çözüm bulma sanatı - Turkcell Akademi Kurumsal

Transkript

çözüm bulma sanatı - Turkcell Akademi Kurumsal
ÇÖZÜM BULMA SANATI
KÜRESEL PAZARIN EN BAŞARILI UYGUL AMAL ARI
H A M I S H
Dünyayı gezip gördükçe, başarılı kuruluşların ne kadar farklı
görünümler aldığını fark etmeye başladım. Daha işin başında açıkça görünmeye başlayan şey şu oldu: Gerçekten iyi çalışan kuruluşlar, iki özelliği bir araya getirmek zorundaydı.
1. Derin bir misyon duyguları olmalıydı; daha iyi yapılmayı
hak eden bir şeye karşı bağlılıkları, bu konuda onları harekete geçiren dürtüleri, bir vizyonları olmalıydı.
2. Pazara karşı çok yüksek bir duyarlılıkları olmalıydı. Bu
kuruluşlar başarılıydı çünkü piyasanın akışıyla birlikte
hareket ediyor, piyasanın işaretlerini dinleyerek gerektiği
gibi yön değiştiriyor, piyasanın disiplinlerini uyguluyor
ve kendilerini buna uygun şekilde yeniliyorlardı.
İkisinin birliği şunu getirir: Tekrarlanabilir ve ölçülebilir bir
başarı. Bu kitaptaki örnek olayların her biri bu iki özelliğin
bir karışımıdır.
Dünya sonraki zamanlarda tarihçilerin huşuyla bakacakları o dönüm noktalarından birinde duruyor. Ekonomik güç
yavaş yavaş Avrupa’dan ve bir ölçüde de Kuzey Amerika’dan
geri çekiliyor ve esas olarak Asya’ya doğru kayıyor. Bu Sanayi
Devrimi’nden beri yaşanmış en büyük güç değişimidir.
Bu değişim sadece ekonomiyle değil, aynı zamanda fikirlerle
ilgilidir. Dünya ekonomisine yön veren fikirlerin çoğunlukla Batı’dan geldiği bir dönemi arkamızda bırakarak, pek çok
fikrin Doğu’dan—ve yükselen dünyanın başka yerlerinden—
geleceği bir döneme giriyoruz.
M c R A E
Bu kitabın amacı, Batı toplumlarından çıkan iyi fikirlere ve
yeniliklere olduğu kadar yükselen ülkelerden çıkan benzerlerine de ışık tutmaktır.
Bu yeni dünyada ideolojik açıklamaları ve ideolojik tepkileri
kaldırıp atmak ve basitçe “çalışan fikirler”e tutunmak zorundayız.
1. Edinburgh Festivali:
Dünyanın en büyük sanat festivali
Dünyada başka bir sürü sanat festivali vardır, ama Edinburgh
bunların her birinden üç kat büyüktür. Başka birçok kentin
bir benzerini yaratmaya can attığı, olağanüstü, inanılması
zor bir başarıdır bu.
Edinburgh tek bir festival değil on ayrı festivaldir. Sanat festivali, caz ve blues festivali, kitap fuarı, film festivali televizyon
festivali, video oyunları festivali de katılmıştır…Bunların her
biri bütüne destek olarak, Edinburgh’a sarsılmaz bir sanatsal
kritik kütle kazandırır.
Edinburgh’u ilk günden beri biçimlendiren şey Fringe-serbest erişim-olmuştur. Davetli sanatçı yoktur—festival kesinlikle herkese açıktır; sanatçılar alışılmadık mekânlar kullanırlar ve tüm finansal riskleri üstlenirler.
2009 yılında, 265 mekânda gerçekleşen 2000’den fazla gösterideki 34.000 performansta yaklaşık 19 bin sanatçı yer al-
1
HAMISH McRAE
mıştır. 1,9 milyona yakın bilet satılmış ve bu etkinlik kent
ekonomisine 75 milyon sterlin kazandırmıştır.
Fringe, orada gösteriler sergileyen (çoğunlukla) genç sanatçı ve yapımcılar için bir kariyer aracıdır. Daha ileri yaşlardaki eleştirmenler, menajerler ve sıradan ziyaretçiler içinse
burası en son sanat olaylarını herkesten önce görme fırsatı
demektir.
Edinburgh, fiziksel olarak İngiltere’nin en güzel kentidir. Burası bir başkenttir ve—eğlence dünyasında önemli bir nokta
olarak—konuşma dili İngilizce’dir. Ama bunlarnda ötesinde
Edinburgh’un başarısıdan çıkarılabilecek üç ders vardır:
Birinci ders, tamamen açık bir pazar yaratmaya ve buna izin
vermeye hazır olmaktır. Bu, olacakları kontrol edemeyeceğinizi kabul etmeniz demektir. Bu aynı zamanda, kentin bir
ay boyunca yılın geri kalanından çok farklı bir yer olacağını
kabul etmek demektir.
İkinci ders, yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı örgütlenmeyi
harmanlamaktır. Edinburgh’da ne olacağını planlayan bir tek
beyin yoktur; önceden olduğu gibi bugün de bir sürü beyin
vardır ve her biri farklı biçimlerde çalışır.
Edinburgh festivalinin çeşitli düzenleyicileri, bir denge noktasını yakalamakta özel bir beceri göstermişlerdir: Planlama
yapmış ama planlamada aşırıya kaçmamış, pazarın önünden
gitmiş ama aynı zamanda onun taleplerini takip etmişlerdir.
Bu da bizi üçüncü derse götürüyor: Dinlemenin önemine.
Eğer ilk katılanlar arasında bazı davetsiz misafirler olmasaydı, belki de Fringe hiçbir zaman tutunamayacaktı. İkincisi,
gelişiminin orta evresinde Edinburgh, pazar güçlerini bastırmak yerine bunların Fringe’i biçimlendirmesine izin vermiştir. Üçüncüsü, sürüye katılmak isteyen yeni festivallere her
zaman kucak açılmıştır.
Edinburgh ruhunun merkezinde duran iki şey vardır: İlki,
sanatın farklı yüzlerini birbirine katıp karıştırmak çok önemlidir; tiyatro görsel sanatlardan ayrı tutulamaz—her şey aynı
bütünün parçasıdır. İkincisi, başarısızlığa ihtiyacınız vardır;
insanlar başarısız olma özgürlüğüne sahip olmalıdır.
• Açık bir pazar yaratın
• Yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı örgütlenmeyi harmanlayın
ÇÖZÜM BULMA SANATI
• Dinleyin ve başarısızlığı daha geniş çaplı başarının bir
parçası olarak kabul edin
2. Londra: Dünyanın uluslararası finans
merkezi
Uluslararası finans faaliyetlerinin çoğu alanında Londra
dünyanın en büyük merkezidir, dünyanın finans başkenti
olarak anılmayı rahatlıkla hak eder.
1960’lı yıllarda Londra’nın sterlini kullanmak zorunda olmadığını, onun yerine başka para birimlerini kullanabileceğini
keşfetmesiyle birlikte, kent yeni bir canlanma dönemine girmiştir. Yabancı kuruluşların bu yeni pazarlara akın etmesiyle
birlikte Londra yeniden dünyanın bankacılık merkezlerinden biri haline gelmiştir.
Bu planlanmış bir şey değildi—etkinlik dengesini bu yöne
kaydırma kararı tek bir kişiden çıkmamıştı. Sadece, ticaret ve
yatırımların finansmanı için oluşturulan bankacılık teknikleri, reel ticaretin kendisinden daha kârlı hale gelmişti.
Londra’nın o zamanlar olduğu gibi bugün de çok iyi becerdiği
şey, fırsatları ortaya çıktıkları anda yakalamaktır. Aslında Londra ruhunun en büyük özelliği, plan yapmamak ama pazardan
gelen işaretlere inanılmaz bir canlılıkla karşılık vermektir.
1986’da Big Bang reformlarıyla yabancıların işletme haklarına kavuşmasına imkân tanındı. Londra hisse alım satımlarında küresel sisteme ayak uydurdu. Bunun arkasından,
İngiliz finans kuruluşları yabancı finans kuruluşlarının kontrolüne geçti.
Aslında bu fiili bir anlaşmaydı: İngiltere, uluslararası menkul
değer piyasalarında hâkimiyet kazanmak uğruna yatırım bankacılığı faaliyetlerinin ulusal mülkiyetini elden çıkarmıştı.
Bu pragmatik tutumun en son örneği, 11 Eylül 2001’deki terör
saldırılarından ve Enron enerji grubunun bir finansal skandal hortumuna yakalanarak çöküşünden sonra Londra’nın
bu boşluğun ortasına atlayarak New York’ta daha fazla güç
kazanmasıdır.
Sonuç: Londra bir kez daha, bundan 100 yıl önce olduğu gibi,
dünyanın en büyük finans merkezi haline geldi. Ancak bu
kez kenti bu konuma taşıyan sadece Britonlar ve İngiliz parası değil, yabancılar ve onların yabancı paralarıydı.
2
HAMISH McRAE
Londra’daki yetenek altyapısının kökleri çok derinlere gider.
Ancak Londra başka bir şey daha yapmıştır: Aynı zamanda
bir yetenek mıknatısı haline gelmiştir. Londra dünyanın her
yerinden en üst dereceli yeteneği ithal etmiştir. Londra’daki ücret paketi New York’takinden daha büyüktür. Bir başka
neden de kültürdür: Londra’nın yabancı yeteneğe karşı açık
bir tutumu vardır.
Yeni yeni gelişen bir finans merkezi için ilk önemli soru, insanları kendine nasıl çekeceğidir. Finans sermayesi bulmak
zor değildir: Şirketlere vergi muafiyetleri vermeniz yeterlidir.
İnsan sermayesinin bulunması ise çok daha karmaşık bir konudur.
İnsan gücü, bir finans merkezi oluşturmanın kilit unsurudur.
Kalıcı başarının bir başka unsuru da etkili düzenlemelerdir.
Düzenleme bir amaç değil bir araçtır. Bu amaç da etkin, açık
ve şeffaf pazarlara sahip olmaktır.
Bu ruhun kuşaklar boyu hayatta kalmayı nasıl başardığını
kimsenin tam olarak anlayabildiğini sanmıyorum. Herhalde
bunun bir yolu, doğru kararların verilmesini sağlayan bir tür eş
düzey baskısıdır. Bir diğer yolu da, bakışın sadece İngiltere’ye
ya da Avrupa’ya değil tüm dünyaya dönük olmasını sağlayan
kesintisiz bir açıklık ortamıdır. Ama ben Londra’yı yıllar boyu
bir arada tutan en güçlü zamkın daha basit bir şey olduğunu
düşünüyorum: Pazarın gücüne duyulan çok derin ve yerleşik
bir inanç. Fazla düşünme—sadece pazarın yeni ihtiyaçlarla ilgili işaretlerine cevap ver: O zaman para kazanırsın. Ve para
kazandığın zaman da, sadece ekonomik değil aynı zamanda
sosyal bir amaca hizmet etmiş olursun.
Elbette ülke ekonomisinin, eğitim, iletişim ve kültür gibi
daha pek çok unsuru vardır. Ancak bunların hepsinin lokomotifi öteden beri Londra olmuştur.
• Beceriyi mıknatıs gibi çekin
• Yeteneğe karşı açık bir tutum geliştirin
• Pazarın gücünü kavrayın
Ben burada şuna dikkat çekmek istiyorum: Hiç kimse, dünya nüfusunun her zamankinden daha büyük bir kısmını
içine alan şu anki küresel refah patlamasının sonsuza kadar
süreceğini sanmamalıdır. Çünkü sürmeyecektir. Eğer şans
yardım ederse, siyasi liderler akıllıca kararlar alır ve finans
hizmetleri endüstrisinde duyarlı bir tutum öne çıkarsa, dün-
ÇÖZÜM BULMA SANATI
ya refahına yönelik tehditlerin önüne geçilebilir. Ancak önümüzdeki yıllar diken üstünde geçecektir. Bu geleceği bir ölçüde, çeşitli dünya başkentlerindeki bir avuç siyasetçi belirleyecektir, ama tüm dünyanın iş ve finans topluluklarındaki
sayısız isimsiz oyuncu da bu süreçte belki daha da büyük bir
rol oynayacaktır.
3. Kelt Kaplanı
1990’lı yıllarda İrlanda’da çok şaşırtıcı bir şey oldu. Bu onyılın başlarında İrlanda, Avrupa Birliği’nin en yoksul ülkelerinden biriydi. Yeni binyıla girerken, en zenginlerinden biri
olmuştu. Aradan geçen zamanda İrlanda, sadece Avrupa’da
değil tüm gelişmekte olan dünyada açık arayla en hızlı büyüyen ekonomi haline gelmişti.
Avrupa’nın bu en hızlı büyüyen ekonomisi aynı zamanda
Avrupa’nın en hızlı büyüyen iş pazarına dönüşmüştür. İrlanda Avrupa’nın tutkulu gençleri için bir çekim merkezi haline
gelmiştir.
İrlanda, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından 1990’lı
yıllarda gerçekleşen küreselleşme patlamasından en çok yararlanan ülke olmasını sağlayacak neredeyse benzersiz bir
konuma sahipti. İrlanda’nın başarısı dünya pazarına açıklık
üzerine kurulmuştu. Birçok bakımdan potansiyel hazırdı, sadece doğru politikalara ihtiyaç vardı.
Değişim politikadan başladı. Bu başarının birkaç unsuru
vardır ve işin püf noktası, bunlardan hangilerinin vazgeçilmez, hangilerinin sadece memnun edici unsurlar olduğuna
karar verebilmektir.
İşin daha kolay parçası, yeni AB üyesi devletler tarafından
da taklit edilmiş bir şeydi: “Şirket dostu” olmak. Bu düşük
vergiler demektir. İrlanda dış yatırımları kendine çeken bir
mıknatıs haline geldiyse, bu büyük ölçüde şirket vergilerinin
düşüklüğü sayesinde mümkün olmuştu. Öte yandan İrlanda
daha 1960’lı yıllarda eğitim sistemini reformdan geçirmiş,
ikinci eğitimi iyileştirmiş ve üniversitelere oluk oluk para
akıtmıştı. Öte yandan büyüme başladığında göç de geri
dönmeye başlamıştı. Bu da hem yerel işgücü havuzunu güçlendiriyor, hem de insanların, ülke dışında çalışırken edindikleri pratik becerileri geri getirmeleri anlamına geliyordu.
Araştırmacılar ayrıca AB yardımlarının daha etkin kullanıldığına dikkat çekerler. Hizmet sektörlerinin serbestleştiril3
HAMISH McRAE
mesine, vergi avantajlarına sahip yeni bir finans merkezinin
ortaya çıkmasına ve bunun gibi şeylere işaret ederler.
İrlanda dünyanın en güçlü “marka”larından biridir; apayrı
kültürlerden pek çok insanın İrlanda’yla gönül bağı vardır.
Ama başka ülkeler birer İrlanda olamasalar da, İrlanda’nın
deneyiminden bir şeyler öğrenebilirler. Başka ülkelere göç
etmiş yurttaşlarıyla bağlarını tazeleyebilirler. Kendi kültürlerini ve kimliklerini destekleyebilirler. Her gün biraz daha
homojenleşen bir dünyada kendi eşsiz özelliklerine değer
verebilir, onları destekleyebilir ve onlardan yararlanabilirler.
Ekonomik başarı sadece insanların zenginleşmesi değildir.
Aynı zamanda, insanların yaşamak istedikleri bir toplum,
içinde kendilerini mutlu hissettikleri bir yer yaratmaktır.
İrlanda’nın başarısı zenginlikten öteye geçmiştir.
• “Şirket dostu” olun
• Kendi kültürünüzü destekleyin
• Başarıyla başa çıkmayı öğrenin
ÇÖZÜM BULMA SANATI
bir yerden bir yere gitmekte kullanılan yolların parçaları olmaktan çıkıp başlı başına birer ziyaret yerine, birer etkinlik
merkezine dönüştükçe, sokaklara daha güven verici bir hava
sinmiştir.
1968’in tipik bir yaz gününde, herhangi bir anda merkezinde
durağan etkinlik içinde olan ortalama insan sayısı 1750’ydi;
1986’ya kadar bu rakam 4500’ün üstüne çıkmış ve 1995’te
6000’e yaklaşmıştır. Bunun sonucu olarak kent merkezindeki
sokaklar bugün çok farklı biçimde kullanılmaktadır. Sokaklar artık sadece bir yerden bir yere gitmenin yolu değil, başlı
başına gidilecek yerlerdir.
Ne var ki başka yerlerde arabaları ortadan kaldırmak, ticari
faaliyetlerin de ortadan kalkmasına yol açmıştır. Kopenhag
bu kadere yakalanmamak için birkaç önlem almıştır.
İlk olarak, projenin kırk yılı aşkın bir zaman içinde, çok yavaş geliştirilmesi, her bir aşamada daha öncekilerden ders
alınabilmesini ve gerektiği zaman da bariz hatalardan uzak
durulabilmesini sağlamıştır.
Şehirler insanlar içindir. Bir yaz akşamı Kopenhag’da dışarı
çıkarsanız, sokakların insanlarla dolup taştığını görürsünüz.
Bu kent kışın en karanlık günleri dışında insanların her gün
sokak ve meydanlardaki kafeleri doldurdukları dokuz aylık
bir yaz kenti olmayı başarmıştır.
İkincisi, sokak mobilyaları ve yol kaplamaları iyileştirilmiştir.
Hem resmi (örneğin, park bankları) hem gayrıresmi (yüksek
kaldırım kenarları, basamaklar, çeşme duvarları vb.) biçimleriyle, oturma yerlerinin sayısı artırılmıştır. Göründüğü kadarıyla yol döşemesinin olağanüstü bir önemi vardır: Granit
döşeli meydanlar etkinlikleri kendine çekmekte, asfalt olanlar ise çekmemektedir.
Kopenhag bunu nasıl yapmıştır? Evet, iklimi terbiye etmek
elinde değildir ama Kopenhag otomobili terbiye etmeyi başarmıştır.
Üçüncüsü, Kopenhag cadde ve sokak cephelerine dikkat
etmiş, mal sahiplerini ve kiracıları cephelerine dostane bir
hava vermeye özendirmiştir.
Kopenhag, yavaş yavaş, dikkatli bir şekilde ve kent sakinlerinin toplu desteğiyle, kentin ortaçağdan kalma çekirdeğini bir
kez daha, insanların araba kullanmak ya da otobüse binmek
zorunda olmadıkları bir yere dönüştürmüştür.
Son olarak, kent belediyesi, kent içi ulaşımın bir yolu olarak
bisikleti teşvik etmiştir. Özel bisiklet yolları yaptırılmış ve
araba kullanımının azaltılması sürecinde kentin işlevini sürdürebilmesine yardım eden özel bir bisiklet kiralama sistemi
geliştirilmiştir.
4. Kopenhag’da Trafik Yönetimi
Bunun sayısız avantajı vardır. Bir araştırmada, kent merkezine yürüyerek, toplu taşımayla ya da bisikletle gelenlerin
arabayla gelenlere göre çok daha fazla para harcadıkları görülmüştür.
Bir başka avantaj da sosyaldir. Araba kullanımının caydırılmasına yönelik adımlar atıldıkça, kent merkezine gelen
insanların yaş aralığı büyük ölçüde genişlemiş, kent merkezindeki çocuk ve yaşlı sayısı artmıştır. Ve sokaklar sadece
Buradan çıkacak ilk sonuç, binaların kendisine değil, binalar
arasındaki uzama bakarak, zamanla bir kentin yaşam kalitesinde radikal değişimler yaratmanın mümkün olduğudur.
Buradaki en önemli ders, kentin tarihi çekirdeğini yeniden
yayalara ait bir yere dönüştürmek mümkün olduğu sürece,
bunu yapmanın çok büyük avantajları olduğudur. Ama eğer
insanlar başka araçların da işlediği bir alanda yürüyerek yol
4
HAMISH McRAE
ÇÖZÜM BULMA SANATI
alacaklarsa, bu sürecin keyifli hale getirilmesi gerekir. Bu da
ayrıntılara büyük özen göstermeyi gerektirir.
derecede uyuşturucu bağımlılarında bile mükemmel sonuçlar yaratmıştı.
Hepsinin içinde Kopenhag’dan gelen belki de en önemli ders,
şehir merkezlerini farklı işlevlerin gelişimine olanak veren
yerler olarak tasarlamanın en iyisi olduğudur. Bunlar uzun
süredir ticaret, dinlence ve eğlence merkezleri olagelmiştir;
ama aynı zamanda yerleşim merkezleri olduklarında, özellikle genç öğrenci nüfuslarını barındırıyorlarsa, daha iyi iş
görürler.
Programda yer alan herkes bağımlılıktan kurtulmamıştı; bu
rakam yılda yaklaşık yüzde 4 civarındaydı, ama görünüşe
göre bu program uyuşturucuya başlama oranlarını azaltmakta etkili olmuştu.
Kaçınılması gereken şey, işlevlerden birinin diğerlerini ezmesine izin vermek ya da yeni projelerin geliştirilmesi sırasında çok katı düşünmektir. Yetkililer, eski kentin farklı bölümlerinin en iyi nasıl değerlendirileceğine karar vermekte
sokağın nabzını dinlemiştir.
• Süreci güzelleştirin
• Sonuçlar üzerinde düşünün
• Farklı işlevlerin gelişmesine izin verin
İsviçre yönteminin bugün dünyada en yaygın olarak kullanılan unsurları, eczanelerde açılan enjeksiyon odaları ve şırınga takas programlarıdır. Modelin üzerine kurulu olduğu
çifte fikir—zararın azaltılması ve uyuşturucu kullanımının
yasal bir konu yerine tıbbi bir konu haline getirilmesi—tüm
dünyada geniş çaplı olarak taklit edilmiştir.
İsviçre’de, tıbbi yaklaşımın yanı sıra, uyuşturucuya karşı acımasız bir yasal mücadele verilmiştir. Yani İsviçre’nin yöntemi
tatlı sert bir yöntemdi. Bu yöntem İsviçre’de son derece hoşgörüsüz yasalarla desteklendiği için burada başka yerlerdekinden daha etkili olmuştur.
• Sertlik ve yumuşaklığı bir arada kullanın
5. Zürih’te Uyuşturucu Rehabilitasyonu
Zürih yurttaşları muhtemelen dünyanın en yüksek yaşam
standardına ve en yüksek yaşam kalitesine sahiptir. Zürih
hiçbir derdi olmayan bir kente benzer. Ama bu hep böyle
değildi. 1980’li yılların sonları ve 1990’lı yılların başlarında,
bu düzenli burjuva kenti Avrupa’nın en berbat uyuşturucu
sorununa sahipti.
Bu sorunla baş etmek için Zürih önce liberal bir sosyal deneye kalkıştı. Uyuşturucu kullanıcılarının belirli bir yerde
polis tarafından engellenmeden uyuşturucu satın almalarına ve kullanmalarına izin verdi. Sonuç tam bir felaket oldu.
Zürih’in merkezi berbat bir hale geldi. Deneye polis kuvvetiyle son verildi. Ama o kadar çok tutuklama oluyordu ki cezaevi tutuklularının yüzde 60’a yakını uyuşturucu kullanıcılarından oluşur hale geldi.
Sonra bir yaklaşım değişikliği geldi. Dört Ayak programı
adını taşıyan bu girişim—bu ayaklar önleme, tedavi, zarar
azaltma ve yaptırımdı—o günden bu yana dünyanın pek çok
kenti için model bir uygulamaya dönüşmüştür.
Ama belki daha da etkileyici olan, programın özel bir unsurunun getirdiği sonuçlardı: Eroin bağımlılarına ikâme bir
madde yerine eroin reçetelerinin verilmesi. Bu yöntem, ileri
• Arzı değil talebi etkilemeye çalışın
• Aşırı uçlar arasında denge kurmaya çalışın
Uyuşturucu kullanımıyla olan tüm tarihsel deneyimimiz
bize bunun sonsuza kadar aynı yönde gitmediğini gösterir.
Burada döngüsel bir hareket vardır. Madde istismarının bir
türü ya da daha geniş anlamda belirli bir sosyal sorunlar kümesi gerilemeye başlarken onun yerini bir başkası alır. Burada ancak iyi tasarlanmış politikalar etkili olabilir.
6. Alman Endüstrisinin Güç Merkezi
Almanya dünyanın en başarılı ihracatçısıdır. Peki, nedir
Almanya’nın sırrı? Cevabın bir parçası, ülkenin sahip olduğu
mükemmel şirketlerdir: BMW, Siemens ve Volkswagen gibi
ünlü isimler. Ama başka bir parçası da, Almanya’nın binlerce orta büyüklükte işletmeye ev sahipliği yapmasında yatar
—bunlar çoğu insanın adını hiç duymadığı, ama kendi alanlarında olağanüstü başarılı şirketlerdir. Genellikle aile mülkiyetinde ve yönetiminde olan, dolayısıyla arkalarında çok
büyük kaynaklar bulunmayan bu işletmelerin her biri yaklaşık birkaç yüz kişi çalıştırır (ama kimilerinde personel sayısı
binli rakamlara ulaşır). Buna rağmen faaliyet gösterdikleri
pazarlarda liderlik kurmuş, dünya çapında çoğu kez birinci
5
HAMISH McRAE
ya da ikinci sıraya yerleşmişlerdir. Bunlar Almanya’nın Mittelstand’ıdır.
Mittelstand işletmelerinin birkaç ortak özelliği vardır. Bunlardan biri, ailelerin oynadığı temel roldür. Bazı durumlarda
aynı aile kuşaklar boyunca şirketin mülkiyetini ve yönetimini elinde tutmuştur. Hepsinin ortak noktası, ailelerin işletmenin geleceğiyle ilgili çok uzun soluklu bir bakışa sahip
olabilmeleridir—halka açık şirketlerdeki paydaşlara göre çok
daha uzun.
İkinci bir özellik, büyük kısmının hizmet sektöründe değil
üretim sektöründe yer alması ve genellikle nihai mallar değil,
üretim sürecinin parçası olan ve yüksek uzmanlık gerektiren
ara ürünler üretmesidir. Yani bunlar tüketicinin göremediği
ürünlerdir. Bu şirketler pazardaki küçük nişleri gözlerine kestirir ve o alanda dünya çapında bir numara olmayı hedeflerler.
Bu da bizi üçüncü özelliğe götürüyor. Bu şirketlerin genellikle büyük çaplı stratejik vizyonları yoktur; daha çok, müşterileriyle son derece detaylı biçimde çalışarak pazarın ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlarlar. Almanya’daki teknik eğitimin
kalitesi işlerini kolaylaştırır ve eğitimli, yaratıcı bir işgücünden yararlanabilmelerini sağlar. Görünüşe göre bunun getirdiği başlıca rekabetçi üstünlük, bu şirketlerin daha kaliteli
müşteri hizmetleri sunabilmeleridir—ki baz maliyetlerinin
daha yüksek olmasını da bununla açıklarlar.
Son olarak, bu şirketlerin birçoğu büyük şehirleşmiş bölgelerde değil, başlıca işverenin kendileri olduğu küçük kentlerde kuruludur. Bu da çalışanları şirkete bağlar çünkü alternatif iş olanakları daha kısıtlıdır.
Mittelstand herhangi bir politikanın sonucu olarak değil,
teknik eğitimi ve ticari yetkinliği ekonomik refahın koşulu
olarak gören bir tutumun uzantısı olarak ortaya çıkmıştır.
Görünen o ki tutumlar politikalardan daha önemlidir. Tüm
gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi Almanya da bazı dev şirketler
yaratmıştır, çünkü bu ekonomik kalkınmanın ayrılmaz bir
parçasıdır. Ayrıca Almanya, orta ölçekte kalmaları için şirketlerinin büyüklüğünü sınırlamaya çalışmamıştır.
Ben burada birkaç mesajın saklı olduğunu düşünüyorum.
Bunlardan birincisi, pazarda hâkimiyetin önemli olduğudur.
Bu aynı zamanda nişlere hizmet etmek demektir ve ikinci
mesaj da budur. Eğer orta büyüklükte bir şirketseniz ve kendi
ÇÖZÜM BULMA SANATI
pazarınıza ağırlığınızı koymak istiyorsanız, zorunlu olarak,
sınırlı birkaç mükemmellik alanı seçersiniz. Fiyatla rekabet
edemeyeceğinize göre, seçtiğiniz alanda herkesten daha iyi
olmanız gerekir. Dünyadaki tüm potansiyel müşterileri bilebilmek gibi bir avantajınız vardır ve bu müşteriler de tüm
potansiyel rakiplerin farkına varmanızı sağlar. Eğer müşterilerinizin istediği yeni bir ürün ya da hizmet varsa, onu sağlamak için herkesten daha avantajlı bir konumda olursunuz.
Böylece üçüncü bir mesaja geliyoruz, üretilen katma değerin önemli bir bölümü ürüne hizmet eklemekten geçer. Bu
şirketlerin çoğu son kullanıcıya değil başka şirketlere satış
yaparlar, dolayısıyla alışılmış pazarlama becerilerine burada
daha az gerek duyulur.
Bu şirketler inovasyon konusunda aşağıdan yukarı bir yaklaşıma sahiptir: Zaten yapmakta oldukları bir şeyden yola
çıkar ve sahip oldukları işgücünün gömülü becerilerini kullanarak ileriye doğru giderler.
Ve son olarak bu şirketlerin işleyişi büyük bir disiplin ve
kontrol içerir. Birleşmelere ve şirket devirlerine genellikle
bulaşmazlar.
Eğer başka bir şirketi satın alırlarsa, onu hızlı bir şekilde ana
faaliyet alanlarına entegre ederler. Yöneticilerine çok büyük
prim ödemeleri yapmazlar ve genellikle yönetim ekibini
kendi içlerinden yetiştirirler. Kendi başarılarına dikkate değer bir alçakgönüllülükle yaklaşırlar—bu yerel şirketler tüm
dünyaya satış yaparlar ama kendi dünya görüşlerinde hâlâ
yerelliklerini korurlar.
• Tutumlar politikalardan önemlidir
• Pazarda hâkimiyet önemlidir
• İnovasyon konusunda aşağıdan yukarı bir yaklaşımı teşvik edin
7. IKEA: Uygun fiyata özgün tasarım
Yassı kutular Ikea’nın en önemli buluşlarından biridir ve
bunlar milyonlarca insanın evlerini döşeme yöntemini değiştirmiştir.
1956’da, Ikea henüz İsveç kırsalındaki küçük bir postayla
sipariş şirketiyken, Ikea’nın kurucusu Ingvar Kamprad ev
eşyalarını monte edilmiş halde göndermek yerine yassı ku-
6
HAMISH McRAE
tulara koyarak göndermenin bir dizi avantajı olduğunu fark
etmişti. Bu elbette montaj maliyetini ortadan kaldırıyordu,
ama aynı zamanda, taşınan parçaların küçülmesinden dolayı nakliye ücretlerini de düşürüyordu. Yassı kutular depoda
daha az yer kapladığından burada da bir kazanç söz konusuydu ve paketlenmiş eşyaların taşıma sırasında zarar görme
ihtimali daha azdı. Yapılacak tek şey, ürünleri sıradan bir insan tarafından birleştirilebilecek şekilde tasarlamaktı.
Yassı kutu devrimi, 1950’li yıllarda Avrupa’da—özellikle
İsveç’te—yaşanan sosyal değişimlerle çok iyi uyuşuyordu. Ikea
bir sosyal değişim dalgasını doğru yerinden yakalamış ve bunun karşılığı olan ticari ödülleri almıştır. Ikea’nın genç insanların ekonomik bir konfor içinde yaşamalarına yardım etmekteki
başarısı o kadar büyüktür ki, Avrupa’da bebeklerin tahminen
yüzde 10 kadarı bir Ikea yatağında ana rahmine düşmektedir.
Yakın bir zamanda aynı istatistik başka kıtalarda da geçerli olabilir. Her ne kadar satışların dörtte üçü hâlâ Avrupa’da
gerçekleşiyor olsa da, Ikea dünyanın en büyük mobilya perakendecisi haline gelmiştir.
Her başarılı şirket gibi Ikea yönetiminin de insanların ne istedikleri konusunda sezgileri güçlüdür—yalın, modern bir
tasarım ve çok düşük fiyatlar—ve şirket bu isteği karşılamanın özel yollarını geliştirmiştir. Ancak Ikea yassı kutu gibi
daha birçok yenilik yapmıştır. Bunlardan bazıları yeni malzeme kullanımıyla ilgilidir. Bazı yenilikler de tasarım zekâsıyla
ilgilidir: Kolay montajı ürün tasarımının parçası haline getirmek, bütün olarak ya da parça parça satın alınabilen modüler
mutfak fikrini geliştirmek gibi.
Ikea üretimi düşük maliyetli ülkelere kaydırma konusunda
da çok erken davranmıştır. Önce Doğu Avrupa’daki ve daha
yakın zamanda da Çin’deki üretime öncülük etmiştir. Bununla birlikte Ikea hâlâ su götürmez bir şekilde İsveçlidir.
Şirket logosu İsveç bayrağının renklerinde, yani mavi-sarıdır. Ikea’dan alışveriş yapan yüz milyonlarca kişinin bildiği
gibi, bu mağazaların insanı kendine çeken bir havası vardır.
Mağaza restoranlarında, yaban mersini soslu köfte gibi geleneksel İsveç yemekleri sunulur. Tasarımcıların büyük kısmı
İsveçlidir ve Ikea’nın klasikleşmiş çizgisine uygun, sade, şık
ve pratik tasarımlar yaratmayı sürdürürler.
Bu İsveçlilik unsuru, az gelişmiş ülkelere yönelik bir duyarlılığı ve çevresel/sosyal sorumluluklara yapılan bir vurguyu
da kapsar.
ÇÖZÜM BULMA SANATI
Fakat en temel düzeyde Ikea, güçlü bir İsveç kültürünü ticari
gayretle birleştirerek ticaretin de ötesine geçen bir şey yapmıştır: Ikea Avrupalıların yaşam tarzını değiştirmiştir.
Ikea belirli bir üretim dalında dünyanın en düşük maliyetli
üreticisidir ve bu özelliği sayesinde küresel başarıyı yakalamıştır. Fiyat kesinlikle önemlidir, ancak şirketin değer önermesindeki diğer üç unsur da önemlidir: Tasarım, kültür ve
eğitim. Bunların üçü de önemli dersler taşır.
Ikea mobilya satmaz; bir yaşam tarzını satar. Şirketin büyüme
hızına bakılacak olursa, bu yaşam tarzında, özellikle başka Avrupa ülkelerinin yurttaşlarına çok cazip gelen bir şeyler vardır.
Ikea değer önermesinin üçüncü unsuru eğitimdir. Şirketin
misyonu sadece müşterileri değil sağlayıcıları da eğitmektir.
Yani Ikea aslında bir okuldur.
IKEA deneyiminin gösterdiği, tasarımda işlev ve etkinliğin
her şeyden önce geldiği düşüncesidir. Yetenekli genç tasarımcılara bu fikri aşılarsanız, yaratıcı ve çarpıcı ürünler belirmeye başlar. Bir diğeri ise, yeni tüketici kuşaklarının ihtiyaçlarını anlamak için bir toplumun gelişim çizgisine bakmanız
gerektiğidir. Tasarım pahalı bir şey olmak zorunda değildir.
Ama burada, belki hepsinden daha önce gelen bir mesaj
daha vardır: Para önemlidir ama bazı şeyler paradan daha
önemlidir. Gelişmiş bir ekonomide, nezih ve doyurucu bir
yaşam tarzını toplumun büyük çoğunluğu için ulaşılır hale
getirebilirsiniz. İyi örgütlenmiş, etik ve düşünceli şirketler,
bunun için gereken maddi varlıkları yaratabilirler.
Eğer Ikea dünyanın öbür ucundaki tedarikçilerini eğitebiliyorsa, geliştirdiği fikir ve tutumlar gezegendeki tüm ürün ve
hizmet sağlayıcıları üzerinde etkili olamaz mı? Ve bunlar tüm
dünya ülkelerindeki çocukların eğitimine yardımcı olamaz mı?
• Ürün satmayın, yaşam tarzı satın
• Müşterilerinizi eğitin, tedarikçilerinizi eğitin
• Bazı şeyler paradan daha önemlidir
8. New York Hayırseverliği
Amerikalılar yerkürenin en cömert insanlarıdır. ABD’de insanlar dünyanın her yerinden daha fazla bağışta bulunurlar.
Amerika bu serveti kullanarak harika kuruluşlar yaratır ve
pazar etkinliklerinin insan ilişkilerinde bıraktığı boşlukları
doldurur.
7
HAMISH McRAE
ÇÖZÜM BULMA SANATI
Kişisel serveti daha iyi bir dünya yaratmakta kullanma arzusu dünyanın her yerinde vardır, ama her nedense, hayırseverlik ruhu ABD’de dünyanın her yerinden daha etkili bir
şekilde hayata geçirilir.
Yardımseverliğin toplum geneline olan faydasını belirlemek
zor olsa da, yerel topluluğun gördüğü yararları saptamakta
böyle bir zorluk yoktur. Bunları herkes açıkça görebilir ve
New York’ta bu durum yerkürenin her yerinden daha açıktır.
Bu bir ölçüde ülkenin organizasyon dehasının bir uzantısıdır. ABD’li kuruluşlar, kaynak yaratmakta olağanüstü bir yeteneğe sahiptir. Bu akımın merkezi kesinlikle New York’tur
ve bu yüzden de hayırseverlik ruhunun özünü yakalamak
için en iyi yer burasıdır.
• Hızlı hareket edin
Amerikalıların, başka ülkelerin yurttaşlarına göre, sadece
mutlak olarak değil oransal olarak da çok daha fazla bağış
yaptıklarını görebiliriz. Ve onları bu davranışa yönelten bazı
nedenleri—vergi avantajları ve sosyal statünün güçlenmesi
gibi—ayırt edebiliriz. Ama burada söz konusu olan şey kesinlikle vericiliktir.
Bu da Amerikan toplumuna farklı bir hava kazandırır. Bu
farklılık bir ölçüde dinden ileri gelir. ABD’de yapılan bağışların yüzde 35’ten fazlası dini kuruluşlara gider. Ancak
ABD’nin başka bir ayırt edici özelliği de, burada kendini hissettiren küresel bir itkidir.
Eğer New York’ta yaşıyorsanız ve şu ya da bu ölçüde ayrıcalıklı bir konumunuz varsa, kültürü desteklemeye ve “bir şeyler yaratmaya” yönelik kolektif sivil sorumluluk geleneğinin
bir parçası olursunuz. Ayrıca kentte, özel sektörün bunu daha
iyi başardığı yolunda güçlü bir anlayış vardır. Amerika’da bağışların genellikle çok büyük tutarlar halinde değil, daha çok,
görece orta halli milyonlarca insanın yaptığı daha küçük bağışlar halinde geliştiğinin de altını çizmek gerekir.
Hayır kuruluşlarına katkıda bulunan insanlar bunun karşılığında elle tutulmaz bir şey kazanıyorlardı, gönüllü çalışmaların ruhunu hissediyorlar.
ABD’de, sosyal refahla ilgili tüm yardım harcamaları devletin
sosyal harcamalarının onda birinden azdır; yani hayırseverlik hükümet önlemlerinin yerini tutamaz.
Her durumda “bağış ilişkisi”nin erdemlerini savunanlar, hayırseverliğin demokratik olmadığını kabul etmek zorundadır. Zenginler neden paralarını kullanarak sosyal öncelikleri
belirleyebilsinler? Bunun cevabı onların zengin oldukları ve
paralarını istedikleri gibi kullanabilecekleridir.
Her şeye rağmen, hükümet görevlilerinin başaramadığı şeyleri
hayırseverlerin başarabileceğini ümit etmek mantıklı görünür.
• İtki yaratın
• Parayı doğru harcayın
High Line New York’un en yeni kamusal alanıdır—kent merkezi yakınındaki et paketleme bölgesinden Manhattan’ın batı
yakasına kadar uzanan eski bir demiryolunun üzerine kurulmuş ince uzun bir parktır bu. Proje tamamlandığında parkın
uzunluğu 1,5 mili bulacaktır. Eskiden kentin oldukça pis bir
köşesi olan bu bölge, yaratıcı tasarımıyla ve park alanında iyi
vakit geçiren genç ve havalı insanlarla şimdi yeni bir ışıltı kazanmıştır. Peki bunun hayırseverlikle ne ilgisi var? İki genç
New York’lu buranın bir parka çevrilebileceğini fark etmiş,
bir eylem grubu örgütlemiş, başlangıç parasını toplamış ve
süreci harekete geçirmiştir. Sonunda kent yönetimi de yanlarına katılmış ve projeye parasal destek vermiştir, ama eğer
sıradan New Yorklular yurttaşlık görevlerini yerine getirmeseler ve Amerikan hayırseverliğinin başka bir mucizesini
gerçekleştirmeselerdi, bugün burada hiçbir şey olmayacaktı.
9. Ana Cadde ABD
“Ana Cadde ABD” yazısı, dünyanın çeşitli yerlerinde kurulu
Disneyland’ların giriş kapılarında insanları karşılar. Yüz yıl
önceki küçük bir Amerikan kasabasının idealize edilmiş bir
yorumudur bu—mağazalar, tavernalar, resmi binalar ve evlerin bir karışımı.
Ne var ki eskiden Ana Cadde’de gerçekleşen etkinliklerin
çok büyük bir kısmı bugün kent çeperlerindeki alışveriş
merkezlerine ve kimliksiz iş merkezlerine taşınmıştır. Dolayısıyla burada kutlanmaya değer olan şey bir yer değil, bir
ruhtur: ABD’nin elli eyaletine yayılmış orta büyüklükte yüzlerce kent ve kasabanın ruhu. O yüzden bugün Ana Cadde’yi
Disneyland’ın Ana Caddesi ya da Wall Street’in bir tür karşıtı
olarak değil, ülkenin her yerindeki bu topluluklara ait değerlerin bir simgesi olarak görmek gerekir.
İyi işleyen her toplumun en temel unsuru, haklar ve sorumluluklar arasında iyi bir denge kurma becerisidir. Bana göre,
orta büyüklükteki Amerikan kentlerinin dünyamıza özel
katkısı da budur.
8
HAMISH McRAE
Bunun birçok nedeni var. Her şeyden önce bunlar, daha hızlı
peyda oldukları ve çoğu kez de daha hızlı geriledikleri için,
dünyanın başka yerlerindeki şehirlerin birçoğundan farklıdır. Amerikalılar hareketlidir. Bir yerde yeni bir iş alanı açıldığında, insanlar çalışmak için oraya koşarlar. Bir fabrika ya
da bir maden ocağı kapatıldığında, işçiler ailelerini alıp başka yerlere gider. Daha maceracı bir toplum, bir göçmenlik
geleneği, daha az planlama kontrolü, geniş topraklar ve daha
zayıf bir sosyal güvenlik ağı: Bu bileşim ABD kentlerini Avrupa’dakilere göre çok daha akışkan varlıklar haline getirir.
Bunların uyum yeteneği daha fazladır çünkü orada yaşayan
insanların doğası budur.
İşte hikâyenin özü de budur. Ana Cadde ABD’yi özel yapan
şey özel olmayışıdır. Orta büyüklükteki ABD kentlerinin en
iyileri, eski resimli kartpostallardan fırlamış gibi görünen
yerler değildir. Ünlülerin cirit attığı ışıltılı piyasa yerleri de
değildir. Bunlar insanların işlerine gidip geldikleri ve aileleriyle ilgilendikleri yerlerdir—bu kentlerde insanlar birbirlerini kollar ve hayatlarını yaşarlar, ama her şeyden önce,
toplumdan aldıklarından daha fazlasını topluma vermeye
çalışırlar. Ana Cadde’nin Disneyland versiyonu hiçbir zaman
bir gerçek olmamıştır; temsil edilen şeyin aslı, ülkenin her
yerindeki binlerce kentte hâlâ canlı ve sağlamdır.
Öncelikle bunlar insanların kendi seçimleriyle katıldıkları
ve ayrıldıkları topluluklardır. Yurttaşları birbirine bağlayan
bağlar tümüyle rızaya dayalıdır. İnsanlar kendilerini başka
kentlerle rekabet halinde görmeye, iyi yurttaşlar olacak ve
toplumun işleyişine katkıda bulunacak yetenekli ve çalışkan
insanları kentlerine çekmek için çaba harcamaya teşvik edilirler. Eğer başarılı olurlarsa çok iyi; olamazlarsa da insanlar
ayrılıp kendi yollarına giderler.
Bunun çok çeşitli sonuçları vardır. Bu ABD kentlerinde gücün yukarıdan aşağı değil aşağıdan yukarı olması anlamına
gelir. Bunu yaratan şey sadece demokratik süreç—yani bir
belediye başkanının ve bir kent meclisinin seçimle iş başına gelmesi—değil aynı zamanda ekonomik dinamiklerdir.
Liderler başarılı olamazlarsa nüfus azalır ve kentin gelirleri
azalmaya yüz tutar. Eğer bir kent iyi yönetilen bir yer olarak
görülürse bu insanları oraya çeker ve böylece kent nüfusu artar. Bu da olağanüstü işlek politikalar gerektirir: Yöre halkı
geriye çekilip ulusal politikacılardan yakınmak yerine politikanın içine karışır, çünkü bunu yapmak kendi çıkarınadır.
Bu aynı zamanda siyaset dışı etkinlikleri de güçlendirir: Kilise, okullar, spor kulüpleri.
ÇÖZÜM BULMA SANATI
Tüm toplumların bireysellikle toplumsallık arasında bir denge kurması gerekir ve bu ikisi arasında her zaman bir gerilim
vardır.
Elbette, hemen tüm yetişkin bireylerin kent yönetiminde bir
oy hakkı ve dolayısıyla ne kadar zayıf da olsa bir sesi vardır.
Ama herkesin ortak noktası hemen hemen bununla sınırlıdır. Yaşamın başka alanlarında, insanlar kendi seçimlerini
yapmak zorundadır. Kiliselerini ya da dinsel topluluklarını
kendileri seçerler. Hangi kulüplere üye olacaklarını, ne için
bağışta bulunacaklarını, hangi sporlarla ilgileneceklerini
kendileri seçerler. Hiç kimse sizi golf oynamaya ya da bıldırcın avına çıkmaya zorlamaz, ama eğer bunları yaparsanız,
topluluğun o parçasının bir üyesi haline gelirsiniz.
Öte yandan insanlar, özel olarak özdeşleştikleri toplumsal
etkinlikleri seçerek kendi bireyselliklerini tanımlayabilirler.
Ve eğer sizin özel ilgi alanınıza yönelik bir etkinlik bulunmuyorsa, o zaman bunu siz başlatırsınız.
Bu aynı zamanda toplumun birden çok karar noktasına sahip
olması demektir: Eğer belediye yetkililerinden kaynak elde
edemezseniz, belki özel sektör size yardımcı olabilir; eğer
Rotary Kulübü yurtdışında okumaya gidecek bir öğrencinin
masraflarını karşılamaya yanaşmazsa, belki dinsel gruplardan biri ona bir burs sağlayabilir.
Bu da doğal bir iyimserlik eğilimi taşıyan toplumlar yaratır.
Ortada bir sorun varsa, insanlar bir araya gelerek bir çözüm
bulurlar.
• Akışkan olun, rekabet edin
• Toplumsallık ve bireysellik arasında bir denge kurun
• Kimlik ve kontrol duygusu kazandıran katılım türlerini
destekleyin
10. Harvard: Dünyanın en iyi üniversitesi
ABD dünyanın en iyi üniversitelerine sahiptir ve bunların
arasında en iyisi de Amerika’nın en eski yüksek öğretim kurumu, yani 1636’da kurulmuş olan Harvard’dır. Kuşkusuz
dünyanın başka yerlerinde de çok iyi üniversiteler olduğunu
ve bunlar bazı alanlarda Harvard’dan daha başarılı olduğunu kabul ederiz. Ancak hepsini bir araya toplarsanız, dünya
üniversitelerinin neredeyse her kataloğunda Harvard birinci
sıraya yerleşir.
9
HAMISH McRAE
Burası 3,5 milyar dolarlık yıllık gelirle ve 2008-2009 krizinden sonra 26 milyar dolara yaklaşan bağış fonuyla dünyanın
en zengin üniversitesidir. Başarı parayı getirir—özellikle mezunlardan—ve para da başarınızı pekiştirmenizi sağlar. Harvard bir numaradır çünkü orada kalmak için çok çaba harcar.
ABD yüksek öğrenimde bu şekilde öne çıkmayı nasıl başarmıştır? Bugün bunu neredeyse doğal bir şey, Amerikan ekonomisinin zenginliğinin kaçınılmaz bir uzantısı gibi görüyoruz, ama on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında öğrenim
dünyasındaki manzara hiç de böyle değildi: İngiltere insan
bilimlerinde ve bazı kuramsal bilim dallarında başı çekiyordu; Almanya bilimsel teknik uygulamalarda öne çıkmış ve
Fransa da tıp alanında sivrilmişti. Amerikan üniversitelerinin bu tabloda adı bile geçmiyordu.
Bunu değiştirmekte bir kişinin herkesten çok etkisi olmuştur.
Bu kişi 1869’dan 1909’a kadar Harvard’ın rektörlüğünü yapan
ve orayı modern bir araştırma kurumu haline getiren Charles William Eliot’tu. Eliot daha 35 yaşındayken Harvard’ın
başına getirildiğinde, Avrupa’nın en iyi akademik uygulamalarını hayata geçirmeye—ve daha ileriye götürmeye—çalışmıştı. Eliot aynı zamanda ABD’nin Avrupa’dakinden farklı
bir finansman modeli uygulayabileceğini ve uygulaması gerektiğini fark etmişti. Avrupa üniversitelerinin ağırlıklı olarak hükümet parasıyla desteklenmesine karşılık o üniversiteye kaynak sağlaması için özel sektörü ikna etmek istiyordu ve
çevresi geniş bir Bostonlu olarak bunu rahatlıkla yapabilecek
durumdaydı.
Harvard İkinci Savaş sonrasındaki yükselişini özgeçmişlerine bakmadan en iyi öğrencileri kendine çekmeye çalışarak
ve daha sonra potansiyellerini gerçekleştirmeleri için onlara
yardımcı olarak gerçekleştirmiştir.
Bir başka güç kaynağı da Harvard’a bağlı okulların sayısı ve
bunların yapılanış biçimidir. Bu okullar üniversitenin bağışlarıyla ayakta tutulmuyordu, varlıklarını sürdürmek için
kendi kaynaklarını kendileri yaratıyorlardı. Öğrencilerden
ve okula kaynak sağlayan dış birimlerden gelen gelir akışını
sürdürmek için okulların entelektüel üstünlükleriyle tanınmayı sürdürmeleri gerekir. Bu arada kaynak akışları onlara
en iyi öğretim kadrolarını oluşturma şansını verir ki bu da
elbette entelektüel standartlarını korumaları için şarttır.
Burada çok önemli üç ders vardır, ancak maalesef bunlardan
ilk ikisini kopyalamak çok zordur. İlki yaşın önemli olduğu-
ÇÖZÜM BULMA SANATI
dur; büyük üniversiteler görünüşe göre yüzlerce yılda kurulmaktadır, iyi bir üniversite yaratmanın çoğu kez bir yüzyıla
yakın bir zaman aldığı gerçeğini yok saymak olanaksızdır.
İkinci önemli ders ise elmasın elmasla yontulduğudur. Daha
düz bir ifadeyle, öğrencilerin ve üniversitenin kalitesi pozitif
bir geri bildirim döngüsü oluşturur. Üniversitelerin yeteneği
kendilerine çekmeyi bildikleri gibi onu ellerinde tutmayı da
bilmeleri gerekir.
Bu da bizi üçüncü önemli noktaya götürüyor. Kendinden
hoşnutluk felaket demektir. Çok büyük bir saygınlığa ve muazzam bir bağış fonuna sahip olduğu için Harvard’ın kendini
enikonu güvende hissettiğini düşünebilirsiniz. Bu doğru değildir.
Harvard’dan gelen başka dersler de vardır—örneğin, kümelenmelerin önemi gibi. Bu yüzden Harvard, hemen Charles
Irmağı’nın karşısında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü gibi
dost bir rakibe sahip olduğu için şanslıdır. Yine o yakınlarda,
Wellesley ve Brandeis gibi başka üniversiteler de vardır. Bunları bir araya toplarsanız, Boston bölgesi, akademik açıdan
dünyanın en cazip noktalarından biri olarak öne çıkar. Bu da
eleman alımlarında kolaylık yaratır, çünkü karı-koca akademisyen aileler için iş olanakları çok geniştir; Harvard eğer bir
yıldızı kendine çekmek istiyorsa, yıldızın eşi de çoğunlukla
kendine uygun bir pozisyon bulabilir. Bu aynı zamanda tüm
bölgeye kültürel bir canlılık kazandırır.
Ama geriye çekilip bakacak olursak, bence hepsinin içinde
en önemlisi, mükemmelliğin kendinden hoşnutlukla değil
rekabet ruhuyla kovalanması ve bu aralıksız mükemmellik
arayışının sadece kuruluşun kendisine değil tüm topluma ve
daha ötesine yararlar sağlamasıdır.
• Yaş önemlidir—bu avantajı kullanın
• Elmas elmasla yontulur
• Kendinden hoşnutluk felakettir
11. Kuzey Amerika’nın En İyi Kayak Merkezi
Doğal ve ekonomik bir çok nedenden Kanada’daki
Whistler’dan bir kayak merkezi olarak önemli bir başarı bekleyemezsiniz. Oysa Whistler olağanüstü başarılıdır. Neden?
Evet, yönetim becerikli ve düzgündür. Ama daha önemli olarak Whistler, az sonra üzerinde duracağım bir özelliğe sahip10
HAMISH McRAE
tir—bu özel olarak Kanada’ya ait bir şeydir ve eğer şişelenip
başka ülkelere satılması mümkün olsaydı, Kanada’nın tüm
dünyayı önüne katmasını sağlardı.
Whistler’da herkese göre bir şey vardır. Burası doğal olarak, bir kayak merkezinin temel hedefini karşılar. Ancak
Whistler’ın en parlak fikri, dağ konukçuları bulundurmasıdır. Bunlar genellikle gönüllü çalışan emeklilerdir; insanları
tepede karşılar ve onları en iyi karın olduğu yerlere yönlendirirler. Aynı zamanda günlük kayak turları yürütürler. Bu
hizmet tamamen ücretsizdir ve konukçular da bunun için
para almazlar. Tesiste belirli bir süre hizmet vermeleri karşılığında, teleferik sistemini bir yıl ücretsiz kullanma hakkı
kazanırlar. Bir yıl ücretsiz kayak yapma olanağı yabana atılacak bir şey değildir ve konukçuların varlığı da emeklilik
hayatının güzellikleri için etkileyici bir reklamdır.
Burada, Kanada’nın üretmeyi ve yaymayı iyi bildiği bir şey
daha vardır: Ülkenin en iyi yüzünü yansıtan özel bir görgü,
cazibe ve terbiyedir bu. Kanada’nın şişeleyip satması gereken
özellik işte budur: Kendiyle barışık bir toplumun o huzurlu cazibesi. Gururla karışık bir özgüven, oteldeki kapıcıdan
Küçük Kırmızı Koltuğu (teleferiklerden en eski ve en yavaş
olanı) işleten öğrenciye kadar her yerde kendini hissettirir.
Ama en çok da, ziyaretçileri rahat ettirmek ve onlarda yeniden gelme isteği uyandırmak için samimi bir çaba görürsünüz. Yabancıları rahat ettirmeye yönelik içten bir arzunun
yarattığı büyülü bir hava.
Bu belki de, sert geçen kış aylarının konukseverliği teşvik
etmesiyle ilgilidir—zorlu hava koşullarının doğurduğu bir
hayatta kalma içgüdüsüdür.
Ben burada belli başlı dersler görebiliyorum. Birincisi, ayrıntılara özel olarak dikkat etmeniz gerekir. Whistler’ın en dikkat çekici özelliği düzenli yapısıdır. Bu da tüm merkezde bir
şenlik havası yaratır. İkinci ders altyapıya yatırım yapmaktır.
Bu da bizi üçüncü noktaya götürüyor: İnsanlar ikonik yapılardan hoşlanırlar ve mekânların bunlara ihtiyacı vardır. Bugün
Whistler ona bir kimlik kazandıran bir şeye sahiptir. İkon haline gelmiş olan özel teleferik sistemi, zaten büyük bir kayak
merkezi olan Whistler’ı bir adım daha ileri taşımıştır.
• Ayrıntılara dikkat edin
• Altyapıya yatırım yapın
• Kimlik oluşturacak bir şey yaratın
ÇÖZÜM BULMA SANATI
12. Dubai’de Emlak Geliştirmeai’de Emlak
Dubai dünyanın en hızlı büyüyen kentidir. Dünyanın en büyük kapalı alışveriş merkezi Dubai’dedir. Dünyanın ilk yedi
yıldızlı oteli Dubai’de açılmıştır. Dünyanın en yüksek binası
Dubai’de yapılmıştır. “Dünya”nın kendisi bile buradadır—bir
dünya haritası çizecek şekilde oluşturulmuş yapay adaların
üzerine yaşam alanları kurulmuştur. Tüm bu cümleleri birleştiren şey, Dubai’nin, emlaka dayalı bir ekonominin—tüm
dünyadaki—en uç örneği olmasıdır.
Ancak, emlaka dayalı çıkışların birçoğu gibi Dubai’nin yükselişi de 2009 sonunda ani bir şekilde sonlanmıştır. Diyebiliriz ki bu emlak alanında dünyanın en büyük fiyaskosu haline
gelmiştir. Ama ben inanıyorum ki zaman içinde bu inanılmaz kent devleti bölgedeki ağırlığını geri kazanacaktır.
Bir Ortadoğu çölünün kıyısındaki bu küçücük liman, iki kuşaklık bir zaman dilimi içinde, 1,5 milyon nüfuslu büyük bir
kent devletine dönüşmüştür. Bölgenin doğal avantajları kısıtlıdır ve petrol kaynakları fazla değildir, ancak Dubai yola
çıkarken daha başka bir şeye sahipti: Emlak geliştirmeyi bir
ekonomik kalkınma yöntemi olarak kullanan kent yöneticilerinin sınırsız ve güç verici özgüveni. Dubai “inşa edin gelsinler” felsefesinin en çarpıcı örneğidir.
Dubai kendi ekonomik işlevini kendisi yaratmıştır. Burası
devasa bir şantiyedir. Ama bu dev şantiyenin bir özelliği de,
ekonomik bir hinterlanda sahip olmamasıdır: Burada kenar
mahalleler yoktur, çiftlikler ve bahçeler yoktur, sanayi bölgeleri yoktur. Sonu gelmeyen gökdelenlerin arkasında ise deniz
ya da çöl arazisi uzanır.
Yerli halkın nüfustaki oranı yüzde 20’den az ve dolayısıyla
Dubai, oransal olarak, dünyanın en büyük göçmen topluluğuna sahip. İnşaat ekipleri genelde iki yıllığına gelir ve bu sürenin sonunda iki ay izin kullanırlar. Ailelerini arkada bırakarak lojmanlarda yaşar ve evlerine para gönderirler. Sonunda
ülkelerine döner ve belki kazandıkları parayla bir iş açar, ama
aynı zamanda bir emekli aylığına kavuşurlar. İnsan Hakları
İzleme Örgütü bu işçilerin koşullarını “insanlık dışı” olarak
tanımlamıştır ve kimilerine göre bu haklı bir yorumdur.
Çok daha küçük bir topluluk olan İngiliz göçmenlerin yaşamı ise bundan çok farklıdır. Evlerinde yardımcılarla lüks
dairelerde yaşarlar ve çocukları genellikle İngiltere’deki yatılı
okullarda eğitim görür.
11
HAMISH McRAE
Anacak Dubai’ye kalıcı olarak yerleşemezsiniz. Vizeniz süresiz olarak uzatılabilir, ancak bunun gerçekleşmemesi her
zaman mümkündür. Ve elbette, yabancıların hiçbir siyasi
gücü yoktur.
Dubai daha şimdiden Ortadoğu’nun en önemli tıp merkezidir ve aynı zamanda bir medya ve finans merkezi olma yolundadır. Londra İşletme Okulu, 2006 yılı sonunda burada
bir şube açmıştır.
Önemli bir soru, çok küçük bir elitin kontrolünde yukarıdan
aşağı yönetilen ve işleri kendi yurttaşlarına saklayan bir toplumun, hedeflerine ulaşmak için gerek duyduğu uluslararası yeteneği kendine çekmeyi sürdürüp sürdüremeyeceğidir.
Yabancıların tamamen gücün dışına itildikleri—deyim yerindeyse, su geçirmez bölmelerde tutuldukları—bir toplum
yaratmak ve aynı zamanda oraya sevgiyle bağlanmak, neredeyse Dubai’nin ekonomik başarısı kadar muazzam bir başarıdır. Kontrol onların elinde olduğu sürece ya da bir kontrol
duygusuna sahip oldukları sürece, Dubai işleyen bir yer olmayı sürdürecektir.
Derslerden biri gün gibi açıktır: Bir vizyona dayalı emlak geliştirme projeleri olağanüstü zenginlikler yaratabilir.
Burada tüm yapsatçıların duyması gereken bir mesaj vardır:
Bugün, aslında Viktoryen döneme benzer bir şekilde, insanların kaliteye para ödemeye hazır oldukları bir çağda yaşıyoruz.
Bugün Dubai’de yükselen binaların birçoğu önümüzdeki otuz
yıl içinde muhtemelen yıkılıp gidecektir, ama bunlar sanki
sonsuza dek kalmaları gerekiyormuş gibi inşa edilmiştir.
Bir başka ders de, emlak projelerini kullanarak hizmet sektörleri yaratmaktır. Temel talebin orada olması şartıyla, bir
liman ya da havaalanı örneğinde bunu açıkça görebiliriz.
Aynı şey alışveriş merkezleri için de geçerlidir ve bölgede bununla ilgili temel talebin yüksek olduğu çok açıktır.
Ancak başka bazı yapıların ardındaki daha yenilikçi düşünce, gayrımenkulleri temalı hizmetler yaratmakta kullanmaktır. Buna uygun olarak Dubai, bir tıp kenti, bir finans kenti
ve bir de medya kenti inşa etmektedir. Tıp kentinin başarılı
olacağı daha şimdiden oldukça açıktır. Körfez bölgesinde üst
kalite tıp hizmetlerine yönelik karşılanmamış büyük bir talep
vardır ve Dubai bunları yerleştirmek için ideal bir yerdir.
• Vizyona dayalı emlak geliştirmeyle büyük zenginlik yaratılabilir
ÇÖZÜM BULMA SANATI
• En iyisini yapın—ödün vermeyin
• Emlak geliştirmeyi hizmet sektörleri yaratmakta kullanın
Bu olağanüstü ekonomik ve sosyal deneyin nasıl sonuçlanacağına eninde sonunda pazar karar verecektir. Dubai’nin
sergilenen özelliklerinden hangilerinin tutulup hangilerinin
tutulmayacağını pazar belirleyecektir. Benim tahminime
göre, tüm Ortadoğu’ya zarar verecek bir felaket yaşanmadığı sürece, Dubai Körfez bölgesinin başlıca finans ve ticaret
merkezi olmayı sürdürecek ve tüm bölgenin en büyük finans
merkezi haline gelecektir.
13. Afrika’da Cep Telefonu Hizmeti
Bugün Afrika dünyanın en hızlı büyüyen cep telefonu pazarına dönüşmüş ve 2009 yılında bazı ülkelerin kişi başına cep
telefonu sayıları neredeyse ABD ve Japonya’dakine ulaşmıştır. Cep telefonu teknolojisi Afrika kıtasını dönüştürmüştür
ve Afrikalılar bugün dünyada cep telefonlarının en yaratıcı
kullanıcılarıdır.
Neredeyse diyebilirsiniz ki, bilgisayar dünyanın geri kalanı
için neyse cep telefonu da Afrika için odur. Afrika dünyanın
en yoksul kıtasıdır ama son derece yaratıcı ve girişimci insanlara sahiptir ve cep telefonu bu insanları özgürleştirmiştir.
Bu süreçte cep telefonu operatörleri, bir yandan kendi işlerini yaparken bir yandan da Afrika kıtasına iyi iş uygulamalarını öğretirler.
Ancak asıl ilgi çekici olan bu sistemlerin nasıl kullanıldığıdır. Bu bazen, insanların iletişim teknolojilerini kullanarak
işlerini daha iyi yapmanın yollarını bulmalarıyla olur. Bunun
dışında bir etki daha vardır. Bir bölgede yaşayan biri bir cep
telefonu edindiğinde, arama başına küçük bir ücretle onu
başkalarına kiralayabilir. Böylece cep telefonu sahibi olmak
küçük bir işe dönüşebilir.
Cep telefonlarındaki bu yaygınlaşma, insanların kendilerini
toplumdan kopuk hissettikleri kırsal alanlarda özel bir önem
kazanır. Bu insanlar için cep telefonu özgürlük demektir.
Cep telefonlarının irili ufaklı başka birçok kullanımı vardır—
küçük de olsa bunlar kullanıcılar için önemlidir. Bir örnek,
hastanelerin insanlara ilaçlarını almalarını hatırlatmak için
telefon mesajlarını kullanmasıdır. Ama belki de bugüne dek
görülmüş en çarpıcı kullanım şekli, cep telefonlarının para
transferlerinde kullanılmasıdır.
12
HAMISH McRAE
Bugün bu fikir tüm Afrika kıtasına yayılıyor. Fikir çok basit:
İnsanlar telefonlarında bir banka hesabı açıyorlar ve yerel
aracılarda, banka ve mağazalarda bu hesaptan para çekebiliyor, para yatırabiliyorlar. Faturalarını ödemek ya da makineden para çekmek için bir banka kartı kullanıyor ve başkalarına çok küçük bir ücretle havale gönderebiliyorlar.
Şu anda bu sistem esas olarak para transferleri içindir ama
muhtemelen yavaş yavaş başka bankacılık hizmetlerini de
içine alacaktır.
ÇÖZÜM BULMA SANATI
Afrika’daki en önemli yatırım projeleri, dünyanın öbür ucundaki yardım kuruluşları tarafından değil toplum tarafından
finanse edilir. Bunların yönetimi hemen her zaman özel sektördedir, kamu hizmeti kuruluşlarında değil. Hükümet bürokrasileri tarafından planlanmaz, sadece tüketici talebine
karşılık verirler. Ve bu yöntem çalışır.
• İletişim ekonomik gelişimin anahtarıdır
• Özel sektör yetkinliği, uygulamalı bir işletme okulu yerine geçebilir
• Tüketicilerin paralarıyla ne yaptıklarına dikkat edin
Olanaklar bölgeye yayıldıkça ve çok ucuz telefonlar gibi donanım yenilikleri ortaya çıktıkça, Afrikalılar, cep telefonu
hizmetini başka ekonomik işlevler için kullanmanın yollarını bulmaya devam edecektir. Ama öyle sanıyorum ki, bunun
sosyal ve demokratik içerimleri daha da önemli olacaktır.
Bu elbette enformasyon devriminin bilinen özelliklerinden
biridir. Enformasyon gücü dağıtır. Bu bakımdan Afrika dünyanın herhangi bir yerinden farklı değildir. Ancak bu kıtada
yönetişim sorunları daha fazla olduğu için, cep telefonlarının
yönetimlerin performansı üzerindeki etkisi daha büyük olacaktır. Evet, bu sadece marjinal bir etkidir. Ama yine de güç
dengesini, başlangıçta çok az da olsa, seçkinlerden sıradan
insanlara doğru kaydırır.
Kilit nokta kullanım alanlarıdır. Cep telefonu teknolojisi küresel standarttır. Şebekeleri kuran ve yaratıcı kullanım alanlarına gelişme imkânı veren en iyi şirketler küresel standarttır. Bu kutlanmaya değer bir şeydir. Ama insanların kendileri
için bulup çıkardıkları “aşağıdan yukarı” kullanım yolları ve
bunların sonuçları da kesinlikle aynı derecede ilgi çekicidir.
Burada öncelikli bir mesaj varsa, o da iletişimin ekonomik
kalkınmanın anahtarı olduğudur.
Bu da başka bir noktaya ışık tutuyor. Cep telefonu operatörleri, özel sektör yetkinliğinde dünyaya yol gösteren bir işaret
ışığına dönüşmüştür. Bu şirketler, çalışan altyapılar kurar,
bunların bakımını yaparlar. Eğitilmiş temsilci ağları oluşturur ve böylece muhasebe uygulamalarını ve yönetim tekniklerini yayarlar. Cep telefonu şirketleri, uygulamada, Afrika’ya
işletme bilimini öğretirler: Fiyatlandırmayı, insan kaynaklarını, eğitimi. Bunlar aslında uygulamalı iş okullarıdır. Aynı
zamanda yüksek vergiler verir ve böylece devlet hizmetlerine
destek olurlar.
Bu durumda belki şu nokta üzerinde düşünmemiz gerekiyor: Cep telefonu hizmeti sadece ekonomik bir araç mıdır,
yoksa aynı zamanda değişim yaratacak bir sosyal ve politik
güç haline gelebilir mi? Bu soru, başka çok büyük soruları
beraberinde getirir. Cep telefonu demokrasinin yayılmasına yardım edebilecek bir araç mı? Sıradan insanlara, kendi
insan sermayelerini daha iyi değerlendirme gücünü verecek
mi? En azından dolaylı yollarla yönetişimi iyileştirecek mi?
Eğitime katkıda bulunacak mı? Sağlığa katkıda bulunacak
mıdır? Savaşları sona erdirecek mi?
Belki sonuncusu hariç, belli bir noktaya kadar bunların hepsini yapacak. Bu basit teknoloji, Afrika toplumlarının sıra
dışı yaratıcılığıyla birleştiğinde, Afrika’nın belki daha şimdiden içine girmiş olduğu yön değişikliğini gerçekten perçinleyebilir.
14. Mumbai’nin Varoşları
Mumbai’ye giderken Dharavi’yi sol tarafınızda görürsünüz.
Burası: Nüfusu 750 binle bir milyon arasında değişen, dünyanın en büyük gecekondu mahallesidir. Ve burası aynı zamanda, bana göre, dünyanın en iyi gecekondu mahallesidir.
Dharavi Dünya Bankası’nın tanımına göre standart altı barınma koşullarının ötesine geçmiştir ve Batılı gözüyle burası felaket bir yerdir. Aynı zamanda çok kalabalık olduğu da
kesindir çünkü insanlar bir buçuk kilometrekarenin içine
sıkışmıştır.
Ama orada yaşayan insanların gözünden bakarsanız, burası
sefil bir yer değildir. Gerçekten çok zor koşullara sahip, ama
sakinlerinin büyük kısmına düzgün bir hayat sağlamak için
kendini örgütlemiş bir toplumdur bu.
13
HAMISH McRAE
Hükümetler gecekonduları yıkabilir ve insanları yüksek
apartman bloklarına doldurabilir—dünyanın her yerinde
yapılan budur. Çok daha zor başarabildiğimiz bir şey ise topluluklar yaratmaktır. Ve göz ardı edilemeyecek tüm sorunlarına rağmen, Dharavi yaşayan bir topluluktur.
Her yerleşim için, başarı kriterlerinden biri insanların orada yaşamayı seçip seçmedikleridir. Uzun süreli sakinler için,
Dharavi kendi seçimleriyle geldikleri bir yerdir.
Dharavi’de yaşayanlar bir derneğin yardımıyla kendi okullarını kendileri yapmıştır. Dernek öğretmenleri tutar, sınıfı
kiralar ve öğretim malzemesini sağlar, ama ailelerden de,
çok ufak da olsa bir katkıda bulunmaları istenir. İnsanlar
verebildikleri kadarını verirler, dolayısıyla okulun yaptığı işi
önemserler. Öğretimde onların da bir söz hakkı vardır. Bu
uzaktaki bir eğitim bakanının yönettiği bir faaliyet değildir—
öğretmenlere neyi nasıl öğreteceklerini anlatan yönergeler ve
politika hedefleri yoktur. Bu okullar derneğin çabasıyla kurulmuştur, ama temelde yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarı girişimlerdir. Her kentin vazgeçilmez hizmetlerinin bu
önemli parçası, ilkokul eğitimi, Dharavi’de canlıdır.
Aslına bakılırsa, Dharavi bir bütün olarak canlıdır. Burası bir arı kovanı gibidir. On kişiden dokuzunun bir işi vardır—bazıları Dharavi’nin içinde, buradaki binlerce küçük
“fabrika”da çalışırlar. Bazıları da Mumbai bölgesindeki işlerine gidip gelirler.
Kamu hizmetlerinin genelde çok yetersiz olmasına karşın,
özel sektör bu boşlukları doldurmanın yollarını bulmuştur.
Suçlar çok azdır ve kent büyük ölçüde kendi düzenini kendisi sağlar. Sağlık hizmetleri muhtemelen şehrin diğer yoksul
bölgelerindekinden daha kötü değildir ve doğal olarak insanların günlük ihtiyaçlarına karşılık veren çok sayıda pazar
oluşmuştur.
Bu da bizi, Dharavi’yi anlamanın anahtarı olarak gördüğüm
bir noktaya götürür: Burası büyük bir sanayi merkezidir—
Dharavi’de çok büyük üretim gerçekleşir. Burası insanların
hem yaşadıkları hem de çalıştıkları bir yerdir. Dharavi’de
mikro girişimcilere ait 15 bine yakın küçük işletme vardır.
Dharavi’nin aynı zamanda çevreye yararlı bir işlevi de vardır: On dokuz milyonluk Mumbai’nin atıklarının geri dönüşümü büyük oranda Dharavi’de gerçekleşir. Yığınlar halinde
biriktirilen plastik, kumaş, metal, kâğıt, cam gibi malzemeler işlenerek yararlı şeylere dönüştürülür. Dharavi’nin geri
ÇÖZÜM BULMA SANATI
dönüştürme işlerinde 250 bine yakın insan çalışır. Ne var ki
çöp toplama ve ayıklama işinin önemli bir kısmı ne yazık ki
çocuklar tarafından yapılır. Çalışma ücretleri—en azından
yetişkinlerin durumunda—bu işleri yapmak için köylerden
gelen tarım işçilerine göre çok daha yüksektir, ancak sağlık
ve güvenlik denetimleri yetersizdir.
Dharavi’de kamu hizmetleri yok gibi bir şeydir. Burada hastane yoktur ve devlet okullarının sayısı çok azdır, ancak sınırın hemen ötesinde iyi bir belediye hastanesi vardır. İçme
suyu on beş günde bir tankerlerle getirilir. Lağım suyu açık
kanallara boşalır ve bu da tahmin edileceği gibi ciddi sağlık
sorunları yaratır.
Belediye otoritesinin yokluğunda, gayrimenkuller “varoş
ağaları” tarafından yönetilir. Bunlar bir düzeyde, olmayan
belediye hizmetlerinin sağlayıcıları olarak çalışırlar, ancak
önemli olan bunların yasal ve etik standartlar içinde çalışan
normal ticari işletmeler mi, yoksa mafya tipi örgütlenmeler
mi olduklarıdır. Dışarıdan bakan birinin görebileceği kadarıyla, varoş ağaları emlak işini düzenli bir şekilde örgütlerler.
Bununla birlikte, bana göre Dharavi’nin sosyal sorunları, gelişmiş Batı’nın benzer büyüklükteki birçok kentine göre daha
başa çıkılır bir ölçektedir. Çoğu Batı kentinde, uyuşturucunun, suçun ve sefaletin yüksek düzeyde olduğu yoksulluk
bölgeleri göz önüne alınırsa, Dharavi’nin “kötü” bir yer olduğu söylenemez. Dharavi’nin sorunları özünde sosyal değil
fizikseldir ve fiziksel sorunların çözümü de daha kolay olsa
gerektir. Dolayısıyla dünyanın geri kalanının bundan öğreneceği çok şey vardır.
Buradaki daha genel mesaj ise şudur: Kaçak bile olsa çok karmaşık bir yapıya sahip bir kentin olağanüstü çapraşık ekonomik ilişkilerine müdahale etmek isteyen herkes, algılanan sorunlara karşı birtakım teorik çözümler üretmek yerine, pazarın işaretlerini dinleyerek insanların gerçekten ne istediğini
anlamak zorundadır. Eğer insanların isteklerini dinlerseniz
yapılması gerekeni yapabilirsiniz. Eğer dışarıdan bir çözüm
dayatırsanız bu çözüm başka yerlerde başarılı olmuş görünse
bile, hata yapmaya yatkın hale gelirsiniz.
• İnsanların davranışları isteklerini yansıtır
• Ekonomik faaliyet, sağlam ve kendine yeten toplumlar
yaratmayı kolaylaştırır
• Ayrıntılarla uğraşın
14
HAMISH McRAE
15. Bangalore’nin İleri Teknoloji Endüstrileri
Hindistan’ın ileri teknoloji şirketleri deyince Bangalore’yi
düşünürsünüz. Bangalore, 2009 yılında 6,5 milyona yaklaşan
nüfusuyla Hindistan’ın üçüncü büyük kenti haline gelmiştir. Burası aynı zamanda ülkenin en hızlı büyüyen kentidir
ve Hindistan’ın en zengin kentleri arasındadır. Neresinden
bakarsanız muazzam bir başarı hikâyesidir bu. Ama aynı
zamanda zorluklara karşı kazanılmış bir zaferin öyküsüdür.
Bangalore’yi o kadar büyüleyici yapan da işte bu tuhaf paradokstur: Bangalore zenginleşmenin bir yolunu bulmakla kalmamış, bunu ciddi zorluklarla yüz yüze olduğu halde
yapmıştır.
Bangalore hakkında ilk anlaşılması gereken şey kentin konumudur. Burası en yakın liman kenti Çennai’ye 200 mil
uzaklıktadır. Bangalore, üretimini ihraç etme olanağına sahip değildi—bunun tek yolu üretimin elektronik olarak ihraç edilmesiydi. Bangalore, dünyada sanal ürün ve hizmetler
üzerine bir ihracat sektörü yaratmış ilk büyük kenttir.
Anlaşılması gereken ikinci nokta, Bangalore’nin Hindistan
standartlarında bile pek iyi yönetilen bir kent olmadığıdır.
Bangalore’de yaşayanlar, yolsuzluktan, birçok kamu hizmetinin yokluğundan, trafik sıkışıklığından ve kentsel büyümenin çevreye verdiği zarardan acı acı yakınırlar.
Ve anlaşılması gereken üçüncü nokta da bu kentin, yetenekli,
eğitimli, enerjik genç insanlarla dolu olduğudur—aslına bakılırsa Bangalore belki de Hindistan’ın en kaliteli insan sermayesine sahiptir.
Bangalore’nin bir de avantajı vardır: Burası akıllı insanların
yaşamayı seçtikleri bir yerdir. Kent halkının 40 bin kadarı bir
doktora derecesine sahiptir.
Bağımsızlıktan sonra, Bangalore İngilizlerden kalma bir askeri merkez olduğu için temel Hint savunma sanayiinin gelişimi için doğal tercih olmuştu. Bu yüzden Hindistan’ın uzay
ve nükleer programları Bangalore’de geliştirilmişti.
Bütün bunlar, 1980’li yılların başlarında Bangalore’yi ileri
teknolojide, araştırmada ve eğitimde Hindistan’ın başlıca
merkezi haline getirmiştir.
Sonra internet gelmiştir.
İletişim devrimi Bangalore’ye birkaç dalga halinde çarpmıştır.
ÇÖZÜM BULMA SANATI
1980’li yıllar boyunca, Hindistan’ın iyi eğitimli ama düşük
ücretli üniversite mezunları kitlesi, daha çok büyük Amerikan şirketleri tarafından temel bilgisayar programlarının yazılımında kullanılmıştı. Infosys, Wipro ve Tata Danışmanlık
gibi yerli şirketler, yabancı yazılım anlaşmaları üzerinden gelişmişti. Ardından 1990’lı yıllarda, çağrı merkezleri ve (muhasebe gibi) arka ofis hizmetleri dalgası geldi. Yeni binyıla
girildikten sonra, Intel, Oracle ve Microsoft gibi şirketlerin
gerçek Ar-Ge kapasiteleri geliştirmeleriyle, Bangalore beceri
zincirinde daha yukarıya tırmanmaya başladı. En son dalga
ise biyoteknoloji oldu.
Sadece Bangalore’de, her yıl üniversitelerden 25 bin öğrenci
mezun olur—bu neredeyse ABD’deki tüm üniversitelerden
mezun olan öğrenci sayısına eşittir. Ancak en son trend,
ABD’de yerleşik, çoğunluğu Hint asıllı şirket çalışanlarının,
işlerini yapmak için Bangalore’ye gelmeleri olmuştur. Bunun
sonucu olarak şehir merkeziyle bilim parkları arasında, tıpkı Silikon Vadisi’ndeki yerleşimlere benzer güvenlikli siteler
ortaya çıkmıştır.
Çeşitli unsurların bu hikâyedeki önemini anlayabilmek için
şunlara da bakalım: Herkesin üzerinde birleştiği ilk nokta, çeşitliliktir. Bangalore, coğrafi olarak üç büyük dil bölgesiyle sınırdaştı: Telugu, Tamil ve Kannada. Dinler arasında sorunsuz
bir ilişki vardı; camiler, tapınaklar ve kiliseler yan yanaydı. Son
200 yıldır kentte ne bir savaş ne de bir karışıklık yaşanmıştı.
Burada Güney Hindistan’daki kıyı kentlerinin ticaret kültüründen bir şeyler vardı ve bir kıyı kenti olmamasına rağmen,
burası insanların ticaret yapmayı doğal buldukları bir yerdi.
İkinci unsur eğitimdi. Tata Enstitüsü elbette çok büyük rol
oynamıştı, ancak daha genel bir nokta da vardı: Eyaletin
bilimsel yatırımları Bangalore’ye yönelmiş ve burayı, kamu
fonlarıyla desteklenen bilimsel etkinliklerde Hindistan’ın en
büyük kompleksi haline getirmişti.
Üçüncüsü kentin fiziksel konumuydu. Arazi yeterliydi ve en
azından şu ana kadar kentte su sorunu yoktu. Söylenenlere
göre, kentin başarısında rolü olmayan tek unsur hükümetti. Evet, ulusal hükümet burayı devlete ait ileri teknoloji endüstrisinin baş merkezi yapmıştı. Ama ne hükümet, ne eyalet yönetimi, ne de belediye, kenti Hintli ya da yabancı özel
şirketler için bir merkez haline getirmekte bir rol oynamıştı.
Çok şaşırtıcı bir şekilde özel şirketler, temel olarak kendi çalışanları için paralel hizmetler oluşturarak—elektrik, ulaşım,
15
HAMISH McRAE
sağlık, hatta bazen barınma gibi—bu engelleri aşmayı başarmıştır.
Bangalore’nin göz kamaştırıcı bir hızla Hindistan’ın bilgi endüstrileri başkenti haline gelişi büyük ölçüde planlanmamış
bir gelişmedir. Özel sektörün ve kamu sektörünün katkıları
bir şekilde birleşmiş ve beklenmedik bir sonuca yol açmıştır.
Benim Bangalore’den öğrendiğim ilk önemli ders şu oldu: Bir
kentin başına gelebilecek en iyi şey, kaliteli bir üniversiteye ve
başka eğitim kuruluşlarına sahip olmaktır.
İkinci ders de bunun bir uzantısıdır: Akıllı insanların, işbirliği yapmak, rekabet etmek, sosyalleşmek ve bazen de aile kurmak için birbirlerine ihtiyacı vardır. Bu yüzden de bir araya
toplanırlar. İnsan sermayesinin en önemli sermaye türü olduğu bir dünya, tepeler ve düzlüklerden oluşan bir dünyadır.
Bu da yaşamak için cazip hale gelen ve bu özelliğini koruyan
yerlere değer kazandırır. Bir kent iklimini değiştirmek için
fazla bir şey yapamaz, ama ekonomik büyümenin kentin cazibesine zarar vermesini önlemeye çalışabilir.
• Akıllı insanları getirin—hareketi onlar yaratsın
• Kritik kütle her şeyi değiştirir
• Çeşitlilik yeteneği çeker
16. Şanghay belediyesi
Şanghay fenomeni oraya giden herkesi şaşkınlığa düşürür.
Çin’de hızlı bir büyüme içinde olan ve ülkenin ekonomik
patlamasına yön veren daha birçok şehir vardır. Fakat hiçbir
yer servet üretiminde Şanghay’la yarışamaz. Hiçbir yerde,
dikkatli ve kararlı yukarıdan aşağı planlama süreçleri, aşağıdan yukarı yerel girişimcilik coşkusuyla bu kadar iyi birleşmemiştir.
Şanghay’ı inanılmaz bir hızla uyuşuk bir balıkçı kentinden
muazzam bir küresel metropole dönüştürüp ülkenin dünyaya açılan başlıca penceresi haline getiren şey, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki uluslararası ticaret olmuştu.
1949’da, Komünist Devrim’in hemen öncesinde Şanghay,
New York ve Londra’dan sonra dünyanın üçüncü büyük borsasına sahipti.
Şanghay’ın yeniden eski görkemli günlerine doğru tırmanışa
geçmesi ancak 1992’den sonra, Deng’in kente yaptığı bir ziyaretle mümkün oldu. Ardından akıl almaz bir on yıl yaşandı.
ÇÖZÜM BULMA SANATI
Şanghay, kentin köhnemiş altyapısını baştan başa yeniledi. Sadece on yıl içinde, yeni çevreyolları, yeni yükseltilmiş
otoyollar, bir yeraltı metrosu, yeni tüneller, yeni köprüler,
bir opera binası, Batı tarzı oteller, yüzlerce yeni ofis binası
ve yeni bir havaalanı inşa etti. Hepsinin içinde en inanılmaz
olanı ise, kendi halinde bir yerleşim ve tarım bölgesi olan
Pudong’un ileri teknoloji kentine dönüştürülmesi oldu.
Eğer Şanghay sadece Çin’in yükseliş dalgasına tutunmuş olsaydı bu oldukça sıradan bir hikâye olurdu. Burası ülkenin
en büyük kenti, en büyük limanı, anakaranın en büyük finans ve başlıca iletişim merkezidir; ülkenin çalışkan, hırslı ve
girişimci insanları burada toplanmışlardır.
Şanghay belediye yönetimi , burasını tüm Doğu Asya’nın
başlıca finans merkezi haline getirmek gibi görkemli bir vizyona sahipti.
Şanghay’da yaptığmı görüşmeler dört noktayı su yüzüne çıkardı: Birincisi, çok uzun dönemli birbakış geliştirmek gerekiyordu. Alınan kararların kentin geleceğini bir yüzyıldan
uzun bir süre etkileyeceği anlayışı hâkimdi. Pudong açılımı,
bu “büyük düşün” zihniyetinin harika bir örneğidir. İkincisi,
nostaljiye yer yoktu. Her şey faydacı bir bakışla ele alınmıştı.
Üçüncüsü, her büyük kentin sanat ve eğitimde öne geçmek
zorunda olduğu anlayışıydı. Dördüncüsü ve sonuncusu, ayrıntılara dikkat edilmişti.
Çin’in olağanüstü büyüme atağı Şanghay’ın yükselişine yardım etmiştir. Ama bana kalırsa, başarının bağlı olduğu iki
unsur daha vardır: Altyapı ve pırıltı.
Elbette, büyük kentler insanların oradan oraya rahat gidip gelebildikleri yerler olmak zorundadır. Ama bunun da ötesinde,
kendi etraflarında bir hale, bir ışıltı duygusu yaratmaları gerekir. Kendini göstermek isteyen çalışkan ve hırslı insanlar için
doğru bir adres oldukları hissini yaymalıdırlar. Biri olmadan
diğeri işe yaramaz: İkisinin bir arada olması beklenir.
Şanghay’a baktığınızda gördüğünüz şey, dünyanın hızlı büyüyen her kentinde göreceğiniz modern yapılaşmanın bir
benzeri değildir. Burada gördüğünüz şey tutkudur, çünkü bu
anıtsal manzaranın gezegenin hiçbir yerinde benzeri yoktur.
• Vizyon kentin ruhu ve tarihiyle bağdaşmalı
• Altyapı yeterli olmalı
• Tutkunuzun büyüklüğünü gösterin
16
HAMISH McRAE
17. Hong Kong Jokey Kulübü
Hong Kong’a geldiğinizde dünyanın en büyük havaalanlarından birine inersiniz. Hızlı trene binerek ya da otoyol ağını kullanarak kısa sürede kente ulaşırsınız. Dünyanın en iyi
otellerinin birçoğu buradadır. Yediğiniz basit bir yemek bile
birinci sınıf bir aşçılıkla hazırlanmıştır. Ve bir de insanlar
vardır: Elbette başarılı, elbette çalışkan ve elbette kendilerinden emin. Ancak Hong Kong’da bunlardan başka bir şey
daha vardır. Buraya geldiğiniz zaman onurlu, dürüst ve özgür bir toplumun içine karıştığınızı hissedersiniz.
Hong Kong’un yedi milyonluk nüfusu, dünyada hiçbir toplumun sahip olmadığı bir ekonomik özgürlüğe sahiptir: Hong
Kong bu kriterde yıllardır üst sıralardadır ve 2009’da da Singapur, Avustralya ve İrlanda’yı geride bırakarak birinci sıraya
yerleşmiştir.
Ne İngiliz sömürgeciliği ne de Çin Halk Cumhuriyeti böyle
bir özgürlüğü yaratacak bir şey yapmıştır. Yine de bu ikisi
birleşerek—sadece ekonomik özgürlük gibi dar bir anlamda
da olsa—gezegendeki en özgür toplumu yaratmıştır.
İlginç olan bazı şeyleri çok yakından—Avrupa’nın tipik liberal demokrasilerine göre çok daha yakından—kontrol eden,
ancak diğer alanlarda insanları olağanüstü özgür bırakan
bir yönetim tarzının egemenliğidir. Bunun en bariz örneği,
tüm adanın devlet arazisi olmasıdır. Toprak mülkiyeti Hong
Kong’un kamu maliyesinde çok önemli bir yer tutar ve bir
bakıma, yukarıda sözü edilen ekonomik özgürlüğün dayanağını oluşturur.
Ama diğer yanda, Hong Kong yetkilileri dünyanın en iyi bahis
kuruluşunu, yani Hong Kong Jokey Kulübü’nü işletirler. Jokey
Kulübü, dünyanın en iyi tesislerine sahip olmanın yanı sıra,
Hong Kong hükümet gelirlerinin yüzde 6’lık bir kısmını üretir.
Hong Kong yaşam beklentisinde sadece Japonya’nın gerisindedir ve daha da etkileyici olarak Singapur, Bermuda, İsveç
ve Japonya’dan sonra dünyanın beşinci en düşük bebek ölüm
oranına sahiptir. Bu oran genellikle sağlık hizmetleri kalitesinin bir göstergesi olarak kabul gördüğünden, Hong Kong
hükümeti, kaliteli hizmetlerin sağlanmasında diğer gelişmiş ülkelerden daha iyi durumdadır. Ancak bu harcamanın
önemli bir kısmı bir bahis tekeli üzerinden finanse edilir—ve
vergi katkısının yanı sıra, Jokey Kulübü aynı zamanda Hong
Kong’un en çok bağış yapan kuruluşudur.
ÇÖZÜM BULMA SANATI
Hong Kong’da yarışlar sakince yapılır çünkü burası bir tekeldir. Sadece müşterek bahis oynanır. Bahisçiler yoktur,
bahis koyan biri yoktur; her şey elektroniktir. Tüm bahis
dükkânları, kent devletindeki tüm diğer şans oyunları gibi,
Jokey Kulübü tarafından işletilir. Bunun dışında kumar
oyunları yasaktır—kumarhaneler ve kumar makineleri yoktur—çünkü Hong Kong, insanların şanslarını deneyebilecekleri yer ve etkinliklerin sayısını sınırlı tutarak sosyal sorunları en aza indirmeyi amaçlar.
Jokey Kulübü aynı zamanda tüm dünyadaki futbol maçlarına
bahis oynatır ve bir de piyango çekilişi yapar.
Bu modelin iki yansıması olmuştur. Bir yanıyla, kumar oynamak gibi temel bir insan dürtüsü üzerine, yasalarla sıkı bir
şekilde uygulanan bir tekel kurmak çok kolaydır.
Eğer kumar oyunları özel sektörde olsaydı, kuşkusuz aşırılıklar daha fazla yaşanacaktı. Muhtemelen daha çok yolsuzluk
olacak, belki daha fazla insan sefil duruma düşecekti; çünkü
kumarın ucu gerçekten de buraya çıkabilir.
Nasıl Jokey Kulübü insanlara tanımlı sınırlar içinde keyfine
bakma özgürlüğü tanıyorsa, Hong Kong hükümeti de aynı şeyi
insanların geçimleri için yapar. Ekonomik özgürlük, toplumun
çizeceği sınırların dışına çıkmadan yapmak istediğinizi yapmak demektir. İş ve ticaret özgürlüğü, yeni işler kurmanın hızı
ve kolaylığı, mal ve hizmetlerin ihracı ve ithaliyle ilgili sınırlamaların azlığı açısından Hong Kong’un notunun yüksek olmasını bekleyebilirsiniz. Aynı şekilde, hükümet büyüklüğünde ve
vergilerin düşüklüğünde de Hong Kong’dan yüksek not bekleyebilirsiniz. Ancak bağımsız Uluslararası Şeffaflık Örgütü’ne
ait değerlendirmelerde, Hong Kong’un yolsuzlukların önlenmesiyle ilgili notlarının çok yüksek olduğunu duymak sizi şaşırtabilir. Çalışan güvenliği de oldukça yüksektir, çünkü yasalar esnek olmalarına rağmen sıkı bir şekilde uygulanır ve bu da
çalışanların işten çıkarılmasını maliyetli hale getirir.
Belki de en dikkat çekici nokta, Hong Kong’un Çin Halk
Cumhuriyeti’ne bağlı hale gelmesinden sonra gelişimidir
Hong Kong’da ekonomik özgürlük seviyesi düşüşe geçmek
bir yana bir yükseliş yaşamıştır.
Ne var ki kamu harcamalarının GSYİH’deki oranı açısından,
Hong Kong yaklaşık yüzde 15’le çok düşük bir seviyededir.
İnsanlar, sağlık hizmetleri gibi devletin desteklediği hizmetler için bile bir katkı payı öderler. Bunun sonucu olarak, ciddi
17
HAMISH McRAE
ekonomik gerileme dönemlerinde işlerini kaybeden insanlar
büyük sıkıntı yaşar. Yaşlılık günleri için para biriktiremeyenler zor duruma düşer.
• Birçok farklı model iyi çalışır
• İnsanları mümkün olduğu kadar sorumluluk almaya itin
• Özgürlükler önemlidir
18. Tokyo’da Kamu Güvenliği
Tokyo gezegenin en kalabalık insan topluluğuna sahiptir.
Tokyo’nun kendisi, Yokohama liman kenti ve aynı düzlük
üzerinde uzanan diğer çevre kentler, yaklaşık 35 milyon kişinin bir araya sıkıştığı bir bölge oluşturur. Ancak bu kalabalık
nüfus alışılmadık bir uyum içinde yaşar, çünkü Tokyo dünyanın en güvenli mega kentidir. Tokyo, biri hariç tüm kriterlerde dünyanın en düşük suç oranlarına sahiptir.
Japonya’da hiç değişmeyen şey, bireyin sorumluluğunun topluma ait olduğu anlayışıdır. Tokyo’ya giden herkes, sadece toplumsal nezaketin örnekleriyle karşılaşır. Yine de Tokyo suçtan
tamamen arınmış bir kent değildir, çünkü dünyada böyle bir
yer yoktur. Peki ya saldırıya uğrama tehlikesi? Tokyo’da bu tür
olaylar o kadar azdır ki, neredeyse yok sayılabilir.
ÇÖZÜM BULMA SANATI
larımız yangında üstlerindeki kıyafetler dışında her şeylerini
kaybettiler. Ertesi gün komşuları, semtte boş duran başka bir
evi onlar için hazır etti. İçeride mutfak eşyalarından çocukların giysilerine kadar ihtiyaçları olan her şey vardı. Gereken
her şey yapılmış, insanlar işlerine güçlerine dönmüştü ve bu
aşamada ödemeyle ilgili hiçbir şey söylenmemişti. Aslında
hiçbir şey yazılı hale getirilmemişti. Ama elbette ortada bir
yükümlülük vardı: Sonraki aylarda, kendilerine ödünç verilen eşyaları iade etmeleri ve gördükleri yardımla orantılı hediyeler vermeleri ya da ödemeler yapmaları gerekecekti.
Bunu başka toplumlarda da görürüz; bu bir hayatta kalma
kalıbıdır ve sadece yakın toplumlarda görülebilecek bir şey
de değildir. Örneğin, Arapların yabancılara karşı konukseverlik geleneğinin temelinde, sizin de her an başkalarına
muhtaç hale gelebileceğiniz düşüncesi yatar. Fakat Japonya
diğer gelişmiş ülkelere kıyasla sert bir ortam sayılır— depremler, tsunamiler—ve bu yüzden de bir arada kalmak için
bu güçlü sosyal yapıştırıcıya ihtiyaç duyar.
Tokyo aynı zamanda son derece eşitlikçidir. Japonya’da servet
farklılıkları vardır, ama bunlar günlük yaşamda Batı Avrupa
ya da Amerika’daki kadar kendini hissettirmez. Güvenlikli
sitelere ihtiyaç yoktur. Tüm büyük bölge kentlerinde olduğu
gibi, burada da daha zengin ve daha yoksul bölgeler vardır,
ama aralarındaki güvenlik farkı yok denecek kadar azdır.
Bu toplumsal bağlar, toplum polisliğiyle pekiştirilir. “Koban”
sisteminde nöbetleşe çalışan üç ya da dört görevli yirmi dört
saat küçük polis kulübelerinde hazır bulunur. Normal polis
karakollarından ayrı olan bu sistemde Koban görevlilerinin
ağırlıklı işlevi, yabancıların kentin anlaşılmaz sokak sisteminde yollarını bulmalarına yardım etmektir. Kentteki polislerin yüzde 20’si bu mini istasyonlarda görev yapar ve bu da
Londra’daki yaya devriyeler gibi, polis varlığının görünür bir
hatırlatıcısı yerine geçer. Devriye polisleriyle benzer şekilde,
bunların görevi de etrafı tanımaktır, ancak bu uygulamanın
farklı yanı, Koban istasyonlarındaki görevlilerin kendi bölgelerindeki her evi yılda iki kez ziyaret etmeleridir. Bu ziyaretlerde, evde kimlerin yaşadığı, yaşları ve savunmasızlık düzeyleri not edilir. Yani bu sistem, suçun önlenmesine yönelik
alışılmış polislik anlayışı ile insanlara her biçimde yardımcı
olmayı amaçlayan daha geniş bir sosyal hizmet arasında bir
yerde durur.
Peki Tokyo bunu nasıl başardı? Cevabın iki geniş başlığı var.
Birincisi Japon toplumuyla, ikincisi de bu toplumun kendi
güvenlik sistemiyle kurduğu ilişkiyle ilgili.
Ancak işin bir de karanlık yüzü vardır: Meşhur yakuza çeteleri Tokyo’da son derece faaldir. Sokak suçları—örgütlü olmayan suçlar—ne kadar azsa, örgütlü suçlar o kadar fazladır.
Japonya’nın karmaşık bir karşılıklı yükümlülük ve destek
ağına sahip olduğu iyi bilinir. Bundan yıllar önce, Tokyo’da
yaşayan iki arkadaşımızın evi bir yangınla yok olduğunda biz
de bu ruhun nasıl bir şey olduğunu görebilmiştik. Arkadaş-
Yakuzalar çok daha derin bir geleneğin, feodalizmin uzantısıdır: İnsanlar paylarına düşeni öder ve bunun karşılığında korunurlar. Bu hem bireysel hem ulusal düzeyde çalışır.
Kobe depreminden sonra, destek operasyonunu büyük öl-
Bu yumuşak atmosfer, kent yurttaşlarına müthiş bir özgürlük
kazandırır. Çocuklar toplu taşımayla okula gidebilir ya da
hafta sonları yakın yerlere yolculuk yapabilir. Gençler geceleri tam bir güvenlik içinde dışarıya çıkabilir. Ofis çalışanları,
iş arkadaşlarıyla barda geçirdikleri bir geceden sonra, gecenin bir saatinde güvenli bir şekilde evlerine dönebilir.
18
HAMISH McRAE
çüde yakuzalar yürütmüş ve resmi kurtarma ekiplerinden
çok daha hızlı ve verimli hareket ettikleri yolunda olumlu
yorumlar almışlardır.
Yakuzalar, yarı resmi bir statüye sahiptir. Genel olarak hayranlık ya da saygı uyandırmasalar da toplumun bir parçası
kabul edilirler ve onları savunmanın olanaksızlığına rağmen,
“polislik” işinin bir ölçüde çeteler tarafından yürütülmesi genel suç oranlarının düşüklüğünde pekâlâ etkili olabilir.
Japonya’da birçok kişi bunu şok edici bulacaktır, çünkü disiplini sağlamakta kullandıkları çoğu kez insanlıktan uzak tarzı
bir kenara bıraksak bile, yakuzalar ticari etkinlikler açısından
ciddi bir ayak bağıdır. İş hayatının normal akışına sekte vurma gücüne sahip olduklarından, bazı şirketler sorun çıkarmamak için haraçlarını ödemeyi daha akla yakın bulurlar.
Japonların kendi toplumlarını güvenin yüksek olduğu bir
toplum olarak görmeleri bir bakıma suçun bir sapma olarak
ele alınmasını kolaylaştırır ve bu yüzden de suç tekrarlarına
karşı etkili bir silahtır. İnsanları utandırabilirsiniz; kendilerine çekidüzen vermezlerse toplumun dışına atmakla tehdit
edebilirsiniz ve suçluları tedaviye ihtiyaçları olduğuna ikna
edebilirsiniz.
• Güvenlik yerel düzeyde, hatta birey düzeyinde sağlanmalı
• Kaynaşık toplumlar daha yüksek güvenlik düzeyleri yaratırlar
• Suç davranışı tedavi edilebilir mi?
19. Avustralya: Büyük Bir Spor Ülkesi
Avustralya dünyanın bir numaralı spor ülkesidir, spor bu ülkenin kimliğini tanımlayan bir yaşam biçimidir. Güçlü bir rekabet anlayışını sadece kazanma arzusuyla değil, yarışmanın
kendi içinde önemli olduğu anlayışıyla birleştiren bir kültürel
tutumdur bu. Ve bu da Avustralya’ya, bir açıklık, eşitlikçilik,
dürüstlük ve ılımlılık kazandırır. Spor etkinliklerine yönelik
ilgi ve katılım Avustralya’yı bir arada tutan zamktır.
ÇÖZÜM BULMA SANATI
muştur. AIS o günden beri neredeyse tüm dünyada elit spor
eğitiminin modeli haline gelmiştir. AIS ülke genelindeki
kampüslere yayılmış bir antrenörler ağını finanse eder ve
gelecek vaat eden parlak sporculara burslar verir. 2008’de
AIS’in bütçesi 56 milyon Avustralya dolarıydı. Mükemmellik
ucuz bir şey değildir.
AIS’in görevi elit sporcuları desteklemektir—en iyileri seçmek ve kendilerini geliştirmeleri için gereken tüm kaynakları sağlamaktır. Seçim prosedürleri çok gelişkindir. En önem
verilen nokta, ulusal düzeye çıkacak potansiyele sahip hiç
kimsenin parasızlık yüzünden yaptığı sporu bırakmak zorunda kalmamasıdır. Eğer gerçekten iyiyseniz, ihtiyacınız
olan desteğe kavuşursunuz.
Aynı zamanda tesisleri de kullanırsınız. Bu Avustralya’nın
mükemmellik alanlarından biridir. Bunu havuzların ya da
atletizm pistlerinin sayısıyla ya da sadece sporun her yerde
oluşuyla ölçebilirsiniz. Tesislerin kalitesi ve daha genel olarak
sporun bu ülkedeki konumu, tüm dünya tarafından ancak
2000’de, Sidney Olimpiyatlarının başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesiyle anlaşılmıştır.
Olimpiyat altyapısı, bugün büyük ölçüde dökülmekte olan
2004 Atina tesislerinin tersine, tümüyle kullanımdadır. Burada bir sakınca varsa o da kaliteli tesisleri ayakta tutmanın
maliyetli olmasıdır.
Dünyanın büyük kısmı gibi Avustralyalılar da spor izlemeyi
severler, ama onlar televizyonla yetinmezler: Nüfusun yarıya
yakını yılda en az bir kez bir spor müsabakasına gider. Ayrıca
Avustralyalılar hem izler hem de oynarlar. Nüfusun üçte ikiye yakını—15 yaş üstü on üç milyon kadar kişi—bir fiziksel
aktiviteyle uğraşır. Ayrıca dört milyona yakın insan da en az
haftada beş gün spor yaptığını söyler. Başka hiçbir ülke spor
etkinliklerinde bu kadar büyük bir katılım ileri süremez.
Bu iki parçalı bir hikâyedir: resmi örgütlü spor etkinliklerinde üstün bir başarı; ve ikinci olarak da sıradan insanların
sokaklarda yaptıkları. Birincisinin geçmişi Montreal Olimpiyatlarına, ikincisininki ise çok daha gerilere dayanır.
İlk ve en belirgin ders şudur: Bir ülke eğer kaynaklarını bir
hedefe kilitlerse, o hedefe ulaşmakta dikkate değer bir yol
alabilir. Avustralya tüm dünyaya elit sporunun nasıl yapılacağını göstermiştir. Avustralya’nın başarısı, belirli bir terbiye
içinde sporcu yetiştirmek olmuştur: İlaçlar olmadan, sporcuların sağlığına zarar gelmeden, baskıcı ve zorlayıcı yapılar
kurmadan.
Avustralya’nın spordaki başarısındaki dönüm noktası,
1981’de Avustralya Spor Enstitüsü’nün (AIS) kurulması ol-
Daha şaşırtıcı olansa, Avustralya modelini uygulamanın hiç de zor ya da pahalı olmamasıdır. Başka ülkeler de
19
HAMISH McRAE
aynı dersleri kolayca öğrenebilirler; tek yapmaları gereken,
Avustralya’nın ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğu düzenli ve
mantıklı süreci takip etmektir. Önce ülkeyi tarayın, okullara
gidin ve doğal yeteneği en yüksek öğrencileri seçin. Sonra bu
yeteneği geliştirmek için burslar, koçluk, tesislere erişim vb.
olanaklar içeren bir çerçeve yaratın. Sonra da hem yetiştirme
sürecinde hem de sonraki kariyerlerinde bu genç insanları
kollayın.
O zaman sadece en iyi yeteneği keşfetmekle kalmaz, yeteneğin programa doğru yöneldiği bir iklim yaratırsınız.
Bana göre burada sporun ötesine geçen bir ders vardır ve bu
da üstünlüğe ulaşmakla ilgilidir. Kuşku yok ki genel eğitim
başarısı spor başarısından daha önemlidir. İşin doğrusu, Nobel ödülleri altın madalyalardan değerlidir. O zaman neden
kaynaklarınızı insanların daha yükseğe atlamasına yardım
etmeye ayırasınız? Neden bunun yerine, örneğin, milyonlarca insanın hayatını kurtaracak önemli tıp araştırmaları yürütmeyesiniz?
Bunun kısa cevabı, her ikisini de yapabileceğinizdir. Nitekim
Avustralya’nın elit sporuna ayırdığı kaynaklar, ülkenin tıp
araştırmalarına yönelttiği paranın yanında oldukça küçüktür.
Dünya ligindeki konumunu iyileştirmek isteyen bir üniversite de aynı şeyi yapabilir. Her türden sosyal ve ekonomik
kuruluşlar da aynı şeyi yapabilir—ticari bir şirket, kâr amacı gütmeyen bir dernek ya da bir polis kuvveti. Evet, AIS’in
amacı ve itici gücü mükemmellik arayışıdır, ama bu modelde
bireylerin arzu ve ihtiyaçları da göz önüne alınır. AIS insanların başarısını istediği kadar onlara sahip çıkmayı da ister.
• Kaynaklarınızı bir hedefe odaklayın
• En yetenekli insanları bulun ve onları programa çekecek
bir iklim yaratın
• Performansı uluslararası düzlemde ölçün
i
20. Uluslararası Bakalorya
Uluslararası Bakalorya (UB) dünyanın en hızlı büyüyen
öğretim programı ve sınav sistemidir—ve gerçek anlamda
uluslararası tek üniversite öncesi diplomasıdır. Ama dahası
da var: Uluslararası Bakalorya, gençlerin etkili, başarılı ve
saygın küresel yurttaşlar olarak yetiştirilmelerine yönelik bir
fikirler bütünüdür. Eğer giderek küreselleşen dünyamızda
ÇÖZÜM BULMA SANATI
insan sermayesi en önemli sermaye türüyse, UB de yeni kuşağın dünyayı yönetmesine yardım edecek fikirleri biçimlendiren en önemli güçtür.
Her ülkenin kendi sınavlarına sahip olması bize çok normal
görünür. Ne var ki dünya ekonomisi, ulusal eğitim sistemleri gibi hareketsiz değildir. Dolayısıyla mezuniyete yönelik
küresel bir sınav sistemine duyulan gereksinim çok açıktır.
UB’nin bu boşluğu hangi nedenlerle ve nasıl doldurduğu ise
daha az bilinen bir konudur, çünkü UB bir öğretim programı
ve bir sınav yaratmaktan çok daha fazlasını yapmıştır. UB,
var olan tüm ulusal eğitim sistemlerinden daha yaygın, daha
insani ve daha özenli—ya da kısacası daha iyi—bir eğitim
anlayışı geliştirmiştir.
UB programlarının genişleme hızı olağanüstüdür: Sadece
2007’de, 126 ülkeden yarım milyona yakın öğrenci UB programlarına kayıtlıydı ve okul sayısı daha o zamandan yılda
yüzde 17 artıyordu. 1990’da UB programlarının sayısı 300
kadardı; 2008’de bu sayı 3000’e çıkmıştı.
Üstelik bunun ardında UB’yi destekleyen bir hükümet ya da
bir şirket yoktur. Programın bilinirliği büyük ölçüde kulaktan kulağa yayılır ve büyüme ivmesi tamamen okul ve ailelerin talebinden beslenir. Ekonomik anlamda UB dünyanın en
başarılı eğitim programıdır; ama elbette, bu başarısını aynı
zamanda sahip olduğu misyon duygusuna borçludur.
UB hizmetleri tabii ki idealdir. En iyi üniversitelerin, gerek
lisansüstü gerek lisans düzeyi öğrenci kabulleri için tüm gezegeni altüst ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Bir avuç uluslararası okula uygun bir küresel sınav sistemi geliştirmeye yönelik
bir girişim olarak başlayan UB, yabancı lisans öğrencilerinin
sayısını artırmak isteyen üniversiteler için çok kullanışlı bir
akademik başarı çıtası haline gelmiştir. Yani pratik anlamda
UB başarılı olmuştur. Ancak ben onu etik açıdan da çok başarılı buluyorum, çünkü UB, ulusal kabul ve önyargılardan etkilenmeyen bir değer sistemi ve bir öğrenme yaklaşımı aşılar.
Hikâye, 1924’te Milletler Cemiyeti’nde çalışanların aileleri için kurulan Uluslararası Cenevre Okulu’yla başlar. Okul
İkinci Dünya Savaşı’nı atlatmış ve 1951’de, Cenevre’nin izinden giden bir grup eğitim kurumunu temsilen, Uluslararası
Okullar Birliği adlı bir şemsiye örgütün kurulmasına yardımcı olmuştu. 1962’de, Cenevre’deki okulun düzenlediği küçük
bir konferansta, aynı isim altında bir Uluslararası Bakalorya
oluşturma fikri ortaya atıldı.
20
HAMISH McRAE
1968’de, temel UB eğitim programı, Tahran’dan Montevideo’ya
kadar dünyanın çok farklı yerlerindeki dokuz okul tarafından kabul edildi. Arkasından iki yıllık bir deneme dönemi
geldi ve 1970’te ilk yirmi dokuz UB öğrencisi, UB diplomalarını kullanarak çeşitli üniversitelere girdi.
Böylece 1970’li yılların başlarında, dünyanın pek çok üniversitesi tarafından tanınan, oturmuş bir UB sistemi oluştu.
1977’de İngiltere ve Avrupa’da UB programını sunan yirmi
dokuz okul vardı. Buna karşılık tüm Kuzey Amerika’daki
okulların sayısı sadece on, dünyanın geri kalanında ise on
ikiydi. Bundan sadece yedi yıl sonra, 1984’te, İngiltere ve
Avrupa’da okulların sayısı altmış altıya, Kuzey Amerika’da
ise 126’ya çıkmıştı. İşte bu çarpıcı değişimle birlikte UB,
Avrupa’ya ait bir niş sistem olmaktan gerçek anlamda küresel
bir sistem olmaya doğru bir dönüş yaptı.
Bugün UB, genelde Avrupa’da yaşayan zengin iş insanlarının
çocuklarına yönelik bir program olmaktan çıkıp, dünyanın
her yerindeki parlak öğrencilere yönelik bir program halini
almıştır. Temel fikir de zaten bundan başka bir şey değildi.
UB giderek küreselleşen bir ekonominin ihtiyaçlarıyla bu
son derece çarpıcı bir şekilde örtüşmüş bulunuyor. UB elbette, gençleri, iyi fikirlerin her yerden çıkabildiği çok kutuplu
bir dünya hakkında düşünmeye teşvik ediyor. Ama UB genişliğin yanı sıra derinliği de teşvik ediyor ve bunu da özellikle, öğrencilerden kendi seçtikleri bir konuda kapsamlı bir
araştırma yapmalarını isteyerek yapıyor. Sadece bilgi yetmez;
sağduyu da gerekir ve bunu elde etmek çok daha zordur.
UB deneyimini küresel dünyamız için çok uygun hale getiren, birbirinden oldukça farklı iki neden vardır. Birincisi
öğretim programından ve diplomadan, diğeri de kuruluşun
karar alma yapısından kaynaklanır.
UB sadece üniversite öncesi bir diploma ve öğrencileri bu
diplomaya götüren bir öğretim programı değildir; UB bir
öğretim anlayışıdır.
Programın eylem ve hizmetle ilgili bir unsuru vardır. Öğrencilerin toplumun içinde ve toplum yararına bir şey yapması
beklenir. Derslik sınırları dışına taşan gerçek bir görevdir bu.
Bu yaklaşım yanlış olamaz. Hizmet kavramı, yani kendi dar
çıkarlarımızın ve olağan sosyal yükümlülüklerimizin ötesinde topluma yararlı bir şeyler yapmak, insan türünün evriminde çok kritik bir yer tutar. İşte bu yüzden, eğitimlerinin
bir parçası olarak bu kavramı gençlere aşılamaya çalışmak
ÇÖZÜM BULMA SANATI
zorundayız. Ne yaptığınız o kadar önemli değildir, daha
önemli olan bir şeyler yapmanızdır.
Tüm kuruluşlar etkili kararlara imkân verecek bir yapıya sahip olmak zorundadır, ama kâr amacı gütmeyen bir kuruluşta farklı hedefleri dengelemek zor olabilir. Bunlar bir şirket
gibi yönetilmek zorundadır, ancak amaç daha çok kâr etmek
gibi açık seçik tanımlanmış bir şey değildir. Hem büyüme
hedefleri standartları koruma zorunluluğuyla dengelenmeli;
hem de ulusal organların normal olarak sahip olmayı bekledikleri hareket özgürlüğü kuruluşun temel ruhuyla dengelenmelidir. Elbette tüm uluslararası kuruluşlar bu sorunlarla
yüz yüzedir, ama tahmin edersiniz ki bunlarla başa çıkmak
UB kadar küresel bir kuruluş için çok daha zordur.
Asıl önemli olan vrupa’yla sınırlı ve açıkçası oldukça elitist bir
kuruluş olarak yola çıkan UB’nin, olağanüstü derecede açık
erişim sağlayan, gerçek anlamda küresel bir kuruluşa dönüşmeyi nasıl başarmış olduğudur. Bu sadece bir Batı sistemi
değildir. Sadece özel okullara yönelik bir sistem değildir. Bir
seçkinler kulübü de değildir. Ve UB kuruluşundan bu yana
kendini birçok kez yenilemiştir. Böylelikle, bir ulusal hükümetin engellemeleriyle karşılaşmadan ve belirli bir ülkedeki
geçici eğitim modalarının baskısı altında kalmadan, öğretim
programını gözden geçirmeyi ve güncelleştirmeyi sürdürür.
• Kapsamı geniş tutun ve kişisel gelişime odaklanın
• Dar kişisel çıkarların ötesine geçen davranışları teşvik edin
• Gözden geçirmeyi ve güncelleştirmeyi sürdürün
Sonuç
Tüm bu öykülerde ortak olan bir dizi mesaj vardır ve bana
en önemli görünen noktaların arasından on tanesini burada
sıralamak yararlı olabilir.
1. İYİMSERLİK: GERÇEKLERLE DENGELENMELİ
Her durumda, kötümserlik felç edicidir; hataları düzeltmek
üzere harekete geçmeyi engeller. Hiçbir şeyin işe yaramayacağı inancıyla yola çıkmak son derece frenleyici bir tutumdur.
• Kötümserlik felç eder
• İlerleme hiçbir zaman düz bir çizgide gitmez
Küresel refahın temelleri aslında hiç de Batı’da korkulduğu kadar zayıf değildir. Büyüme asası dünyanın bir ucundan diğeri21
HAMISH McRAE
ne geçti, ama yarış devam ediyor. Belirli bir büyüme hızını koruyabildiğimiz ölçüde, dünyanın her yerinde yaşam standartlarını geliştirme gücüne sahip olacak ve aynı zamanda çevresel
tehdit gibi zorluklarla başa çıkacak kaynaklara ulaşacağız.
2. MÜKEMMELLİK: ETİKLE YUMUŞATILMALI
Yaşamın birçok alanında “idare eder derecede” iş çıkarmak
için çok güçlü bir itki vardır. Ancak buradaki örneklerin büyük kısmı mükemmellikle ilgilidir: Bir şeyin olabilecek en iyi
şekilde, hatta bazen saplantılı bir titizlikle yapılması.
Elitizm ve erişim arasında her zaman bir gerilim olacaktır ve
bunun ılımlı bir anlayışla yönetilmesi gerekir.
Bu kitaptaki dersler bize daha dengeli bir yaklaşımın mümkün olduğunu gösteriyor. Eğer en iyiye ulaşma çabasında
daha geniş sorumluluklarınızı ihmal ederseniz, rüzgâr ters
estiğinde daha büyük güçlüklerle karşılaşabilirsiniz.
• Mükemmelliğin peşinden gidin, ancak elit düzeyin altındakilerin istek ve özlemlerinin farkında olun
3. TOPLULUKLAR ÇALIŞIR—AMA İZİN VERİLİRSE
Yukarıdan aşağı mı, aşağıdan yukarı mı? Liderlik olmadan
olmaz, ama topluluk olmadan da olmaz. Bu kitaptaki örneklerin tümünde bir topluluk unsuru vardır—şu anda asayı
taşımakta olan bireylerin çabalarını birbirine bağlayan bir
grup etiğidir bu.
Toplulukların gelişimi aşağıdan yukarı gerçekleşmelidir. Bu,
sorunları taban düzeyinden görmekle ilgilidir. Eğer başarılı
topluluklar neredeyse tanım gereği kendiliğinden oluşuyorsa, hiç kuşkusuz onlardan öğrenmek zorunda olduğumuz
bir şey vardır. İnsanlar birleşirler, çünkü birleştiklerinde tek
başlarına yapabileceklerinden daha fazlasını başarırlar. Hangi biçimi alırsa alsın grup etkinliğinin kendi değeri dışında
hiçbir kazanç elde etmeden zamanlarını ve bazen de paralarını verirler.
Bana göre burada en büyük ders toplulukların yüceltilmesi
gerektiğidir.
• Toplulukları yüceltin
ÇÖZÜM BULMA SANATI
4. HÜKÜMETLER DE ÇALIŞIR
Topluluklar sonuç getirir, ama hükümetler de getirir. Her
türlü krizde insanlar yüzlerini hükümetlere döner. Modern
devletin gücü hakkındaki tüm kuşkulara rağmen, bir şeyler
ters gittiğinde sorunu çözmek için ön safta hükümetleri buluruz. Dünyanın her yerinde işlerini iyi yapan hükümetlerin
örnekleri vardır ve biz de onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışmak zorundayız.
• Benzerleri karşılaştırın
Hükümet performansını değerlendirmenin adil yolu, belirli
bir görev bölgesinde gerçekleşen reel gelişimi başka yerlerdeki benzer bölgelerin gelişimiyle karşılaştırmaktır. Hükümetler çalışırlar; ama her zaman değil!
5. YETENEĞİ KENDİNİZE ÇEKİN
Hükümetlerin sonuç alma yöntemlerinden biri, yetenekli insanlar için cazip ortamlar yaratmaktır. Bugün her zamankinden daha hareketli olan insan sermayesi, hem en önemli hem
de en zor bulunur sermaye haline geldi. Üretim becerilerinin
büyük kısmı, yeni bir fabrika açmak ya da bir lisans satın almak için gereken zamanda ulusal sınırları aşıyor; finansman
ulusal sınırlardan ışık hızıyla geçip gidiyor. En “yapışkan”
sermaye türü akıllı insanların beyinleridir ve dünyanın herhangi bir yerine gidebilecek olan insanları kendi ülkenize,
kendi kentinize, kendi işyerinize çekmek için karmaşık bir
paket gerekir.
• Yeteneğin yeteneği çekmesini sağlayan bir ortam yaratın
Ya da daha doğrusu şöyle diyelim: Yetenekli insanların verimli olması için, benzer yeteneklere sahip insanların arasında olmaları şarttır. Yeteneği kendinize çekmek için, hoş geldin paspasını kapıya koymanız gerekir. Pasaportun üstünde
yazılı olanlara önem vermediğinizi mümkün olan her yolla
anlatmanız gerekir. Sizin istediğiniz yetenekli ve çalışkan
insanlardır—o zaman, onları saygıyla ağırlamaya ve el üstünde tutmaya hazır olduğunuzu gösterin.
• Hoş geldin paspasını kapıya koyun
Bir yetenek mıknatısı olmak istiyorsanız, yetenekli insanlara
çabalarının karşılığını aldıklarını hissettirmelisiniz. Bunlar
sadece işlerini yapıp maaşlarını alacak ve iş gününü saate
bakarak geçirecek insanlar değildir. Sahip oldukları insan
22
HAMISH McRAE
ÇÖZÜM BULMA SANATI
sermayesini çeşitli yollarla artırma olanağı bulacaklarını,
bir topluluğun parçası olarak—ona destek vererek ve ondan
destek görerek—hem sert hem de yumuşak beceriler geliştirebileceklerini bilmeleri gerekir. O zaman sizinle kalırlar. Yeteneği kendinize çekmek istiyorsanız, ona katkıda bulunun:
O zaman her iki taraf da gerçekten kazanır.
9. PAZARI DİNLEYİN
6. BAŞARISIZLIK KARŞISINDA DÜRÜST OLUN
Pazar sadece para demek değildir. Evet, para kullanışlı bir ölçüttür; size çok zaman kazandırır. Ama bazen işaretler çok
farklı biçimlerde ortaya çıkar. Çoğu zaman başarılı olmak
için finansal sınavı geçmek zorundasınızdır, ama diğer sınavlar da onun kadar önemlidir.
Başarısızlıkların başarıdan daha öğretici olduğu apaçıktır.
Bunların hepsi başarı öyküleridir, ama her birinde, bir noktada birtakım başarısızlıklar yaşanmıştır. Ancak diğer bir ortak
özellik de şudur: Her küçük sarsıntıda, tüm ilgili kişiler hata
yaptıklarını kabul edebilmiş ve yönlerini düzeltebilmiştir.
• Başarısızlıkla yüzleşin ve onu avantaja çevirin
• Öğrenmeyi ve hata yapmayı sürdürün
Başarısızlık her öğrenme sürecinin temel bir parçasıdır. Bağışlanamaz bir hata varsa o da hatalarınızdan ders almamaktır.
7. ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK ŞARTTIR
Alçakgönüllülük düşüncesi, sadece rüzgârlar değiştiğinde
zor durumda kalmaktan kaçınma isteğiyle ilgili değildir. Alçakgönüllü bir yaklaşımla, muhtemelen iyi zamanlarda da
daha etkili olursunuz.
• Sadece başarıya değil başarısızlığa karşı da duyarlı olun
• Şansın rolünü teslim edin
8. ÇEVİK OLUN
Bu örnek olayların çoğunda ortak olan bir tema, hepsinin de
“rota düzeltmesi”nde başarılı olmasıdır. Ekonomik ya da sosyal arka plan değiştiğinde onlar da değişir.
• Hızlı uyum sağlayın
Şirketlerin hızlı tepki göstermesini beklersiniz, ancak kısmen
büyük bürokrasileri yönettiklerinden, ama aynı zamanda eylemleri için siyasi destek yaratmak zorunda olduklarından,
politikacıların rota değiştirmesi kolay değildir.
Ne tam olarak ticari ne de tam olarak kamusal sayılabilecek
“aradaki” kuruluşlara gelince, burada birkaç çelişkili örnek
görürüz. Otorite dağınıktır ve böyle olması hem kaçınılmaz
hem de doğrudur, ama bu aynı zamanda gemiyi döndürmenin ve yön değiştirmenin zaman alması anlamına gelir.
Pazarın her sorunu çözeceği gibi kaba bir iddiada bulunmuyorum. Ama buradaki öykülerin her birinde, pazarın işaretlerine karşı bir duyarlılık söz konusudur.
• Değişim için pazarla işbirliği yapın
• Unutmayın, konu sadece para değildir
Kaynaklar her zaman sınırlıdır. Ekonomistler, belirli bir şeye
yatırılmış kaynakların artık başka bir işte kullanılamayacağını anlatmak için “fırsat maliyeti” gibi sevimsiz bir deyim
kullanırlar. Bu elbette finansla ilgilidir, ama insanlara, mallara, enerjiye, suya ve hatta siyasi sermaye dediğimiz o elle
tutulmaz şeye bile uygulanabilir.
• Kaynaklarınızı dikkatli yönetin
Yani pazarın işaretlerini her iki taraftan dinlemek zorundasınız. Bir yandan insanların istedikleri mal ve hizmetleri sağlamalı, ama diğer yandan bunu mümkün olduğu kadar verimli
bir şekilde yapmak zorunda olduğunuzu bilmelisiniz.
10. BİR MİSYON DUYGUNUZ OLSUN
Tek rehberiniz pazar olamaz. Buradaki öykülerin tümünde,
bundan fazla bir şey vardır: Bir misyon duygusu—en iyiyi
yaratma isteği. Misyon duygusu taşıyan insanlara rastlamak
zor değildir ve bunların bir kısmı gerçekten de olağanüstü
işler başarırlar. Daha ilginç görünen şey, bu misyon duygusunun içtenlikle korunması ve zaman içinde arkadan gelenlere
aktarılmasıdır.
• Gerçeklerden şaşmayın
Misyonunuz gerçek olmalıdır. Bugün çoğu şirketin, sözde
kurumsal değer ve hedefleri ortaya koyan misyon bildirileri
vardır. Ancak bunların büyük kısmı tumturaklı palavralardır. Sorun sadece şirketlerin belirtilen bu değerlere uygun
davranmamaları değildir; bu değerlerin ifade edilmesi neredeyse bunların uygulanmasının yerine geçen bir şeye dönüşmüştür. Oysa iş dünyasının en saygın liderlerinden bazıları
en kötü suçlulardır.
23
HAMISH McRAE
O yüzden, misyon bildirilerini misyonla karıştırmayalım.
Burada su yüzüne çıkan şey, kökleri çok daha derinlere inen
bir kavramdır—bir etkinliğin parçası olan herkesin sezgisel
olarak farkında olması gereken, belki hiç dile getirilmemiş
bir değerler bütününe sahip olma zorunluluğu.
• Amaçlarınızı paylaşan insanlara karşı dürüst olun
Misyonun resmi olarak ifade edilmesi ya da edilmemesi hiç
önemli değildir. Önemli olan bu misyonun belirli bir oluşumu ayakta tutan insan nesillerinin zihinlerine ve ruhlarına
işlemiş olmasıdır. Eğer işlememişse işler ters gittiğinde—ki
işlerin ters gittiği zamanlar daima olacaktır—bu oluşumun
kendini toparlaması çok zor olabilir.
ÇÖZÜM BULMA SANATI
Bu uzun bir oyundur. Bir misyonda saklı olan fikirlerin yeni
kuşaklara aktarılması yeterli değildir; bunlar aynı zamanda
inceltilmeli ve uyarlanmalıdır.
Ama eğer temel bir hedefiniz yoksa, dümensiz kalırsınız. Bir
misyon duygusu işte bu yüzden şarttır—her ne yaparsanız
yapın, onu elinizden geldiği kadar iyi yaptığınızı bilmeniz
gerekir.
Evet, hepsi bu kadar. Elinizden geleni yapın. Ve eğer yaptığınızdan zevk alırsanız, bakarsınız amacınıza ulaşırsınız!
Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Bir misyon duygusuna
sahip olmanız, herkesin her aşamada bu misyonu destekleyeceği anlamına gelmez. Bir misyonunuz olması, topluluğun
içinde yeterince insanın, standartların düşmesi halinde onu
yeniden ayağa kaldırmaya hazır olmaları anlamına gelir.
Hamish McRae: Dünyanın saygın ekonomi yorumcusu ve
gazetecilerinden olan Hamish McRae, İngiltere’nin prestijli
gazetesi The Independent’in editörlerindendir. 2006 yılında
iş ve ekonomi gazeteciliği alanında British Press Awards
ödülüne layık görülen yazar, Lancaster üniversitesinde
misafir akademisyen olarak görev yapmaktadır.
• Olaylara uzun dönemli bakın
Çözüm Bulma Sanatı, 2011, Optimist Yayınları.
24

Benzer belgeler