Balkon - 2012 / Sayı 3 - SİLİVRİ - Prof Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi

Transkript

Balkon - 2012 / Sayı 3 - SİLİVRİ - Prof Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi
BALKON
YIL 2012/SAYI 3
Sahip olmak ile olmak farklıdır…
PROF. DR. FUAT SEZGİN FEN LİSESİ YAYINIDIR
BULUT – Berfin ALKAN
EVRENDE BİR DOST – Aylin ARSLAN
GİRİŞ: SAF VE BEYAZ - H.Dilara BAYRAKDAR
KİRALIK - Erkan KILIÇ
SADIK AYAKLAR – Mesna TİKTAŞ
MAKİNİST- Türkan Eda ÇİÇEK
WİLKENSONS ADASI’NIN LANETİ – Ömer ATEŞ
HER ŞEY FARKLI – Elber ULUTAŞ
BEYİN EGZERSİZİ – Ömer GÖKÇEOĞLU
“Bir kötülüğün kökeni ne kadar anlaşılmaz olursa onunla boğuşma yöntemi de o derece
katı ve acımasız oluyor.”
Anton ÇEHOV
İÇİNDEKİLER
BALKON
- Dergimiz ticari bir yayın değildir.
BİR ŞARKI MIRILDANIRKEN – 4,5 –
BERFİN ALKAN
- Dergimizin çıkmasını istiyorsanız bir sonraki
sayıya ürün gönderin.
UÇAMAM – 5 – ERKAN KILIÇ
- Bütün amatörlükler bizdendir.
EVRENDE BİR DOST- 6- AYLİN ARSLAN
GİRİŞ : SAF VE BEYAZ- 7,8 –
H.DİLARA BAYRAKDAR
İMTİYAZ SAHİBİ:
SONBAHAR- 8- ERKAN KILIÇ
OKUL MÜDÜRÜ
Behcet ASLAN
ŞEYTAN ÜÇGENİ- 9,10,11,12BÜŞRA GÖNDEM
SADECE İKİ HECE: ÖLÜM- 12 –
ADEM GÖKÇE
DOLABIM – 13-BETÜL KALKAN
SORUMLULAR:
Fatih KUTLUOĞLU
Okul Müdür Yardımcısı
… -14- ESMA NUR SEVİNÇ
KİRALIK -14- ERKAN KILIÇ
MÜZİK- 15, 16 –
B.IRMAK BECEREN, DAMLA AKBAŞ
SADIK AYAKLAR- 17- MESNA TİKTAŞ
MUTLU ÖLÜM- 18- ERKAN KILIÇ
EDİTÖR:
Berfin ALKAN
DİZGİ TASARIM :
Fatih KUTLUOĞLU
MAKİNİST- 19, 20, 21, 22, 23- T.EDA ÇİÇEK
HER ŞEY FARKLI- 23- ELBER ULUTAŞ
WİLKENSONS ADASININ LANETİ- 24, 25, 26ÖMER ATEŞ
YILLARIN GETİRİSİ- 26- BETÜL KALKAN
BEYİN EGZERSİZİ- 27- ÖMER GÖKÇEOĞLU
OKULUMUZDAN HABERLER- 27-
balkon 2
Merhaba Sevgili Okuyucu…
Bahar ne güzeldir... İlkbahar da sonbahar da tam yaşanılası mevsimlerdir.
İkisi de kendine hastır. İnsanı bambaşka diyarlara götürür.
İlkbahar insana kışla birlikte sönmüş heyecanı geri verir, sonbahar yorucu
kışa hazırlar insanı yavaştan… İkisinde de güneş tam kıvamındadır. Ne
yakar; ne de güzel yüzünü bizden gizler.
Baharı insanlar bu yüzden sever; güneşin insanın içine doldurduğu o
anlamsız mutluluğu, huzuru, neşeyi, heyecanı, yaşama sevincini severler.
Baharın getirdiği bu sevince karşın dergimizin içeriği bu sefer biraz daha
duygu yüklü, insanın kendi içinde hesaplaştıklarını ele alan bir tarafa sahip.
Ama tüm bunlara karşın gelecek mutluluk vaat eder.
Her ne yaşanırsa yaşansın dallardaki çiçekler, yeşil çimler, berrak gökyüzü
bunları geride bırakmaya yeter. Bulutların önüne geçen güneş insanları ne
olursa olsun gülümsetmeye yeter. İşte iyi ki güneşin yaydığı o sarı ışık ve
sıcaklık iyi ki var.
Güneş yüzünü bu sene bizden hayli gizlemiş olsa da sahne de yerini almaya
başladı. Umarım uzunca bir süre bizimle kalır. ^_^
Mutluluk, sevgi ve barış dileğiyle…
İyi okumalar…
EDİTÖR
BALKON 3
Bir şarkı mırıldanırken…
Hayır,
bunları
söylemedim
ona.
Bulutları
kıskandığımı söylemedim. Hayallerimi anlatmadım.
Benim içimi okuyabilen bir varlığa bunları anlatmama
İlk uçak yolculuğum geliyor aklıma. O zamanlar çok
ufak bir kız çocuğuydum. Çoğu şeyin farkında
olmamamın yanı sıra bulutları göreceğimden
kesinlikle emindim. Her zaman çimlerin üzerine
kendimi bırakıp, üzerine milyonlarca hayal kurduğum
bulutları olabildiğince yakından görecektim o gün.
Kalbimin delicesine çarptığını saklayıp, en sakin
halimi büründüm o kocaman uçağın merdivenlerini
basamak basamak çıkarken. Her basamak biraz daha
uçuruyor, biraz daha yaklaştırıyordu benim beyaz
pamuklarıma.
Evet, pamuklarım diye bahsederdim ben mavi
gökyüzünün beyaz saflıklarından… Şimdi ise onların
yanlarına gidiyordum işte.
Uçağın içine ilk adımımı attığımda ise hayal kırıklığı
yaşadığımı annem dahil hiç kimse fark edemedi.
Minik kalbimin atışları nasıl söndü, bir ben hissettim.
Yıllardır o pamuk diye betimlediğim bulutların yanına
giden koca metalin içi, yalnızca basit koltuklar ile
doluymuş oysa. Ne muhteşemliği var, ne olağanüstü
güzelliği…
Yine de bu koca metalin hevesimi kırmasına izin
veremeyecek kadar güçlüydüm. İçi güzel değilse,
hayallerimdeki kadar büyülemiyorsa ne olacaktı yani?
Bulutlara dokunuyor olması zaten olabilecek en güzel
ne gerek vardı ki zaten? O fark ediyordu midemdeki
kelebekleri. Bu yüzden biraz yorsa da beni, en
sonunda yenik düşüp kabul etti isteğimi.
Cam kenarındaki koltuğuma yerleştiğimde bana
fazlasıyla garip gelen hareketler yaparak, sözde bir
şeyler anlatıyordu karşımdaki abla. Annemler ismini
hep söylerdi, ben hep unuturdum.
Neydi anne neydi? Hortes… Hostos… Bir kez daha
anne lütfen.
Kızmıyor, aksine bıkmadan tekrar tekrar aynı
kelimeyi söylüyordu annem bana. Önce kulağım
alışıyor ve tamam söylerim şimdi diyerek annemi
susturuyordum.
Sonra
birkaç
deneme
yapıp
söyleyemediğimi gördüğümde tekrar rica ediyordum
annemden ismini öğrenebilmek için. Olsun, ne işe
yaradığını biliyordum ben, insanların ona ne lakap
taktığının ne önemi vardı ki sahi?
Biz bir telaş ile bu çalışmayı yaparken önce bir anlık
sessizlik, ardından her saniye biraz daha artan gürültü.
Hayır hayır, uğultu… İşte kalkıyordu dev metal,
kulaklarımda bitmek bilmeyen bir uğultu yine
devamlı. Ama korkutmuyordu bu ses beni, aksine
yalnızca heyecanlanıyordum.
Bulutlara dokunmama öylesine az bir zaman kalmıştı
ki, yerimde duramıyordum.
mucize değil mi?
Sahi,
ne
de
büyük
bir
mucizeydi
bulutlara
dokunmak…
Hayal kırıklığımı unutmak adına bu düşünceler ile
oyalarken kendimi, işte oturacağımız yere gelmiştik.
Kardeşim ve annem ile biz uçağın sol tarafına
oturacaktık, babam ise yalnız başına sağ tarafında
kalacaktı. Önce endişelendim, babam korkacak diye.
Sonra uçabilmek ve o bulutları görebilmek aklıma
geldiğinde babam adına sevindim.
O yalnız oturduğu için şanslıydı, bulutları
paylaşmayacaktı kimseyle. Sevinmeliydi.
Ben
de
paylaşmak
istemedim
bulutları,
ama
mecburdum. En azından onlara en yakın ben
olmalıydım. Annemi cam kenarına oturabilmek için
çok zor ikna edebilmiştim aslında. Bu durumda bile
beni düşünüyordu sevgili annem, biliyorum. Ama ben
ilk
kez
hayallerime
dokunacaktım.
kavuşacak,
bulutlara
Biraz daha, biraz daha ve biraz daha… Sürekli
yükseliyordu dev metal, hiç durmadan yükseliyordu.
Tam içimden “Daha ne kadar çıkacağız, gelmedik mi
bulutlara” diye söylenirken artık yükselmediğimizi
fark ettim. Yalnızca ilerliyormuşuz, ilerlediğimizi bile
hissedemiyordum burada ne garip.
BALKON 4
Ben
bu
gariplikleri,
dev
metalin
özelliklerini
düşünürken aklıma şimşek gibi çaktı gökyüzümün
beyaz pamukları. İçimden üçe kadar saydım ve bir
anda camdan dışarıya baktım. İşte. İşte oradalardı.
Uçamam
************************************
Pamuklarım. Bulutlarım.
Üstlerinde belki de gerçekten en güzel uykumu
yaşayabileceğim yumuşacık görünümlü bembeyaz saf
bulutlarım… Fakat dev metal kadar şanslı değilim,
dokunamıyorum
onlara.
Ellerimi
uzatıyorum,
erişemiyorum. Aramızda engeller var hayallerimle
şimdi. Kimseye
şikayet
edemiyorum,
kendimi
kandıran benim biliyorum.
Bulutlara dokunabileceğimi düşünürken, nasıl da
inanılası geliyordu bu fikir bana. Kuşlar gibi
olacaktım.
Uçak
beni
oraya
kadar
götürüp,
sonsuzluğuma, bulutlarıma bırakacaktı beni. Öylesine
inanıyordum
ki
bu
hayallere,
ağlamamak
için
Açarım kanadımı kolumu
uçamam semalara
izlerim süzülenleri
uçamam ben küçüğüm çünkü
açılmaz kanadım o kadar
küçüklüğün iyi yanı var
olmasam küçük ayırmazdı beni buradan
yutkunuyorum şimdi. Güçlü görünmeye çalışıyorum,
koparamazdı bedenimi somutluktan
çocuk değilim derken.
uçamazdım anlatılamayanda
Ardından
bir
şarkı
mırıldanarak
bir
hayal
tutturuyorum ellerime, belki bir gün gerçekten
yaşar sanırdım kendimi
dokunabilirim bulutlara. Bulutlarıma…
insan bilirdim herkesi
Berfin ALKAN
mutlu bilirdim iyiyi
özenirdim hep neşelilere
-mutlu olmam gerekmiş
zengin, her istediği olan iyiymişanlatıyorlar okulda
ama evsiz benden insanmış
inanmış
kendini ona adamış
zenginden fazlası olan şey
vicdanmış
kazanmış, çok kazanmış
ama rüyaymış uyanmış adı hayatmış
Erkan KILIÇ
BALKON 5
EVRENDE BİR DOST
Pollyanna’yı bilmeyen yoktur. Hani şu boş zamanlarını
serotonin(mutluluk hormonunu harekete geçiren bir
madde) salgılayarak geçiren kahraman. Evrene pozitif
enerji gönderip alan kişidir. Pollyannacılık, psikoloji
alanında bir savunma mekanizmasıdır ve fazlası
bağımlılık yapmaktadır. Gerçekleri değiştirmez ama onlara
bakış açımızı değiştirebilir. Problem çözmeye yönelik
çalışmaktan çok problemin var oluşuna anlamlar
yüklemektedir. İnsanlar üzerinde Pollyanna’nın etkisini
araştırdım. İşim gücüm yok ciddi ciddi yaptım bunu. Pek
sevilen bir karakter değil kendisi. Kimine göre stv deki
iyimser dedenin torunu olduğuna inanılan iyimserlik
ucubesidir. Bazı görüşlere göre de “Aha tehlike! Neden
kafamı kuma gömmüyorum’’ tarzında tanımlanmıştır.
Milyonlarca kötü yanı vardır ama yine de bazen
başvurulması gereken bir yöntemdir. Tekme yerken bile
bir güzellik arıyorsun işte. Kısacası her şeyi olumlu görme
becerisidir. Peki bu Pollyanna’nın bizim yaşamımızda ne
işi vardır? Neden kimse Heidi’den, Cinderella’dan,
Kırmızı Başlıklı Kız’dan söz etmez. Onların hiç mi
felsefesi, mesajı yoktur? Bu Pollyanna’nın henüz
çıkardığı bir de mutluluk oyunu vardır. Bu oyunu
oynayan-sözde- çok insan vardır ama kaç kişi bu oyunun
kuralını biliyordur? Pollyannacılık, anlık kandırıkçı bir
oyundur ve genelde bunu Pollyanna dışında kimse
sevmez. ‘’Pantolonum sıkıyorsa aç kalmıyorum demektir.
‘’ Bu düşünceye karşı genelde şu düşünceyi daha doğru
gelir: ‘’Ben ne insanlar tanıdım pantolonu sıkıyor diye aç
kalan. Kime ne anlatıyor bu? Bak şu çok daha güzel bir
yaklaşım hem, pantolonun çok sıkıyorsa aşırı doyuyosun,
semizliksin sen semizlik! Bir dana daha ne ister ki şu
hayattan. Ne ki senin mantığından gidiyoruz
işte! ‘’…Daha mantıklı gelmiyor değil. Gel gelelim
optimizm ile Pollyannacılık aynı şey değildir. Çok benzer
ama farklı şeyler olduklarını düşünüyorum. Optimizmi;
bardağın dolu kısmını görmek diye tanımlarsak,
Pollyannacılık; bardağı doldurmaktır. Optimist olmak var;
‘’boş bardak yoktur, dolmaya elverişli bardak vardır’’
düşüncesiyle bardağın hep dolu tarafını gören, bardakta su
yoksa en azından bardağım ve onu görebilmemi sağlayan
gözlerim var diyerek mutlu olamaya çalışan bir Pollyanna
yeni sürümü olmak var. Bir çoğumuz olayların kötü
taraflarına takılı kalırız,’’en fazla şu olur’’modunda
düşünmeye başlarız. Çok doğal bir durumdur çünkü
olumsuz düşünmeye eğilimliyizdir. Yapı meselesi. Ve
buna ‘’gerçekçi olmak’’ deriz. Çok azımız az biraz
optimisttir. Optimist; olumsuzlukları asla görmeyendir
diyemeyiz. Optimist bir insan; başarısızlıklarla,
tersliklerle, yanlışlarla karşılaşabileceğini bilir. Bu gibi
durumlara hazırlıklıdır. Kendini olumsuz düşünmek
yerine, bu işten çıkaracağı derse odaklar. Gerçek
iyimserler, çevresine bu pozitif enerjiyi yayar, bir nevi
örnek olur. Gel gelelim, bu insanlara az rastlarız.
1.grup kelimeler: aşk, hayat, pembe, okyanus, su, sevgi,
barış, kardeşlik, ekmek, beyaz, cennet
2. grup kelimeler: savaş, ölüm, Azrail, kan, şeytan, vahşet,
kin, nefret, ceset, kara
Hangi grubu okurken içinizden kıpraşmalar oldu..1. ise
vücudunuz, olumlu tepkiler vermeye başlar. Pozitif
düşüncenin bize dönüş gücüdür. Genelde negatiflikleri
kendimize çekeriz. ‘’Başarısız olacağım ‘’ , ‘’yanlış
yapacağım ‘’ vs.. bunu düşündüğünüzde beyne direk
olumsuz mesaj iletiliyor. Evrende herkes ve her şey
enerji yayar.. Çekim yasası gerçeği de var. Çekim yasası
diyor ki, benzer enerjiler benzer enerjileri çeker.
Çünkü hayatımız, aklımızda ne varsa, onun bir
yansıması. Aklımızı kullanmayınca ve düşüncelerimizi
oluruna bırakınca, negatif düşünceler otomatik olarak
baskın çıkıyor.
Anlatmak istediğim; Pollyannacılık değil, pozitif
düşünmek ve olumlu yaklaşmak. Pozitif düşüncenin gücü
denen bir gerçek var. ‘’ Hayat bir aynadır. Siz ona
gülümserseniz, o da size gülümser.‘Garantisini
vermiyorum tabi ki. Evrenin umrunda bile
olmayabilirsiniz. Şöyle düşünüyorum ki; evren sizi
takmasa bile, her şeye karşı pozitif bir bakış açınız olmuş
olur .Evren sizi görmezden gelmiş olsa da siz kendinize
yardımcı olmuş olursunuz.
Şunu söylemiş Simyacı: “Bir şeyi çok istersen, bütün
evren onu gerçekleştirmek için işbirliği yapar.”
Düşüncelerimizden biz sorumluyuz. Olumlu düşünerek,
pozitif enerjinin gücüne inanmak ve sonuç olarak evrenin
huyuna suyuna gitmek lazım..
Aylin ARSLAN
BALKON 6
Giriş: Saf ve Beyaz
Koca sarayın hüküm salonu ne kadar dolu olursa olsun
içerisindeki insanlardan çıt çıkmıyor. Ki çıkmamalı da. Eğer
yaşamlarına değer veriyorlarsa sessiz olmalılar.
Kraliçe o gün tamamen kırmızı giymiş. Tutkunun rengi onu
sakinleştiriyor, daha mantıklı kararlar almasını sağlıyor.
Hem kırmızı onun rengi. Boşu boşuna kupa kraliçesi değil
zaten. Kupa kalbi gösterir, kalpse tutkuyu, yaşamı ve ölümü
temsil eder. Ve şu anda vereceği kararsa bir başkasının
kaderini değiştirecek.
Kraliçe, elindeki sopasını sallıyor, bir yandan da ne yapması
gerektiğini düşünüyor. Sonunda, yüzünü soğuk kanlı
katillerin bile kanını donduracak bir gülümseme süslüyor.
Kararını vermiş, halinden memnun olmalı.
Her şey sanki ağır çekimde gerçekleşiyor. Kraliçe bileğini
döndürüyor ve kolunu kaldırıyor. O bunları yaparken sopa
da daireler çizerek koluyla birlikte havaya kalkıyor. Basit bir
suç olsa da kraliçenin verdiği hükümler hep aynı. Suçlu da,
salonun tamamı da dudaklarının izleyeceği hareketleri
ezbere biliyor. Suçlu kafasını eğiyor.
Hiç olmayacak bir anda bir kahkaha yankılanıyor koca
salonda. Sessiz olduğu için yankılanıyor zaten. Dans ederek
biri giriyor içeri. Herkes merakla kafasını gelen kişiye
çeviriyor. Gelen kişi büyük bir hata yapıyor, çünkü kraliçe
çok sinirli. Kim kraliçeyi konuşurken bölerse, kafasını
kaybeder. Bu bilinen bir kural.
"Kraliçem, o, benim kırmızı kraliçem. Geç kaldım.
Majesteleri herhalde bu hatamı çok gormezler. Onun o
adalet
anlayışının
bunu
anlayışla
muhteşem
karşılayacağından eminim."
Bunu söylerken Beyaz Tavşan, Kupa Kraliçesinin önünde
yerlere kadar eğiliyor, beyaz ve uzun kulakları bir halı gibi
yerlere seriliyor. Salonda ön sırada oturanlar arkasında
sakladığı gümüş cep saatini görebiliyor. Aralarında
fısıldaşanlar oluyor. Herkes kraliçenin onu affedeceği
kanaatinde. Yine de herkes Beyaz Tavşan'ın kraliçeyi kaale
almadığının da farkında.
"Beyaz Tavşan?" diye soruyor Kraliçe. Sanki karşısındaki
mahluğa inanamıyormuş gibi. Tavşan, kafasını kaldırmadan
sırıtıyor fakat kafasını sallamayı da unutmuyor. Herkes
onayladığını düşünüyor Tavşanın.
"Yüce Majestelerinin, beyaz güllerden haz almadığını
bildiğim için, geçen seferki rezaletin bir daha
yaşanmamasını sağladım, Kırmızı Kraliçem," diyor Beyaz
Tavşan. Kendinden pek bir emin.
Kraliçe bu sefer
gerçekten gülümsüyor. Herkes şaşkın. Kimse Kraliçeyi
böyle görmeye alışkın değil. Suçlu bile Kraliçeye bakma
cüretini gösteriyor o kargaşa sırasında. Kraliçenin gözünden
bir şey kaçmıyor fakat.
"Sana kim kafanı kaldırabileceğini söyledi?" diyor Kraliçe
sessizce. Gülümsemesinin yerinde yerler esiyor. Işte o an
anlıyor Tavşan, Kraliçeden korkması gerektiğini.
Emir gelmiyor. Kraliçe kendi işini kendi hallediyor. Göz
kırpanların çoğu kaçırsa da, Beyaz Tavşan her şeyi görüyor.
Aslında sıradaki kendisi olabilir. Bir an titreyiveriyor
Tavşan.
Suçlunun kafasız bedeni bir kan gölünün ortasına düşüyor.
Başı ise Sinek 2'lisine çarpıyor ve onu da kendisiyle birlikte
yere sürüklüyor. Izleyicilerin bazısı kafasını çeviriyor,
cocuklarsa büyülenmişçesine her saniyeyi hafızalarına
kazıyorlar. Kraliçe halinden memnun. Bu, Kraliçeyi hafife
alanlara iyi bir ders olur, diye düşünüyor.
"Ah, kan," diyor Kraliçe ve cansız bedenin önünde eğiliyor.
Elbisesinin etekleri yeri yalıyor, bazı yerlerde cesedin üstünü
örtüyor. İronik bir görüntü aslında, sanki kraliçe sevgilisine
veda ediyor. "Ah, benim koyu kırmızı güzelliğim. Beyaz
Tavşan, çabuk buraya gel! Gel de şu müthiş manzaraya bak
benimle!"
Tavşan korkmaya başlıyor, Kraliçe sopasından çıkardığı
kılıcını kınına geri sokmuyor çünkü. Yine de kraliçenin
yanına gidiyor, gözleri cesetten uzak.
Kraliçe, Tavşana diz çökmesini işaret ediyor. Tavşan eli
mahkum, olabildiğince uzak bir yere çökmeye çalışıyor
fakat Kraliçe onu yanına çekiştiriyor. Salondaki herkes
tedirgin, Tavşanın yutkunduğunu hissedebiliyorlar.
"Ne kadar da hoş! Sence de öyle değil mi, Beyaz Tavşan?"
diyor Kupa Kraliçesi, bir yandan da elini koyu kırmızı gölün
ortasına daldırıyor ve yüzüne getirip kokluyor. Daha sonra
da elini yanağına götürüp okşuyor onu bir anne sevgisiyle.
Tavşan ne kadar iğrense de durumu komik buluyor.
Fakat birden her şey duruyor. Kraliçenin eli, kafası hatta
vücudu tamamiyle hareket etmeyi kesiyor. Onunla birlikte
herkes soluğunu tutuyor. Tavşan içinde bulunduğu durumu
fark ediyor, ancak Kraliçe onu kolundan yakalıyor.
Gözlerini açmadan, "Neden her yer kırmızı değil, Beyaz
Tavşan? Neden her şey kırmızı değil?" diyor. Tavşan
çırpınıyor. Kraliçe onu da kendiyle birlikte ayağa kalkmaya
zorluyor, en sonunda kılıcını almak için uzandığında kolunu
serbest bırakıyor.
"Acaba seni nasıl bir kırmızıya boyasam, Beyaz Tavşan?"
diye soruyor Kraliçe. Fakat bu soru Tavşana yönelik değil de
daha çok kendi kendine sorduğu bir soruymuş gibi
hissettiriyor.
BALKON 7
Beyaz Tavşan öyle olmasa bile kendinde cevap verecek
enerjiyi bulamıyor. Kraliçe artık kendince hayal dünyasına
dalmışken, Tavşan kaçmak istiyor, fakat bacaklarına söz
dinletemiyor. Kraliçe çok yakın. Bir sonraki sözlerinin
ardından öleceğini adı gibi biliyor. Gözlerini yumuyor ve
sakinleşmek için derin nefesler almaya zorluyor kendini.
"Ah, buldum! Kan kırmızısına ne dersin, Beyaz Tavşan? O
beyaz, pofuduk kürküne yakışacağına eminim."
Sonbahar…
Daldan toprağa...
Yaprağın hikayesi
Savruluyor çekingen
Savruluyor sessiz
Özgürde şüphesiz
Bir an için onu olduğu yere bağlayan büyü bozuluyor gibi
geliyor Tavşana. Sanki Kraliçenin onun üzerinde hiç gücü
yokmuş gibi hissediyor. Belki de onun için gözlerini açtığı
anda koşarak uzaklaşmaya başlıyor.
"Neden Beyaz Tavşansın sen? Neden Kırmızı Tavşan
değilsin?" diye bağırıyor Kraliçe. Kralın ona doğru
koştuğunu görüyor göz ucuyla, fakat umrunda değil. Çok
geç, "Kafasını uçurun," diye tepinmeye başlıyor. Salon
sessizce olayı takip etmekte. Bazıları Kraliçenin gazabından
korktuğu için Tavşanı suçluyor. Ancak içlerinden pek azı
sadece Beyaz Tavşanın haklı olduğu görüşünde. Onlar da
Kraliçeden nefret ettiği için. Kraliçe bir hışımla cesedi
tekmeliyor
ve
ortadan
kaldırılmasını
emrediyor.
Sakinleşmek üzere. Neden bu kadar öfkelendiğini bilmiyor.
Krala dönüyor ve sopasını geri istiyor, kılıcını ortalık yerden
kaldırmak niyetinde.
"Kraliçem, iyi misiniz?" diye bir soru geliyor sağ tarafından.
Kral ona sopasını sunarken endişeli bir sesle soruyor bunu.
O ise kafasını sallıyor sadece. Ve tekrar tekrar Kralı
sevmediğini hatırlatıyor kendisine. Düşes, salonu terkeden
kalabalığı elinin tersiyle yararak geçiyor. Kraliçenin küçük
düşmesi onu memnun ediyor. Şimdi gözünde kocası Dük
kadar bir değeri yok onun da. Ikisini de önceden sevdiğinde
değil tabii, sadece şimdi ikisinden de daha fazla nefret
ediyor. Kocası kucağındaki domuzla peşinden ona
yetişmeye çalışırken onun çirkin suratını garip bir
gülümseme kaplıyor ve koca kalçasını sallayarak gözden
kayboluyor. Geride kalan kalabalığın arasında turuncu bir
şey dikkat çekiyor. Aslında oranın halkı ona pek de yabancı
sayılmaz. Çılgın Şapkacı, Mart Tavşanı ve Fareyle birlikte
kol kola girip, dans ederek çıkıyorlar salondan. Bir şeye çok
sevinmiş gibiler. Hayra alamet bir şey olmasa gerek.
Arkalarında şu sözleri bırakıyorlar:
"Çay partimize de bekleriz!"
Koca sarayın hüküm salonu çok sessiz. Fakat ne Kraliçe
duyar korkusundan ne de boş olduğundan. Tam tersine
aslında. Gözlerinizi kapar ve dikkatle bakarsanız bir çift
gülen göz göreceksiniz. Nasıl mı oluyor bu iş diyorsunuz?
Cheshire Kedisi sırıtırken ses çıkarmaz ki.
SON
H.Dilara BAYRAKTAR
Özgürdür boş semada
Özgür olduğu kadar bağımlı
Caresiz yerin onu çekmesi kadar
Yanlız...
İstemez yanlızlığı
Anlamaz onlarcası düşerken onunla toprağa
Yanlız değildir işte ama...
Barışıktır yanlızlığıyla özgülüğü adına
Huzur veren dostuyla
Ayrıdır artık daldan
Uzaktır şimdi yardan
Özlemişti dalını
Beklerken kara toprağı
İster özgür olmak
Ama acıtır yanlızlık
Kaçamaz kaderinden
Yinede özgür sanır kendini
Bilinmez akıbeti
Çekingen savrulanın
El sallarken şimdi dal
Kucaklar kara toprak
Düşer kara toprağa
Sessiz, usul, çekingen
Akıbeti ise yaprağın
Onlarcasıyla yanlızlık..
Erkan KILIÇ 8
ŞEYTAN ÜÇGENİ: SIR, TARİH, ÖLÜM
Buğdaylar sizin için ne anlama geliyor? Aslında durun soru
yanlış,buğday denince aklınıza ne geliyor?
Bir tarım ürünü mü? Benim aklıma gelen şey ise başaklara saçılmış
kan.Katiller.
Annemin katilleri.
Sararıp olgunlaşmış başakların arasından geçerken zihnime hücum
eden anılardan kaçmak imkansız bu yüzden denemiyorum bile. Ancak
yıllar öncesinden verilmiş bir söz elimi kolumu bağlıyor. Kalbim zıt
duyguların istilası altında ve ben ne yapacağımı bilmiyorum.Annemin
intikamını almak mı yoksa geri dönüp tüm ömrümü
kaçarak,saklanarak korku içinde geçirmek mi?Sonsuz gibi görünen
sapsarı tarlaya bakarken anılarım canlandı birden.
7 yaşındaydım, çok iyi hatırlıyorum. Başaklar sapsarıydı ve çok
uzunlardı.Burada oturup masmavi gökyüzünü seyretmek benim için
paha biçilemez bir özgürlüktü adeta,burada mutluydum.O gün de
öyleydi,annemin sesini duyana kadar.
“Jenny!”Annem bana seslenmişti. “Kızım nerdesin? Hadi annene
gel!”Buğdayların arasına iyice saklandım ve annemin gelip beni
bulmasını bekledim.Bunu hep yapardı ve beni bulduğunda yalandan
azarlar
sonra
gülümserdi
birlikte
başakların
arasında
yuvarlanırdık.O benim tek ve en iyi arkadaşımdı.Ama idrak
edemediğim bir gerçek vardı:O gün oyun günü değildi.
Annem sağa sola koşturarak beni ararken paniği iyice artmıştı.
“Jennifer nerdesin yalvarırım çık ortaya.”Ses tonu ağlamaklıydı.
Birden
fark
ettim,annem
korkuyordu
ve
aceleci
davranıyordu.Başakların arasında ayağa kalktım ve usulca ilerlemeye
başladım.Başaklar
boyumu
aşıyordu.Anneme
yaklaştım,yaklaştım.Sonra birden durdum.Annem yeşil gözleri ardına
dek açılmış put gibi tarlanın ortasında duruyordu.Yavaşça arkasının
döndü.Ben de başımı çevirdim ve adamı o zaman gördüm;siyah takım
elbiseli,uzun ve silahlı.O kadar uzundu ki bana bir dev gibi
görünmüştü.
-Nihayet karşılaştık Maya.Çok uzun zamandır bu anı
bekliyordum.Seni ve küçük kızını.Küçük Jenny nerede?
Başakların arasına gizlendim tekrar.
-Burada değil Malcolm.Beni ve onu rahat bırak.
-Öyle m?.Bu tarlada ne arıyorsun o zaman?
-Hiçbir şey.Defol buradan.
-Pekala defolurum ancak ikinizin de hayatına karşılık ödemen gereken
bir bedel var.
Annem titredi.Zaten beyaz olan yüzü iyice bembeyazdı şimdi.
-Benden ne istiyorsunuz?
-Kızını Maya.Kızını bana ver.
-Asla!
-O zaman ikiniz de ölürsünüz Maya.Ama kızı bana ver ona senin
sunduğun bir hayattan daha iyisini sunarım.Sen de başka biriyle
evlenip mutlu olursun.Başka çocukların olur.
Elimi ağzıma kapattım .İçgüdülerim bu adamın tehlikeli olduğunu
söylüyordu.Sessizdim ama haykırmak istiyordum.Anne beni bırakma!
-Nasıl böyle bir şey teklif edebilirsin?O benim tek varlığım.Ondan
ayrılamam.
-Sen bilirsin.
Annem aniden yere attı ve silah patladı.Kurşun boşa gitmişti.Adam
birden koşmaya başladı.Anneme yetişmesi zor olmamıştı.Onu aniden
yakaladı ve yere yatırdı.Başakların arasından koştum ve o zaman
gördüm adamda bir bıçak vardı.Annemi boğazından sertçe tutuyordu.
-Son şansın Maya.
-Asla.
Bıçak havada bir daire çizdi ve annem hafif bir ses çıkardı.Gözleri
ardına kadar açık katilinin yüzüne baktı.
Ölmüştü.
Katil ayağa kalktı ve aniden dönüp bulunduğum yere
baktı.Kumral,yeşil gözlüydü o da.Sonra arkasını dönerek
uzaklaştı.Annemin yanına koştum.Onu sarstım bağırdım,ağladım ama
uyanmadı.Uyanmayacaktı.Başakların arasında bir ayak sesi
duyduğumda ağlamaktan bitap bir haldeydim.Döndüm ve yaklaşana
baktım.Üzerinde basit bir işçi tulumu olan yaşlı bir amcaydı.Annemin
cesedine baktı,gözleri dolmuştu.Annemin açık kalan gözlerini kapattı
sonra annemin boynundaki madalyonu aldı.Elimi bana uzattı.
-Benimle gel çocuğum.Haydi.
İçimden bir ses ona güvenmemi söylemişti. Kocaman eli elimi kavradı.
Oradan uzaklaşırken dönüp son bir kez anneme baktım.Ve
buğdaylara.Başaklarına kadar kan sıçramıştı.Annemin kanı.
Gözyaşlarımı sildim ve geri dönüp tarladan çıktım. Hızlı adımlarla
köşede duran siyah arabaya doğru ilerledim ve kapıyı açıp bindim.
-İyi misin?
-Evet iyiyim.Arabayı sür.
-Başüstüne
Bunu alaycı bir tavırla söylemişti.Arabayı çalıştırdı.Arabayı sürerken
yan gözle onu inceledim. Alex benim bu işteki suç
ortağımdı.Tanışıklığımız yıllar öncesine dayanıyordu onunla.
-Florida’ya varmak kaç saat sürer?
-Uyuyacak mısın yoksa?
-Soruma cevap verir misin lütfen?
-Birkaç saat daha sürer.
Başımı koltuğa yasladım ve gözlerimi kapatıp tekrar anılarıma daldım.
Üzerimde yeni elbiseler vardı ve yaşlı sevimli bir kadın saçlarımı
tarıyordu.Ne
zaman
gözlerimi
ona
çevirsem
bana
gülümsüyordu.Sonunda dayanamayıp sordum.
-Neredeyim ben?
-Yeni evinde yavrum.Burada çok mutlu olacaksın
Kadın saçlarımı okşadı.
-Hayır!Ben kendi evime dönmek istiyorum.
-Dönemezsin yavrum.
-Ama neden?
-Çünkü orada kötü adamlar var.Sana zarar verecek olan
adamlar.<onların yanına mı gideceksin?
Ürperdim.Annemin o hali gözümün önünden bir türlü
gitmiyordu.Bulunduğum eve geleli sanırım iki hafta olmuştu.Bu
süreçte sürekli “Annemi istiyorum!”diye ağlamış,yemek yememekte
ısrar etmiştim.Ama bu teyze sürekli bir yolunu bulup beni kandırmıştı.
-Burada John amcan ve benimle kalmak istemiyor musun yoksa?
Gözlerimi yere diktim.
-İsterim.
Annemi kaybettiğimden bu yana tüm hayatım değişmişti.O günden
sonra normal bir kız olmadığımı ve normal bir çocukluk
geçiremeyeceğimi anladım.John amca ve eşi Rosemary teyze beni
kendi evlatları gibi büyütmüşlerdi ve benden hiçbir şey
saklamamışlardı. .Onlara güvenim tamdı Onlar ve benim ailem
Amerika’nın en köklü ve bilinen iki ailesiydi ve birbirleriyle sıkı birer
dosttular.İki taraf da birbirini koruyacağına söz vermişti.O adamların
annemden istedikleri şey sadece o madalyon değildi.O madalyonu
kullanabilecek olan tek kişi bendim ve asıl sorun da zaten
buradaydı,onu nasıl kullanacağımı bilmiyordum.John amca bu
adamların istediğinin para olduğunu söylemişti, para ve güç.Bu
madalyon gizlenmiş büyük bir mahzenin anahtarıydı.Mahzenin yerini
dünya üzerinde bir kalıntı olduğuna inandığım birkaç sayfalık bir
kitap biliyordu.Bu kitap babamların tarafından aktarılan bir mirastı ve
şimdi de bana geçmişti.Annem henüz bana hamileyken babam sırf bu
kitap yüzünden öldürülmüş ve annem de kaçarak California’ya
yerleşmiş tabii kitap ve madalyonla birlikte.Mahzeni bilenler tehlikeli
ve nüfuz sahibi kişilerdi.Amerika’nın en köklü iki ailesinin bütün
yadigarları orada bulunuyordu.Bütün antikalar.Bu adamlar tarihi eser
kaçakçılığının bilinen isimleriydi ve bu mahzen onlar için bulunmaz
bir gömüydü.Birkaç parçayı kendileri için ayırsalar bile yine de
kalanlar onlara bütün dünyayı satın almaya yetecek kadar büyük bir
servet kazandırırdı.
-Bir sonraki adımın ne?Hala intikam almayı mı düşünüyorsun?
Başımı kaldırdım ve Alex’e baktım.
-Hayır.O mahzeni de korumam gerek ve ben de bunu yapacağım.
-Onun nerede olduğunu bile bilmiyorsun ki!
-Bulmama gerek yok. Başkaları oraya ulaşmasın yeter.
BALKON 9
Alex içini çekti.Şimdiye kadar onun sayesinde çok yol kat
etmiştim.Annemin katilinin şirketinde genel müdür olarak
çalışıyordum ve adam bana güveniyordu.
-Bu kadar çabuk geldiğimize inanamıyorum.
Alex arabayı durdurdu.Sıkı bir azara hazır olmak gerekecekti.Alex
John amcanın kardeşinin oğluydu.Bu şekilde tanışmıştık zaten.Alex
benimle yaşıttı ve çok zekiydi.Hukuk ve arkeoloji eğitimi
almıştı,kalıntıları incelemede çok iyiydi.Kitabı ilk gördüğünde bunun
15.yydan kalmış olabileceğini söylemişti.
Kapıyı hizmetçi kız açtı.Salona geçtiğimizde ikimizi azarlamak üzere
bütün ailenin toplandığını gördüğümde şaşırmadım doğrusu.
-Oturun.
İtaat ettik.Alex etrafındakilere baktı,karışmış sarı saçları,her şeyden
habersiz gibi duran ifadesi ve masmavi gözleriyle haylaz bir çocuğu
andırıyordu.
-Tamam,size haber vermeden birkaç eyalet öteye gittik ama biz de
küçük çocuk değiliz artık.Lütfen bu fasıl kısa sürsün.
John amca ayağa kalktı,elindeki zarfı Alex’le ikimizin arasında duran
sehpaya koydu.Alex zarfı alıp açtı içinden bir tane dosya ve küçük bir
anahtar çıktı.
-Kaçakçılarımız son birkaç aydaki seyahatlerini gösteren
tablo.Gördüğünüz gibi ülkenin her yerine gitmişler ve her ülkenin her
yerini kazdırmışlar.Her yerde bu mahzeni arıyorlar.Son kazılarında bu
anahtarı buldular.Şirketteki adamlarımızdan biri bunu usulca ele
geçirip bize getirdi.Sanırım denge durumlarını eşitlediler.
-Nasıl yani?
-Size göstereyim.
John amca gidip salonun kapısını kapattı hemen ardından çekmeceden
bir şey çıkardı:Kitabı.Yanımıza geldi ve kitabın bir sayfasını işaret
etti. “Şuna bakın.”Kitaba baktığımda kanımın donduğunu
hissettim.Bu anahtar kitaptakinin aynısıydı.
-Bunu biliyor olamazlar!Eğer bu anahtar mahzeninse bile
şüphelenmezler,çünkü ellerinde bilgi yok!
Alex beni sakinleştirmek istercesine elimi tutup sıktı ve mantıklı bir
soru sordu.
-Nerede bulmuşlar?
-Atlas Okyanusu’nda.
Şimdi ikimiz de boş boş bakıyorduk.
-Okyanusun dibine kazı mı yapmışlar?
-Aynen öyle.Şimdi,Jennifer bugün bu konuyla ilgili bir şeyler
öğren.Sonra tekrar konuşalım. Alex sen de al bu anahtarı fakülteye
götür,incele bir şeyler yap.Bakalım bu da defter kadar eski mi.Ama
sakın anahtarı kaybetme ve kimseye bir şey söyleme!
-Büyüdüğümü kabullendiniz sanıyordum.
Alex anahtarı aldı ve çıktı. Salon yavaş yavaş boşalırken ben
koltuğuma iyice gömüldüm ve kitabın ilk sayfasını açtım.Mahzenin
yeriyle ilgili olan kısmı.
Gül toprağa düştüğünde dökülecek olan kanların sorumlusu olmaktan
kurtulamadı.Ardında bıraktığı verdiği söz uğruna gülü çiğnedi,yüreği
sızlasa bile.Bedelini ödedi;kızıl saçlı da onu çiğnedi.En dipteyken bile
“Bu benim kaderim.Bunun için doğdum ve hakkım olanı
alacağım.”dedi.Aldı da.Gülün toprakla buluşup toprak olduğu
yerde.Bilmeyenin sürekli dönüp duracağı bilenin ise eliyle koymuş
gibi bulacağı bir yerde.Ona giden yol ise çok derinde.Ancak hediyeyi
yolun uzağında aramamak gerekir.
İşte bundan hiçbir şey anlamamıştım!Derin bir nefes aldım bir kez
daha okudum ama nafile.Bunu kaç kere okuduğumu bilmiyordum ve
her seferinde sonuç aynıydı.Sonunda işe gitmem gerektiği aklıma
gelince isteksizce kalktım odama çıkıp üstümü değiştirdim ve çantamı
alıp çıktım.Şirkete vardığımda ise aynı sözler aklımdan
çıkmıyordu.Masama oturup bilgisayarımı açtığımda sekreterim
kafasını kapıdan içeri uzattı.
-Bay Norlman sizi çağırıyor.
-Acil mi?
-Hemen gelsin dedi.
Sıkıntıyla masadan kalktım ve şirketin sahibi Bay Norlman’ın kapısını
vurdum.Büyük
ihtimalle
çalınan
şu
anahtardan
bahsedecekti.Kesinlikle sıkıcı.Kapıyı vurup içeri girdiğimde Bay
Norlman içeride yalnızdı.
-Beni çağırmışsınız.
-Evet Jennifer.Otur lütfen.
Temkinli bir şekilde gösterilen yere oturdum
-Piyasaya sürdüğümüz son parça çok ilgi gördü ve iyi bir fiyata
satıldı.Ama sen bu paranın %20 sini istemişsin.
-Çok mu efendim?
-Değil mi?
-Aslına bakarsanız az bile.Sizin dikkatinizi bu parçaya çeken ve
güvenli bir şekilde sınır dışı edilip iyi bir fiyata uygun bir pazarda
satılmasını sağlayan benim.Ve istediğim payı da sonuna kadar hak
ediyorum.
-Üzgünüm Jennifer ama bu kadar para edeceğini zaten biliyorduk ve
sen sadece görevini yaptın.Bunun için de bu kadar büyük bir hisse
istemen yanlış.
-Ama…
-Bu kadarı yeterli.İşinin başına dön lütfen.
Sinirle oturduğum yerden kalktım ve dışarı çıktım.Ofisime girip
kendimi rahat deri koltuğa bırakıp gözlerimi kapattım.Evet o tarihi
eserin satılmasında hiçbir rolüm yoktu ancak ne kadar çok bütçeyi
bana verirlerse o hainlerin eline daha az para geçecekti.Bana ayrılan
parayı harcamıyordum.John amcaya veriyordum ve o da sanırım bir
bankaya yatırıyordu.Onların parasına ihtiyacım yoktu.Bilgi için
buradaydım ben.Ve şimdiye kadar yaşadıklarım bana bir şey
öğretmişti:Eğer dönen bu zehirli çarkı kimse durdurmuyorsa tek
başına bu çarkı durdurmaya çalışmak sana sadece ölüm getirirdi.Ben
de karışmıyordum.
Sekreterim bir kez daha kapımı çaldı.
-Edward Norlman geldi efendim,sizi görmek istiyor.İçeri alayım mı?
Nefesimi sıkıntıyla dışarı üfledim.
-Gelsin.
Koltuktan kalkıp masama geçerken Edward da içeri girdi.Bay
Norlman’ın nesi olduğunu bir türlü aklımda tutamadığım,sekreterim
söylemese adını da aklımda tutamayacağım gereksiz bir insandı.
-Merhaba Jennifer.
-Merhaba Edward.
Bu selamlaşmadan sonra kesinlikle gereksiz bir sohbet
yaptık.Üniversitede okuduğunu biliyordum öylesine derslerini
sordum.
-İyi.Tarihi seviyorum.
Birden koltuğumda ilgiyle öne doğru eğildim.
-Bu çok güzel.
-Evet bence de.Odaya girdiğimde canın sıkkın gibiydi.
-Ah evet.Boşver işle ilgili konular işte.Hakkımın yenmesine
dayanamıyorum.Ama kararlıyım hakkım olanı alacağım ve bundan
vazgeçmeyeceğim.
Göz ucuyla ona baktım.Gülümsemişti.
-Bu sözü biri daha söylemişti sanki.
-Kim?
-Bilmiyorum şu an ben de hatırlayamıyorum.
-Böyle bir şey bildiğimi sanmıyorum.
Gülümsedim ama canım sıkılmıştı.Bundan sonraki süreçte onu
dinlemedim zaten ve sonra işim olduğunu söyleyip onu defettim.Tam
o sırada telefonum çaldı.Arayan Alex’ti.Hemen açtım.
-Jennifer konuşmamız gerek.Acil.
-Anahtarla ilgili bir şey mi?
-Aslında o da var ama diğerinin yanında solda sıfır kalır.
-Neymiş o?
-Telefonda konuşamayız. Eve gel.
BALKON 10
-Tamam geliyorum.
Telefonu kapattım ve aklım karışmış bir halde kendimi şirketten dışarı
attım.Eve
geldiğimde
salonda
gördüğüm
manzara
beni
şaşırtmamıştı;tüm aile bir aradaydı.Yine.
Alex salonun ortasında dikiliyordu.Koltuklardan birine iliştim ve onu
dinlemeye koyuldum.
-Anahtar da kitabımız kadar eski.15.yy civarı bir dönemden kaldığı
tahmin ediliyor.Arkeolojide eserleri incelemek için özel yöntemler
kullanılır.Ben de hazır anahtar incelenirken kitabı da bir uzmanla
inceleyeyim dedim.
-Bu riski nasıl alırsın?!
Çıkışan John amcaydı.Ancak ben de onunla aynı fikirdeydim.
-Değdi ama.Profesör daha önce hiçbirimizin göremediği bir şeyi
gördü.
Alex dizüstü bilgisayarını açtı ve oradaki resmi bize gösterdi.Kitabın
ilk sayfasıydı ve tuhaf bir ışıkla parlıyordu.
-Jennifer burada ne görüyorsun?
Bilgisayara yaklaştım ve gözlerimi kısarak gösterdiği yere baktım ve
birden donduğumu hissettim.
-Burada…bir şey yazıyor.Ama okuyamıyorum.Çok parlak.
-Ben söyleyeyim.Yazan şey bir isim.Infanta.
-Ne demek bu?
-Bu konuda küçük bir araştırma yaptım.15.yy,Kuzey Denizi’nde
bulunan bir anahtar ve İnfanta adı.Hepsi toparlanınca ortaya şöyle bir
şey çıktı:Mahzen kesinlikle İngiltere’de.
Hepimiz şok olmuştuk.Kısa süren bir sessizliğin ardından Rosemary
teyze konuştu sonunda.
-Nasıl vardın bu kanıya?
-Basit.Arama motoruna İnfanta yazdığınızda karşınıza ilk çıkan
İnfanta Catalina yani 15.yy’da yaşayıp İngiltere’yi yönetmiş bir
kraliçe.Bunu bulduktan sonra çoğu parça yerine oturdu gibi.8.Henry
ile evlenmeden önce bir müddet çok kötü bir muamele gördü ve buna
rağmen kraliçe olma mücadelesinden vazgeçmedi.Kızıl saçlı da Anne
Boleyn.8.Henry’nin uğruna İnfanta’yı boşadığı ikinci karısı ama…Gül
kim?
-Bu çok mu önemli?Mahzen İngiltere’de bunu biliyoruz.
-Evet ama kesin yerini bilmiyoruz.Tüm İngiltere’yi dolaşacak mıyız?
Oturduğum yerde sıkıntıyla kıpırdandım.
-Benim işe dönmem gerek.Yokluğum fark edilirse çok hoş olmaz.
-Tamam kızım sen git.Bir şey bulunursa biz seni ararız.
John amcaya gülümsedim.Şirkete doğru giderken birkaç saat öncesine
dek kafamda kurduğum bilmecenin nasıl bu kadar çabuk çözüldüğüne
hayret ediyordum.Eksik olan tek parçayı bulduğumuzda da bu iş
bitecekti.
Şirkete vardığımda Edward’ı yine gördüm.Bay Norlman’la bir şeyler
konuşuyorlardı.Önemli olmalıydı.Onları geçtim odama tam
girecekken arkamda Edward’ın sesini duydum.
-Ah Jennifer.Eksikliğin gerçekten hissediliyor.
-Öyle mi?Fark etmemişim.
Odama girdim o da peşimden geldi.Ne bekliyordum ki?Bunu hep
yapıt-yordu artık canım sıkılmaya başlamıştı.
-Bay Norlman birden benim alanıma ilgi duymaya başladı.
-Nasıl yani?
-Bana bir şeyler sordu bugün.İnfanta kimmiş de falan filan.
Elim birden titredi,az daha elimdeki dosyayı düşürüyordum.
-Niye ki?
-Bilmem.Ben de şaşırdım.
-Bildiklerini anlattın mı?
-Ah evet.Niye anlatmayayım ki?İnfanta Catalina.Akla ilk gelen isim.
-İlginçmiş.Başka neler biliyorsun?
Bir yandan onu oyalarken bir yandan da Alex’e mesaj atıyordum.
“İnfanta’yı öğrenmişler.Mahzeni de öğrenmiş olabilirler.”
-Gül hakkında ne biliyorsun?
-Gül mü?
-Evet gül.İnfanta’yla ilgili.
-Gülün konumuzla alakası ne?
-Soruma cevap ver.Biliyor musun?
-Elbette.
Edward gülümsedi.
-Gül olsa olsa İnfanta’nın ilk eşidir.Prens Arthur.Tahtın asıl varisi ve
İngiltere’nin gülü.
***
-Anlamıyorsun Alex!Sana mahzenin kesin yerini buldum
diyorum!Hemen İngiltere’ye gitmemiz lazım sanırım düşmanlarımız
da orayı buldu!
-Tamam.Anahtar bizde sakin ol.
-Olamam!Oraya gitmeliyiz bir an önce!
-Mahzen nerede?
-Worcester Katedrali.Gülün gül ile buluşup toprak olduğu
yer.Orası.Gül ise İnfanta’nın ilk eşi.
-Tamam.Tüm ayarlamaları yaptım.Evet bayanlar ve baylar
maceramızın bu kısmına İngiltere’de devam etmemiz gerekecek.
Alelacele hazırlanmalar.Havaalanı.Uçak yolculuğu.Ve İngiltere.
Bavullarımızı bir otele bıraktıktan sonra katedralin yolunu tuttuk.İçim
içime sığmıyordu aynı zamanda kokuyordum.Orayı bulmuştum.Ama
ya diğerleri bizden önce gittiyse?
İşte bu korkunçtu.
Katedrale vardığımızda ürperdiğimi hissettim.Çok güzel ve
ihtişamlıydı.Bir prense
layık.Ama mahzen katedralin içinde
değildi.Katedralin çevresindeki ağaçların arasına daldım ve nehri takip
etmeye
başladım.Beni
yönlendiren
bilinçaltımdı
bunu
biliyordum.Diğerlerinin
seslerini
duymazdan
gelerek
yürüdüm,yürüdüm.Nehrin daha hızlı akmaya başladığı yere gelince
durdum.Etrafıma bakındım.Çevremi dinledim.Daha çok bilinçaltımı ve
anılarımı.
Prenses kaybettiği ailesinin orada olduğunu biliyormuş. Nehrin suları
artık iyice hızlı akmaya başlamış.Prenses geriye doğru giderken ayağı
bir şeye çarpmış ve sendelemiş.Bu bir kayaymış.Çok büyük bir
kaya,sanki yıllardır yerinden oynatılmamış gibiymiş.Prenses o kayayı
kaldırmış ve alttaki toprakları eliyle sıyırınca çok büyük bir kapak
ortaya çıkmış…
Deli gibi etrafımda döndüm ve kayayı gördüm. Kayayı kenara ittirdim
ve tırnaklarımla toprağı kazmaya başladım.Ve o zaman büyük bakır
rengi kapağı gördüm.Kapakta kocaman bir kilit asılıydı.
Prenses anahtarıyla kilidi açmış ve kapağı kaldırmış. Aşağıda çok
büyük bir karanlık varmış ve bir merdiven.Önce inmek
istememiş,korkuyormuş çünkü.Ancak ailesine olan özlemi ağır basmış
ve aşağı inmeye karar vermiş.Aşağısı ıslak toprak kokuyormuş.
Aşağısı çok karanlıktı. Merdivenler eskiydi ve çok kayıyordu.El
fenerimi açtım ve yavaşça ilerlemeye başladım.Bir müddet daha
ilerledikten sonra mahzen birden genişledi.Duvarda bir meşale
vardı.Cebimden çakmağı çıkarıp yaktım ve ortalık birden
aydınlandı.Tüm aile sırları…Eşyalar…Her şey buradaydı.Ölçüsüz bir
hayranlıkla gezmeye başladım.O kadar güzellerdi ki.Onların hepsi bize
aitti.Bir başkasının olmasına izin vermeyecektim.Tüm aile
yadigarları.Çeşitli
mobilyalar,sandıklar,mücevherler,tablolar,eski
paralar,kitaplar…O kadar çok eşya vardı ki burada.
Ama prensesin ailesine ulaşmasını istemeyen cadılar vardı. Ve bu
cadılar prensesi takip edip onu bulmuşlardı.Prensesin ailesine
kavuşmasını izlemiş olabilirlerdi ama hala bunu kendi lehlerine
çevirme şansları vardı ,şimdi sıra onlardaydı…
Aniden arkamı döndüm ve Bay Norlman’ı gördüm.
-Ah Jennifer.Diğerlerinden ayrılmamalıydım.Bak,şimdi burada tek
başına öleceksin ve diğerleri seni asla bulamayacak.
Silahını bana doğrulttu.Korkuyla sendeledim.Lanet olsun!
-Son duanı et Jenny.Maya’ya da benden selam söyle.
Gözlerimi kapattım. Özür dilerim anne.Küçük kızın bunu
başaramadı.Çok özür dilerim.Seni kurtaramadığım gibi aile mirasımızı
da kurtaramadım.
-O kadar kolay değil dostum.Kızı sahipsiz mi sandın yoksa?
Gözlerimi açtım.Alex elindeki silahın kabzasını Norlman’ın suratına
indirmişti.Doğrulmaya çalışan adamın kaburgalarına bir tekme savurdu
ve silahı burnundan tutup bana uzattı.
-Bu iş sende Jen.Ona ne yapacağına kendin karar ver.Ne yaparsan yap
saygı duyacağım.
Titreyen elimle silahı aldım ve yerdeki Norlman’a doğrulttum.Elim
titiriyordu.
O senin annenin katili.Sık kafasına Jen.Bunu hak ediyor.
Hayır Jen! Annen bunu istemezdi.Annen bir katil olmanı
istemezdi.Yapma bunu.
Gözlerimi kıpmadan Norlman’a baktım. Ne yapacağımı biliyordum.
Prenses önünde diz çöken cadıya ve onu kurtaran cesur prense baktı.
“Ben istediğimi aldım cadı. Ama sen yenildin.Ben yenilenlere merhamet
gösteririm.Ama buna layık olduğun için değil.Ben ailemden böyle
gördüm.Sen buna değmezsin.”
Silahı ani bir hareketle kafasına indirdim. Acıyla inledi.
BALKON 11
-Seni öldürerek o pis ruhunun günahını üstlenemem.Elbet bir gün belanı
bulacaksın.
Onu kapıya doğru ittirdim.John amca Alex’in arkasında belirdi.
-Ben icabına bakarım.
Norlman sürüklenerek götürüldü.Alex yanıma yaklaştı.
-İyi misin?
-Sanırım.Beni nasıl buldun?
-Ah Jennifer.Seni o kadar iyi tanıyorum ki kokundan takip ederek bile
bulabilirim seni.
Başımı önüme eğdim kızarmıştım.Alex elimi tuttu.
-Hadi çıkalım buradan.
Dışarı çıkmadan önce son bir kez dönüp mahzene baktım.Buraya tekrar
gelecektim.Alex’in parmaklarını sıktım.
-Gidebiliriz.
Dışarı çıktık.Büyük kapağı kapatıp üzerine toprak örttüm ve kayayı eski
yerine koydum.Alex kolunu omzuma attı.
-Katedrali gezmek ister misin?
-Başka zaman Alex.Sadece eve dönmek istiyorum.
-Tamam.O zaman dönelim.
Gülümsedim.
Ölüm bize korkunç gelebilir ama ölüm sadece bir odadan diğer odaya geçmek gibidir. Sadece diğer odada sesinin şıngırtısı, sesinin rengi azalır ve o da ayrıldığın odadakiler tarafından bir gereksinim olan sesinin yokluğudur. Bu gereksinim, olmadığı zaman diğer odadakiler düşünceye, şekeri alınmış bir çocuğa döner. Ama sadece bir odadan diğer odaya geçmişsindir… Ölüm bize ürkütücü gelebilir ama sadece bir yemek bitmiş diğer yemeğe başlamışsındır. İlk çorba gelir… Bu çorbaya tuz da atmalı varlıklar, limonda sıkmalı varlıklar belki de biraz da biber de atmalı varlıklar çünkü çorba bir defa içilir. Ama ölüm sadece bir yemeği bitirip diğer yemeğe başlamaktır… ***
Buğdayların arasında otururken kendimi hiç olmadığım kadar huzurlu
hissediyordum.Burası benim dünya üzerindeki cennetimdi.
-Seninle burada buluşacağız anne.Seninle ve hiç görmediğim
babamla.Bunu biliyorum.Sen beni aydınlattın.Bana her gece anlattığın o
masalla bana bilmeden mahzenin yerini öğrettin.Tüm bunlar senin
sayende anne.Teşekkür ederim.
-Kiminle konuşuyorsun?
Başımı çevirdim ve Alex’e baktım.
-Hiç.Hiç kimseyle.
Yanıma oturdu.
-Burası yeni bir başlangıç olabilir aslında.Bizim için.
-Biz?
-Bilirsin işte.Sen,ben…
Etrafına baktı.
-Buğdaylar…
Güldüm.
-Evet olabilir aslında.Neden olmasın?
Ayağa kalktı,elimden tutarak beni de kaldırdı.Parlayan mavi gözlerine
baktım,ardından ona sarıldım.Kendimi hiç olmadığım kadar mutlu
hissediyordum.Ve hissediyordum.Burası benim için bir kez daha milat
olacaktı.Ama bu kez tarladan yanımda sevdiğim insanla ayrılıyordum
ve yeni hayatımı onunla birlikte kuracaktım.
Ve prenses kendini kurtaran cesur prensle evlenerek sonsuza dek mutlu
yaşar.
Bir insana vazgeçilmez olduğunu
vazgeçeceği kişi siz olursunuz.
SadeceikiheceÖ‐LÜM /AdemGÖKÇE
hissettirdiğinizde
S. Freud
ilk
Ölüm bize acı verici gelebilir ama bizim için belki bir zafer belki de bir kurtuluştur. Ölüm meyhanede çıkan bir kavganın sonunda meyhaneden çıkıp bir taksiye binmektir. Yani bıçaklanmadan acı çekmeden meyhaneden kurtulmaktır. Ama ölüm sadece bir kurtuluş, meyhaneden çıkıp taksiye binmektir… Ölüm bize kurşun yarası gibi gelebilir. Fakat mahallede büyük bir kavga yapmış, bu kavgayı bitirmişsindir. Ve sorguya çekilmişsindir… Bu sorgu karanlık bir odada tanımadığın, görmediğin biri tarafından yapılır. Kavgada ne yaptığın sorulur. Ama ölüm sadece bir kavgadan çıkış sorguya giriştir… Ölüm bize anlaşılır gelebilir ama sadece istemsiz gerçekleşir. Ölüm yaprakların dökülmesi dalların çırılçıplak kalmasıdır. Ya da çırılçıplak dalların meyveyle dolmasıdır. Ne de olsa varlıklarla çıplak doğar çıplak ölürler. Ama ölüm sadece kışın bitişi yazın gelişi ya da yazın bitişi kışın gelişidir… Ölüm bize acı tat verici gibi gelebilir. Ancak farklı tatlar almak gibidir. Radyodan bir şarkı çalar bu şarkı bir duyguyu, bir tadı verir. Bu şarkının biteceği şarkının yavaşlamasından anlaşılır. Bir şarkı biter diğer şarkı başlar ve farklı duygular farklı âşıklar… Ama ölüm sadece bir şarkının bir şarkını bitişi diğer şarkının başlangıcıdır… Ölüm bize bir savaş gibi gelebilir. Ancak bu savaş iki toplum arasında gerçekleşir. Bir toplum biter diğer toplum kalır. Coğrafyalar hep aynıdır. Belki de ölüm bir toplumun tarih olması, BÜŞRA GÖNDEM
Belki de ölüm bir toplumun tarih yazmasıdır… BALKON 12 Dolabım…
Küçükken saklanırdım ben bu dolaba. Saklanmamın güzel bir tadı vardı o zamanlar. Büyük bir
heyecanla bulmalarını beklerdim beni… Aklı sıra gizemli yerlere saklanmamım beni eşsiz
göstereceğini düşünürdüm.
O küçücük bedenimle giysilerin arasına girip, gözüken yerlerime kıyafetler örtüp, beklerdim sessizce.
Bilirdim çünkü birazdan dolabın açılacağını. Nefesimi kontrol etmeye çalışır, duyulduğunu
zannedermiş gibi aralıklarla alırdım.
Çok geçmeden sevdiklerimden biri açardı dolabımın kapaklarını sessizce… Yüzümü şımarık bir
gülümseme kaplardı o an. Küçük kıpırdamalarla belli ederdim orada olduğumu. Açan kişide
anlamamış gibi yaparken ben onu korkutmak istercesine bağırıp aniden çıkardım dolabın içinden… O
heyecan, o gizem, o zevk başka hiçbir şeyde yoktu benim için.
Ama şimdi heyecanla girmiyorum bu dolabın içine. Acıyla, hüzünle giriyorum. Bu küçük karanlık
kutuda acılarımın dindiğini hissediyorum. Önceden nefesimin duyulacağını düşünürken, şimdi
hıçkırarak ağlasam da duyulmayacağını düşünüyorum.
Neden kimse aramıyor beni diye düşünürken dolapta kapladığım alana bakıp “büyüdüğüm” gerçeği
geliyor aklıma.
Neden kimse beni bulmak istemiyordu? Neden önceden nefesimi duyanlar şimdi hıçkırıklarımı
duymuyordu! Neden?
Oysaki her şey aynıydı… Aynı dolap, aynı his… Yine saklanıyordum bir şeylerden ne olduğu fark
edermiydi ki?
Ama evet hem de öyle çok fark ediyormuş ki!
O zamanlar küçük bir duraktı burası benim için. Oyunlarımın arasında ki küçük bir durak, küçük bir
kaçamaktı. Bulunmayı beklercesine saklanıyordum kısa bir süre.
Ama şimdi ne bir durak ne de bir kaçamaktı burası… Burası ihtiyacım olan tek yerdi sanki! Bulunmayı
da beklemiyordum duyulmayı da. Sadece kendimle oluyordum bu küçücük kutuda. Karanlıktı burası…
İnsan aydınlığa muhtaç diyorlardı oysaki. Ama ben çıkmak istemiyordum dışarı, karanlığın büyüsü
sarmıştı beni. Hiçbir şey yoktu burada. Sadece ben ve beni saklayan örten giysilerim. Sadece ben
vardım burada! Hıçkırarak ağlayışımı dinleyen bir tek ben vardım. Ağlamak yorduktan sonra beni,
tebessüm ederdim birden… O fırtınalı denizden sonra durgun bir gölde yüzen sandal gibi rahatlardı
yüzüm. Bu geçişi bende anlayamazdım ama olurdu işte bir şekilde. Aniden ağlamayı bırakıp sessizce
tebessüm ederdim… Sonra kısa bir süre uyuyakalırdım… Aklımda hiçbir şey olmadan sadece 5 dakika
uyurdum orada, benim için en tatlı uyku olurdu aslında…
Dolabımın beni saklayışının bittiğini hissederdim aniden ve çıkardım içinden, sanki yeni doğmuş, yeni
gözlerini açmış bir bebek gibi hissederdim kendimi…
Her şeyden arınmış, herkesten masum olurdum o zamanlar…
O dışarıda ki ışık rahatsız etmezdi beni çünkü karanlık öğretmişti ışıktan korkmamayı da. Mutluydum
sadece…
Umut dolu ve mutlu!
İşte böyle değiştirdi beni bu küçük dolap. Hayallerimi de acılarımı da o dinledi her zaman. En iyi
ortağımdı şüphesiz. Beni ben yapan en iyi dostumdu o benim. İşte bu yüzden onu odamdan hiç
çıkartmadım. Parçalarından biri bozulunca yeniledim, tamir ettim ve tekrar taktım. Çünkü bunu ona
borçluydum.
Eğer o olmasaydı bende asla yenilenemeyecektim. Karanlığın asilliğini öğrenemeyecektim.
O benim küçük kara kutum. Ve benim bu dünyada ki en iyi dostum…
Betül KALKAN
BALKON
MÜZİK
James Douglas Morrison (8 Aralık 1943 - 3 Temmuz
1971), ABD'li şarkıcı, söz yazarı, besteci ve şairdir.
Melbourne, Florida’da doğmuş ve ABD'li rock grubu The
Doors`un söz yazarı ve vokali olmuştur. Birkaç şiir kitabı,
dokümanları, kısa film denemeleri ve The unknown soldier
için bir müzik video klibi denemesi vardır. James’in daha 27
yaşındayken Paris'te ölümü nedeniyle gömülürken ve
gömüldükten sonra bile sonsuz bir söylenti James’in
arkasından devam etti. Jamesin esrarı hala sürmektedir.
Onlarca farklı ölüm teorisi vardır. Bu iddialardan bazıları;
şöhretten bıktığı için ölü taklidi yaparak Hawai'ye kaçtığı ve
yaşamını orada sürdürdüğü (bu iddianın temeli mezarının
boyutunun
Jim'den
küçük
olduğu
söylencesine
dayanmaktadır), aşkı Pamela Courson'nın o sıralarda onu
başka biriyle aldatmasına dayanamayarak intihar ettiğidir.
The Doors Grubu ‘nun sevilen şarkılarından bazıları :
To the other side
People are strange
Light my fire
The End
Kurt Donald Cobain (20 Şubat 1967 - 5 Nisan 1994),
ABD'li şarkıcı-söz yazarı, müzisyen ve sanatçı, Nirvana
grubunun en çok bilinen elemanı.
Cobain, 1985 yılında Krist Novoselic ile birlikte Nirvana'yı
kurmuş, 'Bleach' isimli ilk albümlerini bağımsız olan plak
şirketi Sub Pop'dan 1989 yılında çıkartmışlardır. DGC
Records ile imzalanan anlaşma sonrasında, grubun ikinci
albümü 'Nevermind' 1991 senesinde yayınlandı ve "Smells
Like Teen Spirit" ile çığır açan bir başarı yakaladılar.
'Nevermind'ın başarısının ardından Nirvana, X Kuşağı'nın
'bayrağı önde götüren grubu' olarak etiketlendi ve Cobain
'bir neslin sözcüsü' olarak nitelendirildi.
Amy Jade Winehouse (d.. 14 Eylül 1983 – ö. 23
Temmuz 2011)[1], İngiliz şarkıcı ve şarkı sözü yazarı. Güçlü
kontralto vokalleri ile R&B, soul ve caz türlerinde yaptığı
çalışmalarla bilinmekteydi.2006'da yayımlanan Back to
Black ile En İyi Yeni Sanatçı, Yılın Kaydı, Yılın Şarkısı
dahil olmak üzere altı dalda Grammy Ödülü'ne aday
gösterildi ve beşini kazandı. Böylece bir gecede en çok ödül
kazanan kadın şarkıcı rekorunu kırdı ve beş Grammy
kazanan ilk İngiliz şarkıcı oldu. 14 Şubat 2007'de En İyi
İngiliz Kadın Sanatçı dalında bir BRIT Ödülü kazandı,
ayrıca En İyi İngiliz Albümü dalında aday gösterildi.
Üç defa Ivor Novello Ödülleri'ne aday gösterildi: biri
2004'de "Stronger Than Me" ile En İyi Çağdaş Şarkı (söz ve
müzik) dalında, biri 2007'de "Rehab" ile En İyi Çağdaş Şarkı
dalında ve biri 2008'de "Love Is a Losing Game" ile En İyi
Söz ve Müzikli Şarkı dalında. Albüm, Birleşik Krallık'ta
2000'lerin en çok satan üçüncü albümü oldu.
Winehouse, Londra'daki evinde 23 Temmuz 2011 tarihinde
ölü bulundu; polis, ölüm nedeninin henüz bilinmediğini
açıkladı. Ailesi ve arkadaşları, 26 Temmuz 2011'de
cenazesine katıldı. Daha sonra cesedi Golders Green
Crematorium'da yakıldı.
Münir Fikret Kızılok (10 Kasım 1946, İstanbul - 22
Eylül 2001, İstanbul), Türk rock müziği sanatçısıdır. 1946
yılında İstanbul'da doğdu. 22 Eylül 2001'de bir hastanede
uzun süredir çektiği kalp hastalığı yüzünden hayatını
kaybetti. Hafif Türk müziği için rock tınıları ve deneysel
çalışmalarıyla yakın dönemin en önemli sanatçılarından
biridir.
Fikret Kızılok’un sevilen şarkılarından bazıları:
Gönül
Bir harmanım bu akşam
Zaman zaman
Yeter ki
Barış Manço (d. 2 Ocak 1943, İstanbul - ö. 1 Şubat 1999,
İstanbul), Türk şarkıcı, besteci[1], şarkı sözü yazarı ve TV
programı yapımcısı. Türkiye'de rock müziğin öncülerinden,
Anadolu Rock türünün kurucuları arasında sayılır. Müziğe
başlangıcı Galatasaray Lisesi'nde oldu.[2] Yüksek
öğrenimini Belçika Kraliyet Akademisi'nde tamamladı.[3]
Bestelediği 200’ün üzerindeki şarkısı[4], kendisine 12 altın
ve bir platin albüm ve kaset ödülü kazandırdı.[5][6] Bu
şarkıların bir bölümü daha sonra Arapça, Bulgarca,
Flemenkçe, Almanca , Fransızca, İbranice, İngilizce,
Japonca ve Yunanca olarak yorumlandı ve Barış Manço,
kimi şarkılarını günlük hayatından aldı. “Domates, Biber,
Patlıcan”, buna bir örnektir. Hazırladığı televizyon
programıyla dünyanın pek çok ülkesine gitmiş, bu nedenle
"Barış Çelebi" olarak adlandırılmıştır.
BALKON 15
Can Bonomo (24 Mayıs 1987, İzmir), Türk şarkıcı.
Sefarad Yahudisi bir ailenin çocuğu olan Bonomo, müziğe,
sekiz yaşında gitar çalarak başladı. Ortaokul ve lise boyunca
sürdürdüğü müzik çalışmalarına İstanbul'da devam etti. Bilgi
Üniversitesi'nde sinema-televizyonculuk bölümünde okudu.
Ses prodüksiyonu stajı için gittiği Radyo Klas ve Number 1
FM'e daha sonra radyoculuk için başvurarak kabul edildi ve
"Can Bonomo Show" adlı programına başladı. Bir süre
sonra Radio N101'e geçerek programına burada devam etti.
MTV Türkiye'den gelen teklif üzerine "Rock'n' Dark
Express" adlı programı sunmaya başladı. Üniversitede
verilen ödevi için hazırladığı "Hoppala" adlı kısa filmi daha
sonra Facebook'a yükledi ve film çok paylaşılarak ilgi
topladı. Dizi projesi için çalışan Seray Sever bu filmi
izledikten sonra Can Bonomo'yu bularak görüşmeye davet
etti. Görüşmeye giden Bonomo kendisine sunulan başrol
teklifini kabul ederek +18 adlı dizide oynamaya başladı.
Tanıştığı albüm yapımcısı Can Saban'a bir demo kaydedip
gönderdi. İki yıl süren çalışmanın ardından, Can Saban'ın
yapımcılığını üstlendiği Meczup adlı ilk albümü Ocak
2011'de yayınlandı. Bu albümünde yer alan biri hariç tüm
şarkıların söz ve müziği Can Bonomo'ya ait.
22-24 ve 26 Mayıs tarihlerinde Bakü'de gerçekleştirilecek
olan 2012 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'yi "Love
Me Back" adlı şarkıyla temsil edecektir.
5 Nisan 1945’de Ìstanbul’da dünyaya gelen Cem Karaca,
Toto Karaca ve Mehmet Karaca’nin ilk çoçuğudur. Tiyatro
ve Müzik ilebirlikte iç içe büyüyen Cem Karaca’nin müzik
ile ilk tanışması annesinin teyzesi Rosa’nın Cem Karacaya
piyano notaları ve piyano nağmeleri öğretmesi ile olmuştur.
14 yaşında Ìzmir’de tatildeyken aşık olduğu kızı etkilemek
için Johnny Guitar adlı şarkıyı söyleyen Cem
Karaca, annesi Toto Karacay’ı daha çok etkiler. Cem
Karaca’nın müziğe olan yatkınlığını gören Toto Karaca,
oğlunun müziğe yönelmesinde büyük rol oynamıştır.
Profesyonel müzik hayatının ilk donemlerinde Rock n Roll
tarzı çalışmalaryla bilinen Cem Karaca 1963 senesine doğru
“Dinamitler” adı altında arkadaşları ile kurduğu grupla
sahne almaya başladı. Ayni sene “Dinamilter” grubunun
dağılmasının ardından “Bekledikleriniz” ile geri dondü Cem
Karaca. Bir iki ay süren “Bekledikleriniz” grubunu Gokçen
Kaynatan’ın grubu izledi. Gokçen Kaynatan’ın grubuyla
müzik hayatını sürdüren Cem Karaca, gruptan ayrıldıktan
sonra bir süre tiyatro ile ilgilendi.
Müzikten kopmak istemeyen Cem Karaca 1964 yılında
“Cem Karaca – Jaguarlar” grubunu kurdu. 1967 – 1969
yılları arasında Apaslar grubu, Hürriyet gazetesinin
düzenlediği altın mikrofon yarışmasında ikinci olarak büyük
bir başarıya imza attı. Apsalar’ı Kardaşlar grubu izledi.
Kardaşlar Dadaloğlu çalışmasıyla büyük başarı elde etti.
Kardaşlar grubundan ayrılan Karaca, Moğollar grubu ile
çalışmalarını sürdürdü. Moğollar grubunun dağılması Cem
Karaca’nın Dervişan grubunu kurmasına yol açtı.
Grup politik – rock ve progressive rock çalışmalarıyla
biliniyordu ve Cem Karaca tam anlamıyla ilk studyo
albümü; “Yoksulluk Kader Olamaz”ı Dervişan ile çıkardı.
Edirdahan grubunun çalışmaları ardından Almanya’ya gidip
1987 yılına kadar sürgün hayatıyaşamak zorunda kaldı.
Gurbet acısı Cem Karaca’nın bu donemdeki en iyi albümünü
almanca dilinde çıkarmasına yol açtı.
Yurda geri dondükten sonra 1990 ve 1992 yıllarında Yiyin
Efendiler ve Nerede Kalmıştık albümleriyle müzik hayatını
sürdürdü. 1997 yılında Ağır Roman’ ın film müziği
“Resimdeki Gozyaşları” Cem Karaca’yı yeniden popular
yaptı. 1999 yılında “bindik bir alamete…” albümünü çıkaran
Cem Karaca, Kahpe Bizans filmi için 3 parça kaydedip
filmdede küçük bir rol aldı. 2000’li yıllarda şiir çalışmaları
ve Barış Manço’nun grubu Kurtalan Ekspres ile sahne aldı.
8 Şubat 2004 tarihinde, solunum ve kalp yetmezliği
nedeniyle Cem Karaca müziğe ve hayata gozlerini yumdu.
HAZ: B.Irmak BECEREN, Damla AKBAŞ
BALKON:16
…
Gözler…gözler değil midir bizi etrafa baktıran, hayatı güzellikleriyle çirkinlikleriyle gösteren, karşımızdakine anlatamadıklarımızı anlatan, bazense içinde tutamayıp taşıp sel olan. Kimi zaman sadece bakarız, bakmış olmak için yalnızca ama göremeyiz oradakini dalıp gideriz derinlere. Yalnızca gözler kalır, takılıp kaldığı yerde. Sonra geri döneriz o uçsuz bucaksız düşüncelerden ve devam ederiz bakmaya gözlerimizin kaldığı yerden. Şimdi ne mazi vardır içimizde, sadece gözlerimizin takılmasıyla canlanan özlesek de geri getiremeyeceğimiz, çok uğraşsak da elde edemeyeceğimiz bir mazi. Ne olmuştu da şimdi özlemiştik o geçmişi? Oysa o zaman da bakıyorduk aynı gözlerle, izliyorduk etrafı ve yine düşünüyorduk. Sevmek varmış meğer , birçok şeyi sevmek. Sevgi deyince akla sadece karşı cinse duyulan aşk gelmesin. Bazı şeyleri o kadar çok sevebiliriz ki bu belki bir oyuncak belki bir hediye belki her zaman gördüğümüz arkadaşımız ya da hiç görmediğimiz hayali arkadaşımıza karşı beslediğimiz aşktır. Sürekli onlarla sevdiğin şeylerle birlikte olmak istersin ama yapamazsın. Ama hayat bu işte akıp gidiyor durdurmanın imkanı olmayan, kayıtsız şartsız ilerleyen ne yaparsak yapalım elimizden kayıp giden. Değer, değer vermek, değerlendirmek acaba kaç kişiden duyduk bu sözcükleri. Bir de durup düşündük mü, ne kadar da hafife alıyormuşuz onları? Bir gözden geçirelim odamızı, dolabımızı, ailemizi, arkadaşlarımızı… hayatımızda yeri olan her ne varsa hepsini ne kadar değerlendiriyoruz ve ne derece değer veriyoruz. Çünkü, hayatımızda değer verdiklerimiz varsa; onları iyi değerlendirmemiz gerekir. Şunu demeye çalışıyorum vaktinde yapılamayan hiçbir şeyin geri dönüşü olmaz. Bu nedenle Geriye bakıp da ‘’ keşke’’ dememek için vakti iyi kullanmak gerekir. Şimdi bir düşünelim ‘’Hiç keşke sözünü kullandık mı?’’ Birçok kişinin cevabı evet olacaktır. Peki söylememek için ne yapabilirdik? Zamanı geri getiremeyiz, durduramayız belki ama iyi değerlendirebiliriz. Elimizde olanları güzel kullanarak güzel şeyler ortaya koyabilir. mesela keşke sözünü hayatımızdan çıkarabiliriz. Zaman ilerliyor ilerlemesine ama saatin her ‘tık’ deyişinde bizden de bir şeyler götürüyor. Ömrümüzden, kalbimizden ve benliğimizden. KİRALIK
ERKAN KILIÇ Her şey kiralık aslında senin için aklına gelen her şey
kiralık çünkü o gün hepsi alınacak elinden çünkü sana
vermeden önce sormadılar alırken sormayacaklar. Sana
kalan şeyler ise bu tarafta soyut olarak yaptıklarının diğer
taraftaki karşılığıdır. Eğer iyi şeyleri yapıp düşünmüşsen
karşılığında iyi şeyler alırsın çünkü diğer taraftaki
dünyanı aslında sen oluşturursun senin sevdiğin, istediğin,
korktuğun, istemediğin şeylere göre ikinci bir dünya
yaratırsın. İşte tamda burada senin yaptığın iyi ve kötü
sana yapılan iyi ve kötü şeyler devreye giriyor çünkü
herkese kendi dünyanı yarat ancak tek hakkın var deseler
çoğu kişi kendi yarattığı dünyada bir veya iki yıldan fazla
kalamaz ama senin yaptığın her iyi şey sana tecrübe
verirler her kötü şey ise sana cahillik-insan dışılık veririler.
Sen ne kadar iyi şey yapmışsan o kadar insansın ve
insanlar düşünen doğru karar veren varlıklardır. Bu
yüzden en mantıklı dünyayı yaratırsın ama sen ne kadar
kötü şey yapmışsan o kadar insanlıktan çıkmış
hayvanileşmişsindir çünkü insanlar kötü şeyler yapmaz
çünkü mantıklıdırlar ne kadar insanlıktan uzaklaşırsan o
kadar mantıksız olacaksın ve en saçma dünyayı
yaratacaksın saçma olacak çünkü içerisinde anlık hayvani
zevkleri barındıracak ve bu zevkler anlık olduğu için bir
süreden sonra saçma olduğu anlaşılacak ve
dayanamayacaksın. Yani herkes kendi sonunu yazacak
yani kimse seni zorla cehenneme itmeyecek sen kendi
korktuğun şeylerin olduğu cehennemi yaratacaksın eğer
insan değilsen eğer insansan kendine göre iyi şeylerin
olduğu cennetini yaratacaksın. İşte bu yüzden
hayvanileşmek –sana kiralık verilen şeylere tamah etmekyerine soyut olup –insan- iyi şeylere yönelmelisin. Bu bir
tavsiye ya da öğüt değil sadece bir yol eğer sen soyut
şeylere yönelirsen mutlaka insanı bulacaksın.
BALKON 14 ESMA NUR SEVİNÇ SADIK AYAKLAR
*************************
Soluk soluğaydı. Ardına bakmadan koşuyordu. Bir an için arkasına bakmaya yeltendiyse de bunun bir
delilik olacağını fark etmesi uzun sürmezdi. Kim bilir şimdi arkasındakiler ona yetişirlerse ona neler yaparlardı?
Kafasında bir sürü soru işareti vardı. Bunların başında, etrafta arkasındakilerden başka kimse
olmamasına rağmen sol tarafında belli belirsiz karartılar görmesi geliyordu. Belki de bu aklının ona oynadığı
bir oyundu. Ya da dakikalarca koştuğundan beyninin oksijensiz kalmış olmasının bir sonucuydu bu.
Beyni artık ayaklarını kontrol edemiyordu. Ayaklar kendi başlarına hareket ediyor gibiydi. Ayakları
şimdiye dek hiç olmadıkları kadar hızlı olmalıydılar. Ki zaten öyleydiler. Öyleydiler ama bunu beyni
yaptırmıyordu ki! Beyni artık vücudu kendi haline bırakmış gibiydi. Bunun dezavantaj olduğu da söylenemezdi.
Aksine avantaj sağlıyordu. Vücudu beynin yokluğunda şimdiye kadar kontrolü iyi sağlamıştı.
Belki de beyni kontrol ediyor olsaydı çoktan yakalanmış olurdu. Beyni öncelikle arkasına baktırırdı. Ya
da etraftaki karartıların ne olduğuna baktırırdı.
Bir an için kendisini polisten kaçan bir suçlu gibi hissetti. Çünkü vücudu da ona o suçlunun yaptığı gibi
geri dönüşün olmadığı şeyler yaptıracaktı birazdan. O suçlunu çıkmaz sokağa girmemek için çırpındığı gibi
vücudu da ayaklarının kontrolünde olan topun auta çıkmaması için çırpınıyordu. En önemli eserini vermek için
hayatının son demlerini bekleyen bir yazar gibiydi. Çünkü ‘dakika doksan’ ve kendi ceza sahasında önünde
bulduğu topu, hızla büyük bir boşluğun olduğu rakip yarı sahasına taşıyordu. Bir an gözleri sol taraftaki
taraftarlara ilişti. Belli belirsiz gördüğü bu adamlar da kendisi gibi nefesleri kesilmişe benziyordu. Arkasından
gelen rakipleri öyle bir hırsla koşuyorlardı ki ona yetişirlerse kesinlikle sakatlanırdı.
Beynin bıraktığı sorumluluğu yerine getirebilmek için vücudu canla başla(!) çalışıyordu.
Evet, artık son hamlesini yapmak üzere vücut uygun pozisyona çekildi. Bu hazırlıktan sonra gözlerini
kapattı. Çünkü ne olacağına bakacak kadar cesur bir kalbi yoktu. Beyni çoktan işlevini kaybetmiş bu fedainin
gözleri de artık yanında değildi. Artık tek yönetici olarak ayakları, o ayaklara bu kadar enerji sarf ettiğinden
dolayı durmadan besin yüklü kırmızı bir sıvı pompalayan ve ayakların ne yaptığına bakacak kadar cesur
olmayan bir kalbi kalmıştı.Bu cesaretsizliğin yanı sıra , eğer ayaklar gerekeni yaparlarsa ; beynin yokluğunda
onları yönettiğini söyleyerek sevinç ve kibirle dolacak bir kalpti bu.
Gözlerini açtı. Işığın parlaklığı gözlerini kamaştırıyordu. Vücudu bir şeyin üzerinde hareket ediyor gibiydi.
Evet; evet hareket ediyordu. Gözlerini ovuşturup tekrar açtıktan sonra sedyenin üzerinde olduğunu fark etmesi
uzun sürmedi. Çünkü beyni eski görevini üstlenmişti. Ya gözleri..? Biraz önce kamaştıklarına göre onlar da
dönmüştü. Vücudu eskisi gibi olmuştu. Buna tam kanaat getirmişken… kulakları..! Kulakları neden böyle
çınlıyordu? Beyni kulaklarının gönderdiği müthiş uğultuyla inliyordu. Biraz sonra bu inleme yerini kibre
bıraktı. Çünkü görevine geri dönen gözleri etraftaki karartıları insan olarak tanımlamıştı. Kulakları ise bu
insanların söylediklerini ‘‘RONALDO’’ diye algılamıştı. Ve gözlerinin son bir görevi kalmıştı: skor tabelasını
okumak. GS 1 - 0 FB … Dakika :90.00
Mesna TİKTAŞ
BALKON 17
ÖLÜM
Her acı bir beş duyu organın algıladığı herhangi bir
şeyle bütünleşir çünkü her soyut şey somut bir
şeye tutunmak zorundadır. Eğer tutunmazsa yok
olur gider. Bazı acılar vardır ki büyüklüklerinden
tutunacak bir nesne bulamazlar o yüzden basit
gelirler anlamsız ve yakmayan acılardır. Eğer bir kişi
çok büyük bir acı yaşarsa onu oturtacak kadar
büyük
bir
nesne
bulamayabilir
ağlatamayabilir
çünkü
bu
Mutlu
Gülmeyin, gülmesin
Niye gülüyorsunuz
Bilmiyosunuz
onu
bilinçaltının
Fark etmediniz daha
anlamlandırmayacağı kadar büyüktür. Hele ki bu acı
ölümse bunu anlamlandırmak kolay değildir ama
Bilen bilir gülmenin değerini
mümkündür bu yüzden insanlar en çok ölüm
acısından kaçar çünkü yaklaştıkça eritir bu acı
büyük
de
olsa
onu
bir
nesneye
Anlayan bilir aç kalan yiğidi
yüklemek
mümkündür bu yüzden de insanlar hemen başka
Dinleyen bilir dostunun derdini
şeylere yönelerek kaçmaya çalışır ama hep bir
parça eritmişlik vardır bu yüzden unutulamaz da.
Eğer
ki
ölüme
yaklaşırsan
erir
ve
Gülün o halde hak ediyorsunuz gülmeyi
artık
anlamlandırma yeteneğini kaybedersin artık her şey
Ağlayın demiyorum gülmeyin
boştur artık sadece ölümün seni de alacağı günü
bekler ve etrafındakileri acımasızca gözlemlersin.
Bilen varsa yanlı derin halini
Tepki yetini yitirirsin çünkü erimişsin artık sana
hiçbir şey o kadar acımasız gelmez ki ölümle
çektiğin acı seni kör eder yani sen eğer yok olmanın
eşiğinden dönersen artık seni yok edebilecek şeyler
seni korkutmaz çünkü artık kaybedebileceğin bir
şey yoktur işte bu ölümün insanı ne kadar
duygusuz korkusuz acı duymaz hale getirdiğinin
kanıtıdır.
Biliyorsa gülümsemeyi
Bilmeli yetinmeyi
O zaman gülmeli, gülmeli hiç olmadığı kadar
Çünkü hakkı, sonuna kadar
Hakkı olmayan gülmesin
“İnsanların ölmesi ile yaşamanın gülünçlüğü değişmezse,
insanların gülmesi ile da yaşamanın ciddiliği değişmez.”
( Bernard SHAW )
Erkan Kılıç
BALKON 18
MAKİNİST Gök yüzünün bağımsız fatihlerinin birinin gözünden görüyordum
aşağıyı, farklı bir yaşam alanı olan yer yüzünü. Bulutları yararak
uçtum önce küçük dostumla, bazısı beyaz, bazısı koyu, bazısı ince,
bazense dopdolu. Sonra birden ne olduysa yer yüzüne inmeye karar
verdi küçük dostum. Kanatlarını gerdi ve uçlarını aşağı yöneltti. Şimdi
hızla iniyorduk, tıpkı irtifa kaybederek düşmeye başlayan bir uçak
gibi. Yere yaklaştıkça gök yüzünden daha karanlık oldu her yer. "Ne
bulut ama..." diye düşündü yol arkadaşım, "Böyle büyük ve etrafı
saranını daha önce hiç görmemiştim." Başta bu herkesi mutsuz eden,
belki de insanların korkuları ve pişmanlıklarıyla kendilerinin
oluşturduğu bu bulutu, yadırgadı dostum. Ben alışıktım ne de olsa,
ama o ne kadar paniğe kapılsa da aşağı inmekten vazgeçmedi.
Sonunda bir binanın üstüne kondu. Onu oraya çeken bir şey vardı,
sadece etrafta görünen en yüksek yer olması veya yağmur suyu kanalı
bulundurması değildi bu neden. Sanki bir şeyler vardı burada,
anlatılması gereken bir hikaye başlayacaktı bu gün. Hemen, şimdi.
Haydarpaşa Garı'nda yine kalabalık bir gündü. Etrafta şehri terk
etmekten korkan endişeli insanlarla birlikte, şehri terk etmek için
sabırsızlanan ve arkasında bıraktıklarından kaçanlar da vardı. Ve
büyük şehre, İstanbul'a yeni gelenlerinse içi içine sığmıyordu,
bazılarında ise sanki buradaki buluttan yıllarca solumuşçasına bir
sıkıntı...Benim ilgimi çeken hep kapalı kapılar olmuştur, insanların
değiştiremediği eski ve başa dert açabilecek bir alışkanlık benimkisi.
Yolcuların bulundu alandan hemen ötede bir oda vardı. Baş makinistin
odası. Bu odada yine dört kişi vardı. Baş makinist Behram Bey, genç
makinistler ince, uzun boylu Sarı Selim ve ondan yaşça az daha
büyük, iri yapılı esmer bıyıklı Ahmet ve Salih Bey. Salih Bey yıllardır
bu garda çalışıyordu. İlk değil ama emekliliğine kadar son uğrak yeri
Haydarpaşa Garı'ydı. Behram Bey'i de buraya geldiğinden beri tanırdı.
İyi bir insandı Behram Bey, Salih Bey ne kadar sessiz ve yorgun ise,
Behram Bey'in o kadar gençti sözleri, davranışları... Her nedense
ikisinin de yaşı bilinmez fakat ikisi de kır saçlı iki adam...Makinistler
son durumu görüştükten sonra çıkmak için kapıya yöneldiler, Salih
Bey çıkmadan Behram Bey onu durdurdu. -Teşekkürler arkadaşlar,
Salih, seninle biraz konuşalım, gel otur. Salih Bey bunun üzerine
Behram Bey'in masasının önündeki yeşil kumaşlı sandalyelerden
birine yavaşça oturdu, üniformasının bir parçası olan şapkasını iki eli
ile kucağında tuttu.
-Salih seninle kaç yıldır tanışıklığımız var.
Salih Bey sessizce Behram Bey'i dinliyordu.
-Biliyorsun anlatmak istediğin bir şey olursa, ben buradayım.
-Bilirim, sağolun.
Dedi Salih Bey. Bunun üzerine Behram konuşmasını sürdürdü, bir
yerlerden duyduklarının şüphesiyle hareket ediyordu.
-Salih eşin nasıl, çoluk çocuk ne yapıyor?
Diye soracak oldu. Salih Bey elindeki şapkayı sıkıca tuttu. "İyiler."
diyebildi. Birden odada peronların anonsu duyuldu. Salih
kendisininkini duyunca ayaklanacak oldu, Behram Bey uzanıp sırtına
vurdu.
-Haydi, dedi. Hanıma selam söyle, sonra konuşalım tekrar.
Şimdi ise yıllardır istasyonun güneyine bakan tarafta asılı olan bir
saatin bakışıyla yakalıyordum her anı. Sanırım 18:55'i gösteriyordu.
Her dakikada koca paslı yelkovanı bir çizgi daha ilerlediği için tam bir
saat de söylenemezdi. O sırada 8023 numaralı tren istasyona sessizce
yanaştı, frenlerinden dışarı çıkan tazyikli havanın sesi duyuldu ve
sirenini çaldı. O an kenardaki banklarda ve köşedeki dinlenme
yerlerinde bir hareketlilik başladı. Çay bardakları metal tabakları ile
son kez buluştu, hesaplar ödendi, çantalar sırtlandı, yalnız yolcular
için geriye son bir kez bakma zamanıydı. Anladığım kadarıyla buraya
düzenli gelen herkesi tanıyordu. Öğrenciler, çocuklar, yaşlı ziyaretine
gidenler, işsizler, işliler... Çeşit çeşit insan görmüştü istasyonun
eskimiş açık renkli güney duvarına asıldığından beri. Önce bir grup
hızla içeri girdi. Kokpitler hızla doldu bir anda. Sonra bir iki kişi geç
kaldı biraz. Makinist ve yardımcıları lokomotif bölümünde yerlerini
aldı. Sonra bir kız çocuğu kapıların kapanmasına yakın aradan sızdı
içeri, yüzünde zaferin keskin sevinci...Merak kediyi öldürürmüş,
ortada bahsi geçebilecek bir can olmadığına göre kişilere istediğim
kadar yaklaşabilirdim. Küçük kız hızlı hızlı soluyordu. Tek başına bir
şeyler başarmıştı elbet, geldiği gibi dönecekti Eskişehir'e. Trenin
önündeki numaraları zar zor seçmişti yine. Korkuyordu, hem de çok
korkuyordu çünkü daha doğru düzgün yaşamıyordu bile. Tanrının
yamacından kopamamıştı daha, etrafı doğru düzgün göremiyordu bile,
baktığında sadece tek bir noktaya odaklanıyor, dikkati de hemen
dağılıyordu. Kendine kızıyordu, geldiği yerdeki çocuklara kızdığı için
binmişti bu trene. Her şeyin bittiğini düşünmüştü, ağlamıştı, çünkü
evinin olduğu yerden, büyüdüğü yerden de biliyordu ki, insanlar
yardım etmekten hoşlanmazlardı. O da kapının yakınında bir yere
kıvrıldı, dizlerini karnına doğru çekti ve yolcular uyuyana kadar
beklemeye koyuldu.O an uzunca bir süre hareket etmeyeceğini
anlaşıldığından başka birini gözlemlemek daha cazip geldi. Kokpitin
her tarafında sessiz ve birbirini tanımayan insanlar yan yana
oturuyordu. Lokomotif bölümünde ise daha farklı bir hava hakimdi
ortalığa. Buradaki sessizlik bilinmezlikten değil aksine her şeyin çok
açık olması ve herkesin birbirini çok iyi tanımasından
kaynaklanıyordu,
bu
insanlar
birbirlerini
birbirlerinden
hoşlanmayacak kadar iyi tanıyordu. Salih, lokomotifin camından
izliyordu her şeyi. Treni otomatik kontrole almıştı ve bir sonraki
tünele kadar müdahale etmesi de gerekmiyordu. Selim bir sonraki
makasların kontrolü için ilgililerle konuşmuştu, şimdilik sorun yoktu.
Tren şefi de yanlarındaydı ve sürekli not tutuyordu. Zaten bu herifi hiç
sevmemişti Salih, sürekli bir açık arardı .Salih dışarıyı izlerken
alacakaranlık vaktiydi. Aslında bu vakti severdi fakat bir sür sonra
karanlık bastığında trenin kontrolü de zorlaşıyor, az da olsa riske
giriyordu. Birden bir anı geçti aklından, küçük bir anın zaman
şeridiydi bu. Yine böyle bir vakitte, demir yolunun sallantılı seslerini
duyuyordu. Daha gençti, çok daha acemi. Aynı Selim gibi bir
yardımcı makinistti o zamanlar. Asıl makinist bir şekilde
uyuyakalmıştı, zaten çok yaşlıydı, emeklisine de az kalmıştı. Ve
sorumluluk ondaydı. Telefonu çaldı bir ara, karısı doğum yapıyordu.
Fakat gidemezdi yanına. Sonra bir anı daha geçti aklından, eski şeridin
ucunu yakaladı bir başkası. Oğlunun doğum günüydü. Yine aynı
demiryolundaydı, yine yalnız, yine suçlu. Evlilik yıl dönümleri,
doğum günleri, bayramlar derken bütün ömrünün bu raylar üstünde
geçtiğini düşündü birden.
"Bütün ömrün o rayların üstünde." Karısı haklıydı belki de, belkisi
yoktu, haklıydı. Ve bunu yine "o raylar üzerindeyken" fark ediyordu.
"Bütün yolcular yerinde mi?" diye homurdandı tren şefi oturduğu
köşeden.
BALKON 19
Salih bir tövbe çekti, sonra Selim omzuna dokunup, "Ben bir tekrar
bakayım abi." dedi.
"Gelirken şu servis ettikleri çaydan da bir getiriver." dedi bu sefer şef.
Allah'tan Selim sabırlı bir gençti. He, deyip geçiştirdi. Ben de peşine
takıldım Sarı'nın. Etrafa bakıyordu çoğu uyumuş, bazıları kitap
okuyor, bazıları müzik dinliyor, kimisi ikisini birden yapıyordu
yolcuların. Arada gülümsemeyi de hiç eksik etmiyordu dolaşırken. Bir
ara çay servisini yapan Ferda'yı gördü. Kız ona bakıp gülümseyince
eli ayağı birbirine dolaştı, zar zor gülümseyebildi ve oradan uzaklaştı.
Küçük kızı merak edenler için trenin bir ucundan diğer ucuna yol
alalım. O da geziyordu. Tren içinde ilerlemeye başlamıştı, bir yandan
da uykusu gelmişti. Eğer onu tek başına yakalarlarsa kötü şeyler
olacağını sezebiliyordu. Cam gibi gözleri eski yolcu koltuklarında
nihayet aradığı şeyi bulunca parladı. Yaşlı ve uyuya kalmış bir teyze
yanında çantası ile tek başına oturuyordu, çantası ile koca ikili koltuğa
anca sığdığı için kimse yanına oturmamıştı. Küçük kız yaşlı teyzenin
yanına oturmak için önce ağır çantasını yere, koltuğun altına indirdi.
Sonra da koltuğa tırmandı ve koltuğun öteki tarafına yaslanarak
uyumaya başladı.
...Selim o sıralarda Ferda ile sohbet ediyordu. Sevimli konuşmaları
yarıda kesilip etraf kararana kadar her şey pamuk şekerden, o ikisi ise
sevgi kelebekleriydi. Trene hakim olan kara korku onları da sarınca
neye uğradıklarını şaşırdılar.
"Neler oluyor?" diye sordu Ferda.
"Bilmiyorum." diyerek cevapladı Selim. Sonra kendini insanları
sakinleştirme adına sorumlu hissetti.
"Ferda, şu tüm trene anons yaptığınız megafon nerede?" diye sordu ve
Ferdanın aceleyle büfe camından uzattığı telsizi eline aldı.
"Herkes sakin olsun lütfen." sesini yükselttiği an yolcular üniformalı
bu genci dinlemek için susmuştu. Selim onlara sessizlikleri için
teşekkür etti.
"Şimdi lütfen yerlerinize oturun, baş makinistle konuştuğumda neler
olduğunu sizlere ileteceğim, büyük ihtimalle basit bir teknik arıza bu
duruma sebebiyet vermiştir." Selim ustaca durumu kurtarmayı
başarmıştı. Ferda, "Basit derken gerçekten basit bir olayı kastetmedin
herhalde." dedi Selime büfeden çıkarken sessizce. Selim de aynı hafif
tonda, "Emin değilim, daha önce böyle bir şeyle hiç karşılaşmadım."
dedi, sesi endişeliydi. "Ben Salih Abi'nin yanına gidiyorum, sorunun
boyutu neymiş o zaman anlarız." Bunun üstüne Ferda onu
onaylamaktan başka bir şey yapamadı. Sonra Selim'i kolundan tuttu
ve, "Öğrenince hemen haber ver, olur mu?" diye sordu. Selim başını
"Sen merak etme." anlamında salladı ve lokomotif bölümüne doğru
ilerledi. Kokpitin kapısını kapatıp ara bölmeye geçerken karşısında
lokomotif bölümünden çıkan Salih'i gördü.
"Selim, ben de sana bakacaktım." dedi Salih. "Abi neler oluyor?" die
sordu Selim. "Ciddi bir şey mi?"
İçeri geçerlerken Salih aceleyle alet çantasından iki el feneri
çıkarıyordu.
2 saat sonra...
"Tren şefi nerde?" diye sordu Selim.
Trendeki çoğu yolcu inmişti önlerinde ise Eskişehir istasyonuna olan
son durak kalmıştı. 1-2 saat kadar sonra varış yerine ulaşacaklardı.
Salih lokomotif bölümünde sessizliğin sürdürülmesi için direniyordu
ve tek bir laf dahi etmiyordu. Tren şefi de çirkin çirkin esnedi ve
büyük ihtimalle birazdan uykuya dalacaktı. Selim, nedeni bilinmez,
çayları getirdikten sonra lokomotif bölümünden çıkmış daha da geri
dönmemişti, o da bu suratsız tren şefi ile baş başa kalmıştı. Saat de
iyice geç olmaya başlamıştı. Bir anda tren bir şeye çarpmış gibi
sarsıldı, teklemeye ve normalden daha tuhaf sesler çıkarmaya başladı.
Tren ışıkları yanıp sönmeye, uyanık olan yolcular telaşlanmaya
başladı. Sonra tren bir geçidin önünde aniden keskin bir fren ile
durdu. Tren şefinin çayı elinden kendisi uzun oturduğu yerden fırladı.
O sıralarda küçük kız derin uykusundan onu neredeyse düşürecek
güçteki keskin frenle uyandı. Gözlerini açtığında içerideki ışık da son
anlarını yaşıyordu, bir kaç defa yandı, sonra tamamen söndü. Işığın
sönmesiyle kokpitte azımsanacak sayıda kalan insanlar gereken işareti
almış gibi sessizliklerinin yerini korku ve telaş içeren bir havaya
bırakmıştı. Küçük kız ilk defa gerçekten korkmaya başlamıştı
yanındaki teyzenin uyanmasını beklemeden yerinden kalktı. Kimse
onu fark etmemişti. Zaten
insanlar korktuklarında sadece
kafalarındaki sorulara cevap olabilecek şeylere dikkat ederler, ya da
her zaman için daha kötüsünü düşünmeye fazla dalmışlardır. Küçük
kız kokpitte ilerledikçe önünde bir kapı görmüştü ve ne olduğunu
bilmeden onu açtı.
"Tren tutmuş." dedi Salih lokomotif bölümündeki tuvaleti işaret
ederek. Aynı anda bir böğürme sesi geldi. Ardından,
"Motorlarda bir sorun var gibi görünmüyor, yalnızca bir şey
ilerlememizi engelliyor rayların üzerine düşen bir kaya parçası
olabilir." dedi ve el fenerini Selime uzattı.
"Ne yani aşağı mı iniyoruz?"
"Üzerine kalın bir şeyler alsan iyi edersin evlat."
…Issız bir dağdaki geçitin önünde karanlık ve puslu bir gecede 8023
numaralı tren aniden durmuştu.
Salih Lokomotif bölümünün yüksek basamağından dikkatlice indi
ardından da Selim gençliğinin getirisi bir kuvvetle yere atladı. El
fenerini lokomotifin önündeki motor bölümüne ve raylara çevirdi.
Salih arka taraftaki rayları kontrol ediyodu. Selim ön tarafı gezerken
bir anda dehşete kapılarak Salih'e seslendi.
"Abi! Buraya gelsen iyi olur!"
Salih ön tarafa geldiğinde şunları söyleyebildi. "Şef bunu kayıta
işlemese bari."
BALKON 20
bulaşmak istemiyordu.
Ama mecburdu, en azından buradan uzaklaşmak için bunu yapmak
zorundaydı.
O sıralarda...
Kokpitlerde ilerleyen küçük kız bölümden bölüme geçiyordu.
Sonunda ana kokpit olduğunu tahmin ettiği yere geldi. Sağ tarafında
bir büfe vardı ve karnının acıktığını hissediyordu. İçeri girdi bir parça
gofret aldı fakat Ferda küçük kızı yakalamıştı. Biraz sohbet
ettiklerinde kızın adının Sima olduğunu ve kayboluğunu öğrendi.
Kıza acıdı ve karnını doyurdu ama aklındaki tek şey Selim'di. Gittikçe
meraklanıyordu, hala sesi çıkmamıştı.
"Neden tren durdu?"
Ana kokpite girdi ve Ferda ile küçük arkadaşının yanına gitti. Ferda
Selimi görünce hemen büfeden çıktı. Sima ise içeride uykuya dalmıştı.
"Ferda bir bardak su alabilir miyim?"
Ferda içeri girip suyu getirdi, çıkarken Selim'in üzerindekilere dikkat
edince sordu, "Tekrar mı aşağı iniyorsunuz?"
"Evet."
"Sorunun önemsiz olduğunu sanıyordum."
Diye sordu Sima birden. Ferda merakına yenik düşerek yapmaması
gereken bir şeyi yapmaya karar verdi.
"Ferda, sorunla ilgilenmeyi bırakmalısın."
"Gidip bakmaya ne dersin?"
Ferda bu sözlerle daha da işkillenmişti. Selim'i doğruyu söylemesi için
zorladı, sonunda duydukları ise hiç hoşuna gitmedi.
Sima bunun üstüne sevinçten yerinden zıpladı. Ferda da tam olarak
bunu bekliyordu. Lokomotif bölümüne geçmek için kokpitten çıktılar.
Tam onlar lokomotif bölümünün kapısını açarken Selim ve Salih de
konuşarak içeri girdi.
"Ben ömrümde böyle bir şey görmedim."
"Ne yapacağız peki?"
Selim'in sorusu havada asılı kalmıştı.
"Ferda sana haber vereceğimi söylemiştim." dedi Selim Ferda'ya
sessizce. "Evet ama bir türlü gelemedin." diye cevap verdi Ferda.
"Lokomotife gelmemeliydin içeri dönmelisin."diye üsteledi Selim.
"Ne olduğunu öğrenmeden bir yere gitmem, hem küçük arkadaşım da
bunu merak ediyor."
"Demek kaçak yolcu."
Diyerek çocukla göz teması kurdu Salih. Sima Ferda'nın arkasına
saklandı utançla.
"Ne yani, bir ceset öyle mi?"
"Evet ve onu oradan kaldırmazsak tren hareket etmeyecek."
Ferda afalladı. Selim ona şans dilemesini isteyip oradan ayrıldı.
Şimdi tekrar dışarı çıkmışlardı. Salih el fenerini doğrulttuğunda
yeniden iğrendi.
"Hadi," dedi, "Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi."
Selim cesedin ayaklarından Salih ise omzundan tuttu. Salih cesedi
taşımakta zorlanıyordu zaten parçalanmak üzereydi. Bir kuvvetle
kaldırdılar ve dağın kenarındaki uçuruma kadar taşıdılar.
"Eve döndüğümde güzel bir yemek yiyip yatacağım." dedi Salih.
"Bense uzun bir süre bir şey yiyip uyuyabileceğimi zannetmiyorum."
Diye cevap verdi Selim.
Bir kuvvetle 3'e kadar sayıp cesedi kayalıklardan aşağı attılar.
"Ferda, kızım, sorun önemli değil fakat tren şefi küçük kızımızı
görürse kötü olabilir."
"Peki Salih Abi." dedi Ferda. Salih'e her zaman saygı duymuştu.
Ferda ve Sima lokomotif bölümünden çıkarken Selim ve Salih de
konuşmaya başladı.
"Abi, o engeli ordan kaldırmazsak tren ilerleyemez."
"Biz de kaldırırız."
"Salih Abi, buradaki engelin ne olduğunu ikimiz de farkındayız değil
mi?" dedi ve lokomotifin tuvaletinden hala çıkmayan şefi gözleyip
sesini alçaltarak,
"Bir cesetten bahsediyoruz. Onu oradan nasıl taşıyacağız? Taşıdıktan
sonra ne yapabiliriz?"
"Yolumuza devam edeceğiz. Sanki hiç olmamış gibi."
Selim dehşete kapılmıştı ama o saniyelerde mantıklı düşünemiyordu.
İkinci defa aşağı inip o rezil manzarayla karşılaşmak, o rezalete
BALKON 21
...
Mahkeme salonunda Salih'in anlattıklarından sonra bir gürültü
kopmuştu. Hakim tokmağını üç kere vurdu.
Selim benim en yakın arkadaşım desene! Onu korumaya çalıştığını
biliyorum oğlum ama beni yalancı çıkartacaksın!"
"Sessizlik!"
"Salih bey sessiz olun." diye uyardı Yargıç, ve devam etti.
"Yani, hepsi bu kadar mı diyorsunuz, Sayın Salih Alatlı? Yolunuza
devam mı ettiniz?"
"Peki ya Tren Şef'i nin ölü bulunmasına ne diyorsunuz?"
"Ne? Şef öldü mü?"
"Evet, hakim bey."
"Peki ya bahsettiğiniz kişiler sizinle cesedi taşıyan Selim Bey ve
bundan haberdar olan Ferda hanım, onların soy isimlerini bize
söyleyebilir misiniz?"
"Lokomotif bölümünün tuvaletinde ölü olarak bulunmuş, zehirlenme
teşhisi konulmuş. Son anlarını da kan kusarak geçirmiş." dedi
davacının avukatı, ve devam etti.
"Eşiniz ve çocuklarınızdan sıkça bahseder misiniz?"
"Hayır, aslında bilmiyorum ama Selim'e Sarı Selim derdik, Ferda
kızımızı da herkes tanır."
"Evet fakat konuyla ilgisini anlayamadım."
Davacının avukatı bir anda ayağa kalktı ve,
"Kayıtlara göre hiç evlilik yapmamışsınız, buna ne diyeceksiniz?"
"İtiraz ediyorum sayın yargıç. Davalı Salih Alatlı'nın bahsettiği kişileri
İstasyon personel kaydından araştırdık, Selim diye biri orada hiç
çalışmamış ve Ferda isimli bir temizlik elemanı bulabildik fakat 46
yaşında ve davalının tarif ettiği gibi büfe çalışanlığı da yapmamış."
Salih'in ayakta duracak gücü kalmamıştı. Ne yapacağını bilemez
haldeydi, bu olanlar ne akla ne de mantığına sığıyordu. Arkasındaki
sandalyeye güçlükle oturdu. Neler olduğu konusunda en ufak bir fikri
bile yoktu. Aklını mı yitiriyordu?
"İtiraz kabul edildi, Salih Bey bunlara ne diyeceksiniz?"
Bu sorulardan sonrası ise sadece kuru gürültü gibi gelmişti ona.
Çabalayacak gücü kalmamıştı çünkü tam olarak ne olduğunu da
anlayamıyordu. Neyi savunacağını bilemeden konuşamazdı, ya
dedikleri gibi suçluysa?
"Bu, bu bir şaka olmalı Ahmet'e sorun Ahmet Selimin en yakın
arkadaşı."
Davacı'nın avukatı tekrar izin alarak tekrar ayağa kalktı ve,
"Sayın yargıç, davalı Salih Alatlı'nın bahsettiği Ahmet Bey şu anda
yanımızda onu sözlü tanıklık için kürsüye davet etmek istiyorum.
Birden gözünün önünden geçti her şey. Şef'i sinirlendiği için mi
zehirlemişti? Trendeki yolculardan hayatını mahvettikleri için öc mü
almıştı? Ailesini çaldıkları için miydi?
Sonra birden kararı duydu.
"Kabul edildi."
Ahmet hızlıca yemin faslından geçti ve tanıklığını doğruladı.
"Adınız?"
"Karar: Davalının akıl sağlığının yerinde olmadığına dair pozitif rapor
alındığında yerel ruh ve sinir hastalıkları birimine aktarılmasına ve
orada göz altında tutulmasına karar verilmiştir. Oluşacak tazminat
davaları sonucu..."
"Faruk Ahmet Ayazoğlu"
"Yaşınız?"
"32."
"Mesleğiniz?"
"Salih Bey'in çalıştığı garda yardımcı makinistim."
"Peki Ahmet Bey, Selim adında birini tanıyor musunuz?"
"Hayır istasyonda böyle biriyle hiç çalışmadım."
"Peki ya bahsi geçen Ferda hanım?"
"Hayır tanımıyorum."
"Peki Salih Bey'in tek başına yola çıkıp yine tek başına döndüğüne
tanık mısınız?"
"Evet."
Salon tekrar gürültü rüzgarıyla esti. Salih kendinden ve aklından
şüphe etmeye başlamıştı aniden bağırdı, "Ahmet doğruları söylesene!
BALKON 22
Salih konuşmanın devamını dinleyememişti. Sanki kendisi dışında her
şey hızlıca akıp gidiyordu ellerinden. Engellemek için hiç bir şey
yapamıyordu. Sonra mahkeme salonundan çıkarıldığını gördü,
ardından bir araca bindirildi, oradan sonrası ise tamamen kör bir
beyazlıktan ibaretti.
HER ŞEY FARKLI
Uzun bir süre sonra...
Genç bir kadın danışmaya yaklaştı.
"Pardon, Salih Alatlı'nın hangi odada kaldığını öğrenebilir miyim?"
Danışmada çalışan bayan ince çerçeveli gözlükleriyle simsiyah saçlı
ve soluk tenli bu kızı şöyle bir süzdükten sonra,
"Bir dakika sizi biraz bekleteceğim." dedi. Sonra yerine birini çağırıp
ayağa kalktı.
"8023 numaralı oda, sizi ben götürürüm."
İnsan bugünü dünden,yarını bugünden farklı
Doğan gün, batan gün her şey ve her renk farklı
Değişim bu, yaşanan anlar biri diğreinden farklı
Gözyaşı ya da koca nehir akan her bir damlası
farklı
Beyaz ve dar koridorlarda yürümeye başladılar.
"Yalnız, buraya geldiğinden beri hiç konuşmadı ve aldığı ilaçlardan
dolayı neredeyse yaptığı tek şey uyumak."
"Onun hakkında çok korkunç şeyler duyduk, mahkeme kararı
yüzünden de tekli odada tutuyoruz."
"Siz nesi oluyor dunuz?" diye sordu hastabakıcı bayan 8023 numaralı
odanın önünde durduklarında.
"Eski bir tanıdık." dedi. Sonra genç kız odaya girdi ve kapıyı kapattı.
Bir süre öylece kaldı, sonra arkasını dönünce odanın diğer köşesinde
yatan Makinist'i gördü. Yanına yavaşça yaklaştı. Baş ucundaki vazoya
getirdiği çiçekleri koydu ve kenardaki sandalyeyi yatağın yanına çekip
oturdu. Bir süre sessizce oturdu, neden sonra,
Acılar ve sevinçler yaşattığı bütün o hisler farklı
Kimi sevgilisinden firak, kimi hicranından ama
farklı
Geçmişteki ben,şimdiki ben ve gelecekteki ben farklı
Her şey yok olur geriye kalacak bir tek o farklı
Elber ULUTAŞ
"Merhaba." dedi.
"Merhaba Makinist. Beni şefin kayıtlarına yazdırmaman kimin
yararına oldu bilmiyorum, ve sen hiç sormadın ama benim adım,
kaçak yolcunun adı, Sima. Seni mahvettiğimi düşünebilirsin ama o
gece sen de benim hayatımı çaldın. Nasıl öldüğüm açıklığa
kavuştuğuna göre artık hikayemi bitirebilirim. Bilirsin işte, bu
dünyadaki işin bitmeden ışığı göremezsin klişesi, hele ki göğüs
kafesinin üstünde iki tonluk bir tren ciğerlerine baskı yaparken.
Hikayemin son cümleleri olduğun için teşekkür ederim. Tekrar
görüşmemiz uzun sürmeyecek, beni çok özleme."
“Herkes anlayabildiği kadar yaşar ve
anlayamadığı şeyleri umursamadan ölüp
gider.”
( KARAKUTU )
TÜRKAN EDA ÇİÇEK
BALKON 23
WILKENSONS ADASI’NIN LANETİ
Her şey o lanetli gecede başladı. Sisli, soğuk,
korkunç ve lanetli bir geceydi. Sokakta eve doğru
yürürken aniden önüme çıkan kara kedi ödümü
patlatmıştı. Sisten göz gözü görmüyordu. Wilkensons
Adası geceleri genellikle böyle sisli olur. Ama bu
sefer farklıydı. Hissediyordum, bilinmez bir güç beni
takip ediyordu. Arkama döndüğümde Jake’in orada
olduğunu fark ettim. Aramızda birkaç metre vardı.
Kilisenin önündeki direğe sırtını dayamış sigara
içiyordu. Döndüm yürümeye devam ettim. Köşeyi
döndükten sonra ona neden eve gitmediğini sormaya
karar verdim. Tekrar arkama döndüm ve köşeden
baktım, artık orada değildi.
Karım Nicole beni kapıda bekliyordu. Neden geç
kaldığımı sordu. “Bilmiyorum.” dedim. Şaşırmadı,
“Zaten hiç bilmiyorsun!” dedi. “Yine başlama!”
dedim ve içeri girdik. İçimde hâlâ kötü bir his vardı.
Jake’e ne olduğunu merak ediyordum. Dayanamadım
ve telefondan onu aradım. Ulaşamayınca içimdeki
kötü his iyice tetiklendi. Karısı Marry’yi aradım.
Marry telefonu açtı. Jake’i sordum. Yanında olduğunu
söyledi ve telefonu ona verdi. Nasıl olduğunu sordum.
“İyiyim.” Dedi. “Tanrı aşkına Jake bu havada
kilisenin önünde ne yapıyordun?” diye sordum. “Ne
zaman?” dedi. “Az önce.” dedim. “Yahu Mike sen
neden bahsediyorsun? Ben üç saattir evdeyim.” Dedi.
Beynimden vurulmuşa döndüm. “Emin misin?”
dedim. “Evet. Al istersen Marry’ye sor…” demesine
kalmadı kapı büyük bir gürültüyle kırıldı. Ses
telefondan gelmişti. Sonra büyük bir topluluğun ayak
sesleri yükseldi. Telefon kapanmamıştı. Marry ile
Jake’in çığlık sesleri ve yabani hayvan seslerine
benzeyen insan sesleri birbirine karıştı. Jake’in son
sesini duyduğumda titriyordum. “Hayır!” diye çığlık
atmıştı. Ondan sonra tüm sesler kesildi. Bir ayak
sesinin yavaş yavaş yaklaştığını hissettim. Birisi
telefonu eline aldı. “Alo?” dedim. “Booo!” diye gelen
ses telefonun elimden düşmesine neden oldu.
Korkudan ölüyordum. Biraz sonra elinde bıçak olan
bir hayalet belirdi. Bıçağı boğazıma dayadı. “Kık”
diye boğazımı kesti. O an kan ter içinde rüyadan
uyandım.
Benim uyanmamla birlikte Nicole de uyandı.
“Su getireyim mi?” diye sordu. “Evet, lütfen.” dedim.
Su getirmeye gitti. Çok tuhaftı. Korkunç bir kâbus
görmüştüm ve karım ilk defa bana böyle nazik bir
soru sormuştu.
Ve ben de ilk defa ona “lütfen” demiştim (2
yıldır). Kâbusun etkisi hâlâ geçmemişti. Her şey çok
gerçekçiydi. Her şeyin kâbus olmasına bir taraftan
şaşırıyor, diğer bir taraftan seviniyordum. Nicole su
getirdi. İçtim ama hâlâ kendime gelememiştim. İlk
defa böyle dehşete düşmüştüm. Nicole’den
telefonumu getirmesini istedim. Ne yapacağımı sordu.
Jake’i arayacağımı söyledim “Boş ver ya gecenin bu
vakti uykusunu bölme.” dedi. Israr edince “Hem
telefonun kırıldı.” dedi. “İki gündür uyumadığın için
hemen yatağa uzanıp uykuya daldın. Telefonun da
cebinden düşmüş.” deyince karşı çıkamadım. Zaten
hiçbir şeyi hatırlamıyordum. “Uyu!” dedi bu sefer
kızgın bir şekilde “Aramam lazım çok önemli, kendi
telefonunu ver.” dedim, verdi. Jake’i aradım
ulaşamadım - tıpkı kâbustaki gibi - Marry’i aradım
ona da ulaşamayınca iyice meraklandım ve korktum
“Hadi uyuyalım aşkım.” dedi ve yanağıma bir öpücük
kondurdu. Gerçekten de çok şaşırdım “Tamam!”
dedim. Kararımı vermiştim sabah uyanınca Jake’nin
evine gidecektim.
Uyanınca hemen kapıya yöneldim Nicole
mutfaktaydı “Ben çıkıyorum.” dedim yanıma geldi
“Nereye?” dedi. “Boş ver!” deyince “Jake’nin evine
değil mi? Ya boş ver yoktur bir şey, kahvaltıdan sonra
gidersin.” dedi. Hemen dışarı çıktım. “Birazdan
gelirim.” dedim. Bu kez hem şaşırmıştım hem de
içime bir kurt düşmüştü. Nicole’ün 2 senedir benden
önce kalkıp bana kahvaltı hazırladığını
hatırlamıyorum. Aslında bu sürede bana hiç güzel söz
söyleyip iyi davrandığını da hatırlamıyorum. Hatta
Sevgililer Günü’nde bana bırakın hediyeyi selam bile
vermemişti. Ben de ona karşı aynıydım.
BALKON 24
Önüme çıkan son hayalet korkudan eve doğru
kaçmama neden oldu. Tahmin edebileceğiniz gibi o,
kâbusta gördüğüm elinde bıçak olan hayaletti.
Eve vardım. İçeri girdim. Kahvaltı hazırdı.
Nicole’e bir şey belli etmeden oturdum. Kahvaltı
yaptık. Kahvaltıdan sonra Nicole’e sordum “Dün ben
gelir gelmez uyudum öyle mi? Yani bir yeri de
aramadım hemen uyudum öyle mi?” “Evet!” dedi.
“Emin misin?” dedim. “Evet, eminim tabi ki hemen
uyudun? dedi. “Yalan söylüyorsun!” diye bağırdım.
Eline babamdan miras kalan bıçağı aldı ve
ışınlanırmış gibi aniden arkama geçip bıçağı boğazıma
dayadı. “Kimsin sen?” diye sordum.
Evden çıktıktan sonra kafam karmaşık bir halde
soluğu Jake’lerde aldım. Kalabalık vardı. Kalabalık
arasından geçip kapıya ulaştım. Kapıda polis şeridi
vardı. İçeri girdim, gördüğüm manzara karşısında
hayrete düştüm. Gördüğüm manzara kelimenin tam
manasıyla “KORKUNÇ”tu Jake ve Marry’nin kafaları
koparılmış ve bütün vücutları lime lime doğranmıştı.
Sonrada ev yakılmıştı. Cesetler de. Anlayacağınız
ortalık mezbahaya dönmüştü ama etler pişmişti.
Acaba kasap veya kasaplar neredeydi? Midem bulandı
ve dışarı çıktım. Polislerden birisi peşimden geldi.
Neden içeri girdiğimi ve ölüleri tanıyıp tanımadığımı
sordu. “Hayır, tanımıyorum” dedim (Eğer doğru
söyleseydim peşimi bırakmayacaklarını ve ifadem için
karakola götüreceklerini bildiğimden yalan
söyledim.). Eve de sadece merakımdan girdiğimi
söyledim. “Şeritleri kopardınız bunun için size ceza
yazmadan lütfen uzaklaşın, bayım.” dedi. “Peki,
tamam.” dedim. Hızlı adımlarla eve doğru yürüdüm.
Yürürken yolda gece gördüğüm kâbusun
gerçek olduğunu anladım. Demek ki Nicole yalan
söylüyordu ama neden? Jake de dün kilisenin önünde
olmadığını söylemişti. Belki hayal görmüştüm. Ama
hayır, asla hayal olamazdı. Orada olduğundan
emindim. Aman Tanrım! Lanet bir duyguydu. Artık
gerçekle hayali ayırt edemiyordum yolda giderken
babam da içlerinde olmak üzere Jake’in ve Marry’nin
hatta Nicole’ün bile babalarının hayaletlerini gördüm.
Hepimizin babası ölmüştü. Zaten savaş döneminde
beraber askerlik yapmışlardı. Bu yönden iyi
arkadaşlardı. Sonra Marry ile Jake’in çığlıklarını
duyar gibi oldum. Sonra Jake’in hayaleti önümde
belirdi.
“Kaç bu lanetli adadan!” dedi ve koşmaya başladı.
Çok hızlı bir şekilde koştu. Peşinden koştum ama
yetişemedim. Kısa sürede gözden kayboldu.
“Tanımadın mı? Hani dün kabusda gördüğün
hayalet.” dedi ve Nicole’ün kılığından çıkıp eski
formuna döndü. “Tahmin etmiştim kilisenin önündeki
de sendin değil mi? Jake kılığına girmiştin. Söylesene
pislik Nicole’e ne yaptın?” dedim. Ani bir hareketle
kurtulmaya çalıştım ve bu sırada ona dokunamadığımı
anladım. Ellerim içinden geçiyordu. Sonra hayalet
bıçak boğazıma dayalı halde bütün hikayeyi
anlatmaya başladı.
“Soğuk savaş yıllarıydı. Buna rağmen baban
ve diğer birlikler durmuyordu. Önlerine çıkan herkesi
öldürüyorlardı. Bir gün bizim köyümüze geldiler.
Onlarca asker vardı. Hiç karşı koymadık. Ne de olsa
biz bu adada yaşayan masum köylülerdik. Ama onlar
bazılarını öldürdüler. Senin baban da karımı öldürdü.
Ben de bu elimde gördüğün bıçağı ani bi hareketle
babanın boğazına dayadım. Gözümü kan bürümüştü.
Öldürecektim ama askerlerden birisi - ki bu da
nicole’ün babasıydı - arkamdan davranıp bıçağı aldı.
Baban da bıçağı ondan aldı ve benim boğazıma
dayadı. Kafamı kopardı. Bu da yetmezmiş gibi bıçağı
her tarafıma soktu. Vücudumu lime lime etti. Sonra
ölmeyenleri bir ahıra kapattılar. Kendileri dışarı çıkıp
kapıyı kilitlediler. Ahırın her tarafını kapattılar.
Benzin döküp ahırı ateşe verdiler. Biraz sonra çığlık
sesleri dayanılmaz olmuştu. İçerideki herkes arkadan
kapıyı açmaya çalışıyordu. Askerler bir 5 dakika sonra
kilidi açtılar. Üzerinde ateş olan ve yarısı çoktan
yanmış olan insanlar çığlık çığlığa koşuşturmaya
başladılar. Dışarıdaki askerler de çıkan kişilerin
hepsini öldürdüler. Köydeki insanların hepsi öldü.
Benim kafamı da ahırın üstüne astılar. Ve şimdi bütün
köylüler senin ölümünü o pislik kafanın koparılışını
seyretmek için buradalar.” dedi. Bütün bu hikâye beni
çok şaşırttı. Bir yandan babam ve arkadaşlarına
kızarken diğer bir yandan zavallı köylülere
acıyordum. Galiba haklılardı.
BALKON 25
Ölmeyi hak etmiştim ama böyle alçak bir pisliğin
elinen değil. Buradan kurtulmalıydım. Ama nafile,
elimden hiçbir şey gelmezdi. Sonra jake ile
konuşurken duyduğum topluluğun sesini tekrar
duymaya başladım. Birden bütün köylüler karşımda
belirmeye başladı. Çoğu yanıktı, yüzlerindeki lifler,
kaslar ve kafatasları belli oluyordu. Bazıları da
vurulmuştu yüzlerinden, kafalarından, gövdelerinden
ve hatta gözlerinden vurulanlar bile vardı. Dikkat
ettim de hayaletin elindeki bıçak dün kâbusta
gördüğüm değildi. Hayalet “Dün seni öldüremedim
ancak kâbusunda öldürdüm. Dün kâbustu bugün
gerçek olacak. Son bir isteğin var mı?” diye sordu
“Evet, var!” dedim. Evet, son bir isteğim vardı. “Senin
tarafından öldürülmektense Nicole tarafından
öldürülmeyi tercih ederim.” dedim. Kabul etti ve
Nicole kılığına tekrar girdi. Bu sefer farkettim de
kollarını hissedebiliyordum. Aklıma bir fikir geldi.
Tekrar ani bir hareketle bıçağı elinden aldım ve bu
sefer ben onun boğazına dayadım. “Evet, dün kâbustu
ve sonsuza kadar da öyle kalacak. Geber pislik!” diye
bağırdım. Gözlerimi kapadım ve kafasını kestim.
Sonra bütün hayaletler ve Nicole’ün içinden bir ruh
yukarı doğru çıkıp gözden kayboldular. Herhalde bu
babamdan miras kalan bıçak hayatımı kurtarmıştı.
Sonra cesede baktım. Nicole’ü öldürmüştüm.
Yanağına bir öpücük kondurdum. Polisi aradım. En
sonunda ben hapisteydim (Allahtan hapishane o
lanetli adada değildi). Nicole’ü ise öldürmüştüm. En
azından babamın işlediği bu lanet insanlık suçunun
cezasını çektiğimi biliyorum ve bunu sonuna kadar
hak ettiğimi düşünüyorum.
YILLARIN GETİRİSİ…
Yılların yorgunluğu var sanki üzerimde
Silkinsem de gitmeyecekmiş gibi…
Yılların hüznü var sanki gözlerimde
Gözyaşlarım hiç dinmeyecekmiş gibi…
Yılların kahkahası var sanki içimde
Çıkmayı bekliyormuş gibi…
Yılların bekleyişi var sanki yüzümde
Naif bir gülümseme istercesine…
Yılların karmaşası var sanki bedenimde
Hiçbir şeyi çözemiyormuşum gibi…
Yılların aşkı var sanki kalbimde
Hiç vazgeçmeden bekliyormuşum gibi…
Betül KALKAN
“İnsanların olmaya korktukları şey olursanız.
Onların hayranlığını kazanırsınız.”
( Chuck Palahnıuk )
“Her taze heyecan zevkine doğru dürüst
varılamayan bir güzellik taşır.”
(Sait Faik ABASIYANIK )
BALKON 26
OKULUMUZDAN HABERLER
1 ) İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜNÜN OKUL
PASİYONUNU ZİYARETİ:
Silivri İlçe Milli eğitim Müdürü İkram KAYAPINAR Okul
Pansiyonumuza gelerek öğrencilerle akşam yemeği yedi.
Yemekten sonra öğrencilerle sohbet etti. Öğrencilerin
sorularını cevaplandırdı.
BEYİN EGZERSİZİ
1 ) Bir tartı aletinde iki kutu ayrı ayrı tartılıyor. İlk kutu 5 kg,
ikinci kutuda 6 kg geliyor.İki kutu beraber tartıldığında ise
12 Kg’ı gösteriyor. Yanlış tartıldığı belli olan kutuların gerçek
ağırlıkları nedir?
2 ) B-İ-Ü-D-? Soru işareti yerine hangi harf gelmelidir?
3 ) A,B,C,D ve E birbirlerinden ve sıfırdan farklı tam
sayılardır.
ABCDE x 4=EDCBA ise A=? B=? C=? D=? E=?
4 ) Ali ile Veli 100 metre yarışı yapıyorlar. Ali, Veli’yi 5 metre
farkla geçiyor. Yani Ali yarışı bitirdiğinde Veli 95. Metrededir
.Tekrar yarışmaya karar veriyorlar .Fakat bu sefer Ali,
başlangıç çizgisinden 5 metre geriden başlıyor .Aynı hızla
koştuklarını kabul edersek bu yarışı kim kazanır?
5 ) Kimyager Nermin, labratuarda bir deney üzerinde
çalışmaktadır .Öğle arasına çıkmadan önce 20 kilogramlık
karışımda %90 oranında su vardı. Geri geldiğinde karışımdaki
su oranının %50’ye düştüğünü gördü .Karışımın şimdiki
ağırlığı nedir?(karışımdaki diğer maddenin buharlaşmadığını
varsayın)
6 ) ŞPK-BŞ ise YKKB neye karşılık gelir?
7 ) Her biri farklı ağırlıkta olan 15 top var. Bu topları
ağırlıklarına göre sıralamak istiyorsunuz. Bunun için size
tartısıyla yardımcı olacak bir arkadaşınız var. Her tartı
işleminde ona dilediğiniz 3 topu veriyorsunuz, o da size
ağırlıklarını belirtmeden bu 3 topun ağırlık sıralarını bildiriyor.
Tüm topları doğru biçimde sıralamayı garantilemek için en az
kaç tartı işlemi yaptırmanız gerekir?
8 ) Bir kümeste 30 tavuk var bu tavukları 7 günde kesmen
gerekiyor her gün mutlaka kesmek zorundasın ve hep tek sayı
kesmelisin çift sayı kullanamazsın veya kesmediğin bir gün
olamaz aynı sayıyı bir kere kullanabilirsin yani 1. gün 3 tavuk
kestiysen 7gün içinde bir daha üç kesemezsin 7. günde 30 uncu
tavuk kesildiğine göre tavukları nasıl kesersin?
HAZIRLAYAN
Ömer GÖKÇEOĞLU
2 ) SCHALKE 04 BAŞKANININ OKULUMUZU
ZİYARETİ:
Dünyaca ünlü Shalke 04 Takımının Başkanı ve aynı zamanda
Büyükçekmece Belediye Başkanı Dr.Hasan Akgün’ün yakın
dostu Gerhard Rehberg, Okulumuza ziyarette bulunarak
öğrencilerle bol bol sohbet etti. Başkanı okulumuzda İlçe Milli
Eğitim Müdürü İkram KAYAPINAR karşıladı. Kendilerine bir
plaket verdi. Rehberg’i okula gelişinde Fen Lisesi öğrencileri
alkışlarla karşıladılar. Öğrencilerin sıcak karşılamasından
oldukça memnun kaldığını dile getiren Gerhard Rehberg, “Beni
Türklere yakışır şekilde karşıladınız. Yakın dostum
Büyükçekmece Belediye Başkanı Dr. Hasan Akgün’ün
sayesinde Türk insanını daha yakından tanıma fırsatı buldum.
Bu yüzden yaklaşık 3 ayda bir İstanbul’a gelmeden
duramıyorum ”dedi.
3 ) BASKETBOL TURNUVASINDA ÜÇÜNCÜ OLDUK:
Silivri İlçe Milli Eğitim organize ettiği Liselerarası basketbol
turnuvasında üçüncü olduk. Okulumuz kupasını,
öğrencilerimiz madalyalarını İlçe Milli Eğitim Müdürü Sayın
İkram KAYAPINAR’IN elinden aldılar.
4 ) HALİFE EL – ME’MNUN’UN DÜNYA
HARİTASI’NIN REKONSTRÜKSİYONU OLAN
YERYÜZÜ KÜRESİ OKUILUMUZDA:
Abbasi Halifesi el-Meʾmūn’un emriyle birçok astronom ve
coğafyacı tarafından yapılan ve kaybolduğu düşünülen,
coğrafya tarihinin meşhur dünya haritasının rekonstrüksiyonu
olan Yeryüzü Küresi, Prof. Dr. Fuat Sezgin Hocamız
tarafından okulumuz için Mısır'da özel olarak ürettirilerek
Okulumuza hediye edildi.
BALKON 27