- Kızılbaş
Transkript
- Kızılbaş
kızılbaş Nisan 2013 - Sayı 25 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! soykırımlarını lanetliyoruz! kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 nisan 2013 sayı: 25 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg 6 sayı 30 € - 12 sayı 60 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Sakine Polat Sayfa 06 - Abdullah Öcalan’ın Newroz mesajının tam metni: “Bu son değil, yeni bir başlangıçtır” Sayfa 8 - «Еlinde silah olan herkes Türkiye’yi terk etsin!» ....A. Öcalan Sayfa 8 - Öcalan’dan Gülen’e zeytin dalı - Ruşen Çakır Sayfa 9 - Newroz Özgürlük Ateşidir, Teslimiyet Değil ...Erdal Yıldırım Sayfa 10 - MİT-Öcalan Mutabakatı: Nedir, Ne değildir? ......Cemil Gündoğan Sayfa 11 - Demirtaş: Kürt halkı devletin bayrağından rahatsız değil Sayfa 12 - Karayılan: Selahattin Demirtaş süreci kavramamış ...................................................................................... Hasan Cemal Sayfa 16 - 1916 Sykes Picot düzeni sona ererken barış ve adalet üzerine ............................................. Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa 17 - Askere gitmeyin Sevag olmayın! ................. Sevdiye ERGÜRBÜZ Sayfa 18 - MUTLUYUM DİYENE! ........................ ............Hatice Çevik Sayfa 19 - Newroz, Barış ve Öcalan’ın Metni ........................ Erdoğan AYDIN Sayfa 21 - Barış umutları ve Osmanlı oyunları ............ Garbis Altınoğlu Sayfa 24 - Misak-ı Milli nedir, ne değildir? ............................ AYŞE HÜR Sayfa 26 - Mesajı Öcalan mı Hazırladı? Yayılmacı Osmanlıcı Deglerasyon Devletin Yeniden Restarasyonu… .....................................................................İbrahim Güçlü Sayfa 28 - KOLAY VE UCUZ LİDER OLUNAMIYOR! .......... M. Korkmaz Sayfa 29 - Türk Ordusu neden geri çekilmiyor? ............... Recep Maraşlı Sayfa 33 - KEMAL BÜLBÜL KİME ŞAKIYOR; SU AKAR YATAĞINI AÇ I KO T U R U M A. ÖCALAN + MİT BARIŞI - İsmail Beşikçi - Sevan Nişanyan - Ali Sait Çetinoğlu - BDP - Ali Ülger Adres: İBV İsmail Beşikci Vakfı Salonu Kuloğlu Mah. İstiklal Cd. Ayhan Işık Sok. No: 21/1 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 245 81 43 BULUR MU? ................................................................ Musa Ağacik Sayfa 34 - SÜRECE KÜRT GÖZÜYLE BAKMAK ...... Av. Ruşen Arslan Sayfa 37 - Şemdin Sakık’tan 3 korkunç iddia Sayfa 38 - AGEHDARÎ Û ZANÎNEN KURDAN YÊN Lİ SER DÎROKA ÊZDİYAN PİR LEWAZİN ................................. Kemal Tolan 19 Mayıs 2013 Açılış saat: 10.00 Başlanğıç Saat:12 Sayfa 39 - ‘Mermi pahalı diye sopalarla öldürdük’ Sayfa 40 - “Ali’ye Allah diye taparlar. Bazıları da peygamber kabul derler. Onlar mum söndü yaparlar” Sayfa 41 - Kimlik Siyaseti ..................................................... Dr. İsmail Beşikci Sayfa 44 - Olağan Haller (Belgesel) Sayfa 45 - “Yaşasın Ergenekon direnişimiz!” ............................. Cafer Solgun Sayfa 46 - ZERDÜŞTLÜK EŞİTTİR ALEVİLİK Mİ? ........ A. Cangüder Sayfa 49 - Bir Kavram Bin Kırım Yanılsamalar - 3 ......................... Ali Kanlı Sayfa 51 - Mardin’de Katliamlar ve tehcir ........................ Sait Çetinoğlu Sayfa 53 - KÜRT “ÇÖZÜM” SÜRECİ VE ERMENİ HEYULASI ...................................................................................... Hovsep Hayreni Sayfa 59 - Costa Gavras’a Sevgiler... .................................. Erdem Özgül Sayfa 62 - hep alevilere gelince mi kalem lal oluyor? sapere aude ............................................................................ Dr. Ahmet Terkivatan Sayfa 63 - Adana’lı öğrencilerin yüzde 70’i azınlıkları hain olarak görüyor Sayfa 64 - Arka kapak ..................................................... Ali İhsan Avgül Düzenleyen: Kızılbaş Dergisi Tel: 0506 818 66 55 Tel: +49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 4 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cangözü kalmayı kabullenmenin ta kendisidir. ile görmek Sakine Polat A. Öcalan Mit ittifakıyla yürütülen siyaset toplumsal örgütlenmeleri dibinden sallamaya başladı. Devlet partileri alttan yukarı sallanıyor. Kurulmuş dengeler ile işletilen kurumlar bir bir ortaya çıkıp teşhir oluyorlar. Türk ve Kürt yedekli sivil toplum kuruluşları da devlet partilerinden farklı değiller. Kısacası domino taşları gibi peş peşe birbirlerinin üstüne devriliyorlar. Kürt cephesinde de durum vahim. *** Alevi-Bektaş-i kuruluşlarının tümünde korkuyla karışık bir şaşkınlık hâkim. İslam kardeşliği içinde Kürt -Türk kardeşliği Alevi-Bektaşi kuruluşlarında var olan İslam korkusunu açığa çıkarması açısından çok önemlidir! Alevi-Bektaşi örgütlenmeleri içinde ağırlıklı olarak Aleviliği Bektaşiliği İslam içinde hatta İslam’ın en önemli özü; takiyesini de fark etmesi bakımından çok çok önemlidir. İnsanın sorası geliyor; Maden İslam’sınız neden İslam’a karşısınız? İslam’a dâhil değilseniz neden Müslümansınız? Kısacası yeni dönemde siyaset alanında yeniden dizayn edecek. Türk, Kürt cephelerinde Bölünmeler saflaşmalar gündeme gelecektir. Alevi-Bektaşi örgütlenmelerine de bölünme saflaşma netleşme gereklidir. Bu yenilenme, demokratikleşme ve kendisiyle yüzleşme ile atılacak her adım geleceğimizin temel taşlarını oluşturacaktır. İşte bu bilinçle işletilecek siyasetin başarılı olacağı kanısındayız... Son 25 yılda Alevi Bektaşi örgütlenmelerinde işletilen siyasetler iflas etmiştir. Başarısızdırlar... Denenmiş ve başarısız oldukları ortaya çıkmış bu siyaset ve kurumlarının tekrarıyla bundan sonra da başarısız olunacağı kesindir! Aslında şu an var olan Alevi-Bektaşi kuruluşlarından sağlıklı ve işlerliği olacak bir yenilenme beklemek de aşırı saflık olur kanısındayız... Devletin Türkçü ve işbirlikçi Kürtlerinden medet umanlarla sağlıklı bir gelecek kurmak asla mümkün olmaz! Kızılbaş, Alevi- Bektaşi, Tahtacı... vd. toplumsal kesimlerin içinde var olan inkârcı ve işbirlikçi siyasetleriyle iştigal etmemiş bireylerin, sağlıklı ve açık bir yenilenme ile yeniden yapılanmaya adım atmalıdır. Sorumluluk yüklenip siyaset alanına çıkmanın zamanıdır! TV. Gazete, internet, dergi, radyo, vakıf, yayınevi, matbaa... Gibi modern araçları kullanmayı asla ihmal etmeden siyaset alanına çıkacak demokratik bir parti... Tabii ki, Birlik partisi, Barış partisi, TKP/ML-TİKKO gibi eski partilerin deneyimleri sağlıklı bir eleştiri ve elemeden geçirilerek önemli dersler de çıkartarak! Kızılbaşlar olarak kendimizi açık temsil edecek modern bir siyaset ile ifade etmeliyiz! Kendi öz örgütlenmemizin MüslümanTürkten, solcu Türkten ve Müslüman Kürdten beklemek maraba Ne yazık ki bugüne kadar yapılan siyasetin maraba ruhlu olduğundan siyaset alanında, kendi öz örgütlenmelerimizden yoksun bırakılmışlığın görülmesinin tam da zamanıdır! Bu fırsatı kaçıranların siyaset çöplüğünde çürümekten kendilerini kurtaramayacaklarını anlamalıdırlar! İçinde bulunulan bu süreçte her bir kesim gibi bizimde yenilenip, kendi yeniden yapılanmamızı gündeme alıp verimli tartışmalar ile günlük işlerimizle yan yana dayanışmamızı sağlayabilirsek çok hayırlı ve başarılı bir yola girmiş olacağız! * * * A. Öcalan Mit ittifakıyla yürütülen barış(!) siyasetini kısaca kantara çekelim; İşletilen bu siyasete olumlu ve olumsuz yanıyla bakmakta faydavar. Şöyle ki; A. Öcalan - Mit İttifakına küfür etmek ile alkış tutmak arasında hiç ama hiç bir fark yoktur. Yapılan ittifakın barışın her iki tarafa da kısa da olsa nefes alma imkânı sağlasa da, akan kanın durdurulması, toplumda bir rahatlamayı getirmesi açısından olumludur. İttifak tabii ki tarafların bileceği iştir. Ancak diğer yandan 30 yıldır Kürt milli talepleri için savaşan PKK’ın Kürt milli taleplerinden vaz geçmesi en küçük bir hak almadan silah bırakmayı kabul ediyor oluşu da bazıları için elbette kabul edilecek bir durum olmasa da, bu durum bizce de en azından düşündürücü ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bu PKK VE GERİLLANIN TASFİYESİDİR. TC devletinin başarısıdır. Şu an itibariyle savaşı kazanmasıdır... Açılan bu yeni dönem toplumsal kesimlerin siyasetlerini de etkilemektedir. Başta da Kızılbaş Kürtleri, Kızılbaş Zazaları, Kızılbaş Aydınlarımızı... kızılbaş - sayfa 5 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 PKK içinde çeşitli kademelerinde bulunan, gerillaya katılan, Kızılbaşların, harekete maddi manevi destek sunanları, Öcalan’ın barış siyasetini kara kantara çekip kendileriyle açık hesaplaşmalarını yapmalıdırlar! Kendi yakın tarihleriyle yüzleşmelidirler! PKK’nın anti demokratik siyasetleriyle de yüzleşmelidirler! Çeşitli Alevi dernekleri Öcalan Mit ortak barış siyasetini destekleme açıklamaları yapıyorlar! Bu siyasetin biz Kızılbaşlara hayır getirmeyeceği kanısındayız. *** A. Öcalan PKK’yı kendi özel eşyası, mülkü gibi görüyor. Daha düne kadar silahlı mücadele yürüttüğü TC devleti mahpushanesinde özgürlüğü elinden alınmış biri olarak tek başına PKK adına karar veren diktatördür! Biz barış olmasın demiyoruz. Ancak barışın Kürt haklının katılımıyla örülmesinden yanayız. Bize göre; A. Öcalan’ın PKK üzerindeki tüm yetkilerinin alınmasıyla PKK ve diğer Kürt örgütlenmeleriyle oluşturulacak bir meclis ile barış süreci yenilenmelidir. Mit ile değil diret Türk devletiyle, Başbakanıyla, TBMM’nde oluşturulacak yetkili delegasyonuyla Birleşmiş Milletler gözleminde başlatılmalıdır! Kandil mahpus değil elinde silahı da var. Buna rağmen, Öcalan Mit barış(!) siyasetine sorgulamadan teslim olmaları anlaşılabilecek bir siyaset değildir. BDP HDK gibi İmralı’dan Öcalan’dan izinsiz tek bir söz etme özgürlüğü olmayanların barışta taraf olmalarını beklemek aşırı saflık olacaktır. BDP ve Bağımlı(!) Türk sol vekilleri de Öcalan Mit ittifakı içinde yer almaları da güven vermemektedirler. *** Bulunduğumuz coğrafyanın demok- ratikleşip demokratik ortamın oluşmasında hayati öneme sahip olacak kesimler. tisinde bile kongre kararı çıkartmadı. Ezidi mağduriyetinin giderilmesi için ne yapıldı? 1-müslümanlar 2-kürtler 3-kızılbaş aleviler 4-azınlığa düşürülenler. Türk devleti ve tüm partileri hala soykırım katliam ve tehcir siyasetinde inkârcılıkları devam etmektedir! Kalıcı bir mutabakatın oluşmasına tarafların kendi öz örgütlenmeleriyle kendilerini temsil etmeleri halinde hak ve söz sahibi olacaklarını unutmamak gerekir. Var olan Alevi-Bektaşi, tahtacı örgütlenmeleri ve tek tek aydınlarının durumu çok çok vahim. Ermeni soykırımı başta olmak üzere hiç bir soykırımı ve katliamlara karşı samimi davranmadılar inkârcı devlet siyasetini işlettiler... İçinde bulunduğumuz şu süreçte biz Kızılbaşları temsil edecek tek bir örgütlenmemiz yoktur! Bu durumdan çıkmanın zamanı gelmedi mi? *** 24 Nisan Ermeni soykırımının 98. yıldönümü. Çeşitli etkinlikler ile soykırım ve soykırımlar lanetlenmelidir. Biz dergi gönüllüleri olarak bulunduğumuz her yerde yapılacak anma etkinliklerine katılacağız... Ermeni soykırımında samimi dürüst olmayan hiçbir örgütlenmenin demokratik gelişimlerde yer alması mümkün olamaz. Şuana kadar yasal ve yasa dışı siyasal örgütlenmelerin -istisna olan TKP/b, Rızgarı, Bolşevik Partizan hariç- hiç birinin yapılan soykırımlarından dolayı özür dileme ve gereğini yerine getirme noktasında kongre kararları yoktur. Soykırım katliam ve tehcirler ile açık yüzleşmeyenlerin demokrat olmaları mümkün olamaz! Ermeni, Pontos, Süryani ve Rum Soykırımlarını anlayamayanların, Koçgiri, Şeyh Said, Koçuşağı, Dersim, Kanlı Maraş, Kanlı Çorum, Sivas, GOP ve Madımak’ı anlaması kavraması ve dürüst insani tavır alabilmesi beklenemez! Başbakan’ın Dersim özürü bir yandan tartışmaların gelişimine yol açmışken soykırımı mağdurları için hiç bir şey yapılmamıştır. HDK Başkanı Sayın Ahmet Türk’ün de Ezidilere yönelik yaptığı özür de sadece sözde kalmıştır. Kendi par- Alevi-Bektaşi, Tahtacı örgütlenmelerinin önemli bir kesimi inkârcı devlet siyasetini işlettiler. Milliyetçi(!) Kürdi inkârcı siyasetini işleten Alevici örgütlenmelerini gölgesinden çıkamadılar! Türki ve Kürdi inkârcı maraba taifesini açık ve samimiyetle eleştirmek gerekiyor. Bu eleştirileri yapmamız soykırımı mağdurlarının gönüllerini hoş etmek için değil, kendimizi insanlaştırma, demokratikleştirme ve özgürleştirmek için yapmalıyız. Geleceğimizi kurmak için yapmalıyız. Elbette soykırımı mağdurlarının gönüllerini kazanmak onlar ile barışık ortamı paylaşmak için kalıcı dostluklara çok çok ihtiyacımız olduğunu da bilerek. Soykırımcı ırkçı katliamcıları lanetliyoruz *** 19 Mayısta İstanbul’da Kızılbaş dergisi olarak bir açık oturum düzenliyoruz. Muradımız o dur ki: Bizi yakından ilgilendiren ortak toplumsal sorunlarımızı kamuoyumuz önünde tartışalım öneri ve eleştirileri hep birlikte paylaşalım. İlgi duyan herkesi şimdiden davet ediyoruz Tekrar görüşmek dayanışmak ve paylaşmak dileklerimiz ile Can cana kızılbaş - sayfa 6 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Abdullah Öcalan’ın Newroz mesajının tam metni: “Bu son değil, yeni bir başlangıçtır” “MAZLUMLARIN ÖZGÜRLÜK NEWROZU KUTLU OLSUN” Selam olsun bu uyanış, canlanış ve diriliş günü olan Newrozu en geniş katılım ve ittifakla kutlayan Ortadoğu ve Orta Asya halklarına… Selam olsun yeni bir dönemin miladı ve gün ışığı olan Newrozu büyük bir coşkuyla ve demokratik bir hoşgörüyle kutlayan kardeş halklara… ları hınca hınç dolduran yüz binler, milyonlar artık barış diyor, kardeşlik diyor, çözüm istiyor. İçinde doğduğumuz çaresizliğe, bilgisizliğe, köleliğe karşı bireysel isyanımla başlayan bu mücadele her türlü dayatmaya karşı bir bilinci, bir anlayışı, bir ruhu oluşturmayı amaçlıyordu. dan, bu coğrafyanın bağrından akıyor. Silahlı unsurlar sınır ötesine Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir. Bugün görüyorum ki, bu haykırış bir noktaya ulaşmıştır. Yüreğini bana açan, bu davaya inanan herkesin sürecin hassasiyetlerini sonuna kadar gözeteceğine inanıyorum. Selam olsun demokratik hakları özgürlük ve eşitliği rehber edinen bu büyük yolun yolcularına… “Kavgamız ezilmişliğe, bilgisizliğe, haksızlığa, geri bırakılmışlığa her türlü baskı ve ezilmeye karşı” Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır. Zağros ve Toros dağ eteklerinden, Fırat ve Dicle nehir vadilerine; kutsal Mezopotamya ve Anadolu topraklarından tarım, köy ve şehir uygarlıklarına ANAlık eden halkların en eskilerinden olan Kürtler sizlere selam olsun… Bizim kavgamız hiçbir ırka, dine, mezhebe veya gruba karşı olmamıştır, olamaz. Bizim kavgamız ezilmişliğe, bilgisizliğe, haksızlığa, geri bırakılmışlığa her türlü baskı ve ezilmeye karşı olmuştur. Etnik ve tek uluslu coğrafyalar oluşturmak, bizim aslımızı ve özümüzü inkar eden modernitenin hedeflediği insanlık dışı bir imalattır. Binlerce yıllık bu büyük medeniyeti farklı ırklarla, dinlerle, mezheplerle kardeşçe ve dostça birlikte yaşayan, birlikte inşa eden Kürtler için Dicle ile Fırat, Sakarya ve Meriç’in kardeşidir. Ağrı ve Cudi Dağı, Kaçkar ve Erciyes’in dostudur. Halay ve Delilo, Horon ve Zeybek’le hısım-akrabadır. “Batılı emperyalist müdahaleler baskıcı ve inkarcı anlayışlar…” Bu büyük medeniyet bu kardeş topluluklar, siyasi baskılarla harici müdahalelerle grupsal çıkarlarla birbirlerine düşürülmeye çalışılmış hakkı, hukuku, eşitliği ve özgürlüğü esas almayan düzenler inşa edilmeye çalışılmıştır. Son iki yüz yıllık fetih savaşları batılı emperyalist müdahaleler baskıcı ve inkarcı anlayışlar, Arabi, Türki, Farisi, Kürdi toplulukları ulus devletçiklere, sanal sınırlara suni problemlere gark etmeye çalışmıştır. Ortadoğu ve Orta Asya halkları artık uyanıyor Sömürü rejimleri, baskıcı ve inkarcı anlayışlar artık miadını doldurmuştur. Ortadoğu ve Orta Asya halkları artık uyanıyor. Kendine ve aslına dönüyor. Birbirlerine karşı kışkırtıcı ve köreltici savaşlara ve çatışmalara dur diyor. Newroz ateşiyle yüreği tutuşan, meydan- Bugün artık yeni bir Türkiye’ye, yeni bir Ortadoğu’ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz. Çağrımı bağrına basan gençler, mesajımı yüreğine katan yüce kadınlar, söylemlerimi baş-göz üstüne diyerek kabul eden dostlar, sesime kulak kesilen insanlar; “Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor” Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor. Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor. “Mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi. Kürtler özbenliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı” Biz, onlarca yılımızı bu halk için feda ettik, büyük bedeller ödedik. Bu fedakarlıkların, bu mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi. Kürtler özbenliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı. “Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun” noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insan- “Tüm halkların ve kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşması için” Kürdistan ve Anadolu tarihine yaraşır şekilde tüm halkların ve kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşması için herkese büyük sorumluluk düşüyor. Bu Newroz münasebetiyle en az Kürtler kadar Ermenileri, Türkmenleri, Asurları, Arapları ve diğer halk topluluklarını da yakılan ateşten kaynaklı özgürlük ve eşitlik ışıklarını, kendi öz eşitlik ve özgürlük ışıkları olarak görmeye ve yaşamaya çağırıyorum. Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite Saygı değer Türkiye halkı; Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır. Gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır. Kapitalist Moderniteye dayalı son yüzyılın baskı, imha ve asimilasyon politikaları; halkı bağlamayan dar bir seçkinci iktidar elitinin, tüm tarihi ve de kardeşlik hukukunu inkar eden çabalarını ifade etmektedir. Günümüzde artık tarihe ve kardeşlik hukukuna ters düştüğü iyice açığa çıkan bu zulüm cenderesinden ortaklaşa çıkış yapmak için hepimizin Ortadoğu’nun temel iki stratejik gücü olarak kendi öz kültür ve kızılbaş - sayfa 7 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 uygarlıklarına uygun şekilde demokratik modernitemizi inşa etmeye çağırıyorum. “Kucaklaşma ve helalleşme zamanı” Zaman ihtilafın, çatışmanın, birbirlerini horlamanın değil, ittifakın, birlikteliğin, kucaklaşma ve helalleşmenin zamanıdır. Çanakkale’de omuz omuza şehit düşen Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapmışlar, 1920 meclisini birlikte açmışlardır. Ortak geçmişimizin önümüze koyduğu gerçek; ortak geleceğimizi de birlikte kurmamız gerektiğidir. TBMM’nin kuruluşundaki ruh, bugün de yeni dönemi aydınlatmaktadır. Kadınlara, işçi sınıfına, tüm ezilenlere ve sistemden dışlananlara çağrı Tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini; en eski sömürge ve ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dıştalanan herkesi çıkışın yeni seçeneği olan Demokratik Modernite Sistemi’nde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağırıyorum. Ortadoğu ve Orta Asya kendi öz tarihine uygun, bir çağdaş modernite ve demokratik düzen aramaktadır. Herkesin özgürce ve kardeşçe bir arada yaşayacağı yeni bir model arayışı, ekmek ve su kadar nesnel bir ihtiyaç haline gelmiştir. malar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir “Milli Dayanışma ve Barış Konferansı” temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağırıyorum. “Zamanın ruhunu okuyamayanlar, tarihin çöp sepetine gider” Bu toprakların tarihselliğinde önemli bir yer tutan “BİZ” kavramının genişliği ve kapsayıcılığı dar, seçkinci iktidar elitleri eliyle “TEK”e indirgenmiştir. “BİZ” kavramına eski ruhunu ve pratiğini vermenin zamanıdır. değerler” Bu Newroz hepimize yeni bir müjdedir. Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in mesajlarındaki hakikatler, bugün yeni müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu kaybettiklerini geri kazanmaya çalışıyor. Batının çağdaş uygarlık değerlerini toptan inkar etmiyoruz. Ondaki aydınlanmacı, eşit, özgür ve demokratik değerleri alıyor kendi varlık değerlerimizle, evrensel yaşam forumlarımızla sentezleyerek yaşamlaştırıyoruz. Bizi bölmek ve çatıştırmak isteyenlere karşı bütünleşeceğiz. Ayrıştırmak isteyenlere karşı birleşeceğiz. Yeni mücadelenin zemini fikir, ideoloji ve demokratik siyasettir, büyük bir demokratik hamle başlatmaktır. Zamanın ruhunu okuyamayanlar, tarihin çöp sepetine giderler. Suyun akışına direnenler, uçuruma sürüklenirler. Selam olsun bu sürece güç verenlere, demokratik-barış çözümünü destekleyenlere! Bölge halkları yeni şafakların doğuşuna şahitlik etmektedir. Savaşlardan, çatışmalardan, bölünmelerden yorgun düşen Ortadoğu halkları artık kökleri üzerinden yeniden doğmak, omuz omuza ağaya kalkmak istiyor. “Aydınlanmacı, eşit, özgür ve demokratik Selam olsun halkların kardeşliği, eşitliği ve demokratik özgürlüğü için sorumluluk üstlenenlere! Yaşasın Newroz Yaşasın Halkların Kardeşliği! İmralı Cezaevi 21 Mart 2013 Abdullah ÖCALAN.” Bu modele yine Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının, ondaki kültür ve zamanın öncülük etmesi, onu inşa etmesi kaçınılmazdır. Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı’nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz. “Büyük felaketlere uğramış halkları, sınıfları ve kültürleri de alarak bir model inşa etmeye çalışıyoruz” Son doksan yılın tüm hata, eksiklik ve yanlışlıklarına rağmen bir kez daha yanımıza, mağdur edilmiş, büyük felaketlere uğramış halkları, sınıfları ve kültürleri de alarak bir model inşa etmeye çalışıyoruz. Tüm bu kesimleri; eşitlikçi, özgür ve demokratik ifade tarzının örgütlenmesini gerçekleştirmeye çağırıyorum. Misak-i Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuriyeti’nde ağır sorunlar ve çatış- “Muhterem Fethullah Gülen’e selamlarımı söyleyin. Onu en iyi anlayan benim” (A. Öcalan) ''yürü bre hınzır paşa güvendiğin padişahın senin de çarkın kırılır gün gelir o da devrilir'' pir sultan abdal kızılbaş - sayfa 8 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 «Еlinde silah olan herkes Türkiye’yi terk etsin!» Ömür boyu hapis cezasına çarptırılan PPK lideri Abdullah Öcalan, Kürt militanlara, direnişi durdurmaları, sınır dışına çekilmeleri ve barış görüşmelerini başlatmaları çağrısında bulundu. Diyarbakır’da Nevruz kutlamaların yapıldığı meydanda, BDP’li milletvekillerinin okuduğu mesajda Öcalan, “Milyonlara sesleniyorum ve açıklıyorum, elinde silah olan herkes Türkiye’yi terk etsin.” sözlerine yer verdi. Açıklama, 40 binden fazla kişinin hayatına mal olan Ankara’yla Kürt direnişçiler arasında 28 yıldır süren çatışmanın çözümü konusunda önemli bir adım olma özelliği taşıyor. Kaynak: Rusyanın Sesi Radyosu http://turkish.ruvr.ru/2013_03_21/ Ocalan-Silahlari-birakin/ Öcalan’dan Gülen’e zeytin dalı Abdullah Öcalan’ın Pazartesi günü avukatları aracılığıyla yolladığı mesajların en çarpıcıları, hiç tartışmasız, Fethullah Gülen ve onun hareketi üzerine olanlardı. Önce Öcalan’ın söylediklerine bakalım, ardından bu mesajların neden önemli olduğunu ve herhangi bir sonuca yol açıp açamayacaklarını tartışalım. Öcalan şöyle konuşmuş: “Biz hiçbir zaman kendilerinin varlığını inkar etmedik, onlardan da bizi inkar etmemelerini bekleriz. Hem kendileri hem biz, gerek Türkiye’de gerek Ortadoğu’da önemli aktörleriz. Kendileri Türkiye’nin hatta Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde rol alabilirler, önemli bir güçleri var. Ben, kendilerini bir tarikat-cemaat olarak görmüyorum. Hatta tek başına ne bir tarikat ne de bir cemaattir. Biraz sivil toplum örgütü hatta bir siyasi parti işlevine sahip olduğunu düşünüyorum. Rolü önemlidir. Toplumun demokratikleşmesinde, aydınlatılmasında herhangi bir siyasi çıkar beklemeden rol alabilirler. Hatta Ortadoğu’nun bir siyasi partisi gibiler. Oldukça dinamik güçleri var, biz de dinamik bir gücüz. Bu iki dinamik gücün karşılıklı anlayış göstermesi ve dayanışma halinde olması durumunda Türkiye’de birçok temel sorun çözülecektir. Bu dayanışma sadece Türkiye’yi değil Ortadoğu’yu da etkileyecektir. Burada önemli olan bazı temel kavramların tanımını iyi yapmaktır. Örneğin ben, kendilerinin Türklük ve İslamiyet konusundaki görüşlerini biliyorum, bu görüşleri önemli buluyorum. Türkiye’de statükonun aşılması ve demokratikleşme süreci için herkes birlikte çalışabilir. Bu konularda ortak zemin demokrasi olmalıdır.” PKK’nın Gülen gündemi Alıntının hayli uzun olduğunun farkındayım, fakat Kürt sorununu ciddiye alan, bunun çözümü (ya da çözümsüz kalması) için kafa yoran herkes için Öcalan’ın bu sözlerinin tarihi öneme haiz olduğu kanısındayım. Kuşkusuz bu sözler, muhatap alınan Gülen’in kendisiyle birlikte, en yukarısından en aşağısına kadar bu harekete gönül veren herkes için apayrı bir öneme sahiptir. Kurban Bayramı sırasında düzenlenen Kürt Konferansı nedeniyle bulunduğum Brüksel’de görüştüğüm çok sayıda Kürt siyasetçinin kafasını en çok meşgul eden konulardan birinin Gülen hareketi ve bu hareketin Kürtleri (sadece Güneydoğu’da değil mesela Kuzey Irak’ta da) hedef alan çalışmalar olduğuna tanık olmuştum. Hatta çoğunun, AKP hükümetinden çok Gülen cemaatini kendilerine rakip olarak gördüğünü gözlemledim. İlginçtir, Türkiye Kürtleri arasında hâlâ çok etkili bir siyasal ve toplumsal güç olmasına rağmen Hizbullah’ı fazla dert edinenlerine rastlamadım. PKK-Gülen hareketi gerilimi Brüksel’de gördüklerim beni fazla şaşırtmamıştı zira bir süredir Kürt siyasi hareketiyle Gülen hareketi arasında tırmanma potansiyeli olan bir gerilimin varolduğunu, konuyla ilgili herkes gibi biliyordum. Bildiğim bir diğer husus da, iç ve dış bazı üçüncü şahısların (ya da odakların) bu gerilimin çatışmaya dönüşmesini şiddetle arzuladıkları ama her iki tarafın da aralarındaki rekabetin bu noktaya gelmemesi için epey dikkatli davrandıklarıydı. Brüksel’de, PKK’nın önde gelen isimlerinden eski DEP Milletvekili Zübeyr Aydar ile yaptığımız sohbette konu dönüp dolaşıp Gülen hareketiyle aralarındaki gerilime gelmiş ve kendisine şunu sormuştum: “Kendileriyle doğrudan herhangi bir temasınız var mı?” Aydar’dan olmadığı cevabını alınca “peki kurmayı düşünüyor musunuz?” diye sordum. “Olabilir ama bu konuda siyasi bir karar almak gerekir” diye karşılık verdi. İşte Öcalan’ın son açıklamaları bu “siyasi karar”ın verildiğini bize gösteriyor. Anlaşıldığı kadarıyla Öcalan, Gülen hareketine rağmen, hele onu karşısına alarak, çözüme yönelik adımlar atmanın mümkün olamayacağı noktasına varmış. Analizinin isabetli olduğunu söyleyebilirim. Onun Gülen ve hareketi üzerine sözlerini, Kürt siyasi hareketinin bütün bileşenlerini bağlayacak talimatlar olarak görmek gerekir. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde yasal ve yasadışı alanda faaliyet gösteren Kürt siyasetçilerden şaşırtıcı açıklamalar ve adımlar görürsek şaşmayalım. Tabii bu noktada esas soru şudur: Gülen (ve hareketin kurmayları) Öcalan tarafından kendilerine uzatılan zeytin dalını ne yapacaklar? Bu soruyu irdelemeyi yarına bırakalım. *** Aslında bugün, Salı akşamı Mirgün Cabas ile birlikte NTV’de Yazı İşleri Özel programında ağırladığımız Necmettin Erbakan ve onun bizlere söyledikleri üzerine bir yazı yazmayı planlıyordum. Erbakan hakkında kapsamlı bir siyasi değerlendirmeyi, kendisiyle ilgili bazı anılarım ve kişisel görüşlerimle birlikte çok geçmeden sizlere sunmaya söz veriyorum. Ruşen Çakır / 09.12.2010 Vatan kızılbaş - sayfa 9 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Newroz Özgürlük Ateşidir, Teslimiyet Değil. Alevi sözcüğünün kullanılmasından kaçınıldığını gözlemleniyor. Bu durumda Selçuklu’da, Osmanlı’da ve tüm Cumhuriyet tarihinde ve günümüzde de Alevilerle, Kürtlerle, Ermeniler ve diğer azınlıklıklara ilgili yaşanan sistematik inkâr, imha, katliam ve asimilasyon politikaları nasıl açıklanacaktır? 1915 Ermeni soykırımı, 1921 Koçgiriı, 1930 Zilan, 1938 Dersim katliamı ile daha sonra yaşadığımız Maraş, Çorum, Sivas, Madımak, Gazi ve daha çok yeni olan Roboski katliamları tek din, tek ırk, tek dilci ittihat ve terakkici ırkçı, faşist anlayışın inkâr, imha ve asimilasyon politikalarının sonucu değil midir? Erdal Yıldırım "Bugüne kadar Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine sol, sosyalist ve devrimci bir elbise biçen, özgürlüklerden yana mücadele edici bir nitelik yükleyen, öyle olduğunu sanan çok sayıda kişinin yaşadığı büyük bir hayal kırıklığıdır. Mesajda Alevilere, ilerici değerlere, sol, sosyalist yapılara, gerçek bir özgürlük düşüncesinden yana olanlara bilinçli bir şekilde yer verilmediği anlaşılıyor" *** Newroz Özgürlük Ateşidir, Teslimiyet Değil Günlerdir tüm ülke kamuoyu, hatta kimi Ortadoğu ve Avrupa ülkeleri de bugünkü Amed Newroz’unda açıklanacak olan mesaja kilitlenmiş gibiydi. Türkler, Kürtler, diğer azınlıklar ve çeşitli inançlar, özellikle Aleviler de Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz’unda yapacağı bu açıklamayı büyük bir merakla bekliyordu. Ancak MİT’in kontrol, denetim ve organizasyonu altında gerçekleşen bu görüşmelerin doğasına uygun, Misak-ı Milli ülküsünü, mili birliği ve islamiyeti referans alan bir mesaj sunuldu Türkiye kamuoyuna.. Tabi ki, “silahların susması, fikirlerin konuşması, silahlı mücadele sürecinden demokratik siyaset sürecine geçilmesi, savaşın yerini siyasete bırakması ve silahlı güçlerin ülke sınırlarının dışına çıkması” herkesi memnun edecek, sonuçları bakımından da olumlu tespitlerdir. Ancak “binlerce yıllık bu büyük medeniyeti farklı ırklarla, dinlerle, mezheplerle kardeşçe ve dostça birlikte yaşayan” ifadesi doğruysa 35 yıldır sürdürülen savaş neyin nesiydi? Mademki Türkiye toprak- larında kardeşçe ve dostça yaşanıyordu, bu sürdürülen neyin savaşıydı? Neden yüzlerce, binlerce asker, polis, korucu ve binlerce Kürt genci öldü? Bu 35 yılda ölen 35 bin kişi ne uğruna, kim için feda edildi? Ölenler öldükleriyle mi kaldı? Onca can kaybı, sürgün, işkence, zindan, acı, gözyaşı boşuna mı döküldü? Ağlayan anneler, babalar, eşsiz kalan kadınlar, erkekler, anne-babasız çocuklar ve de aylarca – yıllarca birbirilerinin hasretleriyle yanan, özleyen bunca insan ne adına bunca acıyı yaşadı? Bu konuyla ilgili, ilintili söz söyleyen, yazı yazan, televizyonlarda konuşan ve “devletle, sistemle bir yüzleşme, hesaplaşma olmadan hiçbir çözüm olmaz” diyenler, şimdi gelinen noktada ne diyecekler? Hesaplaşma ve yüzleşme olmadan açıklanan “birlikteliğin, kucaklaşma ve helalleşmenin zamanıdır” fikrini kabul edecekler? Mektupta bir yerde “Bizim kavgamız ezilmişliğe, bilgisizliğe, haksızlığa, geri bırakılmışlığa her türlü baskı ve ezilmeye karşı olmuştur” deniliyor.. Ezilmişlik, haksızlık, geri bırakılmışlık ve baskılar ortadan kalktı da bizim mi haberimiz yok? Kürdistan ve Anadolu’da yaşayan birçok halktan, Kürtler, Türkler, Ermeniler, Asuriler, Türkmenler ve Araplar ile çeşitli topluluk ve kültürlerin yakılan ateşten kaynaklı özgürlük ve eşitlik haklarından; Mezopotamya ve Anadolu topraklarında Türk halkı ile Kürtlerin bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayandırıldığı ve “bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur” ifadesinin altı özellikle çiziliyor ve söylemde özellikle Ya da bir başka şekilde soralım soruyu? Bu katliamların gerçek sorumluları, tüm kademelerdeki yöneticiler dahil tespit edilip adalete teslim edilmeden, yargılanıp gerekli cezalara çarptırılmadan, sistemle, devletle gerçek bir yüzleşme ve hesaplaşma içine girilmeden bir çırpıda bu katliamları unutalım mı isteniyor? En önemli can alıcı tespitlerden birisi, özellikle bugüne kadar Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine sol, sosyalist ve devrimci bir elbise biçen, özgürlüklerden yana mücadele edici bir nitelik yükleyen, öyle olduğunu sanan çok sayıda kişinin yaşadığı büyük bir hayal kırıklığıdır. Mesajda Alevilere, ilerici değerlere, sol, sosyalist yapılara, gerçek bir özgürlük düşüncesinden yana olanlara bilinçli bir şekilde yer verilmediği anlaşılıyor. Ama “bu toprakların tarihselliğinde önemli bir yer tutan "biz" kavramının genişliği ve kapsayıcılığı dar, seçkinci iktidar elitleri eliyle "tek"e indirgenmiştir” mesajı var. Oysa ırkçı, gerici, faşist AKP’nin uygulamaları tıpkı İttihat Terakkinin devamı gibi tekçi olmaya devam etmektedir. Bir başka açıdan bakarsak Emevi zihniyetli, binlerce AleviKızılbaşın katili Yavuzu, Kanuni, Fatihi ve Ebu Suud’u ecdadı olarak kabul eden, yeni Osmanlılık ve padişahlık özentisi içindeki bir AKP ve Recep Tayyip Erdoğan ile neyin barışı olabilir ki? Hesaplaşmadan, özgürleşmeden onurlu bir barıştan söz edilebilir mi? Gün ilkeli, prensipli bir mücadeleden, o mücadele sonunda bugüne kadar savunulan ilke, prensip ve değerleri terk etmenin ve teslim olmanın günü asla değildir. Zira teslimiyet asla ve asla onurlu bir barışı da getirmez. Newroz Kürt halkının zalime karşı direniş mücadelesi, isyan ve özgürlük başkaldırısıdır. Newroz kutlu olsun. Newroz Piroz Be! kızılbaş - sayfa 10 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 MİT-Öcalan Mutabakatı: Nedir, Ne değildir? Abdullah Öcalan uzun zamandır beklenen açıklamasını yaptı. Sıcağı sıcağına değerlendirme imkânım yoktu, biraz gecikmiş olarak ve satır başları halinde sunmak istiyorum. Buradaki düşünce ve iddiaları daha sonra genişçe ele alma imkânı doğacaktır sanırım. resizlikten boyun eğebilirler veya “Yeter artık; itirafçıların kullandığı söylemleri bize bir gün ‘devrim’, ertesi gün ‘barış’ diye pazarlamanızdan bıktık!” diye PKK’ye çatabilirler. Yarın bunların ikisi de olabilir, ama bugünkü düşünceleri ve hissiyatları yukarıdaki gibidir. Öcalan’ın Newroz konuşmasında dikkat çekici ilk husus, İmralı sürecinin ne tür somut adımlar içerdiğinden bahsetmemiş olmasıydı. Oysa kitleler, Öcalan’ın aylardır MİT’le pişirdiği yemeğin ne olduğunu bilmek istiyorlardı. Buradaki gözden kaçırma ameliyesi, yapılan işin üzerinde dolaşan kuşku bulutlarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı. *** Türk devleti Libya’nın istilasından bu yana Ortadoğu politikasını değiştirmiş bulunuyor. Eskiden İran, Irak ve Suriye’yle birlikte sürdürdükleri statükoyu koruma politikasından sınırların değiştirilmesini mümkün gören revizyonist bir politikaya geçtiler. Ama bu politika daha birinci adımda, yani Suriye’de bataklığa saplandı. Öyle anlaşılıyor ki devlet katında bu bataklıktan çıkmanın çarelerinden biri olarak Kürtlerin kullanılıp kullanılamayacakları tartışılıyor ve planlanıyor. Büyük gürültü içinde pazarlanan Öcalan’ın “barış” mesajı, işte bu planın Türk-İslamcı bir diskur içinde Kürtlere servis edilmesinden ibarettir. Abdülhamit günlerine, o olmazsa İttihat ve Terakki Cemiyetinin, İslamcılığı aktif bir politika aleti olarak kullandığı günlere dönelim deniyor: Sünni Türklerle Sünni Kürtler bin yıllık İslam kardeşliği bayrağı altına birleşsin ve Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek için kafire kılıç çalsın! Söylenen bu. Newroz konuşmasının devlet erkânından, devletçi yazarlardan vs. bu kadar övgü almasının nedeni de bu. Öcalan, konuşmasında, somut diyebileceğimiz iki tedbir sıraladı: 1-Kürt gerillalar Türkiye dışına çıksınlar. 2-Suriye ve Irak Kürdistan’ındaki Kürtler, Araplar, Asuriler ve Türkmenler bir “Milli Dayanışma ve Barış Konferansı" yaparak yüzlerini Misak-ı Milli’ye dönsünler. Bu tedbirlere göre, bazı Kürtler dışarı çıkarken bazılarının da içeriye girmesi gerekiyor. Öcalan bu garip trafiğe “barış” adını veriyor ve bizim de öyle olduğuna inanmamız için bir dizi kavram sıralıyor: Çanakkale şehitleri, İslam kardeşliği bayrağı, Kurtuluş Savaşı, 1920 Meclisinin kurucu pratiği vs. Türk-İslam sentezinin diskurundan aparılmış süfli kavramlar bunlar. Biraz daha yakından bakınca bu garip trafiğin ortak paydasının Misak-ı Milli olduğunu görüyoruz. Muhammed’in, İsa’nın ve Musa’nın adı eşliğinde bize müjdelenen parlak gelecek Misak-ı Milli’nin güncelleştirilmesinden ibarettir. Misak-ı Milli (Ulusal Yemin), Osmanlı Meclisinin 1920’de aldığı bir kararın adıdır. Bu karara göre, Osmanlı Meclisi, bugünkü Güney Kürdistan’ı oluşturan Musul ile Bugünkü kuzey Suriye’yi ve Suriye Kürdistanı’nı oluşturan Halep vilayetinin Müttefikler tarafından işgalini onaylamıyor, buraları Türk toprağı sayıyordu. Öcalan’ın barış mesajına göre, ne olduysa “yıkıcı modernite”nin bu Yemin’e ihanet etmesiyle başladı. Cemil Gündoğan Dolayısıyla yapılacak şey 1920 Meclisinin kurucu ruhuyla Osmanlı yeminini güncellemekten ibarettir. Öcalan’ın bize barış diye pazarladığı şey özetle budur. *** Bütün mesajdaki bu iki somut öneriye bakınca, Öcalan’ın Newroz mitinginde barış değil aslında savaş ilan ettiği düşüncesine kapılıyorum. Çünkü barış diye tarif ettiği şey, Irak ve Suriye Kürdistanı’nın Türkiye’ye katılması veya bağlanmasını vazediyor. Ve bu tür Yeni-Osmanlıcı bir yayılmacılık bölgesel çatışmalara yol açmadan gerçekleşemez. Hamidiye çizgisindeki birkaç kişi dışında bu öneriden barış çıkacağına inanacak Kürt olduğunu sanmıyorum. Bu planı destekleyecek Kürtler olursa, bunu, savaşı daha fazla uzatmanın anlamsız olduğuna ikna oldukları için yapacaklardır. Muhtemelen Öcalan da sorunun farkında ve bu nedenle PKK’yi ve BDP’yi Hamidiye çizgisine çekmeye çalışan bir diskurla çıkıyor kitlenin önüne. *** Öcalan’ın Newroz mesajı, gerçekte, barış denilen şeyden Türk devletinin anladığını özetliyordu. Öcalan, bir milyon Kürdü Diyarbakır’a toplayıp devletin mesajını bir kez daha iletmiş oldu. Hepsi bu. Milyonlarca Kürdün bu mesaja tepkisi ise Öcalan’ın mesajını okuyan Sırrı Süreyya Önder’i şaşkınlığa ve daha yüksek sesle onay talep etmeye itecek kadar netti: suskunluk. Kimse kendisini kandırmasın, “tarihi” denilen Newroz mesajının yürekleri dağdaki çocuklarında olan sıradan Kürtlerdeki gerçek karşılığı budur. Yarın ça- Öyle görünüyor ki, Öcalan da devletin bu dönüşümünde PKK’yi işlevsel kılabilirse kişi olarak güçlü bir siyasal aktör haline gelebileceğini hesaplıyor. Bir diğer deyişle, Türkiye sınırlarının dışına çıkarılmış gerillaların Ortadoğu’da Türk devleti adına vuruşturulmasının karşılığında Türk siyasetinde kendine siyaseten bir yer edinebileceğini umuyor. Bir süre sonra bu politika “Suriye Kürtlerine yardım” adı altında piyasaya sürülürse şaşırmamak lazım. *** Hesaplar kısaca böyle. Ne var ki bu hesapların tutma şansı yoktur. Çünkü MİT-Öcalan mutabakatı, hem Kürtlere hak vermiyor, ki bu Kürtlerin tepkisini çekmek demek, hem de hedeflerini gerçekleştirmeye giriştiği andan itibaren TC ile çatışan Kürtlerin müttefiklerini arttıracak bir kurguya sahip, ki bu, plana kızılbaş - sayfa 11 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 direnecek iç ve dış güçlerin sayısını arttırmak demek. Bu bir açmazdır. Barış’ı Misak-ı Milli’ye eklemleyen devlet politikasının Ortadoğu’da bölgesel çatışmaları kışkırtmaktan başka bir sonuç doğurmayacağına yukarıda değinmiştim. Bu ise PKK’nin uluslararası müttefiklerinin sayısını ve kararlılığını arttırmak demektir. Açmazın dışardaki görüntüsü kabaca böyledir. İçerideki duruma gelince şöyle özetlenebilir: MİT-Öcalan mutabakatı, Türkiye’deki Sünni İslamla Kürdistan’daki Hamidiyeci çizginin Yeni-Osmanlıcı bir yayılma stratejisi çerçevesindeki ittifakına dayandırılmıştır. Böyle bir ittifak, Türkiye’de barışın gerçekleşebilmesi için ikna edilmesi gereken temel kitlelerden birini oluşturan Türkiye’deki şehirli orta tabakalar ile liberaller için sadece bir kâbus olabilir. Böyle bir ittifak gerçekleşirse ilk muhtemel sonuçlarından biri, Ergenekoncuların CHP’de ipleri yeniden ele geçirmesi olacaktır. Erdoğan’ın bu sözde “barış” sürecini kendi başkanlığına bağlamış olması da benzer bir karşı etki yaratacaktır. Sözde barış projesinin Sünni karakteri o kadar açıktır ki, Türk Kürt fark etmez Aleviler de buna sıcak bakamayacaklardır. Bu proje yürürse “Aleviler Kemalisttir!” diye bağıran bazı Kürt milliyetçilerinin sözlerinin Kürt Alevileri üzerindeki etkisi de giderek azalacaktır. Sünni Kürtlerin liderinin İdris-i Bitlisi rolüne soyunduğu bir günde başka nasıl bir sonuç beklenebilir ki? Geriye AKP’ye destek veren Sünni Türkler ile sıradan Sünni Kürtler kalıyor. Birinci grubun bu sözde barış sürecini sessizce desteklediği doğrudur. Ancak biraz yakından bakılınca bu desteğin, sadece, planın PKK militanlarının yurtdışına gönderilmesiyle ilgili bölüme verilmiş bir destek olduğu görülür. Planın Yeni-Osmanlıcı yayılmacılıkla ilgili kısımlarının da sıradan Sünni Türkler tarafından aynı şekilde desteklendiğini gösteren hiçbir belirti yoktur. Benzer bir durum sıradan Sünni Kürtler için de geçerlidir. Dağdaki çocuklarının sağ salim eve dönmesi umuduyla Newroz günü Diyarbakır meydanlarına koşan milyonların, yarın bu plan gereği çocuklarının Suriye çöllerine sürülüp kurda kuşa yem edildiklerini gördüklerinde de aynı coşkuyla süreci destekleyeceklerini söyleyebilir misiniz? *** Kısacası, Öcalan’ın bizlere barış diye pazarladığı ama gerçekte bölgesel savaş davetiyesi olan çağrısı çürük malzeme üzerine oturtulmuştur. PKK isterse çok küçük manevralarla bunun böyle olduğunu dünya aleme gösterebilir. Dolayısıyla burada tayin edici olan PKK’nin takınacağı tavırdır ve önlerinde iki seçenek bulunmaktadır: 1- MİT-Öcalan mutabakatına boyun eğip Türk devletinin Sünni İslam diskuru kullanan Yeni-Osmanlıcı yayılmacılığında koçbaşı rolü üstlenmek. Bu durumda gerçek bir barış olmaz, MİT-Ocalan mutabakatı bazı komplikasyonlara rağmen yürür ve Kürtler de öldükleri ve ölecekleriyle kalırlar. 2- Öcalan’la kendi aralarına açıktan ilan edilmemiş bir mesafe koyup devlete bu sözde barış projesinin gerçek sınırlarını hatırlatan bir manevra yapmak; ama bunu “barış masası”ndan çekilmeden gerçekleştirmek. Bu durumda MİTÖcalan mutabakatını gerçek bir barış anlaşmasına dönüştürmenin imkânları doğabilir. Bunun gerçek bir barışa varıp varmayacağı ise bir kez daha Türklerin tavrına bağlı kalacaktır. Burada barış masasında kalmak önemlidir. Kanımca PKK’nin bu pozisyondan ayrılması için bir sebep bulunmuyor. Zaten kendisi masadan çekilmediği müddetçe AKP’nin veya Abdullah Öcalan’ın PKK’yi masadan itme imkân ve kabiliyeti de yoktur. Çünkü Erdoğan’nın ve dolayısıyla AKP’nin kaderi her geçen gün daha fazla MİT-Öcalan mutabakatının başarısına bağlanmaktadır. Abdullah Öcalan ise ancak arkasında PKK gibi bir örgüt varsa politik bir aktör olabileceğini bilmektedir. BDP, PKK’ye karşı açık ve radikal bir tavır almadığı müddetçe, kimse PKK’yi masanın dışına itmeyi göze alamaz. BDP’nin böyle kritik bir anda PKK’ye dirsek çevireceğini düşündürecek ciddi bir veri ise bulunmuyor. Tersine, BDP kadrolarının büyük bölümünün, anadilde eğitimi bile kabul etmeyen bir çözümü onursuzca bir çözüm olarak kabul ettiklerini biliyoruz. Dolayısıyla PKK ile BDP’nin MİT-Öcalan mutabakatına karşı menfaatlerinin aynı doğrultuda olduğunu söylemek abartı olmaz. Fakat sürecin kilidi PKK’nin elinde olmasına rağmen PKK mevcut haliyle masada bile bulunmamaktadır. Esasen ortada gerçek manada bir masa olduğunu söylemek bile zordur. Önerilen manevra belki bu tuhaf durumu da düzeltebilir. En açık terimlerle düşünüldüğünde denklemin kuruluşu böyledir. Bu durumda PKK liderleri ya Yeni-Osmanlıcı Türk yayılmacılığının Hamidiyeci birlikleri olarak ya da otuz yıldır her şeylerini bu mücadeleye adamış kitlelerin sözcüleri olarak tarihe geçeceklerdir. Bu sözleri okuyacak PKK’liler sinirlenmek yerine olup bitene bir kez daha ve sakin bir kafayla bakarlarsa daha iyi ederler. Çünkü anlatılan iki pozisyon arasındaki alan sanıldığı kadar geniş değildir. 2013-03-23 Demirtaş: Kürt halkı devletin bayrağından rahatsız değil Rizgarî Online/ BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, "Bayrakla sorunumuz yok. Bayrak bir siyasi partinin ve anlayışın unsuru olmaktan çıkarılırsa önümüzdeki Newroz´da asılabilir." dedi. DHA´nın kaydettiğine göre, Demirtaş sözlerine şöyle devam etti: "Kürt sorunundan kaynaklı silahlı mücadelenin yüzde 99'u bitti.yüzde'1 i hükümete kaldı. Bu, barış çağrısını almak istemeyenlerin yarattığı tartışmadır. Silahlı güçlerin ülkeden çıkışıyla ilgili iki komisyon oluşturulmalı. Muhalefet Ak Parti ile başedemediği için kürtlerin savaşmasını istiyor. Bayrakla sorunumuz yok. Bayrak bir siyasi partinin ve anlayışın unsuru olmaktan çıkarılırsa önümüzdeki Newroz´da asılabilir. Demokratik reform tedbirleri silahı gündemden düşürür. Bu komisyonlardan biri resmi diğeri sivil olmalıdır. Kürt halkı devletin bayrağından rahatsız değildir." "BİZİM BAYRAĞA KARŞI DÜŞMANLIĞIMIZ YOK" DTK Genel Başkanı ve Mêrdîn bağımsız Milletvekili Ahmet Türk de, "O katliamların yapıldığı zamanlarda bile Kürtler bayramı kutladı. Bizim bayrağa karşı düşmanlığımız yok. Partimizde, grubumuzda bayrak var. Biz siyasi olarak karar alsak bile, birileri onu indirdiği zaman farklı tartışmalara yol açardı. Aslında bu tartışmalar süreçle ilgisi olmaması gereken şeyler. Kürtler ve Türklerin birbirlerini kucaklayacağı bir sürecin altyapısını oluşturmak lazım. Bayrak vardı, yoktu tartışmasının anlamı ve faydası yok" diye yanıtladı. RO/Cemil Süphan kızılbaş - sayfa 12 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Karayılan: Selahattin Demirtaş süreci kavramamış RÖPORTAJ Dördüncüsü: KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan'la geniş bir röportaj yaptı. HPG savaşçılarını ikna etmekte zorlandıklarını belirten Karayılan, BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş'ın % 99 silah işi bitti demesini de yüzeysel buluyor. Röportajın tümü... Önder Apo, "bağımsız Kürdistan" da demedi, "federasyon" veya "özerklik" de demedi. Bu konuda kendisiyle aynı görüşte misiniz? KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan'la bu üçüncü Kandil röportajım. İlkinin tarihi, demokratik açılım sürecinin başlarında, 2009'un Mayıs ayının ilk haftasındaydı. İkincisini, Oslo süreci kapanırken 2011 yılı Haziran ayı sonlarında yapmıştım. Üçüncüsü dün gerçekleşti. PKK'nın dağdaki bir numarası olan Murat Karayılan'la, Öcalan'ın "Silahlar sussun, fikirler konuşsun" diyerek yaptığı gerçekten tarihi çağrıdan iki gün sonra, baharın rengârenk patlamaya başladığı Kandil Dağı'nın eteklerindeki bir köy evinde, 23 Mart Cumartesi günü görüştüm. 5,5 saat konuştuk. Karayılan'ın yanında 2011'deki görüşmemizdeki aynı ekip vardı: KCK Yürütme Konseyi üyesi ve Başkan Yardımcısı Ronahi Serhat, Yürütme Konseyi üyesi Zeki Şengali ve Ahmet Deniz, Güney Kürdistan Dış İlişkiler Temsilcisi. Karayılan, toprak zeminli mütevazı köy evinin küçük odasında daha masaya otururken birkaç saat içinde ateşkes ilanının yapılacağını söyledi. Böylece, barış konusunda heyecan verici bir döneme adım atıldığının yeni bir işaretini Kandil'de almış olduk. 'Bizim için de bu tarihi barış sürecinin ciddi riskleri var' Murat Karayılan uzun söyleşimizin daha başında şunları söyledi: "Önder Apo'nun belirttiği gibi, gerçekten tarihi bir dönüm noktasındayız." "Başarı için elbette umutluyuz." "Hani Başbakan Erdoğan hep 'Büyük risk aldık' diyor ya... Bizim için de bu tarihi barış sürecinin ciddi riskleri var." "Barış için daha çok çalışmamız lazım." Karayılan'ın yanıtı: Hasan Cemal "Barıştan herkes kazanır." "Önder Apo'nun mektubundaki çerçeveyi bütünüyle doğru buluyor ve katılıyoruz." Beşincisi: Murat Karayılan'a görüşmemizin en başında beş kısa soru sordum ve kendisinden beş kısa yanıt aldım. Kısacası Önder Apo dedi ki: "Silahın kullanım süresi doldu; artık ne yapacaksak, barışçıl siyasetle yapacağız." Birincisi: Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Önder Apo, "Artık silahlar sussun, fikirler konuşsun" dedi. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Karayılan'ın yanıtı: Karayılan'ın yanıtı: "Doğrudur, bize göre de silahın zamanı geçmiştir." İkincisi: Önder Apo, "Yeni dönemde artık silah değil, siyaset öne çıkıyor; silahlı mücadeleden demokratik mücadeleye geçiliyor" dedi. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Karayılan'ın yanıtı: "Evet, böyle düşünüyorum. Ama bunun için de aşamalar var katedilmesi gereken, süreçler var geçilmesi gereken..." 'Hükümetin ve Meclis'in yapması gerekenler var' Üçüncüsü: Önder Apo, "Artık silahlı unsurlarımızın Türkiye sınırlarının dışına çıkma zamanıdır" dedi. Siz de böyle mi dşünüyorsunuz? Karayılan'ın yanıtı: "Evet, buna biz de katılıyoruz. Fakat bu sürecin pratikleşmesi, yani uygulanması için hükümetin ve Meclis'in yapması gerekenler vardır." "Türkiye Cumhuriyeti devletinin de olumlu yaklaşması durumunda, (Burada Karayılan sanıyorum Ankara'nın 'ev ödevleri'ni dolaylı bir dille belirtiyor) biz de Türkiye'de sorunların çözümünde silahı devre dışı kılabiliriz." Murat Karayılan'a, bu kısa kısalardan sonra, Öcalan'ın silahlara veda edilmesine dair yaptığı tarihi çağrısında, sınır dışına çekilme ya da silah bırakma gibi hayati konularda herhangi bir takvim öngörmediğini, tarihlere bağlanmış bir yol haritası çizmediğini belirttim ve bunun ne demek olduğunu sordum. Karayılan özetle dedi ki: "Bu takvim konusu biraz teknik kısma giriyor. Önder Apo çağrısında, hareketimizin yeni bakış açısını ortaya koymuştur. Tarihi, felsefi, ideolojik bağlamın çerçevesini çizmiştir. Önderlik, bu çağrısında, önümüzdeki sürece taktik değil stratejik açıdan yaklaşmıştır. Tarih, takvim gibi teknik boyutlara girmemiştir bu nedenle..." Ateşkes ve koşulları... Kandil'deki söyleşimizin yapıldığı saatlerde ilan edilen ateşkes konusunda da şunları söyledi Karayılan: "Siz kaç yıldır söylüyorsunuz, parmakların tetikten çekilmesi diye... Artık 23 Mart, yani bugün itibariyle parmaklar kızılbaş - sayfa 13 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tetikten çekiliyor. Bugünden itibaren silah kullanılmayacak. HPG'nin silahlı aktiviteleri durdurulacaktır. Ancak imha amaçlı saldırılar karşısında, meşru müdafaa çerçevesinde kendini savunma hakkı vardır, misilleme hakkı saklıdır." Ve arkasından ekliyor: "Ateşkes karşılıklı olmazsa, hayata geçmez." Devam ediyor: "Ama ben umuyorum ki, ateşkes karşılıklı olacak. Bu gerçeği herkes biliyor, görüyor." Nazik konu; çekilme ve koşulları... Murat Karayılan'la 5,5 saatlik görüşmemizin belki de en can alıcı konusunu, PKK'nın sınır dışına çekilmesi oluşturdu. Bu konuya girerken önce şöyle dedi: "Önderliğimiz mektubunda diyor ki, bundan sonra tek bir insanın dahi ölmesine yol açmadan barış sürecini geliştirmek istiyoruz. Biz de buna dikkat edeceğiz." Siyasal iktidarın sınır dışına çekilme konusunu öteden beri ısrarla gündemde tuttuğunu belirtirken, bu açıdan 'Oslo süreci'nin bir başlangıç tarihi olarak akılda tutulabileceğini söyledi. Oslo'nun 2008 yılı Eylül ayında heyetler arasında başladığına, bundan önceki iki yıl içinde de aracılarla götürüldüğüne dikkat çeken Karayılan, 14 Temmuz 2011 tarihli Silvan'la da sona eren süreç boyunca Ankara'nın sınır dışına çekilmeyi sürekli gündemde tuttuğunun altını çizdi. Geri çekilmenin tamamlanması için değişen koşullar Karayılan şöyle devam etti: "Biz de sınır dışına çekilmeyi ilkesel olarak kabul ettik bu süreçte. Ama geri çekilmenin olması için hükümetin anayasal düzeyde bazı adımlar atması (ev ödevleri konusu - HC) lazımdır, dedik. Bu adımlar geri çekilme sürecinin sonlarına doğru da olabilir dedik. Neydi bu adımlar? Kürt kimliğini tanımak, anadilde eğitim hakkı ve benzeri alanlarda devletin adım atması..." Ama Kandil olarak bundan daha sonra neden vazgeçildiğini de şöyle özetledi Karayılan: de inanıyorduk." "Önder Apo bu durumun süreçte bir tıkanıklığa yol açtığını görünce, 'Hayır, devlet tarafından bu adımlar atılmadan da, temel hususlar yerine getirilmeden de, karşılıklı güven oluşursa ve geri çekilme konusunda yasal koşullar oluşursa, silahlı unsurlar hemen sınır dışına çıkabilir' dedi." Karayılan şunları ekledi: Önder Apo'nun mektubunu Kandil'de tartışmak... Karayılan, Kandil'de özellikle Mart ayındaki tartışma sürecinin sonunda gelinen noktayı şöyle anlattı: Apo'nun, yani önderliğin sınır dışına çekilme konusunda devreye girmesiyle birlikte, Kandil'le yoğun bir tartışma döneminin açıldığını şöyle özetledi Karayılan: "Yetkili kurulları topladık. 39 kişiden oluşan ve yılda sadece bir kere toplanan PKK Meclisi'ni 5 Mart'ta olağanüstü topladık. 8 Mart'ta KCK Yürütme Konseyi ve kısa adı KJB olan Kadın Hareketi Yürütme Konseyi toplandı. Konuyu aramızda tartıştık. Önder'in bize yazdığı (ve BDP'nin bize getirdiği) mektubu tartıştık." 'Oslo sürecinde örgütte adaptasyon sağlanamamıştı' Karayılan şöyle devam etti: "Bir noktayı belirtmek isterim. Direnişle, savaşla daha ileri bazı gelişmeleri yaratmamız mümkündü. Ortadoğu'nun mevcut konjonktürel durumu, Türkiye'nin içinde savaşı geliştirmemize müsaittir. Neden? Daha önce bölge devletleri arasında PKK'ye, bize karşı ittifak vardı. İran, Suriye, Türkiye ve zaman zaman Irak ittifakı... Şimdi bu devletler arasında çelişki var. Bu koşullardan yararlanmak ve devletlerden objektif - subjektif destek almak bugün mümkündür. Direniş ve savaş konusunda ikinci bir boyut daha vardı. Oslo süreci boyunca örgütsel yapımızda bir savaş, bir barış derken gerekli adaptasyon sağlanamamıştı. Bundan kaynaklanan disiplinsizlik ve yetersizlikler söz konusuydu. Hatta bu nedenle 2011 ve 2012 kışında birtakım kayıplarımız da yaşandı. Ama 2012'de savaşın motivasyonu gelişti. Yetersizlikler giderildi. Başarılı harekâtlar yapıldı. Dolayısıyla 2013'te hem içeride, hem dışarıda yüksek bir savaşı geliştirme ağır basan ihtimaldi. Bunun planlamasını da yapmıştık. Biz bu konuda eskiyi aşan düzeyde, Türk devlet sistemini Kürdistan'da felç etmeyi planladık ve gerçekleştirebileceğimize "Bence Türk devleti ve hükümeti, bu izah ettiğim dış ve iç koşulların savaşa uygunluğunu gördüğü içindir ki, politika değişikliği yaptı." 'Savaşla mı, barışla mı' tartışması ve silahlı mücadele olasılığı... "Savaşarak mı sonuca gideceğiz? Yoksa sonuç, yani barış demokratik çözüm yoluyla mı gelecek? Aramızda tartıştık ve ikincisinde karar kıldık." Bunu söyledikten sonra Karayılan, hemen bir sözcüğün altını kalınca çizdi: "FAKAT..." Şöyle devam etti: "Silahlı mücadele olasılığını da gündemde tutmaya karar verdik. Önderliğimize (Apo'ya, İmralı'ya-HC) ilettiğimiz çekilme süreciyle ilgili kaygılarımız vardı. Zamanlama konusunda... Devletin atacağı adımlar konusunda... Bu arada Önder Apo'nun kendisinin de bu çekilme süreciyle ilgili olarak devreye girebilmesi konusunda..." (Kandil - İmralı diyaloğunun daha sık, çabuk ve verimli olmasının geri çekilme konusunu da kolaylaştıracağı kastediliyor - HC)" 'Türkiye'den koparak değil, birlikte sonuca gitme kararı aldık' Bu konuda Karayılan sözlerini şöyle bağladı: "Biz bu arada önderliğimizin koyduğu perspektifin daha değerli, daha stratejik olduğu noktasına geldik. Çünkü bir yön tayini, bir başka deyişle Türk - Kürt ittifakını öngördüğü için onun bu perspektifinin daha değerli olduğunda karar kıldık. Bu nedenle bazı taktik avantajları değil, stratejik ekseni öne aldık. Türkiye'den koparak değil, birlikte sonuca gitme kararı aldık. Türkiye'yle ittifak temelinde Kürt sorununu çözmek ve Kürtlerle Türkler arasında ortak yaşamı tesis etme kararıdır bu..." Geri çekilme, ama ne zaman? Karayılan'a şu soruyu yönelttim: "Silahlı unsurların çekilmesi ne zaman başlar, en geç hangi tarihte tamamlanır?" kızılbaş - sayfa 14 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Karayılan, bir kez daha bu konunun ne kadar önemli ölduğunu vurguladıktan sonra özetle dedi ki: "Bu konuyu ele alırken, geçmiş tecrübelerden ders almak zorundayız. Tam sekiz kez ateşkes ilan ettik. Ve 1999'daki geri çekilmeyi yaşadık... Bunlar çok acı tecrübelerdi. O yüzden geri çekilme konusunu olgunlaştırmak gerekiyor. Bunun en başında da yasal zemini oluşturmak lazım. Ta Karadeniz'den, Erzurum'dan, Dersim'den insanlar, silahlı unsurlar çekilecek. Kolay değil. Hükümetin ve Meclis'in kararı lazım. Böyle bir karar güvencedir, güçlerimizin selamet içinde can kaybına uğramadan çekilmeleri için bir güvence. " 'Yargı MİT'i de soruşturdu, demek ki yasal zemin çok önemli' Karayılan şöyle devam etti: "İkinci bir nokta var. Türkiye'nin 100 yıllık büyük bir sorunu çözülüyor. Bu çözümün yasadışı yöntemlerle gerçekleşmesi mümkün değil. Şu an bu çözüm projesi, Önder Apo'nun üzerinden yürütülüyor. Kim görüşüyor onunla? MİT Müsteşarı... Ama daha önceki görüşmeler dolayısıyla halef selef iki MİT Müşteşarı Emre Taner ile Hakan Fidan hakkında yargı harekete geçti, soruşturmalar yapıldı. Demek ki yasal zemini çok önemli. Bir başka deyişle, TBMM kararına ihtiyaç vardır. 1921 Koçgiri isyanında da TBMM karar aldı ve bir komisyon kurdu, isyan böylece sona erdirildi. Tabii bugün koşullar farklı, ama 30 yıldır süren bir isyan var; sona erdirilmesi konusunda sadece idare değil, parlamentonun yasal kararlarına da ihtiyaç var. Ciddiysek ve samimiysek bu adımların atılması lazılm. Başbakan Erdoğan (22 Mart'ta) 'Meclis'e gerek yok, hükümet olarak yaparız' dedi. Bu çerçeve eksik bir çerçeve. Oysa TBMM karar alabilir. Mevcut çatışmanın durdurulması ve sorunların barışçı diyalog yöntemleri ile çözülebilmesi ve PKK güçlerinin sınır dışına çekilmesi ve bir komisyon tarafından bu sürecin izlenmesi için karar alabilir." 'Sınır dışına çekilme için birinci nokta yasal bir çerçeve' Karayılan, geri çekilme konusunda son derece hayati gördüğü bu konuya bir kez daha şöyle değindi: "Daha önce söylediğimiz şeyleri, yani koşulları biz bir yana bırakttık. Hiç olmazsa TBMM kararı alınsın... Sürece yönelik olarak önyargılı yaklaşımlar var hâlâ. Bizde de vardı önyargılar... Ama aramızda tartıştık ve yol aldık bu konuda. Sürecin köklü çözüm için ön yargılardan kurtulmak gerekiyor. Lütfen hükümet tarafı adım atsın. Bizim şu anda sınır dışına çekilme için istediğimiz yasal bir çerçevedir. Birinci nokta budur. " 'Ne kadar hızlı davransak da, geri çekilme sonbahara sarkar' Geri çekilme ile ilgili olarak Karayılan ikinci noktayı şöyle açtı: "Bu sürecin mimarı Başkan Apo'dur. Çekilme sürecinin sağlıklı yürümesi için Başkan Apo'nun sürece bir biçimde doğrudan müdahil olması gerekir. Bu konuda açıklamasını yaptı, ama bu geniş bir çerçeveyi öngörüyor. Şimdi geri çekilme konusunda bütün güçlerin ikna edilmesi başlı başına bir sorundur. Bu açıdan mesala İmralı - Kandil hattının daha açık, daha çabuk çalışması büyük önem taşır. Bu arada çekilme sürecini takip edecek ve çıkabilecek sorunları çözecek 30 kişilik bir akil adamlar heyeti kurulabilir." "Çekilme ne zaman biter" sorusunu ise şöyle yanıtladı Karayılan: "Ne kadar hızlı davransak da bize göre geri çekilme sonbahara kadar sarkar. Çekilme konusunda önce ikna gerekir. Örgütsel hazırlık gerekir. Sonra kademe kademe demin dediğim ikna süreci devreye sokulur." Murat Karayılan PKK'nın silahlı unsurlarının sınır dışına çekilmesini mümkün olabildiğince öne almaya çalıştıklarını belirttikten sonra şunları söyledi: 'BDP'nin 'silahlı boyut yüzde 99 bitmiştir' yaklaşımı yüzeysel' "Önce iki yıldan söz etmiştik. Ama önderliğimizin açıklamasıyla bunu öne aldık. Ayrıca şunu da biliyoruz; ne kadar zamana yayarsak o kadar provokatif olaylar yaşanabilir. Şimdi hükümete düşen de yasal zemini hazırlamaktır. Hükümet bu çekilme olayını çok basite indirgiyor. Bu hiç kolay bir şey değildir. İnsanlar hayatını koymuş, dağa çıkmış. Şimdi onları geri çekilme konusunda ikna etmek önemli. Bu kolaycı yaklaşımlar Kürt tarafında da yok değil. Mesela BDP'nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş geçen gün diyor ki; Kürt meselesinde silahlı boyut yüzde 99 bitmiştir. Yüzde 1 de parlamentonun kararına kalmıştır. Bu da yüzeysel bir yaklaşımdır BDP tarafından... Sürecin, geri çekilme sürecinin yeterince, bütün derinliğiyle kavranamadığını gösteriyor. Silahlı mücadelenin bütünüyle sonlanması, öyle sa- nıldığı gibi basit bir olay değildir." Karayılan yeni bir dönemin açıldığını belirttikten sonra şu noktaları özellikle vurguladı: "Bu yeni dönemde sorunlar artık siyasal, demokratik yöntemlerle çözülecek. Ancak bu döneme gelebilmek için öncelikle yapılması gereken bazı hususlar vardır. Bu durum tarafların yüzeysel yaklaşımlarını değil, ciddi ve bütünlüklü yaklaşımlarını zorunlu kılıyor. Herkes bilmeli ki, 100 yıllık bir sorun çözülecek ve Türk - Kürt ilişkilerinde yeni tarihsel bir süreç başlayacak. Ve bu sadece Türkiye'de yaşayan Kürtler için değil, bütün bölge Kürtleri için, hatta bütün Orta Doğu açısından önemli bir gelişmedir. Bu tarihsel sorunu çözenler hiç kuşkusuz adını tarihe büyük harflerle yazdıracaktır. Bu durum Önder Apo için olduğu kadar Türkiye Başbakanı Sayın Erdoğan için de çok önemli tarihsel bir misyondur. Bu tarihsel olayda öncülük yapanlar elbette tarihe geçeceklerdir. Ben özellikle Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve Cumuhurbaşkanı ve hükümetini, konuya bir de bu açıdan bakmalarını istiyor ve kendilerinin tarihsel sorumluluklarına sahip çıkmaya ve atılması gereken cesur adımları bir an önce atmaya çağırıyorum." 'Cemil Bayık, Duran Kalkan, Mustafa Karasu ve Fehman Hüseyin'le görüş birliği içindeyiz' Murat Karayılan sınır dışına çekilme konusundaki bazı tereddütlerini şöyle devam etti: "Biz yönetim ekibi olarak örneğin Cemil Bayık, Duran Kalkan, Mustafa Karasu, Fehman Hüseyin gibi arkadaşların hepsi görüş birliği içindeyiz. Ve ben burada sizinle Karayılan olarak değil, hepsinin adına konuşuyorum. Biz bir ve biriz! Ve hepimiz Önder Apo'nun Nevruz çağrısındaki esasları kabul ediyoruz." 'Özellikle orta komuta kademesinin tereddütleri var' Karayılan konuşmasının burasında fakat sözcüğünün altını çizerek şöyle devam etti: "Fakat sorun yönetim ekibinin içindeki birlikle bitmiyor. Özellikle orta komuta kademesi var. Bu kesimin yaşadığı çeşitli tereddütler söz konusu. Bu arkadaşları ikna etmemiz gerekir. Ben dün 250 kişi ile (savaşçı kesim ve orta kademeden oluşan) konuştum. İkna sürecinin bir parçası olarak konuştum. Bu toplantıda birçok arkadaş kaygılarını söyledi. Zor bir mesele... Diyor ki 'biz savaşmaya gel- kızılbaş - sayfa 15 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dik. 10 yıldır savaşıyoruz. Sonuç alma noktasına geldik. Şimdi durun, diyorsunuz...' Bu mütereddit ve endişe ifade eden sesler örgütün otorite zaafı değildir. İşte bu noktada önder Apo'nun ikna sürecinde devreye girmesinin önemi vardır." 2009 yılında Murat Karayılan ile Kandil'de yaptığım ilk görüşmede bana şöyle demişti: "30 yıl önce biz dağa piknik yapmak için çıkmadık..." Kendisine bunu hatırlattım. "Bir süreç, parmakların tetikten çekildiği ateşkesle birlikte sınır dışına çekilmek; bunu takip edecek bir süreç de silah bırakmak, yani dağdan inmek... Bu iki süreçte Ankara'nın neler yapması bekleniyor" sorusunu sorunca Karayılan şöyle dedi: "Yeni bir anayasaya kesinlikle ihtiyaç vardır. Yeni dönemde Türkiye'nin tam demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünü de kapsayan, adeta yeni bir kuruluşu öngören yeni bir anayasal taslağa ihtiyaç vardır. Türkiye'nin demokratikleşmesi aynı zamanda gerçek barıştır, toplumsal uzlaşmadır." Kandil'in yeni anayasada önemsediği üç nokta ne? Karayılan'a şunu sordum: "Türkiye'de bazı çevreler diyorlar ki.; bu defa Kürtler Türkleri satacak ve kendi istediklerini alırken, Erdoğan'ı da başkan baba yapacaklar; yani Kürtler kendi haklarını elde ederken Türkiye'de otoriter bir rejime kapıyı açacaklar." Karayılan'ın yanıtı: "Asla böyle bir durum söz konusu değildir... Tam tersidir. Kürt sorunu ile demokrasi sorunu etle tırnak gibi iç içedir. Kürt sorununun çözümü demek, Türkiye'nin demokratikleşmesi demektir. Türkiye'de yaşayan bütün etnik ve dinsel kimlikleri reddeden değil, kabul eden bir demokratik uzlaşmayı, geliştiren bir perspektifi olumlu buluyoruz biz. Ve yeni anayasada üç şey önemlidir bizim için. Yeni vatandaşlık tanımı... Kimliklerin tanımı.... Türkiye ulusunun tanımı..." 'KCK tutukluları çözüme hançer, Uludere raporu utanç belgesi' Murat Karayılan silahların gömülmesini ya da silahlara veda edilmesini bir son aşama olarak görüyor ve bunun için "normalleşme" deyimini kullanıyor. Şu sözler Karayılan'ın: "Silahlara veda konusu zamana da yayılabilir, kısa zamanda da bitirilebilir. Bu açıdan yol temizliği önem taşıyor. Örneğin KCK tutukluları çözüm sürecine sokulmuş bir hançerdir. Önce bu hançerin çekilmesi gerekir. Şimdi Başbakan Erdoğan diyor ki, silahları ayaklarınız altına alın ve gelin siyaset yapın. İyi güzel de siyaset yapanlar bugün hapisteler, yargılanıyorlar, ceza yiyorlar. Halbuki onların şiddetle hiçbir ilgileri yoktu. Bir yasayla bu sorunu çözmek gerekir. Yine yüzde 10 seçim barajı, Terörle Mücadele Yasası, Siyasi Partiler Yasası, bütün bu konularda bir yol temizliği yapılması gerekiyor öncelikle. Madem toplumsa uzlaşma, diyoruz, o zaman var olan kirleri niye temizlemiyoruz? Mesela faili meçhuller bir çözüme kavuşmalı. Geçmiş katliamlar ve mezar yerleri bilinmeyenler... Roboski olayı... Bu konuda TBMM'nin çıkardığı Uludere raporu tam bir utanç belgesidir. İşte bütün bu konularda bir yol temizliği yapılabilirse normalleşme süreci dediğim silahlara veda günü de çok yakınlaşır." Şunu da ekledi Karayılan: "Sizinle en son 25 Haziran 2011'de yine Kandil'de görüşmüştük. Bugün yapılmakta olanlar eğer 2011'de yapılmış olsaydı bu iki yıl içinde 3 bin kişi ölmezdi." Türk meselesi ve Batı meselesi Kürt sorunun çözümü konusunda Türk kamuoyunun, Türklerin, Türkiye'nin batısının ikna edilmesi konusunda da Murat Karayılan şunları söyledi: "Türk meselesi, Batı meselesi, Türklerin ikna edilmesi, elbette önemli bir mesele. Ancak bu ülkede devletin, 1924'ten itibaren Kürtlere yönelik olarak geliştirilen ve bugün yanlışlığı artık anlaşılan politikası, Türk halkına doğru biçimde anlatılsa, Türk kamuoyundan hiçbir sorun çıkmaz 'Türk meselesi' diye bir mesele de olmaz. Kürtlerin dili yasaklandı, kimliği inkâr edildi, horlandılar, ses çıkaranların ise kafası ezildi. Bu yaşananlar Türk halkına doğru dürüst anlatılsa, bunları önderler, siyasal liderler anlatsa hiçbir sorun kalmaz. Türk halkı da savaş istemiyor. Çözüm ve barıştan yana Türkler de. Bizler de bölünmeyi değil, Türklerle kalıcı birlikteliğin ve ortaklığın esasını oluşturmak istiyoruz. Mesela bütün Avrupa halkları kendi aralarında nasıl sınırları kaldırmış, birliktelik oluşturmuşsa biz bunu Orta Doğu'da neden yapamayalım ki..." Apo'nun özgürlüğü Karayılan'a soruyorum: "Gerçek bir barışın ön koşulu da Apo'nun özgür olması mı?" Murat Karayılan'ın yanıtı: "Kesin olarak öyle. Kalıcı barış, Apo'nun özgürlüğünden geçiyor..." Erdoğan'a güvenmek.... Murat Karayılan'a "Erdoğan'a güvenmek" konusunu da sordum, şöyle dedi: "Bence siyaset güven ve güvensizlik üzerinden yapılmıyor. Son bir aydan beri 'Baldıran zehri olsa da içerim. Sonuna kadar kararlıyım, tüm provokasyonlara karşı dimdik yürüyorum' tavrı cesur tavırdır. Ancak Erdoğan'ın bir çözüm projesi gerçekten var mı? Varsa nasıl bir çözüm projesi? Daha bilmiyoruz bunları. Sadece şu var, önderliğimizle İmralı'da görüşen devlet heyetinin yaptığı görüşmeler, tartışmalar var. Ama eksik olan hükümet tarafından bir çözüm projesinin ortaya konmuş olmaması... Aşırı kendini esas alan kibirli bir tavır söz konusu. Oysa hükümetin bu sürece CHP'yi de dahil etmesidir doğru olan. Çatışmanın durması, ölümlerin olmaması, bu ülkeye hem huzur getirir, hem özgüven aşılar, hem de Türkiye her açıdan daha ileri gider. Herkes bundan kazançlı çıkar." Murat Karayılan'a Apo'nun Nevruz çağrısındaki şu sözlerini hatırlatıyorum: "Zamanın ruhunu okuyamayanlar, tarihin çöp sepetine giderler. Suyun akışına direnenler uçuruma sürüklenirler." Karayılan'ın yanıtı: "Doğrudur, Aynen katılıyorum." Son olarak diyorum ki Karayılan'a: "Parmakların tetikten çekildiği, yani dağdan silah seslerinin gelmediği bir ortamda sorunu sabırla zamana yayarak ve düğümleri kolayından zoruna doğru sıraya koyarak barışa doğru yürümek mi?" Karayılan: "Doğru yöntem budur." Birand'ın anısına... hasancemalkarayilan1Karayılan ile cumartesi günü 5.5 saat süren bu mülakatımı Sevgili İblis Mehmet Ali Birand'ın anısına yaptım... Kaynak: T24 kızılbaş - sayfa 16 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1916 Sykes Picot düzeni sona ererken barış ve adalet üzerine Hükümet ve PKK arasındaki ateş-kes ilanı, Ortadoğu büyük resminin bir parçasıdır. İsrail’in özür dilemesi de bu resmin bir başka parçasının tamamlanması anlamına gelir. Bugünkü Ortadoğu esas olarak 1916 yılında İngiltere ve Fransa arasında yapılan Sykes-Picot gizli antlaşması esasına göre kurulmuştur. Aslında bu antlaşmaya da temel teşkil eden 1915 yılında hazırlanan Bunsen Raporudur. İngiliz Hükümeti tarafından hazırlanan bu rapor, Ortadoğu’nun savaş sonrası alacağı şekle ilişkin bir dizi planı içermekteydi. Sykes-Picot antlaşmasının Anadolu için öngörüleri, Bolşevik-Kemalist ittifakı nedeniyle tutmadı ama sonuçta bugünkü Lübnan, İsrail, Suriye, Ürdün ve Irak esas olarak bu antlaşmanın ürünü olarak ortaya çıktılar. Artık bu düzen sona eriyor. 21 Mart 2013’de Diyarbakır’da resmen ilan edilen Türk-Kürt Barış Antlaşması, SykesPicot rejiminin resmen bittiğinin ilan edilmesidir. Ortadoğu’da yeni bir düzen kuruluyor. Bu düzenin temel dayanakları Türk-Kürt ve Suni Araplardır. İngiltere ve Fransa’nın sömürgeci amaçları doğrultusunda oluşturduğu suni sınırlara dayalı ulusal devletler yerini önce ekonomik daha sonra siyasi birlikteliklere doğru bırakacak gibi gözüküyor. Bu yeni düzende sınırlara şimdilik dokunulmayacak ama sınırlar anlamsız hale getirilecek. Ortadoğu, kendi kültürel arka planına daha uygun yeni bir birlikteliğin eşiğinde. Osmanlı İmparatorluğu üzerine çalışan her tarihçinin bildiği basit bir gerçek vardır. Bu imparatorluk esas olarak iki büyük eksen üzerine yükselmiş ve bu iki eksen sayesinde varlığını uzun yıllar sürdürebilmiştir. Bunlardan birisi İstanbul-Kahire diğeri ise İstanbul-Diyarbakır (Erbil) eksenidir. İstanbul-Diyarbakır (Erbil) ekseni esas olarak Türk-Kürt dayanışmasını sembolize eder. İmparatorluğun Doğu sınırları esas olarak bu eksen sayesinde yüzyıllarca ayakta kalmayı başarmıştır. İstanbul-Kahire ekseni ise, İmparatorluğun Suni Arap dünyası ile bağı anlamına gelir. Napolyon’un 1798’de Mısır işgali ile başlayan süreç ile birlikte İstanbul-Kahire ekseni kırılmış ve İmparatorluk hızla parçalanma sürecine girmiştir. Çünkü Lübnan ve Suriye’nin Mısır olmadan bir arada tutulması zordur. AKP Hükümeti, Ortadoğu’daki çatışma ve dengesizliklerin en temel nedeninin bu P r o f . D r . Ta n e r A k ç a m eksenlerin kopmuş olmuş olması ve düzen ve barış için ise bunların yeniden inşa edilmesi gerektiğinin farkındadır. Sykes-Picot düzeni ve bu düzenin ürünü olarak oluşturulmuş diktatörlük rejimleri, bu eksenlerin yeniden inşa edilmesinin önünde en büyük engeldir. Bu nedenle AKP, hem diktatörlük rejimlerine son verecek, hem de suni ulusal devlet sınırlarını anlamsızlaştıracak bir çizgiyi hayata geçirmek istiyor. Türk-Kürt Suni Arap ortaklığında temelleri atılan bu yeni birliktelik, eğer Ortadoğu halklarının demokratik ve özgür irade temelinde birliği ekseninde inşa edilirlerse gelecek şansı vardır. Osmanlı, yukardan aşağıya ademi-merkeziyetçi bir yapıyı hayata geçiremediği için çökmüştür; şimdi bu birlikteliğin aşağıdan yukarıya inşa edilmesi kadar doğal ve normal bir süreç olamaz. İsrail’in özür dilemesinin arkasındaki nedenlerden birisi bu gelişmelerdir. İsrail yöneticileri fazlasıyla bizim generallere benziyorlar. Devletlerinin varlığını savaş ve kavga ile sürdüreceklerine inanıyorlar. Bizim generaller gibi, komşularını ve çevre halkları kendi varlıklarına yönelik tehdit olarak görüyor ve algılıyorlar. Bu algının oluşmasının elbette tarihi nedenleri var, ama bu algı İsrail’in geleceği için en büyük tehlike... Zannediyorum Obama, İsrail’e, eğer bölgede bir devlet olarak var olmak istiyorsa komşularını tehdit ve düşman gören zihniyetten vazgeçmesi gerektiğini anlatabilmiş gözüküyor. Eğer İsrail politikalarını gözden geçirebilirse, yeni oluşmakta olan Türk-Kürt Suni Arap işbirliğinin kendi güvenliği ve geleceğinin garantisi olabileceğini görebilecektir. Hem de İsrail’in kendisi, bu yeni yapılanmanın önemli bir unsuru olabilecektir. Demokrasiye en yakın idare tarzları olmaları itibarıyla, Türkiye ve İsrail Ortadoğu’nun demokratik temellerde inşa edilmesinin önderliğini bile yapabilirler. Ortadoğu’da hayata geçirilmek istenen yeni birlikteliğin önündeki birçok ciddi engel olduğu açık. Bu birliktelikten hoşlanmayacak olan başka devlet ve kuvvetlerin yapabileceklerini şimdilik bir kenara bırakalım. Bölgenin, demokratik temelde aşağından yukarıya inşa edilmesinin önünde, “evdeki mutfaktan” kaynaklanan ciddi engeller var. Bunlardan birincisi, yönetici grupların tarihten gelen siyasi kültür ve yönetim alışkanlıklarıdır. Hiç unutmayalım, bölgemizde yaşanan tüm büyük katliamların ana nedeni, başta Hristiyanlar olmak üzere bölge halklarının adem-i merkezi idari yapı isteyen reform talepleridir. Osmanlı yöneticiler hemen hemen tüm reform istemlerine katliamlarla cevap vermişlerdir. 1913’te Paris’te Arap liderlerle, İmparatorluğun Arap bölgelerinde idari reform konusunda anlaşan İttihatçıların, bu reformları uygulamak için İstanbul’a gelen Arap önderlerini hapse atması sözünü ettiğim kültürel geleneğe verilecek sembolik bir örnek teşkil eder. Ortadoğu’da, Türk-Kürt Suni Arap toplulukları ekseninde inşa edilecek yeni birlikteliklerin bir başka temel sınavı, Suni olmayan (Alevi, Hristiyan ve Yahudi) topluluklarla ilişkileri konusudur. Bu konuda önümüzde şimdilik çok umut verici bir tablo yok. Öcalan’ın, biraz da AKP kurmaylarının dili kokan Newroz mesajındaki, aşırı İslam Birliği vurgusu; Türk ve Kürtlerin Birinci Cihan Harbi ve sonrasındaki ortaklıklarının yüceltilmesi, şu ifade ile birlikte ele alındığında ortaya karamsar bir tablo çıkartmaktadır: “Gerçek anlamında, bu [İslam bayrağı altındaki] kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.” Oysa, gerek Apo (PKK) ve gerekse AKP kurmayları tarafından övülen, İslami birlik temelindeki Türk-Kürt “kardeşlik hukukunun”, Hristiyanların imha edilmeleri ve Anadolu’dan sürülmeleri anlamına geldiğini bilmeyen yoktur. Bu ifadelerin anlamı açıktır: şu andaki hali ile ilan edilen Türk-Kürt barışının, tarihle yüzleşme gibi bir programı yoktur. Tarihiyle yüzleşmeyen ve geçmişte işlenmiş cinayetlere ilişkin açık bir özeleştiriyi içermeyen bir Ortadoğu projesinin hem demokratik bir gelecek inşa etme şansı zayıftır hem de bugün Hristiyanlara vaat edeceği çok fazla bir şey de yoktur. Geçmişte bu kardeşlikten en büyük zararı gören Hristiyanların, yarın da en büyük zararı görecek gurup olacağını söylemek için kızılbaş - sayfa 17 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kahin olmaya gerek yok. Bu tabloya elbette Alevileri ve diğer azınlıkları da eklemek gerekecektir. PKK ve Apo bu durumu muhtemel “zorunlu bir taktik adım” olarak açıklamak isteyecektir. 2015’e doğru, Hükümetin Çanakkale savaş ve zaferini, Ermeni soykırımına karşı alternatif olarak dikmek istediği koşullarda, Apo’nun, “Ermeni, Rum ve Yahudi lobileri” hakkındaki, aynı Türk Devlet yetkilileri ağzı ile konuşması ile birleştirilince, bu adımların ne kadar “taktik zorunluluk” olup olmadığını hep beraber izleyeceğiz. Ortadaki tablo, bize bir tarihi gerçekliği daha hatırlatıyor. Bazı etnik ve din gruplarının birbiri ile anlaşarak barış ve demokrasiyi tesis etmelerinin bir fiyatı vardır ve bu fiyat bir çok durumda başka halklar tarafından ödenmektedir. Amerikan demokrasinin, Kızılderililerin imhası üzerine inşa edilmesi buna verilebilecek örneklerin başında gelir. Michael Mann bunu, “demokrasilerin karanlık yüzü” kavramı ile açıklar. Ortadoğu’da içine girilen yeni sürecin “karanlık yüzü”, Aleviler ve Hristiyanlar tarafından ödenecek fiyat mı olacak, bunu zaman gösterecek. Şimdilik fazla spekülasyon yapmaya gerek yok. Türk-Kürt barışı ve silahların susmuş olması kutlanması ve selamlanması gereken bir adımdır. Sonuçta bugüne kadar, savaşarak ve silahlarını konuşturarak, siyasetin alanını daraltanlar, şimdi bizlere siyaset yapmanın alanını ve imkanını sunmaktadırlar. Bu büyük bir dönüşümdür. Tek bir Mehmetçiğin, tek bir Gerillanın ölmeyecek olmasından daha güzel, daha anlamlı bir şey olamaz. Bizlerin de elimizi taşın altına sokmamız; bu barışa tüm imkanlarımızla destek vermemiz gerekir. Ama barış yanında, onun kadar önemli bir başka şey daha var. O da, savaş sırasında zarara uğramış insanların adalet arzusudur. İlan edilen barış, doğrudan savaşan taraflarca, yani bu adaletsizlikleri yaratmış çevrelerce ilan edildiği için, geçmişte yaşanmış haksızlıklara ilişkin adalet getirebilir mi? Önümüzdeki süreçte barış ve adalet ilişkisi nasıl olacaktır? Bu kendi başına ayrı bir yazı konusudur. Kaynak: t24.com.tr Askere gitmeyin Sevag olmayın! Sevdiye ERGÜRBÜZ Rojda KORKMAZ / İstanbul - Diha Zorunlu askerliğini yaptığı sırada öldürülen Ermeni Sevag Balıkçı davasında çıkan kararı değerlendiren Nor Zartonk İnisiyatifi üyesi Murat Gözoğlu, Ermeni gençlerinin Sevag Balıkçı’nın öldürüldüğünün farkında olmadığını belirterek, “Askere gitmeyin. Askere giderseniz siz de ‘Sevag’ olursunuz” dedi. Askere gitmeyin Sevag olursunuz! Ermeni genç Sevag Balıkçı zorunlu askerliğini yaptığı Êlîh’in (Batman) Hezo (Kozluk) ilçesinde, 24 Nisan 2011’de Ermeni soykırımının 96. yıldönümünde birlikte askerlik yaptığı Kıvanç Ağaoğlu tarafından öldürüldü. Sevag Balıkçı’nın öldürüldüğü gün, aynı zamanda Hristiyanların kutladığı Paskalya Bayramı’ydı. Balıkçı’nın öldürülmesinin ardından, Amed’deki askeri mahkemede görülen davada ise Kıvanç Ağaoğlu tutuksuz yargılandı. Ağaoğlu, “bilinçli taksirle öldürme” suçundan 4 yıl 5 ay 10 gün hapis cezasına çarptırıldı. Askeri Yargıtay kararı bu şekliyle onarsa, Ağaoğlu’nun açık cezaevinde bir yıl 9 ay yatacağı ve denetimli serbestlik kapsamında tahliye olacağı belirtiliyor. Davanın sonucunu, “Militarizm öldürür” diyen Nor Zartonk İnisiyatifi üyeleri değerlendirdi. Nor Zartonk İnisiyatifi üyesi Murat Gözoğlu, cinayetin Ermeni soykırımının yıldönümü olan 24 Nisan’a denk gelmesi, cinayeti işleyen Kıvanç Ağaoğlu’nun Sevag Balıkçı’ya “Bu yediğin son paskalya çöreği olsun, seni vururum tombulum” demesi, Ağaoğlu’nun BBP Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu sempatizanı olduğunun sosyal medya paylaşımlarından anlaşılması gibi birçok durumun, cinayetin kazara işlenmediğinin kanıtı olduğunu belirtti. ‘Komutanlar Sevag’ı dövmüş’ ZAZANA DERGİSİNE ABONE OLUN. (7/24 SAAT AÇIK) +90 (0) 555 210 00 00 +90 (0) 505 952 41 70 “Kıvanç Ağaoğlu, ‘savaş çıksa ilk seni öldürürüz’ diyor Sevag’a. Ayrıca Sevag’ın nişanlısının anlattığı olaylar da var. 50 TL miktarında bir para çalınmış. Sevag’ın üzerine atmışlar. Komutanları dövmüş, zorla ‘beni dövmediler’ tutanağı imzalatmışlar. ‘Eğer bizi şikayet edersen seni bitiririm’ şeklinde tehditlerde bulunmuşlar” diyen Gözoğlu, “Hiç kimse bunun kazara olduğunu, yanlışlıkla olduğunu söyleyemez.” dedi. “Sevag’ın ailesi, Sevag ölmeden önce apolitik olduklarını, Sevag öldükten sonra ise politik olduklarını söylüyor. Aile, ‘Bizim mücadelemiz Sevag’ı geri getirmeyecek. Adalet arıyoruz ve adalet ararken başka Sevaglar ölmesin diye mücadelemiz sürecek’ dedi” diye hatırlatan Gözoğlu, bu demecin önemli olduğuna işaret etti. ‘Mücadele birlikte verilmeli’ Kürt gençlerinin zorunlu askerlik konusunda politik bir tavır sergilediğini belirten Gözoğlu, “Bizim ancak bu süreçte Ermenilere söyleyebileceğimiz bir şeyler vardır: Askere gitmeyin. Askere giderseniz siz de ‘Sevag’ olursunuz. Ermeni gençler bunun farkında değil. Birçoğu umursamıyor bile Sevag’ın öldürülmüş olmasını. Onlara söylenmesi gereken şey, askere gitmemeleri, bu ülkede barışın, eşitliğin, kardeşliğin mücadelesinin birlikte verilmesi” dedi. Arno Kalaycı da, Sevag Balıkçı öldürüldüğünde tabutunun üzerine Türk bayrağı örtüldüğünü anımsatarak, “O bayrak bir şeylerin üstünü örtmek içindi. Sadece Ermeniler üzerinde de değil, Dersim katliamı, 6-7 Eylül gibi birçok olay oldu. O bayrak bir şekilde bir şeylerin üstünü örttü ve kimse sesini çıkartmadı” diye konuştu. Kışla cinayetleri sonucunda ölenlerin çoğunun Kürt, Alevi ya da Ermeni olduğuna işaret eden Kalaycı, “Sevag’ın sahiplenilmemesi aynı zamanda yeni Mazlumlara yeni Uğurlara ve yeni Sevaglara sebep oluyor. Dolayısıyla sadece Ermeniler değil aynı zamanda Türkiye halkları da bu karardan sorumludur” diye konuştu. kızılbaş - sayfa 18 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 MUTLUYUM DİYENE! Hatice Çevik Türkiye’de doğmuşsan kader çizgin bellidir. Türk ve sünni olmayan birine yani ötekilere doğduğunda söyleyecek iyi ve güzel sözlerin devamında ‘’ Seni çok zor bir hayat bekliyor!’’ demek en gerçekçi sözlerdir aslında... Bir kürdün, kızılbaşın elindeki kader çizgileri hiç değişmez mi? Kadını erkeği ayrı eziyet çeker bu topraklarda, öteki olmanın dayanılmaz ağırlığıyla dünyaya gelmiştir. Doğduğun anda başlayan kendine yabancı bir hayat çizgisi…Kendisine biçilen yaşam elbisesini giymek zorundadır. İsmi, anadili ve inancı doğduğu eve yabancı değildir ama yaşadığı ülkeye yabancıdır. Daha düne kadar bu ülke isim davalarını yaşadı. Adı için mücadele etmek istemeyen ise iki isim birden verdi çocuğuna, evde anadilinde çağrıldı dışarıda resmi dilde.. Asimilasyona direnmekti bu bir anlamda… Adına sahip çıkabilmekle başladı direnmek ! Berxadan Jîyane! Yaşamak direnmektir! Sonra her sabah devletin okuluna gitmek ve her sabah Türk olduğunu ve bundan mutluluğunu Kürdistan dağlarına haykırmak zorunda bırakıldı. Asimilasyon uygulamaları hiç bıkmadan usanmadan her sabah her gün seni işler. İnancın İster kızılbaş, ister şafi, ister zerdüşt, istersen ezidi olsun tek dine dayalı din dersine de girmek zorundasın. Bu geçmişten günümüze atalarının da çok derin yaşadığı, inancını yok etmek isteyen sistemin sadece bir parçasıdır. Kızılbaş aleviler asırlardır çeşitli, fetvalar, yalan yanlış bilgilerle toplum dışına itilip kötü, kafir ilan edildiler. İnsanlar etnik kimlikleri ve inançları yüzünden, özellikle dayatılan sisteme biat etmedikleri için yaşadıkları topraklardan insanlık dışı yöntemlerle koparıldılar, sağ kalanlar ise kara vagonlarla bilmedikleri diyarlara gönderildiler. Bir çoğumuzun bildiği bir çoğunun da görmezden geldiği katliamlar, soykırımlar, sürgünler bir halkı silmek, yok etmek, değiştirmek ve korkutmak amacıyla tekrar tekrar yaşandı. Değişmezse katline ferman vardı zaten. Koçgiri, Dersim, Ağrı, Zilan, Maraş, Çorum, Sivas ve Roboski… Genç-yaşlı, çoluk çocuk demeden katledilen insanların çığlığı bugüne kadar ulaştı. Geride kalanları ise Korkutarak, sürgünlere maruz bırakılarak, sözde kılıflar uydurularak zindanlara atıldılar. Devletin bekası için haklı gerekçeler yaratıldı. Bugün bile sözde bir demokrat Dersim sürgünleri için iyi ki oldu adam oldular diyecek kadar nefretini kusmaya devam etti, pervasız açıklamalar birbiri ardına geldi. Okuyoruz, görüyoruz, yaşıyoruz… Yani dünden bugüne değişen sadece yöntemler aslında.. Sosyal hayatın içinde açıkça söyleyemez- siniz kimliğinizi, yoksa işsiz kalır yalnızlaşırsınız. Sizin gibi olanla yaşamak zorunluluktur. Tehlikenin nerden geleceğini bilememek, güvensiz gizli bir yaşam sürmek kaçınılmazdır. Açıkladığınızda sizin inancınıza saygı gösteriyormuş gibi yapıp insanların sizden uzaklaştığını görürsünüz. Ona sizin ondan olmadığı ve uzak durulması gerektiği arkadaşlığın dostluğun, insanlığın önemi değil günahın büyüklüğü korkutucu sonuçları öğretilmiştir. Empoze edilen bu önyargılar birbirimizi tanımamıza, bağlar kurmamıza engeldir. Oysa tanış olmaktan çıkıp birlikte yaşamaya çaba olsa; sistemin körüklediği ne kadar büyük bir kandırmacanın içinde olduğunu anlayacaktır. Bir başkasını aşağılamak ve kötülemek için kullanılan sözlere bakın; bu toplumda öteki olmanın ne olduğunu anlamaya yeter aslında… Nasıl dışlandığını, kardeşiz söylemlerinin ne kadar içi boş olduğunu görmeğe yeter de artar bile… Aleviler gibi mum söndürüyor, Kızılbaş mısın, Ermeni dölü, Rum tohumu, Gavur, Yahudi dönmesi, Kürt müsün ? Kürt memedin nöbeti hiç bitmedi… Bütün iyi meziyetler Türkte toplanırken nedense ne kadar yanlış varsa ötekinin üstüne yıkılır. Ondan sonra gel de toplumla barışık yaşa! ''Hemşerim memleket nere?'' sorusu ne kadar doğaldır. Verilen yanıtın yüzündeki ifadesi ise kaçamak bir gülümsemeyle saklanır. Ama gerçek yüzünün renginde, dilinde ve alışkanlıklarında ele verir seni… Birden üçüncü sınıf insan oluverirsin soruyu soranın gözünde. İstisnalar vardır elbet ama elit bir yaşam sana hak değildir, ne kadar zeki ya da becerikli olursan ol… Oysa atalarının mirasını gizleyerek yaşamak ne kadar mümkündür. İnsanlar toprağına benzer, özgürce gururla söylemek haktır insana… Taşıdığın resmi kimliğin görünürde herkestekindendir, sözde eşit haklara sahip yurtdaşsındır. Vergini ödemek gibi resmi yaptırımlar herkese eşit gibi görünse de geri dönüşü ne kadar eşittir. Sana da Diyanetin camisi, sana da ''Türküm doğruyum''la başalayan devletin okulu, sana da kilometrelerce uzakta doktorsuz hastane, sana da ''Türkçe konuş'' yazan hapishaneleri… Cumhuriyet döneminden beri Türk- islam sentezi uygulanıyor bu topraklarda. Kızılbaşlar Osmanlı'dan buyana yaşıyor kültürel soykırımı, Türk olsun Kürt olsun etnik kökeni farketmiyor. Kürtler ise Cumhuriyetle beraber çeşitli bahaneler oyalamalarla verilen sözler geçiştirilerek bugüne geldi. Kürt yoktur dağlı Türkler vardır. Karda yürüyen Türklerdir, Kürt kelimesi kart kurt dan gelir gibi sözlerle açıklanmaya çalışılan Kürt halkı yüzyıllardır direniyor kimliğini kaybetmemek için. Gerekçeler yaratılarak köyleri yakıldı ve ya boşaltıldı. Zaten Kürtçe olan köylerinin adı çoktan değiştirilmişti. Son otuz yıldır bu direnişle tanışan Türk halkının aklının karışması normaldir. Çünkü onların beyni Kürt yoktur diye yıkandı uzun yıllar. İsyancı oldu adları, bölücü oldu medyada ve siyasi sermaye babalarının dilinde.. Kürdistan’da yüzyıllardır yaşayan bir halk yoktu onların resmi tarih kitaplarında, ülkelerini bölmeye çalışan ötekiler vardı. Uyanan Kürt halkı özgürlük direnişini uluslar arası alana taşıyarak devletin ezberini bozdu. Mezopotamya’da bunca acı bunca zulüm varken bir de kadın olmak dertlerinizin ikiye katlanmasıdır. Eskiden beri törelerin kurbanı edilen kadın kültürün gelecek kuşaklara taşıcısıdır. Bunu çok iyi bilen sistem kadının özgürleşmesini asla müsaade etmez. Öteki olmanın ne demek olduğunu bilen ve sisteme başkaldıran Kızılbaş ve Kürt kadınları en ön saflarda yer alarak özgürlük hareketinin bayrağını taşımaktan asla vazgeçmediler. Kültürün yarınlara taşıyıcısı olan kadın artık özgürlük bayrağını taşımaktadır. Beyaz tülbentleriyle barışa, üç renk oyalarıyla ‘’ben varım ‘’ diye haykırıyor artık. Kadın ana, bacı olmanın yanında yoldaş oldu özgürlük yolunda… Bu direniş; töre diye dayatılan kendisine reva görülen hayata bir başkaldırıdır. Mezopotamya’da var olan ve var olmak olmak için yüzyıllarca direnen bir halk.. Oysa İnsan kendi toprağında neden dirensin? Coğrafyanın özelliğinden kaynaklanan koşullara karşı direnebilir insan. Tekçi zihniyet kimliğini kültürünü yok sayıyorsa işte o zaman direnmek zorundasın ! Aksi takdirde yok olmak kaderdir senin için. Emperyalizm faşist öğretilerle hareket eder. Osmanlı'nın devamında geliştirilen politikalar bu ülkede sizden tek şey ister doğumdan ölüme kadar. Tek ırk, tek dil, tek din.. İster Kızılbaş alevi, zerdüşt, Şafi, Kürt, Ermeni, Süryani, Rum, ve ya Ezidi doğmuş olun hatta yüzyıllardır bu topraklar da yaşamış olun, haklı istekleriniz olsun bugün tek şey vardır. Yoksunuz ! Tek olanı seçmezseniz öteki olan kaderiniz tarifsiz acılar yaşamanıza neden olur. Zalim politikalar, işkenceler sizi yok edene kadar peşinizi bırakmaz. Korkudan mecburiyetten boyun eğmeniz kültürünüzün yok olmasına nedendir. Direnmekten başka çare var mı? Ezber bozan herkes aslında ötekidir ve onu dışlamak, sorunları ötelemek kolay yoldur. Yıllardır ötelenen sorunların yarattığı çözümsüzlük bilmez ki kendi mutluğunu bir gün bozacaktır. Bugün kan ve gözyaşı ötekinin hayatından çıkmış mutlu çoğunluğu boğmaya başlamıştır. Zaten öteki değilseniz sizin için öteki olmak nedir ki? Çoğunluk diğerlerini ötekileşetirirken kendilerinin de ötekileştirdiklerinin farkında değil. Türk halkı; emperyalist sistemin diğer halklara ve bireylere uyguladığı dayatmaları aslında kendisine de dayatarak varlığını koruduğunu gördüğünde gerçekle yüzleşebilir ve sahte bir mutluluğun içinde olduğunu fark edebilir ancak. Barış, Kardeşlik söylemlerinde ve eylemlerinde samimi olmadıkları sürece de öteki olarak kalmaya mahkumdurlar ötekilerin gözünde. Kardeşim dediğiniz ve Kızılbaş, Kürt kanıyla, gözyaşıyla sulanmış bu topraklarda; var olmak için direnen ötekilerin yaşadığını bile bile, yok sayarak hala mutlu mu sunuz ? kızılbaş - sayfa 19 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Newroz, Barış ve Öcalan’ın Metni kurucu irade etkeni oluşturan rolüyle Öcalan’ın mesajıydı. Nitekim hem içerde hem dışarıda böylesi bir önemle dinlendi. Öcalan’ın sıklıkla vurguladığı sosyalist dünya görüşü açısından bakıldığında, söz konusu mesaj, klasik bir sol dilde alışılmadık bir dizi kavram ve vurgusuyla dikkat çekiciydi. Ve açık ki, yaslandığı büyük mücadele ve üstlendiği kritik sorumluluk nedeniyle de olabildiğince pozitif bir yorumu hak etmektedir. Erdoğan AYDIN "bu tarihsel önemdeki metin, Alevileri özel isim olarak anmamakla sorunludur. Alevilik, bu memlekette Kürtlük gibi, tüm asimilasyon ve baskılara rağmen hala toplumsal varlığını sürdürebilen iki mağduriyetten biri olarak demokratik modernitenin iki temel eşiğinden biridir. Öcalan’ın bu önemi atlaması, çözüm uğruna AKP’nin dini hassasiyetini kaşımamak gibi anlaşılır bir kaygıyla şekillense de, demokrasi vizyonunu ve mağdurlar arası duygudaşlığı yaralayıcı bir işlev görmüş, dahası Alevi kimliğini Kürt kimliğinin karşısında mevzilendirmek isteyenlere de koz olmuştur." Newroz, Barış ve Öcalan’ın Metni 2013 Newroz’u, neresinden bakılırsa bakılsın Türkiye siyasal tarihinin en kritik dönemeçlerinden biri olarak anılmayı hakediyor. Hemen belirtilmeli ki, Türkiye'nin toplumsal tarihi, 1 Mayıs 1977 de dâhil, bu denli görkemli bir mitinge tanık olmamıştı. Onda Marx’ın, “kitlelerle kucaklaşan teorinin nasıl devasa bir maddi güç haline geldiğinin” şölensel yansımasını izledik adeta. Devasa katılımı, coşkusu bir yana bu Newroz, 29 yıllık silahlı mücadeleyi sona erdirirken, gerçekte rejimin referansları karşısında bir teslimiyet değil, aksine onu da değişime zorlayan çok ciddi bir hamle oluşturmuştur. Bu noktada Kürt halkı dâhil onun rezervsiz dostu sosyalist ve demokratlarda da yansıyan kimi haklı kaygılara rağmen, ancak özgüvenle atılabilecek bir adım karşısında olduğumuz açık. Gelinen noktada belirtilmeli ki barış, gerek fikriyat gerekse de pratik olarak kendi başına devrimci bir anlam taşımaktadır. Bu bağlamda Newroz’la atılan adım, Türkiye'deki rejimi, iç ve dış egemenlerin yeni ihtiyaçlarıyla sınırlı restorasyonlardan ayrımla, demokrasinin gereksinimleri yönünde değişime zorlayan bir hamle örneğidir. Bu yanıyla, Türkiye'nin, bizzat kurucu iradesiyle önü kesilmiş burjuva demokratik devriminin, 88 yıl sonra önünü açmak işlevin den yana önemli bir işlevi olabilir. Bugüne Nasıl Gelindi? Ancak bu süreci kendi anti-demokratik başkanlık projesinin çerezi yapmak isteyen ve artık devletleşmiş bir iradenin varlığının da, sürecin bir diğer belirleyeni olduğu unutulmamalı. Esasen böylesi heyecan verici bir noktaya aniden nasıl gelindiğini anımsamak, aynı zamanda sürecin nasıl risklerle de karşı karşıya olduğunu kavramak için zorunlu. Unutulmamalı ki, bu günlere görülmemiş boyutlarda tutuklamalar ve operasyonlarla derinleşen bilek bükme iradesinin tıkanması sonrasında gelindi. Deyim uygunsa “Sri Lanka modeli” öykünmesiyle ulaşılabilecek her yerde yapılabilecek her şey yapıldı. Buna karşı PKK de başta Şemdinli’de hâkimiyet alanı kurma çabası dâhil gerilla savaşını 90’lı yıllardan beri görülmemiş bir şekilde yükseltti. Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına yönelik kampanya ve açlık grevleri bu karşılıklı dize getirme çabasının adeta son raunduydu. Ortaya çıkan iki sonuçtan biri tarafların orta vadede yenişemeyeceğinin, ikincisi ise savaşın devamının çok daha büyük insan kayıplarıyla mümkün olduğu gerçeğiydi. İşte tam bu noktada Hükümet, Suriye politikasının iflası ve oradaki Kürtlerin de iktidarlaşması yanında izlenen yol üzerinden 2014’teki başkanlık ve seçim amaçlarından kopma riskini görerek yön değiştirdi. Halen süregelen üsttenci, taviz vermez görüntüsüne rağmen havlu atan Hükümet oldu ve siyasi analistleri bile şaşırtacak bir dönüşümle doğrudan Öcalan’la müzakerelere başlandı. Bu süreçten demokrasiyi kurtararak çıkmak mümkün mü henüz belirsiz, ama barışı kurtarmanın mümkün olduğu bir eşiğe gelindiği söylenebilir ki; bu da, küçümsenmeyecek bir gelişme olarak karşılanmalı. Kritik Mesaj Bu Newroz’un en kritik yanı, yeni bir Öncelikle belirtilmeli ki, söz konusu mesaj, aşağıdan umut ve ikna üretmek ekseninde toplum çoğunluğunun düşünsel kodlarıyla şekillenmişti ve böylesi bir ihtiyaç mevcut anti-demokratik toplumsal hegemonya ve önyargıları kırmak açısından zorunluydu. “Sömürü rejimleri, baskıcı ve inkarcı anlayışlar” ekseninde tanımlanan “kapitalist moderniteye” karşı “demokratik modernitemizi inşa etme” çağrısı anlamlıydı. Bunun,“inkar eden, dışlayan modernist paradigma”ya karşı “tüm halkların ve kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşması” şeklindeki açılımı, bu acılı topraklarda çok değerliydi. Ulus devlet eksenli, Marxist açıdan da haklı ama artık sorunlu olan pespektiften, haklar eksenli yeni bir Ortadoğu enternasyonalizmine daveti de öyle. Sorunlu Alanlar Bununla birlikte metin sorunlu alanları da içeriyor. Önceki tutanaklara da yansımış olan “millet” anlamlandırması bunlardan biri. Kapitalist modernleşmenin ürünü olan milliyetçilik, sınıfsal baskıyla şekillendiği bir yana, çok kimlikli Türkiye realitesinin inkârıyla demokratikleşmeyi de imkânsızlaştırmıştı. Bunun seçeneği olarak geleneksel/dini millet vurgusu ise, sınıf eksenli tahakkümü sürdürdüğü bir yana, Hıristiyan, Musevi ve Alevilerin ve devletin belirlediği eksende Müslüman olmayanların ötekileştirildiği bir ümmetçiliği besleyecektir. Dolayısıyla böylesi bir “millet”ten de, (modern öncesi tarihin gösterdiği gibi), halkların eşitliği ve özgürlüğü çıkmaz. Bu açıdan “Türk halkı bilmeli ki, Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşam, kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır” ifadesi (şu an iktidar olup toplumsal çoğunluğa sahip anlayışı, gerçek bir kardeşlik hukukuna ikna etme çabasının ürünü olsa da), gerçeklikle örtüşmez. Kaldı ki Öcalan’a ait bir kavramsallaştırma olan “demokratik modernite”nin, özgürlükçü bir laikliği ve kimliklerin kızılbaş - sayfa 20 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 eşit haklılığını içeren bir demokrasiyi anlattığı açıktır, ki bunun referansı geçmişimizin egemenlik kavramlarında bulunamaz. Diğer yandan bu tarihsel önemdeki metin, Alevileri özel isim olarak anmamakla sorunludur. Alevilik, bu memlekette Kürtlük gibi, tüm asimilasyon ve baskılara rağmen hala toplumsal varlığını sürdürebilen iki mağduriyetten biri olarak demokratik modernitenin iki temel eşiğinden biridir. Öcalan’ın bu önemi atlaması, çözüm uğruna AKP’nin dini hassasiyetini kaşımamak gibi anlaşılır bir kaygıyla şekillense de, demokrasi vizyonunu ve mağdurlar arası duygudaşlığı yaralayıcı bir işlev görmüş, dahası Alevi kimliğini Kürt kimliğinin karşısında mevzilendirmek isteyenlere de koz olmuştur. Metnin (Selahattin Demirtaş’ın, metni yorumladığı konuşmalarda belirttiği gibi), “tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini, (…) kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dışlanan herkesi Demokratik Modernite Sistemi'nde yer tutmaya” çağırırken Alevileri de içerdiği açık. Ancak Alevilerin resmi ideoloji ve yasalarda görülmez kılındığı bu tarihsel coğrafyada Kürt önderinden beklenen, Alevileri özellikle telaffuz etmek, hem onlara dostluk elini birinci elden uzatmak hem de mevcut yeni-Osmanlıcı siyaset geleneğini bu düzlemde de demokratikleşmeye zorlamak olmalıydı. kynak: http://www.alevizyon.com Ahmet Önal / 21 Mart APO'UN MEKTUBUNDAN İLK MEMNUN OLAN TC'NİN İÇİŞLERİ BAKANI MUAMMER GÜLER OLMUŞ... APO'UN MEKTUBU DİRENİŞİ VE ÖZGÜRLÜĞÜ DEĞİL, MİSAKİ MİLLİYİ İŞARET ETTİ! ALİŞÊRİN DEĞİL, DİYAP AĞANIN YOLUNU İŞARET ETTİ. KÜRT MİLLETİNE - KURDİSTANA STATÜYÜ DEĞİL TASFİYEYİ TERCİH ETTİĞİNİ AÇIKLADI.. TARİH BİLİNCİNİ ÇARPITTI, PKK DAHİL TÜM ULUSAL KURTULUŞÇULARA SIRT ÇEVİRDİ. TAM BİR TESLİM ALMA PROJESİ. KÜRT HALKININ İŞİ ZOR. KÜRT HAREKETİNİ YENİDEN BÖLÜYORLAR. ÖNCE TÜRKLÜĞÜ DAYATTILAR, YAPAMADILAR ŞİMDİ APO' ÜZERİNDEN TÜRKİYECİLİĞİ DAYATTILAR. KÜRDİSTAN VE KÜRT MİLLETİ YOK. TEK TÜK KÜRT VAR.... KULLANMAK İÇİN ONLAR DA GEREKLİ YA!!!! TC.NİN DEMOKRASICİLİK OYUNUNDA PİYON DİYE KULLANMAK İÇİN!!! kızılbaş - sayfa 21 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Barış umutları ve Osmanlı oyunları Garbis Altınoğlu / 2-3 Nisan 2013 “Silahlar değil, artık gönüller konuşsun, fikirler, siyaset konuşsun. Eğer fikirlerine güveniyorlarsa, silahlarını ayaklarının altına alsın.” Başbakan R. T. Erdoğan'ın 8 Mart 2013'te Siirt'te yaptığı konuşmadan “ 'Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun' noktasına geldik.” Abdullah Öcalan'ın 21 Mart 2013 Newroz mesajından Bir süredir toplu bir barış sarhoşluğu yaşanıyor. A. Öcalan'ın 23 Şubat'ta İmralı Cezaevi'nde BDP'lilerle yaptığı görüşmenin tutanaklarının basına yansımasının ve ardından gene onun 21 Mart'ta yayımladığı ve görkemli Diyarbakır Newrozunda okunan mesajın ve buna bağlı olarak PKK'nın 23 Mart'ta ateşkes ilan etmesinin yankıları sürüyor. Buna paralel olarak AKP hükümeti ve özellikle Başbakan R. T. Erdoğan, en azından görünüşte bazı olumlu öğeler içeren açıklamalar yaptı. Bu gelişmeler, gerilla savaşının başladığı 15 Ağustos 1984'den bu yana süren çatışmanın sona ermesi umudunu doğurdu. Barış sarhoşluğu diyorum; çünkü, daha Türk burjuva devletinin Kürt halkına hangi hakları bağışlama “yücegönüllülüğü”nü gösteren ya da iki taraf arasında anlamlı ve kabul edilebilir bir anlaşmaya varıldığını gösteren herhangi bir veri yokken tartışmalar, PKK gerillalarının nasıl yurtdışına çıkacağı ya da Akil İnsanlar'ın kim ve işlev ve yetkilerinin ne olacağı gibi bütünüyle ikincil konular üzerinde yoğunlaştırılmış bulunuyor. Savaş elbette korkunç ve canavarca bir şeydir. Ezilen sınıflar/ uluslar ya da diğer katmanların, ancak başka yollar tükendiğinde ya da barışçı savaşım olanakları bir sonuç vermediğinde son çare olarak ona başvurmaları da bundandır. Bu husus Kürt halkı için de geçerlidir elbet. 12 Eylül faşizminin karanlığında ayağa kalkan Kürt halkı, özellikle 1984'ten bu yana süregelen savaşta onbinlerce kızını ve oğlunu yitirdi. Faili meçhul olarak nitelenen cinayetlerde binlerce insan öldürüldü. Yüzlerce ve belki de binlerce köy ve mezra yakıldı ve boşal- bilir ki? Kürt halkının barış istek ve özlemi tamamen meşru ve haklı bir nitelik taşımaktadır. Bu jeografide yaşayan ve Kürtolmayan herkesin de, en azından bu istek ve özleme saygı göstermesi ve dahası kendi yazgısını ancak kendisinin belirleyebileceğini kabul etmesi gerekmektedir. tıldı. Milyonlarca insan doğduğu toprakları terketmek, evinden ve toprağından olmak ve Türkiye'nin metropollerinde yaşamını sıfırdan başlayarak yeniden kurmak ya da başka ülkelere göç etmek zorunda kaldı. Özellikle 1980'lerin ikinci yarısında ve 1990'larda Türkiye Kürdistanı adeta büyük bir işkencehaneye ve konsantrasyon kampına dönüştürüldü. Türkiye'nin Batı, Kuzeybatı ve Güney illerine göç eden insanlar oralarda giderek artan bir biçimde ikinci sınıf insan davranışı gördüler ve pek çok kez faşist güruhların linç eylemlerine hedef olageldiler. Bu bağlamda, “artık analar ağlamasın” ya da “artık kan akmasın” türünden sözleri söyleme hakkının öncelikle Kürt halkına ait olduğunun altı çizilmelidir. Dahası, bu ve benzer sloganların, çok önemli bir gerçeğin, yani anaların ağlamasının ve kanın akmasının asıl sorumlusunun Türk burjuva devleti olduğu gerçeğinin üzerini örtmesine ve ezen Türk ulusu ile ezilen Kürt ulusu arasındaki derin ayrımı silikleştirilmesine izin verilmemelidir. Az-çok inandırıcı bir barış adımı, bu 30 yıllık savaşta yaşamını yitiren 50,000 insanın yüzde 80'inden fazlasının Kürt gerillaları ve sivilleri olduğu gerçeğinin teslim edilmesini ve Türk gericilerinin yakın geçmişte işlemiş oldukları insanlık suçlarıyla yüzleşmelerini gerektirir. Bu büyük özveriler boşa gitmedi elbet; bugün Kürt halkının ana gövdesinin, Türkiye denen jeografinin siyasal bakımdan en bilinçli ve en duyarlı bölümünü oluşturuyor olması bu 30 yıllık savaşımın ürünüdür. Bir dizi tarihsel ve güncel, objektif ve subjektif nedenlere bağlı olarak, Kürt halkının bu bakımdan çok gerisinde kalan Türk halkının daha geri/ en geri katmanları arasında ise belki tarihte ilk kez bir çeşit Kürt-karşıtlığı, hatta Kürt-düşmanlığı yeşerdi. Bu koşullar altında Kürt halkının ve onun savaşçılarının -gerçek ve adil bir nitelik taşımasa da- bir barışı istemelerini, en azından silahların sustuğu ve insanların yaşamlarını az-çok normalleştirdiği, normalleştirebildiği bir ortamı özlemelerini kim ayıplamaya ya da sorgulamaya kalka- Ancak tarihte, yaşamın gerçeklerinin halkların ve ilerici güçlerin meşru ve haklı özlemlerine denk düştüğü momentler çok az görülmüştür. Yarım yamalak da olsa bir barışın gerçekleşme yoluna girmesinin vazgeçilmez bir önkoşulu vardır. O da, savaşan taraflardan İKİSİNİN DE bunu istemesi, İKİSİNİN DE bu konuda asgari bir içtenlik göstermesidir. O halde, A. Öcalan'ın Newroz mesajında söylediği şu sözlerin gerçek bir karşılığının olmadığını kabul etmemiz gerekmektedir: “Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor. “Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor...” Sınıfsal ve siyasal güçlerin gerçek durumunun objektif bir analizinin yapılmaması, taktiklerin böylesine bir analiz üzerine oturtulmaması ve barış özlem ve isteğinin bu analizin yerine geçirilmesi, hayal kırıklığına düşmeyi kaçınılmaz kılar. Burada kilit soru, süregelen savaşın diğer ya da haksız tarafı, daha doğru bir anlatımla asıl sorumlusu olan Türk burjuvazisi ve devletinin bir barışa hazır olup olmadığı sorusudur. Evet; Başbakan R. T. Erdoğan, daha bir kaç ay öncesine kadar sürdürdüğü saldırgan ve aşağılayıcı tavrı bir ölçüde terketmiş gözüküyor: O, PKK'yı “terör örgütü” ve PKK mensuplarını “terörist” olarak nitelemeyi sürdürmekle birlikte artık, A. Öcalan'ı idam etmekten sözetmiyor, ona en ağır hakaretleri yapmıyor, BDP'li milletvekillerini TBMM'nden kovmaktan sözetmiyor ve onları “terör örgütünün uzantısı” olarak nitelemiyor, Kürt-Türk sorununu beyaz terörle, yani askeri operasyonlarla çözmekten sözetmiyor, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet, tek dil türünden şoven sloganları -en azından eskisi kadar sık bir biçimde- dile getirmiyor vb. Dahası; Başbakan Erdoğan, hükümetin öndegelen üyeleri ve onların çizgisindeki burjuva yorumcuları; artık ölümlere son verilmesi ve anaların daha fazla ağlamaması ve Kürt halkına ikinci sınıf insan davranışı yapılmaması gerektiğini, Türkiye'nin Kürt halkına karşı yürütülen savaşta çok şey yitirdiğini ve iç barışını sağlaması halinde Türkiye'nin kanatlanıp uçacağını yineleyip duruyorlar. Ne var ki, “barış süreci” denen şeyin içeriğini PKK gerillalarının silahlarını bırak- kızılbaş - sayfa 22 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 maları ve başka ülkelere gitmeleri olarak tanımlayan ya da ona indirgeyen Türk gericilerinin sahici bir dönüşüm yaşadığını, bir barışa hazır olduğunu gösteren herhangi bir veri bulunmuyor. (1) Buna karşılık, düzenin bu temsilcilerinin Kürt halkını ve onun siyasal temsilcilerini eşit bir muhatap olarak görmekten çok uzak olduklarını, hatta bu süreci kendi “barış”larını PKK ve BDP'ne dayatma süreci olarak gördüklerini doğrulayan pek çok veri var. Daha düne kadar “Kürt sorunu” diye bir şeyin olmadığını ileri sürecek kadar ileri gidenlerin, başında Zerdüştlükle “suçladıkları” PKK'nın bulunduğu Kürt halkı ile İslam kardeşliği temelinde birlik kurmayı önerenlerin içtenliğine inanmak için, hiç, ama hiçbir neden yok. Başbakan Erdoğan'ın Dünya Emekçi Kadınlar günü vesilesiyle 8 Mart 2013'de Siirt'te kadınlara hitaben yaptığı ve bu arada kadınların en az 3 çocuk yapmaları gerektiği yolundaki çağrısını yinelediği konuşmasında PKK'yı kastederek, “Yavrularımızı ölmeye gönderen bu şebekeye karşı lütfen siz de sesinizi yükseltin” demesinin üzerinden daha bir ay bile geçmedi. Yani Başbakan Erdoğan'ın sömürge valilerine özgü o saldırgan ve kendini beğenmiş konuşma tarzına her an yeniden dönmesi kimseyi şaşırtmamalı. Can Dündar'ın 2 Nisan tarihli yazısında söyledikleri bu saptamamı doğruluyor: “Erdoğan’a CNN-Türk/Kanal D röportajında 'PKK, neye karşılık çekilecek' diye soruluyor. “Başbakan, Öcalan’a 'verdiklerini' sıralıyor: “- 12 kanallı televizyon verdik. - Jimnastiğini 3 günden 7’ye çıkardık. - Arkadaşlarıyla günaşırı görüşüyordu, ‘Her gün görüşsün’ dedik. Benim verdiğim, vereceğim budur.” Dolayısıyla bütün veriler, başını AKP'nin çektiği Türk gericiliğinin Kürt halkının meşru ve haklı barış özlemini sömürerek kendi iç ve dış gerici amaçlarına ulaşmayı planladığını, hatta bu yapay ve zorlama barış gevezeliğinin yarattığı ortamda bir taşla birkaç kuş vurmayı tasarladığını gösteriyor. Bunlar arasında; a) PKK-BDP'nin Başbakan Erdoğan'ın giderek daha gerici bir rejim kurma yöneliminin ve bu son derece hırslı bayın başkanlık koltuğuna tırmanma hesaplarının dayanağı haline getirilmesini, b) PKK'nın kısmen ya da bütünüyle silahsızlandırılmasını, c) PKK savaşçılarının Suriye'deki Türkiye, NATO, Suudi Arabistan, Katar vb. destekli asilerle birlikte Beşar Esad rejimine karşı savaşa sokulmalarını, d) PKK'nın desteğiyle Türkiye'nin sınırlarının Suriye ve Irak aleyhine genişletilmesini ve e) Güney Kürdistan'ın enerji kaynaklarını ele geçirme hesaplarını vb. sayabiliriz. bunların dışında 121’i çok ciddi tedavi görmeleri gereken ağır hasta mahpuslardır. 245 ağır hasta mahpus ağır hastalıkları nedeniyle tahliye edilmeyi beklemekte, ancak tahliye edilmemektedir.” İslami gericilerimizin hırslarının olanak ve kapasitelerinin çok daha ötesinde olduğu belli. Ama eğer onlar bugünkü Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu konjonktüründe, bu heves ve hayallerini yaşama geçirebileceklerini ve PKK'yı ve Kürt halkını yedeklerine alarak “daha büyük ve daha güçlü bir Türkiye” kurabileceklerini sanıyorlarsa bu hesaplarında fena halde yanıldıklarını göreceklerdir. Ancak bu hesapların ve ihtirasların Ortadoğu denen kurtlar sofrasında yaşama geçirilmesinin güçlüğü, başında AKP'nin bulunduğu Türk gericiliğini hafife almayı da haklı çıkarmaz. PKK'nın Türk burjuva devletiyle uzlaşma eğiliminin güçlü ve Türkiye devrimci hareketinin edimsel olarak kendini tasfiye etmiş ve bir güç olmaktan çıkmış olduğu koşullarda AKP'nin barış ve demokratikleşme demagojisinin oldukça etkili olduğunu kabul etmek zorundayız. Oysa, birilerinin beklentilerinin aksine AKP hükümeti rejimin demokratikleştirilmesi ve barış ortamının sağlanması doğrultusunda hemen hemen hiçbir ciddi adım atmamıştır. 12 Eylül faşizmi döneminden kalma pek çok yasa ve kurum hala varlığını sürdürmektedir. Daha önce iktidarı elinde bulunduran askeri kliğin mevzilerini ele geçiren ve kendisi de geleneksel Osmanlı-Türk gericiliğinin bir başka versiyonu olan İslami gericilik, Kemalist öncelinin ruhunu ve tarzını taklit etmenin ötesine geçemediğini, geçemeyeceğini yeterince kanıtlamış bulunuyor. Zaten başka türlü olması da nesnelerin doğasına aykırı olurdu. Objektif bir değerlendirme yapabilmek ve Türkiye'de -hafif de olsa- bir barış ve demokrasi rüzgarının esmediğini göstermek için yaşanan olguların bir bölümüne göz atalım. *TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu 27 Mart'ta, Meclis Uludere Alt Komisyonu’nun hazırladığı ve Roboski kıyımının sorumlularını gizleyen ve aklayan raporu kabul etti. DTK eşbaşkanları Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un yanısıra Roboski'li aileler ve insan hakları kuruluşları Türk savaş uçaklarının 34 Kürt gencini bombalayarak paramparça ettiği Roboski kıyımının üzerinden 455 gün geçtikten sonra açıklanan rapora tepki gösterdiler. *Aralarında çok sayıda Kürt avukatın da bulunduğu, çoğu Kürt halkının oylarıyla seçilmiş yerel yöneticiler olan binlerce KCK tutuklusu ve hemen hemen hepsi çeşitli baskılara ve anti-demokratik uygulamalara maruz kalan ve bir bölümü cinsel tacize uğrayan çok sayıda Kürt çocuk ve genç hala zindanlarda tutulmaktadır. *Geleneksel İstanbul sermayesine göre zayıf olan konumunu hızla güçlendirmek ve ele geçirdiği fırsatı sonuna kadar değerlendirmek için kullanmak için yanıp tutuşan Anadolu sermayesinin çıkarlarını temsil eden AKP iktidarı, işçi sınıfını sınırsız bir sömürünün nesnesi haline getirmiştir. Hükümet; sınıfın kazanılmış haklarına saldırmakta, zaten zayıf olan sendikaları tümüyle etkisizleştirmek için yasal önlemler almakta, taşeron işçiliği yaygınlaştırmakta ve varolan sınırlı iş güvenliği önlemlerini ortadan kaldırmak suretiyle her yıl binlerce işçinin kanına girmektedir. *AKP hükümeti, cezaevlerindeki hasta mahpusların tedavi ve/ ya da tahliye edilmemeleri nedeniyle yaşamlarını yitirmeleri karşısında duyarsızlığını sürdürmektedir. İHD ile TİHV'nın 26 Mart 2013 tarihli ortak raporunda şöyle deniyor: “Cezaevlerinde bulunan 411 hasta mahpustan 124’ü derhal tahliye edilmesi gereken ölümcül hastalıkları olan mahpuslar olup, *A. Öcalan ile MİT müsteşarı arasındaki görüşmelerin sürdürüldüğü koşullarda Türk ordusu “Kandil'deki PKK hedeflerine karşı daha önce görülmedik boyutlarda saldırılar düzenledi. Zaman gazetesinin bu konuya ilişkin bir haberinde şöyle deniyordu: 14 Ocak’ta Kandil’deki PKK kamplarına yönelik hava saldırısında ise 7 PKK’lı öldürüldü. Bu operasyonda beton delici bombalar kullanıldı. Savaş uçakları 26 ve 27 Şubat tarihlerinde de Kandil’e bağlı Dola Bedran ve Dola Şehîdan bölgelerini bombalandı. Son dönemlerdeki hava harekatlarında, barınak ve lojistik amaçlı yapılar ile uçaksavar bataryalarının tahrip edildiği öğrenildi. Bazı kontrol noktaları ile eğitim merkezi olarak kullanılan binaların da hedef alındığı kaydediliyor. Diyarbakır 2. Hava Kuvvet Komutanlığı’ndan havalanan F-16 savaş uçaklarının, önce keşif uçuşu yaptığı, ardından belirlenen hedeflerin vurulduğu öğrenildi. Saldırılarda İnsansız Hava Araçları’nın (İHA) elde ettiği görüntülerin de kullanıldığı kaydedildi.” (“F-16’lar Kandil’e bomba yağdırdı: 4 terörist öldürüldü”, Zaman, 1 Mart 2013) *Başbakan Erdoğan'ın ve AKP hükümetinin kadınları en az üç çocuk doğurmaya teşvik eden açıklamaları ve bunu sağlamak için bir dizi ekonomik önlem almaları, bir kızılbaş - sayfa 23 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yanıyla Türk burjuvazisinin ucuz işgücü gereksinimini sağlamayı ve kadınları eve hapsederek toplumsal yaşamın dışına atmayı amaçlıyor olsa da, esas olarak Kürt halkına karşı alınmış bir güvenlik önlemi olarak değerlendirilmelidir. Deyim yerindeyse, demografik bilinci yüksek olan Türk gericileri, 1990'ların ortalarından itibaren, Kürt-Türk nüfus dengesinin hızla birincinin lehine ve ikincinin aleyhine bozulmakta olduğunu vurgulamaya başlamışlardı. Gerici AKP hükümeti bir dizi konuda olduğu gibi bu konuda da askeri kliğin politikalarını uygulamaktadır. *Yıllardır üzerinde konuşulmasına ve bir dizi çalıştay yapılmasına rağmen devlet Aleviler'in temel haklarından biri olan cemevlerinin bu topluluğun ibadet yeri olarak tanınmasını bir türlü kabul etmemekte ve tersine Diyanet İşleri Başkanlığı'nı da kullanarak tüm topluma zorla Sünni İslamı dayatmaktadır. *AKP hükümeti, Başbakan Erdoğan'ın tek tek köşe yazarlarını doğrudan ve isim vererek hedef göstermesine ve işten atılmalarını kabaca talep etmeye kadar varan kaba müdahaleleri de içinde olmak üzere aldığı bir dizi gerici önlemler yoluyla yazılı ve görsel basını çok büyük ölçüde denetimi altına almış ve dolayısıyla varolan sınırlı anlatım özgürlüğünü kuşa çevirmiştir. *Son yıllarda Türk burjuva devletinin ve onun polisinin yasal gösterilere, basın açıklamalarına saldırısı sistematik bir karakter kazanmıştır. İHD ile TİHV'nın 26 Mart 2013 tarihli ortak raporunda bu konuda şöyle denmektedir: “Toplantı ve gösteri yapma hakkı ile ilgili ihlallerin giderek kötüye gittiğini Adalet Bakanlığı resmi verileri de teyit etmektedir. Bakanlık verilerine göre 2007 yılında 3.294, 2008 yılında 3.778, 2009 yılında 8.251 kişiye, 2010 yılında11.462 kişiye ve 2011 yılında 13.479 kişiye 2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefet etmekten dolayı dava açılmıştır.” Şu soru haklı olarak sorulabilir ve sorulmalıdır da: Diğer faktörler ve kaygılar bir yana, ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlara ve bu arada Kürt halkına ve onun siyasal bakımdan aktif öğelerine karşı bu denli düşmanca bir politika gütmekte olan bir siyasal iktidarın Kürt-Türk sorununu çözeceğine inanmamız için herhangi bir neden var mıdır? Herhalde hiçbir aklı başında ve dürüst insan bu soruyu olumlu olarak yanıtlayamayacaktır. Sözümona barışın sağlanması adına yaptıkları ve bu amaca ulaşmak için yapmayı tasarladıkları ve önerdiklerine baktığımızda, Kürt halkını bağımlı ve ikinci sınıf bir halk gören, bu halkın kendi savaşımları sonucu elde et- mekte olduğu hakların tanınmasını “ödün verme” olarak niteleyen AKP hükümetinin de, Osmanlı-Türk gericiliğinin ve kendinden önceki askeri kliğin “millet-i hakime” anlayışıyla donanmış ve onun geleneksel ve köklü günah ve suçlarıyla sakatlanmış olduğu görülür. Örneğin Başbakan Erdoğan ve/ ya da AKP hükümeti; a) A. Öcalan ile yapılan görüşmeleri bir hükümet yetkilisi eliyle değil, sonuç olarak bir bürokrat olan MİT müsteşarı aracılığıyla yürütmekte, yani ulusal hareketin ve onun önderinin muhatabının ancak bir istihbarat görevlisi olduğunu düşünmekte, b) PKK ve BDP yöneticilerinin Abdullah Öcalan ile doğrudan, kesintisiz ve denetimsiz bir biçimde görüşmesine izin vermemekte ve Öcalan'ın bu amaçla bir ev hapsine alınmasına bile yanaşmamakta, c) A. Öcalan'ı ziyarete giden BDP heyetine kimlerin katılıp kimlerin katılamayacağı kendisi belirlemekte, d) Akil İnsanlar'ın kimler olacağını Kürt tarafının oyunu ve düşüncesini almaksızın saptamakta ve bu kişilerin işlevi için “Halkı buna hazırlamak önemli. Eskiden o psikolojik harekat denen ifadeler vardı ya. Bu toplumsal algıyı akil adamların hazırlaması lazım” sözcüklerini kullanmak suretiyle gerçek tutumunu ele vermekte, e) PKK'nın, gerillanın yurtdışına çekilmesi için yasal bir zemin oluşturulması ve TBMM'nin bu konuda bir yasal düzenleme yapması talebine olumsuz bir yanıt vermekte diretmekte, f) Önce PKK savaşçılarının yurtdışına silahlarıyla birlikte çıkabileceğini söylerken şimdi onların yurtdışına silahsız olarak çıkmalarını istemektedir. AKP'nin müjdelediği projenin bir barış ve demokrasi projesi değil, bir SAVAŞ VE GERİCİLİK PROJESİ olduğunun iyi anlaşılması gerekiyor. Ortadoğu ve Balkanlar'da kendilerine bir nüfuz alanı yaratmayı amaçlayan Türk gericilerinin yayılmacı ve yeni Osmanlıcı hevesleri ve -Libya, Irak ve Suriye örneklerinde görüldüğü gibi- komşu ülkelerin içişlerine kabaca müdahaleyi öngören hayalleri, savaş tehlikesini azaltmamakta, tersine arttırmaktadır. Dahası, “İslam kardeşliği”, “Türk-Kürt ittifakı”, “bin yıllık kardeşlik” gibi süslü sözcükler, Misak-ı Milli'yi yaşama geçirmeyi bahane eden Türk gericilerinin, koşullar elverdiği ölçüde komşu ülkelerden toprak koparma hayallerini hem de PKK'nın ve Kürt halkının sırtından yaşama geçirme hesaplarını ele vermektedir. Onlar, ABD ve İsrail'le uyum içinde böyle bir yol tutmayı ve böy- lece Ortadoğu halkları ve devletlerinin karşısında konumlanmayı seçmiş olabilirler. Ancak PKK'nın ve Kürt halkının benzer bir seçim yapması ve böylesi gerici tezgahlar içinde yer alması hem ilkesel açıdan yanlış olacaktır; hem de şu an daha güçlü gözükmekle birlikte aslında zayıflamakta olan emperyalist ve -içlerinde Türkiye'nin de bulunduğu- gerici devletlerle suçortaklığı yaparak bölge halklarının kanını dökmeye katılmak ilerde Kürt halkı açısından son derece sakıncalı sonuçlar doğurabilecektir. Öte yandan, Türk burjuva devletinin “Türk-Kürt ittifakı”na ilişkin gevezeliklerinin onun Kürt-karşıtı tutumunu değiştirdiği ya da değiştirmesine yol açacağı da sanılmamalı. Misak-ı Milli'yi yaşama geçirmeyi bahane eden Türkiye'nin hedefleri arasında, Güney ve Güneybatı Kürdistan Kürtleri'nin elde etmiş bulunduğu siyasal mevzi ve kazanımları etkisizleştirmenin de bulunduğunu söylemek bir abartı ya da kehanet sayılmamalı. Dahası; bölgede hegemonya ve yayılmacılık peşinde koşan, Suriye ve Irak Kürtleri'nin kazanımlarını sindirememiş olan bir Türkiye'nin, orta ve uzun edimde Türkiye Kürtleri'ne karşı barışçı bir politika izlemesi de beklenemez. Türkiye ile Güney Kürdistan arasındaki ticari ve ekonomik ilişkilerin son yıllarda adeta bir patlama yapması ve buna bağlı olarak Ankara ile Erbil arasındaki siyasal ilişkilerin iyi olması, enerji yoksulu Ankara'nın yayılmacı emellerini, Güney Kürdistan'a ve onun petrol zenginliğine egemen olma doğrultusundaki stratejik yönelimini değiştirmeyecektir. Bütün bu olup bitenleri, A. Öcalan'ın yaptığı gibi, “Savaşlardan, çatışmalardan, bölünmelerden yorgun düşen Ortadoğu halkları artık kökleri üzerinden yeniden doğmak, omuz omuza ayağa kalkmak istiyor” gibisinden bir tümceyle tanımlamak gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Bağdaşmamaktadır; çünkü kotarılmaya çalışılan, bölge ya da Türkiye halkları arasında DEĞİL, Türk gericileriyle Mesut Barzani türünden Kürt burjuvaları ya de feodal-burjuvaları arasında bir ittifaktır. Bundan da Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu işçileri ve sömürülen emekçileri yararına bir sonuç beklemek, herhalde dürüst ve aklıbaşında insanların işi değildir. DİPNOTLAR (1) Gerillaların silahlarını bırakmaları ve başka ülkelere gitmeleri gerektiği yolundaki yaklaşımın, PKK'nın bu topraklara ait olmadığı, “terör”ün kaynağının bu ülkelerdeki devletler olduğu yolundaki klasik Türk şoven propagandasının dışavurumlarından biri olduğu açıktır. Kaynak: http://www.gelawej.net kızılbaş - sayfa 24 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Misak-ı Milli nedir, ne değildir? AYŞE HÜR [email protected] Misak-ı Milli'nin kapsadığı etnik gruplar ve çizdiği sınırlar konusundaki belirsizliği Cumhuriyet tarihi boyunca milliyetçi ve İslamcı ideologların çok işine yaradı. Ulusalcı ve İslamcıların zihniyet haritasında çok önemli bir yere sahip olan ‘Misak-ı Milli’ meselesi, Abdullah Öcalan’ın 21 Mart 2013 tarihli Newroz konuşmasında da karşımıza çıktı. Birkaç gündür, herkes kendine göre bir ‘Misak-ı Milli’ tarifi yapıyor. Ben de kendi bakış açımı sizlerle paylaşmak istedim. Resmi tarihe göre, orijinal adıyla Ahd-ı Milli Beyannamesi son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın gündemine 28 Ocak 1920 tarihli ‘gizli’ oturumda gelmişti. Ancak Meclis-i Mebusan’da o tarihte gizli ya da açık bir oturum yapılmadığı bugün biliniyor. Anlaşılan, mebusların gayri resmi bir toplantısı söz konusuydu. 17 Şubat 1920 tarihli oturumda Misak-ı Milli Beyannamesi’nin mebuslara onaylatılması için harekete geçilmişti. Ancak ilk ağızda, konuyu görüşmeye açmak için yeterli imza toplanamadı. Bunun üzerine Edirne Milletvekili Mehmet Şeref (Aykut) Bey inisiyatifi ele aldı, belgeyi kürsüden ateşli bir biçimde okumaya başladı. Sonunda oturumda bulunan mebuslarca (sayı bilinmiyor) belge alkışlar arasında kabul edildi. Misak-ı Milli 2 Mart 1920’de ‘yabancı parlamentolara ve basına’ sunuldu, çünkü Misak-ı Milli, Osmanlı İmparatorluğu’nu köşeye sıkıştırmaya çalışan İtilaf Devletleri’ne sunulmuş bir çeşit ‘Barış Programı’ idi. Ancak bu barış çağrısı İtilaf Devletleri’nce dikkate alınmayacak ve İtilaf Devletleri, 16 Mart 1920’de İstanbul’u ‘resmen’ işgal edecekti. İşgalin ardından son kez 18 Mart’ta toplanan Meclis işgal güçleri tarafından basılacak, 11 Nisan 1920’de ise padişah tarafından kapatılacaktı. 1907’de oluşturulan harita mı? Misak-ı Milli metnini kimin hazırladığı konusundaki iddialar da çeşitli. Mustafa Kemal’in sınıf, askerlik ve siyaset arkadaşı Ali Fuad Cebesoy’a göre, Mustafa Kemal ‘Misak-ı Milli haritasını’ daha 1907’de oluşturmuş, zamanı geldiğinde de bunu uygulamıştı. Mustafa Kemal’in yeminli düşmanı Dr. Rıza Nur veya sadık adamı Yunus Nadi (Abalıoğlu) ve bizzat Mustafa Kemal’in kendisine göre ise Misak-ı Milli fikirleri ilk olarak 23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nde benimsenmiş, 4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi ile tüm ülkeyi kapsar hale gelmişti. Mustafa Kemal’le birlikte 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkanlardan biri olan Hüsrev Gerede’ye göre metin, Mustafa Kemal’in daha önce talimat verdiği şekilde Felah-ı Vatan Grubu mensubu bir grup mebus tarafından hazırlanmıştı. (Meclis-i Mebusan’daki Milli Mücadele yanlısı 7080 mebusun oluşturduğu gruba, Mustafa Kemal ‘Müdafaa-i Hukuk’ adının takılmasını istemiş ama grubun adı, Vahdettin’in Meclis’i açan mektubunda geçen bir ifadeden dolayı ‘Felah-ı Vatan’ yani ‘Vatanın Kurtuluşu’ olmuştu. Mustafa Kemal de bu duruma çok kızmıştı.) Meclis-i Mebusan’ın başkanvekillerinden Hüseyin Kâzım Bey metni kendisinin hazırladığını ileri sürmüştü. Milli Mücadele hakkında çalışma yapan Alman araştırmacı Gotthard Jaeschke’ye göre ise Misak-ı Milli beyannamesinin ilk müsveddeleri, 30 Aralık 1919’da Mustafa Kemal tarafından kaleme alınmıştı, ancak ortaya çıkan metin, Mustafa Kemal’in kalemine uymayacak kadar muğlak ve karışıktı. Sonuç olarak metni kimin yazdığı, kimin ne zaman tadil ettiği konusunda uzmanlar uzlaşamadı. Misak-ı Milli’nin maddeleri Elimizdeki kopyalar da çok yıpranmış, bozulmuş olduğundan bazı sözcüklerin okunmasında (örneğin Birinci Madde’deki ‘ırken’ kelimesinin ‘irfanen’ veya ‘örfen’ olduğunu iddia edenler var) sorunlar olmakla birlikte metin sadeleştirilmiş dille aşağı yukarı şöyleydi: Birinci Madde: Osmanlı İmparatorluğu’ nun münhasıran Arap çoğunluğunun yaşadığı ve 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nin yapılması sırasında düşman ordularının işgali altında kalan kısımlarının geleceği, halkının serbestçe bildirecekleri oylara göre belirlenmek ge- rekeceğinden adı geçen antlaşmanın içinde din, ırk ve amaç bakımından birleşmiş ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duygularıyla dolu ırk hukuku ve sosyal haklarıyla çevre şartlarına bütünüyle saygılı Osmanlı-İslam çoğunluğunun oturduğu kısımların hepsi gerçekten veya hükme bağlı olarak hiçbir sebeple parçalanamaz bir bütündür. İkinci Madde: Ahalisi ilk serbest kaldıklarında kendi istekleriyle anavatana katılmış bulunan Elviye-i Selase (=Üç Liva: Kars, Ardahan, Batum) için istenirse tekrar halkoyuna başvurmayı kabul ederiz. Üçüncü Madde: Türkiye sulhuna bağlanan Batı Trakya’nın hukuki durumunun tespiti de oturanların tam bir hürriyetle bildirecekleri oylara bağlı kalarak yapılmalıdır. Dördüncü Madde: İslam halifeliğinin, Osmanlı saltanat ve hükümetinin merkezi olan İstanbul şehriyle Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü zarardan korunmuş olmalıdır. Bu esas saklı kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz boğazlarının dünya ticaret ve ulaştırmasına açılması hakkında bizimle öteki bütün ilgili devletlerin ortaklaşa verecekleri karar geçerlidir. Beşinci Madde: İtilaf Devletleri ile hasımları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma esaslarına göre azınlıkların, komşu ülkelerdeki Müslüman halklarla aynı haklardan faydalanmaları tarafımızdan teyit ve temin edilecektir. Altıncı Madde: Milli ve ekonomik gelişmelerimizi sağlamak ve devlet işlerini çağdaş bir yönetimle işlerimizi yürütebilmemiz için her devlet gibi bizim de tam bağımsızlığa ve özgürlüğe ihtiyacımız vardır. Bu, yaşam ve varlığımızın temelidir. Bu yüzden siyaset, adalet, maliye alanları ile öteki alanlarda gelişmemize engel olan bağların karşısındayız. Ortaya çıkacak devlet borçlarımızın ödeme şartları da bu esasa aykırı olmayacaktır. Belirsizlikler Birinci Madde’de yer alan ‘sözü edilen mütareke hattı dahilinde ve haricinde’ ifadesindeki ‘haricinde’ sözcüğü yakın tarihe kadar resmi ve yarı resmi nitelikli yayınlarda sansürlenmişti. Çünkü bu şeklini esas alınca, milli sınırlarımızın nereden geçtiği, hangi toprakları içerip hangilerini içermediği tartışması manasız bir hale geliyor, böylece şimdi birilerini pek heyecanlandıran toprak iddiaları meşruiyetini yitiriyor ve Misak-ı Milli belgesi basit bir propaganda metnine dönüşüyordu. Gerçi beyannameyi kabul eden mebusların kafalarından geçenin Mondros Mütarekesi’yle çizilen sınırların içi olduğu bellidir ancak Genelkurmay Başkanlığı yayınlarından olan ‘Türk İstiklal Harbi Tarihi’ adlı eserin ‘Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı’ adlı 1. cildinde yer alan resmi bir haritaya göre kızılbaş - sayfa 25 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İskenderun, Miyadin ve Musul Türkiye sınırları içinde iken Antakya ve Kerkük’ün sınır dışında gösterilmesi o günkü sınır ile bugün bazılarımızın kafasındaki sınırın farklı olduğunu gösteriyordu. Türk Magna Carta’sı mı? İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee, 1922’ de yayımladığı ‘The Western Question in Greece and Turkey’ adlı eserinde Misak-ı Milli’nin önemi üzerinde uzun uzun durmuştu. Kitapta andın Fransızca ve İngilizce metinlerini verdikten sonra parantez içine büyük harflerle “Osmanlı İmparatorluğu öldü! Yaşasın Türkiye!” sloganını eklemişti. Bu slogan, Toynbee ve bir dizi yabancı tarihçinin Misak-ı Milli’yi Kemalistlerin Batı’nın ulusçuluk fikrini tamamen benimsemesinin belgesi olarak görmesi fikriyle ilintiliydi. Misak-ı Milli için yabancı yazarlar tarafından kullanılan başka adlar da var. Bunlar ‘Declaration of Independence’, ‘The Bill of Rights’, ‘Türk Magna Carta’sı’, ‘Social Contract’ gibi, Avrupa ve ABD tarihinden kopya edilmiş kavramlardır. Ahmet Ağaoğlu’na göre ise Misak-ı Milli, 1789 Fransız İnsan Hakları Bildirgesi ve 1215 Magna Carta’dan daha önemliydi! Yerli yazarların bir başka özelliği ise Misak-ı Milli’yi ‘kutsallık’ ve ‘değişmezlik’ kavramlarıyla birlikte ele almalarıydı. Halbuki Misak-ı Milli’nin Kemalistler tarafından ele alınış şekli, zamana ve mekâna göre değişmiştir. Örneğin, TBMM’nin 23 Nisan 1920 Cuma günü öğleden sonra 13.45’te yapılan ilk oturumunda en yaşlı üye sıfatıyla açış konuşmasını yapan Sinop Milletvekili Şeref Bey’in nutkunda veya bu töreni anlatan 24 Nisan tarihli yarı resmi Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin haberinde Misak-ı Milli’nin adı geçmemiştir. Misak-ı Milli’ye ilk doğrudan atıf 9 Mayıs 1920 tarihli oturumda okunup onaylanan İcra Heyetinin Programı’nda olmuştur. TBMM’de onaylandı mı? Resmi tarihe göre TBMM’nin 18 Temmuz 1920 tarihli oturumunda Misak-ı Milli’ye bağlılık andı içilmiştir. Halbuki tarihçi Nejat Kaymaz’a göre böyle bir olay olmamış, sadece Osmanlı devletinin sonunu getirecek olan Sevr Antlaşması’nın kotarıldığı San Remo Konferansı dolayısıyla iman tazeleme gereği duyulmuş, 6 Temmuz 1920 tarihli oturumda “Makam-ı Hilafet ve Saltanat’ın ve vatan ve milletin istihlas ve istiklalinden başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi” şeklinde bir kısa metin kaleme alınmıştır. 10 Temmuz günü metin oylanmıştır. Kâtibin adını okuduğu mebus sayısı 311 olup, oturuma katılan ve metni onaylayan üye sayısı 144’tür. Bu mebuslar arasında Mustafa Kemal yoktur. İlk gün bulunmayan 166 milletvekilinin adı beş gün sonraki (15 Temmuz) oturumda tekrar okunmuş, bu sefer Mustafa Kemal’in de aralarında bulunduğu 34 üye daha yemine imza vermiştir. Böylece sayı 178’e ulaşmıştır. Sonuç olarak bu yemin 28 Ocak 1920’de son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda onaylanan Misak-ı Milli metni üzerine yapılmış değildir. Aynı metin olmadığı gibi, yemin töreni sırasında Misak-ı Milli belgesine atıfta bile bulunulmamıştır. Keşke yazmasaydınız! Bundan sonra, Mustafa Kemal ve dönemin önde gelen siyasi liderleri sık sık Misak-ı Milli’ye olumlu ya da olumsuz atıfta bulunmuşlardır. Olumsuz atıflardan en önemlisi, Kasım 1922’de Lozan’a gidecek delegasyonun Mustafa Kemal’in arzuları doğrultusunda oluşturulmasına eleştiri getiren muhaliflerden İzmit Milletvekili Sırrı Bey’in Misak-ı Milli Beyannamesi’ni bizzat kaleme alanlardan biri olduğunu söylemesi üzerine Mustafa Kemal’in “Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belalar koydunuz!” demesidir. Ancak yine de İsmet Paşa, Lozan’a Misak-ı Milli’ye göre hazırlanmış 14 maddeli bir talimatname ile gitmişti. Gitmişti ama Lozan’da Lord Curzon, Misak-ı Milli’nin çelişkilerini öylesine etkili eleştirmiştir ki İsmet Paşa bir daha Misak-ı Milli’nin adını anmamıştır. Misak-ı Milli uygulandı mı? Birinci Madde’ye giren Reis İbn Hani’den başlayarak Harim, Müslimiye, Meskene, sonra Fırat yolu, Der Zor, Çöl, nihayet Musul Vilayeti güney sınırına uzandığı düşünülen Suriye sınırı Fransa ile Ankara hükümeti arasında imzalanan 15 Ekim 1921 İtilafnamesi ile çözülmüş, ancak o günlerde adı Sancak olan Hatay dışarıda bırakılmıştı. Bu eksik parça ancak 1939’da geri kazanıldı. Buna karşılık Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları bir dizi diplomatik hatadan sonra 5 Haziran 1926’da kesin olarak kaybedildi. İkinci Madde’nin konusu olan Elviye-i Selase’den Kars ve Ardahan 1917’de çarlığın yerine geçen Sovyet hükümeti ile 3 Mart 1918 günü imzalanan Brest-Litovsk Barış Anlaşması’yla Osmanlı devletine geri verilmişti. Ancak bölge Kazım Karabekir Paşa tarafından askeri zaferle kazanıldığı için maddede belirtilen serbest oylamaya gerek görülmedi. Batum ise hem Kızılordu ile çarpışmak göze alınmadığından hem de Sovyetler’den gelecek maddi ve askeri yardımın hatırına Sovyet Rusya’nın siyasi hinterlandında olan Gürcistan’a bırakıldı. Böylece Misak-ı Milli ihlal edildi. Üçüncü Madde’ye göre Batı Trakya’nın hukuki durumu bölgede oturanların oylarıyla tayin edilecekti. Ancak Türkiye’nin halkoylaması isteğine İtilaf Devletleri ile Yugoslavya ve Romanya karşı çıktı ve oylama yapılmadı. Batı Trakya Türklerinin kaderlerine terk edilmesiyle madde ihlal edildi. Dördüncü Madde, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılması, 13 Ekim 1923’te Ankara’nın başkent ilan edilmesi ve 3 Mart 1924’te Hilafet’in ilgasıyla ihlal edildi. Beşinci Madde’de azınlıklara mütekabiliyet esasına göre bazı haklar tanınması meselesinden bahsediliyordu. Bu konuda yapılanlar ve yapılmayanlar ayrı bir yazı konusu. Altıncı Madde “Mali ve iktisadi gelişmemizi engellememe kaydı ile borçların ödenmesi kabul edilir” diyordu. Lozan’da Düyun-u Umumi-ye İdaresi kaldırıldı ve Osmanlı İmpa-ratorluğu’nun borçları ayrılan ülkelere paylaştırıldı. Bunu 37 yılda ödemeyi kabul eden Türkiye, 1929 Büyük Buhranı gibi ağır krizlere rağmen borcunu 1954’te (Lozan’ın öngördüğünden dört yıl önce) kapattı. Altıncı Madde’nin ihlal edilip edilmediğini takdirlerinize bırakıyorum. Sonuç olarak Misak-ı Milli’nin kapsadığı etnik gruplar ve çizdiği sınırlar konusundaki belirsizliği Cumhuriyet tarihi boyunca milliyetçi ve İslamcı ideologların çok işine yaradı. Bazen dört kıtaya yayılmış bir imparatorluktan sonra Anadolu’nun küçük coğrafyasına sıkışmayı kendine yediremeyen kesimlerin yayılmacı yorumlarına zemin oluşturdu. Bazen Hilafet’in ve Saltanat’ın geri getirilmesi, İstanbul’un yeniden başkent yapılması taleplerine dayanak yapıldı. Şimdi de Birgün yazarı Nuray Mert’in veciz ifadesiyle ‘Türk-Kürt Megalo İdeası’nın dayanaklarından biri olmaya aday. Yukarıdaki hikâye, bu dayanağın zaafları hakkında bir fikir verebilmiştir umudundayım. Özet Kaynakça: Nejat Kaymaz, “T.B. M.M’nde Misâk-ı Millî’ye Bağlılık Andı İçilmesi Konusu-1, II, II, II, Tarih ve Toplum, S.19-23, 1985; Ahmet Ağaoğlu, “Millî Misâk’ın Tarihî Kıymeti”, Ülkü Seçmeler, C.I, S.I, 1933; Hasan Dilan, Mehmet Şeref Aykut ve İzmir'de İlk Fikir Hareketleri, Türk Kütüphaneciler Derneği Edirne Şubesi Yayınları, 1996; Meclis-i Mebusan Zabıt Cerideleri; TBMM Kültür ve Sanat Yayınları, 1992; A.Nezihi Turan, Millî Misâk’ın 70. Yılı, Milli Kültür, S. 69, Şubat 1990; Ali Fuad Cebesoy, 1907'de Misâk-ı Millî, Yayına Hazırlayan: Faruk Sükan, Cemal Kutay, Acar Matbaacılık Yayınları, 1989; Seda Altuğ, “Misak-ı Milli: ‘Sınırlar’ı zorlayan tartışmalar”, Toplumsal Tarih, S. 118, s.5053. (Radikal) kızılbaş - sayfa 26 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mesajı Öcalan mı Hazırladı? Yayılmacı Osmanlıcı Deglerasyon Devletin Yeniden Restarasyonu… PKK’nın Silahsızlanmasında En Fazla Kürtlerin Yararı var – PKK’nın Silahı Bırakması Tartışmalı – PKK’nın silahlanmasını emperyalist devletler değil Kemalist Türk Devleti sağladı, PKK aylarca devletlerin kapılarında bekleyerek destek istedi - Milliyette yayınlanan İmralı Notları, Öcalan’ın kendisi ile görüşen son heyete yaptığı açıklamalar, Öcalan’ın genel literatürü ve avukat açıklamaları iyice gözden geçirilip, analiz edildiği zaman mesajın Öcalan tarafından yazılmadığı görülür - Mesajda Kürtler için bir talep yok - Metin yayılmacı Osmanlıcı bir deklerasyon- Kemalist Türk Üniter Devlet yeniden restore ediliyor. *** Hükümet Öcalan arasında devam eden görüşmeler, 21 Mart Newroz Günü Öcalan’ın geniş bir kitleye yaptığı açıklama ile yeni bir noktaya geldi. Bu açıklama ile birlikte yeni tartışmalar ve hem de yoğun tartışmalar var. Ben Öcalan’ın açıklamasından sonra ilk plânda BUGÜN ve KURD-SAT Televizyonlarında kısaca da olsa görüşlerimi açıklama olanağı buldum. 24 Mart 2013 tarihinde de, TRT 6 Televizyonunun “Rojeva HerêmêBölge Gündeminde” görüşlerimi açıkladım. buldum. Kısaca Kemalist Türk Devleti ve AK Parti Hükümeti ile Öcalan görüşme süreci… PKK, Kemalist Türk Devleti’nin bir projesi olarak kuruldu. Öcalan’ın 1979 yılında Türkiye çıkması/çıkarılmasından sonra, PKK bölge devletleriyle sıkı ilişkiler içine girdi, o tarihten sonra Türkiye’ye karşı kendisi için bir özerk ve otonom alan yarattı. Ama hiçbir zaman da Türk Devleti ile ilişkilerini de kesmedi. Bu nedenle Türk Devlet yetkilileri belli bir tarihten sonra, Öcalan’ın eski yuvasına dönmesi için aracılar koydu. Öcalan, ilk çatışmasızlık kararını Özal döneminde başlattı. Ama derin devlet güçleri, bölge devletleri istemediği, PKK için de silahlı olmak varlık şartı olduğu için 33 askerin öldürülmesi olayıyla ateşkes son buldu. O tarihten sonra da PKK birçok kereler ve özellikle de Öcalan’ın 1999 yılında Türkiye’ye getirilmesinden sonra Öcalan’ın hayatını kurtarma paran- İbrahim GÜÇLÜ ([email protected]) tezi içinde en uzun çatışmasızlık dönemi oldu. Daha sonra Mahmut Şakar Öcalan adına bizzat PKK Kongresine katılarak (2004), Kemalist Devlet Güçlerinin isteği doğrultusunda silahlı mücadeleyi başlattı. Ondan sonra PKK ile en kapsamlı görüşmeler, Oslo’da yapıldı. Oslo görüşme tutanaklarının deşifre olması ve Silvan’da 23 askerin öldürülmesinde sonra bu görüşme kesintiye uğradı. Oslo görüşmelerinde PKK yönetimi ile oturulmuştu. Bundan 6 ay önce de yeniden Hükümet Öcalan’la görüşmeleri başlattığını açıkladı. Bu görüşme, açlık grevlerinin son bulmasının arkasına denk düştü. Hükümet, Ergenekon’dan uzaklaşıp kendi limanına sığınan Öcalan’a istediklerini yaptıracağını plânladı. Öcalan’la görüşen ilk heyette bulunan Ahmet Türk’ün, “Öcalan, devleti rahatsız edecek taleplerde bulunmayacak” açıklama yapması durumu açıkça anlatıyor, Öcalan’ın hükümete teslim olduğunu gösteriyordu. İlk heyetin dönüşünden sonra, durumdan rahatsız olan PKK’nın Kandil’deki Merkezi, BDP, Avrupa’daki taraftarları doğrudan olmazsa da dolaylı olarak Öcalan’a tepki gösterdiler. “Öcalan’ın liderleri olduğunu, onun kendileri adına görüşmeler yapacağını ileri sürmelerine rağmen kendilerinin de önemli aktörler olduklarını” açıkladılar. Böylece, Öcalan’a karşı ilk pozisyon alındı, Öcalan’a karşı politika geliştirilmeye başlandı. Öcalan, Kandil, PKK, ikinci heyetin gidişinden sonra durumu düzeltmeye çalıştılar. İkinci heyet, Öcalan tarafından haşlandı. Ama yine heyet aynı zamanda Öcalan adına televizyonlarda açıklama- lar yaparak, hükümetin yapmak istedikleriyle, Öcalan’ın yapmak istediklerinin farklı olduğunu göstermeye çalıştı. Bunun üzerine İmralı notları sızdırıldı ve Milliyet’te yayınlandı. Milliyette İmralı notlarının içeriği ve neden yayınlandılar? * Heyete yönelik yapılan hakaretleri gizlemek içindi. * PKK’nın silahsızlanmasına karşı olan Kandil, BDP kanalıyla bu notları yayınlayarak muhalefetini ortaya koydu. Süreci sabote ve provoke de etmek istedi. * Öcalan, BDP heyetlerine, kendi talepleriyle Hükümetin taleplerinin farklı olduğunu göstermeye çalıştı. BDP notları sızdırarak, Hükümet ile Öcalan arasındaki ilişkileri zayıflatmaya, çelişkiyi derinleştirmeye, karşılıklı güvensizliği yaymaya, ilişkilerin koparmaya çalıştı. * Genel Af’ın ötesinde kendisinin, KCK’ lıların, dağdakilerin sadece özgür olmayacaklarını, aynı zamanda kendi alanlarında yönetici olacaklarını dolaylı da olsa anlatıyor. * Hükümete Anayasa ve giderek Başkanlık sistemini destekleme sözü verdiği açığa çıkıyor. Bu anayasanın da Türk ulus ve üniter devletin anayasası olduğu anlaşılıyor. * Silahlı güçlerin nasıl çekileceği konusunda Hükümetle Öcalan’ın farklı metodlara ve yol haritasına sahip olduğunu notlar anlatıyor. * PKK silahlı güçlerinin Kürdistan Federe Devletine çekilmesi halinde de, silahlandırılmayacaklarını, güçlendirileceklerini anlatıyor. Öcalan’la görüşen son heyetin yaptığı açıklamalar… Son heyet adına S. Demirtaş Öcalan’ın görüşlerini yazılı okudu. Yazılı görüşlerde şunları ifade edildi: “Mevcut çözüm süreci olumlu anlamda ilerleyerek devam ediyor. Hedefimiz tüm Türkiye’nin demokratikleşmesidir. Çabalarımız bunun içindir. Bu amaca hizmet edecek çerçevede 21 Mart Newroz kutlamasında bir çağrı yapmak üzere hazırlıklarımı sürdürüyorum. Hazırlayacağım bildiri tarihi nitelikte bir çağrı olacaktır. Bu çağrı askeri ve siyasi bütün ayaklarına dair doyurucu bilgiler içeriyor olacaktır. Silah meselesini hızla ve zaman kaybetmeden, bir tek can dahi yitirilmeden kızılbaş - sayfa 27 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çözmek istiyorum. Bütün bunların pratikleşmesi için yüce bir iradeyi temsil eden parlamentonun ve siyasi partilerin sunacağı desteği çok değerli buluyorum. Geri çekilmenin hızla gerçekleşmesi ve barışın kalıcı hale gelmesi için ümit ediyorum ki parlamento da aynı hızla üzerine düşen tarihî misyonunun gereğini yapacaktır. Süreç ilerledikçe kamuoyuna kendi adıma daha detaylı bir şekilde bilgilendirebilmeyi umuyorum…” Öcalan’ın Newroz’da yaptığı açıklamayla, İmralı notları, heyetin açıklamalarıyla, Öcalan literatürü ile hiç irtibatı yok… Newroz’da açıklanan mesajla, İmralı notlarıyla, heyetler tarafından ifade edilen görüşlerle, Öcalan’ın avukat görüşmelerindeki ve genel literatürü ile hiçbir alakası yok. Bu nedenle herkes çok şaşırdı. Basın mensupları birbirlerine sorular sordular. Beklenenden öteye bir açıklamanın yapıldığını söylediler. Herkes en azından 15 sayfalık, detaylı açıklamalar beklerken, 3 sayfalık Türkçe bir metin ortaya çıktı. Bunun sırrı, 20 Mart’ta Başbakanın yaptığı sert açıklamada ortaya çıktı. Açıklamanın 20 Mart’ın gece yarısı Diyarbakır’a iletilmiş olması, açıklamaya ilişkin olağanüstü gelişmeler olduğunu, açıklamanın Başbakan, Adalet Bakanı, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, MİT Müsteşarı görüşmesinden yeniden yazılmaya karar verildiği, yazıldığı, Öcalan’a onaylatıldığı anlaşılıyor. Metnin okunmasından sonra AK Partiye yakın bazı basın mensuplarının, bu metnin Başbakan’ın 2005 yılında Diyarbakır’daki konuşmasına benzediğini, AK Parti Meclisinde bu görüşlerin sıkça dile getirildiğini, Öcalan ismi kaldırılsa her AK Partilinin ve reformcunun bu metnin altına imza atacağını, bu görüşlerin Diş İşleri Bakanı Davutoğlu’nun görüşleri olduğu açıklamaları da bunu anlatıyor. Başbakan’ın açıklamaların, kendi mesajlarıyla aynı olduğunu söylemesi işin tuzu biberi oldu. Ben de bu açıklamanın yeniden yazıldıktan sonra, Öcalan’a onaylatıldığı görüşündeyim. Mesajın Öcalan tarafından yazılmamasının tehlikeleri… Böyle bir yöntemin, bu şekilde teslim alma anlayışı oldukça tehlikelidir. Bu organik olarak sorunların çözümünü engelleyeceği gibi, sorunları öteleyen, perdeleyen bir karakter taşır. Bu durumda da, teslim alınan tarafın fırsat bulması halinde, farklı davranma, zarar vermesi kaçınılmaz hale gelir. PKK/Öcalan kitlesi için de bu onun kırıcı bir durumdur. Bu yaklaşım ve uygulamayı kendisi için onur kırıcı görenlerin, neler yapacakları da bilinemez. Bu aynı zamanda, her renge girmeye, herkesle uyum sağlamaya elverişli karaktere sahip olan Öcalan’ın ne yapmak istediğinin de küllendirilmesi olur ki, bu da başlı başına tehlikeli bir durumdur. Haklı olarak denilir ki, yazılanların Öcalan için çok önemi yok. Doğru. Çünkü Öcalan, rahatlıkla, hem Hiristiyancı, hem Leninist, hem Stalinist, hem Kemalist, hem Baasit, hem şucu ve bucudur. Şimdilerde de İslamcıdır. Çünkü işlerini kendine göre İslamcı bir parti ve hükümetle kotarmak istemektedir. Mesajın Kürtçe değil, Türkçe yazıldı. Bu sorgulanmıyor, Pervin Buldan’ın Kürtçeyi iyi okumaması sorgulanıyor… Öcalan mesajının kendisi yazmadı. Yazmış olsaydı da Kürtçe yazmayacaktı. Bugüne kadar da hayatın da Kürtçe herhangi bir metin yazmış değil. Bu noktada da Öcalan’ın Kürt liderliğinin sorgulanması gerekir. Ama ne yazık ki, ele sıkıştırılan mesajın Kürtçenin Kurmanci lehçesine çeviri yapılması ve bunun Pervin Buldan tarafından güzel okunmamasından dolayı, linç durumunun ortaya çıkması da bir haksızlık. Kürtler adına milletvekili olan birinin Kürtçeyi iyi bilmesi gereklidir. Ama 100 yıllık inkâr, asimilasyon,Kürtlerin Türkleştirilmesi, Kürtçenin eğitim-öğretim dili olmamasının sonuçlarından birinin; Kürt siyasetçilerinin ve aydınların da kendi dilleri iyi yazıp konuşamamaları olduğu bilinmelidir. Ama Türk gazeteci ve yazarlarının, Türkçe metne yapılan büyük tezahürü de, Kürtlerin Türklerle aynı ruha sahip oldukları tespitini anlatmaz. Bu yaklaşım, Kürt milletini yok sayan ya da Kürtler Türkleri eşit görmeyen yaklaşımın bir ürünü. PKK’nın silah bırakmasından en fazla Kürtlerin yararı var… PKK, Kemalist Devletin yeni stratejisi çerçevesinde, Kürt ulusal hareketini hedefinden uzaklaştırmak ve denetlemek, Kürtleri içerden kuşatmak çerçevesinden projelendirildi, silahlandırıldı. İlk günden itibaren de PKK’nın silahlı mücadele dışında bir şey yapmayacağı çerçevede kurgulandı. PKK, 1984 yılında da, Suriye, Irak, İran Devletlerinin desteğiyle silahlı mücadelenin kapsamını genişletmeye karar verdi. PKK’nın o tarihten sonraki silahlı mücadelesi: PKK elitinin, PKK’yı destekleyen devletlerin çıkarları çerçevesinden yürütüldü. Sadece Kürdistan’ın Kuzeyinde değil, Kürdistan’ın bütün parçalarında aleyhteki bilanço oldukça ağır. PKK eliyle otoriter imtiyazlı otoriter militarist yapı oluşturulmuş durumda. Bu yapı Kürdistan’da siyaset üzerinde bir monopol kurarak: Kürdistan’ı yeni merkezi siyasi yapılanmaların ortaya çıkmasını engellemekte, bir korku imparatorluğu yaratmış durumda. PKK’nın silah bırakması, sosyal, siyasal yaşamda bir doğallaşmayı; demokratikleşmeyi sağlayacağı için, en fazla Kürtlerin lehinedir. PKK’nın silahlı mücadelesi emperyalist ülkelerin bir ürünü değil, Kemalist Devletin bir ürünüdür… Öcalan’ın metninde, emperyalist ülkelerin halkları birbirine kırdırmak, parçalanmayı sağlamak için çatışmaları, zımnen de olsa PKK silahlı mücadelesine kaynaklık ettiğini ifade ediyor. Bu tespit kesinlikle bir yanlıştır. Öcalan’ın bu yaklaşımı ve tespiti, kendi suçunu ve kendi ağababaları olan Kemalist Devletin suçunu örtmek içindir. PKK’nın silahlı çatışması emperyalist devletlerin bir isteği sonucu değil, Kemalist Türk Devleti’nin Kürtlere karşı yeni bir stratejisinin ürünüdür. Öcalan Ortadoğu’ya açıldıktan sonra da, Suriye, Irak, İran, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, Ermenistan ve diğer birçok devletin silahlı mücadeleye destek vermesi için onların kapsını çaldı, günlerce ve hatta aylarca onların kapısında nöbet tuttu. O devletler de kendi çıkarlarının bir gereği olarak PKK’nın silahlı mücadelesine destek vermekle kalmadılar, teşvik edici de oldular. Peki şimdi ne olacak? Newroz’da yapılan açıklamaya göre, PKK çatışmaları durduğunu ve geri çekileceğini açıkladı. Öcalan’la PKK merkezinin antlaşması buraya kadardır. PKK pratikte, bütün silahlı güçlerini çekmeyecek. Silahlı güçlerinin bir kısmını, içerde tutmaya çalışacak. Bunları gizleyecek. Ama dışarı çıkan silahlı güçler de silahlarını bırakmayacaklar. PKK silahlı güçlerini koruyacak. Bu silahlı güçlerinin bir kısmını şehir merkezlerinde koruyacak, bir kısmını güvenlik adı altında tutacak, bir kısmını da Kürdistan’ın Batısına (Suriye’ye), Kürdistan’ın Doğusuna (İran’a) aktaracak. PKK bölgedeki ve özellikle de Suriye’deki gelişmeler açısından bir dönem için Türkiye’de çatışmaları durdurmasını da teknik açıdan kendi çıkarlarına uygun görüyor. PKK’nın silahlı yapısını ve militarist otoriterizmini her zaman Kürtler üzerinde his ettireceği de unutulmamalı. PKK, bu aşamada yarı militer-otoriter yapısıyla Kürtler üzerinden egemenlik ve denetim mekanizmasını işletmeye; korku imparatorluğunun devamını sağlamaya çalışacaktır. Mesajda her şey var sadece Kürtler ilgili hiçbir şey yok… Newroz’da Öcalan adına okunan mesajda nelerin olduğunu açımlamadan mad- kızılbaş - sayfa 28 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 deşler şeklinde sıralarsak karşımıza şöyle bir tablo çıkar. * Türk sömürgeci yayılmacılığını, Osmanlıcılığı, Pan-Türkizmi, Pan-İslamizmi içeriyor. * Misak-i Milliyi meşru görüyor. Kürdistan’ın Güney ve Batı parçalarının da Türk hegemonyasına geçirilmesini talep ediyor. * Kürtlerin, Türk Devletinin şemsiyesi altında ikinci sınıf bir Milet, kolektif haklarından mahrum; kendi kaderinin kendisinin tayin etmesinin engellendiği, bir yeni yayılmacı-sömürgeci sistemi öneriyor. * Kemalist Türk Devleti’nin yeniden restarasyonunu öngörüyor. * Gizliden de olsa, Kürt ulusal ayaklanmalarının emperyalist devletlerin bir ürünü olduğu anlatılıyor. * Tarihi çarpıtma ve bölgelerin yanlış tanımlıyor. Kürdistan Anadolu kabul ediliyor. * Ne hikmetse deklerasyonda Kürtler adına hiçbir şey anlatılmıyor. Kürtlerin kolektif haklarından herhangi bir bahis yok. * PKK’nın kendisi demokrat olmadığı, demokrasiyi benimsediği, tek ideoloji, tek lider ve tek parti diktatörlüğünü savunduğu halde bolca demokrasiden bahsediyor. * Halk,11 Mart 1970 yılında Kürt lideri Mustafa Barzani’nin liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi’nin Baas rejimiyle antlaşması sonucu Otonomi kazandığı gibi bir beklenti içindeyken; Kürtlerin kolektif haklardan bile bahsedilmemiş olması da, PKK’nın sürdüğü savaşın Kürtler için olmadığını ortaya koyuyor. Amed, 25 MART 2013 Diyarbakır’da 30'u Aşkın Gözaltı Diyarbakır’da düzenlenen operasyonlarda aralarında BDP yöneticilerinin de bulunduğu 30'u aşkın kişi gözaltına alındı. Diyarbakır BİA Haber Merkezi 26 Mart 2013, Salı Diyarbakır’da bugün gerçekleştirilen operasyonlarda aralarında Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) yöneticilerinin de olduğu 30'u aşkın kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. BDP Eş Başkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş ise twitter hesabından operasyona ilişkin, "Diyarbakır' da yapılan operasyon yaptığımız araştırmaya göre kaçakçılık iddiasıyla yürütülmektedir" dedi. (EKN) Müslim Korkmaz KOLAY VE UCUZ LİDER OLUNAMIYOR! Büyük insanlar kücük lokma yer, büyük söz söylerler. Türkiye, Nelson Mandelaya Atatürk ödülü verdi, ama Mandela bu ödülü reddetti .Bir Türk gazeteci, “ bu ödülü neden reddettiniz”? diye sorunca , Mandela söyle cevap verdi: “ Kürdlerin cektigi acilari hissetseydiniz, bir saniye bile düsünmeden , siz de bu ödülü reddederdiniz” Mandela’ya sömürgeciler cezaevinden ev hapsine cikmayi teklif ettiklerinde, “benim arkadaslarim ceza evindeyken ben kendim icin ayricalik isteyemem” diyerek red etmisti...Yine baris görüsmeleri icin kararini sorduklarinda da: “Afrika Ulusal Konseyiyle görüsün” demisti. Gandhi’nin kendisiyle hapiste görüşmek isteyen İngiliz Hükümeti’ne verdiği cevap ise söyle: “Esaret ortamında görüşmek işbirlikçiliktir, ahlâksızlıktır. Ben satyagraha’yı/ üstün ahlâkı temsil ediyorum. Bana ahlâksızlığı dayatamazsınız” Seyit Riza ise, dar agacina götürülürken tarihe gecen son sözleriyle sunu haykirmisti : “Ben sizin hilelerinizle ba§ edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz cökmedim, bu da size dert olsun “ diyerek ilerlemis yasina ragmen sandalyeyi tekmeliyerek kendi celatlari olan sömürgecileri hem korku hem de hayranlik icinde birakmisti. Kimse öyle kolay ve ucuz yoldan lider olamiyor. Tarih kimilerini halkinin yüregine gömer , kimisini de kendi cöplügüne atar. 23.03. 2013 kızılbaş - sayfa 29 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türk Ordusu neden geri çekilmiyor? gili bütün taleplerin ötelenerek "Öcalan'ın tecriti, sağlığı ve özgürlüğü"ne indirgenmeş olmasının da payı büyüktür. Başbakan, Öcalan üzerindeki tecriti kaldırdığı ve onun koşullarının iyileştirdiğini söyleyerek bu talepleri karşıladığını ve PKK taleplerinin boşa çıktığı mesajını vermeye çalışmaktadır. Başbakan, tüm konuşması boyunca “terör örgütü” “terör” diye tanım çerçevesinde konuşmaya özen gösterdi. Bu basit ve aşağılayıcı dil, açıktır ki Kürt kimliğine yönelik bir anlayışı yansıtıyor ve bu anlayış çözümden oldukça uzaktır. Recep Maraşlı 2013 Amed Newroz’unda Öcalan’ın yaptığı PKK silahlı güçlerinin “sınır dışına çekilmesi” çağrısı sembolik olarak yeni bir dönemin başlangıcına mı işaret ediyor? Örneğin Kürt sorununun barışçıl çözüm yolunun açılışına mı? Ben Kürt sorunu denen şeyin eşitlik-özgürlük- adalet üçgeninde Kürt ulusunun ağır bir haksızlık ve zulüm altında olmasından kaynaklandığını savunuyorum. Dolayısıyla Kürt kimliğinin eşitliğini, Kürt ulusunun özgürlüğü ve kendi kaderini tayin hakkını içermeyen hiçbir girişimin de gerçek bir çözüm ve samimi bir çaba olmadığı düşüncesindeyim. Gerilla güçlerinin TC sınırları dışına çekilme çağrısını duyar duymaz ilk düşüncem bu eşitlik ve adalet kavramına binaen; iyi ama “Türk askeri, Türk Silahlı kuvvetleri neden Kürdistan dışına çıkmıyor?” sorusu oldu… Ordu Kürdistan'da işgalci bir güçtür, Türk sömürgeci egemenlik sitemini inşa eden ve yürüten, Kürtlerin özgürleşmesini de önleyen bir güçtür. Savaşın kaynağıdır. Türk ordusunun Kürdistan’ı terk etmesinden söz etmenin bugünün ortamında extrem geleceğinin farkındayım. Fakat işin doğrusu budur; silahsız, savaşsız çözüm bunu gerektirir. Diğeri Kürt tarafının “yenilgiyi, yanlışlığı” tek taraflı olarak kabul edip sahneden çekilmesinden başka bir şey değildir. Eğer bu yenilginin kabulü değil de “barış için tek taraflı iyi niyet gösteri” ise, fedakârlık yapması gereken taraf neden mağdur olan taraf oluyor ki? Bu sadece kötü bir durumu iyi bir yalanla hafifletmeye çalışmak olur. Burada muğlak olan bir şeyler var, açık yüreklilikle ortaya koymakta fayda var: Silahlı mücadelenin bir kez daha tatil edilmesi, Devletle yapılan bir takım görüşmelerin, çözüm yolunda atılmış bazı adımların sonucu olarak mı gündeme geldi; yoksa bundan bağımsız, stratejik olarak silahlı mücadelenin miadını doldurduğu, Kürt ulusal demokratik mücadelesine yarar sağ- lamadığı –hatta zarar verdiği-, uluslar arası konjonktürün bu aracın bırakılmasını dayattığı saptamasına mı dayanıyor? Bu birbirine zıt iki önemli saptamadır: Eğer silah bırakma devletle yapılan bir takım görüşmelere dayanıyorsa, bu silahlı mücadelenin az ya da çok başarılı olduğu, hedefine ulaştığını gösterir. Silahlı güçlerin birbirlerini kesin yenilgiye uğratamadıkları ama uzatılmış bu savaştaki insan kayıplarının, maddi manevi zararların önlenmesi noktasında uzlaşıldığı anlamına gelir. Ortada böyle bir “karşılıklı anlaşma”dan çok, karşılığı çok fazla konuşulmamış veya netleştirilmemiş bir “iyi niyet gösterisi” olacağı daha ağırlık kazanıyor. AK Parti iktidarına böyle bir iyi niyet gösterisi yapmanın, ona “terörü bitirmiş, sükûneti sağlamış iktidar” avantajı sağlamanın siyasi karşılığı nedir? Henüz hiç kimse bunu bilmiyor… AK Parti’nin Anayasa değişikliğinde desteklenmesi, Erdoğan’ın başkanlığının desteklenmesi gibi zaten egemen olan Türk sömürgeciliğinin daha neler kazanacağı alt alta diziliyor da Kürt tarafının alacağı karşılığın ne olduğu veya neler olacağı henüz bilinmiyor. Başbakan Erdoğan, önünde bütünlemeye kalmış sözlü sınav örgencileri gibi dizilen medya mensuplarıyla düzenlediği TV programında, PKK silahlı güçlerinin çekilmesi karşılığında Öcalan’a ne gibi tavizler verildiği sorusuna karşılık aynen şöyle cevap verdi: “İmralı’ya 12 kanallı televizyon verdik, jimnastiği üç günden yedi güne çıkarttık, arkadaşlarıyla her gün görüş sağladık, benim verdiğim, vereceğim budur”. Bu yaklaşım hem Öcalan’ı, hem PKK’yi hem de Kürt ulusunu aşağılayan bir açıklamadır. Eğer 30 yıllık silahlı mücadele Öcalan’a sağlanan 12 kanallı TV ile bitecekti ise, şimdiye kadar niye beklendi? Erdoğan'ın böyle bir aşağılama ile çıkmasına cevaz veren, Kürt ulusal haklarıyla il- Örneğin önceleri “çekilme söz konusu olursa operasyonlar tabii ki durur” diyen TC Başbakanı Erdoğan; “Teröristlerin silahlarını bırakarak çekilmelerini” söylüyor, “ eğer silahları ile çekilirse, güvenlik güçleri silahlı bir gruba müdahale edebilir” diyerek, görüşmeler yoluyla bir çekilme değil, sadece onlara “güvenli kaçış için göz yumulması” biçimini uygun görmektedir. Sürekli “terör örgütü”, “terör” bağlamında bir söylem kurmaktadır. Başbakan, Qandil’den talep edilen “çekilme için yasal güvenceler oluşturulması, meclisin devreye girmesi” gibi son derece makul ve haklı taleplere yanaşmadığını da açıkladı. Burada bir samimiyetsizlik ve ciddiyetsizlik hemen kendini gösteriyor. Hem “yasal düzenlemeye gerek yok!” demek hem de Gerillanın silahlarıyla çekilmesi durumunda "güvenlik güçlerinin onlara yasal olarak operasyon yapma hakkı var” demek birbiriyle çelişir. Kaldı kı eğer yasa söz konusu ise Güvenlik kuvvetleri bir ihbar durumunda “silahsız teröristlere” de operasyon yapabilir, onları ölü ya da diri ele geçirebilir. 13 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası da “terörist ihbarı ve istihbaratı” gerekçesiyle kurşunlanmadılar mı? Dahası PKK ilk kez geri çekilmiyor; aynı durum daha geniş kapsamlı olarak 1999 sürecinde de yaşanmıştı. Gerilla devletin bilgisi ve gözetiminde çekildiği halde [ki İmralı’da yapılan görüşmelerde gerilla güçlerinin ülke içinde “kabul edilebilir şiddet sınırı”(!)nda kalabileceği, 500 kadar militanın içerde olmasına göz yumulabileceği bizzat Askeri yetkililer tarafından ifade edilmişti] çok sayıda gerillanın çekilme sürecinde karşılaştıkları operasyonlarla hayatlarını yitirdikleri biliniyor. O halde Gerilla sadece verilen “sözlere” dayanarak kendini şimdi neden ateşe atsın ki! Kürt gençlerinin canı çok mu kıymetsiz? Yine “yasa”lar söz konusuysa “sınırları silahsız da olsa yasa dışı şekilde geçmek” de suçtur ve güvenlik güçleri buna da müdahale edeebilir. Geçen yıl Roboski’de tama- kızılbaş - sayfa 30 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 men silahsız ve sınır ticareti yapan köylüler bombardıman edilmedi mi? Bunun yasal dayanağı varsa, silahsız çekilen PKK’lileri “kaçakçı sandık!” diyerek bombalamaları da pekala mümkündür… TSK açısından da bu alanda görev yapan rütbelilerin “silahlı” ya da “silahsız terörist grupların geçişine göz yummak” iddiasıyla suçlanarak yargı karşısına geçmeleri endişesi taşımaları mümkündür. Dolayısıyla şimdi ya da ileride böyle bir riski almak istemeyebilirler. Bu, nedensiz bir kuşku da değildir. MİT müsteşarı Hakan Fidan hakkında KCK davaları kapsamında hem de “Oslo görüşmeleri” nedeniyle soruşturma açıldığı, Başbakan’ın MİT müsteşarını ancak alelacele özel yasa çıkartarak tutuklanmaktan kurtarabildiği henüz hafızalarda çok yenidir. MİT müsteşarı için gerekli olan yasal korumayı bölgede görev yapan Generaller neden talep etmesinler? Dolayısıyla TBMM’nin “geri çekilme için yasal düzenleme” yapma talebi , yalnız silahlarından ve cesaretlerinden başka hiçbir güvenceleri olmayan Gerilla güçleri için değil; Türk tarafının görevlileri için de gerekli bir önlemdir. Hem tek taraflı bir çekilme, hem de bunun hiçbir yasal, hukuki güvenceye kavuşturulmaması, hem de “silahları bırakın kendinize kaçacak yol bulun gidin” demek eğer eşit ve adil bir çözüm samimi bir girişim olamaz. Bu ve diğer taleplerin karşılanması için AKP’nin Parlamentodan yana bir sıkıntısı bulunmadığı açıktır. Üstelik BDP de bunu destekleyeceği düşünülürse daha rahat bir çerçeve bulunabilir. İronik bir durum ama PKK’yi güya “yasal zemine” çekmek isteyen hükümet bu işi “yasa dışı” (illegal) yollarla çözmeyi tercih ediyor. Duruma yasal bir çerçeve kazandırmaktan kaçınıyor. Bu durum iktidarın çözüm konusunda samimi olmadığının en önemli göstergelerinden biridir. Görüşülüyorsa, uzlaşma yapılıyorsa, bunun parlamentıoda yasal bir tanımının ve güvencelerinin hazırlanması ciddiyetin gereğidir. Görüşmeler özgür, eşit bir ortamında yapılmıyor “2. İmralı süreci” olarak adlandırılan bu sürecin, gerçek ve özgür bir görüşme, çözüm arama yolu ve yöntemi olmanın çok uzağında seyrettiğinin altını çizmekte fayda var. Özünde bir “eşitlik”, “özgürlük” ve “ada- let” davasının çözümünün tam da bu amaçların ruhuna aykırı bir mekânda TC’nin “mahkûm etme, cezalandırma” tarihinin bir simgesi olarak “İmralı cezaevi” içine hapsedilmiş olması, ironik şekilde Kürt ulusal mücadelesini “hücreye kapatma” görüşmesine işaret ediyor. Siyasi olarak tek adam-tek şef anlayışının, liderlerin tabulaştırıldığı örgütsel yapıların demokrasi mücadelesinin özüne ters düştüğü görüşündeyim. Şimdi yapılan ise daha da ağır bir yanlıştır. Kürt ulusunun geleceğini böyle özgür olmayan bir ilişki biçimine, TC devletinin belirlediği, kolayca manipüle edip, filtrelediği, yönlendirdiği koşullara bağlamak büyük bir vebal altına girmektir. Kürt tarafının ve barış dostlarının öncelikle bu ilişki biçimine itiraz etmeleri beklenir. Bu hücre koşullu ve ipotek altına alınmış görüşme biçimlerinden ne “barış” ne de “çözüm” çıkmaz… Evet, Öcalan hem PKK hem Kürt toplumu açısından çok önemli bir aktördür ve çözüm sürecinde de rol alması gerekli koşullardan biridir. Ne var ki, en başta Öcalan özgür koşullarda değildir; tek başına 13 yıldır tecrit altındadır. Felsefi düşünme, okuma-yazma, yoğunlaşma açısından düşüncede, vicdanda özgür olmak başka bir şeydir; bu kadar ağır tecrit koşulları altında bir halkın kaderini tayin edecek kritik siyasi kararlar için tecrit hücresinin kuşatma koşulları altında bir takım “çözüm”lere zorlanmak başka bir şeydir. Bunun için canlı bir diyalog yürümesi, bilgi akışının sağlıklı olması, özgürce tartışmaların yapılabilmesi gerekir. Oysa İmralı’da böyle bir koşul yoktur, her şey devletin denetimi, izni, gözetimi altındadır; Kürt tarafı kendi özgür iradesini devletin blerlediği gardiyanlık ve sansürü koşullarında nasıl özgürce oluşturabilir. Eğer; “Biz Öcalan’ı ikna ettik, onunla mutabakata vardık, geriye, madem “önderimiz” diyorsunuz, onun dediklerine PKK kadrolarının, Gerillanın ve BDP’nin harfiyen uyması kalıyor” deniyorsa, bunun özgür bir “çözüm” veya “barış” süreci değil “dayatma” olacağı açıktır. Yeri ve zamanı geldiğince Öcalan’ın örgüt ve kitle nezdindeki “tek adamlığını”, diktatörlük, Stalinizm olarak eleştirenlerin; şimdi Kandil , BDP veya Kürt kitlesinde yükselen ihtiyatlı seslere karşı bile “ama Öcalan böyle diyor!” diyerek onun baltasına sarılmaları da ibret vericidir. Demek ki mesele “tek adam” meselesi değil, tek adamın sizin işinize yarayıp yaramaması meselesiymiş... Görüşmelerin içinde Öcalan’ın bulunması elbette doğrudur ama çözümü “İmralı ce- zaevine” kapatan bir görüşme biçiminin; dışarıdaki PKK yapılanmasının, BDP gibi önemli bir sivil siyaset gücünün; sivil toplum örgütlerinin; çeşitli eğilimlerdeki parti ve örgütlerin; nihayet Kürt aydınlarının iradelerini bu tutsaklık koşullarına ve devlet denetimindeki bilgi alış-verişine bağlanması son derece yanlıştır. Siyasetin koşullarıyla açıklanamayacak bir naifliktir. Kürt ulusal demokratik hareketinin iradesini Öcalan’la birlikte İmralı’ya kapatmak tarihi bir hata. PKK’nın, BDP’nin de örgüt olarak kendi siyasi iradelerini gönüllü olarak İmralı hücresine kapatmaları da aynı derecede vahim bir yanlış olur. Zaten görüldüğü kadarıyla Öcalan da sürecin sorumluluğunu tek başına üstlenmekten ziyade olabildiğince dışarıdaki yapısal unsurlarla paylaşmaya çalışıyor. Fakat bu koşullarda yapılabilecek bir şey değil... Barış ve çözüm görüşmelerinin “Yuvarlak Masa” etrafında yapılmasına diplomaside özel bir anlamı yüklenmiştir. Dört köşe bir masada, masanın kısa tarafında ve odanın duvar tarafına sırtı dönük olarak oturan kişinin “hâkim” konumda olduğu kabul edilir. Sırf masada oturma biçiminin bile önemli olduğu görüşmelerin gerçekten de özgür ve eşit koşullarda yapılması son derece önemlidir, ciddiyeti, samimiyeti gösterir; güven verir. Diğeri daha baştan “ben senin egemenliğini, koyduğun,koyacağın kuralları kabul ediyorum” demektir. Görüşmelerin tarafsız bir ülkede, gözlemci statüsüyle de olsa uluslar arası camiadan bir temsilcinin de katılımıyla yürütüldüğü anlaşılan Oslo görüşmeleri “Müzakere” kavramına daha uygundu. Gerçek bir çözüm ve barış süreci için görüşmelerin özgür ve eşit koşullarda ve uluslar arası tarafsız gözlemcilerin de bulunduğu koşullarda ilerleyebilir; PKK’nın askeri ve sivil kanatlarıyla, BDP’nin aktif olarak katılımını gerektirir. BDP’yi sık sık sivil siyasetin temsilcisi olmasına rağmen “aktif rol almamakla” eleştirenlerin bu süreçte BDP’ye sadece “kurye” rolü biçmeleri oldukça manidardır. Elbette silahlı mücadelenin bırakılması, koşul ve şartlarının kararını vermek PKK’ye ait olmakla birlikte; Kürt ulusunun bir bütün halinde geleceğini ilgilendiren böyle kritik bir aşamada diğer Kürt örgütlerinin, Kürdistanlı sivil toplum kuruluşlarının; aydınların, dost ve müttefiklerinin de sürece dahil edilmesi; ortak bir payda bulunmaya çalışılması da son derece önemlidir. Sivil siyasetin önündeki engeller ve KCK davaları… kızılbaş - sayfa 31 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Çifte standartlı ve samimiyetsiz o kadar çok şey var ki… Örneğin, halen binlerce kişi tutuklu olarak KCK davalarından yargılanıyor. Bunların içinde seçildiği halde serbest bırakılmayan milletvekilleri, görev başından alınmış belediye başkanları var. BDP örgütlerinin çoğu KCK iddiasıyla yargılanıyor. 12 Eylül’de bile olmadığı kadar hukukçu, avukat tutuklu… Bir yandan silahlı mücadeleye karşı sivil siyasetin önünün açma iddiasında bulunmak, diğer yandan da sivil siyaset yapan insanları onlarca yıl ceza tehdidiyle, cezaevlerine doldurup yargılamak birbiriyle uyumlu olan şeyler değildir. Hem PKK’nin silah bırakma ve görüşmeler yapılmasını destekleyen, hem de KCK davalarında binlerce kişinin yargılanmasını birlikte destekleyenlerin samimiyetsizliğini de yeri gelmişken vurgulamak isterim. Bunun anlamı PKK’nin sadece silahlı mücadeleyi bırakmakla kalmayıp, legal siyaset alanında da ceza kurallarına uyması istenmesidir ki bu da müzakere ve barış değil teslimiyet çağrısıdır… Kürt ulusal hareketinin silahlı mücadele yollarını kullanmasını anlamsız hale getirmenin yolu, onun legal siyaset yapmasının önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Bu da yasaların buna göre düzeltilmesini, yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Oysa hükümet kanadından böyle bir irade beyanı görülmemektedir. CHP ve MHP'nin tutumu ise zaten konuşmaya bile değmez... Asıl ve en etkili muhalefet bağımsız siyasi bir güç gibi hareket eden Yargı organlarından, Özel Yetkili Mahkemeler'den geliyor. Siyasi irade gibi hareket eden Özel Yetkili Mahkemeler bu noktada açık bir karşı tavır içinde olduklarını göstermişlerdir. Örneğin, tutuklu vekillerin durumunu düzeltmek için çıkarılan 2. Yargı paketine rağmen beklenen tahliyeler yapılmamıştı. Şimdi 4.yargı paketi düzenleniyor ama bu paketin içeriğinde de somut, yol açıcı bir düzenleme olmadığı gibi Yargı’nın bunu kendi siyasi anlayışına göre yorumlayarak meydan okuması daha büyük bir olasılıktır. Bu öyle büyük bir çelişki oluşturuyor ki; KCK davasından yargılanan tutuklu avukatlar, örgüt lideri Abdullah Öcalan’la İmralı cezaevinde görüşerek bu talimatları örgüte iletmek ve kuryelik yapmakla suçlanıyorlar. Oysa şimdi kamuoyunun gözü önünde cereyan ettiği gibi bu kuryelik MİT eliyle, Adalet Bakanlığı eliyle ve ya milletvekilleri eliyle yaptırılabiliyor. Kuşku yok ki daha önceki Avukat görüşmeleri de MİT’in, Devletin güvenlik birimlerinin bilgisi ve onayı içinde gerçekleşiyordu. Buna rağmen Özel Yetkili Mahkeme savcıları bu konuda soruşturma başlattı ve Avukatlar tutuklandılar. Keza PKK ile yapılan Oslo görüşmeleri nedeniyle MİT müsteşarı hakkında soruşturma açıldı ve MİT müsteşarının tutuklanması ancak özel bir kanunla engellenebildi. Bu demektir ki, PKK’nin legal siyaset yapmasının önü yalnız askeri provokasyonlarla değil, Yargı’nın tutumu nedeniyle de özel olarak kapalıdır. Çözüm ve müzakereler başladığından beri sık Kürt tarafının mütabakata uyup uymayacağı, farklı seslerin ve engellemelerin yapılıp yapılmayacağı tartışılıyor. Kürt tarafını resmi görüş etrafında tutmak için baskılandırmaya çalışan bir yorum bombardımanı sürüp gidiyor. Oysa bu konuda asıl parçalı olan devletin kendisidir. Bütünlüklü bir ön görü ve ortak bir anlayış görülmemektedir. Bozulan ezberler, boşa çıkan mevzilenmeler ve bardağın dolu tarafı İmralı görüşmeleri sırasında basına yansıyan diyaloglar, mektuplar ile Amed’de okunan Newroz çağrısının değerlendirilmesi oldukça önemli. Çünkü bunlar İmralı mutabakatının çerçevesini, ideolojik ve siyasal zeminini gösteren önemli veriler içeriyor. Böyle bakınca “silahların bırakılması” dışında oldukça flu ve dumanlı bir tablo görünüyor. Dumanlı havanın ardında ise çok daha kötü işaret ve izler kendini gösteriyor. Yalnızca ateşli silahlar değil, ideolojik-siyasal mevziler de terk edilmiş görünüyor. Öncelikle Öcalan'ın mesajı daha önceki tüm siyasi dizilişleri alt-üst etti. AKP ile girilen son derece sert siyasi polemikler ve adeta hiçbir şekilde uzlaşmaz iki düşman gibi mevzilenen BDP ve PKK'nin söylem ve tavırları Öcalan'ın AKP ile ittifak hatta Erdoğan'ın başkanlığının destekleneceği görüşüyle tamamen boşa çıktı. Leyla Zana'nın, Erdoğan'la yaptığı görüşmenin kendi başına değil, danışılarak yapılmış bir giriyim olduğu ortaya çıktı. Kendi bağımsız düşünce ve analizlerini değil de "önderlikleri"nin düşünce ve açılımlarını yorumlamaya, açıklamaya endeksleyenleri zor durumda kaldı. Boşa çıkan yalnız BDP ve PKK değil; "Öcalan'ın Ergenekon ve derin devletin adamı olduğu, AKP'nin askeri vesayete karşı yürüttüğü mücadeleyi baltalamakya çalıştığı" teorisiyle hareket eden muhalifler de boşa düştü. Birden bire kendilerini AKP'nin demokrasi mücadelesini destekleme çabalarında Öcalan'ın çok gerisinde buluverdiler! Kürt aydın ve politikacıları arasında en çok görülen şey, eski ideolojik dogmatizmlerin bir devamı olarak; kendileri bir model kuruyor ve hayatın bu modeli doğrulaması için durup bekliyorlar. "Hayat bizi haklı çıkaracak!" Modellerini hayatın gidişatına, değişen güç tdengeleri ve mevzilenişlere göre yeniden gözden geçirmek yerine, kendi kurgularının doğmatizminde yaşayı tercih ediyorlar. Yaşamın kendilerini doğrulamasını beklerken, bir de bakıyorlar ki Öcalan'la aynrı şeyleri söyleyip savunuyorlar. Bu arada tabiki "bardağın dolu" tarafına da değinmek yerinde olur. Bir kere "Teröristlerle görüşmeyiz, pazarlık etmeyiz", "Öcalan'ı muhatap almayız" diyenler; hatta meydanlara idam ipi atmakla, idamı yeniden geri getirmek tartışmalarına girenler; "Baldıran zehiri içmek", bu işin çözümü için "ser'den bile vazgeçmek" söylemine geliyorlarsa bunun keyfi olmadığı açıktır. Kürt toplumu yığınsal ve kararlı şekilde bu mücadeleyi desteklemeseydi, kuşkusuz ki "iyi niyetli" veya "aldatmaca" her ne şikilrde olursa olsun bir müzakere zorunluğu duyulmayacaktı. Başlı başına bu bile lmücadelenin değiştirme gücünü gösteren bir kazanımdır. PKK kitle desteği ve askeri kabiliyeti bakımından en iyi noktalarından birini yaşıyor. TC’nin son iki yıldır askeri olarak bitirme amaçla yaptığı yüklenme (ki bazıları İHA’lar sayesinde 6 ay içinde PKK’nin biteceğine bile tarih vermişlerdi!) başarısız olduğu gibi; PKK, Suriye savaşında uzun bir şerit içinde kurtarılmış alan kazanarak gücünü daha da artırmış oldu. Dolayısıyla, Öcalan’ın teslim alınmasındaki çalkantı ve moral bozukluğunun tersine, bu kez kendi koşulları içinde barış görüşmelerine girmek için çok daha kendine güvenli bir noktada olduğu söylenebilir. Kürt ulusal demokratik hareketinin özellikle yerel yönetimlerde istikrarlı bir varlık göstermesi; sivil demokratik siyasetin kadro ve dinamiklerini daha da güçlendirerek; barışçıl yöntemlerin tercih edilmesini teşvik eden önemli bir etken oluşturmaktadır. Çeşitli kapatma, operasyonlar ve seçim hilelerine rağmen özellikle Kürt toplumu savaşın en büyük mağdurudur, çilesini ve yükünü doğrudan doğruya çekmektedir. Savaş onu yormuş, zaten kırık dökük olan iç dinamiklerini iyice öğütmektedir. Bununla birlikte Kürt toplumunun “ne olursa olsun savaş dursun” gibi bir teslimiyet noktasında olduğunu sanmak da büyük yanılgı olur. Ödediği bedeller ağırlaştıkça, zaten bilerek göğüslediği bu bedellerin karşılanması da ne az barış talebi kadar güçlenmiştir. Kürt toplumunu coşkulandı- kızılbaş - sayfa 32 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ran şey, barış talebi ile ulusal istemlerinin karşılanmasının asgari bir ortak paydaya sahip olacağı umududur. lece Hıristiyanlık, Musevilikle beraber Alevilik, Yezidilik gibi din ve inançlar da “ortak”lığın tamamen dışındadır. Türk toplumundaki barış talebi maalesef daha çok asker cenazeleriyle orantılı olarak görülüyor. Kürt sorununa “adil ve kalıcı” bir çözümden çok, PKK’nin sesinin bir biçimde kısılması, Kürtlerin rahatsız edici seslerini duymamak düzeyinde bir karşılığa sahip. AK Parti iktidarına bu konuda günlük yaşam standardı ve ayrıcalıklarında bir şey hissetmediği oranda yapılacak düzenlemelerden de rahatsız olmayacak bir pasif destekten söz edilebilir. Öcalan’ın “Misak-ı Milli”yi işgal, fetih, çöreklenme, Soykırım ve zorla Türkleştirme süreclerinden bağımsız bir kavrammış gibi onu aklamaya ve Kürt ulusal literatürüne sokmaya çalışması oldukça vahim bir duruma işaret ediyor. Kürtler yeniden Osmanlı kuyruğuna mı takılacak? Mesajda yer alan önemli ideolijik ve siyasi sapmalara değinmekte yarar görüyorum. Öcalan’ın yayınlanan mesajında “Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı'nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz” belirlemesi Kürt ulusal demokratik mücadelesinin bir tersine dönüş, kendi kendisin inkarı ifade ediyor. “Misak-ı Milli” kavramı Kürt ve Türklere ait ortak bir kavram değil, sadece Türk egemenliğini ifaden, Türk şovenizmine ait bir kavramdır. “Misak-ı Milli”, halkların ortak vatanını değil; Ermeni, Rum, Asuri-Süryani gibi yerli Hıristiyan halklarının sürülüp yok edildiği; Kürtler, Balkan ve Kaf kas göçmeni Müslüman halkların ise ulusal varlıklarının ret ve inkar edildiği; tartışmasız Türk egemenliğini ve katıksız bir Türk vatanını ifade eder. “Misak-ı Milli”, (Türkiye yada liberal-sol aydınların sevdikleri başka bir terim olan “Anadolu”), aslında içinde bir ülkeyi değil, işgal edilmiş, soykırım ve etnik arındırmaya uğratılmış [ Ön Asya, Pontus, Batı Ermenistan, Kürdistan, Kapadokya, Kilikya, Mezopotamya (Beth-Nahrin), Lazistan gibi… ] pek çok ülkeyi içine alan coğrafi bir mezarlığın adıdır. “Misak-ı Milli” sınırladığı coğrafya içinde yalnızca tüm ulusal kimliklerin değil, otun, çiçeğin böceğin bile zorla “Türkleştirilmeye” çalışıldığı, bunun için her türlü zorbalık ve zulmün mübah görüldüğü bir “mecburi Türk olma!” alanıdır. Mutlak Türk ulusal egemenliği demek olan “Misak-ı Milli” sınırları içinde yalnızca “İslamlık” Türk kimliğine yapışık ve onu payandalamak şartıyla vardır. Böy- “Çanakkale'de omuz omuza şehit düşen Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı'nı birlikte yapmışlar, 1920 Meclisi'ni birlikte açmışlardır.” sözü de hamasi bir söylemdir ve gerçeklerle bağdaşmaz. “Çanakkale Savaşı”, Alman generallerinin komutasında yapılmış emperyal savaşın cephelerinden biridir. Kürtlerin Kıbrıs’ın işgalinde, Kore savaşında “omuz omuza şehit düşmekle” övünmeleri ne kadar anlamlı ise bu da öyledir. Diğer yandan “silahlı mücadelenin anlamsızlığı”, “savaşın değil barışın” öne çıkarıldığı bir mesajda ortak “savaş kardeşliğine” övgü yapılması; kategorik olarak “savaş”a karşıtı bir söylem değildir. Birbirimize karşı değil, başka ortak düşmanlara karşı savaşalım diye, savaşın yön değiştirmesini ima eden bir söylem. “Türk Milli Kurtuluş” savaşı denilen şey de, emperyalizme karşı verilen bir ulusal bağımsızlık savaşı değildir. Osmanlı imparatorluğunun “millet-i hakimesi” (egemen ulusu) olan Türklüğün; soykırım v e sürgünle yok ettiği Rumluk ve Ermeniliği; zaten ezilip ufalan son varlık kalıntılarını da yok etme mücadelesidir. Soykırım ve etnik arındırmaya uğratılmış coğrafi alanda tamamen Türk egemenliğine dayalı bir ulus devlet kurma mücadelesidir. “Milli Kurtuluş Savaşı” Kürtlerle Türklerin birlikte öncülüğünd e yapılan bir savaş değildir. Osmanlı İttihat-Terakki kadrolarından devralınan Kemalist asker-sivil bürokrasinin tamamen Türk ülküsü etrafında yürüttükleri bir Türk ulusal egemenliği mücadelesidir. Kürt egemen sınıflarını da geleneksel ittifak politikasıyla bu mücadeleye aktif destek vermişlerdir. Diğer yandan PKK ve Öcalan da dahil birçok Kürt örgütü, politikacı ve aydınının 1915 soykırımında Kürtlerin rolü konusunda, “o zaman Kürtlerin yönetici iradesi yoktu”, derken sıra “Kurtuluş Savaşı” hikayesine, 1920 Meclisine, Cumhuriyete gelince “öncülük”, “omuz omuza savaşmak” ve “asli unsur” gibi ifadelerle “tam ortaklığa” vurgu yapma yarışına girmeleri oldukça manidardır. 1915-16’da olmayan “siyasi irade”, 1918’de nasıl hemencecik oluştu da Türk Kurtuluş savaşı ve Türki- ye Cumhuriyeti’ne “asli ortak” oldu izahi mümkün değildir. Kürtlerin, Türk ulusal kurtuluş savaşını birlikte yaptık diye övünmelerinin; 1915 soykırımını birlikte yaptık diyerek övünmekle hiçbir farkı yoktur. Çünkü Türk milli kurtuluş savaşı, 1915 soykırımın kesintisiz devamıdır; İttihat Terakki’nin hazırladığı alan son bir hamleyle daha da “temizlenerek” Türk yurdu haline getirilmiştir. Burada bir “öncülük” veya “siyasi eşitlik”ten değil; İslamlaşma döneminden gelen, esas olarak Osmanlı-Türk merkezi otoritesinin çıkarlarına hizmet etmiş bir stratejik bir ittifaktan / işbirliğinden söz edilebilir. Bunun hem yerli halklara, hem bizzat Kürt ulusunun kendine getirdiği yıkıcı sonuçlar, bedeller ortadayken; onu bütün mirası ve geleneğiyle reddetmek yerine matah bir şeymiş gibi yeniden “refarans” haline getirmek ancak felaket habercisi olabilir. Nitekim Öcalan, mesajında 1915 soykırımını tıpkı resmi Türk inkarcılığı gibi sessizlikle geçirmekle kalmıyor; bu soykırım ve inkarına dayanan “Misak-ı Milli”, “yeniden Milli mücadele”, “İslam ittifakı”, gibi kavramlara yaslanarak onlara Kürt ulusal hareketinden destek sunuyor. Daha sonraki ifadelerle ne kadar çok sık Rum, Ermeni ve diğer halkları zikretse de bu referanslar sevimli kılmıyor tersine “ne biçim bir kılıcın altında eğiliyoruz biz” diye ürküntü yaratıyor. Aynı şekilde “İsa-Musa-Muhammed” üçlemesi yapar ve birçok fırsatta “İslam Kardeşliği”ne atıfta bulunurken; en çok ayrımcılığa ve katliamlara uğramış, sistemin dışına itilmiş olan ve ulusal harekete çok büyük destekler sunan Aleviliği, Ezidiliği mesajın dışında bırakması bilinçli bir ihmal olarak kendini gösteriyor. Daha büyük v e güçlü olanla “ittifak”a hazırlanırken, güçsüz olanlar “feda” ediliyor demektir. Bunun büyük bir kırgınlık v e üzüntü yaratacağı, güvensizlik doğuracağı açıktır. Çünkü Alevilik, Türk-Kürt Sünni ittifakından tarihsel olarak çok çekti. Bu ittifak eğer yeniden ve siyasi olarak canlanıyorsa, Alevilere yönelik en büyük eleştiri olarak kullanılan “Kürtlüklerini inkar ediyorlar, inançlarını öne çıkarıyorlar” söyleminin bir anlamı kalmayacaktır. “Kürtlük, benim inancımı görmezden geliyor ve onu feda edebiliyorsa, benden ne bekliyor?” haklı sorusunu soracaktır. Keza şimdilerde unutulma moduna girmiş olan Paris suikastında hedef alınan üç Kürt kadınının aynı zamanda Alevi ve Yezidi inancına mensup oluşları bile bu kimliklere özellikle bir mesaj verilmesini gerektirmiyor muydu? kızılbaş - sayfa 33 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yoksa mesaj tam tersine Paris suikastıyla verilen “İslam ittifakı”nın ayak sesleri miydi? Elbette kısa bir mesajda her şeyin gereği gibi belirtilmesi tüm duyarlılıkların dengelenmesi beklenemez ama Newroz mesajının birçok çevreyi gözetirken kimleri çok fazla umursamadığı, feda ettiği mutabakat ve işbirliğinin yönünü gösterir. Oysa Kürt aydınlarının, politikacı ve örgütlerinin tarihsel ve toplumsal gerçekliklerle dürüştçe yüzleşen, birlikte yaşanan halklara; onların hak ve adalet taleplerine doğru yaklaşan; ulusal-dinsel-etnik kimliklere güven veren bir tavrı; sömürgeci sistemin kurumlarıyla barışmaya feda etmemeleri beklenir. bir "Kahramanlık destanı" dır da; Yırtık Mekapla, 5 metre toprağın altında 30 yıldır NATO'nun en büyük ordularından birine karşı meydan okuyan Kürt gerillalarının savaşı neden "kötü!"dür? Barışın "kaybedeni" yoksa Kürtler Lozan Barış Antlaşmasında ne kazandı, merak ediyorum... Barışın "kötüsü" yoksa Türkiye politikacıları neden "Sevr Barışını"ndan hortlaktan söz eder gibi kaçınıyorlar? Bir zorba ümüğünüze oturmuşken sizin ses çıkarmamanızın adı barış olamaz! Bunun adı teslimiyettir!.. Barış ancak adaletle var olur. Barışı konuşan ama adaleti konuşmayanlar size en iyi şekliyle egemenlerin merhametine sığınmayı öğütlüyorlar, başka bir şey değil! Barışı, silahların susmasını kim istemez Sonuç olarak; Kim gözü gibi koruduğu evlatlarının gençliklerin baharında yitip gitmesini ister. Kim evi ocağı başına yıkılsın, geleceksiz, umutsuz yaşasın ister... Bu yüzden barış en kutsal taleptir. Ben, AKP iktidarının niyetinin; Kürt sorunun gerçekten eşit, adil ve kalıcı bir çözüme kavuşturmak ve barış sağlamaktan ziyade; Kürt ulusal demokratik hareketini belli bir süre için olabildiğince pasifize etmek, yedeklemeye çalışmaktan ibaret olduğunu düşünüyorum. Bu süre ve ihtiyaç içeride, yeni TC Anayasasının istediği biçimde çıkması, Başkanlık sistemine geçilmesi ve iktidar ayaklarının olabildiğince güçlendirilmesine; dışarıda Suriye’ye müdahale v e yeniden yapılandırılmasında daha etkin bir pozisyon kazanma; Güney Kürdistan’da daha güçlenme hedeflerine bağlı olarak uzayıp kısalabilir veya kesilebilir. Savaşın durması, barışçı mücadele yollarının açılması toplumumuzun geniş bir kesiminin ortak talebi olarak ortaya çıkmakta. PKK’nin ulusal talepleri küçülttüğü oranda, demokratik kitle hareketleri içinde de hallolabilecek talepler için silahlı mücadele vermenin meşruiyet temelleri kaybettiği; Savaşın sivil demokratik siyasetin önünü tıkadığı ve silahla bir çözüm bulunamayacağı görüşler daha güçlenmiştir. Peki zulümle, adaletsizlikle barış olur mu? Doğrusu şu ki eşitszlik, zulüm ve zorbalık üzerine inşa edilmiş bir barış, savaşın yeniden ve daha büyük fırtınalarla kopması için bir kuluçka evresi olabilir sadece... Kendimizi aldatmayalım ve barışı konuşurken adaletten yana hiç ağızını açmayanların aslında barışı falan konuşmadıklarını görelim. Şu sıralarda "Barış" sürecini kutsayacak o kadar çok aforizma boca ediliyor ki reddeden mazallah "kâfir" olur. Barış sürecini baltalamak, provoke etmek, savaştan nemalan gibi suçlamalarla karşılaşır. Şimdiye kadar yaşamını yitirmiş nice masum varsa vebali üzerinde kalır! Örneğin "Savaşın iyisi, barışın kötüsü olmaz" mış; "Savaşın kazananı, barışın kaybedeni yok!" muş... Bunları söyleyenler gerçekten söylediklerine inanıyorlar mı? Aklım almıyor... Savaşın iyisi kötüsü yoksa, haklısı haksızı yoksa, O zaman neden "Çanakkale savaşı!" hep birlikte selam durmamız gereken Dolayısıyla AKP, PKK’nin silahsızlandırılması ve Kürt sorununa çözüm konusunu Türkiye’nin “yeni-Osmanlıcı konseptte” güçlendirilmesi stratejisinin taktik bir aşaması olarak görüyor. Kürt ulusal demokratik mücadelesinin ise sömürgecilerle kendi kaderini köleleştiren ittifakları reddetmesinin; özgürlük, eşitlik temelinde tüm yerleşik halklar, etnik, dinsel kültürel kimliklerle birlikte çoğulcu bir yeniden yapılanmayı hedeflemesinin hayati olduğu düşüncesindeyim. Eğer gerçekten bir barış isteniyorsa, barışın tutunacak bir dalı olmalıdır: Bu da adalettir. Nedir bu "adalet"?... Ulusal anlaşmazlık ve çatışmalar bağlamı içinde akıl ve vicdan sahipleri için çok basit bir kural var: Bütün ulusal kimliklerin birbirleriyle eşit hak ve özgürlüklere, olanaklara sahip olması... Kaynak: http://www.gelawej.net KEMAL BÜLBÜL KİME ŞAKIYOR; SU AKAR YATAĞINI BULUR MU?? Musa Ağacik PİR SULTAN ABDAL'A SAYGISIZLIK... Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı Kemal Bülbül, Diyarbakır'daki bir toplantıda ''SEROK APO''ya selam göndermiş!... Kemal Bülbül, ferdi olarak dilediği kişiye selam gönderebilir, bağlılığını sunabilir, ayaklarına kapanabilir... Ancak Pir Sultan Derneği Başkanı olarak, bunu yapma hakkına sahip değildir. Çünkü Pir Sultan Abdal, zalime boyun eğmemiştir. Yavuz - İdiris-i Bitlisi ittifakının günümüzdeki bir tekrarı olan Erdoğan - Öcalan ittifakında kapalı kapılar arkasında ''İSLAM ORTAK PAYDASI - BAŞKANLIK'' diktası temelinde cereyan eden sözde ''barış süreci'', gerçekte barışa değil, Aleviler başta olmak üzere Türkiye toplumuna yeni acıların reva görüldüğü bir yeni oluşumun tezgahlanmasıdır... Bunun da utanılası dayatmalarını KESK operasyonunda, Dicle Üniversitesinde, öğrenci, çevreci ve emek eylemlerinde an be an yaşıyoruz... Yüz yıllar öncesinden; ''YÜRÜ BRE HINZIR PAŞA SENİN DE ÇARKIN KIRILIR GÜVENDİĞİN PADİŞAHIN GÜN GELİR O DA DEVRİLİR'' diye haykıran Koca Pir Sultan ABDAL'ın adını taşıyan bir dernek Başkanı, rüzgara kapılarak el - etek öpme girişiminde bulunamaz. Bulunursa istifa eder. El, etek öpmek için istediği kuyruğa girebilir. Ama bunu Pir Sultan Derneği Başkanı sıfatıyla yapamaz, yapmaya da hakkı yoktur... kızılbaş - sayfa 34 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 SÜRECE KÜRT GÖZÜYLE BAKMAK ve hemen bundan vazgeçerek, Öcalan’ın iradesine tabi olmayı kabul etti, toplanan kongreden de bu yönde karar çıktı. Av. Ruşen Arslan Olgular kutsal, yorum özgürdür.” C. D. Scott Yazımın alt başlığı için Scott’un sözünü seçtim. Çünkü Kürt meselesi söz konusu olunca, olaylar karşısında nesnelliğimiz kaybediyoruz. Olayları nesnel olarak ele almadığımızda, yorumlarımızla bilim arasındaki makas olabildiğince açılıyor. Özgür olması gereken yorum, nesnel olgulara dayanmadıkça komplo teorisi olarak karşımıza çıkıyor. Komplo teorileri, toplumu yormaktan başka işe yaramaz. Hayali düşman ve hayali korkular yaratmaya, halkın korkuları üzerinde imparatorluk kuranların imparatorluklarını sürdürmeye hizmet eder. Özgür yorum ile komplo teorisi arasında hat çizmek de zordur. Uzak görüşlülük, çoğu zaman komplo teorisi olarak karşılanır ve alay konusu da olabilir. Özellikle geçiş dönemlerinde bunlar kaçınılmaz sonuçlardır. PKK ile devlet arasında otuz yıla yakın bir süredir süren savaş, 2013 Newrozu öncesinde silahlı mücadeleye son verme ve Kürt meselesinde çözüme giden diyebileceğimiz yeni bir sürece girdi. Elbette ki böylesine önemli bir konuda düşüncesi olan herkes, düşüncelerini söylemelidir. Yanlış da olsa, düşünceden zarar gelmez. Sonuçta doğru olan düşünce, mecrasında yürür ve gerçekleşir. PKK’DE LİDERLİK VE ÖCALAN’IN YAKALANMASI Öcalan 1999 yılında Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde de, “Silahlı mücadele devrinin bittiğini, silahı bırakmak gerektiğini” açıklamıştı. Öcalan’ın yakalanışı, teşhir biçimi, sözlerinin özgür iradesini yansıtmadığı kuşkusunu uyandırmış ve PKK’nin Merkez Komitesi, “Liderlerinin tutsak olduğunu bu nedenle sözlerinin örgütü bağlayamayacağını” deklere etmişti. Merkez Komitesi, daha sonra bu tavrın- dan vazgeçmiş ve parti kongresini toplayarak, liderleri Öcalan’ın açıklamaları doğrultusunda hareket etme kararı almıştı. Nitekim bir grup İran ve bir grup da Avrupa’dan olmak üzere, iki grup, bu kararın göstergesi olarak Türkiye’ye gelmiş ve yargılanarak cezalandırılmışlardı. Yine partinin emri üzerine, Türkiye resmi sınırları içindeki PKK’nin silahlı güçleri, Kürdistan’ın güneyine çekilmişlerdi. Bu çekilme sırasında, saldırı sonucu kaybedilen gerilla sayısının 500 civarında olduğu ifade edile gelmektedir. PKK kuruluşundan itibaren totaliter bir örgütlenmeyi esas almıştı. Böyle örgütlenmelerde lider her şeydir. Lidere karşı gelmek, örgüte ve davaya ihanet sayılır ve cezalandırılmayı gerektirir. En doğru liderin söyledikleridir. Lider herkes adına düşünür. Öyle ki, “iraden irademdir” diye 21. yüzyılda utanılması gereken kampanyalar açılabilir ve toplanan iki buçuk milyon imza övünç vesilesi yapılabilir. Öcalan yakalandığında liderliğinin zirvesindeydi. Üstelik Edip Karahan’ın 12 Mart döneminde askeri hapishanede yarattığı Başkanlık Divanı ayrık tutulursa; dünyada örneği olmayan ve tek kişiden oluşan Önderlik Kurumu da yaratılmıştı. O, artık kişi olmanın ötesinde bir külttü. Özelliğini anlattığım bu tip örgütlenmelerde, ikinci veya üçüncü adam yoktur. İkinci, üçüncü, hatta dördüncü adam önderlikle karşılaştırılır. Hâlbuki ulaşılamaz bir mertebe olan önderlik kurumu mukayese kabul etmez. Şubat 1999’da, yukarıda niteliğini anlatmaya çalıştığım bu örgütün lideri olan Öcalan yakalanıp tutuklanmıştı. Örgütün merkezdeki yöneticilerinin önünde iki yol vardı: Ya Öcalan’ın tutsak olduğunu ve iradesinin kendilerini bağlayamayacağını ilen etmek yahut O’nun iradesine tabi olmaktı. Merkez Komitesi önce birinci yolu seçti PKK açısından düşünülürse, doğru olan karar da buydu. PKK istese de, birden bire demokratik bir yapıya dönüşemeyeceğine ve lider olarak merkezdeki yöneticilerden hiçbirinin, diğerinin otoritesini kabul edemeyeceğine göre; bütünlüğü koruyabilmek için en doğru seçim, Öcalan’ın önderlik kültünü sürdürmekti. Bugüne değin de o yapıldı. Öcalan uzun tutukluluğuna rağmen, böylece siyasini otoritesini ve gücünü korudu. PKK’DE STRATEJİK DEĞİŞİM Öcalan 1999’da yakalandığında, yalnız silahlı mücadelenin sona ermesini değil, Kürdistan’da toprağa dayalı bir statü isteminden de vazgeçmişti. Talep kültürel haklarla sınırlandırılmıştı. Toplanan PKK kongresi de, liderleri Öcalan’ın görüşlerini benimsemişti. O dönemde de Kürtler arasında büyük tartışmalar yaşandı. Diğer Kürt siyasal yapılanmaları, PKK’ye ağır suçlamalarda bulundular. Hâlbuki teorik olarak siyasal yapılar, tüzük, program ve siyasi hedefleri, mücadele yöntemleri hakkında kendileri karar verirler. PKK’de bunu yapmıştı. Kurulduğunda bağımsız ve birleşik bir Kürdistan’ı hedeflemiş, silahlı mücadeleyi yöntem olarak seçmiş ve sonra da bundan vazgeçmişti. Elbette her toplumsal ve siyasal olay değerlendirmeye tabi tutulur ve eleştirilir. Ancak dışındaki siyasal yapıların, PKK’yi “Niye silahlı mücadeleden yahut toprağa dayalı isteklerinden vazgeçtin?” diye ihanetle suçlayamazdı. Bu, örgüt içi bir sorundu ve yapılabiliyorsa, hesaplaşmanın örgüt içinde yapılmasını gerektirirdi. 1999 yılında Almanya’da yapılan ve PKK’liler dışında tüm Kürt siyasal yapılarının, aydın, yazar ve sanatçılarının katıldığı ve benim de birey olarak davet edildiğim Kürt-Kürt Diyalogu toplantısında da, benzer düşünceyi ifade eden bir konuşma yapmıştım. “Kürdistan dağları orada, savaşmak isteyen varsa ve gücü yetiyorsa buyursun gitsin, bunu başkasından istemesin!” demiştim. Bu görüşümü hep savundum. PKK’yi ise, gelinen aşamada kültürel haklar için savaşın gereksiz olduğu yönünde eleştirdim. PKK yakın zamana kadar, içini bir türlü dolduramadığı “demokratik konfederasyon” veya “demokratik özerklik” gibi söylem değişikliği dışında, toprağa dayalı bir isteme sahip olmadı. Bu açıdan PKK’nin kültürel haklar için silahlı mücadelesine kızılbaş - sayfa 35 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 karşı çıkmamın haklılığını, bu gün de koruyorum. Çözüm süreci ve PKK’NİN SİLAH BIRAKMASI 2012 yılında cezaevlerindeki siyasal tutukluların sürdürdükleri ölüm orucu, Öcalan’ın isteği üzerine sonlandırılmıştı. O tarihten beri devlet, MİT aracılığı ile İmralı’da Öcalan ile PKK’nin silahlı mücadeleyi sonlandırması ve Kürt sorununa çözüm bulunması için görüşmeye başladı. Görüşmeler, meyve vermeye başladığında kamuoyuna yansıdı. 2013 Newrozunun Diyarbekir’deki kutlamaları sırasında, Öcalan’ın “Silahlı güçlerin Türk devletinin sınırları dışına çıkmasını isteyen ve silahlı mücadele devrinin sonra erdiğini ve yeni bir dönem başladığını, bundan sonraki mücadelelerinin demokratik siyasal mücadele olduğunu” belirten mektubu okundu. Zaten MİT eliyle BDP’ye ulaştırılan mektubun içeriğinden devletin haberi vardı. Mektup okunduktan sonra, Başbakan Erdoğan “Mektubu olumlu bulduğunu, kendi söylemleri ile örtüştüğünü” açıkladı. Başbakanın ve kurmaylarının son biriki aylık konuşmaları ve açıklamalarına dikkat edilirse, Öcalan ile MİT kanalıyla devletin bazı konularda ve takvim üzerinde anlaştıkları anlaşılıyor. Anlaşma ve anlaşılan şeyler henüz resmen deklere edilmiş değildir. Ancak, Newrozda okunan Öcalan’ın mesajında, kendi deyimiyle PKK’nin silahlı unsurlarının sınır dışına çıkarılması, siyasal demokratik bir mücadele aşamasına geçilmesini lideri olduğu örgütten istediği tartışmasızdır. Bu isteği, Öcalan’ın devletle vardığı bir mutabakat olarak kabul etmek gerekir. Zaten Başbakan da “sınır dışına çıkmayla süreç başlar” derken, böyle bir mutabakatı zımnen doğrulamış oluyordu. Başbakanın” bizim söylemlerimizle örtüşüyor” dediği Öcalan’ın mektubunda, önemli hususlardan biri de, örgütün son yıllarda üzerinde durduğu demokratik özerklikten hiç söz etmeyişidir. Hukukta mef humu muhalif denen ve bugünkü dile zıt kavram diye tercüme edebileceğimiz bir kavram vardır. Bir kavramın zıddından çıkarak hükme varma kastedilir. Örneğin; 18 yaşını bitiren kişi reşittir. Bunun zıt kavramından 18 yaşını bitirmeyenlerin reşit olmadıkları hükmüne varılır. Öcalan’ın mektubundan yola çıkıldığında; federasyon, özerlik gibi taleplerin söz edilmeyişinden; PKK’nin, Kürtlerin vatanlarında kendini yönetme taleplerinden vazgeçtiği anlaşılır. Bu belirlemede bulunurken, bilinçli olarak Öcalan demeyip PKK dedim. Çünkü Öcalan mektubunu Kandil ve Avrupa ile mutabakata vardıktan sonra yazdı. Yine PKK yönetimi, mektubun açıklamasından sonra, Öcalan’ın kararlarının arkasında olduğunu deklere ettiği gibi, 21 Mart tarihinden geçerli olmak üzere ateşkes de ilan etti. Öcalan’ın mektubundaki felsefi ve dini referans alan belirlemelerinden, her zaman olduğu gibi örgütün üst kadroları ve siyaset uygulayıcıları, zorlama bir yorumla demokratik konfederalizm çıkarmaya çalışacaklardır. Ancak, gerçekleşebilirlik tartışmasını bir tarafa bıraksak bile; özerk, federe yahut bağımsız bir siyasal yapıya sahip olmadan, Kürtlerin Ortadoğu’da nasıl bir konfederal bir yapı içinde olabileceği izaha muhtaçtır. Devletin varılan mutabakatın neresinde olduğu ve elinde nasıl bir takvim bulunduğunu, tahminlerin ötesinde bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Başbakanın “sınır dışına çıkma sırasında, askerin gerillaya saldırmayacağı” yönünde verdiği sözlü güvencedir. Bir de geri çekilmeyi kontrol edecek, yaklaşık otuz civarında kişiden ve dört komisyondan oluşacak akil adamlar komisyonun oluşturulacağı açıklamasıdır. Bunun ötesinde devletin somut kamuoyuna yönelik bir taahhüdü yoktur. SÜRECİN HUKUKİ GÜVENCESİ AKP iktidarı, önce Kürt sorunu sonra deyip sonradan vazgeçerek, Barış ve Kardeşlik Projesine dönüştürdüğü çözümde, bu kez kararlı görünüyor. Kamuoyunun genel kanısı bu yöndedir. Ancak sürecin sözle yürüyemeyeceği, altyapısının hukukla örülmesi gerektiği açıktır. Çünkü Kürtler, Atatürk dâhil devlet yöneticilerinin verdikleri sözlerinde durmadıklarını tecrübeleriyle bilirler. Onun için “Osmanlıda oyun bitmez” sözü halen kullanılagelir. Murat Karayılan’ın Hasan Cemal ile Newroz sonrası yaptığı röportajda; “yol temizliği” olarak nitelediği; gerillanın sınır dışına çıkması için yasal güvence, Anayasa, Siyasal Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, ceza hukuku alanına giren kanunlar, Anayasa ile güvence altına alınmış Devrim Yasaları gibi birçok kanunda değişiklik yapmak gerekecektir. (T 24 sitesinde Hasan Cemal’in Murat Karayılan ile yaptığı 24.03.2013 tarihli röportaj) Murat Karayılan’ın talebi haklı ve yerindedir. Verilen sözlerle Kürt sorunun çözümü gibi yüz yıllık bir sorun çözüm yoluna giremez. Yoksa verilen sözler, Kenan Evren’in 1980 Anayasasına kefil olması gibi, siyasi literatüre ancak komedi olarak geçer. Onun için Kürt tarafı, sürecin hukuki zemininin oluşması talebinde ısrarcı olmalı ve barış süreci ile çözümün hukuki zeminini oluşturma paralel yürümelidir. Bu başlık altında acil önemde olan, gerillanın sınır dışına çıkışındaki hukuki güvencedir. Böyle bir güvencenin 1962 yılındaki başarısız darbe teşebbüsü sırasında, o zaman Başbakan olan İsmet İnönü tarafından Albay Talat Aydemir ve arkadaşlarına, darbe yürütülürken af sözü verildiğini ve haklarında soruşturma yapılmaması için TBMM’nin kanun çıkardığını hatırlıyorum. Çıkarılan kanunla darbeciler hakkında cezai soruşturma açılmamış, fakat darbeye katılanların askerlikle ilişkileri kesilmişti. Hukuki zemin oluşturmada Mecliste grubu bulunan BDP’ye çok iş düşmektedir. Ancak BDP’nin inisiyatif kullanmadaki sakatlığı, üzerine düşeni yerine getireceğine dair haklı kuşku yarattığına değinip geçelim. SÜRECİN ZAMANLAMASI ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ Süreçle ilgili zamanlama açısından da çok şey söyleniyor. Söylenenleri sıralarsak; - Erdoğan tarihe geçmek istiyor, - Erdoğan Cumhurbaşkanı olmak istiyor ve Kürt oylarına ihtiyacı var - Başkanlık sistemi, - Suriye’deki iç savaş ve İran’ın atom tesislerinin bombalanma ihtimali, - Ekonomiyi ileri götürmek için Kürt sorunu çözülmeli, - Petrol, - Din birliği, - Osmanlı coğrafyasında etkinlik, - Öcalan’ın yakalanmasında ABD’ye verilen sözün yerine getirilmesi, - Büyük Ortadoğu Projesi, - PKK’nin silahla bitirilemeyeceği... Hepsinde doğruluk payı olabilir. Hatta bunlara eklenebilecek başka nedenler de bulmak mümkün. Ancak ben iki neden üzerinde özellikle durmak istiyorum: Kırılma noktası ve çıkar çakışması. Erdoğan, ve partisi, Cumhuriyet tarihinde örneği bulunmayan uzun süreli siyasal ve toplumsal desteğe sahip oldu. Kendisinin parti içindeki gücü, Kürt sorununu çözmeye yeterdi. Ancak, öncelikle bunu kendisi istemeliydi. Leyla Zana, Başbakan Edoğan ile görüştükten sonra “Kürt sorununu çözerse Başbakan Tayyip Erdoğan çözer” derken haklıydı. Zana’nın yaptığı bir tespitti. O gün kızılbaş - sayfa 36 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Zana’yı eleştirenler, bugün aynı noktaya geldiler. Yukarıda da belirttim. Başbakan sorunu çözmede her zamankinden daha kararlı görünüyor. Ancak O’nun hareket noktası, referans aldığı İslam kardeşliği veya öncellerine göre daha iyi insan oluşu değil. Çünkü o da, diğerlerinin denediği yöntemlerin aynısını denedi. Soruna adını koydu, sonra çark etti. Hatta işi Kürt sorunu yoktur demeye kadar vardırdı. Sonu olmayan askeri çözüm, sınır ötesi harekâtları AKP iktidarında da gördük. Faili belli olmayan cinayetler, 90’lı yıllardaki gibi yaygın değildi. Ancak Roboski ve askerde iken öldürüldüğü halde, eğitim vukuatı olarak dosyası kapatılanlar, kara bir leke gibi ortada duruyor. Demek ki, Kürt sorununu çözmedeki ivme yükselişini başka nedenlerde araştırmak gerekir. Erdoğan, iktidar partisinin genel başkanı ve başbakan olduğunu göre, tüm siyasal ve sosyal sorunları çözme göreviyle yükümlüdür. Kürt sorunu ise, Türkiye’nin en önemli siyasal ve toplumsal sorunu olarak kabul ediliyor. O halde, teorik olarak bu sorunla da ilgilenmek ve çözmek zorundadır. Otuz yıldır süren savaş toplumda kırılma noktası yarattı. Otuz yıldır tüm iktidarlar, AKP!nin on yıllık iktidarı da içinde olmak üzere, sorunu hep ertelemeyi seçtiler. Ancak öyle bir noktaya gelindi ki, toplum artık bu sorunun çözülmesini istiyor. Bu istek, iktidarların karşı duramayacakları kadar güçlü hale geldi. Bunun örneğini asker ve polis cenazelerinde görmek mümkündür. Önceleri ölen oğlunun cenazesi başında ağlayan ve “İki oğlum daha var, onları da bu vatan için kurban edeceğim” diyen anneler azaldı, nereyse kalmadı. Artık anneler “Benim yüreğim yandı, başkalarının yüreği yanmasın” diyor. İşte bu, toplumda savaşın sona erdirilmesi için kırılma noktasıdır. Bunu altmışlı yılların sonunda ABD de yaşamıştı. Amerika halkı, Vietnam’da ne işimiz var? Çocuklarımız orada niye ölüyor?” diye yönetime hesap sormaya ve ABD’nin her tarafında gösteriler yapmaya başladıklarında; ABD yönetimi, Vietnam’dan çekilmek zorunda kalmıştı. Türkiye ise, Vietnam’daki kırılmanın henüz başlarındaydı. Hiçbir hükümetin gücü, Berfo Ana’nın oğlu Cemil’in kemiklerini bulamamasının feryadını yahut bir oğlu PKK elinde esir ve diğer bir oğlu ise, PKK’de gönüllü gerilla olan Urfalı baba Çeçen’in korku ve üzüntüsünü savaş ile bastıramaz. Erdoğan toplumunu iyi tanıyan bir lider olarak bunu gördü ve sorunu çözmeye talip oldu. Zamanın- da hareket ederek siyasi avantaj kazandı. İkinci bir neden ise, Kürtlerle Türklerin çıkar çakışması ve bunun artık Türkiye tarafından da görülür olmasıdır. Şimdiye kadar Türkiye, Kürtlerin her kazanımını vücudundan koparılmış bir parça olarak görüyordu. Devlet Kürtler hakkında, bugünkü MHP’nin düşündüğü gibi düşünüyordu. Sadabat Paktı, Kürtlerin özgürlük hareketine karşı kurulmuştu. 1979’da feshedilene kadar, Irak, İran ve Türkiye arasında Kürt hareketine karşı işlevselliğini korudu. Daha sonra üye devletler ikili, üçlü olarak Kürtlere karşı işbirliğini sürdürmeye devam ettiler. Türkiye, Güney Kürdistan’da federe devlet ilanını kırmızıçizgi ilan etti. Ne içte ne de dışta Kürtlerin hak kazanmasına tahammül edemedi. Hâlbuki Kürtlerin sorunlarını çözmüş olmaları, istikrarlı yönetime kavuşmaları Türkiye’nin lehineydi. Bunun somut örneği Kürdistan Federal devleti ile olan ekonomik ilişkileridir. Türkiye’nin ihracatında Irak (siz Kürdistan Federe Devleti olarak okuyun) ikinci sıradadır. Türkiye artık bunu gördüğü içindir ki, siyasette konsept değişikliğine gitme ihtiyacı duydu. Güney Kürdistan ile dostluğun, düşmanlıktan daha iyi ve yararlı olduğunu kavradı. Aynı şey Suriye’deki Kürtler için niye olmasın? Orada Kürtlerin özerklik statüsü kazanmalarının Türkiye’ye zararı nedir? Karşı çıkmadan umulan yarar nedir? Karşı çıkılsa bile, kazanılan statüyü yıkmak için savaştan başka çare var mı? Uluslar arası konjonktür böyle bir savaşa elverir mi? Türkiye böyle bir savaşa hazır mı? Böyle bir savaşı kendi içindeki Kürtler nasıl karşılar? Soruları daha da çoğaltmak mümkündür. AKP iktidarı, Osmanlı mirasına sahip çıkıyor. Bunu fetih anlamında değil, ekonomik ve siyasal yoğun ilişki sonucu etkinliğini artırmak olarak anlamak gerekir. Böyle bir dış siyaset, Ortadoğu’nun en dinamik halkı olan Kürtlere düşmanlıkla yürütülebilir mi? Buna olumlu cevap verilemez. O halde Kürtleri yanına almaktan başka seçenek kalmıyor. Peki, Kürtlerin bunda çıkarı var mıdır? Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtlere düşmanlık etmediği ve haklarına saygı gösterdiği müddetçe, Kürtlerin de çıkarı vardır. Türkiye gibi güçlü bir devletle durup dururken düşmanlığın, Kürtlere bir faydası yoktur. Konuyu İran örneğiyle somutlaştırmak istiyorum. İran, ta Osmanlı döneminden beri bölgede Türklerle nüfuz yarışı içindedir. Bugün de açık ve kapalı nüfuz yarışı sürmektedir. Türkiye, atom silahına sahip ve Ortadoğu’da Şii kuşağı yaratmak isteyen İran’a karşıdır. Suriye’de her iki devlerin örtülü bir nüfuz savaşı vardır. Kürtlerin de Şiilerin egemen olduğu Irak merkezi hükümetiyle sorunları var. Belki yakında savaş çıkacak ve bağımsızlık gündeme gelecektir. Irak merkezi hükümetinin, düşmanlık derecesinde Türkiye ile arası bozuktur. Ayrıca İran’daki Kürtlerin de özgürlük mücadelesi vardır. Görüldüğü gibi Türkiye ile Kürtlerin, Ortadoğu’da çıkarları bazı açıdan çakışmaktadır. Çıkar çakışmasının yaşadığı bir dönemde iktidarın, Türkiye içindeki Kürt sorununun çözümü için güçlü bir irade göstermesini işte bu çıkar çakışmasına bağlamak gerekir. Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini düzeltmesinin aynı zamana rast gelmesi de, bir tesadüf olmasa gerek. ÇÖZÜMDE TAVIR NE OLMALIDIR Kişi olarak Kürt sorununun çözümünü, ister bağımsızlık, ister otonomi, ister federe sistemle olsun; Kürtlerin kendilerini yönetmeleri ile çözüleceğine inanıyorum. Bunun yolu da kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesinden geçer. Ancak reel politik buna elvermiyor. Otuz yıllık savaş sürdüren PKK ise, geldiği nokta itibariyle böyle bir irade ve talebe sahip değildir. O halde siyasal demokratik mücadeleyi önüne koymasını ve anlamını yitirmiş bir savaşı sonlandırma tavrını desteklemek lazımdır. PKK’nin demokratik mücadeleye evrilmesi, örgütün ve kadrolarının demokrasiyi içselleştirmeleri, en başta Kürt halkının yararınadır. Öcalan’ın 2013 Diyarbakır Newrozunda okunan mektubunun eleştirisinin pratik bir anlamı da yoktur. Çünkü Kürt sorunu mecrasında çözülmediği takdirde, sorun olmaya devam eder ve sorun kendini çözecek yeni alternatifleri yaratır. Çok verdiğim bir örneği burada da tekrarlamak isterim. Lozan barış görüşmeleri sırasında, Kürt aşiret beylerinin, şeyh ve seyitlerinin birçoğu Lozan’a telgraflar göndererek, “Türk delegasyonun kendilerini de temsil ettiklerini, alınacak kararlara uyacaklarını” bildirdiler. Ancak bizim kuşak, kendilerini bu telgraflarla bağlı saymadılar. Lozan Antlaşmasını tanımadılar ve ona karşı mücadele verdiler. Eğer Kürt sorunun mecrasında çözümüne hizmet etmezse, yarınki kuşaklar da kendilerini Abdullah Öcalan’ın mektubu ve PKK’nin yapacağı anlaşmalarla bağlı saymayacaktır. Kaynak: http://www.gelawej.net kızılbaş - sayfa 37 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şemdin Sakık'tan 3 korkunç iddia Diyarbakır Cezaevi'nden Akit'e mektup gönderen Şemdin Sakık, şok iddialarda bulundu: 1993'te şehit olan 33 asker, bile bile PKK'nın önüne atıldı. Tuğgeneral Bahtiyar Aydın'ı PKK değil, kendi askeri vurdu. Albay Rıdvan Özden çatışmada vurulmadı. Özden'i Doğu Çalışma Grubu öldürdü “İlk defa sizinle paylaşıyorum” diyen Şemdin Sakık, silahsız 33 erin katledildiği olayın Doğu'da “Doğu Çalışma Grubu” adıyla örgütlenen cunta tarafından planlandığı ve PKK'ya havale edildiğini söyledi. 28 Şubat darbesine zemin hazırlayan 1993 yılına özellikle dikkat çeken Sakık, Eşref Bitlis'in ekibinde yer alan Tuğgeneral Bahtiyar Aydın ile Albay Rıdvan Özden'in öldürülme hadisesini yakından bildiğini kaydetti. “ORTAM MÜSAİT” DEYİP MEKTUP GÖNDERDİ AKİT'E 18 yıl PKK'nın iki numaralı ismi olarak dağda kalan Şemdin Sakık, Diyarbakır E Tipi Cezaevi'nden Akit'e gönderdiği mektupta şok iddialarda bulundu. “Olayın arka planını ilk olarak sizinle paylaşmak istiyorum. İlk kez, çünkü şimdiye kadar ortam olayın bütün boyutlarını ortaya koymamıza uygun değildi” diyen Sakık, Bingöl'de 1993'te 33 askerin şehit edilmesinin perde arkasını anlattı. “93'TEKİ OLAYLAR DÇG'NİN İŞİ” Akit'ten Erol Metin'in haberine göre, 28 Şubat'a giden sürecin başlangıcı olan 1993 yılındaki suikast ve şüpheli ölümlere vurgu yapan Sakık, Batı Çalışma Grubu'nun Doğu ve Güneydoğu'daki örgütlenmesi olan Doğu Çalışma Grubu'nun, o yıl fiiliyata geçtiğini söyledi. Sakık, 93'te yaşanan acı hadiselerin tamamının yönetimi ele geçirmeyi amaçlayan ve kanın akmasını isteyen bu cunta ekibinin işi olduğunu öne sürdü. Sakık, 33 er olayının da 93'te gerçekleştirilen suikastlar zincirinin bir halkası olduğunu savundu. “ASKERLER PKK'NIN ÖNÜNE ATILDI” Silahsız ve korumasız askerlerin adeta PKK'ya teslim edildiğini anlatan Sakık, “33 asker olayı bir grup kızgın PKK'lı tarafından gerçekleşti ama planlayarak, istihbarat alarak gerçekleştirdikleri bir eylem değildi. Bu askerler birileri tarafından kendilerinin önüne atıldı ve Doğu Çalışma Grubu'nun ikinci planı, yani topyekün savaş planı bu olaya dayandırılarak hayata geçirildi” dedi. “33 ERDEN SONRA TÜRK HALKININ İTİRAZI KALMADI” Kürt-Türk kavgasının sürmesinden nemalanan ve halkın kendilerine ‘kurtarıcı' gözüyle bakmasını sağlamak isteyen cunta ekibinin, infial oluşturmak için masum askerleri kurban seçtiğini dile getiren Sakık, şöyle konuştu: “Nasıl ki 12 Eylül öncesinde halka ‘Ordu göreve' çağrısı yaptırmak için binlerce insanın ölümüne ya göz yumuldu ya da teşvik edildiyse, bu sefer de oluşturulan topyekün savaşa zemin hazırlamak için infial yaratacak bir eyleme ihtiyaç vardı. 33 asker olayı başarılı biçimde gerçekleştirildikten sonra, Türk halkının itirazı kalmamıştı. Bu olayla galeyana gelen Türk halkı, ‘Ne yaparsanız yapın bu işi bitirin' diyerek, bu savaş aygıtına açık çek vermişti. Halk artık bu güruhu kurtarıcı gördüğü için çocuklarını davul zurnayla savaşa gönderir olmuştu.” CUNTA TASFİYE YAPIP ADAMLARINI GETİRDİ KENDİ 1993 yılında peş peşe hayatlarını kaybeden Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis ve ekibindeki subaylar ile Turgut Özal'ın DÇG tarafından ortadan kaldırıldığını iddia eden Şemdin Sakık, “33 asker olayına bu aşamalardan sonra gelindi” diyerek, “Uğur Mumcu, askeri icraatın başı Eşref Bitlis, askeri istihbaratın başı Cem Ersever, Türkiye Cumhuriyeti devletinin başı Turgut Özal, bir dönemin Asayiş Komutanı Hulusi Sayın, jandarmanın etkili albaylarından İsmail Selen, Turgut Özal'ın sağ kolu Adnan Kahveci ve daha birçok üst düzey komutan, siyasetçi ve aydın tasfiye edilerek, yerlerine savaşı bütün vahşetiyle sürdürme eğiliminde olanlar getirilerek 33 asker olayı sürecine gelindi” ifadelerini kullandı. “BAHTİYAR AYDIN VURULDUĞUNDA ALANDAYDIM” Şüpheli uçak kazasında yaşamını yitiren eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis'in ekibinde yer alan Tuğgeneral Bahtiyar Aydın'ın vurulduğu saatlerde bölgede olduğunu anlatan Sakık, “Bahtiyar Aydın'ı ‘çatışma var' diyerek Lice'ye getirip orada, hemen helikopter pistinde vurdular. O zaman alandaydım. Anında kendilerini telsizden aramış, ‘Paşanızı vuracak kadar kudurdunuz' dediğimde küfrederek telsizi kapatmışlardı” şeklinde konuştu. “EMRİMDEKİ PKK'LILAR YOK DEDİLER” İLGİMİZ Adli Tıp'ın alnından değil, kafatasının üst kısmından mermi girişi bulunduğunu tespit ettiği eski Mardin Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden'in de DÇG tarafından öldürüldüğünü ileri süren Sakık, “Albay Rıdvan Özden'in Mardin kırsalında bir çatışmada vurulduğu haber yapıldığında o bölgede faaliyet yürüten arkadaşlarımı aramış ve sormuştum. Cinayetle hiçbir ilişkilerinin olmadığını söylemişlerdi. Böylece bunun da Doğu Çalışma Grubu'nun işi olduğunu anlamıştık” dedi. akit http://haber.mynet.com/semdin-sakiktan3-korkunc-iddia-628362-guncel/?utm_ source=facebook&utm_medium =referral&utm_campaign=fb kızılbaş - sayfa 38 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 AGEHDARÎ Û ZANÎNEN KURDAN YÊN Lİ SER DÎROKA ÊZDİYAN PİR LEWAZİN. giyan(ruh)ê, Êzdî îmana xwe ji qewl, ilm , duha û hemû şîretên melek, horî, cin, giyander, xas û qelenderên Xwedê nasdikin, ji bo giyana meriv paqij bive, timî îbadet bike û rojî bigre, pîroziya parastina parêsgeh(ziyaret, qub û gelk nîşanên xwezayiyê cihê melk, horî, cin, giyander, xas û qelenderên Xwedê nasbike û hwd.ê) di gelek rojname, kovar û malperên me Kurdan de weşandine û min ew di van herdû pirtûken xwe de jî tomar kirine. K e m a l To l a n Bi dîtina min, pêwîst e ku em Kurd dersa dîrok û dînê/ola xwe baştir nasbikin. Em baş bizanibin ku piraniya çîrok, mesele, ayet, lêkolîn, berhem û hemû dîroka ku alim, zane, nivîskar, partî û rêxistinên dagirkerên Kurdîstanê li ser dîroka netewa Kurd û bi taybetî jî yên li ser Êzdiyatiyê nivîsandine anjî gotine qet bi kêr nayên. Di ser vê ra jî gelekî xemgînim ku îro hêjî piştgirî, zanîn û agahyên gelek rewşenbîr, nivîskar, berpirsyarên mal, komel, ol, çande, partî û rêxistinên Kurdî di der heqê dîroka olên li Kurdîstanê û bi taybetî jî li ser Êzdiyatiyê û rewşa civakan me Êzdiyan ya derbas buyî û ya niha jî pir kêm û lewaz en. Vêca, ji bo ku ez dikaribim hinek ji van valeyiyan dagrim û erka ku di vî warî de dikeve ser milên min bînime cîh, ezê jî weke hinek nivîskar û lêkolînvanên Kurd û xerîban li gorî Êzdî nasîn, nêrîn, zanîn û îmakanên xwe timî li ser wê derya bîr, bawerî, kevnariya dîrok, ziman, wêja û kevneşopên me Kurdên resen binivsînim. Belê, min heta niha ji bo dewlemendiya arşîva çanda Kurdî gelek nêrîn û dokumentên nasandina kevneşopên bingehên ola Êzdahiyatiyê (yên weke: ferzên Êzdiyatiuyê, baweriya bi Xweda yê bê şirîk, her heft melyaketên qedîm, sema yê, afirandina her heft tebeqên erd û esman, Tawisê, Berat, afirandina qalibê Adem, Hawa û Şahîdê bin Cer, melek- horî, cinên bi surên xwe bune Xwedanê xwezayiyê û ketine kirasê giyander, xas û qelenderan, ne mirina Ev kitêba min ya bi navê “Hebûn û Tûnebûna Êzdiyan Tev Romanên Zindî ne” di sala 2000 de ji aliyê weşanên DENGÊ ÊZÎDIYAN ve li Elmaniya hatiye weşandin û hêjmarên ku hatine çapkirin niha ne mane. Ev pirtûka �NASANDINA KEVNEŞOPÊN ÊZDIYATIYÊ � 430 rûpel e û ji aliyê Weşanên PÊRÎ ( ISBN 975 - 9010 - 55 � 0 )ve hatiye weşandin. Kî vê bixwaze, ew dikare vê ji weşanên Pêrî: Söğütlüçeşme Cad. Pavlonya sok. Nuhoğlu Apt. No: 10/19 Kadıköy / İSTANBUL Tel-Fax: 0 216. 347 26 44 , GSM: 0533 488 01 12 anjî e-Mail: [email protected] peyda bike. Her weha min xwast di rûpelên van herdû pirtûkên xwe de bidime xwanê, hinga ku meriv li dîroka me Kurdan û bitaybetî jî dema li ya me Êzdiyan binêre, merivê bivîne ku bingeha ola Kurden resen û bitaybetî jî babetên kevneşopên me Êzdiyan gelekî kevn û berfire ne. Her weha bidime nasandin ku hinek ji dîroknas, lêkolînvanên Kurd, Êzîdî û biyanî li ser rewşa jiyan û dîroka ola Êzdiyan gelek tişt nivîsandine. Lê, ji ber ku piraniyan wan nivîskar û lêkolînvanên ku li ser dîroka Êzdiyatiyê berhem derxistine û diweşînin bi xwe ne Êzîdî ne, gelek berhemên wan ji aliyên ilmên Êzdiyatiyê ve jî pir qels in. Di berhemên wan de xweya ye ku, ewan zaniyarên xwe ji ber devên kesên menfêatçiyên gelên cînar, Kurdên musilman û Êzdiyên sade(normal) bi rişwetê standine. Piraniya wan pirtûk û lêkolînên ku ewan li ser rewşa Êzdiyatiyê nivîsandine wekî peymaneke ku di nava dû berên li dijî hevûdin û her yekê dixwaze hinek armancên xwe Êzidilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!. bi cî bîne, wisa ev berheman hatine nivîsandin. Bidîtina min şerma herî mezin ewe kû, heta îro hêjî hinek kesên ku ji xwe re dibêjin „ Ez rewşenbîr û niviskarim“ û bi teybetî jî di nava tevgera rizgarîxiwaza gelê Kurdîstanê de ne, na xwazin ku serxwebuna êzdiyatiyê nasbikin. Gelek ji wan hêjî bi hemda xwe dîroka Êzdiyatiyê şêlû didine xwanê. Lewma ez jî li ser xwe ferz dibînim ku timî rastiya naveroka qewl, ilm û dînê Êzdiyatiyê yên ku ji berê ve dibêjen, ezdiyati-haveyne-mirovatiya-mezopotamiya ye bidime nasandin û bibêjim şikir ji Xwêdê re, em Êzdî ne! . Bila her kes bizanîbe ku em Êzdî timî di kevneşopên xwe yên devkî de dibêjin, Xweda yê me hemû giyander (ins) û cinsên li seran serê cîhanê yeke. Navê Xwedê di nava hemû ol û netewên li dinya yê (yên weke Sumerî, Hurrî, Hattî, Hetîta, Gotî, Mîtanî, Arî, Lulî, Marî, Kassitî, Urartî, Medî, Babilî, Keldanî (Asûrî), Kardukî, Kaldahî, Mecûsî, Mazdayî, Sabî, Zerdeştî, Mervanî, Manî, Farizî, Yahudî , Xirîstiyan, Musilman, Hinduyan û whd.) de heye û ew li gorî bawerî, ziman û zaravên herêmî bi gelek navan (Hurmuz, Aton, Marduk, Şamaş, Bal, El, Hadad, Xuda (xwe dayî), Xwedê, Padişa, Xwedî, Rab, Temuz, Dumuzî, Adonis, Ez da, Ezdan, Yezdan, Yazad, Yêzad, Yê ez dayî (Êzîd, Yêzdî, Yêzdî), Xaliq, Tanrı, Allah, Gott, Xwudah û whd. ) de hatiye bi nav kirin. Her weha bidime xwanê ku, ji berê û heta vêga hêjî gelek dîroknas, lêkolînvanên Kurd û biyanî jî weke min dibêjin, “ola Êzdiyan ola Kurda ye herî kevn e” û bi dîtina min kevnbûna dîroka Kurdîtiyê vêga hêjî di stran, folklor, ilm û qewlê Êzdiyatiyê de zelal xwanê ne. Binêrin, ji roja baweriya Êzdiyatiyê di nav Rojhilata Navîn de peyda buye û heta vêga hêjî, jiyana me Êzdîyan ji jiyana gel û olên din pir cûda bûye. Me Êzdîyan ji ber destê zilm, zor û qedexekirina der û hundir nikarîbûne tu carî xwe di nava welatê ku em tê de dijiyan azad bidine nasandin û bi derdora xwe re bikevine nava pêywendiyên fireh. Ji xwe di wî çaxê ew 72 dû ferman li me kızılbaş - sayfa 39 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kurdên Êzdî rabûne û Êzîdî koçber bûne, hingê rojname, radio û telîvîziyon tûnebun. Xwandin û nivîsandin ji Êzdiyan re kiribune guneh. Piraniyan wan buyer û fermanên ku bi serê Kurdên resen ve hatine, tenê bi gotin û stranên dengbêjan û di nava zargotina gelde hatine xweyakirin. Ji xwe bav û bapîrên me ji ber vê baweriya xwe yê paqij nikarîbûne tu tahdê û zorê li hinek kesên wekî dinê difikirin bikin û malên der û cînarên xwe bixwin. Gelek serpêkhatên me Kurdên Êzdî hene, ku hêjî tû kes nizane, ka ev buyer ji bo çê qewîmîne, sedemên van buyeran çi bûye, gelek caran ew ne bi rastî hatine diyarkirin û şîrove kirin. Bi hezaran tiştên me yên baş, di singên dengbêj û kalemêrên me de bin êrd bûne û em hew dikarin îro wan buyeran derxînin…… Eşkere bikim ku, em Kurd tev mina sêvên ji darekê ne û min jî nikarîbû hemû pirsgirêkên dîrok, netew, çande, ol, ferman, koç û qerkirina me Kurdên Êzdî zelal bidime xwanê. Lê ezê zahf dilxweşbim ku min karibû bi vî karê xwe bala hinek ji dîroknas û lêkolînerên Kurd û xerîban bikişînime ser kevnariya netew û civaka me Kurdan û ew bikaribin ji vê xebata min fêdebikin. Her weha ev bibe handanek ji wan re, kû ew hê zaniyarên zêde li ser wan babetên destê min ne gehîştiye û ew pê zanîbin kombikin û bi weşînin. Dîsa ezê gelekî dilxweşbivim, gava ku em jî vaqas buyerên buyî, wekî çewa V.O.Klyûçewskî gotiye:“Em gereke demên derbazbûyî fêr bibin, ne ji bo wê ku ew îdî derbaz bûne, lê herwaha bona wê, ku ew dema derbazbûyî nikaribûye paşmayînên xwe bide paqijkirinê.“ ders bigrin… Dîsa hêvîdarim ku rizgarîxwazin Kurdîstanê bikaribin van lewazî û cûdetiyên dinava ol-netewên li Kurdîstanê de hene û gelek jê hêjî pirsgirêkin, baş nasbikin û van birînên di nava Kurdên êzdî, musilman, mesîhî, cuhu, elewî, sabî..û hwd.ê de hene derman bikin. Her weha ji Xwedê û hemû xasên me êzdiyan lavan dikim ku, ew nehêlin buyerên weke yên Şêxanê, komkujiyên weke ya Musilê û Şengalê di nava serenserê Kurdîstanê de dûbare bivin. Û ji bo ku em Kurd û bi taybetî jî em Êzdî bikaribin ol, kevneşop û kultura bav-kalên xwe yên bi rumet di rojên pêş me de jî baş xwedî derkevin û tifaqa hemû Kurdîsatinyan xwirtir bikin, ew sûr û keremetên xwe li ser serên me Kurdan kêm nekin . Bila çarşema sor li tevaya Kurdan û dostên Êzdiyan pîroz be ! 'Mermi pahalı diye sopalarla öldürdük' Mehmet Bekaroğlu, Dersim'le ilgili kendisini anlatılan dehşeti twitter hesabından paylaştı! Has Parti Genel Başkan Yardımcı ve İstanbul İl Başkanı Mehmet Bekaroğlu da "Dersim Katliamı" tartışmalarına yaşadığı bir tanıklıkla katıldı. Tıp fakültesinde öğretim üyesiyken depresyon tanısıyla tedavi gören bir hastanın anlattıklarını aktaran Bekaroğlu, 70 yaşını aşmış hastanın Dersim'de çocukları nasıl öldürdüklerini kendisini anlattığını söyledi. HAS Partili Bekaroğlu, twitter hesabından yaptığı açıklamalarla Dersim tartışmalarına yeni bir boyut kattı. Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde öğretim üyesiyken tıp fakültesinde deprasyon tanısı ile tedavisi yapılan bir hastanın kendisine anlattıklarını aktaran Bekaroğlu, twitter'daki hesabında Dersim'de çocukların dövülerek öldürüldüğünü yazdı. "ÇOCUKLARI DÖVEREK ÖLDÜRDÜK" İddiaları gündeme getiren 70 yaşındaki hastanın, Dersim operasyonunda görev alan bir asker olduğunu söyleyen Bekaroğlu, hastasının ağlayarak şunları anlattığını yazdı: "Komutan mermi pahalı kullanmayın dedi, kadınlara, çocuklara dipçikle vuruyorduk. Sonra tüfekler zarar görüyor dendi. Bundan sonra meşe kütükleri ile vurmaya başladık. Vura vura 10 yaşındaki çocukları öldürdük". Evet, bunları söylemişti, hıçkıra hıçkıra ağlayarak. Öncelikle bu hasta sırrıydı; kimlik belirterek anlatmam mümkün değildi. Daha öncede "bir hasta" diyerek bazı toplantılarda açıklamıştım. Şimdi Dersim tartışmalarına katkı olur diye burada yeniden açıklıyorum. Depresyon gerçeği değerledirme yeteneğinin kaybolduğu bir hastalık değil. Ayrıca psikiyatrik görüşmeden anlatılanların yalan olması uzak ihtimal. Hastamla ilgili bilgiler soruluyor. Meslek etiği gereği daha fazla bilgi vermem mümkün değil. Ancak şunu ifade edeyim: Depresyonunun nedeni Dersim'de yaşadıklarıdır diye bir kesin tespit mümkün değil ama bu, hastalığında önemli bir faktör olduğu kesin. kızılbaş - sayfa 40 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Ali’ye Allah diye taparlar. Bazıları da peygamber kabul ederler. Onlar mum söndü yaparlar” Gemlik Endüstri Meslek Lisesi'nde din felsefesi konusunu anlatan bir felsefe öğretmeninin Alevilikle ilgili "Ali'ye Allah diye taparlar. Bazıları da peygamber kabul ederler. Onlar mum söndü yaparlar" Derneklerin ve ailelerinin tepkisi üzerine öğretmenin bir sonraki hafta derste Alevi öğrencilere “Bu sınıfta 3-5 geri zekâlı beni neresinden dinliyor?” diyerek hakaretlerini sürdürdüğü, Alevi derneğini yaptıkları ziyarette öğretmenin polis eşinin de dernek yöneticilerine hakaret ettiği bildirildi. Hünkar Hacı Bektaşı Veli Derneği Başkanı Ahmet Gazi Memiş, “Öğretmen ve polis eşi derneğimize geldiler. Özür dileyeceğini söyledi. Biz özrü kabul etmeyeceğimizi bildirdik. Bunun üzerine polis eşi, ‘bu dava bittiğinde geleceğim bakalım nereniz şişmiş’ diyerek sözlü saldırı yaptı. Cumhuriyet savcılığına da suç duyurusunda bulunacağız” diye konuştu. Gemlik Dersimliler Derneği ile Hacı Bektaş Kültür ve Dayanışma Derneği üyeleri, Dereboyu Taşköprü mevkisinde düzenledikleri basın açıklamasıyla da olayı kınadı. Kaynak: http://www.alevihaberajansi.com ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ FETVALARININ TAM METNİNİ KIZILBAŞ WEB SAYFASINDAN OKUMAK VE KOPYALAMAK MÜMKÜNDÜR http://www.kizilbas.biz/ belgeler/101-seyhuelislamebussuud-efendi-fetvalari.html kızılbaş - sayfa 41 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kimlik Siyaseti Dr. İsmail Beşikci CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, sık sık, “kimlik siyaseti”nden söz etmektedir. “CHP kimlik siyasetine karşıdır” demektedir. Kürdler, Kürdlerden, Kürdçe’den söz ettikleri zaman, Kürd halkıyla, Kürd toplumuyla ilgili kolektif haklar dile getirdikleri zaman “kimlik siyaseti”ne karşıyız diye açıklamalar yapmaktadır. CHP Genel Başkanı Kemel Kılıçdaroğlu, 15 Şubat 2013’de yaptığı bir açıklamada da “anadilde eğitim toplumu böler” demektedir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerini, Kürd kimliğini gizleme ve reddetme siyaseti olarak algılamak ve değerlendirmek gerekir. Aslında bunu kimlik siyaseti kavramıyla değil, yaranma siyaseti kavramıyla değerlendirmek daha doğrudur. Dersim’li bir Kürd olduğu, Zaza Kürdü olduğu kamuoyu tarafından yakından bilinmektedir. Ama Kemal Bey, Türkmen olduğunu, Horasan’dan geldiklerini ileri sürmektedir. Bu, kendi kimliğini gizleme, kendi özüne yabancılaşma, özünden kopma, kendi özünü aşağılama siyasetidir. Bunu kısaca, egemen güçlere yaranma siyaseti olarak değerlendirmek gerekir. 1937-38 Dersim soykırımında Nazımiye’de oturan ailesinden çok büyük kayıplar olduğu da vurgulanmaktadır. Bu durumu, Barış ve Demokrasi Partisi Muş Milletvekili Sırrı Sakık çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Sırrı Sakık, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “anadil ülkeyi böler” açıklamasından sonra, şöyle söylemektedir: “Kemal Bey de Kürd’tür. ‘Anadilde eğitim ülkeyi böler’ diyor. Beyazlara mesaj vermek istiyor. Ama elini uzattığında o siyah derisi gözüküyor. Çünkü o da bir zenci…” (Taraf, 18 Şubat, 2013) Kürd kimliğini gizleme, özünden kopma, özüne yabancılaşma denildiği zaman, Mehmet Bayrak’ın, Elif Sonzamancı’ya verdiği röportaja bir defa daha göz atmak gerekir. Burada Mehmet Bayrak Hoca, “Horasan’dan geldik” anlayışına tarihsel bir anlatıyla açıklık getirmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Hüseyin Aygün, Kamer Genç gibi Dersim milletvekillerinin, “Kürd değiliz, Horasan’dan geldik” anlayışı, bu röportajda değerlendirilmektedir. (www.kurdinfo.com, 8. 12 .2012) Kimlik söz konusu edildiği zaman, Kürd kimliğinin gündeme getirildiği açıktır. Ama bu, çoğu zaman açık bir şekilde ifade edilmemektedir. Bu çerçevede üç yazının daha değerlendirilmesi önemlidir. Mehmet Baransu, 31 Ocak 2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “Dersimli Karadayı” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, 1994-1998 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı yapan, Em. Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın Dersimli olduğu vurgulanmaktadır. Bu açıklamaya kadar, İsmail Hakkı Karadayı’nın Çankırılı olduğu, bir Türk olduğu vurgulanırdı. Mehmet Baransu, bu yazısında, İsmail Hakkı Karadayı’nın ailesinin, 1930’ların başında, Dersim, Pülümür’deki bir direniş sonunda, Dersim’den Çankırı’ya sürgün edildiğini vurgulamaktadır. Kişi olarak bu yazının, Kürd kimliği algılamalarına açıklık getirdiği için, çok değerli olduğunu düşünüyorum. Mehmet Baransu- Şenol Kaluç Mehmet Baransu’nun bu yazısını Şenol Kaluç eleştirdi. Şenol Kaluç, 26 Ocak 2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “Baransu’nun Anlamak İstemediği” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, Şenol Kaluç, Baransu’yu, İsmail Hakkı Karadayı’nın, Alevi kimliğini gizlemekle eleştiriyordu. Mehmet Baransu, 28 Ocak 2013 tarihli Taraf’ta yayımlanan, “Dersimli Karadayı (2) “ başlıklı yazısında, Alevi kimliğinin gizlenmesi diye bir durumun olmadığını açıklıyordu. Aslında her iki yazarın da, gizledikleri, gizlemeye özen gösterdikleri, Dersim’in, Karadayı’nın Kürd kimliğidir. Alevi kimliğinin gizlenmesi diye bir durum söz konusu değildir. Bu noktada, İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk milleti odak noktasında, yeniden organize etmek düşüncesini, tasarımını hatırlamak gerekir. Adriyatik Denizi’nden, Orta Asya içlerine, hatta Büyük Okyanus’a kadar bir imparatorluk olacak, ama bu imparatorlukta sadece Türkler yaşayacaktı. Böyle bir tasarımı gerçekleştirmek için, Rumlar sürgün edilecek, Ermeniler, tehcir adı altında tamamen yok edileceklerdi. Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallar, Müslüman Türk eşrafın denetimine verilecek, böylece, Osmanlı ekonomisi millileştirilmiş olacaktı. Yine bu tasarım çerçevesinde, Kürdler Türklüğe, Kızılbaşlar, (Aleviler) Müslümanlığa asimile edileceklerdi. Böylece İmparatorluk içinde yaşayan herkes Türk olacak veya Türkleşmiş olacaktı. Müslümanlık Türk olmanın çok önemli bir koşuluydu. İttihatçılar, Rumlarla ve Ermenilerle ilgili sorunları Birinci Dünya Savaşı sırasında hallettiler. Savaş başlar başlamaz, Karadeniz havalisindeki RumlarınPontusların, Kapodokya’daki Rumların, Ege’deki Rumların sürgünü başladı. 1915 baharında, 3-4 ay gibi kısa bir süre içinde, bir milyondan fazla Ermeni tehcirle soykırıma uğratıldı. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, şüphesiz, İttihat ve Terakki döneminde başlatılmıştı. Ama gerek İttihatçılar gerek Kemalistler Ermenilerle ve Rumlarla olan sorunların hallinde Kürtlerin de yardımına ihtiyaç duydular. Yakındoğu İşleri ile İlgili Lozan Anlaşması’nın imzalanmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kızılbaş - sayfa 42 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 varlığı uluslararası bir anlaşmayla garanti altına alındıktan sonra Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu da sistematik olarak başlamış oldu. Kızılbaşların (Alevilerin) Müslümanlığa asimilasyonu da öyle. Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonları beraber yürüyen bir süreç. Dersim’de iki sürecin de birlikte başlatıldığı görülüyor. Dersimlilerin önemli bir kısmı 193738 soykırımının Alevi kimliğini yok etmek için yapıldığını vurguluyorlar. Kimlik söz konusu olunca “Aleviyiz” diyorlar, Kürdlükten hiç söz etmiyorlar. Ayrı bir etnikmiş gibi “Kürd değil Zazayız” diyorlar. Hâlbuki Dersimliler de Zazaki konuşan Kürdlerdir. Bu konuda Malmisanıj’ın, Munzur Çem’in, Roşan Lezgin’in yazıları, görüşleri elbette çok değerlidir. Ayrıca Vate yayıncılık, www. zazaki.net de öyle… Aleviler sadece Dersim’de mi yaşıyor? Türkiye’de çok yerde Aleviler yaşıyor. Neden sadece Dersim’deki Alevilere soykırım yapılıyor? Bu elbette Kürdlükle ilgili bir durum. Kürdlerin asimilasyonu ile ilgili bir durum. Yazarların Aleviliğe vurgu yaparken Kürdlüğü göz ardı etmeleri ve buna özen göstermeleri dikkatlerden kaçmamaktadır. Ayrıca soykırımdan sonra geriye kalan Dersimlilerin bir kısmı da Türkiye’nin orta ve batı yörelerine sürgün edildiler. Çorum, Balıkesir, Manisa gibi yörelerde de Aleviler yaşıyorlar. Temel sorun Alevilik olsa Aleviler, Alevilerin yaşadığı bölgelere sürgün edilir mi? Hâlbuki sürgünlerin esas amacı da Kürdlerin Türklüğe asimilasyonuydu. Sürgünler asimilasyon için elverişli bir ortam yaratıyor. Mehmet Ali Birand, Toktamış Ateş Kimlik siyaseti söz konusu olduğu zaman gazeteci Mehmet Ali Birand ve Prof. Dr. Toktamış Ateş’ten de söz etmek gerekir kanısındayım. Gazeteci Mehmet Ali Birand 17 Ocak 2013’te vefat etti. Arkasından üzüntü bildiren, övgü bildiren pek çok yazı yayımlandı. Burada çok daha değişik bir yazı yazma gereğini hissediyorum. Şöyle: 1996 kışında Kerboran’da 11 Kürt köylüsü, arabaları içinde yakılarak katledilmişlerdi. Bu Kürt köylülerden bir kısmı korucuydu. Bu olay haber olarak basına yansımıştı. Televizyonlarda ve radyolarda sunucu- lar, gazetelerde köşe yazarları olay üzerine yorumlar yapıyorlardı. PKK suçlanıyordu. Ben de Mehmet Ali Birand’ı yukarıda belirttiğim yazısıyla ve tutumuyla hatırlayacağım. Bu katliamdan birkaç gün sonra, Mehmet Ali Birand da, bu katliamı kimlerin, hangi grubun gerçekleştirmiş olabileceği konusunda bir yorum yayımlamıştı. Mehmet Ali Birand, bu katliamı acaba PKK mi yapmıştır diye soruyordu. Arkasından acaba CIA mi, MOSSAD mı yapmıştır diye soruyordu. Kuşkularını acaba Saddam Hüseyin’in El Muhaberatı mı yoksa Hafız Esad’ın El-Muhaberatı mı diye sürdürüyordu. Her bir şık ile ilgili yorumlar da yapıyordu. Mehmet Ali Birand’dan birkaç gün sonra da Prof. Dr. Toktamış Ateş vefat etti. Toktamış Ateş sosyal bilimler profesörüydü. Kürd’tü. Konya’dan, Yeniceoba’dandı. Ama Kürdlüğünü hiçbir zaman söylemedi. Bilakis resmi ideolojiyi savunan yazılar yazıyordu. 12 Eylül rejiminde, 1990’larda “resmi ideolojiyi savunuyorum” diye yazılar yazıyordu. O zamanlar Cumhuriyet gazetesinde yazıyordu. Hâlbuki o dönemlerde resmi ideolojiyi eleştirdikleri için pek çok araştırmacı, gazeteci vs. devletin idari ve cezai tehditleriyle karşı karşıyaydı. “Resmi ideolojiyi savunuyorum” diye yazılar yazan Prof. Dr. Toktamış Ateş bu tehditlere hiç dikkat çekmiyor, onları bilmezlikten, görmezlikten geliyordu. Biz, cezaevi koşulları içinde, bu katliamı derin devletin gerçekleştirmiş olabileceğine dair bir kuşku belirtiyorduk. Bizim bilebildiğimizi Mehmet Ali Birand da şüphesiz biliyordu. Ama Mehmet Ali Birand sözü edilen yazısında, derin devleti şıklar arasında saymıyordu. Bu çok ilgi çekici bir durumdu. Bu ilişkiler çerçevesinde şunu fark ettim. Eğer bir olayın gizli kalmasını, olayın esas failinin bilinçlere çarpmamasını önlemek istiyorsanız şöyle yapıyorsunuz: olayın faili hakkında, şu mu yaptı bu mu yaptı diye şıklar ileri sürüyorsunuz. Okuyucuyu bu şıklar hakkında düşünmeye sevk ediyorsunuz ama esas faili o şıklar arasında saymıyorsunuz. Bu da gerçeği, esas faili gizlemenin önemli bir yöntemi olarak görünüyor. O günlerde Mehmet Ali Birand’a, tutumunu eleştiren genişçe bir mektup yazmıştım. Bu mektuba cevap gelmedi. Mehmet Ali Birand’ı tanıyordum. 1980’lerin sonlarında tanışmıştık. Yardımcısı Mithat Bereket ile birlikte benimle röportaj yapmışlardı. 2006 yılında Mart ayında, İstanbul’da, Bilgi Üniversitesi’nde Kürt Konferansı düzenlenmişti. Basınla ilgili oturumda Mehmet Ali Birand’ı da gördüm. Selamlaştık. Bu mektupla ilgili konuşurum diye düşünüyordum. Basın panelinden sonra konuşabileceğimi umuyordum. Ama panelden hemen sonra Mehmet Ali Birand’ı kaybettim, o mektup üzerinde konuşma fırsatını yakalayamadım. Fuat Önen, Mehmet Ali Birandın ölümünden sonra bir yazı yazdı. O yazıda Fuat Önen Mehmet Ali Birand’ın ölümünden kısa bir süre önce Kürtlüğünü açıkladığını yazmıştı. “Mehmet Ali Brand ancak yetmiş yaşından sonra Kürtlüğünü açıklayabildi. Mehmet Ali Birand’ı böyle hatırlayacağım” diyordu (www.bazekurdistan.com ) Prof. Toktamış Ateş’e de bu tutumlarından dolayı iki defa genişçe mektuplar yazmıştım, bu tutumu eleştirmiştim. Bu mektuplara da cevap gelmedi. Cezaevlerinden yazılmış kırka yakın mektuplar var, çok geniş mektuplar. Yazarlara, profesörlere, gazetecilere yazılmış mektuplar… O mektuplardan ancak iki tanesine cevap alabildim. Prof. Toktamış Ateş’le tanışmıştım. Dostum Yılmaz Öztürk, 1990’ların başında beni Cağaloğlu’nda tanıştırmıştı. Kürdistan Aleviler Birliği I. Konferansı Kimlik söz konusu olduğu zaman, bir sempozyumdan da söz etmek gerekir kanısındayım. Demokratik Toplum Kongresi 2-3 Şubat 2013’te, Diyarbakır’da Alevilerle ilgili bir konferans düzenledi. Konferansın başladığı gün, Demokratik Toplum Kongresi, konuşmacılara ve katılımcılara 12 sayfalık bir bildiri dağıttı. Bu bildiride Aleviliğin Müslümanlık olduğu, Şiilik olduğu, Aleviliğin Müslümanlıkla başladığı vurgulanıyordu. Bu tutumu çok şaşırtıcı buldum. Etkin bir direniş hareketinin çok önemli bir konuda, tartışmalı bir konuda, resmi ideoloji ile böylesine bütünleşmesi, resmi ideoloji ile aynı düşündüğünü ifade etmeye özen göstermesi çok dikkat çekici bir durum. Demokratik Toplum Kongresi bunu Kürdistan Aleviler Birliği I. Konferansına sunuyor. Halbuki bu da hükümetin, AKP’nin gerçekleştirdiği Alevi açılımlarından biri olarak, bu açılımların deva- kızılbaş - sayfa 43 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mı olarak değerlendirilebilir. Kızılbaşları (Alevileri) Müslüman göstermek, bilim anlayışını bir tarafa bırakalım ahlaki bile değildir. Sen bu kadar etkili bir direniş hareketi olacaksın ama çok önemli bir konuda hükümet gibi düşündüğünü ifade etmeye çalışacaksın, buna özen göstereceksin. Şaşırtıcı… Aleviler konusunda temel sorun, Alevi düşüncesine On iki İmam figürünün, Ali figürünün nasıl girdiği, ne zaman girdiği konusudur. Yedi Ulu Ozan’ın düşünceleri ve tutumları bu bakımdan incelenmelidir. Alevi düşüncesini esas olarak ifade eden ise Kaygusuz Abdal’dır. Erdal Yıldırım’ın bu konudaki düşünceleri dikkate değerdir (www.alevinet.com, 9 Şubat 2013) Av. Ali Kemal Alhaslıoğlu Elbistan Toprakhisar Köyündeki evini bağışladı Mersin Kent Konseyi’nin 02.02.2013 düzenlediği İsmail Beşikci Vakfı Tanıtım Toplantısı’nda Avukat Ali Kemal Alhaslıoğlu, Elbistan Toprakhisar’daki evini Vakfımıza bağışladı. 1 Nisan 2013 günü tapu devir işlemi yapılan ev, Vakfımızın mülkü oldu. Geçmişte Cemlerin de yapıldığı ev, tarihi bir mimariye sahip. İki oda, bir salon ve bir bahçeye sahip olan ev tarihi özelliği korunarak restorasyonu yapılmış ve kullanıma hazır durumda. Vakfımız, bağışından dolayı Sayın Av. Ali Kemal Alhaslıoğlu’na teşekkür eder. kızılbaş - sayfa 44 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ‘Git, yoksa biz yollarız’ Dinçer’in anlattığı sürgünü yaşayan Mehmet Aslan’a, “Ya kendi isteğinle git ya bizim istediğimiz yere gideceksin” denmiş. Aslan Erzurum’a gidenlerden: “38 sürgününden sonra en büyük sürgünlerden biri yaşandı. Bütün Dersim kökenli memurları şehir dışına gönderdiler. Ben Ovacık’ta öğretmendim, payıma Erzurum düştü. Orada da sınıf vermediler.” DERSIM'de 'günde 15 vakit ezan'ın belgeseli!. “Gelip ‘Ezan okunuyor mu?’ dediler. Muhtar da ‘Günde 15 kere okunuyor’ dedi. Çok olursa makbule geçer diye düşünmüş. Burada kimse Sünni kültürünü bilmez. Köylüye sorsan kaç vakit namaz kılınacak, bilmez.” “Her tarafa cami dikince bize de camiye gitme şartı koştular. Cem yapamaz hale geldik. Sonunda çocukları nöbetçi koyup gizlice cem tutmaya başladık. Dede sazını çıkarıp ‘Ya Hızır’ der demez, asker köyü bastı. Dede hemen şarkıyı değiştirip ‘Yaylalar Yaylalar’ türküsünü okumaya başladı.”Mehmet Karakuş köylerinde 12 Eylül sonrası yasaklanan cem törenini böyle anlatıyor.“1937-38’i herkes biliyor ama Dersim’de yaşanan kültürel asimilasyonu kimse bilmiyor. 12 Eylül’de yaşananları kimse anlatmıyor. İmam hatiplere 3000’e yakın çocuk gitmiş. Kimseyle konuşamadık. Ancak 10’una ulaştık. Aileler ‘Unutun gitsin, biz bir halt yedik, siz niye teşhir ediyorsunuz?’ diyor. Giden çocuklardan Hizbullahçı olan bile var ama yüzdeliğe vurunca politika başarılı olamamış.” İstanbul ’a imam hatip liselerine gönderilen çocukların sayısı 3000’lerde Bazıları dönünce ‘Alevi’nin eli sıkılmaz’ diye ailesinin yanına gitmedi. ‘Hz. Ali’nin resimlerini yırtın’ demişler.” . 01/04/2013 DERSIM"de 1980 sonrası uygulanan asimilasyon politikalarını mercek altına alan 'Olağan Haller' belgeseli, 10 yıllık sürede bölgeden sürülen Tunceli kökenli kamu görevlilerinin, imam hatip liselerine gönderilen binlerce çocuğun ve yaptırılan 82 caminin hikâyesini de anlatıyor. “Her tarafa cami dikince bize de camiye gitme şartı koştular. Cem yapamaz hale geldik. Sonunda çocukları nöbetçi koyup gizlice cem tutmaya başladık. Dede sazını çıkarıp ‘Ya Hızır’ der demez, asker köyü bastı. Dede hemen şarkıyı değiştirip ‘Yaylalar Yaylalar’ türküsünü okumaya başladı.” Mehmet Karakuş köylerinde 12 Eylül sonrası yasaklanan cem törenini böyle anlatıyor. Tunceli ’ye Vali Kenan Güven’in atanmasının ardından bölgede yürütülen asimilasyon politikalarını konu alan ‘Olağan Haller’ belgeseli, dönemin tanıklarıyla yaşananları anlatıyor. Özgür Fındık’ın Dersim’de 1938’de yaşanan katliamı konu alan ‘Kara Vagon’ döneminde ortaya çıkan projesi, bir yıllık çalışmanın ürünü. Fındık süreci şöyle özetliyor: “1937-38’i herkes biliyor ama Dersim’de yaşanan kültürel asimilasyonu kimse bilmiyor. 38’deki tanıklara daha rahat ulaştık, onlar bizimle daha rahat konuştu. 12 Eylül’de yaşananları kimse anlatmıyor. İmam hatiplere 3000’e yakın çocuk gitmiş. Kimseyle konuşamadık. Ancak 10’una ulaştık. Aileler ‘Unutun gitsin, biz bir halt yedik, siz niye teşhir ediyorsunuz?’ diyor. Giden çocuklardan Hizbullahçı olan bile var ama yüzdeliğe vurunca politika başarılı olamamış.” ‘Bıyık enflasyonu var’ Tanık anlatımlarında öne çıkan isim Vali Kenan Güven. Dönemin Pülümür Kaymakamı Dr. Celal Dinçer, valinin uygulamalarını o zamanlar anlamadıklarını söyleyip bir anısını anlatıyor: “Bir gün Vali Kenan Güven toplantıda ‘Bu ilde bıyık enflasyonu var. Biz kamu görevlileri bıyıklarımızı keselim ki vatandaşa örnek olalım’ dedi. Anlamadık. İtiraz ettik biraz ama ‘Kenan Evren ziyarete gelecek, hepimiz bir örnek karşılayalım’ deyince kabul ettik. Kenan Evren gelince hepimiz bıyıklarımızı kestik. Sonra Güven hepimizden kamu görevlileri içinde Tunceli kökenli olanların listesini istedi, verdik. Öğrendik ki, hepsini sürgün için istemiş. O dönem çok fazla kamu görevlisinin çeşitli yerlere tayini çıktı.” O dönem astsubay olan gazeteci Ümit Zileli, Vali Güven’i ‘12 Eylül zihniyetinin yansıması’ olarak niteliyor. Zileli insan hakları ihlali olarak, yaşadığı bir olayı örnek gösteriyor: “Bir kadın getirdiler, eşi dağdaymış. Kadın doğum muayene etsin, eğer yakın biriyle ilişkiye girmişse eşiyle görüşüyordur diye düşünmüşler. Kimse kadının insan hakkını düşünmüyor tabii.” Tunceli’nin inanç haritasını değiştirmek de dönemin politikası. Kente o dönem 82 cami yapılmış, şu an hepsi atıl. Askerlerin ilçeleri, köyleri denetleyip halka dini sorular sorması da sıkça yaşanmış. Yanıt veremeyenlerin sonu falaka. Muzaffer İnce, köyünde yaşadığı olayı anlatıyor: ‘Çok olursa makbule geçer’ “Gelip ‘Ezan okunuyor mu?’ dediler. Muhtar da ‘Günde 15 kere okunuyor’ dedi. Çok olursa makbule geçer diye düşünmüş. Burada kimse Sünni kültürünü bilmez. Köylüye sorsan kaç vakit namaz kılınacak, bilmez.” Devletin çağrısıyla İstanbul ’a imam hatip liselerine gönderilen çocukların sayısı 3000’lerde. Çocukların çoğu kendisini neyin beklediğini bilmeden, evden bir tabak eksilir diye gönderilmiş. Bir kısmı kaçmış, bir kısmı yaşadığı işkencelerden içine kapanmış. İmam hatibe gönderilen Fethi Bakıray’ın hikâyesi şöyle: “Her şeyi devlet karşılıyor diye gittik imam hatib’e. Okuyacaksak namaz da kılarız diye düşündük. Ama o okullarda arkadaşlarımız çok eziyet çekti. O dönem giden 3000-4000 öğrenci var. Bazıları dönünce ‘Alevi’nin eli sıkılmaz’ diye ailesinin yanına gitmedi. ‘Hz. Ali’nin resimlerini yırtın’ demişler.” Yaşanan travmayı en iyi özetleyen yine yönetmen Fındık’ın sözleri: “İnsanlara gidince konuşmadılar. Herkes bize ‘Şimdi siz gittikten sonra gelip bizi gözaltına almayacakları ne malum’ diyordu. kızılbaş - sayfa 45 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 "Yaşasın meye hiç kimsenin gücü yetmeyecektir... Türkiye'de bir şeyler değişiyor... Sizin "akiliniz" kim? Ergenekon Malum, bir de "akil insanlar heyeti" var gündemde. Bu heyetin rolü, misyonu, neler yapacağı üzerine konuşmaktan ziyade isimler üzerinde yorumlar, spekülasyonlar yürütülüyor. direnişimiz!" Cafer Solgun CHP üzerine yazmaya ara vermek istiyordum bu hafta, ne var ki CHP'nin ülke gündemine ilişkin tutumu ve CHP'de olup bitenler buna izin vermiyor bir türlü. Yine de kısa notlar kaydetmekle yetineceğim. Zira aslında "yeni" veya "sürpriz" olan herhangi bir şey yok... Daha önce yazmıştım, "yeni CHP" söylemi bir "laf" idi ve artık "laf" olarak dahi hükmü kalmamıştır... "Barış ve çözüm süreci", bu durumu herhangi bir muğlaklığa yer vermeyecek şekilde açığa çıkardı. Ama tabii Deniz Baykal'ın "derin" suskunluğunu bozup CHP'ye "ayar" verdiği son çıkışlarının bu netleşmede etkili bir rol oynadığını da kaydetmeden geçmeyelim... CHP'nin Ergenekon direnişi! CHP, Deniz Baykal'dan devraldığı "Ergenekon avukatlığı" bayrağını hayli yükseklere çıkardı. 8 Nisan'da Silivri'ye yaptıkları çıkarmayı, "yaşasın Ergenekon direnişimiz" ya da "yaşasın Silivri direnişimiz!" türü sloganlarla seçim meydanlarına da taşırlarsa şaşırmayalım. Öyle ya, seçmenden oy istemek için icraatlarını allayıp pullayıp anlatmak, bu işin doğası gereği... CHP'nin seçmenlerine anlatacağı pek fazla göz dolduracak icraatı yok; bu "Ergenekon avukatlığı" işinden gayrı. Bu da ne kadar "oy" eder, göreceğiz... CHP'nin "Ergenekon direnişi", tarihine yazıldı; artık "altın" harflerle mi, utançla mı, orasına herkes kendince karar versin... CHP makyaj kabilinden söylemleri bir kenara bırakıp aslına rücu ettiği için, CHP'deki "ayrıksı" kişiler de hayli zordalar. CHP'nin basına kapalı grup toplantısında "milletvekili olmazdan evvel Ergenekon için şunları şunları dedin..." diye Sezgin Tanrıkulu'nun üzerine yü- rümüşler, adamı "CIA ajanı" olmakla itham etmişler. Hüseyin Aygün de kendisine dikkat etmeli. Vakti zamanında o da Amerika'ya gidip gelmişti. Ağzından yine bir Dersim filan lafı kaçırırsa, partidaşlarının hışmına uğrar ve herhalde bu sefer Kemal Kılıçdaroğlu da durumu idare etmekte çok zorlanır... Ulusalcılara "TC" şakası... Dikkatinizi çekti mi, sosyal medyada bir anda bazı kişilerin isimlerinin önünde "T.C" harfleri belirdi. Ne tür bir ulusalcı tepkidir, nereden icap etmiştir, anlayamadım ilkin, doğrusu çok da kafa yormadım. Bu ara oldukça agresif bir kesim oluyorlar, kendi hallerine bırakmak lazım diye düşündüğümden... Fakat sonra bir arkadaşımdan bir sanal sözlük sitesinin muzipliğinin bu "hassas" kesim üzerinde lüzümundan fazla etki yarattığı için bu şakanın bir anda ciddiye binmiş ve bir kampanyaya dönmüş olduğunu öğrendim. Acı acı güldüm. Bir zamanlar bu "TC" deyişinin kimlerin dilinden düşmediğini herhalde hatırlıyorsunuzdur, bilmeyenler bilenlerden öğrensin... "Alır başımı giderim"... Hasan Celal Güzel'in "Anayasa'dan Türk Milleti'ni çıkarırlarsa dağa çıkarım" şeklindeki sözlerini duymuş ya da bir yerlerden okumuş olmalısınız. Peki, "Benim İçin Ölme Öldürme" inisiyatifinin Hasan Celal Güzel için Palandöken'de bir otelde yer ayırttığını? Eğer Güzel kabul ederse bütün masraflarını da karşılayacaklarmış. Aslında Güzel'in bu sözleri, bir konuyu gayet iyi anladığını gösteriyor: Demek ki neymiş, dağa çıkmak için bir derdi olmak gerekmiş... Bir de Hasip Kaplan'ın MHP'ye yönelik şu sözlerini nakledeceğim size: Bizi böl- Açıkçası bence de bu heyete seçilen (siz "atanan" okuyun) bazı isimler "sürpriz" idi. Barış ve çözüm sürecine destek vermeyen görüşleriyle tanıdığımız isimler var mesela. Heyet üyeleri açıklanmazdan evvel adları anılan kişilere yönelik olmadık kara propagandalar yürütenler var mesela. Yakın zamana kadar konuştuğunda kitlelere "AKP faşizmine karşı direniş" çağrıları yapanlar mesela... Yine de hükümetin bir bildiği vardır diyelim. Zira asıl mesele, bu heyetin sınırlı bir süre zarfında rolünü layıkıyla oynayıp oynayamayacağı. Dikkatleri bu noktaya toplamakta fayda var. Ve bu konuyla ilgili bir not daha: Sanırım bu "akil" nitelemesi de insanlarda biraz allerji yarattı. Uzlaşma, diyalog gibi kavramlarla izah edilen bir heyet olarak teşkil etse daha isabetli olabilirdi... Fakat Türkiye'de ilk defa olan bir şey söz konusu olan. Bu nedenle atfedilen misyonu önemsemek ve artık sadede gelmek gerekiyor kanısındayım. CHP bu golü nasıl yedi? "Süreç"le ilgili mecliste oluşturulması gündemde olan komisyon ile ilgili gelişmeler var bir de. CHP'nin önergesine Ak Partili milletvekilleri de imza verince, iki partinin önergesi birleşmiş oldu ve tabii CHP'liler küplere bindi... Yukarıdaki biraz da temenni içeren sözlerimi bu komisyon için de yinelemek isterim: Her ne şekilde olacaksa meclis bünyesinde de bir komisyon kurulacak. Günlük siyasi polemiklerden ziyade bu komisyonun oynayacağı rolü önemsemek gerekli. Zira unutmamak gerekiyor ki, günün görevi, dağdaki militanların sınır dışına çekilmesidir. Tabii asıl unutmamak gereken, bu ilk adımın başarılı olması halinde sorunun bitmiş olmayacağıdır. Aksine, "süreç" asıl o zaman başlayacaktır... [email protected] kızılbaş - sayfa 46 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ZERDÜŞTLÜK EŞİTTİR ALEVİLİK Mİ? batında insanın Adem ile Havva’dan türediğini ve bu şekilde yeryüzüne yayıldığını, diğer bir anlatımla Adem ile Havva’nın çocuklarının birbirleriyle evlenip ensest ilişkiden türediğini hiç bir zaman kabul etmemiş ve aslada inancına almamıştır. Habil ve Kabil olayının bir başka versiyonunuda kitapta okuyabiliyoruz.(sf.142) Unutulmasınki aklın ve mantığın bittişidir tek tanrılı dinlerin başlangıc anı.(sf.45-152-219) Merhaba Dostlar; Okuduğumuz kitaplara ait eleştirisel bilgilerimizi sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. Daha önceki kitap eleştirimiz olan; ERKÄNNAME DEĞİL TERKNÄME; DERVİŞ TUR`A DUR DİYEBİLMEK adlı eleştirilerimizi bilgilerinize sunmuştuk. Gelen yorumlarınız ve eleştirleriniz için ayrıca teşekkür ederim. Bu seferki kitap eleştirimiz ise E XEMGİN‘in yazdığı ALEVİLİĞİN KÖKENİNDEKİ MAZDA İNANCI VE ZERDÜŞT ÖĞRETİSİ adlı 2011 tarihli 3. basım olan ve Berfin yayınları tarafından bizlere sunulan kitabımız. Yazarımızın kitabı 255 sayfa, son bölümde kaynaklar ve içerisinde resimler bulunuyor bu durumda bize daha geniş bir bilgi sunuyor. Kitap konusundaki eleştirilerimiz daha öncede yazdığımız gibi sadece kitaptaki bilgiler ve konular içindir. Hiç bir şekilde herhangi bir kişi-kişileri, ırkı,dini veya topluluğu aşağılama,yargılama veya bir ırkı diğer ırktan üstün görme değildir. Böyle bir davranış öncelikle bizim kendimize sonrada toplumumuza yapacağımız affedilmez bir hatadır. Yazdıklarımızın ve eleştirilerimizin tamamen bağımsız eleştirler olarak okunmasını rica ederiz. Kitabın anlatımı dili ve açıklamaları ırk üzerinden yapılmakta ve yapılan bu ırk tanımlamasıda Kürt ırkı üzerinden yapılmaktadır.Tabiri caiz ise Aleviler, İslam dini öncesi Zerdüşt öğretisi olan Mazda dini inancını yaşamakta olan kürtlerdir. (sf.11-18) İslam dinini ortaya çıkışı sonrasında İran-Irak, Azerbaycan yani bir bütün olarak coğrafi olarak açıklarsan yukarı Arabistan ve Horasan bölgesinin tümü ile Mezopotamya bölgesinde Mazda dinini yaşayan Zerdüşt peygamberinin inanları İslam dininin zor,kan ve baskı ile asimilesi sonucu İslam dinine geçtiklerini ve bu inancsal durumlarını ise Alevilik adı altında sürdürdüklerini belirtmektedir. Ve bu tanımlama yapılırken bu insanların Kürt ırkına ait olduğunuda belirtmektedir. Yine yukarıdaki bu tanımlamayı kitap süresince tekrarlayarak devam ettirmektedir. Ve kitap süresince satır aralarında bütün Alevilerin Kürt ve Zerdüşt olduğunu belirten tanımlamaları sık sık okuyabiliyoruz. (sf.122-125-127) Öncelikle peygamberi Zerdüşt olan Mazda dini Anadolu Alevi Kızılbaş inancı ile çok az veya belkide hemen hemen hiç yok diyebileceğimiz kadar ortak noktası bulunmaktadır.Zerdüşt dini tek peygamberli,tek kitaplı ki kitabı Zend Avesta ve tek tanrılı bir dindir. Oysa üst tanımlama olarak Ad na n C a ng üde r söyleyeceğimiz Alevilik inancı ise çok tanrılı,çok inanclı ve özünde,batınilikte Kırklar Cemi ile peygamber(ler)i reddeden ve kabul etmeyen nihayetinde kitapsız ve mihrapsız-kıblesiz bir inanctır. Zerdüşt’ün kelime anlamı ise Altın yıldız ‘dır. Daha önceki yazılarımızda da üstünde durarak ve altını kalın çizgilerle göstererek belirttik Alevilik inancında cennet ve cehennem olgusu ve cennetteki ırmaklar yoktur(sf.173). Geçmişte böyle bir inanca asla sahip olmamış bu günde sahip değil yarında asla inancında olmayacaktır. Eğer olurda bir gün bir alevi cennet ve cehennem inanırsa bu artık o kişinin asimile olduğunu ve alevi olmadığını gösterir. Oysaki yazarımız daha henüz kitabın ilk sayfalarında cennet olgusuna değiniyorki bu durumda Mazda dininin alevi inancı ile aynı olmadığını net bir şekilde ortaya koymaktadır.(sf.12-15) Ve yine ilk insanın ortaya çıkışını cennetten kovulma ile açıklıyor ki bu durum Mazda dini ve diğer bütün tek tanrılı dinler için aynı iken Alevilik inancı içinse durum hiçde böyle değildir. Anadolu Alevi Kızılbaş inancı zahirde ve Anadolu Alevi Kızılbaş inancı batıni anlamda yaratan ve yaratılan olgusunu taşımaz. Enel Hakk sözüne ters bir durumdur ve Hakkın insanda, insanın Hakkta var olduğunu, Hakkın insanı kendinden var ettiğinin reddidir yaratan ve yaratılan olgusu. Anadolu Alevi Kızılbaş öğretisi kendisini varoluşçuluk üzerinden tanımlar ve inancında o şekilde kabul eder, Devamen bu durum yine Alevi inancındaki Hakk’la Hakk olma, Hakk’ta birliğe ters ikilik durumunu ortaya çıkartıki yine bu da Alevi batıni inancına ters bir durumdur. Her anlamda Alevi inancında bir yaratan ve yaratılan olgusu bulunmamakta, bu olgu sadece tek tanrılı dinlere ait bir durumdur. (sf.15-44-111-136-137) Anadolu alevi kızılbaş inancı gerek batında gerekse zahir anlamda kader ve kadercilik olgusunu kabul etmez ve reddeder. Yani tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında yazdığı gibi bir kader anlayışı asla bulunmamakta ve taşımamaktadır. Oysa yazarımız mazda dininde kaderi kabul etmekte ve bu şekilde bir anlatımda bulunmaktadır.(sf.17) Kitabını okudukça aslında yazarın alevi batıni inancı hakkındaki bilgilerinin ne kadar az olduğunu ve bu konularda bilgi eksikliğine sahip olduğunu görebilmekteyiz. Anadolu Alevi Kızılbaş inancı insanı en kutsal varlık olarak kabul ederken, insanı 4 maddeden oluşturur. Bu maddeler hava,ateş,su ve toprak. Bu 4 madde içerisinde gerek zahiri gerekse batıni anlamda en yüksek noktada bulunan madde topraktır. Toprak insanı kamile,mürşide ve Sırrı Hakikate tekabül eder. Oysaki Mazda inancında ise beden topraktan oluşmakta ve kötü olarak tanımlanmakta devamen nefsin bu durumda günah işlemeye elverişli olduğunu söylemektedir.(sf.17) Yukarıda daha öncede belirtmeye çalıştığımız gibi bütün anlatımlar Kürt ırkı üzerinden yapılmakta ki bu durumda yine alevi inancını taşıyan insanları sadece tek bir ırk üzerinden tanımlar. Böyle bir anlatım Alevi inancının dar kalıplara sokulması ve özünden uzaklaştırılmasıdır. 72 millete bir nazarla bakan ve sadece tek bir ırka ait olmayan Alevi inancını bu şekilde kitap süresince anlatması yine bilgi kısırlığına yol açmaktadır.(sf.124) Tek tanrılı dinlerin yayılmacı ve yok edici kızılbaş - sayfa 47 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 politikaları sonucu tek tanrılı dinler doğası gereği çok tanrılı inancları yok etmeyi ve ortadan kadırmayı zorunlu bir görev bilirler. Yok edemediği ve ortadan kaldıramadığı çok tanrılı inancların kutsallıklarını kendi içine alıp değiştirip,dönüştürürerek eski olanı yeniymiş gibi sunarlar. Bu durum bütün tek tanrılı dinlerin ortak özelliğidir. Örneğin; Hızır, Nevruz v.b. Aynı durum peygamberi Zerdüşt olan Mazda dini içinde geçerlidir.(sf.24-215) Ve yazarımız bu noktalara eğilip inancsal olarak çok daha derin bir araştırmaya gireceğine ne yazıkki sadece Mazda dinini anlatmaktadır.(sf.24) min yaşam şartları nedeniyle önce serbest olan Kurban ritüeli daha sonra yasaklanmıştır. Dinini yaydığı bölgedeki insanların tek geçim kayanağı olan hayvancılığın çok önemli yaşamsal bir gereklilik olduğundan dolayı yasaklayarak kendinden önceki inanca ait olan Mitra kurban ritüelini yasaklamıştır. Anadolu Alevi Kızılbaş inancında ise bütün kurbanlar öncelikle Lokma konumundadır ve bu konumun olmazsa olmaz koşulu ise paylaşımdır. Paylaşımın olmadığı her hangi bir Kurban lokma olarak kabul olmaz ve değerlendirilmez. Gerek uygulamada gerekse inanışta yine gördüğümüz gibi farklılıklar vardır. Ahura Mazda dininin peygamberi olan Zerdüşt’e ait anlatılan efsaneler ve hikayeler ise ne yazıkki yine Sümerlerdeki Gılgamış Destanının bir başka anlatım biçimidir. Örneğin; yeraltında belli bir süre yaşama,gizlenme ve daha sonra ortaya çıkma, ölümsüzlük olgusu, baba ve oğulun hep aynı yaşta (15) yani genç kalması ki bu durum Osman-ı Musafta (Kuran) cennet tasvir edilirkende geçmekte ve orada memeleri yeni büyüyen oğlan kız oğlan gençler olacaktır denilmektedir. (sf.47). Devamen yine Gılgamış Destanında anlatılan Nuh tufanı efsanesi ise hemen hemen aynı şekilde geçmektedir ki Nuh tufanı hikayesi efsanesi bütün tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarındada geçmektedir. Yahudi dini,Hrıstiyanlık dini, İslam dini ile Mazda dini peygamberleri kendilerini dağlara vurarak oradaki mağaralarda inzivaya çekilip tanrı ile buluşurken çok tanrılı inanclarda özellikle Anadolu Alevi Kızılbaşlarda ise bu durum tamamen tersi bir noktada toplumun içinde toplum ile birlikte Hakk’la Hakk olmayı kabul eder. Ve yine bir diğer ortak nokta ise tek tanrılı dinlerin bütün peygamberlerinin tanrı ile konuşmuş olmasıdır; Musanın tur dağında,İsa Tabor dağında, Muhammedin hıra dağında,Zerdüşt ün ise yine tanrısı Ahura Mazda ile Elburz dağında 10 yıl gibi bir süre konuştuğunu görmekteyiz.(sf.96139) Ve yazar kitabında bu konuyu açık şekilde belirtmektedir. Bütün tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin doğumu esnasında muhakkak bir mucizenin gerçekleştiği anlatılır bu durum Zerdüşt peygamber içinde geçerlidir. Örneğin bir yıldızın parlaması, bir yıldızın gökten düşmesi, bakire bir kızdan bir çocuğun doğacağı, doğan çocuğun tanrının oğlu olduğu(sf.174), doğan çocuğun hemen konuşması veya gülmesi, vücudunun herhangi bir yerinde değişik bir leke veya işaretin olması gibi diyebiliriz.(sf.65-66-70) Bunun yanında tek tanrılı dinlerin peygamberlerinde ortaya çıkan bir başka değişiklik ise peygamber konumunda bulunan kişilerin belli bir yaşa geldikten sonra yaşadıkları değişikliklerdir; örneğin Muhammedin Hıra dağına gitmesi, aniden okuma ve yazma öğrenmesi gibi olurken bu durum Musa’da Tur dağına çıkması; Zerdüşt’de ise yine aynı şekilde yaylalarda ve tarlalarda ve dağlarda gezinmesi ve cesur bir bakış edinmesi gibi tipik tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin özelliğini sıralayabiliriz ki bu durum İsa içinde geçerlidir. (sf.73) Tek tanrılı dinlerin Peygamberlerinin zehirlenerek öldürülmek istenmeleride yine bir başka ortak noktadır(sf.73) Mirac olayının yaşanması yine bir başka değişik örnektir. (sf.66) Yazımıza başlarken kitabın ırk temelli yazıldığını ve bu şekilde devam ettiğine değinmiştik. Dinin ırk temelli anlatılması Ari ırkı üzerinden yapılmaktadır ki yine bu durumda Anadolu Alevi Kızılbaş inancının 72 millete bir nazarla bakma öğretisi- ne terstir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin 100 yıla yakın bir zamandır empoze etmek istediği bütün Aleviler Türktür tezinin bir başka formülünü bütün Aleviler Kürt ve ari ırkındandır biçimi ile kitabımızda açık bir şekilde görebiliyoruz. Tek tanrılı dinlere bir başka ortak nokta ise bütün tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin peygamberliklerini ilan ettikten sonra ilk inananlarının nedense hep aile yakınları olduğunu görüyoruz. Musa’da,Zerdüşt’de,İsa’da ve Muhammed’tede bu aynı şekildedir. Muhammed’de amca oğlu Ali iken Zerdüşt’de ise yine amcasının oğlu Maidyoimaha’dır.(sf.80) Ve tesadüfdür ki Muhammed (40) ile Zerdüşt (42) 40 lı yaşlarda peygamberliklerini açıklamışlardır. Kitabımızın ilerleyen sayfalarında ise Zerdüşt te peygamberliğin 30 lu yaşlarda geldiğinide okumaktayız. (sf.98) Bununla birlikte yine tek tanrılı dinlerin hepsi ilk ortaya çıktıkları topraklarda barınamamış olmaları ve kendi yaşadıkları toprakları terkederek göç etmiş olmalarıdır. Bu durum Musa’ mısırdan, Zerdüşt’ün Urmiye’den,İsanın Kudüs’den ve Muhammedin Mekkeden ayrılmasıdır. Öyleyse pekala şunu diyebiliriz bütün tek tanrılı dinler göçebedir.(sf.104) Göç ederek gittikleri yerlerde güçlenen tek tanrılı dinler daha sonra eski topraklarına çok daha yıkıcı ve yok edici şekilde geri dönmüşler ve kendilerinden önceki bütün çok tanrılı inancları ortadan kaldırmayı amaçlamış, ortadan kaldıramadıklarını içlerine alarak kendilerine aitmiş gibi halkların eski inanışlarını günümüze taşımışlardır. (sf.109-163) Bütün tek tanrılı dinler savaşcı ve yok edicidir bu durum Mazda dini ve peygamberi Zerdüşt içinde geçerlidir. (210) Oysa Alevi inancı bütün dinlere,inanclara ve ırklara aynı mesafede yaklaşır ve kabul eder. İslam dininde Kurban yapılması gereken bir dini kural iken, Mazda dininde ise döne- Anadolu Alevi Kızılbaş inancında insan Hakk, Hakk ise insandır. Vahdeti vucudu kabul etmez, Vahdeti mevcudu kabul eder yani bütün herşeyi tanrı yaratmış düşüncesini reddederek kainattaki herşey Hakk’ın bir parçası olarak kabul görür ve inancında bu şekilde yaşar ki bu durumda İnsan Tanrı ve Doğa Tanrının Hakk’taki birliğidir. Ki tek tanrılı, peygamberli ve kitaplı dinlerde bu inanış Allah’a şirk-eş koşmak, Allahı belli bir biçime ve şekle sokmak ve maddeye indirmektirki tek cezası ise ölümdür. Unutulmasınki Anadolu Alevi Kızılbaş inancı maddesel ve materyalist bir inanc iken tek tanrılı dinlerde ise bu durumu hiç bir şekilde göremeyiz. Yazarımızın kitabında anlattığı Zerdüşt öğretisinin bir başka versiyonunu yine Hrıstiyanlık dininde görüyoruz ki bu da Baba,Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesidir. İsanın tanrının oğlu olduğu inanışının aynı versiyonu, zerdüşt’ünde tanrının oğlu olduğu inanışıdır.(sf.101-120) Yazarımız yine Zerdüşt dini olan Mazda dinini anlatırken ahiret,öbür dünya,bu dünyanın bir sınav yeri olduuğu,Peygamberlere koşulsuz itaat ve kulluk,vahiy,sırat köprüsü, kıyamet,cennet ve cehennem,genc ve güzel huri kızlarla cennette yaşamak gibi Anadolu Alevi Kızılbaş inancının kabul etmediği ve içinde taşımadığı olgularada değinmekte ama bu tür tek tanrılı dinlerin olguların Anadolu Alevi Kızılbaş inancında olmadığını yazmamaktadır. Zerdüşt’ün kızılbaş - sayfa 48 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kendi yazım tabletlerine gatha denirken ki bu tabletlerin 16 söylevden oluştuğunu okurken aynı olayı yine Musa Peygamberde 10 emir olarak tabletlerde görebiliyoruz. (sf.107-112-115-184-185-187-189) Mazda dini inancında Mazda iyi tanrıyı oluştururken, Ahirman kötülüğün tanrısıdır. Bu durumun normalde sorun çıkarması gerekirken durum hiçte öyle değildir bilakis daha öncede dediğimiz gibi dinin kaynağı önce Gılgamış Destanın değişik bir versiyonunun ve kendinden önceki çok tanrılı inançların öğretilerini içine alması ve başka bir şekilde yorumlanarak sunulmasıdır.(sf.140) Mazda’ ya dünyanın bütün güzellikleri verirken Ahirman’ a ise yeryüzündeki bütün kötülükler verilmektedir. Tek tanrılı dinlerdeki kutsal melekler olan; Cebrail,Mikail,İsrafil ve Azrail Zerdüşt dini Mazda inancında da bulunmakta ve kitapta anlatılmakta ama nedense Anadolu Alevi kızılbaş İnancında tek tanrılı dinlerin bu kutsal sayılan meleklere inanılmadığı, inancta olmadığı ve kabul görmediği es geçilmektedir. Örneğin kıyamet ve ahiret olgusuna inanmayan bir topluluğun nasıl olurda kıyameti haber verecek olan İsrafil meleğe inanması beklenebilinir.(sf.143) Anadolu Alevi Kızılbaş inancında yaşam ve ölüm birbirinden farklı değil bilakis birbirlerini tamamlayan ve aynı kutallığı taşıyan olgulardır. Devr-i daim inanışın devamı için ölüm ile yaşam birdir ve yine inanışta ölüm olgusunun olmaması tek tanrılı dinlerden ayrıldığı bir başka noktadır. Bu durum Mazda dini içinde geçerlidir. (sf.145) Mazda dinindeki ölüm ve cenaze anlayışı ve inancı Anadolu Alevi Kızılbaş inancından farklıdır ve ayrı bir ritüel ile uygulaması yapılmaktadır. Örneğin cenazenin yıkanmamsı gibi (sf.183) Kitabımızın 149. Sayfasında Zerdüşt öğretisine göre yaratılış başlığını taşırken aynı konu başlığı altında ırk üzerinden yine bir tanımlaya gidilerek dinin sadece ırk temelli olduğu vurgulanmakla beraber, inanc temelinde ise anlatımları tek tanrılı dinlerin anlatımlarına ve inancına ters bir durumdur. Bu durumun eleştirisi ve açıklaması yapılması gerekirken ortadaki bu eleştirileri ve çelişkileri kabul etmeyi görüyoruz.(sf.150-154) Dünyayı 6 günde yaratan Musa’ nın (sf.160) tanrısı ile dünyadaki dağları,ovaları,suları,bitkileri v.b yaratan tanrı aynıdır ve bütün bu maddeler Zerdüştün düşüncesinden yaratıldığı belirtilmektedir. Oysaki düşünce maddeyi var etmez yani doğrulamaz aksine madde düşünceyi doğrular, çünkü önce madde gelir. Yazar Zerdüşt dini ile Alevi inancının karşılıklı bir kıyaslamasını ve karşılaştırılmasını yapacağıne ne yazık ki yaptığı sadece Mazda dini inancına Aleviliği taşımak ve yamamaktır. Unutulmasınki yeryüzündeki bütün inanclar göksel olmakla beraber yeryüzü ortaklığınıda taşır ama bu bir kaç ortaklık hepsinin aynı ve bir olduğu anla- mına gelmez. Tek tanrılı dinler güçlenip baskı, sömürü ve zulüm aracına dönüşerek insanı köle kul konumuna indirirken tarihi araştırdığımızda ise çok tanrılı inanclarda böyle bir uygulama ve anlayış ile hemen hemen hiç karşılaşmıyoruz diyebiliriz. Bunun nedeni ise tek tanrılı dinlerin devletleşerek sömürü sistemini yerleştirerek kendi baskı sistemini devam ettirmesidir ki bu durum günümüzdede halen devam etmekdir. Bu sömürü sistemini devam ettirenler ise o dinin din adamları ve dini önderleridir (sf.214) Tek tanrılı dinin; din adamlarının sömürü sistemini sürdürmesi ve bu sistemin devam etmesi için dini argümanları kullanarak çalışmaları güncel yaşamımızda da halen devam etmektedir. Çok tanrılı inanc topluluklardan biri olan Türki ırklarından Uygurların yaşam kaynağı veya yaşamın başlangıcı yaşam ağacı ile başlar. Yani evren,dünya ve dünyadaki bütün canlılar bu yaşam ağacından oluşmuştur. Yaşam ağacının bir diğer adı ise Hayat ağacıdır. Yaşam ağacının kutsallığı ve öğretisi zaman içinde Yahudi ve devamen Zerdüşt dini olan Mazda dininede girmiştir. Buna en güzel örnek ise Bankacılık sektöründe yer alan ve 2001 yılında kapanan Osmanlı Bankasının amblemidir, Osmanlı Bankasının amblemi işte bu yaşam ağacıdır. Ve yine tek tanrılı dinlerin birbirinin devamı olduğunu görürken aslında bütün tek tanrılı dinlerin çok tanrılı inancların kutsallıklarını aldığınıda bir kere daha görmekteyiz. Gerek Zerdüşt gerekse Muhammed Peygamberlikleri döneminde Türklerle savaşılmasını ve Türklerin öldürülmelerini söyleyerek Türkleri lanetlemişlerdir.(sf.88) İnsanoğlu tarih sahnesine çıktığı andan itibaren aklının ve mantığının almadığı, gücünün yetersiz kaldığı ve hükmedemediği bütün güçleri ve olayları kutsallaştırmış ve belli ruhsal görevler ile sorumluluklar vermiştir. Buna en güzel örnek ise Ateş’tir. Ateşin insan tarafından kullanılmasının öğrenilmesi ve yaşam içinde kendisinden yararlanılması ateşi kutsallıklar farklı bir boyuta taşımış ve kabul görmüştür. Mazda dininde bu durum en üst noktaya çıkmış ve ateş kutsallık bakımından en güçlü kutsallığa taşınırken ve tapılırken ateş tapınakları inşa edilmiştir. Ateşgah da denilen bu tapınaklar kendinden sonra gelen çok daha güçlü diğer tek tanrılı dinler tarafından ortadan kaldırılmışlardır. Bu yok edilişi ilk olarak Hristıyan dininde görürken asıl öldürücü darbeyi İslam dini vurmuş, peygamber Muhammed’in emri ile put olarak kabul edilerek bütün ateşgahları yakılmış,yıkılmış ve inananlarını katledilmiştir. Bu yıkım ve katliam 300 yüzyıllık bir süreye yayılmıştır. Ne yazıkki dünyamızın zengin mirası olarak kabul edebileceğimiz bu ateşgahlar,Afganistandaki Buda heykelleri ile aynı sonu paylaşmış, yakılıp yok edilmişlerdir. Ateşin Anadolu Alevi Kızılbaş inancında tek başına bir anlamı tam olarak yerine oturmaz. Ateş eğer hava ,su ve toprak ile bütünleşirse bir anlam ifade eder yoksa eksik kalır oysa yazarımız ateş ve ateşin kutsallığından Alevi inancını ve Kürt halkını satırlarına taşıyor ki yine eksik kaldığını görüyoruz. (166-167) Anadolu Alevi Kızılbaş inancında 4 kutsal Dar vardır. Bu Dar’lar; Fatma Ana Dar’ı (İmam Hüseyin),Hallacı Munsur,Fazlullah ve Nesimi Dar’ıdır.İbadetlerin yerine getirildiği esnada Dar’ a çıkılan ve durulan yere ise Dar Meydanı denir. Aleviler Cemlerinde bütün bu Dar duruşlarını yerine getirirler ve uygularlar. Bu uygulamalarını Cem ibadetleri esnasında yaparlar. Oysaki Mazda dininde ise bu durum daha farklıdır, bildiğimiz toplum önünde yargılama yapılırken herhangi bir dini ibadet yapılmaz ve ugulanmaz. Eski toplumlarda görülen halk mahkemesi türünden bir uygulama mevcutken her hangi bir ınancsal ibadeti ve uygulamayı göremiyoruz. Bu tür bir uygulamayı Alevi inancındaki Dar’ konumu ile ifade etmesi ve aynı demesi yine bizlere Alevi batıni inancında yazarımızın eksik kaldığını göstermektedir. Mazda dini ve Zerdüşt peygamber için söyleyebileceğimiz konular ise diğer tek tanrılı dinlerin Mazda dinini ve Zerdüşt’ ü Peygamber olarak görmemesi ve kabul etmemesiyle beraber kutsal kitabı olan Zend Avesta’ yıda kutsal kitap olarak kabul etmezler. Yazar kitaptaki anlatımları ile herşey Kürdistanda başladı,bütün dinlerin atası Mazda dinidir gibi yazarken, aslında yaşayan pek çok Zerdüşt olduğunuda belirtmektedir. Zerdüşt’ lük eşittir Alevilik demek; Alevi inancını asimile etmek ve özünden koparmaktır. Alevilik islamın özüdür sözü ne kadar asimileci ve yok edici ise yazarın kitabında anlattığı Zerdüştlükte bir o kadar aynı noktadadır. İslam dini içindeki bütün Alevileri aslında Zerdüşt dininin inananları olarak kabul görmektedir. 12 Milyar yıl yaşında olan bir dünyanın ancak 9 yada 10 bin yıllık bir din ve dinler tarihi ile açıklamak aklın ve mantığın kabul etmeyeceği bir durumdur. Ki alevi inancıda bu durumu tek tanrılı dinlerin tersine farklı bir anlatımla mikro evren ve makro evren oluşumu ve büyük patlama ile açıklar. Bildiğimiz ve tanıdığımız tek tanrılı bir dinin Alevilik olarak anlatılması ve bunun tek bir ırk yani ari ırkı olan Kürtler üzerinden yapılması durumuyla karşı karşıyayız. Yazılanların tarihsel ve bilimsel olarak doğruluk noktaları eksik kalmaktadır. Ve kitapta gözden kaçan bir başka nokta ise Kürtlerin ari ırkı süresince diğer halkları asimile etmesi ve ortadan kaldırmasıdır. Kitabın kapağındaki resim ile kapitalist sistemin sömürü düzenin resimle hemen hemen aynı olmakla beraber kitabın adının ise kitabın daha çok satılmasına hiz- kızılbaş - sayfa 49 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 met ettiğini görüyoruz. Kitapta anlatılan konular Anadolu Alevi Kızılbaş İnancı ile ne yazıkki aynı değildir ve Mazda dini ile Alevilik inancı aynıdır argümanı zorlama ve dayatmacıdır doğruda değildir. İslam dininin yıkıcı ve yok edici baskısından kacıp Dersime sığınan Mazda dini inancının insanlarının kendileri ile birlikte dinlerinin inanışlarınıda Dersime getirmesi ve zaman içinde bu durumun Dersimde yaşam bulmasıda gayet doğaldır. Ama tek başına bu durumun Dersimdeki Kızılbaş inancı eşittir Mazda dinidir anlamına gelmez. Aynı durum Hasan Sabbah’ın kurucusu olduğu ve merkezi Alamut kalesi olan ve tarihteki sayılı Alevi-Kızılbaş devletini yine Kürt ırkı içinde tutması ve ırk düzeyinde tanımlamasıdır. Ki yukarıda bunun böyle olmadığınıda yazılarımızla anlatmaya çalıştık. Zerdüşt zengin bir sınıfın insanıdır ve bu konumunu gerek peygamberlik gerekse krallık konumunu öldürülünceye kadar devam ettirmiştir.(M.Ö 553) Alevi inancında olmayan Hac ve Hacca gitme olayı Zerdüşt dini olan Mazda dininde ise vardır. (sf.170) Düşkünlük olayı ise Zerdüştlükle aynı değildir aynı ritüellerde uygulanmaz ve Alevilikteki düşkünlük temelinde cezalandırmadan daha çok topluma yeniden kazandırma üzerine kuruludur. Alevi inancındaki 17 erkanlar,7 ulu ozanlar, saz-semah ve cem, 4 kapı 40 makam,kadın ve erkeğin eşitliği ve kadının kutsallığı,Hakk’ın mekanının insanın kalbi olduğu ve hiç bir yere sığmayan Hakk’ın kendini insan kabine sığdırması,(oysaki Mazda dininde tanrı göğün 7. Katında yaşar) olguları, rızalık şehri,kırklar meclisini kitapta bulamıyoruz. Mazda dini ile Anadolu Alevi Kızılbaş inancı arasındaki ortaklık olarak kitapta söyleyebileceğimiz konular ise bir veya ikiyi geçmez, müzik ile şiirsel dille anlatım ve söylevler, resim ve heykele önem verilmesi,Güneşin kutsallığı (202), kutsal üçleme gibi ama bunların hiçbirisi alevilik eşittir Mazda dini denilemez. Ve kitaptaki Mazda dinine ait anlamları ile Anadolu Alevi Kızılbaş inancının kutsiyet anlamları birbirinden farklıdır. Sonuç olarak kitapta gerek Zerdüşt peygamber gerekse Mazda dini açısından ayrıntılı ve açıklayıcı bilgiler bulunmakta, tek tanrılı dinlerin ortak ve ayrı noktalarını göstermesi bakımında öğretici,bilgi verici. Sözlerimizi bitirirken kitabın okunması gerektiğini belirtirken, kapak adı ile içindekilerinin aynı olmadığınında bilinmesi gerektiğidir. Pek tabii ki son karar her zaman olduğu gibi siz sayın dostlarındır. Sevgi ve saygılarımla Bir Kavram Bin Kırım Yanılsamalar - 3 Ali Kanlı Millet : rinden dogmuştur. Sonraları buna Türk Yurdu denmiştir. Millet Arapça bir kelimedir Ve fakat; aslen bir tek ari Türk´ün bile yaşamadığı bu topraklarda bir UlusDevlet nasıl ve kimlerle kurulabilir sorusu 1920 lere degin netlik kazanmamıştı. Bu nedenle mayasi ve hamuru İslam olan Ümmet Devlet Osmanlı´nın etnik arındırma yoluyla dönüştürülmesi planlandı. 1. Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus (Türk Dil Kurumu Sözlügünden alintidir) Osmanlı´da Millet kavramı iki anlamlıydı der ünlü Türkolog Prof. HansLukas Kieser. 1.si İslam Milleti 2.si Ecneebi Milletleri Bir Seyhul İslam Devleti olan Osmanli Ümmed-i Muhammed devletiydi. Yani Milliyeti yoktu, bir millet devleti degildi. O´nun millet yerine koydugu kavram „Ümmet“ di. Dolayısıyla da Ümmedinden olmayan (İslam olmayan) herkes Ecnebi Milletindendi. Osmanlı´nın Ecnebi Milletlerine yaptırımlarını kısa ve çarpıcı bir örnekle ifade etmek istiyorum. Kanun ve Nizamlarıyla ünlü Kanuni Sultan Süleyman bir yasayla her Ecnebi Ailenin bir erkek evladını vergi olarak Osmanlıya vermesini saglar. Verilen evladın her türlü tasarruf hakkı sultandadır. Yani ister asar ister keser, isterse de derisini yüzerdi. Ulus Devletler tarihine ilişkin daha önce bir makale yazmış olduğumdan bu konuya detayli girmeyecegim. Gelelim kavramın kendisine ve yarattıgı tahribatlara (kırımlara) Bilindigi gibi Ulus Devletler tarihi yaklaşık 150 yıla tekabül eder. Fransız İhtilaliyle başlayan bu sürec insanlık tarihi karşısında esamesi okunmaz bir zerrecik bile degildir. Türk Ulus tarihi ise 1878 Berlin Kongresiyle başlayan Osmanlı içinde uç veren İttihak i Teraki Cemiyeti elden giden Osmanlı Devleti yerine (yerini alamasa da) bir ana yurt edinme fik- İslamlaştırılamayacakları baştan belli olan Ermeni, Süryani Keldani Rum, Kızılbaş topluluk ve halkalara soykırımlar, kırımlar uygulanarak İslam Kardeşligine dayalı bir Türk-İslam Devleti kuruldu. Ki; Sınırları çizilmiş topraklar üzerinde yagmalanmış mal ve varlıklarla servet edinerek rekabetsiz sömürü yapmanın adıdır Ulus Devlet. 1908 devrimi (!) ile kısmi hak ve özgürlükler elde eden ve hak talepleri temelinde örgütlenen Ermeniler 1915 te geçen yüzyılın ilk ve en büyük Soykırımına ugratılan Halk oldu. İttihatçı Türk-Kürt İttifakı Ermeni Soykırımında „islam Kardeşliği“in neme ne bir illet olduğunu tüm insanlığa gösterdi. Gelinen aşamada yeniden bir TürkKürt İslam Kardeşligi ittifakıyla karşıkarşıyayız. Aslen bin yıllık ama özelliklede yüzyıllık yaralar sarılmadan (tarihle dolaysız yüzleşilmeden) girilen bu ittifak yeni kırım ve talanlara gebe bir gelecegin habercisidir adeta. Ermeni Soykırımında Türkler kadar payi olan Kürtler de bugüne degin köklü bir özeleştiri vermekten kaçınmışlardır. Örnegin bir kongre kararları yoktur bildigim kadarıyla Ermeni Soykırımındaki paylarına ilişkin. Sonuc yerine; Yalnızca İnsani merkeze koyan Tüm Ötekilerin ittifakiyla kurulacak güçlü bir muhalefet kadim Anadolu Halklarının biricik sigortası olacaktır. kızılbaş - sayfa 50 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Gece Kelebeği Perperık-a Söe "Elinizdeki kitapla ilgili olarak size sadece şu kadarını söyleyebilirim: Alın ve okuyun. Okuyup bitirdiğiniz zaman, Haydar Karataş’ın bu romanının, Yaşar Kemal ve Cengiz Aytmatov’un romanları ayarında bir roman olduğunu göreceksiniz. Büyük bir insanlık trajedisini roman tadında okumak istiyorsanız, yine alın, okuyun derim. Hayatta beni üç roman ağlattı. Biri, 1965 yılında, on dokuz yaşındayken okuduğum, John Steinbeck’in Gazap Üzümleri romanı; ikincisi, dört-beş yıl önce okuduğum ve tanıtımını yaptığım, Robert Sabatier’in İsveç Kibritleri; üçüncüsü ise, şu anda elinizde tuttuğunuz Perperık-a Söe." Gün Zileli - Yazar "Bir yanıyla acılı bir yurt... bir yanıyla da sanki sürekli bir “yurtsuzluk “ hali… Müthiş yoksulluk... kahredici imkânsızlık… Derininden zonklayan yara…Umursamayan “merkez”in dağlayan zulmü... ve çaresiz kalan dil… Bütün bunları anlamaya çalışan yaşlılar... yetişkinler... çocuklar... ve onların “çocuk ölümleri”… İşte bunlarla karşılaşacak, işte bunlarla yaşayacaksınız Perperık-a Söe’de. Olağanüstü diliyle baştan başa bir çığlık... baştan başa bir ağıt bu roman. Şaşırarak okudum; bu denli yoğun acı, bu denli koyu keder meğer böyle ballandırılır, meğer böyle anlatılırmış." Sina Akyol - Şair - Yazar "Sanki Yüzyıllık Yalnızlık ile Lessing’in Mara ve Dann’ı arasında gezinen, çok kuvvetli bir bileşim ortaya koyuyor... Coğrafyanın, zorlu tabiatın, yoksunluğun, o yoksunlukla başa çıkma gayretinin anlatılışı, tüyler ürpertici bir manzaraya vesile oluyor... Adeta Dersim’de değil de, nükleer savaşın vurduğu bir dünyada, “Kum İnsanları”nın arasında geziniyoruz..." Murat Uyurkulak - Yazar, Gazeteci ...Sonunda annemle kendimize daha güvenli bir yer bulduk.Yeni evimiz bir söğütlüktü. Annem, meşe dallarını ve evden getirdiği bir palası dayere sermişti. Bazı zamanlar gündüzleri de bu yeni yuvamızdan çıkmıyorduk.Annem iki küçük dalı birbirine bağlayarak ince söğüt dallarından bir bebek ördü bana.Çok güzel bir bebekti, yaprak- ………Kumandan, “Çözün!” demiş, çözmüşler Çavdar’ı. Ne var ki, Çavdarkalkmamış ayağa, şaşkınca etrafındaki jandarma çemberine bakmış. Bakıp durmuş kendisini görmek için birbirinin üstüne yığılmış asker kalabalığına. Sanki, o an etrafında dizilen jandarma alayı değil de, sıra sıra karlı dağlarmış. Sanki gökyüzünden bir insan kümesinin içine düşmüş de, düştüğü yerde öylece kalakalmış. Bir kıpırtı bekler gibiymiş. Etrafını çepeçevre sarmış bu asker yığınında bir kıpırtının olması için adeta yalvarıyormuş. Çıt yokmuş. lardan elbiseler giydirdik. Otlardan saçlar taktık başına.Tütün yaprakları gibi sararmış iki meşe yaprağından bir etek giydirdik bebeğimize.Annem, benimle konuşur gibi bebeğimizle konuşuyordu.Bebeğe isim aradık.Türkçe’de “Gece Kelebeği” anlamına gelen “Perperık-a Söe” ismini verdik. Bu ismineden verdiğimizi ben de bilmiyorum. Sanırım, bebeğimize giydirdiğimiz eteğin sarımsıiki meşe yaprağının kelebek kanatları gibi durmasındandı. Annem bana anlattığı tüm masalları, artık Perperık-a Söe’ye anlatıyordu. Ve annem söğüt dallarından bu yenievimizde hep masallar anlattı. Masal anlatırken, Perperık-a Söe’nin annemi nasıl can kulağıyla dinlediğine bakar, şaşardım. (sf. 18) Bulutlar dahi durmuş durduğu yerde. Dönüp, Doğık’a bakmış. Ne olur,beni bu yalnızlığın içinde bırakıp gitme der gibiymiş. Musahibi Hüseyin’e bakmış. Kimse anlamamış ne düşündüğünü. Bakışları, soğuk karların kestiği çıplak ayağına takılmış.Üstüne başına bakmış, göğsünden yarı yarıya kopmuş, öylece sallanan tenekemadalyasına gitmiş eli. Duymamış kumandanın emrini. Bir teneke gaz yağı dökülmüş tepesinden aşağı, hiç kıpırdamamış. Doğık’ın gözleri kararmış, Çavdar Hüseyin’in yere yayılmış siyah bir nokta gibi yitip gittiğini görmüş. Bir alev topu insan çemberinin içinde dönmüş, çığlıklar atmış, yer gök sarsılmış. Bulutlar birbirine girmiş. Dönmüş, alevden bir bulut kümesi nasıl dönerse gökyüzünde, öyle dönmüş. Bağırmış, “Ulan,” demiş, “ulannn…” İmdat istemiş. Alev almış bir gece kelebeği nasıl kendisini yakan ateşin etrafındadönerse öyle dönmüş, yanık bir et kokusu almış Deşt Ovası’nı… (sf. 252) kızılbaş - sayfa 51 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mardin’de Hacci Kermo Aşiret reisleri: Katliamlar Abdülrahman Kavvas,2) Abdülrezzak Şahtana Davut Şahtana ve tehcir Musa Şahtana Faris Çelebi, Sait Çetinoğlu Cephe ile alakası olmayan bu bölgeden gayretli bir şekilde asker toplanır ve tekâlifi harbiye marifetiyle de Hıristiyanların ekonomik gücü kırılmaya ve tüketilmeye çalışılır. Bu sırada idari görevlerde bulunan gayrimüslimler görevlerinden azledilirler. Bu gelişmeler Hıristiyanları derin endişelere sevk eder. Hıristiyan ahalinin endişelerini gidermek ve olağanüstü bir durumun olmadığını göstermek amacıyla İttihat bir hileye başvurur. Sultandan, Ermeni Başpiskopos İğnatiyos Maloyan'ı liyakat nişanı ile onurlandırmaya karar verir. 20 Nisanda madalya teslim töreni düzenlenir. Ancak bu uygulama Hıristiyanların endişelerin i gidermez. Bu arada Müslümanlar arasında gizli toplantılar düzenlenmektedir. Başpiskopos Maloyan'da kendisinin alet edildiği bu liyakat madalyası hilesine aldanmaz, gelecekte olanları sezmektedir ve 1 Mayıs'ta vasiyetini hazırlar. Bu da idari makamların ona gösterdiği itibara aldanmadığının ve daha kötüsünü beklediğini anlatır. Maloyan'ın endişelerinin boş olmadığı görülecek ve Ermenilere karşı olayların ve tutuklamaların başlangıcında 3 Haziran günü tutuklanacaktır. Mardin'deki Soykırım Dr. Reşit tarafından [planlanmış] inceden inceye düşünülmüş bir operasyondur. Dr. Reşit, Mardin sancağında katliamları garantiye almak için Mardin mutasarrıfı Hilmi Bey'i 25 Mayıs'ta azleder, yerine gelen Şefik Bey'de bir ay içinde azledilecek ve yerine Dr. Reşit güvenli adamı olan İbrahim Bedreddin'i geçici olarak tayin edecektir. Tasfiye planını garantiye almak için Adana'dan Diyarbekîr'e tekrar getirdiği Gevranizade Memduh'u da Bedri Bey'le birlikte Mardin'e gönderir. Dr. Reşit'in bu atamalarının yanında Mebus Prinççizade Feyzi de katliamın altyapısını hazırlamaktadır. 15 Mayıs'ta Mardin İttihat ileri gelenleriyle gizli bir toplantı yaparak ayrıntılar kararlaştırılır. İttihat'ın Mardin murahhası ağır ceza reisi Halil Edip katliam müfrezelerinin (El-Xamsin / ellilik milis) oluşturulması ile görevlendirilerek, katliamın alt yapısı hazırlanarak Teşkilat-ı Mahsusa çetelerine bağlı müfrezeler oluşturulur. Bu teşkilatın en önemli yerel üyeleri: Kasap Abdülrahman Abdülrezzak Çelebi Abdullah Hıdır Şeyh Muhammed Ali Ensari Şeyh Tahir Ensari (Mardin hapishane müdürü) Şeyh Nuri Ensari İnfaz Komitesi ayrıca: Jandarma Komutanı Abdülkadir Bey ve yardımcıları Faik Bey ve Harun Bey Necip Çelebi - vergi tahsildarı Hıdır Çelebi*" (Kömürlüzade ) - Mardin Belediye Başkanı Abdülkerim Bey: Tehcir Komitesi Müdürü ve Memduh Bey'in yardımcısı Mardin müftüsü Hüseyin Osman Bey Bitlisli Nuri ve onun oğlu Yusuf Çavuş Muhammed Ali Muhammed Raci Abdullah Asad Efendi Hacci Asad Efendi Daşi aşireti reisi Ahmet Ağa Katliam için alt yapının hazırlanması ve görev dağılımından sonra sıra Ermenilerin suçlanabileceği kanıtların bulunması ve eyleme geçilmesine sıra gelmiştir. İttihat ve Terakki ve yerel işbirlikçileri tarafından Ermenileri suçlayacak kanıtlar yaratabilmek için Haziran ayı boyunca Hıristiyan evlerinde olmayan silahlar aranır. Hıristiyanlarısuçlayacak kanıtlar yaratabilmek için Haziran ayı boyunca Hıristiyan evlerinde olmayan silahlar aranır. Hıristiyanları suçlayacak senaryolar hazırlanır. Bunlardan birinde Milisler kilisenin yakınına silah gömüyorlardı diyebilmek için kazarken suçüstü yakalandılar. Muhammed Farah isimli bir Kürt'iin arazisinde aranan silahlar bulunarak fotoğraflanır. Ancak bütün bunlar senaryonun bir parçasıdır. Arkasından din adamları ve ileri gelenlerin tutuklanabilmesi için Ermeni Katolik Kilisesi'nde saklanmış 25 tüfek ve 5 bomba bulunduğu sahte nakil kâğıdı düzenlenerek iddia edilir. Fotoğraflanan tüm silahlara dikkatli bakıldığında bunların birkaç av tüfeği ve sadece ordunun elinde olan silahlar olduğu görülmesine rağmen, Ermenileri suçlayacak kanıtlar elde edilmiştir. Bu iki kanıt Ermenileri mahvetmeye yeterlidir. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Artık Ermeniler için sonun başlangıcı gelmektedir. Mardin'den çıkış yasaklanır. Önce din görevlileri, arkasından toplumun önderleri tutuklanarak Ermeni halkı başsız bırakılacak, önderlerin yok edilmesinin ardından kalanların soyularak yok edilmesi kolaydır. Memduh Bey tarafından kalan kadınlar tek tek soyulacak, elinde avucundaki her şey alınacak, ellerinde alınacak şey kalmayınca Mardin'de esir pazarı kurularak satışa çıkarılacaklar, diğerleri ise ölüme yollanacaklardır. kızılbaş - sayfa 52 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mardin'de İttihat ve Terakki'nin yerel işbirlikçileriyle birlikte yaptıkları Ermenilerin soykırıma uğratılması operasyonu, aynı zamanda bir rejimin yarattığı psikolojik ortamın, dini önyargılar ve cehalete dayanarak toplumun yönlendirilmesiyle, yüzyıllardır birl ikte yaşadığı komşularını tümden nasıl yok edebildiğinin eşsiz örneğidir. Bu yok edilişin tanığı olarak Hyacinthe Simon, tuttuğu günlükle tarihe tanıklık ederek, mazlum bir halkın feryadını günümüze taşımaktadır. I) M Kemal, 1917 yılında Mardin'den geçerken Belediye başkanı Hıdır Çelebi'ye misafir Olacaktır 2) Abdülrahman Kavvas; M.Kemal 1917 yılında Mardin'e geldiğinde Belediye Başkanı Hıdır Çelebi'nin evinde karşılayanlar arasındadır. M. Kemal'e Samur derisinden bir kürk hediye etmiştir. Bu armağan halen Konya'daki Atatürk Müzesi'nde bulunmaktadır. Diğer adlarda şöyle olmakta: Şevket Bey, maliyeden Muhammed Bey, Derviş Gürciye, Abdülkerim Faşux, Abde Çelebi'nin oğlu Kasım, Şeyh Tevfık Ensari, Dr Rıfat, maliyeden Hüseyin Beyi'n oğlu Mustafa, Necim Efendi, Şeyh Musa Kalav, Hacci Ahmed Ağa Serakçi, Numan Nemes, Daşi Ağası Hamda'nın oğlu Numan, Davud Bey'in oğlu Ahmet, Şeyh Hamid'in oğlu Şeyh Ata, Mişkevi aşiretinden Davud Ağa, Mendelkeni aşiretinden Davud Ağa, Hammo Yunus'un oğlu Asad, İshak ve Yahya Hulusi, Kaddur Bey, Hacci Abdülhalim Bey, Hacci Abdülrezzak Kantarcı, Hacci Abdülkadir Paşa, Ahmed Nazo, Hacci Zeki, Hacci Gözeler'den Tahir ve kardeşleri, Muhammed Gebuşo, Aliko ve daha başkaları. Bir Zamanlar Anadolu'da Ermeniler Vardı Hala Var [natolian Armenians] Olayın geçtiği yer: Sivas Anlatan kişi, Sivas’ın 4.5 km dışında, Tavra deresinde bulunan Halisbey çiftliğinde çalışan ortakçılardan biridir. Anlattığı tarihlerde yaşı 75-80 arasındadır. Bu da, tehcir sırasında yaşının 15-20 arasında olduğunu gösterir. Bölgede yaşayan Ermeni kadın ve çocukları, saman taşımakta kullanıldığı için etrafı özel olarak yükseltilmiş kağnılarla Kızılırmak üzerindeki bir köprüye getirilerek oradan ırmağa atılmaktadır. Anlatımda, erkekler söz konusu değildir! Anlatan kişi, Ermenilerin ırmağa dökülme işlemlerinin yapıldığı günlerden birinde, bir Ermeni kadınını bizzat kendisi köprüden atmaya çalışmakta, kadın ise var gücüyle direnmektedir. Bu sırada kadının yeni olan tumanının (don) ayırdına varmıştır. ″Nasıl olsa birazdan öleceksin, ihtiyacın olmaz″ diyerek, kadının tumanını çıkarmaya çalışır. Tumanı büyük bir gururla evdeki eşine götürecektir. Sonunda, kadının tumanını çıkarmayı ve onu Kızılırmak’ın sularına donsuz atmayı başarmıştır! Aras Yayıncılık Pakrat Estukyan'ın Ermenice hikâyelerini okuyucularla buluşturuyor. Estukyan'ın Gurbet Şarkıları'nda (Baktukhd Yerker) bir araya getirdiği on bir hikâyeyi Ermeni halkının içinde yaşadığı farklı gerçekliklere dokunan hikâyeler olarak nitelemek mümkün. Estukyan, insanlık hallerinin çetrefilliklerini oldukça sade ve akıcı bir uslupla aktarırken, okuyucusunu İstanbul'dan New York'a, Yerevan'dan Moskova'ya ve İspanya'ya uzanan bir yolculuğa davet ediyor. Ara Güler'in anlam dolu bir fotoğrafının süslediği Gurbet Şarkıları'nın kapak tasarımı ressam Aret Gıcır'a ait. kızılbaş - sayfa 53 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KÜRT "ÇÖZÜM" SÜRECİ VE ERMENİ HEYULASI Hovsep Hayreni Kürt sorununda yaşanan evreler ve bugün içine girilen süreç, yaklaşık yüz yıl önce jenosid yoluyla bertaraf edilen Ermeni sorunundan bağımsız düşünülemezdi ve düşünülemez. Sağlıklı çözüm için, Kürt sorununun bu kadar gecikmeli, uzatmalı ve sancılı yaşanmasının da zemini olan 1915'le yüzleşmek, onun günahlarından arınmak öncelikli olmalıydı. Kürt hareketi bunu kendi sorumluluğu açısından ikirciksiz şekilde yapmış olsaydı, büyük bir ayak bağından kurtulmuş olarak bu sürece çok daha özgüvenli ve tutarlı girebilirdi. Tersi durumda inkarcı muhatabını zihniyet değişimine zorlamada zayıf kalacağı gibi, bu noktadan onun yapabileceği gerici dayatmalara da açık olacaktı. Şimdi yaşanmakta olan bu ikinci durumdur. Öcalan'ın verdiği mesajlar 1915'in izdüşümüyle dolu. Ve bunlar umulmadık ölçüde olumsuz, hatta endişe verici. İkinci heyetle yaptığı görüşmenin sızdırılan içeriği, önceki yıllarda generallerle Kemalist eksenli bir Türk-Kürt ittifakı arayan Öcalan'ın, son durumda artık devlete hakim duruma gelen AKP ve ona bağlı MİT etkisinde İslam eksenli bir ittifaka tav olduğunu, ilk defa muhatap alınmasını sağlayan bu angajmanın kendi söylemlerine yeni bir şekil de verdiğini gösteriyor. Gerçi o eksen kaymasının pek etkilemediği yada her iki Türk siyasi geleneğiyle uyuşabilir olan görüşleri, son tecrit sürecinden önce, hatta İmralı'ya kapatılmadan da önceki mesajlarında okunabiliyordu. [1] Ama Ermenilere ilişkin önceki değinmeleri geçmişle ilgiliyken, şimdi geleceğe dönük bir perspektif de sunma durumundadır. Ki bunun Kürt hareketini mevcut ikircikli tutumundan daha gerilere götürmesi ve sürecin gidişatına bağlı olarak 1915 davası önünde resmi Türk geleneğiyle bir tür dayanışma içine sokması dahi beklenebilir. Yetvart Danzikyan'ın “Bir Resmi Görüşümüz Daha Mı Oluyor Acaba?” başlıklı makalesi İmralı'dan sızan bu olumsuz ihtimale son derece vakur şekilde dikkat çekti. “Biliyorum, reel politik alanda 'çok büyük' işler dönerken bu sorularla çok az insan ilgilenecektir” demekle beraber dostça düşündürmeye çalıştı. [2] Ondan başka eleştirenler de oldu. Çoklarının dediği gibi, en önemlisi Öcalan'ın otoritesini tanıyan Kürt siyasi çevrelerinden bir itiraz, bir muhalefet şerhi gelmesiydi. Ama şimdiye kadar doğrudan bu konuya eğilen bir BDP'li çıkmadı. Selahattin Demirtaş ile Aysel Tuğluk süreç üzerine gazetecilerle mülakatlarında kendilerine yöneltilen sorular üzerine kısa kısa geçiştirmeci cevaplarla yetindiler. “Öcalan'ın Ermenilere karşı bir yaklaşımı olmadığı”nı, “bir takım lobilere dair değerlendirmelerinin tüm gayrı-müslimlere yönelik olarak algılanmaması gerektiği”ni söylediler. Konuyu başlı başına ele almanın ciddiyetini gösteren sadece PKK liderlerinden Mustafa Karasu oldu. Onun yazılı açıklaması da ortaya çıkan ayıbı paylaşmadıklarını göstermekten ziyade örtmeye dönüktü. [3] Ama hiç değilse önemsemezlikten gelmemesi belli bir rahatsızlığın duyulduğuna delalet ediyordu. PKK açısından bağlayıcılığı bulunan bu tavrı da dikkate alarak konuyu daha açık irdelemekte yarar görüyorum. Öcalan'ın dilinden tanıdık bir allerjinin dışa vurumu olarak “lobiler” Öcalan'ın Ermeni, Rum, Yahudi değinmelerinin nasıl algılanması gerektiğini yorumlayan Karasu, bu sözlerin sözkonusu halklara değil, lobilere yönelik olduğunu belirterek bunda bir anormallik olmadığını anlatmaya çalışıyor. Aslında Öcalan'ın doğrudan o kimliklere atıfta bulunduğu yerler de var ama; yalnızca “lobiler” diye konuşmuş olsa o söylediklerini mazur görmek mümkün müydü acaba? Türk medyası ve siyaset arenasında dillere pelesenk edilen “Ermeni, Rum, Yahudi lobileri” tabirinin bu kimliklerden diasporaya yönelik kinayeli bir söylem olduğunu ortalama gazete okuyucusu bilir. Nasıl ki bu ulusal toplulukların Osmanlı ülkesindeki rolleri için “emperyalist işbirlikçiliği”, “bezirgânlık manzumesi” gibi tasvirler yapmak revaçta olmuşsa, artık 'hamdolsun' onlardan kurtulduktan sonra dışardaki varlıkları ve rolleri için de “emperyalist uşağı diaspora”, “Türk düşmanı lobiler” demek moda olmuştur. Dünyanın önemli merkezlerinde politik güçleri etkilemek için yapılan faaliyetlerin özellikle yakın diyalog ve biraz da para gücüyle yürütülen türleri için lobi- cilik deniyor. Bu yaygın bir olgudur. Yalnız diaspora toplulukları değil, devletler de yapıyor. Amerika ve Avrupa'da resmi görevlileri ve işadamlarıyla Türklerin de eksik kalmadığı, hatta daha büyük finansmanla yürüttükleri bir şeydir. Öte yandan Kürtlerin de Avrupa'da bir diasporası var ve onlar da politikacılara, parlamenterlere gidiyor. Ama sorsanız, muhtemelen “biz lobicilik yapmıyoruz, demokratik kamuoyu faaliyeti yürütüyoruz” derler. Çünkü lobi sözcüğü sevimsizdir, ancak başkalarını yaftalamak için kullanılır. Ve Türkiye'de bunun yegâne muhatapları kovulmuş halklar olup, onların dış dünyadaki sivil toplum örgütleriyle yürüttükleri her tür demokratik etkinlik de “lobicilik” olarak damgalanır. Bir de o üçlüyü sık sık birlikte anmakla sanki aralarında Türkiye'ye karşı sürekli bir ittifak varmış havası verilir. Oysa tersine, ABD Kongresi'nde Ermeni soykırımı görüşüldükçe Yahudi lobisinin Türk tarafına destek çıktığı bilinen bir gerçektir. Öcalan'ın o şovenist jargonu kullanması birinci olarak bu noktadaki duyarsızlık ve ruh ikizliği olarak eleştiriye değer. İkinci olarak şu içine girdikleri “süreç” hakkında ne zaman hangi Ermeni, Rum, Yahudi diaspora örgütü bir görüş beyan etmiş, bu nasıl Türk medyasının gözünden bile kaçmış da, dünyadan izole hücresinde Öcalan o müthiş ayrıntıyı yakalamış? Var mı öyle bir durum ki, kısacık görüşmenin ağır gündemi içinde lafı döndürüp dolaştırıp bunlara getiriyor ve barışın önündeki muhtemel en büyük engeller gibi çatıyor? Karasu ve Demirtaş'ın savunma handikapları Bu noktada ne açıklama getireceğini Karasu da bilmezken Öcalan adına durumu şöyle savunmaya çalışmış: “Ermeni lobilerinin 2015’e kadar Kürt sorununun çözümünü istemediğini söylemesinin de bir mantığı vardır. Ermeni lobilerinin Kürt sorununu kullandığı yönlü değerlendirmesinin somut bir konuda ifade edilmesidir. Ermeniler 2015’te Ermeni soykırımını kabul ettirme çabasındalar. Bu çabalarında haklıdırlar. Ancak Türkiye’yi sıkıştırmak, Türkiye’ye bunu kabul ettirmek için Kürt sorununun varlığını bir araç yapmak da tabii ki eleştirilir ve doğru bulunmaz”. Yayınlanan görüşme notlarında “2015'e kadar” diye bir vurgu yok aslında. “Bunlar barışı istemiyorlar...” diyen Öcalan, “Tam olarak tarif ettiğiniz güçler kimlerdir?” diye sorulunca “Ermeni lobisi etkili. 2015’le gündem olmak istiyorlar” kızılbaş - sayfa 54 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yanıtını vermiş. Buradaki mesaj, Ermenilerin soykırım davasını bir sonuca ulaştırmadan Kürt sorununun çözülmesini istemedikleri yönündedir. Yani 2015'le sınırlı da değil, ucu açık bir “barış karşıtlığı”nı ima ediyor. Ama bunu doğal eğilim gibi düşünmesinin kendince bir mantığı olsa bile, öyle ciddi bir tehdit gibi öne çıkartmasının hiç bir somut dayanağı yok. Zaten Karasu da “önderin bir bildiği vardır” mealinde onu savunmaya çalışırken “Ermenilerin 2015'te soykırımını kabul ettirme isteği”nden başka hiç bir olgu gösteremiyor. Onu ise kendi bakışıyla haklı görmesine rağmen, “Kürt sorununun çözümü aleyhine yürütülürse” gibi bir faraziye eşliğinde “tabii ki eleştirilir” demekle önderinin yaptığı peşin kötülemeye koltuk çıkıyor. Kürtlerin demokratik haklarını kazanmaları aleyhine dünyada hiç bir Ermeni kuruluşunun söylediği birşey yokken Öcalan'ın yürüttüğü suçlama mazur gösterilemez. Benzer şekilde onu savunmaya çalışan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş buna bir de Hrant'ı dayanak yapmaya çalışmış: “Kaldı ki eğer Öcalan’ın o lobilere karşı rahatsızlığından rahatsızlarsa Hrant Dink’in lobilere karşı yazılarını bir kez daha okusunlar. Hrant Dink’in en çok eleştirdiği konu Ermeni lobisiydi. Halklara dönük bir eleştiri söz konusu değildi” diyor. [4] Burada yapılan mübalağa ile karışık çok kötü bir istismardır. Hrant'ın soykırımını tanıtma konusunda diaspora Ermenilerinin lobi tarzı etkinliklerine eleştirel yaklaştığı doğru olsa da, bunu kendi bakışı ve terminolojisine yabancı şekilde yansıtmak ve hele de “en çok eleştirdiği konu” düzeyine yükselterek oradan Öcalan'ı doğrulamaya çalışmak, Hrant'ın hatırasına saygısızlıktır. Bu mantıkla Hrant'ın Türk medyasında eksik olmayan “Ermeni lobileri”ne yönelik saldırıları da hoş gördüğü varsayılabilir. Yaşıyor olsa acaba kendisi İmralı notlarının o bölümünü nasıl değerlendirirdi? Ermenilerin tarihsel adalet mücadelesine karşı orada kendini gösteren itici ruhu hoş mu görürdü?.. Soykırımı tanımak yetmiyor, Ermenilerin tarihine ve değerlerine de saygı gerek Karasu Ermenilerin soykırımını kabul ettirme çabalarını genel anlamda haklı bulduğu için sağolsun. Kürtlerin ulusaldemokratik mücadelesi de haklıdır ve bu ikisi birbirine karşı görülecek şeyler değil. Tersine kendi aralarında tarihsel ihtilaf noktalarına ilişkin adil bir konsensüsle birbirini desteklemesi gereken davalardır. Eğer Ermeniler arasında Kürt halkının mücadelesine sıcak bakmayanlar varsa, bunda soykırımın tarihsel muhasebesinden (sorumlulukları eşit olmasa bile) Türkler gibi Kürtlerin de kaçmakta oluşunun payı inkar edilemez. Ermeni ve Süryani halkının adalet mücadelesinde muhatap Türk devleti olmakla beraber, Kürt toplumunun da demokratik kurumlarıyla yapması gereken bir yüzleşme ve özür borcu vardır. Bu özür kuru bir kelime de değil; verilen acılar ve yol açılan mağduriyetin olabildiğince telafisine dönük, bu halkların kendi öz yurtlarında yaşama koşullarını gerisin geri sağlamaya yönelik, yitirilmiş çok kültürlü ortamı yeniden oluşturmaya hizmet eden samimi bir yaklaşım olmalıdır. Bunun tarihe saygı yönü de gözetilmeli, geçmişteki Ermeni-Kürt ortak yaşam alanlarını boydan boya Kürdistan sayan inkarcı tanımlardan vazgeçilip soykırıma kadar onunla yan yana ve iç içe canlı bir gerçekliği bulunan Batı Ermenistan'ın tarihsel varlığı dürüstçe tanınmalıdır. Bilinmeli ki, bu husus Ermeni halkının bakışını daha olumluya çevirmede soykırım muhasebesinin kendisi kadar önem arzedecektir. Misal olarak, bugün tam bir Kürt şehri sayılan Van'ın eski merkezinde 1915 öncesi nüfusun yüzde 60'ı Ermeniydi, kalan Müslüman nüfus da Kürt ve Türk karışıktı. Ermeni nüfusun ağır bastığı yada Kürtler ve Türklerle başa baş olduğu örnekler yalnız bazı şehir ve kasabalardan değil, yer yer bunları çevreleyen kırsal bölümlerden de gösterilebilir. [5] Daha eskilerde Ermeni yoğunluğunun çok yerde daha fazla olduğunu kimse inkar edemez. [6] Bu hem tarihi kaynakların, hem -onca yıkıma rağmen- uygarlık kalıntılarının, hem de yer isimlerinin şahitlik ettiği birşeydir. [7] Şimdi eski yer isimlerini geri alma meselesini bile “Kürtçe yer isimlerinin iadesi” şeklinde ifade edenler var. Oysa sorun her dilden eski isimlerin ayrımsız iadesi, kaynağı belirsiz ve tartışmalı olanların da farklı ihtimallere açık şekilde ortak kültürel miras olarak benimsenmesidir. Artık üzerinde yaşayan Ermeni kalmamış olmasının rahatlığı içinde Batı Ermenistan gerçekliğini tarihsel olarak da yok saymak Kürt hareketinin istismarcı bir yönünü oluşturuyor. Bunun ahlaki olarak sorgulanması gerekir. Son durumda “milliyetçiliği aşmış olma” adına Kürdistan'ı da bir yana bırakarak “Anadolu” tanımına sarılan Öcalan'ın vermeye başladığı İslam eksenli mesajlar ise yeni bir fenomen. O artık “Türkiye Türklerindir”in yerini tutmaya aday “Anadolu Müslümanlarındır” zihniyetiyle uyuşma durumunda olup, bu coğrafyanın eski Hristiyan halklarının dışlanmışlığını perçinleme ve berdevam ruhlarını örseleme işine Kürt hareketini de ortak edecek bir yol tutturmuş bulunuyor. Tarihsel haksızlık ve inkarın doğurduğu öfke “Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder” sözünü başka türlü okumak mümkün mü? Bu söz hiç de lobilere filan değil, yalın olarak isimleri anılan halklara yöneliktir. Aslında otokton halklar olarak Rum ve Ermeni ile birlikte Asuri/Süryanileri saymalıydı. Böyle bir tasnif Hristiyanlık genellemesiyle de uygun olurdu. Yahudiler Filistin'den kovulup dünyaya dağıldıktan sonra bu topraklara göçmen olarak gelmişlerdir. Geçmişten hak talep etme anlamında diğerleriyle eşdeğer bir konum ve duyguları yoktur. Ama Öcalan, yaranmacı ruhla verdiği mesajında AKP'nin anti-Semit çizgisini de dikkate alarak Yahudi unsurunu suçlama dışında bırakmak istememiş anlaşılan. Böylece halklara değil de “lobi”lere vurgu yapıyormuş gibi konuşma imajını da güçlendirdiğini sanmıştır. Lâkin o sözlerin asıl hedefi bu topraklardan kökleri kazınarak dışarı atılan ve gerçekten de talep edilecek hakları bulunan Hristiyan halkların torunlarıdır. Bu anlamda bin yıllık değil de, yüz yıllık öf keden söz etse daha doğru bir şey ifade etmiş olurdu belki. Bin yıllık işgalciliğin, yıkım ve talanın da yarattığı olumsuz duygular var, ama soykırım ve anayurtların yitirilmesine karşı duyulan kızgınlık ölçüsünde değil. Bunu ayıplamaya kalkan Öcalan'ın sarfettiği cümleler bayağı Türk-İslam şovenizminin argümanlarıdır. Öf kenin haklısı da olabilir; oysa menşei kendine ait olmayan o sözlerde 'hem suçlu hem güçlü' olanlara özgü bir nefret var. Anatolia'dan Türkçeye devşirilmiş “Anadolu” tabiri de, fetihçi ve ilhakçı o devlet geleneğinin tarih içindeki yurt gasplarını kamufle etmek üzere Ankara'dan doğuya doğru keyfince uzatarak kullandığı bir örtüdür. [8] Bununla kastedilen mevcut TC sınırları oluyor. “Anadolu'da hak iddia ederler” lafı, “bünyedeki toksinler gibi bu sınırların dışına atılmış unsurların bir hakkı olamaz” demeye geliyor. Böyle bir söylemin kapalı görüşmeden sızmış olması işin rengini çok değiştirmiyor. Herhalde ki yansıma ihtimalini bilerek konuşmuş ve stratejik ittifak önerdiği Türk gericiliğine güven verecek mahiyetiyle bir şekilde mesaja dönüşmesini de arzu etmiştir. Suçlanan topluluklar için şok edici olması yanında, onlarla dostluğu gözeten Kürtler için de kötü bir sürpriz olduğu açıktır. kızılbaş - sayfa 55 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bilindiği gibi BDP'nin Diyarbakır ve benzeri etki alanlarında Ermenilere, Süryanilere sıcak gelecek türden çeşitli adımları var. O sözler bu adımları atan belediye başkanları için de soğuk duş etkisi yapmış olmalı. Görüşme heyetinde BDP'nin Süryani vekili Erol Dora da bulunsaydı mesela, ne hissederdi? Kötü etkiyi kendi benliklerinde hissetmeleri için heyettekilerin ille de Hristiyan mı olmaları gerekirdi? Notlardan anlaşıldığı kadarıyla bir hoşnutsuzluk imasında bile bulunamamış hiç biri. Bu yüzden sızma sonrası eleştirileri de topluca duymazlıktan geldiler. Zorunlu açıklamalarda işi “lobiler”e bağlarken, daha ilk adımda bunun hangi somut belirtisinin göründüğü, şayet öyle bir durum yoksa bu spontane suçlamanın nereden kaynaklandığı sorularını da es geçtiler. Kim kimin acıları üzerinden kendi sorununu çözmek istiyor? Karasu ise havanda su döver gibi soyut faraziyelerini konuşturmaya devam etmiş. Öcalan'a atfen şöyle diyor: “Bu acıların kabul edilmesi ve telafi edilmesi konusunda Ermenileri ve Rumları anlamakta ve taleplerini değerli ve anlamlı bulmaktadır. İtiraz edilen ve kabul edilmeyen ise bu yaşananların ve yaşanan haksızlıkların Kürtlerin acıları üzerinden giderilmek istenmesidir... Kürtlerin üzerinden pazarlık yürütülerek, Kürtlerin mücadelesi ve Türkiye ile yaşadığı sorunlar zemin olarak kullanılarak bu haksızlıkların giderilmek istenmesi ve taviz koparılması zihniyeti eleştirilmekte ve teşhir edilmektedir... Yunanistan, Rumlar, Ermeniler ya da başkaları Türkiye ile sorunlarını çözmelidirler. Türkiye’nin yaptığı haksızlıklar giderilmelidir. Ama bu, Kürtlerin sırtından olmamalıdır.” Bunlar insana Nasrettin Hoca'nın suya gönderdiği çocuğu “testiyi kırmasın” diye peşinen dövmesini hatırlatıyor. Son süreçte kendini duyuran somut hiç bir tavır yok, bir belirti bile gösterilemiyor, ama kim oldukları belirsiz “lobiler”e şamar üstüne şamar atılıyor. Belki Öcalan'ın Türkiye'ye teslimi sürecinde Yunanistan ve İsrail'in rolleri geçmişten bir kötü deneyim olarak dikkate sunulabilir, ama bugün için ve hele de öne çıkarılan “Ermeni lobisi” için yaratılan imaj bununla açıklanamaz. Şu halde, özellikle Ermenilerin 2015'e hazırlanmalarına dikkat çekilerek yapılan suçlamanın mantığı nedir? Soykırımın 100. yılında Türkiye'nin inkarını kırmaya çalışmak onun Kürt sorununu çözmesine (varsa böyle bir iradesi) engel mi? Kürt sorununu çözecek bir demokratikleşmeden Er- meniler niye korksun ki? Her iki alanda olabilecek olumlu gelişmelerin, hangisi önce olursa olsun yek diğerine olumlu etki yapması beklenir. Ama eğer Kürt sorununu demokratik temelde çözme yerine Kürtleri kandırıp gerici bir ittifaka bağlama amacı güdülüyorsa o ayrı. Tam da bu açıdan sormak gerekir. Kurulmak istenen Türk-Kürt ittifakının Ermeni soykırım davasını bertaraf etmeye yönelik gizli bir ajendası da var olup, Öcalan bu doğrultuda kendisinden beklenen ısınma hareketlerine mi soyunuyor? Durup dururken, süreçle ilgili mesajlarına Ermenileri ve 2015'i katması, yanına da Rumu, Yahudiyi iliştirerek suçlamalar yürütmesi, asıl kendi içinde bulunduğu projenin kötü niyetliliğini akla getirmez mi? Böyle bir durumda kim kimin sırtından veya acıları üzerinden kendi sorununu çözmeye çalışmış olur? Ermenilerin ve Kürtlerin haklı davaları, anahtar rol ve çözümde öncelik meselesi Karasu'nun yürüttüğü mantığın açmazını daha iyi görmek için şu iki paragrafı ard arda okumakta yarar var: “Özellikle Ermeniler mazlum ve büyük haksızlığa uğramış bir halktır; Kürt’ün komşusudur... Kürt kültürel, sosyal ve ekonomik yaşamına zenginlikler katan bir halk olmuştur. Ne acıdır ki Osmanlı ve Türk egemenleri Ermeni soykırımında Kürtleri de kullanmışlardır. Her ne kadar siyasi güç, karar verici ve örgütleyiciler Türk egemenleri olsa da, Kürtler de kullanılmıştır. Bu, Kürtler için de acı verici bir durumdur. Kürtler, en başta da Kürt Halk Önderi bu acının ağırlığını sürekli hissetmektedir. Hatta mücadelesini bir yönüyle de bu acıların telafisi ve bir daha yaşanmaması için vermektedir. Bu açıdan Ermeni, Rum ya da Yahudi lobilerinin eleştirmesini bu halkları hor görme ve hedef göstermek olarak anlamak bir çarpıtmadır...” “Kürt sorununu çözerek gerçek anlamda demokratikleşen bir Türkiye’de mevcut geri ve dogmatik yaklaşımların aşılacağı, adil ve demokratik düşünme ve bu yönlü politik doğrultu geliştirmenin ortaya çıkacağı görülerek buna göre hareket etmek daha doğrudur. Bu açıdan Yahudi, Rum ve Ermeni lobilerinin stratejisi çelişkilerden ve sorunlardan yararlanmak değil de Türkiye’nin demokratikleşme çabalarına destek vermek olmalıdır. Bu açıdan en başta da Kürt sorununun çözümüne destek vermek gerekir. Çünkü Kürt sorununun çözümü Türkiye’yi demokratikleştirmenin anahtarıdır. Türkiye demokratikleşir, Kürt sorunu çözülür ve Türkiye güçlenirse biz Türkiye’yi sıkıştıracak bir şey bulamayız kaygısı yanlış bir kaygıdır.” Birinci paragrafta yapılan tarihsel değerlendirme öz olarak yanlış değilse de, kullanılma olayının nasıl algılandığı önemli. O sözcüğün suç ortaklığındaki iradeyi gözden kaçırır şekilde kullanılması Kürtlerin kendilerini tarihsel muhasebe sorumluluğundan azade hissetmelerine hizmet ediyor. Bunu birazdan açmak üzere devamına gelirsek, Öcalan'ın Ermeni soykırımına dair zaman zaman yaptığı değinmelerin sonuçta bu suçu yargılamaktan uzak olduğunu da belirtmek gerekir. O bunu örneğin, “Ermeniler ve Pontuslar o zamanki emperalistlere güvenerek onların oyununa gelmişlerdir ve kaybetmişlerdir. Soykırıma uğramışlardır. Çünkü egemen güç olan Osmanlı 'sen beni öldüreceğine ben seni öldüreceğim mantığıyla hareket etmiş ve bu acı tablo ortaya çıkmıştır” [9] demek suretiyle, taammüden adam öldürme gibi bir cürümden ziyade, ağır tahrik karşısında işlenmiş ve meşru savunma gibi yorumlanması da mümkün olan bir cinayete benzetiyor. Karasu'nun yukardaki kendi değerlendirmesi hiç değilse bu bakımdan daha namusludur. Fakat soykırıma uğratılıp anayurdundan kovulmuş bir halkın bunca inkara karşı dünyada adalet için etkinlik göstermesi neden bu niteliğiyle tanımlanmıyor da, Türk şovenizminin şeytani bir anlam yükleyerek kullandığı “Ermeni lobileri” tabiriyle gözü kapalı suçlamalara konu ediliyor, onu anlamak mümkün değil. Dış dünyada suçlanması gereken şey Ermenilerin soykırımı tanıtma mücadelesi olamaz herhalde. Emperyalist devletlerin bunu kendi çıkarları için bir araç gibi değerlendirmeleri onların ayıbıdır. Örneğin ABD'nin yasama organlarıyla konuyu defalarca gündeme alıp bir türlü sonuca götürmemesi, her defasında Türkiye'den kendi beklentilerini karşıladıktan sonra tekrar kenara bırakması Ermenilerin istedikleri şey olmasa gerek. Karasu tam da böylesi bir politikayı emperyalist devletlerin Kürt sorununa yaklaşımları açısından eleştiriyor. Onların “tavşana kaç, tazıya tut” politikası izleyerek, Kürtlerle savaşında Türkiye'ye verdikleri desteğe karşılık sürekli tavizler kopardıklarını söylüyor. “Kürtlerin mücadelesi bu nedenle bazı güçler için altın yumurtlayan tavuk gibidir. Kürtlerin mücadele etmesi arzulanmakta, ama başarıya gitmesi de istenmemektedir.” diye ekliyor. Aynı şey Ermeni sorununda da geçerli. Aynı devletler diaspora Ermenilerinin mücadelesine de öyle yaklaşıyor. Onların bu istismarcı politikalarından dolayı Kürt- kızılbaş - sayfa 56 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lerin özgürlük mücadelesi nasıl suçlanamazsa, Ermenilerin adalet mücadelesi de öyle suçlanamaz. Şimdi ikinci paragrafa gelelim. Bu iki mücadeleden hangisinin daha önemli yada öncelikli olduğunun mutlak bir cevabı yoktur. Tarihsel öncelliğiyle Ermeni jenosidinin hem bu devlet kuruluşu ve siyasi sistemine, hem de uzayıp giden Kürt sorununa zemin oluşturduğu düşünülürse, onun muhakemesinin daha öncelikli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Selahattin Demirtaş'ın daha yakında Agos'a “Ermeni meselesi çözülmezse Kürt meselesi de çözülemez” dediğini hatırlayalım. [10] Öte yandan Kürt sorunun kanlı bir çatışma ve yoğun acılarla sürmesi dikkate alınınca bu konuda çözümün daha yakıcı olduğunu herkes teslim edebilir. Alevi sorunu da çözümsüz kalan ciddi sorunlardan biridir. Her halkın rahatsızlığı, travması, acısı, bizzat kendi benliğinde yaşadığı için kendince daha önemli olabilir. Şu önce çözülsün, bu sonraya kalsın deme hakkına kimse sahip değildir. Egemenler arası çekişme bir anda Dersim soykırımını (katliam nitelemesiyle de olsa) gündemin ön sırasına çıkarınca o davanın bir yol alma şansı doğdu örneğin. Anahtar rol kavramı biraz da pratik işlev meselesi olduğu için duruma göre değişkenlik arzedebilir. Bir mücadeleye anahtar rol biçildiğinde ötekilerin kendi sorunlarını geri plana çekmeleri ve kaderlerini bütünüyle onun başarısına tabi kılmaları da düşünülemez. Türkiye'nin gerçek anlamda demokratikleşmesi hangi yoldan olursa olsun daha kuşaklar boyu sürecek mücadele gerektirir. Bunun dinamiklerinden biri ve son 30 yıldaki en canlı öğesi Kürt ulusal hareketidir. Ama şimdiye kadar silahlı mücadelenin zoruyla elde edilebilen kazanımlar bile çok sınırlıyken, adeta koşulsuz bir silah bırakma sonucu hükümetin insafına kalacak hukuki iyileştirmelerle yakın zamanda Kürt sorununun çözüleceğini düşünmek hiç gerçekçi değil. Dolayısıyla Karasu'nun “Kürt sorununu çözerek gerçek anlamda demokratikleşen bir Türkiye” umudunu neredeyse hemen şu aşamada sağlanacak birşey gibi zikretmesi, sonra diğer sorunların kendiliğinden çözüm yoluna gireceğini varsayarak herkesin şu andaki “çözüm” sürecine destek olmasını istemesi de makul bir önerme değil. Türk burjuvazisi ve devletinin demokratikleşme eğilimi içinde olduğunu gösteren hiçbir sahici belirti yok. AKP hükümetinin kendi konumunu sağlamlaştırabilmek için darbecilere karşı aldığı etkin önlemler askeri vesayeti geriletmiş olsa da, bir çok alandaki uygulamaları 12 Eylül rejimini çağrıştırıyor. Bu süreçte Kürt sorununu “çözüyor”muş gibi yaparak sağlanacak bir barış ortamının Türkiye'de demokratikleşmeye pek de katkı yapmayıp yeni çatışmalara evrilmesi kuvvetle muhtemeldir. Dahası AKP'nin hesabı tutacak olursa, İslami eksende Türk-Kürt ittifakıyla Ortadoğu'da stratejik çıkarlar gütmenin kime ne getireceği çok karanlıktır. Öcalan'ın “demokratik fetih” gibi güzellemelerle öteden beri Türk egemenlerini özendirdiği bu yol, hem kuzey hem de güneydeki Kürtlerin bir kez daha dramatik durumlar yaşamalarına vesile olabilir. Aleviler ve Hristiyanlar ise daha baştan güvensizlik duyacaktır. Tarihsel deneyimlerin uyarı ve öğretileri Türk egemenlerinin önemli bir sorunu çözüyormuş gibi yaptıkları, “barış, kardeşlik, hürriyet, eşitlik” havası yarattıkları her defasında erken çiçeklenen umutların üzerine dolu yağdırıp sinsi kırım ve tasfiyeleri devreye koyduklarını da unutmamak gerekir. 1895'te Abdülhamit Ermeni reformlarını kabul eder gibi göründükten hemen sonra ülke çapında Ermeni pogrom ve kırımlarını örgütledi. 1908'de Hristiyanları bayram havasına sokan 2. Meşrutiyet'in hemen ardından Adana katliamı geldi. 1914'te Ermeni reform tasarısını imzaladıktan sonra ise büyük soykırımını organize ettiler. Onun için, aman dikkat!.. “İttifak” müjdeleri özellikle yanıltıcıdır. Unutmayalım, İttihatçılar Ermeni soykırımına girişmeden hemen öncesine kadar bir dönem Taşnak partisiyle sözde müttefiktiler. Gerçi şimdi PKK ile ittifak komşu ülkelere yönelik saldırgan ve yayılmacı gayelerle düşünülüyor, ama bir savaş durumunda ortaya çıkacak girift ilişki ve çelişkiler, hele de Kürtlerin kendi gelecekleri için bağımsız davranma yada saf değiştirme durumları, soykırımcı Türk geleneğinin ayranını yeniden kabartabilir. Tarihteki Ermeni sorununun reformlar yoluyla çözülme çabası Osmanlı egemenleri tarafından Kürtlere hep bir “esaret projesi” gibi gösterilmiş, böylece onların karşı duruşu ve devlete aktif desteği sağlanmış, uluslararası anlaşma konusu olarak defalarca gündeme gelen reform planları her defasında savsaklanmıştı. Abdülhamit zamanında çizilen çerçevesiyle altı şark vilayeti (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbekir, Mamüret ül Aziz, Sivas) kapsamındaki reform projesi gerçekleşecek olsa, bundan yalnız Ermeniler değil, Kürtler de çok önemli ulusal-demokratik haklar kazanacaktı. Reform planı çok net olarak eğitimin milli dillerde yürütülmesini, dolayısıyla Kürt okullarının da açılmasını öngörüyordu. Hayata geçme imkanı olsa daha o zaman Kürtçe (ve ağırlıklı konuşulan yerlerde muhakkak Zazaca da) eğitim başlayacak, sözel planda kalan bu dillerin yazı ve edebiyatıyla gelişme yolu açılacaktı. Düşünün ki bugüne kadar nasıl bir birikim sağlanmış olurdu. Yalnız bu değil, reform kapsamına giren altı vilayette yayınlanacak kanunlar, nizamnameler, tamimler ve ilanlar üç dilde (Türkçe, Ermenice, Kürtçe) olacak, resmi makamlara dilekçe ve belgeler bu üç dilden herhangi biriyle verilebilecek, mahkeme huzurunda savunmalar ilgililerin istediği dillerde alınacak, Türkçe yazılan mahkeme kararları tarafların konuştuğu dillere tercüme edilerek sunulacaktı... Bugün halen inatçı şekilde ayak direnen şeylerdir bunlar. Asıl esaret hangi seçenek olmuştur Kürtler için, hayat gösteriyor. Geçmişteki kullanılma, eşitsiz ittifak, aldanmışlık ve halen çıkarılmayan dersler 100 yıl önceki Ermeni sorununun kökten “halledilme” tarzı ile 90 yıldır uzayıp giden Kürt sorununun çözümsüzlüğü arasında çok kuvvetli bir bağ var. Hiç bir Kürt aydını ve siyasetçisi bunu görmezlik edemez. Ermeni-Süryani halklarının imhasında Kürtlerin gücünden ciddi şekilde yararlanılmış olması ve sonra aynı güç birliğiyle kazanılan azami sınırlar üzerinde yeni devletin kurulması bu bağın iki ana halkasıdır. PKK ve BDP liderleri bunlardan ikincisine “vatan kurtarıcı Türk-Kürt ittifakı” şeklinde sıklıkla vurgu yapmaktalar. Aslında bu “vatanı kurtarma” ve “yeniden kurma” süreci onu kadim Hristiyan halklarına mezar etmekten ayrıştırılamaz. Çünkü bunlar hemen hemen aynı bileşenlerle kesintisiz şekilde peş peşe kotarılmış işlerdir. Fakat kuruluş sırasındaki birlikteliği gururla ve “asli unsur” vurgusuyla savunup sahiplenenler, hemen öncesine gelince “irademiz yoktu ki” diyerek kenara çekilmeyi tercih ediyorlar. Objektif bakılacak olursa, ne önceki süreç çok basit ve “iradesiz” bir kullanılma, ne de sonraki öyle eşit güçleri çağrıştıran “asli unsur” düzeyinde bir ittifaktır. Kürt dostlar ikisi arasında böyle keskin bir ayrım yapmakla kendilerini kandırıyorlar. Atalarının birinci süreçteki rolünü hiç derekesine indirip ikincisinde tam tersine abartıyorlar. Gerçekte her ikisi de eşitsiz ittifak ve özünde her ikisi de kullanılmadır. Çünkü işin kızılbaş - sayfa 57 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 başında olan, politikayı belirleyen Türk devlet adamlarıdır. Birincide hükümet olarak İttihat ve Terakki, ikincide yine onun kadroları ve devlet geleneğiyle Ankara'da üslenen Kemalistler. Aralarında yalnız şu kadarlık bir nüans var: İkincide zor duruma düşmüş olan İttihatçılar, M. Kemal öncülüğünde İstanbul'a alternatif yeni hareketi örgütlerken Kürt beylerini yanlarına çekme noktasında onlara daha iltifatlı yaklaşmış, sanki eşit bir partner havasında birliğe davet etmiş, siyasi kurumlarında temsili yer vermişlerdir. Lozan'a kadar “biz Türkler ve Kürtler” söyleminin revaçta olması bu aldatıcı politikanın gereğidir. Kürtlerin bu ittifakta sanıldığı gibi eşite eşit bir konumları olsaydı Lozan'da öyle basitçe bertaraf edilmeleri mümkün olmazdı. Yeni devletin kuruluşu o durumda üniter değil, federatif temellere dayanırdı. O süreçte Kürt liderlerin aldanmış olmaları neyse de, bugünkü Kürt siyasetçilerin o yanılsamayı halâ gerçekmiş gibi ifade etmeleri tuhaf bir durum. Oradaki Kürt iradesini çok önemseyenlerin 1915 sürecinde benzer olan durumu bütünüyle iradesiz yada istem dışı bir kullanılma saymaları ise daha da tutarsız. Evet, Ermeni halkının ölüm fermanını yazan İttihatçı liderlerdir. Uygulamada rol alan Kürt liderleri merkezi karar verici değildir. Ama katliamların organize edilmesine gelince, bir kısmı İttihatçı da olan Kürt beylerinin kendi alanlarındaki valiler, kaymakamlar, ordu komutanları ve Teşkilatı Mahsusa şefleri ile ortak planlamaya varan işbirlikleri olmuştur. Orhan Miroğlu'nun belirttiği gibi, Süryanilere ilişkin merkezi bir plan bile yokken, yerel bürokrasi ile anlaşmalı Kürt ve Arap aşiretleri maddi dürtülerle onları da imhaya girişmiştir. [11] Sonuçta Türk devletinin planlarına alet olmakla beraber kendi çıkarlarını da gözeten ve bu yönde serbest insiyatif kullanmaktan kaçınmayan bir suç ortaklığı sözkonusudur. Devlet ise hem azami imhayı sağlamak, hem de ilerde kendi sorumluluğunu perdeleyip suçu fazlasıyla Kürtlerin üzerine yıkabilmek için onları özellikle teşvik etmiştir. Olayın bu karakterini de bilerek diyebiliriz ki, Kürtlerin soykırım suçuna katılımı bilinç ve iradeden pek yoksun değil, ancak bağımlı ve güdümlenmiş bir durum olduğu için en yoğun rol oynadıkları yerlerde bile sorumlulukları ikinci derecedendir. Bir kere bu ayrımı yaptıktan sonra günümüze gelirsek; Kürt sorununun uzayıp giden çözümsüzlüğü ve Kürt halkının mahkum olduğu sonu gelmez acılar, o dönem kendi atalarına ağırlıklı şekilde oynatılan lanetli rolün doğrudan bir so- nucudur. O imha sayesinde belki bugün eski Batı Ermenistan'ı yutan daha geniş bir Kürdistan haritası çizilebiliyor, ama son otuz yıllık savaşa rağmen bu büyük parçada özerkliğin lafını etmek bile gittikçe fobi haline geliyor. Bunu bireylerin yaşamındaki etme-bulma olayına benzetmek, yapılan fenalığın bir şekilde geri dönmesi yada lanetinin üstüne yapışması gibi düşünmek de mümkün. Tarihteki o berbat kullanılma tarzından sonra Kürtlerin yüz yıllık kaderinin farklı tecelli etmesi mucize olurdu herhalde. Çünkü yok edici asıl güç aynı coğrafyayı paylaşan iki halktan birini diğerinin yardımıyla sildikten sonra kalanı da kendisine sürgit mahkum etmenin sağlam tedbirlerini almıştı. Paylaşılan ganimetin üzerine oturma karşılığında Kürtlerin kendi kimliklerini unutmaları, Türklük içinde erimeleri istendi. Bu amaçla Lozan anlaşmasında onlar azınlık olarak bile tanınmayıp en basit kültürel haklardan mahrum edildi. Bazı Kürtler için geriye “biz azınlık değiliz zaten, asli kurucu unsurlardan biriyiz” züğürt tesellisi kaldı. 90 yıllık inkârdan ve 30 yıllık savaşın bunu bir nebze kırmasından sonra, şu günlerde umut edilen “barışçı çözüm”ün paketi halen bomboş ve anadilde eğitim gibi en vazgeçilmez hak için bile daha yıllarca zar ağlatmayı vaadediyorsa, bunun en derin nedeni Kürtlerin iradesinin, uf kunun, nutkunun daha yüz yıl öncesinden çok kötü bir şekilde bağlanmış olmasıdır. Ayaklarına pranga, ellerine zincir, dillerine bant olan işte o tarihsel suç ortaklığı ve büyük aldanmadır. Öcalan'ın “üzüntü”den söyleyemedikleri... Değerli okuyucular, Bu yazıyı önceki haftalarda Öcalan'ın ikinci İmralı görüşmesinden sızan sözleri üzerine kaleme almıştım. Yayına vermeye yakın üçüncü görüşme ve ardından da Newroz'da yapılacak “tarihi açıklama” gündeme gelince onların da muhtevasını görmek için bekledim. Kendisi tarafından tekzip edilen ve yazdıklarımda değişiklik gerektiren birşey olabilir mi diye. Ama hayır, soyut bir “yanlış anlaşılmış” lafı dışında sonraki duyduklarımız yalnızca teyid edici oldu. Üçüncü heyette yer alan BDP eş genel başkanı Selahattin Demirtaş'ın aktardığına göre Öcalan, Ermenilerin “lobilerle anılması” konusunda “Kendisinin yanlış anlaşıldığını” ve bunun için “üzüldüğünü” söylemiş. “Önerdiği akil insanlar komisyonunda bütün bu etnik kimliklerin temsiliyetinin olması gerektiğini” belirtmiş. Fakat sorun bu değildi. Somut olarak neyi tekzip ettiğini anlamaya çalışıyoruz; bir şey yok. Demirtaş'ın açıklaması şöyle bitiyor: “Biz etnik kimliklerle ilgili bir yaklaşımınız dışarıya farklı yansıdı dedik. O da bu tartışmaları izlemişti zaten. Böyle bir şey olmaz diyordu, benim nasıl yaklaştığım çok net biliniyor. Biz zaten onların mücadelesini yürütüyoruz dedi”.[12] Madem yanlış anlaşılmış ve bundan dolayı üzülüyorsa, o zaman düzeltici yönde net mesajlar vermesi gerekmez miydi? Mesela “Ermenilerin soykırımını tanıtmak istemeleri yerden göğe haklıdır. Bunun için 2015 hazırlıklarına karşı olmam mümkün değil, sonuna kadar destekliyorum. Biz Kürtler kendi geçmişimizin vebalinden kurtulmanın da gereği olarak bu 100 yıllık davanın başarısına katkı yapmalıyız” diyemez miydi? Benzer şekilde “Anadolu'da hak iddia ederler” lafını düzeltmek istiyorsa “Yok edilmiş halkların tarihsel haklarını inkar etmiyorum. Kültür varlıkları başta olmak üzere mümkün olan değerlerin geri kazanılmasını destekliyor, ana vatanlarında gelip özgürce yaşayabilmelerini de arzu ediyorum. Bunun bir gereği olarak mülk gasbında rolü olan Kürtler tarafından gönüllü iadeler yapılması için de çağrıda bulunuyorum” diyemez miydi mesela?.. Anlaşılan Öcalan, Türk egemenleri lehine mesajlarını, gücendirdiği halkların gönlünü almak uğruna bozmak istememiş. Onun için yaptığı “düzeltme” bir şeye benzemiyor. Nihayet beklenen “tarihi açıklaması” okununca görüyoruz ki, yanlış anlaşılacak birşey de yok zaten. [13] Çağrı metni, tarihsel zemin, yeni ittifak, helalleşme ve dışta bıraktıkları Öcalan'ın Newroz'da okunan çağrı metni önceki mesajında olduğu gibi “İslam bayrağı altında” yaşadıkları beraberliğe övgü yapıyor. Tarihteki ittifaklarının ve dayandığı İslam hukukunun fetihçiyağmacı özünü yok sayarak, Türkler ile Kürtlerin o din kardeşliği temelinde yeniden kenetlenmesini öneriyor. “Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı'nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz” diyerek tarihsel ittifakın koptuğu yerden yenilenmesini, daha da öteye giderek “Misak-i Milli'ye aykırı olarak parçalanmış” dediği güneydeki Kürt bölgelerinin bu ittifaka çekilmesini savunuyor. Misak-ı Milli'nin Musul-Kerkük petrollerini de kazanmak üzere çizilen bir kızılbaş - sayfa 58 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türk egemenlik projesi olduğunu bilmiyormuş gibi, o zaman eksik kalan şeyin bugün tamamlanmasına yönelik mesajını “çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları” kurtarma ambalajıyla Kürt halkına benimsetmek istiyor. Suriye'de Esad yönetimini devirip Türkiye ile müttefik bir Sunni hakimiyetin oluşturulması planına Rojeva Kürtlerini alet edecek bir yol öneriyor. TC sınırları dışına çekilecek PKK güçlerinin bu perspektifle oradaki PYD bünyesine dahil edilip Türk kumandasında savaştırılması bile şaşırtıcı olmayacaktır. Süreç hakkında yazan Hasan Bildirici, çok haklı olarak şu yalın soruyu yöneltmişti: “Düşünülen tarihsel Türk-Kürt ittifakı sahi kime karşı kurulacak? Kürtleri şu an tehdit eden kimdir ki Türklerle ittifak yapılacak?..” [14] Evet, amaçlanan demokratik bir çözümse ve bunun için çatışmanın çıkar yol olmadığı düşünülerek barış ortamı tercih ediliyorsa, adına neden Türk-Kürt barışması gibi birşey değil de, Türk-Kürt ittifakı deniyor? Üstelik de “bölgesel düzeyde ortak vizyona sahip stratejik ittifak” vb?.. Bu kavramlar tabii ki ortak düşmanları da akla getirir. Şimdi bu eleştiriye karşı savunma “biz halkların birliği anlamında bunu söylüyoruz” olacaksa, belirtmek gerekir ki ittifak sözcüğü halklar olarak birlikte yaşamayı değil, devlet yada örgütler olarak ortak çıkarlar doğrultusunda güç birliği yapmayı ifade eder. Buna göre, örneğin kendi aralarındaki çatışmayı bitiren Türk devleti ile Kürt hareketinin, Suriye ve başka hedeflere yönelik işbirliği geliştirmeleri, güneydeki Kürt örgütlerini de bunun içine çekmeleri, artık dünya güçleri arasındaki dengelere göre kimden yana kime karşı hangi roller devreye girecekse onlarda beraber hareket etmeleri beklenir. Bu türden hesaplar Öcalan ve Kürt hareketi açısından sözkonusu değilse, neden “stratejik ittifak” kavramı özellikle kendileri tarafından dile getiriliyor? Eğer Öcalan barış mesajlarında samimi ise Kürt ulusal hareketinin asla Türk devletiyle birlikte komşu ülkelere karşı bir yayılma savaşı içinde yer almayacağını açıkça ilan etmeli. Çağrı metni Türkle Kürdün kucaklaşmasını isterken dışa dönük saldırganlığa cevaz veriyor. “Zaman ihtilafın, çatışmanın, birbirlerini horlamanın değil, ittifakın, birlikteliğin, kucaklaşma ve helalleşmenin zamanıdır. Çanakkale'de omuz omuza şehit düşen Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı'nı birlikte yapmışlar, 1920 Meclisi'ni birlikte açmışlardır.” Bu sözler de savunulan birlik ve ittifakın hangi zeminde olacağını gösteriyor. İçeride istenmeyen halkların yok edildiği ve sonunda kendilerinin de kandırıldığı o süreci kutsamak Kürtlere onur getirmez. Türk-Kürt helalleşmesi de o adaletsiz zeminde aranacak bir şey değildir. [15] üzere Diyarbakır'dan İstanbul'a, Avrupa başkentlerine kadar bu insanlık davasına ses katmaları beklenir. Bu sesler, gerici ve yayılmacı ittifak önermelerine karşı siyasi tavırlarla beraber, Kürt sorununda girilen sürecin daha onurlu bir rotaya sokulmasına da yardımcı olabilir. Ayrıca sormak gerekir: Helalleşme ve kucaklaşma bu ülkede yalnız Türkler ile Kürtlere mi lazım? Sözü edilen süreçlerin kurbanı edilen Hristiyan halklarla helalleşme ihtiyacı yok mudur? Aynı şeyi hassasiyet kavramı üzerine söyleyebiliriz. Öcalan'ın çağrı metni için Gülten Kışanak “hassasiyetleri gözetiyor” demişti. Sormak gerekir, bu ülkede yalnız Türklerin ve Kürtlerin mi hassasiyetleri var? Her ikisini gözeten bir yaklaşım, diğer kimliklerin hassasiyetlerini unutunca nasıl oluyor? Buna da cevap hazır. “Bütün halklara saygımız var, hepsini kardeş görüyoruz” vs... Ama ne yazık ki bu soyut söylemlerin pratikte fazla bir değeri yok. Bu yüzden çoğu durumda Müslüman olmayan kimlikleri dışlayıcı tutumlara seyirci kalınıyor. Kendi etkinlik alanında Mor Gabriel Manastırı'nın topraklarına el koyan ve Süryanileri taciz eden yerel bürokrasi ile Kürt ağalarına BDP'nin ses çıkarmaması bunun canlı bir örneğidir. Geçende bu konularla ilgili görüş alış-verişinde bulunduğum değerli Kürt aydını dostum Gürdal Aksoy şöyle yazmıştı: Gelecek günlerin yalan yanlış şeylerle övünmeye, sonra da safça kanmışlıkla dövünmeye değil, tüm mazlum ve mağdurların dayanışma içinde başarılar kazanmalarına tanıklık etmesi dileğiyle... “Bir varsayım, ama eğer Ermeni nüfusu bugün eski Ermenistan ve Kürdistan üzerinde ciddi hak taleplerine zemin hazırlayacak düzeyde olsaydı, bu söylem bile olmayabilirdi. Güç ilişkileri, ne yazık ki, reel siyasi zeminde toplulukların karşılıklı olarak çok çirkin pozisyonlar almalarına vesile oluyor. Bunu politik söylemlerle -kardeslik gibi- örtmek yerine, sosyal hayatın gerçekliğinde halklar arası makul dengeler kurmak ve bunu kültürleştirmek gerekir. Kürtler artık bugün içi boş olan 'Türk-Kürt kardeşliği' soyleminden tiksinir hale geldiklerini söylüyorlarsa, bunun benzeri olan boş bir söylemin de Ermeni halkını tiksindirebileceğini dürüstçe hesaplamalı, açıkça ifade etmelidirler. Her geçen gün daha geç olmadan...” Evet, karşılıklı hassasiyetleri yükselen, birbirini dikkate alan Kürtler ile Türkler, biraz da kenarda unuttukları, dışarda bıraktıkları eski komşuları için duyarlılık göstermeli. Helalleşme en çok da gömülmemiş ölüleri ve yitik vatanlarıyla geçmişi unutamayan, travmadan kurtulamayan halkların ihtiyacıdır. Önümüzde 24 Nisan var. Duyarlı Kürtlerin ve Türklerin vicdani muhasebeyi topluma yaymak [1] Bkz: Garbis Altınoğlu, Kürt Ulusal Hareketi ve Geçmişle Yüzleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı www.koxuz.net/anasayfa/2012/08/01/ kurt-ulusal-hareketi-ve-gecmisleyuzlesmenin-dayanilmaz-agirligi-4/ [2] www.radikal.com.tr/Radikal.aspx? ArticleID=1123698&CategoryID=98& aType=RadikalYazar [3] "http://www.yeniozgurpolitika.org/ index.php?rupel=nivis&id=3466" [4] http://www.ilkehaber.com/haber/ demirtas-kurt-hareketine-teslim-oldudemek-savas-kiskirticigidir-25619.htm [5] Geniş bilgi için bkz: Raymond H. Kévorkian/Paul B. Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermeniler, Aras Yayıncılık, 2012 [6] Bu konuda Osmanlı Devleti'nin 16. yüzyıl tahrir kayıtlarından vilayet, sancak yada livalar düzeyinde istatistik bilgi aktaran yerel tarih kitaplarına bakılabilir [7] Sevan Nişanyan, Adını Unutan Ülke/ Türkiye'de Adı Değiştirilen Yerler Sözlüğü, Everest Yayınları, 2010 [8] Gürdal Aksoy, Halklar Hapishanesi Anadolu/ Kürtlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma, Komal Yayınları, 2002 [9] Abdullah Öcalan, 23 Haziran 2006 tarihli avukat görüşme notlarından [10] AGOS Haftalık Gazetesi, 4.Ocak.2013, Sayı:872 [11] Miroğlu, Seyfo soykırım konferansında konuştu, http://www.seyfocenter. com/index.php?sid=10&aID=424 [12] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Arti cleID=1125951&CategoryID=78 [13]http://www.gelawej.net/ index.php/home/duyurucagrikampanyaicinpano/135-politi ka/9273-2013-03-21-12-43-47.html [14] http://www.gelawej.net/index.php/yazarlar/recep-marasli/9172-2013-03-15-10-59-20.html [15] Bkz: Hovsep Hayreni, 1915'in Denek Taşında Türk ve Kürt Siyaseti, 2. Bölüm http://www.gelawej.net/ index.php/hovsep-hayreni/4568-1915ndenek-tainda-tuerk-ve-kuert-syaset-2boeluem.html kızılbaş - sayfa 59 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Costa Gavras'a Sevgiler... -Evet. -Sizinle gelmekten imtina edersem ? -Cebr istimal edeceğiz. -Benim mebus olduğumu biliyor musunuz? -Biliyoruz. Fakat aldığımız emir katidir." * Erdem Özgül Monsieur Gavras, Sinemanın büyük ve gezgin ustası, devrimci gençlerin silah arkadaşı ve uslanmaz kapitalizm karşıtı adam, size Sinemasal bir öykü anlatmak isterdim. Biliyorsunuz Emek sineması, bir zamanlar Cercle D'orient kulübünün de içinde olduğu bir binada bulunuyor. Cercle D'Orient'ten çıkış, Krikor Zohrab'ın ölüm yolculuğu sizin filmlerinizin dokusuna son derece uygun iki adamın -Katil ve kurbanı- son buluşma yeridir. Mehmet Talat ve Krikor Zohrap Beyler adet olduğu üzere sık sık anılan kulüpte buluşur ve kâğıt oynarlar. İstanbul'da son gecesinde yine aynı kulübe gittiğinde Krikor Zohrab, Talat Paşa da oradadır her zamanki gibi. Krikor Zohrab o gece Talat Paşa ve Halil Menteşe Beylerle gece yarısına kadar kâğıt oynar. Oyun sona erdiğinde Krikor Zohrab mekânı terk etmek üzere ayağa kalkar. O anda izleyici, kendisini beyaz perdenin önünde sizin filmlerinizden birini izlerken bulur. Talat Paşa'da ayağa kalkar, Krikor Zohrab Beyi her iki yanağından öper ve ona yol verir. Krikor Zohrab, endişeli ve şaşkındır... -Bu iltifat neden, diye sorar ve Talat Paşa'dan: "İçimden geldi", cevabını alır. Zohrab endişelenir, Nazır Beyin bu öpücüğünü hayra yormaz. Zohrap Bey için film Cercle D'Orient'te başlamıştır, ama o farkında değildir. Gidişatın bundan sonrasını endişeli ve umutlu-umutsuz yaşayacaktır. O yaşarken biz, sinema sanatçılarına, yazarlara, deha sahibi büyük insanlara bir kez daha saygı duyacak, onların önünde başımızla eğilmiş olacağız. Çünkü suç mahkûm edilmiş olacak, göz önüne serilerek... Ve büyük sanatçılar, onlar çarp- tırılmış, iftiraya uğramış ve katledilmiş gerçeği açığa çıkarmanın en büyük savaşçıları olmanın onurunu yaşayacaklar. Tıpkı sizin Missing, État de siège, L'Aveu, Z, Mad City, Le Couperet ve ilk anda adını sayamadığım diğer çalışmalarınızla ördüğünüz onur gibi... Kameramız yüzyıl öncesine canlandırmaya devam edecek olursa eğer. Zohrab binadan çıkar ve sivil polislerin takibine uğrar, anlam veremez, daha yeni Nazır Beyle oyun oynamış, ayrılmış evine gidiyordur nihayetinde. Kendisini takip eden polisi o da takibe alır ve emin olmak için karşı kaldırıma geçer ve emindir artık. Polis takibatlarına karşı deneyimli bir aktivist, Avukat ve yazardır kendisi. Bir süre sonra dayanamaz ve kendisini takip eden polise sorar: “Takip mi ediliyorum ?” Ve Polis onu cevaplar. "-Evet. -Niçin? -Öyle emir aldım. -Benim kim olduğumu biliyor musunuz? -Şüphesiz. Zohrap efedisiniz. -Fakat bir yanlışlık olmalı. Şimdi Dahiliye Nazırından ayrıldım. -Olabilir. Fakat bana verilen emirler kati’dir. Bunları ifa etmek mecburiyetindeyim." Yolculuk boyunca Polis eşlik eder Krikor Zohrab Beye ve bir iken iki olur evinin kapısı önünde polislerin sayısı. Zohrab Bey sorar: "-Peki, aldığınız emirler nedir? -Sizi tevkife mecburuz. -Şimdi mi? Hemen. Yanında iki polisle eve vardıklarında, Pera Emniyet Amiri Kel Osman ve yanındaki üç polis memuruyla daha karşılaşırlar. Pera Emniyet Amiri önceden gelmiş ve evde arama yapıyordur. Krikor Zohrab'ın ertesi sabah tutuklanacağı, kendisine lazım olacak olan eşyalarını yanına alması gerektiği söylenir. Bu arada güzel karısı ve kızlarını teselli etmek gibi dramatik bir görevi daha vardır Krikor Zohrab'ın. Hem ailesini teselli etmek, hem de eşyalarını hazırlatıp o büyük tufanın önü sıra yürümek zorundadır o. Komiser Osman bir kez daha tekrarlar: "Bizimle geleceksin, emir var." Tutuklandın ve karakola götürülmen icab eder. Ve nasihatleri devam eder. İç çamaşırı alınız yanınıza. "Fazla para almanız iyi olur." Krikor Zohrab, Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda Mebus olduğunu hatırlattığında Ermeniliğinden nedamet getirmiş, Müslüman olup Hidayet ismini almış olan polis memuru: "O günler geçti," der. Bu sözler, Zohrab üzerine Türkçe'de en kapsamlı araştırmanın sahibi olan Nesim Ovadya İzraili tarafından şöyle yorumlanır: "O günler geçti" diyerek gelmekte olan yeni günlerin ipucunu verecektir," Polis memuru. Çok bir şey almaz yanına Zohrab Bey, biraz para ve iç çamaşırı... Ve ricalar eder karısına yolculuk boyunca, Talat Paşa'ya, Enver Paşa'ya, Cemal Paşa'ya, Halil Menteşe Beye, yani alayına İttihat Terakki partisi ileri gelenlerinin mektuplar yazmalı biricik karısı, ricalarda bulunmalı ve tehcir kısa sürmeli, kaldı ki kısa sürecektir de zaten, dönüp gelecektir Zohrab Bey, inanıyordur henüz. Yolculuğun daha ilk haftasında film büyür Zohrab'ın kıyametleri üzerinden. Önce tansiyonu, sonra yaşlılığı ve sonrasında korkuları Zohrab'ın haleti ruhiyesini içinde bulunduğu katastrofobik öykünün akışına terk eder. Mektuplar, yalvarmalar, dostlar, vefasız İttihatçılar, can borcu Olan Halil Menteşe Beyler derken Zohrab Bey bugünkü Türkiye'nin sınırlarını aşar ve bugünkü kızılbaş - sayfa 60 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Suriye'ye Halep'e ulaşır ve Halep'ten yolu Diyarbakır'a doğru uzanır. Yol üzerinde defalarca ısrar eder Taşnaktsutyun militanları; kendisini ve yoldaşı Vartkes Serengülyan'ı kaçırmak ve kurtarmak için, kaldıkları evlerin damından girer, yol üstünde ulaşır ne yapar ne ederlerse, bu iki milletvekilini firar etmeye razı edemezler. Bir umut yaşayacaktır Zohrab ve Serengülyan ama ikisinin de umudu günden güne kül olur. Serengülyan silahlı mücadelenin, hapishanelerin ve çıkarılan genel afların yabancısı değil bir devrimcidir. Ölüm, ölmek onun için çok da zor değil, geride genç karısı kalıyor olmasa. Ama Krikor Zohrab için öyle değil, o günün en iyi Ermeni öykücülerinden biridir, Avukat ve Milletvekilidir. Avukatlık mesleğinde ilgi alanına Fransa'da ki Dreyfus davası da girer, -Mahkemeye dilekçe yazar ve müdahil avukat olmak ister Dreyfus davasında- İstanbul'da ki Bulgar, Ermeni ve Türk devrimcilerinin davalarına da. Adalete ölümüne inanır, bütün Ermeni katliamlarında, katledilenlerin Avukatı olmasına rağmen, adaletin yerini bulduğuna pek tanık olmadığı halde inanır mesleğine, uğraşına... Ama... Karısına yazdığı gibi, Diyarbakır surlarla çevrili bir şehirdir: "Beni İstanbul'dan Diyarbakır'a yargılamak için gönderenler, yok etmek için gönderiyorlar. Diyarbakır'da korkunç şeyler oluyor ve olmaya devam edecek. Tanrı bilir, suçsuz olmama rağmen, orayı canlı terk edemeyeceğim... Diyarbakır etrafı surlarla çevrili bir şehir, kendi içinde bir hapishane." Üç araba hazırlanır o gün felaket anına. Öndeki Arabada katiller vardır. Adları Düzceli Çerkez Ahmet, Galatalı Çerkez Halil ve Reşit oğlu Mustafa'dır. İkinci arabada Arabacı Müslüm, Vartkes Serengülyan ve Krikor Zohrab vardır, atlanmış askerlerin nezaretinde Urfa'dan yola çıkarlar. Kuşaktan kuşağa devreden bir sözlü anlatım geleneğine, Kürt dengbejliğine dayanacak olursak, uzun bir yol gitmezler. Yolu cehenneme benzer kapkara taşlarla örülü, Ermenice Şeytan Deresi demek olan Sadanayi Tsor'a varırlar; köprüyü geçmeye yeltendiklerinde önden bir jandarma gider ve arabaya Kasap Taşı'nın önünde durmasını işaret eder; araba durur, Arabacı Müslim atlarının bağını çözer, iki atını alır gider. Önde ismini anılan kırımcılar, arkada onları takip eden arabacı Hallo'nun arabasındakiler Kara Köprü'ye geldiklerinde jandarmalar iner, artık katliam için saniyeler kalmıştır. İnerler ve kurbanlarına ateş etmeye başlarlar. Kürtlerin eskileri, cinayet zamanını annelerinden, babalarından dinleyen insanlar derlerdi ki Vartkes Serengülyan kurşunların anlamını iyi bilirmiş, atmış canını mermilerin önüne ve ilk ateşte nefesi kesilmiş. Zohrab daha bir yalnızlaşmış, yoklamış nefesini Serengülyan'ın, yalnızlığı büyümüş. Çünkü bedeni sessizliğe gömülmüş Serengülyan'ın. Zohrab başını bacaklarının arasına saklamış, kimine göre titremiş, kimilerine göre ağlamış ama Çerkez Ahmet aman vermemiş. Bağırmış Zohrab'a : “ İn! İn aşşağıya! Artık yaşamayacaksın, zira en üstten emir var." Zohrab iki eliyle sıkı sıkıya tutunmuş arabaya, gözyaşları içinde: "İnecek halim yok, beni burada öldürün," demiş. Tören boyut değiştirmiş bundan sonra. Çerkez Ahmet çıkarmış hançerini ve Zohrab'ı hançerlemiş ve Ahmet'i arkadaşları izlemiş, gelen hançerliyor, bekleyen hançerini keskinleştiriyormuş ve Zohrab aşşağı sürüklenmiş arabadan, yine aynı tören ateşli silahlarla devam etmiş bu defa. Çerkez Ahmet kurşunlarını yakmış Zohrab'ın gövdesine, onu Düzceli izlemiş, onu Mustafa, onları jandarmalar... Zohrab’ın gövdesindeki hançer yaraları ve kurşun dağlanmaları yetmemiş Çerkez Ahmet'e, kaldırmış bir kaya parçasını ve kafasını parçalamış Zohrab Beyin. Serengülyan vurulduğu yerde yata kalmış korkusuz ve Zohrab'ın korktuğu başına gelmiştir, cenazesi Kasap Taşı'nın üstündedir. Türkiye’nin geçmişine ait bu sabıkası bugününü de anlatıyor aslında. Katiller soyarlar üstünü, başını henüz canını aldıkları kurbanlarının, onları ayaklarından sürüyerek yolun karşısına, ağaçların arasına atarlar. O kadar çok kurşun atılır ki, komşu köylerin halkı cinayet mahallinde ganimet aramaya koyulur, iki çıplak cesedi talan eder sonra taşa tutarlar. Ve zaman kapatır perdesini Zohrab'ın çıplak cesedinin üzerine. Eşi Klara Zohrab'a yazdığı umutsuz mektubunda söylenecek son sözleri yine Zohrab Bey söyler: “Sevgilim, bir tanem, artık bizim için son perde başlıyor. Daha fazla gücüm kalmadı. Sağ kalmazsam, çocuklarıma son öğüdüm şu ki daima birbirini sevsinler, sana tapsınlar ve kalbini acıtmasınlar ve beni de hatırlasınlar.” Buraya kadar hikâye onun güzel öykülerinin Fransızca baskısında taşıdığı ad gibi: La vie comme elle est'dir. Sonra öykü devam eder içinde Zohrab yoktur artık. Ne oyuncu, ne yazar, ne de gömülü bir ölüdür o. Hiç bir şeydir çıplak gövdesi, belki bir süre daha kurdu kuşu besler o kadar. Urfa pazarında kanlı yüzüğü ve çantasına denk gelir bir İngiliz Seyyahı, Zohrab'ın. Ve çeşitli raporlar, çeşitli bahaneler, yalanlar, Kalp krizinden ölür Doktor raporlarına göre Zohrab ve Serengülyan. Ve artık işi bitmiş katiller, onlar çok daha kötü bir sonla karşılaşırlar... Her şeyin daha çoğunu, paranın, iktidarın, yağmanın ve cinayetin daha çoğunu isterken Çerkez Ahmet. Tüm bunları ellerinde bulunduranlar, Devletliler affetmezler Çerkez Ahmet'i ve çetesini, aynı değirmen onları da dişlerinin arasında öğütür... Türkiye'de cinayet öykülerinde perde sonuna kadar hiç kapanmaz Monsieur Gavras. Bunun içindir belki polisiyesi zayıftır ülkenin, suçu işlemekten onu bilince çıkaracak cesareti ve zamanı bulamazlar bir türlü. Çünkü bu bir yerde katilin cinayetlerini bütün samimiyetiyle itiraf etmesi gibi bir şeydir ve cinayet toplumsallaşmıştır, herkes susmayı bilmelidir böylesi bir ortamda, çünkü suç bilince çıkarıldığında ceza demoklesin kılıcı gibi herkesin başında sallanır durur. Şimdi affınıza sığınarak şöyle düşünelim Monsieur Gavras; öyküsü yukarıda özetlediğimden kat be kat daha sinematografik Krikor Zohrab'ı siz beyaz perdeye taşıdınız varsayalım. Filminiz estetik değeri dolayısıyla büyük beğeni topluyor, festivallere katılıyor, ödüller alıyor, sinema seyircisini heyecanlandırmışsınız bir de. Ve siz dünyalı bir yönetmensiniz, haliyle Türkiye'li sinema seyircisi de sizin filminizle buluşmak istiyor. Ama seyircinin önünde bariyerler oluşmuş durumda. Evet, televizyonlarda Nazizm yıllarının karapropagandacı faşistlerine rahmet okutan ve üzerlerine lanet yağdıran yorumcular filminizi tehlikeli, bölücü, Türklüğün değerlerini alçaltıcı buluyor ve filminizi reddediyorlar, linç korosu büyüyor ve tek bir sinema salonu dahi filminizi göstermek için kılını bile kıpırdatmıyor... Böylesi bir ortamda ne yaparsınız siz ? Emek sineması böylesine korkunç bir öykünün içinden çıkıyor Monsieur Gavras. Ama aynı Emek sineması Türkiye'deki bütün sinemalar ve sinemacılar gibi Ermenilerin öykülerine kapalı, onların filmlerini perdelerine taşıyamıyor, edebiyat sanatının büyüklerinden birini ve onun komşuluk hatırını hiç bir zaman hatırlayamıyor. Türkiye'deki hemen bü- kızılbaş - sayfa 61 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tün kurum ve kişiler gibi kendi başı derde girdiğinde ama benim canım yanıyor diyebiliyor, ama canı yananların yanında yer almamayı da beceri hanesine yazıyor. Hatırlatmak isteyenleri "Burası Türkiye" bahanesiyle görmezden gelebilmesi de cabası. Bu eleştiri elbette sadece Emek sinemasıyla sınırlı değil. Sizinde gözlerinizle gördüğünüz gibi insanlar Emek bizim, İstanbul bizim pankartlarıyla sokağa çıkıyor, sinemayı, hatıralarını ve hatta kenti savunduklarını, sahiplendiklerini düşünüyorlar. Kentsel dönüşüme karşılar ama kapitalizme karşı değiller. Marx umurlarında bile değil ama: Burjuvazi yine de gölgesini satamadığı ağacı kesiyor. Yine aynı şekilde tarih de pek umursadıkları bir şey değil. Ermeni soykırımının mimarı Talat Paşa nasıl olsa şehrin en işlek caddelerine, bulvarlarına ve hatta liselerine adını vermiş. Krikor Zohrab, ya da Şehrin yağmalanan tarihine binyıllarını veren Grekler ve Ermeniler anılmasa da olur. İstanbul Bizim denirken şehrin yerlileri asla hatırlanmıyor. kurtarılması için didinmeyin lütfen. Bu bina kurtarılsın ve Krikor Zohrab'ın anısı bir şekilde yaşatılsın. Ermeni soykırımının icra edilmesinde, Ermeni aydınlarının ölüm yolculuğuna çıkarılmasında bu binada geçirilen "eğlenceli" saatlerin hayli rol oynadığı ap-açık ortada. Bunun görünür kalması için uğraşın lütfen. Belki bu sayede Emek sineması da sizin sözlerinizle: "Ticaretin kültürden üstün gelmemesi"ni yeğler ve yeni Ararat'lara sessiz kalmaz, sizin soyunuzdan gelen direngen yönetmenlerin desteğini hak eder. Aksi takdirde sizin bir État de siège'inizi izleyemediğim bir sinema salonunun yok oluşuna karşı çıkarken ben, içim burkuluyor; sansüre ses çıkarmamış, dolayısıyla onun bir parçası bir parçası olmuş, bir ticarethaneyle karşılaşıyor ve umutsuzluğa kapılıyorum. Kısacık açıklamanızda siz: "Önemli bir sinema, bir kültür merkezi, tahrip edilmemelidir. Bu sanki geçmiş belleğimizden bir parçayı silmek ve gelecek için önemli bir mekânı ortadan kaldırmak gibidir" diyorsunuz. Siz de kabul edersiniz ki günümüz sinemasının büyük anlatıcılarından birisi de Atom Egoyan'dır. Emek sineması komşu kulübün müdavimi Krikor Zohrab'ın anılarını kendisiyle birlikte geleceğe taşımadığı gibi Egoyan'ın filminin izleyici karşısına çıkamayışına itiraz etmemekle de büyük bir sansürün ortağı oldu. Siz büyük bir sinemacı olmanın tüm sorumluluklarını yerine getirmiş bir direnişçi, karşı koyuşçusunuz aynı zamanda. Türkiye'de Ararat, Peru'da État de siège, izleyiciyle buluşturulmadığında ve Krikor Zohrab'lar hiç yaşamamış gibi görmezden, bilmezden gelindiğinde, önemli bir mekan ve bir gerçek, soykırım ve sessizlikle belleğimizden silinmiş oluyor, sinema salonlarında kendini izleyicisinin karşısında bulamadan, gerekli duyarlılığı yaratamadan. Size ve büyük hünerinize selam ve sevgiyle... Ben sizden bir şey daha istiyorum Emek sinemasının kurtulması için elinizden geleni yaparken siz. Sadece bu salonun * Aktaran Nesim Ovadya İzraili, 1915 Bir Ölüm Yolculuğu Krikor Zohrab, Pencere Yayınları, İstanbul, Mayıs 2011. [email protected] Hepinizi 301 kere 301 suçu işlemeye çağırıyorum…” Temel Demirer, Hrant Dink’in katledilişinin ertesi günü Ankara’daki bir protesto gösterisinde “Hrant Ermeni olduğu için öldürülmedi… O soykırım gerçekliğini dile getirdiği için katledildi. Buradan haykırıyorum: Bu devlet soykırım suçu işlemiştir. Bu devlet, katildir. Hrant’ın katletmiştir. Susmak bu suça ortak olmaktır. Hepinizi 301 kere 301 suçu işlemeye çağırıyorum…” demiş ve hemen ardından, hakkında TCK’nın 301/2. ve 216. maddelerinden dava açılmıştı. Altı yıl kadar süren bu dava, Temel ve avukatlarının tüm itirazlarına karşın, üçüncü yargı paketi kapsamında, “sanığın üç yıl boyunca aynı suçu işlememesi” koşuluna bağlanarak ertelendi. Temel Demirer’in erteleme kararının alındığı duruşma salonundan çıkar çıkmaz, yargılanmasına yol açan çağrıyı tekrar etmesi üzerine ise, devlet tepki vermekte gecikmedi. Temel hakkında yeniden soruşturma açıldı. Bizler bu ülkede “Düşünce ve İfade Suçu” kavramının, egemenlerin elinde, ne zaman kınından çıkartacağına “devletlûlar”ın karar vereceği, her kafası kızdığında sarılacağı bir Demokles Kılıcı, her “tehdit” algısında aba altından gösterilecek bir sopa olarak kullanılmasına “Artık Yeter!” diyoruz. Düşünce ve İfade özgürlüğü alt ve üst sınırlarını devleti yönetenlerin keyiflerince çizdikleri bir “lütuf” değil, temel bir insan hakkıdır ve öncelikli olarak da her düzlemde yönetim mekanizmalarını –sertlik ölçüsünü ancak ve yalnızca kullanıcısının belirleyeceği bir üslupla- eleştirme hakkını içerir. Bir başka deyişle, ne yasa koyucunun ne de uygulayıcılarının yönetim aygıtlarına yönelik eleştirileri sınırlandırma yetkisi vardır. Bu saptamanın mantıksal uzantısı, devletlerin ifade özgürlüğünü sınırlandırarak “suç”larından kurtulamayacaklarıdır. Temel’i sustursanız dahi, soykırım gerçeği T.C. devletinin er-geç yüzleşmek zorunda kalacağı bir “suç” olarak ortadadır. Bu bilinçle, Temel Demirer ile birlikte bizler de haykırıyoruz: “Hrant Ermeni olduğu için öldürülmedi… O soykırım gerçekliğini dile getirdiği için katledildi. Buradan haykırıyorum: Bu devlet soykırım suçu işlemiştir. Bu devlet, katildir. Hrant’ı katletmiştir. Susmak bu suça ortak olmaktır. Hepinizi 301 kere 301 suçu işlemeye çağırıyorum…” kızılbaş - sayfa 62 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hep alevilere gelince mi kalem lal oluyor? sapere aude ezilen halklar” dedik ya; “Daha ne istiyorsunuz? Alevilerin bu türden itirazlarını bir kenara bırakalım. Benim asıl itirazım Öcalan´ın “İSLAMİ DEMOKRATİK KARDEŞLİK” projesine yöneliktir: Ahmet Terkivatan Felsefe, daha doğrusu Felsefeciler örneğin Barış ve Savaş konularına yönelik sorumluluklarını (der Verantwortung für Kategorien und ein aus Begriffen eingreifendes Wissen) başkalarına devredemezler (Hans Jörg Sandkühler, Demokratie des Wissens. Ausklärung, Rationalität, Menschenrechte und die Notwendigkeit des Möglichen, Hamburg 1991, S. 7). Bu doğrultuda, Türkiye´de (hatta Ortadoğu´da!) başlatılmak istenen “Barış” sürecini desteklediğimi, ama bazı endişelerimin, eleştirilerimin olduğunu ve bu eleştirilerin argümenler ışığında maddi kaynaklara, örneğin Öcalan´ın Newroz mesajinda söylediği sözlere dayandığını, hatta Öcalan´ın, fikirlerin silahların yerine geçmesi talebini esas aldığımı, böylece “kişisel”, “uydurma”, “niyet okuma”, “spekulasyon”, “karamsar yorum” olmadığını hemen yazımın başında ifade edip konuya geçmek istiyorum. Sırrı Süreyya Önder, Öcalan´la İmralı´da gerçeklesen 3´üncü görüşmeye ilişkin bir ayrıntıyı Hürriyet gazetesine şu şekilde açıkladı: “Sayın Öcalan, Fethullah Gülen´e selamlarını gönderdi. Fethullah Gülen´in `Suhlta hayır vardır´ yaklaşımı benimde yaklaşımımdır. ´Bütün Ortadoğu´dakı demokratik bir siyaset ve barış için birlikte çalışabiliriz, Muhterem Fethullah Gülen´e selamlarımı söyleyin. Onu en iyi anlayan benim´ dedi.” (Hürriyet, 23.03.2013) Bu ilginç açıklamayı ve empatiyi esgeçiyorum. Anılan açıklamada, Önder, Öcalan´ın Newroz mesajının doğru okunmasına işaret edip şu ilkeyi hatırlatıyor: Bağlamından kopartılarak bazı görüşlerin verilmemesi gerekiyor. Bu ilkeye katılmamak elde deyil, asla! Bu hermenötik ve etik açıdan zaten doğru deyildir. Konuyu açıklamak için, Önder şöyle bir örnek veriyor: Öcalan´ın herkes için demokrasi ve barış talep ettiği bir noktada, kimseyi dışlaması ve rencide etmesi söz konusu değildir, düşünülmezdir. Aslında Önder´in burada kastediği (örneğin) Aleviler´dir. Öcalan “tüm ezilen mezheplerden, tarikatlardan” zaten sözediyor- muş. Yani Öcalan, Aleviler´in isimlerini açıklamadan Aleviler´ide kastediyormus; “Kızılbaş”, “Alevi”, “Aleviler”, “Alevilik” demeden onların haklarınıda savunuyormuş. O zaman, bazı Aleviler gerçekten neye ve neden itiraz ediyorlar ki? Bazı Alevilerin (örneğin Hüseyin Aygün´ün) itirazlarını çok iyi okuyup anlamak lazım: Onlar, “Elbette Alevilerin kurtuluşu, özgürlüğü kendi elindedir”, ama özünde “Alevileri es geçemezsiniz; sırf genel ve a n o n i m ezilenler grubuna (“Tüm mezhepler ve tarikatlar”) ekleyemezsiniz. Bu genel ve anonim kategori yeterli değildir! Bizler dünyanın diğer bir ucunda yaşamıyoruz; bu ülkede yaşayan, ağır bedeller ödeyen, isim ve kimlik olarak anımsanacak kadar önemli bir inanç grubuyuz, önemli bir tarihe sahibiz. Biz sofistik tartışma yürütmüyoruz; isimlere tapmıyoruz; bir kompleksi dile getirmiyoruz; gelin bizi kurtarın da demiyoruz; bir gerçeği dile getiriyoruz, bir kimliğin haklarını savunuyoruz!” diyorlar. Bu şekilde veya bu çerçevede itiraz edenler, asla Barış sürecine karşı çıkmıyorlar; öğreti gereği çıkamazlar da. Önder gibi düşünen insanların hatırlatmaları bundan dolayı pek yerinde olmuyor. Bu itirazı biraz daha açmak istiyorum. Fetullah Gülen´i bile “en iyi anlayan benim” diyen Öcalan (bkz. Sırrı Süreyya Önder, Öcalan´la İmralı´da gerçekleşen 3´üncü görüşmeye ilişkin bir ayrıntı, Hürriyet 23.03.2013), acaba Selim I döneminde de “İslam bayrağı” altında katliamlara uğrayan Kızılbaşlar´dan, kadim Anadolu´nun vazgeçilmez parçası olan, günümüzde sayısı 15-20 Milyon olan Alevi-Bektaşiler´den, hatta PKK saflarında yer alan nice Alevi gençlerinden Newroz açıklamasında neden söz etmedi? Herkes ile empati kurabilen ve hatta “Muhterem Gülen´e selamlar” gönderebilen Öcalan, Aleviler´e gelince mi çekimser davranıp genel ve anonim olan bir kategoriyi kullanıyor? Alevilere gelince mi kelam lal oluyor? Şöyle düşünmek lazım: Eğer, böyle bir yaklaşım doğru ve tutarlı olsa(ydı), o zaman şunu da söylemek yerinde olacak(tı): “Tüm ezilen halklar” deyip Kürt veya Kürtler demiyelim artık; “Tüm “Saygideğer Türkiye halkı, bugün kadim Anadolu´yu Türkiye olarak yaşanan Türk halkı bilmeli ki, Kürtlerle bin yıla yakın Islam bayrağı altındaki ortak yaşamları, kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır. Gerçek anlamında bu kardeşlik hukukunda, fetih inkar red ve imha yoktur, olmamalıdır.” (Öcalan, Newroz Mesaji, 21.03.2013) BDP esbaşkanı Selahattin Demirtaş, yapmış olduğu grup toplantısında ki konuşmasında, Öcalan´ın Newroz mesajinda doğruları söylediğini açıklıyor. İslam´a vurgu yapmasıda doğruymuş. Demirtaş, “O hukuğa herkesin riayet etmesi gerekiyor. O halkları birarada tutan İslamiyettir. Neden rahatsız oluyorsunuz bundan?” diye soruyor. Marifet, inatçı dogmatizmden, zihinleri körerten siyah-beyaz düşünceden ve intikam duygularından ve despotik dayatmalardan arınmaktır. İnsan ancak veya belki böyle “toprak“, yani „akil“ olabilir. Böyle bir marifeti yok sayıp sihirli, yani “öldürücü silahı” (Todschlagsargument) şu şekilde kullanmak, Barış´ı uzun vadeli acaba nasıl sağlayacaktır: “Barışı destekleyin, ne istiyorsunuz siz? İnsanlar mı ölsün? Barış´ın kötüsü Savaş´in iyisi olmaz!” Sesli düşünüp “despotların“ veya “Oligarşik Cumhuriyetçilerin” “Barış” anlayışını irdelemek, sorgulamak nasıl olurda Barış´a karşı çıkmak anlamına gelir? Bu çercevede bazı itirazlarım, sorularım olacak. (a) Neden “o hukuğa” riayet edeceğimi anlamış değilim. Böyle bir cümle inanç özgürlüğü açısından da cok sakıncalıdır ve aslında Barış sürecine gölge düşürmektedir. (b) Öcalan, mesajı´nın anılan bölümünde sadece “Türk halkını” bilgilendiriyor. Ama “Kürt halkı” gerçekten Öcalan´ın buradaki “tarihsel fikrine” ve tutumuna katılıyor mu acaba? (c) “İslam bayrağı” acaba nedir? Öcalan´ın din ilişkisinin dönemsel ve karışık olduğunu biliyoruz. Geçmişte Öcalan´a göre, İslam, “İslam kardeşliğini” öne çıkararak, etnik kimlikleri geri planda tutmuyormuydu? Bundan dolayı İslam´a karşı çıkmıyormuydu? (A. Öcalan, Oligarşik Cumhuriyet Gerçeği, Mem Yayınları 2001). Geçmişte Öcalan´a göre, İslam “bin yıllık saldırı sila- kızılbaş - sayfa 63 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hı” değilmiydi? Öcalan ne demişti? “Daha doğrusu İslamiyet´in Kürdistan koşullarına girişi, devrimci yandan ziyade emperyalist yanı ağır basan biçimde oluşmustur (...). PKK´ya karşı savaşılamayacağı veya Kürdistan demokratik kurtuluş mücadelesine karşı mesafe alınamayacağı anlaşılınca bin yıllık saldırı silahına (yani Islama, A. T.) yeniden sıra geldi.” (A. Öcalan, Oligarşik Cumhuriyet Gerceği, Mem Yayınları 2001, s. 18) Şimdi ki Öcalan´a göre, artık durum böyle değil. Tutum değiştirmiş! Mea culpa yapmış. Öcalan, „Oligarşik Cumhuriyet´e” acaba teslim mi oldu? Köklü bir şekilde tutum degiştirmek, Öcalan´ın “liderlik”, “önderlik” anlayışına ters düşmüyormu? (Konuşma kayıtlarına bakın lütfen) Cevap veya uydurulan “kılıf“ ne olursa olsun: Öcalan´ın, itirazları ve gerekçeleri halen ortada. Çelişkileri siz açıklayın, ben Öcalan´ın geçmişteki itirazlarını sırf hatırlatıyorum. Şu itiraza ne dersiniz: “Kürdistan demokratik kurtuluş mücadelesine karşı mesafe alınamayacağı anlaşılınca bin yıllık saldırı silahı olan İslam´ı Öcalan kendi halkına yöneltiyor!” (d) Bu “bayrak” altındaki “ortak yaşam, kardeşlik ve dayanışma” (Osmanlı´dan günümüze kadar) gerçekten nasıldı? (Kızılbaşların tarihsel süreci acaba nasıldı? Selim I, 1512-1520 döneminde, 30.000-40.000 Kızılbaş katliama uğramadı mı? (Josef Matuz, Das osmanische Reich, Darmstadt 1985). 1514 Çaldıran savaşında acaba neler oldu? Kürtlerin tutumu nasıldı?) (e) Bu ortak yaşamı belirleyecek “hukuğun” kaynağı acaba nedir, nereden geliyor? (f) Bu “hukuk” anlayışı günümüzde de geçerli mi? Kimler için, hangi alanlarda? (Kadim Diyarbakır´da Cemevi açıldı, ama 7 Nisan´da planlanan güzellik yarışması Kutlu Doğum haftasına denk geldiği için iptal edildi. BDPli Belediye, yarışmacılara sahip çıkmadı ve yer tahsis etmedi. Böyle inanç özgürlüğü hiç olurmu? Diyarbakır´da cemevi açıldığı için susalımmı şimdi? 45 AKPli vekillerin derdi başka zaten; Diyarbakır´da “çözüm” için ziyarete gelmişler ve ilk yaptıkları iş, topluca Cuma namazına gitmektir – İmralı ziyaretinde Altan Tan´ın ve Öcalan´ın Namaz´a durdukları gibi). Bu itirazımı haklı çıkaracak şu sözleride anımsamak lazım: (g) Öcalan´a göre yeni bir Anayasa´ya gerek yokmuş. 1924 Anayasa´sı yetermiş. “Teşkilati Esasiye Kanunu” kimilerine göre ilk kez din ve vicdan özgürlüğünü sağlamıştır. Öcalan neden bu Anayasayı savunuyor acaba? 1924 Anayasası 2 maddesine göre “Türkiye Devletinin dini, Din-i İslamdir” ve başka maddesine (26?) göre Meclisin görevleri “ahkam-ı şer-iye´nin tenfizi”dir (dinsel hükümlerin yerine getirilmesi). (10 Nisan 1928 tarihinde yapılan değişiklikle Anayasa´nın 2 maddesinde yer alan bu hüküm çıkarılmıştır). Daha açık sorayım: (h) “Türk-Kürt-Islam-Sentezi” çerçevesinde mi “ittifak, birliktelik ve helalleşme”, “Barış”, “Demokrasi”... olacak? Ezilen, sömürülen, dışlanan, horlanan, katliamlara kurban giden; barışı, sevgiyi, özgürlüğü, demokrasiyi... benimseyip bağrına basan bir insan, bir topluluk, bir inanç, bir halk... c e l l a t l a nasıl, ne denli ad hoc helalleşir acaba? Ve bir devletin dini nasıl ve neden İslam olur? TBMM nasıl dinsel hükümleri yerine getirecek? Bu itirazların (a-h) yerinde olmadığını sırf söylemeyin, gösterin de aynı zamanda. Bu fikirleri çürütün, beni ve benim kimliğimi sorgulamayın. Örneğin, Öcalan´ın geçmişdeki bazı sözlerinin doğru olmadığını söyleyin ve açıklayın – eğer şimdi sarf ettiği sözlerini doğru buluyorsanız. Ve kimileri, bu itirazları ciddiye alıp nedenler ışığında fikir alışverişi sürecini başlatmak yerine “süreci sabote ediyorsun, dar bakıyorsun; insanlar mı ölsün?” şeklinde klişe reaksiyon göstermeye devam edecektir. Eyvallah! Ama tartışma kültürü olmadan asıl anlamda Barış nasıl olacak? İnsan onurundan, demokrasiden, özgürlükten, haktan, emekten, aştan-işten, rasyonaliteden... bağımsız, kopuk Barış acaba nasıl (sürekli) olacaktır? Genel demokratik (“cumhuriyetçi”, republikanisch) “hukuk sistemi” (Rechtssystem) sağlanmadığı müddetçe, Barış asla (kalıcı) olmaz (I. Kant, Zum ewigen Frieden. Ein philosophischer Entwurf, 1795). Arı kovanına çomak sokmayın lütfen! S a p e r e a u d e! Hayastaninfo.net Online-Magazin & Informationsportal Adana'lı öğrencilerin yüzde 70'i azınlıkları hain olarak görüyor Adana’da Eğitim-Sen, 800 eğitimci ve 1066 öğrenciyle anket yaptı. Buna göre yüzde 70’i Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilerin bir kısmının fırsat bulduklarında ülkeye zarar vermeye çalışacağına inanırken, öğrencilerin yüzde 68’i tokat ve cezayı insan haklarına aykırı buluyor, yüzde 51’i ise ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığını’ düşündüğü belirlendi. DHA - Eğitim-Sen’in ekim ayında 5’ncisini düzenlemeyi planladığı Demokratik Eğitim Kurultayı öncesi hazırlık amacıyla kurulan ‘Ders Kitapları İnceleme Komisyonu’, güncel konularda farklı görüşlerden öğrenci ve öğretmenlerle anket yaptı. Kentin farklı bölgelerindeki ortaokul ve liselerde yapılan anketlere göre, yüzde 62’sinini Türklerin kahraman ve asker bir millet olduğuna, yüzde 36’sının iyi bir eğitimin kadınlardan çok erkekler için geçerli olduğuna, yüzde 61’i düşüncenin suç olmaması gerektiğine, yüzde 25’inin gerekirse devlet uğruna bireylerin feda edilebileceğine inandığı anlaşıldı. Eğitimle ilgili anket sorularını da yanıtlayan öğrencilerin yüzde 43’ü ders kitaplarında kadın erkek eşitliği ile ilgili işlenen konuların az olduğuna inanırken, yüzde 37’si yeterli, yüzde 20’si ise bu konulara fazla yer verildiğine inanıyor. Ayrıca, yüzde 71’i Müslüman olmayan bir öğrencinin bulunduğu sınıfta Müslümanlığın övülüp diğer dinlerin küçümsenmesini insan haklarına aykırı bulurken, yüzde 68’i eşcinsel eğilimleri olan birinin alay edilerek küçük düşürülmesinin insan haklarına aykırı olduğuna, yüzde 68’i ise okullarda tokat ve cezayı insan haklarına aykırı olduğunu düşünüyor. Bakanlığa gönderilecek Anket için oluşturulan komisyonun başkanlığını yapan öğretmen Güven Boğa, sordukları sorulara çok değişik cevaplar aldıklarını söyledi. Anket sonucunu kitaplaştırarak Milli Eğitim Bakanlığı’na teslim edeceklerini belirten Boğa şöyle konuştu: “Anketi ortaokul ve liselerde olmak üzere 800 eğitimci, bin 66 öğrenci ile gerçekleştirdik. Belli bir sınıflandırma yapılmadı. Genel eğilimi, eğitim alanındaki yansımayı incelemek istedik. Biz toplumsal şekillenişte bu anketin çok büyük bir rol oynayacağını düşünüyoruz. Objektif kriterler içeriyor. Önümüzdeki süreçte Türkiye’nin gerçekten modern, barış içinde yaşayan, kimseyi ötekileştirmeyen, kadın ve erkeğin eşit olduğu ders kitapları istiyoruz. Bu anketin toplumsal barışın tesisinde rol oynamasını istiyoruz.” http://www.agos.com.tr kızılbaş - sayfa 64 - sayı 25 - nisan 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim'de 21 karakol inşaatına başlandı AKP hükümeti tarafından Dersim'in Pülümür Vadisi'nde 5'i kale tipi ve 16'sı mobil olmak üzere 21 karakolun inşaatına başlandığı belirtildi. Bölgeye yeni karakolların kurulmasına tepki gösteren Sinan köyü sakinlerinden İbrahim Güler, "Madem barışsa bu savaş hazırlıkları ne. Ne gerek var her tarafı silahlandırmaya. Dersim'de tek toplu kalan mıntıka burasıdır. Başka köy kalmamış. Buradaki köyleri de boşaltırlarsa, devlet rahat eder!" dedi. Elazığ Orman İşletme Müdürlüğü'nün, "Ormanlık alanlarda, kamu yararına olan binalara izin veriyoruz" demesi dikkat çekti. Alman Yeşiller Partisi Federal Milletvekili Memet Kılıç, Abdullah Öcalan’ın yayınladığı mesajla ilgili olarak, barış konusunda umutlu olunması gerektiğini söyledi. Kılıç, yaptığı özel açıklamada , ‘’Umutlu olmak gerekir. Ancak böyle kapsamlı bir mutabakatı Meclis devre dışı bırakarak, hükümet işi gibi kavramak rizikolu. Umarız Başbakan Erdoğan anayasa değişikliklerini gerçekleştirdikten sonra Kürtler’e verdiği sözleri unutmaz’ dedi. Kılıç, ‘’Osmanlı tarihine vurgu yapıp, ‘modernite’ eleştirisi ile Cumhuriyet’e yüklenip, ‘İslam bayrağı’ altında birleşme çağrısı yapan Öcalan, Erdoğan’ın sevmediği ‘Alevi’ sözcüğüne yer vermeyerek kendi barış sürecinin önünü taktiksel olarak açmıştır. Aleviler’in hakkını aramak PKK’nın değil, Aleviler’in görevidir’ şeklinde konuştu. Hakları gasp edilen azınlıkların birbirlerini unutmaları durumunda kaybedeceklerini ifade eden Kılıç, ‘Azınlıklar despotizme karşı her zaman dayanışma içinde olmalıdır’ dedi. Dersim'de BDP-AKP-EMEP ittifakı Dersim'de BDP-AKP-EMEP birlik kurup CHP'yi saf dışı bıraktı DHA'nın haberine göre Dersim'de, İl Genel Meclisi'nce işbirliği yapan AKP - BDP - Emek Partisi üyeleri 5 kişilik Daimi Encümen üyeliklerini paylaştı. İl Genel Meclisi'nin 1 Nisan günkü toplantısında bir yıl görev yapacak Daimi Encümen seçimi yapıldı. 17 üyeli İl Genel Meclisi'nde BDP'li 6, AKP'li 4, Emek Partili 2 üye birbirlerine oy vererek 5 üyeli CHP'yi devre dışı bıraktı. İl Daimi Encümeni, BDP'li 3, AKP'li ve Emek Partili 1'er üyeden oluştu. Şerafettin Halis istifa etti BDP Tunceli İl Başkanı Şerafettin Halis, görevinden istifa ettiğini ve dilekçesini Genel Merkez'e gönderdiğini açıkladı. Daha önce BDP Tunceli Milletvekilliği de yapan BDP Tunceli İl Başkanı Şerafettin Halis, sürpriz bir kararla görevinden istifa ettiğini açıkladı. Bazı konularda Genel Merkez yöneticileri ile ters düştüğünü ve görüş ayrılığı yaşadığını, bu nedenle istifa ettiğini belirten Halis, "Partiye emek ve gönül vererek değer yaratanlardan ve Dersim halkından özür dileyerek gördüğüm lüzum üzerine partimden istifa ediyorum. İstifa dilekçemi Genel Merkez'e ve eş başkanlara gönderdim. İşleme konulması konusunda da ısrarlıyım" dedi. Şerafettin Halis, istifa nedeniyle ilgili açıklama yapmaktan kaçınırken, BDP kaynakları ve Halis'in yakın çevresine göre, BDP'nin 'çözüm süreci' kapsamında Aleviler'e gerekli ilgi ve desteği göstermediği, bu süreçte Alevilerin arka plana atıldığı tartışması nedeniyle bu istifanın gerçekleştiği idda edildi. Kaynak: http://www.cnnturk.com