- Kızılbaş

Transkript

- Kızılbaş
kızılbaş
Nisan 2013 - Sayı 25
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
soykırımlarını
lanetliyoruz!
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 nisan 2013 sayı: 25
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg
6 sayı 30 € - 12 sayı 60 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Sakine Polat
Sayfa 06 - Abdullah Öcalan’ın Newroz mesajının tam metni: “Bu son değil,
yeni bir başlangıçtır”
Sayfa 8 - «Еlinde silah olan herkes Türkiye’yi terk etsin!» ....A. Öcalan
Sayfa 8 - Öcalan’dan Gülen’e zeytin dalı - Ruşen Çakır
Sayfa 9 - Newroz Özgürlük Ateşidir, Teslimiyet Değil ...Erdal Yıldırım
Sayfa 10 - MİT-Öcalan Mutabakatı: Nedir, Ne değildir? ......Cemil Gündoğan
Sayfa 11 - Demirtaş: Kürt halkı devletin bayrağından rahatsız değil
Sayfa 12 - Karayılan: Selahattin Demirtaş süreci kavramamış
...................................................................................... Hasan Cemal
Sayfa 16 - 1916 Sykes Picot düzeni sona ererken barış ve adalet
üzerine ............................................. Prof. Dr. Taner Akçam
Sayfa 17 - Askere gitmeyin Sevag olmayın! ................. Sevdiye ERGÜRBÜZ
Sayfa 18 - MUTLUYUM DİYENE! ........................ ............Hatice Çevik
Sayfa 19 - Newroz, Barış ve Öcalan’ın Metni ........................ Erdoğan AYDIN
Sayfa 21 - Barış umutları ve Osmanlı oyunları ............ Garbis Altınoğlu
Sayfa 24 - Misak-ı Milli nedir, ne değildir? ............................ AYŞE HÜR
Sayfa 26 - Mesajı Öcalan mı Hazırladı? Yayılmacı Osmanlıcı
Deglerasyon Devletin Yeniden Restarasyonu…
.....................................................................İbrahim Güçlü
Sayfa 28 - KOLAY VE UCUZ LİDER OLUNAMIYOR! .......... M. Korkmaz
Sayfa 29 - Türk Ordusu neden geri çekilmiyor? ............... Recep Maraşlı
Sayfa 33 - KEMAL BÜLBÜL KİME ŞAKIYOR; SU AKAR YATAĞINI
AÇ I KO T U R U M
A. ÖCALAN + MİT
BARIŞI
- İsmail Beşikçi
- Sevan Nişanyan
- Ali Sait Çetinoğlu
- BDP
- Ali Ülger
Adres: İBV
İsmail Beşikci Vakfı
Salonu
Kuloğlu Mah. İstiklal
Cd. Ayhan Işık Sok.
No: 21/1
Beyoğlu / İstanbul
Tel: 0212 245 81 43
BULUR MU? ................................................................ Musa Ağacik
Sayfa 34 - SÜRECE KÜRT GÖZÜYLE BAKMAK ...... Av. Ruşen Arslan
Sayfa 37 - Şemdin Sakık’tan 3 korkunç iddia
Sayfa 38 - AGEHDARÎ Û ZANÎNEN KURDAN YÊN Lİ SER DÎROKA
ÊZDİYAN PİR LEWAZİN ................................. Kemal Tolan
19 Mayıs 2013
Açılış saat: 10.00
Başlanğıç Saat:12
Sayfa 39 - ‘Mermi pahalı diye sopalarla öldürdük’
Sayfa 40 - “Ali’ye Allah diye taparlar. Bazıları da peygamber kabul
derler. Onlar mum söndü yaparlar”
Sayfa 41 - Kimlik Siyaseti ..................................................... Dr. İsmail Beşikci
Sayfa 44 - Olağan Haller (Belgesel)
Sayfa 45 - “Yaşasın Ergenekon direnişimiz!” ............................. Cafer Solgun
Sayfa 46 - ZERDÜŞTLÜK EŞİTTİR ALEVİLİK Mİ? ........ A. Cangüder
Sayfa 49 - Bir Kavram Bin Kırım Yanılsamalar - 3 ......................... Ali Kanlı
Sayfa 51 - Mardin’de Katliamlar ve tehcir ........................ Sait Çetinoğlu
Sayfa 53 - KÜRT “ÇÖZÜM” SÜRECİ VE ERMENİ HEYULASI
...................................................................................... Hovsep Hayreni
Sayfa 59 - Costa Gavras’a Sevgiler... .................................. Erdem Özgül
Sayfa 62 - hep alevilere gelince mi kalem lal oluyor? sapere aude
............................................................................ Dr. Ahmet Terkivatan
Sayfa 63 - Adana’lı öğrencilerin yüzde 70’i azınlıkları hain olarak görüyor
Sayfa 64 - Arka kapak ..................................................... Ali İhsan Avgül
Düzenleyen:
Kızılbaş Dergisi
Tel: 0506 818 66 55
Tel: +49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cangözü
kalmayı kabullenmenin ta kendisidir.
ile
görmek
Sakine Polat
A. Öcalan Mit ittifakıyla yürütülen
siyaset toplumsal örgütlenmeleri
dibinden sallamaya başladı.
Devlet partileri alttan yukarı sallanıyor. Kurulmuş dengeler ile işletilen kurumlar bir bir ortaya çıkıp
teşhir oluyorlar.
Türk ve Kürt yedekli sivil toplum
kuruluşları da devlet partilerinden
farklı değiller. Kısacası domino taşları gibi peş peşe birbirlerinin üstüne devriliyorlar.
Kürt cephesinde de durum vahim.
***
Alevi-Bektaş-i kuruluşlarının tümünde korkuyla karışık bir şaşkınlık hâkim.
İslam kardeşliği içinde Kürt -Türk
kardeşliği Alevi-Bektaşi kuruluşlarında var olan İslam korkusunu açığa çıkarması açısından çok önemlidir!
Alevi-Bektaşi örgütlenmeleri içinde
ağırlıklı olarak Aleviliği Bektaşiliği İslam içinde hatta İslam’ın en
önemli özü; takiyesini de fark etmesi bakımından çok çok önemlidir.
İnsanın sorası geliyor; Maden İslam’sınız neden İslam’a karşısınız?
İslam’a dâhil değilseniz neden Müslümansınız? Kısacası yeni dönemde siyaset alanında yeniden dizayn
edecek. Türk, Kürt cephelerinde
Bölünmeler saflaşmalar gündeme
gelecektir. Alevi-Bektaşi örgütlenmelerine de bölünme saflaşma netleşme gereklidir.
Bu yenilenme, demokratikleşme ve
kendisiyle yüzleşme ile atılacak her
adım geleceğimizin temel taşlarını
oluşturacaktır. İşte bu bilinçle işletilecek siyasetin başarılı olacağı
kanısındayız...
Son 25 yılda Alevi Bektaşi örgütlenmelerinde işletilen siyasetler iflas
etmiştir. Başarısızdırlar...
Denenmiş ve başarısız oldukları
ortaya çıkmış bu siyaset ve kurumlarının tekrarıyla bundan sonra da
başarısız olunacağı kesindir!
Aslında şu an var olan Alevi-Bektaşi kuruluşlarından sağlıklı ve işlerliği olacak bir yenilenme beklemek
de aşırı saflık olur kanısındayız...
Devletin Türkçü ve işbirlikçi Kürtlerinden medet umanlarla sağlıklı
bir gelecek kurmak asla mümkün
olmaz!
Kızılbaş, Alevi- Bektaşi, Tahtacı...
vd. toplumsal kesimlerin içinde var
olan inkârcı ve işbirlikçi siyasetleriyle iştigal etmemiş bireylerin,
sağlıklı ve açık bir yenilenme ile yeniden yapılanmaya adım atmalıdır.
Sorumluluk yüklenip siyaset alanına çıkmanın zamanıdır!
TV. Gazete, internet, dergi, radyo,
vakıf, yayınevi, matbaa... Gibi modern araçları kullanmayı asla ihmal etmeden siyaset alanına çıkacak demokratik bir parti...
Tabii ki, Birlik partisi, Barış partisi, TKP/ML-TİKKO gibi eski partilerin deneyimleri sağlıklı bir eleştiri ve elemeden geçirilerek önemli
dersler de çıkartarak! Kızılbaşlar
olarak kendimizi açık temsil edecek
modern bir siyaset ile ifade etmeliyiz!
Kendi öz örgütlenmemizin MüslümanTürkten, solcu Türkten ve Müslüman Kürdten beklemek maraba
Ne yazık ki bugüne kadar yapılan
siyasetin maraba ruhlu olduğundan
siyaset alanında, kendi öz örgütlenmelerimizden yoksun bırakılmışlığın görülmesinin tam da zamanıdır! Bu fırsatı kaçıranların siyaset
çöplüğünde çürümekten kendilerini
kurtaramayacaklarını anlamalıdırlar!
İçinde bulunulan bu süreçte her bir
kesim gibi bizimde yenilenip, kendi
yeniden yapılanmamızı gündeme
alıp verimli tartışmalar ile günlük
işlerimizle yan yana dayanışmamızı
sağlayabilirsek çok hayırlı ve başarılı bir yola girmiş olacağız!
* * *
A. Öcalan Mit ittifakıyla yürütülen
barış(!) siyasetini kısaca kantara
çekelim; İşletilen bu siyasete olumlu ve olumsuz yanıyla bakmakta
faydavar. Şöyle ki; A. Öcalan - Mit
İttifakına küfür etmek ile alkış tutmak arasında hiç ama hiç bir fark
yoktur.
Yapılan ittifakın barışın her iki tarafa da kısa da olsa nefes alma imkânı
sağlasa da, akan kanın durdurulması, toplumda bir rahatlamayı getirmesi açısından olumludur.
İttifak tabii ki tarafların bileceği
iştir. Ancak diğer yandan 30 yıldır
Kürt milli talepleri için savaşan
PKK’ın Kürt milli taleplerinden vaz
geçmesi en küçük bir hak almadan
silah bırakmayı kabul ediyor oluşu
da bazıları için elbette kabul edilecek bir durum olmasa da, bu durum
bizce de en azından düşündürücü ve
üzerinde düşünülmesi gereken bir
konudur.
Bu PKK VE GERİLLANIN TASFİYESİDİR. TC devletinin başarısıdır. Şu an itibariyle savaşı kazanmasıdır...
Açılan bu yeni dönem toplumsal kesimlerin siyasetlerini de etkilemektedir.
Başta da Kızılbaş Kürtleri, Kızılbaş
Zazaları, Kızılbaş Aydınlarımızı...
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
PKK içinde çeşitli kademelerinde
bulunan, gerillaya katılan, Kızılbaşların, harekete maddi manevi
destek sunanları, Öcalan’ın barış
siyasetini kara kantara çekip kendileriyle açık hesaplaşmalarını yapmalıdırlar!
Kendi yakın tarihleriyle yüzleşmelidirler! PKK’nın anti demokratik
siyasetleriyle de yüzleşmelidirler!
Çeşitli Alevi dernekleri Öcalan Mit
ortak barış siyasetini destekleme
açıklamaları yapıyorlar! Bu siyasetin biz Kızılbaşlara hayır getirmeyeceği kanısındayız.
***
A. Öcalan PKK’yı kendi özel eşyası, mülkü gibi görüyor. Daha düne
kadar silahlı mücadele yürüttüğü
TC devleti mahpushanesinde özgürlüğü elinden alınmış biri olarak
tek başına PKK adına karar veren
diktatördür!
Biz barış olmasın demiyoruz. Ancak
barışın Kürt haklının katılımıyla
örülmesinden yanayız. Bize göre;
A. Öcalan’ın PKK üzerindeki tüm
yetkilerinin alınmasıyla PKK ve diğer Kürt örgütlenmeleriyle oluşturulacak bir meclis ile barış süreci
yenilenmelidir.
Mit ile değil diret Türk devletiyle,
Başbakanıyla, TBMM’nde oluşturulacak yetkili delegasyonuyla Birleşmiş Milletler gözleminde başlatılmalıdır!
Kandil mahpus değil elinde silahı
da var. Buna rağmen, Öcalan Mit
barış(!) siyasetine sorgulamadan
teslim olmaları anlaşılabilecek bir
siyaset değildir.
BDP HDK gibi İmralı’dan Öcalan’dan izinsiz tek bir söz etme özgürlüğü olmayanların barışta taraf
olmalarını beklemek aşırı saflık
olacaktır.
BDP ve Bağımlı(!) Türk sol vekilleri
de Öcalan Mit ittifakı içinde yer
almaları da güven vermemektedirler.
***
Bulunduğumuz coğrafyanın demok-
ratikleşip demokratik ortamın oluşmasında hayati öneme sahip olacak
kesimler.
tisinde bile kongre kararı çıkartmadı. Ezidi mağduriyetinin giderilmesi için ne yapıldı?
1-müslümanlar
2-kürtler
3-kızılbaş aleviler
4-azınlığa düşürülenler.
Türk devleti ve tüm partileri hala
soykırım katliam ve tehcir siyasetinde inkârcılıkları devam etmektedir!
Kalıcı bir mutabakatın oluşmasına
tarafların kendi öz örgütlenmeleriyle kendilerini temsil etmeleri halinde hak ve söz sahibi olacaklarını
unutmamak gerekir.
Var olan Alevi-Bektaşi, tahtacı örgütlenmeleri ve tek tek aydınlarının
durumu çok çok vahim. Ermeni
soykırımı başta olmak üzere hiç bir
soykırımı ve katliamlara karşı samimi davranmadılar inkârcı devlet
siyasetini işlettiler...
İçinde bulunduğumuz şu süreçte biz
Kızılbaşları temsil edecek tek bir
örgütlenmemiz yoktur! Bu durumdan çıkmanın zamanı gelmedi mi?
***
24 Nisan Ermeni soykırımının 98.
yıldönümü. Çeşitli etkinlikler ile
soykırım ve soykırımlar lanetlenmelidir. Biz dergi gönüllüleri olarak
bulunduğumuz her yerde yapılacak
anma etkinliklerine katılacağız...
Ermeni soykırımında samimi dürüst olmayan hiçbir örgütlenmenin
demokratik gelişimlerde yer alması
mümkün olamaz.
Şuana kadar yasal ve yasa dışı siyasal örgütlenmelerin -istisna olan
TKP/b, Rızgarı, Bolşevik Partizan
hariç- hiç birinin yapılan soykırımlarından dolayı özür dileme ve
gereğini yerine getirme noktasında
kongre kararları yoktur.
Soykırım katliam ve tehcirler ile
açık yüzleşmeyenlerin demokrat olmaları mümkün olamaz!
Ermeni, Pontos, Süryani ve Rum
Soykırımlarını anlayamayanların,
Koçgiri, Şeyh Said, Koçuşağı, Dersim, Kanlı Maraş, Kanlı Çorum,
Sivas, GOP ve Madımak’ı anlaması kavraması ve dürüst insani tavır
alabilmesi beklenemez!
Başbakan’ın Dersim özürü bir yandan tartışmaların gelişimine yol
açmışken soykırımı mağdurları için
hiç bir şey yapılmamıştır.
HDK Başkanı Sayın Ahmet Türk’ün
de Ezidilere yönelik yaptığı özür de
sadece sözde kalmıştır. Kendi par-
Alevi-Bektaşi, Tahtacı örgütlenmelerinin önemli bir kesimi inkârcı
devlet siyasetini işlettiler.
Milliyetçi(!) Kürdi inkârcı siyasetini işleten Alevici örgütlenmelerini
gölgesinden çıkamadılar!
Türki ve Kürdi inkârcı maraba taifesini açık ve samimiyetle eleştirmek gerekiyor.
Bu eleştirileri yapmamız soykırımı mağdurlarının gönüllerini hoş
etmek için değil, kendimizi insanlaştırma, demokratikleştirme ve
özgürleştirmek için yapmalıyız. Geleceğimizi kurmak için yapmalıyız.
Elbette soykırımı mağdurlarının
gönüllerini kazanmak onlar ile barışık ortamı paylaşmak için kalıcı
dostluklara çok çok ihtiyacımız olduğunu da bilerek.
Soykırımcı ırkçı katliamcıları lanetliyoruz
***
19 Mayısta İstanbul’da Kızılbaş
dergisi olarak bir açık oturum düzenliyoruz. Muradımız o dur ki: Bizi
yakından ilgilendiren ortak toplumsal sorunlarımızı kamuoyumuz
önünde tartışalım öneri ve eleştirileri hep birlikte paylaşalım.
İlgi duyan herkesi şimdiden davet
ediyoruz
Tekrar görüşmek dayanışmak ve
paylaşmak dileklerimiz ile
Can cana
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Abdullah Öcalan’ın Newroz mesajının tam metni:
“Bu son değil, yeni bir başlangıçtır”
“MAZLUMLARIN ÖZGÜRLÜK NEWROZU KUTLU OLSUN”
Selam olsun bu uyanış, canlanış ve diriliş günü olan Newrozu en geniş katılım ve
ittifakla kutlayan Ortadoğu ve Orta Asya
halklarına…
Selam olsun yeni bir dönemin miladı ve
gün ışığı olan Newrozu büyük bir coşkuyla ve demokratik bir hoşgörüyle kutlayan
kardeş halklara…
ları hınca hınç dolduran yüz binler, milyonlar artık barış diyor, kardeşlik diyor,
çözüm istiyor.
İçinde doğduğumuz çaresizliğe, bilgisizliğe, köleliğe karşı bireysel isyanımla başlayan bu mücadele her türlü dayatmaya
karşı bir bilinci, bir anlayışı, bir ruhu oluşturmayı amaçlıyordu.
dan, bu coğrafyanın bağrından akıyor.
Silahlı unsurlar sınır ötesine
Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların
şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.
Bugün görüyorum ki, bu haykırış bir noktaya ulaşmıştır.
Yüreğini bana açan, bu davaya inanan
herkesin sürecin hassasiyetlerini sonuna
kadar gözeteceğine inanıyorum.
Selam olsun demokratik hakları özgürlük
ve eşitliği rehber edinen bu büyük yolun
yolcularına…
“Kavgamız ezilmişliğe, bilgisizliğe, haksızlığa, geri bırakılmışlığa her türlü baskı
ve ezilmeye karşı”
Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu
mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir
mücadeleyi başlatmadır.
Zağros ve Toros dağ eteklerinden, Fırat ve
Dicle nehir vadilerine; kutsal Mezopotamya ve Anadolu topraklarından tarım, köy
ve şehir uygarlıklarına ANAlık eden halkların en eskilerinden olan Kürtler sizlere
selam olsun…
Bizim kavgamız hiçbir ırka, dine, mezhebe
veya gruba karşı olmamıştır, olamaz. Bizim kavgamız ezilmişliğe, bilgisizliğe, haksızlığa, geri bırakılmışlığa her türlü baskı
ve ezilmeye karşı olmuştur.
Etnik ve tek uluslu coğrafyalar oluşturmak, bizim aslımızı ve özümüzü inkar eden
modernitenin hedeflediği insanlık dışı bir
imalattır.
Binlerce yıllık bu büyük medeniyeti farklı
ırklarla, dinlerle, mezheplerle kardeşçe
ve dostça birlikte yaşayan, birlikte inşa
eden Kürtler için Dicle ile Fırat, Sakarya
ve Meriç’in kardeşidir. Ağrı ve Cudi Dağı,
Kaçkar ve Erciyes’in dostudur. Halay ve
Delilo, Horon ve Zeybek’le hısım-akrabadır.
“Batılı emperyalist müdahaleler baskıcı ve
inkarcı anlayışlar…”
Bu büyük medeniyet bu kardeş topluluklar, siyasi baskılarla harici müdahalelerle
grupsal çıkarlarla birbirlerine düşürülmeye çalışılmış hakkı, hukuku, eşitliği ve özgürlüğü esas almayan düzenler inşa edilmeye çalışılmıştır.
Son iki yüz yıllık fetih savaşları batılı emperyalist müdahaleler baskıcı ve inkarcı
anlayışlar, Arabi, Türki, Farisi, Kürdi toplulukları ulus devletçiklere, sanal sınırlara
suni problemlere gark etmeye çalışmıştır.
Ortadoğu ve Orta Asya halkları artık uyanıyor
Sömürü rejimleri, baskıcı ve inkarcı anlayışlar artık miadını doldurmuştur. Ortadoğu ve Orta Asya halkları artık uyanıyor.
Kendine ve aslına dönüyor. Birbirlerine
karşı kışkırtıcı ve köreltici savaşlara ve
çatışmalara dur diyor.
Newroz ateşiyle yüreği tutuşan, meydan-
Bugün artık yeni bir Türkiye’ye, yeni bir
Ortadoğu’ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz.
Çağrımı bağrına basan gençler, mesajımı
yüreğine katan yüce kadınlar, söylemlerimi baş-göz üstüne diyerek kabul eden dostlar, sesime kulak kesilen insanlar;
“Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor”
Bugün yeni bir dönem başlıyor.
Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.
Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları,
özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış
gelişiyor.
“Mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi.
Kürtler özbenliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı”
Biz, onlarca yılımızı bu halk için feda ettik,
büyük bedeller ödedik. Bu fedakarlıkların,
bu mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi.
Kürtler özbenliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı.
“Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun” noktasına geldik. Yok sayan,
inkar eden, dışlayan modernist paradigma
yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insan-
“Tüm halkların ve kültürlerin eşit, özgür
ve demokratik ülkesinin oluşması için”
Kürdistan ve Anadolu tarihine yaraşır şekilde tüm halkların ve kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşması için
herkese büyük sorumluluk düşüyor. Bu
Newroz münasebetiyle en az Kürtler kadar
Ermenileri, Türkmenleri, Asurları, Arapları ve diğer halk topluluklarını da yakılan
ateşten kaynaklı özgürlük ve eşitlik ışıklarını, kendi öz eşitlik ve özgürlük ışıkları
olarak görmeye ve yaşamaya çağırıyorum.
Kapitalist moderniteye karşı demokratik
modernite
Saygı değer Türkiye halkı;
Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak
yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin
yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak
yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.
Gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve
imha yoktur, olmamalıdır.
Kapitalist Moderniteye dayalı son yüzyılın
baskı, imha ve asimilasyon politikaları;
halkı bağlamayan dar bir seçkinci iktidar
elitinin, tüm tarihi ve de kardeşlik hukukunu inkar eden çabalarını ifade etmektedir.
Günümüzde artık tarihe ve kardeşlik hukukuna ters düştüğü iyice açığa çıkan bu
zulüm cenderesinden ortaklaşa çıkış yapmak için hepimizin Ortadoğu’nun temel
iki stratejik gücü olarak kendi öz kültür ve
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
uygarlıklarına uygun şekilde demokratik
modernitemizi inşa etmeye çağırıyorum.
“Kucaklaşma ve helalleşme zamanı”
Zaman ihtilafın, çatışmanın, birbirlerini
horlamanın değil, ittifakın, birlikteliğin,
kucaklaşma ve helalleşmenin zamanıdır.
Çanakkale’de omuz omuza şehit düşen
Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapmışlar, 1920 meclisini birlikte açmışlardır.
Ortak geçmişimizin önümüze koyduğu gerçek; ortak geleceğimizi de birlikte kurmamız gerektiğidir. TBMM’nin kuruluşundaki
ruh, bugün de yeni dönemi aydınlatmaktadır.
Kadınlara, işçi sınıfına, tüm ezilenlere ve
sistemden dışlananlara çağrı
Tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini; en eski sömürge ve ezilen sınıf
olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini,
işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden
dıştalanan herkesi çıkışın yeni seçeneği
olan Demokratik Modernite Sistemi’nde
yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağırıyorum.
Ortadoğu ve Orta Asya kendi öz tarihine
uygun, bir çağdaş modernite ve demokratik düzen aramaktadır. Herkesin özgürce
ve kardeşçe bir arada yaşayacağı yeni bir
model arayışı, ekmek ve su kadar nesnel
bir ihtiyaç haline gelmiştir.
malar içinde yaşamaya mahkum edilen
Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir “Milli Dayanışma ve Barış
Konferansı” temelinde kendi gerçeklerini
tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağırıyorum.
“Zamanın ruhunu okuyamayanlar, tarihin
çöp sepetine gider”
Bu toprakların tarihselliğinde önemli bir
yer tutan “BİZ” kavramının genişliği ve
kapsayıcılığı dar, seçkinci iktidar elitleri
eliyle “TEK”e indirgenmiştir. “BİZ” kavramına eski ruhunu ve pratiğini vermenin
zamanıdır.
değerler”
Bu Newroz hepimize yeni bir müjdedir.
Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in
mesajlarındaki hakikatler, bugün yeni
müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu kaybettiklerini geri kazanmaya çalışıyor.
Batının çağdaş uygarlık değerlerini toptan
inkar etmiyoruz.
Ondaki aydınlanmacı, eşit, özgür ve demokratik değerleri alıyor kendi varlık değerlerimizle, evrensel yaşam forumlarımızla sentezleyerek yaşamlaştırıyoruz.
Bizi bölmek ve çatıştırmak isteyenlere karşı bütünleşeceğiz. Ayrıştırmak isteyenlere
karşı birleşeceğiz.
Yeni mücadelenin zemini fikir, ideoloji ve
demokratik siyasettir, büyük bir demokratik hamle başlatmaktır.
Zamanın ruhunu okuyamayanlar, tarihin
çöp sepetine giderler. Suyun akışına direnenler, uçuruma sürüklenirler.
Selam olsun bu sürece güç verenlere, demokratik-barış çözümünü destekleyenlere!
Bölge halkları yeni şafakların doğuşuna
şahitlik etmektedir. Savaşlardan, çatışmalardan, bölünmelerden yorgun düşen
Ortadoğu halkları artık kökleri üzerinden
yeniden doğmak, omuz omuza ağaya kalkmak istiyor.
“Aydınlanmacı, eşit, özgür ve demokratik
Selam olsun halkların kardeşliği, eşitliği
ve demokratik özgürlüğü için sorumluluk
üstlenenlere!
Yaşasın Newroz
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
İmralı Cezaevi 21 Mart 2013
Abdullah ÖCALAN.”
Bu modele yine Anadolu ve Mezopotamya
coğrafyasının, ondaki kültür ve zamanın
öncülük etmesi, onu inşa etmesi kaçınılmazdır.
Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde
gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı’nın daha
güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz.
“Büyük felaketlere uğramış halkları, sınıfları ve kültürleri de alarak bir model inşa
etmeye çalışıyoruz”
Son doksan yılın tüm hata, eksiklik ve yanlışlıklarına rağmen bir kez daha yanımıza,
mağdur edilmiş, büyük felaketlere uğramış
halkları, sınıfları ve kültürleri de alarak
bir model inşa etmeye çalışıyoruz. Tüm bu
kesimleri; eşitlikçi, özgür ve demokratik
ifade tarzının örgütlenmesini gerçekleştirmeye çağırıyorum.
Misak-i Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap
Cumhuriyeti’nde ağır sorunlar ve çatış-
“Muhterem Fethullah Gülen’e
selamlarımı söyleyin.
Onu en iyi anlayan benim”
(A. Öcalan)
''yürü bre hınzır paşa
güvendiğin padişahın
senin de çarkın kırılır
gün gelir o da devrilir''
pir sultan abdal
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
«Еlinde silah
olan herkes
Türkiye’yi
terk etsin!»
Ömür boyu hapis cezasına çarptırılan PPK lideri Abdullah Öcalan,
Kürt militanlara, direnişi durdurmaları, sınır dışına çekilmeleri ve barış
görüşmelerini başlatmaları çağrısında bulundu.
Diyarbakır’da Nevruz kutlamaların
yapıldığı meydanda, BDP’li milletvekillerinin okuduğu mesajda Öcalan, “Milyonlara sesleniyorum ve
açıklıyorum, elinde silah olan herkes
Türkiye’yi terk etsin.” sözlerine yer
verdi.
Açıklama, 40 binden fazla kişinin
hayatına mal olan Ankara’yla Kürt
direnişçiler arasında 28 yıldır süren çatışmanın çözümü konusunda
önemli bir adım olma özelliği taşıyor.
Kaynak:
Rusyanın Sesi Radyosu
http://turkish.ruvr.ru/2013_03_21/
Ocalan-Silahlari-birakin/
Öcalan’dan
Gülen’e zeytin dalı
Abdullah Öcalan’ın Pazartesi günü avukatları aracılığıyla yolladığı mesajların
en çarpıcıları, hiç tartışmasız, Fethullah
Gülen ve onun hareketi üzerine olanlardı.
Önce Öcalan’ın söylediklerine bakalım,
ardından bu mesajların neden önemli olduğunu ve herhangi bir sonuca yol açıp
açamayacaklarını tartışalım. Öcalan şöyle konuşmuş:
“Biz hiçbir zaman kendilerinin varlığını
inkar etmedik, onlardan da bizi inkar etmemelerini bekleriz. Hem kendileri hem
biz, gerek Türkiye’de gerek Ortadoğu’da
önemli aktörleriz. Kendileri Türkiye’nin
hatta Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde rol alabilirler, önemli bir güçleri
var. Ben, kendilerini bir tarikat-cemaat
olarak görmüyorum. Hatta tek başına
ne bir tarikat ne de bir cemaattir. Biraz
sivil toplum örgütü hatta bir siyasi parti
işlevine sahip olduğunu düşünüyorum.
Rolü önemlidir. Toplumun demokratikleşmesinde, aydınlatılmasında herhangi
bir siyasi çıkar beklemeden rol alabilirler. Hatta Ortadoğu’nun bir siyasi partisi
gibiler. Oldukça dinamik güçleri var, biz
de dinamik bir gücüz. Bu iki dinamik
gücün karşılıklı anlayış göstermesi ve
dayanışma halinde olması durumunda
Türkiye’de birçok temel sorun çözülecektir. Bu dayanışma sadece Türkiye’yi değil
Ortadoğu’yu da etkileyecektir. Burada
önemli olan bazı temel kavramların tanımını iyi yapmaktır. Örneğin ben, kendilerinin Türklük ve İslamiyet konusundaki görüşlerini biliyorum, bu görüşleri
önemli buluyorum. Türkiye’de statükonun aşılması ve demokratikleşme süreci
için herkes birlikte çalışabilir. Bu konularda ortak zemin demokrasi olmalıdır.”
PKK’nın Gülen gündemi
Alıntının hayli uzun olduğunun farkındayım, fakat Kürt sorununu ciddiye alan,
bunun çözümü (ya da çözümsüz kalması)
için kafa yoran herkes için Öcalan’ın bu
sözlerinin tarihi öneme haiz olduğu kanısındayım. Kuşkusuz bu sözler, muhatap alınan Gülen’in kendisiyle birlikte, en
yukarısından en aşağısına kadar bu harekete gönül veren herkes için apayrı bir
öneme sahiptir.
Kurban Bayramı sırasında düzenlenen
Kürt Konferansı nedeniyle bulunduğum
Brüksel’de görüştüğüm çok sayıda Kürt
siyasetçinin kafasını en çok meşgul eden
konulardan birinin Gülen hareketi ve bu
hareketin Kürtleri (sadece Güneydoğu’da
değil mesela Kuzey Irak’ta da) hedef alan
çalışmalar olduğuna tanık olmuştum.
Hatta çoğunun, AKP hükümetinden çok
Gülen cemaatini kendilerine rakip olarak gördüğünü gözlemledim. İlginçtir,
Türkiye Kürtleri arasında hâlâ çok etkili
bir siyasal ve toplumsal güç olmasına rağmen Hizbullah’ı fazla dert edinenlerine
rastlamadım.
PKK-Gülen hareketi gerilimi
Brüksel’de gördüklerim beni fazla şaşırtmamıştı zira bir süredir Kürt siyasi
hareketiyle Gülen hareketi arasında tırmanma potansiyeli olan bir gerilimin
varolduğunu, konuyla ilgili herkes gibi
biliyordum. Bildiğim bir diğer husus da,
iç ve dış bazı üçüncü şahısların (ya da
odakların) bu gerilimin çatışmaya dönüşmesini şiddetle arzuladıkları ama
her iki tarafın da aralarındaki rekabetin
bu noktaya gelmemesi için epey dikkatli
davrandıklarıydı.
Brüksel’de, PKK’nın önde gelen isimlerinden eski DEP Milletvekili Zübeyr Aydar ile yaptığımız sohbette konu dönüp
dolaşıp Gülen hareketiyle aralarındaki
gerilime gelmiş ve kendisine şunu sormuştum: “Kendileriyle doğrudan herhangi bir temasınız var mı?” Aydar’dan
olmadığı cevabını alınca “peki kurmayı düşünüyor musunuz?” diye sordum.
“Olabilir ama bu konuda siyasi bir karar
almak gerekir” diye karşılık verdi.
İşte Öcalan’ın son açıklamaları bu “siyasi karar”ın verildiğini bize gösteriyor.
Anlaşıldığı kadarıyla Öcalan, Gülen hareketine rağmen, hele onu karşısına alarak, çözüme yönelik adımlar atmanın
mümkün olamayacağı noktasına varmış.
Analizinin isabetli olduğunu söyleyebilirim. Onun Gülen ve hareketi üzerine
sözlerini, Kürt siyasi hareketinin bütün
bileşenlerini bağlayacak talimatlar olarak
görmek gerekir. Dolayısıyla önümüzdeki
günlerde yasal ve yasadışı alanda faaliyet gösteren Kürt siyasetçilerden şaşırtıcı
açıklamalar ve adımlar görürsek şaşmayalım.
Tabii bu noktada esas soru şudur: Gülen
(ve hareketin kurmayları) Öcalan tarafından kendilerine uzatılan zeytin dalını
ne yapacaklar?
Bu soruyu irdelemeyi yarına bırakalım.
***
Aslında bugün, Salı akşamı Mirgün Cabas ile birlikte NTV’de Yazı İşleri Özel
programında ağırladığımız Necmettin
Erbakan ve onun bizlere söyledikleri
üzerine bir yazı yazmayı planlıyordum.
Erbakan hakkında kapsamlı bir siyasi değerlendirmeyi, kendisiyle ilgili bazı anılarım ve kişisel görüşlerimle birlikte çok
geçmeden sizlere sunmaya söz veriyorum.
Ruşen Çakır / 09.12.2010 Vatan
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Newroz
Özgürlük
Ateşidir,
Teslimiyet
Değil.
Alevi sözcüğünün kullanılmasından kaçınıldığını gözlemleniyor. Bu durumda
Selçuklu’da, Osmanlı’da ve tüm Cumhuriyet tarihinde ve günümüzde de Alevilerle, Kürtlerle, Ermeniler ve diğer azınlıklıklara ilgili yaşanan sistematik inkâr,
imha, katliam ve asimilasyon politikaları
nasıl açıklanacaktır?
1915 Ermeni soykırımı, 1921 Koçgiriı,
1930 Zilan, 1938 Dersim katliamı ile
daha sonra yaşadığımız Maraş, Çorum,
Sivas, Madımak, Gazi ve daha çok yeni
olan Roboski katliamları tek din, tek ırk,
tek dilci ittihat ve terakkici ırkçı, faşist
anlayışın inkâr, imha ve asimilasyon politikalarının sonucu değil midir?
Erdal Yıldırım
"Bugüne kadar Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine sol, sosyalist ve devrimci bir
elbise biçen, özgürlüklerden yana mücadele edici bir nitelik yükleyen, öyle olduğunu sanan çok sayıda kişinin yaşadığı
büyük bir hayal kırıklığıdır. Mesajda
Alevilere, ilerici değerlere, sol, sosyalist
yapılara, gerçek bir özgürlük düşüncesinden yana olanlara bilinçli bir şekilde
yer verilmediği anlaşılıyor"
***
Newroz Özgürlük Ateşidir, Teslimiyet
Değil
Günlerdir tüm ülke kamuoyu, hatta kimi
Ortadoğu ve Avrupa ülkeleri de bugünkü Amed Newroz’unda açıklanacak olan
mesaja kilitlenmiş gibiydi.
Türkler, Kürtler, diğer azınlıklar ve çeşitli inançlar, özellikle Aleviler de Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz’unda yapacağı bu açıklamayı büyük bir merakla
bekliyordu. Ancak MİT’in kontrol, denetim ve organizasyonu altında gerçekleşen bu görüşmelerin doğasına uygun,
Misak-ı Milli ülküsünü, mili birliği ve
islamiyeti referans alan bir mesaj sunuldu Türkiye kamuoyuna..
Tabi ki, “silahların susması, fikirlerin
konuşması, silahlı mücadele sürecinden
demokratik siyaset sürecine geçilmesi, savaşın yerini siyasete bırakması ve
silahlı güçlerin ülke sınırlarının dışına
çıkması” herkesi memnun edecek, sonuçları bakımından da olumlu tespitlerdir.
Ancak “binlerce yıllık bu büyük medeniyeti farklı ırklarla, dinlerle, mezheplerle
kardeşçe ve dostça birlikte yaşayan” ifadesi doğruysa 35 yıldır sürdürülen savaş
neyin nesiydi? Mademki Türkiye toprak-
larında kardeşçe ve dostça yaşanıyordu,
bu sürdürülen neyin savaşıydı?
Neden yüzlerce, binlerce asker, polis,
korucu ve binlerce Kürt genci öldü? Bu
35 yılda ölen 35 bin kişi ne uğruna, kim
için feda edildi? Ölenler öldükleriyle mi
kaldı? Onca can kaybı, sürgün, işkence,
zindan, acı, gözyaşı boşuna mı döküldü?
Ağlayan anneler, babalar, eşsiz kalan
kadınlar, erkekler, anne-babasız çocuklar ve de aylarca – yıllarca birbirilerinin
hasretleriyle yanan, özleyen bunca insan
ne adına bunca acıyı yaşadı?
Bu konuyla ilgili, ilintili söz söyleyen,
yazı yazan, televizyonlarda konuşan ve
“devletle, sistemle bir yüzleşme, hesaplaşma olmadan hiçbir çözüm olmaz”
diyenler, şimdi gelinen noktada ne diyecekler? Hesaplaşma ve yüzleşme olmadan açıklanan “birlikteliğin, kucaklaşma
ve helalleşmenin zamanıdır” fikrini kabul edecekler?
Mektupta bir yerde “Bizim kavgamız
ezilmişliğe, bilgisizliğe, haksızlığa, geri
bırakılmışlığa her türlü baskı ve ezilmeye karşı olmuştur” deniliyor.. Ezilmişlik,
haksızlık, geri bırakılmışlık ve baskılar
ortadan kalktı da bizim mi haberimiz
yok?
Kürdistan ve Anadolu’da yaşayan birçok halktan, Kürtler, Türkler, Ermeniler, Asuriler, Türkmenler ve Araplar ile
çeşitli topluluk ve kültürlerin yakılan
ateşten kaynaklı özgürlük ve eşitlik haklarından; Mezopotamya ve Anadolu topraklarında Türk halkı ile Kürtlerin bin
yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak
yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayandırıldığı ve “bu kardeşlik
hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur” ifadesinin altı
özellikle çiziliyor ve söylemde özellikle
Ya da bir başka şekilde soralım soruyu?
Bu katliamların gerçek sorumluları, tüm
kademelerdeki yöneticiler dahil tespit
edilip adalete teslim edilmeden, yargılanıp gerekli cezalara çarptırılmadan,
sistemle, devletle gerçek bir yüzleşme ve
hesaplaşma içine girilmeden bir çırpıda
bu katliamları unutalım mı isteniyor?
En önemli can alıcı tespitlerden birisi,
özellikle bugüne kadar Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine sol, sosyalist ve devrimci bir elbise biçen, özgürlüklerden
yana mücadele edici bir nitelik yükleyen,
öyle olduğunu sanan çok sayıda kişinin
yaşadığı büyük bir hayal kırıklığıdır.
Mesajda Alevilere, ilerici değerlere, sol,
sosyalist yapılara, gerçek bir özgürlük
düşüncesinden yana olanlara bilinçli bir
şekilde yer verilmediği anlaşılıyor.
Ama “bu toprakların tarihselliğinde
önemli bir yer tutan "biz" kavramının
genişliği ve kapsayıcılığı dar, seçkinci
iktidar elitleri eliyle "tek"e indirgenmiştir” mesajı var. Oysa ırkçı, gerici,
faşist AKP’nin uygulamaları tıpkı İttihat Terakkinin devamı gibi tekçi olmaya
devam etmektedir. Bir başka açıdan bakarsak Emevi zihniyetli, binlerce AleviKızılbaşın katili Yavuzu, Kanuni, Fatihi
ve Ebu Suud’u ecdadı olarak kabul eden,
yeni Osmanlılık ve padişahlık özentisi
içindeki bir AKP ve Recep Tayyip Erdoğan ile neyin barışı olabilir ki? Hesaplaşmadan, özgürleşmeden onurlu bir barıştan söz edilebilir mi?
Gün ilkeli, prensipli bir mücadeleden,
o mücadele sonunda bugüne kadar savunulan ilke, prensip ve değerleri terk
etmenin ve teslim olmanın günü asla değildir. Zira teslimiyet asla ve asla onurlu
bir barışı da getirmez. Newroz Kürt halkının zalime karşı direniş mücadelesi,
isyan ve özgürlük başkaldırısıdır.
Newroz kutlu olsun. Newroz Piroz Be!
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
MİT-Öcalan Mutabakatı:
Nedir, Ne değildir?
Abdullah Öcalan uzun zamandır beklenen açıklamasını yaptı. Sıcağı sıcağına
değerlendirme imkânım yoktu, biraz
gecikmiş olarak ve satır başları halinde
sunmak istiyorum. Buradaki düşünce
ve iddiaları daha sonra genişçe ele alma
imkânı doğacaktır sanırım.
resizlikten boyun eğebilirler veya “Yeter
artık; itirafçıların kullandığı söylemleri
bize bir gün ‘devrim’, ertesi gün ‘barış’ diye pazarlamanızdan bıktık!” diye
PKK’ye çatabilirler. Yarın bunların ikisi
de olabilir, ama bugünkü düşünceleri ve
hissiyatları yukarıdaki gibidir.
Öcalan’ın Newroz konuşmasında dikkat
çekici ilk husus, İmralı sürecinin ne tür
somut adımlar içerdiğinden bahsetmemiş olmasıydı. Oysa kitleler, Öcalan’ın
aylardır MİT’le pişirdiği yemeğin ne
olduğunu bilmek istiyorlardı. Buradaki
gözden kaçırma ameliyesi, yapılan işin
üzerinde dolaşan kuşku bulutlarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı.
***
Türk devleti Libya’nın istilasından bu
yana Ortadoğu politikasını değiştirmiş bulunuyor. Eskiden İran, Irak ve
Suriye’yle birlikte sürdürdükleri statükoyu koruma politikasından sınırların
değiştirilmesini mümkün gören revizyonist bir politikaya geçtiler. Ama bu politika daha birinci adımda, yani Suriye’de
bataklığa saplandı. Öyle anlaşılıyor ki
devlet katında bu bataklıktan çıkmanın
çarelerinden biri olarak Kürtlerin kullanılıp kullanılamayacakları tartışılıyor
ve planlanıyor. Büyük gürültü içinde
pazarlanan Öcalan’ın “barış” mesajı, işte
bu planın Türk-İslamcı bir diskur içinde
Kürtlere servis edilmesinden ibarettir.
Abdülhamit günlerine, o olmazsa İttihat ve Terakki Cemiyetinin, İslamcılığı
aktif bir politika aleti olarak kullandığı
günlere dönelim deniyor: Sünni Türklerle Sünni Kürtler bin yıllık İslam kardeşliği bayrağı altına birleşsin ve Misak-ı
Milli’yi gerçekleştirmek için kafire kılıç
çalsın! Söylenen bu. Newroz konuşmasının devlet erkânından, devletçi yazarlardan vs. bu kadar övgü almasının nedeni
de bu.
Öcalan, konuşmasında, somut diyebileceğimiz iki tedbir sıraladı:
1-Kürt gerillalar Türkiye dışına çıksınlar.
2-Suriye ve Irak Kürdistan’ındaki Kürtler, Araplar, Asuriler ve Türkmenler bir
“Milli Dayanışma ve Barış Konferansı"
yaparak yüzlerini Misak-ı Milli’ye dönsünler.
Bu tedbirlere göre, bazı Kürtler dışarı
çıkarken bazılarının da içeriye girmesi
gerekiyor. Öcalan bu garip trafiğe “barış” adını veriyor ve bizim de öyle olduğuna inanmamız için bir dizi kavram
sıralıyor: Çanakkale şehitleri, İslam kardeşliği bayrağı, Kurtuluş Savaşı, 1920
Meclisinin kurucu pratiği vs. Türk-İslam
sentezinin diskurundan aparılmış süfli
kavramlar bunlar.
Biraz daha yakından bakınca bu garip
trafiğin ortak paydasının Misak-ı Milli olduğunu görüyoruz. Muhammed’in,
İsa’nın ve Musa’nın adı eşliğinde bize
müjdelenen parlak gelecek Misak-ı
Milli’nin güncelleştirilmesinden ibarettir.
Misak-ı Milli (Ulusal Yemin), Osmanlı Meclisinin 1920’de aldığı bir kararın
adıdır. Bu karara göre, Osmanlı Meclisi,
bugünkü Güney Kürdistan’ı oluşturan
Musul ile Bugünkü kuzey Suriye’yi ve
Suriye Kürdistanı’nı oluşturan Halep
vilayetinin Müttefikler tarafından işgalini onaylamıyor, buraları Türk toprağı sayıyordu. Öcalan’ın barış mesajına
göre, ne olduysa “yıkıcı modernite”nin
bu Yemin’e ihanet etmesiyle başladı.
Cemil Gündoğan
Dolayısıyla yapılacak şey 1920 Meclisinin kurucu ruhuyla Osmanlı yeminini
güncellemekten ibarettir. Öcalan’ın bize
barış diye pazarladığı şey özetle budur.
***
Bütün mesajdaki bu iki somut öneriye
bakınca, Öcalan’ın Newroz mitinginde barış değil aslında savaş ilan ettiği
düşüncesine kapılıyorum. Çünkü barış diye tarif ettiği şey, Irak ve Suriye
Kürdistanı’nın Türkiye’ye katılması
veya bağlanmasını vazediyor. Ve bu tür
Yeni-Osmanlıcı bir yayılmacılık bölgesel çatışmalara yol açmadan gerçekleşemez.
Hamidiye çizgisindeki birkaç kişi dışında bu öneriden barış çıkacağına inanacak Kürt olduğunu sanmıyorum. Bu planı destekleyecek Kürtler olursa, bunu,
savaşı daha fazla uzatmanın anlamsız
olduğuna ikna oldukları için yapacaklardır. Muhtemelen Öcalan da sorunun farkında ve bu nedenle PKK’yi ve BDP’yi
Hamidiye çizgisine çekmeye çalışan bir
diskurla çıkıyor kitlenin önüne.
***
Öcalan’ın Newroz mesajı, gerçekte, barış
denilen şeyden Türk devletinin anladığını özetliyordu. Öcalan, bir milyon Kürdü
Diyarbakır’a toplayıp devletin mesajını
bir kez daha iletmiş oldu. Hepsi bu.
Milyonlarca Kürdün bu mesaja tepkisi
ise Öcalan’ın mesajını okuyan Sırrı Süreyya Önder’i şaşkınlığa ve daha yüksek
sesle onay talep etmeye itecek kadar netti: suskunluk.
Kimse kendisini kandırmasın, “tarihi”
denilen Newroz mesajının yürekleri
dağdaki çocuklarında olan sıradan Kürtlerdeki gerçek karşılığı budur. Yarın ça-
Öyle görünüyor ki, Öcalan da devletin
bu dönüşümünde PKK’yi işlevsel kılabilirse kişi olarak güçlü bir siyasal aktör
haline gelebileceğini hesaplıyor. Bir diğer deyişle, Türkiye sınırlarının dışına
çıkarılmış gerillaların Ortadoğu’da Türk
devleti adına vuruşturulmasının karşılığında Türk siyasetinde kendine siyaseten
bir yer edinebileceğini umuyor. Bir süre
sonra bu politika “Suriye Kürtlerine yardım” adı altında piyasaya sürülürse şaşırmamak lazım.
***
Hesaplar kısaca böyle. Ne var ki bu hesapların tutma şansı yoktur. Çünkü
MİT-Öcalan mutabakatı, hem Kürtlere
hak vermiyor, ki bu Kürtlerin tepkisini
çekmek demek, hem de hedeflerini gerçekleştirmeye giriştiği andan itibaren
TC ile çatışan Kürtlerin müttefiklerini
arttıracak bir kurguya sahip, ki bu, plana
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
direnecek iç ve dış güçlerin sayısını arttırmak demek. Bu bir açmazdır.
Barış’ı Misak-ı Milli’ye eklemleyen
devlet politikasının Ortadoğu’da bölgesel çatışmaları kışkırtmaktan başka bir
sonuç doğurmayacağına yukarıda değinmiştim. Bu ise PKK’nin uluslararası
müttefiklerinin sayısını ve kararlılığını
arttırmak demektir. Açmazın dışardaki
görüntüsü kabaca böyledir.
İçerideki duruma gelince şöyle özetlenebilir:
MİT-Öcalan mutabakatı, Türkiye’deki
Sünni İslamla Kürdistan’daki Hamidiyeci çizginin Yeni-Osmanlıcı bir yayılma stratejisi çerçevesindeki ittifakına dayandırılmıştır. Böyle bir ittifak,
Türkiye’de barışın gerçekleşebilmesi
için ikna edilmesi gereken temel kitlelerden birini oluşturan Türkiye’deki şehirli
orta tabakalar ile liberaller için sadece
bir kâbus olabilir. Böyle bir ittifak gerçekleşirse ilk muhtemel sonuçlarından
biri, Ergenekoncuların CHP’de ipleri yeniden ele geçirmesi olacaktır.
Erdoğan’ın bu sözde “barış” sürecini
kendi başkanlığına bağlamış olması da
benzer bir karşı etki yaratacaktır.
Sözde barış projesinin Sünni karakteri
o kadar açıktır ki, Türk Kürt fark etmez
Aleviler de buna sıcak bakamayacaklardır. Bu proje yürürse “Aleviler Kemalisttir!” diye bağıran bazı Kürt milliyetçilerinin sözlerinin Kürt Alevileri
üzerindeki etkisi de giderek azalacaktır.
Sünni Kürtlerin liderinin İdris-i Bitlisi
rolüne soyunduğu bir günde başka nasıl
bir sonuç beklenebilir ki?
Geriye AKP’ye destek veren Sünni
Türkler ile sıradan Sünni Kürtler kalıyor. Birinci grubun bu sözde barış sürecini sessizce desteklediği doğrudur.
Ancak biraz yakından bakılınca bu desteğin, sadece, planın PKK militanlarının
yurtdışına gönderilmesiyle ilgili bölüme
verilmiş bir destek olduğu görülür. Planın Yeni-Osmanlıcı yayılmacılıkla ilgili
kısımlarının da sıradan Sünni Türkler
tarafından aynı şekilde desteklendiğini
gösteren hiçbir belirti yoktur.
Benzer bir durum sıradan Sünni Kürtler
için de geçerlidir. Dağdaki çocuklarının
sağ salim eve dönmesi umuduyla Newroz günü Diyarbakır meydanlarına koşan
milyonların, yarın bu plan gereği çocuklarının Suriye çöllerine sürülüp kurda
kuşa yem edildiklerini gördüklerinde de
aynı coşkuyla süreci destekleyeceklerini
söyleyebilir misiniz?
***
Kısacası, Öcalan’ın bizlere barış diye
pazarladığı ama gerçekte bölgesel savaş
davetiyesi olan çağrısı çürük malzeme
üzerine oturtulmuştur. PKK isterse çok
küçük manevralarla bunun böyle olduğunu dünya aleme gösterebilir. Dolayısıyla burada tayin edici olan PKK’nin
takınacağı tavırdır ve önlerinde iki seçenek bulunmaktadır:
1- MİT-Öcalan mutabakatına boyun eğip
Türk devletinin Sünni İslam diskuru kullanan Yeni-Osmanlıcı yayılmacılığında
koçbaşı rolü üstlenmek. Bu durumda
gerçek bir barış olmaz, MİT-Ocalan mutabakatı bazı komplikasyonlara rağmen
yürür ve Kürtler de öldükleri ve ölecekleriyle kalırlar.
2- Öcalan’la kendi aralarına açıktan ilan
edilmemiş bir mesafe koyup devlete bu
sözde barış projesinin gerçek sınırlarını hatırlatan bir manevra yapmak; ama
bunu “barış masası”ndan çekilmeden
gerçekleştirmek. Bu durumda MİTÖcalan mutabakatını gerçek bir barış
anlaşmasına dönüştürmenin imkânları
doğabilir. Bunun gerçek bir barışa varıp
varmayacağı ise bir kez daha Türklerin
tavrına bağlı kalacaktır.
Burada barış masasında kalmak önemlidir. Kanımca PKK’nin bu pozisyondan
ayrılması için bir sebep bulunmuyor. Zaten kendisi masadan çekilmediği müddetçe AKP’nin veya Abdullah Öcalan’ın
PKK’yi masadan itme imkân ve kabiliyeti de yoktur. Çünkü Erdoğan’nın ve
dolayısıyla AKP’nin kaderi her geçen
gün daha fazla MİT-Öcalan mutabakatının başarısına bağlanmaktadır. Abdullah
Öcalan ise ancak arkasında PKK gibi bir
örgüt varsa politik bir aktör olabileceğini bilmektedir. BDP, PKK’ye karşı açık
ve radikal bir tavır almadığı müddetçe,
kimse PKK’yi masanın dışına itmeyi
göze alamaz. BDP’nin böyle kritik bir
anda PKK’ye dirsek çevireceğini düşündürecek ciddi bir veri ise bulunmuyor.
Tersine, BDP kadrolarının büyük bölümünün, anadilde eğitimi bile kabul etmeyen bir çözümü onursuzca bir çözüm
olarak kabul ettiklerini biliyoruz. Dolayısıyla PKK ile BDP’nin MİT-Öcalan
mutabakatına karşı menfaatlerinin aynı
doğrultuda olduğunu söylemek abartı
olmaz.
Fakat sürecin kilidi PKK’nin elinde olmasına rağmen PKK mevcut haliyle masada bile bulunmamaktadır. Esasen ortada gerçek manada bir masa olduğunu
söylemek bile zordur. Önerilen manevra
belki bu tuhaf durumu da düzeltebilir.
En açık terimlerle düşünüldüğünde
denklemin kuruluşu böyledir. Bu durumda PKK liderleri ya Yeni-Osmanlıcı
Türk yayılmacılığının Hamidiyeci birlikleri olarak ya da otuz yıldır her şeylerini bu mücadeleye adamış kitlelerin
sözcüleri olarak tarihe geçeceklerdir. Bu
sözleri okuyacak PKK’liler sinirlenmek
yerine olup bitene bir kez daha ve sakin
bir kafayla bakarlarsa daha iyi ederler.
Çünkü anlatılan iki pozisyon arasındaki alan sanıldığı kadar geniş değildir.
2013-03-23
Demirtaş:
Kürt halkı devletin bayrağından rahatsız değil
Rizgarî Online/ BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, "Bayrakla sorunumuz yok. Bayrak bir siyasi partinin ve anlayışın unsuru olmaktan çıkarılırsa önümüzdeki Newroz´da asılabilir." dedi. DHA´nın kaydettiğine göre, Demirtaş sözlerine şöyle devam etti: "Kürt sorunundan kaynaklı silahlı mücadelenin yüzde 99'u
bitti.yüzde'1 i hükümete kaldı. Bu, barış çağrısını almak istemeyenlerin yarattığı
tartışmadır. Silahlı güçlerin ülkeden çıkışıyla ilgili iki komisyon oluşturulmalı.
Muhalefet Ak Parti ile başedemediği için kürtlerin savaşmasını istiyor. Bayrakla
sorunumuz yok. Bayrak bir siyasi partinin ve anlayışın unsuru olmaktan çıkarılırsa önümüzdeki Newroz´da asılabilir. Demokratik reform tedbirleri silahı gündemden düşürür. Bu komisyonlardan biri resmi diğeri sivil olmalıdır. Kürt halkı
devletin bayrağından rahatsız değildir."
"BİZİM BAYRAĞA KARŞI DÜŞMANLIĞIMIZ YOK"
DTK Genel Başkanı ve Mêrdîn bağımsız Milletvekili Ahmet Türk de, "O katliamların yapıldığı zamanlarda bile Kürtler bayramı kutladı. Bizim bayrağa karşı
düşmanlığımız yok. Partimizde, grubumuzda bayrak var. Biz siyasi olarak karar
alsak bile, birileri onu indirdiği zaman farklı tartışmalara yol açardı. Aslında bu
tartışmalar süreçle ilgisi olmaması gereken şeyler. Kürtler ve Türklerin birbirlerini kucaklayacağı bir sürecin altyapısını oluşturmak lazım. Bayrak vardı, yoktu
tartışmasının anlamı ve faydası yok" diye yanıtladı.
RO/Cemil Süphan
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Karayılan:
Selahattin Demirtaş süreci kavramamış
RÖPORTAJ
Dördüncüsü:
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat
Karayılan'la geniş bir röportaj yaptı.
HPG savaşçılarını ikna etmekte zorlandıklarını belirten Karayılan, BDP Eş
Başkanı Selahattin Demirtaş'ın % 99
silah işi bitti demesini de yüzeysel buluyor. Röportajın tümü...
Önder Apo, "bağımsız Kürdistan" da demedi, "federasyon" veya "özerklik" de
demedi. Bu konuda kendisiyle aynı görüşte misiniz?
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat
Karayılan'la bu üçüncü Kandil röportajım. İlkinin tarihi, demokratik açılım
sürecinin başlarında, 2009'un Mayıs
ayının ilk haftasındaydı. İkincisini, Oslo
süreci kapanırken 2011 yılı Haziran ayı
sonlarında yapmıştım.
Üçüncüsü dün gerçekleşti.
PKK'nın dağdaki bir numarası olan Murat Karayılan'la, Öcalan'ın "Silahlar sussun, fikirler konuşsun" diyerek yaptığı
gerçekten tarihi çağrıdan iki gün sonra,
baharın rengârenk patlamaya başladığı
Kandil Dağı'nın eteklerindeki bir köy
evinde, 23 Mart Cumartesi günü görüştüm.
5,5 saat konuştuk.
Karayılan'ın yanında 2011'deki görüşmemizdeki aynı ekip vardı: KCK Yürütme
Konseyi üyesi ve Başkan Yardımcısı
Ronahi Serhat, Yürütme Konseyi üyesi
Zeki Şengali ve Ahmet Deniz, Güney
Kürdistan Dış İlişkiler Temsilcisi.
Karayılan, toprak zeminli mütevazı köy
evinin küçük odasında daha masaya otururken birkaç saat içinde ateşkes ilanının
yapılacağını söyledi. Böylece, barış konusunda heyecan verici bir döneme adım
atıldığının yeni bir işaretini Kandil'de
almış olduk.
'Bizim için de bu tarihi barış sürecinin
ciddi riskleri var'
Murat Karayılan uzun söyleşimizin daha
başında şunları söyledi:
"Önder Apo'nun belirttiği gibi, gerçekten tarihi bir dönüm noktasındayız."
"Başarı için elbette umutluyuz."
"Hani Başbakan Erdoğan hep 'Büyük
risk aldık' diyor ya... Bizim için de bu
tarihi barış sürecinin ciddi riskleri var."
"Barış için daha çok çalışmamız lazım."
Karayılan'ın yanıtı:
Hasan Cemal
"Barıştan herkes kazanır."
"Önder Apo'nun mektubundaki çerçeveyi bütünüyle doğru buluyor ve katılıyoruz."
Beşincisi:
Murat Karayılan'a görüşmemizin en başında beş kısa soru sordum ve kendisinden beş kısa yanıt aldım.
Kısacası Önder Apo dedi ki:
"Silahın kullanım süresi doldu; artık ne
yapacaksak, barışçıl siyasetle yapacağız."
Birincisi:
Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?
Önder Apo, "Artık silahlar sussun, fikirler konuşsun" dedi. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?
Karayılan'ın yanıtı:
Karayılan'ın yanıtı:
"Doğrudur, bize göre de silahın zamanı
geçmiştir."
İkincisi:
Önder Apo, "Yeni dönemde artık silah
değil, siyaset öne çıkıyor; silahlı mücadeleden demokratik mücadeleye geçiliyor" dedi. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?
Karayılan'ın yanıtı:
"Evet, böyle düşünüyorum. Ama bunun
için de aşamalar var katedilmesi gereken, süreçler var geçilmesi gereken..."
'Hükümetin ve Meclis'in yapması gerekenler var'
Üçüncüsü:
Önder Apo, "Artık silahlı unsurlarımızın
Türkiye sınırlarının dışına çıkma zamanıdır" dedi. Siz de böyle mi dşünüyorsunuz?
Karayılan'ın yanıtı:
"Evet, buna biz de katılıyoruz. Fakat bu
sürecin pratikleşmesi, yani uygulanması
için hükümetin ve Meclis'in yapması gerekenler vardır."
"Türkiye Cumhuriyeti devletinin de
olumlu yaklaşması durumunda, (Burada Karayılan sanıyorum Ankara'nın 'ev
ödevleri'ni dolaylı bir dille belirtiyor) biz
de Türkiye'de sorunların çözümünde silahı devre dışı kılabiliriz."
Murat Karayılan'a, bu kısa kısalardan
sonra, Öcalan'ın silahlara veda edilmesine dair yaptığı tarihi çağrısında, sınır
dışına çekilme ya da silah bırakma gibi
hayati konularda herhangi bir takvim öngörmediğini, tarihlere bağlanmış bir yol
haritası çizmediğini belirttim ve bunun
ne demek olduğunu sordum.
Karayılan özetle dedi ki:
"Bu takvim konusu biraz teknik kısma
giriyor. Önder Apo çağrısında, hareketimizin yeni bakış açısını ortaya koymuştur. Tarihi, felsefi, ideolojik bağlamın
çerçevesini çizmiştir. Önderlik, bu çağrısında, önümüzdeki sürece taktik değil
stratejik açıdan yaklaşmıştır. Tarih, takvim gibi teknik boyutlara girmemiştir bu
nedenle..."
Ateşkes ve koşulları...
Kandil'deki söyleşimizin yapıldığı saatlerde ilan edilen ateşkes konusunda da
şunları söyledi Karayılan:
"Siz kaç yıldır söylüyorsunuz, parmakların tetikten çekilmesi diye... Artık 23
Mart, yani bugün itibariyle parmaklar
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tetikten çekiliyor. Bugünden itibaren
silah kullanılmayacak. HPG'nin silahlı aktiviteleri durdurulacaktır. Ancak
imha amaçlı saldırılar karşısında, meşru
müdafaa çerçevesinde kendini savunma
hakkı vardır, misilleme hakkı saklıdır."
Ve arkasından ekliyor:
"Ateşkes karşılıklı olmazsa, hayata geçmez."
Devam ediyor:
"Ama ben umuyorum ki, ateşkes karşılıklı olacak. Bu gerçeği herkes biliyor,
görüyor."
Nazik konu; çekilme ve koşulları...
Murat Karayılan'la 5,5 saatlik görüşmemizin belki de en can alıcı konusunu,
PKK'nın sınır dışına çekilmesi oluşturdu.
Bu konuya girerken önce şöyle dedi:
"Önderliğimiz mektubunda diyor ki,
bundan sonra tek bir insanın dahi ölmesine yol açmadan barış sürecini geliştirmek istiyoruz. Biz de buna dikkat edeceğiz."
Siyasal iktidarın sınır dışına çekilme
konusunu öteden beri ısrarla gündemde
tuttuğunu belirtirken, bu açıdan 'Oslo
süreci'nin bir başlangıç tarihi olarak
akılda tutulabileceğini söyledi.
Oslo'nun 2008 yılı Eylül ayında heyetler arasında başladığına, bundan önceki
iki yıl içinde de aracılarla götürüldüğüne dikkat çeken Karayılan, 14 Temmuz
2011 tarihli Silvan'la da sona eren süreç
boyunca Ankara'nın sınır dışına çekilmeyi sürekli gündemde tuttuğunun altını çizdi.
Geri çekilmenin tamamlanması için değişen koşullar
Karayılan şöyle devam etti:
"Biz de sınır dışına çekilmeyi ilkesel
olarak kabul ettik bu süreçte. Ama geri
çekilmenin olması için hükümetin anayasal düzeyde bazı adımlar atması (ev
ödevleri konusu - HC) lazımdır, dedik.
Bu adımlar geri çekilme sürecinin sonlarına doğru da olabilir dedik. Neydi bu
adımlar? Kürt kimliğini tanımak, anadilde eğitim hakkı ve benzeri alanlarda
devletin adım atması..."
Ama Kandil olarak bundan daha sonra
neden vazgeçildiğini de şöyle özetledi
Karayılan:
de inanıyorduk."
"Önder Apo bu durumun süreçte bir tıkanıklığa yol açtığını görünce, 'Hayır,
devlet tarafından bu adımlar atılmadan
da, temel hususlar yerine getirilmeden
de, karşılıklı güven oluşursa ve geri çekilme konusunda yasal koşullar oluşursa, silahlı unsurlar hemen sınır dışına
çıkabilir' dedi."
Karayılan şunları ekledi:
Önder Apo'nun mektubunu Kandil'de
tartışmak...
Karayılan, Kandil'de özellikle Mart
ayındaki tartışma sürecinin sonunda gelinen noktayı şöyle anlattı:
Apo'nun, yani önderliğin sınır dışına
çekilme konusunda devreye girmesiyle birlikte, Kandil'le yoğun bir tartışma
döneminin açıldığını şöyle özetledi Karayılan:
"Yetkili kurulları topladık. 39 kişiden
oluşan ve yılda sadece bir kere toplanan
PKK Meclisi'ni 5 Mart'ta olağanüstü
topladık. 8 Mart'ta KCK Yürütme Konseyi ve kısa adı KJB olan Kadın Hareketi Yürütme Konseyi toplandı. Konuyu
aramızda tartıştık. Önder'in bize yazdığı
(ve BDP'nin bize getirdiği) mektubu tartıştık."
'Oslo sürecinde örgütte adaptasyon sağlanamamıştı'
Karayılan şöyle devam etti:
"Bir noktayı belirtmek isterim. Direnişle,
savaşla daha ileri bazı gelişmeleri yaratmamız mümkündü. Ortadoğu'nun mevcut konjonktürel durumu, Türkiye'nin
içinde savaşı geliştirmemize müsaittir.
Neden? Daha önce bölge devletleri arasında PKK'ye, bize karşı ittifak vardı.
İran, Suriye, Türkiye ve zaman zaman
Irak ittifakı... Şimdi bu devletler arasında çelişki var. Bu koşullardan yararlanmak ve devletlerden objektif - subjektif
destek almak bugün mümkündür.
Direniş ve savaş konusunda ikinci bir
boyut daha vardı. Oslo süreci boyunca
örgütsel yapımızda bir savaş, bir barış
derken gerekli adaptasyon sağlanamamıştı. Bundan kaynaklanan disiplinsizlik ve yetersizlikler söz konusuydu.
Hatta bu nedenle 2011 ve 2012 kışında
birtakım kayıplarımız da yaşandı. Ama
2012'de savaşın motivasyonu gelişti. Yetersizlikler giderildi. Başarılı harekâtlar
yapıldı. Dolayısıyla 2013'te hem içeride,
hem dışarıda yüksek bir savaşı geliştirme ağır basan ihtimaldi.
Bunun planlamasını da yapmıştık. Biz
bu konuda eskiyi aşan düzeyde, Türk
devlet sistemini Kürdistan'da felç etmeyi
planladık ve gerçekleştirebileceğimize
"Bence Türk devleti ve hükümeti, bu
izah ettiğim dış ve iç koşulların savaşa
uygunluğunu gördüğü içindir ki, politika
değişikliği yaptı."
'Savaşla mı, barışla mı' tartışması ve silahlı mücadele olasılığı...
"Savaşarak mı sonuca gideceğiz? Yoksa
sonuç, yani barış demokratik çözüm yoluyla mı gelecek? Aramızda tartıştık ve
ikincisinde karar kıldık."
Bunu söyledikten sonra Karayılan, hemen bir sözcüğün altını kalınca çizdi:
"FAKAT..."
Şöyle devam etti:
"Silahlı mücadele olasılığını da gündemde tutmaya karar verdik. Önderliğimize
(Apo'ya, İmralı'ya-HC) ilettiğimiz çekilme süreciyle ilgili kaygılarımız vardı.
Zamanlama konusunda... Devletin atacağı adımlar konusunda... Bu arada Önder
Apo'nun kendisinin de bu çekilme süreciyle ilgili olarak devreye girebilmesi
konusunda..." (Kandil - İmralı diyaloğunun daha sık, çabuk ve verimli olmasının
geri çekilme konusunu da kolaylaştıracağı kastediliyor - HC)"
'Türkiye'den koparak değil, birlikte sonuca gitme kararı aldık'
Bu konuda Karayılan sözlerini şöyle
bağladı:
"Biz bu arada önderliğimizin koyduğu
perspektifin daha değerli, daha stratejik olduğu noktasına geldik. Çünkü bir
yön tayini, bir başka deyişle Türk - Kürt
ittifakını öngördüğü için onun bu perspektifinin daha değerli olduğunda karar
kıldık. Bu nedenle bazı taktik avantajları değil, stratejik ekseni öne aldık.
Türkiye'den koparak değil, birlikte sonuca gitme kararı aldık. Türkiye'yle ittifak temelinde Kürt sorununu çözmek ve
Kürtlerle Türkler arasında ortak yaşamı
tesis etme kararıdır bu..."
Geri çekilme, ama ne zaman?
Karayılan'a şu soruyu yönelttim:
"Silahlı unsurların çekilmesi ne zaman
başlar, en geç hangi tarihte tamamlanır?"
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Karayılan, bir kez daha bu konunun ne
kadar önemli ölduğunu vurguladıktan
sonra özetle dedi ki:
"Bu konuyu ele alırken, geçmiş tecrübelerden ders almak zorundayız. Tam sekiz kez ateşkes ilan ettik. Ve 1999'daki
geri çekilmeyi yaşadık... Bunlar çok acı
tecrübelerdi. O yüzden geri çekilme konusunu olgunlaştırmak gerekiyor. Bunun
en başında da yasal zemini oluşturmak
lazım. Ta Karadeniz'den, Erzurum'dan,
Dersim'den insanlar, silahlı unsurlar
çekilecek. Kolay değil. Hükümetin ve
Meclis'in kararı lazım. Böyle bir karar
güvencedir, güçlerimizin selamet içinde
can kaybına uğramadan çekilmeleri için
bir güvence. "
'Yargı MİT'i de soruşturdu, demek ki yasal zemin çok önemli'
Karayılan şöyle devam etti:
"İkinci bir nokta var. Türkiye'nin 100 yıllık büyük bir sorunu çözülüyor. Bu çözümün yasadışı yöntemlerle gerçekleşmesi
mümkün değil. Şu an bu çözüm projesi,
Önder Apo'nun üzerinden yürütülüyor.
Kim görüşüyor onunla? MİT Müsteşarı...
Ama daha önceki görüşmeler dolayısıyla
halef selef iki MİT Müşteşarı Emre Taner ile Hakan Fidan hakkında yargı harekete geçti, soruşturmalar yapıldı. Demek
ki yasal zemini çok önemli. Bir başka
deyişle, TBMM kararına ihtiyaç vardır.
1921 Koçgiri isyanında da TBMM karar
aldı ve bir komisyon kurdu, isyan böylece sona erdirildi. Tabii bugün koşullar
farklı, ama 30 yıldır süren bir isyan var;
sona erdirilmesi konusunda sadece idare
değil, parlamentonun yasal kararlarına
da ihtiyaç var. Ciddiysek ve samimiysek
bu adımların atılması lazılm. Başbakan
Erdoğan (22 Mart'ta) 'Meclis'e gerek yok,
hükümet olarak yaparız' dedi. Bu çerçeve eksik bir çerçeve. Oysa TBMM karar
alabilir. Mevcut çatışmanın durdurulması ve sorunların barışçı diyalog yöntemleri ile çözülebilmesi ve PKK güçlerinin
sınır dışına çekilmesi ve bir komisyon
tarafından bu sürecin izlenmesi için karar alabilir."
'Sınır dışına çekilme için birinci nokta
yasal bir çerçeve'
Karayılan, geri çekilme konusunda son
derece hayati gördüğü bu konuya bir kez
daha şöyle değindi:
"Daha önce söylediğimiz şeyleri, yani
koşulları biz bir yana bırakttık. Hiç olmazsa TBMM kararı alınsın... Sürece
yönelik olarak önyargılı yaklaşımlar var
hâlâ. Bizde de vardı önyargılar... Ama
aramızda tartıştık ve yol aldık bu konuda. Sürecin köklü çözüm için ön yargılardan kurtulmak gerekiyor. Lütfen hükümet tarafı adım atsın. Bizim şu anda
sınır dışına çekilme için istediğimiz yasal bir çerçevedir. Birinci nokta budur. "
'Ne kadar hızlı davransak da, geri çekilme sonbahara sarkar'
Geri çekilme ile ilgili olarak Karayılan
ikinci noktayı şöyle açtı:
"Bu sürecin mimarı Başkan Apo'dur. Çekilme sürecinin sağlıklı yürümesi için
Başkan Apo'nun sürece bir biçimde doğrudan müdahil olması gerekir. Bu konuda açıklamasını yaptı, ama bu geniş bir
çerçeveyi öngörüyor. Şimdi geri çekilme
konusunda bütün güçlerin ikna edilmesi
başlı başına bir sorundur. Bu açıdan mesala İmralı - Kandil hattının daha açık,
daha çabuk çalışması büyük önem taşır.
Bu arada çekilme sürecini takip edecek
ve çıkabilecek sorunları çözecek 30 kişilik bir akil adamlar heyeti kurulabilir."
"Çekilme ne zaman biter" sorusunu ise
şöyle yanıtladı Karayılan:
"Ne kadar hızlı davransak da bize göre
geri çekilme sonbahara kadar sarkar.
Çekilme konusunda önce ikna gerekir.
Örgütsel hazırlık gerekir. Sonra kademe
kademe demin dediğim ikna süreci devreye sokulur."
Murat Karayılan PKK'nın silahlı unsurlarının sınır dışına çekilmesini mümkün
olabildiğince öne almaya çalıştıklarını
belirttikten sonra şunları söyledi:
'BDP'nin 'silahlı boyut yüzde 99 bitmiştir' yaklaşımı yüzeysel'
"Önce iki yıldan söz etmiştik. Ama önderliğimizin açıklamasıyla bunu öne
aldık. Ayrıca şunu da biliyoruz; ne kadar zamana yayarsak o kadar provokatif olaylar yaşanabilir. Şimdi hükümete
düşen de yasal zemini hazırlamaktır.
Hükümet bu çekilme olayını çok basite
indirgiyor. Bu hiç kolay bir şey değildir.
İnsanlar hayatını koymuş, dağa çıkmış.
Şimdi onları geri çekilme konusunda
ikna etmek önemli. Bu kolaycı yaklaşımlar Kürt tarafında da yok değil. Mesela
BDP'nin Eş Genel Başkanı Selahattin
Demirtaş geçen gün diyor ki; Kürt meselesinde silahlı boyut yüzde 99 bitmiştir.
Yüzde 1 de parlamentonun kararına kalmıştır. Bu da yüzeysel bir yaklaşımdır
BDP tarafından... Sürecin, geri çekilme
sürecinin yeterince, bütün derinliğiyle
kavranamadığını gösteriyor. Silahlı mücadelenin bütünüyle sonlanması, öyle sa-
nıldığı gibi basit bir olay değildir."
Karayılan yeni bir dönemin açıldığını
belirttikten sonra şu noktaları özellikle
vurguladı:
"Bu yeni dönemde sorunlar artık siyasal,
demokratik yöntemlerle çözülecek. Ancak bu döneme gelebilmek için öncelikle
yapılması gereken bazı hususlar vardır.
Bu durum tarafların yüzeysel yaklaşımlarını değil, ciddi ve bütünlüklü yaklaşımlarını zorunlu kılıyor. Herkes bilmeli
ki, 100 yıllık bir sorun çözülecek ve Türk
- Kürt ilişkilerinde yeni tarihsel bir süreç başlayacak. Ve bu sadece Türkiye'de
yaşayan Kürtler için değil, bütün bölge
Kürtleri için, hatta bütün Orta Doğu açısından önemli bir gelişmedir. Bu tarihsel sorunu çözenler hiç kuşkusuz adını
tarihe büyük harflerle yazdıracaktır. Bu
durum Önder Apo için olduğu kadar
Türkiye Başbakanı Sayın Erdoğan için
de çok önemli tarihsel bir misyondur. Bu
tarihsel olayda öncülük yapanlar elbette
tarihe geçeceklerdir. Ben özellikle Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve Cumuhurbaşkanı ve hükümetini, konuya bir de
bu açıdan bakmalarını istiyor ve kendilerinin tarihsel sorumluluklarına sahip
çıkmaya ve atılması gereken cesur adımları bir an önce atmaya çağırıyorum."
'Cemil Bayık, Duran Kalkan, Mustafa
Karasu ve Fehman Hüseyin'le görüş birliği içindeyiz'
Murat Karayılan sınır dışına çekilme
konusundaki bazı tereddütlerini şöyle
devam etti:
"Biz yönetim ekibi olarak örneğin Cemil
Bayık, Duran Kalkan, Mustafa Karasu,
Fehman Hüseyin gibi arkadaşların hepsi görüş birliği içindeyiz. Ve ben burada
sizinle Karayılan olarak değil, hepsinin
adına konuşuyorum. Biz bir ve biriz! Ve
hepimiz Önder Apo'nun Nevruz çağrısındaki esasları kabul ediyoruz."
'Özellikle orta komuta kademesinin tereddütleri var'
Karayılan konuşmasının burasında fakat
sözcüğünün altını çizerek şöyle devam
etti:
"Fakat sorun yönetim ekibinin içindeki
birlikle bitmiyor. Özellikle orta komuta
kademesi var. Bu kesimin yaşadığı çeşitli tereddütler söz konusu. Bu arkadaşları
ikna etmemiz gerekir. Ben dün 250 kişi
ile (savaşçı kesim ve orta kademeden
oluşan) konuştum. İkna sürecinin bir
parçası olarak konuştum. Bu toplantıda
birçok arkadaş kaygılarını söyledi. Zor
bir mesele... Diyor ki 'biz savaşmaya gel-
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dik. 10 yıldır savaşıyoruz. Sonuç alma
noktasına geldik. Şimdi durun, diyorsunuz...' Bu mütereddit ve endişe ifade eden
sesler örgütün otorite zaafı değildir. İşte
bu noktada önder Apo'nun ikna sürecinde devreye girmesinin önemi vardır."
2009 yılında Murat Karayılan ile Kandil'de yaptığım ilk görüşmede bana şöyle
demişti:
"30 yıl önce biz dağa piknik yapmak için
çıkmadık..."
Kendisine bunu hatırlattım. "Bir süreç,
parmakların tetikten çekildiği ateşkesle
birlikte sınır dışına çekilmek; bunu takip edecek bir süreç de silah bırakmak,
yani dağdan inmek... Bu iki süreçte
Ankara'nın neler yapması bekleniyor"
sorusunu sorunca Karayılan şöyle dedi:
"Yeni bir anayasaya kesinlikle ihtiyaç
vardır. Yeni dönemde Türkiye'nin tam
demokratikleşmesi ve Kürt sorununun
çözümünü de kapsayan, adeta yeni bir
kuruluşu öngören yeni bir anayasal taslağa ihtiyaç vardır. Türkiye'nin demokratikleşmesi aynı zamanda gerçek barıştır, toplumsal uzlaşmadır."
Kandil'in yeni anayasada önemsediği üç
nokta ne?
Karayılan'a şunu sordum:
"Türkiye'de bazı çevreler diyorlar ki.; bu
defa Kürtler Türkleri satacak ve kendi istediklerini alırken, Erdoğan'ı da başkan
baba yapacaklar; yani Kürtler kendi haklarını elde ederken Türkiye'de otoriter
bir rejime kapıyı açacaklar."
Karayılan'ın yanıtı:
"Asla böyle bir durum söz konusu değildir... Tam tersidir. Kürt sorunu ile
demokrasi sorunu etle tırnak gibi iç
içedir. Kürt sorununun çözümü demek,
Türkiye'nin demokratikleşmesi demektir. Türkiye'de yaşayan bütün etnik ve
dinsel kimlikleri reddeden değil, kabul
eden bir demokratik uzlaşmayı, geliştiren bir perspektifi olumlu buluyoruz
biz. Ve yeni anayasada üç şey önemlidir
bizim için. Yeni vatandaşlık tanımı...
Kimliklerin tanımı.... Türkiye ulusunun
tanımı..."
'KCK tutukluları çözüme hançer, Uludere raporu utanç belgesi'
Murat Karayılan silahların gömülmesini ya da silahlara veda edilmesini bir
son aşama olarak görüyor ve bunun için
"normalleşme" deyimini kullanıyor. Şu
sözler Karayılan'ın:
"Silahlara veda konusu zamana da yayılabilir, kısa zamanda da bitirilebilir. Bu
açıdan yol temizliği önem taşıyor. Örneğin KCK tutukluları çözüm sürecine sokulmuş bir hançerdir. Önce bu hançerin
çekilmesi gerekir. Şimdi Başbakan Erdoğan diyor ki, silahları ayaklarınız altına
alın ve gelin siyaset yapın. İyi güzel de
siyaset yapanlar bugün hapisteler, yargılanıyorlar, ceza yiyorlar. Halbuki onların
şiddetle hiçbir ilgileri yoktu. Bir yasayla
bu sorunu çözmek gerekir. Yine yüzde
10 seçim barajı, Terörle Mücadele Yasası, Siyasi Partiler Yasası, bütün bu konularda bir yol temizliği yapılması gerekiyor öncelikle. Madem toplumsa uzlaşma,
diyoruz, o zaman var olan kirleri niye
temizlemiyoruz? Mesela faili meçhuller
bir çözüme kavuşmalı. Geçmiş katliamlar ve mezar yerleri bilinmeyenler...
Roboski olayı... Bu konuda TBMM'nin
çıkardığı Uludere raporu tam bir utanç
belgesidir. İşte bütün bu konularda bir
yol temizliği yapılabilirse normalleşme
süreci dediğim silahlara veda günü de
çok yakınlaşır."
Şunu da ekledi Karayılan:
"Sizinle en son 25 Haziran 2011'de yine
Kandil'de görüşmüştük. Bugün yapılmakta olanlar eğer 2011'de yapılmış olsaydı bu iki yıl içinde 3 bin kişi ölmezdi."
Türk meselesi ve Batı meselesi
Kürt sorunun çözümü konusunda Türk
kamuoyunun, Türklerin, Türkiye'nin batısının ikna edilmesi konusunda da Murat Karayılan şunları söyledi:
"Türk meselesi, Batı meselesi, Türklerin
ikna edilmesi, elbette önemli bir mesele. Ancak bu ülkede devletin, 1924'ten
itibaren Kürtlere yönelik olarak geliştirilen ve bugün yanlışlığı artık anlaşılan
politikası, Türk halkına doğru biçimde
anlatılsa, Türk kamuoyundan hiçbir sorun çıkmaz 'Türk meselesi' diye bir mesele de olmaz. Kürtlerin dili yasaklandı,
kimliği inkâr edildi, horlandılar, ses çıkaranların ise kafası ezildi. Bu yaşananlar Türk halkına doğru dürüst anlatılsa,
bunları önderler, siyasal liderler anlatsa
hiçbir sorun kalmaz. Türk halkı da savaş istemiyor. Çözüm ve barıştan yana
Türkler de. Bizler de bölünmeyi değil,
Türklerle kalıcı birlikteliğin ve ortaklığın esasını oluşturmak istiyoruz. Mesela
bütün Avrupa halkları kendi aralarında
nasıl sınırları kaldırmış, birliktelik oluşturmuşsa biz bunu Orta Doğu'da neden
yapamayalım ki..."
Apo'nun özgürlüğü
Karayılan'a soruyorum:
"Gerçek bir barışın ön koşulu da Apo'nun
özgür olması mı?"
Murat Karayılan'ın yanıtı:
"Kesin olarak öyle. Kalıcı barış, Apo'nun
özgürlüğünden geçiyor..."
Erdoğan'a güvenmek....
Murat Karayılan'a "Erdoğan'a güvenmek" konusunu da sordum, şöyle dedi:
"Bence siyaset güven ve güvensizlik
üzerinden yapılmıyor. Son bir aydan beri
'Baldıran zehri olsa da içerim. Sonuna
kadar kararlıyım, tüm provokasyonlara karşı dimdik yürüyorum' tavrı cesur
tavırdır. Ancak Erdoğan'ın bir çözüm
projesi gerçekten var mı? Varsa nasıl bir
çözüm projesi? Daha bilmiyoruz bunları.
Sadece şu var, önderliğimizle İmralı'da
görüşen devlet heyetinin yaptığı görüşmeler, tartışmalar var. Ama eksik olan
hükümet tarafından bir çözüm projesinin
ortaya konmuş olmaması... Aşırı kendini esas alan kibirli bir tavır söz konusu.
Oysa hükümetin bu sürece CHP'yi de
dahil etmesidir doğru olan. Çatışmanın
durması, ölümlerin olmaması, bu ülkeye
hem huzur getirir, hem özgüven aşılar,
hem de Türkiye her açıdan daha ileri gider. Herkes bundan kazançlı çıkar."
Murat Karayılan'a Apo'nun Nevruz çağrısındaki şu sözlerini hatırlatıyorum:
"Zamanın ruhunu okuyamayanlar, tarihin çöp sepetine giderler. Suyun akışına
direnenler uçuruma sürüklenirler."
Karayılan'ın yanıtı:
"Doğrudur, Aynen katılıyorum."
Son olarak diyorum ki Karayılan'a:
"Parmakların tetikten çekildiği, yani
dağdan silah seslerinin gelmediği bir ortamda sorunu sabırla zamana yayarak ve
düğümleri kolayından zoruna doğru sıraya koyarak barışa doğru yürümek mi?"
Karayılan:
"Doğru yöntem budur."
Birand'ın anısına...
hasancemalkarayilan1Karayılan ile cumartesi günü 5.5 saat süren bu mülakatımı Sevgili İblis Mehmet Ali Birand'ın
anısına yaptım...
Kaynak: T24
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1916 Sykes Picot düzeni
sona ererken barış ve adalet üzerine
Hükümet ve PKK arasındaki ateş-kes ilanı, Ortadoğu büyük resminin bir parçasıdır. İsrail’in özür dilemesi de bu resmin bir
başka parçasının tamamlanması anlamına
gelir.
Bugünkü Ortadoğu esas olarak 1916 yılında İngiltere ve Fransa arasında yapılan
Sykes-Picot gizli antlaşması esasına göre
kurulmuştur. Aslında bu antlaşmaya da
temel teşkil eden 1915 yılında hazırlanan
Bunsen Raporudur. İngiliz Hükümeti tarafından hazırlanan bu rapor, Ortadoğu’nun
savaş sonrası alacağı şekle ilişkin bir dizi
planı içermekteydi.
Sykes-Picot antlaşmasının Anadolu için
öngörüleri, Bolşevik-Kemalist ittifakı
nedeniyle tutmadı ama sonuçta bugünkü
Lübnan, İsrail, Suriye, Ürdün ve Irak esas
olarak bu antlaşmanın ürünü olarak ortaya çıktılar. Artık bu düzen sona eriyor. 21
Mart 2013’de Diyarbakır’da resmen ilan
edilen Türk-Kürt Barış Antlaşması, SykesPicot rejiminin resmen bittiğinin ilan edilmesidir.
Ortadoğu’da yeni bir düzen kuruluyor. Bu
düzenin temel dayanakları Türk-Kürt ve
Suni Araplardır. İngiltere ve Fransa’nın
sömürgeci amaçları doğrultusunda oluşturduğu suni sınırlara dayalı ulusal devletler yerini önce ekonomik daha sonra siyasi
birlikteliklere doğru bırakacak gibi gözüküyor.
Bu yeni düzende sınırlara şimdilik dokunulmayacak ama sınırlar anlamsız hale
getirilecek. Ortadoğu, kendi kültürel arka
planına daha uygun yeni bir birlikteliğin
eşiğinde.
Osmanlı İmparatorluğu üzerine çalışan
her tarihçinin bildiği basit bir gerçek vardır. Bu imparatorluk esas olarak iki büyük
eksen üzerine yükselmiş ve bu iki eksen
sayesinde varlığını uzun yıllar sürdürebilmiştir. Bunlardan birisi İstanbul-Kahire diğeri ise İstanbul-Diyarbakır (Erbil)
eksenidir. İstanbul-Diyarbakır (Erbil) ekseni esas olarak Türk-Kürt dayanışmasını sembolize eder. İmparatorluğun Doğu
sınırları esas olarak bu eksen sayesinde
yüzyıllarca ayakta kalmayı başarmıştır.
İstanbul-Kahire ekseni ise, İmparatorluğun Suni Arap dünyası ile bağı anlamına
gelir. Napolyon’un 1798’de Mısır işgali ile
başlayan süreç ile birlikte İstanbul-Kahire
ekseni kırılmış ve İmparatorluk hızla parçalanma sürecine girmiştir. Çünkü Lübnan
ve Suriye’nin Mısır olmadan bir arada tutulması zordur.
AKP Hükümeti, Ortadoğu’daki çatışma
ve dengesizliklerin en temel nedeninin bu
P r o f . D r . Ta n e r A k ç a m
eksenlerin kopmuş olmuş olması ve düzen
ve barış için ise bunların yeniden inşa edilmesi gerektiğinin farkındadır. Sykes-Picot
düzeni ve bu düzenin ürünü olarak oluşturulmuş diktatörlük rejimleri, bu eksenlerin
yeniden inşa edilmesinin önünde en büyük
engeldir. Bu nedenle AKP, hem diktatörlük
rejimlerine son verecek, hem de suni ulusal devlet sınırlarını anlamsızlaştıracak bir
çizgiyi hayata geçirmek istiyor.
Türk-Kürt Suni Arap ortaklığında temelleri atılan bu yeni birliktelik, eğer Ortadoğu
halklarının demokratik ve özgür irade temelinde birliği ekseninde inşa edilirlerse
gelecek şansı vardır. Osmanlı, yukardan
aşağıya ademi-merkeziyetçi bir yapıyı hayata geçiremediği için çökmüştür; şimdi
bu birlikteliğin aşağıdan yukarıya inşa
edilmesi kadar doğal ve normal bir süreç
olamaz.
İsrail’in özür dilemesinin arkasındaki nedenlerden birisi bu gelişmelerdir. İsrail
yöneticileri fazlasıyla bizim generallere
benziyorlar. Devletlerinin varlığını savaş
ve kavga ile sürdüreceklerine inanıyorlar.
Bizim generaller gibi, komşularını ve çevre halkları kendi varlıklarına yönelik tehdit
olarak görüyor ve algılıyorlar. Bu algının
oluşmasının elbette tarihi nedenleri var,
ama bu algı İsrail’in geleceği için en büyük
tehlike... Zannediyorum Obama, İsrail’e,
eğer bölgede bir devlet olarak var olmak istiyorsa komşularını tehdit ve düşman gören
zihniyetten vazgeçmesi gerektiğini anlatabilmiş gözüküyor. Eğer İsrail politikalarını
gözden geçirebilirse, yeni oluşmakta olan
Türk-Kürt Suni Arap işbirliğinin kendi güvenliği ve geleceğinin garantisi olabileceğini görebilecektir. Hem de İsrail’in kendisi, bu yeni yapılanmanın önemli bir unsuru
olabilecektir. Demokrasiye en yakın idare
tarzları olmaları itibarıyla, Türkiye ve İsrail Ortadoğu’nun demokratik temellerde
inşa edilmesinin önderliğini bile yapabilirler.
Ortadoğu’da hayata geçirilmek istenen
yeni birlikteliğin önündeki birçok ciddi
engel olduğu açık. Bu birliktelikten hoşlanmayacak olan başka devlet ve kuvvetlerin yapabileceklerini şimdilik bir kenara
bırakalım. Bölgenin, demokratik temelde
aşağından yukarıya inşa edilmesinin önünde, “evdeki mutfaktan” kaynaklanan ciddi
engeller var. Bunlardan birincisi, yönetici
grupların tarihten gelen siyasi kültür ve
yönetim alışkanlıklarıdır. Hiç unutmayalım, bölgemizde yaşanan tüm büyük katliamların ana nedeni, başta Hristiyanlar
olmak üzere bölge halklarının adem-i merkezi idari yapı isteyen reform talepleridir.
Osmanlı yöneticiler hemen hemen tüm
reform istemlerine katliamlarla cevap vermişlerdir. 1913’te Paris’te Arap liderlerle,
İmparatorluğun Arap bölgelerinde idari reform konusunda anlaşan İttihatçıların, bu
reformları uygulamak için İstanbul’a gelen
Arap önderlerini hapse atması sözünü ettiğim kültürel geleneğe verilecek sembolik
bir örnek teşkil eder.
Ortadoğu’da, Türk-Kürt Suni Arap toplulukları ekseninde inşa edilecek yeni birlikteliklerin bir başka temel sınavı, Suni
olmayan (Alevi, Hristiyan ve Yahudi) topluluklarla ilişkileri konusudur. Bu konuda
önümüzde şimdilik çok umut verici bir tablo yok. Öcalan’ın, biraz da AKP kurmaylarının dili kokan Newroz mesajındaki, aşırı
İslam Birliği vurgusu; Türk ve Kürtlerin
Birinci Cihan Harbi ve sonrasındaki ortaklıklarının yüceltilmesi, şu ifade ile birlikte
ele alındığında ortaya karamsar bir tablo
çıkartmaktadır: “Gerçek anlamında, bu
[İslam bayrağı altındaki] kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon
ve imha yoktur, olmamalıdır.” Oysa, gerek
Apo (PKK) ve gerekse AKP kurmayları tarafından övülen, İslami birlik temelindeki
Türk-Kürt “kardeşlik hukukunun”, Hristiyanların imha edilmeleri ve Anadolu’dan
sürülmeleri anlamına geldiğini bilmeyen
yoktur.
Bu ifadelerin anlamı açıktır: şu andaki
hali ile ilan edilen Türk-Kürt barışının,
tarihle yüzleşme gibi bir programı yoktur.
Tarihiyle yüzleşmeyen ve geçmişte işlenmiş cinayetlere ilişkin açık bir özeleştiriyi içermeyen bir Ortadoğu projesinin hem
demokratik bir gelecek inşa etme şansı
zayıftır hem de bugün Hristiyanlara vaat
edeceği çok fazla bir şey de yoktur. Geçmişte bu kardeşlikten en büyük zararı gören Hristiyanların, yarın da en büyük zararı görecek gurup olacağını söylemek için
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kahin olmaya gerek yok. Bu tabloya elbette
Alevileri ve diğer azınlıkları da eklemek
gerekecektir.
PKK ve Apo bu durumu muhtemel “zorunlu bir taktik adım” olarak açıklamak
isteyecektir. 2015’e doğru, Hükümetin
Çanakkale savaş ve zaferini, Ermeni soykırımına karşı alternatif olarak dikmek
istediği koşullarda, Apo’nun, “Ermeni,
Rum ve Yahudi lobileri” hakkındaki, aynı
Türk Devlet yetkilileri ağzı ile konuşması
ile birleştirilince, bu adımların ne kadar
“taktik zorunluluk” olup olmadığını hep
beraber izleyeceğiz.
Ortadaki tablo, bize bir tarihi gerçekliği
daha hatırlatıyor. Bazı etnik ve din gruplarının birbiri ile anlaşarak barış ve demokrasiyi tesis etmelerinin bir fiyatı vardır
ve bu fiyat bir çok durumda başka halklar
tarafından ödenmektedir. Amerikan demokrasinin, Kızılderililerin imhası üzerine inşa edilmesi buna verilebilecek örneklerin başında gelir. Michael Mann bunu,
“demokrasilerin karanlık yüzü” kavramı
ile açıklar. Ortadoğu’da içine girilen yeni
sürecin “karanlık yüzü”, Aleviler ve Hristiyanlar tarafından ödenecek fiyat mı olacak, bunu zaman gösterecek.
Şimdilik fazla spekülasyon yapmaya gerek
yok. Türk-Kürt barışı ve silahların susmuş
olması kutlanması ve selamlanması gereken bir adımdır. Sonuçta bugüne kadar,
savaşarak ve silahlarını konuşturarak, siyasetin alanını daraltanlar, şimdi bizlere
siyaset yapmanın alanını ve imkanını sunmaktadırlar. Bu büyük bir dönüşümdür.
Tek bir Mehmetçiğin, tek bir Gerillanın
ölmeyecek olmasından daha güzel, daha
anlamlı bir şey olamaz. Bizlerin de elimizi taşın altına sokmamız; bu barışa tüm
imkanlarımızla destek vermemiz gerekir.
Ama barış yanında, onun kadar önemli bir
başka şey daha var. O da, savaş sırasında
zarara uğramış insanların adalet arzusudur. İlan edilen barış, doğrudan savaşan
taraflarca, yani bu adaletsizlikleri yaratmış
çevrelerce ilan edildiği için, geçmişte yaşanmış haksızlıklara ilişkin adalet getirebilir mi? Önümüzdeki süreçte barış ve adalet ilişkisi nasıl olacaktır? Bu kendi başına
ayrı bir yazı konusudur.
Kaynak: t24.com.tr
Askere gitmeyin
Sevag olmayın!
Sevdiye ERGÜRBÜZ
Rojda KORKMAZ / İstanbul - Diha
Zorunlu askerliğini yaptığı sırada öldürülen Ermeni Sevag Balıkçı
davasında çıkan kararı değerlendiren
Nor Zartonk İnisiyatifi üyesi Murat
Gözoğlu, Ermeni gençlerinin Sevag
Balıkçı’nın öldürüldüğünün farkında
olmadığını belirterek, “Askere gitmeyin. Askere giderseniz siz de ‘Sevag’
olursunuz” dedi.
Askere gitmeyin Sevag olursunuz!
Ermeni genç Sevag Balıkçı zorunlu
askerliğini yaptığı Êlîh’in (Batman)
Hezo (Kozluk) ilçesinde, 24 Nisan
2011’de Ermeni soykırımının 96.
yıldönümünde birlikte askerlik yaptığı
Kıvanç Ağaoğlu tarafından öldürüldü.
Sevag Balıkçı’nın öldürüldüğü gün,
aynı zamanda Hristiyanların kutladığı Paskalya Bayramı’ydı. Balıkçı’nın
öldürülmesinin ardından, Amed’deki
askeri mahkemede görülen davada ise
Kıvanç Ağaoğlu tutuksuz yargılandı.
Ağaoğlu, “bilinçli taksirle öldürme”
suçundan 4 yıl 5 ay 10 gün hapis
cezasına çarptırıldı. Askeri Yargıtay
kararı bu şekliyle onarsa, Ağaoğlu’nun
açık cezaevinde bir yıl 9 ay yatacağı ve
denetimli serbestlik kapsamında tahliye
olacağı belirtiliyor. Davanın sonucunu,
“Militarizm öldürür” diyen Nor Zartonk İnisiyatifi üyeleri değerlendirdi.
Nor Zartonk İnisiyatifi üyesi Murat Gözoğlu, cinayetin Ermeni soykırımının
yıldönümü olan 24 Nisan’a denk gelmesi, cinayeti işleyen Kıvanç Ağaoğlu’nun
Sevag Balıkçı’ya “Bu yediğin son
paskalya çöreği olsun, seni vururum
tombulum” demesi, Ağaoğlu’nun BBP
Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu sempatizanı olduğunun sosyal medya paylaşımlarından anlaşılması gibi birçok durumun, cinayetin kazara işlenmediğinin
kanıtı olduğunu belirtti.
‘Komutanlar Sevag’ı dövmüş’
ZAZANA DERGİSİNE ABONE
OLUN. (7/24 SAAT AÇIK)
+90 (0) 555 210 00 00
+90 (0) 505 952 41 70
“Kıvanç Ağaoğlu, ‘savaş çıksa ilk
seni öldürürüz’ diyor Sevag’a. Ayrıca
Sevag’ın nişanlısının anlattığı olaylar da var. 50 TL miktarında bir para
çalınmış. Sevag’ın üzerine atmışlar.
Komutanları dövmüş, zorla ‘beni
dövmediler’ tutanağı imzalatmışlar.
‘Eğer bizi şikayet edersen seni bitiririm’ şeklinde tehditlerde bulunmuşlar”
diyen Gözoğlu, “Hiç kimse bunun
kazara olduğunu, yanlışlıkla olduğunu
söyleyemez.” dedi. “Sevag’ın ailesi,
Sevag ölmeden önce apolitik olduklarını, Sevag öldükten sonra ise politik
olduklarını söylüyor. Aile, ‘Bizim
mücadelemiz Sevag’ı geri getirmeyecek. Adalet arıyoruz ve adalet ararken
başka Sevaglar ölmesin diye mücadelemiz sürecek’ dedi” diye hatırlatan
Gözoğlu, bu demecin önemli olduğuna
işaret etti.
‘Mücadele birlikte verilmeli’
Kürt gençlerinin zorunlu askerlik konusunda politik bir tavır sergilediğini
belirten Gözoğlu, “Bizim ancak bu süreçte Ermenilere söyleyebileceğimiz bir
şeyler vardır: Askere gitmeyin. Askere
giderseniz siz de ‘Sevag’ olursunuz.
Ermeni gençler bunun farkında değil.
Birçoğu umursamıyor bile Sevag’ın
öldürülmüş olmasını. Onlara söylenmesi gereken şey, askere gitmemeleri,
bu ülkede barışın, eşitliğin, kardeşliğin
mücadelesinin birlikte verilmesi” dedi.
Arno Kalaycı da, Sevag Balıkçı öldürüldüğünde tabutunun üzerine Türk
bayrağı örtüldüğünü anımsatarak, “O
bayrak bir şeylerin üstünü örtmek içindi. Sadece Ermeniler üzerinde de değil,
Dersim katliamı, 6-7 Eylül gibi birçok
olay oldu. O bayrak bir şekilde bir
şeylerin üstünü örttü ve kimse sesini
çıkartmadı” diye konuştu.
Kışla cinayetleri sonucunda ölenlerin
çoğunun Kürt, Alevi ya da Ermeni olduğuna işaret eden Kalaycı, “Sevag’ın
sahiplenilmemesi aynı zamanda yeni
Mazlumlara yeni Uğurlara ve yeni
Sevaglara sebep oluyor. Dolayısıyla
sadece Ermeniler değil aynı zamanda Türkiye halkları da bu karardan
sorumludur” diye konuştu.
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
MUTLUYUM
DİYENE!
Hatice Çevik
Türkiye’de doğmuşsan kader çizgin bellidir. Türk ve sünni olmayan birine yani ötekilere doğduğunda söyleyecek iyi ve güzel
sözlerin devamında ‘’ Seni çok zor bir hayat bekliyor!’’ demek en gerçekçi sözlerdir
aslında...
Bir kürdün, kızılbaşın elindeki kader çizgileri hiç değişmez mi? Kadını erkeği ayrı
eziyet çeker bu topraklarda, öteki olmanın
dayanılmaz ağırlığıyla dünyaya gelmiştir.
Doğduğun anda başlayan kendine yabancı
bir hayat çizgisi…Kendisine biçilen yaşam
elbisesini giymek zorundadır. İsmi, anadili
ve inancı doğduğu eve yabancı değildir ama
yaşadığı ülkeye yabancıdır. Daha düne kadar bu ülke isim davalarını yaşadı. Adı için
mücadele etmek istemeyen ise iki isim birden verdi çocuğuna, evde anadilinde çağrıldı dışarıda resmi dilde.. Asimilasyona
direnmekti bu bir anlamda… Adına sahip
çıkabilmekle başladı direnmek !
Berxadan Jîyane! Yaşamak direnmektir!
Sonra her sabah devletin okuluna gitmek ve
her sabah Türk olduğunu ve bundan mutluluğunu Kürdistan dağlarına haykırmak zorunda bırakıldı. Asimilasyon uygulamaları
hiç bıkmadan usanmadan her sabah her gün
seni işler. İnancın İster kızılbaş, ister şafi,
ister zerdüşt, istersen ezidi olsun tek dine
dayalı din dersine de girmek zorundasın.
Bu geçmişten günümüze atalarının da çok
derin yaşadığı, inancını yok etmek isteyen
sistemin sadece bir parçasıdır. Kızılbaş aleviler asırlardır çeşitli, fetvalar, yalan yanlış bilgilerle toplum dışına itilip kötü, kafir ilan edildiler. İnsanlar etnik kimlikleri
ve inançları yüzünden, özellikle dayatılan
sisteme biat etmedikleri için yaşadıkları
topraklardan insanlık dışı yöntemlerle koparıldılar, sağ kalanlar ise kara vagonlarla
bilmedikleri diyarlara gönderildiler. Bir çoğumuzun bildiği bir çoğunun da görmezden
geldiği katliamlar, soykırımlar, sürgünler
bir halkı silmek, yok etmek, değiştirmek ve
korkutmak amacıyla tekrar tekrar yaşandı.
Değişmezse katline ferman vardı zaten.
Koçgiri, Dersim, Ağrı, Zilan, Maraş, Çorum, Sivas ve Roboski… Genç-yaşlı, çoluk
çocuk demeden katledilen insanların çığlığı bugüne kadar ulaştı. Geride kalanları ise
Korkutarak, sürgünlere maruz bırakılarak,
sözde kılıflar uydurularak zindanlara atıldılar. Devletin bekası için haklı gerekçeler
yaratıldı. Bugün bile sözde bir demokrat
Dersim sürgünleri için iyi ki oldu adam
oldular diyecek kadar nefretini kusmaya
devam etti, pervasız açıklamalar birbiri
ardına geldi. Okuyoruz, görüyoruz, yaşıyoruz… Yani dünden bugüne değişen sadece
yöntemler aslında..
Sosyal hayatın içinde açıkça söyleyemez-
siniz kimliğinizi, yoksa işsiz kalır yalnızlaşırsınız. Sizin gibi olanla yaşamak zorunluluktur. Tehlikenin nerden geleceğini
bilememek, güvensiz gizli bir yaşam sürmek kaçınılmazdır. Açıkladığınızda sizin
inancınıza saygı gösteriyormuş gibi yapıp
insanların sizden uzaklaştığını görürsünüz.
Ona sizin ondan olmadığı ve uzak durulması gerektiği arkadaşlığın dostluğun, insanlığın önemi değil günahın büyüklüğü
korkutucu sonuçları öğretilmiştir. Empoze
edilen bu önyargılar birbirimizi tanımamıza, bağlar kurmamıza engeldir. Oysa tanış
olmaktan çıkıp birlikte yaşamaya çaba
olsa; sistemin körüklediği ne kadar büyük
bir kandırmacanın içinde olduğunu anlayacaktır.
Bir başkasını aşağılamak ve kötülemek
için kullanılan sözlere bakın; bu toplumda
öteki olmanın ne olduğunu anlamaya yeter aslında… Nasıl dışlandığını, kardeşiz
söylemlerinin ne kadar içi boş olduğunu
görmeğe yeter de artar bile… Aleviler gibi
mum söndürüyor, Kızılbaş mısın, Ermeni
dölü, Rum tohumu, Gavur, Yahudi dönmesi, Kürt müsün ? Kürt memedin nöbeti
hiç bitmedi… Bütün iyi meziyetler Türkte
toplanırken nedense ne kadar yanlış varsa
ötekinin üstüne yıkılır. Ondan sonra gel de
toplumla barışık yaşa!
''Hemşerim memleket nere?'' sorusu ne kadar doğaldır. Verilen yanıtın yüzündeki ifadesi ise kaçamak bir gülümsemeyle saklanır. Ama gerçek yüzünün renginde, dilinde
ve alışkanlıklarında ele verir seni… Birden
üçüncü sınıf insan oluverirsin soruyu soranın gözünde. İstisnalar vardır elbet ama elit
bir yaşam sana hak değildir, ne kadar zeki
ya da becerikli olursan ol… Oysa atalarının mirasını gizleyerek yaşamak ne kadar
mümkündür. İnsanlar toprağına benzer,
özgürce gururla söylemek haktır insana…
Taşıdığın resmi kimliğin görünürde herkestekindendir, sözde eşit haklara sahip yurtdaşsındır. Vergini ödemek gibi resmi yaptırımlar herkese eşit gibi görünse de geri
dönüşü ne kadar eşittir. Sana da Diyanetin
camisi, sana da ''Türküm doğruyum''la başalayan devletin okulu, sana da kilometrelerce uzakta doktorsuz hastane, sana da
''Türkçe konuş'' yazan hapishaneleri…
Cumhuriyet döneminden beri Türk- islam
sentezi uygulanıyor bu topraklarda. Kızılbaşlar Osmanlı'dan buyana yaşıyor kültürel
soykırımı, Türk olsun Kürt olsun etnik kökeni farketmiyor. Kürtler ise Cumhuriyetle
beraber çeşitli bahaneler oyalamalarla verilen sözler geçiştirilerek bugüne geldi. Kürt
yoktur dağlı Türkler vardır. Karda yürüyen
Türklerdir, Kürt kelimesi kart kurt dan gelir gibi sözlerle açıklanmaya çalışılan Kürt
halkı yüzyıllardır direniyor kimliğini kaybetmemek için. Gerekçeler yaratılarak köyleri yakıldı ve ya boşaltıldı. Zaten Kürtçe
olan köylerinin adı çoktan değiştirilmişti.
Son otuz yıldır bu direnişle tanışan Türk
halkının aklının karışması normaldir. Çünkü onların beyni Kürt yoktur diye yıkandı
uzun yıllar. İsyancı oldu adları, bölücü oldu
medyada ve siyasi sermaye babalarının dilinde.. Kürdistan’da yüzyıllardır yaşayan
bir halk yoktu onların resmi tarih kitaplarında, ülkelerini bölmeye çalışan ötekiler
vardı. Uyanan Kürt halkı özgürlük direnişini uluslar arası alana taşıyarak devletin
ezberini bozdu.
Mezopotamya’da bunca acı bunca zulüm
varken bir de kadın olmak dertlerinizin
ikiye katlanmasıdır. Eskiden beri törelerin
kurbanı edilen kadın kültürün gelecek kuşaklara taşıcısıdır. Bunu çok iyi bilen sistem kadının özgürleşmesini asla müsaade
etmez. Öteki olmanın ne demek olduğunu
bilen ve sisteme başkaldıran Kızılbaş ve
Kürt kadınları en ön saflarda yer alarak
özgürlük hareketinin bayrağını taşımaktan
asla vazgeçmediler. Kültürün yarınlara taşıyıcısı olan kadın artık özgürlük bayrağını
taşımaktadır. Beyaz tülbentleriyle barışa,
üç renk oyalarıyla ‘’ben varım ‘’ diye haykırıyor artık. Kadın ana, bacı olmanın yanında yoldaş oldu özgürlük yolunda… Bu
direniş; töre diye dayatılan kendisine reva
görülen hayata bir başkaldırıdır.
Mezopotamya’da var olan ve var olmak
olmak için yüzyıllarca direnen bir halk..
Oysa İnsan kendi toprağında neden dirensin? Coğrafyanın özelliğinden kaynaklanan koşullara karşı direnebilir insan. Tekçi
zihniyet kimliğini kültürünü yok sayıyorsa
işte o zaman direnmek zorundasın ! Aksi
takdirde yok olmak kaderdir senin için.
Emperyalizm faşist öğretilerle hareket
eder. Osmanlı'nın devamında geliştirilen
politikalar bu ülkede sizden tek şey ister
doğumdan ölüme kadar. Tek ırk, tek dil,
tek din.. İster Kızılbaş alevi, zerdüşt, Şafi,
Kürt, Ermeni, Süryani, Rum, ve ya Ezidi
doğmuş olun hatta yüzyıllardır bu topraklar da yaşamış olun, haklı istekleriniz olsun
bugün tek şey vardır. Yoksunuz ! Tek olanı
seçmezseniz öteki olan kaderiniz tarifsiz
acılar yaşamanıza neden olur. Zalim politikalar, işkenceler sizi yok edene kadar peşinizi bırakmaz. Korkudan mecburiyetten
boyun eğmeniz kültürünüzün yok olmasına
nedendir.
Direnmekten başka çare var mı? Ezber
bozan herkes aslında ötekidir ve onu dışlamak, sorunları ötelemek kolay yoldur. Yıllardır ötelenen sorunların yarattığı çözümsüzlük bilmez ki kendi mutluğunu bir gün
bozacaktır. Bugün kan ve gözyaşı ötekinin
hayatından çıkmış mutlu çoğunluğu boğmaya başlamıştır.
Zaten öteki değilseniz sizin için öteki olmak
nedir ki? Çoğunluk diğerlerini ötekileşetirirken kendilerinin de ötekileştirdiklerinin
farkında değil. Türk halkı; emperyalist sistemin diğer halklara ve bireylere uyguladığı
dayatmaları aslında kendisine de dayatarak
varlığını koruduğunu gördüğünde gerçekle
yüzleşebilir ve sahte bir mutluluğun içinde
olduğunu fark edebilir ancak.
Barış, Kardeşlik söylemlerinde ve eylemlerinde samimi olmadıkları sürece de öteki
olarak kalmaya mahkumdurlar ötekilerin
gözünde. Kardeşim dediğiniz ve Kızılbaş,
Kürt kanıyla, gözyaşıyla sulanmış bu topraklarda; var olmak için direnen ötekilerin
yaşadığını bile bile, yok sayarak hala mutlu
mu sunuz ?
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Newroz,
Barış ve
Öcalan’ın
Metni
kurucu irade etkeni oluşturan rolüyle Öcalan’ın mesajıydı. Nitekim hem
içerde hem dışarıda böylesi bir önemle
dinlendi. Öcalan’ın sıklıkla vurguladığı
sosyalist dünya görüşü açısından bakıldığında, söz konusu mesaj, klasik bir
sol dilde alışılmadık bir dizi kavram ve
vurgusuyla dikkat çekiciydi. Ve açık ki,
yaslandığı büyük mücadele ve üstlendiği
kritik sorumluluk nedeniyle de olabildiğince pozitif bir yorumu hak etmektedir.
Erdoğan AYDIN
"bu tarihsel önemdeki metin, Alevileri
özel isim olarak anmamakla sorunludur.
Alevilik, bu memlekette Kürtlük gibi,
tüm asimilasyon ve baskılara rağmen
hala toplumsal varlığını sürdürebilen iki
mağduriyetten biri olarak demokratik
modernitenin iki temel eşiğinden biridir.
Öcalan’ın bu önemi atlaması, çözüm uğruna AKP’nin dini hassasiyetini kaşımamak gibi anlaşılır bir kaygıyla şekillense
de, demokrasi vizyonunu ve mağdurlar
arası duygudaşlığı yaralayıcı bir işlev
görmüş, dahası Alevi kimliğini Kürt
kimliğinin karşısında mevzilendirmek
isteyenlere de koz olmuştur."
Newroz, Barış ve Öcalan’ın Metni
2013 Newroz’u, neresinden bakılırsa
bakılsın Türkiye siyasal tarihinin en
kritik dönemeçlerinden biri olarak anılmayı hakediyor. Hemen belirtilmeli ki,
Türkiye'nin toplumsal tarihi, 1 Mayıs
1977 de dâhil, bu denli görkemli bir mitinge tanık olmamıştı. Onda Marx’ın,
“kitlelerle kucaklaşan teorinin nasıl devasa bir maddi güç haline geldiğinin”
şölensel yansımasını izledik adeta.
Devasa katılımı, coşkusu bir yana bu
Newroz, 29 yıllık silahlı mücadeleyi
sona erdirirken, gerçekte rejimin referansları karşısında bir teslimiyet değil,
aksine onu da değişime zorlayan çok ciddi bir hamle oluşturmuştur. Bu noktada
Kürt halkı dâhil onun rezervsiz dostu
sosyalist ve demokratlarda da yansıyan
kimi haklı kaygılara rağmen, ancak özgüvenle atılabilecek bir adım karşısında
olduğumuz açık.
Gelinen noktada belirtilmeli ki barış,
gerek fikriyat gerekse de pratik olarak
kendi başına devrimci bir anlam taşımaktadır. Bu bağlamda Newroz’la atılan adım, Türkiye'deki rejimi, iç ve dış
egemenlerin yeni ihtiyaçlarıyla sınırlı
restorasyonlardan ayrımla, demokrasinin gereksinimleri yönünde değişime
zorlayan bir hamle örneğidir. Bu yanıyla, Türkiye'nin, bizzat kurucu iradesiyle
önü kesilmiş burjuva demokratik devriminin, 88 yıl sonra önünü açmak işlevin
den yana önemli bir işlevi olabilir.
Bugüne Nasıl Gelindi?
Ancak bu süreci kendi anti-demokratik
başkanlık projesinin çerezi yapmak isteyen ve artık devletleşmiş bir iradenin
varlığının da, sürecin bir diğer belirleyeni olduğu unutulmamalı. Esasen böylesi
heyecan verici bir noktaya aniden nasıl
gelindiğini anımsamak, aynı zamanda
sürecin nasıl risklerle de karşı karşıya
olduğunu kavramak için zorunlu.
Unutulmamalı ki, bu günlere görülmemiş boyutlarda tutuklamalar ve operasyonlarla derinleşen bilek bükme iradesinin tıkanması sonrasında gelindi. Deyim
uygunsa “Sri Lanka modeli” öykünmesiyle ulaşılabilecek her yerde yapılabilecek her şey yapıldı. Buna karşı PKK de
başta Şemdinli’de hâkimiyet alanı kurma
çabası dâhil gerilla savaşını 90’lı yıllardan beri görülmemiş bir şekilde yükseltti. Milletvekili dokunulmazlıklarının
kaldırılmasına yönelik kampanya ve
açlık grevleri bu karşılıklı dize getirme
çabasının adeta son raunduydu. Ortaya
çıkan iki sonuçtan biri tarafların orta
vadede yenişemeyeceğinin, ikincisi ise
savaşın devamının çok daha büyük insan
kayıplarıyla mümkün olduğu gerçeğiydi.
İşte tam bu noktada Hükümet, Suriye
politikasının iflası ve oradaki Kürtlerin
de iktidarlaşması yanında izlenen yol
üzerinden 2014’teki başkanlık ve seçim
amaçlarından kopma riskini görerek yön
değiştirdi. Halen süregelen üsttenci, taviz vermez görüntüsüne rağmen havlu
atan Hükümet oldu ve siyasi analistleri
bile şaşırtacak bir dönüşümle doğrudan
Öcalan’la müzakerelere başlandı. Bu süreçten demokrasiyi kurtararak çıkmak
mümkün mü henüz belirsiz, ama barışı
kurtarmanın mümkün olduğu bir eşiğe
gelindiği söylenebilir ki; bu da, küçümsenmeyecek bir gelişme olarak karşılanmalı.
Kritik Mesaj
Bu Newroz’un en kritik yanı, yeni bir
Öncelikle belirtilmeli ki, söz konusu mesaj, aşağıdan umut ve ikna üretmek ekseninde toplum çoğunluğunun düşünsel
kodlarıyla şekillenmişti ve böylesi bir ihtiyaç mevcut anti-demokratik toplumsal
hegemonya ve önyargıları kırmak açısından zorunluydu.
“Sömürü rejimleri, baskıcı ve inkarcı
anlayışlar” ekseninde tanımlanan “kapitalist moderniteye” karşı “demokratik
modernitemizi inşa etme” çağrısı anlamlıydı. Bunun,“inkar eden, dışlayan
modernist paradigma”ya karşı “tüm
halkların ve kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşması” şeklindeki
açılımı, bu acılı topraklarda çok değerliydi. Ulus devlet eksenli, Marxist açıdan
da haklı ama artık sorunlu olan pespektiften, haklar eksenli yeni bir Ortadoğu
enternasyonalizmine daveti de öyle.
Sorunlu Alanlar
Bununla birlikte metin sorunlu alanları
da içeriyor. Önceki tutanaklara da yansımış olan “millet” anlamlandırması bunlardan biri. Kapitalist modernleşmenin
ürünü olan milliyetçilik, sınıfsal baskıyla şekillendiği bir yana, çok kimlikli
Türkiye realitesinin inkârıyla demokratikleşmeyi de imkânsızlaştırmıştı. Bunun seçeneği olarak geleneksel/dini millet vurgusu ise, sınıf eksenli tahakkümü
sürdürdüğü bir yana, Hıristiyan, Musevi
ve Alevilerin ve devletin belirlediği eksende Müslüman olmayanların ötekileştirildiği bir ümmetçiliği besleyecektir.
Dolayısıyla böylesi bir “millet”ten de,
(modern öncesi tarihin gösterdiği gibi),
halkların eşitliği ve özgürlüğü çıkmaz.
Bu açıdan “Türk halkı bilmeli ki, Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşam, kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır” ifadesi
(şu an iktidar olup toplumsal çoğunluğa
sahip anlayışı, gerçek bir kardeşlik hukukuna ikna etme çabasının ürünü olsa
da), gerçeklikle örtüşmez.
Kaldı ki Öcalan’a ait bir kavramsallaştırma olan “demokratik modernite”nin,
özgürlükçü bir laikliği ve kimliklerin
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
eşit haklılığını içeren bir demokrasiyi
anlattığı açıktır, ki bunun referansı geçmişimizin egemenlik kavramlarında bulunamaz.
Diğer yandan bu tarihsel önemdeki metin, Alevileri özel isim olarak anmamakla sorunludur. Alevilik, bu memlekette
Kürtlük gibi, tüm asimilasyon ve baskılara rağmen hala toplumsal varlığını
sürdürebilen iki mağduriyetten biri olarak demokratik modernitenin iki temel
eşiğinden biridir. Öcalan’ın bu önemi
atlaması, çözüm uğruna AKP’nin dini
hassasiyetini kaşımamak gibi anlaşılır
bir kaygıyla şekillense de, demokrasi
vizyonunu ve mağdurlar arası duygudaşlığı yaralayıcı bir işlev görmüş, dahası
Alevi kimliğini Kürt kimliğinin karşısında mevzilendirmek isteyenlere de koz
olmuştur.
Metnin (Selahattin Demirtaş’ın, metni yorumladığı konuşmalarda belirttiği
gibi), “tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini, (…) kadınları, ezilen
mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel
varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dışlanan herkesi
Demokratik Modernite Sistemi'nde yer
tutmaya” çağırırken Alevileri de içerdiği
açık. Ancak Alevilerin resmi ideoloji ve
yasalarda görülmez kılındığı bu tarihsel
coğrafyada Kürt önderinden beklenen,
Alevileri özellikle telaffuz etmek, hem
onlara dostluk elini birinci elden uzatmak hem de mevcut yeni-Osmanlıcı siyaset geleneğini bu düzlemde de demokratikleşmeye zorlamak olmalıydı.
kynak:
http://www.alevizyon.com
Ahmet Önal / 21 Mart
APO'UN MEKTUBUNDAN İLK MEMNUN OLAN
TC'NİN İÇİŞLERİ BAKANI MUAMMER GÜLER
OLMUŞ...
APO'UN MEKTUBU DİRENİŞİ VE ÖZGÜRLÜĞÜ DEĞİL, MİSAKİ
MİLLİYİ İŞARET ETTİ! ALİŞÊRİN DEĞİL, DİYAP AĞANIN YOLUNU
İŞARET ETTİ. KÜRT MİLLETİNE - KURDİSTANA STATÜYÜ DEĞİL
TASFİYEYİ TERCİH ETTİĞİNİ AÇIKLADI.. TARİH BİLİNCİNİ ÇARPITTI, PKK DAHİL TÜM ULUSAL KURTULUŞÇULARA SIRT ÇEVİRDİ.
TAM BİR TESLİM ALMA PROJESİ. KÜRT HALKININ İŞİ ZOR. KÜRT
HAREKETİNİ YENİDEN BÖLÜYORLAR. ÖNCE TÜRKLÜĞÜ DAYATTILAR, YAPAMADILAR ŞİMDİ APO' ÜZERİNDEN TÜRKİYECİLİĞİ
DAYATTILAR. KÜRDİSTAN VE KÜRT MİLLETİ YOK. TEK TÜK
KÜRT VAR.... KULLANMAK İÇİN ONLAR DA GEREKLİ YA!!!! TC.NİN
DEMOKRASICİLİK OYUNUNDA PİYON DİYE KULLANMAK İÇİN!!!
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Barış
umutları
ve
Osmanlı
oyunları
Garbis Altınoğlu / 2-3 Nisan 2013
“Silahlar değil, artık gönüller konuşsun,
fikirler, siyaset konuşsun. Eğer fikirlerine
güveniyorlarsa, silahlarını ayaklarının altına alsın.”
Başbakan R. T. Erdoğan'ın 8 Mart 2013'te
Siirt'te yaptığı konuşmadan
“ 'Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun' noktasına geldik.”
Abdullah Öcalan'ın 21 Mart 2013 Newroz
mesajından
Bir süredir toplu bir barış sarhoşluğu yaşanıyor. A. Öcalan'ın 23 Şubat'ta İmralı
Cezaevi'nde BDP'lilerle yaptığı görüşmenin tutanaklarının basına yansımasının ve
ardından gene onun 21 Mart'ta yayımladığı
ve görkemli Diyarbakır Newrozunda okunan mesajın ve buna bağlı olarak PKK'nın
23 Mart'ta ateşkes ilan etmesinin yankıları
sürüyor. Buna paralel olarak AKP hükümeti ve özellikle Başbakan R. T. Erdoğan,
en azından görünüşte bazı olumlu öğeler
içeren açıklamalar yaptı. Bu gelişmeler,
gerilla savaşının başladığı 15 Ağustos
1984'den bu yana süren çatışmanın sona ermesi umudunu doğurdu. Barış sarhoşluğu
diyorum; çünkü, daha Türk burjuva devletinin Kürt halkına hangi hakları bağışlama
“yücegönüllülüğü”nü gösteren ya da iki taraf arasında anlamlı ve kabul edilebilir bir
anlaşmaya varıldığını gösteren herhangi
bir veri yokken tartışmalar, PKK gerillalarının nasıl yurtdışına çıkacağı ya da Akil
İnsanlar'ın kim ve işlev ve yetkilerinin ne
olacağı gibi bütünüyle ikincil konular üzerinde yoğunlaştırılmış bulunuyor.
Savaş elbette korkunç ve canavarca bir
şeydir. Ezilen sınıflar/ uluslar ya da diğer
katmanların, ancak başka yollar tükendiğinde ya da barışçı savaşım olanakları bir
sonuç vermediğinde son çare olarak ona
başvurmaları da bundandır. Bu husus Kürt
halkı için de geçerlidir elbet. 12 Eylül faşizminin karanlığında ayağa kalkan Kürt
halkı, özellikle 1984'ten bu yana süregelen
savaşta onbinlerce kızını ve oğlunu yitirdi.
Faili meçhul olarak nitelenen cinayetlerde
binlerce insan öldürüldü. Yüzlerce ve belki
de binlerce köy ve mezra yakıldı ve boşal-
bilir ki? Kürt halkının barış istek ve özlemi
tamamen meşru ve haklı bir nitelik taşımaktadır. Bu jeografide yaşayan ve Kürtolmayan herkesin de, en azından bu istek
ve özleme saygı göstermesi ve dahası kendi
yazgısını ancak kendisinin belirleyebileceğini kabul etmesi gerekmektedir.
tıldı. Milyonlarca insan doğduğu toprakları
terketmek, evinden ve toprağından olmak
ve Türkiye'nin metropollerinde yaşamını
sıfırdan başlayarak yeniden kurmak ya da
başka ülkelere göç etmek zorunda kaldı.
Özellikle 1980'lerin ikinci yarısında ve
1990'larda Türkiye Kürdistanı adeta büyük bir işkencehaneye ve konsantrasyon
kampına dönüştürüldü. Türkiye'nin Batı,
Kuzeybatı ve Güney illerine göç eden insanlar oralarda giderek artan bir biçimde
ikinci sınıf insan davranışı gördüler ve pek
çok kez faşist güruhların linç eylemlerine
hedef olageldiler. Bu bağlamda, “artık analar ağlamasın” ya da “artık kan akmasın”
türünden sözleri söyleme hakkının öncelikle Kürt halkına ait olduğunun altı çizilmelidir. Dahası, bu ve benzer sloganların, çok
önemli bir gerçeğin, yani anaların ağlamasının ve kanın akmasının asıl sorumlusunun Türk burjuva devleti olduğu gerçeğinin
üzerini örtmesine ve ezen Türk ulusu ile
ezilen Kürt ulusu arasındaki derin ayrımı
silikleştirilmesine izin verilmemelidir.
Az-çok inandırıcı bir barış adımı, bu 30
yıllık savaşta yaşamını yitiren 50,000 insanın yüzde 80'inden fazlasının Kürt gerillaları ve sivilleri olduğu gerçeğinin teslim
edilmesini ve Türk gericilerinin yakın geçmişte işlemiş oldukları insanlık suçlarıyla
yüzleşmelerini gerektirir.
Bu büyük özveriler boşa gitmedi elbet; bugün Kürt halkının ana gövdesinin, Türkiye
denen jeografinin siyasal bakımdan en bilinçli ve en duyarlı bölümünü oluşturuyor
olması bu 30 yıllık savaşımın ürünüdür. Bir
dizi tarihsel ve güncel, objektif ve subjektif
nedenlere bağlı olarak, Kürt halkının bu bakımdan çok gerisinde kalan Türk halkının
daha geri/ en geri katmanları arasında ise
belki tarihte ilk kez bir çeşit Kürt-karşıtlığı,
hatta Kürt-düşmanlığı yeşerdi.
Bu koşullar altında Kürt halkının ve onun
savaşçılarının -gerçek ve adil bir nitelik
taşımasa da- bir barışı istemelerini, en
azından silahların sustuğu ve insanların
yaşamlarını az-çok normalleştirdiği, normalleştirebildiği bir ortamı özlemelerini
kim ayıplamaya ya da sorgulamaya kalka-
Ancak tarihte, yaşamın gerçeklerinin halkların ve ilerici güçlerin meşru ve haklı özlemlerine denk düştüğü momentler çok az
görülmüştür. Yarım yamalak da olsa bir barışın gerçekleşme yoluna girmesinin vazgeçilmez bir önkoşulu vardır. O da, savaşan
taraflardan İKİSİNİN DE bunu istemesi,
İKİSİNİN DE bu konuda asgari bir içtenlik
göstermesidir. O halde, A. Öcalan'ın Newroz mesajında söylediği şu sözlerin gerçek
bir karşılığının olmadığını kabul etmemiz
gerekmektedir:
“Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.
“Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları,
özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış
gelişiyor...” Sınıfsal ve siyasal güçlerin
gerçek durumunun objektif bir analizinin
yapılmaması, taktiklerin böylesine bir analiz üzerine oturtulmaması ve barış özlem
ve isteğinin bu analizin yerine geçirilmesi,
hayal kırıklığına düşmeyi kaçınılmaz kılar.
Burada kilit soru, süregelen savaşın diğer
ya da haksız tarafı, daha doğru bir anlatımla asıl sorumlusu olan Türk burjuvazisi ve
devletinin bir barışa hazır olup olmadığı
sorusudur.
Evet; Başbakan R. T. Erdoğan, daha bir kaç
ay öncesine kadar sürdürdüğü saldırgan ve
aşağılayıcı tavrı bir ölçüde terketmiş gözüküyor: O, PKK'yı “terör örgütü” ve PKK
mensuplarını “terörist” olarak nitelemeyi sürdürmekle birlikte artık, A. Öcalan'ı
idam etmekten sözetmiyor, ona en ağır hakaretleri yapmıyor, BDP'li milletvekillerini
TBMM'nden kovmaktan sözetmiyor ve onları “terör örgütünün uzantısı” olarak nitelemiyor, Kürt-Türk sorununu beyaz terörle,
yani askeri operasyonlarla çözmekten sözetmiyor, tek millet, tek bayrak, tek vatan,
tek devlet, tek dil türünden şoven sloganları -en azından eskisi kadar sık bir biçimde- dile getirmiyor vb. Dahası; Başbakan
Erdoğan, hükümetin öndegelen üyeleri ve
onların çizgisindeki burjuva yorumcuları;
artık ölümlere son verilmesi ve anaların
daha fazla ağlamaması ve Kürt halkına
ikinci sınıf insan davranışı yapılmaması
gerektiğini, Türkiye'nin Kürt halkına karşı
yürütülen savaşta çok şey yitirdiğini ve iç
barışını sağlaması halinde Türkiye'nin kanatlanıp uçacağını yineleyip duruyorlar.
Ne var ki, “barış süreci” denen şeyin içeriğini PKK gerillalarının silahlarını bırak-
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
maları ve başka ülkelere gitmeleri olarak
tanımlayan ya da ona indirgeyen Türk gericilerinin sahici bir dönüşüm yaşadığını,
bir barışa hazır olduğunu gösteren herhangi bir veri bulunmuyor. (1) Buna karşılık,
düzenin bu temsilcilerinin Kürt halkını ve
onun siyasal temsilcilerini eşit bir muhatap
olarak görmekten çok uzak olduklarını,
hatta bu süreci kendi “barış”larını PKK ve
BDP'ne dayatma süreci olarak gördüklerini doğrulayan pek çok veri var. Daha düne
kadar “Kürt sorunu” diye bir şeyin olmadığını ileri sürecek kadar ileri gidenlerin, başında Zerdüştlükle “suçladıkları” PKK'nın
bulunduğu Kürt halkı ile İslam kardeşliği
temelinde birlik kurmayı önerenlerin içtenliğine inanmak için, hiç, ama hiçbir neden
yok. Başbakan Erdoğan'ın Dünya Emekçi
Kadınlar günü vesilesiyle 8 Mart 2013'de
Siirt'te kadınlara hitaben yaptığı ve bu
arada kadınların en az 3 çocuk yapmaları
gerektiği yolundaki çağrısını yinelediği konuşmasında PKK'yı kastederek,
“Yavrularımızı ölmeye gönderen bu şebekeye karşı lütfen siz de sesinizi yükseltin” demesinin üzerinden daha bir ay bile
geçmedi. Yani Başbakan Erdoğan'ın sömürge valilerine özgü o saldırgan ve kendini beğenmiş konuşma tarzına her an yeniden dönmesi kimseyi şaşırtmamalı. Can
Dündar'ın 2 Nisan tarihli yazısında söyledikleri bu saptamamı doğruluyor:
“Erdoğan’a CNN-Türk/Kanal D röportajında 'PKK, neye karşılık çekilecek' diye
soruluyor.
“Başbakan, Öcalan’a 'verdiklerini' sıralıyor:
“- 12 kanallı televizyon verdik.
- Jimnastiğini 3 günden 7’ye çıkardık.
- Arkadaşlarıyla günaşırı görüşüyordu,
‘Her gün görüşsün’ dedik. Benim verdiğim,
vereceğim budur.”
Dolayısıyla bütün veriler, başını AKP'nin
çektiği Türk gericiliğinin Kürt halkının
meşru ve haklı barış özlemini sömürerek
kendi iç ve dış gerici amaçlarına ulaşmayı
planladığını, hatta bu yapay ve zorlama barış gevezeliğinin yarattığı ortamda bir taşla
birkaç kuş vurmayı tasarladığını gösteriyor. Bunlar arasında;
a) PKK-BDP'nin Başbakan Erdoğan'ın giderek daha gerici bir rejim kurma yöneliminin ve bu son derece hırslı bayın başkanlık
koltuğuna tırmanma hesaplarının dayanağı
haline getirilmesini,
b) PKK'nın kısmen ya da bütünüyle silahsızlandırılmasını,
c) PKK savaşçılarının Suriye'deki Türkiye,
NATO, Suudi Arabistan, Katar vb. destekli
asilerle birlikte Beşar Esad rejimine karşı
savaşa sokulmalarını,
d) PKK'nın desteğiyle Türkiye'nin sınırlarının Suriye ve Irak aleyhine genişletilmesini ve
e) Güney Kürdistan'ın enerji kaynaklarını
ele geçirme hesaplarını vb. sayabiliriz.
bunların dışında 121’i çok ciddi tedavi görmeleri gereken ağır hasta mahpuslardır.
245 ağır hasta mahpus ağır hastalıkları nedeniyle tahliye edilmeyi beklemekte, ancak
tahliye edilmemektedir.”
İslami gericilerimizin hırslarının olanak
ve kapasitelerinin çok daha ötesinde olduğu belli. Ama eğer onlar bugünkü Türkiye,
Kürdistan ve Ortadoğu konjonktüründe, bu
heves ve hayallerini yaşama geçirebileceklerini ve PKK'yı ve Kürt halkını yedeklerine alarak “daha büyük ve daha güçlü bir
Türkiye” kurabileceklerini sanıyorlarsa bu
hesaplarında fena halde yanıldıklarını göreceklerdir. Ancak bu hesapların ve ihtirasların Ortadoğu denen kurtlar sofrasında
yaşama geçirilmesinin güçlüğü, başında
AKP'nin bulunduğu Türk gericiliğini hafife almayı da haklı çıkarmaz. PKK'nın Türk
burjuva devletiyle uzlaşma eğiliminin güçlü ve Türkiye devrimci hareketinin edimsel
olarak kendini tasfiye etmiş ve bir güç olmaktan çıkmış olduğu koşullarda AKP'nin
barış ve demokratikleşme demagojisinin
oldukça etkili olduğunu kabul etmek zorundayız. Oysa, birilerinin beklentilerinin
aksine AKP hükümeti rejimin demokratikleştirilmesi ve barış ortamının sağlanması
doğrultusunda hemen hemen hiçbir ciddi
adım atmamıştır. 12 Eylül faşizmi döneminden kalma pek çok yasa ve kurum hala
varlığını sürdürmektedir. Daha önce iktidarı elinde bulunduran askeri kliğin mevzilerini ele geçiren ve kendisi de geleneksel
Osmanlı-Türk gericiliğinin bir başka versiyonu olan İslami gericilik, Kemalist öncelinin ruhunu ve tarzını taklit etmenin ötesine
geçemediğini, geçemeyeceğini yeterince
kanıtlamış bulunuyor. Zaten başka türlü olması da nesnelerin doğasına aykırı olurdu.
Objektif bir değerlendirme yapabilmek ve
Türkiye'de -hafif de olsa- bir barış ve demokrasi rüzgarının esmediğini göstermek
için yaşanan olguların bir bölümüne göz
atalım.
*TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu 27 Mart'ta, Meclis Uludere Alt
Komisyonu’nun hazırladığı ve Roboski
kıyımının sorumlularını gizleyen ve aklayan raporu kabul etti. DTK eşbaşkanları
Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un yanısıra
Roboski'li aileler ve insan hakları kuruluşları Türk savaş uçaklarının 34 Kürt gencini
bombalayarak paramparça ettiği Roboski
kıyımının üzerinden 455 gün geçtikten
sonra açıklanan rapora tepki gösterdiler.
*Aralarında çok sayıda Kürt avukatın da
bulunduğu, çoğu Kürt halkının oylarıyla seçilmiş yerel yöneticiler olan binlerce
KCK tutuklusu ve hemen hemen hepsi çeşitli baskılara ve anti-demokratik uygulamalara maruz kalan ve bir bölümü cinsel
tacize uğrayan çok sayıda Kürt çocuk ve
genç hala zindanlarda tutulmaktadır.
*Geleneksel İstanbul sermayesine göre zayıf olan konumunu hızla güçlendirmek ve
ele geçirdiği fırsatı sonuna kadar değerlendirmek için kullanmak için yanıp tutuşan
Anadolu sermayesinin çıkarlarını temsil
eden AKP iktidarı, işçi sınıfını sınırsız
bir sömürünün nesnesi haline getirmiştir.
Hükümet; sınıfın kazanılmış haklarına saldırmakta, zaten zayıf olan sendikaları tümüyle etkisizleştirmek için yasal önlemler
almakta, taşeron işçiliği yaygınlaştırmakta
ve varolan sınırlı iş güvenliği önlemlerini
ortadan kaldırmak suretiyle her yıl binlerce
işçinin kanına girmektedir.
*AKP hükümeti, cezaevlerindeki hasta
mahpusların tedavi ve/ ya da tahliye edilmemeleri nedeniyle yaşamlarını yitirmeleri
karşısında duyarsızlığını sürdürmektedir.
İHD ile TİHV'nın 26 Mart 2013 tarihli ortak raporunda şöyle deniyor:
“Cezaevlerinde bulunan 411 hasta mahpustan 124’ü derhal tahliye edilmesi gereken
ölümcül hastalıkları olan mahpuslar olup,
*A. Öcalan ile MİT müsteşarı arasındaki görüşmelerin sürdürüldüğü koşullarda
Türk ordusu “Kandil'deki PKK hedeflerine karşı daha önce görülmedik boyutlarda
saldırılar düzenledi. Zaman gazetesinin bu
konuya ilişkin bir haberinde şöyle deniyordu:
14 Ocak’ta Kandil’deki PKK kamplarına
yönelik hava saldırısında ise 7 PKK’lı öldürüldü. Bu operasyonda beton delici bombalar kullanıldı. Savaş uçakları 26 ve 27
Şubat tarihlerinde de Kandil’e bağlı Dola
Bedran ve Dola Şehîdan bölgelerini bombalandı. Son dönemlerdeki hava harekatlarında, barınak ve lojistik amaçlı yapılar
ile uçaksavar bataryalarının tahrip edildiği öğrenildi. Bazı kontrol noktaları ile
eğitim merkezi olarak kullanılan binaların
da hedef alındığı kaydediliyor. Diyarbakır
2. Hava Kuvvet Komutanlığı’ndan havalanan F-16 savaş uçaklarının, önce keşif
uçuşu yaptığı, ardından belirlenen hedeflerin vurulduğu öğrenildi. Saldırılarda İnsansız Hava Araçları’nın (İHA) elde ettiği
görüntülerin de kullanıldığı kaydedildi.”
(“F-16’lar Kandil’e bomba yağdırdı: 4 terörist öldürüldü”, Zaman, 1 Mart 2013)
*Başbakan Erdoğan'ın ve AKP hükümetinin kadınları en az üç çocuk doğurmaya
teşvik eden açıklamaları ve bunu sağlamak
için bir dizi ekonomik önlem almaları, bir
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yanıyla Türk burjuvazisinin ucuz işgücü
gereksinimini sağlamayı ve kadınları eve
hapsederek toplumsal yaşamın dışına atmayı amaçlıyor olsa da, esas olarak Kürt
halkına karşı alınmış bir güvenlik önlemi
olarak değerlendirilmelidir. Deyim yerindeyse, demografik bilinci yüksek olan Türk
gericileri, 1990'ların ortalarından itibaren,
Kürt-Türk nüfus dengesinin hızla birincinin lehine ve ikincinin aleyhine bozulmakta olduğunu vurgulamaya başlamışlardı.
Gerici AKP hükümeti bir dizi konuda olduğu gibi bu konuda da askeri kliğin politikalarını uygulamaktadır.
*Yıllardır üzerinde konuşulmasına ve bir
dizi çalıştay yapılmasına rağmen devlet
Aleviler'in temel haklarından biri olan cemevlerinin bu topluluğun ibadet yeri olarak
tanınmasını bir türlü kabul etmemekte ve
tersine Diyanet İşleri Başkanlığı'nı da kullanarak tüm topluma zorla Sünni İslamı dayatmaktadır.
*AKP hükümeti, Başbakan Erdoğan'ın tek
tek köşe yazarlarını doğrudan ve isim vererek hedef göstermesine ve işten atılmalarını
kabaca talep etmeye kadar varan kaba müdahaleleri de içinde olmak üzere aldığı bir
dizi gerici önlemler yoluyla yazılı ve görsel
basını çok büyük ölçüde denetimi altına
almış ve dolayısıyla varolan sınırlı anlatım
özgürlüğünü kuşa çevirmiştir.
*Son yıllarda Türk burjuva devletinin ve
onun polisinin yasal gösterilere, basın açıklamalarına saldırısı sistematik bir karakter
kazanmıştır. İHD ile TİHV'nın 26 Mart
2013 tarihli ortak raporunda bu konuda
şöyle denmektedir:
“Toplantı ve gösteri yapma hakkı ile ilgili
ihlallerin giderek kötüye gittiğini Adalet
Bakanlığı resmi verileri de teyit etmektedir. Bakanlık verilerine göre 2007 yılında
3.294, 2008 yılında 3.778, 2009 yılında
8.251 kişiye, 2010 yılında11.462 kişiye ve
2011 yılında 13.479 kişiye 2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefet etmekten dolayı dava açılmıştır.”
Şu soru haklı olarak sorulabilir ve sorulmalıdır da: Diğer faktörler ve kaygılar bir
yana, ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlara ve bu arada Kürt halkına ve onun siyasal bakımdan aktif öğelerine karşı bu
denli düşmanca bir politika gütmekte olan
bir siyasal iktidarın Kürt-Türk sorununu
çözeceğine inanmamız için herhangi bir
neden var mıdır? Herhalde hiçbir aklı başında ve dürüst insan bu soruyu olumlu
olarak yanıtlayamayacaktır. Sözümona
barışın sağlanması adına yaptıkları ve bu
amaca ulaşmak için yapmayı tasarladıkları
ve önerdiklerine baktığımızda, Kürt halkını bağımlı ve ikinci sınıf bir halk gören,
bu halkın kendi savaşımları sonucu elde et-
mekte olduğu hakların tanınmasını “ödün
verme” olarak niteleyen AKP hükümetinin
de, Osmanlı-Türk gericiliğinin ve kendinden önceki askeri kliğin “millet-i hakime”
anlayışıyla donanmış ve onun geleneksel ve
köklü günah ve suçlarıyla sakatlanmış olduğu görülür. Örneğin Başbakan Erdoğan
ve/ ya da AKP hükümeti;
a) A. Öcalan ile yapılan görüşmeleri bir hükümet yetkilisi eliyle değil, sonuç olarak bir
bürokrat olan MİT müsteşarı aracılığıyla
yürütmekte, yani ulusal hareketin ve onun
önderinin muhatabının ancak bir istihbarat
görevlisi olduğunu düşünmekte,
b) PKK ve BDP yöneticilerinin Abdullah
Öcalan ile doğrudan, kesintisiz ve denetimsiz bir biçimde görüşmesine izin vermemekte ve Öcalan'ın bu amaçla bir ev hapsine alınmasına bile yanaşmamakta,
c) A. Öcalan'ı ziyarete giden BDP heyetine
kimlerin katılıp kimlerin katılamayacağı
kendisi belirlemekte,
d) Akil İnsanlar'ın kimler olacağını Kürt
tarafının oyunu ve düşüncesini almaksızın
saptamakta ve bu kişilerin işlevi için “Halkı buna hazırlamak önemli. Eskiden o psikolojik harekat denen ifadeler vardı ya. Bu
toplumsal algıyı akil adamların hazırlaması lazım” sözcüklerini kullanmak suretiyle
gerçek tutumunu ele vermekte,
e) PKK'nın, gerillanın yurtdışına çekilmesi için yasal bir zemin oluşturulması ve
TBMM'nin bu konuda bir yasal düzenleme
yapması talebine olumsuz bir yanıt vermekte diretmekte,
f) Önce PKK savaşçılarının yurtdışına silahlarıyla birlikte çıkabileceğini söylerken
şimdi onların yurtdışına silahsız olarak
çıkmalarını istemektedir.
AKP'nin müjdelediği projenin bir barış ve
demokrasi projesi değil, bir SAVAŞ VE GERİCİLİK PROJESİ olduğunun iyi anlaşılması gerekiyor. Ortadoğu ve Balkanlar'da
kendilerine bir nüfuz alanı yaratmayı
amaçlayan Türk gericilerinin yayılmacı ve
yeni Osmanlıcı hevesleri ve -Libya, Irak ve
Suriye örneklerinde görüldüğü gibi- komşu ülkelerin içişlerine kabaca müdahaleyi
öngören hayalleri, savaş tehlikesini azaltmamakta, tersine arttırmaktadır. Dahası,
“İslam kardeşliği”, “Türk-Kürt ittifakı”,
“bin yıllık kardeşlik” gibi süslü sözcükler,
Misak-ı Milli'yi yaşama geçirmeyi bahane
eden Türk gericilerinin, koşullar elverdiği
ölçüde komşu ülkelerden toprak koparma
hayallerini hem de PKK'nın ve Kürt halkının sırtından yaşama geçirme hesaplarını
ele vermektedir. Onlar, ABD ve İsrail'le
uyum içinde böyle bir yol tutmayı ve böy-
lece Ortadoğu halkları ve devletlerinin karşısında konumlanmayı seçmiş olabilirler.
Ancak PKK'nın ve Kürt halkının benzer bir
seçim yapması ve böylesi gerici tezgahlar
içinde yer alması hem ilkesel açıdan yanlış
olacaktır; hem de şu an daha güçlü gözükmekle birlikte aslında zayıflamakta olan
emperyalist ve -içlerinde Türkiye'nin de
bulunduğu- gerici devletlerle suçortaklığı
yaparak bölge halklarının kanını dökmeye
katılmak ilerde Kürt halkı açısından son
derece sakıncalı sonuçlar doğurabilecektir.
Öte yandan, Türk burjuva devletinin
“Türk-Kürt ittifakı”na ilişkin gevezeliklerinin onun Kürt-karşıtı tutumunu değiştirdiği ya da değiştirmesine yol açacağı da
sanılmamalı. Misak-ı Milli'yi yaşama geçirmeyi bahane eden Türkiye'nin hedefleri
arasında, Güney ve Güneybatı Kürdistan
Kürtleri'nin elde etmiş bulunduğu siyasal
mevzi ve kazanımları etkisizleştirmenin
de bulunduğunu söylemek bir abartı ya da
kehanet sayılmamalı. Dahası; bölgede hegemonya ve yayılmacılık peşinde koşan,
Suriye ve Irak Kürtleri'nin kazanımlarını
sindirememiş olan bir Türkiye'nin, orta ve
uzun edimde Türkiye Kürtleri'ne karşı barışçı bir politika izlemesi de beklenemez.
Türkiye ile Güney Kürdistan arasındaki
ticari ve ekonomik ilişkilerin son yıllarda
adeta bir patlama yapması ve buna bağlı
olarak Ankara ile Erbil arasındaki siyasal ilişkilerin iyi olması, enerji yoksulu
Ankara'nın yayılmacı emellerini, Güney
Kürdistan'a ve onun petrol zenginliğine
egemen olma doğrultusundaki stratejik yönelimini değiştirmeyecektir. Bütün bu olup
bitenleri, A. Öcalan'ın yaptığı gibi,
“Savaşlardan, çatışmalardan, bölünmelerden yorgun düşen Ortadoğu halkları artık
kökleri üzerinden yeniden doğmak, omuz
omuza ayağa kalkmak istiyor” gibisinden bir tümceyle tanımlamak gerçeklerle
bağdaşmamaktadır. Bağdaşmamaktadır;
çünkü kotarılmaya çalışılan, bölge ya da
Türkiye halkları arasında DEĞİL, Türk
gericileriyle Mesut Barzani türünden Kürt
burjuvaları ya de feodal-burjuvaları arasında bir ittifaktır. Bundan da Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu işçileri ve sömürülen
emekçileri yararına bir sonuç beklemek,
herhalde dürüst ve aklıbaşında insanların
işi değildir.
DİPNOTLAR
(1) Gerillaların silahlarını bırakmaları ve
başka ülkelere gitmeleri gerektiği yolundaki yaklaşımın, PKK'nın bu topraklara
ait olmadığı, “terör”ün kaynağının bu ülkelerdeki devletler olduğu yolundaki klasik
Türk şoven propagandasının dışavurumlarından biri olduğu açıktır.
Kaynak: http://www.gelawej.net
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Misak-ı
Milli
nedir,
ne değildir?
AYŞE HÜR
[email protected]
Misak-ı Milli'nin kapsadığı etnik gruplar
ve çizdiği sınırlar konusundaki belirsizliği
Cumhuriyet tarihi boyunca milliyetçi ve
İslamcı ideologların çok işine yaradı.
Ulusalcı ve İslamcıların zihniyet haritasında çok önemli bir yere sahip olan ‘Misak-ı
Milli’ meselesi, Abdullah Öcalan’ın 21
Mart 2013 tarihli Newroz konuşmasında
da karşımıza çıktı. Birkaç gündür, herkes
kendine göre bir ‘Misak-ı Milli’ tarifi yapıyor. Ben de kendi bakış açımı sizlerle paylaşmak istedim.
Resmi tarihe göre, orijinal adıyla Ahd-ı
Milli Beyannamesi son Osmanlı Meclis-i
Mebusanı’nın gündemine 28 Ocak 1920
tarihli ‘gizli’ oturumda gelmişti. Ancak
Meclis-i Mebusan’da o tarihte gizli ya da
açık bir oturum yapılmadığı bugün biliniyor. Anlaşılan, mebusların gayri resmi bir toplantısı söz konusuydu. 17 Şubat 1920 tarihli oturumda Misak-ı Milli
Beyannamesi’nin mebuslara onaylatılması
için harekete geçilmişti. Ancak ilk ağızda, konuyu görüşmeye açmak için yeterli
imza toplanamadı. Bunun üzerine Edirne
Milletvekili Mehmet Şeref (Aykut) Bey
inisiyatifi ele aldı, belgeyi kürsüden ateşli bir biçimde okumaya başladı. Sonunda
oturumda bulunan mebuslarca (sayı bilinmiyor) belge alkışlar arasında kabul edildi.
Misak-ı Milli 2 Mart 1920’de ‘yabancı
parlamentolara ve basına’ sunuldu, çünkü
Misak-ı Milli, Osmanlı İmparatorluğu’nu
köşeye sıkıştırmaya çalışan İtilaf Devletleri’ne sunulmuş bir çeşit ‘Barış Programı’ idi. Ancak bu barış çağrısı İtilaf
Devletleri’nce dikkate alınmayacak ve İtilaf Devletleri, 16 Mart 1920’de İstanbul’u
‘resmen’ işgal edecekti. İşgalin ardından
son kez 18 Mart’ta toplanan Meclis işgal
güçleri tarafından basılacak, 11 Nisan
1920’de ise padişah tarafından kapatılacaktı.
1907’de oluşturulan harita mı?
Misak-ı Milli metnini kimin hazırladığı
konusundaki iddialar da çeşitli. Mustafa
Kemal’in sınıf, askerlik ve siyaset arkadaşı
Ali Fuad Cebesoy’a göre, Mustafa Kemal
‘Misak-ı Milli haritasını’ daha 1907’de
oluşturmuş, zamanı geldiğinde de bunu
uygulamıştı. Mustafa Kemal’in yeminli
düşmanı Dr. Rıza Nur veya sadık adamı
Yunus Nadi (Abalıoğlu) ve bizzat Mustafa
Kemal’in kendisine göre ise Misak-ı Milli
fikirleri ilk olarak 23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nde benimsenmiş, 4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi ile tüm ülkeyi kapsar hale gelmişti.
Mustafa Kemal’le birlikte 19 Mayıs
1919’da Samsun’a çıkanlardan biri olan
Hüsrev Gerede’ye göre metin, Mustafa
Kemal’in daha önce talimat verdiği şekilde Felah-ı Vatan Grubu mensubu bir grup
mebus tarafından hazırlanmıştı. (Meclis-i
Mebusan’daki Milli Mücadele yanlısı 7080 mebusun oluşturduğu gruba, Mustafa
Kemal ‘Müdafaa-i Hukuk’ adının takılmasını istemiş ama grubun adı, Vahdettin’in
Meclis’i açan mektubunda geçen bir ifadeden dolayı ‘Felah-ı Vatan’ yani ‘Vatanın
Kurtuluşu’ olmuştu. Mustafa Kemal de bu
duruma çok kızmıştı.)
Meclis-i Mebusan’ın başkanvekillerinden
Hüseyin Kâzım Bey metni kendisinin hazırladığını ileri sürmüştü. Milli Mücadele
hakkında çalışma yapan Alman araştırmacı Gotthard Jaeschke’ye göre ise Misak-ı
Milli beyannamesinin ilk müsveddeleri,
30 Aralık 1919’da Mustafa Kemal tarafından kaleme alınmıştı, ancak ortaya çıkan
metin, Mustafa Kemal’in kalemine uymayacak kadar muğlak ve karışıktı. Sonuç
olarak metni kimin yazdığı, kimin ne zaman tadil ettiği konusunda uzmanlar uzlaşamadı.
Misak-ı Milli’nin maddeleri
Elimizdeki kopyalar da çok yıpranmış,
bozulmuş olduğundan bazı sözcüklerin
okunmasında (örneğin Birinci Madde’deki
‘ırken’ kelimesinin ‘irfanen’ veya ‘örfen’
olduğunu iddia edenler var) sorunlar olmakla birlikte metin sadeleştirilmiş dille
aşağı yukarı şöyleydi:
Birinci Madde: Osmanlı İmparatorluğu’
nun münhasıran Arap çoğunluğunun yaşadığı ve 30 Ekim 1918 tarihli Mondros
Mütarekesi’nin yapılması sırasında düşman ordularının işgali altında kalan kısımlarının geleceği, halkının serbestçe
bildirecekleri oylara göre belirlenmek ge-
rekeceğinden adı geçen antlaşmanın içinde
din, ırk ve amaç bakımından birleşmiş ve
birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık
duygularıyla dolu ırk hukuku ve sosyal
haklarıyla çevre şartlarına bütünüyle saygılı Osmanlı-İslam çoğunluğunun oturduğu kısımların hepsi gerçekten veya hükme
bağlı olarak hiçbir sebeple parçalanamaz
bir bütündür.
İkinci Madde: Ahalisi ilk serbest kaldıklarında kendi istekleriyle anavatana katılmış
bulunan Elviye-i Selase (=Üç Liva: Kars,
Ardahan, Batum) için istenirse tekrar halkoyuna başvurmayı kabul ederiz.
Üçüncü Madde: Türkiye sulhuna bağlanan
Batı Trakya’nın hukuki durumunun tespiti
de oturanların tam bir hürriyetle bildirecekleri oylara bağlı kalarak yapılmalıdır.
Dördüncü Madde: İslam halifeliğinin, Osmanlı saltanat ve hükümetinin merkezi
olan İstanbul şehriyle Marmara Denizi’nin
güvenliği her türlü zarardan korunmuş
olmalıdır. Bu esas saklı kalmak şartıyla
Akdeniz ve Karadeniz boğazlarının dünya
ticaret ve ulaştırmasına açılması hakkında
bizimle öteki bütün ilgili devletlerin ortaklaşa verecekleri karar geçerlidir.
Beşinci Madde: İtilaf Devletleri ile hasımları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma esaslarına göre azınlıkların,
komşu ülkelerdeki Müslüman halklarla
aynı haklardan faydalanmaları tarafımızdan teyit ve temin edilecektir.
Altıncı Madde: Milli ve ekonomik gelişmelerimizi sağlamak ve devlet işlerini çağdaş
bir yönetimle işlerimizi yürütebilmemiz
için her devlet gibi bizim de tam bağımsızlığa ve özgürlüğe ihtiyacımız vardır. Bu,
yaşam ve varlığımızın temelidir. Bu yüzden siyaset, adalet, maliye alanları ile öteki
alanlarda gelişmemize engel olan bağların
karşısındayız. Ortaya çıkacak devlet borçlarımızın ödeme şartları da bu esasa aykırı
olmayacaktır.
Belirsizlikler
Birinci Madde’de yer alan ‘sözü edilen mütareke hattı dahilinde ve haricinde’ ifadesindeki ‘haricinde’ sözcüğü yakın tarihe
kadar resmi ve yarı resmi nitelikli yayınlarda sansürlenmişti. Çünkü bu şeklini
esas alınca, milli sınırlarımızın nereden
geçtiği, hangi toprakları içerip hangilerini içermediği tartışması manasız bir hale
geliyor, böylece şimdi birilerini pek heyecanlandıran toprak iddiaları meşruiyetini
yitiriyor ve Misak-ı Milli belgesi basit bir
propaganda metnine dönüşüyordu. Gerçi
beyannameyi kabul eden mebusların kafalarından geçenin Mondros Mütarekesi’yle
çizilen sınırların içi olduğu bellidir ancak
Genelkurmay Başkanlığı yayınlarından
olan ‘Türk İstiklal Harbi Tarihi’ adlı eserin ‘Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı’ adlı
1. cildinde yer alan resmi bir haritaya göre
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İskenderun, Miyadin ve Musul Türkiye sınırları içinde iken Antakya ve Kerkük’ün
sınır dışında gösterilmesi o günkü sınır ile
bugün bazılarımızın kafasındaki sınırın
farklı olduğunu gösteriyordu.
Türk Magna Carta’sı mı?
İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee, 1922’
de yayımladığı ‘The Western Question in
Greece and Turkey’ adlı eserinde Misak-ı
Milli’nin önemi üzerinde uzun uzun durmuştu. Kitapta andın Fransızca ve İngilizce metinlerini verdikten sonra parantez
içine büyük harflerle “Osmanlı İmparatorluğu öldü! Yaşasın Türkiye!” sloganını
eklemişti. Bu slogan, Toynbee ve bir dizi
yabancı tarihçinin Misak-ı Milli’yi Kemalistlerin Batı’nın ulusçuluk fikrini tamamen benimsemesinin belgesi olarak görmesi fikriyle ilintiliydi.
Misak-ı Milli için yabancı yazarlar tarafından kullanılan başka adlar da var. Bunlar
‘Declaration of Independence’, ‘The Bill
of Rights’, ‘Türk Magna Carta’sı’, ‘Social
Contract’ gibi, Avrupa ve ABD tarihinden kopya edilmiş kavramlardır. Ahmet
Ağaoğlu’na göre ise Misak-ı Milli, 1789
Fransız İnsan Hakları Bildirgesi ve 1215
Magna Carta’dan daha önemliydi! Yerli
yazarların bir başka özelliği ise Misak-ı
Milli’yi ‘kutsallık’ ve ‘değişmezlik’ kavramlarıyla birlikte ele almalarıydı.
Halbuki Misak-ı Milli’nin Kemalistler tarafından ele alınış şekli, zamana ve mekâna
göre değişmiştir. Örneğin, TBMM’nin
23 Nisan 1920 Cuma günü öğleden sonra
13.45’te yapılan ilk oturumunda en yaşlı
üye sıfatıyla açış konuşmasını yapan Sinop
Milletvekili Şeref Bey’in nutkunda veya bu
töreni anlatan 24 Nisan tarihli yarı resmi
Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin haberinde
Misak-ı Milli’nin adı geçmemiştir. Misak-ı
Milli’ye ilk doğrudan atıf 9 Mayıs 1920 tarihli oturumda okunup onaylanan İcra Heyetinin Programı’nda olmuştur.
TBMM’de onaylandı mı?
Resmi tarihe göre TBMM’nin 18 Temmuz
1920 tarihli oturumunda Misak-ı Milli’ye
bağlılık andı içilmiştir. Halbuki tarihçi Nejat Kaymaz’a göre böyle bir olay olmamış,
sadece Osmanlı devletinin sonunu getirecek olan Sevr Antlaşması’nın kotarıldığı
San Remo Konferansı dolayısıyla iman
tazeleme gereği duyulmuş, 6 Temmuz
1920 tarihli oturumda “Makam-ı Hilafet
ve Saltanat’ın ve vatan ve milletin istihlas
ve istiklalinden başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi” şeklinde bir kısa metin
kaleme alınmıştır.
10 Temmuz günü metin oylanmıştır.
Kâtibin adını okuduğu mebus sayısı 311
olup, oturuma katılan ve metni onaylayan
üye sayısı 144’tür. Bu mebuslar arasında
Mustafa Kemal yoktur. İlk gün bulunmayan 166 milletvekilinin adı beş gün sonraki (15 Temmuz) oturumda tekrar okunmuş,
bu sefer Mustafa Kemal’in de aralarında
bulunduğu 34 üye daha yemine imza vermiştir. Böylece sayı 178’e ulaşmıştır.
Sonuç olarak bu yemin 28 Ocak 1920’de
son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda onaylanan Misak-ı Milli metni üzerine yapılmış
değildir. Aynı metin olmadığı gibi, yemin
töreni sırasında Misak-ı Milli belgesine
atıfta bile bulunulmamıştır.
Keşke yazmasaydınız!
Bundan sonra, Mustafa Kemal ve dönemin
önde gelen siyasi liderleri sık sık Misak-ı
Milli’ye olumlu ya da olumsuz atıfta bulunmuşlardır. Olumsuz atıflardan en
önemlisi, Kasım 1922’de Lozan’a gidecek
delegasyonun Mustafa Kemal’in arzuları
doğrultusunda oluşturulmasına eleştiri getiren muhaliflerden İzmit Milletvekili Sırrı
Bey’in Misak-ı Milli Beyannamesi’ni bizzat kaleme alanlardan biri olduğunu söylemesi üzerine Mustafa Kemal’in “Keşke
yazmaya idiniz. Başımıza çok belalar koydunuz!” demesidir.
Ancak yine de İsmet Paşa, Lozan’a Misak-ı
Milli’ye göre hazırlanmış 14 maddeli bir
talimatname ile gitmişti. Gitmişti ama
Lozan’da Lord Curzon, Misak-ı Milli’nin
çelişkilerini öylesine etkili eleştirmiştir ki
İsmet Paşa bir daha Misak-ı Milli’nin adını
anmamıştır.
Misak-ı Milli uygulandı mı?
Birinci Madde’ye giren Reis İbn Hani’den
başlayarak Harim, Müslimiye, Meskene,
sonra Fırat yolu, Der Zor, Çöl, nihayet
Musul Vilayeti güney sınırına uzandığı
düşünülen Suriye sınırı Fransa ile Ankara hükümeti arasında imzalanan 15 Ekim
1921 İtilafnamesi ile çözülmüş, ancak o
günlerde adı Sancak olan Hatay dışarıda
bırakılmıştı. Bu eksik parça ancak 1939’da
geri kazanıldı. Buna karşılık Süleymaniye,
Kerkük ve Musul livaları bir dizi diplomatik hatadan sonra 5 Haziran 1926’da kesin
olarak kaybedildi.
İkinci Madde’nin konusu olan Elviye-i
Selase’den Kars ve Ardahan 1917’de çarlığın yerine geçen Sovyet hükümeti ile 3
Mart 1918 günü imzalanan Brest-Litovsk
Barış Anlaşması’yla Osmanlı devletine
geri verilmişti. Ancak bölge Kazım Karabekir Paşa tarafından askeri zaferle kazanıldığı için maddede belirtilen serbest
oylamaya gerek görülmedi. Batum ise hem
Kızılordu ile çarpışmak göze alınmadığından hem de Sovyetler’den gelecek maddi ve
askeri yardımın hatırına Sovyet Rusya’nın
siyasi hinterlandında olan Gürcistan’a bırakıldı. Böylece Misak-ı Milli ihlal edildi.
Üçüncü Madde’ye göre Batı Trakya’nın
hukuki durumu bölgede oturanların oylarıyla tayin edilecekti. Ancak Türkiye’nin
halkoylaması isteğine İtilaf Devletleri ile
Yugoslavya ve Romanya karşı çıktı ve oylama yapılmadı. Batı Trakya Türklerinin
kaderlerine terk edilmesiyle madde ihlal
edildi.
Dördüncü Madde, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılması, 13 Ekim 1923’te
Ankara’nın başkent ilan edilmesi ve 3 Mart
1924’te Hilafet’in ilgasıyla ihlal edildi.
Beşinci Madde’de azınlıklara mütekabiliyet esasına göre bazı haklar tanınması
meselesinden bahsediliyordu. Bu konuda
yapılanlar ve yapılmayanlar ayrı bir yazı
konusu.
Altıncı Madde “Mali ve iktisadi gelişmemizi engellememe kaydı ile borçların
ödenmesi kabul edilir” diyordu. Lozan’da
Düyun-u Umumi-ye İdaresi kaldırıldı ve
Osmanlı İmpa-ratorluğu’nun borçları ayrılan ülkelere paylaştırıldı. Bunu 37 yılda
ödemeyi kabul eden Türkiye, 1929 Büyük
Buhranı gibi ağır krizlere rağmen borcunu 1954’te (Lozan’ın öngördüğünden dört
yıl önce) kapattı. Altıncı Madde’nin ihlal
edilip edilmediğini takdirlerinize bırakıyorum.
Sonuç olarak Misak-ı Milli’nin kapsadığı
etnik gruplar ve çizdiği sınırlar konusundaki belirsizliği Cumhuriyet tarihi boyunca milliyetçi ve İslamcı ideologların çok
işine yaradı. Bazen dört kıtaya yayılmış
bir imparatorluktan sonra Anadolu’nun
küçük coğrafyasına sıkışmayı kendine yediremeyen kesimlerin yayılmacı yorumlarına zemin oluşturdu. Bazen Hilafet’in ve
Saltanat’ın geri getirilmesi, İstanbul’un
yeniden başkent yapılması taleplerine dayanak yapıldı. Şimdi de Birgün yazarı
Nuray Mert’in veciz ifadesiyle ‘Türk-Kürt
Megalo İdeası’nın dayanaklarından biri olmaya aday. Yukarıdaki hikâye, bu dayanağın zaafları hakkında bir fikir verebilmiştir
umudundayım.
Özet Kaynakça:
Nejat Kaymaz, “T.B. M.M’nde Misâk-ı
Millî’ye Bağlılık Andı İçilmesi Konusu-1,
II, II, II, Tarih ve Toplum, S.19-23, 1985;
Ahmet Ağaoğlu, “Millî Misâk’ın Tarihî
Kıymeti”, Ülkü Seçmeler, C.I, S.I, 1933;
Hasan Dilan, Mehmet Şeref Aykut ve
İzmir'de İlk Fikir Hareketleri, Türk Kütüphaneciler Derneği Edirne Şubesi Yayınları,
1996; Meclis-i Mebusan Zabıt Cerideleri;
TBMM Kültür ve Sanat Yayınları, 1992;
A.Nezihi Turan, Millî Misâk’ın 70. Yılı,
Milli Kültür, S. 69, Şubat 1990; Ali Fuad
Cebesoy, 1907'de Misâk-ı Millî, Yayına
Hazırlayan: Faruk Sükan, Cemal Kutay,
Acar Matbaacılık Yayınları, 1989; Seda
Altuğ, “Misak-ı Milli: ‘Sınırlar’ı zorlayan
tartışmalar”, Toplumsal Tarih, S. 118, s.5053.
(Radikal)
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mesajı Öcalan mı Hazırladı?
Yayılmacı Osmanlıcı Deglerasyon
Devletin Yeniden Restarasyonu…
PKK’nın Silahsızlanmasında En Fazla
Kürtlerin Yararı var – PKK’nın Silahı
Bırakması Tartışmalı – PKK’nın silahlanmasını emperyalist devletler değil
Kemalist Türk Devleti sağladı, PKK
aylarca devletlerin kapılarında bekleyerek destek istedi - Milliyette yayınlanan İmralı Notları, Öcalan’ın kendisi ile
görüşen son heyete yaptığı açıklamalar,
Öcalan’ın genel literatürü ve avukat
açıklamaları iyice gözden geçirilip, analiz edildiği zaman mesajın Öcalan tarafından yazılmadığı görülür - Mesajda
Kürtler için bir talep yok - Metin yayılmacı Osmanlıcı bir deklerasyon- Kemalist Türk Üniter Devlet yeniden restore
ediliyor.
***
Hükümet Öcalan arasında devam eden
görüşmeler, 21 Mart Newroz Günü
Öcalan’ın geniş bir kitleye yaptığı açıklama ile yeni bir noktaya geldi. Bu açıklama ile birlikte yeni tartışmalar ve hem
de yoğun tartışmalar var. Ben Öcalan’ın
açıklamasından sonra ilk plânda BUGÜN ve KURD-SAT Televizyonlarında
kısaca da olsa görüşlerimi açıklama olanağı buldum. 24 Mart 2013 tarihinde de,
TRT 6 Televizyonunun “Rojeva HerêmêBölge Gündeminde” görüşlerimi açıkladım. buldum.
Kısaca Kemalist Türk Devleti ve AK
Parti Hükümeti ile Öcalan görüşme süreci…
PKK, Kemalist Türk Devleti’nin bir
projesi olarak kuruldu. Öcalan’ın 1979
yılında Türkiye çıkması/çıkarılmasından sonra, PKK bölge devletleriyle sıkı
ilişkiler içine girdi, o tarihten sonra
Türkiye’ye karşı kendisi için bir özerk ve
otonom alan yarattı. Ama hiçbir zaman
da Türk Devleti ile ilişkilerini de kesmedi. Bu nedenle Türk Devlet yetkilileri
belli bir tarihten sonra, Öcalan’ın eski
yuvasına dönmesi için aracılar koydu.
Öcalan, ilk çatışmasızlık kararını Özal
döneminde başlattı. Ama derin devlet
güçleri, bölge devletleri istemediği, PKK
için de silahlı olmak varlık şartı olduğu
için 33 askerin öldürülmesi olayıyla ateşkes son buldu. O tarihten sonra da PKK
birçok kereler ve özellikle de Öcalan’ın
1999 yılında Türkiye’ye getirilmesinden
sonra Öcalan’ın hayatını kurtarma paran-
İbrahim GÜÇLÜ
([email protected])
tezi içinde en uzun çatışmasızlık dönemi
oldu. Daha sonra Mahmut Şakar Öcalan
adına bizzat PKK Kongresine katılarak
(2004), Kemalist Devlet Güçlerinin isteği doğrultusunda silahlı mücadeleyi
başlattı. Ondan sonra PKK ile en kapsamlı görüşmeler, Oslo’da yapıldı. Oslo
görüşme tutanaklarının deşifre olması
ve Silvan’da 23 askerin öldürülmesinde
sonra bu görüşme kesintiye uğradı. Oslo
görüşmelerinde PKK yönetimi ile oturulmuştu. Bundan 6 ay önce de yeniden
Hükümet Öcalan’la görüşmeleri başlattığını açıkladı. Bu görüşme, açlık grevlerinin son bulmasının arkasına denk düştü. Hükümet, Ergenekon’dan uzaklaşıp
kendi limanına sığınan Öcalan’a istediklerini yaptıracağını plânladı.
Öcalan’la görüşen ilk heyette bulunan
Ahmet Türk’ün, “Öcalan, devleti rahatsız edecek taleplerde bulunmayacak”
açıklama yapması durumu açıkça anlatıyor, Öcalan’ın hükümete teslim olduğunu gösteriyordu.
İlk heyetin dönüşünden sonra, durumdan
rahatsız olan PKK’nın Kandil’deki Merkezi, BDP, Avrupa’daki taraftarları doğrudan olmazsa da dolaylı olarak Öcalan’a
tepki gösterdiler. “Öcalan’ın liderleri olduğunu, onun kendileri adına görüşmeler yapacağını ileri sürmelerine rağmen
kendilerinin de önemli aktörler olduklarını” açıkladılar. Böylece, Öcalan’a karşı
ilk pozisyon alındı, Öcalan’a karşı politika geliştirilmeye başlandı.
Öcalan, Kandil, PKK, ikinci heyetin gidişinden sonra durumu düzeltmeye çalıştılar. İkinci heyet, Öcalan tarafından
haşlandı. Ama yine heyet aynı zamanda
Öcalan adına televizyonlarda açıklama-
lar yaparak, hükümetin yapmak istedikleriyle, Öcalan’ın yapmak istediklerinin
farklı olduğunu göstermeye çalıştı.
Bunun üzerine İmralı notları sızdırıldı
ve Milliyet’te yayınlandı.
Milliyette İmralı notlarının içeriği ve neden yayınlandılar?
* Heyete yönelik yapılan hakaretleri gizlemek içindi.
* PKK’nın silahsızlanmasına karşı olan
Kandil, BDP kanalıyla bu notları yayınlayarak muhalefetini ortaya koydu. Süreci sabote ve provoke de etmek istedi.
* Öcalan, BDP heyetlerine, kendi talepleriyle Hükümetin taleplerinin farklı olduğunu göstermeye çalıştı. BDP notları
sızdırarak, Hükümet ile Öcalan arasındaki ilişkileri zayıflatmaya, çelişkiyi
derinleştirmeye, karşılıklı güvensizliği
yaymaya, ilişkilerin koparmaya çalıştı.
* Genel Af’ın ötesinde kendisinin, KCK’
lıların, dağdakilerin sadece özgür olmayacaklarını, aynı zamanda kendi alanlarında yönetici olacaklarını dolaylı da
olsa anlatıyor.
* Hükümete Anayasa ve giderek Başkanlık sistemini destekleme sözü verdiği açığa çıkıyor. Bu anayasanın da Türk
ulus ve üniter devletin anayasası olduğu
anlaşılıyor.
* Silahlı güçlerin nasıl çekileceği konusunda Hükümetle Öcalan’ın farklı metodlara ve yol haritasına sahip olduğunu
notlar anlatıyor.
* PKK silahlı güçlerinin Kürdistan Federe Devletine çekilmesi halinde de, silahlandırılmayacaklarını, güçlendirileceklerini anlatıyor.
Öcalan’la görüşen son heyetin yaptığı
açıklamalar…
Son heyet adına S. Demirtaş Öcalan’ın
görüşlerini yazılı okudu. Yazılı görüşlerde şunları ifade edildi: “Mevcut çözüm
süreci olumlu anlamda ilerleyerek devam ediyor. Hedefimiz tüm Türkiye’nin
demokratikleşmesidir. Çabalarımız bunun içindir. Bu amaca hizmet edecek
çerçevede 21 Mart Newroz kutlamasında
bir çağrı yapmak üzere hazırlıklarımı
sürdürüyorum. Hazırlayacağım bildiri
tarihi nitelikte bir çağrı olacaktır. Bu
çağrı askeri ve siyasi bütün ayaklarına
dair doyurucu bilgiler içeriyor olacaktır.
Silah meselesini hızla ve zaman kaybetmeden, bir tek can dahi yitirilmeden
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çözmek istiyorum. Bütün bunların pratikleşmesi için yüce bir iradeyi temsil
eden parlamentonun ve siyasi partilerin
sunacağı desteği çok değerli buluyorum.
Geri çekilmenin hızla gerçekleşmesi ve
barışın kalıcı hale gelmesi için ümit ediyorum ki parlamento da aynı hızla üzerine düşen tarihî misyonunun gereğini
yapacaktır. Süreç ilerledikçe kamuoyuna
kendi adıma daha detaylı bir şekilde bilgilendirebilmeyi umuyorum…”
Öcalan’ın Newroz’da yaptığı açıklamayla, İmralı notları, heyetin açıklamalarıyla, Öcalan literatürü ile hiç irtibatı yok…
Newroz’da açıklanan mesajla, İmralı
notlarıyla, heyetler tarafından ifade edilen görüşlerle, Öcalan’ın avukat görüşmelerindeki ve genel literatürü ile hiçbir
alakası yok. Bu nedenle herkes çok şaşırdı. Basın mensupları birbirlerine sorular
sordular. Beklenenden öteye bir açıklamanın yapıldığını söylediler. Herkes en
azından 15 sayfalık, detaylı açıklamalar
beklerken, 3 sayfalık Türkçe bir metin
ortaya çıktı.
Bunun sırrı, 20 Mart’ta Başbakanın yaptığı sert açıklamada ortaya çıktı. Açıklamanın 20 Mart’ın gece yarısı Diyarbakır’a iletilmiş olması, açıklamaya
ilişkin olağanüstü gelişmeler olduğunu,
açıklamanın Başbakan, Adalet Bakanı,
Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, MİT
Müsteşarı görüşmesinden yeniden yazılmaya karar verildiği, yazıldığı, Öcalan’a
onaylatıldığı anlaşılıyor.
Metnin okunmasından sonra AK Partiye
yakın bazı basın mensuplarının, bu metnin Başbakan’ın 2005 yılında Diyarbakır’daki konuşmasına benzediğini, AK
Parti Meclisinde bu görüşlerin sıkça dile
getirildiğini, Öcalan ismi kaldırılsa her
AK Partilinin ve reformcunun bu metnin
altına imza atacağını, bu görüşlerin Diş
İşleri Bakanı Davutoğlu’nun görüşleri
olduğu açıklamaları da bunu anlatıyor.
Başbakan’ın açıklamaların, kendi mesajlarıyla aynı olduğunu söylemesi işin
tuzu biberi oldu.
Ben de bu açıklamanın yeniden yazıldıktan sonra, Öcalan’a onaylatıldığı görüşündeyim.
Mesajın Öcalan tarafından yazılmamasının tehlikeleri…
Böyle bir yöntemin, bu şekilde teslim
alma anlayışı oldukça tehlikelidir. Bu
organik olarak sorunların çözümünü engelleyeceği gibi, sorunları öteleyen, perdeleyen bir karakter taşır. Bu durumda
da, teslim alınan tarafın fırsat bulması
halinde, farklı davranma, zarar vermesi
kaçınılmaz hale gelir.
PKK/Öcalan kitlesi için de bu onun kırıcı bir durumdur. Bu yaklaşım ve uygulamayı kendisi için onur kırıcı görenlerin,
neler yapacakları da bilinemez.
Bu aynı zamanda, her renge girmeye,
herkesle uyum sağlamaya elverişli karaktere sahip olan Öcalan’ın ne yapmak
istediğinin de küllendirilmesi olur ki, bu
da başlı başına tehlikeli bir durumdur.
Haklı olarak denilir ki, yazılanların Öcalan için çok önemi yok. Doğru. Çünkü
Öcalan, rahatlıkla, hem Hiristiyancı,
hem Leninist, hem Stalinist, hem Kemalist, hem Baasit, hem şucu ve bucudur.
Şimdilerde de İslamcıdır. Çünkü işlerini
kendine göre İslamcı bir parti ve hükümetle kotarmak istemektedir.
Mesajın Kürtçe değil, Türkçe yazıldı. Bu
sorgulanmıyor, Pervin Buldan’ın Kürtçeyi iyi okumaması sorgulanıyor…
Öcalan mesajının kendisi yazmadı. Yazmış olsaydı da Kürtçe yazmayacaktı.
Bugüne kadar da hayatın da Kürtçe herhangi bir metin yazmış değil. Bu noktada da Öcalan’ın Kürt liderliğinin sorgulanması gerekir. Ama ne yazık ki, ele
sıkıştırılan mesajın Kürtçenin Kurmanci
lehçesine çeviri yapılması ve bunun Pervin Buldan tarafından güzel okunmamasından dolayı, linç durumunun ortaya
çıkması da bir haksızlık.
Kürtler adına milletvekili olan birinin
Kürtçeyi iyi bilmesi gereklidir. Ama 100
yıllık inkâr, asimilasyon,Kürtlerin Türkleştirilmesi, Kürtçenin eğitim-öğretim
dili olmamasının sonuçlarından birinin;
Kürt siyasetçilerinin ve aydınların da
kendi dilleri iyi yazıp konuşamamaları
olduğu bilinmelidir.
Ama Türk gazeteci ve yazarlarının,
Türkçe metne yapılan büyük tezahürü
de, Kürtlerin Türklerle aynı ruha sahip
oldukları tespitini anlatmaz. Bu yaklaşım, Kürt milletini yok sayan ya da
Kürtler Türkleri eşit görmeyen yaklaşımın bir ürünü.
PKK’nın silah bırakmasından en fazla
Kürtlerin yararı var…
PKK, Kemalist Devletin yeni stratejisi
çerçevesinde, Kürt ulusal hareketini hedefinden uzaklaştırmak ve denetlemek,
Kürtleri içerden kuşatmak çerçevesinden projelendirildi, silahlandırıldı. İlk
günden itibaren de PKK’nın silahlı mücadele dışında bir şey yapmayacağı çerçevede kurgulandı.
PKK, 1984 yılında da, Suriye, Irak, İran
Devletlerinin desteğiyle silahlı mücadelenin kapsamını genişletmeye karar
verdi.
PKK’nın o tarihten sonraki silahlı mücadelesi: PKK elitinin, PKK’yı destekleyen
devletlerin çıkarları çerçevesinden yürütüldü. Sadece Kürdistan’ın Kuzeyinde
değil, Kürdistan’ın bütün parçalarında
aleyhteki bilanço oldukça ağır. PKK
eliyle otoriter imtiyazlı otoriter militarist yapı oluşturulmuş durumda. Bu yapı
Kürdistan’da siyaset üzerinde bir monopol kurarak: Kürdistan’ı yeni merkezi
siyasi yapılanmaların ortaya çıkmasını
engellemekte, bir korku imparatorluğu
yaratmış durumda.
PKK’nın silah bırakması, sosyal, siyasal
yaşamda bir doğallaşmayı; demokratikleşmeyi sağlayacağı için, en fazla Kürtlerin lehinedir.
PKK’nın silahlı mücadelesi emperyalist
ülkelerin bir ürünü değil, Kemalist Devletin bir ürünüdür…
Öcalan’ın metninde, emperyalist ülkelerin halkları birbirine kırdırmak, parçalanmayı sağlamak için çatışmaları,
zımnen de olsa PKK silahlı mücadelesine kaynaklık ettiğini ifade ediyor. Bu
tespit kesinlikle bir yanlıştır. Öcalan’ın
bu yaklaşımı ve tespiti, kendi suçunu ve
kendi ağababaları olan Kemalist Devletin suçunu örtmek içindir. PKK’nın silahlı çatışması emperyalist devletlerin
bir isteği sonucu değil, Kemalist Türk
Devleti’nin Kürtlere karşı yeni bir stratejisinin ürünüdür. Öcalan Ortadoğu’ya
açıldıktan sonra da, Suriye, Irak, İran,
Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, Ermenistan ve
diğer birçok devletin silahlı mücadeleye
destek vermesi için onların kapsını çaldı, günlerce ve hatta aylarca onların kapısında nöbet tuttu. O devletler de kendi
çıkarlarının bir gereği olarak PKK’nın
silahlı mücadelesine destek vermekle
kalmadılar, teşvik edici de oldular.
Peki şimdi ne olacak?
Newroz’da yapılan açıklamaya göre,
PKK çatışmaları durduğunu ve geri çekileceğini açıkladı. Öcalan’la PKK merkezinin antlaşması buraya kadardır.
PKK pratikte, bütün silahlı güçlerini çekmeyecek. Silahlı güçlerinin bir kısmını,
içerde tutmaya çalışacak. Bunları gizleyecek. Ama dışarı çıkan silahlı güçler de
silahlarını bırakmayacaklar. PKK silahlı
güçlerini koruyacak. Bu silahlı güçlerinin bir kısmını şehir merkezlerinde koruyacak, bir kısmını güvenlik adı altında
tutacak, bir kısmını da Kürdistan’ın Batısına (Suriye’ye), Kürdistan’ın Doğusuna (İran’a) aktaracak.
PKK bölgedeki ve özellikle de Suriye’deki gelişmeler açısından bir dönem
için Türkiye’de çatışmaları durdurmasını da teknik açıdan kendi çıkarlarına
uygun görüyor.
PKK’nın silahlı yapısını ve militarist
otoriterizmini her zaman Kürtler üzerinde his ettireceği de unutulmamalı. PKK,
bu aşamada yarı militer-otoriter yapısıyla Kürtler üzerinden egemenlik ve denetim mekanizmasını işletmeye; korku
imparatorluğunun devamını sağlamaya
çalışacaktır.
Mesajda her şey var sadece Kürtler ilgili
hiçbir şey yok…
Newroz’da Öcalan adına okunan mesajda nelerin olduğunu açımlamadan mad-
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
deşler şeklinde sıralarsak karşımıza şöyle bir tablo çıkar.
* Türk sömürgeci yayılmacılığını, Osmanlıcılığı, Pan-Türkizmi, Pan-İslamizmi içeriyor.
* Misak-i Milliyi meşru görüyor. Kürdistan’ın Güney ve Batı parçalarının da
Türk hegemonyasına geçirilmesini talep
ediyor.
* Kürtlerin, Türk Devletinin şemsiyesi altında ikinci sınıf bir Milet, kolektif
haklarından mahrum; kendi kaderinin
kendisinin tayin etmesinin engellendiği, bir yeni yayılmacı-sömürgeci sistemi
öneriyor.
* Kemalist Türk Devleti’nin yeniden restarasyonunu öngörüyor.
* Gizliden de olsa, Kürt ulusal ayaklanmalarının emperyalist devletlerin bir
ürünü olduğu anlatılıyor.
* Tarihi çarpıtma ve bölgelerin yanlış
tanımlıyor. Kürdistan Anadolu kabul
ediliyor.
* Ne hikmetse deklerasyonda Kürtler
adına hiçbir şey anlatılmıyor. Kürtlerin
kolektif haklarından herhangi bir bahis
yok.
* PKK’nın kendisi demokrat olmadığı,
demokrasiyi benimsediği, tek ideoloji,
tek lider ve tek parti diktatörlüğünü savunduğu halde bolca demokrasiden bahsediyor.
* Halk,11 Mart 1970 yılında Kürt lideri Mustafa Barzani’nin liderliğindeki
Kürdistan Demokrat Partisi’nin Baas
rejimiyle antlaşması sonucu Otonomi
kazandığı gibi bir beklenti içindeyken;
Kürtlerin kolektif haklardan bile bahsedilmemiş olması da, PKK’nın sürdüğü
savaşın Kürtler için olmadığını ortaya
koyuyor.
Amed, 25 MART 2013
Diyarbakır’da 30'u
Aşkın Gözaltı
Diyarbakır’da düzenlenen operasyonlarda aralarında BDP yöneticilerinin de bulunduğu 30'u aşkın kişi gözaltına alındı.
Diyarbakır BİA Haber Merkezi
26 Mart 2013, Salı
Diyarbakır’da bugün gerçekleştirilen
operasyonlarda aralarında Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) yöneticilerinin de
olduğu 30'u aşkın kişi gözaltına alındı.
Gözaltına alınanlar Diyarbakır Emniyet
Müdürlüğü’ne götürüldü.
BDP Eş Başkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş ise twitter hesabından operasyona ilişkin, "Diyarbakır' da yapılan
operasyon yaptığımız araştırmaya göre
kaçakçılık iddiasıyla yürütülmektedir"
dedi. (EKN)
Müslim Korkmaz
KOLAY VE UCUZ
LİDER OLUNAMIYOR!
Büyük insanlar kücük lokma yer, büyük söz söylerler.
Türkiye, Nelson Mandelaya Atatürk ödülü verdi, ama Mandela bu ödülü reddetti .Bir Türk gazeteci, “ bu ödülü neden reddettiniz”? diye sorunca , Mandela söyle cevap verdi: “ Kürdlerin cektigi acilari hissetseydiniz, bir saniye bile
düsünmeden , siz de bu ödülü reddederdiniz”
Mandela’ya sömürgeciler cezaevinden ev hapsine cikmayi teklif ettiklerinde,
“benim arkadaslarim ceza evindeyken ben kendim icin ayricalik isteyemem”
diyerek red etmisti...Yine baris görüsmeleri icin kararini sorduklarinda da:
“Afrika Ulusal Konseyiyle görüsün” demisti.
Gandhi’nin kendisiyle hapiste görüşmek isteyen İngiliz Hükümeti’ne verdiği
cevap ise söyle:
“Esaret ortamında görüşmek işbirlikçiliktir, ahlâksızlıktır. Ben satyagraha’yı/
üstün ahlâkı temsil ediyorum. Bana ahlâksızlığı dayatamazsınız”
Seyit Riza ise, dar agacina götürülürken tarihe gecen son sözleriyle sunu haykirmisti : “Ben sizin hilelerinizle ba§ edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben
de sizin önünüzde diz cökmedim, bu da size dert olsun “ diyerek ilerlemis yasina ragmen sandalyeyi tekmeliyerek kendi celatlari olan sömürgecileri hem
korku hem de hayranlik icinde birakmisti.
Kimse öyle kolay ve ucuz yoldan lider olamiyor. Tarih kimilerini halkinin yüregine gömer , kimisini de kendi cöplügüne atar.
23.03. 2013
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türk
Ordusu
neden geri
çekilmiyor?
gili bütün taleplerin ötelenerek "Öcalan'ın
tecriti, sağlığı ve özgürlüğü"ne indirgenmeş olmasının da payı büyüktür. Başbakan, Öcalan üzerindeki tecriti kaldırdığı
ve onun koşullarının iyileştirdiğini söyleyerek bu talepleri karşıladığını ve PKK
taleplerinin boşa çıktığı mesajını vermeye
çalışmaktadır. Başbakan, tüm konuşması
boyunca “terör örgütü” “terör” diye tanım
çerçevesinde konuşmaya özen gösterdi. Bu
basit ve aşağılayıcı dil, açıktır ki Kürt kimliğine yönelik bir anlayışı yansıtıyor ve bu
anlayış çözümden oldukça uzaktır.
Recep Maraşlı
2013 Amed Newroz’unda Öcalan’ın yaptığı PKK silahlı güçlerinin “sınır dışına
çekilmesi” çağrısı sembolik olarak yeni
bir dönemin başlangıcına mı işaret ediyor?
Örneğin Kürt sorununun barışçıl çözüm
yolunun açılışına mı?
Ben Kürt sorunu denen şeyin eşitlik-özgürlük- adalet üçgeninde Kürt ulusunun ağır
bir haksızlık ve zulüm altında olmasından
kaynaklandığını savunuyorum. Dolayısıyla Kürt kimliğinin eşitliğini, Kürt ulusunun özgürlüğü ve kendi kaderini tayin
hakkını içermeyen hiçbir girişimin de gerçek bir çözüm ve samimi bir çaba olmadığı
düşüncesindeyim.
Gerilla güçlerinin TC sınırları dışına çekilme çağrısını duyar duymaz ilk düşüncem
bu eşitlik ve adalet kavramına binaen; iyi
ama “Türk askeri, Türk Silahlı kuvvetleri
neden Kürdistan dışına çıkmıyor?” sorusu
oldu…
Ordu Kürdistan'da işgalci bir güçtür, Türk
sömürgeci egemenlik sitemini inşa eden
ve yürüten, Kürtlerin özgürleşmesini de
önleyen bir güçtür. Savaşın kaynağıdır.
Türk ordusunun Kürdistan’ı terk etmesinden söz etmenin bugünün ortamında extrem geleceğinin farkındayım. Fakat işin
doğrusu budur; silahsız, savaşsız çözüm
bunu gerektirir. Diğeri Kürt tarafının “yenilgiyi, yanlışlığı” tek taraflı olarak kabul
edip sahneden çekilmesinden başka bir şey
değildir. Eğer bu yenilginin kabulü değil
de “barış için tek taraflı iyi niyet gösteri”
ise, fedakârlık yapması gereken taraf neden mağdur olan taraf oluyor ki? Bu sadece
kötü bir durumu iyi bir yalanla hafifletmeye çalışmak olur.
Burada muğlak olan bir şeyler var, açık
yüreklilikle ortaya koymakta fayda var:
Silahlı mücadelenin bir kez daha tatil edilmesi, Devletle yapılan bir takım görüşmelerin, çözüm yolunda atılmış bazı adımların sonucu olarak mı gündeme geldi; yoksa
bundan bağımsız, stratejik olarak silahlı
mücadelenin miadını doldurduğu, Kürt
ulusal demokratik mücadelesine yarar sağ-
lamadığı –hatta zarar verdiği-, uluslar arası
konjonktürün bu aracın bırakılmasını dayattığı saptamasına mı dayanıyor?
Bu birbirine zıt iki önemli saptamadır:
Eğer silah bırakma devletle yapılan bir takım görüşmelere dayanıyorsa, bu silahlı
mücadelenin az ya da çok başarılı olduğu,
hedefine ulaştığını gösterir. Silahlı güçlerin birbirlerini kesin yenilgiye uğratamadıkları ama uzatılmış bu savaştaki insan
kayıplarının, maddi manevi zararların önlenmesi noktasında uzlaşıldığı anlamına
gelir.
Ortada böyle bir “karşılıklı anlaşma”dan
çok, karşılığı çok fazla konuşulmamış
veya netleştirilmemiş bir “iyi niyet gösterisi” olacağı daha ağırlık kazanıyor. AK
Parti iktidarına böyle bir iyi niyet gösterisi
yapmanın, ona “terörü bitirmiş, sükûneti
sağlamış iktidar” avantajı sağlamanın siyasi karşılığı nedir? Henüz hiç kimse bunu
bilmiyor… AK Parti’nin Anayasa değişikliğinde desteklenmesi, Erdoğan’ın başkanlığının desteklenmesi gibi zaten egemen
olan Türk sömürgeciliğinin daha neler kazanacağı alt alta diziliyor da Kürt tarafının
alacağı karşılığın ne olduğu veya neler olacağı henüz bilinmiyor.
Başbakan Erdoğan, önünde bütünlemeye
kalmış sözlü sınav örgencileri gibi dizilen medya mensuplarıyla düzenlediği TV
programında, PKK silahlı güçlerinin çekilmesi karşılığında Öcalan’a ne gibi tavizler verildiği sorusuna karşılık aynen şöyle
cevap verdi:
“İmralı’ya 12 kanallı televizyon verdik,
jimnastiği üç günden yedi güne çıkarttık,
arkadaşlarıyla her gün görüş sağladık, benim verdiğim, vereceğim budur”.
Bu yaklaşım hem Öcalan’ı, hem PKK’yi
hem de Kürt ulusunu aşağılayan bir açıklamadır. Eğer 30 yıllık silahlı mücadele
Öcalan’a sağlanan 12 kanallı TV ile bitecekti ise, şimdiye kadar niye beklendi?
Erdoğan'ın böyle bir aşağılama ile çıkmasına cevaz veren, Kürt ulusal haklarıyla il-
Örneğin önceleri “çekilme söz konusu
olursa operasyonlar tabii ki durur” diyen
TC Başbakanı Erdoğan; “Teröristlerin silahlarını bırakarak çekilmelerini” söylüyor, “ eğer silahları ile çekilirse, güvenlik
güçleri silahlı bir gruba müdahale edebilir” diyerek, görüşmeler yoluyla bir çekilme değil, sadece onlara “güvenli kaçış için
göz yumulması” biçimini uygun görmektedir. Sürekli “terör örgütü”, “terör” bağlamında bir söylem kurmaktadır.
Başbakan, Qandil’den talep edilen “çekilme için yasal güvenceler oluşturulması,
meclisin devreye girmesi” gibi son derece
makul ve haklı taleplere yanaşmadığını da
açıkladı. Burada bir samimiyetsizlik ve
ciddiyetsizlik hemen kendini gösteriyor.
Hem “yasal düzenlemeye gerek yok!” demek hem de Gerillanın silahlarıyla çekilmesi durumunda "güvenlik güçlerinin onlara yasal olarak operasyon yapma hakkı
var” demek birbiriyle çelişir. Kaldı kı eğer
yasa söz konusu ise Güvenlik kuvvetleri bir
ihbar durumunda “silahsız teröristlere” de
operasyon yapabilir, onları ölü ya da diri
ele geçirebilir. 13 yaşındaki Uğur Kaymaz
ve babası da “terörist ihbarı ve istihbaratı”
gerekçesiyle kurşunlanmadılar mı?
Dahası PKK ilk kez geri çekilmiyor; aynı
durum daha geniş kapsamlı olarak 1999
sürecinde de yaşanmıştı. Gerilla devletin bilgisi ve gözetiminde çekildiği halde
[ki İmralı’da yapılan görüşmelerde gerilla güçlerinin ülke içinde “kabul edilebilir
şiddet sınırı”(!)nda kalabileceği, 500 kadar
militanın içerde olmasına göz yumulabileceği bizzat Askeri yetkililer tarafından ifade edilmişti] çok sayıda gerillanın çekilme
sürecinde karşılaştıkları operasyonlarla
hayatlarını yitirdikleri biliniyor.
O halde Gerilla sadece verilen “sözlere”
dayanarak kendini şimdi neden ateşe atsın
ki! Kürt gençlerinin canı çok mu kıymetsiz?
Yine “yasa”lar söz konusuysa “sınırları silahsız da olsa yasa dışı şekilde geçmek” de
suçtur ve güvenlik güçleri buna da müdahale edeebilir. Geçen yıl Roboski’de tama-
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
men silahsız ve sınır ticareti yapan köylüler
bombardıman edilmedi mi? Bunun yasal
dayanağı varsa, silahsız çekilen PKK’lileri
“kaçakçı sandık!” diyerek bombalamaları
da pekala mümkündür…
TSK açısından da bu alanda görev yapan
rütbelilerin “silahlı” ya da “silahsız terörist
grupların geçişine göz yummak” iddiasıyla
suçlanarak yargı karşısına geçmeleri endişesi taşımaları mümkündür. Dolayısıyla
şimdi ya da ileride böyle bir riski almak
istemeyebilirler. Bu, nedensiz bir kuşku da
değildir.
MİT müsteşarı Hakan Fidan hakkında
KCK davaları kapsamında hem de “Oslo
görüşmeleri” nedeniyle soruşturma açıldığı, Başbakan’ın MİT müsteşarını ancak
alelacele özel yasa çıkartarak tutuklanmaktan kurtarabildiği henüz hafızalarda
çok yenidir. MİT müsteşarı için gerekli
olan yasal korumayı bölgede görev yapan
Generaller neden talep etmesinler?
Dolayısıyla TBMM’nin “geri çekilme için
yasal düzenleme” yapma talebi , yalnız silahlarından ve cesaretlerinden başka hiçbir
güvenceleri olmayan Gerilla güçleri için
değil; Türk tarafının görevlileri için de gerekli bir önlemdir.
Hem tek taraflı bir çekilme, hem de bunun
hiçbir yasal, hukuki güvenceye kavuşturulmaması, hem de “silahları bırakın kendinize kaçacak yol bulun gidin” demek
eğer eşit ve adil bir çözüm samimi bir girişim olamaz.
Bu ve diğer taleplerin karşılanması için
AKP’nin Parlamentodan yana bir sıkıntısı
bulunmadığı açıktır. Üstelik BDP de bunu
destekleyeceği düşünülürse daha rahat bir
çerçeve bulunabilir. İronik bir durum ama
PKK’yi güya “yasal zemine” çekmek isteyen hükümet bu işi “yasa dışı” (illegal)
yollarla çözmeyi tercih ediyor. Duruma yasal bir çerçeve kazandırmaktan kaçınıyor.
Bu durum iktidarın çözüm konusunda
samimi olmadığının en önemli göstergelerinden biridir. Görüşülüyorsa, uzlaşma
yapılıyorsa, bunun parlamentıoda yasal bir
tanımının ve güvencelerinin hazırlanması
ciddiyetin gereğidir.
Görüşmeler özgür, eşit bir ortamında yapılmıyor
“2. İmralı süreci” olarak adlandırılan bu
sürecin, gerçek ve özgür bir görüşme, çözüm arama yolu ve yöntemi olmanın çok
uzağında seyrettiğinin altını çizmekte fayda var.
Özünde bir “eşitlik”, “özgürlük” ve “ada-
let” davasının çözümünün tam da bu amaçların ruhuna aykırı bir mekânda TC’nin
“mahkûm etme, cezalandırma” tarihinin
bir simgesi olarak “İmralı cezaevi” içine
hapsedilmiş olması, ironik şekilde Kürt
ulusal mücadelesini “hücreye kapatma”
görüşmesine işaret ediyor.
Siyasi olarak tek adam-tek şef anlayışının,
liderlerin tabulaştırıldığı örgütsel yapıların demokrasi mücadelesinin özüne ters
düştüğü görüşündeyim. Şimdi yapılan ise
daha da ağır bir yanlıştır. Kürt ulusunun
geleceğini böyle özgür olmayan bir ilişki
biçimine, TC devletinin belirlediği, kolayca manipüle edip, filtrelediği, yönlendirdiği koşullara bağlamak büyük bir vebal
altına girmektir. Kürt tarafının ve barış
dostlarının öncelikle bu ilişki biçimine
itiraz etmeleri beklenir. Bu hücre koşullu
ve ipotek altına alınmış görüşme biçimlerinden ne “barış” ne de “çözüm” çıkmaz…
Evet, Öcalan hem PKK hem Kürt toplumu
açısından çok önemli bir aktördür ve çözüm sürecinde de rol alması gerekli koşullardan biridir. Ne var ki, en başta Öcalan
özgür koşullarda değildir; tek başına 13
yıldır tecrit altındadır. Felsefi düşünme,
okuma-yazma, yoğunlaşma açısından düşüncede, vicdanda özgür olmak başka bir
şeydir; bu kadar ağır tecrit koşulları altında bir halkın kaderini tayin edecek kritik
siyasi kararlar için tecrit hücresinin kuşatma koşulları altında bir takım “çözüm”lere
zorlanmak başka bir şeydir. Bunun için
canlı bir diyalog yürümesi, bilgi akışının
sağlıklı olması, özgürce tartışmaların yapılabilmesi gerekir. Oysa İmralı’da böyle
bir koşul yoktur, her şey devletin denetimi, izni, gözetimi altındadır; Kürt tarafı
kendi özgür iradesini devletin blerlediği
gardiyanlık ve sansürü koşullarında nasıl
özgürce oluşturabilir.
Eğer; “Biz Öcalan’ı ikna ettik, onunla
mutabakata vardık, geriye, madem “önderimiz” diyorsunuz, onun dediklerine PKK
kadrolarının, Gerillanın ve BDP’nin harfiyen uyması kalıyor” deniyorsa, bunun özgür bir “çözüm” veya “barış” süreci değil
“dayatma” olacağı açıktır.
Yeri ve zamanı geldiğince Öcalan’ın örgüt
ve kitle nezdindeki “tek adamlığını”, diktatörlük, Stalinizm olarak eleştirenlerin;
şimdi Kandil , BDP veya Kürt kitlesinde
yükselen ihtiyatlı seslere karşı bile “ama
Öcalan böyle diyor!” diyerek onun baltasına sarılmaları da ibret vericidir. Demek
ki mesele “tek adam” meselesi değil, tek
adamın sizin işinize yarayıp yaramaması
meselesiymiş...
Görüşmelerin içinde Öcalan’ın bulunması
elbette doğrudur ama çözümü “İmralı ce-
zaevine” kapatan bir görüşme biçiminin;
dışarıdaki PKK yapılanmasının, BDP gibi
önemli bir sivil siyaset gücünün; sivil toplum örgütlerinin; çeşitli eğilimlerdeki parti ve örgütlerin; nihayet Kürt aydınlarının
iradelerini bu tutsaklık koşullarına ve devlet denetimindeki bilgi alış-verişine bağlanması son derece yanlıştır. Siyasetin koşullarıyla açıklanamayacak bir naifliktir.
Kürt ulusal demokratik hareketinin iradesini Öcalan’la birlikte İmralı’ya kapatmak
tarihi bir hata. PKK’nın, BDP’nin de örgüt olarak kendi siyasi iradelerini gönüllü olarak İmralı hücresine kapatmaları da
aynı derecede vahim bir yanlış olur. Zaten
görüldüğü kadarıyla Öcalan da sürecin
sorumluluğunu tek başına üstlenmekten
ziyade olabildiğince dışarıdaki yapısal unsurlarla paylaşmaya çalışıyor. Fakat bu koşullarda yapılabilecek bir şey değil...
Barış ve çözüm görüşmelerinin “Yuvarlak
Masa” etrafında yapılmasına diplomaside
özel bir anlamı yüklenmiştir. Dört köşe bir
masada, masanın kısa tarafında ve odanın
duvar tarafına sırtı dönük olarak oturan
kişinin “hâkim” konumda olduğu kabul
edilir. Sırf masada oturma biçiminin bile
önemli olduğu görüşmelerin gerçekten de
özgür ve eşit koşullarda yapılması son derece önemlidir, ciddiyeti, samimiyeti gösterir; güven verir.
Diğeri daha baştan “ben senin egemenliğini, koyduğun,koyacağın kuralları kabul
ediyorum” demektir.
Görüşmelerin tarafsız bir ülkede, gözlemci
statüsüyle de olsa uluslar arası camiadan
bir temsilcinin de katılımıyla yürütüldüğü
anlaşılan Oslo görüşmeleri “Müzakere”
kavramına daha uygundu.
Gerçek bir çözüm ve barış süreci için görüşmelerin özgür ve eşit koşullarda ve
uluslar arası tarafsız gözlemcilerin de bulunduğu koşullarda ilerleyebilir; PKK’nın
askeri ve sivil kanatlarıyla, BDP’nin aktif
olarak katılımını gerektirir. BDP’yi sık sık
sivil siyasetin temsilcisi olmasına rağmen
“aktif rol almamakla” eleştirenlerin bu süreçte BDP’ye sadece “kurye” rolü biçmeleri oldukça manidardır.
Elbette silahlı mücadelenin bırakılması, koşul ve şartlarının kararını vermek
PKK’ye ait olmakla birlikte; Kürt ulusunun bir bütün halinde geleceğini ilgilendiren böyle kritik bir aşamada diğer Kürt
örgütlerinin, Kürdistanlı sivil toplum kuruluşlarının; aydınların, dost ve müttefiklerinin de sürece dahil edilmesi; ortak bir
payda bulunmaya çalışılması da son derece
önemlidir.
Sivil siyasetin önündeki engeller ve KCK
davaları…
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Çifte standartlı ve samimiyetsiz o kadar
çok şey var ki… Örneğin, halen binlerce
kişi tutuklu olarak KCK davalarından yargılanıyor. Bunların içinde seçildiği halde
serbest bırakılmayan milletvekilleri, görev başından alınmış belediye başkanları
var. BDP örgütlerinin çoğu KCK iddiasıyla yargılanıyor. 12 Eylül’de bile olmadığı
kadar hukukçu, avukat tutuklu… Bir yandan silahlı mücadeleye karşı sivil siyasetin
önünün açma iddiasında bulunmak, diğer
yandan da sivil siyaset yapan insanları onlarca yıl ceza tehdidiyle, cezaevlerine doldurup yargılamak birbiriyle uyumlu olan
şeyler değildir.
Hem PKK’nin silah bırakma ve görüşmeler
yapılmasını destekleyen, hem de KCK davalarında binlerce kişinin yargılanmasını
birlikte destekleyenlerin samimiyetsizliğini de yeri gelmişken vurgulamak isterim.
Bunun anlamı PKK’nin sadece silahlı mücadeleyi bırakmakla kalmayıp, legal siyaset alanında da ceza kurallarına uyması
istenmesidir ki bu da müzakere ve barış
değil teslimiyet çağrısıdır…
Kürt ulusal hareketinin silahlı mücadele
yollarını kullanmasını anlamsız hale getirmenin yolu, onun legal siyaset yapmasının
önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Bu da
yasaların buna göre düzeltilmesini, yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Oysa hükümet kanadından böyle bir irade beyanı
görülmemektedir.
CHP ve MHP'nin tutumu ise zaten konuşmaya bile değmez... Asıl ve en etkili muhalefet bağımsız siyasi bir güç gibi hareket eden Yargı organlarından, Özel Yetkili
Mahkemeler'den geliyor. Siyasi irade gibi
hareket eden Özel Yetkili Mahkemeler bu
noktada açık bir karşı tavır içinde olduklarını göstermişlerdir. Örneğin, tutuklu
vekillerin durumunu düzeltmek için çıkarılan 2. Yargı paketine rağmen beklenen
tahliyeler yapılmamıştı. Şimdi 4.yargı
paketi düzenleniyor ama bu paketin içeriğinde de somut, yol açıcı bir düzenleme
olmadığı gibi Yargı’nın bunu kendi siyasi anlayışına göre yorumlayarak meydan
okuması daha büyük bir olasılıktır.
Bu öyle büyük bir çelişki oluşturuyor ki;
KCK davasından yargılanan tutuklu avukatlar, örgüt lideri Abdullah Öcalan’la İmralı cezaevinde görüşerek bu talimatları
örgüte iletmek ve kuryelik yapmakla suçlanıyorlar. Oysa şimdi kamuoyunun gözü
önünde cereyan ettiği gibi bu kuryelik MİT
eliyle, Adalet Bakanlığı eliyle ve ya milletvekilleri eliyle yaptırılabiliyor. Kuşku
yok ki daha önceki Avukat görüşmeleri
de MİT’in, Devletin güvenlik birimlerinin bilgisi ve onayı içinde gerçekleşiyordu. Buna rağmen Özel Yetkili Mahkeme
savcıları bu konuda soruşturma başlattı ve
Avukatlar tutuklandılar.
Keza PKK ile yapılan Oslo görüşmeleri nedeniyle MİT müsteşarı hakkında soruşturma açıldı ve MİT müsteşarının tutuklanması ancak özel bir kanunla engellenebildi.
Bu demektir ki, PKK’nin legal siyaset yapmasının önü yalnız askeri provokasyonlarla değil, Yargı’nın tutumu nedeniyle de
özel olarak kapalıdır.
Çözüm ve müzakereler başladığından beri
sık Kürt tarafının mütabakata uyup uymayacağı, farklı seslerin ve engellemelerin
yapılıp yapılmayacağı tartışılıyor. Kürt
tarafını resmi görüş etrafında tutmak için
baskılandırmaya çalışan bir yorum bombardımanı sürüp gidiyor.
Oysa bu konuda asıl parçalı olan devletin
kendisidir. Bütünlüklü bir ön görü ve ortak
bir anlayış görülmemektedir.
Bozulan ezberler, boşa çıkan mevzilenmeler ve bardağın dolu tarafı
İmralı görüşmeleri sırasında basına yansıyan diyaloglar, mektuplar ile Amed’de
okunan Newroz çağrısının değerlendirilmesi oldukça önemli. Çünkü bunlar İmralı mutabakatının çerçevesini, ideolojik ve
siyasal zeminini gösteren önemli veriler
içeriyor.
Böyle bakınca “silahların bırakılması” dışında oldukça flu ve dumanlı bir tablo görünüyor. Dumanlı havanın ardında ise çok
daha kötü işaret ve izler kendini gösteriyor.
Yalnızca ateşli silahlar değil, ideolojik-siyasal mevziler de terk edilmiş görünüyor.
Öncelikle Öcalan'ın mesajı daha önceki
tüm siyasi dizilişleri alt-üst etti. AKP ile
girilen son derece sert siyasi polemikler ve
adeta hiçbir şekilde uzlaşmaz iki düşman
gibi mevzilenen BDP ve PKK'nin söylem
ve tavırları Öcalan'ın AKP ile ittifak hatta Erdoğan'ın başkanlığının destekleneceği görüşüyle tamamen boşa çıktı. Leyla
Zana'nın, Erdoğan'la yaptığı görüşmenin
kendi başına değil, danışılarak yapılmış
bir giriyim olduğu ortaya çıktı. Kendi bağımsız düşünce ve analizlerini değil de
"önderlikleri"nin düşünce ve açılımlarını
yorumlamaya, açıklamaya endeksleyenleri
zor durumda kaldı.
Boşa çıkan yalnız BDP ve PKK değil;
"Öcalan'ın Ergenekon ve derin devletin
adamı olduğu, AKP'nin askeri vesayete
karşı yürüttüğü mücadeleyi baltalamakya
çalıştığı" teorisiyle hareket eden muhalifler de boşa düştü. Birden bire kendilerini
AKP'nin demokrasi mücadelesini destekleme çabalarında Öcalan'ın çok gerisinde
buluverdiler! Kürt aydın ve politikacıları
arasında en çok görülen şey, eski ideolojik
dogmatizmlerin bir devamı olarak; kendileri bir model kuruyor ve hayatın bu modeli doğrulaması için durup bekliyorlar.
"Hayat bizi haklı çıkaracak!" Modellerini
hayatın gidişatına, değişen güç tdengeleri ve mevzilenişlere göre yeniden gözden
geçirmek yerine, kendi kurgularının doğmatizminde yaşayı tercih ediyorlar. Yaşamın kendilerini doğrulamasını beklerken,
bir de bakıyorlar ki Öcalan'la aynrı şeyleri
söyleyip savunuyorlar.
Bu arada tabiki "bardağın dolu" tarafına da
değinmek yerinde olur.
Bir kere "Teröristlerle görüşmeyiz, pazarlık etmeyiz", "Öcalan'ı muhatap almayız"
diyenler; hatta meydanlara idam ipi atmakla, idamı yeniden geri getirmek tartışmalarına girenler; "Baldıran zehiri içmek", bu
işin çözümü için "ser'den bile vazgeçmek"
söylemine geliyorlarsa bunun keyfi olmadığı açıktır. Kürt toplumu yığınsal ve kararlı
şekilde bu mücadeleyi desteklemeseydi,
kuşkusuz ki "iyi niyetli" veya "aldatmaca"
her ne şikilrde olursa olsun bir müzakere
zorunluğu duyulmayacaktı. Başlı başına
bu bile lmücadelenin değiştirme gücünü
gösteren bir kazanımdır.
PKK kitle desteği ve askeri kabiliyeti bakımından en iyi noktalarından birini yaşıyor.
TC’nin son iki yıldır askeri olarak bitirme amaçla yaptığı yüklenme (ki bazıları
İHA’lar sayesinde 6 ay içinde PKK’nin biteceğine bile tarih vermişlerdi!) başarısız
olduğu gibi; PKK, Suriye savaşında uzun
bir şerit içinde kurtarılmış alan kazanarak
gücünü daha da artırmış oldu. Dolayısıyla, Öcalan’ın teslim alınmasındaki çalkantı ve moral bozukluğunun tersine, bu kez
kendi koşulları içinde barış görüşmelerine
girmek için çok daha kendine güvenli bir
noktada olduğu söylenebilir.
Kürt ulusal demokratik hareketinin özellikle yerel yönetimlerde istikrarlı bir varlık
göstermesi; sivil demokratik siyasetin kadro ve dinamiklerini daha da güçlendirerek;
barışçıl yöntemlerin tercih edilmesini teşvik eden önemli bir etken oluşturmaktadır.
Çeşitli kapatma, operasyonlar ve seçim
hilelerine rağmen özellikle Kürt toplumu
savaşın en büyük mağdurudur, çilesini ve
yükünü doğrudan doğruya çekmektedir.
Savaş onu yormuş, zaten kırık dökük olan
iç dinamiklerini iyice öğütmektedir. Bununla birlikte Kürt toplumunun “ne olursa olsun savaş dursun” gibi bir teslimiyet
noktasında olduğunu sanmak da büyük
yanılgı olur. Ödediği bedeller ağırlaştıkça, zaten bilerek göğüslediği bu bedellerin
karşılanması da ne az barış talebi kadar
güçlenmiştir. Kürt toplumunu coşkulandı-
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ran şey, barış talebi ile ulusal istemlerinin
karşılanmasının asgari bir ortak paydaya
sahip olacağı umududur.
lece Hıristiyanlık, Musevilikle beraber
Alevilik, Yezidilik gibi din ve inançlar da
“ortak”lığın tamamen dışındadır.
Türk toplumundaki barış talebi maalesef
daha çok asker cenazeleriyle orantılı olarak görülüyor. Kürt sorununa “adil ve kalıcı” bir çözümden çok, PKK’nin sesinin bir
biçimde kısılması, Kürtlerin rahatsız edici
seslerini duymamak düzeyinde bir karşılığa sahip. AK Parti iktidarına bu konuda
günlük yaşam standardı ve ayrıcalıklarında bir şey hissetmediği oranda yapılacak
düzenlemelerden de rahatsız olmayacak
bir pasif destekten söz edilebilir.
Öcalan’ın “Misak-ı Milli”yi işgal, fetih,
çöreklenme, Soykırım ve zorla Türkleştirme süreclerinden bağımsız bir kavrammış
gibi onu aklamaya ve Kürt ulusal literatürüne sokmaya çalışması oldukça vahim bir
duruma işaret ediyor.
Kürtler yeniden Osmanlı kuyruğuna mı
takılacak?
Mesajda yer alan önemli ideolijik ve siyasi
sapmalara değinmekte yarar görüyorum.
Öcalan’ın yayınlanan mesajında “Tıpkı
yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde
Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı'nın daha
güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz” belirlemesi Kürt ulusal demokratik mücadelesinin bir tersine dönüş,
kendi kendisin inkarı ifade ediyor.
“Misak-ı Milli” kavramı Kürt ve Türklere ait ortak bir kavram değil, sadece Türk
egemenliğini ifaden, Türk şovenizmine ait
bir kavramdır.
“Misak-ı Milli”, halkların ortak vatanını
değil; Ermeni, Rum, Asuri-Süryani gibi
yerli Hıristiyan halklarının sürülüp yok
edildiği; Kürtler, Balkan ve Kaf kas göçmeni Müslüman halkların ise ulusal varlıklarının ret ve inkar edildiği; tartışmasız
Türk egemenliğini ve katıksız bir Türk vatanını ifade eder.
“Misak-ı Milli”, (Türkiye yada liberal-sol
aydınların sevdikleri başka bir terim olan
“Anadolu”), aslında içinde bir ülkeyi değil,
işgal edilmiş, soykırım ve etnik arındırmaya uğratılmış [ Ön Asya, Pontus, Batı
Ermenistan, Kürdistan, Kapadokya, Kilikya, Mezopotamya (Beth-Nahrin), Lazistan
gibi… ] pek çok ülkeyi içine alan coğrafi
bir mezarlığın adıdır.
“Misak-ı Milli” sınırladığı coğrafya içinde yalnızca tüm ulusal kimliklerin değil,
otun, çiçeğin böceğin bile zorla “Türkleştirilmeye” çalışıldığı, bunun için her türlü
zorbalık ve zulmün mübah görüldüğü bir
“mecburi Türk olma!” alanıdır.
Mutlak Türk ulusal egemenliği demek
olan “Misak-ı Milli” sınırları içinde yalnızca “İslamlık” Türk kimliğine yapışık
ve onu payandalamak şartıyla vardır. Böy-
“Çanakkale'de omuz omuza şehit düşen
Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı'nı birlikte yapmışlar, 1920 Meclisi'ni birlikte açmışlardır.” sözü de hamasi bir söylemdir ve
gerçeklerle bağdaşmaz.
“Çanakkale Savaşı”, Alman generallerinin
komutasında yapılmış emperyal savaşın
cephelerinden biridir. Kürtlerin Kıbrıs’ın
işgalinde, Kore savaşında “omuz omuza
şehit düşmekle” övünmeleri ne kadar anlamlı ise bu da öyledir. Diğer yandan “silahlı mücadelenin anlamsızlığı”, “savaşın
değil barışın” öne çıkarıldığı bir mesajda
ortak “savaş kardeşliğine” övgü yapılması; kategorik olarak “savaş”a karşıtı bir
söylem değildir. Birbirimize karşı değil,
başka ortak düşmanlara karşı savaşalım
diye, savaşın yön değiştirmesini ima eden
bir söylem.
“Türk Milli Kurtuluş” savaşı denilen şey
de, emperyalizme karşı verilen bir ulusal
bağımsızlık savaşı değildir. Osmanlı imparatorluğunun “millet-i hakimesi” (egemen ulusu) olan Türklüğün; soykırım v e
sürgünle yok ettiği Rumluk ve Ermeniliği;
zaten ezilip ufalan son varlık kalıntılarını
da yok etme mücadelesidir. Soykırım ve
etnik arındırmaya uğratılmış coğrafi alanda tamamen Türk egemenliğine dayalı bir
ulus devlet kurma mücadelesidir.
“Milli Kurtuluş Savaşı” Kürtlerle Türklerin birlikte öncülüğünd e yapılan bir savaş
değildir. Osmanlı İttihat-Terakki kadrolarından devralınan Kemalist asker-sivil bürokrasinin tamamen Türk ülküsü etrafında
yürüttükleri bir Türk ulusal egemenliği
mücadelesidir. Kürt egemen sınıflarını da
geleneksel ittifak politikasıyla bu mücadeleye aktif destek vermişlerdir.
Diğer yandan PKK ve Öcalan da dahil birçok Kürt örgütü, politikacı ve aydınının
1915 soykırımında Kürtlerin rolü konusunda, “o zaman Kürtlerin yönetici iradesi yoktu”, derken sıra “Kurtuluş Savaşı”
hikayesine, 1920 Meclisine, Cumhuriyete
gelince “öncülük”, “omuz omuza savaşmak” ve “asli unsur” gibi ifadelerle “tam
ortaklığa” vurgu yapma yarışına girmeleri
oldukça manidardır. 1915-16’da olmayan
“siyasi irade”, 1918’de nasıl hemencecik
oluştu da Türk Kurtuluş savaşı ve Türki-
ye Cumhuriyeti’ne “asli ortak” oldu izahi
mümkün değildir.
Kürtlerin, Türk ulusal kurtuluş savaşını
birlikte yaptık diye övünmelerinin; 1915
soykırımını birlikte yaptık diyerek övünmekle hiçbir farkı yoktur. Çünkü Türk
milli kurtuluş savaşı, 1915 soykırımın
kesintisiz devamıdır; İttihat Terakki’nin
hazırladığı alan son bir hamleyle daha da
“temizlenerek” Türk yurdu haline getirilmiştir. Burada bir “öncülük” veya “siyasi
eşitlik”ten değil; İslamlaşma döneminden
gelen, esas olarak Osmanlı-Türk merkezi
otoritesinin çıkarlarına hizmet etmiş bir
stratejik bir ittifaktan / işbirliğinden söz
edilebilir.
Bunun hem yerli halklara, hem bizzat Kürt
ulusunun kendine getirdiği yıkıcı sonuçlar,
bedeller ortadayken; onu bütün mirası ve
geleneğiyle reddetmek yerine matah bir
şeymiş gibi yeniden “refarans” haline getirmek ancak felaket habercisi olabilir.
Nitekim Öcalan, mesajında 1915 soykırımını tıpkı resmi Türk inkarcılığı gibi sessizlikle geçirmekle kalmıyor; bu soykırım
ve inkarına dayanan “Misak-ı Milli”, “yeniden Milli mücadele”, “İslam ittifakı”,
gibi kavramlara yaslanarak onlara Kürt
ulusal hareketinden destek sunuyor. Daha
sonraki ifadelerle ne kadar çok sık Rum,
Ermeni ve diğer halkları zikretse de bu referanslar sevimli kılmıyor tersine “ne biçim bir kılıcın altında eğiliyoruz biz” diye
ürküntü yaratıyor.
Aynı şekilde “İsa-Musa-Muhammed”
üçlemesi yapar ve birçok fırsatta “İslam
Kardeşliği”ne atıfta bulunurken; en çok ayrımcılığa ve katliamlara uğramış, sistemin
dışına itilmiş olan ve ulusal harekete çok
büyük destekler sunan Aleviliği, Ezidiliği
mesajın dışında bırakması bilinçli bir ihmal olarak kendini gösteriyor. Daha büyük
v e güçlü olanla “ittifak”a hazırlanırken,
güçsüz olanlar “feda” ediliyor demektir.
Bunun büyük bir kırgınlık v e üzüntü yaratacağı, güvensizlik doğuracağı açıktır.
Çünkü Alevilik, Türk-Kürt Sünni ittifakından tarihsel olarak çok çekti. Bu ittifak
eğer yeniden ve siyasi olarak canlanıyorsa,
Alevilere yönelik en büyük eleştiri olarak
kullanılan “Kürtlüklerini inkar ediyorlar,
inançlarını öne çıkarıyorlar” söyleminin
bir anlamı kalmayacaktır. “Kürtlük, benim
inancımı görmezden geliyor ve onu feda
edebiliyorsa, benden ne bekliyor?” haklı
sorusunu soracaktır. Keza şimdilerde unutulma moduna girmiş olan Paris suikastında hedef alınan üç Kürt kadınının aynı
zamanda Alevi ve Yezidi inancına mensup
oluşları bile bu kimliklere özellikle bir
mesaj verilmesini gerektirmiyor muydu?
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yoksa mesaj tam tersine Paris suikastıyla verilen “İslam ittifakı”nın ayak sesleri
miydi?
Elbette kısa bir mesajda her şeyin gereği
gibi belirtilmesi tüm duyarlılıkların dengelenmesi beklenemez ama Newroz mesajının birçok çevreyi gözetirken kimleri çok
fazla umursamadığı, feda ettiği mutabakat
ve işbirliğinin yönünü gösterir.
Oysa Kürt aydınlarının, politikacı ve örgütlerinin tarihsel ve toplumsal gerçekliklerle dürüştçe yüzleşen, birlikte yaşanan
halklara; onların hak ve adalet taleplerine
doğru yaklaşan; ulusal-dinsel-etnik kimliklere güven veren bir tavrı; sömürgeci
sistemin kurumlarıyla barışmaya feda etmemeleri beklenir.
bir "Kahramanlık destanı" dır da; Yırtık
Mekapla, 5 metre toprağın altında 30 yıldır
NATO'nun en büyük ordularından birine
karşı meydan okuyan Kürt gerillalarının
savaşı neden "kötü!"dür?
Barışın "kaybedeni" yoksa Kürtler Lozan
Barış Antlaşmasında ne kazandı, merak
ediyorum... Barışın "kötüsü" yoksa Türkiye politikacıları neden "Sevr Barışını"ndan
hortlaktan söz eder gibi kaçınıyorlar?
Bir zorba ümüğünüze oturmuşken sizin ses
çıkarmamanızın adı barış olamaz! Bunun
adı teslimiyettir!.. Barış ancak adaletle var
olur. Barışı konuşan ama adaleti konuşmayanlar size en iyi şekliyle egemenlerin
merhametine sığınmayı öğütlüyorlar, başka bir şey değil!
Barışı, silahların susmasını kim istemez
Sonuç olarak;
Kim gözü gibi koruduğu evlatlarının gençliklerin baharında yitip gitmesini ister.
Kim evi ocağı başına yıkılsın, geleceksiz,
umutsuz yaşasın ister... Bu yüzden barış en
kutsal taleptir.
Ben, AKP iktidarının niyetinin; Kürt sorunun gerçekten eşit, adil ve kalıcı bir çözüme kavuşturmak ve barış sağlamaktan
ziyade; Kürt ulusal demokratik hareketini
belli bir süre için olabildiğince pasifize
etmek, yedeklemeye çalışmaktan ibaret
olduğunu düşünüyorum. Bu süre ve ihtiyaç içeride, yeni TC Anayasasının istediği
biçimde çıkması, Başkanlık sistemine geçilmesi ve iktidar ayaklarının olabildiğince güçlendirilmesine; dışarıda Suriye’ye
müdahale v e yeniden yapılandırılmasında
daha etkin bir pozisyon kazanma; Güney
Kürdistan’da daha güçlenme hedeflerine
bağlı olarak uzayıp kısalabilir veya kesilebilir.
Savaşın durması, barışçı mücadele yollarının açılması toplumumuzun geniş bir kesiminin ortak talebi olarak ortaya çıkmakta.
PKK’nin ulusal talepleri küçülttüğü oranda, demokratik kitle hareketleri içinde de
hallolabilecek talepler için silahlı mücadele vermenin meşruiyet temelleri kaybettiği; Savaşın sivil demokratik siyasetin
önünü tıkadığı ve silahla bir çözüm bulunamayacağı görüşler daha güçlenmiştir.
Peki zulümle, adaletsizlikle barış olur mu?
Doğrusu şu ki eşitszlik, zulüm ve zorbalık üzerine inşa edilmiş bir barış, savaşın
yeniden ve daha büyük fırtınalarla kopması için bir kuluçka evresi olabilir sadece...
Kendimizi aldatmayalım ve barışı konuşurken adaletten yana hiç ağızını açmayanların aslında barışı falan konuşmadıklarını
görelim.
Şu sıralarda "Barış" sürecini kutsayacak o
kadar çok aforizma boca ediliyor ki reddeden mazallah "kâfir" olur. Barış sürecini
baltalamak, provoke etmek, savaştan nemalan gibi suçlamalarla karşılaşır. Şimdiye
kadar yaşamını yitirmiş nice masum varsa
vebali üzerinde kalır!
Örneğin "Savaşın iyisi, barışın kötüsü olmaz" mış; "Savaşın kazananı, barışın kaybedeni yok!" muş... Bunları söyleyenler
gerçekten söylediklerine inanıyorlar mı?
Aklım almıyor...
Savaşın iyisi kötüsü yoksa, haklısı haksızı
yoksa, O zaman neden "Çanakkale savaşı!" hep birlikte selam durmamız gereken
Dolayısıyla AKP, PKK’nin silahsızlandırılması ve Kürt sorununa çözüm konusunu
Türkiye’nin “yeni-Osmanlıcı konseptte”
güçlendirilmesi stratejisinin taktik bir aşaması olarak görüyor.
Kürt ulusal demokratik mücadelesinin ise
sömürgecilerle kendi kaderini köleleştiren
ittifakları reddetmesinin; özgürlük, eşitlik
temelinde tüm yerleşik halklar, etnik, dinsel kültürel kimliklerle birlikte çoğulcu bir
yeniden yapılanmayı hedeflemesinin hayati olduğu düşüncesindeyim.
Eğer gerçekten bir barış isteniyorsa, barışın tutunacak bir dalı olmalıdır: Bu da
adalettir.
Nedir bu "adalet"?... Ulusal anlaşmazlık ve
çatışmalar bağlamı içinde akıl ve vicdan
sahipleri için çok basit bir kural var:
Bütün ulusal kimliklerin birbirleriyle eşit
hak ve özgürlüklere, olanaklara sahip olması...
Kaynak: http://www.gelawej.net
KEMAL BÜLBÜL
KİME ŞAKIYOR;
SU AKAR YATAĞINI
BULUR MU??
Musa Ağacik
PİR SULTAN ABDAL'A
SAYGISIZLIK...
Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı
Kemal Bülbül, Diyarbakır'daki bir
toplantıda ''SEROK APO''ya selam
göndermiş!...
Kemal Bülbül, ferdi olarak dilediği
kişiye selam gönderebilir, bağlılığını sunabilir, ayaklarına kapanabilir...
Ancak Pir Sultan Derneği Başkanı olarak, bunu yapma hakkına
sahip değildir. Çünkü Pir Sultan
Abdal, zalime boyun eğmemiştir.
Yavuz - İdiris-i Bitlisi ittifakının
günümüzdeki bir tekrarı olan
Erdoğan - Öcalan ittifakında kapalı
kapılar arkasında ''İSLAM ORTAK
PAYDASI - BAŞKANLIK'' diktası temelinde cereyan eden sözde
''barış süreci'', gerçekte barışa değil,
Aleviler başta olmak üzere Türkiye
toplumuna yeni acıların reva görüldüğü bir yeni oluşumun tezgahlanmasıdır...
Bunun da utanılası dayatmalarını KESK operasyonunda, Dicle
Üniversitesinde, öğrenci, çevreci
ve emek eylemlerinde an be an
yaşıyoruz...
Yüz yıllar öncesinden;
''YÜRÜ BRE HINZIR PAŞA
SENİN DE ÇARKIN KIRILIR
GÜVENDİĞİN PADİŞAHIN
GÜN GELİR O DA DEVRİLİR''
diye haykıran Koca Pir Sultan
ABDAL'ın adını taşıyan bir dernek
Başkanı, rüzgara kapılarak el - etek
öpme girişiminde bulunamaz. Bulunursa istifa eder. El, etek öpmek
için istediği kuyruğa girebilir. Ama
bunu Pir Sultan Derneği Başkanı sıfatıyla yapamaz, yapmaya da hakkı
yoktur...
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
SÜRECE
KÜRT
GÖZÜYLE
BAKMAK
ve hemen bundan vazgeçerek, Öcalan’ın
iradesine tabi olmayı kabul etti, toplanan
kongreden de bu yönde karar çıktı.
Av. Ruşen Arslan
Olgular kutsal, yorum özgürdür.”
C. D. Scott
Yazımın alt başlığı için Scott’un sözünü
seçtim. Çünkü Kürt meselesi söz konusu
olunca, olaylar karşısında nesnelliğimiz
kaybediyoruz. Olayları nesnel olarak ele
almadığımızda, yorumlarımızla bilim
arasındaki makas olabildiğince açılıyor.
Özgür olması gereken yorum, nesnel olgulara dayanmadıkça komplo teorisi olarak karşımıza çıkıyor. Komplo teorileri,
toplumu yormaktan başka işe yaramaz.
Hayali düşman ve hayali korkular yaratmaya, halkın korkuları üzerinde imparatorluk kuranların imparatorluklarını
sürdürmeye hizmet eder.
Özgür yorum ile komplo teorisi arasında
hat çizmek de zordur. Uzak görüşlülük,
çoğu zaman komplo teorisi olarak karşılanır ve alay konusu da olabilir. Özellikle geçiş dönemlerinde bunlar kaçınılmaz
sonuçlardır.
PKK ile devlet arasında otuz yıla yakın
bir süredir süren savaş, 2013 Newrozu
öncesinde silahlı mücadeleye son verme
ve Kürt meselesinde çözüme giden diyebileceğimiz yeni bir sürece girdi. Elbette
ki böylesine önemli bir konuda düşüncesi
olan herkes, düşüncelerini söylemelidir.
Yanlış da olsa, düşünceden zarar gelmez.
Sonuçta doğru olan düşünce, mecrasında
yürür ve gerçekleşir.
PKK’DE LİDERLİK VE ÖCALAN’IN
YAKALANMASI
Öcalan 1999 yılında Kenya’da yakalanıp
Türkiye’ye getirildiğinde de, “Silahlı
mücadele devrinin bittiğini, silahı bırakmak gerektiğini” açıklamıştı. Öcalan’ın
yakalanışı, teşhir biçimi, sözlerinin özgür iradesini yansıtmadığı kuşkusunu
uyandırmış ve PKK’nin Merkez Komitesi, “Liderlerinin tutsak olduğunu bu
nedenle sözlerinin örgütü bağlayamayacağını” deklere etmişti.
Merkez Komitesi, daha sonra bu tavrın-
dan vazgeçmiş ve parti kongresini toplayarak, liderleri Öcalan’ın açıklamaları
doğrultusunda hareket etme kararı almıştı. Nitekim bir grup İran ve bir grup
da Avrupa’dan olmak üzere, iki grup, bu
kararın göstergesi olarak Türkiye’ye gelmiş ve yargılanarak cezalandırılmışlardı. Yine partinin emri üzerine, Türkiye
resmi sınırları içindeki PKK’nin silahlı
güçleri, Kürdistan’ın güneyine çekilmişlerdi. Bu çekilme sırasında, saldırı sonucu kaybedilen gerilla sayısının 500 civarında olduğu ifade edile gelmektedir.
PKK kuruluşundan itibaren totaliter bir
örgütlenmeyi esas almıştı. Böyle örgütlenmelerde lider her şeydir. Lidere karşı
gelmek, örgüte ve davaya ihanet sayılır
ve cezalandırılmayı gerektirir. En doğru
liderin söyledikleridir. Lider herkes adına düşünür. Öyle ki, “iraden irademdir”
diye 21. yüzyılda utanılması gereken
kampanyalar açılabilir ve toplanan iki
buçuk milyon imza övünç vesilesi yapılabilir.
Öcalan yakalandığında liderliğinin zirvesindeydi. Üstelik Edip Karahan’ın 12
Mart döneminde askeri hapishanede yarattığı Başkanlık Divanı ayrık tutulursa;
dünyada örneği olmayan ve tek kişiden
oluşan Önderlik Kurumu da yaratılmıştı.
O, artık kişi olmanın ötesinde bir külttü.
Özelliğini anlattığım bu tip örgütlenmelerde, ikinci veya üçüncü adam yoktur.
İkinci, üçüncü, hatta dördüncü adam
önderlikle karşılaştırılır. Hâlbuki ulaşılamaz bir mertebe olan önderlik kurumu
mukayese kabul etmez.
Şubat 1999’da, yukarıda niteliğini anlatmaya çalıştığım bu örgütün lideri olan
Öcalan yakalanıp tutuklanmıştı. Örgütün merkezdeki yöneticilerinin önünde
iki yol vardı: Ya Öcalan’ın tutsak olduğunu ve iradesinin kendilerini bağlayamayacağını ilen etmek yahut O’nun iradesine tabi olmaktı.
Merkez Komitesi önce birinci yolu seçti
PKK açısından düşünülürse, doğru olan
karar da buydu. PKK istese de, birden
bire demokratik bir yapıya dönüşemeyeceğine ve lider olarak merkezdeki yöneticilerden hiçbirinin, diğerinin
otoritesini kabul edemeyeceğine göre;
bütünlüğü koruyabilmek için en doğru
seçim, Öcalan’ın önderlik kültünü sürdürmekti. Bugüne değin de o yapıldı.
Öcalan uzun tutukluluğuna rağmen,
böylece siyasini otoritesini ve gücünü
korudu.
PKK’DE STRATEJİK DEĞİŞİM
Öcalan 1999’da yakalandığında, yalnız
silahlı mücadelenin sona ermesini değil, Kürdistan’da toprağa dayalı bir statü
isteminden de vazgeçmişti. Talep kültürel haklarla sınırlandırılmıştı. Toplanan
PKK kongresi de, liderleri Öcalan’ın görüşlerini benimsemişti. O dönemde de
Kürtler arasında büyük tartışmalar yaşandı. Diğer Kürt siyasal yapılanmaları,
PKK’ye ağır suçlamalarda bulundular.
Hâlbuki teorik olarak siyasal yapılar,
tüzük, program ve siyasi hedefleri, mücadele yöntemleri hakkında kendileri
karar verirler. PKK’de bunu yapmıştı.
Kurulduğunda bağımsız ve birleşik bir
Kürdistan’ı hedeflemiş, silahlı mücadeleyi yöntem olarak seçmiş ve sonra da
bundan vazgeçmişti. Elbette her toplumsal ve siyasal olay değerlendirmeye tabi
tutulur ve eleştirilir. Ancak dışındaki
siyasal yapıların, PKK’yi “Niye silahlı
mücadeleden yahut toprağa dayalı isteklerinden vazgeçtin?” diye ihanetle
suçlayamazdı. Bu, örgüt içi bir sorundu
ve yapılabiliyorsa, hesaplaşmanın örgüt
içinde yapılmasını gerektirirdi.
1999 yılında Almanya’da yapılan ve
PKK’liler dışında tüm Kürt siyasal yapılarının, aydın, yazar ve sanatçılarının
katıldığı ve benim de birey olarak davet
edildiğim Kürt-Kürt Diyalogu toplantısında da, benzer düşünceyi ifade eden bir
konuşma yapmıştım. “Kürdistan dağları
orada, savaşmak isteyen varsa ve gücü
yetiyorsa buyursun gitsin, bunu başkasından istemesin!” demiştim. Bu görüşümü hep savundum. PKK’yi ise, gelinen
aşamada kültürel haklar için savaşın gereksiz olduğu yönünde eleştirdim. PKK
yakın zamana kadar, içini bir türlü dolduramadığı “demokratik konfederasyon”
veya “demokratik özerklik” gibi söylem
değişikliği dışında, toprağa dayalı bir isteme sahip olmadı. Bu açıdan PKK’nin
kültürel haklar için silahlı mücadelesine
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
karşı çıkmamın haklılığını, bu gün de
koruyorum.
Çözüm süreci ve PKK’NİN SİLAH BIRAKMASI
2012 yılında cezaevlerindeki siyasal tutukluların sürdürdükleri ölüm orucu,
Öcalan’ın isteği üzerine sonlandırılmıştı. O tarihten beri devlet, MİT aracılığı
ile İmralı’da Öcalan ile PKK’nin silahlı
mücadeleyi sonlandırması ve Kürt sorununa çözüm bulunması için görüşmeye
başladı. Görüşmeler, meyve vermeye
başladığında kamuoyuna yansıdı. 2013
Newrozunun Diyarbekir’deki kutlamaları sırasında, Öcalan’ın “Silahlı güçlerin
Türk devletinin sınırları dışına çıkmasını isteyen ve silahlı mücadele devrinin
sonra erdiğini ve yeni bir dönem başladığını, bundan sonraki mücadelelerinin
demokratik siyasal mücadele olduğunu”
belirten mektubu okundu.
Zaten MİT eliyle BDP’ye ulaştırılan
mektubun içeriğinden devletin haberi
vardı. Mektup okunduktan sonra, Başbakan Erdoğan “Mektubu olumlu bulduğunu, kendi söylemleri ile örtüştüğünü”
açıkladı.
Başbakanın ve kurmaylarının son biriki aylık konuşmaları ve açıklamalarına
dikkat edilirse, Öcalan ile MİT kanalıyla
devletin bazı konularda ve takvim üzerinde anlaştıkları anlaşılıyor. Anlaşma
ve anlaşılan şeyler henüz resmen deklere
edilmiş değildir. Ancak, Newrozda okunan Öcalan’ın mesajında, kendi deyimiyle PKK’nin silahlı unsurlarının sınır dışına çıkarılması, siyasal demokratik bir
mücadele aşamasına geçilmesini lideri
olduğu örgütten istediği tartışmasızdır.
Bu isteği, Öcalan’ın devletle vardığı bir
mutabakat olarak kabul etmek gerekir.
Zaten Başbakan da “sınır dışına çıkmayla süreç başlar” derken, böyle bir mutabakatı zımnen doğrulamış oluyordu.
Başbakanın” bizim söylemlerimizle örtüşüyor” dediği Öcalan’ın mektubunda,
önemli hususlardan biri de, örgütün son
yıllarda üzerinde durduğu demokratik
özerklikten hiç söz etmeyişidir. Hukukta mef humu muhalif denen ve bugünkü
dile zıt kavram diye tercüme edebileceğimiz bir kavram vardır. Bir kavramın
zıddından çıkarak hükme varma kastedilir. Örneğin; 18 yaşını bitiren kişi reşittir. Bunun zıt kavramından 18 yaşını bitirmeyenlerin reşit olmadıkları hükmüne
varılır. Öcalan’ın mektubundan yola
çıkıldığında; federasyon, özerlik gibi
taleplerin söz edilmeyişinden; PKK’nin,
Kürtlerin vatanlarında kendini yönetme
taleplerinden vazgeçtiği anlaşılır. Bu
belirlemede bulunurken, bilinçli olarak
Öcalan demeyip PKK dedim. Çünkü
Öcalan mektubunu Kandil ve Avrupa
ile mutabakata vardıktan sonra yazdı.
Yine PKK yönetimi, mektubun açıklamasından sonra, Öcalan’ın kararlarının
arkasında olduğunu deklere ettiği gibi,
21 Mart tarihinden geçerli olmak üzere
ateşkes de ilan etti.
Öcalan’ın mektubundaki felsefi ve dini
referans alan belirlemelerinden, her zaman olduğu gibi örgütün üst kadroları
ve siyaset uygulayıcıları, zorlama bir
yorumla demokratik konfederalizm çıkarmaya çalışacaklardır. Ancak, gerçekleşebilirlik tartışmasını bir tarafa bıraksak bile; özerk, federe yahut bağımsız bir
siyasal yapıya sahip olmadan, Kürtlerin
Ortadoğu’da nasıl bir konfederal bir yapı
içinde olabileceği izaha muhtaçtır.
Devletin varılan mutabakatın neresinde
olduğu ve elinde nasıl bir takvim bulunduğunu, tahminlerin ötesinde bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Başbakanın
“sınır dışına çıkma sırasında, askerin gerillaya saldırmayacağı” yönünde verdiği
sözlü güvencedir. Bir de geri çekilmeyi
kontrol edecek, yaklaşık otuz civarında
kişiden ve dört komisyondan oluşacak
akil adamlar komisyonun oluşturulacağı
açıklamasıdır. Bunun ötesinde devletin
somut kamuoyuna yönelik bir taahhüdü
yoktur.
SÜRECİN HUKUKİ GÜVENCESİ
AKP iktidarı, önce Kürt sorunu sonra deyip sonradan vazgeçerek, Barış ve
Kardeşlik Projesine dönüştürdüğü çözümde, bu kez kararlı görünüyor. Kamuoyunun genel kanısı bu yöndedir. Ancak
sürecin sözle yürüyemeyeceği, altyapısının hukukla örülmesi gerektiği açıktır.
Çünkü Kürtler, Atatürk dâhil devlet yöneticilerinin verdikleri sözlerinde durmadıklarını tecrübeleriyle bilirler. Onun
için “Osmanlıda oyun bitmez” sözü halen kullanılagelir. Murat Karayılan’ın
Hasan Cemal ile Newroz sonrası yaptığı
röportajda; “yol temizliği” olarak nitelediği; gerillanın sınır dışına çıkması
için yasal güvence, Anayasa, Siyasal
Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, ceza
hukuku alanına giren kanunlar, Anayasa ile güvence altına alınmış Devrim
Yasaları gibi birçok kanunda değişiklik
yapmak gerekecektir. (T 24 sitesinde Hasan Cemal’in Murat Karayılan ile yaptığı
24.03.2013 tarihli röportaj)
Murat Karayılan’ın talebi haklı ve yerindedir. Verilen sözlerle Kürt sorunun
çözümü gibi yüz yıllık bir sorun çözüm
yoluna giremez. Yoksa verilen sözler,
Kenan Evren’in 1980 Anayasasına kefil
olması gibi, siyasi literatüre ancak komedi olarak geçer. Onun için Kürt tarafı, sürecin hukuki zemininin oluşması
talebinde ısrarcı olmalı ve barış süreci
ile çözümün hukuki zeminini oluşturma
paralel yürümelidir.
Bu başlık altında acil önemde olan, gerillanın sınır dışına çıkışındaki hukuki
güvencedir. Böyle bir güvencenin 1962
yılındaki başarısız darbe teşebbüsü sırasında, o zaman Başbakan olan İsmet
İnönü tarafından Albay Talat Aydemir
ve arkadaşlarına, darbe yürütülürken af
sözü verildiğini ve haklarında soruşturma yapılmaması için TBMM’nin kanun
çıkardığını hatırlıyorum. Çıkarılan kanunla darbeciler hakkında cezai soruşturma açılmamış, fakat darbeye katılanların askerlikle ilişkileri kesilmişti.
Hukuki zemin oluşturmada Mecliste
grubu bulunan BDP’ye çok iş düşmektedir. Ancak BDP’nin inisiyatif kullanmadaki sakatlığı, üzerine düşeni yerine
getireceğine dair haklı kuşku yarattığına
değinip geçelim.
SÜRECİN ZAMANLAMASI ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
Süreçle ilgili zamanlama açısından da
çok şey söyleniyor. Söylenenleri sıralarsak;
- Erdoğan tarihe geçmek istiyor,
- Erdoğan Cumhurbaşkanı olmak istiyor
ve Kürt oylarına ihtiyacı var
- Başkanlık sistemi,
- Suriye’deki iç savaş ve İran’ın atom tesislerinin bombalanma ihtimali,
- Ekonomiyi ileri götürmek için Kürt sorunu çözülmeli,
- Petrol,
- Din birliği,
- Osmanlı coğrafyasında etkinlik,
- Öcalan’ın yakalanmasında ABD’ye verilen sözün yerine getirilmesi,
- Büyük Ortadoğu Projesi,
- PKK’nin silahla bitirilemeyeceği...
Hepsinde doğruluk payı olabilir. Hatta
bunlara eklenebilecek başka nedenler de
bulmak mümkün. Ancak ben iki neden
üzerinde özellikle durmak istiyorum:
Kırılma noktası ve çıkar çakışması.
Erdoğan, ve partisi, Cumhuriyet tarihinde örneği bulunmayan uzun süreli
siyasal ve toplumsal desteğe sahip oldu.
Kendisinin parti içindeki gücü, Kürt
sorununu çözmeye yeterdi. Ancak, öncelikle bunu kendisi istemeliydi. Leyla
Zana, Başbakan Edoğan ile görüştükten
sonra “Kürt sorununu çözerse Başbakan
Tayyip Erdoğan çözer” derken haklıydı. Zana’nın yaptığı bir tespitti. O gün
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Zana’yı eleştirenler, bugün aynı noktaya
geldiler.
Yukarıda da belirttim. Başbakan sorunu
çözmede her zamankinden daha kararlı
görünüyor. Ancak O’nun hareket noktası, referans aldığı İslam kardeşliği veya
öncellerine göre daha iyi insan oluşu
değil. Çünkü o da, diğerlerinin denediği
yöntemlerin aynısını denedi. Soruna adını koydu, sonra çark etti. Hatta işi Kürt
sorunu yoktur demeye kadar vardırdı.
Sonu olmayan askeri çözüm, sınır ötesi
harekâtları AKP iktidarında da gördük.
Faili belli olmayan cinayetler, 90’lı yıllardaki gibi yaygın değildi. Ancak Roboski ve askerde iken öldürüldüğü halde,
eğitim vukuatı olarak dosyası kapatılanlar, kara bir leke gibi ortada duruyor. Demek ki, Kürt sorununu çözmedeki ivme
yükselişini başka nedenlerde araştırmak
gerekir.
Erdoğan, iktidar partisinin genel başkanı
ve başbakan olduğunu göre, tüm siyasal
ve sosyal sorunları çözme göreviyle yükümlüdür. Kürt sorunu ise, Türkiye’nin
en önemli siyasal ve toplumsal sorunu
olarak kabul ediliyor. O halde, teorik
olarak bu sorunla da ilgilenmek ve çözmek zorundadır.
Otuz yıldır süren savaş toplumda kırılma
noktası yarattı. Otuz yıldır tüm iktidarlar, AKP!nin on yıllık iktidarı da içinde olmak üzere, sorunu hep ertelemeyi
seçtiler. Ancak öyle bir noktaya gelindi
ki, toplum artık bu sorunun çözülmesini istiyor. Bu istek, iktidarların karşı
duramayacakları kadar güçlü hale geldi.
Bunun örneğini asker ve polis cenazelerinde görmek mümkündür. Önceleri
ölen oğlunun cenazesi başında ağlayan
ve “İki oğlum daha var, onları da bu vatan için kurban edeceğim” diyen anneler
azaldı, nereyse kalmadı. Artık anneler
“Benim yüreğim yandı, başkalarının yüreği yanmasın” diyor.
İşte bu, toplumda savaşın sona erdirilmesi için kırılma noktasıdır. Bunu
altmışlı yılların sonunda ABD de yaşamıştı. Amerika halkı, Vietnam’da ne
işimiz var? Çocuklarımız orada niye
ölüyor?” diye yönetime hesap sormaya
ve ABD’nin her tarafında gösteriler yapmaya başladıklarında; ABD yönetimi,
Vietnam’dan çekilmek zorunda kalmıştı.
Türkiye ise, Vietnam’daki kırılmanın
henüz başlarındaydı. Hiçbir hükümetin
gücü, Berfo Ana’nın oğlu Cemil’in kemiklerini bulamamasının feryadını yahut bir oğlu PKK elinde esir ve diğer bir
oğlu ise, PKK’de gönüllü gerilla olan Urfalı baba Çeçen’in korku ve üzüntüsünü
savaş ile bastıramaz. Erdoğan toplumunu iyi tanıyan bir lider olarak bunu gördü
ve sorunu çözmeye talip oldu. Zamanın-
da hareket ederek siyasi avantaj kazandı.
İkinci bir neden ise, Kürtlerle Türklerin
çıkar çakışması ve bunun artık Türkiye
tarafından da görülür olmasıdır.
Şimdiye kadar Türkiye, Kürtlerin her
kazanımını vücudundan koparılmış bir
parça olarak görüyordu. Devlet Kürtler
hakkında, bugünkü MHP’nin düşündüğü
gibi düşünüyordu. Sadabat Paktı, Kürtlerin özgürlük hareketine karşı kurulmuştu. 1979’da feshedilene kadar, Irak, İran
ve Türkiye arasında Kürt hareketine karşı işlevselliğini korudu. Daha sonra üye
devletler ikili, üçlü olarak Kürtlere karşı işbirliğini sürdürmeye devam ettiler.
Türkiye, Güney Kürdistan’da federe devlet ilanını kırmızıçizgi ilan etti. Ne içte
ne de dışta Kürtlerin hak kazanmasına
tahammül edemedi. Hâlbuki Kürtlerin
sorunlarını çözmüş olmaları, istikrarlı
yönetime kavuşmaları Türkiye’nin lehineydi. Bunun somut örneği Kürdistan
Federal devleti ile olan ekonomik ilişkileridir. Türkiye’nin ihracatında Irak (siz
Kürdistan Federe Devleti olarak okuyun)
ikinci sıradadır. Türkiye artık bunu gördüğü içindir ki, siyasette konsept değişikliğine gitme ihtiyacı duydu. Güney
Kürdistan ile dostluğun, düşmanlıktan
daha iyi ve yararlı olduğunu kavradı.
Aynı şey Suriye’deki Kürtler için niye
olmasın? Orada Kürtlerin özerklik statüsü kazanmalarının Türkiye’ye zararı
nedir? Karşı çıkmadan umulan yarar nedir? Karşı çıkılsa bile, kazanılan statüyü
yıkmak için savaştan başka çare var mı?
Uluslar arası konjonktür böyle bir savaşa elverir mi? Türkiye böyle bir savaşa
hazır mı? Böyle bir savaşı kendi içindeki
Kürtler nasıl karşılar? Soruları daha da
çoğaltmak mümkündür.
AKP iktidarı, Osmanlı mirasına sahip
çıkıyor. Bunu fetih anlamında değil,
ekonomik ve siyasal yoğun ilişki sonucu
etkinliğini artırmak olarak anlamak gerekir. Böyle bir dış siyaset, Ortadoğu’nun
en dinamik halkı olan Kürtlere düşmanlıkla yürütülebilir mi? Buna olumlu cevap verilemez. O halde Kürtleri yanına
almaktan başka seçenek kalmıyor.
Peki, Kürtlerin bunda çıkarı var mıdır?
Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtlere
düşmanlık etmediği ve haklarına saygı
gösterdiği müddetçe, Kürtlerin de çıkarı vardır. Türkiye gibi güçlü bir devletle
durup dururken düşmanlığın, Kürtlere
bir faydası yoktur.
Konuyu İran örneğiyle somutlaştırmak
istiyorum. İran, ta Osmanlı döneminden beri bölgede Türklerle nüfuz yarışı
içindedir. Bugün de açık ve kapalı nüfuz
yarışı sürmektedir. Türkiye, atom silahına sahip ve Ortadoğu’da Şii kuşağı yaratmak isteyen İran’a karşıdır. Suriye’de
her iki devlerin örtülü bir nüfuz savaşı
vardır. Kürtlerin de Şiilerin egemen olduğu Irak merkezi hükümetiyle sorunları var. Belki yakında savaş çıkacak ve
bağımsızlık gündeme gelecektir. Irak
merkezi hükümetinin, düşmanlık derecesinde Türkiye ile arası bozuktur. Ayrıca İran’daki Kürtlerin de özgürlük mücadelesi vardır.
Görüldüğü gibi Türkiye ile Kürtlerin,
Ortadoğu’da çıkarları bazı açıdan çakışmaktadır. Çıkar çakışmasının yaşadığı
bir dönemde iktidarın, Türkiye içindeki
Kürt sorununun çözümü için güçlü bir
irade göstermesini işte bu çıkar çakışmasına bağlamak gerekir. Türkiye’nin
İsrail ile ilişkilerini düzeltmesinin aynı
zamana rast gelmesi de, bir tesadüf olmasa gerek.
ÇÖZÜMDE TAVIR NE OLMALIDIR
Kişi olarak Kürt sorununun çözümünü,
ister bağımsızlık, ister otonomi, ister
federe sistemle olsun; Kürtlerin kendilerini yönetmeleri ile çözüleceğine inanıyorum. Bunun yolu da kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesinden geçer.
Ancak reel politik buna elvermiyor. Otuz
yıllık savaş sürdüren PKK ise, geldiği
nokta itibariyle böyle bir irade ve talebe
sahip değildir. O halde siyasal demokratik mücadeleyi önüne koymasını ve
anlamını yitirmiş bir savaşı sonlandırma
tavrını desteklemek lazımdır. PKK’nin
demokratik mücadeleye evrilmesi, örgütün ve kadrolarının demokrasiyi içselleştirmeleri, en başta Kürt halkının
yararınadır.
Öcalan’ın 2013 Diyarbakır Newrozunda
okunan mektubunun eleştirisinin pratik
bir anlamı da yoktur. Çünkü Kürt sorunu
mecrasında çözülmediği takdirde, sorun
olmaya devam eder ve sorun kendini çözecek yeni alternatifleri yaratır. Çok verdiğim bir örneği burada da tekrarlamak
isterim. Lozan barış görüşmeleri sırasında, Kürt aşiret beylerinin, şeyh ve seyitlerinin birçoğu Lozan’a telgraflar göndererek, “Türk delegasyonun kendilerini
de temsil ettiklerini, alınacak kararlara
uyacaklarını” bildirdiler. Ancak bizim
kuşak, kendilerini bu telgraflarla bağlı
saymadılar. Lozan Antlaşmasını tanımadılar ve ona karşı mücadele verdiler.
Eğer Kürt sorunun mecrasında çözümüne hizmet etmezse, yarınki kuşaklar da
kendilerini Abdullah Öcalan’ın mektubu
ve PKK’nin yapacağı anlaşmalarla bağlı
saymayacaktır.
Kaynak: http://www.gelawej.net
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şemdin
Sakık'tan
3 korkunç
iddia
Diyarbakır Cezaevi'nden Akit'e mektup
gönderen Şemdin Sakık, şok iddialarda bulundu: 1993'te şehit olan 33 asker, bile bile
PKK'nın önüne atıldı. Tuğgeneral Bahtiyar
Aydın'ı PKK değil, kendi askeri vurdu. Albay Rıdvan Özden çatışmada vurulmadı.
Özden'i Doğu Çalışma Grubu öldürdü
“İlk defa sizinle paylaşıyorum” diyen Şemdin Sakık, silahsız 33 erin katledildiği olayın Doğu'da “Doğu Çalışma Grubu” adıyla
örgütlenen cunta tarafından planlandığı ve
PKK'ya havale edildiğini söyledi. 28 Şubat
darbesine zemin hazırlayan 1993 yılına
özellikle dikkat çeken Sakık, Eşref Bitlis'in
ekibinde yer alan Tuğgeneral Bahtiyar Aydın ile Albay Rıdvan Özden'in öldürülme
hadisesini yakından bildiğini kaydetti.
“ORTAM MÜSAİT” DEYİP
MEKTUP GÖNDERDİ
AKİT'E
18 yıl PKK'nın iki numaralı ismi olarak
dağda kalan Şemdin Sakık, Diyarbakır E
Tipi Cezaevi'nden Akit'e gönderdiği mektupta şok iddialarda bulundu. “Olayın arka
planını ilk olarak sizinle paylaşmak istiyorum. İlk kez, çünkü şimdiye kadar ortam
olayın bütün boyutlarını ortaya koymamıza uygun değildi” diyen Sakık, Bingöl'de
1993'te 33 askerin şehit edilmesinin perde
arkasını anlattı.
“93'TEKİ OLAYLAR DÇG'NİN İŞİ”
Akit'ten Erol Metin'in haberine göre, 28
Şubat'a giden sürecin başlangıcı olan 1993
yılındaki suikast ve şüpheli ölümlere vurgu yapan Sakık, Batı Çalışma Grubu'nun
Doğu ve Güneydoğu'daki örgütlenmesi
olan Doğu Çalışma Grubu'nun, o yıl fiiliyata geçtiğini söyledi. Sakık, 93'te yaşanan
acı hadiselerin tamamının yönetimi ele
geçirmeyi amaçlayan ve kanın akmasını
isteyen bu cunta ekibinin işi olduğunu öne
sürdü. Sakık, 33 er olayının da 93'te gerçekleştirilen suikastlar zincirinin bir halkası olduğunu savundu.
“ASKERLER PKK'NIN ÖNÜNE ATILDI”
Silahsız ve korumasız askerlerin adeta
PKK'ya teslim edildiğini anlatan Sakık,
“33 asker olayı bir grup kızgın PKK'lı
tarafından gerçekleşti ama planlayarak,
istihbarat alarak gerçekleştirdikleri bir eylem değildi. Bu askerler birileri tarafından
kendilerinin önüne atıldı ve Doğu Çalışma
Grubu'nun ikinci planı, yani topyekün savaş planı bu olaya dayandırılarak hayata
geçirildi” dedi.
“33 ERDEN SONRA TÜRK HALKININ
İTİRAZI KALMADI”
Kürt-Türk kavgasının sürmesinden nemalanan ve halkın kendilerine ‘kurtarıcı' gözüyle bakmasını sağlamak isteyen cunta
ekibinin, infial oluşturmak için masum askerleri kurban seçtiğini dile getiren Sakık,
şöyle konuştu: “Nasıl ki 12 Eylül öncesinde
halka ‘Ordu göreve' çağrısı yaptırmak için
binlerce insanın ölümüne ya göz yumuldu
ya da teşvik edildiyse, bu sefer de oluşturulan topyekün savaşa zemin hazırlamak
için infial yaratacak bir eyleme ihtiyaç vardı. 33 asker olayı başarılı biçimde gerçekleştirildikten sonra, Türk halkının itirazı
kalmamıştı. Bu olayla galeyana gelen Türk
halkı, ‘Ne yaparsanız yapın bu işi bitirin'
diyerek, bu savaş aygıtına açık çek vermişti. Halk artık bu güruhu kurtarıcı gördüğü için çocuklarını davul zurnayla savaşa
gönderir olmuştu.”
CUNTA TASFİYE YAPIP
ADAMLARINI GETİRDİ
KENDİ
1993 yılında peş peşe hayatlarını kaybeden Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Eşref
Bitlis ve ekibindeki subaylar ile Turgut
Özal'ın DÇG tarafından ortadan kaldırıldığını iddia eden Şemdin Sakık, “33 asker
olayına bu aşamalardan sonra gelindi” diyerek, “Uğur Mumcu, askeri icraatın başı
Eşref Bitlis, askeri istihbaratın başı Cem
Ersever, Türkiye Cumhuriyeti devletinin
başı Turgut Özal, bir dönemin Asayiş Komutanı Hulusi Sayın, jandarmanın etkili
albaylarından İsmail Selen, Turgut Özal'ın
sağ kolu Adnan Kahveci ve daha birçok üst
düzey komutan, siyasetçi ve aydın tasfiye
edilerek, yerlerine savaşı bütün vahşetiyle
sürdürme eğiliminde olanlar getirilerek 33
asker olayı sürecine gelindi” ifadelerini
kullandı.
“BAHTİYAR AYDIN VURULDUĞUNDA ALANDAYDIM”
Şüpheli uçak kazasında yaşamını yitiren
eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral
Eşref Bitlis'in ekibinde yer alan Tuğgeneral Bahtiyar Aydın'ın vurulduğu saatlerde
bölgede olduğunu anlatan Sakık, “Bahtiyar
Aydın'ı ‘çatışma var' diyerek Lice'ye getirip
orada, hemen helikopter pistinde vurdular.
O zaman alandaydım. Anında kendilerini
telsizden aramış, ‘Paşanızı vuracak kadar
kudurdunuz' dediğimde küfrederek telsizi
kapatmışlardı” şeklinde konuştu.
“EMRİMDEKİ PKK'LILAR
YOK DEDİLER”
İLGİMİZ
Adli Tıp'ın alnından değil, kafatasının üst
kısmından mermi girişi bulunduğunu tespit ettiği eski Mardin Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden'in de DÇG
tarafından öldürüldüğünü ileri süren Sakık, “Albay Rıdvan Özden'in Mardin kırsalında bir çatışmada vurulduğu haber
yapıldığında o bölgede faaliyet yürüten
arkadaşlarımı aramış ve sormuştum. Cinayetle hiçbir ilişkilerinin olmadığını söylemişlerdi. Böylece bunun da Doğu Çalışma
Grubu'nun işi olduğunu anlamıştık” dedi.
akit
http://haber.mynet.com/semdin-sakiktan3-korkunc-iddia-628362-guncel/?utm_
source=facebook&utm_medium
=referral&utm_campaign=fb
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
AGEHDARÎ Û ZANÎNEN
KURDAN YÊN Lİ SER DÎROKA
ÊZDİYAN PİR LEWAZİN.
giyan(ruh)ê, Êzdî îmana xwe ji qewl,
ilm , duha û hemû şîretên melek, horî,
cin, giyander, xas û qelenderên Xwedê
nasdikin, ji bo giyana meriv paqij bive,
timî îbadet bike û rojî bigre, pîroziya
parastina parêsgeh(ziyaret, qub û gelk
nîşanên xwezayiyê cihê melk, horî,
cin, giyander, xas û qelenderên Xwedê
nasbike û hwd.ê) di gelek rojname, kovar
û malperên me Kurdan de weşandine û
min ew di van herdû pirtûken xwe de jî
tomar kirine.
K e m a l To l a n
Bi dîtina min, pêwîst e ku em Kurd dersa dîrok û dînê/ola xwe baştir nasbikin.
Em baş bizanibin ku piraniya çîrok,
mesele, ayet, lêkolîn, berhem û hemû
dîroka ku alim, zane, nivîskar, partî û
rêxistinên dagirkerên Kurdîstanê li ser
dîroka netewa Kurd û bi taybetî jî yên
li ser Êzdiyatiyê nivîsandine anjî gotine
qet bi kêr nayên. Di ser vê ra jî gelekî
xemgînim ku îro hêjî piştgirî, zanîn
û agahyên gelek rewşenbîr, nivîskar,
berpirsyarên mal, komel, ol, çande, partî
û rêxistinên Kurdî di der heqê dîroka
olên li Kurdîstanê û bi taybetî jî li ser
Êzdiyatiyê û rewşa civakan me Êzdiyan
ya derbas buyî û ya niha jî pir kêm û
lewaz en.
Vêca, ji bo ku ez dikaribim hinek ji van
valeyiyan dagrim û erka ku di vî warî
de dikeve ser milên min bînime cîh, ezê
jî weke hinek nivîskar û lêkolînvanên
Kurd û xerîban li gorî Êzdî nasîn, nêrîn,
zanîn û îmakanên xwe timî li ser wê
derya bîr, bawerî, kevnariya dîrok,
ziman, wêja û kevneşopên me Kurdên
resen binivsînim.
Belê, min heta niha ji bo dewlemendiya arşîva çanda Kurdî gelek nêrîn û
dokumentên nasandina kevneşopên
bingehên ola Êzdahiyatiyê (yên weke:
ferzên Êzdiyatiuyê, baweriya bi Xweda
yê bê şirîk, her heft melyaketên qedîm,
sema yê, afirandina her heft tebeqên
erd û esman, Tawisê, Berat, afirandina
qalibê Adem, Hawa û Şahîdê bin Cer,
melek- horî, cinên bi surên xwe bune
Xwedanê xwezayiyê û ketine kirasê
giyander, xas û qelenderan, ne mirina
Ev kitêba min ya bi navê “Hebûn û
Tûnebûna Êzdiyan Tev Romanên Zindî
ne” di sala 2000 de ji aliyê weşanên
DENGÊ ÊZÎDIYAN ve li Elmaniya
hatiye weşandin û hêjmarên ku hatine
çapkirin niha ne mane.
Ev pirtûka �NASANDINA
KEVNEŞOPÊN ÊZDIYATIYÊ � 430
rûpel e û ji aliyê Weşanên PÊRÎ ( ISBN
975 - 9010 - 55 � 0 )ve hatiye weşandin.
Kî vê bixwaze, ew dikare vê ji weşanên
Pêrî: Söğütlüçeşme Cad. Pavlonya
sok. Nuhoğlu Apt. No: 10/19 Kadıköy /
İSTANBUL Tel-Fax: 0 216. 347 26 44 ,
GSM: 0533 488 01 12 anjî e-Mail: [email protected] peyda bike.
Her weha min xwast di rûpelên van
herdû pirtûkên xwe de bidime xwanê,
hinga ku meriv li dîroka me Kurdan
û bitaybetî jî dema li ya me Êzdiyan
binêre, merivê bivîne ku bingeha ola
Kurden resen û bitaybetî jî babetên
kevneşopên me Êzdiyan gelekî kevn û
berfire ne. Her weha bidime nasandin
ku hinek ji dîroknas, lêkolînvanên Kurd,
Êzîdî û biyanî li ser rewşa jiyan û dîroka
ola Êzdiyan gelek tişt nivîsandine.
Lê, ji ber ku piraniyan wan nivîskar û
lêkolînvanên ku li ser dîroka Êzdiyatiyê
berhem derxistine û diweşînin bi xwe
ne Êzîdî ne, gelek berhemên wan ji
aliyên ilmên Êzdiyatiyê ve jî pir qels
in. Di berhemên wan de xweya ye ku,
ewan zaniyarên xwe ji ber devên kesên
menfêatçiyên gelên cînar, Kurdên
musilman û Êzdiyên sade(normal)
bi rişwetê standine. Piraniya wan
pirtûk û lêkolînên ku ewan li ser rewşa
Êzdiyatiyê nivîsandine wekî peymaneke
ku di nava dû berên li dijî hevûdin û
her yekê dixwaze hinek armancên xwe
Êzidilerin
sorunlarının
tartışıldığı
demokratik
kürsü!.
bi cî bîne, wisa ev berheman hatine
nivîsandin.
Bidîtina min şerma herî mezin ewe
kû, heta îro hêjî hinek kesên ku ji xwe
re dibêjin „ Ez rewşenbîr û niviskarim“ û bi teybetî jî di nava tevgera
rizgarîxiwaza gelê Kurdîstanê de ne, na
xwazin ku serxwebuna êzdiyatiyê nasbikin. Gelek ji wan hêjî bi hemda xwe
dîroka Êzdiyatiyê şêlû didine xwanê.
Lewma ez jî li ser xwe ferz dibînim ku
timî rastiya naveroka qewl, ilm û dînê
Êzdiyatiyê yên ku ji berê ve dibêjen,
ezdiyati-haveyne-mirovatiya-mezopotamiya ye bidime nasandin û bibêjim şikir
ji Xwêdê re, em Êzdî ne! . Bila her kes
bizanîbe ku em Êzdî timî di kevneşopên
xwe yên devkî de dibêjin, Xweda yê
me hemû giyander (ins) û cinsên li
seran serê cîhanê yeke. Navê Xwedê
di nava hemû ol û netewên li dinya yê
(yên weke Sumerî, Hurrî, Hattî, Hetîta,
Gotî, Mîtanî, Arî, Lulî, Marî, Kassitî,
Urartî, Medî, Babilî, Keldanî (Asûrî),
Kardukî, Kaldahî, Mecûsî, Mazdayî,
Sabî, Zerdeştî, Mervanî, Manî, Farizî,
Yahudî , Xirîstiyan, Musilman, Hinduyan û whd.) de heye û ew li gorî bawerî,
ziman û zaravên herêmî bi gelek navan
(Hurmuz, Aton, Marduk, Şamaş, Bal, El,
Hadad, Xuda (xwe dayî), Xwedê, Padişa,
Xwedî, Rab, Temuz, Dumuzî, Adonis, Ez
da, Ezdan, Yezdan, Yazad, Yêzad, Yê ez
dayî (Êzîd, Yêzdî, Yêzdî), Xaliq, Tanrı,
Allah, Gott, Xwudah û whd. ) de hatiye
bi nav kirin.
Her weha bidime xwanê ku, ji berê
û heta vêga hêjî gelek dîroknas,
lêkolînvanên Kurd û biyanî jî weke min
dibêjin, “ola Êzdiyan ola Kurda ye herî
kevn e” û bi dîtina min kevnbûna dîroka
Kurdîtiyê vêga hêjî di stran, folklor,
ilm û qewlê Êzdiyatiyê de zelal xwanê
ne. Binêrin, ji roja baweriya Êzdiyatiyê
di nav Rojhilata Navîn de peyda buye
û heta vêga hêjî, jiyana me Êzdîyan ji
jiyana gel û olên din pir cûda bûye. Me
Êzdîyan ji ber destê zilm, zor û qedexekirina der û hundir nikarîbûne tu carî
xwe di nava welatê ku em tê de dijiyan
azad bidine nasandin û bi derdora xwe
re bikevine nava pêywendiyên fireh. Ji
xwe di wî çaxê ew 72 dû ferman li me
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kurdên Êzdî rabûne û Êzîdî koçber
bûne, hingê rojname, radio û telîvîziyon
tûnebun. Xwandin û nivîsandin ji
Êzdiyan re kiribune guneh. Piraniyan wan buyer û fermanên ku bi serê
Kurdên resen ve hatine, tenê bi gotin û
stranên dengbêjan û di nava zargotina
gelde hatine xweyakirin. Ji xwe bav
û bapîrên me ji ber vê baweriya xwe
yê paqij nikarîbûne tu tahdê û zorê li
hinek kesên wekî dinê difikirin bikin û
malên der û cînarên xwe bixwin. Gelek
serpêkhatên me Kurdên Êzdî hene, ku
hêjî tû kes nizane, ka ev buyer ji bo çê
qewîmîne, sedemên van buyeran çi
bûye, gelek caran ew ne bi rastî hatine
diyarkirin û şîrove kirin. Bi hezaran
tiştên me yên baş, di singên dengbêj û
kalemêrên me de bin êrd bûne û em hew
dikarin îro wan buyeran derxînin……
Eşkere bikim ku, em Kurd tev mina
sêvên ji darekê ne û min jî nikarîbû
hemû pirsgirêkên dîrok, netew, çande,
ol, ferman, koç û qerkirina me Kurdên
Êzdî zelal bidime xwanê. Lê ezê zahf
dilxweşbim ku min karibû bi vî karê
xwe bala hinek ji dîroknas û lêkolînerên
Kurd û xerîban bikişînime ser kevnariya
netew û civaka me Kurdan û ew bikaribin ji vê xebata min fêdebikin. Her weha
ev bibe handanek ji wan re, kû ew hê
zaniyarên zêde li ser wan babetên destê
min ne gehîştiye û ew pê zanîbin kombikin û bi weşînin. Dîsa ezê gelekî dilxweşbivim, gava ku em jî vaqas buyerên
buyî, wekî çewa V.O.Klyûçewskî
gotiye:“Em gereke demên derbazbûyî
fêr bibin, ne ji bo wê ku ew îdî derbaz
bûne, lê herwaha bona wê, ku ew dema
derbazbûyî nikaribûye paşmayînên xwe
bide paqijkirinê.“ ders bigrin…
Dîsa hêvîdarim ku rizgarîxwazin
Kurdîstanê bikaribin van lewazî
û cûdetiyên dinava ol-netewên li
Kurdîstanê de hene û gelek jê hêjî
pirsgirêkin, baş nasbikin û van birînên
di nava Kurdên êzdî, musilman, mesîhî,
cuhu, elewî, sabî..û hwd.ê de hene derman bikin.
Her weha ji Xwedê û hemû xasên me
êzdiyan lavan dikim ku, ew nehêlin
buyerên weke yên Şêxanê, komkujiyên
weke ya Musilê û Şengalê di nava
serenserê Kurdîstanê de dûbare bivin.
Û ji bo ku em Kurd û bi taybetî jî em
Êzdî bikaribin ol, kevneşop û kultura
bav-kalên xwe yên bi rumet di rojên pêş
me de jî baş xwedî derkevin û tifaqa
hemû Kurdîsatinyan xwirtir bikin, ew
sûr û keremetên xwe li ser serên me
Kurdan kêm nekin .
Bila çarşema sor li tevaya Kurdan û
dostên Êzdiyan pîroz be !
'Mermi pahalı diye sopalarla öldürdük'
Mehmet Bekaroğlu, Dersim'le ilgili kendisini anlatılan dehşeti twitter hesabından paylaştı!
Has Parti Genel Başkan Yardımcı ve İstanbul İl Başkanı Mehmet Bekaroğlu da "Dersim Katliamı" tartışmalarına yaşadığı bir tanıklıkla katıldı. Tıp
fakültesinde öğretim üyesiyken depresyon tanısıyla tedavi gören bir hastanın
anlattıklarını aktaran Bekaroğlu, 70 yaşını aşmış hastanın Dersim'de çocukları nasıl öldürdüklerini kendisini anlattığını söyledi.
HAS Partili Bekaroğlu, twitter hesabından yaptığı açıklamalarla Dersim tartışmalarına yeni bir boyut kattı. Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde öğretim
üyesiyken tıp fakültesinde deprasyon tanısı ile tedavisi yapılan bir hastanın
kendisine anlattıklarını aktaran Bekaroğlu, twitter'daki hesabında Dersim'de
çocukların dövülerek öldürüldüğünü yazdı.
"ÇOCUKLARI DÖVEREK ÖLDÜRDÜK"
İddiaları gündeme getiren 70 yaşındaki hastanın, Dersim operasyonunda görev alan bir asker olduğunu söyleyen Bekaroğlu, hastasının ağlayarak şunları
anlattığını yazdı:
"Komutan mermi pahalı kullanmayın dedi, kadınlara, çocuklara dipçikle
vuruyorduk. Sonra tüfekler zarar görüyor dendi. Bundan sonra meşe kütükleri ile vurmaya başladık. Vura vura 10 yaşındaki çocukları öldürdük".
Evet, bunları söylemişti, hıçkıra hıçkıra ağlayarak.
Öncelikle bu hasta sırrıydı; kimlik belirterek anlatmam mümkün değildi.
Daha öncede "bir hasta" diyerek bazı toplantılarda açıklamıştım.
Şimdi Dersim tartışmalarına katkı olur diye burada yeniden açıklıyorum.
Depresyon gerçeği değerledirme yeteneğinin kaybolduğu bir hastalık değil.
Ayrıca psikiyatrik görüşmeden anlatılanların yalan olması uzak ihtimal.
Hastamla ilgili bilgiler soruluyor. Meslek etiği gereği daha fazla bilgi vermem
mümkün değil. Ancak şunu ifade edeyim:
Depresyonunun nedeni Dersim'de yaşadıklarıdır diye bir kesin tespit mümkün değil ama bu, hastalığında önemli bir faktör olduğu kesin.
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Ali’ye Allah diye taparlar.
Bazıları da peygamber kabul ederler.
Onlar mum söndü yaparlar”
Gemlik Endüstri Meslek Lisesi'nde din felsefesi konusunu anlatan bir felsefe öğretmeninin Alevilikle ilgili
"Ali'ye Allah diye taparlar. Bazıları da peygamber kabul ederler. Onlar mum söndü yaparlar"
Derneklerin ve ailelerinin tepkisi üzerine öğretmenin bir sonraki hafta derste Alevi öğrencilere “Bu sınıfta
3-5 geri zekâlı beni neresinden dinliyor?” diyerek hakaretlerini sürdürdüğü, Alevi derneğini yaptıkları ziyarette öğretmenin polis eşinin de dernek yöneticilerine hakaret ettiği bildirildi. Hünkar Hacı Bektaşı Veli Derneği Başkanı Ahmet Gazi Memiş, “Öğretmen ve polis eşi derneğimize geldiler. Özür dileyeceğini söyledi. Biz
özrü kabul etmeyeceğimizi bildirdik. Bunun üzerine polis eşi, ‘bu dava bittiğinde geleceğim bakalım nereniz
şişmiş’ diyerek sözlü saldırı yaptı. Cumhuriyet savcılığına da suç duyurusunda bulunacağız” diye konuştu.
Gemlik Dersimliler Derneği ile Hacı Bektaş Kültür ve Dayanışma Derneği üyeleri, Dereboyu Taşköprü mevkisinde düzenledikleri basın açıklamasıyla da olayı kınadı.
Kaynak: http://www.alevihaberajansi.com
ŞEYHÜLİSLÂM
EBUSSUUD EFENDİ
FETVALARININ
TAM METNİNİ
KIZILBAŞ WEB
SAYFASINDAN
OKUMAK VE
KOPYALAMAK
MÜMKÜNDÜR
http://www.kizilbas.biz/
belgeler/101-seyhuelislamebussuud-efendi-fetvalari.html
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kimlik
Siyaseti
Dr. İsmail Beşikci
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, sık sık, “kimlik siyaseti”nden söz
etmektedir. “CHP kimlik siyasetine karşıdır” demektedir. Kürdler, Kürdlerden,
Kürdçe’den söz ettikleri zaman, Kürd
halkıyla, Kürd toplumuyla ilgili kolektif haklar dile getirdikleri zaman “kimlik siyaseti”ne karşıyız diye açıklamalar
yapmaktadır. CHP Genel Başkanı Kemel
Kılıçdaroğlu, 15 Şubat 2013’de yaptığı
bir açıklamada da “anadilde eğitim toplumu böler” demektedir.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerini,
Kürd kimliğini gizleme ve reddetme siyaseti olarak algılamak ve değerlendirmek gerekir. Aslında bunu kimlik siyaseti kavramıyla değil, yaranma siyaseti
kavramıyla değerlendirmek daha doğrudur.
Dersim’li bir Kürd olduğu, Zaza Kürdü
olduğu kamuoyu tarafından yakından
bilinmektedir. Ama Kemal Bey, Türkmen olduğunu, Horasan’dan geldiklerini
ileri sürmektedir. Bu, kendi kimliğini
gizleme, kendi özüne yabancılaşma,
özünden kopma, kendi özünü aşağılama
siyasetidir. Bunu kısaca, egemen güçlere
yaranma siyaseti olarak değerlendirmek
gerekir.
1937-38
Dersim
soykırımında
Nazımiye’de oturan ailesinden çok büyük kayıplar olduğu da vurgulanmaktadır.
Bu durumu, Barış ve Demokrasi Partisi
Muş Milletvekili Sırrı Sakık çok açık bir
şekilde ortaya koymuştur. Sırrı Sakık,
Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “anadil ülkeyi böler” açıklamasından sonra, şöyle
söylemektedir: “Kemal Bey de Kürd’tür.
‘Anadilde eğitim ülkeyi böler’ diyor. Beyazlara mesaj vermek istiyor. Ama elini
uzattığında o siyah derisi gözüküyor.
Çünkü o da bir zenci…” (Taraf, 18 Şubat, 2013)
Kürd kimliğini gizleme, özünden kopma,
özüne yabancılaşma denildiği zaman,
Mehmet Bayrak’ın, Elif Sonzamancı’ya
verdiği röportaja bir defa daha göz atmak gerekir. Burada Mehmet Bayrak
Hoca, “Horasan’dan geldik” anlayışına
tarihsel bir anlatıyla açıklık getirmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Hüseyin
Aygün, Kamer Genç gibi Dersim milletvekillerinin, “Kürd değiliz, Horasan’dan
geldik” anlayışı, bu röportajda değerlendirilmektedir. (www.kurdinfo.com, 8. 12
.2012)
Kimlik söz konusu edildiği zaman, Kürd
kimliğinin gündeme getirildiği açıktır.
Ama bu, çoğu zaman açık bir şekilde ifade edilmemektedir. Bu çerçevede üç yazının daha değerlendirilmesi önemlidir.
Mehmet Baransu, 31 Ocak 2013 tarihli
Taraf Gazetesi’nde, “Dersimli Karadayı”
başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda,
1994-1998 yılları arasında Genelkurmay
Başkanlığı yapan, Em. Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın Dersimli olduğu vurgulanmaktadır. Bu açıklamaya kadar,
İsmail Hakkı Karadayı’nın Çankırılı
olduğu, bir Türk olduğu vurgulanırdı.
Mehmet Baransu, bu yazısında, İsmail
Hakkı Karadayı’nın ailesinin, 1930’ların
başında, Dersim, Pülümür’deki bir direniş sonunda, Dersim’den Çankırı’ya sürgün edildiğini vurgulamaktadır.
Kişi olarak bu yazının, Kürd kimliği algılamalarına açıklık getirdiği için, çok
değerli olduğunu düşünüyorum.
Mehmet Baransu- Şenol Kaluç
Mehmet Baransu’nun bu yazısını Şenol Kaluç eleştirdi. Şenol Kaluç, 26
Ocak 2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde,
“Baransu’nun Anlamak İstemediği”
başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda,
Şenol Kaluç, Baransu’yu, İsmail Hakkı
Karadayı’nın, Alevi kimliğini gizlemekle eleştiriyordu. Mehmet Baransu, 28
Ocak 2013 tarihli Taraf’ta yayımlanan,
“Dersimli Karadayı (2) “ başlıklı yazısında, Alevi kimliğinin gizlenmesi diye
bir durumun olmadığını açıklıyordu.
Aslında her iki yazarın da, gizledikleri,
gizlemeye özen gösterdikleri, Dersim’in,
Karadayı’nın Kürd kimliğidir. Alevi
kimliğinin gizlenmesi diye bir durum
söz konusu değildir.
Bu noktada, İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk milleti
odak noktasında, yeniden organize etmek düşüncesini, tasarımını hatırlamak
gerekir. Adriyatik Denizi’nden, Orta
Asya içlerine, hatta Büyük Okyanus’a
kadar bir imparatorluk olacak, ama bu
imparatorlukta sadece Türkler yaşayacaktı.
Böyle bir tasarımı gerçekleştirmek için,
Rumlar sürgün edilecek, Ermeniler, tehcir adı altında tamamen yok edileceklerdi. Ermenilerden ve Rumlardan kalan
taşınmaz mallar, Müslüman Türk eşrafın
denetimine verilecek, böylece, Osmanlı
ekonomisi millileştirilmiş olacaktı.
Yine bu tasarım çerçevesinde, Kürdler
Türklüğe, Kızılbaşlar, (Aleviler) Müslümanlığa asimile edileceklerdi. Böylece İmparatorluk içinde yaşayan herkes
Türk olacak veya Türkleşmiş olacaktı.
Müslümanlık Türk olmanın çok önemli
bir koşuluydu.
İttihatçılar, Rumlarla ve Ermenilerle
ilgili sorunları Birinci Dünya Savaşı
sırasında hallettiler. Savaş başlar başlamaz, Karadeniz havalisindeki RumlarınPontusların, Kapodokya’daki Rumların,
Ege’deki Rumların sürgünü başladı.
1915 baharında, 3-4 ay gibi kısa bir süre
içinde, bir milyondan fazla Ermeni tehcirle soykırıma uğratıldı.
Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, şüphesiz, İttihat ve Terakki döneminde başlatılmıştı. Ama gerek İttihatçılar gerek
Kemalistler Ermenilerle ve Rumlarla
olan sorunların hallinde Kürtlerin de
yardımına ihtiyaç duydular. Yakındoğu
İşleri ile İlgili Lozan Anlaşması’nın imzalanmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
varlığı uluslararası bir anlaşmayla garanti altına alındıktan sonra Kürdlerin
Türklüğe asimilasyonu da sistematik
olarak başlamış oldu. Kızılbaşların (Alevilerin) Müslümanlığa asimilasyonu da
öyle.
Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonları beraber yürüyen bir süreç. Dersim’de iki sürecin de
birlikte başlatıldığı görülüyor.
Dersimlilerin önemli bir kısmı 193738 soykırımının Alevi kimliğini yok
etmek için yapıldığını vurguluyorlar.
Kimlik söz konusu olunca “Aleviyiz”
diyorlar, Kürdlükten hiç söz etmiyorlar.
Ayrı bir etnikmiş gibi “Kürd değil Zazayız” diyorlar. Hâlbuki Dersimliler de
Zazaki konuşan Kürdlerdir. Bu konuda
Malmisanıj’ın, Munzur Çem’in, Roşan
Lezgin’in yazıları, görüşleri elbette çok
değerlidir. Ayrıca Vate yayıncılık, www.
zazaki.net de öyle…
Aleviler sadece Dersim’de mi yaşıyor?
Türkiye’de çok yerde Aleviler yaşıyor.
Neden sadece Dersim’deki Alevilere
soykırım yapılıyor? Bu elbette Kürdlükle ilgili bir durum. Kürdlerin asimilasyonu ile ilgili bir durum. Yazarların
Aleviliğe vurgu yaparken Kürdlüğü göz
ardı etmeleri ve buna özen göstermeleri
dikkatlerden kaçmamaktadır.
Ayrıca soykırımdan sonra geriye kalan
Dersimlilerin bir kısmı da Türkiye’nin
orta ve batı yörelerine sürgün edildiler.
Çorum, Balıkesir, Manisa gibi yörelerde
de Aleviler yaşıyorlar. Temel sorun Alevilik olsa Aleviler, Alevilerin yaşadığı
bölgelere sürgün edilir mi? Hâlbuki sürgünlerin esas amacı da Kürdlerin Türklüğe asimilasyonuydu. Sürgünler asimilasyon için elverişli bir ortam yaratıyor.
Mehmet Ali Birand, Toktamış Ateş
Kimlik siyaseti söz konusu olduğu zaman gazeteci Mehmet Ali Birand ve
Prof. Dr. Toktamış Ateş’ten de söz etmek
gerekir kanısındayım.
Gazeteci Mehmet Ali Birand 17 Ocak
2013’te vefat etti. Arkasından üzüntü bildiren, övgü bildiren pek çok yazı yayımlandı. Burada çok daha değişik bir yazı
yazma gereğini hissediyorum. Şöyle:
1996 kışında Kerboran’da 11 Kürt köylüsü, arabaları içinde yakılarak katledilmişlerdi. Bu Kürt köylülerden bir kısmı
korucuydu.
Bu olay haber olarak basına yansımıştı.
Televizyonlarda ve radyolarda sunucu-
lar, gazetelerde köşe yazarları olay üzerine yorumlar yapıyorlardı. PKK suçlanıyordu.
Ben de Mehmet Ali Birand’ı yukarıda
belirttiğim yazısıyla ve tutumuyla hatırlayacağım.
Bu katliamdan birkaç gün sonra, Mehmet Ali Birand da, bu katliamı kimlerin,
hangi grubun gerçekleştirmiş olabileceği konusunda bir yorum yayımlamıştı.
Mehmet Ali Birand, bu katliamı acaba
PKK mi yapmıştır diye soruyordu. Arkasından acaba CIA mi, MOSSAD mı
yapmıştır diye soruyordu. Kuşkularını
acaba Saddam Hüseyin’in El Muhaberatı
mı yoksa Hafız Esad’ın El-Muhaberatı
mı diye sürdürüyordu. Her bir şık ile ilgili yorumlar da yapıyordu.
Mehmet Ali Birand’dan birkaç gün
sonra da Prof. Dr. Toktamış Ateş vefat
etti. Toktamış Ateş sosyal bilimler profesörüydü. Kürd’tü. Konya’dan, Yeniceoba’dandı. Ama Kürdlüğünü hiçbir
zaman söylemedi. Bilakis resmi ideolojiyi savunan yazılar yazıyordu. 12 Eylül
rejiminde, 1990’larda “resmi ideolojiyi
savunuyorum” diye yazılar yazıyordu.
O zamanlar Cumhuriyet gazetesinde
yazıyordu. Hâlbuki o dönemlerde resmi
ideolojiyi eleştirdikleri için pek çok araştırmacı, gazeteci vs. devletin idari ve cezai tehditleriyle karşı karşıyaydı. “Resmi
ideolojiyi savunuyorum” diye yazılar yazan Prof. Dr. Toktamış Ateş bu tehditlere
hiç dikkat çekmiyor, onları bilmezlikten, görmezlikten geliyordu.
Biz, cezaevi koşulları içinde, bu katliamı
derin devletin gerçekleştirmiş olabileceğine dair bir kuşku belirtiyorduk. Bizim
bilebildiğimizi Mehmet Ali Birand da
şüphesiz biliyordu. Ama Mehmet Ali Birand sözü edilen yazısında, derin devleti
şıklar arasında saymıyordu. Bu çok ilgi
çekici bir durumdu.
Bu ilişkiler çerçevesinde şunu fark ettim. Eğer bir olayın gizli kalmasını, olayın esas failinin bilinçlere çarpmamasını
önlemek istiyorsanız şöyle yapıyorsunuz: olayın faili hakkında, şu mu yaptı
bu mu yaptı diye şıklar ileri sürüyorsunuz. Okuyucuyu bu şıklar hakkında düşünmeye sevk ediyorsunuz ama esas faili
o şıklar arasında saymıyorsunuz. Bu da
gerçeği, esas faili gizlemenin önemli bir
yöntemi olarak görünüyor.
O günlerde Mehmet Ali Birand’a, tutumunu eleştiren genişçe bir mektup
yazmıştım. Bu mektuba cevap gelmedi. Mehmet Ali Birand’ı tanıyordum.
1980’lerin sonlarında tanışmıştık. Yardımcısı Mithat Bereket ile birlikte benimle röportaj yapmışlardı.
2006 yılında Mart ayında, İstanbul’da,
Bilgi Üniversitesi’nde Kürt Konferansı
düzenlenmişti. Basınla ilgili oturumda
Mehmet Ali Birand’ı da gördüm. Selamlaştık. Bu mektupla ilgili konuşurum
diye düşünüyordum. Basın panelinden
sonra konuşabileceğimi umuyordum.
Ama panelden hemen sonra Mehmet Ali
Birand’ı kaybettim, o mektup üzerinde
konuşma fırsatını yakalayamadım.
Fuat Önen, Mehmet Ali Birandın ölümünden sonra bir yazı yazdı. O yazıda
Fuat Önen Mehmet Ali Birand’ın ölümünden kısa bir süre önce Kürtlüğünü açıkladığını yazmıştı. “Mehmet Ali
Brand ancak yetmiş yaşından sonra
Kürtlüğünü açıklayabildi. Mehmet Ali
Birand’ı böyle hatırlayacağım” diyordu
(www.bazekurdistan.com )
Prof. Toktamış Ateş’e de bu tutumlarından dolayı iki defa genişçe mektuplar
yazmıştım, bu tutumu eleştirmiştim. Bu
mektuplara da cevap gelmedi. Cezaevlerinden yazılmış kırka yakın mektuplar
var, çok geniş mektuplar. Yazarlara, profesörlere, gazetecilere yazılmış mektuplar… O mektuplardan ancak iki tanesine
cevap alabildim.
Prof. Toktamış Ateş’le tanışmıştım. Dostum Yılmaz Öztürk, 1990’ların başında
beni Cağaloğlu’nda tanıştırmıştı.
Kürdistan Aleviler Birliği I. Konferansı
Kimlik söz konusu olduğu zaman, bir
sempozyumdan da söz etmek gerekir kanısındayım.
Demokratik Toplum Kongresi 2-3 Şubat
2013’te, Diyarbakır’da Alevilerle ilgili
bir konferans düzenledi.
Konferansın başladığı gün, Demokratik
Toplum Kongresi, konuşmacılara ve katılımcılara 12 sayfalık bir bildiri dağıttı. Bu bildiride Aleviliğin Müslümanlık
olduğu, Şiilik olduğu, Aleviliğin Müslümanlıkla başladığı vurgulanıyordu. Bu
tutumu çok şaşırtıcı buldum. Etkin bir
direniş hareketinin çok önemli bir konuda, tartışmalı bir konuda, resmi ideoloji
ile böylesine bütünleşmesi, resmi ideoloji ile aynı düşündüğünü ifade etmeye
özen göstermesi çok dikkat çekici bir
durum.
Demokratik Toplum Kongresi bunu
Kürdistan Aleviler Birliği I. Konferansına sunuyor. Halbuki bu da hükümetin,
AKP’nin gerçekleştirdiği Alevi açılımlarından biri olarak, bu açılımların deva-
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
mı olarak değerlendirilebilir.
Kızılbaşları (Alevileri) Müslüman göstermek, bilim anlayışını bir tarafa bırakalım ahlaki bile değildir. Sen bu kadar
etkili bir direniş hareketi olacaksın ama
çok önemli bir konuda hükümet gibi düşündüğünü ifade etmeye çalışacaksın,
buna özen göstereceksin. Şaşırtıcı…
Aleviler konusunda temel sorun, Alevi
düşüncesine On iki İmam figürünün, Ali
figürünün nasıl girdiği, ne zaman girdiği
konusudur. Yedi Ulu Ozan’ın düşünceleri ve tutumları bu bakımdan incelenmelidir. Alevi düşüncesini esas olarak
ifade eden ise Kaygusuz Abdal’dır. Erdal
Yıldırım’ın bu konudaki düşünceleri dikkate değerdir
(www.alevinet.com,
9 Şubat 2013)
Av. Ali Kemal Alhaslıoğlu Elbistan
Toprakhisar Köyündeki evini bağışladı
Mersin Kent Konseyi’nin 02.02.2013
düzenlediği İsmail Beşikci Vakfı Tanıtım Toplantısı’nda Avukat Ali Kemal
Alhaslıoğlu, Elbistan Toprakhisar’daki evini Vakfımıza bağışladı. 1
Nisan 2013 günü tapu devir işlemi
yapılan ev, Vakfımızın mülkü oldu.
Geçmişte Cemlerin de yapıldığı ev,
tarihi bir mimariye sahip. İki oda, bir
salon ve bir bahçeye sahip olan ev
tarihi özelliği korunarak restorasyonu
yapılmış ve kullanıma hazır durumda.
Vakfımız, bağışından dolayı Sayın
Av. Ali Kemal Alhaslıoğlu’na teşekkür
eder.
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
‘Git, yoksa biz yollarız’
Dinçer’in anlattığı sürgünü yaşayan
Mehmet Aslan’a, “Ya kendi isteğinle git
ya bizim istediğimiz yere gideceksin”
denmiş. Aslan Erzurum’a gidenlerden:
“38 sürgününden sonra en büyük sürgünlerden biri yaşandı. Bütün Dersim
kökenli memurları şehir dışına gönderdiler. Ben Ovacık’ta öğretmendim, payıma
Erzurum düştü. Orada da sınıf vermediler.”
DERSIM'de 'günde 15 vakit ezan'ın belgeseli!. “Gelip ‘Ezan okunuyor mu?’ dediler. Muhtar da ‘Günde 15 kere okunuyor’ dedi. Çok olursa makbule geçer diye
düşünmüş. Burada kimse Sünni kültürünü bilmez. Köylüye sorsan kaç vakit namaz kılınacak, bilmez.” “Her tarafa cami
dikince bize de camiye gitme şartı koştular. Cem yapamaz hale geldik. Sonunda çocukları nöbetçi koyup gizlice cem
tutmaya başladık. Dede sazını çıkarıp
‘Ya Hızır’ der demez, asker köyü bastı.
Dede hemen şarkıyı değiştirip ‘Yaylalar
Yaylalar’ türküsünü okumaya başladı.”Mehmet Karakuş köylerinde 12 Eylül
sonrası yasaklanan cem törenini böyle
anlatıyor.“1937-38’i herkes biliyor ama
Dersim’de yaşanan kültürel asimilasyonu kimse bilmiyor. 12 Eylül’de yaşananları kimse anlatmıyor. İmam hatiplere
3000’e yakın çocuk gitmiş. Kimseyle
konuşamadık. Ancak 10’una ulaştık. Aileler ‘Unutun gitsin, biz bir halt yedik,
siz niye teşhir ediyorsunuz?’ diyor. Giden çocuklardan Hizbullahçı olan bile
var ama yüzdeliğe vurunca politika başarılı olamamış.” İstanbul ’a imam hatip
liselerine gönderilen çocukların sayısı
3000’lerde Bazıları dönünce ‘Alevi’nin
eli sıkılmaz’ diye ailesinin yanına gitmedi. ‘Hz. Ali’nin resimlerini yırtın’ demişler.” . 01/04/2013
DERSIM"de 1980 sonrası uygulanan
asimilasyon politikalarını mercek altına
alan 'Olağan Haller' belgeseli, 10 yıllık
sürede bölgeden sürülen Tunceli kökenli
kamu görevlilerinin, imam hatip liselerine gönderilen binlerce çocuğun ve yaptırılan 82 caminin hikâyesini de anlatıyor.
“Her tarafa cami dikince bize de camiye
gitme şartı koştular. Cem yapamaz hale
geldik. Sonunda çocukları nöbetçi koyup
gizlice cem tutmaya başladık. Dede sazını çıkarıp ‘Ya Hızır’ der demez, asker
köyü bastı. Dede hemen şarkıyı değiştirip ‘Yaylalar Yaylalar’ türküsünü okumaya başladı.”
Mehmet Karakuş köylerinde 12 Eylül
sonrası yasaklanan cem törenini böyle
anlatıyor.
Tunceli ’ye Vali Kenan Güven’in atanmasının ardından bölgede yürütülen asimilasyon politikalarını konu alan ‘Olağan
Haller’ belgeseli, dönemin tanıklarıyla
yaşananları anlatıyor. Özgür Fındık’ın
Dersim’de 1938’de yaşanan katliamı
konu alan ‘Kara Vagon’ döneminde ortaya çıkan projesi, bir yıllık çalışmanın
ürünü. Fındık süreci şöyle özetliyor:
“1937-38’i herkes biliyor ama Dersim’de
yaşanan kültürel asimilasyonu kimse
bilmiyor. 38’deki tanıklara daha rahat
ulaştık, onlar bizimle daha rahat konuştu. 12 Eylül’de yaşananları kimse anlatmıyor. İmam hatiplere 3000’e yakın
çocuk gitmiş. Kimseyle konuşamadık.
Ancak 10’una ulaştık. Aileler ‘Unutun
gitsin, biz bir halt yedik, siz niye teşhir
ediyorsunuz?’ diyor. Giden çocuklardan
Hizbullahçı olan bile var ama yüzdeliğe
vurunca politika başarılı olamamış.”
‘Bıyık enflasyonu var’
Tanık anlatımlarında öne çıkan isim Vali
Kenan Güven. Dönemin Pülümür Kaymakamı Dr. Celal Dinçer, valinin uygulamalarını o zamanlar anlamadıklarını
söyleyip bir anısını anlatıyor:
“Bir gün Vali Kenan Güven toplantıda
‘Bu ilde bıyık enflasyonu var. Biz kamu
görevlileri bıyıklarımızı keselim ki vatandaşa örnek olalım’ dedi. Anlamadık.
İtiraz ettik biraz ama ‘Kenan Evren ziyarete gelecek, hepimiz bir örnek karşılayalım’ deyince kabul ettik. Kenan Evren gelince hepimiz bıyıklarımızı kestik.
Sonra Güven hepimizden kamu görevlileri içinde Tunceli kökenli olanların listesini istedi, verdik. Öğrendik ki, hepsini
sürgün için istemiş. O dönem çok fazla
kamu görevlisinin çeşitli yerlere tayini
çıktı.”
O dönem astsubay olan gazeteci Ümit Zileli, Vali Güven’i ‘12 Eylül zihniyetinin
yansıması’ olarak niteliyor. Zileli insan
hakları ihlali olarak, yaşadığı bir olayı
örnek gösteriyor: “Bir kadın getirdiler,
eşi dağdaymış. Kadın doğum muayene
etsin, eğer yakın biriyle ilişkiye girmişse
eşiyle görüşüyordur diye düşünmüşler.
Kimse kadının insan hakkını düşünmüyor tabii.”
Tunceli’nin inanç haritasını değiştirmek
de dönemin politikası. Kente o dönem 82
cami yapılmış, şu an hepsi atıl. Askerlerin ilçeleri, köyleri denetleyip halka dini
sorular sorması da sıkça yaşanmış. Yanıt
veremeyenlerin sonu falaka. Muzaffer
İnce, köyünde yaşadığı olayı anlatıyor:
‘Çok olursa makbule geçer’
“Gelip ‘Ezan okunuyor mu?’ dediler.
Muhtar da ‘Günde 15 kere okunuyor’
dedi. Çok olursa makbule geçer diye düşünmüş. Burada kimse Sünni kültürünü
bilmez. Köylüye sorsan kaç vakit namaz
kılınacak, bilmez.”
Devletin çağrısıyla İstanbul ’a imam hatip liselerine gönderilen çocukların sayısı 3000’lerde. Çocukların çoğu kendisini
neyin beklediğini bilmeden, evden bir
tabak eksilir diye gönderilmiş. Bir kısmı
kaçmış, bir kısmı yaşadığı işkencelerden
içine kapanmış. İmam hatibe gönderilen
Fethi Bakıray’ın hikâyesi şöyle:
“Her şeyi devlet karşılıyor diye gittik
imam hatib’e. Okuyacaksak namaz da
kılarız diye düşündük. Ama o okullarda
arkadaşlarımız çok eziyet çekti. O dönem giden 3000-4000 öğrenci var. Bazıları dönünce ‘Alevi’nin eli sıkılmaz’ diye
ailesinin yanına gitmedi. ‘Hz. Ali’nin
resimlerini yırtın’ demişler.”
Yaşanan travmayı en iyi özetleyen yine
yönetmen Fındık’ın sözleri:
“İnsanlara gidince konuşmadılar. Herkes bize ‘Şimdi siz gittikten sonra gelip
bizi gözaltına almayacakları ne malum’
diyordu.
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
"Yaşasın
meye hiç kimsenin gücü yetmeyecektir...
Türkiye'de bir şeyler değişiyor...
Sizin "akiliniz" kim?
Ergenekon
Malum, bir de "akil insanlar heyeti" var
gündemde. Bu heyetin rolü, misyonu,
neler yapacağı üzerine konuşmaktan ziyade isimler üzerinde yorumlar, spekülasyonlar yürütülüyor.
direnişimiz!"
Cafer Solgun
CHP üzerine yazmaya ara vermek istiyordum bu hafta, ne var ki CHP'nin ülke
gündemine ilişkin tutumu ve CHP'de
olup bitenler buna izin vermiyor bir türlü. Yine de kısa notlar kaydetmekle yetineceğim. Zira aslında "yeni" veya "sürpriz" olan herhangi bir şey yok...
Daha önce yazmıştım, "yeni CHP" söylemi bir "laf" idi ve artık "laf" olarak
dahi hükmü kalmamıştır... "Barış ve
çözüm süreci", bu durumu herhangi bir
muğlaklığa yer vermeyecek şekilde açığa çıkardı. Ama tabii Deniz Baykal'ın
"derin" suskunluğunu bozup CHP'ye
"ayar" verdiği son çıkışlarının bu netleşmede etkili bir rol oynadığını da kaydetmeden geçmeyelim...
CHP'nin Ergenekon direnişi!
CHP, Deniz Baykal'dan devraldığı "Ergenekon avukatlığı" bayrağını hayli
yükseklere çıkardı. 8 Nisan'da Silivri'ye
yaptıkları çıkarmayı, "yaşasın Ergenekon direnişimiz" ya da "yaşasın Silivri direnişimiz!" türü sloganlarla seçim
meydanlarına da taşırlarsa şaşırmayalım. Öyle ya, seçmenden oy istemek için
icraatlarını allayıp pullayıp anlatmak, bu
işin doğası gereği... CHP'nin seçmenlerine anlatacağı pek fazla göz dolduracak
icraatı yok; bu "Ergenekon avukatlığı"
işinden gayrı. Bu da ne kadar "oy" eder,
göreceğiz...
CHP'nin "Ergenekon direnişi", tarihine
yazıldı; artık "altın" harflerle mi, utançla
mı, orasına herkes kendince karar versin...
CHP makyaj kabilinden söylemleri bir
kenara bırakıp aslına rücu ettiği için,
CHP'deki "ayrıksı" kişiler de hayli zordalar. CHP'nin basına kapalı grup toplantısında "milletvekili olmazdan evvel
Ergenekon için şunları şunları dedin..."
diye Sezgin Tanrıkulu'nun üzerine yü-
rümüşler, adamı "CIA ajanı" olmakla
itham etmişler. Hüseyin Aygün de kendisine dikkat etmeli. Vakti zamanında o
da Amerika'ya gidip gelmişti. Ağzından
yine bir Dersim filan lafı kaçırırsa, partidaşlarının hışmına uğrar ve herhalde
bu sefer Kemal Kılıçdaroğlu da durumu
idare etmekte çok zorlanır...
Ulusalcılara "TC" şakası...
Dikkatinizi çekti mi, sosyal medyada bir
anda bazı kişilerin isimlerinin önünde
"T.C" harfleri belirdi. Ne tür bir ulusalcı tepkidir, nereden icap etmiştir, anlayamadım ilkin, doğrusu çok da kafa
yormadım. Bu ara oldukça agresif bir
kesim oluyorlar, kendi hallerine bırakmak lazım diye düşündüğümden... Fakat
sonra bir arkadaşımdan bir sanal sözlük
sitesinin muzipliğinin bu "hassas" kesim
üzerinde lüzümundan fazla etki yarattığı
için bu şakanın bir anda ciddiye binmiş
ve bir kampanyaya dönmüş olduğunu
öğrendim. Acı acı güldüm.
Bir zamanlar bu "TC" deyişinin kimlerin dilinden düşmediğini herhalde hatırlıyorsunuzdur, bilmeyenler bilenlerden
öğrensin...
"Alır başımı giderim"...
Hasan Celal Güzel'in "Anayasa'dan Türk
Milleti'ni çıkarırlarsa dağa çıkarım" şeklindeki sözlerini duymuş ya da bir yerlerden okumuş olmalısınız. Peki, "Benim
İçin Ölme Öldürme" inisiyatifinin Hasan
Celal Güzel için Palandöken'de bir otelde
yer ayırttığını? Eğer Güzel kabul ederse bütün masraflarını da karşılayacaklarmış. Aslında Güzel'in bu sözleri, bir
konuyu gayet iyi anladığını gösteriyor:
Demek ki neymiş, dağa çıkmak için bir
derdi olmak gerekmiş...
Bir de Hasip Kaplan'ın MHP'ye yönelik
şu sözlerini nakledeceğim size: Bizi böl-
Açıkçası bence de bu heyete seçilen (siz
"atanan" okuyun) bazı isimler "sürpriz"
idi. Barış ve çözüm sürecine destek vermeyen görüşleriyle tanıdığımız isimler
var mesela. Heyet üyeleri açıklanmazdan evvel adları anılan kişilere yönelik
olmadık kara propagandalar yürütenler
var mesela. Yakın zamana kadar konuştuğunda kitlelere "AKP faşizmine karşı
direniş" çağrıları yapanlar mesela...
Yine de hükümetin bir bildiği vardır diyelim. Zira asıl mesele, bu heyetin sınırlı
bir süre zarfında rolünü layıkıyla oynayıp oynayamayacağı. Dikkatleri bu noktaya toplamakta fayda var.
Ve bu konuyla ilgili bir not daha: Sanırım bu "akil" nitelemesi de insanlarda biraz allerji yarattı. Uzlaşma, diyalog gibi
kavramlarla izah edilen bir heyet olarak
teşkil etse daha isabetli olabilirdi... Fakat
Türkiye'de ilk defa olan bir şey söz konusu olan. Bu nedenle atfedilen misyonu
önemsemek ve artık sadede gelmek gerekiyor kanısındayım.
CHP bu golü nasıl yedi?
"Süreç"le ilgili mecliste oluşturulması
gündemde olan komisyon ile ilgili gelişmeler var bir de. CHP'nin önergesine Ak
Partili milletvekilleri de imza verince,
iki partinin önergesi birleşmiş oldu ve
tabii CHP'liler küplere bindi...
Yukarıdaki biraz da temenni içeren sözlerimi bu komisyon için de yinelemek
isterim: Her ne şekilde olacaksa meclis
bünyesinde de bir komisyon kurulacak.
Günlük siyasi polemiklerden ziyade bu
komisyonun oynayacağı rolü önemsemek gerekli. Zira unutmamak gerekiyor
ki, günün görevi, dağdaki militanların
sınır dışına çekilmesidir.
Tabii asıl unutmamak gereken, bu ilk
adımın başarılı olması halinde sorunun
bitmiş olmayacağıdır. Aksine, "süreç"
asıl o zaman başlayacaktır...
[email protected]
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ZERDÜŞTLÜK EŞİTTİR ALEVİLİK Mİ?
batında insanın Adem ile Havva’dan türediğini ve bu şekilde yeryüzüne yayıldığını,
diğer bir anlatımla Adem ile Havva’nın çocuklarının birbirleriyle evlenip ensest ilişkiden türediğini hiç bir zaman kabul etmemiş ve aslada inancına almamıştır. Habil
ve Kabil olayının bir başka versiyonunuda
kitapta okuyabiliyoruz.(sf.142) Unutulmasınki aklın ve mantığın bittişidir tek tanrılı
dinlerin başlangıc anı.(sf.45-152-219)
Merhaba Dostlar;
Okuduğumuz kitaplara ait eleştirisel bilgilerimizi sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. Daha önceki kitap eleştirimiz olan;
ERKÄNNAME DEĞİL TERKNÄME;
DERVİŞ TUR`A DUR DİYEBİLMEK adlı
eleştirilerimizi bilgilerinize sunmuştuk.
Gelen yorumlarınız ve eleştirleriniz için
ayrıca teşekkür ederim.
Bu seferki kitap eleştirimiz
ise
E
XEMGİN‘in yazdığı ALEVİLİĞİN KÖKENİNDEKİ MAZDA İNANCI VE ZERDÜŞT ÖĞRETİSİ adlı 2011 tarihli 3.
basım olan ve Berfin yayınları tarafından
bizlere sunulan kitabımız.
Yazarımızın kitabı 255 sayfa, son bölümde
kaynaklar ve içerisinde resimler bulunuyor bu durumda bize daha geniş bir bilgi
sunuyor.
Kitap konusundaki eleştirilerimiz daha
öncede yazdığımız gibi sadece kitaptaki
bilgiler ve konular içindir. Hiç bir şekilde
herhangi bir kişi-kişileri, ırkı,dini veya
topluluğu aşağılama,yargılama veya bir
ırkı diğer ırktan üstün görme değildir.
Böyle bir davranış öncelikle bizim kendimize sonrada toplumumuza yapacağımız
affedilmez bir hatadır. Yazdıklarımızın ve
eleştirilerimizin tamamen bağımsız eleştirler olarak okunmasını rica ederiz.
Kitabın anlatımı dili ve açıklamaları ırk
üzerinden yapılmakta ve yapılan bu ırk
tanımlamasıda Kürt ırkı üzerinden yapılmaktadır.Tabiri caiz ise Aleviler, İslam
dini öncesi Zerdüşt öğretisi olan Mazda
dini inancını yaşamakta olan kürtlerdir.
(sf.11-18) İslam dinini ortaya çıkışı sonrasında İran-Irak, Azerbaycan yani bir bütün
olarak coğrafi olarak açıklarsan yukarı
Arabistan ve Horasan bölgesinin tümü ile
Mezopotamya bölgesinde Mazda dinini
yaşayan Zerdüşt peygamberinin inanları
İslam dininin zor,kan ve baskı ile asimilesi sonucu İslam dinine geçtiklerini ve
bu inancsal durumlarını ise Alevilik adı
altında sürdürdüklerini belirtmektedir.
Ve bu tanımlama yapılırken bu insanların
Kürt ırkına ait olduğunuda belirtmektedir.
Yine yukarıdaki bu tanımlamayı kitap süresince tekrarlayarak devam ettirmektedir.
Ve kitap süresince satır aralarında bütün
Alevilerin Kürt ve Zerdüşt olduğunu belirten tanımlamaları sık sık okuyabiliyoruz.
(sf.122-125-127)
Öncelikle peygamberi Zerdüşt olan Mazda dini Anadolu Alevi Kızılbaş inancı ile
çok az veya belkide hemen hemen hiç yok
diyebileceğimiz kadar ortak noktası bulunmaktadır.Zerdüşt dini tek peygamberli,tek
kitaplı ki kitabı Zend Avesta ve tek tanrılı bir dindir. Oysa üst tanımlama olarak
Ad na n C a ng üde r
söyleyeceğimiz Alevilik inancı ise çok
tanrılı,çok inanclı ve özünde,batınilikte
Kırklar Cemi ile peygamber(ler)i reddeden
ve kabul etmeyen nihayetinde kitapsız ve
mihrapsız-kıblesiz bir inanctır. Zerdüşt’ün
kelime anlamı ise Altın yıldız ‘dır.
Daha önceki yazılarımızda da üstünde
durarak ve altını kalın çizgilerle göstererek belirttik Alevilik inancında cennet ve
cehennem olgusu ve cennetteki ırmaklar
yoktur(sf.173). Geçmişte böyle bir inanca
asla sahip olmamış bu günde sahip değil
yarında asla inancında olmayacaktır. Eğer
olurda bir gün bir alevi cennet ve cehennem inanırsa bu artık o kişinin asimile
olduğunu ve alevi olmadığını gösterir.
Oysaki yazarımız daha henüz kitabın ilk
sayfalarında cennet olgusuna değiniyorki
bu durumda Mazda dininin alevi inancı
ile aynı olmadığını net bir şekilde ortaya
koymaktadır.(sf.12-15) Ve yine ilk insanın
ortaya çıkışını cennetten kovulma ile açıklıyor ki bu durum Mazda dini ve diğer bütün tek tanrılı dinler için aynı iken Alevilik
inancı içinse durum hiçde böyle değildir.
Anadolu Alevi Kızılbaş inancı zahirde ve
Anadolu Alevi Kızılbaş inancı batıni anlamda yaratan ve yaratılan olgusunu taşımaz. Enel Hakk sözüne ters bir durumdur
ve Hakkın insanda, insanın Hakkta var
olduğunu, Hakkın insanı kendinden var
ettiğinin reddidir yaratan ve yaratılan olgusu. Anadolu Alevi Kızılbaş öğretisi kendisini varoluşçuluk üzerinden tanımlar ve
inancında o şekilde kabul eder, Devamen
bu durum yine Alevi inancındaki Hakk’la
Hakk olma, Hakk’ta birliğe ters ikilik durumunu ortaya çıkartıki yine bu da Alevi batıni inancına ters bir durumdur. Her
anlamda Alevi inancında bir yaratan ve
yaratılan olgusu bulunmamakta, bu olgu
sadece tek tanrılı dinlere ait bir durumdur.
(sf.15-44-111-136-137)
Anadolu alevi kızılbaş inancı gerek batında
gerekse zahir anlamda kader ve kadercilik
olgusunu kabul etmez ve reddeder. Yani tek
tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında yazdığı
gibi bir kader anlayışı asla bulunmamakta
ve taşımamaktadır. Oysa yazarımız mazda
dininde kaderi kabul etmekte ve bu şekilde
bir anlatımda bulunmaktadır.(sf.17) Kitabını okudukça aslında yazarın alevi batıni
inancı hakkındaki bilgilerinin ne kadar az
olduğunu ve bu konularda bilgi eksikliğine
sahip olduğunu görebilmekteyiz.
Anadolu Alevi Kızılbaş inancı insanı en
kutsal varlık olarak kabul ederken, insanı 4 maddeden oluşturur. Bu maddeler
hava,ateş,su ve toprak. Bu 4 madde içerisinde gerek zahiri gerekse batıni anlamda
en yüksek noktada bulunan madde topraktır. Toprak insanı kamile,mürşide ve
Sırrı Hakikate tekabül eder. Oysaki Mazda
inancında ise beden topraktan oluşmakta
ve kötü olarak tanımlanmakta devamen
nefsin bu durumda günah işlemeye elverişli olduğunu söylemektedir.(sf.17)
Yukarıda daha öncede belirtmeye çalıştığımız gibi bütün anlatımlar Kürt ırkı üzerinden yapılmakta ki bu durumda yine alevi
inancını taşıyan insanları sadece tek bir
ırk üzerinden tanımlar. Böyle bir anlatım
Alevi inancının dar kalıplara sokulması ve
özünden uzaklaştırılmasıdır. 72 millete bir
nazarla bakan ve sadece tek bir ırka ait olmayan Alevi inancını bu şekilde kitap süresince anlatması yine bilgi kısırlığına yol
açmaktadır.(sf.124)
Tek tanrılı dinlerin yayılmacı ve yok edici
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
politikaları sonucu tek tanrılı dinler doğası
gereği çok tanrılı inancları yok etmeyi ve
ortadan kadırmayı zorunlu bir görev bilirler. Yok edemediği ve ortadan kaldıramadığı çok tanrılı inancların kutsallıklarını
kendi içine alıp değiştirip,dönüştürürerek
eski olanı yeniymiş gibi sunarlar. Bu durum bütün tek tanrılı dinlerin ortak özelliğidir. Örneğin; Hızır, Nevruz v.b. Aynı
durum peygamberi Zerdüşt olan Mazda
dini içinde geçerlidir.(sf.24-215) Ve yazarımız bu noktalara eğilip inancsal olarak
çok daha derin bir araştırmaya gireceğine
ne yazıkki sadece Mazda dinini anlatmaktadır.(sf.24)
min yaşam şartları nedeniyle önce serbest
olan Kurban ritüeli daha sonra yasaklanmıştır. Dinini yaydığı bölgedeki insanların
tek geçim kayanağı olan hayvancılığın çok
önemli yaşamsal bir gereklilik olduğundan dolayı yasaklayarak kendinden önceki
inanca ait olan Mitra kurban ritüelini yasaklamıştır. Anadolu Alevi Kızılbaş inancında ise bütün kurbanlar öncelikle Lokma
konumundadır ve bu konumun olmazsa olmaz koşulu ise paylaşımdır. Paylaşımın olmadığı her hangi bir Kurban lokma olarak
kabul olmaz ve değerlendirilmez. Gerek
uygulamada gerekse inanışta yine gördüğümüz gibi farklılıklar vardır.
Ahura Mazda dininin peygamberi olan
Zerdüşt’e ait anlatılan efsaneler ve hikayeler ise ne yazıkki yine Sümerlerdeki
Gılgamış Destanının bir başka anlatım biçimidir. Örneğin; yeraltında belli bir süre
yaşama,gizlenme ve daha sonra ortaya
çıkma, ölümsüzlük olgusu, baba ve oğulun
hep aynı yaşta (15) yani genç kalması ki bu
durum Osman-ı Musafta (Kuran) cennet
tasvir edilirkende geçmekte ve orada memeleri yeni büyüyen oğlan kız oğlan gençler olacaktır denilmektedir. (sf.47). Devamen yine Gılgamış Destanında anlatılan
Nuh tufanı efsanesi ise hemen hemen aynı
şekilde geçmektedir ki Nuh tufanı hikayesi efsanesi bütün tek tanrılı dinlerin kutsal
kitaplarındada geçmektedir.
Yahudi dini,Hrıstiyanlık dini, İslam dini
ile Mazda dini peygamberleri kendilerini dağlara vurarak oradaki mağaralarda
inzivaya çekilip tanrı ile buluşurken çok
tanrılı inanclarda özellikle Anadolu Alevi
Kızılbaşlarda ise bu durum tamamen tersi bir noktada toplumun içinde toplum ile
birlikte Hakk’la Hakk olmayı kabul eder.
Ve yine bir diğer ortak nokta ise tek tanrılı dinlerin bütün peygamberlerinin tanrı ile konuşmuş olmasıdır; Musanın tur
dağında,İsa Tabor dağında, Muhammedin
hıra dağında,Zerdüşt ün ise yine tanrısı
Ahura Mazda ile Elburz dağında 10 yıl gibi
bir süre konuştuğunu görmekteyiz.(sf.96139) Ve yazar kitabında bu konuyu açık
şekilde belirtmektedir.
Bütün tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin doğumu esnasında muhakkak bir mucizenin gerçekleştiği anlatılır bu durum Zerdüşt peygamber içinde geçerlidir. Örneğin
bir yıldızın parlaması, bir yıldızın gökten
düşmesi, bakire bir kızdan bir çocuğun
doğacağı, doğan çocuğun tanrının oğlu
olduğu(sf.174), doğan çocuğun hemen konuşması veya gülmesi, vücudunun herhangi bir yerinde değişik bir leke veya işaretin
olması gibi diyebiliriz.(sf.65-66-70) Bunun
yanında tek tanrılı dinlerin peygamberlerinde ortaya çıkan bir başka değişiklik ise
peygamber konumunda bulunan kişilerin
belli bir yaşa geldikten sonra yaşadıkları
değişikliklerdir; örneğin Muhammedin
Hıra dağına gitmesi, aniden okuma ve
yazma öğrenmesi gibi olurken bu durum
Musa’da Tur dağına çıkması; Zerdüşt’de
ise yine aynı şekilde yaylalarda ve tarlalarda ve dağlarda gezinmesi ve cesur bir bakış
edinmesi gibi tipik tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin özelliğini sıralayabiliriz ki
bu durum İsa içinde geçerlidir. (sf.73) Tek
tanrılı dinlerin Peygamberlerinin zehirlenerek öldürülmek istenmeleride yine bir
başka ortak noktadır(sf.73) Mirac olayının
yaşanması yine bir başka değişik örnektir.
(sf.66)
Yazımıza başlarken kitabın ırk temelli
yazıldığını ve bu şekilde devam ettiğine
değinmiştik. Dinin ırk temelli anlatılması
Ari ırkı üzerinden yapılmaktadır ki yine
bu durumda Anadolu Alevi Kızılbaş inancının 72 millete bir nazarla bakma öğretisi-
ne terstir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin
100 yıla yakın bir zamandır empoze etmek
istediği bütün Aleviler Türktür tezinin bir
başka formülünü bütün Aleviler Kürt ve
ari ırkındandır biçimi ile kitabımızda açık
bir şekilde görebiliyoruz.
Tek tanrılı dinlere bir başka ortak nokta ise bütün tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin peygamberliklerini ilan ettikten sonra ilk inananlarının nedense
hep aile yakınları olduğunu görüyoruz.
Musa’da,Zerdüşt’de,İsa’da ve Muhammed’tede bu aynı şekildedir. Muhammed’de
amca oğlu Ali iken Zerdüşt’de ise yine
amcasının oğlu Maidyoimaha’dır.(sf.80)
Ve tesadüfdür ki Muhammed (40) ile Zerdüşt (42) 40 lı yaşlarda peygamberliklerini açıklamışlardır. Kitabımızın ilerleyen
sayfalarında ise Zerdüşt te peygamberliğin
30 lu yaşlarda geldiğinide okumaktayız.
(sf.98) Bununla birlikte yine tek tanrılı
dinlerin hepsi ilk ortaya çıktıkları topraklarda barınamamış olmaları ve kendi yaşadıkları toprakları terkederek göç etmiş
olmalarıdır. Bu durum Musa’ mısırdan,
Zerdüşt’ün Urmiye’den,İsanın Kudüs’den
ve Muhammedin Mekkeden ayrılmasıdır.
Öyleyse pekala şunu diyebiliriz bütün tek
tanrılı dinler göçebedir.(sf.104) Göç ederek gittikleri yerlerde güçlenen tek tanrılı dinler daha sonra eski topraklarına çok
daha yıkıcı ve yok edici şekilde geri dönmüşler ve kendilerinden önceki bütün çok
tanrılı inancları ortadan kaldırmayı amaçlamış, ortadan kaldıramadıklarını içlerine
alarak kendilerine aitmiş gibi halkların
eski inanışlarını günümüze taşımışlardır.
(sf.109-163) Bütün tek tanrılı dinler savaşcı
ve yok edicidir bu durum Mazda dini ve
peygamberi Zerdüşt içinde geçerlidir. (210)
Oysa Alevi inancı bütün dinlere,inanclara
ve ırklara aynı mesafede yaklaşır ve kabul
eder.
İslam dininde Kurban yapılması gereken
bir dini kural iken, Mazda dininde ise döne-
Anadolu Alevi Kızılbaş inancında insan
Hakk, Hakk ise insandır. Vahdeti vucudu
kabul etmez, Vahdeti mevcudu kabul eder
yani bütün herşeyi tanrı yaratmış düşüncesini reddederek kainattaki herşey Hakk’ın
bir parçası olarak kabul görür ve inancında
bu şekilde yaşar ki bu durumda İnsan Tanrı
ve Doğa Tanrının Hakk’taki birliğidir. Ki
tek tanrılı, peygamberli ve kitaplı dinlerde
bu inanış Allah’a şirk-eş koşmak, Allahı
belli bir biçime ve şekle sokmak ve maddeye indirmektirki tek cezası ise ölümdür.
Unutulmasınki Anadolu Alevi Kızılbaş
inancı maddesel ve materyalist bir inanc
iken tek tanrılı dinlerde ise bu durumu hiç
bir şekilde göremeyiz.
Yazarımızın kitabında anlattığı Zerdüşt
öğretisinin bir başka versiyonunu yine
Hrıstiyanlık dininde görüyoruz ki bu da
Baba,Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesidir.
İsanın tanrının oğlu olduğu inanışının aynı
versiyonu, zerdüşt’ünde tanrının oğlu olduğu inanışıdır.(sf.101-120)
Yazarımız yine Zerdüşt dini olan Mazda
dinini anlatırken ahiret,öbür dünya,bu dünyanın bir sınav yeri olduuğu,Peygamberlere
koşulsuz itaat ve kulluk,vahiy,sırat köprüsü, kıyamet,cennet ve cehennem,genc ve
güzel huri kızlarla cennette yaşamak gibi
Anadolu Alevi Kızılbaş inancının kabul
etmediği ve içinde taşımadığı olgularada
değinmekte ama bu tür tek tanrılı dinlerin
olguların Anadolu Alevi Kızılbaş inancında olmadığını yazmamaktadır. Zerdüşt’ün
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kendi yazım tabletlerine gatha denirken
ki bu tabletlerin 16 söylevden oluştuğunu
okurken aynı olayı yine Musa Peygamberde 10 emir olarak tabletlerde görebiliyoruz.
(sf.107-112-115-184-185-187-189)
Mazda dini inancında Mazda iyi tanrıyı
oluştururken, Ahirman kötülüğün tanrısıdır. Bu durumun normalde sorun çıkarması gerekirken durum hiçte öyle değildir
bilakis daha öncede dediğimiz gibi dinin
kaynağı önce Gılgamış Destanın değişik
bir versiyonunun ve kendinden önceki çok
tanrılı inançların öğretilerini içine alması
ve başka bir şekilde yorumlanarak sunulmasıdır.(sf.140) Mazda’ ya dünyanın bütün
güzellikleri verirken Ahirman’ a ise yeryüzündeki bütün kötülükler verilmektedir.
Tek tanrılı dinlerdeki kutsal melekler olan;
Cebrail,Mikail,İsrafil ve Azrail Zerdüşt
dini Mazda inancında da bulunmakta ve
kitapta anlatılmakta ama nedense Anadolu
Alevi kızılbaş İnancında tek tanrılı dinlerin bu kutsal sayılan meleklere inanılmadığı, inancta olmadığı ve kabul görmediği
es geçilmektedir. Örneğin kıyamet ve ahiret olgusuna inanmayan bir topluluğun nasıl olurda kıyameti haber verecek olan İsrafil meleğe inanması beklenebilinir.(sf.143)
Anadolu Alevi Kızılbaş inancında yaşam
ve ölüm birbirinden farklı değil bilakis
birbirlerini tamamlayan ve aynı kutallığı
taşıyan olgulardır. Devr-i daim inanışın
devamı için ölüm ile yaşam birdir ve yine
inanışta ölüm olgusunun olmaması tek tanrılı dinlerden ayrıldığı bir başka noktadır.
Bu durum Mazda dini içinde geçerlidir.
(sf.145) Mazda dinindeki ölüm ve cenaze
anlayışı ve inancı Anadolu Alevi Kızılbaş
inancından farklıdır ve ayrı bir ritüel ile
uygulaması yapılmaktadır. Örneğin cenazenin yıkanmamsı gibi (sf.183)
Kitabımızın 149. Sayfasında Zerdüşt öğretisine göre yaratılış başlığını taşırken
aynı konu başlığı altında ırk üzerinden
yine bir tanımlaya gidilerek dinin sadece
ırk temelli olduğu vurgulanmakla beraber,
inanc temelinde ise anlatımları tek tanrılı dinlerin anlatımlarına ve inancına ters
bir durumdur. Bu durumun eleştirisi ve
açıklaması yapılması gerekirken ortadaki
bu eleştirileri ve çelişkileri kabul etmeyi
görüyoruz.(sf.150-154) Dünyayı 6 günde
yaratan Musa’ nın (sf.160) tanrısı ile dünyadaki dağları,ovaları,suları,bitkileri v.b
yaratan tanrı aynıdır ve bütün bu maddeler
Zerdüştün düşüncesinden yaratıldığı belirtilmektedir. Oysaki düşünce maddeyi var
etmez yani doğrulamaz aksine madde düşünceyi doğrular, çünkü önce madde gelir.
Yazar Zerdüşt dini ile Alevi inancının karşılıklı bir kıyaslamasını ve karşılaştırılmasını yapacağıne ne yazık ki yaptığı sadece
Mazda dini inancına Aleviliği taşımak ve
yamamaktır. Unutulmasınki yeryüzündeki bütün inanclar göksel olmakla beraber
yeryüzü ortaklığınıda taşır ama bu bir kaç
ortaklık hepsinin aynı ve bir olduğu anla-
mına gelmez. Tek tanrılı dinler güçlenip
baskı, sömürü ve zulüm aracına dönüşerek
insanı köle kul konumuna indirirken tarihi
araştırdığımızda ise çok tanrılı inanclarda
böyle bir uygulama ve anlayış ile hemen
hemen hiç karşılaşmıyoruz diyebiliriz.
Bunun nedeni ise tek tanrılı dinlerin devletleşerek sömürü sistemini yerleştirerek
kendi baskı sistemini devam ettirmesidir
ki bu durum günümüzdede halen devam
etmekdir. Bu sömürü sistemini devam ettirenler ise o dinin din adamları ve dini
önderleridir (sf.214) Tek tanrılı dinin; din
adamlarının sömürü sistemini sürdürmesi
ve bu sistemin devam etmesi için dini argümanları kullanarak çalışmaları güncel
yaşamımızda da halen devam etmektedir.
Çok tanrılı inanc topluluklardan biri olan
Türki ırklarından Uygurların yaşam kaynağı veya yaşamın başlangıcı yaşam ağacı
ile başlar. Yani evren,dünya ve dünyadaki
bütün canlılar bu yaşam ağacından oluşmuştur. Yaşam ağacının bir diğer adı ise
Hayat ağacıdır. Yaşam ağacının kutsallığı
ve öğretisi zaman içinde Yahudi ve devamen Zerdüşt dini olan Mazda dininede girmiştir. Buna en güzel örnek ise Bankacılık
sektöründe yer alan ve 2001 yılında kapanan Osmanlı Bankasının amblemidir, Osmanlı Bankasının amblemi işte bu yaşam
ağacıdır. Ve yine tek tanrılı dinlerin birbirinin devamı olduğunu görürken aslında
bütün tek tanrılı dinlerin çok tanrılı inancların kutsallıklarını aldığınıda bir kere
daha görmekteyiz. Gerek Zerdüşt gerekse
Muhammed Peygamberlikleri döneminde
Türklerle savaşılmasını ve Türklerin öldürülmelerini söyleyerek Türkleri lanetlemişlerdir.(sf.88)
İnsanoğlu tarih sahnesine çıktığı andan itibaren aklının ve mantığının almadığı, gücünün yetersiz kaldığı ve hükmedemediği
bütün güçleri ve olayları kutsallaştırmış
ve belli ruhsal görevler ile sorumluluklar
vermiştir. Buna en güzel örnek ise Ateş’tir.
Ateşin insan tarafından kullanılmasının
öğrenilmesi ve yaşam içinde kendisinden
yararlanılması ateşi kutsallıklar farklı bir
boyuta taşımış ve kabul görmüştür. Mazda
dininde bu durum en üst noktaya çıkmış
ve ateş kutsallık bakımından en güçlü kutsallığa taşınırken ve tapılırken ateş tapınakları inşa edilmiştir. Ateşgah da denilen
bu tapınaklar kendinden sonra gelen çok
daha güçlü diğer tek tanrılı dinler tarafından ortadan kaldırılmışlardır. Bu yok edilişi ilk olarak Hristıyan dininde görürken
asıl öldürücü darbeyi İslam dini vurmuş,
peygamber Muhammed’in emri ile put
olarak kabul edilerek bütün ateşgahları
yakılmış,yıkılmış ve inananlarını katledilmiştir. Bu yıkım ve katliam 300 yüzyıllık
bir süreye yayılmıştır. Ne yazıkki dünyamızın zengin mirası olarak kabul edebileceğimiz bu ateşgahlar,Afganistandaki
Buda heykelleri ile aynı sonu paylaşmış,
yakılıp yok edilmişlerdir. Ateşin Anadolu Alevi Kızılbaş inancında tek başına bir
anlamı tam olarak yerine oturmaz. Ateş
eğer hava ,su ve toprak ile bütünleşirse bir
anlam ifade eder yoksa eksik kalır oysa
yazarımız ateş ve ateşin kutsallığından
Alevi inancını ve Kürt halkını satırlarına
taşıyor ki yine eksik kaldığını görüyoruz.
(166-167)
Anadolu Alevi Kızılbaş inancında 4 kutsal
Dar vardır. Bu Dar’lar; Fatma Ana Dar’ı
(İmam Hüseyin),Hallacı Munsur,Fazlullah
ve Nesimi Dar’ıdır.İbadetlerin yerine getirildiği esnada Dar’ a çıkılan ve durulan
yere ise Dar Meydanı denir. Aleviler Cemlerinde bütün bu Dar duruşlarını yerine
getirirler ve uygularlar. Bu uygulamalarını Cem ibadetleri esnasında yaparlar.
Oysaki Mazda dininde ise bu durum daha
farklıdır, bildiğimiz toplum önünde yargılama yapılırken herhangi bir dini ibadet
yapılmaz ve ugulanmaz. Eski toplumlarda
görülen halk mahkemesi türünden bir uygulama mevcutken her hangi bir ınancsal
ibadeti ve uygulamayı göremiyoruz. Bu tür
bir uygulamayı Alevi inancındaki Dar’ konumu ile ifade etmesi ve aynı demesi yine
bizlere Alevi batıni inancında yazarımızın
eksik kaldığını göstermektedir.
Mazda dini ve Zerdüşt peygamber için söyleyebileceğimiz konular ise diğer tek tanrılı dinlerin Mazda dinini ve Zerdüşt’ ü
Peygamber olarak görmemesi ve kabul etmemesiyle beraber kutsal kitabı olan Zend
Avesta’ yıda kutsal kitap olarak kabul etmezler.
Yazar kitaptaki anlatımları ile herşey Kürdistanda başladı,bütün dinlerin atası Mazda dinidir gibi yazarken, aslında yaşayan
pek çok Zerdüşt olduğunuda belirtmektedir. Zerdüşt’ lük eşittir Alevilik demek;
Alevi inancını asimile etmek ve özünden
koparmaktır. Alevilik islamın özüdür sözü
ne kadar asimileci ve yok edici ise yazarın kitabında anlattığı Zerdüştlükte bir o
kadar aynı noktadadır. İslam dini içindeki
bütün Alevileri aslında Zerdüşt dininin
inananları olarak kabul görmektedir. 12
Milyar yıl yaşında olan bir dünyanın ancak
9 yada 10 bin yıllık bir din ve dinler tarihi
ile açıklamak aklın ve mantığın kabul etmeyeceği bir durumdur. Ki alevi inancıda
bu durumu tek tanrılı dinlerin tersine farklı bir anlatımla mikro evren ve makro evren oluşumu ve büyük patlama ile açıklar.
Bildiğimiz ve tanıdığımız tek tanrılı bir
dinin Alevilik olarak anlatılması ve bunun
tek bir ırk yani ari ırkı olan Kürtler üzerinden yapılması durumuyla karşı karşıyayız.
Yazılanların tarihsel ve bilimsel olarak
doğruluk noktaları eksik kalmaktadır. Ve
kitapta gözden kaçan bir başka nokta ise
Kürtlerin ari ırkı süresince diğer halkları
asimile etmesi ve ortadan kaldırmasıdır.
Kitabın kapağındaki resim ile kapitalist
sistemin sömürü düzenin resimle hemen
hemen aynı olmakla beraber kitabın adının ise kitabın daha çok satılmasına hiz-
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
met ettiğini görüyoruz. Kitapta anlatılan
konular Anadolu Alevi Kızılbaş İnancı ile
ne yazıkki aynı değildir ve Mazda dini ile
Alevilik inancı aynıdır argümanı zorlama
ve dayatmacıdır doğruda değildir.
İslam dininin yıkıcı ve yok edici baskısından kacıp Dersime sığınan Mazda dini
inancının insanlarının kendileri ile birlikte
dinlerinin inanışlarınıda Dersime getirmesi ve zaman içinde bu durumun Dersimde
yaşam bulmasıda gayet doğaldır. Ama tek
başına bu durumun Dersimdeki Kızılbaş
inancı eşittir Mazda dinidir anlamına gelmez. Aynı durum Hasan Sabbah’ın kurucusu olduğu ve merkezi Alamut kalesi olan
ve tarihteki sayılı Alevi-Kızılbaş devletini
yine Kürt ırkı içinde tutması ve ırk düzeyinde tanımlamasıdır. Ki yukarıda bunun
böyle olmadığınıda yazılarımızla anlatmaya çalıştık.
Zerdüşt zengin bir sınıfın insanıdır ve bu
konumunu gerek peygamberlik gerekse
krallık konumunu öldürülünceye kadar
devam ettirmiştir.(M.Ö 553) Alevi inancında olmayan Hac ve Hacca gitme olayı
Zerdüşt dini olan Mazda dininde ise vardır.
(sf.170) Düşkünlük olayı ise Zerdüştlükle
aynı değildir aynı ritüellerde uygulanmaz
ve Alevilikteki düşkünlük temelinde cezalandırmadan daha çok topluma yeniden
kazandırma üzerine kuruludur.
Alevi inancındaki 17 erkanlar,7 ulu
ozanlar, saz-semah ve cem, 4 kapı 40
makam,kadın ve erkeğin eşitliği ve kadının
kutsallığı,Hakk’ın mekanının insanın kalbi olduğu ve hiç bir yere sığmayan Hakk’ın
kendini insan kabine sığdırması,(oysaki
Mazda dininde tanrı göğün 7. Katında yaşar) olguları, rızalık şehri,kırklar meclisini
kitapta bulamıyoruz.
Mazda dini ile Anadolu Alevi Kızılbaş
inancı arasındaki ortaklık olarak kitapta
söyleyebileceğimiz konular ise bir veya
ikiyi geçmez, müzik ile şiirsel dille anlatım ve söylevler, resim ve heykele önem
verilmesi,Güneşin kutsallığı (202), kutsal
üçleme gibi ama bunların hiçbirisi alevilik
eşittir Mazda dini denilemez. Ve kitaptaki
Mazda dinine ait anlamları ile Anadolu
Alevi Kızılbaş inancının kutsiyet anlamları birbirinden farklıdır.
Sonuç olarak kitapta gerek Zerdüşt peygamber gerekse Mazda dini açısından ayrıntılı ve açıklayıcı bilgiler bulunmakta,
tek tanrılı dinlerin ortak ve ayrı noktalarını göstermesi bakımında öğretici,bilgi verici. Sözlerimizi bitirirken kitabın okunması gerektiğini belirtirken, kapak adı ile
içindekilerinin aynı olmadığınında bilinmesi gerektiğidir. Pek tabii ki son karar her
zaman olduğu gibi siz sayın dostlarındır.
Sevgi ve saygılarımla
Bir Kavram Bin Kırım
Yanılsamalar - 3
Ali Kanlı
Millet :
rinden dogmuştur. Sonraları buna Türk
Yurdu denmiştir.
Millet Arapça bir kelimedir
Ve fakat; aslen bir tek ari Türk´ün bile
yaşamadığı bu topraklarda bir UlusDevlet nasıl ve kimlerle kurulabilir
sorusu 1920 lere degin netlik kazanmamıştı. Bu nedenle mayasi ve hamuru
İslam olan Ümmet Devlet Osmanlı´nın
etnik arındırma yoluyla dönüştürülmesi planlandı.
1. Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde
yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu,
ülkü, gelenek ve görenek birliği olan
insan topluluğu, ulus (Türk Dil Kurumu Sözlügünden alintidir)
Osmanlı´da Millet kavramı iki anlamlıydı der ünlü Türkolog Prof. HansLukas Kieser.
1.si İslam Milleti
2.si Ecneebi Milletleri
Bir Seyhul İslam Devleti olan Osmanli Ümmed-i Muhammed devletiydi.
Yani Milliyeti yoktu, bir millet devleti
degildi. O´nun millet yerine koydugu
kavram „Ümmet“ di. Dolayısıyla da
Ümmedinden olmayan (İslam olmayan)
herkes Ecnebi Milletindendi.
Osmanlı´nın Ecnebi Milletlerine yaptırımlarını kısa ve çarpıcı bir örnekle
ifade etmek istiyorum. Kanun ve Nizamlarıyla ünlü Kanuni Sultan Süleyman bir yasayla her Ecnebi Ailenin bir
erkek evladını vergi olarak Osmanlıya
vermesini saglar. Verilen evladın her
türlü tasarruf hakkı sultandadır. Yani
ister asar ister keser, isterse de derisini
yüzerdi.
Ulus Devletler tarihine ilişkin daha
önce bir makale yazmış olduğumdan
bu konuya detayli girmeyecegim.
Gelelim kavramın kendisine ve yarattıgı tahribatlara (kırımlara)
Bilindigi gibi Ulus Devletler tarihi
yaklaşık 150 yıla tekabül eder. Fransız
İhtilaliyle başlayan bu sürec insanlık
tarihi karşısında esamesi okunmaz bir
zerrecik bile degildir.
Türk Ulus tarihi ise 1878 Berlin Kongresiyle başlayan Osmanlı içinde uç
veren İttihak i Teraki Cemiyeti elden
giden Osmanlı Devleti yerine (yerini
alamasa da) bir ana yurt edinme fik-
İslamlaştırılamayacakları baştan belli
olan Ermeni, Süryani Keldani Rum,
Kızılbaş topluluk ve halkalara soykırımlar, kırımlar uygulanarak İslam
Kardeşligine dayalı bir Türk-İslam
Devleti kuruldu.
Ki; Sınırları çizilmiş topraklar üzerinde yagmalanmış mal ve varlıklarla servet edinerek rekabetsiz sömürü yapmanın adıdır Ulus Devlet.
1908 devrimi (!) ile kısmi hak ve özgürlükler elde eden ve hak talepleri
temelinde örgütlenen Ermeniler 1915
te geçen yüzyılın ilk ve en büyük Soykırımına ugratılan Halk oldu. İttihatçı
Türk-Kürt İttifakı Ermeni Soykırımında „islam Kardeşliği“in neme ne bir illet olduğunu tüm insanlığa gösterdi.
Gelinen aşamada yeniden bir TürkKürt İslam Kardeşligi ittifakıyla karşıkarşıyayız.
Aslen bin yıllık ama özelliklede yüzyıllık yaralar sarılmadan (tarihle dolaysız yüzleşilmeden) girilen bu ittifak
yeni kırım ve talanlara gebe bir gelecegin habercisidir adeta.
Ermeni Soykırımında Türkler kadar
payi olan Kürtler de bugüne degin köklü bir özeleştiri vermekten kaçınmışlardır. Örnegin bir kongre kararları yoktur
bildigim kadarıyla Ermeni Soykırımındaki paylarına ilişkin.
Sonuc yerine;
Yalnızca İnsani merkeze koyan Tüm
Ötekilerin ittifakiyla kurulacak güçlü
bir muhalefet kadim Anadolu Halklarının biricik sigortası olacaktır.
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Gece Kelebeği
Perperık-a Söe
"Elinizdeki kitapla ilgili olarak size sadece şu kadarını söyleyebilirim: Alın
ve okuyun. Okuyup bitirdiğiniz zaman,
Haydar Karataş’ın bu romanının, Yaşar Kemal ve Cengiz Aytmatov’un
romanları ayarında bir roman olduğunu göreceksiniz. Büyük bir insanlık trajedisini roman tadında okumak
istiyorsanız, yine alın, okuyun derim.
Hayatta beni üç roman ağlattı. Biri,
1965 yılında, on dokuz yaşındayken
okuduğum, John Steinbeck’in Gazap
Üzümleri romanı; ikincisi, dört-beş
yıl önce okuduğum ve tanıtımını yaptığım, Robert Sabatier’in İsveç Kibritleri; üçüncüsü ise, şu anda elinizde
tuttuğunuz Perperık-a Söe."
Gün Zileli - Yazar
"Bir yanıyla acılı bir yurt... bir yanıyla da sanki sürekli bir “yurtsuzluk “
hali… Müthiş yoksulluk... kahredici
imkânsızlık… Derininden zonklayan
yara…Umursamayan “merkez”in dağlayan zulmü... ve çaresiz kalan dil…
Bütün bunları anlamaya çalışan yaşlılar... yetişkinler... çocuklar... ve onların “çocuk ölümleri”… İşte bunlarla
karşılaşacak, işte bunlarla yaşayacaksınız Perperık-a Söe’de. Olağanüstü
diliyle baştan başa bir çığlık... baştan başa bir ağıt bu roman. Şaşırarak
okudum; bu denli yoğun acı, bu denli
koyu keder meğer böyle ballandırılır,
meğer böyle anlatılırmış."
Sina Akyol - Şair - Yazar
"Sanki Yüzyıllık Yalnızlık ile Lessing’in Mara ve Dann’ı arasında gezinen,
çok kuvvetli bir bileşim ortaya koyuyor... Coğrafyanın, zorlu tabiatın,
yoksunluğun, o yoksunlukla başa
çıkma gayretinin anlatılışı, tüyler ürpertici bir manzaraya vesile oluyor...
Adeta Dersim’de değil de, nükleer
savaşın vurduğu bir dünyada, “Kum
İnsanları”nın arasında geziniyoruz..."
Murat Uyurkulak - Yazar, Gazeteci
...Sonunda annemle kendimize daha
güvenli bir yer bulduk.Yeni evimiz bir
söğütlüktü. Annem, meşe dallarını ve
evden getirdiği bir palası dayere sermişti. Bazı zamanlar gündüzleri de bu
yeni yuvamızdan çıkmıyorduk.Annem
iki küçük dalı birbirine bağlayarak
ince söğüt dallarından bir bebek ördü
bana.Çok güzel bir bebekti, yaprak-
………Kumandan, “Çözün!” demiş,
çözmüşler Çavdar’ı. Ne var ki, Çavdarkalkmamış ayağa, şaşkınca etrafındaki jandarma çemberine bakmış.
Bakıp durmuş kendisini görmek için
birbirinin üstüne yığılmış asker kalabalığına. Sanki, o an etrafında dizilen
jandarma alayı değil de, sıra sıra karlı
dağlarmış. Sanki gökyüzünden bir insan kümesinin içine düşmüş de, düştüğü yerde öylece kalakalmış. Bir kıpırtı
bekler gibiymiş. Etrafını çepeçevre
sarmış bu asker yığınında bir kıpırtının olması için adeta yalvarıyormuş.
Çıt yokmuş.
lardan elbiseler giydirdik. Otlardan
saçlar taktık başına.Tütün yaprakları
gibi sararmış iki meşe yaprağından bir
etek giydirdik bebeğimize.Annem, benimle konuşur gibi bebeğimizle konuşuyordu.Bebeğe isim aradık.Türkçe’de
“Gece Kelebeği” anlamına gelen
“Perperık-a Söe” ismini verdik. Bu
ismineden verdiğimizi ben de bilmiyorum. Sanırım, bebeğimize giydirdiğimiz eteğin sarımsıiki meşe yaprağının
kelebek kanatları gibi durmasındandı.
Annem bana anlattığı tüm masalları,
artık Perperık-a Söe’ye anlatıyordu.
Ve annem söğüt dallarından bu yenievimizde hep masallar anlattı. Masal
anlatırken, Perperık-a Söe’nin annemi
nasıl can kulağıyla dinlediğine bakar,
şaşardım. (sf. 18)
Bulutlar dahi durmuş durduğu yerde.
Dönüp, Doğık’a bakmış. Ne olur,beni
bu yalnızlığın içinde bırakıp gitme der
gibiymiş. Musahibi Hüseyin’e bakmış.
Kimse anlamamış ne düşündüğünü.
Bakışları, soğuk karların kestiği çıplak ayağına takılmış.Üstüne başına
bakmış, göğsünden yarı yarıya kopmuş, öylece sallanan tenekemadalyasına gitmiş eli. Duymamış kumandanın emrini. Bir teneke gaz yağı
dökülmüş tepesinden aşağı, hiç kıpırdamamış. Doğık’ın gözleri kararmış,
Çavdar Hüseyin’in yere yayılmış siyah
bir nokta gibi yitip gittiğini görmüş.
Bir alev topu insan çemberinin içinde
dönmüş, çığlıklar atmış, yer gök sarsılmış. Bulutlar birbirine girmiş. Dönmüş, alevden bir bulut kümesi nasıl
dönerse gökyüzünde, öyle dönmüş.
Bağırmış, “Ulan,” demiş, “ulannn…”
İmdat istemiş. Alev almış bir gece kelebeği nasıl kendisini yakan ateşin etrafındadönerse öyle dönmüş, yanık bir
et kokusu almış Deşt Ovası’nı…
(sf. 252)
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mardin’de
Hacci Kermo
Aşiret reisleri:
Katliamlar
Abdülrahman Kavvas,2)
Abdülrezzak Şahtana
Davut Şahtana
ve tehcir
Musa Şahtana
Faris Çelebi,
Sait Çetinoğlu
Cephe ile alakası olmayan bu bölgeden gayretli bir şekilde asker toplanır ve
tekâlifi harbiye marifetiyle de Hıristiyanların ekonomik gücü kırılmaya ve tüketilmeye çalışılır. Bu sırada idari görevlerde
bulunan gayrimüslimler görevlerinden
azledilir­ler. Bu gelişmeler Hıristiyanları
derin endişelere sevk eder. Hıristiyan ahalinin endişelerini gidermek ve olağanüstü
bir duru­mun olmadığını göstermek amacıyla İttihat bir hileye başvurur. Sultandan,
Ermeni Başpiskopos İğnatiyos Maloyan'ı
liyakat nişanı ile onurlandırmaya karar
verir. 20 Nisanda madalya teslim töreni
düzenlenir. Ancak bu uygulama Hıristiyanların endişeleri­n i gidermez. Bu arada
Müslümanlar arasında gizli toplantılar düzenlenmektedir. Başpiskopos Maloyan'da
kendisinin alet edildiği bu liyakat madalyası hilesine aldanmaz, gelecekte olan­ları
sezmektedir ve 1 Mayıs'ta vasiyetini hazırlar. Bu da idari makamların ona gösterdiği
itibara aldanmadığının ve daha kötüsünü
beklediğini anlatır. Maloyan'ın endişelerinin boş olmadığı görülecek ve Ermenilere
karşı olayların ve tutukla­maların başlangıcında 3 Haziran günü tutuklanacaktır.
Mardin'deki Soykırım Dr. Reşit tarafından [planlanmış] inceden inceye düşünülmüş bir operasyondur. Dr. Reşit, Mardin
sancağında katliamları garantiye almak
için Mardin mutasarrıfı Hilmi Bey'i 25
Mayıs'ta azleder, yerine gelen Şefik Bey'de
bir ay içinde azledilecek ve yerine Dr. Reşit güvenli adamı olan İbrahim Bedreddin'i
geçici olarak tayin edecektir. Tasfiye
planını garantiye almak için Adana'dan
Diyarbekîr'e tekrar getirdiği Gevranizade Memduh'u da Bedri Bey'le birlikte
Mardin'e gönderir.
Dr. Reşit'in bu atamalarının yanında Mebus Prinççizade Feyzi de katliamın altyapısını hazırlamaktadır. 15 Mayıs'ta Mardin
İttihat ileri gelenleriyle gizli bir toplantı
yaparak ayrıntılar kararlaştırılır. İttihat'ın
Mardin murahhası ağır ceza reisi Halil
Edip katliam müfrezelerinin (El-Xamsin
/ ellilik milis) oluşturulması ile görevlendirilerek, katliamın alt yapısı hazırlanarak
Teşkilat-ı Mahsusa çetelerine bağlı müfrezeler oluşturulur.
Bu teşkilatın en önemli yerel üyeleri:
Kasap Abdülrahman
Abdülrezzak Çelebi
Abdullah Hıdır
Şeyh Muhammed Ali Ensari
Şeyh Tahir Ensari (Mardin hapishane müdürü)
Şeyh Nuri Ensari
İnfaz Komitesi ayrıca:
Jandarma Komutanı Abdülkadir Bey ve
yardımcıları Faik Bey ve Harun Bey Necip
Çelebi - vergi tahsildarı
Hıdır Çelebi*" (Kömürlüzade ) - Mardin
Belediye Başkanı Abdülkerim Bey: Tehcir
Komitesi Müdürü ve Memduh Bey'in yardımcısı
Mardin müftüsü Hüseyin Osman Bey
Bitlisli Nuri ve onun oğlu
Yusuf Çavuş
Muhammed Ali
Muhammed Raci
Abdullah Asad Efendi
Hacci Asad Efendi
Daşi aşireti reisi Ahmet Ağa
Katliam için alt yapının hazırlanması ve
görev dağılımından sonra sıra Ermenilerin
suçlanabileceği kanıtların bulunması ve
eyleme geçilmesine sıra gelmiştir.
İttihat ve Terakki ve yerel işbirlikçileri
tarafından Ermenileri suçlayacak kanıtlar yaratabilmek için Haziran ayı boyunca Hıristiyan evlerinde olmayan silahlar
aranır. Hıristiyanlarısuçlayacak kanıtlar
yaratabilmek için Haziran ayı boyunca Hıristiyan evlerinde olmayan silahlar aranır.
Hıristiyanları suçlayacak senar­yolar hazırlanır. Bunlardan birinde Milisler kilisenin
yakınına silah gömüyorlardı diyebilmek
için kazarken suçüstü yakalandılar. Muhammed Farah isimli bir Kürt'iin arazisinde aranan silahlar bulu­narak fotoğraflanır.
Ancak bütün bunlar senaryonun bir parçasıdır.
Arkasından din adamları ve ileri gelenlerin tutuklanabilmesi için Ermeni Katolik
Kilisesi'nde saklanmış 25 tüfek ve 5 bomba
bulun­duğu sahte nakil kâğıdı düzenlenerek
iddia edilir. Fotoğraflanan tüm silahlara
dikkatli bakıldığında bunların birkaç av
tüfeği ve sadece ordunun elinde olan silahlar olduğu görülmesine rağmen, Ermenileri suçlayacak kanıtlar elde edilmiştir. Bu
iki kanıt Ermenileri mahvet­meye yeterlidir. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.
Artık Ermeniler için sonun başlangıcı
gelmektedir. Mardin'den çıkış yasaklanır.
Önce din görevlileri, arkasından toplumun
önderleri tutuklanarak Ermeni halkı başsız
bırakılacak, önderlerin yok edilmesinin ardından kalanların soyularak yok edilmesi
kolaydır. Memduh Bey tarafından kalan
kadınlar tek tek soyulacak, elinde avucundaki her şey alınacak, ellerinde alınacak
şey kalmayınca Mardin'de esir pazarı kurularak satışa çıkarılacak­lar, diğerleri ise
ölüme yollanacaklardır.
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mardin'de İttihat ve Terakki'nin yerel işbirlikçileriyle birlikte yaptıkları Ermenilerin soykırıma uğratılması operasyonu,
aynı zamanda bir rejimin yarattığı psikolojik ortamın, dini önyargılar ve cehalete
dayanarak toplumun yönlendirilmesiyle,
yüzyıllardır bir­l ikte yaşadığı komşularını
tümden nasıl yok edebildiğinin eşsiz örneğidir.
Bu yok edilişin tanığı olarak Hyacinthe
Simon, tuttuğu gün­lükle tarihe tanıklık
ederek, mazlum bir halkın feryadını günümüze taşımaktadır.
I) M Kemal, 1917 yılında Mardin'den geçerken Belediye başkanı Hıdır Çelebi'ye
misafir Olacaktır
2) Abdülrahman Kavvas; M.Kemal 1917
yılında Mardin'e geldiğinde Belediye Başkanı Hıdır Çelebi'nin evinde karşılayanlar
arasındadır. M. Kemal'e Samur derisinden
bir kürk hediye etmiştir. Bu armağan halen Konya'daki Atatürk Müzesi'nde bulunmaktadır. Diğer adlarda şöyle olmakta:
Şevket Bey, maliyeden Muhammed Bey,
Derviş Gürciye, Abdülkerim Faşux, Abde
Çelebi'nin oğlu Kasım, Şeyh Tevfık Ensari,
Dr Rıfat, maliyeden Hüseyin Beyi'n oğlu
Mustafa, Necim Efendi, Şeyh Musa Kalav,
Hacci Ahmed Ağa Serakçi, Numan Nemes,
Daşi Ağası Hamda'nın oğlu Numan, Davud
Bey'in oğlu Ahmet, Şeyh Hamid'in oğlu
Şeyh Ata, Mişkevi aşiretinden Davud Ağa,
Mendelkeni aşiretinden Davud Ağa, Hammo Yunus'un oğlu Asad, İshak ve Yahya
Hulusi, Kaddur Bey, Hacci Abdülhalim
Bey, Hacci Abdülrezzak Kantarcı, Hacci Abdülkadir Paşa, Ahmed Nazo, Hacci
Zeki, Hacci Gözeler'den Tahir ve kardeşleri, Muhammed Gebuşo, Aliko ve daha
başkaları.
Bir Zamanlar Anadolu'da
Ermeniler Vardı Hala Var
[natolian Armenians]
Olayın geçtiği yer: Sivas
Anlatan kişi, Sivas’ın 4.5 km dışında, Tavra deresinde bulunan Halisbey çiftliğinde çalışan ortakçılardan biridir. Anlattığı tarihlerde yaşı 75-80 arasındadır. Bu da, tehcir sırasında yaşının 15-20 arasında olduğunu gösterir.
Bölgede yaşayan Ermeni kadın ve çocukları, saman taşımakta kullanıldığı
için etrafı özel olarak yükseltilmiş kağnılarla Kızılırmak üzerindeki bir köprüye getirilerek oradan ırmağa atılmaktadır. Anlatımda, erkekler söz konusu
değildir!
Anlatan kişi, Ermenilerin ırmağa dökülme işlemlerinin yapıldığı günlerden birinde, bir Ermeni kadınını bizzat kendisi köprüden atmaya çalışmakta,
kadın ise var gücüyle direnmektedir. Bu sırada kadının yeni olan tumanının (don) ayırdına varmıştır. ″Nasıl olsa birazdan öleceksin, ihtiyacın olmaz″ diyerek, kadının tumanını çıkarmaya çalışır. Tumanı büyük bir gururla evdeki eşine götürecektir. Sonunda, kadının tumanını çıkarmayı ve onu
Kızılırmak’ın sularına donsuz atmayı başarmıştır!
Aras Yayıncılık Pakrat Estukyan'ın Ermenice hikâyelerini okuyucularla buluşturuyor.
Estukyan'ın Gurbet Şarkıları'nda (Baktukhd
Yerker) bir araya getirdiği on bir hikâyeyi
Ermeni halkının içinde yaşadığı farklı gerçekliklere dokunan hikâyeler olarak nitelemek
mümkün. Estukyan, insanlık hallerinin çetrefilliklerini oldukça sade ve akıcı bir uslupla aktarırken, okuyucusunu İstanbul'dan New York'a,
Yerevan'dan Moskova'ya ve İspanya'ya uzanan
bir yolculuğa davet ediyor.
Ara Güler'in anlam dolu bir fotoğrafının süslediği Gurbet Şarkıları'nın kapak tasarımı ressam
Aret Gıcır'a ait.
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KÜRT
"ÇÖZÜM"
SÜRECİ VE
ERMENİ
HEYULASI
Hovsep Hayreni
Kürt sorununda yaşanan evreler ve bugün içine girilen süreç, yaklaşık yüz
yıl önce jenosid yoluyla bertaraf edilen
Ermeni sorunundan bağımsız düşünülemezdi ve düşünülemez. Sağlıklı çözüm
için, Kürt sorununun bu kadar gecikmeli, uzatmalı ve sancılı yaşanmasının
da zemini olan 1915'le yüzleşmek, onun
günahlarından arınmak öncelikli olmalıydı. Kürt hareketi bunu kendi sorumluluğu açısından ikirciksiz şekilde yapmış
olsaydı, büyük bir ayak bağından kurtulmuş olarak bu sürece çok daha özgüvenli ve tutarlı girebilirdi. Tersi durumda
inkarcı muhatabını zihniyet değişimine
zorlamada zayıf kalacağı gibi, bu noktadan onun yapabileceği gerici dayatmalara da açık olacaktı. Şimdi yaşanmakta
olan bu ikinci durumdur. Öcalan'ın verdiği mesajlar 1915'in izdüşümüyle dolu.
Ve bunlar umulmadık ölçüde olumsuz,
hatta endişe verici. İkinci heyetle yaptığı görüşmenin sızdırılan içeriği, önceki
yıllarda generallerle Kemalist eksenli bir
Türk-Kürt ittifakı arayan Öcalan'ın, son
durumda artık devlete hakim duruma
gelen AKP ve ona bağlı MİT etkisinde
İslam eksenli bir ittifaka tav olduğunu,
ilk defa muhatap alınmasını sağlayan
bu angajmanın kendi söylemlerine yeni
bir şekil de verdiğini gösteriyor. Gerçi o
eksen kaymasının pek etkilemediği yada
her iki Türk siyasi geleneğiyle uyuşabilir olan görüşleri, son tecrit sürecinden
önce, hatta İmralı'ya kapatılmadan da
önceki mesajlarında okunabiliyordu. [1]
Ama Ermenilere ilişkin önceki değinmeleri geçmişle ilgiliyken, şimdi geleceğe
dönük bir perspektif de sunma durumundadır. Ki bunun Kürt hareketini mevcut
ikircikli tutumundan daha gerilere götürmesi ve sürecin gidişatına bağlı olarak 1915 davası önünde resmi Türk geleneğiyle bir tür dayanışma içine sokması
dahi beklenebilir.
Yetvart Danzikyan'ın “Bir Resmi Görüşümüz Daha Mı Oluyor Acaba?” başlıklı
makalesi İmralı'dan sızan bu olumsuz
ihtimale son derece vakur şekilde dikkat çekti. “Biliyorum, reel politik alanda
'çok büyük' işler dönerken bu sorularla çok az insan ilgilenecektir” demekle
beraber dostça düşündürmeye çalıştı.
[2] Ondan başka eleştirenler de oldu.
Çoklarının dediği gibi, en önemlisi
Öcalan'ın otoritesini tanıyan Kürt siyasi çevrelerinden bir itiraz, bir muhalefet
şerhi gelmesiydi. Ama şimdiye kadar
doğrudan bu konuya eğilen bir BDP'li
çıkmadı. Selahattin Demirtaş ile Aysel
Tuğluk süreç üzerine gazetecilerle mülakatlarında kendilerine yöneltilen sorular
üzerine kısa kısa geçiştirmeci cevaplarla
yetindiler. “Öcalan'ın Ermenilere karşı
bir yaklaşımı olmadığı”nı, “bir takım
lobilere dair değerlendirmelerinin tüm
gayrı-müslimlere yönelik olarak algılanmaması gerektiği”ni söylediler. Konuyu
başlı başına ele almanın ciddiyetini gösteren sadece PKK liderlerinden Mustafa Karasu oldu. Onun yazılı açıklaması
da ortaya çıkan ayıbı paylaşmadıklarını
göstermekten ziyade örtmeye dönüktü.
[3] Ama hiç değilse önemsemezlikten
gelmemesi belli bir rahatsızlığın duyulduğuna delalet ediyordu. PKK açısından
bağlayıcılığı bulunan bu tavrı da dikkate
alarak konuyu daha açık irdelemekte yarar görüyorum.
Öcalan'ın dilinden tanıdık bir allerjinin dışa vurumu olarak “lobiler”
Öcalan'ın Ermeni, Rum, Yahudi değinmelerinin nasıl algılanması gerektiğini
yorumlayan Karasu, bu sözlerin sözkonusu halklara değil, lobilere yönelik olduğunu belirterek bunda bir anormallik
olmadığını anlatmaya çalışıyor. Aslında
Öcalan'ın doğrudan o kimliklere atıfta
bulunduğu yerler de var ama; yalnızca
“lobiler” diye konuşmuş olsa o söylediklerini mazur görmek mümkün müydü
acaba? Türk medyası ve siyaset arenasında dillere pelesenk edilen “Ermeni,
Rum, Yahudi lobileri” tabirinin bu kimliklerden diasporaya yönelik kinayeli
bir söylem olduğunu ortalama gazete
okuyucusu bilir. Nasıl ki bu ulusal toplulukların Osmanlı ülkesindeki rolleri için
“emperyalist işbirlikçiliği”, “bezirgânlık
manzumesi” gibi tasvirler yapmak revaçta olmuşsa, artık 'hamdolsun' onlardan
kurtulduktan sonra dışardaki varlıkları
ve rolleri için de “emperyalist uşağı diaspora”, “Türk düşmanı lobiler” demek
moda olmuştur.
Dünyanın önemli merkezlerinde politik
güçleri etkilemek için yapılan faaliyetlerin özellikle yakın diyalog ve biraz da
para gücüyle yürütülen türleri için lobi-
cilik deniyor. Bu yaygın bir olgudur. Yalnız diaspora toplulukları değil, devletler
de yapıyor. Amerika ve Avrupa'da resmi
görevlileri ve işadamlarıyla Türklerin
de eksik kalmadığı, hatta daha büyük
finansmanla yürüttükleri bir şeydir. Öte
yandan Kürtlerin de Avrupa'da bir diasporası var ve onlar da politikacılara,
parlamenterlere gidiyor. Ama sorsanız,
muhtemelen “biz lobicilik yapmıyoruz,
demokratik kamuoyu faaliyeti yürütüyoruz” derler. Çünkü lobi sözcüğü sevimsizdir, ancak başkalarını yaftalamak için
kullanılır. Ve Türkiye'de bunun yegâne
muhatapları kovulmuş halklar olup, onların dış dünyadaki sivil toplum örgütleriyle yürüttükleri her tür demokratik
etkinlik de “lobicilik” olarak damgalanır. Bir de o üçlüyü sık sık birlikte anmakla sanki aralarında Türkiye'ye karşı
sürekli bir ittifak varmış havası verilir.
Oysa tersine, ABD Kongresi'nde Ermeni
soykırımı görüşüldükçe Yahudi lobisinin Türk tarafına destek çıktığı bilinen
bir gerçektir.
Öcalan'ın o şovenist jargonu kullanması
birinci olarak bu noktadaki duyarsızlık
ve ruh ikizliği olarak eleştiriye değer.
İkinci olarak şu içine girdikleri “süreç”
hakkında ne zaman hangi Ermeni, Rum,
Yahudi diaspora örgütü bir görüş beyan
etmiş, bu nasıl Türk medyasının gözünden bile kaçmış da, dünyadan izole hücresinde Öcalan o müthiş ayrıntıyı yakalamış? Var mı öyle bir durum ki, kısacık
görüşmenin ağır gündemi içinde lafı
döndürüp dolaştırıp bunlara getiriyor ve
barışın önündeki muhtemel en büyük engeller gibi çatıyor?
Karasu ve Demirtaş'ın savunma handikapları
Bu noktada ne açıklama getireceğini Karasu da bilmezken Öcalan adına durumu
şöyle savunmaya çalışmış: “Ermeni lobilerinin 2015’e kadar Kürt sorununun
çözümünü istemediğini söylemesinin de
bir mantığı vardır. Ermeni lobilerinin
Kürt sorununu kullandığı yönlü değerlendirmesinin somut bir konuda ifade
edilmesidir. Ermeniler 2015’te Ermeni
soykırımını kabul ettirme çabasındalar. Bu çabalarında haklıdırlar. Ancak
Türkiye’yi sıkıştırmak, Türkiye’ye bunu
kabul ettirmek için Kürt sorununun varlığını bir araç yapmak da tabii ki eleştirilir ve doğru bulunmaz”.
Yayınlanan görüşme notlarında “2015'e
kadar” diye bir vurgu yok aslında. “Bunlar barışı istemiyorlar...” diyen Öcalan,
“Tam olarak tarif ettiğiniz güçler kimlerdir?” diye sorulunca “Ermeni lobisi
etkili. 2015’le gündem olmak istiyorlar”
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yanıtını vermiş. Buradaki mesaj, Ermenilerin soykırım davasını bir sonuca
ulaştırmadan Kürt sorununun çözülmesini istemedikleri yönündedir. Yani
2015'le sınırlı da değil, ucu açık bir “barış karşıtlığı”nı ima ediyor. Ama bunu
doğal eğilim gibi düşünmesinin kendince bir mantığı olsa bile, öyle ciddi bir tehdit gibi öne çıkartmasının hiç bir somut
dayanağı yok. Zaten Karasu da “önderin
bir bildiği vardır” mealinde onu savunmaya çalışırken “Ermenilerin 2015'te
soykırımını kabul ettirme isteği”nden
başka hiç bir olgu gösteremiyor. Onu ise
kendi bakışıyla haklı görmesine rağmen,
“Kürt sorununun çözümü aleyhine yürütülürse” gibi bir faraziye eşliğinde “tabii
ki eleştirilir” demekle önderinin yaptığı
peşin kötülemeye koltuk çıkıyor.
Kürtlerin demokratik haklarını kazanmaları aleyhine dünyada hiç bir Ermeni kuruluşunun söylediği birşey yokken
Öcalan'ın yürüttüğü suçlama mazur
gösterilemez. Benzer şekilde onu savunmaya çalışan BDP Eş Genel Başkanı
Selahattin Demirtaş buna bir de Hrant'ı
dayanak yapmaya çalışmış: “Kaldı ki
eğer Öcalan’ın o lobilere karşı rahatsızlığından rahatsızlarsa Hrant Dink’in
lobilere karşı yazılarını bir kez daha
okusunlar. Hrant Dink’in en çok eleştirdiği konu Ermeni lobisiydi. Halklara
dönük bir eleştiri söz konusu değildi”
diyor. [4] Burada yapılan mübalağa ile
karışık çok kötü bir istismardır. Hrant'ın
soykırımını tanıtma konusunda diaspora
Ermenilerinin lobi tarzı etkinliklerine
eleştirel yaklaştığı doğru olsa da, bunu
kendi bakışı ve terminolojisine yabancı şekilde yansıtmak ve hele de “en çok
eleştirdiği konu” düzeyine yükselterek
oradan Öcalan'ı doğrulamaya çalışmak,
Hrant'ın hatırasına saygısızlıktır. Bu
mantıkla Hrant'ın Türk medyasında eksik olmayan “Ermeni lobileri”ne yönelik
saldırıları da hoş gördüğü varsayılabilir.
Yaşıyor olsa acaba kendisi İmralı notlarının o bölümünü nasıl değerlendirirdi?
Ermenilerin tarihsel adalet mücadelesine karşı orada kendini gösteren itici ruhu
hoş mu görürdü?..
Soykırımı tanımak yetmiyor, Ermenilerin tarihine ve değerlerine de saygı
gerek
Karasu Ermenilerin soykırımını kabul
ettirme çabalarını genel anlamda haklı
bulduğu için sağolsun. Kürtlerin ulusaldemokratik mücadelesi de haklıdır ve
bu ikisi birbirine karşı görülecek şeyler
değil. Tersine kendi aralarında tarihsel
ihtilaf noktalarına ilişkin adil bir konsensüsle birbirini desteklemesi gereken
davalardır. Eğer Ermeniler arasında
Kürt halkının mücadelesine sıcak bakmayanlar varsa, bunda soykırımın tarihsel muhasebesinden (sorumlulukları
eşit olmasa bile) Türkler gibi Kürtlerin
de kaçmakta oluşunun payı inkar edilemez. Ermeni ve Süryani halkının adalet
mücadelesinde muhatap Türk devleti
olmakla beraber, Kürt toplumunun da
demokratik kurumlarıyla yapması gereken bir yüzleşme ve özür borcu vardır.
Bu özür kuru bir kelime de değil; verilen
acılar ve yol açılan mağduriyetin olabildiğince telafisine dönük, bu halkların
kendi öz yurtlarında yaşama koşullarını
gerisin geri sağlamaya yönelik, yitirilmiş çok kültürlü ortamı yeniden oluşturmaya hizmet eden samimi bir yaklaşım
olmalıdır. Bunun tarihe saygı yönü de
gözetilmeli, geçmişteki Ermeni-Kürt ortak yaşam alanlarını boydan boya Kürdistan sayan inkarcı tanımlardan vazgeçilip soykırıma kadar onunla yan yana ve
iç içe canlı bir gerçekliği bulunan Batı
Ermenistan'ın tarihsel varlığı dürüstçe
tanınmalıdır. Bilinmeli ki, bu husus Ermeni halkının bakışını daha olumluya
çevirmede soykırım muhasebesinin kendisi kadar önem arzedecektir.
Misal olarak, bugün tam bir Kürt şehri
sayılan Van'ın eski merkezinde 1915 öncesi nüfusun yüzde 60'ı Ermeniydi, kalan Müslüman nüfus da Kürt ve Türk karışıktı. Ermeni nüfusun ağır bastığı yada
Kürtler ve Türklerle başa baş olduğu örnekler yalnız bazı şehir ve kasabalardan
değil, yer yer bunları çevreleyen kırsal
bölümlerden de gösterilebilir. [5] Daha
eskilerde Ermeni yoğunluğunun çok yerde daha fazla olduğunu kimse inkar edemez. [6] Bu hem tarihi kaynakların, hem
-onca yıkıma rağmen- uygarlık kalıntılarının, hem de yer isimlerinin şahitlik
ettiği birşeydir. [7] Şimdi eski yer isimlerini geri alma meselesini bile “Kürtçe
yer isimlerinin iadesi” şeklinde ifade
edenler var. Oysa sorun her dilden eski
isimlerin ayrımsız iadesi, kaynağı belirsiz ve tartışmalı olanların da farklı ihtimallere açık şekilde ortak kültürel miras
olarak benimsenmesidir. Artık üzerinde
yaşayan Ermeni kalmamış olmasının rahatlığı içinde Batı Ermenistan gerçekliğini tarihsel olarak da yok saymak Kürt
hareketinin istismarcı bir yönünü oluşturuyor. Bunun ahlaki olarak sorgulanması
gerekir. Son durumda “milliyetçiliği aşmış olma” adına Kürdistan'ı da bir yana
bırakarak “Anadolu” tanımına sarılan
Öcalan'ın vermeye başladığı İslam eksenli mesajlar ise yeni bir fenomen. O artık “Türkiye Türklerindir”in yerini tutmaya aday “Anadolu Müslümanlarındır”
zihniyetiyle uyuşma durumunda olup, bu
coğrafyanın eski Hristiyan halklarının
dışlanmışlığını perçinleme ve berdevam
ruhlarını örseleme işine Kürt hareketini
de ortak edecek bir yol tutturmuş bulunuyor.
Tarihsel haksızlık ve inkarın doğurduğu öfke
“Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık
bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder”
sözünü başka türlü okumak mümkün
mü? Bu söz hiç de lobilere filan değil,
yalın olarak isimleri anılan halklara yöneliktir. Aslında otokton halklar olarak
Rum ve Ermeni ile birlikte Asuri/Süryanileri saymalıydı. Böyle bir tasnif Hristiyanlık genellemesiyle de uygun olurdu.
Yahudiler Filistin'den kovulup dünyaya
dağıldıktan sonra bu topraklara göçmen
olarak gelmişlerdir. Geçmişten hak talep
etme anlamında diğerleriyle eşdeğer bir
konum ve duyguları yoktur. Ama Öcalan, yaranmacı ruhla verdiği mesajında
AKP'nin anti-Semit çizgisini de dikkate
alarak Yahudi unsurunu suçlama dışında
bırakmak istememiş anlaşılan. Böylece
halklara değil de “lobi”lere vurgu yapıyormuş gibi konuşma imajını da güçlendirdiğini sanmıştır. Lâkin o sözlerin asıl
hedefi bu topraklardan kökleri kazınarak
dışarı atılan ve gerçekten de talep edilecek hakları bulunan Hristiyan halkların
torunlarıdır. Bu anlamda bin yıllık değil
de, yüz yıllık öf keden söz etse daha doğru bir şey ifade etmiş olurdu belki. Bin
yıllık işgalciliğin, yıkım ve talanın da
yarattığı olumsuz duygular var, ama soykırım ve anayurtların yitirilmesine karşı
duyulan kızgınlık ölçüsünde değil. Bunu
ayıplamaya kalkan Öcalan'ın sarfettiği
cümleler bayağı Türk-İslam şovenizminin argümanlarıdır.
Öf kenin haklısı da olabilir; oysa menşei
kendine ait olmayan o sözlerde 'hem suçlu hem güçlü' olanlara özgü bir nefret var.
Anatolia'dan Türkçeye devşirilmiş “Anadolu” tabiri de, fetihçi ve ilhakçı o devlet
geleneğinin tarih içindeki yurt gasplarını kamufle etmek üzere Ankara'dan
doğuya doğru keyfince uzatarak kullandığı bir örtüdür. [8] Bununla kastedilen
mevcut TC sınırları oluyor. “Anadolu'da
hak iddia ederler” lafı, “bünyedeki toksinler gibi bu sınırların dışına atılmış
unsurların bir hakkı olamaz” demeye
geliyor. Böyle bir söylemin kapalı görüşmeden sızmış olması işin rengini
çok değiştirmiyor. Herhalde ki yansıma
ihtimalini bilerek konuşmuş ve stratejik
ittifak önerdiği Türk gericiliğine güven
verecek mahiyetiyle bir şekilde mesaja
dönüşmesini de arzu etmiştir. Suçlanan
topluluklar için şok edici olması yanında, onlarla dostluğu gözeten Kürtler
için de kötü bir sürpriz olduğu açıktır.
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bilindiği gibi BDP'nin Diyarbakır ve
benzeri etki alanlarında Ermenilere,
Süryanilere sıcak gelecek türden çeşitli
adımları var. O sözler bu adımları atan
belediye başkanları için de soğuk duş
etkisi yapmış olmalı. Görüşme heyetinde BDP'nin Süryani vekili Erol Dora da
bulunsaydı mesela, ne hissederdi? Kötü
etkiyi kendi benliklerinde hissetmeleri
için heyettekilerin ille de Hristiyan mı
olmaları gerekirdi? Notlardan anlaşıldığı
kadarıyla bir hoşnutsuzluk imasında bile
bulunamamış hiç biri. Bu yüzden sızma
sonrası eleştirileri de topluca duymazlıktan geldiler. Zorunlu açıklamalarda
işi “lobiler”e bağlarken, daha ilk adımda
bunun hangi somut belirtisinin göründüğü, şayet öyle bir durum yoksa bu spontane suçlamanın nereden kaynaklandığı
sorularını da es geçtiler.
Kim kimin acıları üzerinden kendi sorununu çözmek istiyor?
Karasu ise havanda su döver gibi soyut faraziyelerini konuşturmaya devam
etmiş. Öcalan'a atfen şöyle diyor: “Bu
acıların kabul edilmesi ve telafi edilmesi
konusunda Ermenileri ve Rumları anlamakta ve taleplerini değerli ve anlamlı
bulmaktadır. İtiraz edilen ve kabul edilmeyen ise bu yaşananların ve yaşanan
haksızlıkların Kürtlerin acıları üzerinden giderilmek istenmesidir... Kürtlerin
üzerinden pazarlık yürütülerek, Kürtlerin mücadelesi ve Türkiye ile yaşadığı sorunlar zemin olarak kullanılarak
bu haksızlıkların giderilmek istenmesi
ve taviz koparılması zihniyeti eleştirilmekte ve teşhir edilmektedir... Yunanistan, Rumlar, Ermeniler ya da başkaları
Türkiye ile sorunlarını çözmelidirler.
Türkiye’nin yaptığı haksızlıklar giderilmelidir. Ama bu, Kürtlerin sırtından olmamalıdır.”
Bunlar insana Nasrettin Hoca'nın suya
gönderdiği çocuğu “testiyi kırmasın”
diye peşinen dövmesini hatırlatıyor. Son
süreçte kendini duyuran somut hiç bir
tavır yok, bir belirti bile gösterilemiyor,
ama kim oldukları belirsiz “lobiler”e
şamar üstüne şamar atılıyor. Belki
Öcalan'ın Türkiye'ye teslimi sürecinde
Yunanistan ve İsrail'in rolleri geçmişten
bir kötü deneyim olarak dikkate sunulabilir, ama bugün için ve hele de öne çıkarılan “Ermeni lobisi” için yaratılan imaj
bununla açıklanamaz. Şu halde, özellikle Ermenilerin 2015'e hazırlanmalarına dikkat çekilerek yapılan suçlamanın
mantığı nedir? Soykırımın 100. yılında
Türkiye'nin inkarını kırmaya çalışmak
onun Kürt sorununu çözmesine (varsa
böyle bir iradesi) engel mi? Kürt sorununu çözecek bir demokratikleşmeden Er-
meniler niye korksun ki? Her iki alanda
olabilecek olumlu gelişmelerin, hangisi
önce olursa olsun yek diğerine olumlu
etki yapması beklenir. Ama eğer Kürt
sorununu demokratik temelde çözme yerine Kürtleri kandırıp gerici bir ittifaka
bağlama amacı güdülüyorsa o ayrı. Tam
da bu açıdan sormak gerekir. Kurulmak
istenen Türk-Kürt ittifakının Ermeni
soykırım davasını bertaraf etmeye yönelik gizli bir ajendası da var olup, Öcalan bu doğrultuda kendisinden beklenen
ısınma hareketlerine mi soyunuyor? Durup dururken, süreçle ilgili mesajlarına
Ermenileri ve 2015'i katması, yanına da
Rumu, Yahudiyi iliştirerek suçlamalar
yürütmesi, asıl kendi içinde bulunduğu
projenin kötü niyetliliğini akla getirmez
mi? Böyle bir durumda kim kimin sırtından veya acıları üzerinden kendi sorununu çözmeye çalışmış olur?
Ermenilerin ve Kürtlerin haklı davaları, anahtar rol ve çözümde öncelik
meselesi
Karasu'nun yürüttüğü mantığın açmazını daha iyi görmek için şu iki paragrafı
ard arda okumakta yarar var:
“Özellikle Ermeniler mazlum ve büyük
haksızlığa uğramış bir halktır; Kürt’ün
komşusudur... Kürt kültürel, sosyal ve
ekonomik yaşamına zenginlikler katan
bir halk olmuştur. Ne acıdır ki Osmanlı
ve Türk egemenleri Ermeni soykırımında
Kürtleri de kullanmışlardır. Her ne kadar siyasi güç, karar verici ve örgütleyiciler Türk egemenleri olsa da, Kürtler
de kullanılmıştır. Bu, Kürtler için de acı
verici bir durumdur. Kürtler, en başta
da Kürt Halk Önderi bu acının ağırlığını
sürekli hissetmektedir. Hatta mücadelesini bir yönüyle de bu acıların telafisi ve
bir daha yaşanmaması için vermektedir.
Bu açıdan Ermeni, Rum ya da Yahudi
lobilerinin eleştirmesini bu halkları hor
görme ve hedef göstermek olarak anlamak bir çarpıtmadır...”
“Kürt sorununu çözerek gerçek anlamda
demokratikleşen bir Türkiye’de mevcut
geri ve dogmatik yaklaşımların aşılacağı, adil ve demokratik düşünme ve bu
yönlü politik doğrultu geliştirmenin ortaya çıkacağı görülerek buna göre hareket
etmek daha doğrudur. Bu açıdan Yahudi,
Rum ve Ermeni lobilerinin stratejisi çelişkilerden ve sorunlardan yararlanmak
değil de Türkiye’nin demokratikleşme
çabalarına destek vermek olmalıdır. Bu
açıdan en başta da Kürt sorununun çözümüne destek vermek gerekir. Çünkü
Kürt sorununun çözümü Türkiye’yi demokratikleştirmenin anahtarıdır. Türkiye demokratikleşir, Kürt sorunu çözülür
ve Türkiye güçlenirse biz Türkiye’yi sıkıştıracak bir şey bulamayız kaygısı yanlış bir kaygıdır.”
Birinci paragrafta yapılan tarihsel değerlendirme öz olarak yanlış değilse de,
kullanılma olayının nasıl algılandığı
önemli. O sözcüğün suç ortaklığındaki iradeyi gözden kaçırır şekilde kullanılması Kürtlerin kendilerini tarihsel
muhasebe sorumluluğundan azade hissetmelerine hizmet ediyor. Bunu birazdan açmak üzere devamına gelirsek,
Öcalan'ın Ermeni soykırımına dair zaman zaman yaptığı değinmelerin sonuçta bu suçu yargılamaktan uzak olduğunu
da belirtmek gerekir. O bunu örneğin,
“Ermeniler ve Pontuslar o zamanki emperalistlere güvenerek onların oyununa
gelmişlerdir ve kaybetmişlerdir. Soykırıma uğramışlardır. Çünkü egemen güç
olan Osmanlı 'sen beni öldüreceğine ben
seni öldüreceğim mantığıyla hareket
etmiş ve bu acı tablo ortaya çıkmıştır”
[9] demek suretiyle, taammüden adam
öldürme gibi bir cürümden ziyade, ağır
tahrik karşısında işlenmiş ve meşru savunma gibi yorumlanması da mümkün
olan bir cinayete benzetiyor. Karasu'nun
yukardaki kendi değerlendirmesi hiç
değilse bu bakımdan daha namusludur.
Fakat soykırıma uğratılıp anayurdundan
kovulmuş bir halkın bunca inkara karşı
dünyada adalet için etkinlik göstermesi
neden bu niteliğiyle tanımlanmıyor da,
Türk şovenizminin şeytani bir anlam
yükleyerek kullandığı “Ermeni lobileri”
tabiriyle gözü kapalı suçlamalara konu
ediliyor, onu anlamak mümkün değil.
Dış dünyada suçlanması gereken şey Ermenilerin soykırımı tanıtma mücadelesi
olamaz herhalde. Emperyalist devletlerin
bunu kendi çıkarları için bir araç gibi değerlendirmeleri onların ayıbıdır. Örneğin
ABD'nin yasama organlarıyla konuyu
defalarca gündeme alıp bir türlü sonuca
götürmemesi, her defasında Türkiye'den
kendi beklentilerini karşıladıktan sonra
tekrar kenara bırakması Ermenilerin istedikleri şey olmasa gerek. Karasu tam
da böylesi bir politikayı emperyalist devletlerin Kürt sorununa yaklaşımları açısından eleştiriyor. Onların “tavşana kaç,
tazıya tut” politikası izleyerek, Kürtlerle
savaşında Türkiye'ye verdikleri desteğe
karşılık sürekli tavizler kopardıklarını
söylüyor. “Kürtlerin mücadelesi bu nedenle bazı güçler için altın yumurtlayan
tavuk gibidir. Kürtlerin mücadele etmesi arzulanmakta, ama başarıya gitmesi
de istenmemektedir.” diye ekliyor. Aynı
şey Ermeni sorununda da geçerli. Aynı
devletler diaspora Ermenilerinin mücadelesine de öyle yaklaşıyor. Onların bu
istismarcı politikalarından dolayı Kürt-
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lerin özgürlük mücadelesi nasıl suçlanamazsa, Ermenilerin adalet mücadelesi de
öyle suçlanamaz.
Şimdi ikinci paragrafa gelelim. Bu iki
mücadeleden hangisinin daha önemli
yada öncelikli olduğunun mutlak bir cevabı yoktur. Tarihsel öncelliğiyle Ermeni
jenosidinin hem bu devlet kuruluşu ve siyasi sistemine, hem de uzayıp giden Kürt
sorununa zemin oluşturduğu düşünülürse, onun muhakemesinin daha öncelikli
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Selahattin
Demirtaş'ın daha yakında Agos'a “Ermeni meselesi çözülmezse Kürt meselesi de
çözülemez” dediğini hatırlayalım. [10]
Öte yandan Kürt sorunun kanlı bir çatışma ve yoğun acılarla sürmesi dikkate
alınınca bu konuda çözümün daha yakıcı
olduğunu herkes teslim edebilir. Alevi
sorunu da çözümsüz kalan ciddi sorunlardan biridir. Her halkın rahatsızlığı,
travması, acısı, bizzat kendi benliğinde
yaşadığı için kendince daha önemli olabilir. Şu önce çözülsün, bu sonraya kalsın deme hakkına kimse sahip değildir.
Egemenler arası çekişme bir anda Dersim soykırımını (katliam nitelemesiyle
de olsa) gündemin ön sırasına çıkarınca
o davanın bir yol alma şansı doğdu örneğin.
Anahtar rol kavramı biraz da pratik işlev meselesi olduğu için duruma göre
değişkenlik arzedebilir. Bir mücadeleye
anahtar rol biçildiğinde ötekilerin kendi
sorunlarını geri plana çekmeleri ve kaderlerini bütünüyle onun başarısına tabi
kılmaları da düşünülemez. Türkiye'nin
gerçek anlamda demokratikleşmesi
hangi yoldan olursa olsun daha kuşaklar boyu sürecek mücadele gerektirir.
Bunun dinamiklerinden biri ve son 30
yıldaki en canlı öğesi Kürt ulusal hareketidir. Ama şimdiye kadar silahlı mücadelenin zoruyla elde edilebilen kazanımlar bile çok sınırlıyken, adeta koşulsuz
bir silah bırakma sonucu hükümetin
insafına kalacak hukuki iyileştirmelerle
yakın zamanda Kürt sorununun çözüleceğini düşünmek hiç gerçekçi değil.
Dolayısıyla Karasu'nun “Kürt sorununu
çözerek gerçek anlamda demokratikleşen bir Türkiye” umudunu neredeyse
hemen şu aşamada sağlanacak birşey
gibi zikretmesi, sonra diğer sorunların
kendiliğinden çözüm yoluna gireceğini
varsayarak herkesin şu andaki “çözüm”
sürecine destek olmasını istemesi de makul bir önerme değil.
Türk burjuvazisi ve devletinin demokratikleşme eğilimi içinde olduğunu
gösteren hiçbir sahici belirti yok. AKP
hükümetinin kendi konumunu sağlamlaştırabilmek için darbecilere karşı aldığı
etkin önlemler askeri vesayeti geriletmiş
olsa da, bir çok alandaki uygulamaları
12 Eylül rejimini çağrıştırıyor. Bu süreçte Kürt sorununu “çözüyor”muş gibi
yaparak sağlanacak bir barış ortamının
Türkiye'de demokratikleşmeye pek de
katkı yapmayıp yeni çatışmalara evrilmesi kuvvetle muhtemeldir. Dahası
AKP'nin hesabı tutacak olursa, İslami
eksende Türk-Kürt ittifakıyla Ortadoğu'da stratejik çıkarlar gütmenin kime
ne getireceği çok karanlıktır. Öcalan'ın
“demokratik fetih” gibi güzellemelerle
öteden beri Türk egemenlerini özendirdiği bu yol, hem kuzey hem de güneydeki Kürtlerin bir kez daha dramatik
durumlar yaşamalarına vesile olabilir.
Aleviler ve Hristiyanlar ise daha baştan
güvensizlik duyacaktır.
Tarihsel deneyimlerin uyarı ve öğretileri
Türk egemenlerinin önemli bir sorunu
çözüyormuş gibi yaptıkları, “barış, kardeşlik, hürriyet, eşitlik” havası yarattıkları her defasında erken çiçeklenen
umutların üzerine dolu yağdırıp sinsi
kırım ve tasfiyeleri devreye koyduklarını
da unutmamak gerekir. 1895'te Abdülhamit Ermeni reformlarını kabul eder gibi
göründükten hemen sonra ülke çapında
Ermeni pogrom ve kırımlarını örgütledi.
1908'de Hristiyanları bayram havasına
sokan 2. Meşrutiyet'in hemen ardından
Adana katliamı geldi. 1914'te Ermeni
reform tasarısını imzaladıktan sonra ise
büyük soykırımını organize ettiler. Onun
için, aman dikkat!.. “İttifak” müjdeleri
özellikle yanıltıcıdır. Unutmayalım, İttihatçılar Ermeni soykırımına girişmeden
hemen öncesine kadar bir dönem Taşnak partisiyle sözde müttefiktiler. Gerçi şimdi PKK ile ittifak komşu ülkelere
yönelik saldırgan ve yayılmacı gayelerle
düşünülüyor, ama bir savaş durumunda
ortaya çıkacak girift ilişki ve çelişkiler,
hele de Kürtlerin kendi gelecekleri için
bağımsız davranma yada saf değiştirme
durumları, soykırımcı Türk geleneğinin
ayranını yeniden kabartabilir.
Tarihteki Ermeni sorununun reformlar yoluyla çözülme çabası Osmanlı
egemenleri tarafından Kürtlere hep bir
“esaret projesi” gibi gösterilmiş, böylece onların karşı duruşu ve devlete aktif
desteği sağlanmış, uluslararası anlaşma
konusu olarak defalarca gündeme gelen
reform planları her defasında savsaklanmıştı. Abdülhamit zamanında çizilen
çerçevesiyle altı şark vilayeti (Erzurum,
Van, Bitlis, Diyarbekir, Mamüret ül
Aziz, Sivas) kapsamındaki reform projesi gerçekleşecek olsa, bundan yalnız
Ermeniler değil, Kürtler de çok önemli
ulusal-demokratik haklar kazanacaktı.
Reform planı çok net olarak eğitimin
milli dillerde yürütülmesini, dolayısıyla
Kürt okullarının da açılmasını öngörüyordu. Hayata geçme imkanı olsa daha
o zaman Kürtçe (ve ağırlıklı konuşulan
yerlerde muhakkak Zazaca da) eğitim
başlayacak, sözel planda kalan bu dillerin yazı ve edebiyatıyla gelişme yolu
açılacaktı. Düşünün ki bugüne kadar
nasıl bir birikim sağlanmış olurdu. Yalnız bu değil, reform kapsamına giren
altı vilayette yayınlanacak kanunlar, nizamnameler, tamimler ve ilanlar üç dilde (Türkçe, Ermenice, Kürtçe) olacak,
resmi makamlara dilekçe ve belgeler bu
üç dilden herhangi biriyle verilebilecek,
mahkeme huzurunda savunmalar ilgililerin istediği dillerde alınacak, Türkçe
yazılan mahkeme kararları tarafların konuştuğu dillere tercüme edilerek sunulacaktı... Bugün halen inatçı şekilde ayak
direnen şeylerdir bunlar. Asıl esaret hangi seçenek olmuştur Kürtler için, hayat
gösteriyor.
Geçmişteki kullanılma, eşitsiz ittifak,
aldanmışlık ve halen çıkarılmayan
dersler
100 yıl önceki Ermeni sorununun kökten
“halledilme” tarzı ile 90 yıldır uzayıp
giden Kürt sorununun çözümsüzlüğü
arasında çok kuvvetli bir bağ var. Hiç bir
Kürt aydını ve siyasetçisi bunu görmezlik edemez. Ermeni-Süryani halklarının
imhasında Kürtlerin gücünden ciddi şekilde yararlanılmış olması ve sonra aynı
güç birliğiyle kazanılan azami sınırlar
üzerinde yeni devletin kurulması bu
bağın iki ana halkasıdır. PKK ve BDP
liderleri bunlardan ikincisine “vatan
kurtarıcı Türk-Kürt ittifakı” şeklinde
sıklıkla vurgu yapmaktalar. Aslında bu
“vatanı kurtarma” ve “yeniden kurma”
süreci onu kadim Hristiyan halklarına
mezar etmekten ayrıştırılamaz. Çünkü
bunlar hemen hemen aynı bileşenlerle
kesintisiz şekilde peş peşe kotarılmış işlerdir. Fakat kuruluş sırasındaki birlikteliği gururla ve “asli unsur” vurgusuyla
savunup sahiplenenler, hemen öncesine
gelince “irademiz yoktu ki” diyerek kenara çekilmeyi tercih ediyorlar.
Objektif bakılacak olursa, ne önceki
süreç çok basit ve “iradesiz” bir kullanılma, ne de sonraki öyle eşit güçleri
çağrıştıran “asli unsur” düzeyinde bir
ittifaktır. Kürt dostlar ikisi arasında
böyle keskin bir ayrım yapmakla kendilerini kandırıyorlar. Atalarının birinci
süreçteki rolünü hiç derekesine indirip
ikincisinde tam tersine abartıyorlar. Gerçekte her ikisi de eşitsiz ittifak ve özünde her ikisi de kullanılmadır. Çünkü işin
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
başında olan, politikayı belirleyen Türk
devlet adamlarıdır. Birincide hükümet
olarak İttihat ve Terakki, ikincide yine
onun kadroları ve devlet geleneğiyle
Ankara'da üslenen Kemalistler. Aralarında yalnız şu kadarlık bir nüans var:
İkincide zor duruma düşmüş olan İttihatçılar, M. Kemal öncülüğünde İstanbul'a
alternatif yeni hareketi örgütlerken Kürt
beylerini yanlarına çekme noktasında
onlara daha iltifatlı yaklaşmış, sanki eşit
bir partner havasında birliğe davet etmiş,
siyasi kurumlarında temsili yer vermişlerdir. Lozan'a kadar “biz Türkler ve
Kürtler” söyleminin revaçta olması bu
aldatıcı politikanın gereğidir. Kürtlerin
bu ittifakta sanıldığı gibi eşite eşit bir
konumları olsaydı Lozan'da öyle basitçe
bertaraf edilmeleri mümkün olmazdı.
Yeni devletin kuruluşu o durumda üniter değil, federatif temellere dayanırdı. O
süreçte Kürt liderlerin aldanmış olmaları
neyse de, bugünkü Kürt siyasetçilerin o
yanılsamayı halâ gerçekmiş gibi ifade
etmeleri tuhaf bir durum. Oradaki Kürt
iradesini çok önemseyenlerin 1915 sürecinde benzer olan durumu bütünüyle
iradesiz yada istem dışı bir kullanılma
saymaları ise daha da tutarsız.
Evet, Ermeni halkının ölüm fermanını
yazan İttihatçı liderlerdir. Uygulamada
rol alan Kürt liderleri merkezi karar verici değildir. Ama katliamların organize
edilmesine gelince, bir kısmı İttihatçı da
olan Kürt beylerinin kendi alanlarındaki
valiler, kaymakamlar, ordu komutanları ve Teşkilatı Mahsusa şefleri ile ortak
planlamaya varan işbirlikleri olmuştur.
Orhan Miroğlu'nun belirttiği gibi, Süryanilere ilişkin merkezi bir plan bile yokken, yerel bürokrasi ile anlaşmalı Kürt
ve Arap aşiretleri maddi dürtülerle onları da imhaya girişmiştir. [11] Sonuçta
Türk devletinin planlarına alet olmakla
beraber kendi çıkarlarını da gözeten ve
bu yönde serbest insiyatif kullanmaktan
kaçınmayan bir suç ortaklığı sözkonusudur. Devlet ise hem azami imhayı sağlamak, hem de ilerde kendi sorumluluğunu perdeleyip suçu fazlasıyla Kürtlerin
üzerine yıkabilmek için onları özellikle
teşvik etmiştir. Olayın bu karakterini de
bilerek diyebiliriz ki, Kürtlerin soykırım
suçuna katılımı bilinç ve iradeden pek
yoksun değil, ancak bağımlı ve güdümlenmiş bir durum olduğu için en yoğun
rol oynadıkları yerlerde bile sorumlulukları ikinci derecedendir.
Bir kere bu ayrımı yaptıktan sonra günümüze gelirsek; Kürt sorununun uzayıp
giden çözümsüzlüğü ve Kürt halkının
mahkum olduğu sonu gelmez acılar, o
dönem kendi atalarına ağırlıklı şekilde
oynatılan lanetli rolün doğrudan bir so-
nucudur. O imha sayesinde belki bugün
eski Batı Ermenistan'ı yutan daha geniş
bir Kürdistan haritası çizilebiliyor, ama
son otuz yıllık savaşa rağmen bu büyük
parçada özerkliğin lafını etmek bile gittikçe fobi haline geliyor. Bunu bireylerin
yaşamındaki etme-bulma olayına benzetmek, yapılan fenalığın bir şekilde geri
dönmesi yada lanetinin üstüne yapışması
gibi düşünmek de mümkün. Tarihteki o
berbat kullanılma tarzından sonra Kürtlerin yüz yıllık kaderinin farklı tecelli
etmesi mucize olurdu herhalde. Çünkü
yok edici asıl güç aynı coğrafyayı paylaşan iki halktan birini diğerinin yardımıyla sildikten sonra kalanı da kendisine
sürgit mahkum etmenin sağlam tedbirlerini almıştı. Paylaşılan ganimetin üzerine oturma karşılığında Kürtlerin kendi
kimliklerini unutmaları, Türklük içinde erimeleri istendi. Bu amaçla Lozan
anlaşmasında onlar azınlık olarak bile
tanınmayıp en basit kültürel haklardan
mahrum edildi. Bazı Kürtler için geriye
“biz azınlık değiliz zaten, asli kurucu
unsurlardan biriyiz” züğürt tesellisi kaldı. 90 yıllık inkârdan ve 30 yıllık savaşın bunu bir nebze kırmasından sonra, şu
günlerde umut edilen “barışçı çözüm”ün
paketi halen bomboş ve anadilde eğitim
gibi en vazgeçilmez hak için bile daha
yıllarca zar ağlatmayı vaadediyorsa, bunun en derin nedeni Kürtlerin iradesinin,
uf kunun, nutkunun daha yüz yıl öncesinden çok kötü bir şekilde bağlanmış
olmasıdır. Ayaklarına pranga, ellerine
zincir, dillerine bant olan işte o tarihsel
suç ortaklığı ve büyük aldanmadır.
Öcalan'ın “üzüntü”den söyleyemedikleri...
Değerli okuyucular,
Bu yazıyı önceki haftalarda Öcalan'ın
ikinci İmralı görüşmesinden sızan sözleri üzerine kaleme almıştım. Yayına vermeye yakın üçüncü görüşme ve ardından
da Newroz'da yapılacak “tarihi açıklama” gündeme gelince onların da muhtevasını görmek için bekledim. Kendisi tarafından tekzip edilen ve yazdıklarımda
değişiklik gerektiren birşey olabilir mi
diye. Ama hayır, soyut bir “yanlış anlaşılmış” lafı dışında sonraki duyduklarımız yalnızca teyid edici oldu.
Üçüncü heyette yer alan BDP eş genel
başkanı Selahattin Demirtaş'ın aktardığına göre Öcalan, Ermenilerin “lobilerle
anılması” konusunda “Kendisinin yanlış
anlaşıldığını” ve bunun için “üzüldüğünü” söylemiş. “Önerdiği akil insanlar
komisyonunda bütün bu etnik kimliklerin temsiliyetinin olması gerektiğini”
belirtmiş. Fakat sorun bu değildi. Somut
olarak neyi tekzip ettiğini anlamaya çalışıyoruz; bir şey yok. Demirtaş'ın açıklaması şöyle bitiyor: “Biz etnik kimliklerle
ilgili bir yaklaşımınız dışarıya farklı
yansıdı dedik. O da bu tartışmaları izlemişti zaten. Böyle bir şey olmaz diyordu,
benim nasıl yaklaştığım çok net biliniyor.
Biz zaten onların mücadelesini yürütüyoruz dedi”.[12]
Madem yanlış anlaşılmış ve bundan
dolayı üzülüyorsa, o zaman düzeltici
yönde net mesajlar vermesi gerekmez
miydi? Mesela “Ermenilerin soykırımını tanıtmak istemeleri yerden göğe
haklıdır. Bunun için 2015 hazırlıklarına karşı olmam mümkün değil, sonuna
kadar destekliyorum. Biz Kürtler kendi
geçmişimizin vebalinden kurtulmanın
da gereği olarak bu 100 yıllık davanın
başarısına katkı yapmalıyız” diyemez
miydi? Benzer şekilde “Anadolu'da hak
iddia ederler” lafını düzeltmek istiyorsa
“Yok edilmiş halkların tarihsel haklarını
inkar etmiyorum. Kültür varlıkları başta olmak üzere mümkün olan değerlerin
geri kazanılmasını destekliyor, ana vatanlarında gelip özgürce yaşayabilmelerini de arzu ediyorum. Bunun bir gereği
olarak mülk gasbında rolü olan Kürtler
tarafından gönüllü iadeler yapılması için
de çağrıda bulunuyorum” diyemez miydi
mesela?..
Anlaşılan Öcalan, Türk egemenleri lehine mesajlarını, gücendirdiği halkların
gönlünü almak uğruna bozmak istememiş. Onun için yaptığı “düzeltme” bir
şeye benzemiyor. Nihayet beklenen “tarihi açıklaması” okununca görüyoruz ki,
yanlış anlaşılacak birşey de yok zaten.
[13]
Çağrı metni, tarihsel zemin, yeni ittifak, helalleşme ve dışta bıraktıkları
Öcalan'ın Newroz'da okunan çağrı metni önceki mesajında olduğu gibi “İslam
bayrağı altında” yaşadıkları beraberliğe
övgü yapıyor. Tarihteki ittifaklarının
ve dayandığı İslam hukukunun fetihçiyağmacı özünü yok sayarak, Türkler ile
Kürtlerin o din kardeşliği temelinde yeniden kenetlenmesini öneriyor.
“Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş
Savaşı'nın daha güncel, karmaşık ve
derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz” diyerek tarihsel ittifakın koptuğu yerden
yenilenmesini, daha da öteye giderek
“Misak-i Milli'ye aykırı olarak parçalanmış” dediği güneydeki Kürt bölgelerinin bu ittifaka çekilmesini savunuyor.
Misak-ı Milli'nin Musul-Kerkük petrollerini de kazanmak üzere çizilen bir
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türk egemenlik projesi olduğunu bilmiyormuş gibi, o zaman eksik kalan şeyin
bugün tamamlanmasına yönelik mesajını “çatışmalar içinde yaşamaya mahkum
edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri
ve Arapları” kurtarma ambalajıyla Kürt
halkına benimsetmek istiyor. Suriye'de
Esad yönetimini devirip Türkiye ile müttefik bir Sunni hakimiyetin oluşturulması planına Rojeva Kürtlerini alet edecek
bir yol öneriyor. TC sınırları dışına çekilecek PKK güçlerinin bu perspektifle oradaki PYD bünyesine dahil edilip
Türk kumandasında savaştırılması bile
şaşırtıcı olmayacaktır.
Süreç hakkında yazan Hasan Bildirici,
çok haklı olarak şu yalın soruyu yöneltmişti: “Düşünülen tarihsel Türk-Kürt
ittifakı sahi kime karşı kurulacak? Kürtleri şu an tehdit eden kimdir ki Türklerle
ittifak yapılacak?..” [14]
Evet, amaçlanan demokratik bir çözümse ve bunun için çatışmanın çıkar yol
olmadığı düşünülerek barış ortamı tercih ediliyorsa, adına neden Türk-Kürt
barışması gibi birşey değil de, Türk-Kürt
ittifakı deniyor? Üstelik de “bölgesel
düzeyde ortak vizyona sahip stratejik
ittifak” vb?.. Bu kavramlar tabii ki ortak düşmanları da akla getirir. Şimdi bu
eleştiriye karşı savunma “biz halkların
birliği anlamında bunu söylüyoruz” olacaksa, belirtmek gerekir ki ittifak sözcüğü halklar olarak birlikte yaşamayı
değil, devlet yada örgütler olarak ortak
çıkarlar doğrultusunda güç birliği yapmayı ifade eder. Buna göre, örneğin kendi aralarındaki çatışmayı bitiren Türk
devleti ile Kürt hareketinin, Suriye ve
başka hedeflere yönelik işbirliği geliştirmeleri, güneydeki Kürt örgütlerini de
bunun içine çekmeleri, artık dünya güçleri arasındaki dengelere göre kimden
yana kime karşı hangi roller devreye girecekse onlarda beraber hareket etmeleri
beklenir. Bu türden hesaplar Öcalan ve
Kürt hareketi açısından sözkonusu değilse, neden “stratejik ittifak” kavramı
özellikle kendileri tarafından dile getiriliyor? Eğer Öcalan barış mesajlarında
samimi ise Kürt ulusal hareketinin asla
Türk devletiyle birlikte komşu ülkelere
karşı bir yayılma savaşı içinde yer almayacağını açıkça ilan etmeli. Çağrı metni
Türkle Kürdün kucaklaşmasını isterken
dışa dönük saldırganlığa cevaz veriyor.
“Zaman ihtilafın, çatışmanın, birbirlerini horlamanın değil, ittifakın, birlikteliğin, kucaklaşma ve helalleşmenin
zamanıdır. Çanakkale'de omuz omuza
şehit düşen Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı'nı birlikte yapmışlar, 1920
Meclisi'ni birlikte açmışlardır.”
Bu sözler de savunulan birlik ve ittifakın
hangi zeminde olacağını gösteriyor. İçeride istenmeyen halkların yok edildiği ve
sonunda kendilerinin de kandırıldığı o
süreci kutsamak Kürtlere onur getirmez.
Türk-Kürt helalleşmesi de o adaletsiz zeminde aranacak bir şey değildir. [15]
üzere Diyarbakır'dan İstanbul'a, Avrupa
başkentlerine kadar bu insanlık davasına
ses katmaları beklenir. Bu sesler, gerici
ve yayılmacı ittifak önermelerine karşı
siyasi tavırlarla beraber, Kürt sorununda
girilen sürecin daha onurlu bir rotaya sokulmasına da yardımcı olabilir.
Ayrıca sormak gerekir: Helalleşme ve
kucaklaşma bu ülkede yalnız Türkler ile
Kürtlere mi lazım? Sözü edilen süreçlerin kurbanı edilen Hristiyan halklarla helalleşme ihtiyacı yok mudur? Aynı
şeyi hassasiyet kavramı üzerine söyleyebiliriz. Öcalan'ın çağrı metni için Gülten
Kışanak “hassasiyetleri gözetiyor” demişti. Sormak gerekir, bu ülkede yalnız
Türklerin ve Kürtlerin mi hassasiyetleri
var? Her ikisini gözeten bir yaklaşım,
diğer kimliklerin hassasiyetlerini unutunca nasıl oluyor? Buna da cevap hazır.
“Bütün halklara saygımız var, hepsini
kardeş görüyoruz” vs... Ama ne yazık ki
bu soyut söylemlerin pratikte fazla bir
değeri yok. Bu yüzden çoğu durumda
Müslüman olmayan kimlikleri dışlayıcı
tutumlara seyirci kalınıyor. Kendi etkinlik alanında Mor Gabriel Manastırı'nın
topraklarına el koyan ve Süryanileri taciz eden yerel bürokrasi ile Kürt ağalarına BDP'nin ses çıkarmaması bunun canlı
bir örneğidir. Geçende bu konularla ilgili
görüş alış-verişinde bulunduğum değerli
Kürt aydını dostum Gürdal Aksoy şöyle
yazmıştı:
Gelecek günlerin yalan yanlış şeylerle
övünmeye, sonra da safça kanmışlıkla
dövünmeye değil, tüm mazlum ve mağdurların dayanışma içinde başarılar kazanmalarına tanıklık etmesi dileğiyle...
“Bir varsayım, ama eğer Ermeni nüfusu bugün eski Ermenistan ve Kürdistan
üzerinde ciddi hak taleplerine zemin hazırlayacak düzeyde olsaydı, bu söylem
bile olmayabilirdi. Güç ilişkileri, ne yazık ki, reel siyasi zeminde toplulukların
karşılıklı olarak çok çirkin pozisyonlar
almalarına vesile oluyor. Bunu politik
söylemlerle -kardeslik gibi- örtmek yerine, sosyal hayatın gerçekliğinde halklar
arası makul dengeler kurmak ve bunu
kültürleştirmek gerekir. Kürtler artık
bugün içi boş olan 'Türk-Kürt kardeşliği' soyleminden tiksinir hale geldiklerini
söylüyorlarsa, bunun benzeri olan boş
bir söylemin de Ermeni halkını tiksindirebileceğini dürüstçe hesaplamalı,
açıkça ifade etmelidirler. Her geçen gün
daha geç olmadan...”
Evet, karşılıklı hassasiyetleri yükselen,
birbirini dikkate alan Kürtler ile Türkler,
biraz da kenarda unuttukları, dışarda bıraktıkları eski komşuları için duyarlılık
göstermeli. Helalleşme en çok da gömülmemiş ölüleri ve yitik vatanlarıyla geçmişi unutamayan, travmadan kurtulamayan halkların ihtiyacıdır. Önümüzde 24
Nisan var. Duyarlı Kürtlerin ve Türklerin vicdani muhasebeyi topluma yaymak
[1] Bkz: Garbis Altınoğlu, Kürt Ulusal
Hareketi ve Geçmişle Yüzleşmenin
Dayanılmaz Ağırlığı
www.koxuz.net/anasayfa/2012/08/01/
kurt-ulusal-hareketi-ve-gecmisleyuzlesmenin-dayanilmaz-agirligi-4/
[2] www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?
ArticleID=1123698&CategoryID=98&
aType=RadikalYazar
[3] "http://www.yeniozgurpolitika.org/
index.php?rupel=nivis&id=3466"
[4] http://www.ilkehaber.com/haber/
demirtas-kurt-hareketine-teslim-oldudemek-savas-kiskirticigidir-25619.htm
[5] Geniş bilgi için bkz: Raymond H.
Kévorkian/Paul B. Paboudjian, 1915
Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda
Ermeniler, Aras Yayıncılık, 2012
[6] Bu konuda Osmanlı Devleti'nin 16.
yüzyıl tahrir kayıtlarından vilayet,
sancak yada livalar düzeyinde istatistik bilgi aktaran yerel tarih kitaplarına
bakılabilir
[7] Sevan Nişanyan, Adını Unutan
Ülke/ Türkiye'de Adı Değiştirilen Yerler Sözlüğü, Everest Yayınları, 2010
[8] Gürdal Aksoy, Halklar Hapishanesi
Anadolu/ Kürtlerde Anadolu Merkezci
Yabancılaşma, Komal Yayınları, 2002
[9] Abdullah Öcalan, 23 Haziran 2006
tarihli avukat görüşme notlarından
[10] AGOS Haftalık Gazetesi,
4.Ocak.2013, Sayı:872
[11] Miroğlu, Seyfo soykırım konferansında konuştu, http://www.seyfocenter.
com/index.php?sid=10&aID=424
[12] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Arti
cleID=1125951&CategoryID=78
[13]http://www.gelawej.net/
index.php/home/duyurucagrikampanyaicinpano/135-politi
ka/9273-2013-03-21-12-43-47.html
[14] http://www.gelawej.net/index.php/yazarlar/recep-marasli/9172-2013-03-15-10-59-20.html
[15] Bkz: Hovsep Hayreni, 1915'in
Denek Taşında Türk ve Kürt Siyaseti, 2. Bölüm http://www.gelawej.net/
index.php/hovsep-hayreni/4568-1915ndenek-tainda-tuerk-ve-kuert-syaset-2boeluem.html
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Costa
Gavras'a
Sevgiler...
-Evet.
-Sizinle gelmekten imtina edersem ?
-Cebr istimal edeceğiz.
-Benim mebus olduğumu biliyor musunuz?
-Biliyoruz. Fakat aldığımız emir katidir."
*
Erdem Özgül
Monsieur Gavras,
Sinemanın büyük ve gezgin ustası, devrimci gençlerin silah arkadaşı ve uslanmaz kapitalizm karşıtı adam, size Sinemasal bir öykü anlatmak isterdim.
Biliyorsunuz Emek sineması, bir zamanlar Cercle D'orient kulübünün de içinde
olduğu bir binada bulunuyor.
Cercle D'Orient'ten çıkış, Krikor Zohrab'ın ölüm yolculuğu sizin filmlerinizin
dokusuna son derece uygun iki adamın
-Katil ve kurbanı- son buluşma yeridir.
Mehmet Talat ve Krikor Zohrap Beyler
adet olduğu üzere sık sık anılan kulüpte
buluşur ve kâğıt oynarlar.
İstanbul'da son gecesinde yine aynı kulübe gittiğinde Krikor Zohrab, Talat Paşa
da oradadır her zamanki gibi. Krikor
Zohrab o gece Talat Paşa ve Halil Menteşe Beylerle gece yarısına kadar kâğıt oynar. Oyun sona erdiğinde Krikor Zohrab
mekânı terk etmek üzere ayağa kalkar.
O anda izleyici, kendisini beyaz perdenin önünde sizin filmlerinizden birini
izlerken bulur.
Talat Paşa'da ayağa kalkar, Krikor Zohrab Beyi her iki yanağından öper ve ona
yol verir.
Krikor Zohrab, endişeli ve şaşkındır...
-Bu iltifat neden, diye sorar ve Talat
Paşa'dan: "İçimden geldi", cevabını alır.
Zohrab endişelenir, Nazır Beyin bu öpücüğünü hayra yormaz.
Zohrap Bey için film Cercle D'Orient'te
başlamıştır, ama o farkında değildir.
Gidişatın bundan sonrasını endişeli ve
umutlu-umutsuz yaşayacaktır.
O yaşarken biz, sinema sanatçılarına, yazarlara, deha sahibi büyük insanlara bir
kez daha saygı duyacak, onların önünde
başımızla eğilmiş olacağız. Çünkü suç
mahkûm edilmiş olacak, göz önüne serilerek... Ve büyük sanatçılar, onlar çarp-
tırılmış, iftiraya uğramış ve katledilmiş
gerçeği açığa çıkarmanın en büyük savaşçıları olmanın onurunu yaşayacaklar. Tıpkı sizin Missing, État de siège,
L'Aveu, Z, Mad City, Le Couperet ve ilk
anda adını sayamadığım diğer çalışmalarınızla ördüğünüz onur gibi...
Kameramız yüzyıl öncesine canlandırmaya devam edecek olursa eğer. Zohrab
binadan çıkar ve sivil polislerin takibine
uğrar, anlam veremez, daha yeni Nazır
Beyle oyun oynamış, ayrılmış evine gidiyordur nihayetinde. Kendisini takip eden
polisi o da takibe alır ve emin olmak için
karşı kaldırıma geçer ve emindir artık.
Polis takibatlarına karşı deneyimli bir
aktivist, Avukat ve yazardır kendisi. Bir
süre sonra dayanamaz ve kendisini takip
eden polise sorar:
“Takip mi ediliyorum ?”
Ve Polis onu cevaplar.
"-Evet.
-Niçin?
-Öyle emir aldım.
-Benim kim olduğumu biliyor musunuz?
-Şüphesiz. Zohrap efedisiniz.
-Fakat bir yanlışlık olmalı. Şimdi Dahiliye Nazırından ayrıldım.
-Olabilir. Fakat bana verilen emirler kati’dir. Bunları ifa etmek mecburiyetindeyim."
Yolculuk boyunca Polis eşlik eder Krikor Zohrab Beye ve bir iken iki olur evinin kapısı önünde polislerin sayısı.
Zohrab Bey sorar:
"-Peki, aldığınız emirler nedir?
-Sizi tevkife mecburuz.
-Şimdi mi? Hemen.
Yanında iki polisle eve vardıklarında,
Pera Emniyet Amiri Kel Osman ve yanındaki üç polis memuruyla daha karşılaşırlar. Pera Emniyet Amiri önceden
gelmiş ve evde arama yapıyordur. Krikor
Zohrab'ın ertesi sabah tutuklanacağı,
kendisine lazım olacak olan eşyalarını yanına alması gerektiği söylenir. Bu
arada güzel karısı ve kızlarını teselli etmek gibi dramatik bir görevi daha vardır
Krikor Zohrab'ın. Hem ailesini teselli
etmek, hem de eşyalarını hazırlatıp o büyük tufanın önü sıra yürümek zorundadır o. Komiser Osman bir kez daha tekrarlar: "Bizimle geleceksin, emir var."
Tutuklandın ve karakola götürülmen
icab eder. Ve nasihatleri devam eder. İç
çamaşırı alınız yanınıza. "Fazla para almanız iyi olur." Krikor Zohrab, Osmanlı
Meclis-i Mebusanı'nda Mebus olduğunu
hatırlattığında Ermeniliğinden nedamet
getirmiş, Müslüman olup Hidayet ismini almış olan polis memuru: "O günler
geçti," der. Bu sözler, Zohrab üzerine
Türkçe'de en kapsamlı araştırmanın sahibi olan Nesim Ovadya İzraili tarafından şöyle yorumlanır: "O günler geçti"
diyerek gelmekte olan yeni günlerin ipucunu verecektir," Polis memuru.
Çok bir şey almaz yanına Zohrab Bey,
biraz para ve iç çamaşırı...
Ve ricalar eder karısına yolculuk boyunca, Talat Paşa'ya, Enver Paşa'ya, Cemal
Paşa'ya, Halil Menteşe Beye, yani alayına İttihat Terakki partisi ileri gelenlerinin mektuplar yazmalı biricik karısı, ricalarda bulunmalı ve tehcir kısa sürmeli,
kaldı ki kısa sürecektir de zaten, dönüp
gelecektir Zohrab Bey, inanıyordur henüz.
Yolculuğun daha ilk haftasında film
büyür Zohrab'ın kıyametleri üzerinden. Önce tansiyonu, sonra yaşlılığı ve
sonrasında korkuları Zohrab'ın haleti
ruhiyesini içinde bulunduğu katastrofobik öykünün akışına terk eder. Mektuplar, yalvarmalar, dostlar, vefasız
İttihatçılar, can borcu Olan Halil Menteşe Beyler derken Zohrab Bey bugünkü
Türkiye'nin sınırlarını aşar ve bugünkü
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Suriye'ye Halep'e ulaşır ve Halep'ten
yolu Diyarbakır'a doğru uzanır. Yol üzerinde defalarca ısrar eder Taşnaktsutyun
militanları; kendisini ve yoldaşı Vartkes
Serengülyan'ı kaçırmak ve kurtarmak
için, kaldıkları evlerin damından girer,
yol üstünde ulaşır ne yapar ne ederlerse, bu iki milletvekilini firar etmeye razı
edemezler.
Bir umut yaşayacaktır Zohrab ve Serengülyan ama ikisinin de umudu günden
güne kül olur. Serengülyan silahlı mücadelenin, hapishanelerin ve çıkarılan
genel afların yabancısı değil bir devrimcidir. Ölüm, ölmek onun için çok da zor
değil, geride genç karısı kalıyor olmasa.
Ama Krikor Zohrab için öyle değil, o
günün en iyi Ermeni öykücülerinden
biridir, Avukat ve Milletvekilidir. Avukatlık mesleğinde ilgi alanına Fransa'da
ki Dreyfus davası da girer, -Mahkemeye
dilekçe yazar ve müdahil avukat olmak
ister Dreyfus davasında- İstanbul'da ki
Bulgar, Ermeni ve Türk devrimcilerinin
davalarına da. Adalete ölümüne inanır,
bütün Ermeni katliamlarında, katledilenlerin Avukatı olmasına rağmen, adaletin yerini bulduğuna pek tanık olmadığı halde inanır mesleğine, uğraşına...
Ama...
Karısına yazdığı gibi, Diyarbakır surlarla çevrili bir şehirdir: "Beni İstanbul'dan
Diyarbakır'a yargılamak için gönderenler, yok etmek için gönderiyorlar.
Diyarbakır'da korkunç şeyler oluyor ve
olmaya devam edecek. Tanrı bilir, suçsuz olmama rağmen, orayı canlı terk
edemeyeceğim... Diyarbakır etrafı surlarla çevrili bir şehir, kendi içinde bir
hapishane."
Üç araba hazırlanır o gün felaket anına.
Öndeki Arabada katiller vardır. Adları
Düzceli Çerkez Ahmet, Galatalı Çerkez
Halil ve Reşit oğlu Mustafa'dır. İkinci
arabada Arabacı Müslüm, Vartkes Serengülyan ve Krikor Zohrab vardır, atlanmış askerlerin nezaretinde Urfa'dan
yola çıkarlar. Kuşaktan kuşağa devreden
bir sözlü anlatım geleneğine, Kürt dengbejliğine dayanacak olursak, uzun bir
yol gitmezler. Yolu cehenneme benzer
kapkara taşlarla örülü, Ermenice Şeytan
Deresi demek olan Sadanayi Tsor'a varırlar; köprüyü geçmeye yeltendiklerinde önden bir jandarma gider ve arabaya
Kasap Taşı'nın önünde durmasını işaret
eder; araba durur, Arabacı Müslim atlarının bağını çözer, iki atını alır gider.
Önde ismini anılan kırımcılar, arkada
onları takip eden arabacı Hallo'nun arabasındakiler Kara Köprü'ye geldiklerinde jandarmalar iner, artık katliam için
saniyeler kalmıştır. İnerler ve kurbanlarına ateş etmeye başlarlar. Kürtlerin
eskileri, cinayet zamanını annelerinden,
babalarından dinleyen insanlar derlerdi
ki Vartkes Serengülyan kurşunların anlamını iyi bilirmiş, atmış canını mermilerin önüne ve ilk ateşte nefesi kesilmiş.
Zohrab daha bir yalnızlaşmış, yoklamış
nefesini Serengülyan'ın, yalnızlığı büyümüş. Çünkü bedeni sessizliğe gömülmüş
Serengülyan'ın. Zohrab başını bacaklarının arasına saklamış, kimine göre
titremiş, kimilerine göre ağlamış ama
Çerkez Ahmet aman vermemiş. Bağırmış Zohrab'a : “ İn! İn aşşağıya! Artık
yaşamayacaksın, zira en üstten emir
var." Zohrab iki eliyle sıkı sıkıya tutunmuş arabaya, gözyaşları içinde: "İnecek
halim yok, beni burada öldürün," demiş.
Tören boyut değiştirmiş bundan sonra.
Çerkez Ahmet çıkarmış hançerini ve
Zohrab'ı hançerlemiş ve Ahmet'i arkadaşları izlemiş, gelen hançerliyor, bekleyen hançerini keskinleştiriyormuş ve
Zohrab aşşağı sürüklenmiş arabadan,
yine aynı tören ateşli silahlarla devam
etmiş bu defa. Çerkez Ahmet kurşunlarını yakmış Zohrab'ın gövdesine, onu
Düzceli izlemiş, onu Mustafa, onları
jandarmalar... Zohrab’ın gövdesindeki
hançer yaraları ve kurşun dağlanmaları yetmemiş Çerkez Ahmet'e, kaldırmış
bir kaya parçasını ve kafasını parçalamış
Zohrab Beyin. Serengülyan vurulduğu
yerde yata kalmış korkusuz ve Zohrab'ın
korktuğu başına gelmiştir, cenazesi Kasap Taşı'nın üstündedir.
Türkiye’nin geçmişine ait bu sabıkası
bugününü de anlatıyor aslında. Katiller
soyarlar üstünü, başını henüz canını aldıkları kurbanlarının, onları ayaklarından sürüyerek yolun karşısına, ağaçların
arasına atarlar. O kadar çok kurşun atılır
ki, komşu köylerin halkı cinayet mahallinde ganimet aramaya koyulur, iki çıplak cesedi talan eder sonra taşa tutarlar.
Ve zaman kapatır perdesini Zohrab'ın
çıplak cesedinin üzerine. Eşi Klara
Zohrab'a yazdığı umutsuz mektubunda
söylenecek son sözleri yine Zohrab Bey
söyler: “Sevgilim, bir tanem, artık bizim
için son perde başlıyor. Daha fazla gücüm kalmadı. Sağ kalmazsam, çocuklarıma son öğüdüm şu ki daima birbirini
sevsinler, sana tapsınlar ve kalbini acıtmasınlar ve beni de hatırlasınlar.”
Buraya kadar hikâye onun güzel öykülerinin Fransızca baskısında taşıdığı ad
gibi: La vie comme elle est'dir.
Sonra öykü devam eder içinde Zohrab
yoktur artık. Ne oyuncu, ne yazar, ne de
gömülü bir ölüdür o. Hiç bir şeydir çıplak
gövdesi, belki bir süre daha kurdu kuşu
besler o kadar.
Urfa pazarında kanlı yüzüğü ve çantasına denk gelir bir İngiliz Seyyahı,
Zohrab'ın.
Ve çeşitli raporlar, çeşitli bahaneler, yalanlar, Kalp krizinden ölür Doktor raporlarına göre Zohrab ve Serengülyan. Ve
artık işi bitmiş katiller, onlar çok daha
kötü bir sonla karşılaşırlar... Her şeyin
daha çoğunu, paranın, iktidarın, yağmanın ve cinayetin daha çoğunu isterken
Çerkez Ahmet. Tüm bunları ellerinde
bulunduranlar, Devletliler affetmezler
Çerkez Ahmet'i ve çetesini, aynı değirmen onları da dişlerinin arasında öğütür...
Türkiye'de cinayet öykülerinde perde
sonuna kadar hiç kapanmaz Monsieur
Gavras. Bunun içindir belki polisiyesi
zayıftır ülkenin, suçu işlemekten onu
bilince çıkaracak cesareti ve zamanı bulamazlar bir türlü. Çünkü bu bir yerde
katilin cinayetlerini bütün samimiyetiyle itiraf etmesi gibi bir şeydir ve cinayet
toplumsallaşmıştır, herkes susmayı bilmelidir böylesi bir ortamda, çünkü suç
bilince çıkarıldığında ceza demoklesin
kılıcı gibi herkesin başında sallanır durur.
Şimdi affınıza sığınarak şöyle düşünelim Monsieur Gavras; öyküsü yukarıda
özetlediğimden kat be kat daha sinematografik Krikor Zohrab'ı siz beyaz perdeye taşıdınız varsayalım. Filminiz estetik
değeri dolayısıyla büyük beğeni topluyor, festivallere katılıyor, ödüller alıyor,
sinema seyircisini heyecanlandırmışsınız bir de. Ve siz dünyalı bir yönetmensiniz, haliyle Türkiye'li sinema seyircisi de
sizin filminizle buluşmak istiyor. Ama
seyircinin önünde bariyerler oluşmuş
durumda. Evet, televizyonlarda Nazizm
yıllarının karapropagandacı faşistlerine rahmet okutan ve üzerlerine lanet
yağdıran yorumcular filminizi tehlikeli,
bölücü, Türklüğün değerlerini alçaltıcı
buluyor ve filminizi reddediyorlar, linç
korosu büyüyor ve tek bir sinema salonu
dahi filminizi göstermek için kılını bile
kıpırdatmıyor... Böylesi bir ortamda ne
yaparsınız siz ?
Emek sineması böylesine korkunç bir öykünün içinden çıkıyor Monsieur Gavras.
Ama aynı Emek sineması Türkiye'deki bütün sinemalar ve sinemacılar gibi
Ermenilerin öykülerine kapalı, onların
filmlerini perdelerine taşıyamıyor, edebiyat sanatının büyüklerinden birini ve
onun komşuluk hatırını hiç bir zaman
hatırlayamıyor. Türkiye'deki hemen bü-
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tün kurum ve kişiler gibi kendi başı derde girdiğinde ama benim canım yanıyor
diyebiliyor, ama canı yananların yanında
yer almamayı da beceri hanesine yazıyor. Hatırlatmak isteyenleri "Burası Türkiye" bahanesiyle görmezden gelebilmesi de cabası.
Bu eleştiri elbette sadece Emek sinemasıyla sınırlı değil. Sizinde gözlerinizle
gördüğünüz gibi insanlar Emek bizim, İstanbul bizim pankartlarıyla sokağa çıkıyor, sinemayı, hatıralarını ve hatta kenti
savunduklarını, sahiplendiklerini düşünüyorlar. Kentsel dönüşüme karşılar ama
kapitalizme karşı değiller. Marx umurlarında bile değil ama: Burjuvazi yine de
gölgesini satamadığı ağacı kesiyor. Yine
aynı şekilde tarih de pek umursadıkları
bir şey değil. Ermeni soykırımının mimarı Talat Paşa nasıl olsa şehrin en işlek
caddelerine, bulvarlarına ve hatta liselerine adını vermiş. Krikor Zohrab, ya da
Şehrin yağmalanan tarihine binyıllarını
veren Grekler ve Ermeniler anılmasa da
olur. İstanbul Bizim denirken şehrin yerlileri asla hatırlanmıyor.
kurtarılması için didinmeyin lütfen. Bu
bina kurtarılsın ve Krikor Zohrab'ın anısı bir şekilde yaşatılsın. Ermeni soykırımının icra edilmesinde, Ermeni aydınlarının ölüm yolculuğuna çıkarılmasında
bu binada geçirilen "eğlenceli" saatlerin
hayli rol oynadığı ap-açık ortada. Bunun görünür kalması için uğraşın lütfen. Belki bu sayede Emek sineması da
sizin sözlerinizle: "Ticaretin kültürden
üstün gelmemesi"ni yeğler ve yeni Ararat'lara sessiz kalmaz, sizin soyunuzdan
gelen direngen yönetmenlerin desteğini
hak eder. Aksi takdirde sizin bir État
de siège'inizi izleyemediğim bir sinema
salonunun yok oluşuna karşı çıkarken
ben, içim burkuluyor; sansüre ses çıkarmamış, dolayısıyla onun bir parçası bir
parçası olmuş, bir ticarethaneyle karşılaşıyor ve umutsuzluğa kapılıyorum.
Kısacık açıklamanızda siz: "Önemli bir
sinema, bir kültür merkezi, tahrip edilmemelidir. Bu sanki geçmiş belleğimizden bir parçayı silmek ve gelecek için
önemli bir mekânı ortadan kaldırmak
gibidir" diyorsunuz.
Siz de kabul edersiniz ki günümüz sinemasının büyük anlatıcılarından birisi de
Atom Egoyan'dır. Emek sineması komşu kulübün müdavimi Krikor Zohrab'ın
anılarını kendisiyle birlikte geleceğe taşımadığı gibi Egoyan'ın filminin izleyici
karşısına çıkamayışına itiraz etmemekle
de büyük bir sansürün ortağı oldu. Siz
büyük bir sinemacı olmanın tüm sorumluluklarını yerine getirmiş bir direnişçi,
karşı koyuşçusunuz aynı zamanda.
Türkiye'de Ararat, Peru'da État de siège,
izleyiciyle buluşturulmadığında ve Krikor Zohrab'lar hiç yaşamamış gibi görmezden, bilmezden gelindiğinde, önemli bir mekan ve bir gerçek, soykırım ve
sessizlikle belleğimizden silinmiş oluyor, sinema salonlarında kendini izleyicisinin karşısında bulamadan, gerekli
duyarlılığı yaratamadan.
Size ve büyük hünerinize selam ve sevgiyle...
Ben sizden bir şey daha istiyorum Emek
sinemasının kurtulması için elinizden
geleni yaparken siz. Sadece bu salonun
* Aktaran Nesim Ovadya İzraili, 1915
Bir Ölüm Yolculuğu Krikor Zohrab, Pencere Yayınları, İstanbul, Mayıs 2011.
[email protected]
Hepinizi 301 kere
301 suçu işlemeye
çağırıyorum…”
Temel Demirer, Hrant Dink’in katledilişinin ertesi günü Ankara’daki bir
protesto gösterisinde “Hrant Ermeni
olduğu için öldürülmedi… O soykırım
gerçekliğini dile getirdiği için katledildi. Buradan haykırıyorum: Bu devlet
soykırım suçu işlemiştir. Bu devlet, katildir. Hrant’ın katletmiştir. Susmak bu
suça ortak olmaktır. Hepinizi 301 kere
301 suçu işlemeye çağırıyorum…”
demiş ve hemen ardından, hakkında
TCK’nın 301/2. ve 216. maddelerinden
dava açılmıştı.
Altı yıl kadar süren bu dava, Temel ve
avukatlarının tüm itirazlarına karşın,
üçüncü yargı paketi kapsamında, “sanığın üç yıl boyunca aynı suçu işlememesi” koşuluna bağlanarak ertelendi.
Temel Demirer’in erteleme kararının
alındığı duruşma salonundan çıkar
çıkmaz, yargılanmasına yol açan çağrıyı tekrar etmesi üzerine ise, devlet
tepki vermekte gecikmedi. Temel hakkında yeniden soruşturma açıldı.
Bizler bu ülkede “Düşünce ve İfade
Suçu” kavramının, egemenlerin elinde, ne zaman kınından çıkartacağına
“devletlûlar”ın karar vereceği, her kafası kızdığında sarılacağı bir Demokles Kılıcı, her “tehdit” algısında aba
altından gösterilecek bir sopa olarak
kullanılmasına “Artık Yeter!” diyoruz.
Düşünce ve İfade özgürlüğü alt ve üst
sınırlarını devleti yönetenlerin keyiflerince çizdikleri bir “lütuf” değil, temel
bir insan hakkıdır ve öncelikli olarak
da her düzlemde yönetim mekanizmalarını –sertlik ölçüsünü ancak ve yalnızca kullanıcısının belirleyeceği bir
üslupla- eleştirme hakkını içerir. Bir
başka deyişle, ne yasa koyucunun ne
de uygulayıcılarının yönetim aygıtlarına yönelik eleştirileri sınırlandırma
yetkisi vardır.
Bu saptamanın mantıksal uzantısı,
devletlerin ifade özgürlüğünü sınırlandırarak “suç”larından kurtulamayacaklarıdır. Temel’i sustursanız dahi,
soykırım gerçeği T.C. devletinin er-geç
yüzleşmek zorunda kalacağı bir “suç”
olarak ortadadır.
Bu bilinçle, Temel Demirer ile birlikte
bizler de haykırıyoruz:
“Hrant Ermeni olduğu için öldürülmedi… O soykırım gerçekliğini dile
getirdiği için katledildi. Buradan haykırıyorum: Bu devlet soykırım suçu
işlemiştir. Bu devlet, katildir. Hrant’ı
katletmiştir. Susmak bu suça ortak
olmaktır. Hepinizi 301 kere 301 suçu
işlemeye çağırıyorum…”
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
hep alevilere
gelince mi
kalem lal oluyor?
sapere aude
ezilen halklar” dedik ya; “Daha ne istiyorsunuz?
Alevilerin bu türden itirazlarını bir kenara
bırakalım. Benim asıl itirazım Öcalan´ın
“İSLAMİ DEMOKRATİK KARDEŞLİK”
projesine yöneliktir:
Ahmet Terkivatan
Felsefe, daha doğrusu Felsefeciler örneğin
Barış ve Savaş konularına yönelik sorumluluklarını (der Verantwortung für Kategorien und ein aus Begriffen eingreifendes Wissen) başkalarına devredemezler
(Hans Jörg Sandkühler, Demokratie des
Wissens. Ausklärung, Rationalität, Menschenrechte und die Notwendigkeit des
Möglichen, Hamburg 1991, S. 7). Bu doğrultuda, Türkiye´de (hatta Ortadoğu´da!)
başlatılmak istenen “Barış” sürecini desteklediğimi, ama bazı endişelerimin, eleştirilerimin olduğunu ve bu eleştirilerin argümenler ışığında maddi kaynaklara, örneğin
Öcalan´ın Newroz mesajinda söylediği sözlere dayandığını, hatta Öcalan´ın, fikirlerin
silahların yerine geçmesi talebini esas aldığımı, böylece “kişisel”, “uydurma”, “niyet
okuma”, “spekulasyon”, “karamsar yorum”
olmadığını hemen yazımın başında ifade
edip konuya geçmek istiyorum.
Sırrı Süreyya Önder, Öcalan´la İmralı´da
gerçeklesen 3´üncü görüşmeye ilişkin bir
ayrıntıyı Hürriyet gazetesine şu şekilde
açıkladı:
“Sayın Öcalan, Fethullah Gülen´e selamlarını gönderdi. Fethullah Gülen´in `Suhlta
hayır vardır´ yaklaşımı benimde yaklaşımımdır. ´Bütün Ortadoğu´dakı demokratik
bir siyaset ve barış için birlikte çalışabiliriz, Muhterem Fethullah Gülen´e selamlarımı söyleyin. Onu en iyi anlayan benim´
dedi.” (Hürriyet, 23.03.2013)
Bu ilginç açıklamayı ve empatiyi esgeçiyorum. Anılan açıklamada, Önder, Öcalan´ın
Newroz mesajının doğru okunmasına işaret edip şu ilkeyi hatırlatıyor: Bağlamından
kopartılarak bazı görüşlerin verilmemesi
gerekiyor. Bu ilkeye katılmamak elde deyil, asla! Bu hermenötik ve etik açıdan zaten doğru deyildir. Konuyu açıklamak için,
Önder şöyle bir örnek veriyor: Öcalan´ın
herkes için demokrasi ve barış talep ettiği
bir noktada, kimseyi dışlaması ve rencide
etmesi söz konusu değildir, düşünülmezdir.
Aslında Önder´in burada kastediği (örneğin) Aleviler´dir. Öcalan “tüm ezilen mezheplerden, tarikatlardan” zaten sözediyor-
muş. Yani Öcalan, Aleviler´in isimlerini
açıklamadan Aleviler´ide kastediyormus;
“Kızılbaş”, “Alevi”, “Aleviler”, “Alevilik”
demeden onların haklarınıda savunuyormuş. O zaman, bazı Aleviler gerçekten
neye ve neden itiraz ediyorlar ki?
Bazı Alevilerin (örneğin Hüseyin Aygün´ün) itirazlarını çok iyi okuyup anlamak lazım: Onlar, “Elbette Alevilerin kurtuluşu,
özgürlüğü kendi elindedir”, ama özünde
“Alevileri es geçemezsiniz; sırf genel ve a
n o n i m ezilenler grubuna (“Tüm mezhepler ve tarikatlar”) ekleyemezsiniz. Bu genel
ve anonim kategori yeterli değildir! Bizler
dünyanın diğer bir ucunda yaşamıyoruz;
bu ülkede yaşayan, ağır bedeller ödeyen,
isim ve kimlik olarak anımsanacak kadar
önemli bir inanç grubuyuz, önemli bir tarihe sahibiz. Biz sofistik tartışma yürütmüyoruz; isimlere tapmıyoruz; bir kompleksi
dile getirmiyoruz; gelin bizi kurtarın da
demiyoruz; bir gerçeği dile getiriyoruz, bir
kimliğin haklarını savunuyoruz!” diyorlar.
Bu şekilde veya bu çerçevede itiraz edenler,
asla Barış sürecine karşı çıkmıyorlar; öğreti gereği çıkamazlar da. Önder gibi düşünen insanların hatırlatmaları bundan dolayı
pek yerinde olmuyor. Bu itirazı biraz daha
açmak istiyorum.
Fetullah Gülen´i bile “en iyi anlayan benim” diyen Öcalan (bkz. Sırrı Süreyya
Önder, Öcalan´la İmralı´da gerçekleşen
3´üncü görüşmeye ilişkin bir ayrıntı, Hürriyet 23.03.2013), acaba Selim I döneminde
de “İslam bayrağı” altında katliamlara uğrayan Kızılbaşlar´dan, kadim Anadolu´nun
vazgeçilmez parçası olan, günümüzde sayısı 15-20 Milyon olan Alevi-Bektaşiler´den,
hatta PKK saflarında yer alan nice Alevi
gençlerinden Newroz açıklamasında neden
söz etmedi? Herkes ile empati kurabilen ve
hatta “Muhterem Gülen´e selamlar” gönderebilen Öcalan, Aleviler´e gelince mi çekimser davranıp genel ve anonim olan bir
kategoriyi kullanıyor? Alevilere gelince mi
kelam lal oluyor? Şöyle düşünmek lazım:
Eğer, böyle bir yaklaşım doğru ve tutarlı
olsa(ydı), o zaman şunu da söylemek yerinde olacak(tı): “Tüm ezilen halklar” deyip
Kürt veya Kürtler demiyelim artık; “Tüm
“Saygideğer Türkiye halkı, bugün kadim
Anadolu´yu Türkiye olarak yaşanan Türk
halkı bilmeli ki, Kürtlerle bin yıla yakın
Islam bayrağı altındaki ortak yaşamları,
kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır. Gerçek anlamında bu kardeşlik
hukukunda, fetih inkar red ve imha yoktur, olmamalıdır.” (Öcalan, Newroz Mesaji,
21.03.2013)
BDP esbaşkanı Selahattin Demirtaş, yapmış olduğu grup toplantısında ki konuşmasında, Öcalan´ın Newroz mesajinda doğruları söylediğini açıklıyor. İslam´a vurgu
yapmasıda doğruymuş. Demirtaş, “O hukuğa herkesin riayet etmesi gerekiyor. O
halkları birarada tutan İslamiyettir. Neden
rahatsız oluyorsunuz bundan?” diye soruyor.
Marifet, inatçı dogmatizmden, zihinleri
körerten siyah-beyaz düşünceden ve intikam duygularından ve despotik dayatmalardan arınmaktır. İnsan ancak veya belki
böyle “toprak“, yani „akil“ olabilir. Böyle
bir marifeti yok sayıp sihirli, yani “öldürücü silahı” (Todschlagsargument) şu şekilde
kullanmak, Barış´ı uzun vadeli acaba nasıl
sağlayacaktır: “Barışı destekleyin, ne istiyorsunuz siz? İnsanlar mı ölsün? Barış´ın
kötüsü Savaş´in iyisi olmaz!” Sesli düşünüp
“despotların“ veya “Oligarşik Cumhuriyetçilerin” “Barış” anlayışını irdelemek, sorgulamak nasıl olurda Barış´a karşı çıkmak
anlamına gelir? Bu çercevede bazı itirazlarım, sorularım olacak.
(a) Neden “o hukuğa” riayet edeceğimi anlamış değilim. Böyle bir cümle inanç özgürlüğü açısından da cok sakıncalıdır ve
aslında Barış sürecine gölge düşürmektedir.
(b) Öcalan, mesajı´nın anılan bölümünde
sadece “Türk halkını” bilgilendiriyor. Ama
“Kürt halkı” gerçekten Öcalan´ın buradaki
“tarihsel fikrine” ve tutumuna katılıyor mu
acaba?
(c) “İslam bayrağı” acaba nedir? Öcalan´ın
din ilişkisinin dönemsel ve karışık olduğunu biliyoruz. Geçmişte Öcalan´a göre,
İslam, “İslam kardeşliğini” öne çıkararak,
etnik kimlikleri geri planda tutmuyormuydu? Bundan dolayı İslam´a karşı çıkmıyormuydu? (A. Öcalan, Oligarşik Cumhuriyet
Gerçeği, Mem Yayınları 2001). Geçmişte
Öcalan´a göre, İslam “bin yıllık saldırı sila-
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
hı” değilmiydi? Öcalan ne demişti? “Daha
doğrusu İslamiyet´in Kürdistan koşullarına
girişi, devrimci yandan ziyade emperyalist
yanı ağır basan biçimde oluşmustur (...).
PKK´ya karşı savaşılamayacağı veya Kürdistan demokratik kurtuluş mücadelesine
karşı mesafe alınamayacağı anlaşılınca bin
yıllık saldırı silahına (yani Islama, A. T.)
yeniden sıra geldi.” (A. Öcalan, Oligarşik
Cumhuriyet Gerceği, Mem Yayınları 2001,
s. 18) Şimdi ki Öcalan´a göre, artık durum
böyle değil. Tutum değiştirmiş! Mea culpa
yapmış. Öcalan, „Oligarşik Cumhuriyet´e”
acaba teslim mi oldu? Köklü bir şekilde
tutum degiştirmek, Öcalan´ın “liderlik”,
“önderlik” anlayışına ters düşmüyormu?
(Konuşma kayıtlarına bakın lütfen) Cevap
veya uydurulan “kılıf“ ne olursa olsun:
Öcalan´ın, itirazları ve gerekçeleri halen ortada. Çelişkileri siz açıklayın, ben
Öcalan´ın geçmişteki itirazlarını sırf hatırlatıyorum. Şu itiraza ne dersiniz: “Kürdistan demokratik kurtuluş mücadelesine
karşı mesafe alınamayacağı anlaşılınca bin
yıllık saldırı silahı olan İslam´ı Öcalan kendi halkına yöneltiyor!”
(d) Bu “bayrak” altındaki “ortak yaşam,
kardeşlik ve dayanışma” (Osmanlı´dan günümüze kadar) gerçekten nasıldı? (Kızılbaşların tarihsel süreci acaba nasıldı? Selim I, 1512-1520 döneminde, 30.000-40.000
Kızılbaş katliama uğramadı mı? (Josef
Matuz, Das osmanische Reich, Darmstadt
1985). 1514 Çaldıran savaşında acaba neler
oldu? Kürtlerin tutumu nasıldı?)
(e) Bu ortak yaşamı belirleyecek “hukuğun” kaynağı acaba nedir, nereden geliyor?
(f) Bu “hukuk” anlayışı günümüzde de
geçerli mi? Kimler için, hangi alanlarda?
(Kadim Diyarbakır´da Cemevi açıldı, ama
7 Nisan´da planlanan güzellik yarışması
Kutlu Doğum haftasına denk geldiği için
iptal edildi. BDPli Belediye, yarışmacılara
sahip çıkmadı ve yer tahsis etmedi. Böyle
inanç özgürlüğü hiç olurmu? Diyarbakır´da
cemevi açıldığı için susalımmı şimdi?
45 AKPli vekillerin derdi başka zaten;
Diyarbakır´da “çözüm” için ziyarete gelmişler ve ilk yaptıkları iş, topluca Cuma
namazına gitmektir – İmralı ziyaretinde
Altan Tan´ın ve Öcalan´ın Namaz´a durdukları gibi).
Bu itirazımı haklı çıkaracak şu sözleride
anımsamak lazım:
(g) Öcalan´a göre yeni bir Anayasa´ya gerek
yokmuş. 1924 Anayasa´sı yetermiş. “Teşkilati Esasiye Kanunu” kimilerine göre ilk
kez din ve vicdan özgürlüğünü sağlamıştır. Öcalan neden bu Anayasayı savunuyor
acaba? 1924 Anayasası 2 maddesine göre
“Türkiye Devletinin dini, Din-i İslamdir”
ve başka maddesine (26?) göre Meclisin
görevleri “ahkam-ı şer-iye´nin tenfizi”dir
(dinsel hükümlerin yerine getirilmesi). (10
Nisan 1928 tarihinde yapılan değişiklikle
Anayasa´nın 2 maddesinde yer alan bu hüküm çıkarılmıştır).
Daha açık sorayım:
(h) “Türk-Kürt-Islam-Sentezi” çerçevesinde mi “ittifak, birliktelik ve helalleşme”,
“Barış”, “Demokrasi”... olacak? Ezilen,
sömürülen, dışlanan, horlanan, katliamlara
kurban giden; barışı, sevgiyi, özgürlüğü,
demokrasiyi... benimseyip bağrına basan
bir insan, bir topluluk, bir inanç, bir halk...
c e l l a t l a nasıl, ne denli ad hoc helalleşir
acaba? Ve bir devletin dini nasıl ve neden
İslam olur? TBMM nasıl dinsel hükümleri
yerine getirecek?
Bu itirazların (a-h) yerinde olmadığını sırf
söylemeyin, gösterin de aynı zamanda. Bu
fikirleri çürütün, beni ve benim kimliğimi
sorgulamayın. Örneğin, Öcalan´ın geçmişdeki bazı sözlerinin doğru olmadığını söyleyin ve açıklayın – eğer şimdi sarf ettiği
sözlerini doğru buluyorsanız. Ve kimileri,
bu itirazları ciddiye alıp nedenler ışığında
fikir alışverişi sürecini başlatmak yerine
“süreci sabote ediyorsun, dar bakıyorsun;
insanlar mı ölsün?” şeklinde klişe reaksiyon göstermeye devam edecektir. Eyvallah!
Ama tartışma kültürü olmadan asıl anlamda Barış nasıl olacak? İnsan onurundan,
demokrasiden, özgürlükten, haktan, emekten, aştan-işten, rasyonaliteden... bağımsız,
kopuk Barış acaba nasıl (sürekli) olacaktır?
Genel demokratik (“cumhuriyetçi”, republikanisch) “hukuk sistemi” (Rechtssystem)
sağlanmadığı müddetçe, Barış asla (kalıcı)
olmaz (I. Kant, Zum ewigen Frieden. Ein
philosophischer Entwurf, 1795).
Arı kovanına çomak sokmayın lütfen!
S a p e r e a u d e!
Hayastaninfo.net
Online-Magazin & Informationsportal
Adana'lı öğrencilerin
yüzde 70'i azınlıkları
hain olarak görüyor
Adana’da Eğitim-Sen, 800 eğitimci ve
1066 öğrenciyle anket yaptı. Buna göre
yüzde 70’i Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilerin bir kısmının fırsat
bulduklarında ülkeye zarar vermeye çalışacağına inanırken, öğrencilerin yüzde 68’i tokat ve cezayı insan haklarına
aykırı buluyor, yüzde 51’i ise ‘Türk’ün
Türk’ten başka dostu olmadığını’ düşündüğü belirlendi.
DHA - Eğitim-Sen’in ekim ayında 5’ncisini düzenlemeyi planladığı Demokratik
Eğitim Kurultayı öncesi hazırlık amacıyla kurulan ‘Ders Kitapları İnceleme
Komisyonu’, güncel konularda farklı
görüşlerden öğrenci ve öğretmenlerle
anket yaptı. Kentin farklı bölgelerindeki
ortaokul ve liselerde yapılan anketlere
göre, yüzde 62’sinini Türklerin kahraman ve asker bir millet olduğuna, yüzde
36’sının iyi bir eğitimin kadınlardan çok
erkekler için geçerli olduğuna, yüzde 61’i
düşüncenin suç olmaması gerektiğine,
yüzde 25’inin gerekirse devlet uğruna
bireylerin feda edilebileceğine inandığı
anlaşıldı.
Eğitimle ilgili anket sorularını da yanıtlayan öğrencilerin yüzde 43’ü ders
kitaplarında kadın erkek eşitliği ile ilgili
işlenen konuların az olduğuna inanırken, yüzde 37’si yeterli, yüzde 20’si ise
bu konulara fazla yer verildiğine inanıyor. Ayrıca, yüzde 71’i Müslüman olmayan bir öğrencinin bulunduğu sınıfta
Müslümanlığın övülüp diğer dinlerin
küçümsenmesini insan haklarına aykırı
bulurken, yüzde 68’i eşcinsel eğilimleri
olan birinin alay edilerek küçük düşürülmesinin insan haklarına aykırı olduğuna, yüzde 68’i ise okullarda tokat ve
cezayı insan haklarına aykırı olduğunu
düşünüyor.
Bakanlığa gönderilecek
Anket için oluşturulan komisyonun başkanlığını yapan öğretmen Güven Boğa,
sordukları sorulara çok değişik cevaplar
aldıklarını söyledi. Anket sonucunu kitaplaştırarak Milli Eğitim Bakanlığı’na
teslim edeceklerini belirten Boğa şöyle
konuştu:
“Anketi ortaokul ve liselerde olmak
üzere 800 eğitimci, bin 66 öğrenci ile
gerçekleştirdik. Belli bir sınıflandırma
yapılmadı. Genel eğilimi, eğitim alanındaki yansımayı incelemek istedik. Biz
toplumsal şekillenişte bu anketin çok büyük bir rol oynayacağını düşünüyoruz.
Objektif kriterler içeriyor. Önümüzdeki
süreçte Türkiye’nin gerçekten modern,
barış içinde yaşayan, kimseyi ötekileştirmeyen, kadın ve erkeğin eşit olduğu ders
kitapları istiyoruz. Bu anketin toplumsal
barışın tesisinde rol oynamasını istiyoruz.”
http://www.agos.com.tr
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim'de
21 karakol inşaatına başlandı
AKP hükümeti tarafından Dersim'in
Pülümür Vadisi'nde 5'i kale tipi ve
16'sı mobil olmak üzere 21 karakolun
inşaatına başlandığı belirtildi. Bölgeye yeni karakolların kurulmasına tepki gösteren Sinan köyü sakinlerinden
İbrahim Güler, "Madem barışsa bu
savaş hazırlıkları ne. Ne gerek var her
tarafı silahlandırmaya. Dersim'de tek
toplu kalan mıntıka burasıdır. Başka
köy kalmamış. Buradaki köyleri de
boşaltırlarsa, devlet rahat eder!" dedi.
Elazığ Orman İşletme Müdürlüğü'nün,
"Ormanlık alanlarda, kamu yararına
olan binalara izin veriyoruz" demesi
dikkat çekti.
Alman Yeşiller Partisi Federal Milletvekili Memet Kılıç, Abdullah Öcalan’ın
yayınladığı mesajla ilgili olarak, barış konusunda umutlu olunması gerektiğini söyledi.
Kılıç, yaptığı özel açıklamada , ‘’Umutlu olmak gerekir. Ancak böyle kapsamlı bir mutabakatı Meclis devre dışı bırakarak, hükümet işi gibi kavramak rizikolu. Umarız Başbakan Erdoğan anayasa değişikliklerini gerçekleştirdikten
sonra Kürtler’e verdiği sözleri unutmaz’ dedi.
Kılıç, ‘’Osmanlı tarihine vurgu yapıp, ‘modernite’ eleştirisi ile Cumhuriyet’e
yüklenip, ‘İslam bayrağı’ altında birleşme çağrısı yapan Öcalan, Erdoğan’ın
sevmediği ‘Alevi’ sözcüğüne yer vermeyerek kendi barış sürecinin önünü taktiksel olarak açmıştır. Aleviler’in hakkını aramak PKK’nın değil, Aleviler’in
görevidir’ şeklinde konuştu.
Hakları gasp edilen azınlıkların birbirlerini unutmaları durumunda kaybedeceklerini ifade eden Kılıç, ‘Azınlıklar despotizme karşı her zaman dayanışma
içinde olmalıdır’ dedi.
Dersim'de
BDP-AKP-EMEP ittifakı
Dersim'de BDP-AKP-EMEP birlik kurup CHP'yi saf dışı bıraktı
DHA'nın haberine göre Dersim'de, İl Genel Meclisi'nce işbirliği yapan AKP
- BDP - Emek Partisi üyeleri 5 kişilik Daimi Encümen üyeliklerini paylaştı.
İl Genel Meclisi'nin 1 Nisan günkü toplantısında bir yıl görev yapacak Daimi
Encümen seçimi yapıldı. 17 üyeli İl Genel Meclisi'nde BDP'li 6, AKP'li 4,
Emek Partili 2 üye birbirlerine oy vererek 5 üyeli CHP'yi devre dışı bıraktı. İl
Daimi Encümeni, BDP'li 3, AKP'li ve Emek Partili 1'er üyeden oluştu.
Şerafettin Halis
istifa etti
BDP Tunceli İl Başkanı Şerafettin Halis, görevinden istifa ettiğini ve dilekçesini Genel Merkez'e gönderdiğini
açıkladı.
Daha önce BDP Tunceli Milletvekilliği
de yapan BDP Tunceli İl Başkanı Şerafettin Halis, sürpriz bir kararla görevinden istifa ettiğini açıkladı. Bazı
konularda Genel Merkez yöneticileri
ile ters düştüğünü ve görüş ayrılığı
yaşadığını, bu nedenle istifa ettiğini
belirten Halis, "Partiye emek ve gönül
vererek değer yaratanlardan ve Dersim
halkından özür dileyerek gördüğüm
lüzum üzerine partimden istifa ediyorum. İstifa dilekçemi Genel Merkez'e
ve eş başkanlara gönderdim. İşleme
konulması konusunda da ısrarlıyım"
dedi.
Şerafettin Halis, istifa nedeniyle ilgili
açıklama yapmaktan kaçınırken, BDP
kaynakları ve Halis'in yakın çevresine
göre, BDP'nin 'çözüm süreci' kapsamında Aleviler'e gerekli ilgi ve desteği göstermediği, bu süreçte Alevilerin
arka plana atıldığı tartışması nedeniyle
bu istifanın gerçekleştiği idda edildi.
Kaynak: http://www.cnnturk.com

Benzer belgeler