İmlasiz Dergi S.1 - Bachibouzouck.com

Transkript

İmlasiz Dergi S.1 - Bachibouzouck.com
‹mlas›z‹mlas›z‹mlas›z‹mlas›z‹mlas›z
türkiye’de kara, amargi, apolitika, efendisiz, efendisizler,
anarşi, kaosgl, kara mecmua ve daha başka dergiler, fanzinler ifade etmeliyiz ki birey insan önünde müthiş bir
ufuk açtı. kuşkusuz bunlara varlık, sombahar, ludingirra,
şiir atı, uç, radikal iki gibi farklı anlayışlara açık dergiler
ve gazete ekleri de eklenebilir. benzer katkılarından dolayı ayrıntı, metis, kesit, opus, kaos ve öteki yayınevlerini de özellikle anmalıyız. gelişme politik dünya kadar sanat-edebiyat dünyasında da yetersiz de olsa bir karşılık
buldu. promete, kül, kunduz düşleri, üto-piya, kavram
karmaşa,budala, kum yazıları, kötü tüccarlar, sardunyalar
ve kaplumbağalar, karaart gibi dergiler ve bir sürü fanzin
edebiyat dünyasında da anarşistlerin varlığını duyurmuş
oldu.
buradaki en önemli katkı okuyan yazan insanın bireyleşmeye ve kendileşmeye yönelik yıkıcı tavrıydı. okuyan ve yazanın ilk başta kendine ve yazdığına yönelik
acımasız bir okur tavrı göstermesi ve bunda ısrar etmesi
önemlidir. bu süreçde içinde taşıdığı zaaflara rağmen bireyliğin ürettiği ve sözcüğün gerçek anlamıyla bireyin
yazdığı ve yaşadığı bir pratik özelikle şiirde karşılığını
buldu. bu gelişme ve eğilimler bireyin kendinden başlayan yıkıcı bir pratiği geliştirmesine imkan oldu. burada
söz konusu gelişmenin itici gücü ise eleştirel bilincin
anarşist olduğuna ilişkin öngörüydü. ne var ki dergilerin
büyük çoğunluğu zaman içinde ya çıkamadı ya da ortodoks tavırlardan dolayı okur-yazar çevresini bile isteye
dağıttı.
bunlardan en sonuncusu olan kavram karmaşa özelikle 16-28 sayıları arasında ele aldığı konularla anarşizme sanat-edebiyat dünyasında bir alan açtı. ne var ki, dergi bir zaman sonra bir mevzi, bir özgürlük alanı olmaktan çıktı. bizi anarşist bir dergi oluşturmaya vardıran süreçte böyle başladı. yalnızca özgürlüğün geçerli olduğu
otoriter, totaliter, faşizan egemenlikçi tavırların dışında
onları reddeden başka bir eşitlikçi biçimin olabilirliğini
bir bilinç olarak kabul ediyoruz. bu da ancak anarşist bir
bakış açısıyla ve anarşizmle mümkün olabilir. bir sivil
itaatsizcinin deyimiyle ayrımlarla ve ayrılıklarla birlikte
olmanın yollarını oluşturmak istiyoruz. bunun mümkün
olduğu iddiasındayız. bu bağlamda blake’in "karşıtlık hakiki dostluktur" demesi bizim için yol açıcıdır.
imlasız başta imlanın yazı üstündeki egemenliğini ortadan kaldırmak için
imlanın dil üstündeki ve dilin ifade gücünü kısıtlayan, sınırlayan, daraltan tavrını yadsımak için
insanın kendini reddetme, yadsıma ve yenileme talebini hayata geçirmek için
için
dilin otoriterleşmesine, faşistleşmesine karşı çıkmak
bütün iktidar ve otorite biçimlerini ve hiyerarşiyi
reddetmek için
bireyin kendini yıkma ve yeniden oluşturma talebini
dillendirmek ve talep etmek için
burjuva edebiyat kurumunu yıkmak için
meşruiyeti reddeden bir kültür-sanat-edebiyat ve
özelde de şiir için
bireyin birey olarak yer almasının mümkün bir dünya ve bir dergi için
farklı hayat biçimlerinin yaşandığı bir dünyanın oluşturulması için
daha fazla özgürlük için
her türlü savaşı reddetmek için
cinsiyetçi ayrımları reddetmek için
bütün bunları gelecekten çok bugünde tasarımlayıp
yaşamak için çıkıyor.
toparlarsak adını imlasız olabileceğini düşündüğümüz iki aylık kültür-sanat-edebiyat dergisine her anlamda katkıda bulunmak isteyen arkadaşlarla buluşmak istiyoruz. dergiye yazmaktan, dizgisine, mizanpajına, baskısına, dağıtımına ve maddi sorunlarına katkıda bulunabilecek arkadaşları aramızda görmek bizi haklı çıkaracak. bu
metin bir buluşma çağrısı olarak algılansın. dostlukla.
Halim fiafak
SAHİBİ/YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ: mustafa ibakorkmaz HAZIRLAYANLAR: soner demirbaş • özcan erdoğan • hiçkimse • mus-
tafa ibakorkmaz • özgür küçüktekin • selçuk küpçük • halim şafak • murat uyurkulak
imlasız ticari amaçlı bir dergi değildir. dergide yer alan ürünlerden yazanla birlikte isteyen herkes sorumludur. imlasız’a bilgisayarla, daktiloyla, el yazısıyla yazılmış ürün gönderilebilir.
DİZGİ: halim şafak • LOGO/MİZANPAJ: mustafa ibakorkmaz • BASKI: m grup matbaacılık a.ş. 0352.321 24 11 • YAZIŞMA:
halim şafak p.k. 271 38002 kayseri • E-MAIL: [email protected]
sayısı 2.500.000 tl. yıllık katkı payı 15.000.000 tl. posta çeki numarası. halim şanlıdağ 692233
kapak resmi: armağan bilgin
imlas›z ça¤r›
her dergi geçmişe ve bugüne yönelik bir yadsıma talebidir. dergileri yadsıma ve reddetme talebi biçimlendirir. bu tavır çıkan derginin iktidar talebini de yadsımaya ve reddetmeye , iktidar karşıtlığına dönüştürür. iktidar karşıtlığı ise son derece politik bir tutumdur.
sanat-edebiyat daha özelde şiir bir iktidar alanı yaratma faaliyeti değildir. günümüzde çıkan dergiler ve yazanların büyük çoğunluğu için böyle bir şeyi ifade etmenin
mümkün olduğunu sanmıyoruz. çünkü kapitalizmin kültür endüstrisinin içine doğru
hızla yol almaktadırlar. kültür’se "burjuva toplumun her zaman en güvenli alanı olmuştur; burada tartışmasız olarak egemendir. değerleri o tespit eder." oysa "kültür, insanın hayatının kendisi tarafından belirlenebilen bölümüdür."
ilk imlasız’lar olarak kültür-sanat-edebiyatı burjuvazinin bir çember oluşturduğu
raylardan çıkarıp özgürleşmesini sağlamaktan yana tavır koyuyoruz. aidiyet ilişkilerini baştan reddediyor, bunun insanın kendinin ve kendi ürettiğinin yanında yer alması
anlamına gelmesi gerektiğini açıkça ilan ediyoruz.
bugünün çoğu dergisi güncelliğin peşinde magazinelleşirken- aslında bu da endüstrileşmenin sonuçlarından biridir.- bir yandan da var olana eklenen bir yapı olmaktan kurtulamamaktadır. endüstrileşme başka bir bağlamda ise dergilerin tekelleşmenin
yanında yer almasını sağlamaktadır. bununsa muhalifliğin uzlaşmalı bir karşıtlığa dönüşmesi, dönüştürülmesi dışında başka bir açıklaması yoktur. böyle bir düzlem karşısında yazı (eleştiri) terry eagleton’un deyimiyle ya edebiyat endüstrisinin kamu ilişkileri kolunun bir parçasıdır ya da bütünüyle üniversitelerin içinde kalan bir konudur.
okur-yazarın yapacağı ise yazıyı bu iki özelliğinden kurtarmak olacaktır. başka bir deyişle bunu çelişkileri derinleştirmek olarak da anlayabiliriz.
günümüzde varolan verili sanat-edebiyat dergilerine ve burjuva edebiyat kurumuna yönelik bir saldırının yine sanat-edebiyat erbabı tarafından örgütlenmesi en azından bizim için bir zorunluluk olarak görünmektedir. anarşizm tam da bu noktada
"dünyanın bu halinin olağan kabul edilerek benimsenmesine karşı bir saldırıdır." denebilirse politika ile sanat arasındaki ilişkiyi kışkırtmak ve dünyaya tüm gücümüzle saldırmak istiyoruz. bu politika ve kültür-sanat-edebiyatla eleştirel bir hesaplaşma olarak da anlansın istiyoruz. "tahakkümün bütün biçimleri karşısında" birey insanı muhalif olmaya çağırıyoruz.
bu bir bakıma okur ve yazar için acımasız bir okur ve yazarlığa ilişkin de düpedüz
bir çağrıdır. imlasız yazana ve yine kendinin oluşturduğu dünyaya yönelik bir hesaplaşma ve saldırıyı şiddetle önermektedir. söz konusu hesaplaşmanın kültür-sanat-edebiyattan hayatın bütün alanlarına doğru bir gelişme istidadı göstermesi gerektiği de
açıktır. bu bağlamda imlasız dünyaya ve kültür-sanat-edebiyata yönelik radikal ve politik bir eleştiri olma iddiasındadır.
3
biliyoruz; yıkmadan ve o yıkımdan arta kalan hafriyatı ortadan kaldırmadan yeni
bir şey yapamayız. üretmenin yolu yıkmaktan geçer. bu anlamda imlasız okur ve yazarı doğrudan bu yıkma eylemine katılmaya ve yıkmaya çağırmaktadır. yazanın kendine ve yaşadığı dünyaya yönelik kayıtsızlığına, ilgisizliğine hayır demektedir. yazan yaşadığı iç ve dış dünyada-coğrafyada hiçbir şey olmuyormuş. yaşanmıyormuş gibi davranma lüksüne sahip değildir.
imlasız bir dergi olarak gücünü "eleştirel bilinç anarşisttir" öngörüsünden almaktadır. sanat-edebiyatın sorunlarına yaklaşımda anarşist saiklerle hareket etmek
kendimize ve dergiye yönelik taleplerimizin başında gelmektedir. tam da bu noktada
mahvetmesini bilmeyen eleştirmesin dememize kimsenin itirazı olmasın.
kaybedeceğimiz hiçbir şeyimiz kalmamıştır. iktidarla küçücük bir alışveriş dahi
şerefimize kast eder hale gelmiştir. serbest piyasanın profesyonel mekanizmaları kültür-sanat-edebiyat alanında yapılanma sürecini tamamlamak üzeredir. orası artık en
vahşi tarafından bir sömürü alanıdır.
kültür endüstrisi nasıl ki devrimci, özgürlükçü, yaratıcı ve ilerici olanla bağlarını
doğası gereği büyük bir hızla koparmaya yönelmişse, (bunun iyi bir gelişme olduğu da
iddia edilebilir) karşısında duranların da aynı, belki de daha büyük bir hızla ondan kopuşa yönelmeleri gerekir. "sanatsal radikalleşme, aynı anda hem yıkıcı hem de biçimlendirici etki yapan engellere ve kopuşlara dayalı olarak gelişir." imlasız bu
anlamda bir kopuştur. bunun kazanıldığı belirtilen "mevzilerin" gerisine çekilme, mevzileri kaybetme olarak anlanmasına ise hiçbir itirazımız olamaz. gerçekten de öyledir.
4
tam da noktada, konuşabildiğimiz her zemini (meyhane masaları hariç) bir yıkım
ve hafriyat yerine çevirebilme yeteneği taşımalıyız. niyetimiz, var olduğumuz her yeri
kelimelerle ateşe vermektir. yani artık laf yetiştirmek değil, ayak üstü küfredip çekip
gitmek saatidir. bu bağlamda aramızdaki eski ilişki biçimlerini söküp atmamız gerekir.
bize lazım olan yeni bir kardeşlik hukuku, yeni bir ilişkiler ahlakıdır. mesafeyle fedanın, farklılıkla dayanışmanın bir arada bulunabileceği, dinamik ve taze bir formdur.
böyle bir formun arzusunu ve mümkünlüğünü dile getiriyor ve yola koyuluyoruz.
imlasız öncesinde sonrasında imla’nın dile yönelik egemenliğini kırmaya yönelik
tavrını bütün pratikler ve hayatın kendisi için söz konusu etmektedir. dilin ifade gücünün önündeki engelleri yıkmak bir bakıma hayata yönelik yıkıcı ve etik bir tavırdır. bu
bağlamda imlasız’ın eleştirel gücünü anarşizmin yıkıcı eleştirel tavrından aldığını bir
kez daha ısrarla belirtiriz.
imlasız ilk sayısının çıktığı mayıs-haziran 2003 tarihinden başlayarak iki ayda bir
anarşist eleştirel bilince sahip tavrıyla okur ve yazarlarının katkısıyla yine okur ve yazarlarıyla buluşacaktır.
bu metin genelde hayat özelde de kültür-sanat-edebiyat temelli bir dayanışma ve
karşılıklı yardımlaşmaya açık politik bir çağrıdır. ilk imlasız’lar okur ve yazarı imlasız’ın bu çağrısına kayıtsız kalmamayı talep etmektedir. dostlukla.
ilk imlasız’lar. soner demirbaş-özcan erdoğan-hiçkimse-mustafa iba korkmaz-özgür küçüktekin-selçuk küpçük-halim şafak-murat uyurkulak
amnezia
sabahattin mutlu
"ayd›nlar›n görevi bir s›n›f olarak intihar etmektir"
che
I
son yaprağı da düştü bahçemdeki nar ağacının
rüzgarçanı sustu.
yıkıldı kumdan kuleler.kağıttan kayık battı.
yarısı uçmuş çatının. metruk kırlangıç yuvası.
anahtar deliğinden ufku sızdıran
kapı da kapattı kendini.
II.
ne ilk ne sondur.bizi terkeden devrim
telaşa mahal yokken yine devretti devlet.
yine dillerim lal.yine boynumda ekimoz.
tarih ki enkazı belleğin
ten münzevi.tin bimekan olmuştur.
gözleri gönlüne esir ahraz bir çocuk şimdi şiir.
5
geçmiş.gitti geldi.neyse ki uzun sürerdi gelecek*
III.
ankadan bozma kanatlarıyla
kaideler üstünde titreyen kara kuğular
belki de bir deniz türüyüz oltalarda yaşayan.
kuyunun dibinde kendi ipini arayanlar
sözün sözle boğulacağı bir vaktin
bekleyişi boşunadır.
ey hafıza-i beşer
senin malulü olduğun nisyan
tarihin ardamarında gizlidir.
devlet içinizdedir.
çarmıh ve sehpa gizlice el değiştirilir
ve koparılan her sayfanın yerine
siyah bir dipnot eklenir.
devrim içinizdedir.
amnezi:bellek yitimi
* "gelecek uzun sürer".
louis althusser
ben yarat›c›y›m!...
hiçkimse
6
Ey Okur!
Eğer bu yayın organını satın almış ya da eline geçirmişsen, sayfalarını karıştırırken bu satırlara gözünün takılma ihtimali var demektir. İşte o ihtimal gerçekleşir de, bu yazıyı okumaya başlarsan, bu satırlarının yazarının sana söyleyecek sözleri olduğunu ama bu sözlerin sende
de varolan benzer kaygıların bir ifadesi olmaktan ve bir yayın organında derli toplu ifade edilip basılmış olmaktan başka bir değer taşımadığını göreceksin. Bunu peşinen bil ve öyle oku
bu yazıyı.
Çünkü bu, satırların yazarı ben yaratıcıyım demekten korkmuyor. Yaratıcılığın ne kimsenin önüne dikilen bir engel olabileceğini ne de birilerini rahatsız edebileceğini düşünmek istemiyor. Çünkü o, yaratıcılığın kimsenin tekelinde olmadığını, bilim adamı, aydın, sanatçı, şair, vs. bir kimliğe sahip olmasa da yaratıcı olabileceğini biliyor. Çünkü o, "ben yaratıcıyım"
demenin ben şahaneyim demekle aynı şey olmadığını, tersine kendi yaratıcılığına olan özgüveni ifade ettiğini ve bunun "ben yaratıcıyım, çünkü sen de yaratıcısın" anlamına geldiğini düşünüyor. Kendindeki yaratıcı enerjiyi hisseden her insanın bir süre sonra ya "made in yaratıcı"
patenti alarak "toplumsal yaratıcılık" kurumlarınca onaylanmak (seçkinler katında yerini almak) ya da kendi yaratıcı potansiyelini inkar edip bu işi "erbablarına" bırakarak toplumsal işbölümü içinde kendisine layık görülen (memur, işçi, erkek, kadın, anne, esnaf, tacir, vs. gibi)
"yaratıcı olmayan" kimliklerden birine razı olmak, seçimiyle karşı karşıya kalacağını, ama
hiçbir zaman bu ikisinden birini seçmek zorunda olmadığını, bu ikisinden birini seçmenin aslında aynı şeyi seçmek demek olduğunu düşünüyor. Çünkü diyor, kendi yaratıcılığından vazgeçmiş birinin bir başka yaratıcıya duyduğu hayranlığın ve ona verdiği değerin ne anlamı olabilir? Bir yaratıcının yaratıcılığını iyi anlayabilmek için, onun yaratımını kendi içinde yeniden
ortaya koyabilecek, başka yaratıcılara ihtiyaç vardır. Benim doğrularımı ve yaratıcılığımı ancak
başka yaratıcılar anlayabilir, kullar değil. Kullar yaratıcıyı yüceltir ve alkışlarlar, ama onların
değersiz yargıları ve anlamadan koparttıkları alkışları, yaratıcıya kıvanç değil tiksinti verebilir.
Nietzsche’nin dediği gibi; "yoldaşlar ister yaratıcı ve hasat arkadaşları..."
Ben yaratıcıyım, çünkü: Binlerce yıldan beridir birilerinin; benim, senin, onun yaratıcılığını söndürmeye çalıştığını, biricik varoluş nedenimizi elimizden alıp bizleri kullaştırmaya çalıştığının farkındayım. Hep aynı oyun oynanıyor.
Önce benim yaratıcı çabalarım, faaliyetlerim görmezden geliniyor. Eğer bıkmaz da yaratmaya devam edersem, dudak büküp küçümsemeye başlıyorlar. Ben gerçekten kararlı isem ve
buna da pabuç bırakmıyorsam bu kez doğrudan hücuma geçiyor ve yerden yere vuruyorlar beni. Tabii bu arada istemeden kaale almış oluyorlar. Dikkatler üstüme çekilmiş oluyor.Ben yine de yılmadan yaratmaya devam ediyorsam, üstüme yönelmiş dikkatleri etkileme şansım oluyor. Bu defa beni yıldıramayacaklarını anlamaya başlıyor ve geleneksel uysal-kul davranışları
göstermediğimi fark ediyorlar. Bu durumda yapılacak tek bir şey kalıyor; bana sahip çıkıp beni aralarına almak ve çabucak ‘öteki’ kullardan soyutlamak.
Çünkü böylesi bir konumda olmak ve aralarına kabul edilmemek en büyük tehlikedir onların geleceği için. Bana bakıp öteki kullar da kendilerini yaratıcı ‘sanmaya’ başlayabilirler.
Düşünebiliyor musunuz? Herkesin yaratıcı olduğu bir dünyada tanrıların ne önemi kalır? Çarçabuk bir törenle "made in yaratıcı" yaftası boynuma asılır, gözlerim kamaştırılmaya çalışılır.
Artık boynumdaki yaftamla gerine gerine dolaşabilirim kullar dünyasında. Çünkü bu dünyanın tanrılarından biriyimdir ve hem benim yaratıcılığım hem de düzen kurtulmuştur. Yani ne şiş
yanmıştır ne kebap. Ya sen, o, ötekiler ne olmuştur, ne olacaktır? Benimle onların dünyası ayrıdır artık ve eğer yanıma gelmek isterlerse aynı çileli yollardan geçmek zorundadırlar. Ve kendi yaratıcılıklarını kurtarmak istiyorlarsa, sistemi de kurtarmak zorundadırlar.
Ey okur!
"Ben yaratıcıyım" diyen bu satırların yazarı, senin de aynı sözleri söylemeni istiyor. O
bunu söylerken, asla "ben yaratıcıyım çünkü başkaları yaratıcı değil" demek istemiyor. O sadece kendindeki yaratıcı potansiyele sahip çıkıyor ve başkalarının yaratıcılıklarını yargılama hakkını kendinde görmüyor. Senin yaratıcı olman ve bunu ortaya koyman onu mutlu edecektir.
"İşte kendini ve yaratıcılığı savunan bir yoldaş" diye düşünecektir. Bu yüzden onun yaratıcı olması da seni rahatsız etmesin. Şunu unutma ki, siz asla rakip değilsiniz. Yaratının tanıdığı tek
rekabet duygusu, kişinin kendisiyle olan rekabetidir. Seni başkalarıyla yarıştırmak isteyenler
daima olacaktır, ama sen bu tür kategorilendirmelere yüz verme. Sen kendini bilirsin, başkalarının övgüleri de yergileri de hiçbir zaman tek başına ölçü değildir. Sen yarattın mı onun hazzını zaten duyacaksındır. Dostlarının eleştirilerini mutlaka dinle ama yine de doğru bildiğini
yap. Çünkü ne yapman gerektiğini, asla başkası söyleyemez sana. Onu ancak sen bulursun.
Bu sana bir çağrıdır. Ey okur!
Kendindeki yaratıcılığa sahip çıkmak istiyorsan, seni yaratımdan yoksun bırakmak isteyenleri bir an bile unutma, onlarla mücadele et, uzlaşma. Senin yaratıcılığını onlara kabul ettirme kaygısı gütme sakın. Onlar zaten kabul edeceklerdir. Eğer onlara bunu kabul ettirmeye
çalışırsan, onların senin üstündeki "tanrı" konumunu kabul etmiş olursun. Ve bir gün boynuna
"made in yaratıcı" yaftası asarak seni taltif etmeye kalktıklarında, onları reddetme cesaretini
kendinde bulamayabilirsin. Bu yüzden tanrı olma, yaratıcı ol! Kul olma insan ol! İnsan ol ki,
hayata tanrılar katından değil, ölümlüler arasından bak! Seni besleyecek olan hayattır. Ve
hayatın içinden al ki, hayata verebilesin yani yaratabilesin. Boynuna asmak isteyecekleri
"made in yaratıcı" yaftasını yere fırlat! Fırlat ki onların boyunlarındaki yaftalar da sarsılsın,
değersizleşsin! Yaftasız yaratıcı ol! Ki insanın ne kadar yaratıcı olabileceğini dost-düşman görsün.Unutma ki insan yaratımla bütünleştikçe, tanrılar değersizleşecek ama insanlar yücelecektir. Yaratımlarla örülmüş yaşamlar, estetiği"sanat" gibi sınırlı ve kapalı kutulardan çıkarıp
hayatın tüm yüzeylerine yayacaktır.
Haydi öyleyse!
Yaratıcılığına sahip çık!
Yaşamını yaratıcı kıl, yaşamına sahip çık!
Seni bana, beni diğerine yabancılaştıracak olan rüşvetleri kabul etme!
Yaratıcılığını kurtar, sistemi kurtarma!
(Ateş Hırsızı dergisinden alınmıştır.)
7
vapur iskelesinde
hakan ç.
8
Yaslanıyorum
Gözlerim bir yara gibi kabuk bağlıyor
Ellerim diriliğini kaybetti
Yanaklarım et parçalarıyla dolu
Kaç yıldan beri
Omuzlarımda bir ağırlık
Kulaklarımda bir uğultu
Sürüyerek ayaklarımı
Yaklaştım vapur iskelesine
Beni fazla çalıştırmıyorlar
Pek yanıma yaklaşmıyorlar
Her zamanki sandalyemde oturup
Ağır ve yıllanmış nefesimi dinliyorum
Etrafı seyre dalmak eğlendiriyor beni
Sizlere hiç dokunmadan titrek ellerimle
Bir aksam eve dönüşte
Bırakıverecek beni yolun ortasında gölgem...
21. yüzy›l bat› ›rkç›l›¤›n›n
sald›r›lar› – I : 2003 ›rak iflgali
hüsamettin çetinkaya
"Bizim bütün buluş ve ilerlememiz, entelektüel hayata maddi güçler kazandırmak ve
maddi bir güç içindeki insan yaşamını yavaş yavaş
yok etmekle sonuçlanmış gibi görünmektedir."
Marx
"İnsanların psikolojik ya da biyolojik "hafızası" olan
şey "ırk" değildir. Fakat modern toplumların tarihsel hafızasının en kalıcı biçimlerinden birini temsil eden şey ırkçılıktır. ... Nazi ‘imha’sının tasavvur edilemez karakteri,
Türk karşıtı ve Arap karşıtı ırkçılığa da musallat olan imha arzusunu eğretilemek üzere çağdaş ırkçı karmaşığa
yerleşmiştir."
(Etienne Balibar, 2000, s.60)
20.yüzyılın son yıllarına denk gelen ‘Batı Irkçılığı’nın
son saldırısı, Bosna ve ardından gelen Kosova saldırıları
idi. Önce Bosna’da sonra Kosova’da on binlerce insanın,
Boşnak’ın, Hırvat’ın, Arnavut’un öğretmen, imam, çocuk,
kadın ihtiyar demeden öldürüp toplu mezarlara atıldığı ceset yığınlarıyla, toplu tecavüzlerle rahimlerinde düşman
bebekleri peydahlamaya mahkum edilen kadınlarıyla, yakılıp yıkılan köyleri şehirleri ve hatta paranoyak bir intikam duygusuyla çok-kültürlü tarihi eser, anıt ve yapıların
yerle bir edilmesiyle akıllardan çıkmayan, Sırp ırkçılığının
soykırımıydı bu. Soykırımı Sırplar yürüttüyse de ırkçılığı
tüm Avrupa paylaştı. Çünkü başta Almanya tüm Avrupa
ülkelerinin -ki bunlar ‘insan hakları’ ve ‘demokrasi’ ihracatı ile ünlü ülkelerdir- bir yılı aşkın bir süreyle, hemen sınırlarında, gözlerinin önünde cereyan eden bu katliamlara
seyirci kalmaları, ırkçı bir seyirdi. Şiddet sadece uygulayarak üretilmez, uygulanan şiddeti seyretmekle de üretilir.
Bizim Irak işgalini ve binlerce asker-sivil insanın öldürülüşünü -bütün dünya ile birlikte- seyrettiğimiz gibi. Bir
farkla, (bu gerekçe bizi aklamasa da) ırkçı–faşist bir baskıya maruz kalarak seyretmek zorunda bırakıldık, (bu nedenle de bir ‘hınç’ travması yaşıyoruz) Avrupa, Bosna katliamlarını hiçbir baskıya maruz kalmadan ‘özgür iradesiyle’ seyretti. Aradaki fark Batı ırkçılığını tercih etmekle, Batı ırkçılığına maruz kalmak arasındaki farktır.
Bu paragrafta bir olgu dile getiriliyor mu? Evet. Peki
bu paragrafta dile getirilen olgu ‘nesnel olarak’ dile geti-
riliyor mu? Hayır. Peki bu olgunun, hangi tür anlatı tarzı
(bilimsel, ideolojik, dinsel, politik, edebi vb.) kullanılırsa
kullanılsın ‘nesnel olarak dile getirilme ihtimali’ nedir?
Çünkü, hiç kimse aidiyeti dışından konuşamaz. Bugün
dünyamızda aidiyet dışılık diye evrensel bir konum yoktur.
Konumunu gizlemenin biçimi olarak evrenselcilik vardır.
Ötesinde, dil (en azından bir kültür inşacısı olarak) aidiyet
dışı değildir. Aynı soruyu başka bir biçimde tekrar kurarsak, Batı ırkçılığının saldırıları (örn. Irak işgali ya da Filistin işgali) hakkında konuşmanın ‘nesnel-tarafsız’ zemini
yoksa, yani her konuşanın tek tek şu ya da bu milliyetçiliği kendi tanımladığı şekliyle karşıtına yansıtma riski (her
milliyetçilik kendine ayrıcalık talep ederken ötekini dışlama üzerine kurulur ve milliyetçilik tanımını ötekine yansıtır) varsa? Her analiz kendi kimliğini kurduğu ve gerekleriyle kendini yükümlendirdiği, kısaca tanıdığı ve tanındığı
-ulus, sınıf, ırk, etnik, temelinde- tekci (partikülarist) ya da
özgürlük, eşitlik, kardeşlik, demokrasi, insan hakları, temelinde evrenselci (enternasyonalist) iki karşıt ‘kutup’
kuruyorsa, ve bunların birbirlerini tanımlama probleminden başlayarak ‘mücadele dışında’ bir varlık biçimi yoksa? Bunun anlamı, Batı ırkçılığının saldırıları gibi bir olgunun politik çözümlemesinin nesnel olarak yapılamayacağı
mıdır? İzin verirseniz, konuya farklı bakma imkanı yaratacağı düşüncesiyle, üst üste birkaç alıntı vereceğim:
"Hayır, ... ancak bu durumda nesnellik, milliyetçiliğin
birkaç maddi temele ya da ‘psikolojik mekanikçiliğe’ a
priori indirgenmesi anlamını taşımaz, fakat onun oluşumunun tarihsel irdelenmesi, özgül biçimleri ve öteki toplumsal (konjonktürel hç.) olgularla karşılıklı etkileşimi
anlamını taşır. Bununla birlikte, burada nesnellik, önceden
varsayılan katıksız bir evrenselci bakış açısıyla eşitlenemez. Partikülarizm (ya da ayrımcılık) her bir milliyetçilikle, çözümlenmesi gereken ‘bakış açısı’nın, evrenselci bir
yer olması gerektiği düşüncesine kolayca yol açtı: fakat
her milliyetçiliğin içinde evrenselci bir unsura, az ya da
çok evrenselci kurtuluş talebine sahip olduğu zaten açıktı,
oysa her teorik evrenselciliğin (dinsel, bilimsel ya da toplumsal) her zaman bir partikülarizmi (ya da ayrımcılığı)
içerdiği gizli kaldı" (Balibar, 2002, 58)
"Birincisi, hepimizin ait olduğumuz, ‘değerlerimizi’
aldığımız, ‘bağlılık’ duyduğumuz, ‘toplumsal kimliğimizi’
tanımlayan muhtelif ‘cemaatlerin’ hepsinin tarihsel ya-
9
pımlar olduklarıdır. ... Ve bu nedenle yüzyıllar boyunca gelişimlerine ve yapılarına ilişkin olarak yapılmış tüm tarihsel tanımlar kaçınılmaz olarak bugünün ideolojisini yansıtırlar. İkincisi, Evrenselcilik bize her zaman, ulusal, kültürel, dinsel, etnik ya da toplumsal partikülarist kutupların
tam karşıtı olacak bir çözümleme ya da çekim kutbu olarak sunulmuştur. Bu zıtlık, bu çatışma bize, gerçeklikle ilgili hatalı değilse bile aldatıcı bir görüş olarak görünmektedir. Bu ideolojiler daha yakından incelendikçe, birbirlerini ne kadar kapsayıp gerektirdiklerinin farkına varılır. O
kadar ki, bir madalyonun iki yüzü olduklarından şüphe etmeye dek gidilir." (Wallerstein, 2000, 283-4)
Ve son olarak;
"Toplumsal koşulların her politik çözümlemesi, hem hakim koşulların yapısal nedenselliğini ve hem de onların ürettiği toplum-etkisini (Althusser) açıklamak durumundadır"
(Balibar, 2002,13).
10
Yukarıdaki soruyla ilgili olarak, hem Balibar’ın hem
de Wallerstein’ın yanıtları bir belirsizliğe işaret etmektedir. Yani bir analizin ‘nesnel’ argümanlarının ‘değerler’den mutlak bağımsızlığının olanaksızlığına işaret etmektedir. Balibar’ın verdiği son tanım ise, -Wallerstein’ın,
her tarihsel tanımın bugünün ideolojisini yansıtacağı uyarısını unutmadan- o olgunun oluşumunun tarihsel irdelenmesi, özgül biçimleri ve öteki toplumsal-konjonktürel olgularla karşılıklı etkileşimi anlamında hakim koşulların
yapısal nedenselliğini ve ürettiği toplum-etkisini açıklamak anlamında, kendi adıma gelinen noktadaki en kabul
edilebilir yaklaşımdır.
Bugün, Batı evrenselciliğinin partikülarist (milliyetçi)
saldırısının özgül biçimi, ‘öteki’ni hor görme ve dışlamaya dayalı Batı ırkçılığı (Irak işgali) olarak somutlaşmıştır.
Bu ırkçı işgalin yapısal nedenleri (uzun bir analizi gerektirse de) şu birkaç nokta etrafında toparlanabilir:
1) Varolan Büyüklü küçüklü devletlerin (ulus-devletlerin)
çözülme, dağılma sürecinin krizi ile bir (AB’yi de sayarsak birkaç) küresel gücün, dünya ölçeğinde çıkarları –paylaşımı- düzenleyecek henüz var olmayan bir ‘devletler
arasılık sistemi’ inşa etme sürecinin krizi arasında bir savaş: 2) Sadece II.Dünya savaşı galiplerinin kurduğu ve bu
yüzden de tam meşruiyet kazanmamış hukuken (de jure)
geçerli olan ‘uluslarası sistem’ ile ABD tarafından fiilen
(de facto) geçerli hale getirilen (geçici de olsa, Hobbes’un
doğal durum dediği ‘savaş hali’ koşullarının yürürlükte olduğu) ‘sistem-yokluğu’ arasında bir savaş: 3) Her ne kadar Samuel P. Huntington’a katılmasam da, evrenselci saldırıların, toplumların partikülarist zeminlere ‘sığınmak zorunda kalmalarına’ yol açması ölçüsünde, dünyada olmak
(Doğu) ile dünyaya sahip olmak (Batı) arasında bir savaş:
4) Bütün bunların toplum-etkisi (Althusser), ya da felsefi
ifadesi olarak, toplumların (Amerikan, Avrupa, Türkiye ve
Arap toplumlarının) bireylerinin kendileri ile kendi bilinçleri ve bilinçaltları arasındaki bir savaş (ya da travma); 5)
Ve nihayet, küresel kapitalizmin –yıkılmış liberalizmden
devraldığı- özel mülk sahipliğini ‘özgürlük’ olarak dayatması ile, yerel direniş çokluklarının –yıkılmış sosyalizmden devraldıkları- sınıf mücadelesinin uzlaşmazlığını ‘özgürlük’ olarak dayatmaları temelindeki hegemonya mücadeleleri arasında bir savaş -ve antagonizmin dünya ölçeğinde sürekli yeniden üretimi.
Bu yazı doğal olarak -yer ve zaman sınırı nedeniylebir ‘değini yazısı’ olmaya mahkum. Bu yüzden öncelikle,
Batının kendi haklılıklarını inşa etmekte öncelikle kullandığı, ‘evrensel değerler’in, tarihi oluşumu ve özgül biçimleri ile başlayarak, yukarıdaki çerçeveyi kısaca açmak istiyorum.
Kant’a göre;
"Aydınlanma, insanın ... ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olamayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır."
(Kant, 1983, 139)
Demek ki iki tür insan var, biri kendi aklını kullanamayan, aydınlanmamış olan, doğal ya da yabanıl insan
–ya da insanın ikinci doğası- öteki de kendi aklını kullanabilen, dolayısıyla aklını kullanamayana kılavuzluk etme
sorumluluğunu taşıyan, modern, aydınlanmış insan.
Kant’ın modernlik kurgusu, Aydınlanmış bir ‘biz’ (Batı insanı) kimliği tanımlayarak, bu aidiyetin dışında kalan,
‘dışlanan’ bir ‘öteki’ (yabanıl) inşa etmekle tam da, üstulus temelli bir milliyetçiliğin (Batı milliyetçiliğinin) ilanıdır. Ancak bu, -giderek bilime içselleşecek olan aklın ve
özgürlüğün- evrenselliği dolayımı ile yapılır (her ideoloji
kendini evrensel kurtuluş adına sunar –Althusser-). Peki,
bu kendini ‘ergin olmayan’ dan ‘sorumlu’ ilan eden, insanlığı aydınlatma misyonunu üstlenmiş ‘modern insan’,
‘yabanıl’ın aydınlanması için ne yapacaktır? Onu köle mi
yapacaktır, onu sömürü altında yaşamaya mahkum mu
edecektir, yoksa ona saldıracak, öldürecek midir? Elbette
hayır, bunlar tarihte kaldı (!) , sadece ona özgürlük götürecektir, çünkü;
"Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez. Ve
bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız
olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü"
(Kant, 1983, 140-141)
Şimdi Amerika’nın Irak işgaline neden ‘Özgürlük
Hareketi’ adını verdiğini ve aklı, her yönüyle (TV ekranlarındaki haritalar, çizelgeler, grafikler, istatistikler, uzay fotoğrafları ve hatta akıllı bombalar, lazer bombaları, güdümlü füzeler, süper tanklar, B-52, F15, 16, T10, vb. sonsuzluktaki süper savaş teknolojisi yönleriyle) ve her bakımdan çekinmeden, (karadan, denizden, havadan hiçbir
kural ve sınır tanımadan, sivil, çocuk demeden) kitlenin
önünde (üstünde, yanında, evinde, okulunda, doğumevinde, vb...) apaçık olarak kullanmak (öldürmek) özgürlüğü
olarak kullandığını anlayabiliyoruz. Amaç son derece masum, insani ve demokratiktir: Bu aydınlanmamış yabanıllara özgürlük ve demokrasi götürmektir. Kant’ın vizesini
verdiği Aklı her yönüyle, her bakımdan çekinmeden kullanmanın yol açtığı sonucu Marks’ yukardaki alıntılanan
sözlerinde, –Amerika’nın Irak işgali ya da İsrail’in Filistin işgaline işaret edercesine- belirtmektedir. Batı’nın, aklın bu kullanımını teknik akla dönüştürme tarihi, Batının
‘ahlakı’ tarafından (Irak işgalini ‘meşru kılan’ ahlakını da
içerecek biçimde) öncelenmiştir.
İşgal gerekçesi, bu ‘yabanıl insanların zorba yönetimi’nin, kimyasal silah bulundurması ve başta, dünyanın
bir ucundaki Amerika olmak üzere çevre ülkeleri tehdit
etmesidir. Üstelik, Birleşmiş Milletler silah denetçilerinin
aylarca aramalarına ve kimyasal silah bulamadıklarını ilan
etmelerine rağmen. Ayrıca, ‘Batı’nın kimyasal silahlar konusundaki tavrı çok açıktır: I. Dünya savaşında İngiltere
Kraliyet hava gücü, tanklar ve uçakların yanında kimyasal
silah kullanımını "inatla karşı çıkan Araplar üzerinde tecrübe etmek üzere" Winston Churchill’e izin için başvurduğunda şu yanıtı alır:
"gaz kullanımına dair iğrençlik nitelemesini anlamıyorum..... medeniyet dışı kabilelere karşı zehirli gaz kullanılmasının kesinlikle yanındayım.... sadece en öldürücü gazları kullanmak gerekli olmayabilir; yine de, çok büyük sıkıntıya neden oluyor ve bir terör yaratıyorsa, cephedekiler üzerinde
fazla kalıcı etkiler bırakmayan gazlar kullanılabilir." "Biz gerektiği durumda, cephede hakim olan kargaşaya en seri şekilde son verme sonucunu sağlayan herhangi bir silahtan yararlanmamayı kabullenemeyiz." Diyen, Churchill’e göre,
kimyasal silahlar "Batı biliminin modern savaşa uygulanmasını..." temsil eder. (aktaran, Lichtman 1995, 519).
Irak’a kimyasal silah teknolojisini Almanların, nükleer teknolojiyi Fransızların, laboratuar ve ekipmanı İngilizlerin satmış olması Batı için bir şey değiştirmiyor. Savaşın
sonuna kadar İngiliz ve ABD askeri yetkililerinin Irak’ın
hiçbir yerinde kimyasal silaha rastlamadıklarını -çekingen
bir dille de olsa- söylemiş olmaları da -artık- bir şey değiştirmiyor. ‘Yalan ve iki yüzlülük’ sadece ‘şark kurnazlığı’na atfedilecek bir ahlaki düşkünlüğün ifadesi değildir.
Batı kültürünün, kadim döneminden bu yana, her durumda çekinmeden kullandıkları, ‘casuistique’* bir ahlaki
düşkünlüktür. Ve bu kez de Batı’nın Irak işgali için gerçek
nedenleri gizleme işlevini başarıyla yerine getirmiştir. Kısaca Batı ulusları kendi ulusal çıkarlarını, her zaman akılözgürlük özdeşliği olarak, ‘evrenselci bir değer biçiminde, -günümüzde daha çok ‘demokrasi ve insan hakları’
söylemi içinde- paketleyerek sunmayı ve bu ‘Churchill
ahlakı’nı da medya-akademi egemenliği sayesinde sessizlikle boğmayı başarmışlardır.
Kant’ın aydınlanma için modern insana kullanmasını
öğütlediği aklın Batı özelinde aldığı biçim, teknik akıl temelinde, savaş sanayi teknolojilerini üreten bir mühendislik bilgisine ve (elbette yönetici sınıfın bakışından tanımla-
nan sosyolojiler ve psikolojiler desteğindeki) yönetim bilimine dönüşerek -görmediği insanların hayatı ile bastığı
füze fırlatma düğmesi arasındaki ilişkiyi tümüyle koparan- (ama yine de düğmeye basmadığı zamanlarda gitar
çalarak ‘huzur’ aramak zorunda kalmasını engelleyemeyen) mekanik bir dünyanın yaratılmasını sağlamıştır. Bilim
bugün, üniversitelerdeki savaş ve uzay teknolojileri bölümleri aracılığıyla, militarizmin ve piyasanın siparişleri
aracılığıyla, politik sistemin halkla ilişkiler, yalancı istatistikler, iletişim manipülasyonu teknikleri talepleri aracılığıyla vb. ekonomi ve politikaya eklemlenmiştir. Bu da bilimin ulus (USA) çıkarlarına hizmet etme pratiğine dönüştüğünün tipik bir göstergesidir. Bilgi çağı denen bugünkü
dünyada bilimin (yani ulusal çıkar adına doruğa tırmanan
teknoloji fetişizminin) hala ‘evrensel geçerli, nesnel falan
bir şey olduğuna bizim gibi az gelişmiş ülkelerin az gelişmiş beyinleri inanmaktadır. Medyanın, CIA ve NSA dolayımıyla, (hiçbir zaman sahip olmadığı) ‘evrensel basın ahlak ilkelerini’ yitirdiğini anlamak için CNN ya da FOX
TV’yi ille de savaş döneminde izleyince anlayan beyinler
gibi.
"Bugün politika, ekonomi, ve bilim yeni bir biçimde birleştirilmiştir. Yalnızca kapitalizmin ve bilim pratiğinin değişmesinin çok ötesinde, bugün, alabildiğine genişleyen ekonomik ve bilimsel aygıtların, politikanın özellikle de dış politikanın pratiği ve doğasını değiştirdiği görülmelidir. Gelişmiş bir
savaş teknolojisi sisteminin mülkiyetine sahip olan Birleşik
Devletler öteki ülkelerle olan politik ilişkilerine, kökeni yönetim, ekonomi ve fizik bilimlerinde olan kavramlar açısından
bakmaya başladı. Ekonomik, politik aydınlar ve entelektüel
danışmanlar arasında, derin bir biçimde mekanik bir dünya
görüşü oluştu" (Gibson 1986, 14).
T. Kuhn ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda, bilimin evrensellik parametrelerini ya da üretim yöntemini –normal
bilim döneminde- ‘bilimadamları topluluğunun’ paylaştığı
sosyolojik değerlerin, (ideolojik kanaatlerin) oluşturduğunu söylemişti. Yukarda Gibson’un da belirttiği gibi bugün
bilimin evrensellik parametreleri Birleşik Devletler Ulusunun, ulusal çıkarlarına endekslenmiş bir mekanik dünya
görüşü tarafından oluşturulmaktadır. Bu seçkin bilim kadrolarının bilgileri temelinde, teknik akıl, ABD’nin gelişmiş silah ve uzay teknolojisi ve onun mülkiyetine sahip
Amerikan ulusal ekonomik çıkarları biçiminde cisimleşmiştir. Foyası ortaya çoktan çıkmış Pozitivist bilimsel nesnellik ve evrensellik iddiasının (akademisyenlerin kendi
konumlarının ideolojik örtüsü) ötesinde toplum bilimlerin
tarafsızlığını görünüşte en çok savunan M. Weber bile, bilimin ulusal çıkarların hizmetinde olduğunu çok net ifade
eder:
"Çocuklarımız bizi esasen –bir ekonomik organizasyon
biçimi yüzünden değil.....fakat dünyada onlar için hazırladığımız ‘hayat sahası’nın düzeyi yüzünden, sorumlu tutacaklardır.
Ekonomik politikanın peşinde olduğu nihai ve kesin çıkarlar...
güçlü ulus çıkarlarıdır. Ekonomi bir politik bilimdir. Ekonomi
11
politika, yöneten sınıfın gündelik çıkarlarının değil, ulusun süre giden çıkarlarının hizmetindedir" (aktaran, Lichtman
12
1995, 532).
Wallerstein’ın, bugün artık yeni bir biçimde birleştirilmiş olan politika, ekonomi ve bilim pratiklerindeki, özellikle de yeni-liberalizmin sloganı haline gelen ‘demokrasi ve insan hakları’ söylemi biçimiyle- ister bilim ister değerler temelindeki evrenselcilik ideolojisinin, burjuvazinin seçkinlerinin (Wallerstein, ‘kadroları’ diyor), kendi ‘sırlarını sağlamlaştırmak için oluşmuş bir inanç olduğu’ tespitine (Wallerstein, 2000, 285) tümüyle katılıyorum. Ve bu nesnel bilimci, evrensel değerlerci ‘kadrolar’,
bugün Batı’nın ‘hayat sahası’nın mimarları olarak iş görmektedirler. Bismarck’ın hayat sahası bir ‘Alman Avrupa’ydı, bugün Bush’un hayat sahası ‘Dünya’ dır. Ve bu
dünya artık ‘Amerikan bir dünya’dır. Ya bizden ya da düşman, ortası yok. Kerbela çölündeki tankın üzerinde ‘Bizden iyi dost, bizden kötü düşman bulamazsınız’ yazıyordu.
Bir ulusu (ABD’yi) üst-ulus milliyetçiliğine ırkçı bir saldırı ile yönelten, üstelik sonradan bu ırkçılığın Amerikan üstulus milliyetçiliğinin koşulu haline gelmesini sağlayanlar,
her şeyden önce Kant’ın aklını ‘teknik bir akıl’ olarak yeniden üreten ‘nesnel bilimciler’ve ‘evrensel değerciler’dir. Bu bir günah sıralaması değil, Batı ırkçılığının inşasında, kitlelerin ve seçkinlerin ne kadar (barbarlık ve insanlık kadar) farklı işlevlere sahip olduklarına bir göndermedir:bkz. yukarıda Marks’tan yapılan alıntı. Bu (Batıdaki
ve bizdeki) Batı aydınının grotesk trajedisidir. Ve ABD,
böylesine bir teknolojik üstünlüğün mülkiyetini, özgürlük
olarak içselleştirmekte ve bu ‘özgürlüğü’ tüm dünyanın
özgürlüğü olarak algılamakta ve ‘algılatmakta’ gecikmeyecektir. Ve medya bu algıyı bir ‘kader’e çevirecek, ve
hiçbir ulus bu ‘kader’e karşı gelemeyecektir. Amerikanın
Irak işgalinde olan budur.
"Emperyalizm basit fetih girişiminden, bir ‘uygarlık’ temeline oturmuş evrensel egemenlik girişimine ancak ‘ırkçılık’
olarak dönüşebilmiştir. Bunun anlamı şudur: Emperyalist ulus
bir misyon ya da daha esaslı bir kaderin özel aracı olarak tasarlandığı ve sunulduğu ölçüde diğer halklar da onu tanımamazlık edemezler." (E.Balibar, 2000, 85)
Peki biz (kim bu biz?) bu dünyada yaşama imkanını
nasıl inşa edeceğiz? Eğer bu ‘biz’, sınıf, ulus, etnik ya da
ırk temelli partikülarist, dolayısıyla da ötekini dışlama zorunluluğu dışında bir çerçeve çizemeyen ideolojik bir zeminse, birbirini dışlayan (dolayısıyla ayrımcı) birçok milliyetçilik içinde bir milliyetçiliktir ve Balibar’ın belirttiği
gibi, ırkçı bir ‘ek’le cisimleşmesi neredeyse kaçınılmazdır.
Öte yandan bize bugüne kadar, bütün modern yüzyıllar
boyunca ya doğrudan liberal ideolojinin enternasyonalizmi içinde, ya da kendini evrensel olarak sunan tekçi ideolojiler içinde (örneğin sınıf bilinci içinde), evrenselci değerlerin ve bu değerler temelindeki politikaların, bugün
biyolojik temelli olmaktan çok, kültür ırkçılığı biçimini
alan ırkçılığa karşı, bir çare olduğu ve kurtuluş vadettiği
söylendi. Bu vaadin ‘gerçekçi’ bir vaat olduğunun kanıtı
olarak ileri sürülenler ise evrensel insanlık değerleri adı altındaki hümanist değerlerdi; özgürlük, eşitlik, kardeşlik
vb.. Özgürlük değerinin Kant’la birlikte akıl idesine bağlı
olarak, bilim şeklinde evrenselleştiğini ancak bu madalyonun öbür yüzünün, yukarda kısaca çizilen şema içinde
ulusal çıkarlara ve kapitalizmin mülkiyet özgürlüğüne endekslendiğini görüyoruz. Gerek liberal serbest-Pazar
mantığının ‘teşebbüs hürriyeti’ biçimiyle ve gerekse bugün küreselleşme ya da ‘dünya ekonomisi’ ideolojisi olarak ‘insan hakları ve demokrasi ideolojisinin’ tüketim özgürlüğü biçimiyle olsun, özgürlüğün bir tek gerçekçi biçimi vardır, mülkiyet özgürlüğü. Kapitalist özgürlük her
yerde ve her zaman mülkiyet özgürlüğüdür ve yeni-liberal
enternasyonalizmin maddi temelidir. Eşitlik idesinin ise
Balibar (2000, 67), modern devletin eşitlikci olması anlamında değil, modern ulus-devletin eşitlikçiliği anlamında
ele alınması gerektiğini belirtir. Bunlar da daha çok ‘oy
hakkı’ ve ‘yurttaşlık’ gibi uyrukluk açısından eşitlikler
şeklinde cisimleşmektedir. Okul ve sağlık türü hizmetler
ise eşitlik pratiği olmaktan çok, Althusser’in, ‘Devletin
İdeolojik Aygıtları’ olarak tanımladığı (ancak Balibar’ın
bunun anlamını, okul ve aile başta olmak üzere, dilin öğretilmesi bağlamında ulusal kültür inşası -uluslaştırma
pratiği- olarak kısmen düzelttiği) şekliyle, evrensel olmaktan çok bir ulus çıkarını cisimleştirmektedirler. Kardeşlik zaten görece bir değer ancak insan hakları beyannamelerinin erkekçi dili içinde kardeşliğin hiç de bütün insanları kapsadığı iddia edilemez. En azından beyannamelerdeki ‘brotherhood’ sözcüğünün, İngilizce ‘biraderlik’,
‘erkek kardeşliği’ olduğu düşünülürse, bu kardeşlik denen
güya evrensel değer içinde ‘kadınların’ yeri yoktur. Dolayısıyla cinsiyet ayrımcılığı, beyannamelerin daha dilinde
verilidir. Bir de Türkçe ‘kardeşlik’ sözcüğünü düşünün,
sizi herhangi bir cinsiyet ayrımına götürmez. Nietzsche’nin de altını çizdiği gibi Ural-Altay dillerinde özne en
azından Hint-Avrupa dil ailesine görece hem daha az kullanım alanına sahiptir hem de anlamı son derece farklıdır.
‘Ben’ sözcüğü doğu kültürlerinde ontolojik karakterlidir
ve esas olarak ‘dünyada olmak’ anlamını taşır, ‘ben’, ‘ben
varım’ anlamındadır. Oysa Batı kültürü içinde ‘ben’ sözcüğü daha çok dünyada olmak değil ‘dünyaya sahip olmak’
anlamını taşır, ‘ben’, ‘benim’ demektir ve bir sahiplik bildirir.
Soğuk savaş sonrasında, ‘sınıf’ın başına gelenleri biliyoruz ancak ‘ulus’a ne olduğu konusunda ortada büyük
bir netlik yok. Bir gün Stalin’e, Avrupa ülkelerinden birinin ekonomik gücü vb. ile ilgili övgüler düzülür, Stalin’in
cevabı kısa ve nettir: kaç tümeni var? Amerikanın Irak işgalinde aşırı yoğunluklu uzay teknolojisini kullandığı,
uzaydan izleme sonucu tüfekle ateş edilen bir yere on beş
akıllı bomba attığı askeri uzmanlarca, şaşkınlıkla ifade ediliyor. Ve deniyor ki insanlık tarihinin (birinci körfez savaşı dahil) bu güne kadar bildiği ve uyguladığı tüm savaş
stratejilerinin dışına çıkılmış ve aşılmıştır. Artık kara savaşı dönemi bitmiştir. ABD’nin dünyanın 130 ülkesinde askeri birlik ve üssü bulunmaktadır. Dünyaya yayılmış altı
adet ‘bölge başkomutanlığı’ bulunmaktadır. Uzay tamamen ABD’nin kontrolündedir. Avrupa Birliği, Rusya ve
Çin’in yıllık askeri bütçesi ABD askeri bütçesinin yarısını
geçmemektedir. ‘Olay’ bitmiş ve bittikten sonra biz vehametin boyutlarını öğrenmişizdir. O halde bugün hala, Ulusal askeri egemenlik sınırlarından söz etmenin anlamı nedir? Ve, herhangi bir ulusun CIA ve NSA’nın bilgisi dışında bir sırrının bulunması mümkün müdür? Küreselleşme
ilk etkisini ulusların sınırları ile üst-ulusların (çok-gelişmiş
ülkelerin) ya da blok devletlerin (AB, NAFTA vb.) sınırları arasında bir belirsizliği ortaya çıkarmakla yaratmıştır.
Bu, ulus-devletlerin kendilerini karşısında buldukları fiili
bir kriz durumudur ve adı da ‘güç krizi’dir. Aklın teknik
akla, onun teknik bilgiye ve onun da ‘güç’e evriliş süreci
sonuna dayanmıştır. Bacon’un ‘Bilgi güçtür ve biz bununla doğaya (dünyaya ) egemen oluruz.’ Kehaneti tam da
gerçek olmuştur. Oysa Nietzsche baştan söylemişti; ‘ol ya
da öl’, güç iste ya da isteme, sonuçta nasıl olsa bu ikileme
bir gün gelip dayanılacaktır. Irak işgali gelip dayanıldığını
bütün dünyaya gösterdi. Özet: ulus devlet, kendi ulus devletinin hükümranlık sınırları ile küresel sınırlar arasında bir
belirsizlik krizini, -Güç Krizini- yaşamaktadır. Elbette
‘güçsüzlük’ biçiminde.
Küreselleşme, bir yanıyla da malların dolaşımının
önündeki engellerin bir bir ortadan kalkışı demektir. Örneğin Türkiye’nin ‘Gümrük Birliği’ antlaşması böyle bir
operasyondur. Bu ulusal pazarların uluslar arası pazarlar
haline geliş sürecidir. Elbette az gelişmiş ulus pazarlarının
‘kural tanımaz’bir serbest pazar oluşları ile çok gelişmiş
ülkelerin daha seçici ve kurallı (çok gelişmiş ulusun küreselleşme stratejisine bağlı) serbest pazar haline gelişleri
arasındaki farkla birlikte. Son üç dört yıl içinde Türkiye
ulusal firmalarının, çok gelişmiş ulusların firmaları ve
uluslar arası firmalar ile yaptıkları evlilikleri basından izliyoruz. Otomotiv, turizm, hiper marketler, süt ve türevleri
başta gıda, ilaç (ki en hazin bir biçimde ulusal firmaların
elinden çıkan bir sektör) ve hatta tekstil başta olmak üzere akla gelebilecek bütün sektörler ‘yabancı’ firmaların,
(çok uluslu şirketlerin) eline geçmiş (yağmalanmış) ve
sürecin sonuna (süreç enerji ve petrol şirketlerinin çokuluslulaşması ile tamamlanacaktır) yaklaşılmıştır. Zaten değişen Ticaret Sicil Kayıtlarına şöyle bir bakmak bile, fotoğrafın mahiyetini vermektedir.Ulusun elinde kalanlar,
küçük işletmeler, KOBİ’ler ve imalathane ve atölyeler gibi ‘esnaf’ kategorisi dahilinde olanlardır, ki onların durumu da ortada. Bu, örneğin Türkiye burjuvazisinin artık
‘ulusal burjuvazi’ özelliğini yitirdiği anlamına gelir. İttihat
Terakki ile başlayan ve Cumhuriyet projesi ile sürdürülen
büyük ideal ‘ulusal burjuvazi yaratma ideali’ başarılmış
ve eşanlı olarak da kaybedilmiştir. Wallerstein’ın ‘evrensel olmayan burjuvazi yoktur’ önermesi her ne kadar tar-
tışılır bir önermeyse de, onun, burjuvazilerin ulus devletlerin ‘iyi günlerinde’ ulusal ve yurtsever ancak ulus devletin en ufak gerilemesinde derhal evrensel olduklarına
dair gerekçesi yabana atılamaz. O, İspanya ve Hollanda
savaşında, Amsterdam burjuvazisinin İspanyollara nasıl
silah sattıklarını örnek verir. Ve ulus devletlerin krizinde,
büyük burjuvazinin sermaye birikimini yurt dışına kaçırdığını da ekler. NTV ‘Ekovole’cilerinin söylediğine göre bugün Türkiye büyük burjuvazisinin yurt dışına kaçırdığı semayesinin 60 milyar dolar civarında olduğu tahmin edilmektedir. Yani, TÜSİAD bir Türkiye Cumhuriyeti Sivil
Toplum Kuruluşu değildir. Bu olgu değişik ölçeklerde
tüm az gelişmiş uluslarda şiddetle, (örn.Iraka bomba yağdıran silahların ve ekipmanın yakıtını Suudi Arabistan vermiştir) çok gelişmiş uluslarda ise görece bir ‘kâr mantığı’
ile yaşanmaktadır. Paranın da diğer mallar gibi küresel dolaşımının önündeki engellerin kalkmış olması, ulus devletlerin neredeyse gündelik politikalarının dahi ‘piyasa’ adı
verilen bu ‘aktörün’ vesayetine girmesi sonucunu doğurmuştur. Bütün bu gelişmelerin anlamı, Kapitalizmin ‘refah devleti’ dediği günümüz ulus devletinin temel çözülme ve dağılma krizine işaret eder. Ya da Gramsci’nin ‘hegemonya krizi’ dediği şeye. Liberalizmin yıkıldığı yer burasıdır. Çünkü liberalizmin ulus devlete ihtiyacı, devletin
toplumsal çıkar grupları arasındaki düzenleyicilik işlevine
duyduğu ihtiyaca bağlıydı. Oysa burjuvazinin hızla ‘ulusal
burjuvazi’ olmaktan çıkışı, ulusal ya da uluslararası çıkarları düzenleyecek yeni bir ‘mekanizma’ ihtiyacına denk
düşer. Artık ulus-devlet burjuvazinin bu ihtiyacını karşılayacak durumda değildir. Öyleyse yeni düzenleyici mekanizma ‘uluslarası’ (devletlerarası) bir mekanizma olmalıdır. Türkiye’de büyük burjuvazinin Avrupa Birliğini destekleme mantığı buraya dayanır, ‘demokrasi masalına’ değil. Özet, iktisadi küreselleşme ulus-devletin dağılmasına
işaret eden bir Varlık Krizini de beraberinde getirir.
Küreselleşme, iletişimin dolaysızlaşması ve yaygınlaşması başta olmak üzere, işbölümü ve emek yoğunluğundaki ‘yerdeğiştirme’ ya da ‘kayma’lar sonucu bir ideoloji ve kültür krizine yol açmıştır. Bu kriz aynı zamanda
diğer krizlerin, (Althusser’in deyişiyle) toplum-etkisi olarak yaşanır.Yani bireylerin kendileri ile ‘kendi-algıları’
arasında bir kriz; kimlik krizi. İşsizlik küreselleşmenin
arizi bir etkisi değil yapısal bir sonucudur. Emek yoğunluğundaki (hizmet ve bilgi sektörlerine doğru) kaymaların
doğrudan sonucu bir sanayisizleşmeye ve bu da kitlesel
işsizliklere dönüşmektedir. Küreselleşme bir kez daha Liberalizmi (onun tam istihdam ütopyasını) yıkmıştır. Dolayısıyla toplumdan ‘dışlananlar’ın demografisi hem nicelik
olarak büyük bir hızla büyümekte ve hem de küresel altinsan türünün ‘dibi’ niteliğini kazanmaktadır. Ulus-devlet
krizi, devleti kendi ‘yabancı’sını üretir hale getirmektedir.
Dolayısıyla bireyler hem ait olmak istedikleri (yasal yurttaşlık ya da cemaat üyeliği olarak) ve aynı anda da ‘dışlanma etkisiyle’ yıkmaya uğraştıkları bir devlet-birey iliş-
13
14
kisinin paradoksuna yerleşirler. Bu ulus-devlet/birey ayrışmasını giderek radikalleştiren bir unsurdur. Ulus-devlet
farklılıklara ‘hiçbir düzeyde’ tahammül etmediği için bireyini içselleştiremediği (ötesinde ‘yabancı’ ve ‘dışlayıcı’ olduğu) bir konuma ve birey de devleti içselleştiremediği
bir konuma yerleşir. Bu gelişmeye milliyetçilik ideolojisinin krizi de eklendiğinde durum daha da kötüleşir. Milliyetçilik artık, biyolojik-ırksal temelde değil, kültürel
kimlik milliyetçiliği şeklini almıştır. Bu nedenle, kitlelerin
milliyetçiliklerini, yukarda da bahsettiğim gibi, eski ırksal
sabitlikler olarak değil, evrenselci ideolojilerin ve küreselleşmenin saldırılarından kendilerini koruma saikiyle
partikülarist bir sığınak oluşturma şeklinde anlamalıyız.
Üstelik bu sığınakların ne çabuk terk edildiğini geçirdiğimiz son üç-dört seçimde net olarak izledik. Sığındıkları
yerin kendilerini korumadığını anladıkları anda kitleler yeni bir sığınağa geçmekte hiç tereddüt etmediler. Gençlerin
durumu dışlanma olgusu bakımından karakteristiktir.
Okumuş ya da okumamış işsiz gençlik (ki bizde dört milyon civarında olduğu söyleniyor) ne istemektedirler? Her
şeyden önce bir kimlik inşa etmek istemektedirler yani bir
gelecek, bir yaşam biçimi. Bütün ideal bir gelecek ideali
olarak şekillenmektedir. Ve bu ideal adına ulus-devletin
geçmişe endeksli sembolleri onlar için hiçbir anlam taşımamaktadır. Ne okul ve ne de aile onlara gelecek adına
hiçbir şey sunamamakta onlar da varoluşlarını küreselleşmenin (büyük ölçüde kültür endüstrisi aracılığıyla) taşıdığı
sembolleri sahiplenmekle inşa etmeye çalışmaktadırlar.
Özellikle büyük şehir gençliği –varoşlar dahil- küreselleşmenin değerleri –duyarsızlık, bencillik, çıkarcılık, fırsatçılık vb.- ve sembolleri –markalar, ilişki biçimleri, giyim biçimleri, cep telefonu, internet vb. teknoloji kullanım fetişizmi, vb.- aracılığıyla bir kimlik oluşturmaktadırlar. Ne ulus-devletin ve ne de onun içi boşalmış kurumlarının (okul, aile vb) bunun karşısına çıkaracakları hiçbir alternatifleri yoktur. Dolayısıyla bu dışlanmış –en diptekigenç kitlenin, küreselleşme karşısında kültür milliyetçiliği ile ilişkili ama ona indirgenemeyen ırkçı hareketlere
savrulmalarını hiçbir şey engelleyememektedir. Genç Parti bu bağlamda anlamlıdır ve şu andaki AKP sığınağından
da umudu kestiğinde kitlelerin savrulacağı ‘aday konum’dur. Esasen AKP tarafından kısmen lümpenleşen politikanın gelecekte tam da Nazizmin tabanının psikolojisine uygun ırkçı lümpen bir taban bulmayacağının garantisi
yoktur. Özet: Küreselleşme, ulus-devlet/birey ilişkisini
parçalamakta ve kültürel varlıkların ulus-devletten özerkleşmesine yol açmaktadır. Küreselleşme etkisinin, tarihteki kilise-devlet ayrışmasına paralel olarak, ulus ve devlet
ayrışmasını güçlendirmesi, partikülarist sabit kimlikler
özelinde ulusallık ölçütünün önemini aşındırmakta ve bu
da bir Kültür ve İdeoloji krizine yol açmaktadır. Nihayet,
devletten ayrılması talep edilen ulus bireyi yeni kimlikler
içinde (Sivil Toplum Kuruluşları, NGO’lar, ve ‘tüketici
birey’ kategorileri içinde) küresel özneler olarak yeniden
tanımlanmaktadır. Bu yeniden tanımlamada işlevsel ideoloji ‘evrenselci ideolojidir’. Birey evrenselci ideolojinin
uyruk-öznesi olduğu ölçüde ulus ve devlet birbirinden
hızla ayrılmaktadır.
Ulus-devletin politik krizi yukarda sıralanan krizler
tarafından ve aşağıda kısaca değineceğim uluslar arası küreselleşme krizi tarafından üst belirlenmiş bir krizdir. Bu
krizin iç politikadaki en tipik göstergesi her seçimde giderek azalan oy kullanma oranlarının da gösterdiği gibi bütün ulus-devletler için geçerli olan meşruiyet krizidir. Bu
krizi politika gündelik uygulamada bir ‘güven bunalımı’
biçimiyle yaşar. Ulus-devlete ve onun kurumlarına olan
güven sürekli aşınır ve yukarıdaki varlık krizine eklemlenir. Dış politikada yaşanan kriz ise tam da Politik İktidarın belirlenimi dışında şekillenir. Politikanın ana ilkesi, teorik olarak- karşılıklılık ilkesidir. Doğal dünyadan, uygar dünyaya geçişin temelinde bireylerin, grupların ve
ulusların (kısaca öznelerin) birbirlerini politik özneler olarak tanıma yeteneğine kavuştukları argümanı vardır. Aydınlanmanın temelinde bu yatar. Aydınlanmanın bütün kategorilerinde olduğu gibi, karşılıklılık ilkesi de sürekli pratikte güçlü olanın çıkarlarını perdelemenin aracı olmuştur.
Ancak küreselleşmeyle birlikte bu ‘perdeleme gereksinimi’ de ortadan kalkmış, karşılıklılık ilkesi hukuk kitaplarında bir konu başlığına indirgenmiştir. Küresel krizin tipik göstergesi olarak Batı milliyetçiliği (üst ulus milliyetçiliği) ve onun, ‘ötekini’ (anti-Arap, anti-Türk, anti-İslam,
anti-Akdenizlilik, anti-Üçüncü Dünyacılık şeklinde) hor
görme ve dışlama biçimleriyle yabancı düşmanlığı, göçmenler sorunu ya da Irak işgali gibi ırkçı eklerinin egemen
olduğu bu platformda, soğuk savaş sonrası dönemden
sonra özellikle az gelişmiş ülkelere dönük olarak ‘karşılıklılık ilkesi’ uygulanmamaktadır. Dolayısıyla örneğin Batı’nın Türkiye’ye yönelik uygulamalarında çok sıklıkla
kullandığı (zaman zaman açık hor görmeyi ve dışlamayı
barındıran) iki yüzlü ya da çifte standartlı, yaptırımcı politikaları, karşılıklılık ilkesinin açık ihlallerini oluşturur.
Ulus devlet (örneğin Türkiye) bu bağlamda diğer krizlerinin de etkisiyle ‘özerk politika’ uygulama olanağını kaybeder. Ve genelde ‘teslimiyetçi’ bir politika uygulamak
zorunda kalır. İktidarda milliyetçi, İslamcı, liberal, sosyal
demokrat hangi tür iktidarın olduğu çok fazla bir şey değiştirmez. Elbette, esasen direnişçi (milliyetçi) bir ideoloji yerine esasen teslimiyetçi (İslamcı) bir ideoloji tercih
edilir, ama bu çok büyük bir önem taşımaz. Politik iktidar,
hareket alanı iyice sınırlandığından, zorunlu olarak ‘teslimiyetçi’ olmak zorunda kalır. Tabi bunu becerikli ya da
beceriksizce yürütme biçimleri vardır ya da Batının açıktan ırkçı ya da diplomatik tutum alışları söz konusu olabilir. Teslimiyetçilik, tüm az gelişmiş ulusların, çok gelişmişler karşısında politik ‘usûl’ ve üslubu halini alır ve tersi unutulur. Dolayısıyla da ulus devlet hızla (AKP iktidarının, enfes bir başarıyla yerine getirdiği gibi) ulusal olmayan bir ulus-devlet ve sosyal olmayan bir sosyal-devlet
görünümü kazanır. Bu biraz komik ya da grotesk bir durumdur. Böyle bir ulus devletin, çok gelişmiş ulus yaptırımlarına direnişi (AKP’nin Irak işgaline direnişleri hatırlanabilir) ölü-devlet direnişlerinden öteye geçemez. Özet,
küreselleşme ve ona endeksli bloklaşma, ulus devletin
meşruiyetinin kaybı ve teslimiyetçiliğin kalıcılaşması anlamında politik krizi destekler ve derinleştirir.
Bu noktada, işçi sınıfı ve ulus-devlet krizlerinin (sosyalist ve milliyetçi ideoloji krizlerinin) küreselleşme ve
Irak işgali bağlamındaki görünümlerini bırakıp, evrenselci
politika ve ideolojilerin krizine kısaca değinmek istiyorum. Ancak, partikülarist ideolojilerin, evrenselci iddialara sahip ideolojiler olduklarını ve evrenselci ideolojilerin
de partikülarist (özellikle ırkçı) biçimde cisimleşen ideolojiler olduklarını unutmadan. Irak işgali evrenselci paradigma içindeki krizin de açığa çıkmasına neden oldu. Dünya ekonomisinin ideolojisi ya da, ‘demokrasi ve insan
hakları’ söylemi olarak kristalleşen yeni-liberal ideolojinin krizi ile dini ideolojinin, -özellikle İslamcı ideolojininkrizi. Yeni liberal ideoloji iki açıdan krizdedir, ilki içe dönük, çok gelişmiş ulusların dünyayı yeniden paylaşımlarını düzenleyecek, devletlerarası bir meşruiyet zemini yaratma mücadelesi (Balibar buna olmayan devlet krizi der),
ki son zamanlarda BM’mi, imparatorluk mu? vb. söylemlerde dile gelen sorundur bu. Ve ikincisi, dışa dönük olarak, bu birinci krizin (paylaşımın) cisimleşmesinin ırkçı
biçimiyle, teorik olarak ‘demokrasi ve insan hakları’ söylem biçiminin birbiriyle ‘tevil’ edilmesinin (uyuşturulmasının) imkansızlığı krizi. Her ne kadar medya ve ‘Batı aydını’ aracılığıyla bu tevil ediliyor görüntüsü varsa da, Irak
işgali burada açık bir krizin varlığını gün yüzüne çıkarmıştır.
Paylaşımın De jure geçerliliği ABD tarafından ilga
edilmiş ve yerine de facto geçerlilik ikame edilmiştir. Olgu budur. Hemen belirtelim ki, İnsanlık tarihinde hiçbir
güç (imparatorluklar dahil) dünya pastasını kendi başına
yeme imkanını bulamamıştır. Her şeyden önce bu güçler
diyalektiğine aykırıdır. Avrupa uluslarının (bir kısmının)
ABD’yi desteklemiş ve bir kısmının karşı çıkmış olması
sadece paylaşım savaşının farklı platformlarındaki tezahürleridir. Bu nedenle ‘koalisyonlar’ dışında bir çözüm
bulunamayacaktır. ABD, (x) konusunda farklı ülkelerle,
(y) konusunda farklı ülkelerle vb. koalisyonlar oluşturarak
yeni dünya düzeninin güç haritasını oluşturacaktır. Kendi
istediği doğrultuda mı? Kesinlikle hayır, bu düzenlemede
herkes kendi ‘gücü’ ölçeğinde yerini alacaktır. Kimi kez
kavga ederek, kimi kez anlaşarak ama bunun üst-ulusların, çok-gelişmişlerin sofrası olacağını, az gelişmiş ya da
alt-ulusların ‘sofra bezi’ görevi göreceklerini söylemek
için kâhin olmaya gerek yok. Batılı devletler, ‘İnsan hakları ülkeleri’ (Batı) kültürünün, insan türünü evrensel olarak eğitme misyonunun bedelini, böyle bir ‘düzen’ kurarak fatura edeceklerdir. Ve bu düzen, (Saddam gibi baha-
neleri kullanarak), uygarlığı yabanıllara karşı savunma hedefinde somutlaşan, bir üstünlük kompleksine ‘meşruiyet’ kazandıracak bir ‘dünya düzeni’ olacaktır, olmaktadır. Artık evrenselci ideolojinin ‘insanlık’ söylemi içinde,
insan, alt-insan, üst-insan yapısal bölünmesi (Balibar) dışında bir anlam taşımayacaktır. Bu Batı ırkçılığı, yeni düzenin (insan hakları ülkelerinin !) çimentosudur.
Birleşmiş Milletler yasalarına göre hangi durumlarda
bir ülke saldırgan ve gayri meşru ilan edilir? Başka bir ülkenin iç işlerine karışan, başka bir ülkenin –beğensin beğenmesin- siyasi rejimini değiştirmek üzere harekete geçen, ve özellikle de başka bir ülkenin en doğal egemenlik
hakkı olan ‘doğal kaynakları’ üzerindeki haklarını hiçe sayarak o ülkenin doğal kaynaklarına el koyan taraf saldırgandır ve gayri meşrudur. Peki ABD ne yapmıştır? Irak’ın
içine girmiştir, siyasi rejimini değiştirmiştir ve petrolüne
el koymuştur. Peki hangi Avrupa ülkesi ABD’yi bırakın
‘işgalci’ demeyi, ‘saldırgan’ ilan etti. İşgalin başladığı 20
Marttan bu yana hiçbir ülke. Peki ABD’nin bu fiili meşruiyetini kınayan ve onu hukuki meşruiyete davet eden
(en azından savaşı durudur diyen) bir Birleşmiş Milletler
ya da Güvenlik Konseyi kararı var mı ortada? Hayır. Arap
ülkeleri Nisanın ilk haftasında Böyle bir girişim için BM
Güvenlik Konseyine başvurdu, gündeme bile aldıramayınca geri çekti. Bir zamanlar bütün dünya toplulukları
Roma imparatoru ile ‘iyi geçinmek’ zorundaydılar, aksi
halde ‘yok edileceklerini’ biliyorlardı. Bugün büyüklü küçüklü tüm devletlerin ABD ile ‘iyi geçinme’ (itaat etme)
yollarına başvurdukları gözleniyor. Peki o başlangıçta karşı çıkan Avrupa devletleri, petrol paylaşımı ve Irak’ın yeniden imarı ihaleleri gündeme gelince, bunları BM çatısı
altında yapalım kıvırtmasına saklanarak, ABD önünde
dansözler gibi kıvırtmıyorlar mı? Evet. Nerede bizim karikatüristlerimiz? Çok değil daha bir ay önce Bütün Batı basınında Türkiye’yi para için ‘insan kanı’ ticareti yapan bir
ulus olarak gösteren karikatürleri ile dalga geçmiyorlar
mıydı? Bizim karikatüristlerimiz herhalde, medya patronlarının ya da teorik evrensel değerlerinin izin vermesini
bekliyor olmalılar. Peki Avrupa Türkiye’ye nasıl davrandı?
Birkaç ayrıntı vermek zorundayım. Bazı konular vardır,
evrenselci ‘genelleme tellaklığı’ ile geçiştirilemeyecek ölçüde can alıcıdır. Batı özellikle de Avrupa ırkçılığı ancak
ayrıntılarda (somut olgularda) cisimleşiyor çünkü. 10
Mart ile 20 Mart arasında, uzmanlıkları kendinden menkul
Alman, Fransız, Belçika ve Hollanda kökenli, birtakım
(çoğu yardım kuruluşu kisveli) Sivil Toplum Kuruluşu
‘uzmanaydınları’, bizzat Kuzey Irak’tan ‘Türkiye bu bölgeyi işgale hazırlanıyor’ ana temasını işleyen TV yayınlarını bir hafta süreyle tüm Avrupa’dan izlenen bir biçimde
gerçekleştirdiler. Ve 19 Marttaki Irak Muhaliflerinin Ankara toplantısı günlerinde bu STK’lar birer birer ortadan
kayboldular. Sonuçta Avrupa halklarının bilinçaltlarına
‘Türkiye para için insan kanı satan ve komşusunu işgal
eden bir ülkedir’ resmini yerleştirdiler. İşgalin ilk hafta-
15
16
sında, Avrupa ülkeleri, Meclisten ‘kuzey cephesine hayır’
kararı çıktığı halde Türkiye’yi, Kıbrıs’la başlayan dışlama
politikalarına bir de ‘işgalci’ yaftası takarak yalnızlığa ittiler. Aynı hafta içinde Belçika dış işleri bakanı ‘Türkiye,
Kuzey Irak’a girerse işgalci konumuna düşer’ buyurdu.
Aynı gün, Alman dış işleri bakanı ‘Kuzey Irak’a girerse
Türkiye’yi işgalci ilan ederiz, Türkiye’deki Avax uçaklarındaki Alman personeli geri çekeriz’ tehdidinde bulundu,
bir gün sonra aynı bakan NATO’ya, ‘Türkiye’ye gönderilen savunma amaçlı askeri araç, mühimmat ve personelin
geri çekilmesi’ teklifini verdi. Fransa aynı açıklamayı yaptı; ‘Türkiye işgalci olur’, Yunanistan, İspanya başkanları
benzer açıklamalar yaptılar vb. Türkiye’nin Kuzey Irak’a
girmemesi için, tehdit ve küstahlıklara varan açıklamalarda bulunmayan herhalde Batılı devletlerin dış işleri dairelerinin kapıcılarından başka kimse kalmadı. Türkiye’yi yönetenler ne yaptı? Sustular. Her gün sustular. Genel Kurmay Başkanı’nın teskin edici bir konuşması dışında sustular (ya da Orman arazilerini Beykoz’daki dincilere peşkeş
çekmelerine izin verecek anayasa değişiklikleri ile uğraşmayı yeğlediler). Ve ABD ve AB’yi kızdıracak ‘gücendirecek’ mutlak olarak hiçbir şey yapmamayı tercih ettiler.
İzleyen günlerde Bush’un bir milyar dolarlık ‘hibesi’ ortaya çıktığında tüm TV kanallarındaki ve basındaki ‘sevinç’
çığlıklarının, (tüm dünyada nasıl bir tebessümle izlendiğini düşünmeden atılan ‘Amerika’yla aramız düzeldi’ çığlıklarının) yarattığı ‘ahlaki travma’ üzerinde hiçbir yerde durulmadı. Ardından Powel’ın ziyaretinin ertesi günü ‘Irak
Diplomatları’nın sınır dışı edilmesi, Dış İşleri bakanımızın
Suriye’yi ziyaret edeceği gün Powel’dan gelen bir telefonla, ziyaretten vazgeçmesi ve daha onlarca ‘teslimiyetçilikler’ üzerinde de durulmadı. Artık ABD ile aramız ‘düzelmişti’. Oysa Türkiye’nin Kuzey Irak’ı işgal etmek gibi
bir niyeti, petrolden pay almak gibi istilacı bir emeli yoktu. Niyetinin ‘insani’ olduğu defalarca her düzeyde açıklanmıştı [tarihte defalarca söz verip tutmayan Türkiye’nin
Türkmen hassasiyetini ‘milliyetçilik olarak ‘damgalamadan’ önce, ABD ya da herhangi bir Batı ulusunun kendi
yurttaş ya da soydaşlarına –dünyanın neresinde ve hangi
ülkesinde olursa olsun- ‘hele de bir ‘tehcir’ ihtimali varsa
(Bügünlerde -15 nisan- Kerkük’te akşamları silahlı Peşmergelerin Türkmen evlerini tek tek dolaşıp ‘burayı terkedin, Türkiye sizi kurtaramaz’ tehtidini savurup mühlet
verdiklerini –telefonla- öğreniyoruz) askeri, diplomatik
vb. sahip çıkma biçimleri hatırlansın. Daha bir süre önce
Alman Vakıfları davasında yer alan, üstelik suçlu konumundaki Almanlarla ilgili olarak Alman devletinin nasıl
her düzeyde tehdit, rica, yaptırm vb’lerini devreye soktuğu hatırlansın, sonuçta, Almanya ‘devlet’ gibi davranmış,
Türkiye ölü-devlet gibi davranmıştır.] Buna rağmen, Fransa basını diyor ki "burada basın ve TV’lerde, ‘Türkiye’nin
Kerkük ve Musul petrolleri gibi bir gizli amacı var ki, Kuzey Irak’a girmek istiyor’ türünden yorumlar yapılıyor.
‘Türkiye, nedeni olmadan hiçbir adım atmaz, altı milyar
doları reddettiğine göre bir bildiği vardır, Kuzey Irak’a
girmesinin altında mutlaka bir gizli amacı vardır’ türünden yorumlar yer alıyor" (1 Nisan 2003, NTV Radyosunun uluslar arası basından haberler programı). Bu, Batılıların kendi niyet ve emellerini, Türkiye’ye nasıl yansıttıklarının tipik bir örneğidir. Milliyetçiliklerin kendi milliyetçilik tanımlarını ‘öteki’ne yansıtarak inşa eden ideolojiler olduklarına yukarda değindim. AB genişlemeden sorumlu
komiseri Werhogen 1 Nisan sabahı yaptığı basın toplantısında, bir gazetecinin ‘Türkiye’ye Kuzey Irak’a girmemesi için bu kadar baskı uyguluyorsunuz, İngiltere ve Polonya’ya da uygulamayı düşünüyor musunuz? Sorusu karşısında, Werhogen’in yanıtı ‘cevap vermeme hakkımı kullanmak istiyorum’ oldu. Aynı Werhogen, birkaç gün önce
‘Türkiye Kuzey Irak’a girerse AB üyeliği suya düşer’ diyen AB komiseri idi. 1 Nisan akşamüzeri Bu kez Avrupa
komisyon eş başkanı Emma Tomsen, Werhogen yerine
cevap verdi ‘Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmemesi için yapılan baskılar, İngiltere ve Polonya için düşünülmemektedir’. Bu Churchill ahlakı’na ekleyecek hiçbir şeyim yok,
sadece yukarıdaki alıntıyı tekrarlıyorum: "Emperyalizm
basit fetih girişiminden, bir ‘uygarlık’ temeline oturmuş
evrensel egemenlik girişimine ancak ‘ırkçılık’ olarak dönüşebilmiştir."
İsmet Berkan, köşesinden "Haftalardır Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman basınında Türkiye’nin adı ‘Kuzey
Irak’ı işgal etmek isteyen ülke’ veya ‘Kürtleri ezmek isteyen ülke’ olarak geçiyor, Biz Türkiye’de bu kalıpların gerçeği yansıtmadığını... biliyoruz ama neden Batı basını
Türkiye’den böyle söz ediyor?" (Radikal, 9 Nisan 2003)
diye soruyor ve faturayı Türkiye’deki belli kesimlere çıkararak bitiriyor. İnsanın aklına elbette Nasrettin Hoca geliyor; ‘Hırsızın hiç mi suçu yok’. Aynen sınıf temelli sosyalist kalıntılar olduğu gibi milliyetçiliği halâ ırk temelinde
tarif eden milliyetçilerin de bulunduğu yadsınamaz. Ancak bu günümüz milliyetçiliğinin –kitlesel ölçekte- kültürel kimlik milliyetçiliği şeklinde cisimleştiği gerçeğinin
yerini alamaz. Sorun, Sn. Berkan gibi ‘uzmanaydınların’
Batı milliyetçiliğini görmezden gelerek (tersine onları demokrasi ve insan hakları savunucuları olarak sunarak) ve
kamuoyunun, Batı saldırıları karşısında korunma ve sığınma biçimindeki milliyetçiliklerini (en azından Irak işgaline duydukları partikülarist hıncı), milliyetçi ideolojinin tarihi kökenine gönderme yaparak ırkçı milliyetçilikle eşitlemeleri ve söylemlerini böyle kurmaları. Sorun bu yer
değiştirme mekanizmasını sanki uygulamıyorlarmış gibi
davranmaları. Benim herhangi bir –ister kültür, ister ırkçı
milliyetçilik olsun- milliyetçilik yandaşı olmamam, milliyetçiliğin evrenselci ideolojinin ırkçılığı tarafından tanımlanma tarzına duyarsız kalacağım anlamına gelmez, bu nedenle karşı olduğum şey şudur: Türkiye’de demokrasi havarisi kesilen medyanın ve akademinin uzmanaydınları ve
özellikle her türden solcu aydını, sanki küreselleşmenin
mutlak yoksullaştırıcı, dışlayıcı ve (ırak işgaliyle) terörize
edici ırkçı saldırıları karşısında, bu ülke insanlarına, bu saldırıdan kendilerini korumaları için bir ‘çözüm’ önermişler
de, bu insanlar da onların çözümleri yerine, partikülaristmilliyetçi bir zemine kaymışlar gibi, evrenselciliğin ırkçılığını gizleyen bu aydınların anti-milliyetçilik tavrıdır. Anti-milliyetçiliğe elbette evet, ama anti-milliyetçiliğin evrenselci ırkçılığın üzerini örten bir kamuflaj olarak kullanılmasına hayır. Bu deşifre edilmelidir. Bu, kitleler ile aydınlar arasıdaki radikal ayrışmanın, inşa edilen ideolojik
hegemonyaya, karşı ve yandaş, müdahale ve katılım işlevleri bağlamında -kitlelerin (yalın davranarak) aydınları geride bıraktığı anlamını da ihmal etmeden- daha da anlaşılır
bir durumdur. Temel soru da şudur: Bu söylem gerçekten
özgün ve özerk bir politik söylem midir, yoksa Avrupa ve
Batı evrenselcliğini ‘taklit eden’, taklitçi bir politik söylem midir. Taklit etmiyorsanız, evrenselci ve partikülarist
ideolojilerin bütün riskleri ortadayken, özerk politikanızın
parametreleri nelerdir? Yok, taklit ediyorsanız, gerçekten
ne yapıyorsunuz?
Batı kimliğini (yani kültürel milliyetçiliğini) asla sadece Batılılar oluşturmuyor, hiçbir kimliğin salt kendine
özgü bir kimlik olamayacağı gibi. Batı kimliği, İslam ideolojisinin, küreselleşme ile içine girdiği bir kriz tarafından, ‘teslimiyetçilik’ krizi tarafından da oluşturulur. Batı
kendi ‘biz’ kimliğini, kendine bir ‘öteki’ ilan etmeden kuramaz. Bugün bu ‘öteki’(ler), Arap, İslam, Türk, Akdenizli, Afrikalı, üçüncü dünyalı ve benzerleridir. Batı kimliği
tarihi bir sabitlik değil, kendi oluşumunu sürekli yeniden
üreten bir kimliktir. Kendi üstünlük kompleksini sürekli
üreten, (üst-alt insan) eşitsizliğinin değişmediğini garantileyen sembolleri sürekli gereksinen ve bunları, genelde az
gelişmiş toplumların ‘teslimiyetçi’ davranışları içinde (örneğin AKP iktidarının davranışları içinde) bulmakta güçlük çekmeyen bir kimliktir. Batının kendi kimliğini sağaltmak için, özellikle Irak işgali konusundaki ikiyüzlülüğünü yani, ‘uygar, demokrat’ kimliği içindeki yarılmayı
–kendi kamuoyu önünde- gizlemek için ‘öteki’ni bir
‘yer’e koymaya –‘Türk kimliğini’ ‘işgalci’ bir yere koymaya- ihtiyacı vardır. İşgali gerçekleştiren, ABD, İngiltere, Polonya ve diğerlerine, hiçbir düzeyde ve hiçbir yerde
‘işgalci’ diyemeyen Avrupalı aydın, asıl niyetini defalarca
açıklamış ve girmemiş olan Türkiyeye ‘işgalci’ diyerek,
Batı kimliğini ‘ırkçı bir tedavi yöntemiyle’ onarmaktadır.
Biz alt-insanlara uygarlığı öğretecek, demokrasi getirecek
olan kimlik, bu kimliktir. Batı aydınları, başta Amerikan
halkı olmak üzere batı kamuoylarını, işgalin ilk günlerinde, Irak halkının’ direndiği ölçüde, "bu yabanıllar ‘uygarlığı’ bilmiyorlar, gerçekten Bush haklıymış bunlara demokrasiyi öğretmek gerek, baksana Saddamı destekliyorlar" ırkçı faraziyesinden, Amerikan askerinin her girdiği
yerde yaptığı ilk iş olan hapishaneleri boşaltarak, içlerinden çıkanların çapulcu kısmıyla şehrin diğer çapulcu ve
yağmacılarının birleşerek yaptıkları sevinç gösterilerini,
Irak halkının Amerikan Askerini bağrına bastığı edebiya-
tıyla TV’lerden izlettirdiklerinde, kamuoylarını ‘bak Bush
haklıymış, bu insanlara özgürlüğü götürdük, seviniyorlar’
ırkçı faraziyesine geçirmekte zorlanmadılar. Öte yandan
yağmacıların Bağdat kütüphanesini ve Bağdat müzesini her ikisi de (sadece İslamın değil) Bağdat Ulusu inşasının
somut tutamaklarıydı- talan edilmesine göz yumdular.
Gerçekten göz mü yumdular, birlikte mi talan ettiler?_(bir
süre sonra, Irak işgaline katılan Amerikalıların evlerinde
altın Sümer sikkeleri çıkarsa kimse şaşırmayacaktır).
Özellikle kütüphane, binlerce yıl öncesinin el yazmaları
ve Hamurabi tabletleri, -sanki Huntington’ı doğrularcasına- Doğu medeniyetinin talanı, bunlar sadece milliyetçilikler arası savaşın görüntüleri midir, yoksa medeniyetler
arası mı? Dolayısıyla, Türkleri işgalci olarak ilan etmek,
bilinçaltlarında geçmişi bugüne düğümleyen ‘Türk imgesi’ne yeni halkalar ekleyerek yeniden kurduklarını düşündükleri bugünün Türkiyesi kimliğini, kendi yaralarının
üzerine bastırmaktadırlar. Üstelik bir süre sonra -Kıbrıs’ı
içlerine aldıklarında- koparacakları ‘işgalci Türkler’ yaygaralarının şimdiden bilinçaltı patikalarını döşemiş olmakla da ayrı bir kazanç sağlayarak. O zaman gelince kendi
kamuoyları hatırlayacaktır, "bunlar zaten işgalciydi, kuzey
Irak’ı da işgal etmişlerdi". Amorf kamu bilinci bu düzeyde çalışır çünkü.
Hegel, Batı uygarlığının ahlakını, ahlakların en katıksızı, en nesneli, en saf ahlakı olarak, (‘Sittlichkeit’) tanımlamıştı. Birkaç gün önce gazetelerde, Alman dış işleri bakanının, Belçika dış işleri bakanına, (Türkiye’nin AB macerasının bir aşamasıyla ilgili olarak) ‘Türkleri uyutacak
bir cevap bulalım’ dediği yer aldı. AB, herkesin barındığı
bir cennet!. Avusturya milliyetçiliğini bağrına basan,
Türkleri milliyetçilikle suçlayan, bu yolla kendi milliyetçiliğini gizleyen AB. Nazizmin Yahudi düşmanlığını bugün ‘göçmen’ ve ‘yabancı’ düşmanlığına dönüştürmüş,
‘yabancıları’ kendi ulusu için bir tehlike gören Almanya.
Akademisyenlerinin ‘çokkültürcülüğün saldırısı’ bahanesini teorize ederek tek kültürcü ırkçılığa ‘akademik analizler’ düzdüğü, gençliğinin aynı olayı ‘ırkçı hareketler’ örgütleyerek saldırıya dönüştürdüğü, Almanya, Fransa, Belçika vb. milliyetçilikleri. Ve Yabancı düşmanlığını tüm Avrupa için geçerli bir tehlike olarak gören Avrupa ırkçılığı.
Dışlama, dışlananla bir arada yaşamayı reddetmektir. Ne
deniyor, göçmenler, vatansızlar, yabancılar, suç oranlarındaki artışın nedenidir, işsizliğin nedenidir (ki bunlar tümüyle geçersiz yakıştırmalardır), özellikle Müslümanlar
asimile olmuyor, çocuklarımızı aynı okullara göndermek,
aynı otobüslere binmek istemiyoruz, öz kimliğimiz ‘karışıyor- bozuluyor’, vb.. Balibar anlatıyor, Avrupada, sosyalist gençlik hareketleri yok, liberal gençlik hareketleri
yok, çok sınırlı Hıristiyan tepkiciler dışında dini gençlik
hareketleri yok. Ama Irkçı gençlik hareketleri her yerde
var. Almanya’da özellikle Türklere karşı, Fransa’da cezayirlilere karşı, başka yerlerde, çingenelere karşı, Akdenizli-meteque’lere, Asyalılara karşı, kısaca tüm ‘öteki’lere
17
18
karşı. Öyle ki bu ırkçılık, basına, akademiye ve hatta sanata içselleşmiş durumda. Belçika’da ilkokul şarkılarına girmiş olan bu ırkçılık "Bir Türk’ü yere vur/ayaklarınla ağzına vur/ Dişlerini havaya uçur/ Şimdi otur, çünkü kaçıyor/
Brüksele kadar/ hepsini sıradan geçirene kadar vb.."
(Hürriyet, 30 Mart 2003, s.5), tüm Avrupa’da bir ArapTürk-İslam-Asyalı vb. düşmanlığı olarak sürekli yeniden
üretilmektedir. Bu yabancı korkusu az gelişmiş uluslara
dönük ekonomik-politik-diplomatik her tür saldırının temelinde yer almaktadır.
Evrenselciler bu eğilimlerin görece ve istisnai olduğunu söyleyeceklerdir. Bu ırkçı hareketlerin egemen olmadığını söyleyeceklerdir. Ben bu hareketlerin ‘köküne su
yürüyen hareketler’ olduğunu söylüyorum. Ve Irak işgalinin en dolaysız sonuçlarından birinin Batı ırkçılığının bundan sonra daha da ‘pervasızlaşacağı’ ve dayatmacı dozunu
artıracağını düşünüyorum. Irak işgali bu eğilimi, hem Batı evrenselciliğinin ırkçılığı olarak hem de (İslami teslimiyetçilikten giderek kendini ayrıştıran ) bir Arap milliyetçiliğinin kabarışı olarak güçlendirmiştir. Orta Doğunun yakın geleceğini, Irakta oluşacak Amerikan demokrasisinin
diğer Arap ülkelerinde ‘domino etkisi’ yaratacağı rüyasını
görenler Bush’un yardımcısı Cheny’nin ‘yağma ve kaos
özgürlüktür’ sözlerini Batı ırkçılığının manifestosu olarak
değil, halâ ‘insan hakları ve demokrasi’ vaadi olarak okumaya çalışanlardır. Batı Irkçılığı eğer gözlerimizi kapatmadıysak, gözlerimizin önündedir. Balibar’ın dediği gibi ‘orta yaşlı insanlarla tarih yapılmaz’, tarih ya kurumlarda cisimleşen ideolojik tahakkümler yoluyla ya da bunlara karşı verilecek özgürlük ve dönüştürme mücadeleleri ile yapılır. Yukarda Bunca çok örnek verdiysem nedeni, Batı kurumlarında (ve elbette az gelişmiş toplumlarda mukabil
olarak sertleşen milliyetçi duruşlarda) cisimleşen bu ırkçı
ideolojik tahakkümlere karşı verilecek bir özgürlük ve dönüşüm mücadelesini (olmayan bu mücadeleyi) ‘kışkırtmak’ içindir. Çok net Amerikan işgali Avrupa ve Orta doğuda ırkçılık temelli karşı duruşları beslemiştir ve beslemeyi sürdürecektir. Bunun ulus-devlet krizi ile birleşen
yönü, ulus devletin, küreselleşme karşısındaki güçsüzlüğünü, çaresizliğini ve yıkılışını, kendi halkı üzerinde bir
vahşet ve şiddet uygulayarak dengelemeye kalkışmasıdır.
Ulus devlet hala otuz yıl öncenin korkularını yaşamaktadır
(Deniz Gezmiş türkülerini çalan bir DJ hakkında DGM
dava açıyor!) ve hala şiddet uygulamaktan (Örn. Türkiye’de İstanbul’daki Savaşı protesto gösterileri yapan ‘solcu’ gençlere, göz yaşı bombalarıyla, coplarıyla saldırarak
yüz küsur kişiyi göz altına almaktan) başka çare bulamamaktadır (en azından her tür farklılığa tahammül etme gibi basit bir çareyi bile bulamamaktadır). Ulus devlet, küreselleşmeyle birlikte yaşadığı krizine toplumsal tabanına
dayanan çözümler bulmaktan hızla uzaklaşmakta, üst
ulusların ve üst ulus milliyetçiliklerinin tahakkümünü, çözüm diye yutturmaya çalışmaktadır.
Tarihin özgürlükçü yapıcıları ne istiyor olabilirler?
"Öznelliklerimizin engellenmediği ve cehennemimiz olmayan bir toplum, içine bizimde gömüleceğimiz, mezar
kazıcımız olmayan bir tarih, yabancıları ve seyircileri olmadığımız bir yaşam, ‘öteki’ deneyimiyle beslenen bir
‘benlik’, sabitliklerden arınmış ve farklılıkları dışlamayan
bir kültür, kısaca evet ekmek ama ‘sadece ekmekle yaşayan toplumun’ ötesine artık geçen bir topum vb."
Ne evrenselci ideolojiler; yani, ne Batı’nın yeni liberal, ‘insan hakları ve demokrasi’ ideolojisi ve bunun ırkçı
cisimlenişleri ne de dinlerin öte dünyayı bile talep etme
vahşetini cisimleştiren iktidarlarının, ‘Tanrıya teslim ve
itaat’ten kaynaklanan teslimiyetçiliklerini dünyaya yansıtarak kurdukları teslimiyetçi politikaları.... ve nede Partikülarist ideolojiler; sınıf temelinde, ulus temelinde ırk ya
da etnik temelde inşa edilen ideolojiler, yaşanabilir bir gelecek adına umut vermektedirler.
Spinoza’dan bir önerme; "Birden fazla yok olma şekli vardır". Balibar’dan bir önerme, sınıfını yitirmiş bir uzlaşmaz sınıf mücadelesi sürmektedir. Nietzsche’ye kulak
verdiğimizde ise, yeni bir tahayyülü inşa etmek, yukarıda
anlatılan tüm ırkçılık biçimlerini unutmadan mümkün değildir, bu doğru, ama unutarak da mümkün değildir, bu da
doğru. Eğer kapitalizm, liberalizmin yıkılmasına rağmen
hala mülkiyeti özgürlük olarak sahipleniyorsa, tarih yapıcılarının da sınıfsız bir sınıf mücadelesi uzlaşmazlığını, özgürlük mücadelesi olarak sahiplenme hakları vardır.
husamcet@ttnet
NOTLAR
(*) casuistique: ahlaki anlamda ‘yılışık kurnazlık’
Balibar,E. 2002, Politics and the Other Scene, Verso, London
New York.
Balibar,E. Ve Wallerstein,I. 2000, Irk Ulus Sınıf: Belirsiz Kimlikler, Metis Yay. İst.
Gibson,J.W. 1986, The Perfect War: Thechnowar in Vietnam,
Atlantic Monthly Press, Boston.
Kant,E. 1983, ‘Aydınlanma Nedir?’, Yazko Felsefe Yazıları,
6.Kitap, ss.139-148, İst.
Lichtman,R.1995, ‘The Gulf War: Participation in Modernity’,
Marxism in the Postmodern Age, Ed. Antonio Callari vd. The
Guilford Press, New York London.
Marx,K. And Engels,F. 1980, Collected Works, Vol.14. s.656.
In
gel-git
özcan erdo¤an
Biliyorsun, bizim her türlü yalnızlığımız
Yeni bir dil olacak yarın.
Edip Cansever
yırtık yelkenli bir kadın için için
kıyı: uzadıkça uzayan ucu yenmiş tırnaklar
ip yumağı cepleri tenhaydı...
akşama dönecek elbet iyi kötü
sürerek içine atbaşı dalgaları
bir bakıma o kitabı örüyor her gün
birazcık geç kalsa fazlaca kurutulmuş: güz
ellerinde yazı ufalar açıklar
kuşlara serptiği yemi göğe düşürür
borulara konan o düğümlü ses
heyamolalarla akan gök
huzursuz gelgitleri geleceğin
bekler kıyısında kırıklar kayıkları
unutmak kaybetmektir her oyunda
ayrılıkla sınanır göğsü gövdelerin
gererek çatlatır kayalar kaburgalarını
boşluk biter, su birikir
sivrilir uçmak uzaklar battıkça
19
mahremiyetin son ülkesi:
yeralt› edebiyat›
selçuk küpçük
20
Şiirin mahremiyet (gizli, herkese söylenmez, herkesce bilinmemesi gerek) yanında durup, şiirsel tavır alışın da oturacağı mevziyi bu izlek üzere yorumlarsak, şairin bugünkü şiir dışı erk odaklarıyla
kirli ilişkilerinden artık tiksinmemiz gerektiği sonucuna sarih bir şekilde varabiliriz. Kaldı ki modern şiirin ben/birey üzerine kurulu gizil, tekil,
düşsel, iç öyküsü, söylemi önünde sonunda şair’in
sağlıklı ve zenginleştirici ilişki kurabileceği asal
köprünün, dışa doğru açılan bir hitabilikten ziyade,
içe doğru geri bildirimler ve içe doğru konuşmalar
olduğu gerçekliği aslında en güvenilir korunak ve
aynı zamanda etik bir ön belirleyicidir de.
Dışa doğru açımlanan, dolayısı ile şair merkezli kaygılar yerine toplumsal ve ideolojik görevlendirmeler yüklenmiş bir şiir poetikasının dönüp dolaşıp varacağı havza, kutsadığı ya da uğruna dönüştürme çabalarına giriştiği yer "avam"dan başkası
değildir. Avam’dan kastedilen ise herkes, yığın, sürü, genel, kitle ve nihayetinde bu sürdürümün çıkış
kapısında eline tutuşturulan : popülarite’dir. Şair
böylesi bir zeminde etik tercihini de yapmak durumunda hissetmeli kendini. Her şeyin nesneleştirilme sürecinde ya bir tavır alışı, geri çekilimi, içe kapanımı kutsayacak ya da "kitle" ile aynı alt beğeni/kabul/onanmışlık illüzyonuna kapılacak. İşte
tam burada Rilke’nin genç şaire "yalnız bir tek yol
vardır: içinize dönün" ikazından başka yetkin şiir
damarına koşan bir zırhı ciddiye almamak gerekli.
(R.Maria Rilke.Genç Şaire Mektuplar. Era Yay.
1995)
İkinci tercih, yani kitle ile ortak beğeni bileşkesinde toplanma ve entegrasyonu sağlama çabaları şiirin iç donanımı ile oynamayı doğuracak, netice itibariyle de şiir sözlüğünün sığlaşması (çünkü
kitle de sığ bir sözcük ambarı ile yetinir), kelimenin anlam katmanlarının buharlaştırılıp, kitle ile iletişimin dominant düzleme çekilmesi için bir tek
anlama indirgenmesi ve şiir içi deneylerin terk edilip benzer, hazır, verili, kolay ve neredeyse anonim
söz dizimlerinin tercih edilmesine ve sahih şi-
ir’den kaçınılmaz şekilde uzakta kalınmasına yol
açacaktır. Bu tabiki yığın’ın algısal zafiyetinin gelenekselliği olarak şairin kabul edilebilirliğinin,
uyumculuğunun birincil ve önemli girizgahı! "Anlaşılırlık" burada şair için en tehlikeli, yanılsamalı
kazançtır aslında. Yani şair sözünü söylemiş ve ilk
engelde anlaşılmış, anlaşılmak istemiştir. Oysa bu
istenç şiirin mahremiyetini ve sözel bekaretini lekelemiş ve şair/şiir cüz’i kelime ambarıyla bütün
işlerini görebilen kitle tarafından bile çözülebilecek kadar vasat, kolay bir düzleme yatırılmıştır ne
yazık ki. Kazançlı çıkan kitledir.
Çoktandır yaşamsal edimlerimizin mahremiyetini yitirdiği ortada iken, yani popüler kültürün bir
taşeronu olarak medyanın birey’in özel alanını, korunağını satışa/gösteriye sunduğunu tekrar hatırlarsak, bireysel bir üretim ülkesinin (şiirin) sahibi şair, bu bireyselliğini, özgürlüğünü, özel’liğini kirletmemek, umuma açmamak ve korumak adına önüne getirilen bütün irinli beslenme malzemelerini,
aygıtlarını reddetmelidir. Elinin(sözünün) kirlendiği topyekün ilintilerden acilen kopmalı ve sığınağına geri dönmelidir. Bu sığınak kuşkusuz bugün legal olarak tanımlayabileceğimiz"yerüstü"ne karşı,
illegal olan bu yüzden mahrem kalabilen "yeraltı"dır.
Yeraltı’ndan kastedilen ise resmi, onaylı, icazetli, ehlileştirilmiş, çıkar ilişkilerinden beslenmiş,
mevcut siyasal iktidar ne olursa olsun statükoya
yamanmış, bütünüyle edilgen, egemen, verili, dayatılı ve önerilen dil ve sanat sınırlandırılması ile
yapılanmış, kendi özgül ağırlığının dışında, popüler
organizmalarca değer biçilmiş silikonlu, yalama,
metalik sözler ve sayfalar çöplüğü haline dönüştürülmüş yapay, kurgusal bir edebi omurgadan ziyade, bütün bu dualist kuşatıma spontane olarak başkaldıran, etik ve estetik kaygının haricinde hiçbir
hiyerarşik modüle hesap vermeyen, iktidarların
(sanatsal ve siyasal) kovanına pervasızca elini sokan, medyanın dayattığı cazibesi bol imkanları ile
geri tepen cür’etli bir varoluştur aslında.
Son yıllarda şiirin/edebiyatın daha fazla insana
ulaşması, kitle’nin şiir/edebiyat bilincinin uyarılması sözde maksadı ile şair/yazar magazin nesnesi
gibi işlenip adi bir malzemeye dönüştürülmüştür.
Bu dönüşüm edebi ürün yoğurumuna hiçbir kazanç sağlamadığı gibi eser sahibinin de tüccar/reklamcı kafasının bir metası olarak her şeyinin görsellendiği, eserden çok müellifin özel yaşam sınırlarının öncelenip pazarlandığı yoz bir sürece dahil
etmiştir şair/yazarı. Tam burada sorgulanması kaçınılmaz olan diğer husus ise bütün olup biten karşısında şair/yazarın kayıtsız, davetkar ve konformist
tutumudur. Ve bu günahkar tutum karşısında artık
günahları kusmanın vakti gelmiştir.
Kitle’ye açık şiir dinletileri, şölenleri, şiir kasetleri, klipleri neticesinde geldiğimiz durak, sahih
şiir adına başlanılan çizgiden bir dirhem öteye geçememiştir. Bugün şiir/edebiyat dergilerinin satış
adedi ortada iken, böylesi zorlu bir iteleme durumunda şair/yazar neden hâlâ kurulu sistem (statüko/yerüstü) karşısında varoluş gerçekliğini elleriyle yoklayıp onuruna, etiğine yeniden kan pompalamak için yeraltı’na çekilmiyor ve red’dini sunmuyor?
Kaldı ki modern şiirin, okuyucusunu da şairleştirerek yatağına oturduğu gerçeğinden yol alırsak, bugün edebiyat dergilerinin okuru, izleyeni
zaten şairlerin kendisi ya da bir şekilde sahih şiirle yaklaşanlardan başkası değildir. "şairin ürettiğini tüketen yine şairdir" Ve öyle de kalmalıdır.(Hayati Baki. Şair ve Otorite/Şiir ve Yanılsama. Suteni)
Asıl söylemek istediğim bunca iletişim becerilerinin, ağlarının ortalığı parsellediği bir zaman örgüsünde şairler/yazarlar, kendi özel ve özerk dilleri ile ancak kendilerinden ve kendi gibilerinden
oluşabilen yeni bir kurtarılmış söylem alanı kurmuşlardır bile. Bu tabiki yapaylıktan müteşekkil
bir irrasyonel birliktelikten çok, modern şiirin iyi
ve seçilmiş okuru da şiire çağırarak, yaşamın reel
katmanının içinde ama bu bahsettiğim özel, gizli,
tercih edilmiş ve çok parçalı anlam sayfaları, şifreleri ile donanımlı dili bilmeyenlerin giremeyecekleri, çıplak gözleriyle göremeyecekleri bir yeraltı’na çekilme halidir.
Bireysel, yazınsal, düşünsel, bilişsel özgürlüklerin uçsuz bucaksız, popüler kültürün nemalarından istifadeyi reddeden, içine, giziline, mahremiyetine, kuyusuna, evine geri dönen, sokağın, kitle-
nin, avamın, medyanın, boyalı holding dergilerinin
irinli pragmatizminden ayağını çeken, icabederse
kendi dergisini oldukça mütevazi yöntemlerle çıkaran, anarşist, yıkıcı, özgüveni bütüncül, kendini
gerçekleştirebilme koridorları alabildiğine açık,
gösterişsiz ama taşları fırlattığı yerden ses kopartan, verili dili kırıp, tedhiş edici bir dil örgüsü geliştiren, sanatsal ve siyasal sömürü organizmalarını ve iktidarlarını hizaya çeken, kurulu oyunu bozan, "kimseden izin almadan, kimseye hesap vermeden, hiçbir ekonomik kaygı gütmeden, hepsinden önemlisi adını öne çıkartıp poqüler olmaya çalışmadan, tam tersi adını gündeme bile getirmeden
oluşturulan" yeni bir edebiyatın ayak seslerini duymamız kaçınılmaz. (Altay Öktem. Şeytan Aletleri.
fanzinler, demolar, fotokopi afişler. Varlık 2000)
Hal böyle iken yüzünü medyanın provakesiyle
avama, yaşamın görünür katmanına çevirmiş ve bu
ilişkilerden beslenmiş şair/yazar, tezelden günahlarından arınıp bu özel dil ülkesine (yeraltına) bavulunu hazırlamalıdır. Yüzünü avama dönen, üzümün üzüme bakması gibi kararıyor. Okurunu kitlede arayanlar ve orada ısrarcı olanlar estetik beğeninin dibe vurduğu, dönüşü imkansız, kazası bol,
kurtaranı olmayan buharlaştırıcı bir yola girmek
durumunda kalacaklardır.
Gerek medya gerekse onun geleneksel işbirlikçisi kitle’nin gözünde şair/şiir, popülizmi, çok tanınma ve çok satmayı, gerekiyorsa kendisini edilgen hale dönüştüren teknoloji ve modernitenin birçok enstrümanıyla bağını koparmayı, ödülleri ve
yazar kuruluşlarına üye olmayı reddetmeyi, böylesi legal yapılanmalarla ilintisi varsa acilen istifayı,
"bir şeylere zorlanmak için doğmadım ben. Kendi
bildiğimce yaşamak isterim. görelim en güçlü
kimmiş. Çoğunluğun gücü de nedir." (H. David
Thoreeau Sivil İteatsizlik. Şehir . 1991)deyip meydan okuyabilmeyi içselleştirip kirlenmiş bir varsıllığın yerine "yenilmeyi" kutsayabilen ve bu yenilgiyi yaşamsal bir değer haline gönüştürüp, varoluşunun bilgisine bütünleyen yeni bir sivil iteatsizlik
becerisi geliştirmek ve geride dumak zorundadır.
Devlet, medya parti, kurum, kuruluş, siyasa,
cemaat, sendika, dergi ve kitle karşısında sivil olabilmeye doğru muhalefet mevzileri yeniden doldurulmalı, fanzin’lerle alt yapısı tamamlanmış, tutunamayanların, kaybedenlerin, yenilenlerin dili olmuş bu bakir son mahremiyet ülkesi de statüko tarafından manipüle edilmeden saflar sıklaştırılıp,
21
performans
tezer cem
22
Sık kullanılanlar listesinde / çok bonkörsünüz
Tali olarak kayda alınmış
Tıklıyordum web gardrobuna
Sıkır şıkır geliyorsunuz
Uyku ile birlikte tutup elini
Bezgince aralanan göz kapaklarından sızıyor
Işıltınız diyordum megahertz gücünüz
Peşin yalnızlıklara ancak sanal indirim yaparız
Posta kutunuzda birikmiş kibrit çöplerini
yakardınız
Tutuşurduk
Dosyaların açılamayan uzantılarında
İmgeleç çubuğuna basıp sıçrardı Türkçe mealimiz
Aslan kesilirdik iki satır okuyunca
Kendimi rahatsız edicem ama hafızam yetersiz
Yoksunuz arama motorum da bile
Diline format atılmış işlemci
Hesabımı bu dünyada ödeyeceğim mümkünse
Öncekileri de katardınız işin içine
Bedelli şairdiniz / masaüstünde sihirbaz
« show must go on »
eski bir tart›flmaya
yeni bir okuma önerisi
23
mustafa iba korkmaz
Anadoluda daha çok halk arasında Kalenderlik olarak
bilinen ekolün, Yesevilik, Bektaşilik, Haydarilik, Kalenderilik, Abdallık vb. bir çok sufi akıma öncülük
yaptığını biliniyor. Sanskritçe'deki "Kanun, nizam dışı,
düzeni bozan" anlamına gelen "kalandara" kelimesi,
anlamını koruyarak Farsça'ya ve Türkçe'ye "kalender"
(Ahmet Yaşar Ocak Kalenderîlik Türk Tarih Kurumu
Yay.) olarak geçmiş. Kalandara olarak bilinen ve "kanun, nizam dışı" davranışı yaşam pratiğine dönüştüren
hintli mistiklerin varlığı da başka bir gerçeklik.
Doğu’dan yayılan bu pratik, kadim Çin uygarlığında Lao Tzu’dan başlayarak doğu etiğinin ve mistisizminin önemli bir bölümünü oluşturur. Batılı kaynaklarda genellikle Lao Tzu bu geleneğin başlatıcısı olarak gözükür. Hindistan üzerinden İran'a ulaşan sözkonusu yaşam biçimi zamanla islama uyarlanmış, özellikle İran tasavvufunda ve edebiyatında önemli bir rol
oynamıştır. "Bir rint gördüm, binmiş dünya denen kır
ata; /Aldırmıyor dine, islama, şeriata;/Ne hak dinliyor, ne hakikat, ne marifet:/Gelmiş mi böylesi kahraman kainata?" diyen Ömer Hayyam'ın bu düşüncenin
genel çerçevesini dile getirdiği söylenebilir.
Kurumlaşarak aslından uzaklaşanlar bir yana, asıl
kalenderler ün, şan ve taraftar toplamak gibi kaygıları
olmadğından tarihte silinip gitmişlerdir. Bu nedenle
bazılarının görüş ve düşünceleri anılmakla birlikte anlaşıldıkları konusunda benim kuşkularım var. Batılı
kaynaklarda islam heterodoksisi ve kalenderiler hakkında referans niteliği taşıyan bilgiler bulunuyor. Fakat, Hakim Bey’den başka kimse İran ve Anadolu
kaynaklı bu önemli özgürlükçü pratiğe anarşizm bağlamında dikkat çekmemektedir.
Kalenderîliğin Anadolu üzerindeki etkilerinden
sözedildiğinde hemen akla gelebilecek ad Mevlana'dır. Mevlana'nın kendi gerçekliğiyle karşılaşmasına
yol açan "şok deneyiminde" (Edepsizlik, Gerçeklik ve
Anarşi, Ayrıntı Yay.) –dolayısıyla yaşamında ve düşüncesinde- tartışmasız etkileri olan Şems-i Tebrizi
entellektüel bir Kalenderî'dir. Mevlana'ya etkileri de
bu doğrultudadır. Oysa Şems, kalenderiliğinden çok
Mevlananın tartışmalı arkadaşı, dostu (!) olarak bilinir.
Kalenderliğin tanımından yola çıkarak da rahatlıkla görülebileceği gibi herşeyden önce birey olmayı hedefleyen bir yapısı vardır. Halk kültüründe ve Anadolu’nun gündelik yaşamında sanattan dini hayata, ora-
dan siyasete kadar bir çok alanda Kalenderliğin ve kalender kökenli sufi ekollerin etkinliği oldukça önemlidir.
Halk şiirinde Kalenderiye adıyla bilinen bir türün,
divan edebiyatında Kalenderi "mef’ûlü, mefâîlü, mefâîlü, feûlün" (Tahirul Mevlevi, Edebiyat Lügati, Enderun Kitabevi) adında çokça örnekleri bulunan veznin varlığı, Babai isyanları gibi belirgin örnekler bu etkileri görmemiz açısından önemlidir. Nitekim Hakim
Bey’de T.A.Z.’ın (Stüdyo İmge yay. Çev. Rahmi Öğdül, 2001) önsözünde bu konuya doğrudan değinmektedir. Üstelik Hakim Bey’in İslam heterotoksisi ile
bağlantısı sadece bu değini ile sınırlı kalmamış, "teorisini kurmaya çalıştığı yaşam tarzı" (Yaşar Çabuklu,
Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde, Metis yay.) üzerinde etkili olmuştur.
Bir çok kaynağa bakarak, kendileri zenadika (heterodoks, sapkın) olarak adlandırılan kalender grupların ve bu gruplara ait yaşam alanlarının tarih boyunca
sanatçıların ve sapkınların sığınağı olduğunu biliyoruz.
Daha çok şehirli olduğu bilinen divan edebiyatı ve
bu edebiyatın üretilip, tüketildiği nispeten elit çevrelere baktığımızda daha tutucu bir çevre olduğu su götürmez. Çünkü şehirler iktidara ve otoriteye yakındır.
Kaldı ki divan edebiyatının merkezi durumundaki İstanbul kenti aynı zamanda iktidarın da merkezidir. Daha mutaassıp, daha verili bir çevrede sanat üretmenin
zorluğu ortadadır. Bu noktada "şiirin ‘serbest dolaşımı’ özündeki redçi temeli kolaylıkla ortadan kaldırır.
Şiir, ‘çelişkileri derinleştirme’ gibi açık amaçlardan
uzaklaşır. Sach’ın ‘her türlü muhalefete karşı alınabilecek en mükemmel önlem olan, muhalefetin bir çember oluşturan raylar üzerinde serbestçe dolaşımını
sağlamaktır deyişi"ni (Halim Şafak, Kunduz Düşleri
s. 4) hatırlatan Halim Şafak’a bakarak kapalı toplumlarda karamizahın ve hiciv geleneğinin neden daha
ağırlıklı bir gelişme gösterdiği daha açık anlaşılacaktır.
Osmanlı Toplumunun kentli kesiminde muhalif ve
yıkıcı gelenek, ironi (hiciv) dışında rint şairler tarafından üstlenilmiştir. Kaldı ki önemli hiciv ustalarının da
rintliklerini hicivle ifade ettiklerini söylemek çok iddialı sayılmaz. Çok bilinen bir örnek olarak Neyzen
Tevfik hatırlandığında bu görülecektir. Fakat hicvin
doğası gereği estetiğin kolayca dışına çıkabileceğini
belirtmek yerinde olacaktır.
23
24
Rintlik olgusu, halk arasındaki kalenderliğin divan edebiyatı ve çevresindeki adıdır. Kendisi de gençliğinde bir kalenderî müridi olan Hayali Bey, divan
şairleri içinde rint ekolün önemli temsilcilerindendir.
Fakat yukarıda belirttiğim, şiirin ‘serbest dolaşımı
özündeki redçi temeli kolaylıkla ortadan kaldırır" varsayımını da somutlayan bir örnek olarak değerlendirilmelidir. ‘Kalender’ oluşuyla tanınan Hayalî Bey’in saraya adım adım yaklaştırılarak muhalifliğinin törpülenmeye çalışıldığını görmekteyiz. Fuzuli’nin ise merkeze uzak oluşu nedeniyle olsa gerek muhalif yapısını
korumayı başarmış bir şair olduğu, divan şiirini saray
şiiri olarak tanımlayanlar tarafından da belirtilir (Mustafa Kara, Evrensel, 03.07.2000). Bu iki örneğin konunun anlaşılmasına yeterli olacağını sanıyorum.
RİNT ile ZAHİT
"Rintlik" ve "Zahitlik" kavramlarının, divan edebiyatında şairler arasında zaman zaman tartışma konusu olduğu görülür. Bu nedenle olsa gerek Fuzuli’de
Rint ile Zahit adlı eseriyle bu tartışmanın içerisinde
yer almış. Fakat Fuzuli’nin bu konuya eğilişinin çeşitli yönlerden önemli olduğunu düşünüyorum. Görünürde Zahit adlı baba ve Rint adındaki oğlu arasında
geçen tartışmaların ve olayların anlatıldığı bu hikayenin içerisinde, Fuzuli divan edebiyatında genel bir
kullanım alanı bulan alegorik anlatımı tercih etmiş, bu
nedenle eserinde çok katmanlı bir anlam silsilesi oluşturmuştur.
Rint ile Zahit üzerine doğrudan yapılabilecek ilk
saptama, şiirin gündelik hayatla ve bireyle dönüştürücü bir unsur olarak yanyana olduğudur.
Rint ve Zahit arasında geçen felsefi tartışmanın
can alıcı noktası rubailerdir. Buradan bakıldığında felsefenin (gündelik yaşama dönük pratik yönüyle ‘hikmet’ olarak) yetersiz kaldığı yerlerde, bireyin paradigmalarını sarsmak, yıkmak ve denemediği bir bakış açısını önermenin bir yöntemi olarak rubaiye başvurulduğu görülür.
Bu eserde şiirin, Fuzuli tarafından iki farklı dünya
görüşü açısından, iki farklı kategoride değerlendirildiğini görürüz. Birincisi; Zahit’in söylediği rubailerdir.
Ki eserin genel mantığı ve kurgusu doğrultusunda Zahit’in söylediği rubailer verili şiiri temsil eder. Bu nedenle verili, güdümlü ve bağımlı şiirin temel özelliklerini gösteren söylemlerle yüklü şiirlerdir bunlar.
Rint’in şiirleri de doğal olarak verili olanın karşısında, özgürlükçü, isyancı, yıkıcı bir şiirdir. Kendisi olmayı talep eden bireyin macerasını dile getiren şiirlerdir.
1. İç Çatışma
Fuzuli sözkonusu olduğunda, O'nun poetikasında
şiir ve ilim arasında kurduğu ve koşul olarak varsaydığı ilişki mutlaka üzerinde durulan bir konudur. (Rint
ile Zahit, Prof. Dr. Hüseyin Ayan, MEB.). Zaten Fuzuli’nin de bu gerekliliğe dayanarak kendi devrinin ilim-
lerini tahsil ettiğini ve kendinden önce yazılan şiiri sıkı bir takibe aldığını, özgünlük için bu tutumun kaçınılmaz olduğunun farkında olduğunu da biliyoruz. (Fuzuli, Cemil Yener, Altın Kitaplar)
Klasik İslami ilimlere vakıf olması nedeniyle Fuzuli bir yanıyla verili olanın içerisindedir. Yani bir yönüyle Zahit’tir. Öte yandan şiirde takip ettiği gelenek
açısından ve bizzat şair oluşu nedeniyle bir Rint’tir.
Bu nedenle Fuzuli kendi içerisinde bir çatışma yaşamıştır. Üstelik bu tür bir iç çatışmanın, muhasebenin
diğer şairler ve şair adayları adına bir gereklilik olduğunu düşünmektedir. Bu nedenlerle Zahit tarafıyla
Rint tarafını bir yerde uzlaştırması gerekliydi. İşte Rint
ile Zahit adlı eserinde kendiyle tartışmış ve kendince
vardığı sonuçları dile getirmiştir.
Fuzuli içsel çatışmasında rintlik ve zahitliğin
uyuştuğu yerde, aslında rintliğin yumuşak karnını gösterdiği gibi, yıkıcı düşüncenin dejenerasyonunu önleyecek bir yaklaşım geliştirmeye çalıştığı da söylenebilir.
"Eser hakkında yapılan araştırmalarda varılan ortak sonuca göre, Fuzuli, bu eserinde tasavvuf havası
vererek dünya ve kainata dair görüşlerini ortaya koyar. Kendi felsefesini Rint ile Zahit’in ağzından kaleme alır" (Prof. Dr. Hüseyin Ayan, Rint İle Zahit,
MEB). Nitekim eserin sonunda Rint ile Zahit’in ‘birlik’ noktasında buluşması Fuzuli’nin aslında kendi
içindeki ikilemlere dayanarak bu eseri kurguladığı ve
sonuçta kendi ‘iç birliğini’, tutarlılığını oluşturduğu
görülür.
2. Baba/oğul ilişkisi (iktidar ve birey)
Bireyin gerçekleşmesinde, genel psikolojik haritanın yani bilinçaltı paradigmaların oluşmasının temel
teşkil edici kriter olduğunu söylemek çok iddialı bir
yaklaşım olmayacaktır. Bu noktada baba figürü, cinsiyet ayırtetmeksizin çocuk psikolojisinin oluşumunda
en önemli etkenlerden biridir. Çünkü baba aile kurumu içerisinde iktidarı temsil eder. Verili ahlak babanın
önerdiği ve dayattığı ahlaktır. Baba otoritedir. Baba
devlettir. Dışardan gözlendiğinde ideal bile olsa bir
çocuk için babanın temsil ettiği şeyler genellikle bunlardır. Doğal olarak insan rüştünü ilk olarak babasına
ispatlamak zorundadır. Bu zorunluluk çoğu zaman
‘baba’ya isyanı, babanın savunduğu ve temsil ettiği
dünya görüşünün dışında bir yerde kendini gerçekleştirmeyi zorunlu kılar. "Sanat, ‘babanın reddi’ ile başlar." (S. Kemal Bayıldıran. Yom Sanat s. 11)
Fuzuli, Rint ile Zahit çatışmasını bu temel üzerine
bina ettiğinden rahatlıkla görülebileceği gibi Rint ilk
olarak düşünsel anlamda babasına karşı kendi düşüncelerini beyan etmekte, babasının düşüncelerini benimsememekte ısrar etmektedir. Gerçekten de çoğunlukla çocukların ilerleyen zamanlardaki psikolojik yapılarının babalarının iktidarı karşısında takındıkları tutumla ilgilidir. İçerdiği diğer anlamlarla birlikte Baba
oğul ilişkisi bakımından Rint ile Zahit öyküsünün;
Enis Batur’un tam da her yönüyle iktidarı temsil eden
babasına muhalefet ederek şair-yazar oluşuyla benzerlik gösterdiğini söyleyebiliriz (Enis Batur, Kırkpare,
Remzi Kitabevi, Ekim 1993)
Fuzuli’nin birey olarak, baba sembolünden başlayarak iktidarın her türüne eleştirel bir yaklaşım getirdiği açıktır. Bu düşüncenin gelişiminde önemli etkenlerden biri de kuşkusuz Fuzuli’nin şii oluşuyla ilişkilidir. İkinci önemli etkense kuşkusuz şiirde izlediği
gelenek ve kendi özgün poetikasını oluşturmasıdır.
İlim, felsefe ve şiir Fuzuli’yi günümüze taşıyan sacayağı gibidir. Çünkü bu üç ögenin birbiriyle çatışmasını kendi yaşam tarzına dönüştürmüş, oradan bir poetika üretmiş ve bu yaşam tarzının üzerine bina ettiği poetikayı özgün bir üslup olarak şiirine aktarmayı başarmıştır. Bu nedenle Fuzuli birey, uzam-zaman ve şiir
ilişkisi bağlamında günümüzün özgürlükçü düşüncesi
açısından incelenmeye değer özellikler taşıyor.
3. Hakim anlayış ve Alternatif düşünce
Üçüncü olarak daha önce belirttiğim gibi Zahit’in
söylediği şiirler ve tartışma içerisinde öne sürdüğü deliller hem pragmatizmi, hem de verili olanı temsil
eder. Zahit açısından bakıldığında topluma uygunluk
ahlaki zorunluluk olabilir. Bunun yanı sıra Zahit toplumla uyuşmayı toplumdan beklentileri elde etmenin
bir yöntemi olarak oğluna önerir. İşte burada Rint’in
bakışı alternatif düşünceyi temsil etmektedir. Rint verili olan içinde hareket etmenin faydacı yanına eleştiri
getirir. Toplumun birilerini dışlarken her zaman haklı
olmadığını, insanların önyargılardan hareket ettiğini,
mahiyetini bilmedikleri gerçeklikler hakkında haksız
yere yargı ürettiklerini vs. vurgular.
Rint, şaraptan, meyhaneden, sevgiliden, sevgilinin zülfünden, dudaklarından bahseder. İnançlara ters
düşebilecek sözlerle toplumun verili inancına ve ahlakına muhalefet etmekle kalmaz, aynı zamanda dini ve
ahlaki dogmalara, statik kalıplara, paradigmalara saldırır. Bu türden algılanabilecek sözlerin yorumlanarak,
şarabın; aşka, meyhanenin; dergaha, sevgilinin; tanrıya veya şeyhe dönüşmesi çok da önemli değildir. Şair burada temel anlamıyla sistem karşısında yıkıcı bir
tavır almaktadır Bununla birlikte, sarhoşlara, esrarkeşlere, homoseksüellere, haremlik selamlıkla ayrılan
aşıklara sözcülük etmektedir. Şairin gerçek yahut gündelik hayatında ne yaptığı aslında önemli değildir. Şarabı içebilir veya aşkın sembolü olarak kullanabilir.
Önemli olan amacıdır. Amacı en başta toplumun sapkınlara bakışındaki önyargıyı kırmaktır. Ki rint kelimesinin sözlük anlamına bakıldığında "hoşgörü"ye yapılan vurgu bu bakımdan dikkat çekicidir. Rint tutumun
bir başka fonksiyonu ise, verili ahlakın temsilcilerinin
şok deneyimi yaşamalarına yönelik bir imkan olduğudur. Mevlana’nın Şems’le tanışıp dost oluşuyla ilgili
menkıbeler sözkonusu fonksiyonun işleyişi bakımın-
dan oldukça önemli bir örnektir.
Fakat Zahit de Rint’e davranışlarında ve sözlerinde sergilediği özgürlüğün manipülasyona yatkın olan
yanını gösterir. Faydacı yaklaşımlara uygun bir zemin
oluşturabileceğini hatırlatır. Zahit’in temsil ettiği verili ortamla uzlaşan düşünce ve davranışlar nasıl fayda
olarak bireye geri dönüyorsa, Rint’in temsil ettiği alternatif düşünce de taraftarlarına faydalar sağlamaktadır. Bu uyarı belli bir noktadan sonra Rint’in görüşlerini netleştirmesini sağlar. Buraya kadar "ferdi varlığın
bencilliğini, dışardan gelerek onu kısıtlamaya çalışan
herşeyin karşısına koyan" Stirner anarşizminin (İsyan
Ahlakı, Nurettin Topçu, Dergah yay.) çizgilerine yakın
duran Rint’in vardığı sonuçla Tolstoyla bir düşünsel
akrabalık kurduğu düşünülebilir. Bu yaklaşım, Yaşar
Çabuklu’nun Punk ve benzeri underground oluşumların günümüzdeki durumu üzerine yaptığı "postmodern
tüketim kapitalizminin evcilleştirici, ticarileştirici
müdahalesi/manipülasyonu" (Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde, Metis) saptamasıyla doğrudan ilgilidir.
Nitekim eserin sonunda Zahit kendisini oluşturan
paradigmaların birer birer yıkıldığını görür. Gerçeklerin farklı yüzüyle tanışır ve kendi gerçekliğinde bir kırılma, bir değişim yaşar. Eserin böyle bir sonla bitişi,
rintliğin yıkıcı ve dönüştürücü tutumunun nihai hedeflerini göstermesi açısından da önemlidir.
Gelenek ve Yeni Bir Okuma Önerisi
Bu yazının oluşma sürecinde başvuru kitaplarından birisi olarak okuduğum, Halil Turhanlı’nın “Bir
Erdem Olarak Sapkınlık" adlı kitabında yerel kültüre
dair herhangi bir ipucu bulamayışım, doğal olarak Batı’nın "underground" kültürünün Türkiye’de popülerleşmesini anlamlandırmaya çalışmama neden oldu. İşte bu noktada "Günümüz şiirinin magazinleşmesi"yle
(Halim Şafak, Kunduz Düşleri 4), Underground’ın popülerleşmesi arasında bir paralellik bulunduğunu gördüm. Genel olarak 'underground’ın ve küçük İskender
gibi bazı şairlerin verili ortamda açtıkları gedikten özgürleşmeye çalışanların varlığını da ortada. Bu durum
bedel ödemeyi asla göze alamayan burjuvazinin önünde imkanlar açtığı için, şiirin magazinleştirilmesi, evcilleştirilip, ticarileştirilmesinin bir yolu olarak değerlendiriliyor.
Elbette şairin dizeleriyle açacağı gedikten kendine
yol bulanlar olacaktır. Gönül ister ki şairin ödediği bedel yerini bulsun ve mustarip olanlar açılan o yoldan
yürüsünler. Sapkınlar, toplumdan dışlanmalarına neden olan düşünce, inanç ya da davranışlarını gizlemeyecek kadar mert insanlar. Onlar da şairler gibi bedel
ödüyorlar. Oysa sapkınların suç ortakları olan normal
(!) insanlar, en sapkın cinsel fantezileri utanmadan hayal ederek, en ahlaksız eylemleri mütemadiyen zihninlerinde kurgulayarak, içten içe cinayetler işleyerek, hırsızlık yaparak, zina ederek yaşamayı sürdürüyorlar. Fakat bunları asla hayata geçiremeden, itiraf
25
26
dahi edemeden…
***
Divan edebiyatı tartışmalara konu olarak yaşamayı sürdürüyor. Değişik açılardan inceleniyor. Gelenekten yararlanarak bugünle bir bağ kurmanın yolları aranıyor. Bu noktada önemli eleştirilerden birisi günümüz şairinin gelenekle kurduğu ilişkiyi geleceğe yöneltmekten uzak olduğu şeklindedir (Halim Şafak,
Kunduz Düşleri 4, sf. 36). Divan edebiyatından yararlanmayı genel olarak teknik imkanlarından yararlanma
düzeyinde ele alan yaklaşımlar için bu saptama geçerliliğini koruyor. Çünkü ne divan şiiri, ne de günümüzde yazılan şiir sadece biçimden ibarettir. Zaten divan
şiirini bitiren yaklaşım ve ona getirilen en geçerli
eleştiri biçimciliktir. Divan Edebiyatı ile günümüz
edebiyatı arasında kurulabilecek sağlıklı bir ilişkinin,
divan şiirinin hem estetik hem de sosyal yapısını belirleyen en önemli özelliğini yani, yıkıcı yanını keşfetmekle doğrudan ilgili olsa gerek. Ece Ayhan'ın "düşünce mertebelerinin ıssız ve yalnız"(Sivil Denemeler
Kara, YKY) yollarında karşılaştığı adların sıradan bir
tesadüf olmadığı ortada.
Divan geleneğinin yanlış okunmasındaki önemli
neden ideolojik yaklaşımdır. Bir çok divan şairi için
önemli bir yaşam pratiği olan Rintlik kavramı sağ ideoloji açısından bakıldığında burjuvaya ait bir alışkanlık
olan bohemlik şeklinde algılanıyor (İskender Pala, Divan Şiiri Sözlüğü, Ötüken yay./ Rind ü Zahid, Zaman,
17.10.2002). Müslüman çevrelerde, en belirgin sapkın
eğilimler bile 'şerh edilerek' tamamen sünni tasavvuf
bağlamında değerlendiriliyor. Solda ise divan şairleri
toptan saraya angaje görülürken, rintliğin halk kültüründeki karşılığı olan kalenderlik bireyci yönünden
soyutlanarak sosyalizmin öncülü olarak değerlendiriliyor. Öte yandan divan şiirinin yaşamı anlatmadığı gibi (Muhsin Şener, Kavram ve Karmaşa, s.29) subjektif genellemelerle yetiniliyor.
Oysa bireyin kendisini oluşturma pratiği olması,
her tür düşünce ve yaşam pratiği karşısında liberter bir
tutum takınması, oluşan toplulukların otonom özellikler göstermesi, iktidar karşısında yerine göre muhalif
ve isyancı olması, verili olan karşısında yıkıcı bir tavır
sergilemesi gibi temel özellikleri gözününe alındığında, bu geleneği doğru okuma yöntemi olarak anarşist
bir bakışın gerekliliği özellikle vurgulanmalıdır. Bir de
anarşizm açısından değerlendirildiğinde tek örneği
Fuzulî olmayan bu damar önümüze yeni imkanlar
açabilir. En azından bu sayede, daha doyurucu, daha
nesnel bir okuma pratiği geliştirilebilir.
nar son e
soner demirbafl
aynı anda anımsanan
birçok kitap adı
gibi birden geldi
aklına nar
sayfa sayfa aradın
savruk yapraklara yazılan
gecenin lirik yüzündeki
kayıp anahtarını
bölündü uykusu cümlenin
dil tutanı olmayan
heveslerin narhoşluğunda
ay tararken saçlarını hoşçakal
serinliğinde yağdı geceye yağmur
içinde ayraç olan narla bir
düşkent, ekim 2002
ima tahtas›
reha yünlüel
do¤unun
ortas›nda
askerler
baran esmer
o şarkıyı parçala
kuş ötse de bir, hiç'i, ötmese de.
o kapıyı kır
anahtar delse de bir, şek'lid'i, delmese de.
o gözlüğü sars
görse de bir, aynı'yı, görmese de.
o zamanı çırp
çekse de bir, hâlâ'yı, çekmese de
dayan
şiir okuma!
sansan da bir, ima'yı bir, sanmasan da.
imlas›z okuma önerileri
tol-murat uyurkulak
(roman)metis
kalbim unut bu fliiri-ahmet telli
(seçme fliirler) everest
eflatun sufleler-küçük iskender
(elefltiri) gendafl
dinginlirik-soner demirbafl
(fliir) hera
Irak'taki tüm gönülsüz katillere
-Yüzümü kara çıkardın, gün;
Yolumu dara çıkardın.
Kentin sırtım aldım,
Gece gündüz yürüyorum.
-Ardıma kara çaldın, gün;
Adıma yalan çaldın.
Sokağın boynum astım,
Irak yakın yürüyorum.
-Kargımı eğri koydun, gün;
Yaramı ıslak koydun.
Taşın belim sardım,
Önce sonra yürüyorum.
-Cana hain kaldın, gün;
Ölüme suskun kaldın.
Kahrın gönlüm yudum,
Kana yana yürüyorum.
27
fliir ve serüveni
soner demirbafl
28
Günümüz Türkçe şiirinin en büyük açmazlarından biri, kendini yenileyememesidir. Kendini yenileyemeyen bir şiirin yapacağı-yaptığı da kendini yinelemekten öteye geç(e)mez kuşkusuz. Oysa şiir, yapısı gereği dilin sürekli yaratıldığı bir alandır. Genele bakıldığında kuran-kurduran bir şiir yerine, sözcüklerin
özensiz kullanımından kaynaklı, anlatan, sürekli anlatan bir şiir göze çarpmaktadır. Aynı sözcüklerin durmadan tekrarıyla ve yine aynı sözcüklerin sözlük anlamlarının verdikleriyle yetinilmektedir. Bu da şiirin
içinde bulunduğu açmaza işarettir.
"Teknik açıdan bakıldığında cümle, düzyazının en
temel öğelerinden biridir. Cümlenin girmeyeceği, giremeyeceği tek alan varsa o da şiirdir. Daha açık söylersek, cümle şiirin en büyük, en ‘zalım’ düşmanıdır."(1) diyordu Abdülkadir Bulut, bir söyleşisinde.
Bu düşünülmeli.
Burada şairin görevi, varolan sözcükleri sürekli
tekrarlamak değil, bir sözcüğe her kullanılışında yeni
anlamlar katmak olmalıdır. Ancak böylesi bir çaba şiiri genç kılacaktır - kuşkusuz. Tam da bu noktada şiiri(ni) genç kılmak isteyen şair Ahmet Haşim’in daha
1920’lerde söylediği şu sözleri tekrar tekrar okumalıdır:
"Sözün kısası, şiir, peygamberlerin sözü gibi, çeşitli yorumlara yatkın bir genişlik ve kapsamda olmalıdır. Bir şiirin anlamı başka bir anlam olmaya elverişli oldukça, her okuyan ona kendi hayatının da anlamını verebilir; böylece şiir, şairlerle insanlar arasında bir ortak duygulanma dili olmak katına yükselebilir. En zengin, en derin ve en etkili şiir, herkesin
istediği biçimde anlayacağı ve bundan dolayı da sonsuz duyarlıkları içine alabilecek bir genişlikte olandır."(2)
"En güzel şiirler anlamlarını okurun hayalinden
alan şiirlerdir."(3) diyor, Ahmet Haşim. Bu cümleyi,
"En genç şiirler anlamlarını okurun hayalinden alan
şiirlerdir." diye de okumak gerek.
Şu ana kadar söylenenler çok mu umutsuz? "Yalnızca şairlerin umudu yoktur." diyordu İlhan Berk.
Ama, "Yalnızca dil umudu gerçekleştirebilir."(4) diye
de ekliyordu. Bu söylem önemsenmeli.
Burada şiir dilinin önemi üzerinde durmak gerek.
Düzyazı bildirir, şiir ise sezdirir; düzyazı anlatır, şiir
ise kurdurur. Şiir dili bu bağlamda dilin bilinen, görünen anlamının ötesine geçer. Bu ise şiir dilinin düzyazı dilinden farkını gösterir. Bu fark, bir karşı dil olarak
şiir dilinin (Üst-Dil) kendini yeniden yeniden kurmasıdır.
Tanımlanamazlık, çokanlamlılık, anlamsızlık (anlamsızlığın anlamı) gibi kavramlar şiir dilinin ontolojisinde vardır. Şiirde gerçek anlam diye bir şey yoktur, sadece, gerçek anlam diye bilinen şey sözcüğün
okunduğunda (yazıldığında) verdiği ilk anlamdır. Bu
nedenle şiir dili kendini çokanlamlılık üzerine kurar,
kurmalıdır. Ancak böylesi bir şiir kendini tamamlanmamış ve sonsuz kılar. Her oku/n/mada yeni anlamlar
yüklenir.
Tabii ki bu noktada şairin de uzun bir yazma-bozma uğraşı içerisinde olması gerekmektedir. Yazmak,
hep "bir öncekini yıkarak, yıka yıka yazmak"(5) tır. Şiir-yazı ancak böyle ilerleyecektir. Duyguların ve duyarlıkların estetik bir yapıya kavuşturulması için bu
uğraş kaçınılmazdır, kaçınılmaz olmalıdır. Bu da belli
bir bilgi ve birikim ile gerçekleşir.
Bilgi, birikim ve deneyimden uzak bir şiirin şairi
ve okuru götüreceği yer tüketim nesnelerinin alınıp
satıldığı bir yer olmanın ötesine gidemez. Sözü edilen
bilgi, birikim ve deneyim tabii ki şiire ilişkin bilgi,
birikim ve deneyimdir. Şiire ilişkin dil bilgisi ve dil
bilinciyle birlikte, yaşama ait olan ne varsa o da gelmeli akıllara. Şiirin şiirle, şiirin yaşamla ve yaşamda
yer alan diğer disiplinlerle bağı vardır kuşkusuz. Ece
Ayhan’ın deyişiyle: "Şiir şiirde kalamaz. Kalmamalıdır da. Tarih, coğrafya, felsefe, sosyoloji, etik… Hepsini içermeli şiir.(6)
"Benim tavrımı, şiire yaklaşış yordamımı eleştirenler, çağdışıdırlar. Hayatlarında Tom Waits’i bir kere bile dinlememiş, Tom’u önemsememiş insanlardır."(7) diyordu, küçük İskender bu bağlamda. Veysel
Çolak’ın: "Çiçeklere ilişkin bir kitap okumamış bir
şairin yazacağı şiir, hep bir eksikliği taşıyacaktır.
Mermerin içindeki sonsuz heykeli görememek gibi bir
şey bu. Yoksa şiirin diken gibi her gün biraz daha derine gömülen, acıtan, belki de gereksinilen yaşamsal
bir öge olduğu anlaşılırdı."(8) sözleri şiirin yaşamla
ve yaşamda varolan şeylerle kurduğu ilişkiyi imlemekte.
Şair şiirini kurarken bir şey anlatmanın peşinde
olmamalıdır. Zaten şiir kendini anlatacaktır. Önemli
olan anlatımın nasıl yapıldığıdır. Bu ise tamamıyla estetik bir yapı sorunudur. Bunun üzerinde durulmalıdır.
Kullanılan her sözcüğün bir tarihi vardır ve bu tarihsellik içinde yazılagelen şiir-sel tarihin de sıkıca irdelenmesi gerekir. Buysa, şiire gerçekten gönül verenlerin ortaya çıkmasını ve kendini gerçekleştirip geliştirmesini sağlayacaktır.
"Yaşamın kurgusu, anlamların kurgusudur aynı
zamanda."(9) diyor, Veysel Çolak. Ben bu cümleyi
"Şiirin kurgusu, yaşamın ve anlamların yeniden kurgulanmasıdır aynı zamanda." diye yeniden yazmak isterim. Tam da burada, şairin bireyselliğinin şiirin belirmesinde ve belirleyiciliğindeki etkisi görülür, öne
çıkar. Bu, sıkı şiire giden yoldur. Kaba ve verili söylemlerden uzaklaşıp yaşanmışlıkları da ince bir duyarlıkla estetize ederek şiirine katabilmeli şair. Çünkü şiir, yaşanmamışlıkları sezdirdiği- duyurduğu gibi yaşanmışlıkları da içinde taşır. Bu da onun (şiirin) olan
ile olması istenen şey arasında hareket ettiğinin bir
belirtisidir. İşte, tüm bunları göze alan bir şiir Genç
Şiir olacak ve genç kalacaktır.
Burada şairin dikkat etmesi gereken şey, bu alan
içerisinde şiiri-ni kurgularken- kurarken tüm egemenlik ilişkilerinin dışında, uzağında durmak olmalıdır.
Çünkü şiiri kurarken şair, kendini de, yaşamı da yeniden kuracaktır. Egemenlik ilişkileri içinde kurulmaya
çalışılan bir şiir yeni olmayacağı gibi, kendi kendinin
tekrarı olmanın da ötesine geçemez ve verili dili beslemekten, korumaktan başka bir işlevi de üstlenmez.
Ahmet Haşim’in Merdiven’i, Yahya Kemal Beyatlı’nın Sessiz Gemi’si, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Ne
İçindeyim Zamanın’ı, Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı, Necip Fazıl Kısakürek’in Kaldırımlar’ı, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Ağır Hasta’sı, Orhan
Veli’nin İstanbul’u Dinliyorum’u, Oktay Rifat’ın
Telefon’u, Melih Cevdet Anday’ın Anı’sı, Behçet Necatigil’in Solgun Bir Gül Dokununca’sı, İlhan Berk’in
Güzel Irmak’ı, Enver Gökçe’nin Dost’u, Özdemir
Asaf’ın Lavinia’sı, Can Yücel’in Sevgi Duvarı, Metin
Eloğlu’nun Aşk Mektubu, Ahmed Arif’in Hasretinden
Prangalar Eskittim’i, Turgut Uyar’ın Geyikli Gece’si,
Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri, Cemal
Süreya’nın Üvercinka’sı, Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı, Gülten Akın’ın İlkyaz’ı, Ahmet Telli’nin
Hâlâ Koynumda Resmin’i, Arkadaş Z. Özger’in Sevdadır’ı, Behçet Aysan’ın Bir Eflatun Ölüm’ü, Abdülkadir Budak’ın Kadın ve Nehir’i, Şükrü Erbaş’ın Aynı
Yürek Lekesi, Veysel Çolak’ın Buz ve Ateş’i, Haydar
Ergülen’in Mavi’si, Engin Turgut’un Bahar Hanım’ı,
küçük İskender’in Her Şairin İnfazı Kalem Tutmasıyla Yazılır!’ı… gibi şiirler ve şairler geliyor aklıma
Genç Şiir ve Serüveni deyince.
Şimdiyse tek tek dizeler geliyor aklıma: "sevişmeyi unutacaklar, terleye terleye / bir çiçeğin pasıdır
insan" Ertan Yılmaz’dan (Kanara), "Sular varken eski sular / Bana kaldı bir eğriyi söylemek…" Gonca
Özmen’den (Ey Güzel Eğrilik!), "avcumdaki ırmağa
göğsünü yaslar leda / parmaklarımdan geçer rüzgârın yalnızlığı" Zeynep Köylü’den (Leda Şiirleri-Uyanış), "bilici!..ben en çok hatalarımı sevdim / ses lekesi…yaprak gölgesi…boş sini" Nilay Özer’den (dead
can dance ll), "solardım ya, / gül yetişemezdi huyuma" Serap Erdoğan’dan (Gömleksiz), "kentin baskısı
kaldı bize / ve ışıkları trafiğin ya da kazası" Zafer
Ekin Karabay’dan (Trafik), "Uçtum o gece. / Karanlığın girmeye korktuğu şehri geçtim. / Gölge olmayınca ruh yalnızdı. Uludum." Bejan Matur’dan (Her Kadın Kendi Ağacını Tanır), "avlusu geniş anlamlar gerek / adı rüzgâr olan şiire başlayınca / açılsa kapı-kapansa kapı / yol alsam dizeler boyu sıcaklığına" Soner Demirbaş’tan (Kapı Son E).
Dikkat edilirse şiirler ve şairlerden, dizeler ve şairlere geldi yazı-metin.
"Yoksa şiir tükeniyor mu? Hayır, o güzel şiirler
hâlâ yazıldıkları günkü gibi taptaze, gepgenç yaşamlarını sürdürüyor ve okunuyorlar." O zaman soruyu
"Yoksa şair tükeniyor mu?" diye yeniden sormak gerek, ne dersiniz?!
Böyle güzel dizelerden, güzel, kalıcı, kendini yenileyen genç şiirlere gitmek mümkün demek ki!
Dergilere Elveda adlı yazısında soruyordu Feridun Andaç: "Sahi, n’oluyor, edebiyata; edebiyatçıya?
… Sahi, yeni/genç kuşaklar nerelerdesiniz? Var mısınız bu edebiyat ortamında? Şu ellerinizin, dillerinizin
bağını çözün artık!"(10)
Sahi yeni/genç serüvenciler, nerelerdesiniz?!
DİPNOTLAR
1. Abdülkadir Bulut, Üç Çüçek Kültür, Sanat, Edebiyat Kitabı, Haziran/Temmuz/Ağustos Kitabı, 2/1983, sayfa 69
2. Ahmet Haşim, Bütün Şiirleri, Can Yayınları, 1983, sayfa 215
3. A.g.e. sayfa 213
4. İlhan Berk, Şeyler Kitabı (Lir), YKY, 2002, sayfa 19,24
5. A.g.e. sayfa 18
6. Ece Ayhan, Aynalı Denemeler, YKY, 2. Baskı 2001, sayfa 41
7. küçük İskender, İnsan Şiir Dergisi+Seçkisi, Yeni Dizi 5, Temmuz 1996
8. Veysel Çolak, E Aylık Kültür Edebiyat Dergisi, Mayıs 2000, Sayı 14, sayfa 48
9. Veysel Çolak, Dize Aylık Şiir Dergisi, Mart 2003, sayı 89
10. Feridun Andaç, E Aylık Kültür Edebiyat Dergisi, Mart 2003, Sayı 48, sayfa 48
29
ayk›r› dizeler
cesim tafl
30
köhne bir alıntıdan kopan dam çürüğü masallar uyuklar dizlerinde uygarlıkların,
paçavrası gece devriyelerine sunulmuş elit kıdemler susar huzmelerinde sirenlerin.
yabani sırlar üleşilirken sevi dallarında,
mor entarili kuşatmalardan arta kalan enkaz tümcesidir kavil.
boykota gitmiş sıralar usturalanırken dirhemlerinde kentlerin,
amonyak serüvenli berduşluklar oynaşır üst katlarında emirlerin.
kopyası çoğaltılmamış coğrafyalar ezilir harman yerlerinde elzem,
suratı fırata kesen kırgın cepkenler durulur koltuklarına sınır otlarının.
mayın salyası topraklarda gönenedursun mertlik anıları,
terkilerinde kurgusu varoşlara mühürlü yiğitler kaybolur seher önleri.
şahin yuvaları yağmalanır en yücesinde dilsizliklerin,
kekik kokuları savrulur ovalarına sur içlerinin.
muştulanmış kundaklar dolar ciğerlerine gecelerin,
nar tanesi bir habersizlik konar eşik önlerine garipliklerin.
adı konmamış destanlar yırtılır doruklarında enkaz dağlarının,
adı konmamış güverteler açılır sahillerine küfürlerin.
aşk denilen serçe kanatlı çaylaklıklar parçalanırken yel değirmenlerinde hükümranlıkların,
künyesi lacivert uçurtmalara yaftalanmış serzenişler düşer ahına serlerin.
yol açtı ormanlarını ölümlerine servilerin,
gün açtı rahimlerini hıçkırıklarına kara düşlerin.
madalyon sıska bedenleriyle asildi barikatlarına varoş cağlarının,
kin devşirildi meydanlardan,
olum devşirildi tarla diplerinden apansız
can sustu,
beter bir rüya alır voltasını camlardan ötelere,
kor bir giyotin bozar sessizliğini beton sağırlıkların.
paul petart’tan iki yaz›
çev.: mine ege
laf kalabal›¤›
Peki bütün bunları, bütün bu "politik karikatürleri", "çizgi resimleri", "grafikleri" neden yapıyoruz
dersiniz, anarşist ve liberter komünist yayınlara
katkı olsun diye mi? Kendi fanzinlerimize olduğu
kadar, diğerlerinin yanı sıra Black Flag’a, Do or
Die’a, Total Liberety’e, Communicating Vessels’e,
Willful Disobedience’e çizerek katkıda bulunuyoruz. Bunların hepsi, tarihin değişmesini (ya da değişmemesini)) beklerken,
nedensiz ve sinirli bir huzursuzluğun ürünü, zaman geçirmek için yapılmış karalamalar, buruşturulup atılacak
küçük uğraşlar mıdır? Yoksa
bu, görmeyi özlediğimiz tarihsel değişikliklerin, sosyal
ajitasyon ve mücadelenin
küçük de olsa bir parçası mıdır?
"Karikatürlerin", "grafiklerin" ve "resimlerin", "yazılı
metinlerin rutinin dışına çıkmaya hizmet ettiği" söylenir.
Ve politik diskur, iletişim ve
iletiler ağırlıklı olarak formal
yazılı metinlere dayanırlar.
Fakat yazılı metin, iletişimin
yollarından yalnızca biridir
ve onun sınırlılığı dolayısıyla
diğer politik "dilleri" ve paralel iletişim yollarını
dener ve geliştiririz; elbette aynı şekilde sınırlı
olan politik karikatür, komedi, video, müzik, şiir,
konuşmalar, humor gibi şeyleri örneğin. Bununla
birlikte yazılı metinlere çok büyük bir eğilim vardır. Metinlerin bu üstünlüğü kısmen, yazılı yasanın
kurallarının ve yazılı tarihin gelişiminin yan etkisinden ve esas olarak burjuva politik ekonomi al-
tında her şeyin rasyonalize edilmesi ve formal ideolojik "onay" ihtiyacından gelir. (Gerçi, antik despotizm koşullarında, hatta paranın hiçbir gelişme
göstermediği durumlarda da bazen formal legal
kodların varlığına ilişkin örnekler görülmüştür.)
Burjuva liberalizminin değişime uğramış sefil kolu Marxizm , metnin diktatörlüğünü zirvelere taşıdı! Ve anarşizm de yayın dünyasına büyük bir üretim dağı daha ekledi. Göründüğü kadarıyla, örneğin Chomsky neredeyse her on beş günde bir yeni
bir kitap çıkartmaktadır ve metin okuma grupları,
bugünlerde pek revaçta olan
hem anarşist, hem de marxist
görüşler, tarihimizin pek çok şeyi, metin biçimindeki donmuş
"gerçekler" olarak yatıp durmaktadırlar, onları çöpe atmak istediğimiz zaman bile daima Marx
ve Bakunin’den alıntı yapılması
gerekir. Metinlerin çok gerisinden dil bilgisi kuralları ve sayısal
göstergeler gelir. Bütün bunlara
ilişkin her türlü eleştiri, karşı
eleştiri adına yeni cebelleşmeleri getirir, sonuçta ortaya mürettip hatalarını düzeltmek üzere
daha çok tashih yapma işi çıkar.
Örneğin şimdi bizim yapmakta
olduğumuz gibi laf kalabalığı çıkar. Bu yüzden, evet "noktalama
işaretlerine hayır" diyelim ve
metinlerin yapısını allak bullak
edelim.
Alternatif, radikal, yaratıcı kültürel/karşıkültürel bu faaliyetleri ortaya çıkaran bu "sinirli huzursuzluk", sosyal faaliyetin kendisiyle yararlı ve
olumlu bir rastlantı içine girebilir. Bu, aynı zamanlı yararlı fonksiyonların varlığının da ifadesidir. Bu
sadece doğrudan politik "propaganda"nın yararlı
bir amaç olması sorunu değildir. gerçek özgür top-
31
luluğu kurma ihtiyacı, özgür iletişim ve özgür dağıtım ihtiyacı, D.I.Y (Öz yaratım), özerk yaratıcı
kültürel aktiviteleri yerine getirme ihtiyacı, cemaati bir araya getirmeye çalışma ve karşılıklı yardımlaşma ve işbirliğinin pratiğine girme, hiyerarşik olmayan iletişim ve haberleşme ağını oluşturma, kaynaklar ve üretim için bizim kendi araçlarımızı ortaya çıkarma…sorununu kışkırtabilir. Topluluktaki sosyal huzursuzluklar ve endüstriyel
alandaki huzursuzluklar gibi daha uzlaşmaz ve
maddi başkaldırılar ortaya çıktığında bu pratikler o
zaman daha önemli karşılıklar bulurlar. Bu tür uğraşlar, büyük mücadeleler patlak verdiğinde (Bir
çeşit , işçiler arası grev dayanışma fonu.) son derece önem kazanacak olan örgütlenme öncesi sosyal rezervler destek ağının küçük bir parçasıdırlar.
Patlayan mücadeleler, radikal yaratıcı faaliyetlere
o zaman yeni bir anlam kazandıracaktır.
Bunları, Bush ve Blair’in dünyanın gözü önünde Bağdat’ı bombalama tehdidini gerçekleştirme-
ye hazırlandıkları bir sırada yazıyoruz. Şu sıralarda
önde gelen patronların, dünyada geniş çaplı bir savaşı başlatmak üzere düğmeye basmış olmaları
muhtemeldir. İnsanların üzerinde devasa korku,
gerginlik ve sarsıntı bulutları dolaşıyor. Bundan
sonra istediğimiz yere gidebileceğimizi düşünmek
zordur. Londra’da gizlice yükseltilen vergiler, dolaylı olarak gizlice yapılan bombalamalara hizmet
edecek, bir çoğumuz durup dinlenmek bilmeyen
günlük hayatta ayakta kalabilmek için başka herhangi bir şey yapmaya çok az zaman bulabileceğiz. Birçoğumuz daha fazla borca batacak ve daha
uzun saatler çalışmak zorunda kalacak, işe gidip
gelme zamanları uzayacak, ulaşım gibi hizmetler
aksayacak, aksamayan tek şey, sıkıcı iş saatleri
olacak. Sokaklar, bir yandan devlet baskısının tekno despotizmiyle, diğer yandan yağmacı gangsterlik ve anti-sosyal rekabetçi saldırganlıkla yönetilen asık suratlı insanlarla dolu. Onlar devletin yasalarını ihlal edip devleti "dolandırmak" yerine,
paul petard’la görüflme
"Copyright tekeldir."
Evan: Merhaba paul…seni kısaca tanıyalım…
Paul: 60 sonlarının, 70’lerin ve 80’laerin karşı kültüründe kökleri olan anarko hippy punk topluluğundan
geliyorum. Her zaman anarko-komünist kanatta yer
aldım. Yıllardır Anti Poll Tax, Stop the City, Reclaim
the Streets hareketleri gibi şeylerde karınca kararınca
yer almaya çalışırım. Oh evet, karikatür de çiziyorum.
E: Nasıl başladın karikatür çizmeye? Sanat okuluna gittin mi?
Paul: 7 yaşlarımdayken bazı çizgi romanları ve karikatürleri kopya eden şeyler çizmeye başladım. Bunları büyüklere gösterdiğimde "güzel, çizmeye devam
et" dediler. Böyle başladım. Hayır, Sanat Okuluna
gitmedim.
E: Çizdiklerini kimler izliyor?
Paul: Genellikle yoldaşlar. Bir milyon pasif tüketicidense çeşitli nedenlerle işe gitmeyen bin işçiye ulaşmayı tercih ederim.
E: Kaç broşür/kitap yayınladın şimdiye kadar?
Yayınlarını nasıl dağıtıyorsun?
Paul: Sayısını ben de bilmiyorum artık. Belki 20, bel-
ki de daha çok. Önemli değil. Grup yayınlarına çizmek ve buna benzer çabalara katkıda bulunmak gerçekten daha önemli benim için. Bildiğin gibi, benim
çizdiğim şeyler öyle çok yaygın bir şekilde dağıtılmıyor. Posta kutularına atılırlar ya da radikal kitabevlerinde bir köşeye konurlar, anarşist işgal evlerinde de
rastlayabilirsin onlara. Gösterilerde, gecelerde, toplantılarda kendim de dağıtırım.
E: Copyright hakkında ne düşünüyorsun?
Paul: Copyright tekeldir. Entelektüel mülkiyet son
derece saçma ve ukalaca bir şeydir. Niçin düşüncenin tekel altına alınmasını isteyesin ki? Senin kafanda
doğmuş bir düşüncenin dünyadaki herhangi bir başka kişinin kafasında doğmayacağını nasıl bilebilirsin
ki. Bir karikatürümün, ticari bir yayınevi olan Verso’da benden habersiz yayımlanmasından rahatsız oldum. Onlara öfkeli bir mektup yazdım. Beni yatıştırmak için kitaptan birkaç adet postaladılar. Bir çeşit
rüşvet…
Gibbering Madness, Eylül 1997
İngilizce’den çeviren: Mine Ege
toplumu dağıtan soyguncu çeteleri tercih ederler.
Bütün bunların ortasında komünistçe bir sosyal
değişim için herhangi bir iyimserlik kıvılcımı görmek ve ifade etmek zordur.
Londra’daki, savaş kışkırtıcılarına karşı yapılan kitlesel gösteriler bile büyük ölçüde zoraki ve
kasvetlidir. Ancak biz radikal yeni bir hareket hakkındaki iyimser umutları bir kenara attığımız şu sırada bütün bu barbarizm, despotizm ve terör ortamında bile bir sosyal ajitasyon ve deneyim su yüzüne çıkmaya başlıyor.
Şurası bir gerçek ki, "devrimci sanatçı" denen
şey için özel bir "rol" söz konusu değildir. ancak
anarşist ve komünist ihtilal patlak verdiğinde, savaşa ya da sömürüye ya da baskıya karşı bir kitlesel hareket ortamında ayaklanmada yer alan bireyler belki de kendi alternatif görsel dillerini , yıkıcı
propagandayı, karşı kültür deneyimini yaratacaklardır.
halk iktidar›,
proletarya
iktidar›na karfl›
"Halk iktidarı" proletarya iktidarıyla aynı şey
değildir. Tersine "halk iktidarı" yönetici sınıf tarafından proletarya iktidarına karşı kasıtlı olarak ileri sürülür.
Burjuva liberalleri, halk iktidarını severler, onlar sokaklarda ulusal bayrakların dalgalanmasını,
ulusal marşlar söylenmesine bayılırlar, orta sınıf
(İngiltere’de burjuvazi anlamında kullanılır. ç.n.)
demokratik reformlar ve sivil haklar talep eden
saygıdeğer vatandaşların oluşturduğu gösterici kalabalıklara liderlik eder. Fakat burjuvazi, genelde
her zaman proletarya iktidarından nefret etmiş ve
ödü patlamıştır. Onlar plebyen ayak takımından,
makine kırma ve direnişe geçme ruhundan nefret
ederler, grevcilerden, kemerleri sıkmayı reddeden
ve ekonomiyi çöküntüye götüren Pol Tax isyancılarından nefret ederler. İşçi sınıfı da özellikle burjuva davasını ifade eden dövizlerle harekete geçtiğinde burjuvazi kendini güvenlikte hisseder. Ama
onlar, kendi dövizleriyle yürüyen ve kendi çıkarları için zor yoluyla savaşan işçi sınıfını hoşgörmezler.
"Halk", antagonist sınıflar arasında zoraki bir
birliktir. –yöneticiler, patronlar ve orta sınıflar bir
yanda, işçi sınıfı diğer yanda- birinciler sömürücü-
lerdir, ikinciler ise sömürülen ve baskı altında tutulanlar. Bunların tek bir kimlik altında, tek bir çıkar etrafında homojen bir birlik kurdukları fikri,
onların "kaderlerini" kendilerinin tayin ettiği fikri,
kapitalist sistem tarafından dayatılan bir sahtekârlıktır ve kendi çıkarlarımızı unutup, ezen sınıfları
desteklememiz anlamına gelir.
Halk cephelerinde şekillenen "halk iktidarı",
demokrasi kampanyaları, ulusal kurtuluş hareketleri vb. insanlara darbe indirmenin ve onları, "demokrasi", "ulusun kurtuluşu" ve "herkes için gelecekteki zenginlik ve refah" uğruna her şeyi kabul
etmeye hazır posası çıkmış aptallara çevirmenin en
iyi yoludur,. Bu, işçi sınıfını maddi ve devrimci talepler yerine liberal politik hedefleri desteklemeye
razı etmek anlamına gelir.
Politik anlamıyla "halk", yalnızca sıradan halk
anlamına gelmez, insanlar anlamına da gelir.
"Halk" bir politik terim olarak özel anlamlar ifade
eder, bugünkü politik anlamıyla "halk" ,"VATANDAŞLAR" demektir. VATANDAŞLAR, orta sınıfla, kapitalist toplumda rolünü oynayan, orta sınıf
hayat tarzını benimsemiş işçilerdir. Vatandaşların
rolü, bölünmüş, atomize "bireyler" olarak piyasada rekabet etmek, özel mülkiyete saygı göstermek,
yasaları desteklemek, paranın kârın ve metanın çıkarlarına hizmet etmektir. Demokrasi : " Halk iktidarı", vatandaşlar olarak halkın yönetimi, dolayısıyla paranın kurallarını, kârın kurallarını, metanın
kurallarını temsil etmek… modern demokratik vatandaşlık, özellikle kapitalist bir durumdur.
"Demokrasi" sözcüğü, orijinal anlamını kaybetti ve bugün kapitalizm ya da sefaletin şifresi
haline geldi. Ne zaman isterlerse bize saldırır, bazı
yeni baskı önlemlerini empoze ederler ve buna da
"demokrasi" derler. Demokrasi, sadakanın, evsizliğin ve televizyondaki can sıkıcı saçmalıkların diğer adıdır!
Kendimizi iyi vatandaşlar olarak görüp öyle
davrandığımız zaman, kapitalist sisteme katılma ve
katkıda bulunma hakkından başka bir şey olmayan
demokratik "özgürlüklere" ve "sivil haklara" kavuşuruz. Kapitalist demokrasi ve vatandaşlık, bireyleri, sınıf mücadelesi ve dayanışma yerine, birbirleriyle mücadele ve rekabete zorlar, "halk",
proletaryaya karşıdır.
33
bir liberterin portresi
ersan ça¤atay
34
"kolay satabilmek için bir karış tuval boyamadım"
Yaşadığı dönemde hem sanatıyla,hem de politik duruşuyla yarınlara ışık saçan kişilik Jean
Desire Gustave Courbet, 10 haziran 1819’da Fransa’nın doğusunda İsviçre sınırına yakın bir
yer olan, Orlans’ın Jura bölgesinde, bir kasabada doğdu. Courbet ailesi kuşaklardır burada
yaşıyorlardı. Babası burada bir
eve ve Flagey’in yakınında bir
üzüm bağına sahipti. Ailesinin
sahip olduğu ikilemli sosyal durum, köylü kökenlerine karşın;
yani burjuva kimliği, Courbet’in
Fransa’nın kırsalındaki sınıf farklılıklarının kısmen farkında olmasını sağladı ve bu farkında oluş;
onun kişisel ve sanatsal gelişiminde etkili oldu. O aynı zamanda yöresine ait derin duygulara karşı kendisini mirasçı, sorumlu hissediyordu. 1839’da babasının isteği üzerine Paris’e
hukuk okumak için gitti. Fakat hemen sonra resim
okumaya karar verdi. Steuben’in atölyesinde çalışmaya başladı; fakat bir süre sonra ayrılarak yalnız
olarak çalışmaya başladı. İlk önce serbest akademilere gitmeye, daha sonra en yakın dostlarında biri
olacak Bonvin’in özendirmesiyle Louvre Müzesinde ünlü sanatçıların tablolarını kopya etmeye yöneldi. Aslında Courbet’in resimle ilgilenmesi, Besançon’daki College Royal’de eğitim gördüğü sırada
David’in öğrencilerinden Charles Antoine Flajoulot’nun özendirmesine kadar uzanır.
1846 ve 1847’de Hollanda’da ve Belçika’da
kaldı. İlk yapıtlarında Venedik, Flaman ve İspanya
sanatının çok iyi çözümlediği görülür. Bu dönemde
bütün sanat yaşamı boyunca devam edeceği kendi
portrelerinin bir bölümü bu döneme aittir. Bu dönemde yaptığı Siyah Köpekli Courbet (1844), Deri
Kemerli Adam (1846) çalışmaları epey tepki görmüştü. Resimlerindeki romantik unsurlar gene bu
dönemde Kırda Sevgililer Valsinde (1944 sonrası)
ya da Hamak’ın Sallanışı’nda belirir. Bu tablolar
ressamın Murger ve Baudelaire’ya karşı besledi-
ği,ancak çok geçmeden
farklı duyarlıklar nedeniyle bozulan dostluğu da
simgeler.
1947’ye doğru Courbet’in politik anlamda hayata bakışı da değişmeye
başlar. İlk zamanlarda Fourier’in barışçı demokrasi
anlayışını benimserken daha sonra 1947’de başlayarak anarşist düşünür Proudhon’un toplumcu düşüncelerinden etkilenmiştir. Proudhon ‘’mülkiyet’’kavramı sorunlarıyla
uğraşmakta ve “sanatçı
arkadaşlarım çok uzun bir
zamandan beri sanatı kendilerine özgü bir üslup durumuna getirdiler,artık
ona,halk beğenisine uygun bir içerik kazandırmak
zorundayız’’ diye sesini yükseltmektedir. Aynı zamanda arkadaşları arasında şair Pierre Dupont,
Champfleury’de yakın arkadaşları arasındaydı. Bütün bu ilişkilerden esinlenerek 1849 Salonunda büyük yankılar yaratan Ornans’da Bir Akşam Yemeği
Sonrası tablosunu ve 1850-1851 Salonunda Taş İşçileri ve Ornans’da Bir Cenaze Töreni tablolarını
sergiledi. Bu yapıtında tüm kasaba halkını toplayıp
poz verdirmiş ve o dönemde övgüler ve eleştirilere
maruz kalmıştır.
1854’de, Çıkrıkçı Kadın ve Yıkanan Kadınlar
(1853 Salonunda skandal yarattı) tablolarını satan
alan Bruyas, ressamı Montpellier’ye davet etti. Bu
dönemde yaptığı en önemli yapıtlarından biri olan
Karşılaşma-Günaydın Mösyö Courbet(1854)bu ziyareti ebedileştirir. Sanatçı resminde kendisini,ev
sahibi,hizmetçisi ve köpek tarafından yolda karşılanırken, bastonu ve sırt çantasıyla betimlemiştir. Yapıtta açık renklerin yepyeni bir kullanımı kadar psikolojik bir temel oluşturma çabası da önemlidir. Bu
çaba,büyük olasılıkla, ressamın Proudhon ile birlikte 1853’te ziyaret ettiği Chenavard’ın bilerek ya da
bilmeyerek etkisinde kalmasından kaynaklanmıştır.
Zaten Proudhon’la tanıştıktan sonra hayatındaki değişiklikler sanatına da yansımıştır. Bundan dolayı
1855’ten sonra Courbet’in yapıtlarının konularında
radikal bir değişme, sanatçı öğretisel içerikli konulardan uzaklaşarak yakın çevresine dönmüş, özellikle duyumsal temaları ele aldığı son yapıtlarından
biri olmuştur. Aynı etki, Courbet’nin ünlü Ressamın
Atölyesi tablosunda da kendini gösterir. Ressam
“yaşamın yedi yıllık bir dönemini yansıtan gerçek
bir alegori....” olarak tanımladığı tablosunu
Champfleury’ye yazdığı bir mektupta şöyle açıklar:
“bir yanda sömürenleri ve sömürülenleriyle gerçek
yaşam görülür.” 1855 Evrensel sergisine sanatçı 11
tablosuyla katıldı. Cenaze Töreni ve Atölye tablolarının reddedilmesini protesto etmek için Paris’te
Montaigne caddesinde sergiledi. (1867’de gösteriyi
bir daha yeniledi.) Bu sergi için yazdığı notta
“1830’larda yaşayan kişilere zorla takılan romantik sıfatı gibi; bana da gerçekçi sıfatı yakıştırıldı.”
diyen sanatçının yapıtı,tüm resim okullarının dışında,
öncü sanatla resim sanat arasındaki kesin kopuşu
simgeler. Bu kopma, Courbet’in konularındaki tahrik edici unsurlardan çok resmin plastik amaçlarını
yepyeni bir bilinçle ele almasından kaynaklanmıştır.
1859’da Paris’teki atölyesinde düzenlediği
“Gerçekçilik Büyük Şöleni” ile ve Castagnary’nin
ısrarları üzerine 1861’de giriştiği kısa süren öğretmenlik denemesiyle bu öğreti doruğa ulaşmıştır ve
akademik resmin zincirlerinden kurtulmuş yeni bir
sanat türünün galibi ilan edilmiştir.
Bir kilise için yaptığı resme melekler eklenmesi istendiğinde, “ben hiç melek görmedim; gösterin,
çizeyim” sözüyle ilginç ve radikal değişimini ve duruşunu ortaya koyar. Courbet’in realizmi ve sıra dışı yerlerin ve insanların gerçekçi portreleri,sanat
eleştirmenlerinin,akademisyenlerin ve yaşamı olduğundan daha iyi gösteren hoş resimlere alışkın halkın (burjuvaların) beğenisine tersti. Courbet alışılmış gündelik yaşam sahnelerini herhangi bir idealizasyona gitmeden ve duygusal yoğunluk yüklemeden; ama gene de eleştirel bir yaklaşım içinde aktarmıştır. Gericault ve Delacroix’nın gerçekçi tanımlamalarını benimseyen sanatçı,romantiklerin egzotik
ve yazınsal yaklaşımlarından uzak durmuştur. Sanatçının bu hızlı gelişimi teknik alanda değil, konuların seçiminde oldu.
1857’ye doğru, köy manzaralarının yerini ev
sahneleri aldı, Tazı Payı, Köpek Bakıcıları, Geyiklerin Dövüşü. Bu yapıtlarını 1858-1859’da yaptığı
Frankfurt gezisi sırasında gerçekleştirdi. 1864’te
Franche-Comte’den manzaralar (Loue Vadisi), daha sonra 1865-1866’da Trouville ve Deauville’de,1869’da Etretat’da (Dalgalar Dizisi) çeşitli
deniz manzaraları çizdi. Sen kıyısındaki Genç Kızlar
(1857 Salonu) adlı ünlü tablosunda olduğu gibi,giyinik figürlerin yanı sıra çıplaklar da yapıtları içinde
önemli bir yer tutar. Çıplaklarında genellikle,revaçta bir konu olan lanetlenmiş kadınları işlemişti: Venüs (1864) ve Psykhe, Uyku (1867) .Bu konuyu işlemedeki ısrarının çocuksu bir skandal merakından
ve masum bir kibirden kaynaklandığı söylenebilir.
Resimlerinde figürler duyarlı bir renk zenginliği
içinde güçlü ışık-gölge karşıtlığıyla biçimlenmiştir.
Courbet 1870’e gelindiğinde artık bilinen bir
ressamdı... 1870’te Daumier’yle birlikte Le’giond’Honneur nişanını geri çeviren Courbet, III. Napoleon’un tahtan indirilmesi, dolayısıyla İkinci İmparatorluğun çöküşünden sonra 1871’de kurulan
Paris Komününün Sanat Birliği başkanlığına getirilmiştir. Müzelerin yeniden açılması ve Salon Sergileri’nin düzenlenmesiyle görevlendirildiği bu yıllarda Komünün devrimci etkinliklerine katılmış, Alman bombardımanına karşı Sevres Porselen İmalathanesi ve Fontainebleau Sarayı gibi önemli anıtların
korunmasına karar vermiş, ancak komünün aşırı
davranışlarına katılmayarak görevinden istifa etmiştir. Napoleon Bonaparte’ın büyük ordusu anısına dikilmiş Vendome Anıtı’nın yıktırılması olayına karıştığı savıyla komünün sona ermesi üzerine kurulan
bir askeri mahkemede eylül 1871’de yargılanarak, 6
ay hapse mahkum edilecektir. Hapisten çıktıktan
sonrada baskı altında tutulmuş ve bütün mal varlığına el konulmuştur. Bunun üzerine Courbet bu baskılara dayanamayarak 1873’te İsviçre’ye kaçmıştır.
Bu yıllarda beden ve ruh sağlığı bozulan Courbet’nin akademik kalıplara karşı oluşu ve konulara
yaklaşım biçimi, gelişmekte olan izlenimciliğe esin
kaynağı olmuştur. 1877 yılında ölümüyle Courbet
Romantizme ve Akademizme karşı çıkan her türlü
akımı çevresine toplayan, sanatı ve kuramları Avrupa’da büyük etki bırakmış, sanatın parlak sayfalarında yerini almıştır.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Dünya Sanat Tarihi-Adnan TURANİ, Remzi yay.
Sanatın Öyküsü-GOMBRİCH-Remzi yay.
Modern Sanatın Öyküsü-N.LYNTON, Remzi yay.
Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi
Resim Sanatının Tarihi-Sezer TANSUĞ-Remzi yay.
19. Yüzyıl Avrupa’sında Heykel ve Resim Sanatı-Zeynep
İNANKUR
Sanat Tarihi Ansiklopedisi
35
bir kara ütopya: cesur yeni dünya
...cemaat...özdefllik...istikrar
özgür küçüktekin
36
Bir dünya düşünün,günümüzün tüm değerlerinin alt-üst edildiği, ailenin yerini yapay doğumun aldığı, insanlarının genetik süreçlerden geçirilerek sınıflandırıldığı ve büyütüldüğü. Tek bir Dünya Devletinin mutlak otoritesi altında etik kuralların; Çalışmak, tüketmek, zorunlu poligami, zorunlu uyuşturucu ve koşulsuz itaat olduğu. Büyük yıkımın ve bunalımın ardından yaşam alanlarının
"steril" Uygar Dünya ve Vahşi Ayrıbölge olarak
ayrıldığı...
Cesur Yeni Dünya gelecek hakkındadır ve sanatsal ya da felsefi niteliği ne olursa olsun, gelecekle ilgili bir roman bizi ancak, geleceğe ilişkin
kehanetleri akla uygun bir şekilde gerçekleşirse
bizi ilgilendirir.
Aldous Huxley'nin 1932 yılında kaleme aldığı
roman yukarıdaki saptama ile birebir ilişkilidir.
Roman günümüzdeki yapıların ve değerlerin Dokuz Yıllık Savaş'la ve Ekonomik Buhranla yıkılmasının ardından, bu çifte felaketten kurtulmasıyla
kurulmuş küresel kast sistemi olan Dünya Devleti'nden söz eder. Bu dünyada ki tek şey Dünya
Devleti'nin idealleri ve bu ideallerin yerleştirilmesinde görevli Denetçilerin otoritesidir. (Huxley
denetçileri tanımlarken "Ford" sözcüğünü de kullanır. Roman "F.S. 632'de,bu istikrar yılında" geçmektedir. Yani Amerikan otomotiv sanayisinin lideri kapitalist Henry Ford'un (1863-1947) gelişinden 632 yıl sonra. Ford Dünya devletinin ve endüstrisinin ilahıdır. Denetçilerden birinin Mustafa
Mond adını alması; Imperial Chemical Industries'in ilk başkanı Sir Alfred Mond'dan gelmektedir.
Romandaki Mond, Sir Alfred gibi "güçlü ve akıllı
merkezi otorite"nin cisimleşmiş halidir ve muhafazakar bir şekilde istikrar yanlısıdır.)
Londra'da bulunan MERKEZ KULUÇKA
VE ŞARTLANDIRMA BİRİMİ'nde insanlar, genetik kodlarına müdahale edilerek ve sınıflandırılarak "yaratılmaktadır". Örneğin Alfa Artı Mandarin
sınıfı entelektüel ve yönetici vasıflara sahip olacak
şekilde oluşturulurken, Epsilon Eksi Moron sınıfı;
grev yapmayan, örgütlenmeyen, koşulsuz itaat
eden ve sürekli çalışan işçiler olarak tasarlanır ve
"şartlandırılır". (Genetik Uzmanı Mr.Foster : "Epsilonlarda insan zekasına ihtiyaç duyulmaz. Sayfa
37)
İnsanların genetik kodlarına müdahale ile kişiliklerinin ve sınıflarının belirlenmesi kehaneti
üzerine şöyle bir aklı yürütelim; 2001 yılında İleri
Hücre Teknolojisi (Advanced Cell Technology)
adlı özel bir şirket yıl başından beri yapmış olduğu gizli deneyleri açıkladı; 3000 Amerikan Doları
karşılığı gönüllü olan 12 kadının yumurtalıkları
ilaçlarla uyarılmış ve her defasında 10 kat daha
fazla verim alınmıştı. Bu çalışma sonucu 22 hücre
klonlanmış, bunların altısı bölünmeye başlamıştı.
(Scientific American dergisi) 1997 yılında ünlü
genetikçi Lee Silver'ın "Cennetin Yeniden Yaratılması: Yeni Cesur Dünyada Klonlama ve Sonrası"
adlı kitabında, klonlama sayesinde genetik özellikleri ebeveynler tarafından önceden belirlenebilecek ari bir ırk yaratılmak istendiğini savunuyor.
Silver,klonlanmış üstün özellikli "übermensch" ve
rasgele genler içeren mazlum "untermensch" toplumu oluşacağını savunuyor. Yakın gelecekte bu
seçilmiş insanlar; medya, ekonomi, eğlence endüstrisi ve bilgi bankasını tamamıyla yönetiyor
olacak. Brain Tokar ise; "Yaşamı Yeniden Tasarlamak" adlı kitabında klonlama, kapitalizmin 21.yy
insanı üzerinde yeni hakimiyet projesi olarak tanımlanıyor. Fukuyama : "Tarih bilim tükenmeden
sonlanamaz ve insanlık sonrası biyoteknoloji sayesinde tarih yeniden yazılacak" iddiasını ortaya atıyordu. Bunlara paralel olarak DNA'nın yüzde
99'unun deşifre olduğunu ve yüzde 21.1'inin de ne
işe yaradığının kesin olarak biliniyor olması da, insanları hiç "yaşlanmadan" ölen Cesur Yeni Dünya
kehanetlerinin "gerçekleşebileceğini" işaret etmiyor mu?
hiçkimse
münevvername
Ne kadar yalnızlıksın şimdi
Gelir-gidersin
Atiye kadar mısın ? Ey naz!
Minevvelinden
Minahirine
Münevversin
Hem beyzade / hem beyhude
İki cami arasında
Beynamaz...
(Temmuz-1987)
itaatname
Niye ki ?
Aklından
İnersin "akıllıca"
Arabasına mı binmelisin?
O kaval çalınca,
Sen maval dinlersin
Sonra
Vel-ba’sü ba’del mevt
Zihnin açılınca
Yani;
Muassır medeniyet
ve de sosyal adalet
(deseler de inanma)
içtimai nizam
Ve de ceberrut devlet(dir aslında)
Biraz şefaat
Biraz sadakat
Oh...
Yaşasın itaat!
(Kasım/Aralık-1987)
Cesur Yeni Dünya günümüz kapitalizmin totaliterleşmesi olasılığını betimlediği kadar, otoriter
sosyalizmin geleceğine de atıfta bulunuyor; karakter isimlerinin bazılarının "Polly Troçki, Bernard
Marx, Sarojini Engels" olması, devlet için çalışmanın kutsanması ve Dünya Devleti'nin sloganının; "Cemaat,Özdeşlik,İstikrar" olması da bu savı
destekle nitelikte. (Huxley, SBKP'in 1928 yılında
İlk Beş Yıllık Plan'ının açıklamasının ardından
"Bolşevik idealist için Ütopya Ford fabrikasından
farksızdır" diye yazmıştı)
Romanda; günümüz monogami üzerine kurulmuş aile yaşantısı, ev hayatı geleceğin çocuklarına "korkunç" yaşam biçimleri olarak anlatılıyor.Uygar Dünya'daki etik kuralın birisinin de zorunlu poligami olmasını Huxley; "Siyasi ve ekonomik özgürlükler azaldıkça cinsel özgürlük dengelercesine artma eğilimi gösterir. Diktatör de (boş
yada fethedilmemiş bölgeleri sömürgeleştirmek
için ateşe sürdüğü askerlere ve ailelere ihtiyacı
yoksa) bu özgürlüğü teşvik etmekle iyi yapar.
Uyuşturucu,filmler ve radyonun da etkisiyle gündüz düşler kurma özgürlüğüne ek olarak cinsellik,
tebaasını yazgıları olan köleliliğe razı etmede yardımcı olur" sözleri ile açıklıyor. Bu yoruma ek olarak, reklamlarla tüketim toplumunun körüklenmesini ve topyekün "içini boşaltma" saldırısına da ekleyebiliriz. Günümüzde sistem üretim ilişkileri
çerçevesinde daha çok insanı bu ilişkiler içinde
kullanabilmek için kalabalık aile yapısını çekirdek
aileye parçaladığını biliyoruz. Bu noktadan hareketle, suni döllenme teknolojisini de dikkate alarak, Uygar Dünya'da ki "yok edilmiş aile" öngörüsü akla yatkındır.
Uygar Dünya'da çalışma yüceltilmiştir.
("...Makine işler ve işlemeye devam etmelidir,
sonsuza dek... çarklar sürekli dönmeli, ona bakacak adamlar gerekli, dingilleri üzerinde dönen
çarklar misali sarsılmaz adamlar, aklı başında
itaatkar adamlar, mutlu adamlar..." Sayfa 70) Buna bağlı olarak tüketimin zorunlu tutulması ve
kentlerde hoparlörler ile sürekli telkin edilmesiözellikle büyük savaştan ve ekonomik bunalımın
ardından zorunlu hale getirilmiş- ("Atıp kurtulmak
onarmaktan iyidir... Yama uygarlığımızın ayıbıdır... Yama artarsa refah düşer... Onarmak antisosyaldir...),"meskal, peyotl ve soma" adlı uyuşturucuların herkes tarafından alınmasını sistemli ve
zorunlu hale getirilmiştir. (Soma; bir santimetre-
37
38
küpü bin musibet savuşturur. Sayfa 125) Ve poligamiyi yerleştirmek için kutsal saydıkları ritüller
düzenleniyordu. ("Toplu sex-poplu sex. Ford'la
neşelen. Öp kızları, Birleşsinler. Oğlan kızla huzur
bulur; Toplu sex-poplu sex uçurur. "Sayfa 121).
Bu ayinlerde kitle psikolojisi ve soma ile sağlanan
halüsinasyonlarda Dünya Devlet'inin "etik" kuralları insan benliğine yerleştiriliyordu.
Uygar Dünya'dan elektrikli tellerle ayrılmış
Vahşi Ayrıbölgede ise; uygar dünyanın tersine ortaçağı andıran ilkel bir dönem yaşanıyor. Aile, çocuk doğurma, tek eşliliğin kutsiyeti, yaşlanarak
ölüm, Hıristiyanlık (dejenere de olsa), çok tanrıcılık gibi inançlar, küçük topluluklardan oluşan sosyal yaşamlara sahipler. Uygar Dünya'nın steril insanları için egzotik turizm bölgesi. Yaşamlarını,
otoriteye bağlılıklarını yüceltmek için bir tapınak
ve aynı zamanda cezalandırma bölgesi. Elbette
otorite de bu turizmi destekliyor.
Vahşi Ayrıbölge ile Uygar Dünya arasında ki
en önemli ayrımsa özgürlüktür. Uygar Dünya ne
kadar gelişmiş endüstriyel yapılara ve konfora sahip olsa bile katı bir totalitarizmle yönetiliyorken,
vahşi ayrıbölgede sosyal yaşam üzerinde hakim
olan yegane bir otorite yoktur. Uygar Dünyanın
insanları otoritenin telkinleri ve kurallarını sosyal
yaşam ahlakı olarak içselleştirirken, vahşi ayrıbölgede doğanın gücünden ve koşullarından başka ve
kabile içi sosyal yaşam kuralları hariç total bir ahlak ve iktidar yoktur. Romanda bu karşılaştırma
Bernard Marx ve Lenina'nın vahşi ayrıbölge ziyaretlerinden yanlarında John adlı "vahşi" yi getirmeleri ile somutlaşmaya başlar.
John; Kuluçka ve Şarlandırma Müdürü ile
Embriyo Şişeleme'sinde çalışan Beta Linda'nın
"ahlak" dışı (normal doğum) çocuğudur. Linda bu
durumun ortaya çıkmasının ardından john ile birlikte vahşi ayrıbölgeye sürülür. Denetçi Mustafa
Mond'dan sosyal yaşama uyum deneyi yapmak
için izin alan Bernard Marx "vahşi" ye bu dünyanın teknolojisini gezdirmeye, anlatmaya başlar.
John, annesinin sayesinde vahşi ayrıbölgede okumayı Shakespeare kitapları ile öğrenmiştir. (elbette shakepeare yasaktır) İnsan Unsuru Müdürü,
Marx ve teknisyenlerle "bokanovskileştirme" (genetik sınıflandırma) bölümü gezerken hayrete düşen john'ın ağzından: "Hey cesur yeni dünya... hey
cesur yeni dünya ki, içinde böyle insanlar var"
sözleri dökülür. (Shakespeare'in Fırtına adlı oyu-
nunda Miranda bu sözleri söyler. Zaten romanın
bu bölümünde Shakespeare'in çeşitli eserlerinden
alıntılar yapılmıştır)
Bu noktadan itibaren "vahşi", koşulsuz itaatten, zorunlu cinsel özgürlükten ve uyuşturuculardan hoşnutsuzluk duyan Marx'ın aklında "Neden?" sorusunun şekillenmesine neden olur. Uygar Dünya-her otoriter sistemde olduğu gibi-yaşamı "düşünmeyi" yok edecek şekilde planlar. Düşünen insan sistemin istikrarı için tehlikedir ve uygar dünya'dan izole edilmiş adalarda sürgüne gönderilmeleri yazgılarıdır.
Lenina ile vahşi arasındaki duygusal yakınlaşma hem John açısından hem de Lenina açısından oldukça ilginç ve çarpıcı biçimde betimlenmiştir. Vahşi günümüz insanı gibi "sevgi kutsiyeti" içeren duygusal tepkiler verirken, Lenina "şartlandırılmasından" gelen iç güdü ile John'un bu
duygusal tepkilerini anlamlandıramaz. Uygar
Dünya da aşk antisosyal bir davranış olarak cezalandırılır. Uygar Dünya'daki insanların bu içgüdüleri "Yüksek İhtiras" uyuşturucuları ile tatmin
edilmektedir. John romantiktir. John'a göre aşk
melankolik,tutkuludur. Bu duygusunu Shakespeare'den tiratlar okuyarak paylaştığından Uygar
Dünya insanları bunu saçma ve gülünç buluyorlardı. Ancak hem Marx'ta hemde Helmholtz'da hala
varlığını sürdüren insansı "yalnızlığa özlem" ve
duygusuz, zorunlu sexten kaynaklanan hoşnutsuzluk hissi bu romantizm karşısında otoriteyi sorgulamaya dönüşüyordu. Zaten her ikisinin de yazgısı adaya sürülmek olacaktı.
Uygar Dünya'nın seçkin insanlarının "vahşi"
yi anlayamaması kadar, John'da bu dünyayı anlayamıyordu; soma kullanımını, robot hissizliğini,
yaşamın her alanında belirlenmiş kurallarını...
John uygar dünyanın kaybettiği "insansı" duyguları temsil ediyor ve taşıyordu. Annesinin ölümü ardından yaşadığı ruhsal yıkım, bu dünyanın köleliğine karşı isyana dönüştü. ("Bebekler gibi yaşamaktan hoşlanıyor musunuz? Evet bebekler gibi
zırlayıp kusuyorsunuz... Özgür ve insan olmak istemiyor musunuz?... Sizi özgür kılacağım, istemeseniz de"... Sayfa 276-277) John'un Deltaların soma alımı sırasında uyuşturuculara saldırmasının ardından Denetçi Mustafa Mond'la yaptıkları konuşma Uygar Dünyanın üzerinde şekillendiği değerlerdir: "...Bizim dünyamız Othello'nunkiyle aynı
değil. Çelik olmadan araba yaratamazsanız, aynı
şekilde sosyal çalkantı olmadan trajedi yaratamazsınız. Dünyada istikrar var. İnsanlar mutlu, istediklerini alıyorlar, ulaşamayacakları şeyleri de
istemiyorlar... hiç hastalanmıyorlar, ölümden
korkmuyorlar, ihtiras ve ihtiyarlık nedir bilmiyorlar. Veba gibi bir illet olan anne ve babaları yok!
Güçlü duygular besleyecekleri eşleri ve sevgilileri yok! Şartlandırılmaları uyarınca davranmaları
gerektiği gibi davranmak zorundalar... salt bilim
konusunda yapılan her buluş yıkıcılık potansiyeli
taşır, bazen her bilim dalına düşman muamelesi
yapmak gerekir...)
Oysa John'ın kafasında ki Uygarlık böyle değildir. John'un istediği uyuşturulmuş keyif, koşulsuz itaat değildi. John Tanrı'yı istiyordu, şiiri istiyordu, gerçek tehlikeyi, gözyaşını, tutkuyu, iyiliği,
günahı ve gerçek özgürlüğü istiyordu... John mutsuz da olabilmeyi, yalnız kalabilmeyi istiyordu...
"...Zehirledi beni uygarlık...
kirlendim..."
Roman John'ın Uygar Dünya içerisinde kendisine yaratmaya çalıştığı ilkel hayat ve uygar dünya seçkinlerini ile mücadelesi, çelişkileri sonucu
intiharı ile son buluyor...
Aldous Huxley. romanının 1946 yılında yazdığı önsözünde, romanı eğer şimdi yazmış olsaydı,
vahşiye üçüncü bir seçenek sunacağını söylüyor.
Bu seçenek; ekonominin merkezsiz, politikanın
Kropotkin-vari dayanışmacı, bilim ve teknolojinin
insanlığı baskı altına almak yerine, ona hizmet etmek için kullanılacağı bir toplulukta yaşama seçeneğidir.
Cesur Yeni Dünya yazıldığı dönemde George
Orwell'ın "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" romanı
ile birlikte yirminci yüzyılın başlıca kara ütopya
(dystopia) veya karşı-ütopya (anti utopia) romanlarından sayılır. Roman döneminde "Amerikanın
dünya egemenliğinin hızlanışı" öngörüsü ve endişesi ile kaleme alındığı kadar Sovyet Rusya'da ki
sosyalist sistemin totaliterleşmesi endişesini içinde barındırır. Roman şirket-devlet doğasındaki totaliter tehlikelerin geleceği şeklinde okunabileceği gibi, Amerikan yayılmacılığına dair hiciv olarak
da alımlanabilir. Romanın belirli bir kategoride
yorumlanamaması da romanın en güçlü özelliklerinden birisidir.
Günümüzün tüketim toplumu, enformasyondaki son durum, anında haber gibi pazarlama yön-
temleriyle belleğin işlevini yitirmesi ve gerçekliğin kesinliğini kaybetmesi üzerine düşündüğümüzde; dillerin, kültürlerin, besin maddelerinin,
giysiler ve düşüncelerin kalıplaşarak yerini tekil
güçlere bırakması edilgenleşmemiz ve yaratıcılığımızı kaybet(tirilmesi)memiz, anlık duruma uyuma
sağlama ve verilenleri sorgulamadan kabul etme,
koşulsuz otoriteye bağlılık motivasyonu, toplumsallaşma çabasının içindeki tehlike tekdüzelik ve
topluluğun kendi kurallarını yaratması bu kuralların otoriteyle özdeşleşmesi yada otoritenin bu kuralları kendi yararına dönüştürmesi robot uyumluluğunun her anlamdaki ilişkide kendini varetmesi Cesur Yeni Dünya'nın "gerçekleşmesini" mümkün kılan veriler olarak alınabilir.
Özgürlük; elimizdekinin-yada yitirmeye başladıklarımızın-saflığını koruyabilme(sistemin içini
boşaltmasına izin vermeme) ve gelecek kuşaklara
aktarabilme olarak okunabilir Cesur Yeni Dünya'da -John'ın Leninaya aşkı-zaten kendi ağzından
var:"...Zehirlendi beni uygarlık...kirlendim..." Kişisel iradenin kontrolü eline alması ve "değiştirebilme" gücünü kullanması "itiraz edebilme" hakkının devralınması ve bu itirazın toplulaştırılması ile
Cesur Yeni Dünya'ya yöneliş engellenebilir. Sistem kendi varlığını devam ettirecek "insan yaratmak" için topyekün kimlik ve kişilik değiştirme
çalışmaları yapıyor. Medyayı kullanarak reklam
endüstrisi sayesinde tükettiği için -özgür- insan
modelini yaratmayı amaçlıyor, iş dünyasında yaratmaya çalıştığı "kalite yönetimi" politikaları ile
emek üreten değeri kapitalizmi yeniden ve yeniden üreten çarklara dönüştürüyor. Para politikaları sayesinde ülkeleri sömürgeleştirip tutsak alıyor
ve amaçları doğrultusunda şekillendiriyor bu da
olmazsa vahşi savaş makinesini devreye sokup
dünyayı zapturapt altına almayı deniyor
Huxley bu tarzda totaliter bir dünyaya doğru
yönelişi ancak merkezsizleşme ve özyardım yönünde büyük ölçekli kitlesel bir hareket durdurabilir demekte ...Kim bilir belki insanlar bir gün içlerinde ki "vahşi"yi dinlemeye karar verebilirler...
39
gün’ün an›lar›
halim flafak
40
İnsanın anılarını yazmasının temelinde geçmişe yönelik
ilgisi kadar kendini ve hayatı/nı değerlendirme ihtiyacı
vardır. Üstelik insan hayatı bir deneyim olmasından dolayı başka bir insan için de ilgi konusudur. Bu bağlamda anıları geçmiş olmasından dolayı insanı dönüştürmeye eğilimli bir durum ve olgu olarak anlamak
mümkündür.
Bir bakıma geçmişi yazma onu yeniden yaşantılamadır. Uzun yıllar sonra yazılacak olan anıları belirleyecek olansa insanın zihni ve bakış açısıdır. Zihin hatırladığı kadar da unutur. Bu yüzden doğrudan insan zihnine ya da anılara güvenmek yanıltıcıdır. Ama bu özellik geçmişin dönüştüren, bugüne ve geleceğe yönelten özelliğini ve geçmişin bir deneyim olmasını hiçbir
biçimde ortadan kaldırmaz. Sonuç olarak insanın zihnindeki geçmişi belirleyen de yine insanın zihnidir.
Başka bir deyişle zihnin geçmişten anladığıdır. Buradaki asıl sorunsa geçmiş karşısında eleştirel bir mesafede durabilmektir. Geçmişin acımasız bir okuru olabilmektir. Buradaki acımasızlık doğrudan geçmişe yönelik bir yıkma eylemi olduğu kadar bir yapıp eylemedir.
Bu yüzden eleştirinin yıkıcılığı karşısında anıların
illa ki gerçekliği bildik yani verili anlamıyla içermesi
gerekmiyor. Orada daha çok insanın kurguladığı bir
gerçek ve gerçeklik ve gerçekten anladığı söz konusudur. Denebilirse insan geçmişini bugüne bakarak ve
bugünün algısıyla yeniden oluşturur, yaşantılar. Kaldı
ki, hayatın deneyim olmasını sağlayan da bugün ve insanın bugündeki algısıdır. Algı büyük ölçüde geçmişin
düzenli sayılabilecek algısı karşısında düzensizliği temsil eder. Buradaki düzensiz algının asıl yararı ise zihindeki yaşantılama ile insanın geçmişini istediği hale
sokmasıdır. Belirtmek gerekir: anılar insanın geçmişini
istediği gibi yeniden okumasıdır. Bu okuma geçmişi
yadsıyıp yeniden üretme anlamına geleceği gibi yine
kendi üstünden yine bugünü yadsıma imkanı ve bugünü yenileme talebidir.
İnsanın geçmiş ilgisi daha çok bugün dolaysıyladır.İnsan bugünden dolayı geçmişini ihtiyaç kabul
eder. Geçmişi şiddetle talep eder. Bu kendine ilişkin
bir köken, bağ arama çabası olarak da anlanabilir.
Bugünse geçmişle birlikte geleceği temellendiren asıl
olgudur. İnsanın geçmişi yine insan için daha çok doğallığı temsil eder. Özellikle insanın geçmişinde duran
çocukluk gibi "mutlu zaman" bu doğallığı sağlar. Günümüzde sentetikleşen ve organikliğini başka bir deyişle doğallığını büyük ölçüde kaybeden hayat karşısında yeni ve farklı bir hayat tasarımıdır. İnsan bu yüzden
geçmişini hep doğallık olarak anlar ve dönmeyi talep
eder. Buysa insana bugünde yeni hayat alanları oluşturmanın yollarını açar. Bu hiçbir biçimde başlangıç
noktasına geri dönmek gibi bir talebi içermez. Üstelik
bu mümkün de değildir. İnsanın ihtiyaç olarak kabul
ettiği yeni hayat tasarımlarıdır. Geçmiş de en azından
bunun için yararlanılması gereken bir deneyimdir.
Gün’ün (Zileli) 1954 ve 1992 yılları arasındaki bireysel ve "politik" hayatını kapsayan üç ciltlik anılarını
yukarıdaki temellendirmeyle açıklamak mümkündür.
(Yarılma, Havariler, Sapak- İletişim yayınları) Ama
bununla sınırlandıramayız. Aşağı-yukarı kırk yılı içine
alan anılar daha başka anlamları sahiplenmeye teşnedir. Gün’ün anılarını birey insanın anıları olarak görmek
mümkünse de yine birey insanın hayatından dolayı çok
farklı anlamlandırmalarla tanımlayabiliriz.
Çünkü sonuç olarak kırk yıl boyunca "sol" hareketlerin içinde ve tepesinde yer alan Gün’ün anıları sol
örgütlenmeler içindeki insan hakkında ilk elden düşünceler çıkarmamızı ve bir yandan da sol hakkında kimi
düşüncelere sahip olmamızı ve özelde de Aydınlık hareketini tanımamızı sağlıyor. Bu bağlamda Gün’ün kendi hayatına ve sol’a yönelik eleştirel bakış açısının büyük ölçüde anarşizmden aldığı güç özellikle ifade edilmelidir. Gün’ü sosyalistlikten anarşistliğe vardıran süreç kendini solda tanımlayan herkes için sorgulanması
ve izlenmesi gereken bir deneyimdir.
Sol örgütlenme içindeki otoriter yapı ve bunun
"kadrolar" ve sempatizanlar üstündeki derin etkisi, bireyin sol örgütlenmeler içindeki vahim durumu ve bütün bunların insanın gündelik hayatı üstündeki sonuçları ilk kez bu derece eleştirel bir bakış açısıyla hem de
anı kitaplarında ele alınıyor.
Bu bağlamda geçmişle sol içinde kalınarak yapılan
eleştirel sorgulamaların aslında pek fazla bir anlam ifa-
de etmediğini de tespit ediyoruz. Yanı sıra profesyonel
(bu tanımlamaya itiraz ettiğimi de belirterek) sol kadroların yine solun iktidar talebinden güç alan örgüt içi
iktidar mücadelelerinin ve bu iktidar talebinin insanı
getirdiği trajik noktanın çözümlemesini buluyoruz. Bu
bağlamda Gün’ün anıları sol içinde birey olma mücadelesi veren birey insanın tarihidir.
Ne var ki, anı kitaplarına ilişkin gazete ve dergilerde yer alan değerlendirmelerin özel hayatla sınırlandırılmasının Gün’ün buradaki etik ve sorgulayıcı tavrının
üstünü örtmeye yönelik olduğunu belirtmek isterim.
Buysa yine "sol"un kendine eleştirel bakmamadaki ısrarını vurgulamış oluyor. "Sol"un iktidar talebinin sonuçlarıyla ilgili olmaması da benzer bir sonucu doğurmaktadır. Gün’ün anılarından solun kendini büyük ölçüde yadsıma ve reddetmeyi talep etmesi gerektiği gibisinden bir anlam kolaylıkla çıkartılabilir. Buysa son
derece eleştirel bir sorgulamayla mümkündür. Bu sorgulamaya da iktidar talebinden başlamak gerekir. Çünkü solun kendi içindeki sorunlarının temelindeki nedenin daha çok iktidar talebi olduğu ve her şeyin iktidar
talebinde düğümlendiği Gün’ün anılarıyla bir kez daha
somutlanıyor.
Öte yandan söz konusu iktidar talebinin "sol" çevrelerde oluşturduğu otoriter, totaliter hatta faşizan dil,
söylem ve davranış biçimi bu sorgulamayı imkansız kılan başka bir olgudur. Ayrıca bu dil , söylem ve davranış biçiminin sol hareketler içinde pratikte de aynı biçimde karşılık bulması da dikkate değerdir. Üstelik iktidar talebi müthiş bir devlet kutsayıcılığını ve militarizmi belirginleştirmiş olmaktadır. Bu bağlamda özellikle günümüzde kimi sol pratiklerin kendilerini nasyonal sosyalist bir çizgi haline getirdiği anımsansın yeter.
Bir biçimi geliştirmenin, yetkinleştirmenin yolu
acımasızca eleştirmekten geçer. Gün’ün anıları sanıyorum böyle bir acımasızlığı içermektedir. Yanı sıra çaresizce ayrılmanın çığlığını yazdıklarında bulmak da
mümkündür. Buradaki çaresizliğin eleştirelliği sağlayan olgulardan biri olduğunu de düşünüyorum. Sol
muhalifliğin bugün geldiği nokta –ki, buna uzlaşmalı
karşıtlık demek daha doğrudur.- Gün’ün eleştirel tavrını doğrulamaktadır. Sol muhalifliğin kendine eleştirel
bakana yönelik tahammülsüz ve şiddete dayalı tavrı
Gün’ün anılarıyla açıklık kazanmaktadır. Buna rağmen
Gün’ün sol muhaliflikle bütün köprüleri atmamak gibi
bir tavra da sahip olduğunu da düşünüyorum. Bunun
da sol muhalifliğin genelin dışında kalan dönüşmeye
açık yanından güç aldığını belirtmek gerekir.
Bu anlamda Gün tamamıyla mahkum ettiklerinin
dışında bıraktığı kimi sol geleneklerle eşitlik ilişkisi
geliştirmeye çalışmaktadır. En azından anılarını yazarken böyle bir temenni ve beklentiden yola çıktığı söylenebilir. Bunun hayatta karşılığı olup olmayacağını ise
yaşayıp göreceğiz. Bu bağlamda Gün’ün anıları sol örgütlenmelere bir çağrıdır. Gün anılarında eşitsizlik ilişkilerinin ve iktidar talebinin dışında bir solu tahayyül
etmeye çalışmaktadır. Bir bakıma solun iktidarı ve eşitsizliği reddetmesini talep etmektedir. Solun içinde ama
verili soldan ayrı yeni bir biçim önermekte ve bunun
arzunu duyurmaktadır.
Bunu Gün’ün sola yönelik geçmişten gelen duygusal bağıyla açıklamak doğru olmayabilir. Daha doğrusu bunu sol içinde kalmaya çalışmak olarak anlamak
gerekmeyebilir. Burada belirtilmesi gereken Gün’ün
muhalifliği anarşizmler kadar başka pratiklerle bir düşünmesidir. Kaldı ki, muhalifliği yalnızca anarşizmlerle açıklamak da bana da pek doğru gelmiyor. Anarşizmlerle birlikte farklı biçimlerin -nihilizm, etniklik,
çevrecilik- gay-lezbiyen hareketleri ve kimi sol tandanslı hareketler gibi.- muhalif özelliklerinin birlikte
olma ve birlikte hareket etme konusunda bir potansiyel olduğunu belirtmek gerekir.
Bütün bunlar bir yana anılarının şimdilik son cildi
olan Sapak’ın son bölümünde solla teorik düzeydeki
hesaplaşmasının en azından benim gibi sol geleneklerden gelenler için okunması zorunlu olduğunu düşünüyorum. Üç ciltlik anıları doğal seyri içinde solla arasındaki çelişki ve ayrımları belirginleştirir ve bir ölçüde
tartışılmasını sağlarken bu teorik bölümle işin düşünsel
arkaplanını da ortaya koymuş olmaktadır. Hayatından
ve sol teoriden çıkardığı sonuçlar bu bağlamda tartışılması gerekli olgulardır. Bu haliyle gün’ün oluşturmaya çalıştığı tartışma bizim için bir ilk olma gibi bir
özelliğe de sahiptir.
Gün’ün anılarında geliştirdiği dilin içerdiği humor
ise meramını anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Emine
Özkaya’ın deyişiyle “övünme ve oto-sansürden olabildiğine kaçınarak kendisiyle birlikte, içinde yer aldığı
kuşağın sosyo-politik ,kültürel ve sosyo-psikolojik dönüşümünü, samimi hatta ironik bir dille hikaye” etmesi de onun başka bir özelliğidir. Bu noktada oldukça
etik bir tavra sahip olduğunu söyleyebilirim. 68’lileri,
70’lileri hatta 80’lileri içine alan bu anı kitapları büyük
ölçüde bir düşünce ve hayat biçimi olarak anarşizmin
daha çok bireye yönelik macerasını da belirginleştirmektedir.
Gün’ün anıları kim ne derse desin birey insana yönelik bir hatırlatma çabası olarak algılanmaya sonuna
kadar açıktır. Bağlı olarak insanın dönüşme arzusunu
somutlaştırmış olmaktadır. Bu hatırlama ve hatırlatma
çabasının okur katında nelere yol açacağına ise ancak
bu üç kitabı okuyanlar karar vereceklerdir. Benim bu
kısa değerlendirmem bu kitapları okumaya açık bir
çağrı olarak algılansın yeter. Bunun dışında bu yazının
başka bir beklentisi yoktur.
41
toz bulutu
mustafa ibakorkmaz
aydınlık ve karanlık iki sevgili
hangisi vefasız bırakıp gidiyorken
kim daha sancılı birbirini doğururken
sustum evet bu bir çeşit isyandı
moğollar geçti az önce dörtnala
toz duman arasında kaldım
kibirli akan yılışık lekeler tezyin
dönen ve dönüp duran duman
üstüme yıkılan gök kurşunlu kubbe
42
sisler ve perdeler gibidir toprak
örter cinayetleri
kurcalayan merak kabaran iştah
son tahlilde imkansız
ayaküstü sohbet esnasında
küstürdüğümüz kinci ikinci şahıs
yani küfre düşen dalgın pehlivan
tanrısıyla güreşip
yeniyor kurnaz oyunlarla
Su ve toprak iki sevgili
biri akıp gidiyor başka aşklara
sarılıyor sanıyor diğeri
sanmakla yükümlü hafıza
yanılgı kuşunun külleridir
balkonlar bir ömrün imlası
kendi kendini noktalayan
devrik cümlenin intiharı
sokaklarla yüzleşiyor
mısrasını törpüleyen şair
gömlek değiştiriyor yeni mevsime
uygun
masallar ve kitaplar gibidir toprak
kaydeder öyküleri
sustum evet aydınlık ve karanlık
sisler ve perdeler isyan
dönüp duran duman
su ve toprak
biten aşk, süren sanrı, yalnız yaşamak...
imlas›z okuma önerileri
anarşizmin tarihi-(inceleme-araştırma)peter marshall-imge
anarşi-pyotr kropotkin)inceleme) kaos
karşılıklı yadımlaşma-pyotr kropotkin(inceleme) kaos
anarşist etik-pyotr kropotkin (inceleme) doruk
juliette-1- marquis de sade- (roman) çivi yazıları
21.yüzyıl anarşizmi-der. jon purkis-james bowen(inceleme) ayrıntı
anarşizmin bugünü-derleyen.hans-jürgen degen(inceleme) ayrıntı
postyapısalcı anarşizmin siyaset felsefesi-todd may(inceleme) ayrıntı
gençler için hayat bilgisi-raoul vaneigem(inceleme) ayrıntı
imkânsızın politikası-jean-michel besnier(inceleme) ayrıntı
t.a.z-hakim bey- (siyaset) s.i
kronştad 1921-ida mett(inceleme) kaos
malatesta-derleyen. vernon richards(inceleme)kaos
nietzsche-hayatı ve felsefesi-baha tevfik(inceleme) karşı kıyı
hiçbiryer’den haberler-willam morris(roman) kaos
bolo’bolo-p.m. (roman) kaos
rus devrimleri-voline(inceleme) babil
bireycilik-steven lukes- (inceleme) ark
hayatımı yaşarken-emma goldman(anı) kaos-metis
yarılma-gün zileli(anı) iletişim
havariler-gün zileli(anı) iletişim
sapak-gün zileli-(anı)iletişim
kovulanın izi-yaşar çabuklu(deneme) metis
özgürlükçü düşüncenin peşinde-yaşar çabuklu (deneme) metis
ilayda-mustafa ibakorkmaz (şiir) yediharf
beyt-ül ahzan-mustafa ibakorkmaz(şiir) kendi yayını
saptamalar vurgular-halim şafak (eleştiri) suteni
kayıplar kitabı-halim şafak (şiir) suteni

Benzer belgeler