saçmanın saltanatı

Transkript

saçmanın saltanatı
­SAÇMANIN SALTANATI­ Dilencinin yanından mermi hızıyla geçtim. Dilenciye para vermekten çok rahatsız olurum. Utanırım. Sanki el açıp dilenen benmişim gibi. Son adımda durdum ve düşündüm. Bu utancı sineye çekmek için kimbilir paraya ne kadar muhtaç olunmalı. Paranın ne işe yaradığını, ne kadar önemli olduğunu bilmiyor değilim neticede. İsteksiz geri döndüm. Çantam gayya kuyusu. İçinde babamın bıyıklarından başka herşey var. Elimi cep gözüne atıp ne kadar para varsa çıkardım. Metro bilet parasını ayırdıktan sonra dilenciye yaklaştım utana sıkıla “Excuse me” dedim. Dönüp bakmadı... “Excuse me!!!! Ayol” hiç tepki yok... “Sir!” kılı kıpırdamadı. Düşündüm. Belki kimsenin ona “Sir” diyeceğine ihtimal vermediğinden cevap vermiyor olabilir. Hafifçe omuzuna dokundum. İrkildi. Elimdeki paraları tenine değmemeye çalışarak avucuna düşürdüm. Üst dişleri tamamen dökülmüş ağzından “God bless” filan diye bir şeyler döküldü. O zaman farkettim. Sağ ve sol eli yoktu, çolaktı. Topallıyordu. Saçları en az bir yıldır su­sabun yüzü görmemişti. Yüzüme kaldırdığı gözleri sırçadan yapılmışım gibi öteme geçiyor uzaklara doğru. Parayı verdikten sonra suçlu suçlu boynumu kırıp yürüyen merdivenlere attım kendimi... Trene biner binmez de kasıtlı (kasıtlı hem de klasik) olarak unuttum adamı. Parayı verdik işte daha ne yapalım. *** Katrina sildi süpürdü New Orleans’ı. Caz dinlemeyi ve sevmeyi ilk kez French Quarter’da öğrenmiştim. Eski tüfeklerden, ustura gibi keskin bir solcu doktorla dolaşıyorduk bir gece Bourbon Street’te. Barların kaldırımlara taşan ön cephelerinde durup caz gruplarını dinliyorduk. En iyisini bulunca oturup bir “hurricane” (ironi) içiyorduk. Sanırım içinde rakı ve şarap hariç her türlü içkinin bulunduğu bir kokteyldi. Sonra çıkıp kalabalığa karışıyorduk. Bu kalabalık başkalarına benzemez. Genç­ihtiyar, beyaz­siyah, uzak­yakındoğulu, kırkbirbuçuk milletten insan tatlı ve dost bir salınışla dans ediyordu birbiriyle. Daha önce hiç bu kadar keyifli bir ortamda olduğumu hatırlamıyorum. Davullu zurnalı köy düğünlerinde bile. Havaya sıkılan mermiler irkiltir beni. Bizim solcu doktor ne dese beğenirsiniz “Ya Hale hanım, işte sosyalizm bu. Ben sosyalizmi hep böyle düşünürdüm” ‘Tam buldun’ anlamında gözlerimi devirdim “Doktorcum kader işte, sen gel sosyalizmi Amerika’da bul! Hurricaneleri fazla kaçırdın sen”. Malatyalıydı doktor, tanıdığım tüm Malatyalılar gibi müthiş bir mizah duygusuna sahipti. Gülüştük.
1/9
© bachibouzouck.com 4­5/septembre­décembre '05
Lousiana, Sam Amca’nın en kârlı gayrimenkul yatırımıdır. 1541’den Amerikalılar’ın eline geçtiği 1803 yılına kadar on ayrı bayrak çekti gönderine. Önce İspanya, sonra Fransa ve İngiltere sonra yine Fransa Florida Cumhuriyeti derken Thomas Jefferson, Napolyon’dan 750.000 dolar karşılığında satın aldıktan sonra da Amerikan Bayrağı. İç Savaş sırasında bir süre bağımsız bir cumhuriyet olan Louisiana daha sonra Konfedere (Güneyliler) kuvvetlere katıldı. Amacım tarih dersi vermek değil, çıldıran Missisipi sularının kırk sekiz saat içinde yuttuğu bu çelişkiler beldesini betimlemek için bir art alan yaratmak. Malatyalı doktorun sosyalizm imajına uysa da, Louisiana ABD’nin en ırkçı eyaletidir. Başkent Baton Rouge’da kaldığım altı hafta içinde sokaklarda hâlâ KKK (ku klux klan) işaretleri görüp, şoktan şoka girdiğimi hatırlıyorum. Ne var ki New Orleans, Louisiana gibi benzeri olmayan bir Eyalette bile apayrı bir kent. Ferforje balkonları, esrarengiz iç avluları, Fransız sokak adları, ‘black magic’ malzemesi satan dükkanları cajun yemekleri ile New Orleans, Bağdat, Mardin, İstanbul, Venedik, New York gibi eşi benzeri olmayan bir kentti(r) ve öyle kolay kolay KKK’ya filan pabuç bırakmaz. Malatyalı doktorun sosyalizm hayaline uyması da ­doktorun içtiği hurricaneleri saymazsak­ bu kendine özgülüğündendir. New Orleans’ın başkalığı yukarda saydığım kentler gibi nev­i şahsına münhasır bir alt kültür oluşturmasındandır. 1519’da Alvarez de Pindea isminde bir İspanyol seyyahın Mississippi nehri deltasını keşfi ile başlayıp, 1803 yılında Amerika arafından satın alınmasına kadar geçen sürecin yarattığı Avro­ Amerika kültür sentezine, burada bu tarihlerden çok öncesinde yaşayan (10 bin yıl) kızılderili kabilelerin, Afrika’daki Fransız kolonilerinden göçenlerin kültürel ayak izleri de karışmış ve genelde Creole olarak bilinen bir New Orleans kültürü yaratmıştır. Büyücülük, hayvanları gizlice (yasalara aykırı olduğundan) kurban etme gibi hıristiyanlık öncesi geleneklerinin yanısıra ABD nin en eski katedrali New Orleans Katedrali yanyana varolmaktadır. French Quarter’deki büyücülük dükkanına her uğrayışımda yüreğimi sırtından hançerleyene müstahakını vermek için bir çaput bebek satın alıp kalbine çuvaldızı saplardım. New Orleans’ta sevdiğim bir başka özellik Amerikalılar’ın deyimiyle hep ‘on the edge’ Attila İlhan’ın ise “ustura ağzında yaşamak” dediği yaşanmışlıktı. Yani, deniz seviyesinin çok altında olduğunu, birgün sular altında kalacağını bile bile caz dinleyip dans seline katılmanın tevekkülüydü. Katrina felaketi bir ‘acaba’ya değil ‘ne zaman’ a sığdırılmıştı. Yarlarda açan inatçı ve fütursuz çiçekler gibi. Buna rağmen bir gece önce dans ettikleri sokaklarda kendilerini, aile bireyleri de dahil herşeylerini yitirmiş olarak, boğazlarına kadar lağım sularına gömülmüş bulduklarında Creole yalancıktan şaşırmıştı.
2/9
© bachibouzouck.com 4­5/septembre­décembre '05
Sahiden şaşıran ise Amerikan kamuoyu oldu. Yani dünyanın en zengin ülkesinde bu kadar yoksul insanlar olabileceği hiç akıllarına gelmezdi. Bu sefiller ailenin bodrumda sakladığı kaçık görümce gibi birgün konukların önüne fırlayıvermişlerdi. Hem de anadan üryan. Beşer saçmaladı mı küplere bineriz de, doğa saçmaladı mı uslu uslu ceset toplamaya koşarız. Bizim gibi tuzukuruların işi kolay. Bir çek yazarsın yardım derneklerine için huzur dolu yuvarlanırsın Serta döşeğinin rehavetinde. Metro istasyonundaki dilenciyi unutturan nisyan ile malul hafıza senindir yalnız senin. Attila İlhan yoruldu (pek de ansızın değil) tutsak ustura ağzında 1 yaşamaktan. En sevdiğim ya da tek sevdiğim romanı ‘Zenciler Birbirine Benzemez’. Artık Attila İlhan’ın romanları listesinde bile görünmüyor nedense. Baskısı, okuru tükenmiş. Belki amatörken yazdığı için şiiri öylesine yoğurdu hamuruna düzyazının. Attila İlhan popülarizmin banallığına banmadan yedi edebiyat lokmasını, kitlelere ulaşmayı başardı. Onun bir ara kendini abartılı bir Osmanlıca özentisine kapıp koyuverdiği dönemin diliyle söyleyecek olursak, yalnız sanatı ile değil hayatıyla da nevi şahsına münhasır bir sanatçıydı. Beresi, tüvit paltosu, ağzında piposuyla gezerken görmüştüm Elmalı’da bir sonbahar perşembesinde. Nasıl sevinmiştim. Türkiye gibi homofobik bir toplumda eşcinselliğini gizlemeden, toplumdan af dilemeden, avamlaşmadan ‘sizin üzerinize vazife değil’ tavrını insan onuruna yaraşır bir vakarla taşımayı bildi. Attila İlhan büyük adamdı. Bu saatte hâlâ ezbere bildiğimiz şiirlerin üçüncü şahısların tekrar edildikçe aşındırılamayan, tüketilemeyen ozanı. Başımız sağolsun. (Neden olsun ki anlayamıyorum) Ölümlerde bir gruplaşma merakı var. Ya da belli kişilerin ölümü gözümüze gönlümüze daha çok battığı için biz öyle algılıyoruz. Ayrılığın sevdaya dahil (yalnız ayrılık mı, ihanet de) olduğunu tescilleyen Attila İlhan, Arthur Miller ve Rosa Parks öldü... Evet biliyorum “Alakaya çay demle” lafını ben de işittim. Çayı demlemeye devam edin. Alaka yolda. Şu sıralar aşındırılan, ayağa düşürülen “güzel insan” sözünü ilk kullanan değilse de ilk kullananlardan biri olduğuma inanıyorum ve bunun için madalya da beklemiyorum. Öylece gelivermişti dilime. Hayatımıza dış kabuğu ahım şahım olmayan muazzam bir insan girmişti. Erdemiyle, sanatıyla, mizah duygusuyla dört başı mamur biri. 1 “İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur Tutsak ustura ağzında yaşamaktan” Ben Sana Mecburum
3/9
© bachibouzouck.com 4­5/septembre­décembre '05
Ona hayranlıkla bakıp “Ne güzel insan” demiştim. Hazırun bana “sende de ne göz varmış” bakışını fırlatınca ‘anlaşılmamış kadın’ bakışımı takınıp boynumu bükmüştüm. Fiziki estetik bağlamında dış güzellik ile iç güzelliğin çakışması o kadar seyrek bir rastlantıdır ki insanı hep gafil avlar. Evet Marilyn Monroe’dan söz ediyorum harbi. Klişeye olan doymak bilmez iştahıyla Dünya, Santa Monica’lı Norma Jean’i bütün zamanların aptal sarışını ilân ettiği halde, ve Amerikan tiyatrosunun Tennessee Williams, Eugene (Gladstone) O'Neill 2 gibi üç devinden ve Amerika’nın avuç dolusu gerçek entelektüelinden birisi olan Arthur Miller’in Marilyn ile evlenmesinde hiç de şaşılacak bir yan yoktu. Bu evliliğin Marilyn’in ocaklar söndüren güzelliği, insanın içini titreten sesi, yürekler burkan masumiyeti ile bir ilgisi yok muydu, vardı elbet. Erkeklerin fiziki cazibeye olan patolojik düşkünlüğü malum. Neticede Arthur Miller de önce bir erkekti. Fakat nedense bu evlilikte ben bakir bir sevda olduğuna inandım hep. Özellikle fotoğraflara baktıkça. Bir fotoğrafta Arthur Miller, küçük bir kız çocuğuymuş gibi karısının çenesinden tutmuş; şahane yüze, güneşe dönmüş duru bir göle eğilir gibi bakar. O bakışta Hollywood’un aptal sarışının gerçek mayasını gören bilge sevdayı yakalamamak imkânsız. "Hollywood is a place where they'll pay you a thousand dollars for a kiss and fifty cents for your soul" teşhisini koyan, O, Time Be Kind Help this weary being To forget what is sad to remember Loose my loneliness, Ease my mind, While you eat my flesh. ve mademki siz aptal sarışın istiyorsunuz alın size diye Dünya ile dalgasını geçen bu muhteşem kadına aşık olmayacak babayiğit var mıydı?! Simon Signoret, "La Nostalgie N'Est Plus Ce Qu'Elle Etait" 3 otobiyografisinde, eşi Yves Montand’ın Marilyn’e neden aşık olduğunu çok iyi anladığını yazar. (İnsan ilişkilerinde Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek Fransız’ın harcıdır). Arthur Miller, Senatör McCarthy’nin ipliğinin pazara çıkartılmasında etkili olan Amerikan aydınları arasında bile, Kongre önünde sorgulandığı zaman “İsminizi söyler misiniz” sorusuna dahi cevap vermeyerek, sonra da “The Curicible” 4 oyununu 2 was born in a Broadway hotel room in New York City on October 16, 1888. O'Neill won the Nobel Prize for literature in 1936 3 'Nostalgy is not what it used to Be”, türkçeye Özlemin Eski Tadı Yok diye pek güzel çevrildi. 4 Türkçe’ye Cadı Kazanı diye çevrildi ve İstanbul Atatürk Kültür Sarayında ilk gösterimi sırasında Kültür Sarayı yandı.
4/9
© bachibouzouck.com 4­5/septembre­décembre '05
yazarak istihfafını belirtmesiyle saygınlığını artırmıştı. Tabii Arthur Miller’den söz edince “Satıcının Ölümü”nden söz etmemek ne mümkün. “Aptal sarışın” Marilyn’deki içsel zenginliği gören keskin gözlerden, Amerikan kapitalizminin bugün bile gündemdeki kıyıcılığı kaçmayacaktır. Happy’nin "My own apartment, a car, and plenty of women, and still, goddamit, I'm lonely."; Biff’in "Pop, I'm a dime a dozen and so are you” ya da Willy’nin “He died the death of a salesman, in his green velvet slippers..." sözleri bugünün Amerikasında da 1953’deki gerçekliğini koruyor. İşte bir klasiği gelgeç yapıtlardan ayrı kılan, Othello’yu, Seferberlik günlerinde, Anadolu’nun bir ücra köşesinde Shakespeare’in adını bile duymamış bir seyirciye “Arabın İntikamı” adıyla seyrettiren bu şaşmaz pusuladır. Oyun yazarlığından söz ederken, pinteresk durumların yazarı Harold Pinter’in 2005 Edebiyat Nobel’ini almasına duyduğum sevinci de dile getirmeden edemeyeceğim. The Caretaker (Kahya 1960) benim ingilizce olarak seyrettiğim ilk oyundu. Hayatımda ne Pinter’in adını işitmiştim, ne de başrolde oynayan Jeremy Irons’ı tanıyordum. Londra’da bir tiyatroya gitmek ingilizce bir oyun seyretmek için öğrencilik yıllarının üç kuruşunu bir kenara koymuştum. Yarım yamalak ingilizceme rağmen Kahya oyunu beni acayip etkilemişti. İngiltere geleneğinde Pinter da, Shakespeare gibi tiyatroya oyuncu olarak başlamıştı. Sanırım bu nedenle seyircinin iplerini çekmeyi iyi biliyor. İnsanla insan arasındaki, günlük hayatın akışında üzerinde hiç kafa yormadığımız, psişik güç çekişmesini ürkütücü bir teatral gerçekliğe dönüştüren yazarın dalak kanseri nedeniyle son ‘demini’ yaşadığı şu günlerde Nobel ödülüne layık görülmesine sevindim. Üçüncü Reicht’ın cinayetlerinde olduğu gibi hayatı ‘saçma’nın da ötesinde anlamsızlaştıran insanlık durumlarının yaşandığı dönemlerde bile sanatçı insanı anlamaya çalışmaktan geri durmuyor. 12 Eylül darbesinden sonra, Aziz Nesin’in gayretleriyle PEN’in sponsorluğuyla Arthur Miller ile beraber Türkiye’ye gelen Pinter, adıyla sanıyla Türk aydınlarının üreme organlarına elektrik verildiğini açıklayıp protesto edince toplantı salonundan çıkartıldı. Arthur Miller de onun arkasından kapıyı çarpıp çıkmıştı. Birbirleriyle ilişkisiz (gibi görünen) bu çağrışımlara iki ekleme daha yapacağım. Bunlardan birisi, On beş yıl önce Pittsburg’da tanıştığım Rosa Parks adında bidamlacık, sıska, kavruk bir ihtiyar kadındır. Alabama’nın Montgomery ilçesinden siyahi bir terzi kadının Amerika’nın sosyal statükosunu değiştiren ünlü direnişini herkes kadar ben de biliyordum. O günlerin koşullarında otobüsteki yerini bir beyaza vermek üzere yerinden kalkmayı reddetme cesaretini gösterdiği için
5/9
© bachibouzouck.com 4­5/septembre­décembre '05
kendisini alkışlayanlara “Bu kadar şamatayı anlayamıyorum. Ben toplumu dönüştüren bir eylem olsun diye yapmadım bunu... Yerimden kalkıp yerimi beyaz adama vermek saçma geldi açıkçası. Hem pek de yorgundum o gün. Yerimden kalkmaya hiç niyetim yoktu.” Rosa Parks geçen ay 92 yaşında öldü. İleri yaşına rağmen kafası omega marka bir saat gibi işliyordu. Beyaz siyah milyonlarca Amerikalı Kongre binasına yerleştirilen tabutu önünden geçerek insan onurunu yerde komadığı için selamladı. Neticede siyahı beyazı, yazarı yazmazı, Amerikalısı, Eskimosu ile insan insandı. Olur olmaz bağlamda, platformda, içerikte Amerika’yı yerin dibine geçirmenin (çoğu zaman da müstahak olarak) en revaçta spor olduğu günümüzde Steinbeck, Arthur Miller, Chomsky, Howard Zinn, Rosa Parks’ın da Amerikalı olduğunu hatırlamaktan bir ziyan gelmez. *** Bir sabah duvarlarda belirdi yüzü. Kimin nesi kimin fesi bildiğimiz yoktu. İş gidişi, ev dönüşü, çarşı, pazar yürüyüşü kentimizin duvarlarından bize gülümseyen mavi gözlü sarışın kadının posterleri sokak sokak, cadde cadde yolumuzu kesiyordu. Posterin altında ne bir isim, ne bir açıklama, ne bir reklam sloganı… Şampuan, sabun, deodorant reklamıysa neden posterin bir köşesine iki satır birşey yazmamışlardı ki. Hem bu kadın o tür reklamlardaki naylon sarışınlara benzemiyordu. O’nda farklı birşeyler vardı. Mavi gözlerinde muzip bir ışıldama, bir ‘durun hele’ ’size bir sürprizim var’ bakışı… Bir süre sonra posterdeki yüzün kime ait olduğunu, neden kentimiz duvarlarını kuşatma altına aldığını merak etmez olduk artık. Alışmıştık O’na. Sanki doğduğumuz günden beri her köşede, her dönemeçte, her yol ayrımında, her trafik noktasından bakıyordu bize yıldızsız bir gece mehtabının halesini andıran saçlarının çevrelediği güzel yüzüyle. Birgün belediyenin aklına esip, duvarları bu posterlerden temizleseydi bir yakınımızı yitirmiş gibi olacaktık. Öylesine hayatımıza kurulmuştu bu zeki bakışlı güzel kadın posteri. Tam olarak hatırlamıyorum ama altı ay filan geçmişti aradan. Bir gün posterdeki kadını televizyonda gördük. Billur bir kase kırılır gibi bir sesle ‘alafranga’ söylüyordu. Durun bidakka. Alafranga mı bu?.. Bildik bir şeyler yakaladık. Piyanolu, perküsyonlu, trombonlu… “Güzelliğin on para etmez Bu bendeki aşk olmasa Eğlenecek yer bulaman Gönlümdeki köşk olmasa.
6/9
© bachibouzouck.com 4­5/septembre­décembre '05
Çım dıs çım dıs Kim okurdu kim yazardı Bu düğümü kim çözerdi Koyun kurt ile gezerdi Fikir başka başk'olmasa. Vavvaviiii vava vava viii (bu da her ne ise) Çım dıs çım dıs Güzel yüzün görülmezdi Bu aşk bende dirilmezdi Güle kıymet verilmezdi Aşık ve maşuk olmasa. Çım dıs çım dıs Senden aldım bu feryadı Bu imiş dünyanın tadı Anılmazdı Veysel adı O sana aşık olmasa.” Veysel bu bizim Veysel. Aşık Veysel Şatıroğlu... O’nu Dünya’nın tüm çım dısları perküsyonları, piyano, flüt, trompetleri arasında bile tanırdık, kaçmazdı. “Dost dost diye nicesine sarıldım Benim sadık yarim kara topraktır. beyhude dolandım, boşa yoruldum Benim sadık yarim kara topraktır. Nice güzellere bağlandım kaldım Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum Her türlü istediğim topraktan aldım Benim sadık yarim kara topraktır Adem'den bu deme neslim getirdi Bana türlü türlü meyve bitirdi Her gün beni tepesinde götürdü Benim sadık yarim kara topraktır. Bütün kusurumu toprak gizliyor Melhem çalıp yaralarım düzlüyor Kolun açmış yollarımı gözlüyor Benim sadık yarim kara topraktır.” Kimin aklına sığardı posterdeki isimsiz kadının Veysel’den caz müziği yapıp bize dinleteceği. Duvarlarımızdaki güzelimizin alafranga da olsa, bizden olduğunu öğrenmek ısıtmıştı yüreklerimizi. Kiralık arabanın CD
7/9
© bachibouzouck.com 4­5/septembre­décembre '05
çalarında Esin Afşar’ı dinlerken bunları hatırlayıp gülümsüyorum. Kuzey Karolina’ya gidiyorum. Altı saatlik yol boyunca tekbaşınalığımın sefasını sürerken Kardeş Türküleri, Cengiz Özkan’ın Ah İstanbul, Kırmızı Buğday albümlerini dinliyorum. Yolun sonunda, North Caroline Wilmington federal cezaevinde hüküm gününü bekleyen Çorum’lu Fatih Yasin’in son duruşmasında tercümanlık yapmam gerekiyor. Önce sol elimi İncil’in üzerine koyup sağ elimi kaldırarak konuşulanları doğru çevireceğime yemin ettiriliyorum. İçimden kıs kıs gülüyorum. Ben Hristiyan değilim ki... Geçen duruşmada Fatih benden Türkçe kitap istemişti. O’na en son okuduğum kitapları götürüyorum. Tahsin Yücel’in Peygamberin Son Beş Günü; Soner Yalçın’ın Binbaşı Ersever’in İtirafları, birkaç şiir kitabı. Çorumlu bir kasabın altı çocuğundan ikincisi Fatih. Askerliğini Diyarbakır’da komando olarak yapmış. Sonra Amerika’ya gelmiş. Kaçak olarak Amerika’ya gelen Türkler’in çoğu gibi New Jersey’de benzin istasyonunda çalışırken Mücella ile tanışmış. Arabasına benzin doldururken Mücella’ya aşık olmuş. Mücella’nın anası Seyhan, Seyhan’ın ‘boyfriend’i Özkan, (amerikalılar Ozkan diyor). Özkan Çorumlu komando Fatih’e: ­Bak evladım aklını başına devşir. Burada kıyamete kadar benzin basar, ömrünü övütür gidersin. Gel sennen bir iş yapalım, cebin para yüzü görsün. Fatih’in zencirlerinden başka kaybedecek birşeyi yok. ­Yapalım kurban. Neymiş bu iş? Böylelikle Kasımpaşalı Seyhan hanımın elebaşılığını yaptığı bir sahte kredi kartı çetesinin elemanı oluyor Fatih. Kanada’dan kredi kartı yapan bir makine ısmarlanıyor. Benzin istasyonundan kredi kartıyla benzin alanların kredi kart numaralarını taşıyan binlerce kredi kartı yapılıyor. Sahte kredi kartlarıyla binlerce dolarlık alışveriş, fakat nedense Fatih’in eline geçen para devede kulak. Sonunda yakalanıyor Fatih. Savcıyla pazarlık başlıyor. Çetenin diğer elemanlarını ele verir ve onlar aleyhine tanıklık yaparsa cezasında indirim yapılacak. Fatih çok kızgın ve kırgın. Mücella’nın yem olarak kullanıldığını anlıyor. Seyhan hanım Türkiye’ye kaçıyor. Mücella’nın, anasının ‘boyfriend’i’ Özkan ile ilişkisi olduğunu öğreniyor. Analı kızlı aynı ‘boyfriend’i kullanıyorlar. ­Aman tercüman apla, n’olur söyle savcı beye bildiğim herşeyi söyleyeceğim. İsim isim, yer yer, tarih tarih bütün operasyonu açıklayacağım. Yeter ki beni geri göndermesinler Türkiye’ye.
8/9
© bachibouzouck.com 4­5/septembre­décembre '05
Sinirden dizlerim sarsılıyor. ­Neden yaaa.. Türkiye’nin ne kötülüğünü gördün aslanım?” ­Ben çok dayak yedim tercüman aplam. Babamdan, abemden, askerde üst çavuşumdan, subayımdan. Ben Türkiye’ye dönmem. Beni hapis yatırsınlar ama geri göndermesinler. Baksana tercüman apla... Adamların memleketinde kanunlarını çiğnedim, çeteye neyin katıldım. Koskoca hakim bana Mister Fatih Yasin diyor. Pliz diyor. Bana bedava avukat buluyor. Gitmem, kör olayım gitmem. Fatih’e üç yıl hapis cezası verildi. Kitapları avukatına bırakıyorum. İçim bir tuhaf yola vuruyorum. Yani Fatih diyorum kendi kendime. Hani sevda uğruna mapuslara düşmek tamamdır. Racona uyar. Fakat hapiste bile olsam Amerikanyadan gitmem ne demek oluyor. Gaza basıyorum. Esin Afşar şakıyor… “Gönül sana nasihatim Çağrılmazsan varma gönül Seni sevmezse bir güzel Bağlanıp da durma gönül Sen bir ceylan olsan ben de avcı Avlasam çöllerde saz ile seni Bulunmaz dermanı yoktur ilacı Vursam yaralasam söz ile seni. Kurulma sevdiğim gözelim deyin Bağlanma karayı alları geyin Ben bir çoban olsam sen de bir koyun Beslesem elimde tuz ile seni. Koyun olsan atlatırdım yaylada Tellerini yoldurmazdım hoyrada Balık olsan takla dönsen deryada Düşersem toruma hız ile seni. Veysel der ismini koymam dilimden Ayrı düştüm vatanımdan ilimden Kuş olsan da kurtulmazdın elimden Eğer görsem idi göz ile seni.” Çıs dım çıs dım... hale koray
9/9
© bachibouzouck.com 4­5/septembre­décembre '05