Kitap metni alıp Türkçe bilen çevrenizle paylaşmaya davet ediyoruz.

Transkript

Kitap metni alıp Türkçe bilen çevrenizle paylaşmaya davet ediyoruz.
İstanbul'da vefat eden
Polonya Milli Şairimiz
Adam Mickiewicz
1798 – 1855
"Türk dostların arasında
ölmek"
Şairin İstanbul’daki ölümünün 160. yıldönümü
anısına…
1
İstanbul'da vefat eden Polonya Milli Şairimiz
Adam Mickiewicz
1798 – 1855
"Türk dostların arasında ölmek"
Şairin İstanbul’daki ölümünün 160. yıldönümü
münasebetiyle Polonya Başkonsolosluğunun
yayını
Değerli Türk Okuyucularımız, Sevgili Dostlarım!
Polonya – Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 600.
yıldönümünü, 2014 yılı boyunca düzenlenen çeşitli etkinliklerle
ülkelerimizin Cumhurbaşkanlarının yüksek himayelerinde
kutladık. Günden güne daha da pekişen ikili ilişkilerimiz
sayesinde asırlar boyu bizi birbirimize bağlayan ortak tarihimiz
göğsümüzü
kabartan
olaylarla
doludur.
Aralarında
Polonyalıların bağımsızlık savaşı ile ilgili ümitlerinin canlı
tutulmasında ve milli ruhumuzun en kara yıllarımızda
yükseltilmesinde Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
önemli yer aldığı gerçeği inkâr edilemez.
Diplomatik kariyerimde, Polonya halkının milli benliğinin
varoluşunu simgeleyen çok önemli yıldönümü kutlamalarına
aktif olarak iştirak etmiş olmanın mesleki ve kişisel ayrıcalık
olduğu kanısındayım. Nitekim 2005 yılında Milli Şairimizin
2
ölümünün 150. yıldönümünde etkinlikler organize ettiğimiz
gibi, 2015 yılında Şairimizin vefatının 160. yıldönümünü anma
programını aynı heyecanla Türk Dostlarımla beraber hazırladık.
Leh dili, edebiyatı ve tarihi üzerinde çalışmalarını sürdüren
değerli Türk bilim insanlarının 2005 – 2015 yılları arasında
Şairimiz hakkında araştırma yapıp kaleme aldıkları, bazı seçkin
şiir örneklerini ihtiva eden bu kitabın hazırlanmasının manevi
borcumuz olduğu fikrini akademisyen dostlarımızla
paylaşmaktayız.
Bu vesileyle, Başkonsolosluk yayımının hayata geçirilmesinde
emeği geçen saygıdeğerli Türk Dostlarımıza, akademik ve
öğretim üyelerine (alfabetik sıraya göre),
Doç. Dr. Sabire ARIK
Doç. Dr. Osman Fırat BAŞ
Yrd. Doç. Dr. Seyyal KÖRPE
Prof. Dr. Seda KÖYCÜ
Prof. Dr. Aydın SÜER
Yrd. Doç. Dr. Hacer TOPAKTAŞ
Prof. Dr. Neşe Taluy YÜCE
ve Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi Rektörlerine en
derin şükranlarımı arz etmek isterim.
Grzegorz Michalski
Büyükelçi
Polonya Cumuriyetinin İstanbul Başkonsolosu
3
ADAM MICKIEWICZ
VATAN ŞAİRİ
Hürriyeti sevmeye ve hissetmeye muktedirsen şayet,
Konuşmamız için söze ne hacet.
Ben senin iç çekişlerini, sen benim göz yaşlarımı anlayacaksın
Ve sıkacaksın elimi – işte Polonyalının dili.
1827
Jeżeli wolność czuć i kochać umiesz,
W naszej rozmowie nie potrzeba słowa.
Ja twe westchnienia, ty me łzy zrozumiesz
I dłoń uściśniesz – oto polska mowa.
Adanmış Bir Yaşam
„30 Aralık günü, yağmurlu ve kapalı bir gündü. Birinci piyade alayı
subaylarının omuzları, içinde Adam Mickiewicz’in naşının bulunduğu
tabutu, o ana kadar üzerinde durduğu, ayakyolu kapısından bozma
ve iki tahta kazığa dayalı geçici katafalkının üzerinden kaldırıp bir
çift öküzün koşulduğu kağnının üzerine koydu. Kağnı kara kefen
beziyle örtülüydü. Wladyslaw Zamoyski’nin tümeninden kırmızılacivert üniformalı, kasketleri muşamba ile örtülü, tüfeklerinin
namluları yere dönük askerlerle apoletlerini siyah kurdela ile
4
kapamış subayların ikili yürüş kolu ortasında kağnı, yağmurun
altında, çamurlu, dar sokaklardan geçerek ağır ağır Pera Yokuşu’nu
tırmanıyordu. Yürüş kolunun önünde orkestra, cenaze marşını
çalmaktaydı. Peşi sıra omuz omuza insanlar yürüyordu: Polonyalısı,
Türkü, Yahudisi, Ermenisi, Fransızı, Sırbı, Arnavutu, Bulgarı, Rumu,
İtalyanı ve Dalmaçyalısı. Hepsi kağnının peşi sıra kardeş kardeşe
yürüyorlardı. Cenaze korteji sokaklarda ilerledikçe, bu kalabalık da
arttı. Gözün alamayacağı kadar büyüdü. Siyah türbanlar ve başları
açık kadınlar, yoksullar ve zenginler aynı safta. Tabut, cenaze ayini
için artık Pera’daki katolik kilisesine getirilmiş olmasına karşın,
yağmurun çiselediği soğuk havada, bu birbirlerine sokulmuş insanlar
kalabalığı dağılıp gitmedi. Sabırla, suskun beklenildi. Kortej,
Pera’dan, Galata’dan geçip Tophane’ye ulaştı; burada tabut bir
sandala konulup „Fırat” posta gemisine gönderildi. 31 Aralık günü
Adam Mickiewicz’in naşı Fransa’ya doğru denize açıldı. O gün
gökyüzü açıktı, sonra yıldızlar çıktı. Gözün alabildiğince gökte ve
denizde gece, sakindi.”
Polonya’nın vatan şairi Adam Mickiewicz (soyadının
okunuşu: Mitskieviç), İngilizler için Byron ne anlama geliyorsa, Türk
kültüründe Namık Kemal nasıl değerlendiriliyorsa, Polonyalılar için o
anlamda ve o değerde bir sanatçıydı. Tabutu peşinde, yağmurlu bir
İstanbul sabahı omuza omuza yürüyen kalabalığın niteliği, Polonyalı
romantik şairin evrenselliğini, ulusal ve kültürel aitlikleri
birbirlerinden çok farklı insanları aynı safta birleştirebilecek bir dil
yaratabilmiş bir sanatçı olduğunu kendiliğinden kanıtlamaktadır.
Adam Bernard Mickiewicz, Polonya’nın komşuları tarafından
parçalanmasından birkaç yıl sonra, 24 Aralık 1798 yılında, İsa Doğdu
Bayramı arifesinde, eski Lituanya topraklarındaki Novogrodek’de ya
da bazı kaynaklara göre Novogrodek yakınlarındaki Zaosie Köyü’nde,
yoksul düşmüş bir aristokrat ailenin oğlu olarak doğdu. Yok edilmiş
5
bir ülkeye doğmuştu; Polonya-Lituanya Devleti’nin toprakları iki
işgalle aşama aşama Rusya, Avusturya ve Prusya devletlerinin eline
geçmişti. Ama 1795’teki üçüncü işgal öldürücüydü; ülke tümüyle
haritadan silinmiş, aynı büyük güçler arasında tamamen
paylaşılmıştı:
„Yazık bize, biz yurdundan firarilere, bir salgınlar zamanı
Yurtdışında korka korka kaldıranlara yerden başlarını!
Peşimiz sıra geldi endişe, her nereye vardıysak zira,
Bir düşman buluyorduk karşımızda, her bir komşumuzda,”1
Şairin çocukluk ve ilk gençlik yılları, doğduğu yörenin insan
ilişkilerinde sıcak, samimi köy atmosferi içinde geçmişti. Dominikan
Tarikatı’nın Novogrodek’teki okuluna devam ediyordu. Önce kısa bir
süre fen bilimleri eğitimi alacağı, ama ardından filoloji ve tarih
eğitiminde karar kılıp bitireceği Vilno Üniversitesi’ne gidene kadar
soluduğu bu taşra atmosferi, doğup büyüdüğü yörenin folkloru,
şairin yaratıcılığına çok güçlü etkiler yapmış ve ileride yazacağı pek
çok şiirin ana esin kaynağı olmuştu. İşte buna kanıt, „Zoşia“ şiiri:
„Bir vakit bahar sabahları burada bu köyün en güzel kızı
Zoşia,
otlatırken koyunları, şen şakrak şarkı çığırır hoplaya zıplaya.
Bir keresinde Oleş bir çift güvercine bir buse istemiş ya;
Lakin dertsiz tasasız kız gülüp geçmiş hediyesine de, ricasına
da.
Yujio bir kurdele vermiş çoban kıza, Antoş dersen kalbini;
Lakin ürkek Zoşia güler geçer Yujio’ya da, Antoşa’a da.“
1
Şairin 1834 yılında yayınlanan „Pan Tadeusz” (Tadeuş Bey)
manzumesinin sondeyiş bölümünden bir alıntı.
6
Mickiewicz, haksızlığa uğramış ve türlü baskıyla karşı karşıya
kalan halkının duygularını, çok genç yaşlarından itibaren, şiir diline
dönüştürmeye başlamıştı. Esir düşmüş ulusların, zulümle çiğnenen
toprakların savunuculuğunu üstlenen dizeleri, tüm gençliğin dilinde
dolaşmaktaydı; ki şiirlerinin çoğunu da gençliğe hitabe şeklinde
yazıyordu.
Çevreni kuşatsın da birleşen ellerimiz
İhtiyar dünya! Senin sarsalım temelini
Bu eskimiş boşluktan koparalım da seni
Var gücümüzle yeni imkanlara itelim.
Çürümüş kabuğundan kurtulanın vaktidir;
Donan, tazelen, bize bahar çiçeklerini getir.
Kısıldansın bir parça o küflenmiş hafızan;
O uzak yaratılış-oluş günlerini an;
Bir kaostun, meçhuldü hem maksadın hem derdin,
Karanlığa gömülü ceset gibi beklerdin;
Bilmezdin ne gün gelip neler olacağını.
Kainatın mimarı, kaldırdı parmağını;
Dünyalar öğrendiler mühver üzre dünmeyi,
Boralar uğultuyu, dalgalar düğünmeyi,
Yer otlarla kaplandı, gök yıldızlarla doldu;
Kainat bildiğimiz ezeli alan oldu...
Tekrar girdin kaosa, şaşırdın boşlukta sen.
Yeniden bir 'K U N' emri verilecek, yendien.
Gelecek hürriyetten, imandan, haktan haber;
Ergeç eriyecektir çeşit çeşit perdeler;
Buzdan istihkanları eritecek güneş.
Gençliğin kıvılcımı, şimdiden yangına eş:
İnsanlığın samimi, milletlerin hıncımı,
Aşk, gelip üfleyecek bu güzel kıvılcımı;
7
Dönen dünyaya yine mihver olup milliyet,
Doğacak parıl parıl ufkumuzda hürriyet...2
Gizli gençlik toplantılarında şiirleri okunduğu zaman,
özellikle şu dizelerinin üzerinde tok sesle durulurdu:
'' Doğmuşum kölelik içinde,
Zincire vurulmuşum daha beşikte.
Selam sana istikbalin fecri,
Ardından doğacaktır, Hürriyet Güneşi...''3
Özgürlüğe adanmış ve Polonyalılarda özgürlük için mücadele
ateşini körükleyici yapıtlarıyla, çocuk denebilecek bir yaşta, geniş bir
okuyucu kitlesi buldu. Şiirleri, esaret altındaki Polonyalıların „manevi
gıdası” gibi büyük bir açlıkla aranır ve gizliden gizliye okunur
olmuştu.
Mickiewicz’in esir düşmüş ulusunun acılarını şiirleştirdiği
“Atalar” adlı ulusal destanını 21 yaşında kaleme aldığı düşünülürse,
ne denli genç bir yaşta ne denli önemli yapıtlar vermeye başladığı
anlaşılacaktır. Hem bu manzum destan hem de başka bazı önemli
yapıtları günümüz dünya klasikleri arasında sayılmaktadır ve yaygın
olan batı dillerine çevrilmişlerdir.
Adam Mickiewicz, yalnızca bir „dava şiiri” yaratıcısı değil,
ama aynı zamanda yurdunun özgürlük mücadelesi içerisinde faal
görev üstlenen bir „dava adamıydı”. Polonya'nın özgürlük
mücadelesini desteklemek için, 1811’de, okuldaki en yakın
arkadaşlarıyla birlikte „İlim Aşıkları” adında, sonradan „Erdem
Aşıkları” adı altında çok daha geniş bir gizli öğrenci örgütlenmesine
2
"Gençliğe İthaf" (Oda do mlodosci), Çeviri: Behçet Kemal Çağlar.
„Pan Tadeusz”un (Tadeusz Bey’in) XI. Bab: „1812 senesi” başlıklı
bölümünden bir alıntı. Türkçe’ye çevirisi Polonyalı Türkolog Dariusz
Cichocki tarafından yapılmıştır.
8
3
dönüşecek bir gizli bir örgüt kurmuştu. „İlim Aşıkları”, adından da
kolayca anlaşılabileceği gibi, hiçbir açık siyasi hedefi olmayan bir
örgüttü. Görünürde zaman zaman toplantılar yapılıyor, bu
toplantılarda şiirler okunuyor, öğrenciler çok çeşitli konular üzerine
tartışmalar yapıyorlardı. Dolayısıyla, örgütün etkinliği aslında bir
„fikir kulübü” etkinliğiydi. Bir farkla ki; gizli bir amacı olan bir „fikir
kulübü”. Örgütün, o dönem yapıtlarından ve aralarındaki
yazışmalardan anlaşıldığı kadarıyla mizahi yanları çok gelişmiş,
neşeli, hayat dolu gençlerden oluşan kurucu üyeleri, özgürlük
mücadelesinde faal olarak yer alan çevrelerle yakın ilişki içindeydiler
ve bu ilişkiye bağlı olarak gizli bir görev, ilerlemeci ve milliyetçi
fikirleri üniversite öğrencileri arasında yayma görevi üstlenmişlerdi.
Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde; Mickiewicz’in şiirlerinin
gücünü, sanatsal mükemmelliklerinin yanı sıra, belki de yaşamıyla
bu denli iyi örtüşmelerine bağlamak mümkün gözüküyor. Şair, ilk
gençlik yıllarından itibaren kendisini hareketli ve gerilimi yüksek bir
yaşantı içinde bulmuştu ve bu hareketli „komitacı” yaşantısını
İstanbul’da ölümüne kadar sürdürdü.
Onunla aynı gizli örgüt çatısı altında birleşen okul
arkadaşlarının çoğu, ömürlerini yabancı ülkelerde tamamlamak
pahasına, örgütü kurarlarken içtikleri anda sonuna kadar bağlı
kaldılar. Çok sevdiği sınıf arkadaşlarından biri Amerika'ya, diğeri
İran'a göç etti. Birçoğu Fransa'ya sığındı. Bunlar, „İlim Aşıkları”
örgütünün 1823 yılında Çarlık polisi tarafından açığa çıkarılmasından
sonra oluyordu. Mickiewicz, önce Vilno’da bir manastırda hapis
tutuldu. Ardından yargılandı ve 1824’te bazı arkadaşlarıyla birlikte
Sibirya sürgünü cezasına çarptırıldı. Hapislik, mahkemeler ve sürgün,
Polonya’da romantizm dönemini 1822’de tek bir şiir kitabıyla,
„Balladlar ve Romanslar”la başlatmış büyük şairin geri kalan yaşamı
için, artık en belirleyici çizgiler olacaklardı.
Romantiklik
9
Methinks, I see... Where?
- In my mind’s eyes.
Shakespeare
Sanki görüyor gibiyim de…
Nerede?
Ruhumun gözleri önünde.
Dinle, a kızcağızım!
- O dinlemez Bak, bu güpegündüz bir gündür! Bu bir kasaba!
Bir Allah’ın kulu yok ki yanında.
Kime bu tutunup sarılışın orada?
Kime seslenişin, kimle bu selamlaşma?
- O dinlemez Sanki ölü bir kaya.
Çevirmez gözünü bizden yana.
Da ateş saçar gözleriyle etrafına.
Çağıl çağıl akıtır gözyaşını;
Sanki bir şeye sarılmakta, bir şeyi tutmakta;
Kahkahalarla gülüyor, hüngür hüngür dökerken gözyaşı.
„Sen misin gelen geceleri? – Sensin o Yaşienko’m, sensin!
Ah! Severmiş ölümden sonra da!
Buraya gel, buraya, aman usul usul, ağırdan,
Olur da analığım duyar ya!
„Duyar ise duysun, ki artık zaten sen yoksun!
Çoktan gömdükte geldik seni!
Sen artık bir ölü müsün? Ah! Korkuyorum ben!
Neden korkuyorum Yaşienko’mdan benim?
Ah, bu O’dur! İşte senin yanakların, senin gözlerin!
Ak mintanın senin!
10
„Ve sen de bembeyazsın bir başörtüsü gibi,
Soğuksun, nasıl da soğuk avuçların!
Gel uzan, buraya bağrıma,
Yapıştır dudağını dudağıma, sıkı sıkıya!
„Ah, kabir nasıl soğuk olmalı!
Öldün! Evet, iki yıl var ki ölüsün!
Yanında öleceğim, al beni,
Sevmiyorum dünyayı.
„Kötüdür halim kötü insanlar kalabalığında,
Ağlarım, onlar alay ederler;
Derim, kimseler anlamaz ya;
Görürüm, onlar görmezler!
„Gün ortasında gel, hani ben... Yoksa rüyamda mısın?
Yok, yok... Elini tutuyorum ya
Nereye, Yaşienko’m, nereye kayboluyorsun?
Henüz erken, henüz erken daha!
„Horoz ötüyor, Tanrı’m!
Pencerede kızıllığı sabah güneşinin,
Nereye kayboldun! Ah! Dur, Yaşienko’m benim!
Ben mutsuzum“.
İşte kız böyle oynaşır sevdiğiyle,
Koşturur peşi sıra, haykırır, düşer yerlere;
Bu düşüşüne, acısının sesine,
Gelip toplanır bir insan yığını.
“Dualar okuyun! – diye bağırır avam –
Ruhu buralarda olmalı.
Yaşio olmalı Karuşia’sının yanında.
Aşıktı ona sağlığında.
11
Ve ben bunu duyuyorum ve ben buna inanıyorum.
Ağlıyor ve dualar okuyorum.
“Dinle, a kızcağızım!” – diye bağırıyor güruhtan
Bir ihtiyar ve sesleniyor halka:
“İnanın gözüme de, gözümdeki büyütece de,
Burada hiçbir şey görmüyorum etrafta.
“Ruhlar meyhanelik ayaktakımın eseridir,
Ki ahmaklığın demirhanesinde dövülen,
Saçmalarken kız ipe sapa gelmezlikler,
Sövüyor akla avam“.
„Kız hissediyor – diye cevaplıyorum mütevazıca –
Ayaktakımıysa yürekten inanıyor ona;
Duygu ve inanç bir alimin gözünden ve hatta
Gözündeki büyütecinden, çok daha fazla hitap eder bana.
„Ölü gerçekleri bilirsin, halka meçhul,
Tozda, yıldızların her uzak pırıltısında görürsün de dünyayı;
Bilmezsin yaşanların gerçeklerini, görmezsin mucizeyi!
Yüreğin olsun da bak yüreğinden içre!“
Mickiewicz, büyük bir üzüntüyle de olsa yurdunu terk etmek
zorundaydı. Artık vatanından uzakta, ama kalbi her an vatanı için
çarparak yaşayacaktı. Vilno’dan önce Petersburg’a, daha sonra
Odessa’ya ve Moskova’ya gitti. Rusya’daki bu zorunlu ikametinin
belki de tek iyi yanı, başta Puşkin olmak üzere, önemli bütün Rus
aydınlarıyla tanışabilme olanağı sunmuş olmasıydı. Rus aydın
sınıfının en üst tabakasını buluşturan „edebiyatçı kahvelerinin“
havasını solumak şansı da olmuştu. Bu arada Çar despotizmini çok
yakından izleyebiliyor ve çözümlüyordu. O yüzden bazı kaynaklar,
Mickiewicz’in ideolojik açıdan olgunlaştığı ve gerçek bir „vatan
şairine“ doğru evrim geçirdiği yerin, çelişkili gelebilir ama, Rusya
12
olduğunu söylerler. 1825 yazında Kırım’a yaptığı yolculuksa, şairin
Doğu kültürüyle, belki daha özelde Türk kültürüyle ilk yakın teması
olmuştur. Bütün bu yaşantılar, kuşkusuz yazarın imgelemini
zenginleştirmekte ve şiirdeki yaratıcılık olanaklarını arttırmaktadır.
Kırım gezisi, „Kırım Soneleri“ adlı bir yapıtla meyvesini verir. Bu şiir
cildindeki bazı şiirler, Türk okuyucusunun kulağına yakın gelebilirler,
çünkü şair, Goethe ve Byron’da da görülen Doğu motiflerini birçok
Doğu kökenli sözcük kullanarak ilk kez şiirine sokmaktadır. Bu
sözcükler içerisinde, örneğin „Çadırdağ“ sonesinin içerdiği „minare“,
yeniçeri“ ya da „padişah“ gibi Türkçe sözcükler de bulunmaktadır.
Bahçesaray’da Gece
Dağılıyor camilerden kentin müminleri
Yitip gidiyor, akşam sessizliğinde Ezanın sesi
Kızarmış yanaklarıyla utangaç akşam güneşi
Aşığının yanına uzanmak arzusunda gecenin gümüş prensi 4
Gökyüzü hareminde parlıyor sönmez yıldız fenerleri
Onların arasından, hani o safir rengi boşluktan yani,
Bir bulut, yelken açıyor göldeki uykulu bir kuğu gibi
Göğsü ak bulutun, yaldızla boyanmış çevresi.
Gölgeler düşüyor minarelerden ve tepelerinden selvilerin
Dev kayalar çember çember kararıyor uzaklarda
Şeytanlar gibi, hani oturan divanında İblis’in
Kayaların doruklarında, kimi zaman çadırı altında karanlığın
Bir şimşek uyanıyor ve Fâris’in hızında
Uçuyor sessiz çöllerine maviliğin
4
Şair burada aydan söz ediyor.
13
Adam Mickiewicz, 1829 yılında Rusya’dan ayrılmayı başarır;
ülkesine dönemeyeceği için de kendini Avrupa yollarına vurur.
Göçmen yaşantısında, tüm varlığını yine Polonya'nın bağımsızlık
davasına adamıştır. Bu amaçla İtalya, Almanya, Macaristan ve
Romanya'daki Polonyalı göçmen toplantılarına katılır. Sürgün
yıllarının çoğunu, Paris'te profesörlük yaparak, bir taraftan da
Fransa'ya sığınan Polonyalı ihtilalcilerle işbirliği içerisinde çalışmalar
sürdürerek geçirir. Dünyanın dört bucağına dağılmış Polonyalı
göçmenlerle yazışmalar yapar, dağınık güçleri birleştirici ilişkiler
kurmaya uğraşır.
Bu dönemde şiir ve yazılarının ana teması, bağımsızlığını
yitirmiş ulusların savunulması ve insani duyguların dünyanın her
yanına hakim olabilmesidir. Ki ünlü bir şiirinin, yine onun kadar ünlü
dizelerinde bu düşüncelerinin izi görülür: „Ben kendimi milyon
sayarım. Çünkü, milyonlarca ezilmiş insanın ızdırabını çekiyorum....''
Kırık Bir Aşk Hikayesi
Şairin tüm benliği vatanına ve insanlığa duyduğu derin
sevgiyle dolu olsa da; şairler, hele bir de romantizmin simgesi olmuş
bir şairse, „milyonların” yanında tek bir aşka da yüreklerinin bir
kıyısında çok özel bir yer ayırabilecek kadar geniş gönüllüdürler.
Mickiewicz için bu aşk, gençlik aşkı Maria Wereszczakowna’dır.
Ancak buradaki yazgısı da, tıpkı Polonya ile olduğu gibi, ayrılıkla
noktalanır. Gençler birbirlerini sevmektedirler, ne var ki dönemin
geleneklerine göre, herkes ancak kendi dengiyle evlenebilir. Bunun
anlamı; asil bir ailenin kızı olan Maria’nın, halk tabakasından gelen
Mickiewicz ile evlenmesine olanak yoktur. Maria’nın ailesi, kızlarının
Mickiewicz ile evlenme arzusuna şiddetle karşı çıkar. Aşıklar, içinde
14
yaşadıkları toplumun geleneksel kurallarına boyun eğmek zorunda
kalırlar. Gözyaşlarıyla birbirlerinden ayrılırlar. Maria, babasının
seçtiği başka bir gençle zorla evlendirilir. Adam Mickiewicz ise, bu
aşkta yaşadığı burukluğu, Maria’ya olan sonsuz sevgisini şiirlerine
taşıyarak,
Wereszczakowna
adını,
Polonya
edebiyatında
edebileştirmiştir. Maria, romantik edebiyatın temel bir figürü,
„ulaşılmaz aşk mitinin” sembolü, birçok aşk şiirin gizli öznesidir.
Örneğin „Yıkıl Git Karşımdan“ başlıklı şiiri, Werszczakowna ile şairin
ayrılış sahneleri olarak okunabilir pekala:
„Yıkıl git karşımdan! Derhal itaat ederim!
Yıkıl git kalbimden! İtaat eder kalbim dahi
Yıkıl git hafızamdan! Yo! Ne benim
Ne senin hafızan dinlemez bu emri.
Nice ıraktan düşerse onca uzun oluşu gibi gölgenin,
Matem çemberi onca geniş kuşatacak çevreni,
Nice ırağa kaçarsa şahsiyetim,
Karartacak hafızanı onca kalın bir şalıyla matemin.
Her yerde ve her daim
Seninle ağladığım, seninle güldüğüm
Yanında olacağım her yerde ve daima
Bırakmışım zira her yerde canımdan bir parça.”
Acaba
Dertlenmiyorum, ağlamıyorum seni görmediğimde,
Hani, aklımı da yitirmiyorum seni görünce,
Ama eğer uzun süre görmezsem seni,
Bir şeyler eksiliyor içimde, diyorum, görsem birisini
Özlemle soruyorum o zaman kendime:
Bu dostluk mu? Yoksa aşk mı ne?
15
Gözden yittiğinde, hani birden bire;
Canlandıramıyorum seni tam olarak hayalimde.
Ama istemeden aynı zamanda,
Düşünüyorum da, bu hayal nasıl da yakın bana.
Yine soruyorum o soruyu kendime:
Bu dostluk mu? Yoksa aşk mı ne?
Acı çekiyorum çekmesine, ama hiç de
Düşünmüyorum, sana gelsem derdimi açsam diye
Hani bazen, amaçsızca yürüdüğümde ben
Bir bakıyorum senin kapının eşiğindeyim, birden
Kendime gelip soruyorum yine:
Ne oluyor söylesene? Bu dostluk mu, yoksa aşk mı ne?
Senin için, inan yaşamımı esirgemezdim,
Hatta, huzurlu olasın diye cehenneme bile giderdim.
Gerçi cesur bir arzu yok sana karşı yüreğimde,
Sana sağlık, huzur olurdum belki de.
İşte yine soruyorum o soruyu kendime:
Bu dostluk mu? Yoksa aşk mı ne?
Hani kimi zaman elin elime değdiğinde,
Bir tatlı sakinlik kaplıyor içimi ta derinde,
Sanki hafif bir uykuyla yaşama son verecekmişçesine.
Ama hemen uyandırıyor beni yüreğimin vuruşu: güm,
gümbede
Yani soruyor bana yüksek sesle:
Bu dostluk mu? Ya da aşk mı ne?
Bu şiiri senin için yazdığımda,
O şair esini sarmamıştı ellerimi, inan bana;
Şaşırmıştım, farkında değildim yani,
Kim verdi bana bu fikiri, kim bu uyakları düzenledi,
Ve sonunda yazdım bu soruyu yine:
16
Neydi beni esinlendiren söylesene? Dostluk mu, yoksa aşk
mı ne?
Adam Mickiewicz, Wereszczakowna ile ayrılmak zorunda
kalışının duygusal sarsıntısını uzunca bir süre yaşamıştır. Daha
ilerideki yıllarda, Paris'teki profesörlüğü sırasında, kendisi gibi
Polonya'dan kaçmayı başaran bir genç kızla evlenir. Çiftin iki kızları,
bir de oğulları olmuştur. Eşi fedakâr bir kadındır. Kocasına hem fikir
arkadaşlığı yapar hem de çalışarak ortak yaşantılarına maddi katkıda
bulunur.
Paris Yaşantısı
Adam Mickiewicz, Polonya topraklarında şiirlerinin yarattığı
ruh atmosferi üzerinde yükselen 1830 Kasım Ayaklanması’nın
yenilgiyle sonuçlanması üzerine, yurduna yeniden kavuşmak
umutlarını daha uzak yarınlara ertelemek zorunda kaldığında, 32
yaşını sürmektedir. Fransızcayı bir hatip kadar, olağanüstü derecede
iyi konuşmaktadır. Dönemin Fransa Milli Eğitim Bakanı Victor
Lausen, üniversitede bir Slav Edebiyatı kürsüsü kurdurur ve orada
şaire hocalık görevi verir. Bu kürsüde Mickiewicz, iki profesör
arkadaşı, Michelet ve Quinet ile birlikte çok başarılı çalışmalar
yapmıştır.
Üniversitedeki görevini sürdürürken, bir yandan da,
Fransa’da yaşayan Polonyalıların örgütlenmesini sağlama
uğraşındadır. Aynı amaçla İsviçre'ye gider, ardından Roma'ya geçer
ve orada da bir süre Slav Dili profesörlüğü yapar. Tekrar Paris'e
dönerek “Ulusların Kürsüsü” adlı bir dergi çıkartmaya başlar. Dergi,
varolma hakları ellerinden alınmış, zulme uğratılmış bütün halkların
sözcülüğünü üstlenmektedir.
17
Son Yolculuk İstanbul’a
Kasım Ayaklanması’nın ardından Polonya’dan gelen yeni ve
büyük bir göçmen dalgası, özellikle Fransa ve İngiltere’ye sığınmıştı.
Ayrıca Germanya Konfederasyonu ülkeleri de, Polonyalı göçmenlere
karşı özellikle konuksever bir tutum içindelerdi. Ancak bu durum,
işgalci devletlerin 1833 Muchengratz kongresinde değişmiş ve
göçmenlerin yurt edindikleri ülkelerden de sürülmeleri, ayrıca
anavatanla olan bağlarının iyice kesilmesi için çözümler ve
yaptırımlar düşünülmüştü. Bu olumsuz şartlarda, Polonya’nın
özgürlüğü için „Şark Meselesi“ denilen durumdan yararlanma
siyasetini geliştiren göçmen grubu, Polonya hükümetinin sabık
başkanı ve göçmenlerin önderi Prens Adam Czartoryjski etrafında,
Paris’te, Lambert Otel adıyla toplanan grup olmuştu. Siyasi açıdan
bu grup, Avrupa’yı istikrarsızlaştıracak savaşların yaklaşmakta
olduğunu seziyor ve istikrarsızlığın „Polonya Meselesi“ni yeniden
gündeme getireceğini, ardından da Avrupa’nın yeniden yapılanması
sürecinde Polonya’nın özgürlüğüne kavuşacağını öngörüyordu.
Ayrıca; Türkiye’nin Polonya’ya ve Polonyalılara karşı iyi niyetli
tutumu bilindiğinden, Türk hükümetiyle bağlantı kurulması kararı
alınmıştı. Osmanlı-Rus anlaşmazlığı uzun bir süredir devam
etmekteydi. Nihayet 1853’te Kırım Savaşı patlak verdi. İngiltere ve
Fransa da, Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında yer aldılar. Bunun
anlamı; gerçekten bu üç büyük gücün, Çarlık Rusya’sını yenilgiye
uğratabileceği ve böylece Polonya’nın da bağımsızlığına
kavuşabileceği umudunun dirilmesiydi. Polonya‘nın yurtsuz
bırakılmış askerleri, bu savaşta Ruslar’a karşı Türklerle omuz omuza
çarpışacaktı. Lambert Otel grubu, Mickiewicz’in son yıllarında
kendisine fikren yakın bulduğu bir siyasi hareket oluyordu.
Adam Mickiewicz, 1855’de İstanbul'a gelmiştir. Temel
amacı, 1848 yılında Osmanlı Devleti’ne sığınan Polonyalıların
durumunu incelemek ve Kırım Savaşı'nda onların Türkiye safında
18
aldıkları yeri güçlendirmektir. Bir de; şairin bütün Polonyalılarca
saygı duyulan kişiliğinin ve mücadele geçmişinin, İstanbul’daki
Polonya demokratları ile monarşi yanlıları arasındaki bazı ihtilafların
giderilmesinde etkili olacağı düşünülmüştür.
Osmanlı Devleti’nde, Polonyalı Kazaklardan bir askeri birlik
kurulmuştu. Birliğin komutanlığına ise Polonya asıllı Michal
Czajkowski, Kont Çayka, İslam’ı seçtikten sonraki adıyla Sadık Paşa,
atanmıştı. Sadık Paşa, Adam Mickiewicz'in çok eski bir dostuydu.
Hatta o da, tıpkı Mickiewicz gibi, bir yazar ve şairdi.
Polonya'nın vatan şairinin cebinde, lll. Napolyon’un bir
mektubu vardı. Bu açık mektupta, Fransa İmparatoru, şairin her
yerde kendisinin konuğu sayıldığını bildiriyor ve ona gereken
saygının gösterilmesini rica ediyordu. Adam Mickiewicz, 1855 yazı
sonlarında İstanbul'a geldi ve bir süre sonra (bugün Bulgaristan
sınırları içinde bulunan) Burgaz'a gitti. Orada savaşa hazırlanan
Polonya birliklerini ziyaret etti. Hemşerisi Çayka Paşa'nın bir süre
konuğu oldu. Burgaz izlenimleri, 25 Ekim 1855 tarihli mektubunda
şöyleydi:
„Askerleri de ziyaret ettim (...) Sadık’ın kampında her şey yolunda,
kampa bir istek ve neşe hakim. Askerler komutanlarına çok bağlılar,
subaylar ise ender insanlar arasından seçilmişler. (…) Her şey uyumlu
ve kardeşçe. (…) Kendimi yurdumun bağrında hissettim ve kendimde
ani bir halsizlik hissetmeseydim, bu kamptan kopmam zor olurdu.'' 5
5
Bu alıntının çevirisi, Ankara Üniversitesi D.T.C.F. Polonya Dili ve
Kültürü Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Seda Köycü tarafından
yapılmıştır.
19
İstanbul 1855
''Gemi sabah saat beşte, güneş doğmadan İstanbul
Limanı'na girmek için yavaşladı. Saat altıda bir şehir değil, adeta bir
mucize gördük (...) Doğmakta olan güneş bütün pencereleri ve
minareleri altın sarısı ışınlarıyla parlatıyordu. Gerçekten büyüleyici
bir şehir'' - Mickiewicz'in Doğu seyahatinde yoldaşlığını yapan
Henryk Sluzalski’nin İstanbul'dan ilk izlenimlerini böyleydi. Anlatılan
sabah, 22 Eylül 1855 gününün sabahıdır. Arkadaşı Sluzalski ve aynı
zamanda şairin sekreterliğini de yapan Armand Levy ile İstanbul'a
gelen Mickiewicz, karşılaşacağı yaşam koşullarının ilkel nitelikte
olmasını bekliyordu. Polonyalı grubun yanlarında kamp hayatında
kullanılabilecek her türlü eşya vardı. Bunların gemiden indirilmesinin
iki saat sürdüğü bilinmektedir.
Ama çadırlar hiç kurulmadı. Levy, Mickiewicz'in oğluna
yazdığı mektupta şairin İstanbul'daki ilk dairesinin bulunuşu şöyle
anlatıyordu: ''Galata iskelesine bir sandalla götürüldük. Ondan
sonra, babanı kendisine davet etmek için güverteye gelmiş olan bir
Polonyalı tabibin evine gittik; oraya eşyalarımızı bıraktık. Sonra aynı
binadaki dairelerden birinin boş olduğu anlaşıldı. Oraya yerleştik.
Henryk buna gerçekten sevindi, çünkü çadırın kurulabilmesine
elverişli bir avlu bulamayacağını düşünüyordu''.
Tarihçilerin tespit ettiklerine göre Mickiewicz'in İstanbul’da
yerleştiği yer Galata'daki St Lazar Manastırı’dır. Bugün bu adresin
kesin olarak saptanması oldukça zor, Sluzalski'nin yazdığına göre ''o
yer Galata'da bulunuyor, ama ne ev numarası ne de sokağın ismi
belirtilmemiş.”
Daire oldukça küçüktü. Burada yine Levy'nin Wladyslaw
Mickiewicz'e yazmış olduğu mektuba dönelim: ''Bu, tek odalı bir
20
daire idi. Üç köşesinde şilte. Dördüncü köşesinde kapı. Karyola yerine
halı üzerine şilte seriyor, yorgan yerine paltolarımızı kullanıyorduk.''
Paris'ten Türkiye'ye yapılan çok pahalı yolculuktan sonra
içine düştükleri maddi sıkıntı, şair ve arkadaşlarını mütevazi bir
yaşantıya zorluyordu. İstanbul'da ikamet eden Polonyalılar birkaç
defa yardım teklifinde bulunmuşlardı aslında ama, Mickiewicz bu
yardımları kabul etmek istememişti. Bu ilkel göçebe hayatının bir
ölçüde şairin düşgücünü cezbettiği de söylenebilir. Henryk Sluzalski,
23 Eylül’de şunları yazıyordu: ''İki gündür Türk usülü yaşıyoruz.
Burada ucuz olan tavuklu pilavı kendimiz pişirip yiyoruz. Herkes bize
tuhaf tuhaf bakıyor''.
3 Ekim 1955 günü Burgaz'a doğru yola çıkmasıyla birlikte,
Sent Lazar Manastırı’ndaki günleri de sona erdi. Bulgaristan'a
yolculuk iki hafta sürdü. Daha sonra Mickiewicz, arkadaşlarıyla
beraber tekrar Galata'ya döndü. Çeşitli vakayinamelerde belirtildiği
gibi İstanbul'a döndüğünde ağır hastaydı. Aynı dairede birkaç gün
daha kaldı, ama Sluzalski ile Levy hemen yeni bir daire aramaya
başlamışlardı. Gerek şairin mektupları, gerekse Ludwika
Sniadecka'nın notları bu dönemdeki yaşantılarına ışık tutmaktadır.
Mickiewicz bir mektubunda şunları anlatır: ''Evde yemeği
kendimiz pişiriyoruz. Şu anda benim yoldaşım kamasıyla pilici
kesiyor, sonra üstüne pilav koyacağız. İşte nefis bir öğle yemeği
olacak. Bu akşam yaşantısı devamlı iştah açıyor.''
Ludwika Sniadecka ise Mickiewicz'in İstanbul yaşantısı
üzerine şunları yazar:'' Sadık Paşa'nın tutumundan dolayı
hastalanıyor, kendisini hiç esirgemiyor. Hiç bir zaman hiçbir şeyden
şikayetçi değil... Ama Galata'daki yoksulluğu göze çarpıyor.
Mickiewicz, arkadaşlarıyla birlikte müsait bir daire aradığı süre
içinde yemeklerini lokantalarda yerdi''.
Ludwika Snıadecka heykelı mezarlıkta
21
Olumsuzluklara
rağmen,
Mickiewicz
İstanbul’da
bulunmaktan memnundu. Sağlılığın biraz bozulması dışında, burada
kendini Fransa’da olduğundan daha özgür hissediyor, bu doğu
ülkesini gelenekleri ve görünümü açısından kendi yurduna daha
yakın buluyordu: „İstanbul, bir zamanların Bizansı, eski tarihlerin
hatıralarıyla soluk alıp veriyor: Yarı yarıya yıkılmış kale surları; II.
Mehmed’in şehre girdiği kapı. Beyaz mermerden Eyüp Camii, içinde
peygamber sancağını saklıyor. Ayasofya, dağlarca büyük;
duvarlarda Bizans azizleri, geçmiş zamanların basitliği ve durağanlığı
sinmiş içlerine. Renkleri ve altınları zaman karartmış. Sultan Ahmed
Camii’nin mızraklar gibi keskin minareleri. Pera, birbirlerine taban
tabana zıt renklerle kaynaşıyor. Çaputlar içinde dilenci, kafasında
fesi zengin bir tüccar, fukara kocakarı ve yaşmaklara bürünmüş bir
kadın. Hamallar; ağır fıçılar ve sandukalar selelerin altında
boyunlarını adeta yok ediyor. (...) Diller, dar sokakların gürültüsüne
karışıyor. Babil Kulesi’nin ta kendisi. Sultan eşlerinin gök mavisine
boyalı arabaları geçmeye görsün, yayalar adımlarını hızlandırıverir,
çünkü bu haddinden fazla büyüleyici manzaraya bakmak yasaktır.
Sultan hareminden kızların peçeleri öyle saydamdır ki, peçelerinin
ardından pespembe yüzlerinde gözlerinin nasıl alev alev yandığı
görülebilir.”
Şairin, 21 Ekim 1855 tarihli ve Wiera Chlustin’e yazmış
olduğu bir mektubu, İstanbul’un doğal güzelliğinden nasıl
etkilendiğini
ortaya
koyar:
„İstanbul’un
dış güzelliğini
anlatmayacağım, onu zaten tablolarda görmüşsündür; içerden daha
farklı görünüyor.“ Aynı mektupta, İstanbul’daki insan ilişkilerinin de
ona sıcak ve Batı Avrupa’dakinden farklı göründüğünü işaret eden
bölümler vardır:
„(...) ve Türk hamallarının arasından geçiyorum; oradan boğaza
varılıp kayığa biniliyor, kendileriyle işim olan kişiler kıyıda yaşıyorlar,
küçük gezilerim hiç boş geçmiyor. Burada kesinlikle hoşunuza
gidecek bir şey var ki, o da dürüstlük ve satıcıların ılımlılığı. Bu kentin
22
büyük pazarlarını gezerken sizi düşündüm. Kimse beni içeri davet
etmedi. Hiçbir ilan ya da reklam yok. Sokulup mallara baktım, bu
sırada dükkan sahibi, varlığımdan habersizmiş gibi davrandı.
Sorduğumda, malın fiyatını söyledi ve tekrar derin düşüncelerine
daldı. Türk parasıyla sorunum olmadığından, malı bana kredi olarak
önerdi. Hayatımda ilk kez alışveriş yapmaya niyetlendim.“ 6
İstanbul konuklarının, yeni bir daire bulma çabaları
sürüyordu. 1 Kasım’da bu sorun nihayet halledilmiş gibi oldu. „Gibi
oldu” – diyoruz, çünkü şairin dostları, Kalenci Kuluk sokakta ''çok
güzel, üç müstakil odası olan küçük bir evi'' bir Türk vatandaşından
kiralalamışlardı kiralamasına ama, yabancıların o binaya taşınması
Türk uleması tarafından şiddetle protesto edilmişti.
Böyle huzursuz bir ortamda şair, uzun süre kalamadı. En
sonunda 8 Kasım’da Mickiewicz dostlarıyla birlikte Pera'nın uzağına
düşen “oldukça temiz bir binaya” taşınır. Bu daire, kocası o sıralar
İstanbul dışında olan Bayan Rudnicka'dan kiralanmıştır. Prof. Jan
Reychman, Mickiewicz'in İstanbul'daki bu son dairesinin konumunu
şöyle belirlemektedir: ''Semt Papaz Köprü ismini taşımaktaydı (...).
Pera'nın merkezinden (Kalyancı Kalenci) Caddesi veya Sakız Ağaç
Sokağı’ndan geçilerek, günümüzde Serdar Ömer Paşa Sokağı adını
taşıyan Yeni Şehir Sokağı’ndan zikretmiş olduğumuz o küçük binaya
ulaşılıyordu. Bu semtte sokakların tam olarak planlanmadığı ve
dağınık halde olan küçük binalar bulunduğu için Mickiewicz'in
oturduğu binanın konumunun tam olarak belirlenmesi mümkün
değildir. 1870 yılındaki yangın sonucu bu bina tamamen yanmıştır.
Sonra belediye sokakların planını tasarladı, bina halen Yeni Şehir
6
Bu bölümdeki alıntının çevirisi, Ankara Üniversitesi D.T.C.F. Polonya
Dili ve Kültürü Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Seda Köycü
tarafından yapılmıştır.
23
Sokak ve şimdiki adıyla Tatlı Badem Sokağı denilen küçük sokağın
köşesinde bulunmaktadır''.
Kiralanmış olan daire loş ve mütevazi bir daireydi.
Mickiewicz'in kaldığı odanın betimi günümüze ulaşmıştır: ''Sağ
köşede şairin son nefesini verdiği beyaz örtülü demir karyola vardır.
Yatağın yanında, çocuklarına, dostlarına ve tanıdıklarına mektuplar
yazdığı ufak masa, biraz ötede divan ve hasır koltuk yer almaktadır.
Kapının yanında lavabo, başka bir masa ise odanın ortasında
bulunmaktadır. Duvarlarda ayna ve birkaç taşbasma asılıdır. Hepsi
çok mütevazi ve ilkel...''.
Kira yüksek olmadığından Mickiewicz, bu güneş ışığından
mahrum daireye taşınmaya razı olmuştu. Zaten orada uzun zaman
kalmaya niyetli de değildi. Aralık başında Bulgaristan ve Sırbistan'a
gitmeyi planlıyordu. Ancak ölümcül bir hastalık bu planlarını
gerçekleştirmesine olanak vermeyecekti.
Tatlı Badem Sokağı
İstanbul'un Beyoğlu semtinde, Tatlı Badem Sokağı'nın
köşesinde bir bina bulunur, kapı numarası 29’dur. Üç katlı, her
katında iki küçük odası bulunan bu ev, 147 yıl önce, Polonya'nın
vatan şairi Mickiewicz'in oturduğu son ev ve ölüme yenildiği yerdir.
Bu ev, Kırım Savaşı'nda Polonyalıların toplanıp „hararetli
tartışmalar” yaptıkları bir merkez niteliğindeydi. Adam Mickiewicz
ve arkadaşları bu evde kalıyor, yemeklerini kendileri pişiriyorlardı.
Bu eve yolu düşen Polonyalı göçmenler arasında, 1830 Ayaklanması
sonrasında İstanbul'a gelen ve Polonezköy'ü kuran Adam
Czartoryski, yazar T.T. Jez ile „Hanri” takma adıyla Sobozowski ve
sonradan Müslüman olan Adam Michalowski de vardı. Şairin evinde
kalan yakın arkadaşlarından Sobozowski, o günlerde gönüllü olarak
24
Kırım Savaşı'na katılacaktı. İlk iş olarak bu savaşa katılanların
giydiklerinin aynısı bir kalpakla, elbise satın almıştı. Şair, anılarında,
bu arkadaşının kalpağıyla, pasaportundan başka hiçbir şeye değer
vermediğini uzun uzun anlatır. Polonyalıların Tarlabaşı'nda o
sıralarda yadırgadıkları tek şey yangınlardır: O dönemde İstanbul'da
sık sık yangın çıkar. Mickiewicz, günün birinde bir yangının kendi
evlerini de sıçrayacağı korkusuyla, arkadaşının uykuya dalmadan
önce, çok değer verdiği kalpağıyla pasaportunu daima özenle
yastığının altına koyduğunu, bir yangın çıkacak olursa önce onları
kurtarmayı tasarladığını anlatır.
Adam Mickiewicz'in ölümünden sonra bu bina, yolu
istanbul'a düşen ya da İstanbul'da devamlı oturan Polonyalıların
mutlaka ziyaret ettikleri bir yer oldu. 1861 yılında şairin oğlu
Wladyslaw da burayı ziyaret edecek ve sonradan: ''Evde babamın
son günlerini geçirmiş olduğu yeri görmeme izin veren, çok anlayışlı
bir Müslüman aile oturuyordu'' – diyecektir.
1870 yılındaki yangınında, Pera'nın büyük bir kısmıyla
birlikte, bu bina da yanar.
Daha sonra, 1831 Ayaklanması sonrasında Türkiye'ye
sığınmış Jan Gorczynski, yanan binanın yerine, günümüze kalan tuğla
binayı yaptırmıştır. Gorczynski'nin kızı Ratynska, binanın 1884’deki
halini şöyle anlatır: ''Şairimizin hatırası olarak ancak vefat etmiş
olduğu binanın arsası ve Adam ismini taşıyan bir sokak kalmıştı.
Babam eski binanın yerine yenisini yaptırdı ve ön kapının üzerine
hatıra levhası astırdı.'' Bu „hatıra levhası” bugün hala binanın ön
cephesindeki cephesindeki. Levhanın üzerinde Lehçe ve Fransızca
olarak şunlar okunur:
NA PAMIETKĘ POSTAWIONY TENDOM NATEM MIEJSCU GDZIE 26
LISTOPADA 1855 ROKU UMARŁ ADAM MICKIEWICZ /ADAM
MICKIEWICZ'İN 26 KASIM 1855 TARİHİNDE VEFAT ETMİŞ OLDUĞU
YERDE ŞAİRİN ANISINA BU BİNA YAPTIRILDI /EN CETTE PLACE
25
MOURUT LE 26 NOVEMBRE 1855 ADAM MICKIEWICZ POETE
POLONAIS.
Ön cephenin sol kısmına ise ''Adam Sokak'' tabelası
asılmıştır. XIX. yüzyılın sonlarında Polonyalılar arasında, özgün
olmamasına karşın, yanmış olan binanın planına tamamen uygun
olarak yapılan bu yeni binanın satın alınabileceği düşünüldü.
1891'de, İstanbul Polonya Yardım ve Hayırseverler Derneği, bu amaç
doğrultusunda bir çağrıda bulunmuş, 1902 yılında ise Lvov Adam
Mickiewicz Edebiyat Derneği bu amaçla aidat toplama konusunda
bir bildiri yayınlamıştır. Küçük bina oturulabilir duruma getirildikten
sonra, burada Polonyalı mülteciler için bir barınak oluşturacak,
ayrıca içinde Doğuda Polonya Hatıratı müzesine yer verilecekti. Bu
çağrı, Krakow Üniversitesi çevresince desteklendiği için gerekli
meblağ toplanabilmişti, ama 1905 yılında istenilen fiyat yüksek
olduğundan, binanın satın alınabilmesinin mümkün olamamış ve
Türkiye'e gelen para Polonya'ya geri gönderilmişti. Bina ise Ratynski
ailesinin elinde kaldı.
1909 yılında Mickiewicz’in İstanbul'daki evinin önünde,
Kırım Savaşı'nda şehit olan Polonyalılar anısına bir tören düzenlendi.
İttihat ve Terraki Fırkası tören düzenleme komitesinin başkanlığını
yapmıştı. Meryem Ana Kilisesi'ndeki ayinden sonra Polonya ve Türk
bayraklarıyla süslü kortej Mickiewicz’in evinin önüne gelmiş, daha
sonra hatıra tabelası açılmıştır. Bugün artık yerinde olmayan bu
tabelada Lehçe ve Fransızca olarak şu ifade bulunmaktaydı:
POLONYALI BÜYÜK ŞAİR VE VATANPERVER ADAM MICKIEWICZ TÜRK DOSTU. İTTİHAT VE TERRAKİ FIRKASI. 10 TEMMUZ 1909.
Bu tören, binanın sahibi olan Marcin Ratynski'nin açılış
konuşması ile başlamış, bunu İttihat ve Terraki Fırkası adına Türk
Milletinin Polonyalılara karşı çok sıcak duygular beslediğini ifade
eden Seyfeddin Paşa'nın (Tadeusz Gasztowtt) konuşması izlemiştir.
26
Törenin sonunda, Müslüman geleneklerine uygun olarak, Adam
Mickiewicz ruhuna kurban kesilmiştir. Ardından diğer konuşmalar
yapılmış ve törenin
sonunda katılanlara
şairin portreleri
dağıtılmıştır.
1933 yılında ise, evin ön cephesine şairin anısına üçüncü bir
hatıra tabelası asıldı. Bu tabela, İstanbul'da yaşayan Polonyalılar
tarafından yaptırılmıştı. Günümüzde de hala ilk asıldığı yerdedir ve
üzerinde şunlar okunur:
BÜYÜK DAHİ ŞAİRİMİZ ADAM MICKIEWICZ ÖLÜM YILDÖNÜMÜ
MÜNASEBETİYLE İSTANBUL LEHLERİ - 1855 - 1933.
Bu binada bir Adam Mickiewicz Müzesi kurma düşüncesi ise
şairin vefatının 100. yıldönümünde, yani 1955 yılında, hayata
geçirilmiştir. Polonya Kültür ve Sanat Bakanlığı’nın gayreti ve Türk
makamlarının yardımıyla şairin yaşamını konu alan sergi açılmıştır.
Tatlı Badem Sokağı’ndaki bu mütevazi binanın duvarına dördüncü
hatıra tabelası da bu müzenin açılışı vesilesiyle çakılmıştır:
1855-1955- MÜZE BÜYÜK POLONYALI ŞAİR ADAM MICKIEWICZ’İN
VEFATININ 100. YILDÖNÜMÜNDE AÇILDI
Aynı zamanda binanın bodrumundaki bir oda da şairin
sembolik kabri olarak belirlenmiş, odaya bir haçla birlikte üzerinde
26 KASIM - 30 ARALIK 1855 - ADAM MICKIEWICZ'İN GEÇİCİ KABRİ
yazısı bulunan bir hatıra levhası yerleştirilmiştir.
Evde o dönemde açılan sergi, öncelikle bir fotoğraf sergisiydi
ve Adam Mickiewicz Müzesi (bugünkü adıyla Edebiyat Müzesi)
tarafından hazırlanmıştı. Milli Müze'nin Krakow Şubesi’nden Prof.
Zdzislaw Zygulski organizasyon işlerini yönetiyordu, Müzenin
çalışmasını güçleştiren etmen ise binanın özel mülkiyette olmasıydı.
Türk makamlarının 1979 yılında binayı İstanbul Türk ve İslam Eserleri
Müzesi'nin himayesine vermiş olması, genel tamiratın yapılmasını ve
27
Polonya tarafının işbirliği ile modern müze gereklerine uygun bir
serginin oluşturulması sağlanmıştır.
Ölüm
Şairin ölümü, yalnızca fiziksel bir yok oluştu, çünkü düşünce
ve duygu olarak Polonya ulusal bilincinde çoktan ölümsüzleşmişti,
tıpkı „Atalar”ın III. Bölümü’nde öngördüğü gibi: „... Tüm ulusumu
severim! Geçmiş ve gelecek nesillerini kucakladım.” 7
Mickiewicz’in aslında epey bir süredir midesinden rahatsız
olduğu ve sağlığına daha fazla özen göstermesi gerektiği biliniyordu.
Örneğin, Mickiewicz’in İstanbul’a geliş hazırlıklarını Lambert Otel
adına yerine getiren Lenoir-Zwierkowski, Czajkowski’ye Paris’ten
yazdığı bir mektupta, İstanbul’un Mickiewicz’in sağlığına iyi geleceği
umudunu dile getirmişti: “(…) eminim ki, İstanbul onun
(Mickiewicz’in) hoşuna gidecek, yalnız ona bebek gibi bakmak, iyi
beslemek, güzel karanfilli çayını eksik etmemek gerek.” Ancak bütün
bunlar Paris’ten öngörülebilecek şeyler değildi. Şair, son iki ayını
İstanbul’un yoksul mahallerine sığınarak ya da askeri kamplarda,
karanfilli çaylar içerek değil, ama bayat yemekler yiyerek; kirin pasın,
nemin ve sivrineklerin hakimiyetindeki askeri koğuşlarda, üstünü
bile çıkarmadan, huzursuz uykularla geçirmişti. Evet, Doğu’nun
ancak yağlıboya tablolara özgü olabilecek güzelliği, askerlik
yaşantısının sert disiplini, İstanbul’un doğduğu elleri hatırlatan
mahalleri, gizemli sokakları; bütün bunlar şairin hoşuna gidiyordu,
ama içinde bulunduğu bu şartlar, kuşkusuz, bünyesini hastalıklara
daha açık hale getirmişti.
Bir de buna, 1855 İstanbul’unu bir kolera salgınının kırıp
geçirdiğini eklemek gerekir. Mickiewicz, koleralı hastalara geçmiş
olsun ziyaretinde bulunmuş ve oradan kaptığı hastalık onu 10 gün
7
Şairin sembolik kabri üzerine yazılı dizeler, „Atalar, III. Bölüm”den bir
alıntı. Çevirmen: D. Cichocki.
28
gibi kısa bir süre içerisinde kaçınılmaz sona götürmüştü. Hastalığının
kolera olduğunun ve bu hastalıktan kurtuluşu olmadığının biliyordu.
Polonya’nın özgürlük davası uğruna Türkiye'ye gelmiş ve şimdi tam
bir bilinçlilik haliyle ölmekte olan şair, başında bekleyen vefalı
arkadaşlarına ve Türk ordusunda büyük hizmetleri bulunan Polonyalı
İskender Paşa'ya şu son sözlerini söylemişti:
''İstanbul'da, koleradan öleceğimi önceden bilseydim, yine de buraya
gelirdim. Çünkü bu benim görevimdi. Ben, Fransa'da bir ilim
akademisinin umumi katibi olmaktansa, bir Türk taburunun katibi
olmayı tercih ederim.''
Bu yeğleyiş dayanıksız değildi. Polonya’nın parçalandığı ve
Avrupa haritasından silindiği yıllarda, bu haksızlığa tek itiraz sesi
Türklerden gelmişti. O yüzden Mickiewicz, ta Paris yıllarından ölene
kadar Türk ulusunun insancıllığını, mazlumların yanında yer alma
cesaretini övmüş ve hep şu düşüncesini tekrarlamıştı:
“Polonya'nın, komşu düşmanlar tarafından ezilmesine hiçbir devletin
ses çıkarmadığı günlerde, tek dostumuz Türkler olmuştur. Biz
Türkler'i düşmanımızın önünde eğilmediği ve Polonya'nın işgalini
kabul etmediği için, üstün bir millet olarak severiz.”
26 Kasım 1855 günü şair, Pera'da (bugünkü Beyoğlu) öldü.
Yaşamı fiziksel olarak sona erdiğinde saatler dokuzda kalmıştı: “… ve
durdu senin saatin, ve ilerlemiyor…” Son nefesini verdiği, şehrin
kenarında kalan o loş, mütevazi oda binbir güçlükle geçmiş bir
ömrün simgesi gibidir.
Adam Mickiewicz'in karnı yarılarak çıkartılan iç organları,
günümüzde sessiz, terkedilmiş bir ev olarak varlığını sürdüren
binanın bodrumuna gömüldü. O zamanki usule göre tahnit edilen
29
cesedi, Fransa'nın Türkiye'deki elçiliği vasıtasıyla Paris'e gönderildi.
Zira şair, her yerde III. Napolyon’un misafiri sayılıyordu.
Mickiewicz'in naşı Paris Madlen Kilisesi'nde yapılan hüzünlü bir
törenden sonra, orada toprağa verildi. 1890 yılında da Paris'teki
mezarı açılarak, kemiklerinin bakiyesi Polonya'ya gönderildi.
Krakow'da bulunan Wawel Kraliyet Şatosu Kilisesi mezarlığına
gömüldü. Altmış yıllık vatan toprağı hasreti, belki böylece dindirildi.
Cansız bedeni üç farklı şehirde, üç farklı toprağa karışmıştır.
İstanbul, Paris ve Krakow şairin hatırasını topraklarına karıştırmış,
onun evrenselliğini belgeleyen şehirlerdir.
Metni hazırlayan: Doç. Dr. O. Fırat Baş
Yararlanılan Kaynaklar:
1) Drodz, Jerzy. XIX. Yüzyıl Osmanlı Ordusunda Polonyalılar,
2) İstanbul Adam Mickiewicz Müzesi Katalog-rehber, Polonya ve
Türkiye kültür bakanlıkları ortak yayını, Ekim 1984.
3) Jastrun, Mieczyslaw. Mickiewicz, Panstwowy Instytut
Wydawniczy, Varşova 1974.
4) Lehistan’dan Bugünkü Polonya’ya. P.C. Ankara B.elçiliği resmi
tanıtım kitabı, Ankara 2003, s.68-71.
5) Lukasiewicz, Jacek. Mickiewicz – A to Polska wlasnie,
Wydawnictwo Dolnoslaskie, Wroclaw 1997.
6) Mickiewicz, Adam. Pan Tadeusz (Tadeusz Bey), Czytelnik,
Varşova 1991.
7) Milosz, Czeslaw. Historia Literatury Polskiej do roku 1939,
Wydawnictwo ZNAK, Krakow 1993, s. 245-270.
30
DOST
TOPRAKLARDA POLONYALI
BİR ŞAİR
Seda Köycü 8
İstanbul, bir zamanların Bizansı, eski tarihlerin
hatıralarıyla soluk alıp veriyor: Yarı yarıya yıkılmış kale
surları, II. Mehmed’in şehre girdiği kapı. Beyaz
mermerden Eyüp Camii, içinde peygamber sancağını
saklıyor. Ayasofya, dağlarca büyük; duvarlarda Bizans
azizleri, geçmiş zamanların basitliği ve durağanlığı
sinmiş içlerine. Renkleri ve altınları zaman karartmış.
Sultan Ahmed Camii’nin mızraklar gibi keskin
minareleri. Pera, birbirlerine taban tabana zıt renklerle
kaynaşıyor. Çaputlar içinde bir dilenci, başında fesi
zengin bir tüccar, fukara kocakarı ve yaşmaklara
bürünmüş bir kadın. Hamallar; ağır fıçılar ve sandukalar
selelerin altında boyunlarını adeta yok ediyor. (…) Diller,
dar sokakların gürültüsüne karışıyor. Babil Kulesi’nin ta
kendisi. Sultan eşlerinin gök mavisine boyalı arabaları
geçmeye görsün, yayalar adımlarını hızlandırıverir,
çünkü bu haddinden fazla büyüleyici manzaraya
bakmak yasaktır. Sultan hareminden kızların peçeleri
8
Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Slav Dilleri ve
Edebiyatları
Bölümü
Polonya
Dili
ve
Kültürü
Anabilim
Dalı,
[email protected]
31
öyle saydamdır ki, peçelerinin ardından pespembe
yüzlerinde gözlerinin nasıl alev alev yandığı görülebilir.9
İstanbul’umuzu böylesine şairane betimleyen bu
satırlar, ulusunun, sevgisini kuşaktan kuşağa bir miras
gibi aktardığı Polonyalı çağlar üstü bir ozana, Adam
Mickiewicz’e ait. Ozanın, ulusunun gözünde böylesi bir
niteliğe sahip olmasında, sanatının yanı sıra, yaşamını
yurdunun bağımsızlığı uğruna tüketmiş, hatta
yaşamının son yirmi beş yılını, yurduna bir kez olsun
gidemeden, yurt dışında (Rusya, Almanya, İsviçre,
İtalya, Fransa, Macaristan, Romanya) sürdürdüğü
mücadelelerle geçirmiş olmasının büyük etkisi vardır,
kuşkusuz.
Ünlü ozanın yurdu Polonya, 1795’de, dönemin
güçlü devletleri Avusturya, Rusya, Prusya tarafından
işgal edilir ve Polonya’yı Avrupa haritasından silen bu
işgal 123 yıl sürer. İşgal altındaki Polonya topraklarında
doğan (1798) Mickiewicz, 1822’de yayımladığı yapıtı
Ballady i Romanse (Baladlar ve Romanslar) ile Polonya
edebiyatında Romantizm dönemini başlatır.
Bir bağımsızlık savaşının verildiği dönemde
ortaya çıkmış olması nedeniyle, bir edebiyat akımı
olmanın çok ötesinde bir anlam ifade eden Polonya
romantizminin karakteristiği niteliğindeki ‘silahlı
mücadele
ile
bağımsızlığa
kavuşma’
ülküsü,
Mickiewicz’de çok güçlü bir anlatımla kimlik bulur.
Mickiewicz’in amacı, yapıtlarında, bağımsızlığa ulaşma
yolunda Polonya ulusuna güç ve cesaret vermektir.
Doğmuşum kölelik içinde,
9
Polonya Milli Şairi Adam Mickiewicz 1798-1855, s. 18-19
32
Zincire vurulmuşum daha
beşikte.
Selam sana istikbalin fecri,
Ardından doğacaktır
Hürriyet Güneşi…10
Bu amaç doğrultusunda da, Mickiewicz’in
sanatında Mesihçilik düşüncesinin ortaya çıktığı
gözlenir. Ozana göre, Polonya bağımsızlığını savaşarak
elde edecek ve bu bakımdan, işgal altında zulüm gören
uluslara bir örnek oluşturarak bir Mesih, bir kurtarıcı
olacaktır.11
Ancak, büyük ozan sadece yapıtlarıyla ulusuna
güç ve cesaret vermekle de yetinmez. Yurdunun
bağımsızlığı için üzerine düşen her türlü görevi de,
büyük bir yurt aşkı ile yerine getirir. İşte, bu
görevlerden biri ozanı İstanbul’a getirir ve İstanbul
büyük ozanın yaşamının son durağı olur.
Takvimler 1855 yılını gösterdiğinde, Polonya’nın
işgal edilmesinin üzerinden altmış yıl geçmiştir artık.
Ancak, Polonya hâlâ işgal altındadır, hâlâ Avrupa
haritasında yer almamaktadır. Ozan, 1855 yılının Eylül
ayında, bir göçmen olarak yaşadığı Paris’ten, Fransa
Eğitim
Bakanlığı’nın
sözde
bilimsel
bir
görevlendirmesiyle, yaşamının son durağı olan
İstanbul’a gelir. Oysaki Mickiewicz’in İstanbul’a geliş
amacı farklıdır.
1853’de başlayan, İngiltere ve Fransa’nın
Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’ni desteklediği Kırım
10
11
Çeviri, Polonyalı Türkolog Dariusz Cichocki’ye aittir.
Yüce, Neşe Taluy, s. 117
33
Savaşı, topraklarının büyük bölümü Ruslar tarafından
işgal edilmiş olan Polonya için de bir fırsat olmuştur.
Polonya, Osmanlı Devleti ile birlikte bu ortak düşmana
karşı savaşmakla bu fırsatı değerlendirebilecektir. Bu
nedenle, devletin başkenti İstanbul’da, bu konuda
etkinlik gösteren Polonya Şark Ajansı ve Türk
topraklarında bir Polonya askeri birliği kurulur.12 İşte,
ozanı İstanbul’a getiren gizli politik görev, Osmanlı
Devleti yönetimindeki bu Polonya birliği ile ilişki kurmak
ve bu askeri birliğin Türk topraklarındaki konumunu
güçlendirmektir.13
Mickiewicz bir dostuna yazdığı 13 Eylül 1855
tarihli mektubunda İstanbul’a gidişini şöyle dile
getirmektedir:
Birkaç gün önce, hükümet tarafından bilimsel bir
görevle doğuya gitmek üzere görevlendirildim. Bu gün
İstanbul’a hareket eden gemiye biniyorum. Orada ne
kadar süre kalacağım, henüz bilmiyorum.14
1855 yılının 22 Eylül’ünde sekreteri Armand Levy
ve arkadaşı Henryk Sluzalski ile birlikte İstanbul’a gelen
Mickiewicz kendisini bambaşka bir kentin, bambaşka
bir kültürün içinde bulur. Avrupa’nın pek çok ülkesinde,
kentinde bulunmuş, pek çok yer görmüştür. Ancak,
İstanbul, bir başka değişle Türk kültürü farklıdır.
Aslında, bu kültüre çok da yabancı değildir ozan.
Ünlü İngiliz şair George Byron’un Gavur adlı yapıtını,
İstanbul’a gelişinden otuz iki yıl önce, 1823’de, kendi
ulusuna bağımsızlık yolunda güç vermek üzere
12
Korespondencja Mickiewicza, s. 605
Korespondencja Mickiewicza, s. 609
14
Korespondencja Mickiewicza,, s. 609
13
34
adaptasyon yoluyla Lehçe’ye çevirmiştir.15 Yapıtta var
olan, Türk kültürüne ilişkin oryantal motifler
Mickiewicz’in bu kültürle tanışmasına olanak
sağlamıştır.
Yine, 1825’de yaptığı Kırım gezisinden sonra,
1826’da yayımladığı Sonety krymskie (Kırım Soneleri)
adlı yapıtında kullanmış olduğu ve oryantal sözcükler
olarak değerlendirilen padyszah (padişah), minaret
(minare), janczary (yeniçeri) gibi Türkçe sözcükler16
Mickiewicz’in bu kültüre çok da yabancı olmadığının bir
kanıtı niteliğindedir.
Ancak, kuşkusuz ki bir kültürü yerinde, yaşayarak
tanımak bambaşkadır. Ozan İstanbul’a ve Türk
kültürüne ilişkin izlenimlerini dostlarına yazdığı
mektuplarda aktaracaktır.
Büyük ozan 3 Ekim 1855 tarihli mektubunda
İstanbul ve Çanakkale boğazlarına ilişkin izlenimini şöyle
aktarır:
Çanakkale boğazı öyle genişti ki, şayet Byron bu
işi gerçekleştirmemiş olsaydı,17 birinin bu boğazı
yüzerek geçebileceğine inanmak çok güç olurdu.
İstanbul boğazının, Çanakkale boğazından daha dar
olmasına karşın, güçlü akıntıları olduğunu fark ettim.18
Ozanın, İstanbul yaşantısına ilişkin izlenimlerinde
sadece şairane değil, gerçekçi betimlere de rastlanır.
15
Nowacka, Teresa, s. 24
Yüce, Neşe Taluy, s. 125
17
Ünlü İngiliz romantik şair George Byron, doğu gezisi kapsamındaki Türk
topraklarına geldiğinde, Çanakkale boğazını yüzerek geçmiştir.
18
Korespondencja Mickiewicza, s. 613
16
35
Mickiewicz 21 Ekim 1855 tarihli mektubunda şöyle
yazmıştır:
İstanbul’un dış güzelliğini anlatmayacağım, onu
zaten tablolardan görmüşsündür; içeriden daha farklı
görünüyor. Bir doğu kentine ilişkin ilk izlenimlere
dayanabilmek için güçlü ve demokratik duygulara sahip
olmak gerek. Ancak, ben buna çabuk alıştım.19
Görüldüğü gibi, Mickiewicz kendi kültüründen
çok farklı bir kültürün yaşam biçimini ilkin yadırgamakla
birlikte, bu yaşam biçimine çabuk alışmıştır. Ozanın bu
yaşam biçimine çabuk uyum sağlamasında, bu kültürün
Mickiewicz’e egzotik, kendi deyimiyle, şairane gelen
bazı unsurları etken olmuştur belki de, kim bilir?
(…) gübre yığını ve kuş tüyü ile kaplı, tavukların,
hindilerin rahatça dolaştığı bir pazar yeri. Bu Pazar
yerinden bizim eve ulaşmak için, bana çok ilkel ve çok
şairane gelen küçük caddelerden geçmek gerekiyordu.20
Büyük
ozan İstanbul’a ilişkin gerçekçi
gözlemlerini yine 21 Ekim 1855 tarihli mektubunda
şöyle dile getirmektedir:
Bunun dışında, günde sadece bir kez, ölü sıçan ve
kedi yığınının, küçük caddenin iki yanını sıkış tıkış
doldurmuş ve kendinden geçinceye dek içen İngilizlerin
ve Türk hamalların arasından geçiyorum; oradan
boğaza varılıp kayığa biniliyor (…)21
19
Korespondencja Mickiewicza, s. 617
Korespondencja Mickiewicza, s. 617-618
21
Korespondencja Mickiewicza, s. 617-618
20
36
Mickiewicz Avrupa’dakinden farklı bir kültürün
yaşam
biçimini
bu
gerçekçi
gözlemleriyle
değerlendirmekte, kendisi gibi gerçekçi olmayan
arkadaşı Henryk Sluzalski’yi adeta İstanbul ile
büyülenmiş olarak nitelendirmektedir.
Ben normal bir şekilde yaşıyorum, ama Henryk
sürekli bir doğu coşkusu ile yaşıyor. Her şeye elmas
gözlüklerle bakıyor ve harikalar anlatıp harikalar
yazıyor.22
Mickiewicz 21 Ekim 1855 tarihli mektubunda
Türk insanının ve esnafının yapısına ilişkin izlenimlerini
de aktarır:
Burada kesinlikle hoşunuza gidecek bir şey var ki,
o da dürüstlük ve satıcıların ılımlılığı. Bu kentin büyük
pazarlarını gezerken sizi düşündüm. Kimse beni içeri
davet etmedi. Hiçbir ilan ya da reklam yok. Sokulup
mallara baktım, bu sırada dükkân sahibi, varlığımdan
habersizmiş gibi davrandı. Sorduğumda, malın fiyatını
söyledi ve tekrar derin düşüncelerine daldı. Türk
parasıyla sorunum olduğundan, malı bana kredi olarak
önerdi. Hayatımda ilk kez alışveriş yapmaya
niyetlendim. Pazarda yaptığım bu küçük gezi ve ziyarete
açık bazı binalar dışında, henüz İstanbul’da hiçbir şey
yapmadım.23
Yukarıda da belirtildiği gibi, büyük ozan Türk
topraklarındaki Polonya birliği ile ilişki kurmak ve bu
birliğin Türk topraklarındaki konumunu güçlendirmek
üzere İstanbul’a gelmiştir.
22
23
Korespondencja Mickiewicza, s. 612
Korespondencja Mickiewicza, s. 617-618
37
İki alaydan oluşan bu birliğin ilk alayı
Dobruca’da,24 ikincisi ise Burgaz’da25 kurulmuştur.
Teoride her iki alayın başındaki komutan, Polonya asıllı
Türk generali Sadık Paşa’dır,26 ancak pratikte,
Burgaz’daki alayın başında, İngilizler adına görev yapan
Polonyalı general Zamoyski vardır.27 Dobruca’daki alay
tamamen Osmanlı ordusu komutasında iken,
Burgaz’daki ikinci alay İngiliz ordusu komutasındadır.
Mickiewicz’in görevi, bu iki alay arasındaki
koordinasyonu sağlamaktır. Bu nedenle, öncelikle bu iki
alayı ziyaret edecektir.
3 Ekim 1855 tarihli mektubunda yer alan “Bugün
Burgaz’a gidiyoruz.” 28 cümlesi, ozanın İstanbul’a
geldikten kısa bir süre sonra, önce Burgaz’daki alayı
ziyaret ettiğini belgeler niteliktedir. Ardından
Dobruca’da Sadık Paşa’nın komutasındaki alayı ziyaret
etmiş ve bu ziyareti sırasında edindiği izlenimlerini 25
Ekim 1855 tarihli mektubunda kaleme almıştır:
(...) Sadık’ın kampında her şey yolunda, kampa
bir istek ve neşe hakim. Askerler komutanlarına çok
bağlılar, subaylar ise ender insanlar arasından
seçilmişler. (...) Her şey uyumlu ve kardeşçe. (..) Kendimi
yurdumun bağrında hissettim ve kendimde ani bir
24
Günümüzde Romanya ve Bulgaristan sınırları içinde kalan bölge.
Günümüzde Bulgaristan sınırları içinde yer almaktadır.
26
Sadık Paşa: Michał Czajkowski adlı Polonyalı bir yazardır. Polonya’da 1830
Kasım Ayaklanması’na katılmış, Czartoryski’nin diplomatik ajanı olarak Roma ve
Balkanlar’da bulunmuş, daha sonra da İstanbul’a gelmiştir. 1850’de Müslüman olup
Mehmet Sadık adını almıştır. Czartoryski ile bağını koparmaksızın, Osmanlı askeri
hizmetinde çalışmıştır. Türk topraklarındaki Polonya Lejyonunun kurucularındandır.
27
Korespondencja Mickiewicza, s. 623-624
28
Korespondencja Mickiewicza, s. 612
25
38
halsizlik hissetmeseydim, bu kamptan kopmam zor
olurdu.29
Son cümleden de anlaşılacağı gibi, kampı ziyareti
sırasında, Mickiewicz’in sağlık durumunda bir değişiklik
olmuş, kendini aniden güçsüz ve halsiz hissetmeye
başlamıştır. Yine aynı tarihte, bir başka dostuna yazdığı
mektubunda, sağlık durumunu şöyle dile getirmektedir:
Sağlığım şimdi daha iyi. Kampta ani bir halsizlik
hissetmiştim, bunu oradaki herkes yaşıyor. Bu halsizliğe
rağmen, kampı özledim.30
Büyük ozanın, yaşamı boyunca yurt aşkı ile
beslenen yüreği, 26 Kasım 1855’de, Polonya askeri
birliğini ziyareti sırasında yakalandığı sanılan kolera
hastalığı nedeniyle duruvermiştir İstanbul’da. Ancak,
resmi olmayan kaynaklara göre, muhaliflerince
zehirlenmiştir.31
Litvanya! 32 Yurdum benim!
Sağlık gibisin.
Bir seni yitiren bilir ne kıymetli
olduğunu senin,
Bu gün süsler içindeki tüm
güzelliğinin,
Görüp de yazanıyım, zira
hasretini çekerim.
29
Korespondencja Mickiewicza, s. 619
Korespondencja Mickiewicza, s. 625
31
Yüce, Neşe Taluy, s. 135
32
Mickiewicz 1798 yılında, o dönemde işgal altındaki Polonya Litvanya Birliği
toprakları içinde yer alan Litvanya’da doğmuştur.
30
39
Yurt özlemini yukarıdaki dizeleriyle haykıran
büyük ozan, yurdunun bağımsızlığa kavuştuğunu
görememiştir, ne yazık ki. Yurdu Polonya Mickiewicz’in,
uğrunda bir ömür tükettiği bağımsızlığına, ozanın
ölümünden çok sonra, ancak I. Dünya Savaşı’nın
bitimiyle (1918) kavuşacaktır.
Yurdunun bağımsızlığı yolunda bir ömür tüketen
Mickiewicz bu uğurda bir gün Türk topraklarına,
İstanbul’a gelip kısa bir süre de olsa bu kültürü
yakından tanıyacağını ve yaşama bu topraklarda veda
edeceğini öngöremezdi kuşkusuz. Ancak, ozanın ölüm
döşeğindeyken, yanında bulunan bir vefalı dostuna
söylediği şu sözler bu konudaki yaklaşımını gözler
önüne sermektedir:
(…) Polonyalı her göçmen bu savaşa katılmak
zorunda… Ben Fransa’yı bu inançla terk ettim; şöyle
dedim kendime: Türkiye’de bir yerde koleradan
öleceğimi bilsem bile, giderim oraya, çünkü bugün bunu
yapmaya mecburum; çünkü Fransız Enstitüsü’nün
başkanı olmaktansa, Polonya Kazaklarından oluşan bir
alayda kâtip olmayı tercih ederim. 33
Mickiewicz’in bu düşüncesi, yalnızca, yurdunun
bağımsızlığı uğrunda bir görev üstlenerek Türk
topraklarına gelmiş olmasından kaynaklı değildir.
Ozanın bu düşüncesinin temelinde, Polonya’nın
1795’deki işgalle Avrupa haritasından silinmesini kabul
33
(…) każdy z emigrantów polskich powinien brać udział w tej wojnie... Ja w tym
przekonaniu opuszczałem Francję; powiedziałem ja sobie, gdybym wiedział, że w
Turcji gdzieś mam umrzeć na cholerę, jadę jednak, bo tam jest dziś moja powinność;
wolę bowiem być pisarzem w jakimś pułku Kozaków polskich niż kanclerzem
Instytutu Francuskiego. (do Kuczyńskiego). (Kaynak: http://www.zwojescrolls.com/zwoje44/text04p.htm)
40
etmeyen Osmanlı Devleti’nin, dolayısıyla Türklerin
uzattığı dost elinin etkisi büyüktür, kuşkusuz ki.
Polonya’nın düşman komşuları tarafından
ezilmesine hiçbir devletin karşı çıkmadığı günlerde, tek
dostumuz Türkler olmuştur. Düşmanlarımızın önünde
eğilmemiş ve Polonya’nın işgalini kabul etmemiş bir
ulus olduğu için Türklere dostluk besleriz biz.34
Osmanlı Devleti’nin kalbi İstanbul’da, dost
ellerde yaşama veda eden Mickiewicz’in, ölümünün
yüzüncü yıl dönümü olan 1955 yılında müze haline
getirilen ve günümüzde Beyoğlu semti Tatlı Badem
Sokak’ta bulunan son ikâmet ettiği ev ozanın anısını
Türk topraklarında da yaşatmaktadır.
Kaynakça
Korespondencja Mickiewicza, Część
III. Wydanie Narodowe,
Warszawa, 1955
Nowacka, Teresa. Streszczenia problematyka
lektury szkoły średniej - Romantyzm.
Wydawnictwo Verbum, Warszawa, 1996
Polonya Milli Şairi Adam Mickiewicz 1798-1855 Türk Dostlarının Arasında Ölmek, Kitabın Projesi:
Edyta Michalska, Bilimsel Danışmanlık: Dr. Osman
34
W czasach, kiedy żadne z państw nie sprzeciwiło się uciskowi Polski przez
wrogich sąsiadów, jedynymi naszymi przyjaciółmi byli Turcy. Darzymy Turków
przyjaźnią jako ten naród, który nie ugiął się przed naszymi wrogami i nie
zaakceptował rozbiorów Polski. (Kaynak:http://natemat.pl/91037,polak-turek-dwabratanki-6-rzeczy-ktorych-mogliscie-nie-wiedziec-o-wspolnej-600-letniej-historiiobu-krajow)
41
Fırat Baş, Polonya Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği
Yayını
Yüce, Neşe Taluy. Polonya Edebiyatında
Aydınlanma-Romantizm-Realizm.
T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000
http://www.zwojescrolls.com/zwoje44/text04p.htm
(erişim tarihi: 15.10.2015)
http://natemat.pl/91037,polak-turek-dwa-bratanki6-rzeczy-ktorych-mogliscie-nie-wiedziec-o-wspolnej600-letniej-historii-obu-krajow
(erişim
tarihi:
15.10.2015)
TÜRK BALLADI VE MİCKİEWİCZ
Çağlar üstü ozan, Polonya'lı büyük usta Adam Mickiewicz,
eğer Maria Wereszczakowna'ya o büyük aşkı duymasaydı yine
Mickiewicz olur muydu, böylesi duygu yüklü eserler bırakılır mıydı
acaba? Bu retorik bir soru değil. Çünkü kimse bunun yanıtını
bilemez. Adam Mickiewicz'in üstün yeteneği, dili kullanışındaki o
inanılmaz rahatlık hiç kuşkusuz yadsınmaz, ancak Maria'ya karşı
beslenen aşkın bu büyük yetenekte hiç mi payı yok? Olmaz olur mu?
Mickiewicz'in yazmaya başladığı o ilk dönemlerde
Litvanya'ya romantizm çağının yankıları yavaş yavaş ulaşmaya
başlamıştı. Elbette ki genç ozanlar da büyük bir istekle yazıyordu.
Herşey ruhun huzursuzluğu ile başlıyordu romantizmde. Saklı, acılı
aşkların açtığı yaralara ait ön bilgiler, okunan kitaplardan zaten elde
edilmişti. Eksik olan tek birşey kalmıştı; gerçek bir aşk acısı. O da
1819'da,
ozanın
arkadaşı
Tomasz
Zan'ın
eşliğinde
Wereszczakowlar'ın malikanelerine gittiği bir yaz günü bulundu.
Gelenleri karşılamak üzere Wereszczakowlar'ın iki oğlu bahçeye
42
çıkmışlardı. Gençler beyaz köşkün merdivenlerinden indiklerinde,
küçük kız kardeşleri ağabeylerinin ardından zarif hareketlerle
koşmuştu. Genç kızın üzerinde bacaklarının hatlarını belli eden,
uzun, sade bir giysi vardı. "O sırada bir kuş, şimşek gibi havalanmış
ve patikanın üzerindeyken kendisine yetişmekte geciken gölgesini
de hızla kaparak parkın derinliklerine dalmıştı." (s. 52)
İşte herşey o anda başladı. Ama anlaşılan o anda bundan
haberdar değildi genç ozan. Çünkü bir dostuna, küçük hanımla
tanışmasını kayatsız bir biçimde, şöyle yazmıştı: "İki gün önce Genç
Bayan Wereszczakowna ile tanıştım. On sekiz yaşındaymış ama daha
küçük görünüyor. Oldukça iyi Fransızca ve Almanca konuşuyor. İyi
piyano çalıyor, sesi de fena değil. 20 bin drahoması varmış." (s.52)
İlk izlenimde olağanüstü bir duygu alışverişi olmamıştı belki. Ancak
daha sonraları birlikte çıkılan küçük geziler, edebiyat üzerine yapılan
tartışmalar, görevlerini başarıyla tamamlamışlardı. Tabii birlikte
okunan aşk öykülerinin katkılarını da yabana atmamak gerek. Maria
oldukça iyi piyano çalıyor, bir yandanda aşk şarkıları söylüyordu.
Güzel bir yaz, edebiyat, müzik ve birbirine gittikçe yaklaşan iki genç
insan. Tutku, masumiyete baş kaldırmaya başlamıştı.
Günlerden bir gün, genç çift birbirine sarılmış göl kenarında
yürürlerken, piopsunu içerek göle attığı oltasına balık vumasını
bekleyen bir balıkçıya rastladılar. Yaşlı, ama dinç yüzünü çevirip
onlara baktı balıkçı. Başında çarpık giyinmiş bir kasket vardı.
Gözlerinde balık pullarının pırıltılarını andıran pırıltılar dolaşıyordu.
İşinden, balıklardan yaşamını kazanmak için kader birliği yaptığı
derin suların cilvelerinden söz etti uzun uzun gençlere. Kendi
torunlarıymış gibi içtenlekle konuşuyordu onlarla.
Anlatacak pek çok masalı da vardı hani. Birisini bitirmeden
diğerine başlıyordu. Masalları anlatırken de sık sık şu dizeyi
yineliyordu: "Bir zamanlar bu gölde gençti elbette." (s. 55) Yaşlı
adamı dikkatle dinleyen Maria "İşte şiir sanatı. Böyle bir şeyler
yazsana" dedi. (s.55) Ona göre bu şiir sanatıydı, çünkü çobanların
balıkçıların mutlu yaşamlarını anlatan pek çok sentimental öykü
okumuştu. Bir Alman ozanının balıkçıları anlatan dizelerini sisler
arasında anımsayıvermişti birden. Gerçekte balıkçının anlattığı
43
masallar Mickiewicz'in de çok hoşuna gitmişti. Yanındaki genç kızın
ortama kattığı büyüyü de unutmamak gerek hiç kuşkusuz. Yazmaya
meraklı bir genç olan Mickiewicz için Maria'nın bu umarsız ricası,
onun daha büyük bir hevesle yazmasına neden oldu belki de.
Nasıl bir kızdı, peki bu Maria? Çok mu güzeldi, dayanılmaz
bir çekiciliği mi vardı yoksa? Hayır. Sıradan yüz hatlarına sahip, zayif,
ortaboylu bir kızdı. Mickiewicz'in arkadaşları, "işte öyle bir kız" diye
tanımlıyorlardı Maria'yı. Büyük ozanın ölümünden altı yıl sonra
Vilno'da Maria ile tanışan Mickiewicz'in oğlu durumu kısaca şöyle
özetlemişti: "Güzel olması gerekmiyordu ki hiçbir zaman!" (s. 59)
Evet, güzel değildi ve güzel olması da gerekmiyordu. Çünkü
o Adam Mickiewicz için en ulaşılmaz güzeldi. Belki ulaşılmadığı için
bunca güzeldi. Horatius ile beslenerek büyüyen, Schiller'in o arı
romantizmiyle boy atan genç öğrenci için bu aşk bir gereksinimdi. Bu
derin aşkın umutsuz olması onu daha büyülü kılıyordu. Umutsuzdu
bu aşk, çünkü Maria nişanlı bir kızdı. Nişanlısı Kont Puttkamer bu
yoksul genci pek ciddiye almamıştı anlaşılan. Maria'ya güvenmiş
onun herhangi bir çılgınlığa kapılmayacağına inanmıştı. Yanılmadı
da. 1821'de Maria ile evlendi. Mickiewicz ise, 1824'ün Kasımında o
çok sevdiği vatanından bir daha dönmemek üzere ayrıldı. Gerçi
umudunu hiç bir zaman yitirmedi, ama ne yazık ki bir daha vatanına
dönemedi.
Aşağıda sunulan ”Türk Balladı-Dininden dönen Paşa" başlıklı
balladda Vatan aşkı ile Maria'nın aşkını birleştirdi. Balladın konusu
şöyle: Dininden dönerek müslüman olan Polonya'lı bir asker,
Osmanlı Paşası olur. İran'daki sarayında harem dairesinde oturan bu
yaman Osmanlı Paşasına kızlar ağası bir Leh kızı getirir. Hiç bir
cariyeye metelik vermeyen Paşa bu kızı görünce bayılır. Ancak
herkes onun öldüğünü sanır. İkinci bölümde Halkın, paşalarının
ölümüne sebep olan kızı cezalandırmak üzere toplanışı anlatılır.
Paşa'nın kahramanlıkları ağızdan ağıza dolaşmaktadır. Kızı zindandan
çıkarmak üzere zindana ulaştıklarında kızın kaçırıldığını anlarlar. İşin
ilginç tarafı, Paşa'da yoktur ortada. Paşa Lehistan'da iken aşık olduğu
genç kızı harem dairesinde birden bire karşısında görüverince
44
bayılmıştır. Daha sonra sevgilisini de alarak bir türlü unutamadığı,
"hala severek anımsadığı o soğuk diyarlara" Lehistan'a kaçar.
Oryantal figürler Filomat öğrenci grubu arasında modaydı.
Byron'un Giaur'unu Lehçe'ye uyarlayan Mickiewicz'e oryantal
konular herzaman ilginç gelirdi. Böylece Mickiewicz kendisinin
Osmalı Paşası olduğunu ve bir gün karşısına, ülkesinden kaçırılarak
getirilen Maria'nın cariye olarak çıkacağını düşünerek bu baladı
yazdı. 1824'ün Eylülünde şiir günlerinde bu dizeleri arkadaşlarına
okudu. Balladın ilk bölümü çok daha sonra 1829'da Petersburg'da
basıldı. İkinci bölüm ancak ozanın ölümünden sonra basıldı.
Prof. Dr. Neşe Taluy Yüce
Kaynak: M. Jastrun. Mickiewicz.Piw.1958
Dininden Dönen Paşa
Anlatacağım tüm dünyaya,
İran'da yakın zamanda olan biteni:
Oturmuştu kaşmir halıya
Paşa, haremin orta yerindeki
Şakıyorlar Yunan kızları, şakıyorlar Çerkez kızları,
Kıvrılıyorlar Kırgız cariyeleri,
Kiminin gözbebeğinde safir parıltıları,
Kiminde İblis'in gölgeleri.
Paşa görmüyor, Paşa duymuyor
Gözün üstüne düşürmüş türbanı,
Uyuklıyor, çubuğundan nefes çekiyor,
Örtünüyor hoş kokulu dumanı.
Mutluluk kapısında o sırada sesler yükseliyor,
45
Yol açıyor saray hizmetlileri,
Kızlar Ağası yeni bir cariye getiriyor,
Eğiliyor ve diyor ki: "Efendi
Onca güçlüsün sen ki,
Divan yıldızları arasında,
Gecenin giyisinin orta yerindeki pırlantaları sanki
Aldebaran ateşi var ya.
Kabul buyur, Divanın yıldızı,
İyi haberlerle geliyorum.
Getirdim sana Kehistan rüzgarı,
Yeni bir haraç sunuyorum.
Padişahın İstanbul'daki zevk bahçesinde,
Yok böyle bir çiçek.
Bu kız yetişti o soğuk ülkede,
Hani anımsadığın, hala severek."
Güzelliğini gölgeleyen şeffaf kumaşı
Açtı - alkışladı tüm saray.
Paşa bir kez kıza baktı,
Çubuğu bıraktı ve uyudu vay.
Uzandı kenara, düştü türbanı,
Davranılar uyandırmaya - aman aman!
Dudakları morardı, boyadı yüzünü ölüm beyazı
Ölmüştü dininden dönen Paşa, ölmüştü o yaman.
II. Bölüm
Yeniçerililer ünledi: "Oy aman, eyvah!"
Ünledi şeriat alimleri
"Bu Nasıralıyı korkunç büyüsü için ah
46
Taş yığını altına gömmeli."
"Hani Hasan, hani dininden dönen Paşa,
Korku yayan aslana, kaplana,
Heyecan vermedi hiçbir bakire ona
Huriler bile varan Gürcü diyarından buraya.
"Hani Hanım gümüş tabağının içinde
Eflak Prensinin kellesini Fırlattıydı ya
Bağışlamıştı hareminden, odalık on tane,
Müteşekkir kalan Hakan Paşaya.
Beğenmemişti onların hiç birini! Şimdi
öldürdü onu ürkek bir ceylan;
Bir kelebeği öldüren yeşil yılan gibi
Gözlerinden kıvılcımlar saçan.
Bir saattir toplanıyordu müslümanlar
Gelecekti kentten kadı bile
Zindandan çıkarsın da onu zindancılar
Atsın o yılanı Bey halkın önüne".
Gelmişti kadı taşlar toplanmıştı oradan buradan
Bekşlıyirolardı boş bir umutla
Zindancı dönmemişti boş kalan zindandan
Ne kız vardı ortada, ne de Paşa.
Çeviren: Prof. Dr. Neşe Yüce
47
Adam Mickiewicz’in
şiirsel dehasını
anlayabilmek için
Şairimizin yaşadığı dönemde
Polonya’nın içinde bulunduğu
siyasal koşulları anlamalıyız
Bir Türk tarih bilimcisinin
kaleminden!
48
OSMANLI DEVLETİ’NİN DOĞU AVRUPA POLİTİKALARI’NDA TAKSİM
SONRASI POLONYA (LEHİSTAN) ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
REVISITING THE POST-PARTITION POLAND IN THE EAST EUROPEAN
POLICIES OF THE OTTOMAN EMPIRE
Hacer TOPAKTAŞ*
Özet
XIX. yüzyıl siyasî tarihi pek çok devlet için önemli dönüm noktalarını
içerir. Bu yüzyılda ülkeleri taksim altındaki Lehler için de durum
böyledir. Aynı şekilde Osmanlı Devleti’nin de gücünü daha çok
yitirdiği bir yüzyıldır. XIX. yüzyılda Babıâli’nin politikaları açısından
Polonya meselesi ve onun bağımsızlığını tekrar kazanması Doğu
Avrupa’nın güç dengeleri bakımından gereklidir. Osmanlı Devleti’nin
Polonya’nın bağımsızlığını kazanması için verdiği destekler ve
Lehlerden bu yönde gelen talepler esasında bazı rivayetlerin ve
hikâyelerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Kont Aksak,
kapatılmayan Leh elçiliği ve yoldaki Leh elçisi hikâyeleri, Wernyhora
kehâneti bunlardandır. Bu makale çerçevesinde bu rivayet/efsane ve
hikâyelere yer verilerek, Türkiye ve Polonya arşivlerinden belgelerle,
bunların ortaya çıkışında Osmanlı Devleti’nin real politiklerinin etkisi
üzerinde durulmuştur.
Anahtar kelimeler: Polonya (Lehistan), Osmanlı Devleti, XIX. Yüzyıl,
Polonya’nın bağımsızlığı, Polonya’nın taksimi, Kont Aksak.
*
Yrd. Doç. Dr. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Slav Dilleri ve
Edebiyatları Bölümü, Leh Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, İstanbul,
Türkiye, [email protected]
*
Bu çalışma daha evvelden Karadeniz Araştırmaları Dergisi’nde (sy. 45,
2015, s. 211-231) yayımlanmıştır.
49
Abstract
XIXth century political history contains some important turning
points for many states. Situation was the same for the Poles whose
state was under the partition in this century. At the same time this
century was a time period that the Ottoman Empire lost much more
its power. In the XIXth century for the policies of the Ottoman Porte,
“Polish Question” and regaining of independency by the Poles was a
necessity in point of the “balance of power” in the Eastern Europe.
Ottoman supports given for regaining of the independence of Poland
and some requests of the Polish patriots for this aim were effective
to arise some narratives and stories. Stories of Count Aksak,
unclosed Polish embassy and “Polis envoy on the road” and
prophecy of Wernyhora are some of them. In this article it is given
places to this kind of narratives/legends and stories and also focused
on the impact of the real politics of the Ottoman Empire in the
emergence of these narratives and stories with the supports of the
documents from the Turkish and Polish archives.
Keywords: Poland, Ottoman Empire, XIXth Century, Polish
independency, Partitions f Poland, Count Aksak
Giriş
Karlofça Antlaşması’ndan (1699) sonra XVIII. yüzyılda
Avrupa’da güçler dengesi oldukça değişmiş ve yeni güç dengeleri
ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin II. Viyana Kuşatması (1683) ve
sonrasında devam eden mücadelelerde aldığı yenilgiler, Karlofça
Antlaşması’na yansımış ve XVIII. yüzyılda Babıâli’nin Doğu Avrupa
politikalarını da etkilemişti. Nitekim bu süreçte Rusya’nın büyüyen
güç olarak Avrupa siyasetine duhulü, İsveç’in Poltova Muharebesi
(1709) sonrası tedrici olarak yaşadığı güç kaybı, yine Polonya’nın söz
konusu yüzyılda geçirdiği taht çekişmeleri yüzünden peyderpey
50
Rusya’nın nüfuzu altına daha fazla girmeye başlaması Doğu
Avrupa’da farklı bir manzarayı doğurmuştu. XVIII. yüzyılın ikinci
yarısında ise Doğu ve Orta Avrupa büyük kozların oynandığı bir
sahne idi. Gittikçe büyüyen Rus yayılmacılığı, kuzeyden güneye
İsveç, Polonya ve Osmanlı Devleti’ni çevreleyen bir yayı takip
ediyordu. Nitekim Rusya, bu yayın en ucunda bulunan İsveç’le yüzyıl
başında kozlarını paylaşmış, ardından taht çekişmeleri bahanesiyle
Polonya içerisinde güç kazanmış, savaşlarla bulduğu fırsatları
değerlendirerek de Osmanlı Devleti’yle hesaplaşmıştı. Halihazırda
Avusturya ile çıkarları ortak paydada buluşan Rusya, Avusturya ile
Osmanlı Devleti’ni birkaç kez savaşlarda birlikte karşılaşmıştı. 17361739 Savaşı ile 1787-1792 Savaşları’nda olduğu gibi.
Esasında İsveç, Polonya ve Osmanlı Devleti’nin XVIII.
yüzyıldaki ortak paydası “Rusya” idi. Bu yüzyılın ikinci yarısı itibariyle
1763-1764’teki Polonya krallık seçimlerinde Rus Çariçesi II. Katerina
eski sevgilisi Stanisław August Poniatowski’ye verdiği destekle tacını
giydirmiş ve Polonya ile ilgili tasavvurlarını daha kolay icra edecek
bir pozisyon sağlamıştı. Nitekim ilerleyen süreçte Poniatowski,
Polonya içerisinde yapmayı tasavvur ettiği birtakım reformlara
Rusya engelinin takıldığını görecekti. 1768’de Osmanlı Devleti’nin
Rusya’ya savaş ilanı ve 1774’te kadar bu savaşın sürmesi, komşuları
Rusya, Prusya ve Avusturya’nın Polonya’yla ilgili tasavvurlarını
harekete geçirmek için iyi bir fırsattı. Nitekim fırsat değerlendirildi
ve 1772’de Polonya’nın birinci taksimi yaşandı.35 Osmanlı Devleti ise
Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ı kaybetti. 1783’te ise Kırım
Rusya tarafından ilk kez ilhak olundu. (Fisher 1970) Kırım’ı geri
almak için girişilen 1787-1792 Savaşı ise Kırım’ı Osmanlı’ya geri
getirmediği gibi Osmanlı tarafı için daha fazla toprak ve prestij kaybı
demekti. Aynı zamanda Polonya’ya ikinci bir müdahale için Rusya ve
Prusya’ya fırsat doğmuştu. 1793’te Rusya ve Prusya Polonya
topraklarını ikinci kez taksim etti.(Lord 1915, Kalinka 1991, Serejski
2009) Fakat Polonya’da sular durulmadı, vatanperver bir kısım Leh
35
Polonya’nın birinci taksimi ve sonrasındaki siyasî gelişmelei “Doğu
sorunu” bağlamında değerlendiren bir çalışma olarak bkz. (Sorel 1898)
51
bu işgallere başkaldırsa da olumlu bir netice elde edemediler ve bu
başkaldırı Polonya’nın üçüncü taksimi için yeni bir fırsat oldu. Rusya,
Avusturya ve Prusya 1795’te üçüncü kez Polonya’yı paylaştı ve
Polonya bağımsızlığını kaybetti.
XIX. yüzyıl, Leh vatanperverlerinin her fırsatta bağımsız
devletlerini yeniden kazanmak için harekete geçtikleri bir dönemdi.
Nitekim 1806’da başlayan Napoleon Savaşları ve akabinde
düzenlenen Viyana Kongresi (1814-1815) bunların ilkini teşkil etti.
Fakat ne Napoleon Savaşları ne de Viyana Kongresi Polonya’nın
bağımsızlığını geri getirdi. (Zajewski 1994) Yapılan uluslararası
faaliyetlerin de tesiriyle 1830’da Polonya’da yeni bir ayaklanma
yaşandı. “Kasım Ayaklanması” (Powstanie listopadowe) diye tarihe
geçen bu ayaklanma, nihayetinde başarı sağlayamadı. (Zajewski
2012, Kieniewicz vd. 1994) Tüm Avrupa’da görülen “1848 İhtilali”
elbette Lehler arasında da tesir yarattı. Fakat sonuçları itibariyle bu
ihtilal birçok Lehin farklı ülkelere göçünü getirdi. Osmanlı Devleti de
bu ülkelerden biriydi. Babıâli asker kökenli bu mültecilerin birçoğuna
Osmanlı ordusunda görev verdi. Hatta Kırım Savaşı (1853-1856)
sırasında oluşturulan “Kazak Alayları” birçok Leh asıllı askerden
kuruluydu. Fakat bu savaş da Polonya’nın bağımsızlığı için yeterli
değildi.
Bir sonraki teşebbüs, 1863’te başlayan ve “Ocak
Ayaklanması” (Powstanie styczniowe) olarak kayda geçen
ayaklanmaydı. (Kieniewicz 2009) Ancak bu ayaklanmanın da akıbeti
diğerleri gibi oldu. Polonya’nın bağımsızlığını kazanması için bir
cihan harbi gerekti. Bu ise 1914’te başlayan ve 1918’de biten I.
Dünya Savaşı idi. Savaşın bitimini müteakip Polonya bağımsızlığını
ilan etti ve böylece II. Polonya Cumhuriyeti kuruldu.
İşte XIX. yüzyıl sonu XX. yüzyıl başında, tam olarak ne surette
ortaya çıktığı bilinmese de Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın taksimini
asla tanımadığı iddiası gündemde daha fazla yer işgal etmeye
başladı. Hatta Polonya’nın elçiliğinin hep açık kaldığı
rivayetinden/efsanesinden, Osmanlı Sultanları’nın huzurlarında
yapılan elçi kabullerinde Leh elçisi için de boş bir sandalye bırakıldığı
ve hatta Sultan’ın “Leh elçisi nerede?” diye sadrazama sorarak,
52
cevaben “Yolda Padişahım, bir müşkülatı yüzünden gecikti” dediği
XX. yüzyılın rivayetleri/efsaneleri arasında yerini aldı. Bunların bir
diğeri ise Kâhin Wernyhora’nın “Türk atları Turla (Dinyester)
Nehri’nden su içmeden Polonya bağımsızlığını kazanamayacak”
kehanetiydi. Peki bu anlatılanların aslı neydi, gerçeklik payı var
mıydı? Bu soruların cevabı esasen XIX. yüzyıl Osmanlı dış siyasetinin
gerçeklerinde aranabilir.
Kont Aksak ve Kapanmayan Elçilik Hikâyesi
1795’teki Polonya’nın üçüncü taksiminden sonra da
İstanbul’da Polonya elçiliğinin açık bulundurulduğu ve bu
elçiliğin/temsilciliğin bazı faaliyetler yürüttüğü hikâyesi birçok yerde
zikredile gelmiştir. Anlatılan hikâyeye göre Kont Aksak adlı kişi son
Polonya elçisinin (Franciszek Piotr Potocki) elçiliği esnasında
tercümanlık yapmış, fakat elçi ile İstanbul’dan ayrılmayarak bundan
sonra da elçilik binasına göz kulak olmuştur. Buna göre taksim
öncesi son Polonya elçisi Franciszek Piotr Potocki’nin heyetinde yer
alan tercümanlar, Babıâli’nin kendisinin hizmetine atadığı Yozef
Alexander ile ikinci tercüman unvanını taşıyan Franciszek (Français)
Chabert’tir. (Berridge 2009: 52-62, Reychman 1959: 70, 221) Ayrıca
İstanbul’daki Polonya Şarkiyat Okulu’nda istihdam edilmek üzere
Marcin Wilamowski de Potocki’nin beraberinde İstanbul’a gelmiştir.
Tercümanlardan Alexander, Babıâli ile iletişimi sağlayan ve
Babıâli’ye bağlı dragomanlardandır. Bu sebeple kendisinin Kont
Aksak olma ihtimali yoktur. Wilamowski ise Doğu dillerini bildiği için
kendisinden İstanbul’daki Şarkiyat Okulu’nda faydalanılmak
istenmiştir. Fakat kendisinin bu göreviyle ilgili pek bir bilgi
bulunmamaktadır. Chabert’e gelince kendisi Potocki’nin heyetinin
oldukça aktif elemanlarındandır. Hatta 1791’de Potocki, Chabert’i
Yaş’ta bulunan Sadrazam Koca Yusuf Paşa ile görüşmeye
53
göndermiştir.36 Chabert, Piotr Potocki Kasım 1792’de İstanbul’dan
ayrılınca kendisi İstanbul’da kalmıştır. Potocki’nin yerine bıraktığı
Kajetan Crzanowski ise 1793 Ocak’ında İstanbul’da ölmüştür. Bu
sebeple Chabert, kısa bir süre için 1793’te İstanbul’da Polonya’nın
diplomatik temsilciliğini üstlenmiştir. 1793 güzünde Polonya’nın
ikinci taksimi yüzünden Şarkiyat Okulu’yla beraber Polonya
temsilciliği de kapatılmıştır. Bundan sonra Chabert, 1810-1834
yıllarında İstanbul’da İngiltere elçiliği için çalışmış ve 1855 yılında
burada ölmüştür. (Reychman 1959: 68-70) Kont Aksak adlı bazı
kaynaklarda “maceraperest” olarak da sıfatlandırılan bu kişi,
Potocki’nin tercümanı olmasa da Potocki’nin heyetinden İstanbul’da
kalan ve bir şekilde burada bazı faaliyetlerde bulunan kişilerden biri
midir? (Reychman 1959: 230-235) Eldeki kayıtlara göre Potocki’nin
elçilik heyetinde bu adla birisi bulunmamaktadır.
Bu bilgiler ışığında bazı kaynaklardaki iddiaların aksine
Potocki’nin elçiliği sırasında görev yapan Polonya elçilik
tercümanlarından
hiçbirisinin
Kont
Aksak
olmadığı
kesinleşmektedir.37 Bu noktada Reychman’ın eserinde belirttiği
Kajetan Aksak karşımıza çıkmaktadır. Kajetan Aksak, Polonya’nın
ikinci taksimi sonrasında İstanbul’a gelen ve Polonya’nın bağımsızlık
hareketleri için İstanbul’da faaliyetlerde bulunan bir isimdir. Kendisi
daha önceden Polonya kralı Poniatowski’nin hizmetinde mabeynci
olarak görev almıştır.
Diğer yandan Osmanlı Devleti’nde hiçbir şekilde daimî bir
Polonya elçiliği kurulmamıştır. (Topaktaş 2014b: 105-125) Leh elçiler
36
Chabert’in Polonya elçiliğindeki görevi için bkz. Biblioteka
Czartoryskich (B. Czart.), rkps. 846: 1005-1008; Archiwum Główne Akt
Dawnych (AGAD), AR, AORMP: 173: CXXXIV/126-10; 175: CXXXV
1/13-8; 176: CXXXV 1/14-8; 178: CXXXV 1/18-580-582. the National
Archives, (NA), FO: 7812A: 204. (Topaktaş 2014a: 138). Chabert
Şumnu’da ordugâhtaki faaliyetleri ile ilgili bir günlük tutar. Bkz. B. Czart.,
rkps. 846: 1035-1046.
37
Zaleski İstanbul gezisine dair hatıratında böyle bir iddiada bulunur ve
Senatör Iliński’nin kardeşi olduğunu belirttiği Aksak’ın Potocki’nin
heyetinden bir tercüman olduğunu yazar. Bkz. (Zaleski 1887: 497-498)
54
fevkalade görevlerle İstanbul’a gelmiştir. Polonya’nın daimî elçilik
açmaya yönelik bazı denemelerine karşın Babıâli’den buna olumlu
bir yanıt verilmemiştir. Bu yüzden Polonya’nın İstanbul’da belirli bir
elçilik binası da var olmamıştır. Her elçi geldiğinde yeni bir bina
kiralanmak suretiyle elçiler burada görevlerini ifa etmiştir. Bu
bakımdan Polonya bağımsızlığını kaybettiği halde İstanbul’da
Polonya elçiliğinin açık bulundurulduğu hikâyesi doğruyu
yansıtmamaktadır.
Bununla beraber kaynaklar Kont Aksak adlı birisinden
bahsetmektedir. Buna göre Kont Aksak kimdir? Edward Raczyński
1814’te geldiği İstanbul’da birkaç kez Kont Aksak ile görüştüğünü
(adını Ludwik olarak yazar), Polonya’daki tarihî Dörtyıllık Sejm’in
(1788-1792) vekillerinden olan Aksak’ın Polonya’nın taksiminden
sonra Osmanlı’ya sığındığı ve Babıâli tarafından “misafir” olarak
kabul gördüğünü yazar. (Raczyński 1823: 117-118) Aksak’ın Doğu
dillerini ana dili gibi bildiğini de ekler. Her ne kadar kaynaklarda
Aksak ile ilgili farklı malumatlar bulunsa da bu bilgiler ışığında
Aksak’ın Potocki’nin heyetinde yer alan ve Potocki’den sonra da
İstanbul’da kalmayı yeğleyen bir tercüman ya da elçilik görevlisi
değil de daha sonra İstanbul’a gelen bir Leh mülteci olduğu
varsayımı daha da güçlü bir sonuç olarak durmaktadır. Reychman,
Kont Aksak’ın 1797 sonrası bazı elçilik eşyaları ile arşivini
Ortaköy’deki evine taşıdığını nakleder. Reychman’ın belirttiği üzere
1837’de (bazı kaynaklarda 1824) Kont Aksak’ın ölümüyle terekesine
ve bu binaya Avusturya elçiliği el koymuştur.38 (Reychman 1965: 5354) Kont Aksak’ın evi bir bakıma İstanbul’a gelen Lehlerin toplanma
merkezi olmuş ve “Polonya konağı” adıyla anılmıştır. Aksak’ın
yaşadığı yerin bir şekilde İstanbul’daki Polonya’nın bağımsızlık
hareketlerinin yürütüldüğü merkez gibi bir fonksiyon görmüş olması
gerekir. Bu nedenle de XIX. yüzyılda İstanbul’da bir Polonya elçiliği
varmış gibi algılanmıştır. Mamafih son Polonya elçisi Potocki’nin
38
Reychman’ın çalışmasının Lehçesi için bkz. (Reychman 1953) Kajetan
Aksak’ın ölüm yılı bir başka kaynakta 1824 yılı olarak verilir. Bkz. (Łątka
2005: 34)
55
kaldığı konağın Kont Aksak’ın kaldığı ve muhafaza ettiği konak
olması imkânsızdır. Zira Potocki için kiralanan konak, 76 guruşluk
“icare” karşılığında Potocki’ye tahsis edilmiştir. (Topaktaş 2014a: 50)
Potocki’nin görevi sona erdikten sonra ise tayinatı da kesildiği için
bu bina Polonya elçilik binası olmaktan çıkmıştır. Bu bağlamda Kont
Aksak son Leh elçisinin tercümanı değildir, daha sonradan İstanbul’a
gelen Leh mültecilerden biridir.
“Yoldaki Elçi” Rivayeti
Osmanlı Sultanları’nın huzurlarında yapılan elçi kabullerinde
Leh elçisi için de boş bir sandalye bırakıldığı ve hatta Sultan’ın “Leh
elçisi nerede?” diye sadrazama sorarak, cevaben “Yolda Padişahım,
bir müşkilatı yüzünden gecikti” dediği rivayet/efsane, daha sonra
üzerinde durulacağı üzere esasında XX. yüzyıl başında
dillendirilmeye başlandı. Sonraki süreçte Polonya’nın 1936-1945
yılları arasında Ankara Büyükelçiliği’ni yapan Michał Sokolnicki’nin
(1880-1967) Dziennik Ankarski adlı hatıratında yazdığı bir anekdotla
bu rivayet yayıldı. Kendisi belirtilen hatıratında 25 Şubat 1942
Çarşamba günü İsveç Sefareti’nde bulunduğu bir kahvaltı esnasında
Ali Fuad Cebesoy’un bu olayı anlattığını belirtmektedir. Buna göre
Cebesoy, II. Abdulhamid’in hizmetinde genç bir subay iken
diplomatik heyetler için düzenlenen yıllık kabullerin biri esnasında
teşrifatçıbaşının büyükelçileri anons ettiğini ve “Polonya Büyükelçisi
bugün burada bulunamadı.” dediğini aktarmaktadır. (Sokolnicki
1965: 325) Sokolnicki’nin günlüğünden aktarılan bu bilgiler zamanla
değişik şekiller aldı ve günümüzde dahi birçok siyasî ve diplomatik
görüşme ve törenlerde kullanıldı.
Ali Fuad Cebesoy’un da anlattığı bu hikâyeyi doğrulayacak
bir kanıt hali hazırda bulunmamaktadır. Fakat XIX. yüzyılda Osmanlı
Devleti’nde yapılan merasimlere bakıldığında Sultan Abdulaziz
(1830-1876) ve sonraki süreçte elçilere bazı vesilelerle toplu
kabullerin yapıldığı bilinmektedir. Nitekim sultana elçiler tarafından
sunulan yılbaşı ve bayram tebrikleri bunlardandır. (Karateke 2004:
154-156) Bu gibi bir huzura kabulde Cebesoy’un bahsettiği hadise
yaşanmış mıydı? Şuan ki veriler bunu doğrulayacak boyutta değildir.
56
Ancak Sokolnicki’nin eserinde geçen olay zamanla farklı anlatımlara
dönüşmüş ve artık insanların nazarında kabul görmüştür.
Wernyhora Kehaneti
Ukraynalı kâhin, Kazak asıllı halk ozanı Mosij Wernyhora
XVIII. yüzyılda yaşamış ve Polonya’nın akıbetiyle ilgili kehaneti
dolayısıyla tarihe geçmiştir. Wernyhora’nın kehanetine göre Polonya
bağımsızlığını kaybedecek ve Türk atları Turla (Dinyester) Nehri’nden
su içmedikçe tekrar bağımsızlığını kazanamayacaktır. (Wójcicka
2003: 429-4447) Bu kehanet kimi yerde Vistül (Wisła) Nehri olarak
değişecektir. XIX. yüzyıl boyunca Polonya bağımsızlık mücadeleleri
devam ederken bu kehanetin gerçekleşmesi için bekleyişler oldukça
uzun sürecektir. Aynı zamanda bu kehanet XIX. yüzyılda Polonya
bağımsızlık hareketlerine Babıâli’den istenecek destekler için bir
dayanak oluşturacaktır. Nitekim XIX. yüzyılda Polonya Millî Komitesi
temsilcileri birçok kere yazdıkları mektuplarla ve beyannamelerle
Osmanlı Devleti’nden destek talebinde bulundukları gibi
Wernyhora’nın kehanetini gerçekleşmesi beklenen bir olgu olarak
sunmuşlardır. Yine daha sonraki süreçte Osmanlı Devleti’ne gelerek
ihtida eden Leh subaylardan Mehmed Sadık Paşa (Michał
Czajkowski) 1830 Ayaklanması’ndan sonra gittiği Paris’te
Wernyhora’nın bu kehanetinin yayılmasına ve gerçekleşeceği
konusunda bir inancın oluşmasında büyük etkide bulundu. 39 (Łątka
2005: 79)
39
1793’teki ikinci Polonya taksiminden sonra XIX. yüzyıl ve XX. yüzyıl
başında birçok Leh Osmanlı Devleti’ne iltica etmiştir. Bunların büyük kısmı
Osmanlı devlet kadrolarında istihdam edilmiştir. İçlerinden bazıları İslam’ı
seçerek Müslüman dahi olmuşlardır. İkinci üçüncü kuşak Lehler de Osmanlı
Devleti’nde ve Cumhuriyet döneminde önemli hizmetlerde bulunmuşlardır.
Nazım Hikmet’in anne tarafından dedesi Mustafa Celaleddin Paşa
(Konstanty Borzęcki), Murad Paşa (Józef Bem), İskender Paşa (Aleksander
Antoni Iliński ), Kont Leon Ostroróg, Ahmed Rüstem Bey (Alfred
Bieliński), Ludomił Antoni Rayski bu mültecilerin bir kaçıdır. Bu konuda
genel bilgiler için bkz. (Łątka 2005), Ahmed Rüstem Bey ile ilgili olarak
bkz.(Kantarcı 2009)
57
Türk atlarının Turla Nehri’nden su içmesi için Osmanlı
Devleti’nin Polonya millî hareketine destek vermesi gerekiyordu. Bu,
XIX. yüzyılda Lehlerin sürdürdüğü mücadeleler için bir argüman
konusu oluşturdu. Hatta 1886 yılında Leh Millî Komitesi’nin
İstanbul’a gönderdiği bir yazıda, sıradan halkın Türklere karşı samimi
duygular beslediği ve Türkleri müttefik gördükleri belirtilmektedir.
Wernyhora ve benzeri anlatılar her ne kadar batıl inanç olarak
görülse de insanların bunlara inandıklarını, ayrıca ilginç bir şekilde
bu kehanetlerin gerçekleştiğinden bahisle, bunların Osmanlı
Devleti’ndeki gazetelerde yayınlanmasıyla, Lehlerin Osmanlılara
karşı ne kadar ciddi ve samimi bir sevgi beslediklerinin daha iyi
anlaşılacağı savunulmuştur
“…Sıradan halk; ' "Varmi" isminde Polonyalılar
tarafından unutulmuş ve yok olmuş bir şehrin toprağı
Türk
süvarilerinin
hayvanlarının
ayaklarıyla
kazılacağına ve "Mavdami" köyünün yakınında bulunan
Şeytan Dağı üzerinde Rus İmparotoru'nun kesileceğine
ve Polonya'nın tekrar özgürlüğüne kavuşacağına'
inanmaktadır. 1776 yılında yaralı bir Kazak ölürken;
"1877 yılında Rusya ile Türkler arasında bir savaş
çıkacağını ve Rusların kazanacağını, fakat birkaç sene
sonra Türklerin güçlenip Polonyalıların da ayaklanıp bir
büyük savaşçının Rusları mağlup edeceğini ve o zaman
Polonyalıların daha çetin bir şekilde ayaklanıp Rus
askeri üzerine hücum ederek "Kostatinof"ta
rastladıkları Rus askerini "Pançarof" deresine döküp bir
kez daha yendikten sonra arkalarından takip ederek
"Pripayat" ve "Prepayath"a ulaştıklarında bir miktar
Rus askeri daha bularak onları da öldüreceklerini, daha
sonra Türkiye ve İngiltere ile ittifak ederek üç devlet
birlikte "Kiev"e kadar gideceklerini, bir çok Rus askerini
"Nyeper" nehrine döktükten sonra daha içerilere
yürüyeceklerini, Polonyalıların İngiltere ve Türkiye
vasıtasıyla eski hâllerine döneceklerini ve yeniden bir
58
küçük milletin ortaya çıkarak Avrupa'da büyük bir itibar
kazanacağını" söylemiştir.
Wernyhora'nın söylediklerinin hepsi gerçekleşti.
Şu anda Bulgaristan bir küçük millet olarak meydana
çıktı. Aynı şekilde 1877 yılında Türkiye ile Rusya savaştı.
Bakalım, ileride daha neler ortaya çıkacak…” 40
40
Devamında “… Krakovya taraflarında Episkopos Dombrowski o civarda
bulunan "Santa Mariya" Kilisesi yanına Türk süvarileri atlarını bağlarlarsa
Polonya için güzel günlerin geleceğini işitmiştir. 1877 Türk Rus savaşı
sırasında "Hosyatin" şehrinde "Zakarya" isminde bir köylü can çekişirken
Wernyhora'nın ismini bile bilmediği hâlde onun söylediklerinin tamamını
söylemiştir.
Diğer milletlerden de böyle birçok rivayetler olup hatta 1848 yılında
"Marya Irenberg" isminde bir kadın bugün yaşananların hepsini
söylemiştir.
Bu kadın; "İskandinav'da bulunan halk ayaklandığı zaman Bütün Avrupa
harekete geçecek ve Rusya'nın yok olmasına sebep olacaktır. Kuzey'den
binlerce cesur adam geçip geniş bir ovada 8 gün savaşacaklar ve bu savaş
dünyadaki son kavga olacak." demiştir. Dominiken tarihlerinde gördüğüme
göre; "Vilno" şehrinde 1819 yılında Rahip Kuzrenski'nin gözüne Saint
Andrea Popola isminde bir aziz görünerek bulunduğu yerin penceresini
açmasını emreder ve şöyle der: "İşte şu gördüğün ova "Pensik" meydanıdır
ki beni burada din uğrunda öldürmüşlerdi. Bu ovaya bak, ne istersen
görürsün!" Bunun üzerine Rahip de ovaya baktığında Rus, Türk, Avusturya,
Fransa ve İngiltere askerlerinden oluşan büyük bir topluluğun birbirleriyle
savaştıklarını görür ve büyük bir şaşkınlık yaşar. Aziz Andrea Popola,
Rahib'e; bu savaşın ardından yapılacak barış antlaşmasından sonra
Polonya'nın da esaretten kurtulacağını ve daima kendisi tarafından
korunacağını söyler.
Rahip Kuzrenski'nin Aziz Andrea Popola'dan Polonya için Cenab-ı Hakk'a
yalvarmasını istemesi üzerine Aziz Andrea da elini orada bulunan bir
masanın üzerine koyar ve o masa üzerinde yanık bir el resmi kalır ki, bu
resim şimdi bile kiliseye gidenlere görünürmüş.
Garip bir rastlantı olmak üzere geleceği görebilen bu iki kişi de Rus'un
mahvolacağı ovayı aynı şekilde belirlemişlerdir.
Sadece bizim millet değil papas ve episkoposlarımız ve Katolik azizleri bile
Rus'u mahvedip Polonya'yı eski hâline getirmek için Türk'ün yardımını arzu
etmektedirler. Rusya'nın gelecek savaşı kaybedeceğine dair birçok belirti
var ise de baş ağrıtmamak için anlatmaktan vazgeçilmiştir. Bundan 500 yıl
59
En nihayetinde Türk atları Turla Nehri’nden su içti. Birinci
Dünya Savaşı’nda Galiçya Cephesi’nde savaşan Türk askerleri atlarını
Turla (Dinyester) Nehri’nde suladı ve kısa süre sonra Polonya
bağımsızlığını kazandı.(Nykiel 2010: 13-144) I. Dünya Savaşı
sırasında 15. Kolordu bu bölgede 1916 yılında savaşmış, 1917 yılında
ise 20. Piyade Alayı aynı bölgede bulunmuştu. Hatta çarpışmalarda
yaralanan bir kısım Türk askeri Krakov’daki hastanelerde tedavi
görmüş, orada hayatını kaybeden bir kısım Türk şehidi Krakov’daki
mezarlıklara gömülmüştü.(Nykiel 2010: 147-148) Böylece Birici
Dünya Savaşı sonunda Wernyhora’nın kehaneti baştan sona
gerçeklik kazanmış oldu. Bununla beraber kehanet, çeşitli şekillerde
halk arasında yaşadı ve Leh bağımsızlık hareketi için bir inanç, aynı
zamanda Osmanlı Devleti’nden gelecek yardım ve destek için bir
argüman meselesi oldu. Günümüzde ise diplomatik söylemlerde
yerini almaya devam ediyor.
Bütün bu hikâyeler, rivayetler esasında ne gibi gelişmelerin
ürünüdür? İşte makalenin bundan sonraki safhasında bunlar
üzerinde durulacaktır.
Taksim, Osmanlı Devleti ve Polonya
Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyıl dış politikaları ile bu rivayet
ve efsanelerle örtüşen real politikler arasında bağlantılar oluşturmak
önce Aziz "Vaslav" kendisinden 300 sene önce gelen "Malahbas" isminde
birisinin söylediklerini tercüme etmiştir ki o sözlerin tamamı bu seneyi
anlatmaktadır. Bu kişi demiştir ki: "Paskalya ne zaman 'Elyos Markos'
gününe rastlarsa -işte o sene bu senedir-Fransa'da horoz üç kere ötecek yani Üçüncü Cumhuriyet olacak- ve Germanya şan kazanacak; Macaristan
özgür, İtalya yeni bir devlet olacak, Türkiye Rusya'yı dize getirecek,
Polonya zafere ulaşacak ve bütün dünya vah diyecek."
"Yasber" isminde Almanyalı bir rahip de; "1886 yılında Rusya'ya karşı
Haçlı savaşları gibi bir savaş olacaktır ve Rusya ne zaman cihangirlik
davasına kalkışırsa mahvolarak Polonya eski hâline kavuşacaktır."
denmiştir.
Bugünkü durumun yukarıdaki kehanetlerin ortaya çıkışına yardım etmekte
olduğunu şaşkınlıkla izlemekteyiz…” denmektedir. bkz. (Yoldaki Elçi:
Osmanlı’dan Günümüze Türk-Leh İlişkileri 2014: 263-265)
60
mümkündür. Esasında daha XVIII. yüzyılda büyüyen Rusya ve
değişen dengeler göz önüne alınarak Polonya’nın Doğu Avrupa’da
varlığının kaçınılmaz olduğu Babıâli tarafından görülmüştü. Fakat her
iki devletin uluslararası meselelere bakışı ve değerlendirişi farklıydı.
Bu sebeple ortak paydada buluşamayan Osmanlı ve Polonya,
işbirliğine gidemedi. 1793’teki ikinci taksim sonrası İstanbul da
hareketli zamanlar yaşadı. 1794’te yükselen ve Polonya’ya yayılan
Kościuszko Ayaklanması ülkeyi paylaşımdan kurtarmaya yetmedi.
(Lord 1925: 481-498) Olayların Fransa’daki ihtilâlin en ateşli
zamanlarına denk gelmesi, Polonya için Fransız desteğinden
mahrum kalmak demekti. Leh mültecilerin temsilcisi Franciszek
Barss, Osmanlı Devleti’ni yeni bir savaşa girmesi yönünde teşvik
etmek için harcadığı bütün çabalara rağmen bu emeline nail
olamadı. (Michalski 1982: 653) Tadeusz Kościuszko, İstanbul’a
gönderdiği temsilcisi Józef Sułkowski ve Piotr Crutta vasıtasıyla
destek arayışına girdi.(Zinkeisen 2011: 604-605) Babıâli Polonya’nın
taksimini uluslararası bir mesele olarak görüyordu. İstanbul’da
Fransız İhtilâli’nin ve Polonya’nın taksiminin etkilediği Avrupa’da
yeni durumlar karşısında alınacak tedbirler ve oluşturulacak
politikalar üzerinde duruldu. Prusya kralının çıkarları doğrultusunda
istikrarsız bir politika seyrettiği, Polonya taksiminin bozulması ve
tekrar bağımsızlığını kazanması için çalışılması gerektiği hazırlatılan
raporlarda vurgulanmaktaydı. (TSMA: E. 3326; BOA, CH: 128/6368;
26/1283; HAT: 170/7239; 225/253; 225/12543; 252/14346;
258/14897; 259/14943; 259/14948; 259/14950; 259/14951;
263/15185)
İkinci taksimin ardından, İstanbul’da İsveç elçiliği
tercümanlığını yürüten Mouradgea d’Ohsson, Reisülküttab Dürri
Mehmed Efendi’nin da izniyle taksim sonrası Varşova’da yapılacak
karşı bir devrim için faaliyet göstermekteydi. (Zinkesen 2011: 591)
Diğer yandan ihtilâlci cumhuriyetin temsilcisi sıfatıyla İstanbul’a
gönderilmesi planlanan Charles Louis de Sémonville, Polonya’daki
hadiselere karşı, Osmanlı Devleti’nin desteğini almakla
görevlendirilmişti.(Lord 915: 447) Diğer taraftan Varşova’daki
ihtilâlci grubun temsilcisi olan Marie Louis Descorches, Sémonville
61
yerine İstanbul’a gönderildi. Descorches, özellikle Mouradgea
d’Ohsson’un da yardımlarıyla faaliyetlerini genişletti. (Beydilli 1984a:
284-287) Polonya’nın bağımsızlık mücadelesi için İstanbul’da
harcanan çabalar Sultan Selim’in de dikkatini çekti. (BOA, HAT:
34/1678) Fakat bütün bu çabalar Babıâli’den gelecek ciddi bir ilgi
için yeterli değildi.(Ahmed Cevdet Paşa 1309: 190-192, Reychman
1967: 86-90) Bu sefer Leh temsilcilerden Michał Ogiński 1795 yılı
sonunda İstanbul’a ulaştı. (Ogiński 1826: 121-125) Ogiński’nin
temsilinde Lehler, Babıâli’nin maddî destek vereceği ve Fransız
subayların destekleyeceği yeni bir Leh ordusu inşa ederek Polonya
işgaline başkaldıracaktı. Fakat Avrupa’da vaziyetin değişmesi üzerine
Fransa’nın Lehlere desteği son buldu. (Soysal 1999: 136-137) Bu ise
üçüncü taksimin de önüne geçilemeyeceğini gösteriyordu.
İşte tam da bu gelişmeler sırasında Kajetan Aksak da
İstanbul’daki bu kulis faaliyetlerinde yer almış gibi gözükmektedir.
Yukarıda bahsedilen gelişmelerin takibi bakımından Aksak’ın evi
İstanbul’da bu organizasyonlar için bir merkez gibi kullanılmış
olmaydı. Daha evvel de açıklandığı üzere Babıâli’nin Polonya’nın
bağımsızlığını yitirmemesi için gösterdiği çabalar, sonrasında
yeniden kazanması için verilen desteklerin “sembolik aktörü”, daha
XVIII. yüzyıl sonu XIX. yüzyıl başında, bahsedilen Kajetan Aksak
hikâyesinde vücut buldu. Tabii daima açık bir Polonya elçiliği
bulunduğu söylentisi de bu şekilde ortaya çıktı. Ancak yıl 1797
olduğunda, Boğdan Voyvodası Alexandru Callimachi, artık
Polonya’nın Rusya’nın “yed-i tasarrufuna” geçmiş sayılması
gerektiğini Babıâli’ye bildirdi. (BOA, HAT: 230/12837) Bundan sonra
XIX. yüzyıl Polonya’nın yeniden bağımsızlık kazanma teşebbüslerine
ve bundan gelecek Babıâli desteğine sahne olacaktı. (Kieniewicz
1983: 545-562)
Napoleon Savaşları ve Viyana Kongresi (1806-1815)
1795’te Polonya bağımsızlığını yitirdiğinde bütün Avrupa’da
öncelikli mesele hâlâ Fransız İhtilali ve onun diğer devletlerde
oluşturabileceği etkilerdi. Ardından Napoleon’un pek beklenmeyen
Mısır İşgali (1798) sonrasında Avrupa’da 1799’da başlayan ve 1815’e
62
dek süren Koalisyon Savaşları (Napoleon Savaşları) Avrupa’nın
öncelikli meseleleriydi. Esasen Lehler Napoleon Bonapart’ın (17691821) bu eşsiz yükselişi ve Rusya’ya karşı ilerleyişinin Polonya’nın
bağımsızlığını geri kazanması için bir fırsat olacağını düşünmüştü.
Nitekim 1807’de Varşova Dukalığı (Księstwo Warszawskie) güdümlü
bir teşekkül bile olsa Napoleon tarafından kurulmuştu. Ancak
1812’de Rusya’ya karşı Napoleon’un aldığı yenilgi ve Viyana
Kongresi’nin (1814-1815) aldığı karar, Polonya’nın statüko esası
üzerine Rusya ve Prusya tarafından nihai taksimin gerçekleştirilmesi
sonucunu doğurdu. (Zamojski 2007) Bu yüzden Osmanlı Devleti’nin
bu antlaşmayı tanıyıp tanımamasına Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın
taksimini tanımadığı gibi bir anlam yüklemek sınırları zorlamak
olurdu.
Kasım Ayaklanması (1830-1831)
1815’ten sonra Polonya’nın bağımsızlığını geri kazanması
için yürütülecek çalışmalar son bulmadı. Bu yüzyılda aslında mevcut
uygun uluslararası durumların elverdiği ölçüde Lehler işgale
başkaldırdı. Viyana Kongresi sonrası ilk ayaklanma, tarihe “Kasım
Ayaklanması” (Powstanie listopadowe) olarak geçen 1830-1831
Ayaklanması idi. 1815’ten bu yana Avrupa’da hissedilen bir takım
rahatsızlıklar ve statükoya karşı geliştirilen ayaklanmalar ilk olarak
1830’da geniş çaplı bir başkaldırıya dönüştü.
Bu çerçevede bunu bir fırsata çevirmek isteyen Lehler,
Kasım 1830’da başlayan mücadelelerle bağımsızlıklarını yeniden
kazanmak istediler. Bu gelişmeler, 1831 Şubatı’nda bir Leh-Rus
mücadelesine sebep oldu. (Tokarz 1993) Lehler mücadelelerine
gerekli kamuoyunu sağlamak için çeşitli uluslararası girişimlerde
bulundular. Elbette Babıâli’den yardım almaya çalışmak denemeye
değerdi. Bu bağlamda Kasım Ayaklanması’nın önde gelen
isimlerinden Emilia Plater ve Karol Kniaziewicz imzasını taşıyan bir
güven mektubuyla Konstanty Wolicki, Nisan 1831’de İstanbul’a
geldi. (TSMA, E. 783/3) Wolicki, Babıâli’den Polonya’daki başkaldırı
“Leh millî hareketi” için destek arayışlarına girişmişti. (Lewak 1935:
63
8-10) Wolicki’nin dışında Konstanty Linowski de Babıâli’den destek
almaya çalıştı.(Lewak 1935: 14-20)
Leh milliyetçilerden gelen mücadelelerine destek talepleri,
Osmanlı Devleti’nin Rusya ile yeni bir savaşa girme riskini doğuracağı
için somut bir adıma dönüşmedi. İstanbul’da bazı kulis
faaliyetlerinde bulunan ve Serasker Hüsrev Paşa başta olmak üzere
bazı devlet adamlarıyla görüşen Wolicki ve Linowski istenen somut
desteği alamayacaktı. (Lewak 1935: 16-20) Zira Osmanlı Devleti
1829’da henüz Rusya ile Edirne Antlaşması’nı imzalamış, yeni bir
savaş sürecini henüz kapatmıştı. Bu antlaşma sonrasında Yunanistan
bağımsızlığını kazanırken, İngiltere, Fransa ve Rusya, Yunanistan’ın
kazançlarını artırmak için girişimlerini sürdürmekteydi. Ayrıca Kasım
Ayaklanması sırasında Doğu Avrupa’da atmosfer Rusya’nın aleyhine
bir görünüm sağlamamaktaydı. Bu sebeple Edirne Antlaşması henüz
sıcaklığını korurken Polonya’nın bağımsızlığı için böyle bir riske
girmek Babıâli’nin çıkarları bakımından uygun değildi. Zira Batılı
devletler de esasında Kasım Ayaklanması için Lehlere ciddi bir
destek vermemişti. Ancak söz konusu Leh temsilcilerin çabaları
sonucunda Lehlerin Osmanlı Devleti’ne göç edebilme imkânı
doğdu.41
1848 İhtilali ve Kırım Savaşı (1853-1856)
1830 İhtilali Avrupa’da birçok kesim için istenen sonucu
getirmedi. Avrupa’nın birçok yerinde statükonun yıkılması için
eşzamanlı bir ihtilal olarak “1848 İhtilali” ortaya çıktı. Pek çok
Avrupa ülkesini etkileyen ve sanayi devriminin getirdiği ağır
sonuçlardan etkilenen kesimlerin uğradığı haksızlıklar ve ekonomik
buhranlar dolayısıyla patlak veren 1848 İhtilali, doğrudan Osmanlı
Devleti’ni etkilememiştir. Ancak ihtilalci kitlelerden bir kısmının
ülkelerini terk etmek zorunda kalması, onları yeni bir yurt olarak
Osmanlı Devleti’ne yönlendirmiştir. Bu dönemde Polonya tarihine
“Büyük Göç” (Wielka Emigracja) adıyla geçen göç dalgasıyla birçok
41
Polonya’dan Osmanlı Devleti’ne göçlerle ilgili bkz. (Dopierała 1988;
Lewak 1935, Nazır 2007)
64
Leh asıllı mülteci de Osmanlı Devleti’nin çeşitli topraklarına
gelmiştir. (Kalembka 1971)
Bu Leh mülteciler içerisinde birçok subay da
bulunmaktadır.(Nazır 2007) Babıâli bu yetenekli subaylardan
ihtilalden birkaç yıl sonra ortaya çıkacak Kırım Savaşı’nda
faydalanma yoluna gidecektir. Nitekim bu savaş Rusya’ya karşı
Polonya’nın bağımsızlığını da getirmesi için bir şans anlamını
taşımıştır. XIX. yüzyıl ortalarında Doğu Avrupa’daki dengeler
açısından Rusya’nın ilerleyişinin durdurulması gereklidir. Esasında
Rusya için Doğu Avrupa’da emellerinin önünde tek engel olarak
Osmanlı Devleti kalmıştır. Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoksların
koruyuculuğu bahanesiyle gerilen ilişkilerde Rusya, İngiltere’ye bu
sefer Polonya’yı değil ama Osmanlı topraklarını “taksim” etmeyi
teklif eder. İngiltere’den buna müspet bir yanıt alamayınca da
Ortodoksların koruyuculuğu bahanesiyle savaş ilan edecektir.
1853’te başlayan Kırım Savaşı sırasında Osmanlı’ya sığınan
Leh asker ve subaylardan kurulu bir birlik oluşturma fikri yükselir.
Böylece Leh mültecilerden mürekkep iki Kazak alayı oluşturulacaktır.
Bu alayların birinin başına 1841’de İstanbul’a gelen ve İslam’ı
seçerek Mehmed Sadık Paşa adını alan Michał Czajkowski’nin
getirilmesi planlanır. Diğer alayın başına ise Vidin’de bulunan
Władysław Zamoyski getirilecektir. Lakin Czajkowski ve Zamoyski
arasında bazı anlaşmazlıklar nüks eder. Polonya’nın bağımsızlık
faaliyetleri için İstanbul’da kurulan Şark Ajansı’nı düzenlemek ve bu
anlaşmazlıkları yoluna koymak için Polonya millî şairi Adam
Mickiewicz 1855’te Osmanlı başkentine gelir. Oluşturulan Kazak
Alayları savaş sırasında genelde Balkanlar’da kullanılmıştır. (Gümüş
2010: 1362-1375) 1856’da Kırım Savaşı, müttefiklerin galibiyeti,
Rusya’nın mağlubiyetiyle sonuçlanır. Czajkowski’nin Osmanlı
ordusundaki yükselişiyle bundan sonraki süreçte de Polonya’nın
bağımsızlık mücadeleleri için İstanbul merkezli faaliyetler daha da
geniş çaplı yürütülecektir. (Temizkan 2010a: 149-171, 2010b: 363393) Fakat Kırım Savaşı Polonya için bir fırsata dönüştürülememiştir.
Üstelik bu harpte Rusya yalnız iken, Batılı devletler ve Osmanlı
müttefik iken, savaşta birçok üst düzey Leh asker bulunuyorken ve
65
savaş sonunda Rusya yenilmişken. Esasında burada Doğu
Avrupa’daki vaziyete bir göz attığımızda bunun sebeplerine dair bazı
cevaplar bulabiliriz. Öncelikle Kırım Savaşı, Rusya’nın Osmanlı
Devleti’ne yönelik yayılmacılık hırslarını törpülemek için Batı
Avrupa’nın otomatik olarak Osmanlı’yla ittifak ettiği bir süreci
yaşamıştır. Burada hiçbir müttefik devletin önceliği Polonya’nın
bağımsızlığı meselesi değildir. Odak nokta Rusya ve onun gücünün
kırılmasıdır. Uluslararası dengelerin sağlanması bakımından ve
güçler dengesini sürdürmek için bu, önde gelen Batılı devletlerce
yeğlenen bir gerçektir. Diğer taraftan bu savaş sırasında Polonya’da
görülen kıpırdanma büyük bir harekete dönüşmemiştir. Fakat
Osmanlı Devleti açısından bağımsız bir Polonya, her zaman Doğu
Avrupa’da güç dengelerinin yerine oturması için gerekli
görülmüştür. Bu nedenle Kırım Savaşı esnasında ve sonraki süreçte
Babıâli Leh mültecilere ve Leh millî hareketine uluslararası şartlar
dahilinde destek sağlamaya devam edecektir. Ne var ki Kırım
Savaşı’nın çıkış sebebi Polonya’nın istiklâl sevdasını görmekten çok
uzaktır. Kaldı ki 1815 Viyana Kongresi’nde dahi Batılı Devletler
Polonya’nın 1806’dan beri doğrudan etkilendiği ve sonuçları
itibariyle etkileneceği bir pozisyonda dahi Polonya’nın taksimine bir
son vermemişlerdir. Fakat özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle
artan sayıda Leh mülteci Osmanlı topraklarına gelirken, bundan
sonraki süreçte de bağımsızlık davalarını kamuoyunda ve
uluslararası platformlarda dillendirmeye devam edeceklerdir.
Osmanlı Devleti bu bakımdan Polonya’nın bağımsızlık davasının
güdüldüğü önemli merkezlerin başında gelecektir. Esasen bu,
Babıâli’nin XIX. yüzyıl politikalarına da uygun bir siyasettir. Leh
bağımsızlık hareketinin lideri Adam Jerzy Czartoryski, Kırım Savaşı
sona erdiğinde dahi bundan sonraki faaliyetleri canlı tutmak ve buna
yapılacak Babıâli desteğinin sürmesini sağlamak için Sultan
Abdulmecid’e bir teşekkür mektubuyla, Osmanlı Devleti’nden
gelecek desteğin, yardımın sürmesi dileklerini ve şükranlarını
bildirmiştir.( BOA, İ.HR, 149/7832)
Reychman’ın belirttiği üzere Kırım Savaşı (1853-1856)
sırasında İstanbul’da bulunan Şark Ajansı’nın yeri, birçok kişi
66
tarafından Polonya’nın elçilik binası olduğu sanılmıştır. (Reychman
1965: 55) XVIII. yüzyılın ikinci yarısında birçok elçilikte olduğu gibi,
fevkalade sıfatla gelen son Polonya elçisinin konağı da büyük
ihtimalle Beyoğlu’nda bulunmaktadır. Daha sonraki süreçte de
sokağa uzun süre Leh Sokağı (şuanda Nuri Ziya Sokağı) denilmiştir.
Esasen bu sokak adı yüzünden de XIX. yüzyılda burada bir Polonya
elçilik binası olduğu gibi bir algı oluşmuştur. Kırım Savaşı sürerken
İstanbul’a gelen Polonya millî şairi Adam Mickiewicz’in Tarlabaşı’nda
kaldığı ve hayatını kaybettiği evin bulunduğu sokağa “Adam
Mickiewicz Sokağı” denmektedir. Fakat sonuç itibariyle XIX. yüzyılda
İstanbul’da herhangi bir resmî Polonya diplomatik temsilciliği ya da
elçiliği var olmamıştır. Ne Kajetan Aksak yaşıyorken, ne de sonraki
süreçte. Ancak Kırım Savaşı sırasında Leh mültecilerin ve Leh millî
hareketinin mensuplarının Beyoğlu’ndaki yoğun faaliyetleri, bu gibi
rivayetlerin çıkışına zemin hazırlamıştır.
Ocak Ayaklanması (1863-1865)
Kırım Savaşı’ndan kısa bir süre sonra Polonya’da yeni bir
bağımsızlık mücadelesi baş gösterecektir. Bu seferki Leh millî
hareketi, 1863’te başlayacak olan “Ocak Ayaklanması”’dır
(Powstanie styczniowe). Bu ayaklanma diğer Doğu Avrupa ülkelerine
de yayılarak Rusya’ya karşı oluşturulan bir ayaklanma olarak 1865’e
dek sürer. Ocak Ayaklanması sırasında da Lehlerin destek
arayışlarına girdiği merkezlerden birisi İstanbul’dur. Ayaklanma baş
gösterdiğinde Władysław Jordan, Leh Milli Hükümeti tarafından bu
hareketin İstanbul’daki temsilci olarak atanmıştır. (BOA, İ. HR,
141/7391-2) 1857’den beri İstanbul’da bulunan Jordan, Leh milli
hareketinin lideri Prens Adam Czartoryski’nin Şark Ajansı temsilcisi
olarak vazifelendirilmiştir.(BOA, HR, MKT, 247/24) Fakat planlanan
harekatlar gerçekleştirilemeyecektir. (Lewak 1935: 157-165)
Jordan’ın ardından yerine Tadeusz Oksza-Orzechowski aynı
görev için atanmıştır. (Łątka 2005: 237) Orzechowski’nin göreve
gelişinden sonra Ocak Ayaklanması gücünü yitirmiş ve Lehler
taksimle gelen kara talihi yine yenememiştir. Orzechowski ise Babıâli
67
hizmetine girmiştir. Leh millî hareketinin çok dağınık coğrafyalarda
faaliyet göstermesi, fakat güçlü bir organizasyona dönüştürülemeyişi
ayaklanmaların kaderini de tayin eden önemli saiklerdendir. Bu
ayaklanma sonrasında da Polonya’dan mülteci göçü devam etmiştir.
(Borejsza 1966)
1877-1878 Savaşı ve Sonrası
Balkanlar’daki huzursuzluklar ve Osmanlı Devleti’ndeki
Hıristiyan tebaanın hakları meselesi, tarihe “93 Harbi” diye geçen
1877-1878
Osmanlı-Rus
Savaşı’nı
başlatan en
önemli
sebeplerdendir. Önde gelen Avrupa devletlerinin arabuluculuk
kisvesinde diplomatik platformda dahil olduğu bu savaş, sonuçları
itibariyle Osmanlı Devleti için hem Balkanlar’da hem Kafkasya’da
birçok zayiatı doğurmuştur. Fakat bu kıpırdanmalar diğer taraftan
Leh millî hareketi için de bir fırsat oluşturmuş ve Lehler uluslararası
faaliyetlerini çeşitli şekillerde duyurma gayreti göstermiştir. Bu
dönemde uluslararası düzlemde Polonya’nın bağımsızlığı için faaliyet
gösteren bir kısım kuruluş İstanbul’la da irtibatlarını güçlendirmeyi
sürdürmüştür. Nitekim bunlardan “Leh Firarileri Komitesi” (Polskie
Wychodźstwo) ve “Beyaz Kartal Cemiyeti” (Biały Orzeł) 93 Harbi’nin
arifesinde ve patlak verdiği dönemde Babıâli ile yakın işbirliği
kurmak isteyen organizasyonlardır. Leh Firarileri Komitesi 1876
yılında Osmanlı Devleti’ne sundukları mektupla Rusya’ya karşı
beraber hareket etme ve bunun için Babıâli’den bir görevli
gönderilmesini talep etmişlerdir. (BOA, Y. EE, 42/140) Babıâli çeşitli
vasıtalarla bu cemiyetlerin faaliyetlerini takip etmiştir. (BOA, HR,
SFR, 3, 256/8) Ayrıca Osmanlı Devleti’nin önemli başkentlerdeki
diplomatik temsilcilikleri kanalıyla da mücadele ve faaliyetlerine dair
Babıâli ile temasların sürdürülmesini amaçlamışlardır. (BOA, HR,
SFR, 3, 253/46, 253/55) Fakat 93 Harbi’nin olumsuzlukları esasen
Osmanlı Devleti’nin önceliklerini belirlemiştir.
93 Harbi sonrası süreçte de Leh Millî Komitesi İstanbul’la
bağlantılarını koparmamıştır. XIX. yüzyılın son çeyreğinde de
Rusya’nın işgali altında duyulan sıkıntılar ve bu konuda Bâbıali’den
destek isteklerini sürdürmüşlerdir. İhtilalcilerin faaliyetlerine
68
Osmanlı topraklarının açılması ve ittifak edilmesi, askeri yardımın
sağlanması bu isteklerdendir.(BOA, Y. PRK, BŞK, 11/10) 1877-1878
Osmanlı-Rus Savaşı’nda Leh Sokağı üzerinde bir yerde, Osmanlı
safında savaşmak üzerine gönüllü Lehlerin savaşa yazılma bürosu
gibi faaliyet gösteren ufak bir merkez de kurulmuştur.(Reychman
1965: 54-57)
XX. Yüzyıl Başında Rivayetlerin/Hikâyelerin Yeniden
Canlanması
1907’de Fransa’dan İstanbul’a muhabir olarak gelen Tadeusz
Gasztowtt, nam-ı diğer Seyfeddin Bey, Pologne et l’Islam (1907) ve
Turcya a Polska (1913) adlı ilkini Fransızca ikincisi Lehçe kaleme
aldığı eserlerinde Osmanlı Devleti’nin Polonya ile olan tarihi
dostluğa ve iki ülke arasında oluşturulabilecek ortaklara vurgu
yapmıştır.42 Gasztowtt kitabında Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın
taksimini tanımadığını ve bu kararlılığını sürdürdüğünü ifade
etmiştir. (Gasztowtt 1913: 9-10) Daha sonra çeşitli vesilelerle ve
yayınlanan bazı haberlerle bu mevzu canlılığını sürdürmüştür. I.
Dünya Savaşı sonunda Türkiye-Polonya ilişkilerinin yeniden tesisinde
bu gibi ifadeler, ilişkilerin kurulmasına olumlu yönde tesir etmesi için
çeşitli çevrelerce birçok kere dillendirilmiştir.
Nitekim 3 Haziran 1922 tarihli Babıâli Nezdindeki Polonya
Hükümeti Delegasyonu Askerî Ataşesi Leon Bobicki imzalı bir
belgede, Osmanlı Devleti ile Polonya’nın taksimi mevzuu gündeme
getirilerek, buna dair açıklamalara yer verilmiştir. 15 Mayıs tarihli
rapor nevindeki Bobicki’nin İstanbul’daki İtalyan Kraliyet Yüksek
Komiseri Markiz Garroni’ye hitaben yazdığı metne göre, Osmanlı
Devleti’nin Polonya’nın taksimini tanımadığını ve onaylamadığını
gösteren bazı örnekler sunulmuştur. (AAN, Sztab Główny w
Warszawie, sygn. 616-627: 233-236, Yoldaki Elçi: Osmanlı’dan
42
“… Tüm Avrupa devletle davamızı terk ediyor, ya işbirliğinden ya da
korktuklarından; Sadece Osmanlı Hükümeti bizim bağımsızlığımız için
şereflice ve daimi surette direnmiştir. Lehler bunu unutmamıştır.”
(Gasztowtt 1907: 138) Gasztowtt’la ilgili en yeni çalışma olarak bkz.
(Dominik 2014)
69
Günümüze Türk-Leh İlişkileri, 2014: 384-385) Buna göre 23 Kasım
1788 tarihinde İstanbul’daki Polonya Maslahatgüzarı’na (Kajetan
Chrzanowski) gönderilen yazıda Babıâli Polonya’nın birinci taksimini
protesto etmiştir. Keza 31 Ocak 1790 tarihinde Osmanlı Devleti ile
Prusya arasında imzalanan ittifak maddesine göre Avusturya’nın
birinci taksimde (1772) aldığı yerlerin Polonya’ya geri teslimi
kararlaştırılmıştır. Ayrıca Bobicki’ye göre 1815 Viyana Antlaşması, ki
bu antlaşma Polonya’nın taksimini kesinleştirmiştir, Babıâli
tarafından asla tanınmamıştır. Yine 1699 Karlofça Antlaşması’nın
özellikle 8. maddesi Lehlere özel hakları kesinleştiren niteliktedir.
Bobicki’nin raporuna göre ne olursa olsun Babıâli uluslararası
camiada egemen devletlerin eşitliği prensibini benimsemiştir. (AAN,
Sztab Główny w Warszawie, sygn. 616-627: 235-236) Fakat Osmanlı
Devleti’nin Polonya’nın birinci taksimini protesto etmesi taksimi
tanımadığı anlamını doğrudan ispatlayan bir delil değildir. 1790
Prusya-Osmanlı ittifakında Polonya ile ilgili maddelerin olması da
bunu ispata yetmez. Ayrıca bu ittifak Prusya’dan kaynaklanan
sebeplerle hiçbir zaman yürürlüğe girmemiştir. (Beydilli 1984b) 1815
Viyana Kongresi’nde Osmanlı Devleti temsil edilmemiştir. Bu
bakımdan Askerî Ataşe Leon Bobicki’nin iddia ettiğinin aksine, zaten
Viyana Kongresi’nde bulunmayan Osmanlı Devleti için bu antlaşma
bağlayıcılık da taşımıyordur. (AAN, Sztab Główny w Warszawie, sygn.
616-627: 234-236)
1923 tarihli bir diğer belgede, Türkiye’deki Polonya
Hükümeti Delegasyonu, 1919’dan bu yana ilişkileri düzenlemek için
uygun
durumun
oluşmadığından
bahsedilirken,
Lozan
Görüşmeleri’nin buna bir fırsat oluşturduğunu ve Türk Hükümeti’ni
temsilen İsmet Paşa’nın inisiyatifinde ilişkilerin düzenlenmesinin
mümkün olduğu belirtilmiştir. Buna binaen de Türkiye’deki Polonya
Hükümeti Delegasyonu’nun lağvına Polonya Hükümeti’nin karar
verdiği bildirilmektedir. Diğer taraftan 29 Nisan 1923 tarihli ve
anlaşıldığı üzere Babıâli Nezdindeki Polonya Hükümeti Delegesi
Władysław Baranowski imzasını taşıyan ilgili belgede, XVIII. yüzyıl
sonunda üç dünya devletinin Polonya’yı “paylaşırken” bunu
70
Türkiye’nin (Osmanlı Devleti) sadece protesto etmediği, aynı
zamanda asla tanımadığı belirtilmektedir.43
XX. yüzyıl başında Gasztowtt’la başlayan ikili dostluğa
yapılan atıflar cumhuriyetin ilk yıllarında da aynı şekilde devam
etmiştir. 1924’te İstanbul’da açılan “Polonya Sanayi Sergisi”
vesilesiyle hazırlanan ve ilk olarak 1924’te yayınlanan “İstanbul Leh
Sergisi Hatırası Resimli Mecmuası” adlı hatıra kitapta da yine bu
mevzulara dair makaleler bulunmaktadır. Nitekim sanatçı ve ressam,
aynı zamanda bu hatıra kitabının hazırlanmasına emek veren Jan
Warunkiewicz, tekrardan “yoldaki elçi” rivayetini yazısına taşımıştır.
Warunkiewicz’in anlatımında bayram merasimlerinde Osmanlı
Sultanı’nın sadrazama, yabancı elçiler arasında Polonya elçisini
göremediğini sorduğunu, sadrazamın da aradaki mesafenin uzak ve
tehlikeli oluşu ve beklenmedik bir durum dolayısıyla elçinin bayram
tebrikine gelemediği ama en nihayetinde geleceğini söylediğini
belirtmektedir.44 Aynı şekilde Polonya bağımsızlığını kazandıktan
sonraki süreçte tertiplenen bir bayram tebriki merasiminde
sadrazam Polonya elçisini takdim etmiş ve “Polonya elçisi bugüne
43
“Dans lemonde entier il n’y a eu que trois Etats qui osèrent élever la voix
contre le crime inoui des partages, et, parmi eux la Turquie a non
seulement protesté contre cet acte violence mais encore elle ne l’a jamais
reconnu.” (BOA, HR, İM, 72/34)
44
“Szlachetny naród turecki pomimo prowadzonych z narodem polskim, był
jedynym, co nieuznawał rozbiorów Polski, co każdy z sułtanów zaznaczał
wrażnie co roku podczas święta “Bajramu”. Za każdym razem, gdy Wielki
Wezyr przedstawił już wszystkich posłów, sułtan zwracał się do niego z
zapytaniem: “Wasza Wysokość! Gdzie jest poseł Polski? Oczy moje nie
widzą go pośród przedstawicieli państw obcych! Na te słowa Wielki Wezyr
opowiadał: “Padiszach Hasretleri! Daleka i niebzpieczna jest droga z
Polski do Stambułu! Zawiłe są scieżki prawych! Zapewne niezwykłe
trudności powstrzymały śpieszącą stopę posła, tak że nie mógł on złożyć u
stóp Pana prawowiernych życzeń swego rządu. Przybędzie jednak z
pewnością! Taka wola Boża!... i przechodził rok za rokiem, nastęowal
sułtan za sułtanem, zmieniali się wezyrowie, a scena ta, przypominająca
gwałt, popełniony na Polsce, powtarzała się rokrocznie.” (Warunkiewicz
2006: 16-17) (Hatıra kitabı üç dilde yayınlanmıştır: Lehçe, Fransızca ve
Türkçe)
71
dek süren engelleri nihayet aşmıştır” diyerek takdim gerçekleşmiştir.
(Warunkiewicz 2006: 17) Aynı hatıra kitabında yazarı belirtilmeyen
bir makalede bu tören hikâyesi farklı bir şekilde “Cuma selamlığı”
şekline dönüşmüştür. Buna göre sultanın her Cuma günü kabullerde
diplomatlar huzurunda sadrazama sorduğu soru bilinmektedir:
Polonya elçisi nerede? Sadrazam ise, “Sultan Hazretleri, henüz
gelemedi.” diye cevap vermektedir. (Adsız 2006a: 28) Aynı şekilde
bu hatıra kitabının hazırlayıcılarından Ludwik Łydko da “Türkiye İle
Dostluk Geleneği” başlıklı makalesinde “Şimdiki Polonya ve
Polonyalılar Türkiye’nin Polonya’nın taksimini hukukî olarak da,
fiilen de tanımayan Avrupa’daki yegâne ülke olduğunu hatırlıyor ve
daima hatırlayacak”, diyerek bu taksimi tanımama meselesiyle ilgili
efsaneleri hafızalarda canlı tutmuştur. (Łydko 2006: 22) Osmanlı
Devleti’nin Polonya’nın taksimini tanımadığına dair benzer ifadeler
aynı hatıra kitabında isimsiz bir başka makalede ve Türkiye tarafının
yazdığı önsözde de tekrarlanmaktadır. (Adsız 2006b: 68, kiabın
önsözü: 10)
Daha önce belirtildiği üzere İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve
sırasında Polonya Büyükelçisi olarak Ankara’da bulunan Michał
Sokolnicki’nin günlüğünde yazılanlarla bu rivayet/efsane daha da
yayılmıştır. Aynı şekilde 1989 yılında Doğu Bloku’nun çöküşünden
sonraki ilk Polonya Başbakanı Tadeusz Mazowiecki, Polonya’nın
Avrupa Konseyi’ne girişini teyit etmek için Strasburg’a gitti. Yaptığı
konuşmasında bu rivayete vurgu yaparak, Polonya’nın Soğuk Savaş
döneminde Avrupa kurumlarına üye olmadığı halde beklendiğini ve
40 yıl sonra nihayet “Polonya Büyükelçisi’nin” geldiğini belirtti.
(Kołodziejczyk 2014) Günümüzde bu hadise Türk-Leh dostluğunun
simgesi olmuş gibi gözükmektedir.
Sonuç
Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın taksimi sonrasındaki süreç
içerisinde Avrupa ekseninde yürüttüğü politikalar, birçok açıdan
Polonya’nın bağımsızlığını yeniden kazanması yönünde verilen
destekle iç içe işlemiştir. Gerek ikinci taksimin ardından yaşananlar,
gerek üç Polonya ihtilallerine (Kościuszko, Kasım ve Ocak İhtilalleri)
72
verilen destekler ve sonraki dönemde Leh millî hareketinin
öncüleriyle sağlanan irtibatlar bunu doğrular niteliktedir. Ancak
Polonya’nın bağımsızlığını kazanması için Babıâli’den gelecek destek
tek başına hiçbir zaman yeterli olmamıştır. Zaten XIX. yüzyılda
Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulunduğu vaziyet göz önüne
alındığında da yaşanan savaşlar ve yenilgiler, siyasî ve uluslararası
baskı ve çekişmeler, tarihinin son yüzyılında Osmanlı Devleti’nin
siyasetinde öncelik sırasını tayin etmiştir. Avrupa ölçeğinde özellikle
Paris, Londra ve İstanbul üçgeninde yoğunlaşan Polonya bağımsızlık
faaliyetleri, önemli sıçrayışlar gösterse de Polonya’nın bağımsızlığını
yeniden kazanmasını sağlayamadı.
Osmanlı kaynaklarında Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın
taksimini tanımadığına dair yazılı bir kayıt halihazırda
bulunmamaktadır. Fakat Osmanlı’nın başkenti İstanbul ve özellikle
Pera’da yoğunlaşan Leh bağımsızlık hareketleri için yürütülen
faaliyetler, Babıâli’nin XIX. yüzyıl boyunca Polonya’nın taksimini
tanımadığı rivayetlerini, esasında Leh millî hareketine verdiği destek
mukabilinde gerçeğe dönüştürdüğü şeklinde yorumlanabilir. Bir
başka deyişle Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın bağımsızlığını yeniden
kazanması yönünde verdiği destek ve bu yönde yürütülen siyaset,
bu çalışma çerçevesinde ortaya konulan ve belirli örneklerle
desteklenen hususların çeşitli rivayet ve hikâyelerin ortaya çıkışıyla
simgesel bağlamda vücut bulduğunu göstermektedir. Diğer taraftan
bu çalışmada bahsedilen rivayet ve hikâyeler daha ziyade Lehlerin
kendileri tarafından öne sürülmüş ve uluslararası platformlarda
dillendirilmiştir. Babıâli’den talep edilen yardım ve işbirliği
arayışlarında görüldüğü üzere bu anlatılar sağlanacak yardım için
birer sebep, destekleyici ve teşvik edici olgular olarak
gözükmektedir. Keza Polonya’nın bağımsızlığını kazandığı 1918 yılı
sonrasında Osmanlı Devleti ile diplomatik ilişkilerini resmiyete
dökerken de Leh diplomatlar tarafından bu rivayet ve efsanelere
yapılan atıflarla bu anlatılar, münasebetlerin kurulması yönünde
birer argüman olarak sunulmuştur. Türk-Leh diplomatik ilişkilerinin
600. sene-i devriyesini icra ettiğimiz 2014 yılında da bu anlatılar, pek
çok kere birçok diplomatik ortamda defalarca hatırlanmıştır.
73
Esasında bu gibi rivayet ve hikâyeler uluslararası ilişkilerde kurulacak
işbirliği ve dostluk gösterilerine de hizmet etmektedir.
Bibliyografya
Arşivler
Archiwum Główne Akt Dawnych (AGAD) Varşova
Archiwum Roskie (AR)
Akta Osobisto-Rodzinne i Majątkowo-Prawne (AORMP)
173: CXXXIV/126-10.
175: CXXXV 1/13-8.
176: CXXXV 1/14-8.
178: CXXXV 1/18-580-582.
Archiwum Akt Nowych (AAN) Varşova
Sztab Główny w Warszawie
sygn. 616-627, s. 233-236.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) İstanbul
Cevdet Hariciye (CH)
26/1283, 128/6368.
*Hatt-ı Hümayun (HAT)
70/7239, 34/1678, 225/253, 225/12543, 230/12837, 252/14346, 258/14897,
259/14943, 259/14948, 259/14950, 259/14951, 263/15185.
*Hariciye, İstanbul Murahhaslığı (HR, İM)
72/34.
*Hariciye, Mektubî (HR, MKT)
247/24.
*Hariciye Sefaretler (HR, SFR)
3, 253/46; 3, 253/55; 3, 256/8.
*İrade, Hariciye (İ.HR)
49/7832, 141/7391-2.
*Yıldız, Perakende Mabeyn Başkitabeti (Y. PRK, BŞK)
74
11/10.
*Yıldız, Esas Evrakı (Y. EE)
42/140.
*Biblioteka Czartoryskich (B. Czart.) Krakov
rkps. 846
1005-1008; 1035-1046.
*The National Archives (NA) Londra
Foreign Office (FO)
78: 12A, 204.
*Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi (TSMA) İstanbul
E. 783/3, E. 3326.
Diğer Kaynaklar
ADSIZ (2006a). “Z nastrojów polsko-tureckich”, Przemysł Polski a Turcja,
Ilustrowana Księga Pamiątkowa, tıpkıbasım içinde, (ed.) Ludwik Łydko,
Józef Stanach, Ankara: y.y.: 28-33.
ADSIZ (2006b). “Podłoże traktatu polsko-tureckiego”, Przemysł Polski a Turcja,
Ilustrowana Księga Pamiątkowa, tıpkıbasım içinde, (ed.) Ludwik Łydko,
Józef Stanach, Ankara: y.y.: 67-73.
AHMED CEVDET PAŞA (1309). Tarih-i Cevdet, C. VI, İstanbul: Matba’a-i Osmaniye.
BERRIDGE, G. R. (2009) British Diplomacy in Turkey 1583 to the present, Leiden,
Boston: Martinus Nijhoff Publishers.
BEYDİLLİ, Kemal (1984a). “Ignatius Mouradgea D’ohsson (Muradcan Tosunyan)”, İÜ
Tarih Dergisi, sy. 34: 247-314.
BEYDİLLİ, Kemal. (1984b). 1790 Osmanlı-Prusya İttifakı (Meydana Gelişi, Tahlili,
Tatbiki), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.
BOREJSZA, Jerzy Wojciech (1966). Emigracja polska po powstaniu styczniowym,
Warszawa: PWN.
DOMINIK, Paulina (2014) “A Young Turk from Lehistan: Tadeusz Gasztowt aka
Seyfeddin Bey (1881 - 1936) and his Activities During the Second
Constitutional Period (1908 – 1918)”, Occasional Papers in Ottoman
Biographies içinde, No 2/2014, Otto-Friedrich-Universitat Bamberg
Yayınları, Bamberg.
DOPIERAŁA, Kazimierz Lubomierz (1988). Emigracja Polska w Turcji w XIX i XX
wieku, Lublin: Wydawnictwo Polonia.
FISHER, Alan W. (1970). The Russian Annexation of the Crimea 1772-1783,
Cambridge: Cambridge University Press.
GASZTOWTT, Tadeusz (1907). La Pologne et L’Islam (Notes Historiques), Paris:
Société Français d’imprimerie et de Librairie.
GASZTOWTT, S. Tadeusz (1913). Turcya a Polska, Paris: Drukarnia Polska A. Reiffa –
Heymann.
GÜMÜŞ, Musa (2010). “Mehmed Sadık Paşa (Michal Czajkowski) ve Osmanlı
Devleti’nde Kazak Süvari Alayı”, Turkish Studies, C. V, sy. 3: 1362-1375.
75
KALEMBKA, Sławomir (1971). Wielka Emigracja, Polskie wychodźzstwo polityczne w
latach 1831-1862, Warszawa: Wiedza Powszechna.
KALINKA, Walerian (1991). Sejm Czteroletni, C. I-II, Warszawa: Oficyjna Wydawnicza
Volumen.
KANTARCI, Şenol (2009). Osmanlı’da “Onurlu” Bir Diplomat ve Milli Mücadelenin
“Önemli” Siması Ahmed Rüstem Bey (Alfred Bielinski-Alfred Rüstem Bey),
İstanbul: Doğan Kitap.
KARATEKE, Hakan T. (2004). Padişahım Çok Yaşa, Osmanlı Devleti’nin Son Yüzyılında
Merasimler, İstanbul: Kitap Yayınları.
KIENIEWICZ, Stefan (1983). “La Turquie et l’Independance de la Pologne au XIXe
Siècle”, Belleten, C. XLVII, sy. 186: 545-562.
KIENIEWICZ, Stefan (2009). Powstanie styczniowe, Warszawa: PWN.
KIENIEWICZ, Stefan, ZAHORSKI, Andrzej, ZAJEWSKI, Władysław (1994). Trzy
powstania narodowe: kościuszkowskie, listopadowe i styczniowe,
Warszawa: Książka i Wiedza.
KOŁODZIEJCZYK, Dariusz (2014). “Komşuluktan Kardeşliğe: Osmanlı-Polonya ve
Türkiye-Polonya Tarihî İlişkilerinden Birkaç Manzara”, 600. Yılında TürkiyePolonya İlişkileri Uluslararası Sempozyumu, 5 Mart 2014, Ankara.
LEWAK, Adam (1935). Dzieje Emigracji Polskiej w Turcji (1831-1878), Nakładem
Instytutu Wschodniego w Warszawie, Warszawa.
LORD, Robert H. (1915). The Second Partition of Poland, London: Harvard University
Press.
LORD, Robert H. (1915). “The Third Partition of Poland”, The Slavonic Review, C. III,
sy. 9: 481-498.
ŁĄTKA, Jerzy S. (2005). Słownik Polaków w Imperium Osmańskim i Republice Turcji,
Kraków: Księgarnia Akademicka.
ŁYDKO, Ludwik (2006). “Tradycje przyjaźni z Turcją”, Przemysł Polski a Turcja,
Ilustrowana Księga Pamiątkowa, tıpkıbasım içinde, (ed.) Ludwik Łydko,
Józef Stanach, Ankara: y.y.: 22-27.
MICHALSKI, Jerzy (1982). “Dyplomacja polska w latach 1764-1795”, Historia
dyplomacji polskiej içinde, C. II, Warszawa: Państwowe Wydawnictwo
Naukowe: 483-697.
NAZIR, Bayram (2007) Osmanlı’ya Sığınanlar, Macar ve Polonyalı Mülteciler,
İstanbul: Yeditepe Yayınları.
NYKIEL, Piotr (2010). “Słów kikla o tym, co łączy Wernyhorę z krakowską
turkologią”, od Anatolii po Syberię. Świat turecki w oczach badaczy içinde,
(ed.) Ewa Siemieniec-Gołaś, Jordanka Georgiewej Okoń, Krakov:
Wydawnictwo Uniwersytetu Jagiellońskiego: 143-148.
OGIŃSKI, Michel (1826). Mémoires de Michel Oginski sur la Pologne et les Polonais
depuis 1788 jusqu’ a la fin de 1815, C. II, Paris: Barbezat et Delarue
Libraires.
RACZYŃSKI, Edward (1823). Dziennik Podróży do Turcyi odbytey w roku MDCCCXIV,
Wrocław: W.B. Korn.
76
REYCHMAN, Jan (1959). Życie polskie w Stambule w XVIII wieku, Warszawa:
Państwowy Instytut Wydawniczy.
REYCHMAN, Jan (1965). “İstanbul’daki Eski Polonya Elçiliğinin Yerine Dair”, Sanat
Tarihi Yıllığı 1964-1965, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Sanat Tarihi Enstitüsü: 39-57.
REYCHMAN, Jan (1953). Rzekoma siedziba ambasady dawnej Rzeczypospolitej w
Stambule, Kraków, Polskie Towarzystwo Orientalistyczne.
REYCHMAN, Jan. (1967). “1794 Polonya İsyanı ve Türkiye”, Belleten, C. XXXI, sy.
121: 85-91.
SEREJSKI, Marian Henryk (2009). Europa a rozbiory Polski, Warszawa: PWN.
SOKOLNICKI, Michał (1965). Dziennik Ankarski (1939-1943), London: GRYF
Publications.
SOREL, Albert (1898). The Eastern Question in the Eighteenth Century, trn. F. C.
Bramwell, London: Methuen & Co..
SOYSAL, İsmail (1999). Fransız İhtilâli ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri
(1789-1802), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
TEMİZKAN, Abdullah (2010a). “Albay Teofil Lapinski ve Lehistan Lejyonunun
Kafkasya’daki Faaliyetleri”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, C. X, sy. 1:
149-171.
TEMİZKAN, Abdullah, (2010b) “Lehistanlıların İstanbul’da Lobi Faaliyetleri ve
Kafkasya’ya Lejyon Gönderme Girişimleri”, TÜBAR, C. XXVIII: 363-393.
TOKARZ, Wacław (1993). Wojna polsko-rosyjska 1830-1831, Warszawa:
Wydawnictwo “VOLUMEN”.
TOPAKTAŞ, Hacer (2014a). Osmanlı-Lehistan Diplomatik İlişkileri, Franciszek Piotr
Potocki’nin İstanbul Elçiliği (1788-1793), Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları.
TOPAKTAŞ, Hacer (2014b). “Polonya’nın Türkiye’deki İlk Daimi Elçiliğinin Kurulma
Süreci: Tarihsel Dinamikler”, Uluslararası İlişkiler, C. XI, sy. 43: 105-125.
WARUNKIEWICZ, Jan (2006). “Polska a Turcja”, Przemysł Polski a Turcja,
Ilustrowana Księga Pamiątkowa, tıpkıbasım içinde, (ed.) Ludwik Łydko,
Józef Stanach, Ankara: y.y.: 15-21.
WÓJCICKA, Zofia (2003). “Proroctwo Wernyhory – modyfikacja znaczeń”,Annales
Universitatis Mariae Curie-Skłodowska, C. XX, sy.21: 429-447.
Yoldaki Elçi: Osmanlı’dan Günümüze Türk-Leh İlişkileri, (2014). İstanbul: Başbakanlık
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları.
ZAJEWSKI, Władysław (1984). W kręgu Napoleona i rewolucji europejskich 18301831, Warszawa: Czytelnik.
ZAJEWSKI, Władysław (2012). Powstanie listopadowe 1830-1831, Warszawa:
Bellona.
ZALESKI, Antoni (1887). Z wycieczki na Wschód, Warszawa: Nakład Gebenthnera i
Wolffa.
ZAMOJSKI, Adam. (2007). Rites of Peace, The Fall of Napoleon and The Cngress of
Vienna, London: HarperPress.
77
ZINKEISEN, Johann Wilhelm (2011). Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, C. VI, (çev.)
Nilüfer Epçeli, İstanbul: Yeditepe Yayınları.
78
Adam Mickiewicz’in
dehası
….nasıl okunur
…. nasıl okunmalı
… nasıl okuyabilir
... nasıl yorumlayabilir
… nasıl anlayabiliriz
Türk bilim insanlarının
kaleminden
bazı örnekler
79
Litvanya Diyarından Romantik Bir Köy Efsanesi:
Adam Mickiewicz’in Pan Tadeusz, czyli Ostatni zajazd na
Litwie
(“Bay Tadeyuş: Litvanya’da son akın”)
Hazırlayan: Yrd. Doç. Dr. Seyyal KÖRPE – Istanbul Üniversitesi
Edebiyatı Fakültesi – Leh Dili ve Edebiyattı Ana Dili Dalı
Polonya 1795 yılında komşuları Avusturya, Rusya ve Prusya
tarafından işgal edilerek, Avrupa haritasından tamamen silinmiştir.
Bunun sonucunda Polonya romantik edebiyatı 1820 yılında Polonya
ulusunun oldukça zor koşullar altında bulunduğu bir süreçte
başlamıştır. Adam Mickiewicz, Juliusz Słowacki, Cyprian Kamil
Norwid, Zygmunt Krasinski gibi tanınmış Polonyalı şairler söz konusu
dönemde sanatsal çalışmalarını yabancı topraklarda sürgün yaşantısı
altında vermek zorunda kalmışlardır. Polonya’nın bu büyük şairleri
yapıtlarımda yurt özlemlerini, uluslarının şanlı geçmişlerini dile
getirirken, ülkelerinin yazgısını belirlemiş ulusal hataların da altını
çizmişlerdir. Polonyalı romantik şairler yapıtları aracılığı ile ulusal
değerleri korumayı, toplumu bilinçlendirmeyi, halkı bağımsızlık
savaşına inandırmayı amaç edinmişlerdir.
Sürgün yaşantısı altında ulusal kurtuluşa odaklanmış
Polonyalı sanatçılar romantik unsurlar taşıyan eserlerinde yaşam
içinde özgün varlıklarını sürdürmeye yönelik arzularını ve
bağımsızlıklarına kavuşacaklarına ilişkin inançlarını anlatmışlardır.
Kasım ayaklanmasının düşmesinin ardından Paris, Polonya siyasikültürel yaşamının merkezi haline gelmiştir. Böylece bu Avrupa
kentinde çağdaş dünyada örneğine rastlanmamış yeni bir kültürel
olgu şekillenmeye başlamıştır. Resmi olarak artık varlığını
sürdürmeyen bir ülkenin yeni edebiyatı yabancı bir devletin
topraklarında yeşermektedir.
80
Adam Mickiewicz’in Pan Tadeusz, czyli Ostatni zajazd na
Litwie (Bay Tadeyuş: Litvanya’da son akın) adlı başyapıtı Paris’te
1832-1834 yılları arasında ortaya çıkmak suretiyle Polonya
edebiyatının seçkin eserleri arasında yerini almıştır.
Pan Tadeusz, czyli Ostatni zajazd na Litwie 19.y.y. Leh
edebiyatının destan türüne ait klasikleri arasında yer alır. Mickiewicz
bu yapıtına anayurduna, çocukluk yıllarının geçmiş olduğu Litvanya
topraklarına olan özlem duygusunu işlemiş, 1811 yılı Polonya soylu
yaşantısı ve kültürünü yansıtmıştır. Pan Tadeusz Polonyalılar’a
giderek kaybolmakta olan Polonya soylu kültürüne ilişkin unsurların,
gelenek ve göreneklerin sürdürülmesi gerektiğini anımsatmak
amacıyla yazılmıştır.
Mickiewicz, zihninde Pan Tadeusz’u yazma düşüncesi
oluşmaya başladığı dönemde kendisine bir Şair olarak Polonya’ya
hizmetlerin sembolü niteliğinde lir yüzük armağan eden kırk
göçmene yazdığı mektupta şu sözleri dile getirmiştir:
Bizden daha uygar ve daha zengin ulusların yetenek
bakımından benden daha üstün, hazinelere ve övgülere boğulmuş
şairleri bulunmaktadır; ne var ki bu Avrupalı dehalardan her biri
milyonlarca zlotiyi ve alkışı, sürgün savaşçılardan sürgün bir şaire
armağan edilmiş bir yüzüğe feda ederlerdi. Yurttaşlarım, bu halka
yüzükle, doğuştan itibaren yurduma nikâhlı olduğuma dair inancımı
muhafaza ettiğimi bana kanıtladınız ve bu yüzükle yurduma yeniden
nikâhla bağlanıyorum. Anayurduma her daim sadık kalacağıma ve
onun meselelerini ölene dek bırakmayacağıma dair yeminimi
tekrarlamamı kabul ediniz. [Krajski, Stanislaw, Pan Tadeusz na nowo
odczytany, Agencja SGK, Warszawa, s.32]
Polonya’nın Horeszko ve Soplica adlarını taşıyan iki soylu
ailesinin temsilcileri olan Ewa Horeszkowna ve Jacek Soplica’nın aşkı
Pan Tadeusz’un öyküsünün çıkış noktasını oluşturur. Soplica köyü
kodamanlarından Horeszko kızı Ewa’nın hayatını yoksul bir soylu
olan Jacek ile birleştirmesine razı gelmemiş, delikanlının evlilik
81
teklifinin ret edildiğini belirtmek için ona “czarna polewka”45 ikram
etmiştir. Bunun üzerine Ewa arzu etmediği bir evlilik yaparak
Sibirya’ya yerleşmiş, orada Zosia adında bir kız çocuğu dünyaya
getirmiş ve çok geçmeden hastalanarak yaşamını yitirmiştir. Jacek
ise sevdiği kızla evlenememesinden ötürü derin bir ruhsal çöküntüye
düşerek kendini içkiye vermiş, ardından bir başka kızla evlenmiştir.
Bu evlilikten Tadeusz adlı bir erkek çocuğu sahibi olmuş, ancak o da
bir süre sonra karısını kaybetmiştir. Delikanlı maruz kaldığı bütün bu
yıkıcı olayların etkisiyle, Rus birliklerinin yaşamakta olduğu
malikâneye gerçekleştirdikleri akın sırasında askerlerin arasına
karışarak Horeszko’yu öldürmüş, böylelikle intikamını almış
olmuştur. Ardından malikâne Targowica Konfederasyonu46
tarafından diğer bazı gayrimenkullerle birlikte Jacek Soplica’nın
erkek kardeşi olan Yargıca tahsis edilmiştir. Böylece yapıtın
neredeyse tamamında ele alınmış olan malikâne kavgasının zemini
oluşmuştur. Soplica sakinleri, Jacek’in Rus akınından istifade ederek
Horeszko’ya suikast düzenlemiş olmasını çatışmada düşmanın
yanında yer almak şeklinde yorumlamış ve kendisini vatan haini
olarak nitelendirmişlerdir. Malikânenin biricik sakini olan
Horeszko’nun sadık hizmetlisi Gerwazy, o günden itibaren
efendisinin intikamını alma umuduyla yaşamıştır. Horeszko’nun
uzaktan akrabası olan Kont ise malikânenin yasal sahipliğinin
kendisine verilmesi gerektiğini iddia etmektedir. Yapıtta aydın,
romantik ve sanatçı kişiliği ile öne çıkan Kont bu pitoresk
kalıntılarına daha ilk bakışta hayran kalmıştır. Gerwazy Kont’un
malikaneyi ele geçirmek için verdiği mücadeleye destek vermiştir.
Gerwazy durmaksızın ve büyük bir coşku ile Horeszko ailesinin
45
ördek eti ve sebze yahnisi
1792 yılının 18 Mayıs ’ını 19 Mayıs’a bağlayan gece anayasal monarşiyi getiren
3 Mayıs Anayasası reformuna karşı tehdit altında olan bağımsızlığın muhafaza
edilmesi sloganıyla Eski Halk Cumhuriyetine dönmek amacıyla Burjuvazi
Cumhuriyet Kampı liderleri tarafından Rus Çariçesi Katarina II ile birlikte
oluşturulan Genel Krallık Konfederasyonu. Varşova Devrimci Meclis reformlarına
ve Anayasa darbesine muhalif bir tepkidir.
46
82
tarihini, efendisinin Jacek Soplica tarafından nasıl haince
öldürüldüğünü anlatmıştır.
Jacek Soplica işlediği cinayetin ardından köklü bir içsel
dönüşüm geçirerek kimliğini değiştirmiş, Peder Robak adını alarak
izini kaybettirmiştir. Jacek Soplica son olarak vatan haini
suçlamasının üzerinde yarattığı çöküntünün etkisiyle, yaşamının geri
kalanını ulusal meselelere adamaya karar vermiştir. Ancak uzaktan
da olsa oğlu Tadeusz’un iyi bir eğitim görmesi, Ewa’nın kızı Zosia’nın
ise en iyi şekilde bakımının sağlanması için göz kulak olmuştur. Jacek
Soplica öykünün ilerleyen bölümlerinde Peder Robak adıyla
anılmıştır.
Taduesz ve Zosia iyi eğitim görmüş, idealist ve anayurtlarının
yazgısı ve toprak kölelerinin yaşantılarına karşı duyarlı birer
Polonyalı olarak yetişmişlerdir. Öyle ki, genç çift öykünün son
bölümünde toprak köylülerine mülkiyet hakkı verme kararı
almışlardır.
Pan Tadeusz’da tüm ayrıntılarıyla resmedilmiş olan ziyafet
şölenleri 18. y.y. Polonya ve Litvanya soylu yaşantısının temel
unsurları arasında yer alır. Mickiewicz’in bu yapıtında üzerinde bol
miktarda ve türde yiyecek ve içecek bulunması söz konusu dönemde
Leh sofralarının ortak özelliği olarak öne çıkar. Özenle hazırlanmış,
görkemli ve cömert sofralarda konuklarla bir arada olmak, sohbet ve
eğlence eşliğinde yiyip içmek, toplumsal yaşama renk katar, insanlar
arası iletişimin canlı ve kalıcı olmasını sağlardı. Bu etkinlikler
sırasında ülkedeki siyasi gelişmelerden, önemli olaylardan söz edilir,
siyasi koalisyonlar oluşturulur, sağlıklı evlilik ve aile müesseselerinin
kurulabilmesi için görüşmeler gerçekleştirilir ve toplumsal yaşamı
düzenleyen benzeri konular ele alınırdı.
Polonya’nın işgal yıllarında yaşanan ekonomik ve toplumsal
çöküşe bağlı olarak ziyafet geleneği bu özel anlamını yitirmiştir.
Böylelikle, unutulmaya yüz tutmuş diğer gelenek ve göreneklerle
birlikte ziyafet şölenlerini de canlandırmanın Polonya’yı bağımsızlığa
kavuşturma yolunda bir adım olacağı şeklinde bir inanç oluşmuştur.
83
Adam Mickiewicz, ulus olmaya yönelik bu yeni düşünce
sistemine dayanarak, Litvanya mutfağına giderek daha büyük bir
tutku ve özlem duymuş, yurttaşlarına geleneksel Polonya mutfağı
düzenine odaklanma çağrısında bulunmuştur.
Pan
Tadeusz’da Polonya soylularının yemeklerin
hazırlanması ve tüketilmesini eski geleneklerin gerektirdiği şekilde
gerçekleştirildiği görülmektedir:
Goście weszli w porządku i stanęli kołem
Podkomorzy najwyższe brał miejsce za stołem
Z wieku mu i z urzędu ten zaszczyt należy
Idąc kłaniał się damom, starcom i młodzieży
Księga V [305-309]
Konuklar gelip bir araya toplandı
Teşrifatçı masa başındaki yerini aldı
Yaşından ve makamından dolayı bu şeref ona aitti
Kalkarken sırasıyla bayanlar, yaşlılar ve gençlerle selamlaştı
Cilt V [305-309]
Jakoż po wszystkich komnatach panował ruch wielki,
Roznoszono potrawy sztuczce i butelki;
(…)
Księga II[479-480]
nie było porządku,
Jaki się przy obiadach i wieczerzach chowa.
Była to w staropolskim domie moda nowa;
Przy śniadaniach pan Sędzia, choć nierad, pozwalał
Na taki nieporządek, lecz go nie pochwalał”
Księga II[486-490]
Odaların tümüne büyük bir hareket hâkimdi
84
Hünerli yemekler ve şişeler ikram edildi
(…)
Cilt II[479-480]
Ne var ki öğlen ve akşam yemeklerinde sağlanan düzen burada
yoktu
Eski Polonya evinde bu yeni bir adetti
Yargıç Bey her ne kadar hoşlanmıyor olsa da
Kahvaltılar sırasındaki bu dağınıklığı mazur görebiliyordu
Ancak bundan asla onur duymuyordu;
Cilt II[486-490]
Pan Tadeusz’da yemekler sırasında eski Polonya
geleneklerinin unutulmaya yüz tuttuğunu anımsatan başka unsurlar
da bulunur. Sözgelimi akşam yemeklerinde sofrada kadınlarla
erkelerin yan yana oturdukları fark edilir. Oysaki eski Polonya
geleneklerine göre kadınlarla erkeklerin masada yan yana değil,
karşı karşıya oturmaları gerekmektedir.
Öykünün geçtiği Soplica kasabasında hemen her gün bol ve
lezzetli yemekler yenilmekteydi. Ancak Polonyalı generallerin
bölgeyi ziyaret ettiği, üç genç çiftin nişan töreninin yapıldığı, Kutsal
Bakire Meryem Ana bayramının kutlandığı gün verilen son Eski
Polonya ziyafet şöleni yiyeceklerin bolluğu, çeşitliliği ve kalitesi
bakımından oldukça ayrıcalıklı bir yapıya sahipti:
Wojski zebrał co prędzej z sąsiedztwa kucharzy;
Pięciu ich było; służą, on sam gospodarzy.
Jako kuchmistrz białym się fartuchem opasał,
Wdział szlafmycę, a ręce do łokciów zakasał;
W ręku ma plackę muszą, owad lada jaki
Odpędza wpadający chciwie na przysmaki;
Drugą ręką przetarte okulary włożył,
85
Dobył z zanadrza księgę, odwinął, otworzył.
Księga ta miała tytuł: Kucharz doskonały.
W niej spisane dokładnie wszystkie specyjały
Stołów polskich; podług niej Hrabia na Tęczynie
Dawał owe biesiady we włoskiej krainie,
Którym się Ojciec Święty Urban Ósmy dziwił;
Podług niej później Karol Kochanku-Radziwiłł,
Gdy przyjmował w Nieświżu króla Stanisława,
Sprawił pamiętną ową ucztę, której sława
Dotąd żyje na Litwie we gminnej powieści.
Co Wojski wyczytawszy pojmie i obwieści,
To natychmiast kucharze robią umiejętni.
Wre robota, pięćdziesiąt nożów w stoły tętni,
Zwijają się kuchciki czarne jak szatany:
Ci niosą drwa, ci z mlekiem i z winem sagany,
Leją w kotły, skowrody, w rądle, dym wybucha;
Dwóch kuchcików przy piecu siedzi, w mieszki dmucha.
Wojski ażeby ogień tem łacniej rozpalać,
Rozkazał stopionego masła na drwa nalać
(Zbytek ten dozwolony jest w dostatnim domu).
Kuchciki sypią w ogień suche pęki łomu.
Inni na rożny sadzą ogromne pieczenie
Wołowe, sarnie, cąbry dzicze i jelenie;
Ci skubią stosy ptastwa; lecą puchów chmury,
Obnażają się głuszce, cietrzewie i kury.
Lecz kur niewiele było; od owej wyprawy,
Którą w czasie zajazdu Dobrzyński Sak krwawy
Zrobił na kurnik, kędy Zosi gospodarstwo
Zniszczył, nie zostawiwszy sztuki na lekarstwo Jeszcze nie mogło ptastwem zakwitnąć na nowo
Sławne niegdyś ze drobiu swego Soplicowo.
Zresztą zaś mięs wszelkich był wielki dostatek,
Co się zgromadzić dało i z domu, i z jatek,
I z lasów, i z sąsiedztwa, z bliska i z daleka:
Rzekłbyś, ptasiego tylko niedostaje mleka.
86
Dwie rzeczy, których hojny pan uczty szuka,
Łączą się w Soplicowie: dostatek i sztuka.
Księga XI [109-152]
Jakież to nadzwyczajne menu przygotował Wojski?
Tu Wojski skończył opis i laską znak daje,
I wnet zaczęli wchodzić parami lokaje
Roznoszący potrawy: barszcz królewskim zwany
I rosoł staropolski sztucznie gotowany,
Do którego pan Wojski z dziwnemi sekrety
Wrzucił kilka perełek i sztukę monety
Taki rosoł krew czyści i pokrzepia zdrowie.
Księga XII [136-142]
Kahya bir çırpıda komşu aşçıları topladı.
Beş kişiydiler, işlerin başında kendisi vardı.
Mutfak şefi olarak beyaz bir önlükle donanmıştı.
Kepini takıp kollarını dirseklerine dek sıvazladı.
Elinde bir sineksavar, aç gözlülükle lezzetlere dalan
Alçak bir böceği kovaladı.
Diğer eliyle kırık camlı gözlüklerini taktı.
Koynundan bir kitap çekip çıkardı ve açtı.
Kitabın adı “Mükemmel Aşçı ”idi.
İçinde Polonya sofralarının bütün spesiyallerinin
bulunmaktaydı.
Teczyn kontu İtalyan topraklarında
Papa VIII. Urban’ı şaşkınlığa düşüren şu şenlikleri
Bu kitaba göre vermişti.
Ardından sevgili Karol Radziwill
Nieswiz’de Kral Stanislaw’ı kabul ettiğinde
Litvanya’da halk masallarında günümüze değin anılacak
Ünlü ziyafet şölenini
Yine bu kitaba göre vermişti.
Kahya’nın okuyup, anlayıp, bildirdiğini
Hünerli aşçılar anında yerine getirmekteydi.
87
tarifi
İşler hararetli, masada elli adet bıçak tıkırdıyordu.
Şeytana benzeyen kara mutfak çırakları ortaya çıktı.
Kâh odun taşıyor, kâh süt ya da şarap çömleklerini
Kazanlara, tencerelere, tavalara döküyorlardı.
Duman bastı.
Ocağın yanı başında oturan iki çırak
Ateşi körüklemekteydi.
Kahya alevleri canlandırmak için
Eritilmiş yağın oduna dökülmesini buyurdu.
(Bu imtiyaz varlıklı evlere verilirdi)
Çıraklar ateşe kuru kazayağı tohumları serpti.
Berileri köşede devasa bir fırına muazzam sığır eti,
geyik eti, yaban domuzu ve geyik budu yerleştiriyordu.
Kümes yığınlarını topluyorlardı; tüy bulutları uçuşmaktaydı.
Keklikler, huş tavukları ve tavuklar yolunuyordu.
Ne var ki kana susamış Şahin Dobrzynski’nin
Akın sırasında kümese saldırmış olması nedeniyle
Çok fazla tavuk kalmamıştı.
Zosia’nın çiftliğine girdiğinde ilaç niyetine bir adet dahi
bırakmaksızın
Hepsini imha etmişti.
Bir zamanlar kümes hayvanları ile meşhur Soplica kasabası
Bir daha yeni tavuklar yetiştirmeyi başaramadı.
Dahası gerek evden, gerek kasaptan
Gerek dükkândan, gerek ormandan
Gerek komşudan, gerek dükkândan
İster uzaktan isterse yakından getiriliyor olsun
Her türlü etin yokluğu hissedilmekteydi
Eksik olan tek şeyin kuş sütü olduğu söylenirdi
Cömert bir adamın Soplica’da ziyafet şöleni vermek için
Gereksinim duyduğu iki şey birdi: Bolluk ve sanat.
Cilt XI [109-152]
Kâhya bu olağanüstü menüyü nasıl hazırlamıştı?
Kâhya tariflerini burada sona erdirdi ve nezaketle işaret vermesiyle
Yemekleri taşıyan uşaklar çiftler halinde gelmeye başladı:
88
Kral borçu olarak adlandırılan Borç Çorbası ve
Kahya Bey’in gizemli bir anlam eşliğinde
İçine birkaç boncuk ve bir adet sikke atmış olduğu
Et suyuna pişirilmiş yalancı tavuk çorbası-Eski Polonya tavuk çorbası
Cilt XII [136-142]
Pan Tadeusz’un başkahramanlarından Yargıç ve Teşrifatçının
gelenekçi yaklaşımı yabancı uluslardan alınmış yeni tutum ve
davranışları eleştirmek şeklinde de ortaya çıkmıştır. Polonya
toplumsal yaşamına yabancı toplumlardan sızmış bu davranışlar
“kötü” alışkanlıklar olarak nitelendirilmiştir. Sözgelimi muhafazakâr
bir soylu olarak bilinen Yargıç, Varşova Dukalığı meclis üyelerinden
Marszalkowicz’i giysileri ve davranışları ile Fransız modasını
yansıtması bakımından yalnızca kınamakla kalmamış, şeytanın
özelliklerini bu kişinin karakteri ile örtüştürmüştür.
Eserde yabancılaşma motifi ilk olarak
Teşrifatçının sözleriyle dile getirilmiştir:
Ach, ja pamiętam czasy, kiedy do Ojczyzny
Pierwszy raz zawitała moda francuszczyzny!
Gdy raptem paniczyki młode z cudzych krajów
Wtargnęli do nas hordą gorszą od Nogajów,
Prześladując w Ojczyźnie Boga, przodków wiarę,
Prawa i obyczaje, nawet suknie stare.
Żałośnie było widzieć wyżółkłych młokosów,
Gadających przez nosy, a często bez nosów,
Opatrzonych w broszurki i w różne gazety,
Głoszących nowe wiary, mody, toalety.
Miała nad umysłami wielką moc ta tłuszcza;
Bo Pan Bóg, kiedy karę na naród przepuszcza,
Odbiera naprzód rozum od obywateli.
I tak mędrsi fircykom oprzeć się nie śmieli,
I zląkł się ich jak dżumy jakiej cały naród,
Bo już sam wewnątrz siebie czuł choroby zaród,
89
1.Bölümde,
Krzyczano na modnisiów, a brano z nich wzory;
Zmieniano wiarę, mowę, prawa i ubiory.
Była to maszkarada, zapustna swawola,
Po której miał przyjść wkrótce wielki post – niewola!
Księga I [415-430]
Ah, Anayurda Fransızca modasının girdiği o ilk zamanları
anımsıyorum!
Yabancı diyarlardan genç züppelerin
Tanrının yurdunda atalarımızın inancını
Kanunları ve gelenekleri, hatta eski kıyafetleri
Alt üst ederek
Moğollardan da beter bir sürü halinde
Ansınız bizi istila ettiklerini!
Burnundan konuşan, hatta çokça burnunu dahi kullanmadan
Gevezelik eden
Broşürlere ve yeni gazetelere bakıp
Yeni inançları, kanunları ve kostümleri ilan eden
Sararmış afacanları görmek ne acı vericiydi!
Bu basit insan topluluğu
Akıllar ötesi bir güce sahipti.
Öyle ya Tanrı bir ulusu cezalandırmak istediğinde
Önce yurttaşlarının aklını alırdı!
Bu akıllılar moda takipçilerine direnmeye cesaret edemedi.
Bütün ulus onlardan bir tür veba misali korkmaktaydı.
Çünkü öz benliklerinin hastalanmış olduğunu hissediyorlardı.
Yenilikçilere bir yandan öfke duyulsa da
Öte yandan onlardan örnek alınıyordu.
İnanç değiştirildi, ifadeler, kanunlar ve giysiler değiştirildi.
Tüm bunlar ardından çok geçmeden büyük perhizin-tutsaklığın
geleceği
Bir maskeli balo
Sahte bir oyunculuk idi!
Cilt I [415-430]
90
Teşrifatçının yalnızca giysileri ve tavırları ile yabancı
modasını taklit ediyor olmasından ötürü değil, Polonyalı gençlerin
atalarının inanç, kanun ve geleneklerini ezip geçecek şekilde
yabancılaştırılmasını hedef alan reforma duyduğu sempati nedeniyle
de Marszalkowicz’e kızgınlık duyduğu anlaşılmaktadır.
Pan Tadeusz’un düşünsel yapısı Polonya’nın 19.y.y. sosyokültürel gerçekleri doğrultusunda şekillenmiş olan kahramanı
Tadeusz’un yapıta gözü kapalı yabancı hayranlığının temsilcisi olarak
yerleştirilmiş Telimena ve Kont’a anayurdun güzelliklerini övdüğü
sahne dikkate değerdir:
Widziałem w botanicznym wileńskim ogrodzie
Owe sławione drzewa rosnące na wschodzie
I na południu, w owej pięknej włoskiej ziemi;
Któreż równać się może z drzewami naszemi?
Czy aloes z długimi jak konduktor pałki?
Czy cytryna karlica z złocistymi gałki,
Z liściem lakierowanym, krótka i pękata,
Jako kobieta mała, brzydka, lecz bogata?
Czy zachwalony cyprys, długi, cienki, chudy!
Co zdaje się być drzewem nie smutku, lecz nudy?
Mówią, że bardzo smutnie wygląda na grobie:
Jest to jak lokaj Niemiec we dworskiej żałobie,
Nie śmiejący rąk podnieść ani głowy skrzywić,
Aby się etykiecie niczym nie sprzeciwić.
Czyż nie piękniejsza nasza poczciwa brzezina,
Która jako wieśniaczka, kiedy płacze syna,
Lub wdowa męża, ręce załamie, roztoczy
Po ramionach do ziemi strumienie warkoczy!
Niema z żalu, postawą jak wymownie szlocha!
Czemuż Pan Hrabia, jeśli w malarstwie się kocha,
Nie maluje drzew naszych, pośród których siedzi?
Księga III [580-600]
91
Vilnius Botanik Bahçesinde gördüm
Doğuda yetişen şu yüce ağaçları
Ve güneyde, şu güzel İtalyan topraklarındakileri
Hangileri bizim ağaçlarımızla kıyaslanabilir?
Uzun hasırotlarıyla sarısabır mı?
Ya da altıntopları ve parlak yapraklarıyla
Ufak tefek, çirkin ama zengin bir kadını anımsatan
Bodur limon mu?
Yoksa şu hayranlık uyandıran, uzun, dar ve sıska servi mi?
Hüzün ve sıkıntıdan başka ne anlatıyor ki?
Mezarlıkta oldukça kederli göründüğünü söylüyorlar
Tıpkı saraylı kostümü içinde yas tutan bir Alman hizmetlisi gibi
Ne kollarını kaldırmaya, ne de başını çevirmeye gücü var,
Bir şeylere karşı koymak için
Bizim huş ağacımız çok daha güzel değil mi?
Yitirdiği oğlunun ya da eşinin ardından gözyaşı döken
Örgülü saçları kollarından yerlere uzanmış
Bir köylü kadınını anımsatır
Demek resme âşıksınız Kont Bey,
Öyleyse niçin gölgesinde oturduğunuz ağaçlarımızı çizmiyorsunuz?
Komşularınız gerçekten sizi alay konusu yapacaklar
Cömert Litvanya topraklarında yaşarken
Kayaları ve çölleri çizmeyi yeğlediğiniz için
Bölüm III [580-600]
Mickiewicz eserlerinde pek çok kez anayurda duyduğu
aşktan söz etmiştir. Polonya’ya, Polonya’nın yüceliğine, yeniden
doğacağına ve gelecekte Avrupa’da ait olduğu yeri alacağına
inanmıştır. Şair Polonya’nın diğer ulus ve devletlerin önderliğini ve
öğretmenliğini üstlenmek şeklinde özel bir görevi olduğunu
düşünüyordu. Mickiewicz Polonya’ya âşıktı. Polonyalarının tümünü
ona âşık olmaya davet ediyordu. Olası her türlü şekilde
yurttaşlarında bu aşkı uyandırmaya çalışıyordu. Bazen doğrudan,
bazen de şiirlerinin arasına serpiştirdiği sözlerle, Polonya’nın buna
92
değer olduğunu vurguluyordu. Polonya güzeldir, Polonya asildir,
Polonya mükemmeldir ve Polonya büyüktür.
Şair, bu duygu ve düşüncelerinin tümünü, Polonya Ana’nın
başkahramanı olduğu Pan Tadeusz’ta gözler önüne sermiştir.
Pan Tadeusz ulusların gelenek ve göreneklerine
yabancılaşma sürecinin kaçınılmaz biçimde başka kültürler arasında
yok olmayla sonu bulacağına ilişkin evrensel bir mesaj vermektedir.
93
POLONYALI ŞAİR ADAM MİCKİEWİCZ
ve
KIRIM SONELERİ
Sabire ARIK*
Özet
Romantizm döneminin en büyük şairi Adam Mickiewicz,
işgal yıllarında Çara karşı faaliyetlere giriştiği gerekçesiyle tutuklanır
ve bir süre sonra Rusya'nın önemli kalemleriyle, ihtilalci
dekabristleriyle tanışacağı Petersburg'a sürülür. Buradan Odessa'ya
gönderilir. Odessa'da kaldığı yıllarda Kırım'a yaptığı gezilerden çok
etkilenerek "Kırım Soneleri" "Sonety Krymskie"ni yazar. 1826'da
Rusya'da "Odessa Soneleri" "Sonety Odeskie " ile birlikte yayınlanır.
Polonya edebiyatının klasikleri arasında yer alan bu çok ustaca
yazılmış soneler, bir daha ülkesine dönme imkanı olmayan ve
ülkesini çok özleyen şairin, Kırım'ın onu büyüleyen doğasına karşı
hayranlığını ifade ederken kendi duygu ve düşüncelerini ortaya
koyduğu mükemmel metaforlarla bezeli bir senfonidir.
Anahtar sözcükler: Polonya, Lehistan, romantizm,
Bahçesaray, Mickiewicz, Kırım, sone, oryantalizm
Abstract
Polish Poet Adam Mickiewicz and "Crimean Sonnets”
Adam Mickiewicz was born in Zaosie, in the former grand duchy of
Lithuania, into an impoverished noble family. He studied at the
University of Vilno in the years 1815-1819 and in 1819-23 he was a
teacher in Kaunas. His early interest in the French Enlightenment
philosopher Voltaire soon changed into admiration of the two great
Romantic writers, Schiller and Byron. In Vilno he took part in a
semisecret group known as the Philomaths and Philarets. It
protested Russian control of Poland and in 1823 Mickiewicz was
arrested with many other Philomaths by the Russian police. He was
jailed for several months and then exiled to Russia. Mickiewicz never
saw his home again. He lived in Odessa, Moscovv, and St.
Petersburg. During this period he was befriended by many leading
94
Russian writers, including Aleksandr Pushkin. In 1825 he visited the
Crimea and published his Sonety Krymskie (1826). Although
Mickiewicz was inspired by the landscapes of the steppe, his Polish
nationalism intensified. In his poetical works Mickiewicz expressed a
romantic view of the soul and the mysteries of life, often employing
folk themes. His approach was fresh and new - when writers had
depicted with polished language the life of the educated classes,
Mickiewicz used colloquial expressions and portrayed peasants.
Key words: Poland, Lithuania, Wilnos, romanticism, Mickiewicz,
Crimea, sonnet, orientalism
-------------------------------*
*
Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Slav
Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Polonya Dili ve Kültürü Anabilim Dalı
Bu makalenin ilk yayım yeri: Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi Dergisi 45, 1 (2005) 57-76
95
Polonya 'nın zincirini bir küçük
Mickiewicz'in zayıf eli çatlattı.
Mehmet Emin147 (Emin, 1913)
Osmanlı Devletinin Lehistan olarak adlandırdığı Polonya, XIX. yüzyıla
işgal altında girer. Bu nedenle özgürlük savaşı ve bağımlılık sorunu o
sıralarda ulusun bilinçaltında baskın rol oynamaktadır. Fransız
Devriminin (1789) özgürlükçü ve demokratik idealleriyle yeniden
dirilmiş olan Polonyalılar silahlanarak önce Napoleon'un yanı
başında savaşırlar (1796- 1813), daha sonrasında işgalcilere—Rusya,
Prusya ve Avusturya'ya-karşı silahlı girişimlerde bulunurlar. Çünkü
ulusal tutsaklık ve işgalci devletler tarafından Polonya'nın
paylaşılmasının toplum tarafından kabul edilememesi, Napoleon
savaşlarından sonra gizli organizasyonları ve ulusal ayaklanmaları
ortaya çıkarır-Walerian Lukasinski'nin (Ulusal Yurtseverler Birliği
1821), Piotr Wysocki'nin komplosu ve Kasım Ayaklanması (18301831), Kraköw Ayaklanması (1846), Halkların Baharı hareketi
(Wiosna
Ludow) sırasında Büyük Polonya (Wielkapolska)
Ayaklanması ve Ocak Ayaklanması (1863) gibi. Bütün bu girişimler
felaketle
sonuçlanır,
devlete
bağımsızlık
kazandıramaz
(Garlicki,1998). Fakat ulusal kültürün ve ulusal Mehmed Emin gibi
Adam Mickiewicz'in savaşından pek çok Türk edebiyatçı da
haberdardı ve eserlerinde bu konudan da bahsetmekteydiler. Hatta
Behçet Kemal Çağlar "Adam Mickiewicz’in Portresi Üzerine" başlıklı
bir şiir de yazmıştır. Bu şiir Türkolog Malgorzata ŁabęckaKoecherowa tarafından "Nad Portretem Adama Mickiewicza" başlığı
altında Lehçeye çevrilmiştir. Polonyalı Şair Adam Mickiewicz ve
bilincin oluşması üzerinde büyük etkisi olur. Tutsaklıkla geçen XIX.
Mehmed Emin gibi Adam Mickiewicz'in savaşından pek çok Türk edebiyatçı
da haberdardı ve eserlerinde bu konudan da bahsetmekteydiler. Hatta Behçet
Kemal Çağlar "Adam Mickiewicz'in Portresi Üzerine" başlıklı bir şiir de
yazmıştır. Bu şiir Türkolog Malgorzata Labecka-Koecherowa tarafından "Nad
Portretem Adama Mickiewicza" başlığı altında Lehçeye çevrilmiştir.
47
96
yüzyılın ilk yirmi yılı Polonya toplumunda dünyaya, ulusa ve bireye
yönelik yeni düşünce şeklini ortaya çıkarır; bu yeni oluşum tam
olarak 1820’lerde romantizm olarak adlandırılmaya başlanır.
Dolayısıyla ortaya çıkan gençlik, özgürlük ve bağımsızlık ideallerinin
hepsi bu bilinçte toplanır (Pietrzyk,1994). Toplumun dayanışması
gerektiği düşüncesi, bu uğurda yaşamı feda etmeye hazır olma, bu
işgal düzenine karşı isyan etme gibi yaklaşımların bu düşünce ile çok
yakından ilgisi vardır. Kısacası Polonya’da ortaya çıkan bu romantizm
akımı sanatın ve insan bilincinin bütün alanlarını—sanatı, politikayı,
ideolojileri, felsefe ve gelenekleri—bütünüyle sarar.
Polonya'nın en büyük şairi olarak kabul edilen Adam
Mickiewicz (1798-1855) de özgürlük için yapılan bu bağımsızlık
savaşının ve romantizm döneminin en değerli kalemidir. Almanlar
için bir Johann Wolfgang Goethe (1749-1832), Ruslar için bir
Aleksandr Puşkin (1799-1837) ne kadar önemliyse, Polonyalılar için
de Adam Mickiewicz o kadar önemlidir. Bu edebi tarafının yanı sıra
Mickiewicz'in ülkesine ruh veren, halkı kurtuluşa yönlendiren bir
lider ve politikacı, hatta bir savaşçı olması, Polonya toplumu için
Mickiewicz'in önemini bir kat daha arttırmaktadır. Yunanistan’da
ölümünden sonra George Byron (1788-1824) nasıl erken dönem
romantiklerin—tabii ki o zamanlar Mickiewicz'in de—hayal gücünü
ateşlediyse, Mickiewicz de Polonya'nın kurtuluşuna adadığı hayatı
boyunca yazdığı eserleriyle, ondan sonra yetişmekte olan nesiller
için ruhsal bir lider olur; "ebedi ulusun" bir an önce oluşması için
Polonya toplumunu ateşlemeye çalışır. Polonya edebiyatında
romantizm akımının ilk eserleri olarak kabul edilen, halkını kurtuluşa
çağırdığı "Gençliğe Od" (Oda do Młodosci) (1820), Balladlar ve
Romanslar (Ballady i Romanse) (1822), Poezje ve Grazyna'yı (1823),
Atalar"(Dziady)nın II ve IV. bölümlerini (1823) yayımlar.(Yüce,2002)
1825'de ise ülkesinden çok uzaklarda, bir göçmen ruhuyla, aşağıda
ayrıntılarıyla incelemeye çalışacağımız Kırım Soneleri (Sonety
Krymskie) ni yazar. Goethe ve Byron gibi Polonya edebiyatına
oryantal motifler sokmasının yanı sıra, bu eseri Polonya edebiyatı
açısından önemli kılan bir diğer unsur, yaşamının son yıllarında onu
etkisi altına alacak olan—1832'de yazacağı Polonya Ulusunun ve
97
Polonya Hacılığının Kitapları (Ksiegi Narodu Polskiego i
Pielgrzymstwa Narodu Polskiego) (1832) ve "Atalar "nın III. cildinde
(1832) de ayrıntılarıyla açıklayacağı—Mesihcilik kavramının ilk
izlerinin 48 Mesyanizm; bulunmasıdır. Şair, Kırım Sonelerinden sonra,
özellikle kutsal kitap üslubuyla yazdığı Polonya Ulusunun ve Polonya
Hacılığının Kitaplarında Polonyalı göçmenlerin misyonlarını
belirtirken insanlık tarihinde Polonya ulusunun önemli rolünü de
çizer; Mickiewicz'e göre despot krallıklarla savaşta özgürlük idealini
gerçekleştirebilecek yegane ulus Polonya'dır. Bu nedenle Polonya,
komşu krallıklar tarafından en büyük düşman olarak kabul edilir ve
Mesih-İsa nasıl düşman kabul edilerek ölüm cezasına çarptırıldıysa,
Polonya'nın da ölümle cezalandırıldığını, çünkü "Polonya'nın bütün
ulusların Mesih'i-İsa'sı" olduğunu belirtir. Şaire göre Polonya da, aynı
İsa gibi yeniden dirilecek ve bütün insanlık için özgürlük idealini
gerçekleştirecektir. Dolayısıyla işgal yıllarında dünyanın dört bir
tarafına dağılmış olan Polonyalı göçmenler de, tıpkı Mickiewicz'in
"Kırım Soneleri "nde yarattığı göçmen karakteri Hacı (Pielgrzym) gibi,
materyalist dünyaya dönme eğilimindeki batı topluluklarını, ruhsal
dünyaya çekecek ve bu şekilde ulusların özgürlüğünü sağlayacaktır.
Nitekim baş kahramanı da bir göçmen-Hacı olarak dünya
nimetlerinin; şanın, şöhretin, ihtişamın, gücün gelip geçici, yalnızca
Mesyanizm; Mesihçilik kavramının kökleri Judaizme kadar gider. Mesih,
İsraillilerin, onlara özgürlüğü getireceğine ve yeniden onları dünyanın hakimi
yapacağına inandıkları kurtarıcı olarak bilinmektedir. Bilindiği gibi Mesihçilik
seçilmiş insanlara, toplumsal sınıflara ya da ülkelere gönderilen özel görevlere
inanmaktır. Dolayısıyla Polonya'nın Mesihçilik kavramını da, dünya tarihinde
Polonya'nın rolü hakkındaki düşünce ve kanaatlerin toplamı olarak
belirleyebiliriz. Bu bilinç XVII. yüzyılda eski Polonya-Litvanya Cumhuriyetinin
"Hıristiyanlığın kalesi" olarak davranmaya başladığı yıllarda doğmuştur. Fakat
Polonya'da bu yaklaşımın en etkin olduğu zamanlar genellikle parçalanma, işgal
yılları, özellikle de Kasım Ayaklanması dönemine dek gelir. Bu dönemlerde
işgalciler tarafından acı çeken bir ülke olarak Polonya'nın, tutsak halkların
yeniden doğması, yeni toplumsal, ahlaki ve politik sistemin Avrupa'ya
getirilmesi için Tanrı tarafından seçilmiş bir ülke olduğuna inanılırdı. Mesihçilik
kavramının en belirgin şekilde anlatımını ise, Mickiewicz'in AtalarIII.de
"Ulusların İsa'sı Polonya" sözüyle dikkat çektiği "Prens Piotr'un Düşü"
sahnesinde, yine "Polonya Ulusunun ve Hacılığının Kitapları" nda da açıkça
görmekteyiz.
48
98
doğanın kalıcı olduğunu, bu doğal düzenin içinde bir gün Polonya'nın
da özgürlüğüne kavuşacağını çok çeşitli metaforlar eşliğinde dile
getirir.
1798'de işgal yıllarında doğup büyüyen Adam Mickiewicz,
yakın arkadaşlarıyla Flomat (Bilim Severler), Filoret ("Erdem-Fazilet
Severler)
derneklerini kurar.49 Çara karşı komplo kurduğu
gerekçesiyle Wilno’da hapsedilir. 23 X 1823-21 IV 1824 yılları arası
burada tutuklu kalır. Daha sonra ise Rusya'nın içlerine sürülür. Önce
Petersburg'da daha soma da öğretmenlik yaparak beş yılını
geçireceği Odessa'ya gönderilir. Mickiewicz, Rusya'nın başkenti,
çarların mekânı olan Petersburg'da o dönemin Rus siyasal ve
entelektüel yaşamını tanır. Burada Dekabristler ve Puşkin’le tanışır.
Bu dönem şairin entelektüel ufkunun gelişmesinde etkili olur.
Buğday ticaretinin merkezi olan Odessa ise, uluslararası yerleşim
yerleriyle, İtalyan operaları, baloları ve toplantılarıyla çok hareketli
bir liman kentidir. Burada kaldığı yıllarda sık sık Kırım'a seyahat
eder. Seyahatlerinde buraların güzelliklerinden çok etkilenen
Mickiewicz Kırım Soneleri Sonety Krymskie ni yazar ve 1826'da
Rusya'da Odesa Soneleri Sonety Odeskie ile birlikte yayınlanır.
(Florek, 1998)
Hayatı boyunca bir daha ülkesine dönemeyecek olan
sürgün şair, kalbindeki düş kırıklıklarının yansımalarını, Rusya
tarafından yıkılmış, talan edilmiş Kırım steplerinde bulur. Çünkü eski
güçlü, ihtişamlı dönemleri yok olmuş, neredeyse boşalmış olan Kırım
toprakları şairin ziyareti sırasında bir harabe görünümündedir: Daha
Rus yanlısı Şahin Giray Han (1779-1782) tahta oturduğu sıralarda,
Kırım'dan Osmanlı topraklarına göçler başlamış, bu kaos yıllarında
Çariçe II. Katerina'nın gözdesi General Potomkin 70 000 kişilik Rus
ordusuyla isyanları bastırmak için Kırım'a yönelmiş, ayırım
yapmadan gerçekleştirdiği soykırımda 30 000 kişiyi katletmişti.
Dolayısıyla 1783’de Kırım, Rusya'nın bir vilayeti haline gelmişti.
1787'de Kırım sorunu nedeniyle Osmanlı-Rusya arasında bir savaş
Adam Mickiewicz ve arkadaşlarının Flomatlar ya da Floretler adı altında
kurdukları bu edebiyat topluluklarının amacı Polonya dilini ve kültürünü işgal
yıllarında da koruyarak halka yurt aşkı aşılamaktı.
49
99
yaşanmış, Osmanlı kesin bir yenilgiye uğramış, Yaş Anlaşması (1792)
ile
Kırım'ı
Rusya'ya
tamamen
terk
etmek
zorunda
kalmıştı.(Öztürk,2000:504) Öteden beri hür yaşamaya alışmış ve
toprağın büyük bir kısmına sahip olan Kırım köylüsü, mülkiyeti
Osmanlı hükümdarlarına, Kırım Hanlarına, Kalgaylara, Beylere,
Mirzalara ve evkafa ait olan topraklarda bile yıllarca hür olarak
çalışmıştı. Ancak savaştan sonra Rus hazinesine geçen bu
topraklarda yaşayan köylüler de "hazine köylüsü" haline gelmiş,
bütün özgürlüklerini yitirmişlerdi. Dolayısıyla bu esaretten
kurtulmak isteyen köylüye, Osmanlı topraklarına göç etmek tek
kurtuluş yolu olacaktı. Çarlık yönetimi de bu durumu çıkarları
yönünde desteklemişti. 1828'de yaklaşık 200 000 Kırım Türk'ü kendi
topraklarından göç etmek zorunda kalmıştı.(Ortay, 1936) Sonuç
olarak o çok sevdiği kendi topraklarından, zorla sürgüne yollanan
Mickiewicz'in ziyaretlerini gerçekleştirdiği sıralarda Kırım da o eski
gücünü, ihtişamını kaybetmiş, tamamen terkedilmiş haldeydi.
Dolayısıyla Kırım Hanlığının eski güç ve ihtişamını düşündüğümüzde,
Mickiewicz'in yukarıda açıkladığımız göçmenhacı misyonuna çok
uygun bir yer olmasının yanı sıra, Kırım Yarım Adası’nın o muhteşem
doğası da onu çok etkilemiş, Kırım'a, Doğu'ya ait bir eser yazmak
istemiştir.
Şairin bu topraklardan etkilenişinin yanı sıra, Kırım
Sonelerinin romantizm dönemi sanatçılarının doğu ile büyük
ilgilerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını da eklemek gerekir.
Çünkü o dönemlerde doğuya karşı bu yoğun ilgi, eğilim Mickiewicz'in
de öğrenim gördüğü Wilno üniversitesinin öğrencileri arasında çok
yaygındır, hatta bu öğrencilerin arasında Petersburg’da Doğu
bilimleri eğitimi görenler bile vardır. Mickiewicz’in kendisi de Doğu
ile çok yakından ilgilidir; Petersburg'da bulunduğu sıralarda amatör
olarak Arap ülkelerinin dili, tarihi ve edebiyatı üzerine çalışmalar
yapmıştır. Bunun yanı sıra o dönemin ünlü Doğu bilimcisi Jozef
Sekowski'nin tavsiye ve önerilerinden de yararlanmıştır.50
Jozef Julian Sekowski (1800-1858) Polonya'nın en eski doğu bilimcisidir.
1820'de İstanbul'da Rus elçiliğinde tercümanlık görevine atanmış, 1821'de de
Suriye ve Mısır'a seyahat etmiştir. Petersburg Üniversitesinin bir profesörü
50
100
(Mankowski, 1994: 34) Dolayısıyla Kırım Sonelerinde de açıkça
görüldüğü gibi Mickiewicz'in, eserlerinde Kırım temasını işleyecek
kadar Doğu ve
Müslüman dünyası hakkında bilgisi
vardır.51(Bohdanowicz, Chazbijewicz, Tyszkiewicz, 1997:91) Ancak
bu soneler dizisine yalnızca Kırım Yarım
Adası'nın coğrafi
durumunun şiirsel bir anlatımı olarak bakmamak gerekir. Çünkü
sonelerde gerçeklikle uyuşmayan ayrıntılar bulunmaktadır. Diğer
taraftan bunları yalnızca Mickiewicz'in seyahatinin şiirsel hatıraları
olarak da almamakta yarar var, çünkü sonelerde anlatılanların şairin
seyahat güzergahıyla zaman zaman örtüşmediği görülmektedir.
Kısacası Kırım
Sonelerine yalnızca onun peyzajını, doğal
güzelliklerini, tarihini ve bütün özelliklerini içine alan Kırım'a dair
lirik bir anlatım olarak bakmak doğru olacaktır. Soneler dizisini şekil
olarak incelediğimizde Mickiewicz’in yaşanmışlıklarını, duygu ve
düşüncelerini dile getirmek için şiir formu olarak soneleri seçmiş
olmasının çok isabetli olduğunu görüyoruz. 52Çünkü bu çok zorlu
sone formu Mickiewicz gibi usta bir şair için edebi teknik açısından
sorun olmamış, aksine klasik sone formunun bütün gereklerini
olarak Arapça ve Türkçe öğretmenliği yapmıştır. W. Barthold'a göre, Rusya'da
Doğu Bilimleri Sekowski ve A. Kasım Bey tarafından kurulmuştur. Sçkowski St.
Petersburg Üniversitesinde çalıştığı sıralarda, Rusya'daki Türkoloji tarihinin ilk
Türk Dili profesörü olarak ün yapmıştır. Onun yetiştirdiği öğrenciler arasında P.
S. Saraliev, V. Grigoriev gibi tanınmış isimler vardır. Osmanlı kroniklerinden ilk
çevirileri yapan ve dolayısıyla Rusya, olduğu kadar Polonya toplumuna,
araştırmacılarına Doğu hakkında ilk bilgileri veren de odur.
51 Adam Mickiewicz en büyük Müslüman Tatar gruplarından birinin yurtlanmış
olduğu Nowogrod-Wilno'da doğmuş ve büyümüştür. Şüphesiz şairimiz bu
Lituanyalı Müslüman Tatar ailelerinin gelenekleri, dilleri, özellikle de dinleri
hakkında pek çok bilgiye ve tecrübeye
sahipti.
52 XIII. yüzyılda İtalya'da ortaya çıkan ve A. Dante ve F. Petrarko tarafından
yayılan, XV, XVI yüzyıllarda Avrupa edebiyatlarında daha sık görülmeye
başlanan bu sone formu Polonya’da da rağbet görmekteydi. İlk dönemlerde J.
Kochanowski ve M. Sep-Szarzynski, A. Morsztyn romantizm döneminde A.
Mickiewicz ve J. Slowacki, pozitiwist dönemde A. Asnyk, Genç Polonya
döneminde J. Kasprowicz, K. Tetmajer, L. Staff, çağdaş şairlerden ise J.
Iwaszkiewicz, A. Slonimski, S. Grochowiak, S. Swen-Czachorowski bu formu
başarıyla uygulamışlardır.
101
fazlasıyla yerine getirmiştir. Biçim olarak sözleri çok hesaplı
kullanması, düşünsel ve betimsel zengin içeriği sadece on dört
satıra, tam kafiye disiplininde sığdırması, sonelerin karmaşık kıta
düzenine fevkalade hakim olması ona, Polonya'da olduğu gibi dünya
edebiyatlarında da büyük başarı getirmiştir.
Kırım Soneleri, her biri "4- 4- 3- 3"lük kıta düzeninde 14 satır
ve en fazla 14 heceden oluşan 18 şiirlik bir soneler dizisidir.
Mickiewicz ilk iki dörtlükte fevkalade güzel metaforlar eşliğinde
Kırım'ın doğasını, tarihini, güzelliklerini betimlerken, diğer iki, üçlük
kıtalarda ise tamamen kendi, dolayısıyla göçmen Hacı kahramanın
duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Klasik sone formunu abba,
abba, cdc, dcd ya da aaaaaaaa, bcb cbc gibi tam kafiye disiplininde
çok başarılı şekilde uygulamış olduğu gözlenmektedir.
Bu soneler dizisi, birlikte yayınlanan, Odessa’nın eğlence
salonlarındaki yaşamı, geçici flörtleri, derin aşkları, düş kırıklıklarını
anlattığı Odessa Sonelerinden prensip olarak daha farklıdır. Çünkü
bu sonelerde Odessa
Sonelerinde hiç bulunmayan doğa
betimlemeleri büyük rol oynamaktadır. Bu doğa betimlemeleri
kahramanı Hacının, dolayısıyla göçmen şairin "ruhsal peyzajını"
gözler önüne serebilmek için etkin bir fon oluşturmaktadır.
Sonelerin başkahramanı göçmen-Hacı (Pielgrzym) ise, gezgin
kişiliğinde betimlenmiştir. Özellikle sone kahramanının Byron tarzı 53
çizgileri dikkat çekmektedir; gelecekten hiçbir beklentisi olmayan,
umutsuz, iç hesaplaşmaları içinde bocalayan, dünya ile savaşında
yenik düşmüş bir kahramandır; tek başına, hiçbir yerle, hiçbir
kimseyle bir bağlantısı kalmamıştır, artık çevresindeki olaylara ve
insanlara karşı yabancılık hissetmektedir. Fakat aynı zamanda
hassas, duygulu, doğadan etkilenebilen, gözlemci, tarihi bilgisi olan
entelektüel bir kahramandır. Bütün bunların yanı sıra, göçmenByron tarzı karakter; "Giaur" (1813) da George Byron diğer pek çok romantik
kahramana örnek olacak yeni bir tip karakter yaratır. Bu karakter özelliklerini
taşıyan kahramanlara da şairin kendi isminden yola çıkılarak Byron tarzı
denilmektedir. Bu kahramanı belirleyen çizgiler ise; gizemlilik, yalnızlık, dünya
ile savaşı olmak, onu çevreleyen dünya ile yalnız savaşmak, iç hesaplaşmaları
olmak, etrafında olanlara karşı tepkisiz olmak gibi sıralayabiliriz.
53
102
Hacının romantik bir kahraman olarak farklı ülke ve kültürlere
eğilimli olduğunu, buralarda yaşayan insanları tanımaya, anlamaya
ve dünyaya onların gözünden bakmaya çalıştığını da gözlemliyoruz.
Dolayısıyla sonelerin Hacı kahramanı Polonya edebiyatında yeni bir
karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Kırım'ın doğası bu Hacıyı
denizinin, dağlarının, steplerinin büyüklüğü ve yüceliğiyle, bitkilerin
ve vadilerin güzelliğiyle, güney gecelerinin sıcak atmosferiyle, doğu
güneşinin parlak ışıklarıyla çok etkilemiştir. Hatta bu etkilenim öyle
büyük olmuştur ki, Kırım doğasının bazı tasvirlerinin çok abartılı
olduğuna şahit oluyoruz. Tabii ki, buna şaşırmamak gerekir, çünkü
Lituanya bataklıklarının, ormanlarının, sisli puslu atmosferinde
doğmuş, büyümüş olan şairimiz hayatında ilk kez stepleri, dağları
görüyordu ve bu farklı doğanın onu etkilemesi kaçınılmazdı.
Gerçekte Kırım'ın dağları o kadar yüksek ve heybetli, uçurumları o
kadar sınırsız derinlikte olmamasına rağmen, bu dağlar Mickiewicz
için şairane bir sıra dişilik içindedir, dolayısıyla şairin hayal gücünü
uyandırmıştır.
Mickiewicz bu duygu ve izlenimlerindeki yeniliği sık sık
kahramanının göstermesine de izin verir. Doğu-Batı kültürlerini
özdeşleştirdiği Hacı ve Mirza karakterini diyalog formunda karşı
karşıya getirdiği, dolayısıyla Doğu ve Batı insanı arasındaki farkı
açıkça ortaya koymaya çalıştığı Kozlow Steplerinden Dağların
Görüntüsü (Widok Gor ze Stepow Kozlowa) başlıklı sonede bu
yaklaşımı gözlenmektedir: Kahramanın bir Hacı olarak Mirza'ya
sorduğu sorularında ya da "Aa!!" şeklindeki şaşkınlık ve hayranlık
ifadesinde—ki, bu dağlarda tanık olduğu mucizeler ve Mirza'nın
cesareti karşısında gösterdiği bir şaşkınlık ifadesidir—bu durum
açıkça ortaya çıkıyor: Bu sonede, her iki kahraman da dağa
bakmaktadır; Hacı karakteri dağa şaşkın, biraz da korkuyla
bakarken, Mirza ona bir fatih gibi bakmaktadır. Kısacası göçmen
kahraman bu hiç bilmediği yeni duygular ve izlenimler karşısında
"Aa!!" diyerek "şaşkınlığın parmağı"nı basmaktadır 54
Çevirilerini yaparak örneklediğimiz soneler, Czeslaw Zgorzelski tarafından
hazırlanan seçme şiirler antolojisinden alınmıştır. Bir kısmı yine kaynakçada
sunduğumuz internet adresinde de bulunmaktadır.
54
103
Hacı (Pielgrzym)
Allah buzdan bir duvar mı örmüş denize, orada?
Yoksa donmuş buluttan taht mı yapmış meleklere?
(....)
Zirvede bu ne kızıllık! Yangın mı var İstanbul'da?
Yoksa, boz gece kaftanını üzerine çektiğinde,
Doğa denizine yelken açan denizciler var ya,
Onlar için mi astı Allah, bu fenerleri gök kubbe içine?
Mirza
Orada?~Oradaydım; kış oturuyor, orada sellerin burunlarını
Ve nehirlerin boğazlarını gördüm onun yuvasından su içen;
İçime çektim, kar döküldü dudaklarımdan; temizledim
adımları,
Kartalın yolunu kaybettiği, seyahatinin bittiği yerde bulutun,
Geçtim buluttan beşikte kestiren yıldırımı,
Ta ki, üzerinde yalnızca yıldızlar olana kadar türbanımın.
İşte bu Çadırdağ! 55
Hacı
Aa!/
Mickiewicz'i olduğu gibi romantik bir karakter olan
kahramanı Hacıyı da, yalnızca gözlerinin önünde uzanan güzellikler,
doğanın o büyüklüğü ve yüceliği baştan çıkarmıyor, aynı zamanda
onun gizemi ve tarihi de;
"Bahçesaray" (Bakczysaraj) ve
"Balaklaw'daki Saray Yıkıntıları" (Ruiny Zamku w Balaklawie)
sonelerinde olduğu gibi, Kırım'a ait yıkıntılar ya da mezarlarda
karşılaştığı görüntüler onu çok etkiliyor, hatta geçmiş hakkında
düşünmeye itiyor—örneğin "Bahçesaray" sonesinde Kırım'ın eski
Çatyrdah-Kırım Yarım Adasında bulunan dağlar zincirinde en yüksek ikinci
dağdır. Şekil olarak bir çadırı andırması nedeniyle Tatar Türkçe'sinde
"Çadırdağ" olarak adlandırılmaktadır.
55
104
güç ve ihtişamının artık kalmadığını, doğanın ise sürekliliğini şöyle
dile getiriyor:
Hala büyük ama boş-Girayların kasrı!
Avlular ve eşikler paşaların yüz sürdüğü hani,
Divanlar, güç tahtları,aşk yuvalarında
Çekirge geziyor, yılan sürünüyor, şimdi.
Rengarenk pencereler boyunca gündüz sefası
Sararken sağır duvar ve kubbeleri
Doğa adına insan mülkünü istila eder gibi
Ve Baltazarın 56 işaretleri ile yazar "Virane"yi.
(...)
Neredesiniz, güç, büyük aşklar, ey sena! B
aki olmalıydınız~su tez akar kaynaktan.
Ne utanç! Siz geçmişsiniz, kaynak hala orada.
Görüldüğü gibi bu sonede Mickiewicz, Kırım Hanlarının o
muhteşem sarayının harap olmuş yıkıntılarını betimliyor. Bu görüntü
aynı zamanda şair tarafından tarihi ayrıntılarla çok iyi bezenmiş.
Mickiewicz sonenin daha ilk başlarında, öyle sade iki kontrast sıfat
kullanıyor ki; Bahçesaray'ın eski ve yeni halini çok çarpıcı olarak
gözler önüne seriyor— "büyük, ama boş" 57
Baltazar İşaretleri—İncile göre, Babil kralı Baltazar'ın saray odasının
duvarında gizemli bir yazı ortaya çıkar. Bu yazıyı ise İsrail peygamberi Dawid
okur ve tefsir eder; "mene, tekel ufarsin "—Tanrı senin hükümdarlığını hesap etti
ve artık sonunu belirledi. "Aynı gece Baltazar öldürülür.
57 Eski dönemlerdeki Polonya-Lituanya Cumhuriyeti yüzyıllar boyunca Tatar
akınlarına karşı koyamamış, güney-doğu sınır bölgeleri sürekli yağmalanmıştır.
Hatta XVII. yüzyıl boyunca bu Tatar saldırılarına karşılık Kazakların da,
Karadeniz'deki Türk-Tatar liman şehirlerine saldırması nedeniyle sık sık
Osmanlı-Polonya orduları karşı karşıya gelmiştir (1620-Çeçora, 1621-Hotin
gibi). XIV yüzyıldan Karlofça anlaşmasına (1699) kadar Polonya topraklarına
sayısız Tatar saldırısı gerçekleştirilmiştir. Hatta Tatar ordularının Krakow
yakınlarına kadar gelişi Polonya halkında sık sık korkuya neden olmuştur.
Dolayısıyla Mickiewicz için, Polonya'nın bir türlü baş edemediği bu büyük
56
105
Giray Hanedanlığından gelen hanların yüzyıllar boyunca
başkenti olan Bahçesaray’ın şimdiki sakinleri sürüngenlerdir. O
ihtişamlı saray zamanın acımasızlığı karşısında düşüşe boyun eğmiş,
"Sağır duvar ve kubbeleri" artık "felaketin ve yok oluşun" habercisi
olan "gündüz sefası" kaplamıştır. Vaktiyle kral Baltazar'a yıkılışın
haberi verildiği gibi, Bahçesaray'da da "Virane" ibaresi yazılıdır. O da
zamanını doldurmuş ve yıkılmıştır. Son dörtlük ise Mickiewicz'in
okuyucuya vermek istediği hacılık düşüncesini mükemmel ortaya
koymaktadır. İnsanoğlu tarafından sonsuza dek sürecekmiş, hiç
bitmeyecekmiş gibi görünen büyük değerlerin bir gün trajik bir
şekilde yok olacağı gerçeğini çok çarpıcı vurgular. Çünkü insanoğlu
doğanın gücü karşısında çok zayıftır, aynı sonede belirtildiği gibi
kaynak— yani doğa hep oradadır, fakat su çok çabuk akıp geçmiştir.
Dolayısıyla Mickiewicz’e göre herkes gelip geçicidir, bu gün çok
güçlü olanlar bir zaman sonra yok olacak, o zaman Polonya da
yıkıntıların içinden yeniden doğacak ve özgürlüğüne kavuşacaktır.
Kırım'a ait bu sonelerde kahraman kimliğinin çeşitliliği
hemen göze çarpıyor; sonelerin büyük bölümünde kahraman, Hacı
olarak ortaya çıkıyor,
şüphesiz şairin kendisinin duygu ve
düşüncelerini dile getiriyor; "Akkerman
Stepleri" (Stepy
Akermanskie) ve Hacı (Pielgrzym) sonelerinde Lituanya motifleri
eşliğinde bu durum gözlemleniyor. Hacının diğer yaşanmışlıkları ve
izlenimleri hakkında ise anlatıcı bilgi veriyor; örneğin "Fırtına"
(Burza) da bazen Mirza, yani Kırım soylusu, bazen de anlatıcı söze
giriyor. Bazı sonelerde ise, örneğin "Ayıdağı" (Ajudah)nda, genç
şairin monologları göze çarpıyor. "Kozlow Steplerinden Dağların
Görüntüsü" nde ise Hacı ve Mirza arasında bir diyalog formu
oluşuyor-ki, buna yukarıda örnek vermiştik. Bu da geleneksel sone
formuna bakıldığında Mickiewicz'in tam anlamıyla yeni bir tarz
oluşturduğunu göstermektedir.
Mirza kişiliğinin sonelere dahil edilmesi, hatta ona söz
verilmesi, şaire Doğu insanının psikolojisini oluşturmasında kolaylık
gücün, şimdi yenilmiş olması çok dikkat çekiciydi. Demek ki, bir gün
ülkesindeki işgal de bitecekti.
106
sağlamasının yanı sıra, sonelerin Doğuya ilişkin karakterini büyük
ölçüde zenginleştiriyor ve renklendiriyor. Mirza, o zamanın Kırım
soylusu, Müslüman. Onun kişiliği Allah’ın varlığının bir kanıtı oluyor,
dolayısıyla Mickiewicz Müslüman gelenek ve göreneklerine dair pek
çok dini ayrıntıya yer veriyor, ayni zamanda Türk ve Tatar kökenli
kelimelere de-ki klasik eleştirmenler bu nedenle Mickiewicz’in
eleştirmektedirler.58(Mankowski,1994:164)
Özellikle
Mirza'nın
sesine kulak verdiğimiz "Çadırdağ" (Czatyrdah) sonesinde
Müslümanlara ait pek çok ayrıntıya rastlıyoruz.
Bu sonede Mirza bir Doğu insanı olarak Kırım'ın egzotiğini,
kültürünü ve insanlarının dünyaya bakış açısını göçmen Hacıya
öğretiyor. Mirza daha ilk mısrada Müslüman geleneğine uygun
olarak doğaya "taştan ayaklarını öperek" saygısını sunuyor. Daha
sonra Çadırdağ'ı, "Kırım'dan geminin direği, dünyanın minaresi,
padişahın dağı" olarak tanımlıyor. Dolayısıyla bu metaforlar,
oryantal motifler Doğu kültürünün soluğunu okuyucuya
hissettiriyor. Mickiewicz, daha sonraki kıtalarda Çadırdağ'ı
canlandırıyor,
kişileştiriyor ve Doğu giysisini -"cüppeyi"
giydiriyor,"türbanı" takıyor, bu yüce dağı, "insanlarla tanrı arasında
aracılık yapan bir meleğe-Gabriel'e" benzetiyor. Mirza, Kırım'ın
doğasının büyüklüğünü, yüceliğini, sürekliliğini, buna karşın insan
kaderinin belirsizliğini, zayıflığını betimlerken insanoğlunun ölümlü
olduğuna vurgu yapıyor. Kısacası Batı insanına bu gerçeği
hatırlatmak, hatta öğretmek, onu maddecilikten ruhsal dünyaya
yöneltmek istiyor.
Mirza
Müslüman inleyerek öper senin taştan ayaklarını
Kırımdan geminin direğisin, yüce Çadırdağ!
Dünyanın minaresi! Padişahın dağı!
Sen, bulutlara yükseldiğinde, kayaların üzerinden,
Oturursun gök kubbenin kapısında,
Mickiewicz'in Doğu ile Batı dünyasını Hacı ve Mirza kahramanlarının
kişiliğinde karşılaştırması ve bu karşılaştırmada Doğuya ait ayrıntıları çok
kullanması, özellikle de yüceltmesi önemli nedenlerden biridir.
58
107
öyle yükseksin ki
Tıpkı Gabriel gibi, cennet bahçesini bekleyen.
Karanlık ormanlar cüppen, korkunun yeniçerileri
Dokuyorlar buluttan türbanını şimşekler ve sellerden
Güneş yaksa bile, sis gölgelese de hani,
Gâvur yaksa da evleri, mahsulü yese de çekirge—
Ey Çadırdağ! Sen yine de sağır ve hareketsizsin,
Benzersin dünya ile gökyüzü arasında yaratılmış çevirmene,
Yeryüzü, insanlar, yıldırımlar ayaklarının altına serili
Yalnızca, kulak verirsin, Tanrının kullarına söylediklerine.
Yine Doğuya ait motiflerle buluştuğumuz bir başka sonesi
"Aluşta'da 59
Gündüz" (Aluszta w Dzien) de;
Dağ artık o sisli kaftanını göğsünden silkiyor,
Sabah namazı çağlıyor başaklarda altından,
Selam veriyor orman, mayıs saçlarından,
Sanki Halifelerin tespihinden yakut nar tanelerini döküyor.
Yukarıda da gördüğümüz gibi, Mickiewicz'in Doğu
motiflerinin eşliğinde renklerin kendi isimlerini de kullanmadığına
şahit oluyoruz; onların yerini Doğunun zenginliğini, ihtişamını
yansıtan değerli taşların ve mücevherlerin isimleriyle yaptığı mecazi
tanımlamalar alıyor. Örneğin bir başka sonesi "Gece Bahçesaray"
(Bakczysaraj w Nocy)da;
Camiden mü'minler çıktıklarında hep birlikte
Ezan sesleri akşamleyin kaybolur sessizce
Ufuklar utançtan sanki yakut kesilince
Gecenin gümüş hükümdarı yare gelir dinlenmeye.
Mickiewicz zaman zaman "Haremin Mezarlığı" (Mogila
Haremu) sonesinde olduğu gibi dekoratif bir stil kullanıyor. Haremin
59
Aluszta-Aluşta-Kırım'ın güney sahilinde bir şehir.
108
bahçesindeki mezarlıkta gömülü olan, Sultanın genç yaşta ölen
cariyelerini şöyle betimliyor;
Daha olgunlaşmamış salkımlar, aşk bağlarından
Allah’ın masasına alınmış; burada Doğunun incileri
Çekmiş daha çok gençken, mutluluk ve sevinç denizinden,
Sonsuzluğun kabuğu, tabut o karanlık sinesine.
Ancak bir Avrupalının sözlerinde ifadesini bulabilecek, Barok
tarzını hatırlatan bu üslup Mirza'nın dudaklarından çok doğal
dökülüyor. Tabii ki, bu bir tesadüf değildir, sadece Doğu tarzının
ihtişamını daha gerçekçi vermek amacıyla yapılmıştır. Aynı zamanda
şairin bu iki ayrı dünya arasındaki mesafeyi de çok iyi koruduğu
gözlenmektedir. Hatta Doğuya ait motiflerde Mickiewicz'in tam bir
tutarlılık gösterdiğini söyleyebiliriz; örneğin Hacının konuşmalarında
hiçbir şekilde Doğuya ya da İslam'a dair bir kelime kullanmadığı gibi,
Mirza'nın sözlerinde de Lituanya hatıralarını kullanmamaktadır.
Hacının hatıralarında Lituanya, Mirza'nın sözlerinde de oryantalizm
iki ayrı dünya olarak karşımıza çıkmaktadır.
Adam Mickiewicz'in Kırım Soneleri'inde fevkalade güzel bir
anlatım tarzı sergilediğini görüyoruz. Bu ustaca anlatımın odak
noktasını "Akkerman Stepleri" sonesinde de olduğu gibi, bütün bir
soneyi içine alan benzetmeler, metaforlar dizisi oluşturmaktadır;
Kırım Soneleri dizisini açan ve aynı zamanda onun bütün konusunu
ortaya koyan Akkerman Steplerinde, bundan sonraki sonelerde
sürekli tekrarlanacak olan anahtar motifler de ortaya çıkmaktadır;
Hacı (Pielgrzym), gezgin, sürgün, sürekli seyahat, doğanın
büyüklüğü ve gücü, şairin bu dizeleri yazmasına neden olan ülke
özlemi, yalnızlık, terkedilmişlik, kısacası bu ilk sone bütün dizinin
özetini içinde barındırmaktadır. Şimdi bu soneye daha yakından
bakalım;
İlk dörtlükte sonelerin kahramanı, dolayısıyla şair"
dalgalanan çimenler ve çiçek selleri arasında " stepler boyunca
yapmış olduğu seyahati betimler. "Açıldım enginliklerine kuru
ummanın" derken önünde uzanan o sınırsız genişlikteki stepleri
okyanuslara benzetir. Dolayısıyla bindiği araba da "mercansı
109
çalılıklar adasını geçerek" "otlara dalar", "kayık gibi dolanır."
Genişlik ve büyüklük imgeleminden faydalanarak oluşturduğu bu
metaforlar dizisi steplerin mükemmel bir resmini çizmekte, hatta
umman-okyanus benzetmesiyle stepler renklenerek hareket
bulmaktadır
. Açılırım enginlerine kuru ummanın,
Arabam otlara dalmış, gezinir kayık gibi,
Çimenler dalgalanmakta, çiçekler sel misali,
Geçerim adasını mercansı çalılıkların.
Bu kadar büyük okyanusta yolunu bulmak zordur, dolayısıyla
gezgin de tıpkı bir denizci gibi karanlık çöktüğünde, yolunu bulmak
için yıldız aramaktadır. Uzaklarda Dniester nehrinin doğduğu
yerlerdeki ışıkları~ki Dniester nehrinin suladığı Ukrayna toprakları
bir zamanlar Polonya-Lituanya topraklan içindeydi~onu ülkesine
götürecek deniz fenerlerine benzetir. Dniester'in Karadeniz'e
döküldüğü yer ise Akkerman'dır. Dolayısıyla
"Akkerman
Lambası"nın ışığında Dniester'i izleyerek ülkesine dönebilecektir.
Karanlık çökmüş, ne yol ne kurgan görünmekte,
Göğe bakarım, yıldız ararım, kayığa rehber;
Uzaklarda bulut mu parlıyor, doğuyor mu seher?
Parıldayan Dniester, Akkerman lambası60 yanmakta.
Bundan sonraki üçlük ise, gerçekle hayalin yüzleştiği, yeni
olayları sabırsızlıkla bekleyen kahramanın zengin hayal dünyasının
bir ürünü olduğunu gösterir. Üçüncü kıta steplerde hüküm süren
sessizliğin, sakinliğin resmini gözler önüne getirirken, sonelerin
kahramanı "Duralım!-ne sessiz..." der birden, çünkü bu sessizlik
içinde "uçan turnaları", "çimenlerde uçuşan kelebeği", "kaygan
yılanın otlara dokunuşunu" bile duymaktadır.
Duralım!-ne sessiz...-şahin gözünün göremediği,
60
Akkerman lambası—Akkerman (şimdiki Bialogröd) Dniester nehrinin
Karadeniz’e döküldüğü liman kenti. Akkerman'da o zamanlar deniz feneri
yoktu, bu nedenle Akkerman lambası diyor; bir başka açıdan bakarsak,
parlayan Dniester, ya da Akkerman lambası derken, limanın ışık saçan ayna gibi
yüzeyini kastettiği de söylenebilir.
110
Turnaların geçişini bile duymaktayım;
Duymaktayım çimen üzerinde uçuşan kelebeği.
Bu sessizlik ve sakinlik içine dalar... fakat uzun sürmez,
çünkü birden içinde özlem uyanır. Belki de buna onun vaktiyle
Lituanya bataklıklarında seyrettiği turna kuşlarının görüntüsü neden
olmuştur. "Bu sessizlikte... Lituanya'dan bir ses duyar gibiyim"
derken, bu sözlerinden şairin ülkesine olan özleminin ne kadar
büyük olduğuna şahit oluyoruz. Bu yoğun sessizliğin içinde
ülkesinden de bir ses duyabilme umudu canlanmıştır. Fakat
Akkerman Steplerinin son sözleri olan "kimse çağırmıyor, gidelim!"
ise şairin, dolayısıyla kahramanı Hacının duyduğu umutsuzluğu,
kederi, düş kırıklığının büyüklüğünü gösterirken, kahramanı göçmen
Hacı gibi Mickiewicz'in de "ruhunun peyzajını" açıkça ortaya
koyuyor.
Kaygan yılanın otlara dokunuşunu bile duymaktayım.
Bu sessizlikte! Öyle dikkatli kulak kabarttığımda,
Sanki Lituanya'dan bir ses duyar gibiyim.-Kimse çağırmıyor,
gidelim!
Diğer sonelerde Akkerman Steplerindeki gibi sonenin
bütününü içine alan metaforlar dizisi bulunmasa da, konuyu ve
içeriği mükemmel yansıtan ustaca yapılmış benzetmeler vardır.
Örneğin "Gece Bahçesaray" da bulutu beyaz bir kuğuya benzetir;
Bulut, gölde uyuyan bir kuğu gibi
Göğsü beyaz, kenarları altına boyalı,
ya da denizlerdeki korkunç bir fırtınayı betimlediği
"Fırtına"da, denizlerdeki o devasa, ölümcül dalgaları kale surlarına
saldıran askerlere benzetir;
Ölümün dahiliği ortaya çıkıp gemiye yaklaştığında
Yıkılmış surlara saldıran bir asker gibi,
111
ya da "Balaklaw'da Saray Yıkıntıları"nda, tepelerde zaman
içinde dağılmış olan eski yapıların yıkıntılarını kocaman iskeletlere
benzetir;
"Bugün dikiliyorlar dağlarda kocaman iskeletler gibi."
Mickiewicz'in bu soneler dizisinde çok sık doğayı
canlandırdığına,
kişileştirdiğine şahit oluyoruz; örneğin
"Ayıdağı"nda, denizdeki o köpürmüş olan dalgalar "püskürüyor ve
dümen kırıyorlar", "Çadırdağ"da dağ "cüppe giyiyor, türban takıyor",
"Kozlow Steplerinden Dağların Görüntüsü"nde "yıldırım bulutların
beşiğinde kestiriyor", "Gece Bahçesaray"da "yıldırım uyandığında
suskun gökyüzü çöllerine uçuyor." Ay ise "gecenin gümüş hükümdarı
olarak yarin yanında dinlenmek" istiyor. Yine bu sonede Ay'ın, yani
Hilal'in "gecenin gümüş hükümdarı" olarak kişileştirilmiş olması da
oryantal bir motif olarak dikkat çekicidir.
Mickiewicz zaman zaman doğanın gücünü ve bu güç
karşısında insanın zayıflığını okuyucuya daha etkin hissettirebilmek
için, doğa olaylarının doğal seslerini taklit etmeye çalışıyor. Bu
durum özellikle "Fırtına"da çok belirgin olarak gözlenmektedir.
Örneğin ilk dörtlükte "r" ve ona bağlı olarak da "sz" seslerini sürekli
tekrarlayarak belirgin şekilde fırtınanın sesini taklit etmeye çalışıyor;
Zdarto zagle, ster prysaj, ryk wod, szum zawiei,
Glosy trwoznej gromady, pomp zlowieszcze jeki,
Ostatnie liny majtkom wyrwaly sie z reki,
Slonce krwawo zachodzi, z nim reszta nadziei
Şairin "Fırtına"da yapmak istediği temel şey, bir doğa
felaketinin dinamizmini, sesini, hareketini resmederek, bir deniz
fırtınasının tehlikesini okuyucuya olabildiğince iletebilmektir.
Dolayısıyla dramatik olayların çalkantısını, temposunu, duygusunu
oluşturabilmek için, eş değerdeki kelimeleri, fiilleri de bir biri ardına
vermeye çalışıyor; "yelkenler parçalanmış, dümen savrulmuş, suların
kükremesi, gürültü esiyor", görüldüğü gibi sürekli bir hareketlilik
var, fakat daha soma ikinci dizede olay yavaşlıyor, doğanın
gürültüsüne karışıyor, "endişeli kalabalığın, pompaların sesleri,
uğursuz iniltiler" burada yalnızca sesler hüküm sürüyor— verilen
112
resmi siyah beyaz bir filme benzetmek de mümkün, şair olayı
bundan sonraki dizelerde daha da dramatikleştiriyor;
Tayfaların elinden kurtuluyor son halatlar da,
Güneş kan renginde batıyor, ardından kalan umutlar da.
Üçüncü kıtada deniz fırtınasını anlatan anlatıcı, bu korkunç
olayı ve insanların bu olay karşısında verdikleri tepkileri gözlemleyen
tipik Byron tarzı kahramana dönüşüyor;
O ellerini uzatmış, onlar yarı ölü yatarken,
Diz çöküyor dostların kucağında veda ederken,
Dua ediyorlar onlar, ölüme karşı, ölmemek için.
Kahramanın kendisi tıpkı şair gibi çevresine karşı yabancılık
hissetmekte, "sessizce" bir kenarda oturarak olan biteni
izlemektedir:
Sadece bir yolcu oturuyordu, kenarda sessizce
Ve düşünüyordu: ...şanslıdır, güçten kesilse bile,
Dua etmeyi bilen, ya da veda edecek kimsesi olan.
Sonelerin kahramanı gücü kesilip korkudan bayılan insanı
bile kıskanan, dualarda avuntu arama yeteneğini kaybetmiş, yanında
kimsesi olmayan ümitsiz bir insandır. Bu son dörtlükte Mickiewicz
dünya ile kavgası olan romantik bir bireyin yapısını, psikolojisini
ustaca ortaya koymaktadır; bu sonede korkunç doğa felaketi ile
ölüm arasında kalmış bir gemi dolusu dehşete düşmüş insan
sergilenmektedir. Tayfalar yolcuların ve kendilerinin hayatta
kalabilmeleri için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Hala ayakta
kalanlar da korkudan çıldırmış durumdadırlar, yaşamları yalnızca bir
mucizeye bağlıdır. Dolayısıyla dua etmektedirler. Bütün bu karmaşa
ve korku içinde yalnızca bir kişi çevresinde olan biten her şeye karşı
kayıtsızdır. Çünkü onun hayatla hiçbir bağlantısı yoktur, ne bir
dostu, ne de dua etmeye karşı inancı kalmıştır. Mickiewicz'in, bu
sonede de, özellikle doğanın gücü karşısında insanoğlunun ne kadar
zayıf olduğu gerçeğini, bire bir doğa olaylarını canlandırarak
okuyucuya aktarış tarzı oldukça başarılıdır.
"Kırım Soneleri"nin içerik ve sanatsal açıdan birlikte
yayınlanan,
salonlardaki aşk tasvirlerinin yer aldığı Odessa
113
sonelerinden çok farklı yazıldığını yukarıda söylemiştik. Nitekim
Mickiewicz'in kendisi de dizinin son sonesi olan "Ayıdağı" (Ajudah)
da, bu farklılığı, duygu, düşünce ve yaşanmışlıklarından ortaya çıkan
"ölümsüz şiirler" benzetmesiyle ortaya koyuyor. "Kırım Soneleri"
serisinin son sonesi olan "Ayıdağı"
Mickiewicz'in sürekli
monologlarıyla geçiyor: Hacı kahramanımız, dolayısıyla şairimiz
"Ayıdağı"ndan aşağıya bakarak dalgaların hareketini izlemektedir.
"Balina orduları"na benzettiği dalgalar, kıyılara saldırmakta,
vurmakta, fethettikten sonra da, geri çekilirken arkalarında altın
sarısı kumlarda ganimet olarak "inci, mercan, deniz kabuğu"
bırakmaktadır.
Kıyıları kaplayarak, balina orduları gibi
Dalgalara çarpıyorlar, dolduruyorlar sığ yerleri
Fethediyorlar kıyıları, dönüşte de,
Arkalarında bırakıyorlar mercan, deniz kabuğu, inci.
(...)
Tıpkı senin kalbinde bıraktığı gibi, ey genç şair!" derken, bu
görüntünün şairi çok etkilediği, hatta kendi içine döndürerek
varoluşunu sorgulamasına neden olduğu görülmektedir. Çünkü bu
olay onun ruhunun bir yansıması gibidir. Tıpkı dalgaların, vurduğu,
fethettiği, o çalkantıların ardından geride ganimet olarak inci,
mercan bıraktıkları gibi, şairi de vuran, rahatsız eden duygu seli,
aşklar, acılar ve onu esir alan tutkular bir süre sonra geçer, fakat
geriye şair için bu acıların ürünleri olan "ölümüz şiirleri" bırakırlar.
Bu "Ayıdağı" sonesiyle büyük şair Adam Mickiewicz, Kırım’ın
doğasına hayranlığı ile yurduna olan özlemi arasında "Hacılık"
kavramını şekillendirdiği, "yaşanmışlıklarının bir hatırası" olan Kırım
Sonelerine son noktayı koyar.
114
KAYNAKÇA
BOHDANOWICZ, Leon - Chazbijewicz, Selim - Tyszkiewicz, Jan. (1997). Tatarzy
Muzulmanie w Polsce, Gdansk: Niezalezne Wydawnistwo "Rocznik Tatarow
Polskich".
EMİN, Mehmet. (1330/1813). Türk Yurduna; Ey Türk Uyan. İstanbul : Matbaa-i
Hayriye.
EREN, Hasan. (1998). Türklük Bilimi Sözlüğü. I. Cilt, Yabancı Türkologlar. Ankara.
FLOREK, Ewa. (1998). Romantyzm Pozytywizm. Krakow.
GARLICKI, Andrzej. (1998). Historia 1815-1939. Warszawa:Wydawnistwo Naukowe
"Scholar".
JABLONOWSKI, Aleksander. (1989). "Litvanya Büyük Prensliğinin Güneydoğuda
Türkler ve Tatarlarla olan Hududu". Türk Dünyası Araştırmaları. Ağustos 1989. 10
(61), 185-203.
JAWORSKI, Stanislaw. (1991). Slownik Terminy Literackie. Warszawa:
Wydawnistwo Szkolne i Pedagogiczne.
KURAT, Akdes Nimet. (1972). IV- XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz'in Kuzeyindeki Türk
Kavimleri ve Devletleri. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
KRZYANOWSKI, Julian. (1969). Dzieje Literatury Polskiej. Warszawa: Pahstwowe
Wydawnistwo Naukowe.
MAKOWSKI, Stanislaw. (1994). Romantyzm. Warszawa: Wydawnistwo Szkolne i
Pedagogiczne.
MICKIEWICZ, Adam. (1986). Wybor Poezji. c. II. (Haz. Czeslaw Zgorzelski).
Wroclaw: Biblioteka Narodowa.
MILOSZ, Czeslaw. (1994). Historia Literatury Polskiej. Krakow: Wydawnistwo ZNAK.
ORTAY, Selim. (1936). O Niepodleglosc Krymu. Warszawa: Wydawnistwo
Kwartalnika "Wschod". Okresy Literackie. (1990). ( Haz. Jan Majda ). Warszawa:
Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne.
ÖZTÜRK, Yücel. (2002). "Kırım Hanlığı". Türkler. 8. cilt., 500-513: Yeni Türkiye
Yayınları.
PIETRZYK, Dariusz. (1994). Romantyzm.Kıakow: Agensja Wydawnicza "Greg". 76
Sabire Arık
POLACY, Ktorych Poznac Warto. (1986). (Haz. Janina Michowicz). Warszawa:
Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne.
SAMRYNOWICZ, Eugeniusz - Makowski, Stanislaw - Libera, Zdzislaw. (1988).
Romantyzm. Warszawa.
SONETY KRYMSKIE, Romantyzm, http://www.literatura. zapis. net. Pl / okresy /
romantyzm / mickiewicz / sonety _krymskie. htm
The Great Emigration and Polish Romanticism. (1951). The Cambridge History of
Poland, From Augustus II to Pilsudski (1697-1935). II. Cilt. Cambridge.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. (1983). Osmanlı Tarihi, c. V. Ankara
115
YÜCE, Neşe Taluy. (2002). Polonya Edebiyatında Aydınlanma-Romantizm- Realizm.
Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları.
116
Kitabın oluşan projesi: Edyta Michalska – Polonya
Başkonsolosluğundaki kamu diplomasi muavin konsolosu
117

Benzer belgeler