İndir

Transkript

İndir
Editörden
İMKANDER: İHH
Sizlere İHH’nın Temmuz 2012’de
yayınlanan Arakan Raporunu sunuyoruz.
Arakan’da
yaşananları
kamuoyuna
aktarmayı, İslam dünyasını ve uluslararası
topluluğu bilgilendirmeyi ve Arakan’da
tırmanan şiddetin önlenmesi için gerekli
tedbirlerin alınmasına katkı sağlamayı
amaçlamaktadır.
Budist Burma yönetiminin yıllardır sistemli bir şekilde yürüttüğü bu soykırıma hepimizin vereceği bir cevap olmalıdır. Öncelikle yaşanılanlar konusunda, bilgi sahibi
olmalıyız. Raporun tespit, değerlendirme
ve öneriler bölü-münde belirtildiği gibi
müslüman kardeşlerimizin yanında yer
almalıyız.
Sizlere hatırlatmak istediğimiz bir diğer
husus da Kafkasya’da şehit olan mücahit
kardeşlerimizin geride bizlere emanet
bıraktığı yetim çocuk ve ailelerin durumu
2-3
Kulluğumuzun
Seviye
Kazanmasında
Takvanın Yeri
4-7
Ali Şerati
ve Hac
8-9
Hayatımız
ve Meşgalemiz
Yusuf E. ERDEM
İMKANDER genelde tüm İslam
coğrafyasında zulme uğramış ve zor durumda kalmış bütün Müslümanlara; özelde ise Kafkasya,da süre gelen savaştan
dolayı mağdur duruma düşmüş bütün
Kafkasyalı (Çeçen, İnguş, Dağıstanlı, Karaçay Türk’ü, Nogay Türk’ü, Kabardin-Balkar)
dul, yetim, hasta, gazi ve mültecilere maddi, manevi ve hukuki konularda imkanlar
ölçüsünde yardımcı olabilmek amacıyla
kurulan ve çalışmalarıyla örnek olan bir
dernek. Başta kurban bayramı vesilesiyle
olmak üzere diğer zamanlarda da imkanlar ölçüsünde emanetlere sahip çıkalım,
derneğimizi destekliyelim.
Kurban Bayramıyla ilgili vakfımızın
yürüttüğü çalışmalar konusunda bilgilendirmeyi de bu sayımızda bulabilirsiniz.
Mubarek Kurban Bayramının ümmetin uyanışına vesile olması temennisiyle
hayırlı bayramlar dileriz.
Ada’da kalın !..
10-11
Kurban
Etinden Yemek
20-21
Ahlak
12-13
22-24
14-15
26-27
Basiretli
Olmalıyız
Talim ve Terbiye
Arasında
Öğretmen
GDO
Yaşama Sahip
Olmak
İMKANDER
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Sahir AKÇA Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Ertuğrul ERDEM Grafik&Tasarım Özer ÖZTÜRK Yayın Kurulu Sahir AKÇA, Yusuf Ertuğrul
ERDEM, Atilla YAKAR, Yusuf ERKAN Reklam Sorumlusu Atilla YAKAR Baskı Burak Ofset İrtibat: Atatürk Bulvarı Kadir Hoca Sokak (Öğretmenevi Yanı) Ötük Apt. No:1/3
Adapazarı /SAKARYA Telefon: 0 264 277 19 46 E-mail [email protected]
Yayınlanan Yazıların Fikri Sorumluluğu Yazarlara Aittir. Gönderilen Yazılar İade Edilmez. İsim Zikredilerek İktibas Yapılabilir.
RİBAT
Kulluğumuzun
Seviye Kazanmasında
Abdullah BÜYÜK
Takvanın Yeri
Takvadan uzak olmak, ilahi rızadan, ilahi hoşnutluktan da uzak olmak demektir. Ancak günümüzde noksan veya yanlış anlaşılan takva, belirli bir zümrenin mücadele alanı olarak algılanmış ve büyük
bir çoğunluğun rafa kaldırmasına sebep olmuştur.
Yaratılış sebebi ibadet olan insanın
hayatı, rengârenk imtihanlarla donatılmıştır. Bu imtihanların sayısını,
cinsini, zaman ve mekân boyutunu
tayin eden insanın kendisi değil,
insanı yaratan Allah’tır. O’ndan gelen her şeye, kulun vereceği cevap
ise açık ve nettir: Lütfun da hoş,
kahrın da hoş…
Ağustos ayında ve çöl sıcakları dediğimiz zaman içinde tutacağımız
oruç ibadeti ve ramazan ayı, ilahi
bir ikram olarak kabul edilmeli,
kaşımızı çatmadan, mırın kırın etmeden “hoş geldin, sefalar getirdin” denilerek karşılayacağımız bir
ibadettir. Bizlere oruç ibadetini farz
kılan Rabbimiz, orucun gerekçesini
de bildirmiştir: Takvaya kavuşmak,
muttaki bir kul olmak.
Hedefe Nasıl Varabiliriz?
Kur’an-ı Kerim’de 258 ayetle ele alınan takvayı yakinen tanımakla işe
başlamak gerekiyor. Takva kısaca
Allah’ın emir ve yasaklarına uymakta titizlik göstermektir. Tarifi kolay
olsa bile kazanımı o kadar da kolay
değildir. Sizlere farklı bir usul ve
üslupla takdim edeceğimiz takva,
kadın-erkek, genç-ihtiyar, zenginfakir, Türk, Arap, Kürt, Çerkez herkesi yakinen ilgilendirmektedir.
Takvasız yaşamak, paldır küldür
yaşamak demektir. Takvadan uzak
olmak, ilahi rızadan, ilahi hoşnutluktan da uzak olmak demektir. Ancak günümüzde noksan veya yanlış
anlaşılan takva, belirli bir zümrenin
mücadele alanı olarak algılanmış ve
büyük bir çoğunluğun rafa kaldırmasına sebep olmuştur.
2
Gecekonduda yaşarsan takvayı elde
edersin, villaya taşınırsan takvasız
olursun değerlendirmesi yanlış ve
hatalı bir yaklaşımdır. Fakir olursan takvalı, zengin olursan takvasız
olmak gibi bir anlayış, takvayı anlamamak demektir. Misaller çoğaltılabilir.
Takvaya Nasıl Kavuşabiliriz?
Ribat Eğitim Vakfımızın 10 Temmuz
2011 tarihinde ve Konya’nın merkeze yakın bir yerinde gerçekleştirdiği
piknik programında takdim ettiğim
mesajı, siz değerli okuyucularımız
dikkatle okursa, takva konusunu
anlayacağımıza inanıyorum. Öyle
ise sözü fazla uzatmadan, hemen
ilgili konuya geçebiliriz.
Üzerinde yaşadığımız yeryüzü, insanlık için büyük bir dershanedir,
bir okuldur, mekteptir. Bu büyük
dershanenin ders kitabının adı
Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim’in
muallimleri ise peygamberler ve
onlardan sonra gelmiş ve kıyamete
kadar da devam edecek peygamber
varisleri olan âlimlerimizdir.
“ Yeryüzü dershanesinde, insanlığı
eğiten, onlara ders veren peygamberler acaba derslerini verirken
nasıl bir metot izlemişler?” dersek,
bunun cevabı o kadar da zor değildir. Şimdi önce, peygamberlerin
yapmış olduğu dersler ile günümüz
âlimlerinin verdiği derslerin farkını
ortaya koyalım.
İnsanları terbiye eden, eğiten, verimli hale getiren peygamberler;
1. İnsanın yeteneklerini, kabiliyetlerini, istidatlarını açığa çıkarmak,
inkişaf ettirmek için mücadele etmişlerdir.
2. Sorumlu oldukları toplumları
manen ve madden temizlemek için
ders vermişlerdir.
3. İnsanı, örnek insan, kâmil insan,
dolayısıyla üsve-i hasene dediğimiz
model insan olması için uğraşmışlardır.
Günümüz âlimlerine baktığımız
zaman, genelde muhataba sadece
bilgi aktarmanın dışında ciddi bir
yatırımın, insanı terletecek bir gayretin içine girilmediği görülmektedir. Tefsir hocamız rahmetli Abdullah Aydemir şu örneği verirdi: Âlim
insan, huni olmamalıdır. Yani 20
litrelik gazyağı tenekesinden, gaz
lambasına gaz akıtmak için huni
kullanan insan gibi olmamalıdır.
Bu konuda da örneğimiz
peygamberimizdir.
Efendimiz 23 yıllık risalet yani peygamberlik hayatında kıyamet kopuncaya kadar gelecek tüm âlimler
için fiili kıstastır, ölçüdür… Yürümesi, gülmesi, ağlaması, namazı,
duası, cihadı, yani hayatının her ânı
genelde insanlık, özelde ise âlimler
için örnektir, ölçüdür ve kıstastır.
Böyle olunca, inanan bir insanın
ve insanlığı irşat etmekle sorumlu
olan âlimlerin hâlâtı da, kendi devrinin insanlarına ölçü, örnek olmak
zorundadır. Bacak bacak üstüne
atarak, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetini
sigara dumanı eşliğinde okuyan insan, allame-i cihan da olsa, ağzıyla
kuş da tutsa, insan yetiştiremez.
İnanan insanın ve hassaten ilim ehlinin her uzvu, her organı vitrin görüntüsündedir ve muhataplarının
örnek alacağı fiili nimetlerdendir.
İşte tüm bu güzellikleri elde etmenin yolu, takvalı yaşamak, takvalı
kulluk yapmaktır.
RİBAT
Bu nimeti elde etmenin şartına gelince…
Bu şartları dört madde halinde sıralamak mümkündür. Bunlar:
1.
Âlimlerimiz başta olmak üzere tüm mü’minler olarak ilahi bir
kamera altında olduğumuzu idrak
etmeliyiz. Bizler için paket yayın değil, canlı yayın geçerlidir.
2.
Cibril Hadisi olarak bildiğimiz hadis-i şerifin ışığında imandan
ihlâsa doğru bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor.
3.
İlahi kudretin gösterisi olan,
ilahi vitrinlerden nasiplenmek icap
ediyor.
4.
İlahi vitrinlere bakıp tefekkür
ederek kalplerimize seviye kazandırmamız gerekiyor.
Dört maddede özetlemeye çalıştığımız güzellikleri elde etmek sabır ister, ilim ister, amel ister. Bu
güzelliklere kavuşmak istediğimizi fark eden şeytanı, nefsi hesaba
katmamız gerekir. Adeta kaygan
bir zeminde takvalı kulluk yapmak
isteyen her bir insanın; şeytanı, nefsi ve insan şeytanlarının takacağı
çelmeleri hesaba katması gerekir.
Bu tehlikeli yolculukta ayağımızın
kaymaması için alınacak tedbirler
de bellidir. Nedir bunlar? Hamd, şükür ve zikirdir. Ne yapıp edip, vücut
iklimimiz üzerinde söz sahibi olmak isteyen nefis ve şeytana fırsat
vermemeliyiz.
Bunlara İlaveten Daha
Neler Yapılabilir?
Derinden düşünecek, tefekkür edecek olursak, inanıyoruz ki vücudumuzun her bir uzvuna, organına
puan verilecektir. Bundan dolayı
Fussilet Suresi’nin 20-23. ayetleri, tüm vücudumuzun konuşan
ağız haline geleceğini haber verir.
Lokman Suresi’nin 16. ayeti ışığında kâinata baktığımızda, kıyamet
malzemelerinin birer ibret levhası
haline getirilmesi anlaşılır. İşte bu
seyir hali, takvayı elde etmenin bir
yoludur. Takvamız arttıkça, kıyamet
bağlantılı duygularımızda artmaya
başlayacak ve Allah’ı görürcesine
hayatına çeki düzen veren muhsin
kullardan, muttaki kullardan biri
olacağız. Yetmedi, kalbî hayatımıza
göre bedenimiz şekillenecektir.
Bizleri bekleyen bir başka nimet var
ki, duyanlar, bilenler ona koşmaktadır.
Müminûn Suresi’nin ilk 11 ayeti, Firdevs Cenneti’ne girebilmenin şartlarını adeta maddeler halinde zikretmektedir. Hz. Aişe Validemiz’in:
“Siz Müminûn Suresi’ni okumuyor
musunuz?
Rasûlullah’ın ahlakı,
orada özetlenmiştir” manasındaki
sözleri, bizlere yeni bir kapı açmaktadır.
Yukarıda bilgisini sunduğumuz surenin ilgili ayetleri ile irtibata geçersek, yaptığımız ibadetlerin ruhumuza bir gıda, bir vitamin, bir kalori
verebilmesi söz konusu olacaktır.
İşte bu seviyeyi yakalamak demek,
takvalı olmak demektir. Bunu gerçekleştirdiğimizde gerisi kolaydır.
Takvalı ilim, takvalı hizmet, takvalı
ticaret, takvalı sohbet zincir halkası
gibi uzar gider. Muttaki bir dernek
ve vakıf başkanı, takvalı doktor ve
avukat, takvalı muhtar ve gece bekçisi, takvalı imam ve öğretmen vs.
bu toplumun asırlardır hasret kaldığı nimetlerdir.
Mü’min insan demek, devrinin,
zamanının gidişatından sorumlu
insan demektir. Ferdi ve sosyal sorumluluk şuuru, bilinci ile iş başı
yapmak, takvalı kulluğa kavuşmanın ilk adımı olsa gerektir.
Bir nevi kulluğumuzun bedelinin
ödenmesi olan bu onurlu ve şerefli,
takvalı kulluk, son anımızda da bizlere farklılıklar sunacaktır. Hayatını
doğrularla tanzim etmiş, yönetmiş,
hayat tarzı ve vücudunun organları ibret alınacak birer vitrin olmuş
insanın son nefesi ilahi bir organize ile merasime dönüşecektir. Bu
merasimin oluşmasında meleklerin
katılımı hayli dikkat çekicidir. “Fakat siz göremezsiniz” mealindeki
Vakıa Suresi’nin 85. ayeti, muttaki,
doğru, dürüst insanın son nefes merasimini canlı ve yaşayan insanlardan gizlemiştir.
Sizlere sunulan bu mesajın verdiği
hakikatlerle buluşmayı, tanışmayı
ve kaynaşmayı gündemimize almamızı, bu uğurda verilecek nefeslerin, son nefesimize tesir edeceğini
umuyor, cümlenizin idrak edeceğimiz Bayramınızı tebrik ediyorum.
3
KÖŞE YAZISI
Mustafa ÖZCAN
Ali Şeriati
ve Hac
Ali Şeriati efsanevi yazarlardan birisidir. Efsanevi kitaplarından birisi ise Hac kitabıdır. İçten yazıları ve özeleştirileri nedeniyle İslam
dünyasında tutulmuştur. Tutulmasının bir diğer nedeni de, farklı ve
modern bir dil kullanmasıdır.
4
KÖŞE YAZISI
Şiiliği modern kalıplarda ifade etmesidir. İran’dan ziyade İran dışında tutulmuştur. Veya en azından
milli sınırlarını aşmıştır. Devrimden
sonra Hac gibi kitaplar da İrşat Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır.
Sonra nisyana terk edilmiştir. Lakin
günümüzde özellikle Sünni dünyasında kitapları tekrar be tekrar basılmaktadır. Beyrut’ta Daru’l Emir ve
Türkiye’de Fecr Yayınları külliyatını
yeniden yayınlıyor.
Şii uleması nezdinde pek makbul
olmayan Ali Şeriati (1) Sünni dünyaya Şia’nın makbul bir yüzü olarak pazarlanmaktadır. Bunu Fransızların
tabiri ışığında daha iyi anlayabiliriz.
Bon Pour L’orient: Şarka kifayet eder
uyar. Ali Şeriati ve eserleri bağlamında bu deyim, ‘Şiileri bozar ama
Sünnileri açar, düzeltir’ anlamına
geliyor. Maalesef Sünni dünyada Ali
Şeriati’nin kitapları ve çalışmalarıyla ilgili ciddi tahliller yapılamamıştır. Sadece tek yanlı bir tılsımına kapılma hali yaşanmıştır. Mevlana’ya
dudak kıvıran gençler Ali Şeriati’nin
eserlerini elinden düşürmemektedir. Maalesef gerçek anlamda ne
modern İran’ı ne de kadim İran’ı ve
geleneğini tanıyan uzmanlarımız
var. Giderek azalıyor. Bu da İran’a
farklı bir gözle bakmayı zorlaştırıyor. İran Devrimi de, İran’ı devrime
veya Şiiliğe indirgedi. Bütün ara
renkleri ve tonları kaldırdı. Bundan dolayı sathi bir algı oluştu. Ali
Şeriati bu algı üzerine yükseldi ve
piyasada hüsnü kabul gördü. Neden hala Türkiye’de Said Havva’nın
külliyatı yerine Ali Şeriati külliyatı
revaç bulmaktadır? Bu soruya cevap vermeden evvel şunu söylemek
lazım. Bunun sonuçlarından birisi
Türkiye’deki aydın çevrenin Suriye
devrimine yabancı kalmasıdır. Ali
Şeriati yerine Said Havva’yı okumuş
olsalardı şüphesiz çizginin doğrusunu benimsemiş olacaklardı.
Ali Şeriati karşısında Said Havva kesinlikle müteşerridir. Ali Şeriati ise
mütefelsif yani felsefe ile bulaşıktır. Ali Şeriati kesinlikle tutarsız bir
yazardır. Bir tarafta Şia’nın, imamlarını Allah’ın şeriki haline getirdiklerinden yakınmakta diğer taraftan da
Hazreti Peygamberin başaramadığını imametin başaracağını ileri sürmektedir. Kitaplarına bakıldığında
bu tutarsızlıklar apaçık görülecektir. Zira Ali Şeriati’nin hiçbir ölçüsü
yoktur. Ne mezhep içi ne mezhep
dışı. Ölçüsü tamamen kendi bilgileri ve eklektik ve karma düşüncesidir. Belki de en faydalı hizmeti, Şia
düşüncesini elemiş ve çalkalamış
olması ve buradaki tutarsızlıkları
ortaya koymuş olmasıdır. Bununla
birlikte ‘la/hayır’ demiş lakin yerine
bir şey ikame edememiştir. Bununla birlikte sadece Şia’yı elememiş
aynı zamanda Sünniliği de gayri
meşru saymıştır. Onların yerine
kendi hayalini koymuştur. Modern
felsefe ve sosyoloji ışığında Şii söylemi yenilemiş ve bu da bu söylemin cazibesini artırmıştır. Bununla
birlikte inşa etmeye çalıştığı söylem
de yanlıştır.
Ali Şeriati ile ilgili özgün çalışmalara ihtiyaç var. Bununla birlikte devrini tamamladığı da bir gerçek. Ali
Şeriati’nin hacla ilgili görüşleri konusunda El Müctema dergisinde Dr.
Sinan Ahmed’in bir makalesi yayınlandı. Bu makalede Ali Şeriati’nin
hac anlayışına temas ediyor. Şunu
söylemek gerekir ki, Ali Şeriati’nin
hayatını vakfettiği iki unsurdan birisi devrim diğeri de imamet meselesidir. Devrimciliği Fransız Devrimi
ve Ekim devriminden mülhem ve
buna bir de Kerbela aşısı ilave etmiştir. 1977 yılında Londra’da esrarengiz bir şekilde ölümüyle birlikte devrimi göremedi. Görseydi
devrimle barışık mı olurdu yoksa
Halkın Mücahitlerine mi katılırdı
bunu bilemeyiz. Ütopik yapısından
dolayı devrimci olmasına rağmen
devrimin ve bütün devrimlerin onu
tatmin etmeyeceğini söyleyebiliriz.
Ali Şeriati’nin fikirlerinin gerçekte
bir karşılığı var mı yoksa denildiği
gibi ütopyadan mı ibaret? Ütopya
ulaşılmayacak hayallerin peşinden
sürüklenerek ideallerin tüketilmesidir. Ütopya nihilizm ve anarşizme
dönüştüğü gibi sonunda da realizme dönüşür. Türkiye’de radikallerin iktidar nimetiyle tanışmalarının
ardından 180 derece dönüşmeleri
gibi. Bunların derdi iktidara kadar
muhalefettir. Tarihte bunun misali çoktur. Hariciler idealizm adına
Hazreti Ali’ye karşı çıkmışlar ve
ardından da en azından bir kısmı
hilafetin lüzumunu bile reddetmiştir. Hazreti Ali’nin hilafetini reddettiği halde herkesin hilafetini kabule
yanaşmıştır. İdealler yakalanamadığında yine idealleri inkar edenler
onlar olmuştur. Hadis diliyle bunlara en ‘menbettu’ denilmektedir. Hadis diliyle, hızlı gidenler ne yol alır
ne de devede sırt bırakır. Dolayısıyla acele etmek idealleri öldürmektir. Bundan dolayı Haricilerin
vasfı teenni ve derin düşünmek
yerine eyleme geçmek ve hareket
etmektir. Bazılarının aklı ilminden
ziyade olur ve bunlar tehlikesizdir.
Bazılarının ise ilmi aklından fazla
olur ve bunlar tehlikelidir. Eylemi
de aklından fazla olanın tehlikesi
zahirdir. İdealleri de gerçeklerden
büyük olanlar toplum için potansiyel tehlike taşırlar.
Dr. Sinan Ahmet üçüncü yüz yılda
Tunus’ta kurulan sora Mısır’a yayılan Fatimilerin dinleri birleştirme
5
KÖŞE YAZISI
sevdasında olduklarını ve mutlak
çoğulculuğu esas aldıklarını söylemiştir. İslam ise mutlak değil izafi
ve pratik çoğulculuğu esas almıştır. Kesrette vahdet veya birlikte
yaşama formülünü esas almakla
birlikte kimi vahdet-i vücutçuların inandıkları gibi bütün tezatları
doğru saymamıştır. Teslis ile tevhidi
aynı algılamamıştır. İsmaili bir fikri
altyapıya haiz olan İhvan-ı Safa da
Risalelerinde bütün mezhepleri birleştirmek istemiştir. Günümüzde Ali
Şeriati veya kimi Şiiler de mezheplerin yakınlaştırılması adı altında
uzak tehlikeyi yakın hale getirmekte ve bariyerleri ve sınırları ortadan
kaldırarak fikirlerin veya inançların
ihtilatını beraberinde getirmektedir. Kafalar berraklığını kaybederek
yeni rüzgarlara ve akımlara maruz
ve açık hale getiriliyorlar. Bu nedenle ihtiyat payını kaldıran kitleler
yanlış fikirlerin baskınına uğramaktadır. Mezhep taassubunu kaldırma
gibi ifadelerle yabancı fikirler bünyeye zerk edilmeye çalışılmaktadır.
Elbette geçişlilik olacak lakin bu
süzgece tabidir. İhtiyatsız geçişler
veya buna imkan veren delikler
tehlikelidir. Günümüzde ise kompleksle buna cevaz verilmiş ve uzak
tehlike yakına getirilmiştir.
Ali Şeriati’nin Hac kitabında bir
kroki veya çizim vardır. Bu çizimde
Kabe’nin etrafında dönen ok suretinde nesneler vardır ve bunlar
saatin akrebine doğru yol almaktadır. Tek ok ise farklı bir istikamette seyretmektedir. Bu ise Hazreti
6
Hüseyin’in (R. A.) sehmi veya okudur. Bu bizzat Ali Şeriati’nin önerdiği bir benzetmedir ve bununla herkesin yanlış yöne doğru yöneldiğini
ve tek istisnanın Hazreti Hüseyin
olduğunu ve onun şahadete doğru
yöneldiğini söylemektedir. Burada
Hazreti Hasan ile birlikte Cafer-i Sadık gibi bütün Ehl-i Beyt mensuplarına da zımni bir taarruz ve sataşma
vardır. Bu ütopya ile başkaların karalamaktır. Hazreti Ömer Sakife seçimiyle alakalı olarak ‘felte/kazara’
tabirini kullanması gibi aslında Kerbela da kazara bir meseledir. Elbette bu ifade ile ne Hazreti Hüseyin’in
kişiliğini hafife alıyor ne de karşı
tarafın yanlışını örtüyoruz. Lakin
Fatıma Fatıma olduğu gibi gerçek e
gerçektir. Hayalin çekiciliği gerçeği
örtemez. Herkes Kabe’de yanlış yola
doğru savrulurken sadece Hazreti
Hüseyin’in doğru yöne gitmesi şatat/ savruk bir anlayıştır. Daru’l Emir
tarafından yayınlanan ‘ Beşinci Farz:
Hac’ kitabındın 44’üncü sayfasında
tevhit emanetinin ve yükünün peygamberden sonra imamlara devredildiğini ifade etmektedir. Humeyni
de bunu Velayet-i fakih doktrinine
uyarlamış ve tercüme etmiştir. Bu
Ehl-i Sünnete göre hayali bir görevdir. Tevhid yükü bütün müminlerin
omzundadır. Bütün alimler de bu
konuda Hazreti Peygamberin varisleridir. Sinan Ahmet’in ifadesiyle
bu İslam adına İslam’ı yıkmakla eşdeğerdir (2).
Dr. Sinan Ahmet batinilerin öteden beri hac meselesiyle yakından
alakalı olduklarını hatırlatır. Nitekim Karmatiler hac mevsiminde
Kabe’ye baskın düzenlemişler ve
tevriye gününde binlerce müslümanı kılıçtan geçirerek Hacer-i Esved’i
de yanlarına alarak Bahreyn’in başkenti Hecr’e gitmişlerdir. Bütün
tarihçilerin ifadesiyle Karmatiler
Şeyh Bedreddin hareketi gibi erken dönem sosyalist anlayışla ifade
edilebilecek bir harekettir. Nasır-ı
Hüsrev gibiler bunun felsefesini
ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu
anlayışlar temellerini Mazdek anlayışında bulurlar. Dolayısıyla tarihte
modern sosyalist hareketler olduğu gibi temelleri tarihe dayanan ve
tarihe giden sosyalist hareketler de
vardır. Ali Şeriati de sosyalizmden
fazlasıyla etkilenmiştir. Ali Şeriati
de Alevi Teşeyyü kitabında Karmatilerin sosyalist eğilimli olduklarını teslim eder. Hasan Sabbah ise
ifadesine göre terörist eğilimlidir.
Elbette söyledikleri doğrudur lakin bu onun modern sosyalist hareketlerden etkilenmediğini göstermez. İmameti devrim ve sosyal
adalet üzerine tesis etmiştir. Hilafati
ise sınıfsal bir sistem olarak nitelendirmektedir. Karmatiler Kabe’ye
tasallut ettikleri gibi Abdulkahir
Bağdadi gibilerin Sünni değil Şii ve
İsmaili olarak tanımladıkları Hallac
da haccı tevil etmiştir. Kabe’yi evi
olarak takdim etmiştir. Bazen de
ilim elde etmek için haccı bir akıl
yolculuğuna benzetir. Bazen de
imamı ziyaret etme görevi olarak
algılar, telakki eder. Acaba 28 Şubat
sürecinde Yaşar Nuri Öztürk çil çil
dovizlerin Araplara kaptırılmaması için hacca gidilmemesini tavsiye
ederken Hallac’dan etkilenmiş midir? Zira Türkiye’de Hallac üzerine
çalışanlardan ve ona benzemeye
çalışan birisidir.
Hıristiyanlıkta
Pavlos’un sünneti ve benzeri görevleri tevil etmesi gibi Hallac da
haccı tevil etmiş ve batini teville bu
ibadeti ortadan kaldırmıştır. Veya
hakikatinden arındırmıştır. Kur’an
buyruğuyla hac menasıkı Allah’ın
şiarlarındandır. Namazla birlikte
hac insanı manevi miraca yükseltir.
Ali Şeriati’ye göre ise hac sosyalist
bir şeairdir. Ali Şeriati hastalıklı
ruh dünyasıyla ve mariz haliyle birlikte, en güzel risalet ve mesaj olan
İslamiyet’in zamanla en kötü ve bed
mesaj haline getirildiğini söyle-
KÖŞE YAZISI
mektedir. Herkesin İslam inancını
kökten ve bütün olarak tahrif etmek
için elbirliği yaptığını ileri sürmektedir. Yani Müslümanlar topluca
İslam’a komplo kurmuşlar! Tevhidin
temel sütunlarından üçünün tevhit,
cihat ve hac olduğunu söylemiştir.
Böylece İslam’ı kendine göre sadece sosyolojik boyuta ve binaenaleyh
sosyalist boyuta indirmiş ve hapsetmiştir. Hac, zekat ve oruca atıf
yok. Ali Şeriati, İslam’ın dinler arasında konumu ne ise Şiliğin de İslam içindeki konumunun o olduğunu söylemektedir. Böylece Şiiliğin
dışındakilerin muharref olduğuna
temas etmektedir. Bununla birlikte
Safeviliği de reddettiğine göre onun
doğru dediği şey nedir? Hayali mi
yoksa sosyalist yorumları mı? Hasta
hayalindeki ideal ve kamil toplum,
imamet tarafından yönlendirilen
toplumdur. İnsan-ı kamil gibi ona
göre bir de kamil toplum vardır.
Telbiye ve lebbeyk duasını büyük
güçlerin aldatmalarına karşı protesto ve ret olarak nitelendirmektedir. Her şeye dikotomik/zıtlaştırıcı
bir gözlükle ve rafizi bir gözlükle
bakmaktadır. Bu Saneviyye anlayışıdır ve ‘bütün yanlışlar karşının
ve bütün doğrular bizimdir’ anlayışıdır. Nefsini merkeze almanın ve
hayal aleminin dışında böyle bir şey
elbette ki bulunmuyor.
Hac kitabında Hazreti Hacer’i siyah
bir hizmetçi olarak nitelendirmektedir. Bu Tevrat kaynaklı bir değerlendirmedir ve aslı astarı bulunmamaktadır. Kabe’yi ibadet evi değil
de çatışma alanı olarak değerlendirmektedir. Camerat da ona göre şeytanı taşlama ve şeytana lanet etme
yeri değildir. Ali Şeriati ise camerat
ve şeytanı taşlamayı kurşun atmak
olarak ifade etmektedir. Bunlar batini tevilat ve tahrifattır. Meşar-ı
Harem’i ise küresel ordunun karargahı olarak nitelendirmektedir. Ki
bu ordu güneşin emriyle ve şafakla
hareket etmektedir! Burada İslam
ümmeti zımni olarak putperest bir
ümmet olarak tavsif edilmekte ve
sanki güneş ve yıldızlardan emir aldığı ifade edilmektedir. Küçük, orta
ve büyük camerat alanını ise üç puta
benzetmektedir. Bu üç şeytanın Firavun, Karun ve Belam olduğunu ve
taşların onlar doğru atıldığını tahayyül etmektedir. Oysa ki, Hazreti
İbrahim bu menasiki daha Firavun,
Karun ve Belam doğmadan önce
gerçekleştirmiştir. Hazreti Peygamber put ikame etmeye değil putları
yıkmaya gelmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Mina’da yenilen şeytanın
başka suretlerde Kerbela, Kufe ve
Sıffeyn de ortaya çıktığını ileri sürmektedir.
Raşid hilafeti ise zaman zaman nifakla tanımladığı gibi zaman zaman
da emperyalizm ve kapitalizm safına sokmaktadır. Bu aslında Maxime
Rodinson’un Hazreti Peygamberin
tasvirinin halifelere yüklenilmesi ve
kaydırılmasından ibarettir. Maxime
Rodinson İslam’ı kapitalist olarak
tanıtırken Ali Şeriati bunu halifelere hamletmekte ve kurgulamaktadır. Hünnasın zamanla galiplerin
safına geçtiğini ve icraatını burada
yaptığını söyler. Burada şeytanın
saf değiştirmesini hilafetle ilişkilendirir. Ona göre Kerbela hadisesi
Sakife’de Hazreti Ebubekir’i seçen
anlaşın ve iradenin bir devamıdır.
Yine ona göre zaten hilafet, Hazreti
Ebubekir ve Ömer’in( Radiyallahu
Anhüma) içinde olduğu ‘gizli bir
komite veya çete’ tarafından gasp
edilmiştir . Şer üçgeninin üçüncüsü ona göre imametin yerini alan
hilafettir. Gasık, neffase ve hasid
putundan hasit putu halifelere işaret etmektedir. Bunlar yabancı düşmanların hizmetindedir. Lakin Ali
Şiası adlı kitabında ise bu şeytanlığı
Ehl-i Beyt adına Safevilerin yaptığını itiraf eder. Bu hasit putun daima
Osmanlıları arkasından vurduğunu
hatırlar. Ama teoride hala ezberini
bozamamakta. Bu durumda Osmanlılar hulafa-i raşidinden daha
hayırhah olmuş oluyor. Bu akla ve
anlayışa ancak şaşılır! Ail şeriati’nin
böyle benzetmeleri çoktur. Hazreti
Ali’nin muhaliflerini yine Hazreti
Ali’den menkul üç kategoride analiz eder. Nakis, kasıt ve marık. Nakis
olanlar yani ahitlerini bozanlar Hazreti Talha ve Zübeyr gibilerdir. Cemel ashabıdır. Kasıtin ise Sıffin
ashabı olup marikin yani dinden
çıkanlar da Haruriyye tayfası yani
Haricilerdir. Özellikle Hazreti Aişe
ve diğer sahabelerle ilişkilerinde
Hazreti Ali haklı ise de muamelesinde diğerlerine saygısızlık yoktur. Elbette Sıffin de de karşı taraf Hazreti
Ali karşısında yanlış cepheyi temsil
ediyordu Hariciler de haksızlardı
lakin Hazreti Ali onları ‘marık’ değil hatalı Müslüman saymış ve yenildiklerinde üzerlerine gitmemiş
ve mallarını ve eşlerini çocuklarını
ganimet olarak almamıştır. Lakin
bazı hadislerde de daha sonra Haricilere yorulan bir taifenin okun yaydan veya avdan çıktığı gibi dinden
çıkacağı ifade edilmektedir. Lakin
bu tanım hukuki bir tanım olmaktan ziyade bir uyarıdır. Acaba Hazreti Ali ve Ehl-i Beyt adına bitmez
tükenmez kin taşıyanlar bu kinleriyle kime varis olmaktalar? Hazreti Ali’ye mi? hiç sanmıyoruz. Cemel
Vakasından sonra Hazreti Aişe’yi
yola veren ve onu tevdi eden Hazreti
Ali değil midir? Hazreti Ali Şiilere
göre üç halifeye takiye yapmıştır.
Peki! Galipken de mi takiye yapıyor?
Ali Şeriati, Halifelerin cihat adına
katliam, zekat adına soygun yatıklarını ileri sürmüş ve insanların
sıkıntı ve çilelerini de Allah’ın dilemesine ve meşietine bağladıklarını
yazmıştır. Elbette bu ifadeler kısmen Emevi halifelerinin bir kısmı
için söylenebilir. Zaten Ömer Bin
Abdulaziz de valilerini benzeri ifadelerle azarlar. Nübüvvet döneminden hayalindeki imamet dönemine
geçişi ferdiyet döneminden cemaat
veya toplum dönemine geçiş olarak
nitelendirir. Aynı şekilde Humeyni
de fakihlerin Hazreti Musa ve İsa
makamında olduklarını söyler veya
nakleder(3) Ali Şeriati imametin
olmadığı yerde Yezid’in olacağını
söyleyerek aslında İslam tarihini
Yezid tarihi olarak tasavvur etmektedir.
Esasında İranlıların şirazesi yoktur.
Kasım Süleymani de Arap baharı ülkelerini yeni İran’lar olarak selamlıyor! Halbuki, Mürsi Tahran’da yalanlarını yüzlerine vurdu. Mısır yeni
İran olurken Suriye acaba ne oluyor?
Elbette onlara göre yeni İsrail ve
yeni ABD! Bizim Ali Şeriati’nin hastalıklı hayallerinden öğreneceğimiz
bir şey yok. Ömer Bin Abdulaziz ve
Salahaddin Eyyübi gibilerin hayatı
hakiki İslam çizgisini ortaya koymaya ve anlatmaya yeter. Bunlar hayali
imamete ihtiyaç bırakmaz.
1-Et Teşeyyüü’l Alevi, Daru’l Emir, s:7
2-El Müctema dergisi, sayı: 2014, s: 28, 29
3-El İmam el Humeyni, el Hükümetü’l İslamiyye, s: 124, Türasu’l İmam, Tahran, İkinci
Baskı
7
KÖŞE YAZISI
Hamza TEKİN
Hayatımız ve
Meşgalemiz
Müslüman çalıştığı işe devam etmek
için sabahleyin evinden çıkar, eğer
memur ise dairesine, işçi ise fabrika ve
atölyesine, ticaret erbabı ise dükkânına,
çiftçi ve ziraatçı ise tarlasına ve toprağına yollanır. Geçim ve rızık işleri bütün
düşüncesini kaplamış olarak herkes
işine başlamak üzere her sabah harekete geçer. Kendileri ve ailelerinin geçimi için daha fazla kazanmak isterler.
Sıkıntıda olan, darlık çeken rahatlık ve
genişlik isterken; bolluk içinde olanlar
mameleklerini daha fazla artırmak isterler. Hayatın istekleri bir sınırda asla
durmaz. Bu talepler ve isteklerin peşinden güçler biter, takatler kesilir.
Bu alan insanlık gayretini ve cehtini yiyip tüketir. Yüce vahyin mazharı, sevgili
Resûl (s) bu hali ve bu durumu gayet iyi
bildiği için evinden çıkarken yüce Rabbe yakararak şöyle diyordu: (Allah’ın
adıyla, Allah’a dayanıp güveniyorum.
Yârabbi! Aşağılanmaktan ve başkasının aşağılamasından, sapmaktan ve
sapıtılmaktan, zulmetmekten ve zulme
uğramaktan, cahilce davranıştan veya
bana karşı cahilane yapılacak davranışlardan sana sığınıyorum.)
Müslüman’a gerekli olan kendi gücüne
güvenmeyip Yüce Zatın merhametini
her an gözetmesi ve istemesi gerekir.
Yüce Resûl’ün öğrettiği gibi hep şunu
söylemelidir: “Yarabbi sen kolaylaştırmazsan hiçbir şey kolay olmaz, sen
istersen zoru kolay yapar ve kolay kılarsın.”
Yaşam sıkıntısı artıp, sarsıcı zorluklar
meydana çıktığında kişinin Rabbi ile
olan bağı daha çok artmaya başlar.
İbni Ömer (r.a), Efendimizden naklediyor: Efendimiz buyurmuşlar ki; “Sizden
biriniz maişet ve geçim sıkıntısına düştüğünde evinden çıkarken şunu söylemekten geri kalmasın:
(Kendim, malım ve dinim için Allah’ın
adıyla hareket ediyorum. Yârabbi! Beni
kaza ve hükmüne razı kıl, benim için
takdir buyurduklarını bana mübarek
eyle! Senin geciktirdiğini acilen istemeyeyim, Senin acil olarak istediklerini
geciktirmeyeyim!)
Şaşılacak kadar enteresandır ki Allah’ın
8
Resûlü’nün sahip olduğu şekilde bu
insan psikolojisini anlatan başka hangi bilgi vardır? Böyle bir iman ile dolu
hangi hazine mevcuttur. Bu öyle bir hazine ki Allah ile irtibatın canlı ve sağlam
kalması için herkese ikram edilmekte.
Berra b. Azib (r.a) naklediyor: Bir adam
Allah Resûlüne gelerek yalnızlık ve
korku hissettiğini anlatarak şikâyette
bulundu. Allah Resûlü ona şu cümleleri çok söylemesini tavsiyede bulundu:
(Mukaddes ve Melik olan yüce Rabbi
noksan sıfatlardan tenzih ederim. O ki
meleklerin ve Cebrail’in Rabbidir. Yere
ve göğe izzet ve ceberuti ile tecelli edip
doldurmuştur.) Adam bu cümleleri
söylediğinde kendinde olan o korku
ve yalnızlık hissinin gittiğini müşahede
etti.
Ama ne yazık ki yaşam böyle kişilere
güven verip razı kılmaz, bunlar yaşamdan her an korkar ve korku içindedirler.
Bununla beraber yaşamdan istekleri de
bitmemiştir. Bu zat inatçı bu yalnızlık
hissinden dolayı Allah Resûlüne şikayette bulunuyor, yüce Resûl de yukarıdaki beyanıyla kişiyi Allah ile ünsiyet ve
beraberliğe götüren duayı ona tavsiye
ediyordu.
Allah Resûlü hiçbir zaman yalnızlık hissinin insanı acizliğe sürüklemesinden
hoşlanmamıştır. Bundan hoşlanmadığı
gibi Allah’ın zikrinin de hoş olmayan
ruhsal yenilgiye perde edilmesini de
sevmemiştir.
Avf b. Mâlik (r.a) diyor ki; Allah Resûlü
bir gün iki kişi arasında bir hüküm vermişti hüküm kendi aleyhine olan adam
dönüp giderken; “Allah bana yeter, O
ne güzel vekildir.” dedi. Bunun üzerine
Allah Resûlü ona “Allah acizliği hoşlanmaz, akıllı ve sabırlı ol. Sana bir iş zor
geldiğinde Allah bana yeter, O ne güzel
vekildir de” buyurdular. Davayı kaybetmiş bu adamın hali keskin görüşlü yüce
Resûlün gözünden kaçmadı Haksızlığını ve mağlubiyetini “Hasbunellahi
ve nimel vekil” kelimesine sığınarak
örtmeye çalışıyordu. Bu doğru bir kelime ve cümleydi; fakat bâtıl ve haksızlık
kastediliyor, yanlış yerde kullanılıyordu.
Dün Uhut’da yenilenler de aynı kelime-
yi söylüyorlardı. Sonra yaralı bir halde
kendilerini toplayıp düşmana saldırıp,
Mekke müşriklerinden intikamlarını
almak için güç ve gayretlerini toplayarak güçlenmişler, zaaf göstermemişlerdi. Onlara şöyle deniyordu: “Bir kısım
insanlar, Müminlere: “Düşmanlarınız
olan insanlar, size karşı asker topladılar, aman sakının onlardan” dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha
artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel
vekildir.” dediler”(Ali İmran, 173). Allah
onların azminin bereketlenmesi, bâtıl
taraftarlarıyla yeniden bir cihada başlamaları için bu kelimeyi söylüyorlardı.
Bu kelime burada tam yerinde kullanılmıştı.
Göğün garantisi için gayret gerek, emel
için amel lazımdır. Çalışmayana garanti
olmadığı gibi, didinmeden emel ve arzusunu elde etmekte muhaldir. Bunun
için Hazreti Ömer (r.a) demiş ki; “Sizden biriniz oturup çalışmadığı halde
“Yarabbi bana rızık ver!” diyerek beklemesin. Bilinmeli ki; gökten ne altın
yağar ne de gümüş.”
Çağdaş ve muasır yaşam, çalışmayan
mütevekkillerden değil, çalışan tevekkülsüzlerden şikâyetçidir. Gelişmiş
bütün kıtalarda madde hâkimiyeti
ve rengi galip gelmektedir. İnsanlar
sabahleyin evlerinden çıktıklarında
yakalamak için pahalı avların peşine
takılmaktadırlar. Fırsat bulup onu yakaladıklarında salyaları diğer bir av için
akmaya başlamaktadırlar. Yiyorlar, ama
doymuyorlar; içiyorlar, ne yazık ki asla
kanmıyorlar. Böyle bir ortamda gönül
hep daha fazla dünyalığın peşine takılıp
ilgilenmektedir.
Bu bezgin ve netameli yaşamda kişinin
işi zorlaşıp istediğini elde edemediğinde gönlündeki yüce duygular depreşmeye başlıyor, bu tozlu, dumanlı, heves
ve heva ortamında Rab hazretleri hatıra
geliyor, işte o zaman Mevlâ’nın adını
anmaya başlıyor, vahyini ve emirlerini
hatırlıyor, âyetlere yapışıp onun yönlendirmelerine kulak verir hale geliyor.
Böyle bir halde yapılan zikir ve anılan
ilahi isimlerden nasıl sevap elde edilir?
Bundan ne beklenir?
KÖŞE YAZISI
Yüce Resûl (s) buyuruyorlar ki: “Kim
çarşı ve pazara gelip; “Öldüren ve dirilten O’du. O diridir, asla ölmez. Hayır
onun elinde ve O her şeye kâdirdir.)
derse bunu söyleyen kişiye bir milyon
sevap yazılır, bir milyon hatası silinir, bir
milyon derecesi yükseltilir.”
Bu büyük karşılık ve sevap sadece dudaktan dökülen cümleler için verilmemektedir. Yüce varlığa güven, büyük ikrama saygı karşılığı alınan bir karşılıktır
bu. Bu cümleler kişiyi hayır kendi elinde olan Yüce Zata yönelterek o çarşıda
yapacağı ticarette aldatmaz ve çalmaz
bir ruh haline ulaştırır. Bu ümmetin
önder ve rehberleri şunu kesin olarak
ilan ederler ki; büyük karşılık ve ecirler
küçük amel ve güdük gayretler karşılığında asla verilmez. Kişinin kendi ve
evlatları için rızık kazanma alanında
bazen temizle pis, saf ile bulanık birbirine karışmaktadır. Müslüman bilir ki;
haramdan kazanılan rızıkla beslenen
beden asla cennete giremeyecektir. Allah temizdir, ancak temizi kabul eder.
Bunun içindir ki Müslüman hep tetikte
olacak ve hep güzeli, iyiyi ve helali arayacaktır. Allah Resûlü bu hususta bize
şu duayı öğretmiştir:
(Yârabbi bana helal rızklarını vererek
haramdan uzaklaştır, fazlı kereminle
beni Senden başkasına muhtaç eyleme! Yarabbi Senden faydalı ilim, temiz
rızık ve kabul gören ameller istiyorum.)
Dünyanın bu kalabalık ve karışıklığı
içinde bazen kişi hoşlanmadığı ve hoşuna gitmeyen şeylerle karşılaşmakta,
bazen kendini bilmez nâdanlar kişiyi
cahilce davranışlara yöneltmekte ve
onlardan intikamını almaya kalkıştırmaktadır. Enes b. Malik (r.a) rivayet
ediyor. Efendimiz buyurdular ki; “Sizler
Ebu Damdam gibi olmaktan aciz misiniz?”. Dediler ki: Ey Allah’ın Resûlü; bu
Ebu Damdam denen kişi kimdir? Efendimiz buyurdular ki; “Bu kişi her sabah
kalktığında; “Yarabbi şahsımı ve ırzımı
sana emanet ediyorum, ta ki sövmeye
kalkanlar sövemesin, zulmetmek isteyenler zulmedemesin, dövmek isteyenler dövemesinler.”
Dünya sıkıntısı birçok insanı kişisel ve
toplumsal sıkıntı ve zorluklarla karşı
karşıya bırakmakta, ruhun derinliklerinde ona yönelip takılıp kalınmaktadır. Ama bu hallerde nebiler nasıl davranırlardı? Peygamberler de bizim gibi
insandılar. Yüce makamda olmaları
onları yaşamın sıkıntısından ve yükünden kurtarmamış, dünyevi hayatları
için üzerlerine düşen görev ve vecibeleri yapmaktan muaf kılmamıştır. Hatta
onların sıkıntı ve belaları, taşıdıkları sorumluk ve yükümlülükleri daha şiddetli
ve fazla olmuştur. Âlimlerin; “masum-
luk sıkıntıya engel değildir” söz ve görüşleri bunlarda masadakını bulmuş,
her çeşit imtihan ve denemelerden
kurtulamamışlardır.
Gerçekten Efendimizin Allah’ı algılayış
ve ona güvenişi benzersizdir. İşte bu
açık güven ve dostluğun adına tevekkül
denir. O’nun Allah’a olan bu benzersiz
güveni inancını yaymada, dünyaya elçiliğini tebliğde ona güç vermiş ve destek
olmuştur. O’nu yüzüne bağırarak ilk
tehdit eden amcası Ebu Leheb’ti. Eğer
O’nun Allah’a olan bu güveni olmasaydı
bu mesajın zerre kadar yayılma ve hedefine ulaşma ümidi yoktu.
Hazreti Resûl (s) dünyayı bir bilginin ve
âlimin tanıdığı gibi tanıyordu. En dengeli bir şekilde ondan faydalanıyordu;
ama ondan daha değerli olanla meşgalesi daha çok ve daha fazla idi. Hak
saygısı onun bütün varlığını kaplamıştı. Namazla gözü aydınlanıyor, oruçla
ruhu ferahlanıyor, Mevla’nın yanındakilerle olan meşgalesi, ehli dünyanın
peşinde koştukları her türlü makam ve
şereften onu alıkoyuyordu. Bu yaşam
biçimi onunla hayatlarını birleştirmiş
olan hanımları için de farz kılınmış,
dünya ve dünyalık isteyenlerin onun
yanında yerinin olmadığı kendilerine
anlatılmıştı. “Ey peygamber! Eşlerine
şöyle söyle: Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size
boşanma bedellerinizi vereyim de sizi
güzellikle salıvereyim.”(Ahzab, 28).
Ama onlar Resûlün içinde bulunduğu
sıkıntıyı çekmeye karar vermiş; zikir,
ibadet ve uzun uzadıya Allah’a kulluk
bakımından O’nun gibi olmaya ve O’nu
taklit etmeye gayret etmişlerdir.
Hazreti Cüveyriye (r.a) anlatıyor: Bir gün
Allah Resûlü mescitte sabah namazını
kıldıktan sonra erkence onun yanından
çıktı kuşluk vakti geri döndü. Cüveyriye anamız hâlâ odasındaki mescidinde oturuyordu. Efendimiz ona; “Hala
burada ben gittiğimden beri –itikâf ve
ibadet için- böyle oturuyor musun?”
dedi. O da; “Evet ya Resulellah!” buyurdu. Efendimiz ona; “Ben buradan
senin yanından ayrıldıktan sonra dört
cümleyi üç kere söyledim. Eğer onları
senin gün boyu söylediklerinle tartacak olursan benim söylediğim bu dört
kelime daha ağır gelirdi.” Efendimizin
söylediği kelimeler şunlardır: (Kelimelerinin sayısınca, arşının ağırlığınca, zatının razı olacağı miktarda ve sayıda ve
yarattığı varlıklar sayısınca O’na hamd
eder ve O’nu noksan sıfatlardan tenzih
ederim.)
Bakıyordunuz dereler dolusu koyun ve
davara sahip oluyor; ama O, sahip olduğu gün sona erip güneş batmadan o
sürülerin hepsi bağışlanmışların elinde
bulunurdu. O’nun sevdası başkaydı…
O, Allah’a, O’nun kitabına, O’na varmaya, O’nun rızasına ulaşmaya sevdalıydı.
Kur’ân’a duyduğu sevda ve hissi bak nasıl ifade ediyor:
(Yarabbi! Ben Senin kulunum. Kulunun neslinden cariyen ve halayığının
soyundanım. Senin hükmün altındayım, benim idarem ve boynum Senin
elindedir. Benim üzerimdeki hükmün
geçerli, benim hakkında verdiğin hüküm adaletlidir. Sana ait olan, kendine
onları ad verdiğin yahut kitabında indirdiğin, yaratıklarından herhangi birine öğrettiğin, ya da huzurundaki gaybi
kitabında gizli bırakıp sadece Senin
bildiğin isimlerin ve sıfatların adına ve
hürmetine, Kur’ân’ı kalbimin baharı,
gözümün feri ve cilası, üzüntülerimin
yok edicisi, gamımın ve kederlerimin
gidericisi kılmanı Senden istiyor ve talep ediyorum.)
Birçok insan hasırlarda yatarak yanlarında ve böğürlerinde hasır izleri oluşabilir. Bu hal onlara gönlü her zaman
Rabbi ile beraber olan, dünyaya gözucu ile bakıp asla değer vermeyen yüce
Resûle benzeme özelliğini vermez,
böyle yaparak Allah Resûlüne benzemiş olamazlar. Evet, o da hasır üstünde
yatmış; ama horul horul asla uyumamış, gönlü hep Allah’la beraber olmuş,
O’nun huzurunda hep uyanık bulunmuş, varlığı O’nun şuhûdu ve varlığı ile
kaplanmıştı. Kişi sadece komutan elbisesi giyerek komutan ve lider olamaz.
Birçok insan Allah onlara bol dünyalık
verdiği halde onlar sadece kendilerini düşünüp başkalarına aldırış etmemekteler. Açların omzuna basarak
servetlerini artırmada, kibir ve gururla
şişindikçe şişinip insanlara yukarıdan
bakmaktadırlar. Böyle bir densizlik ve
tutarsızlıktan yüce Rab insanları sakındırarak buyuruyorlar ki; “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı
anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.”
“Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam
demesinden önce, size verdiğimiz rızktan harcayın.” ( Münâfikûn, 9-10)
Allah Resûlünün yaşamı inananların
önünde aydınlatıcı bir kandil olarak
bulunmaktadır. Allah Resûlü mal ve
dünya karşısında şükredici zengin ve
sabredici fakir yaşantısını ikisini de bir
arada bulundurarak yaşamış ve yüce
bir örnek olmuştur. Hayatımız ve meşgalemiz O’nun hayatı ve meşgalesi gibi
olursa hem dünyada ve hem de ahirette
saadet müjdesi bizi beklemektedir.
9
KÖŞE YAZISI
Mustafa AYDIN
Kurban
Etinden Yemek
İnsanı yemek ihtiyacıyla yaratan Allah,
aynı zaman da insan yiyeceği nimetleri
de ihsan ve ikram etmiştir. Bu nimetler
kitabi tanıtımla helal ve tayyib/temiz
olanlardır. Helal ve tayyib yemek aynı
zamanda kulluk sorumluluğudur. İnsan ister helal yesin ister haram yesin
hepsi Allahın yarattığıdır. Fakat harama
rızası asla yoktur. Haram bir yönüyle
liaynihi olan zatından dolayı haram
olandır. Diğer yönüyle ise liğayrihi olan
dolaylı olarak kazanç yönünden haram
olandır.
Günümüzde zatından dolayı haram olan kazanç ve gıda az olsa da, dolaylı olarak haram olanlar daha çoktur.
Kazanç ve elde ediliş yönüyle helal olmayanlar daha çok revaçtadır.
Gıdaların bir kısmı ise et türünden
olanlardır. Bunlar ise kara ve deniz canlılarının bir kısmını ihtiva etmektedir.
10
Bir de av yoluyla elde edilen canlıların
etleri vardır. Misafirine dana eti ikram
eden İbrahim peygamberin kıssasını
Kur’an bize anlatmaktadır. Hayvanları
ilahi bilginin dışında kutsamak şirke
kapı aralamaktadır.
Gelelim Kurban etinden yemeğe. Bu et
normal bir nefsin arzusuyla alınan ve
kasaptan sipariş edilen et türünden değildir. Bu et halisane bir şekilde iman ve
takvanın, mümine ikramıdır. Başka bir
söyleyişle Rahmanın kullarına bayram
şekeri, tatlısı yerine, bayram yemeği ikramıdır.
İsa peygamberin ümmetinden bir kesiti hatırlayalım Maide suresinden;
111. Ve hani havarilere: “Bana ve Resulüme iman edin” diye ilham etmiştim.
Onlar da: “İman ettik. Hakka teslim olduğumuza şahid ol!” demişlerdi.
112. Bir vakit de havariler: “Ey Meryem
oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra
indirebilir/indirir mi? dediler. O da:
“Eğer mümin iseniz Allah’tan korkun
da edebi aşmayın!” diye cevap verdi.
Bu isteği iman etmeden önce yapmış
olmaları mümkündür. Allah Teâlanın
kudretine, Hz. İsa (a.s.)’ın nübüvvetinin
hakkaniyetine inanarak bunu söylemeleri mümkündür. Bu durumda “gücü
yeter mi?” diye Hak Teâla’nın kudreti
değil de, “indirir mi?” anlamında olarak
O’nun fiili süal konusu yapılmaktadır.
113. “Biz” dediler, “istiyoruz ki ondan yiyelim, gönlümüz rahatlasın, senin bize
doğru söylediğini bilelim ve ona şahitlik
edenlerden olalım.”
114. Meryem’in oğlu İsa: “Ey büyük Rabbimiz! Ey yüce Allah! Bize gökten bir
sofra indir ki bizim hem evvelimiz, hem
âhirimiz (yani ümmetimizin tamamı)
için o gün bir bayram olsun ve Sen’den
bir mûcize olsun. Bizi rızıklandır, zira rızık verenlerin en hayırlısı Sen’sin!” dedi.
115. Allah buyurdu ki: “Ben onu yukarıdan size indiririm, fakat bundan sonra
her kim nankörlük edip kâfir olursa,
onu dünyada hiç kimseye yapmayacağım derecede cezalandırırım.”
Bu ayetler üzerinde bayram gününde
yeniden düşünülmeli ve bize ikram
edilen nimeti daha iyi anlamalıyız. Biz
istemeden bize hem sofra, hem de bayram ihsan edildi elhamdülillah Ya Rab.
Bu sebepledir ki Rahmanın sofrasının
lezzeti bir başka oluyor. Tüm sofralarımız Rahmanın ihsanı olurken, bu
etler ise O’nun özel ikramıdır. Kurban
etine uzanan eller, lokmayı çeviren diller, çiğneyen ağızlar ve bambaşka tad
ve lezzetler ikram etmiştir. Tüm sular
O’nundur fakat zemzem suyu bir başkadır. Kurban eti de sanki başka etlerin yanında zemzem eti hükmündedir.
Böyle bir tabir yok fakat mecazi olarak
ancak böyle ifade edebildik. Affola. Afiyet ola kardeşler.
KÖŞE YAZISI
Dua ibadetlerin özüdür. Arafat’da dua
ise ayrı bir nimet ve fazilettir. Bu duanın güzelliği cemaatle ve bir anda ifa
edilmesidir. Bu yıl ki duayı Diyanet
işleri Başkanı Mehmet GÖRMEZ Bey
yapmıştır. Dua bir memur duası gibi
değil, kul duası gibi yapılması apayrı biz
lezzet oluşturmuştur ekran başında biz
gidemeyenlere de .
Bu duadan bazı satırları sizlerle paylaşmak isterim.
“Zalimlerin baskı ve zulmünden,
hâinlerin hile ve hıyanetinden, kıskançların hasedinden bizleri muhafaza eyle
Allah’ım!
Nefislerimizin bitmez tükenmez kötü
arzu ve isteklerinden, heva ve heveslerimizin peşinde koşmaktan, şeytanın
vesvese ve şerrinden; bizleri bildiğimiz
bilmediğimiz bütün yarattıklarının şerrinden emin ve muhafaza eyle Allah’ım!
Bize emanet ettiğin dünyayı adaletsizlik ve haksızlıklarımızla yaşanmaz hale
getirdik. Dünyamızı bu imtihan yurdunu, barınacak evi, onurluca yaşayacak
işi, ailesi, kimliği, güvenliği, saygınlığı
ve umudu olmayan milyonların inlediği bir yere çevirdik! Bütün insanlığa
imdat eyle Allah’ım! Biz senin buyruklarını, mazlumların çığlıklarını kulak ardı
ettik Allah’ım! Bizi zalimlerden eyleme
Allah’ım!
Ya Rabbi Sen, mükerrem kıldığın kullarının dualarına icabet edeceğini,
günahlarını itiraf edip bağışlanma
dilediklerinde onları bağışlayacağını
müjdeledin!
İşte suçlarımız. İşte itiraflarımız. İşte bağışlanma yakarışlarımız. Bizleri bağışla
Allah’ım! Ya Rabbe’l-Âlemin!
Biz insanlar, ayrımcılık ve dışlamayı,
şiddeti, çatışmayı, savaşı sıradan işlerimiz haline getirdik. Cinselliğe, kazanma ve tüketme şehvetine, nüfuz ve
itibar hırsına ve sarhoşluğuna daldık.
Allah’ım! Bencilliğe düştük, dünyaya
saplandık, kendimizi unuttuk, insanlığımıza yabancılaştık, kendimize kötülük ettik, kendimizi yalnızlaştırdık ve
kendimizi değersizleştirdik Allah’ım!
Suçlarımız çok büyük. Sen bizi sonsuz
rahmetinle bağışla Allah’ım!
Ya Rabbi! Sen bize güvendin, biz senin
güvenine layık olamadık. Sana verdiğimiz sözlerimizi tutamadık Allah’ım!
Senin doğru yolundan ayrılan bizler,
bugün insanlığın bütün umutlarını tüketmek üzereyiz Allah’ım. İnsanoğluna
bahşettiğin yeryüzünü biz kendi ellerimizle nasıl da güvensiz bir yer haline
getirdik. Silahların ölüm kusma gücüyle övünür olduk. Kendi ürettiğimiz korkularla acı bir hüsranı kendimize yakın
ettik Allah’ım.
Biz insanlar, insanın yaşama hakkını
hiçe sayan silahlar ürettik. Menfaatlerimiz uğruna savaşlar çıkarttık. Özgürlük
adına katliamlar yaptık. Bütün insanlığı
bu yanlışlardan kurtar Allah’ım!
Bunları ihtiraslarımız uğruna kendi
ama dünyayı açlık ve sefalete terk etti
Allah’ım!
Lütuf ve rahmeti sonsuz olan Allah’ım!
Bizleri bu utanç yükünden kurtar!
Yüce Rabbim! Bizleri işitip akleden,
düşünüp kavrayan, adaletle tedbir alan
kullarından eyle! Bu isyanlarımız karşısında yardımını, lütfunu bizAdem oğullarından esirgeme Allah’ım!
Biliyoruz ki, ne özgürlük vadeden sistemlerimiz, ne refah vadeden ekonomilerimiz, ne barış ve işbirliği vadeden
küresel örgütlerimiz, ne huzur vadeden
ahlak nazariyelerimizin hiçbiri, ama
hiçbiri bu hale geleceğimizi bize gösteremediler.
Bizi sen uyardın, rahmetinle bize gönderdiğin elçilerin uyardı, bize sadece
onlar doğruyu hatırlattı Allah’ım! Alçak
gönüllü olmayı, haddini bilmeyi, teva-
ellerimizle biz yaptık ve bize karşı biz
kullandık Allah’ım! Nimetlerinle bezediğin dünyamızı, bu “karar ve sükunet
yurdu”nu doymak bilmez arzularımızın
peşinde nasıl da hor kullandık Allah’ım!
Şehvetlerimizin peşinde dünyamızı
kirlettik, ormanlarımızı, nehirlerimizi,
denizlerimizi tükettik, senin emanetine biz insanlık olarak hıyanet ettik
Allah’ım!
Ya İlahi, Nazargahın olan kalplerimizin,
kendi yaktığımız ateşlerde kararmış
birer taş parçası haline gelmesine izin
verme Allah’ım!
Senin kulların uzayı, ayı fethe çıktı,
zuyu, hakkaniyeti, birlik olmayı, adaleti,
israf etmemeyi bize Sen hatırlattın, bize
Sen öğrettin Allah’ım!
Şehevi aşırılıklara değil aile kurmaya, iffete ve sadakate bizi sen çağırdın
Allah’ım!
Biliyoruz ki bütün Peygamberlerin, On
emrinde Musa, Dağdaki vaazında İsa,
Arafat’taki hutbesinde Muhammed
Mustafa bizi bunlara çağırdı Allah’ım.
Bu mübarek mekanda bizlere selim
akıl, rahmet yüklü kalp, şefkat odağı
gönül bağışla ki yeniden senin çağrına
uyabilelim Allahım
Foto: İhsan KORKUT
Arafattaki Dua ve
Bir Kaç Cümlesi
11
KÖŞE YAZISI
Mehmet KUZU
Basiretli
Olmalıyız...
Vahiy, imanın kaynağıdır. Ümmet olmak için ise, imanlı insanların
kardeşlik bağı ile birbirlerine kenetlenmesi gerekir.
Fesad, Arapçada mastar olarak “bozulmak, çürümek, sağduyudan sapmak” anlamına gelir. İslâmî ıstılahta ise; zulüm, çalkantı, düzensizlik,
kuraklık, kıtlık manasına kullanılmıştır. Yani ideal çizgiden, itidalden
uzaklaşıp bozulmayı ifade eder. Bu
hal mü’min için çöküşün belirtisidir. Bu virüsün kendisine bulaştığı
kimse, imanî çizgiden farkında olmadan yavaş yavaş uzaklaşır. İslâm
toplumunun ihyasına değil ifsadına
uğraşanların hizmetine girer. Hakk’ı
haykırır ama sesi münafıkların sesi
arasında, onların arzuları istikametinde sonuçlar doğurur. Çünkü
fesad münafıklığın vasıflarındandır.
Münafıkları kuşatıcı bir muhtevaya
sahiptir. İsterler ki, mü’minler inancında, kulluğunda, ibadetlerinde
kuşkulara düşerek, ifrat ve tefride
yaklaşıp, itidalden uzaklaşsın. Kibir, haset gibi duyguların harekete
geçirilmesi, kıskançlığın içsel tahriki neticesinde İslam toplumunun
uzuvları mesabesindeki oluşumları
birbirine düşürüp parçalamaktır.
Bu yolda yalnız da değiller. Açıktan
destekçileri olan çağdaş müşrikler
de müsteşriklerden büyük ekseriyeti de bu yolda onların yoldaşı
durumundadır. Hak-Batıl mücadelesinde böyle bir ittifak normaldir.
Normal olmayan Müslüman’ın gaflet içinde bulunması, bu oluşumlarla mücadele edeceğine, onların
gayelerine hizmet ettiğinin farkına
varmamasıdır.
Gafletten kurtulmak için basiret sahibi olmak gerekir. Basiret sahibi
olanlar, kulluğu Allah’a has kılanlardır. Onların yaşayışları, arayışları
hep ahirete yöneliktir. Dünyaya ait
beklentileri yoktur. Allah’ın rızasını
kazanmaya kilitlidirler. Tarikatları,
cemaatleri, siyasi partileri vardır.
12
Her biri gayelerine ulaşmada kullandıkları vasıtalardır. Birlikte hareket ederler. Kıskançlık ve haset
duyguları onların üzerinde olumsuz
etkilerini gösteremez. Zira bilirler
ki Allah’ın onlara lütfettiği akıl nimeti, yalnız başına istikamet üzere
bulunmada yeteli değildir. İnsan
kulluk vecibelerini Peygamberinin ölçüsü üzere yerine getirerek,
ruhi inkişafını sağlarsa, akıl ve ruh
birlikteliğine ulaşmış olur. İşte bu
birliktelik, aklın kullanımına derinlik kazandırır. İnsan o zaman
gaflet perdesini yırtar. Kendi olur;
başkalarının emellerine dolaylı ve
dolaysız hizmet etmez. “Basiret,
kalp gözünün açıklığı, idrak genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi
görüp sezme, yarınları bugünlerle
değerlendirebilme istidadı” olarak
tanımlanmıştır.
Kayıp değerlerimizden biridir bu
kavram. İçinde sakladığı irade insanı olma vasfıyla birlikte, kazandırdığı feraset nazarı, mü’minin zenginliğidir. İslâm toplumunun hangi
uzvunda hizmet ediyor olursa olsun,
o yaşayışında, tebliğinde hep itidal
üzeredir. İslâm toplumuna zarar
verecek söz ve davranışlardan kaçınır. Ümmetin geleceğine yönelik
sinsi oyunların farkındadırlar. İşte
bu noktada mü’mine çağrı; muhasebe için uyarı; Yusuf Sûresi 12/108:
“De ki işte benim yolum! Ben Allah’a
körü körüne değil-basiret üzerine
davet ediyorum. Bana tabi olanlara
da öyle…”
Uhud Savaşı, hak ve batılın net bir
şekilde ayrıldığı mücadeleydi. Üç
bin kişilik Kureyş ordusu intikam
için yola koyuldu. Efendimiz (s.a.v)
bin kişilik ordusuyla onları karşılamaya çıkmıştı. Henüz Uhud’a
varmamışlardı. İlk konaklamada
orduda hareketlenmeler oldu. Fesadın Medine başı Abdullah bin
Übey bin Selül üç yüz kişilik nifak
gurubunu, Müslümanların manevi
birliklerini sarsmak için geri çekip,
zihinleri bulandırmak istiyordu.
Taraftarlarının tavırları bu hareketin organize bir hareket olduğunu
gösteriyordu. “Beni hiç dinlemeden
çoluk çocuğun aklına uyarak savaşa çıkıyor. Niçin ölüme gittiğimizi
dahi bilmiyoruz.” diyerek, demek
istiyordu ki savaş stratejisini en iyi
ben bilirim. Benim görüşüme değer verilmedi. Çocukların görüşüne
uyuldu. Biz niçin savaşalım? O zaten
bu anı bekliyordu. Mekkelilerle gizli
birlikteliği vardı. Şimdi nifak rolünü
oynamanın tam zamanıydı. Zamanlama önemliydi. En kritik an seçilmişti. Münafıkların bu hareketlerini basiret sahibi sahabe karşı çıktı.
Niyetlerini iyi biliyorlardı. Salime
ve Haris oğullarında yaşanan dalgalanma fıtri bir haldi. Önüne geçilmeliydi. Abdullah b. Haram: “Ey
kavmim! Allah için sizi uyarıyorum;
tam da düşmanla karşılaşmışken,
Nebinizi yalnız bırakarak kavminizi
ve kendinizi rezil etmeyin.” Nifak
ehli mazeretler ileri sürmeye başlayınca sahabenin basireti olayın arka
planını öne çıkardı. Allah düşmanları Allah Nebisini size muhtaç bırakmayacaktır. Yani Allah (c.c) iman
ordusunu münafıklardan temizlemeyi murat etmişti. Bu üzülecek bir
durum değildi. Olaya basiretli bakış
onların “Allahu ekber” tekbirleriyle
coşmasını sağlamıştı.
Günümüzde de dünyanın her yerinde tevhidi mücadele veren Müslümanlar, daha da renklendirilmiş
fitnelerle yüz yüzedir. İslâm kardeşliğini hedef alan nifak hareketi,
basın ve yayın organlarının güçlü
KÖŞE YAZISI
propagandalarıyla, yer yer demokrasi ve özgürlükler şemsiyesi altında
sürdürülmektedir. Cumhurbaşkanı
Abdullah GÜL’ün cumhurbaşkanlığını hazmedemeyen odaklar, Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’la
aralarına fitne sokarak kardeşlik
hukuklarını zedelemeyi, böylece
yeni guruplaşmalar meydana geti-
rerek, temsil ettikleri amacı zayıflatmayı hedef aldılar. Acıdır ki olayları
basiret süzgecinden geçirmeyen,
taraftar mantığıyla hareket eden bir
kısım iyi niyetli olduğunu umduğumuz insanlar da buna alet oldular.
AKParti ve Cemaat sürtüşmesi iddiası da bunun müşahhas örneğidir.
Fitne aynı inancı paylaşan insanları,
yine o dava için hayatını vakfettiğini söyleyenler eliyle kutuplaşmaya
doğru sürüklüyor.
Herhangi bir hizmetin yürütülmesinde anlayış farklılıklarından
dolayı anlaşmazlıklar olabilir. Bu
anlaşmazlıkların çözümü sorumluluk sahibi kimselere aittir. Basiretle olayları tahlil edemeyecek
konumunda olanlar, olayların çözülemez hale gelmemesi için konuşmamalıdır. Cemaatçilik, particilik
taassubuyla hareket ederek İslâm
kardeşliğini öldürmeye kimsenin
hakkı yoktur. Ahmet ŞAHİN beyin
aktardığı şu nükteyi basiret sahibi
olabilme adına değerlendirmeliyiz.
Ümmet şuuruna sahip olmak için
bu gerekli: “ Vücut uzuvları bir gün
kendi aralarında toplantı yaptılar.
Hepsi mide için çalıştıklarından
şikâyetçiydiler. Hâlbuki mide hiçbir şey yapmıyordu ve onlar olmadan da hiç şey yapamazdı. Oldukça
sinirliydiler. Toplantının sonunda
organlar artık midenin isteklerini
yerine getirmemeye karar verdiler.
Göz; ‘ben bundan sonra seçmeyeceğim’ diyor; eller ‘tutmayacağım’;
ağız ‘gıdalarını kabul etmeyeceğini’
söylüyor; dişler çiğnemekten vazgeçtiğini haykırıyor; ayak, mide için
adım atmama kararını ifade ediyordu. Dediklerini yaptılar ve mideyi
boş bıraktılar. Fakat aradan çok geçmemişti ki, gözler bulanmaya, eller
titremeye, ağız kurumaya, dişler
çürümeye, ayaklar takatsiz kalmaya
başladı. Görünen o ki, mide onlarsız
hayatını sürdüremese de, onlar da
midesiz yaşayamayacaktı. BİR VÜCUDU MEYDANA GETİREN BÜTÜN
UZUVLARIN BİRBİRİ İÇİN ÇALIŞTIĞINI VE BÖYLE BİR BİRLİKTELİK
OLMADAN YAŞAYABİLMELERİNİN
MÜMKÜN OLMADIĞINI ANLADILAR. Demek ki herkes birbiri için
çalışıyordu ve her uzvun eksikliği
hissedilecekti.”
İslam toplumunu ilgilendiren her
çözülme, inanan insanın içinde ızdırap oluşturmalıdır. İster cemaat,
ister vakıf veya siyasi parti olsun
İslâm toplumuna hizmet eden her
birimin başarı ve başarısızlığı doğrudan İslâm’a, İslâm toplumuna yönelik olacaktır. Olayları yorumlamada Müslüman’ın basiretine ihtiyacı
vardır.
13
KÖŞE YAZISI
Talim ve Terbiye
Arasında Öğretmen
Yusuf YAVUZYILMAZ
Eğitim çeşitli bileşenlerin oluşturduğu ve bu bileşenler arasında
öğretmenin özel bir yer kapladığı
süreçlerin toplamıdır. Her bireyin
hayatında verdiği kararlarda pozitif
ve negatif anlamda yer tutan bir öğretmen mutlaka bulunur. Herkesin
bir nedenle unutamadığı öğretmen
mutlaka vardır.
Hiç şüphesiz öğretmenden istenen
şeyin büyük ölçüde o ülkenin resmi
ideolojik sistemiyle bağlantılı olduğu gerçeği yadsınamaz. Bu yüzden
iktidarlar eğitim olayını iktidarlarını
sürdürmenin en önemli ensturmanı olarak görürler. Özellikle siyasi
çalkantıların üst düzeyde yaşandığı
1970-80 arası dönemde iktidar değişikliği ile okul yönetimleri de değişir ve öğretmenler siyasi sürgünlere
tabi tutulurdu.
Yazar Beşir Ayvazoğlu Aksiyon dergisinin 156. sayısında öğretmenlerle
ilgili düşüncelerini anlatır. Kendisi
de on yıl gibi uzun bir süre öğretmenlik yapmış olmanın tanıklığı ile
özellikle 12 Eylül öncesi Türkiye’de
14
öğretmenlerin çektiği sıkıntıları anlatır: “Hükümetler değiştikçe yüreğim ağzıma geliyor; çünkü her yeni
bakanın eğitim meselesini ne kadar
iyi bildiğini ispat etmek istediğini ve kolları sıvayıp bozuk sistemi
büsbütün işlemez hale getirdiğini
biliyorum; çünkü ben öğretmenim!
Bildiğim bir şey daha var; birilerinin çocuklarımızın düşünen kafalar
olarak yetişmelerini asla istemediği… Ve nedense Bülent Ecevit’in adı
geçince aklıma hep sürgün geliyor.
Bu günlerde kafam hep sürgünle
meşgul; bu kışta kıyamette beni
Türkiye’nin bir uçundan diğer uçuna savuracak kararnameyi bekliyorum. Biliyorum,gelecek; çünkü ben
bir öğretmenim!
24 Kasım’ların gelmesini istemiyorum hiç. O yaldızlanmış samimiyetsiz laflara nasıl dayanılır? Susun
politikacılar,atın maskelerinizi; oynamaktan bıkmadınız mı? Sen de
sus köşe yazarı! Her yıl 24 Kasım’da
sözümona beni övmek için aynı parlak kelimelerle aynı yaldızlı cümle-
leri kurduğunu bilmiyor muyum
sanıyorsun?
Biliyorum,
çünkü
ben
öğretmenim!”(Siretler ve Suretler,
Beşir Ayvazoğlu, Ötüken yayınları)
Ne yazık ki, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren öğretmenler daima
ideolojik bir misyonun temsilcisi
oldular. Onlar kutsal devletin ülkeyi
aydınlığa çıkaracak kutsal temsilcileriydi. Aldıkları eğitimle gericilik simgesi olan imam ve şeyhlerin
karanlık dünyalarına aydınlık getireceklerdi. Aslında cumhuriyetin
ilk yıllarından itibaren vurgulanan
öğretmenliğin kutsal bir meslek
olduğu retoriği bir yanılgıydı. Öğretmenliğin kutsallığı devletin kutsallığından geliyordu. Zaman içinde
devlet kutsallığını kaybedip normal
bir aygıta dönüşünce öğretmenlerde sanal kutsallıktan arındılar.
Aslında öğretmenlerin kutsallığı
secüler bir kutsallıktı. Özellikle Köy
Enstitüsü çıkışlı yazarların eserleri
okunduğunda, öğretmenlerin devletin köylerdeki misyonerleri olduğu görülecektir. Bu arada devlet o
dönemlerde uyguladığı laiklik politikalarıyla dini kamusal alandan
tamamen, özel alandan ise kısmen
dışlama anlayışına sahipti. Köy Enstitülerinden yetişen öğretmenlerin
çok büyük bit bölümü de bu paradigmanın temsilcileri durumundaydılar. Oysa öğretmenlerin kutsallığı
devletin ideolojisini temsil etmelerinden değil, hakikatin ışığını yansıtmalarından gelmektedir. Çünkü
kutsallık devletten kaynaklanan bir
kavram değildir.
Öğretmen eğitim süreçlerinin en
önemli bileşkesidir desek yanlış
bir şey söylemiş olmayız. Bundan
dolayı eğitim politikalarının merkezi konumunda öğretmenlerin
yetiştirilmesi önemli bir yer tutar.
Rahmetli Ali Şeriati’den esinlenerek
öğretmenleri toplumu değiştirecek
daha doğrusu peygamberin misyonunu üstlenecek kimseler ola-
KÖŞE YAZISI
rak görülmelidir. Tıpkı aydının gibi
öğretmenler de kendi toplumunu
tanımalı, sorumluluğunu bilmeli,
toplumunun tarihsel sorunlarına
çözüm üretmeye çalışmalıdır. Bazen bu çalışmaları yaparken ideolojik olarak baskı görmeyi de göze
alırlar.
Tek parti döneminin ünlü Milli
Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile
ünlü şair Arif Nihat Asya arasında
geçen bir olay anlatılır. Arif Nihat
Asya, Adana’da bir lisenin müdürüdür. Okulun çeşitli ihtiyaçlarının
giderilmesi için paçalarını sıvar ve
çalışmalara katılır. Çalışma sırasında pantolonunun paçaları çamura
bulanmıştır. Hasan Ali Yücel muhtemelen sert bir şekilde ona öğrencilerin arasında niçin çamurlu
paçalarla gezdiğini sorar. Ünlü şair
Arif Nihat Asya’nın cevabı bakanın
suratına tokat gibi patlar: “Paçalarımı ağzınıza almayınız.” Ünlü şairimiz bu olay üzerine Kıbrıs’a sürülür,
ancak onurundan zerrece taviz vermez. Ne yazık ki, özellikle 1970- 80
arasında ideolojik nedenlerle öğretmenler sürgünlere tabi tutulurlar.
Artık bu dönemlerde öğretmenlerin
nitelikleri değil siyasi görüşleridir
belirleyici olan.
Öyle öğretmenler vardır ki, onlar
Allah’a güvenerek gelecek nesilleri
kurtarmaya çalışırlar. Onlar talimin
üst düzeyde terbiyenin ise hemen
hemen hiç olmadığı bir sistemde
elinden geleni yapmaya çalışırlar.
Öğrencilerine sadece üçüncü derece denklemlerinin nasıl çözüldüğünü, potasyumun simgesinin ne
olduğunu, Ağrı dağı’nın hangi paraleller arasında bulunduğunu, hangi
bölgede hangi ürünün ne kadar yetiştirildiğini vermezler. Aynı zamanda yaşadıkları coğrafyanın ve bağlı
bulundukları kültürün özelliklerini
de vermeye çalışırlar. Talim kadar
terbiyenin de farkındadırlar. Hatta
asıl sorunun talim değil terbiye olduğunun bilinci içinde yaşamlarını
sürdürürler. Ahlaki değerlerin verilmediği bir eğitim sisteminden nitelikli dolandırıcıların yetişeceğinden
emindirler. Türkiye’de banka soyanların, dolandırıcılık yapanların, hayali ihracat ile uğraşanların büyük
bölümünün iyi bir öğretim sürecinden geçtiklerinden emindirler.
Bundan dolayı toplumu bir arada
tutan ahlaki değerlerin öneminin
farkındadırlar. Halkın tabiriyle eğitimin değer yönü eksik bırakılırsa
cehaleti gidereceği, ancak eşekliğin
baki kalacağını bilirler.
Onlar ayaklarını bastığı toprağın
değerlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar.
Bu topraklarda anlatılan Bektaşi
fıkralarının içeriğini anlamak için
bile İslami terminolojinin bilinmesi
gerektiğinin şuurundadırlar. Onlar
kendi branşlarının teknik bilgisini vermekle işlerinin bittiğine asla
inanmazlar. Aynı zamanda ait oldukları dünyanın düşünsel kodlarını da vermenin telaşı içindedirler.
Hayatında bir kez olsun bir öğrencinin başını okşamayan, hatırını
sormayan öğretmen tavırları onlara
uzaktır. Çünkü onlar yetişecek nesillerin sorunluluklarını omuzlarında hissederler.
Sorunlu bir öğrenciden devamlı şikayet eden bir psikoloji içine asla
girmezler. Bilirler ki, asıl görevleri
o sorunlu öğrencilerle uğraşmaktır.
Yaptıkları işten asla şikayet etmezler, bundan dolayı gözlerine bakarsanız Anadolu insanının derin tevekkülünü görmeniz mümkündür.
Onlar öğretmenliği mesai saatleriyle sınırlı olduğunu düşünen paradigmaya uzaktırlar. Lüks araba
almak yerine bisikletleriyle öğrenci
evlerini ziyaret ederek kazançlarının bir bölümünü buraya ayırırlar.
Dünyadaki gelişmeleri iyi okurlar
disiplinin öğrencilerin karşısında
korkutan titreyen bir pozisyonda
durmaları demek olmadığını bilirler. Karşılarında ses çıkarmayan,
kendini ifade edemeyen, silik öğrenciler görmekten hoşlanmazlar.
Soğuk savaş döneminin cezaya dayalı öğretim sistemi onlara uzaktır. Onlar demokrasinin, hukukun,
adaletin, temel hak ve özgürlüklerin
yanında dururlar. Asla meşru olmayan baskılarla halkın oyuyla iktidara
gelmiş bir iktidara karşı demokrasi
dışı yapılan müdahalelere destek
olmazlar. Sevgiyi dostluğu, merhameti ilke edinirler. Kendi toplumunun değerlerine karşı asla mücadele etmezler.
Dünyadaki bunca değişime karşın
siyasal muhayyilesini soğuk savaş
mantığı üzerine oturtan, otoriter
davranışın ve merkezi planlamanın
en iyi yönetim tarzı olduğunu düşünen, bireysel özgürlüklerden haz
etmeyen, bireyi değil devleti yücelten bir anlayışa asla prim vermezler.
Milletin asli değerleriyle alay etmeyi
ilke edinen türedi aydınların söy-
lemlerine asla boyun eğmezler.
Geçmişte uygulanan Köy Enstitüleri
projesinin ulusalcı- milliyetçiler ne
kadar savunursa savunsun uyguladığı eğitim programlarıyla bu ülkenin değerlerine uygun olmadığını
bilirler. Piyanonun, kemanın neden
serbest, bağlamanın niçin yasaklandığını da iyi bilirler. Bu işin aslında
piyano ve kemanın temsil ettiği değerlerin bağlamanın temsil ettiği
değerlerden daha üstün gösterilmesi amacına dönük olduğunun farkındadırlar.
Günümüzde öğrencilerini ilham veren öğretmenlerin sayısı o kadar az
ki. Çoğunluk okuldan çıktığı anda
eğitimle ve öğrencisiyle ilgisini kesen, yolda gördüğü öğrencisinin
selamını almaktan imtina eden ve
hayatının geri kalan kısmını oyun
ve eğlence ile geçiren bir düzlemde
hayatların sürdürürler. En önemli
sorunları döviz kurları arasındaki
değişim miktarı,borsa ve araba fiyatlarıdır. Sürekli yaşadıkları hayattan şikayet ederler. Davası olmayan
toplumların hiçbir sorunuyla ilgilenmeyen yalnızca bireysel sorunlarını ön plana alan kimselerdir.
Siyasal ve kültürel ufukları ufukları
dardır. Öğrenciler bir şey verme ihtiyacı duymadıkları için kendilerini
geliştirecek hiçbir faaliyet içinde
bulunmazlar.
Bu ülkenin geleceğinin endişesini
duyan, yetiştirdiği öğrencilerin hatırını soran, onların dertleriyle ilgilenen öğretmenlere selam olsun.
Onları asla sokakta bağırırken, slogan atarken, boş ve içeriksiz siyasal
tartışmalar yaparken göremezsiniz.
Konuştukları zaman öğrenmenin ve
bir şey öğretmenin derdindedirler.
Bundan dolayı siyasal sloganlardan
hoşlanmazlar. Cemil Meriç’in deyimiyle sloganın ilkenin ideolojisi olduğunu bilirler. Onlar derin milletin
hizmetindeki görünmez kahramanlardır. Onların yaşadıkları bunca
sıkıntıya rağmen gösterdikleri vakarlı duruşu, öğrenci yetiştirmedeki
azimlerini, bu ülkenin geleceğini
inşa etmek için gösterdikleri çabayı
alkışlamak gerekir.
Ülkenin geleceğini bu topraklarla
ilgisini kesmeyen,yerli düşünmeyi
becerebilen, evrensel gelişmeleri
takip eden, kendi kültürel ve ahlaki
değerlerinin önemini bilen öğretmenler inşa edecektir.
15
FAALİYETLERİMİZ
Baba-Oğul Kampı
8Temmuz 2012 tarihinde Arifiye İl Ormanı’nda vakıf gönüllülerinin çoçuklarıyla katıldıkları “Baba -Oğul Kampı” düzenledik. Vakfımızın ilk kez tertip ettiği organizasyonda babalar oğullarıyla birlikte çadırda kaldılar. Çeşitli organizasyonlarla hem eğlendiler hem
de dinlendiler.
İlk Namaz
İlk Namaz etkinliğimiz devam ediyor. Bu sayımızda iki çocuğumuzun aile ve arkadaşlarının katılımlarıyla gerçekleştirdikleri namaz
merasimlerinden birer enstantane sunuyoruz. Allah namazlarında daim eylesin. Amin
İrem AYKAÇ
16
Onur GÜMÜŞTEPE (ortadaki) ve Arkadaşları
FAALİYETLERİMİZ
Yaz Kursu
2012 Yaz Okulu Faaliyeti: 11 Haziran–19 Temmuz 2012 tarihleri
arasında 6 hafta süreyle Yaz Okulumuzda kız ve erkek öğrencilerimize ayrı ayrı mekânlarımızda; başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere, Hadis, İlmihâl, Akaid, Siyer, Ahlâk gibi Müslüman
ailelerin çocuklarına temel İslâmî bilgiler yanında değişik spor
faaliyetleri ile hizmet verdik. Yüzme, Karate, Futbol, Voleybol,
El Beceri İşleri ve Piknikler gibi sosyal faaliyetler ile bıktırıp
usandırmadan rahat ve sevdirici bir Yaz Okulu Programımız
oldu. Yarışmalı ve hediyeli “Kapanış Programımız” ile de güzel yavrularımızı seneye tekrar memnuniyetleri çerçevesinde
yine Vakıf Hizmetlerinden istifadeye davet ettik.
17
FAALİYETLERİMİZ
Konya Ziyareti
15. - 16 Eylül 2012 tarihlerinde Konya’ya vakıf merkezimize trenle gidilen bir program tertip ettik. Başta muhterem Abdullah Büyük
hocamız olmak üzere vakıf yöneticileriyle görüşme, istişarelerde bulunma imkanı sağlandı. Ve çeşitli ziyaretlerde bulunuldu.
Kütahya Ziyareti
Ribat Eğitim Vakfımızın Kütahya Bölgemizde İzmir ve Adapazarı bölge ve beldelerden iştirak eden hizmet insanlarıyla
ortak piknik programına kalabalık bir
aileler topluluğuyla katıldık. Erkeklerin,
hanımların ve çocukların katıldığı prog-
18
ramda kadın erkek ilişkilerine azami derecede dikkat edildi. Ev sahipliğini yapan
Kütahya’mızın gönül ve hizmet kervanının organizesi, hizmetlerde uyguladıkları
usul ve metot şaheserdi.
Programa katılanları, ev sahipliği yapanları ve aktif hizmette koşanları tebrik ediyor ve teşekkür ediyoruz. Programın başlangıcında tüm katılımcılara Muhterem
Abdullah Büyük hocamız birlik, beraberlik ve dayanışma üzerine mesajlar sundu.
FAALİYETLERİMİZ
SADAKAT Geleneksel
İftarını Kent Park’ta Yaptı.
Sakarya Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu (SADAKAT) gönüldaşları gelenekselleşen iftarlarını geçen yıl olduğu gibi bu
yılda Kent Park’ta gerçekleştirdi.
Sakarya’da faaliyet gösteren birçok İslami
kuruluşun oluşturduğu çatı yapılardan
Sakarya Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu (SADAKAT) gönüldaşları toplu iftar
programı çerçevesinde Kent Park’ta buluştular.
Gösterişten ve israftan sakınılarak ailelerin bir araya gelmeleri, tanışmaları
ve kaynaşmaları arzulanan buluşmada;
SADAKAT’a bağlı çeşitli kuruluşlara üye
aileler, iftarı kendi hazırladıklarıyla yaptılar.
Ücretsiz çay servisinin yapıldığı iftarda çocuklara ise dondurma ikram edildi.
SADAKAT Üyeleri
Meydanda Bayramlaştı
Sakarya Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu (SADAKAT) bünyesindeki kuruluşlar,
bayramlaşma merasimini açık alanda
gerçekleştirdi.
Sakarya’daki sivil kuruluşların ortak çatı
platformlarından SADAKAT (Sakarya
Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu), Ramazan Bayramı merasimini Büyükşehir
Belediyesi’nin yanındaki alanda gerçekleştirdi. Ailece düzenlenen geleneksel
bayramlaşma merasiminde alanda geniş
bir halka oluşurken, misafirlere çikolata
ve kolonya ikramı, çocuklara balon dağıtımı yapıldı. SADAKAT adına bu bayram
Sakarya Dayanışma Derneği’nin evsahipliğini üstlendi. Bayramlaşmaya topluluk
üyeleri ailece katılım gösterirken, etkinlikle birbirini görebilme ya da ziyaret edebilme imkanı bulamayanlar, dayanışma
ve kardeşlik duygularını güçlendirdiler.
Bayramlaşma tüm dünyada yaşanan
zulümlerin, savaşların ve acıların bir an
önce son bulması ve İslam ümmetinin
yaşadıkları sıkıntılardan kurtulması duasıyla son buldu.
19
KAVRAMLARIMIZ
Sahir AKÇA
Ahlâk
İktisat ve Hisset kavramları taban tabana zıt çok farklı mefhumlardır. Bu mefhumlar çerçevesinde: Bizim kasdımız nedir, neyedir? İktisad kelimesinin mânasında kendisini bulan o güzel ifadeleri mi, onları elde etmeyi mi kastediyoruz, yoksa hisset kelimesindekileri mi?
Arapça bir kelime olup, huylar,
seciyeler, mizaçlar mânalarına
gelen “Hulk veya Hulûk” kelimesinin çoğuludur. Hulk veya
hulûk insanın beden ve ruh bütünlüğü ile alâkalıdır. İnsanın doğuştan veya sonradan kazandığı
ruhî ve zihnî hâllerdir. Buradan
Ahlâk; “İnsanın bir amaca
yönelik olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak
olması” şeklinde tanımlanabilir. Huy ve tabiat mânalarına olan
ahlâk, insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı da demektir. Aynı zamanda bir toplulukta makbul ve
iyi sayılan davranış kurallarıdır.
İbn-i Manzur’da Hulk’un; din, tabiat
ve seciye mânalarına geldiğini, nefs
diye adlandırılan manevî ve bâtınî
özellikleri de ifade ettiğini belirtmektedir.
Kur’an’da Efendimiz (sav)’e hitaben;
“Şüphesiz ki sen, çok büyük
bir ahlâk –hulûk’ın aziym–
üzeresin.” (Kalem, 4) hükmü buyrulmuştur.
Kâtip Çelebi (rha)’de “Ahlâk ilmi,
faziletler ve reziletler ilmidir ki, nefsi faziletlerle süsleme ve reziletlerden koruma yollarını gösterir.” diye
tarif eder ahlâkı. Bu tanım ahlâk
kavramını çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır.
İslâm âlimleri arasında kabul görmüş bir tarifle; “Ahlâk, nefiste
yerleşen bir melekedir ki,
fiil ve davranışlar fikrî bir
zorlamaya ihtiyaç olmadan
bu meleke sayesinde kolaylıkla ortaya çıkar.” diye belirtmektedir.
20
İslâmî ahlâkın temelinde vahiy vardır. Kur’an’da her emir ve nehiy bir
vazifeyi belirtir. Dolayısıyla İslâmî
ahlâk bir “Vazife Ahlâkı” olarak
nitelenebilir.
İslâm dinindeki iman ve ibadet
esaslarıyla ahlâkî emirleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Mü’minlerin toplum içerisindeki
davranış ve birbirleriyle münasebetler hususunda muhtaç oldukları
ilimleri öğrenmeleri “Farz-ı Ayn”
hükmündedir. Efendimiz (sav);
“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” (Muvatta), “Mü’minlerin
iman yönünden en mükemmeli, ahlâkı en güzel olanıdır.” (Sünen-i Ebû Dâvud) ve
“Allah’a kullarının en sevgilisi, ahlâkça en güzel olanıdır.” (İbn-i Hıbban) buyurmuşlardır.
Ahlâkî melekeler iyi ve kötü olmak
üzere ikiye ayrılır. Ahlâk-ı Fâzıla,
Hamide, Hasene gibi güzel ve övülen huylar ile Ahlâk-ı Seyyie, Zemime, Rezîle gibi kötülenen huylardır.
İnsanların toplum içerisindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek gayesiyle ortaya konulan hükümlere de ahlâk denilir.
Dikkat edildiğinde dünyadaki bütün sistem ve rejimlerin temelinde,
ferdî ve toplumsal ahlâk anlayışını
görmek mümkündür.
Ahlâk, felsefecilerin tarih boyunca
üzerinde en çok durdukları konulardan birisi olmuştur. İnsanların
hevâ ve heveslerinden kaynaklanan
ahlâk anlayışı sürekli değişmektedir ve bu durum insanları bir faciaya
sürüklemektedir. Felsefeciler neyin
iyi neyin kötü olduğu ve insanların
neden ahlâk kurallarına uyması gerektiği konusunda ortak bir fikirde
değillerdir. Kimi menfaati, kimi saadeti, kimi vazifeyi, kimi de değişik
başka şeyleri ahlâkın temeli saymaktadır.
Biz mü’minler, İslâm dininin tesbit ve tayin ettiği ahlâkî hükümlere
göre ilişkilerimizi sürdürmek, nefsimize, ailemize ve içinde yaşadığımız topluma karşı olan vazifelerimizi, İslâm’ın tayin ettiği ölçülere göre
edâ etmek borcundayız.
Ahlâk denilince hemen akla gelen
diğer bir kelime de; Edb’ten türetilmiş “Edeb”tir. Edb; “İnsanları ziyafete davet” mânasınadır.
Yâni Edeb; insanların davet olunduğu bütün hayır, fazilet ve mekârim-i
ahlâkı içine alır. Seyyid Şerif Cürcanî
(rha); “Edeb maruftan ibarettir. İnsanı her türlü hata ve
fenalıktan koruyan bir melekedir.” der. Ariflerin deyimi ile
Edeb; “İslâm dininin tesbit ve
tayin ettiği ahlâkî sınırları
korumak ve saygı gösterilmesi gereken yola girmektir.” Mevlâna (rha) ise; “İnsanın
edebten nasibi yoksa, o insan değildir. İnsanla hayvanı birbirinden ayıran en
bâriz fark edebtir.” diyerek
edebin önemini veciz bir şekilde ortaya koyar.
Ahlâk, iyi ve kötüyü araştıran bir
alandır. Yâni; toplum hayatında
belirli kişi, gurup veya toplum için
belirli zaman ve yerlerde geçerli
olan–geçerli olması gereken değer
yargılarının, örf, âdet ve kuralların
oluşturduğu bir sistem bütünüdür.
Günümüzde ahlâk konusunda tar-
KAVRAMLARIMIZ
tışılan kavramlardan bazıları da
ahlâk ve iktisâdi düzen veya sistemler arasındaki ilişkilerdir.
Bunların başlıcaları ise;
Liberalizm–Serbestlik,
Hedonizm–Hazcılık, Pragmatizm–Faydacılık, Materyalizm–Maddecilik, vs.
Seküler–Dünyevî felsefeler,
görüşlerdir. Bu düşünce ve inanışlar İslâm toplumunu ve mü’minleri
derinden ifsad eden çok tehlikeli ve
sinsi virüslerdir.
Mü’min diğerkâmdır, nefsini düşündüğü kadar kardeşlerini de
düşünür, ona verilenleri–nasip edilenleri emanet bilir, hak gözetir,
paylaşmakta saadet arar, en önemlisi de bütün her şeyi nasip eden
Rabbini unutmaz ve bir gün hesaba
çekileceğinin şuurunda yaşar. Böylece;
Liberalist bir düşünceyle; ticarette,
alış-verişte benim, ben kazandım
bencilliğinde–enaniyetinde
olamaz. Hayat, yaşayış, kılık-kıyafet,
vs İslâmî hassasiyetler konusunda
serbestlik-geniş mezheplilik yapamaz.
Hedonist bir zihniyetle; şeytanın ve
nefsin hoşlandığı en büyük tuzaklardan biri olarak hazlandığım–haz
aldığım, hoşuma giden, bana zevk
veren her şey bana mübahtır çılgınlığında olamaz.
Pragmatist bir anlayışla; bana faydası olan her şeyi tepe tepe kullanırım, bana kâr getiren her şeyi
eker-diker-üretir satarım, insanların sağlığına zararlı olup olmadığına aldırış etmem. Menfaatim için
her şeyi ve herkesi kullanırım, işime
gelmeyeni kaldırıp atarım diyemez.
Materyalist bir inanışla; kutsallarını
metâ hâline getirip, âhirete yanıcı ve
yakıcı malzemeler olarak götürmez.
Çünkü bilmeli ki, her şeyin yaratıcısı ve sâhibi olan Allah (cc)’dır, kendisi ise emanetçisi.
Neticeyi kelâm: Mü’min kişi, dünya
ve âhiret saadeti peşinde koşandır. Bunu elde etmek için de Rabbi
ve her şeyin Yaratıcısı olan Allah’ı
memnun ederek maksûduna kavuşmak arzusuyla ahlâklı, edebli
olmanın derdinde olandır.
Kısacası Ahlâk; bir inanış ve o inanış doğrultusunda yaşamaktır. O zaman herkes nasıl yaşadığına baskın
da neye inandığını-iman ettiğini,
ne için yaşadığını anlayarak düzeltilmesi gerekenleri zamanı geçmeden, pişmanlığın fayda etmediği
ana kalmadan düzeltiversin de gerçek mutluluğu yakalasın.
Son sözü Çiçero’ya bırakalım:
“Memleketler parasızlıktan
değil, ahlâksızlıktan çökerler.”
21
KONUK YAZAR
GDO
Kemal ÖZER
1968‘de Konya Bozkır
Armutlu Köyü’nde doğdu.
Muhabir ve haber müdürü
olarak medyada çalıştı. Bilişim sektöründe yöneticilik
yaptı. Farklı sivil örgütlerde
çeşitli görevlerde bulundu.
2008 yılında arkadaşlarıyla
birlikte Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’ni kurdu ve
hâlen başkanlığını yürütüyor.
Çeşitli dergi, gazete ve haber
sitelerinde yazdı.
2010 yılında Medya Etik
Konseyi tarafından ‘Medya
Etik Ödülü’ne lâyık görüldü.
Yurt içi, yurt dışında çok
sayıda konferans verdi, panel
ve sempozyumlarda tebliğler
sundu…
ESERLERİ:
‘Deccal Tabakta’ , 2010,
Hayykitap
‘Şeytan Ye Diyor! İnsan Ne Yemeli Ne Yememeli?’, 2011 , Hayykitap
‘Müslüman’ın Diyeti,
2012 , HayyKitap
4. eserinin Ekim-Kasım
2012’de yayınlanması bekleniyor İnşaallah
Yeni eserler üzerinde çalışıyor...
22
Yaşama Sahip
Olmaktır!
Yeryüzündeki bütün canlıların bir yaratılış biçimi ve amacı var. Birileri bundan
çok rahatsız ve değiştirmek istiyor. Ancak bunu yapmak istediğini açık açık
söylemek yerine; bilim ve bilim çevreleri,
siyasetçiler, medya gibi tüm vasıtaları,
amacı için araç olarak kullanıyor.
Şeytan ilk telkinini, tek yasaktan yemesi
için Hz Âdem’e yapmıştı. Aynı telkin ve
vaadini, o gün bugündür sürdürüyor. İlk
insanın düştüğü hata, ne yazık ki bugünün insanı için vakayı adiyeden.
‘Fransız Devrimi’ ile yeni bir boyut kazanan küresel derin devlet kurulu düzeninin devamı için, genetik bilimi ve
biyoteknolojiyi benzersiz bir silaha dönüştürdü. Bu silahı kullanarak; bitkilerin, hayvanların ve insanların fıtratlarıyla
oynuyor. Yaşamı kontrolü altına almaya
çalışıyor.
Yaşamı kontrol etmenin en kolay yolu
da, gıdanın silaha dönüştürülmesinden
geçiyor. Bu amaçla 1900’lü yıların başında başlattığı süreçte çok ciddi bir mesafe almış durumda. İlk olarak, insanlığın
ortak mülkü olan tohumun mülkiyetini
değiştirdi. Bunun için tohumların genetiğiyle oynamak gerekiyordu ve onlarda
onu yaptılar. 1920’li yıllarda mısırdan
başlayarak; ayçiçeği, domates, biber,
patlıcan, salatalık, kavun, karpuz, kabak,
ıspanak, lahana, bamya şeklinde devam
edip giden binlerce bitkinin genlerine
ekleme ve çıkarma yaparak, ‘hibrit’ adını
verdikleri yöntemle tohumların tescilini
almaya başladılar.
Çok iyi biliyorlardı ki; tohuma sahip olan,
yaşama sahip olur. Yaşama sahip olansa, dünyaya! Nisa Suresi 119’da şeytanın:
“Onlara emredeceğim, onlarda Allah’ın
yarattığını değiştirecekler” şeklindeki
beyanı; bugün hem insan ve hayvanların tohumu/spermi, hem de bitkilerin
tohumlarının genetik yapısının değiştirilmesi şeklinde tecelli etmekte. Bugün
insan sperminin önemli bir bölümü bile,
Amerika’da bir şirket tarafından tescil
edilmiştir.
Ne insanlar, ne hayvanlar, ne de bitkiler tarihin hiçbir döneminde bu denli
bir zulme maruz kalmamıştır. Yani tüm
canlılar, geri dönülmez bir tehlike başka bir değişle, gayri meşru bir kıyamet
macerasıyla karşı karşıya. Son günlerde
daha yoğun tartışılan GDO, yani genetiği değiştirilmiş organizmalar, fıtratın
değiştirilmesi ve yaşamın birkaç şirketin
patentine geçirilmesi veya devrinden öte
bir anlam taşımaz.
1920’lerde başlayan genetik müdahaleler; birincil evreden sonra, bitkinin
üreme genlerinin çıkarılarak kısırlaştırılması şeklinde devam etti. 1980’lere
gelindiğinde, artık bir canlıya başka bir
canlıdan alınan genlerin aktarımı gerçekleşti ki, bu macera artık bambaşka
bir boyuta taşınıyordu. Bugün dünyada
ve Türkiye’de tartışılan şey; daha çok
ikincil aşama, yani bir insan, bitki, hayvan veya bakteriden alınan genin diğer
bir canlıya aktarılması. Yaygın olarak bilinen adıyla: GDO
Türkiye halkının, GDO’nun ne olup olmadığını bilmesi oldukça önemli. Ancak asıl önemli olan halktan ziyade,
halk üzerinde tesir eden siyasetçiler,
ilim adamları, cemaat liderleri ve diğer
toplumsal önderlerin konuyu ne kadar
bildiği. Bugün özellikle Müslüman çevrelerde, konunun önemli ölçüde önemsenmediğini söylemek gerek. İlahiyat
çevrelerinde ise, konunun ‘zaruret hali’
gibi bir mazerete indirgenmesi, -en azından bizim için- kahredici bir durum.
Dünyanın -asıl- gerçeklerinden habersiz
bir şekilde, “dünya kaynaklarının, 7 milyara ulaşmış insanı besleyemeyeceği”
şeklindeki batılı zihnin söylemini benimseyip tekrarlamak, Allah-ü Teâlâ’nın
İsra Suresi 31. Ayet-i Kerimesi’ndeki, “rızık veren” vasfına güvensizlik değil de,
KONUK YAZAR
lumun vicdanında yer bulmayacağını
gayet iyi biliyorlar. Kirlenmemiş bir vicdanın bunu kabul etmesi zaten beklenmez. Bu gerçeğin toplumun vicdanında
bir karşılığı olmadığını bilenler, insanlığın gözüne parmak sokarak bütünün
tartışılmasına engel olmak istiyor.
nedir? Mevdudi merhumun ifadesiyle,
‘geçmişte yoksulluk korkusu, çocukların öldürülmesine ve düşürülmesine
sebep olurken, bugün hamileliğin engellenmesi’ yahut da yaratılmışların
beslenemeyeceği şeklindeki sakat tez,
ne yazık ki Müslüman çevrelerce de
dile getiriliyor artık…
Zaman zaman bu ‘seçkin’ kitle yerine,
gençlerin daha bilinçli ve sağduyulu
yaklaşımı ümit verici olsa da; kitleleri
sürükleyen başta siyasetçiler olmak
üzere, birçok toplumsal önderin özensizliği, ilgisizliği ve dolayısıyla bilgisizliği, yaşadığımız soruna daha geniş kitlelerce tepki verilmesini engellemekte.
Siyasi, ekonomik veya dinî sorunlara
yönelik karar veya fetva vericilerin
kanaatlerini izhar ederken; seçtikleri
muhatabın birikimi, vicdanı, imanı ve
adil olup olmamasına bakmak yerine,
isminin başına eklenmiş uzantıları
önemsemesi, sonucu ciddi anlamda
etkilemektedir. Feraset; muhatabın gizlenen kişiliğini ve çıkar ilişkilerini anlama ve kararlarını buna göre vermenin
kavramsallaşmış hâli değildir de, nedir?
GDO; en basit anlatımla bir canlının
genlerine dışarıdan yapılan müdahaledir. Asıl amaç ise, daha öncede ifade
edildiği gibi, tohumun mülkiyetini yani
yaşamın mülkiyetini ele geçirmek…
Son zamanlarda yapılan GDO tartışmaları, aslında sorunun bütününden
uzaklaşmamıza neden oluyor. Gayri
ahlakî, gayri insanî bir eylem ve işlem
olan genetik müdahalenin, hiçbir top-
Tohumu mülkiyetine geçiren şirketler,
tartışma zeminini bile belirlemek istiyorlar. Hatta GDO karşıtıymış gibi duran bazı mahfillerin, aslında bizi hızla
gerçekten uzaklaştırdıklarını da görürüz. Çünkü GDO karşıtı gibi duran bazı
yapıların finansmanının mütemadiyen
bu mahfillerce karşılandığı gerçeği,
nereye doğru sürüklendiğimizi apaçık
gösterir. Dahası o şirketler ve Dünya
Bankası, AB ve Dünya Ticaret Örgütü
gibi kurmacalı yapıları, Türkiye’de de
olduğu üzere, finansmanını sağlayarak tohum bankaları kurduruyorlar.
Yüz milyonlarca doları hayır-hasenat
için vermediklerine göre, acaba neyi
amaçlıyorlar? İşin sırrı yine ayrıntılarda
kaybolup gidiyor ne yazık ki! Bu sözde
tohum bankaları için yapılan finansal destekler, ülke içinden toplanan
tohumların bir bölümünün Norveç’te
buzulların altına kurdukları Swallboard
kıyamet deposuna kaldırılması şartına
bağlanmış... Oysa birileri bize, bütün
bu çalışmaları tohumlarımızı korumak
için yaptığını söylememiş miydi? O
halde, hiçbir zaman cevabını alamayacağımız bir soruyu yine tekrarlayalım:
O tohumların kullanımını yasaklayıp,
sonra tohum hapishanelerinde saklamak hangi planın parçası?
Bu konuda yapılan tartışmaların belirleyici olup olmayacağını zaman gösterecek elbette. Ancak tartışmayı tohumu
mülkiyetlerine geçiren küresel mafyanın arzu ettiği zaviyeden yaptığımız
zaman, yalın gerçekten hızla uzaklaşmış oluruz. Mesela Türkiye’de 2006 yılında çıkarılan 5553 Sayılı Tohumculuk
Kanunu’nun 7’inci maddesindeki “Yurt
içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin
verilir” hükmü gereği, on binlerce yıldır
kullanıla gelen geleneksel yani tabiî tohum ticareti yasaktır ve suçtur. Dahası,
nesepsiz tohumlarla yapılan tarıma
destek veren Türkiye, diğer taraftan fıtrî
tohumlarla yapılan tarımsal faaliyetine
ise destek vermemekte.
Hiç kuşku yok ki GDO meselesi insanlarca tartışılabilir. Fakat Kur’an-ı
Kerim’in, “şeytanî bir eylem” olarak
nitelediği fıtratın değiştirilmesi gerçeğinin Müslümanlarca önemli ölçüde
olumlanarak tartışılması, hem meselenin ehemmiyetinin farkında olunmadığının, hem de dünya gerçeklerinden ne
kadar uzak kaldıklarını göstermez mi?
İnsan görünümlü şeytanların söylemlerini müzakere edilebilir olarak görmek,
sunulan zehre tenezzül etmekten başka ne olabilir? Fıtratı değiştirerek yaşamı ele geçirmeye çalışanlar gayet iyi
biliyorlar ki, her kafadan bir ses çıkınca
zihinler bulanıp, bilinçler kirlenecek,
bu da Müslümanları, gerçekten hızla
uzaklaştıracak. Gerçekten uzaklaştıkça
sorunu çözecek bir icma da sağlanamayacak. Haliyle bu da fiili bir durum meydana getirecek. İslam Dünyası, özellikle
de Türkiye bu konuda dünyaya sunulabilecek en iyi örnek.
Mevcut iktidar tarafından çıkartılan
bir kanunla; bütün bir toplum gerçek
tohumlardan uzaklaştırılmakta, tarım
politikaları ile de toprağa ait olan insan,
topraktan utanır/uzak hâle getirilmekte. Siyasi iradenin akıl almaz bir kararıyla; tohumun mülkiyetinin devri olan
hibrit tohumları legalleştirmek amacıyla, sadece GDO’nun tartıştırılması,
şeytanın zokasını bir kez daha yuttuğumuzu gösterir. Tohumun mülkiyetinin
devri; sadece yaşayan insanların haklarından feragat etmesi olmayıp, bilakis
sapa sağlam devraldığımız kadim tohum emanetinin gelecek nesillere aktarılmayarak ‘emanete hıyanet’ edilmesi, daha da önemlisi, gelecek nesillerin
yaşama haklarının bir avuç merhamet
yoksununun insafına terk edilmesidir!
Eleştirilerimiz kimilerince, ‘iktidar partisi karşıtlığı’ şeklinde yakışıksız bir indirgemeye maruz tutulabilir. Bu suçun
tek sorumlusu mevcut iktidar olmayıp,
olsa olsa zanlıların en büyüğü olabilir.
Bu modern kölelik sözleşmesine atılan
imzada, ister TBMM’de yer alsın, isterse de yer almasın tüm siyasi partiler ile
tüm toplum kesimleri de bu suça ortaktır. Dahası, feraset yoksunu Müslümanlar bu meselenin asıl failler sayılmalı!
Bir çift evlendikten sonra korunma
yapmadıkları halde, ilk bir yılda hamilelik gerçeklememişse, bu çiftlerden
her ikisi veya birinin kısır olduğu varsayılmakta. Bundan kırk yıl önce geleneksel tabiî tohumlarla beslendiğimiz yıllarda, insanlardaki yüzde 2 olan kısırlık,
23
KONUK YAZAR
rın mülkiyetine geçirilmiş hibrit kısır
tohumların yaygın olarak kullanıldığı Türkiye’de, 2010 yılında çıkarılan
Biyogüven-siz-lik Kanunu gerekçe
gösterilerek, GDO’lu ürünlerin yasaklandığı iddia edilir. Oysa iddianın geçersizliğini anlamak için, kanuna bakmak yeterli olacak. Bu kanunun amaç
maddesi, “genetik yapısı değiştirilmiş
organizmalar ve ürünlerinden kaynaklanabilecek riskleri engellemek” cümlesiyle başlamakta. İkinci maddesinde
ise “Veteriner tıbbî ürünler ile Sağlık
Bakanlığı’nca ruhsat veya izin verilen
beşeri tıbbî ürünler ve kozmetik ürünleri bu Kanun kapsamı dışındadır” denilmekte. Bu hükümle insanî ilaç ve aşılar,
kozmetik ve temizlik ürünleri, tekstil
ürünleri ve veteriner ilaçlarının kapsam dışına alınarak, zikredilen alanlarda GDO’ya resmen izin verildiği açıkça
görülür. Ayrıca kanunun beşinci maddesinde GDO yasaklanmıyor. Bilakis
yasanın ifadesiyle, “GDO ve ürünlerinin
onay alınmaksızın piyasaya sürülmesi”
yasaklanıyor. Neticede, Bakanlığa bağlı
olan Biyogüven-siz-lik Kurulu isterse,
son olarak 13 Kasım 2011’de verdiği izin
gibi, GDO’lu ürünlere gıda veya yem
amaçlı izin verir ve vermektedir.
tümüyle kısır hibrit ve GDO’lu tohumlarla beslendiğimiz 2011’de ise yüzde
30’lara ulaşmış durumda. Kısırlık oranı
bu hızla devam ederse, önümüzdeki on
yılda, her iki evli çiftten biri kısır olacak.
Dahası kırk yıl önce milimetre küpünde 150 milyon aktif sperm olan erkekler, şimdilerde 20 milyon seviyelerine
düşürülerek hızla kısırlaştırılmakta. Bu
denli hızla kısırlaştırılan bir toplumdan
değil 3 çocuk talep etmek, 5 çocuk istemek bile geleceği kurtaramaya yetmeyebilir.
Yine 2009 yılında 17.618.000 dolarlık
tohum ihracatı yapan Türkiye, 2010
yılında 161.308.971 dolarlık bir ihracat
yaptı. Oysa aynı Türkiye, 2009 yılında
132.214.000 dolarlık tohum ithal ederken, 2010 yılında tam 1.489.549.847 dolarlık tohum ithal etti. Meselenin sağlık,
ekonomik, çevresel, dinî ve benzeri
boyutlarını bir an görmezlikten gelsek
bile, yaşamın en vazgeçilmezi olan to-
24
hum konusunda başka ülkelere bağımlı hâle getirilme tercihine ‘isyan’ etmek
gerekmez mi?
Elbette Müslüman bir toplum, meselenin dinî boyutunu asla göz ardı
etmemeli. Nisa Suresi 119’uncu Ayet-i
Kerimesi ile ilgili olarak, Türkiye Diyanet Vakfı’na ait ‘Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meal’in dipnotunda; “Allah’ın
yarattığının değiştirilmesi, hem maddi
alanda, hem de fıtrat alanında gerçekleşebilir. Zamanımızda, yeryüzünde
doğal dengeyi bozucu her türlü girişimi bu çerçevede değerlendirmek
mümkündür” denilerek, aslında meselenin dinî boyutu önemli ölçüde
izah edilmekte. Kaldı ki, ‘İslam İşbirliği
Teşkilatı’nın fıkıh komitesi de “genetik
değişik helâl değildir” diyerek tartışmayı noktalamıştı.
Geleneksel tohumun ticaretinin yasak
olduğu, buna karşın ticari firmala-
Bütün bu gerçeklere rağmen sürekli
olarak “GDO yasak” şeklindeki ifadelerin gerçekle uzaktan yakından ilgisinin olmadığını, geçtiğimiz bir yıl içinde
herkes yaşayarak görmüştür. Öyle ki,
bir merkezden programlanan bir el,
kendisine güvenen kitlelerin midelerinin yanı sıra, eşikaltını da kirletiyor. Netice itibariyle Türkiye, önemli ölçüde tohumlarını küresel şirketlere kaptırmış;
tıbbi ürünlerden temizliğe, gıdadan
tekstile kadar tüm alanlarda genetiği
değiştirilmiş ürünler cennetidir. Ümit
ederiz ki; bundan sonra kimse ‘neden
insanlar bu kadar sağlıksız, neden
bu kadar psikolojik travma yaşanıyor,
neden ebeveynler çocuklarını kontrol edemiyor, neden dualarımız kabul
edilmiyor’ diye sormaz. Şayet emanete
ihanet ettiği düşünülen bir zanlı aranıyorsa, uzağa bakmaya gerek yok.
İMKANDER
İMKANDER
Türkiye’de Bulunan Kafkasyalı
Sığınmacıların Yuvası
SSCB’nin dağılmasının ardından
Sovyetler Birliği’ne bağlı cumhuriyetler bağımsızlıklarını birer birer ilan
ederken Kafkasya’da varlık gösteren
devletlere bu hak tanınmamıştır.
Çeçenistan’da Ekim 1991’de gerçekleştirilen seçimlerde bağımsızlık
yanlısı Cevher Dudayev’in işbaşına
gelmesinin ardından ülkede tek taraflı olarak bağımsızlık ilan edilmiş
ve Çeçenistan-İçkeriya Cumhuriyeti,
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Afganistan ve Gürcistan gibi ülkeler tarafından tanınmıştır.
Fakat, Rusya Çeçenistan’ı 1994 yılında işgal ederek, başta Grozni olmak
üzere ülkenin tüm kentlerini yerle
bir ederek yaşanmaz hale getirmiştir. Resmi olmayan rakamlara göre
26
Çeçenistan’da Rusya tarafından öldürülen sivillerin sayısı 250 bin’i bulmaktadır.
Bu tarihten sonra başta, Gürcistan,
Azerbaycan, Batı Avrupa ülkeleri, Türkiye ve Ortadoğu ülkelerine olmak
üzere, 250 bin civarında Kafkasyalı
dünyanın çeşitli ülkelerine sığınmak
zorunda kalmıştır.
Bu dönemde Türkiye’ye sığınanlar
geçici olarak yerleştirildikleri kamplarda 17 yıldır çalışma izinleri olmaksızın, hayırsever vatandaşlarımızın
gayretleriyle yaşamlarını idame ettirmektedirler.
Savaşın ilerleyen aşamalarında Sömürgeci devletlerin devamlı surette
yaptıkları gibi, Çeçenistan’da Rusya
devleti yanlısı bir yönetim işbaşına
getirilmiş, fakat Rusya’ya karşı verilen mücadele, Çeçenistan topraklarını aşarak asli sınırları olan tüm
Kafkasya’ya yayılmıştır.
Bu yeni durumla birlikte, Türkiye’ye
sığınan kişilerin uyrukları, başta Çeçenler olmak üzere, Abhazlar, İnguşlar, Kabardaylar, Çerkesler, Nogaylar,
Osetler, Karaçaylar (Türk soylu) ve
Dağıstan halkları olarak genişlemiştir.
Türkiye’de 3’ü İstanbul’da, 1’i Yalova’da
olmak üzere 4 Kafkasyalı sığınmacı
kampı bulunmaktadır. Bu kamplarda yaşayanların bir kısmının güvenlik sebepli sığınmacılık durumları
kalkmış olmakla birlikte, ekonomik
olarak mağduriyetleri devam etmek-
İMKANDER
Avrupa Konseyi Üye Ülke olması sebebiyle bu muhacirler hukuki olarak
Avrupalı sayılmaktalar) Birleşmiş
Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği onlarla ilgilenmemektedir.
Sebebi ise Türkiye’ye gelmiş Avrupalı sığınmacıların hakkını korumak
1953’de Türkiye’nin de imzaladığı
Cenevre Sözleşmesine göre Türkiye
Cumhuriyeti’nin görevidir. Türkiye ise
üzerine düşen bu görevi yıllardır yerine getirmeyerek mağduriyetin daha
da devam etmesine sebebiyet vermiştir. Sivil toplum örgütleri ve hayırsever
vatandaşların kısıtlı destekleriyle hayata tutunmaya çalışmaktadırlar.
Ne Yapılabilir?
tedir. Bununla birlikte Rusya’nın 1999
yılında başlattığı ikinci saldırı dalgası
sonucu Türkiye’ye gelen sığınmacıların durumu çok daha kötüdür. Bu
ikinci grupta bulunan sığınmacıların
büyük bir kısmı hala Rusya’ya karşı
savaşmaya devam eden kişilerin eşleri, anne-babaları ve çocuklarından
oluşturmaktadır.
Çoğunluğunu kadın, yaşlı ve çocukların oluşturduğu bu sığınmacı
grubunun işgal altındaki ülkelerine
dönebilme ihtimali yoktur. Can güvenlikleri tehlikededir. Hatta sığındıkları bazı ülkelerde (Mısır ve Dubai
örneklerinde olduğu gibi) Rusya’nın
baskısıyla iade edilmişler ve bir daha
kendilerinden haber alınamamıştır.
Bu sebeple, derneğimiz öncelikli olarak can güvenlikleri tehlike altında
olan bu ailelere yardım etmeye gayret
etmektedir.Derneğimiz, bu sorunun
çözülebilmesi için sponsor hayırseverler yardımıyla İstanbul’un bazı
semtlerinde evler kiralanmasına önayak olmaktadır.
İMKANDER’in
Yardımlarıyla
Kurulan Evler
Evlerin çoğu yoğunluk sırasıyla Başakşehir, Zeytinburnu, Beylikdüzü, Sefaköy, Gazi Osman Paşa ve İstanbul’un
diğer semtlerinde bulunmaktadır.
Ev Sayısı: 96 Kiralık Ev
Bu Evlerde Kalan Aile Sayısı: 145 Aile
Toplam Kişi Sayısı: 750
Bunların Dışında
Kalan Tahmini
Kişi Sayısı
Bu kişiler diğer STK ların sağladığı
imkanlarla kalanlar ve buna ilaveten
kendi ekonomik durumları iyi olduğu
için Türkiye’de kalanlar olarak özetlenebilir.
Bunların tahmini sayısı ise 1300 civarındadır.
Net
olmayan
rakamlara
göre
Türkiye’de yaşayan Kafkasyalı sığınmacı sayısı 2000 civarındadır.
Kamplar
2012 yılı Haziran ayında devlet Yalova, Fenerbahçe, Ümraniye ve Beykoz
kamplarında kalan sığınmacılar İzmit
ve Yalova içindeki dairelere kira yardımı yapılarak tahliye edilmiştir. Yapılan kira yardımının bir yıllık olacağı
açıklanmış 1 yılın sonunda ne olacağı
netleştirilememiştir.
Derneğimiz tüm mağdur sığınmacılara mültecilik statülerinin verilmesini
ya da Türk soylu halklara yapıldığı gibi
“vatandaşlık” statüsünün tanınmasını
talep etmektedir. Bu kişilere hayatlarını idame etmelerini sağlayabilmeleri için çalışma izni verilmeli ve bir
müddet sonrada vatandaşlığa başvuru hakkı tanınmalıdır. Burada doğmuş
olanlara doğrudan vatandaşlık hakkı
sağlanmalıdır.
Bizler tarihi, kültürel ve dini bağımız
olan bu kardeşlerimize ya sorunsuz
olarak TC vatandaşlık hakkının verilmesini (tıpkı 1986’da gelen Bulgaristanlılara verildiği gibi) veyahut 1953
Cenevre Sözleşmesinin kendilerine
sağladığı yasal mültecilik statüsünün
verilmesini talep etmekteyiz.
Akdeniz Cad. No:19/4 Fatih
İstanbul Türkiye
Humanity Defense and Brotherhood
Association
Istanbul-Turkey
Tel: +90 212 488 6606
Fax:+90 212 491 0876
http://www.imkander.org.tr/
1953 Cenevre
Sözleşmesi
Türkiye’de en mağdur yabancılar ne
yazık ki Kafkasyalı muhacirlerdir.
Pasaportları sebebiyle (Rus Pasaportu taşımaları sebebiyle ve Rusya’da
27
ADA’DAN PORTRELER
Fahri TUNA
Adapazarı’nda Bir
Garip Portre;
Doktor Sadık Canlı
Altmış yıldır Adapazarı caddelerinde bulvarlarında sokaklarında meczup bir adam dolaşıyor;
iki metre boyunda, uzun sakallı
uzun saçlı, bilgiç bakışlı biri. Sırım gibi ince uzun biri. Rivayete
göre ‘bir zamanlar çok iyi kazanan bir doktor’muş. Yine rivayete
göre İbrahim Ethem gibi ‘yeryüzünün sultanlıkları’ndan vazgeçip
‘kaçmış gitmiş kendinden.’ Biz
meğer onu kendinden kaçarken
görürmüşüz. Bazı dostları da takılırmış ona: ‘Şu kapındaki doktor tabelasını ya çıkar ya da eski
doktor yazdır’ diye. Tekke olmuş
muayenehanesi; gelen giden,dert
ortağı olmuş herkesle. Tıbbın da
konuşulduğu olurmuş, ayda bir mi
desek, haftada iki mi?
Adapazarı’nın bu ‘garip’ adamını,
bu ‘meczup’ adamını var mısınız
yakından tanımaya? Yakın dostlarına sorduk, bakalım ‘onu’ nasıl
anlatmışlar…
Hamza Tekin Hocaefendi:
‘YARI DOKTOR
YARI DERVİŞ ‘
‘Sadık Canlı bir zamanlar doktormuş; sonra yarı doktor yarı derviş
mi diyelim; öyle bir adam oldu.
Ama ihlâs ve samimiyeti zirvede
olan, inandığı şeyleri tavizsiz savunmaya ve uygulamaya çalışan
bir adam. İyi bir dost, iyi bir dert
arkadaşı. Dostun derdini paylaşan, sevgili bir kardeştir. Adapazarı için özel bir şans. Nevi şahsına
münhasır özel bir doktor. (1)
Orhan Camii İmam- Hatibi Mustafa Aydın:
‘HAYATIN YUSUF GİBİ
KUYUYA ATTIKLARINDANDIR‘
‘Sadık Ağbi, yönetimde bulunmak istemez ama yönetmek ister.
28
Başkasının kendisine tesiri ancak
kendi akıl ve gönül süzgeçlerinden geçtikten sonra belki mümkündür. Derviş ruhlu ama intisap
etmesi kendine de zor gelir.
Medeni cesareti, şahsi nevine
münhasırdır. Doktor hoca değil,
sanki hoca doktor gibidir. Hayatın
Yusuf gibi kuyuya attıklarındandır,
rol model alınması zordur. Belki ileride bir hazineden sorumlu
nazır olabilir. Zira dünyayla münasebeti, sarmaş dolaş olamamış
bir şahsiyettir. Yürekten sevdi mi,
asla o sevgiye ihanet etmez hele
sevdikleri çocuklarıysa farklı bir
sadakat sahibi olur. O kimine
göre yolunu sorana kutup yıldızı, kimine göre bir derviş, kimine
göre “ümmete emanet” bir yalnız
adam.‘(2)
Yrd.Doç.Dr. Hasan Sağlam:
‘O BİR HEKİMLİK
OKULUDUR ‘
‘Sadık Canlı, Batıyı içinde bizzat
yasayarak tanıyan biri. Döndükten
sonra Batı medeniyetine ve büyük
ölçüde Batılı materyalist felsefeye
dayalı gelişen Batı tıbbına eleştirel yaklaşan biri olmuştur. Ne
yazık ki günümüzde Batı medeniyetini eleştiren bir çok kişi, konu
Tıp olunca öğrendiği her şeyi bir
nas hükmünde görmektedir. Oysa
Batı tıbbının en temel vasfı da
insana hizmeti esas almamakta,
aksine insan sağlığını bir sömürü
aracı olarak zevkle kullanmaya
devam etmektedir. Sadık Canlı‘yı
tanıyana kadar ben de olan bitenden haberdar değildim. Onun
bir ‘Hekimlik Okulu’ olduğunu
fark edince, ne çürük bir zeminde
gözlerimizin kapalı olarak mutlu
bir hayat sürmekte olduğumuzu
anladım. Bu okul Tıp mesleği için
çok büyük değer taşımaktadır ve
bunun farkında olmanın mutluluk
ve hüznünü beraber yaşamaktayım.’(3)
Tüccar Lütfü Salkım:
‘ TÜRKİYE’DE EŞİ
BENZERİ YOKTUR‘
‘Benim kırkbeş elli yıllık yakın
arkadaşımdır. Allah tanıdıklarına
ve ailesine mübarek etsin. Benle
işi olmaz. Çünkü neden? Bizim
kilometrede olan insanların, belli
yaştan sonra hocayla ve doktorla fazla yakın olmaması gerekir.
Bunda ikisi de var. İki kere kaçıyorum yani ondan; uzaktan görüşüyoruz. Sadık’ı üçe böleceksin:
Dünü, bugünü, yarını diye. Dosttur. Arkadaştır. İyi bir insandır.
Çok sevdiğim bir arkadaşımdır.
İyi bir Müslüman’dır. Eşi benzeri yoktur. Bırak Adapazarı’nda,
Türkiye’de eşi benzeri yoktur. Modern tıp yerine – Şaban Üstüner’in
deyimiyle- otçulukla uğraşan tek
adamdır. ‘Gidiyorum, ilaç yerine
bana ot veriyor’ diye kızıp durur
Şaban ağbi.’(4)
Tüccar / Spor Yazarı Erol Girişken : ‘ALMAN KALECİSİ
MAİER’İ AMELİYAT
ETMİŞTİ ‘
‘Sadık benim ta lise çağlarından
beri tanıdığım bir arkadaşım.
Baba dükkanlarımız Uzunçarşı’da
çok yakın mesafedeydi. Genç yaşlarında bile arkadaşlığa çok önem
veren birisiydi. Uzun yıllar dostluk
çerçevesinde birlikteliğimiz oldu.
Çok iyi bir insandır. Günahtan çok
korkar. Yardımsever ve eli açıktır.
Almanya’da uzun müddet kaldı,
orada da Almanya’nın en meşhur
profesörlerinden İmdal’ın asistanlığını yaptı. Almanya’nın meşhur
kalecisi Maier’i de iki dirseğinden
ameliyat etmiştir. O kadar çok ha-
ADA’DAN PORTRELER
Üç kişilik Sadikıyyun Tarikatın ikisi: Sahte Şeyh ve Asi Mürit
(Sadık Canlı ve Fahri Tuna) – 2005 (Fotoğraf: Fatih Gürsel)
tıramız var ki. İstanbul’da filan çok
birlikteliğimiz oldu, girmeyelim
şimdi onlara..’ (5)
Tüccar Tarık Pekerken:
‘ADAPAZARI’NDA
İNSANLARA İSLÂM’I
HATIRLATIYOR ‘
‘Benim gönlümde şudur: Bir kere
ağbimdir, manevi bakımdan yerde emekleyerek dolaşan Tarık
Pekerken’in tay tay durmasını
sağlayan kişidir. Adapazarı’nda bir
İslam simgesidir; insanlara İslam’ı
hatırlatır. Biraz aristokrasi kokar,
o da bizim daha çok hoşumuza
gider. Onun şeyhliğinde kurulan
üç kişilik bir tarikat içinde adımın geçmesi beni mutlu ediyor.
Tarikatı kuran (halen tek) mürit
arkadaşa teşekkür ediyorum. Cenabı Allah ona hayırlı uzun ömür
versin, inşallah hep aramızda olsun.’ (6)
Tüccar Alaattin Kalay :
‘KENDİNDEN
VAZGEÇMİŞ BİR ADAM ‘
‘Sadık Canlı denilince ilk alıma
gelen, vefa kelimesidir. Hakikaten vefalıdır, arar sorar yani. Sonra
kendinden vazgeçmiş bir adam
gelir. Ama dünyadan değil. Çünkü coğrafyamızın her şeyiyle ilgilidir. Milletin derdiyle ilgilenerek
deva bulan bir insandır o. Milletin
zekâtı, fitresi, sadakası en doğru
yere gitsin diye gece gündüz mücadele eden biri adamdır Sadık
Canlı. Şefkatli ve samimi bir insandır. (7)
Gazeteci Zeki Aydıntepe:
‘MESLEĞİNE İHANET
EDEN BİR DERVİŞ ‘
‘Mesleğine ihanet eden bir derviştir. Ondan esasında yararlanılacak
konu sağlık; ama o taşın altına
elini koymayıp kolay olanı seçiyor.
İnsanın hem inançlı, hem de mesleğinde ehil olması istenilendir.
Birini dışlayıp diğerinde yol almak
ikisinden birine ihanet sayılmalı.
Önemli olan bütün haliyle ve bütün bildikleriyle insanlara yardımcı olabilmektir.
Bir yönüyle kayıp bir yönüyle sevgi saygı gören birisi olmasını değil
de her konuda örnek alınacak bir
kişi olmasından yanayız. İnsanlığına, yarımlaşma duygusuna,
merhametine diyecek bir şeyimiz
yok. Ama bir kimlik kazandırmada
önemli rol oynayan bilgi ve birikimine sırt dönmesini de hoş karşılamıyorum. Bütün bizce olumsuz
görünen yanlarına rağmen onu
sevmemek mümkün değil. (8)
Çizer Osman Suroğlu:
‘DOKTORLARIN DERVİSİ’
‘Çok
değişik
bir
insan.
Adapazarı’nın ‘nev-i şahsına mün-
hasır’ insanlarından birisi; duruşuyla, giyinişiyle, davranışıyla çok
farklı yani, hemen kendini belli
ediyor. Ben onu etrafa anlatırken ‘doktorların dervişi’ diyorum.
Özellikle alternatif tıpı ön plana
alması dikkatimi çekmişti, hatta
ben oradayken Zafer’de bu konuyla ilgili yazılar da yazmıştı. Bu
konuda da çalışmalarını çok takdir ediyorum. Uzaktan da olsa tanıdığım, sevdiğim, takdir ettiğim
biridir. Gördüğünde ‘Suroğlu gel,
otur’ der, çizgilerimi takdir ettiğini
de söylemişti bir kaç defa. Bir şehri şehir yapan Sadık Canlı gibi insanlardır yani; varlığı Adapazarı’na
çok şey katıyor diyebilirim’ (9)
Tüccar İsmail Çakmak:
‘ BENİM İÇİN TIBBI
NEBEVİ‘
‘Benim için Tıbbı Nebevi, yani İslami tıbbın karşılığıdır. Çağımızın
İbni Sina’sı görüyorum onu ben.
Fedakâr adamdır, ciddi fedakâr
adamdır. Hep veren olmuştur.
Klasik görünüşüne bakmayın, modern bir derviştir o. Kariyer olarak
sosyal yapı arasında, mektepliler
içinde toplumun orta ve alt grubuyla olan ilişkilerinden dolayı
ona ‘Adapazarı Bilgesi’ diyebiliriz. Sosyolojideki ara elamandır
o. İdarecilerle eşraf ile avam arasında köprüdür o. Şehir için bilgi
alınacak birisidir. Yaşama biçimi,
29
ADA’DAN PORTRELER
5. Sapanca Şiir Akşamları’nda Boşnak Şairlerle Sohbet – 2005 (Soldan oturanlar: ) Mustafa Şırbiç, Dr. Sadık Canlı, Seida Cehayiç (ayaktakiler
soldan:) Dr. Hasan Sağlam, Yrd.Doç.Dr.Yılmaz Güney. (Fotoğraf: Fatih Gürsel)
Pekerken’den telefon: ‘Geçmiş olsun’, ‘sağol ağbi de anlayamadım?’,
‘Şeyhe dil uzatırsan sık sık, böyle
düşersin işte!’, ‘Ağbi düşen ben
değilim, İsmail düştü, ben sendeledim sadece’, ‘O da şeyhimizin
himmetinden işte, uyarmış seni,
sallamış bırakmış. Merhameti
yine fazla gelmiş!’ (‘Şeyh uçmaz
mürit uçurur’ Türk atasözü bu durumlar için söylenmiş olmalı.)
--------
topluma, cemiyete verdikleriyle
de bunu fazlasıyla hak ediyor. Vere
vere iki yakası bir araya gelmiyor‘
(10)
Yayıncı İsmail Aydın:
‘ SAFİYANE MÜNEVVER ‘
‘Adapazarı’nın münevverlerindendir. Bütün işlerine çocuk sevecenliğiyle sarılır. Her işinde çocuk
safiyaneliği vardır. Muhataplarına
kıymet verir. Bireysel yaşamı da
böyledir. Onda hem münevverliği
hem de safiyane çocuk duygularını her zaman görmek mümkündür. Matematikten yani paradan
anlamaz. En sevmediği şey toplamaktır (para). Tek biriktirdiği
dostlarıdır. ‘ (11)
Kırtasiyeci Şaban Üstüner:
‘ CANLI AİLESİ
ADAPAZARI İÇİN
ÖNEMLİ BİR AİLE ‘
‘Çok sevdiğim yakın bir dostumdur. Çok iyi bir insandır. Rahmetli
babası Ömer Canlı da Adapazarı eşrafından çok iyi bir insandı.
Uzunçarşının en eski manifaturacılarından birisiydi. Belediye meclis üyeliği de yapmıştı. Canlı ailesi
zaten Adapazarı için önemli bir
ailedir. Yenicami’de Köfteci Saffet
Ağbi vardı, Orhan camii cemaati
30
olarak sabahları namazdan sonra
oraya çorba içmeye giderdik. O da
Almanya’dan daha yeni gelmişti. O
da sabahları Saffet ağbinin yanında otururdu, daha sakalı da yoktu.
Ben çok acı biber yerdim, o da diyor ki, oradan hayran hayran sana
bakardım diyor. O günlerden tanışırız. Sadık hep gelir uğrar bana.
Siyasi konularda, dini konularda
bazı takışır, bağırışırız..’ (12)
ŞEYHİMİZİN HİMMETİ
Bilenler bilir; Sadık Canlı’yı çok
seven iki arkadaş (biri Tarık Pekerken, biri de bu satırların yazarı) 1996 yılında (şaka maka on
beş yıl geçmiş üzerinden) bir tarikat kurarlar; amaç bellidir: Sadık Canlı’yı düzeltmek. Asi mürit,
şeyhliğe Sadık Canlı’yı, şeyh vekilliğine de Tarık Pekerken’i oturtur.
Yüzlerce binlerce anı, anekdot
yaşanır on beş yılda. Kitap olur
cilt cilt. Gerçi geçen sürede ne
şeyhte düzelme görülür, ne de iki
müritte. İşte anılardan birisi: Yıl
2009 baharı, Kent Meydanı bitmek üzere. Kitapçı İsmail Aydın’la
alanı gezerken, İsmail’in 20 santimlik otopark betonundan toprak
zemine düşüp yuvarlanmasın mı,
simsiyah takım toz toprak olmasın
mı? Neyse gezdik, gördük, işyerlerimize döndük. Şeyh vekili Tarık
1)
Hamza Tekin, 1945 Yozgat doğumlu, Emekli Kur’an Kursu Öğretmeni,
hâlen Tozlu Vakfı Kütüphanesi müdürü,
21.8.2011’de telefon görüşmemizde anlattıklarından,
2)
Mustafa Aydın, 1957 Düzce doğumlu, İngilizce öğretmeni, Adapazarı Orhan Camii İmam-Hatibi, 22.8.2011’de geçti
e-posta bilgisinden,
3)
Yrd.Doç.Dr.Hasan
Sağlam,
1961 Trabzon doğumlu, SAÜ Araştırma
Hastanesi’nde görev yapıyor, 21.8.2011’de
telefon görüşmemizde anlattıklarından,
4)
Lütfü Salım, 1944 İzmit doğumlu, temizlik malzemeleri ticaretiyle iştigal
ediyor, 23.8.2011 tarihinde telefonla yaptığımız görüşmede anlattıklarından,
5)
Erol Girişken, 1948 Adapazarı
doğumlu, tüccar, ayaklı Adapazarı arşivi,
21.8.2011’de telefon görüşmemizde anlattıklarından,
6)
Tarık Pekerken, 1957 Adapazarı doğumlu, Makine mühendisi, Mazlum
Şekerleme’nin sahiplerinden, 22.8.2011 tarihinde yaptığımız telefon görüşmesinde
anlattıklarından,
7)
Tüccar Alaattin Kalay, 1965 Malatya doğumlu, Kuruyemiş ticareti yapıyor,
21.8.2011’de telefon görüşmemizde anlattıklarından,
8)
Zeki Aydıntepe, 1943 Niğde doğumlu, Sakaryasporlu eski profesyonel
sporcu, Yeni Sakarya Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni, 22.8.2011 tarihinde yaptığımız
telefon görüşmesinde anlattıklarından,
9)
Osman Suroğlu, 1955 Pertek doğumlu, inşaat müh. Çizer, 19.8.2011 tarihinde platin Han’daki bürosunda yaptığımız
görüşmeden,
10)
İsmail Çakmak, 1963 Adapazarı doğumlu, kumaş ticaretiyle meşgul,
19.8.2011tarhinde Terziler Kooperatifinde
yaptığımız görüşmede anlattıklarından..
11)
İsmail Aydın, 1960 Düzce doğumlu, yayıncı, 19.8.2011 tarihinde Değişim
Kitabevinde yaptığımız konuşmadan,
12)
Şaban Üstüner, 1934 Adapazarı
(Maksudiye) doğumlu, kırtasiyeci, 19.8.2011
tarihinde Yavuz Kırtasiyede yaptığımız görüşmede anlattıklarından.
ADA’DAN PORTRELER
Portre / Fahri Tuna
DR. SADIK CANLI
Modern Tıbbın
Beyaz Lekesi!
Bir izzet abidesi.
Modern tıbbın beyaz lekesi.
Zaten lûgatında sadece iki renk
mevcuttur: Beyaz ve siyah.
İlkelerin adamıdır o; ilkelerin ve
ilklerin.
Gönlünü insanlara ya “tam açar”,
ya “tam kapatır”.
1948 doğumlu. Önce Cerrahpaşa
Tıp Fakültesi’nden mezuniyet...
Ardından Almanya Ruhr’da on yıl,
genel cerrahlık ve kaza cerrahlığı
mütehassıslığı...
Çifte cerrahlık mütehassıslığından sonra ülkesine dönen Sadık
Bey’in, yaptığı ilk cerrahi müdahale, “modern tıb”ba oldu; cerrahımızın hastası yirmi küsur yıldır
ameliyat masasından kalkabilmiş
değil; halen bitkisel hayatta.
Sadık Canlı’ya göre, modern tıp
“Emeviler’le başlar, Fransızlarla
değil.” Modern tıbbın bir tek itici
gücü vardır: Sömürü” (1)
Dr. Canlı’nın “İslâmî Tıp Tezi”
nde, ilk reddiyesi İbni Sina ve
Farabi’yedir. Zira; “Modern tıbbın
ilham kaynağı bu iki zattır; bozulma onlarla başlamıştır.” (2)
On bir adet tıp kitabını,
Osmanlıca’dan günümüz Türkçesine bizzat kendisi çevirdi.
Deva iksirini fıtratın saf ve bakir
diyarlarında arayan bir tıp dervişidir.
Modern tıbba karşı Muhammed
Ali...
Tam adı Ahmed Sadık Canlı. Doğrudur; o hem çok hamdeden bir
ahmed, hem Allah ve Resulü’nün
sadık bir bağlısıdır: Buna, onu tanıyan herkes şahadet eder.
İki metrelik sicim gibi bir boy, beyazı siyahına galip uzun saçlar ve
uzun sakallar, uzun oval bir yüz,
hafif kalın ve belirgin bir burun,
tarihin derinliklerinden bakıyor
izlenimi veren zeki bir çift göz...
Geniş alnının altını süsleyen kavisli belirgin kaşlar...
Yüz çizgilerinde insanlık tarihinin
izleri okunur... Hemen daima, Hz.
Adem’le başlayan bir çizginin birikimleriyle yoğrulmuş bir ruh hali.
Hayatının üç aşaması var: Gençlik
yılları, bohem hayatı, sırat-ı müstakim dönemi. Üç dönemin de
belki tek ortak paydası; kitap kurdu olmak...
Okuduğu her yüz kitaptan onu
tıpla ilgiliyse, doksanı fıkıh, tarih
sosyoloji, akaid, mezhep ve medeniyetlerle ilgilidir; evinde ve işyerinde binlerce cilt kitaptan müteşekkil bir kütüphanesi mevcuttur.
Yarım asırlık ömrüne sığdırdığı
binlerce cilt kitabın ondaki bakiyesi şudur: Bu iş kitaplarla olmaz!...
Hükmü şudur: “Müslümanlar bilim felsefelerini ihdas etmedikçe,
onlara kurtuluş yoktur!” (3)
Tozlu Camii bitişiğindeki muayenehanesi
de,
Marmara
Polikliniği’ndeki muayenehanesi
de, bir hekim muayenehanesinden ziyade Adapazarı’nın ‘Hikmet
Meclisi” dır; beyni fikir ve medeniyet hassasiyetiyle zonklayanların yollarının kesiştiği noktadır
orası.
O bazılarının ağabeyi, bazılarının
üstadı, bazılarının sırdaşı, bazılarının dert babası; mesela Tarık
Pekerken’le benim şeyhimdir; bir
farkla; bizim tekkede müritler şeyhi yönetir!..
Zaman zaman Ebu Hanife bakışı,
ekseriya İbni Arabi yaşayışı, arada
bir İbni Teymiyye... İşte Sadık Canlı!...
Orucu Davudidir; bir gün açık, bir
gün kapalı.
Dostlarına göre; yakın dostu merhum özdeyiş sanatçısı Mehmet Salah gibi, sigarayı çaya yaren eden;
rahle-i sohbet halkası piridir.
Coğrafyamızın muhtarıdır o; Balkanlardan Kafkaslara onun kadar
ilgi sahibi insanı, az gördüm. Aynı
şekilde o ülkelerden gelenlerin de
ilk uğrak yerlerindendir tekkesi.
Çocuklarımızın isimleri bizim
dünyamızı açıklar; işte altı çocuğunun isimleri: Ece, Aslı, Ayşe,
Fatma, Zeynep ve Mustafa Ömer.
Akide şekeri götürdüğümde çocuklar gibi sevinen bir tek çocuk
gördüm hayatımda: Sadık Canlı;
akideyi yerken adeta Devlet-i Aliyyeyi Osmaniye’de yaşamaktadır.
İtiraf etmeliyim: Ona her akide
götürüşümde, bir taşla iki kuş
vurmaktayım: Bir, onu mutlu
görmek, iki, yüz yıllık Mazlum
Şekerleme’nin fındıklı akidesini
test ettirmek...
Hikmet ve kitap mecnunlarının
uğrak yeri, bizim kitapçı İsmail’e
göre; “öfkelerinde de, sevgilerinde
de biraz mübalağalıdır”; mübalağanın yakıştığı adam!
Bohem bir hayatın zirve ve uçurumlarından, insanlık tarihinin
zirvelerinde kanat çırpmak...
... İşte Sadık Canlı’nın hayatı...
(1)
Akit Gazetesi, 29 Ekim 1997 tarihli röportajı.
(2)
Akit Gazetesi, 29 Ekim 1997 tarihli röportajı.
(3)
Özel bir sohbetinden.
31
SİZDEN GELENLER
Harun ÇALTIKOĞLU
Kendine Gel
Ey Müslüman Kardeşim
Ey Müslüman kardeşim!
Görüyorum ki anadan, babadan
veya çevreden görme Müslüman
gibi yaşamaya çalışıyorsun. Ama
ben sana diyorum ki onları taklid
etmeyi bırak. Bir eline KURAN-I
KERİMİ öbür eline Efendimizin
sünnetini al. Aç bir oku. Ne diyor ALLAH (c.c.) bize Rasulullah
(s.a.v) ne diyor. Biz niçin gelmişiz
dünyaya hiç merak ettin mi?
Ey Müslüman kardeşim!
Başla artık namaz kılmaya. Her
nefes alışında ömrün tükeniyor.
Gidiyorsun yavaş yavaş geldiğin
yere. Bir daha dönüşü olmayan
bir yere. İstemez misin cenneti,
yoksa razı mı oldun cehennemin
sıcağına? Bu hayat bir eğlenceden ibarettir diyor ALLAH (c.c).
Kalk artık yattığın yerden. Bırak
boş işleri. ALLAH (c.c) sana günde 5 defa randevu veriyor. Kalk
bu fırsatı kaçırma. ALLAH (c.c)
seni seviyor ki seni günde 5 defa
huzuruna çağırıyor. Daha ne zamana kadar böyle inat edeceksin?
Askerden dönünce mi, evlenince
mi,çocuğun büyüyünce mi,ev alınca mı,emekli olunca mı? Sen böyle diye diye hiç farkında olmadan
gidiyorsun asıl ALLAH’ın huzuruna. Unutma ki o zaman ALLAH
(c.c) dünyada gösterdiği merhameti göstermeyebilir. O zaman ziyana uğrayanlardan olursun.
Ey Müslüman kardeşim!
Sende olan o büyük gücün farkında mısın? Daha farkına varamadın
biliyorum. Böyle yaşamaya devam
edersen fark edemiyeceksin. Dur!
Ben sana söyleyeyim. Sendeki güç
dünyaya meydan okuyacak bir
güçtür. Çünkü senin yanında AL LAH var. Ama sen bunun farkına
32
varamadın. ALLAH senin yanındayken yokmuş gibi davrandın.
Hiç tanımadın ALLAH’ı. Hiç merak etmedin seni yaratanı. Diyorum ki sana,başkasına sığınmayı
bırak. Sen ALLAH’a sığın ki ALLAH
sana o gücü versin.
Ey Müslüman kardeşim!
Sen peygamber efendimizi tanır
mısın? Hani ismini duyduğunda
elini kalbinin üzerine koyup salavat getirdiğin. Ama hiç okudun
mu onun hayatını? Duydun mu
sadece 55 yaşından sonra tam 63
sefere çıktığını? Duydun mu açlıktan karnına 2 taş bağladığını? Sadece özel günlerde mi rasulullah
aklına gelecek? Halbuki ALLAH
onu bize örnek olsun, onun yolunda gidelim diye gönderdi. Bakıyorum ki sadece şefaat deyince aklına geliyor. Ama unutma ki onun
yolunda gidenlere şefaat edecek.
Unutma ki ahirette ALLAH’a kuran
yolunda gitmeyenleri kuran-ı terk
ettiler diye şikayet edecek. Kardeşim sana tavsiyem şudur ki ahi-
rette rasulullahla beraber olmak
istersen onu hem seviyorum de
hemde sevdiğini onun gibi yaşayarak ispat et. İspat et ki o zaman
hak edeceksin cennette onunla
olmayı.
Ey Müslüman kardeşim!
Bırak yalnız yaşamayı. Gir Müslüman kardeşilerinin arasına. Git bu
dava uğruna canını ortaya koyanların yanına. Gir dünyadaki cennet bahçesine. Soracaksın nedir
bu cennet bahçesi? Sorduğun sorunun aynısını sahabe de sormuş
efendimize. Bu bahçe ilim meclisidir demiş efendimiz. Kaçırma
bu fırsatı. Kim istemez ki cennet
bahçesine girmeyi. Katıl ALLAH’ın
birbirini kardeş kıldığı insanların arasına. Öyle uzak durma gel
aramıza. Gel ki dünyada cennete
birlikte hazırlık yapalım. İyi hazırlık yapalım ki Ahirette efendimiz
önde biz yanında kol kola girelim
cennete. Kardeşim görüşmek dileğiyle ALLAH’a emanet ol.

Benzer belgeler