, opera gibi sanatları
bir uygarlık sorunu olarak düşünüyoruz. Bu nedenle ülkemizin savunması için
her türlü özveride bulunduğumuz bu dönemde bu sanat dallarının gelişmesini
durdurmayı değil, hızlandırmayı düşünüyoruz.”
Çok teşekkür ederim dinlediğiniz için. Şimdi de panelimizin forum bölümüne
geçiyoruz ve forumu yönetmek üzere Sayın Fikret Terzi’yi rica ediyorum.
76
FORUM
Forum Yöneticisi: Fikret Terzi
forum yöneticisi
Değerli dostlar, oynayan ve seyreden insan olarak bugün burada bir oyun
sahneye koyuyoruz. Yazarı, çizeri, yönetmeni, tasarlayıcısı, oyuncuları, seyircisi biz olan bir oyun bu. Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu olarak, yazık
ki medyanın da pek cazip bulamadığı (!) böylesi bir toplantı ve birlikteliği
düzenlediğimiz için özür diliyoruz!... Yalnızca basının değil, sorumlu çağdaş
gazetecilik yapan kimi birkaç dergi ve gazetenin dışında, benim kanalım olan
TRT’nin bile bulunmadığı bu ortamda, yalnızca basının değil bilim ve sanat
insanlarının, bu alanda yetişecek sanatçı ve bilim adamı adaylarının ve daha
da acısı, Özerk Sanat Konseyinin örgütlerinin üyelerinin de yeterince bulunmayışının özrü bize ait. Tamer Levent’in dediği gibi galiba biz, aynayı kendimize
çevirdiğimizde, bugüne değin yüzleşmeden korktuk ya da bunu yaptığımızı
sandık. Özetle başaramadık büyük ölçüde.
Şimdi, kalan süremizi iyi değerlendirmek istiyorum. Panelimize ara verildiğinde dışarıdan dört soru almıştım. Konuşmacıların burada bulunmalarının büyük
şansımız olduğuna inanıyorum; çünkü tam da onlara sorulacak o denli çok ve
ciddi soru var. Oysa süre sorunu nedeniyle soru ve yanıtların ikişer dakikayı geçmemek üzere düzenlenmesine özen göstermek zorundayız. Ayrıca bir
forum yönetmenin ana ilkesinin “demokrat ve yansız” olmak gerektiğini biliyorum. Ancak foruma katılacak insanlar için de bu gerekçenin geçerliliğine
inanıyorum. Bu yüzden duygusallığı bir yana bırakarak olguya katkı getirecek,
karşı ya da yandaş görüşlerle sorular yöneltmek çok gerçekçi.
Teşekkür ederim, buyurun. Adınızla birlikte lütfen.
zafer erdaş
İstanbul Devlet Opera ve Balesi solist şarkıcılarındanım. Tamer Beyin tarifine
uyuyor galiba bu tanımlamam, ben çünkü kendisiyle aynı görüşü paylaşmaktayım. Öncelikle ben burada soru sormak için değil yaklaşık 1,5 saat sonra
temsilim başlayacak ve ben şu ana kadar büyük bir özenle dinledim ve temsile
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
gideceğim. Öncelikle ilk sözü aldığım ve Orhan Beyin bana bir torpil geçmesinden dolayı çok teşekkür ediyorum. Öncelikle şunu söylemek istiyorum: Mustafa Kemal Atatürk tekke ve zaviyelerin kapatıldığı zaman Bursa’daki nutkunda
şöyle bir söz söyler: “Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti dervişler ve müritler diyarı
olmayacaktır. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fenden başka
kendinize mürşit, yol gösterici arayamayınız” der.
Bugünkü geldiğimiz nokta yüzde 46 oyla iktidara gelen bir yönetim ve o partinin
oylarıyla seçilen bir cumhurbaşkanı ve bugünkü geldiğimiz nokta biraz evvel sayın milletvekili 3F diye adlandırıyordu. Ben daha evvelinden konuşuyorum, Kürt
Said’in müritleri bugün iktidara geldi. Ne oldu da böyle oldu peki? Ben bu ilim ve
fendir görüşüne bir ilave daha sunmak istiyorum, aynı zamanda sanattır da.
Buradaki kalabalığa bakıyorum, sen, ben, bizim oğlan, yine aynı kişileri burada
görüyorum. Hangi panele gitsem, toplantıya gitsem aynı kişilerle karşılaşıyoruz.
Peki, burası bir mimarlık fakültesi, daha bugün mimarlığın sanat olduğunun
farkında olamayan öğrenciler var herhalde aramızda ki, bugün bu mimarlık
fakültesindeki öğrencilerin de burada olmasını ben arzu ederdim. Kaldı ki, sanatçılarımızın da burada olmasını arzu ederdim, ama hiçbirisi duyarlı değilmiş
demek ki… Biz davamıza ne kadar sahip çıkıyoruz? Önce ona bakalım, önce
çuvaldızı kendimize batıralım diye düşünüyorum. Evet, karşımızdakiler bir şeyler yapıyorlar ve düşüncelerini uygulamaya geçiriyorlar. O kadar güzel geçiriyorlar ki, iki adım ileri bir adım geri misali mehter adımı yürüyüşüyle her gün
bir adım daha öne gidiyorlar.
Her şeyden önce bu işin en başında eğitim var. Öncelikle okullarımızda, ilkokuldan ve ilkokul öncesi çağdan başlayarak gerçek anlamda sanat eğitimini,
müzik, tiyatro ve resim eğitimini daha ilkokul öncesinden başlayarak çocuklarımıza öğretmeliyiz diye düşünüyorum. Onun haricinde ulus devletin yok edilmeye çalışıldığı dönemde bugün ulusal bir kültür ve sanat politikasını tekrar
hayata geçirmeliyiz. Bugün 1924 Musiki Muallim Mektebinin kuruluşu, 1923
cumhuriyetin kuruluşu; arada bir sene bile zaman yok, zaman dilimi yok Musiki Muallim Mektebi kuruluyor. Türkiye’de Atatürk bilmiyor muydu ki, gelirdi
Osmanlıda yapıldığı gibi yurtdışından kumpanyaları getirtirdi burada konserler
verdirtirdi, opera oynatırdı Abdülhamit gibi ve daha az bir masrafla Türkiye’de
opera sanatını, bale sanatını halka gösterirdi, ama Atatürk’ün gayesi bir batı
sanatı yaratmak değildi, ulusal, çağdaş bir Türk sanatı yaratmaktı. O yüzden
1936’da konservatuarı kurdu ve daha sonra opera ve bale temsillerine başladı.
Ben fazla uzatmak istemiyorum, teşekkür ediyorum iyi akşamlar diliyorum.
forum yöneticisi
Sağ olun, soru soracak arkadaşlarımızı yitirmeden hemen lütfen beyefendi.
coşkun özdemir
Büyük bir konuşma ihtiyacı var tabii, ben bunu bu yaşımda çok iyi anlıyorum.
Ben konuşmayacağım. Ben çok uzun yıllardan beri bu panellerde, toplantılarda
dinleyici olarak bulundum. Ben bir üniversite hocasıyım, ama şimdi yazarlığa
80
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
da heves ediyorum, uzun yıllardan beri yazılar yazıyorum. Sorum herkese;
bakın, şöyle demek istiyorum: Yıllardan beri ben bu panelleri dinliyorum, ama
artık son zamanlarda çok mutlu olmamaya başladı. Büyük bir potansiyel var
Türkiye’de kuşkusuz bu iktidara karşı, bu karanlığa karşı, ama bunlar çok darmadağınık. Ne yapalım, nasıl yapalım da bu güçleri bir araya getirelim ve bu
potansiyeli harekete geçirelim?
Bir de hiç konuşulmayan bir şeye işaret edeceğim, nedense gündeme hiç gelmeyen bir şey: Ben daha çocuktum, Hasan Ali Yücel’i devirdiler ve karşıdevrim
başladı. O günden bugüne karşıdevrim süregeliyor. Bu arkadaşa cevap, son
derece planlı bir şekilde Türk toplumu eğitimden yoksun bırakıldı, bilinçten yoksun bırakıldı. Çok hesaplı bir şekilde bırakıldı ve şimdi bugün konuşulmayan
çok önemli bir gerçek var, biraz utanıyoruz galiba, biraz çekiniyoruz, biraz
ürküyoruz, ortalama 4 yıl dediğim zaman. “Hayır, daha 4 yıl olmadı hocam”
diye itiraz edenler var. 4 yıl ortalama eğitim var Türkiye’de, 3,5 diyorlar. Temel
mesele ve en önde gelen mesele budur. Çünkü bu 4 yıl eğitim görmüş olan halkın demokrasiye bir destek vermesi, karanlığa karşı bizimle birlikte mücadele
etmesi olasılığı sıfırdır.
Bir şey daha, yalnız bu elit zümre değil, halktan çok duyuyorum, dinliyorum.
22 Temmuz seçimlerinin meşruiyetine inanmıyorlar. Bir de bu konu var. Bu
işlenebilir bir şey diye düşünüyorum, ama soruma döneyim: Acaba bugünün
Türkiye’sinde bu platformda ben yurtsever harekette Bedri Bayram’la birlikte
oluyorum, 68’lilerle birlikte oluyorum ve birçoğunla, ama bunlar darmadağınık.
Bunlar nasıl bir araya getirilip bu karanlığa karşı mücadele etmek üzere bu güç
birliği sağlanabilir?
forum yöneticisi
Bu sorunun yanıtını birlikte arayalım sevgili dost. Buyurun Feride Hanım.
feride bilgin
Bu panelde tıpkı Anayasa taslağında olduğu gibi kadının adı yok. Konuşmacılar arasında da kadın yok, Anayasa taslağında da kadın yok.
forum yöneticisi
Başında açıklamış olmalıydık, atlandı galiba. Etkinliğimize dört kadın konuşmacı davet etmiştik. Örneğin ÇYDD Başkanı Sayın Türkân Saylan ciddi sağlık
sorunu nedenleriyle katılamamıştı. Sayın Bilgesu Erenus da öyle. Göksel Kortay
yurtdışında olduğundan...Konuşmacı olarak çağrılan Beral Madra da katılmadı. Konuşmacılar dışında katılımcı olarak çağrılı olup, katılamayan hanım arkadaşlarımız da aramızda bulunamıyor yazık ki…
feride bilgin
Öyle mi? Teşekkür ederim. Onların adına üzgünüm, ben bunu böyle gördüm,
bunu vurgulamak istedim. Çünkü o kadar kötü bir durum ki, saygıyla andığım meslektaşım Duygu Asena özel durumlarla, “kadının adı yok” demişti. Bu
81
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
toplumda�����������������������������������������������������������������������
artık kadın bir meta olarak algılanacak. Çok kısa, otobüste başıma gelen bir olayla durumun ne kadar korkutucu olduğunu söyleyeyim. Bir kadın sanat
adına, toplum adına yanımda genç bir türbanlı kıza okuduğu görgü kitabı, “Niye
peygamberimizin görgü kitabını okuyorsun? Çağdaş bir görgü kitabı alsaydın”
dediğim sırada yanımda oturan bir erkek bana şunu söyledi: “Bu ehli namus
kadını kızcağızımızı niye rahatsız ediyorsun? O beni tahrik etmiyor, sen ediyorsun” dedi. Olay bu boyuttadır efendim, böyle anayasalara kadının konmadığı bir
yerde toplumdan uzaklaştırıldığı bir yerde çok karamsarım. Saygılar.
forum yöneticisi
Karamsarlığınıza kişisel olarak ben de katılıyorum. Lütfen buyurun Sayın Gülhan.
ahmet gülhan
Ben bir şey sunmayacağım kısaca bir şey öğreneceğim. Tiyatro Oyuncuları Derneği (TODER) eski başkanıyım; Özerk Sanat Konseyinin Hüsamettin Koçan’la
beraber ilk genel sekreteri. Üç kurultay yaptık Tamer Levent’le beraber, kutlarım
hâlâ devam ediyorsunuz inatla, ısrarla, ama bugün ortaya çıkan tablo vahim.
64 çıkabilir veya yerine konulabilir, ama sanki başka bir yöntem uygulamamız
gerekiyor. Anayasa Mahkemesinden başlayarak, olmazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi üst mahkemesine başvurarak, olmazsa bütün çağdaş uygar
batı toplumlarının sanat kurumlarına başvurarak “imdat” dememiz gerekiyor.
Başka türlü sesimizi duyurmamız mümkün değil. Bakın, basın yok, medya yok;
bu yazılmayacak, çizilmeyecek. Basacağımız kitapçığı da kimse okumayacak,
yalnız bizler okuyacağız. Okuyanlar olsa bile, merak edenler erk sahibi olanlar, “Hadi canım olur mu?” deyip kenara atacaklar. Bunu gayet iyi biliyorum,
bugüne kadar hep böyle oldu. Biraz kıyamet koparmamız lazım, ama bu kurumlarla sokakta değil. Teşekkür ederim.
forum yöneticisi
Biz teşekkür ederiz. Orhan Kurtuldu’nun dediği gibi iyimserlikle veya sizin dediğiniz gibi fazla kötümserlikle bir yere çok fazla ulaşamayacağımızın hepimiz
bilincindeyiz kuşkusuz. Önermeleriniz ufuk açıcı olabilir pekâlâ. Fırsat bulmuşken emekleriniz, katkılarınız için Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu adına
teşekkür ederim sağ olun.
aslıhan özel
Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümünden araştırma görevlisiyim. Benim tez konum “kültür ekonomisi”. Hoş girdikten sonra
çok pişman oldum, ama Tamer Levent beye bir sorum, ayrıca katkım olacak.
Kendisi sanatçı tanımının yapılmadığı konusunda görüşlerine başlamışlar. Ben
tez konuma başladığım zaman en büyük problemi kültür ve sanatın tanımı üzerine yaşadım. Çünkü çok geniş bir kavramdı ve ayrıntılarına girdiğim zaman da
şöyle bir ayrım gördüm kendi konumla da alakalı olarak: Zanaatkârın ürettiği
mal veya hizmetin karşısındaki kişiye özel bir ekonomik değeri var. Ancak sanat
ve sanat türevlerinin üretiminde toplumsal değer daha baskın ve biz bu açıdan
bu mal ya da hizmetleri kamusal mal ya da erdemli mal olarak nitelendiriyoruz.
82
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Benim tez konum da bu kavram üzerine gelişmiş durumda. Yalnız bu konsey
içerisinde şunu merak ediyorum: Sanatın toplumsal değeri üzerine tamam bir
sürü şey söylendi, kişisel gelişim, kişiyi geliştirdiği, toplumu geliştirdiği üzerine,
ama toplumsal değer üzerine bir şeyler yapıldı mı şu ana kadar ve bu bağlamda kamusal mal niteliğiyle ilgili herhangi bir sonuç ortaya çıktı mı? Ben bunu
merak ediyorum, teşekkür ediyorum.
tamer levent
Hayır, maalesef yapılmadı. Bu anlamda TOBAV’ın girişimleri var. Bunlar bilinen
şeyler, bilinmeyen şeyler değil ki, biz de icat etmiyoruz. Biz dünya standartlarını
Türkiye’de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına soruyoruz. Diyoruz ki, oyuncu tanımı nedir? Çünkü ISO ve ILO’da oyuncu tanımı var, çalışma standartları
belli, kaç saat çalışacağı belli, ağır işçi olduğu tanımı var ve mesela yıpranma
meselesinde güvencesinin ne olduğu belli. Türkiye’de böyle bir şeyi Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığına sorduğumuz zaman espri yapıyoruz zannediyor.
Bakın, olay o kadar yüzeysel bir durumda ki, o kadar acınacak felaket bir durumda ki, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bizim bu sorumuzu böyle laf olsun
diye sorulmuş bir şey zannediyor ve muhatabımızla bir denklik kuramıyoruz. Biz
İş ve İşçi Bulma Kurumunun ISO ve ILO sözleşmeleri doğrultusunda Türkiye’de
de oyuncu, rejisör, sanat teknikleri uzmanı gibi tanımları yapmasını istedik. Bu
konuda çok bastırdık. Ben defalarca, Orhan da bilir, arkadaşlarımla ziyaretlerde
bulundum. Almanya’da İş ve İşçi Bulma Kurumuna giderseniz gerçi hiçbir oyunca
başvurmaz, ama Almanya’da eğer bir oyuncu işsiz kalırsa İş ve İşçi Bulma Kurumuna gidip “bana iş bul” demeye hakkı vardır. Demek ki meslek olarak kabul
ediliyor ki bu yapılıyor. Burada meslek olarak kabul edilmediği için bağımsız
oyuncu hiçbir zaman hiçbir güvencesi yoktur ve hiçbir yere gidip “bana iş bulun”
diyemez. Bununla ilgili bir meslek kuruluşu yok, bununla ilgili ajanslaşma kadro
tanımı yok, hiçbir şey yok ve sigortası yok, sosyal dönüşümü yok.
Hal böyle olunca bunun kabul edilmesi ya da toplumda öyle bir laf var ya atasözü, “Kızı boş bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya gider”; bizim bu meslekler davulcu, zurnacı meslekleri diye görülüyor toplumda. Bunu politikacısı böyle
görüyor, bilim adamı böyle görüyor, İş ve İşçi Bulma Kurumu başkanı böyle
görüyor, ortalama bir hukukçu böyle görüyor, gazetedeki köşe yazarı böyle
görüyor, bir gazetenin genel yayın yönetmeni böyle görüyor. Bu toplumsal bir
zaaf, çünkü demek ki, biz ne kadar objektivist düşündüğümüzü varsaysak –ki
bakın bunun için illa çok uçlarda olmak gerekmiyor, ortalama bir objektivizm
gerekiyor– ne kadar objektivist düşündüğümüzü varsaysak gene kaderciyiz. O
kaderciliğin etkisi altındayız ve bu işlerin peşini bırakmışız, tanım filan da yapmaya uğraşmıyoruz. Ben Özerk Sanat Konseyinin –o zamanlar da söylerdim–
bir araya gelip spesifik konularda tanımlar üretmesini ve bu tanımların kamuya
mal olmasını sağlaması gerektiği kanısındayım.
forum yöneticisi
Teşekkür ederim. Sorunuzu Özerk Sanat Konseyine yöneltmiştiniz, eski kurucularından olduğu için Tamer bu yanıtı verdi. Sorunuzun yanıtına katkı olsun
diye açıyorum. Buna ilişkin biz Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu olarak
83
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
2008 yılı içerisinde “Sanat ve…” başlığıyla, ilki bugün gerçekleştirdiğimiz bir
dizi bilimsel ve sanatsal etkinlik düzenliyoruz. Örneğin bunlardan biri bugünkü “Sanat ve Anayasa”ydı. “Sanat ve Toplum”, “Sanat ve Devlet”, “Sanat ve
İnsan”, “Sanat ve Sanatçı” vb ad ve içeriklerle etkinlikler sürdüreceğiz. Sırası
geldiği zaman sizin de yoğun katkınızı bekleriz, eksiklerimizi o zaman tamamlayacağız. Sanatın toplumsal değeri üzerine yapılabileceklere ışık tutacağını
düşündüğümüz için bu ayrıntıları anlatmaya çalıştım. Çünkü bu saptamaları
yaptığımız zaman sanatın kullanım değerinin toplumsal olarak durumu ortaya
çıkıyor. Bu ayrıca Özerk Sanat Konseyi bünyesinde bir atölye çalışması biçiminde olursa o konuda hem görüş paylaşırız, hem de sizin teknik çalışmalarınızdan
yararlanırız. Tekrar teşekkürler.
Sizin sorunuzu alalım lütfen.
ismail aksu
Adım İsmail Aksu, İstanbul Devlet Opera Balesinde dekoratörüm. Benim sorum
hem katılımcılara hem de paneli yönetenlere. Bu tip panellerde, toplantılarda
bu tip görüşleri ortaya atıyoruz. Fakat bu burada unutulmamalı. Burada ortaya
atılan görüşler sonuçta toplumu, sanatçıları ateşleyen bir etken olmalı. Bu burada unutulup gidilmemeli. Bize düşen, sanatçılara düşen bir görev olmalı. Bunun
için ne yapmalıyız? Ben bunu hem katılımcılardan hem de paneli yönetenlerden
bekliyorum. Burada unutulup gitmemeli bu. Biliyorsunuz yüzde 46 oyla başımıza gelenler sanata bakış açılarını artık ortaya iyice koydular. Biz sanatçılar
olarak ne yapabiliriz, bunun bir cevabını bekliyorum. Teşekkür ediyorum.
forum yöneticisi
Haklı olabilirsiniz. Burada Tamer Levent’in de uyarmasıyla yanıtını aradığımız ve uzun yıllardır pek bulamadığımız sorulardan biri bu oldu. Özerk Sanat
Konseyi’nin Yürütme Kurulu üyesi ve Mimarlar Odası temsilcisi Kubilay arkadaşım size yanıt verecek. Buyurun.
kubilay önal
Ben söylediğiniz gibi Mimarlar Odası adına Yürütme Kurulundayım. Ben önce
şu psikolojiyi eleştirmek istiyorum; 46 vurgusu çok yapıldı, tersinden bakarsanız
54 var. Bu neyi ifade eder? Bilmiyorum, bunların üzerinde fazla da yoğunlaşmayalım diyorum. Gerçekten biz bu yolda kendi kendimize ümitsizliği pekiştiren bir tutum almaya gidiyoruz. O yüzden bu çok önemli değil, bu konjonktürel
bir şey. Benim esas olarak sormak istediğim demin aslında Fikret Bey anlattı, biz
dizi etkinlik yaratacağız; kurul ve konsey bünyemizde yeniden bir hareket var.
Ben bugünkü tabloyu bu yeniden örgütlenmenin sıkıntılarını yaşayan bir tablo
olarak düşünüyorum ve bu anlamda yapılan bütün konuşmaların eskiye dair
izlerin bugüne taşınması, bu içinde olanlar açısından, dışında olanlar açısından
da burada yeniden bu perspektife yeni bir bakış getirme çabası olarak görüyorum. Bu anlamda ben olumlu buluyorum. Bunu ne iyimserlik, ne kötümserlik
anlamında değil, olumlu buluyorum.
84
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Burada Fikret ağabeyin söylediği bir temel yaklaşımımız var; devam edecek
bu aks. Bu ilk, bu belki çok etkin biçimde kamuoyuna böyle yansımadı ve duyuru kabiliyetimiz çok yansıtmadı, ama sonuçta bu bir dizi olacak. Bu arada
konuşmadık biz kendi aramızda, ama ben özerklik kavramına ilişkin devlet
korumasıyla özerklik arasındaki ilişkinin her türlü bağlamda kamuoyuna doğru
biçimde aktarılması en önemli konudur diyorum ve bu anlamda Tamer Levent’i
dinlediğimde, o tanımlar dizisi dışında da böyle bir perspektifle bu kavrama
bakışta da aslında olguyu çok iyi anlatamadığımızı düşünüyorum veya anlatılamadığını düşünüyorum. Çünkü bu bir çelişkiymiş gibi gösterilerek bunun
üzerinden bir puan alınmaya çalışılıyor. Bizim aslında bunu gerçekten doğru
yerine oturtmamız gerektiğini düşünüyorum ve bu konuda Abdullah Beye bir
soru yöneltiyorum. Diyorum ki, bu konuda hukuksal düzeyde anlatılabilir bir
çerçeve oluşturulabilir mi?
abdullah sezer
Artık bana söz hakkı gelmez düşüncesiyle uyku pozisyonundaydım, uyandırdınız beni. Aslında sanatsal alanda özerklik, özgürlük ve devletin olumlu yükümlülüğü birbiriyle ilişkili kavramlar olup, her biri birer günlük toplantı başlığı.
Özerkliğin dizginlenmesi ve amaç dışı kullanıma, yozlaşmaya olanak tanımayan bir temelde tasarlanması, son derece önemli. Bunu hepimiz BDDK, TMSF,
RTÜK vb örneklerde gördük ve hâlâ da görmeye devam ediyoruz. Terminolojide “bağımsız idari otorite” olarak adlandırılan birtakım özerk-uzman denetim
kurumları evet çok önemli, ama hukuk kalıbı içinde yoğrulmak kaydıyla. İki
sakınca çok önemli: İlki, tamamen başına buyruk, her istediğini yapan, devlet içinde devlet olma olgusu; bir diğeri ise, yan cebime koy, birtakım maddi
menfaatler karşılığı taviz verip, senin kuyruğuna takılayım. Dolayısıyla öyle bir
denge kurulmalı ki, bu iki sakıncadan hiçbirisi oluşmasın. Özerklik yalnızca
bizde değil, batı ülkelerinde de sorun yaratan bir kavram. Eğer sağlam bir
temele oturtulamaz ise, siz de aynı tehlikenin içerisine düşebilirsiniz. Bir zaman sonra, bilirsiniz bu tip sosyal olgularda bir sinerji olur, iyi niyetle yola
çıkılır, hep beraber “hadi yürüyelim arkadaşlar” denilir. Ama üç gün sonra,
eğer mali anlamda çarpık ilişkileri ve kötüye kullanımlar engellenmezse ya da
siz kendi içinizdeki otokontrol mekanizmalarını harekete geçirmezseniz, üç gün
sonra aynı menfaat kavgasına siz de düşersiniz. Eğer toplumların en hassas,
en duyarlı kitlesi olan sanatçılar da bu işi başaramazlarsa, diğer sektörler ve
alanlarda nasıl başarılabilir?
kubilay önal
Devlet korumasını istiyoruz bir yandan, bir yandan özerklik istiyoruz. Bu çelişki
olarak bize sunuluyor. Bunun iyi anlatılması gerekiyor.
abdullah sezer
Teşekkürler sorunuz için. Evet, ilk bakışta özerklik ve devlet desteği birbiriyle
çelişkili, birbirini engelleyen unsurlarmış gibi gelebilir. Aslında bunun anlatılması çok zor değil, ancak anlaşılması galiba zor görünüyor. Anımsarsanız,
85
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
size baştan iki boyut önerdim. Hatta buna bir unsur daha ekleyerek, özgürlük,
özerklik ve devletin olumlu yükümlülüğünü bir arada dengelemek gerekir. Daha
önce değindiğim için, yinelemeksizin, bir kez daha altını çizmek isterim: Söz
konusu üç ilke, pekâlâ bir arada bulunabilir. Ancak devlet desteği açısından
önemli olan husus, sanatsal yaratma özgürlüğü alanını ve bu yönde kurumsal
yapının özerkliğini zedelememesidir. Aynı şekilde, bir diğer gereklilik ise, özgürlüğün ve özerkliğin kötüye kullanılmasını engelleyecek denetim mekanizmalarının varlığıdır.
forum yöneticisi
Teşekkür ederim. Bizim için en büyük korku sanatın, devletten çok sanatçının
eliyle yok edilmesi. Biz bu korkuyu yaşıyoruz. O yüzden de özerklik kavramını
bu son bir yıl içerisinde yaptığımız Konsey Yürütme Kurulu toplantılarından çıkışla, yeniden gözden geçirmek, yeniden değerlendirmek gibi bir karar aldık.
Değişen ölçütlerle, değer ölçüleriyle, küresellik tanımıyla, adıyla değişen iç ve
dış dünyayla birlikte değerlendirmek üzere bir karar aldık. Bir not olarak, ayrıca burada sıkça sözü edilen yüzde 46, 47’nin içinde, Aziz Nesin’in tanımladığı
güruh da var! O yüzden çok kötümser olmayalım.
mine dural
Bir yurttaş olarak buradayım, mesleğim halkla ilişkiler. Soru da soracağım, çok
kısa da bir katkıda bulunmak istiyorum veya fikrimi söylemek istiyorum.
Bir kere bir salı günü 13.30’da başlayan bir toplantıda salonun çok boş olması
aslında Türkiye gibi bu şartlarda yaşayan bir toplumda çok yadırganacak bir
şey değil. Bir cumartesi pazar olursa bu kadar, o zaman daha çok üzülebiliriz.
Birazcık pozitif bakmaya çalışıyorum. Bu salonu gerçekten ve zaten mesai saati
olan öğrencilerin, mimarlık öğrencilerinin, konservatuar öğrencilerinin doldurmuş
olması ve biz yaşlanıyoruz artık yıllardık politika yapıyoruz, STK’lardayız, artık
hakikaten birbirimizi görmekten de yorulduk. Keşke o yeni yüzleri buraya hangi
saat olursa olsun getirmek mümkün olsa, çünkü zaten onların mesaisi buralarda.
Burada hocalar varsa öğrencilerini belki kanalize etmekte katkıda bulunabilirler.
Ben iki Yıldızlı öğrenciye oditoryumun yerini sordum, içim acıdı. Birisi “bilmiyorum” dedi, birisi “galiba şu bina” dedi, üçüncüsü de “şu kapı” dedi, kapalı kapıyı
gösterdi. Üçte üç, ağlayabilirdim bu kadar üzüldüm, nefes nefese koşa koşa hastaneden çıkıp gelmişken. Biraz pozitif bakarsak böyle düşünmek istiyorum, başka
bir zaman diliminde daha olumlu olabilirdi veya aslında biz hiç gelmeyelim artık
buralara, vallahi bizi getirmeyin de hiç gelmeyen bu gençleri getirin ne olur, çünkü
şu anda içinde bulunduğumuz durumdan da bir pozitif sonuç çıkarmak istiyorum.
Çok vahim günler yaşıyoruz, ama kötünün kötüsünü yaşadığımız zaman aklımız
başımıza geliyor herhalde. Çünkü zaten bütün bunlar sanata, sanatçıya, kültüre
ve Özal da yaptı, Mesut Yılmaz da yaptı, Tansu Çiller de yaptı, onlar “mış” gibi
yaptı, örtülü yaptı, ama biz hiç sesimizi çıkarmadık onlara, çünkü ehveni şerlerden hep iyiyi seçmeye çalıştık. Şimdi kötü kötü olduğu zaman belki biraz ayılıyor
muyuz, nedir? Buradan da iyi bir sonuç çıkarırsak çok nasırımıza bastılar belki
böyle böyle, yavaş yavaş kendimize geleceğiz. Artık gidecek yerimiz kalmadı
çünkü, ya isyan edeceğiz, ya Ahmet Gülhan’ın önerisini çok kötümserlik olarak
86
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
algılamayıp gerçekten değerlendirmeye alacağız. Ben bu şerden böyle bir hayır
çıkması gerektiğini umuyorum.
Soru değil, ama katkım, dışarıda çok ciddi bir liste oluşmuştu. Çok e-mail adresleri, cep telefonları, ne olur bize tüm çalışmalarınızı duyurun. Bildiri mi yayınlıyorsunuz, fikir mi beyan ediyorsunuz, toplantı mı yapıyorsunuz, bize duyurun.
Ben çok tesadüfü olarak bu toplantıyı duydum ve bizi kullanın, bizden yardım
isteyin. Hepimiz çok yetişmiş insanlarız, size katkı koyalım. İş güç sahibi de
insanlarız, tabii sanatçılar daha çok işin içinde, ama bize haber verin, bize duyurun, bizi örgütleyin, çünkü bir konuda daha ümitsiz değilim: Altyapı çok hazır, ben politika da yapıyorum, hepimiz sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Evet,
medya yok, ama sokağa çıkalım, örgütleyin, toplanalım, AKM’nin önünde bir
avuç insandık, ses getirdik. Ne olur size bize toplum önderliği yapın.
forum yöneticisi
Teşekkür ederiz. Siz lütfen ve yalnızca soru.
mustafa bilgin
Karikatürcüyüm. Kısaca soruya geçmek istiyorum. Bu kötü gidişe karşı çıkmak
için bütün sanat disiplinleri, bütün meslek grupları sanatın içindeki Tamer Beyin söyleyişiyle hepimiz sıra sıra görevliyiz. Birinci görev de sanki medyanın
gücünü düşünürsek televizyon oyuncularına düşüyor ve beni çok rahatsız eden
bir şey var; görece nitelikli oyunlarda oynayan birçok oyuncumuzu hurafe dolu
dizilerde görüyoruz ve bu çok rahatsız edici. Bu maddi gelirle ekmek parası
bilmem neyle açıklanacak noktalar değil ve sanat konseyinin bundan sonraki
toplantılarında konsey ve sanatçılar gibi bir başlık altında ya da oyuncular konusunu ele alan bir başlık olursa mutlaka bu gündeme gelmeli diyorum. Bence
onlar kötü gidişin önlenebilmesi noktasında hepimizden daha çok sorumlular.
Teşekkür ederim. Bunun için ne yapılabilir?
forum yöneticisi
Kuşkusuz bu önce sanatçılara-oyunculara düşen bir ödev ve sorumluluk. Öneriniz “Sanat ve Sanatçı” ve “Sanat ve Toplum” gibi başlıklarda gündemimizde
zaten. Siz buyurun lütfen.
hikmet altınkaynak
Teşekkür ederim. Bu üniversitede öğretim görevlisiyim. Az önce değerli arkadaşımız üniversiteyle ilgili bir göndermede bulunduğu için katkı değil, ama bir
açıklama yapmak istiyorum. Bu üniversite gerçekten “yıldızlı” üniversite ve haftanın 7 günü çok dolu olarak bu oditoryumun çalıştığını görüyoruz, topluma
hizmet sunduğunu görüyoruz, yaşıyoruz. Şu sıralar öğrenciler birinci yarıyılı
bitirmiş olmanın dinginliğiyle dalgınlar. Belki arkadaşımız kime sordu, aldığı
cevabı biliyoruz, ama 20.000’in üzerinde öğrenci var. Her gün burası gerçekten dolu oluyor, öğretim üyeleri de bir o kadar dolu. Hangi birine gideceklerini
bilemiyorlar. Bunu sunmak istedim. Bu zengin program için de Özerk Sanat
Konseyine gerçekten yürekten teşekkür ediyorum.
87
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
forum yöneticisi
Biz size, Rektörlüğünüze, Dekanlığınıza bu kurumu, bu sahneyi bizlere, ülkemiz
sanat ve kültür platformuna açtığınız için teşekkür ediyoruz.
müride aksal
Ben 2003 yılında özerk, sanat ve konsey tanımlarının üçünü yan yana tesadüfen sevgili Tamer’den duyduğumda hemen heyecana kapılıp atlayıp
İstanbul’a geldim. Ankara’da konservatuarda bale hocasıyım. O zaman da
bugünkü kadar insan vardı. O zaman aklıma bir kuşku düşmüştü, o kuşkuyu
hâlâ taşıyorum. Türkiye’nin bugününde bile bu kadar insan toplayabiliyorsak
buraya bu iletişim çağında –çünkü çok kolay artık iletişmek– acaba Özerk
Sanat Konseyinin ilkeleri arasında kapalı bir yapısı mı vardı ilk başta kurulurken? Çünkü bu çağda bu kadar ulaşamamak dediği gibi hanımın sanat
eğitimi alan öğrencilere, okullara e-mailler yoluyla bile ulaşamamayı ben
anlamıyorum ve isimlerinizi tanımıyorum Ankaralıyım. Orhan Aydın Beyin
konuşması bugün için benim için en değerli konuşmaydı, çünkü bir güç birliği
oluşturulması gerektiğine ben de inanıyorum, onun için tekrar buradayım.
Özerk Sanat Konseyi üstlenir mi böyle bir şeyi ve o kapalılığı kırmak için
önlemler düşünüyor musunuz?
forum yöneticisi
Teşekkür ederim. Siz kendileri için sanat üretilen insanlar ve sanatçılar bu tür
önerilerinizi lütfen ayaküstü sözlerle ve rastlantılara sınırlamayın. Mail adresimizi verelim, o platformda daha rahat, daha geniş iletin bize. Biz elimizden
geleni, gerekeni yapmaya çalışalım. Ayrıca bir de şu var: Bakın, sözünü ettiğimiz süreçte 12 yıl geçti, 12 yıl içerisinde ülke çok kirlendi. Bugün bu kadar
sayıyı toplamak bile, o günlerde toplanan bu sayının iki katı üstünde bir değere
sahip. Birçok insan çözülmüş gitmişken hâlâ bu kadar kişiyi bir araya, tek bir
duyuruyla getirebiliyorsak, bütün bu kirlenmişliklere karşı kötümser olmamak
için bunu bir neden sayıyorum. Kendimizi yeniden yapılandırma sürecindeyiz.
Orhan’ın bu konuda ekleyecekleri var sanırım.
orhan aydın
Bir bilgi vermek anlamında, aslında çözüm yollarından biri şu: Hiçbir zaman
umudu yitirmemek. Kimin yitirmemesi? Önce bireyin kendisinin aynaya bakıp
“ben varım” diyebilmesi bu yeterli birinci koşul. İkincisi, Özerk Sanat Konseyi bu paneli yaparken tabii farklı birkaç amacı vardı. Amaçlarından biri ya
da önceliği şu değildi: Büyük bir kalabalık toplansın. Amacı bu değerli konuşmacıların çeşitli örgütlerde olan konuşmacıların ortak bir görüşünü sağlamak,
bunu kayıt altına almak. Çünkü bu çok önemli bir belge niteliği taşıyor. Sayısal
anlamda da herkese şöyle bir cevap vermek istiyorum, Shakespeare’in bir sözüyle: Bilgili bir tek dost bilgisiz koca bir kalabalıktan, sayılardan, yüzdelerden,
46’lardan, ne derseniz deyin daha değerlidir, daha önemlidir, daha etkilidir,
daha güçlüdür. Onun için inanmak yeter. Teşekkür ederim.
88
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
forum yöneticisi
Hemen bu arada şu notu da vereyim: Burada bütün salonu doldurmamış
olmamız�������������������������������������������������������������������
, dolduramamış olmamız –ya da nasıl nitelersek niteleyelim– kalabalığın peşinden koşmayışımızdan kaynaklanmıyor. Değil, biz burada bir beyin
fırtınasıyla bir ön adım atalım istedik. Çünkü bu ilki, bu tartışma sürecek. Çünkü
bu tartışma “Anayasa Sanat” tartışması bir öncü. Bunun arkasından diğer kurumlar da bunu getirecek. Sendikalar ve diğer sivil toplum örgütleri bu tartışmayı getirecektir. Buna inanıyoruz.
nursen deliktaş
Bakırköy Belediyesinde kültür sanat danışmanıydım, yeni emekli oldum ve
uzun bir süredir Bakırköylü Sanatçılar Derneğindenim. Ayrıca yazarım, eserlerim var. Şairim olabildiğim kadar ve ben “kadının adı yok” tezine karşıyım.
Cüssem büyük, ama yüreğim de büyük. Ben bu konuda hanımların teslim olmamasını istiyorum. Çeşitli tartışma programlarında biraz doğru konuştuğum
için çok defa hedef oldum. Gazetelerde çıkan yazılarım, hatta şiirlerimden
dolayı pek çok tehdit aldım, ama dimdik durdum. Nasıl durduğumu ben biliyorum, onlara belli etmedim korktuğumu ve sonuçta milletvekilliği teklifi aldım
malum partiden ve bu teklife güldüm. Çok güzel cevap oldu bu onlar için,
onun için ucuza satmayalım. Bir de şu var: Türkiye’de bugünün şartlarında
hep beraber çıkalım sokağa, 100 kişiye “hangi sanatçıyı tanıyorsunuz?” diye
soralım. Kimi tanırlar biliyorsunuz değil mi? Bu sabah programlarında çıkan
hokkabazları. Biz orada gerçek sanatçıyla bu palyaçoları ayırt edebilecek bir
şeyler yapmamız lazım.
forum yöneticisi
Teşekkür ederiz, bu yüzden de sizden katkı bekliyoruz. Sağ olun.
dilam demirtaş
Ben zamanınızı alacağım. Sayın Haşmet Zeybek’in söylediği gibi özellikle gençler bir tüketici olmaktan öteye gidememekteyiz şu anda. Tamamen tüketici olup ne
yazıyoruz, ne okuyoruz, ne de izliyoruz hiçbir şey, yorumumuz da yok. Sadece
giydiğimiz ayakkabı ve üstümüzdeki manto önemli oluyor ve öyle de öleceğiz
gibi bir umutsuzluk içindeyiz aslında içsel olarak. Neyse, benim demek istediğim şey aslında bu gençliğin biraz böyle tutulup kaldırılması gerekiyor. Çünkü
bir yandan böyleyiz, ama bir yandan da gel desen gelecek bir topluluğuz. Ben
umutsuz görmüyorum. Mesela, ben dün okulda çok fena kavga ettim. Yeditepe
Tiyatro Bölümünde okuyorum. Ayrılacağım tabii okuldan da, bu arkadaşlarla ben
kavga ediyorum, ama siz onları tutup çağırabilirsiniz. Bir de bizim biraz daha
hoşgörülü olmamız lazım galiba. Bugün mesela, biraz cahilliğine verdim ben
onun, kalktı bir arkadaş lafı kesti filan, ama bizim daha hoşgörülü olup pirinç
dağıtıyorlar ya, biz de bir şey dağıtmalıyız. Çünkü insanlar çağrıldıkları ve kabul
edildikleri yerlerde oluyorlar ve aslında bizim milletimiz de ayaklanmaya hazır.
Gayet zeki olmamıza rağmen birçok engellerle gel denilen yene gidiyoruz. Biz
gel dediğimizde de onlar zaten uyanıp bizi takip edecektir.
89
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
forum yöneticisi
Teşekkür ederiz. O zaman biz sizi “Sanat ve Toplum” paneline bekleyeceğiz.
salondan
Şu çok önemli bir olay; genç kuşakla aramıza 3,5 darbe girdi, bir de teknoloji
girdi. İki tarafın da bunu aşmaya zorlaması lazım. Şöyle ki, biz kitaptan, dergiden, gazeteden geliyoruz, “düşünüyorsam varız” diyoruz. Gençlik internet’ten,
televizyondan geliyor, “görünüyorsam varım” diyor. Bu ikisinin ortak noktasını
bulmamız gerekiyor. Teşekkür ederim.
forum yöneticisi
Teşekkür ederiz. Sözünü ettiğim gibi Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu olarak ilki “Sanat ve Anayasa” paneli, “Anayasa ve Sanat” dediğimize bakmayın.
“Sanat ve ...” diye sürecek olan bu dizi etkinliklerinin ilki neden “Sanat ve Anayasa”? Çünkü biz çok iyi biliyoruz ki, bu bir başlangıç, bundan sonra arkası
gelecek dediğim gibi.
Altını ısrarla çizmekte yarar olan bir şeyden çok kısa söz edeceğim. Bugün
yaşadığımız coğrafyada ve dünyada bir şeyler yolunda gitmiyorsa, ülkemizi
ve dünyayı yöneten liderler kirlilik ve aymazlık içindeyse, bunun asal nedeni, bu formun ve bu panelin de oluşumuna neden olan gerekçe başta olmak
üzere, “insanın ve toplumların sanatla, sanat kültürüyle donanmış, demokrasi
kültürüyle beslenmeden eksik büyümüş olmalarıdır”. Bunun altındaki ana neden
bu. Bu yüzden bugün dünyayı yönetenler, tüm bunlardan eksik büyüdükleri
için, insanlar, toplumlar bunlardan yoksun yetiştikleri için bugünkü tabloyla
karşı karşıyayız. Bu yüzden de biz biliyoruz ki, sanat, insanların ve toplumların
kendileriyle yüzleşip, insana yakışandan yana, eşit, özgür, mutlu bir dünya
için yeniden değişme, oluşmasında da en büyük güçtür... Bu yüzden de tarih
boyunca yönetimler, sanatı ve sanatçıyı hedef alırlar. Hükümetler sanatı hedef
alırlar. Bu çok doğal, bundan doğal bir şey olamaz. Bu yüzden de ülkemizde
sanatın anayasal güvenceden yoksun oluşu, sanatın özelleştirilerek sermayenin
rant aracı haline dönüştürülmesinin önlenmesi, ancak Özerk Sanat Kurulu, Türkiye Sanat Kurumunun oluşturulması, hayata geçirilmesi umuduyla olacaktır.
Bunun peşindeyiz.
Hüseyin Beyden başlayarak lütfen son 30’ar saniyeyi değerlendirirsek…
hüseyin akbulut
30 saniyede ben çok teşekkür ediyorum. Özerk Sanat Konseyini kutluyorum,
çok teşekkür ediyorum. Çok yararlandım. Sanıyorum söyleyeceğim şudur: Pozitif bir şeyle bitirmek lazım. Evet, doğru, eğitimsiz bir halk yarattık, ilkokulu terk
bir halk yarattık, ama en önemli şey haklı olmaktır. Mustafa Kemal Atatürk de
yalnızdı. Haklı olmak çok önemlidir, uygarlık ırmağını geriye çevirmek de çok
zordur. Çok teşekkür ediyorum.
90
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
tamer levent
Biz TOBAV olarak TOMEB olarak bu uluslararası birliklerin de üyesiyiz. Aşağıyukarı 25-30 yıldır bunların toplantılarına katılıyorum. Yurtdışında toplantılara
katıldığımda belirlenmiş hedefler doğrultusunda belirlenmiş uzmanlık konuları
görüşülüyor. Biz toplantılara katıldığımızda Türkiye kurtarılır. Türkiye’yi kurtarmadığımız zaman tatmin olmuyoruz, ama Türkiye’yi kurtarmaya kalktığımız
zaman da özel konulara giremiyoruz. Diyoruz ki, özel konu genelden bağımsız
değil. O halde herkes genel konuda konuşsun, biz de özelden bir şey çıkaralım.
Ben bunu anlamıyorum. Uluslararası alandaki toplantılarda “Ben çalışamıyorum” diyen adamın sorununa çözüm aranıyor. “Ben televizyonda film yapıyorum, paramı alamıyorum” diyen adamın sorununa çözüm aranıyor. “Ben örgütlenmek istiyorum” diyen adamın sorununa çözüm aranıyor. “Ben mesleğimi
tarif etmek, tanım yapmak istiyorum” diyen, “Ben tiyatro yapmak istiyorum, ben
resim yapmak, ben atölye istiyorum, ben salon istiyorum” diyen adamların sorunları tartışılıyor. Bizim burada dünya ve memleket meseleleri tartışılıyor. Eğer
böyle bir konu uluslararası alanda gündeme gelirse hemen bir önerge çıkarılıyor, bu konuda bir temenni mektubu yazıp imzalanıyor genel kurula sunuluyor.
Genel kurulda kabul edenler etmeyenler, “Irak’taki savaşa karşıyız” deniliyor.
salondan
O çağdaş toplumlarda oluyor.
tamer levent
Evet, burada biz hiçbir zaman esas konuya gelemiyoruz. Anlamadım ben, ben
de dünyayı kurtarmaya hevesliyim, ama bir türlü şu tiyatro ya da sanatı konuşamıyoruz. Tespit yapamıyoruz, tanım yapamıyoruz.
salondan
Rantiye yerine dönmüş vaziyette, tartışamayız.
tamer levent
O zaman tartışmayı yapmayalım, parti kuralım. Hangisi daha önemliyse onu
yapalım.
forum yöneticisi
Teşekkür ederim. Tamer Beyin sözünü ettiği bu ve benzeri toplantılarımızdaki
toplantı biçim ve içeriği eleştirisine karşı çıkmak, bu gerçeği yadsımak olanaksız.
Koltuklarında oturanlar, kürsüyü, panelistleri eleştirilirken Tamer Beyin uyarısından
yola çıkarak kendini tatmin ya da bildiğini satmak, aktarmak, Türkiye’yi kurtarmak
yanılgısı yerine, olguya katkı koyacak, soruna çözüm aratacak soru yolunu benimseler, hem belki bu kadar çok zaman almaz, hoşgörü tüketilmez, hem de amaca
daha kolay varılır. Bu tabii Türkiye ve tüm 3. Dünya ülkelerinde neredeyse her
türden, 10’u aşkın toplantı türünün hepsinde asal bir sorun olarak bir geçerliktir.
Bu yüzden de istenilen sonucu çok kolay alamayız. Buyurun Abdullah Bey.
91
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
abdullah sezer
Size veda etmeden önce, son olarak şunu iletmek isterim: Belki ben fazlaca
karamsarım, ama bir gerçeği kabul edelim lütfen. Biz Türkiyeli bireyler, henüz
modernleş(e)medik, sosyalize ol(a)madık. Bu süreci yaşayacağız, bunun sancılarını hep birlikte çekeceğiz. Bir yazar, şöyle diyor: Demokrasi ancak demokrat
bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda kurulabilir. Sözlerimi Prof. Kaboğlu
hocamın içtenlikle benimsediğim “3 D” formülüyle noktalıyorum: Dengeli bir
toplum olabilmek için, “dikkat”, “dinleme” ve “duyarlılık”. Duyarlılığınız, sabrınız ve dikkatiniz için teşekkürler…
kemal sevgisunar
6,7 şiddetinde bir deprem mi olur, 30 saniyede ne olur onu pek bilmiyorum,
ama herhalde olması gereken bir-iki şeyi burada söylemek lazım. Evet, kavram
kargaşaları çok açık, doğrudur, ama çok ilginç bir şey var: Mücadelenin yöntemi, kendisi ortadadır. Etrafında dolaşıp yüzüğü Afyon’da kaybedip İstanbul’da
aramanın anlamı da yoktur. Türkiye’nin her yeri İstanbul değildir, Türkiye bir
bütündür ve orada tartışmaların, gündemin konuları çok farklıdır. Hani bu tartışmalardan bir yere varacaksak eğer, bütün bu tarih boyunca Bedrettin’leri
anlatacak değilim, ama 1980’de de, daha sonra da bu gençlere de kıyıldığı
zaman hep buradaydık. Bilmem kimlerle beraber Amerika’yla çalışanlar hep
buradayken halkımıza kıyarken biz hep buradaydık, bugün de buradayız. Şimdi yeniden ve sanki bütün bunlar hiç yaşanmamış, olmamış gibi tartışıyoruz.
Biraz genel anlamda söylüyorum, bir ikiyüzlülük var bu toplumda, sorunun etrafında geziliyor, asıl konular ve sorunlar karşısında gerçek mücadele yol ve
yöntemleri biraz ciddi görülüyor, uzak duruluyor. Mücadelenin yol ve yöntemleri derken mücadele edenler ortada, Türkiye’de muhalefet eden emek cephesi
ortada. Bir şeyi yapacak adam tasını tarağını toplar çıkar ortaya yapacağını
yapar, bu konuda ikircikli bir yaklaşım sergilemez. Hepinize saygılar sunarım.
forum yöneticisi
Arkadaşlar, ben şimdi size kısa metinler okumak istiyorum. Burada büyük bir
haksızlık yapılıyor. Karşısında olduğumuz AKP iktidarının –ben devlet memuru
olarak da bunu söylüyorum– yaptığı çok hoş bir şey var. Niye bunu göz ardı
ediyoruz? Bakın, yeni anayasa taslağında, sözüm ona yeni anayasa taslağında –biz 64’ü çıkardılar artık hiçbir şey yapmıyorlar diyorsak da– 26. madde
açıkça diyor ki: “Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka
yollarda tek başına veya kapalı olarak açıklama ve yayınlama hürriyetine sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir
alma ya da verme serbestliliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü radyo, televizyon,
sinema ve benzeri yollarla yapılan yayınların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.” Komedi, evet bunu söylüyor. “Herkes bilim ve sanatı serbestçe
öğrenme, öğretme, açıklama, yayma ve bu alandaki her türlü araştırma hakkına sahiptir” der ikinci fıkrası, üçüncüsü “bu hak hürriyetlerin kullanılması milli
güvenliğin, kamu düzeninin, genel sağlığın, genel ahlakın, başkalarının şöhret
ve haklarının özel veya aile haklarının korunması, suçların önlenmesi, devlet
sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, yargının bağımsızlık
92
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
ve tarafsızlığının sağlanması, savaş kışkırtıcılığının engellenmesi, her türlü ayrımcılık, düşmanlık veya kin ve nefret savunuculuğunun önlenmesi amaçlarıyla sınırlıdır.” Nereye giderse gitsin, dipsiz bir kuyu. Bunu şunun için okudum:
Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulunun 2008’in ilk toplantısı olan Anayasa
ve Sanat panel ve forumunu sizlere okuduğum bu komediyle bitirelim istedim,
çünkü nereye çekerseniz çekin dipsiz bir kuyu.
Burada özellikle Orhan Kurtuldu, Orhan Aydın, Fikret İlkiz, Tamer Levent’e ve
alanının haniyse tekleri olan tüm cumhuriyet aydını uzman konuşmacılarımıza
yöneltilecek olağanüstü sorular vardı. “Zanaat” sözcüğü bile sanatı çağrıştırdığı
için neden bu iktidarı bu kadar ürkütür? Oradan çıkartılmış hoş bir soruydu bu.
Tamer Levent’e bir soru vardı: Demokrasi ve sanat kültürü bugünkü bakanın
sözünü ettiği gibi eğer sivil toplum örgütlerine, yerel yönetimlere ya da özel
sektöre verilirse nasıl bir oyun oynanır? Bu tartışılmalıydı, bunu tartışacaktık
bir taraftan… Kendi sosyal ve siyasal görüşleri doğrultusunda sanat politikaları güden hükümetler yerine, neden devletin ulusal bir sanat politikası yok?
Bütün hükümetlerin uymakla zorunlu olduğu ulusal politikalar? Sonra, içinde
sanat kavramı bulunan bütün olayların neden insanları ürküttüğü? Ve ayrılık
zamanı…
Başta Mimarlar Odası İstanbul Şubesine olmak üzere… Bizi, konseyi bugünlere
kadar getiren tün öncülere… Bir önceki dönem başkanı Vecdi Sayar burada.
Ona ve şimdi tüm yükümüzü omuzlayan Canol Kocagöz Beye ve siz bütün katılımcılara tek tek sonsuz teşekkür ediyoruz, borçluyuz. Sağ olun.
93
SANAT VE SANATÇI KURULUŞLARI
GÖRÜŞLERİ
ve
ÖSK BASIN AÇIKLAMASI
64. MADDENİN ANAYASADAN ÇIKARILMASINA HAYIR
İnsanın özgürleşmesi, toplumun çağdaşlaşıp uygarlaşması, demokrasi kültürünün gelişmesi için var olan sanat ile sanatçının desteklenmesi, korunması ve
toplumun sanatla buluşturulması Anayasamızın 64. maddesinde yerini alarak
devletin asal görevleri arasında sayılmıştır.
Anayasamızın 64. maddesi ülkemizdeki ödenekli veya ödeneksiz bütün sanat
alanları ile kurumlarını, sanatçılarını ve sanatseverleri destekleyen, koruyan bir
madde olarak laik Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesinin bir ürünüdür.
Bu madde; “Cumhuriyetin temeli kültürdür” diyen Mustafa Kemal Türkiye’sinin
çağdaş yüzüdür.
Anayasamızın 64. maddesi; “bir milletin hayat damarlarından birinin koparılmamasının” sigortasıdır.
Sanat alanlarının, sanatçıların, sanat kurumlarının ve sanat meslek örgütlerinin
görüşleri alınmadan yapılması düşünülen yeni Anayasa’da herhangi bir değişiklik veya mevcut 64. maddenin tümden kaldırılması asla kabul edilemez.
Demokratik Bir Anayasaya EVET,
Dikta Anayasasına HAYIR!
Cumhuriyetin Kuruluş Felsefesine EVET,
Karşı-Devrim Anayasasına HAYIR!
Çağdaş ve Laik Cumhuriyet Devletine EVET,
Ilımlı İslam Devletine HAYIR!
Sanata EVET, Karanlığa HAYIR!
orhan kurtuldu
TOMEB (Tiyatro Meslek Oyuncuları Meslek Birliği) İstanbul Temsilcisi
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
ÖZGÜRLÜKLERİN GÜVENCESİ
Özgürlüğün tek güvencesi yine kendisi, yani insanın özgürlük anlayışıdır.
Özerk düşüncenin toplum içindeki geçerliliğini yitirmesiyle birlikte, sanattan söz
etmek artık mümkün değildir. Çünkü bir sanatçının düşüncelerini gün ışığına çıkarmasının ve onları yaşatmasının ilk koşulu olarak önem taşıyan bir kavrayıştır…
Ülkemizde son zamanlarda, uygulamaya konulan dini anlayış desteğinde, sanat ve kültür alanlarına birçok kısıtlamalar getirilmek istenilmektedir. Böylece
ananevi söylemler, öne çıkarılmak istenen toplumsal örf ve âdetler aracılığıyla
sanat ve kültür hareketleri daraltılmak istenilmektedir. Bu gibi zorlamalara ek
olarak bir de sanatçının kendi özdenetimini katarsak, üretilen çalışmanın özgür
düşüncenin dışa vurumu olmadığı konusunda hepimiz birleşiriz.
Özgürlük kavramı, kendisini önceleyin düşünce, sonra ifadede ortaya koyacaktır. Toplumların gelişmeleri ise, bu anlayışa bağlı olarak refah yanında, ancak
kültür ve sanat eşliğinde kendisine yer edinebilmektedir.
İnsanlara ancak demokratik sistem ile yönetilen ülkelerde, yazılı anayasaya bağlı
yasalar eşliğinde özgürce yaşama, özgürce ifade kullanma ve yaratmaya dönük
haklar tanınmaktadır. Hazırlanan anayasalar bazen özgürlüğü kısıtlar gibi görünseler de, toplumu kişi despotizmine karşı koruyucu olması bakımından kabul
edilebilir bir durum arz etmektedir; bu nedenle de büyük önem taşımaktadırlar.
Halihazırda kullanılmakta olan Anayasa’mızın 2. maddesinin son cümlesinde,
“ … demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” sözcesi yazılıdır; devamında bu
anlatım hiçbir kişi ve yasa ile değiştirilemez denilmektedir. Bir ulusun sosyal
hukuk devleti korumasında, laik bir demokrasi ile yaşaması en tabi hakkı iken
bile, değiştirilemez denen kavramların, yaşam içinde nasıl didiklendiğini açıkça
görmekte ve giderek kuşku ile izlemekteyiz…
Bozuk bir ekonomik yapı yanında, ayrıca etki altında bırakılmak istenen bir
hukuk sistemi, özgür düşünmenin giderek zorlaştığının ayrı bir göstergesidir. Bu
dizine ek olarak, Anayasa’mızın sanatı ve sanatçıyı koruyan tek maddesi olan
98
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
64. maddesinin kaldırılma uğraşıları, Türk kültür ve sanat adamlarını ne kadar
endişelendirse yeridir…
Zira, derneğimizin sanat alanını kapsayan mizah yazın ve çizginin işlevi, diğer
dallarda olduğu gibi varlığını ancak hoşgörü ile sürdürebilecektir...
Mizah, yazılı, çizili ve görsel olarak ele alındığında, onun diğer sanat dallarından
farklı bir ayrıcalığının bulunduğu, bu anlam değerlendirilmeye alındığında ise, muhalefetin daha güçlü bir ifadeyle kullanıldığı veya kullanılması gerektiği anlaşılır.
Mizah sanatının ciddiyeti ve gücü, yaptıkları işle, söyledikleri sözler birbirini tutmayan bazı kimselerin elbette sanata kuşku ile bakmalarına neden olacaktır...
Ancak uyarılar kişilere olduğu kadar toplumumuza, insanlığadır aynı zamanda; üstelik düşünce, eğlenceyi de beraberinde taşımaktadır.
Üzülerek gözlemlemekteyiz ki, son senelerde özellikle çizgili mizah ustası karikatüristlerimiz sık sık mahkemelere düşmektedirler. Ayrıca medyada siyasi mizahın yapılamadığı tartışma konusu olmaktadır. Gene kaygılanarak belirtmemiz
gerekir ki, günümüzde güçlü mizah yazın ustaları da görülmemektedir. Görsel
mizah, sinema, tiyatro önceki yıllarını giderek aratacak duruma gelmiştir. Televizyon komedilerinin yok denecek kadar az sayıda olması yanında, ortaya
çıkarılanlar da toplumsal yaralara dokunulmadığı, Robinson Kruse, çocuk çizgi
filmi Shrek, kraliçe veya maydanoz, salatalık konuları veya varsılın uçuruculuğu
yerine bilgisiz bırakılmışın zavallılığı gibi güldürüler ele alınmaktadır...
Bu gibi nedenlerle birlikte, Anayasa ve yasalarla güvence altına alınan sanatçıları koruma maddelerinin kaldırılması, öncelikle sanatçıların, kültür adamlarının, sonra da tüm ulusun ne kadar gerilere, baş değil, beyin örtünmelerine,
karanlıklara sürükleneceklerini açıkça göstermektedir.
Özgür düşüncenin yok edildiği toplumlarda, ayrıca tehlikeli bir mizah sanatı
ortaya çıkmaktadır. Bu tür çalışmaların örneklerini komünist ve faşist yönetimlerin varlığında daha önce izlemiş bulunmaktayız. En sönük gibi görüneni, “fısıltı
gazetesi”ni doğuran çalışmalardır. O düzeni yaratanlar öncelikle insanları hedef almakta ve onları er veya geç kendi kalıplarına uydurmaktadırlar…
Sanatın bütün dallarında özgür düşünce ve özgür ifade, açık siyasi yönetimlerle
beraber her zaman toplumların yararına olmuştur.
Anayasa’mızdaki 64. maddenin bile koruyucu olarak yeterli olmadığını bilmemize karşın, bu maddenin Anayasa’dan çıkartılmasını düşünmek istememekteyiz… Aynı nedenle söz konusu 64. maddenin yeni yapılandırılmakta olan
yasada yer almamasını uygun bulmuyoruz...
Saygılarımızla.
ergin gülen
Mizah Üretenler Derneği Başkanı
99
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
SANATSAL GÜVENCE HAKKIMIZDIR
Bakırköylü Sanatçılar Derneği bu yıl on beşinci senesini kutlamaktadır. Kuruluşunda yalnız Bakırköy gibi yerel çalışmalar sistemi içinde kalacağı düşünülen
dernek, bu kadar kısa zaman içinde ulusal bir hal almıştır.
Derneğimiz bugün altı yüz üye sayısı ile Halk Eğitim Merkezi kanallı, Milli Eğitime bağlı olarak sanat ve kültür alanında çalışmalarını sürdürmektedir. Bünyemizde yer alan kırk iki eğitmen konunun içinde yer alırken, öğrenci sayısı sekiz
yüzün üzerine yükselmiştir.
On beş yıl içinde derneğimizdeki eğitimlere katılan birçok genç öğrenci konservatuara kaydını yaptırmış, kısa film yarışmaları düzenlemiş, binlerce sergi
açmış, her yıl üç ayrı kategoride tiyatro oyunları sahnelemişlerdir.
Dünün gençleri günümüzün olgun insanları olarak derneğimizde etkinliklere
katılmakta, sanat ve kültür alanında ülke çapında projeler üretmektedirler.
Geldiğimiz noktada kurumsal bir oluşumla birlikte, sanat ve kültür alanında
özgürce davranış ile özgür ifade tarzının sağlanması, sürdürülebilir olması uğraşlarımız arasındadır…
Geri kalmış toplumlarda bile sanatta bireysellik önem arz etmektedir. Böyle bir
durum göz önüne alındığında, kurumsallaşmış çabalarla birlikte, eğitim düzeyinin yükseltilmesi adına özgür projelerin desteklenmesine ihtiyaç bulunmaktadır...
Derneğimiz bu konuyu tamamen özgürlük güvencesi ile eş anlamlı olarak gündeme getirmek istemektedir. Her yeni gelen iktidar ve yerel yönetimler, önce
bizi nasıl sarsabileceklerinin denemelerini yapmaktadırlar. Yerimizden dahi
kıpırdatamadıklarını gördüklerinde yanımızda yer almağa çalışmaktadırlar. Bu
güç bize, inandığımız kültür sanat ölçütlerimiz, anlayışlı halkımız ve günümüz
yasalarından gelmektedir.
Güvencelerimizden biri olan, Anayasa’mızın sanat ve sanatçıyı koruma amaçlı
64. maddesinin kaldırılmak istenmesi, her kültür kuruluşu gibi genç geleceğimiz
100
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
açısından bizi de karamsarlığa götürmektedir. Hemen hepsinin sağlıklı olacağı
düşünülemeyecek olan örf ve adetlerin, yerel baskıların, dinsel ritüellerin sanatçı
üzerinde yaptığı burguları gün geçtikçe üzerimizde hissederken bir de Anayasal güvencemizin elimizden alınmaya çalışılmasını anlayışla karşılamamız
mümkün değildi...
Bizler bir kurum olarak, öncelikle aydınlanma evrimini yaşamış aydın ve çağdaş sanatsever halkımızın desteklerine ve gerçekleştirdiğimiz çalışmalarımızın
doğruluğuna inanarak görev yapıyorsak da, kazanılmış yasal güvencelerin elimizden alınmasını doğru bulmuyor ve haklarımızı savunmak istiyoruz…
İnsanın yaşama hakkı yanında kültür edinme ve yayma hakkının da bulunduğunu kabul ettiğimizden, sanat ve kültür alanında yetişmiş gençleri daha ileri
taşıyacak yasalara kavuşmayı umut ediyoruz…
cihat tamer
Bakırköylü Sanatçılar Derneği Başkanı
101
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
BASIN AÇIKLAMASI
29 Şubat 2008
76 sanat ve sanatçı kuruluşunu kapsayan “Özerk Sanat Konseyi” Yürütme Kurulu, 2008 yılında ülkemiz sanat ortamı ve duyarlı yurttaşlarımızla buluşarak,
ülkemiz sanat ortamına da yansıyan siyasal-toplumsal gelişmelere ilişkin kaygılarını paylaşmayı hedeflediği etkinliklerin ilki olan, 8 Ocak 2008 tarihinde
Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryumu’nda gerçekleştirdiği “Anayasa ve Sanat”
başlıklı panelin sonuçlarına bağlı olarak aşağıdaki basın açıklamasını yapmayı
kararlaştırmıştır.
ÖNERİLEN ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ, TÜM DEĞERLERİMİZLE BİRLİKTE
SANATIN DA PİYASALAŞMASI SÜRECİNİ HIZLANDIRACAK VE
ÜLKEMİZ KÜLTÜR ORTAMININ DAHA DA YOZLAŞMASINA NEDEN
OLACAKTIR!..
Ülkemiz sanatının tüm alan ve disiplinlerini içeren 76 sanat ve sanatçı kuruluşlarının saygın temsilcilerinin katılımıyla oluşan Özerk Sanat Konseyi’nin (ÖSK);
ülkemizde “sanat ortamlarının özgürleşmesi, sanat kurumlarının özerkleşmesi ve sanat kültürünün yaygınlaştırılması” amacıyla oluşturmayı hedeflediği “TÜRKİYE SANAT KURUMU”nun yaşama geçirilmesi için 1995 yılından
günümüze değin bir dizi sanatsal ve bilimsel çalışmayı sürdürmeye çalıştığı
bilinmektedir.
Bu kapsamda “TÜRKİYE SANAT KURUMU YASA TASARISI TASLAĞI” çalışmalarının devamı olarak, 2008 yılında programlanan dizi etkinliklerinin ilki olan
“ANAYASA ve SANAT” başlıklı Panel-Forum, 16 hukuk, siyaset ve sanat insanı konuşmacı, 200’ü aşkın katılımcıyla 8 Ocak 2008’de YTÜ Oditoryumu’nda
gerçekleştirilmiştir. Daha sonra ÖSK Yürütme Kurulu, yaşanan gelişmelerle
birlikte toplantının değerlendirmesini yaparak aşağıdaki sonuçlara varıldığını
kamuoyuna iletme kararı almıştır:
Kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, düşünce özgürlüğü, laiklik gibi kavramlarla birlikte, çağdaş cumhuriyetimizin başta “kültür ve sanat olmak üzere, demokrasi, insan ve yurttaşlık haklarıyla, ulusal birlik, barış ve bağımsızlığımızı
oluşturan tüm kazanımlarının” bugün karşı karşıya olduğu tehlikelerden birinin
102
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
de, Anayasa’nın 64. maddesinin yok edilmesi girişimi olduğu yaşadığımız bir
gerçekliktir. “TÜRKİYE SANAT KURUMU” düşüncesinin varlık nedeni olan 64.
madde, birçok uygulanmasından da anlaşıldığı üzere sanat ve kültür yaklaşımı
“piyasacı ve sanat karşıtı” olarak nitelendirilebilecek mevcut iktidarca yeniden
(!) yapılandırılmak istenen Anayasa taslağında yer almamaktadır.
Oysa ÖSK’nın tüm çabası iki vazgeçilmez koşula dayalıdır:
1. Sanat alanına kamu desteği tüm uygar dünya uygulamalarında olduğu gibi olmazsa olmaz bir koşuldur.
2. Sanat alanında özerk işleyiş yine tüm uygar dünyada uygulandığı gibi bir zorunluluktur.
Ancak bu zorunlulukların hayata geçmesi için bağlayıcı kamusal düzenlemelere
ihtiyaç vardır.
Biliyoruz ki kamu desteği olmaksızın özgürlük iddiasında bulunmak boş lafın
ötesinde pratikte piyasa hegemonyasının esiri olmak, hem kendini hem de toplumu aldatmaktır; tiyatro, opera, bale, senfonik orkestra gibi toplu yaratışlarını ise giderek yok oluşa sürüklenmesidir. Öte yandan, özerklik olmadığında
sanatsal özgürlüğün de yara alacağı açıktır. Dolayısıyla her ikisi de sanatın
ve sanatçının insanlığa karşı sorumluluğunun diyalektik bütünleyicileridir. Birçok evrensel belge ve uluslararası uygulamalar bu düşünceyi doğrulamakta ve
daha da kuvvetlendirmektedir.
Bu iki temel koşulun biri ya da öteki tek başına yeterli olmadığı gibi, birinin
öne çıkması sakıncalı sonuçlar yaratacaktır: Özerk işleyiş sağlamayan bir
kamu mali desteği sanatsal özgürlük üzerinde baskıya dönüşebilirken, kamu
mali desteğinin bulunmaması da, hem yaratışı yoksullaştırır, hem de piyasaya
bağımlılığı artırır ve daha kesin bir bağımlılık sürecini yaratır. Dolayısıyla kamu
mali desteği ile işleyiş özerkliği ikisi birlikte gerçekleşmek durumunda olan ayrılmaz bir bütün niteliğindedir.
Bu anlamda ÖSK “Anayasa ve Sanat” Panel-Forum katılımcıları;
1. ÖSK’nın yıllardır bir model oluşturmak amacıyla sürdürdüğü çalışmaların incelenmesini, bu anlamda ülkemizde kalıcı bir sanatsal örgütlenme modeli oluşturulmasını,
2. Sanat eğitimi ve sanat kültürünün geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasını özendiren, sanat mesleklerini icra eden yaratıcı ve icracıların haklarının korunmasının, Anayasamız ile garanti altına alınmasını,
3. Bu anlamda 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda belirtilen esas ve bağlantılı hakların korunması konusu da Anayasamız ile teminat altına alınmasını bir kez daha ilgililere hatırlatmakta ve
4. Yaşadığımız “karanlık karşı devrim” girişimine direnmek üzere oluşturduğumuz “karanlığa karşı sanat” savaşımımızda, ülkemiz tüm
sanat-kültür kuruluşlarını, sanat dostlarını ve halkımızı bu süreçte güç birliğini artırmaya çağırmaktadır.
103
PANEL-FORUM
ANAYASA VE SANAT
Öte yandan; ülkemizdeki iktidar anlayışının yıllardır yürüttüğü acziyet-teslimiyet politikasının sürdürücüsü olan AKP’nin tüm diğer sosyal, siyasal ve hukuksal
platformlarda, iddia ettiğinin tam tersine, özgür eleştiri ve özgür sanat üretiminin önüne duvarlar dikiyor olması, çok açık olarak ortadadır. Karikatüristlerin
sürekli dava edildiği, kitapların toplatıldığı, tiyatro, gazeteci ve köşe yazarlarının görevine keyfi uygulamalarla son verilmesine neden olan baskı ortamlarının
oluşturulduğu, yazarlara dava açıldığı, kültür merkezleri ve tiyatro sahnelerinin
yıkım tehdidine uğradığı, heykellerin toplatıldığı, RTÜK’ün akıl almaz uygulamalar yaptığı, gittikçe her özgürlüğün ve çağdaş yaşamın her alanının ve
müzik eserlerinin göz göre göre kıskaç altına alındığı, sanatçıların ülkesinde
yaşayamaz hale geldiği yoz bir ortamda, türbanın “özgürlük” adına serbest
bırakılacağı iddiasının, inandırıcılıktan son derece yoksun olduğunu belirtmek
istiyoruz.
ÖSK, “Cumhuriyet kazanımlarının, laikliğin ve ifade özgürlüğünün en önemli
teminatı olarak, sağduyulu vatandaşın ve özgür sanatçının bireysel ve örgütlü sivil tepkisini” görmektedir.
Tüm sanatçıların haklarının ve çalışma alanlarının hızla daraltılmasının ötesinde, halkın genel barış ve huzur ortamını bugünkünden çok daha gerilere taşıyacak olan bu karşı devrim girişimine ÖSK olarak karşı çıktığımızı ve bu girişime
engel olunacağı inancımızı koruduğumuzu, kamuoyuna bildiriyor; “Anayasa
ve Sanat” Panel Forum’una verimli katkılarıyla ÖSK’ya omuz veren konuşmacılarımıza, Forum tartışmacılarımıza ve tüm katılımcılara yürekten teşekkürler
ediyor; ya tarihsel gelişim ya da tarihsel gerileme hatta çöküş anlamına gelecek
olan içinde bulunduğumuz kritik dönemin öteki toplumsal sorun ve mücadelelerle sıkı bağlantılı olan sanat alanındaki uygarlık mücadelesinin de er geç
kazanılacağı umuduyla saygılar sunuyoruz.
76 SANAT VE SANATÇI KURULUŞLARI ADINA
ÖZERK SANAT KONSEYİ YÜRÜTME KURULU
104

Benzer belgeler