Ata Terzibaşı - Bizturkmeniz.com

Transkript

Ata Terzibaşı - Bizturkmeniz.com
78
KAZAKİSTAN • KIRGIZİSTAN • ÖZBEKİSTAN • TÜRKİYE • TÜRKMENİSTAN • ALTAY (R.F.) • BAŞKURDİSTAN (R.F.) • GAG
KAS (R.F.) • KKTC • SAHA - YAKUT (R.F.) • TATARİSTAN (R.F.) • TIVA (R.F.) • AZERBAYCAN • KAZAKİSTAN • KIRGIZİSTAN
ENİSTAN • ALTAY (R.F.) • BAŞKURDİSTAN (R.F.) • GAGAVUZ YERİ (MOLDOVA) • HAKAS (R.F.) • KKTC • SAHA - YAKUT (R
• AZERBAYCAN • KAZAKİSTAN • KIRGIZİSTAN • ÖZBEKİSTAN • TÜRKİYE • TÜRKMENİSTAN • ALTAY (R.F.) • BAŞKURDİ
OLDOVA) • HAKAS (R.F.) • KKTC • SAHA - YAKUT (R.F.) • TATARİSTAN (R.F.) • TIVA (R.F.) • AZERBAYCAN • KAZAKİSTAN
ÜRKİYE • TÜRKMENİSTAN • ALTAY (R.F.) • BAŞKURDİSTAN (R.F.) • GAGAVUZ YERİ (MOLDOVA) • HAKAS (R.F.) • KKTC •
N (R.F.) • TIVA (R.F.) • AZERBAYCAN • KAZAKİSTAN • KIRGIZİSTAN • ÖZBEKİSTAN • TÜRKİYE • TÜRKMENİSTAN • ALT
.F.) • GAGAVUZ YERİ (MOLDOVA) • HAKAS (R.F.) • KKTC • SAHA - YAKUT (R.F.) • TATARİSTAN (R.F.) • TIVA (R.F.) • AZERB
RGIZİSTAN • ÖZBEKİSTAN • TÜRKİYE • TÜRKMENİSTAN • ALTAY (R.F.) • BAŞKURDİSTAN (R.F.) • GAGAVUZ YERİ (MOLD
HA - YAKUT (R.F.) • TATARİSTAN (R.F.) • TIVA (R.F.)
Türk Kültürüne Hizmette 20. Yıl
www.turksoy.org
+90.312 491 01 00
Sevgili Okuyucu,
Kardeş Kalemler, bu sayısında ismi ve çalışmaları Kerkük’le bütünleşmiş, Irak Türkmen edebiyatı ve
folklorunun bayrağını yaptığı çalışmalarla yükseklere kaldırmış, kendi adını bu renkli, zengin folklor
ve edebiyatın ser levhasına yazdırmış bir abide şahsiyete; Ata Terzibaşı’na ayırdı.
Ata, dede, baba kültürümüzde saygın makamlardır. Ata Terzibaşı, isminin ve imzasının yanı sıra,
Irak Türkmen edebiyatına kazandırdığı eserlerle Türk Dünyası için “ata” unvanını almıştır.
Kazakistan’ın başkenti Astana’da toplanan V. Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi, kendisine
“Türk Dünyası Edebiyatına Hizmet Özel Ödülünü” verirken, bir anlamda onu Türk Dünyası edebiyatının “Ata Yazarı” olarak da ilan etmiş oluyordu.
Türk Dünyasının Ata Yazarı Ata Terzibaşı, bu ödülü alan ilk yazardır. Ata Terzibaşı ile başlayan “Türk
Dünyası edebiyatına Hizmet Özel Ödülü” Kongre uygun görürse belki gelecek yıllarda da “Ata
Yazarlık” unvanını devam edecektir. Böylelikle başlayacak geleneğin yolbaşçısı da Ata Terzibaşı
olacaktır.
Ata Terzibaşı’nı, hem edebiyatımıza yaptıkları büyük hizmetler hem de hukukçu kimliklerinden
dolayı hep Türk Edebiyatı Vakfı’nın kurucusu ve kendi hayatını edebiyatımıza vakfeden Şeyh-ül
Muharririn merhum Ahmet Kabaklı’ya benzetmişimdir. Harput ve Kerkük’ün kültür ikizliği gibi bu
iki abide ismimiz de edebiyatımıza hizmette adeta ikiz kardeşler gibi gelirler bana. Hizmetleriyle
Ahmet Kabaklı, İstanbul’un “Ata’sı”, Ata Terzibaşı Kerkük’ün “Kabaklı’sıdır”.
“Ata Yazarımız” Ata Terzibaşı, bu yıl 89 yaşında. O yalnızca edebiyat araştırmacısı olarak değil, aynı
zamanda bir dergi yayıncısı olarak da kültür hayatındaki mücadelede yer aldı. Bugün şeref kurulu
üyesi olduğu Türk Dil Kurumu sözlüğünde bulunmasa da Terzibaşı’nın 55 yıl önce yayınladığı derginin adı “Beşir” di.
Beşir, müjde getiren, müjdeci anlamına gelmekte. Yüce peygamberimize, Kur’an’ı kerim tarafından
verilen sıfatlardan birisidir. Ata Terzibaşı, 1958 yılında çıkardığı dergi ile ve ömrü boyunca yaptığı
çalışmalarla Irak Türklerinin kültür ve edebiyatı için kendisi de “beşir” olmuştur.
Bugün Türk Dünyasının seçkin edebiyat dergilerinin editörleri, Ata Yazarımızı, Türk Dünyası edebiyatının “Beşiri” olarak selamlıyorlar. Ona, Yüce Mevla’dan daha nice yıllar kültür ve edebiyatımıza
hizmetle dolu uzun ömür diliyoruz.
Değerli Dostlar,
Kerkük’den bu asırlık çınarımızın yanı sıra Azerbaycan ve Kırgızistan’dan bu yıl 60 yaşlarını tamamlamış iki değerli yazarımız ve dostumuzu da selamlamak istiyorum. Aqil Abbas ve Aydarbek
Sarmanbet dostlarımız da bu yıl 60. yaşlarını kutluyorlar. Türkistan’da belki Hoca Hoca
Ahmet Yesevi’den beri Peygamber yaşını, her yıldan farklı olarak idrak etmek geleneği
yaşamaktadır.
Ahmet Yesevî, Peygamberimizin yaşına geldiğinde hazırladığı çilehanesine girip, gündüzlerini orada ibadetle geçirmişti. Hicrî takvimle 63 yıl olan Yüce Peygamberimizin
ömrü miladî takvimle 60 yıla tekabül etmektedir.
Reşad Mecid ve İbrahim Türkhan’ın kendileri hakkında kaleme aldıkları yazılar yayınlayarak bu iki değerli dostumuzun peygamber yaşlarını kutluyor ve daha nice yıllar
sağlıkla kültür ve edebiyatımıza hizmet dolu yıllar diliyoruz.
Ali Akbaş
Osman Oğuz
19 Ata Terzibaşı
Sahibi
Avrasya Yazarlar Birliği Adına
Yakup Ömeroğlu
Genel Yayın Yönetmeni
Yazı İşleri Müdürü
Ali Akbaş
Yazı Kurulu
Osman Çeviksoy - Ataman Kalebozan
Adem Yeşil - Ufuk Tuzman
Rıza Heyet - Güllü Karanfil
8
Düzeltme
Cem Arslan
Sesli Dergi
www.seslekitap.com
4
Kapak & Tasarım
İbrahim Sağlam 0532 460 96 41
Baskı
Uçan Selefon & Ambalaj
Büyük Sanayi 1. Cd. Alibey İşhanı No: 99/14-15
İskitler/Ankara Tel: (0312) 341 46 35
Baskı Tarihi
27.05.2013
21
Suphi Saatçi
Ata Terzibaşı’nın
Hayatından Çizgiler
23
Aydın Kerkük
Terzibaşı’nın Basılmış Eserleri
Osman Hubiyev
Senin Yaşaman İçin
Süleyman Pekin
6 Berat Bayrağı
Zamirbek İmanaliyev
8 Şiirler
18
İdari Adres
Hacettepe Mahallesi
Hamamönü Sokak No: 24 Altındağ/Ankara
Tel:+90 312 311 70 52
Faks:+90 312 311 70 32
www.ayb.org.tr - [email protected]
www.kardeskalemler.com
26
Şükrü Elçin
Kerkük’te Genç Bir
Türk Bilgini: Ata Terzibaşı
29
Erşat Hürmüzlü
Üstad Ata Terzibaşı...
Zili İki Kere Çalsanız
Abonelik
Yurtiçi yıllık abone bedeli 120 TL, kurum ve kuruluşlar için
240 TL, Türk Cumhuriyetleri için 150 TL, Türk Cumhuriyetleri
kurum ve kuruluşları için 260 TL, Avrupa için 130 Avro ve
ABD için 200 $’dır.
TC Ziraat Bankası Balgat Şubesi
IBAN: TR640001001395480618115002
Posta Çeki Hesabı: Avrasya Yazarlar Birliği No: 53 23 008
[email protected]
Dergimiz Türk Dünyası Edebiyat Dergileri
Kongresi üyesidir.
© KARDEŞ KALEMLER Dergisi, Avrasya Yazarlar Birliği tarafından TC yasalarına uygun olarak yayımlanmaktadır.
Kardeş Kalemler’in isim ve yayın hakları
Avrasya Yazarlar Birliği’ne aittir.
Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır.
Kaynak gösterilerek dergiden alıntı yapılabilir.
Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların
sorumluluğu ise ilan sahiplerine aittir.
Yerel Süreli Yayın
ISSN 1307-2382
21
10
Onur Çelik
Şiirler
14
Azize Kaya
Çoban Çeşmesi’ne Nazire
16
Adem Yeşil
Hasretin Yüreğimden Taştı
29
32
32
İzzettin Kerkük
Irak Türklerinin Medar-ı İftiharı
Değerli Bilim Adamı
Ata Terzibaşı
35
Mehmet Ömer Kazancı
Ata Terzibaşı’nın Altın
Kaleminden Çıkan Bir Eser
“Kerküklü Faiz”
66
41
Mahir Nakip
Türk Kültürünün Mihenk Taşı
Üstad Atâ Terzibaşı
44
Suphi Saatçi
Türkmenlerin Ulu Çınarı
Ata Terzibaşı
47
Önder Saatçi
Ata Terzibaşı: Irak’ta
Türk Dilinin Yılmaz Bekçisi
58
Enver Mehmedhanlı
Ana Bulvarda
61
Abdulvahap Kara
Alman Gelin
86
78
58
66
Berik Şahanulı
Pencere Silen Kadın
70
Kamuran Özaktürk
Limonlu Açık Çay
75
Nesrin Askeran Ünal
Hasretim ve
Nedametim Aras
84
Kırgızistan’lı Tanınmış
Gazeteci Yazar
Aydarbek Sarmanbet’in
60. Doğum Yıldönümüne
İthafen Röportaj
Mülakat: İbrahim Tükhan
87
87
Reşad Mecid
Çok Yönlü Adam
90
Rahmi Ali
“İslâm Beytullah Erdi”yi
Tanımak
4
Fotoğraf: N. Gamze Demir
KARAÇAY-MALKAR
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
5
senin yaşaman için
OSMAN HUBİYEV*
ÇEVİREN: UFUK TAVKUL
Gece gündüz gitmiyor hatıralarımdan,
Sen duruyorsun gülümseyerek karşımda.
Ne çare, ümit kestik seni görmekten,
Artık ebediyen kapandı ara.
Dünyanın öbür ucunda can veriyor olsam da,
Seni görmeye sürünerek gelirdim,
Bir saat bile yaşaman için dünyada,
Ben bütün ömrümü verirdim.
Çok şeylere pişman oluyorum bugün ben,
Gideceğin hiç gelmezdi aklıma.
Senden razı olduğumu bütün kalbimle,
Hiç söyleyemedim ki ben sana.
Canını bile esirgemezdin bizden,
Yoktu ucu bucağı sevginin.
Şimdi af diliyoruz biz senden,
Bizden karşılık görmedi, anam, emeklerin.
* HUBİYEV, Osman (1918-2001) Karaçay-Malkar yazar ve şairi. Kafkasya’da Karaçay köylerinden Ogarı Teberdi’de doğdu. Karaçay Özerk
Bölgesi’nin başkenti Mikoyan-Şahar’da (şimdiki Karaçayevsk) İşçi Üniversitesi’ni bitirdi. Stavropol’da öğretmen enstitüsünün edebiyat fakültesinde okudu. Kızıl Karaçay gazetesinde ve Karaçay-Çerkes Özerk
Bölgesi Radyo-Televizyonu’nda çalıştı. 15 yaşında şiir yazmaya başladı.
Karaçay-Malkar dilini büyük bir ustalıkla kullanmasıyla dikkati çekti.
Gerek romanlarında gerekse şiirlerinde ustaca tasvirleri, güçlü ifade
yeteneği ve kelime hazinesinin genişliği ile takdir topladı. Karaçay-Malkar edebiyatının gelişmesinde büyük emekleri geçti.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
6
Fotoğraf: N. Gamze Demir
TÜRKİYE
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
7
berat bayrağı
SÜLEYMAN PEKİN
Barat mavi bir çınar
Göksoylu bir bayrak gibi dalgalanır ufukta
Alnında ayın şavkı
Yüreğinde yıldızlar
“Şen olasın mapusluk”
Dökülür dilinden son bir şarkı
Sonsuzluğa yolculukta
Barat beyaz bir çınar
Ak köpükten dallarında işkence tomurcukları
Dile kolay yirmiiki yıl
Bir mücadele belgeselidir ömrün
Bir hücrede bir büyük sevda sürdün
Gülü yeşil gülşeni yeşil
Dikenleri sarı
Barat nûranî bir çınar
Bir yağmur damlasıdır düşer Mekke’ye
Varır gider Hicret yurduna
Çıkar Yâr-ı Güzîn’in huzuruna
Ey mutmain nefs, doksanyedi kanatlı turna
Kim ki biriktirmiştir de sabrı selâmete ekleye ekleye
Hayâllerimize dikmiştir bağımsızlık ağacı
Seni asırlık çınar Barat Hacı
Mart, 2003 – İzmit
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
8
KIRGIZİSTAN
Zamirbek İmanaliyev
Şair Z. İmanliyev, 1951 yılında Isık Göl Eyaleti’nin Ton
ilçesine bağlı Ak Terek köyünde doğdu. Kırgız Teknik
Üniversitesi’nin öğretim üyelerinden olup, Matematik
alanında Güncel Matematik kürsüsünde profesör olarak görev yapmaktadır. Şair, ilmî çalışmalarının yanı
sıra, 1975 yılından beri edebiyat alanında da çalışmalar yapmaktadır. 1975 yılında kaleme aldığı ve
bestelenerek şarkı haline getirilen “O, kızdar” (Ah,
kızlar) adındaki şiiri Ala Too dergisinde yayınlanarak, günümüzde de popüler bir şarkı olarak söylenmektedir. 1977 yılında “Ala Too Şiiri” adındaki genç
şairler yarışmasında birincilik almıştır. İlk şiir kitabı
1981 yılında Ümüttör (Ümitler) adıyla yayınlanmıştır.
Son yıllarda yazmış olduğu birçok lirik şiiri, “Kız Cibek
Menen Tölögön” (Cibek Kız ile Tölögön), “Şahtın Köz
Caşı” (Şahın Gözyaşı) gibi destanları okurların büyük
beğenisini kazanmıştır. Şair, Kırgızistan Milli Yazarlar
Birliği’nin üyesidir.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
9
sen bana ayan eyle
ZAMİRBEK İMANALİYEV
ÇEVİREN: İBRAHİM TÜRKHAN
Bekle, diye bana söyle sevdiceğim,
Ben seni beklerken de bahtiyarım.
Haberini senden alayım, unutsam da,
Kaçarak benden koptu gençlik çağım.
Zamanın tekrarlayan bir anını,
Çekinme getir bana emanet et.
Mevsimin peşin sıra geleceği vakti,
Beklerken yüreğime dolsun gayret.
Sen bana ayan eyle, gizemleri,
Her biri derde şifa olaraktan.
Peşinden gideceğim ben bu sefer
Ömrümün baharının uzak kalan.
ben sana döner gelirim
Yağmurunu özleyince ilkbaharın,
Eski zamanlardaki bir masal devam eder…
Döner gelirim sana gittiğim uzak diyarlardan
Aksa da nehir gibi yıllarım birer birer.
Sen bana yeniden karşılaşacak gibi durursun
Ömrümün geçen baharını yeniden döndürerek.
Ben seni yazmaya başlarım yeni baştan
Mevsimin yapraklarını koparıp, biriktirerek.
Yağmurunu hatırlayınca yeşil baharın,
Bir hüzün yapışır gönlüme, koparılmayan.
Seni aramaya başlarım arasından insanların
Sana benzeyenlerden gözümü alamadan.
Dağılır dört bir yana hasret bulutları
Giderler ikilem içinde sağanağa dönüşemeden.
Ben sana dönülmez yerden döner gelirim
Karşılaşamadığım hayatta göremeden.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
10
TÜRKİYE
Anadolu’m
ONUR ÇELİK
Ne zaman baksam sana, halim herc ü merc sersem;
Gün gelir bedenimle toprağına düşersem;
Fışkırıp toprağından göğe çıkar cesedim,
Sevgilimi sorana sadece seni dedim.
Sen de sonbahar gibi kayboldun yaprak yaprak,
Dertli dertli içini çekmekte iken bayrak;
Tutup onu göklere havalandırmam lazım,
Esintisiz geçiyor, heyhat! Kışım ve yazım.
Dert etme Anadolu’m, mevsimin ekilecek,
Türk’ün nazlı bayrağı göndere çekilecek.
“Artık gölgem yok” dedi, bin senelik çınarım,
Kendi halime değil, vatanıma yanarım.
Anadolu’m! Yükünü bir tek bana verdiler,
Sırtında taşı diye yollarıma serdiler;
Taşıyamam… Yükün zor, yükün çok, yükün büyük,
Doğduk da toprağında dertten başka ne gördük?
Her derde göğüs geren bir sineye sahipsin,
Tüm yurt sensin fakat sen, öz yurdunda gaipsin;
Satmadın namusunu mazlum olmana rağmen,
Kendi milletin sana tuzak kuruyor resmen.
Nazlı bayrak dedim ya, herkes onu bilecek,
Anadolu’m o bayrak yeniden dirilecek.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
Bu topraklarda doğdum, ölürüm bu toprakta,
Teselli bulmuşum ben, ay yıldızlı bayrakta…
11
giderim
Yatağımdan kalkıp sabaha doğru,
Kalbimin sözüne kanar giderim.
Kolaydan ziyade seçerek zoru,
Dünyanın tersine döner giderim.
Ne sitem ederim, ne de şikâyet,
Kalbim bana, ben Allah’a emanet,
Azrail kapıma geldiği saat;
Tahtadan kutuya biner giderim.
Hangi dost dostuna can feda eder?
Yüreğim de bana “terk et beni der”,
Vatanımda yerim kalmazsa eğer,
Diyardan diyara konar giderim.
Halime ben bile şaşıp kalmışım,
Bedenimi karanlığa salmışım,
Düşmanıma dahi varsa yanlışım;
Cehennem narında yanar giderim…
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
Fotoğraf: N. Gamze Demir
12
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
13
şafak söküyor
Ve gece bitmeden akşama hasret,
Güneş doğar şimdi, şafak söküyor.
Daha ölmeksizin yaşama hasret,
Kırmış dizlerini yere çöküyor.
Her şey yarım kaldı, bütünü özler,
O gün kavuşmuştu, o günü özler,
Vatan ıraktadır, özünü özler;
Şimdi gözlerinden yaşlar döküyor…
Zehracık
Yaşadığım anlar soluk ve durgun,
Bu kasvet ne zaman biter Zehracık?
Kedere direnen yüreğim yorgun,
Ayrılık ölümden beter Zehracık…
Yavru kedi gibi kuytuda kalıp,
Yüreğimi kara sevdaya salıp,
Bu sevda her lahza kalbimi alıp;
Gaipten gaibe iter Zehracık.
Gözleri gül gibi solup sararmış,
Dört bir tarafını alevler sarmış,
Duydum benim gibi dertleri varmış,
Benim derdim bana yeter Zehracık.
Gün geçer, dakika dakika sayıp,
Gitti benden, gemisine atlayıp,
Gök parçalanıyor, Asuman kayıp,
Güneş bana neden benzer Zehracık?
İstemem ben gibi üzülmeni de,
Git, git buralardan al gölgeni de,
Tek yönlü aşk dedikleri seni de;
Benim gibi terk mi eder Zehracık… ?
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
14
TÜRKİYE
AYB
çoban çeşmesi’ne nazire
AZİZE KAYA
Aşığa set olan dumanlı dağlar,
Figanım duyar mı çoban çeşmesi.
Irmaklar tutuşur, semalar ağlar
Bahardır yaprağa çoban çeşmesi.
Gönül gözü ile yâri görünce,
Şirin mihrap oldu dua boyunca
Ferhat safa ile aşka varınca
Divan dur, şafağa çoban çeşmesi.
Derdimin dermanı sendedir derdi,
Göğsüne taş atsan yâre değerdi,
Yolcuya su diye soğuk mey verdi,
Mahzendir aşığa çoban çeşmesi.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
Metin
ve S
Atöly enaryo Ya
esind
zarlığ
en
ı
15
Menzile varmayan yolu gören bu,
Ah ile Kereme odu veren bu,
Aşığın içinde, yara bere bu,
Merhem ol yüreğe çoban çeşmesi.
Leyla duvağına güller takar da,
Yâri mecnun olmuş gezer sahrada,
Sineyi soğutmaz, ufku yakarda
Yağmur ol, afaka çoban çeşmesi.
Şair şiirini aşkına bağlar,
Sevdayı azıcık cemale yeğler,
Değişse de zaman, değişse çağlar
Damladır dudağa ,çoban çeşmesi.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
16
TÜRKİYE
hasretin yüreğimden taştı
ADEM YEŞİL
Annem Gülsefa Yeşil’e
İsmi gül yurdunda sefan mı var
Sefa yalnız meftun olanda var
Bilmem bu gönül kimle coşsun
Gül cemalin bu cihandan göçende gayrı
Ne bülbül verir bu hazzı
Ne güneşin şebnemde bir an aksi
Ne de İstanbul semasındaki karanlığın
Gümüşten ayı
Vermez olur eyvah ki eyvah
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
17
Can hasta oldu ey dizlerim eğlen
O muhtazar gönlüm bir tek yanındayken şen
Nereye bu gidiş bu aheste seyir bilmez misin?
Şu mahi hasretine bile susmayan dilim
Onun –Aman Hüdâ düşürse amansız derdine
Çeksem taa ezelden ebede gâmını gözlerinin
Bir kere olsun bu gâmdan aah çekmem
Aah çekmeyen dilime meded ki meded
Beyhude imiş seni böyle her an anmak
Her mısrada seni nale-i hamuş ile anlatmak
Beyhude Ya Rab! Takatim sende
Senin göstereceğin onun mercan gözlerinde
Kuşun koşmasına ne hacet kanadı varken
Benim anlatmama ne hacet gözleri varken
Taşmalı gönül gülistanından taşmalı
Sedâdan dür dünyamda an be an uçmalı
Bu hâl ile beni reha-yab eyle Ya Rab
Zira onun gözlerinden bir lahze olsun uzak
Yaşatma ki yaşatma
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
18
“Türk
D
Hizm ünyası E
et Öz
deb
Ata T el Ödülü iyatına
erzib
aşı D Sahibi”
osyas
ı
Ata Terzibaşı
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
19
TÜRKİYE
Ata Terzibaşı
OSMAN OĞUZ
Üstadımızın engin hoş görüsüne
Türkmeneli’nin hası
Ata Terzibaşı’dır
Edeb ilim yuvası
Ata Terzibaşı’dır
Çalışır gece gündüz
Bilgi hikmet doğru söz
Türkmeneli’nde yıldız
Ata Terzibaşı’dır
Kimseye etmez nefes
Allah’tır baki heves
Baş eğen Tanrı’ya bes
Ata Terzibaşı’dır
Hiç gelmesin acığı
Sözümün en açığı
Söz hikmet dağarcığı
Ata Terzibaşı’dır
Alnı açık başı dik
Kanaatkâr bir melik
İradesi som çelik
Ata Terzibaşı’dır
Çalışır gece gündüz
Durmaz kış bahar yaz güz
Söz söyleyen düpedüz
Ata Terzibaşı’dır
Sözleri deniz olan
Sohbeti leziz olan
Her yerde aziz olan
Ata Terzibaşı’dır
Türkmeneli bilgini
Dolaşır hep engini
İlim irfan zengini
Ata Terzibaşı’dır
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
20
Edebiyat musiki
Her şeyin odur ilki
Yurdumuzun has mülkü
Ata Terzibaşı’dır
Toplar Türkmen dilini
Hakka bağlar belini
En çok seven ilini
Ata Terzibaşı’dır
Her zaman ayık olan
Çevreye fayık olan
Her şeye layık olan
Ata Terzibaşı’dır
Gözdesi yurdu ili
Çevresi sevgi seli
Türkmenlerin öz dili
Ata Terzibaşı’dır
Bilgece eder kelam
Daim görür ihtiram
Türkmencede elifbam
Ata Terzibaşı’dır
Yalan olmaz sözünde
Dünya yoktur gözünde
Öz ararsan özünde
Ata Terzibaşı’dır
Dolaşmaz diyar diyar
Ülkesinde bahtiyar
Hâlâ bir genç ihtiyar
Ata Terzibaşı’dır
El açıp yalvar Hakka
Yar yok Mevla’dan başka
Yetişen cümle halka
Ata Terzibaşı’dır
Hak yolunu fikreden
Her nimete şükreden
Daim Rabbi zikreden
Ata Terzibaşı’dır
Oğuz der olsun selam
Koy bilsin cümle âlem
Susmayan altın kalem
Ata Terzibaşı’dır
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
21
KERKÜK
Ata Terzibaşı’nın
Hayatından Çizgiler
SUPHİ SAATÇİ*
Kerkük’ün tanınmış ve soylu
ailelerinden olan Ata Terzibaşı, Piryadı Mahallesi’nde
dünyaya gelmiştir. Terzibaşı’nın 14 Kasım 1924’te
doğduğunu, babası Hacı
Ömer Efendi’nin tuttuğu not
defterinden
öğreniyoruz.
İlk tahsilini mahalle mektebinde yaptı. 8 yaşına kadar
süren bu ilk tahsili sırasında
Ku’an-ı Kerim’in hatminden
başka Gülistan, Güldeste ve
Fuzûlî’nin eserlerini okudu.
İlkokulu, ortaokulu ve liseyi
Kerkük’te tamamladı. (1945-1946) Bağdat
Üniversitesi Hukuk Fakültesinden 1950 yılında mezun oldu. Kerkük’te serbest avukatlık
mesleğine başladı. Bir süre Kerkük’te yayımlanan Afak gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı.
1958-1959 yıllarında Beşir adlı haftalık edebiyat ve kültür gazetesini yayımladı. 26 sayı
çıkan bu gazetenin kapatılması üzerine, Mart
1959 tarihinde tutuklanarak
Hille’ye sürüldü. Böylece diktatör Abdülkerim Kasım döneminde Irak Türkmenlerine
uygulanan baskılardan nasibini aldı. Daha sonra, tekrar
Kerkük›teki avukatlık mesleğine döndü. Avukatlık mesleğini emekli olana kadar sürdürdü. 2001 yılında geçirdiği bir
bisiklet kazası sonucu, bacağı
kırıldı. Koltuk değnekleri ile
tedavisi süren Terzibaşı, kaza
tarihinden beri evinden dışarı
çıkamamaktadır.
Hayatını tamamen Irak Türkmenlerinin edebiyatını, dilini, folklorunu ve basın tarihini
araştırmağa adayan Terzibaşı, ilk yazılarını
Bağdat’ın günlük gazetesi olan el-Cihad’da
neşretmiştir. Bu arada Bağdat’ta çıkan günlük gazetelerden es-Sicl, el-Şura, en-Nahza,
en-Nida’, el-Feth: Kahire’de haftalık dergi
olarak çıkan er-Risale; Halep’te aylık dergi
olarak çıkan el-Hadis, Beyrut’ta çıkan el-Edib
gibi yayın organlarında yazmıştır.
* 1946 yılında Kerkük’te dünyaya göz açan Prof. Dr. Suphi Saatçi İstanbul Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektör Yardımcısı olarak çalışmaktadır. Türkmen edebiyatı ve kültürüyle ilgili 25’i aşkın eseri bulunmaktadır.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
22
Terzibaşı Kerkük’te çıkan haftalık Kerkük gazetesi, Afâk ve Beşir gazeteleri, Irak Türkmenlerinin kültür tarihinde önemli bir yere sahip
Bağdat’ta aylık dergi olarak çıkan Kardeşlik’te
Irak Türkmenlerinin edebiyatı, dili ve folkloru
üzerine Türkçe ve Arapça makaleler yayımlandı. El-Turasü’ş-Şa›bi dergisinde Türkmen
kültürü ve folkloru üzerine Arapça yazılar yazdı. Bundan başka Kerkük’ün önemli sorunları;
Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu ve Fuat Köprülü
gibi Türk fikir hayatının simalarını ele alan ve
tanıtan; ayrıca hukuk, genel kültür konularında, sosyal, toplumsal alanlarda fikir yazıları
kaleme aldı.
Türkiye’de ise Yeşilada, Türk Sanatı, Türk Dili,
Türk Yurdu, Türk Kültürü ve Türk Edebiyatı
gibi yayın organlarında yazı ve araştırmaları çıkmıştır. Bu arada Türk Ansiklopedisi için
Irak Türkmenlerinin kültür tarihine ait maddeler yazdı. Yazılarında “A. T.”, “Ataullah
Terzibaşı”, “Ata Terzibaşı”, “Mecit Türkekul”
ve “Ömerzade Allahverdi” adlarını kullandı.
Ancak kullandığı en yaygın imza Ata Terzibaşı’dır. Terzibaşı, Irak’ta yapılan ilmî kongKardeş Kalemler Mayıs 2013
relere, Türkiye’deki Milletlerarası Türkoloji ve
Türk folkloru kongrelerine sunduğu bilimsel
tebliğlerle de büyük ilgi çekti. Özgün çalışmaları ile büyük takdir toplayan Terzibaşı
Mayıs 1964’te Türk Dil Kurumu Yardımcı Üyeliğine, Haziran 1996’da da Şeref Üye ligine
seçilmiştir.
Değerli bir Türkolog olarak tanınan Terzibaşı,
Irak Türkmenlerinin kültür tarihini aydınlatan
çalışmaları ile de takdir kazanmıştır. Irak ve
Ortadoğu ülkelerinden başka, özellikle Türkiye, İran ve Azerbaycan Cumhuriyeti’nde
bükük itibar görmüştür. Eserleri Türkiye ve
Azerbaycan kütüphanelerine giren Terzibaşı, Irak Türkmen literatürünün en tanınmış ve
en seçkin âlimi olarak, Türkmen toplumunun
da gururu olmuştur. Halen Kerkük’te yaşayan
ve 89. doğum yıldönümünü idrâk eden Ata
Terzibaşı’ya, sıhhat ve afiyet içinde daha nice
yıllara diyoruz.
Terzibaşı, 300’e varan makale ve inceleme
yazılarından başka, yirmi dolayında kitaba
imza atmıştır.
23
KERKÜK
Terzibaşı’nın
Basılmış Eserleri
AYDIN KERKÜK*
Irak’ta Türk/Türkmen milleti üstadımız Ata
Terzibaş’yı medar-ı iftiharı sayarak onunla
dünya durdukça güvenip iftihar edecektir.
O hayatın keyif ve safasına aldırmadan uzun
bir ömrü harcayarak Irak’ta Türkmen kültürünün gelişmesi, geliştirilmesi, yenileşmesi ve
devam etmesi için önemli çalışmalar yapmış
ve Türkmen kütüphanesine elliye yakın, eser
kazandırmıştır.
Buna ilaveten hocamızın onlarca yazısı Türkiye’nin Türk dili – Türk Yurdu, Türk Sanatı –
Türk kültürü gibi dergilerinde yayımlanmıştır.
Irak’ta 2003’ten önce Beşir gazetesiyle (Kar-
Terzibaşı ayrıca 1950 yılından günümüze değin dil, tarih, edebiyat, folklor alanında muhtelif dergi ve gazetelerde sayısız makaleler
yayınlamıştır. Biz 2003 yılında hocamızın hayatı ve eserleri hakkında hazırlamış olduğum
kitabımızda üç yüze kadar makalesini, adıyla
yayımlandığı yere işaret ederek tespit etmiş
bulunuyoruz.
Üstadın ilk yazısı öğrencilik dönemine rastlar.
Bu yazı zamanında Mısır’da en yaygın ve büyük şöhret kazanmış el-Risale dergisinde yayımlanmıştır. Daha sonraki yazılarını Lübnan,
Beyrut, Halep, Bağdat, Kerkük, İstanbul gibi
şehirlerin yine yaygın nitelikte olan bazı dergi
ve gazetelerinde neşretmiştir.
* Aydın Kerkük, Irak Türkmen Edebiyatçılar Birliği başkan yardımcısı, Türkmenéli gazetesi yazı işleri yayın sekreteri.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
24
deşlik)1 dergisinde yazı ve araştırmalarını yayımlayan hocamız, 2003’ten sonra Kerkük’te
Türkmenéli dergisinin her sayısında bir yazı
yayınlamaktadır. Ayrıca İstanbul’da Kerkük
vakfı tarafından çıkarılan (Kardarlık)1 dergisinde de ara sıra kimi yazılarının neşretmektedir.
pılmıştır.
Terzibaşı’nın basılmış kitapları sırasıyla şunlardır:
4. Kerkük Havaları, Birinci baskı Bağdat
1961 – ikinci baskı İstanbul 1980, üçüncü baskı, birinci ve ikinci cilt 1989 – 1991
Bağdat.
1. Şarkı ve Türküler, Bağdat, 1953
5. Kerkük Eskiler sözü, 1962, Bağdat.
2. Ta’likat âla el-Ta’likat el – Vafiye, Bağdat,
1954, Arapça
6. Kerkük şairleri: Birinci cilt 1963 Bağdat
İkinci cilt 1968 Kerkük
Üçüncü cilt1988 Bağdat
Dördüncü cilt 2000 Kerkük
Beşinci cilt 2000 Kerkük
Altıncı cilt 2000 Kerkük
Yedinci cilt 2000 Kerkük.
Sekizinci cilt 2001Kerkük.
Dokuzuncu cilt 2001Kerkük
Onuncu cilt 2004 Kerkük.
Onbirinci cilt 2005 Kerkük.
Onikinci cilt 2006 Kerkük.
Onüçüncü cilt 2012 Kerkük.
3. Kerkük Hoyratları ve Manileri, birinci baskı, cilt “1” – 1955 Bağdat, ikinci cilt Kerkük
1956, üçüncü cilt Kerkük 1957.
Kitabın ikinci baskısı, yeni harflerle, 1970 yılında Bağdat’ta yapılmıştır.
Üçüncü baskı ise 1975 yılında İstanbul’da ya1 Irak Türkleri tarafından iki adaş dergi çıkarılmaktadır.
Bunlardan KARDEŞLİK adlısı Bağdat’ta Mayıs 1961’de yayın
hayatına başlamıştır. Yarı Türkçe yarı Arapça olarak çıkarılan
bu derginin genel yayın yönetmenliğini Dr. Mehmet Ömer
Kazancı yapmaktadır. Oysa ikinci dergi İstanbul’da KARDAŞLIK adıyla çıkarılmaktadır. Kardaşlık Irak Türklerince kardeşlik
sözcüğü yerine kullanılmaktadır. 1999 yılında yayın hayatına
başlayan bu derginin genel yayın yönetmenliğini Dr. Suphi
Saatçi yapmaktadır.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
Bu eserler şu sırada Türkiye’de basılmak üze-
25
re Latin harflerine aktarılmaya çalışılmaktadır.
7. Arzı – Kamber Matalı (Arzu Kanber Masalı):
Birinci baskısı 1964 yılında, Bağdat’ta yapılmıştır.
İkinci baskısı 1967 yılında, Tahran’da yapılmıştır.
Üçüncü baskısı 1971 yılında, İstanbul’da yapılmıştır.
Dördüncü baskısı 1971 yılında Bakü’de yapılmıştır.
Bu kitap Sümer Nusret Merdan tarafından
Fransızcaya çevrilerek 2000 yılında, Cenevre’de basılmıştır.
8- Irak Türkmenleri Arasında Yağmur Duası
– Ankara 1976,12 sayfalık bu eser Üstadın
1976 yılında Türkiye’de düzenlenen bir
Folklor kongresinde sunmuş olduğu bir
tebliğden oluşmaktadır
9- Kerkük Matbuat Tarihi, birinci baskı, (birinci ve ikinci cilt 20001 Kerkük) ikinci
baskı, Latin harfleriyle, 2008, İstanbul.
11.Kerkük’te İmarat ve Tesislerin Manzum Tarihleri, birinci baskısı 2005 Kerkük, ikinci
baskı, Latin harfleriyle, 2008, Kerkük.
12.Fuzuli’nin “İcmal-i Aşk” kitabının Tercümesi, 2006 – Kerkük.
13.Kerküklü Şeyh Rıza ve Türkçe Şiirleri, üç
bölüm, her bölümü bir kitap halinde 2006
yılında Kerkük’te basılmıştır.
14.Kerküklü Kabil, 2007, Kerkük.
15.Türkmen Keşkülü, Latin harfleriyle, iki cilt,
2010, Kerkük.
16.Sergüzeşt-i Sa’adet “Mutlu Hac Rüyası” üç
cilt, 2007, Kerkük.
17.Kerkük’lü Faiz – dört cilt, 2008, Kerkük.
18.Kerkük Dolaylarında Olayların Manzum
Tarihleri, 2009 Kerkük.
19.Kerkük Ağzı Türkmence Sözlük, birinci
cilt, 2011, Kerkük, eski harflerle yazılan bu
cilt yalnız “elif” harfiyle başlayan sözcükleri kapsamaktadır.
20.Erbil Şairleri, Kerkük, 2004
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
26
TÜRKİYE
Kerkük’te Genç Bir Türk Bilgini:
Ata Terzibaşı
ŞÜKRÜ ELÇİN*
Türkiye dışındaki Türklerin ilim, fikir ve sanat
alanlarındaki çalışmalarını siyasî sebepler,
yayın işlemeciliğinin muntazam kurulamaması ve döviz gibi engeller çoğu zaman takibe
imkân vermiyor.
Bu yazımızda hayatı, eserleri ve araştırmaları
hakkında bazı tesadüfler neticesi elde ettiğimiz bilgiyi sunacağımız Ata Terzibaşı’nın yaşadığı eski bir kültür merkezi Irak ve dolayısıyla “Kerkük”de bu ölçüye girmektedir.
Irak’ta Türkmenler (Irak Türkleri) arasında dil,
edebiyat ve folklor araştırmaları yapan Ata
Terzibaşı, Kerküklü Molla Ahmed’in oğlu Abdurrahman Ağa›nın soyundandır. Terzibaşı
soyadı bu zattan gelmektedir. Dedesi Abdüllatif Efendi Osmanlılar devrinde tabur imamlığı yapmıştır. Bir fikir adamı olan Abdüllatif
Efendi bazı eserler bırakmıştır. Sergüzeşt-i
Saadet (Bir Hac Seyahatnamesi), Layihat üs
sugur El tergib ül cünd ül Mansur ve Tuhfe-i
Askeriyye kitaplarının en önemlilerindendir.
Babası Ömer Terzibaşı Belediyede memurluk
etmektedir.
Ata Terzibaşı, 14/11/1924 tarihinde Kerkük’te Piryadiler mahallesinde doğdu. Önce
mahalle mektebine verildi. Orada Kur’an-ı
hatmetti. Sonra ilköğrenimini altı sınıflı Türk
mektebinde tamamladı. Kerkük’te Arapça öğretim yapan liseyi bitirdikten sonra 1946’da
Bağdat Hukuk Fakültesine girdi. 1950 yılında
mezun oldu. Memleketi Kerkük’e döndü ve
avukatlığa başladı.
&bsp Ata Terzibaşı, yazı hayatına 1945 yılında atıldı. Bu tarihten itibaren çeşitli dergi ve
gazetelerde yazıları çıkmaktadır. Kahire’de
(El Risale) Beyrut’ta (El Edip), Halep’te (El
Hadis), İstanbul’da çıkmış (Türk Yurdu) ve
Ankara’da çıkmakta olan Türk Dili bu arada
sayılabilir.
Kerkük’te (Kerkük) ve (Afak) gazetelerinin yazarları arasında yer alan Ata Terzibaşı, Arap-
* Türk araştırmacı ve yazar Şükrü Elçin (doğum. 23 Eylül 1912) yıllarca Türk Kültü-rünü Araştırma Enstitüsü başkanlığı yaptı. Türk
Kültürü dergisini önce yazı işleri mü-dürü olarak daha sonra imtiyaz sahibi olarak neşretti. “Halk Edebiyatı’na Giriş” adlı kitabı dolayısıyla 1984’te kendisine Türkiye İş Bankası tarafından Halk Bilim Büyük Ödülü verildi. Elçin 5 Kasım 2008’de Ankara’da vefat etti.
Bu yazıyı Türk Yurdu der-gisinde 1961 yılında yayımlamıştır.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
27
ça (Elsakaf el hadise) ve Türkçe (Beşir) adlı
haftalık edebî gazetelerin de sahibidir.
22 Mart 1959’da tevkif edildikten sonra (Hille)
şehrine sürgün edilen Ata Terzibaşı, nihayet
özlediği hürriyetine kavuşmuş ve yazı hayatına tekrar başlamıştır.
Ata Terzibaşı, yaşadığı çevrenin dil, edebiyat
ve folklorunu büyük bir gayret ve sabırla incelemekte ve çok faydalı araştırmalar neşretmektedir. Aşağıda bahis konusu edeceğimiz
basılmış (Kerkük hoyratları ve manileri) adlı
üç ciltlik emek mahsulü eserlerinden başka (Kerkük Havaları), (Kerkük Eskiler Sözü),
(Kerkük Ağzı), (Türkmen Sözlüğü), (Kerkük
şairleri), (Nazarat ü camia fi tarih el edeb el
türki: Türk edebiyatına toplu bir bakış) gibi
muhteviyatı itibariyle zengin kitaplarını da
hazırlamaktadır.
Ata Terzibaşı’nın, ancak folklor ve halk edebiyatı ile uğraşanların takdir edebilecekleri
büyük emek ve çalışma mahsulü (Kerkük hoyratları ve manileri) üç cilt olarak hazırlanmıştır. Birinci cilt, hoyrat ve mani tarzının menşe
ve tekâmülünü ele alan mühim bir incelemedir. 1347/1955 yılında Bağdat’ta Darülmarife matbaasında basılmıştır. Şu konuları işlemektedir. Bir önsözden sonra kaynaklar ve
tenkit (10-20), Kerkük hoyratları ve manileri
(20-22), Hoyrat lafzının aslı (22-28), hoyrat ve
manilerin edebî mefhumu (28-32), hoyratlarda cinas(32-39), hoyrat ve manilerin mevzuu
(39-44), hoyratla mâni arasında mukayese
(44-46), hoyrat ve manilerin doğuşu (46-51),
vakıalara dayanan hoyrat ve maniler (51-73),
hoyratın musiki bakımından menşe ve tekâmülü (73-80), hoyrat ve manilerin söyleniş
tarzı (80-105), tanınmış hoyrat çağıranlar
(104-130), başka ülkelerde hoyrat ve manil
(130-139), Kerkük hoyrat ve manilerinin özel
vasfı (139-149), umumî netice (144-147), indeks (139-164) bir açıklama (164).
İkinci cilt, 1956 tarihinde Kerkük›te Terakki
matbaasında basılmıştır. Alfabe sırasına göre
dizilmiş 850 kadar cinaslı hoyratı içine almaktadır. Üçüncü cilt 1957›de aynı matbaada basılmış olup içinde 1200 kadar cinassız hoyrat
ve mani vardır.
Ata Terzibaşı, maddî ve manevî birçok güç-
lükleri yenerek ortaya koyduğu eserinin ilk
cildinde birbirine bağlı ve çözülmesi, ancak
mukayeseli incelemelerle mümkün olacak
meseleleri bir bütün olarak ele almıştır. Bu
kadar çetin işlerin tam bir neticeye ulaştırılması insafla söylemek lâzımdır ki müelliften
beklenilemez.
Bugüne kadar Irak’ta ve Türkiye’de folklor
enstitüleri kurulmadığı için, araştırıcılar, tek
başlarına âdeta susuz bir çölde seyahat eden
yolcuları andırıyorlar.
Devrimiz, iş ve fikir birliğine dayanıyor. Bu bir
gerçek olduğu halde dilci, edebiyatçı, musikici, folklorcu ve etnograf... bizde ilim seyahatini yalnız yapmaktadır. Bu hal, hemen her
sahada sağlam ve müspet neticelere gitmeyi
engelliyor.
Folklor ilminin usullerine sadık kalarak bugünden düne doğru bir müşahede ile eserini
ortaya koymuş olan Ata Terzibaşı da yukarıda
belirttiğimiz sebepler yüzünden bazı konuları
tam bir hedefe götürememiştir kanaatindeyiz.
Bunun iki konu üzerinde -hoyrat lâfzının menşei ve hoyratlarda musiki- belirtmek istiyoruz.
Bilindiği üzere Irak’ta Türkmenler arasında
olduğu kadar Güney ve Doğu Anadolu’da
da “Hoyrat yahut Horyat” sözü yaşamaktadır.
Ata Terzibaşı’nın, bu sözün aslı hakkında yerli
kaynaklardan topladığı malzeme şüphesiz bir
kıymet ifade etmektedir. Ancak bu bilgiler,
eski Türk dili mahsulleri ve Azerbaycan, Irak
ve Anadolu’da yaşamış kavim ve milletlerin
dillerinde bulunması mümkün malzeme ile
karşılaştırılmadıkça istenilen netice elde edilemez.
Hoyrat sözü ve kavramı oldukça bir mahallilik
göster-mektedir. Bugün için çok daha umumî
ve hoyratı da içinde bulunduran “mani” hakkında bile meçhuller içindeyiz.
Beste, şekil, kompozisyon ve söyleyiş bakımından hoyrattan pek az ayrılan manilerin şimdilik ilk metinlerine Kutadgu Bilig’de rastlamaktayız. Türk nazmının en eski şeklini teşkil eden
mani üzerinde Samoiloviç, (İslam Dünyası,
s.1, 1917) den sonra “Tuyug” adlı pek mühim
makalesinde Fuat Köprüü (Türk Dili ve Edebiyatı hakkında araştırmalar, 1934) dolayısiyle
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
28
durmuş, Pertev Boratav İslâm Ansiklopedisi’nin Türkçe neşrinde adı geçen maddeyi
kaleme almıştır.
Bu saydığımız çalışmalar, meselenin ancak
tarihî ve coğrafî metotla ve Türklerin anayurtlarından Azerbaycan, Irak ve Anadolu’ya
getirdikleri dil, adet ve ananeler göz önünde
bulun-durulmak suretiyle aydınlığa çıkacağını göstermektedir.
Musiki konusu da musikici ile yapılacak bir
işbirliği istemek-tedir. Ayrıca musikicinin tarih
boyunca Türk musikisi hakkında bilgi sahibi
olmasını gerekli kılmaktadır.
Bütün bu zorluklar, musiki üzerinde kat’î sözü
söylemeye mâni oluyor. Bununla beraber Ata
Terzibaşı mahallî imkânların azamî müsaadesi içinde bilineni derleyip, toplamak ve sınıflan-dırmak suretiyle asıl vazifesini yapmıştır.
Türkiye’de cinaslı mani olarak bilinen hoyratlar, Irak’ta, eski Türk ananelerini devam
ettiren Türkmenler arasında bütün safiyeti
ve bekâreti ile yaşamaktadır. 1926 tarihinden beri Kerkük gazetesinde yayımlananlar;
Mehmet Haydar, Osman Mazlum ve Molla
Sabir’in mütevazı çalışmaları ile ortaya çıkan
ve sayıları binleri bulan mahsuller bunun en
acıklı örnekleridir.
Ata Terzibaşı’nın Türk dili, edebiyatı ve folkloru bakımından büyük bir değer taşıyan Türkmen hoyratları, Arap harflerinin bütün seslerimizi ifade edememesi yüzünden kusurlu
olmasa bile bir eksiklik gösteriyor.
Bu hususu bir ihtiyaç olarak idrak eden müellif, eserini Türkiye’de bastıracağı müjdesini
vermektedir.
Türk Dil Kurumu’nun bu hususta müellife yardımcı olmasını; Kerkük ağzı ve Türkmen sözlüğü gibi eserlerini de yayımları arasına almasını isabetli bir hareket telâkki etmekteyiz.
İleride, maniler üzerinde yapılacak mukayeseli incelemelerde, birinci derecede kaynak
vazifesi göreceğine inandığımız “Kerkük Hoyratları ve Manileri”ni -geç de olsa- tanıtmak
bize zevkli bir iş oluyor.
Müellifini, bu çalışmasından ötürü tebrik
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
ederken, okuyucularımıza ikinci ve üçüncü
ciltteki hoyrat ve manilerden bir kaçını, fikir
edinmeleri için naklediyoruz:
Dolandı gün
Döndü gün dolandı gün
Men sana daldalandım
Sana da dolandı gün
**
Gözden kara
Sürmeli gözden kara
Bir sürmesiz göz gördüm
Sürmeli gözden kara
**
Yarı yolda
Kim gördü yâri yolda
Hayalü olmasaydı
Kalırdım yarı yolda
**
Kanad ağlar
Oh (ok) titrer kanad ağlar
Avım yaralı gitti
Boyandı kana dağlar
**
Kan üstüne
Kar yağar kan üstüne
Bin bülbül figan eder
Bir bele (böyle) can üstüne (can için)
**
Ohı (oku) sen
Aç kitabı ohı sen
Sinemde yer kalmadı
Ne atısan (atıyorsun) ohı sen
**
Bu dağlar kömürdendi
Giden he (yalnız) ömürdendi
Feleğin bir kuşu var
Pençesi demirdendi
**
Kerkük’ten geçer Hâsa (bir çay)
Hâsa batıptı yasa
Kerkük’ü viran etti
Yad ayağ basa basa
29
KERKÜK
Üstad Ata Terzibaşı...
Zili İki Kere Çalsanız
ERŞAT HÜRMÜZLÜ*
Altmışlı yılların sonlarına
geliyorduk. Hukuk fakültesini bitireli birkaç sene olmuş,
daha yirmi üç, yirmi dörtlerinde bir hukukçuydum. Ata
Terzibaşı ise veriminin doruğunda bir avukattı. Terzibaşı
ile tanışıklığım o sıralardan
çok daha öncelere dayanırdı. O ve birkaç dostu Beşir
gazetesini çıkarırken biz de
liseli gençler olarak geri hizmet çalışmalarını hızlı bir şekilde yürütüyor ve kendisini
de yakından tanıma fırsatını
buluyorduk. Ancak şimdi Terzibaşı’nın yazıhanesine gidip ondan feyiz almak,bazı konularda onunla dertleşmek ve fikrine müracaat
etmek artık bizim ayrıcalıklarımızdan biriydi.
Yoğun bir haftadan sonra Cuma sabahları
bizim deyimimizle Üstat Ata’nın yazıhanesinde toplanmak ve hukuk değil,edebiyat
konuşmak Kerkük’ün hoş günlerinin bir parçasıydı.
Ata Terzibaşı’nın yazıhanesi
Kerkük Otelinin yer aldığı
alanda ve hemen hemen
bütün avukatların toplandığı sıra yazıhanelerden birisindeydi. Ancak o eski binalar yıkılınca birkaç geçici
mekandan sonra Mecidiye
bahçesinin bir bölümü üzerine inşa edilen ve meşhur
Mecidiye kahvesine komşu
olan bir yazıhaneye yerleşmişti.
İşte meşhur ve doyurucu
Cuma sohbetleri bu yazıhanede cereyan ediyordu. Ancak o yazıhanenin dikkatten kaçmayan bir hususu vardı. O da, tam yandaki çay
ocağına olan zil bağlantısıydı. Üstat Ata›ya
gelen misafir grubunun adedine göre yazı
masasının sol köşesine saklanan zile basardı
Üstat. İki kişi gelmişse iki, üç kişi gelmişse üç
kere basardı ve az sonra o miktarda çay gelirdi yazıhaneye.
* 1943 yılında Kerkük’te doğan Erşat Hürmüzlü, 14.06.2008 tarihinden bu yana Orta-doğu bölgesi ve ülkeleriyle ilgili Türkiye
Cumhurbaşkanı danışmanlığını yapmaktadır. “ El-Türkman fi’l-Irak. Bağdat,1971 / Arapça” “Irak Türkmenleri. İstanbul, 1991 (2.
Baskısı: Ankara, 1994) “ Türkmen ve Irak. İstanbul, 2003 / Arapça” gibi Irak Türkleriyle ilgili önemli eserleri vardır.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
30
Bu yazıhane sohbetlerinden bir çok arkadaşımız feyiz almıştır. Ben de Terzibaşı’nın hem
mükemmel Arapça’sını hem de araştırıcı yazarlığını bildiğim için kendisine ilk müracaatımı yaptım.
O zamanlarda Irak Türkmenlerinin tarihini
analitik ve milli, ancak gerçekten objektif bir
şekilde ele alan bir el kitabına çok ihtiyaç
vardı. Bağdat’ta yayınlanan ve siyasi okulumuz olan ‘’Kardeşlik’’ dergisinin eki olarak
bir Irak Türkmen tarihi el kitabının hazırlanması görevi bana verilmişti. Bu kitapçık,
bizim yaşıtlarımızın hatırlayacağı gibi Kardeşlik dergisinin bir eki olarak verilecekti. Ancak bunun için bir istisna yapılmış ve
dergi iki bin nüsha olarak basılırken bu ek
beş bin nüsha olarak basılmış ve o zaman
Telafer, Musul, Erbil ve Kerkük havalisine dağıtılmıştı.
Kitapçığın bu şekilde olması ve görevin bana
verilmesi konusunun mimarı rahmetle yâd
ettiğim, Kerkük Türkmenlerinin yetiştirdiği
en ciddî dava adamlarından biri olan rahmetli şehidimiz Dr. Rıza Demirci idi. Onun
önerisini bir görev kabul ederek çalışmaya
koyuldum ve son metin ortaya çıkınca hemen Ata Terzibaşı’ya götürdüm.
Üstattan hem metne hem de Arapçasına
bakmasını rica ettim. İşte o zaman Ata Terzibaşı’dan ilk ciddî uyarıyı aldım. Referanslarda Edmonds’un Irak hakkındaki kitabına
da yer vermiştim. Terzibaşı: “Çalışmanın ciddiye alınmasını istiyorsan, sırf referanslar ve
kaynakları çoğaltmak için her önüne geleni
kullanmaktan kaçınmalısın. Bilimsel ağırlığı
olmayan böyle bir kitabı da kaynak olarak
göstermen senin çalışman hakkında da soru
işaretleri getirebilir.”
Edmonds’un kitabını metinden çıkardım ve o
günden sonra her çalışmada bu teraziyi kullandım. Her okuduğum kitapta ve kaynakta
bulduğum bir bilgiyi bir tarafa not ettimse
de esas gayeme hizmet etmeyen hiçbir alıntıyı kullanmamaya özen gösterdim.
Bu dersin bende ettiği yer çok büyüktü ve
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
hala bana soran genç arkadaşlarıma kaynağını da göstererek bu vecizeyi iletir ve
her çalışmada bilimsel ölçüleri kullanmaları
zaruretinin üzerinde dururum. Bu uyarıdan
çıkardığım ikinci bir müktesebat ta sırf kaynaklardan ardı ardına sıralama yaparak kitap yazılmayacağı gerçeği idi. Her ne konuda olursa olsun yazılacak kitabın bir misyonu
olmalıydı. Sırf tespit olarak derlenen konular
da yine analitik bir şekilde irdelenmeli ve
maksada varılmalıydı. İşte Terzibaşı’nın istisnasız bütün kitaplarında da bunu görürsünüz.
Altmışların sonunda daha ciddi bir proje
üzerinde çalışmaya başlamıştık. Tanınmış tarihçi Yılmaz Öztuna›nın Türkiye Tarihi kitabı
daha birkaç senedir çıkmış ve ciltler halinde
tamamlanmaya yüz çevirmişti. Bizim dikkatimizi ilk iki cilt çekiyordu. Orada Genel Türk
tarihi işleniyor ve Osmanlıda bitiyordu. Irak
Türkmenlerine rahat okuyabilecekleri ve çalışmalarında kullanabilecekleri bir Arapça
tercüme maksadı çözecekti.
1968 yılında İstanbul’a gelip sayın Öztuna
ile görüşme yollarını aradım. İlk müracaatım
31
çok saygı duyduğum ve sayın Öztuna›nın kıramayacağını bildiğim rahmetli hocamız Nihal Atsız’a oldu. Rahmetli Atsız hoca fikri çok
beğendi ve teşvik etti. Hemen oracıkta bir
kartvizitinin ardına beni tanıtıcı birkaç cümle yazarak sayın Öztuna›ya gönderdi. Beklediğimiz gibi yazar da bize memnuniyetle
izin verdiğini ifade ederek konuyu onayladı.
Kerkük’e dönünce tercüme işine var gücümle koyuldum. O genç yaşımda böyle bir sorumluluğun altına girmenin ne kadar büyük
bir yük getirdiğini anlamaya başlamıştım.
Tercüme işi bitince müsveddeleri yine bir
Cuma sohbetinde izin aldığım Ata Terzibaşı’ya götürdüm. O hem konuyu lisan ve içerik
bakımından bakıp redakte edecek, hem de
sanırım büyük tarihçi Hüseyin Hurşit Dakuklu’ya gösterecekti.
Redakte edilen kitabı alınca Ata Terzibaşı’nın usta kaleminden çıkan düzeltmelerle
bitmemişti olay. Onun yanında hayatım boyunca unutamayacağım bazı dersler de almış bulunuyordum.
Redaksiyonda eğitici notlar ve takip edilmesi
gereken hususlar vardı. Bütün bunları dikkate aldım. Ancak Üstadın bir düzeltmesi vardı
ki benim müstakbel çalışmalarım konusunda
bana ışık tutmuştu.
Karahanlılar zamanında yazılan “Kutadgu
Bilik” konusunda Yılmaz Öztuna›dan tercüme ederken bir hataya düşmüş ve eserin
Aruzun “Fa’ulun fa’ulun fa’ulun fail’’ vezniyle
yazıldığını kaleme almıştım. Bu husus Ata
Terzibaşı’nın dikkatinden kaçmamış ve veznin “Fa’ulun fa’ulun fa’ulun fa’ul’’ olduğunu
işaretlemişti. O günden sonra alıntı yaptığım
bir cümleyi veya ismi, mutlaka orijinal haliyle
bizzat görerek ve sağlamasını yaparak alma
alışkanlığını kazandım. Sanırım bu sayın Ata
Terzibaşı’dan öğrendiğim en ciddi derslerden biriydi.
Terzibaşı biliyordu ki kendisinin de emek
verdiği ve Türkmen gençlere ışık tutması tasarlanan bu eserin baskısı, arkamda bütün
belge ve evraklarımı bırakarak Kerkük’ü terk
etmek zorunda kaldığım için yapılamamıştı.
2003 yılında yirmi üç yıllık hasretten sonra
Kerkük’e dönünce bu gibi çalışmaların önemini bilen sevgili bir dostumun sayesinde
bu terk edilmiş evraka kavuşmuş ve yirmi
beş yıl sonra tekrar Yılmaz Öztuna›ya müracaat zamanı gelmişti. Kitap basılamamış,arkadaşlarım ondan faydalanmamıştı, ancak
ben hayatımın en zengin derslerini almakla
minnettardım.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Ata Terzibaşı bir ekoldür. Yirminci asrın yarılarında
Türkmen fikir ve edebiyat hareketi bir nevi
Rönesans yaşamaya başlamıştı. Yeni akımlara kapılan şiir ve düz yazı yazarlarımız gün
geçtikçe çoğalıyor ve bilimsel çalışmalar da
hız kazanıyordu. İşte tam bu sırada medeniyetin ve edebiyatın ciddi doruklarına ulaşan
Terzibaşı, tekamülün sadece medeniyetle
değil, onun yanında milli kültür ve harsla
perçinleşmesi gerektiğini görmüş, ilklerde
sayılan folklor çalışmalarını başlatmıştı.
Ata Terzibaşı sayesinde, Kerkük Hoyratları,
dost meclislerinde ve gece yarısı ev dönüşlerinde terennüm edilen dörtlükler halinde
kalmayıp belgelenmiş, kendisinden önce yayınlanan eserlerin tüm açıklarını kapatacak
şekilde bir bilimsellik kazanmıştı.
Ata Terzibaşı’nın “Kerkük Hoyratları”,”Kerkük Şairleri”,” Kerkük Havaları” ve nice eseri
yeni bir çığır açmış ve bugün birçok yazarımıza folklor ve milli harsla uğraşma yolunu
göstermiş ve özendirmiştir. Bu önderliği ve
rehberliği, tarihi bir misyonu çok başarıyla
yaptığının bir göstergesiydi.
Kerkük’ün o güzel günleri şimdi gözümün
önünde canlanıyor ve Mecidiye bahçesinden koparılmış yazıhanenin müritlerini bir
bir hayal gözüyle görmüş oluyorum. Her zaman feyiz ve ilham alacağımız Ata Terzibaşı’ya gidiyorum. Üstat, dudaklarındaki vakur
tebessümle masanın sol tarafındaki zile iki
defa basıyor.Yine onunla olacak, yine Kerkük’ü konuşacağız.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
32
KERKÜK
Irak Türklerinin Medar-ı İftiharı
Değerli Bilim Adamı
Ata Terzibaşı
izzettin kerkük*
Irak Türkleri’nin kültür, edebiyat, tarih, sanat, dil ve folklor alanlarında yarım asrı
aşkın bir zamandan beri
yorulmak bilmeyen titiz bir
çalışma ve araştırma neticesinde yüzlerce makale ve
onlarca eser yazan değerli
Av.Ata TERZİBAŞI’nın bilim
sahasındaki ünü, Irak sınırlarını aşarak; Türkiye, Azerbaycan ve Ortadoğu ülkelerine kadar ulaşmıştır. Arap
dünyasının saygın ve ciddi
edebiyat dergilerinde Kahire’de “El-Risale”, Beyrut’ta
“El-Edip”, Halep’te “El-Hadis”te yazıları çıkan
ender edebiyatçılardan biridir.
Türkiye’de ise 50’li ve 60’lı yıllarda toplanan
Uluslararası Türkoloji Kongrelerinde Irak
Türkleri ile ilgili pek çok bildiri sunan Terzibaşı, başta “Türk Dili”, “Türk Kültürü”, “Türk
Folklor Araştırmaları”, “Türk Yurdu”, “Türk
Edebiyatı” olmak üzere pek çok dergide yazı
ve incelemeleri yayınlanmıştır. Türk Ansiklopedisi’ndeki “Irak Türkleri” maddesi onun kaleminden çıkmıştır. Türkiye’de “Arzı-Kamber
Matalı Kerkük Varyantı” (1971), “Kerkük Hoy-
ratları ve Manileri” (1975),
“Kerkük Havaları” (1980) adlı
üç kitabı yeni harflerle yayınlanmıştır.
Sayın Terzibaşı ile 50 yıldan
fazla bir zamandan beri tanışırız. 40’lı yılların sonlarında ben daha Kerkük Lisesinde öğrenci iken kendisi
Bağdat Hukuk Fakültesinde
okumakta idi. Yaz aylarında
Kerkük’e gelişlerinde, başka
öğrenciler kahvelerde tavla oynamakla boş vakitlerini
geçirirken o, idealist gençlerle Kerkük’ün Milli Kütüphanesi bahçesinde
ciddi konuların konuşulduğu sohbet toplantıları yapardı. Hatırımda kaldığına göre bu
toplantılara yine Bağdat Hukuk Fakültesinde
okumakta olan rahmetli Av. Hüsamettin Salihi (sonradan Kerkük Belediye Başkanlığı
yapmıştır), Bağdat Yüksek Öğretmen Okulu
İngilizce Bölümü öğrencilerinden Rıfat Yolcu,
lisedeki arkadaşlarımızdan Necip Demirci,
Mehmet Ali Rıza, Fazıl Salihi (avukat), Nafi
Abdulkerim Bezirgan, rahmetli Ahmet Muhiddin, Vahdettin Bahattin katılırlardı. Terzibaşı’nın Irak Türkleri edebiyatı ve folkloru
* İzzettin Kerkük 1929’da Kerkük’te doğdu. 1950’de İstanbul’da yerleşti. Irak Türkle-rinin sesini, sanatını, edebiyat ve kültürünü
Türkiye ve dünyaya yansıtmakta büyük çabalarda bulundu. 1997 yılında İstanbul’da Kerkük Vakfının kurucuları arasında yer aldı ve
başkanlığını yaptı. Halen vakfın başkanlığını yürüten İzzettin Kerkük, aynı zamanda vakıf tarafından çıkarılan KARDAŞLIK dergisinin
imtiyaz sahibidir. Irak Türkleri hakkında çeşitli yazı ve kitapları vardır.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
33
hakkındaki fikirlerini hayranlıkla dinlerdik.
1949 yılında yüksek tahsil yapmak üzere Türkiye’ye gelerek, bir daha dönmediğim için,
Terzibaşı ile yakın ilişkilerimiz, Saddam’ın
baskı yılları hariç günümüze kadar devam
etmiştir. Kendisi 1924 doğumlu olup yaşça
benden büyük olmasına rağmen samimi dostluğumuz aynı davaya inanmış bir abi-kardeş
ilişkisi olarak ilk günkü sıcaklığı ile devam etmektedir. Türkiye’ye her gelişlerinde mutlaka
kendisi ile görüşür, bazen de İstanbul’daki
tanınmış şahsiyetlerle, üniversite hocaları ile
bir araya gelirdik. O, Türkiye’deki zamanın
büyük bölümünü kütüphanelerde araştırma
yapmak veya Sahaflar Çarşısında eski eserleri
aramakla geçirirdi,. Irak Türkleri, Türk edebiyatı ve tarihi ile ilgili her türlü kitap ve malzemeyi satın almak için hiçbir malî fedakârlıktan
kaçınmazdı. Böylece zengin bir kütüphaneye
sahip olmuştur. Kütüphanesi ayrıca Türkmenlerle ilgili olarak Irak’ta yayınlanan hemen
hemen bütün gazete, dergi ve kitabı da ihtiva
etmektedir. Irak diktatörü General Abdulkerim Kasım iktidarında komünistlerin yönetime
egemen oldukları ve Türklerin en ufak bir
bahane ile tutuklandıkları dönemde birçok
kimse evlerindeki Türkçe kitapları yakıp veya
bahçeye gömdükleri günlerde, Terzibaşı değerli kitaplarını gözü gibi koruyarak yok olmaktan kurtarmıştır.
Terzibaşı’nın başarı ile dolu edebî ve ilmî hayatını bir makaleye sığdırmanın son derece
güç olduğunun idraki içinde bulunduğumdan, bunun üniversitelerimizde bir doktora
konusu olduğu inancındayım. Yüzlerce makale, bilimsel bildiri, onlarca kitap dile kolay.
Sadece “Kerkük Şairleri” adlı kitabı on üç cilt
tutmaktadır. Makalelerinin büyük bölümünü
45’li yıllardan itibaren Türkçe olarak yayınlanan “Kerkük” gazetesinde neşretmiştir. Yine
Kerkük’te Türkçe ve Arapça olarak “Afak” ve
“Beşir” gazetelerinin başyazarlığını yapmıştır.
Ayrıca Bağdat’ta Türkmen Kardeşlik Ocağı
tarafından Türkçe ve Arapça yayınlanan «Kardeşlik» dergisinde muntazaman yıllarca yazılar yazmıştır.
Terzibaşı özel hayatında da son derece mütevazı ve dost canlısıdır. Sözüne güvenilir,
dürüst bir insan olarak tanınmakta ve herkes
tarafından sevilip sayılan bir kişiliğe sahiptir.
50 yıllık meslek hayatı son derece başarılı
geçmiştir. Avukat olarak girdiği hiçbir davayı
kaybetmemiştir. Haklı olduğuna inanmadığı
müvekkillerinin davasını kabul etmezdi. Duruşmalarda hâkimler ondan adeta çekinirlerdi. Hâkimlerden bir avukata nasip olmayan
saygı ve takdire mazhar olurdu. Ona “üstat”
diye hitap ederlerdi. Bazen şımarık, mağrur
ve ilmî formasyonu zayıf hâkimlerle karşılaştığı da olurdu. Bu gibi hâkimlerin karşısında
bir hukuk hocası gibi dimdik durur ve onlara
hukuk dersi verircesine bir savunma yapardı.
Genç avukatlar, onun duruşmalarını merakla izleyip bir şeyler öğrenmek için mahkeme
salonundaki dinleyici sıralarını doldururlardı.
Onun meslek hayatı kelimenin tam anlamıyla
bir efsaneydi adeta.
Terzibaşı, yazılarında mutlaka belgeye dayanır ve araştırmalarında kaynak kişilere başvururdu. Kerkük varyantı olarak yayınladığı
“Arzu-Kamber Matalı” adlı eserini hazırlarken
Kerküklü yaşlı hanımlardan yararlanmıştır.
Eser önce Tahran’da eski harflerle daha sonraları yeni harflerle Türkiye’de yayınlanmıştır.
Irak diktatörü General Kasım zamanında, yazı
işleri müdürlüğü yaptığı “Beşir” gazetesi kapatılarak defalarca tutuklanıp hapse atılmıştır. 22 Mart 1959 tarihinde bir grup Kerküklü
Türk ile birlikte Bağdat’ın güneyindeki Hille
şehrine 3 ay müddetle sürgün edilmiştir. 3
ciltlik “Kerkük Hoyratları ve Manileri” adlı eserini hazırlarken devrin tanınmış hoyratçılarından derlemeler yapmış ve çoğu daha sonra
vefat eden usta sanatkârların seslerini banda
almayı başarmıştır. Kerkük atasözlerinin toplandığı “Eskiler Sözü” ve 2 ciltlik “Kerkük Matbuat Tarihi” adlı eserleri tam manasıyla birer
referans kitabıdır.
Ölümsüz Türk Şairi Fuzûlî hakkında muhtelif
dergi ve gazetelerde Türkçe ve Arapça pek
çok makale ve araştırması yayınlanmıştır.
Irak’ta Cumhuriyet döneminde ve özellikle
Saddam zamanında rejim taraftarı bazı solcu
yazarlar tarafından Türkçe’nin eski harflerle
yazılışı konusunda sözde kolaylık olsun diye
sağır kâf’ın kaldırılması olayına şiddetle karşı
çıkan Terzibaşı, 20 yıl boyunca Saddam taKardeş Kalemler Mayıs 2013
34
rafından çıkarılan “Yurt” gazetesine, bütün
baskı ve ısrarlara rağmen yazı yazmayı reddetmiştir. Bağdat’ta çıkan Kardeşlik dergisinde eski Türkçe yazılım konusundaki onun
prensiplerine tamamen sadık kalınmak şartıyla yazıları yayınlanmıştır. Bu dergide yazdığı
makalelerin fotoğrafları çekilerek aynen yayınlanmak suretiyle gerçekleşmiştir.
Kendine has hayat felsefesine ve inandığı
prensiplere son derece bağlı olan Terzibaşı, yaşamı boyunca maruz kaldığı tüm baskı
ve tehditlere rağmen, kendisine vaad edilen
rütbe ve makamları reddederek hiç kimseye
taviz vermeyerek sade ve münzevi bir hayat
sürdürmeyi dünya nimetlerine tercih etmiştir.
Bundan dolayıdır ki, kendisi günümüzde bütün Türkmenlerin sevgi, saygı ve takdirlerine
mazhar olmaktadır.
Son olarak Sayın Terzibaşı’ndan da bir ricamız vardır. Kendisi Irak Türklerinin son 50
yılda yaşadıkları pek çok önemli olaya şahit
olmuş veya bunların içinde bizzat yer almıştır. Yaşadıklarını ve gördüklerini, kendine has
ciddi ve titiz üslûbu ile kaleme alarak Türkmen davasına büyük bir hizmette bulunulacağından emin olduğumuz bu hayırlı işe vakit
geçirmeden el atmasını beklemekteyiz.
Ata Terzibaşı hakkında Türkiye’de yayımlanan yazılar aşağıda gösterilmiştir:
-ELÇİN, Dr. Şükrü: “Kerkük’te Genç Bir Türk
Bilgini: Ata Terzibaşı, Hayatı ve Eserleri”,
Türk Yurdu, yıl: 50, sayı: 295, (1-cilt: 3) Nisan
1961, Ankara, s.42-45.
-KETENE, Dr. Cengiz: “Kerkük’ün Müstesna
Siması (Ata Terzibaşı)”, Türk Kültürü, yıl: XXXI,
sayı: 359, Mart 1993, Ankara, s.179-180.
-SAATÇİ, Suphi, “Terzibaşı, Atâ” maddesi,
Yeni Türk Ansiklopedisi, 10. cilt, Ötüken Neşriyat A. Ş., İstanbul, 1985, s. 4061-4062.
-SAATÇİ, Suphi, “Terzibaşı, Atâ” maddesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 8. cilt,
Dergâh yayınları, İstanbul, 1998, s. 324.-Ata
Terzibaşı’nın Hayatı ve Eser(ler)i, hazırlayan:
Aydın Kerkük, Irak Türkmen Cephesi Kültür
Müdürlüğü Yayınları Dizi 23, Erbil, 2003.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
35
KERKÜK
Ata Terzibaşı’nın Altın
Kaleminden Çıkan Bir Eser
“Kerküklü Faiz”
MEHMET ÖMER KAZANCI*
Bir yazımda üstat Ata Terzibaşı için “kılı kırk
yaran bir araştırıcı/araştırmacıdır” söylemiştim. Bunu söz olsun diye değil, o tarihlere
kadar Üstadın yayınlanan kitaplarını teftik
teftik ederek okuduktan sonra bu kanaate
varmıştım. Bu gün aynı sözü vurgulayarak,
hatta şöyle düzelterek tekrarlamak istiyorum:
“Üstat Ata Terzibaşı, kılı kırk yaran bir araştırıcı değil, kılı kırk bin yaran bir araştırıcıdır”.
Üstadın ansiklopedik nitelikli, dört ciltten oluşan “Kerküklü Faiz: çevresi, yaşamı tasavvufi
ve edebi kişiliği ile bazı şiirlerinin açıklaması” kitaplarını derin bir şekilde okuyanların,
benimle aynı fikri paylaşacaklarına inanmaktayım. Üstadın “bu gibi vasıflara gereği
yoktur, öteden beri Türkmen edebiyatının
tozlar altında kalan gizli yanlarını aydınlığa
çıkarmasıyla bunu ispat etmiştir” diyenlerin,
sözlerinin yetersiz olduğunu burada açıklamak istiyorum. Zira söz savurma kabilinden
yapılan genel değerlendirmeler ile bilimsel
delillere yaslanarak ileri sürülen düşünceler
arasında, yerle gök arasında ne kadar fark
varsa, bir o kadar fark vardır. Bu farkları ihmalden gelerek göz ardı etmek, inandırıcı
olarak gösterilmek istenen görüşlere zedeler
düşürür, yani gereken inandırıcılığı kazandıramaz. Üstadın araştırıcılık alanında vardığı
doruğu belirlemek ve onun hak ettiği değere
lâyıklığını saptamak için, kendi çalışmalarının bilimsel doğrultusunda kendisinden söz
edilmesi gerektiğine inanmaktayım. Bunun
dışında, Üstat hakkında neler söylenecekse,
diğerleri hakkında da söylenebileceği için,
çok önem taşımadığı görüşündeyim. Nitekim
günümüzde, kimi edebiyatçı ve yazarlardan
söz edildiği zaman, her hangi elle tutulur,
gözle görülür deliller gösterilmeden, yani
bilimsel kanıt ve kanaatlere başvurulmadan,
bu edebiyatçı ve yazarlar için mantık dışı sözler serf edilmektedir. Bunları, birçoğumuzun
bildiği gibi, değerlendirme kurallarını hafife
alan yazarlar yapmaktadırlar. Ben şahsen, bu
gibi tutumlar ile Üstadımızdan söze dilmesini
doğru bulamıyorum. Ağır başlı edebiyatçılardan, keyfi bir suratta değil, ağır başlılıkla,
bilimsellikle söz edilmesinin yancısıyım. Dolayısıyla bu yazımda, Üstadımızın son çalışması
olan “Kerküklü Faiz” hakkında yazmış olduğu
eserlerini göz önünde bulundurarak, kültürel
hayatımızı zenginleştirmek için harcadığı çabaların/katkıların bir nebzesinden söz etmeye çalışacağım.
Üstat Ata Terzibaşı bu son çalışmasından
önce, Kerkük Şairleri eserinin, 1968 yılında
yayın dünyasına sunduğu ikinci cildinde de,
Faiz ve Faiz’in şiirlerini el almış ve o şiirlerin
estetik değerlerinden, sıradan okurları doyurabilecek kadar yeterince söz etmiştir. Aradan
kırk yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra,
neden üstadımız ayni şairin şiirleri üzerine
bu kadar detayla eğilmeyi yeğlemiştir? Bize
kalırsa, Üstat Ata Terzibaşı, Faizin şiirlerinde
bulduğu zenginliği, çeşitliliği, çağdaş divan
edebiyatı şairlerimizin birçoğunun şiirle-
* 1952 yılında Kerkük’te dünyaya gelen Prof Dr. Mehmet Ömer Kazancı Bağdat Üniversitesinde çalışmaktadır. Türkmenlerin en eski
kültürel kuruluşu olan Türkmen Kardeşlik Ocağının (genel merkez-Bağdat) yönetim kurulu başkanı ve ayrıca ocak tarafından çıkarılan Kardeşlik dergisinin genel yayın yönetmenliliğini yapmaktadır.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
36
rinde bulamadığından bunu yapmıştır. Bu
çeşitlilik üzerinden de, okurları, özellikle de
genç kuşağı, divan şiiriyle aydınlatmak, bilgilendirmek, kültürleştirmek fırsatının en iyi
bir ölçüde kullanılabileceğini düşünmüştür.
Faiz ve Faiz’in şiirleri hakkında bilgilerini dokumadan, kâğıda dökmeden önce, bir taraftan Faiz’in hakkini vermek, öte yandan okuru
bilgilendirmek, kültürleştirmek için nasıl işe
başlamasının şemasını, yani planını çizmiştir.
Bir çalışmayı başarıyla sonuçlandırmak için
önde gelen şartlardan birisi, o çalışmaya iyi
bir hazırlık ile başlamaktır. Bu hazırlıkların
başında, o çalışmayı ilk noktasından sonuna
kadar planlamak gelmektedir. Faiz hakkında yazılan kitaplarda, bunu en güzel şekliyle
görmekteyiz. Bilgiler hep sırasıyla, çoğu zaman da ayrıntılı ve doyurucu olarak verilmektedir. Söz gelimi, Faiz’in kasidelerinden söz
edildiği ikinci ciltte, önceden kasidelerin metini sergilenmekte ve sonradan bunların toplu
değerlendirmelerine yer verilmektedir. Toplu
değerlendirme deyip geçmeyelim. Bu başlık
altında açıklanan bilgiler, o kasidelerin edebi değerlerini her bakından ortaya koymakta
ve söz konusu edilmelerinin asıl nedenlerine,
bazen doğru, bazen de dolaylı bir açıdan değinilmektedir.
“Bahariye” kasidesi için yazılan toplu değerlendirmede neler vardır? Birlikte bir göz atalım:
1- Kaside, Nefî’’nin ayni başlığı taşıyan şiirine
nazire olarak yazılmıştır.
2- Kaside aruzun müstef’ilün ölçüsüyle yazılmıştır.
3- Kaside musammat tarzında yazılmıştır.
4- Kaside şeyh Abdülkadir Gaylani’yi övmek
ve ondan manevi medet ummak amacıyla
yazılmıştır.
5- Kaside tasavvufi amaçla yazılmıştır.
6- Kasideye, Arapların görüşüyle “mimiyye”
kasidesi denebilir
7- Kasidenin tabiatı vasıf eden nasip bölümüne, bir ordugâhı tasvir eden nitelikte olduğu için “savaş nasibi” de denebilir.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
8- Şair kasidesini yazarken çağıyla çevresinin gelenek ve göreneklerinden oldukça
yararlanmıştır.
9- Şair tasavvuf inancını dünya görüşü perdesi altında sembolize ederek yansıtmıştır.
10-Şair, Türk şairlerinin yazdıkları kasidelerin methiye bölümlerinde yaptıkları gibi
değil, Arap şairlerinin evliyaları metheden
manzumelerinde görüldüğü gibi, Gaylani’yi peygamberlerin olağan üstü özellikleriyle anlatmaktadır.
Bütün bu ve benzeri bilgiler, şöyle çırpıştırmalı veya Üstat Ata Terzibaşı’nın kendi deyişiyle, “malumat furoşluk” yaparak değil, bilimsel yöntemlerle verilmiştir. Üstelik okurun
kültürünü zenginleştirebilen her hangi bir
bilgi, ne kadar önemsiz gibi görünse de, ihmal edilmemiş, göz ardı edilmemiştir. Üstünde hak ettiği kadar bir miktarda durulmuştur.
* Faiz’in bu şiiri, Nafî’nin şiirine nazire olarak yazıldığı söylenirken, fazla gecikme-
37
den iki şiir arasında ölçü, uyak, beyit sayısı
ve içerik bakımından karşılaştırmalar yapılmıştır.
* Kaside, “musammat” tarzında yazıldığı
söylerken, Divan edebiyatında kasidenin
kaç beyitten oluşabileceği, bir kasidenin
“nasip, fahriye, methiye, dua” gibi bir kaç
bölüme ayrılabileceği, bunların içinde
“nasip” gibi, “teşbîb” gibi, “taç” gibi bölüm ve beyitlerin neler olduğu ve bir nazım türü olan “musammat”ın ne anlama
geldiği açıklanmaktadır.
* Kaside, şeyh Abdulkadır Gaylâni için yazıldığı ileri sürülürken, bu tasavvuf rehberinin kim olduğu ve rehberlik ettiği tarikatın
önemli çizgileri hakkında en güvenilir kaynaklara dayanılarak bilgiler verilmektedir.
Kasidenin beyitleri ve açıklamaları bölümde
ise, divan edebiyatı sevgisi, başka bir yönü
ile yüreklere aşılanmaktadır. Bu bölümlerde
de, Üstat Ata Terzibaşı’nın, her insana nasip
olmayan o çekici üslubu ile o zengin bilgileri, insanı hayrete düşürmektedir. Kasideler,
beyit beyit, enine boyuna analiz edilerek,
üstünde durulmakta ve gerek edebi, gerekse de tasavvufi rumuz, işaret ve terim niteliği
taşıyan tüm sözcüklere ışık tutulmakta, açıklık
getirilmektedir. Ayrıca kasidelerin açıklaması
kapsamında, divan edebiyatı şiirinin estetik
değerlerinden yer yer söz edilmektedir. Yine
“Bahariye” kasidesini örnek alalım.
Bu kasidenin “beyitleri ve açıklamaları” bölümünde gözlerimize çarpanlar nelerdir?
1-Kaside, “Nevruz sultanı” ifadesiyle başladığı için “Nevruz” sözcüğünün açıklaması en
derinine yapılmış ve sairin, “nevruz sultanı”
tabiriyle hangi kavramı yakalamak istediği
açığa çıkarılmıştır. Aynı şey “Aden” “Haten”
“Erem” “Nergis” “Arif”
“Cemal” gibi yüzlerce sözcükler için de yapılmış ve bu sözcüklerin tasavvuf ile ilgileri
açıklanmaya çalışılmıştır.
2-Kasidede ne kadar divan edebiyatı sanatı
işlenmişse, hiç biri gözden kaçırılmamıştır.
Bunlar, kasidenin ayrı ayrı beyitlerinde belirlenmiş ve açıklamalarıyla birlikte gösterilmiş-
tir. “Tecnis” “tibak” “kinaye” “istiare” “teşbih”
“teşhis ve intak” “tazmin” “tezat” “mecaz-i
mürsel” “mura’ati nazir” “sihr-i helal” “ikmal”
“tecrit” “hüsn-i tâ’lil” “haşv-i melih” “iham-i
tenasüp” “aliterasyon” sanatlarını bunlara örnek olarak gösteriyoruz.
3-Kasidede kullanılan sözcükler arasında,
sanat dışı, ancak anlam, ezgi ve ahenk bakımından her hangi bir münasebet varsa, ihmal
edilmemiş ve bunların, şair tarafından kullanılmasının nedenleri, kanaat uyandırıcı delillerle ileri sürülmüştür. “Nazir” ile “ehli nazar”,
“dehan ile esrar” “cem ile cam” “zemin ile zaman” “mey ile cemşit” gibi yüzlerce sözcüklerin arasındaki ilişkiler açıklarken, olgun ve
mükemmel şiirlerde, sözcükler rastgele kullanılmaz gibi bir mesaj verilmek istenmiştir.
4-kasidede her hangi bir beyit, bir mısra veya
bir tasvir, bir diğer şairin yazmış olduğu bir
beyti, bir mısraı veya bir tasviri andırıyor- okşuyorsa, şu veya bu tarafıyla onu hatırlatıyorbenzeri gibi görünüyorsa, hemen hemen
gösterilmiş ve bunun bir öykünme sonucu
olup olmadığı açıklanmıştır. Ancak bu hatırlatma ve andırma konusunda, yalnız yerel
veya genel Türk edebiyatında yazılan şiirler
taranmamış, Arap ve dünya edebiyatında da
aranmış ve örnekleriyle belirtilmiştir.
5-Beyitlerin açıklama bölümlerinde etkilenmek ve etkilemek konusuna de genişçe yer
verilmiştir. Şair kimlerden etkilenmişse, kimleri etkilemişse, bunlar örnekleriyle ortaya
konulmuş ve yer yer, sanat bakımından kimin
kimden üstün olduğu en ince ölçülere dayanılarak saptanmıştır.
6-kasidede, her ne kadar doğa betimlemesi
ile dünya görüşü perdeleri arkasında gizletilmek istenmişse de, beyitlerin içerdiği bütün
tasavvufi rumuz ve simgelere, çeşitli kaynaklara başvurarak açıklık getirilmiştir. Bu kaynaklar arasında Kuran-i Kerim, hadis-i şerif gibi
kutsal ve söz götürmez kaynaklar olduğu gibi,
tasavvuf ile ilgili kaynaklar, tarihsel, toplumsal, bilimsel, edebiyat kaynakları da ve hatta
dil, deyim, edebiyat ve tasavvuf terimleri sözlükleri de bulunmaktadır. Kitapta başvurulan
kaynakların sayısı bir 500 kaynağın üstünde.
7-Kasidenin bünyesinde pürüz veya zaaf olaKardeş Kalemler Mayıs 2013
38
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
39
rak sayılabilen her hangi bir sözcük veya bir
ifade varsa, bunların, bilimsellikle savunulması yapıldığı gibi, gerçekten de pürüzlük
veya zaaf oluşturan sözcük ve ifadelerin altı
çizilmesiyle yetinilmemiş, şairin bunları telafi
etmesi için neler yapması gerektiği ileri sürülmüştür. Burada, kasidenin on birinci beytiyle on ikinci beytinde tekrarlanan “direm/
dirhem” kafiyesinin ayrı kavramlarla kullanılmamasından dolay sakıncalı olmadığının
savunulmasıyla, on sekizinci beyitte “muntazam” sözcüğünün gereksiz yere kafiye olarak
kullanılmasıyla
“iğal” sanatı yapılmasının yargısına varılmasını, birer örnek olarak göstermekle yetiniyorum.
Bu örnekleri burada göstermekten gaye, Üstat
Ata Terzibaşı’nın çalışma ilkelerinden önemli
olan birisini ortaya koymaktır. Üstat Ata Terzibaşı değerlendirirken, hatır saymadan değerlendirir. Araştırırken, her şeyin hakkını
vererek araştırır. İncelerken, tüm bilgilerini
hazır bulundurarak inceler. Eleştirirken, vicdanını göz önünde bulundurarak eleştirir.
Hiç bir çalışmasında bu esas ilkelerden taviz
veremez. Faiz hakkında yazdığı kitaplarda,
onu ne kadar seviyor, şairliğini ne kadar beğeniyorsa, yine de şiirlerindeki ufak tefek aksaklıklara tereddütsüz işaret etmekten kendini
alamamıştır.
Üstat Ata Terzibaşı, kasidelerin beyitlerini bu
kadar biteviye açıkladıktan sonra, söylemek
istediklerinden geri kalanları, “çıkıntılar” bölümüne ertelemiştir.
Bu bölümlerdeki bilgiler, kitaplara başka boyutlar, başka değerler kazandırmıştır. Bu bölümlerde, kavramlara, deyim ve terimlere bir
kat daha açıklık getirildiği gibi, kasidelerin
içerdiği ifade ve konularla ilgili kaynaklara
diğer açılardan bakılmıştır. Bunlardan yararlı
olanlarına, izahatlarıyla, izafetleriyle birlikte
yer verilmiştir. Bu bilgiler arasında, değil sıradan okurların, hatta konu ile ilgilenen araştırmacıların epeyi faydalanabileceği değişik ve
nadir bilgiler bulunmaktadır. Tek “Bahariye”
kasidesi için yazılan çıkıntıların sayısı tekmil
yüz çıkıntıdır.
Böylece Üstat Ata Terzibaşı bu eseriyle araştırmacılığın, eleştirmeciliğin, değerlendirme ya-
zarlığının en güzel örneğini vermiştir. Faiz’in şiirlerini yarmış yarmış, şiirlerin beyitlerini bölmüş
bölmüş, beyitlerin üstüne kurulduğu kavram,
deyim ve sözcükleri evirmiş çevirmiş, çevirmiş
evirmiş, bilgilerden bilgiler çıkarmış, bilgilere bilgiler eklemiş ve meydana, yaklaşık 700
sayfalık, her kesin yararlanabileceği eşsiz, altın
kalemle yazlı bir eser koymuştur. Bu eserde üstelik her hangi bir basın veya dizgi yanlışlığı söz
konusu değildir. Bu da, Üstadın kitap yazmada
diğer bir özelliğini ortaya koymaktadır, titizlik,
dikkatlik ve itina özelliğini.
Üstat Ata Terzibaşı, Faiz’in şiirlerini analiz ederken, her yeri geldiğinde, kendine özgü görüşlerini ifade etmekten, kendi özel düşüncelerini
açıklamaktan geri kalmamış, kaçınmamıştır. Bu
sorun, eserleri, sıradan eserler olmaktan çıkaran, onlara özgünlük ve yenilik kazandıran
önemli sorunlardan biri, hatta birincisi. Üniversitelerde bile doktora ve master almak için
hazırlanan tezlerde, en çok aranan sorunların,
unsurların başında bu sorun, bu unsur gelir.
Bilimsellikle ileri sürülen kişisel görüş ve düşüncelerden yoksun olan tezlere, derece tanımak,
çoğunlukla ön görülmemektedir.
Adına kalıcılık kazandırmak isteyen bir araştırıcı, araştırmasını yazarken, okurları yeni
bilgilerle aydınlatmak, dikkatlerini özgün olgulara, yeni sonuçlara çekmek gayesini gütmekle birlikte, araştırdığı konu hakkında, kendine özgü görüş ve düşüncelerini belirtmek
zorundadır. Çalışmalarını bunun dışında,
yani şöyle alışılmışlıkla, olağanlıkla yönlendirenler, okurları fazlaca etkilemeyecekleri
gibi, adlarını da ebediliğe kavuşturamazlar.
Faiz hakkında yazdığı kitapların her bölümünde Üstat Ata Terzibaşı’nın özel görüş ve
düşüncelerine değişik şekillerde vakıf oluyoruz. Ancak bu görüş ve düşünceler birer ön
yargı niteliğinde değil, araştırdıktan sonra varılan kanaatler halindedir. Üstat Ata Terzibaşı,
Faiz ve Faiz’in şiirleri hakkında kimi kanaatlerini şöylece özetlemektedir:
*On dokuzuncu yüz yılın son yarısında Kerkük’te klasik Türk şiiri alanında yetişen ve sayıları bir hayli kabarık olan şairler arasında
şeyh Faiz, ölümsüz eserleriyle görkemli bir
yer tutmaktadır.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
40
*Sadece Türk dilinde şiirler yazan bu büyük
şair umumi Türk edebiyatında tasavvuf şiirin
son mümessili sayılır.
*Faiz’in manzumeleri Fuzuli’nin eserlerinden
sonra Irak Türkmenleri arasında meydana
getirilmiş en güzel ve değerli örneklerdir.
*Faiz’in göz kamaştırıcı, gönül titretici “Raksiye” kasidesi, hem beşeri hem de iç yankısı ile
aynı konuda işlenen önlü Türk şairleri Abdulhak Hamit ile Yahya Kemal Beyatlı ve tanınmış
Arap şairleri Maruf El-Rusafi ile Ali El-hatip’in
kasidelerinin önünde gelmektedir.
*Umumi Türk edebiyatında belirli amaçlar ile
özel anlayış içinde çeşitli müşâareler yazılmıştır. Ancak Faiz ile Safi’nin karşılıklı olarak
yazdıkları müşâare bu alanda görkemli bir
yer tutmaktadır. Kanaatimizce bu müsâareyi
Fuzuli ile Baki veya Naf’i ile Nabi ve yahut
şeyh Galip ile Nedim yapsalardı, bundan
daha güzelini ortaya koyamazlardı.
Üstat Ata Terzibaşı, Faiz hakkında yazmış
olduğu bu araştırmada ayrıca, uygulamalı bilgilere oldukça ağırlık vermiştir. Divan
edebiyatı şiirinin estetik değerleriyle tasavvuf
kavramlarının her yönünü örnekleriyle açıklamak için, en ufak bilgileri göz ardı etmeden,
olağanüstü bir çaba harcamıştır. Böylece Üstat, su geçirmez, pas tutmaz bu esere, edebiyatçılar, edebiyatseverler katında olduğu
gibi, üniversitelerin de ders programlarında
okutulabilmesini sağlayan diğer, ancak çok
önemli bir değer kazandırmıştır.
Dört ciltten oluşan bu baha biçilmez eser hakkında, çok şeyler söylenebilir. İnsan yazmasa
da mahcup kalıyor, yazsa da mahcup kalıyor.
Çünkü yeni yeni, dolgun dolgun bilgilerle
donatıldığı için her şeyin hakkını vermek, bir
türlü mümkün olmuyor.
Son olarak, çok konuşan çok yazan, ancak az
okuyan, hem de çok az okuyan bir toplum olduğumuzu bildiğim için, Üstadımızın o altın
kaleminden çıkan bu eşsiz eseri, yalnız şöyle
gözden geçirmeyi değil, her satırının üzerinde düşünerek okumayı her kese, özellikle de
edebiyatçı dostlarıma tavsiye eder ve Üstadımıza uzun ömürler dilerim.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
41
KERKÜK
Türk Kültürünün Mihenk Taşı
Üstad Atâ Terzibaşı
MAHİR NAKİP*
Türklerin bir hasletinden söz
edilir: “Târih yaratırlar, ama
yazmazlar.” Doğrudur. Millet
olarak tedvin işinden pek haz
almayız. Cemil Meriç’in tâbiri ile şifahî bir milletiz. İbda
varken, tedvin angarya gelir
bizlere. Bu bir kusur değildir;
ama eksiklik olarak görülebilir. Bundan dolayıdır ki, her
Türk şehrinin bir ya da birkaç
gönüllüsü çıkmış, o şehrin
dilini, örf-âdetini, musikisini,
halk inançlarını, edebiyatını;
hâsılı, kültür mirasını kayda
almıştır. Çoğu zaman da bu
misyonu yabancılar ya da seyyahlar üstlenmiştir. Yerli yazarların kimisi vakit buldukça
yazmış, kimisi belli bir yaştan sonra başlamış,
kimisi amatörce işin ucundan tutarak ne içine
girmiş ne de dışında kalmış. Kimi de var ki,
kendini kelimenin tam anlamıyla fedâ ederek, hayatını o şehrin kültürüne vakfetmiştir.
Özel olarak Kerkük’ün ve genel olarak da
Türkmeneli’nin bu kalem erbabı bilittifak Atâ
Terzibaşı’dır. Tam tamına 55 yıl bıkmadan-usanmadan, yılmadan-bükülmeden araştırmış
ve yazmıştır. Yâni, yarım asırdan fazla bir
süre kalemi elden bırakmamış. En önemlisi,
yazdığından beş kuruş para
kazanmamıştır... Bu ne yücelik, bu ne idealizm ve bu
ne mükemmellik? Tek kişilik
bir araştırma merkezi... Nasıl
mı? Görelim...
80’lik ulu çınarımız, 55 yıllık
edebî hayatı boyunca 308
yazılı çalışmaya imza atmıştır; 107’si Arapça ve 201’i
de Türkçe. 308 çalışmanın
276’sı makale, 26’sı kitap,
4’ü ansiklopedi maddesi ve
2’si de kitaplara önsözdür.
Makalelerin 155’i dergilerde
ve 121’i ise gazetelerde yayımlanmıştır. İlk
makalesini 1949 yılında ve 25 yaşında iken
neşretmiştir. Arapça kaleme alınan bu makale, Kahire’de yayımlanan El-risale Dergisi’nde çıkmıştır; konusu oldukça ilginçtir: İslâm
Savaşlarında Tank Târihi! Sonraki yıllarda
kıskanılacak bir yükseliş trendi başlıyor. 1950
yılında 6, 1951’de 13, 1952’de 15 ve 1953 yılında 37 makale ile zirveye yükseliyor... Düşünebiliyor musunuz ayda 3 bilimsel araştırma!
Bu, Kerkük ilim ve edebiyat târihinde kırılması
zor bir rekor. Yıllara göre çalışmaların dağılımına bir göz atalım :
* 1952 yılında Kerkük’te doğdu. Kerkük ile birkaç kıymetli esere sahip olan Prof. Dr. Mahir Nakip 1997 yılında Amerika’nın Rutgers
Üniversitesi’nde misafir araştırmacı, 2000-2002 yılları arasında Kazakistan’da Ahmet Yesevî Üniversitesinde rektör yardımcısı olarak
çalıştı. Su anda Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde öğretim üyesi olarak görevini sürdürmektedir.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
42
Tablo 1 Yıllara Göre Terzibaşı’nın Çalışmaları
Fark edildiği gibi ilk dönem, üstadın en velut
olduğu yıllardır. Yâni, “altın çağı” desek yeridir. Çünkü toplam çalışmalarının takriben
yarısını bu dönemde kaleme almıştır. 19611970 yılları arasında çalışma sayının düşmesi
bizleri yanıltmasın. Araştırmaların kalitesi bu
dönemde doruğa çıkmış ve üstad tam bir
olgunluk çağını yaşamıştır. Yazdığı her şey
dolu, doyurucu, zengin ve klasikleşebilecek
kadar orijinaldir. 1971-1980 yılları arasındaki düşüşü, siyasî baskıların artışına bağlamak
mümkündür. 1981-1990 dönemi, sadece
Terzibaşı’nın değil, bütün Türkmenlerin en
tâlihsiz yılları sayılır. Bir taraftan bitmek bilmeyen anlamsız bir savaş, diğer taraftan da
zulüm, işkence, ölüm ve sürgün. 1991 sonrası
yıllar, çöküşün iyice ortaya çıktığı bir dönemdir. Bir yandan istibdad had safhasına çıkmış
ve tahammül sınırlarını aşmış, öbür yandan
ekonomik ambargo bel kıracak kadar acımasız olmuştur. Yâni, “yokluğun beylik götürdüğü” dönem. Yoksa, Terzibaşı’ndaki çalışma
aşkı, tempoyu düşürmez; bilakis, giderek artırabilirdi.
Bu yarım asırlık süre içerisinde ne zaman ve
hangi dili tercih ettiğine göz atalım.
Tablo 2: Çalışmaların Yazıldığı Diller ve Yıllar
Göre Dağılımı
Araştırmacımızın, ilk dönemde çalışmalarının
dörtte üçünü Türkçe yazdığını görüyoruz. Bu
oran daha sonraki yıllarda değişiklik göstermişse de, 1981-1990 dönemi hâriç, diğer
dönemlerin hepsinde Türkçe kaleme alınan
çalışmaların oranının Arapçadan daha yüksek olduğunu görebiliyoruz. Bu da yazarımızın ana diline ne denli önem verdiğinin bir
göstergesidir. Öncü olmak ve ana dilde kendi
insanını aydınlatmak... Ne kadar ulvî bir düşünce.
Atâ Terzibaşı çalışmalarının önemli bir kısmını
Irak’ta yayımlamıştır. Ancak yazar, makalenin
konusuna göre ülke ya da ülke içerisinde şehir seçmiştir. Aşağıdaki tabloyu inceleyelim.
Tablo 3: Çalışmaların Ülkelere Göre Dağılımı
Irak’ta yayımladığı 268 çalışmanın 176’sı,
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
yâni %66’sı Bağdat’ta, geri kalan %34’ü Kerkük’te yayımlanmıştır. Bağdat’ta bu kadar çok
yayım yapmasının ana sebeplerinden birisi
Kardaşlık Dergisi’nin Bağdat’ta çıkmasıdır.
Üstad, 3 makale Halep’te ve birer makale de
Bakû, Beyrut ve Tahran’da yayımlamıştır.
Üstad yer yer takma isimlerle de makaleler
yazmıştır. Bunu da ancak kendisinden öğrenebiliyoruz.
Toplam 18 takma isimli makale kaleme alan
yazarımız, beş ayrı takma isim tercih etmiştir. 8 makalesinde “Mecid Türkekul”, 6’sında
“Ömerzade Allahverdi”, 2’sinde “Muakkip”
(takipçi anlamında), birinde “İbrahim Alaeddin”, birinde de “Adsız” müstear ismini tercih
etmiştir. Takma isimli makalelerin hangi dillerde yazıldığına bakalım.
Tablo 4 Çalışmaların Yazıldığı Diller ve Sahipliğe Göre Dağılımı
Tablodan anlaşıldığı üzere, takma isimli çalışmaların yarısından az fazlası Türkçe ve yarısından azı ise Arapçadır. Ancak, kendi adıyla
yayımladığı çalışmaların %66’sı yâni çoğunluğu Türkçedir. Takma adla yayımladığı makalelerin bir kısmı çeşitli yazarlara reddiye
niteliğindedir.
Gelelim çalışmaların konusuna. Beni en çok
heyecanlandıran konu, üstadın Türk büyüklerini Arapça tanıtma çalışmaları olmuştur.
İlginçtir; Terzibaşı’nın ikinci yazısı 1950 yılında Kahire’nin tanınmış El-risale dergisinde
çıkmış olup, konusu Ziya Gökalp’tir. Bu yazı
Ziya Gökalp hakkında Arapça yazılmış ilk yazı
olmakla beraber, belki de tektir. Makale, bir
tanıtım makalesi olmaktan öteye gitmektedir.
Derin bir tahlil, tutarlı yorumlar ve cesur tespitlerle dolu bir yazı. Bu fasıldan üstad toplam 11 Türk büyüğünü çalışmalarına konu
seçmiştir. Ahmet Ağaoğlu hakkında 1952
yılında kaleme aldığı makaleyi yine El-risale dergisinde yayımlamıştır. Ahmet Hamdi
Akseki hakkındaki makalesi ise 1951 yılında
Bağdat’ın El-sicil Gazetesinde yine Arapça
neşrolmuştur. Yine 1951 yılında El-sicil Gazetesinde Halide Edip ve 1965 yılında da Halide Nusret hakkında birer makale yazmıştır.
Ayrıca, farklı târihlerde Nâmık Kemâl hakkında bir ve Yahyâ Kemâl hakkında da iki makale
43
kaleme almıştır. Bunların bir kısmı Arapça, bir
kısmı Türkçedir. Bu konuda en ayrıntılı çalışması Abdulhak Hâmid hakkındaki çalışmasıdır. Kerkük’te Arapça ve Türkçe yayımlanan
Beşir Gazetesinde 1958 yılında 6 makale
yayımlamış ve şâirin bütün hususiyetlerini ve
şiirinin özelliklerini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Bu yönü ile Terzibaşı’nın, Türkiye’de
yetişmiş, özellikle meşrutiyet sonrası, fikir
adamı ve şâirlerimizi Arap dünyasına tanıtma
misyonunu üstlendiğini söyleyebiliriz. Düşünün, bir Kerküklü, Türkiye’de yetişmiş fikir
adamlarını Arap dünyasına tanıtıyor.
Atâ Terzibaşı’nın üstlendiği en önemli misyonlardan birisi de Kerkük hakkında eserler
yazmaktır. Terzibaşı’nın tek başına Kerkük
konusunda 36 adet çalışması bulunmaktadır.
Bunların konuları; târih, edebiyat, folklor, musiki, dil, basın târihi vs. Meselâ, yayımladığı
26 kitabın 20’si Kerkük’le ilgilidir. Kerkük’le ilgili iki kitap çalışması kendi sahasında dürr-ü
güher mesabesindedir. Biri “Kerkük Hoyratları ve Manileri”, diğeri de 6 ciltlik “Kerkük
Şâirleri” kitaplarıdır. Bu eserlerde kimsenin
bilmediği birçok târihî gerçekler dercedilmiştir. Paha biçilmez bu eserler, Kerkük’ün bir
Türkmen şehri olmadığını iddia edenlere karşı sunulabilecek en ciddî delillerden birisidir.
Terzibaşı’nın siyasetle doğrudan ilişkili yazıları yoktur. Ama, başta hukuk olmak üzere bazı
şer’i konularda kıymetli makaleleri bulunmaktadır. Bu tür makalelerini genelde Arapça
yazmıştır. Üstadın bu nâdide özelliği, kimseyi
yanıltmasın. O gerçek anlamıyla bir Türkmen
idealisti ve sağlam esaslara oturmuş bir Türk
milliyetçisidir. Meselâ Terzibaşı, 1950’lerde
güneye sürgüne gönderilmiştir. Yetmişli ve
seksenli yıllarda Baas Partisi’nin sürekli gözetimi altında tutulmuştur. Ama, akıllı ve mantıklı
tutumu ile yazarlık görevini sürdürmüş ve bir
dantel gibi fikrini, görüşünü, mesajlarını edebî ve ilmî yazılarında inceden inceye işleyebilmiştir. Bu karanlık zaman tüneli içerisinde
en büyük kahramanlığı, kalemini hiçbir zaman elinden bırakmamış olması ve “düzenin
adamı” olmadan itibarını koruyabilmesidir.
Atâ Terzibaşı sadece Kerkük’te değil, Türkmeneli’nde bir ekol, bir disiplin ve bir yöntemdir. Birçok yerli araştırmacı aslında onu
taklit ederek yazılar yazmakta, kitaplar neşretmektedir. Bu yönüyle o bir mehaz ve tükenmez bir kaynaktır.
Terzibaşı tam anlamıyla bir Türk aksakalıdır.
Kimin danışmak istediği bir konusu olsa, ona
başvurmakta gecikmez. Gönül kırmaz, acı söz
söylemez ve kimseyi incitmez ama, yeri geldiğinde de taşı gediğine koymasını çok iyi bilir.
O bir realist ve ileriyi görebilen bir aydınımızdır. Şimdi seksen yaşında olmasına rağmen
hâlâ çalışır ve yazar. Onun için yazmak, yaşamak demektir.
Atâ Terzibaşı’yı 30 yıl kitaplarda ve kitaplarında okudum; onun kalemiyle ve yazdıkları
ile hemhâl oldum. Onu görebileceğimi hayâl
bile edemezdim. Çünkü araya zâlim Saddam’ın yasakları girmişti. Ama Hak nasip etti
ve onu gördüm. 3 Mayıs 2003 günü, 28 yıl
sonra Kerkük’e gittiğimizde, ekip olarak üstadı
ziyaret ettik. Bir çocuk kadar heyecanlıydım.
Çünkü muhayyilemdeki koca Terzibaşı, artık
hayâlimde değil, karşımda idi. Çatık kaşları,
ak saçları ve uzun boyu, manevî büyüklüğüne
maddî bir heybet de katıyordu. Onu yazıları
kadar realist, söyledikleri kadar idealist buldum. Gerçekten o bir
Türkmen aksakalıdır. Mütevazı evinden ayrıldığımızda içimden şu dua geçiyordu. “Allah’ım Kerkük’ün bu zata olan ihtiyacı, bugün
her günden daha fazladır. Onu koru ve ömrünü alabildiğince uzun kıl.” O, kültürümüzün gerçekten bir umdesi ve temel taşıdır.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
44
KERKÜK
Türkmenlerin Ulu Çınarı
Ata Terzibaşı
Suphi Saatçi
Topraktan beslenen ağaçlar, suyunu aldıkça
kökünü toprağın daha derinliklerine salmaya
başlar. Yükseldiği oranda ağaçların kökleri toprakta derinleşir; derinleştikçe boyu artar. Boyu
arttıkça daha uzakları görür; ufku genişler. Uzak
menzilleri fark eder. Büyüdükçe dal budakları
çevrede yayılır ve geniş bir alanı kaplar.
Ağaçlar arasında özellikle çınarların yeri başkadır. Çınar ağaçları genelde canlıların toplandığı bir merkez oluşturur. Yorulan kişiler, sıcaktan
bunalanlar, çınar ağacının gölgesine sığınır, soluklanarak serinlerler. Bu yüzden her kahvenin
yanı başında bir çınar ağacı görmek mümkündür. Buralara toplanan kafa dengi kişiler, çay
ve kahvelerini yudumlayarak sohbet ederler.
Edebî sohbetlerin, fikirlerin, sosyal ve siyasal konuların konuşulup tartışıldığı bir meydan hâline
gelir. 1940’lı yıllarda yayımlanmış olan Çınaraltı
dergisi de, Türk edebiyatı, kültür ve fikir hayatına hizmet etmiş ve bir akademi gibi insanları
beslemiştir. Bundan dolayı Türk edebiyatında
Çınaraltı deyimi de, kültür ve edebiyat merkezli
bir platformu ifade eder. Çınar ağaçlarının bir
diğer özelliği uzun ömürlü oluşlarıdır. 300-400
yıllık ömre sahip çınar ağaçları vardır. Hatta
İstanbul’da tarihî çınar ağaçlarının birçoğu,
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı “Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları” tarafından,
tarihî yapılar gibi korunması gereken kültür ve
tabiat varlıkları olarak tescil edilmiş ve koruma
altına alınmıştır. Bu tarz ulu çınarlar kentlerin
vazgeçilmez birer kültürel varlığı olmuşlardır.
Toplumların hayatında da ulu çınar sayılan
şahsiyetler vardır. İnsanları bir araya toplayan,
onların kaynaşmasına zemin hazırlayan, onları
besleyen bir merkez olurlar. Sözü fazla dolaştırmadan, Irak Türkmen toplumunun yetiştirdiği
kıymetli üstadımız Ata Terzibaşı’ya getirmek isKardeş Kalemler Mayıs 2013
tiyorum. Herkesin ona danıştığı, onun bilgi ve
görgüsünden yararlandığı, herkesin yanında
toplandığı bir ulu çınardır Terzibaşı… O Türkmen toplumu için bir şans, Tanrı vergisi cömert
bir kültür kaynağı…
Irak Türkmenlerinin kültür, edebiyat ve sosyal
tarihine dair yazdığı eserler, yaptığı araştırma
ve incelemeler yanında, gerçekten onun abidevî şahsiyeti, yüksek düzeyli bakışı, mensup
bulunduğu toplumun sahip olduğu değerleri
dirayeti ile ortaya koyması, kendisinin ulu çınar
unvanını layıkıyla hak ettiğini gösterir.
22 yaşlarından itibaren gazetelere yazmaya
başlayan Terzibaşı, mensup bulunduğu Türkmen toplumunun halk edebiyatı ürünlerine dair
önemli verileri derleyip kitap olarak yayımlarken, henüz 30 yaşlarında idi. Üç cilt hâlinde
yayımladığı Kerkük Hoyratları ve Mânileri adlı
eser, Irak Türkmenlerinin simgesi olan hoyrat ve
mânileri dünyaya tanıtmıştır. Özellikle Türkmen
halk edebiyatının en zengin mirasını oluşturan
hoyratları, ilk kez bilimsel verilerle ele almış, bu
okulun sadece edebî yanını değil, esas büyük
değer taşıyan musiki yanını da vukufla değerlendirmiştir. Hoyrat ve türkülerimizin plaklarla,
radyo yayınları ile tanıtılmasında da Terzibaşı’yı
yine başrolde görüyoruz. Onun çaba ve himmetleri ile Bağdat Radyosu Türkmence Kısmı
için birçok hoyrat ve türkü banda alınmış ve
Türkmen musikisinin bu ölümsüz nağmeleri
milyonlara ulaşmıştır. Böylece Osman Teplebaş, Mustafa Kalayı, Reşit Küle Rıza ve İzzettin
Nimet gibi, otantik Türkmen musikisinin birçok
folklorik halk sanatçısının seslerinin bugünlere ulaşmasını sağlamıştır. Türkmen musikisinin
Türkiye radyolarına taşınmasında da onun çabası büyüktür. Üç kez basılan Kerkük Havaları
başlıklı kitabı, Türkmen musikisinin zengin re-
45
pertuarını belgeleyen bir kaynak durumundadır. Bu hususta Terzibaşı’nın gösterdiği çaba ve
verdiği mücadele hakkında tek başına bir kitap
yazılsa sezadır.
lik dergisindeki değerli yazıları ile genç yazar
ve araştırmacılara örnek olmuştur. Yazarlığa
heveslenen gençlere yol göstermiş ve onları yüreklendirmiştir.
Terzibaşı’nın esas ortaya koyduğu en kıymetli
çalışma bana göre Kerkük Şairleri adlı külliyattır. 13 cilde ulaşan bu değerli ve hacimli külliyat, Kerkük deyimiyle “iğneyle kuyu kazmak”
gibi uzun yıllara yayılan araştırma ruhuyla ve
sabırla gerçekleştirilmiştir. Ömrünü bu araştırmaya veren Terzibaşı, her şairin biyografisi ile
şiirlerini hakkıyla tanıtabilmek için, Ferhad’ın
dağları delmesi kabilinden çaba harcamıştır.
Dağınık, tozlu raflarda kalmış, kıymet bilmez
ellerde heder olmuş Kerkük şairlerinin evrak-ı
perişanlarını, bir kuyumcu titizliğiyle bir araya
getiren üstadımız, muhteşem bir külliyat ortaya
koyarak, Türkmen kitaplığına ölümsüz bir hazine kazandırmıştır. Bu çalışmada esas büyük
başarı, Terzibaşı’nın özellikle divan edebiyatına
vukufu sayesinde, Türkmen edebiyatçılarının
edebî yönlerini tahlil etmesi ve değerlendirmesidir. Bu hususu, itiraf edelim ki Terzibaşı dışında hiçbir baba yiğit yapamaz. Divan şiirinin
incelikleri ve Türk edebiyatının büyük uygarlık
ürünü olan bu kurum hakkında, Irak Türkmenleri arasında Terzibaşı kadar vukuf sahibi olan
bir otorite -cehaletimin bağışlanmasını dileyerek- ben şahsen bilmiyorum ve tanımıyorum.
Terzibaşı Arapça yazıları ile de Türkmen kültürünü, folklorunu, basın tarihini ve edebiyatını Arap dünyasına tanıtmıştır. Bu hususta en
verimli ve en önde gelen yazarımız olmuştur.
Terzibaşı önceleri yayımlanan Kerkük gazetesinde daha sonraları kendi yayımladığı Beşir
gazetesinde, Bağdat’ta yayımlanan Kardeşlik
dergisinde, ayrıca çeşitli Arap yayın organlarında, Türkmen kültürü üzerine Arapça olarak
kıymetli yazılar yayımlamıştır. Bugünkü kuşakların görmediği ve bilmediği bu yazılardan bir
seçme yapılarak bir kitapta toplansa, büyük bir
hizmet yapılmış olur. Hem bu kıymetli yazılar
yeni kuşakların eline geçer, hem de unutulmaktan kurtulur.
Irak Türkmenlerinin kültür hayatında matbuatın
önemli bir yeri olduğu yadsınamaz. Bu hususta
da doğrusu yine en büyük rehberimiz Terzibaşı’dır. Onun araştırmaları ve incelemeleri olmasaydı, gazete ve dergilerimizin en nadide koleksiyonlarını bir karınca çalışkanlığı ve sabrı ile
bir araya getirmeseydi, hatta getirmekle yetinmeyip bunları gün ışığına çıkarmasaydı, Türkmen basın tarihinin zenginliği hakkında bugün
yeterince bilgiye sahip olamayacaktık. Bu hususta da doğrusu üstadımıza Türkmen toplumu
olarak minnet ve şükran borçluyuz.
Halk masalları, atasözleri gibi halk ağzı derlemeleri konularında Terzibaşı, 1950’lı yıllardan
sonra bütün bir Türkmen kuşağının öncüsü ve
yol göstericisi olmuştur. Ayrıca bu alanda birçok insanı teşci etmiş, sistematik çalışma metodu konusunda onları teşvik etmiştir. 1960’lı yıllardan itibaren Terzibaşı, Bağdat’taki Türkmen
Kardeşlik Ocağı tarafından yayımlanan Kardeş-
Son yıllarda da birbirinden değerli eserler veren Terzibaşı, Kerkük’ün ve Türkmeneli’nin tarihine ve kültürüne ışık tutmuştur. Irak Türkmen
divan edebiyatının zirve isimleri olan Kabil,
Şeyh Rıza ve özellikle Şeyh Fâiz hakkındaki özgün çalışmalarını bilim dünyasının istifadesine
sunmuştur. Bunun yanı sıra ölümsüz Türkmen
şairi Fuzûlî’nin İcmâl-i Aşk’ı ile dedesi Abdüllatif Efendi’ye ait Hac seyahatnamesini yayımlamıştır. Ayrıca Kerkük ve dolayındaki abidelerin
(anıtların) yapılış tarihlerini veren manzumeleri
bir araya toplayan belgesel kitap, yine Kerkük’te
meydana gelen felaket, doğal afet, ünlü kişilerin ölümleri gibi, halkın belleğinde iz bırakan
olayların tarihlerini içeren manzumeleri bir araya getiren kitap, Terzibaşı’nın son yıllarda Türkmen kitaplığına kazandırdığı eserler olmuştur
En velut, en kıymetli Türkmen yazarımız hakkında ne söylesem inanın zaid değil, tersine hâlâ
nakıs, yani eksik olur diye düşünüyorum. Aslında Terzibaşı tamamen Türkmen kültürü ile özdeşmiş bir şahsiyet sayılır. Bu bakımdan Türkiye
ve Azerbaycan’daki bilim, edebiyat ve sanat
dünyası, hocalar ve diğer ilgililer, Ata Terzibaşı
ile Kerkük’ü bir bütün olarak görüyor, onu adeta Kerkük’ün bir simgesi kabul ediyorlar.
Saygın şahsiyeti, mütevazı hayatı ve onurlu duruşu ile toplum içinde seçkin bir bilim ve kültür
adamı kabul edilmiştir. Kapısı herkese açık olan
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
46
bir ilim ve irfan tekkesinin postnişini gibi, bilgisini ve görgüsünü her zaman dostları ve sevdikleri ile paylaşmıştır. Gösterişten uzak, kanaatkâr
ve alçak gönüllü yaşayışı sayesinde yüce bir
şahsiyet ve toplumu arasında saygı duyulan bir
makam sahibi olmuştur. Onun kazandığı itibar
ve gördüğü saygı, hayat sözlüğünde mala, servete, makam ve menfaate yer vermemesinden;
hayatının tamamını sadece ve sadece mensubiyetinden iftihar duyduğu yalnız, kimsesiz ve
mazlum Türkmen toplumunun hizmetine vakfetmiş olmasından kaynaklanıyor.
Allah’tan başka kimseye boyun eğmeyen ve
hiçbir kimsenin önünde eğilmeyen Terzibaşı,
düşünce ve eleştirilerini her zaman açıkça insanların yüzüne karşı söylemiş, inandığı fikirden
ve doğru bildiği yoldan sapmamıştır. İlkeli, dürüst, açık, şeffaf ve berrak düşünceleri gibi, hayatı da düzgün ve yalındır. Türkmeneli’nin böylesine gıpta edilecek bir şahsiyete sahip olması,
hepimize onur ve gurur kazandırmıştır.
Herkesi çevresinde toplayan ulu çınarımız Terzibaşı, Türkmen toplumunun bilgi ve görgü kaynağı sayılır. Bu yüzden tarihimizi, kültürümüzü,
edebiyatımızı, folklorumuzu ondan öğrenir;
hatamızı, sevabımızı, doğrumuzu ve yanlışımızı
ona sorarız. Çünkü o hepimizin hocası, mürşidi ve doğru yolu gösteren pusulasıdır. Sadece
bizlerin değil yurt dışında olan çok kişinin de
ondan öğrendiği ve öğreneceği şeyler çoktur.
Biliyorum, değerli Terzibaşı üstadımız övünmekten ve övülmekten hem nefret eder, hem
de çok sıkılır ve utanır. Bu satırları okurken de
bana nasıl kızacağını tahmin edebiliyorum. Elbette o bize kızmak hakkına da sahip bir büyüğümüzdür. Ancak doğruları söylemek de bir
boyun borcudur. Allah şahit, bu söylediklerimde eksiklik var olabilir, ama zerrece mübalağa
yoktur. Onun için değerli büyüğümün affına
sığınıyorum…
Bildiği her şeyi cömertçe paylaşan ulu çınarımızın gölgesi hepimize güven ve huzur veriyor.
Duamız şudur: Türkmen toplumunu ayakta tutan sesini, nefesini Yüce Rabbimiz kesmesin ve
bize bağışlasın. Gölgesine sığındığımız ulu çınarımızın da ömrüne bereket ihsan buyursun,
âmin…
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
47
KERKÜK
Ata Terzibaşı: Irak’ta
Türk Dilinin Yılmaz Bekçisi
ÖNDER SAATÇİ*
Türkler, fırtınalı bir tarihin
cereyan ettiği Irak coğrafyasında, dilleriyle ve ortaya
koydukları kültür birikimiyle
bin yıla yakın bir zamandan
beri var olagelmişlerdir. Bu
birikim dilimizin ve halk edebiyatımızın bütün dallarını
besleyecek kadar zengindir.
Irak Türklerinin bu zengin
kaynaklardan bugün dahi
beslendikleri bir hakikattir.
Fakat, milletler kendilerini var eden dil ve edebiyat
kaynaklarını zamanın akışına
bırakamazlar. O dilin ninnileriyle büyümüş, türküleriyle boy atmış, şiirleriyle coşmuş, atasözleriyle şahsiyetini bulmuş, hassas yürekli, açık fikirli, irfan sahibi,
araştırmayı, öğrenmeyi hayatının gayesi bilen
ve en önemlisi, eli kalem tutan erlere ihtiyaç
duyarlar. İşte, Irak Türkleri arasında bu ulvi
gayeye hizmet eden en önde gelen isim Ata
Terzibaşı’dır.
Terzibaşı doksana yaklaşan uzun ömrü boyunca bitmez tükenmez bir enerjiyle çalışmış,
bütün mesaisini milletine adamış bir irfan işçisi. O, kendisiyle yapılan bir röportajında,
“Bana göre en iyi yazar milletine hizmet edendir.” (EHA
1965: 14-15) diyerek eserlerinin ardında yatan itici gücün ne olduğunu bildiriyor.
Bu yüzden, Terzibaşı dünden bugüne Irak Türklüğünün merkezi olan Kerkük’te
yaşadığı her anı değerlendirerek, bir saniyesini bile zayi
etmeden Türk dünyasının bu
köşesinde filizlenen dil, edebiyat ve folklorumuzun çeşitli dallarına ait malzemesini
toplamış; işlemiş, üzerinde
derin, nitelikli, doyurucu incelemelerde bulunmuş ve bunları ilgililerin
istifadesine sunmuştur. Onun eserleri yalnız
Irak’ta okunmamış, Tahran, Bakü ve Türkiye’de de Irak Türklüğünü araştıranlara birer
kılavuz olmuştur(S. Saatçi 1997: 444). Bugüne kadar, çeşitli süreli yayınlarda 300’den
fazla Arapça ve Türkçe makaleye imza atan
Terzibaşı, milletine, çoğu birkaç cilt tutan 27
kitap armağan etmiştir (Nakip 2007: 347, 351;
Kerkük 2004b: 24-28). “Armağan” kelimesini
bu cümlede mecaz anlamıyla kullanmış değiliz. Çünkü Ata Terzibaşı bugüne kadar yayımladığı kitaplardan bir kuruş bile kazanmamış-
* 1966 Kerkük’te dünyaya gelmiştir. 1980 yılından beri Türkiye’de yerleşmiş bulunuyor. Çeşitli okullarda dil öğretmenliği yapan
Önder Saati 1997 yılından bu yana S. Demirel Üniversitesi/ Türk Dili Okutmanı/ Türk Dili Bölümü Başkanlığı/ Doğu Yerleşkesi/ Ertokuş Bey Derslikleri / Çünür Isparta’da çalışmaktadır.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
48
tır. Bu tutumu onun içindeki hizmet aşkının
ve mensubu bulunduğu Türk milletine karşı
duyduğu derin sevginin en güçlü delilidir.
Ata Terzibaşı’nın Kerkükle ilgili eserlerinin
büyük bir kısmı edebî türler, edebiyat tarihi,
basın tarihi ve folklor araştırmalarına yöneliktir(Nakip 2007: 351). Bundan dolayı, bugüne
kadar Terzibaşı, daha çok edebiyat ve folklor
araştırmacısı kimliğiyle öne çıkmış, onun dil
üzerine yazdıkları ve ortaya koydukları diğer
ürünleri kadar dikkat çekmemiştir. Biz bu
yazımızda Ata Terzibaşı’nın Türk diline olan
hizmetlerine ışık tutmaya, böylece onun, nisbeten karanlıkta kalmış bir yönünü, elimizden
geldiğince aydınlatmaya çalışacağız. Terzibaşı’nın Türk diliyle ilgili çalışmalarını birkaç
alt başlık altında toplamayı uygun bulduk.
Yazımızda Terzibaşı’nın dil ve imlâ anlayışı,
derlemeciliği ve Türk Dil Kurumuyla ilişkileri,
gazeteciliği ve eğitimde Türkçenin kullanılması meselelerindeki görüş ve yaklaşımlarını
gözler önüne serecek, bu hususlara ışık tutmak yoluyla yeni nesillerin onun irfan denizinden feyzalmasının yolunu açmaya gayret
edeceğiz.
Ata Terzibaşı’nın Türk Diline Bakışı:
Musul vilâyetinin Osmanlı’dan koparılmasının ardından Irak Türkleri en çok ana dillerini
kullanma ve yaşatma hususunda sıkıntı çekmişlerdir. Irak’ın 1925’teki krallık anayasasında Türklerin nüfusça fazla oldukları yerlerde,
devlet okullarında ana dilleriyle eğitim alabileceklerine dair maddeler bulunmaktaydı (E.
Hürmüzlü 2003: 20). Fakat Irak Türklerinin bu
ve daha başka hakları zamanla görmezden
gelinmiş, erimiş ve nihayet yok edilmiştir(Ö.
Saatçi 2011: 16-18). Hatta, Irak Türklerinin
Türkiye’yle bağını kuran yegâne vesile olan
dilin adı bile, 1958’deki anayasa tadilâtında,
Irak makamlarınca “Türkmence”ye dönüştürülerek Irak Türklüğünün soy, dolayısıyla dil
bakımından daha çok Orta Asya’yla bağlantılı
olduğu izlenimi verilmek istenmiş, yeni nesillerde bu duygunun yer etmesine çalışılmıştır.
Buna mukabil Irak Türkleri, bütün yazılı verimlerini, zor şartlar altında da olsa geçmişte
olduğu gibi Türkçeyle, hem de Türkiye Türkçesiyle ortaya koymuşlardır.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
İşte, bütün bu badirelerin ve hengâmelerin
içinde yoğrulan Irak Türklerinin bağrından
doğan Ata Terzibaşı, Arapçaya olan derin
vukufiyetine rağmen, gerek basın yayındaki
Türkçe yazılarında gerek eserlerinde, ısrarla
Türkiye Türkçesini kullanmıştır. Bununla da
yetinmeyen Terzibaşı dil üzerine birkaç yazı
da kaleme alarak bu husustaki kararlığını
ortaya koymuştur. Onun “Yazı Dili Konuşma
Dili” başlığını taşıyan makalesi dile bakışını aksettiren en önemli belgedir. Bu yazıda
Terzibaşı Türkçenin konuşma diliyle yazı dili
arasındaki farkların diğer dillerdeki gibi derin olmadığını, bu durumun Türkler için bir
kazanç olduğunu, Irak Türklerinin yazı dilinin
de İstanbul ağzına dayanan Türkiye Türkçesi olduğunu ifade eder. Yazısında Arapçayla bazı mukayeselere de yer veren yazar,
Kur’ân-ı Kerîm’in, Arapçanın bugünlere gelmesinde önemli bir rol oynadığını, Türk yazı
dilinin de temellerinin, nesirde Dede Korkut
Kitabı, şiirdeyse Yunus Emre Divanı olacağını
vurgular. Ağızlarınsa ancak halk edebiyatı örneklerinin yazıya geçirilmesinde kullanılabileceğini; böylece dilin çeşitli coğrafyalardaki
tarihî gelişim sürecinin de aydınlanacağını
yazar(Terzibaşı 1962 b: 27). Terzibaşı bu düşünceleriyle Irak Türklüğünü, kültür kökleri
bakımından doğrudan doğruya, ait olduğu
yere, Türkiye’ye bağlamış olur. Zaten, Türkiye
Türkçesi uzun asırlardan beri Irak Türklerinin
yazı dilidir. Irak Türklüğünün bekası da bu
geleneğe sımsıkı sarılmaktan geçer.
Terzibaşı’nın dilciliğindeki bir başka cephe
de dilde özleşmeyi ve yenileşmeyi esas almasıdır. O, gerek eserlerinde gerek süreli yayınlardaki yazılarında her zaman sade bir dil
kullanma yolunu seçmiş ve bunu şuurlu bir
şekilde devam ettirmiştir. Terzibaşı, bu husustaki düşüncelerini sağlam bir zemine oturtur.
Dilde özleşme meselesini işlediği “Irak Türkleri ve Dil Özleştirmesi” makalesi bu meselenin enine boyuna ele alındığı ve orijinal sayılabilecek bazı fikirler taşıyan, çok aydınlatıcı
bir yazıdır.
Ata Terzibaşı Irak Türklerinin yazı dilinin özleştirilmesinde 1950 yılını milât kabul eder. Ona
göre, bu tarihten önceki yazarlar ve şairler arasında, eserlerinde şuurlu bir şekilde öz Türkçe
kullananlar olmadığı gibi bu tarihten sonra da
49
Irak Türkleri arasında eski dille yazı yazanlara
pek rastlanmaz (Terzibaşı 1968b: 49).
Terzibaşı dilde özleşmeyi bazı esaslara da
bağlamaktadır. Ona göre, dilde özleştirme
tedrici(adım adım) olmalıdır. Bu tutumuyla
yazar, hem Türkiye’deki “devrimci” dil politikalarını yakından takip ettiğini hem de meseleyi ilmî zeminde tutmaya gayret ettiğini
gösterir. O, dilin özleştirilmesinde daha başka birtakım prensiplerin de altını çizer. Terzibaşı’ya göre, dil özleştirmeleri Türk dünyasının mensupları arasında anlaşma oranını düşürmemeli aksine, yükseltmelidir. Bu yüzden
farklı ülkelerdeki dil özleştirmesi çabalarının
da yazarlar tarafından dikkatle takip edilmesi
gereğini hatırlatır. Bir başka deyişle, Terzibaşı özleştirmede tekelciliğe karşıdır. Taassuba
varan “Ben yaptım, oldu.” diye nitelendirilecek tutumların, Türk milletinin mensupları
arasında derin uçurumlar meydana getireceğini bu alandaki yazılarıyla ihtar eder. Nihayet Terzibaşı, Halkımızı âdeta yeni bir dil
öğrenme çabasına zorlamayalım. diyerek dil
özleştirmesinin, şirazesinden çıkmaması gereğini kesin bir dille ortaya koyar(Terzibaşı
1968b: 47-49).
Ata Terzibaşı, dilde özleştirmenin, Türkiye’deki gibi kelime türetme, eski eserlerdeki
Türkçe kelimeleri kullanma, birleşik kelimeler
yapma, konuşma dilindeki kelimelerin yazı
diline aktarılması, yaşayan kelimelere yeni
anlamlar yükleme gibi yollarla gerçekleşeceğini hatırlatırken (Terzibaşı 1968b: 48), dil
özleştirmesinde mahallî tecrübelerin de dikkate alınmasından yanadır (Terzibaşı 1966b:
46). Meselâ, Irak Türkleri Türk Dil Kurumunca uydurulan kelimelerden, ancak kendi dil
zevklerine uygun olanlarını almakta; buna
karşılık, kendileri de hayatın akışına uyarak
birtakım kavramları yeni kelimelerle karşılama yoluna gitmektedirler. Bu hususta yazarın
verdiği örnekler şunlardır: açar(tornavida),
demirat(bisiklet), emceklik(sütyen), günsayan(takvim), kulaklık (stetoskop), resimalan(fotoğraf makinesi), saçma(av tüfeği), yerdögen(asvalt silindiri) (Terzibaşı 1968b: 48). Bu
örnekler yeni kelime yapımında Türk dilinin
mantığından uzaklaşmadan hareket edildiğinin, ölü kelimelerle değil canlı köklerle işe
girişildiğinin göstergeleridir. Bundan başka
Terzibaşı, dil özleştirmesinde her zaman eski
kelimeler yerine yenilerinin konamayacağını
da vurgular. Bunun için bazen, yazıda eski
kelime kullanmayı tercih etmeyen yazarların,
anlatmak istediklerini, okuyucunun rahatça
anlayabileceği bir başka cümleyle anlatma
gayreti içine girdiklerini anlatır ve bu yolun
da yabana atılamamasını tavsiye eder. Terzibaşı, bu yolla hem yabancı kelimeden sakınılacağını hem de konuşma diliyle yazı dilinin birbirine yaklaşacağını belirtir(Terzibaşı
1968b: 47-48).
Ata Terzibaşı dil özleştirmesini, dilin önünü
açma ve gelişmesini engelleyen gereksiz yabancı unsurlardan dili kurtarma biçiminde algılamıştır. O, bu yolla, yazı diliyle konuşma dili
arasındaki farkın gittikçe azalacağını hedeflemiş; çabalarını bu yönde yoğunlaştırmıştır. Bu
tavrıyla Terzibaşı, dil devrimiyle Yeni Lisan hareketi arasında bir yerde durduğu izlenimini
vermektedir. Terzibaşı, özleştirmede konuşma
diliyle yazı dili arasındaki farkı daraltmayı esas
alarak daha çok Yeni Lisancılara yaklaşırken,
kelime türetme meselesinde onlardan bir
adım öndedir. Zira, Yeni Lisan hareketi dilde
yeni kelime türetmeyi hedeflememiştir. Oysa
Terzibaşı, dilde yeni kelimelerin türetilmesine
sıcak baktığından, Türk Dil Kurumu dilciliğine1
yaklaşır; ama özleştirmede tedriciliği tavsiye
etmesi, mahallî tecrübeleri dikkate alması ve
halkın “yeni bir dil” öğrenmeye zorlamasından
kaçınılması prensipleriyle Türk Dil Kurumu dilciliğinden ayrılır.
Ata Terzibaşı’nın dilde özleştirme çabalarının, bazı Türk Dil Kurumu dilcileri tarafından
iyi anlaşılmadığı da söylenebilir. Meselâ, Hikmet Dizdaroğlu, onun Kerkük Şairleri kitabını
tanıttığı yazısında Ata Terzibaşı, eserini açık
ve duru bir Türkçeyle yazmıştır. Öz Türkçenin
karşısına çıkıp da Osmanlıcayı savunanların,
dilde özleşmenin dış Türklerle bağımızı kestiğini öne sürenlerin, Ata Terzibaşı’yı okumalarını salık veririz. Dil bilinci olanların, ana diline saygı gösterenlerin, nerede bulunurlarsa
bulunsunlar, katıksız bir Türkçe ile yazmakta
güçlük çekmediklerini, üstelik dilde özleşme
akımının ne denli yerinde ve yararlı bir akım
1 Bu yazıda Türk Dil Kurumunun 1983 öncesi dil anlayışı söz
konusu edilmektedir.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
50
olduğunun kanıtlarını bulacaklardır orada,
diyerek Ata Terzibaşı’yı, dilin, kayıtsız şartsız
özleştirilmesini savunan bir yazar olarak tanıtmaktadır. Dizdaroğlu daha da ileri giderek, bu cümleleriyle Terzibaşı’nın kullandığı
sade dili dil devrimi lehinde bir propagandaya dönüştürmektedir.2 Oysa Terzibaşı gerek
“Dil Sürçmeleri”nde gerek “Irak Türkleri ve
Dil Özleştirmesi”nde, özleştirmede tutulacak
yolu tartışmaya meydan vermeyecek bir dille ortaya koymuştur. Meselâ, “Dil Sürçmeleri”nde TDK‘nin ürettiği onur, genel, evrensel
gibi kelimelerin Türkçeden ziyade Batı dillerini çağrıştırdığını açıkça ifade eder(Terzibaşı 1966c: 47, Terzibaşı 1966d: 50). Bundan
başka, Türk Dil Kurumu dilcilerini özleştirme
konusunda şu sözleriyle de uyarmış olur: Varsın… dilimiz yüzyıllar içinde özleşsin de beş
on yıl içerisinde kötüye kullanılmasın… Dil İnkılâbı öbür inkılâplara benzememelidir. Bunu
itidalle gerçekleştirmeliyiz. Yoksa zararı yararından daha çok olur (Terzibaşı 1968b: 47).
Ata Terzibaşı’nın İmlâdaki Tutumu:
Bir dilin yazıya aktarılması alfabeyle gerçekleşir. Türkler tarih boyunca 12 ayrı alfabe
kullanmışlardır(User 2006: 26-27). En uzun
süre kullandıkları alfabe ise Arap alfabesidir.
Bu alfabeyle 1000 yıla yakın çok sayıda eser
vücuda getirilmiş ve zamanla klâsik Osmanlı imlâsı diyebileceğimiz bir imlâ geleneği
oluşmuştur. Arap alfabesi Azerbaycan’da
1922’de,3 Türk dünyasının diğer bölgelerinde 1927’de,4 Türkiye Cumhuriyeti’nde
ise 1928’de terk edilerek yerine, Türkiye’de
Lâtin, Türk dünyasındaysa önce Lâtin (19271939), sonra Kiril alfabesi geçirilmiştir. Irak
Türkleri de Osmanlı sonrasında uzun yıllar
Arap alfabesini devam ettirmişler ve bütün
yazılı ürünlerini bu alfabeyle vermişlerdir.
Arap alfabesinin, Türkçenin seslerini hakkıyla karşılamadığından yola çıkarak geçmişte
Türk dünyasında ve Osmanlı sahasında olduğu gibi Irak Türkleri arasında da 1960’ların
başında imlâ tartışmaları görülür(H. Hürmüz2 Aynı tutum Enver Naci Gökşen’in, Aydın Kerkük tarafından
hazırlanan Irak Türkmenleri Ağzında Bilmeceler kitabını tanıttığı yazısında da görülür (Gökşen 1974: 688) .
3 Azerbaycan’da Lâtin alfabesine geçilmesi kararı 1922’de
alınmış; ancak 1929’a kadar Arap ve Lâtin alfabeleri bir arada
kullanılmıştır (User 2006: 224-225).
4 Türk dünyasında 1927’den sonraki birkaç yıl içinde de
Arap alfabesi kullanılmaya devam edilmiştir(User 2006: 228).
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
lü 2008: 29-30). O yıllarda Bağdat’ta çıkarı) dergisi imlâ tartışmalarılan Kardaşlık (
nın cereyan ettiği en önemli yayın organıdır.
Bu tartışmalarda İzeddin Abdi Bayatlı ve İbrahim Dakuklu imlâda yenilikten yana tavır koyarlarken(Bayatlı 1961: 38-39, Dakuklu 1962:
10-12) İhsan S. Vasfi ve Ata Terzibaşı klâsik
Osmanlı imlâsının devamından yanadırlar
(Vasfi 1962: 14-16, Terzibaşı 1962a: 26-27,
Terzibaşı 1971: 17-20). Bu tartışmaların merkezinde ise “sağır kef” ( ) vardır. İmlâda yeniliği savunanlar bu harfin, eski yazıyla Türkçe
eğitim almamış kişilerce nerede kullanılacağının bilinmediğini ve okuma yazmadaki bu
zorluğu aşmak amacıyla sağır kef yerine “n”
harfinin geçirilmesini isterler. Terzibaşı ise
) yazılarında gerek
gerek Kardaşlık’taki (
kendi eserlerinde klâsik Osmanlı imlâsına sıkı
sıkıya bağlı kalır. Zira o, imlâyı asla bir şekil
meselesi olarak görmez, yazıyı, kültürümüzün bir parçası olarak algılar. Terzibaşı klâsik
imlânın Türk dilinin fonetik yapısıyla da doğrudan ilişkili olduğu düşüncesindedir. Nitekim o, sağır kef harfinin Türkçede müstakil
bir fonem(ses birimi) olduğunu, atılmasının
daha başka sorunlara yol açacağını belirtir.
Sağır kef harfinin “n” ile değiştirilmesinin eski
eserlerin okunmasını zorlaştıracağını ve bu
gibi kelimelerin eski sözlüklerden bulunmasını güçleştireceğini; böylece kültür hayatımıza
darbe vurulacağını belirterek söz konusu harfin kullanılmasına devam edilmesini şiddetle
tavsiye eder. Terzibaşı sağır kef harfinin atılmasının yol açacağı karışıklıkların bununla da
kalmayacağını “ön( )-on( )”, “son(
)-sun(
)” vb. örneklerde anlam kargaşası
yaşanacağına da dikkat çeker. O, imlâdaki
asıl gereksiz unsurların, yazılan fakat okunuşve , , harfleri
ta ayırt edilmeyen , ,
olduğunu Türkçenin öz foneminin atılmasıyla
imlâda gerçek bir ıslahat yapılamayacağını
savunur(Terzibaşı 1962a: 26-27).
Yazar, imlâdaki yerleşmiş şekillerin(klâsik imlânın) değiştirilmemesi icap ettiğini “Elifba
Kitabı ve Tavsiyelerimiz” başlığını taşıyan yazısında da açıkça ifade eder. Ona göre, vav
( ) harfi üzerine çeşitli işaretler koyarak o,ö,u,
ü seslerini birbirinden ayırma gayreti yeni
güçlükleri de beraberinde getirecektir. Bu ise
yazarın kendi ifadesiyle “abestir”. Hele hele,
51
Türkçe eğitim verecek okullara alfabe kitabı
hazırlamakla yükümlü üç kişilik bir komisyon,
asırlardır kullanılagelen imlâyı, yazıda yenilik (reform) yapmak ve güçlükleri gidermek
gerekçesiyle değiştirme yetkisine asla sahip
değildir(Terzibaşı 1971: 17-20).
Ata Terzibaşı imlâdaki bu tutumuyla her ne
kadar muhafazakâr bir tavır sergilese de Kardaşlık’taki yazılarında yeni harflerin(Lâtin)
kullanılması konusunda açık mesajlar da verir. Bilhassa, “Sağır Kef” yazısının sonunda,
Yazımızda gerçek inkılâp ancak ve ancak
yeni harfleri kabul etmekle olur, diyerek imlâ
konusunda kesin tavrını ortaya koyar(Terzibaşı 1962a: 27). Ona göre, imlâ konusunda
önceki dönemlerde birçok tartışma gerçekleştirilmiş ve sonunda Türkiye’de Lâtin harflerinde karar kılınmıştır. Eski yazıdaki güçlükleri
aşmak için de ya meseleye kökten bir çözüm
getirilerek yeni harfler kabul edilmeli ya da
klâsik imlâya dokunulmamalıdır(Terzibaşı
1971: 18). Terzibaşı’nın imlâ konusundaki
bu yaklaşımı şu şekilde anlaşılabilir: Ya Lâtin
harflerini alarak Irak Türklerinin ana vatanla
dil ve kültür bağı daha da kuvvetlendirilmeli
ya da tarih boyunca süregelen yazılı kültürümüzle olan bağımız koparılmadan yola devam edilmeli.
Öte taraftan, 24 Ocak 1970 tarihinde Irak
Hükûmetince Irak Türklerine ana dilleriyle
eğitim almak da içinde olmak üzere bazı kültür hakları verilmiş ve Türkmen çocukları için
alfabe kitabı hazırlanmıştır(E.Hürmüzlü 2003:
77, Terzibaşı 1971: 17). Ancak bu süreçte,
Irak Hükûmeti, siyasî ve ideolojik kaygılarla,
ana diliyle eğitim alma hakkının, yeni yazıyla(Lâtin harfleri) birlikte uygulamaya geçirilmesini engellemiştir(S. Saatçi 1997: 155).
Hatta, yukarıda sözü edilen komisyonun, eski
yazıda yenilik gayretinin ardında Ba’s Partisinin baskısının olduğu bilinmektedir. Nitekim,
Irak Tanıtma Bakanlığına bağlı Türkmen Kültür Müdürlüğü tarafından çıkarılan Yurt gazetesi ve aynı Bakanlığa bağlı Irak Edebiyatçılar
ve Yazarlar Birliği Türkmen Kültürü Bürosu
tarafından çıkarılan Birlik Sesi dergilerinde
bilhassa, sağır kef harfinin yerine “n” harfinin
kullanılması, Irak Hükûmetince, imlâya siyaset ve ideoloji penceresinden bakıldığının
delilleridir(H.Hürmüzlü 2008: 31). İşte, Terzi-
başı’nın klâsik imlâda ısrar etmesinin ardında bu gibi baskılar yatmaktadır. Bu yüzden
Terzibaşı, o yıllarda meselenin ilmî bakımından izahına girişerek Irak Türkleri üzerindeki
baskılara karşı kalemiyle ve engin birikimiyle
mücadele yolunu tutmuştur. Bununla da yetinmeyerek rejimin güdümündeki Yurt gazetesine yirmi yıl boyunca bütün ısrarlara ve
baskılara rağmen yazı vermemiştir(Kerkük
2004a:16).
Ata Terzibaşı’nın TDK ile İlişkileri:
Ata Terzibaşı, gerek yazılarıyla gerek eserleriyle nitelikli bir dilci olduğunu isbatlamıştır.
Onun Türkiye’deki dilcilik faaliyetlerini yakından takip ettiği de anlaşılmaktadır. 1932’de
kurulan Türk Dil Kurumu da o günden beri,
dile getirdikleriyle, hatta başlattığı tartışmalarla, Türk dilciliğinin önemli bir kurumudur
ve günümüze kadar Türkçeyle ilgili geniş bir
alanda(Sözlük, dil bilgisi, kelime türetme,
terim araştırmaları, vb.) faaliyette bulunmuştur. Terzibaşı’nın da Kurum’un faaliyetlerine birçok alanda katıldığı görülür. Yazarın,
Kurumca çıkarılan Türk Dili dergisinde bugüne kadar üç makalesi yayımlanmıştır. Bu
makalelerden birinde, Irak’ın kuzeyinde yerleşmiş bulunan Şebekler hakkında yazılmış
bir kitabı tanıtan Terzibaşı, Şebeklerin Türk
olduğunu çeşitli yer adlarından örnekler vererek belirtirken, onların çeşitli dua, şiir ve
gülbanklarının da Türkçe olduğu bilgisini aktarır(Terzibaşı 1955: 689-690). Diğer makalesindeyse Nurullah Ataç’ın, bir yazısı üzerine
Fuzulî Divanı’ndaki bazı kelimelerin okunuşu
ve anlamlandırılmasıyla ilgili düşüncelerini
ortaya koyar(A. Terzibaşı 1954: 97-99). 3.
makalesi ise Kerkük manilerindeki bazı kelimelerle ilgilidir(A. Terzibaşı 1955: 434-436).
Terzibaşı’nın bu makalesi derleme çalışmalarına gönderdiği ilk kelime örneklerini de
içerir(Terzibaşı 2011: 3). Bundan başka, Türk
Dili dergisinin sayfalarında Terzibaşı’nın bir
mektubu ve onun ünlü eseri “Kerkük Şairleri” hakkında Hikmet Dizdaroğlu’nun yukarıda
sözünü ettiğimiz tanıtma yazısı yer almaktadır(Dizdaroğlu 1969: 789-794). Dergideki
söz konusu mektup “Okuyucularımızın Düşünceleri” köşesini yöneten Agâh Sırrı Levend’e yazılmıştır. Mektupta Terzibaşı bazı
kelimelerin (mahdum, sövmek, enfiye) anlam
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
52
ve dil bilgisi özelliklerini tartışmaya açarak dil
meseleleriyle ne derece ilgili olduğunu ortaya koyar (TDK 1953: 715-716).
Ata Terzibaşı’nın TDK ile ilişkilerinde bir
başka önemli husus da Derleme Sözlüğü’ne
katkılarıdır. Terzibaşı 1375 fişle Kerkük’ten
derleme çalışmalarına katılmıştır(Terzibaşı
2011: 3).5 Ancak bu sözlükte Kerkük ağzından 1230 kelime yer almaktadır(H. Hürmüzlü
1999: 35). O günkü imkânlar ve şartlar düşünüldüğünde, Terzibaşı’nın bu alanda da çok
verimli bir çalışmaya imza attığı söylenebilir.
Ağızların, bugün için, yazı dilinin ve günlük
konuşma dilindeki yozlaşmaların ağır baskısı
altında olduğu dikkate alındığında, ağız derlemelerinin önemi bir kere daha ortaya çıkar.
Bu çabalara Terzibaşı’nın Kerkük’ten katılması ise Kerkük ağzının kelime hazinesinin kısıtlı
bir parçasının dahi olsa kayıt altına alınması
ve Türkologların istifadesine sunulması yolunda atılmış çok önemli bir adımdır. Terzibaşı’nın bu çalışmasını gerçekleştirdiği yıllarda henüz üniversitelerimizde Kerkük ağzıyla
ilgili akademik araştırmaların henüz yeterli
sayıda ve seviyede olmadığını da hatırlatırsak
yazarın dil hazinemizin korunmasına yönelik
gayretlerinin ne ölçüde önem arz ettiği daha
iyi anlaşılır.
Geniş bir kitap koleksiyonu barındıran Türk
Dil Kurumunun kütüphanesinde yazarın şu
kitapları bulunmaktadır. Kerkük Hoyrat ve
Manileri, Kerkük Eskiler Sözü, Kerkük Havaları, Kerkük Şairleri, Türkman Keşklü, Faiz’in
Şiir Anlayışı, Arzı Kamber Matalı, Arzı Kamber ( Kerkük Ağzı). Bu arada, Türkiye’de Halk
Ağzından Söz Derleme Sözlüğü’nde yer alan
Kerkük ağzından derlenmiş kelimelerin sözlüğe kaydedilmesi sırasında pek çok anlam ve
telâffuz(imlâ) hatalarının yapıldığı da hatırlatılmalıdır(H. Hürmüzlü 1999: 36-38).
Türk Dil Kurumu, yazarın Türk diliyle ilgili
çalışmalarını dikkate alarak ve Kurum çalışmalarına katkıda bulunmasını göz önünde
bulundurarak ona Mayıs 1964’te yardımcı
5 Aynı çalışmaya İ. Abdi Bayatlı 200 fişle katılırken, Nermin
Neftçi’in gönderdiği fiş sayısı tesbit edilememiştir. (Derleme
Sözlüğü, 1. cilt, s. LV) . Ek- I cildindeyse derlemeye katılanlar
Mehmet Gözsünoğlu, Cemil Emin, Nermin Neftçi, M. Taha
Kayacı’dır. Bu cilt derlemeye katılanların adları verilmekle
beraber kaç fiş gönderdiklerinden söz edilmemiştir(Derleme
Sözlüğü, Ek-1 cildi, s. XIV).
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
üyelik, Haziran 1996’daysa şeref üyeliği tevcih etmiştir(S. Saatçi 2004: 23).
Ata Terzibaşının Derlemeciliği:
Bilindiği gibi, Türk dili ve edebiyatı çalışmalarında zaman zaman sahada derleme yoluyla dil, edebiyat ve folklor ürünleri toplanır. Bu
tür malzemeler o dilin zenginlikleri ve tarih
içindeki gelişme safhalarının delilleridir. Derleme çalışmaları bazen bir heyetle yürütülebileceği gibi bazen de araştırmacıların şahsî
gayretleriyle gerçekleştirilir.
İşte, Irak Türklerinin gerek dil gerek folklor ve
edebiyat ürünlerinin derlenmesinde, kayda
geçirilmesinde ve bunların işlenerek çeşitli
eserlerde toplanmasında en önde gelen isim
Ata Terzibaşı’dır. Nitekim, Mahir Nakip, kaleme aldığı “Kerkük’ün Kimliği” eserinde onu
“tek kişilik Kerkük araştırma enstitüsü” olarak
tanıtmaktadır(Nakip 2007: 346).
Tezribaşı’nın, Kerkük Hoyrat ve Mânileri, Kerkük Havaları, Şarkılar ve Türküler, Kerkük Eskiler Sözü, Kerkük Ağzı Türkmence Sözlük ve
Arzı Kamber Matalı -Kerkük Ağzı-6 gibi eserleri
tamamıyla derlemelerden oluşmuştur. Bunlardan Kerkük Hoyrat ve Mânileri’nde(3 cilt) toplam 2050 civarında hoyrat ve mâni(Elçin 2004:
12), Kerkük Eskiler Sözü’nde de 700 kadar
atasözü yer alır(Elçin 1963: 61). Terzibaşı bu
eserlerinde çok sayıda edebiyat ve dil malzemesini toplayarak araştırmacıların ve ilgililerin
istifadesine sunmuştur. Bundan başka, onun
1950’li yıllarda Türk Dil Kurumunun gerçekleştirdiği söz derleme çalışmalarına katıldığını ve
Kurum’a 1375 fiş gönderdiğini; böylece Türkiye’de Halk Ağzından Derleme Sözlüğü’nde
Kerkük ağzından da kelimelerin yer almasını
sağladığını yukarıda belirtmiştik. Terzibaşı’nın
söz derleme çalışmalarına katılarak Kerkük
yöresinden de kelimelerin bu dev eserde yer
almasını sağlaması Türk dilinin yayılma alanlarının tesbitinde son derece önemlidir. Deleme
Sözlüğü’ndeki 1230 kelime tek başına Kerkük
ve yöresinin Türklüğünün en önemli delilidir.
Hele hele, Irak’ta gerek Krallık gerek Cumhuriyet ve gerek 2003 sonrasında, bu yörenin etnik
6 Bu eser Azeri sahasının önemli bir ürünü olduğundan,
Irak’tan başka Tahran ve Bakü’de de yayımlanmıştır (Buluç
1976: 203).
53
yapısının değiştirilmesine yönelik çabaların ortaya konduğu göz önüne alındığında, Terzibaşı’nın söz konusu derlemelerinin kıymeti bir kat
daha artmaktadır.
Terzibaşı’nın dil derlemeciliğinde ortaya koyduğu en önemli eserse “Kerkük Ağzı Türkçe
Sözlük”tür. Bu eserin şimdilik, yalnızca birinci
cildi yayımlanmıştır. Bu sözlüğün temelleri
Terzibaşı’nın 1952’de Türk Dil Kurumunun
başlattığı halk ağzından söz derleme çalışmalarına dayanır. Yazar, Kuruma gönderdiği kelimelerin bir kısmını 1955’te Türk Dili dergisinde çıkan “Kerkük Manilerinde: Bilinmiyen
Türkçe Sözler” makalesinde yayınlamış(A.
Terzibaşı 1955: 434-436), sonraları derlemelerini genişleterek bu sözlüğün maddelerini
oluşturan Kerkük ağzının orijinal kelimelerini
toplamaya başlamıştır(Terzibaşı 2011: 3-5, S.
Saatçi 2012: 34-35).
Eserin elimizde bulunan birinci cildi incelendiğinde, halk ağzından alınan çeşitli terimlerin, mecazların, ses taklidi çocuk kelimelerinin, bazı tarihî ve coğrafî adlarla, insan
adlarının değişik şekillerinin madde başı yapıldığını görürüz. Bu maddeler sözlükte hem
Arap hem de Lâtin harfleriyle kaydedilmiştir.
Sıralama ise Arap harflerine göredir. Yazar,
eserinin ön sözünde Lâtin harflerini kelimelerin telâffuzunu tam verebilmek amacıyla kullandığını belirtmiştir. Bu haliyle Kerkük ağzı
kelimelerinin birçok ses ve yapı özellikleri ortaya çıkacaktır. Kerkük Ağzı Türkçe Sözlük’te
kelimelerin açıklanmasında kullanılan tanıklarsa Kerkük halk edebiyatından alınmış atasözü, deyim, hoyrat, mani, türkü, tekerleme,
bilmece, kalıp söz, dua ve beddua örnekleridir. Sözlüğün maddelerindeki kelimeler ve
tanıklarda geçen bu gibi verimler Kerkük ağzının eşsiz örnekleri olup Türk dilinin ve kültürünün, Irak coğrafyasında dünden bugüne
uzanan pek kıymetli dil yadigârlarıdır.
Ata Terzibaşı’nın, derlemelerden elde ettiği
malzemelerin birçoğu edebiyat ürünleri olmasına rağmen dilcilik açısından da önemli
kaynaklardır. Bu gibi eserler Kerkük ağzının
kelime hazinesinin ortaya çıkarılmasında,
ses ve şekil bilgisinin anlaşılmasında önemli
ipuçları barındırır. Ancak bu eserlerin ilk baskılarının Arap harfleriyle olması ve Türkiye’de
daha sonraki baskılarında transkripsiyon işaretlerinin ya hiç kullanılmayışı ya da sınırlı bir
şekilde kullanılması eserlerin dilcilik bakımından işlenmesini zorlaştırmaktadır. Nitekim,
Sadettin Buluç, Terzibaşı’nın “Arzı Kamber”
eseriyle ilgili makalesini yayımlamadan önce
bu eserdeki ses(fonetik) ve şekil(morfoloji) inceliklerini Kerküklü dostlarından Suphi Saatçi
ve Nilüfer Rejioğlu’na okutmuş, kaynak kişi
olan Kadriye Hanım’ın ses bandını da Kerküklü Türkolog Hüseyin Şahbaz eliyle temin
ederek metni bir kere daha gözden geçirmiş,
böylece eserin dil yönünden işlenebilmesini
sağlamıştır(Buluç 1976: 203-204).
Ata Terzibaşı’nın derlemeye dayanan eserleri basit mecmualar olmanın çok çok ötesinde
birer ilmî çalışma ürünüdür. Bu eserler, içerdiği malzemelerin yanı sıra ele aldığı edebî
türler hakkında geniş ve derin incelemeleri
de içerir. Bunlar Terzibaşı’nın yarım asrı aşan
bitmez tükenmez enerjisinin ve birikiminin olgun meyveleridir.
Ata Terzibaşı’nın Gazeteciliği:
Irak Türklerinin basın yayınla tanışmaları
1869 yılında, Bağdat’ta çıkarılmaya başlanan
Zevra gazetesiyledir. Bu gazete devrin Bağdat Valisi Mithat Paşa öncülüğünde ve Ahmet
Mithat Efendi’nin başyazarlığında okuyucuya sunulmaktaydı(Terzibaşı 2005: 19, Nakip 2007: 334-339). Daha sonra, bilhassa 2.
Meşrutiyet’in ilânını takip eden dönemde,
Osmanlı’nın bütün diyarlarında olduğu gibi,
Kerkük’te de birçok dergi ve gazete yayımlanmaya başlanmıştır. Ancak Irak Türkleri
için bu yayın organlarından Beşir gazetesi
ve Kardaşlık dergisinin yeri apayrıdır. Beşir’in
doğmasında ve Kardaşlık’ın gelişmesinde,
Türk diline ve kültürüne gönül vermiş iki hukukçu arkadaş Habib Hürmüzlü ve Ata Terzibaşı’nın çok önemli katkıları vardır. Hatta,
Terzibaşı Beşir gazetesinin Türkçe bölümünü
tamamıyla kendisi üstlenmiş; işine müdahale edilmemesini de şarta bağlamıştır(H.Hürmüzlü 2004: 78). Terzibaşı, Beşir gazetesinde
“Folklor Araştırmaları” köşesini kurarak pek
çok atasözü ve deyimin gün yüzüne çıkmasını
sağlamıştır. Habib Hürmüzlü de kendisiyle bir
süre önce gerçekleştirdiğimiz bir röportajda
bize bu iki yayın organının, kendilerinin yazı
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
54
hayatında nasıl bir yer işgal ettiğini şu sözlerle anlatmıştı: Beşir bizim bir gençlik denememiz idi. Bu denemeyi geliştirerek hizmetimizi
sonradan Bağdat’ta Kardaşlık dergisinde devam ettirdik. (Ö.Saatçi 2011: 20).
Beşir gazetesinin ömrü 26. sayısında son bulmasına rağmen7, Kardaşlık dergisi çok daha
uzun soluklu olmuş; 1961-1976 yılları arasında Irak Türklüğünün kendini dış dünyaya tanıtmasında lokomotif rolünü üstlenmiştir. İşte,
bu lokomotife yakıt taşıyanların en başında
Ata Terzibaşı’yı görmekteyiz.
Gerek Beşir gazetesinin gerek Kardaşlık dergisinin çıkarıldığı yıllarda Irak Türkmenlerinin
Türkçe eğitim öğretim faaliyetleri durdurulmuş
olduğundan, bu iki süreli yayının Türkmenler
için bir mektep haline geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylece, Beşir ve Kardaşlık, Türk
dilinin Irak Türkleri arasında unutulmamasını
ve edebiyatının gelişmesini sağlamıştır. Ata
Terzibaşı’nın da yazılarıyla bu yayınlara omuz
vermesi, onun ana diline olan bağlılığının ve
sevgisinin bir göstergesidir.
Terzibaşı’nın, gazetecilik faaliyetleri içinde,
Türk diline ve kültürüne bir hizmeti de çeşitli Türk yazarları, şairleri ve fikir adamları
hakkında, bilhassa Arap basınında Arapçayla yazdığı yazılardır. Bu yazılara konu olan
başlıca Türk yazarları ve aydınları arasında
Ziya Gökalp, Yahya Kemal, H.Nusret Zorlutuna, Ahmet Ağaoğlu, A. Hamdi Akseki, Halide
Edib ve Abdulhak Hamid sayılabilir(Nakip
2007: 350-351, S. Saatçi 2004: 23).
Bu arada, Ata Terzibaşı’nın, dünden bugüne
Kerkük’teki basın faaliyetlerini anlattığı “Kerkük Matbuat Tarihi” eserini de okuyucularımızın dikkatine sunmak isteriz.
Irak Türklerinin en velut yazarı olan Ata Terzibaşı’nın basın yayındaki Türkçe yazıları Türkiye Türkçesinin bu kitle arasında tanınmasında, yayılmasında önemli bir rol oynamıştır.
O, her iki süreli yayında yazdığı Türkçe yazılarla Türk dilini ve kültürünü genç kuşaklara
7 Beşir gazetesi 23 Eylül 1958-17 Mart 1959 tarihleri arasında Kerkük’te yayımlanmış, 14 Temmuz (1959) Katliamına giden
süreçte Irak makamlarınca kapatılmıştır. Bu sırada, Ata Terzibaşı da tutuklanmış ve ağır işkencelerden sonra Irak’ın Hille
şehrinde üç ay boyunca mecburî ikamete tabi tutulmuştur(Saatçi 1997: 444).
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
sevdirmiş, yeni nesillerin Türkçeyle kendini
ifade edebileceklerini onlara inandırmıştır.
Terzibaşı, bu çalışmalarıyla o yıllarda Türkçe
bayrağını Irak topraklarında gönderde tutan
kalem ordumuzun yılmaz bir neferi, önden
giden atlısıdır.
Dil Sürçmeleri:
Ata Terzibaşı’nın dilciliğinde ve gazeteciliğinde köşe taşlarından biri de “Dil Sürçmeleri”8 başlığıyla Kardaşlık’ta kaleme aldığı kısa
makalelerdir. Yavuz Bülent Bakiler, Feyza
Hepçilingirler, Oktay Sinanoğlu, Şiar Yalçın,
vb. yazarların günümüzde Türkçenin doğru
kullanılması amacıyla eserlerinde işledikleri
dil meselelerini, Terzibaşı 60’lı yıllarda Kardaşlık sayfalarında gerçekleştirmiştir. Her biri
bir sayfa tutan küçük hacimli ama Türk dilinin
önemli sorunlarının enine boyuna ele alındığı, tartışıldığı bu yazılar onun dilcilik yönünü
aydınlatan önemli verilerle doludur.
Terzibaşı yedi sayı devam eden bu yazılarında bazen dil zenginliklerimizi ortaya koyarken(Terzibaşı 1967: 46, Terzibaşı 1968a:
46) bazen de dilimizdeki galatlara işaret
eder(Terzibaşı 1966a: 59, Terzibaşı 1966c:
47). Meselâ, derginin adındaki “kardaş” kelimesinin Türkiye Türkçesi yazı dilinde kalınlık –incelik uyumuna aykırılığının, İstanbul
ağzının Rumcadan etkilenmesinin bir sonucu
olduğunu(Terzibaşı 1966a: 59), “sürç-i lisan,
can-ı gönül, galatat, gidişat,” gibi kelimelerin
dil kurallarına aykırı olmakla berber zamanla
dile yerleştiğini (Terzibaşı 1966a: 59, Terzibaşı 1966c: 47), “Eleğimsağma, mahdum,
aks-i sada” gibi kelimelerin Türkçeye Arapçadan geçip nasıl anlam kaymalarına uğradığını (Terzibaşı 1966c: 47, Terzibaşı 1966d: 50,
Terzibaşı 1968a: 46) Türkmeneli okuyucusu
onun satırlarıyla öğrenir.
Bu yazı dizisinin en ilgi çekici konularıysa yazarın Türk Dil Kurumu çalışmalarından okuyucusunu haberdar etmesidir. Terzibaşı, bu
özlü makalelerinde, Kurumun türetmiş olduğu
bazı kelimelerin dilde yeni sorunlara yol açtığını, “söz gelimi”nin, Irak Türkleri arasında
8 Terzibaşı, bu dizinin ilk makalesini “AKTUVALİTE” köşesinde “Dil Sürçmeleri” başlığıyla yazmış; dizinin sonraki yazılarıysa “Dil Sürçmeleri” üst başlığıyla yayımlanmış ve her birine, 2’den devam etmek üzere sıra numarası verilmiştir.
55
eskiden beri “söz gelişi” biçiminde söylendiğini, bu tutumun Türk dünyasında ikiliğe yol
açtığını (Terzibaşı 1966b: 46), “uçak” kelimesinin, isimlerden alet ismi yapan –ku ekiyle
değil, –ak ekiyle türetilmesinin, dilin türetme
kurallarıyla bağdaşmadığını; ancak bu kelimenin dilde iyice yerleştiğini ifade eder(Terzibaşı 1966b: 46). Bundan başka Terzibaşı,
Türk Dil Kurumunun yayımlamış olduğu Türkçe Sözlük’teki bazı boşluklara ve aksaklıklara
da okuyucusunun dikkatini çeker. Meselâ, o
tarihlerdeki Türkçe Sözlük’te “mabet” kelimesinin “tapınak” kelimesine gönderildiğini; ancak ”tapınak” kelimesinin madde başı yapılmadığını, “minber” kelimesinin sözlükte hiç
yer almadığını, “gök” maddesininse “büyük
suların rengi” şeklinde açıklandığını, oysa
suyun herhangi bir renginin bulunmadığını
yazılarına konu eder(Terzibaşı 1966b: 46).
Bu arada, dilimizle folklorumuz arasındaki
bazı bağlara dikkat çekerek dil-kültür ilişkilerinin canlı örneklerini okuyucusuna ulaştırır. Meselâ, bir yazısında, Türkiye’de yaygın
olan “çorba içmek” ifadesine karşılık Kerkük
ağzında “çorba yemek” şeklinin yaşadığını,
bu kalıplaşmanın ardında, Kerkük’teki çorbaların, Anadolu’dakine göre daha koyu bir
kıvamda hazırlanmasının yattığını anlatır(Terzibaşı 1968a: 46 ).
Terzibaşı “Dil Sürçmeleri”ndeki yazılarıyla
Türkiye’deki dilcilik meselelerini ve Türk Dil
Kurumunun faaliyetlerini yakından takip ettiğini göstermektedir. Yazar, bu makaleler
vasıtasıyla Irak Türklerinin kültür gündemine
dil meselelerini katmış ve okuyucularını Türkiye’deki dilcilikten haberdar etmiştir.
Bu yazılar Terzibaşı’nın Türk diline ne ölçüde
vakıf olduğunu ortaya koyarken bazı dil konularında yeterince isabetli hükümlere varmadığı da bir tarafa yazılmalıdır. Ancak, biz
bu makale vasıtasıyla, onun araştırmacılığının
yalnızca folklor ve edebiyatla sınırlı olmadığını, yazarın dil meselelerine de uzanan bir
araştırmacı kimliği taşıdığını ortaya koymak
istedik. Zira, bu yazıların temel amacının Türk
dilinin zenginliğini ve güzelliğini ortaya çıkarmak olduğu aşikârdır. Böylesi hizmetleriyle de Terzibaşı Irak Türkleri arasında öncü bir
konuma yükselmiştir.
Ata Terzibaşı’nın Eğitimde Türkçeciliği:
Terzibaşı’nın önemle üzerinde durduğu hususlardan biri de Irak Türklerinin eğitim dilinin Türkçeleştirilmesi meselesidir. O, her
şeyden önce Irak Türklerinin yeni nesillerinin
ana dilleriyle eğitim almalarının temel bir hak
olduğuna inanır. Zaten, ilk Irak anayasası da
bu hakkı Türkmenlere vermiştir(E. Hürmüzlü
2003: 20-21). Bununla beraber bu hak uzun
süre ya kısıtlanmış veya sulandırılmıştır. Bu
soruna çözüm bulmak üzere, onu 1963’te
hemşerilerinin başında görüyoruz. 8 Mart
1963’te Ata Terzibaşı başkanlığındaki bir
Türkmen heyeti Irak Cumhurbaşkanı Abdüsselâm Arif’le görüşerek kendisine Türkmenlerin çeşitli taleplerini iletmiştir. Bu talep listesinin ilk maddesi Türkmen çocuklarının Türkçe
eğitimiyle ilgilidir(Şimşir 2004: 143).
Terzibaşı ana diliyle (Türkçe) eğitim alma
hakkını, yalnızca bir kültür adamı olarak değil, hukukçu kimliğiyle de savunur. O, 2006
yılının Ramazan Bayramında Türkmeneli Televizyonunda katıldığı bir mülâkatta, mevcut
anayasada ve 24 Ocak 1970’teki düzenlemede, Irak makamlarının Türkçeyle eğitim
alma hakkını bir millî hak olarak değil de
öğrenci velilerine verilmiş bir medenî hak
olarak kayda geçirdiklerini, bu durumun,
1971’de Türkçe eğitimin baskı altına alınmasına ve birkaç yıl içinde de bitirilmesine yol
açtığını, 2006 Anayasası’nda da benzer bir
tutumun bulunduğunu ve bunun Türkmenlerin beklentilerini tam karşılamadığını ifade
eder. Terzibaşı, canlı yayında, 70’li yıllardaki
bir anısını da anlatarak o günlerde Kerkük’ü
ziyaret eden Irak İç İşleri Bakanı Sadun Gidan’a, 24 Ocak’ta (1970) verilen hakların geri
alındığını hatırlattığını, Bakanın maiyetindeki
bir bürokratınsa, bu haktan öğrenci velilerinin kendi rızalarıyla vazgeçtikleri cevabını
verdiğini belirtiyor.9 Bu da Terzibaşı’nın endişelerinde ne derece haklı olduğunu gösteriyor. Zira, o dönemde eğitim dilinin yeniden
Arapçaya çevrilmesi için Irak hükûmeti, il eğitim müdürlükleri vasıtasıyla okullara düzmece
dilekçeler göndermiş; öğrenci velilerinin bu
dilekçeleri imzalamaları istenmiş, imzalama9
http://www.bizturkmeniz.com/tr/index.asp?page=article&id=9660
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
56
yan veliler çeşitli baskılara maruz kalmışlardı(E.Hürmüzlü 2003: 77-78).
***
Milletlerin yarınlara selâmetle ulaşabilmesi o milletin sahip olduğu maddî ve manevî
değerlerin korunması, yaşatılması ve geliştirilmesine bağlıdır. Bu uğurda fertlerin kendi dil ve kültür hazineleriyle buluşturulması,
donatılması o milletin hayatiyetini sürdürebilmesi için elzemdir. Ata Terzibaşı bu mukaddes görevi, karşılaştığı bütün zorluklara ve
mahrumiyetlere rağmen, Irak coğrafyasında
lâyıkıyla yerine getirmiş çok değerli bir Türkologdur. Onun ortaya koyduğu eserler Irak
Türklüğünün millî hafızası, kimlik belgesi ve
gelecekteki çalışmalar için de en önemli müracaat kaynaklarıdır. Irak’taki Türk varlığının
20. asrın başından beri red ve inkâr edildiği bir ortamda Ata Terzibaşı’nın çalışmaları
daha da anlam kazanmaktadır.
O, kalemiyle, Irak coğrafyasında Türk dilinin,
edebiyatının ve kültürünün yılmaz bir bekçisi
olmuştur. 25.01.2013
Elçin, Şükrü, Kerkük’te Genç Bir Türk Bilgini Ata
Terzibaşı Hayatı ve Eserleri, Kardeşlik (İstanbul),
Temmuz-Eylül 2004, 23. sayı, s. 11-13.
Elçin, Şükrü, Bibliyografya/Kitaplar, Türk Kültürü, 7.
sayı, Mayıs 1963, s. 60-61.
Gökşen, E. Naci, Irak Türkmenleri Ağzından Bilmeceler [Aydın Kerkük], Türk Dili Dil ve Edebiyat
Dergisi, (Kitaplar - Tenkit) Ağustos 1974, C: XXX,
275. sayı, s. 688-690.
Hürmüzlü, Erşat,
Vakfı yayınları, İstanbul 2003.
Kerkük
Hürmüzlü, Habib, Derleme Sözlüğü ve Kerkük Türkçesi, Kardaşlık(İstanbul), Nisan-Haziran 1999, 2.
sayı, s. 35-38.
Hürmüzlü, Habib,
, Kardaşlık (İstanbul) Temmuz- Eylül 2004,
23. sayı, s. 78.
Hürmüzlü, Habib, Irak Türkmen Ağzı ve Yazılı Metinlerde İmla Sorununa Toplu Bir Bakış, Kardaşlık,
(İstanbul) Ekim-Aralık 2008, 40. sayı, s. 26-33.
KERKÜK, İzzettin, (2004a) Irak Türklerinin Medar-ı
İftiharı Değerli Bilim Adamı Ata Terzibaşı, Kardaşlık, (İstanbul) Temmuz – Eylül 2004, 23. sayı,
s. 14-16.
KERKÜK, İzzettin,(2004b) Terzibaşı Bibliyografyası,
Kardaşlık, (İstanbul) Temmuz – Eylül 2004, 23.
sayı, s. 24-28.
NAKİP, Mahir, Kerkük’ün Kimliği, Bilgi yayınları(2.
basım), Ankara 2007.
KAYNAKLAR:
Bayatlı, İ. Abdi, Eski Yazıda İmlâ Güçlüğü, Kardeşlik
(
), Temmuz 1961(1. yıl- sayı:3), s. 38-39.
Buluç, Sadettin, Kerkük Ağzına Göre Arzu İle Kamber Masalı, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten,
[1976] 1975 - 1976, s. 203-238.
(Dakuklu) Dakuki, İbrahim, (
, Kardeşlik(
yıl- sayı: 11), s. 10-12.
),
)
Mart 1962(1.
(Derleme Sözlüğü) TDK, Türkiye’de Halk Ağzından
Derleme Sözlüğü, 12 cilt (ve Ek-1 cildi), Ankara
2009.
Dizdaroğlu, Hikmet, Kerkük Şairleri [Ata Terzibaşı],
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Mart 1969, C:
XIX, 210. sayı, s. 789-794.
(EHA)
Kardeşlik(
),
Mayıs-Haziran 1965( 5. yıl-sayı:1-2),
s. 14-15.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
SAATÇİ, Önder, Habib Hürmüzlü ile (Kardeşlik)’ten
(Kardaşlık)’a, Kardaşlık (İstanbul) Temmuz-Eylül
2011, 51. sayı, s. 20-22.
SAATÇİ, Önder, Irak Türkmen Eğitiminin Kronolojisi,
Kardaşlık, (İstanbul) Nisan – Haziran 2012, 54.
sayı, s. 16-18.
SAATÇİ, Suphi,(Y. Karayev Vahidoğlu ile birlikte)
Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi: 6,
Kültür Bakanlığı yayınları, Ankara 1997.
SAATÇİ, Suphi, Ata Terzibaşı’nın Hayatından Çizgiler, Kardaşlık (İstanbul) Temmuz-Eylül 2004, 23.
sayı, s.22-23.
SAATÇİ, Suphi, Türkmen Dağarcığı(Terzibaşı’nın
Yeni Hazinesi Kerkük Ağzı Türkmanca Sözlük),
Kardaşlık, (İstanbul) Nisan-Haziran 2012, 54.
sayı, s. 34-36.
ŞİMŞİR, Bilâl, Türk-Irak İlişkilerinde Türkmenler, Bilgi
yayınları, Ankara 2004.
(TDK) Okuyucularımızın Düşünceleri [Samed Eğit;
Ataullah TERZİBAŞI], Türk Dili Dil ve Edebiyat
57
Dergisi, Temmuz 1953, C: II, 22. sayı, s. 715-716.
TERZİBAŞI, Ata, Şebekler, Türk Dili Dil ve Edebiyat
Dergisi, Ağustos 1955, C: IV, S: 47, s. 689-690.
TERZİBAŞI, Ata,(1962a) Sağır Kef, Kardeşlik (
Nisan 1962(1. yıl-sayı: 12), s. 26-27.
),
TERZİBAŞI, Ata,(1962b) Yazı Dili Konuşma Dili, Kar) Ağustos 1962(2. yıl- sayı: 4), s.26deşlik (
27.
TERZİBAŞI, Ata,(1966a) Dil Sürçmeleri-1, Kardeşlik
), Mayıs-Haziran 1966, (6. yıl-sayı: 1-2), s.
(
46.
TERZİBAŞI, Ata,(1966b) Dil Sürçmeleri-2, Kardeşlik
) , Temmuz 1966(6. yıl- sayı: 3), s. 46.
(
TERZİBAŞI, Ata, (1966c) Dil Sürçmeleri-3, Kardeşlik
) , Ağustos 1966, (6. yıl- sayı: 4), s. 47.
(
TERZİBAŞI, Ata, (1966d) Dil Sürçmeleri-4, Kardeşlik(
) , Aralık 1966(6. yıl- sayı: 8), s. 50.
TERZİBAŞI, Ata, Dil Sürçmeleri-6, Kardeşlik(
Eylül 1967(7. yıl- sayı: 5), s. 46.
),
TERZİBAŞI, Ata, (1968a)Dil Sürçmeleri-7, Kardeşlik
), Mart 1968 (7. yıl- sayı: 11), s. 46.
(
TERZİBAŞI, Ata,(1968b) Irak Türkleri ve Dil Özleş), Temmuz 1968, (8. yıltirmesi, Kardeşlik (
sayı: 3), s. 47-49.
TERZİBAŞI, Ata, Elifba Kitabı ve Tavsiyelerimiz, Kar), Temmuz-Ağustos 1971, (11. yıldeşlik(
sayı: 3-4), s. 17-20.
TERZİBAŞI, Ata, Kerkük Matbuat Tarihi, Kerkük Vakfı
yayınları, İstanbul 2005.
TERZİBAŞI, Ata, Kerkük Ağzı Türkmence Sözlük (1.
cilt), Kerkük 2011.
TERZİBAŞI, Ataullah(A. Terzibaşı), Fuzuli Hakkında:
Bir Yazı Üzerine, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi,
Kasım 1954, C: IV, 38. sayı, s. 97-99.
TERZİBAŞI, Ataullah(A. Terzibaşı), Kerkük Manilerinde: Bilinmiyen Türkçe Sözler, Türk Dili Dil ve
Edebiyat Dergisi, Nisan 1955, C: IV, 43. sayı, s.
434-436.
USER, H. Şirin, Başlangıcından Günümüze Türk Yazı
Sistemleri, Akçağ yayınları, Ankara 2006.
Vasfî, İhsan S.,
Kardeşlik (
14-16.
,
), Mayıs 1962, (2. yıl-1. sayı), s.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
58
AZERBAYCAN
Ana Bulvarda
ENVER MEHMEDHANLI
ÇEVİREN: ALPERTUNGA ALTAYLI
Kötü bir uykudan uyandım,
ışığı açtım. Başım ağrıdan
çatlayacak gibiydi.
Bu şiddetli, periyodik baş ağrılarım gecelerimin yol arkadaşıydı.
Güçlü ve keskin bir ağrı, şakaklarım iki yandan çekiçle
dövülüyor gibiydi. Kalktım ve
üst pijamamın cebindeki beyaz hapın bir parçasını bulmuştum ki hapı içmem için
masanın üstündeki sürahide
su kalmadığını gördüm.
Bu gurbetteki şehirde askerlik görevini yapan
birkaç arkadaşla beraber ayrı bir evde kalıyorduk. Evde musluk yoktu, komşu evin kuyusundan aldığımız suyu kaynatıp içiyorduk.
Parkamı sırtıma alıp ikinci kattaki odamdan karanlık bahçeye indim. Yüksek duvarlarla örülü bahçenin ortasında küçük bir havuz vardı.
Sabahları bu havuzdan aldığımız su ile elimizi
yüzümüzü yıkıyorduk. Gece hava çok soğuk
olduğundan havuzun suyu donmuştu. YumKardeş Kalemler Mayıs 2013
ruğumla buzu kırdım, cebimdeki hap parçasını ağzıma
atarak buzlu sudan bir avuç
içtim.
Odama geri döndüm, ağrımın biraz hafiflemesi için biraz volta attım, sonra tekrar
uzanıp yattım. İlacı attıktan
yarım saat sonra genelde ağrım yavaş yavaş diner ve geçerdi. Ama bugün yuttuğum
o küçük hap parçası güçlü
ağrıya diş geçirememişti.
Giyinip aşağı indim. Bahçeden geçerek binanın sokak kapısı ile bahçe
kapısı arasında olan üstü kapalı, dar ve uzun
yoldan sokağa çıktım. Akşam kar yağdıktan
sonra ayaz çıkmış, yerdeki karı sertleştirmişti.
Gecenin bu saatinde in cin top oynuyordu sokakta.
Şehrin sadece bir sokağı, ana bulvarı, her
daim kalabalık ve ışıltılıydı, diğer tüm sokakları, caddeleri, kavşakları akşam olunca kimsesizleşir ve karanlığa gömülürdü. Ana bulvardaki binalar çok katlıydı, evlerin pencereleri
59
bulvarı görüyordu, evlerin balkonları bulvarın
kaldırımına taşıyordu ve binaların girişlerinin
hepsi her zaman açıktı. Diğer sokaklardaki bir
ya da iki katlı binalar ise yüksek duvarlı bahçelerin içinde gizlenmişti, bu bahçelerden sokaklara, evlere, sokak köşelerine doğru uzanmış dar ve üstü kapalı giriş kapıları ise gece
gündüz kitli olurdu.
Ayrıca şehir, sadece bu ana bulvarda gecenin
çok geç vakitlerine kadar uyanık olurdu ve sabahları burada, ana bulvarda biraz geç uyanırdı. Tüm diğer sokak ve caddeler ise akşam
erken yatar ve sabah hava azıcık aydınlanmaya başladığı anda uyanırdı.
Ve son olarak da şehir, sadece ana bulvarındaki eczaneyi sabaha kadar açık tutardı. Ben
ise şimdi oraya, şehrin sabaha kadar açık tutuğu ana bulvardaki eczaneye, ilaç almak için
gidiyordum…
Ana bulvar her zaman olduğu gibi şimdi de
aydınlıktı, ama diğer günlerde gece yarısından sonra da burada gezenleri davet eden
bedbaht gölgeler bu dondurucu gecede yok
olmuş ve her akşam burada inleyen, ağlayan
duvar dipleri de artık susmuş ve boşalmıştı.
Gündüz vakti şehrin diğer mahallelerinde ve
kapalı pazarlarında sadaka için uzanan elleri
boş kalan dilencilerin çoğu akşam olunca boşalan diğer sokaklardan buraya, ana bulvara
doğru gelir, yalın ayak, başı açık çocuklar, yırtık çarşaflı kadınlar, üşümemek için omuzuna
mitil yorgan atmış ihtiyarlar buradaki duvar
diplerinde dizilip otururlardı. Bu duvar dipleri
özellikle de kış geçeleri bin bir dil döküp feryat ederek ana bulvardaki kalabalıktan merhamet, para dilenirdi.
Şimdi ise dilenmek için bu dondurucu soğukta
kimse kalmamışken şehrin dilenci çocuklarından birisi olan küçük bir erkek çocuğunun bu
ana bulvarda takılıp kalması çok garipti. Şehrin sahipsiz, başıboş köpeklerinden oluşan bir
sürü bu çocuğun etrafını sarmıştı. Durdum,
çocuk sürünün ortasında bir oyana bir bu
yana gidiyordu. Elindeki ekmekten parçalar
koparıp her bir köpeğe eşit dağıtmaya gayret
ediyordu. İkinci bir ekmeği ise sol kolunun altında sıkıca tutuyordu. Kimsesiz bir çocuğun
ekmeğe olduğu kadar bir parça da olsa şefkate de muhtaç olduğu geliyordu insanın aklına.
Muhtemelen sevgisini, kendisi gibi her yerden
kovulan, aç kalan, soğuktan titreyen bu köpeklere vermişti.
Eczaneye varmıştım, içeri girdim. Eczacı yüzümün rengini görür görmez neyim olduğunu anladı, tanışıyorduk, periyodik olarak yaşlı
adamdan baş ağrısı için Nevraljin adlı ilacı
alıyordum ve gömleğimin cebinde özenle saklıyordum.
Selamlaştık. Yaşlı eczacı bu şehir sakinlerine
özgü özel bir nezaketle benimle ilgilendi.
- Çay doldurayım, hemen burada bir Nevraljin
atın! dedi
- Teşekkür ederim bir bardak su kafi. dedim
Başımı geri yaslayarak beyaz Nevraljin tozunu
dilimin üstüne serptim, suyu kafama diktim.
- Biraz oturun, bugünkü Tahran gazeteleri
bunlar. Akşamleyin otobüs getirdi, okursanız
kafanız dağılır biraz, ağrı hemen geçiverir!
dedi yaşlı eczacı.
Alçak bir masa üstünde bir sürü Tahran gazetesi vardı ve en üstteki gazetenin ilk sayfasındaki bir karikatürde beyaz bir koyun yeşil çimenlikte otluyordu, ancak sağında ve solunda
iki kurt karşı karşıya oturmuştu. Sağdaki kurt
soldakine “haddini bil düzgün otur” diye sataşırken, soldaki kurt ise sağdakine “boş hayallere dalma boğazında kalır” diye karşılık veriyordu. O koyun ise sağında ve solunda duran iki
kurdun arasında saadet içinde olduğuna çok
mutluydu...
Kafamı kaldırıp eczacının yüzüne baktım, yaşlı
eczacı kurnazlık dolu gözleriyle bana bakıyordu…
Nevraljin etkisini göstermişti, ağrı yavaş yavaş
azalmış, neredeyse tamamıyla geçmiş, son bir
noktada emaneten duruyordu.
Eczacıyla vedalaşıp tekrar ana bulvara çıktım.
Hafif ama çok soğuk bir rüzgar, şehrin diğer
karanlık caddelerinde ve çıkmaz sokaklarında
kendini sağa sola vurarak geri dönmüştü ve
şimdi burada, ana bulvarda köpeklere ekmek
veren o çocuğu önüne katmış kovalıyordu.
Çocuk yalın ayak ve kafası açıktı. Kah koşuyor,
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
60
ne çocuğu ne de köpekleri görebildim orada.
Yukarı, ikinci kata çıkmış olmasınlar? Ama yukarıda, ikinci katın koridor kapısı geceleri kilitli
olmalıydı ve merdiven boşluğuna da bu köpek
sürüsü sığmazdı zaten.
Aniden merdivenin tarabzanının ardından
gelen bir hırıltı dikkatimi o yöne çekti. Oraya
doğru giderek merdivenin tarabzanının arkasına geçtim.
Sürünün tüm köpekleri buradaydı, bu küçük
yere sıkışmış, dağınık bir şekilde yerde yatıyorlardı. Çocuk ise bu sürünün ortasına girmiş,
elleriyle karnına doğru çektiği dizlerini tutmuş
yan yatıyordu.
Fotoğraf: N. Gamze Demir
Gizem çözülmüştü: çocuk, ayaz, dondurucu
kış gecelerinde soğuktan donup ölmemek ve
sıcak bir kucak bulup yatmak için gündüz dilenip kazandığının hepsini yemeyerek kendi payından da kısarak bu sürüye paylaştırıyormuş.
Elbette sabah erkenden, şehir uyanmadan
önce kalkarak sürüyü peşine takıp ana bulvardan uzaklaşacaktı...
kah durup arkasından giden köpekleri çağırıyordu. Koltuğunun altındaki ikinci ekmek de
artık tükenmiş, sürüdeki köpek sayısı ise biraz
daha artmıştı.
Çocuk kendine birşey ayırmamıştı, yarın sadaka için açılan elleri boş kalırsa, ki bu birçok kez olmuştu, o zaman bu köpek sürüsüne
gösterdiği merhamet kendisine çok pahalıya
patlayacaktı.
Çocuk bir anda ortadan kayboldu.
İleride üç katlı bir binada bir şirket vardı ve
çocuk o binanın girişinden içeri girip gözden
kaybolmuştu ve sürünün hepsi de çocuğun
peşinden içeri dalmıştı.
Tam o binanın önüne gelmiştim ki arkadan
koşarak gelen iki köpek de ayaklarımın arasından sıvışıp kendilerini binanın sokak kapısı ile
bahçe kapısı arasında üzeri örtülü yola attılar.
Bu nasıl gizemli bir işti böyle?
Ufak bir tereddütün ardından ben de arkalarından gittim. Binanın sokak kapısı ile bahçe
kapısı arasında üzeri örtülü yol çok küçük bir
elektirikli lamba ile aydınlatılmıştı, ilk bakışta
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
Şehir ise yarın yine ana bulvarı yavaş yavaş ve
gittikçe artan gürültü ve patırtıyla dolduracaktı, yavaş yürüyen sakinlerini hızlı, atik yürüyüşe
tahrik edecekti, dini ayırıma, yobazlığa, ayrımcılığa ana bulvarda müsaade etmeyecekti. Bir
taraftan ana bulvardaki siyah elbiseli, beyaz
şapkalı Hristiyan rahipler manastırından yükselen çan seslerini dinlerken, diğer taraftan da
ülkenin kutsal şehrine giden Müslüman hacılarını, ilahi sesleriyle o manastırın yakınındaki
dönemeçten yabancı markalı otobüslere bidirip gönderecekti. Ana bulvardaki birçok sinemanın afişlerindeki çıplak kadınlarla, her iki
elinde de tuttuğu tabancaları ateş eden çirkin
görünümlü hırsızlarla ve ağzından ateş saçan
ejderhalarla seyirci çekmeye çalışan batı filimlerini tüm gün ve gece seyircilere gösterecekti.
Çalgılı sözlü restorantlarını, sarı bülbüllü kahvelerini müşterilerle dolduracaktı ve bu gece,
dondurucu soğukta başıboş köpeklerle kucaklaşıp yatan o küçük evladına vereceği tek şey
ise sadece, bir gün ona da, ana bulvarda el
açan dilenciler gibi el açıp sadaka istediği
zaman sadakayı aldığında Fransızca “mersi”
diye teşekkür etmeği öğretmesi olacaktı...
Tebriz, 1945
61
TÜRKİYE
Alman Gelin
ABDULVAHAP KARA
Münih’te Eylül günlerine has
yağışlı ve kasvetli bir hava vardı. Yağmur durmaksızın yağıyordu. Tren istasyonuna doğru yürümekte olan Orhan sanki yağmurun farkında değildi.
Düşüncelere dalmış ağır ağır
yürüyordu. Sıkıntısı yüzünden
okunuyordu. Almanya’da dördüncü senesine ayak basmıştı,
hiç bu kadar sıkıntılı olduğunu
hatırlamıyordu. Babası onun
iyi bir mühendis olarak yetişmesini çok istiyordu. Bunun
için Almanya’ya gelmiş Münih
Üniversitesi’nde bir yıl Almanca dil eğitiminden sonra, makine mühendisliği
bölümünde tahsiline başlamıştı. Günler çok çabuk geçmiş ve artık son senesine gelmişti. Bu
seneyi de başarıyla tamamladığında, mühendis
olarak yurda dönecekti.
Münih’teki en güzel günleri, ikinci sınıfta okurken tanıştığı Bertha ile başlamıştı. Sarı saçları
ve mavi gözleri ile tipik bir Alman kızıydı. Ancak, dünyaya bakış açısı ve davranışlarıyla,
sanki diğer Alman kızlarından farklıydı. Belki de
kendisini ona çeken buydu. Almanya’nın önde
gelen mimarlarından Helmut Thorwald’ın kızı
olan Bertha da yabancılara, özellikle Türklere
karşı bir önyargı yoktu. Ekonomi üzerine tahsil
gören Bertha, edebiyat ve tarihe de meraklıydı.
Bu özellikler ona babasından geçmiş olmalıydı. Yabancı kültürlere ve dünya tarihine meraklı
olan babasının dünyada gezip görmediği ülke
yok gibiydi. Özellikle Doğu ülkelerine, Çin ve
Japonya’ya birçok defa seyahat etmişti. Türkiye
de gezdiği ve beğendiği ülkeler arasındaydı.
Bertha, onu ailesi ile de tanıştırmıştı. Babası
Helmut Münih’in dışında geniş bahçeli villasında emekliliğin tadını çıkarıyordu. Annesi
Maria cana yakın konuksever kişiliğiyle hafı-
zasında yer etmişti. Kısacası,
tanışır tanışmaz Orhan’ın kanı
Thorwald ailesine ısınmıştı.
Baba Thorwald ile tarih, politika ve Türk-Alman ilişkileri
üzerine uzun uzadıya sohbet
etmişti. Thorwald’ın bu konular üzerindeki görüşleri kendisini etkilemişti. Orhan, Herr
Thorwald’ın bir Türk genci
olarak kendisiyle bu konularda fikir alışverişine girmesinden memnunluk duyduğunu
hissetmişti. Bu tanışıklıktan
sonra, bir iki defa daha görüşmüşlerdi.
Şimdi, yine Herr Thorwald ile görüşmeye gidiyordu. Bu görüşmenin, diğerlerinden farkı
yanında Bertha’nın olmamasıydı. Ayrıca bu
ziyaretin konusu da öncekiler gibi havadan
sudan olmayacaktı. Can sıkıcı bir amacı vardı. İşte bu yüzden sıkıntılıydı. Söyleyeceklerine
Herr Thorwald’ın nasıl bir tepki göstereceğini
kestiremiyordu.
Bertha, Thorwald ailesinin tek çocuklarıydı.
Anne ve babası kızlarını çok seviyorlardı. Ama
yine de Bertha, Alman geleneklerine uyarak 18
yaşından sonra ayrı bir eve çıkmıştı. Bertha, Ludwigstrasse’de bulunan Münih Üniversitesi’ne
yakın bir sokak olan Eisenbahnstrasse’de bir
apartmanın ikinci katında, tek odalı bir evde tek
başına yaşıyordu.
Başlangıçta Orhan bu durumu çok yadırgamıştı. Bekâr bir genç kızın aynı şehirde oturan ailesinden ayrı bir ev tutarak yaşamasına bir anlam
verememişti. Bu sebeple Bertha’ya
-Niçin ailenden ayrısın, ailenle birlikte yaşamak
seni sıkıyor mu? diye sormaktan kendini alamamıştı.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
62
Ancak, Bertha’dan aldığı cevabı hiç beklememişti:
-Niçin ailemle birlikte olmaktan sıkılayım? Elbette, ailemle oturmak benim için daha iyi
olurdu. Ama, onlar beni ayırdılar. Şimdi evimin
kirasını ve diğer giderlerimi kendim karşılamak
zorundayım. Bu yüzden bursum giderlerimi
karşılamadığımdan, hafta sonları da çalışmak
zorunda kalıyorum, demişti.
Oysa, Orhan Bertha’nın yalnız yaşamayı kendisinin istediğini sanıyordu. Bir hayli maddi varlığa sahip olduğunu bildiği Herr Thorwald’ların
kızlarının okul masraflarını karşılamamalarına
da hayret etmişti. En azından evinin kirasını
ödeyebilir, böylece Bertha’nın hafta sonları
çalışmaya ayırdığı zamanını derslerine vermesini sağlayabilirlerdi. Almanların cimri oldukları
konusunda Türkiye’de birçok hikâye dinlemişti.
Hattâ baba ile oğul birlikte bir restorana girdiklerini, ancak çıkışta ayrı ayrı hesap ödediklerini
de duymuştu. Ancak, Almanların çok sevdikleri
biricik kızlarından servetlerini esirgeyebileceklerini doğrusu hiç aklına getirmemişti.
Orhan, baba Thorwald ile yalnız kaldığı bir sırada, bu konuyu sormadan edemedi:
-Herr Thorwald izninizle size özel bir konuyu
sormak isterim. Bertha’yı çok sevdiğinizi biliyorum. Ama anlayamadığım bir şey var. Siz
çok sevdiğiniz kızınıza ekonomik anlamda hiç
yardımcı olmuyorsunuz. En azından ev kirasını
karşılasanız. Sizin maddi servetinizden fazla bir
şey eksileceğini sanmam.
Herr Thorwald bu soru karşısında şaşırmakla
birlikte, gülümseyen gözlerle Orhan’a bakarak:
-Ah hayır, Orhan hayır. Ben hiçbir zaman servetimi kızımdan üstün görmem. Benim malım
mülküm, her şeyim zamanla onun olacaktır.
Çünkü, ailenin tek mirasçısı odur. Ben 18 yaşından sonra, kızıma herhangi bir maddî yardımda bulunmuyorsam, servetimi çok sevdiğimden
değildir. Ancak, onun kendi ayaklarının üstünde durmasını öğrenmesini istediğimdendir.
Şimdi şaşırma sırası Orhan’a gelmişti.
-Nasıl yani?
-Demek istiyorum ki, 18 yaşına gelen bir insan
yetişkin bir insandır. Bundan sonraki hayatının
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
kararlarını kendisi verebilmeli ve kendi masraflarını kendi karşılamalıdır. Eğer, ben onun bazı
masraflarını karşılayacak olursam, hayatın zorluk ve sıkıntılarını tam kavrayamayacaktır. Bu
da onun yanlış kararlar almasına sebep olabilecektir. Ayrıca, kendine özgüvenini kazanamayacak ve hayatı boyunca başkalarının desteğiyle yaşamaya devam edecektir.
İşte bu konuşmadan sonra Orhan, Almanlarla
ilgili olarak birçok şeyi yanlış bildiğinin farkına vardı. Gerçekte, Almanlar cimri değil, fakat evlatlarının hayatın gerçeklerini görmeleri
için koruyucu davranmaktan kaçınıyorlardı.
Oysa, Türkler’de durum tam tersineydi. Türkiye’de ebebeynler çocuklarının sıkıntı çekmemesi için her türlü fedakârlığı yapmaktaydılar.
Hatta bazen kendileri giymiyorlar, çocuklarına
giydiriyorlar; kendileri yemiyorlar, çocuklarına
yediriyorlardı. Fakat sonuç çoğunlukla hüsrandı. Aileden çalışmadan, kazanmadan almaya
alışan çocuklar yetişkin olduklarında da bu
alışkanlıklarını sürdürüyorlardı. Yorulmadan,
ter dökmeden rahat yaşamak istiyorlardı. Bunlar aklına geldiğinde, niçin Almanların çalışkan
millet olduklarını daha iyi anladığını fark etti.
Türkler fedakâr insanlardı. Çocuklarına da bu
fedakârlığın en büyüğünü yapıyorlardı. Ancak,
hiç farkında olmadan da çocuklarına en büyük
kötülüğü yapıyorlardı.
Orhan’ın bindiği tren durakları birbiri ardına
hızla geçiyordu. Duraklarda insanların bir kısmı iniyor, diğer bir kısmı biniyordu. Ama Orhan bunların hiçbirinin farkında değildi. Derin
düşünceler içindeydi. Çok saygı duyduğu ve
olgunluğuna hayran olduğu Herr Thorwald ile
konuşacaklarına odaklanmıştı. Kafası onunla
meşguldu. Söze nasıl başlayacaktı? Konuşmanın sonunda tepkisi ne olacaktı. Bilemiyordu.
Bu yüzden sıkıntılıydı. Ama ne olursa olsun bu
konuşmayı yapmak zorundaydı. Çünkü, Bertha’ya söz vermişti.
Orhan’ın Bertha ile bundan iki sene kadar önce,
üniversite kütüphanesinde tesadüfen başlayan
arkadaşlıkları artık son bulacaktı. Oysa, Bertha
ile iyi anlaşıyordu. İki yıl boyunca süren arkadaşlıklarında pek çok şeyi birlikte paylaşmışlardı. Her şey iyi gidiyordu. Ancak Mayıs ayında
Bertha’dan beklemediği bir teklif aldı. Bertha
beraberliklerini nikâhla taçlandırmak, yani evlenmek istiyordu. Orhan böyle bir şeyi düşün-
63
memişti. Genelde, Alman kızları serbest yaşamayı severlerdi. Üniversite bittikten, belli bir iş
güç sahibi olduktan sonra evlenmeyi düşünürlerdi. Ancak, Bertha farklı bir kızdı. Değişik bir
yapısı vardı. Belki de kendisini ona çeken de
buydu. Aslında, Orhan muhafazakâr bir aileden geliyordu. Almanya’ya tahsil için gelirken,
Almanya’da bir kıza âşık olacağı söylense inanmaz, güler geçerdi. Çünkü, tahsil hayatından
sonra evleneceği kızı Türkiye’den, kendi milletinden ve dininden kızların arasından seçmeyi
düşünüyordu. Ama gönlün ferman dinlemediği
bir daha ispatlanıyordu. Bertha’ya bal gibi âşıktı. Seviyordu. Ama tahsili bitmeden evlenmeyi
düşünmüyordu.
Bu yüzden, Bertha’nın evlenelim teklifi beklenmedik bir durumdu. Bertha ısrarlıydı. Ya evleneceklerdi, ya ayrılacaklardı. Bunun üçüncü
bir yolu yoktu. Orhan, bir sene daha beklemesini, üniversiteyi bitirdikten sonra evlenmeyi teklif
ettiyse de, Bertha diretiyordu. Bir an evvel evlenmek istiyordu. Orhan, Bertha’yı kaybetmek
istemediğinden, teklifini kabul ettiğini, ancak
öncelikle bu konuda anne ve babasının rızasını
almak istediğini söyledi. Yaz tatilinde Türkiye’ye
gittiğinde konuyu ailesiyle görüşecek, ondan
sonra kesin kararını verecekti. Bertha bunu kabul etti. Böylece yazın Orhan Konya’ya döndüğünde konuyu ailesine açacak oldu. Ancak bu
kolay olmayacaktı.
Orhan’ın babası Osman otoriter bir insandı.
Çevresinde sayılan ve sevilen bir insan olan
Osman çocuklarını severdi. Orhan, Osman’ın
üç oğlunun en küçüğüydü. Diğer çocukları
okumamıştı. Ticaretle meşguldü. Baba Osman
oğulları içinde Orhan’a özel bir düşkünlüğü
vardı. Ancak, bunu dışa vurmamaya özen gösteriyordu. Mesela, Orhan’ın okul hayatı boyunca karnesi hep takdirle doluydu. Sınıfın, hatta
bazen okulun birincisi oluyordu. Tüm bu başarılarına rağmen babası bir defa olsun sevinmemiş ve kucaklayıp tebrik etmemişti. Babası sadece karneye ve takdirnameye şöyle bir bakar
ve sonra “aferin” demekle yetinirdi. Bu durum
bir değil, iki değil, her defasında aynı şekilde
cereyan etmişti.
Hattâ, güreşe de meraklı olan Orhan bu alanda da şehir genelinde birincilik elde etmişti.
Madalyasıyla birlikte gururlanarak babasının
karşısına çıktı. Artık, buna babasının kayıtsız
kalamayacağını, oğluyla gurur duyduğunu
ifade eden kelimelerle takdir duygularını belirteceğine emindi. Fakat, babası yine kuru bir
aferinle yetinmişti. Bu kadar olmazdı. Orhan
babasından kuşkulanmaya başlamıştı. Nasıl
bir babaydı? Diğer arkadaşlarının en ufak bir
başarısında, babaları onları kucaklar sarmaş
dolaş olurdu. Çocuklarını çeşitli hediyelere
boğarlardı. Ancak Orhan, bir çocuğun çok zor
gösterebileceği bir başarıyı babasına yaşatmıştı. Fakat ondan da aferinden başka hiçbir şey
duymamıştı. Hatta babasının bu başarılara sevinip sevinmediğini bile bilemiyordu. Orhan,
babasının duygusuz bir insan olduğuna kanaat
getirerek için için ağlamıştı. Daha sonra, bunu
anacığına sormuştu. Niçin babası başarılarına
sevinmiyordu? Kendisine sarılmıyordu? Başarılarıyla övündüğünü söylemiyordu. Niçin?
Niçin? Annesi, oğluna yanıldığını, babasının
onunla gurur duyduğunu, kendisinin olmadığı
meclislerde, konu komşuya, akrabalarına başarılarını methede ede bitiremediğini söylemişti.
Babası başarılarından dolayı oğlunun şımarıp
kendini koyuvermesinden korkuyordu. Bu yüzden oğluna duygularını belli etmek istemiyordu. İşte Orhan’ın babası böyle otoriter biriydi.
Orhan üçüncü sınıfı bitirip yaz tatili için Konya’ya evine geldiğinde, bir Alman kızına âşık
olduğunu ve onunla evlenmek istediğini babasına söylemesi kolay olmadı. Konuyu önce
annesiyle konuşmalıydı. Ancak bu da zor bir
meseleydi. Annesin de aklında onun bir Alman
kızıyla evlenebileceği ihtimali yoktu. Bu yüzden
konuyu annesine de açmak kolay olmayacaktı.
Tatil günleri annesine konuyu açmak için uygun bir fırsat kollamakla geçti. Fakat, bir türlü
açılamıyordu. Nihayet tatilin bitmesine birkaç
gün kala, bütün cesaretini toplayarak meseleyi annesine açabildi. Annesi başlangıçta karşı
çıktı. Oğlunun eve bir Alman gelin getirmesini
istemiyordu. Fakat, Orhan ısrarlıydı. Bertha olmazsa, başka biriyle evlenmeyecekti. Sonunda
annesi onu kabullendi. Madem ki, oğlu çok istiyordu, o zaman onun hatırı için katlanacaktı.
Ancak, babası buna ne diyecekti? Orhan, annesinden Alman geline babasını ikna etmeye
yardımcı olmasını, konuyu önce onun açmasını
rica etti. Ancak, anası buna yanaşmadı. Bu konuyu kendisinin halletmesini söyledi.
Orhan, bir Alman kızını sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini söylemek için babasının uyKardeş Kalemler Mayıs 2013
64
gun bir zamanını kollamaya başladı. Nihayet,
uygun gördüğü bir anda, babasının yanına giderek bir süre havadan sudan konuştu. Ancak,
bir türlü konuyu açamıyordu. Sıkıntılı bir hâli
vardı. Babası onun bu durumu sezmiş olacak
ki,
-Oğlum bana söylemek istediğin bir şey mi var?
diye sordu.
-Evet, bir mesele var size söylemek istediğim.
-De bakalım.
-Şey, ben Almanya’da evlenmeye karar verdim.
-Sakın Alman kızı demeyesin. Böyle bir şey
olursa, beni görme! Hattâ ölürsem, cenazeme
de gelme! Ben seni Almanya’ya okumaya gönderdim. Gelin getirmeye değil. Söyle bakalım
kimmiş evleneceğin kız?
Artık Orhan için söyleyecek bir şey kalmamıştı.
Çünkü, babasının huyunu bilirdi. Az konuşur,
öz konuşurdu. Bir karar verdi mi, onu kararından döndürmek mümkün değildi. Babası
söyleyeceğini söylemişti. Üzerine gitmek yarar
sağlamazdı. Böylece konu açılmadan kapanmış oldu. Orhan sadece,
-Yok baba, yok bir şey, demekle yetindi.
Orhan, ailesinde bir Alman geline yer olmadığını anlamıştı. Bir yol ayrımındaydı. Ya ailesi, ya
da Bertha. Bu ikisi arasında bir tercih yapmak
zorundaydı. Anlaşılan ikisine birden sahip olması imkânsızdı. İkisinden birini tercih etmek
kolay değildi. İkisi de kendisi için değerliydi.
Konya’daki günleri bu iki tercihten hangisini
seçmesi gerektiği konusundaki ikilem içerisinde düşünmekle geçiyordu. Bir tarafta, kendisini
büyütüp yetiştirip Almanya’ya tahsile yollayan
babası, diğer tarafta Almanya’da tanıştığı ve
hayatının geri kalanını birlikte geçirebileceği
Bertha vardı. Ne yapacağını bilemiyordu. Artık yemekten içmekten kesilmişti. Ama Almanya
dönüşü öncesinde bir karar vermek zorunda
olduğunu biliyordu. Gönlü Bertha’dan, aklı babasından yana tercih kullanmasını söylüyordu.
Bu düşünceler, kafasının içinde devamlı birbiriyle mücadele etti. Bazen bir karara varıyor,
fakat daha sonra bu kararını değiştiriyordu.
Müthiş bir ikilem içerisinde kalmıştı. Mücadele
uçak Münih havaalanına konmak üzere olduğu
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
son dakikaya kadar devam etti. Sonunda duygularının değil, aklının sesini dinlemeye karar
verdi. Bertha’dan vaz geçecekti. Ailesinden ayrılamazdı.
Havalanında elinde çiçeklerle gülümseyen
yüzle Bertha kendisini karşılamaya gelmişti.
Ancak, Orhan’ın yüzü hiç gülmüyordu. Bertha,
onun yüz ifadesinden, ailesinin bu evliliğe onay
vermediğini anlamıştı. Birlikte havaalanında bir
kafede oturarak sohbet ettiler. Orhan, babasının evliliğe kesin bir dille karşı çıktığını anlattı ve
ailesinden vaz geçemeyeceğini üzüntüyle dile
getirdi. Bertha hıçkırıklara boğulmuş ağlıyordu.
Ama yapacağı bir şey yoktu. Orhan kararını
vermişti. Onu kararından döndürmesi mümkün
değildi, babasından vazgeçmesini söylemeye
de hakkı olmadığını biliyordu. Ya kendi babası?
Bertha kendi babasına ne diyecekti? Babası,
kendisinin Orhan’ı sevdiğini, onunla evlenmek
istediğini biliyordu. Bu ilişkinin bittiğini babasına nasıl anlatacaktı? Bu yüzden Orhan’a:
-Bu duruma babam da üzülecek. O da seni
seviyordu. Ona bu durumu nasıl anlatacağım?
diyordu. Orhan:
-Merak etme sen, ona bu durumu kendim söyleyeceğim. O işi bana bırak. Dedi.
İşte Orhan, Bertha’ya verdiği bu söz üzerine
Herr Thorwald’ın evine gidiyordu. Yol boyunca düşündüğü, kendisini sıkıntıya sokan mesele
buydu. Bir taraftan Bertha ile ilişkilerini koparmak ve diğer taraftan bu konuyu Bertha’nın
babasıyla konuşmak durumunda olması kendisini sıkıyordu. Bu yüzden trende etrafındaki
yolcularla ilgilenmiyor, sadece kendi kendisiyle
hesaplaşıyordu. Acaba Bertha’dan ayrılma konusundaki kararı doğru muydu? İleride pişman
olacak mıydı? Bunu kestirecek durumda değildi. Ama bildiği tek şey, duygularına değil, aklının sesine kulak verdiğiydi. Bu kararının doğru
olup olmadığını ise zaman gösterecekti.
Nihayet tren Hochbrücke istasyonuna gelmişti.
Orhan ağır adımlarla trenden inerek, Thorwald
ailesinin iki katlı ve geniş bahçeli evlerine doğru yürümeye başladı. Herr Thorwald her ne kadar olgun, ileri görüşlü bir insan ise de, kızını
çok seviyordu. Kızının kendisini deliler gibi sevdiğini biliyordu. Şimdi bu ilişkiyi bitirmek istediğini söylediğinde, ne tepki verecekti? Elbette,
normal karşılamayacaktı. Bir erkeğin hangi kız-
65
la evleneceği kararının, anne babasına değil,
kendisine ait olması gerektiğini söyleyecekti.
Bertha’yı seviyorsan, başkası sana karışmamalı
diyecekti. Belki kendisine kızacak, ağır sözler
de söyleyecekti.
Her ne söylerse söylesin, Herr Thorwald’ın kızının üzülmesine sebep olan bir gence kararını anlayışla karşılıyorum demeyeceği kesindi.
Öyleyse niçin bu görevi üstlenmişti? Bertha’yla
ilişkilerinin bittiğini babasına söylemek zorunda
mıydı? Bu işe hiç kalkışmamalıydı. Bu konuyu
Bertha’nın kendisine bırakmalıydı. Ama, öyle
olmamıştı. Durup dururken bu görevi üstlenmiş, kendisini sıkıntıya sokmuştu. Bunu niçin
yapmıştı? Belki de kendinde bir suçluluk duyuyordu. Salt babası istemiyor diye, Bertha’dan
vazgeçmek durumunda kalması kendini rahatsız ediyordu. Böyle zor bir görevi üstlenmekle,
belki de vicdanını rahatlatmak istemişti. Belki
son defa Bertha için bir şeyler yapmak istemişti.
Bilemiyordu, ama bir şekilde bu görevi üstüne
almıştı. Gereğini yerine getirmeliydi.
Kapıyı annesi Maria açtı. Kendisini buyur edip
salona aldı. Gelmeden önce telefon ettiği için
kendisini bekliyorlardı. Birazdan salona Herr
Thorwald da geldi. Selamlaşma ve hâl hatır
sorma faslından sonra, Orhan konuya girdi. Kelimeleri dikkatli seçerek, Bertha ile ilişkilerinin
artık bittiğini, birbirlerinden dostça ayrıldıklarını anlattı. Bu konuda özellikle, babasının katı
prensipleri olduğunu, kendisinin Türk’ten başka bir milletten bir kızla evlenmesini istemediğini, evlendiği takdirde de kendisini aile arasında
görmek istemediğini söyledi. Orhan konuşmasını bitirdiğinde odaya derin bir sessizlik hakim
oldu. Bu, fırtına öncesi sessizliği andırıyordu.
Herr Thorwald düşünceli görünüyordu. Her
hâlinden böyle bir sonuç beklemediği belli oluyordu. Orhan, Herr Thorwald’ten gelebilecek
her türlü sert tepkiye kendisini hazırlamıştı. Sessiz ve ihtiyatlı bir şekilde Herr Thorwald’ın söze
başlamasını bekliyordu. Nihayet Herr Thorwald
konuşmasına başladı:
-Orhan, kızımla yollarınızı ayırmanıza elbette
çok üzüldüm. Buna rağmen, babanı tebrik etmek istiyorum. Kendisini tanımıyorum, sen de
bana ondan fazla bahsetmedin. Ama seni, Bertha ile evlenme kararından caydırmasından, çok
akıllı bir insan olduğunu tahmin edebiliyorum.
Babanın bu kararı doğrudur.
Orhan şaşırmıştı. Herr Thorwald’ın kendisine
göstereceği tepkiler hususunda her ihtimali
düşünmüştü. Ama onun kızından vazgeçirdiği
için babasını tebrik edeceği hiç aklına gelmemişti. Yoksa, babasıyla alay mı ediyordu? Ama
konuşma tarzında hiç de alaylı bir ifade yoktu.
Herr Thorwald bunları büyük bir ciddiyetle samimi bir şekilde söylemekteydi. Orhan aklından
bunları geçirirken Herr Thorwald konuşmasına
devam ediyordu:
-Bertha ile sen çok gençsiniz. Gençlikte insan
birçok gerçeğin farkına varamıyor. Belki bu
günlerde ikiniz de birlikte olmaktan çok büyük
mutluluk duyuyorsunuz. Bir araya geldiğinizde
her şeyi unutuyor, kendinizden geçiyor olabilirsiniz. Ama yıllar geçip insan yaşlanmaya başlayınca, gençlikteki duygu ve düşüncelerdeki
öncelikler de değişiyor.
Orhan yanılmamıştı. Herr Thorwald’ın sözlerinde alay yoktu. Ciddî bir şekilde konuşuyordu:
-Özellikle kırk beşini geçtikten sonra, insanları
kan çeker. Bunu yaşlandıkça hem kendimde ve
hem de çevremdeki insanlarda gözlemledim.
Sanki insanın genlerinden gelen bir takım özellikler, zamanla duygu ve düşüncelere hakim
olmaya başlıyorlar. Yaşlandıkça insanlar kendi
milletinden ve kültüründen olanlarla daha yakın olmak istiyorlar. Gençlikte pek önemsenmeyen millî kültür, dil, din ve örf adet gibi konular
önemli olmaya başlıyor. Bu yüzden ileri yaşlarda insanlar kendi soydaşlarıyla birlikte olmaya
daha çok eğilimli oluyorlar. Baban bütün bunları bildiği için senin kendi milletinden biriyle
evlenmeni istiyor. Oysa Bertha bir Alman ve bir
Hristiyan. Sen ise Türk ve Müslümansın. Bertha
ile evlendiğinizde, daha kötü bir durum ortaya çıkacaktır. O da çocuklarınızın millî kimlik
problemidir. Çocuklarınız Alman ve Türk milliyetleri arasında bocalayacaklardır. Böylece
mutlu başlayan evlilikleriniz, sorunlu bir geleceğe doğru yol alacaktır.
Orhan, Thorwald ailesinin evinden çıktığında,
dışarıda hâlâ yağmur yağıyordu. Fakat, Orhan
eskisi kadar sıkıntılı olmamakla birlikte, karmaşık duygular içindeydi. Bir taraftan Bertha’dan
ayrılmanın acısını yüreklerinin derinliklerinde
hissediyor, diğer taraftan bu acının başka ayrılık
ve mutsuzlukların önüne geçmenin bedeli olabileceğini düşünerek teselli bulmaya çalışıyordu.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
66
KAZAKİSTAN
Pencere Silen Kadın
Berik ŞAHANULI
ÇEVİREN: MALİK OTARBAYEV
Penceresi güne bakan geniş
odanın içinde üç delikanlı
sohbete dalarak konuşuyorlardı. Sigarayı çeke çeke iyice
dumanladılar. Havasızlıktan
ölecekler nerdeyse, fakat kalkıp vantilatörü çalıştırmayı düşünmediler bile.
Şubat ayının son günleri olmasına rağmen dışarıda soğuk bir kış vardı. Kaç aydır hiç
erimeyen kalın kar güneşin
altında yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. “Öğleye kadar
boynuz, öğleden sonra keçe”
derler ya, işte böyle bir mevsimde ne şiddetli
kış soğuğu ne de bahar sıcaklığı vardı. Dağların eteklerinde yerleşen kent böyle bir dönemde dumanların altında boğuluyordu. Herbir
sokak, ev pislendiği için temizliğe ihtiyaç duyuyordu. Dağlarda esen şiddetli “altın kürek”
rüzgarı bahara kadar her şeyi adeta süpürüp
götürüyordu. Bu zamanda birinin dışarıya çıkıp gezmesi mümkün değildi. Tatil günlerinde
bir iş yada bir davetiye üzerine gidilirse gidilir,
diğer türlü pencereden etrafını duman kaplayan sokaklara seyretmekten başka çare yoktu.
Eğer misafirler gelecek olursa, o zaman mesele
başka.
olur?” diye Töretay yakın dostuna nazlanarak takıldı.
“Aslında doğru söylüyorsun.
Diyeceğim yok. Bizim gibi
insanlar işler böyle hataları,”
diye Töleu gülerek kabul etti.
Sonra şöyle devam etti: “Diğer taraftan birimizin bir eksikliğini diğeri tamamlaması
gerekmez mi? İşte ne güzel,
sizler geldiniz, hatamızı sildiniz,” dedi.
“Aslında şu kerata dostun çok
ısrar etti. “Töleu’ı ziyaret edelim!” diye gece gündüz aradı
beni,” diye acele etmeden yavaş yavaş konuştu Aşıkbay. “Yoksa ben böyle her zaman çıkamam,” dedi.
“Sizler en iyisini yaptınız, kardeşim!” dedi Töleu
Aşıkbay’ın imalı konuşmasına önem vermeden.
“Evet, Aşıkbay... nasıl gidiyor?”
“Allah’a şükür...”
“Ne güzel! Bizlere şeref verdiniz!” diye sevincini dile getirdi.
Töleu, Aşıkbay’ı sanki ilk defa görmüş gibi başından ayağına kadar dikkatlice süzerek baktı.
Yüzün iki yanına favori uzatan kedi bıyıklı Aşıkbay’ın uzun boyu biraz şişmanlanmış göründü.
Kendisini her zaman ciddi bir insan havası veren göğsü de epey gerilmişti. Dışarıdan bakınca heybetli bir görünüşe sahip gibiydi. Töleu
“hey kerata, hey!” diye içinden güldü. Gözlerine gözünü dikince, Aşıkbay birdenbire rahatsız
oldu.
“Yüzünü gören cennetlik! Sen bizi aramazsın,
ama... Arkadaşlarım vardır diye ziyaretimize
gelmezsin, davet ettiğimizde icabet etmezsin
bile. Töleu, ne iş? Kardeş dediğin böyle mi
İnsan her ne kadar değişmiş olsa da, fıtratını
değiştiremese gerek. Aşıkbay’ın yaşı Töleu’dan
küçüktü, dolayısıyla her ne kadar kendisini
büyük gibi göstermeye çalışsa da, yine de Tö-
Töleu, aynı kentte yaşayan arkadaşları Aşıkbay
ile Töretay ziyarete geldiklerinde çok sevindi.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
67
leu’nun yanında adeta eziliyordu. Bu sefer de
ezildi. İkisi birbirine bakınca Aşıkbay’ın gözleri
kayarak gurur dolu bakışları hemen değişti. Töleu’nun pek ciddi olmayan bakışlarını çocukluk döneminden beri iyi tanırdı. Fakat Aşıkbay
bu zafiyetini kimseye hissettirmezdi. Dışarıdaki
insanlara hep yüksekten bakarak onların gözü
önünde büyüklük taslamayı adet edinmişti.
Hatta “sen de kimsin?” diyen bakışlarını gizleyemezdi. Fakat Töleu ile karşılaştığı zaman attığı hava boşa çıkıyordu. Töleu’yu aldatamazdı.
Bu sefer Aşıkbay değişen ruh haletinin hiç farkına varmamış gibi davranarak:
“Evet, Töleucum... Peki sen nasılsın?” diye sordu sandalyeden kalkarak.
“Doğru ya, ne haber?” dedi Töretay.
“Köye gidip gelen var mı? Köyün hali ne oldu?”
dedi Töleu.
Ondan sonra üçü de derin sohbetlere daldılar.
Hayatın kimseye öğretmediği, hiçbir yerde yazılmayan ama kanuna dönüşen bir hali vardır.
İşte bu kanunlardan birisi de, şehirde misafir
ağırlamaktır. Diyelim ki, tatil gününde sabah
erkenden yataktan kalkıp kahvaltıyı ancak kuşluk vaktinde yaptıktam hemen sonra öğle vaktinin yaklaştığı bir zaman diliminde evin hanımı
bulaşıkları yıkayıp, evi temizlerken kapı çalınır.
Sen de gider açarsın.
“Selamünaleyküm!” diyerek kapı önünde duran arkadaşını veya hemşehrini görüp, “Hoş
geldin!” dersin. İçeriye alırsın. Sonra sofrayı
sererek çay ikram edersin. Sonra eşin et mi
haşlar, pilav mı pişirir kendisi bilir. Ne olursa
olsun, bir yemek çıkar. Sonra yine çay içersin.
O esnada eşin bir haftalık çamaşırları yıkamaya başlar. Tabi ki ona kızma hakkın yok. Çünkü
gelen misafir senin haber verip davet ettiğin
onun da beklediği biri değildir sonuçta. Dolayısıyla ne kadar vakit ayırabileceğini farzet işte.
İşte bu durum hiçbir yerde yazılmayan, hiçbir
okulda öğretilmeyen bir hayat kanunudur.
Böyle bir durumda iki çay faslıyla bir yemekten
sonra ne yapacağını bilemezsin. Yedik içtik diyerek misafirler vedalaşıp ayrılır veya sigarayı
yakarak bitmek tükenmek bilmeyen sohbete
dalar. Bu tür sohbetlerden alınacak zevk pek
azdır, daha çok gıybet yüklüdür. Tanıdıklarının
etini diri diri yiyerek farkına varmadan konuşup dururuun. Dedikodunun bir parçası olursun. Belki hiç görmediğin, tanımadığın birisini
ya översin, ya söversin. “Uzaktaki adamla benim ne alakam var?”, “O tür adamlarla benim
hiçbir ilişkim yok, neden ben bu konuşmaları
dinleyerek kulağımı kirletiyorum?” diyerek
düşünemezsin bile. Düşünecek ortam yoktur
çünkü. Manasız kelimeler kalabalığı... Bu, hem
gençlerin hem de ihtiyarların hastalığı... Böylece herkesin kulağını çınlatmaktan nihayet
sen de bıkarsın. Misafirini uğurlayarak yatağa
serilirsin.
Töleu için bu türlü bir araya gelmelerin zevkinden ziyade yorucu oluşu epeyce bir yük getirir
kalbine. Fakat kaçıp kurtulmakta mümkün değildir. İnsan olduktan sonra, evine sahip olduktan sonra, ya sen birilerini ziyaret edersin, yada
seni ziyaret ederler. Yoksa hayat tamamen anlamsız kalmaz mı? Birçok insan bu tür buluşmalarda daha çok kağıt oyunlarını tercih eder.
Töleu ta eskiden beri kağıt oyununun ne olduğunu dahi bilmezdi. İlgisini de çekmezdi.
Ondan dolayı öğrenmeye dahi yeltenmedi. Bu
yüzden oynamadığını bilen misafirleri “hadi
oynayalım” diyerek teklif dahi etmezdi.
Bugün üçü de yemeklerini yediler. Gitme
zamanı gelmediği için mi veya sohbet etmek
niyetiyle biraz daha oturalım mı diye bilinmez
her ikisi de yerinden kalkmadılar. Töleu ise “gidecek misiniz?” der gibi de yapamadı.
Konuştukları çok ilginç konuları bittiği için artık
konuşmaları da sessizliğe bürünüyordu. Artık
herhangi bir konu üzerinde veya bir kişi hakkında daha rahat konuşabiliyordu. Ayağa kalkıp pencerenin önüne yaklaştı, sigarasını yakıp
dışarıya bakan Töretay:
“Şu kadının sağlık-sıhhatine bak be?!” dedi
kendi kendine konuşarak.
“O da ne?” dedi diğer ikisi.
“Şu kadın sabahtan beri ipince elbisesiyle
çamaşırlarını ipe asıyordu. Hem de dışarıda.
Güçlü bir kadına benziyor. Komşuların herhalde...”
“Kim ya, nerede?” diyerek her ikiside ayağa
kalkarak pencereden baktı.
Omuz omuza duran iki evin arasında, üçünün
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
68
seyrettiği pencerenin dibinde küçük bir avluda
çamaşır yıkayan kadının üzerinde eteği ve kolları kısa ince bir elbise vardı. Yarı çıplak haldeki
görüntüsü her üçününde gözlerine bir ok gibi
saplandı. Kısa boylu, ince belli, hızlı hareket
eden kadıncağızın kış soğuğunda yarı çıplak
dolaşması garipti. Eliyle yıkadığı elbiseleri silkerek ipe asıyordu.
Öylesine pencereden dışarıya bakan Töretay
kadına vurulmuş muydu, yoksa haline mi acıyordu belli değildi. Fakat atılan oku tutmuş gibi
hali vardı. Normalde kadınlara pek bakmazdı
ama... Kendisi çizgisini değiştirmeyen oturaklı
biriydi. Aslında böyle anlarda birdenbire heyecanlanan, kendisini “Don Jean” zanneden
Aşıkbay idi.
İşte bunu bilen Töleu espri yaptı:
“Töretay! Hayırdır inşallah?! Biz seni tanıyamamışız meğer...”
“Eh, bizimki de ne ki, sadece beğenmek,” diye
güldü arkasına dönerek. “Kadınlara dışarıdan
bakmamızda bir mahzuru yoktur, değil mi?”
“O kadar süzdün kadıncağızı, tanır mısın peki?”
dedi Aşıkbay bir sır saklar gibi iç geçirerek.
Töretay da espri yaptı:
“Güzel kadınlarla ilgilenen ben değil, sensin.
Ben ne bileyim.”
“E tanımamakta ne var ki,” dedi Aşıkbay bildiğini sezdirerek. Biraz da sevindiğini hissettirerek.
Aşıkbay’ın sözüne “bu da nereden biliyor?”
dermiş gibi Töleu birdenbire kafasını kaldırdı.
Fakat Aşıkbay’ın övünmeyi sevdiğini ve anlattığı şeylerde muhakkak abarttığını bilen Töleu
inanmış gibi değildi:
“Kardeşim, bana anlatamadığınız birşey var
herhalde. Uzaktaki adamın arkasından gıybet
etmektense...” dedi beğenmediğini hissettirerek.
Töretay’ın sözü yalan yanlış bilgilere dayandığını söyleyen Aşıkbay hemen kaşlarını çatarak:
“Töleu! Acıdığın komşun ise söyle! Bundan
sonra hep aklımda olacak. Diğer meseleyle benim ilgim yok. Evet, daha önce görüştüğümüz,
tanıştığımız birisidir.”
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
Aşıkbay’ın yalan yada gerçek konuştuğuna pek
inanamayan Töleu şaşırdı.
“Onu nereden biliyorsun ki?”
“Ne yapacaksın?” diye Aşıkbay kahkaha attı.
“Bırak şimdi.”
“İnanmıyorsan, hadi gel, bahse girelim. Töretay da şahit olsun!”
“Nasıl yani?”
“Herhangi bir yere görüşmeye götürürsem,
şüphe etmezsin değil mi?”
Töleu ses çıkartmadı. Aşıkbay’ın sözü inanılacak gibi değildi. İçinde hem onu sinirlendiren
hem de cezbeden bir his vardı, “aslında bir
baksam nasıl olur?” diye karara vardı.
“Şart nedir?”
Konuşmalara karışmayan Töretay her ikisinin
vaadine kamçı vurur gibi güldü.
“Şu adamlara bak! Gerçek mi lan?”
“Üçümüz de restorana gideriz.”
“Hangi üçümüz?”
“Burada bulanan üç kişi işte. Eee... başka kim
olabilir? Valla kim galip gelirse, siparişi o verecek. Parasını kaybeden öder.”
“İyi hadi,” dedi Töretay anlaşarak.
Misafirleri çıktı. Töleu otobüs durağına kadar
uğurlamak istedi. Durağa doğru giderken çamaşırlarını yıkayan kadını gördüler. Aşıkbay
selam verebilecek şekilde kadına doğru dönüp
baktı. Diğer ikisi ise beklemeden yürüyordu.
Aşıkbay kadının yanına yaklaştığında kadıncağız eski bir dostunu görmüş gibi sevindi.
“Şu adama bak ya, baksana ne yapıyor?!” dedi
Töleu.
“İt oğlu itin işi bu zaten,” dedi Töretay hem
övgü hem sövgü ifade eden bir edayla.
“Töretay sen ne yiğitsin! Ağzın bal şeker yesin!”
dedi Aşıkbay durakta bekleyen ikisine yaklaşarak. “Kocası köydeymiş. Bugün Cumartesi, yarın ise Pazar. Demek yarın saat ikide burada
bulaşacağız.” Aşıkbay kentin iki ana caddesi-
69
nin isimini söyledi. Sonra vedalaşarak otobüse
bindi.
penceresini siliyordu. Temizliğe çok titiz olduğunu fark etti.
Eskiden Aşıkbay çok zayıf, çirkin yüzlü, esmer
idi. Yakınları pek önem vermezdi kendisine.
Yaltakçı karakterine bakıp mı, yoksa yalan konuştuğundan mıdır Töleu hep fırça atardı kendisine. Fakat Aşıkbay ne de olsa, Töleu’den bu
yönleriyle çokta uzak değildi. Sevdiği eşyasını
mutlaka kendisine hediye ederdi. Kim bilir, ondan dolayı mıdır nedir, kendisinden uzak durmazdı. Dış dünyaya bağı çözülmez dostlar gibi
gözükürlerdi.
Sonraki hafta aynı manzara. “Ne kadar da iyi
kadın, kimdir bu?” diye kendi kendisinden sordu. Penceresini silen kadına göz dikerek. Sonra girişte her zaman selam veren beyaz yüzlü
kadını hatırladı. “Tamam ya, işte o kadın!” dedi.
Bundan sonra otobüs durağında veya mağazada karşılaştıkları zaman selam verip hal-hatır
sormaya başladılar. Azıcık konuştuklarında,
“Ya ne kadar terbiyeli kadınmış!” diye hayret
ederdi. Şimdi Aşıkbay’ın o kötü niyeti neye yarar diye düşündü.
Okuldan mezun olup üniversiteyi kazandığı günden beri Aşıkbay hem yakışıklı hem de
akıllı bir delikanlıydı. Aslında daha önce de
şehirde yaşamıştı, fakat şehirli ağabeyi kendisini bırakmadı, şehirde okuttu. Sonra hiç köyde doğmamış gibi tam bir şehirli olarak şehir
hayatına alıştı. Boyu posu düzeldi, son moda
takım elbiseler giydi ve şehirde “ben de varım”
diyebilecek insanlardan bir insan olarak arz-ı
endam etti..
***
Ertesi gün Töretay ile haberleşerek randevulaştığı yere geldiğinde Aşıkbay arabasında bulunuyordu.
“Kardeşim, gidin buradan. Gözükmeyin!” dedi
Aşıkbay. “Şimdi gelir. Kadını götüreceğim.
Sonrasını ben bilirim. Fakat akşam buluşalım,
tamam mı?”
Aşıkbay’ın değişikliğine Töleu de çok şaşırmıştı, hatta her ne kadar hissettirmese de, onu
çekemediği anlar da olmuştu. Fakat Aşıkbay’ın
yalanlarla dolu hareketlerinden rahatsız olup
onu kafasına pek takmazdı. Yüz yüze geldiklerinde hiçbir zaman önünde boyun eğmazdi.
İşte Töleu’nun karakterini iyi bilen Aşıkbay bundan dolayı millete sergilediği huysuzluğunu
kendisine göstermezdi. Fakat sonradan ilişkileri
her ne kadar bozulmasa da, yine de aralarına
bir soğukluk girmişti. Dolayısıyla bazen dostmuş gibi davranırlardı.
İkisi de biraz uzaklaşarak sigarayı yaktılar ve
sohbete koyuldular. Birdenbire arabaya doğru
hızla yürüyen bir kadını fark ettiler. Sanki bir
şeyden korkuyor gibiydi. Kaçıyordu adeta. Hemen arabanın arka kapısını açarak içine daldı.
Aşıkbay’ın üniversite sonrası günleri de pek
zorluk çekmediler. Birden ticaret merkezine
yerleşerek ev-bark meselesini çözmüştü. Ticareti de iyi gelişiyordu ki, bir problemden dolayı işini değiştirmesi gerekti. Şu anki işi de kötü
değildi. Devlet işinde bir bölümün müdürüydü.
Devletin tahsis ettiği bir arabası da vardı. İşini
iyi bilirdi. Becerikliydi. İhtiyaç duyulduğunda
bir kaya gibi meseleye ağırlığını koyabilirdi.
“Şimdi nereye?” dedi esprisine önem vermeden.
***
Komşu kadınla Aşıkbay bir bölümde çalıştıklarını, ikisinin çoktan beridir tanış olduklarını Töleu akşamki yemekte öğrenmiş oldu. Fakat her
dışarıya göz attığında, penceresini silen kadını
gördüğü zaman bir şeyden tiksinerek yüreği
buz parçasına dönüşüyordu.
Töleu evini genişleterek bu semte göçüp gelmeleri iki seneyi doldurmuştu. Çamaşır yıkayan
o kadını tanırdı. Tam karşısındaki evin bir dairesinde penceresini silen bu kadına çok önem
vermezdi. Yine bir sonraki tatil gününde kadın
“Şu adam ne kadar hızlı?!” dedi Töretay.
Töleu birisine dargın gibi duruyordu.
“Hey! Senin şu kadınla bir ilişkin yok mudur?
Suratına ne olmuş böyle?” diye güldü Töretay
kendisine bakarak.
“Hadi bizim eve gidelim. Çay içeriz. Aşıkbay da
arar. Sonra buluşuruz.”
“Hadi bakalım,” dedi Töleu vurdum duymaz
haliyle.
***
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
70
TÜRKİYE
AYB
Metin
ve S
Atöly enaryo Ya
esind
zarlığ
en
ı
Limonlu Açık Çay
KAMURAN ÖZAKTÜRK
“Biliyor musun, gelin beni
istemiyor.” dedi. “İnsan düşmeye görsün” diye devam
etti. Arkadaşı Tahsin Bey dokunaklı ses tonuyla konuşan
Sabri Bey’i dinlerken parkın
asıl sahiplerinden Sarman
bacaklarına sürtünerek geçti. Baharın ilk günleriydi.
Gökyüzündeki güneşin neşesine inat, Sabri Bey çok
mutsuzdu. Ata Park’ın müdavimleri genellikle emekli
dedelerdi. Beyazlamış saçları özensiz giyimleriyle, iç açıcı tazelikteki çiçeği bol parkta, dalları kurumuş asırlık meşe ağaçları gibiydiler. Sabahın
erken saatlerinde yürüyüş yapan gençlerden
sonra öğle üzeri çoğalmaya başlarlar, bol
miktardaki banklara öbek öbek oturur laflarlardı. Çoğunun yüzündeki bezginlik dikkati
çekerdi. Yetmeyen maaşlar, geçmeyen hastalıklar, hayırlı hayırsız evlatlar en önemli sohbet malzemesiydi. Sabri Bey bu konularının
dışındaydı gerçi. Parasal sıkıntısı da yoktu,
büyüttüğü bir hastalığı da.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
Sabri Bey “Çok değil daha
düne kadar varımı yoğumu
her şeyimi onlar için harcadım. Yaranamadım arkadaş!
Şimdi de oturduğum evimi
istiyorlar. Neymiş efendim
ben ölürsem küçük oğlan
pay istermiş. Onun bana ne
emeği geçmiş diye yorum
yapıyorlar”
Tahsin Bey, arkadaşının anlattıkları karşısında kendisinin de benzer sıkıntıları olduğunu düşündü. Sevecen
bir bakışla elini arkadaşının
omzuna koydu.“ Gel karşıdaki çay bahçesine geçelim birer çay içer sohbetimize devam
ederiz ”diyerek uzunca bir süredir rahatsız
olan eşinin durumunu sordu. Sabri Bey“Sorma hiç iç açıcı değil.”diye mırıldandı.
Açmış erguvan ağaçlarının arasındaki patika
yoldan çay bahçesine geçtiler, gözlerine kestirdikleri çiçeklere yakın masaya oturdular.
Sabri beyin bakışları tertemiz masa örtüsüne
takıldı. Şu sigara içenlerin düşürdükleri külün
yanıkları da olmasa! İnsanın gözünü rahatsız
71
ediyor diye aklından geçirdi. İki çay söylediler. Çaycı her zamanki kulplu cam bardaklarda limonlu açık çaylarını getirdi. Güler yüzle“
afiyet olsun” diyerek yanlarından uzaklaştı.
Sabri Bey “Bak görüyor musun elin çocuğu
çayı nasıl edepli ikram ediyor. Evde bu muameleye hasretim arkadaş! Hala öğrenemediler nasıl çay içtiğimi çok demli olmuş kızım
biraz su ilave eder misin? Dediğimde bir dahaki sefer öyle içersiniz diyor, her defasında
ayrı bardakla getiriyorlar, limonu zaten hiç
akıl eden yok, şeker desen o da yasak sanki
hastaymışım gibi. Vallahi canımdan bezdim.”
dedi sıkıntılı sesiyle.
Tahsin Bey “Vay hayırsız… Desene benim
gelin gibiymiş, üstelik bizimki bacımın kızı.
Baştan yüz vermeyecektin! Bir dediklerini iki
etmedin. Evlerini aldın arabalarını aldın. Hazıra kondular kıymetini bilmezler elbet ”Sabri
Bey düşünceli gür kaşlarını kaldırdı, arkadaşının gözlerine baktı, başını haklısın der gibi
sallayarak, kemikli parmaklarıyla tuttuğu çay
bardağından, höpürdeterek bir yudum içti.
Sabri Bey“En çok da neye canım sıkılıyor biliyor musun? Gelin ne de olsa elkızı ya oğluma
ne demeli? Gelinin ağzına bakıyor! Bizim zamanımızda öyle miydi? Atanı üzeceksin hele
de bir kadın için! Aslan gibi oğlan elini sallasa ellisi ama nerde onda o yürek. Tahsin Bey
arkadaşını onaylarcasına“ Zamane çok kötü,
saygı sevgi kalmadı. Nerede o eski gelinler
eski evlatlar. Benim büyük gelin kardeşimin
kızı. Görücü usulü evlendirdik büyük oğlumu.
Küçük oğlan öğretmen biliyorsun. O kendi
seçtiği kızla evlendi. Küçük gelin hiç bir şey
istemedi. Yeğenim çok paragöz çıktı. Bitmez
bir alışveriş içinde. Kredi kartlarını ödemekten oğlanın canı çıkıyor.” İki arkadaş yılların
verdiği samimiyetle evlerinin mahrem sorunlarını açık açık anlatıyorlardı.
Sabri Bey varlıklı aileden geliyordu. Hacışakir
sabunlarının üreticisi Kırımlı Sabuncu ailesindendi. Emekli subaydı. Tahsin Bey liseden
arkadaşıydı. Ailece görüşüyorlardı.
Sabri Bey ezan sesini duyunca, düşük göz kapakları arasından saatine baktı. Yavaşça masadan kalktı. Parktaki bankların yoğun olduğu
tarafa bakışlarını sabitledi. Ağaçların arasından camiye doğru giden yoldaki hareketlen-
meyi arkadaşına göstererek caminin yakın olması nasıl da işe yarıyor diyerek gülümsedi.“
Burası tam bize göre, öyle değil mi Tahsin?
Ömrümüzün son demi. Sabah kahvaltıdan
sonra günün büyük bölümünü geçirdiğimiz
yegâne yer. Güzel güneşli günler, bizim
için müchever kadar kıymetli. Kış günlerini düşünsene… Gidecek yeri olmayan bazı
arkadaşlar soğuktan korunmak için postanedeki bekleme yerlerinde, kimisi de bankalara
gidip yalandan sıra alıp oturuyorlarmış! Evde
huzur olsa yaşlı insanın oralarda işi ne!”
Kalabalığın bakışları arasında çay bahçesinin önünde gümüş renkli bir araba durdu.
İçinden etrafı kolaçan eden genç bir adam
telaşlı bir şekilde belli ki birisini arıyordu,
arabadan indi. Sabri beyi görünce seslenerek yanına yaklaştı Tahsin beye başıyla selam
vererek, babasına “Tapudaki işlemler sırada,
kardeşim de otobüsten inmek üzeredir. Orda
buluşacağız” dedi aceleci ses tonuyla. Sabri
Bey Arkadaşına bakarak görüyorsun ya her
şey nasip işi. Namaza niyetle kalktım. Tapuya
gidilecekmiş!
Tahsin Bey arkadaşının beden dilinden, sesinin tınısından yapılacak işlemi onaylamadığını anlamıştı.
“Oğlum namaz saati, hele namazımızı kılalım,
tapu dairesi kaçacak değil ya!”diyerek serzenişte bulundu. Sabri Beyin oğlu anlamsızca
Tahsin beye bakarak artık her şey saatli, belirlenen zamanda orda olunmazsa sıramız geçiyor diye tısladı. Hızlıca arabaya doğru yürüdü. Tahsin Bey, küf yeşili pantolonu, kareli
montuyla, omuzları öne eğik ayağını sürüyerek yürüyen arkadaşına acıyarak baktı.
Saat bir buçukta tapu dairesinin önünde
arabadan indiklerinde, küçük oğul kapının
önünde onları bekliyordu. Küçük oğul Sabri
beyin elini öptü sarıldılar. Annesinin sağlık
durumunu sordu, nemli gözlerle şuraya otur
baba diyerek banktaki boş yeri gösterdi. Sabri Bey banka yığılırcasına oturdu. Oğullarına
baktı küçük oğlandan büyük oğluna gözlerini gezdirdi. Büyük oğlan sanki yabancı birisi gibi göründü gözüne, benim çocuğum
bu kadar duygusuz olur mu diye iç geçirdi.
Yıllar önce okula giden hallerini düşündü. O
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
72
zaman da büyük oğlan daha hırslı zor bir çocuktu. Çok yormuştu onları. Sabri Bey nerde
yanlışlık yaptım ki bu oğlan daha ben sağken
mal istiyor, küçük oğlanı da alet ediyor diye
düşündü. Küçük oğlunun hiç bir şey istemediğini biliyordu.
Sabri Bey cebinden çıkardığı kâğıt mendille terleyen alnını sildi. Yanında duran çöp
kovasına attı. Evini büyük oğluna vermek
istemiyordu. Fazlasıyla elinden geleni yaptığını düşünüyordu.“ Siz durun hele ben daha
ölmedim. Babanız aklını daha yitirmedi. Size
öyle bir oyun edeyim ki yaşadıkça bu olayı
unutmayın!” diye mırıldandı. Tapu memuru,
Sabri Sabuncu diye seslendi. Bankoya yaklaşıp Sabri Sabuncu benim dedi. Tapu Memuru “Sabri Bey evin satış işlemini yapmak
için geldiniz değil mi?”diye sorarak dikkatlice
yüzüne baktı. Sabri Bey “ Oğlum; beni hastaneye gidiyoruz baba diyerek buraya getirdi.
Ben oturduğum evimi niye satayım ki?” deyince Büyük oğlunun yüzü kıpkırmızı oldu.
“Baba seninle anlaştık ya… Geçen hafta kardeşimle de konuştuk, tapu işleri için izin aldı
geldi. Şimdi niye böyle bilmiyormuş gibi konuşuyorsun?” derken sinirini kontrol etmeye
çalışıyordu.
Tapu memuru işlemin yapılamayacağını anlamış elindeki evrakları uzatarak“ Anlaşın
sonra gelin yalnız sağlık raporu çıkartmayı
unutmayın. Altmış beş yaş üstü kişiler için gerekli ”diyerek, onlardan sonraki kişinin ismini
seslendi. Büyük oğul sinirle söylenerek zaten
bize kalacak bu ev ha şimdi, ha sonra ne fark
eder ki diyerek merdivenlerden hışımla inerek onları beklemeden arabaya yöneldi. Küçük oğul ile baba arkadan tapu dairesinden
çıktılar. Sabri Bey “Ağabeyinle konuş ben hayattayken kimseye verilecek malım yok.” diyerek yaşaran gözlerini sildi.
Küçük oğul, babasının koluna girdi, bunları
evde konuşalım baba, üzülme artık diyerek
onu sakinleştirmeye çalıştı. Olanlardan çok
üzgündü, bu günü babasına yaşattıkları için
kendisine lanet etti. Bir taksiye binerek Papatya sokaktaki evlerine gittiler. Apartmanın
önünde ağabeysinin arabası yoktu. Herhalde bir yere uğramıştır diye düşündü. Sokak
kapısından geçerek dört nolu dairenin ziline
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
bastı. Kapıyı açan olmayınca manalı bir şekilde birbirlerine baktılar. Tekrar zile bastı
ayak sesiyle birlikte yavaşça açılan kapıdan
bakıcının kafası göründü. Buyurun Sabri Bey
hoş geldiniz diyerek kenara çekildi. Küçük
oğul yatalak hasta annesinin odasına yöneldi. Yatağında kımıldamadan yatan annesi boş
gözlerle oğluna baktı. Belli ki tanıyamamıştı.
Eğildi elini öptü sarıldı. Sabri Bey karısının
yanına geldi elinden tuttu. Bugün nasılsın
hanım derken bir yabancı gibi bakan feri
sönmüş ela gözlerine derin bir kederle baktı. Altı ay önce eşi beyin kanaması geçirmişti.
Uzun hastane günlerinden sonra eve çıkarmışlar yabancı bir bakıcı tutmuşlardı. Hastanede yattığı günler Sabri Bey büyük oğlunda
yemeğini yiyor yatmaya bir alt katta ki evine
iniyordu. O günlerde terslikler giderek artmış
gelin türlü davranışlar sergilemişti. Çoğunu
görmezden gelmişti gerçi, ancak evi istemeleri artık son noktaydı…
Küçük oğul başka şehirde yaşadığı için ağabeyinin bu isteklerine sessiz kalmış, annesi
ile babasına bakacaklar düşüncesi ile ilerde
kendine hak olacak hisseyi istemiyorum anlamında, tapuda imza atacaktı. Evde, babasının bitkin mutsuz yüz ifadesini görmemek için
onun karşısına değil de yan taraftaki koltuğa
oturmuştu. Yaşlanmak ne büyük sıkıntılara
gebe diye düşündü.
Doktor, annesi için her an her şey olabilir hazırlıklı olun demişti. Ağabeysi nasıl böyle bir
zamanda bu işleri düşünüyordu. Karısı acaba onu tehdit mi etmişti. Zaten çocuğumuz
da yok bizi bağlayacak. , Benim onlarla da
ilgilenmem için moralimin düzgün olması lazım, Ya ben ya onlar mı demişti. Bende neler düşünüyorum bu kadar da zalim değildir
her halde. Belki de ağabeyimin işleri bozuldu belki borcu varda söyleyemiyor o yüzden
istiyordur. Ağabeyim hiçbir sıkıntısını açık
söylemeyen yapısı yüzünden hep problem
oldu. Bu yaştan sonra babam evi ne yapsın
öbür evinde de oturabilir. Ama çevresi hep
burada Tahsin amca olmasa babam daha da
mutsuz olur, bize de gelemezki, küçük oğul
bunları düşünürken kapının zili çaldı. Gelen
yengesi ile ağabeysi idi. Onların gelmesi ile
odayı içki kokusu sarmıştı. Ağabeyi kızarmış
gözlerle, peltek peltek konuşarak babasının
73
karşısına oturdu. Sabri Bey yüzünü buruşturarak oturduğu koltuktan kalkarak mutfağa
yöneldi.
Babamın yaptığını gördün değil mi, bizimle
nasıl oynuyor, bu bize yapılır mı? Neyine güveniyor kim ilgilenecek ki biz olmazsak. Ya o
evi bize verir ya da bizi unutur diyerek kalktı.
Büyük oğul içkiden olsa gerek ağlamaya başlamıştı.“ Babam oldum olası seni sevdi. Hiç
beni kollamadı. Sen okulda daha başarılıydın, hep seninle gururlandı. Ben onun hep
kötü huylu beceriksiz oğluydum. Bu yaşıma
geldim birebir sağlıklı iletişimimiz olmadı hep
dolaylı yollardan, Çok geç evlendim. Gururlanacağı torun da veremedim. Bak yine yaptı
yapacağını bir kere de sevindir, be baba!”
diyerek yalpalayarak kalktı. Sabri Bey karısı
duyar, belki anlar üzülür düşüncesiyle yatak odasının kapısını kapatmış, dinleneceğini söyleyerek onları yalnız bırakmıştı. Küçük
oğul onları evlerine uğurlarken ağabeysine
yardım etti. Bunlar düzelecek merak etmeyin
derken, ne yapılsa iyi olur bilemiyordu.
Sabri Bey onlar gittikten sonra odadan çıktı.
Küçük oğluna halimizi görüyorsun oğlum.
Bende şaşırdım ne yapacağımı, bunlara güvensem dünden evi bağışlardım. Çok kırdılar
bizi bildiğin gibi değil. Annen bunların yüzünden felç oldu. Hayatlarını yaşamak için
çocuk da istemediler belli ki. Küçük oğul
babasına hakkımızda hayırlısı ne ise o olsun
artık bu konuyu kapatalım baba diyerek ona
sarıldı.
O gece, anneleri duydu anladı da mı? Yoksa beklenen sonuç muydu bilinmez fenalaştı,
sabaha
karşı hakkın rahmetine kavuştu. O gün ikindi
namazından sonra eş, dost parktaki arkadaşlarıyla cenazeyi kaldırdılar. Başsağlığına gelenler Sabri beyi teselli etmek için çaba sarf
ederlerken çocuklarının ağzını bıçak açmıyordu. Çok değil bir hafta sonra gelini artık
daha güçlü bir komutan edasıyla ben olmazsam sen nasıl yaşarsın der gibi davranıyordu.
Sabri Bey için günler daha bir zor geçmeye
başlamıştı. Günlerdir beynini kemiren dü-
Fotoğraf: N. Gamze Demir
Gelin küçük oğula hoş geldin nasılsınız gibi
yavan birkaç cümleden sonra konuyu açmıştı.
şünceyi sonunda uygulamaya karar verdi.
Kendisine huzur evi araştırmaya başladı. Bir
tanesi buraya çok uzaktı. Odaları güzeldi,
sağlık hizmetleri vardı. Bir diğeri ise buraya
yakın ama daha salaş eski bir binaydı. Sağlık
hizmetleri yeterli değildi. Ancak saygılı güler
yüzlü bir yöneticisi vardı. Eski olanı tercih etti
kaydını yaptırdı.
Her hafta arkadaşları görmeye gelir, cumayı
Ata parkta ki camide kılarım diye düşündü.
Arkadaşlarını gözünün önüne getirdi.“ Acaba
huzur evine gittiğim için üzülürler mi? Acırlar
mı Sabuncu ailesinin subay emeklisi arkadaşlarına? Beni özlerler mi? Gelemediğim haftalarda telefon edip arar sorarlar mı? Kimse ile
bir husumettim yok, severler beni arkadaşlar.
Ya da arkamdan çekiştirirler mi başkalarına
gizli gizli.” Dalgın bu düşünceler içersinde
parka gitti. Tahsin Beyi görünce sevindi yanına oturdu. Erguvan çiçeklerinin zamanı geçmiş güller açmaya başlamıştı. Çay bahçesinin
güllere yakın her zaman oturdukları masaya
geçerek çaylarını söylediler.
Tahsin Bey arkadaşının genç güçlü hallerini
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
74
Sabri Bey’in düşündüklerini uygulayan yapısı
onu yıllardır yaşadığı mahallesinden arkadaşlarından ayıracaktı. Başka da çaresi kalmamıştı. Akşam konuyu oğluna açtı tepkisine
dikkat etti. Büyük oğlu ilgisiz sen nasıl istersen
öyle olsun baba derken suskundu. Gelin bence isabetli bir karar diyerek araya girdi. Sabri
Bey derin bir nefes aldı. Ne kadar isabetli karar verdiğini içinden duyumsadı. Uzun zamandır ilk defa huzurluydu. Bir hafta içinde
yeni yuvasına yerleşmişti Küçük oğlu yurtdışına gitmiş oradan düzenli aralıklarla telefon
ediyordu. Her şey düzene girmeye başladı
derken, oğlunun ev baskıları tekrar başlamıştı
Sabri bey ne badireler atlatmış bu kadar acı
duymamıştı. Kıbrıs savaşındaki çatışmalarda
ölümle yüzleşmiş, eşini kaybetmiş can evinden vurulmuş, yine de dik kalmayı başarmıştı.
Hayırsız evladın darbesi dünya hayatında en
yok edici belaydı.
Cuma günleri her zamanki gibi parka gidiyor, oğlunun evine pek uğramıyordu. Oğlu
babasının evine satılık levhası asmış müşteri
bile bulmuştu. Babasını huzur evinde ziyaret
ederek durumu açmış evin satılmasını istediğini orda boş durmasına tahammül edemediğini söylüyordu. Biz daha hayırlı bir iş için
parayı kullanırız gibi cümlelerle babasının
başını şişirerek çıktı gitti. Sabri Bey Üzüntüsünden o gece yemek yemedi, erkenden yattı. Uyku belalardan kaçışmıydı bilinmez. O
gece bir rüya gördü. Öksüz bir çocuk kenKardeş Kalemler Mayıs 2013
Fotoğraf: N. Gamze Demir
de bildiği için bu haline içi yanıyor, hayatın
insanı ciddi sınavlarla denediğini yürekten
hissediyordu. Başkalarının dertlerini yakından görünce kendi dertlerine imrenir olmuştu. Çay servisi yapan gençten; iki limonlu
açık çayla satranç kutusunu getirmesini istedi. Böyle zamanlarda en iyi ilaç satranç
oynamaktı. Sabri Bey“ Tahsin kendime huzur
evi ayarladım, buraya yakın sayılır. Cumaları,
sağlıklı oldukça gelmeye gayret sarf ederim
yine, görüşürüz. Vasiyetimi yazdım Avukatıma verdim. Bugün onlara da söyleyeceğim
bakalım tepkileri ne olacak. Biliyor musun,
oğlan benimle hala küs.” Tahsin Bey “ Takma
kafanı, her şey olacağına varır.” dedi. Çaycı
kulplu bardaklarla limonlu açık çaylarını sevecen bir şekilde tazeledi. İki el oyun oynadılar, berabere kalmışlardı.
disine baba diyordu. Çocuğun elinde evinin
tapusu vardı. Hayırdır inşallah diyerek yatağında doğruldu, derin derin nefes alıyordu.
Kalktı bir bardak su içti. Günlerden cumaydı.
Oğluna vereceği hediyeyi! Artık vermeliyim
diye düşünerek cebine yerleştirdi. Kahvaltıdan sonra izin kâğıdı doldurarak parka gitti. Tahsin Beyi buldu. Limonlu açık çaylarını
içtiler. Rüyasını anlattı. Satranç oynadılar İyi
ki varsın be Tahsin diyerek arkadaşının sırtını
sıvazladı. …Oğlu babasının parkta çay bahçesinde olacağını tahmin ettiğinden yanına
gelmişti. Evin satış konusunu tekrar açtı. Sabri
Bey oğlunu sabırla dinledi. Bak oğlum sen de
haklısın ben de diyerek, cebinden çıkardığı
zarfın içinden evini Darülşafakaya bağışladığını belgeleyen yazının fotokopisini eline
tutuşturdu. Yazıyı okuyan oğlu dondu kaldı.“
Evin parasını tüp bebek tedavisinde kullanacaktık.” Dedi sessizce.
Fotokopi kâğıdı elinden kayarak yere düştü.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi
Hikâye Atölyesi, 03.05.2013)
75
TÜRKİYE
rlığı
aza
ryo Y
Sena n
e
v
n
Meti ölyesinde
AYB
At
Hasretim ve
Nedametim Aras
NESRİN ASKERAN ÜNAL
Müstesna insan
24.Ekim.1936
Makamınıza geldiğim ilk gün
siz beni ‘İstida ve evraklarınızı kaleme teslim ettiniz mi?’
sorusuyla karşıladığınızda;
kaçak bedenim, fırsatçı bir
iştiyakla ruhumu tekrar ele
geçirdi. Yaşanan karışıklığı
kendi lehime kullanmamda
ve gelişimin hakiki sebebinden vazgeçmemde sizin de
büyük payınız olduğunu o
gün için nereden bilebilirdiniz ki…
Sohbet nasıl başladı hatırlamıyorum. Muhterem bir zatın teveccühüne mazhar olmanın
şaşkınlığı içerisindeydim. Sanırım sizin Tuna
Nehrine ve benim Kafkas Dağlarına olan hasretimiz yakın, sıcak bir alaka oluşturdu aramızda. Ben ceketimin sol iç cebinde yıllardır
taşımakta olduğum itirafnamemi yeniden suskunluğa emanet ederek, sunduğunuz fırsatı
minnetle kabul ettim. Yirmi beş yaşımın içinde iken yüce gönlünüz o gün bana kaderimin değiştiği hissiyatını yaşattı. Siz Manastırlı
Selim Bey, himmetinizle özel
kaleminizde iş verdiniz. Tesadüftü ki tahsil ve terbiyem
oldukça uygundu. Zaman
içinde Adliye kısmından Karakol hizmetlerinde istihdam
edilmem yine zat-i-âlinizin
himayesi ile oldu. Adliye
Vekâleti’nin bir mensubu
olarak, o günden bu güne,
hayatımı insanların güvenliği, huzuru ve saadetine adadım.
On iki yıldan beri vazifemi
ifa ederken; benliğimi saran hezeyanları, vicdanımda sürdürdüğüm
hesaplaşmayı ve mazimdeki karanlığı işime
hiç katmadan çalıştım. Hak yemedim. Zayıfı
güçlüye ezdirmedim. Sizden öğrendiklerimle
daima adil oldum. Aile kurmadım. Bahtsız ve
yalnız hayatımda bana lütfettiğiniz baba şefkati, hasret ve hatıralarımın yegâne ilacıydı.
Minnettarım ve ömrünüze duacıyım.
Teessüf ki bugün sizi büyük sükûtu hayale
uğrattım. Ellerime takılan kelepçe ile huzurunuza çıkarıldığımda gözlerinizdeki ifade büKardeş Kalemler Mayıs 2013
76
tün teferruatı ile bunu anlatıyordu. Müddeiumumîye Selim Bey olmaktan belki de ilk kez
imtina ettiğiniz bir an yaşattım size.
Bu ricamı vasiyetim kabul buyurun lütfen.
Kafkasya ve Balkanların muhacerette kurduğu kader birliği, artık son bulacaktır. Çünkü
ben suçu sabit bir sanık, siz ise kanunları gerektiği vecibe içinde uygulayacak olansınız.
Bundan korkum ya da şüphem yok. Sadece
o müstesna varlığınızın uzağında olmak; beni
yeniden yoksul ve yoksun günlerime geri götürecektir.
İTİRAFNAME
24.Teşrinievvel.1924/ İnebolu
Sizin tanıdığınız isimle ben, İnebolu Karakol
Komiseri Veysel; bugün sorgu odasında, annesini öldüren bir zanlının başını duvarlara
vurmak suretiyle ölümüne sebebiyet verdim.
Zanlının üzerinde bulunan maktule ait ziynet
eşyaları avuçlarımı kanatıyordu.
Tek kurşunum vardı silahımda. Silahım kabzasında, Bolşevikler pusuda, vatan ardımda,
en aziz varlığım yaralı ve sırtımda.
Geçmiş çoğu kez, ruhumuzda yer bulduğu
sessiz ve sinsi faaliyetleri ile bugünümüzü ve
geleceğimizi tayin eder. Tarihin üzerimize
çöken merhaleleridir esasen; bizim talih deyip geçtiğimiz. En azından sizin ve benim yaşadığımız dönem ve geldiğimiz topraklarda
yaşayanların kaderini tarih çizdi.
Devrin yeni ve gaddar sahipleri, saçtıkları
milyonlarca kurşunla hayatları izinsiz ve insafsızca yok ettiler. Savaş, işgal ve sürgünlerden
sağ kalmaya muvaffak olanların ise gönlünde
şarkılar sustu, gözlerinde ışıklar söndü. Süngülerin gölgesinde ‘HÜRRİYET VE SAADET ‘
sadece geçmişin emsalsiz bir hatırası olarak
kaldı. Hayatımızı hissemize düşen büyük acıların gölgesi içinde yaşadık.
Adalete ve ahlaka inanmak ve onlara sığınmak, ruhumuzu kuşatan maziye yenik düşmemenin yegâne çaresiydi.
Ben bugün onları da yitirdim… Ya da ben
bugün onların tecellisini sağladım. Bunun
kararını yüce vicdanınız verecektir. 12 yıl
önce adalet makamına sunmak üzere getirdiğim itirafnamemi bugün sadece şahsınıza
mahsus olarak takdim ediyorum. Bunu size,
kendime ve hayatımın en müstesna varlığına
borçluyum. Mahkeme safhalarında dikkate
almamanız ve açıklamamanız ricası ile ellerinizden öperim.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
Veysel Dağlı/İnebolu
Ben Mirza Celil Oğlu Vugar. 1902 Gence
doğumlu. Cinayetimi bu isimle işledim. Sonra resmi kayıtlı bilumum evraklardan ve hafızamdan sildim. Toprağımda bıraktım kimliğimi ve suçumun delillerini. Şahidim sadece
yüce rabbim.
Tek kurşunum vardı silahımda.
Ya düşman eline bırakacaktım onu ya da sütünün helalliğini alacaktım. Kavlimiz buydu.
Bir şubat akşamının zifiri karanlığında; anamın masum kanı karları dağladı. Aras feryadımla dalgalandı. Birbirini tanımadan öldüren onca kahpe kurşun içinde; bir ben bildim
kurşunun saplandığı yüreği. Bir ben bildim
ardımda açık kalan gözlerini, adımı diyen
sesini, son nefesini... Kaçtığım dağlara, sığındığım ovalara ve aldığım her soluğa taşıdım.
O günden bu güne nabzım o tek kurşun gibi
atıyor.
Ben iffetini, nefesine tercih eden bir ananın
katiliyim.
Mirza Celil Oğlu Vugar
Sevgili oğlum Mirza Celil Oğlu Vugar,
24.Ekim.1936/ İnebolu
Sana gerçek isminle hitap etmek ve bu isimden vazgeçmenin sebepleri ile birlikte seni
bağrıma basmak arzusu içinde on iki yıl geçti. Bu arzuya karşı irademi yöneten, her gün
biraz daha yaralarını sarmana şahitlik etmemdir. Elbette kendimi samimiyet ve doğruluktan
uzak hissettiğim ve müteessir olduğum anlar
yaşadım. Bunu senin de hissettiğini biliyorum. Ancak her ikimizin de sana ait bu sırrı
saklamadaki maharetimizin sebebi aramızdaki bağın gücü idi. Bu sebeptendir ki bir gün
itirafını duyacak dahi olsam, bildiğimi sana
açıklamama kararındaydım. Yani bugün ya-
77
Makamıma geldiğin gün gözlerine yerleşmiş
olan hüzün, halindeki sadelik ve birkaç kelimenin ortaya koyduğu muhaceretin o çok iyi
bildiğim hissiyatı bana derinden tesir etmişti.
Bu, o güne mahsus yaşanan karışıklığın senin lehine neticelenmesinin esasını teşkil etti.
Bundan hiçbir zaman pişmanlık duymadım.
Kırklı yaşlarımın içindeyken rastlaştığım sen,
zaman içinde ayrı düştüğüm kadim dostlarımın yerini aldın. Bunu bilmeni isterim. Ancak
elbette ki ifa ettiğim görev içinde mesuliyetlerimin gereğini yapmak mecburiyetim de
vardı. İşte bu mecburiyet içinde yaptığım tahkikatın ilk neticeleri senin yaralı geçmişine bir
hırsız gibi sokulmama ve her şeyi öğrenmeme
vesile oldu. İrevan ve Gümrü hattından Anadolu’ya kaçışının o yıllar itibarıyla bir fevkaladeliği yoktu. Yüz binlerce insan bir vatandan
kopuşun ve başka bir vatana varışın hüzünlü,
zorlu mücadelesini yaşamıştı. Ama senin göç
yolun bambaşka bir facia bırakmıştı hayatına.
Sen ve ben; yani Balkanlardan ve Kafkaslardan gelenler, Anadolu’nun o yoksul ama bir o
kadar cömert topraklarında tıpkı yeni kurulan
Cumhuriyet gibi hayata yeni, güçlü bir maneviyatla başladık. İstiklalini kaybeden topraklarımızın hasretini; istiklalini kazanmak uğruna
verilen şerefli bir mücadelenin yaşandığı bu
toprakların zafer sevinci ile sardık. Hayatımızı
kurtuluşun ve kuruluşun gönülden neferleri
olarak yaşadık.
Senin bütün varlığını hak ve adalete nasıl bir
iştiyakla adadığına bizzat ben şahidim. İşlediğin cinayetin iddianamesini hazırlarken;
bana geçmişini açıklayan ve çektiğin acıları,
ruhundaki buhranları an be an dört yıl boyunca paylaşan değirmenci Şefik Bey’i şahitlik etmesi için buraya çağırdım. Yıllar önce,
Aras’ın azgın dalgalarına bıraktığın bedenini
nasıl görüp kurtardıysa bu facialı durum için
de yegâne çare o olabilir kanaati ve umudu
içerisindeyim. Doğu’nun en uç noktasından
buraya vasıl olması zaman alacaktır. Ancak
senin de bildiğin gibi görevim suçlunun aleyhine deliller toplamak gibi lehine olan delilleri de ortaya çıkarmaktır. Hukukun kaideleri
Fotoğraf: N. Gamze Demir
şanan elim hadise ve senin istikbalinde doğuracağı neticelerin yarattığı hakikat olmasa,
ben sonsuza kadar susacaktım.
içinde bir yol bulmaya çalışmaktayım. Cezanın idam olmaması için bunu yapmaya mecburdum. Bu sebeple iznini almadım. Beni anlayacağını umut ediyor acı hatıralarınla yüzleşeceğin günler için senden özür diliyorum.
Selim Manastırlı
İnebolu Adliyesi
Müddei Umumiyesi
Bu mektuplar İnebolu Adliyesine Savcı olarak
tayin edilen Mehmet Rıfkı Bey’in eline 1942
yılında geçer. Selim Manastırlı gibi çok değerli bir hukuk adamının masasında gözden
uzak bir bölümde bantlı olarak duran iki zarf
dikkatini çeker ve merakına yenilir.
İlk zarfın üzerinde Selim Manastırlı İnebolu
Müddeiumumiyesi yazılıdır. İçinden çıkan
mektup ve başka bir kâğıda yazılmış olan itirafnamenin defalarca okunduğu kâğıtlardan
ve zarftan bellidir. İkinci mektup yeni yazılmış
ve hiç okunmamış gibidir. Zarfın ön yüzünde
üzeri çizilmiş iki isim,arka yüzünde ise şu not
vardır.
İffeti için nefesinden vazgeçen bir annenin
oğlu bugün idam edildi.
(AYB Edebiyat Akademisi Hikaye Atölyesi,
03.05.2013)
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
78
KIRGIZİSTAN
“Manevî gıdası yetersiz kalan halk zaman içinde parçalanıp,
yok olmaya mahkûmdur.”
Kırgızistan’lı Tanınmış Gazeteci Yazar
Aydarbek Sarmanbet’in
60. Doğum Yıldönümüne İthafen
Röportaj
MÜLAKAT: İBRAHİM TÜKHAN
Türkiyeli okurlar, Kırgız edebiyatının örneklerinden ünlü
yazar rahmetli Cengiz Aytmatov’un eserlerinden başka, ne
yazık ki, fazla bilmemektedir.
SSCB döneminde, herkesin
bildiği sebeplerden dolayı;
1991 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra ise, iki kardeş
ülkenin hazırlıksız yakalanmasına bağlı olarak günümüzde
bile bu eksiklik devam etmektedir. Doğrudur, 20 yılı aşkın
süredir Türkiye’de Kardeş
Kalemler dergisi başta olmak
üzere birçok edebiyat dergisinde Kırgız edebiyatından
örnek hikâye ve şiirler, Kırgızistan’da ise sayısı
çok fazla olmamak kaydıyla Türk edebiyatından
eserler yayınlana gelmiştir. Ancak o çalışmalar
yaygın bir şekilde okurlarla buluşamadığı için
kamuoyu tarafından fazla bilinememiş, yokluğa
mahkûm olmuştur adeta. Kırgız yazar ve şairler
hakkındaysa birazcık kuru bilgiden başka neredeyse hiç bilgimiz yoktur. İşte bu eksikliği gidermeye yönelik olarak, bendeniz, uzun yıllardan
beri Kırgız edebiyatından yaptığım şiir ve hikâye
çevirilerinin yanı sıra, Kırgız edebiyatçılarla söyleşi yapmak suretiyle onları tanıtmaya; onların
değindikleri ölçüde Kırgız edebiyatının dünü ve
bugününü Türkiyeli okurlarla tanıştırmaya çalışmaktayım. Böylece, günümüze kadar edebiyat
dergilerimizde Kırgız edebiyatçılarla yok denecek kadar az yapılan söyleşi serisi başlatabilmeyi umuyorum. Götürebildiğimiz yere kadar deKardeş Kalemler Mayıs 2013
him TÜRKHAN
vam ettirmeye çalışacağımız
röportaj serisiyle, kardeş Kırgız
edebiyatına farklı bakış açıları
yakalayacağımız ümit ediyoruz. Kırgız edebiyatında son
yıllardaki çalışmalarıyla kendine yer edinen gazeteci, yazar
Aydarbek Sarmanbet’in, Haziran ayında gireceği 60. yaşını
şimdiden kutluyor, kendisine
yeni eserlerle süsleyeceği
uzun ömür diliyor, sorularımıza içtenlikle cevaplandırdığı
için kendisine teşekkürlerimizi
sunuyoruz. Kardeş Kalemler
Dergisi okurlarını röportajımızla baş başa bırakıyoruz. İbra-
İbrahim Türkhan: Kendinizi Türkiyeli okurlara
kısaca tanıtır mısınız?
Aydarbek Sarmanbet: Ben, 1953 yılında Kırgızistan’ın en güzel köşelerinden birisi olan Isık
Göl Bölgesi’nin Isık Göl ilçesine bağlı Kara Oy
köyünde dünyaya gelmişim. Bişkek’te Kırgız
Devlet Üniversitesi’nin Gazetecilik Fakültesi’nden mezun oldum. Meslek hayatıma ilk olarak
ressam olarak başladım. Daha sonra yazarlık
ve gazetecilik yaparak bu güne kadar gelmiş
oldum. Günümüze kadar Kırgız Milli Yazarlar
Birliği ile Gazeteciler Birliği’nin üyesiyim. Uluslar arası Zaman Kırgızistan, resmî Kırgız Tuusu
(Kırgız Tuğu), Kırgız Meclisi’nin Kengeş (Meclis) gazetelerinde çeşitli görevlerde bulundum.
79
Kırgız Milli Yazarlar Birliği’nin genel başkan
yardımcılığını ve sekreterliğini yaptım. Günümüzde ise Canı Ala Too (Yeni Ala Too) edebiyat
ve sanat dergisinin redaktörü olarak çalışmaktayım.
İ.T: Kırgız edebiyatına sizin katkılarınızı öğrenmeye yönelik olarak, bu güne kadar yayınlanmış eserlerinizi ve kitaplarınızın isimlerini öğrenebilir miyiz?
A.S: İlk eserim 1967 yılında 14 yaşımdayken
çocuk gazetesinde çıkmıştı. Çocuk edebiyatı
dalında KImça Bel (İnce Bel), büyüklere yönelik
olarak Cükö Balban (Cüce Pehlivan), Hikâyeler
ve Mekânsız gibi kitaplarım yayınlandı. Burada
aklıma gelmişken bir şeyi de belirtmem gerekir:
Eserlerim o yılların şartlarına bağlı olarak, öncelikli olarak Kazakça, Türkmence ve Rusça olarak yayınlandıktan sonra ancak Kırgızca olarak
yayınlanabilmiştir. Kırgız edebiyatında fantastik
eserlere kalem oynatan yazar az olduğu için o
alanda da çalışmalar yapmaktayım. 1985 yılında bu alanda yapılan yarışmada derece almıştım. 30’dan fazla edebiyat ve tarih kitaplarının
hazırlık aşamasında redaktör olarak görev yaptım. Birçok Türk, Kazak ve Azeri yazar ile şairin
eserlerinin Kırgızcaya çevrilmesinde görev aldım. Kaşgarlı Mahmud’un 1000. yılında hikâye
dalında birincilik ödülüne, Kazakistan ve ülkemizde edebiyat alanındaki birçok ödüle layık
görüldüm.
İ.T: Kırgızistan’ın 1991 yılında SSCB’den bağımsızlığını kazanana kadarki Kırgız edebiyatının durumu ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
A.S: Ülkemiz bağımsızlığını kazanana kadarki
dönemde Moskova’nın, yani merkezî hükümetin hükümranlığı alttan alta yürütülmüştü. Lenin, komünist rejim, parti övülmediği müddetçe eserlere, kitaplara kolay kolay izin verilmez,
hatta yayınlanmazdı. Bu tip eserlerin tanınıp
yayılmasının önü de gizliden gizliye kesilirdi.
Komünizm ideolojisini özellikle öven, onu göklere çıkaran eserlerin kaleme alınıp, basılması
için özel sipariş verilirdi. Onun için güçlü kalemler ve onların emekleriyle ortaya çıkabilecek edebî eser neredeyse yok denecek kadar
az basılmıştır. Yazılanlar pür dikkat kontrolden
geçirilmeyince basılmazdı, ya da düzeltildikten
sonra gerçeklerden uzak bir şekilde çıkarılırdı.
Birçok yazarın kitaplarının oldukça geç dönemde çıkmasının sebebi de budur. Rejimin taraftarlığını yapan şair ve yazarlar ödülleri, mad-
di-manevî destekleri hep yanlarında buldukları
için bir birinin peşi sıra kitap çıkarabilmişlerdir.
Günümüzde ise konuşma ve yazma özgürlüğü
var. Aksayan yönleri olmakla birlikte günümüzün edebiyat hayatı eskiye nazaran biraz daha
kıymetli görülmektedir.
İ.T: Kırgızistan 1991 yılında SSCB’den bağımsızlığını kazandıktan sonraki Kırgız edebiyatının
durumu ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
A.S: Kırgızistan bağımsızlığını kazandıktan sonra siyasi ve ekonomik alanda olduğu gibi edebiyat alanında da büyük bir kafa karışıklığı yaşadı.
Önceki dönemin ruhî kazanımları ya parçalandı
ya da işe yaramaz hale geldi. İnsanlar nasıl bir
şekilde ve hangi maksada yönelik olarak yaşayacaklarını bilemez hale gelmenin şaşkınlığına
düştüler. Batının siyaset ve medeniyet alanındaki gizli ve güçlü baskısını gördük. Yeni dönem
hakkında eserler kaleme alınamaz hale geldi,
hâlâ da yok denecek kadar az. Dinimizden ve
dilimizden başka neredeyse her kutsal değer
yok olmayla karşı karşıya kaldı. Yazar ve şairler
yeni dönemi dikkatli bir şekilde irdeleyerek edebî seviyesi yüksek yeni eserler ortaya koyamamaktadırlar. Halk hangi değerlere sahip çıkıp,
onun peşi sıra gideceğini hâlâ bilemez bir durumda bulunmaktadır. Herkes günlük hayatın
çarkları arasında paranın ya da bir makamın
peşinden gitme yolunu seçti. 1991 yılından beri
Kırgızistan’daki hayat, insanların ruhî dünyası,
başlarından geçirdikleri değişimler, dünyada
olan biten şeyler gibi birçok büyük meseleyi
konu edinen yazarlar yok denecek kadar azdır.
Onlara ihtiyaç var, insanlara ruhî anlamda yön
vermek gerekiyor. Kırgızistan da Türk dünyasının, Asya’nın, dünyanın bir parçasıdır. Kırgız
halkı da diğer halklarla birlikte kendi yolunu, rolünü bulması gerekiyor. Günümüzde ülkemizde
konuşma hürriyetinin olması, gerçek yetenek
sahibi olan insanların hak ettikleri değeri, say-
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
80
gıyı bulmaya başlamasından güzel ne olabilir.
Çalışmalarıyla okurlarının gözünde gerçek değerini buldu diyebileceğimiz edebiyatçılarımız
var. Örnek olarak Omor Sultanov, K. Akmatov,
Turusbek Madılbay ve Talip İbraimov gibi güçlü
şair ve yazarları verebiliriz.
İ.T: Türkiye’de Kırgız edebiyatı denince akla ilk
olarak ve sadece rahmetli Cengiz Aytmatov gelmektedir. Ondan başka yazar ve şairlerin eserlerini, SSCB döneminde olduğu gibi sonraki dönemde de neden okuyamamaktayız?
A.S: Rahmetli Cengiz Aytmatov’un dünyada en
çok tanınan Kırgız yazar olmasının en önemli
sebebinin, ‘Diğer SSCB ülkelerini da destekleyip, ilerlemelerini sağlamalıyız.’ şeklinde merkezî hükümetin yürüttüğü göstermelik siyasetten
dolayı, onun Rusça olarak kaleme aldığı eserlerinin o dönemde desteklenmesi neticesinde
tanınmaya başlamasıdır, diyebiliriz. Zaman
içinde eserlerinin konuları genişleyerek dünyadaki sorunları, konuları işlemeye başlaması, Kazak yazar Muhtar Auezov ile Fransız Louis Aragon’un olumlu yöndeki eleştirilerini bildirmeleri
Cengiz Aytmatov’un adının daha da bilinmesini
sağlamıştır. Kırgız edebiyatında kalemi güçlü
ondan başka edebiyatçılar eskiden olduğu gibi
günümüzde de bulunmaktadır. Sadece son
beş yıl içinde Omor Sooronov’un Rusya’da M.
Lermantov, Azerbaycan’da Kaşgarlı Mahmut
ödüllerini; Turusbek Madılbay ile Talip İbraimov’un Rus dilinde eser kaleme alan yazarların
arasından sıyrılarak Çong Proza (Büyük Hikâye)
ödülünü, Abdıcapar Egemberdiyev’in Iyık Lira
(Kutsal Lira) ödülünü almaları, gibi birçok örnek
bunu ispat etmektedir. Buna rağmen, buradaki
en büyük eksiklik, sözünü ettiğimiz edebiyatçıların eserlerinin diğer dillere Cengiz Aytmatov’un
eserlerinin çevrildiği gibi çevrilmesi konusunda
yaşanmaktadır. Dolayısıyla o yazarların geniş bir
okur kitlesi tarafından tanınmasını engellemektedir. Bu yönde yapılacak olan işler, edebiyat
dünyasında diğer Kırgız yazarların da tanınmasını sağlayacaktır, düşüncesindeyim.
İ.T: Günümüzün Kırgız edebiyatı hangi tür sorunlarla karşı karşıyadır, başından geçirmekte
olduğu meseleler nelerdir, diye soracak olsak…
A.S: Son 20 yılı geçkin zamandan beri siyasî ve
ekonomik problemleri çözmeye dikkat kesilen
yönetim, edebiyata, kültüre fazla önem verememek durumunda kalmıştır. SSCB zamanında her
hangi bir eser aradan fazla zaman geçmeden
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
Rusça ve diğer dillere tercüme edilirdi. Günümüzde ise şair ve yazarlarımızın eserleri diğer
dillere tercüme edilemediğinden dolayı, edebiyatçılarımızın dış dünyada tanınması mümkün
olmamaktadır. Tercüme işi yok denecek kadar
az yapılmaktadır. Bir eserin dili ne kadar güçlü
olsa bile, onu yayınlamaya, başka dillere tercüme ettirmeye maddi imkânlar yetersiz kalmaktadır. Hâlbuki bu işe belli oranda devletimizin
el atması gerekirdi. Çünkü insanlara ekmek ve
su ne kadar gerekliyse, manevî gıdalar da gerekmektedir. Manevî gıdası yetersiz kalan halk
zaman içinde parçalanıp, yok olup gitmeye
mahkûmdur. Bir halkı ekonomiden önce dili,
edebiyatı, ruh dünyası koruyabilir. Manevî anlamda yetersiz beslenen, herhangi bir ideali
olmayan halk gelişip, ilerleyemez. Millî ideal,
vatanını sevmek, toprağına sahip çıkmak, onlara
hizmet etmek ve gelişmesi için her bir ferdin katkıda bulunması demektir. Dünya’da büyüklüğü
ve içeriği ile eşsiz bir eser olan Manas destanını
ortaya çıkaran, büyük bir yazar olan Cengiz Aytmatov’u dünya edebiyat sahnesine sunan Kırgız edebiyatının temeli sağlam, seviyesi yüksek,
kabiliyetli birçok kalemi bulunmaktadır. Onları
şu an dünya edebiyat kamuoyu tanımamaktadır.
İ.T: Bağımsız bir devlet olmak, Kırgız edebiyatına ne gibi tesir etmiştir, bu konudaki düşüncele-rinizi alabilir miyiz?
A.S: Bağımsız bir devlet olmanın en birinci tesiri Kırgız halkının, özgürce düşünme ve özgürce kalem oynatmanın gerekliliğini anlayarak,
o yönde gayret etmesi konusunda oldu, diye
düşünmekteyim. Artık bu yöndeki adımları hiçbir siyasî irade durduramayacaktır. Kırgız halkı
buna izin vermeyeceğini beş yıl içinde başından geçirdiği iki ‘halk hareketiyle’ göstermiştir.
Bu bizim en büyük başarımızdır, diye düşünüyorum. Eskide olduğu gibi edebiyata sınır çizmek, sert bir kontrolden geçirmek, siyasî suç
isnat etmek, ceza vermek diye bir şey kalmadı.
Edebiyat, komşusuna zarar vermeden insanların
özgür düşünmesi, konuşması demektir. O halde
tamamen özgür olmalıdır ki, görevini hakkıyla
yerine getirebilsin. Kırgızistan o seviyeyi yakaladı. Bundan dolayı artık çok güçlü eserlerin ortaya çıkmaya başlayacağına inanıyorum.
İ.T: Malumunuz olduğu üzere Kırgızistan ile
Türkiye’nin ortasında bağımsızlıktan sonra her
türlü konuda bağlantılar kurulmuştur. Peki, iki
devletin arasında edebiyat alanındaki bağlan-
81
tıların hangi seviyede olduğunu soracak olsak,
seviyenin istenen seviyede olduğunu söyleyebilir misiniz?
A.S: Türkiye, Kırgızistan’ın bağımsızlığını ilk
tanıyan devlet olmuş, elçiliğini açmış ve zor
günlerdeki kardeşlik görevini yerine getirmeye
çalışmıştır. Daha ilk yılımızda hizmet vermeye
başlayan Kırgız-Türk Liseleri, Zaman Kırgızistan gazetesi, Diyalog Avrasya Platformu ve işadamları bizim aramızdaki kardeşlik bağlarının
güçlenmesini sağlamıştır. Bundan sonraki dönemde ise iki devleti daha da yakınlaştırmak ve
küreselleşmenin getireceği ters etkilerden korunabilmek için kültür ve edebiyat alanındaki yakınlaşmayı, işbirliğini şimdikinden daha yüksek
seviyeye çıkarmaya uğraşmalıyız. Kırgızlar ve
Türkiye Türkleri Asya’daki tarihi, dili, medeniyeti, dini bir olan, mesafe olarak birbirine uzak olsa
da, gönülden en yakın olan halklardan ikisidir.
Eğer iki devlet olarak kültür ve edebiyat alanındaki işbirliğini, bağlantıları bundan da ileri seviyeye taşıyarak geliştirebilirsek, iki ülkenin halkı
da birbirine olumlu olarak tesir eder ve manevî
yönden zenginleşip ilerlerlerdi. Ancak bugüne
kadar atılan iyi niyetli adımların yeterli ve verimli
bir şekilde atılmadığını kabul etmemiz gerekir.
Buna rağmen, Zaman Kırgızistan gazetesinin,
DA Dergisi, Türkiye’nin açtığı üniversiteler, Avrasya Yazarlar Birliği ile Kardeş Kalemler Dergisi gibi günümüzde Türk halklarının edebiyat ve
kültürel hayatıyla ilgili güçlü faaliyetlerde bulunan kurumların varlığı, sözünü ettiğimiz eksikliğin bir nebze azalması yönüyle teselli vericidir.
Kırgızca edebî eserleri diğer Türk lehçelerine,
onlarınki Kırgızcaya çevrilse, tiyatrolaştırılsa, sinema filmleri çekilse; güçlü kalemlerin ortaya
çıkması için yarışmalar düzenlense, teşvik edici
ödüller verilerek edebiyatçılara destek verilmiş
olsa, günümüzün talebine uygun iş yapılmış
olur, güzel eserler ortaya çıkardı. TÜRKSOY,
Atatürk Kültür Merkezi gibi kurumlar faaliyetlerini sıklaştırsalar, faaliyet alanlarını genişletseler
daha da güzel işlere imza atarlardı, diye düşünmekteyim.
İ.T: Kırgız edebiyatında günümüzde hangi yazar ya da şairin sesi sizce daha güçlü çıkmaktadır, bu konu hakkındaki düşüncelerinizi alabilir
miyiz?
A.S: Doğrudur, sanatçı insan dünyaya, zaman ve
mekâna akıl gözü ile bakarak, geniş bir çevreye
kendisinin bakış açısına göre büyük tesir edebi-
lir. Bizim edebiyatçılarımızın her birinin kendine
göre öne çıkan yönleri olan, her türlü saygıya ve
övgüye layık kişilerdir. Ama illa ki birilerini söylememi istiyorsanız, mesela; büyük yazar rahmetli Cengiz Aytmatov’un zamanındayken bile
şair, yazar, tercüman olarak Omor Sultanov’u
söyleyebilirim. O, sadece Kırgızistan’da değil
SSCB’nin her tarafında, hatta Avrupa ülkelerinde bile tanınan; Rusya’nın doğusundaki en uzak
bölge olan Güney Sahalin’den tutun, ABD’nın
Louisiana eyaletindeki birçok şehrin ‘fahrî hemşehrisi’ olarak kabul edilmiş; birçok ülkeye giderek edebî toplantılara katılmış, okurlarıyla sohbet etmiş, eserleri çeşitli dillere çevrilmiş biridir.
Omor Sultanov’u SSCB zamanında insanlar ‘yaşayan klasik’ olarak tanıyorlar, ona göre değer
verip, saygı duyuyorlardı. Eserlerinin dili güçlü
biri olarak, yaşı yetmişi geçmesine rağmen, kalemini elinden düşürmeden güçlü romanlarını,
şiir ve hikâyelerini yazmaya devam etmektedir.
O, SSCB zamanında Sovyet Yazarlar Birliği’nin
genel başkan yardımcılığını yapmış; günümüzde ise Moskova’daki Uluslararası Yazarlar Birliği’nin genel başkan yardımcılığını yapmakta
olan birisidir. O, Avrasya Yazarlar Birliği’nde
de iyi tanınan biri olup, toplantı ve buluşmalara davet edilmektedir. Cengiz Aytmatov’un en
yakın zamandaşlarından birisidir. Omor Sultanov’un Mektebi’nden geçen, onun tesirinde
kalan okurların sayısı bir hayli fazladır. Ben de
kendimi onların birisi olarak görmekteyim ve
bununla gurur duymaktayım. O, Sovyetlere ait
komünist bir kalem değil; halk için yaşayan, özgür bir kabiliyettir. Bundan dolayıdır ki, hangi
zamanda olursa olsun kadri kıymeti hep bilinen
birisi olagelmiştir.
İ.T: Kırgızistan ile diğer devletlerin arasında
edebiyat alanında bağlantılar var mıdır, bunun
hakkında neler söylerdiniz?
A.S: Kırgızistan 20yyda, 80 yıla yakın bir süre
siyasî, ekonomik bakımından hatta dil ve edebiyat alanında bile merkezî hükümetin tesiri altında yaşamış bir devlet olarak günümüzde bile
ondan bir türlü kurtulamadan yaşamaya devam
etmektedir. Bağımsız bir devlet olmamıza rağmen birçok farklı sebeplere de bağlı olarak önceki devlet başkanlarımız siyaseti, ağırlıklı olarak
eski SSCB ülkeleriyle yürütmüşlerdir. Günümüzde ise yakın zamanda devlet başkanlığına
seçilen Almaz Atambayev ise ağırlıklı olarak
Türk dünyasıyla, Türkiye ile yakın siyaset yürütme yolunu seçmiş bulunmaktadır. Bu, doğru bir
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
82
karardır, diye düşünüyorum. Çünkü Türk halkları eski tarihlerden beri bir arada, komşu olarak
ve sıkı işbirliği içinde yaşamışlardır. Günümüzde Avrupa’dan Çin’ e kadar çok geniş bir alanı
geçmekte olan Büyük İpek Yolu vasıtasıyla ticarî
ilişkilere istikrar kazandırılsa; ilişkiler zamanın
şartlarına uyumlu hale getirilmiş olsa, sosyo-ekonomik yapı da daha iyi bir seviyeye çıkardı,
sanırım. Geçmişi ve kültürü aynı kaynaktan beslenen halkların birbirine etkisi de büyük olur.
Çünkü onlar kısa zaman içinde birbirlerini kabul edebilme yeteneğine sahiptirler.
İ.T: Günümüzde farklı dillerden edebî eserler
Kırgızcaya tercüme edilmekte midir? Varsa örnek verebilir misiniz?
A.S: Devlet desteği olmadığından dolayı tercüme işleri Kırgızistan’da yok denecek kadar azalmış bulunmaktadır. Çünkü tercüme işiyle uğraşan adama ücret ödeme, parasını vererek kitap
çıkartma gibi birçok kalemde orta çıkan masrafların ödenmesinde yaşanan sıkıntılardan dolayı bu konuda hiç kimse uğraş vermek istememektedir. Buna rağmen bu konuda da kendini
ortaya koyup fedakârane uğraş veren insanlar
bulunmaktadır. Rus edebiyatından Alım Toktomuşev, İngiliz edebiyatından Turusbek Madılbay, doğu edebiyatından Kubanıçbek Basılbekov, Olcobay Şakir, Altınbek İsmailov gibi şair
ve yazarlar ellerindeki imkânlar ölçüsünde tercüme işiyle uğraşmaktadırlar. Bendeniz, Kazak
şair ve yazarlardan Abay’ın, Muhtar Magaun’in,
Ulugbek Yesdaulet’in, Azeri yazar Eyvaz Zeynelov’un eselerini çevirdim. Kırgızistan’da görev
yapan Türkiyeli birkaç akademisyenle birlikte
Sebahaddin Ali’nin, Bekir S. Kunt’un, Peyami
Safa’nın, Aka Gündüz’ün, Yunus Emre’nin gibi
Türkiyeli edebiyatçının eserlerini Kırgızcaya tercüme edip, dergilerde çıkartarak Kırgız okurlarla buluşmaları görevinde bulundum. Burada bir
noktaya değinmeden geçemeyeceğim, sözünü
ettiğimiz edebiyatçıların eserlerini maalesef kitap haline getiremedik. Bu konuda destek olan
bir kurumun olmaması ve maddi imkânların yetersizliği acı bir durumdur. Buna rağmen, önümüzdeki birçok projeye odaklanıp çalışmaya
devam etmekteyiz. Bu arada aklıma gelmişken
söylemek isterim ki, Kırgızistan’da son yıllarda
Türkiye’nin yetiştirdiği değerli din ve fikir adamı Fethullah Gülen’in birçok eseri de Kırgızcaya kazandırılmış bulunmaktadır. ‘Dinî edebiyat
ürünü’ diyebileceğimiz o kitapların Kırgız okurlarla buluşmasını, gerçekten büyük bir kazanım
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
olarak görmemiz gerekir...
Burada izniniz olursa, naçizane uğraş vererek
Canı Alatoo Dergisi’nde çıkmasına önayak olduğumuz Türkî şair ve yazarların eserlerini de
kısaca okurlarınızın bilgisine sunmak isterdim.
Türkiye edebiyatından;
Yunus Emre- Divanları (çeviri A. Sarmanbet);
Nazım Hikmet- İnsanın Görünüşü (şiirleri); Yakup Deliömeroğlu- Hikâye ve öyküleri (editör
A. Sarmanbet); Adil Hikmet Bey- Asya’da Beş
Türk- (editör A. Sarmanbet); Sabahattin Ali- Hasan Çöktü (Hikâye)- (Halit Aşlar, A. Sarmanbet);
Bekir Sıtkı Kunt- Mühür (Hikâye)- (Halit Aşlar,
A. Sarmanbet); Peyami Safa- Sokakta Kalan Şair
(Halit Aşlar, A. Sarmanbet); İbrahim TürkhanŞiirleri; İmdat Avşar- Kıble (Hikâye)- (Saliya İbraimova, A. Sarmanbet); Osman Çeviksoy- Babamı Gördüm (Hikâye)- (Saliya İbraimova, A.
Sarmanbet)
Azerbaycan edebiyatından;
Fikret Goca- Şiirleri; Eyvaz Zeynelov Hikâyeleri
(çeviren A. Sarmanbet); Rasim Garaca, Azad
Yaşar- Şiirler; Ali Abbas- Kötü Niyetli İhtiyar
(Hikâye)- (çeviren A. Sarmanbet)
Kazak Edebiyatından;
Abay Kunanbay uulu- Yaralı Yürek (Şiirler)- (çeviri A. Sarmanbet); Ulıkbek Esdaulet- Şiirler- (çeviri A. Sarmanbet); Muhtar Magauin- Boş Tarlada Kışlamak- Hikâye- (çeviri A. Sarmanbet);
Esengali Rauşanov- Benim Dramam (Hikâye)(editör A. Sarmanbet); Akim Iskak- Vedalaşma,
Beyaz Sıcaklık (Hikâye)- (editör A. Sarmanbet)
Tacik edebiyatından;
Hafiz’in Gazelleri; Mumin Kanoat- Yer; Mehmon
Bahti- İhtiyar (Hikâye); Loik Şeralı- Şiirler; Sattor
Tursun- Gece Yolculuğu (Hikâye); Rahimcan
Uşurov- Aptal (Hikâye)
83
Uygur edebiyatından;
Zordun Sabir- Hac Yolculuğu (Hikâye)- (editör
A. Sarmanbet); Nurmuhammed Yasin Örkiş- Yabanî Sözler (Hikâye)- (editör A. Sarmanbet)
Fırsattan istifade belirtmem gerekir ki, burada
ismini verdiğimiz çalışmaların azlığı, bizim daha
ne kadar yol almamız gerektiğini de açıkça göstermektedir.
İ.T: Günümüzde Kırgız edebiyatından farklı
dillere edebî eserler tercüme edilmekte midir?
Sizin haberdar olduğunuz varsa örnek verebilir
misiniz?
A.S: Kırgız şair ve yazarlar günümüzde devlet
yardımı alamadıklarından dolayı genelde kendi
imkânları nispetinde ve ellerindeki bağlantılarına bağlı olarak kendi eserlerini tercüme ettirmektedirler. Mesela Kırgız Halk Yazarı Kazat
Akmatov, yakın bir süre önce Arhat adlı romanını Rusça, Macarca, Almanca ve İngilizceye tercüme ettirerek bastırmasını söyleyebiliriz. Sultan
Rayev ile Aşım Cakıpbekov’un hikâyelerinden
bir kısmı Türkçeye çevrilerek kitap haline getirilmiştir. Yine birçok yazar ve şairimizin eserlerinin Türkçeye çevrilerek dergilerde çıkarıldığını
biliyoruz. Ancak bunların sayısının çok az olduğu da ortadadır. Dolayısıyla günümüzde Kırgız
edebiyatının durumu, eserlerinden yansıyan
bakış açısının nasıl olduğu hakkında diğer halkların malumatı oldukça azdır, maalesef. Hâlbuki
diğer dillere tercüme edilebilecek eser sayısı o
kadar fazladır ki…
İ.T: Bildiğim kadarıyla son zamanlarda birçok
Kırgız yazar ve şairle birlikte sizin de birkaç
hikâye vb çalışmanız Türkçeye çevrildi. Onların
basılmış halini gördünüz mü? Bu alanda kimlerle bağlantılarınız var?
A.S: Doğrudur, bazı tercüman arkadaşlar benim
eserlerimden bir kaçını Türkiyeli okurlarla buluşturdular. Bu anlamda Ömer Küçükmehmetoğlu,
Halit Aşlar, Mayramgül Dıykanbayeva, Azerbaycanlı yazar Ayvaz Zeynelov’un büyük emekleri
var ortada. Ayrıca birkaç yıldan beri çok sayıda
yazar ve şairimizin çalışmalarını Türkçeye çevirerek çeşitli dergilerde çıkmasına ön ayak olduğunu bildiğim, yakında Kırgız Şiirleri ile Hikâyeleri Antolojileri çalışmaları kitap olarak çıkacak
olan İbrahim Türkhan’ın ismini de zikretmeliyim.
Onunla ta 1993’lerden beri tanışmaktayız ve bir
yıllarda birlikte çalıştığımız Zaman Kırgızistan
gazetesinde Kırgız ve Türk edebiyatından ör-
nekleri gazete ve dergiler aracılığıyla okurlarla
buluşturmaya çalışmıştık. İsmini saydığım arkadaşlarla edebî alandaki bağlantılarımızı artırarak devam ettirmeye çalışıyoruz. Ayrıca sadece
Kırgızların değil Türk dünyasının edebiyatından
örneklerin Türk okurlarla buluşmasını sağlayan
Türkiye’nin güzide edebiyat dergilerine de katkılarından dolayı teşekkür etmek isterim. Onların bu alandaki emeklerinin değeri ölçülemez.
İsmini saydığım insanlar ve kurumların Türk
dünyası edebiyatına yaptıkları katkı ileride daha
iyi anlaşılacaktır.
İ.T: Sizce, Kırgız edebiyatının ürünlerini diğer
dillere tercüme edilirken ne gibi sorunlar ortaya çıkmaktadır, düşüncenizi alabilir miyiz?
A.S: Eserlerin diğer dillere tercüme edilirken
aslına sadık kalınmış mı, seviyesi ne kadar olmuş gibi konular kontrolden geçirilememektedir. Nasıl tercüme edilmiştir, eserin gücü, dili,
amacı, yazarının stili, düşünceleri korunabilmiş
midir, meçhul. Eserlerin çoğunluğu kısaltılarak,
üniversite öğrencilerinin seviyesinde tercüme
edilmektedir, diye düşünüyorum. Bu çok doğru
olmayan bir durumdur. Diğer yönüyle, güçlü bir
eserin tercüme edilmesi o eserin kalitesini düşürdüğü gibi, tam tersi zayıf olan bir eserin güçlü bir şekilde ortaya çıkmasını da sağlayabilme
gücüne sahiptir. Bir eserin tercüme seviyesinin
düşüklüğü, yazarının seviyesinin de düşük olduğunu akla getirebilmekte, böylece onun ileriki
yazı hayatına engel teşkil edebilme ihtimalini
doğurmaktadır. Bundan dolayı yazar ile tercüman arasında mutlaka sıkı bir işbirliği olmalıdır.
Son zamanlarda bir eseri çeşitli dillere tercüme
ederek, yayınlatma olaylarının arttığını gözlemlemekteyiz. Bu iyi bir şey olsa bile yazarın alın
teri ve emekleri ile hakları korunamamakla karşı
karşıyadır. Bu durumun zamanla düzeleceğini
umuyoruz.
İ.T: Bu durumda, bir eserin Türkçeye tercümesi sırasında vakit kaybetmeme ve harcanan
emeklerin zayi olmaması adına sizce hangi Kırgız edebiyatçının roman, hikâye ya da şiirlerini
öncelikli olarak Türkçeye çevirmek gerekir, diye
düşünüyorsunuz? Kırgız edebiyatının her ürünü
Türkiyeli okurların ilgisini çekebilecek özelliklere sahip midir?
A.S: Kitap okurluğunun milliyete, memlekete ve
ırka bağlı olarak değiştiğini sanmıyorum. Bir
okur kendi iç dünyasının talepleri ve ihtiyaçları
doğrultusunda hangi tür ve nasıl bir kitap okuyaKardeş Kalemler Mayıs 2013
84
cağına karar verir. Edebiyatçıların
ortaya çıkardığı eserleri, tercüme
işine gönül vermiş olanların yeni
bir heykele şekil vermenin hassasiyeti içerisinde diğer dillere tercüme etmesi gerekmektedir. Kırgız edebiyatında eskiden olduğu
gibi günümüzde de güçlü eserler
bulunmaktadır. Ancak onların her
birinin Türkiyeli okurlara ulaştırılması konusunda eksiklik ve aksaklıkların olması hayıflandırmalıdır,
bizi. Bu noktada sizin gibi tercüme işiyle uğraşan edebiyatçıların,
Kırgız edebî eserlerini Türkiyeli
okurlarla buluşturmayı görev addederek bu konuda uğraş vermeleri takdire şayan ve ileride
hayırla yâd edilecek bir iştir bence. Bu yönüyle Omor Sultanov, Baydılda Sarnogoyev, Colon
Mamıtov, Turar Kocomberdiyev, Akbar Rıskulov,
Zamirbek İmanaliyev, Abdıcapar Egemberdiyev,
Cediger Salaayev, Karbalas Bakirov gibi şairlerin şiirleri; Mukay Elebayev, Aman Saspayev,
Murza Gaparov, Ömürbek Danikeyev, Kubatbek
Cusubaliyev, Sabırbek Beyşembiyev, Samsak
Stanaliyev gibi yazarların roman ve hikâyeleri
öncelikli olarak Türkçeye kazandırılmalıdır düşünüyorum. Bu sayede Türkiyeli okurlar, olaylara adını zikrettiğimiz edebiyatçılarımızın gözüyle
de bakar; farklı bakış açısı ve ufuklar yakalarlardı. Birbirini en iyi şekilde aynı babanın evlatları anlayacaklarından, bu konuda tercümanlara
büyük iş düşmektedir ve önlerinde bir yığın iş
onları beklemektedir. Bu yönüyle sizin tercüme
işinde önceliği kime vermek gerektiğini sormanız, meselenin ehemmiyetine vurgu yapmanız
yönüyle de önemlidir. Bir de ele alınan eserler
hakkını vererek tercüme edilmiş olsa, görev yerine getirilmiş olurdu. İsimlerini söylediklerimiz
ya da söylemediklerimiz, velhasıl edebiyatçılarımızın Türkiyeli okurlara bir an önce ulaşması
dileğimizdir.
İ.T: Rahmetli yazar Cengiz Aytmatov’un eserlerinde gizli de olsa vatan sevgisi, özgürlük isteği gibi mesaj içerikli birçok bölümün olduğunu
biliyoruz. Peki, buna benzer meseleleri SSCB
döneminde Cengiz Aytmatov gibi dolaylı yönde işlemeye çalışan yazar ve şairlerle, onların
eserleri hakkında söz edecek olsaydınız, neleri
paylaşırdınız?
A.S: Cengiz Aytmatov eserlerinde vatanı, milleti
sevmeyi; özgürlüğe kanat açmayı gizli ve dolaylı
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
yoldan değil, doğrudan vermeye
çalışmış, her bir eserini direkt olarak o amaçlara hizmet etsin diye
kaleme almıştır. Ancak şurası da
bir gerçektir ki, geçmişin Sovyet
idaresinin baskılarından dolayı o
tür değerleri, dolaylı yönlerden
vermeye mecbur kalmıştır. Ancak vermeye çalıştığı bu mesajları dikkatli okurlar bir okumada
almışlar ve etkilenmişlerdir. Diğer
yandan, onun dönemindeki ya da
sonraki dönemlerin edebiyatçıları
da, Cengiz Aytmatov kadar olmasa bile insanın gönül dünyasına
hitap eden, vatanperverliğe, hür düşünceye,
halkı için emek harcamaya yönlendiren eserler
kaleme almışlardır. Onların bir kısmının ismini
yukarıda söylemiştik...
İ.T: Bir kısmını bendenizin de Türkçeye çevirdiği
eserlerinizde gözlemlediğim kadarıyla doğaya
fazlasıyla yer vermektesiniz. “Doğa” sizin için
neden bu kadar önemlidir?
A.S: Doğrudur, ben eserlerimde doğanın her
türlü unsurunu mümkün olduğunca kullanmaya çalışıyorum. Çünkü insanoğlu ile yer ve gök
yani kısaca doğa bir bütün olarak var edilmiştir. İnsan da doğanın bir parçası sayılır. İnsanın
yaşamadığı bir doğal ortam mutlaka vardır ama
doğa olmadan insanın yaşamasından bahsetmek mümkün değildir. Toprak, su ve hava gibi
birçok unsurdan faydalanmak suretiyle insanoğlu doğadan ruhî dünyasını da doyurmaktadır
aslında. Bu yönüyle iki taraf birbirini etkisi altına
alarak varlıklarını devam ettirmektedirler. Herhalde bu durumdan etkilenen insanoğlu, çok
eski zamanlardan beri gökyüzündeki yıldızları
ve yeryüzündeki birçok doğal durumu inceleye
gelmiştir. Bundan dolayı ben eserlerimde tabiatın herhangi bir durumunu resmederek, aslında
kahramanlarımın durumlarını, diğer bir ifadeyle
karakterlerini, olayın geçtiği sıradaki veya daha
sonraki psikolojilerini tam olarak yansıtmaya,
çözümlemeye yönelik resmetme gayreti içinde
olurum.
Diğer yandan doğal unsurlara eserlerimde yer
vermek suretiyle Kırgızistan’ın doğasının güzelliğini ve çeşitliliğini de dile getirmeye çalışırım.
Senin de bildiğin gibi ülkemizde yükseltisi yedi
bin metreyi geçen zirvesi buzullarla kaplı dağlarımız, onların aşağı kısımlarında canlıların
85
dayanamayacağı kadar soğuk hüküm sürerken, daha aşağılarda türlü çiçekler açmakta ve
Dünyaca meşhur Isık Gölümüzün güzelliğini
görmek için her yıl binlerce turist gelerek altın
kumsallarında dinlenmektedir. Sözün kısası yüzdüğümüz gölleri, içtiğimiz berrak pınar sularını,
masmavi gökyüzünü, türlü meyvelerini, kuşlarını
ve diğer hayvanlarını dile getirmek için söz kifayetsiz kalır! Kırgız halkı binlerce yıldan beri saf
kan atları eğitip, türlü alıcı kuş ve tazılarla ava
çıkmak gibi örneklerde de görüldüğü gibi, doğayla iç içe yaşaya gelmektedir. Bundan dolayı
“Alıcı Kuş” başta olmak üzere birçok eserimde
doğaya geniş yer vermiş bulunmaktayım. Eserlerimde Kırgızistan’ımızın gözbebeği sayılan
doğal güzelliklerimize yer vermemiş olsaydım,
büyük bir eksiklik olurdu…
İ.T: Kırgızistan’da aynı gazetede çalıştık. Sizin
asıl mesleğiniz gazetecilik yani. Ama aynı zamanda edebiyat alanında da bilinen, tanınan
birisiniz. Edebiyat sizin için ne anlama gelmektedir?
A.S: Evet, benim asıl mesleğim gazeteciliktir.
Şimdiye dek resmî, uluslar arası ve parlamentoya bağlı olmak üzere Kırgızistan’da çeşitli gazetelerde çalıştım. Gazetecilik, içinde bulunduğunuz zamanın talebine göre yapılması gereken
bir uğraş. Oysa edebiyat, yaşamakta olduğunuz
zaman için de gelecek için de yapılan ve manevî yönü olan bir uğraştır. İlk eserimin basılmasının üzerinden 46 yıl geçmiş. O günden beri
gazeteciliğimin yanı sıra yazarak da, Kırgız edebiyatının gelişmesi için birazcık katkı yapabilir
miyim düşüncesi içinde oldum. Yazarlar Birliği’nde sorumlu sekreter, Kırgız Adabiyatı (Kırgız
Edebiyatı) gazetesinde ve günümüzde Canı
(Yeni) Ala Too dergisinde çalışmamın altında
yatan sebep, bu düşünceyi hayata geçirme
içindir. “Edebiyat, insanlara verilmiş olan güzel
bir hastalıktır.” demiş yazarın biri. Bu yerinde
kullanılmış bir cümledir. O hastalığın ismi de
yetenek olsa gerektir. Bir insan o hastalığa yakalandığı zaman gerçekten de iyileşmesi mümkün
olmaz. Sonucu ise halkın gönül dünyasına tesir
bırakan, güzel düşüncelere ve hayata bakış açısının değişmesine çağrı niteliği taşıyan güzel bir
eser bırakmaktır. Bir edebiyatçı ortaya koyduğu
güzel bir eserle önce kendi halkına, sonra da
insanlığa katkıda bulunur. Ben de, yayınlanan
her bir eserimle öncelikle Kırgız edebiyatına,
sonra Türk dünyasının edebiyatına, en sonunda
ise tüm insanlığa az da olsa katkıda bulundu-
ğumu düşünerek mutlu olurum. Yazarın, gerçek
bir sanatçının dileği ve görevinin böyle olduğunu düşünüyorum. Buna delil olarak Cengiz
Aytmatov’un eserlerini ve hayatını örnek olarak
göstermek yeterlidir, zannederim. Onun eserleri sadece Kırgız ya da Türk halklarına değil,
çevrildiği dilleri konuşan halkların hayatına ve
gönül dünyalarına güzel tesirler bırakmıştır, bırakmaya da devam etmektedir. Son zamanlarda
başında bulunduğum Ala Too dergisinde, hazırladığım derleme kitaplarda Türk, Azeri, Kazak
vb edebiyatlarından eserler çevirerek çıkarmaya çalışıyorum. Çünkü bir halkın edebiyatı, aynı
soydan gelen kardeş halkların edebiyatları vasıtasıyla da zenginleşir ve gelişir. Sen de bu yönde alkışı hak eden çalışmalarda bulunmaktasın.
Bu yaptığın iş, halka mal olacak bir iştir. İnşallah
bundan sonra da ikimiz iş birliğimizi artırarak
Kırgız ve Türk edebiyatını, buradan yola çıkarak
diğer Türk halklarını birbirine yakınlaştıracak
daha güzel işlere imza atacağımıza inanıyorum.
İzniniz olursa eserlerimin ismin de vermek isterim: Kımça bel (İnce Bel)- 1989, Guke palvan
(Guke Pehlivan)- 2007, Taasiri küçtüü tabıp
(Tesiri Güçlü Tabip)- 2008, Mekensiz (Yurtsuz)2011. Bu eserlerim, öykü ve hikâyelerden oluşmaktadır.
İ.T: Bu güzel röportajınızın sonunda Türkiyeli
okurlara en ne söylemek isterdiniz?
A.S: Eski çağlarda Orta Asya’yı vatan bilerek buralarda yaşayan, zamanla Asya ile Avrupa arasındaki çok değerli bir yarımadaya göç ederek,
orada yaşamakta olan; tarihi oldukça zengin,
aynı kandan geldiğimiz Türk halkına her yönüyle güzel bir gelecek diliyorum. Manevî yönden
güçlü beslenen, milli değerlerini sahip çıkarak
onu gelecek nesillere layıkıyla aktaran milletlerin yarınları aydınlık olur. Ben, kardeş Türkiye
halkına ve okurlarımıza bu güzellikleri diliyorum…
İ.T: Vakit ayırarak, bu güzel röportaj vasıtasıyla
kardeş Kırgız edebiyatının geçmişte ve günümüzdeki durumu hakkında bilgi verdiğiniz için
çok teşekkür ederim. 60. doğum yıldönümünüzü
şimdiden kutluyoruz. İnşallah daha uzun yıllar
yaşayarak, okurlarınıza birçok eser verirsiniz.
A.S: Ben de, öncelikle böyle bir fırsatı verdiği
için, sizin vasıtanızla Kardeş Kalemler Dergisine
teşekkür ediyorum. İyi niyetli dilekleriniz benim
şevkimin artmasına katkıda bulunacaktır. Bu yönüyle size minnettarım…
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
86
AZERBAYCAN
Akil Abbas
Akil Abbas 1 Nisan 1953’te Ağcabedi’ye bağlı Hacılar köyünde
dünyaya geldi. 1955 yılında, ailesinin Ağdam’a göçmesi nedeniyle
orada yaşadı. Ağdam 1 Numaralı
Orta Okulundan mezun olan Akil
Abbas daha sonra Azerbaycan
Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesini bitirdi ve Aksu’daki “İnternat
Mektebinde” öğretmen olarak
göreve başladı. “İlim ve Hayat”
dergisinde foto muhabirliği ve
şube müdürlüğü; “Sovyet Kendi”
gazetesinde ise özel muhabirlik görevlerinde bulundu. Halen
“Adalet” gazetesi baş redaktörüdür. Yazı hayatına 1970’lerde
başlamış olsa da yayımlanan ilk
hikâyesi olan “Şirinlik” 1976 yılında “Edebiyat ve İncesanat”
gazetesinde yer aldı. Daha sonra, 1977 yılında ‘Şebede Nazım” adlı hikâyesi “Ulduz” ve “Azerbaycan”
dergilerinde yayımlandı. Sonraki yıllarda “Kıyamet
Gecesi’ ve “Kapkara Uzun Saçlar”(2003) povestlerini kaleme alan Akil Abbas’ın eserleri 1976 yılından
bu yana Azerbaycan gazete ve dergilerinde, düzenli
olarak yayımlanmaktadır.
Akil Abbas, kendisine has edebi üslubu ve yazı tarzı
ile fark yaratan sanatçılardandır. Onun “En Hoşbaht
Adam”, “Batmankılıç”, “Kar Üstünde Kan İzleri”, “Günah” ve “Dolu” gibi eserleri, Azerbaycan edebiyatında özel bir yere sahiptir. 2012 yılında Akil Abbas’ın
“Dolu” adlı romanı, bir devlet projesi olarak aynı adla
sinemaya uyarlandı. Bu film, son yıllarda, Azerbaycan sinemasının en başarılı örneklerinden biri olarak
gösterilmektedir. Dolu adlı romanı Karabağ meselesini konu edinmiştir ve Akil Abbas bu romanında,
Karabağ meselesinin perde gerisindeki olaylara farklı bir pencereden bakmıştır. Dolu filminin sadece
Azerbaycan’da değil, ülke dışında Rusya, Gürcistan,
Türkiye ve Kazakistan’da da gösterimde olması ve
izleyiciler tarafından büyük bir ilgiyle karşılanması
Karabağ gerçeklerinin bütün dünyaya ulaştırılması
bakımından oldukça önemlidir. Akil Abbas sadece
senaryosunu yazdığı bu filmle değil farklı eserleriyle
de Azerbaycan hudutları dışında da tanınan nüfuzlu
bir yazardır. Onun “Çadırda Üzeyir Hacıbeyov Doğmaz”, “Batmankılıç”, “Dolu”, “Allah’ı Katil Edenler”
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
ve diğer eserleri, farklı dillerin
yanında Türkçeye de çevrilmiş ve
Türkiye’de yayımlanmıştır. Yazarlığı ve gazeteciliğinin yanında siyasi faaliyetleri ile de tanınan Akil
Abbas 2005 ve 2010 yıllarındaki
seçimlerde milletvekili seçilerek
Azerbaycan Parlamentosundaki
yerini almıştır. Bütün bu işlerini
edebi yaratıcılık faaliyetleri ile birlikte yürüten Akil Abbas pek çok
içtimai etkinliğin hazırlayıcısı ve
uygulayıcısıdır.
1 Nisan 2013’te 60 yaşına basan
Akil Abbas, Azerbaycan Cumhurbaşkanlığınca “Şöhret” madalyası
ile ödüllendirildi. Devleti ve halkı
için durmadan çalışan bir yazarın bu ödüle layık görülmesi eminiz ki kendisi için de oldukça önemlidir.
Akil Abbas 60. Doğum yıldönümünü “Nizami Sinema
Merkezinde “Dolu” filminin ilk gösterimine katılarak,
dostları ve yazar arkadaşları arasında kutladı. Akil
Abbas’ın 60. Doğum yıldönümü öncesi Azerbaycan
matbuatını bürüyen “Akil Abbas 60 Yaşında” baslığını
taşıyan yazılar, onu sadece bir yazar, siyasetçi, milletvekili gibi değil, bir insan olarak da daha yakından
tanımamızı sağladı.
“525. Gazetenin baş redaktörü, Azerbaycan Yazarlar
Birliğinin kâtibi ve Akil Abbas’ın en yakın dostlarından biri olan Reşad Mecid’in, onun 59. Yaş günü münasebetiyle tam 1 yıl evvel kaleme aldığı yazı, onun
60. Yaş günü için de geçerliliğini korumaktadır. Çünkü geçip giden onlarca yıl, bu iki dostun da dediği
gibi, onları birbiri nazarında farklılaştıramıyor, dostluk ilişkilerinde bir şeyleri değiştirmiyor. Bu bağlamda, Reşad Mecid’in takdiminde “ Unikal Adam”ı yani
60 yaşına basan Akil Abbas’ı, yeniden tanımanın gerekliliğine inanıyoruz. “Kardeş Kalemler” dergisi olarak, Akil Abbas’ı, doğum yıldönümü nedeniyle tebrik
ediyor ve Reşad Mecid’in o yazısını okuyucularımızla
paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz.
87
Çok Yönlü Adam
REŞAD MECİD
ÇEVİREN: İMDAT AVŞAR
Gelecek yıl, yani 1 Nisan
2013’te, Akil Abbas 60 yaşında olacak. Ama Akil ile ilgili
yürek sözlerimi söylemek,
onunla ilgili bir şeyler yazmak için bir yıl beklemeye
ne gerek var! Zira Akil öyle
bir insandır ki, onu bir kez
görüp tanıyan herkes, onun
hakkında, üstelik de memnuniyetle ve ağzının dolusunca konuşabilir. Kaldı ki ben!
Ben, onu nerdeyse otuz yıldır tanıyan, onun her halini
gören, hisseden, onun çok
farklı durumlarına şahitlik eden bir insanım.
Ben bütün sözleri, tanıklıkları bir araya toplayıp, çok farklı durumlarda; kederin, insanı
yakıp kavurduğu, sevincin kanat çırpıp şaha
kalktığı zamanlarda, en sakin anlarda, en çetin koşullarda, onun yaptıklarını, sergilediği
davranışları aklımdan geçirdikten sonra bir
bir düşünceye üstünde duruyorum ki, Akil
Abbas ÇOK YÖNLÜ ADAMDIR.
Onun 50. Doğum yıldönümünde “50 Yaşın
Akil’i” adlı bir makale yazmış; onun şahsında,
uzun yıllardan beri müşahede ettiğim belirgin hatları kaleme almaya çalışmıştım. Akil ile
ilgili bir özelliği sık sık hatırlıyorum: Ona göre
Avrupa’nın en güzel şehrine; Paris’e gitmektense, Karabağ’a: Ağdam’a, Ağcabedi’ye,
Berde’ye gitmek daha büyük mutluluk, daha
büyük sevinçtir. Geçen yıl 19 Kasım da Vahid Gazi’nin arabasıyla Ağdam’a, Kuzanlı’ya,
görkemli âlim Adile Namazova’nın doğum yıldönümü etkinliklerine katılmak için yola düştüğümde birden düşündüm ki, Akil ile 25 yıl
evvel başladığımız ve son yıllara kadar sık sık
birlikte gittiğimiz bu yoldan,
çoktan beridir birlikte gitmiyoruz. Ve ben yol boyunca,
Bakü’den uzaklaştıkça çok
çeşitli konulardan bahseden
Akil’in Karabağ’a yaklaştıkça
nasıl da kanatlandığını görüyor, ister istemez o sözlerimi hatırlıyordum. O yazıyı
yazdığım günden bu yana
tam 9 yıl geçmiş. Bu 9 yıl
boyunca Akil ile defalarca
ülke dışına birlikte seyahat
ettik ama Akil’in Karabağ’a
giderken bulduğu rahatlığı,
başka hiçbir seferde bulamadığını her zaman
hissetmişimdir. O gerçekten de Karabağ’a
giderken kendisini suda balık, gökte kuş gibi
hissediyor. Akil’in insanlarla köyde, mezrada,
kahvehanede, çay ocağında, üstelik ayaküstü
yaptığı söyleşiler, sohbetler, bir milletvekili,
yazar gibi boy göstermek cehdi, bir görev
gereği değil, yürekten gelen manevi bir talep, onun öğrendiği, alıştığı, alışkanlık haline
getirdiği hayat tarzıdır. O, insanlarla iletişim
kurmaktan zevk alır, hatta onu ilk kez gören
ve azgın suratlı, ciddi görkemli bir adam
bile Akil’in sohbetini dinledikçe, birkaç dakika içinde değişir ve bu sohbetlerin, arada
sohbete renk katan latifelerin havasına nasıl
kapıldığını anlayamaz; yüzündeki azgınlığın,
ne zaman hafif bir tebessüme çevrildiğinden
haberi olmaz.
Birkaç yıl önceydi. Kuzey Kafkasya’daydık.
Yüksek rütbeli bir polis memuru da bizimleydi. Akil beyin rengârenk musiki ve Memmed
Araz şiirlerine eşlik eden duygulu, etkileyici
sohbetlerinden vecde gelen, onun ard arda
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
88
teşkil ettiği birkaç meclisten ve elbette, onun
cömertliğinden zevk alan o polis memuru şu
itirafta bulunmuştu, asla unutmam: “Allah Akil
beyin çoluk çocuğunu ona bağışlasın. Ne güzel bir gün yaşadık, hayattan zevk aldık. Bu
gün asla unutulmaz…” İtiraf sahibinin, polis
ciddiyeti sinmiş çehresindeki mutluluk yansıtan çizgiler, şimdi de gözlerimin önündedir.
Hele bu nedir ki... Strasburg’da Avrupa Birliği
Sarayında, yurtdışında okuyan bir Azerbaycanlı öğrencinin sözü döndürüp dolaştırıp:
“Allah Akil beyden razı olsun, bana aylardır
kendi cebinden maaş gönderdi. Ben, onun
sayesinde okulumu bitirmişim…” dediğinde duygulandığım da oldu; Karabağ’da bir
köylü kadının yağlığının ucunu bura bura,
elleriyle yüzünü sile sile cemaatin arasından
sıyrılıp Akil’in üstüne gelmesini, onu bağrına
basarak yanaklarından ağzının dolusu öpüp:
“Sana kurban olayım, oğlum senin sayende,
senin hesabına okuyor” demesinden kahırlandığım da… Bir köy yolunun kenarında
durduğumuzda, ekinini sulayan köylünün
elindeki beli kenara atıp ellerini üstüne sile
sile Akil’e yaklaştığını, ona sarılıp: “Senin sayende suluyoruz burayı, artezyen kuyularını
sen düzelttirdin” dediğini duyduğumda ise
iyiden iyiye ağlamaklı olmuştum.
2008 yılında, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Akil ile birlikte Karabağ köylerinde seçim
kampanyasına iştirak ediyoruz. Akil yine kendi rolünü oynuyor. O sade adamlardan, kimi
ona yüz tutup ricada bulunuyor, kimi de bir
sorununun çözümü için yardım istiyor. Orta
yaşlı bir adam bana yaklaşıp oğlunun polis
tarafından gözaltına alındığını bildiriyor. Yarı
şaka yarı ciddi: “Polis işine Akil bey bakıyor”
deyip tebessüm ederek adamı Akil’e yönlendiriyorum. Yanında gezdirdiği defterini o kalabalığın içinde varaklıyor ve telefona sarılıyor: “Reis, rica ediyorum, salıverin...” Adamın
yüzüne bir tebessüm çöküyor ve Akil beyin
elini öpmek istiyor. Akil’in böyle meseleleri, insanları sıkıntıya sokan nice problemleri
anında, bir telefonla, bir ricayla, bir “Allah
aşkına” ile hallettiğine o kadar şahit olmuşum
ki… Onun:“Reis, rica ediyorum!”, “Vali bey,
Allah aşkına”, “Hâkim bey, fakir adamdır, parası yoktur…” ve sair sözleriyle, nice mesele,
anında hallolunuyor…
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
Bazen birisi Akil aleyhinde konuşup dudağını
büzünce, Akil’in onun bir işini halledemediğini öğrenince üzülüyorum. Ama niliyorum ki,
Akil, o adamı en azından beş kez müşkülden
kurtarmıştır. Ama maalesef bizim, kırk işimiz
yapılsa da, bir işimiz hallolmadığı için birilerini kötüleme âdetimiz var!
O Kasım seferimizde Ağcabedi, Ağdam, Berde güzergâhında, her nerde arabayı durdurup aşağı inmişsek, insanlar ona doğru koşuşuyordu. Akil Abbas ise insanlardan kaçan,
hayır işlerden yüz çeviren, yorulan bir adam
değil. “Burda dur, yas yeri var, bekle,” diyor,
arabadan inip birinin cebine para koyuyor.
“Burda dur,” deyip arabadan inerek kollarını
açıyor, bir deste adamı karşılıyor ve hepsiyle
kucaklaşıyor.
Seçim çalışmalarını tamamlayıp Berde’ye düğüne gitmiştik. Düğün meclisinde vali ve polis
reisi de vardı. Akil, oturur oturmaz polis reisine seslendi:
“Reis, mal pazarında bir arabayı bağlamışsınız, yazık, fakir adamlardır, söyleyin, bıraksınlar...”
Reis:
“Akil bey, ama o araç kazaya sebebiyet verecekti…” deyip valiye baktı. Valinin gözlerindeki ifadeyi görünce de telefona sarıldı:
“Akil bey söyledi, o arabayı salıverin…”
Düğün evinde o gürültü patırtının içinde bir
problem de böyle hallolmuştu. Sabahtan beri
birlikte olsak da, onun bu bağlanana araba
meselesinden ne zaman haberdar olduğunu,
bunu ondan ne zaman, kimin rica ettiğini ben
hissetmemiştim bile…
Bu işi hallettikten sonra, ayağa kalkıp toyda
sağlık diyor Akil Abbas, en semimi, herkesi
kucaklayan, herkesin anlayacağın bir dilde,
herkesin hissedeceği bir emosiya ile konuşuyor. O, memurlarla da rahat oturuyor, konuşuyor, gülüyor. Onlardan ayrılıp aynı heves
ve coşku ile kahvehane en sıradan adamlarla
yine aynı şevkle sohbete devam ediyor. Parlamentoda da aynı tonda kürsüye çıkıp konuşuyor, ordan ayrılıp koşturarak herhangi bir
etkinliğe yetişiyor, sonra bir ziyafet veriyor,
89
daha sonra çaycıda domino... Ama nerde
olursa olsun, fark etmiyor. O, her zamanki,
hiç değişmeyen, kendine has karakterin sahibi aynı Akil Abbas’tır.
Akil’in bazı romanlarının nasıl yazıldığına da
şahit olmuşum. Dokuz yıl evvel de yazmıştım,
Akil’in kaleminde, o an iştirak ettiği bir hadisenin edebiyata çevrilmesi saat meselesi, gün
meselesidir. Dünkü bir hadiseyi, bu gün sana
öylesine detaylı, öylesine edebi, öylesine
abartarak anlatır ki, bunun, bir müddet sonra
yazacağı bir eserinin bir hissesi olacağını hissedersiniz. Akdeniz sahilinde, Kuzey Kafkasya’da kalın defteri ve elde kalemiyle gözlerini
gâh denizin maviliğine, gâh gökyüzünün enginliğine, gâh da sanatoryumun duvarlarına
dayayıp hayallere dalarak yazdığı eserinin
“Dolu” olacağını bu halde, öylece hissetmişim
1990’larda, Akil ile Ağdam’da gönüllü askerlerin savaştığı cephelerde, ölümle her an yüz
yüze gelen insanların arasında çok olmuşum.
O günler Akil’in askeri arabalarda, Ermenilerle değiştirilmiş, yanmış cesetlerle dolu arabaların üstüne çıkıp bu dehşetli manzarayı
büyük bir azapla seyrettiğini görmüşüm. Dostumuz Zakir Fahri’nin Karabağ’da şehit olan
kardeşi Kamil’in yanmış cesedine baktığını,
ama benim cesedi görmeme izin vermediğini
şimdiki gibi hatırlıyorum. Sonra üst üste yığılan, insanın içini parçalayan bu facialara dayanamayıp kendisini Bayat’a, Azer Hüseyn’in
yemekhanesine atacak, bu derdi, bu ağrıyı
uyuşturmak ümidiyle kırk derecelik mayeye
teşne kesilecek, sonra geçip kenarda, yalnız
başına, bir ağacın arkasında hüngür hüngür
ağlayacaktı… Ben Akil’in o hıçkırıklarının havada yarattığı titremeyi bütün varlığımla, canımla, kanımla hissetmişim...
ve o zaman, Akil’in, askerlerimizin hayatından
bahseden bu eseri yazarken neler hissettiğini tahmin ettim. Bu eseri yazarken gösterdiği
garip davranışlar eğer onun içini dağıtan gazaptan, öfkeden hırstan dolayıymış…
Geçen yılın yaz aylarında, İsmayıllı’da rejisör
Elhan Caferov “Dolu” filmini çekiyordu. Ben
de birkaç gün, Akil ile birlikte bu filmin çekimlerine eşlik ettim. Gâh filmde savaş sahnelerini canlandıran askerlerin komutanlarıyla
domino oynuyor, gâh aktörlerle, rejisörlerle
sohbet ediyor, çay içiyor, yemek yiyorduk. O
herkesle kendi dilinde, onun ilgi alanında konuşmayı beceriyordu. Askerlerle savaş usullerinden, cephe vaziyetinden öyle şeyler konuşuyordu ki, sanırsın yıllar boyu bu alanda
hizmet verip çalışmış… Akil beyi her zaman
böyle gördüm: Aktörlerle, rejisörlerle sanattan, sinemadan; mollalarla dinden, imandan;
âlimlerle tarihten, etimolojiden; köylüyle sudan, topraktan, toprağın derdinden, verimsizleşmeden, çoraklaşmadan konuşur ki, onunla
konuşan herkes, bu sohbetten zevk alır.
...Benim tanıdığım Akil böyledir. Benim tanıdığım Akil Abbas’ın en büyük eseri onun
kendisidir, onun orijinal karakteri, altın kalbi,
hayırseverlik ve iyilik etmeye daim açık yüreğidir.
Onun eseri, yazdıkları, yüzlerce makaleleri,
konuşmaları, hikâyeleri, povestleri, romanlarıdır.
Onun eserleri hem de “Sarı Odalar”dır, “Yol
Romanı”dır.
Amma biraz sonra, demin hıçkırıklarıyla insanın damarda akan kanının donduran Akil,
geriye dönüp duygulu bir hatıra ya da bir latife anlatarak havayı değiştirecek, yanındakileri de bu azaptan, bu kederden kurtarmaya
çalışacaktı...
Eşi İrade Tuncay’dır.
Yine birkaç yıl önceydi, Antalya’da çimerlikte
bile yanında taşıdığı defterine ne yazdığını
bana da söylemiyordu. Ama bir müddet sonra, “Allah’ı Katil Edenler” romanını okudum
Ve yardım edip yetiştirdiği yüzlerce gazeteci,
öğrenci, gençlerdir.
Oğulları, Tuğrul’dur, gurur duyulacak, övünülecek olan Azerbaycan gençliğinin mükemmel örneği Tuncay’dır.
Torunları Tansu’dur, Aylin’dir.
Reşad’dır, Yusif’dir, Vahid’dir...
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
90
BATI TRAKYA-YUNANİSTAN
“İslâm Beytullah Erdi”yi
Tanımak
RAHMİ ALİ
Baharı, bu güzel havaları için seviyorum
daha çok. Balkonda oturuyorum. Bahçede o
güzelim güller, kendilerine yuva yapmak için
keşif uçuşları yapan sevimli kırlangıçlar…
Elimde de Yrd. Doç. Dr. Nazlı Rânâ Gürel’le
Yrd. Doç. Dr. Zeki Gürel’in hazırlamış oldukları kitap: “İslâm Beytullah Erdi-Hayatı-Sanatı- Eserleri-“
Daha önce yarıdan fazlasını okuduğum bu
kitaba yeniden bir göz atıyorum. Kış mevsimi artık bizim yaştakiler için öyle “cazip” bir
mevsim değil. Araya bir de rahatsızlıklar girdi
mi, ister istemez sevgili kitaplardan bir süre
uzak kalıyorsun. Benim okumalarım da acayip… Emekliliğin ağır yükünden kaynaklanan bir durum mu, yoksa başka nedenler mi
işe çomak sokuyor; anlamıyorum. Bir süredir
“Biyografi” yazılarını okumaya merak verdim.
İpek Çalışlar’ın “Halide Edib”i son okuduğum
biyografilerden. Fakat insanın gıyaben de
olsa yakından tanıdığı, eserlerini okuduğu,
sesini duyduğu, mektuplaştığı biri hakkında
yazılanları okuması bir başka oluyor. Kendini
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
biraz daha gerçekler dünyasında buluyorsun. Kendisini telefonla aradığım İslâm Beytullah, “Şu anda Ankara’da bir kütüphanede
araştırma yapıyorum” demez mi? Beytullah
Erdi, 1940 doğumlu… O anda, kitabı hazırlamış olan o iki kadirşinas kişiyi yürekten kutluyorum. Çok güzel bir iş yapmışlar, diyorum
kendi kendime. Sonra kitabın “Giriş” bölümü
sayfaları içine dalıyorum.
Bazı usta işi filimler vardır; önce seçkin yerleriyle gösterilen coğrafi bir bölge, o bölgede
yaşanan önemli tarihi gelişmeler ve bir “hale”
içinde perdeye ağır ağır yerleşen bir portre.
Okuduğum biyografide aynı yönteme benzer
bir yöntem uygulandığını görüyorum.
Bir insanı “bütün olarak” tanımak öyle kolay
bir iş değil. Hele hele toplumun acılarını yüreğinde duyan bir sanatçıyı tanımak çok daha
zor… Onun için “iş”i çok derinlerden tutmak
gerek. Kişiyi tanımak için ait olduğu toplumu, toplumun geçirdiği evreleri, kişiliğin gelişmesinde önemli bir yer tutan aile efradını
tanımak, bilmek gerek. Adı geçen çalışma
91
bu minval üzere hazırlanmış, her şeyin ince
elekten geçirildiği ciddi bir çalışma. İslâm
Beytullah Erdi, bu çalışmada tüm ayrıntılarıyla ele alınmış. Onun eserleri hakkında yorum
ve değerlendirme yapacak olanların burada
yazılanları baştan sona okuması gerekir ki,
sağlıklı bir değerlendirmede bulunabilsin.
Her ne kadar “kişi” başlı başına bir dünyadır, dense de onu zaman ve mekânın dışına
atamayız. O, belli bir coğrafyanın içindedir.
Tarihi bir süreç içinde yolculuk halindedir.
Anne ve babadan başlayan bir tanışmanın
ardından, nineler, dedeler, yakın akrabalar
ve kalabalıklarla haşır -neşir olur; okul, öğretmen ve arkadaşlarıyla birlikte yaşama tutunmaya çalışır.
Kitabın birinci bölümünde İslâm Beytullah
Erdi’nin “Aile Çevresi”, “Resmi ve Hususi Hayatı”, “Kültür Çevresi ve Beslendiği Kaynaklar” ele alınıp tüm ayrıntılarıyla irdelenir. O,
çocukluk ve gençlik yıllarını Bulgaristan’da
geçirmiş bir “Azınlık” ferdidir. Ayrımcılığın,
baskının, ezilmişliğin, insan yerine konulmamanın acılarını yaşamıştır. Ama “mücadele”
gücünü hiç yitirmemiştir, kimliğini korumak,
toplumuna hizmet vermek için durmadan çalışmış, didinmiştir. Öğretmenlik, gazetecilik,
yazarlık yapmış, bazı kuruluşlarda aktif görevler almış, yabancı bir kültür potası içinde erimemek için amansız bir savaş vermiştir. Bütün
bunlar söz konusu kitapta en ince noktalarına
kadar anlatılmıştır.
Sadece bunlar değil elbet. Komünizmi tanımış, ihanetle tanışmış, bir “komünist” olan Nazım Hikmet’i sevmiş, sürgün hayatı yaşamış,
Ankara’daki evinin balkonunda yıldızlara bakarken unutamadığı köyünü, çocukluk yıllarını özlemle düşlemiş, o yerleri zorunlu olarak
terk etmenin acısını yüreğinin derinliklerinde
duymuş, çeşitli yazılarında bu duygularını,
geçmiş olan o unutulmaz günleri kendine has
üslubuyla ustaca dile getirmiştir.
Bir sanatçıyı tanımak, onun hakkında “topyekûn” bir bilgi sahibi olmak için uzun bir
özgeçmişini bilmek, yaşadığı ortamı tanımak
önemlidir ama asıl önemli olan, onu eserleri
içinde tanımaktır. Adı geçen eserde bu ayrıntı
da göz önüne alınmış olacak ki, Yrd. Doç. Dr.
Rânâ Gürel’le Yrd. Doç. Dr. Zeki Gürel, İslâm
Beytullah Erdi’nin eserlerini tam liste olarak
verirken bu eserler hakkında yazılanlar, söylenenler, yapılan yorumlara da geniş bir yer
ayırmışlar. O eserler sayesinde yazarın insanları tanımadaki tutarlılığını, yazın ustalığını,
bazı konulardaki düşüncelerini, kaygılarını,
insanların yaşadıkları gurbet acılarını, bazı
yerlerin güzelliklerini seziyor ve görebiliyoruz.
Her kitap aslında bir “yolculuk”tur. Bu yolculuklar, kimi uzun, kimi de kısa sürer. “İslâm
Beytullah Erdi”nin konu edildiği kitap/biyografi, beni oldukça uzun bir yolculuğa çıkardı.
Anadolu’dan Balkanlara akan göç dalgaları
içinde buldum kendimi. Yemyeşil ormanlar,
bereketli ovalar içinde gezindim durdum.
Osmanlı-Rus Harbi sonrası yaşanan acı olayların hikâyeleri yüreğimi yeniden burktu. “Sınırlar ötesinde Türk kalmanın” çilesine ortak,
Azınlıkların her yerde aynı kaderi paylaştıklarına tanık oldum.
Yapılan her işte önemli olan “amaç”tır. Başarı, izlenen yol, katlanılan zahmet bu amaca
hizmet eden, katkı sağlayan yardımcı öğelerdir. Bir yazın eri, bir Türk dili sevdalısı Bulgaristan’ın Bisertsi (Nasrettin) köyünde doğuyor, Razgrat Pedagoji Okulunu bitiriyor,
öğretmenlik, gazetecilik yapıyor, hikâye ve
romanlar yazıyor, çeşitli ülkelerde bildiriler
sunuyor, Türk kültürüne kol-kanat gerdiği için
Belene’ye sürülüyor; bu yetmezmiş gibi sınır
dışı ediliyor! İş burada da bitmiyor. Bunca acı
ve çilelerden sonra gene durmuyor, kültür
ve sanat mücadelesine devam ediyor. Basılı
ve görsel yayın dünyasında bu dünyaya “bir
nebze” olumlu katkıları bulunmayan “kişilerin” sık sık “lânse” edildiği günümüzde böyle
sanat ve kültür alanlarında hizmet veren kişilere değer verilmesi büyük bir “kadirşinaslık”
örneği olarak kabul edilmelidir. Bu nedenle,
kitabı hazırlayan Nazlı Rânâ Gürel ve Zeki
Gürel’i, Genel Yayın Yönetmeni Yakup Deliömeroğlu’nu en içten dileklerimle kutluyor,
bu arada Balkanlar hakkında bilgi edinmek
isteyen, bu bölgenin Türk edebiyatıyla ilgilenmek isteyen, çeşitli plâtformlarda Balkan
Türkleri hakkında fikir beyanında bulunmak
zorunluluğunu duyan kişilerin bu ve benzeri
kitapları okumalarını salık veririm.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
92
Haber
19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı,
Bu Yıl TÜRKSOY’un İşbirliği, Gençlik ve Spor Bakanlığının
Ev Sahipliğinde Ankara’da Kutlandı.
25 farklı ülkeden 400 genç sanatçının sahne
aldığı kutlamalarda geleneksel kıyafetleri ile
sahneye çıkan Türk dünyası sanatçıları izleyenleri büyüledi.
Avrasya Coğrafyasının tüm renklerini bir araya getiren kutlamalarda Uluslararası Türk
Kültürü Teşkilatı’na (TÜRKSOY) bağlı ülkelerin dans gruplarının yanısıra, Türkiye’nin 81
ilinden gelen gençler ve spor federasyonları
temsilcileri de bulunmaktaydı.
Kutlamaların açılışını yapan Gençlik ve Spor
Bakanı Suat Kılıç, Türkiye’nin 81 ilinde 19
Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’nın coşkuyla kutlandığını belirterek “Türkiye’nin her köşesinde tek vatan, tek devlet, tek
bayrak, tek millet coşkusu büyük bir heyecanKardeş Kalemler Mayıs 2013
la yaşıyor ve yaşatılıyor” dedi.
Bakan Kılıç ayrıca, kutlamalar için Türkiye’de
bulunan misafir sanatçılara teşekkürlerini
sundu.
Gençlik Haftası Katılımcı Ülkeler
Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Altay Cumhuriyeti (RF),
Başkurdistan Cumhuriyeti (RF), Gagavuz Yeri
(Moldova), Hakas Cumhuriyeti (RF), Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Saha-Yakut Cumhuriyeti
(RF), Tataristan Cumhuriyeti (RF), Tıva Cumhuriyeti (RF), Dağıstan Cumhuriyeti (RF), Bosna Hersek, Kalmuk Cumhuriyeti (RF), Kabardin-Balkar Cumhuriyeti (RF), Tacikistan, Kırım
(Ukrayna), Sırbistan, Irak Türkmenleri, Makedonya, Romanya, Çuvaş Cumhuriyeti (RF)
93
Haber
Bilge Kağan’ın Mirası Ankara’da
Türk Dünyası’nın ortak çatısı TÜRKSOY’da, 16
Mayıs Perşembe günü gerçekleştirilen törenle Bilge Kağan Anıtının açılışı yapıldı. Açılışa Türk Dünyası Basın mensuplarının yanı
sıra Gençlik Haftası etkinlikleri kapsamında
TÜRKSOY’un davetiyle Türkiye’ye gelen yüzlerce sanatçı ve Türk dünyasının önde gelen
isimleri de katılım gösterdi.
TÜRKSOY Genel Sekreterliği bahçesinde
gerçekleştirilen törende, konuk sanatçıların
dans şovlarıyla renkli dakikalar yaşanırken,
açılış sonrası TÜRKSOY Genel Sekreter Yardımcısı Fırat Purtaş konuklara TÜRKSOY hakkında bilgiler verdi.
Azerbaycanlı tanınmış heykeltıraş Doç. Dr.
Said Rüstem tarafından orijinaline uygun
olarak yapılmış olan heykeli TÜRKSOY Genel
Sekreterliği Bahçesinde görebilirsiniz.
Bilge Kağan Yazıtı
Orhun Yazıtları olarak bilinen yazıtlardan biri
olan Bilge Kağan Yazıtı, Türk dilinin en eski
yazıtlarındandır. Bilge Kağan’ın ölümünden
sonra oğlu tarafından dikilmiştir.
Moğolistan’da Orhon Irmağı yakınlarında
bulunan yazıt ile Kül Tigin Yazıtı arasındaki
mesafe yaklaşık bir kilometredir. İskandinav
runik harflere benzeyen Göktürk yazısı ile
yazılan yazıtın bazı bölümleri Kül Tigin Yazıtı’ndan aktarılmıştır. Bilge Kağan Yazıtı Kül
Tigin’in ölümünden sonraki olayları da içermektedir.
İlteriş Kağan’ın oğlu, Kapgan Kağan’ın yeğeni, Tonyukuk’un damadı ve Kül Tigin’in ağabeyi olan Bilge Kağan; 19 yıl şadlık, 19 yıl da
kağanlık yapmış biri olarak Türk tarihinin en
büyük hükümdarlarından biri ve Türk hitabet
sanatının ilk büyük ismidir. Türk edebiyatının
ilk isimleri olan Tonyukuk hatıra türünün, Bilge Kağan ise hitabet türünün ilk örneklerini
vermiştir.
Yazıtın geniş olan Doğu yüzünde 41 satırlık;
daha dar olan Kuzey ve Güney yüzlerinde
ise 15’er satırlık Türkçe metin bulunmaktadır. Bu abidenin batı yüzünde küçük bir Çince metin varsa da, bu bölüm büyük ölçüde
tahribata uğradığından metnin pek azı okunabilmiştir.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
94
Haber
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Cemal Reşit Rey
Orkestrası ve Amerikalı Jonathan Griffith Korosu eşliğinde
Türkçe olarak ilk kez Türkiye’de
Yunus Emre’nin çağları sınırları aşan hümanizmini ve evrensel hoşgörü mesajını dünyaya duyurmak için geçtiğimiz yıl Amerika
Birleşik Devletlerinde Yunus Emre Oratoryosu
konserlerini gerçekleştiren Uluslararası Türk
Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY), bu muhteşem
oratoryo eserini, kuruluşunun 20. Yılında bu
kez Türkiye’deki sanatseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor.
Amerika Birleşik Devletlerinin farklı eyaletlerinden Yunus Emre Oratoryosu konserleri için
bir araya getirilen Amerikalılardan oluşan 80
kişilik Jonathan Griffith Singers Korosu’nun
yanı sıra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ve Cemal Reşit Rey Orkestrası’nın sahne
alacağı konser serisi, Haziran ayında 2013
Türk Dünyası Kültür Başkenti Eskişehir’de
başlayacak ardından Ankara ve İstanbul’da
gerçekleştirilecek konserlerle devam edecek.
Türkiye konserlerinde, New York ‘da gerçekleştirilen konserden ilham alarak, Yunus
Kardeş Kalemler Mayıs 2013
Emre’nin daha önce bestelenmemiş olan
Haktan Gelen Şerbeti isimli şiirini besteleyip
TÜRKSOY’a hediye eden Grammy Ödüllü sanatçı Christopher Tin’in yeni eserinin Dünya
Prömiyeri de yapılacak.
Eseri Türkçe seslendirmek için haftalarca çalışan Jonathan Griffith Singers Korosu, gerek
konser öncesinde gerekse sonrasında Türkçe’ye, Türkiye’ye ve özellik Yunus Emre’ye
dair pek çok şey öğrendi. Türkiye’de gerçekleştirilecek olan turne için oldukça heyecanlı olan koro üyelerinin bir çoğu Yunus Emre
Oratoryosu konserleri sayesinde Türkiye’yi ilk
kez ziyaret edecek.
Ahmet Adnan Saygun’un Türk müziğinin bu
alandaki ilk ve en görkemli eseri olan Yunus
Emre Oratoryosu, New York’lu ünlü şef Jonathan Griffith şefliğinde, 03 Haziran 2013
Pazartesi Günü Eskişehir’de, Anadolu Üniversitesi Konser Salonunda; 04 Haziran Salı
Günü Ankara’da, Cumhurbaşkanlığı Senfoni
95
Orkestrası Konser Salonunda; ve 07 Haziran
Cuma günü İstanbul’da, Cemal Reşit Rey
Konser Salonunda dinleyicilerle buluşacak.
Ankara, Eskişehir ve İstanbul konserleri davetiyeleri için 0312 491 0100 numaralı telefonu
arayarak bilgi alabilirsiniz
Yunus Emre Oratoryosu
Ahmet Adnan Saygun’un Türk müziğinin bu
alandaki ilk ve en görkemli eseri olan Yunus
Emre Oratoryosu, 1946’da ilk kez Ankara’da,
bir yıl sonra iki kez Paris’te, 1958 yılında ise
Birleşmiş Milletler’in kuruluş yıldönümü münasebetiyle New York’da, ünlü şef Leopold
Stokowski yönetiminde seslendirilmiştir.
2012 yılında ise, 54 yıl aradan sonra Yunus
Emre’nin evrensel hoşgörü mesajı TÜRKSOY’un, New York Lincoln Center ve Washington Strathmore Music Center’da gerçekleştirdiği konserler ile Amerika Birleşik
Devletlerine yeniden ulaşmıştır.
TÜRKSOY
Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı
Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY), Türk dili konuşan halklar ve ülkeler
arasında dostane ilişkiler kurarak, ortak Türk
kültürünü, dilini, tarihini, sanatını, gelenek ve
göreneklerini gün yüzüne çıkarmak, geliştirmek, korumak ve gelecek kuşaklara aktararak
kalıcı kılmak amacıyla çalışmalarını sürdüren
bir kültür sanat teşkilatıdır. 12 Temmuz 1993
tarihinde, Almatı’da Azerbaycan, Kazakistan,
Kırgızistan, Türkmenistan, Türkiye ve Özbekistan’ın kültür bakanları tarafından imzalanan faaliyet anlaşması ile kurulan TÜRKSOY,
günümüz itibari ile, gözlemci ülke statüsüyle
teşkilata üye olan, Rusya Federasyonu’nun
özerk Cumhuriyetleri Altay, Başkurdistan, Hakas, Saha, Tataristan, Tıva , Moldova’ya bağlı
Gagavuz Yeri Özerk Bölgesi ve Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti ile birlikte, 14 Türk cumhuriyetini çatısı altında birleştirmiş uluslararası
bir örgüttür.
Kardeş Kalemler Mayıs 2013

Benzer belgeler