İndir
Transkript
İndir
Editörden İMKANDER: İHH Sizlere İHH’nın Temmuz 2012’de yayınlanan Arakan Raporunu sunuyoruz. Arakan’da yaşananları kamuoyuna aktarmayı, İslam dünyasını ve uluslararası topluluğu bilgilendirmeyi ve Arakan’da tırmanan şiddetin önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınmasına katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Budist Burma yönetiminin yıllardır sistemli bir şekilde yürüttüğü bu soykırıma hepimizin vereceği bir cevap olmalıdır. Öncelikle yaşanılanlar konusunda, bilgi sahibi olmalıyız. Raporun tespit, değerlendirme ve öneriler bölü-münde belirtildiği gibi müslüman kardeşlerimizin yanında yer almalıyız. Sizlere hatırlatmak istediğimiz bir diğer husus da Kafkasya’da şehit olan mücahit kardeşlerimizin geride bizlere emanet bıraktığı yetim çocuk ve ailelerin durumu 2-3 Kulluğumuzun Seviye Kazanmasında Takvanın Yeri 4-7 Ali Şerati ve Hac 8-9 Hayatımız ve Meşgalemiz Yusuf E. ERDEM İMKANDER genelde tüm İslam coğrafyasında zulme uğramış ve zor durumda kalmış bütün Müslümanlara; özelde ise Kafkasya,da süre gelen savaştan dolayı mağdur duruma düşmüş bütün Kafkasyalı (Çeçen, İnguş, Dağıstanlı, Karaçay Türk’ü, Nogay Türk’ü, Kabardin-Balkar) dul, yetim, hasta, gazi ve mültecilere maddi, manevi ve hukuki konularda imkanlar ölçüsünde yardımcı olabilmek amacıyla kurulan ve çalışmalarıyla örnek olan bir dernek. Başta kurban bayramı vesilesiyle olmak üzere diğer zamanlarda da imkanlar ölçüsünde emanetlere sahip çıkalım, derneğimizi destekliyelim. Kurban Bayramıyla ilgili vakfımızın yürüttüğü çalışmalar konusunda bilgilendirmeyi de bu sayımızda bulabilirsiniz. Mubarek Kurban Bayramının ümmetin uyanışına vesile olması temennisiyle hayırlı bayramlar dileriz. Ada’da kalın !.. 10-11 Kurban Etinden Yemek 20-21 Ahlak 12-13 22-24 14-15 26-27 Basiretli Olmalıyız Talim ve Terbiye Arasında Öğretmen GDO Yaşama Sahip Olmak İMKANDER Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Sahir AKÇA Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Ertuğrul ERDEM Grafik&Tasarım Özer ÖZTÜRK Yayın Kurulu Sahir AKÇA, Yusuf Ertuğrul ERDEM, Atilla YAKAR, Yusuf ERKAN Reklam Sorumlusu Atilla YAKAR Baskı Burak Ofset İrtibat: Atatürk Bulvarı Kadir Hoca Sokak (Öğretmenevi Yanı) Ötük Apt. No:1/3 Adapazarı /SAKARYA Telefon: 0 264 277 19 46 E-mail [email protected] Yayınlanan Yazıların Fikri Sorumluluğu Yazarlara Aittir. Gönderilen Yazılar İade Edilmez. İsim Zikredilerek İktibas Yapılabilir. RİBAT Kulluğumuzun Seviye Kazanmasında Abdullah BÜYÜK Takvanın Yeri Takvadan uzak olmak, ilahi rızadan, ilahi hoşnutluktan da uzak olmak demektir. Ancak günümüzde noksan veya yanlış anlaşılan takva, belirli bir zümrenin mücadele alanı olarak algılanmış ve büyük bir çoğunluğun rafa kaldırmasına sebep olmuştur. Yaratılış sebebi ibadet olan insanın hayatı, rengârenk imtihanlarla donatılmıştır. Bu imtihanların sayısını, cinsini, zaman ve mekân boyutunu tayin eden insanın kendisi değil, insanı yaratan Allah’tır. O’ndan gelen her şeye, kulun vereceği cevap ise açık ve nettir: Lütfun da hoş, kahrın da hoş… Ağustos ayında ve çöl sıcakları dediğimiz zaman içinde tutacağımız oruç ibadeti ve ramazan ayı, ilahi bir ikram olarak kabul edilmeli, kaşımızı çatmadan, mırın kırın etmeden “hoş geldin, sefalar getirdin” denilerek karşılayacağımız bir ibadettir. Bizlere oruç ibadetini farz kılan Rabbimiz, orucun gerekçesini de bildirmiştir: Takvaya kavuşmak, muttaki bir kul olmak. Hedefe Nasıl Varabiliriz? Kur’an-ı Kerim’de 258 ayetle ele alınan takvayı yakinen tanımakla işe başlamak gerekiyor. Takva kısaca Allah’ın emir ve yasaklarına uymakta titizlik göstermektir. Tarifi kolay olsa bile kazanımı o kadar da kolay değildir. Sizlere farklı bir usul ve üslupla takdim edeceğimiz takva, kadın-erkek, genç-ihtiyar, zenginfakir, Türk, Arap, Kürt, Çerkez herkesi yakinen ilgilendirmektedir. Takvasız yaşamak, paldır küldür yaşamak demektir. Takvadan uzak olmak, ilahi rızadan, ilahi hoşnutluktan da uzak olmak demektir. Ancak günümüzde noksan veya yanlış anlaşılan takva, belirli bir zümrenin mücadele alanı olarak algılanmış ve büyük bir çoğunluğun rafa kaldırmasına sebep olmuştur. 2 Gecekonduda yaşarsan takvayı elde edersin, villaya taşınırsan takvasız olursun değerlendirmesi yanlış ve hatalı bir yaklaşımdır. Fakir olursan takvalı, zengin olursan takvasız olmak gibi bir anlayış, takvayı anlamamak demektir. Misaller çoğaltılabilir. Takvaya Nasıl Kavuşabiliriz? Ribat Eğitim Vakfımızın 10 Temmuz 2011 tarihinde ve Konya’nın merkeze yakın bir yerinde gerçekleştirdiği piknik programında takdim ettiğim mesajı, siz değerli okuyucularımız dikkatle okursa, takva konusunu anlayacağımıza inanıyorum. Öyle ise sözü fazla uzatmadan, hemen ilgili konuya geçebiliriz. Üzerinde yaşadığımız yeryüzü, insanlık için büyük bir dershanedir, bir okuldur, mekteptir. Bu büyük dershanenin ders kitabının adı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim’in muallimleri ise peygamberler ve onlardan sonra gelmiş ve kıyamete kadar da devam edecek peygamber varisleri olan âlimlerimizdir. “ Yeryüzü dershanesinde, insanlığı eğiten, onlara ders veren peygamberler acaba derslerini verirken nasıl bir metot izlemişler?” dersek, bunun cevabı o kadar da zor değildir. Şimdi önce, peygamberlerin yapmış olduğu dersler ile günümüz âlimlerinin verdiği derslerin farkını ortaya koyalım. İnsanları terbiye eden, eğiten, verimli hale getiren peygamberler; 1. İnsanın yeteneklerini, kabiliyetlerini, istidatlarını açığa çıkarmak, inkişaf ettirmek için mücadele etmişlerdir. 2. Sorumlu oldukları toplumları manen ve madden temizlemek için ders vermişlerdir. 3. İnsanı, örnek insan, kâmil insan, dolayısıyla üsve-i hasene dediğimiz model insan olması için uğraşmışlardır. Günümüz âlimlerine baktığımız zaman, genelde muhataba sadece bilgi aktarmanın dışında ciddi bir yatırımın, insanı terletecek bir gayretin içine girilmediği görülmektedir. Tefsir hocamız rahmetli Abdullah Aydemir şu örneği verirdi: Âlim insan, huni olmamalıdır. Yani 20 litrelik gazyağı tenekesinden, gaz lambasına gaz akıtmak için huni kullanan insan gibi olmamalıdır. Bu konuda da örneğimiz peygamberimizdir. Efendimiz 23 yıllık risalet yani peygamberlik hayatında kıyamet kopuncaya kadar gelecek tüm âlimler için fiili kıstastır, ölçüdür… Yürümesi, gülmesi, ağlaması, namazı, duası, cihadı, yani hayatının her ânı genelde insanlık, özelde ise âlimler için örnektir, ölçüdür ve kıstastır. Böyle olunca, inanan bir insanın ve insanlığı irşat etmekle sorumlu olan âlimlerin hâlâtı da, kendi devrinin insanlarına ölçü, örnek olmak zorundadır. Bacak bacak üstüne atarak, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetini sigara dumanı eşliğinde okuyan insan, allame-i cihan da olsa, ağzıyla kuş da tutsa, insan yetiştiremez. İnanan insanın ve hassaten ilim ehlinin her uzvu, her organı vitrin görüntüsündedir ve muhataplarının örnek alacağı fiili nimetlerdendir. İşte tüm bu güzellikleri elde etmenin yolu, takvalı yaşamak, takvalı kulluk yapmaktır. RİBAT Bu nimeti elde etmenin şartına gelince… Bu şartları dört madde halinde sıralamak mümkündür. Bunlar: 1. Âlimlerimiz başta olmak üzere tüm mü’minler olarak ilahi bir kamera altında olduğumuzu idrak etmeliyiz. Bizler için paket yayın değil, canlı yayın geçerlidir. 2. Cibril Hadisi olarak bildiğimiz hadis-i şerifin ışığında imandan ihlâsa doğru bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor. 3. İlahi kudretin gösterisi olan, ilahi vitrinlerden nasiplenmek icap ediyor. 4. İlahi vitrinlere bakıp tefekkür ederek kalplerimize seviye kazandırmamız gerekiyor. Dört maddede özetlemeye çalıştığımız güzellikleri elde etmek sabır ister, ilim ister, amel ister. Bu güzelliklere kavuşmak istediğimizi fark eden şeytanı, nefsi hesaba katmamız gerekir. Adeta kaygan bir zeminde takvalı kulluk yapmak isteyen her bir insanın; şeytanı, nefsi ve insan şeytanlarının takacağı çelmeleri hesaba katması gerekir. Bu tehlikeli yolculukta ayağımızın kaymaması için alınacak tedbirler de bellidir. Nedir bunlar? Hamd, şükür ve zikirdir. Ne yapıp edip, vücut iklimimiz üzerinde söz sahibi olmak isteyen nefis ve şeytana fırsat vermemeliyiz. Bunlara İlaveten Daha Neler Yapılabilir? Derinden düşünecek, tefekkür edecek olursak, inanıyoruz ki vücudumuzun her bir uzvuna, organına puan verilecektir. Bundan dolayı Fussilet Suresi’nin 20-23. ayetleri, tüm vücudumuzun konuşan ağız haline geleceğini haber verir. Lokman Suresi’nin 16. ayeti ışığında kâinata baktığımızda, kıyamet malzemelerinin birer ibret levhası haline getirilmesi anlaşılır. İşte bu seyir hali, takvayı elde etmenin bir yoludur. Takvamız arttıkça, kıyamet bağlantılı duygularımızda artmaya başlayacak ve Allah’ı görürcesine hayatına çeki düzen veren muhsin kullardan, muttaki kullardan biri olacağız. Yetmedi, kalbî hayatımıza göre bedenimiz şekillenecektir. Bizleri bekleyen bir başka nimet var ki, duyanlar, bilenler ona koşmaktadır. Müminûn Suresi’nin ilk 11 ayeti, Firdevs Cenneti’ne girebilmenin şartlarını adeta maddeler halinde zikretmektedir. Hz. Aişe Validemiz’in: “Siz Müminûn Suresi’ni okumuyor musunuz? Rasûlullah’ın ahlakı, orada özetlenmiştir” manasındaki sözleri, bizlere yeni bir kapı açmaktadır. Yukarıda bilgisini sunduğumuz surenin ilgili ayetleri ile irtibata geçersek, yaptığımız ibadetlerin ruhumuza bir gıda, bir vitamin, bir kalori verebilmesi söz konusu olacaktır. İşte bu seviyeyi yakalamak demek, takvalı olmak demektir. Bunu gerçekleştirdiğimizde gerisi kolaydır. Takvalı ilim, takvalı hizmet, takvalı ticaret, takvalı sohbet zincir halkası gibi uzar gider. Muttaki bir dernek ve vakıf başkanı, takvalı doktor ve avukat, takvalı muhtar ve gece bekçisi, takvalı imam ve öğretmen vs. bu toplumun asırlardır hasret kaldığı nimetlerdir. Mü’min insan demek, devrinin, zamanının gidişatından sorumlu insan demektir. Ferdi ve sosyal sorumluluk şuuru, bilinci ile iş başı yapmak, takvalı kulluğa kavuşmanın ilk adımı olsa gerektir. Bir nevi kulluğumuzun bedelinin ödenmesi olan bu onurlu ve şerefli, takvalı kulluk, son anımızda da bizlere farklılıklar sunacaktır. Hayatını doğrularla tanzim etmiş, yönetmiş, hayat tarzı ve vücudunun organları ibret alınacak birer vitrin olmuş insanın son nefesi ilahi bir organize ile merasime dönüşecektir. Bu merasimin oluşmasında meleklerin katılımı hayli dikkat çekicidir. “Fakat siz göremezsiniz” mealindeki Vakıa Suresi’nin 85. ayeti, muttaki, doğru, dürüst insanın son nefes merasimini canlı ve yaşayan insanlardan gizlemiştir. Sizlere sunulan bu mesajın verdiği hakikatlerle buluşmayı, tanışmayı ve kaynaşmayı gündemimize almamızı, bu uğurda verilecek nefeslerin, son nefesimize tesir edeceğini umuyor, cümlenizin idrak edeceğimiz Bayramınızı tebrik ediyorum. 3 KÖŞE YAZISI Mustafa ÖZCAN Ali Şeriati ve Hac Ali Şeriati efsanevi yazarlardan birisidir. Efsanevi kitaplarından birisi ise Hac kitabıdır. İçten yazıları ve özeleştirileri nedeniyle İslam dünyasında tutulmuştur. Tutulmasının bir diğer nedeni de, farklı ve modern bir dil kullanmasıdır. 4 KÖŞE YAZISI Şiiliği modern kalıplarda ifade etmesidir. İran’dan ziyade İran dışında tutulmuştur. Veya en azından milli sınırlarını aşmıştır. Devrimden sonra Hac gibi kitaplar da İrşat Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır. Sonra nisyana terk edilmiştir. Lakin günümüzde özellikle Sünni dünyasında kitapları tekrar be tekrar basılmaktadır. Beyrut’ta Daru’l Emir ve Türkiye’de Fecr Yayınları külliyatını yeniden yayınlıyor. Şii uleması nezdinde pek makbul olmayan Ali Şeriati (1) Sünni dünyaya Şia’nın makbul bir yüzü olarak pazarlanmaktadır. Bunu Fransızların tabiri ışığında daha iyi anlayabiliriz. Bon Pour L’orient: Şarka kifayet eder uyar. Ali Şeriati ve eserleri bağlamında bu deyim, ‘Şiileri bozar ama Sünnileri açar, düzeltir’ anlamına geliyor. Maalesef Sünni dünyada Ali Şeriati’nin kitapları ve çalışmalarıyla ilgili ciddi tahliller yapılamamıştır. Sadece tek yanlı bir tılsımına kapılma hali yaşanmıştır. Mevlana’ya dudak kıvıran gençler Ali Şeriati’nin eserlerini elinden düşürmemektedir. Maalesef gerçek anlamda ne modern İran’ı ne de kadim İran’ı ve geleneğini tanıyan uzmanlarımız var. Giderek azalıyor. Bu da İran’a farklı bir gözle bakmayı zorlaştırıyor. İran Devrimi de, İran’ı devrime veya Şiiliğe indirgedi. Bütün ara renkleri ve tonları kaldırdı. Bundan dolayı sathi bir algı oluştu. Ali Şeriati bu algı üzerine yükseldi ve piyasada hüsnü kabul gördü. Neden hala Türkiye’de Said Havva’nın külliyatı yerine Ali Şeriati külliyatı revaç bulmaktadır? Bu soruya cevap vermeden evvel şunu söylemek lazım. Bunun sonuçlarından birisi Türkiye’deki aydın çevrenin Suriye devrimine yabancı kalmasıdır. Ali Şeriati yerine Said Havva’yı okumuş olsalardı şüphesiz çizginin doğrusunu benimsemiş olacaklardı. Ali Şeriati karşısında Said Havva kesinlikle müteşerridir. Ali Şeriati ise mütefelsif yani felsefe ile bulaşıktır. Ali Şeriati kesinlikle tutarsız bir yazardır. Bir tarafta Şia’nın, imamlarını Allah’ın şeriki haline getirdiklerinden yakınmakta diğer taraftan da Hazreti Peygamberin başaramadığını imametin başaracağını ileri sürmektedir. Kitaplarına bakıldığında bu tutarsızlıklar apaçık görülecektir. Zira Ali Şeriati’nin hiçbir ölçüsü yoktur. Ne mezhep içi ne mezhep dışı. Ölçüsü tamamen kendi bilgileri ve eklektik ve karma düşüncesidir. Belki de en faydalı hizmeti, Şia düşüncesini elemiş ve çalkalamış olması ve buradaki tutarsızlıkları ortaya koymuş olmasıdır. Bununla birlikte ‘la/hayır’ demiş lakin yerine bir şey ikame edememiştir. Bununla birlikte sadece Şia’yı elememiş aynı zamanda Sünniliği de gayri meşru saymıştır. Onların yerine kendi hayalini koymuştur. Modern felsefe ve sosyoloji ışığında Şii söylemi yenilemiş ve bu da bu söylemin cazibesini artırmıştır. Bununla birlikte inşa etmeye çalıştığı söylem de yanlıştır. Ali Şeriati ile ilgili özgün çalışmalara ihtiyaç var. Bununla birlikte devrini tamamladığı da bir gerçek. Ali Şeriati’nin hacla ilgili görüşleri konusunda El Müctema dergisinde Dr. Sinan Ahmed’in bir makalesi yayınlandı. Bu makalede Ali Şeriati’nin hac anlayışına temas ediyor. Şunu söylemek gerekir ki, Ali Şeriati’nin hayatını vakfettiği iki unsurdan birisi devrim diğeri de imamet meselesidir. Devrimciliği Fransız Devrimi ve Ekim devriminden mülhem ve buna bir de Kerbela aşısı ilave etmiştir. 1977 yılında Londra’da esrarengiz bir şekilde ölümüyle birlikte devrimi göremedi. Görseydi devrimle barışık mı olurdu yoksa Halkın Mücahitlerine mi katılırdı bunu bilemeyiz. Ütopik yapısından dolayı devrimci olmasına rağmen devrimin ve bütün devrimlerin onu tatmin etmeyeceğini söyleyebiliriz. Ali Şeriati’nin fikirlerinin gerçekte bir karşılığı var mı yoksa denildiği gibi ütopyadan mı ibaret? Ütopya ulaşılmayacak hayallerin peşinden sürüklenerek ideallerin tüketilmesidir. Ütopya nihilizm ve anarşizme dönüştüğü gibi sonunda da realizme dönüşür. Türkiye’de radikallerin iktidar nimetiyle tanışmalarının ardından 180 derece dönüşmeleri gibi. Bunların derdi iktidara kadar muhalefettir. Tarihte bunun misali çoktur. Hariciler idealizm adına Hazreti Ali’ye karşı çıkmışlar ve ardından da en azından bir kısmı hilafetin lüzumunu bile reddetmiştir. Hazreti Ali’nin hilafetini reddettiği halde herkesin hilafetini kabule yanaşmıştır. İdealler yakalanamadığında yine idealleri inkar edenler onlar olmuştur. Hadis diliyle bunlara en ‘menbettu’ denilmektedir. Hadis diliyle, hızlı gidenler ne yol alır ne de devede sırt bırakır. Dolayısıyla acele etmek idealleri öldürmektir. Bundan dolayı Haricilerin vasfı teenni ve derin düşünmek yerine eyleme geçmek ve hareket etmektir. Bazılarının aklı ilminden ziyade olur ve bunlar tehlikesizdir. Bazılarının ise ilmi aklından fazla olur ve bunlar tehlikelidir. Eylemi de aklından fazla olanın tehlikesi zahirdir. İdealleri de gerçeklerden büyük olanlar toplum için potansiyel tehlike taşırlar. Dr. Sinan Ahmet üçüncü yüz yılda Tunus’ta kurulan sora Mısır’a yayılan Fatimilerin dinleri birleştirme 5 KÖŞE YAZISI sevdasında olduklarını ve mutlak çoğulculuğu esas aldıklarını söylemiştir. İslam ise mutlak değil izafi ve pratik çoğulculuğu esas almıştır. Kesrette vahdet veya birlikte yaşama formülünü esas almakla birlikte kimi vahdet-i vücutçuların inandıkları gibi bütün tezatları doğru saymamıştır. Teslis ile tevhidi aynı algılamamıştır. İsmaili bir fikri altyapıya haiz olan İhvan-ı Safa da Risalelerinde bütün mezhepleri birleştirmek istemiştir. Günümüzde Ali Şeriati veya kimi Şiiler de mezheplerin yakınlaştırılması adı altında uzak tehlikeyi yakın hale getirmekte ve bariyerleri ve sınırları ortadan kaldırarak fikirlerin veya inançların ihtilatını beraberinde getirmektedir. Kafalar berraklığını kaybederek yeni rüzgarlara ve akımlara maruz ve açık hale getiriliyorlar. Bu nedenle ihtiyat payını kaldıran kitleler yanlış fikirlerin baskınına uğramaktadır. Mezhep taassubunu kaldırma gibi ifadelerle yabancı fikirler bünyeye zerk edilmeye çalışılmaktadır. Elbette geçişlilik olacak lakin bu süzgece tabidir. İhtiyatsız geçişler veya buna imkan veren delikler tehlikelidir. Günümüzde ise kompleksle buna cevaz verilmiş ve uzak tehlike yakına getirilmiştir. Ali Şeriati’nin Hac kitabında bir kroki veya çizim vardır. Bu çizimde Kabe’nin etrafında dönen ok suretinde nesneler vardır ve bunlar saatin akrebine doğru yol almaktadır. Tek ok ise farklı bir istikamette seyretmektedir. Bu ise Hazreti 6 Hüseyin’in (R. A.) sehmi veya okudur. Bu bizzat Ali Şeriati’nin önerdiği bir benzetmedir ve bununla herkesin yanlış yöne doğru yöneldiğini ve tek istisnanın Hazreti Hüseyin olduğunu ve onun şahadete doğru yöneldiğini söylemektedir. Burada Hazreti Hasan ile birlikte Cafer-i Sadık gibi bütün Ehl-i Beyt mensuplarına da zımni bir taarruz ve sataşma vardır. Bu ütopya ile başkaların karalamaktır. Hazreti Ömer Sakife seçimiyle alakalı olarak ‘felte/kazara’ tabirini kullanması gibi aslında Kerbela da kazara bir meseledir. Elbette bu ifade ile ne Hazreti Hüseyin’in kişiliğini hafife alıyor ne de karşı tarafın yanlışını örtüyoruz. Lakin Fatıma Fatıma olduğu gibi gerçek e gerçektir. Hayalin çekiciliği gerçeği örtemez. Herkes Kabe’de yanlış yola doğru savrulurken sadece Hazreti Hüseyin’in doğru yöne gitmesi şatat/ savruk bir anlayıştır. Daru’l Emir tarafından yayınlanan ‘ Beşinci Farz: Hac’ kitabındın 44’üncü sayfasında tevhit emanetinin ve yükünün peygamberden sonra imamlara devredildiğini ifade etmektedir. Humeyni de bunu Velayet-i fakih doktrinine uyarlamış ve tercüme etmiştir. Bu Ehl-i Sünnete göre hayali bir görevdir. Tevhid yükü bütün müminlerin omzundadır. Bütün alimler de bu konuda Hazreti Peygamberin varisleridir. Sinan Ahmet’in ifadesiyle bu İslam adına İslam’ı yıkmakla eşdeğerdir (2). Dr. Sinan Ahmet batinilerin öteden beri hac meselesiyle yakından alakalı olduklarını hatırlatır. Nitekim Karmatiler hac mevsiminde Kabe’ye baskın düzenlemişler ve tevriye gününde binlerce müslümanı kılıçtan geçirerek Hacer-i Esved’i de yanlarına alarak Bahreyn’in başkenti Hecr’e gitmişlerdir. Bütün tarihçilerin ifadesiyle Karmatiler Şeyh Bedreddin hareketi gibi erken dönem sosyalist anlayışla ifade edilebilecek bir harekettir. Nasır-ı Hüsrev gibiler bunun felsefesini ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu anlayışlar temellerini Mazdek anlayışında bulurlar. Dolayısıyla tarihte modern sosyalist hareketler olduğu gibi temelleri tarihe dayanan ve tarihe giden sosyalist hareketler de vardır. Ali Şeriati de sosyalizmden fazlasıyla etkilenmiştir. Ali Şeriati de Alevi Teşeyyü kitabında Karmatilerin sosyalist eğilimli olduklarını teslim eder. Hasan Sabbah ise ifadesine göre terörist eğilimlidir. Elbette söyledikleri doğrudur lakin bu onun modern sosyalist hareketlerden etkilenmediğini göstermez. İmameti devrim ve sosyal adalet üzerine tesis etmiştir. Hilafati ise sınıfsal bir sistem olarak nitelendirmektedir. Karmatiler Kabe’ye tasallut ettikleri gibi Abdulkahir Bağdadi gibilerin Sünni değil Şii ve İsmaili olarak tanımladıkları Hallac da haccı tevil etmiştir. Kabe’yi evi olarak takdim etmiştir. Bazen de ilim elde etmek için haccı bir akıl yolculuğuna benzetir. Bazen de imamı ziyaret etme görevi olarak algılar, telakki eder. Acaba 28 Şubat sürecinde Yaşar Nuri Öztürk çil çil dovizlerin Araplara kaptırılmaması için hacca gidilmemesini tavsiye ederken Hallac’dan etkilenmiş midir? Zira Türkiye’de Hallac üzerine çalışanlardan ve ona benzemeye çalışan birisidir. Hıristiyanlıkta Pavlos’un sünneti ve benzeri görevleri tevil etmesi gibi Hallac da haccı tevil etmiş ve batini teville bu ibadeti ortadan kaldırmıştır. Veya hakikatinden arındırmıştır. Kur’an buyruğuyla hac menasıkı Allah’ın şiarlarındandır. Namazla birlikte hac insanı manevi miraca yükseltir. Ali Şeriati’ye göre ise hac sosyalist bir şeairdir. Ali Şeriati hastalıklı ruh dünyasıyla ve mariz haliyle birlikte, en güzel risalet ve mesaj olan İslamiyet’in zamanla en kötü ve bed mesaj haline getirildiğini söyle- KÖŞE YAZISI mektedir. Herkesin İslam inancını kökten ve bütün olarak tahrif etmek için elbirliği yaptığını ileri sürmektedir. Yani Müslümanlar topluca İslam’a komplo kurmuşlar! Tevhidin temel sütunlarından üçünün tevhit, cihat ve hac olduğunu söylemiştir. Böylece İslam’ı kendine göre sadece sosyolojik boyuta ve binaenaleyh sosyalist boyuta indirmiş ve hapsetmiştir. Hac, zekat ve oruca atıf yok. Ali Şeriati, İslam’ın dinler arasında konumu ne ise Şiliğin de İslam içindeki konumunun o olduğunu söylemektedir. Böylece Şiiliğin dışındakilerin muharref olduğuna temas etmektedir. Bununla birlikte Safeviliği de reddettiğine göre onun doğru dediği şey nedir? Hayali mi yoksa sosyalist yorumları mı? Hasta hayalindeki ideal ve kamil toplum, imamet tarafından yönlendirilen toplumdur. İnsan-ı kamil gibi ona göre bir de kamil toplum vardır. Telbiye ve lebbeyk duasını büyük güçlerin aldatmalarına karşı protesto ve ret olarak nitelendirmektedir. Her şeye dikotomik/zıtlaştırıcı bir gözlükle ve rafizi bir gözlükle bakmaktadır. Bu Saneviyye anlayışıdır ve ‘bütün yanlışlar karşının ve bütün doğrular bizimdir’ anlayışıdır. Nefsini merkeze almanın ve hayal aleminin dışında böyle bir şey elbette ki bulunmuyor. Hac kitabında Hazreti Hacer’i siyah bir hizmetçi olarak nitelendirmektedir. Bu Tevrat kaynaklı bir değerlendirmedir ve aslı astarı bulunmamaktadır. Kabe’yi ibadet evi değil de çatışma alanı olarak değerlendirmektedir. Camerat da ona göre şeytanı taşlama ve şeytana lanet etme yeri değildir. Ali Şeriati ise camerat ve şeytanı taşlamayı kurşun atmak olarak ifade etmektedir. Bunlar batini tevilat ve tahrifattır. Meşar-ı Harem’i ise küresel ordunun karargahı olarak nitelendirmektedir. Ki bu ordu güneşin emriyle ve şafakla hareket etmektedir! Burada İslam ümmeti zımni olarak putperest bir ümmet olarak tavsif edilmekte ve sanki güneş ve yıldızlardan emir aldığı ifade edilmektedir. Küçük, orta ve büyük camerat alanını ise üç puta benzetmektedir. Bu üç şeytanın Firavun, Karun ve Belam olduğunu ve taşların onlar doğru atıldığını tahayyül etmektedir. Oysa ki, Hazreti İbrahim bu menasiki daha Firavun, Karun ve Belam doğmadan önce gerçekleştirmiştir. Hazreti Peygamber put ikame etmeye değil putları yıkmaya gelmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Mina’da yenilen şeytanın başka suretlerde Kerbela, Kufe ve Sıffeyn de ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Raşid hilafeti ise zaman zaman nifakla tanımladığı gibi zaman zaman da emperyalizm ve kapitalizm safına sokmaktadır. Bu aslında Maxime Rodinson’un Hazreti Peygamberin tasvirinin halifelere yüklenilmesi ve kaydırılmasından ibarettir. Maxime Rodinson İslam’ı kapitalist olarak tanıtırken Ali Şeriati bunu halifelere hamletmekte ve kurgulamaktadır. Hünnasın zamanla galiplerin safına geçtiğini ve icraatını burada yaptığını söyler. Burada şeytanın saf değiştirmesini hilafetle ilişkilendirir. Ona göre Kerbela hadisesi Sakife’de Hazreti Ebubekir’i seçen anlaşın ve iradenin bir devamıdır. Yine ona göre zaten hilafet, Hazreti Ebubekir ve Ömer’in( Radiyallahu Anhüma) içinde olduğu ‘gizli bir komite veya çete’ tarafından gasp edilmiştir . Şer üçgeninin üçüncüsü ona göre imametin yerini alan hilafettir. Gasık, neffase ve hasid putundan hasit putu halifelere işaret etmektedir. Bunlar yabancı düşmanların hizmetindedir. Lakin Ali Şiası adlı kitabında ise bu şeytanlığı Ehl-i Beyt adına Safevilerin yaptığını itiraf eder. Bu hasit putun daima Osmanlıları arkasından vurduğunu hatırlar. Ama teoride hala ezberini bozamamakta. Bu durumda Osmanlılar hulafa-i raşidinden daha hayırhah olmuş oluyor. Bu akla ve anlayışa ancak şaşılır! Ail şeriati’nin böyle benzetmeleri çoktur. Hazreti Ali’nin muhaliflerini yine Hazreti Ali’den menkul üç kategoride analiz eder. Nakis, kasıt ve marık. Nakis olanlar yani ahitlerini bozanlar Hazreti Talha ve Zübeyr gibilerdir. Cemel ashabıdır. Kasıtin ise Sıffin ashabı olup marikin yani dinden çıkanlar da Haruriyye tayfası yani Haricilerdir. Özellikle Hazreti Aişe ve diğer sahabelerle ilişkilerinde Hazreti Ali haklı ise de muamelesinde diğerlerine saygısızlık yoktur. Elbette Sıffin de de karşı taraf Hazreti Ali karşısında yanlış cepheyi temsil ediyordu Hariciler de haksızlardı lakin Hazreti Ali onları ‘marık’ değil hatalı Müslüman saymış ve yenildiklerinde üzerlerine gitmemiş ve mallarını ve eşlerini çocuklarını ganimet olarak almamıştır. Lakin bazı hadislerde de daha sonra Haricilere yorulan bir taifenin okun yaydan veya avdan çıktığı gibi dinden çıkacağı ifade edilmektedir. Lakin bu tanım hukuki bir tanım olmaktan ziyade bir uyarıdır. Acaba Hazreti Ali ve Ehl-i Beyt adına bitmez tükenmez kin taşıyanlar bu kinleriyle kime varis olmaktalar? Hazreti Ali’ye mi? hiç sanmıyoruz. Cemel Vakasından sonra Hazreti Aişe’yi yola veren ve onu tevdi eden Hazreti Ali değil midir? Hazreti Ali Şiilere göre üç halifeye takiye yapmıştır. Peki! Galipken de mi takiye yapıyor? Ali Şeriati, Halifelerin cihat adına katliam, zekat adına soygun yatıklarını ileri sürmüş ve insanların sıkıntı ve çilelerini de Allah’ın dilemesine ve meşietine bağladıklarını yazmıştır. Elbette bu ifadeler kısmen Emevi halifelerinin bir kısmı için söylenebilir. Zaten Ömer Bin Abdulaziz de valilerini benzeri ifadelerle azarlar. Nübüvvet döneminden hayalindeki imamet dönemine geçişi ferdiyet döneminden cemaat veya toplum dönemine geçiş olarak nitelendirir. Aynı şekilde Humeyni de fakihlerin Hazreti Musa ve İsa makamında olduklarını söyler veya nakleder(3) Ali Şeriati imametin olmadığı yerde Yezid’in olacağını söyleyerek aslında İslam tarihini Yezid tarihi olarak tasavvur etmektedir. Esasında İranlıların şirazesi yoktur. Kasım Süleymani de Arap baharı ülkelerini yeni İran’lar olarak selamlıyor! Halbuki, Mürsi Tahran’da yalanlarını yüzlerine vurdu. Mısır yeni İran olurken Suriye acaba ne oluyor? Elbette onlara göre yeni İsrail ve yeni ABD! Bizim Ali Şeriati’nin hastalıklı hayallerinden öğreneceğimiz bir şey yok. Ömer Bin Abdulaziz ve Salahaddin Eyyübi gibilerin hayatı hakiki İslam çizgisini ortaya koymaya ve anlatmaya yeter. Bunlar hayali imamete ihtiyaç bırakmaz. 1-Et Teşeyyüü’l Alevi, Daru’l Emir, s:7 2-El Müctema dergisi, sayı: 2014, s: 28, 29 3-El İmam el Humeyni, el Hükümetü’l İslamiyye, s: 124, Türasu’l İmam, Tahran, İkinci Baskı 7 KÖŞE YAZISI Hamza TEKİN Hayatımız ve Meşgalemiz Müslüman çalıştığı işe devam etmek için sabahleyin evinden çıkar, eğer memur ise dairesine, işçi ise fabrika ve atölyesine, ticaret erbabı ise dükkânına, çiftçi ve ziraatçı ise tarlasına ve toprağına yollanır. Geçim ve rızık işleri bütün düşüncesini kaplamış olarak herkes işine başlamak üzere her sabah harekete geçer. Kendileri ve ailelerinin geçimi için daha fazla kazanmak isterler. Sıkıntıda olan, darlık çeken rahatlık ve genişlik isterken; bolluk içinde olanlar mameleklerini daha fazla artırmak isterler. Hayatın istekleri bir sınırda asla durmaz. Bu talepler ve isteklerin peşinden güçler biter, takatler kesilir. Bu alan insanlık gayretini ve cehtini yiyip tüketir. Yüce vahyin mazharı, sevgili Resûl (s) bu hali ve bu durumu gayet iyi bildiği için evinden çıkarken yüce Rabbe yakararak şöyle diyordu: (Allah’ın adıyla, Allah’a dayanıp güveniyorum. Yârabbi! Aşağılanmaktan ve başkasının aşağılamasından, sapmaktan ve sapıtılmaktan, zulmetmekten ve zulme uğramaktan, cahilce davranıştan veya bana karşı cahilane yapılacak davranışlardan sana sığınıyorum.) Müslüman’a gerekli olan kendi gücüne güvenmeyip Yüce Zatın merhametini her an gözetmesi ve istemesi gerekir. Yüce Resûl’ün öğrettiği gibi hep şunu söylemelidir: “Yarabbi sen kolaylaştırmazsan hiçbir şey kolay olmaz, sen istersen zoru kolay yapar ve kolay kılarsın.” Yaşam sıkıntısı artıp, sarsıcı zorluklar meydana çıktığında kişinin Rabbi ile olan bağı daha çok artmaya başlar. İbni Ömer (r.a), Efendimizden naklediyor: Efendimiz buyurmuşlar ki; “Sizden biriniz maişet ve geçim sıkıntısına düştüğünde evinden çıkarken şunu söylemekten geri kalmasın: (Kendim, malım ve dinim için Allah’ın adıyla hareket ediyorum. Yârabbi! Beni kaza ve hükmüne razı kıl, benim için takdir buyurduklarını bana mübarek eyle! Senin geciktirdiğini acilen istemeyeyim, Senin acil olarak istediklerini geciktirmeyeyim!) Şaşılacak kadar enteresandır ki Allah’ın 8 Resûlü’nün sahip olduğu şekilde bu insan psikolojisini anlatan başka hangi bilgi vardır? Böyle bir iman ile dolu hangi hazine mevcuttur. Bu öyle bir hazine ki Allah ile irtibatın canlı ve sağlam kalması için herkese ikram edilmekte. Berra b. Azib (r.a) naklediyor: Bir adam Allah Resûlüne gelerek yalnızlık ve korku hissettiğini anlatarak şikâyette bulundu. Allah Resûlü ona şu cümleleri çok söylemesini tavsiyede bulundu: (Mukaddes ve Melik olan yüce Rabbi noksan sıfatlardan tenzih ederim. O ki meleklerin ve Cebrail’in Rabbidir. Yere ve göğe izzet ve ceberuti ile tecelli edip doldurmuştur.) Adam bu cümleleri söylediğinde kendinde olan o korku ve yalnızlık hissinin gittiğini müşahede etti. Ama ne yazık ki yaşam böyle kişilere güven verip razı kılmaz, bunlar yaşamdan her an korkar ve korku içindedirler. Bununla beraber yaşamdan istekleri de bitmemiştir. Bu zat inatçı bu yalnızlık hissinden dolayı Allah Resûlüne şikayette bulunuyor, yüce Resûl de yukarıdaki beyanıyla kişiyi Allah ile ünsiyet ve beraberliğe götüren duayı ona tavsiye ediyordu. Allah Resûlü hiçbir zaman yalnızlık hissinin insanı acizliğe sürüklemesinden hoşlanmamıştır. Bundan hoşlanmadığı gibi Allah’ın zikrinin de hoş olmayan ruhsal yenilgiye perde edilmesini de sevmemiştir. Avf b. Mâlik (r.a) diyor ki; Allah Resûlü bir gün iki kişi arasında bir hüküm vermişti hüküm kendi aleyhine olan adam dönüp giderken; “Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü ona “Allah acizliği hoşlanmaz, akıllı ve sabırlı ol. Sana bir iş zor geldiğinde Allah bana yeter, O ne güzel vekildir de” buyurdular. Davayı kaybetmiş bu adamın hali keskin görüşlü yüce Resûlün gözünden kaçmadı Haksızlığını ve mağlubiyetini “Hasbunellahi ve nimel vekil” kelimesine sığınarak örtmeye çalışıyordu. Bu doğru bir kelime ve cümleydi; fakat bâtıl ve haksızlık kastediliyor, yanlış yerde kullanılıyordu. Dün Uhut’da yenilenler de aynı kelime- yi söylüyorlardı. Sonra yaralı bir halde kendilerini toplayıp düşmana saldırıp, Mekke müşriklerinden intikamlarını almak için güç ve gayretlerini toplayarak güçlenmişler, zaaf göstermemişlerdi. Onlara şöyle deniyordu: “Bir kısım insanlar, Müminlere: “Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar, aman sakının onlardan” dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.” dediler”(Ali İmran, 173). Allah onların azminin bereketlenmesi, bâtıl taraftarlarıyla yeniden bir cihada başlamaları için bu kelimeyi söylüyorlardı. Bu kelime burada tam yerinde kullanılmıştı. Göğün garantisi için gayret gerek, emel için amel lazımdır. Çalışmayana garanti olmadığı gibi, didinmeden emel ve arzusunu elde etmekte muhaldir. Bunun için Hazreti Ömer (r.a) demiş ki; “Sizden biriniz oturup çalışmadığı halde “Yarabbi bana rızık ver!” diyerek beklemesin. Bilinmeli ki; gökten ne altın yağar ne de gümüş.” Çağdaş ve muasır yaşam, çalışmayan mütevekkillerden değil, çalışan tevekkülsüzlerden şikâyetçidir. Gelişmiş bütün kıtalarda madde hâkimiyeti ve rengi galip gelmektedir. İnsanlar sabahleyin evlerinden çıktıklarında yakalamak için pahalı avların peşine takılmaktadırlar. Fırsat bulup onu yakaladıklarında salyaları diğer bir av için akmaya başlamaktadırlar. Yiyorlar, ama doymuyorlar; içiyorlar, ne yazık ki asla kanmıyorlar. Böyle bir ortamda gönül hep daha fazla dünyalığın peşine takılıp ilgilenmektedir. Bu bezgin ve netameli yaşamda kişinin işi zorlaşıp istediğini elde edemediğinde gönlündeki yüce duygular depreşmeye başlıyor, bu tozlu, dumanlı, heves ve heva ortamında Rab hazretleri hatıra geliyor, işte o zaman Mevlâ’nın adını anmaya başlıyor, vahyini ve emirlerini hatırlıyor, âyetlere yapışıp onun yönlendirmelerine kulak verir hale geliyor. Böyle bir halde yapılan zikir ve anılan ilahi isimlerden nasıl sevap elde edilir? Bundan ne beklenir? KÖŞE YAZISI Yüce Resûl (s) buyuruyorlar ki: “Kim çarşı ve pazara gelip; “Öldüren ve dirilten O’du. O diridir, asla ölmez. Hayır onun elinde ve O her şeye kâdirdir.) derse bunu söyleyen kişiye bir milyon sevap yazılır, bir milyon hatası silinir, bir milyon derecesi yükseltilir.” Bu büyük karşılık ve sevap sadece dudaktan dökülen cümleler için verilmemektedir. Yüce varlığa güven, büyük ikrama saygı karşılığı alınan bir karşılıktır bu. Bu cümleler kişiyi hayır kendi elinde olan Yüce Zata yönelterek o çarşıda yapacağı ticarette aldatmaz ve çalmaz bir ruh haline ulaştırır. Bu ümmetin önder ve rehberleri şunu kesin olarak ilan ederler ki; büyük karşılık ve ecirler küçük amel ve güdük gayretler karşılığında asla verilmez. Kişinin kendi ve evlatları için rızık kazanma alanında bazen temizle pis, saf ile bulanık birbirine karışmaktadır. Müslüman bilir ki; haramdan kazanılan rızıkla beslenen beden asla cennete giremeyecektir. Allah temizdir, ancak temizi kabul eder. Bunun içindir ki Müslüman hep tetikte olacak ve hep güzeli, iyiyi ve helali arayacaktır. Allah Resûlü bu hususta bize şu duayı öğretmiştir: (Yârabbi bana helal rızklarını vererek haramdan uzaklaştır, fazlı kereminle beni Senden başkasına muhtaç eyleme! Yarabbi Senden faydalı ilim, temiz rızık ve kabul gören ameller istiyorum.) Dünyanın bu kalabalık ve karışıklığı içinde bazen kişi hoşlanmadığı ve hoşuna gitmeyen şeylerle karşılaşmakta, bazen kendini bilmez nâdanlar kişiyi cahilce davranışlara yöneltmekte ve onlardan intikamını almaya kalkıştırmaktadır. Enes b. Malik (r.a) rivayet ediyor. Efendimiz buyurdular ki; “Sizler Ebu Damdam gibi olmaktan aciz misiniz?”. Dediler ki: Ey Allah’ın Resûlü; bu Ebu Damdam denen kişi kimdir? Efendimiz buyurdular ki; “Bu kişi her sabah kalktığında; “Yarabbi şahsımı ve ırzımı sana emanet ediyorum, ta ki sövmeye kalkanlar sövemesin, zulmetmek isteyenler zulmedemesin, dövmek isteyenler dövemesinler.” Dünya sıkıntısı birçok insanı kişisel ve toplumsal sıkıntı ve zorluklarla karşı karşıya bırakmakta, ruhun derinliklerinde ona yönelip takılıp kalınmaktadır. Ama bu hallerde nebiler nasıl davranırlardı? Peygamberler de bizim gibi insandılar. Yüce makamda olmaları onları yaşamın sıkıntısından ve yükünden kurtarmamış, dünyevi hayatları için üzerlerine düşen görev ve vecibeleri yapmaktan muaf kılmamıştır. Hatta onların sıkıntı ve belaları, taşıdıkları sorumluk ve yükümlülükleri daha şiddetli ve fazla olmuştur. Âlimlerin; “masum- luk sıkıntıya engel değildir” söz ve görüşleri bunlarda masadakını bulmuş, her çeşit imtihan ve denemelerden kurtulamamışlardır. Gerçekten Efendimizin Allah’ı algılayış ve ona güvenişi benzersizdir. İşte bu açık güven ve dostluğun adına tevekkül denir. O’nun Allah’a olan bu benzersiz güveni inancını yaymada, dünyaya elçiliğini tebliğde ona güç vermiş ve destek olmuştur. O’nu yüzüne bağırarak ilk tehdit eden amcası Ebu Leheb’ti. Eğer O’nun Allah’a olan bu güveni olmasaydı bu mesajın zerre kadar yayılma ve hedefine ulaşma ümidi yoktu. Hazreti Resûl (s) dünyayı bir bilginin ve âlimin tanıdığı gibi tanıyordu. En dengeli bir şekilde ondan faydalanıyordu; ama ondan daha değerli olanla meşgalesi daha çok ve daha fazla idi. Hak saygısı onun bütün varlığını kaplamıştı. Namazla gözü aydınlanıyor, oruçla ruhu ferahlanıyor, Mevla’nın yanındakilerle olan meşgalesi, ehli dünyanın peşinde koştukları her türlü makam ve şereften onu alıkoyuyordu. Bu yaşam biçimi onunla hayatlarını birleştirmiş olan hanımları için de farz kılınmış, dünya ve dünyalık isteyenlerin onun yanında yerinin olmadığı kendilerine anlatılmıştı. “Ey peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de sizi güzellikle salıvereyim.”(Ahzab, 28). Ama onlar Resûlün içinde bulunduğu sıkıntıyı çekmeye karar vermiş; zikir, ibadet ve uzun uzadıya Allah’a kulluk bakımından O’nun gibi olmaya ve O’nu taklit etmeye gayret etmişlerdir. Hazreti Cüveyriye (r.a) anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü mescitte sabah namazını kıldıktan sonra erkence onun yanından çıktı kuşluk vakti geri döndü. Cüveyriye anamız hâlâ odasındaki mescidinde oturuyordu. Efendimiz ona; “Hala burada ben gittiğimden beri –itikâf ve ibadet için- böyle oturuyor musun?” dedi. O da; “Evet ya Resulellah!” buyurdu. Efendimiz ona; “Ben buradan senin yanından ayrıldıktan sonra dört cümleyi üç kere söyledim. Eğer onları senin gün boyu söylediklerinle tartacak olursan benim söylediğim bu dört kelime daha ağır gelirdi.” Efendimizin söylediği kelimeler şunlardır: (Kelimelerinin sayısınca, arşının ağırlığınca, zatının razı olacağı miktarda ve sayıda ve yarattığı varlıklar sayısınca O’na hamd eder ve O’nu noksan sıfatlardan tenzih ederim.) Bakıyordunuz dereler dolusu koyun ve davara sahip oluyor; ama O, sahip olduğu gün sona erip güneş batmadan o sürülerin hepsi bağışlanmışların elinde bulunurdu. O’nun sevdası başkaydı… O, Allah’a, O’nun kitabına, O’na varmaya, O’nun rızasına ulaşmaya sevdalıydı. Kur’ân’a duyduğu sevda ve hissi bak nasıl ifade ediyor: (Yarabbi! Ben Senin kulunum. Kulunun neslinden cariyen ve halayığının soyundanım. Senin hükmün altındayım, benim idarem ve boynum Senin elindedir. Benim üzerimdeki hükmün geçerli, benim hakkında verdiğin hüküm adaletlidir. Sana ait olan, kendine onları ad verdiğin yahut kitabında indirdiğin, yaratıklarından herhangi birine öğrettiğin, ya da huzurundaki gaybi kitabında gizli bırakıp sadece Senin bildiğin isimlerin ve sıfatların adına ve hürmetine, Kur’ân’ı kalbimin baharı, gözümün feri ve cilası, üzüntülerimin yok edicisi, gamımın ve kederlerimin gidericisi kılmanı Senden istiyor ve talep ediyorum.) Birçok insan hasırlarda yatarak yanlarında ve böğürlerinde hasır izleri oluşabilir. Bu hal onlara gönlü her zaman Rabbi ile beraber olan, dünyaya gözucu ile bakıp asla değer vermeyen yüce Resûle benzeme özelliğini vermez, böyle yaparak Allah Resûlüne benzemiş olamazlar. Evet, o da hasır üstünde yatmış; ama horul horul asla uyumamış, gönlü hep Allah’la beraber olmuş, O’nun huzurunda hep uyanık bulunmuş, varlığı O’nun şuhûdu ve varlığı ile kaplanmıştı. Kişi sadece komutan elbisesi giyerek komutan ve lider olamaz. Birçok insan Allah onlara bol dünyalık verdiği halde onlar sadece kendilerini düşünüp başkalarına aldırış etmemekteler. Açların omzuna basarak servetlerini artırmada, kibir ve gururla şişindikçe şişinip insanlara yukarıdan bakmaktadırlar. Böyle bir densizlik ve tutarsızlıktan yüce Rab insanları sakındırarak buyuruyorlar ki; “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” “Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam demesinden önce, size verdiğimiz rızktan harcayın.” ( Münâfikûn, 9-10) Allah Resûlünün yaşamı inananların önünde aydınlatıcı bir kandil olarak bulunmaktadır. Allah Resûlü mal ve dünya karşısında şükredici zengin ve sabredici fakir yaşantısını ikisini de bir arada bulundurarak yaşamış ve yüce bir örnek olmuştur. Hayatımız ve meşgalemiz O’nun hayatı ve meşgalesi gibi olursa hem dünyada ve hem de ahirette saadet müjdesi bizi beklemektedir. 9 KÖŞE YAZISI Mustafa AYDIN Kurban Etinden Yemek İnsanı yemek ihtiyacıyla yaratan Allah, aynı zaman da insan yiyeceği nimetleri de ihsan ve ikram etmiştir. Bu nimetler kitabi tanıtımla helal ve tayyib/temiz olanlardır. Helal ve tayyib yemek aynı zamanda kulluk sorumluluğudur. İnsan ister helal yesin ister haram yesin hepsi Allahın yarattığıdır. Fakat harama rızası asla yoktur. Haram bir yönüyle liaynihi olan zatından dolayı haram olandır. Diğer yönüyle ise liğayrihi olan dolaylı olarak kazanç yönünden haram olandır. Günümüzde zatından dolayı haram olan kazanç ve gıda az olsa da, dolaylı olarak haram olanlar daha çoktur. Kazanç ve elde ediliş yönüyle helal olmayanlar daha çok revaçtadır. Gıdaların bir kısmı ise et türünden olanlardır. Bunlar ise kara ve deniz canlılarının bir kısmını ihtiva etmektedir. 10 Bir de av yoluyla elde edilen canlıların etleri vardır. Misafirine dana eti ikram eden İbrahim peygamberin kıssasını Kur’an bize anlatmaktadır. Hayvanları ilahi bilginin dışında kutsamak şirke kapı aralamaktadır. Gelelim Kurban etinden yemeğe. Bu et normal bir nefsin arzusuyla alınan ve kasaptan sipariş edilen et türünden değildir. Bu et halisane bir şekilde iman ve takvanın, mümine ikramıdır. Başka bir söyleyişle Rahmanın kullarına bayram şekeri, tatlısı yerine, bayram yemeği ikramıdır. İsa peygamberin ümmetinden bir kesiti hatırlayalım Maide suresinden; 111. Ve hani havarilere: “Bana ve Resulüme iman edin” diye ilham etmiştim. Onlar da: “İman ettik. Hakka teslim olduğumuza şahid ol!” demişlerdi. 112. Bir vakit de havariler: “Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir/indirir mi? dediler. O da: “Eğer mümin iseniz Allah’tan korkun da edebi aşmayın!” diye cevap verdi. Bu isteği iman etmeden önce yapmış olmaları mümkündür. Allah Teâlanın kudretine, Hz. İsa (a.s.)’ın nübüvvetinin hakkaniyetine inanarak bunu söylemeleri mümkündür. Bu durumda “gücü yeter mi?” diye Hak Teâla’nın kudreti değil de, “indirir mi?” anlamında olarak O’nun fiili süal konusu yapılmaktadır. 113. “Biz” dediler, “istiyoruz ki ondan yiyelim, gönlümüz rahatlasın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona şahitlik edenlerden olalım.” 114. Meryem’in oğlu İsa: “Ey büyük Rabbimiz! Ey yüce Allah! Bize gökten bir sofra indir ki bizim hem evvelimiz, hem âhirimiz (yani ümmetimizin tamamı) için o gün bir bayram olsun ve Sen’den bir mûcize olsun. Bizi rızıklandır, zira rızık verenlerin en hayırlısı Sen’sin!” dedi. 115. Allah buyurdu ki: “Ben onu yukarıdan size indiririm, fakat bundan sonra her kim nankörlük edip kâfir olursa, onu dünyada hiç kimseye yapmayacağım derecede cezalandırırım.” Bu ayetler üzerinde bayram gününde yeniden düşünülmeli ve bize ikram edilen nimeti daha iyi anlamalıyız. Biz istemeden bize hem sofra, hem de bayram ihsan edildi elhamdülillah Ya Rab. Bu sebepledir ki Rahmanın sofrasının lezzeti bir başka oluyor. Tüm sofralarımız Rahmanın ihsanı olurken, bu etler ise O’nun özel ikramıdır. Kurban etine uzanan eller, lokmayı çeviren diller, çiğneyen ağızlar ve bambaşka tad ve lezzetler ikram etmiştir. Tüm sular O’nundur fakat zemzem suyu bir başkadır. Kurban eti de sanki başka etlerin yanında zemzem eti hükmündedir. Böyle bir tabir yok fakat mecazi olarak ancak böyle ifade edebildik. Affola. Afiyet ola kardeşler. KÖŞE YAZISI Dua ibadetlerin özüdür. Arafat’da dua ise ayrı bir nimet ve fazilettir. Bu duanın güzelliği cemaatle ve bir anda ifa edilmesidir. Bu yıl ki duayı Diyanet işleri Başkanı Mehmet GÖRMEZ Bey yapmıştır. Dua bir memur duası gibi değil, kul duası gibi yapılması apayrı biz lezzet oluşturmuştur ekran başında biz gidemeyenlere de . Bu duadan bazı satırları sizlerle paylaşmak isterim. “Zalimlerin baskı ve zulmünden, hâinlerin hile ve hıyanetinden, kıskançların hasedinden bizleri muhafaza eyle Allah’ım! Nefislerimizin bitmez tükenmez kötü arzu ve isteklerinden, heva ve heveslerimizin peşinde koşmaktan, şeytanın vesvese ve şerrinden; bizleri bildiğimiz bilmediğimiz bütün yarattıklarının şerrinden emin ve muhafaza eyle Allah’ım! Bize emanet ettiğin dünyayı adaletsizlik ve haksızlıklarımızla yaşanmaz hale getirdik. Dünyamızı bu imtihan yurdunu, barınacak evi, onurluca yaşayacak işi, ailesi, kimliği, güvenliği, saygınlığı ve umudu olmayan milyonların inlediği bir yere çevirdik! Bütün insanlığa imdat eyle Allah’ım! Biz senin buyruklarını, mazlumların çığlıklarını kulak ardı ettik Allah’ım! Bizi zalimlerden eyleme Allah’ım! Ya Rabbi Sen, mükerrem kıldığın kullarının dualarına icabet edeceğini, günahlarını itiraf edip bağışlanma dilediklerinde onları bağışlayacağını müjdeledin! İşte suçlarımız. İşte itiraflarımız. İşte bağışlanma yakarışlarımız. Bizleri bağışla Allah’ım! Ya Rabbe’l-Âlemin! Biz insanlar, ayrımcılık ve dışlamayı, şiddeti, çatışmayı, savaşı sıradan işlerimiz haline getirdik. Cinselliğe, kazanma ve tüketme şehvetine, nüfuz ve itibar hırsına ve sarhoşluğuna daldık. Allah’ım! Bencilliğe düştük, dünyaya saplandık, kendimizi unuttuk, insanlığımıza yabancılaştık, kendimize kötülük ettik, kendimizi yalnızlaştırdık ve kendimizi değersizleştirdik Allah’ım! Suçlarımız çok büyük. Sen bizi sonsuz rahmetinle bağışla Allah’ım! Ya Rabbi! Sen bize güvendin, biz senin güvenine layık olamadık. Sana verdiğimiz sözlerimizi tutamadık Allah’ım! Senin doğru yolundan ayrılan bizler, bugün insanlığın bütün umutlarını tüketmek üzereyiz Allah’ım. İnsanoğluna bahşettiğin yeryüzünü biz kendi ellerimizle nasıl da güvensiz bir yer haline getirdik. Silahların ölüm kusma gücüyle övünür olduk. Kendi ürettiğimiz korkularla acı bir hüsranı kendimize yakın ettik Allah’ım. Biz insanlar, insanın yaşama hakkını hiçe sayan silahlar ürettik. Menfaatlerimiz uğruna savaşlar çıkarttık. Özgürlük adına katliamlar yaptık. Bütün insanlığı bu yanlışlardan kurtar Allah’ım! Bunları ihtiraslarımız uğruna kendi ama dünyayı açlık ve sefalete terk etti Allah’ım! Lütuf ve rahmeti sonsuz olan Allah’ım! Bizleri bu utanç yükünden kurtar! Yüce Rabbim! Bizleri işitip akleden, düşünüp kavrayan, adaletle tedbir alan kullarından eyle! Bu isyanlarımız karşısında yardımını, lütfunu bizAdem oğullarından esirgeme Allah’ım! Biliyoruz ki, ne özgürlük vadeden sistemlerimiz, ne refah vadeden ekonomilerimiz, ne barış ve işbirliği vadeden küresel örgütlerimiz, ne huzur vadeden ahlak nazariyelerimizin hiçbiri, ama hiçbiri bu hale geleceğimizi bize gösteremediler. Bizi sen uyardın, rahmetinle bize gönderdiğin elçilerin uyardı, bize sadece onlar doğruyu hatırlattı Allah’ım! Alçak gönüllü olmayı, haddini bilmeyi, teva- ellerimizle biz yaptık ve bize karşı biz kullandık Allah’ım! Nimetlerinle bezediğin dünyamızı, bu “karar ve sükunet yurdu”nu doymak bilmez arzularımızın peşinde nasıl da hor kullandık Allah’ım! Şehvetlerimizin peşinde dünyamızı kirlettik, ormanlarımızı, nehirlerimizi, denizlerimizi tükettik, senin emanetine biz insanlık olarak hıyanet ettik Allah’ım! Ya İlahi, Nazargahın olan kalplerimizin, kendi yaktığımız ateşlerde kararmış birer taş parçası haline gelmesine izin verme Allah’ım! Senin kulların uzayı, ayı fethe çıktı, zuyu, hakkaniyeti, birlik olmayı, adaleti, israf etmemeyi bize Sen hatırlattın, bize Sen öğrettin Allah’ım! Şehevi aşırılıklara değil aile kurmaya, iffete ve sadakate bizi sen çağırdın Allah’ım! Biliyoruz ki bütün Peygamberlerin, On emrinde Musa, Dağdaki vaazında İsa, Arafat’taki hutbesinde Muhammed Mustafa bizi bunlara çağırdı Allah’ım. Bu mübarek mekanda bizlere selim akıl, rahmet yüklü kalp, şefkat odağı gönül bağışla ki yeniden senin çağrına uyabilelim Allahım Foto: İhsan KORKUT Arafattaki Dua ve Bir Kaç Cümlesi 11 KÖŞE YAZISI Mehmet KUZU Basiretli Olmalıyız... Vahiy, imanın kaynağıdır. Ümmet olmak için ise, imanlı insanların kardeşlik bağı ile birbirlerine kenetlenmesi gerekir. Fesad, Arapçada mastar olarak “bozulmak, çürümek, sağduyudan sapmak” anlamına gelir. İslâmî ıstılahta ise; zulüm, çalkantı, düzensizlik, kuraklık, kıtlık manasına kullanılmıştır. Yani ideal çizgiden, itidalden uzaklaşıp bozulmayı ifade eder. Bu hal mü’min için çöküşün belirtisidir. Bu virüsün kendisine bulaştığı kimse, imanî çizgiden farkında olmadan yavaş yavaş uzaklaşır. İslâm toplumunun ihyasına değil ifsadına uğraşanların hizmetine girer. Hakk’ı haykırır ama sesi münafıkların sesi arasında, onların arzuları istikametinde sonuçlar doğurur. Çünkü fesad münafıklığın vasıflarındandır. Münafıkları kuşatıcı bir muhtevaya sahiptir. İsterler ki, mü’minler inancında, kulluğunda, ibadetlerinde kuşkulara düşerek, ifrat ve tefride yaklaşıp, itidalden uzaklaşsın. Kibir, haset gibi duyguların harekete geçirilmesi, kıskançlığın içsel tahriki neticesinde İslam toplumunun uzuvları mesabesindeki oluşumları birbirine düşürüp parçalamaktır. Bu yolda yalnız da değiller. Açıktan destekçileri olan çağdaş müşrikler de müsteşriklerden büyük ekseriyeti de bu yolda onların yoldaşı durumundadır. Hak-Batıl mücadelesinde böyle bir ittifak normaldir. Normal olmayan Müslüman’ın gaflet içinde bulunması, bu oluşumlarla mücadele edeceğine, onların gayelerine hizmet ettiğinin farkına varmamasıdır. Gafletten kurtulmak için basiret sahibi olmak gerekir. Basiret sahibi olanlar, kulluğu Allah’a has kılanlardır. Onların yaşayışları, arayışları hep ahirete yöneliktir. Dünyaya ait beklentileri yoktur. Allah’ın rızasını kazanmaya kilitlidirler. Tarikatları, cemaatleri, siyasi partileri vardır. 12 Her biri gayelerine ulaşmada kullandıkları vasıtalardır. Birlikte hareket ederler. Kıskançlık ve haset duyguları onların üzerinde olumsuz etkilerini gösteremez. Zira bilirler ki Allah’ın onlara lütfettiği akıl nimeti, yalnız başına istikamet üzere bulunmada yeteli değildir. İnsan kulluk vecibelerini Peygamberinin ölçüsü üzere yerine getirerek, ruhi inkişafını sağlarsa, akıl ve ruh birlikteliğine ulaşmış olur. İşte bu birliktelik, aklın kullanımına derinlik kazandırır. İnsan o zaman gaflet perdesini yırtar. Kendi olur; başkalarının emellerine dolaylı ve dolaysız hizmet etmez. “Basiret, kalp gözünün açıklığı, idrak genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi görüp sezme, yarınları bugünlerle değerlendirebilme istidadı” olarak tanımlanmıştır. Kayıp değerlerimizden biridir bu kavram. İçinde sakladığı irade insanı olma vasfıyla birlikte, kazandırdığı feraset nazarı, mü’minin zenginliğidir. İslâm toplumunun hangi uzvunda hizmet ediyor olursa olsun, o yaşayışında, tebliğinde hep itidal üzeredir. İslâm toplumuna zarar verecek söz ve davranışlardan kaçınır. Ümmetin geleceğine yönelik sinsi oyunların farkındadırlar. İşte bu noktada mü’mine çağrı; muhasebe için uyarı; Yusuf Sûresi 12/108: “De ki işte benim yolum! Ben Allah’a körü körüne değil-basiret üzerine davet ediyorum. Bana tabi olanlara da öyle…” Uhud Savaşı, hak ve batılın net bir şekilde ayrıldığı mücadeleydi. Üç bin kişilik Kureyş ordusu intikam için yola koyuldu. Efendimiz (s.a.v) bin kişilik ordusuyla onları karşılamaya çıkmıştı. Henüz Uhud’a varmamışlardı. İlk konaklamada orduda hareketlenmeler oldu. Fesadın Medine başı Abdullah bin Übey bin Selül üç yüz kişilik nifak gurubunu, Müslümanların manevi birliklerini sarsmak için geri çekip, zihinleri bulandırmak istiyordu. Taraftarlarının tavırları bu hareketin organize bir hareket olduğunu gösteriyordu. “Beni hiç dinlemeden çoluk çocuğun aklına uyarak savaşa çıkıyor. Niçin ölüme gittiğimizi dahi bilmiyoruz.” diyerek, demek istiyordu ki savaş stratejisini en iyi ben bilirim. Benim görüşüme değer verilmedi. Çocukların görüşüne uyuldu. Biz niçin savaşalım? O zaten bu anı bekliyordu. Mekkelilerle gizli birlikteliği vardı. Şimdi nifak rolünü oynamanın tam zamanıydı. Zamanlama önemliydi. En kritik an seçilmişti. Münafıkların bu hareketlerini basiret sahibi sahabe karşı çıktı. Niyetlerini iyi biliyorlardı. Salime ve Haris oğullarında yaşanan dalgalanma fıtri bir haldi. Önüne geçilmeliydi. Abdullah b. Haram: “Ey kavmim! Allah için sizi uyarıyorum; tam da düşmanla karşılaşmışken, Nebinizi yalnız bırakarak kavminizi ve kendinizi rezil etmeyin.” Nifak ehli mazeretler ileri sürmeye başlayınca sahabenin basireti olayın arka planını öne çıkardı. Allah düşmanları Allah Nebisini size muhtaç bırakmayacaktır. Yani Allah (c.c) iman ordusunu münafıklardan temizlemeyi murat etmişti. Bu üzülecek bir durum değildi. Olaya basiretli bakış onların “Allahu ekber” tekbirleriyle coşmasını sağlamıştı. Günümüzde de dünyanın her yerinde tevhidi mücadele veren Müslümanlar, daha da renklendirilmiş fitnelerle yüz yüzedir. İslâm kardeşliğini hedef alan nifak hareketi, basın ve yayın organlarının güçlü KÖŞE YAZISI propagandalarıyla, yer yer demokrasi ve özgürlükler şemsiyesi altında sürdürülmektedir. Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL’ün cumhurbaşkanlığını hazmedemeyen odaklar, Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’la aralarına fitne sokarak kardeşlik hukuklarını zedelemeyi, böylece yeni guruplaşmalar meydana geti- rerek, temsil ettikleri amacı zayıflatmayı hedef aldılar. Acıdır ki olayları basiret süzgecinden geçirmeyen, taraftar mantığıyla hareket eden bir kısım iyi niyetli olduğunu umduğumuz insanlar da buna alet oldular. AKParti ve Cemaat sürtüşmesi iddiası da bunun müşahhas örneğidir. Fitne aynı inancı paylaşan insanları, yine o dava için hayatını vakfettiğini söyleyenler eliyle kutuplaşmaya doğru sürüklüyor. Herhangi bir hizmetin yürütülmesinde anlayış farklılıklarından dolayı anlaşmazlıklar olabilir. Bu anlaşmazlıkların çözümü sorumluluk sahibi kimselere aittir. Basiretle olayları tahlil edemeyecek konumunda olanlar, olayların çözülemez hale gelmemesi için konuşmamalıdır. Cemaatçilik, particilik taassubuyla hareket ederek İslâm kardeşliğini öldürmeye kimsenin hakkı yoktur. Ahmet ŞAHİN beyin aktardığı şu nükteyi basiret sahibi olabilme adına değerlendirmeliyiz. Ümmet şuuruna sahip olmak için bu gerekli: “ Vücut uzuvları bir gün kendi aralarında toplantı yaptılar. Hepsi mide için çalıştıklarından şikâyetçiydiler. Hâlbuki mide hiçbir şey yapmıyordu ve onlar olmadan da hiç şey yapamazdı. Oldukça sinirliydiler. Toplantının sonunda organlar artık midenin isteklerini yerine getirmemeye karar verdiler. Göz; ‘ben bundan sonra seçmeyeceğim’ diyor; eller ‘tutmayacağım’; ağız ‘gıdalarını kabul etmeyeceğini’ söylüyor; dişler çiğnemekten vazgeçtiğini haykırıyor; ayak, mide için adım atmama kararını ifade ediyordu. Dediklerini yaptılar ve mideyi boş bıraktılar. Fakat aradan çok geçmemişti ki, gözler bulanmaya, eller titremeye, ağız kurumaya, dişler çürümeye, ayaklar takatsiz kalmaya başladı. Görünen o ki, mide onlarsız hayatını sürdüremese de, onlar da midesiz yaşayamayacaktı. BİR VÜCUDU MEYDANA GETİREN BÜTÜN UZUVLARIN BİRBİRİ İÇİN ÇALIŞTIĞINI VE BÖYLE BİR BİRLİKTELİK OLMADAN YAŞAYABİLMELERİNİN MÜMKÜN OLMADIĞINI ANLADILAR. Demek ki herkes birbiri için çalışıyordu ve her uzvun eksikliği hissedilecekti.” İslam toplumunu ilgilendiren her çözülme, inanan insanın içinde ızdırap oluşturmalıdır. İster cemaat, ister vakıf veya siyasi parti olsun İslâm toplumuna hizmet eden her birimin başarı ve başarısızlığı doğrudan İslâm’a, İslâm toplumuna yönelik olacaktır. Olayları yorumlamada Müslüman’ın basiretine ihtiyacı vardır. 13 KÖŞE YAZISI Talim ve Terbiye Arasında Öğretmen Yusuf YAVUZYILMAZ Eğitim çeşitli bileşenlerin oluşturduğu ve bu bileşenler arasında öğretmenin özel bir yer kapladığı süreçlerin toplamıdır. Her bireyin hayatında verdiği kararlarda pozitif ve negatif anlamda yer tutan bir öğretmen mutlaka bulunur. Herkesin bir nedenle unutamadığı öğretmen mutlaka vardır. Hiç şüphesiz öğretmenden istenen şeyin büyük ölçüde o ülkenin resmi ideolojik sistemiyle bağlantılı olduğu gerçeği yadsınamaz. Bu yüzden iktidarlar eğitim olayını iktidarlarını sürdürmenin en önemli ensturmanı olarak görürler. Özellikle siyasi çalkantıların üst düzeyde yaşandığı 1970-80 arası dönemde iktidar değişikliği ile okul yönetimleri de değişir ve öğretmenler siyasi sürgünlere tabi tutulurdu. Yazar Beşir Ayvazoğlu Aksiyon dergisinin 156. sayısında öğretmenlerle ilgili düşüncelerini anlatır. Kendisi de on yıl gibi uzun bir süre öğretmenlik yapmış olmanın tanıklığı ile özellikle 12 Eylül öncesi Türkiye’de 14 öğretmenlerin çektiği sıkıntıları anlatır: “Hükümetler değiştikçe yüreğim ağzıma geliyor; çünkü her yeni bakanın eğitim meselesini ne kadar iyi bildiğini ispat etmek istediğini ve kolları sıvayıp bozuk sistemi büsbütün işlemez hale getirdiğini biliyorum; çünkü ben öğretmenim! Bildiğim bir şey daha var; birilerinin çocuklarımızın düşünen kafalar olarak yetişmelerini asla istemediği… Ve nedense Bülent Ecevit’in adı geçince aklıma hep sürgün geliyor. Bu günlerde kafam hep sürgünle meşgul; bu kışta kıyamette beni Türkiye’nin bir uçundan diğer uçuna savuracak kararnameyi bekliyorum. Biliyorum,gelecek; çünkü ben bir öğretmenim! 24 Kasım’ların gelmesini istemiyorum hiç. O yaldızlanmış samimiyetsiz laflara nasıl dayanılır? Susun politikacılar,atın maskelerinizi; oynamaktan bıkmadınız mı? Sen de sus köşe yazarı! Her yıl 24 Kasım’da sözümona beni övmek için aynı parlak kelimelerle aynı yaldızlı cümle- leri kurduğunu bilmiyor muyum sanıyorsun? Biliyorum, çünkü ben öğretmenim!”(Siretler ve Suretler, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken yayınları) Ne yazık ki, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren öğretmenler daima ideolojik bir misyonun temsilcisi oldular. Onlar kutsal devletin ülkeyi aydınlığa çıkaracak kutsal temsilcileriydi. Aldıkları eğitimle gericilik simgesi olan imam ve şeyhlerin karanlık dünyalarına aydınlık getireceklerdi. Aslında cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren vurgulanan öğretmenliğin kutsal bir meslek olduğu retoriği bir yanılgıydı. Öğretmenliğin kutsallığı devletin kutsallığından geliyordu. Zaman içinde devlet kutsallığını kaybedip normal bir aygıta dönüşünce öğretmenlerde sanal kutsallıktan arındılar. Aslında öğretmenlerin kutsallığı secüler bir kutsallıktı. Özellikle Köy Enstitüsü çıkışlı yazarların eserleri okunduğunda, öğretmenlerin devletin köylerdeki misyonerleri olduğu görülecektir. Bu arada devlet o dönemlerde uyguladığı laiklik politikalarıyla dini kamusal alandan tamamen, özel alandan ise kısmen dışlama anlayışına sahipti. Köy Enstitülerinden yetişen öğretmenlerin çok büyük bit bölümü de bu paradigmanın temsilcileri durumundaydılar. Oysa öğretmenlerin kutsallığı devletin ideolojisini temsil etmelerinden değil, hakikatin ışığını yansıtmalarından gelmektedir. Çünkü kutsallık devletten kaynaklanan bir kavram değildir. Öğretmen eğitim süreçlerinin en önemli bileşkesidir desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Bundan dolayı eğitim politikalarının merkezi konumunda öğretmenlerin yetiştirilmesi önemli bir yer tutar. Rahmetli Ali Şeriati’den esinlenerek öğretmenleri toplumu değiştirecek daha doğrusu peygamberin misyonunu üstlenecek kimseler ola- KÖŞE YAZISI rak görülmelidir. Tıpkı aydının gibi öğretmenler de kendi toplumunu tanımalı, sorumluluğunu bilmeli, toplumunun tarihsel sorunlarına çözüm üretmeye çalışmalıdır. Bazen bu çalışmaları yaparken ideolojik olarak baskı görmeyi de göze alırlar. Tek parti döneminin ünlü Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile ünlü şair Arif Nihat Asya arasında geçen bir olay anlatılır. Arif Nihat Asya, Adana’da bir lisenin müdürüdür. Okulun çeşitli ihtiyaçlarının giderilmesi için paçalarını sıvar ve çalışmalara katılır. Çalışma sırasında pantolonunun paçaları çamura bulanmıştır. Hasan Ali Yücel muhtemelen sert bir şekilde ona öğrencilerin arasında niçin çamurlu paçalarla gezdiğini sorar. Ünlü şair Arif Nihat Asya’nın cevabı bakanın suratına tokat gibi patlar: “Paçalarımı ağzınıza almayınız.” Ünlü şairimiz bu olay üzerine Kıbrıs’a sürülür, ancak onurundan zerrece taviz vermez. Ne yazık ki, özellikle 1970- 80 arasında ideolojik nedenlerle öğretmenler sürgünlere tabi tutulurlar. Artık bu dönemlerde öğretmenlerin nitelikleri değil siyasi görüşleridir belirleyici olan. Öyle öğretmenler vardır ki, onlar Allah’a güvenerek gelecek nesilleri kurtarmaya çalışırlar. Onlar talimin üst düzeyde terbiyenin ise hemen hemen hiç olmadığı bir sistemde elinden geleni yapmaya çalışırlar. Öğrencilerine sadece üçüncü derece denklemlerinin nasıl çözüldüğünü, potasyumun simgesinin ne olduğunu, Ağrı dağı’nın hangi paraleller arasında bulunduğunu, hangi bölgede hangi ürünün ne kadar yetiştirildiğini vermezler. Aynı zamanda yaşadıkları coğrafyanın ve bağlı bulundukları kültürün özelliklerini de vermeye çalışırlar. Talim kadar terbiyenin de farkındadırlar. Hatta asıl sorunun talim değil terbiye olduğunun bilinci içinde yaşamlarını sürdürürler. Ahlaki değerlerin verilmediği bir eğitim sisteminden nitelikli dolandırıcıların yetişeceğinden emindirler. Türkiye’de banka soyanların, dolandırıcılık yapanların, hayali ihracat ile uğraşanların büyük bölümünün iyi bir öğretim sürecinden geçtiklerinden emindirler. Bundan dolayı toplumu bir arada tutan ahlaki değerlerin öneminin farkındadırlar. Halkın tabiriyle eğitimin değer yönü eksik bırakılırsa cehaleti gidereceği, ancak eşekliğin baki kalacağını bilirler. Onlar ayaklarını bastığı toprağın değerlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bu topraklarda anlatılan Bektaşi fıkralarının içeriğini anlamak için bile İslami terminolojinin bilinmesi gerektiğinin şuurundadırlar. Onlar kendi branşlarının teknik bilgisini vermekle işlerinin bittiğine asla inanmazlar. Aynı zamanda ait oldukları dünyanın düşünsel kodlarını da vermenin telaşı içindedirler. Hayatında bir kez olsun bir öğrencinin başını okşamayan, hatırını sormayan öğretmen tavırları onlara uzaktır. Çünkü onlar yetişecek nesillerin sorunluluklarını omuzlarında hissederler. Sorunlu bir öğrenciden devamlı şikayet eden bir psikoloji içine asla girmezler. Bilirler ki, asıl görevleri o sorunlu öğrencilerle uğraşmaktır. Yaptıkları işten asla şikayet etmezler, bundan dolayı gözlerine bakarsanız Anadolu insanının derin tevekkülünü görmeniz mümkündür. Onlar öğretmenliği mesai saatleriyle sınırlı olduğunu düşünen paradigmaya uzaktırlar. Lüks araba almak yerine bisikletleriyle öğrenci evlerini ziyaret ederek kazançlarının bir bölümünü buraya ayırırlar. Dünyadaki gelişmeleri iyi okurlar disiplinin öğrencilerin karşısında korkutan titreyen bir pozisyonda durmaları demek olmadığını bilirler. Karşılarında ses çıkarmayan, kendini ifade edemeyen, silik öğrenciler görmekten hoşlanmazlar. Soğuk savaş döneminin cezaya dayalı öğretim sistemi onlara uzaktır. Onlar demokrasinin, hukukun, adaletin, temel hak ve özgürlüklerin yanında dururlar. Asla meşru olmayan baskılarla halkın oyuyla iktidara gelmiş bir iktidara karşı demokrasi dışı yapılan müdahalelere destek olmazlar. Sevgiyi dostluğu, merhameti ilke edinirler. Kendi toplumunun değerlerine karşı asla mücadele etmezler. Dünyadaki bunca değişime karşın siyasal muhayyilesini soğuk savaş mantığı üzerine oturtan, otoriter davranışın ve merkezi planlamanın en iyi yönetim tarzı olduğunu düşünen, bireysel özgürlüklerden haz etmeyen, bireyi değil devleti yücelten bir anlayışa asla prim vermezler. Milletin asli değerleriyle alay etmeyi ilke edinen türedi aydınların söy- lemlerine asla boyun eğmezler. Geçmişte uygulanan Köy Enstitüleri projesinin ulusalcı- milliyetçiler ne kadar savunursa savunsun uyguladığı eğitim programlarıyla bu ülkenin değerlerine uygun olmadığını bilirler. Piyanonun, kemanın neden serbest, bağlamanın niçin yasaklandığını da iyi bilirler. Bu işin aslında piyano ve kemanın temsil ettiği değerlerin bağlamanın temsil ettiği değerlerden daha üstün gösterilmesi amacına dönük olduğunun farkındadırlar. Günümüzde öğrencilerini ilham veren öğretmenlerin sayısı o kadar az ki. Çoğunluk okuldan çıktığı anda eğitimle ve öğrencisiyle ilgisini kesen, yolda gördüğü öğrencisinin selamını almaktan imtina eden ve hayatının geri kalan kısmını oyun ve eğlence ile geçiren bir düzlemde hayatların sürdürürler. En önemli sorunları döviz kurları arasındaki değişim miktarı,borsa ve araba fiyatlarıdır. Sürekli yaşadıkları hayattan şikayet ederler. Davası olmayan toplumların hiçbir sorunuyla ilgilenmeyen yalnızca bireysel sorunlarını ön plana alan kimselerdir. Siyasal ve kültürel ufukları ufukları dardır. Öğrenciler bir şey verme ihtiyacı duymadıkları için kendilerini geliştirecek hiçbir faaliyet içinde bulunmazlar. Bu ülkenin geleceğinin endişesini duyan, yetiştirdiği öğrencilerin hatırını soran, onların dertleriyle ilgilenen öğretmenlere selam olsun. Onları asla sokakta bağırırken, slogan atarken, boş ve içeriksiz siyasal tartışmalar yaparken göremezsiniz. Konuştukları zaman öğrenmenin ve bir şey öğretmenin derdindedirler. Bundan dolayı siyasal sloganlardan hoşlanmazlar. Cemil Meriç’in deyimiyle sloganın ilkenin ideolojisi olduğunu bilirler. Onlar derin milletin hizmetindeki görünmez kahramanlardır. Onların yaşadıkları bunca sıkıntıya rağmen gösterdikleri vakarlı duruşu, öğrenci yetiştirmedeki azimlerini, bu ülkenin geleceğini inşa etmek için gösterdikleri çabayı alkışlamak gerekir. Ülkenin geleceğini bu topraklarla ilgisini kesmeyen,yerli düşünmeyi becerebilen, evrensel gelişmeleri takip eden, kendi kültürel ve ahlaki değerlerinin önemini bilen öğretmenler inşa edecektir. 15 FAALİYETLERİMİZ Baba-Oğul Kampı 8Temmuz 2012 tarihinde Arifiye İl Ormanı’nda vakıf gönüllülerinin çoçuklarıyla katıldıkları “Baba -Oğul Kampı” düzenledik. Vakfımızın ilk kez tertip ettiği organizasyonda babalar oğullarıyla birlikte çadırda kaldılar. Çeşitli organizasyonlarla hem eğlendiler hem de dinlendiler. İlk Namaz İlk Namaz etkinliğimiz devam ediyor. Bu sayımızda iki çocuğumuzun aile ve arkadaşlarının katılımlarıyla gerçekleştirdikleri namaz merasimlerinden birer enstantane sunuyoruz. Allah namazlarında daim eylesin. Amin İrem AYKAÇ 16 Onur GÜMÜŞTEPE (ortadaki) ve Arkadaşları FAALİYETLERİMİZ Yaz Kursu 2012 Yaz Okulu Faaliyeti: 11 Haziran–19 Temmuz 2012 tarihleri arasında 6 hafta süreyle Yaz Okulumuzda kız ve erkek öğrencilerimize ayrı ayrı mekânlarımızda; başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere, Hadis, İlmihâl, Akaid, Siyer, Ahlâk gibi Müslüman ailelerin çocuklarına temel İslâmî bilgiler yanında değişik spor faaliyetleri ile hizmet verdik. Yüzme, Karate, Futbol, Voleybol, El Beceri İşleri ve Piknikler gibi sosyal faaliyetler ile bıktırıp usandırmadan rahat ve sevdirici bir Yaz Okulu Programımız oldu. Yarışmalı ve hediyeli “Kapanış Programımız” ile de güzel yavrularımızı seneye tekrar memnuniyetleri çerçevesinde yine Vakıf Hizmetlerinden istifadeye davet ettik. 17 FAALİYETLERİMİZ Konya Ziyareti 15. - 16 Eylül 2012 tarihlerinde Konya’ya vakıf merkezimize trenle gidilen bir program tertip ettik. Başta muhterem Abdullah Büyük hocamız olmak üzere vakıf yöneticileriyle görüşme, istişarelerde bulunma imkanı sağlandı. Ve çeşitli ziyaretlerde bulunuldu. Kütahya Ziyareti Ribat Eğitim Vakfımızın Kütahya Bölgemizde İzmir ve Adapazarı bölge ve beldelerden iştirak eden hizmet insanlarıyla ortak piknik programına kalabalık bir aileler topluluğuyla katıldık. Erkeklerin, hanımların ve çocukların katıldığı prog- 18 ramda kadın erkek ilişkilerine azami derecede dikkat edildi. Ev sahipliğini yapan Kütahya’mızın gönül ve hizmet kervanının organizesi, hizmetlerde uyguladıkları usul ve metot şaheserdi. Programa katılanları, ev sahipliği yapanları ve aktif hizmette koşanları tebrik ediyor ve teşekkür ediyoruz. Programın başlangıcında tüm katılımcılara Muhterem Abdullah Büyük hocamız birlik, beraberlik ve dayanışma üzerine mesajlar sundu. FAALİYETLERİMİZ SADAKAT Geleneksel İftarını Kent Park’ta Yaptı. Sakarya Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu (SADAKAT) gönüldaşları gelenekselleşen iftarlarını geçen yıl olduğu gibi bu yılda Kent Park’ta gerçekleştirdi. Sakarya’da faaliyet gösteren birçok İslami kuruluşun oluşturduğu çatı yapılardan Sakarya Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu (SADAKAT) gönüldaşları toplu iftar programı çerçevesinde Kent Park’ta buluştular. Gösterişten ve israftan sakınılarak ailelerin bir araya gelmeleri, tanışmaları ve kaynaşmaları arzulanan buluşmada; SADAKAT’a bağlı çeşitli kuruluşlara üye aileler, iftarı kendi hazırladıklarıyla yaptılar. Ücretsiz çay servisinin yapıldığı iftarda çocuklara ise dondurma ikram edildi. SADAKAT Üyeleri Meydanda Bayramlaştı Sakarya Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu (SADAKAT) bünyesindeki kuruluşlar, bayramlaşma merasimini açık alanda gerçekleştirdi. Sakarya’daki sivil kuruluşların ortak çatı platformlarından SADAKAT (Sakarya Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu), Ramazan Bayramı merasimini Büyükşehir Belediyesi’nin yanındaki alanda gerçekleştirdi. Ailece düzenlenen geleneksel bayramlaşma merasiminde alanda geniş bir halka oluşurken, misafirlere çikolata ve kolonya ikramı, çocuklara balon dağıtımı yapıldı. SADAKAT adına bu bayram Sakarya Dayanışma Derneği’nin evsahipliğini üstlendi. Bayramlaşmaya topluluk üyeleri ailece katılım gösterirken, etkinlikle birbirini görebilme ya da ziyaret edebilme imkanı bulamayanlar, dayanışma ve kardeşlik duygularını güçlendirdiler. Bayramlaşma tüm dünyada yaşanan zulümlerin, savaşların ve acıların bir an önce son bulması ve İslam ümmetinin yaşadıkları sıkıntılardan kurtulması duasıyla son buldu. 19 KAVRAMLARIMIZ Sahir AKÇA Ahlâk İktisat ve Hisset kavramları taban tabana zıt çok farklı mefhumlardır. Bu mefhumlar çerçevesinde: Bizim kasdımız nedir, neyedir? İktisad kelimesinin mânasında kendisini bulan o güzel ifadeleri mi, onları elde etmeyi mi kastediyoruz, yoksa hisset kelimesindekileri mi? Arapça bir kelime olup, huylar, seciyeler, mizaçlar mânalarına gelen “Hulk veya Hulûk” kelimesinin çoğuludur. Hulk veya hulûk insanın beden ve ruh bütünlüğü ile alâkalıdır. İnsanın doğuştan veya sonradan kazandığı ruhî ve zihnî hâllerdir. Buradan Ahlâk; “İnsanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak olması” şeklinde tanımlanabilir. Huy ve tabiat mânalarına olan ahlâk, insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı da demektir. Aynı zamanda bir toplulukta makbul ve iyi sayılan davranış kurallarıdır. İbn-i Manzur’da Hulk’un; din, tabiat ve seciye mânalarına geldiğini, nefs diye adlandırılan manevî ve bâtınî özellikleri de ifade ettiğini belirtmektedir. Kur’an’da Efendimiz (sav)’e hitaben; “Şüphesiz ki sen, çok büyük bir ahlâk –hulûk’ın aziym– üzeresin.” (Kalem, 4) hükmü buyrulmuştur. Kâtip Çelebi (rha)’de “Ahlâk ilmi, faziletler ve reziletler ilmidir ki, nefsi faziletlerle süsleme ve reziletlerden koruma yollarını gösterir.” diye tarif eder ahlâkı. Bu tanım ahlâk kavramını çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. İslâm âlimleri arasında kabul görmüş bir tarifle; “Ahlâk, nefiste yerleşen bir melekedir ki, fiil ve davranışlar fikrî bir zorlamaya ihtiyaç olmadan bu meleke sayesinde kolaylıkla ortaya çıkar.” diye belirtmektedir. 20 İslâmî ahlâkın temelinde vahiy vardır. Kur’an’da her emir ve nehiy bir vazifeyi belirtir. Dolayısıyla İslâmî ahlâk bir “Vazife Ahlâkı” olarak nitelenebilir. İslâm dinindeki iman ve ibadet esaslarıyla ahlâkî emirleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Mü’minlerin toplum içerisindeki davranış ve birbirleriyle münasebetler hususunda muhtaç oldukları ilimleri öğrenmeleri “Farz-ı Ayn” hükmündedir. Efendimiz (sav); “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” (Muvatta), “Mü’minlerin iman yönünden en mükemmeli, ahlâkı en güzel olanıdır.” (Sünen-i Ebû Dâvud) ve “Allah’a kullarının en sevgilisi, ahlâkça en güzel olanıdır.” (İbn-i Hıbban) buyurmuşlardır. Ahlâkî melekeler iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Ahlâk-ı Fâzıla, Hamide, Hasene gibi güzel ve övülen huylar ile Ahlâk-ı Seyyie, Zemime, Rezîle gibi kötülenen huylardır. İnsanların toplum içerisindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek gayesiyle ortaya konulan hükümlere de ahlâk denilir. Dikkat edildiğinde dünyadaki bütün sistem ve rejimlerin temelinde, ferdî ve toplumsal ahlâk anlayışını görmek mümkündür. Ahlâk, felsefecilerin tarih boyunca üzerinde en çok durdukları konulardan birisi olmuştur. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan ahlâk anlayışı sürekli değişmektedir ve bu durum insanları bir faciaya sürüklemektedir. Felsefeciler neyin iyi neyin kötü olduğu ve insanların neden ahlâk kurallarına uyması gerektiği konusunda ortak bir fikirde değillerdir. Kimi menfaati, kimi saadeti, kimi vazifeyi, kimi de değişik başka şeyleri ahlâkın temeli saymaktadır. Biz mü’minler, İslâm dininin tesbit ve tayin ettiği ahlâkî hükümlere göre ilişkilerimizi sürdürmek, nefsimize, ailemize ve içinde yaşadığımız topluma karşı olan vazifelerimizi, İslâm’ın tayin ettiği ölçülere göre edâ etmek borcundayız. Ahlâk denilince hemen akla gelen diğer bir kelime de; Edb’ten türetilmiş “Edeb”tir. Edb; “İnsanları ziyafete davet” mânasınadır. Yâni Edeb; insanların davet olunduğu bütün hayır, fazilet ve mekârim-i ahlâkı içine alır. Seyyid Şerif Cürcanî (rha); “Edeb maruftan ibarettir. İnsanı her türlü hata ve fenalıktan koruyan bir melekedir.” der. Ariflerin deyimi ile Edeb; “İslâm dininin tesbit ve tayin ettiği ahlâkî sınırları korumak ve saygı gösterilmesi gereken yola girmektir.” Mevlâna (rha) ise; “İnsanın edebten nasibi yoksa, o insan değildir. İnsanla hayvanı birbirinden ayıran en bâriz fark edebtir.” diyerek edebin önemini veciz bir şekilde ortaya koyar. Ahlâk, iyi ve kötüyü araştıran bir alandır. Yâni; toplum hayatında belirli kişi, gurup veya toplum için belirli zaman ve yerlerde geçerli olan–geçerli olması gereken değer yargılarının, örf, âdet ve kuralların oluşturduğu bir sistem bütünüdür. Günümüzde ahlâk konusunda tar- KAVRAMLARIMIZ tışılan kavramlardan bazıları da ahlâk ve iktisâdi düzen veya sistemler arasındaki ilişkilerdir. Bunların başlıcaları ise; Liberalizm–Serbestlik, Hedonizm–Hazcılık, Pragmatizm–Faydacılık, Materyalizm–Maddecilik, vs. Seküler–Dünyevî felsefeler, görüşlerdir. Bu düşünce ve inanışlar İslâm toplumunu ve mü’minleri derinden ifsad eden çok tehlikeli ve sinsi virüslerdir. Mü’min diğerkâmdır, nefsini düşündüğü kadar kardeşlerini de düşünür, ona verilenleri–nasip edilenleri emanet bilir, hak gözetir, paylaşmakta saadet arar, en önemlisi de bütün her şeyi nasip eden Rabbini unutmaz ve bir gün hesaba çekileceğinin şuurunda yaşar. Böylece; Liberalist bir düşünceyle; ticarette, alış-verişte benim, ben kazandım bencilliğinde–enaniyetinde olamaz. Hayat, yaşayış, kılık-kıyafet, vs İslâmî hassasiyetler konusunda serbestlik-geniş mezheplilik yapamaz. Hedonist bir zihniyetle; şeytanın ve nefsin hoşlandığı en büyük tuzaklardan biri olarak hazlandığım–haz aldığım, hoşuma giden, bana zevk veren her şey bana mübahtır çılgınlığında olamaz. Pragmatist bir anlayışla; bana faydası olan her şeyi tepe tepe kullanırım, bana kâr getiren her şeyi eker-diker-üretir satarım, insanların sağlığına zararlı olup olmadığına aldırış etmem. Menfaatim için her şeyi ve herkesi kullanırım, işime gelmeyeni kaldırıp atarım diyemez. Materyalist bir inanışla; kutsallarını metâ hâline getirip, âhirete yanıcı ve yakıcı malzemeler olarak götürmez. Çünkü bilmeli ki, her şeyin yaratıcısı ve sâhibi olan Allah (cc)’dır, kendisi ise emanetçisi. Neticeyi kelâm: Mü’min kişi, dünya ve âhiret saadeti peşinde koşandır. Bunu elde etmek için de Rabbi ve her şeyin Yaratıcısı olan Allah’ı memnun ederek maksûduna kavuşmak arzusuyla ahlâklı, edebli olmanın derdinde olandır. Kısacası Ahlâk; bir inanış ve o inanış doğrultusunda yaşamaktır. O zaman herkes nasıl yaşadığına baskın da neye inandığını-iman ettiğini, ne için yaşadığını anlayarak düzeltilmesi gerekenleri zamanı geçmeden, pişmanlığın fayda etmediği ana kalmadan düzeltiversin de gerçek mutluluğu yakalasın. Son sözü Çiçero’ya bırakalım: “Memleketler parasızlıktan değil, ahlâksızlıktan çökerler.” 21 KONUK YAZAR GDO Kemal ÖZER 1968‘de Konya Bozkır Armutlu Köyü’nde doğdu. Muhabir ve haber müdürü olarak medyada çalıştı. Bilişim sektöründe yöneticilik yaptı. Farklı sivil örgütlerde çeşitli görevlerde bulundu. 2008 yılında arkadaşlarıyla birlikte Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’ni kurdu ve hâlen başkanlığını yürütüyor. Çeşitli dergi, gazete ve haber sitelerinde yazdı. 2010 yılında Medya Etik Konseyi tarafından ‘Medya Etik Ödülü’ne lâyık görüldü. Yurt içi, yurt dışında çok sayıda konferans verdi, panel ve sempozyumlarda tebliğler sundu… ESERLERİ: ‘Deccal Tabakta’ , 2010, Hayykitap ‘Şeytan Ye Diyor! İnsan Ne Yemeli Ne Yememeli?’, 2011 , Hayykitap ‘Müslüman’ın Diyeti, 2012 , HayyKitap 4. eserinin Ekim-Kasım 2012’de yayınlanması bekleniyor İnşaallah Yeni eserler üzerinde çalışıyor... 22 Yaşama Sahip Olmaktır! Yeryüzündeki bütün canlıların bir yaratılış biçimi ve amacı var. Birileri bundan çok rahatsız ve değiştirmek istiyor. Ancak bunu yapmak istediğini açık açık söylemek yerine; bilim ve bilim çevreleri, siyasetçiler, medya gibi tüm vasıtaları, amacı için araç olarak kullanıyor. Şeytan ilk telkinini, tek yasaktan yemesi için Hz Âdem’e yapmıştı. Aynı telkin ve vaadini, o gün bugündür sürdürüyor. İlk insanın düştüğü hata, ne yazık ki bugünün insanı için vakayı adiyeden. ‘Fransız Devrimi’ ile yeni bir boyut kazanan küresel derin devlet kurulu düzeninin devamı için, genetik bilimi ve biyoteknolojiyi benzersiz bir silaha dönüştürdü. Bu silahı kullanarak; bitkilerin, hayvanların ve insanların fıtratlarıyla oynuyor. Yaşamı kontrolü altına almaya çalışıyor. Yaşamı kontrol etmenin en kolay yolu da, gıdanın silaha dönüştürülmesinden geçiyor. Bu amaçla 1900’lü yıların başında başlattığı süreçte çok ciddi bir mesafe almış durumda. İlk olarak, insanlığın ortak mülkü olan tohumun mülkiyetini değiştirdi. Bunun için tohumların genetiğiyle oynamak gerekiyordu ve onlarda onu yaptılar. 1920’li yıllarda mısırdan başlayarak; ayçiçeği, domates, biber, patlıcan, salatalık, kavun, karpuz, kabak, ıspanak, lahana, bamya şeklinde devam edip giden binlerce bitkinin genlerine ekleme ve çıkarma yaparak, ‘hibrit’ adını verdikleri yöntemle tohumların tescilini almaya başladılar. Çok iyi biliyorlardı ki; tohuma sahip olan, yaşama sahip olur. Yaşama sahip olansa, dünyaya! Nisa Suresi 119’da şeytanın: “Onlara emredeceğim, onlarda Allah’ın yarattığını değiştirecekler” şeklindeki beyanı; bugün hem insan ve hayvanların tohumu/spermi, hem de bitkilerin tohumlarının genetik yapısının değiştirilmesi şeklinde tecelli etmekte. Bugün insan sperminin önemli bir bölümü bile, Amerika’da bir şirket tarafından tescil edilmiştir. Ne insanlar, ne hayvanlar, ne de bitkiler tarihin hiçbir döneminde bu denli bir zulme maruz kalmamıştır. Yani tüm canlılar, geri dönülmez bir tehlike başka bir değişle, gayri meşru bir kıyamet macerasıyla karşı karşıya. Son günlerde daha yoğun tartışılan GDO, yani genetiği değiştirilmiş organizmalar, fıtratın değiştirilmesi ve yaşamın birkaç şirketin patentine geçirilmesi veya devrinden öte bir anlam taşımaz. 1920’lerde başlayan genetik müdahaleler; birincil evreden sonra, bitkinin üreme genlerinin çıkarılarak kısırlaştırılması şeklinde devam etti. 1980’lere gelindiğinde, artık bir canlıya başka bir canlıdan alınan genlerin aktarımı gerçekleşti ki, bu macera artık bambaşka bir boyuta taşınıyordu. Bugün dünyada ve Türkiye’de tartışılan şey; daha çok ikincil aşama, yani bir insan, bitki, hayvan veya bakteriden alınan genin diğer bir canlıya aktarılması. Yaygın olarak bilinen adıyla: GDO Türkiye halkının, GDO’nun ne olup olmadığını bilmesi oldukça önemli. Ancak asıl önemli olan halktan ziyade, halk üzerinde tesir eden siyasetçiler, ilim adamları, cemaat liderleri ve diğer toplumsal önderlerin konuyu ne kadar bildiği. Bugün özellikle Müslüman çevrelerde, konunun önemli ölçüde önemsenmediğini söylemek gerek. İlahiyat çevrelerinde ise, konunun ‘zaruret hali’ gibi bir mazerete indirgenmesi, -en azından bizim için- kahredici bir durum. Dünyanın -asıl- gerçeklerinden habersiz bir şekilde, “dünya kaynaklarının, 7 milyara ulaşmış insanı besleyemeyeceği” şeklindeki batılı zihnin söylemini benimseyip tekrarlamak, Allah-ü Teâlâ’nın İsra Suresi 31. Ayet-i Kerimesi’ndeki, “rızık veren” vasfına güvensizlik değil de, KONUK YAZAR lumun vicdanında yer bulmayacağını gayet iyi biliyorlar. Kirlenmemiş bir vicdanın bunu kabul etmesi zaten beklenmez. Bu gerçeğin toplumun vicdanında bir karşılığı olmadığını bilenler, insanlığın gözüne parmak sokarak bütünün tartışılmasına engel olmak istiyor. nedir? Mevdudi merhumun ifadesiyle, ‘geçmişte yoksulluk korkusu, çocukların öldürülmesine ve düşürülmesine sebep olurken, bugün hamileliğin engellenmesi’ yahut da yaratılmışların beslenemeyeceği şeklindeki sakat tez, ne yazık ki Müslüman çevrelerce de dile getiriliyor artık… Zaman zaman bu ‘seçkin’ kitle yerine, gençlerin daha bilinçli ve sağduyulu yaklaşımı ümit verici olsa da; kitleleri sürükleyen başta siyasetçiler olmak üzere, birçok toplumsal önderin özensizliği, ilgisizliği ve dolayısıyla bilgisizliği, yaşadığımız soruna daha geniş kitlelerce tepki verilmesini engellemekte. Siyasi, ekonomik veya dinî sorunlara yönelik karar veya fetva vericilerin kanaatlerini izhar ederken; seçtikleri muhatabın birikimi, vicdanı, imanı ve adil olup olmamasına bakmak yerine, isminin başına eklenmiş uzantıları önemsemesi, sonucu ciddi anlamda etkilemektedir. Feraset; muhatabın gizlenen kişiliğini ve çıkar ilişkilerini anlama ve kararlarını buna göre vermenin kavramsallaşmış hâli değildir de, nedir? GDO; en basit anlatımla bir canlının genlerine dışarıdan yapılan müdahaledir. Asıl amaç ise, daha öncede ifade edildiği gibi, tohumun mülkiyetini yani yaşamın mülkiyetini ele geçirmek… Son zamanlarda yapılan GDO tartışmaları, aslında sorunun bütününden uzaklaşmamıza neden oluyor. Gayri ahlakî, gayri insanî bir eylem ve işlem olan genetik müdahalenin, hiçbir top- Tohumu mülkiyetine geçiren şirketler, tartışma zeminini bile belirlemek istiyorlar. Hatta GDO karşıtıymış gibi duran bazı mahfillerin, aslında bizi hızla gerçekten uzaklaştırdıklarını da görürüz. Çünkü GDO karşıtı gibi duran bazı yapıların finansmanının mütemadiyen bu mahfillerce karşılandığı gerçeği, nereye doğru sürüklendiğimizi apaçık gösterir. Dahası o şirketler ve Dünya Bankası, AB ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurmacalı yapıları, Türkiye’de de olduğu üzere, finansmanını sağlayarak tohum bankaları kurduruyorlar. Yüz milyonlarca doları hayır-hasenat için vermediklerine göre, acaba neyi amaçlıyorlar? İşin sırrı yine ayrıntılarda kaybolup gidiyor ne yazık ki! Bu sözde tohum bankaları için yapılan finansal destekler, ülke içinden toplanan tohumların bir bölümünün Norveç’te buzulların altına kurdukları Swallboard kıyamet deposuna kaldırılması şartına bağlanmış... Oysa birileri bize, bütün bu çalışmaları tohumlarımızı korumak için yaptığını söylememiş miydi? O halde, hiçbir zaman cevabını alamayacağımız bir soruyu yine tekrarlayalım: O tohumların kullanımını yasaklayıp, sonra tohum hapishanelerinde saklamak hangi planın parçası? Bu konuda yapılan tartışmaların belirleyici olup olmayacağını zaman gösterecek elbette. Ancak tartışmayı tohumu mülkiyetlerine geçiren küresel mafyanın arzu ettiği zaviyeden yaptığımız zaman, yalın gerçekten hızla uzaklaşmış oluruz. Mesela Türkiye’de 2006 yılında çıkarılan 5553 Sayılı Tohumculuk Kanunu’nun 7’inci maddesindeki “Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilir” hükmü gereği, on binlerce yıldır kullanıla gelen geleneksel yani tabiî tohum ticareti yasaktır ve suçtur. Dahası, nesepsiz tohumlarla yapılan tarıma destek veren Türkiye, diğer taraftan fıtrî tohumlarla yapılan tarımsal faaliyetine ise destek vermemekte. Hiç kuşku yok ki GDO meselesi insanlarca tartışılabilir. Fakat Kur’an-ı Kerim’in, “şeytanî bir eylem” olarak nitelediği fıtratın değiştirilmesi gerçeğinin Müslümanlarca önemli ölçüde olumlanarak tartışılması, hem meselenin ehemmiyetinin farkında olunmadığının, hem de dünya gerçeklerinden ne kadar uzak kaldıklarını göstermez mi? İnsan görünümlü şeytanların söylemlerini müzakere edilebilir olarak görmek, sunulan zehre tenezzül etmekten başka ne olabilir? Fıtratı değiştirerek yaşamı ele geçirmeye çalışanlar gayet iyi biliyorlar ki, her kafadan bir ses çıkınca zihinler bulanıp, bilinçler kirlenecek, bu da Müslümanları, gerçekten hızla uzaklaştıracak. Gerçekten uzaklaştıkça sorunu çözecek bir icma da sağlanamayacak. Haliyle bu da fiili bir durum meydana getirecek. İslam Dünyası, özellikle de Türkiye bu konuda dünyaya sunulabilecek en iyi örnek. Mevcut iktidar tarafından çıkartılan bir kanunla; bütün bir toplum gerçek tohumlardan uzaklaştırılmakta, tarım politikaları ile de toprağa ait olan insan, topraktan utanır/uzak hâle getirilmekte. Siyasi iradenin akıl almaz bir kararıyla; tohumun mülkiyetinin devri olan hibrit tohumları legalleştirmek amacıyla, sadece GDO’nun tartıştırılması, şeytanın zokasını bir kez daha yuttuğumuzu gösterir. Tohumun mülkiyetinin devri; sadece yaşayan insanların haklarından feragat etmesi olmayıp, bilakis sapa sağlam devraldığımız kadim tohum emanetinin gelecek nesillere aktarılmayarak ‘emanete hıyanet’ edilmesi, daha da önemlisi, gelecek nesillerin yaşama haklarının bir avuç merhamet yoksununun insafına terk edilmesidir! Eleştirilerimiz kimilerince, ‘iktidar partisi karşıtlığı’ şeklinde yakışıksız bir indirgemeye maruz tutulabilir. Bu suçun tek sorumlusu mevcut iktidar olmayıp, olsa olsa zanlıların en büyüğü olabilir. Bu modern kölelik sözleşmesine atılan imzada, ister TBMM’de yer alsın, isterse de yer almasın tüm siyasi partiler ile tüm toplum kesimleri de bu suça ortaktır. Dahası, feraset yoksunu Müslümanlar bu meselenin asıl failler sayılmalı! Bir çift evlendikten sonra korunma yapmadıkları halde, ilk bir yılda hamilelik gerçeklememişse, bu çiftlerden her ikisi veya birinin kısır olduğu varsayılmakta. Bundan kırk yıl önce geleneksel tabiî tohumlarla beslendiğimiz yıllarda, insanlardaki yüzde 2 olan kısırlık, 23 KONUK YAZAR rın mülkiyetine geçirilmiş hibrit kısır tohumların yaygın olarak kullanıldığı Türkiye’de, 2010 yılında çıkarılan Biyogüven-siz-lik Kanunu gerekçe gösterilerek, GDO’lu ürünlerin yasaklandığı iddia edilir. Oysa iddianın geçersizliğini anlamak için, kanuna bakmak yeterli olacak. Bu kanunun amaç maddesi, “genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerinden kaynaklanabilecek riskleri engellemek” cümlesiyle başlamakta. İkinci maddesinde ise “Veteriner tıbbî ürünler ile Sağlık Bakanlığı’nca ruhsat veya izin verilen beşeri tıbbî ürünler ve kozmetik ürünleri bu Kanun kapsamı dışındadır” denilmekte. Bu hükümle insanî ilaç ve aşılar, kozmetik ve temizlik ürünleri, tekstil ürünleri ve veteriner ilaçlarının kapsam dışına alınarak, zikredilen alanlarda GDO’ya resmen izin verildiği açıkça görülür. Ayrıca kanunun beşinci maddesinde GDO yasaklanmıyor. Bilakis yasanın ifadesiyle, “GDO ve ürünlerinin onay alınmaksızın piyasaya sürülmesi” yasaklanıyor. Neticede, Bakanlığa bağlı olan Biyogüven-siz-lik Kurulu isterse, son olarak 13 Kasım 2011’de verdiği izin gibi, GDO’lu ürünlere gıda veya yem amaçlı izin verir ve vermektedir. tümüyle kısır hibrit ve GDO’lu tohumlarla beslendiğimiz 2011’de ise yüzde 30’lara ulaşmış durumda. Kısırlık oranı bu hızla devam ederse, önümüzdeki on yılda, her iki evli çiftten biri kısır olacak. Dahası kırk yıl önce milimetre küpünde 150 milyon aktif sperm olan erkekler, şimdilerde 20 milyon seviyelerine düşürülerek hızla kısırlaştırılmakta. Bu denli hızla kısırlaştırılan bir toplumdan değil 3 çocuk talep etmek, 5 çocuk istemek bile geleceği kurtaramaya yetmeyebilir. Yine 2009 yılında 17.618.000 dolarlık tohum ihracatı yapan Türkiye, 2010 yılında 161.308.971 dolarlık bir ihracat yaptı. Oysa aynı Türkiye, 2009 yılında 132.214.000 dolarlık tohum ithal ederken, 2010 yılında tam 1.489.549.847 dolarlık tohum ithal etti. Meselenin sağlık, ekonomik, çevresel, dinî ve benzeri boyutlarını bir an görmezlikten gelsek bile, yaşamın en vazgeçilmezi olan to- 24 hum konusunda başka ülkelere bağımlı hâle getirilme tercihine ‘isyan’ etmek gerekmez mi? Elbette Müslüman bir toplum, meselenin dinî boyutunu asla göz ardı etmemeli. Nisa Suresi 119’uncu Ayet-i Kerimesi ile ilgili olarak, Türkiye Diyanet Vakfı’na ait ‘Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meal’in dipnotunda; “Allah’ın yarattığının değiştirilmesi, hem maddi alanda, hem de fıtrat alanında gerçekleşebilir. Zamanımızda, yeryüzünde doğal dengeyi bozucu her türlü girişimi bu çerçevede değerlendirmek mümkündür” denilerek, aslında meselenin dinî boyutu önemli ölçüde izah edilmekte. Kaldı ki, ‘İslam İşbirliği Teşkilatı’nın fıkıh komitesi de “genetik değişik helâl değildir” diyerek tartışmayı noktalamıştı. Geleneksel tohumun ticaretinin yasak olduğu, buna karşın ticari firmala- Bütün bu gerçeklere rağmen sürekli olarak “GDO yasak” şeklindeki ifadelerin gerçekle uzaktan yakından ilgisinin olmadığını, geçtiğimiz bir yıl içinde herkes yaşayarak görmüştür. Öyle ki, bir merkezden programlanan bir el, kendisine güvenen kitlelerin midelerinin yanı sıra, eşikaltını da kirletiyor. Netice itibariyle Türkiye, önemli ölçüde tohumlarını küresel şirketlere kaptırmış; tıbbi ürünlerden temizliğe, gıdadan tekstile kadar tüm alanlarda genetiği değiştirilmiş ürünler cennetidir. Ümit ederiz ki; bundan sonra kimse ‘neden insanlar bu kadar sağlıksız, neden bu kadar psikolojik travma yaşanıyor, neden ebeveynler çocuklarını kontrol edemiyor, neden dualarımız kabul edilmiyor’ diye sormaz. Şayet emanete ihanet ettiği düşünülen bir zanlı aranıyorsa, uzağa bakmaya gerek yok. İMKANDER İMKANDER Türkiye’de Bulunan Kafkasyalı Sığınmacıların Yuvası SSCB’nin dağılmasının ardından Sovyetler Birliği’ne bağlı cumhuriyetler bağımsızlıklarını birer birer ilan ederken Kafkasya’da varlık gösteren devletlere bu hak tanınmamıştır. Çeçenistan’da Ekim 1991’de gerçekleştirilen seçimlerde bağımsızlık yanlısı Cevher Dudayev’in işbaşına gelmesinin ardından ülkede tek taraflı olarak bağımsızlık ilan edilmiş ve Çeçenistan-İçkeriya Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Afganistan ve Gürcistan gibi ülkeler tarafından tanınmıştır. Fakat, Rusya Çeçenistan’ı 1994 yılında işgal ederek, başta Grozni olmak üzere ülkenin tüm kentlerini yerle bir ederek yaşanmaz hale getirmiştir. Resmi olmayan rakamlara göre 26 Çeçenistan’da Rusya tarafından öldürülen sivillerin sayısı 250 bin’i bulmaktadır. Bu tarihten sonra başta, Gürcistan, Azerbaycan, Batı Avrupa ülkeleri, Türkiye ve Ortadoğu ülkelerine olmak üzere, 250 bin civarında Kafkasyalı dünyanın çeşitli ülkelerine sığınmak zorunda kalmıştır. Bu dönemde Türkiye’ye sığınanlar geçici olarak yerleştirildikleri kamplarda 17 yıldır çalışma izinleri olmaksızın, hayırsever vatandaşlarımızın gayretleriyle yaşamlarını idame ettirmektedirler. Savaşın ilerleyen aşamalarında Sömürgeci devletlerin devamlı surette yaptıkları gibi, Çeçenistan’da Rusya devleti yanlısı bir yönetim işbaşına getirilmiş, fakat Rusya’ya karşı verilen mücadele, Çeçenistan topraklarını aşarak asli sınırları olan tüm Kafkasya’ya yayılmıştır. Bu yeni durumla birlikte, Türkiye’ye sığınan kişilerin uyrukları, başta Çeçenler olmak üzere, Abhazlar, İnguşlar, Kabardaylar, Çerkesler, Nogaylar, Osetler, Karaçaylar (Türk soylu) ve Dağıstan halkları olarak genişlemiştir. Türkiye’de 3’ü İstanbul’da, 1’i Yalova’da olmak üzere 4 Kafkasyalı sığınmacı kampı bulunmaktadır. Bu kamplarda yaşayanların bir kısmının güvenlik sebepli sığınmacılık durumları kalkmış olmakla birlikte, ekonomik olarak mağduriyetleri devam etmek- İMKANDER Avrupa Konseyi Üye Ülke olması sebebiyle bu muhacirler hukuki olarak Avrupalı sayılmaktalar) Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği onlarla ilgilenmemektedir. Sebebi ise Türkiye’ye gelmiş Avrupalı sığınmacıların hakkını korumak 1953’de Türkiye’nin de imzaladığı Cenevre Sözleşmesine göre Türkiye Cumhuriyeti’nin görevidir. Türkiye ise üzerine düşen bu görevi yıllardır yerine getirmeyerek mağduriyetin daha da devam etmesine sebebiyet vermiştir. Sivil toplum örgütleri ve hayırsever vatandaşların kısıtlı destekleriyle hayata tutunmaya çalışmaktadırlar. Ne Yapılabilir? tedir. Bununla birlikte Rusya’nın 1999 yılında başlattığı ikinci saldırı dalgası sonucu Türkiye’ye gelen sığınmacıların durumu çok daha kötüdür. Bu ikinci grupta bulunan sığınmacıların büyük bir kısmı hala Rusya’ya karşı savaşmaya devam eden kişilerin eşleri, anne-babaları ve çocuklarından oluşturmaktadır. Çoğunluğunu kadın, yaşlı ve çocukların oluşturduğu bu sığınmacı grubunun işgal altındaki ülkelerine dönebilme ihtimali yoktur. Can güvenlikleri tehlikededir. Hatta sığındıkları bazı ülkelerde (Mısır ve Dubai örneklerinde olduğu gibi) Rusya’nın baskısıyla iade edilmişler ve bir daha kendilerinden haber alınamamıştır. Bu sebeple, derneğimiz öncelikli olarak can güvenlikleri tehlike altında olan bu ailelere yardım etmeye gayret etmektedir.Derneğimiz, bu sorunun çözülebilmesi için sponsor hayırseverler yardımıyla İstanbul’un bazı semtlerinde evler kiralanmasına önayak olmaktadır. İMKANDER’in Yardımlarıyla Kurulan Evler Evlerin çoğu yoğunluk sırasıyla Başakşehir, Zeytinburnu, Beylikdüzü, Sefaköy, Gazi Osman Paşa ve İstanbul’un diğer semtlerinde bulunmaktadır. Ev Sayısı: 96 Kiralık Ev Bu Evlerde Kalan Aile Sayısı: 145 Aile Toplam Kişi Sayısı: 750 Bunların Dışında Kalan Tahmini Kişi Sayısı Bu kişiler diğer STK ların sağladığı imkanlarla kalanlar ve buna ilaveten kendi ekonomik durumları iyi olduğu için Türkiye’de kalanlar olarak özetlenebilir. Bunların tahmini sayısı ise 1300 civarındadır. Net olmayan rakamlara göre Türkiye’de yaşayan Kafkasyalı sığınmacı sayısı 2000 civarındadır. Kamplar 2012 yılı Haziran ayında devlet Yalova, Fenerbahçe, Ümraniye ve Beykoz kamplarında kalan sığınmacılar İzmit ve Yalova içindeki dairelere kira yardımı yapılarak tahliye edilmiştir. Yapılan kira yardımının bir yıllık olacağı açıklanmış 1 yılın sonunda ne olacağı netleştirilememiştir. Derneğimiz tüm mağdur sığınmacılara mültecilik statülerinin verilmesini ya da Türk soylu halklara yapıldığı gibi “vatandaşlık” statüsünün tanınmasını talep etmektedir. Bu kişilere hayatlarını idame etmelerini sağlayabilmeleri için çalışma izni verilmeli ve bir müddet sonrada vatandaşlığa başvuru hakkı tanınmalıdır. Burada doğmuş olanlara doğrudan vatandaşlık hakkı sağlanmalıdır. Bizler tarihi, kültürel ve dini bağımız olan bu kardeşlerimize ya sorunsuz olarak TC vatandaşlık hakkının verilmesini (tıpkı 1986’da gelen Bulgaristanlılara verildiği gibi) veyahut 1953 Cenevre Sözleşmesinin kendilerine sağladığı yasal mültecilik statüsünün verilmesini talep etmekteyiz. Akdeniz Cad. No:19/4 Fatih İstanbul Türkiye Humanity Defense and Brotherhood Association Istanbul-Turkey Tel: +90 212 488 6606 Fax:+90 212 491 0876 http://www.imkander.org.tr/ 1953 Cenevre Sözleşmesi Türkiye’de en mağdur yabancılar ne yazık ki Kafkasyalı muhacirlerdir. Pasaportları sebebiyle (Rus Pasaportu taşımaları sebebiyle ve Rusya’da 27 ADA’DAN PORTRELER Fahri TUNA Adapazarı’nda Bir Garip Portre; Doktor Sadık Canlı Altmış yıldır Adapazarı caddelerinde bulvarlarında sokaklarında meczup bir adam dolaşıyor; iki metre boyunda, uzun sakallı uzun saçlı, bilgiç bakışlı biri. Sırım gibi ince uzun biri. Rivayete göre ‘bir zamanlar çok iyi kazanan bir doktor’muş. Yine rivayete göre İbrahim Ethem gibi ‘yeryüzünün sultanlıkları’ndan vazgeçip ‘kaçmış gitmiş kendinden.’ Biz meğer onu kendinden kaçarken görürmüşüz. Bazı dostları da takılırmış ona: ‘Şu kapındaki doktor tabelasını ya çıkar ya da eski doktor yazdır’ diye. Tekke olmuş muayenehanesi; gelen giden,dert ortağı olmuş herkesle. Tıbbın da konuşulduğu olurmuş, ayda bir mi desek, haftada iki mi? Adapazarı’nın bu ‘garip’ adamını, bu ‘meczup’ adamını var mısınız yakından tanımaya? Yakın dostlarına sorduk, bakalım ‘onu’ nasıl anlatmışlar… Hamza Tekin Hocaefendi: ‘YARI DOKTOR YARI DERVİŞ ‘ ‘Sadık Canlı bir zamanlar doktormuş; sonra yarı doktor yarı derviş mi diyelim; öyle bir adam oldu. Ama ihlâs ve samimiyeti zirvede olan, inandığı şeyleri tavizsiz savunmaya ve uygulamaya çalışan bir adam. İyi bir dost, iyi bir dert arkadaşı. Dostun derdini paylaşan, sevgili bir kardeştir. Adapazarı için özel bir şans. Nevi şahsına münhasır özel bir doktor. (1) Orhan Camii İmam- Hatibi Mustafa Aydın: ‘HAYATIN YUSUF GİBİ KUYUYA ATTIKLARINDANDIR‘ ‘Sadık Ağbi, yönetimde bulunmak istemez ama yönetmek ister. 28 Başkasının kendisine tesiri ancak kendi akıl ve gönül süzgeçlerinden geçtikten sonra belki mümkündür. Derviş ruhlu ama intisap etmesi kendine de zor gelir. Medeni cesareti, şahsi nevine münhasırdır. Doktor hoca değil, sanki hoca doktor gibidir. Hayatın Yusuf gibi kuyuya attıklarındandır, rol model alınması zordur. Belki ileride bir hazineden sorumlu nazır olabilir. Zira dünyayla münasebeti, sarmaş dolaş olamamış bir şahsiyettir. Yürekten sevdi mi, asla o sevgiye ihanet etmez hele sevdikleri çocuklarıysa farklı bir sadakat sahibi olur. O kimine göre yolunu sorana kutup yıldızı, kimine göre bir derviş, kimine göre “ümmete emanet” bir yalnız adam.‘(2) Yrd.Doç.Dr. Hasan Sağlam: ‘O BİR HEKİMLİK OKULUDUR ‘ ‘Sadık Canlı, Batıyı içinde bizzat yasayarak tanıyan biri. Döndükten sonra Batı medeniyetine ve büyük ölçüde Batılı materyalist felsefeye dayalı gelişen Batı tıbbına eleştirel yaklaşan biri olmuştur. Ne yazık ki günümüzde Batı medeniyetini eleştiren bir çok kişi, konu Tıp olunca öğrendiği her şeyi bir nas hükmünde görmektedir. Oysa Batı tıbbının en temel vasfı da insana hizmeti esas almamakta, aksine insan sağlığını bir sömürü aracı olarak zevkle kullanmaya devam etmektedir. Sadık Canlı‘yı tanıyana kadar ben de olan bitenden haberdar değildim. Onun bir ‘Hekimlik Okulu’ olduğunu fark edince, ne çürük bir zeminde gözlerimizin kapalı olarak mutlu bir hayat sürmekte olduğumuzu anladım. Bu okul Tıp mesleği için çok büyük değer taşımaktadır ve bunun farkında olmanın mutluluk ve hüznünü beraber yaşamaktayım.’(3) Tüccar Lütfü Salkım: ‘ TÜRKİYE’DE EŞİ BENZERİ YOKTUR‘ ‘Benim kırkbeş elli yıllık yakın arkadaşımdır. Allah tanıdıklarına ve ailesine mübarek etsin. Benle işi olmaz. Çünkü neden? Bizim kilometrede olan insanların, belli yaştan sonra hocayla ve doktorla fazla yakın olmaması gerekir. Bunda ikisi de var. İki kere kaçıyorum yani ondan; uzaktan görüşüyoruz. Sadık’ı üçe böleceksin: Dünü, bugünü, yarını diye. Dosttur. Arkadaştır. İyi bir insandır. Çok sevdiğim bir arkadaşımdır. İyi bir Müslüman’dır. Eşi benzeri yoktur. Bırak Adapazarı’nda, Türkiye’de eşi benzeri yoktur. Modern tıp yerine – Şaban Üstüner’in deyimiyle- otçulukla uğraşan tek adamdır. ‘Gidiyorum, ilaç yerine bana ot veriyor’ diye kızıp durur Şaban ağbi.’(4) Tüccar / Spor Yazarı Erol Girişken : ‘ALMAN KALECİSİ MAİER’İ AMELİYAT ETMİŞTİ ‘ ‘Sadık benim ta lise çağlarından beri tanıdığım bir arkadaşım. Baba dükkanlarımız Uzunçarşı’da çok yakın mesafedeydi. Genç yaşlarında bile arkadaşlığa çok önem veren birisiydi. Uzun yıllar dostluk çerçevesinde birlikteliğimiz oldu. Çok iyi bir insandır. Günahtan çok korkar. Yardımsever ve eli açıktır. Almanya’da uzun müddet kaldı, orada da Almanya’nın en meşhur profesörlerinden İmdal’ın asistanlığını yaptı. Almanya’nın meşhur kalecisi Maier’i de iki dirseğinden ameliyat etmiştir. O kadar çok ha- ADA’DAN PORTRELER Üç kişilik Sadikıyyun Tarikatın ikisi: Sahte Şeyh ve Asi Mürit (Sadık Canlı ve Fahri Tuna) – 2005 (Fotoğraf: Fatih Gürsel) tıramız var ki. İstanbul’da filan çok birlikteliğimiz oldu, girmeyelim şimdi onlara..’ (5) Tüccar Tarık Pekerken: ‘ADAPAZARI’NDA İNSANLARA İSLÂM’I HATIRLATIYOR ‘ ‘Benim gönlümde şudur: Bir kere ağbimdir, manevi bakımdan yerde emekleyerek dolaşan Tarık Pekerken’in tay tay durmasını sağlayan kişidir. Adapazarı’nda bir İslam simgesidir; insanlara İslam’ı hatırlatır. Biraz aristokrasi kokar, o da bizim daha çok hoşumuza gider. Onun şeyhliğinde kurulan üç kişilik bir tarikat içinde adımın geçmesi beni mutlu ediyor. Tarikatı kuran (halen tek) mürit arkadaşa teşekkür ediyorum. Cenabı Allah ona hayırlı uzun ömür versin, inşallah hep aramızda olsun.’ (6) Tüccar Alaattin Kalay : ‘KENDİNDEN VAZGEÇMİŞ BİR ADAM ‘ ‘Sadık Canlı denilince ilk alıma gelen, vefa kelimesidir. Hakikaten vefalıdır, arar sorar yani. Sonra kendinden vazgeçmiş bir adam gelir. Ama dünyadan değil. Çünkü coğrafyamızın her şeyiyle ilgilidir. Milletin derdiyle ilgilenerek deva bulan bir insandır o. Milletin zekâtı, fitresi, sadakası en doğru yere gitsin diye gece gündüz mücadele eden biri adamdır Sadık Canlı. Şefkatli ve samimi bir insandır. (7) Gazeteci Zeki Aydıntepe: ‘MESLEĞİNE İHANET EDEN BİR DERVİŞ ‘ ‘Mesleğine ihanet eden bir derviştir. Ondan esasında yararlanılacak konu sağlık; ama o taşın altına elini koymayıp kolay olanı seçiyor. İnsanın hem inançlı, hem de mesleğinde ehil olması istenilendir. Birini dışlayıp diğerinde yol almak ikisinden birine ihanet sayılmalı. Önemli olan bütün haliyle ve bütün bildikleriyle insanlara yardımcı olabilmektir. Bir yönüyle kayıp bir yönüyle sevgi saygı gören birisi olmasını değil de her konuda örnek alınacak bir kişi olmasından yanayız. İnsanlığına, yarımlaşma duygusuna, merhametine diyecek bir şeyimiz yok. Ama bir kimlik kazandırmada önemli rol oynayan bilgi ve birikimine sırt dönmesini de hoş karşılamıyorum. Bütün bizce olumsuz görünen yanlarına rağmen onu sevmemek mümkün değil. (8) Çizer Osman Suroğlu: ‘DOKTORLARIN DERVİSİ’ ‘Çok değişik bir insan. Adapazarı’nın ‘nev-i şahsına mün- hasır’ insanlarından birisi; duruşuyla, giyinişiyle, davranışıyla çok farklı yani, hemen kendini belli ediyor. Ben onu etrafa anlatırken ‘doktorların dervişi’ diyorum. Özellikle alternatif tıpı ön plana alması dikkatimi çekmişti, hatta ben oradayken Zafer’de bu konuyla ilgili yazılar da yazmıştı. Bu konuda da çalışmalarını çok takdir ediyorum. Uzaktan da olsa tanıdığım, sevdiğim, takdir ettiğim biridir. Gördüğünde ‘Suroğlu gel, otur’ der, çizgilerimi takdir ettiğini de söylemişti bir kaç defa. Bir şehri şehir yapan Sadık Canlı gibi insanlardır yani; varlığı Adapazarı’na çok şey katıyor diyebilirim’ (9) Tüccar İsmail Çakmak: ‘ BENİM İÇİN TIBBI NEBEVİ‘ ‘Benim için Tıbbı Nebevi, yani İslami tıbbın karşılığıdır. Çağımızın İbni Sina’sı görüyorum onu ben. Fedakâr adamdır, ciddi fedakâr adamdır. Hep veren olmuştur. Klasik görünüşüne bakmayın, modern bir derviştir o. Kariyer olarak sosyal yapı arasında, mektepliler içinde toplumun orta ve alt grubuyla olan ilişkilerinden dolayı ona ‘Adapazarı Bilgesi’ diyebiliriz. Sosyolojideki ara elamandır o. İdarecilerle eşraf ile avam arasında köprüdür o. Şehir için bilgi alınacak birisidir. Yaşama biçimi, 29 ADA’DAN PORTRELER 5. Sapanca Şiir Akşamları’nda Boşnak Şairlerle Sohbet – 2005 (Soldan oturanlar: ) Mustafa Şırbiç, Dr. Sadık Canlı, Seida Cehayiç (ayaktakiler soldan:) Dr. Hasan Sağlam, Yrd.Doç.Dr.Yılmaz Güney. (Fotoğraf: Fatih Gürsel) Pekerken’den telefon: ‘Geçmiş olsun’, ‘sağol ağbi de anlayamadım?’, ‘Şeyhe dil uzatırsan sık sık, böyle düşersin işte!’, ‘Ağbi düşen ben değilim, İsmail düştü, ben sendeledim sadece’, ‘O da şeyhimizin himmetinden işte, uyarmış seni, sallamış bırakmış. Merhameti yine fazla gelmiş!’ (‘Şeyh uçmaz mürit uçurur’ Türk atasözü bu durumlar için söylenmiş olmalı.) -------- topluma, cemiyete verdikleriyle de bunu fazlasıyla hak ediyor. Vere vere iki yakası bir araya gelmiyor‘ (10) Yayıncı İsmail Aydın: ‘ SAFİYANE MÜNEVVER ‘ ‘Adapazarı’nın münevverlerindendir. Bütün işlerine çocuk sevecenliğiyle sarılır. Her işinde çocuk safiyaneliği vardır. Muhataplarına kıymet verir. Bireysel yaşamı da böyledir. Onda hem münevverliği hem de safiyane çocuk duygularını her zaman görmek mümkündür. Matematikten yani paradan anlamaz. En sevmediği şey toplamaktır (para). Tek biriktirdiği dostlarıdır. ‘ (11) Kırtasiyeci Şaban Üstüner: ‘ CANLI AİLESİ ADAPAZARI İÇİN ÖNEMLİ BİR AİLE ‘ ‘Çok sevdiğim yakın bir dostumdur. Çok iyi bir insandır. Rahmetli babası Ömer Canlı da Adapazarı eşrafından çok iyi bir insandı. Uzunçarşının en eski manifaturacılarından birisiydi. Belediye meclis üyeliği de yapmıştı. Canlı ailesi zaten Adapazarı için önemli bir ailedir. Yenicami’de Köfteci Saffet Ağbi vardı, Orhan camii cemaati 30 olarak sabahları namazdan sonra oraya çorba içmeye giderdik. O da Almanya’dan daha yeni gelmişti. O da sabahları Saffet ağbinin yanında otururdu, daha sakalı da yoktu. Ben çok acı biber yerdim, o da diyor ki, oradan hayran hayran sana bakardım diyor. O günlerden tanışırız. Sadık hep gelir uğrar bana. Siyasi konularda, dini konularda bazı takışır, bağırışırız..’ (12) ŞEYHİMİZİN HİMMETİ Bilenler bilir; Sadık Canlı’yı çok seven iki arkadaş (biri Tarık Pekerken, biri de bu satırların yazarı) 1996 yılında (şaka maka on beş yıl geçmiş üzerinden) bir tarikat kurarlar; amaç bellidir: Sadık Canlı’yı düzeltmek. Asi mürit, şeyhliğe Sadık Canlı’yı, şeyh vekilliğine de Tarık Pekerken’i oturtur. Yüzlerce binlerce anı, anekdot yaşanır on beş yılda. Kitap olur cilt cilt. Gerçi geçen sürede ne şeyhte düzelme görülür, ne de iki müritte. İşte anılardan birisi: Yıl 2009 baharı, Kent Meydanı bitmek üzere. Kitapçı İsmail Aydın’la alanı gezerken, İsmail’in 20 santimlik otopark betonundan toprak zemine düşüp yuvarlanmasın mı, simsiyah takım toz toprak olmasın mı? Neyse gezdik, gördük, işyerlerimize döndük. Şeyh vekili Tarık 1) Hamza Tekin, 1945 Yozgat doğumlu, Emekli Kur’an Kursu Öğretmeni, hâlen Tozlu Vakfı Kütüphanesi müdürü, 21.8.2011’de telefon görüşmemizde anlattıklarından, 2) Mustafa Aydın, 1957 Düzce doğumlu, İngilizce öğretmeni, Adapazarı Orhan Camii İmam-Hatibi, 22.8.2011’de geçti e-posta bilgisinden, 3) Yrd.Doç.Dr.Hasan Sağlam, 1961 Trabzon doğumlu, SAÜ Araştırma Hastanesi’nde görev yapıyor, 21.8.2011’de telefon görüşmemizde anlattıklarından, 4) Lütfü Salım, 1944 İzmit doğumlu, temizlik malzemeleri ticaretiyle iştigal ediyor, 23.8.2011 tarihinde telefonla yaptığımız görüşmede anlattıklarından, 5) Erol Girişken, 1948 Adapazarı doğumlu, tüccar, ayaklı Adapazarı arşivi, 21.8.2011’de telefon görüşmemizde anlattıklarından, 6) Tarık Pekerken, 1957 Adapazarı doğumlu, Makine mühendisi, Mazlum Şekerleme’nin sahiplerinden, 22.8.2011 tarihinde yaptığımız telefon görüşmesinde anlattıklarından, 7) Tüccar Alaattin Kalay, 1965 Malatya doğumlu, Kuruyemiş ticareti yapıyor, 21.8.2011’de telefon görüşmemizde anlattıklarından, 8) Zeki Aydıntepe, 1943 Niğde doğumlu, Sakaryasporlu eski profesyonel sporcu, Yeni Sakarya Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, 22.8.2011 tarihinde yaptığımız telefon görüşmesinde anlattıklarından, 9) Osman Suroğlu, 1955 Pertek doğumlu, inşaat müh. Çizer, 19.8.2011 tarihinde platin Han’daki bürosunda yaptığımız görüşmeden, 10) İsmail Çakmak, 1963 Adapazarı doğumlu, kumaş ticaretiyle meşgul, 19.8.2011tarhinde Terziler Kooperatifinde yaptığımız görüşmede anlattıklarından.. 11) İsmail Aydın, 1960 Düzce doğumlu, yayıncı, 19.8.2011 tarihinde Değişim Kitabevinde yaptığımız konuşmadan, 12) Şaban Üstüner, 1934 Adapazarı (Maksudiye) doğumlu, kırtasiyeci, 19.8.2011 tarihinde Yavuz Kırtasiyede yaptığımız görüşmede anlattıklarından. ADA’DAN PORTRELER Portre / Fahri Tuna DR. SADIK CANLI Modern Tıbbın Beyaz Lekesi! Bir izzet abidesi. Modern tıbbın beyaz lekesi. Zaten lûgatında sadece iki renk mevcuttur: Beyaz ve siyah. İlkelerin adamıdır o; ilkelerin ve ilklerin. Gönlünü insanlara ya “tam açar”, ya “tam kapatır”. 1948 doğumlu. Önce Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezuniyet... Ardından Almanya Ruhr’da on yıl, genel cerrahlık ve kaza cerrahlığı mütehassıslığı... Çifte cerrahlık mütehassıslığından sonra ülkesine dönen Sadık Bey’in, yaptığı ilk cerrahi müdahale, “modern tıb”ba oldu; cerrahımızın hastası yirmi küsur yıldır ameliyat masasından kalkabilmiş değil; halen bitkisel hayatta. Sadık Canlı’ya göre, modern tıp “Emeviler’le başlar, Fransızlarla değil.” Modern tıbbın bir tek itici gücü vardır: Sömürü” (1) Dr. Canlı’nın “İslâmî Tıp Tezi” nde, ilk reddiyesi İbni Sina ve Farabi’yedir. Zira; “Modern tıbbın ilham kaynağı bu iki zattır; bozulma onlarla başlamıştır.” (2) On bir adet tıp kitabını, Osmanlıca’dan günümüz Türkçesine bizzat kendisi çevirdi. Deva iksirini fıtratın saf ve bakir diyarlarında arayan bir tıp dervişidir. Modern tıbba karşı Muhammed Ali... Tam adı Ahmed Sadık Canlı. Doğrudur; o hem çok hamdeden bir ahmed, hem Allah ve Resulü’nün sadık bir bağlısıdır: Buna, onu tanıyan herkes şahadet eder. İki metrelik sicim gibi bir boy, beyazı siyahına galip uzun saçlar ve uzun sakallar, uzun oval bir yüz, hafif kalın ve belirgin bir burun, tarihin derinliklerinden bakıyor izlenimi veren zeki bir çift göz... Geniş alnının altını süsleyen kavisli belirgin kaşlar... Yüz çizgilerinde insanlık tarihinin izleri okunur... Hemen daima, Hz. Adem’le başlayan bir çizginin birikimleriyle yoğrulmuş bir ruh hali. Hayatının üç aşaması var: Gençlik yılları, bohem hayatı, sırat-ı müstakim dönemi. Üç dönemin de belki tek ortak paydası; kitap kurdu olmak... Okuduğu her yüz kitaptan onu tıpla ilgiliyse, doksanı fıkıh, tarih sosyoloji, akaid, mezhep ve medeniyetlerle ilgilidir; evinde ve işyerinde binlerce cilt kitaptan müteşekkil bir kütüphanesi mevcuttur. Yarım asırlık ömrüne sığdırdığı binlerce cilt kitabın ondaki bakiyesi şudur: Bu iş kitaplarla olmaz!... Hükmü şudur: “Müslümanlar bilim felsefelerini ihdas etmedikçe, onlara kurtuluş yoktur!” (3) Tozlu Camii bitişiğindeki muayenehanesi de, Marmara Polikliniği’ndeki muayenehanesi de, bir hekim muayenehanesinden ziyade Adapazarı’nın ‘Hikmet Meclisi” dır; beyni fikir ve medeniyet hassasiyetiyle zonklayanların yollarının kesiştiği noktadır orası. O bazılarının ağabeyi, bazılarının üstadı, bazılarının sırdaşı, bazılarının dert babası; mesela Tarık Pekerken’le benim şeyhimdir; bir farkla; bizim tekkede müritler şeyhi yönetir!.. Zaman zaman Ebu Hanife bakışı, ekseriya İbni Arabi yaşayışı, arada bir İbni Teymiyye... İşte Sadık Canlı!... Orucu Davudidir; bir gün açık, bir gün kapalı. Dostlarına göre; yakın dostu merhum özdeyiş sanatçısı Mehmet Salah gibi, sigarayı çaya yaren eden; rahle-i sohbet halkası piridir. Coğrafyamızın muhtarıdır o; Balkanlardan Kafkaslara onun kadar ilgi sahibi insanı, az gördüm. Aynı şekilde o ülkelerden gelenlerin de ilk uğrak yerlerindendir tekkesi. Çocuklarımızın isimleri bizim dünyamızı açıklar; işte altı çocuğunun isimleri: Ece, Aslı, Ayşe, Fatma, Zeynep ve Mustafa Ömer. Akide şekeri götürdüğümde çocuklar gibi sevinen bir tek çocuk gördüm hayatımda: Sadık Canlı; akideyi yerken adeta Devlet-i Aliyyeyi Osmaniye’de yaşamaktadır. İtiraf etmeliyim: Ona her akide götürüşümde, bir taşla iki kuş vurmaktayım: Bir, onu mutlu görmek, iki, yüz yıllık Mazlum Şekerleme’nin fındıklı akidesini test ettirmek... Hikmet ve kitap mecnunlarının uğrak yeri, bizim kitapçı İsmail’e göre; “öfkelerinde de, sevgilerinde de biraz mübalağalıdır”; mübalağanın yakıştığı adam! Bohem bir hayatın zirve ve uçurumlarından, insanlık tarihinin zirvelerinde kanat çırpmak... ... İşte Sadık Canlı’nın hayatı... (1) Akit Gazetesi, 29 Ekim 1997 tarihli röportajı. (2) Akit Gazetesi, 29 Ekim 1997 tarihli röportajı. (3) Özel bir sohbetinden. 31 SİZDEN GELENLER Harun ÇALTIKOĞLU Kendine Gel Ey Müslüman Kardeşim Ey Müslüman kardeşim! Görüyorum ki anadan, babadan veya çevreden görme Müslüman gibi yaşamaya çalışıyorsun. Ama ben sana diyorum ki onları taklid etmeyi bırak. Bir eline KURAN-I KERİMİ öbür eline Efendimizin sünnetini al. Aç bir oku. Ne diyor ALLAH (c.c.) bize Rasulullah (s.a.v) ne diyor. Biz niçin gelmişiz dünyaya hiç merak ettin mi? Ey Müslüman kardeşim! Başla artık namaz kılmaya. Her nefes alışında ömrün tükeniyor. Gidiyorsun yavaş yavaş geldiğin yere. Bir daha dönüşü olmayan bir yere. İstemez misin cenneti, yoksa razı mı oldun cehennemin sıcağına? Bu hayat bir eğlenceden ibarettir diyor ALLAH (c.c). Kalk artık yattığın yerden. Bırak boş işleri. ALLAH (c.c) sana günde 5 defa randevu veriyor. Kalk bu fırsatı kaçırma. ALLAH (c.c) seni seviyor ki seni günde 5 defa huzuruna çağırıyor. Daha ne zamana kadar böyle inat edeceksin? Askerden dönünce mi, evlenince mi,çocuğun büyüyünce mi,ev alınca mı,emekli olunca mı? Sen böyle diye diye hiç farkında olmadan gidiyorsun asıl ALLAH’ın huzuruna. Unutma ki o zaman ALLAH (c.c) dünyada gösterdiği merhameti göstermeyebilir. O zaman ziyana uğrayanlardan olursun. Ey Müslüman kardeşim! Sende olan o büyük gücün farkında mısın? Daha farkına varamadın biliyorum. Böyle yaşamaya devam edersen fark edemiyeceksin. Dur! Ben sana söyleyeyim. Sendeki güç dünyaya meydan okuyacak bir güçtür. Çünkü senin yanında AL LAH var. Ama sen bunun farkına 32 varamadın. ALLAH senin yanındayken yokmuş gibi davrandın. Hiç tanımadın ALLAH’ı. Hiç merak etmedin seni yaratanı. Diyorum ki sana,başkasına sığınmayı bırak. Sen ALLAH’a sığın ki ALLAH sana o gücü versin. Ey Müslüman kardeşim! Sen peygamber efendimizi tanır mısın? Hani ismini duyduğunda elini kalbinin üzerine koyup salavat getirdiğin. Ama hiç okudun mu onun hayatını? Duydun mu sadece 55 yaşından sonra tam 63 sefere çıktığını? Duydun mu açlıktan karnına 2 taş bağladığını? Sadece özel günlerde mi rasulullah aklına gelecek? Halbuki ALLAH onu bize örnek olsun, onun yolunda gidelim diye gönderdi. Bakıyorum ki sadece şefaat deyince aklına geliyor. Ama unutma ki onun yolunda gidenlere şefaat edecek. Unutma ki ahirette ALLAH’a kuran yolunda gitmeyenleri kuran-ı terk ettiler diye şikayet edecek. Kardeşim sana tavsiyem şudur ki ahi- rette rasulullahla beraber olmak istersen onu hem seviyorum de hemde sevdiğini onun gibi yaşayarak ispat et. İspat et ki o zaman hak edeceksin cennette onunla olmayı. Ey Müslüman kardeşim! Bırak yalnız yaşamayı. Gir Müslüman kardeşilerinin arasına. Git bu dava uğruna canını ortaya koyanların yanına. Gir dünyadaki cennet bahçesine. Soracaksın nedir bu cennet bahçesi? Sorduğun sorunun aynısını sahabe de sormuş efendimize. Bu bahçe ilim meclisidir demiş efendimiz. Kaçırma bu fırsatı. Kim istemez ki cennet bahçesine girmeyi. Katıl ALLAH’ın birbirini kardeş kıldığı insanların arasına. Öyle uzak durma gel aramıza. Gel ki dünyada cennete birlikte hazırlık yapalım. İyi hazırlık yapalım ki Ahirette efendimiz önde biz yanında kol kola girelim cennete. Kardeşim görüşmek dileğiyle ALLAH’a emanet ol.