İndir

Transkript

İndir
ÇUKUROVAS ANAT
Aylık Fikir Sanat Edebiyat Dergisi Yıl:1 Sayı:4 Nisan 2010
ÇukurovaSanat’tan...
“Yıl:1 Sayı:4 Nisan 2010” künyedeki bu satır
aradan 4 ay’ın geçtiğini söylüyor. Belki bazılarınıza
uzun bir zaman olmayabilir. Ama çocuğun doğduktan
sonraki gelişmesini takip eden ana-babaya sorun
bakalım aradan geçen bir ayı iki ayı...
Bu zaman zarfında aldığımız tepkiler hep olumlu
ve cesaret verici... Teknik anlamda eksikliklerimiz
“zamanla düzelir” sözleriyle, nezaketle söylendi.
Tabii biz anlayacağımız anladık ve her seferinde bir şeyleri daha iyi yapmaya gayret ettik. Ama
diğer tarafta bu dergiyi çıkarmaktaki amacımızı
ortaya koyduğumuzda aldığımız tepkiler daha bir
cesaretlendirici ve daha bir gurur verici oluyordu.
Yapmaya çalıştığımız, tabir yerindeyse “Anadolu
dergiciliği” değildi. İki üç arkadaşın bir araya gelerek edebi duygularını tatmin etmek için çıkardığı ve
“nereye kadar giderse gitsin” gibi bir hedefimiz de
yoktu. Biz başka şeylerin peşinden geldik buralara.
Bizim kaygımız farklı, bizim kavgamız farklı...
Mensubu bulunmaktan şeref duyduğumuz bu Yüce
Millet zor günlerden geçiyor. Hem üzerinde yaşadığımız
topraklarda, hem de yüreğimizde yaşattığımız
topraklarda. Bunun bilincinde olmak, bunun acısını
ve kaygısını duymak bile insanın harekete geçmesi
için bir sebep. Milletimize, davamıza, ülkümüze ve
ülkemize hizmet etmekten başka bir gayemiz yok. Sahip olduğu kültürden ve yücelikten haberi olmadan
yaşayan insanlarımıza bir şeylerin kaygısını çektirmekti amacımız. Çoğumuzun içinde bulunduğu
durum şu; “bir gecekonduda oturuyoruz, elektrik
yok, su yok, yarı aç yarı tok... Gecekondunun temelinde hazine saklı... Zahmet edip yıkılan yerleri
tamire kalksak bu hazineyi bulup refaha ereceğiz”
ama nerede...İşte biz bu hazineyi ortaya çıkarmaya
kararlıyız.
Türklüğe, Türk Milletine hizmet etmenin yolunun, öncelikle meseleleri gerçekçi ve ön yargısız
bir düşünceyle tespit etmek olduğunu biliyoruz.
Şunu da çok iyi biliyoruz ki; Türklüğün meselelerine eğilen her insan samimi, dikkatli ve cesur olmak zorundadır. Olaylara samimiyetle ve bilerek
bakmasını bilmeyen, olaylardan ibret alamaz. İbret
almak için ise, korkusuz olmak gerekir; zira “korku
insanı musibetten kurtarmaz daha beterine düşürür.
Çok şükür Türk’ün, Türklüğün içinde bulunduğu
durumdan rahatsız olan, bir şeylerin yapılması
gerektiğini düşünen insanımız çok. Bunların samimi
olduklarını da çok iyi bilenlerdeniz. Ama ne hikmetse herkes kendi kulvarında elinden geldiğince,
gücünün yettiğince mücadele veriyor.
“... Kalede yatmış idim
Top attılar oyanmadım,”
diyen hocalarımız vardı. 1970’li yıllardan beri kalemiyle, çizgileriyle bu davaya gönül verenlerin
gönüllerini süsleyen.
Kendimizi anlattık, hedefimizi anlattık, yapmak
istediklerimizi anlattık. “Gözümüz Tanrı Dağı’nın
doruklarında, önümüzde koskoca Türk Dünyasının
haritası, yüreğimizde onların muhabbeti, dilimizde
onların türküleri “ dedik. İkna oldular. Amacımızın
“Yükselmek için değil yükseltmek için...”
mücadele etmek olduğunu anladılar. Ve nihayetinde;
“Söz ile söhbet ile oyattılar...
Saz ile avaz ile oyatdılar “ diye sözlerini
tamamladılar.
Eğer davanız kutsal ve hedefiniz büyükse siz, devlerle er meydanına çıkacaksınız demektir. O zaman
sizin de saflarınızda DEV’lerin olması gerekir. Biz
bir bir uyandırmaya başladık Türklüğün Dev’lerini,
Ülkünün Dev’lerini...
Ve diyoruz ki;
“Bir olalım, İri olalım, Diri olalım”
Yapacağımız tek şey; “DAMARLARIMIZDAKİ
ASİL KAN”ın beynimizde çaktırdığı şimşekle
aydınlanacak yolda yürümek.
Yapacağımız tek şey; en çaresiz zamanlarda bile
“MUCİZELER YARATAN BİR IRK”ın mensubu
olduğumuzu hatırlamak.
Her gün güneş doğuyor ve batıyor, gezegenler hareketlerine devam ediyor; o halde GÖK
ÇÖKMEDİ.
Her gün yeni bir güne uyanıyoruz. Ayaklarımız
yere basıyor. Günlük meşgale içinde mücadele ediyoruz, demek ki; YER (de) YARILMADI.
Hal böyle olunca İLİMİZİ VE TÖREMİZİ bozmaya yeltenenlere verecek bir cevabımız da vardır
mutlaka.
Saygılarımızla...
Abdullah Beyceoğlu
ÇukurovaSanat
Aylık Fikir Sanat Edebiyat Dergisi
İmtiyaz Sahibi
Abdullah BEYCEOĞLU
Yazı İşleri Müdürü
Ömer Faruk BEYCEOĞLU
Genel Koordinatör
Yrd.Doç.Dr.Ahmet Ali ARSLAN
(GARİPKAFKASLI)
Hukuk Danışmanı
Av. Ahmet AHİOĞLU
Av. İsmail ARISOY
Danışma Kurulu
Prof.Dr.E.Semih YALÇIN
Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH
Prof. Dr. Erman ARTUN
Prof. Dr. Vahit TÜRK
Doç. Dr. Şener DEMİREL
Doç.Dr. İsmail DOĞAN
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Ender GÖKDEMİR
Yrd.Doç.Dr.Şener ŞENEL
Yayın Kurulu
Feridun YILDIZ
B. Kemal GÜRSOY
Tarık KILIÇARSLAN
F. Kaya KUZUCU
Şükrü ALNIAÇIK
İsmail KANDEMİR
Fazıl ÇETİNER
Emete GÖZÜGÜZELLİ
Mehmet Ali ARSLAN
İletişim
P.K 1077 Cemalpaşa/ADANA
[email protected]
0 539 332 58 79
www.cukurovasanatdergisi.com
Baskı/Cilt
Kuşak Ofset
Himaye-i Etfal Sokak Yıldırım Han No.11-1,2,3
Tlf:(0212)527 41 03 Cağaloğlu-İSTANBUL
Kapak Deseni: Garipkafkaslı-(Nihal ATSIZ)
Yıl : 1 Sayı : 5 Mayıs 2010
İÇİNDEKİLER
3
ÇukurovaSanat‘tan
6
Türk’üm
Almas YILDIRIM
7
Sitem
Dilaver CEBECİ
8
Türk Gençliğine
Hüseyin Nihal ATSIZ
11
Sesinden Vurulmuş Turnam...
Dr. Ahmet Ali ARSLAN
16
Destan
Arif Nihat ASYA
17
Türk ve Müslüman Olmak
Yrd.Doç.Dr. Ahmet Ender GÖKDEMİR
18
Memleket...
Tarık KILIÇARSLAN
19
Tanrı Dağına Kar Yağıyor Bu Gece
Ahmet Ali ARSLAN
ÇUKUROVA SANAT
YAZI AİLESİ
Prof. Dr. Fikret Türkmen
Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun
Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya
Prof. Dr. Abdulhaluk Çay
Prof. Dr. Özkul Çobanoğlu
Prof. Dr. Ali Çelik
Prof. Dr. Reşat Genç
Prof. Dr. Kazım Yaşar Kopraman
Prof. Dr. Umay Günay
Prof. Dr. Taciser Onuk
Prof. Dr. Gürol Banger
Prof. Dr. Şerif Aktaş
Prof. Dr. Sevim Piliçkova - Makedonya
Prof. Dr. Mirfatih Zekiyev – Tataristan RF
Prof. Dr. Ahmet Süleymanov – Başkurtistan RF
Prof. Dr. Nikolay Yegerov – Çuvaşistan RF
Prof. Dr. Kurbandurdu Geldiyev - Türkmenistan
Prof. Dr. Elmira Adilbekova – Kazakistan
Prof. Dr. Süleyman Kayıpov - Kırgızistan
Prof. Dr. Abduldacan Akmataliyev - Kırgızistan
Prof. Dr. Kamil V. Nerimanoğlu – Azerbaycan
Prof. Dr. Mezahir Avşar
Prof. Dr. Ahmet Nahmedov
Prof. Dr. Vagif Sultanlı - Azerbaycan
Prof Dr. Nazım Hikmet Polat
Prof. Dr. Huang Zhong Xiang – Çin
Doç. Dr. Makbule Muharremova
Doç. Dr. Naci Önal
Doç. Dr. Mustafa Arslan
Doç. Dr. Turgut Tok
Doç. Dr. Zübeyde Bigtafirova – Tataristan RF
Doç. Dr. Rafel Muhammeddin – Tataristan RF
Doç. Dr. Yuhsa Zhanna – Saha Sire RF
Yrd. Doç. Dr. Burhan Kaçar
Yrd. Doç. Dr. Minara Aliyeva Esen
Yrd. Doç. Dr. İlyas Yazar
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Yardımcı
Yrd. Doç. Dr. Ömer İnce
Dr. Ahmed Sami El Aydy – Mısır
Dr. Mehmet Karaaslan
Dr. Yaşar Kalafat
Dr. Bayram Durbilmez
Mehmet M. Bayat – Bağdad
Abone Şartları:
(Yıllık) Yurt İçi : 60 TL Yurt Dışı : 90 TL
Abonelik işlemleri için:
“Ömer Faruk Beyceoğlu” adına açılmış bulunan
Posta Çeki Hesabı: 6090548 veya
21
“Şeb’i Yelda”dan
A. Yağmur TUNALI
22
Tanrı Türk’ü Korusun
Bahtiyar VAHAPZADE
23
1944 Türkçülük Olayları
İkbal VURUCU
28
Dileğim
Mustafa ASLAN
29
Gızıl Alma
Fazıl ÇETİNER
30
Salgurlu’dan Günümüze Halaç Türkleri ve
Halk İnanışları
Dr. Ahmet Ali ARSLAN - Dr. Yaşar KALAFAT
37
El Etti Türkler’e
Mustafa KAYABEK
38
Firuze Düşlü Şehir
Sevim ÇAKICI
39
Özde Biriz Çünkü...
Emine IŞINSU
40
Gözlerimden Uçan Ak Kayık
Aşım CAKIPBEKOV
46
Bizimdir
Oğuz Ş. DUMAN
Ziraat Bankası:
TL Hesabı - TR110001001727434429055001
Euro Hesabı - TR890001000013434429055004’na abone
bedeli yatırılarak e-mail ile adres bilgileri gönderildiği
takdirde dergileriniz gönderilecektir.
BALTANIN SAPI BİZDEN
Garipkafkaslı
Azerbaycan, Rusları topraklarından atmak ve
tarihi işkâl hareketine ebediyen son koymak istiyor ve gecesini gündüzüne katıyordu. O zamanlar,
Washington’daydım ve Türkiye’nin önde gelen
günlük gazetelerinden birinin Amerika temsilcisi ve Washington’da Büro Şefiydim. Bakü’de
20 Ocak Rus işgalinden sonra yaralar sarılmağa
çalışılıyor ve halk Milliyetçi bir cephede
toplanmağa ve bir yumruk olmağa çağrılıyordu.
Elçibey ümitsizdi. Çok şey biliyor, fakat az şey
söylüyordu. Rus Tanklarının Azerbaycan’ın
başkenti Bakü’yü işgâl harekâtının üzerinden
bir yıl geçmişti. O tarihlerde Rus yanlısı “kukla” bir hükümet baştaydı ve 20 Ocak işgalinin
yıl dönümünden önce Bakü’deki Batılı gazetecileri ve basın yayın ajanslarını ülkeden sınır
dışı etmişti. Onlar sınır dışı edilmekte olsun ben
Waşington-Moskova-Bakü yoluyla Azerbaycan’a
girdim. Hayatımda unutamayacağım mükemmellikte bir anma merasimlerine şahit oldum
Bakü’de. Elçibey en önde yürüyor ve arkasında
Azerbaycan’ın gerçek aydınları, başta Bahtiyar
Vahapzade olmak üzere kol kola girmiş vakur bir
yüz ifadesiyle yürüyorlardı. Rus’un tankına karşı,
yüreklere kilitlenmiş Türk ateşiyle, “Odlar Yurdu”
Azerbaycan’ın başkentinde halka örnek bir hareket
sunuyorlardı. Elçibey ve arkadaşlarının başlarının
üzerindeki pankarta Azerbaycan Türkçesiyle
yazılmış veciz bir cümle dikkatimi çekti. Bu sözü
ölümsüzleştirmek için birkaç defa fotoğraf makinemin deklanşörüne bastım. “İçimizde hainler
olmasa, düşmen bize dav gele bilmez!”. İnsanı,
iliklerine kadar titreten ve sarsan bir cümle.
Doğru mu anladım acaba. Yanımdaki dostuma,
bilim adamı Prof. Dr. Firidun Celilov’a Anadolu Türkçesiyle tekrar ettim: “İçimizden hainler
çıkmasa, düşman bize galip gelemez!” Sonra,
Elçibey’le bir araya geldik. Akşam yemeğinde
beni yanına oturtturdu. Defterime not etmiştim,
defterimi çıkardım ve Elçibey’e bu sözün ne
manaya geldiğini sordum. Ders alınması gereken
bir sözdü. Çünkü yürüyüş boyunca bu pankarttan başka pankart ve söz taşınmamıştı. Elçibey
elindeki çatal-bıçağı masaya koydu. Suyundan bir
yudum içti. “Vakti zamanın birinde,” diye sözüne
başladı. “Vakti zamanın birinde, Azerbaycan’ın
kuzeyindeki meşeliklerden birinde yaşlı bir ağaç
iç çekerek, aşağıdan yukarıya doğru kendilerine
doğru tırmanan bir balta görür. Büyük bir telaş
ve korkuyla;
— Eyvah! Bize doğru gelen şu baltayı görüyor
musun oğul?, diye yanındaki yaş ağaca mırıldanır.
Genç ağaç, oralı değildir. Büyük bir cesaret ve
güvenle sağa-sola sallanarak;
— Ey kart ağaç! Senin saçın gibi, aklın da ağarmış.
Bir yol dön sağına bak… Bir de soluna bak. Bu
ormanda 10 milyon ağacız biz. El kadar bir demir
bize ne yapabilir? Sende hiç akıl, izan yok mu?
— Var… Var oğul! Ben o bir el büyüklüğündeki
demir baltadan korkmuyorum, onun sapı olmazsa
o bizi kesemez. Maalesef, o gördüğün baltanın
sapı bizden! Beni endişelendiren ve korkutan ger-
çek budur oğul!
Desen: Garipkafkaslı, 2003
6
UYUYANLARA AĞIT
Galip Erdem
Derin bir uyku içindesiniz.
Rahatsınız, huzurlusunuz, memnunsunuz!
Olup bitenleri görememenin, uyandırılacağınızı düşünememenin keyfini sürüyorsunuz. Saadetinizin
hep böyle devam etmesini, hiç uyandırılmamanızı isterdim.
Fakat maalesef bir gün gelecek, siz de uyandırılacaksınız.
Yazık ki o zaman, “Artık çok geç olacak!”
Bir daha uyumak şöyle dursun yatak bile bulamayacaksınız.
Ve o vakit, sizin hesabınıza üzülmek yine bize düşecek.
Biliyorum: Düşünmeyi sevmiyorsunuz.
Düşünürseniz rahatınızın kaçacağından korkuyorsunuz.
“Yuvanızın temeline dinamit koymak istiyorlar.” diyoruz, aldırmıyorsunuz.
Sözümüze kulak verirseniz, tedbir almak gerekeceğini anlıyor, zahmete girmek istemiyorsunuz.
Bir tek endişeniz var: Gününüzü gün etmek, dilediğiniz gibi yaşamak.
Mücadeleden ürküyorsunuz.
Öylesine ürküyorsunuz ki, sizin için yapılan mücadelelerle ilginiz olmadığını göstermek ihtiyacını
duyuyorsunuz.
Memleketin bin bir davası var.
Nizamımızı yıkmak isteyen düşman kuvvetleri sayılamayacak kadar çok.
Diken üzerindesiniz.
Fakat dikenli bir yolda ayağınızı yaralamadan yürümenin mümkün olmayacağını unutuyorsunuz.
Tehlikeyi görünce, korkulu bir rüya görmüşçesine, sırtınızı dönüyor, yeni ve eskisinden daha derin bir
uykuya dalıyorsunuz.
Canınıza kastedenler, her geçen gün yatağınıza daha fazla yaklaşıyor, koruma imkanlarınızı gittikçe
azaltıyorlar.
Hiçbir feryat sizi uyandırmıyor, tehlikeyi anlamanızı temin etmiyor.
Yaklaşan düşmanın ara sıra yumruğunu yiyor, hassas bir yerinize iğne batırılmış gibi şöyle bir sıçrıyor,
şaşkın şaşkın bakıyor ve sonra da sayın başınızı yastığa gömüyorsunuz.
Kurtuluş ümitlerine veda etmeden uyanmanızı istiyoruz.
İyi niyetimize akıl erdiremiyor, gayretlerimize yabancı kalıyorsunuz.
Hatta biz olmasak daha rahat uyuyacağınızı sandığınız, bu yüzden bize düşman kesildiğiniz bile
oluyor.
Yine de baş ucunuzda davul çalmaktan vazgeçmeyeceğiz.
Gözünüzün açılması için ne mümkünse yapacağız.
Gafletten sıyrılmaya, biraz da sizin çalışmanızı bekliyorsak, acaba haksızlık mı ediyoruz?
7
Desen : Atanas Karaçoban
KAHRAMANLIK
Hüseyin Nihal Atsız
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir
Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.
Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından
Koşar adım gitmeli onların arkasından.
Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.
Yırtıcılar az yaşar… Uzun sürmez doğanlık…
Her ışığın ardında gizlidir bir karanlık;
Adsız sansız olsa da, en büyük kahramanlık:
Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir.
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de güneşler gibi parlayıp sönmemektir.
Bunun için ölüme bir atılış gerektir.
Atıldıktan sonra da bir daha dönmemektir.
İstanbul - 1933
8
MERHAMETSİZ ZAMANIN YİĞİT EVLADI
Prof. Dr. Kulbek Ergöbek*
Değerli Dost!
Benden Beysembay Kenjebayoğlu hakkında
düşüncelerimi yazmamı istedin. Benim için bundan daha büyük bir şeref yoktur. Benim elime ilk
defa kalemi tutuşturan, hayatının son on yılını bir
evde baba-oğul gibi yaşadığımız büyük insanın
ömrünü kaleme almaktan daha büyük şeref ne
olabilir ki?
Ancak, bu büyük insanın hayatı ile cesaretinin
hangi tarafından başlayacağımı bilemiyorum.
Hayatı mı? Onun ömrü eziyet doludur. O insanın
kendi özel hayatı olmadı. Tüm ömrünü Kazak
halkına ve Kazak halkının edebiyat tarihine adadı.
Onun hayatı tamamen cesaretten ibarettir.
Millet denen kavramı Sovyet rejimi affetmiyordu.
Beysembay’ı da affetmediler. Sovyet ideolojisinin
verdiği “ekşi demi” tatmakla geçti hayatı. O’nun
hayatı, edebiyat tarihine adanmış bir hayattı.
Hem özel hayatı hem de edebi hayatı cesaretten
ibaretti. Hayatı azapla geçmesine rağmen, edebi
eserlerindeki zevkli üslubu ve de cesur tespitleri
benzeri görülmemiş üstün örneklerle doludur.
Alçakgönüllü yapısının yanında sağlam temellere
dayanan tespitleri sayesinde, halkın gönlünde çok
istisna bir yer edindi. Edebi ilmindeki sağlamlığı
O’nun edebiyat sahasındaki gücünü ortaya
koymuştur. Hangi birini anlatayım?
Onun doğduğu yer; “Kültöbe’de her gün
toplantı” adını alan tarihi yer, bu günlerde baraj
(bögen) altında kaldı.
O,yetim büyüdü. Maldıbek adlı zenginin
hayvanlarına baktı. O, tabanları yarık, dudakları
çatlak hizmetçinin ta kendisi idi.
Kaçarak Taşkent’e gitti. Bir Özbek zenginine
hizmetçi oldu. Kerpiç döktü. Bahçeye baktı. “Arka
eti arşa, borbay eti borşa” örneğinde olduğu
gibi, açlıktan ölmek üzereyken, oradan kaçıp
kendini sokağa attı. Hırsız olarak yaşayan, pazar
tezgâhlarının önündeki malları çalıp pazarcılara
kan kusturan sokaktaki yankesici çocuklarla birlik* Çimkent / Kazakistan
Kazak Türkçesinden aktaran: Cemal Şafak
9
1 Çok zayıflamak,”bir deri bir kemik kalmak.”
2 1917–1919 yıllarında Kazak aydınlarının kurduğu ilk siyasi teşkilat.
te yaşadı. O günlerde Gani Muratbayoğlu, Akpayev, Sadıkbek Saparbekoğlu birleşerek bu kirli
paslı, bakıma muhtaç çocukları toplayıp “4.Yetim
Çocuklar Evi”ne teslim ettiler. B.Kenjebayoğlu,
Ö.Türmanjanoğlu, J.Arıstanoğlu, Beysenbay
Kaskırbayoğlu bu çocuklardan bazılarıydı.
Bunları banyoya götürdüler. Pis giysilerini ateşe
attılar. Bilgilendirdiler. Yetim çocuklara, orkestra
şefinin babası Sadvakas Ospanov, meşhur Yusuf Köpeyev’in oğlu Âmin Jusupov gibi Abay’ın
şiirlerini ezbere bilen aydın kişiler bilgi veriyorlardı.
Sabahtan akşama kadar Abay’ın şiirlerini
ezberliyorlardı. Arada sırada Gani ve Sadıkbekler
gelerek durumlarını yakinen kontrol ederlerdi.
Yetim çocuklar evinde beraber oldukları Beysenbay Kaskırbayoğlu’nun dokuz yaşındaki kız
kardeşini, dokuzuncu hanım olarak alan Ermeni
zenginine karşı Amin karşı harekete geçti ve buluğ
yaşına gelmeyen kızı geri alarak getirip çocuklar
evine tekrar yerleştirdi.
Bu olayın etkisinden olacak, bir gün akşam
üstü Amin’in bıçaklanarak öldürüldüğü haberi geldi. Bu Ermeni zengininin işiydi. Yetim çocuklar yine kimsesiz kalmışlardı.
Amin’i göz yaşları içerisinde toprağa verdiler.
Kabrinin başında Mırjakıp Dulatoğlu, Jusipbek
Aymavıtoğlu gibi Alaş’ın2 birçok üyesi ve onun
ağabeyi konuşma yaptı.
Okumaya devam etti. Aymavıtoğlu, Kojanoğlu,
Rıskuloğlu, Jumabayoğlu, Çulpon, Törekuloğlu
gibi dönemin büyük kalemleriyle tanıştı. Gani’nin
evine üstü başı kirli olarak gittiğinde Sara, bu
görüntüsünün onuruna dokunduğunu hissettirerek
“Yalınayaklarını kaybet” diye bağırırdı.
Jas Kayrat’a” makale yazdı. Bazen Gani, bazen de Sara’nın imzası atılan gazetelerde birçok
makaleleri yayınlandı. “Öğrencim Beysenbay’a”
diye Gani resimli portresini armağan etti. Böylece genç Beysembay’ın, genç gazeteciliğine yol
gösteren Gani Muratbayev olmuştur.
Gazeteci, eleştirmen, edebiyat tarihçisi Beysembay Kenjebayev.
(oturanlardan sağdan ikinci beyaz gömlekli ), Moskova, 1933.
Stalin D.E.K.Ü. (Doğu Emekçileri Komünist
Üniversitesi)nde Türmanjanoğlu, Arıstanoğlu,
Aytmatoğlu,(Cengiz Aytmatov’un babası)ile birlikte okudular. Lenin’i gördü. Stalin ve Troçkiy’le
karşılaşarak onları dinledi. Rıskulov, Törekuloğlu,
Saparbekoğlu D.E.K.Ü.sine gelerek öğrencilere
konferanslar verdiler. B.Rusov’un açtığı sanat enstitüsünde öğrenci olan Mağjan Jumabayoğlu’ndan
ders aldı. Onun evine gitti. Zeliha Yengesi’nin
elinden çay içti. Şair Mağjan, Beysenbay’a edebiyat grubunda Abay hakkında makale yazdırttı.
Böylece delikanlı Beysembay’ın edebi makalelerine ilk yol gösteren M.Jumabayoğlu oldu.
Sovyetlerin kılıcından kan damlayan zalim siyasetine rağmen M.Jumabayoğlu’nun ailesiyle ve
hocasının hanımı Zeliha ile bağlantısını kesmedi. Bu vefasından dolayı, uzun yıllar sonra 1970
yılında yazdığı “Ustaz” (hocam) adlı özlem dolu
makalesini matbaaya verdi, ama hiç kimse almadı.
En sonunda bu makalesini merkez arşivine teslim
etti.
1920’li yıllarda Moskova’da okuyarak “Doğu
Halkları Basımevini” yöneten yüksek bir ilme sahip
Nazir Törekuloğlu’yla görüştü. El-ele tutuşup gelen
iki öğrencisine hitaben Nazir, “Ötebay, sen Kazağın
atasözlerini; Beysembay, sen de Kazaklar’ın
beddualarını(boğavız) derle” diye görev verdi.
O günlerde geçinmek için matbaaya gelerek,
Marksizm-Leninizm konulu klasik eserlerinin
çevirisini yapan Alihan Bökeyhanoğlu ile tanışır.
“Bunlar halkımın geleceği. İlerideki günler bunlara bağlı.” diye, Alihan iki çocuğu yakından ilgilenir. Bu büyük insan onları evine götürerek
Smagül ve Liza ile tanıştırır.
Hey Allahım! Alaş’ın mensupları ne kadar da
geleceği düşünüyorlardı. Küçücük çocuğa Ulu
Mağjan:“Abay hakkında makale yaz!” diyor, ulu
Nazır “Kazağın beddualarını derle!” diyor. Han
soyundan gelen Alihan ise evine götürüp onlara
büyük güven veriyor. Halkın geleceğini düşünen
insan soyuna büyük sorumluluk yüklüyor. Onlar ne
kadar da dahi idiler. Dâhilerim hey! Dâhilerim!
Neticesine bakınız!
Beysembay, Alihan Bökeyhanoğlu’nun ölümüne
kendi babası ölmüş gibi ağladı, Smağul ile Liza
hakkında, onlardan kalan yalnız çocuk İskender’in
15 yaşında izin alarak savaşa gitmesi, boynuna
üstün başarı belgesi takarak Moskova’yı kuşatmak
için gelen düşman tankının altına düştüğü, ondan sonra da, yardan bir, yalnızdan iki ayrılıp”
çaresiz kalan Liza’nın izin isteyerek teşkilata
girmesi, âlim-doktor, tıp ilminin doktoru olması,
sonra yalnızlıktan yoruzlan çaresiz Elizabeta
Alihankızı’nın Maks Natonoviç adlı rüşvetçi ve
açgözlü birisi ile evlenmesi, 80’li yıllarda kanser
hastalığından vefat etmesi ve Alihan Bökeyhanoğlu
ile Smagul Saduakasoğlu’nun bir çok eserleri o
Ermeni ile gitmesi, istediğinde ise vermemesi…
Bunların hepsi büyük insanın bana ağlayarak
anlattığı konular idi.
10
başyazar olan Mirjakıp Dulatoğlu’na manevi
kardeş, Beyimbet Maylıulu ile de çok samimi
arkadaş olmuştu Beysenbay. Mirjakıp’la aynı
çalışma odasını paylaşarak kalem oynatmasının
yanında Beyimbet’le de aynı evde kalmışlardı.
O zamanlar, Kazak dilinin devlet işlerinden
uzaklaştırıldığı dönemdi. Açlık geliyordu. Bu
açlığa karşı yardım toplayan Aymavıtoğlu kurşuna
dizilmişti. Bu gelişmelere rağmen O, milliyetçi olmaktan korkmadan “Sosyalist Kazakistan” gazetesinde “Kazak Dili Hakkında”, “Yine de Kazak Dili
Hakkında”(1933) başlığıyla iki makale yazarak,
Kayıpnazaroğlu, Basımoğlu,Amanjoloğlu gibi
âlimlerle tartıştı ve ana dilinin değerini savundu.
1920’li yıllarda Abay hakkında makale yazan
genç eleştirmen Beysenbay, 1930’lu yıllarda bu
sefer Sultanmahmut hakkında makaleler yazdı.
Alaşorda üyelerinin toplum hayatından
uzaklaştırıldıkları dönemde Beysembay, Puşkin’in
adını kullanarak Abay, Şakarim, Mirjakıp, Berniyaz Jüsipbek, İliyas tercümelerini toparlayarak,
önsözünü de yazıp bir ciltlik “A.S.Puşkin’nin
Seçme Eserleri” ni çıkardı.
Merhum Abay’ın karalandığı, Şakarim’in
öldürüldüğü, Aymayıtoğlu’nun kurşuna dizildiği,
yaşayan Mirjakıp’ın görevinden kovulduğu, Berniyaz Köleyoğlu’nun silahla intihar ettiği, Gubaydolla Balakadıroğlu’nun ise kendi kendini keserek
intihar ettiği 1930’lu yıllarda Beysembay’ın böyle
cesurca girişimlerine kahramanlık denmezse ne
denir?
Bu kitaptan sonra birleştirilen A.S.Puşkin eserlerinin Kazak dilindeki 3. cildinde (1937) Alaş
şahsiyetlerinin isimleri hiç yok. Bundan hareketle
B.Kenjebayoğlu’nun çıkardığı mütevazı kitabın
kıymeti daha iyi anlaşılmaktadır.
“Toplum Bayrağı” gazetesinde çalışırken Jakan
Sızdıkoğlu Kenjebayev’i izlemeğe başladı. Ondan sonra da yine bu kişi “Sosyalist Kazakistan”
gazetesine baş redaktör yardımcısı olarak geldi.
Önce Toğjanoğlu, Lepesoğlu’yla, daha sonra da
Rıskuloğlu’yla beraber çalıştı.“Kazak Edebiyatı”
gazetesinde redaktör olarak çalıştığı zaman
Şahmet Kusainov için “zengin oğlu” diye şikâyet
gelir. Beysembay, himayesinde çalışan Şahmet’i
çağırıp “Senin memleketinden böyle bir mektup
geldi. Sana veriyorum. Ne yapacaksan kendin bul.
Ama Yazarlar Birliğinin haberi olmasın!” dedi.
Kazaklar arasından çıkan ilk elçi, elçilerin
önde geleni (duayeni), Tacik ve Özbek dili ders
kitaplarını yazan, İngilizce, Arapça, Fransızca
konuşup yazmasını bilen çok bilimli, Nazir
Turekuloğlu hakkında makale yazarak arşivine
bıraktı. Arkadaşları olan Arıstanoğlu, tarihçi
Kölbayev’le birlikle yapacak işleri çoktu.
Mağjan gibi alçakgönüllü hocasının yönlendirmesi neticesinde yazdığı “Efsaneler” ile, “Abay”
adlı makalesi Kazakistan’daki gazetelerde
yayınlandı. Özellikle, “Enbekşi Kazak”(Emekçi
Kazak)
gazetesinde
yayınlanan
“Abay”
(No:359,360, tarih:28-29.08.1925) makalesi Abay
alanında devrim yarattı. Abay’ın soyuna bakıp, ondan vazgeçmeye kadar giden Kazak edebiyatçıları
“Soyuna niye bakıyoruz ki? Söylediği, halkın
menfaati, üzüntüsü… Kazak nasıl yaparsa iyi
olacak? endişesine bakın” diyorlardı. “Abay, halk
şairi” konulu makale getirip okuyan bu Moskova delikanlısına çok sinirlenip, üzüldüler ama
koyunlarına da taş basıp kaldılar.
Bütün bunlara rağmen Biy-ağası3 (Maylin),
makale yayınlanmadan önce, ona mektup yazarak yazar maaşını fazlasıyla yolladı. Makale
yayınlandıktan sonra kalem ustalarının piri olarak
kabul edilen Mirjakıp Duvlatoğlu, Kazak Edebiyatı
hakkında yapılan ilk “Edebiyat Sempozyumunda” bu
makaleye ve şahsiyete yer verdi. Çünkü 21 yaşındaki
delikanlının makalesi, Abay ekolünde yenilikti.
Törekul benzeri Kırgız delikanlısıyla arkadaşlığı
o kadar iyiydi ki, mezun olduklarında “birimizin
kızı, birimizin oğlu olursa dünür olalım, ikimizin
de oğlu olursa ismini Cengiz Han’ın hürmetine
Cengiz koyalım.” diye kararlaştırarak ayrıldılar.
“Leninci Genç”, “Sosyalist Kazakistan”, “Yoksul Dili”, “Kadın Eşitliği”. “Kazak Edebiyatı”,
“Toplum Bayrağı”, “Güney Kazakistan”… Bunlar
1920’li yılların sonu ile 1930’lu yılların başında
Beysembay Kenjebayoğlu’nun çalıştığı basın
organları idi. Birisinde baş editör, birinde editör
yardımcısı olarak çalışan B.Kenjebayoğlu “Güney
Kazakistan” gazetesini kurarak Kazak Basını’nın
bir bayrağı olmuştu. Başındaki yönetmen nasılsa
yardımcı da öyle… Yönetmen nasılsa basın da
öyle…1920. yıllarda Kazakların milli ruhunun
ayağa kalkmasında Beysembay gibi yönetmen
gazetecinin rolü çok büyük olmuştur.
“Enbekşi Kazak” gazetesinin redaksiyonunda
3 Yönetici
bey
11
ben yazarın eşi B.Rimova hanımdan duymuştum.
Çok zaman geçmeden Moskova’ya çalışmak için
gider.“SSCB Yüksek Sovyeti Vedomostvosu’nun”
Kazak bölümüne baş redaktör olur. O zamanlar
M. İ. Kalin ile aynı parti üyesi, N.S.Hruşev, ve
A.Tolstoy ile de komşu olarak yaşar.
Bir gün on beş müttefik cumhuriyetin adı geçen
redaksiyonda beraber çalışan 30-40 gazetecisiyi
Kalin çağırır. Herkesin önüne temiz kâğıtla kalem
koyar ve sorarlar:
“Hadi, kimin kendi cumhuriyetinde tutuklanan
yakınları var? Onların isimlerini yazınız.”
Beysembay beyaz kâğıda: “Arkadaşım B.Mail,
kardeşim Sadıkbek Saparbekoğlu tutuklandı”,
diye yazar.
Yazdığını teslim etmeği düşünürken Avrupa tipli
biri (Litvanyalı olsa gerek) ona bakıp “Öyle değil,
benim hiçbir yakınım, akrabam tutuklanmadı.
Öyle yazın.” diye fısıldamış...
Bir yardımım olur mu düşüncesiyle iki yakınının
ismini yazan gazeteci B.Kenjebayoğlu, etrafına
dikkatle baktığında meslektaşları “Memleketimizde kimse tutuklanmadı” diye yazarak yerlerinden kalkıyorlarmış.
“Allah korudu. O kişi insan değil, Allah’ın bana
yolladığı Hızırdı belki. KGB içinde de iyi insanlar varmış” derdi bu olay için Beysembay
yaşlandığında.
“Aklın başındayken vatanını bul.” atasözünden
hareketle, sağ-salimken Kazakistan’a döneyim
diye karar verir. Trene bilet alıp evine geldiğinde
evinde kendi memleketinden birisinin oturduğunu
görür. Yüzündeki korku hissini gizleyemeden.
- Hoş geldin ağabey, herkes iyi mi?
- Hayır, iyi değiller. Sabır Bey (Şaripov,
Beysembay’ın bacanağı beni gönderdi. “Beysembay Kazakistan’a gelmesin. Gelirse tutuklanacak.
Arkadaşları Ötebay Turmanjanov ve Jusupbek
Arıstanov tutuklandılar. Kesinlikle gelmesin.”
dedi.
Bunu duyduktan sonra biletini geri verdi. Tekrar
çalışmaya başladı.
faydasını, sülale mutluluğunu düşünen fedakâr
insana o günlerde yine Allah yardım etti”
Kütüphaneye gitti. Arşivi inceledi. Cengiz Han,
onun sülalesi Abılay, Kazak hanlığı, Kenesarı,
Sızdık hakkında araştırma yaptı.
Bir gün, Merkez kütüphaneden Rus bir kadının
“Benim elimde Kırgız alimi Şokan Velihanov’un
bir çanta dolusu el yazması eseri var. Hayatım
tehlikede olduğu için sizin kütüphaneye gönderiyorum. Allah rızası için kabul ediniz. Çok
kıymetli hazine” diye kendisine yazılan bir
mektup alır. Büyük ilim sahibi olan Velihanov’un
mirasını araştırır. Bir yandan da “Abılay” hakkında
kitap yazmaya başlar. Kazak hanlığı zamanındaki
edebiyat hakkında makale yazarak gündem yaratır.
Muhan (Muhtar Avezoğlu) Moskova’ya gelir. Kendi makalelerine yorum yazan Muhtar
Avezoğlu… Rus yazarı L.S. Sobolev’le beraber
Kazak edebiyatını tüm dünyaya yayma istekleri
vardır. Araştırma makalesini getirmiş. Evine
davet edip konuştuklarında Avezov, “Senin cesaretle hakkında makale yazdığın, tanıttığın ve
takdir ettiğin Abay hakkında romana başladım.
Birinci kitabını bitirdim. Ama nasıl çıkar bilmiyorum.” dediğinde onun birlikte çalışmak, beraber
olmak niyetinde olduğunu sezer. Buna rağmen
Beysanbay’ın “Almatı’ya dönsem nasıl olur?” sorusuna “Biraz daha burada kalsan daha iyi olacak”,
düşüncesiyle cevap vermişti Muhtar.
1941 yılının yazında vatan özleminin dayanılmaz
oluşu ve “Yad ülkede sultan olacağına kendi memleketinde köle ol!” düşüncesinin ağır basması
nedeniyledir ki, B.Kenjebayoğlu Almatı’ya doğru
yola çıktı.
Buraya geldikten sonra Kenjebayoğlu Kazakistan devlet basınında birim baş redaktörü
oldu. Müdürü ise Ahmet Öteyev idi. Çok zaman
geçmeden savaş başladı. Tam bu sıralarda da
M.Avezov el yazmasını getirdi.
- Bu nedir Muha?
- “Abay” romanı. Birinci kitap.
- Gerisi nerede?
- Birinci kitap yayınlanırsa ve halk isterse gerisini de hazırlarım. Zaman şimdi böyle oldu.
Büyük yazarın morali bozuktu.
- Yayınlarız, Muhtar. Gerisini de hazırla.
Muhtar sevinerek geri döndü.
Bu gelişme sonrasında Öteyevle ikisini merkezi
Değerli Yol Arkadaşım!
Allah’ın
yardımına bakınız! Eğer, 1937-38
yıllarında Beysembay Kenjebayoğlu Kazakistan’da
Kazaklar arasında yaşasaydı “milliyetçilerle” beraber tutuklanırdı. Kendi faydasını değil, halkının
12
komiteye çağırdılar.
- Evet, sayın yayıncı beyler! Avezov’un “Abay”
romanını ne yapmayı düşünüyorsunuz? diye soran
Merkezi komitenin birinci sekreteri Skvortsov, ikisinin de yüzüne baktı.
- Ahmet ismini taşıyanların hepsi Baytursınov
değil
diyerek
Ahan
I.sekretere
baktı.
Beysembay da ilgilenmedi.
- Savaş oluyor. Kâğıt yok. Tüm kâğıtlar vatan
savunması için yazışma ve haberleşmedelerde
kullanılıyor. Bahane bulun ve “Abay”ı sahibine
geri verin.Ayrıca sizler Avezov’un mahkemede
olduğunu biliyorsunuz. Onun görüşü başka...
Kazakistan’ı
yöneten
birinci
sekreterin
söylediğine inanırsak “Abay” tehlikeli bir
kitapmış, yayınlanmaması gerekiyor.
Müdür
Ahmet Öteyev “tamam” diyerek, baş redaktör
ise düşünceli olarak odadan çıktılar.
Çok anlatmaya ne gerek, merkezi komiteye
“Abay yayınlanmıyor, yazarına geri verildi” diye
bilgi verildi. Sahibine geri verilen el yazmaları
sonradan tekrar geri alındı. Kuandık Şanğıtbayev’i
basımevine “bekçi” olarak gönderip, “Abay”ı
kötü gözlerden saklayarak gizlice yayınladılar.
Çok riskli bir yolla yayınlanan “Abay”la ilgili olarak da “Kazak hayatının ansiklopedisi”
adlı bir övgü makalesi yazıp, kitabın redektörü
K.Sangıtbayev ile ikisi “Sosyal Kazakistan” gazetesinde yayınlattılar. Bundan sonrası belli. Kavga,
bağırma, küfür etme, işten “kendi isteği” ile ayırma.
Kitabın ilk nüshasını hastanede bulaşıcı bir
hastalığa yakalandığı için yatan M.Avezov’a
götürdü.İkinci katın balkonuna Muhtarı çağırıp,
yazara “Müjde, Muhtar! “Abay” yayınlandı”
dediğinde büyük yazar gözyaşlarını tutamamıştı.
Elbette ağlayacaktı çünkü hastane koğuşunun
balkonuna M.Avezov olarak çıkmış, tekrar
koğuştaki yatağına “Kazakların Ulu Yazarı Muhtar
Omarhanoğlu Avezov” olarak dönmüştü.
Eğer Beysembay’ın cesareti olmasaydı
“Abay” yayınlanır mıydı? Belki bu değerli eser
kaybolmazdı, ama gecikmiş olurdu. Her gecikme
Muhtar için çok zordu! “Abay”,Muhtar’ın manevi
yardımcısı, gerektiğinde kurtarıcısı idi. “Abay”
romanı yayınlanmasaydı ya da geciktirilseydi o bir
epope olur muydu? Böylece bir gazetecinin sıradan
manevi desteği, yazarını mutlu ederken, Kazak
halkı da büyük ve manevi bir hazineye kavuştu.
Avezov hakkında ileri sürülen dedikodu mahiyetindeki sözlere inanmayan büyük yazar Beysembay, ona her zaman ve her şartta güvendi. Bu
güvenle o ikisi birlikte “Abay:Kazak Halkının Ulu
Şairi” (1945) adlı ilmi araştırma eserini yazıp, Kazak ve Rus dillerinde yayınlattılar.
1940’lı yıllarda baş redaktör hizmetinden
uzaklaştırıldıktan sonra Beysembay, üniversiteye
geri döndü. Tüm dikkat ve enerjisini ilme verdi.
“Ruslara karşı mücadele etti.” diye okuyucudan
uzaklaştırılan, okunması yasaklanan “Edige Batır”
hikâyesini “milli epos” özelliğini öne çıkararak bir
makale, hanı aklamak için de“Abılay” (1941 ) adlı
kitap yazarak yayınlattı.
1946 yılında B.Kenjebayoğlu “Sultan Mahmud’un
Şairliği” adlı doktora tezini hazırladı. O, döneminin moda gelişmeleriyle değil de ilmi istikametiyle dikkatleri üzerine çekti. Bazı edebiyat ve
dil çevrelerinin bilerek veya bilmeden yaptıkları
“Kazaklar’ın şair ve yazarlarının sınıflara bölünmesi fikirleri”ne hep karşı çıktı.
B.Kenjebayoğlu’nun doktora tezinin el
yazması yırtıldı. Kazakistan Kominist Partisi
Merkez Heyeti, 1947 yılında, Kazak Sovyet Sosyalist Partisi İlim Akademisi, ”Dil ve Edebiyat
Enstitüsü’nün çalışmalarındaki yakışıksız hatalar”
konulu kararı kabul etti. “Cumhuriyetin” Başkanı,
“İdeoloji meydanındaki görevlilerin vazgeçilmez
ödevleri” konulu konuşmasında Beysenbay’ı
eleştirdi. Sol elle yazan ve kalemi de Rusça’ya
yatkın Sarsekeyev, büyük şairimiz! K.Bekhojin,
bilimsel eleştirmen! Sahariyev, merkez komitesinin filozof geçinen şahsiyeti N.Jandildin ve
daha niceleri… Hey Allahım! Yalnızca doğruları
söyleyen Beysembay’ı kimler tenkit etmediler ki?
Onların ileri sürdükleri düşüncelere bakarsak B.
Kenjebayoğlu, “Milliyetçi”, “Burjuva-milliyetçisi
Sultan Mahmud’un avukatı”, “Bağnaz görüşlü insan…” ve daha nice karalamalar... En sonunda Baş
gazete sayfasında B.Kenjebayoğlu ile ilgili olarak
“Bu hatalarını birçok defa yazmamıza rağmen düzeltmeye çalışmıyor. Hatta bu hatalarını kabul etmiyor ama onun böyle hareketlerine Sovyet halkı
daha fazla dayanamaz. ”(B.Kenjebayoğlu’nun
çalışma hayatındaki yanlışlıkları-Sosyalist Kazakistan-25 Mart 1952.) kararına vardılar.
Aradan uzun süre geçmeden partiden attılar ve
hizmetten uzaklaştırdılar. Bu büyük ülkücünün
13
kararlılığına “Sovyet halkı!” dayanamadı.
O dönemlerde partiden çıkarılmanın ne demek
olduğunu bilirsiniz. Kararlı, sebatlı âlimi, cezaevi,
özellikle de namlunun ucu bekliyordu.
“Ailesini geçindirmek için iş yok. “Alaş’ın Edebi
Şahsiyetleri” hakkında ders verse onu dinleyecek
öğrencisi yok, her gün toplantı, gazete başında
yazıları takip etme ve her gün günlük eleştiriler
yazma. Kendi menfaatinden çok halkın faydasını
düşünen Beysembay’ın 1950’li yıllardaki hali
böyle idi, aziz ve kıymetli dostum!”
“Şimdi bitirip, yayınlamaya hazırladığım doktora tezimi el yazma gibi gösteren o idi. Neden
bana o kadar düşman oldu ki? Ona hiç bir şey
yapmamıştım” derdi Sayın Beysembay, adını
açıklamak istemediği birisi hakkında.
Bilim adıyla birinin hakkında şikayet dilekçesi
yazması, hilesini ancak kendi soydaşını yıkmaya
yöneltmesi, kartalının (kahramanının) ağzını
kapatıp yuvasında tutarak kargasını gaklatması,
güçlü Kazak’ın kara huyu olsa gerek.
Sıkıntıya girdiği zaman müzik aletlerini satmak istedi ama komşuları “Halk düşmanının!”
malını almadılar. Değerli kitaplarını Menjamal
annemizin eline verip, pazara çıkararak ekmek
parasını kazandılar. Mırjakıp Duvlatoğlu hakkında
bir hatıra makalesi yazıp kızı Gülnar’ın eline verdi.
Gülnar Duvlatova, Beysenbay hakkında çok
anlamlı sözler söylemişti. O zor günlerle ilgili
olarak:
- Düşünceleri nedeniyle çok zor günler yaşayıp
her tarafa dağıtılan, ortadan kaldırılan bu Alaş
“serdengeçtilerinden biri” olan ve çok zor günler yaşayan, adeta rejim tarafından kan kusturulan değerli babamla ilgili olarak hatıra yazıp
ağabeylik duygularıyla alnımdan öpen bu büyük
kahraman, yazdığı hatırasını bana verirken “Bu
hatıra yazısını çok sıkı tut elinde. Gün doğacak, el
olalım dediğimizde, Mırjakıp (Mırjakıp Duvlatov)
ağabeyimin itibarı iade edilecektir,” dedi.
“Kazak
Edebiyatı”
gazetesinde
(NO:
4,25.01.1957) “Ödenecek Farz” adlı makale yazıp
Goloşekin’e küfür eden Smağul Sadukasoğlu
hakkında gündem yarattı. Bu gündem nedeniyledir ki, baş redaktör Maulenov’tan başlayarak
yardımcısı J.Moldagaliev’in, genel sekreter Töken
Abdrahmanov’un, bölüm başkanı Rahmankul
Berdibayev’in görevden atılmasına neden oldu.
Aslında Beysembay’ın Alaş oğullarıyla
bağlantısı hiç kopmadı. Beysembay’ın sayesinde
onların birçoğuyla tanışıp konuşma mutluluğuna
ulaştım. 10 Mayıs 1985 yılında Ğaliyabanu evinde
Rayımjan Bökeyhanov başta olmak üzere birkaç
kişiyle aynı sofra başında oturarak tanıştım.
1960’li yıllarda siyasi af listesine eklenip itibarı
iade edilmesi üzerine Tatar arkadaşı Habibolla
Mahmudov’la ikisi Mağcan Jumabayoğlu’nun
şiirlerini Rusça’ya çevirir, sınıflarında konuyu
öğrencileriyle tartışırlar.Bu nedenle de tekrar mahkemeyle karşı karşıya kalırlar.
Partiden bir çıkarılıp sonra tekrar kabul edilen B.Kenjebayoğlu’nun büyük kahramanlığı,
1959 yılında İlimler Akademisinin düzenlediği
konferansta Kazak yazı edebiyatı hakkındaki
konuşmasıyla ve 1960 yılında “Kazak Halkının
Yazılı Edebiyat Tarihi Kimden, Nereden başlar?”
adlı makale yazıp, milli edebiyatın tarih yazılımını
Türk halklarına ortak Orhon-Yenisey yazıtlarından
başlaması gerektiğini gündeme getirmesiyle daha
da belirgin hale gelmişti.
Eski edebiyat üzerinde durduğu için çekemiyenler tarafından B.Kenjebayoğlu, “Cahil”, “Bilgisiz
edebiyatçı”, “Altından kalkamayacağı işi üstlendi”, “Kendisi de anlamıyor”, “Biçare, zavallı” gibi
aşağılayıcı sözlerle hakarete uğradı. Alkış almak
yerine beddua aldı. Yani verdiği emek bir hiç mi,
başına bela mı? Hayır. Günümüzde Beysembay’ın
o zamanki cesareti halka ve edebiyata çok şeyler
kazandırmıştı.
Kazak edebiyatı tarihini araştırma ekolü
B.Kenjebayoğlu’nun
ismiyle
ilintilidir.
B.Kenjebayoğlu’nun öğrencileri de çok büyük
kalem ustaları ve cesaretli kişilerdir. R.Berdibay,
Kâkişev, Süyinşâliyev, Kojakeyev, Joldasbekov,
Sıdıkov, Magavin, Nurgalioğlu, Kıravbayeva,
Ş.Ibırayev, hepsi B.Kenjebayoğlu’nun “Edebiyat
tarihini araştırma” okulunun mezunları ve
onun ekolünün devamı olan edebi şahsiyetlerdir.
Hayattayken ömrü acılarla geçti. Dünkü beddua, bugün alkış oldu. Onu partiden çıkartan komünist partisi dağıldı. Bağımsızlığımızı aldık.
Beysembay’ın evlatları onun ruhuna saygı duyuyor şimdi.
Değerli Yol Arkadaşım!
B.Kenjebayoğlu’nun hayatı, Alaş aydınlarının
14
ismi unutulmasın, millet zayıflamasın, toprak eskimesin diye mücadele eden bir ülkücü Kazak
aydınının hayatıdır. Çok dar ve zor zamanlarda
kendi hayatını halkına ve Türk edebiyat tarihinin
gerçeklerine adayan bir aziz kahramanın hayat
hikâyesidir Beysembay’ın yaşanmış ömrü.
Beysembay’ın hayatı ile O’nun cesur mücadelesindeki düşünceleri dahi Abiş Kekilbayoğlu’nun
“XX. asırdaki Kazak Edebi Dili ve Düşüncesinin”
yükselmesine sebep olmuştur.
Beysembay Kenjebayoğlu gibi edebiyat tarihimize emeği geçen insan çok azdır. Sözün özü: Âlim
olarak da, hoca olarak da O’nun büyük ve anlamlı
yolu armanlarımızın (ülkülerimizin) yükselmesine
omuz verdi. Milletimizin bağımsız düşüncelerinin
özgürce yükseldiği bu günlerde Beysembay’a halk
olarak hürmet göstermemiz yasalara aykırı değil
artık. Bundan sonra yapmamız gereken şey, O’nun
adının yaşatılması, fikirlerinin yetişen genç beyinlere aktarılıp tanıtılması, yediden yetmişe hepimizin bu büyük ülkücü Kazak Türkünün manevi
kişiliğini benliğimize nakşetmemizdir.
Ruhun şad olsun EY ULU ÇINAR!
( ARISTARMEN AĞISTAR)
HARDASAN...
Ömer Faruk BEYCEOĞLU
Men ağlaram, gözde ganlı yaşım var
Geceleri hep gorxulu düşüm var,
Sen yoğusan menim nece işim var,
Yaşayamam, sensiz dünya dar mene...
Hardasan?
Neçe ildi hardasan?
Öyle uzah değilsen,
Bah işte sen burdasan...
Gözümü gan, içimi kin bürüdü.
Daha yeni doğmuş idi dünüdü...
Söz edirdih size gonah gelmeğe
Bala duydu, bögün kaxtı yörüdü...
Goşmalı,
Yeriyipse koşmalı.
Yeter gayrı bunca durgun durduğu
Deli könül kükremeli coşmalı..
İstanbul,1980
Desen: D.Mete Karaçoban
15
Gel Di Gel Gayri
Yetik Ozan
Desen : Garipkafkaslı, 1973
-Azerbaycan Türklerine
Beni koyup ırak beri yaralı
Bunca yıllar geçer, gel di gel gayri!
O gündür bugündür kapım aralı;
Anca yeller geçer, gel di gel gayri!
Saçağında garip bayraksız göğün
Bereketsiz harman, halaysız düğün,
Nice ki, soframa günde üç öğün
Önce eller geçer, gel di gel gayri!
Tutsaklık bir kara hal, yüze konuk,
Azatlık bir gizli fal, göze konuk,
Umudum bir kırık dal, güze konuk;
Gonca güller geçer, gel di gel gayri!
Dert gönlümü burgu burgu kuralı,
El yaram üstüne mızrap vuralı,
Bağrım bir tar gibi oyuk, yaralı;
İnce teller geçer, gel di gel gayri;
Ne yarınından geç, ne bugününden,
İlle de dileğim, kopma dününden,
Seni andığımda gözüm önünden;
Sence seller geçer, gel di gel gayri!
16
KURBAN OLUM
Dr. Nazile Gültac*
Neçə- neçə ər igidin şəhiddi,
Dağların da, düzlərin də şahiddi.
Ürəyimin yanan odu sənindi.
Hər əzabın,
Hər möhnətin mənimdi.
Vətən...
Kurban olum,
Torpağına,
Daşına.
Türk elləri Türk oğlunun yarıdı,
Bəs , dərdlərin niyə belə qarıdı?
Ah çəkməkdən qara bağrım yarıldı.
Vətən...
Kurban olum,
Gözündəki
Yaşına.
Hey oxuyur, qəmli- qəmli bülbülün,
Olub qaçqın,
Olub köçkün.
Yurda həsrətdi elin...
İnanıram,
Gün gələcək,
Yağı düşmən
Eğiləcək,
Gücünü görəcək selin.
Vətən...
Kurban olum,
Həm yazına,
Kışına...
Desen: Nuri Can
* Sumgayıt / Azerbaycan
17
TÜRK DÜNYASI ÂŞIKLIK GELENEĞİNİN
GELECEĞE TAŞINMASI
Prof. Dr. Erman ARTUN*
Türk dünyasının kültür varlığının önde gelen
unsurlarından biri âşıklık geleneğidir. Bu gelenek
Türk cumhuriyetleri ve topluluklarında ortak bir
mirastır. Ortaklığın temeli; aynı dili, tarihi, kültürü
paylaşan kavimlerin aynı kökten beslenmelerine
dayanmaktadır.
Atlı-göçebe kültürün temel teması olan
kahramanlık, ozan-baksılar tarafından kuşaktan
kuşağa aktarılarak destan geleneği oluşmuştur. Efsaneyle tarihin kaynaştırıldığı destan kültürü, sözlü gelenekte oluşmuş, ozan-baksılarca taşınarak
aktarılmıştır.
Âşık; arzu ve ümitleri dile getirir, halkın yaşayışı
ve tarihini yansıtır, sözlü kültürü yayar. Halk
şairlerinin devlet yönetimi ve özellikle halk üzerindeki etkileri büyüktür. Halk şairlerinin türbeleri
ve hayatları etrafında teşekkül eden menkabe,
inanış ve halk hikâ-yeleri ile Türk toplum hayatı
içindeki rol-leri bu gerçekliğin göstergelerinden
biridir.
İslâmiyet öncesi Türk edebiyatı hakkında bilebildiklerimiz kadar bilemediklerimiz vardır. Türklerin, İslâmiyet öncesi dönemlerde dinî inanışlarını
yerine getirirken yaptıkları törenlerde ozanların da
bulunduğunu kaydeden Köprülü, bu sanatçıların
toplumda önemli bir yerleri olduğunu belirtmektedir (Köprülü,1989:159).
Fuat Köprülü, İslâmiyet öncesi Türk edebiyatını
tanıtırken genel sürek avlarından ve şölenlerden
sonra ozanların kahramanlık konulu destanlar okuduğunu incelemelerinde yazarak Türk
edebiyatının, Türk kültürü içindeki sürekliliğini
ortaya koymaktadır. Ayrıca ozanların orduda
çeşitli sosyal ve kültürel etkinliklerde bulunmak gibi işlevlerinin olduğunu öğreniyoruz
(Köprülü,1989:72).
Dinî-tasavvufî halk edebiyatının oluşumundan
sonra da tekkelerle bağı bulunan ordu âşıklarının,
ozanların görevlerini üstlendiklerini biliyoruz.
* Ç. Ü. Fen-Ed. Fak. Türk Dili ve Ed. Böl. Türk Halk
Edebiyatı Bölüm Başkanı
Türk dünyasında kazandığı anlam ve fonksiyon
itibarıyla halk şairliği, belli bir milletin düşünce ve
ruh dünyasının söz veya ezgi ile sanata dönüşmesi
ve bunun ifade ve icra edilmesidir. Geleneğin
yapısını Dede Korkut Destanı’ndan çıkarmak
mümkündür.
Âşıklık geleneğinin geniş bir coğrafyada, farklı
adlarla ifade edilmesi, onu diğer benzerlerinden
ayrı kılmaz. Âşık veya halk şairi (ozan, aşug, bahsi, jırav, comokçu); destan, hikâye veya türkünün
yaratıcı müellifi ve anlatıcı/söyleyicisidir. Uzun
yüzyıllara dayalı zaman ve geniş bir coğrafî mekânda yaygınlık alanı bulan Türk sözlü şiir sanatı,
içindeki özü muhafaza ederek çağa, mekâna, ihtiyaca göre değişmiş; yeni tür, söyleyiş ve yaratıcılık
yolları denemiştir.
Bunun için Türk topluluklarının tümünde bu gelenek aynı ortak mirasa bağlı olsa da gelişim yolları
farklıdır. Kahramanlık destanını dile getiren jırav,
bahşı, comokçu ile halk hikâyesinin müellifi veya
lirik âşık arasında, yaratıcılık yönü bakımından,
büyük bir farklılık yoktur. Bunların beslendiği
kaynak aynıdır. Ancak, sadece eseri oluşturan tür
veya nazım biçimiyle değil, icra tekniği ve dinleyici çevresi ile de Türk dünyası halk şairliği
geleneği geniş bir yelpazeyi barındırmaktadır. Bunun için sınırlarının tespiti güçtür.
Türkiye’de ozan, âşık, halk şairi, saz şairi
(Sakaoğlu, 1992: 28–30) olarak nitelendirilen
âşıklar; Azerbaycan Türklerinde ozan, âşık, el şairi
Kazak Türklerinde halk akını, sovırıp salma akın,
aytısger; Kırgız Türklerinde halk akını, aytışçı;
Türkmen ve Özbek Türklerinde akın, ahun, bahsi,
şair; Uygarlarda bahsi, aşuk, goşakçı; Karakalpaklarda akın, aytısger; Başkurtlarda sâsân; Tatarlarda
çaçan olarak nitelendirilmektedir. Türkiye’de kalem şairi olarak ifade edilen halk şairlerine, Kırgız
ve Kazaklarda cazgıç akın (kalem şairi) denilmektedir (Sakaoğlu-AlptekinŞimşek: XII).
18
Desen: Garipkafkaslı
Çırak Yetiştirme ( Kapılanma)
Âşıklık geleneği yalnızca çalıp söylemeğe
dayanmayan, bir usta tarafından öğretilmesi gereken bir iştir. Bir kişinin âşık olarak nitelenebilmesi için çağlar boyu gelişen geleneğe uyması
gerekir. Usta âşık, saza ve söze yeteneği olan bir
genci çırak edinir, yanında gezdirir. Çırak ustasının
ölümünden sonra meclislerde, sohbetlerde, onun
şiirleriyle söze başlar, adını yaşatır, izinden gider
(Kaya,1984: 40).
Ayrıca usta, çırağına âşıklık sanatının şiir, musiki ve hikâye anlatmadaki incelikleriyle beraber iyi
saz çalmayı, irticalen şiir söylemeyi, usta malı eserleri nakletme tekniğini de öğretir.
Çıraklık dönemini tamamlayan âşığa ustası
tarafından bir de mahlas verilerek ustalığı tescil
edilmiş olur (Albayrak 1991:547).
Mahlas:
Mahlas, âşık edebiyatında sanatçının benimsediği, eserlerinde kendi adı yerine kullandığı
takma adıdır.
Âşık Musikisi – Saz
Âşıklar, düz konuşmayla şiir söylemeyi “dilden
söylemek”, saz eşliğinde şiir söylemeyi de “telden
söylemek” şeklinde ifade etmişlerdir. Bununla
âşığın şiirine eşlik eden sazın, şiirden ayrılmaz
bir unsur olduğu anlaşılır. İlk âşıklar çöğür adı
verilen sazı çaldıklarından kendilerine “çöğürcü”
adı verildiği görülmektedir. Halk toplulukları
karşısında saz eşliğinde şiir söyleyen âşıklar,
herhangi bir konuda topluluk önünde saz çalıp
doğaçlama şiir söyleme özellikleriyle övünürler.
Âşıklık geleneğinde sazın önemli bir yeri
vardır. Âdeta saz ve söz bütünleşmiştir. Âşıkların
büyük bir çoğunluğu saz çalar. Bazı âşıkların
doğaçlaması vardır, sazı yoktur. Bazılarının ise ne
sazı, ne de doğaçlaması vardır. Ancak geleneğe uygun olarak heceyle şiir yazarlar (Kaya,1995:123).
Köprülü,
âşıklık
geleneğinde
yetişmiş
âşıklar arasında saz çalamayan bir âşığın
düşünülemeyeceğini söyler (Köprülü,1962:19).
Boratav da bu görüşe katılarak âşıkların
çoğunlukla saz çalıp şiirlerini sazla söylediklerini belirtir (Boratav, 1968:340). Başgöz ise istisna olarak son yüzyılda özellikle çalgıyı günah sayan çevrelerin dışında, sazın âşıklarca
19
letmek” “gizli ve güç anlaşılır söz” anlamlarına
gelir. Bir ismi işaret eden söz, dize veya beyittir. Remiz, ima, kalb, tashif gibi edebî sanatlarla
yapılır. Muammaların, iç ve dış olmak üzere
iki anlamı vardır. Muammayı düzenlemede ve
çözmek için çeşitli yöntemler vardır. Bu yöntemlerle adı meydana getiren harfler toplanır, ad bulunur ve muamma çözülmüş olur. Muammanın
çözülmesi oldukça zordur. Bundan dolayı âşıklar
muammalarının başlarına hangi anlama geldiklerini, adını yazarlardı. Muammaların çözülmesinde
verilecek cevapların önemi vardır. Bu cevapların
anlamlı ve konu ile ilgili olmaları gereklidir (Elçin
1981:674).
Azerbaycan’da Âşıklık Geleneği
Azerbaycan edebiyatı’nın en zengin kolunu
oluşturan âşık edebiyatı geleneğinin kökleri çok
gerilere gider ve geniş bir alana yayılır. Anadolu ve
Azerbaycan ozanlık/âşıklık geleneğinin en büyük
temsilcisi Dedem Korkut olarak kabul edilir.
Âşıklar daha çok, “halk” yahut da “el” şairi
olmuş, söyledikleri şiirler ise, âşık şiirinin bütün özelliklerini bünyesinde taşımıştır. Âşıkların
hayatları etrafında halk hikâyeleri oluşmuştur.
Genellikle okuma yazmaları yoktur. Şiirlerini
saz eşliğinde irticalen (hazırlıksız olarak) terennüm ederler. Şiirlerini genellikle hece ölçüsüne
bağlı kalarak söylerler. Bir yandan anonim halk
edebiyatına, bir yandan da divan edebiyatına
açıktır.
Azerbaycan âşıklarını üç grupta değerlendirebiliriz:
a. Üstad âşıklar: Âşıklık geleneğinin gelişmesini
sağlayan âşıklardır. Çok iyi saz çalarlar. Bu
âşıkların şiirleri etrafında halk hikâyeleri teşekkül
etmiştir.
b. İfaçı âşıklar: “Ustamalı” adı verilen üstat
âşıkların şiirlerini çalıp söyleyen bu âşıkların
şiir söyleme kabiliyeti yoktur. Ancak bunların da
çırakları olabilir.
c. El şairleri: Saz çalmayı bilseler bile güzel
okuma kabiliyetleri olmadığı için genellikle meclis düzenleyemezler. Günlük sorunları şiirlerine
yansıtmışlardır.
Âşıkların şiir söylemeye başlaması, Anadolu’daki
gibidir. Burada da âşıklar bir pir elinden bade içer
ve o güne kadar şiirle hiçbir ilgisi olmayan kişi saz çalıp
şiir söylemeye başlar. Bu âşıkların hayatları etrafında
çalındığına işaret eder (Başgöz,1968:14). Âşıklık
geleneğinde saz çalamayan bazı âşıklar, yanlarında
“sofu” adı verilen saz çalan âşıkları gezdirirler.
Bade İçme ve Rüya Motifi
Rüya motifi, âşıklık geleneğinde sık
karşılaştığımız bir motiftir. Bazı âşıklar maddî
aşktan manevî aşka geçerken, saz çalıp söylemeğe
başlarken, ilâhî araçlarla yani, bir mürşidin, bir
pirin, Hızır Peygamberin rüyada tecellisiyle
âşık olup saz çalmaya başladıklarını söylerler.
Bunlar, halkın inanışına göre ilham kaynakları
“ilâhî” olan âşıklardır (Köprülü,1986:217). Bir
diğer araştırmacımız rüyalar ve şamanların, sihri, din hayatını çevreleyen ögelerin, Anadolu
mistisizminde aracı rolü üstlendiğine değiniyor
(Başgöz,1952:238). Bir kadeh şarap içip vecde
düşmek halk hikâyelerinin rüya motifi kompleksinin minyatür bir şeklidir.
Âşık Fasılları – Âşık Karşılaşmaları
Âşıklar, butalarını aramak, ün sahibi olmak, para
kazanmak için çevreyi gezerler, diğer âşıklarla
yarışmalar yaparlar. Bu yarışmalara “meydan edilme”,
“divana çıkma” denir. Âşıkların halk içindeki
toplantılarından biri ve en önemlisi “meydan edilme”
geleneğidir. Bu meydan edilme ya da “divana
çıkma” işini yönetmek üzere, “divan âşığı” dedikleri yol, erkân bilen usta bir âşık meraklılarca
seçilirdi. Bu toplantılarda yarışan âşıklara “divan
âşığı” adı verilirdi (Başgöz,1986:254).
Âşık Toplantıları ve Âşık Fasılları
Türkiye’de âşıklık geleneğinde belli yörelerde
“karşılama”, “deyişme”, “atışma” veya “karşıberi”
gibi adlar altında toplanan sistemli deyişmeler;
en az iki âşığın dinleyici huzurunda veya herhangi bir yerde karşı karşıya gelerek, birbirlerini
sazda ve sözde belli prensipler içinde denemeleri
esasına dayanmaktadır (Günay1993:47). Âşıklık
geleneğinde atışmalar çok önemli bir yere sahiptir.
Âşıklıkta ilk iş ruh dünyasındaki değişikliği saza
döküp topluluğa saz ile sunmaktır.
İkinci iş ise âşığın tanınmış bir âşıkla karşılaşması, onu yenmesi “bağlaması” gereklidir. Eski
kaynaklar bunu “müşaare” olarak nitelemişlerdir
(Bali,1975:7432).
Askı Asmak-Askı İndirmek -Muamma
Âşıklar hece ölçüsüyle oluşturdukları bilmeceler
dışında divan edebiyatında görülen muamma ve
lugazlar da yapmışlardır. Muamma: Arapça “kör20
teşekkül eden “dastan”larda erkek ve kız kahramanlar aynı anda içtikleri badelerle birbirlerine
âşık olup şiir söylemeye başlarlar. Azerbaycan
âşık şiirini konuları açısından ele aldığımızda Anadolu sahası kadar zengin olduğunu görüyoruz.
Halkın kahramanlık duygularından ıstıraplarına,
sevinçlerinden sevgilinin vefasına kadar pek çok
konu şiirde gereken yeri alabilmiştir. Azerbaycan
insanını ve güzelliklerini anlatan şiirler de sık sık
yazılıp söylenmiştir (Paşayev 1981: VI-VII).”
Tasnifler de bayatı, koşma, geraylı, tecnis, divanî, mühemmes gibi belirli hece ve kafiye esasına
göre söylenmektedir.
Bayatı
Gerek sözlü halk edebiyatında gerekse saz
şairlerinin yaratıcılığında en çok kullanılan türlerden biri de bayatıdır. Bayatı, edebî-bediî tür
olarak hem klâsik hem de çağdaş şair ve âşıkların
yaratıcılığında özel bir yer tutar.
Geraylı
Geraylı, hem yazılı edebiyatta hem de âşık
edebiyatında en hareketli ve en çok kullanılan,
oldukça zengin lirik şiir türlerindendir. Geraylıyı
koşmadan ayıran sadece hece sayısıdır. Geraylılar
hecenin sekizli kalıbı ile söylenmektedirler.
Koşma
Azerbaycan sahasında da koşma ile ilgili tarif
ve yaklaşımların Türkiye sahası ile paralel olduğu
görülmektedir. Hecenin on birli kalıbı ile yazılan
ve 3 ile 13 dörtlükten meydana gelen şiirler koşma
adına bağlanmaktadır.
Teessüfname
Azerbaycan Âşık edebiyatında teessüfname
deyişme, herbe-zorba, gıfılbend, bayatı, geraylı,
goşma, tecnis, divanî, muhemmes gibi türleri
özünde birleştiren bu terime sık sık rastlanır.
Ustadname, ustad nasihati, ustad sözü, ustad vasiyeti demektir.
Üstadname
Ustadname, öğütname, nesihatname ile birlikte,
âşık yaratıcılığında teessüfname de özel bir yer
tutar. Adından da anlaşılacağı üzere teessüfname,
saz-söz sanatçılarının duygu, heyecan, niyet ve
arzularına bağlıdır. Teessüfname âşık tarzı şiir
geleneğinin bütün türlerinde karşımıza çıkabilir.
Tecnis
Azerbaycan âşık edebiyatında en çok müracaat
edilen şiir formudur. Tecniste kafiyeler cinaslı
sözlerden oluşur. Usta âşıkların hemen hepsi tecnis söylemiştir.
Heyderi
Âşık edebiyatında işlenen cinas cigalı şiir türlerinden biri de heyderidir. Heyderi hem klâsik hem de
çağdaş âşık edebiyatında çok az işlenen lirik bir
türdür.
Vücudname (Beyan-ı Hal)
Vücudname; bir âşığın, bir tür aslı, soy-kökü,
ana bedenine düşmesi, doğması, çocukluk, gençlik
yılları, eğitimi, edep-erkânı, aile-ahlâkı, toplumdaki yeri, eli-obası, vatan yolunda gösterdiği alperlik, meşakkati, tercüme-i hâli hakkında bilgi
verir.
Cahanname (Tarihi Manzume)
Cahanname, bütün âşık şiir şekillerinde olabilir. Cahanname, üstad âşığın yaşadığı dönemdeki
olaylara tanıklık etmesinin nazma çekilmesidir.
Divanî
Divanî, âşıkların en çok başvurdukları nazım
şekillerinden biridir. Divanî de âşık şiirinde tesnif, bayatı, geraylı, koşma, mühemmes gibi
belirlenmiş şiir şeklidir.
Mühemmes
Mühemmes, âşık edebiyatına yazılı edebiyattan gelen bir tarzdır. Bu şiir şekli üstad âşıkların
yaratıcılığında XVIII. yüzyılın sonlarında görülmeye başlar.
Türkmenistan’da Âşıklık Geleneği
Türkmenistan’da türkü söyleyen veya saz çalanlara bahsi denilmektedir. Bahsıler; repertuarları
ve icraları bakımından termeci ve hikayeci olmak üzere iki ana gruba ayrılırlar. Bazı bahşilerin
kendi telif eserleri olmakla beraber daha çok usta
malı çalıp söylerler. Termeci bahşiler, destanlar
veya hikâyeler içinde yer alan manzum parçaları,
şairlerin eserleri ile halk türkülerini söylerler.
Kazakistan’da Âşıklık Geleneği
Kazaklar arasında anlatılan anlatmalarda
ise kopuzun piri, Dede Korkut’tur. Buradaki
görünümüyle Dede Korkut’un Kazaklar arasında
anlatılan menkıbeleriyle paralellik gösterir. Tarihî
süreç içerisinde Türk toplulukları arasında Dede
Korkut ile ilgili olarak anlatılan anlatmaların, kimi
yerde korunmuş olmakla beraber, kimi yerde kuvvetli bir gelenek oluşturan başka bir şahsiyetin
adına bağlanması mümkündür.
Kazak halk şiirinin tür ve şekil özelliğini kul21
comokçu (destancılar) ve hikmetli söz söyleyenler
olmak üzere üç gruba ayrılırlar.
Akınlar, besteci veya kopuzçular toydan toya,
topluluktan topluluğa, köyden köye giderek bu
geleneği sürdürmüş ve halk şiirinin örneklerini
vermişlerdir. Akınlar büyük şölen veya toplantılara
katılmış, atışmış, kendi yöresi veya boyunu temsil
etmiştir.
Diğer boyların akınlarını yeren şair, kendi boyu
ve çevresinde büyük itibar sağlamıştır. Bu gelenek içerisinde comokçuların (destancıların) ayrı
bir yeri vardır. Comokçular; Kurmanbek, CanışBayış, Er Tabıldı, Kocacaş, Olcobay menen
Kişimcan vb. destanları anlatır, bununla birlikte
sosyal hayata dair kendi yaratılarını da dile getirirlerdi. Kırgızlarda Manas destanını söyleyenlere de comokçu veya manasçı denilmiştir. Raisa
Kıdırbayeva’ya göre manasçılık okulları; Çuy,
Isık-Köl, Tanrı Dağ (Tiyanşan) ve Güney (Tüştük)
okulları olmak üzere dört gruba ayrılır (Ergun,
l995).
Âşıklılık Geleneğinin Tanıtılması ve Gelecek
Kuşaklara Taşınması:
Dünyada bugün uygarlık olarak nitelediğimiz
değerler bütünü, insanlığın ulaştığı düzeyi göstermektedir. Bu değerlerin oluşmasında toplumların,
birbiriyle etkileşim içinde olan kültürlerinin
de kuşkusuz büyük katkısı bulunmaktadır.
Dünyamızın bu kültürel zenginliğinin ve
çeşitliliğinin korunup geliştirilmesini sağlamak
hepimize düşen bir görevdir.
Toplumların yaşam biçimlerini belirleyen ögelerden biri olan âşıklık geleneği kuşaktan kuşağa,
dilden dile aktarılır ve kültürel zenginliğin temelini
oluşturur. Türklük dünyası âşıklık geleneği ve âşık
fasıllarının, âşık karşılaşmalarının sunulacağı, âşık
edebiyatı örneklerinin gösterileceği uluslararası
gösteriler yapılmalıdır. Türklük dünyası âşıklık
geleneği ve âşık edebiyatı konulu uluslararası
bir sempozyum düzenlenmelidir. Türk dünyasını
temsil eden farklı coğrafyalardan âşıklar da sempozyuma çağrılarak âşıklık geleneğini ve ürünlerini sazlı sözlü sunularla tanıtmalıdır.
Âşıklık geleneğinin kendine özgü araştırma
alanlarında önemli bilimsel bilgiler üretilmiştir. Ülkemizde öteden beri âşıklık geleneği araştırmaları
dünya standart ve normları için gerekli eleman ve
donanımdan yoksun bir şekilde yürütülmektedir.
lanan jıravlar, jırşılar, halk akınları, şeşenler
ve hatta biyler bu sanatın en güzel örneklerini
sunmuşlardır. Kazak halkı öteden beri hikmetli sözlere
ayrı bir değer verir. Bunlara şeşendik sözler denir.
Kanatlı söz, uçan söz, seçilmiş söz, vecize, nutuk
vb. şekilde aktarılabilecek olan şeşendik sözlerin
(Çınar 1996: 69) derin anlamları vardır.
Bunlarda Kazak halkının dünya görüşü, tarihi ve
felsefesi görülür. Kazak halk şairleri arasında halk
hikâyeciliğinin yaygın olduğu görülür. Bu hikâyelere, ğaşıktık, dastandar (aşk hikâyeleri) veya
liro epos denilmektedir.
Özbekistan’da Âşıklık Geleneği
Özbeklerde halk şairlerine icra tekniği, ele
alınan konu, yöre ve ekollere bağlı olarak bahşı,
şair, akın, ahun, sannavcı, yüzbaşı, saki, sazende,
sazcı, halfe vb. değişik adlar verilmektedir. Halk
şairleri tarafından yaratılan bazı koşukların daha
sonra anonimleştiği de bilinmektedir. Bahşılar
halk destanlarını icra eden, kendileri de koşma
veya destanlar yaratan sanatkârlardır.
Özbek bahşıların ünlüleri Fazıl Yoldaşoğlu,
İslam Şair, Polken Şair, Abdulla Şair, Merdanekul Evliyakuloğlu ve Umır Seferoğlu eserlerini
dombra çalarak söylemişlerdir. Bekmurad Korabay, Dostyar Hocayar gibi bahşılar kopuzla,
Bor Sadıkoğlu gibi bahşılar dutar ile Harezmli
Bala Bahşı ise dutar, tar ve rübabla eserlerini
söylemişlerdir. Çeşitli koşuk, destan veya hikâye
ortaya koyan Harezmli bahşılara sazcı denilmiştir
(Razzakov-Mirzayev 1980:103–107).
Özbekistan’ da Bulungur, Korgan, Şehrisebz, Kamay, Şerabad, Harezm ve Güney Tacikistan destancılık
okulları gibi bahşılığın geliştiği merkezler vardır. Bulungur destancılık okulu esasen bugünkü Semerkant vilâyetindeki Bulungur ilçesi ve çevresindeki
köylerde şekillenmiştir.
Usta icracı bahşıların yetiştiği merkezlerden ikincisi Korgan (Semerkant) destancılık okuludur.
Yedi ünlü bahsinin yetiştiği Cumanbülbül ailesi
bu okulun başındadır.
Kırgızistan’da Âşıklık Geleneği
Kırgız halk şairliği geleneği Kırgız şiir sanatı ile
doğrudan ilgilidir. Halk şairlerine genel olarak halk
akını denir. Akınlar; ırçı, cazgıç akın veya tökmö
akın olarak da adlandırılabilir. Tökmö akınlar usta
malı veya kendi eserlerini kopuz veya kıyak ile
dile getirirler. Halk şairleri; camakçı (atışmacılar),
22
Âşıklık geleneği Türk kültürünün geleneksel
biçimleri ve bunların değişim süreçleri ile kültür
içindeki rol ve etkileri yeteri kadar araştırılmamış,
teknolojik değişmelerin getirdiği sonuçlarla ortadan kalkmaya başlayan bütün âşıklık
geleneği ürünleri tespit edilerek incelenememiş
ve geleceğin inşasında bu birikimden yararlanma
yolları oluşturulamamıştır.
Âşıklık geleneği çalışmaları, sanayileşme ve
teknolojik kalkınma sorunlarının öne çıktığı son
dönemlerde geri plana atılmış, bu nedenle, ülke
içindeki kültür değişmeleri yeterince ve etkin bir
biçimde izlenememiştir.
Türk dünyası ile âşıklık geleneği yoluyla kurulabilecek kültür köprüleri ihmal edilmiştir.
Öte yandan, halk hayatının temel bilgi alanlarında
gereksinim duyulan bilginin üretilememesi, geleneksel kültür değerlerinin kuşaktan kuşağa
sağlıklı yorumlarla aktarılmasını engellediği gibi,
yerel kültür değerlerinin ulusal veya uluslar arası
ölçekte eğitim, kültür turizmi ve kitle iletişimi
gibi son derece etkin alanlarda kullanılan ve
yararlanılan bir birikim olduğu gerçeğinin farkına
varılamamasına neden olmuştur.
Dünyada yaşanan bu süreçlere paralel olarak,
teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı küresel kültürel tutumların dünyayı günden güne tek
biçimli hale getirmekte olduğunu değerlendirerek
âşıklık geleneğinin, kültür içindeki önemini
kavrayarak, bu alanın daha fazla çalışılmasını
sağlayacak girişimler başlatılmalıdır.
Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür
Örgütü olan UNESCO, ” 17 Ekim 2003 tarihli
32. Genel Konferansı’nda Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi”ni kabul
etmiştir. Bu sözleşmeye göre küreselleşmenin yok
ettiği yerel kültürel değerlerin, araştırılması, derlenmesi, arşiv ve dokümantasyon merkezlerinin
oluşturulması, müzelerinin kurulması, öğretim
kurumlarında ders olarak okutulması, kitle iletişim
araçlarında yer verilmesi ve kuşaklar arasında ortaya çıkan kopuklukları giderecek tarzda etkin
biçimde değerlendirilmesi, temel amaçlar ve eylem planı olarak ön görülmektedir.
Âşıklık geleneğini Türk dünyası kültürel mirası
olarak ulusal ölçekte korumak, devlet içinde
kurumsallaşmak, özendirmek isterken, basın
yayın organlarında bu kültürel mirasa belli bir
kota ayrılmalıdır. Âşıklık geleneği ilköğretimden
başlayarak bütün eğitim kurumlarında ders olarak
okutulmalıdır
Kültürel mirasın korunması süreçlerinden birisini de yetişkin eğitiminde kitle iletişim araçlarının
etkin kullanımı oluşturmaktadır. Bütün kitle
iletişim araçlarını kullanarak halkın kültürel miras
konusunda duyarlılık kazanması için çalışılmasını
istemektedir.
Türklük dünyasında âşıklık geleneği ve âşık
edebiyatının tanıtım amaçlı çalışmalarına katkı
sağlanacağı gibi bu tür çalışmalarda belirli yöntem bilgisi (metodoloji) sorunlarının çözümünde
de kazançlar olacaktır. Ayrıca proje uzun vadede
âşıklık geleneğinin gelecek kuşaklara aktarılması
ve yurt dışı tanıtımları için hazırlanacak diğer
projelere de kaynaklık etmesi bakımından önemli
bir misyon üstlenecektir.
İletişim teknolojisinin hızla gelişmesi, âşıklık
geleneğinin birçok yörede unutulmasına neden
olmuştur. Millî kültürün, geleneksel değerlerin
yerini tarihî köklerden yoksun bir teknoloji
kültürünün alması tehlikesiyle karşı karşıya
kalınmıştır. Geçmiş kuşakların aldığı kararlar gelecek kuşakları doğrudan etkilemektedir.
Âşıklık geleneği mirasının korunması ve gelecek
kuşaklara sunulması amacına yönelik çabalar
desteklenmelidir.
Sonuç:
Kültürel miras, sürdürülebilir kalkınma ve barışın
garantisidir. Âşıklık geleneği kültür değerlerimizi
gün yüzüne çıkarmak, geçmişi gelecek kuşaklara
taşımak ve çağdaş yorumlarını yapmak amacıyla
sosyal, kültürel ve sanatsal çalışmaları, toplumumuzun değişik kesimleri ile birlikte yürütme
ilkesinden hareket ederek gerçekleştirilmelidir.
Kültür, ulusları birbirlerine yakınlaştırmakta,
insanların barış ve hoşgörü içinde yaşamalarının
temelini oluşturmaktadır.
Âşıklık geleneği, Anadolu coğrafyası dışında
Azerî ve Türkmen sahalarında da yaşamaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yayıldığı bütün
topraklarda ve Balkanlarda da yayılmış ve
gelişmiştir. Âşıklık geleneği çağlar boyu çok geniş
coğrafyalara yayılarak evrensel boyut kazanmıştır.
Âşıklık geleneği bugün Türklük dünyası ve Anadolu
coğrafyasında sürmektedir. Türk sözlü edebiyatındaki
23
ozan-baksı geleneğinin en güzel örneklerini Azerbaycan coğrafyasında gördüğümüz gibi günümüz
Türklük dünyasındaki âşıklık geleneğinin en güzel örneklerini de Azerbaycan âşık edebiyatında
görüyoruz.
Türk dünyası âşıklık geleneği, yüzyılların
deneyimlerinden süzülerek biçimlenmiş, kuşaktan
kuşağa aktarılan bir değerler bütünüdür. Teknolojik gelişmelere bağlı olarak sosyokültürel hayatta
meydana gelen değişimler, âşıklık geleneği dinleyicisini olumsuz yönde etkilemiştir. Âşıklık
geleneği mirası korumaya alınarak gelecek
kuşaklara aktarılmalıdır. Bilgi ve eğitim boyutuna
ağırlık verilerek, âşıklık geleneği kültürel mirasının
saptanması, korunması, teşviki ve aktarılmasını
hedef alan politikalar geliştirilmelidir.
Çobanoğlu (Özkul) , 1999, “Elektronik Kültür Ortamında Âşık
Tarzı Şiir Geleneği Bölgemizde Çukurova Âşıklar Üzerine Tesbitler
“ 3. Çukurova Uluslar Arası Çukurova Halk Kültürü Sempozyumu
Bildirileri, Adana , Adana Ofset.
Çobanoğlu(Özkul), 1999, “ Osmanlı Devletinde Türk Halk Kültürünün Değişim ve Dönüşüm Dinamikleri” , Osmanlı , Kültür ve
Sanat, C.9, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları.
Dizdaroğlu (Hikmet),1969, Halk Şiirinde Türler, Ankara, TDK
Yayını.
Elçin (Şükrü), 1976, “Türkiye’de Halk Edebiyatı” Türk Dünyası El
Kitabı, Ankara.
Elçin (Şükrü), 1981, Halk Edebiyatına Giriş, Ankara, Kültür
Bakanlığı Yayınları.
Elçin (Şükrü),1984a, Halk Edebiyatı Araştırmaları I-II, Ankara.
Eraslan (Kemal), 1994, “Divan-ı Lügat-it Türk’te Aruz Vezniyle
Yazılan Şiirler”, Türk Dilleri Araştırmaları Yıllığı, Belleten, 1991,
Ankara.
Günay (Umay), 1992, Türkiye’de Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya
Motifi, Akçağ Yayınları , Ankara.
Karahan (Abdülkadir), 1991, “Âşık Edebiyatı”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.3, İstanbul.
Kartarı (Hasan), 1977, Doğu Anadolu’da Âşık Edebiyatının Esasları
, Ankara.
Kaya (Doğan) 2000, Âşık Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul, Kitapevi
Yayınları.
Koz (M.Sabri), 1977, Âşık Kolu, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.I, İstanbul.
Koz (M. Sabri), 1985,” Âşık Edebiyatında Destan ve Destan
Konuları”, Türk Halk Edebiyatı ve Folklorunda Yeni Görüşler 2,
Konya.
Köprülü (Fuad), 1962, Türk Saz Şairleri, Ankara, Güven Basımevi.
Köprülü (Fuat), 1989, “Türk Edebiyatının Menşei”, Edebiyat
Araştırmaları I, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Kut (Günay), 1994, “13. Yüzyılda Anadolu’da Şiir Türünün
Gelişmesi”, Türk Dili ve Araştırmaları Yıllığı, Belleten 1991, Ankara.
Kutlu(Mustafa)-Doğan (D. Mehmet), 1977, “Âşık”, Türk Dili ve
Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, Dergah Yayınları.
Ocak(Ahmet Yaşar),1984, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında
Evliya Menkıbeleri; Ankara, MİFAD Yay.
Oğuz, M.Öcal; 1983, “Halk Şiirinde Tür ve Şekil Meselesi” Milli
Folklor, Ankara
Özdemir (Fuad) , 1991, “ Anadolu Destanlarının Biçimleri ve Çeşitli
Temaları”, Anadolu Destanları, Ankara.
Sakaoğlu (Saim), 1986, Karacaoğlan, İstanbul, Büyük Türk Klasikleri.
Sakaoğlu (Saim), 1986,” Ozan, Âşık Saz Şairi ve Halk Şiiri
Kuramları Üzerine”, III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi
Bildirileri, C.I, Ankara.
Sakaoğlu (Saim) 1987, “Halk Edebiyatı Kavramı Üzerine” III.
Uluslararası Türk Halk Edebiyatı Semineri Bildirileri, Eskişehir.
Sakaoğlu (Saim),1998, “Türk Saz Şiiri”,Türk Dünyası El
Kitabı, 3.Baskı, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü.
KAYNAKÇA
Artun, (Erman), 1996, Günümüzde Adana Âşıklık Geleneği (19661996) ve Âşık Feymani, Adana, Adana Valiliği İl Kültür Müdürlüğü
Yay., Hakan Ofset.
Artun (Erman),1997, “Adana Âşıklık Geleneğinde Karacaoğlan
Çığırma , İçel Kültürü, S.54, İçel.
Artun, Erman, 2000; Adana Halk Kültürü Araştırmaları I, Adana,
Adana Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay. Epsilon Reklam ve Matbaa..
Artun (Erman ), 2000 ,” Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı Terimleri Üzerine Bir Deneme”, Adana Halk Kültürü Araştırmaları, 1. Adana
Artun (Erman ), 2000a, Adana Halk Kültürü Araştırmaları 1 , Adana,
Epsilon Ofset Aslanoğlu, İbrahim; 1984, Pir Sultan Abdallar İst., Erman Yay.
Bali (Muhan), 1975, “Âşık Karşılaşmaları-Atışmalar I, Türk Folkloru Araştırmaları, Eylül, cilt 16, İstanbul
Bali(Muhan), 1975 “Âşık Karşılaşmaları- Atışmalar II, Türk Folklor
Araştırmaları, 7457.
Başgöz (İlhan), 1952, “Âşıkların Hayatlarıyla İlgili Halk Hi-kayeleri
“Journal Of America, Folklor, 65, 1952, No: 238.
Başgöz (İlhan) ,1968, İzahlı Türk Halk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul.
Başgöz (İlhan) , 1977, “Halk Edebiyatı ve Folklor” Milliyet Sanat
Dergisi, s. 216, İstanbul.
Başgöz (İlhan), 1977, “Karacaoğlan mı, Pir Sultan mı Halkın Dilinden Konuşuyor, Halk mı Onların Dilinden Konuşuyor”, Milliyet
Sanat Dergisi, 28 Ocak 1977, S. 2;6, İstanbul.
Başgöz (ilhan) 1986, Folklor Yazıları, İstanbul, Adam Yayınları.
Başgöz (İlhan), “Halk Hikayelerinde Rüya Motifi ve Şaman İnitation
Ayinleri, Asian Folklore Studies C.XXVI-I,
Boratav (Pertev Naili), 1918, “Âşık Edebiyatı” Türk Dili Dergisi, Türk Halk Edebiyatı Özel Sayısı, Sayı:207, Aralık, Ankara.
Boratav (Pertev. N. ) , 1942, Halk Edebiyatı Dersleri, Ankara.
Boratav (Pertev Naili), 1982, “ Folklor, Halk Edebiyatı ve Âşık
Edebiyatı”, Folklor ve Edebiyat, İstanbul, Adam Yayınları.
Boratav, P.Naili; 1982, Folklor ve Edebiyat, İstanbul, Adam Yay.
Boratav (Pertev Naili), 1988, Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği,
İstanbul, Adam Yayınları.
Çetin (İsmet), 1997, Türk Edebiyatında Hz. Ali Cenknameleri, Ankara.
Tanrıkulu (Nâzım İrfân), 1997, Âşıklar Divânı – Günümüz
Âşıkları , İstanbul.
Turan, Metin; 1996, Ozanlık Gelenekleri veTürk Saz ŞiiriTarihi,Ankara
Turgut (Osman), 1995, Adana’da Âşıklık Geleneği ve Yaşayan
Adanalı Âşıklar, Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Adana..
Yardımcı__________, Mehmet, 1998, Başlangıcından Günümüze
Halk Şiiri-Âşık Şiiri-Tekke Şiiri, Ankara, Ürün Yay. Başkent Mat.
Yay.
Yılmaz (Şirin),1994,“Prof. Dr. Umay Günay ile Halkbilim
Çalışmaları Üzerine Bir Konuşma”,Milli Folklor, S. 22, Ankara.
24
Babamın Yarım Kalmış
Sevdasının Yerine
Dilaver Cebeci
Aşık Davud Sulari ve Yalnızbağlı
Necati Gültepe için...
Sineme yüzlerce ok saplanırdı,
“Kirpiğin kaşına değdiği zaman.”
Bir sızı içimde keleplenirdi,
Kulağım adını duyduğu zaman.
Kah zülfünün karasında yatardım,
Kah gözünün deryasında yiterdim.
Seni hayal eder dilek tutardım,
Göğümde bir yıldız kaydığı zaman.
Bahar başlayınca elvan toyuna,
Sevdam çiçek açar idi boyuna...
Koyakdaki gür derenin suyuna,
Söğüt dallarını eğdiği zaman.
Meltem vursa yüzündeki güllere,
Dokunurdu gönlümdeki tellere.
Bakarak ağlardım cılga yollara,
Bir türkü bağrımı oyduğu zaman.
Bu aşk can evimde kaldı da yarım,
Hala o iklimden sesler duyarım.
Kim bilir belki de sana doyarım,
Topraklar yağmura doyduğu zaman.
Desen: Atanas Karaçoban
25
KAVAKLAR VE SALKIM SÖĞÜTLER
Emine Işınsu
İstanbul Ankara yolunun galiba İstanbul’a yakın bir yerlerinde tren hattının biraz ötesinde acayip bir
manzara ile karşılaştım. Bir dizi kavakla bir dizi salkım söğüdü karşı karşıya dikmişler. Ama nasıl karşı
karşıya! Dalları yerlerde sürünen her salkım söğüdün önüne bir kavak. Ki mağrur ve dil göğe doğru boy
vermiş!
Her iki ağacı da ayrı ayrı pek çok sevmeme rağmen, şu manzara beni dehşetli etkiledi. Ürktüm ve
rahatsız oldum. Çünkü karşımda, birbirlerinden pek az bir mesafe ile duran iki ayrı cins ağaç, tam
anlamıyla “bir bütünü” teşkil ediyordu. Dik duran ve eğilen. Evet, bir bütündü bu, başı sonu ve ayrıntıları
ile tamamlanmış bir olay.
Acaba kavaklar yaratılmasaydı, salkım söğütlere ihtiyaç duyulmayacak mıydı?
Yoksa salkım söğütler var diye mi, kavakların burnu bunca havada?
İnsan, kainatın küçük çapta bir örneği. Yaratılış tek, Yaratan gibi.
Peki bu hakikat, “söğüt insan”la, “kavak insan”ı mazur gösterir mi?
Söğüdün eğilmesi, dallarını yerlerde sürümesi, ağacın tabiatı icabı. Öyle yaratılmış, yer çekimine
kaptırmış dallarını, yaprak yaprak ağlamakta, yahut yalvarmakta. Güzel ve zarif ama, ne çare, salıvermiş
kendini. Başkası gelmez elinden!
Oysa, hele ilk sabahın buğulu dakikalarında, kavaklar göğe doğru uzanmış dururlarken, bana hep; bu
ağaç yalnız, dik ve mağrur, Allah’dan gayri kimsesi yok gibi gelir. Onun yaradılışında “eğilmek” yoktur,
sığındığı tek Allah’tır ve şüphesiz “Gökten alıp, yere” vermektedir.
Kavakların, karşılarında eğilen salkım söğütlere de ihtiyacı yoktur.
Ama kainatın küçük çapta bir örneği de olsa, asırlardır bozulmuş, yozlaşmış insanlar aleminde,
“kavaklar”ın, “salkım söğütler”e ihtiyacı yok mu?.. Var, hem nasıl! Şöyle bir düşünüyorum “kavak
insanlar”ı, kimi diktatörlerdir. Kimi politikacılar, kimi mevki sahibi insanlar, hatta bazan şişirilmiş
sanatçılar, düşünürler bazen de çok varlıklı kişiler. İşte bütün bu zevatın “söğüt insanlar”a ihtiyaçları
vardır. Sırf yerlerinde tutunabilmek ve burunlarını havada muhafaza edebilmek için. Destek!. Kavak
insanlar, söğüt insanlar sayesinde beslenirler.
Beslenmeyi hem manevi, hem maddi planda düşünüyorum. Böyle düşününce, söğüt insan da varlığını
yani yaşama imkanını, kavak insana borçlanmakta. Karşılıklı ve muntazam işleyen dişliler gibi. Kendilerince iyi bir ahenk kurmuşlar.
Aslında ne bu muntazam işleme, ne ihtiyaç, ne de ahenk; bu iki tip insanı mazur görmez. Çünkü
kavaklık ve söğütlük insanların tabiatı, yaratılışları icabı olmasa gerek. İnsanın doğuştan getirdiklerini;
mizacı elbet inkar etmiyorum. Ancak kişinin kavaklaşması veya söğütleşmesi, yıllar geçtikçe biçimlenen bir vakıa.
İnsan, karakterini biçimlendirmekte hür bırakılmış, seçim onun... Aile içi münasebetleri, sokağın tesirini, türlü eğitimi ve öğretimi de ele alırsak, bana göre, hiç mazur görülmeyecek olanlar söğütleşmiş
insanlardır. İddiam odur ki; bu etek öpücüler, bu beli bükükler, bu şak şakçı “aman beyefendiciğim” ler
olmasa, cemiyetin belası kavak insanlar azalacak, belki nesilleri tükenecek.
O ne güzel bir cemiyet olurdu.
Acaba, diye düşünüyorum; şu ağaçları karşı karşıya diken şakacı kişinin maksadı, sırf insanlar alemine bir acı tebessüm yollamak mıydı?
Her kimse, ona selam olsun.
26
YANARSAN YAN
Mustafa Aslan*
Desen : Garipkafkaslı, 2000
Yanarsan yan gönlüm! İnlemem asla
İnlersem bilinir canım yandığı,
Var olmuşsam Ferhâd ile kıyasla
Sevdâmı yenmez mi Ferhâd’ın dağı?...
Mecnûnun düştüğü çölü sularım,
Ferhâd’ın deldiği dağı yamarım
Kerem’in yanına duman koyarım,
Tamâmına yeter sevdâm otağı...
Ben ateşi sevdim, pervânesiyim
Öldükçe diriliş divânesiyim
Ülkümün aşığı süvârisiyim
Ben sönsem yanar mı sevdâ çerağı?...
Sevdâlar Hak’tandır, âşıklar Hak’ta
Yakınlaşır sevgi uzaklaştıkta
Can olur mu canânından uzakta
Herkesin kendidir kendi durağı...
*Gazeteci, yazar.
Türkçe bakan Türkçe görür avını
Türkçe bilen Türkçe söyler savını
Cüce edip düşmanların devini
Çekilir göndere Türk’ün sancağı...
27
İRAN’DA TÜRK DÜŞMANLIĞININ
KÖKLERİ
Maşallah Rezmi*
“Bir Fars bir Türk’le kavga ediyordu. Fars durmadan Türk’e sövüp duruyordu. Türk ise sessiz
oturmuş çubuğunu içiyordu. Sonunda dikkatli bir
şekilde çubuğunun ağaç sapını başından ayırıp
-onu temizlemek istiyormuş gibi- çubuğun sapı ile
Fars’ın kafasına bir tane vurarak “köpoğlu” diye
bağırdı. Sonra tekrar çubuğunun başını sapına
taktı ve çubuk bir zarar görmüş mü diye çubuğunu
incelemeye başladı. Sonra da hiçbir şey olmamış
gibi çubuğunu çekmeye devam etti” (Nasıreddin
Şah’ın Avusturyalı özel doktoru Pulak’ın seyahatnamesinden)
12 Mayıs 2006 cuma günü İran devleti’nin
resmi yayın organı olan İran gazetesi’nin çocuk
özel sayısında “Bok Böceklerinin bizi istila etmemesi için ne yapmalıyız?” başlıklı bir makale
yayınlandı. Bu makalede “Bok Böceklerini” yok
etmek için çocuklara sekiz yöntem öğretilmekte
ve her yöntem bir karikatürle gösterilmektedir.
Karikatürün birinde çocuğun biri bok böceği ile
konuşmakta, yalnız çocuğun dilini anlamayan
Bok Böceği Türkçe “Nemene?” diye sormaktadır.
(Güney Azerbaycan’ın çoğu bölgesinde “Ne?”
sorusu “Nemene?” şeklinde ifade olunur). Ayrıca
bu karikatürün altında bok böceklerinin dillerinin
çok zor ve kuralsız olduğu, dolayısıyla çoğu bok
böceğinin kendi dilinde konuşmak istemediği
anlatılmağa çalışılmıştır.
Bok böceklerini yok etmek için önerilen yöntemler, daha çok siyasi muhalif güçleri yok etmeye yarayan yöntemlere benzemekle beraber,
yöntemlerin birinde “…insan dışkısından beslenen bok böceklerini yok etmek için çare olarak
bir müddet tuvalete gidilmemesinin yeterli olacağı
tavsiye edilmektedir.” İran’ın siyasi ve toplumsal
ortamından haberdar olan herkesin yazarın burada Türkleri kastettiğini anlaması zor değildir.
Söz konusu yazının yayınlanmasından birkaç gün
sonra aynı gazete aynı yazardan “Cengiz Ölüyor”
adlı içinde Türklere hakaret dolu bir yazı daha
yayınladı. İlk yazının yayınlanmasının hemen
ertesi günü Azerbaycan üniversitelerinde itiraz
* Tebriz / İran
sesleri yükselmeye ve gitgide sokak gösterilerine dönüşüp büyümeye başladı. On gün sonra
Güney Azerbaycan’ın merkezi şehri olan Tebriz’in
devlet üniversitesinin yerleşkesinde öğrenciler
toplanarak protesto sloganları atar ve daha sonra
itiraz mektubu vermek üzere kampustan ayrılır
ve valilik binasına doğru yürürler. Yolda emniyet güçlerinin müdahalesi sonucu öğrenciler ile
çevik kuvvet arasında çatışma çıkar. Çatışma kent
halkının öğrencileri destekleyip olaya karışması
ile büyür ve sonuç olarak çevik kuvvet ilk başta
göz yaşartıcı gaz, cop ve daha sonra ise doğrudan
halka ateş açma suretiyle gösteriye şiddet karıştırır.
Günün geç saatlerinde gösteri tam bir ayaklanma
şekli alır. Bu olayda valilik binası dâhil birçok
devlet bina ve aracı zarar görmüş, çok sayıda
vatandaş yaralanmış ve şehit olmuştur. Sonraki
günlerde Urmiye, Hoy, Zencan, Erdebil, Hıyav
(Mişkin), Marağa, Merend, Miyana, Koşaçay
(Miyandoab), Sulduz (Negedeh), başta olmak
üzere toplam 25 büyük ve küçük kent ve kasabada
kanlı olaylar yaşanmıştır. Urmiye’de İran gazetesinin il temsilcilik binası bir hafta içinde iki kez
ateşe verilmiş ve devlet radyo, televizyon il tesisleri tahrip edilip yakılmıştır. Erdebil, Mişkin ve
Negedeh şehirlerinde emniyet güçleri doğrudan
halkın üzerine ateş açmıştır. Tüm Azerbaycan’a
yayılan ve daha sonra Tahran ve Kum’a sıçrayan
on günlük ayaklanmada verilen raporlara göre
en az 50 vatandaşımız şehit olmuş ve binlercesi
yaralanmıştır. Uzun veya kısa süreli gözaltına
alınan insan sayısı toplam 21 bine ulaşmıştır.
İran’ın resmi haber ajanslarına göre sadece
Tebriz’de 330 kişi gözaltına alınmış, Negedeh’de
4 kişi hayatını kaybetmiştir
Bu ayaklanma İran İslam Devrimi’nden sonra Azerbaycan’da gerçekleşen en büyük halk
gösterisi olmuştur. Uzmanlara göre bu ayaklanma
Pehlevi rejimini çöküş sürecine iten 1977 Tebriz
Ayaklanması’nın boyutlarına ulaşmıştır
Azerbaycan’da meydana gelen Mayıs–Haziran
Ayaklanması’nda karikatür meselesi tetikleyici rol
28
oynasa da bu kadar büyük bir olayın sırf bir karikatüre tepki olarak ortaya çıktığını düşünmek
çocukça bir yanılgı olacaktır. Başlıca 25 maddesi
“Azerbaycanlı üniversite öğrenci ve mezunlar
topluluğu’nun” bildirisinde yer alan siyasi, kültürel,
ekonomik ve toplumsal istekler bir etkenler kümesi
olarak bu ayaklanmanın zeminini oluşturmaktadır.
22 Mayıs 2006’ya kadar Azerbaycan’da bir kimlik arayışı hareketi söz konusu olmuşsa da o günden itibaren bir milli hareket doğmuştur. Birkaç
bin kişinin tutuklanarak cezalandırılması ile bu
hareket durdurulamayacaktır. Çünkü bu hareket
olgunlaşma sürecini tamamlamış, kendi kaderini
belirleyebilecek noktaya gelmiştir. Milli bilinç
oldukça yüksek bir düzeye ulaşmış, uluslararası
ve bölge koşulları rejimin 1981’de olduğu gibi
genel bastırma veya 1988’deki gibi siyasi kıyım
yoluna gitme olanağını elinden almıştır. Günümüz
koşullarında Azerbaycanlılar aleyhine her türlü
geniş çaplı şiddet uygulaması rejimin kendi aleyhine olacaktır
Bu ayaklanma her ne kadar kendiliğinden oluşsa
da Türk insanının bilinçaltına kayıtlı, yazılmamış
kuralların meydana getirdiği bir olgudur. Tüm
şehirlerde farklı ve çok sayıda sloganlar atılsa da
sloganların özünde her hangi bir dağınıklık gözükmüyor ve hepsinin vardığı nokta aynıdır. Güney
Azerbaycan Türk milleti kendi kaderine hâkim olmak istiyor.
Paniranistler İran’ın çok milletli bir toplum
olduğunu inkâr etmekte ve özellikle Türklere
gelince gerçeği çarpıtarak tersten anlatmaktadırlar.
Onlara göre tarih boyunca İran’da Farslar, Türkler
tarafından zulüm ve haksızlığa uğramışlar. Bu
konuya açıklık getirmek için İran’da Fars olmayan halklara uygulanan ve toplumsal patlayışa
yol açan ırk ayırımı [Güney Afrika’da görülen,
siyahları dışlayan ve beyazlara tüm hakları tanıyan
sistem] sistemiyle beraber İran’da Türklerin de
ayaklanmasına sebep olan tarihi Türk karşıtlığının
ortaya çıkış ve gelişme sürecini tarihi belgelere
dayanarak ele alacağız. Her şeyden önce Azerbaycan Türklerinin sosyolojik özelliklerini inceleyerek genelde gösterdikleri sosyal tepki metotları
açıklanmaya çalışılacaktır.
Makalenin başında seyahatnamesinden bir
hikâye aktardığımız doktor Pulak bu konuda en
güvenilir gözlemcilerden birisi sayılmaktadır. On
sene Kacar Hanedanlığından Nasıreddin Şah’ın
saray doktorluğunu yapan tarafsız bir yabancı
olarak İran ve İranlılarla ilgili tüm gözlem ve incelemelerini büyük bir titizlikle kaydetmiştir. Yukarda aktardığımız hikâye Türklerin soğukkanlılık
ve sabırlı davranışına bir örnek olarak kayda
alınmıştır. Türkler kişisel ve toplumsal olarak
sabırlı ve soğukkanlıdırlar. Yalnız üzerlerindeki
baskı dayanılmaz hale geldiğinde aniden ve sert
şekilde tepki verirler. Doktor Pulak kitabında
Türklerden şöyle bahseder:
“Türkler [Azerbaycan Türklerini kastetmektedir] huy ve ahlak olarak Osmanlılara daha çok
benzerler, yalnız Farsların da bazı özelliklerini
almışlar. Kaba, hileden uzak, cesur ve kararlı
insanlar olduklarından orduda tercih edilirler.
Bunlar Farsları korkak diye aşağılar ve kendi
Türk soylarıyla iftihar ederler. Sakinler, yalnız
kavga dövüş icap ederse tereddüt etmez, her zaman saldırıya hazırdırlar. Yazılı tarihi kaynaklara
göre yedinci yüzyıl sonrası Türk kabile birlikleri
Orta Asya’dan hareket ederek tüm Avrasya’yı kat
etmişlerdir. Onlar bu süreç içinde çok sayıda devlet ve imparatorluk kurmuş, birçok millete egemen olmuşlardır. Öyle ki bu milletlerin tarihini
Türklerden ayrı yazmak mümkün değildir. Türk
yayılması çoğu zaman yenik düşen milletlerin
kalbinde kalıcı intikam yaraları açmıştır. Bu milletler fırsat buldukça Türklere vurarak veya hiç
olmazsa Türkleri aşağılayıp hakaret ederek, öfkelerini dışa vurmuşlardır. Çinliler, Ruslar, doğu
Avrupalılar, Araplar, Ermeniler ve İranlılar farklı
düzeylerde Türk karşıtı duygular beslerler. Hatta
bazen Kürtler bile (İran Kürtleri kastedilmektedir)
paniranistlerin ağır baskısına maruz kalmalarına
rağmen, paniranistlerin uydurmacalarına kanarak
Türklere karşı çıkmaktalar. Hâlbuki bazı istisnalar
hariç Kürtlerle Türkler her zaman birlikte barış ve
huzur içinde yaşamışlardır. İşte bu nedenle Türk
asaletine inanan Türkler “Türk’ün Türk’ten başka
dostu yoktur” derler.”
İran’da Türk düşmanlığı tarih ve gerçekliğin
ötesine geçerek efsane ve mitlere bile yansımıştır.
Farsların en gözde şairi Firdevs’inin Şehname’si
İran ile Turan savaşları temel alınarak yazılmıştır
ve Firdevsi, Şehname’sindeki Turanlıların Türkler
olduğunu bizzat söylemektedir. Firdevsi Fars çiftçisinin Türk ve Arap’la karışmasının Fars köylüsünün
29
bozulması anlamına geldiğini söyler (şiirden çeviri)
“(Fars) çiftçi, Türk ve Arap’tan (öyle) bir soy
ortaya çıkar (ki) ne çiftçidir, ne Türk’tür, ne
Arap’tır. Bu söz ancak oyundur (maskaralıktır)”
Bugünkü İran’ın tümünün de topraklarına dâhil
olduğu Türk Şah’ı Gazneli Sultan Mahmut’un
sarayında Sultan’ı övmekle meşgul olan 400 Fars
şairi vardı ve onların biri de Firdevsi idi. İran’ın
tüm Türk hâkimleri Fars dili ve edebiyatının
gelişmesine gayret sarf etmelerine rağmen Türk
karşıtlığı İran edebiyatının belirgin hatlarından
olmuştur. Fars edebiyatında “Bu yol Türkistan’a
gider” ifadesi “doğru yoldan sapmak” ve “Türktazi” (Türk’ün at koşturması) “zorbalık ve
haksızlık” anlamına gelir. Coğrafya bilgini İbn-i
Fakih-i Hamedani Türkleri düşman olarak tanımlar
ve peygamberin hadisiymiş diye şu hadisi nakleder: “Türklerin size sataşmasını istemiyorsanız
onları rahat bırakın.”
Türk olmayan birisinin İran’da Türk karşıtlığının
ne demek olduğunu anlaması zordur. Gerçeği kabul etmeyenler en azından geçen 30 yıl içinde
Azerbaycan’da yaşananları tekrar gözden
geçirmeliler. 1980 yılında Sadık Halhali’nin
(dönemin devrim mahkemeleri başkanı) “Bahaneler düşmanların elinden alınmalı” başlıklı
makalesinde Ayetullah Şeriatmedari’ye (dönemin
en yüksek mevkili Azerbaycanlı din adamı) hakaret ederek kendisinin Savak (Pehlevi döneminde
İran milli istihbarat teşkilatı) ajanı olduğunu iddia
etmesi sonucu Tebriz’de ayaklanma çıkıp halk,
devlet radyo televizyonunu kontrolü altına almıştı.
1995 yılında Tahran Devlet Radyo Televizyonu
tarafından “bir Türk’le evlenmek ister misiniz?”,
“iş yerinizde bir Türk’le oda arkadaşı olmak ister
misiniz?”, “sakinlerinin çoğu Türk olan bir mahallede oturmak ister misiniz?”, “bir Türk’le aile
arkadaşı olup onu evinize davet etmek ister misiniz?” gibi Türklere hakaret edici sorular içeren
bir anketin dağıtılması Tebriz’de karışıklığa sebep
olup, Azerbaycan il üniversitelerinde öğrencileri
ayağa kaldırmıştır.
Bu gün ise İslam cumhuriyeti’nin resmi gazetesinde yapılan dayanılamayacak kadar iğrenç hakaret, tüm Azerbaycan’ı ayağa kaldırmış ve onlarca vatandaşımızın canına mal olmuştur. Verilen bu
örnekler sadece harmandan bir avuçtur. Tüm Fars
ortamlarında anlatılan Türkleri aşağılayıcı fıkralar
ve hatta artık deyim haline gelmiş “Türk-i her”
[eşek Türk] ibaresi herkesce malumdur. Bu şekilde
süreklilik arz eden resmi ve gayri resmi hakaretler
zinciri İran’da sistemli bir Türkleri aşağılama
sürecinin varlığını reddedilmez kılmıştır. Yalnız
Azerbaycanlılar da her zaman gereken tepkiyi vererek Türk kimliği konusunda herhangi bir şekilde
taviz vermeyeceklerini açık şekilde ifade etmişler.
Mayıs-Haziran ayaklanması’nda halkın harekete
geçtiği her 25 kentte de “Haray haray[feryat] men
Türk’em”,”Türk’ün dili ölen değil, Fars diline
dönen değil” sloganları tüm sloganların başında
gelmiştir.
İran’da Türklerin bin yıllık egemenliği döneminde Farslar hiçbir zaman kültürel baskı
hissetmemişlerdir. Türk sultanları ne yapsalar
da kültürel baskıdan uzak durmuşlardır. Bunca
Fars şiir divanlarında dil ve kültür baskısıyla ilgili hiçbir örneğe rastlanmamaktadır. Türkler
hiçbir zaman hâkim oldukları milletlerin diline
karışmamışlardır. Türk hâkimiyeti dönemlerinde
İran’da her zaman Arapça din ve bilim dili, Farsça
edebiyat ve şiir dili, Türkçe ise saray ve ordu dili
olmuş, her üç dil de saygı görmüş “Elsene-yi selase-yi İslami” (üç İslam dili) olarak anılmışlardır.
Tüm mekteplerde ve medreselerde “ dil Arap dilidir, Farsça şekerdir, Türkçe sanattır” ifadesi temel
öğretilerden biri olagelmiştir. Yalnız anlaşılan bu
ki anlattıklarımız daha çok Türkler için geçerli olmuş, Farslarca pek tutulmamıştır. Nitekim
Farslar 1925’te hâkimiyete getirildikleri günden
itibaren bütün bunları unutmuşlar. İslam cumhuriyeti
döneminde bile kendileri Arap dili eğitimi alan
mollalar Huzistan (İran’da Arapların yerleştiği
bölge) çocuklarının ana dilleri olan Arapça eğitim
almalarına engel olarak onların günahına girmişler.
Bütün bu yaptıkları yetmiyormuş gibi kendi resmi
gazetelerinde Türk dilini bok böceklerinin diline
benzetip çocuklara onları yok etmenin yöntemlerini öğretmekteler. Burada şöyle bir soru karşımıza
çıkıyor. Neden Türklerin 1000 yıllık hâkimiyeti
dönemimde çoğu zaman Farsça yazı dili olmuştur?
Bu soruya cevap olarak üç fikir ileri sürülmektedir:
1- Paniranistler ve Fars diline tapanlara göre
bu husus Farsçanın Türkçeye olan üstünlüğünden
kaynaklanmaktadır. Oysa bilimsel olarak bunun
tersi doğrulanmaktadır. Nitekim 1999 yılı UNESCO tarafından “Dede Korkut” yılı ilan edilmiş,
30
ses sistemi olarak Arapçayla tamamen farklı
olan Türk dilini tam anlamıyla yeni sistemde
oturtamamışlardı. Yapılan çalışmalarda zaten şehir
kültürüne hâkim olan Fars ve Arap dillerinin etkisi altında kalmıştır. Bütün bunlara rağmen Fars
dili Arapçanın oldukça ağır tesiri altında kalmıştır.
Nitekim yüzyıllar boyunca mekteplerde Farsçanın
öğreniminde temel derslik olan Sadi’nin gülistan
kitabı ve hafız’ın şiir divanı’nda kullanılan Farsçada kelimelerin neredeyse üçte ikisi Arapçadır.
Rudeki’den Nima Yuşiç’e kadar tüm Fars şiiri aruz
kalıbında söylenmiş ve tamamen Arap ekolüdür.
Ne kadar ilginçtir ki Arap recizi şiirden saymazken Firdevs’inin şehnamesi baştanbaşa recizdir.
Firdevsi Şehname’den sonra yazdığı “Yusuf ve
Züleyha” eserinde ömrünü Şehname’yi yazmakla heba ettiğinden pişmanlık duyduğunu söyler.
Farsçanın değerini kırmamak ve bu dili sevenlere
saygı duymakla beraber Farsçanın, Arapçanın bir
şivesi olduğunu kabul etmek gerekir ve belirtmek
gerekir ki bu bağlılık Farsçanın tatlı ve zarif bir dil
olduğundan hiçbir şey eksiltmemektedir. Farsça
başka dillerin katili olmadığı sürece herkesçe
saygındır.
Fars bölgesinin (Fars sözcüğü burada coğrafi
anlamda kullanılmış ve bugünkü İran’ın merkez
eyaletlerini kastetmektedir) ahalisi, Orta Asya
ahalisinden çok daha evvel Müslüman olmuşlar.
Türkler 8. yüzyıldan sonra İslam’ı kabul etmiş Arap
alfabesini kullanmaya başlamışlar. Fars dili Arapçaya yakınlığından dolayı divan dili olabilmiştir.
Oysaki Türkçenin ses sistemi, Farsça ve Arapçadan çok farklı olduğundan dolayı, Türkçe bu
konumu elde etmekte zorlanmıştır. Farsça, Arapça bilmeyen birisinin Farsçayı tam olarak bildiğini
iddia edemeyecek kadar Arapçanın etkisi altında
kalmış ve bu dile yaklaşmıştır.
Paris’in “Arap le Monde” enstitüsünde
Firdevs’inin Şehnamesi Arap eseri olarak
tanıtılmaktadır ve bugüne kadar da hiçbir akademiysen buna itiraz etmemiştir.
Görüldüğü gibi Farsçanın Türk sultanları
tarafından kullanılması bu dilin üstünlüğünden
değil, karmaşık bir sürecin sonucu olmuştur. Hatta
Farsça fazlasıyla basit bir dil olduğundan dolayı
bilim dili olma kabiliyetinden yoksun bir dildir. Nitekim Rıza Şah dönemi Fars dil kurumu başkanıdır.
Hanleri’nin Fars dili grameri kitabına istinaden
24000 fiili olan Türkçe dünyanın üçüncü en
kurallı dili olarak seçilmiştir. Hâlbuki Fars dili
birkaç yüz fiille ancak Arapçanın 33. şivesi olarak
görülmüş ve Farsların en önde gelen şairlerinden
biri olan Sadi’ye UNESCO tarafından sadece bir
gün hasredilmiştir. Bunun gibi konular artık bilim
dünyasında pek fazla önemsenmemektedir. Yalnız
bazı paniranistlerin sadistçe inatları bu konuların
gündeme getirilmesini zorunlu kılmaktadır.
2- Arthur Kristiyenson gibi bazı arkeolog ve
doğu bilimcilere göre Sasani (Pers) imparatorluğu
döneminde Pers dilinde temeli atılan vergi
toplama sistemi İran saraylarında Pers dilinin
kullanılmasını bir gelenek haline getirmiş ve
eski devirlerde kâtiplik işinin irsi bir meslek olup
babadan oğla geçmesi sebebiyle bu gelenek devam ettirilmiştir. Onun kanısınca Türk veya Arap
saraylarında Fars kâtipler “guşt” yazmış Arap
sultanına “lehm” veya Türk hakanına “et” diye
okumuştur. Ahmet Kesrevi de aşağı yukarı aynı
fikri savunarak yazı dilinin pers imparatorluğu
döneminde ortaya çıkışını bu hususun nedeni
sayar. Fakat bu nedenler de çürütülebilmektedir.
Çünkü günümüz tarafsız dil uzmanlarına göre
“Deri” dili (İran, Afganistan ve Tacikistan’da
konuşulan çağdaş Farsça)
İslam’dan sonra
kuzey Afganistan ve merkez Asya’dan (Tacikistan)
İran’a gelmiş ve Pers krallığında kullanılan
Pehlevi dili herhangi bir yabancı dille farklı
olduğu kadar bugünkü Farsçayla da farklıdır.
3- Üçüncü ve daha mantıklı görünen neden ise
üç etkenin karışımından ortaya çıkan bir süreçtir.
Din ve dolayısıyla Arap alfabesi etkeni, yerleşik
şehir ve köy hayatı yaşayan Fars ve konar-göçer
Türk yaşam sistemi ve üçüncüsü Farsçanın Arapçaya ses sistemi olarak uyumu ve tam tersine
Türkçenin Arapçaya uymazlığı. İslam’dan sonra
İslam dininin etkisiyle kısa zamanda Arap alfabesi
diğer alfabeleri devre dışı bırakarak yeni Müslüman olmuş ülkelerde kullanılmaya başlanmıştır.
O günkü yerleşik hayat yaşamı ve dolayısıyla
yazılı edebiyatını geliştirme olanağına sahip bulunan Fars toplumu, zaten ses sistemi (sesli harflerin sayısı ve harflerin telaffuzu) itibarıyla Arapçayla örtüşen dilini çok fazla zorlanmadan yeni
sistemde düzene sokabilmiştir. Oysa Farslardan
çok daha geç yerleşik yaşam sistemine geçen
Türkler kaybettikleri zaman bir yana dursun
31
istinaden Farsçanın sadece 314 fiile sahip
bulunduğu bilinmektedir. Ayrıca Farsça az sayıda
ek ve bağlaç içerdiği için oldukça kısıtlı bir kelime üretme yeteneğine sahiptir. Bunlara ilaveten
Farsçanın fiil çekim zamanları da çok sınırlıdır.
Öyle ki tanınmış arî ırkçısı Ahmet Kesrevi “Zeban-e Pak” (arı dil) çalışmaları kapsamında
kendisinden yeni çekim zamanları türeterek bu
eksikliği gidermeye çalışmıştır. Kesrevi bu hususa
“Azeri veya Zebane Bastane Azerbaycan” (Azeri
veya Azerbaycan’ın eski dili) eserinde açık şekilde
değinmiştir.
Bugün İran adıyla bilinen coğrafyada her zaman din tartışması var olmuştur. Nitekim “keşver”
(ülke) kelimesinin “kiş” (din) ve “ver” (ilişki eki)
kelimelerinden oluştuğunu söyleyenler vardır.
Fakat dil tartışması oldukça yeni olup son yüzyılda
ortaya çıkmıştır. Ondan önce Türk karşıtlığı daha
çok etnik (kavim) olgusuna dayalı idi ve kavimler arası ihtilaflardan kaynaklanmıştır. Bu nedenle
de tarihte Türklerin zayıf duruma düştüğü bütün
dönemlerde İran Türk karşıtı ortamın güçlendiğini
ve Türklerin yeniden güç kazanmasını önlemek
için girişimlerde bulunulduğunu görmekteyiz.
Safevi devleti döneminde her zaman sessiz olan
Afganlar son Safevi sultanı şah sultan Hüseyin’i
devirdikten sonra ona Türklerin şahı diye hakaret
eder, Türklere eziyet etmeye başlarlar. Zendiye
dönemi, pehlevi dönemi ve İslam cumhuriyeti
dönemlerinde de Türkler aşağılanmış ve baskı
altında tutulmuştur.
Fransız araştırmacı Havier de Pelanol,
Pakrevan’dan naklen şöyle yazar: “1770 yılında
Zendilerin esiri oldan Kacar Ağa Muhammet
Han’ın kız kardeşi Zendi Kerim Han’ın oğlu
Muhammet Rahim Han ile evlendirilmek üzere
Kazvin’den Şiraz’a getirilir. Yalnız kerim Han’ın
kızı bu evliliğe karşı çıkar ve “bir çapulcu Türk
köylüsünün kızı benim kardeşime layık değil, onu
bir katırcıya verin.” der. Ağa Muhammet Han’ın
kız kardeşi daha sonra Kerim Han’ın büyük
komutanlarından olan Ali Mardan Han ile evlenir. Yalnız olay burada bitmez, “çapulcu Türk
köylüsünün kızı” lafı Zendi sarayında dillere
düşer. Bu dil yarasını unutmayan Ağa Muhammet
Han Zendiye devletini yıkıp, Kacar Türk devletini
kurduktan sonra Kerim Han’ın aynı kızını kendi
katırcısına verir.
Kendisini Kerim Han’ın varisi bilen Lütf Ali
Han Zendi, Ağa Muhammet Han’ı aşağılamak
amacıyla şöyle bir şiir yazmıştır: “Ya Rabbi
mülkü benim gibi birisinden aldın ve kadın mı
erkek mi belli olmayan bir kısıra verdin. Günlerin dönüşünden belli oluyor ki senin karşında ha
kılıç vurdun ha davul çaldın (hiçbir farkı yoktur).
Dr. Pulak Türk askerlerinin Farslara olan bakışını
gösteren bir olayı anlatmaktadır. Bu olay Farslarla
Türklerin arasında olan ilişkiyi de bir anlamda tasvir edebilmektedir.
“1859 yılının yazında bir gece yarısı (İsfahan’da)
Ermeni hizmetçim ile Çaharbağ caddesinden geçiyordum, mahalle kabadayılarından biri kamayla
hizmetçime saldırıp, elbisesini yırttıktan sonra
bir evin bağına kaçtı. Türk nöbetçiyi çağırdım,
o eve girmek istedi ama ev sahibi izin vermedi.
Yalın ayak, üstünde ince bir gömlek ve omzunda
tüfeği olan Türk asker aşağıdan pencereye doğru
bağırdı: “Siz köpek Farslar ne zamandan beri
kama götürme cesaretini bulmuşsunuz, ben bu
ülkenin şahı yerinde olsam sizin elinize iğne bile
vermem”. Daha sonra kapı açtırıldı ve kabadayı
dışarı çıkarıldı. Benim araya girmemle adama
sadece birkaç kırbaç cezası verildi. Ülkenin neresinde olursa olsun, ister şehirde ister sınırda ne zaman ki bir Türk ve bir Fars bir araya gelirse biri
diğerini alt etmeye çalışır.
Kacar devletinden sonra ülkede Türkleri
aşağılama sistematik bir şekle girip, tarih ve ders
kitaplarında Türk’ün vahşi, çapulcu ve taşralı demek olduğu yazıldı. Türk karşıtlığı devletin resmi
politikası haline geldi. Öyle ki ülkenin eğitim sisteminden mezun olan birisi Türk düşmanı kesilmektedir. Türklerden bahsedilince; “geldiler, yaktılar,
yıktılar, çaldılar ve gittiler” sözlerine iktifa edilmekte ve Türklerin 1000 yıl boyunca İran’daki hâkimiyetleri süresince bu ülkeye verdikleri hizmet
tümüyle unutulmaktadır. paniranistlerin “yaktılar,
yıktılar” dedikleri dönemi bakın o dönemin Şairi
Sadi nasıl anlatıyor: “vaktimizin hoş olduğu zaman hicretten altı yüz elli altı geçendi.” burada
savaş zamanlarında yakıp yıkmaları aklamaya
çalışmıyoruz, bu zaten savaşın zatındadır ve her
zaman her yerde yapılmıştır. Bizim itirazımız tarihin çarpıtılması ve abartılmasıyla Türk düşmanlığı
yapanlaradır. Bir âlim arkadaşımızın söylediği gibi
bu eğitim sisteminden tarih doktorası alan birisin32
den kesinlikle umut kesmek lazım. Çünkü İslam
öncesi efsaneler ve İslam sonrası uydurmacaları
ezberlemedikçe diplomasını alması imkânsızdır.
Gerçekler devrik şekilde anlatılmaktadır. Türk
Sultanlarının himayesi altında yazıldıklarından
bahsetmeden Fars edebi eserleri yüceltilmektedir. Türk sultanlarının büyüklüğünü ve görkemini gizlemek için Fars edebiyat yıldızlarının
bu sultanlardan beslenip onlara övgü divanları
yazdıklarından bahsedilmez. “Fars edebiyat
hazinesi” dedikleri şey sadece şiir divanlarından
oluşmaktadır. Matbaanın İran’a gelip, siyasi ve
toplumsal şiirlerin popülerleşmesine dek şairlerin
esas işinin şahları ve sultanları övmek olduğunu
biliyoruz. Fars edebiyat hazinesi’nin yaratıcılarının
mesleği ve geçim kaynağı Türk Sultanlarını övmek
olmamış mıdır?
İranlıların en büyük şairlerinden olan Sadi İlhanlı
Hülagü Han’a yazdığı kasidelerden birisinde
şöyle der: “semanın yer ehlini minnettar edecek
bir işi; kâinatı yaratan tanrının bu cihan ehline
indirdiği büyük bir rahmeti odur ki; İlhanın yazı
ve fermanına boyun eğerek yeryüzündeki boyunlar kesilmekten kurtulmuştur; Mamure’nin kara ve
denizlerinin en uzak köşeleri onun adli ve kuvveti
sayesinde de kılıçtan geçme belasından kurtularak
aman sahasına girmiştir. Rum sultanı ve Rus Çarı
ona minnetle haraç veriyor, Hint ve Sint maharaceleri, ona boyun eğerek kalan vergisi veriyorlar” ve devam ediyor “Türkî tacının goncasını aç
ki bağış ve hakan ile Cengiz Han’ın gayret ve himmeti sendedir; Parsi çiçeği bize bir eğlence goncası
açmadı. Paniranistler, Türkleri maarif düşmanı
gibi göstermeye çalışmaktalar ve “Cihan Guşa-i
Cüveyni”den tutmuş İran meşrutiyet tarihine kadar çoğu itibarlı tarih kaynakların Türk bilginleri
tarafından yazıldığını görmezden gelirler. “Az
Seba ta Nima” [Seba’dan Nimaya] kitabı çağdaş
Fars düz yazısının temelinin Azerbaycanlılar
tarafından atıldığının açık kanıtıdır.
Geçmişte nesir ve tarih yazılmasında en parlak dönem ilhanlılar dönemi olmuştur. Türklerin
kültürel hizmetlerinin sadece bir örneği hoca
Reşideddin’in Gazan Han’a yazdığı 36. mektubunda bakın nasıl anlatmaktadır: “…İki tane daha
kütüphane… O cümleden bin tane nefis kitap
oraya koydum… Farklı bilimler ve tarihi kitaplardan altmış bin tane… ve bilim meydanında birer
yiğit ve fazilet semasında birer yıldız olan bin
talebeyi… ve altı bin daha bilim talebesini Tebriz
hükümet sarayına yerleştirdim.
İlhanlılar döneminde Türk, Fars ve Arap dilleri
eşit görülmekte, aynı derecede gelişmektelerdi.
Herat’ta Timurlu Şahruh’un sarayında çizilen
resimli bir Miraç Namenin bütün minyatürlerine
üç dilde izah yazılmıştır. Bu kitabın orijinali Fransa milli kütüphanesinde saklanmaktadır. Yalnız
bende nefis bir fotokopisi bulunuyor. bu dönemlerde dört ünlü havza (çağdaş anlamda üniversite)
Marağa rasathanesi, Tebriz’in doğusunda Rub-i
Reşidi, Tebriz’in batısında Şam Gazan ve Sultaniye yapılmış; sanat, ticaret ve çiftçilik gelişerek
halk refahta yaşamıştır.
Türk devletlerinin bugünkü İran’ın ortaya
çıkması ve korunmasında verdiği hizmetler inkâr
edilip, ders kitaplarında Türkleri barbar ve hunhar göstermek ve İran’da 30 milyon Türk’ün soy
olarak Türk olmayıp, sadece dillerinin zaman
içinde Türkçeleştiğini ısrarla iddia etmek Türk
düşmanlığından başka bir şey olamaz. Ünlü Fransız
Türkolog ve Azerbaycan Türkçesi uzmanı şöyle
yazar : “göçebe aşiretlerinin Azerbaycanlıların
dilini Türkçeleştirdiği saptırmadır ve doğru olamaz. Doğrusuna bakılırsa göçebe Türklerin
Azerbaycan’a gelişiyle yerli Türkler takviye
olmuşlardır.
Bir cümle bile Türkçe okuyamayan çoğu panfarsist Türklere karşı geldikleri zaman aniden Türkolog oluverir, kurnazlıkla Azerbaycanlıların Türk
değil Azeri (burada Azeri kelimesinden coğrafi
mensubiyet değil, panfarsistlerin iddia ettikleri ve
aslında hiçbir zaman var olmamış irani kökenli
Azeri soyu kastedilmektedir.Azeri kelimesi özellikle son yıllarda güney Azerbaycanlı Türkler
tarafından tepkiyle karşılanmaktadır] olduğunu savunurlar. Özel amaçlarla yetiştirilen bu uzmanlar,
Azerbaycan konusu açılınca “vay Zerdüştçümüz
vay” bağıra bağıra ve Zerdüştün “gat”larını
okuya okuya gelip Azerbaycanlılara soy köklerini
tanıtmak isterler. İşte bu beyefendiler daha düne
kadar Türk sultanlarına methiler yazar, onların
önünde eğilip düzelirlerdi.
Azerbaycanlıların soy kökünün inkârında
yapılan ısrar sonucu bugün yüz binlerce bıkkın
Azerbaycanlı 25 kentte sokaklara dökülerek,
“Haray(feryat) haray men Türk’em” , “Türk’ün
33
dili ölen değil, özge (yabancı) dile dönen değil”
ve “Azerbaycan oyaktır (uyanıktır); varlığına
dayaktır (dayanaktır)” diye bağırırlar.
İran’da bürokrasi ve siyasi iktidarın himayesini de arkasına alan paniranistler istediği şekilde
Türklere bühtan atar ve Türklere yukarıdan bakarlar. Çoğu Fars kalem erbabı da bu duruma göz yumar veya hatta onaylar. Bu husus Fars âlimlerinin
görüş darlığından kaynaklansın gerek. Eskiden
beri Azerbaycanlı âlimler en azından üç dile musallat olmuşlar. Hâlbuki Farsların arasında tek dillilik yaygın bir olgu olmuştur. Bu nedenle dünyayı
hep kendi pencerelerinden görmüş ve başka bir dil
bilmedikleri için ve başka bir dilin penceresinden
bakamadıkları için kendi dünyalarına kapanıp,
daracık dünyalarına tapmaya başlamışlar. Rahmetli Dr. Nutki Azerbaycanlıların en az üç dil
bilmelerine gönderme yaparak, “Azerbaycanlılar
tanrılarıyla Arapça, arkadaşlarıyla Farsça, aile
ve hemşerileri ile de Türkçe konuşurlar” diye
söylemiştir.
Dr. Katuzyan Fars şovenizmini koyulaşmış paniranism olarak tanımlar ve Rıza Şah döneminde
bazı Türk kökenli aydınların da katılımıyla ortaya
çıktığını söyler. Fars şovenizmi Firdevs’inin bin
yıllığı kutlamalarıyla resmiyet bulmuş, Rıza Şah’ın
Hitler’e eğilim göstermesiyle doruk noktasına
ulaşmıştır. 1936 yılında İran’ın Almanya elçisinin
önerisi üzerine ülkedeki tüm yabancı elçiliklere
o günden sonra “pers” yerine “İran” yazılması
gerektiği bildirilmiştir. İran kelimesi Rıza şah’ın
iktidara gelmesiyle ülkenin resmi adı olmuştur.
Ondan daha önce sadece Kacar Türk devletinin son
yıllarında ve o da “memalik-i mahruse-i İran” (İran
korunmuş memleketleri) şeklinde kullanılmıştır.
O dönemde halk tabiiyet anlamında daha çok
mensup olduğu aşirete veya yaşadığı memlekete
bağlılık göstermiştir. (Ülke on yarı bağımsız
memleketten oluşurdu. O cümleden Azerbaycan,
Horasan, Fars… ). Fars milliyetçiliğinin ortaya
çıkıp şekillenmesinde vatan ve milli dil anlayışları
İran ve Farsça olan Azerbaycan Türkleri başlıca
rol oynamışlar. O cümleden Kazımzade-i İranşehr,
Taki Arani ve daha sonralar Ahmet Kesrevi ve
Mahmut Avşar gibilerini sayabiliriz. Türk kökenli
Perviz Natel Hanleri, Fars Dil Kurumu başkanı
olarak Farsçayı Türkçe kelimelerden arındırmakla
meşgul olup, unutulmuş ve çoğu uyduruk ke-
limeleri halkın günlük hayatında kullandığı kelimelerin yerine koymakta idi. Fars dil kurumunda “transport” kelimesinin yerine “feraberi”
sözcüğünün çıkarıldığı, yalnız kelimenin ne eski
halini ne de yeni halini bilen sekreterin genelgede
yanlışlıkla “teraberi” yazıp tüm organlara göndermesiyle hiçbir anlam taşımayan “teraberi”
kelimesinin Fars diline girdiği herkesçe bilinmektedir.
Ordu en organize organ olarak eski Fars dilini yaymakla görevliydi. Kendisi Türk olup doğru düzgün
bir Farsça bile konuşamayan general Verehram,
bir toplantıda şehname’nin vahiy olduğunun kendisine ilham olduğunu iddia etmiş, şehname’deki
askeri terimlerin ordudaki Türkçe askeri terimlerin yerine koyulmasına emir verdiğini söylemiştir.
Şehnamede artık ne kadar askeri terim bulunuyorsa !! Bugün bile İran ordusunda çoğu askeri terim
Türkçedir.
Fars şovenizmi var olduğu bile tartışılan ari soyu
hayranlığı üzerine kuruludur. 1788’de William
Johns tarafından keşfedilen Hint-Avrupa dilleri
grubu ırkçılık düşüncesine temel oluşturmuştur.
İran’da bu düşüncenin meydana gelişinde Kont de
Gobino’nun 1855 yılında yazdığı “insan soylarının
eşit olmayışı” makalesi etkili olmuştur.
Bu gün çoğu Fars âliminin dili ve kaleminden
akanlar Katuzyan’ın tanımıyla ağır ırkçılık yükü
taşıdığından mahkemede dava açılabilecek kadar
çıplak bir şovenizmdir. Elbette bunların hesabını
Fars milletinden, demokrat ve insan sever olan
Fars düşünürlerinden ayrı tutmak gerek. İran’da
Fars olmayan halkların dilini kesmek isteyenler
tarihten ibret almalılar.
Avşarlı Nadir Şah’ın suikastla öldürülmesi belki de
İran tarihinde Türklerin hâkimiyetine karşı ilk organize hareket olmuştur. Çünkü oradaki Fars subaylar birlikte ant içerek Nadir Şah’ı öldürmüşler.
Nadir uzun ömürlü bir devlet kuramadıysa da
Avşar Türkleri Nadir’den sonra İran’ın birkaç
yerinde kendi özerk yönetimlerini kurmuşlardır.
Afşarlar İran’da yerleşen 22 Türk boyundan biridir. 11. yüzyılda yazılmış dünyanın ilk ansiklopedisi olan “divan-ı lügat-i Türk’ün yazarı Mahmut
Kaşgarlı Türk dilini Müslüman Türkle-rin dili
olarak tanıtır ve Avşarların adını, 1071’de yapılarak
Anadolu’nun ebedi Türk yurdu olmasını garanti
eden, Malazgirt savaşına katılan boyların içinde
sayar. Avşarlar Çaldıran savaşı’nda Şah İsmail’in
34
ordusunda da bulunmuşlar. Onlar Şah İsmail
yenildikten sonra da boy teşkilatlarını dağıtmadan
Anadolu’dan Azerbaycan’a çekilmişler. Günümüzde Avşarlar Azerbaycan, Kirman ve Horasan’da
yaşarlar. Söylemesi gereken başka bir nokta şu ki,
tarihi kayıtlarda hep 24 oğuz boyundan bahsedilirken yalnız 22’sinin adı kayda alınmıştır. Kaşgarlı
Orta Asya’da yaşayan iki Halaç boyunun adını da
zikreder. 1906 yılında Minorsky Tahran’ın güneyi
ve Kum’un batısında yerleşen ve 21 köyden oluşan
Halaç Türklerinin yaşadığı “Halaçistan”ı bilim
dünyasına tanıtmıştır ve 1940 yılında yazdığı bir
makalede Halaçların Türk olduğunu ve dillerinin
kadim Türk dili olduğunu ispatlamıştır. Ona göre
Halaçların dili eski Türklerin ortak dili sayılabilir.
Ne yazık ki bu gün Farsların ağır baskısı sonucu
Halaçlar tamamıyla köşeye sıkışmış durumdalar.
Ama hangi faktörler 19.yüzyıldan sonra İran’da
Türk karşıtlığının daha da genişlemesine neden
olmuştur?
16 ncı yüzyılın başlangıcından itibaren Avrupa devletleri doğu bilimcileri aracılığıyla Türk
düşmanlığının temelini atmışlar. Bu husus Farsların
ve hatta bazı Türklerin sorumluluğunu hafifletmek
değil Türk düşmanlığının Avrupa’da ne kadar
köklü ve stratejik bir politika olduğuyla alakalıdır.
16. yüzyıl Osmanlı ordusu Viyana’yı kuşattığında
batılı güçler ne yapıp edip doğudan Osmanlılara
bir cephe açarak Osmanlı’nın gücünü parçalamak
istemişler ve maalesef başarmışlar da. Avrupalılar
o güne kadar pek önemsenmeyen Şii, Sünnilik
meselesini kullanarak Türkleri birbirine düşürmeyi
başardılar. Çaldıran savaşı’nda görünürde
Osmanlılar kazanıp Safeviler kaybettiler. Oysaki
o savaşta asıl kazananlar Avrupalılar, Ruslar ve
Farslar; kaybedenler ise her iki taraftaki Türkler
oldu. Çaldıran savaşıyla Oğuz Türklüğü iki karşıt
blok haline geldi ve uzun müddet birbirini yok
etmeğe devam etti. Avrupalı gezginlerin seyahatnameleri bu acı gerçeği net şekilde göstermektedir.
Fransız tarihçi ve Türkolog Renk Grosse Farsçaya
da çevrilmiş olan “Steplerin İmparatorluğu” adlı
kitabında orta Asya’yı insanlığın beşiği olarak
tanıtır. Atilla, Cengiz ve Timur olaylarını analiz
eder. Onun da diğer Avrupalı siyasetçi, tüccar,
gezgin ve misyonerler gibi asıl derdi Türk tehlikesini batıya tanıtmak ve onları parçalayarak
zayıflatmanın yollarını bulmaktır.
İran’da Fars milliyetçiliği Şuubiye tarikatı ve
onun önde gelen isimleri meşhur Hasan Sabbah
ve Firdevsi zamanından var olmuştur. Bu akımın
başından beri temel ilkelerinden birisi Türk
düşmanlığı olmuştur. Yalnız Farslar tarafından
bir türlü doğru düzgün organize edilemeyen Fars
milliyetçiliği 19. yüzyılda vatan, millet ve milli dil kavramlarını yanlış anlamış olan Türkler
tarafından toparlanmış modern Fars milliyetçiliği
ortaya çıkartılmıştır.
Esasen Türklerden oluşan Kacar ordusunun
Ruslara yenilmesi ve akabinde 1828 türkmençay
Anlaşmasıyla Azerbaycan ikiye bölünüp, kuzey
kısmının Ruslara terk edilmesi, Rusların Orta
Asya’da ilerlemesi, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla
Türklerin can damarı olan İpek Yolunun önemini
kaybetmesi ve onun ardından uzun süreli kuraklık
ve kıtlıkların yaşanması, batıda Osmanlılar, doğuda
Kacarlar’ın sürekli toprak kaybetmesi Türklüğün
gücü ve görkemine kırıcı darbeler indirmiştir.
Bu dönemden itibaren ayakları Osmanlı ve Kafkaslar üzerinden batı dünyasına açılan Azerbaycan Türkleri Avrupa’daki gelişmeleri yakından
kavrayınca öz eleştiri yoluna gitmişlerdir. Yalnız
bu öz eleştiriden pek doğru sonuçlara varamayan
Azerbaycan Türk aydınları her zaman Türklere
karşı olan güçlerin ve düşünce akımlarının peşine
takılmışlardır. O güne kadar Osmanlı ve Kafkaslar üzerinden batıyla tanışan Azerbaycanlıların
batıdan hayali bir tasavvurları vardı. Kacar-Rus
savaşları sırasında Ruslarla ilk kez karşılaşan
Türkler, onlara Frengistanlı kazaklar demişlerdir.
Ama İngiltere’yi Hindistan’a bağlayan telgraf tellerinin Kacar Devleti’nin topraklarından geçmesiyle Türkler ne kadar geri kaldıklarını daha iyi
fark etmişler ve yanlış noktadan yola çıkarak
“baştan ayağa frengileşmek” gibi bir yanlış sonuca varmışlar. Bu içten yıkılmanın başlangıcıydı.
Tebriz’de yetişen, Farsçayı koyu Türk şivesiyle
konuşan Nasireddin Şah artık Türk dili ve kültürünü önemsemez olup makamında Farsça
konuşup, yalnız sarayda ve enderunilerle Türkçe
konuşur olmuştu. Böylece Türk düşmanlığı ve
Türk’ü hor görmenin yolu avam Fars halkına bile
açılmıştır.
Kendisini iyice gündelik zevklere kaptıran Nasireddin Şah “tütün ayaklanması”’ndaki politikası
işlemez olunca iyice iktidarını kaybetmiş ve
35
arasındaki Türk karşıtlığı. Bu tür başta fıkralar olmak üzere Türkleri aşağılamak temeline dayanır
İran’da siyasi Türk karşıtlığı başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar tarafından ortaya atılmıştır.
Osmanlı imparatorluğunun çöküşü sırasında
Osmanlı topraklarından aslan payı alan İngilizler
“Baban bile olsa Türk’ü öldür” sloganı ile Arapları
Türklerin aleyhinde kışkırtmışlardır. Bölgede
Türk gücünü tamamen çözmek isteyen İngilizler
Anadolu’dan sonra ikinci Türk potansiyeline sahip
olan Kacar devleti topraklarında Türklerin aleyhinde harekete geçmişlerdir. Edward Brown’un
yazdığı “İran Edebiyat Tarihi”ne şöyle bir göz
attığımızda daha İran’da “Türk Fıkrası” söz konusu olmaz iken Farsların dilinden Türklere birkaç
komik hikâye anlatması hemen dikkat çekiyor.
Brown Türk ve Fars’ın ateş ve yağ gibi birbirinin
zıttı olduğunu yazmıştır. Zaten eskiden beri Türk
unsur ile Fars unsurunun pekiyi anlaşamadığı
bugünkü İran coğrafyasında “Türk’ü aşağılama”
olgusu İngilizlerin armağanı olmuştur.
Türk düşmanlığı Kacar Türk devletinin
yıkılmasından sonra bir komplo şeklinde iktidara getirilen Rıza Şah’ın kontrolü ele geçirmesiyle ilan edilmemiş bir resmi siyaset haline
gelmiştir. Gençliğinde İran’ın kuzeyindeki Rus
birliklerinde at bakıcılığı yapan ve bazı kaynaklarda soyadı “Palani” diye kaydolan Rıza Şah,
Ahmet Kesrevi’ye göre Azerbaycanlılar, özellikle Tebrizlilere karşı derin bir kin beslemiştir.
Azerbaycanlıların meşrutiyet devrimi’ndeki başat
rolleri daha sonraki diktatörlerin hepsinin Türk’ten
nefret etmesine yol açmıştır.
Türkleri sevmeme eskiden var iken Türkleri
aşağılama kültürünün rıza şah döneminde
yaygınlaştırıldığıyla ilgili önemli kanıtlar vardır.
Bunların en önemlilerinden olan Danimarkalı
doğu ve İran uzmanı Arthur Kristiyansen’in
1922’de yani Rıza Şah’ın iktidara gelmesinden
üç sene evvel yazdığı “Fars Halk Hikâyelerinde
Aptallar” kitabıdır. Bu kitapta hiçbir Türk veya
Reşt (genelde Farsların müstehcen fıkralarına
maruz kalan diğer bir etnik grubun merkez kenti]
fıkrasına rastlanmamaktadır. Kristiyansen’in kendi
yazdığına göre Farslar fıkra anlatırken bölge olarak
Mazenderanileri, toplumsal kesim olarak mollaları,
kişi olarak Yezid ibn-i Muaviye’yi kullanırlarmış.
Kristiyansen o dönemde yayınlanmış üç latife
Kacar devleti resmen çöküş sürecine girmiştir.
Tütün ayaklanmasının bir iyi ve bir kötü sonucu
olmuştur. Halkın siyaset sahnesine gelerek hakkını
araması ve özgürlük kavramının dillere düşmesi
iyi ve din adamlarının siyasete katılması ile din ile
siyasetin karışması ise kötü sonuç oluşturur. Bu
suretle laiklik yolunda büyük bir engel meydana
gelmiştir. Bu yüzden geçen bir buçuk asırda İran
tarihi İran halklarının diktatör rejimlerle sürekli
mücadelesi şeklinde devam etmiştir. Bütün milletler demokrasiye ulaşmak için bir kere devrim
yapmış ve işi bitirmişlerdir. Oysaki İran halkları
geçen bir buçuk asır içinde her kuşakta bir devrim
yapmışlar ama hala asıl amaçları olan özgürlüğü
elde edememişler.
Meşrutiyet devrimi ile Pehlevilerin iktidara
gelmesinin arasındaki 20 yıllık sürede önemli olaylar yaşandı. Tebriz birkaç kez Osmanlı
ve Rus imparatorlukları arasında el değiştirdi;
Rus ve Osmanlı imparatorlukları çöktü. Türk
aydınları başta olmak üzere dönemin aydınları
yabancı güçlere karşı koyabilmek için iran
milliyetçiliğine yöneldiler. Bu grup Almanya’daki
nasyonal sosyalizm’in etkisi altında kalarak ırkçı
bir çizgi izlemiştir. Ahmet Kesrevi, Kazımzade-i
İranşehr ve Rızazade-i Şafak gibi Türk aydınları
İslam öncesi İran mitlerine dayanan modern
Fars milliyetçiliğinin temellerini atmışlardır.
Kazımzade-i İranşehr tarafından Berlin’de
yayınlanan “İranşehr Dergisi” ve Tahran’da
Mahmut Avşar müdürlüğünde yayınlanan “Ayende Dergisi” “bir dil, bir millet, bir ülke” teorisinin gelişmesinde esas rolü üstlenmişlerdir. Öyle
ki Rıza Şah iktidara gelirken Fars milliyetçiliğinin
teorik zemini hazır bulunuyordu. Rıza Şah askeri
gücün kontrolünü ele alır almaz Fars olmayan kültürleri yok etmeye yönelik geniş çaplı bir operasyon
başlatmıştır.
Başta Türk mücahitler olmak üzere tüm
meşrutiyet mücahitlerinin emekleri İngilizlerin
bir komplosuyla heba olmuştur ve Rıza Şah gibi
okuma yazmasını zor bilen bir diktatörün iktidara
gelmesiyle her şeyden önce meşrutiyet uğruna her
şeyini feda eden Türkler iktidarın hedefi haline
gelmiştir.
İran’da iki çeşit Türk karşıtlığı vardır.
1. bilinçli, siyasi, sistematik Türk karşıtlığı,
2. psikolojik savaş amacıyla yaygınlaştırılan halk
36
kitabı, “Cevahir-e Ukul”, “Riyad-el Hikayat”
ve “Letaif-el Zerayif” kitaplarından çok sayıda
örnekler aktararak Hams şehrinin hikâyesini de
tam şekilde anlatmıştır. Onun hedefi kimi zaman
halkın din ile dalga geçtiğini anlatmak olmuştur.
Mazenderanilere fıkra anlatılmasının nedeni Kacar döneminde o yörede yaygınlaşmış Babiyet
fırkasının çerçevesinde örgütlenmiş yöre halkın
merkezden gönderilen güçleri bozguna uğratması
ve Kacar Devleti ile Şiiliğe karşı tehlikeli bir hal
almış almış olması olmuştur. Barfiruş (Amol ve
Babol) bölgesinde Babilerin son direnişi kırıldıktan
sonra o bölge merkezin kahrına uğramış ve yöre
insanı Babi diye aşağılanmıştır. Reşt’li fıkrası da
Mirza Küçük Han liderliğindeki Gilan sosyalist
cumhuriyeti’nin yıkılışından sonra ortaya çıkmıştır.
Kültürel yapı itibariyle kadın erkek ilişkisinin daha
serbest olması sebebiyle kadın hakları hareketinde
öncü rol alan Gilan halkı tutucu muhafazakâr şii
kültürü tarafından yanlış algılanmış ve dolayısıyla
son derece namuslu ve tarihen oldukça cesur ve
savaşçı bir halk olan Gilekler ne yazık ki farsların
müstehcen fıkralarına konu olmuşlardır.
Azerbaycan özerk hükümeti’nin (1945)
yıkılışından sonra daha da yaygın hale getirilmiştir.
Öyle ki çağdaş Türk ve Fars edebiyatının parlayan
yıldızı “Şehriyar”, Farsça yazdığı “Ala Tehraniya
ensaf mikon, her toi ya men” (Ey Tahranlı insaflı
davran, eşek sen misin yoksa ben mi?” adlı ünlü
şiirinde bu haksızlığa son derece çarpıcı bir cevap
vermiştir. Şehriyar Türkçe yazdığı başka bir şiirde
şöyle der:
“Tahran’ın gayreti(liyakati)
yok Şehriyar’ı
saklamaya(barındırmaya), gelmişem Tebriz’e ki
yakşı(iyi) yaman(kötü) bellensin (bilinsin).
Sadi’nin bağ-ı Gülüstanı gerek haşre kadar,
alması selelenip, hurması zembillensi(sepetlere
dizilsin)
Lanet ol(o) bad-i hazan([son bahar yeline) ki
nizami bağının bir yavan gülbeserin(hıyarın)
koymadı[müsaade etmedi] kaküllensin”
Şehriyar “Türk’ün dili tek(gibi) sevgili
istekli[istenen; sevilen] dil olmaz” matlalı başka
bir şirinde Türk dilini en ince duygularıyla över.
Şair, Muhammed Birya’nın “gel men ölüm Hasan
dadaş, az bize zurna çal görek” isimli şiiri 1945’de
Tahran radyosundan Azerbaycan milli hükümeti’ni
karalamaya çalışan Hasan Nezih-i Tebrizi’ye ce-
vap olarak yazılmış, yalnız o dönemdeki Türkleri
aşağılamanın bir görünüşünü çizmektedir.
Hasan nezih 1979 devriminden sonra kısa bir
dönem petrol bakanlığı yapmıştır. Yalnız Humeyni
sesinin kesilmesine emir verince Kum’da Ayetullah Şeriatmedari’nin evine kaçıp Azerbaycan
mücahitlerine sığınarak canını kurtarmıştır.
Avam halk Türk karşıtlığı da bir psikolojik
savaş olarak sistematik siyasi Türk karşıtlığının
tamamlayıcısıdır. Avam halk arasındaki Türk
karşıtlığı daha çok Türk dili ve kültürünü
aşağılama veya Türkleri düşük zekâlı insanlar
gibi gösteren fıkralar şeklinde dışa vurmaktadır.
Özellikle bu husus son on beş yılda çok daha fazla
yaygınlaşmış ve hatta Türklerin tepkisini çekerek
resmi yerlerde bile fiziksel çatışmalara neden olabilmektedir. Tahran’ın Firdevsi sinemasındaki
“Mahisifet skandalı” bu hususun en çok yankı bulan örneklerindendir. Bu olayda resmi bir törende
Türkler hakkında fıkra anlatan Mahisifet isimli
bir komedyen Azerbaycanlı öğrenciler tarafından
dövülerek hastanelik edildi. Bu fıkraların temeli İslam cumhuriyeti’nin kültürel politikalarına
dayanır. Tahran yönetiminin yürüttüğü Türk karşıtı
kültürel politika sayesinde son derece yaygın
hale gelen Türk aşağılaması mezhebi törenlere
bile taşınmıştır. Sitelere çıkan haberlere göre
Tahran’ın merkez meydanlarının birisinde oynanan bir dini açık hava tiyatrosunda canlandırılan
Kerbela vakasında imam Hüseyin ve arkadaşları
akıcı Tahran şivesinde Farsça konuşurken Şii kültüründe kötülük simgesi olan Yezid, Şümür ve
Harmala gibi şahsiyetler Farsçayı Türk şivesiyle
konuşmaktalarmış. Dini resimlerde Şii imamları
irani simada çizilirken Yezid ve kâfirler TürkMoğol simasını çağrıştıran çekik göz ve eski Türk
tarzı uzun, burulmuş bıyıklarla çizilmektedir.
Mizah uzmanları tüm dünyada fıkralara yirmi
iki esas konu tespit etmişlerdir. Bu konuların en
yaygını seks ve dindir. Özellikle askeri ortamlarda
daha çok seks motifi fıkralara konu olmaktadır.
İran’da ise bu konuların her ikisi de kırılmaz ve
dokunulmaz tabular olduğundan komedyenler ve
palyaçolar bu konulara kesinlikle yaklaşamazlar.
Bu durumda Fars olmayan milletlerle dalga geçmek
başlıca konu haline gelmiştir ki çoğu zaman bu
şakalar mizah haddini çoktan aşmıştır. Özellikle
Özellikle İran – Irak savaşının ilk yıllarında ordu
37
ve devrim muhafızı askerlerini cennet vaadi ve
Şii mezhebi ağıtlarla heyecanlandırarak düşman
karşısına gönderilmeye çalışılıyordu. Fakat bu
yöntem savaş sonlarında sonuç vermemeye
başlayınca askerleri eğlendirerek moral vermeye
çalışıldı. Eğlendirme yöntemlerden birisi de fıkra
olmuştur. Cephelere gönderilen fıkra anlatanlar ve
komedyenler seks, din ve siyaset gibi konulardan
uzak durmaları gerektiğinden doğru, başta Türkler
olmak üzere, Fars olmayan İran halklarıyla dalga
geçmeye yönelmiştir. Savaşı yönetenlerin bu işi
aşağılayıcı fıkra kültürünü daha da yaygın hale
getirip, daha da kötüsü meşrulaştırmıştır. Şimdi o
yılların sayesinde radyo ve televizyonda, gazete
ve dergilerde, hatta resmi törenlerde bile bu tarz
fıkralara rastlamak mümkün olmuştur. Mana
Nistani’nin de karikatürü işte bu zehirli ortamın
bir ürünüdür. Verilen tepki ise biriken bir öfkenin
sonucudur.
Avam halk Türk karşıtlığı ile sistematik devlet
Türk karşıtlığı arasında başka bir Türk karşıtlığı
tanımlamak mümkündür. Biz ona ideolojik
şaşırma Türk karşıtlığı diyoruz. Bu kesim kendisini demokratik, çağdaş düşünceli ve insan hakları
savunucusu olarak tanımlar. Hatta bu yolda hapse
girip, işkence bile görür. Ama İran’da Fars olmayan milletler meselesine gelince tipik bir Fars
tepkisi verirler. Enternasyonalistiz derler ama
Azerbaycan’ı Huzistan’ı ve Bellucistan’ı Türksüz,
Arapsız ve Beluçsuz severler. Onlara göre İran milleti sadece Farslardan ibarettir ve bu konuda asla
taviz vermezler. Mevcut rejimlere karşı mücadele
verip, sol veya liberal örgütlere bağlı olduklarından
aydın veya siyasi aktif olarak bilinirler. Ama sahip
olduğunu iddia ettikleri konumun standartlarına
uymaz, hakkını vermezler. Bu insanların vatan ve
milletten verdiği tanım, rıza şah ve paniranistlerdin
tanımından pek farklı değil. Belki bu yüzden de
iran toplumu tam anlamıyla özgürlükçü aydınlar
yetiştirememiştir.
Rıza Şah İran’da Fars’a ait olmayan her şeyi
silip atmaya çalıştı. İran’daki iddia ettikleri 2500
yıllık tarihlerinin bin sekiz yüz yılını Türklerin
egemenliğinde yaşayan Farslar hiçbir zaman kültürel dayatmaya maruz kalmadıkları halde 1000
senelik bir aradan sonra iktidara gelir gelmez
(veya daha doğrusu getirilir getirilmez) Türkleri
mahvetmeye koyuldular. İslam Cumhuriyeti de
kültürel olarak pehlevi rejiminin çizgisini devam
ettirmiştir. Rafsancani Fars dilini İslam dünyasının
dili yapmak istediğini ve Hatemi İranlılığın iki
temelinin İslam ve Fars dili olduğunu açıkça
söylemişlerdir. Bu zatlar, bu düşünceleri İran
anayasasının 15. maddesini hiç hatırlamadan belirtiler. İran İslam Cumhuriyeti anayasasının 15.
maddesi şöyle der:
“İran halkının (dikkainizi çekelim millet değil
halk sözü kullanılmıştır) ortak resmi dil ve
yazısı Farsçadır. Resmi evrak, yazışmalar, metinler ve ders kitapları bu dilde olmalıdır. Ama
Farsçanın yanında yerel ve etnik dillerin medyada
kullanılması ve okullarda edebiyatının okutulması
serbesttir.”
Anayasanın bu maddesi hiçbir zaman
uygulanmadı. Fakat bu maddenin varlığı
anayasanın yazıldığı dönemde böyle bir isteğin var
olduğunun en açık kanıtı ve bugün ise Fars olmayan milletlerin böyle bir hak sahibi olduğunun yasal dayanağıdır. İran İslam Cumhuriyeti üst düzey
yetkililerinin bazılarının Türk kökenli olması bazı
Türk düşmanlarının elinde koz olmuştur. Oysaki
bizim sorunumuz kişilerle değil sistemledir. O
makamlarda bulunan herkes kim olursa olsun o
sisteme hizmet verecektir ki zaten belli bir fikir
yapısına sahip olmayan şahısların o konuma gelebilmesi de imkânsızdır. Dolayısıyla söz konusu
şahısların soy kökünün hiçbir önemi yoktur. Bu
örneklere dünyada bolca rastlamak mümkündür.
Örneğin Stalin Gürcü olmasına rağmen Rus milli
çıkarlarını savunmuştur ve onun zamanında Ruslar Gürcülere “kara” diyerek Gürcülerle beraber
Stalin’in kendisini de aşağılamaya çalışmışlardır.
Güney Azerbaycan ayaklanması bir kez daha
İran’da Fars olmayan milletler meselesini siyasi
tartışmaların başlıca gündemi haline getirdi. bu
tartışma daha yerini bulmamış, hala İran’da Fars
olmayan milletler meselesini kabul etmek istemeyenler mantıkdışı ve saldırgan tavırlar sergilemekteler. Oysaki onlar istemeseler de konu İran’da en
özel düşünce ortamlarında tartışılmaktadır. Paniranistlerin eski ve tek kalıplı metot ve mantıkları,
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra onların
hiçbir ideoloji güncelleştirmesi yapmadıklarını
göstermektedir. Yalnız karşı tarafta Fars olmayan
İran halklarına mensup aydınlar son 20 yılda uzun
mesafeler kat ederek dünyaya büyük bir açılım
38
yapmış ve gün geçtikçe kırmızıçizgileri daha da
fazla zorlamaktalar. İran’ın iki temel taşından birisi olan Türk nüfusuna mensup aydınların büyük
ölçüde karşı safa geçmesi, İrancıların safında kırıcı
bir güç kaybına neden olmuştur. İrancı güçler devlet mekanizmasını yanlarında bulundurmalarına
rağmen her ne kadar şimdilik saldırgan davransalar da kaybettikleri kan nedeniyle her gün biraz
daha savunma konumuna itilmekteler. Onlar bu
tehlikeli kumarla kendi kaderlerini ideolojik çöküş
kanserine müptela olan İslam Cumhuriyeti’nin kaderine bağlamaktalar. Paniranist aydınlar geçen
bir sene içinde üç büyük etnik ayaklanmanın
çıktığından bazı sonuçlar çıkarmalılar. Aksi
takdirde uğrayacakları hayal kırıklığı korkunç
olacaktır.
İlk başta cumhurbaşkanı birinci yardımcısına
mensup edilen mektubun yayılmasıyla Huzistan’da
Arap ayaklanması çıkmıştır. Daha sonra İmam
Ali dizisinde Sünnilere edilen hakaret nedeniyle Sünni olan Kürdistan ve Belucistan eyaletlerinde ayaklanma meydana gelmiştir. Son olarak
Azerbaycan’da “karikatür ayaklanması” ortaya
çıktı. İran’da Türk nüfusu oldukça yüksek bir kapasiteye sahiptir ve dolayısıyla Türkler istemeden
İran’da hiçbir değişiklik olmamıştır. Yalnız nüfus
potansiyeli, devletçilik geleneği ve tarihsel yetenek
itibariyle Türklerin istedikleri değişiklikleri yapabilecekleri de bir gerçektir. Yüz binlerce Türk
eylemcisi son olaylardan sonra Babek Kalesinin
bulunduğu Karadağ zirvelerinden şehirlere indi,
bu ise tehlike çanlarının çalındığı anlamına gelir.
İran İslam devrimiyle İran’da etnik sorunun
çözüldüğünü iddia eden Bernard Orkad’ın teorisine rağmen son olaylar gösterdi ki:
“Şimdiye kadar uyumakta olan kurtlar baş
kaldırarak seslerini duyurmağa başladılar.”
İran ‘daki büyük ayaklanmaya sebep olan “Türk’ü aşağılayan” Farsi karikatür.
39
KAHRAMANLAR ER BEKLER
Refet Körüklü
Ebülfez Elçibey’e saygılarımla
Sen yüce dağdın ak aktı başın.
Bozkurtlar gezinirdi eteklerinde
Şahinler süzülüp geçerdi üstümüzden
Ne kaldı elimizde gördün mü?
Cihana hükmeden; sığmayan ülkümüzden ..
Hatırla Türk mührünü taşıyan,
O muhteşem çağları
Korkusuz yiğitler çekip gitmiş
Kaldıracak er bekler yere düşmüş tuğları ..
Mecal mi kalmadı?
Tuğları kaldıracak bileklerde
Atlar doludizgin gitmiyor
Kinle çakan yıldırım, şimşek
Asla gönüller avutmuyor ..
Bir şeyler dolaşır gibi göklerde,
Rengi al mı, ak mı?
İçimize düşen aydınlık
Hasret kaldığımız şafak mı?
Desen: Garipkafkaslı, Bakü 1991
40
YAŞLI KADINLAR
Dulat İsabekov*
olup bacamızın tüttüğüne şükür. Çocuğum ölüp,
gelinim gitse de biricik torunum yanımda kaldı.
İsyan etsem yeridir. Fakat karşı gelirsem beni affet ya Rabbim! Bu dünyada tek başıma kalsaydım
ne yapardım? Torun sevdirip it büyüttürdüğün
için sana şükürler olsun!” diye Allah’a kadere
razılığını belirtti. Sabah olup güneş çıktığı zaman
onlar da başkaları gibi kendi işlerine başladılar.
İkisi birlikte konuşarak avludaki üç malı doyurup
köpeğe yal kaynattılar. İşler böyle devam ederken
yan taraftaki semaver de kaynayınca ninesi
sofrayı hazırladı. Her zaman olduğu gibi bugün
de sofranın başında iki kişi vardı. Birisi yüzünde
yılların izi olan nine, ikincisi küçücük torun. Bir
tarafta bütün gençlik çağı ile güzel günlerini torununa adayan nine, diğer tarafta ninenin arkasında
hiçbir zaman yetimlik çekmeyen sevimli bir çocuk
vardı. Biraz sonra komşu evin yaşlı ninelerinden
birisi gelip sohbet başladı ve “Çay iç!” diye devam etti. Kazak küçük de olsa evin çatısı altında
misafir gelmeden oturamaz. Yaşı nineler bir
evde toplanıp, susamasalar da sohbet etmek için
demli çay içip otururlar. Hepsinin konuştukları
memleket meselesi, çocuklarının ve torunlarının
geleceği. Kadınlar bazen birbirlerine gönül
koyarak “Taşkent’ten oğlum geldi de bir kuru
yemiş bile getirmedin kurnaz yaşlı kadın,” diye
başkasının olmasa da kendi sevincini belirtirler.
Kendisinin de kızının olduğunu, gelin olacağını
belirtip şakalaşarak günlerini kötüleyerek, bazen de güzelliklerini anlatarak vakit geçiriyorlar.
“Küçük gelinim, diye yukarıda oturan şal giymiş
yaşlı nine sesini yükselterek, çok gezme, evde otur,
Sarsengül’ün uyanma saati geldi,” diye sesleniyor.
Sarsengül’ün uyanma vakti geldi, diyerek
bana sesleniyor. Boş ver, ben sana kal diyorum.
Ben de “İş çok! diye cevap verdim. Yemek aramaya gelmiş gibi senin yaptığın doğru değil. Ne
yani ben geziyorsam aç olduğum için mi geziyorum diyorsun bana. Tabii ki sohbet edeceğim,
oturacağım. Ama sen bana ölene kadar burada oturma diyorsun, ne demek istiyorsun?
Sarsengül’ün uyanma vakti geldi diyor bana,
Bizim köyün kıyı tarafında küçücük, fakat o
kadar da güzel olmayan bir ev var. O evin başka
evler gibi her zaman temizlenip beklenen misafiri de
olmuyor. Önemsiz ve pek fazla işi de yok. Bu
evin keçe ile kaplanmış siyah kapısından biri
büyük biri küçük iki kişi, nine ile torunu girip
çıkıyor. İkisi yakın bir arkadaş gibi, bir aile gibi
yaşıyorlar. Ninenin en büyük dileği küçük torununun gelecekte mutlu ve büyük adam olması. Bu
ailenin bütün varlığı, iki koyun, bir keçi, ala bir
kedi ve bundan üç ay önce büyütmek için aldıkları
bir enik. İkisine bunlardan başka zenginliğin
de dünyanın da gereği yok. Tek istedikleri; herkesle birlikte biricik torunun mutlu olması. Memleketin iyi olması ikisi için de yeter.Kulakları
dikilmiş siyah enik sabaha kadar havlayarak
onları koruyor. Kendi zayıf haline bakmadan evi
koruyor. Çünkü onun için de bu ev çok önemli.
Nine gece rahat uyuyamadığı için “Hey gevezelik yapma!” diye bağırıyor. Fakat ninenin bu
bağırışı onu azarlamak için değil, tam tersine “Ev
*DULAT İSABEKOV
1942 yılında Çimkent vilayeti, Sayram bölgesinde doğdu.
Kazak Sovyet şairi, piyes yazarıdır. 1966 yılında Kazak
Devlet Üniversitesini bitirdi. 1967-68 yıllarında Kazakistan
Sovyet Cumhuriyeti’nin Televizyon ve Radyo Kurumu’nun
haberler bölümünde baş redaktör oldu. 1968-69 yıllarında
Kazak Sovyet Ansiklopedisi’nde ilmi redaktör olarak çalıştı.
1970-76 yıllarında Culdız dergisinde bölüm başkanı, 197680 yıllarında da Kazak Sovyet Cumhuriyeti’nin Kültür
Bakanı olarak çalıştı
İlk hikayeleri “Yolda”, “Zamandaşlar” 1963 yılında
yayımlandı. 1966 yılında “Beket”, 1960 yılında “Aşı bol”,
1970’de “Sabırsız”, 1975’de “Dirlik” hikayeleri ve diğer
e-serleri yayımlandı. 1983te Kargın romanı basıldı. 1083’te
İki yirmi adlı eseri çıktı. 1979’da Polan ve 1986’da Sleteniya
adlı hikaye kitapları yayımlandı. Diğer eserleri Macar, Alman ve başka dillere tercüme edildi.
Dukat İsabekov’un “Rektörün çalışma günleri” (1975),
“Abla” (1977), “Yarını beklemek” (1979), “Miraslar”
(1982), “Uzaktan gelen anne” (1984) ve “Küçük köy”
(1986) gibi piyesleri sahnelendi. Ayrıca eserlerinden “Cevke
taş” (rejisör Ş. Beysenbayev) 1975, “Dermene” (rejisör A.
Aşimov) 1986’da film yapıldı. “Miraslar” piyesi için yazara
Kazakistan Yazarlar Birliği’nin “M. Avezov” ödülü verildi.
41
Gözü dolup gitmişti. O sırada kimin vurduğu
belli olmayan bir cam tıkırtısıyla uyandı.
- Kim o?
- Hey ihtiyar müjde, müjde! diye bağırdı dışarıdaki
kişi. Onun Kabira olduğunu hemen anladı.
- Müjde sende. Ne oldu?
- Caybasar’ın karısı oğlan doğurdu.
- Ah canım ay! Sağ salim doğurmuş ya. Oy vay,
eve girsene niye duruyorsun?
- Yok ben gideyim. Kaynanası hastaydı, hemen
gitmesem olmaz. Göbek bağını kestikten sonra,
sana haber vermek için koştum geldim. Sen hemen giyinip gel. Fakat müjdemi unutma, sonra torunum Turdubek evlendiğinde geri getirip veririm.
İhtiyarın kalbi duracak gibi oldu. Bir yandan
giyinerek “Allah dilediğini versin Kabira.” dedi
içinden. “O güzel dileğine melekler amin desin.
Çocuklarının iyiliğini görsün, niyetin ne kadar güzel.”
Torununu uykulu uykulu kaldırıp kucağına
alarak kapıyı bile kapatmadan doğum yapan
kadının evine doğru köyün ortasından yola koyuldu.
Caybasar, bu köydeki, traktörcü genç. Evleneli on dört yıl olmasına rağmen karısı hamile
kalmamıştı. Kaynanasının gelinini götürmediği
hekim, götürmediği evliya kalmadı. Arslanbab ile
Türkistan’a kaç defa götürüp getirdi. Götürmediği
büyük doktor da kalmadı. Allah’tan da insanlardan da ümit kestiği bir vakitte gelini yürük oldu
(hamile kaldı). Ondan sonra bütün köyün ağzında
Caybasar’ın hanımı oldu. “Allah dilediğini verip,
kesilen ümidini tekrar verdi biçarenin. Bir atadan
kalan tek çocuktu. Caybasar bir çok evliya ve
enbiyanın sevabını almış olmalı,” diye herkes her
türlü sevincini belirtti.
İhtiyar kadın Caybasar’ın evine geldiğinde
toplanmış olan bütün köylü, gelini giydirip
oturmuşlardı. O torununu başka bir odaya yatırıp
içeri girerek toplanmış halkın üstüne biriktirdiği
gümüş paraları serpiştirdi.
- İşte Kabira müjden bu olur. Şimdilik bundan
başkasına gücüm yetmedi, diye onun başına da bir
şal kapatıp eline güzel bir gömlek tutuşturdu.
- Hepsinden iyisi bu ihtiyar oldu, diye Kabira
kendi gelini doğurmuş gibi sevinerek söyledi.
Daha sonra ihtiyar, yatan Serdagül’ün yanına
gitti.
varıp kendi istesin. Bir değil, beş çocuğu büyüttüm, şimdi rahat etmeyeyim mi? diye kapıyı hızla
kapatıp çıktım geldim. Bazen böyle yapmasam olmuyor. Beş çocuk büyüttüm, beş gelin aldım, hala
çocuk bezi mi yıkayayım? Bana ne? Eniklerini
kendileri büyütsünler. Onlar bana büyüdüklerinde
rahat mı verirler, iyilik mi yaparlar diyorsun?
- Hey Kadira tövbe de, tövbe, dedi ev sahibi ihtiyar. Torunun olmasa sen nasıl kadirli olacaksın?
Allah’ın verecek çocuğu da var, belası da. Ne
yaparsın?
- Ne gereği var bana bunları söylüyorsun?
Estağfirullah, büyük söylediysem sen beni affet
Allah’ım. Kız, seni gidi ihtiyar, ihtiyarladıkça
bazen kırılıyorum, bazen gülüyorum. Demin
“Sarsengül’ün kurusun!” diyerek çıkıp gittiysem
de içim içimi yiyor. Affet, affet yarabbi. Bunların
hepsi de kendi acizliğimizden, diyerek oturan
Kadira’nın suya düşen bir şeyin erimesi gibi eriyen gözlerine yaş geldi
Ev içerisinde oturarak bu şekilde toplanıp
ihtiyarların sırlaşması, konuşması, birbirleriyle
arkadaş olmaları onların en güzel zamanları değil mi?
Kaç defa ev içerisinde üzülseler de burulsalar da
kovulsalar da sevinseler de her şeye çocukları için
katlanıp her zaman onlar için Allah’tan rahatlık,
sağlık, mutluluk dileyip oturuyorlar.
Bu sohbetten sonra ihtiyar nine torununu da alarak
evine doğru yola koyuldu. Önceleri, yüreğinin ta
derinliklerinde bir durum hasıl oluyordu. Bu sezgi
evlerine gelene kadar devam etti. Özellikle gece
yarısında sessizlik durumunda uyuyamayanlar
neler düşünmüyor ki. Bir gün mutlaka öleceğiz.
Bir gün gözlerimi yumup ölsem şu biricik yavrumun hali ne olur? diye düşününce sanki ciğerleri
doldu, gözlerinden yaş geldi. Canımı şimdi alsa
bile genç öldüm diye söylenmem, fakat şu küçük
torunum kendini bilinceye kadar yaşasam bana
yeter, diye o günkü ihtiyarlarla konuşmalarını
hatırlamaya çalıştı. O sırada içinde bilinmeyen bir
kıskançlık peyda oldu. Niçin bize kimse gelmiyor? Niye her zaman bir eve misafir oluyoruz, niye
bize misafir gelmiyor, veya niçin biz misafir davet
etmiyoruz? Akrabalar nerede, başkaları gibi niye
biz de ilişkilerimizi devam ettirmiyoruz, yoksa
rahatsız etmeyelim diye mi korkuyoruz, diyerek
kendi kendine hayrete düştü. Allah korusun, şu torunumun bir günlük sevinci eksik olmasın.
42
- Gelinin doğum yaptı. Torunlu oldun. Senin
yatman ne demek? Biz sevinip geldik. Sen de
şükür torununu gördün. Hayırlı olsun, her zaman
analı babalı büyütsün.
- Allah’ın imanı yağmış sana ihtiyar. Allah’ın
emrine kulluk işte böyle olur. Şimdi ölsem de gam
yemem. Büyük yastıkta yatmakta olan Serdagül’ün
gözlerinden yaşlar süzülüp yastığı ıslattı.
Evin içine yaşlı ihtiyar doldu. Patırtı gürültü,
abuk sabuk sözler devam edip gitti.
İki üç günden sonra Serdagül’ün evinin sevinci
unutulup tekrar yaşlıların hayatı başladı. Bu sevinçten
sonra ihtiyarın hayatında küçük bir olay oldu.
Serdagül’ün evinden dönüp yataklarını serip
yatmışlardı. Biraz sonra torunu,
- Nine, dedi.
- Ne oldu yavrum?
- Köpek niye havlamıyor?
- Uyumuştur belki.
- İtler uyuyor mu?
- Evet uyur.
- Biz ona yemek vermedik.
İhtiyarın aklına köpeğe akşamdan beri yemek
vermediği geldi.
- Yazık biçare yemek yemediği için sessiz duruyor. Verip gel, tez yürü!
Turlubek dışarı çıkıp eniğini yanına çağırdı,
fakat ses yoktu.
- Sırttan, Sırttan gel gel.
Eniğin nerede olduğu belli değildi. Gerçekten uyumuş mu diye yuvasına baktı. Fakat yok, çıkıp eve doğru “Nine!” diye bağırdı.
Ninesi dışarı çıkıp onu hemen kucağına aldı.
- Ne oldu? Dışarı yalnız çıkma demedim mi
sana diye kızdı.
- Nine, Sırttan ölmüş.
- Vah yavrum.
- Bir daha hiç bir yere gitmeyelim.
- Pekala güzelim, tamam.
- Nine, dedi biraz sonra
- Ne oldu canım?
- Bizim eve niye kimse gelmiyor?
- Uyu yavrum sen, uyu. Sonra hepsi gelir.
İhtiyar sabaha kadar uyumadı. O geceden sonra
ninenin gönlü gerçekten üzgündü. Fakat torununa
bu durumunu göstermiyor, hatta sözleriyle onu
sevindirmeye, gönlünü almaya gayret ediyordu.
Gitmesem gönül koyuyorlar diye yine torununu
alıp ihtiyarların toplantılarına katıldı. Gürültü
patırtının içine girince böyle bir toplantının da
kendi evinde olmasını ümit etti. Fakat gelecek hiç
kimsenin olmaması onun tekrar tekrar üzülmesine
sebep oluyordu.
Her şeye rağmen misafir gelmesini bekledi. Nihayet istekleri kabul oldu.
Bir gün yeni aldıkları enik havlamaya başladı.
Bu da kim diye ihtiyar kadın yerinden kalktığında
“İyi akşamlar,” diye bir erkek ile bir kadın içeri
girdi. Onları hemen tanıdı. Bundan on yıl önce
ölmüş olan dayısının ablasının kızının kızıymış.
- Yaşıyor musun, Demetken misin? Seni de görebilecek miymişim yavrum? diye onu kucakladı
ihtiyar.
- Yapmayın nine, ağlamayın.
- Ne yapayım işte yavrum dedi ağlayarak. Hiç
bir iz bırakmadan gitmeniz neyin nesi? Sessizce
gittiniz. Kendim gidip bulayım desem, mümkün değil bu halimle. Ah, yavrum geri gel, seni
tekrar öpeyim. Sanki anne oldu. Aman Allah’ım
damadımla selamlaşmadım. Bizi çok görme biz
ihtiyarız, iyisiniz ya?
- Allah’a şükür anne, iyiyiz.
- Haydi üstünüzdekileri çıkarın, şöyle yukarı
çıkın. Ev de darma dağınık. Şu Turlubek de olmasa, bu evin durumu daha beter olurdu.
O misafirlere minder verip iki yastık dayadı.
- E-e, köyde her şey iyi mi?
- İyidir. Gördüklerimizin hepsi size selam gönderdi.
- Sağ olsunlar. Kaynanan, kaynatan iyiler mi?
- Bu yaşlıların hali böyle oluyor. Turlubek sen
niye sessiz duruyorsun? dedi ihtiyar torununa
bakıp. Dilinden düşmeyen ablan Sağram’dan
gelmiş. Gel bakalım, selamlaş.
- Aman Allahım bu Turlubek mi? dedi Demetken. Ben başka bir çocuk diye düşünmüştüm.
Nasıl da büyümüş. Gel bakalım bana. Ah benim
yiğidim.
Demetken kolundan çekip, Turlubek’i önüne
aldı, gözünden öptü.
- Amanım sen niye oturuyorsun, Turlubek koş
Serdagül ile Kabira’yı çağırıp gel. Sağram’dan kız
kardeşi geldi de, hepsini alıp gelsinler. Ben yemek
hazırlayayım.
- Rahatsız olmayın nine. Yemeği kendimiz
yaparız.
43
Desen : Nuri Can
-Hayır olmaz, size yemek yaptırır mıyım? Hemen şimdi. İhtiyar kadın dışarı çıkıp, komşu eve
bağırdı.
- Kız Erbosın, evde misin? (Dışarı hanımı çıktı)
- Gelin Erbosın evde mi?
- Suya gitti.
- Ne oldu. Sen ne yapıyorsun?
- Yemek hazırlıyorum.
- Yemeği şimdilik bırak. Bizden alırsınız.
Erbosın gelince şu koyunu kessin. Sağram’daki
kız kardeşin geldi, kız kardeşim.
- Tamam kaynana.
Demetken ile damat ne kadar gerek yok deseler
de hiç fayda etmedi.
- Yapmayın yavrum, öyle demeyin. Sizden neyimi esirgeyeyim. Mal tekrar olur. Turlubek iyi ve
sağ olsun yeter ki.
Ahırda tek keçi kaldı.
Bir saat içerisinde mal kesilip herkes toplandı.
Komşu gelinler dışarı ateş yakıp yemekleri
hazırlamaya koyuldu.
İhtiyar ninede sabır yoktu.
- Bu köyün gelinleri nerede, bir yudum su
kalmamış. İşkembeyi ne ile yıkayacak bunlar? Hey
44
Kabira nerede senin beş gelinin, birisini suya
göndersene.
- Acele etme kaynana şimdi alır gelirim, dedi bir
gelin. Eline bir kova alıp hızlıca gitti.
İhtiyar hala konuşup duruyordu.
- Serdagül hala gelmedi mi? Ona birisi gelse biz
hemen gidiyoruz ya. Hemen varıp çağırın da gelin, diye çocuklara bağırdı.
- Turlubek gelsin, Turlubek gelsin. Kimin
çocuğu bu? O ablasının yanındaydı. Çabuk siz
kendiniz gidip gelin.
Dört çocuk hemen koşup gittiler. Biraz sonra
gelen yaşlılara kadın,
- Yaşlılar, bugün Serdagül Arıs’a gitmiş. Onun
hakkını ayırın, bize gönül koymasın.
Evin içini düğün oluyormuş gibi bir gürültü
patırtı doldurdu.
Desen: Nuri Can
45
EĞER BİR ÜLKENİN TOPRAKLARI, HATALARI BİLEREK YAPIP; HATALARINI
İHANET VE HİYANET BOYUTLARINA TAŞIYAN İNSANLARIN BEDENLERİNDEN ARTA
KALAN ARTIKLARLA KİRLENMİŞSE, O VATAN TOPRAĞINDA YAD ELLİ CELLAT
BALTASINDAN BAŞKA HİÇ BİRŞEY YETİŞMEZ.
GARİPKAFKASLI AHMET ALİ

Benzer belgeler