bolvadin nasıl zenginleşir?
Transkript
bolvadin nasıl zenginleşir?
BOLVADİN NASIL ZENGİNLEŞİR? Kadim Kent’ten, Marka Kent’e Yolculuk Mehmet Akif ÇAKIRER YASAL UYARI! 5846 sayılı ve 2936 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasaları ve Türk Ticaret yasası gereğince; fotokopi, tarama, yazma vs herhangi bir yöntemle bir kitabı çoğaltarak satın alan, satan veya bir kitaptan yazarın yazılı izni olmadan alıntı yapan kişi ve kurumlar; Her bir kopya için 2 yıldan 6 yıla kadar hapis cezası (para cezasına çevrilmeksizin) 10.000 TL’den 150.000 TL’ye kadar mahkemenin karar vereceği para cezası, Meslekten men ve kopyalama ve basım cihazlarına el konulması, cezaları ile cezalandırılır. COPYRIGHT Her türlü yayın hakkı saklıdır. Bu kitabın tamamı ya da bir kısmı 5846 sayılı yasanın hükümlerine göre, yazarının izni olmaksızın elektronik, mekanik, fotokopi ya da her hangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılamaz, yayınlanamaz, depolanamaz. BOLVADİN NASIL ZENGİNLEŞİR? Mehmet Akif ÇAKIRER Birinci Baskı: Mayıs 2014 Baskı: Tuğra Ofset Bolvadin 2 Afyonkarahisar’da mühimmat deposunda 5 Eylül 2012 tarihinde meydana gelen patlamada şehit olan yirmi beş Mehmetçiğimizin aziz hatırasına. Onlar bu ülkenin en büyük zenginlikleriydi. 3 4 İÇİNDEKİLER Sunuş Önsöz Teşekkür 10 12 16 1. BOLVADİN EKONOMİSİ Bolvadin Bolvadin’in SWOT Analizi Bolvadin, Ekonomisinde Ağır Bir Bedel Ödüyor Bolvadin’deki Düğün Ekonomisi Bolvadin’den Bolquality® Çıkar Mı? Bolvadin’de Ne İş Yapalım? Krizler İyidir Bolvadin’de Kiralık İşyeri Problemi Var 27. Geleneksel Kaymak Festivalinin Ardından Borç Yiğidin Kamçısıdır Küçülerek Büyüme Bolvadin’de Mümkün Mü? Bolvadin’in Temel Yeteneği Nedir? Katma Değer Üretemiyoruz Bolvadin Nasıl Zenginleşir? Bolvadin, Zenginleri İle Zenginleşir Bolvadin, Köyleriyle Zenginleşir BSD Sendromu 19 21 24 27 29 30 30 32 34 36 38 40 42 45 51 54 56 2. GİRİŞİMCİLİK Bolvadin’de Girişimcilerimizin Hataları Girişimciler En Büyük Devrimcilerdir Bolvadin’de Statüko Hep 1-0 öndedir Jeotermal Akar, Bolvadinli Bakar Para Batırmak Bir Sanattır Bolvadin’deki Ataleti Girişimciler Kıracak Girişimciliğin En Büyük Engeli, Anne ve Babalardır Okullar Girişimciliğin Önünde Bir Engel Mi? Küçük Yatırımcı, Küçük Kalmamalı Sabri Ülker’den, Bolvadinli Girişimcilere Bir Ders Bolvadin’i, Bir Üst Lige Taşıyacak Olan, 5 59 63 64 66 68 70 72 75 77 78 Bolvadin’in Girişimcileridir “Bir Tavuğum Olsun Ama Benim Olsun” Anlayışı Bitmeli Birlikte İş Yapamama Kültürü Soyadınız Sabancı Olsaydı, Gemileri Yakabilir Miydiniz? 3. TOPLUM İçimizdeki İrlandalılar Hallederiz Kültürü Bolvadin’in İmajını Düzeltmek En Önemli İştir Dünyamız Bolavadın Belediye Gelsin Kurtarsın Dernek Enflasyonu Bolvadin Avrupa Birliği’ne Girmede Bir Engel Olabilir Mi? Bolvadin’de Bayanlar Artık İkinci Sınıf Olmamalı! Bolvadin’in En Büyük Problemi Atalettir Neden Bolvadin’den Işıkçı, Rejisör Ya Da Figüran Çıkmaz? Problem Belli Ama Çözüm Ne? Elçiye Zeval Olmaz Bolvadin Önemli Bir Değerini Kaybetti Bolvadin Lafla Değil, İcraatla Sevilir Teşekkürler Hoyek Barış Ceylan Ak Bolvadin Aşkın Arabesk Halidir Ortak Aklı Kullanmalıyız Bolvadin’i İlham Verenler Zenginleştirir Keşke Dememek İçin Günü Dahi Beklemeyin Bolvadin’e Veda Değil, Bolvadin’e Vefa 4. LİDERLİK Liderlerin Karakteri, Toplumların Kaderidir Öyleyse Pasta Yesinler! Sen Balı İyi Yaparsan, Sinek Bağdat’tan Gelir Hayatın Sırrı Ölçülü Olmaktır Liderliğin Bittiği Yerde Narsisizim Başlar Karizmatik Lider, Seçim Sonucunu Belirler Dunning-Kruger Sendromu 6 81 83 86 89 92 93 95 97 99 100 101 102 105 106 108 109 110 112 115 116 118 120 121 124 125 129 130 132 134 135 137 140 Kırık Cam Teorisi Güzele Bakmak Sevaptır Tandoğan İsmi Değişmeli Mi? İdareci Çok, Lider Yok Projesiz Hayat 5. MARKA YÖNETİMİ Bir Logo Ne Kadar Önemlidir? Türk Telekom, Logosunu Değiştirmekte Geçkaldı Bolvadin’de Pazarı Görememek Etkileyici Bir Marka İsmine Sahip Olun Başkası Olma, Kendin Ol Pastavilla Markasından Bolvadinli Girişimcilerin Alması Gereken Ders Nedir? Afyon Nasıl Marka Şehir Olur? Kapılar Sembolik Yapılardır 6. REKABET Rekabetin Özünü Yeterince Anladık Mı? Perakende Sektöründe Resmi İyi Görün Acı Bir Kayıp Bolvadin’in Kaderi Komşularından Farklı Olamaz Bolvadinli, Eğlenmeye Aç! Bolvadin’de Tartışılmayanlar Tehlikenin Ne Kadar Farkındayız? Bolvadin Yanarken Keman Çalmak! Buz Dağının Altını Gör Fırsatlar, Sorunlarda Gizlidir Başarı Tuzağı 7. EĞİTİM Bolvadin’in Daha Akıllı Tavuk Ve Horozlara İhtiyacı Var Bolvadin’de Eğitimin Önemi Yeterince Anlaşıldı Mı? Hayat Adam Eder Köşeyi Nasıl Döneriz? Ne Kadar Okursan O Kadar Kazanırsın 7 142 143 146 147 149 152 155 156 158 161 165 167 175 179 180 181 183 185 186 187 189 190 193 194 197 198 200 201 204 Mevlüt Erdinç ve Dile Sahip Çıkmak Üniversitenin Değeri Mezun Olunca Anlaşılır Her Şeyin Daha İyi Anlatılabileceği Bir Yol Vardır Kuyuya İp Atın Öğretmenlikte Başarı Nedir? Öğretmenim, Lütfen Yeteneklerimi Ortaya Çıkar! Olumlu Düşüncenin Gücü Olacaksan En İyisi Ol! Nasıl Daha İyi Staj Yapabilirim? Ek Yerleştirmeden Tercih Yapacak Üniversite Adaylarına 206 207 210 211 213 215 219 222 226 229 8. YÖNETİM Dünyayı Etkileyen Üç Yönetim Modeli ve Türkiye Aile Şirketlerinde Kadınların Etkisi Sigara Paketine Kadro Yazılır Mı? Bize Bir Şey Olmaz! Heybeli’den Filmsel Değil, Bilimsel Yararlanmak Coca-Cola Türk Markası Olsaydı Ne Olurdu? Asansör Takım Olmanın İncelikleri Senin Şirket, Torununa Kalır Mı? Yönetimde Üç Filte Testini Uygulamak 232 234 237 239 243 244 245 246 249 9. PAZARLAMA İş Dünyasında Başarının Anahtarı, Müşteri Memnuniyetinden Geçer Bolvadinli Üretir Ama Pazarlayamaz! Tarihi Bolvadin Evlerini Pazarlayamadık İş Dünyasında Niş Pazarlar Moda Bolvadin’i Konumlandıramadık Şehirler, Semboller ve Bolvadin Şeker Hoca Anladı Ama Sen Anlayamadın Niş Pazardaki Boşluğu Doldurun! Sürüden Ayrılın, Kurt Kapmaz! Kaymak Şenliklerini Yerellikten Kurtarmak Gerek Bir Türkü Olsun, İçinde Bolvadin Olsun Yeteneğini Pazarla 8 253 256 258 260 262 264 267 268 270 273 275 276 10. İNOVASYON Şark Köşesini İnternete Taşımalıyız Her İşin Bir Sonu Var Mı? Bolvadin’de İlk Yapan Sen Ol! Bir Tedavisi Olmalı! Bilgi Çağında E-Mezarlık Kadim Kente Yenilik Getirmek Boynumuzun Borcudur Statüko ve Değişim Nedir? 2023’e Doğru Bolvadin’de Geleceğin İşleri 281 283 284 286 287 289 291 293 11. OKUYUCU MEKTUPLARI 295 12. RÖPORTAJLAR 310 SON SÖZ 315 YAZAR HAKKINDA 318 KAYNAKÇA 318 9 SUNUŞ Evrensel başarı kültüründe “Ölçebildiğin, tanımlayabildiğin ve planlayabildiğin bir işi başarabilirsin.” Rahmi Koç. Bolvadin’e dair fikir üretmek hele hele eleştiri yapmak zorun zorudur. Fincancı katırlarını ürkütmeyeceksin. Yazdığın yazı da eleştiri olacaksa…-Ki eleştirisiz köşe yazısı olmaz… Eskidendi o leyleğin gagası üstüne sayfalar döktürmek…- Yazacaksan kim olursa olsun; küfretmeden, şahsiyetine saldırmadan, gıybet etmeden, iftira etmeden ayağına basacaksın. Yoksa yazmayacaksın. Şair Nef’i; “Eleştirilecek babam da olsa oklarımı ondan esirgemem.” diyor. Bizim memlekette değil ikaz ima yoluyla da olsa eleştiri yapmaya kalksan ağır ödetirler adama. İlgilisi, yetkilisi sana ödetemezse çoluk çocuğuna ödetir… Bu yüzden de memleket geri gide gide ilerler. Yıllardır böyledir bu. Saygıdeğer hocamız Mehmet Akif Çakırer bilim adamı sıfatıyla bir nispet bu işin üstesinden gelmiş. 24 Eylül Gazetesindeki yazılarını kitaplaştırmış. Kitap on bir bölüm. Hemen hepsinin ana konusu Bolvadin ve sorunları… Kitap, “Bolvadin ekonomisi,” “girişimcilik”, “toplum”, “liderlik”, “marka yönetimi”, “rekabet”, “eğitim”, “yönetim”, “pazarlama”, “inovasyon” ve “okuyucu mektupları bölümlerinden oluşuyor. Çakırer; kitabını pazarlama, girişimcilik, rekabet, yönetim konularındaki bilgilerini, düşüncelerini uçup gitmesin diye kâğıda kaleme dökmüş. Öğrendiklerini, öğrettiklerini hepimizle paylaşma; Bolvadinlinin yolunu aydınlatma, endişesiyle düzenlemiş. Bolvadin’de ticari hayatta zenginleşmeden, sosyal açıdan zenginleşmeden, eğitim açısından zenginleşmeden bahsediyor. Dillendirmeye korktuğumuz konuları da korka çekine gündeme taşımaya gayret ediyor. Ve teşhisini koyuyor: “Aslında fakir ülkelerin fakirliğinin en büyük nedeni zihniyet fakirliğidir. Yeni ve farklı düşünceyi açık olmayan, sorgulamayan ister ülke isterse bir ilçe olsun gelişme gösteremediği gibi zenginleşemez.” Ve ekliyor: “Bir ilçenin gelişim ve değişimi zamana bağlı oluşan bir süreçtir.” Çakırer, bu kitabıyla da diğerlerinde olduğu gibi üniversitenin asli görevlerinden biri olan akademik bilgiyi de yayıyor. –Bilgiyi 10 yaymak bilim üretmek kadar değerlidir, önemlidir. Japonya bu yolla kalkındı. Bilgiyi üretme yerine bilgiyi yayma işine öncelik tanıdılar. Bilgi bir topluma ne kadar çok yayılır, serpiştirilirse o toplum o kadar verimli olur.- Kim demiş hatırlamıyorum: “Para ve bilgi, gübre gibidir ne kadar çok yayılırsa o kadar çok işe yarar.” 21. Yüzyılda artık kör sağır, dilsiz yaşamayalım, bilginin kılavuzluğunda önümüzü görelim, bilimin seslerini duyalım. Bolvadin üzerine kafa yoran akil adamlara müteşebbislere adeta reçeteler sunmuş. Bu reçetelerin içinde eğitim de yer almış. Kitapta yeni kavramlarla karşılaşıyoruz: Dunning- Kruger Sendromu, “karizmatik lider”, Swot Analizi, Bolquality® Birlikte İş Yapamama Kültürü, Bolvadin’de Aşkın Arabesk Hali, Kırık Cam Teorisi, Logo, Dünyayı Etkileyen Üç Yönetim Modeli, Niş Pazarlar, İnovasyon, E-Mezarlık… vb. yüzlerce kavram ve terim… “Peki kadim kente yenilik getirmek kimlerin görevidir? diye soruyor ve cevaplıyor; Kadim kente yenilik getirmek sadece Bolvadin’i yönetenlerin değil hepimizin görevidir.”, kadim kente yenilik getirmek boynumuzun borcudur, diyor. Bolvadin’i bir türlü konumlandıramadık; Bayat Sandıklı, İscehisar de bu işleri becerdi de biz beceremedik diyor. Bolvadin’deki şirket dağılmalarının, kaplıcayı karlı çalıştıramamamızın sebeplerini yönetimlerin ehil ellerde olmamasına, bilgiye değer verilmemesi ile açıklıyor. Kurumsallaşmanın önemime değiniyor. Türkiye’de şirketleri babalar kurar, oğullar yer, torunlar batırır, katma değer üretemediğimiz, statükonun gücü, aile şirketlerinde kadının rolü, konularındaki fikirleri ve Bolvadin, Eskişehir, Safranbolu evlerinin fotoğrafları gerçekten çok çarpıcı… Bolvadin’i homojen yapısını geriliğin engellerinden biri olarak görmesi dikkat çekici. Çeşitlilik şehrin ilerlemesine imkân veren üretkenliğe yol açar görüşünü ileri sürüyor. Bolvadin’in bir göbek olmasını beldeye bir getirisi yok. Aksine tembelliğin ve dinamizmin en önemli sebebi olduğunu örnekliyor: Homojenliğin iyi ve kötü yanları var. Herkesin Maraşlı olması iyi, ama aşırı homojen yapı, şehirdeki düşünce ve görüş çeşitliliğinin önüne geçmiş. Homojen düşünce yapısının içinde orijinallik yok. Gaziantep çok daha fazla göç almış; ancak göç edenler şehrin 11 kültürüne ayak uydurmakla birlikte, iş ve kültür hayatına renklerini vermeye devam etmişler. Kontrast olarak Gaziantep'teki çeşitlilik, şehrin ilerlemesine imkân veren bir üretkenliğe yol açmış.” “Bolvadinliyi zengin kaynakların fukara bekçisi olarak görüyor; Bolvadin kültürüne ekonomisine azıcık alın terinizi sokuyorsanız Bolvadin’i seviyorsanız, memleketinizi seviyorsunuz, demektir.” dileğinde bulunuyor. Bu kitabın basımına başta belediyemiz sonra ticaret odamız yardımcı olmalıdır. Daha sonra da ilgili tüzel kuruluşlarımız bir an önce basımına, dağıtımına ve okunmasına aracılık etmeli. Bu kitapta herkesin alacağı dersler var. Bu kitabı alın okuyun, ucuzca öğrenin ve üzerinize düşeni yapın memleketin akilleri… Bu kitap basılmalı ve Bolvadin üzerine kafa yoran herkes okumalı. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 637, 3 Eylül 2012) Osman Göker 12 ÖNSÖZ Memleket isterim. Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun. Cahit Sıtkı Tarancı Kime sorarsanız doğduğu ve büyüdüğü bu memleketi sevdiğini söyleyecektir. Hayatı boyunca bu kadim kentin yararına olacak hiçbirşey yapmamış olan bir kimseye de sorarsanız, belki de ömrünü bu kentin sosyal, kültürel ve ekonomik gelşimine harcamış insandan daha fazla sevdiğini söyleyecektir. Peki, memleket sevgisi nedir? Bunun bir göstergesi var mıdır? Örneğin çocuğunuzu severken ona sevginizi belli etmeden mi bunu yaparsınız? Bu durumda çocuğunuz sizin onu sevdiğinizi nasıl anlayacak? Sevgi, ancak sevdiğinizi belli ettiğiniz ölçüde ve miktarda sevgi olabilir. Sevgi, sevdiğiniz uğruna verebileceğiniz ya da vazgeçebileceğiniz fedakârlıklar nispetinde sevgi olabilmektedir. Memleket sevgisi de çocuğunuzu sevmek gibidir. Bolvadin’in kültürüne, Bolvadin’in ekonomisine ve toprağına azıcık olsa da alın terinizi katabilmişseniz eğer, ancak o zaman sizin Bolvadin sevginizden söz edilebilir. Varolma, yaşayabilme, sadece senin olmasını isteme arzusu ve bencilliği kesinlikle memleket sevgisi değildir. Uğruna vazgeçebilmek, uğruna tercih yapabilmektir memleket sevgisi. Uğruna uykusuz, uğruna yorgun ve bitkin kalıp ağlayabilmektir memleket sevgisi. Karşılığı yoktur memleket sevgisinin. Sizinle konuşmaz. Onu duyamazsınız. Onu fark edemezsiniz. Öldükten sonra da sizi hala var eden değerler bütünüdür memleket sevgisi. Kuşların, böceklerin, ağaçların çiçeklerin size boncuk boncuk gülümsediği andır memleket sevgisi. Memleketi sevmenin, eylemsel bir karşılığı ve sonucu etkilemeyi hedefleyen, tutarlı ve inançlı bir bütünlüğü olmalıdır. Kısacası memleket sevgisi ona hizmetle ölçülür. Bolvadin’in işsizine iş imkanı oluşturmuş iseniz, Bolvadin’in düşünce dünyasına katkı sağlamışsanız, tarlasının başında ter dökene, okul sırasında dirsek çürütene katkıda bulunmuşsanız, ancak o zaman Bolvadin sevgisinden söz edebilirsiniz. Aksi halde, sizin sevgi diye bahsettiğiniz şey ancak hayatı sevmektir. Bu duygulardan hareketle bir akademisyen olarak hem memleket sevgimden hem de bilgimin zekâtını vermek 13 düşüncesiyle kadim kentimin gazetelerinde yazılar kaleme aldım. Yerel bir gazetede her hafta, ticaret konusunda yazılar yazmak oldukça güç bir durum. Ama insanların görüşlerini yerel gazetelerde yazması, o yöre için büyük önem arz ediyor. İşte bu sebeple yerel gazetelerde yazdığım yazıların daha kalıcı olması için hepsini bu kitapta toplama gereğini duydum. Her kitabın bir yazılış nedeni vardır. Benim de bu kitabı yazmamın bir nedeninin olması gibi… Orhan Veli Kanık’ın, Anlatamıyorum şiirinde dediği gibi: “Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin de kifayetsiz olduğunu… Bu derde düşmeden önce.” Bolvadin’in dertleriyle dertlenmek size kitap yazdırabiliyor. Peki, beni bu derde düşüren sebepler neydi? Çınar altında söylenmemiş yeni bir şey olmadığından ama yazıya geçirilmemiş sözlerin olması mı? Zaten Emile Zola’da demiyor mu: “Ancak yazıya geçmiş düşüncenin değeri vardır; geri kalanlar boş çırpınmadan, rüzgârın alıp götürdüğü hayallerden başka bir şey değildir.”diye? Yaşadığı kentin, çevrenin mutluluğuna, huzuruna refahına katkıda bulunmanın herkesin insanlık borcu olması mı? Gerikalmışlığın, yoksulluğun belini Ankara değil, Bolvadinlinin kıracağını düşünmemden mi? Sözde “Anadolu’nun en geri kalmış en eski kazası” ünvanını Bolvadin’e yakıştıramadığım için mi? Bolvadin’i bir üst lige, siyasetçilerin değil de Bolvadinli girişimcilerin taşıyacağını düşündüğüm için mi? Bolvadin’deki işletmelerin yanlış uygulamalarına son vermek için mi? Edindiğim tecrübelerin, benimle birlikte solucanlara yem olmaması için mi? Artık Bolvadin’in bana ne verebileceğini değil, benim Bolvadin’e ne verebileceğimi düşünmenin zamanının gelmesi mi yoksa? İşte bütün bu sorulardan dolayı ve kısacası Bolvadin’e gönül borcum olduğunu düşündüğüm için bu kitabı kaleme aldım. Bu kitabı yazmalıydım çünkü başarılı işletmeleri olmayan Bolvadin gelişemez ve asla gelişmiş medeniyetler seviyesine ulaşamaz. Bu çalışmam bugünün ticari anlamda fotoğrafını çekerken, gelecekte de Bolvadin’in ekonomisine yol göstermesini umuyorum. Elinizdeki kitabın, bu yolda bir milat olacağı düşüncesiyle, kadim kente hayırlı olmasını diliyorum. Bolvadin, 1 Haziran 2014 Mehmet Akif Çakırer 14 TEŞEKKÜR Hiç şüphesiz yetişmeme katkısı olan ve bana destek olan insanlar olmasa bu kitap ortaya çıkmazdı. Her ne kadar kitabın yazarı olarak ben görünsem de bu başarının arkasında görünen ve görünmeyen birçok kahraman var. Bu isimlere özel olarak teşekkür etmek istiyorum. Her zaman vatana hayırlı bir evlat yetiştirmeyi en önemli bir görev bilen annem Saime Çakırer’e ve babam Mustafa Çakırer’e, Daha iyi eserler yazmama imkân sağlayan sevgili eşime ve çocuklarıma, Memleketimle ilgili eser yazma konusunda her zaman beni destekleyen amcam Abdil Çakırer’e ve dayılarım Saim Pektaş ve Nazım Pektaş’a, Eserimi okuyup, yorumlayarak destekleyen: Emekli Öğretim Görevlisi & Yazar, Osman Göker’e Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi, Dekan Yardımcısı, Doç. Dr. Ahmet Ayhan’a, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Bakanlık Müşaviri Özcan Pektaş’a Albaraka Türk Katılım Bankası Ulus Şube Müdürü, Hasan Doğruyol’a Kitabı okuyarak redaksiyonunu gerçekleştiren ilköğretim öğretmeni Nebahat Visem Parlar’a Kitabın basımında emeği geçen Bolvadin Ticaret Odası Başkanı Murat Tabak ve Bolvadin Ticaret Odası Yönetim Kurulu üyelerine, Yetişmem de büyük emekleri olduğunu düşündüğüm; ilkokul öğretmenlerim Ayşe Uşaklı ve Ulviye Topçu’ya ve Bolvadin Sağlık Meslek Lisesi’nden öğretmenlerim Nurhan Babaoğlu’na, , Yusuf Boyukısa’ya, Memduh Demirezen’e, İzzet Pektaş’a, Ali İhsan Sağlam’a, Kemal Koyuncu’ya Mine Alsaç’a, Olcay Bıçaksız’a ve merhum Naci Köksoy’a, Kitabın kapağını tasarlayan Bolvadin Meslek Yüksek Okulu Dış ticaret bölümü mezunu öğrencim Abdülkerim Turgut’a, 15 Katkılarından dolayı öğretim görevlisi Hurşit Dere’ye, öğretim görevlisi Fatih Çamcı’ya ve tüm öğrencilerime gönülden teşekkürlerimi sunarım. Yazımlarımı yayınlama fırsatını veren 24 Eylül Gazetesi sahibi Sadık Bosnalı ve Selçuk Bosnalı’ya, Yenises Gazetesi sahibi Kadir Kalay’a, Işık Gazetesi sahibi Hünkâr Taha Karaer’e, Bolvadin Kent Haber sahibi Barış Ceylan Ak’a ve yazılarımı okuyup biran önce kitaplaşmasını isteyen tüm hemşerilerime, bir kez daha teşekkür etmeyi borç bilirim. 16 1 BOLVADİN EKONOMİSİ 17 BOLVADİN Ege Bölgesi’nin İç Batı Anadolu kesiminde yer alan Bolvadin, Afyonkarahisar ilinin önemli ilçelerinden biridir. Afyonkarahisar’ın merkez ilçeden sonra en büyük ilçelerinden biri olan Bolvadin, 1924’te ilçe olmuştur. Yüzölçümü 1108 kilometrekare ve ortalama rakımı 1016 metredir. İlçede ekonomik hayat; tarım, ticaret ve sanayiye bağlıdır. Halkın geçim kaynağındaki ana unsur, tarım ve hayvancılıktır. Anadolu’daki en eski yerleşim merkezlerinden biri olan Bolvadin, 1107 tarihinde Türkler tarafından fethedilmiştir. Selçuklular döneminde Haçlı Seferleri’ne sahne olmuştur. Tarih içinde Selçuklular, Sahipata, Karaman-Beyşehirli oğulları toprakları içinde yer almıştır. Bolvadin, I. Sultan Murat zamanında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Selçuklular döneminde bir uç vilayeti olan Afyonkarahisar, Osmanlı idaresinde Karahisar ve Karahisar-ı Sahib adıyla Anadolu beylerbeyi sancakları arasında yer almış ve XIX. yüzyılda yeni bir idari teşkilatlanmaya gidinceye kadar Anadolu Eyaleti’nin bir sancağı olma niteliğini sürdürmüştür. Karahisar-ı Sancağı II. Beyazıd döneminde (14811512) yedi kazadan oluşmaktadır. 1839’da Hüdavendigar adıyla 18 teşkil edilen eyaletin içinde sayılarak kaymakamlık addedilmiştir. 1839 düzenlemesinden sonra sancağa bağlı kazalar, Karahisar-ı Sahib, Sincanlı, Bolvadin, Çay, Nevahi-i Barçın, Han-Barçın (Burçınlu), Şuhut, Karamık, Sandıklı, Çöl-Abad şeklindedir. Karahisar Kaymakamlığı, 1867’deki idari düzenlemeden sonra ise mutasarrıflık haline gelmiştir. Karahisar-ı Sahib, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra oluşan yeni idari taksimatta Afyonkarahisar adıyla 1924’de vilayet olmuştur. Afyonkarahisar vilayeti bu tarihte; Merkez, Emirdağ, Bolvadin, Dinar ve Sandıklı adıyla 5 kaza, 12 kasaba ve 482 köyden oluşmaktaydı. Daha sonra, 1946 yılında Şuhut, 1953’de Sincanlı, 1958’de Çay ve Sultandağı, 1959’da İhsaniye ve Dazkırı kazaları oluşturulmuştur. 1987’de Başmakçı, 1988’de Bayat, 1990’da Hocalar, Kızılören ve İscehisar, 1991’de Çobanlar ve Evciler ilçe olarak teşkilatlanmıştır. 19 BOLVADİN’İN SWOT ANALİZİ Swot; kuvvetli ve zayıf yanları ile fırsatlar ve tehlikeler kelimelerinin İngilizce karşılıklarının baş harflerinden oluşan ve son zamanlarda oldukça yaygın olarak kullanılan bir analizdir. Bu analizin amacı, bir organizasyonun bugünkü yapısı ile çevredeki değişimlere karşı kuvvetli ve zayıf yanlarını belirlemek ve çevreden gelebilecek fırsat ve tehlikeleri saptamaktır. Swot analizini yöneticiler kendi işletmeleri için, girmek istediği veya faaliyet gösterdiği sektörlere yaptıkları gibi iş arayanlarda kendilerini iyi tanımak için yapabilirler. Swot analizinde “şimdi neredeyiz?” sorusuna cevap aranmaktadır. Swot kısaltmasının açılımı aşağıdaki gibidir. Kuvvetli Yanlar (Strengths): İyi yapılanlar nelerdir? Zayıf Yanlar (Weaknesses): Geliştirilmesi gerekenler nelerdir? Fırsatlar (Opportunites) : Performans nasıl artırılabilir? 20 Tehditler (Threats) : Neler organizasyon için risk unsuru olabilir? SWOT analizinde amaç, bir yandan ilçenin güç ve zayıflıklarının çalışanlar tarafından açıkça ortaya konulması, diğer taraftan faaliyette bulunulan piyasada mevcut veya ileride ortaya çıkabilecek fırsat ve tehditlerin değerlendirilmesidir. Diğer bir ifadeyle, piyasadaki rekabet gücünün tespitinde, rakiplerin, piyasanın, belki de en önemlisi Bolvadin’in kendi yapısal durumunun açıkça ortaya konulduğu ve rekabet yeteneğinin ölçüldüğü, çıkan sonuca göre de firma stratejisinin oluşturulduğu bir yöntemdir. Bu çerçevede, Bolvadin ekonomisi açısından SWOT analizi, ilçenin, ekonomik gücünü etkileyen güçlü ve zayıf yönlerinin ortaya konulması suretiyle, piyasadaki mevcut olan ve daha sonradan ortaya çıkması muhtemel yeni fırsat ve risklerin değerlendirilmesi ve uzun vadeli tedbirlerin alınması olarak ifade edilebilir. Burada amaçlanan da, öncelikle Bolvadin’in ulusal piyasaya dönük olarak kuvvetli ve zayıf yönlerinin tespitidir. Bu amaçla, muhtemel gelişmeleri göz önünde tutarak Bolvadin’in hangi tedbirleri alması gerektiğini tartışmalıyız. Konuya ilişkin katkılarından dolayı Hasan Doğruyol’a teşekkür ederim. 1. Bolvadin’in Kuvvetli Yönleri Genç bir nüfusa sahip olması, Büyük baş hayvancılığın gelişmiş olması, Horan ve Akçan parklarına sahip olması, Karayolları açısından büyük şehirlere (Hinterland), Okullaşma oranının yüksekliği, Süt ve süt ürünleri sektörü, Yumurta tavukçuluğu, Alkaloid fabrikasının varlığı. 2.Bolvadin’in Zayıf Yönleri Nüfusun göç vererek azalması, Plansız ve geniş alanda yapılaşma, Sosyal aktivite eksikliği, Eber gölünü besleyen kaynakların azalması, 21 ulaşım kolaylığı Üretilen eti, sucuğu, kaymağı pazarlayamama ve ulusal marka yapamama sorunu, Yabancı sermayenin ilçeye çekilememesi, Kaynak yetersizliği, Düğün ekonomisi, Heybeli Termal tesislerinin turistik imajının zayıflığı, Bolvadin malı imajı ve markalarımızın olmayışı, Yerli sermayenin yetersizliği, Yatırımların zayıf ve beceriksiz yönetim anlayışıyla birlikte işinin ehli olmayan insanlar tarafından yönetilememesi, Yatırımları çeşitlendirememe ve sürü psikolojisi hastalığı, Kurumlar arasındaki koordinasyonsuzluk, (Yönetişim) İlçeye yakınlığa rağmen demir yolunun kullanılamaması. 3.Bolvadin’in Fırsatları Yüksek Okulla birlikte üniversite ve sanayi işbirliğinin artması, Çevre il ve ilçelerle yapılması muhtemel ticari işbirliği anlaşmaları, Organize Sanayine gelebilecek yatırımlar, Kırık Minare, Kırkgöz Köprüsü, tarihi Bolvadin evleri, tarihi camiler, tekkeler ve türbelerin turizme kazandırılması, Bolvadin’e okumak için gelen üniversite öğrencileri, Yurtdışındaki Bolvadinliler, Gurbetteki Bolvadinli iş adamları, Uygulamalı Bilimler Yüksek Okulu, 400 kişi kapsasiteli ceza evi, Heybeli Termal Tesislerinin modern turizm anlayışıyla sektöre kazandırılması. 4.Bolvadin’in Tehditleri Gençlerin sosyalleşmemesine bağlı olarak ortaya çıkan problemler (Okulu bırakma, internet kafelere bağımlılık, okula yapılan devamsızlık, kız kaçırma, sigara ve alkol tüketimi, motosikletlerle aşırı hız yapmak ve sesleriyle toplumu rahatsız etmek), Boşanma oranlarındaki artış, Küreselleşme ile rekabetin artması ve yerel işletmelerin bu rekabette kaybedecek olması, 22 Fabrika, sanayi ve kanalizasyon atıklarının Eber Gölüne atılmasına bağlı olarak yaşanan çevre kirliliği, İşsizliğe bağlı göçün artması ve nüfusun yaşlanması, Bolvadin’de artan koku kirliliği. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 550, 25 Ekim 2010) BOLVADİN, EKONOMİSİNDE AĞIR BİR BEDEL ÖDÜYOR İlerleme değişiklik olmadan mümkün değildir. Kafalarını değiştirmeyenler hiçbir şey değiştiremezler. George Bernard Shaw Bolvadin ekonomisinde ağır bir bedel ödüyor. Elleri taşın altına sokmamanın bedeli bu. Bolvadin’e bir yatırım yapılmaz demenin bedeli bu. Yurtdışında birçok gurbetçisi olduğu halde memleketlerine geldiği zaman yatırımlarını ev, arsa ve takı alarak değerlendirmenin bedeli bu. Çok para kazandığı halde işyerini, nasıl daha güzel hale getiririm dememenin bedeli bu. Hizmet kalitesinin yükseltmediği halde nasıl olsa benden alış verişe gelir anlayışının bedeli bu. Yarın çocuğunun okulu bitirip işsiz dolaşacağını bildiği halde, kolundaki bilezikleri artırmayı düşünmenin bedeli bu. Un, yağ ve şeker olmasına rağmen, helva yapamamanın bedeli bu. Organize olmamanın bedeli bu. Çok sesliliği koro haline dönüştürememenin bedeli bu. Elimizdeki kaynakları verimli şekilde kullanmamanın bedeli bu. Bolvadin bir değişim sürecine girdi fakat gerek ekonomik gerekse sosyal açıdan bu kırılmayı bir türlü sağlayamadı. Bolvadin ekonomik ve sosyal yapı olarak yatırımcılara fırsatlar sunabilen bir yapıya sahip olduğu halde, bu alanı görebilen yatırımcı maalesef yok. Bunun temelinde küçük olsun benim olsun anlayışı, çok ortaklı yatırım anlayışının halen benimsenememiş olması ve yatırımcılarda gerekli vizyonun olmaması yatmaktadır. Rekabetin yoğun olduğu alanlara yatırım yapmak yerine, “niş alanlara” yani kimsenin yatırım yapmadığı keşfedilmemiş alanlara yatırım yapmak gerekiyor. Bolvadin’e yapılan yatırımın sosyal içeriğinin 23 hiç olmaması da ayrı bir eksikliktir. Yani Bolvadin’de çok kazançlı yatırım olabilir fakat bu yatırımın Bolvadinlilere sosyal açıdan bir getirisi maalesef olmamaktadır. Örneğin üç bin öğrenciye sahip olan yüksek okulumuzun öğrencilerine yönelik yatırımların olmaması da ilçemiz açısından büyük bir eksikliktir. Aslında geleceğe yön vermek istiyorsak geçmişimizi iyi analiz etmemiz gerekmektedir. Bolvadin’de dershanecilik yapılmaz anlayışından dolayı üniversiteye hazırlanırken hafta sonlarında dershane için Afyon’a gitmek zorundaydık. “Bu memlekette neden böyle bir dershane yok? Acaba çok mu sermaye gerektirir? Acaba bu dershanecilik işi çok zor bir iş midir?” Bu sorulara az cevap aramadık doğrusu. Birkaç yıl sonra Bolvadin’e dershane açıldı ama bu pastayı keşfeden Bolvadinli yatırımcılar değildi. Görüldü ki bu memlekette dershanecilik yapılabiliyor. Şimdi özel okul bile var. Buradan şu sonucu çıkartmak gerekiyor; Bolvadin’de yeni yatırımlar yapılabilir ama biz bunları göremiyoruz. Risk almayı sevmediğimiz gibi garanti kazancı düşünüyoruz. Bahsettiğim bu yatırımların yapılması için Bolvadin’i keşfedecek olan yabancı yatırımcıları beklemememiz gerektiğini düşünüyorum. Bolvadin’e bir zamanlar dershane yapılmaz anlayışının cevabını aldık. Peki Heybelide turizmin yanında seracılık yapılamaz mı? (Coğrafi açıdan aynı özelliklere sahip olan Kütahya’nın Simav ilçesinde bunu başarmışlar!) Mantar gibi üreyen tavuk çiftliklerinin bir kısmının yerine örneğin alabalık üretim tesisleri kurulamaz mı? (Özburun Belediyesi bunu başarmış.) Yani yatırımlarımızı çeşitlendiremez miyiz? Aslında yapılan yatırımlarda yaşanılan “yumurtaları aynı sepete koymanın bedelini” hepimiz ödemekteyiz. Şimdi de aynı hastalık devam ediyor. Üniversite öğrencilerinin sayısı üç bin olunca sözde başarılı girişimcilerimiz öğrenci yurdu yapmaya başladı. Onlara göre her kişi her işi yapar. Fakat kimse kusura bakmasınlar ama bu iş böyle olmuyor. Bunları söylediğimde girişimcilerimiz epey bozuluyorlar. Ve lafı: “Bu işler kitapta yazılanlara benzemez. Hocam!” demeye getiriyorlar. Para bende diyorlar. Kimse kusura bakmasın ama. Sadece parayla bir yere gelinseydi, Avrupa’dan valizler dolusu para akan holdingler bugün Konya’da işlerine devam ederlerdi. Parayla bu işler olsaydı, ABD’de ki enerji devi Enron hayatına devam ederdi. Sadece 24 parayla bu işler olsaydı, Jet Fadıl, Siirt’te İmza markalı otomobilleri üretmeyi başarırdı. Sadece parayla bu işler olsaydı Telsim hala Uzanlar’ın elinde olurdu. Sadece parayla bu işler olsaydı, yapılan ikinci un fabrikası bu gün çalışıyor olurdu. Sadece parayla bu işler olsaydı Bolvadinliler yetiştirdiği büyükbaş hayvanlarını uyanıklara kaptırmazdı. Para iş dünyasında tabi ki önemli fakat tek başına bir hiç! Parayı kullanacak ve doğru yönetecek kişinin bilgisine büyük ihtiyaç var! Asıl önemli olan şey bu! Bolvadin ekonomisinin düzlüğe çıkması için öncelikle yatırım felsefemizin değişmesi gerekir. Yani Bolvadinliler’in birikimlerini ev arsa ve takı gibi rant yatırımlarına değil, Bolvadin’e sosyal açıdan geliştirecek yatırımlara yapılması gerekiyor. Ama bunun yanında yatırımcıların doğru yönlendirilmeye ve bilinçlendirilmesine ihtiyaç vardır. Sonuç olarak Gothe’nin de dediği gibi: “Düşünmek kolaydır, yapmak zordur. Dünyada en güç olan da düşünüleni yapmaktır!” Bolvadinliler aynı şeylerden şikâyetçiyiz, sorunlarımıza da aynı çözüm ve önerileri getiriyoruz. Ama iş onları yapmaya gelince, hareket haline getiremiyoruz. Değişimin çok hızla yaşandığı, rekabetin hızlı ve acımasız olduğu günümüzde Bolvadinliler problemlerimize acil çözümler bulmak zorundayız. Çünkü artık değişime ve bununla birlikte gelişmeye şiddetle ihtiyacımız var. Çünkü artık bu devirde zenginliğin ifadesi düğünlerde takı yarıştırmak değil sermayeyi ilçe ekonomimize kazandırabilmektir. Hayatınızı kurtaracak son not: Kendinize bir iyilik yapın ve bir yönetim danışmanından tavsiyeler alın. Ya da en azından yönetimle ilgili kitaplar okuyun. (Bolvadin Yenises Gazetesi, Sayı: 531, 3 Temmuz 2003, 24 Eylül Gazetesi, sayı: 476, 3 Ağustos 2009) 25 BOLVADİN’DEKİ DÜĞÜN EKONOMİSİ Anlatacağım fıkra tam bizlik olup Bolvadin’deki düğün ekonomisini ey iyi şekilde anlatıyor. Bir bürokrat, yoksul bir adamı ziyarete gitmiş demiş ki: “Senin oğlana bir eş bulalım, zamanı geldi artık.” Adam: “Ben hayatımda oğlumun işine karışmadım.” demiş. Bizim bürokrat: “Ama bu kız Rahmi Koç'un kızı” deyince, adam: “Aaaa... tamam o zaman” demiş ve durumu kabul etmiş. Sonra bizim bürokrat Rahmi Koç'un evine gitmiş: “Kızınız için harika bir koca adayı buldum” demiş. Rahmi Koç şaşırarak “Ama benim kızım daha çok küçük” diye itiraz etmiş. Bürokrat “Ama bu genç adam Dünya Bankası'nda başkan yardımcısı” deyince “Aaaa... tamam o zaman” diyerek duruma hemen razı oluvermiş. Sonunda bizim bürokrat Dünya Bankası başkanını ziyarete gitmiş ve demiş ki “Başkanım, size harika bir başkan yardımcısı adayı buldum.” Başkan: “İyi ama benim zaten ihtiyacımdan fazla yardımcım var” deyince bürokrat: “Ama bu Rahmi Koç'un damadı” demiş. Başkan da “Aaaaa... tamam o zaman” demiş. Yaz ayının gelmesiyle Bolvadin’de “Senin oğlana bir eş bulalım, zamanı geldi artık.” diyenlerin sayısı artmaya başlar. 26 “Askerliğini yapmış mı? İşi var mı?” diyen yoktur. Artık pek çok düğün salonunda yer ayarlamak şimdiden imkânsız gibidir. Aynı anda pek çok düğüne davet edileceğinizden hangisine gideyim telaşı şimdiden başlar. İlçe ekonomisi açısından düğünler ekonomimize ciddi anlamda hareket getiriyor. İlçemize baktığınızda ekonomik durgunluk var gibi görünse de düğünler ekonomik durgunluk tanımıyor. Normal şartlar altında bir kişi herhangi bir ihtiyacını alırken bile yüz kez düşünmesine rağmen, düğün döneminde alınan her hangi bir şey hiç sorgulanmıyor. Hatta insanlar: “El ne der?” “Başkaları ne der?” “Akrabalar, eş dost ne der?” diye düğün masraflarını çılgınlar gibi artırıyor. Oysa ki bilmiyorlar mı ki alınan onca şeyin ödemesini bu gençler nasıl yapacak ? Maalesef pek çok yeni evlilik eşyalara ya da “El ne der ? anlayışına kurban gidiyor. Hayata yeni atılacak gençler ciddi sıkıntıyla karşılaşıyor. Oysa güçleştirmek yerine kolaylaştırmak büyüklere düşmüyor mu ? Bir türlü anlayamadığım noktalar şunlar: Askerliğini yapmayan, işi olmayan delikanlıların fıkrada olduğu gibi evlendirilmesi. Gençlere gereksiz müdahalelerde bulunulması. (Örneğin meslek yüksek okulumuzdan mezun olduğu halde gencimizin Bolvadin dışında çalışmasına ailesinin izin vermemesi) Herkesin ağır olan adetleri eleştirmesine rağmen bu adetleri şiddetle uyguluyor olması. “El ne der?” anlayışına kurban verilen evliliklerin ve pek çok mutlu başlangıç soluğu adliyede alıyor olması. İpe sapa gelmeyen pek çok nedenin, evliliği bitirmesi. Korumacı anne-babaların çocuğuna zarar verdiğinin farkında olmaması… Konfüçyüs boşuna “Bütün devletlerin temeli evliliktir” demiyor. Sonuç olarak şunu söylüyorum: Gençleri kendi hallerine bırakın, Bolvadin’de boşanmalar biter. Güçleştirmeyin, kolaylaştırın. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 471, 29 Haziran 2009) 27 BOLVADİN’DEN BOLQUALITY® ÇIKAR MI? Günümüzde gittikçe ağırlaşan rekabet koşulları ve değişen tüketim kalıpları uluslararası arenada yer almak isteyen şirketleri daha fazla katma değer ve daha fazla pazar payı anlamına gelen güçlü markalar çıkarmaya teşvik ediyor. Tekstil ve hazır giyim, otomotiv, elektronik, gıda gibi rekabetçi sektörlerimiz açısından ihracatta markalaşmanın önemi gün geçtikçe daha da artmaktadır. TURQUALITY, ülkemizin rekabet avantajını elinde bulundurduğu ve markalaşma potansiyeli olan ürün gruplarına sahip firmaların, üretimlerinden pazarlamalarına, satışlarından satış sonrası hizmetlere kadar bütün süreçleri kapsayacak şekilde yönetsel bilgi birikimini, kurumsallaşma ve gelişimlerini sağlamak suretiyle uluslararası pazarlarda kendi markalarıyla global bir oyuncu olabilmeleri amacıyla oluşturulmuş bir destek platformudur. Bu bağlamda bence Bolvadin’in vakit geçirmeden BOLQUALITY® platformu oluşturması gerekiyor. TURQUALITY Türk ürünlerini dünyaya satarken, BOLQUALITY® ise Bolvadin’in ürünlerini Türkiye’ye satacak. Büyük düşünen ve marka olmak isteyen firmalarımızı bu yönde teşvik etmemiz gerekiyor. Peki bu amaçla neler yapılabilir? Dediğim gibi, büyük düşünen ve özellikle de pazarlama sıkıntısı yaşayan firmalar (sucuk, peynir, kuruyemiş, lokum, haşhaş ürünleri gibi gıda üreticileri) BOLQUALITY® kapsamına alınabilinir. Güzel bir logo bu platforma dahil olan firmaların ürünlerinde yer alabilir. Bu sayede hem kalite bilinci oluşturulmuş hem de ilçemizdeki pek çok firmanın kazancı artmış olur. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 530, 16 Ağustos 2010) BOLVADİN’DE NE İŞ YAPALIM? Yeni bir akademik yıl başlamaya yakın, hep şu soruyla karşılaşırım. “Hocam, Yüksek okula yeni bölüm açılıyor mu?” İkinci soru da genelde şu olur: “Yüksek okulumuzun toplam kaç öğrencisi oldu?” Bolvadin Meslek Yüksek Okul’u öğrencilerinin sayısının artması ile ilçe ekonomisi arasında doğrudan bir ilişki kuruluyor. Çok öğrenci varsa, ekonomi o yıl iyi geçecek kanaati 28 hâkim oluyor. Gerçektende yüksek öğrenim “bacasız sanayi” şeklinde nitelendiriliyor. Üniversite öğrencileri yaşadığı bölgenin ekonomisini olumlu yönde etkileniyorlar. Yararlanmasını bilirseniz, üniversite bölge ekonomisini ayağa kaldırıyor. Fakat problem şu ki: Acaba büyük olan bu potansiyeli yeterince değerlendirebiliyor muyuz? Ben açıkçası Bolvadinlilerin böyle her ilçeye nasip olmayan potansiyelini yeterince değerlendiremediğini düşünüyorum. Klasik bir problem olan yapılanı yapma rahatsızlığının bölge ekonomisine ciddi darbe vurduğunu düşünüyorum. Madem öyle ne yapılabilir ki: Örneğin: öğrenci yurdu sayısı fazla olan bu ilçeye neden yemek fabrikası yapılmıyor? Nedenini söyleyeyim bir Bolvadinli bu işe girişmediğinden! Biri bu işe girsin ardından ilçe yemek fabrikası ile dolar. Yine ilçeye yüzme havuzu hizmeti verebilecek alanlar yapılabilir. Örneğin Emirdağı’nda böyle bir yer var. Bunlarla birlikte eğlence sektörü de düşünülebilir. (Go kart gibi) Kısacası herkesin yaptığını yapmak yerine tatlı riskler almak, başarı oranını çok yükseltecektir. O kadar, yurt geçen sene bu işi tam kapasite yapamadığından başarılı olamadı! Sonuç olarak bir Norveç atasözü, bu konuda kulağımıza küpe olmalıdır. “Bir köyde, herkes birbirini tıraş ederek karnını doyuramaz.” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 468, 8 Haziran 2009) KRİZLER İYİDİR İş dünyasında yaşanılan küresel krizden şikâyetçi olmayan var mı? Her yerde konu dönüp dolaşıp yaşanılan küresel krize geliyor. Hatta krizden etkilenmediği halde psikolojik olarak abartanlar da var. Çoğu ekonomi yazarı “Bu kriz ne zaman biter?” sorusunun cevabını arıyor. Arada bazı akademisyenlerin “Krizler fırsattır.” beylik söylemine, iş dünyasından “Madem öyle, şu fırsat neyse bize de söyle.” diye tepkiler de geliyor. Ben yaşamış olduğumuz kriz hakkında daha radikal bir düşünceye sahibim. Krizlerin olması iyidir. Krizler olmalıdır ve küreselleşmeyle birlikte gelecekte başka krizler de olacaktır. Sizi anlıyorum. “Bunun neresi iyi?” diye 29 düşünüyor hatta bu yazıyı okurken sinirleniyorsunuz. O zaman söyleyeyim: - Krizler; modern işletme yöntemini uygulayanlarla, babadan kalma yöntem uygulayan işletmeleri birbirinden ayırır. - Krizler; “Bir gram önlem, bin gram çözüme eşittir.” diyenlerle, “Bize bir şey olmaz.” diyenleri birbirinden ayırır. - Krizler; yönetim danışmanını dinleyenle, yönetim danışmanı olmayanları birbirinden ayırır. - “İşe göre adam” diyenlerle, “Adamına göre işverenleri” birbirinden ayırır. - Krizler; “okyanuslara talip olanlarla”, “minareyi kaybetmeyeyim” diyenleri birbirinden ayırır. - Krizler; “Büyük olsun, bizim olsun.” diyenlerle, “Küçük olsun benim olsun.” diyenleri birbirinden ayırır. - Krizler; hesaplı kredi çekenlerle, har vurup, harman savuranları birbirinden ayırır. - Krizler; bilimsel işletmelerle, filmsel çalışan işletmeleri birbirinden ayırır. - Krizler; Ar-Ge’ye yatırım yapanlarla, kopya çekenleri birbirinden ayırır. - Krizler; geleceği inşa etme peşinde olanlarla, “Bugünü kurtaralım. Allah kerim” diyenleri birbirinden ayırır. - Krizler; “Uzmanlık olan işimizi yaparız.” diyenlerle, “Ne iş olsa yaparız.” diyenleri birbirinden ayırır. - Krizler; “Kurumsallaşan işletmelerle” “Kurumsallaşmayan işletmeleri” birbirinden ayırır. - Krizler; müşteri memnuniyetine önem verenlerle, önem vermeyenleri birbirinden ayırır. - Krizler; çalışan memnuniyetine önem verenlerle, önem vermeyenleri birbirinden ayırır. - Krizler; reklâma yatırım yapanlarla, “sineğin yağını hesap edenleri” birbirinden ayırır. - Krizler; eğitime yatırım yapanlarla, eğitime önem vermeyen işletmeleri birbirinden ayırır. 30 Krizler; tasarıma önem verip “nevi şahsına münhasır olanlarla”, “sürü psikoloji ile hareket edenleri” birbirinden ayırır. - Krizler; devlete iş yaparak palazlanan süz bitkilerinin dev çınarlar olmadığını hatırlatır. - Bir kriz; bin nasihatten iyidir. Başka bir ifadeyle krizler sözün bittiği ya da başka bir değişle “Böyle gelmiş, böyle gider.” anlayışının bittiği yerdir. Sonuç olarak kabul edilmesi gereken bir gerçek var. Ülkemiz nasıl bir deprem bölgesindeyse ve depremle yaşamak zorundaysak, günümüzde tüm işletmeler küreselleşmeyle birlikte bu tür krizlerle birlikte yaşamak zorundadır. Bu sebeple tüm firmalar zayıf yönlerini krizden önce görüp güçlendirmeli, krizlere daha dayanıklı işletmeler haline gelmelidir. Yarın çok geç olabilir! Unutmayın ki krizler “elektrik kesikti, ödevimi yapamadım.” mazeretini hiç dinlemezler. Bugün sahibi olduğunuz fabrikanın kapısının önünde yarın güvenlik görevlisi olmamak için ev ödevinizi bugünden yapmalısınız! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 467, 1 Haziran 2009) - BOLVADİN’DE KİRALIK İŞYERİ PROBLEMİ VAR Bolvadin ekonomisinde ciddi anlamda kiralık işyeri problemi var. Üzülerek söyleyebilirim ki Bolvadin’de bazıları “Dükkânımı istediğim fiyata kiraya verip keyfime bakarım.” diye düşünüyor. Benim anlayamadığım nokta ise; “Bu rakamdan bir kuruş aşağı inmem. Gerekirse dükkân boş kalsın” düşüncesidir. (Örneğin siz bir işyerine talip oluyorsunuz. İşyerine aylık verebileceğiniz rakam en fazla 1.000 TL, fakat işyeri sahibi “1.200 TL’den aşağı olmaz. Gerekirse boş kalır.” diyor. İşyeri iki ay boş kalırsa zaten aynı rakama geliyor. İki ayı geçerse dükkân sahibinin zararı artıyor. Bu kadar diretmenin ne anlamı var?) Bazı dükkânlar bildim bileli bomboş duruyor. Zaten Bolvadin çarsısı dar bir alandadır. Bu durum da dükkân sahiplerinin işine geliyor ve başka bir işyeri için alternatif yer bulamıyorsunuz. 31 Geçenlerde postane caddesinde benim sayabildiğim dört dükkânda “kiralık” diye yazıyordu. Bu dükkânlardan bazıları birkaç ay öncesine kadar faal durumdaydı. Maalesef Bolvadin’de iş yapmak zaten zor bir de dükkan sahibine kira vermek ve bununda birkaç yılda beklenmedik zam gelmesi ciddi bir durum. Bazı işyerleri dükkan kirasının yüksekliğinden yer değiştiriyor. Bu problemi çözemezsek zaten ciddi anlamda daralmış ilçe ekonomisini hareketli hale getiremeyiz. Bu sebeple toplum önderlerinin bu problemi çözmesi gerek. “Alan razı, satan razı kardeşim!” diye düşünmemek gerekiyor. Maalesef bazı esnaflar dükkan kirasının yüksekliğinden dolayı işyerlerini başka bir yere taşıyor. Hatta işyerini kapatıyor. Kaybeden de ilçe ekonomisi oluyor. Peki ne yapmak gerekiyor? Bence en uygun çözüm esnaflar, dükkan sahipleri ile uzun vadeli kira sözleşmesi yapmalı. Kira artış oranını sözleşmede belirtilmeli. “Hallederiz sadıcım, hele bir o güne çıkalım” düşüncesine karşı çıkmalı. Orta vadede çözüm ise yeni alternatif işyerlerinin açılmasını sağlamak olmalı. Uzun vadede çözüm ise bu dar çarşıya sıkışıp kalmak değil, yeni bir cazibe merkezi ortaya çıkarmak olmalı. Yeni çarşı projesi bence ciddi bir zorunluluk. Çarşıdaki adayı kaldırmak meselesine gelince bence bu düşünce fantaziden ibaret. Bunu yapmak için ciddi bir enerjiye ve büyük bir finalsal desteğe ihtiyaç var. Bunların yanında daha da önemli olan şey insanları inandırabilmek gerekiyor. Bunu 32 yapabilen kişinin heykeli çarşıya dikilir mi bilmem ama gönüllere bağdaşı kuracağına eminim. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 518, 24 Mayıs 2010) 27. GELENEKSEL KAYMAK FESTİVALİ 27. Geleneksel Kaymak Festivali’ne, her sene olduğu gibi yoğun katılım vardı. Geçtiğimiz yıllarda gazetemize, festivaller hakkında şöyle bir yorum yazmıştım: “Artık bu festivalleri kutladığımız yer bu kadar halkı kesinlikle kaldırmıyor. Bu, bence çok ciddi bir problem. Bunu da bir an önce çözmek gerekiyor.” Ben bu problemi çözdüğünü düşündüğüm belediye başkanımızı buradan tebrik etmek istiyorum. Festival alanının yeni tasarımı oldukça iyi görünüyordu. Geçmişte orta alanda yer alan ve tabakta kaymak figürünü yansıtan platform oldukça büyük yer kaplıyordu. Bu alanın izleyicilere tahsis edilmiş olması gayet iyi görünüyordu. Buna rağmen izleyicilerin yoğunluğu dikkatlerden kaçmadı. Demek ki bu alan bile yoğunluğu kaldırmıyor. Festivale sponsor firmaların olmasının ilçemiz adına güzel bir gösterge olduğunu düşünüyorum. Demek ki ilçemiz esnafı iyi olan, Bolvadin için güzel olacağına inandığı etkinlikleri destekliyor. Yine aynı yazıda şöyle yazmıştım: “Bence kaymak şenliklerini bir iki güne sıkıştırmak yerine bir haftaya yaymak gerek. Çünkü insanlarımızın sosyalleşmesi için sadece Kaymak Şenliklerimiz var. Bu sebeple organizasyonun içeriği zenginleştirilip rahatlıkla Kaymak Şenlikleri bir haftaya yayılabilir. İkincisi böyle bir durumda standları kiralayanlar da bir hafta kiralamış olur. Bu söylediklerim daha önceleri yapılmış olsaydı belki de Bolvadin’de ciddi anlamda fuarcılık da gelişmiş olurdu. En önemlisi sosyal aktivite fakiri olan ilçemizde insanlar eğlenceye doymuş olurlardı.” Evet tekrar söylüyorum şenliklerin daha fazla güne yayılması gerekiyor. Özellikle iki önemli sanatçının (Murat Göğebakan ve Ebru Yaşar’ın) aynı günde 33 şenliklere katılması yoğunluğu daha da artırdı. İkisinin ayrı günlerde katılımı sağlansaydı daha iyi olurdu. Kısacası bu kadar izdiham olmazdı. Örneğin Akşehir Belediyesi Nasrettin Hoca Şenlikleri’ni on güne yaymış. Akşehir şenliklere sanatçı getirmenin yanında kültürel aktiviteler de yaptı. Bence festivalde daha önceki olumlu uygulamalar devam etmeliydi. Örneğin Heybeli Şiir Akşamları festivale ayrı bir değer katıyordu, Heybelinin tanıtımında da pozitif bir etkisi oluyordu. Maalesef bu olmadı. Festivalin ilk yıllarında Bolvadin şiirleri, Bolvadin öyküleri ve yarışmaları büyük ilgi görüyordu. Bunun yanında ilçemizde uzun zamandır yapılmayan konferanslar da şenlikleri olumlu olarak destekleyebilirdi. Ben açıkçası Kaymak Festivalini Bolvadin’in sosyalleşmesi açısından en önemli araç olarak görüyorum. Hem insan yoğunluğu hem de araç yoğunluğu tezimi doğruluyordu. Bunun yanında keşke Koçum Alışveriş Merkezi’nin de açılışı festivale yetişmiş olsaydı. Bence harika olurdu ve Bolvadin, Mehmet Koçum’a böyle bir günde vefa borcunu ödemiş olurdu. Evet bir festival daha böyle bitti. Her şey gönlünüzce olsun. (24 Eylül Gazetesi, Sayı:577, 11 Temmuz 2011) BORÇ YİĞİDİN KAMÇISIDIR Danışan dağlar asmış danışmayan düz yolda şaşmış. Türk Atasözü “Borç yiğidin kamçısıdır.”diye bir atasözümüz vardır. Bu atasözünün anlamı sözlüklerde şöyle geçiyor: “Yiğit olan kişi borcunun altında kalmaz. Borcunu zamanında ödemek için karşısına çıkabilecek her zorluğa katlanır.” Belediyemiz de ciddi şekilde borçlu bunu bilmeyen yok. Bu durumda ne yapılabilir? Bu durumda yapılması gereken en önemli şey radikal kararlar almak. Belediyemizin iller bankasına göre gelirinin geçmişe göre düşük oranda olduğunu biliyoruz. Bu konu hakkında benim üç fikrim var. Birincisi perşembe pazarının bulunduğu yeri imara açmak. Ve böylece buradan oluşacak ranttan belediyeye gelir getirmek. 34 Perşembe pazarını da uygun gelişmeye açık bir yere çekmek. Perşembe pazarı zaten nerede olursa vatandaş bir şekilde gidebilir. İkinci alternatif ise şuan ki çevre yolunda bulunan itfaiyenin yerini başka bir yere taşıyarak buradan rant elde edip bunu Horan Parkının çevre yolu paralelince gelişimini sağlamak için harcamak. Örneğin rahmetli Mehmet Koçum’un Horan Parkı’na yapay bir şelale yaptırma projesi olduğunu biliyorum. Yine yapay bir gölet yapılması Horan Parkını bölgenin tek markası yapar. Ankara’ya giderken Temelli’den geçmişsinizdir. Düne kadar sıradan bir yer olan bu yeri belediye başkanı yapay gölet yaparak adeta kasabanın kaderini değiştirdi. Bunu bir kasaba yapabiliyorsa Bolvadin’de Horan Parkında rahatlıkla yapabilir. Üçüncü ve en radikal karar ise Heybeli Termalin işletmeciliğini üç ya da dört ayrı gruba rekabeti özendirecek şekilde beş yıllığına özelleştirmek. Çünkü turizm sektörü gibi her geçen gün daha da uzmanlaşan bir sektörde devletçi mantıkla rekabet edemezsiniz. Ancak bu türden radikal kararlar belediyenin elini güçlendirir. Yerel Gazeteler Bir Okuldur Ama Herkes Mezun Olamaz Ben yerel gazetelerin iyi değerlendirildiği takdirde bir okul olduğunu düşünüyorum. Kütahya’da üniversite öğrencilik yıllarımda Ekspres Gazetesinde, Bolvadin’de ise sırasıyla Yenises, Işık ve 24 Eylül gazetelerinde yazılar yazdım. Öğrencilerime de her zaman yerel gazetelerde yazı yazmanın ilerde onlar için bir fırsat oluşturacağını ifade ettim. İşte bu fırsatı iyi değerlendirdiğini düşündüğüm gazetemizde de yazan öğrencim Aytaç Ersoy geçenlerde şöyle bir e-mail göndermiş. Bunu sizlerle paylaşmak istiyorum: “Merhaba Hocam... Nasılsınız? Şuan Eskişehir Anadolu Gazetesinde üç haftadır muhabir olarak staj yapıyorum. İlk günlerde yazdığım haberler yayınlanmıyordu yazım pek beğenilmiyordu. Şimdi haberlerim yayınlanıyor ve beğeniliyor. Stajdan sonra gazetede muhabir olarak kal dediler. 24 Eylül’de iyi ki köşe yazıları yazmışım. Yazmış olmanın bana katkısı çok oldu. Sizin de katkınız çok, size teşekkür ederim. Bu mutlu haberimi sizinle paylaşmak istedim. İnşallah ilerde çok daha iyi yerlerde olacağım.” Dediğim gibi yerel gazeteler bir okul ama herkes mezun olamıyor. Aytaç bu fırsatı iyi değerlendirdi ve bu yolda 35 ilerliyor. Umarım bu başarı ilçemizdeki gençlere de güzel bir örnek olur. Bolvadin’de Haftanın Güzel Haberi İlçemizde son günlerde gördüğüm ve duyduğum en güzel haber şehir merkezimizde yer alan un fabrikasının yola bakan duvarının duygu duvarı haline gelmesiydi. Maalesef gençlerimiz depresif ve bunalım türü yazıları duvarlara yazıyor ve bu da biz yetişkinleri gençlerimiz hakkında endişelendiriyordu. Buna kayıtsız kalmayıp bu duvarı beyaza boyayan ve bu duvara da Duygu Duvarı diyen Eber Sürücü Kursunu bu sosyal sorumluluğundan dolayı tebrik ediyorum. Bunun memlekete sahip çıkmak adına güzel güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum. Dünya’da Haftanın Güzel Haberi Amerika Birleşik Devletleri’nde bir restoran en fazla gelen müşterisini “En değerli müşteri” diye resmiyle birlikte duvarına asmış. Bunun yanında müşterinin en sevdiği içecek ve yiyecekler de yazıyor. Bu haber de beni etkileyen en güzel haberlerden biri oldu. Bence bu yazıyı okuyan bir esnaf da müşterisine böyle tatlı bir sürpriz yapabilir. Biz de bunu haber yaparız. (24 Eylül Gazetesi, Sayı:578, 18 Temmuz 2011) 36 KÜÇÜLEREK BÜYÜME BOLVADİN’DE MÜMKÜN MÜ? Küreselleşen dünyada, devletçi mantıkla bir fabrikayı bırakın bir çay ocağı bile işletilemez. Philip McArthur Günümüzde işletmeler özellikle kriz dönemlerinde daha esnek hareket edebilmek için bazı varlıklarını ya satarak ya da nakite dönüştürecek işler yaparak daha etkin hale geliyorlar. Buna işletme literatüründe “küçülerek büyüme” diyoruz. Bu yöntem özellikle esnek hareket etmek isteyen işletmeler için oldukça önemlidir. Değilse, bir de bakmışsınız işletmenin sonu gelmiş. Şüphesiz işletmelerin en önemli amacı büyümektir. Ama her alana yatırım yapıp girerseniz bu sefer hormonlu büyüme yapmış olup etkinliğiniz azalır İşte bu sebeple etkin olmak için de en etkin yöntem “küçülerek büyümedir” Günümüzde özellikle hastaneler yemek, temizlik, güvenlik ve bilgi işlem gibi alanlarda hizmet alımına gidiyor ki buna dış kaynaklardan yararlanma (outsourcing) deniliyor. Kombassan Holding’in yönetim kurulu başkanı Haşim Şahin başkanlığındaki yeni yönetim, göreve ilk geldiğinde ilk iş olarak “Küçülerek büyüyeceğiz” açıklamasını yapmıştı. Ardından da Afra gibi dev bir marketler zincirini elden çıkarmış ve diğer yandan da bazı şirketlerde de yeniden yapılanma ve küçülme 37 politikasıyla, personel azaltılmasına gidilmişti. Bünyesinde, Kompen ve Kongaz gibi devasa şirketleri bulunduran ve Türk Turizm sektörünün en büyüğü olma yolunda ilerleme gösteren Bera Otelleri ve inşaat sektörü gibi gelir trendi iyi olan kuruluşların büyümesine kaynak aktararak gerçek reel büyümeyi hedeflediklerini mesajını veriyorlar. Kombassan örneğini verdim çünkü Amerikan ya da Avrupa örnekleri okuyucularımı etkilemez. (Özel sektördeki örnekler artırıla biliriz. Sabancı holding elinden Winsa ve Doyum firmalarını Koç ise Migros’u çıkarttı.) İkinci örneğim de İstanbul Büyük Şehir Belediyesindeki İDO’nun 30 yıllığına özelleştirilmesidir. İDO'nun yüzde 100 oranındaki hissesinin özelleştirilmesi ihalesinin açık artırma bölümünde en yüksek teklifi 861 milyon dolar ile Tepe-Akfen-Souter-Sera Ortak Girişim Grubu verdi. İDO’nun 30 yıllığına özelleştirilmesi sizce ne kadar doğru? Bence bunun en önemli gerekçesi kamunun köhneleşmiş yapısı ve özel sektörün dinamikliğidir. Tepe-AkfenSouter-Sera Ortak girişim grubu vereceği 861 milyon doları çok kısa sürede çıkaracağına inanıyorum. Düşünüyorum da İDO, BDO olsaydı bunu yapabilir miydik? Zaten bu yazının özünü de bu konu oluşturuyor. Tüm bunları neden anlatıyorum? Günümüzde işletmelerin ve hatta belediyelerin uyguladığı bu yöntemi Bolvadin’de rahat bir şekilde uygulayabilir. Bence bunu artık uygulamak zorundayız. Bunun en büyük gerekçesi finansal açıdan belediyenin ekonomik sıkıntı ile başbaşa kalmasıdır. Peki bu stratejiyi nasıl ve hangi alanda uygulayacağız? Bu stratejiyi Heybeli termal tesislerinin belirli bir süreliğine özel sektöre devri şeklinde uygulamak zorundayız. Bu süre 3, 5 ya da 7 yıl olabilir. Zaten heybelideki otel kısmını özel sektöre bu yöntemle vermiş (outsource etmiş) durumdayız. Bu strateji sayesinde hem finansal açıdan rahatlamış hem de esnek bir yapıya kavuşmuş olacağız. Ya yapmazsak ne olur? Heybeli sadece Bolvadinlilerin bildiği ve sadece Bolvadinlilerin gittiği bir yer olur. Ama biliyorum ki Bolvadin’de tüm ülkeye adını duyuran bir gidenin bir daha gitmek istediği ve üst düzey hizmetin sunulduğu bir Heybeli’yi hayal ediyor. Bu hayalin gerçekleşmesi dileğiyle… (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 564, 11 Nisan 2011) 38 BOLVADİN’İN TEMEL YETENEĞİ NEDİR? Kahramanmaraş'a tekstilin merkezi diye yatırım yapılır. Kapadokya'ya peribacaları için gidilir. Ama Kırşehir'in ya da Çankırı'nın bir teması yoksa bu şehirler kendi yağlarıyla kavrulurlar. Melih Arat Öncelikle belirtmeliyim ki “temel yetenek” işletme yönetiminde kullanılan bunun yanında şehirlerin yönetiminde de kullanılmaya başlanan bir kavramdır. Temel yetenek, bir işletmeyi başka işletmelerden ayıran, işletmenin vizyonunu gerçekleştirmesinde rol oynayan, rakipler tarafından kolayca taklit edilemeyen bilgi, beceri ve yeteneği ifade etmektedir. Günümüzün yönetim uygulamalarını etkileyen bir gelişme olarak temel yetenek şunu ifade etmektedir: Her işletme, kendisine has bir yetenek geliştirmelidir. İşletmeye rekabet gücünü verecek olan, bu temel yetenektir. Temel yeteneğe verilecek en güzel örneklerden biri, dünyanın en başarılı perakendeci firmalarından biri olan IKEA’dır. IKEA’nın temel yeteneği, satın alma gücüne bağlı fiyatlandırma yapması, benzersiz çağdaş çizgide ve yüksek nitelikte mobilya tasarlaması ya da kendini böyle konumlandırmasıdır. Sony’nin temel yeteneği ise minyatürleştirmedir. Perakendenin devi WalMart'ın temel yeteneği ucuz satmanın ötesinde lojistik yönetiminde yatıyor. 3M'in temel yeteneği ise yenilik veya inovasyonda kendini gösteriyor. Şehirler için de temel yetenek; bir şehri, başka şehirlerden ayıran ve diğer şehirler tarafından kolayca taklit edilemeyen bilgi, beceri ve yeteneği ifade eder. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'nin finans ve medya merkezi New York'tur. Los Angeles deyince akla film endüstrisi gelir. Las Vegas deyince akla kumar gelir; Miami deyince plajlar ve tatil gelir. Bir şehir bir kelime ile anılmaya başlandığı anda o şehir konuda bir çekim merkezi olur. Moda için ya Paris'e ya da Milano'ya gidilir; alışveriş deyince akla Dubai gelir. Yazılım ve çağrı merkezleri deyince Bangalore gelir. (Bangalore, Hindistan'da Karnataka eyâletinin başkenti ve Asya'nın silikon vadisi olarak adlandırılan şehir.) Tek kelimeyle anılan şehirlerde başka şey yok mu, elbette ki var. Bir şehrin uzmanlaşmak için seçtiği kelime ya da konu, o şehrin 39 lokomotifidir; diğer konular da şehrin diğer vagonlarını oluşturur. İzmir'e Expo 2015 için seçilen tema sağlıktı ve İzmir'le çok az ilgisi olan bir temaydı. Türkiye'de bir sağlık şehri varsa açık arayla İstanbul'dur. İstanbul; üniversite hastaneleri, özel hastane sayı ve kapasiteleri bakımından açık ara her şehrimizden ilerdedir. İzmir'in sağlıkla pek ilgisi yoksa da şu sıra bir "eğitim" şehri olma yolunda ilerliyor. İzmir'e şu sıra dokuzuncu üniversite kuruluyor. İzmir için belki doğru bir tema "üniversite şehri olmak" olabilir! Peki bu bilgiler ışığında Bolvadin için neler söylenebilir? Bolvadin’in temel yeteneği nedir? Bolvadin’in temel yeteneğinin, eğitim olduğunu düşünüyorum. Bolvadin’de milli eğitim öğrencilerinin toplamda on bin olduğunu bunun yanında meslek yüksek okulu öğrenci sayısının üç bin olduğunu biliyoruz. Gelecekte de Uygulamalı Bilimler Yüksek Okulu’nun da açılmasıyla toplamda öğrenci sayısının artması beklenebilir. Fakat Bolvadin gelecekle ilgili stratejisini eğitim olan temel yeteneği etrafında şekillendiremez ise ciddi sıkıntı yaşayacaktır. İfade etmek istediğim konu, öğrenci sayısının bu kadar fazla olmasına rağmen öğrencilerin gidebileceği bir kültür merkezinin olmamasıdır. Konferans salonundan kafeteryasına, eğlence salonundan kütüphanesine kadar bir merkezden bahsediyorum. Böyle bir merkezi yaptırmak okul yaptırmaktan daha öncelikli olmalıdır bence. Böyle bir merkez olmadığı sürece eğitim alanında temel yetenek stratejisi geliştiremeyiz. Kültür merkezinin olmaması konferansların olmamasına, konferans olsa da yeterli verim alınamamasına yol açıyor. Bu eksikliğin giderilmesinin, birinci önceliğimiz olması dileğiyle. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 567, 2 Mayıs 2011) 40 KATMA DEĞER ÜRETEMİYORUZ Antep fıstığının yüzde 52'sinin Şanlıurfa'da yetiştiğini biliyor musunuz? Dahası, Gaziantep baklavasının yağı da, yufkasının unu da buradan gidiyor. Fıstık var, yağ var, un var ama baklava ustası yok! Fikri Türker Katma değer nedir? Genellikle bu soruyu öğrencilerime sorduğumda ilk gelen cevap “vergi”dir. Gerçekten de bu ülkedeki katma değer vergisinin (KDV) etkisiyle katma değer kavramının anlamı bile yeterince anlaşılamamıştır. Hatta bu kavram vergiyi çağrıştırdığından olumsuz bir anlam yüklemişiz. Katma değer bir ürün ya da hizmetin üzerine konulabilen ek değerdir. Örneğin Kurukahveci Mehmet Efendi 1871 yılında kurulmuş ve sadece o günden bu güne öğütülmüş kahve satmıştır. Ulusal pazarı da yeterli görmüştür. Kurukahveci Mehmet Efendi’den tam 100 yıl sonra kurulan Starbucks bugün Türkiye’de 150 şubeye ulaştı ve alanında dünya devi durumunda. Kısacası biri ürün üretmiş, diğeri ise kahveden bir sektör ortaya çıkarmış. Katma değer budur. Eğer bu felsefeyi kavrayamazsan kuruyup gidersin! Maalesef bizim ülke olarak katma değer üretme yönünde zaaflarımız var. Örneğin dünya fındık rezervlerinin % 75 kısmı ülkemizde olduğu halde fındık borsası Almanya’nın Hamburg şehrinde olduğu gibi Almanya bu borsayı sağdan soldan topladığı fındıklarla idame ettirmektedir. Bunun yanında fındık Türkiye’den, kakao Brezilyadan gelir ama en iyi çikolata Almanya’da yapılır. İşte Almanların yaptığı katma değer ortaya koymaya örnektir. Petrol Irak’tadır ama petrol firmaları ABD ve İngilizler’indir. Bor rezervleri Türkiye’dedir ama bunu uzay sanayinde kullanan ABD’liler ve Japonlar’dır. Ülkemizin üç tarafı denizlerle kaplı olmasına rağmen ne balık tüketimimiz ne de yüzme bilen vatandaş sayımız istenilen seviyededir. Ne zaman bu potansiyellerimizin farkına varacağız açıkçası hep merak ediyorum! Şehirlerin ya da ilçelerin geri kalmalarındaki en büyük sebep bu yerlerin ekonomiye katma değer üreterek katılamamalarıdır. Antep fıstığının yüzde 52'sinin Şanlıurfa'da yetiştiğini biliyor musunuz? 41 Dahası, Gaziantep baklavasının yağı da, yufkasının unu da buradan gidiyor. Fıstık var, yağ var, un var ama baklava ustası yok! Urfa’nın durumu bize çok benziyor. Bunun yanında katma değer üreten köylerin olduğunu duymak Bolvadin için ilginç bir durum. Anadolu'nun dört bir yanına yayılmış onlarca köy ürettikleri ürünleri katma değeri yüksek pazarlara ihraç ederek kalkınıyor. İşte Ekonomist Dergisinin araştırmasında yer alan ihracatla kalkınan 25 köy. Bu köyler, pepinodan frambuaza, çilekten kestaneye kadar birçok ürünü Almanya, Güney Amerika, Fransa, Rusya, İtalya, İngiltere, Hollanda gibi çok sayıda ülkeye ihraç ediyor. Bir zamanlar toprağını değerlendiremediği için köylerden kentlere göç eden köylü profili, artık kabuk değiştirmeye başladı. Yakın zamana kadar büyük ve orta boy işletmeler tarafından gerçekleştirilen ihracat, bugün Anadolu’nun en ücra köylerine kadar uzandı. Her biri ayrı girişimcilik örneği veren bazı köyler, katma değer yaratan projeler geliştirerek yaptıkları ihracatla hem milyonlarca dolarlık gelir sağlıyor hem de kendi markalarını çıkarıyor. Köylerin kendi gelirlerini yarattıkları bu sistem pek çok şirkete de parmak ısırtıyor. Kurdukları şoklama depoları ve damla sulama yöntemiyle verimliliği artıran ve kayıpları minimuma indiren birkaç yüz nüfuslu köy ahalisi, artık Almanya, Güney Amerika, Fransa, Rusya, İtalya, İngiltere, Hollanda gibi pek çok ülkeye ihracat yapar hale geldi. Girişimcilik ruhunu modern tarımla birleştiren köylüler, tam anlamıyla kendi katma değerlerini ortaya koyuyorlar. Bolvadin’de kaşar peyniri yapılıyor mu? Evet. Peki, Bolvadin’de tereyağı üretiliyor mu? Evet. Gayet de iyi üretiyoruz. Ama bunu yöresel yemek olarak kullanamıyoruz. Karadenizlilerin mıhlama ya da diğer adıyla kuymak yapmasını bilmiyoruz. (Kuymak: tereyağı, kaşar peyniri ve mısır unu ile yapılıyor.) Ya hocam iyi söylüyorsun da Bolvadin’de mısır unu üretilmiyor ki… İyi de güzel kardeşim elin Almanı Türkiye’den fındık getirtiyor biz niye bunu yapamayalım. İlçemizde bu kadar şark odası malzemesi üreten var oduğu halde bunu konsept olarak sergileyemiyorsak çok yazık! Bolvadin bu alan da bile bence marka olabilir. Bolvadin’de yumurta üretiyor muyuz? Evet o kadar çok üretiyoruz ki çiftlilerin kokusundan burnumuzun direği kırılıyor. Ama bu kadar yumurta 42 üretip de menemen yapamamak, ya da “Bolvadin’den geçiyorsan, menemen yenilmeden geçilmez kardeşim.” Bunu insanlara söylettirmiyorsak çok yazık. Bu örnekleri farklılaştırmamız gerekiyor. Çay’dan Bolvadin’e gelirken çevre yolunda “imalatçı, lokumcu” yazabiliyor. Yine Işıklar’da bunu görebiliyorsun. Biz de Bolvadin lokumun anavatanı diye kasılıp duralım. Çevre yolundan geçen biri Bolvadin’den ne alır? Maalesef sevgili dostlar inanın hiçbir şey almadan gaza basıp gider. Oysaki biz de Çaylılar’ın yaptığı gibi; para sadece çarşı merkezinden kazanılır felsefesi yerine çevre yolundan da kazanılabilir diye düşünebilsek inanın katma değer üretebiliriz. Gece Çay’da 40-50 kamyoncu araçlarını park edip restoranlarda dinleniyor. Neden biz bunu düşünemiyoruz? Bolvadin’de ticaret çarşı merkezine sıkışıp kalmış ve yapılan ticaret nakit de değil. Bence Koçum Alışveriş Merkezinin bir an önce fark edilmesi gerekiyor. İyi de hocam çalışmaz ki diye düşünenler, mal kaptırıp ticarette zarar edenler, buranın kirasını nasıl gözünde bu kadar büyütür anlamıyorum açıkçası. Peygamber efendimiz demiyor mu? “Rızkın onda dokuzu ticarettedir. Ticaretle uğraşın ve risk alın.” diye… Benim ağırıma giden, Polatlı’dan yoldan geçen biri kavun, Çay’dan yazın kiraz, vişne ve kayısı; Şuhut ve Sandıklı tarafından patates alır da neden bizim ilçeyi transit geçer? İnanın anlaşılır bir durum değildir bu. Sevgili dostlar, bence bizim en önemli sıkıntımız ticarette katma değer üretememektir! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 592, 24 Ekim 2011) BOLVADİN NASIL ZENGİNLEŞİR? Ülkelerin, bölgelerin ve ilçelerin gelişmesinde ya da başka bir ifadeyle zenginleşmesin de hep aynı faktörler yatar. Başka bir ifadeyle, fakir olan ülke ya da bölgeler hep aynı şeyi yapıyor ve önemli bir eşiği geçemiyordur. İktisatçılar bu durumu “fakirliğin kısır döngüsü” teorisiyle açıklamışlardır. Peki, “fakirliğin kısır döngüsü” nedir? Fakir olan ülkelerin geliri azdır, gelirin yanında 43 tasarruf azdır, tasarrufun azlığına bağlı olarak yatırım da azdır. Bunun sonucu verim düşüktür ve gelir bir türlü artmaz. İşte bu kısır döngü devam edip gider. Aslında fakir ülkelerin fakirliğinin en büyük nedeni zihniyet fakirliğidir. Yeni ve farklı düşünceye açık olmayan, bunun yanında bunları sorgulamayan ister ülke isterse bir ilçe olsun gelişme gösteremediği gibi zenginleşemez de. Zenginleşmeyi sadece ekonomik durumla açıklarsak, bu teori yeterince sağlam saç ayaklarına oturamaz. İşte bu sebeple zenginleşmenin yanında eğitim ve sosyalleşmeyi de eklememiz gerekiyor. Çünkü bunlar birbiriyle yakın ilişkili kavramlardır. Bu teorik kavramların yanında, gelelim asıl soruya “Bolvadin nasıl zenginleşir?” Öncelikle hemen belirtmeliyim ki hiçbir bölge bir günde zenginleşmediği gibi bir günde de fakirleşmez. Kısacası bölgelerin gelişiminde son zamanlarda Türkiye’de moda olan “kısa yoldan köşeyi dönme” formülü yoktur. Bir ilçenin gelişim ve değişimi, zamana bağlı oluşan bir süreçtir. Bolvadin’in de gelişiminin üç önemli saç ayağına bağlı olduğunu düşünüyorum. Şimdi bunları sırasıyla açıklayalım: 44 a) Ticaret alanında zenginleşme: Bolvadin’de geçmişte lastik ya da gazoz fabrikalarının bulunması ticari açıdan o dönemlerde başarılı olduğunu göstermesine rağmen bu başarıyı günümüze yansıtamadığını görüyoruz. Günümüzde batan pek çok işletmenin kurumsallaşamadan hayata gözlerini yumduğunu ve ilçemizdeki işletmelerin çoğunun da girişimcilerimizin ömrüyle sınırlı olduğunu düşünüyorum. Yani ticaretteki en büyük sıkıntılarımız: ticari sürdürülebilirliği yakalayamamak, kurumsallaşamamak, ulusal bazda düşünmemek, değişime direnç gösterip “biz babadan böyle gördük” anlayışına sahip olmaktır. Bunların yanında ilçemizdeki işletmelerin e-ticarete ve pazarlamayı önemsemesi bunun üzerine reklama hiç yatırım yapmaması ticari alanda gelişmemizin en büyük engeli. Esnaf kardeşime soruyorum neden bir reklam yapmıyorsun diye: verdiği cevaba bakın: “Hocam bizi bilen biliyor.” Böyle bir gerekçe olabilir mi? Türkiye’de geçtiğimiz ramazan ayında hatırlanan marka Coca-Cola oldu. Adamlar “Bizi dünya biliyor, reklama ne gerek var!” diye düşünmüyorlar. Ne tuhaftır ki ilçemizdeki girişimciler reklama verilen paraya acıyıp ya reklam parasını ödemiyor ya da bu parayı verirken elleri titriyor. Bunun en büyük nedeni ilçemizde reklamın öneminin yeterince anlaşılamamasıdır. Bir de klasik reklam mantığından kurtulup “Gerilla Pazarlama” yapıp reklamı hem ucuza hem de ulusal çapta ses getiren şekilde yapılması gerekmektedir. Geçenlerde bir haber dikkatimi çekti. 45 Bence bu haber, esnaflarımız için çok güzel bir örnektir. Kocaeli'nde bir sigorta acentesinin dikkat çekmek için işyeri tabelasına yerleştirdiği sırtında çuvalıyla binaya tırmanan hırsız maketini gerçek sanan vatandaşlar polise ihbar yağdırıyor. "Bu kadar sıkıntı olacağını tahmin etmedik." diyen acente yetkilisi ise maketin kaldırılması yönünde kendilerine herhangi bir talebin gelmediğini belirtiyor. Bu gerilla pazarlama tekniği, ulusal basında bile ses getirdi. Bunun yanında ticari hayat için pek çok şey söylenebilir. Özellikle ulusal sermayeli şirketlerin Bolvadin pazarına girmesinin pazarı derinden etkilediğini düşünüyorum. Örneğin, BİM, A101, DiaSa ve bunun yanında Chi ve Hangar gibi firmalar pazarın şekillenmesini sağladı. Bolvadin için son yıllarda en çarpıcı yatırım çarşıdaki ucube bir binanın satın alınıp, baştan aşağı yenilenerek, Bolvadin’de gitmez denilen pizza işinin yapılmasıdır. Bugün öğrencilerim “Hocam pizzacıdan başka yere gitmiyoruz.” diyorsa işadamlarımızın Bolvadin’deki pazarı görmesi gerekiyor. Hani bakmakla görmek arasında fark vardır ya işte aynen öyle… Yabancı biri gelip Bolvadin’deki pazarı daha iyi görebiliyor. Bolvadin’de hala adam akıllı düğün salonunun olmaması (araç 46 park yeri, kolonların misafirleri engellemediği, tamamen geniş alanda hizmet veren ve sırf düğün salonu için yapılmış bir salondan bahsediyorum. Apartmanın bodrum katındaki boşluğu değerlendirelim mantığından değil. Geçmişte belediyemizin bile bir düğün salonu vardı.) ve insanların Afyon’da düğün yapması bu pazarın hala keşfedilemediğini gösteriyor. Yazın haftada 25- 30 düğün yapılıyor. (sünnet düğünleri hariç) Bence bu alanda, müthiş bir fırsat var ve insanlar düğün yaparken parayı düşünmeden harcıyorlar. b) Sosyal açıdan zenginleşme: Bolvadin’in zenginleşememesinin en büyük engelinin sosyal açıdan olduğunu düşünüyorum. Sosyal açıdan zenginleşememe ticari açıdan Bolvadin’in zenginleşmesinin önünde bir engel olarak görülüyor. İlçemizde hala kadınları çarşıya sokmuyoruz. Kabul edilmesi gereken bir gerçek var ki: Kadınlar erkeklere göre daha fazla tüketim harcaması yapıyor. Ama biz kadınları çarşıya sokmayarak ya da onların rahatça gezip alışveriş yapacağı yerler tasarlamayarak kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz. Bakın geçenlerde Yozgat’ın Boğazlıyan ilçe merkezinde sayısı 20’ye yaklaşan birahanelere tepki gösteren ilçe esnafından bir grup, ilçe kaymakamını ziyaret ederek, rahatsızlıklarını dile getirdi. Çarşı içerisinde her köşede bir birahanenin bulunduğunu, bunlara ilaveten yenilerin açılması için hazırlıklar yapıldığını belirten esnaflar, “Yeter artık. Çarşıya bir tane bayan müşteri gelemiyor. Bir bayan memur alışveriş yapmak için dükkânımızın kapısını açamıyor. Esnaf olarak huzursuzuz, tedirginiz. Bu ayıba artık dur denilmeli. Boğazlıyan’ın birahaneler şehri olarak anılmasının önüne bir an önce geçilmeli.” diye konuştu. Neyse ki Bolvadin’de birahane gibi bir problem yok ama insanlar eşleriyle çarşıya çıkamıyorsa burada ciddi bir problem var demektir. Bunun çözülmesi Bolvadin’i hem sosyal hem de ticari anlamda geliştirecektir. Yazılarını ilgiyle takip ettiğim Melih Arat, 47 Kahramanmaraş için şöyle bir yazı kaleme almış: “Kahramanmaraş'ın nüfusu önemli ölçüde Kahramanmaraşlılardan oluşuyor. Çok az göç alan bu şehirde deyim yerindeyse herkes Maraşlı. Bu durumun iyi ve kötü yanları var. Herkesin Maraşlı olması iyi, ama aşırı homojen yapı, şehirdeki düşünce ve görüş çeşitliliğinin önüne geçmiş. Homojen düşünce yapısının içinde orijinallik yok. Komşu il Gaziantep çok daha fazla göç almış; ancak göç edenler şehrin kültürüne ayak uydurmakla birlikte, iş ve kültür hayatına renklerini vermeye devam etmişler. Kontrast olarak Gaziantep'teki çeşitlilik, şehrin ilerlemesine imkân veren bir üretkenliğe yol açmış.” Bolvadin ve Maraş bu noktada benzerlik gösteriyor. Göç alamıyoruz madem farklı düşünceleri tartışmaya ve beyin fırtınası yapmaya gönüllü olalım. c) Eğitim açısından zenginleşme: Bolvadin’in en başarılı olduğu alanın eğitim olduğunu düşünüyorum. Gerçekten de hiçbir ilçeye nasip olmayan okul sayısına sahibiz. Sayısal olarak bu kadar öğrencinin ve bu kadar öğretmenin olması bunun yanında da 3500 civarında üniversite öğrencisinin ilçemizde olması gerçekten büyük bir fırsattır. Fakat ilçemizde hala adamakıllı bir kültür merkezinin olmaması ise büyük bir talihsizliktir. Bu kadar öğrencinin olmasına rağmen ilçede hatırı sayılır kültürel aktivitenin olmaması ise başka bir eksikliktir. Resim sergisinin, konferans salonun, eğitimlerin, kültürel aktivelerin yapılacağı bir kültür merkezi olmadan bu kadar sayıda öğrenciye sahip olmanın ticari anlamın dışında bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Bu eksiklik giderilemediğinden geçenlerde organize edilen konferans kapalı spor salonunda yapıldı. 2006 yılında Çay’da gördüğüm konferans salonunun hala Bolvadin’de olamaması inanın açıklanamayan bir durumdur. Sonuç olarak bu üç önemli konuda ilerleme olursa, Bolvadin zenginleşir. Devlet Planlama Teşkilatı, Bölgesel Gelişme ve Yapısal Uyum Genel Müdürlüğü’nün 2004 yılında yaptığı 48 İlçelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırmasına göre Bolvadin 872 ilçe arasında gelişmişlik sıralamasına göre 242. sırada yer alıyor. Bu sebeple “Bolvadin küçülüyor” edebiyatını bırakıp “Bolvadin’i nasıl üst sıralara çıkabiliriz?” tartışmasını yapmalıyız. Çünkü Bolvadin, ancak bu şekilde zenginleşebilir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 595, 14 Kasım 2011) BOLVADİN ZENGİNLERİ İLE ZENGİNLEŞİR Sermaye düşmanlığı yapmak memleketi ilerletmez. Sermayenin büyüklüğü de memleketin gönlüne girmeye yetmez. Sosyal sorumluluk sahibi olanların isimleri ise asla unutulmaz. Demokrat Parti iktidarı döneminde zengin bir ülkenin zengin vatandaşları olmayı vaat etmişti. Milli Şef döneminin yıkılmasında, toplumla birlikte kalkınma yerine bireysel zenginlik vaat edilmesi önemli bir yer tuttu. Bu felsefe, Adnan Menderes'in dilinden ifadesini buldu: “Her mahallede bir milyoner yaratacağız.” Slogan yerine ulaştı ve Demokrat Parti, 1950 seçimlerinde oy patlaması yaşadı. En çok şaşıran CHP yöneticileriydi. Adnan Menderes zenginleşmenin memleketten zenginler çıkarmakla olacağını ve bu zenginlerinde ülkenin kalkınmasına olumlu etki edeceğini düşünüyordu. Nihayetinde bir ülkenin ya da bir ilçenin gelişmesi o yerin sahip olduğu zenginlere 49 bağlıdır. Zengini olmayan bir memleket gelişemez, büyüyemez ve nihayetinde kalkınamaz. İşte bu sebeple Bolvadin’i de zenginleştirecek faktörlerinden biri de zenginlerimizdir. Tabi bu zenginlerin de Mevlana’nın, Vehbi Koç’un, Bill Gates’in ve son olarak Hüsnü Özyeğin’in felsefesini yakalamış olmalılar. Bakın Mevlana ne diyor: “Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su alırsın, gerisi kalır” kısacası ne kadar zengin olsan ol, bu dünyada ancak yiyebileceğin kadar yersin. Bu sebeple varlığınız memleketin zenginliğine zenginlik katmalı. Bu felsefeyi anlayan zenginlerimiz yok mu? Tabi ki var. Bugün pek çok camii ve okulda bu kimselerin isimi geçiyorsa Mevlana’nın bu felsefesini yakalamış demektir. Vehbi Koç ölmeden evvel oğlu Rahmi Koç’a beni mezara çoraplarımla gömün diye vasiyet etmiş ve bir de mektup vermiş. Bu mektubu ben öldükten sonra ilk başın sıkıştığında açarsın demiş. Gün gelmiş Vehbi Koç ölmüş. Vasiyeti gereği mezara Vehbi Koç'u çoraplarıyla gömmek istemiş Rahmi. Fakat cenaze namazını kıldıran hoca kabul etmemiş, ille de çoraplar çıkacak demiş. Başka imam getirmişler, o da kabul etmemiş dinimize ters diyerek. Başka hoca getirmişler tabi o da, o da hiçbiri kabul etmemiş ve Vehbi Koç'u çoraplarıyla gömülmesine razı olacak imam bulamamışlar. Rahmi Koç düşünüyor taşınıyor bir çözüm bulamıyor ve birden babasının ilk başın sıkıştığında aç dediği mektup geliyor aklına. Mektupta şöyle diyor: “Gördün mü oğlum Rahmi! Ben Türkiye'nin en zengini olmama rağmen mezara bir çorap dahi götüremedim !…” Genel müdürken banka patronu olan Forbes’a göre Türkiye’nin en zenginleri listesine geçen yıl ikinci sıradan giren FİBA Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hüsnü Özyeğin için kurduğu üniversite her şeyden daha önemli bakın bunu nasıl ifade ediyor? “Türkiye’nin en zenginlerinin yanında ‘Gönlü en zengin’ sıralamasının yayınlanması gerekiyor. Türkiye’de insanlar kazandıklarının ne kadarını paylaşıyor, bakmak lazım. Şimdiye kadar 11 farklı ülkede 70 civarında şirket kurdum veya satın aldım. Bu şirketlerin hiçbiri Özyeğin ismini taşımıyor. İlk defa ailemizin adını bir kuruluşa verdim. Özyeğin Üniversitesi’ndeki öğrencileri kendi ailemden bireyler olarak görüyorum. Onların mutluluğu, 50 onların akademik başarısı benim için herhangi bir şirketimin gelişiminden, çok para kazanmasından daha önemli.” Bir gün okuduğum gazetede “Dünyanın en şansız çocukları” diye bir haber vardı. Haber Bill Gates’in çocukları ile ilgiliydi. Dünyanın en zengin adamı olarak bilinen Microsoft'un sahibi Bill Gates, servetini, kendi çocuklarına değil de yardım kuruluşlarına bırakma kararı almıştı. Gates, 58 milyar doları bulan servetini Jennifer Katharine, Rory John ve Phoebe Adele isimli üç çocuğuna bırakmak yerine yardım kuruluşlarına bağışlayacağını açıkladı. Microsoft'a 33 yıl başkanlık yapan ve bu görevini de görevi bırakan Gates, bu kararı eşi Melinda ile birlikte aldıklarını söyledi. Gates, çocuklarına para bırakmamasıyla ilgili olarak, 'Bu hangi çocuğun en önemli olduğunu söylemek gibi' yorumunu yaptı. Parayı eşiyle birlikte kurdukları ve dünyanın en büyük yardım kuruluşu olarak görülen Bill ve Melinda Gates Vakfı'na transfer edeceğini belirten Gates, ailesine daha fazla zaman ayırabilmek için artık Microsoft'ta 'part-time' görev yapıyor. Sonuç yukarıdaki felsefeyi anlayan girişimcilerimiz Bolvadin’in zenginliğine zenginlik katar. Bence Bolvadin’de bu felsefeyi anlayanlar, özellikle bu memleketin gençlerine sahip çıkmak adına gençlik merkezi ya da bilgi evi yaptırabilirler. Bu memleketin gençlerinin en büyük ihtiyacı böyle yerlerin olmamasıdır. Böyle yerlerin olmaması gençlerimizin kötü ortam, aileden kopma ve ailesiyle kuşak çatışmasına itmektedir. Çin Bilgesi Kuan Tzu'nun çok bilinen ve çok söylenen dizeleriyle yazımı bitirmek istiyorum; “bir yıl sonrasını düşünüyorsan; tohum ek ağaç dik, on yıl sonrasıysa tasarladığın ama yüz yıl sonrasıysa düşündüğün; öyleyse halkı eğit... bir kez ürün verir, ekersen tohum eğer dikersen bir kez, on kez ürün verir ağaç, eğer halkı eğitirsen, yüz kez olur bu ürün...” Ben içimizden bu felsefeyi yakalamış kişilerin geçmişte olduğu gibi gelecekte de olacağını düşünüyorum. Ve bu kişilerin de gençlik merkezi, bilgi evi gibi mekânlar yaptırarak isimlerinin böylece ölümsüzleşmiş olacağını düşünüyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 646, 5 Kasım 2012) 51 BOLVADİN KÖYLERİYLE ZENGİNLEŞİR Açıklanan nüfus sayımında Bolvadin ilçesinin merkezi nüfusu 52 bin'den 31 bin'e gerileyerek yüzde 40 azaldı. wikipedia.org Nüfusun büyüklüğü ve yapısı, kalkınma planlarının üzerine bina edildiği temel yapıyı teşkil etmektedir. Nüfus, gelir ile birlikte bir ekonomide mal ve hizmetlere olan talebin kompozisyonunu ve miktarını belirler. Nüfusun büyüklüğü, yapısı, bilgi ve beceri düzeyi, üretim sisteminin temel girdisini oluşturur. Gelişen bir ekonomide nüfus ve nüfusun özellikleri, kaynakların sosyal ve ekonomik sektörler arasındaki dağılımını büyük ölçüde etkiler; kaynakların bu şekilde dağılımı da ekonominin büyüme hızını, istihdam düzeyini, sektörel üretim artış oranları ile ihracat ve ithalat oranlarını etkiler. Bolvadin’de en çok konuşan konulardan biri de göç konusudur. Pek çok kişi “elli iki binden otuz bir bine düştü nüfus!” diye veryansın ediyor. Ben açıkçası Bolvadin’in nüfusunda bu kadar düşme olmadığını, tüm ülkede olduğu gibi geçmişte (adrese dayalı nüfus kayıt sistemine geçmeden önce) İller bankasından daha fazla pay alabilmek için nüfusun rakamsal olarak şişirildiğini düşünüyorum. Değilse böyle bir durumun olması başka bir ifadeyle nüfusun yaklaşık % 40 göç vermesi anlamına geliyor. Bu da pek mümkün olan bir durum değil. Peki Bolvadin göç vermiyor mu? Tabi ki Bolvadin’de göç var ama bu rakam abartıldığı gibi değil. Son beş yıl bunu gösteriyor. Diğer rakamlar adrese kayıtlı olmadığı için bence mantıklı bir sonucu vermiyor. Türkiye İstatistik Kurumu, adrese dayalı nüfus kayıt sistemi (adnks) veri tabanını inceledim. Ve son beş yılın bir dökümünü oluşturdum. Beş yılda merkezdeki azalma 359 kişiyken, belde ve köylerdeki azalma 898 kişi durumdadır. Tabloda köylerdeki göçün merkezden fazla olması dikkat çekici. Bolvadin’in Emirdağ, Sandıklı ya da Dinar gibi çok fazla köyü yok. Ve bu açıdan ciddi bir dezavantajı var. Bu üç ilçe köylerinden ciddi bir gelir elde ediyor. Az köyü olan ve de göçün etkisinin fazla olduğu köyler için Bolvadin, bir strateji belirlenmezse uzun vadede 52 bundan çok olumsuz etkilenir. Her köy için bir kalkınma modeli oluşturulabilir. Kırsal kalkınmadan köylerimizin ekonomik olarak yapılacak projelerle güçlü hale gelebilir. Örneğin Dipevler köyü sulu tarımla ciddi anlamda kalkınmaya geçmişe benziyor. Beş sene önceki köyle bugünkü Dipevler arasında olumlu yönde bir fark var. Bunun yanında kabul etmemiz gereken bir gerçek var. Bu: “Bolvadin köyleriyle zenginleşir ve fakir köyü olan bir ilçe kalkınamaz.” gerçeğidir. Bolvadin merkezinin gelişimi köylüleriyle barışık ve köylerini zenginleştirme faktörüne bağlı olduğunu düşünüyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 649, 26 Kasım 2012) BSD SENDROMU Zenginleşmenin üç yolu var: Ürününü marka yapacaksın! Şehrini Marka Yapacaksın, Ülkeni Marka Yapacaksın! Rifat Hisarcıklıoğlu Fransızca “syndrome” kelimesinden dilimize geçen sendrom, birbirleriyle ilişkisiz gibi görünen, ancak bir araya geldiklerinde tek bir hastalık olarak kendilerini gösteren şikâyetler ve bulgular bütünüdür. Türk Dil Kurumunun sözlüğünde ise “sıkıntı” anlamına geliyor. İlçemizde ciddi anlamda bir sendrom yaşıyoruz. Ben buna BSD sendromu adını veriyorum. Gerçektende ilçemiz şehircilik anlamında uzun yıllardan beri ciddi sıkıntıyla karşı karşıya… Müstakil evlerin çok olması ve ilçemizin geniş alana yayılması bu problemin ana konusunu oluşturuyor. İlçemizde 53 toplu yapılaşma geçte olsa yaşansa da hala toplu konutta nasıl yaşanılır konusunda ciddi sıkıntılar var. Ama yazımızın asıl konusu BSD sendromu… Peki nedir BSD sendromu? BSD sendromu Bolvadin’in Silüetini Değiştirememe sendromudur. Gerçektende uzun yıllardır tek katlı geniş alana yayılmış ve şehircilik açısından dört beş bin nüfusa sahip kasaba görünümlü silüetimizi bir türlü değiştiremedik. Açıkçası gelecekte de bu değişecekmiş gibi görünmüyor. Geçenlerde Osman Göker hocamızın Bolvadin Üzerine Düşünceler kitabında altını çizdiğim cümleleri okurken dikkatimi çeken bir ifade ile karşılaştım: “Bolvadin’de çirkin politikanın, en çirkin görüldüğü alan şehircilik alanıdır.” Kitapta ifadenin bir politikacıya ait olduğunu ifade ediyor. Ama her hangi bir isim vermiyordu. (sayfa 49) Gerçekten de şehircilik açısından ciddi anlamda yol almamız gerekiyor. Çok sevdiğim bir söz var. “Bir problemin üç çözümü vardır. Benim çözümüm, senin çözümün ve gerçek çözüm.” Bolvadin’de çoğu meselede çözüm “benim çözümüm ve senin çözümün” aşamasında kalıp nihayetinde gerçek çözüme ulaşılamıyor. Bunun yansımasını şehircilik alanında daha rahat görebiliyoruz. Bir taraf yeni garajın ve belediyenin yeni yerini doğru bulmazken diğer taraf ta TOKİ’nin kuruluş yerini ve SGK’nin kuruluş yerini doğru bulmayabiliyor. Peki gerçek çözüm ne? Bence ortak aklı kullanabilmek. Yani Bolvadin’in geleceğini etkileyecek projelerde kamuoyunun fikrini almak. Ancak gerçek çözüme bu şekilde ulaşılabilinir. Bakın ABD’nin en uzun süreyle görevde kalmış başkanı olan Franklin D. Roosevelt’in çok güzel bir sözü var: “Kamuoyunun desteği ile başarıya ulaşılır, onun desteği olmadan hiç bir şey başarılamaz.” Roosevelt başkanlığa dört kez seçilmiştir. ABD tarihinde Roosevelt'in dışında ikiden fazla seçilmiş olan hiçbir başkan yoktur. Başarısının temelinde de her zaman kamuoyunun desteğini almak yatmıştır. Tekrar BSD sendromuna gelince… Bence Bolvadin’in en büyük sıkıntısı eski çarşı (buğday pazarı) ile bugünkü çarşının (adanın) birbirine çok yakın olmasıdır. Çünkü pek çok şehirde eski ile yeni çarşı arasında ciddi mesafe vardır. Bu ciddi sorun kısa vadede çözülecek gibi görünmese nasıl siyaset boşluğu götürmüyorsa şehircilikte kendi yolunu buluyor. Bolvadin merkeze 54 sıkışmış görünümü günümüzün ihtiyaçlarını karşılamıyor. Yoğun trafik ve araçların park yeri sorunu şehir için alternatifi zorunlu kılıyor. Bu durumda şehir yeni bir cazibe merkezini arıyor. Belki resmi olarak ifade edilmedi ama ben geleceğin yeni çarşısının Bolova ve Hastane tarafında şekilleneceğini düşünüyorum. Bu tabiî ki merkezi bitirmeyecek ama ticari anlamda tek kutuplu olmak yerine çift kutuplu bir Bolvadin olacağını düşünüyorum. İlerleyen günlerde bazı kurumların o bölgeye geçecek olması bu tezi daha da güçlendirecektir. Yazımı bir güzel bir dilekle bitirmek istiyorum: “Umarım geleceğin Bolvadin’i BSD sendromu yaşamaz.” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 657, 21 Ocak 2013) 55 2 GİRİŞİMCİLİK 56 BOLVADİN’DE GİRİŞİMCİLERİMİZİN HATALARI Bu yazımda Bolvadin’deki girişimcilerimizin yapmış olduğu klasikleşen ve çözüm bekleyen hatalarından bahsetmek istiyorum. Bunları sıralayıp açıklayacak olursam: 1.Minareyi Kaybetme Korkusu: Bolvadin’deki girişimcilerimizin en büyük sorunlarından biri minareyi kaybetme korkusudur. Girişimcilerimiz sadece Bolvadin’de iş yapma eğilimindedirler. Çevredeki gelişime ve değişime kapalıdırlar. Bu sorunun giderilmesi için şiddetle dışarı açılmaya ve değişen rekabet kurallarını öğrenmeye ihtiyaç vardır. Bu işi Afyon’daki, Eskişehir’deki girişimciler nasıl yapıyor? Bunları araştırmak gerekir. 2.Sürü Psikolojisi ya da Koyun Ekonomisi: Yatırımların fizibilitesi (Yapılabilirlik Araştırması) yapılmadan yapılmasını ifade eder. Bu hatayı yapmanın en büyük nedeni çevrede başarılı olan işletmelerdir. Girişimcide “Bizim Ahmet yapar da para kazanır, ben para kazanamaz mıyım?” düşüncesi hâkimdir. Girişimci parasına güvenir ve iş dünyasında başarının sadece parayla kazanılacağını düşünür. Bu sadece Bolvadin’de değil pek çok yerde görülmektedir. Örneğin Kayseri’de İstikbal grubunun başarısı aynı işi yapan bölgede 350’ye yakın firmanın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bolvadin’de çevrede peşi sıra açılan tavuk çiftlikleri bunun en güzel örneğidir. Şimdiki trend ise öğrenci yurdu yapmaktır. Dünün fabrikatörü bugün öğrenci yurdu açabilir, yarın da büyükbaş hayvancılık işine daha sonra da kârlı diye inşaat sektörüne balıklama dalabilir. 3.“Bir tavuğum olsun benim olsun” Anlayışı: Birlikte iş yapamama nedeni ile ortaya çıkmış bir anlayıştır. Genelde çok iyi başlayan ortaklılar başta konuşulmayan kurallar nedeni ile iyi başlayan ortaklık heba olmuştur. Bu nedenle pek çok kişi tek başına iş yapma eğilimindedir. Bunda geçmişte yaşanan para vurgunlarının da etkisi vardır. Memleketimde ne zaman birlikte iş yapalım düşüncesi yaygın olduysa para vurgunu olmuştur. En trajik örneği de Sayha Holding’dir. 4.Rekabetin Özünü Anlayamama: Bolvadin’de ne hikmetse rekabetin özü tam anlaşılamamıştır. Hala korumacılık ve hemşericilik düşüncesi hâkimdir. Biri dev bir alış veriş merkezi 57 açacağım diye açıklama yapsa pek çok esnaf ağlamaya başlar. “Ekmeğimizle oynama.” diye. Oysaki küresel rekabette ağlayana emzik verilmemekte ve hemşericilik geçerli bir kural değildir. Memlekete BİM gelmeden önce bir market işleten kişiye “BİM geliyor sizi nasıl etkiler?” diye sordum. Verdiği cevap enteresandı: “Hocam bizi BİM falan etkilemez.” Aradan geçen birkaç ay sonra bizim marketçi iş yerini kapattı. Maalesef rekabetin özü tam anlaşılmış değil. Çarşı merkezinde marketlerde satılan yumurtaların çoğunun Bolvadin dışından gelmesi de bunun en hazin örneğidir. 5.Müşteri Memnuniyetine Önem Vermemek: Maalesef bazı işletmelerin müşterinin memnuniyetiyle ilgilendiği yok. Yüzü gülmeyen esnaflarımız var. İşler kesat gidiyor diye ağlıyorlar fakat bir tebessümü müşteriye çok görüyorlar. Çinliler milattan önce söylemişler: “Yüzü gülmeyen kişi dükkân açmasın.” diye, Oysa 2010 yılında Bolvadin’de müşteriye tebessüm çok görülüyor. Fiş istemezsen fiş verilmez. Kredi kartı kullanımı için POS cihazı vardır. Pek çok esnafımız POS kullanımını bilmez. Alış verişte kredi kartını çıkardığınızda kasadaki kişi belli yaşın üstündeyse işiniz var. Hatta diyelim ki kredi kartınızdan yanlışlıkla para çekildi ve kontrol edildiğinde yanlış anlaşıldı. Esnafımızda kredi kartına parayı geri iade yapmasını bilen sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bir gün bir marketten alış veriş yaptım. Kredi kartından fazla para çekildiği anlaşıldı. Parayı geri iade etmesini bilmeyen esnaf: “Ya bir ay sonra gelin çünkü para bir ay sonra hesaba geçiyor. Ya da aradaki fark kadar bir şeyler alın.” demez mi? Bir daha o markete alış verişe gitmedim. Ayağımı sürümüş olmalıyım ki bu olaydan tam dört yıl sonra bu markette kapandı. 6.Veresiye Hastalığı: Her esnaf şikâyetinin birinci sırasında yer alan veresiye olmasına rağmen hepside kalın kara kaplı defteri çekmecenin ilk gözünde bulundurur. Bunun en önemli nedeni rakibinin veresiye satış yapmasıdır. Alış verişlerde karşılıklı güven esas olduğu için alacağını tahsil edemeyen esnaf çoktur. Veresiye hastalığı yüzünden pek çok kişi işini batırmıştır. 7.Profesyonel Olamamak: Günümüzde bir bakkal dükkânı yönetmek bile geniş bilgi ve tecrübeye dayanır. Değişen rekabette işletmelerin eş dost ilişkisini bir kenara bırakıp kurumsal yapıya 58 geçilmesi gerekir. Pek çok işletme uygun eleman bulamadığından şikâyetçidir fakat çalışanın sigortasını yapmadığı gibi çok düşük ücret de vermektedir. Kazan-kazan felsefesi yerine kazan-kaybet felsefesi hâkimdir. Oysaki bu düşünce girişimcinin bindiği dalı kesmesinden farksızdır. Geçenlerde kargo işi yapan biriyle görüştüğümde anlattıkları karşısında şok oldum. Sucuk üretip satışını yapan girişimcimiz sürekli mal gönderdiği müşterinin adresini sigara paketinden bakıp kargo görevlisine yazdırmış. Gönderilen sipariş adresin tam olmadığından İstanbul’un tüm semtlerini gezmiş. 8.Pazarlama Kavramının Öneminin Hiç Anlaşılamamış Olması: İşletmelerin pek çoğu sadece üretime odaklanmış durumdadır. Fakat günümüzde işletmeler satabileceği ürünleri üretme peşindedirler. Satamayacaksan üretme anlayışı günümüzde kabul gören bir anlayış olmasına rağmen pek çok işletme üretmekte fakat satamamaktadır. 9.Reklam Stratejisinin Olmaması: En kabul gören araç rakibin yaptığını yapmaktır. Farklı reklam araçları hiç sorgulanmamaktadır. Reklama yeterli pay ayırmadığı gibi reklam aracı da iyi seçilememektedir. Örneğin Bolvadin’de en etkin reklâmın açık hava (outdoor) reklâmları olması gerekirken hiçbir girişimci ve reklamcı bunu düşünmez. Emirdağ’da outdoor reklâmı veren MediaMarkt’ın reklamını görünce inanın kahroldum. 10.Statükocu Zihniyet: Statüko olmazsa olmazımızdır. Yenilikçi ve değişimci düşünceye karşı sert çıkışlar vardır. Olması gereken koyun ekonomisidir. Farklı bir yatırıma hayır düşüncesi yaygındır. Bolvadinli girişimciler statükoculuktan sınıfta kalmışlardır. Yabancı yatırımcılardan her zaman golü yemişlerdir. Örnekler: -Bolvadin’de özel okul işletmeciği yapılamaz. (Dün bunu söyleyenlerin çocukları bugün bu okulda okuyor.) -Bolvadin’de dershanecilik yapılamaz. (Bugün ilçemizde üç dershane var.) 59 -Güzel bir restoran Bolvadin’e lüks gelir. (Bolvadin’de bugün birbirinden güzel restoranlar var. Ve hizmet kalitesi de her geçen gün artıyor.) -Araç kiralama işi Bolvadin’de yapılamaz. (Pek tabii bugün yapılıyor.) -Bolvadin’de halı saha işletmeciliği yapılamaz. (Yapılıyor fakat İstanbul’daki bir girişimcimiz sayesinde. Bugün üçüncü halı saha bile yapılabilir. Fakat lokasyon sorununa dikkat!) -Kitabevi açılamaz. Bugün bunu düşünen kırtasiyeler çoğunlukta olduğundan kitap işine hiç iyi bakmamakta çünkü “Bolvadinli kitap okumaz” anlayışı hâkimdir. Oysa geçtiğimiz yıllarda ilçemize gelip çınar altında kitap satan girişimci halinden oldukça memnundu. Ve çok ilginç “Ben bu kadar satışı Akşehir’de yapamadım” diyordu. 11. Çevre Yolunu Yeterince Kullanamamak: Ülkemizde ulaşım olanaklarının gelişmesi, özellikle karayolu ağının yurdun her yerini sarması, motorlu taşıtların modernleşmesi, yaşam standardının yükselmesi, ticaretin büyük ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Fakat Bolvadin’de esnaflar çarşının içine tıkanıp kaldığından çevre yolundaki ticari potansiyeli görememiştir. Çevre yolundan geçen birinin Bolvadin’de durması için hiçbir neden yok. Ne lokumcu, ne sucukçu ne de hediyelik eşya satan biri yok. Afyon’u bırakın Işıklar’da ve Çay’da bile bunları görüyorsun fakat Bolvadin’de maalesef bu tür girişimler yok. 12. Heybeli’deki Potansiyeli Görememek: Maalesef rekabette Sandıklı ve Afyon Heybeli’yi geçti. Bunda Heybeli’de özel sektörün olmamasının da büyük payı var. Bunun yanında biz şimdiye kadar Heybeli’yi hep turizm boyutuyla düşündük. Oysa Heybeli’de seracılık hiç düşünülmedi. Seracılık büyük bir potansiyele sahip. Maalesef Çobanlar bile seracılık potansiyelini bizden çok önce gördü. Şimdi ihracat yapıp ciddi anlamda para kazanılıyor. Kısaca Bolvadin’de ki yanlışları söylemeyip açıklamaya çalıştım. Yukarıda sıraladığım yanlışlıkları düzelttiğimizde bizi iş dünyasında kimse tutamaz. Bol kazançlar dilerim. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 531, 23 Ağustos 2010) 60 GİRİŞİMCİLER EN BÜYÜK DEVRİMCİLERDİR Evrensel kandırmaca döneminde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir. George Orwell Webster sözlüğünde devrim; “ani, radikal ya da toptan bir değişim... temel bir yeniden yön belirlemesidir.” şeklinde tanımlanmıştır. Girişimcilik gerçek bir devrimdir. Günümüzde gelişmiş ülkeleri gelişmiş ülke yapan kesinlikle o ülkenin girişimcileridir! Girişim olmadan, gelişme ve kalkınma olmaz. Girişimci olmadan hiçbir şey başarılamaz! Dünyanın en kötü iklimine sahip olabilirsiniz, ya da dünyanın en kötü coğrafyasına sahip olabilirsiniz. Bulunduğunuz ülke birinci derece deprem bölgesi de olabilir. Bunlara rağmen eğer ülke olarak girişimcileriniz varsa yaşadığınız ülke cennet olabilir. Çünkü girişimciler mazeret bulmaz, onlar günü kurtarma politikalarıyla hareket etmez, onlar ülkelerindeki ürünleri, markalarını satarak ülkesinin gelişmesine katkıda bulunurlar. Gelişen teknoloji gerçektende dünyayı küçük bir köy haline getirdi. Artık gitmediğiniz köyde sizin köyünüz. Artık mazeret bulmaya vakit yok bu sebeple girişimciliğin önemini toplum olarak kavramak gerekir. “Girişimciler en büyük devrimcilerdir.” demiştim. Onlar sadece belirli bir ülkeyi belirli bir yöreyi değil dünyanın her tarafında yaşayan insanların hayatlarını etkilerler. Zaten gerçek devrimcilik belirli bir yöreyi belirli bir bölgeyi etkilemekten ziyade dünyanın tamamını etkilemek demek değil midir? Soruyorum Bill Gates olmasaydı iyi bir bilgisayar kullanıcısı olabilir miydik? Henry Ford olmasaydı aynı otomobillere binebilir miydik? Yoksa at üstünde geziyor mu olurduk? Adolf Dasler olmasaydı aynı hızla koşabilir miydik? Thomas Edison olmasaydı geceleri bu kadar aydınlık yaşayabilir miydik? Girişimciler gerçek devrimcilerdir. Onlar zorla değil, baskıyla değil daha iyi yaşamamız için hayatımızı kolaylaştıran devrim yaptılar. Farkında olmadan yaşasak da yaşamış olduğumuz hayatın derinliklerinde onların yapmış olduğu devrimlerinin izleri vardır. Onlar hayatı kolaylaştırarak en büyük devrimi yapmışlardır. Onların tanınma, popülarite kazanma gibi dertleri yoktur. Onların 61 kitabında zorlama ve baskı yoktur. Ve müşteriler her zaman haklılardır. Dünya tabiki her geçen gün yeni devrimcilerle karşılaşacaktır. İş dünyasının devrimcilerinin işleri asla bitmez. Onların yolculuğu sonsuz girişimcilik yolculuğudur. Kimse bilmese de kimse göremese de hayatın derinliklerinde hep onların imzası vardır. Bolvadin MYO’dan mezun olduktan sonra bugün Turkcell, Koç Bank, Yapıkredi Bankası, Şeker Bankası, Koç Alliance ve Vodofone gibi şirketlerde çalışan öğrencilerimiz olduğu gibi Antalya’nın Elmalı ilçesinden, Diyarbakır’a kadar ve Türkiye’nin pek çok yerinde kendi işini kuran öğrencilerimiz de var. Bu ülkeye girişimciler kazandırmak için öğrenci yetiştirmek bir eğitimci olarak bana büyük bir gurur veriyor. Şunu çok iyi biliyorum ki bir ülkenin kalkınması o ülkeden çıkan girişimcilere bağlıdır ve bir ülkede girişimcilik kültürü var ise o ülkenin sırtı asla yere gelmez. (Network Marketing Dergisi, Sayı: 3, Mart 2008, 24 Eylül Gazetesi, Sayı: 507, 8 Mart 2010) BOLVADİN’DE STATÜKO HEP 1-0 ÖNDEDİR Liderler; topluma yön veren onları yönlendiren ve geleceği görebilen kişilerdir. Bolvadin’in geçmişine baktığımda maalesef bu tarzda liderlerin varlığını pek göremiyorum. Vakti zamanında demiryolunun Bolvadin’den geçmesi için teklif götürülmüş fakat memleketin önde gelenleri bunun gereksiz olduğunu ve gelip giden trenlerin o bölgede otlamakta olan camızları ezebileceğinden kabul etmemişler. Nihayetinde trenin Bolvadin’den geçmesi bu memlekette gereksiz görülmüş. O kadar ilginçtir ki tren istasyonunda “Çay” yazılı olsa da o istasyon iki ilçenin sınırında kalacak şekilde yapılmış. İstasyona her gidişimde bu tren istasyonunun ne bize, ne de Çay’a yar olmadığını hep düşünürüm. Adnan Menderes döneminde açık çek alan Bolvadin’in yine sözde önce gelenleri bir vizyonsuzluk örneği ortaya koyarak. “Ne sanayi tesisi ne de bir fabrika isteriz. Biz Ağır Ceza Mahkemesi isteriz.” denilmiş. Yine memlekete askeri birlik kurma 62 teklifi memleketin sözde önde gelenleri tarafından kabul edilmemiş. Vay memleketimin haline vay… Sözün kısası, bu memleketin makus talihinden midir bilemiyorum. Memlekette hep statükocular galip gelmiş. Değişimcilerin ikna çabaları hep boşa çıkmış. Değişimciler, bakmış olacak gibi değil terk etmişler sevdalısı oldukları memleketi. Bana en fazla söylenen ifadelerden biridir. “Bolvadin’den kaçan kurtulur.” Bu fikre katılmasam da maalesef kaçan kurtulmuş ama memleket kurtulamamış. Yazımı ilçemizde yaşanmış bir hikâyeyle bitiriyorum. Süleyman Demirel, başbakan sıfatıyla Bolvadin’e gelmiş ve daha önce sözünü verdiği kağıt fabrikasının neden başka bir ilçeye yapıldığını anlatmaya çalışıyordu. Halk öfkeliydi, zira ilçenin hemen yanında bulunan Eber gölünde yetişen kamış kilometrelerce uzaktaki Çay’daki fabrikaya götürülecekti. Demirel, kendisine sitem dolu pankartlar açan Bolvadin halkını sakinleştirmek için konuşmaya başlayacağı sırada büyük bir kahkaha koptu. Tam bu sırada Demirel sırtında yabancı bir cismin varlığını hissetti. Demirel'in hemen arkasında duran yaşlı bir köylü eline aldığı iki metrelik kamışı Demirel'in sırtına değdirdikten sonra bütün gücüyle haykırıyordu: "Kağıdın hammaddesi burada. Sayın Başbakan bunu ne yapacağız bunu?" Keşke iş bukadarıyla kalsaydı. 1990’larda Bolvadin il olma hevesiyle Süleyman Demirel’in kapısını çaldıklarında bekledikleri ilgiyi bulamazlar. Uzun yıllar sonra kendisiyle yapılan bir röpörtajda siyasette unutamadığı hatırasının “Bolvadin’deki kamış” hikayesi olduğunu söyler. Nihayetinde bu memlette statüko hep öndedir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 477, 10 Ağustos 2009) 63 JEOTERMAL AKAR, BOLVADİNLİ BAKAR Zengin kaynakların fukara bekçisiyiz. Süleyman Demirel Cennetin parsel parsel satıldığı bir dönemde adamın biri kiliseye gelir ve cehennemi satın almak istediğini söyler. Adamı ciddiye almazlar ve çok cüzi bir miktara cehennemin tamamını satarlar. Ama adamın bir isteği vardır, mümkün oldukça bu alışverişi duyurmak ister. Kilise bunu bedavaya yapmaya, gülerek karar verir. Cehennemin tamamını aldığını adam her yerde söyler. Saatler ilerledikçe günler geçtikçe cennet satışları yavaşlar ve nihayetinde biter. Nedenini anlamak çok güç değildir, gidilecek bir cehennem olmadığı için cennetten yer almaya gerek yoktur. Kilise cehennemin potansiyelini anlayamamıştır. Bu onlara, çok küçük bir meblağa sattıkları cehennemi çok çok büyük bir para karşılığında geri almaya patlar. Fıkradanda anlaşılacağı üzere potansiyeli görebilmek ve bunu kullanabilmek oldukça önemlidir. Kullanamaz iseniz bunun bedelini ağır ödersiniz. Potansiyel; “durağan”, “henüz ortaya çıkmamış” anlamına gelir. Türk iş dünyasının klişeleşmiş problemlerinin başında potansiyeli kullanamamak gelir. 1856 yılında İngiltere Başbakanı Benjamin Disraeli Osmanlı İmparatorluğu için şu tanımlamayı yapmıştı: “Osmanlı, büyük bir gelişme potansiyeline sahiptir ve daima potansiyeli olan ama bu potansiyeli hayata geçiremeyen bir ülke olarak kalacaktır.” Potansiyelimizi kullanama sorunu aslında her alanda karşımıza çıkar. Gerek iş dünyasında, gerek politikada ve gerekse sporda hep gündemde olan bir konudur. Aslında bunun en önemli nedeni sahip olduğumuz değerleri bilmemekten kaynaklanıyor. Örneğin Türkiye, yapılan araştırmalarla en çok güneş gören ülkeler arasında yer alıyor. Ülkemizde en az güneş gören bölge Karadeniz. Ancak Karadeniz kadar bile güneş görmeyen Almanya, güneş enerjisine yaptığı yatırımlarla ülkesinin elektrik ihtiyacının önemli bir kısmını güneşten sağlıyor. Türkiye ise Almanya’dan binlerce kat fazla güneş görmesine rağmen güneşi sadece güney bölgelerinde evlerin çatısına kurulu panellerle sıcak su elde etmek için kullanıyor. Peki ya Bolvadin… Heybeli Termal Tesislerinin kıymetini yeterince bildi mi? Heybeli’deki potansiyelin farkına yeterince 64 vardık mı? Sandıklı, Ömerli, Gazlıgöl maalesef bizim göremediğimiz potansiyeli çok önceleri farkettiler. Bizler hala bu potansiyeli görmemekte kararlıyız. Yine sürekli yazıyorum. Biz Heybeliyi sadece turizim bazında düşündük. Jeotermal enerjiyi seralarda kullanmak üzerine hiç yoğunlaşmadık. Bunu farkedemediğimiz gibi bu potansiyeli Çobanlar bizden önce keşfetti. Böyle potansiyele sahip çoğu ilçe bu potansiyelini hem turizmde kullandı hem de seracılıkta kullandı. (Örneğin, Yozgat’ın Sorgun ilçesinde kurulacak olan 10 dönümlük Jeotermal Sera’da, yılda 500 ton ürün alınması bekleniyor. 70 kişiye iş imkânı sağlayacak olan Jeotermal Sera’dan elde edilecek olan ürün, Rusya’ya ihrac edilecek.) Okulumuzda düzenlen Ekonomi Panelinde konuşan Ahmet Erdurmuş’un “Seracılıkta en önemli olanın güneşi görmek olduğunu. Bunun yanında yıllık değerlere bakıldığında Bolvadin’in Antalya’dan % 15 daha fazla güneş gördüğünü” söylemesi, müthiş bir potansiyeli nasıl kullanamadığımızı bir kez daha hatırlattı. Ne olur, zengin kaynakların fukara bekçisi olmayalım. Bunu Duydunuz Mu? Başmakçı İlçesi ciddi miktarda gül üretimiyle öne çıkıyor. Zira Başmakçı Tarımsal Kalkınma Gül Kooperatifi Türkiye’de mevcut olan en büyük gül üretici birliği. 1972 yılında kurulan birlik, 2 bin 150 üyeye sahip ve kooperatifin gül ekili alanı 200 hektardan fazla. Başmakçı İlçesi’nde yaklaşık 800 üretici bulunuyor. Gül çiçeği üretimi ise yıllık 400 ton civarında. İlçeden, Fransa ve Almanya’ya ciddi bir ihracat var. Geçen yıl 750 bin Euro ihracat yapan kooperatifin müşterileri arasında Almanya ve Fransa’daki kozmetik şirketleri bulunuyor. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 480, 31 Ağustos 2009) 65 PARA BATIRMAK BİR SANATTIR İşdünyasında şimdiye kadar para batırmak isteyen bir kişiye rastlamadım. Hiç kimsenin de para batırmak isteyen biriyle karşılaşacağını sanmıyorum. Fakat para kazanmak istediği halde yaptığı yanlış yatırım sayesinde parasını batıran girişimcilere çok şahit oldum. Gelecekte de bu duruma şahit olacağımdan eminim. Peki girişimciler para kazanmak istediği halde neden böyle bir yanlışa düşerler. Bunun pek çok nedeni var. İşte bunlardan bazıları: 1.Girişimcilerimiz iş dünyasıyla ilgili ne bir dergi, ne bir kitap okuyorlar. 2.Girişimcilerimiz kendini geliştirme peşinde değil. Konferans, fuar ya da iş gezilerinin getirisinin olacağını düşünmüyorlar. 3.Girişimcilerimiz hep ben kazanayım diye düşünüyor. Kazankazan düşüncesi maalesef yok. İşçinin ücretinden, sigortasından ya da kaliteden ödün vererek kazançlı çıkacağını düşünüyor. Oysaki girişimcimiz bindiği dalı kestiğinin farkında değil. 4.Girişimcilerimiz farklı bir yatırım yapabilme cesaretine sahip değil. 5.Girişimcilerimizde sürü psikolojisi hâkim. Bolvadin tabiriyle “Gördüğüne göneliyorlar.” 6.Girişimcilerimiz uzmanlaşmanın önemli olmadığını ve her işi yapabileceklerini düşünüyor. 7.Hayvancılık sektöründen gıda sektörüne, gıda sektöründen öğrenci yurt işletmeciğine anında geçebiliyor. Kendine bir sektör belirleyip “Bu alanda ilçenin bir numarası ben olmalıyım.” demiyor. 8.Girişimcilerimiz geçmişten ders almıyor. Batan tavuk çiftliklerinden ya da un fabrikasından ders alınsaydı bu kadar yurt kesinlikle olmazdı. 9.Girişimcilerimiz ne fizibilite yapıyor ne de yönetim danışmanlığı hizmeti satın alıyor. Başka bir ifadeyle “Saldım çayıra, Mevlam kayıra.” diye düşünüyor. 10.Müşterinin değeri hala anlaşılamamış. Duvarda iki levha aslı. Birinde “müşteri veli nimetimizdir.” diye yazarken diğerinde: “Satılan mal geri alınmaz” yazıyor. 11.Hem veresiye hastalığından nefret eder hem de kalın veresiye defteri vardır. 66 Benim asıl anlayamadığım. Yaşlısından gencine, okumuşundan cahiline pek çok kimse: “Hocam bu kadar öğrenci yurdu Bolvadin için fazla değil mi?” diye sorarken girişimcilerimizin öğrenci yurdu yapma hastalığına yakalanmış olmalarıdır. İktisat kuralları bukadar öğrenci yurdunun gereğinden fazla olduğunu söylerken, girişimcilerimizin bunun farkında olmamaları çok düşündürücüdür. Herkesin öğrenci yurdu yaptığı halde peki olması gereken nedir? Olması gereken Bolvadin’de kimsenin yatırım yapmaya cesaret edemediği yatırımı yapmaktır. Örneğin bir yemek fabrikası yapılıp, tüm yurtlara ucuz yemek tedariki sağlanabilir. Öğrenci yurtları ucuza yemek hizmeti satın alır, yemek firması da sürümden para kazanır. Sadece öğrenci yurtları mı? Yurtların yanında yazın Bolvadin’deki düğün ekonomisini unutmamak gerekir. Yazın haftada 25- 30 evlilik gerçekleşiyor. Bunun yanında sünnet düğünlerini de unutmamak gerekir. Resmi kurumlara servis yapılabilinir. Büyük şehirlerde iyi bir trend yakalayan Simit Sarayları da Bolvadin’de iş yapar. Simit yapmaktan bahsetmiyorum. Simit’in yanına çayı, peyniri ve farklı çeşitleri sunmaktan bahsediyorum. Simit Sarayları üründe farklılaşmaya giderek ciddi anlamda ciro yaptılar. Bunun yanında ilçeye açılacak alışveriş merkezi Bolvadinlilerin akınına uğrar. Bunun yanında Çay’dan ve Emirdağ’dan müşteri gelir. Unutulmamalıdır ki böyle bir yatırımda profosyenel yönetim şarttır. Zaten bu yatırımları hesaplı bir şekilde ilk yapanlar işlerinde ciddi yol alacaklardır. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Para batırmak bir sanattır, ilçemizde de bu sanatkarlardan maalesef çok vardır. Bankaya kredi borcunu, başka bir bankanın kredisiyle ödemek zaten bilinen bir gelenektir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 489, 2 Kasım 2009) 67 BOLVADİN’DEKİ ATALETİ GİRİŞİMCİLER KIRACAK Japonlar taze balığı hep çok sevmişlerdir. Fakat Japonya sahillerinde bol balık bulmak mümkün olmamaktadır. Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek için daha büyük tekneler yaptırıp daha uzaklara açılabilmişlerdir. Balık için uzaklara gidildikçe, geri dönmesi de daha çok vakit alır olmuştur. Dönüş bir - iki günden daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği kaybolmaktadır. Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir. Bu problemi çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlardır. Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi. Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık lezzet farkını hissedebiliyor ve donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyorlardı. Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırdılar. Balıklar içeride biraz fazla sıkışacaklardı, hatta birbirlerine çarpa çarpa birazda aptallaşacaklardı, ama yine de canlı kalabileceklerdi. Japon halkı canlı olmasına rağmen bu balıkların da lezzet farkını anlayabiliyorlardı. Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri hareketli taze balığa göre lezzeti yine de etkilenmişti. Balıkçılar nasıl olacakta Japonya'ya taze lezzetli balığı getirebileceklerdi? Japonlarda balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak içine küçük bir de köpekbalığı attılar. Bir miktar balık köpekbalığı tarafından yutulmuştu, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze kalabilmişlerdi. Buradan da görüleceği üzere problemlerden, uzaklaşmaktansa içine atlamak, boğuşmak ve onları yenmek gerekir. İlçemizde perakende sektöründe son zamanlarda ciddi bir hareketlilik var. A101, DiaSa ve Tansaş son zamanlarda en çok konuşulan konular arasında yer alıyor. Önemli olan Japon balıklarının yaptığı gibi hareketli olmak ve işletmelerin sürekli yenilik yapmasıdır. Eğer işletmeler yenilik yapamazlarsa yani hareketli olamazlarsa köpek balıklarının yemi olurlar. Bu sebeple kurumundaki ataleti kırmak zorundasınız. 68 EŞEĞİN GÖLGESİ Meşhur Yunanlı Hatip Demostenes, bir gün Atina’daki bir toplantıda konuşmak için kürsüye çıktığında, ahali aralarında konuşmayı bırakıp gürültüyü kesmedi. Bunun üzerine Demostenes halka hitaben şöyle dedi: --“Size yalnızca iki cümlecik söyleyeceğim.” Sözünü tamamlar tamamlamaz da, bir fıkra anlatmaya başladı: --“Vaktiyle bir Atinalı bir yere gitmek için bir eşek kiralamış. Eşeğini kiraya veren adam da aynı yere gideceği için beraberce yola koyulmuşlar. Tam yarı yola geldiklerinde bir sıcak basmış. Dinlenmek için mola vermek zorunda kalmışlar. Fakat ortalıkta hiç gölgelik bir yer yokmuş. Eşeğin asıl sahibi hemen eşeğin gölgesine sığınmış. Bunu gören öteki adam hiddetlenmiş: --‘Oraya oturmak benim hakkım’ demiş. --‘Niçin?’ --‘Çünkü eşeğini kiraladım ben!...’ --‘Ama ben eşeğin gölgesini kiraya vermedim ki!’ Derken aralarında muazzam bir kavga çıkmış... Demostenes, sözün burasına gelince, hemen kürsüden indi. Halkın: --“Sonra ne olmuş, anlatsana?” diye bağırması üzerine, tekrar kürsüye çıktı: --“Ey ahali,” dedi. “Sizin iyiliğiniz için bir lâf edeyim dedim, dinlemediniz. Ama bir eşeğin gölgesini nasıl da merak ediyorsunuz...” Onun bu sözleri orada bulunanları fena halde utandırdı ve bu sayede Demostenes, kendisini dikkatle dinleyenlere güzel bir konuşma yaptı... (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 546, 6 Aralık 2010) 69 GİRİŞİMCİLİĞİN EN BÜYÜK ENGELİ ANNE VE BABALARDIR Ülkemizde girişimciliğin önündeki en büyük engelin her zaman devlet olduğu söylenir. Bu aslında her şeyi devletten bekleme alışkanlığımızdan kaynaklanır. Devletçi politika sayesinde pek çok yatırımı devletin yapması, toplumda girişimciliği devletten bekler hale getirmiştir. Hala pek çok başarılı girişimcinin arkasında devletten aldığı ihaleler olması da bunun en güzel örneğidir. Ülkemizdeki girişimciliğin, en büyük engelinin anne ve babalar olduğunu düşünüyorum. Onların çocuklarını yetiştirirken uyguladıkları yöntemler, yetişkin olduklarında ortaya çıkıyor. Maalesef ülkemizden girişimci çıkmıyor. Bunun da en önemli nedeni çocukları yetiştirmemizden kaynaklanıyor. Milletçe iyi öğrenemediğimizi iki önemli konu var: Birincisi çocuk yetiştirmek, ikincisi de şirket yönetmek. Aslında ikisi o kadar ilişkili ki: iyi yetişmemiş birey, topluma da çalıştığı şirkete de sorun oluyor. İyi yetişmiş olsa bu sefer şirket iyi yönetilmediğinde yine sorun oluyor. Çocuk yetiştirirken en büyük problemimiz de onları sürekli engellemek. Ülkemizde maalesef çocuklar yetişirken büyük engellemelerle yetişiyor. Bunu Çetin Atlan “Çocuk Dediğin” başlığını taşıyan makalesinde çok güzel ifade etmiş. Çocuk dediğin uslu oturur. Çocuk dediğin büyüklerin sözünü dinler. Çocuk dediğin her lafa karışmaz. Çocuk dediğin “yapma” deyince yapmaz. Çocuk dediğin “yat” deyince yatar. Çocuk dediğin önüne konulanı yer. Çocuk dediğin yeni icatlar çıkarmaz. Çocuk dediğin ders çalışır. Çocuk dediğin dik kafalılık etmez. Çocuk dediğin çok soru sormaz. Çocuk dediğin karşılık vermez. Çocuk dediğin paylanınca önüne bakar. Çocuk dediğin evi dağıtmaz. Çocuk dediğin her şeyi istemez. Çocuk dediğin her duyduğunu söylemez. Çocuk dediğin anasından babasından korkar. 70 Çocuk dediğin “simdi seni gebertirim” deyince sus pus olur. Çocuk dediğin her önüne gelenle oynamaz. Çocuk dediğin büyüklerini üzmez. Çocuk dediğin ikide birde zırlamaz. Çocuk dediğin büyüklerin vurduğu yerde gül biteceğini bilir. Çocuk dediğin ağaca da çıkmaz. Çocuk dediğin kapının önüne çıkar. Çocuk dediğin durmadan ıslık çalmaz. Çocuk dediğin yemekten önce kiraz yemez. Çocuk dediğin hep top pesinde koşmaz. Çocuk dediğin kus pesinde de koşmaz. Çocuk dediğin kız pesinde hiç koşmaz. Çocuk dediğin büyüklerin bir dediğini iki ettirmez. Çocuk dediğin zırt pırt televizyonu açmaz. Çocuk dediğin söylenen işten kaçmaz. Çocuk dediğin anasının babasının odasını açmaz. Çocuk dediğin kapı çalınınca koşar kapıyı açar. Çocuk dediğin insanin tepesine binmez. Çocuk dediğin aksama kadar bisiklete de binmez. Çocuk dediğin kimsenin dalına basmaz. Çocuk dediğin ıslak yerlere de basmaz. Çocuk dediğin sofrada adam gibi oturur. Çocuk dediğin büyüklerin yanında oturmaz. Çocuk dediğin haytalık etmez. Çocuk dediğin çocukluğunu bilir. Çocuk dediğin saygı suydu bilir. Çocuk dediğin dersini de bilir. Çocuk dediğin insanin kafasını şişirmez Çocuk dediğin pırtlatmak için avurdunu şişirmez. Çocuk dediğin çok gülmez. Çocuk dediğin çağrılınca gelir. Çocuk dediğin yemek saatinde eve gelir. Çocuk dediğin yüzüne bakılınca kendine gelir. Büyüklere gelince... Onlar büyüktür. Her şeyi yapabilirler. Ve çocuklar yaşlanıp ölünceye dek, her şeyi sadece büyüklerin yapabileceğine inanarak yasarlar.” 71 Maalesef çocuk yetiştiremediğimiz gibi çocukları girişimciliğe de kanalize edemiyoruz. Peki, geleceğin girişimcisi nasıl yetiştirilmelidir? Hiç düşündünüz mü? Bu soruya Troy Dunn, “Geleceğin Girişimcisini Yetiştirmenin Kurallarını” başlığı altında şu şekilde cevaplamış: 1. Çocuklarınıza güvenin. Hata yapmalarına izin verin. Kabiliyetlerinin ortaya çıkmasına yardımcı olun. 2. Çocuğunuzu size benzeyen biri olarak görmek yerine, kendinizi, gelecekteki büyük bir işadamının babası olarak görün. 3. Önemli olan, çocuğa, kazanmayı ve insan yönetimini öğretmektir. 4. Daha çocukken, paranın değeri, para kazanabilmenin ve harcayabilmenin önemi kendisine anlatılmalıdır. Çocuğunuzun kendi çabasıyla kazandığı ilk para, miktarı ne olursa olsun kutlanacak bir olaydır. 5. Çocuğunuz, büyük işlerin, küçük işlerden doğduğunu bilmelidir. 6. Çocuğunuza, gereğinden fazla harçlık vermeyiniz. Üstelik, harçlığından artırarak bir şeyler yapabilmeyi öğrenmelidir. Hazır limonata içmek yerine, limonla, limonata yapmayı öğrenmelidir. 7. Çocuğunuz iş hayatını zevk alacağı bir macera olarak görmelidir. Ona vereceğiniz mesajları, mesajlar kötü bile olsa, gülümseyerek ve iyi yönlerini anlatarak veriniz. 8. Kendine güven, sabır, kendini anlatmaktan çok başkalarını dinleme davranışı, sürekli gülümseme ve başkalarına içten davranma, yeniden başlayabilme, enerjiyi iyi kullanma, başkalarından farklı olma, hayal edip yaratabilme yeteneği, detaya dikkat etme eğilimi, toplum karşısında konuşabilme yeteneği, sözüne güvenilirlik, başkalarıyla işbirliği yapabilme yeteneği ve lider olma isteği, çocuklarınıza verebileceğiniz temel hünerlerdir. 9. Çocuğunuzu yönlendirin ama hayatı hakkında kesinlikle onun yerine karar vermeyin. 10. Çalışmayı öğretiniz ama ona çalışmanın ve paranın da her şey olmadığını anlatınız. (http://turklider.org 11 Temmuz 2008) 72 OKULLAR GİRİŞİMCİLİĞİN ÖNÜNDE BİR ENGEL Mİ? Ben ilkokul mezunuyum. Arkadaşlarım bunu söylememem konusunda beni uyarıyorlar. Neden söylemeyeyim? Ben buraya geldiysem çalışarak geldim. Evet ilkokul mezunuyum, ama kendimi yetiştirmekte bunu engel olarak görmedim. Ahmet Zorlu Hiç duydunuz mu bilmiyorum. Aslında sözün orijinali, “Tıp fakültelerinden her şey çıkar, arada sırada doktor da çıkar.” Ben bunun işletme fakültelerinde de geçerli olduğunu düşünüyorum. İşte bu sebeple bu sözü işletme fakülteleri için uyarlamak istiyorum: “İşletme fakültelerinden her şey çıkar, arada sırada girişimci de çıkar.” İşletme fakültelerinden mezun olan pek çok öğrencimiz bugün iş dünyasında banka, medya, tekstil, turizm ve gıda gibi pek çok sektörde yönetici, uzman, şef ve satış temsilcisi gibi görevlerde çalışıyor. Bu bir başarı gibi görünse de maalesef işletme fakültelerimiz girişimci çıkartamıyor. Ya da mezun olan öğrenciler girişimci olmak istemiyor. Aslında bunun pek çok nedeni var. Gelin isterseniz bunların üzerinde duralım ve bu faktörleri sıralayalım: 1. Ticari hayata yeni alışan bir toplumuz. Osmanlıdan bu yana, ticaretle hep azınlıklar uğraşmış, genelde Türkler, ticarete mesafeli olmuşlardır. 2. Rahatı seven ve risk almayı sevmeyen bir toplumuz: Maalesef gençlerden de bunu devam ettirmelerini bekliyoruz. 3. Üniversitede vermiş olduğumuz eğitimler teorikten öteye geçemiyor. Üniversite- sanayi işbirliği maalesef ne kadar çok konuşulsa da bir ilerleme yok. Bu faktörlerin yanında çok ilginç bir durum daha var. Ülkemizde eğitim seviyesi yükseldikçe bireylerin girişimci olma ihtimali azalıyor. Türkiye’de yapılan bir araştırmaya göre ilkokul mezunları üniversite mezunlarına göre daha girişimci. Ünlü sanayicilerimizden biri diyor ki, “İyi ki devlet benim yaşadığım ilçeye yatırım yapmadı. Yatırım yapsaydı muhtemelen ben de bir işçi olur öyle kalırdım.” Bu olmayınca sanayicimiz hayata atılmak zorunda kalmış ve başarılı bir iş adamı olmuş. Ünlü sanayicimiz şöyle devam ediyor. “Benim şahsi kanaatim o ki, bir kişinin fazla 73 tahsil görmemiş olması bazı durumlarda da lehine bir şey. Tahsil gördükçe insan masa başı işine alışıyor. Risk alma gücü kırılıyor, girişim gücü kırılıyor. Yani herkesi okutsak, herkesi memur yapsak, Türkiye daha iyi olmaz. Tam tersine, girişimci insanlara ihtiyaç var. Tahsil yapan insanlardan girişimci çıkmaz demiyorum ama aşağı yukarı sabit bir gerçek, tahsil gördükçe insanların girişimci gücü kırılıyor… Fakat benim en çok üzüldüğüm, eksikliğini hissettiğim şey eğitim seviyemin düşük olması.” Bu sözlere ne eklenebilir. Bence ülke olarak en büyük sıkıntımız entelektüel girişimci çıkartamamamız. Bunun için de bence üniversite sanayi işbirliği çok önemli… Sanayimiz üniversitelerden yeterince yararlanmalı, daha çok işbirliğine gitmelidir. Bolvadin Meslek Yüksek Okulu’ndan mezun olduktan sonra bugün Turkcell, Yapıkredi Bankası, Şekerbank, Nokia, Pfizer, Adecco, Adil Işık, Türk Telekom, Ak Sigorta, Koç Alliance ve Vodofone gibi şirketlerde çalışan öğrencilerimiz olduğu gibi Antalya’nın Elmalı ilçesinden, Hatay’a, İstanbul’dan Diyarbakır’a kadar ve Türkiye’nin pek çok yerinde kendi işini kuran öğrencilerimiz de var. Bakın geçenlerde bir öğrencimden e-mail aldım. Bunu sizlerle paylaşmak istiyorum. “Hocam ben Diyarbakır'dan Bolvadin MYO 2003-2005 mezunu işletme bölümü öğrenciniz Mehmet Kaya. Size teşekkür etmek istiyorum. Vermiş olduğunuz eğitimlerin ve özgüven kazanımının sonucunda kendi firmamı kurdum. Türk Telekom'un Ankara'dan doğuya en büyük bayisiyim hep kendi işimi kurmak istiyordum şimdi 15 SSK’lı çalışanım ve 4 mağazam var isteyince olduğunun kanıtıyım galiba :) Vermiş olduğunuz emekler için tekrar teşekkür ederim.” Öğrenciniz Mehmet Kaya Değerli okurlar, demek ki okullar girişimciliğin önünde bir engel değil aksine girişimciliği tetikleyen bir faktör de olabiliyor. Yeter ki üniversitelerden yararlanmasını bilelim. Bir akademisyen olarak bu ülkeye girişimciler kazandırmak haklı olarak büyük bir gurur veriyor. Fakat Antalya’nın Elmalı ilçesinden, Hatay’a, İstanbul’dan Diyarbakır’a kadar elde edilen girişimcilikteki başarıyı Bolvadin’de Bolvadinli öğrencilerimizle yakalayamamanın nedenini de siz değerli okuyucularımın yorumlarına bırakıyorum.(24 Eylül Gazetesi, Sayı x: 537, 4 Ekim 2010) 74 KÜÇÜK YATIRIMCI, KÜÇÜK KALMAMALI Aç doyar, açgözlü doymaz. Türk Atasözü Ülkemizde iş dünyasının her alanında “kazankaybet” kültürü var. İş adamı “ben kazanayım, işçim kaybetsin” diye düşünüp işçinin sigortasından ve fazla mesaisinden kesinti yapıyor. İşçi bunun altında kalır mı sizce? Oda “ben kazanayım, patron kaybetsin” diye düşünüp türkü söyleyerek iş yapıyor. Hal böyle olunca aslında ikisi de kaybediyor. Verimli, kaliteli yönetilemeyen söz konusu bu işletmeyi hiçbir müşteri tercih etmiyor. Oysaki “kazan-kazan” kültürünü inşaa etseler belki de anlatılacak küresel bir başarı hikâyeleri olacak. Bu düşünce anlayışı İMKB borsasında ciddi olarak görülüyor. Ülkemizde maalesef küçük yatırımcı her zaman eziliyor. Hiçbir zaman küçük yatırımcılara fırsat verilmiyor. Böyle olunca da İMKB hep gelişmekte olan borsa olarak kalıyor. Geçen hafta İhlas Yayıncılık Holding İMKB’ye halka arz işlemi gerçekleşti ve bu hafta Perşembe, Cuma günü gibi de işlem görmeye başlayacak. Bu hisse senedi 1.30’dan halka arz edildi ve işlem görmeye başlayınca hızla yükselişe geçecek gibi görünüyor. Bunları neye dayanarak söylüyorum? Aynı grubun İhlas Gazetecilik halka arz edilince günlerce tavan yaparak gitti. Altta gördüğünüz grafik hisse senedinin performansını gösteriyor. Grafiğin altında yer alan gazete kupürü de İhlas Yayıncılık Holding hissesine yoğun 75 ilgiden bahsediyor. Peki küçük yatırımcılara ne kadar hisse verildi. Açıkçası ben küçük yatırımcıların gözetilmediğini düşünüyorum. Bunları neden yazıyorum? İMKB’yi geniş tabana yaymadığınız ve kontrolleri iyi yapmadığınız sürece manipülasyonların her zaman olacağı kanaatindeyim. NOT: Burada yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeler yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler mali durumunuz ile risk getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Bu nedenle, sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 541, 1 Kasım 2010) SABRİ ÜLKER’DEN BOLVADİNLİ GİRİŞİMCİLERE BİR DERS Güneş güçlü bir enerji kaynağıdır. Her saat milyarlarca kilovat enerjiyle yeryüzünü yıkar. Fakat başınızda bir şapkayla saatlerce dışarıda dolaşabilirsiniz. Size fazla yan etkisi olmaz. Lazer ise zayıf bir enerji kaynağıdır. Birkaç vatlık bir enerjiyi alır ve homojen bir ışık akımında odaklandırır. Fakat bir lazerle mücevherde delik açabilir veya kanser tümörünü çıkarabilirsiniz. 76 Odaklanma stratejisi, pazarın sadece bir kesimine konsantre olmak suretiyle kendine uygun niş bir pazar temin ederek rekabetçi konuma yükselmeyi amaçlar. Mesela belirli bir grup tüketicinin üzerinde veya sınırlı bir coğrafî alanda veya ürünün belirli kullanımları üzerinde kendini sınırlamak gibi. Bu anlamda odaklanma, maliyet liderliği veya farklılaşma gibi diğer stratejileri bütünleyebilir veya onları kullanabilir. Odaklanma yoluyla rekabet gücü kazanmak, ya hizmet sunulan kesimde maliyet liderliğine ulaşmak ya da farklılaşarak hedef kesimin ihtiyaçlarını daha etkili biçimde karşılamak suretiyle gerçekleşebilir. Sabri Ülker Odaklanmış şirketlerde tepe yönetimi en çok anahtar beceriler üzerinde yoğunlaşır. Intel’in efsanevî başkanı Andrew Grove şirketlerin “başkalarından daha iyi yapabildikleri şeyi iyi anlamaları ve çabalarını acımasızca onun üzerine yoğunlaştırmaları” gerektiğini söylüyor. Kafayı neye takmak gerektiği şu dört sorunun cevabıyla keşfedilebilir: 1. Gerçekte hangi müşterileri arzu ediyorum? 2. Hedef müşterilerim en çok neye değer veriyor? 3. Lazer gibi bir odak keşfedebildim mi? 4. Odaklanmayı şirket çapında bir sabit fikre dönüştürebildim mi? 77 Andre Gide şöyle söyler: “İnsan yalnız tek bir şey istemeli ve durmadan onu istemeli, o zaman onu elde edeceğimizden emin olabiliriz. Günümüzde bazı girişimciler gücünü hiçbir zaman belli bir alanda yoğunlaştırmıyor ve herhangi bir alandaki gelişme üzerine sürekli odaklanamıyor. Bunun sonucunda da yapabileceklerinden çok daha azı ile yetinmek zorunda kalıyorlar. Oysaki sahip olduğu kaynakları çok iyi organize edebilseler kendilerini bile şaşırtacak başarıları yakalayabilirler. İş dünyasında bir şeyi en iyi yapmanın yolu ona odaklanmak ve bıkmadan usanmadan sürekli onu tekrar etmektir. Girişimci bir konuda uzmanlaşmak veya belli bir hedefe ulaşmak istiyorsa, hedefinin dışında zaman harcamadan zihinsel ve fiziksel enerjisini tek bir noktaya odaklamalıdır. Çoğu girişimcinin ihmal ettiği en önemli gerçeklerden birisi tüm kaynaklarını tek bir alana yönlendirdiği zaman, bir alanda ne kadar büyük bir kapasiteyi yönetir duruma gelebileceği gerçeğidir. Girişimci enerjisini ve zamanını birçok şeye dağıtmak yerine bir alandaki gelişme üzerine yoğunlaştırdığı zaman kendisini bile şaşırtacak başarılarla yüz yüze gelecektir. Çoğu girişimcinin istediği başarıyı elde edemeyişinin asıl nedeni gücünü hiçbir zaman belli bir alanda yoğunlaştırmayışı ve doğrudan odaklanmayışıdır. Peter Drucker; “Ekonomik sonuçların anahtarı konsantrasyondur. Başka hiçbir verim prensibi bu temel yoğunlaşma ilkesi kadar ihmal edilmemektedir.” diyerek odaklanmanın önemini belirtir. 2002 yılında IBM’in yönetim kurulu başkanlığından emekli olan Louis V. Gerstner bakın ne söylüyor: “35 yıllık meslek yaşamımda, kendi işleri zora girdiği zaman başka alanlarda denemeye karar veren onlarca şirket gördüm. Finans işine giren Xerox, sinemaya el atan Coca Cola ve ilaç sanayine yatırım yapan Kodak. Hepsi de geri çekilmek zorunda kaldılar.” Başarılı bir girişimci olmak istiyorsanız enerjinizi bir tek şey üzerine yoğunlaştırın. En güçlü ve en yetenekli girişimciler bile enerji ve zamanlarını çok çeşitli işlere dağıtırsa hiçbir şey yapamazlar. Zihinsel ve fiziksel enerjimizi yaptığımız işe odakladığımız zaman, gücümüz inanılmaz derecede artar. Aslında her girişimcinin içinde var olan bu heyecan verici 78 gücü hissedememesinin temel nedeni; enerjisini birçok işte harcamasıdır. Kısacası hareket alanınızı iyi tespit etmişseniz, yüksek kazanca tamah edip başka (özellikle hiç bilmediğiniz) işlere girmeyin. Odaklanma budur. Konuyu gazeteci Mustafa Özel’in bir anısıyla bitiriyorum: “Hiç unutmam, 1989 veya 1990 yılıydı. Asıl işi yumurta ticareti olan bir tüccar, petrol işine girmeye karar vermişti. Galiba bir milletvekilinin tavassutuyla İstanbul'un dört yerinde petrol istasyonu kurmak istiyordu. Yaptığı fizibiliteye göre iş % 400 kârlı gözüküyordu. Sanıyorum 500 bin dolar kadar bir ek sermayeye ihtiyacı vardı ve Sabri Ülker'in bu işe ortak olmasını istiyordu. Ben iyi bir iş yakalamış olma heyecanıyla dosyayı hemen Sabri Bey'e götürdüm. Şöyle beş dakika kadar inceledikten sonra, "biz bu işi yapamayız" dedi. Neden efendim? "Çünkü bu iş çok kârlı." Bir tuhaf olmuştum. Bu işi yapamayız çünkü çok kârlı! Sabri Bey'in ciddiyetini bilmesem benimle dalga geçiyor derdim. Kârlı iş iyi değil mi diye mırıldandım. "Kârlı iş herkese yaramaz oğlum. Biz % 5, % 10 kâra alışmış insanlarız. Yüksek kâr bizi bozar!" dedi. Donakalmıştım. Yüzümün hangi renge girdiğini tahmin edemem. Benim bu kadar üzülmüş yahut tuhaflaşmış olmama şaşıran Sabri Bey devam etti: "Sen petrol işinden anlıyor musun Mustafa? Hiç bu işi yaptın mı?" Hayır efendim. "Eee, ben de anlamıyorum. İş kötü giderse, paramız batar. İyi giderse, bizden bilmezler. Petrol kokusu iyi koku değildir. Sen bize, bizim işimizle irtibatlı dosyalar getir. Süt koksun, buğday koksun, kakao koksun!"” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 557, 21 Şubat 2011) BOLVADİN’İ BİR ÜST LİGE TAŞIYACAK OLAN, BOLVADİN’İN GİRİŞİMCİLERİDİR Çok sevdiğim bir deyim var. “Zenginliği başkaları ile paylaşıp fakirliği benle paylaşıyorsun.” diye. Çok sevdiğiniz bir dost vardır ve ekonomik durumu kötüdür. Böyle bir durumda ona destek çıkar, derdine ortak olursunuz. Fakat zamanla bu sevgili dostunuzun ekonomik durumu çok iyi hale gelir. Eski dost meclisine gelmez olur. Etrafında başka arkadaşları türer. Ve sizi artık tanımaz olur. Bu durum sizi ziyadesiyle üzer. İşte Bolvadin’in 79 durumu da böyledir. Bolvadin’den para kazanıp, bu zenginliği başka yerlerde paylaşıyorsa kişi bunu eleştirmek gerekiyor. Bir gün Bolvadin’le ilgili konuşurken bir arkadaşım gözlemini anlatmıştı. “Bolvadin’de zengin ile fakiri arasında yaşam standardı açısından hiçbir fark yoktur.” Dedi. Gerçektende düşündüm de Bolvadin de zenginlerle fakirler arasında ciddi olarak yaşam standardı açısından bir fark yok. Başa bir ifade ile “Bolvadin’de zenginlerin gidip de, ekonomik durumu el vermeyenlerin gidemediği yer yoktur.” Bunun yanında uzaktan baktığınızda kılık ve kıyafet açısından da bir fark yoktur. Daha da ilginci ve çarpıcı olanı ise hayata bakış ve vizyon açısından da hiçbir fark yoktur. (Bu konuda istisnalar tabi ki vardır.) Oysaki bunun böyle olmaması gerekir. Zenginlik sadece aylık ya da yıllık gelirin üstünlüğü değil, hayata bakış açısının zenginli ve vizyonun geniş olması anlamına gelir. Peki vizyon derken ne ifade ediyorum? Yaptırılan okullar, yaptırılan camiler, kütüphaneler, ekonomik durum el vermediği halde okumak isteyen çocuklara verilen burslar gibi. Peki bunlar yeterli mi? Bunların yanında girişimcilerimiz sivil toplum kuruluşlarında ağırlığını göstermeliler. Bunların yanında bu ilçeden elde ettiği kazanımları yine bu ilçeye katması da en önemli gerçeklerdendir. Çünkü Bolvadin’i bir üst lige taşıyacak olan, Bolvadin’in girişimcilerdir. Bütün bunları neden yazıyorum? Çünkü Bolvadin’in gelişmesinde girişimcilerin yapacağı yatırımlar önem taşıyor. Çünkü artık devlet küçülüyor. Devletin küçülmesine bağlı olarak serbest piyasa ekonomisi önem kazanıyor. Serbest piyasa ekonomisinin en önemli oyuncuları ise girişimcilerdir. Girişimcilerimiz yapacakları yatırımla vizyonlarını da göstermelidir. Girişimcilerimiz, gezdikleri şehirlerdeki trendleri gezdikleri ülkedeki gerçekleri “Bu Bolvadin’e nasıl uyarlıyabilirim?” sorusunu sorgulamalıdırlar. Bunlar olmalı ki Bolvadin bir üst lige çıkabilsin. Bu haftaki yazımı bir hikâye ile bitiriyorum. Çok eski zamanlarda, bir hükümdar varmış. Zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere, hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış. Hükümdarın yaşamda en çok güvendiği, tek akıl hocası bir bilge 80 kişiymiş. Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar şöyle bir soru sormuş: “Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın. İnsanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savaşçılar denli onurlu olsun, ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi Bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim, benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?” Bilge bu soru karşısında, Hükümdar’ın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş: “Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz? “Verirdim tabii.” “Zaman geçti diyelim, susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?” Hükümdar biraz düşünür ve ardından “Ölmemek için evet” der. Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş: “Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca. Çünkü haşmetlim sizin servetiniz yalnızca iki bardak sudur.” Bilge kişi güzel söylemiş. Gerçekten zenginlik, sanıldığı gibi mal, mülk, para, pul, hatta sağlık bile değildir. Gerçek zenginlik gönül zenginliğidir. Gönlünüz huzur içersindeyse ve eğer başınızı yastığa koyduğunuzda, huzurla uyuyabiliyorsanız, sizden zengini yoktur. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 575, 27 Haziran 2011) “BİR TAVUĞUM OLSUN AMA BENİM OLSUN” ANLAYIŞI BİTMELİ Şirketleri günlük kaygılarla idare etmek doğru değil. Gelecekteki kaygıları da taşımak ve tedbirleri de almak zorundasınız. Bir kurumu kişilerden bağımsız devam ettirebilmek gerekir. Bunun en başta metodu da halka açılmaktır. Ali Ülker Bu anlayış riske girmeyi sevmeyen ve işletmenin tamamına sahip olmayı tercih eden mülkiyetçi bir zihniyeti ifade eder. Dünyanın 16. büyük ekonomisi olan Türkiye’de dünyanın en büyük 100 şirketi arasında şirketinin olmaması “küçük olsun, benim olsun.” anlayışından kaynaklanmaktadır. Bakın bu konuyu 81 Mehmet Ali Birand nasıl ifade ediyor. “Gerçektende, ‘uzlaşıyı’ bizler günlük yaşamımızda dahi pek benimsemeyiz. Uzlaşmayı, sanki kötü bir şeymiş gibi algılarız. Uzlaşmanın, ödün vermekle hiç farkı olmadığına inanırız. Bundan dolayı, iki kişinin bir bakkal dükkânı dahi kurması güçtür. Daima en önde bir kişi olur ve diğerleri de onun dediğini kabul eder. Böyle yetiştirilmişiz. Son dönemlerde bir oranda azalsa dahi, hala uzlaşmakta zorlanıyoruz. İşte bu açıdan baktığımızda, siyaset dünyasındaki uzlaşı çabalarının ne kadar boşa kürek çekme anlamına geldiğini daha iyi görebiliyoruz. Ve üzülüyoruz… Liderler, ne zaman bir birleşme veya ittifak fikri ortaya atılsa, bunu kendi konumlarına karşı bir tehdit gibi algılıyorlar. Örnekleri apaçık ortadadır. “Küçük olsun, benim olsun” yaklaşımı hala geçerli. Batı dünyasının gücü ise, tam aksine bu uzlaşı kültüründen kaynaklanıyor. Kişiler değil, kurumlar ön plana çıkarılıyor. Zayıflayanlar, kendilerini kurtarmak veya güçlü olmasına rağmen, gücünü arttırmak isteyenler ittifaklar kuruyor, uzlaşı formülleri bulabiliyorlar. Bu şekilde de, daha fazla büyüyorlar. Bizler ise, küçük kalıyoruz.” Yine aynı konuya NTV ekonomi yayınları yönetmeni Celel Pir’de kendisi ile yapılan bir röportajda şunları söylemektedir: “Bizim bazı hastalıklarımız var. Bunları aşmamız lazım. Ben dünyanın birçok yerinde benzer sanayi bölgeleri gezdim. Kore’de, İsrail’de, ABD’nin dışarıda yaptığı sanayi ile ilgili yerleri Avrupa’da ve Türkiye’de gördüm. Türkiye’de küçük olsun benim olsun sevdasından vazgeçmeli. Birlikte çalışmak ve yepyeni işlerle ilerleme konusunda sıkıntılarımız var. Bu belki Anadolu kültüründen kaynaklanıyor. Biraz da beraber yaşamayı, birbirimizden saygılı olmayı en başta başaramadığımız için, işte de şüphelere düşüyoruz böyle sıkıntılar olur mu diye.” Küçük olsun, benim olsun anlayışı, ölçek ekonomilerini yakalayabilmeyi güçleştiriyor. Bu da ölçek ekonomisini yakalayanlarla rekabet imkânını kaybetme sonucunu getiriyor. Ülkemizde işletme yönetimi anlayışımızda halka açılmaya, daha büyük vizyonlara ağırlık vermeye ihtiyacımız var. Şeffaf yönetimle, güven verici bir yaklaşımla, büyük ve verimli olabilecek yatırımlara yönelmeyi seçersek bu kaynakları kullanarak dünya çapında bir rekabet gücüne ulaşmamız mümkün olabilir. 82 Ama bu, işe bugünkünden farklı bir bakış açısıyla yönelmemizi gerektiriyor. Bu nedenle, müşterimize daha iyi odaklanmalı, içerde verimimizi artıracak çalışmalara, eğitime ağırlık vermeli ve işimizi her gün bir önceki günden daha iyi, daha ucuza yapıyor ve şeffaf bir yönetim anlayışına sahip olmalıyız. Bu da kurumsal entelektüel sermayemizin daha etkin yönetimidir. Stratejik düşünceye, entelektüel sermayenin yönetimine, kurumsallaşmaya ve kaliteye daha çok önem vermek, rekabet gücümüzün gelişmesi için kritik bir önem taşımaktadır. Sonuç olarak ‘küçük olsun, benim olsun’ mantığından, ‘Birlikte, dünya çapında iş yapalım’ yönetim felsefesine geçmek gereklidir. Bu değişim şeffaf yönetimi, kurumsallaşmayı ve çok daha fazla hesap verebilir olmayı gerektiriyor. Kendi işinin sahibi olanlar “Bu benim işim, kimseye hesap vermem” diyebilirler, ama halka açıldığında veya başka ortaklarla çalışıldığında, herkesin birbirine hesap verdiği, şeffaf bir yönetim anlayışının ortaya konması gerekiyor. Bu yönetim anlayışını geliştirebilirsek, rekabet gücümüzü de daha kolay artırabileceğiz. Bu vizyon değişimini başarabilen işletmeler için Türkiye ve civar pazarlarda çok büyük potansiyeller var. İşte bu pazarlarda önemli fırsatlar yakalanabilir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 561, 21 Mart 2011) 83 BİRLİKTE İŞ YAPAMAMA KÜLTÜRÜ ‘‘Şark kurnazlığının” önemli özelliklerinden biri, işin sonunda kurnazlığı yapanın faturayı ödemesidir. Ercan KUMCU “İşbirliği” kavramı, herhangi bir amacı gerçekleştirmek, hedefe ulaşmak için, birden çok kişinin, kuruluş ya da kurumun güçlerini birleştirmesini içerir. İşbirliği, son yıllarda tüm dünyada sıkça kullanılmaya başlanılan bir kavramdır. İkiden fazla kişinin bir araya gelerek çalışmaları sonucunda, tek tek oluşturacakları etkilerin toplamından daha fazlasını elde etmeleri anlamına gelen sinerji; değişen üretim ilkeleri ve tüketici tercihleri sonucu işletmelerde kullanılma gereksinimi doğurmaktadır. Bunun sonucu olarak da günümüzde dünyada, bireysel becerilerin yerini, çalışan bireyler arasındaki karşılıklı işbirliği duygusu almıştır. 84 İşbirliği yoluyla güçleri birleştirme, dış çevremizin yarattığı kısıtlamaları aşmanın yollarını bulmanın etkin yöntemlerinden biridir. Toplumumuzun kültüründe işbirliğini özendiren birçok atasözü ya da özdeyiş vardır. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var.”, “Tek el şaklamaz.”, “Birlikten kuvvet doğar.” vb. Ne var ki, söylemde işbirliğini özendiren kültür değerleri yaygın olmasına karşın davranışımızda hiç öyle değildir. Tam tersine ortak çalışma alışkanlığı yok denecek kadar azdır. Birbirimize olan güvensizlik ise alabildiğine yaygındır. Hâkimiyetçi rekabetin, “rakibin bütün hatlarına saldır, bütün potansiyellerini yok et, yok edemiyorsan paylaş” anlayışına dayalı gerçeği, bırakınız küçük ve orta ölçekli girişimleri, uluslar ötesi iş yapan kuruluşları bile işbirliğine zorlamaktadır; medya haberleri arasında şirket birleşmeleri, ortak yatırımlar, şirket satın almalar ve işbirlikleri önemli bir ağırlığa sahiptir. Bakın Ayşe Berkol bu konuyla ilişkin neler söylüyor? “Bir Amerikalı ya da Avrupalı "ekip, takım" dediğinde ne anlar biliyor musunuz? Birbirinden bağımsız olarak yerine getirilemeyecek bir işlevi, farklı özelliklere sahip bireylerin iş bölümü yaparak getirmesini anlar. Biz de aynı kelimelerin çağrıştırdığı ne olduğuna şöyle bir bakalım. Şirket içinde ve belli departmanlarda çalışanların, birbirleriyle uyum içinde çalışmaları, arkadaş olmaları, birinin ihtiyaç duyduğu bilgiyi diğerinden kolaylıkla temin edebilmesi, aralarında kavga gürültü çıkmadan çalışabilmeleri ve birbirlerine müşteri hizmetleri konularında yardımcı olmaları anlaşılıyor. Yani uyumlu bir grup çalışanı olmak ile ekip üyesi olmak eş anlamlıdır.” Usta şair Can Yücel yaptığı bir söyleşi de şunları söylüyor: “Türkiye’de toplu iş yapmak güçtür; bizde toplu iş yapma becerisi kıt… Türkiye’de sosyal, ekonomik durumun dağınıklığı, perişanlığı zaman zaman yapılan olumlu işlerin tencere kapağı kapatır gibi kapatılması, cuntalar… Hiçbir şey Türkiye’de toplu olarak düşünülmüyor. Toplu olarak düşünme bir yöntem meselesidir. Biz istediğimiz kadar çağdaş olmaya heveslenelim, bu konuda yaya kalmış bir millet görünümündeyiz. Toplu işin altında yatan şeylerin en önemlisi Türkiye’nin demokratik benliğini yakalaması meselesidir. Bu benlik yakalanmayınca da toplu iş olarak ancak dalavereyi, toplu kaçakçılığı, toplu banka batırmayı, 85 toplu kara para aklamayı yapabiliyoruz. Bu bakımdan bayağı öndeyiz.” Birlikte iş yapamadığımızın en ilginç örneği İsmar’dır. İsmar'ı 1992'de yabancı hipermarket zincirlerinin Türkiye'deki atağı üzerine 54 küçük market biraraya gelerek kurmuştu. Ancak zamanla ortak sayısı 3'e indi. İsmar'ın esin kaynağı yabancı sermayeli olan Metro. 1989 yılında Metro Türkiye'deki ilk mağazasını açtığında perakende satış yapan marketler büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Aynı mal için bir mahalle bakkalının talep ettiği fiyatla, Metro'nun fiyatları arasında ciddi farklar vardı. İstanbul Marketçiler Derneği üyeleri düşünmeye başladılar: Metro bu malı, bu fiyata nasıl satar? İsmar (İstanbul Marketçiler Birliği) bu süreç sonucunda kuruldu. Güçbirliği yapmaya karar veren market sahipleri alışveriş yaptıkları üreticilere bundan böyle bireysel olarak alışveriş yapmayacaklarını bildirerek yeni koşullar oluşturulmasını istediler. İsmar Genel Müdürü Hasan Yalçın o dönemi şöyle anlatıyor: ‘‘Güçlerimizi birleştirdik ve durumu avantaja dönüştürdük. İstanbul'da bu sayıda marketin bir araya gelmesi önemli bir şeydi. Ucuz ve kaliteli malı ilke edindik, bunun sonucunda tüketici kısa sürede İsmar'ı sevdi.’’ Fakat bir süre sonra sorunlar çıkmaya başladı. ‘‘Biz güzel başladık ama aynı güzellikte götüremedik, Türk toplumu olarak ortakçılığı bilmiyoruz, ticaret kültürümüz de yok’’ diyor. Sorunlar çıkmaya başladığında ortak sayısı 14'e indi. 14 olan ortak sayısı bugün 3'e inmiş durumda. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 563, 4 Nisan 2011) 86 SOYADINIZ SABANCI OLSAYDI, GEMİLERİ YAKABİLİR MİYDİNİZ? Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret edemeyen insan yeni okyanuslar keşfedemez. André Gide Aile işletmelerinin sonunu hazırlayan konulardan birini de babalarını geçemeyen çocuklar sendromu oluşturuyor. Sıfırdan zirveye çıkan ve belki de ilkokul mezunu olan babaların başarısını geçemeyen çocukların sorunu ne peki? Babalarından çok daha iyi eğitim almışlar hatta bazıları yurt dışında okuma başarıları gösterip Amerika’da, İngiltere’de eğitim alıp yurda dönüyorlar. Ama bunca kaliteli emeğin arkasından başarı gelmiyor. Bunun en büyük gerekçesi babaların sahada yetişirken çocukların serada yetiştirilmesinden kaynaklanıyor olmasıdır. Seradan iş hayatına geçen genç jenerasyonlar resmen duvara tosluyorlar. Geçen yaz TOSYÖV ve Hatay Destekleme Derneği ile işbirliğince Adana’da Pendosis Tatil Köyü’nde düzenlenen iki günlük organizasyonda Hataylı girişimcilere eğitimler vermiştim. Bu örneği anlattığımda “Hocam sen resmen bizden bahsediyorsun. Çocuklar ABD’de eğitim aldı ama gol atamıyorlar. Biz zamanında böyle miydik? Çok iyi imkânları var ama kullanamıyorlar.” Diye sızlanmıştı. Maalesef bu konu bizim iş dünyamızın temel sorunu durumda. Peki aileler nasıl hata yapıyor? Bizim zamanında imkânlarımız yoktu deyip tüm imkânları seferber ediyor bu da çocukların yetişmesini engelliyor. Çünkü onları var eden yokluklardı. Çocukları ise varlık için de yaşatıyorlar. Bakın İshak Alaton ne diyor: “Çocukları zenginlik içinde yaşatmak büyük günahtır.” İkincisi çocuklarına hiçbir şekilde güvenmeyip yetki devri yapmıyorlar. Burada da yavaş yavaş çocuklarına yetkilerini devretmeliler ve onların yetişmesini sağlamalılar. Bazı şirketlerimiz bunu şu şekilde çözmüşler. Çocukları iki yıl kurumsal başka bir şirkette çalışıyor ve deneyim kazanıyorlar. Kurumsal anayasalarında pek çok konu yazılı hale gelmiş. Peki genç jenerasyonun hatası ne? Ciddi başarı kazanmadan fikirlerinin kabul edilmesini istiyorlar. Bunun yanında iş disiplininden babalarına göre çok uzaktalar. 87 Değerli okuyucular durum böyle olunca pek çok işletme belirli bir süre sonunda inovasyon yapamayıp yerinde sayıyor. Bu da şirketin sonunu hazırlıyor. Aslında pek çok genç ciddi bir başarı kazanmak istiyor ama gemilerini yakamıyor. Gemilerini yakan tek girişimci tanırım. Bu kişi de Ali Sabancı’dır. Sünnet düğününde Ali Sabancı’ya altın bir künye hediye ederler. Künyede “A.Sabancı” yazmaktadır. Yani isimi yazmamaktadır. Ali Sabancı bu duruma çok içerlenir ve şunu fark eder. Sabancı’da kalırsa asla Ali olamayacaktır. Şirketteki kabul edilmeyen fikirlerinin de etkisiyle hisse senetlerini satar ve ESAS Holding’e geçer. Pegasus’la Türk Havacılık tarihinde bir devrim gerçekleştirir. Bugün ülkemizde insanlar çok ucuza uçabiliyorsa Sabacının değil gemilerini yakan Ali’nin sayesindedir. Ülkemizde aile işletmelerinde olup da ismi asla bilinmeyecek nice Aliler vardır. Onlara Ali Sabancının hikâyesi örnek olmalıdır. Peki, sizin soyadınız Sabancı olsaydı siz gemileri yakabilir miydiniz? (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 653, 23 Aralık 2012) 88 3 TOPLUM 89 İÇİMİZDEKİ İRLANDALILAR Euro 2000 elemelerinde İrlanda ile oynadığımız baraj maçını 0-0 berabere bitirip şampiyonaya katılma hakkını kazandık. Maçtan sonra Mustafa Denizli kendisine uzatılan mikrofonlara gözyaşları ve öfke krizleri eşliğinde söylediği “Sadece İrlanda’yı değil, içimizdeki İrlandalıları da yendik” cümlesiyle bu maçta İrlanda’nın kazanmasını içten içe dileyerek, kendisinin başarısız olmasını arzu edenleri kast ediyordu. İçimizdeki İrlandalılar tabiri o günden bugüne bir fenomen oldu. Pek çok durum “İçimizdeki İrlandalılar” tabiriyle anlatıldı. Peki kimdi içimizdeki İrlandalılar? Bu memlekette içimizde yaşayan pek çok İrlandalı var. İçimizdeki İrlandalılar dün vardı, malesef bugün de varlar. Korkarım ki yarın da varlıklarına devam edecekler. Peki içimizdeki İrlandalılar kimler? Alın size içimizdeki İrlandalıların listesi: Çocuğuyla ilgilenmeyen anne ve babalar. Müşteriye kaba davrananlar. Kaldırımı bırakın yola malzeme koyup, yolu tıkayan esnaflar. Pazara Emirdağlı pazarıları sokmayıp daha ucuza meyve ve sebze yemememizi sağlayanlar. Kamuya ait binalara sprey boyalarla yazı yazanlar. Pazarda ürünlerin fiyatını ısrarla yazmayan pazarcılar. Çevre yolundan yeterince yararlanmayanlar. Üniversite öğrencisi olduğu halde yüksek okul öğrencisinden tam dolmuş ücreti alanlar. Bolvadin MYO öğrencilerini rahatsız eden kendini bilmezler. 90 Ekonomik kriz var deyip eli kolu bağlı öylece oturanlar. Nüfusu yarımız bile olmayan Çay’da Poyraz Center varken, sermayesi olduğu halde bu tür yatırım yapmayanlar. Sırf başkaları yapıyor diye, daha farklı işler yapabilecekken ısrarla tavuk çiftliği ya da öğrenci yurdu işletmeciliği yapanlar. Hala bakımsız dükkanlarla işletmecilik yapmayı sürdürenler. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 482, 14 Eylül 2009) HALLEDERİZ KÜLTÜRÜ Ülkemizde ki iş hayatında maalesef hallederiz kültürü var. Peki hallederiz kültürü nedir? Standartların olmamasıdır. Planın, programın olmamasıdır. Hesabın kitabın olmamasıdır. Tarihin ya da bir sürenin olmamasıdır. Kısacası müşterinin beklentilerinin gerçekleşmemesidir. Siz bir iş yaptırırken bütün gazınızla esnafa standartlarınızı verirsiniz. 91 O biraz dinler ve “HALLEDERİZ” der. Siz anlatmaya devam edersiniz. O bu sefer cümlenizin bitmesini beklemeden “HALLEDERİİİİİİİİİİİİZ” der. Peki halleder mi? Kendince halleder. Size ülkemizde sürekli yaşadığımız birkaç diyalog: - Abi şuraya imza atman gerekiyor... - Otur iki dakika hallederiz. ( yarım saat olur...) ee bir şeyler içseydin... - Akşam için söz vermiştin geleceksin değil mi? - Hallederiz koçum, merak etme. (adam yoktur görünürlerde) - Abi önümüzdeki haftaya kadar, işlemin kesin yapılması gerekiyor. Problem çıkmasın ona göre! - Hallederiz. (İşlem askıya alınmıştır) Geçenlerde bir tanıdığım anlatıyor. -Ya banyoda priz konulması yasak değil mi? -Nereden çıktı? -Eeeee ben ev yaptırdım. -Banyoya da piriz konulmasını istedim. Usta demez mi? “Banyoya priz konulması yasaktır.” diye. Düşünebiliyor musunuz? 21.yüzyılda sen müşteriye hallederiz dersen ya da ukalalık yaparsan ve hallettiğini düşünürsen. Belki kendince halledersin ama piyasada bir gün seni halleder. İstanbul’da Rami’de Gıda toptancılarının işleri bir dönem o kadar iyiydi ki: Rami esnafı müşteri yoğunluğundan şikâyetçiydi. Hatta o dönem esnaflar derlerdi ki: “Müşteri gitse de rahat etsek.” Düşünebiliyor musunuz? İşler o kadar iyiydi. Peki, ne oldu? Müşteriyle dolu olan o toptancılar geçmişini mumla arıyorlar. 92 Kendini geliştirmeyen, ileriyi göremeyen kim olursa olsun, yenilmeye mahkûmdur. Unutmayın işletme mezarlıkları bir dönemin vazgeçilmez şirketleriyle doludur. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 519, 31 Mayıs 2010) BOLVADİN’İN İMAJINI DÜZELTMEK, EN ÖNEMLİ İŞTİR Günümüzde işletmeler, markalar ve hatta şehirler için en önemli konuların başında imaj yer alıyor. Peki nedir imaj? İmaj: bir ürünün, bir kurumun ya da bir yerin nasıl bilindiğidir. Pek çok şehir imajını düzeltmek ya da kendini yeniden konumlandırmak için ciddi anlamda para harcıyor. Bir şehrin imajını düzeltmek aslında belediyelerin en temel görevleri arasında yer alıyor. Bolvadin denilince insanların aklından neler geçtiği çok önemli bir konudur. Bolvadin’in imajı maalesef iyi değil. Bu imajı nasıl iyileştirebiliriz diye düşünmeliyiz. Bunları sıralamak istiyorum: Birincisi Motosikletler: İlçemizde motosikletlerin beyni tırmalayan sesleri inanın çekilir gibi değil. Bunun yanında ters yönde gitme ihtimali yüksek. Hele bir de motosikletli gençlerimizi çevre yolunda Süpermen gibi motosiklet kullandığını görmek ciddi sıkıntılı bir durum. Her an bir kazanın olması elde değil. Bir de gençlerimizin bunu iddia amaçlı yapmaları işin farklı boyutu. 93 İkincisi At Arabaları: At arabalarını nasıl günümüz şartlarına uyarlayabiliriz diye düşünmeliyiz. At arabaları Bolvadin ekonomisinin bir vazgeçilmezi. Bunları kaldırmak tabiki hoş olmaz. Ama bunlardan bazılarını fayton haline getirmek şehir imajına inanın çok olumlu bir etki yapar. Böyle klasik at arabalarının yerine fayton işi yapmak isteyenleri desteklemek gerekir. Mikro krediler ya da Belediye ve STK’lar işbirliğince örnek bir proje hazırlanabilir. Bu durumda insanlar atarabalarını sadece yük ya da pazar eşyalarının taşımak için değil aynı zamanda şehri gezmek için kullanabilir. Üçüncüsü: Pazar yerinde ürünlerin fiyatını yazma konusunda ciddi sıkıntılar var. Çoğu pazarcı hala ürünlerin üzerine fiyatları yazmıyor. Bunu gören öğrenci ya da yabancılar ürünlerin fiyatları hakkında şüphe ediyor. Başka bir ifadeyle “Ben öğrenciyim bana farklı fiyata mı satıyor? Ben yabancıyım bana farklı fiyatta mı satılıyor?” diye düşünüyor. Fiyatlar adamına göre olmasa da müşteriler bu şekilde düşünüyorsa ciddi bir sıkıntı var diye düşünüyorum. Bunu bir an önce gidermek gerek. Oysa Bolvadin Ekonomisi panelinde konuşan genel müdür Özcan Pektaş bunu 94 Belediye başkanımızın yanında söylemiş ve başkandan bu konuda söz almıştı. Dördüncüsü Haskaymak Gerçeği: Haskaymak yaptığı işle Bolvadin ile Afyon arasında bir köprü kuruyor. İnsanlar Bolvadin’e ilk kez gelirken Haskaymak firmasıyla geliyor ve verilen hizmete göre sadece Haskaymak firmasıyla değil Bolvadin’in imajı hakkında genel bir değerlendirme yapıyor. Yapılan araştırmalara göre ilk izlenim ilk yedi saniyede oluşuyor. Ve kolay değiştirilmiyor. Haskaymak firmasından tanıdığım pek çok kişide aslında şirketin bu durumdan kendilerinin de memnun olmadığını söylüyor. Firmanın kurumsallaşması gerektiğini ve gelirin daha artabileceğini biliyorlar. Şirket vakit kaybetmeden kurumsallaşmaya gitmelidir. Bu durumda hem şirketin geliri artacak hem de Haskaymak Bolvadin’in imajına ciddi katkıda bulunacaktır. Yani bu durumdan onlar da, Bolvadinliler de ve Bolvadin’e yeni gelenler de memnun kalacaktır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 488, 26 Ekim 2009) DÜNYAMIZ BOLAVADIN Geçenlerde okulumuzdan mezun olan Bolvadinli bir öğrencim ziyaretime geldi. Okulu uzatarak bitirmiş olmasına rağmen iş dünyasında başarılı iş çıkartıp, hızla yükselerek bunun acısını çıkartmaya çalıştığını söyledi. Bu öğrencim çoğu Bolvadinli öğrencimin yapamadığı bir şeyi yaptı. Okulu bitirince Bolvadin’de kalmak yerine tek başına Antalya’ya gidip orada ev tutup iş hayatına atılmıştı. Maalesef, yüksek okuldan mezun ettiğimiz çoğu Bolvadinli öğrencimiz hayatına Bolvadin’de devam ediyor. Böylece Bolvadin’de kalarak yüksek okul okumayan arkadaşlarından hiçbir farkı kalmıyor. Biliyorsunuz ki Bolvadin istihdam açısından sıkıntıları olan bir ilçe. Bu sebeple mezun olan 95 ve dışarı açılmayan öğrencilerim her akşam kahvelerde okey ya da kâğıt oynayıp Bolvadin’de hayatını törpülüyor. Öğrencilerimin üniversiteden kazandıkları bilgi ve görgü birkaç yılda silinip gidiyor. Bunun yanında mezun olduktan sonra büyük şehirlere gitmek isteyen öğrencilerim de var. Bu seferde onlara aileleri “azıcık aşım kaygısız başım.” anlayışıyla başka bir şehre gitmesine izin vermiyor. Bu gençler de zaten özgüveni düşük olduğundan ailelerine hayır diyemiyor. Maalesef bütün dünyamız Bolvadin. Bolvadin’de doğup, büyüyüp ve ölenlere, ne acı vericidir hayat. Oysaki Bolvadin’in dışında da bir dünya var. Hem de aklımızın alamayacağı büyüklükte bir dünya… Neyseki askerlik var da bu sayede dışarı çıkabiliyor çoğu gencimiz. Bolvadin’de çok yetenekli olan pek çok gencimiz Bolvadin’de kalarak yeteneklerini öldürüyor. Oysaki birkaç yıl başka şehirde kalıp iş yaşamını görebilse hayatın özünü çok daha iyi anlayacak ve memleketine çok daha iyi hizmet edecek. Sint Antonius’un, çok sevdiğim bir sözü var: “Dünya bir kitaptır, çok gezenler kitabın diğer sayfasını da okur.” Bizim en büyük sıkıntımız hayatın Bolvadin sayfasını hatim edip, kitabın diğer sayfalarına elimizi dahi sürmemizdir. Dışarıda bir dünya var ve hayat Bolvadin’den dışarı çıkınca başlıyor. Dışarı çıkmayanlar daha denizi görmeden, yüzmeyi öğrenemeden sığ sularda boğulup ölüyor. Dünyamızın Bolvadin olması problemi sadece öğrencilerimde mi var? Kesinlikle hayır. Bolvadin’de ticaret yaptığı halde dünyası Bolvadin olan sözde girişimcilerimize ne demeli? Sektöründeki gelişmeleri takip etmeyen, fuarlara gitmeyen, işiyle ilgili kitap ve dergi takip etmeyen… Kısacası el yumruğu yemeyip kendi yumruğunu gülle sanan girişimcilerimiz. Küresel bir yumruğun geleceğinin farkında olmayan girişimcilerimiz… Dükkânının birşeyler yapmazsa en kısa sürede kapanacağını bilmeyen girişimcilerimiz… Bunların yorumunu da siz değerli okuyucularıma bırakıyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 497, 28 Aralık 2009) 96 BELEDİYE GELSİN KURTARSIN Televizyonlarda mutlaka görmüşsünüzdür. Genç bir adam başlık parası yüzünden evlenememektedir veya vasıfsız olduğundan iş bulamamaktadır. Ağzına tutulan mikrofondan seslenir: Devlet bu konuya el atsın; devlet bize iş bulsun. Devlet babadır, hesapsızca vermelidir. Devlet çiftçi borcunu silmelidir, vergisini ödemeyeni affetmelidir. Devlet yatırım yapana, verim ve rekabet şartlarına bakmaksızın yardım etmelidir, yatırımı teşvik etmelidir. Hatta devlet para dağıtmalıdır, vatandaşının oğlunu devlet kapısında işe yerleştirmelidir. Bu anlayış, bu kabul Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri var oldu ve hâlâ da var olmaya devam ediyor. Peki, bu beklentinin Bolvadin versiyonu nasıl? Aşağıdaki fıkrada olduğu gibi: Günün birinde trafik kazası olmuş ve kazada bir Amerikalı, bir Yahudi ve bir Bolvadinli ölmüşler. Gitmişler yukarı. Defterler açılmış. Demişler ki, “Yahu siz niye geldiniz? Bu defterlerde sizin adınız yok. Bir yanlışlık var herhalde.” Çok sevinmişler. “Yalnız”, demişler, “İşin bir bürokratik kısmı var. Biz bu kadar deftere baktık, uğraştık, indiniz, çıktınız, bunun bir masrafı var. Bu da 5.000 dolar.” Amerikalı hemen “buyurun, 5.000 doları” demiş ve hemen aşağıya inmiş. Kaza geçirdikten sonra ölen Amerikalıyı karşılarında görünce sormuşlar: “Yahu nasıl geldin?” Amerikalı: “Bir yanlışlık olmuş, masrafı ödedim geldim.” demiş. “Peki Yahudi nerede?” demişler. Amerikalı: “O pazarlık ediyor” demiş. “Peki Bolvadinli nerede?” demişler. Amerikalı: “O, belediye gelsin kurtarsın diye bekliyor” demiş. Bu fıkra bizim belediyeden ne kadar çok beklentimiz olduğunu anlatır. Maalesef her alanda belediyeden bir şeyler bekliyoruz. Normal bir vatandaşın Belediye’den beklentileri belki haklı görülebilinir fakat Bolvadin’de Belediye’den en çok beklenti içinde olanlar, Bolvadin’de ticaret yapanlardır. Normal şartlar altında özel sektörün kamu sektörünün önünde alması gerekirken bu beklentinin sonucu Bolvadin’de kamu hep özel sektörün önünde yer alıyor. Şimdiye kadar çevre yolunda pek çok işyeri olması gerekirken bugün ancak belediyenin öncülüğünde böyle bir çalışma yapılıyor. Belediye güzel bir çalışma yaptı, tebrik 97 ediyorum. Fakat üzüldüğüm nokta çevre yolundaki müthiş potansiyeli belediye gördüğü halde esnafın göremeyişidir. Ve onların hala babalarından kalan yöntemlerle ticaret yapmaya devam ediyor. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 478, 17 Ağustos 2009) DERNEK ENFLASYONU İlçemiz dernekler konusunda ciddi bir zenginliğe sahip. Her dönem, yeni derneklerin açıldığını görüyoruz. Bunun en önemli nedeninin dernek kurmanın yasal olarak kolaylaştırılmış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. İlçemizin dernekler yönünden zengin olması güzel bir durum. Fakat olumsuz bir durum var ki, onların etkin olmayıp tabela derneği olmasıdır. Bir yörenin gelişmişlik göstergesi, o yöredeki sivil toplum kuruluşlarının etkinliğidir. Asıl önemli olan dernekleri kurmak değil, onları daha etkin hale getirmektir. Maalesef üzülerek söylüyorum ki, ilçemizde pek çok tabela derneği var. Onların ne sesini ne de soluğunu hiçbir etkinlikte duyamıyoruz. Bu sebeple derneklerimiz “körler sağırlar, birbirini ağırlar”ın çok ötesine geçmek zorundadır. Bunun için gönüllü olmak çok önemli, ABD’de pek çok kişi haftanın 4-5 saatini derneklerde gönüllü olarak çalışarak geçiriyor. Derneklerde kurumsallaşma oldukça önemlidir. Dernekler kurumsallaşamadığı için, bireylere bağlı hareket ediyorlar. O bireyler de dernekten ayrılınca dernek çöküş dönemini yaşıyor. Sonuç olarak söyleyebilirim ki derneklerimiz etkin olmak zorunda ve bunun içinde kurumsallaşmalıdır. Önemli olan dernek kurmak değil dernekleri yaşatabilmektir. (Karanlığa Işık Gazetesi, Sayı: 66, 29 Ekim 2009) BOLVADİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE GİRMEDE BİR ENGEL OLABİLİR Mİ? Bolvadin’e Çay ya da Çobanlar tarafından girerken her seferinde aynı şeyi düşünürüm: Evet şehire girerken burnumun direğini kıran o ağır kokudan bahsediyorum. Bolvadin’i kokuyla o kadar özdeşleştirmiş olmalıyım ki; bu ağır kokuyu hissettiğimde 98 memlekete geldiğimi anlıyorum artık. Bu arada kafamdaki soruları sizinle paylaşmalıyım: Yerel medya neden Bolvadin’deki koku kirliliğinden hiç bahsetmiyor? Gerçekten de bu kokunun anakaynağı nedir? Alkoloid Fabrikası mı, Tavuk çiflikleri mi? Yoksa Akarçay mı? Koku kirliği ile akciğer kanserinin bir ilişkisi olabilir mi? (Alın size bilimsel bir araştırma konusu!) AB’nin koku kirliği ile ilgili standartları var mıdır? Evet AB’nin her şey de olduğu gibi koku standartı da var. (Örneğin Almanya, koku denetimini en iyi yapan ülkedir. Bunun yanında AB'nin belirlediği koku algılama değerlerini ülkemize taşımak için 1986'da hazırlanan 'Hava Kalitesinin Korunması Yönetmeliği'ni revize edildi.) Düşünsenize Türkiye AB ile ilgili tüm işlemleri gerçekleştirdi tam AB’ye girmek üzereyken. Arkadan bir ses “Durun AB’ye giremezsiniz. Bolvadin’deki koku kirliliği AB standartlarının çok üstünde!” diye düşünebiliyor musunuz? Memleket koktuğundan AB’ye giremiyoruz. Olur mu, olur. Adamlar zaten mazeret arıyorlar. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 487, 19 Ekim 2009) BOLVADİN’DE BAYANLAR ARTIK İKİNCİ SINIF OLMAMALI! Yeni belediye başkanımız belli oldu: Nazmiye Kılçık… Zaten toplumun genel beklentisi de bu yöndeydi. Umarım memleketimiz için hayırlı ve uğurlu olur. Ulusal basına yansıyan bilgilere göre hem Afyon hem de Bolvadin tarihinde ilk defa bir bayan belediye başkanı oldu. Bolvadin tarihinde ilk defa bir bayanın belediye başkanı olması bence çok önemli bir durum. Nedenine gelince ilçemizde ki bayanlar genel olarak ikinci sınıf durumdalar, hatta düğünleri ve misafirlikleri de saymazsak sosyal hayatta pek yoklar. Ben yeni belediye başkanımızın, bayan olmasının bu açıdan önem taşıdığını ve yapacağı uygulamalarda “pozitif ayrımcılığı” güdeceğini düşünüyorum. Örneğin geçtiğimiz aylarda Konya'da hanımlar lokali açıldı. Konya Meram’da belediye tarafından yaptırılan hanımlar lokali sadece hanımlara hizmet veriyor. Lokalde sosyal, sportif, eğitim ve kültürel faaliyetler gerçekleştirilebiliyor. Böyle bir yerin ilçemiz aşısından da çok önemli bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu proje bayanlarını 99 sosyalleştirecektir. Peki, neden bunları yazıyorum? Yıllar önce tanıdığım birinden ilginç bir durum öğrenmiştim. “Bolvadin’de iki bayan buluşmak istiyorsa, buluşulacak yer kendi evlerinden başka bir yer olamaz.” Bu kural dışarıda üniversite okuyan kız öğrencilerimiz için bile aynıdır. Kabul etmek gerekir ki ilçemizdeki bayanların Bolvadin’de rahat bir şekilde oturacakları ve sosyalleşecekleri yer yoktur. Böyle bir yer ilçemiz için çok önemli bir ihtiyaçtır. Bunu yazmamın en büyük nedeni altını çizerek söylüyorum: yeni belediye başkanımızın bayan olmasıdır. Başka bir ifadeyle şimdiye kadar olduğu gibi yeni belediye başkanımız erkek adayların arasından çıkmış olsaydı bunları zaten yazmaya gerek olmazdı. Çünkü erkek mantığıyla gereksiz bir yatırım olarak görülürdü… Ama ne olursa olsun ilçemizde bayanlar ikinci sınıf olmasınlar. Her mahalleye bir ekmek fırını yapmak yerine ilçemize böyle bir yer kazandırmak ciddi bir başarıdır. Bunun yanında Bolvadin’i yönetmek gerçekten zor bir görevdir. Hatta belki abarttığımı düşüneceksiniz ama bana göre İstanbul, Eskişehir, Bursa ya da Ankara Büyük Şehir Belediyesini yönetmenin Bolvadin Belediyesini yönetmekten daha kolay olduğunu düşünüyorum. Neden mi? Çünkü bu belediyeler kurumsallaşmış belediyelerdir. Gelelim Bolvadin’e… Bolvadin’de her birey belediyeden çok ama çok şey bekliyor. Beklenti çok yüksek: Fakiri: “su borcumu sil başkan.” derken, işsizi: “iş bul başkan!” der. Hastası: “ilaç param yok! Başkanım…“ derken, iş adamı ya da esnaf ise “benim falanca iş ne oldu?” diyor. Bolvadin’de yaşayıp da belediyeden bir şey beklemeyen kişi yok gibi… Kısacası imkânlar kısıtlı ama beklentiler sınırsız durumda. Ben yeni belediye başkanımıza görevinde başarılar dilerken yazımı Şeyh Edebali'nin Osman Gazi’ye verdiği nasihatle noktalıyorum. “Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.. 100 Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize vaat edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz. Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır. İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir... Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözüpek) derler. En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlı’yı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. 101 Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!.. Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!.. Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi, davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez! Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın...” (24 Eylül Gazetesi, 13 Aralık 2010, Sayı: 547) BOLVADİN’İN EN BÜYÜK PROBLEMİ ATALETTİR Bolvadin’de hayat ağır çekilmiş bir film gibi akar. Çarşıda biraz hızlı yürürseniz, en az iki kişiye çarparsınız. Yücel Çakmaklı Yazıma bir fıkrayla başlamak istiyorum. “Şapka satarak geçinen bir adamın yolu bir gün bir ormana düşmüş... Bir süre yürüdükten sonra sıcaktan ve yorgunluktan bunalmış, bir ağacın altına oturmuş. Şapkalarla dolu sepetini de yere koymuş ve uykuya dalmış... Birkaç saat sonra adam tuhaf sesler duyarak uyanmış. Bir de bakmış ki yanındaki sepet bomboş, şapkalar gitmiş. Bir de kafasını kaldırıp ağaca bakmış ki, ağacın dallarında bir sürü maymun var. Her birinin başında da kendi şapkaları... Adam düşünmeye başlamış: "Ben şimdi ne yapacağım? Şapkaları bu maymunlardan nasıl alacağım?" Düşünceli bir şekilde başını kaşırken bir bakmış maymunlar da adamın taklidini yapıyorlar. 102 Onlar da başlarını kaşıyorlar... Adam ellerini havaya kaldırmış, maymunlar da aynısını yapmışlar. Derken adam ne yapacağını bulmuş. Kendi başındaki şapkasını çıkarıp yere atmış, tabii maymunlar da başlarındaki şapkaları hemen yere atmışlar. Adam böylece bütün şapkaları toplayıp sepetine koymuş bir bir... Aradan 50 yıl geçmiş... Artık adamın bir torunu varmış. O da dedesi gibi şapka satıcısı olmuş. Günlerden bir gün onun da yolu aynı ormana düşmüş. Hava yine çok sıcakmış ve genç adam bir ağacın altına oturmuş, şapkalarla dolu sepetini de yanına koymuş ve uykuya dalmış. Bir saat sonra uyanmış bir de bakmış sepetin içinde şapkalar yok... Derken tuhaf sesler duymuş. Bir de başını kaldırmış ki ağacın üstünde bir sürü maymun var. Hepsinin başında da birer şapka.... Adam düşünmüş: "Dedem yıllar önce bana bir hikâye anlatmıştı. Bu yüzden ben ne yapacağımı çok iyi biliyorum.” Adam başını kaşımaya başlamış, maymunlar da aynısını yapmışlar. Adam ellerini havaya kaldırmış, maymunlar da ellerini kaldırmışlar. Ve adam gülümseyerek kendi başındaki şapkayı çıkarmış yere fırlatmış. O anda maymunlardan biri ağaçtan inmiş, adamın yere attığı şapkayı kapıvermiş. Adama da bir tokat atmış ve "Sadece senin mi deden var sanıyorsun?" demiş.” Maalesef ilçemizde hala dedesinden kalma yöntemlerle iş yaptığı halde başarılı olmayı bekleyen işletmeler var. Dünya çok değişti ve buna bağlı olarak müşteri beklentileri ve tercihleri de değişti. Örneğin Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe gibi büyük takımlar için tasarladığı özel terlikler, taraftarın büyük ilgisi ile karşılaşınca, Twigy cirosunu katladı. Şirket, taraftar terliklerinin yanı sıra yediden yetmişe herkesi cezbeden modelleri ile cirosunu 7 milyon dolardan 18 milyon dolara taşıdı. Twigy’den önce terlik hiç bu kadar farklılaşmamıştı. Peki, atalet ne demektir? Atalet; durgunluk, tepkisizlik, kararsızlık, hareketsizlik, isteksizlik, işsizlik, gibi anlamlara gelmektedir. Aile hayatında çocuklarla ilgilenmemek, okul hayatında öğrenmek için çaba göstermemek, toplum hayatında neme lazımcılığı benimsemek birer atalet örneğidir. Atak, enerjik, heyecanlı, istekli, akılcı, fırsatçı… çerçeve içerisinde hareket ederek; bir öğrencinin öğrenmek için didinmesi bu yolda öğretmenlerini zorlaması ve araştırmalar yapması onun girişimci 103 tutumuna işarettir. Böyle bir öğrenci, üzerinde oluşan öğrenme ataletini kırabilmiş demektir. İlçemizdeki ataleti kırmak için ne yapmak gerekiyor? Küresel ölçekte düşünüp yeni fikirleri işlerimize uyarlamamız gerekiyor. Yapılanı yapmak yerine, yapılmamışı yapmak gerekiyor. Bunun içinde cesaret şart. Bolvadin Girişimciler Derneği (BOLGİDER) cumartesi günü saat 14’de Boldav’ın toplantı salonunda bayramlaşma gerçekleştirildi. Bunun yanında ilçemizdeki ataleti kırmak için neler yapılabilir üzerinde beyin fırtınası yapıldı. Toplantıda da ifade ettiğim gibi “geçmişi bir tarafa bırakıp yeni olarak ne yapabiliriz” bunun üzerinde durmak gerekiyor. Umarız bu toplantılar ilçemizdeki ataletin önüne geçmek için iyi bir fırsat olabilir. Bu arada organizasyonda ciddi emeği olan hemşerimiz Barış Ak’ı tebrik ediyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 544, 22 Kasım 2010) 104 NEDEN BOLVADİN’DEN IŞIKÇI, REJİSÖR YA DA FİGÜRAN ÇIKMAZ? İnsanlar tecrübeleri nispetinde değil, tecrübelerinden aldıkları dersler nispetinde olgundurlar. Bernard Shaw Geçenlerde sevdiğim bir dostum çok ilginç bir söz söyledi: “Bolvadin kale gibidir. İçeridekiler dışarı çıkmak ister. Dışarıdakiler de içeri girmek ister.” Gerçektende Bolvadin’de özellikle Bolvadinli gençler dışarı açılmak isterken gurbetteki hemşerilerimiz de Bolvadin’e gelmek istiyor. Peki, Bolvadin’e hangisi daha duyarlı? Bolvadin’de yaşayanlar mı? Yoksa gurbette yaşayan Bolvadinliler mi? Ben açıkçası uzun zamandır Bolvadin’de yaşayanların problemlerle yaşamaya alıştıkları için artık hayatı sorgulamadıklarını düşünüyorum. Dışarıdan gelenler daha iyi hizmet, daha kaliteli ürünlere ulaşabildikleri için hemen kıyaslama yapabiliyor. Yine memleketin problemlerine dışarıdakilerin daha duyarlı olduğunu düşünüyorum. Bunun nedeni ister gurbet deyin, ister memlekete duyulan hasret deyin ama benim gözlemlediğim gerçek dışarıdaki Bolvadinliler’in memleketteki gelişmelere daha duyarlı olduğunu biliyorum. Bir ölüm haberini Ankara’daki hemşerimiz, Bolvadinliler’den önce öğrenebiliyor. Hiç unutmam Bolvadinliler gurubuna bir yazı göndermiştim. Sadece bir kişiden o da ABD’nin New Jersey eyaletinden bir hemşerimiz cevap yazmıştı. Bolvadin’in dışında yaşayıp memleket hasreti çekenlerin Bolvadin’e özlemini ve duyarlılığını arttırdığını düşünüyorum. İstanbul’da iş yapan ve hemşerimiz olan bir işadamına: “Bolvadin’de Yücel Çakmaklı gibi bir yönetmen çıkarda nasıl olurda bir figüran, bir ışıkçı, bir rejisör çıkmaz. Bolvadin yetenek fakiri bir yer mi?” diye sormuştum. İşadamımız aynen şu cevabı vermişti: “Üzgünüm ama Bolvadin yetenek fakiri bir yer. Ve gençlerimizde çalışma şevki yok. Pek çok Bolvadinliyi işe aldım ama aldığıma, alacağıma inan pişman oldum. Pek çoğu işi gerektiği gibi yapamadı ve Bolvadin’e geri döndü.” Bizler maalesef küresel rekabette çalışacak gençleri Bolvadin’den çıkaramıyoruz. Hatta onların Bolvadin’den dışarı çıkmasına müsaade etmiyoruz. Bolvadinli gençlerimizin önünü açmalı onları 105 seradan dışarı çıkartmalıyız. Çünkü dışarıda fırtına vardır, hava soğuktur ama seradaysanız bunlardan haberiniz yoktur. Gençlerimizin büyük şehirlerde tecrübe kazanmalarına müsaade etmeliyiz. Maalesef o gün Bolvadin’den ünlü bir yönetmen çıkmasına rağmen neden bir figüran, bir ışıkçı, bir rejisör çıkmadığını öğrendim. İçerde olup da hiç dışarı çıkmayan ya da askerliğini yapıp Bolvadin’de hayatını devam ettirenden gençlerimiz başarıyı yakalayamaz. Dışarıdaki hayatı görmeyen, Bolvadin’in dışında iş tecrübesi olmayanlardan ya da başka bir değişle “dünyası Bolvadin olanlardan memleketi bırakın kendine fayda gelmez.” Nice gençler bilirim memlekette horoz gibidir, gurbette süt dökmüş kediye döner. İşte o gurbet o genci adam eder. Gençlerimiz “dışarıda da bir dünya var mı?” demedikleri sürece başarıyı yakalayamaz. Bunun yanında gurbette kazandığı tecrübeleri memleketiyle paylaşmayıp solucanlara yem edeceklerden de memlekete fayda gelmez. Bu arada hemen belirteyim sekiz yıl Kütahya’da iş deneyimim oldu. Bu da bana hayat tecrübesi olarak çok şey kattı. Kısacası memlekete faydalı olmanın yolu gurbette tecrübe kazanıp bunu Bolvadin’de Bolvadinlilerle paylaşmaktan geçiyor. Dış Ticaret Günleri yüksekokulumuzda yapıldı. “Şirketlerin profesyonel yönetilmesi gerektiği, pazarlamada ürün faklılaştırılmasının ne kadar önemli olduğu, hala eski kutularla lokum satışı yapılamayacağı, bir hasır bile farklılaştırılırsa ne kadar satış yapılabileceği, bunun yanında dedelerimizden kalan yöntemlerle şirketlerin yönetilemeyeceğinin altı çizildi. Yine Afyon ekonomisinin pozitif yönde ilerlediği hatta bazı girişimcilerin tarlaları göstererek devre mülk satışı yaptığı” söylendi. Bunları duyunca “Afyonlular nasıl tarlayı gösterip de devre mülk satarken biz arkasında belediye gibi kurumsal güvencesi olan Nurtaş Villalarını satamadık?” sorusu aklıma takıldı kaldı. Her zaman söylediğim gibi pazarlamasını bilirsen tarlayı bile gösterip satarsın. Pazarlama müşterinin beyinlerini kazanma savaşıdır. (24 Eylül Gazetesi, 15 Kasım 2010, Sayı: 543) 106 PROBLEM BELLİ AMA ÇÖZÜM NE? Geçtiğimiz aylarda (18 Nisan 2011) Gündem Gazetesinde yer alan haberde Bolvadin’de boşanma oranlarının yüksekliğinden ve bu oranın Türkiye ortalamasının üç katı yüksek olduğundan bahsediyordu. İşin ilginç olan yanı bu haber kamuoyunun gündemini hiç meşgul etmedi ve haberle ilgili çok fazla yorum yapılmadı. Oysa devletlerin temeli ailelerdir. Gelecekte Bolvadin’de yaşanacak sosyolojik problemlerin habercisi Gündem Gazetesinde yer alan haberdi. Bu oranı düşürmek hatta sıfırlamak Bolvadin için hayati derecede önemli bir konu. Bunun için STK’lar iş birliği yapmalı, kamu kurumları bu konuyu üzerine gidilmesi gereken ciddi bir problem olarak görmeli. Camilerde, okullarda ve gerekirse kahvelerde konuya ilişkin eğitimler verilmeli. Bunun yanında bu oranın bu kadar yüksek olmasının nedenleri nelerdir? Konusu bilimsel olarak araştırılmalı ve çıkan sonuç kamuoyu ile paylaşılması gerekiyor. Konuyu bir hikâye ile bitirelim. Kayserili bir adam ellisinden sonra biraz para kazanmaya başlayınca tekrar evlenmeye kalkar. Oğulları buna karşı çıkarak: “Aman baba bu yaptığın çok ayıp, anneme haksızlık olur. Onun gösterdiği sevgi ve fedakârlığa reva mı? Ayrıca senin alacağın kadın çok şeyler ister. Etme eyleme…” derler. Babaları: “Olsun oğlum size ne, kazanan da benim harcayacak olan da.” der. Çocukları bakarlar ki babaları laftan sözden anlamıyor. Çare olarak Kayseriliye has keskin zekâlarını kullanırlar. Hem aileyi kurtarmak hem de paranın azdırdığı babalarına ders vermek için kolları sıvarlar. “Tamam baba seni evlendireceğiz. Yeni kadın geleceğine göre artık annemin evde durması yakışmaz. Onu anneannemlere gönderelim.” derler. Çocuklar kendi aralarında yaptıkları planı uygulamaya koyarlar. “Baba sana çok güzel bir kadın bulduk. Yalnız altın istiyor.” -Olsun oğlum güzel ise paradan kaçmam. -Tamam baba on bilezik , bir gelip inci alacağız , para.. -Baba burma alacağız para.. -Baba düzen düzülecek para.. - Baba çalgı tutulacak para... 107 Derken babalarını epey masrafa boğar ve evlenmek istediğine pişman ederler. Nihayet annelerini bir güzel süsleyip, boyalayıp gelinlikler içinde davullu zurnalı eve gelin getirirler. Adam işi fark edemez ve hayatından çok memnun bir gün geçirir. Herkes merakla sabahı bekler. Sabah olunca adam bakar ki kadın kendi karısı... Her ne kadar belli etmese de hanımından utanır. Çocuklarının ve çevrenin yüzüne bakamaz olur. Çocuklarsa bir aileyi kurtarmanın sevincini yaşarlar... (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 572, 6 Haziran 2011) ELÇİYE ZEVAL OLMAZ Yerel gazetede yazı yazmak bazen ilginç diyaloglara neden olur. Bazen yazdıklarınızdan daha çok yazmadıklarınız konuşulur. Medyanın gücüne inanıldığından mıdır bilmem ama tanıdıklarınız ya da yeni tanıştığınız biri dertlerini anlatmaya başlar. Ben, eleştirilerin memlekete pek faydalı olduğunu düşünmediğimden bu tarz yazıları yazmamayı tercih etmişimdir. Böyle olunca da “etliye sütlüye dokunmuyorsun.” eleştirileriyle karşılaşıyorsun. Bugün bu köşemde üzerime artık vazife olan okuyucu görüşlerini kimseyi mümkün olduğunca kırmadan ileteceğim. Bunlar sırasıyla şöyle: Belediyenin yaptığı en güzel iş çarşıdaki parkları paralı hale getirmesidir. Çarşıda artık rahat nefes alabiliyorum. Millet Vekilimiz Ahmet Koca’nın memlekete yapacağı en büyük katkı Bolvadin-Emirdağ yolunu genişletmesidir. Gerçekten 108 bu yol Bolvadin’e hiç yakışmıyor. Bolvadin bu konuda vakit kaybetmemeli. Belediye, yüksek okula giderken kaldırımların refüjlerini yaptı ama üstleri hala kum yığını ve yüksekokul öğrencileri kaldırım tamamlanmadığından yolun ortasından gidiyorlar. Bu konuda da vakit kaybedilmemeli. Bolvadin’de bir sürü göl kooperatifi var. Bunları tek çatı altında profesyönel bir yönetimle birleştirsek ve üyelerin çocuklarına da istihdam için öncelik versek daha iyi olmaz mı? Memlekette bir sürü atarabası var. Bunların yerine birkaç fayton olsa. Belediye de bu kişileri desteklese güzel olmaz mı? (Bazı güzergahlar atarabalarına kapalıyken, faytonlara açık olsa…) Afyon’daki Ermen TOKİ’de hem camii hem de okul var. Bolvadin TOKİ’de ise ne arar. Nerede okul? Çocuklar perişan… Turizm gibi her geçen gün uzmanlık gerektiren bir alanda Heybeli Termal’de belediye başarılı olamıyor. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle korkarım ki gelecektede aynı olacak. Bolvadin Heybeli’yi bir turizm firmasına belirli şartlar altında (birkaç yıllığına, en yüksek kira bedelini veren ve söktörel deneyimi güçlü olan) tamamen kiralayabilmeli. Bu fikir kanaatimce Bolvadin’de çok tartışılır ve kabul görmez. Ne kadar radikal bir fikir olsa da bence gayet mantıklı. Görmeden bilemeyiz. Küçük olsun benim olsun matığından da hızla uzaklaşmalıyız. Bugün Gazlıgöl ciddi bir cazibe merkezi durumunda iken biz düne kadar Afyonlulara sıcak su vermemeyi başarı saydık. Kaplıca küçük ama bizim oldu. Medeniyet sohbetleri güzel bir uygulamaydı. Zaten sosyal açıdan fakir olan ilçemizde bu etkinlik devam ettirilmeliydi. Yücel Çakmalı’nın adı, sürekli ilçemizde yaşamalı. Bu sebeple “Yücel Çakmalı Güzel Sanatlar Lisesi” ilçemize kazandırılmalı. Bolvadin vefa borcunu bu şekilde ödemeli. Akşehir bile Yücel Çakmalı’ya sahip çıkıyor. Bana okuyucularımdan ve eşraftan gelen mesajlar bu şekilde. Dedim ya elçiye zeval olmaz. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 521, 14 Haziran 2010) 109 BOLVADİN ÖNEMLİ BİR DEĞERİNİ KAYBETTİ Bu kentin insanı en iyi şartlarda yaşamayı ve en iyi hizmeti almayı hak etmektedir. Mehmet Koçum Bazı durumlarda ne yazacağınızı, nasıl yazacağınızı bilemezsiniz. Eliniz bilgisayarın tuşuna gitmez. Ve kelimeler kifayetsiz kalır. Belediye başkanımız Mehmet Koçum’un ölüm haberini tüm Bolvadinliler gibi bende derin üzüntüyle öğrendim. Kara haber tez yayılır derler ya… Bu haberi öğrendiğim de Afyon’daydım. Her ölüm gibi bu kara haber de bizi hazırlıksız yakaladı. Her karşılaştığımızda “yazılarını okuyorum” deyip gülümserdi. Çoğu kişi Bolvadin için taşın altına elini koyamazken, Onun yüreğindeki Bolvadin sevgisi her zaman ağır basmıştır. “Ateşten gömlek” diye düşündüğüm Bolvadin Belediye Başkanlığı görevine talip olup, bu görevi kazanmıştır. Bolvadin’de her bireyin siyasi düşüncesi farklı farklıdır. Ama kim Mehmet Koçum’un kişiliğine, sağlam duruşuna farklı bir şey söyleyebilir? Bazen okuyucularım “Neden siyasi yazılar kaleme almıyorsun?” diye sorarlar. Bunun iki nedeni vardı: “Birincisi tek siyaset vardır. O siyasette ticarettir.” Siyasetle değilde ticaretle uğraşan şehirler bugün çok 110 hızlı gelişmişlerdir. Kayseri, Gaziantep, Konya ve Denizli buna örnektir. Siyasi başarılar iktisadi başarılarla taçlandırılmazsa sonuç hep hüsran olacaktır. İkincisi siyaset içimizdeki sevgi ve hoşgörüyü alıp götürüyor. Bazılarına göre siyaset konusunda Bolvadin bir siyaset okuludur. Siyasete gireceklere rahmetli Özal şu tavsiyelerde bulunurmuş. Özellikle “acemi ve ne oldum delisi siyasetçilere” dermiş ki; “Siyasette çok acemisiniz, siyaseti öğrenmek istiyorsanız, ya Bolvadin’e gidin bir iki hafta gözlem yapın gelin, ya da Kırıkkale’ye gidin siyaset öğrenip gelin.” Özalın ben bu ifadelerine rağmen Bolvadin’deki yapılan siyasetin aramızda ciddi önyargı oluşturduğunu düşünüyorum. Bu da karşılıklı konuşmamaya ve sebebi belli bile olmayan kırgınlıklara neden oluyor.” Şimdi düşünüyorum da iyi ki siyasi yazılar yazmamışım. Siyaseti bir tarafa bırakalım. Mehmet Koçum, toplumun beğenisi kazanıp, tüm Bolvadinlilerin yüreğine bağdaşı kurdu. Bolvadinlilerin yüreğine bağdaşı kurmak her babayiğide nasip olmaz. Bolvadin maalesef çok önemli bir değerini kaybetti. Koçum’un birleştiricilik ve toplumla iç içe olma konusundaki başarılarını hep özleyeceğiz. Allah rahmet eylesin ve mekânı cennet olsun. ZITLIKLAR Mallarımız arttı, keyfimiz azaldı. Daha büyük evlerde, ama daha küçük ailelerle yaşıyoruz. Konforumuz arttı, ama zamanımız daraldı. Diplomamız bol ama sağduyumuz az. Uzmanlar arttı ama sorunlar çoğaldı. İlaçlar çoğaldı, hastalıklar arttı. Çok para harcıyoruz ama az gülüyoruz. Akşam geç yatıyor, sabah yorgun kalkıyoruz. Az kitap okuyor, çok televizyon seyrediyoruz. Çok konuşuyor ama az gönül yeriyor ve bol yalan söylüyoruz. 111 Para kazanmayı öğrendik ama yuva kurmayı beceremedik. Aya kadar gidip dönmeyi biliyoruz ama komşumuza uğramak için karşı sokağa geçmiyoruz. Uzaya ulaştık ama kendi iç derinliklerimizden habersiziz. Havayı temizledik ama ruhları kirlettik. Atomu parçaladık, önyargılarımızı yıkamadık. Çok yazıyor ama az gelişiyoruz. Daha çok plan yapıyor ama daha az sonuç alıyoruz. Acele etmeyi öğrendik ama sabırlı olmayı asla. Gelirimiz arttı, karakterimiz zayıfladı. Tanıdıklar çoğaldı ama dostlar eksildi. Çabalar arttı ama mutluluklar azaldı. Daha mutlu olmak için somurtarak çalışıyoruz. Varlığımızı arttırdık ama değerlerimizi yitirdik. Ve nihayet: Hayata yıllar ekledik, yıllara hayat katamadık. Ne dersiniz, acaba tüm bunların farkında mıyız? (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 545, 29 Kasım 2011) BOLVADİN LAFLA DEĞİL, İCRAATLA SEVİLİR Vatan sevgisi imandandır. Hadis-i Şerif “Çok iyi anlamalıyız ki; vatan lafla, sloganlarla sevilmez, vatan eylemle sevilir. "Vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır." Bugün sokakta kime sorarsanız vatanını sevdiğini söyler ama bu kadarının yetmediği apaçık ortada. Demek ki vatan sevgisi başka bir şey, vatanı bir başka türlü sevmek gerekiyor. Vatanı sevmek aşık olmak gibi ciddi bir şeydir; başka sevgilere benzemez. Vatan uzaktan sevilmez, Vatan yemek sever gibi, renk sever, kıyafet sever gibi, takım tutar gibi sevilmez. Vatan öylesi de olur böylesi de olur, kazansak da olur kaybetsek de olur diyerek sevilmez. Vatan kerhen sevilmez. Vatan ruhla, bedenle, akılla, yürekle, bilekle, tepeden tırnağa insanı insan yapan her şey ile her hücre ile sevilir. Vatan tektir, birdir, vazgeçilmezdir, taviz verilmezdir, 112 hiçbir şeyle kıyaslanamaz, yerine hiçbir şey konulamaz. Maldan mülkten, paradan puldan, candan canandan her şeyden geçilir, Vatandan geçilmez. Çünkü Vatan'ın içinde hayatınız, sevdikleriniz, milletiniz, atalarınız, tarihiniz, geçmişiniz, geleceğiniz, namusunuz, onurunuz, refahınız, mutluluğunuz, huzurunuz, hayalleriniz vardır. Vatan sevgisi sevgi kelimesinin sınırlarını öylesine zorlar ki, o sevginin içini ruhla, kararlılıkla, inançla, özveriyle, eylemle beslemezseniz, sevginizin Vatana bir faydası olmaz, o sevgi ancak egonuzu tatmin etmeye yeter, çoğumuzun yaptığı gibi... Vatan sevgisi belirli günlerde, anma etkinliklerinde, törenlerde ya da sadece duygularda yaşanacak bir heyecan değildir. Vatanı sevmenin eylemsel bir karşılığı ve sonucu etkilemeyi hedefleyen tutarlı ve inançlı bir bütünlüğü olmalıdır. Çoğumuzun iyi niyetinden şüphem yok, ama bugünkü şartlarda sonucu etkileyemediğimiz, değiştiremediğimiz sürece sadece iyi niyet yetmiyor. Vatan sevgisi evlat sevgisi gibi olmalıdır. Bir anne, bir baba nasıl çocuğunu her ne yaparsa yapsın, yaramazlık da yapsa, kötü bir şey de yapsa yine de sevgisinde bir azalma olmaz, ilk günkü gibi evlat sevgisiyle koşulsuz sever ve 24 saat, uykusunda bile evladının sağlığını, iyi okullara gitmesini, iyi imkânlara sahip olmasını, geleceğini, mutluluğunu düşünür ve bunu sağlamak için çalışır, araştırır, fedakârlık yapar, kendi yemez yedirir, kendi giymez giydirirse, gerçek vatan sevgisi de böyle olmalıdır. Ülkesini, insanları gerçekten, içten, samimiyetle seven 24 saat, uykusunda bile böyle düşünür, her davranışında böyle hareket eder. Yaptıklarının, seçimlerinin, kararlarının ülkesine zarar vermemesine, ülke hassasiyetlerine dikkat eder, onun da ötesinde ülkesine, insanına faydalı olmasını, olan bitende kendisinin de yapıcı, geliştirici, iyileştirici bir payı olmasını ister.” Beni derinden etkileyen bu sözler Nasuh Mahruki’nin Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir kitabından. Vatan nasıl eylemle sevilirse, Bolvadin’de icraatla sevilir. Ben bu konuyu bir hikâyemle açıklamak istiyorum. Uzun yıllar önce amcam beni ve biraderimi mezarlığa ziyarete götüreceğini söylemişti. Günlerden ne arife günüydü ne de yenilerde bir cenazemiz vardı. Giderken yanımıza kâğıt ve 113 kalem almamızı istemişti. Derken kabristana gittiğimizde en baştan başlayıp mezar taşlarındaki lakapları bir kâğıda yazmamızı istedi. Birkaç ismin yeterli olacağını düşünürken sonradan öğrendik ki mezarlık baştan sona taranacaktı. Ve her birimizde ayrı ayrı üç noktadan başlayıp mezar taşlarındaki lakapları yazacaktık. Ben o zamanlar buna açıkçası pek anlam verememiştim. Kardeşimle beraber epey lakap çıkartmış bunları da özenle yazmıştım. O gün yorucu, ama bu yorgunluğa değecek bir iş mi yaptık merakıyla noktalanmıştı. Aradan birkaç yıl geçti. Bizimde birazcıkta emeğimiz olduğu ve çok merak ettiğimiz kitabın müsvettesi elimizdeydi. İlerleyen tarihte kitap basılacaktı. Kitabın birçok başlığı vardı. Atasözleri, Değişler, Bilmeceler, Tekerlemeler, Maniler, Ninniler, Dualar, Beddualar, Deyimler ve Bolvadinli Sözlüğü bölümleriyle 12 bin 500 sözün derlendiği 520 sayfalık eserdi. Bunlardan biride bizim mezarlık mezarlık dolaşıp hikâyemizi oluşturan lakaplardı. Kitapta ne bir sponsor vardı, ne de bir reklam vardı. Neyse uzatmayayım kitap kimsenin maddi desteği olmadan bir emekli maaşı ile bastırıldı. Kısacası kitabın yazılması bir emek, basımı başka bir emekti. Nihayetinde amcam bu kitabı çok büyük emeklerin sonunda çıkarttı. Ve gerçekten bence müthiş bir eser oldu. Sadece kitabın bir bölümüyle meşgul olmak bile müthiş bir sabrı gerektirir diye düşünüyorum. “Söz Derlemeleriyle Bolvadin” isimli kitap 2007 yılında okuyucularıyla buluştu. Amcam emekli olduktan sonra kendi köşesine çekilmedi. Ve ilçemizin değerini çok sonraları anlayabileceği bir kitap yazdı. Lafa gelince mangalda kül bırakmayanların yerine, o “söz uçar yazı kalır” düsturu ile hareket edip yazılı bir eser bıraktı. Bazıları Bolvadin’i lafla severken o bir şeyler yaparak gösterdi. Öğretmelikten emekli olduktan sonra bir köşeye çekilmedi. Neden bunları kaleme alıyorum peki? Ne kitabın, ne de amcamın bu saatten sonra reklama ihtiyacı var. Ama Bolvadin’in sözde değil özde Bolvadinlilere ihtiyacı var. Sağlıklı olup, iyi eğitim alıp lafa gelince kül bırakmayan bırakın kitabı bir yazıyı kaleme almayanlara ne demeli? Ya da ekonomik durumu el verdiği halde “zenginliği başka şehirlerde, fakirliği Bolvadin’le 114 paylaşan” girişimcilerimize ne demeli? Amcam Abdil Çakırer, öğretmen emeklisi olarak ve memleket sevdalısı olarak bunu yaptı. Sadece amcam mı? Bu duyguyu hisseden ve çok güzel eserler yazan Osman Göker ve Muharrem Bayar hocalarımızı, okul yaptıran işadamlarımız Ceylan Emet’i, Yusuf Kayabaşı’nı, Naciye & Nurettin Taktak’ı bu noktada unutmamak gerekir. Bu yazıyı memleketi tutkuyla sevdiğini iddia edip elini taşın altına koymayanlar için yazdım. Bu yazıyı Bolvadin’in lafla değil icraatla sevilebileceği düşündüğüm için yazdım. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 556, 14 Şubat 2011) TEŞEKKÜRLER HOYEK Türkü Bilmeyen Türk'ü Bilmez Anonim Cehennemde her ülkenin bir kazanı varmış. İçinde sıcak kaynayan yağ olurmuş. Günah işleyenler bu kazanlarda cezalandırılıyormuş. Kazandan kafasını çıkaranları zebaniler kafasına vurarak geri kazana sokuyormuş. Baş zebani bir bakmış diğer kazanlarda herkes çıkmaya çalışıyor ama Türkiye’nin kazanından kimse kafasını bile çıkarmıyor. Baş zebani zebanilerden birini çağırmış ve sormuş: “Niçin Türkiye’nin kazanından kimse çıkmıyor? Yoksa orda günahkâr yok mu?” Zebani cevap vermiş: “Olmaz mı? Çıkmaya çalışanı alttakiler geri çekiyor.” demiş. Bu hafta yazıma çok sevdiğim bir fıkrayla başlamak istedim. Maalesef ülkemizde pek çok emek takdir edilmiyor. Ülkemizde kabul edilmesi gereken bir gerçek vardır ki, ekmeğe basmayız ama yaratılanların en üstünü olan insanı yerde görürsek üstünden geçeriz. Marifetler iltifata tabidir. Fakat bizler iltifatlarda pinti, yıkıcı eleştirilerde ise bonkörüzdür. Mark Twain bir keresinde şöyle söylemiştir. “İyi bir iltifat beni üç ay idare eder.” Ben Devrim hocayı yaklaşık beş yıldır tanıyorum. Ne kadar sistematik bir çalışma prensibine bağlı olduğunu, ekipteki oyuncular zamanla değişse de değişmeyen tek şeyin Devrim hocanın Japonvari çalışma disiplini olduğunu biliyorum. Devrim 115 hocayı tek cümle ile ifade etmek gerekirse: “Bolvadin’e halk oyunlarını sevdiren kişidir.” Hani reklamlarda kullanılan bir ifade var ya: “Birileri gelir bir şeyleri değiştirir.” Devrim hoca bu işe can-ı gönülden sarıldı ve bunu başardı. Kendi Balıkesirli olsa bile bence o bu saatten sonra örnek bir Bolvadinli olmuştur. Bu sebeple bu ekibin kıymetini bilmek gerekiyor. Bu ekip Bolvadin için bir fırsattır. Sayısız Afyonkarahisar il birincilikleri ve ilçemizi Afyonkarahisar adına pek çok yarışmada temsil etmesi takdire şayandır. Hoyek 13 Mayıs 2011 tarihinde ilçemiz kapalı spor salonunda enfes bir gösteri düzenledi. İlçemiz maalesef sosyal aktivite açısından fakir bir ilçe bu sebeple Devrim hoca ve ekibini tekrar kutluyorum. İyi ki varsın Devrim hoca, iyi ki varsın Hoyek. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 569, 16 Mayıs 2011) BARIŞ CEYLAN AK Memleketimiz de fark edemediğimiz ya da fark etmek istemediğimiz öyle güzellikler var ki… Bu yazımda bundan bahsetmek istiyorum. Zaten toplum olarak eleştiri yapmada ki bonkörlüğümüzü iltifat yapmada gösteremiyoruz. Barış Ceylan Ak… Belki de tanıdınız bu ismi… Barış, Ak soğutmada bazı beyaz eşya firmalarının servis işini yapıyor. … Neden böyle bir yazı yazıyorum? Geçenlerde uzun aradan sonra Barış ile görüştük. Her zamanki gibi pozitif enerjisi üstündeydi. Hemen konuya girdi. “AB sürecinde proje yapıp hibelerden yararlanıp, gençlerimize istihdam yaratan bir proje yapalım. ÜniversiteSanayi işbirliği şart…” Bir an düşündüm de memleketimiz de 116 kaç kişi bunu ciddi ciddi kendine problem edip, dillendiriyor? Ekonomik durumu yerinde olduğu halde, memlekete hiç çivi çakmadığı gibi “Bu memlekete bu yatırım fazla bile…” diye düşünenler bunun vebalini nasıl ödeyecekler? Sadece kendi kazancını düşünüp, geriye dönüp baktığında arkasında hiç sosyal projesi olmayanlar ne düşünür bilmiyorum? Üzüldüğüm nokta içimizde tek başına pek çok şey yapabileceği halde, hiçbir şey yapmayanlara… Üzüldüğüm Barış bunu ciddi ciddi bir problem yapmış iken, bazılarının görmezden gelmesi… İnsanların bir şey yapmasından vazgeçtim, bunu düşünüp dillendirmesi bile yaramı soğutur. Ama bunu görmezden gelmek inanılır gibi değil. (Karanlığa Işık Gazetesi, Sayı: 74, 28 Ocak 2009) BOLVADİN AŞKIN ARABESK HALİDİR Bulamazsın ne başka bir deniz, ne de başka bir belde. Bu kent peşini bırakmaz senin. Dolaşacağın hep bu sokaklardır, bu kentin alanları, kararan bu evler arasında yaşlanacaksın. Hep bu kente varacaksın. Kaçabilirim sanma Konstantin Kavafis Şehir ve insanlar arasında bir etkileşim vardır. Nasıl insanlar şehri şekillendiriyorsa, şehirler de zamanla insanları şekillendirir. Bu yönüyle şehir, binası olmayan bir okul, kitapsız bir kütüphane gibidir. Orada ne bir öğretmen, ne de formalı çocuklar bulunur. Bütün öğrenciler, bu okula doğuştan kaydolurlar ve asla mezun olmazlar. Şehirler kültürü bütün ayrıntılarıyla ortaya koyan, medeniyeti bütün özellikleriyle somutlaştıran yerlerdir. Her medeniyetin farklı bir şehir anlayışı vardır. Şehri oluşturan kurumlar, bu kurumlara verilen önem birbirinden farklıdır. Bu sebeple aynı medeniyetin bütün şehirleri temel özelliklerde benzeşirler. Bir şehrin öyküsü o şehirde yaşayanların, o şehre geçici süreyle gelmiş insanların, o insanların kendi kişisel yaşamlarının, birlikte oluşturdukları yaşamlarının, bu yaşamlarda oluşturulan mekânların öyküleridir. Şehirler ve insanlar arasındaki ilişki hem şairlerin hem de 117 yazarların ilgisini çekmiştir. Bazıları bu ilişkiyi daha da ileri götürerek her şehri bir bireye benzetmişler. Örneğin Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı. Sen benim sana susadığımda çeşmelerinden su içtiğim Şehr-i İstanbul’umsun” derken yapılanların hepsi bu bağlamda değerlendirilir. Bunun yanında, gerek şairler gerekse yazarlar insanların sıfatlarını şehirlere yüklemişlerdir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, hayatının geçtiği yerler olan Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerini anlattığı deneme türü eseri Beş Şehir’de asıl konu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır gibi görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir." olarak ifade ederken Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan İstanbul kitabında neler söylüyor: "İstanbul şairin deyimiyle, 'lûtfu da hoş, kahrı da hoş' bir şehirdir. İstanbul, oraya gelen ve orada yaşayan herkes için, aynı anda hem gurbettir, hem vuslattır. İşte onun için, yaşanan dramlar, trajediler dahi, İstanbul tutkusunun içinde onulmaz bir aşka, kopması imkânsız bir tutkuya dönüşür. İstanbul aşkın her halidir." Peki hiç düşündünüz mü? İstanbul aşkın her hali ise Bolvadin aşkın hangi halidir? Sizler ne düşünüyorsunuz bilemiyorum ama ben Bolvadin’in aşkın arabesk hali olduğunu düşünüyorum. Arabesk kelimesi sanatta doğu ile batının sentezini ifade eder. Orhan Gencebay'ın "Başa Gelen Çekilirmiş", "Sevenler Mesut Olmaz" ve "Bir Teselli Ver" kırkbeşliklerinin plak dünyasında o güne kadar görülmemiş satış rekorları kırması, Gencebay'ın kendine özgü yorumuyla olağanüstü sayıda dinleyici bulması böylesi bir konuya sinemanın da el atmasına neden oldu. 1970'li yılların başında yine Orhan Gencebay ile başlayan arabesk filmler furyası sinemamızdaki diğer türlere benzeseler de kendilerine özgü birtakım farklılıklar içerdi. Acı, hüzün, kara sevda, çile, horgörülme, dışlanma, kahrolma, yoksulluk, kötü yazgı, yakınma, umutsuzluk, kadercilik, karamsarlık gibi motifler en uç noktalarda bir arada kullanılır. Mutluluk ve sevinç saman alevinden ibarettir. O da acının ve çilenin dozunu arttırmak 118 içindir. Sevgi genellikle gerçekleşmesi olanaksız bir çizgidedir. Yoksul-zengin çelişkisi bu olanaksızlığı yaratan en önemli etkendir. Gerçekleşmesi olanaksız sevginin önerdiği çözüm yolu da hayli ilginçtir. Kısa sürede şan, şöhret ve servete kavuşmak. Minibüslerin kimi yerlerine yapıştırılan "Sabret gönül bir gün olur." özdeyişi bu önerinin sabırla yoğrulan bir başka ifadesidir. Uzun lafın kısası Bolvadin’de yaşayıp da yaşadığı kadim kenti sevmeyen yoktur. İnsanlar memleket sevgisinden dolayı bir şeyler yapmak isterler. Bir şeyler yapar da. Fakat başka bir hemşerimiz oda Bolvadin’i seven ve Bolvadin sevgisinden bu yapılanın önüne geçer. İşin en ilginç tarafı ise aslında ikisi de memleketlerini deli gibi seviyordur. Ama işte burada olay arabeskleşir. Hani filmlerde çokça izlediğimiz repliklerle: “Ya benimsin ya toprağın…”, “Bana yar olmayan hiç kimseye yar olmasın….” Yüksekokuldan Bolvadinli bir öğrencim geçenlerde bakın şöyle bir yazı yazmış internetteki sayfasına: “Ne zaman bu şehirden kaçıp gitme isteği gelse, bir köşeye oturup geçmesini bekliyorum. Gidersem dönmem çünkü biliyorum.” (Öğrencim ne gidebiliyor, ne de kalabiliyor. Aslında arabesk kültürde en fazla işlenen konu da budur: “Kalsam yürek dayanmıyor... Gitsem gönül razı değil”…) Dedim ya İstanbul aşın her haliyse, Bolvadin aşkın arabesk halidir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 591, 17 Ekim 2011) ORTAK AKLI KULLANMALIYIZ Danışan dağlar asmış danışmayan düz yolda şaşmış. Türk Atasözü Yazıma bir fıkrayla başlamak istiyorum. Yavru deve annesine sormuş: “Anne niye bizim ayaklarımız bu kadar büyük?” Anne deve cevap vermiş: “Çölde kuma batmamak için.” Yavru deve tekrar sormuş: “Peki kirpiklerimiz niye bu kadar gür?”Anne deve tekrar cevap vermiş: “Çölde kum fırtınalarında kum kaçmasın diye.” Merakı yatışmamış olan 119 yavru deve bir soru daha sormuş: “Bizim niye hörgüçlerimiz var?” Anne deve sabırla yanıtlamış: “Çölde çok uzun süre susuz idare edebilmek için suyu hörgüçlerimizde depolarız.” Sonunda dayanamayan yavru deve sormuş: “Peki anne, bu hayvanat bahçesinde ne işimiz var?” Bir gün dersteyken öğrencimin biri gazete kupürünü kesip getirmiş. Gazete haberinde: “Çobanlar ilçesindeki toprak yerine Hindistan cevizi lifleri içinde üretim yapılan ve termal suyla ısıtılan seradan Avrupa ülkelerine geçen yıl 7 milyon TL’lik domates ihraç edildi.” diye yazıyordu. Peki Heybeli Termal ne kadar zarar etti. Tam 1 milyon TL. Arada yaklaşık 8 milyon TL’lik fark var. Biz Heybeli’de ne termal turizm ne de sera işini yapabildik. İyi de başta anlattığım fıkra ile konunun ne alakası var? Bizim termal turizm alanında çok başarılı işadamlarımız var mı? Var… Hem Ali Korkmaz hem de Ali Acar bu işin piri… Bizim bu alanda sadece iş adamlarımız mı var? İş adamlarımızın yanında turizm alanında çok başarılı akademisyenlerimiz var. Umman’da bile turizm alanında başarılı akademisyenlerimiz var. Peki, hem insan kaynağımız var hem de doğal kaynağımız var da biz nasıl bu kadar başarısız olabiliyoruz? Bu kişilerden yeterince yararlanmamız gerekir. Bunu yapabilir miyiz? Geçmişte (6 Mayıs 1992) Eber Gölü için “Eber Gölü ve Çevre” konulu sempozyum düzenlendi. Böylece Eber Gölü için çok ciddi bir kamuoyu etkisi oluşturdu. Demek ki geçmişte bunu yapmışız şimdi de yapabiliriz. İş adamlarımızın bağlantılarından gerekirse önerebileceği özel sektör deneyimli yöneticiden yeterince yararlanmamız gerekir. Akademisyenlerimizin de önereceği yol haritasından yararlanmamız gerekir. Eğer gerçekten bunu yapabilirsek petrol kadar değerli sıcak suyu Bolvadin için gelir haline getirebiliriz. Çoğu zaman petrolü olup da bunu kendi değerlendiremeyen Arap ülkelerine kızarız. Eğer biz de bu termali değerlendiremezsek başkalarına değil kendi kendimize kızmamız gerekir. Çünkü aşağıdaki Türkiye’nin kaplıca haritasında göreceğiniz pek çok yer bizden sonra bu işe girdi ve şimdi bizi geçti. Yarın Zafer havaalanı tamamlandıktan sonra termal turizm rekabetinde gelişmişlik farkı daha da artacak. Sanayinin merkezi Bursa bile artık turizmle anılmak 120 için çok ciddi yatırımlar yapıyor. Termal kaynağı olmayan yerler yar altından sıcak su kaynağı bulmaya çalışıyor. Bizim ne yapıp ne edip Heybeli tesislerini üzerine kafa yorup “ortak aklı” kullanmamız gerekir. Hiç unutmuyorum bir kış vakti üç araba Afyon’dan Heybeli’ye geliyoruz, karanlıktan Heybeli kavşağını kaçırdık. Bu sebeple Heybeli’yi Afyon-Konya karayoluna yaklaştırmamız ve o hinterlanda hâkim olmamız gerekir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 637, 3 Eylül 2012) BOLVADİN’İ İLHAM VERENLER ZENGİNLEŞTİRİR Sıradan öğretmen anlatır, iyi öğretmen açıklar, üstün öğretmen o davranışı sergiler ve muhteşem öğretmen ilham kaynağı olur. William A. Ward Walt Disney dünyada üç çeşit insan olduğunu söylermiş. “Başkalarının cesaretini kıran, yaratıcılıklarını engelleyen ve onlara yapamayacaklarını anlatan zehirleyiciler; iyi niyetli ama kendi içine kapanık çim biçiciler, bunlar kendi çimlerini biçerler ama başkalarına yardım etmezler. Son kategori, başkalarının hayatlarını güzelleştirmeye uğraşanları, onları yükseltip ilham verenleri içerir.” Son üç yıldır ilçelerin ya da bölgelerin nasıl kalkındığını, kalkınırken hangi önemli stratejiler denediğini ve bunu nasıl uygulamaya geçirdiklerini araştırıyorum. Bu bilgilerle birlikte akademik bilgilerin ışığında da “Bolvadin nasıl zenginleşir?” sorusunun cevabını arıyorum. Bu çalışmada pek 121 çok kişinin desteğini aldım. Bu önemli kişilerden biriside değerli hocamız Osman Göker’dir. Kendisinin iki hafta önce kitap çalışmamla ilgili yazısı yayınlandı. İlgisi için kendisine kuru bir teşekkür etmek yerine gazetedeki köşemde düşüncelerimi ifade etme gereğini duydum. Osman Hocamız Bolvadin için fikir üretmenin ve bunu da yazıya aktarmanın çok önemli olduğunu vurguluyor. 1997 yılında kitaplaştırdığı “Bolvadin’e Dair Düşünceler” çalışması da bunu gösteriyor. Bu kitap aslında gelişmemiz için neler yapmamız gerektiğini bunun yanında ne tür engellere karşılaştığımızı gösteriyor. Peki neler söylüyor kitabında? “Söz uçup gider, yazı kalır” “satıra geçmeyen, hatıra geçmez” sözleri ölümsüz bir gerçeği ifade ediyor: Yazı her zaman değerli ve önemlidir. Gerçekte dünyayı yöneten kalemdir, mürekkeptir, kâğıttır tek kelime ile kitaptır. (s.128) (Kardeşi Mehmet Ali Göker’in kitabı Bolvadin’e Elveda Kütahya’ya Merhaba, Annesi Naime Göker’in Hayat Defterim ve memleketimizle alakalı pek çok kitabın, derginin arkasında Osman Hocamızın ciddi emeği vardır. ) Eleştiri hazır akıldır; ondan yararlanmayan akıl, akılsızdır. Bu bakımdan eleştirileri daima faydalı hatta elzem bulmuşumdur. En büyük eksikliğimiz eleştiriye tahammülsüzlük, bu yüzden gelişemiyoruz. Eleştiri gerçeğe, bilgiye, bilince, ölçüye dayanırsa yol gösterici; bunlara dayanmaz da sezgiye, duyguya dayanırsa yıpratıcı olur. (s.57) “Bolvadin’imiz daha güzel, daha yaşanır hale nasıl gelişebilir. Bolvadin’deki hayat” ile ilgili gözlem ödevleri öğrencilere yazdırılabilir, hatta yarışmalar düzenlenebilir; bu ödevler rapor halinde basında yer alabilir. (s.44) Dünya ülkeleri içinde Türkiye’nin konumu ne ise Türkiye’nin içinde Bolvadin’in durumu da odur. (s.66) Geçmişte “Bolvadin’e istasyon gelmesin, ahlakımız bozulur diyen, dün “askeri birlik gelmesin namus elden gider” diyen zihniyet bugün hangi akla hizmet ediyor bilinmez. (s.58) “Kalite pahalı” olduğu için hemşerimiz rağbet etmiyor diyorlar. Ucuz yaşamaya alıştırılmışız vesselam. (s.67) Kooperatifler kendi aralarında birleşerek bir güç birliği de 122 oluşturabilirler. (s.27) (Kendisi 416 konutlu Bolova Yapı Kooperatifinin kuruluşundan tamlanışına kadar başkanlığını yürütmüştür. Yüzlerce kişinin ev sahibi olmasına öncülük etmiştir.) Sonuç olarak: gelişen şehirler veya ilçeler Walt Disney’in dediği gibi zehirleyiciler ya da çim biçicileri sayesinde değil ilham kaynağı olan kişiler sayesinde gelişiyor. “Hayatta kaç defa nefes aldığımız değil, hayatımızda kaç anın nefesimizi kestiği bize hayatımızı nasıl yaşadığımızı gösterir.” Değerli hocamız Osman Göker için bu vecizeyi şu şekilde değiştirebilirim. “Hayatta kaç kez nefes aldığınız değil, kaç kişinin hayatına anlam kattığınız önemlidir.” Bu çalışmaya ve Bolvadin’le ilgili pek çok çalışmaya anlam kattığı için Osman Göker Hocam’a çok teşekkür ediyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 639, 17 Eylül 2012) 123 KEŞKE DEMEMEK İÇİN GÜNÜ DAHİ BEKLEMEYİN… Bu hafta siz değerli okuyucularımla Can Dündar’ın bir yazısını paylaşmak istiyorum. Rahmetli Vehbi Koç ile yapılan bir televizyon röportajıydı. Yıllar önce..."Param var, malim var, şanım var, mevkiim var, ama gel gör ki, iki kaşık bulgur pilavı yiyemiyorum" demişti üzüntüyle. Domatesli bulgur pilavının yanında turşu ve soğan çok uzun zaman önce yasak edilmişti ünlü işadamına."Çok şükür bugünleri de gördüm ama..."diye konuşmasını sürdüren ünlü sanayici "dünyanın en kudretli adamı da olsan fark etmiyor..." diye eklemişti. Bir soğan, bir bulgur bazen nelere bedel oluyor… Emel Sayın'ın hayatının anlatıldığı bir programdı. Çok genç yaşta başlayan yolculuğunda gücü, başarısı ve ışıltısından sonra bugün geldiği nokta konuşuluyordu. Pek çok kadının yerinde olmak istediği güzel, başarılı ve ünlü sanatçı,"Bir tek şeye sızlıyor içim... Keşke bir çocuğum olsaydı "derken gözleri dolu doluydu."Bana hep daha çok gençsin, önce işin, önce sanatın,daha şöhretin başındasın dediler. Ama keşke kimseyi dinlemeseydim. Keşke kimseyi dinlemeseydim..." Gani Müjde ile söyleşi yaptığım bir programdaydık."Çok küçüktüm ve babam kendi koşulları içinde beni şımartmaya uğraşıyordu" diye başladı anlatmaya."Bir bayram arifesiydi. Galiba kendi takım elbisesini verip bana bir elbise yaptırmış. Çok mutluydu o bayram, bana bir şey giydirebildiği için. Ama ben elbiseden hiç hoşlanmamıştım. Ağlamaya başladım, ben bu çirkin şeyi giymem diye. Babamın bana bakışını hiç unutamam. Galiba en fazla altı yedi yaşındaydım. Birden hiç beklemediğim bir şey oldu ve babam bana hayatımdaki ilk ve son kez çok şiddetli tokadını attı. Çok gücenmişti bana. Aradan yıllar geçti. Şimdi İstanbul'un güzel manzaralı evlerinden birinde oturabiliyor ve istediğimi alabiliyorum. Babam öldükten sonra bir gün, babamın o bakışı geldi aklıma.Keşke geri dönüp o sayfayı silebilsem,öyle isterdim ki...Babamı mutlu edebilseydim." Hayat bu kadar basit bir şeydi işte. Yaptıklarımız, yapmak istediklerimiz, özlediklerimiz, pişman olduklarımız, 124 onardıklarımız, onaramadıklarımız... Hepsi basit, minicik şeylerdi ama ulaşamadıkça, çözemedikçe, yenemedikçe bize kocaman geliyordu. Kitlelerin sevgisi, para, ün, güç… Hiçbiri, hiçbiri bedel olamıyordu, özlemini çektiğimiz o şey her ne idiyse... Bir çocuk, Sevildiğini bilmek, Bir vicdan rahatlığı, Bir tabak pilav, Bir sağlıklı nefes... Hayat bu işte, basit, küçük bir hadise... (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 645, 29 Ekim 2012) BOLVADİN’E VEDA DEĞİL, BOLVADİN’E VEFA Doğup büyüdüğüm Bolvadin’e, ekmeğini yediğim, çocuklarımı büyüttüğüm Kütahya’ya duyduğum vefada; insanlarla paylaşacağım, bilgilerim; sıkıntılarım sevinçlerim vardı… Yoksa niye yazayım? Mehmet Ali Göker 28 Aralık 2012 tarihinde Bolvadin MYO, Kırkgöz Kampüsüne Bolvadinli hayırsever İşadamı Mehmet Ali Göker tarafından yaptırılan Naime-Abdullah Göker Konferans Salonu, il ve ilçe protokolün geniş katılımıyla açıldı. Gelin öncelikle Mehmet Ali Göker’i daha yakından tanıyalım. Mehmet Ali Göker 1948 yılında Bolvadin’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Bolvadin’de tamamladı. Mehmet Ali Göker çocukluk yıllarından itibaren ticaretle yakından ilgilenip, 1972'de İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten sonra babasının işletmesinde ticarete atılmıştır. İşletmeye ilk katkısı, gelenekten gelen tuz ve kurukahve ticaretinin dışında "toptan gıda" ticaretine başlamak olmuştur. 1980'e kadar 125 Bolvadin'de çalıştıktan sonra Kütahya'ya taşınmıştır. Kütahya'da toptan gıda sektöründe işine devam etmiş, 1994'te işletmenin ulusal ve uluslararası markalarla distribütörlük sistemine geçmiştir. 2009'un sonunda aktif olarak faaliyet gösterdiği Göker Tic. Koll. Şti. ve Göker Gıda A.Ş. unvanlı şirketlerini Göker Gıda A.Ş. çatısı altında birleştirmiştir. Göker Gıda A.Ş., Kütahya merkez depo ve Eskişehir, Uşak, Afyon, Simav ve Tavşanlı şube depolarıyla farklı sınırlarda Philip Morris SA, Kraft, Ülker Golf, Kent, Eti, Tadım, Ekici markalarıyla toplam 200'e yakın personel ile hizmet vermektedir. 2009 yılında nakliye sektöründe hizmet vermeye başlayan Göker A.Ş. 2011 yılı Kasım ayı itibariyle de inşaat sektöründe faaliyet göstermeye başlamıştır. Bolvadinli hayırsever işadamımız Mehmet Ali Göker’in 2009 yılında “Bolvadin’e Veda, Kütahya’ya Merhaba” isimli kitabı yayınlandı. Ben kitabın pek çok yerini altını çizerek okudum. Açıkçası Bolvadinli bir işadamımızdan Bolvadin’in ticari ve sosyal hayatını öğrenmek bence hepimiz için gerekli. Peki kitabında neler söylüyor? Eniştem, kendi cebini ve çıkarını düşünen topluma hiçbir katkısı olamayan “insanlara” acırdı. Böyle insanlar kendi gübresinin üzerinde yeşeren otlara benzetmesi çok hoşuma gitmişti. Kendi gübresi üzerinde yeşeren otlar gürbüz görünürler ama çevre şartlarına dayanıksızdırlar derdi. (s.70) Bolvadin’de ihtiyacın çok ötesinde ibadet yerleri vardır. Bugün için (1970) 8 ilkokula ihtiyaç varken ekonomik sıkıntılar içinde mücadele veren halkın sırtından ihtiyacın üç katı cami inşa edilmiştir. (s.80) Sağcısına da solcusuna da doğruyu gösteren olmadı. (s.83) Önemli olan bu dünyanın imarına, tamirine faydası olacak eser bırakmak… İnsan fani, toplum süreğendir. Yüce dinimizde “amel-i cari” denilen budur işte… (s.135) Statükocu insanlar, az okuyan insanlar, felsefenin ilgilendiği konulara, şüphe ile hatta korku ile bakarlar. Hâlbuki felsefe ile insan, başarıları arasında sıkı bir ilişki vardır. (s.245) Batıda kural kuraldır. Delinmesi, arkadan dolaşılmasının önü kapalıdır. Bizde de böyle olmalı. (s.230) 126 İyi eğitim yapılabilir, iyi siyaset yapılabilir. İyi ticaret yapılabilir. Ama her yerde başarı; değerli olmaktan, rafine olmaktan, değer katmaktan geçer. Değer katmak için; sözden, öğütten ziyade eylemlerin önemli olduğunu söylerim. ‘Yaşayamayan, yaşatamaz’ Yüreğimiz ve aklımız işlerimizi başarmamızı söylüyor. (s.191) Ortaklarımın ya matematik bilgileri yoktu ya da hakkaniyet duyguları… Ortak, kendi hukuku kadar ortağının da hukukunu görme izanına, irfanına sahip olmalıdır. Bu arızalar toplumumuzda ortaklık kültürünün oluşmamasından kaynaklanıyor. (s.120) Ticaret, sözünde durma, sözünün eri olma sanatıdır. (s.116) Dünyada en iyi şey sigarayı tatmamaktır. (s.106) Sonuç olarak şunları söyleyebilirim. Bakın Peygamber efendimiz (s.a.v.): “İnsan ölünce ameli kesilir. Ancak üç şey yazılmaya devam eder: Sadakayı cariye (insanların uzun zaman istifade ettiği çeşme, okul, yol, köprü, hastane, cami...), kendisinden istifade olunan ilim (kitap vb.), kendisine duacı olan salih evlat” buyurmuştur. Mehmet Ali Göker’de yaptığı bu eserle umarım tüm işadamlarımıza örnek olur. Zaten Bolvadinli işadamları eğitim konusunda oldukça hassas ve eğitimin önemini anlamış durumdalar. Mehmet Ali Göker’in yaptığı çalışmanın arkasından başka işadamlarımızdan da bu tarz çalışmaların arkasının geleceğine inanıyorum. Bizim insanımızın memleketinden ayrılırken bile aklında veda değil vefa vardır. Hayırlı bir Bolvadinlinin vedası da işte böyle olur. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 654, 31 Aralık 2012) 127 4 LİDERLİK 128 LİDERLERİN KARAKTERİ, TOPLUMLARIN KADERİDİR Karakterin sözlük anlamı, ayırt edici nitelik; bir kimsenin ya da bir insan grubunun tutumu, duruşu ya da tepki biçimidir. Genel olarak, bir nesnenin, bir bireyin kendine özgün yapısı, onu başkalarından ayıran temel belirti; bireyin davranış biçimlerinin bütününü belirleyen ana özellik, biçiminde de tanımlanabilir. Liderlik, karakter ile ilgilidir. Karakter, bir tarz değildir, başarının malzemesi de değildir; karekter kişi olarak kim olduğumuzla ilgilidir. Eğer öğrenmeye devam edersek karakterimiz de gelişir. Bakın Warren Benis konuya ilişkin neler söylüyor: “Ben bugüne kadar, hiç kimsenin, teknik yetkinliği eksik olduğu için hedefine ulaşamadığını, işinden çıkarıldığını, olduğu yerde saydığını ya da bir kenara atıldığını görmedim. Oysa, yetersiz değerlendirmeler yaptığı ya da karakteri zayıf olduğu için bu durumları yaşayan çok kişi gördüm. Üstelik bunlar, başkalarına öğretilmesi en zor konulardır.” Toplumlar, kendi kaderlerini kendileri belirleyemez. Liderlerinin karakteri, o toplumun kaderi olur çıkar. Bir söz vardır: “Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkaramaz.” diye. Kırk akıllı bir delinin yaptığı işi değiştiremiyorsa, bir ülkenin liderinin yaptığını o ülkenin tüm âlimleri bir araya da gelse değiştiremez. Liderlerin karakteri yaşadığı topluma yön verir. Tarih sayfaları bu konuyla ilgili örneklerle doludur. Gelecekte de bu kural değişmeyecek. Dünyadaki her savaşta ya da barışta liderlerin karakteri vardır. Saddam Hüseyin’in liderlik tarzı, bir ülkenin kaderini belirlemedi mi? Yine George Bush’un liderlik tarzı dünyayı adeta kan gölüne çevirmedi mi? Hindistan’daki asıl kurtuluşu Gandi’nin pasif direnişi sağlamadı mı? ABD’deki zencilerin köleliğini, bunun bir kader olmadığını söyleyerek, “Bir rüyam var.” diyen Martin Luter King belirlemedi mi? Hz. Muhammed (sav) yaşadığı dönemde Arabistan yarım adasında köleliği kaldırmadı mı? Yeni doğan kız çocuklarının canlı canlı toprağa gömülmesinin önüne geçmedi mi? “Cennet anaların ayağı altındadır.” diyerek, kadınları baştacı etmedi mi? Usame Bin Ladin’in 11 Eylül saldırılarını organize ettiğini reddetmemesi, başta Afganistan ve 129 Irak olmak üzere diğer İslam ülkelerini de derinden etkilemedi mi? Ne olursa olsun liderin karakteri, toplumların kaderi olup çıkıyor. Bu kuralın istisnası çok azdır. Dolayısıyla liderlerin sahip olduğu karakter o toplumun kaderini belirler. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 500, 18 Ocak 2009) ÖYLEYSE PASTA YESİNLER! Olayın geçtiği zaman, Turgut Özal’ın başbakanlık yaptığı yıllardı. O dönemde hangi sanatçının kasetinin ne kadar sattığı piyasaya açıklanamadığı için çoğu kişi tarafından da pek bilinememekteydi. Semra Özal, Coşkun Sabah’ı yanına çağırtır. Sohbet sırasında, “Beni Unutma” isimli albümünün o dönemde 2.500.000 satarak en fazla satan albüm olduğunu söyler. Semra Özal bu rakamı Turgut Özal’a gelen satış raporlarından gizlice öğrenmiştir. Ulaşılan bu satış rakamı hâlâ en fazla satılan albüm rakamıdır. O dönemde Turgut Özal, düzenli olarak firmalardan aldığı satış rakamlarına bakarak halkının ne türlü müzik dinlediğini öğrenmektedir. Bu durum bir ülke liderinin halkının 130 ne tür müzik dinlediği ile ilgili olduğuna ve halkının her türlü ihtiyacıyla ilgilendiğine en güzel örnektir. Halkın içinden çıkan ve “Ben sizlerden biriyim.” diyerek halkın oyunu alanlar, belli konuma gelince maalesef kendilerini halktan soyutlamaktadırlar. Liderliğin olmazsa olmaz kurallarından biri geldiği yeri unutmamak ve daha da önemlisi halktan kopmamaktır. Ne iş yaparsanız yapın halktan kopmamanız gerekiyor. Bu kural, siyaset, sanat ve iş dünyası için de geçerlidir. Maalesef günümüzde pek çok lider halkından uzaklaşmaktadır. Aç olan Fransız halkı için “Ekmekleri yoksa pasta yesinler.” dediği rivayet edilen Fransa Kralı 16. Louis’nin eşi kraliçe Marie Antoinette’nın hüzünlü sonu bunun en çarpıcı örneğidir. Römorklu bir at arabası ile Paris sokaklarında bir saatten fazla dolaştırılarak İhtilal Meydanı'na getirilen kraliçenin hayatı bir giyotinde son buldu. Hatırlarsanız ünlü aktris Hilary Swank, 1999'da “Erkekler Ağlamaz” ve 2004'te “Milyonluk Bebek” filmlerindeki rolleriyle “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar ödülünü kazanmıştı. “Milyonluk Bebek” filminde bir kadın boksörü canlandırarak Oscar ödülü kazanan Hilary Swank, koruma ve özel araç kullanmadığını, metroda halkla iç içe olmayı tercih ettiğini söylemişti. İki Oscarlı oyuncu, New York metrosunun müdavimleri arasında yer alıyor. “'En İyi Kadın Oyuncu” dalında altın heykelciği kucaklayan sanatçı, “Vatandaşların ilgisi de çok hoşuma gidiyor. Hayatım boyunca hep metroyu tercih ettim. Hem hızlı, hem de ucuz.” diyor. İnsanları gözlemlemeden beyazperdede onları canlandırmanın mümkün olmadığını kaydeden Swank, “Eğer insanlarla kontağımı kaybedersem nasıl işimi yapabilirim? İnsanları görebileceğim en ideal yer metro. Onların nasıl gözlüklerini takıp çıkardıklarını, gazetelerini nasıl okuduklarını, iş çıkışında nasıl bitkin düşerek metrodaki koltuklarında dinlenmeye çalıştıklarını gözlemliyorum.” sözleriyle metroyu tercih nedenini anlatıyor. Başarıyı yakalayan pek çok kişi ne hikmetse geldiği yeri unutuyor. Bu da yetmezmiş gibi halkla arasına duvarlar inşaa ediyor. Tarih sayfaları bu tür davranışların yapılacak en büyük hata olduğunu yazmasına rağmen. 131 Sonuç olarak ne iş yaparsanız yapın fildişi kulelerden ayrılıp halkın arasına karışmazsanız sonunuz hep hüsrandır. Günümüzde işi bilen firmalar geleceğin ipuçlarını müşterilerinde aramaktadırlar. Örneğin Harley Davidson’un üst düzey yöneticileri zamanlarının önemli bir bölümünü motosikletli gruplarla, yarışları izleyerek, rallilere katılarak yeni ürünleri kullanarak geçirmektedirler. Zaten Harley markası da üründen çok öte bir tutkuyu simgeliyor. Harley logosunun dövme olarak ömür boyu bedenlerde taşınmak üzere seçilmesi bu büyük aşkın göstergesi değil mi? Bu sebeple siz, siz olun, asla müşterilerinizden kopmayın! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 481, 7 Eylül 2009) SEN BALI İYİ YAPARSAN, SİNEK BAĞDAT’TAN GELİR İşleri iyi gitmeyen mobilyacıların en büyük problemi ürünlerini teşhir edememeleridir. Başka bir değişle bu memlekette neden bir showroom yok? Aklım buna hiç ermiyor. İnsanların düğün alışverişini Çay’dan ya da Afyon’dan yapmaları Bolvadin’de bu işi yapanlar hiçdüşündürmüyor mu? Çay’da çok katlı bir showroom olduğu için Bolvadinliler’in pek çoğu oraya alışverişe gidiyorlar. Afyon’u zaten anlatmaya gerek yok. Bir arkadaşım çok güzel bir benzetme yapmıştı. “Günümüzde alışveriş yapmak adeta tüketim canavarı olmak anlamına geliyor. İnsan alışveriş merkezlerinde, showroomlarda kendini tutamıyor. Bolvadin’deki en büyük problem içimdeki tüketim canavarı harekete geçimiyor. Oysa Afyon’da bu tüketim canavarını zaptedemiyorum.” Bir problem ancak bu kadar güzel anlatılır. Maalesef esnaf kardeşim, hem malı satamıyorum diyor. Ama iş ürünü teşhir etmeye gelince atıyor çekyatı dükkan kapısının önüne, öylece oturuyor. Çekyata oturacağına biraz kafayı çalıştırsa inanın çok kazanacak ama nerde… Mobilya gibi sektörde bir ürünü satmak istiyorsan iyi sergilemeyi bileceksin, takımlarla iyi bir konsept oluşturacaksın. Bunun için de çok geniş bir yerin olacak. 132 Yeni evlenecekler, müşteri olarak geldiği dükkânda oturma guruplarına bakıyor. Üst katta gelişi güzel sergilendiğini, masa takımlarının başka bir dükkânda olduğunu, diğer grupların daha da başka bir yerde olduğunu görünce soluğu ya Çay’da ya da Afyon’da alıyor. En fazla anlayamadığım nokta nüfusu yarımız olan Çay’daki gibi showroom Bolvadin’de olamaz mı diye sorsan “ölü yatırım, bizde işlemez hocam” derler. İyi ki Çay’da showroom var ve böyle bir örneği verebiliyorum. Değilse iyice havandan uçtuğumu söylerler. Sonuç olarak, hala babadan kalma yöntemlerle iş yapanlar, batmaya mahkûmdur. “Sen balı iyi yaparsan sinek Bağdat’tan gelir.” Tıpkı Bolvadinlilerin alışveriş için Afyon’a ya da balık yemek için Çay’a gittiği gibi. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 479, 24 Ağustos 2009) SORU: Şekilde görülen 9 noktadan kaleminizi kaldırmadan ve çizdiğiniz doğrunun üzerinden ikinci kez geçmeden 4 doğru çizebilir misiniz? 133 HAYATIN SIRRI ÖLÇÜLÜ OLMAKTIR Hayatın bir sırrı var mıdır? Aslında yaşamış olduğumuz hayatın, pek çok sırrı var. Bunlardan en önemlisi ise ölçülü olmaktır. Buna, dengeli olmak ya da doz ayarlama kuralı da diyebilirim. Dikkatimizden kaçsa da, hayatın her alanında ince hesaplanmış ölçüler var. Vücudumuzdaki sıvı oranı ne kadar önemliyse, beynimizin oksijensiz kalabileceği süre de belirlidir. Aslında ölçülü olma kuralı pek çok alanda karşımıza çıkar. Beslenmemiz belirli bir denge halindedir. Herhangi bir vitamini belirli oranda almazsak bu vitaminin eksikliğine bağlı olarak hastalıklarla karşılaşırız. Bir ülkenin ekonomisinde de ithalatihracat dengesi önemlidir. İthalat fazlasına bağlı olarak dış ticaret açığı buna bağlı olarak cari açık verilir. Bu da söz konusu ülkenin ekonomik krize girmesine neden olabilir. Yine ameliyattaki bir hastaya fazla verilen narkoz öldürebildiği gibi, az verilmesi de hastanın ameliyat yapılırken ayağa kalkmasına neden olabilir. Kısacası nereye bakarsanız bakın ince hesaplanmış ölçülerle karşılaşırsınız. Bu ölçülerden kaynaklanan pek çok sorunla karşılaşabilirsiniz. Hayatımızda ki problemlerinde temelinde ölçüler yatar. Bir probleminiz varsa bilin ki, bir yerden kantarın topuzu kaçmıştır. Bir arkadaşınızın söylediği bir şeye kırılmanız ilişkinizdeki ölçüyü yitirmiş olmanızdandır. Bizler maalesef ilişkilerimizde ölçülü olamıyoruz. Çıkan problemleri çözerek kuralları koymaya çalışıyoruz. Bunları yaparken de dostluklarımız zedeliyoruz. Pansuman tedbirler ilişkilerimizi ayakta tutmaya yetmiyor. Ne zaman duracağını bilmiyor pek çoğu… Kalibresini bilmiyor hayatın… Bir lafın nereye gideceğini bilmeden fütursuzca konuşuyor. Başarılı olan insanların hayatını incelerseniz onların ölçülü bireyler olduğunu fark edeceksiniz. Ölçülü olalım. Yaptığımız her eylemi ölçülü yapalım, ağzımızdan çıkan her kelimeyi ölçerek söyleyelim. Ne zaman sarraflar gibi ölçülü olursak problemimiz olmaz. Fakat ne zamanda pazardaki teraziler gibi olursak ölçüyü de kaçırmış oluruz. Ve artık sorunlar ip yumağı gibi gelmeye başlar. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 493, 30 Kasım 2009) 134 LİDERLİĞİN BİTTİĞİ YERDE NARSİSİZİM BAŞLAR Narsisizm veya özseverlik, kendini mükemmel görmek, başkalarını düşünmemek ve yargılanmaktan korkmaktır. Narsisizm başka bir tabirle kişinin kendisine aşık olması olarak da tanımlanan bir terimdir. Narsistik kişiler genelde ilgi odağı olmayı, dikkat çekmeyi ve olayları kontrol etmeyi isterler. Başkalarının hayranlığını ve sevgisini kazanmayı şiddetle arzularlar. Kendileri hakkında mükemmeliyetçidirler. Dikkati üzerlerine toplamak için tiyatromsu krizler yaratırlar. Bu kişiler herkesin ve her şeyin kendilerine bağlı olması gerektiğine inanırlar. Mezarlıktan ıslık çalarak geçmek pek çok kimsenin yaptığı şeydir. Narsisistlerin bir kısmı eksiklik, aşağılık duygusunu bastırmak için kendilerine güveniyor rolü yaparlar. Korku ile güven arasındaki zihinsel duvar çok incedir ve her an yer değiştirebilir. Amacı bir insandan daha fazla bir şey olduğunu ispatlamak olan bir kişi düşününüz. Bu kişinin en büyük korkusu, sıradan bir kişi olmaktır. Kendilerini dünyanın en büyük ve en değerli kişisi olarak hissettikleri için, bunu kanıtlama çabası içinde çırpınırlar ve çok çalışırlar. Bunun için yetenekli ve iddialıdırlar. Bilim, sanat, spor, politika, komutanlık, liderlik ve ticaret gibi rekabet edilen her şeyi bu kişiler keşfederler dersek abartılı olmaz. Narsisist insanların yaptıkları işlerden hoşlanırız, ama kişiliklerinden nefret ederiz. Liderlerin pek çoğu narsisisttir. Hitler, buna canlı bir örnektir. Liderlik ile narsisistlik ince bir duvarla ayrılır. Liderlik bittiğinde narsisizm başlar. Liderlerin çevresindeki dalkavuklar onların içlerindeki narsisist yönlerini beslerler, büyütürler ve onları narsisist canavar yaparlar. Öncelik içgüdüsü taşırlar bir narsisist kendisi için iyi olanın tek iyi ve tek yol olduğuna inanıyor ve vazgeçmiyorsa, onun hatâ yapmasını beklemek, fakat onaylamadığınızı belli etmekten başka yapacak birşey yoktur. İnsanda içgüdüsel olarak önce kendini sevme, kendi ihtiyaçlarına öncelik verme duygusu vardır. Başkalarını düşünmek, başkalarının ihtiyaçlarını önemsemek egomuzun hoşuna gitmez. Ancak insan gibi yaşamak için egomuzun bu 135 yönünü dengelememiz gerekir. “önce can sonra canan” âdil bir duygu değildir. “önce doğrular ve ilkeler-can veya canan hoşlansa da, hoşlanmasa da” diyebilmek bilgece davranıştır. Narsisist kişilerin başkalarının ihtiyaçlarını, arzularını, yeteneklerini, isteklerini görme kabiliyetleri gelişmemiştir. Bu sebeple empati yoksunluğu onları sevenlere acı çektirir. Çünkü onları sevenler kimliksiz olmak zorundadırlar. Benmerkezci narsisistleri seven pek çok eş veya kişi onların kendilerini sevmeme nedenini araştırırlar, ancak bulamazlar. Kusurları kendilerinde ararlar. Böyle narsisistlerin sevgilileri hayatlarını mahvederler. Büyük politikacıların önemli kısmı narsisisttir. Bir şeye ihtiyaçları olduğu zaman empatiye sahipmiş gibi davranır ve rol yaparlar. Etkileyici, çarpıcı, rol yapıcı davranışlarını çoğu zaman farkında olmadan gerçekleştirirler. Alçakgönüllü rolü oynarken bile egolarını parlatmaktadırlar. Bu davranışlarının ikiyüzlülükten tek farkı, bunu kişiliklerinin gereği olarak yapmalarıdır. Satışı iyi yaparlar. İnsanları etkileme, göz boyama konusunda çok başarılıdırlar. Karşı taraftaki kişinin neyi duymak istediğini çok iyi fark ederler. Hayranlık duygusu uyandırıncaya kadar işe devam ederler. İleri narsisistler hayranlık duygusu uyandırdığı kişiyi artık yok sayar, küçümser. Kendilerini övmekten utanmazlar. Zeki narsisistler gizli övünmeyi çok yaparlar. Toplantılarda soru sorarken en az konuşmacı kadar çok şey bildiklerini göstererek yorumlar yaparlar. Sonuç olarak narsisistik kişi ile ilişki kurmak zorunda iseniz, kararlı ve tutarlı olmalısınız. Ne istediğinizi tam olarak bilmelisiniz. Pazarlık yapmadan karar vermemelisiniz. Böyle insanlarla sağlamcı iş yapmak, bedeli peşin almak gerekir, yoksa çok incinirsiniz. (24 Eylül Gazetesi, 20 Haziran 2011, Sayı: 574) 136 KARİZMATİK LİDER, SEÇİM SONUCUNU BELİRLER Kendini lider zannedenin takip edeni yoksa kişi sadece yürüyüşe çıkmıştır. John Maxwell Wall Street Journal haberinde, 2002'de yüzde 34, 2007'de yüzde 47 ile seçimleri kazanan AK Parti'nin bu seçimlerde yüzde 50 kazanmasının büyük zafer olduğunu belirtirken, Financial Times (FT) gazetesinin internet sitesinde ise "AK Parti Türkiye'de üçüncü dönemde oyları süpürdü" dedi. Peki bu başarının altında yatan temel faktör nedir? Ben, karizmatik lidere sahip olanların, karizmatik lideri olmayanlara galip geldiğini ve karizmatik liderin seçim sonucunu belirlediğini düşünüyorum. Tarihin her döneminde var olan liderlik, toplumların gelişmesinde ve yükselmesinde çok büyük bir rol oynamıştır. Liderin sahip olduğu özellikler toplumun içerisinde bulunduğu koşullarla paralellik gösterdiğinde bu durum, o toplumun gelişim sürecini hızlandırmakta ve olumlu yönde bir etkilemektedir. Bunun tersine toplumun içerisinde bulunduğu koşullarla liderin sahip olduğu özellikler birbiriyle uyum 137 içerisinde olmadığında, liderin o topluma faydasından çok zararı dokunmaktadır. Bu nedenle, toplumların içerisinde bulunduğu duruma göre liderlerin sahip oldukları kişisel özellikler ve yönetim şekilleri de değişiklik göstermekte ve bunlar farklı liderlik şekilleri olarak ortaya çıkmaktadır. Liderlik konusunda yapılan birçok çalışmada, liderliğin doğuştan mı geldiği yoksa sonradan edinilen eğitim neticesinde mi kazanılabildiği tartışılmaktadır. Liderlikle ilgili olarak ilk geliştirilen teori kişinin sahip olduğu özelliklerdir. Bu teoriye göre lider, fiziksel ve kişilik özellikleri açısından izleyicilerden farklıdır. Liderlerin hangi açılardan izleyicilerden farklı olduğunu açıklayabilmek için yüzlerce araştırma yapılmış ve örnek olarak verilen şu özellikler üzerinde durulmuştur. Bunlar: yaş, güzel konuşma yeteneği, dürüstlük, boy, zeka, samimiyet, cinsiyet, bilgi, doğruluk, ırk, kişiler arasındaki ilişki, açık sözlülük, yakışıklılık, iletişim kurma yeteneği, kendine güven, başkalarına güven duyma, inisiyatif sahibi olma, hissel olgunluk, kararlılık, karizma ve iş başarma yeteneğidir. Liderlik sürecini açıklamaya çalışan bu teorinin ana fikri, liderleri başarılı ve etkin yapan hususun, liderin taşıdığı özelliklerdir. Bu özelliklerin için de en önemlisi karizma olgusudur. Büyük liderlerdeki olağanüstü kişilik özelliklerini fark eden ve bunu “karizma” kavramıyla sosyal bilim dünyasına aktarmaya çalışan Max Weber, modern toplumda karizmatik lidere önemli bir işlev yüklüyordu. Karizma kelimesi köken olarak Yunanca bir kelimedir ve “ihsan edilmiş ve bağışlanmış”, “ilahî ilham yeteneği” anlamlarına gelmektedir. Karizma; belli bir cazibe, Allah vergisi mükemmel bir güçtür. Karizma, psikolojik çekim olarak da tanımlanabilir. Karizmatik lider, izleyicileri üzerinde oldukça önemli bir duygusal güce sahiptir; özellikle de kriz zamanlarında, güçlü emirler vermenin gerekli olduğu durumlarda izleyicilerini bir araya getiren kişidir ve bu ilişki yüksek derecede duygusal bir ilişkidir. Karizmatik lider, bu gücün izleyicilerinin hareketlerini etkilediğine inanmaktadır. Karizmatik liderler; ekonomik, sosyal, politik ya da dinsel gerilim anlarında öne fırlamaktadır. Cezp edici bir çekicilik ve aşırı bir kendine güven duygusu 138 karizmatik liderler için başlıca koşuldur. Karizmatik liderler, yüksek düzeyde kendine güven ve güç ihtiyacı hissetmekte ve kendi inanç ve ideallerini izleyicilerini ikna etmekte kullanmaktadırlar. Güce olan güçlü istekleri, karizmatik lideri diğerini etkilemede kullanmaktadırlar. Ayrıca, kendine güven ve ikna gücü, izleyicilerin liderin muhakemesine güvenmelerini sağlamaktadır. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: karizma ilahi bir lütuftur. Sonradan çalışıp çabalamakla kazanılamaz. Bu lütuf çok az kişiye ihsan edilmiştir. Ve en önemlisi Türk toplumunun en fazla istediği lider tipi karizmatik liderdir. “Türkiye’de karizmatik lider kim?” diye sorulsa cevap apaçık ortadadır. Tayyip Erdoğan’ı siyasette alternatifsiz kılan özelliklerinin başında karizması gelir. Yapılan bir araştırmaya göre AK Parti’ye oy verenlerin % 40’ı Recep Tayyip Erdoğan’dan dolayı AK Parti’ye oy verdiklerini ifade etmişlerdir. İşte bu sebeple diğer partilerin de rekabette yer edinebilmesi için karizmatik lidere sahip olması gerekiyor. Durum böyle devam ettiği taktirde, 2015 seçimlerinde de sonuç değişmeyecektir. (24 Eylül Gazetesi, 13 Haziran 2011, Sayı: 573) 139 DUNNING-KRUGER SENDROMU Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır. Bertnard Russel Bu hafta elime geçen ve çok beğendiğim bir yazıyı aynen sizinle paylaşmak istiyorum. Televizyon izlerken birilerine bakıp da "Ya bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş" diye düşündüğünüz oldu mu hiç? Ya da işyerinizde sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı? Onlara bakıp "Bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?" diye iç geçirdiniz mi? Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı: "Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır." Bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı: 1·Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler. 2·Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedirler. 3·Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler. 4·Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle arttırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar. Daha sonra Cornell Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik "Sınav nasıl geçti?" sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi... Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin "kendilerine güvenleri" müthişti. Onların "testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı. Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise "en alçakgönüllü" deneklerdi; soruların yüzde 70'ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı. Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve DunningKruger Sendromu'nun metni yazıldı: "İşinde çok iyi olduğuna" yürekten inanan 'yetersiz' kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip 140 olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür! Ancak bu 'cahillik ve haddini bilmeme' karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur. 'Eksiler' kariyer açısından 'artıya' dönüşür. Sonuçta, 'kifayetsiz muhterisler' her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler... Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında 'fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da 'ihtiras eksikliği' ile suçlanırlar...” Sonuçta, “Yetersiz ve Hırslılar” her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır. Etrafınıza bir bakın, uzmanlara hak vereceksiniz. “Yetersiz ve Hırslı” kişiyi nasıl tanırsınız? 1-. Ekibinin orkestra şefi havalarına girer. 2- Çok gürültü patırtı eder, çok şey yapıyormuş havası estirir. 3- Koridorlarda hızlı hızlı, düşünceli edayla yürür. 4- “Beşer şaşar” diye düşünür. Ama genellikle şaşan beşer kendisinden başkası değildir. 5- Ne olursa olsun, hazırlıklıymış, olacakları önceden biliyormuş gibi davranır. 6- Üstlerine karşı son derece kibardır; altındakilere kötü muamele eder. 7- İktidar ilişkileri ve göstergeleri onun için çok önemlidir. Astlarına kimin üst olduğunu hatırlatmayı sever. 8- İlk denemede başarılı olamazsa, başarısızlığının belgelerini yok etmeyi unutmaz. 9- Toplantılarda son sözü mutlaka o söyler. Gerekirse başkasının sözünü tekrarlamak pahasına da olsa. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 565, 7 Mart 2011) 141 KIRIK CAM TEORİSİ “Olumsuzluklarla mücadeleyi nasıl başardınız?" sorusuna New York Valisi Guiliani'nin cevabı: "Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri, bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım." Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci önce tek bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor. Çevreden tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse, oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, diğer camları da kırıyor. Ardından daha büyük suçlar geliyor; bir süre sonra o sokak, polisin giremediği bir mahalleye dönüşüyor. Bunu anlayan New York polisi, önce küçük suçların peşine düşmüş. Metroya bilet almadan binenleri, apartman girişlerini tuvalet olarak kullananları, kamu malına zarar verenleri, hatta içki şişelerini yola atanları bile yakalayıp haklarında işlem 142 yapmış. Polis bu kararlılığıyla "Küçük müçük, bizim için hiç fark etmez; bu sokağın, metro istasyonunun veya mahallenin suç üreten bir bölge olmasına izin vermeyeceğiz." demiş. 'Kırık Cam Teorisi' ABD'li suç psikologu Philip Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alarak geliştirilmişti. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model Oldsmobile bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri gizli kamerayla izledi. Bronx'taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ile iki öğrencisi 'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin beyazlar) da olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti. "Demek ki" diyordu Zimbardo, "ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz. Anlaşılıyor, herhalde... İşe ilk kırılan camdan başlamak lazım. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 555, 7 Şubat 2011) GÜZELE BAKMAK SEVAP MIDIR? Güzelliğin on para etmez. Bu bendeki aşk olmasa Aşık Veysel Şatıroğlu “Güzele bakmak sevap mıdır?” diye hiç düşündünüz mü? Sığ düşünceye sahip olanlar bu ifadeyi bir erkeğin güzel bir bayana bakıp sevap kazanacağı şeklinde ifade ederler. Aslında bu ifade ile bu açıklamanın hiçbir ilişkisi yoktur. “Güzele bakmak sevaptır” sözü çok derinliği olan ama bu derinliğin yeterince anlaşılamadığı bir sözdür. İslam âlimleri bu sözü şu şekilde açıklıyorlar: “Güzel bir manzaraya bakıp bunda Allah’ı görmek ve onun kudreti karşısında şükretmektir. Bunun yanında toplumda biri güzel bir iş yaptığında toplumun diğer bireyleri bunu sahiplenebiliyorsa sevap olan da budur. Örneğin bir 143 belediye toplumun bireyleri otursun diye bank yaptırıyor fakat bireylerden biri çıkıp bu oturma yerini çiziyorsa ya da üzerinde zıplayıp kırıp atıyorsa bu günah değil de nedir? Hiç unutmam Çarşı Camiinin karşısında bulunan yer altı tuvaleti yenilenmişti. Aradan sadece birkaç hafta geçtiğinde tuvaletin PVC olan kapıları iç kısmından çakmakla yakılmıştı. Maalesef biz güzele bakamayan ve bunun da sevabını alamayan bir toplumuz. Bolvadin’de gelişmemizin önündeki en büyük problemlerden biri de “güzele bakamamaktır.” Bir Belediye Başkanı çok güzel bir çalışma yapar, ondan sonra gelen başkan bu güzelliği davam ettirmez. Hatta bunun önüne geçmeye çalışır. Çünkü bu güzellik devam ettirilirse başarı bunu yapana çıkacaktır diye düşünür. Önceki dönemlerde kaldırımlarda arı peteğini anımsatan altıgen parke taşlar Anavatan Partisini sembolize ettiği için sırf bu nedenle söküldü. Yine ilçemizde çarşı merkezinde yer alan parkın eski isimi değiştirildi. Önceden Cevher Dudayev parkı iken sonraları BolvaÇay ve en son adı Çınaraltı oldu. Şehir merkezindeki sembollerin (Boğa heykeli, Geyik Heykeli, Haşhaş Figürü, Kaymak Figürlü Havuz, Saat Kulesi) her biri zamanla kaldırıldı. Ya müzemize ne demeli? Geçmiş zamanlarda yabancı turistlerin ziyaret ettiği Afyonkarahisar’daki ilçelerin tek müzesi olmasına rağmen maalesef yer değiştirdi ama açılamadı. Yine rahmetli Belediye Başkanımız Mehmet Koçum döneminde yapına başlanan yüksek okulun servis yolunun kaldırımlarının yapım işi başlanmasına rağmen maalesef tamamlanamadı. En son olarak da şehir 144 merkezinde yer alan süz havuzları içi toprak doldurularak çiçekler ekildi. Çiçekler açmasına açtı ama eski güzellik devam ettirilemedi. Sonuç olarak toplum olarak güzel olarak yapılan işe sahip çıkamadığımız gibi, belediye başkanları bazında da önceki dönemde yapılan güzel uygulamalara sahip çıkılmadı. Nihayetinde güzele bakmanın sevabını alamadığımız gibi güzele bakmamanın günahını aldık. Derin korkum ise bundan sonra gelecek belediye başkanlarının kendinden önceki dönemde yer alan güzelliklere bakmamasıdır. Sevap alacağı yerde bu büyük günahı işlemesidir.(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 590, 10 Ekim 2011) TANDOĞAN İSMİ DEĞİŞMELİ Mİ? Türk siyasi tarihinin ve düşünce dünyasının önemli isimlerinden rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti, fakülte öğrenciliği sırasında 1944 Mayısında meydana gelen olaylara karıştığı için bir süre hapis yatmış, hapisten çıktıktan sonra öğrenim için aynı fakülteye başvurmuşsa da bu isteği reddedilince dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e hitaben yazdığı ve "Yüksek makamın alçak vekiline" diye başlayan yazı yüzünden yeniden hapsedilmiştir. İşte o yıllarda Ankara valisi Nevzat Tandoğan, Serdengeçti'yi huzuruna çağırır ve ona: "Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere 145 çağırdığımızda askere gelmek." der. Yine aynı vali, o yıllarda Kastamonu'da sürgünde bulunan ve Çankırı Üzerinden Ankara'ya getirilerek Isparta'ya sürgün edilen Bediüzzaman Said Nursi'nin görüşme talebini kabul eder. Tandoğan'ın makam odasında gerçekleşen bu görüşmede görgü şahitlerinin aktardığına göre Vali Tandoğan, Bediüzzaman Said Nursi'ye zorla şapka giydirmeye ve fiili olarak ta sarığını çıkartmaya çalışır. Buna direnen Said Nursi, Vali'ye; “Bu sarık ancak bu kelle ile beraber çıkar" der ve valilik binasını terk ederken de "Nevzat, başından bul!" dediği rivayet edilir. (Üç yıl sonra Ankara Cinayeti olarak tarihe geçen olaya adı karışan Nevzat Tandoğan kafasına kurşun sıkarak intihar eder.) Dönemin Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay'ın oğlu Haşmet Orbay'ın adı Ankara`da işlenen bir cinayet hadisesine karışır. Tarihe Ankara cinayeti olarak geçen bu olayda, mahkemede de ifade edildiğine göre, Haşmet Orbay, Dr.Neşet Naci Arcan isimli bir doktoru muayenehanesinde vurarak öldürmüştü (16 Ekim 1945). Bütün bu olup bitenlerden, 17 yıldan beri Ankara Valiliğini yapan Nevzat Tandoğan`ın da haberi olur. Mahkemede dile getirildiğine göre, Tandoğan bildiklerini ilgili mercilere bildirmek yerine, o da yetkisini cinayeti örtbas etme yönünde kullanarak, bu cinayeti üstlenmesi için Reşit Mercan isimli kişiyi tehdit ettiği iddia edilir. Bir müddet sonra, çok yönlü bir soruşturma başlatılır. Cinayetin aydınlatılmamasında Vali Tandoğan`ın parmağının olduğu anlaşılınca, mahkemenin Bolu'da yapılmasına karar verilir. 9 Temmuz 1946 günkü duruşma Bolu'ya çağrılan vali Tandoğan, hiç ummadığı bir durumla karşılaşır. Mahkemede, cinayeti kasten ve bilerek örtbas etmekle suçlanınca, tehevvüre kapılarak hâkimlere bağırmaya başladı: `Buraya beni `tanık` olarak çağırdınız, ama bakıyorum da `sanık` yerine koymaya başladınız. Ben buraya tanık olarak geldim, sanık olarak değil!..`Bu duruşmadan sonra Tandoğan arkadaşları, dostları dahil herkesin, ona farklı bir gözle bakmaya başladığını düşünmeye başlar. Vali Tandoğan, o akşam evine geldi; ancak, bir türlü yatamaz.. `Bunu bana nasıl yaparlar?` deyip durur. `Evet! Evet! Beni en güvendiğim kimseler ihbar etmiş olmalı` 146 diye kendi kendine bağırıp çığırmaya başlar. Nihayet kendini tutamayarak silahını kafasına dayayıp tetiğe basar... Bu intihar haberi, valinin evinde olduğu gibi, valilik makamında, CHP genel merkezinde, Çankaya`da, Meclis`te, askeriyede, Ankara`da ve hatta bütün Türkiye`de bomba etkisi yapar. Şimdi böyle bir yazıyı neden kaleme aldım? Bu yazıyı kaleme almamın en büyük gerekçesi Anadolu insanına öküz diye bilme nezaketsizliğini gösteren valinin soyadı hala Ankara’da bir meydan adı olması yenilir, yutulur bir iş değildir. Tandoğan Meydanının yeni ismi Demokrasi Meydanı olmalıdır. Umarız bir gün bunu da görürüz. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 595, 21 Kasım 2011) İDARECİ ÇOK, LİDER YOK Kitaplarını ilgi ile okuduğum Faruk Türkoğlu’nun iki yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum. (Değişim Kültürü ve Hızlı Büyüme Mümkün kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.) 1-İdareci "durumu idare etmek" taraflısıdır. Denge politikası izler. İdareci maslahat (ortalığı yatıştırma) politikasını iyi becerir. Lider, uzun vadeli, kalıcı çözümler peşindedir. Atılım ve reform yanlısıdır. 2-İdareci, kaynakları "idareli" kullanmak ister. Ayağını yorganına göre uzatır. Lider, yorganı büyüyen bünyeye göre uzatmanın planlarını yapar. Büyüme ve gelişmeden yanadır. 3-İdareci, ilk bakışta büyük adamdır. Hep vazgeçilmez rolünü oynar. Lider ise kendini lüzumsuz kılar. Beynindeki her bilgiyi özellikle gençlere aktarır. Elemanları onun yanında sorun çözmenin zevkini yaşar. 4-İdareci göreve geldiği günün üzerinden aylar geçse de hep bahane ve mazeret üretir. Geçmişi suçlar. Lider koltuğa oturduğu günden itibaren her olumsuzluğun sorumluluğunu alır. 5-İdareci slogan ve sembollerden, geçmişin kırıntılarından medet umar. 147 Lider ise, hoşa gitse de gitmese de gerçeği söyler, uyarır. 6-İdareci, düzene ve denetime öncelik verir. O hep, "tatlı bir huzur" peşindedir. Lider ise, huzursuzdur. Kurumda biraz kaosta olsa heyecan vardır. İnsanların yaratıcılığını geliştirir. Aşk olunca, meşk de olur. 7-İdarecinin görüş ufku üç ayı geçmez. Kronik sorunlara kısa vadeli çözümler bulur. Lider ise, beynindeki radarı ile geleceğe nüfuz eder. 8-İdareci,"küçük adamdır. "Küçük olsun, benim olsun" der. Lider ise daima en iyi hedef alır. Yönetimi kaybeceğini bilse de "işi" büyütür, geliştirir. 9-İdareci için,"emir demiri keser. "O demokrasiden çok hiyerarşinin erdemine inanır. İnsanları makine dişlisi gibi görür. Bina ve malzemeye cömert, insana yatırımda pintidir. Lider bir "insan mühendisi"dir. Önce insan der ve görevinin, insanları başarılı kılmak olduğunu bilir. Kapısı hep açıktır. 10-İdareci, yenilikler kapıyı çaldığında, başarılı örneği taklit eder. Lider ise başarılı örneği kendi kültürüne transfer edip, hem yerel, hem de global düşünür. 11-İdareci, protokol ve seremoniye çok önem verir. Makamda kalmak için üretmek yerine beklemeyi seçer. Lider için ise önemli olan performanstır. Koltuğundan olsa da eski soruna yeni çözüm için gerekirse yukarısıyla da didişir. 12-İdareciden kuşku duyulur. Lidere güvenilir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 644, 22Ekim 2012) PROJESİZ HAYAT Konuşuyor ve eleştiriyoruz. Herkes öfkeli. 10 yaşındaki çocuktan bilim adamlarına kadar herkes işlerin yolunda gitmediğinin farkında. Aksaklığın "nerede" olduğunu ezbere biliyoruz. "neden" sorusunun cevabı da malum. Toplumsal hayatın "hangi" alanlarında sorunlar yaşandığını da öğrendik. Olumsuzlukların sorumlusunun "kim" veya "kimler" olduğu konusunda herkes bir fikre sahip. Evde, işyerinde, paneller ve 148 seminerlerde, yolda, kahvede hep konuşuyoruz. Demeç, görüş, eleştiri, istem bolluğu, ünlü gazeteci Şinasi Nahit Berker'in "Bu memleket batarsa, uzun laftan batacak" sözünü akla getiriyor. Ancak iş bu sorunların "nasıl" çözüleceğine gelince, fazla ses çıkmıyor. Proje üretimi sahasında yaprak kımıldamıyor. "Projen kadar konuş" dediğimizde cevap almak pek mümkün değil. Günümüzde, nasıl sorusunun cevabı akılcı ve bilimsel projelerle veriliyor. Çağdaş toplumların gündeminde sonu gelmez tartışmalar, demeç savaşları laf oturtma yarışları ve kayıkçı kavgası yok. Tartışmalar, proje bazında yapılıyor. Biz ise tüm enerjimizi, sorunların ne olduğu, niçin olduğu konusunda harcıyor, sıra çözüm proje üretmeye gelince başka bir gündem konusuna el atıyoruz. Proje üretimine önem vermediğimiz için beyinlerimiz giderek daha fazla tembelleşiyor. Proje üretimini yalnız inşaat ve makine mühendislerinin görevi olduğunu düşünüyoruz. Oysa küçüklü büyüklü tüm sorunlarımızın çözümü projelere bağlı. Değişik mesleklerden gelen kişilerin oluşturacağı proje ekiplerinin üreteceği çözümler, hayatımızdaki çirkinlikleri azaltacak. Toplumun yenilenmesi, dünyadaki değişim ve gelişime ayak uydurmamız için de onlara, yüzlerce yeni fikir ve proje üretmek zorundayız. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 644, 22Ekim 2012) 149 5 MARKA YÖNETİMİ 150 BİR LOGO NE KADAR ÖNEMLİDİR? Logo, markaları ya da kurumları temsil eden görsel simgelerdir. İşletmelerce seçilen renk ve tipografi değerlerinin, rakip firmalardan farklı yapıda olması gerekir. Logo, işletmenin kişiliğini ve imajını yansıtır nitelikte olmalıdır. Ve bu doğrultuda logo oluşturulmalıdır. Logolar, işletmeler ve tüketiciler arasında kurulan, şifrelerini iki tarafında bildiği bir iletişim biçimidir. Logolar yalnızca kar amaçlı işletmelerin marka oluşturma aşamasında kullandığı görsel semboller değildir. Sivil toplum örgütleri, sosyal yardım vakıfları, organizasyon, konser ve festivaller, kamu ve eğitim kurumları da kendilerine özgü logolar kullanmaktadır. Peki Markaların Logo Değiştirme Nedenleri Nelerdir? Kurumun tamamıyla yeni bir kimlik oluşturması. Yönetimin; kurumsal yönetim, kültür veya pazarlama stratejisindeki bir değişikliği belirtmek istemesi. Kurum, marka adını değiştirdiğinde, kimlik değişimini yansıtma ihtiyacı duyuyor olması. Var olan sembolün bazı nedenlerle tartışmaya yol açabilecek bir hale gelmesi. Var olan sembolün anlam veya içerik açısından zamanın gerisinde kalmış olması. Marka tasarımı eskiyip demode olması. Var olan sembolün, akılda kalıcı olması konusunda yetersiz kalması. Sembol, yasal bir gereklilik nedeniyle değiştirilmek zorunda kalmış olması. Şirket el değiştirdiğinde de markanın aynı şekilde korunmuş olması. Şirketin bir birleşme geçirmiş ve farklılaşmış olması. Dünyadaki Gelişmeler: Dünyadaki pek çok kurum logoların ne kadar önemli olduğunu anlamış durumdadır. Günümüzde pek çok marka eskiyen logolarını değişen şartlara ayak uydurmak için daha dinamik hale getiriyorlar. Shell, Westing Hause, Bayer, Agfa, AEG, Reanult gibi pek çok marka dinamik logolara sahiptir. Yine bunun yanında Kodak firması 1907 yılında yaptığı ilk logosunu, 1935, 1960, 1971, 1987’e son 151 olarak da 2006 yılında değiştirerek daha dinamik hale getirdi. İtalya otomobil markası Fiat ise günümüze kadar tam ondört kez logosunu değiştirerek dinamik hale geldi. Yine Coca-Cola en büyük rakibi olan Pepsi’nin kuruluşundan bu yana on kez logosunu değiştirdi. Türkiye’deki Gelişmeler: Marka kavramının önemi ülkemizde yeni yeni fark ediliyor. Buna bağlı olarak da firmalar logolarını değiştirmede biraz daha statükocu olabiliyorlar. TRT’nin değişen logosu yüksek maliyetinden dolayı zamanında eleştirilse de bugün çok beğeniliyor. Özelleştirmeyle birlikte Tüpraş’ın ve Yapı Kredi Bankası’nın değişimi logolarına yansıttığını gözlemliyoruz. Peki neden bunları yazıyorum. Belediyemizin logosunda kuruluş tarihi maalesef yok. Bence bu düşündüğümüzden çok daha önemli bir konu. Köklü bir tarihi olan Bolvadin bunu kurumsal anlamda da göstermelidir. Aşağıdaki logolar bunu en iyi şekilde anlatıyor. Bolvadin Belediyesi, yeni logosuyla tamamen yeni bir kimlik oluşturmalıdır. Ya da en azından diğer belediyeler gibi kuruluş tarihini logosuna yansıtmalıdır. 152 Bakın geçtiğimiz aylarda Kırşehir Belediyesi kendisini temsil edecek olan logoda Kırşehir’in en büyük kültür değerlerinden birisi ve dünyanın ilk uzay gözlemevi ve aynı zamanda Gökbilim Medresesi olan Cacabey Medresesi ve turuncu kuşak ile ay ve yıldız gibi figürlere yer verildi. Yeni logo gerçekten çok güzel. Bu bağlamda Bolvadin Belediyesi de çok daha güzel logo tasarımı yapabilir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 551, 10 Ocak 2011) 153 TÜRK TELEKOM LOGOSUNU DEĞİŞTİRMEKTE GEÇKALDI Dünyadaki ve ülkemizdeki gelişmeler bu şekilde iken özelleştirme ile daha dinamik hale geldiğini düşündüğümüz Türk Telekom'un yapması gerekenleri şu şekilde sıralayabiliriz: Türk Telekom Ne Yapmalı? 1- Logonun önemini fark etmeli. 2- Profesyonel şirketlerle çalışmalı. 3- Türk kelimesi daha büyük punto ile yazılmalı. 4- Telekom kelimesi birleşik ve küçük punto ile yazılmalı. 5-TT harfleri gibi logo değişime gidilmemeli. 6- Yeni bir marka sembolü belirlemeli. 7- Logodaki iletişimi ifade eden ok ve pullar terk edilmeli. 8- Renkleri değiştirmeyi tartışmalı gerekirse mavi-lacivert renklerden, kırmızı-beyaza geçmelidir. 9. American Telecom'un yaptığı gibi bayrağın gücünden yararlanabilir. 10. etelecom'un yaptığı gibi ay ve yıldızdan yararlanabilir. Türk Telekom, özelleştirmeden sonra köklü değişime gitse de reklâm harcamalarına yaptığı yatırımın yanında logosunu daha dinamik hale getirmeli ve yeni tasarlanan logosuyla tamamen yeni kurumsal kimlik oluşturmalıdır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 539, 18 Ekim 2010) 154 BOLVADİN’DE PAZARI GÖREMEMEK Bir pazara sahip olun, bir imalathaneye değil. Jeffrey J. Fox Paul G. Hoffman, bakın ne güzel söylemiş: “Önemli yanılgılardan biri, fabrikalar kurarak bir ülkenin sanayileşeceğini sanmaktır. Hiç de öyle olmaz. Bir ülkeyi sanayileştirmenin yolu, pazarlar kurmak ve geliştirmekten geçer.” Bence bu fikir sadece ülke ekonomisi için değil bölgesel ekonomi için de geçerlidir. Örneğin Bolvadin’de kalkınmayı pek çok kişi fabrika kurulmasına bağlar. Ben açıkçası böyle bir fikre katılmıyorum. Bolvadin’e iki yüz kişilik fabrika da açılsa Bolvadin’in sosyal hayatı değişmez. Şehir yine beş bin kişilik bir kasaba izlenimi verir. Geçenlerde ziyaretime gelen misafirlerim Bolvadin’in ilçe merkezinin otuz iki bin nüfusa ve bunun yanında üç bin beş yüz üniversiteli öğrenci sayısına sahip olmasına inanamadı. Bolvadin’de neden büyük bir alışveriş merkezi yok hala anlamış değilim doğrusu. İnsanların özellikle kışın vakit geçireceği, stres atacağı yerlere ihtiyacı var. Ne zaman Özdilek ya da Afyon’da bir alışveriş merkezinde olsam, kesinlikle Bolvadin’den pek çok aileye rastlıyorum. Artık insanlar alışverişi bir şeyler almak olarak görmüyor. Artık Bolvadinli de alışverişi bir yaşam tarzı, stres atıp, eğlenme ve dinlenme olarak görüyor. Bu imkânı ilçede bulamaylar, soluğu Afyon’da alıyorlar. İddia ediyorum; Yimpaş Afyon’da değil de Bolvadin’de olsaydı, daha fazla müşteri çekerdi ve Kiler’e devredilmezdi. Çünkü Afyon’da çok fazla alternatif var. Bugün büyük şehirler alışveriş merkezine doymuş durumdadır. Gün geçtikçe de şirketlerin bu pazarlara girmesi çok zorlaşmaktadır. Bu sebeple küçük şehirlere girmek daha büyük ilgi uyandırmaktadır. Çünkü tüketimin şekillendiği ve de hiçbir rakip firmanın olmadığı bu pazarlar gittikçe daha da önem kazanmaktadır. Geçenlerde yabancı bir firma Türkiye’deki ilk yatırımını İstanbul’a değil, Erzurum’a yaptı. Bunun sebebini soran basın mensuplarına yönetici “Erzurum’da böyle bir yatırım ilk olacak da ondan.” cevabını verdi. Peki neden Bolvadin’de büyük bir alış veriş merkezi yok? Bunun tek bir nedeni var: Girişimcilerimiz maalesef korkaklar 155 ve böyle bir yatırıma cesaret edemiyorlar. Biri böyle bir yatırım yapıp, para kazanmaya başlasa bunu görenler yanına aynı binayı yaparlar. Oysaki önemli olan piyasada ilk yapan olmak ve kimsenin göremediği pazarı görmektir. Ayrıca Çay ve Emirdağ’dan gelebilecek müşterileri de unutmamak gerekir. Böyle bir durumda şehir bir cazibe merkezi olur. Yıllar önce yüksek okul öğrencilerimiz Bolvadin’de bin kişiyle görüşüp anket çalışması yapmışlardı. Ankette “Bolvadin’de gerçekleştirilmesini istediğiniz yenilikler nelerdir?” sorusuna bakın ne cevap verilmiş: - Alışveriş merkezleri açılmalı: 350 - Çevre düzenlemesi yapılmalı: 259 - Eğlence merkezi açılmalı: 251 - Sosyal aktiviteler arttırılmalı: 128 - Diğer beklentiler: 12 Ben bu anketin bugün yapılsa insanların alışveriş ve eğlence tercihlerinin daha da arttığını söyleyebilirim. İşte bu sebeple girişimcilerimiz pazarı iyi görebilmeliler. Çünkü bir gün mutlaka bu pazarı birileri fark edecektir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 501, 25 Ocak 2010) ETKİLEYİCİ BİR MARKA İSMİNE SAHİP OLUN Alabileceğiniz en önemli pazarlama kararı, bir ürüne ne ad vereceğinizdir. Jack Trout Bir marka isminin seçilmesi düşündüğünüzden daha da önemlidir. Marka ismi belirlendikten sonra, marka kimlik çalışması yapılarak bu marka adının üzerine çeşitli anlamlar ve vaatler inşaa edilir. Seçilen marka adı, markanın değer konumlandırması ile tutarlı bir ad olmalıdır. Farklı hedef kitle aynı mesajı farklı şekilde görebilir veya aynı kelimeleri farklı yorumlayabilir. Uluslararası pazarlamada da yabancı dilden çevirmeler söz konusu olduğunda bu tür farklılıkların çok ilginç sonuçlar doğurduğu aşikârdır. Örneğin; ünlü ABD şirketi General Motors’un Chevrolet Nova Star marka otomobili İspanyolca’da “yürümez” anlamına geldiği için, İspanyolca 156 konuşulan ülkelerde özellikle Puerto Rico’da pazarlanamamıştır. Bunun üzerine General Motors bu markayı “Carilbe” diye değiştirmiştir. Bir marka adında aranan nitelikler arasında aşağıdakileri sayabiliriz: Marka ismi, ayırt edici özelliklere sahip olmalıdır. Marka ismi, kısa, öz ve akılda kalıcı olmalıdır. Marka ismi, uzun kurucu isimlerinden oluşan ibarelerden kaçınmalıdır. Marka ismi, için seçilen kelimelerin anlamları her dilde iyi araştırılmalıdır. Örneğin Koton markası Türkiye’de tanınmış bir marka olmasına rağmen anlamı nedeni ile yurtdışında bir çok ülkede tescil kriterlerine uygun değildir. Marka ismi, birçok ürün ve hizmette kullanılabilecek şekilde düşünülmemelidir. Her ürün ve hizmet için, o ürün ve hizmet ile özdeşleşecek ibareler seçilmelidir. Marka ismi, hem ticari unvan hem de marka olarak kullanmanın sakıncalarını iyi düşünülere karar verilmesi gerekir. Çünkü çıkarılabilecek yeni bir ürün veya imaj zedeleyecek herhangi bir ürünün imaj kaybı firmanızı zor durumda bırakabilir. Marka ismi jenerik isimlerden oluşmamalıdır. Marka ismi coğrafi isimler olmamalıdır. Marka ismi şahıs isimleri olmamalıdır.Çünkü aynı şahıs isimlerinin aynı veya farklı alanlarda faaliyetlerinin olması karışıklığa sebep olacaktır. En önemlisi seçilen marka ismi marka tescil başvurusu yapılarak koruma altına alınmalıdır. 'Elti' Tutmayınca Adı 'Volt' Oldu Volkswagen'ın ticari araçta Almanya'dan sonraki en büyük ikinci pazarının Türkiye olmasında bir isim operasyonu da etkili olmuş. Volkswagen'ın ticari araçta Almanya'dan sonraki en büyük ikinci pazarının Türkiye olmasında bir isim operasyonu da etkili olmuş. Markanın üç modelinden biri olan Volt'un ismi Türkiye'de konulmuş. Bu sayede araç, hem kendi sınıfında hem de marka içinde önemli bir satış başarısına ulaşmış. Bu 157 durumdan etkilenen şirket, Almanya'dan bir ekip göndererek Türkiye'de gizlice pazar araştırması yaptırmış. Merkezde yapılan ülke toplantılarında da bu konu 'başarı örneği' olarak anlatılıyor. VW ticari araç satışlarının yüzde 15'ini oluşturan Volt ilk olarak 1997'de pazara sunuldu. Ancak araç Volt olarak değil bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de LT adıyla piyasaya sürülmüştü. Ne var ki, bazılarının İngilizce okunuşundan oluşturduğu Elti ismi pek çok müşteri için cazip gelmedi ve model ilgi görmedi. Doğuş Otomotiv yöneticileri Almanya'dan da izin alarak 2000'de Volkswagen'ın 'Vo'su ile LT'yi bir araya getirip araca Türkçede karşılığı olan Volt ismini koydu. Antalya tüm dünyada en fazla VW Volt modeli satılan şehir unvanını alırken üst üste son iki yılda en çok Volt satan bayi de Türkiye'den çıkmıştır. Bu yeni bir sürecin başlangıcı oldu; LT artık Crafter adını aldı ve tüm dünyada bu isimle pazarlanmaya başlanıldı. Türkiye'de ise Doğuş Otomotiv, Volt ismini koruma iznini alarak modeli Volt Crafter olarak marttan itibaren satışa sunuyor. Türkçe İsim Tutmadı, Brillant'ı Tercih Ettik 1971 yılında Baba Nurettin Baydemir tarafından temelleri atılan şirket uzun süre Fransa ve Avusturya'dan ithal ettiği tül ve perdelerin perakende ve toptan satışlarını yaptı. 1989'dan itibaren yurtdışı fuarlarını ziyaret eden Erdoğan Baydemir ve kardeşleri, 'İthal ettiğimiz ürünleri neden üretmeyelim?' diyerek kendi fabrikalarını kurdular. Baydemirler'in marka olarak 'parlaklık' anlamına gelen Brillant'ı kullanmalarının ilginç bir hikâyesi var. Şirketin üretime ilk başladığında 'Baydemir' adıyla 158 gönderdiği ürünler, satılmadığı gerekçesiyle mensucatçılardan geri dönüyormuş. Erdoğan Bayraktar hikâyenin kalan kısmını şöyle özetliyor: "Neden geri gönderdiklerini sorduğumuzda, 'İnsanlar Fransız malı istiyor.' cevabını aldık. Oysa ürünler çok kaliteliydi. Biz de bir gecede ismi Brillant yaptık. Zaten kalite olarak Avrupalıların üzerinde olduğu için talep patlaması oldu." Şirketin marka olarak Brillant'ı tercih etmesinin, yurtiçi olduğu kadar yurtdışında da bir hayli işine yaramış. Baydemir'in anlattığına göre Fransa'ya satılan Brillant marka ürünler yüzünden orada bu işi yapan bir fabrika kapanmak zorunda kalmış. Bu yüzden Fransızlar Baydemirler'e kızıyormuş. Toplam 1,4 milyar dolarlık üretim hacmine sahip şirket, ev tekstilinde pazarın yüzde kırkını ellerinde bulunduruyor. Grup yılda altmış milyon metre perde imalatı ile yüz bin futbol sahası büyüklüğünde ev tekstili üretiyor. Laz'a İtalyan Kulp Taktı New York'a Adım Attı Artvin Arhavili Laz mobilyacı Yaşar Kababulut, Bulut markasıyla Ankara'da mobilyacılık yaparken 2002 yılında Laz ve İtalyan ismini çağrıştıracak 'Zoni' takısını birleştirerek Lazzoni markasını ortaya çıkarmışlar. Müşterilerin İtalyan mobilyaya olan ilgisinden dolayı böyle bir marka oluşumuna gitmişler. Lazzoni markasını tescil ettiren Yaşar Kababulut, şu anda şirketin 25 milyon dolar ciroya sahip olduğunu üç yıl içerisinde 100 milyon dolar ciroya ulaşmayı hedeflediklerini dile getiren Kababulut, New York'ta açılacak 600 metrekare büyüklüğünde mağazada Ankara'da üretilen mobilyaların satışının yapılacağını dile getiriyor. Peki bu anlattıklarımın Bolvadin için ne önemi var? Maalesef ilçemizde bazı ilginç firmalar var ki ürünlerinin isimleri asla marka olamayacak nitelikte. Bu isimleri burada zikretmek kanaatimce çok yanlış olur. İşte bu sebeple girişimcilerimizin vakit kaybetmeden markalarının isimlerini gözden geçirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ismin güzelliği aynı zamanda markanın güzelliği anlamına geliyor. Acımasız rekabet ortamında da iyi sunulmayan güzel çirkinden farksız kalıyor. 159 Çifteler Halk Eğitim Müdürlüğü’nün Başarısı Bu arada pazar günü yolum Eskişehir’in, Çifteler ilçesinden geçerken bir şey dikkatimi çekti: Şehir merkezinde yer alan brandada dev bir yazı: “İş Makineleri Operatörlüğü kursu verilecektir. Müracaat: Çifteler Halk Eğitim Müdürlüğü” İlçemizde çok fazla işsiz genç var ve bu belgeyi alanlara da sektörde önemli bir ihtiyaç var. Bu arada hemen belirteyim Çifteler ilçe merkezinin nüfusu 11.887 kişi yani Bolvadin nüfusunun yaklaşık üçte biri… Buradan Çifteler Halk Eğitim Müdürlüğünün başarısını tebrik ediyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 549, 27 Aralık 2010) BAŞKASI OLMA, KENDİN OL! Günümüzde insanın başkalarını taklit etmesi yerine kendisi gibi olabilmesi en zor durumlardan biridir. Eski topraklar bu kurala “Nev’i şahsına münhasır olmak” derlerdi. Ne güzel bir şeydir; insanın yeteneklerini keşfetmesi, neyi yapıp neyi yapamayacağını bilmesi. “Başkası olma kendin ol” felsefesi, bizi kendimize doğru bir yolculuğa çıkartır. Sahip olunan kaynakları değerleri fark etmek; eksiklikler, boşluklar, kendine güvensizliklere son vermek; ancak içinizdeki gerçek yeteneğin ne olduğunu keşfetmek, uğruna emek vermek, sonrasında bunu başarıya gidecek yolda eyleme dönüştürmekten geçiyor. “Ben olduğum gibi görünmeye ve göründüğüm gibi olmaya itina gösteririm. Mesela, bir tek şeyi saklamak ihtiyacı duymadım. Tahsilliyim, kültürlüyüm, filan mektebi, filan üniversiteyi bitirdim.” demedim. Lise ikiden ayrıldım, iyi talebe değildim. Pamuk işçisi Hacı Ömer’in oğluyum. Gerçek bu…” Bu sözler rahmetli Sakıp Sabancı’ya ait. Onu bu kadar sevdiren gerçekte bu anlattıklarından bir başkası değil. Eğer Sakıp Sabancı kendi gibi olmasaydı şüphesiz bu kadar seveni olmayacaktı. Charlie Chaplin de film yapmaya ilk başladığı zaman yönetmeni, zamanın ünlü bir komedyenini taklit etmesi için ısrar etti. Charlie Chaplin, kendi bildiği gibi oynayıncaya kadar hiçbir yere gelemedi. Unutmayın insanlar başkasını taklit ederek 160 başarıyı yakalayamaz. Bunun başka bir örneği Pele’dir. Pele, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu olmanın yanı sıra bir zamanlar Brezilya’da spor bakanlığı yapmış. Amerika’da pek popüler olmayan Avrupa futbolunu gençlere sevdirmeye çalışmış. Unicef, Unesco gibi kurumlarla birlikte dünyanın dört bir yanında özellikle çocuklar için sosyal sorumluluk projelerinde aktif rol oynuyor. Kendisinin kurduğu Pele kampüsünde 8-18 yaş arasındaki çocuklara sadece futbolu değil, ahlaklı bir sporcu olmasını da öğretiyor. “Futboldan kazandığım şeyleri topluma vermeye çalışıyorum. Bu sayede Allah beni zinde tutuyor.” diyor Pele ve şöyle devam ediyor: “Futbol öğrettiğim bir çocuğa ilk söylediğim şey, ‘Bak sen ileride mükemmel, yıldız bir futbolcu olabilirsin. Ama her şeyden önce kendin gibi olmalısın ve en önemlisi kim olduğunu keşfetmelisin’…” İş dünyasında en önemli konuların başında işletmelerin kendisi olma kuralı vardır. Başkalarını taklit ederek bir yere varamazsınız. Unutmayın: başkalarının yolunda yürüyenler ayak izi bırakmazlar. Özgün olmak varken neden kişiler başkalarını taklit ederler? Bu soru Robert Frost’un çok güzel bir sözünü hatırlatır. “Ormanda karşıma iki yol çıktı. Ben az gidilmiş olanı tercih ettim.” Maalesef günümüzde insanlar az gidilmiş olan yolu değil de, çok gidilmiş yolu tercih ederek kendileri olmayı, özgün olma fırsatını kaçırıyorlar. Bunun en büyük sebebi şirket yöneticilerinin özgüven problemi yaşaması ve başarıyı kısa sürede yakalamak istemeleridir. Bir firma bilinen yolu denediyse bizde o yöntemi deneyerek başarılı olabiliriz. Riske girmeye gerek yok. Bilinen yol varken hiç kimsenin gitmeyi tercih etmediği yolda bizim ne işimiz var. Başımıza her türlü musibet gelebilir. Ormanda da tehlike vardır. Yırtıcı bir hayvan karşımıza çıkabilir. Bu mazeretleri artırabiliriz. Fakat başarı için bu yoldan gitmeye gerek var. Başkası olarak, bir başkasını taklit ederek kısa vadede günü kurtarabilirsiniz fakat uzun vadede kaybeden hep siz olacaksınız. İşte bunun garantisinin size şimdiden verebilirim. Selpak nasıl ki kâğıt mendille, Gillette nasıl ki tıraş bıçağı ile özdeş markalarsa Sana da margarinle özdeşti. O dönem 161 piyasaya yeni giren Luna’nın hedefi eski, güçlü, güvenilir marka olan Sana’ydı. Peki Luna güçlü rakibine karşı ne yaptı? Daha iyi, daha lezzetli, daha ucuz bir margarin mi dediğini sanıyorsunuz? Ürünü ortaya çıkaranlar da reklâmı yaratanlar da kafa kafaya verdiler ve “Siz hâlâ annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?” sloganıyla yeni kuşak ev kadınlarına “yeni”, “modern”, “farklı” bir öneri getirdiler. Yeni kuşağa kendi markasını, kendi çizgisini, stilini seçmesini önerdiler. Sonuç ne mi oldu? Luna kendisi olduğu için Sana’ya karşı ciddi bir galibiyet aldı. Bunun yerine çoğu kişinin düşündüğü gibi en eskiye odaklansaydı şüphesiz başarısız olurdu. Sana ile Luna arasındaki rekabetin benzeri ABD meşrubat piyasasının iki büyük dev rakibi Pepsi ve Coca-Cola arasında yaşandı. İki firma yaklaşık yüz yıldır kıran kırana rekabet etmektedir. Bu iki şirket arasındaki rekabet, başvurdukları strateji ve taktiklerle gerçek bir savaşı andırmaktadır. Kolalı rekabette en üstün yere Coca-Cola’nın sahip olduğu, herkes tarafından bilinir. Bu alanda Coca-Cola’yı yenmek için Pepsi’nin yapabileceği bir şey yoktu. Klasiğe karşıysanız; “Onlardan daha klasiğiz” diyemezsiniz. Halk buna inanmayacaktır. Bu sebeple Pepsi oyunu ters yüz etti ve kişilerin algılamalarını yeniden çerçelevedi. Pepsi kuşağından konuşmaya başladıklarında ve “Pepsi Meydan Okuyor” sloganını ortaya attıklarında zayıflıkları, güçlülüğe dönüştü. Pepsi, “Elbette diğer arkadaş kraldı. Fakat biz bugüne bakalım Dününkünü mü yoksa bugünkünü mü istersiniz?” dedi. Reklâmlar Coca-Cola’nın geleneksel üstünlüğünü, onun geleceğin değil geçmişin ürünü olduğunu göstererek, yeniden çerçevelemeyle zayıflığa dönüştürdü. Pepsi’nin gelenekselleşmiş olan ikincilik statüsünü yeniden çerçeveleyerek, şirketin üstünlüğü haline getirdiler. Coca-Cola sonunda Pepsi’nin sürdüğü görüş etrafında oynamak zorunda kaldı. Coca-Cola kelimesinin önüne “yeni” kelimesini ekleyerek oyuna katıldı… Pepsi çerçeveyi değiştirerek ve terimleri yeniden tanımlayarak, yakın tarihimizin en büyük pazarlama darbesini gerçekleştirmiştir. Pepsi’nin logosunu dikkatli incelesek ilk başlardaki logonun yazımı rakip Coca-Cola’ya çok benziyor. 162 1962 yılında adını sadece Pepsi şeklinde ifade ediyor. İlk yıllardaki hâkim olan kırmızı renk yerini bugün Pepsi ile özdeşen maviye bırakıyor. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 525, 12 Temmuz 2010) PASTAVİLLA MARKASINDAN BOLVADİNLİ GİRİŞİMCİLERİN ALMASI GEREKEN DERS NEDİR? 1928’de kurulan Kartal Makarnaları’nın batmak üzereyken, 1992’de ismini değiştirip Pastavilla olması ile satış rekorları kırması bilinmeyen ilginç bir marka öyküsüdür. Bugün Koç Holding’e bağlı olan Pastavilla İşletmesi, Kartal Makarna adıyla İsmail Hakkı Ulukartal tarafından İzmir Kemeraltı’nda kurulmuştur. Şirketin yönetimi daha sonra Ali Ulukartal’a 163 geçmiş, şirket, 1990’lı yılların başında ekonomik krizle karşı karşıya kalmıştır. Bu zor durumda Kartal Makarna’ya fabrikayı kapatacaktı ya da yok pahasına satacaktı. Tam bu sırada Ulukartal, profesyonel bir kişiden yardım istedi. Nur Demirok’un Kartal Makarna’yı kurtarma plânı tamamen, makarnanın İtalya ile özdeşleştirmesi üzerine kuruldu. İlk olarak Kartal Makarna ismi Pastavilla’ya çevrildi. Marka olarak İtalyan lisanlıydı ama Türkiye’de üretilen “ Türk Malı” imajı vurgulamaya çalışıldı. İkinci olarak İtalya’ya gidilerek Türkiye’de bulunmayan makarna kalıpları getirildi. Üçüncü hamle buğday, güneş ve İtalya bayrağının da içinde olduğu bir logo yaptırıldı. Dördüncü olarak; İzmirli İtalyan asıllı bir Levanten olan Hugo Reggie aslında pazarlamayla hiçbir ilgisi olmamasına rağmen sadece İtalyan ismine sahip olması nedeniyle şirketin pazarlama müdürü yapıldı. Hugo Reggie “Makarna Ustası” olarak lanse edilip bizzat reklamlara çıkarıldı. Son hamle ise yapılan yeni imajla birlikte basının karşısına çıkmasıydı. 1992 yılında, yabancı sermaye yatırımlarının henüz cılız olduğu bir dönemde basının karşısına çıktı. Pastavilla dünyanın tanıdığı İtalyan markası lezzet ve görünümünde, tabii ki Pastavilla ile ciddi bir ilgi gördü. 1995 yılında şirket hisselerinin tamamı Koç Topluluğu bünyesine geçti. Eylül 2009 dönemi verilerine göre 510.9 milyon TL ciro elde edilmiş olup brüt kâr marjı % 21’e, net kâr marjı ise %8.23’e ulaşmıştır. Pastavilla markası şu anda makarna pazarında Premium segmentte pazar lideri konumundadır. Pazar payını muhafaza ederek, kâr marjının yüksek tutulması stratejisini de devam ettirmektedir. Kartal Makarnanın sahibi Ali Ulukartal Pastavilla’yı Koç Holding’e sattıktan sonra 1996 yılında İtalyanca “yeşil” anlamı taşıyan VERDE Zeytinyağı markasını kurmuştur. Türkiye’de zeytinyağını ilk kez cam şişeye koyan VERDE şu anda iç pazarda % 16 Pazar payına sahiptir. Ali Ulukartal’ın markalaşmanın kişiliğini doğru yansıtan, marka stratejisine uyum sağlayan yaratıcı isimler seçme başarısının sonuçları ortadadır. Tekrar başlığa geri dönersek, Bolvadinli girişimcilerin bu hikayeden hangi dersi çıkarması gerekir? İlçemizde okadar 164 ilginç marka isimleri var ki bunların isimlerinde çok ciddi sıkıntılar var. Yani ilçemizde birçok Kartal makarna var. Bunların isimlerini açıklamak burada hoş olmaz. Ama girişimcilerin biraz durup bunu sorgulamaları gerekir. Eminim: “Hocam zaten para kazanıyorum. Bu saatten sonra ismimi nasıl değiştireyim. Böyle bir riski nasıl alırım?” diye düşünüyorlar. Oysaki ürünün sırıtan ismini değiştirip, daha iyi bir isim verilse çok daha para kazanılır. Bunun en güzel örneği Pastavilla örneğidir. 1928’de kurulan Kartal Makarna ismini değiştirebiliyorsa ilçemizdeki işletmeler de bunu yapabilir. Benden söylemesi…(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 564, 18 Nisan 2011) AFYON NASIL MARKA ŞEHİR OLUR? Şehirleri şehir yapan mekânlardır. Mekânları mekân yapan kentlilerdir. Marka şehir olmanın temelinde şehirlerin pazarlaması vardır. 1970’lerin ortasında eski İngiliz endüstri şehirleri Manchester, Birmingham ve Glasgow’da ilk şehir pazarlama çalışmaları başladı. 1980’lerin ortasında Almanya’nın orta ölçekli kentleri Mindelheim, Kronach ve Schwabach’de ilk şehir pazarlama projelerini başladı. 1990’ların başında Avusturya’daki Ried ve Vöklabruck ilk şehir pazarlama projeleri oldu. 1990’ların ortasından sonuna kadar Şehir Pazarlama, birçok Avrupa ülkesinde profesyonelleşti ve 11 Avrupa ülkesinin katıldığı “Şehir Pazarlama Birliği” kuruldu. Bugün Avrupa çapında 2500’ün üzerinde şehir pazarlama projesi devam ediyor. İzmir Ekonomi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şayeste Daşer bakın konu hakkında ne söylüyor? “Paris için ışık şehri denir. Paris neden ışık şehir? Şehirde 11 bin şehir lambası var. 155 abide her gün ışıklarla aydınlatılıyor. Marka şehirler oluşturmak istiyorsak, materyalleri doğru kullanmak durumundayız. Pazarlama sanatı, marka oluşturma sanatıdır. Eğer marka değilseniz düz ürünsünüz. Havlu üretiyoruz ancak 165 Avrupa’nın havlusunun üçte biri fiyatına satıyoruz. Kumaşlarımız, İngiliz kumaşının dörtte bir değerinde. Ürettiğimiz diğer ürünlerimizde de aynı sorun var. Peki bu neden kaynaklanıyor? Değer geliştirmeyi beceremediğimizden kaynaklanıyor.” "Napolyon, 'Bir gün dünya için bir başkent seçilecek olursa, bu İstanbul olur' demiş. İstanbul Asya ile Avrupa'nın, Doğu ile Batı'nın, Hıristiyanlıkla Müslümanlığın birleştiği yer. Ama tüm bunlara rağmen değil dünya başkentliğinden, 'güya' bir parçası olduğu Avrupa'dan bile çok uzakta!" Bizler şehirleri markalaşma konusunda yeterince başarılı olamadık. Afyonkarahisar yerine Afyon olarak şehrin isminin değiştirilecek olması kararı bu yazımı artık bir zorunluluk haline getirdi. Öncelikle ismin kısaltılmış olması bir avantaj ama sanki kamuoyunda şehrin isminin Afyon olunca hemen marka şehir olunacağı düşüncesi hâsıl oldu. Ama unutmamak gerekir ki Afyonkarahisar’dan önce de şehrin ismi Afyon’du. Kısacası marka şehir olabilmenin yolu Afyon isminin altını doldurmak gerekiyor. Peki bunlar neler olmalı? 1. Sosyal aktivitelerle: Jaz festivali iyi bir örnek ama kamuoyunun desteğini alamadı. Yani Afyon’la Jaz örtüşemedi. Ama belirtmeliyim ki böyle bir çalışma güzel fakat kamuoyu bunu desteklemeliydi. Bireysel bir çaba olarak kaldı. Kurumsal çabalar maalesef görünmedi. 2. Farklılıkları vurgulayarak: Her şey, 1986’da Roma’daki İspanyol Merdivenleri’nde yapılan McDonald’s açılısının, Carlo Petrini önderliğindeki grup tarafından tabaklar dolusu İtalyan makarnası fırlatılarak protesto edilmesiyle başladı. Çünkü “meydanın estetiği bozulacaktı” ve “yemek yeme, öyle abur cuburla doymak ve o hızla tüketmek” değildir. O andan itibaren daha yavaş ve anlamlı akmaya başlayan zaman, adına fastfood’a bir tepki olarak slow food “yavaş yemek” denilen ve doğaçlama şekillenen karşı hareket ile giderek yaygınlaştı ve ilerleyen yıllarda yalnızca gıda üzerine değil, yaşam, yolculuk, eğitim, okuma, para ve başka alanlarda da ortak bir “yavaşlık” felsefesinden beslenen bir akım halini aldı. Süreç içerisinde, İtalya’nın Barolo kentinde Slowfood “Yavas Yiyecek Birligi” 166 oluşturuldu. 1989’da Paris’te uluslararası boyut alan birliğin, bugün 100’den fazla ülke temsilcisinden oluşan 80 bin üyesi bulunuyor. Yavaş yiyecek kavramından esinlenen Cittáslow “Sakin Şehir Hareketi”nin temeli ise 1999’da İtalya’nın Toscana bölgesinde bulunan Greve in Chianti şehrinde, 30 kadar Yavaş Yiyecek Şehri’nin katılımıyla atıldı. Sakin Şehir Hareketinin ilk bildirgesinde, Küreselleşmenin insanlar arasındaki iletişimi, kaynaşmayı ve değişimi kolaylaştırmasına karşılık, farklılıkların törpülenerek, tek bir model insan oluşturmaya doğru gittiği ve sonunda sıradanlığın hâkim olacağı bir düzenin yaratılacağı konusunda endişeler bulunduğu dile getirilmişti. Bu endişelerin giderilmesi, yerel değerlere sahip çıkılması, bu değerlerin korunması ve geliştirilmesi amacıyla Sakin Şehirler kavramı çerçevesinde bir ağ oluşturuldu. Kısacası siz farklı düşünüyorsanız bir şekilde fark ediliyorsunuz. 3. Slogan belirleyerek: Amerika’nın hatta dünyanın en popüler kenti olarak bilinen New York’un ününe ün katan değerlerden birisi de neredeyse 30 yıldır aralıksız kullanılan oldukça başarılı resmi slogan ve logosu “I love NY” oldu. New Yorkluların yanısıra New York’a yolu düşmüş hemen her turistin “I love NY” yazılı tişört, şapka ya da herhangi bir hediyelik eşya almaması vaki değildir. "I love NY" -New York’u Seviyorumsloganı ve logosu New York eyaletinde turizmi kalkındırmak amacıyla grafiker Milton Glaser tarafından 1977’de yapıldı. Sevgi (Love) kelimesi yerine kalp sembolü kullanılınca tüm 167 dünya tarafından kısa sürede tanındı. 1977’den önce New York’un tanıtımı için, "Fun City" (Eğlence Şehri) takma adını kullanılıyordu. İyi bir kelime bulmaktan daha önemli olan şehrin coğrafi ve üstün özellikleriyle anlam bütünlüğü sağlayabilen bir kelimenin tercih edilmesi şarttır. Brüksel AB'nin merkezi olması sebebiyle "Avrupa'nın Kalbi" sloganını seçiyor. New York için ticaretten, yoğunluktan daha iyi kelime bulamadıkları için "I love NY" kelimesini seçiyorlar. Love kelimesinin kalp işareti olduğunu hatırlatayım. Şehriniz için bir slogan, bir cümle hatta bir kelime bulabiliyorsanız, kendinizi anlatma konusunda büyük adım atarsınız. Amerika'da diğer şehirler ve onları tanımlayan kelimeler: Arkansas: The Natural State (Doğal Ülke), California: Find Yourself Here (Burada kendini bulursun) Colorado: Fresh Air (Temiz Hava), Kansas: As Big As You Think ( Büyük Düşün), New Mexico: Land of Anchantment (Cazibe Ülkesi) North Dakota: Legendary (Efsanevi), Oregon: We Love Dreamers (Hayalperestleri Seviyoruz), Texas: It's Like a Whole Other Country (Hoşlanacağın Diğer Ülke) Utah: Live Elevated (Uzun Yaşamak) West Virginia: Wild and Wonderful (Vahşi ve Harika). 5. Dikkat Çekerek: Çin`deki Harbin Uluslararası Buz ve Kar Festivali yapılıyor. Çin’in kuzeyinde yer alan Harbin’de kışın sıcaklık ortalama eksi 35 derece… Festival nedeniyle bire bir boyutlardaki buzdan binalardan bir şehir kuruldu. Her yıl 5 Ocak'ta başlayan 'Buzdan Heykeller Festivali'dünyanın dört bir yanından binlerce insanı buraya çekiyor. Rengarenk ışıklarla süslendirilmiş buzdan heykeller şehri için her yıl en az 800 bin ziyaretçi bekleniyor. İngiltere’de peynir yuvarlama yarışı yapıyorlar. Ciddi bir spor dalı haline gelen bu yarışmalar İngiltere'nin bazı bölgelerinde yapılıyor. Kırıkkale'de, 600 metre karelik alana, toprak zemin üzerinde 14 bin parke taş, özel beton ve 1 ton boya kullanılarak yapılan ''Anıt Bayrak'', NewsWeek dergisine kapak oldu. Vali Demirer, daha önce 168 Europe Dergisi ve Reuters Haber Ajansı'na konu olan projenin aynı zamanda internetteki ‘Yahoo' arama motorunda da dünyanın ilk 12 eseri arasında seçildiğini hatırlatıyor. Afyon’da bu tarz başarılar göstermelidir. 5. Konsept Belirleyerek: Marka olmak söyleminiz, eyleminize her şeyinizi bir bütünlük olmasını gerektirir. Eylemler olmazsa söylemler havada kalır. İnandırıcılığını kaybeder. Afyon’da bu tarz bir konsept belirlemelidir. Sadece Termal Turizm demek yetmiyor. Bunu Frig vadisi, Kaleye Teleferik tarihi evler ve sağlık turizmi ile bütünlüğü pazarlamak gerekiyor. Bu bütünlük olmadan Afyon kendini marka şehir yapamayacaktır. Hala kalesinin teleferiği olmaması ise ayrı bir tartışma konusudur. Teleferik olmadan marka şehir olamayız. 169 6. Sembol belirleyerek: Semboller çağında yaşıyoruz. Marka şehir demek semboller demektir. Semboller, insanlara özel bir anlam ifade eden objelerdir. Şirket logoları, bayrakları ve ticari unvanları kolayca hatırlanıp akılda kalabilecek sembollerdir. Örneğin Mercedes’in üç köşeli yıldız logosu kaliteyle eş anlamlı bir semboldür ve akılda kalan bir şeydir. Aynı şekilde McDonalds’ın sarı yay şeklindeki işareti en ufak çocuğa bile McDonald’s’ın nerede olduğunu işaret edebilir. US Air Force 1 çağrı adlı uçak ABD başkanını sembolize eder. Her marka bir semboldür ve bunların anlamları vardır. Markalar için sembol nasıl önemli ise marka bir şehir olmak içinde sembollere sahip olmak çok önemlidir. ABD denilince Özgürlük Anıtı, Fransa denilince Eyfel, İngiltere denilince Big Ben, Almanya denilince Brandenburg Kapısı, Hindistan denilince Tac Mahal ilk akla gelir. Peki İstanbul denilince ilk aklınıza ne gelir? Muhtemelen kız kulesi ilk sıradadır. Örnekleri sıralaya biliriz. İzmir denilince akla ilk saat kulesi gelir. Çanakkale denilince akla ilk şehitlik abidesi gelir. Konya denilince akla ilk Mevlana türbesi gelir. Ankara denilince akla ilk Anıtkabir gelir. Trabzon denilince akla ilk Sümela Manastırı gelir. Bursa denilince akla ilk Ulu Camii gelir. Kütahya denilince akla ilk çiniden yapılmış dev Vazo gelir. Örneğin Nusret mayın gemisi bugün Tarsus’da sergilenmektedir. Oysaki “Cumhuriyetin kazanıldığı topraklardasınız” sloganını söyleyen Afyon’da bulunsaydı daha iyi olmaz mıydı? Tarsus gerçekten bu anlamda hiçbir şehrin düşünmediği şeyi düşündü ve onca maliyetine rağmen Nusret Mayın gemisi bugün Tarsus’da sergilenmektedir. Vizyoner 170 insanların yaşadığı şehirler Marka olma yarışmasında her zaman diğer şehirlerden öndedir. 7. Sanatçılarla Çalışarak: Sanatçılara sahip çıkmadan, içindeki değerlere sahip çıkmadan bir şehri marka yapmak imkânsızdır. Sanatçılar bir şehrin bakış açısını değiştirmede öncülerdir. Onlar olmadan marka olamayız. 8. Sıra Dışı Olarak: Charlie Chaplin film yapmaya ilk başladığı zaman yönetmeni, zamanın ünlü bir komedyenini taklit etmesi için ısrar etti. Charlie Chaplin, kendi bildiği gibi oynayıncaya kadar hiçbir yere gelemedi. Unutmayın başkasını taklit ederek başarı yakalanmaz. Pepsi ve Coca-Cola arasında yaklaşık yüz yirmi yıldır kıran kırana rekabet vardır. Bu iki şirket arasındaki rekabet, başvurdukları strateji ve taktiklerle gerçek bir savaşı andırmaktadır. Pepsi ilk çıktığında logosu Coca-Cola’yı taklit ediyorken yıllar geçtikçe farklılaşarak başarıyı kazanmıştır. Önceleri Pepsi Kola isim sonradan sadece Pepsi’ye dönmüştür. Anadolu insanı “mahalle baskısından” ya da “el ne der” anlayışından farklı olmanın, farklı düşünmenin önemini pek anlayamamıştır. Oysa bugün iş dünyası farklılıklar üzerine kuruludur. Nasıl başka markaları taklit ederek marka olunmuyorsa başka şehirleri taklit ederekten Marka şehir olunmaz. 8. Doğru Konumlandırma Yapmak: Konumlandırma pazardaki müşterilerin zihninde oluşan algıdır. Başka bir ifade ile konumlandırma; pazarlamacıların kendi ürün, marka veya şirketi için hedef pazarındaki müşterilerin zihinlerde bir imaj veya kimlik oluşturma çabasıdır. Bakın Al Ries ve Jack Trout konu hakkında ne söylüyor: “Konumlandırma, ürüne ne yaptığınız değildir. Konumlandırma müşterinin aklına girmek için yaptıklarınızdır. Yani ürün ile müşterinin zihninde oluşturduğunuz şeydir. Kendinizi burada nasıl farklılaştırdığınızdır.” Bir şehri konumlandırmak ise bireylerin zihninde oluşan o şehrin algısıdır. Günümüzde her ülke kendini ve şehrini farklı bir şekilde konumlandırmış durumdadır. Örneğin: Helsinki, Stockholm, Kopenhag ve Chicago şehir pazarlama departmanları kurarak, konumlandırma stratejisi geliştirerek, projeler üreterek şehirlerinin gelirlerini artırmıştır. 171 Ülkemizde de Antep baklavasıyla, Safranbolu evleri ile kendini konumlandırmaktadır. Çin Seddinden sonra Dünyada ikinci olan Diyarbakır Kalesi surları hiç kuşkusuz görülmeye değer yerlerin başında gelir. Yapısı, sağlamlığı, taşıdığı yazıtlar, kabartmalar ve şekillerle surlarda 12 uygarlığın kitabelerini okumak mümkündür. Surlar 5 kilometre uzunluğunda ve şehri bir kalkan balığı gibi kuşatmaktadır. Bunun yanında en çok peygamber diyarbakırada yaşamıştır. Buna rağmen Diyarbakır bunu kullanamayıp Urfa kullanmış ve “Peygamberler Şehri Urfa” diye kendilerini konumlandırmıştır. 9. Reklam Olmadan Asla: Reklamın iyisi kötüsü olmaz denir. Marka şehir olmak için reklamlarınız olmalı. Reklam olmadan marka olmak zor görünüyor. Çünkü banknot paramızda bulunan şehir resimleri bile o şehrin turizm potansiyelini arttırıyor. Örneğin Doğu Beyazıt İshak Paşa sarayının resmi banknotlarımızda yer almasıyla daha popüler hale getirmiştir. Bunun yanında AROG filmi Afyon Döğer’de çekildi ama maalesef Afyon bunu reklam amaçlı hiç kullanamadı. Başka bir şehir Cem Yılmaz gibi popüler birinin gelmesini iyi değerlendirebilirdi. 10. Marka Şehir Marka Mekânlar Demektir: Çoğu zaman yaşanılacak, gezilecek veya yatırım yapılacak yerlerin değerlendirmelerinde basit klişelerin önemli etkileri olmaktadır. Paris moda, İsviçre sağlık ve saat, Rio de Janerio karnavallar, Afrika ülkelerinin pek çoğu yoksulluk, savaş, suç ve kıtlığı çağrıştırmaktadır. Pek çoğumuz bu çağrışımların gerçeklerle ne ölçüde bağdaştığının farkında değilizdir. Ancak bu klişeler ister doğru olsun ister yanlış veya ister olumlu olsun ister olumsuz buralara yönelik davranışlarımızı etkiler. Bu durum çok adil görünmese de olumsuz klişelerden zarar gören ülkelerin, diğer insanları bu klişeleri bir tarafa bırakarak gerçek koşulları incelemeye ikna etmeleri oldukça zordur. Nitekim bazı ülkeler ve şehirler, şu an bu ünü hak etmeseler de, çok eskiden elde ettikleri ün ile yatırımcıların, turistlerin ve işletmelerin dikkatini daha kolay çekmekte ve onları daha kolay ikna edebilmektedirler. Sonuç olarak Afyon marka şehir olmak istiyorsa ev ödevini 172 iyi yapmalıdır. Yazımı Fikri Türkel iş dünyamızdaki markalaşmamak problemi üzerine düşüncesi ile bitiriyorum. “Marka üzerine çok konuşuluyor. Bir ülkenin en kıymetli varlığı markalarıdır. Fındığınız para etmiyorsa, kayısıyı pestil yapıp kendimiz yiyorsak, zeytinyağımızı şişede değil dökme satıyorsak, mermeri blok halinde ihraç etmek zorunda kalıyorsak sebebi markalarımızın olmamasıdır. Geleceğin en kıymetli bor yataklarına sahip olsak da, dört mevsimi aynı yaşayıp, kendi kendine yeten bir ülkede yaşasak da, markasızlık bini bir paraya düşürmektedir.”www.afyonolay.com (19 Kasım 2012) Martı Dergisi, Haziran 2014) KAPILAR, SEMBOLİK YAPILARDIR Yazıma bir soruyla başlamak istiyorum. Soruyu okuduktan sonra gözünüzü kapatın ve soruma cevap verin. İstanbul’un fethi deyince nasıl bir resim hayal ediyorsunuz? Muhtemelen Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul surlarından içeri girişi aklınıza gelir. (Nasıl bildim mi?) Günümüzde kapılar sembolik yapılardır. Ve düşündüğümüzün çok ötesinde bir öneme sahiptir. Örneğin: Branderburg Kapısı Almanya’nın Berlin şehrinin ana sembollerinden biridir. Zafer Takı ise, Fransa'nın başkenti Paris'te bulunan tarihi anıttır. Napolyon Bonapart, Austerlitz savaşında galip gelen Fransız askerlerine seslenmiş ve “Evinize Zafer Taklarının altından geçerek döneceksiniz” demiştir. Ve 18 173 Şubat 1806 tarihinde Zafer Takı'nın inşa edilmesini istemiştir. Günümüzde şehirler bu tip sembolik yapılarla anılıyor. Gelelim ülkemize… Ülkemizde üniversite sınavına hazırlanan gençlere üniversite deyince neresi aklına geliyor dediğiniz de muhtemelen İstanbul Üniversitesi’nin tarihi giriş kapısı akla gelir. Bakın internet sitesi wikimapia.org İstanbul Üniversitesi’nin kapısı hakkında ne söylüyor? “Üniversite denince akla gelen ilk görüntü. Üniversiteler hatta ÖSS ve YÖK’le ilgili tüm haberlerde gösterilen muhteşem kapı.” Öğrencilik zamanlarımda Dumlupınar Üniversitesi’nin merkez kampusunde giriş kısmına Osmanlı-Selçuklu yapımı tarzında yapılan kapıya çok yüksek bedelle yaptıran dönemin rektörüne halk tepki göstermişti. Bu kadar yüksek rakamı bu kapıya vermenin ne gereği vardı. Fakat ilerleyen süreçte anlaşıldı ki bu üniversitenin sembolü olduğu gibi kamuoyu bu kapıyı çok beğenmişti. Horan Parkı gerçektende Bolvadin’in incisi ve bence buranın kadrini yeterince bilmiyoruz. Başka şehirden gelen kişiler bunu daha iyi ifade ediyor. Afyon’dan gelen bir arkadaşlarımız: “Afyon’da böyle bir yer yok.” diyor. Demek ki burayı önemsemeliyiz. Ve ben Horan Parkına ne türlü yatırım yapılırsa yapılsın pişman olunmayacağını düşünüyorum. Buraya yatırılan bir lira iki lira geri dönüyor. Fakat dikkatimi çeken nokta bizim bu parkın bir giriş kapısı yok. Bunu çok geciktirdik. Şimdiye kadar neden yok açıkçası anlamış değilim. İşin ilginç yanı ise pakın pek çok girişi var ama hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Bakın Sakaryabaşı Tesislerinde iki kapı var. İşin daha ilginci bir şey söyleyeyim. Bizim olmayan ticaret bölgemizin böyle bir giriş kapısı var. “Yani park var kapısı yok. Kapı var ticaret bölgesi yok.” Bunlara nasıl tepki verilir bilemiyorum ama en enteresanı bizim klasik tepkimizdir. Esnafa neden reklam vermiyorsun diye soruyorum. Demesin mi ki: “Bizi bilen zaten biliyor.” Maalesef elimizdeki değerlerin farkında değiliz. Koçum zamanında Horan parkına yapay bir şelalenin yapılacağını duyduğum da açıkçası çok heyecanlanmıştım. Yine daha önceki dönemde de yapay bir gölet projesini duyunca da aynı duygulara kapıldım. Ama maalesef ne gölet ne de şelale 174 parkta yer almadı. Ya da neden Horan parkında bir yüzme havuzu yok? Bunların bence artık olması gerek. Horan parkının çevre yolu girişinin olması parka nasıl beklediğimizden fazla bir hareket getirdiyse bu tarz projelerde Horan parkını bölgenin incisi haline getirecek ve çevreden pek çok kişi gelecektir. Artık insanlar güzel bir yer varsa burayı gitmek için masraftan kaçınmıyor. İşte bu sebeple Horan Parkı’nın girişlerine bu tarz yerler yapılmalı. Belki başkalarınca gereksiz görünebilir. Masraf kalemi diye düşünülebilir. Bence Horan Parkı’nın etrafı duvarla çevrilirken bu kapılarında yapılması gerekirdi. Hatta bana kalırsa Heybeli Termal’in Afyon-Konya karayoluna bile bu tarz bir giriş yapılmalı. Bu kadar yoğun geçiş güzergâhından geçenlerin aklında kalmalı. Umarım ileride bu tür çalışmaların yapıldığını görürüz. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 656, 14 Ocak 2013) 175 6 REKABET 176 REKABETİN ÖZÜNÜ YETERİNCE ANLADIK MI? Rekabet edebilmek için geride kalmamalısınız. Hareket eden bir hedefi vurmak her zaman daha zordur. Al Ries Geçtiğimiz günlerde esnaf bir arkadaşımla otururken söz dönüp dolaşıp Bolvadin’de yapılan ticarete geldi. Esnaf arkadaşım dediki: “Aynı ürünleri sattığım halde, hemşerilerimiz gidip Afyon’dan alışveriş yapıyor. Bu nasıl Bolvadinlilik? Bu nasıl hemşericilik anlayışı… Yok… Yok… Bizde hemşericilik anlayışı gelişmemiş…” Böyle dert yandı esnaf arkadaşım. Açıkçası üzüldüm. Acaba böyle bir hakkı var mıydı? Üzüldüğüm nokta bu arkadaşımın hala rekabetin özünü anlayamamış olması. Gelişen teknoloji ve küreselleşmenin etkisiyle dünya çok hızlı değişti. Bundan hem Türkiye hem de Bolvadin nasibini aldı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Artık insanlar internetten istediği ürünü alabiliyorlar. Tüketiciler artık daha farklı, daha kaliteli ve daha ucuzunu almak istiyorlar. Artık tüketiciler çalan yüksek müziğin temposuna kendilerini kaptırıp alış veriş sepetini çılgınlar gibi doldurmak ve kredi kartını son limitine kadar harcamak istiyorlar. Kredi kartı hesabı ödeme tarihinde: “Bunu kim aldı? Bu kadar alış verişi kim yaptı?” diye kara kara düşünse de. Yine alış veriş merkezlerinde saatlerce vakit geçirmek istiyor. Şehir dışından bir misafiri geldiğinde ilk alışveriş merkezine götürüyor. Bu arda hemen belirteyim bir alıveriş merkezinde bir müşterinin harcadığı ortalama süre dünyada 2.5 saat iken ülkemizde 3.5 saat. Şimdi gelişmeler böyle olunca esnaf kardeşim hiç şikâyet etmeyip işini geliştirmeye odaklanması gerekir. Çünkü rakip dün karşı esnaf ya da Bolvadin’de seninle aynı işi yapanlardı. Ama bugün rakip Afyon’da, Eskişehir’de, Akşehir’de, Ankara’da senin işi yapanlar olduğu gibi dünyanın başka yerinde internetten ürün satan sitelerde senin rakibin. Eğer böyle düşünmüyorsan rekabetin özünü kavrayamadın demektir. Serüvene koşmak için trenler bekliyorsan, Güneşi yakalayıp gözlerine yerleştirmek için, beyaz yelkenlerin gelip seni almalarını bekliyorsan, 177 Yarına inanmak için günbatımına, İyi kalpli görünmek için zayıflığa, Ve güçlü görünmek için öfkeye ihtiyacın varsa; Demek ki, hiçbir şey anlamadın! Jacques Brel Perakende Sektöründe Resmi İyi Görün Aşağıdaki grafiğe ve karikatüre iyi bakın. Lütfen daha iyi bakın. Ne düşünüyorsunuz? Fazla rakam vererek kafanızı karıştırmak istemiyorum. Ülkemizde her geçen gün organize perakendeciler şubelerine bir yenisini ekliyor. Sonuçta pek çok bakkal kapanmak zorunda kalıyor. Peki bu grafiği Bolvadin için nasıl yorumlayabiliriz. Yakında BİM’in yanında Tansaş, ŞOK, A101 ve DiaSA gibi organize perakendecileri göreceğiz. Bunlardan bazılarının Bolvadin’de yer aradığını biliyorum. Bu sebeple perakende sektöründekiler işlerini ona göre yapmalılar. Yani bugünler iyi günler. Yarın piyasanın hâkimiyeti organize perakendecilerin eline geçmeden bir şeyler yapın. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 533, 6 Eylül 2010) 178 ACI BİR KAYIP Avrupa pazarının doyması ile birlikte ülkemize yönelen yabancı sermayeli marketlerin sayısı büyük şehirlerde hızla artmakta ve holdinglerin de sektöre açılmasıyla birlikte marketçilikte büyük bir rekabet yaşanmaktadır. Ülke genelinde sayıları yüz binleri aşan, emek ve sermayesini birleştirerek çalışan bakkal esnaf sayıları giderek artan dev mağazalar karşısında zor duruma düşmekte, kısıtlı finansal imkânlarıyla oluşturmaya çalıştıkları atılımları sonuçsuz kalmakta ve işyerlerini kapatma noktasına gelmektedir. Bakkal esnafını son yıllarda en çok rahatsız eden ve satış olanaklarını sınırlayan unsurların başında dev mağazaların özellikle büyük şehirlerin her tarafında ve giderek diğer şehirlerde de çığ gibi artması geliyor. Dev mağazalar üretici firmaların miktar indirimli toptan satışları ile de desteklenmekte ayrıca üretici firmalar tarafından çeşitli promosyonlar sağlanarak ve raf kiraları ödenmek suretiyle bu alışveriş merkezleri daha da uygun koşullarla satış yapabilir olanağa eriştirilmekte ve böylelikle daha cazip satış olanağı sunan yerler olarak özendirici bir imaja sokulmaktadır. Üretici firmalar tarafından daha yüksek fiyatla ürünlerini alan bakkal esnafı ise ürününü satışa sunduğunda müşterisi önünde fiyat artışlarının sorumlusu olarak 179 görülmektedir. Her gün bir yenisi eklenen yabancı ve yerli sermayenin oluşturduğu dev mağazalar ya da mağazalar zinciri küçük esnaf ve sanatkârı özellikle de bakkal esnafını olumsuz yönde etkiliyor. Bir de ilçemizdeki veresiye hastalığını da üzerine eklediğimizde bakkalların işi gerçekten çok zor. Tüketicinin, bakkalları tercih etmemesindeki sebepleri ise şöyle sıralayabiliriz: İmaj: Yanlış bilgi, bilinçsizlik ve psikolojik etkenlerden dolayı müşterilerin bakkallar hakkındaki olumsuz imajı. Fiyat: Süpermarketlerin, toptancılardan daha karlı mal almalarıyla düşük fiyatlarla satış yapmaları. Çalışma saatleri: Geç saatlere kadar açık olması çalışan kesim için çok büyük kolaylıklar sağlıyor. Seçenek azlığı: Süpermarketlerde daha çok markada aynı ürünün bulunabilmesi sonucu seçme hakkı ve kıyaslama imkânının olması. Sürat: Az personelin çalışmasından dolayı hizmetin yavaş olması. Teşhir: İç dizayn eksikliğinden dolayı, müşterinin sadece ihtiyacı olan ürünü alması. Alan: 30-50 m2’lik mağazalarda müşterinin ürünle direk temas edememesi ve sadece tezgâhın arkasından siparişini verebilmesi. Çeşitli hizmetler: Süpermarketlerde her türlü ihtiyaç alınırken, oyun bölümlerinin, otoparkın olması ve restorant gibi hizmetlerden de yararlanılabilmesi. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 558, 28 Şubat 2011) 180 BOLVADİN’İN KADERİ KOMŞULARINDAN FARKLI OLAMAZ Dün, dünle beraber gitti cancağızım; bugün yeni şeyler söylemek lazım. Mevlana Ortaokul yıllarında tarih derslerinde öğretmenimden hep şu cümleyi duymuştum. “Arkadaşlar, Türkiye’nin komşuları: batıda Yunanistan ve Bulgaristan, doğuda Suriye, Irak, İran ve Rusya’dan oluşur. Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Irak, İran ve Rusya (SSCB) bizim düşmanımızdır. Arkadaşlar unutmayın Türk’ün Türk’den başka dostu yoktur!” Bu cümleleri sadece tarih öğretmenimden değil konu açıldığında diğer öğretmenlerimden de duymuştum. Ülkenin bu durumu diğer arkadaşlarım gibi beni de üzmüştü. Düşünsenize komşuların hepsi düşman… O zamandan beridir kıskanırım Avustralya’yı. Ülkenin her taraf deniz ve hiç komşusu yok. Gel keyfim gel. Zaman çok hızlı geçiyor. Bakıyorum da artık Yunanlılar ülkemizden banka satın alıyorlar. Türkler, Yunanistan’a yatırım yapıyorlar. Her yıl milyonlarca Rus turist ülkemize geldiği gibi Türk yatırımcılar inşaat sektöründe Rusya’yı adeta yeniden inşaa ediyorlar. Bugün İran’la Türkiye arasında ticaret hacmi 10 milyar doları geçti. Gürcüstan’la karşılıklı günü birlik vizesiz geçişler yapılıyor. Ya biz bunlarla düne kadar düşman değil miydik? Şimdi kazan-kazan stratejisi var. Her iki taraf da kazanıyorsa düşmanlıktan daha önemli ekonomik kazanç var demektir. Zaten yaşamış olduğumuz küreselleşme olgusu ülkeleri, yerel yönetimleri, şirketleri ayrıca bireyleri daha çok işbirliği yapmaya zorluyor. Örneğin: Afyon, “Kardeş Şehir” uygulaması kapsamında Almanya’nın Hamm Belediyesi ile kardeş oluyor. Neden bunları anlatıyorum? Bolvadin’in uzun yıllardan bu yana uyguladığı bu stratejisi bana hep o ortaokul yıllarımı hatırlatıyor. Emirdağlılar’la aramızda bir demir perde var adeta. Çay bize yakın olduğu kadar uzak. Çobanlar ilçesini sadece Afyon’un yüzü suyu hürmetine yoldan geçerken görüyoruz. Yunak yolu yapıldı ama sırf Yunak’a gitmek için o yolu kullanan var mı? Komşu ilçelerden kız alınıp kız verilse de, bu 181 ilçelerle akrabalıklar oluşsa bile yine de aramızda ciddi bir kopukluk var. Nasıl eskiden Türkiye yalnız ülke ise maalesef Bolvadin’de yalnız bir ilçe durumunda. Bu yalnızlık problemi diğer ilçeler için de geçerli. Peki, olması gereken nedir? Bolvadin çevresiyle daha iletişim halinde olmalı. Bunu kültürel ve ticari alana kaydırabilmesi gerekir. Örneğin, Kaymak şenliklerine Çaydan otobüsler kalkmalı, Kiraz Şenlikleri’ne Bolvadin’den otobüsler kalkmalı. STK’lar ortak hareket etme kararı almalı. Esnaflar işbirliğine gitmeli. İşi sadece belediyeye yıkıp kenara çekilmek asla olmaz. Ayrıca bu stratejide kamuoyunun desteği olmadan başarı mümkün olamaz. Bakın Franklin D. Roosevelt ne söylüyor? “Kamuoyunun desteği ile başarıya ulaşılır, onun desteği olmadan hiçbir şey başarılamaz.” Bu sebeple kamuoyunun desteğini almalısınız. Sadece isim olarak iki ilçeyi birleştirmeden önce insanların kafasındaki uçurumu gidermelisiniz ve kamuoyunu inandırmanız gerekir, değilse Roosevelt’in ifade ettiği gibi başarı gelmez. Bence Bolvadin’in çevresindeki ilçelere öğreteceği ve çevre ilçelerden de öğreneceği çok şey var. İktisadi anlamdaki kısır döngüyü ancak bu şekilde kırabiliriz. Değilse New Yorklu bir yatırımcı gelipde Bolvadin’e yatırım yapmaz. Elin New Yorklusunu bırak, İstanbullu, Kayserili ya da Denizlili yatırımcı bile organize sanayi bölgesine yatırıma gelmedi. Kısacası Bolvadin sadece Bolvadin’de değil çevresinde de etkin olmak zorunda. Değilse hep yalnız kalmaya mahkûm oluruz. Bolvadin’in kaderi Çay’ın, Emirdağ’ın, Çobanlar’ın, Sultandağ’ın kaderinden farklı olmadığı gibi onlarında kaderi bizden farklı olamaz. Unutmayalım ki yaşadığımız çağ bireysel becerilerin değil takım çalışmasının çağı yani Network çağı! Bireysel becerilerinizle Messi gibi futbolcu olabilirsiniz ama becerilerinizi başkalarıyla paylaşmazsanız Dünya Kupası’nda Arjantin’e erkenden dönüş bileti alırsınız! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 526, 19 Temmuz 2010) 182 BOLVADİNLİ EĞLENMEYE AÇ! Bolvadinli aç! Küresel kriz falan değil ya da ekonomik anlamda bir açlık söz konusu da değil. Bolvadinli eğlenmeye aç! Bunu her Kaymak Şenliğinde gözlemlerim. Dile kolay bugüne kadar tam yirmi beş şenlik yapıldı ve her seferinde de bu açlık kendini gösterdi. İlk kez son Kaymak Şenliğinde bukadar halkı Horan Parkı’nda gördüm. Hele Ferdi Tayfur konserinde gökten adeta insan yağıyordu. Araçları park etmek isteyenler için de yer yoktu. İnanır mısınız, hastaneye ya da çevre yoluna aracını park edenler bile vardı. Bence Kaymak Şenlikleri’ni bir iki güne sıkıştırmak yerine bir haftaya yaymak gerekiyor. Çünkü insanlarımızın sosyalleşmesi için sadece Kaymak Şenliklerimiz var. Bu sebeple organizasyonun içeriği zenginleştirilip rahatlıkla Kaymak Şenlikleri bir haftaya yayılabilir. İkincisi böyle bir durumda standları kiralayanlar da bir hafta kiralamış olur. Bu söylediklerim daha önceleri yapılmış olsaydı belki de Bolvadin’de ciddi anlamda fuarcılık da gelişmiş olurdu. En önemlisi sosyal aktivite fakiri olan ilçemizde insanlar eğlenceye doymuş ve bu tür organizasyonlarda daha az taşkınlık olurdu. Yirmi beş yıldır bu festival yapılıyor. Acaba yirmi beş yıl düzenlenen bu festivallerin üzerine her yıl bir şeyler koyabildik mi? Bunu tartışmak gerek. Bunun yanında artık bu festivalleri kutladığımız yer bukadar haklı kesinlikle kaldırmıyor. Bu, bence çok ciddi bir problem. Bunu da bir an önce çözmek gerekiyor. Bunları çözdüğümüzde ciddi bir anlamda yol almış olacağız. Bolvadinli sadece eğlenceye değil, kaliteli hizmete, güler yüzlülüğe, satış sonrası hizmete de aç. Bu açlığın giderilebilmesi de işini iyi yapan, sürekli kendini ve kurumunu geliştiren esnaf ve iş adamlarımıza bağlı! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 517, 17 Mayıs 2010) 183 BOLVADİN’DE TARTIŞILMAYANLAR Bakın George Bernard Shaw ne söylüyor? “İşleyebileceğiniz en büyük günah, başkasından nefret etmek değil, ona karşı kayıtsız kalmaktır. İnsanlık dışı olmanın özü nefret değil kayıtsızlıktır.” Bolvadin’e bakıyorum da hep aynı şeyler yazılıyor ve bazı konulara kayıtsız kalınıyor. Yerel gazetelerin eski sayılarına bakarsanız ya da arşivlerini tararsanız hep aynı şeylerin yazıldığını görürsünüz. Maalesef aynı kişiler aynı şeyleri söyleyip tartışırlar. Oysa Mevlana ne kadar güzel söylemiş: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi. Her gün bir yere konmak ne güzel. Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağızım. Ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni bir gün. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” Örneğin Bolvadin’e Çay ve Çobanlar tarafından giriş yolunda burun kırıcı bir şekilde bir koku kirliliği var. Bunun sebebi nedir? Alkaloid fabrikası mı, tavuk çiftlikleri mi ya da başka bir şey mi bilmiyorum. Bildiğim felaket bir koku kirliliği olduğu. Peki, sadece koku kirliliği mi yazılmayanlar? Bolvadin’de aslında yazılmayan o kadar çok konu var ki… Peki, bunlar nedir: Bolvadin’de işsizlik konuşulur da Bolvadin’de iş yapma beceriksizliği hiç konuşulmaz. Örneğin işsiz diye birine iş verisiniz ama onun keyfi yerindedir. Dünya yıkılsa umurunda değildir. Sanki işveren odur. Üstüne üstlük gelecek kaygısı yoktur. Bolvadin’de okul ya da camii yaptırmak konuşulur da Bolvadin’de adam akıllı kütüphane ya da kültür merkezi yaptırmak hiç konuşulmaz. Bolvadin’de siyaset konuşulur da, ticaret hiç konuşulmaz. Bolvadin’de gençlerin girdiği sınav sonuçları konuşulur da, gençlerin geleceği hiç konuşulmaz. Bolvadin’de veresiye konuşulur da, esnafın veresiyenin önüne nasıl geçeceği hiç konuşulmaz. Bolvadinlilerin Afyon’daki alışveriş merkezlerine gittiği konuşulur da Bolvadin’de seni Afyon’a gitmene sebep olan bir alış veriş merkezinin yokluğu hiç konuşulmaz. Bolvadin’de Eber Gölü konuşulur da, Eber Gölünün kirliliği de konuşulur hatta yazılır ama Eber Gölü’nü kirletenler hiç 184 konuşulmaz. Bolvadin’de ticaretteki durgunluk konuşulur da, esnafın çevre yolunu değerlendirmediği hiç konuşulmaz. Umarım bu saydıklarım ileride konuşulur, yazılır ve tartışılır. İlçemizi ancak bu şekilde geliştirebiliriz. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 535, 20 Eylül 2011) TEHLİKENİN NE KADAR FARKINDAYIZ? Bireyler bir şeyin ihtiyaç olduğuna ne zaman karar verirler? Elbette ki söz konusu olan şeyin eksikliğini hissetmeye başladıkları zaman. Susarsan su içersin, acıkırsan yemek yersin. Peki birşeyler öğrenmek istersen ne yapasın? Hayatı sorgulamak istersen ne yaparsın? Bugün ilçemizdeki pek çok genç ve pek çok öğrenci böyle bir durumda hiçbir şey yapamaz. Yaşadığımız bilgi toplumunda en önemli görev üstlenen kurumlardan birisi kütüphanelerdir. Çünkü kütüphaneler bilgi ekonomisinin hammaddesi olan bilginin dağıtımından sorumlu temel kurumlardır. Bolvadin’de bir kütüphanenin eksikliği var mı? Bence fazlasıyla… Bu fikrime pek çok kişi katılmayabilir. “Hocam ilçemizdeki kütüphaneye kaç öğrenci gidiyor?” diye pek çok kişi sorabilir. Evet maalesef ilçemizdeki halk kütüphanesinden yararlanan kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Gitmesi için de bence bir neden de yoktur. Pek çok kütüphane gibi ilçemizdeki kütüphanemizde teknolojik gelişmenin gerisinde kalmıştır. Kitapların pek çoğu eski baskıdır. Maalesef problem bu da değildir. Problem, ilçemizin okul zengini olmasına rağmen yeni okul yapılmasıdır. Kahvehane zengini olduğu halde yeni kahvehane açılmasıdır. Problem varlıklı hemşehrimize “Bolvadin’e yapılacak en büyük iyilik nedir?”diye sorduğumda: Cevabın hemşehrimizin ismini taşıyan ya okul ya da camii yaptırmak olmasıdır. Eğer gelecek yıllarda okulların yanına okullar yapılacaksa hiçbir kimse bir kütüphanenin eksikliğini hissetmeyecekse bu çok üzüntü vericidir. O zaman ilçemin gençlerinin kültür ve bilgi düzeyi hep aynı kalacaktır. Çocuklarımız internet kafelerde bilgisayar 185 oyunları oynarken sigaralı bir ortamda kültürel erozyona uğrayacak, hatta SBS ve ÖSS sınavlarında dökülecektir. Bu memlekette en büyük eksiklik bir kültür merkezinin olmamasıdır. Ücretsiz interneti olan, yeni kitapları olan, kafeteryası olan bir merkezden bahsediyorum. Yaşlısından gencine herkesi bir mıknatıs gibi kendine çekecek bir kültür merkezinden bahsediyorum. İşte o zaman Bolvadin’de yaşamak bir başka güzel olacaktır. Milattan önce 1000 yılında Kuan Tzu’nun söyledikleriyle yazımı noktalıyorum. Bir yıl sonrasıysa düşündüğün, tohum ek. Tasarladığın, on yıl sonrası ise; ağaç dik Ama yüz yıl ötesini düşünüyorsan; halkı eğit o zaman. Bir kez tohum ekersen bir kez ürün alırsın Ağaç dikersen o, on kez ürün verir, Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen halkı. Birisine balık verirsen, bir defalık doyurursun, Balık tutmayı öğretirsen, doyar ömrü boyunca. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 495, 14 Aralık 2009) BOLVADİN YANARKEN KEMAN ÇALMAK! Kardeşim sen düşünceden ibaretsin. Geriye kalan et ve kemiksin. Gül düşünürsen, gülistan olursun. Diken düşünürsen, dikenlik olursun. Mevlana Bir işletmenin yaşamını devam ettirebilmesi için etkili kararlar alabilmesi çok önemlidir. Ancak bu kararların geçmişin politikalarına bakarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü yaşayan bir canlı olarak işletmenin yaşamını devam ettirdiği ortama uyabilmesi için o ortamın koşullarını devamlı olarak tanıması gerekmektedir. 21. yüzyılın ilk yıllarında dünyada globalleşme, hızlı teknolojik değişim, yeni oluşan pazarlar ve müşteri beklentilerinin değişimi göze çarpmaktadır. Bu 186 gelişmeler sonucu ortaya çıkan ezici rekabet karşısında işletmeler, daha stratejik düşünmek zorunda kalmışlardır. İşletmeler için vazgeçilmez bir unsur olan strateji, daha iyi yapmaktan ziyade, daha farklı yapma yolunda olmaktadır. Daha farklıyı elde etmek, strateji oluşturma sürecine ve rekabete bambaşka bir gözlükle bakmayı gerekli kılmaktadır. Sürekli değişen müşteri ve pazar beklentileri dikkate alındığında stratejik kararlar, yenilenen ve kendisini hızla daha da hissettiren rekabet gücü elde etmek açısından son derece önem kazanmaktadır. Strateji kelimesinin sözlük anlamı, “Bir amaca varmak için eylem birliği sağlama ve düzenleme sanatıdır”. Strateji kavramı zaman içerisinde yönetim alanında da kullanılmaya başlanmıştır. Yönetim biliminde strateji, “şirketi ve onun faaliyetlerini tanımlayan, kaynakları, üst yönetimi, pazar bilgilerini ve sosyal sorumlulukları bütünleştiren, örgütsel yapıyı belirleyen ve uygun bir şekilde geliştirilebilirse ekonomik performansı iyileştiren amaç ve politikalar modelidir.” Literatürde, kararların sınıflandırılmasında ortak bir görüş birliği olmamakla beraber, işletmedeki kararların yapısını yönetim piramidi dikkate alınarak üç grupta toplamak mümkündür. Zira yönetim piramidinin her üç düzeyi için farklı sorumluluk gurupları ve bunların üstlendikleri farklı görevler bulunmakta olup bunların farklı düzeylerde çıktılar üretmesi doğaldır. Bunlar; stratejik kararlar, yönetsel kararlar ve eylemsel kararlardır. Stratejik kararlar: İşletmenin gelecekte çevrede meydana gelebilecek olayların derinliğine incelenmesini gerektirmektedir. Yönetsel kararlar: İşletmenin yapısını ve şeklini vücuda getirme ile ilgili kararlardır Eylemsel kararlar: İşletme yöneticilerinin dikkat ve enerjisinin büyük bir kısmını alan ve yöneticileri en çok meşgul eden faaliyetlerle ilgili kararlardır. Stratejik karar vericiler zamanlarının büyük kısmını operasyonel etkinlikleri artırma yöntemleri üzerine harcamaktadırlar. Ünlü strateji düşünürü Gary Hamel, bu uğraşıyı şöyle niteliyor: “Rakipler sektörünüzü yeniden şekillendirmeye çalışırken sizlerin operasyonel etkinlik artırma 187 yöntemlerini düşünmeniz, Roma yanarken keman çalmaktan farklı bir şey değildir”. Sorun, rakiplerin neler yaptığına bakmak, parlak ve çılgın fikirler aramak yerine zamanın çoğunu eylemsel girişimlere ayırmak ve bunu kabullenmemekten kaynaklanmaktadır. Gary Hamel, Bolvadin’le ilgili bir analiz yapsaydı yorum muhtemelen şu şekilde olurdu: “Ulusal firmalar Bolvadin’i işgal ederken sizin popülist politikalarla müşteri çekmeye çalışmanız Bolvadin yanarken keman çalmaktan farksızdır.” derdi. Düşünebiliyor musunuz? İlçemize doğalgaz gelmesi pek çok tüp işiyle uğraşan esnafı zamanla etkileyecek. Böyle bir durumda söylenebilecek en son şey: “Bolvadinli esnafına sahip çık. Doğal gazı bağlatma. Tüpü bizden al!” ifadesidir. Ama böyle bir yazıyı bir gün görürsem hiç şaşırmam. Kısacası rekabet stratejimizi doğru bir rekabet felsefesi üzerine inşaa etmemiz gerekiyor. Kazanmak istiyorsanız böyle düşünmeniz şart! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 554, 31 Ocak 2011) BUZ DAĞININ ALTINI GÖR! Bir zamanlar otlağın birinde öküz sürüsü yaşarmış, ama etraflarındaki sırtlanlar rahat bırakmazmış onları. Lakin öküzler de güçlü ve kalabalıkmış. Sırtlanların saldırılarını bir araya gelip kolayca def ederlermiş. Hiçbir öküzü avlayamamış sırtlanlar. Bir gün toplanıp:‘Bu otlağı terk edelim, yoksa açlığımızdan öleceğiz’ demişler. Sürünün en kurnaz sırtlanı karşı çıkmış: ‘Bana izin verin, bundan sonra size her gün ziyafet çekeceğim’ demiş. Eline beyaz bir bayrak alıp öküz sürüsünün liderine gitmiş: ‘Barış için geldim. Biz size hep saldırdık. Ama kabahat sürünüzdeki sarı öküzün. Yoksa biz sizi severiz. Bu çayırda kardeş kardeş yaşayıp gitmek isteriz. Ama o sarı öküzün rengi gözlerimizi alıyor, agresif oluyoruz. Onu bize verin, dostça yaşayıp gidelim.’ demiş. Sürünün lideri heyetini toplamış. Makul bulmuşlar öneriyi, ha bire çatışmaktan onlar da yorgunmuş çünkü. Ama ala renkli yaşlı öküz karşı çıkmış ‘olmaz, taviz tavizi getirir, birliğimizi bozar’ demiş. Kimseye dinletememiş. Sürünün selameti adına, Sarı öküz sırtlanlara 188 teslim edilmiş. Sırtlanlar, ziyafet çekmiş. Etin tadını aldıktan sonra duramamışlar. Yine istemişler. Kurnaz sırtlan tekrar gitmiş sürünün liderine, ‘sizin şu beyaz kuyruklu öküz var ya, barışı bozmak için sinsi sinsi uğraşıyor. Kuyruğunu sallayıp bizimle alay ediyor. Onu verin bize yoksa bu kardeşlik ortamımız uzun sürmeyecek. ‘ demiş. Toplanmışlar, beyaz kuyrukluyu verelim demişler. Ala renkli öküz karşı çıkmış yine ama dinlememişler. Sırtlanlar beyaz kuyrukluyu da yiyip ziyafet çekmişler. Devamında benzer olaylar sürüp gitmiş, siyah öküz, alacalı öküz, derken sırtlanlar giderek semirmiş, güçlenmiş, berikiler sayıca azalıp, moralman çökmüş. Sonuçta sırtlanlar küstahlaşmış, artık bahane bile göstermiyor, istediklerini sürüden alıp gidiyorlarmış. Toplanmış öküzler ’biz nerede hata yaptık bu savaşı ne zaman kaybettik’ diye dövünmüşler, ala öküz söz almış: ‘Bu savaşı sarı öküz’ü verdiğimiz gün kaybettik!’ demiş. Bu hikâyeyi neden anlattım? Çünkü iş hayatında da en önemli işler asla en önemsizlerin insafına bırakılamaz. İş hayatında önemsiz gibi gördüğünüz pek çok şey sizi geri kalmaya iter. Şirketler bir anda iflas etmez ya da şirketler rekabetçi ortamda bir anda geri kalmaz. Verilen tavizler (sarı öküzler) işletmenin sistematik çalışmasını engeller ve bunlar zamanla kötü sonu hazırlarlar. Bu sebeple müşteri şikâyetini dinlemek gerekir. Avrupa’da konuya ilişkin bir araştırma yapmışlar. Resimde de gördüğünüz gibi firmaya gelen bir müşteri şikâyetini aslında yirmiş beş müşteri daha yaşıyor ama bunu firmaya iletmiyor. Her müşteri şikâyetini ortalama on kişiye anlatıyor. Böylece firma hakkında olumsuz fikre sahip olan iki yüz altmış kişi oluşuyor. Bunların her biride beş kişiye daha anlatıyor. Sonuçta bin üç yüz mutsuz müşteri daha ortaya çıkıyor ve toplamda bir beş yüz altmış memnun olmayan müşteri oluyor. Nihayetinde firmanın olumsuz imajı tüm hızıyla yayılıyor. İşte bu sebeple bugün önemsiz gibi gördüğünüz müşteri şikâyetleri aslında buz dağının altında yatan gerçekleri gösteriyor. Bunlara kulaklarınızı ne kadar tıkarsanız tıkayın. Gerçekler değişmiyor. İşte bu sebeple günümüzde pek çok firma müşteriden kendilerini değerlendirmesi için dilek ve öneri 189 kutuları oluşturuyor. Anketler yaptırıyor. Tüm bu gerçekleri dikkate almayanların sonu hep hüsran oluyor. Tıpkı hikâyede olduğu gibi…(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 571, 30 Mayıs 2011) FIRSATLAR, SORUNLARDA GİZLİDİR Procder and Gamble, en başarılı ürünlerinden olan Pompers atılabilir çocuk bağı, bir gece torununu bekleyen bir Procder and Gamble mühendisinin aklına gelmiştir. Torununun altını değiştirmekte olan deneyimsiz dede bezlerin saklanma, yıkama ve ütüsündeki güçlüğü gördü. Piyasada mevcut kağıt çocuk bağlarını denediğinde ise kağıdın bez kadar idrar çekmediğini ve çabuk yırtıldığını gördü. Bir tüketici olarak duyduğu bu ihtiyaç onu mühendis olarak firmasına götürdü ve duyduğu ihtiyacın diğer tüketiciler tarafından da paylaşılıp paylaşılmadığını araştırmaya yöneltti. Procder and Gamble mühendisi yeni çocuk bağı fikrini firma yöneticilerine götürdüğünde onlar milyonlarca dolarlık bir gelişme ve yatırım projesine atılmadan önce şu soruları cevaplandırmak zorundaydılar: 190 -Çocukların altını değiştirmek için yeni bir sisteme gerçekten ihtiyaç var mı? -Procder and Gamble ürününü geliştirecek örgütsel ve teknolojik olanakları mevcut mu? -Bu ürünün potansiyel piyasası ileride firmaya kar getirebilecek kadar geniş mi? Mühendisin duyduğu ihtiyacı diğer tüketicilerin de hissedip hissetmediklerini anlamak için firma tüketici araştırması yapmaya karar vermiştir. Firma binlerce annenin çoğunun bez bağı kullandığını ve bunun bebekleri rahatsız ettiğine inandıklarını gördü. Firma, fikir aşamasındaki yeni ürünün geliştirildiği takdirde gerçek ve önemli bir tüketici ihtiyacını karşılayacağına inandı. İkinci olarak tuvalet kağıdı ve kağıt havlu yapmakta olan firma üretimin teknolojik sorunlarını çözebileceğine, araştırma geliştirme merkezinde ürünü tüketici ihtiyacına tam olarak cevap verebilecek nitelikte geliştirebileceğine, mevcut satış örgütünün ve kanallarının bu mamul içinde kullanılabileceğine karar verdikten sonra üçüncü soruya geçti. Procder and Gamble’ın hesabına göre Amerika’da yılda on beş milyar kere bebek altı değiştiriliyordu. Bu istem büyük miktarlarda üretime dolayısı ile düşük birim maliyetine olanak verebilirdi. Bez bağlar tekrar kullanılabildiği için atılacak olan kağıdın düşük maliyetli olması çok önemliydi. Sonuçta firma her üç soruya da olumlu cevap verip ürünü fikirden üretime geçirebilmek için gereken yatırımı yapmaya karar verip dev bir sektörün ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kısacası sorunların altında pek çok fırsatlar gizlidir. Fakat çoğumuz bunu göremiyor. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 566, 25 Nisan 2011) 191 BAŞARI TUZAĞI Filozofların yönlendirmediği toplumları şarlatanlar yönlendirir Condercet Dünya’da başarılı olmak istemeyen var mıdır? Sanırım böyle bir soruya evet diyecek bir babayiğit yoktur. Özellikle günümüzde her birey çok başarılı olmak istiyor. Kişisel gelişimle ilgili kitapların ülkemizde satışlarının artması bunun göstergesidir. Fakat bazen çok istediğimiz başarı bizler için adeta bir tuzak şeklini alabiliyor. Örneğin iş hayatında bir zamanlar çok iyi para kazananlar müşteriden gelen değişim sinyallerini algılayamıyor. Hal böyle olunca rekabette ciddi anlamda geri planda kalınıyor. Bunun için şirketlerin ve yöneticilerin bu başarı tuzağından kurtulmaları gerekiyor. Kısacası bazen çok istediğimiz başarıyı kazanarak başarısızlığa yaklaşabiliyoruz. Başarı tuzağı sayesinde elde ettiğimiz tüm kazanımları kaybedebiliyoruz. İş dünyasında inşaat işiyle başarı kazanan bir girişimci kendisinde bir keramet olduğu düşüncesiyle hayvancılık işine giriyor. Hayvancılıktan anlamadığı ve sırf kuru cesaretle girdiği bu girişimciliğin faturası çok ağır olabiliyor. Bu sektörün zararı asıl işi olan inşaat işine de zarar verebiliyor. Bunun dışında bir şekilde başarılı olan girişimci değişimi zamanında algılamıyor ve direnç gösteriyor. Geçmişteki başarı stratejisinin gelecekte de devam edeceğini düşünüyor ve hazin son onu bekliyor. Başarı aslında bir nevi tuzak oluyor. 1952'de Şanlıurfa’da kendi tabiriyle bir mağarada ciğerci Ahmet Tatlı'nın yedi çocuğunun en büyüğü olarak dünyaya gelen İbrahim Tatlıses, tam bir dipten zirveye hikâyesi yaşadı. Soğuk demir ustası olarak çalışırken "Ayağında Kundura" şarkısıyla meşhur olan İbrahim Tatlıses kasetleri, filmleri ve özel hayatıyla sürekli kamuoyunun gündeminde oldu. Kasetleri milyon satan, filmleri gişe rekorları kıran ve konserlerinde yeri yerinden oynatan Tatlıses'in ünü sadece Türkiye ile sınırlı kalmadı. Başta Ortadoğu olmak üzere birçok ülkede geniş bir hayran kitlesi bulunan Tatlıses, iş dünyasında da bir sürü şirket kurdu. Bir dönem özel jeti bile vardı. Fakat Geçtiğimiz yıl 192 uğradığı silahlı saldırıdan bu yana sahnelere çıkamayan ve maddi açıdan zor günler geçiren ünlü türkücü İbrahim Tatlıses, bir finansal kiralama şirketine olan 2 milyon 100 bin liralık borcunu ödeyemediği, bu nedenle söz konusu firmanın 19 Ekim 2012'de İstanbul 2. İcra Dairesi'ne icra takibi başvurusunda bulunduğu öğrenildi. Ve Tatlıses Havacılık, İbrahim Tatlıses Turizm İşletmeleri, İdobay Müzik, İbrahim Tatlıses, ABC İnşaat, Tatlıses Yayıncılık, Öztur Turizm, T Giyim, Tatlıses Prodüksiyon, Tatlıses Gıda ve Ses Ajans gibi Tatlıses'in şirketlerine ait menkul ve gayrimenkul mallarıyla üçüncü şahıslardaki hak ve alacakları için ihtiyati haciz istendi. Dünkü sabah gazetesinden aktardığım yukarıdaki bilgiler “ne iş yaparsanız yapın bilmediğiniz işlere girmeyin” mesajını veriyor. Günümüzde bilmediği işlere giren o kadar kişi var ki sormayın gitsin. Ben ileride özellikle sonradan uzmanlığı olmadığı halde hayvancılık işine girenlerle, inşaat sektörüne girenlerin ciddi sıkıntıyla karşılaşacağını düşünüyorum. Örneğin bu yıl saman fiyatlarının artması pek çok kişiyi sıkıntıya soktu. İnşaat sektörü ise çok hızlı gidiyor. Ekonomik değil ama sektörel krizde uzmanlığı olmayanlar bu işten derin etkilenecek. Ülkemizde sadece iş arayanların değil, işadamlarının “ne iş olsa yaparım abi” demesi ne kadar ilginç. Kısacası imparator bu duruma düşüyorsa bence her alana yayılan “ne iş olsa yaparım abi girişimcileri”de batabilir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 653, 24 Aralık 2012) 193 7 EĞİTİM 194 BOLVADİN’İN DAHA AKILLI TAVUK VE HOROZLARA İHTİYACI VAR Bolvadinli olmayıp uzun zamandır Bolvadin’de yaşayan bir dostum anlattı. Bolvadin’de çarşıda çocuğuyla beraber işlerinin peşinden koşarken Bolvadinli bir tanıdığı yaklaşıp çocuğuyla birlikte çarşıda dolaşmasını kastederek “Tavuğun akıllısı civcivlerini horozlara güttürür.” demiş. Bunları bana anlatan sevgili dostum o anda böyle bir ifadeye pek anlam veremese de sonradan anlamış neyin ne olduğunu. Meğerse Bolvadin’de civcivleri gütme görevi tavuklarınmış. Bunun yanında civcivleri güden horozlara da pek iyi gözle bakılmazmış. İşte bu hikâyeden Bolvadin’in düşünce yapısını varın siz düşünün. Gerçekte bu memlekette civcivlerle ne tavuklar, ne horozlar ne de başkalarının tavuk ya da horozları ilgileniyor. Tavuklar misafirlikten, günlerden, gelin ertesinden civcivleriyle ilgilenmekleri gibi horozlar da gündüz işte gece de yemeği yedikten sonra soluğu kahvehane köşesinde alıyorlar. Sonunda bu memlekette civcivler kendi halinde yetişiyorlar. Anne tavukların bile civcivlerini serbest bırakmadığı bir dünyada Bolvadin’deki aileler çocuklarını başıboş bırakıyorlar. Bunun sonucunda toplumsal yapı çocukları büyütüyor ve böylece çocuklar küfür etmenin alasını, sigara içmeyi, para bulursa alkol alıp iki fırt çekmeyi, babasının verdiği okul harçlığını okula gitmeyip internet kafede bilgisayar oyununu öğreniyorlar. Ne annenin ne de babanın ilgilenmediği çocuklar Bolvadin’de tinerci olmuyorlarsa, onlara Nobel Barış Ödülü verilmeli. İşin daha ilginç olanı ise hem tavuk hem de horoz “benim civcivim en iyi civciv” diye kendini avunduruyor. Onlar kendilerini böyle avundurup dursun ama Bolvadin’in daha akıllı tavuk ve horozlara ihtiyacı var. Hatta okadar akıllı olmalı ki bunlar sadece kendi civcivlerini değil, kümeste olmayan civcivleri de düşünmeli. Çünkü siz civcivlerinizi ne kadar korusanız eğitseniz de sizin civcivin arkadaşı olan civcivleri onu da kendileri gibi yapacaktır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 557, 17 Ocak 2011) 195 BOLVADİN’DE EĞİTİMİN ÖNEMİ YETERİNCE ANLAŞILDI MI? Ana ve babaların çocuklarına bırakacakları en büyük miras; eğitimdir. Hz. Muhammet (sav) Öncelikle belirtmeliyim ki bu konu bir konferansın konusu olabilecek niteliktedir. Bir köşe yazısı için kesinlikle geniş bir konu. Bolvadin’de eğitimin öneminin yeterince anlaşılamamasının pek çok nedeni var. Kısaca açıklayacak olursam: Kötü Çevre Şartları: Geçenlerde gördüğüm bir akrabamın çocuğu daha ilköğretim üçüncü sınıf olmasına rağmen okula bıçakla gittiğini anlatıyordu. Maalesef öğrenciler başarılı öğrencilere değil, yaramazlık yapanlara özeniyorlar. Bolvadin’deki kötü çevre şartları insanı alır yutar. Belirli bir yaşa gelip de kahveye gitmeyen, hesabına okey ya da kâğıt oynamayan delikanlıya arkadaşları hatta çevre bile iyi gözle bakmıyor. Bunu üniversiteye hazırlandığım yıllarda yaşayan biri olarak iyi bilirim. İyi Bir Kültür Merkezinin Olmaması: Farz edelim ki öğrencisiniz arkadaşlarınızla ders çalışmak ya da bir konuda araştırma yapmak istiyorsunuz. Böyle bir durumda siz ne 196 yaparsınız? Bolvadin’de hiçbir şey yapamazsınız. Eğer Halk Kütüphanesini tavsiye ediyorsanız, orada yeni kaynakların olmadığını hatırlatırım. İlgisiz Veliler: Veliler toplantısına pek çok veli gelmez. İşin ilginç yanı veliler toplantısına öğrenci velisi okula gelmeye gerek de görmez. Ancak bir problem olduğunda gelir. Örneğin disiplin cezası ya da öğrenciler arasında çıkan bir kavga velinin okula gelmesi için iyi bir nedendir. Öğrenci velisinin ilgisi öğrenci başarısına ciddi etkisi var ama Bolvadinliler bunun farkında değil. Bolvadinli Öğretmenlerin Çoğunluğu: “Doğduğunuz köye peygamber olamazsınız.” diye bir söz vardır. Hangi fakülteyi bitirirseniz bitirin sizi mahalleden kısa don giydiğiniz zamanlar hatırlanır. Disipline edilmesi gereken bir öğrenciye gereken ceza verilemez. Çünkü araya öyle hatırını kırmayacağınız kişiler girer ki nihayetinde öğrenci üzerinde öğretmenin otoritesi kalmaz. Bir de bunun üstüne sınıfta kalmanın da tarihe karışmasını eklersek kaymaklı ekmek kadayıfı… Rol Modeli Eksikliği: Öğrencilerimizin başarılı olabilmesi için iyi bir rol modeline ihtiyacı var. Öğrencilik zamanımda da bunun ciddi eksikliğini hissetmişimdir. Çünkü bu memlekette eğitimde başarılı olanlar hep dışarıdadır. Dışarıya çıkıp başarıyı yakalayanlardan da rol modeli olarak faydalanamazsınız. Yerel Medyanın İlgisizliği: Bahsettiğim konu üzerine, kamuoyunun ciddi bir ilgisizliği var. Genelde yerel medya ÖSS, SBS, OKS gibi sınav sonuçlarını duyurur. Yerel medyada eğitim konusu bir haberden öteye geçmez. Bence Bolvadin’de Eğitim konusunun tartışılmasına ciddi biçimde gereksinim var. Yerel Medya “Sit Alanına” önem vermek yerine eğitimdeki yaşadığımız problemlere yer verseydi, Eğitim problemi ciddi olarak masaya yatırılırdı. Sivil Toplum Kuruluşlarının Etkin Olmaması: Ortaokul yıllarımda çok iyi hatırlıyorum. Şu anki Kocatepe dershanesinin olduğu binada Boldav vardı. Öğrenciler gece ders çalışabiliyorlardı. Hatta bunu bırakın başımızda gönüllü öğretmenler bile vardı. Geçenlerde Boldav’ın eski bültenlerine baktım. Geçmişte öğretmenler ve okul yöneticileri düzenlenen 197 sempozyumda Bolvadin’deki eğitimi tartışmışlar. Şimdi bakıyorum da böyle bir platform gerek bile görülmüyor. Okul Çok, Kültür Merkezi Yok: Bolvadinli hayırseverler ya okul ya da camii yaptırırlar. Bu memleketini seven güzel insanların güzel memleketine duyduğu vefa borcunun bir göstergesi. Bu tabii ki takdire değer bir durum ve ayakta alkışlamak gerek. Fakat kafayı okul yapmaya takıp eğitimin niteliğini artırmaya yönelik kültür merkezi yapamaya kimsenin çaba göstermemesi işin en anlayamadığım yanı. Fakat okul yapmaya verilen önem keşke bir kültür merkezi yapmaya da verilseydi, inanın Bolvadin’in kaderi değişirdi. Eğitimle bir ülkenin kaderi değişiyorsa Bolvadin’in de kaderi değişebilir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 499, 11 Ocak 2010) HAYAT ADAM EDER 1990’lı yılların başlarında televizyonlarda ne “Deli Yürek” ne de “Kurtlar Vadisi” vardı. Ama buna rağmen liseden çıkınca, haftalık kavga programını okulca bilirdik ve bazen sıkıcı derslerin bitip stresimizi atacağımız kavgaları izlemeye gitmeyi dört gözle beklerdik. O kavgalar ki bugün televizyonda yayınlansa inanın pek çok diziyi sollardı. Okula bir yıl erken başlamamdan dolayı bizim gruba hep izlemek düşerdi. Yani göğsümü gere gere anlatacağım bir kavga ya da disiplin cezası olmamıştı. Kavga endüstrisi o kadar gelişmişti ki sırf kavgalar içi özel ekipmanlar yaptırılırdı. Ve yeni yaptırılan ekipmanlar kimseye çaktırılmadan sadece arkadaşlara büyük bir gururla gösterilirdi. Ne yalan söyleyeyim kavga var diye gidip avucumuzu yaladığımız da oluyordu. Bazı kahramanlar vardı ki sadece okulda değil tüm Bolvadin’de nam salmışlardı. Bu durum, bizim kahramanlara olan hayranlığımızı bir kat daha arttırırdı. Bu kavgalar, okullar arası olunca taraftar kitlesi katlanırdı. Bizim grup bu kavgacı kahramanların bir film yıldızı bile olabileceğini düşlerdi. Aradan uzun zaman geçti. Bugünkü kavga endüstrisi ne 198 durumdadır bilemiyorum. Fakat bir şey gözümden kaçmadı. Lise yıllarımızın yıldız oyuncularının normal hayatla olan kavgalarında o mücadeleci ruhu yoktu. İş, güç ve çocuklar o günkü kahramanların belini bükmüştü meğer. “Hayat adam ediyor!” Geçmişe dönüp bu kahramanlardan birine o günleri sorduğumda, garip bir tebessümle: “Keşke beni daha iyi yönlendirselerdi. Keşke öğretmenlerimin sözünden hiç çıkmasaydım. Keşke benim oğlum yapmaz diyen ailem benimle daha çok ilgilenseydi.” dedi. Bu film kahramanlarının hazin sonu beni hep etkilemiştir. Elin vurduğu yumruk değil; hayat şartlarının vurduğu yumruk delikanlıyı yattığı yerden kaldırmıyormuş meğer! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 550, 3 Ocak 2011) KÖŞEYİ NASIL DÖNERİZ? Son yıllarda ülke olarak gündemimizi meşgul eden konunun başında “kısa yoldan köşeyi dönme” geliyor. Bir millet düşünün ki yaşlısından gencine hepsi; “Köşeyi nasıl döneriz?” hesabı yapsın. Evde, okulda, yolda, kahvede, pazarda hep aynı muhabbet… Hep aynı soru…“Köşeyi nasıl döneriz?” İşi o kadar abarttık ki yeni gelen nesil daha hayata atılmadan bu sorunun cevabını arıyor. Bir gün sabahın erken saatinde marketten, gazetemi alırken yolumu bir çocuk çevirdi. “Ağabey bir şey rica etsem yapar mısın?” diye sordu. Merak edip “Ne istiyorsun?” diye sorduğumda elindeki iddia kuponunu gösterip “Bunu benim adıma yatırır mısın?” diye sordu. Ben de daha meraklı bir 199 şekilde sordum: “Peki sen neden yapmıyorsun ki?” dediğimde, çocuk. “Ağabey iyi ama benim yaşım tutmuyor ki” dedi. Çocuğun bu yalvarır tarzda iyilik yapma teklifini: “Yaşın tutmuyorsa, oynamayacaksın.” diye sosyal bir mesajla geri çevirdim. Maalesef emindim ki o çocuk benden sonra da başka birine bunu rica edecek ve o kişi de büyük bir iyilik yapmışçasına yatıracaktı. Bu işi yaparken de “Şimdiye kadar şu fakire çıkmadı. Bari şu çocuğa çıksın.” diye düşünerekten. Düşüne biliyor musunuz? Bir millet şans oyunlarıyla, popstarlıkla, soyunup kazanmayla, hakaret edip kazanmayla, kısa yoldan zengin olma yolunda… Konuyu abarttığımı düşünebilirsiniz. Askerliğim son 45 günü sivil posta olarak görev yapmıştım. Hafta içi her gün ganyan bayiine gidip komutanımın verdiği kuponları yatırarak geçirmiştim. Ganyan olayını da bu sayede öğrendim. Bir salona doluşmuş kalabalık atların başarısına umut bağlamış. Ve maalesef ata umut bağladığı kadar kendine umut bağlamamış. Peki, bu kadar kazanmak için uğraş var ama ya kazanların durumu nasıl? Onların hikâyesi nasıl? Kısa yoldan köşe olanların sonu maalesef hep hüsranla sonuçlanıyor. Kısa yoldan zengin olanların hayatını araştırdığımda maalesef kısa yoldan gelen zenginliğin onlara yaramadığını gördüm. Piyangodan ikramiye çıkıp ilk başta iyi hayata sahip olanlar ardında acınacak hale düşüyorlar. Örneğin Amerikanlıların her yıl şans oyunlarına ödedikleri paranın büyüklüğü 50 milyar dolara yaklaşıyor. Bu rakam pek çok Afrika ülkesinin milli gelir toplamından fazla. Oysa daha ilginç olanı şans oyunlarından yüklü miktarda ikramiye kazananların hikâyesi. Şans oyunlarının yaşamlarını değiştirdiği milyonerlerin çoğu “Başımıza ne geleceğini bilmiş olsaydık, büyük ikramiye kazandığımız bileti yırtıp atardık.” diyor. Son beş yıl içinde şans oyunları milyonerlerinden ikisi kurşunlanarak öldürüldü. Biri uyuşturucudan, bir diğeri ise aşırı alkolden hayata göz yumdular. Üç milyoner ölüme teşebbüsten tutuklandı, 20 kadar piyango zengini eşlerini boşadı, biri çeşitli kez soyguncuların kurbanı oldu. Birini polis öldürdü. Bir anda tüm ülkede popüler hale gelen Semra teyze ve 200 oğlu Ata’nın sonları da hepimize ibretlik hikâyedir. Bir anne için en büyük acılardan birisi olan evlat acısını hissettikten sonra ünlü olmuşsunuz neye yarar? Sonuç olarak söyleyebilirim ki geleceğiniz yuvarlanacak olan toplara değil, koşan atlara değil, atılan gollere değil sizin hayatınızdaki tercihlerinize bağlıdır. Atlara, futbol topuna, şans topuna güvendiğiniz kadar kendinize güvenin. Kafanızı köşeyi dönmeye değil, işinizi iyi yapmaya yorun. Yazımı Moffatts Grubunun bir şarkı sözüyle bitiriyorum.“Besteci olmak istiyorsan bir gitar al. Araba yarışlarını kazanmak istiyorsan araba al. Picasso olmak istiyorsan git boya al. Cennete gitmek istiyorsan ibadete başla. Terfi etmek istiyorsan işe erken git. Ödül kazanmak istiyorsan yarışmaya gir. Sen yaptıkların kadarsın! Yapmadıkların değilsin.” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 508, 15 Mart 2010) NE KADAR OKURSAN O KADAR KAZANIRSIN Girişimcilerin kazancı, sözcük dağarcıkları ile doğru orantılıdır. Daha çok sözcük kullanarak konuşan ve yazan kişiler daha büyük sorumluluklar alır ve en çok parayı onlar kazanırlar. Bu durumun istisnası çok azdır. Girişimci şimdi kazandığından daha fazla para kazanmak istiyorsa daha fazla okumalı ve bilgi dağarcığını arttırmalıdır. Abraham Lincoln kitap ödünç almak ve 201 sonra da geri götürmek için kilometrelerce yürümekten çekinmezdi. Günlük çalışmasını bitirdikten sonra mum ışığında kitap okurdu. Onun kitaplara saygısı ve bağımlılığı ABD’de liderlik yapmasında bir fark yaratmıştır. Eğer her gün bir şey okuma alışkanlığı geliştirecek olursak bundan keyif almaya başlarız. Okuma zamanının gelmesini sabırsızlıkla bekleriz. Böylece düşünme yeteneğimiz gelişecek, sözcük dağarcığımız genişleyecektir. Unutmayalım ki girişimciler iyi birer okuyucudurlar. Bir zamanlar “Mein Balıkçısı” diye, talihi ile meşhur bir adam varmış. Mein kıyılarında balık pek az tutulduğu halde bu adam ne zaman balığa çıksa boş dönmez, sepetler dolusu balıkla gelirmiş. Adam bu yüzden para kazanırken talihi de dillere destan olmuş. O kadar ki, birinin fazla talihli olduğunu anlatmak için “Mein Balıkçısı gibi, talihli” demek adet haline gelmiş. Günün birinde balıkçı ölmüş. Cenaze için evine gelenler, Mein Balıkçısının evinde balık ve su üzerinde zengin bir kütüphane olduğunu görmüşler. Adamın balık avından neden boş dönmediği o zaman anlaşılmış. Girişimciler rekabette Mein balıkçısı gibi olmak istiyorlarsa çok okumaları gerekmektedir. Balzac “Bilginin efendisi olmak için, çalışmanın kölesi olmak şarttır.”der. Girişimcinin bilginin efendisi olması gerekir. Bilgi toplumunda yaşadığımız bu süreçte bilgi gerçekten de stratejik öneme sahip bir güçtür. Francis Bacon “Kurnaz insanlar okumayı küçümserler, basit insanlar ona hayran olurlar, akıllı insanlar ise ondan faydalanırlar.” diyerek okumanın ne denli önemli olduğunu işaret eder. Taunsend “Ne kadar çok okursanız o kadar çok öğrenir ve güç kazanır, yaşamınızın denetimini kendi ellerinize alırsınız.” der. Hayatı boyunca çalışmış ve önemli başarılara imza atmış otomobil sektörünün bir numaralı ismi Henry Ford, yaşamı daimi bir yürüyüş olarak görür: “Hayat benim anladığıma göre bir duruş değil, bilakis daimi bir yürüyüştür. Kim ki “Ben artık yoruldum!” der ve istirahata çekilirse, yerinde kalamaz. Aşağı doğru kayar.” Henry Ford, yaşlanma ile ilgili bir soru üzerine şu cevabı verir: “Öğrenmeyi bırakan kişi, yirmisinde de olsa sekseninde de olsa yaşlıdır. Öğrenmeye devam eden kişi gençtir. Yaşamdaki en muhteşem 202 şey, zihnimizi genç tutmaktır.” “Bilgi kuvvettir.” diyen Bacon, yıllar önce bilginin ne kadar değerli bir kaynak olacağını görmüştür. Gerçekten de günümüzde bilgi, kişilerin kuruluşların ve ülkelerin en önemli bir kaynağı haline gelmiştir. Ülkeler gelişmişlik düzeyine göre sınıflandırıldıklarında temelde bilgi üretmeleri ve tüketmeleri göz önüne alınmaktadır. Bilgiyi sağlıklı bir şekilde saklamak, işletmek ve zamanında kullanıcılara sunmak ülkelerin en önemli itici gücü olmaktadır. Bilgiden bilgi üretilmesi olağan üstü katma değer yaratan bir kaynaktır. Günümüzde dünyanın en zengin girişimcileri bilginin işlenmesi ile ilgili yazılımlar üretenlerdir. Bilgi için çalışan kişi ve kuruluşlar sanayi ürün ve hizmet üreten işletmeleri geride bırakır olmuşlardır. Mucitlerin hayatlarını araştıranlar, onların başarılarını okumaya ve öğrenmeye borçlu olduklarını söylemektedirler. Meşhur mucitlerin çoğu, buluşlarını kitaplardan öğrendikleri bilgilerle gerçekleştirmişlerdir. Telefonu icat eden G. Bell, bu fikri Alman yazar Helmholtz’un sesle ilgili bir eserinden almıştır. Uçağı icat eden Writght kardeşler, bu fikri bir kitaptan almıştır. Elektriğin babası J. Faraday, bir kimya kitabından ilham almıştır. Walt Disney, ünlü insanların hayat öykülerini okuyarak ilham almış ve hayatı değişmiştir. Şimendifer frenlerinin mucidi George Westinghause, bu icadını The Livinge adlı İngiliz dergisine borçludur. Henry Ford, otomobil yapma fikrini bir Fransız yazarın ziraat dergisinde yayınlanan makalesinden almıştır. Microsoft’un kurucu ortağı Paul Allen 1974 yılında Popular Electronics Dergisi’nde bilgisayar konulu bir haber görünce soluğu Bill Gates’in yanında alır. Böylece kafalarında Microsoft’u kurma fikri gelişir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 470, 22 Haziran 2009) 203 MEVLÜT ERDİNÇ VE DİLE SAHİP ÇIKMAK Konfüçyüs’e: “Bir ülkeyi yönetmeye çağırılsanız ilk iş olarak ne yapardınız?” diye sorarlar. Konfüçyüs şöyle cevap verir: “Önce dilini düzeltirdim. Dil düzgün olmazsa kelimeler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa yapılması gereken şeyler iyi yapılamaz. Gereken yapılmazsa ahlak ve kültür bozulur. Ahlak ve kültür bozulursa adalet yolunu şaşırır. Adalet yanlış yola saparsa halk güçsüzlük ve şaşkınlık içine düşer. Ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bu sebeple söylenen sözü doğru söylemeli. Hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” Dilin memleket hayatındaki önemini belirten Konfüçyüs’ün bu sözlerine eklenecek pek bir şey yoktur. İnsanları birbirine bağlayan aralarında iletişim sağlayan en büyük faktörlerden birisidir dil. İletişim boyutunun iyi olmasının şartlarından biri iyi konuşmaktır. Sahibi, köle Ezop’a sorar: “Dünyanın en güzel şeyi nedir?” Ezop: “Dildir, çünkü insan dilini iyi kullanmasını iyi bilirse giremeyeceği gönül, açamayacağı kapı kalmaz.”der. Efendisi: “Peki dünyanın en kötü şeyi nedir?” diye sorduğunda. Ezop şöyle cevap verir: “Yine dildir; çünkü insan dilini kullanmasını bilmezse başına gelmeyecek kötülük, gelmeyecek bela kalmaz. ” Bu sebeple dilimize yeterince sahip çıkmalıyız. Maalesef dilimize sahip çıkmadığımızı çoğu kez gözümden kaçmıyor. 204 Fransa'nın önde gelen takımlarından Paris Saint Germain ile anlaşma imzalayan milli futbolcu Mevlüt Erdinç, yeni formasıyla basına poz verirken bir şey dikkatimden kaçmadı. Formasında ERDİNÇ yazması gerekirken ERDING yazıyordu. Oysa Kezman Fenerbahçe’de oynarken Türkçe’de olmamasına rağmen Z harfinin üzerinde inceltme işareti vardı. Aynı KEZMAN’da PSG’ye transfer olunca onun formasında KEZMAN yazıyordu. Yani Fenerbahçe’nin yaptığını yapmadı. Dilimize sahip çıkmalıyız ve Mevlüt’ün formasında ERDİNÇ ya da en azından ERDINC yazmalı. Dilimizi önemsemeli ve gereken değeri vermeliyiz. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 499, 23 Kasım 2009) ÜNİVERSİTENİN DEĞERİ MEZUN OLUNCA ANLAŞILIR Maalesef pek çok şeyin değerini kaybedince anlıyoruz. Tıpkı üniversitenin değerini okurken bilemediğimiz gibi… Bu sebeple geçenlerde mezun olmuş iki öğrencimden aldığım mektubu aynen sizlerle paylaşmak istiyorum. “Hocam, okulumuzun kıymetini; özellikle hem arkadaşlıklar açısından, hem de eğitim açısından diplomayı alınca fark etmek insanı ciddî şekilde yaralıyor. Araştırma yapacak bol vakit olması, ders çalışacak, iktisadî konuları tartışacak bol bol zaman olması, eğitim kadrosunun genç olması sebebiyle hocalarımızla 205 daha iyi iletişim kurarak dünyanın gittiği yeri genç eğitimcilerin gözünden görme ve geleceğe daha kısa sürede hazırlanma, zamanımızı daha iyi bir kariyer planlaması yapmak fırsatlarının farkına varamayıp da, vaktimizi işimize yaramayacak şeyler için harcamanın verdiği ıstırap inanın dayanılır gibi değil. Daha da vahimi, bütün bu saydıklarım için Türkiye'de arayıp da bulunamayacak olan yer Bolvadin. Çünkü insanın dikkatini dağıtacak, ilgisini başka yöne çekecek, kısacası insanı oyalayacak medeniyet unsurlarının olmaması, sakin, huzurlu bir yapının içinde tüm gücümüzle geleceğe hazırlık için çalışabileceğimiz yegâne eğitim üssü Bolvadin… Ârif olan için Yale Üniversitesi Bolvadin MYO kadar olamaz:) Hocalarımız "Türkiye'nin en iyi muhasebecileri Bolvadin Meslek Yüksek Okulun'dan çıkardı" dediği zaman, burada hiçbir şey yok, muhasebeciyi tarlada mı yetiştiriyorsun diye dalga geçerdik. Fakat şu an Bolvadin'de olabilsem, öğrenci arkadaşlarıma söyleyecek o kadar çok şey duruyor ki heybemde. Anlatsam iki derste ancak biter. :) Dileğim, bizim yaptığımız hataların bizden sonra tekerrür etmemiş olması ve gelecekte de etmemesidir. Hocam, ben okuldan mezun olduktan sonra, Ankara'da toplantı deşifre işleriyle uğraşıyorum. Meselâ sizin verdiğiniz konferansta konferansın başından sonuna kadar mikrofona yansıyan konuşmalar kaydedilir. İşte benim yaptığım iş, o ses kayıtlarını metne aktarmak; yani, toplantının tutanağını hazırlamak. Toplantıda kim ne söylemiş, tespit edip metne aktarmak. Kısacası stenografım. İş dışında spor, müzik… Yuvarlanıp gidiyoruz. Ayrıca açık öğretim dördüncü sınıfta iki yıldır iş yüzünden kalıyorum; fakat, bu dönem hiçbir şey beni okulu bitirmekten alıkoyamayacak. Bu dönemde tam da "Acaba işlerimi nasıl genişletebilirim, ticarette nasıl başarılı olabilirim?" diye ve bunun benzeri düşünceler kafama takılmışken web sitenizi ziyaret ettiğim iyi oldu. Şu an vakit kısıtından dolayı ayrıntılı inceleme imkânım olmadı; ama, pek çok soruma cevap verecek makaleler dikkatimi çekti. En kısa zamanda onları da inceleyeceğim. Gerçekten güzel bir çalişma olmuş, ellerinize sağlik. Hatta tatile denk gelmeyen bir zaman diliminde özellikle Bolvadin'i tekrar ziyaret etmek istiyorum. Sizinle yüz yüze 206 görüşmek ve sizden bazı konularda değerli fikirlerinizi alabilmeyi de planlıyorum.” Saygılarımla öğrenciniz Aydın DAĞLI “Merhaba hocam ben işletme sınıfından 1. dönem sonunda yatay geçiş ile okul değiştiren öğrenciniz Cihan Şen. Nasılsınız, umarım iyisinizdir. Uzun zamandır size yazmak istememe rağmen gerek okul gerekse stajım dolayısıyla zaman bulamadım. Bu hafta okulumuz ders çalışmak için tatildi. Ben de bu sürede stajımı tamamladım. Artık sadece sınavlarım kaldı. Sınavlar bittikten sonra da yine aynı çalıştığım yerde 45 gün daha staj yapacağım. Şansım varmış ki staj yerim çok güzel bir yer. "Fresenius Medical Care". Diyaliz üzerine dünyanın en büyük firmasında stajımı yaptım. Çoğu öğrencinin karşılaştığı fotokopi, temizlik, çay getir götür vs. gibi işlerle karşılaşmadım. İlk beş hafta eğitim verdiler. Daha sonra bir laptop verdiler. Öğrendiklerimi uygulamaya başladım. O kadar iyi davrandılar ki sanki yıllarca o şirkette çalışıyormuşum gibi geldi bana. Umarım bütün öğrenciler de benim gibi staj yaptıkları yerlerden memnun olurlar. Bolvadin’deki bazı öğrenciler yaz stajını yapmak istemiyorlar ama o kadar faydalı ki gittiklerinde kendilerindeki değişimi görecekler. İlk başladığımda bir iş yerinde nasıl davranılır bunu bilmezken şimdi bunu çok iyi biliyorum. Gerçekten deneyim açısından staj bana çok yararlı oldu. Derslerinizde dediğiniz: “Kuru kuru bir üniversite diploması bir işe yaramaz, kendinizi sürekli geliştirin.” sözünüzü hiç unutmuyorum. Ve kendimi de bu yönde geliştiriyorum. Size çok teşekkür ediyorum. Saygılarımla…” Öğrenciniz Cihan ŞEN (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 486, 12 Ekim 2009) HER ŞEYİN DAHA İYİ ANLATILABİLECEĞİ BİR YOL VARDIR Birinci Hikâye: Hiç uygun olmayan bir vakitte hiç uygun olmayan hareket yapan yahut laf söyleyen hakkında kullanılan bu deyimin hikâyesi şöyle; Sultan II. Mahmut devrinde Mehmet Efendi isminde bir zat yaşarmış. Münasebetsizlikle şöhret 207 bulmuş. Padişah bir gün onu dinleyip münasebetsizliğinin derecesini ölçmek istemiş. Efendiyi huzura getirmişler. Uzunca bir sohbet olmuş, ama adamda hiçbir münasebetsizlik yok. Nihayet sohbet sona erip Mehmet Efendi birkaç kese altın alarak oradan ayrılmış. Aradan günler geçmiş. Sultan Murad Babıali’yi teftişten döndüğü bir sırada faytonuyla Cağaloğlu yokuşunu çıkmakta iken Mehmet Efendi arabacıya seslenmiş: - Hünkara arzım vardır, bildiriniz. Sultan Mahmud sesi tanıyıp " Galiba önemli bir maruzatı var" diyerek arabacısına biraz beklemesini söyler. Ne var ki yokuşun en dik olduğu noktada durmuşlardır ve atların orda zabt edilmeleri zordur; ayakları yokuş aşağı kaymaya başlar. Mehmed Efendi gayet sakin, sorar: - Padişahım, acaba zurna çalmasını bilir misiniz? - Hayır, bilmem, der. - Bendeniz de bilmem efendim. - Öyle mi? der padişah, sözün sonunu bekleyerek. Bu sırada fayton da geri geri kaymaya başlamıştır. Mehmet Efendi devam eder: - Evet efendimiz! Bursa’da halamın damadının bir yaşlı teyzezadesi vardır? - Eee!? - O da zurna çalmasını bilmez Efendimiz. - Ya!.. - Vallahi efendimiz, hatta.. Arabanın yokuş aşağı gideceğinden korkan Sultan Mahmud dayanamayıp adamlarına bağırır: - Çekin şu Münasebetsiz Mehmed Efendi’yi yolumdan yoksa ya ben bayılacağım yahut atlar! İkinci Hikâye: Alaca Camii’nin önünde dilenen kör bir dilenci bir şairin dikkatini çeker. Dilencinin boynunda asılı bir tabela vardır. Şair, dilenciye günlük kazancının ne kadar olduğunu sorar. Dilenci de sekiz - on lira kadar olduğunu söyler. Bunun üzerine şair, dilencinin boynuna asılı tabelayı ters çevirerek bir şeyler yazar; “Şimdi buraya senin kazancını arttıracak bir şeyler karaladım. Bir hafta sonra yanına geldiğimde bana sonucu 208 söylersin” der ve oradan ayrılır. Şair, bir hafta sonra dilencinin yanına uğrayıp kendini tanıtınca dilenci; “Bayım size ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir haftada kazancım ikiye katlandı. Çok merak ediyorum tabelaya neler yazdınız?” Bunu üzerine şair gülümser ve: “Tabelada - Doğuştan körüm, yardım edin yazıyordu. Bense - Bahar gelecek, ama ben yine göremeyeceğim - diye yazdım” der. Sonuç olarak: Önemli olan, anlatılmak istenen şeyi en iyi şekilde anlatmak olduğuna göre; Her şeyin daha iyi anlatılabileceği bir yol vardır. Yeter ki onu bulmaya, uygulamaya ve ufkumuzu bu doğrultuda genişletmeye uğraşalım... (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 539, 14 Mart 2011) KUYUYA İP ATIN! Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur. İsmet İnönü “Delinin biri kuyuya taş atar, kırk akıllı çıkaramaz.” diye çok sevdiğim bir atasözü var. Gerçekten de bazen öyle şeyler oluyor ki hayatta değil kırk akıllı, kırk bin akıllı bile kuyuya atılan taşı çıkaramıyor. Belki tuhaf bir soru gibi gelebilir ama benim asıl merak ettiğim ise akıllılar kuyuya ip atar mı? Bence akıllıların da en az delilerinki kadar kuyuya ip atabilecek cesaretleri olmalı. Maalesef insanların geliri ve kariyeri arttıkça risk almaktan da vazgeçiyorlar. Bırakın kuyuya ip atmayı, ipe ellerini bile sürmüyorlar. Bu sebeple aklıselim insanların da kuyuya ip atması gerekiyor. Belki birileri vardır diye… Geçen hafta farklı gazetelerde iki ayrı yazı dikkatimden kaçmadı. Birincisi İzmir’in 20 bin nüfuslu Bayındır ilçesinin yılda 25 milyon lirayı çiçekten kazanması haberiydi. Düşündüm de bir ilçeye çiçekçilik yaptırmayı kabul ettirmek kuyuya taş atmak değil de nedir? Hani reklamlarda söylüyor ya: “ Birileri gelir bir şeyleri değiştirir.” diye… Gerçekten de birileri gelip bir şeyleri değiştiriyor. Ama işin ilginç yanı bazen bu potansiyellerimizin farkında bile değiliz ki ikinci olarak 209 dikkatimi çeken haber bu yöndeydi. İkinci haberde ise Hollandalıların, dünyada sadece Erzurum Karayazıda yetişen ters lale soğanlarını ülkesine kaçırırken yakalandığından bahsediyordu. Haberde ayrıca Türkiye’nin dağlarının bitki türü bakımından en zengin özelliğe sahip olduğundan da bahsediyordu. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim. Maalesef bizler potansiyelimizin farkında değiliz. Bolvadin’in de müthiş potansiyelleri var. Ama bunları bir türlü değerlendiremiyoruz. Örneğin ilçemizdeki Bademli Mahallesi ismini badem ağaçlarından almıştır. Fakat bu mahallede badem ağacına rastlamanız mümkün değildir. Belli ki geçmişte bu alanda çok güzel bademler yetişiyormuş. Çay’da Sultandağı’nda meyvecilik yapılırken bizim ilçemizde yapılamamasını hiçbir mazeret açıklayamaz. Sadece potansiyelimiz bu alanda değil… Bizler gençlerimizin potansiyelinin de farkında olmadığımız için onları kahve köşelerinde bulabiliyoruz. Geçenlerde bir okurumdan bu konuyla ilişkili bir mail aldım. Bu maili aynen sizlerle paylaşmak istiyorum: “İyi günler Mehmet Bey. Öncelikle kendimi tanıtayım. Ben yıldız kickboks vekil hocası Ali Küçükkartal. 2007 yılından beri Bolvadin’imizin kapalı spor salonunda Bolvadinli gençlerin kahvehane köşelerinde ya da internet kafelerde vakit öldürmelerindense spora yönelmelerini sağlamak amacıyla kickboks sporunu icra etmekteyiz. Sürdürdüğümüz mücadelede binbir fedakârlıklarla ekip kurduk fakat belediyemizden destek göremedik. Yaşları yediden yetmişe değişen ekibimizle 19 Mayıslarda, 24 Eylül Bolvadin’in Kurtuluş Günününde, 29 Ekimlerde şimdiye kadar yapılmamış mermer kırışları kata çizimleri (kata: hayali dövüş sanatı) ve buna benzer onlarca gösteri yaptık. Şimdiki amacımız ise Bolvadin’e tarihinde hiç yaşanmamış bir kupa ya da derece hediye etmek. Şimdi sayın gazeteci Mehmet Bey söyler misiniz bize dönüp bakmayan belediyemiz sizce bize yardım eder mi? Maddi olmasa bile manevi olarak destek olur mu? En azından kapalı spor salonuna gelip antrenmanımızı izleyerek bizim yanımızda olduğunu bize hissettirir mi? Bir gazeteci olarak bu konuya yazılarınızda 210 değinirseniz çok müteşekkir olurum. imza: Bolvadin için var olmaya çalışan bir kaç kickboksçu” Umarım potansiyellerimizin farkında oluruz. Umarım bu gençlere sahip çıkarız. Umarım ilçemizde belli amaçla mücadele eden bu gençlere sahip çıkıp onlara el uzatırız. (24 Eylül Gazetesi, 27 Haziran 2011, Sayı: 575) ÖĞRETMENLİKTE BAŞARI NEDİR? Öğretmen olmadan önce, başarı kendinizi yetiştirmekten ibarettir. Başarı kendi kazanımlarınız, kendi performansınız, üniversitede geçtiğiniz sınavlar ve nihayetinde aldığınız diplomadır. Fakat öğretmen olunca, başarı tamamıyla öğrencilerinizi yetiştirme meselesi olur. Artık sizin için başarı öğrencilerinizi daha akıllı, daha büyük, daha cesur bireyler haline getirme meselesi olur. Öğrencilerinizi destekleyip, özgüvenlerini artırmak için yaptıklarınızın dışında, birey olarak yaptıklarınızın herhangi bir önemi yoktur. Artık sizin için başarı öğrencilerinizin başarısıdır. Başka bir ifadeyle: Öğretmen olarak başarınız her gün yapıp ettikleriniz değil, öğrencilerinizin performansı olacaktır. 211 Öğretmenlik önemli bir zihniyet değişikliğidir. Bazı insanlar hayatlarında “Nasıl öne çıkarım?” diye düşünürler. Öğretmenlikte ise böyle bir düşünce yerine “Öğrencilerimin daha başarılı olması için onlara nasıl yardımcı olabilirim?” diye düşünür. Bütün bunları yaparken şunu asla unutmayın: “Artık bir öğretmensiniz. Önemli olan artık kendiniz değil, öğrencilerinizdir.” Lider olmak her şeyi değiştirir. Eğer öğrencilere liderlik yapabilirseniz, onların kaderini değiştirebilirsiniz. Tarih, bu konuyla ilgili örneklerle doludur. Anadolu’nun ücra bir köyünde öğretmelik yapan pek çok öğretmen, kaderi çiftçilik olan öğrencilerinin bakış açısını değiştirerek onları doktor, iş adamı, mühendis, öğretmen ve mimar yapmayı başarabilmiştir. Öğretmenliğin temel felsefesi de zaten budur. Bahsettiğim öğretmenler, işlerine yüreklerini koymasalardı, sadece ayın on beşinde maaşı almayı ve bir an evvel bulundukları köyden kurtulmayı düşünselerdi: öğrencileri köylerinde babalarının kaderini paylaşıyor olacaktı. Ne mutlu böyle öğretmenlere… Bir toplum ancak bu şekilde gelişebilir. Eğer öğrencilerimiz anne ve babalarından daha başarılı olamıyorsa öğrencilerimizle birlikte öğretmenleri olan bizlerde başarısız olmuşuz demektir. At yarışlarında “Kaybedecek ata bahis oynanmaz.” diye bir tabir vardır. Kimse kulakları düşmüş ve başı öne eğik bir atın kazanacağına inanmaz. Dolayısıyla kimse bu at üzerine bahis oynamaz. Öğretmenlikte kendi sınıfınızı seçmiş olduğunuz öğrencilere göre kendiniz oluşturamazsınız. Sizden verilen hazır bir malzemeyi en uygun şekile getirmeniz istenir. Fakat bazı öğretmenler sadece kazanacak öğrencilere oynarlar. Sınıfı üç ya da beş gözde öğrencileriyle götürme gayreti içindedir. Bu öğretmenlikte ciddi bir hatadır. Önemli olan kazananlara değil tüm öğrencilere oynamaktır. Öğretmenden beklenende budur. Lider Öğretmenlerin en önemli görevlerinden biri de geleceğe yetiştirmiş olduğu liderlerle imza atmasıdır. Unutmayın ki çırağı, ustasını geçemeyen sanat ölür. Öğretmenlerin de kendisini geçecek nesiller yetiştirmesi gerekir. Bir toplumun gelişmesi ve kalkınması o toplumun sahip olduğu liderlerle doğru orantılıdır. Bir ülke ne kadar fazla lidere sahip ise o kadar 212 gelişme ve kalkınma gösterir. Arthur Ward ne güzel söylemiş:“Sıradan öğretmen anlatır. İyi öğretmen açıklar. Yetenekli öğretmen yapar ve gösterir. Büyük öğretmen ilham kaynağı olur.” Ben de tüm öğretmenlerimizin öğrencilerine ilham kaynağı olacağı bir eğitim ve öğretim yılı diliyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 483, 21 Eylül 2009) ÖĞRETMENİM, LÜTFEN YETENEKLERİMİ ORTAYA ÇIKAR! Dünyanın büyük adamları, okullarının en büyük öğrencileri değildi. Çoğu zaman en büyük okulları bitirenler de hayatın büyük adamları olmamışlardır. Abraham Lincoln Yaşadığımız bin yıl kesinlikle yeteneklerin bin yılıdır. Günümüzde ülkeler barındırdıkları beyinlerin yetenekleri kadar güçlüdür. Şirketler de sahip olduğu yetenekli çalışanlar kadar güçlüdür. İnsanoğlunun sahip olduğu yetenek hiçbir zaman günümüzdeki kadar önem kazanmadı. John Steinbeck: “Hiçbir yeteneği olmayan insanlardan her şey beklenir.” diyerek yeteneği olmayan kişilerin her türlü fenalığı yapabileceğini ifade eder. Peki okullarımız öğrencilerin yeteneklerini ne kadar ortaya çıkara biliyor? Bu sorun sadece ülkemizin bir problemi değil, dünyadaki tüm ülkelerin temel problemidir. Dünya döndükçe de bu soruyu eğitim kurumları her zaman sorgulayacaklar. Acaba okullar öğrencilerinde var olan yetenekleri ortaya çıkarabiliyor mu? Bilinen bir gerçek var ki keşfedilmeyen yetenek ortaya çıkamaz ve geliştirilmeyen yetenek ölür. Maalesef okul sıraları geliştirilemeyip ölen yeteneklerle dolu. Başarıyı yakalayanlar hakkında öğretmenlerinin söylemiş olduğu sözler tarih sayfalarında hüzünlü bir hikâye olarak kaldı. Eğitimciler olarak temel felsefemizin erdemli toplum yetiştirmek olduğunu düşünürsek, öğrencilerimizin içindeki yeteneği ortaya çıkartmalıyız. Üzülerek söylemeliyim ki bizler 213 olumsuz eleştiriler altında yetiştik. Ailede, okulda ve toplumda olumsuz eleştirilerle yetiştiğimiz için çoğu kez başaramayacağımıza inandırıldık. Bu sebeple bunun acısını çok kötü yaşadığımızdan, öğrencilerimizin yeteneğini keşfederek ve öğrencilerimize doğru yönde rehberlik ederek onları yetiştirmeliyiz. Bu ülkede maalesef üniversite sınavında çok iyi puan almasına rağmen tercih ettiği mesleklerin ne iş yaptığını bilmeden tercih yapan öğrenciler vardır. İsfohani; ‘İnsanların yetenekleri yeraltındaki su gibidir, ondan yararlanabilmek için toprağın kazılmasına ihtiyaç vardır.’ diyerek öğretmenlere adeta bu yönde ışık tutar. Başarılı öğretmenin, sıradan bir öğretmenden en önemli farkı öğrencilerinin içinde saklı bulunan yetenekleri ortaya çıkarabilmesidir. Acaba öğrencilerimizden kaçının yeteneğini fark edip onları yeteneklerine göre yetiştirebiliyoruz. Acaba kaç öğrencimiz sayemizde yeteneğini fark etti? Kaç öğrencimiz için hayatında kilometre tasıyız? Kaçının geleceğinde yardımcı oluyoruz? Ya da kaçının hayatında en önemli bir engeliz? Durup düşünmeliyiz. Bir öğrencimizin yetenekleri sayesinde bir yerlere gelmesini sağlamak nasıl mükemmel bir duyguysa onun karşısında bir engel olup yeteneklerini öldürmek de bir suçtur. Ve bence bu cehennemlik bir suçtur. Peki sizce okullarımız dünyadaki tüm okullar da dâhil. Bill Gates’ten daha iyi bilgisayar dâhisi çıkarabilir mi? Edison’dan daha iyi bir mühendis yetiştirebilir mi? Mendel’den daha iyi bir genetik mühendisi yetiştirebilir mi? Beethoven’dan daha iyi bir müzisyen yetiştirebilir mi? Gelin hep beraber başarıyı yakalayanlar ve öğretmenlerinin onlar hakkında ne söylediklerine dair bir yolculuk yapalım. Vizontele Tuuba filminde Yılmaz Erdoğan daha filmin başında edebiyat öğretmenine bir gönderme yapıyor. Öğrencilik yıllarında edebiyat dersinde kompozisyon yazamayan ve edebiyat öğretmeninden azar işitmiş olan Yılmaz Erdoğan, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen filmin senaristi ve başrol oyuncusu olarak öğretmenine ‘Öğrencilik zamanımda bana kompozisyon yazamaz demiştin peki şimdi ne düşünüyorsun?’ diye göndermesini yapmıştır. Vizontele Türk sinemasında 214 toplamış olduğu hasılat ve izleyici bakımından da çok önemli bir kilometre taşı olmuştur. Michigan Port Huran İlkokulu öğretmeni, ailesinin başarısız olduğu gerekçesiyle okuldan aldığı öğrencisi Thomas Alva Edison için ‘O beyinsiz bir çocuk ve hiçbir işte başarılı olamaz’ demişti. Fakat Edison elektrik ampulü başta olmak üzere insanlığın hayatını kolaylaştıracak icatları nedeniyle tarih boyunca unutulmayacak bilim adamları listesine adını yazdırmayı başarmıştır. Jonathan Swith, Trinity College’da disiplin suçu işlediği için kınama cezası almış ve ancak özel müsaade ile kolejden mezun olabilmişti. Fakat Jonathan Swith, dünyanın en büyük yergi yazarlarından biri olmuştur. Gulliver’in Gezileri ve Basit Teklif onun eserleridir. Orlive Wright, yaramazlıktan dolayı okuduğu okulun altıncı sınıfından kovulmuştu. Fakat Orlive Wright, 1903 yılında erkek kardeşi ile birlikte dünyanın ilk güç kaynaklı uçağını icat etti. Bill Gates, 1975 yılında Harvard Üniversitesi’nden atılmıştı. Fakat aynı yıl Gates, Paul Allen ile birlikte Microsoft Firması’nı kurdu. Bill Gates, mikro bilgisayarları çalıştıran ilk yazılımı tasarladı ve dünyanın en zengin iş adamı oldu. Elvis Presley’in Memphis Tennessee- L.C. Humes Lisesi’ndeki müzik öğretmeni, ona zayıf notu vermiş ve ‘sen hiçbir zaman şarkı söyleyemezsin’ demişti. Fakat Presley, 1977’deki ölümünden önce, 600 milyondan fazla albüm ve single satarak Rock’n Roll kralı oldu. Henry Ford II, (Henry Ford’un torunu) Thomas Hardy’nin romanları üzerine sınav kağıdı hazırlaması için bir öğrenciye para verdiği için Yale Üniversitesi’nden atılmıştır. Fakat Henry Ford II, 1945 yılında Ford Motorları fabrikasının başkanı oldu ve iflasın eşiğindeki şirketi kar eden bir yatırıma dönüştürdü. John F. Kennedy, Connecticut’taki hazırlık okulu olan Canterbury’de futbol takımına girememiş ve Chote Akademisi’nde Latince’den kalmıştı. Harvard’daki ilk senesinde sınıf başkanlığı seçimini kaybetmiş, ikinci senesinde öğrenci 215 konseyine girememiş ve Stanford Üniversitesi Ticaret Okulu’ndan ayrılmıştı. John F. Kennedy 1946’da Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi’ne, 1952’de Amerika Birleşik Devletleri Senatosu’na seçildi. Ve 1960 yılında da Amerika Birleşik Devletleri’nin 35. Başkanı seçildi. James Fenimore Cooper, ilk senesinde yaptığı bir dizi muziplik sonucunda Yale Üniversitesi’nden atılmıştı. Fakat James Fenimore Cooper, dünyaca ün kazanan ilk Amerikalı yazar oldu. Son Mohikan isimli eserinin de içinde bulunduğu Uzun Süren Hikâyeleri yazdı. Michael Jordan, daha ikinci sınıf öğrencisi olduğu için lisenin önde gelen futbol takımından uzaklaştırılmıştı. Fakat aynı Michael Jordan daha sonraları dünya spor tarihinin en büyük basketbol oyuncularından biri oldu. Bernard Shaw, yalnızca beş sene okula gitmiş olmasına rağmen, öylesine güçlü bir yazar olmuştur ki; 1925’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür. Gregor Mendel, gençliğinde üniversiteye kabul edilmemişti. Daha sonra da Viyana Üniversitesi’ne girse de, oradan da mezun olmadan ayrıldı. Profesörlerden biri onun hakkında şöyle yazmıştı: “Mendel’de, bir bilim adamı için gerekli olan berrak düşünebilme yeteneği yok”.Fakat Mendel genetik biliminin kurucusu olmuştur. Münih’teki ilkokul öğretmeni; ünlü fizik bilgini Albert Einstein’e hiçbir işe yaramayacağını söylemişti. Fakat bu durum onun ‘İzafiyet Teorisini’ ortaya koymasını engellememişti. Enrico Caruso’nun ilk müzik öğretmeni: ‘Senin sesin pencere kenarından gelen rüzgarın ıslık çalmasına benziyor.’ diyerek ona ders vermeyi reddetmişti. Fakat Enrico Caruso İtalya’nın en büyük tenörlerinden biri olmuştur. Savaş ve Barış adlı romanın yazarı Tolstoy, içinde öğrenme isteği olmadığı gerekçesiyle kolejden atılmıştı. Fakat Tolstoy dünya klasiklerine girmeyi başaran bir eser verdi. Müzik öğretmeni, Beethoven hakkında “Müzisyen olamaz.” dedi. Fakat Beethoven müzikte yeni bir çığır açtı. Yukarıdaki örnekler göstermektedir ki; bu kahramanlar öğretmenlerini büyük bir zevkle yanıltmışlardır. Peki ya tarihe 216 geçemeyen başarılar, ya kırılan hevesler, geliştirilemeyen yetenekler… İşte bunu biz eğitimcilerin iyice düşünmesi gerekir. Ülkemizde bir milyona yakın eğitimci var. Bu eğitimcilerin her biri yılda fazla değil bir öğrencilerinin yeteneğini bile keşfetseler inanın ülkede çok şey değişir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 498, 4 Ocak 2010) OLUMLU DÜŞÜNCENİN GÜCÜ Mark Twain, “İyi bir iltifat, beni iki ay götürür.” diyerek başarılı ya da başarısız hemen her bireyin iltifata ihtiyacı olduğunu ifade etmiştir. “Marifet iltifata tabidir.” diye bir atasözümüz olsa da eğitim hayatında öğretmenlerin, öğrencilerine iltifat etmekten çok, öğrencileri eleştirdiğine çok kez şahit olmuşumdur. Hatta bazı öğretmenlerimiz, eleştirinin daha ilerisine giderek öğrenciyi arkadaşlarının yanında rencide etmeyi marifet saymaktadırlar. Öğretmenlerin öğrencilerine hitap şekli oldukça önemlidir. Olumsuz davranışların en önemli nedenlerinden biri sizin bir eğitimci olarak öğrencilerinize nasıl hitap ettiğinizdir. Siz öğrencinize sürekli yaramaz, terbiyesiz, ahlaksız gibi kelimelerle nitelendirmeler yaparsanız, o öğrencide olumlu davranış zaten gözlemleyemezsiniz. “Bir adama kırk gün delisin, denilse deli olur.” Atasözünden de anlaşıldığı gibi biz eğitimciler de, öğrencilerimize kırk gün aynı şekilde seslendiğimizde, öğrencilerimizin, kullandığımız ifadelere benzemeye başladığını görürüz. Yani bizler öğrencimizin nasıl olmasını istiyorsak ona göre bir hitap tarzı kullanmalıyız. Eğitimciler olarak biraz sonra okuyacağınız Gana’da yaşanan hikâye bizlere çok ders vermelidir. 217 Quwaku Afrika kıtasında yer alan Gana’da Ashanti adıyla anılan bir aşiret vardır. Bu aşiretin adetlerinden birisi şudur: Çarşamba günü doğan çocuklara, Quwaku ismi veriliyor. Quwaku ismi “saldırgan” anlamına geliyor. Çocuklara sürekli bu isimle hitap ediliyor. Quwaku gel, Quwaku git. Yani saldırgan gel, saldırgan git. Saldırgan şunu yap… Devamlı olarak bu çocuklara saldırgan diye hitap ediliyor. Gana’da suç işleme oranlarıyla ilgili yapılan araştırmalarda çok çarpıcı bir sonuç çıkıyor: Gana’da işlenen suçların % 50’den fazlası, çarşamba günü doğan, hergün “Saldırgan” diye hitap edilen Quwaku isimli çocuklar tarafından işlendiği ortaya çıkıyor. Bu hikâyeden eğitimciler olarak çıkarmamız gereken sonuç nedir sizce? Ben bu hikâyeyi duyduktan sonra şuna karar verdim: Eğer öğrencilerimin saldırgan olmasını istiyorsam onlara saldırgan diye hitap etmeliyim. Yaramaz olmasını istiyorsam “yaramaz” diye hitap etmeliyim. Kişiliksiz olmasını istiyorsam onlara hakaret içeren kelimelerle hitap etmeliyim. Yok eğer öğrencilerimin “akıllı, başarılı, mutlu, ve saygılı” olmasını istiyorsam onlara ona göre güzel ifadelerle hitap etmeliyim. 218 THEGODISNOWHERE Büyük gazetelerimizin birinde yönetici semineri veren bir uzman, Türkler’in dünyada en kötümser milletlerden biri olduğunu iddia etmiş. Peşinden de küçük bir test yapmış. Bitişik sözcüklerden oluşan aşağıdaki cümleyi birkaç saniyeliğine gösterip, yöneticilerden okumalarını istemiş: “THEGODISNOWHERE” Katılımcıların hepsi bu cümleyi: “THE GOD IS NO WHERE” diye okumuş. Yani “Allah, hiçbir yerde değildir” seklinde. Uzman acı acı gülümsemiş... “Tam beklediğim gibi” diye mırıldanmış. Bati ülkelerindeki seminerlerde katılımcılar bu cümleyi söyle okurlarmış: “THE GOD IS NOW HERE” Yani: “Allah şimdi burada”... Ülke olarak en büyük sıkıntılarımızdan birisidir olumsuz düşünmek. Olaylara hep bardağın boş tarafından bakmak üzüntü vericidir. Bizim yetiştirdiğimiz öğrencilerimiz de bizim gibi olumsuz düşünen birer birey olup çıkarlar. Peki gerçekten de bardağın yarısı boş mu? Yoksa dolu mu? Konuyla ilişkili bir hatıramı sizinle paylaşmak istiyorum. 2005 yılında ABD’nin Illinois Eyaletinde David’le tanıştım. David, beş yıl Türkiye’de kalmış Türkçe’yi konuşabilen on dokuz yaşında bir Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı. Türkiye’yi ve Türk yemeklerini çok seviyor. Tam bir Türkiye aşığı hatta iyi bir Fenerbahçe taraftarı… Türkiye’de beş yıl kalmış biri olarak ona Türklerle, Amerikalılar arasındaki en önemli farkı sorduğumda bana aynen şunları söylemişti. “Bir Amerikalı sadece yaptığı işe bakıyor ama bir Türk ise yaptığı işin dışında her şeye bakıyor.” Üzüldüm ama bu cevaba kesinlikle katılıyorum. Öyle değil mi? Fatih Terimin dışında herkes Türk Milli Takımı’nı daha iyi yönetir. Yine, Başbakanın dışında herkes bu ülkeyi daha iyi yönetir. Örnekleri daha da artırmak mümkün ama peki bizim asıl yaptığımız işler! İşte orası büyük bir muamma! Asıl iyi yönetilmesi gereken işin başında biz varız yani biz eğitimciler ülkemiz için en önemli işi yapıyoruz. Peki biz işimizi gerektiği gibi yapıyor muyuz? Tabiri caizse ağzı olan konuşuyor. Konuşan Türkiye… Fakat kendi ilgi alanının dışında her şeyle ilgi konuşan Türkiye.... Konuyu sevdiğim bir fıkra ile bitiriyorum. Uluslararası bir üniversitede dersin hocası ilk ders 219 her milletten olan öğrencilerine filler üzerine bir ödev hazırlanmasını istemiş. Ödevler hazırlanmış ve sınıfa getirilmiş. Bakalım kimler ne yazmış? Fransızlar: Fillerin güzellik sırları. Çinliler: Fil pişirmenin bin yolu. İngilizler: Safaride fil avlama teknikleri. Almanlar: Filler ve fillerin Alman Dil ve Kültürü'ne etkileri. Amerikalılar: Daha büyük ve görkemli fil nasıl yetiştirilir? Japonlar: Daha küçük ve daha ucuz fil nasıl yetiştirilir? Yahudiler: Filler en pahalı, en kârlı nasıl satılır? Brezilyalılar: Fillerle karnavalda samba yapma metotları. Türkler: Ne olacak bu fillerin hali? (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 515, 3 Mayıs 2010) OLACAKSAN EN İYİSİ OL! İşinden ne kadar zevk alıyorsan, kazancın o kadar fazla olacaktır. Mark Twain Ülkemizde maalesef yaz ayları öğrenciler için dert aylarıdır. Bu dönemde öğrenciler için hayati öneme sahip OKS ve ÖSS sınav sonuçları açıklanır. Pek çok kimse sınav sonuçlarınızı en az sizin kadar merak eder. Başarılı olduysanız bir problem yoktur belki. Fakat genelde çoğu kimse için durum sıkıntılıdır. Çünkü ne kadar çalışılsa da istenilen yer bir türlü kazanılmaz. Anne ve babalar çocuklara hayatlarında isteyip de sahip olamadıkları meslekleri tercih ettirmeye çalışırlar. Hayatın en önemli kararı bu şekilde verilir. Bir şeyler tercih ederiz ama bilmeyiz nelerin bizi beklediğini. Üzülerek söylüyorum, bu ülkenin en büyük problemlerinden biri insanların yeterince sevmedikleri işleri yapmalarıdır. Dünyaya tekrar gelinecek olsa aynı iş kesinlikle yapılmaz. Oysa bir toplumun ileri seviyeye gelmesi mesleğine tutkuyla bağlı vatandaşlarına bağlıdır. Douglas Malloc’un da belirttiği gibi insanlar ne iş yaparsa yapsın işlerini en iyi şekilde yapmalılardır. Dağın tepesinde bir cam olmazsan 220 Vadide bir çalı ol Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın Çalı olamazsan bir ot parçası ol Bir yola neşe ver Bir misk çiçeği olamazsan bir saz ol Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın Hepimiz kaptan olamayız, tayfa olmaya mecburuz Yapılacak büyük işler, küçük işler var Yapacağınız iş size en yakın olan iştir. Cadde olamazsan patika ol Kazanmak ya da kaybetmek ölçü değildir. Sen her neysen onun en iyisi ol. Richard Branson şöyle söylüyor: “İş eğlendirmelidir. Yaptığınız işten zevk alın, başarı zaten peşi sıra gelecektir.” Thomas Carlyle ise konuyla ilgili olarak şöyle söyler: “Gençliğimde sandım ki hayat bir sevinçtir. Yetiştim ve gördüm ki hayat bir çalışmadır. Çalıştım ve gördüm ki hayat bir çalışmadır. Çalıştım ve gördüm ki çalışma bir sevinçtir.” Tembelliği alışkanlık haline getiren toplumların sonunu Atatürk şöyle yorumluyor: “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini, sonra da istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar.” Büyük önder çalışma konusunda da şunları söyler: “Denilebilir ki hiç bir şeye muhtaç değiliz. Yalnız bir tek şeye çok ihtiyacımız var. Çalışkan olmak.”Abraham Lincoln başarısının sırrını soranlara aynen şu cevabı verir: “Hayatımda işi eğlence, eğlenceyi de iş olarak kabul ettiğim için başarı kazandım.” İş dünyasında başarı kazananların işlerini çok sevdiklerini aynı zamanda çok çalıştıklarını görmekteyiz. Ray Kroc, McDonald’s’ı bugün bildiğimiz anlamdaki haline ve dünya çapındaki bir organizasyona dönüştürmek için bir ömür boyu günde 18 saat çalışmıştır. Bugün ülkemizde çok önemli bir kuruluş olan Eczacıbaşı’nın kurucusu Nejat Eczacıbaşı: “Toplumların insan zenginliği, o ülkede yaşayan mesleğine tutkulu insanların sayısı ile orantılıdır. Bilerek ve isteyerek seçilmiş tutkular, insanların en güzel amaçlarına eşsiz yön vericilerdir.” diyerek iş yaşamında başarının anahtarının o işe 221 tutkuyla bağlanmak olduğunu anlatır. Türk futbol tarihinde en başarılı golcülerden biri olan Hakan Şükür ise şöyle söylemektedir; “Eğer işinizden alacağınız zevk, ondan kazandığınız parayı harcarken alacağınız zevkten fazlaysa doğru bir iş yapıyorsunuzdur.” Elektrik akımından nefret edip elektrik mühendisi olan vardır. Hastane kokusundan nefret ettiği halde doktor olan vardır. Kitap okuma alışkanlığı olamadığı halde kütüphanede görevli olan vardır. Öğrenmeyi ve öğrencileri sevmediği halde öğretmen olan vardır. Müşteriye, tatlı dil ve güler yüzü çok görüp esnaf olan vardır. Evet en büyük problemimiz tutku ile bağlı olmamak mesleklerimize. Hangi işi yaparsanız yapın, ya yaptığınız işi sevin ya da seveceğiniz işi yapın. İtfaiyeci yangın söndürmeyi sevmezse nasıl söner yanan evler? Doktor hastalarını sevmezse, onlara tıbbi bilgilerinin yanında yeterli ilgi ve şefkat gösteremezse nasıl iyileşir hastalar? Martin Luther King ne güzel söylemiş: “Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo’nun resim yaptığı, Beethoven’in beste yaptığı veya Shakespeare’in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes durup ‘Burada işini çok iyi yapan, dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş.’ desin.” Fırıncı hamur yoğurmayı sevecek. Çöpçü çöp toplamayı ve temizliği sevecek. Çöpçülükte sevilebilir mi? Bence hangi iş yapılırsa yapılsın o iş sevilmeli. Kaldı ki ünlü bir düşünürün de dediği gibi Zirveler daima boştur. Yani belki her işi yapan insan bulabiliriz ancak her işi en iyi yapan her zaman bulamayabiliriz. İşimizi en iyi yaparak o işin zirvesini dolduran biz olabiliriz. Lise yıllarımda okuduğum bir yazı beni çok etkilemişti. Japonya’ya giden bir yazar izlenimlerini anlatıyordu köşesinde. Tokyo’da bir metroda sabah saatlerinde temizlik yapan bir çöpçü yazarın dikkatini çeker. Sıradan bir temizlik değildir bu. Çöpçü çöp kovasını öyle temizliyordur ki sanki çöp kovasının boyasını kazırcasına… Bir çöpçü mesleğini bu kadar mı önemser? Hangi işi yaparsak yapalım o işe yüreğimizi ve sevgimizi katmamız gerekiyor. Ve en önemlisi sevdiğimiz işi yapmamız gerekiyor. …Hemen hemen her söyleyişi de merak edilen sorulardan 222 olan, iyi bir üniversitede, iyi bir eğitim aldığım halde, (Bilkent Üniversitesi, İşletme Bölümü, 1992 mezunu) neden bu kadar riskli bir hayat tarzı kurguladığım sorusunun cevabı orada da pek çok kişi tarafından merak ediliyordu. Bu soruya çok basit olarak hep ‘çünkü yaptığım şeyi seviyorum’ diye cevap veririm. Seçim konusuna gelince, seçimlerimi her zaman seçmediklerime de bakarak değerlendirmeyi daha uygun buluyorum. Çünkü her seçim, başka şeyleri seçmeyiştir aslında. İnsan bir şeyi seçtiği zaman onun alternatifi olan her şeyi seçtiği zaman, onun alternatifi olan her şeyi seçiminin dışında tutuyor demektir. Bence gözden kaçırmamız gereken şeylerden biridir bu. Neyi seçtiğin değil de, neleri seçmeğimizi de görerek, hayatımızı çok daha sağlıklı değerlendirebiliriz. Olaylara yalnızca kendi gözlerimizle ev değil de, başka noktalardan da bakarak çok boyutlu görmeyi denemenin daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü her seçim bir fedakârlıktır. İnsan istediğini seçerken, neleri feda ettiğini de düşünmelidir. Bugüne kadar gerçekleştirdiğim riskli dağ tırmanışlarını seçerken, terazinin öbür kefesine de sağlığımı, geleceğimi, hayallerimi, ümitlerimi ve sevdiklerimle paylaşımlarımı koyarım. Terazi öyle ya da böyle hep dağın kefesinde daha ağır basar. Çünkü dağın tepesinde, ilk bakışta görünmese de, anımsanmak, öğrenmek ve bilmek de vardır ve hiçbir şey bundan daha da değerli olamaz. Yine de her birey için değişebilecek bir eşiği olan ne kadar ve nereye kadar zorlanmanın doğru olduğu sorusunun cevabı ancak sağduyuyla verilebilir, insanın kendi sağduyusuyla… Bu sözler çoğumuzun tanıdığı Nasuh Mahruki’ye ait. Peki, siz dünyaya tekrar gelseniz aynı işi yapar mısınız? Yazımı, çok sevdiğim bir Çin öğüdü ile bitirmek istiyorum. Bir saatliğine mutlu olacaksanız; şekerleme yapın Bir günlüğüne mutlu olacaksanız; balık avlamaya gidin Bir aylığına mutlu olacaksanız; evlenin Bir yıllığına mutlu olacaksanız; bir servete konun Ömür boyu mutlu olacaksanız; işinizi sevin (Sınırsız Gelişim Dergisi, Sayı: 1, Ekim 2006) 223 NASIL DAHA İYİ STAJ YAPABİLİRİM? Meslek Yüksek Okulları iş dünyasına ara eleman yetiştiren en önemli eğitim ve öğretim kurumlarıdır. Bolvadin MYO’dan mezun olup da bugün Turkcell, Koç Bank, Koç Alliance, Vodefone gibi şirketlerde çalışan öğrencilerimiz olduğu gibi. İngiltere’de, Malezya’da, Belçika’da, ABD’de ve Almanya’da çalışan öğrencilerimiz de var. Bunun yanında Antalya’nın Elmalı ilçesinden, İstanbul’a kadar ve Türkiye’nin pek çok yerinde kendi işini kuran öğrencilerimiz de var. Okulumuzda okuyan öğrencilerin en büyük problemlerinden biri staj yeri bulmaktır. Bu sebeple üzerinde durduğum noktalara dikkat edilirse çok güzel staj imkânı elde edilmiş olur. Bunlar sırasıyla açıklayacak olursam: 1. Kendimizi iyi tanımalıyız. İnsanın kendini tanıması her zaman önemli olmuştur. Yunus Emre; “İlim ilim bilmektir. İlim kendini bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır.” derken, Sokrates ise öğrencilerine “Kendini tanı” der. İnsanın kendini tanıma yolculuğu hayatının sonuna kadar sürecek bir yolculuktur. Çünkü bireyin hayatta kısa vadeli projelerle sonuç alması mümkün değildir. Unutulmaması gereken en önemli nokta, günümüzde kendine yatırım yapmayan bireyler, gelecekte 224 yöneten değil yönetilen olacaklardır. 2. Stajdan ne istediğimizi iyi bilmeliyiz. Hayat tamamen isteklerimizden oluşur. Kişinin isteği şahsiyetini ortaya koyar. Peyami Safa “Ne istediğinizi söyleyin, ne olduğunuzu haber vereyim” der. “Bir darı tanesi mi istiyorsunuz? Siz bir serçesiniz. Bir kuzu mu istiyorsunuz? Siz bir kurtsunuz. Bir zafer mi istiyorsunuz? Siz bir kahramansız.” 3. Kariyerimizi iyi planlamalıyız. 4. Gelecekte hangi sektörde çalışacaksak ona göre staj yapmalıyız. Broker ya da dealer olmayı isteyen birinin Ak Yatırım, Global Menkul kıymetlerde staj yapması gibi… 5. Sektörde en iyi olan kurumsallaşmış şirketlerde staj yapılamalıdır. Bu şirketlerde stajyer öğrencinin statüsü belirlidir. Aynı zamanda bir plana göre eğitim verilir. 6. Staj için acele edilmelidir. Çoğu zaman çok yoğun talep gelen şirketlerin stajyer öğrenci kontenjanı dolabilir. 7. Tanıdık birilerini aramak yerine teknolojiyi çok iyi kullanmalıyız. Örneğin google.com’da staj yazıp uygun şirket araması yapılmalıdır. 8. Stajlar tehdit değil; bir fırsattır. DHL şirketinin bugünkü CEO’su (üst düzey yönetici) stajını DHL’de yapmıştır. 9. Kendimizi staj yaptığımız şirkete ispatlamalıyız. Unutmayın “En iyi referans yapılan iştir.” 10. Bernart Shaw “İnsanlara bir şey öğretmeyin çünkü öğrenmezler.” diyerek ilgi ve merak olmaz ise öğrenmenin de olamayacağına işaret eder. Gerçektende merak ilmin öğretmenidir. Tüm büyük başarılar derin merak ve ilgi sayesinde olmuştur. Bu sebeple soru soran, sorgulayan ve öğrenme odaklı staj yapmalıyız. Zorlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Nazif Zorlu yapılan bir röportajda şöyle söyler: “Stajyerlere çok önem veriyorum ben ama hayal kırıklığına uğruyorum. Fabrikanın içinde gezintiye çıkmış gibi yürüyorlar. Oysa meraklı olmalı, öğrenmek istemeli, kendini 225 işine vermelidir.” 11. Stajlarda rotasyon oldukça önemlidir. Değişik departmanlarda yapılan staj tek bir departmanda yapılan staja göre daha avantajlıdır. 12. Genel müdürlüklerde yapılan stajlar şubelerde yapılan stajlara göre daha avantajlıdır. 13. Staj için şirketler uygun CV (öz geçmiş) istemektedir. Uygun CV yazmak hem stajda hem de iş bulmada çok önemlidir. 14. Sonuç olarak size yakışan bir staj yapmalısınız. Naylon yapılan bir staj, naylon bir kariyerin, naylon bir hayatında ilk adımıdır. www.hemenisara.com, (22 Ağustos 2011) EK YERLEŞTİRMEDEN TERCİH YAPACAK ÜNİVERSİTE ADAYLARINA! Eğitime yapılan yatırım, Geleceğe yapılan yatırımdır. Maalesef ülkemizdeki gibi ilçemizde de yüksek okul okumanın önemi yeterince anlaşılmış durumda değil. Başka bir ifade ile bazılarında “Meslek Yüksek Okulu okuyup da ne olacak? Olacaksa dört yıllık herhangi bir okul olmalı.” düşüncesi var. Bir öğrencinin fakülte okuma imkânı varsa bunu değerlendirmelidir. Fakat fakülte imkânı olmamasına rağmen meslek yüksek okulu fırsatını bir elinin tersiyle itmesini hiç bir gerekçe açıklayamaz. Hele birde ilçemizde 34 yıllık köklü bir geçmişe sahip Meslek Yüksek Okulumuzun görmezlikten gelinmesi inanılır gibi değil. Bu düşünceden hareketle özellikle sosyal programlarda Bolvadinli öğrencilerimizin çok az olduğunu hatta bazı sınıflarda hiç Bolvadinli öğrencinin olmaması bir akademisyen olarak beni hep şaşırtmıştır. Yaklaşık 226 sekiz yıldır Bolvadin Meslek Yüksek okulunda görev yapıyorum ve işe girme oranlarının çok şaşırtıcı bir şekilde yüksek olduğunu düşünüyorum. Bolvadin’deki öğrencilerimizin iki hata yaptığını düşünüyorum. Birincisi daha önceden de ifade ettiğim gibi dört yıllık olma takıntısı. Bu arada hemen belirtmeliyim ki Dikey Geçiş Sınavı ile fakülteye geçiş yapılabiliyor. DGS ile fakültelere geçen pek çok öğrencimiz var. İkinci ve daha önemli bir nokta ise okumak için gelip mezun ettiğimiz (Bolvadinli) öğrencilerimiz maalesef dışarıdaki iş fırsatları olduğu halde Bolvadin’den ayrılamıyor. Bolvadin’deki iş fırsatları da takdir edersiniz ki çok sınırlı… İşte bu nedenle mezun olduğu halde hayalindeki işe giremiyor. Burada ailelere de önemli iş düşüyor. Gençlerin önündeki iş fırsatlarını kovalayabilmesi için onlara başka şehir fırsatları verilmelidir. Meselenin bir de başka bir boyutu var. Büyük şehirlerden (özellikle Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa gibi) şehirlerden gelen gurbetçi öğrencilerimiz var. Düşünsenize öğrenci büyük bir şehirden Bolvadin’e geliyor. Okulu iki yılda bitiriyor. Okul bitince de bir şekilde iş hayatına başlıyor. Açık öğretimden okulunu devam ettirip fakülte mezunu oluyor. Bugün pek çok kurumsallaşmış firmada mezun ettiğimiz öğrencilerimiz var. Hatta kendi işini kurup patron olan öğrencilerimiz var. Onların sevinci bize haklı bir mutluluk veriyor. Fakat bu mutluluğu Bolvadinli gençlerimizle yakalamamız ya da onları okulumuzdan mezun edip hala Bolvadin’de işsiz olarak görmek acı veriyor. Hele onlarla aynı sıralarda oturup bugün çok iyi yerde olan arkadaşlarıyla kıyasladığınızda mutsuzluğunuz ziyadeleşiyor. Uzun sözün kısası ana kuzuları çok uzak şehirlerden iki yıllık kompleksi yapmadan Bolvadin’e geliyor ve bunun meyvesini de bir şekilde yiyorlar. Bizim gençlerimiz de bu cesareti göstermeliler. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 589, 3 Ekim 2011) 227 228 8 YÖNETİM 229 DÜNYAYI ETKİLEYEN ÜÇ YÖNETİM MODELİ VE TÜRKİYE Yönetim modellerini ilaca, işletmeleri de hastalara benzetirsek bir ilaç Avrupalı ve Amerikalı işletmeleri ayağa kaldırırken aynı ilaç Türk işletmelerinde hastalığın derinleşmesine neden olabilir. İnsanların değer yargıları ve kültürleri ülkeden ülkeye, hatta bölgeden bölgeye değişebiliyor. Bu sebeple söz konusu olan ülke hangisi olursa olsun ezbere ya da hazır reçetelere dayalı olarak hiçbir işletme yönetilemez. Türkiye’de iş hayatında faaliyet gösteriyorsanız “Türk Usulü İşi” bilmeniz gerekiyor. Alaturka, bize özgülüğü, Türk’e özgünlüğü ifade eden bir yaşam, düşünüş ve davranış şeklini tarif eder. Gerçekten de bizim iş dünyasındaki uygulamalarımız ne Amerikalılara, ne Avrupalılara ne de Japonlara benziyor. Uygulamalarımız kitapta yazanlara benzemiyor. “Değerli bir iş adamımız ölünce Amerika’da tahsilini bitirmiş olan oğlu Türkiye’ye gelip babasının şirketlerinin başına geçti. “Batı kültürü aldım, ne yapsam doğrudur.” diye düşündü. Babasının uzun sürede biriktirebildiği servetin altından girip üstünden çıktı. Bunu yaparken tek hatası Türkiye’yi tanımaması ve Amerika’da doğru olan her şeyin Türkiye’de de doğru olacağına inanmasıydı.” Türkiye’de de iş kültürünün kendine has özellikleri var. Bilgi Üniversitesi İşletme Bölümü Başkanı Prof. Beyza Oba Türkiye’de şu anda hâkim olan iş kültürünü şöyle tanımlıyor: ‘Türkiye’de kararlar kısa dönemli düşünülerek alınıyor. Geçmişe oranla artsa da risk alma ve girişimcilik hala çok yerleşik değil. Bireylerin başarılı olarak kabul edilmelerinde sosyalleşmelerinin büyük önemi var. Çoğunluğun sevdiği kişiler parasal başarı göz önüne alınmadan da başarılı kabul edilebiliyorlar. Uluslararası Eğitim Danışmanı Nesrin Malloy, Türk gençlerinin, şirketlere başarı getirecek yetkinliklerini tam olarak kullanamadıklarını düşünüyor. Çünkü Malloy’a göre Türkiye’de hala ‘saltanat’ düzeni hâkim. A- Amerika Modeli Takım ruhu teşvik edilse de bireysel başarı önde. Karar verme, planlamadan önemli. 230 Kişisel inisiyatif alma özendiriliyor. Kişiler; statü, ırk ve cinsiyetlerinden bağımsız değerlendirilmeye çalışılıyor. Sonuç odaklı ve kısa dönemli performans değerlendirmesi var. Hızlı yükselme mümkün. İşlerde kısa süreli çalışılıyor. Bu nedenle şirketler arası geçiş fazla. İşçi çıkarma, kabul edilebilir bir yöntem. B- Japonya Modeli Takım çalışması bireysellikten önemli. Öğrenme, sürekli iyileşme, yenilikçilik kültürün bir parçası. Milliyetçilik önemli. İşlerde uzun yıllar çalışılıyor. İşten çıkarma, kabul edilen bir yöntem değil. Planlar, uzun vadeli; performans uzun dönemde değerlendiriliyor. Yükselme uzun zaman alıyor ve iş yetkinliğine bağlı. Uzmanlaşma yerine, bütünsel bakış özendiriliyor. C- Avrupa Modeli Bireysellik Amerika’daki kadar olmasa da teşvik ediliyor. Daha tutucu, girişimcilik ve dinamizm daha az. Kültürlerin ve sistemlerin farklılığı kabul ediliyor. Kişilerin hayat kalitesi ve refahı ön planda. Çalışanların sosyal haklarının korunması önemli. Planlar uzun dönemli yapılıyor. Performansı uzun dönemli değerlendiriliyor. Uzmanlaşma ve kapsamlı inceleme teşvik ediliyor. D- Türkiye Modeli Kısa dönemli düşünülüyor. Risk almaktan kaçınılıyor. Girişimcilik duygusu gelişmiş değil. Planlar işe başlamadan önce değil iş sırasında yapılıyor. Kişisel ilişkiler iş başarısında belirleyici oluyor. Astlarla üstler arasındaki mesafe fazla. Başarıları bireyler sahipleniyor, başarısızlıklar topluluğa mal ediliyor. Kadercilik yaygın. 231 (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 528, 2 Ağustos 2010) AİLE ŞİRKETLERİNDE KADINLARIN ETKİSİ Eltiler kavgası yüzünden batan en az 500 şirket sayabilirim. Rüştü Bozkurt Kadınlar, tarih boyunca Alaturka Yönetim’de etkin olmuştur. Şirket ortaklarının eşlerinin iş hayatına karışması sonucunda ortaya çıkan kavgaya “eltiler kavgası” denir. Kadınlar arasındaki bu güç mücadelesi, şirketlerin yıkmasına, ortakların hatta kardeşlerin birbirine düşman olmasına neden olur. Güle oynaya kurulan çok sayıda başarılı girişim, bu tarz “ilkel duygu” ve “kıskançlık” sonucunda yok olup gider. Eltiler kavgasının sonucu işlerin bölünmesi, aile enerjisinin parçalanması ve kaynak israfının yaşanmasının bugün de işletmelerimizin çok önemli sorunlarından biridir. Yazık ki bu bizim toplumumuzun vazgeçilemez ve asla ihmal edilemez bir gerçeğidir. Öyle ki bizim kültürümüzün bir parçası olarak atasözlerimize bile konu olmuştur. Bunlardan bazıları: “Elti eltiye eş olmaz, arpa unundan aş olmaz.”, “Eltinin bohçası eltinin bohçasıyla kavga edermiş.”, “Elti gemisi yürümez.”, “Elti eltiden hoş olmaz, elti 232 eteğinden peş olmaz.” gibi. İşte tüm bu atasözlerimizde gösteriyor ki eltiler kavgası ülkemizde aile şirketlerinin en yıllanmış hastalığıdır. Günümüzde büyük aile çözülüyor; çekirdek aile öne çıkıyor. Geleneksel üretim metodları rekabet gücü yaratmıyor; iş yapma tarzları değişiyor. Aile bağı, kan bağı, yeterli ölçü olmuyor; işinde hünerli olmak öne çıkıyor. O nedenle aile bireylerine dayalı iş yönetimi yerine yetenek odaklı iş yönetimi gerektiriyor. Bizim işlerimizi yönetirken böyle bir odaktan bakmamız gerekiyor… Ülkemizde “eltiler kavgasının” işlerin bölünmesi, aile enerjisinin parçalanması ve kaynak israfı yaşamasının nedeni olduğundan şirketlerimiz için çok önemlidir. Kurumsallaşma kişiye bağlılığı en aza indiren bir metod olduğu için eltiler kavgasının olumsuz etkilerini de en aza indiriyor. Gerek dünyada ve gerekse ülkemizde başarılı olmuş şirketlerin büyük oranda aile şirketleridir. İşte bu yüzden aile şirketlerinin faaliyetlerini gelişerek devam ettirebilmeleri ülkemizin ekonomik hayatı için büyük önem taşımaktadır. Akrabalarla doldurulan yönetim kademeleri ile bir aile şirketi en fazla iki kuşak ömür sürer. Kurumsallaşabilenler ise uzun yaşıyor. Anadolu’da birçok aile şirketi, büyüme aşamasında kardeşler arasındaki anlaşmazlık (buna kardeşlerin eşleri arasındaki çekememezlik diyelim) yüzünden büyümeden bölünerek iş hayatında küçük bir işletme olmaya mahkûm oluyor. Anadolu’da birçok aile şirketinin eltiler arası çekememezlik yüzünden yok olup gittiğini biliyoruz. İshak Alaton, Alarko Holding’de oluşturulan ortaklık kültürünü konusunu değerlendirirken, “Biz şirket işlerine ailelerimizi karıştırmak istemediğimiz için rahmetli Üzeyir Garih ile ailecek görüşmeyiz” şeklinde açıklama yapmıştı. Yine Tekfen’in kurucularından Necati Akçağlılar, Feyyaz Berker ve Nihat Gökyiğit Vehbi Koç’a bile parmak ısırtacak kadar uyumlu bir ortaklığa sahiptir. Vehbi Koç onlara, “Üç ortağın uyum içinde bir arada çalışması çok nadir görünür. Her ne yapıyorsanız devam edin.” der ve ardından bir öğüt verir: “Ama bir şeyi size hatırlatmak istiyorum; eşlerinizi bu işe karıştırmayın.” Nihat Gökyiğit, “Zaten karışmıyorlar.” dediğinde ise “İyi işte böyle 233 devam edin.” Tavsiyesinde bulunur. Vehbi Koç eşleri, işe karıştırmama kuralını uzun yıllar önce biliyordu fakat günümüzde bilmeyen okadar girişimci var ki… Uzun yıllar sonucu elde edilen pek çok şey bir anda kayboluyor. “Aile İşletmelerinde Kurumsallaşma” konulu konferansta kültürün, özellikle de aile kültürünün iş yapmasını belirleyen çok önemli bir etken olduğunu beliten Dünya Gazetesi yazarı Dr. Rüştü Bozkurt Aile işletmelerinde kurumsallaşmadan yararlanmak isteyen girişimcilere aşağıdaki tavsiyelerde bulunuyor: 1. Aile bireyleri arasında, özgür tartışma imkânı yaratarak ne yapmak istediğinizi netleştirin. 2. Bir dış gözlemciden destek alarak “aile kültürünüzün” fırsat ve tehlikelerini saptayın 3. Aile işlerini kan bağı ve aile bağı ölçüsüne göre değil “ yeteneğe göre” yönlendirmek için hangi metotlardan yararlanacağınız üzerinde tartışın, ön bilgiler üretin, bir fikir sahibi olun 4. Kurumsallaşma üzerinde kendini kanıtlamış bir “danışman” ile “aile anayasası” denebilecek yazılı bir kontrat üzerinde çalışın 5. Ortak irade, ortak değerler, ortak yasalar, ortak projeler ve ortak kurumlar üzerinde bir antlaşma zemini yaratın. 6. İşinizin “yapısal ve ekonomik özelliklerini” saptayın. 7. Aile işinizi nasıl bir geleceğe taşımak istediğinizin orta ve uzun dönemli hedeflerini netleştirin. 8. Düşledikleriniz ile uyguladıklarınızı izleyin, “sapmaları” düzeltin. Göreceksiniz ki işlere hâkimiyetiniz artacak. Bünyeniz sağlamlaşacak, iyi günler arayan gelişmeler hızlanacaktır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 524, 21 Haziran 2010) 234 SİGARA PAKETİNE KADRO YAZILIR MI? Singapur 1960’lı yıllarda kişi başına düşen gelir 300 Amerikan doları ile en düşük ülkelerden biriydi. Ama günümüzde kişi başına geliri 30.000 Amerikan doları olan bir gelir düzeyine ulaştı. Singapur’un o dönemine liderlik yapan başbakanı Lee Kuan Yew’e bu mucizenin nasıl başarıldığı sorulduğunda şu yanıtı verdi: “Kaynaklarımız kısıtlıydı. Yollar, barajlar, binalar yapabilirdik veya eğitime öncelik verebilirdik. Biz ikinci yolu seçtik. Çünkü düşündük ki, biz insana yatırım yaparsak, onlar zaten yolları da, santralleri de yaparlar.” Bu hikâyeyi neden sizlerle paylaşıyorum? Eğer eğitime gereken önemi vermezseniz, hiçbir konuda uzmanlaşamazsınız ve nihayetinde de herkes her şeyden anlar. Tıpkı bizim ülkemizde futboldaki gibi. Neden mi? Milli Takımın yeni hocası Guus Hiddink ABD kampında düzenlediği ilk basın toplantısında, “Biliyorsunuz, Türkiye’de futbol çok seviliyor, futbolun ustaları var, herkes antrenör” diye göndermede bulunarak “Herkes kendine göre bir kadro kurabilir, şu oynasın, bu oynasın diye ama bu takımın teknik patronu benim.” diye konuşması akıllara Hollandalı hocanın yirmi yıl önceki Türkiye anılarını getirdi. 1990-91'de Fenerbahçe'nin başına büyük umutlarla gelen Hiddink, dokuz aylık İstanbul macerasını 2006'da yazdığı "İşte Benim Dünyam" adlı kitabında 235 özetlemişti. İşte Hiddink'in kaleme aldığı ilginç birkaç F.Bahçe anısı: "PSV'den yılda 240 bin mark alıyordum. Fenerbahçe Başkanı Metin Aşık ise 800 bin mark önerdi. Ayrıca villa tahsis etti. "Kontratıma 'kadroyu ben yaparım' maddesi koydurdum. Ancak Fenerbahçeli yöneticilerin hepsinin kendisine yakın gördüğü bir oyuncusu vardı ve 'Benim oyuncum niye oynamıyor?' diye şikâyet ediyorlardı. Hatta sigara paketinin üstüne ilk on bir yazıp bana gönderenler bile oldu." Aradan yirmi yıl geçmiş ama ülkemizde bazıları hala her şeyi herkesten daha iyi biliyorlar. BİR FIKRA Çobanın biri dere kenarında koyunlarını otlatıyormuş. Tam o anda, Yanına bir Jeep yanaşmış. Brioni gömlek, Cerruti ayakkabılar giyen, Ray-Ban gözlüklü ve YSL kravatlı bir sürücü aşağıya inmiş ve çobana sormuş. - Eğer kaç tane koyunun olduğunu bilirsem bana onlardan bir tanesini verir misin? Çoban bir adama birde koyunlarına bakmış, - Tamam diye cevap vermiş. Genç adam arabasını park etmiş, telefonunu bilgisayarına bağlamış bir NASA sitesine girmiş, GPS´ini kullanarak yeri taramış, bir database ve logaritma ile doldurulmuş 60 excel tablosunu açmış ve 150 sayfalık bir rapor basmış. Çobana dönmüş, - Tam olarak 1586 adet koyunun var demiş. Çoban - Doğru diye cevap vermiş, - Koyununu alabilirsin. Genç adam koyunu almış ve jeep´inin arkasına koymuş. Bu sefer çoban genç adama dönmüş. - Eğer senin ne iş yaptığını bilirsem koyunumu geri verir misin? Diye sormuş. Adam, - Evet neden olmasın diye yanıtlamış. - Sen Dünya Bankası’nda Danışmansın demiş çoban. Adam sormuş, - Nasıl oldu da bildin?. Çoban 236 - Çok basit diye cevap vermiş. - Buraya çağrılmadan geldin, bu bir. - İkincisi benim bildiğim bir şeyi bana söylemek için benden bir koyunumu istedin. - Üçüncüsü yaptığın hiçbir şeyden anlamıyorsun çünkü köpeğimi aldın. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 532, 30 Ağustos 2010) BİZE BİR ŞEY OLMAZ! Türklerin tipik özelliklerinden biri de önlem alma bilincinden yoksunluktur. Yabancıların önlem alma konusundaki titizliği, anlamsız bir gayretkeşlik gibi görünür bizde… Bizim ortak yaşam stilimiz “bir şey olmaz abi” umursamazlığımızdır. Çetin Altan “Bize bir şey olmaz” deyip önlem almayı ihmal eden yerli şirket yöneticileri, bu gafletlerin bedelini çok ağır öder. Faruk Türkoğlu Bu anlayış “Türk’e bir şey olmaz.” olarak da bilinir. Bütün Türkler bunu dillendirmeseler de Allah tarafından özel olarak yaratıldıklarına inanırlar. Özel yaratıldığından mı bilinmez ama iş dünyasındaki kaygısızlığını ancak bu ilke açıklayabilir. “Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a emanet et.” diye bir atasözü olsa da Türkler iş dünyasında işi sağlam kazığa bağlamadan Allah’a emanet ederler. Can Dündar, Türk Sigortacılık Tarihini anlatan belgeseli; İş Bu Poliçe’de bu durumu şu şekilde aktarır: “Sigorta bu topraklara yabancılarla geldi. Gayrimüslimlerin elinde büyüdü. Müslümanlar için günah, Türkler için frenk işi sayıldı. Osmanlı’da Müslüman ahalisinin sigortacılıkla hiç ilgisi yoktu. Abdülmecit döneminin İngiliz Büyük Elçisi Türk evlerinin girişine asılan ‘Allah Korusun’ levhalarını görünce Sadrazam Keçeci Fuat Paşaya “Bunlar nedir?” diye sormuş. Fuat Paşa da İngiliz’in anlayacağı şekilde şöyle cevap vermiştir. “O gördükleriniz Osmanlı Sigorta Şirketlerinin levhalarıdır.” Osmanlı 237 çarşılarında malın nerden gelip, nereye gittiği bilinir ama bu nakliyatın kalkanı olan sigortanın ismi bilinmezdi. İsveç Sefiri Dawson Osmanlı tebasının sigortacılık konusunda bilgisizliğini şu şekilde not almıştı. “Poliçe hakkında yetersiz bilgileri vardır. Deniz sigortacılığı hakkında da hiçbir şey bilmezler. Bütün yollamalar Allahın adıyla yapılır. Yollanan şey hedefe ulaşsa da, yolda batsa da hadise Allah’ın takdiri olarak kabul edilir. Ve kadere boyun eğilir. Osmanlı’da Allah Korusun levhalarının yanına gerçek sigorta şirketlerinin levhalarının asılabilmesi epey zaman aldı.” Şimdi de sizlere “Bize bir şey olmaz.” anlayışını aktaran ülkemizden örnekler vermek istiyorum. İşte bunun örnekleri: Mümin Sekman Türk Usulü Başarı kitabında konuya ilişki ilginç bir tespitte bulunuyor. Yıl 1992 Arena muhabiri, hayat kadını kılığına girerek otoyol kenarında müşteri beklemeye başlar. Gizli kamera ve gizli mikrofonlardan her şey kayıt edilmektedir. Gizli kamera ve gizli mikrofonlardan her şey kaydedilmektedir. Muhabir tarifeyi soran kişilere AİDS’li olduğunu söyleyip, oldukça iyi miktarda para istemektedir. Sonuç; teklifte bulunan erkeklerin % 90’ı onun AİDS’li olduğunu bilmelerine rağmen umursamazlar. İnsanların beş dakikalık bir zevk için tüm ömürlerini tehlikeye atmalarında ve bunu bilerek yapmalarındaki saçmalığı hiçbir şey açıklayamazdı. Aynı program 1999 yılında aynı şekilde yeniden çekilir. Neyin değiştiği araştırılır. Sonuç birebir aynıydı. “Ama ben AİDS’liyim” diyen hayat kadını kılığındaki muhabire “Türk Milletinin” verdiği cevaplar aynen şöyleydi: Atın ölümü arpadan olsun! Senin için göze alırım! Bir çaresini bulurum, benim babam doktor! Bir şey olmaz. Ben de AİDS’liyim! Ölüm Allah’ın emri. Az ileride kaza yapıp ölmeyeceğimi kim garanti edebilir ki! Olsun, ben onu senin için göze alırım! Hiç problem değil; okunduk daha önce! Eşeğin ölümü arpadan olsun! Bana bir şey olmaz ablacığım! 238 Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral 26 Nisan 1986 tarihinde Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Santrali'nde gece yarısı ardı ardına iki büyük patlama meydana gelir ve dünya tarihinin en büyük facialarından biri yaşanır. Patlamaların ardından yüzlerce kişi hayatını kaybederken, radyasyon yüklü ölüm bulutları önce Avrupa'ya, daha sonra Trakya ve Karadeniz Bölgesi'ne yayılır. O dönemde bölgede yapılan araştırmalar sonucunda uzmanlar ve bilimadamları yaptıkları açıklamalarda Doğu Karadeniz'de yetişen çay ve fındıkları laboratuar ortamında incelenerek imha edilmesine karar verilir. Bilim adamlarına göre, Türkiye'de 40-50 bin ton çay vardı. ODTÜ'nün yaptığı araştırma raporlarında 'çayları imha edin' ibaresine yer verildi. Rapor, dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral başkanlığında kurulan Radyasyon Güvenliği Komitesi'ne sunuldu. Komitede yer alan Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Prof. Dr, Ahmet Yüksel Özemre'nin, "Ölçümler hatalıdır. Türkiye'deki çaylar temizdir" açıklaması üzerine, Aral, canlı yayında radyasyonlu çayları içerek, "Biraz radyasyon iyidir" şeklinde tepkisini gösterdi. “Bilim adamları çernobil faciası sonrası yaptıkları açıklamalarda etkilerinin on yıl sonra ortaya çıkacağını belirtmişlerdi. Aradan yirmi yıl geçti ve Karadeniz'de kanser vakaları özellikle genç nüfusta artış gösterdi” Hastalığın artmasıyla neredeyse her ailede bir kanser vakası görülür oldu. 239 2005 yılında ise Türkiye Manyas'tan yurda yayılan kuş gribi krizi ile karşılaştı. ABD'nin bile olası salgına 'ne biz ne dünya hazır' dediği dönemde bir soru üzerine, veteriner hekim kontrolünde kesilmiş, usulüne göre pişirilmiş tavuk etini gönül rahatlığı ile yediğini bildiren Tarım Bakanı Mehdi Eker, tedirginlik duymaya gerek olmadığını, herkesin de gönül rahatlığı ile yiyebileceğini ifade etti. Gerçekten de bize ne AIDS, ne kuş gribi, ne deli dana, ne domuz gribi, ne Sars, ne küresel kriz ne de radyasyon bir şey yapamaz. Vız gelir, tırıs gider. Nihayetinde de bize bir şey olmaz. Peki bize bir şey olmaz da Bolvadinli’ye bir şey olur mu? Bolvadinli’ye de bir şey olmaz. Neden mi? Geçenlerde sanayii sitesinde faaliyet gösteren bir esnafla sohbet ediyorduk. İçeride ne kadar mal olduğunu sordum. Çok yüksek bir rakam olduğunu öğrendim. Ve dedim ki böyle bir işyerinde nasıl da bir güvenlik sistemi olamaz dedim. Cevap hiç şaşırtıcı değildi. “Ya bize bir şey olmaz.” Peki herkes mi böyle diye sorduğumda sadece bir esnafın güvenlik sistemini taktırdığını iş yerine sistemi taktırmadan önce hırsız girdiğini söyledi. (Yani hırsız girmese o da taktırmayacak.) Sonuç mu? “BİZE BİR ŞEY OLMAZ!” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 474, 20 Temmuz 2009) 240 Frederick W. Taylor (1856-1915) HEYBELİ’DEN FİLMSEL DEĞİL, BİLİMSEL YARARLANMAK Öğrenmek pahalıdır ama cehalet çok daha pahalıdır. H. Clausen Frederick W. Taylor yönetimde bilimsel metodu ilk kez tam anlamıyla uygulayan kişidir. Taylor, işin yapılış tarzını gayet ayrıntılı bir biçimde ele almış ve yöneticinin gerçek rolünü belirlemeye çalışmıştır. Yönetim biliminde, “Bilimsel Yönetimin Babası” unvanı ile anılan Taylor’un bir bütün olarak varmayı düşündüğü hedef, endüstride yüksek verimliliğe ulaşmaktı. Bilimsel yönetim yaklaşımı, yöneticilerin bilimsel yaklaşımı kabul etmeleri halinde, örgütlerinde yüksek düzeyde verimliliğe ulaşabileceklerini savunmuştur. Diyeceksiniz ki yazıma niye bu ecnebiden bahsederek başladım. Taylor yönetim kavramını bilimsel hale getirerek bir devrim yaptı. Taylor’dan sonra iş dünyası “saldım çayıra Mevla’m kayıra!” yöntemiyle işletmeleri yönetemeyeceğini öğrendi. Maalesef ülkemizde hala bu tarzda yönetilen şirketler olmasına rağmen. İşletmeleri hala tarım toplumundaki gibi yönetmemiz bizim, gelişmiş ülkelerle en önemli farkımızı oluşturyor. Maalesef bizler Heybeli Termal’den bilimsel manada yararlanamıyoruz. Bunun en büyük nedeni gelen bir müşteri nasıl olsa para verdim diye saatlerce sıcak suda kalıyor. Hatta dinlenip dinlenip tekrar sıcak havuza giriyor. (Dedim ya nasıl olsa para verdik!) Dinlenmek için de aşırı sıcak sudan sonra buz gibi mermerin üzerine öylece uzanıyor. Aklınca şifayı bulmak 241 için… Ve nihayetinde şifayı da buluyor. Sağlam gittiği heybeliden hastalanıp geliyor. Bunun bence en önemli gerekçesi yöntemsel bir sıkıntıdır. Başka bir ifadeyle termalden nasıl daha iyi yararlanabiliriz? Sorusunu sorgulamak gerekiyor. Yararlanmasını bilirseniz bu tip şifalı suların her birinin ayrı ayrı tedavi edici özelliği var. Bunlarla ne işim olur deyip kendinizi şifalı suların sıcaklığına teslim edersiniz. Şifayı bulup gelirsiniz. Bu sebeple bence kaplıcanın içine uyarıcı levhalarla müşteriler bilgilendirilmelidir. İkincisi yönetsel anlamda kaplıca ile çamuru ya da fizik tedaviyi birleştirebilmemiz gerekir. Üçüncüsü ve en önemlisi bu işi artık bilimsel hale getirebilmemiz gerekir. Hani ülkemizde adından çok bahsedilip, bir türlü gerçekleşmeyen “üniversite sanayi işbirliği”… Örneğin Dumlupınar Üniversitesi fizik tedavide bunu yaptı. Yani şifalı suyla, teknik bilgiyi (know how) birleştirdi. Zaten günümüzde sağlık turizminde son trend; olumlu çevre ve ılıman iklim koşullarında, sağlığı koruma ve rehabilitasyon programları sunmaktır. Aksi takdirde bu iş bizde hep yavan kalacaktır. Bizler de şifayı bulmaya devam edeceğiz! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 512, 12 Nisan 2010) COCA-COLA TÜRK FİRMASI OLSAYDI NE OLURDU? Bu sorunun yanıtını isterseniz hemen vereyim: “Kesinlikle, bir dünya markası olamazdı.” İyi ama neden? Eğer bir Türk firması olsaydı, tarihsel geçmişi şu şekilde olurdu: Hacı 242 Kolazade Kayseri’nin bir köyünde dünyaya gelir. Küçük yaşta ticarete çıraklıktan başlar. Ticarette para kazanmayı iyice öğrenir. Ticaret onun için bir tutku olmuştur artık. Ticarette adeta yapmadığı iş kalmaz. Çobanlık bile yapmıştır. Yine bir gün çobanlık yaparken, Kayserinin dağlarında yetişen kola ağacının yapraklarının ne kadar lezzetli olduğunu keşfeder. Bunu suyla karıştırıp şurup haline getirir. Artık bu şurup yaz aylarının en iyi ferahlatıcısıdır. Hacı Kolanın bu şurubu Kayseride dillere destandır. Kayserili olup da bu şurubu bilmeyen yoktur. Zamanla bu tat ülkenin her yerine yayılır. Hacı Kolacızade’de bunun üretimini modern fabrikalarda gerçekleştirir. Oğullarını da bu işe yerleştirir. Her biri üretimde, dağıtımda görevler alır. Adeta bu işin çıraklığından yetişirler. Kolacızade ailesi bu işten çok iyi paralar kazanırlar. Ve Kayserinin değil, ülkenin en zengin aileleri arasına girerler. Hacı Kolacızade, zamanla dört oğlunu da dillere destan bir düğünle evlendirir. Hacı Kolacızade’ya, torunlarını da görmek nasip olur. İşler tıkırında giderken oğlullarının eşleri şirkette hiç bir görevi olmamasına rağmen şirketteki işlere dışardan müdehale ederler. Bu müdehaleler artık önlemez hale gelince şirketteki huzursuzluklar baş gösterir. Hacı Kolacızade ne kadar oğullarıyla görüşsede şirketten kopmalar başlamıştır artık. Oğulları arasında çıkan çatışma şirketten ayrılmaları da beraberinde getirir. Sonra aynı sektörde faaliyet gösteren yeni şirketleri de ortaya çıkarır. Has Coca-Cola, Mis Coca-Cola, Öz Coca-Cola ve Hoş Coca-Cola isimleriye piyasada faaliyet gösterirler. Bu hikaye ülkemizde neden dünya markası çıkartamadığımızın hikayesidir. Maalesef pek çok şirketimiz kısır çekişmelerden ve küresel düşünemediğinden yerel kalıp gitmiştir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 511, 5 Nisan 2010) ASANSÖR TAKIM OLMANIN İNCELİKLERİ Asansör takım: bir ligde tutunamayıp küme düşen, fakat düştüğü kümeye bol gelip tekrar çıkan takımlara denir. Her yıl Türkcell Süper Lig’e çıkan takımlar bir şeyi gözden kaçırıyorlar. Şampiyon olan takımın omurgasıyla oynadıkları yetmiyormuş 243 gibi teknik direktörü değiştiriyorlar. Bu bence takımların yapmış olduğu en büyük stratejik hata bu durumdur. Takımın omurgası ile oynamasalar bu takımlar kesinlikle çok daha başarılı olurlar. Maliyet avantajını da unutmamak gerekir. Yani takımlar çok fazla gereksiz transfer yapmamış olurlar. Hatta daha büyük bir iddiam var. Süper lige çıkarken takımın kadrosunu hiç bozmasalar o takım süper ligde orta sıralarda mücadele eder. (Yükselen takım, nedense kendi oyuncularının çoğunun bir üst ligde yapamayacağını düşünerek, tecübeli kisvesi altında, üst lig görmüş oyuncuları kadrosuna katmaya çalışır ama ala ala bir önceki sezon küme düşmüş takımın oyuncularını alır. Söz konusu takımlar, büyüklere yem, taraftara eğlence, gazetelere haber kaynağı olurlar.) Hele bir de bu asansör takımlarımızın çok ilginç bir fantezisi var. Süper lige çıkar çıkmaz teknik direktörü değiştiriyorlar. Örneğin Bank Asya'dan bu sezon Turkcell Süper Lig'e yükselen Bucaspor Teknik Direktörlüğüne Bülent Uygun getirildi. Yoksa bilmediğimiz bir şey mi var? Teknik direktörleri ikiye ayrılır. Turkcell Süper Ligin teknik direktörleri ve birinci ligin teknik direktörleri…Siz takımı şampiyon yapın süper lige çıkarın. Ardından aynı ligde debelenmeye devam edin. Bir de özellikle teknik direktörün yabancı olması şartı var. (Daha havalı oluyor.) Bunları yaptınız bir de ne yaptığı belirsiz birkaç yabancı alın. Dedim ya bunları yapın asansör takım olun. En azından birinci lige düşseniz de seneye şampiyon olup taraftarlarınıza heyecan yaşatırsınız. Bu düşüncelerimi spor yazarı Ahmet Çakır ile paylaştım. Çakır aynen şunları söylüyor: “Söylediklerinize tek sözcük bile eklemenin gerekli olmadığı gün gibi ortada... Süper Lige yükselen takımların yöneticileri buraya gelince bazı aptallıklar yapmanın temel koşul olduğunu düşünüyorlar. Bunun sonucu da söylediğiniz gibi oluyor.” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 520, 7 Haziran 2010) 244 SENİN ŞİRKET, TORUNUNA KALIR MI? Türkiye’de şirketleri babalar kurar, oğullar yer, torunlar batırır. Nejat Eczacıbaşı Türkiye’de pek çok aile şirketi üçüncü kuşağa gelmeden yok oluyor. Ayakta kalanlar ise el değiştiriyor. 30-40 yıl önce kurulup bugünlere getirilen birçok şirketin torunlara kalmadığını görüyoruz. Öyle ki sayısı bir milyon 720 bini bulan şirketlerin yüzde 95’ini aile şirketlerinin oluşturduğu ülkemizde, pek çok şirketin ömrü ortalama bir insan ömrünü dahi bulmuyor. ABD’de, ikinci kuşağa kadar yaşayabilen aile şirketlerinin, oranı yüzde 20’yi geçmiyor ve hatta bu yüzde yirminin ise ancak yüzde 17’si üçüncü kuşağa kadar devam edebiliyor. Sonuçta, birinci kuşak tarafından kurulmuş olan 100 aile şirketinden sadece ve sadece 3.4 tanesi üçüncü kuşağa dek yaşamını sürdürebiliyor. İngiltere’de de aynı durum gözleniyor. İngiliz şirketlerinin sadece yüzde 3.3’ü üçüncü kuşağa devredilebiliyor. Türkiye’de ise üçüncü kuşağın yönetimine devredilen şirket oranı ise yüzde 10-15’ler arasında. Türkiye’deki şirketlerin ortalama ömrü ise 30-35 yıl. Aile şirketinde geçiş dönemi neden kritiktir? • İşi devreden aile büyüğü ile işi devralan aile ferdi arasında yaşanan kuşak çatışması • Kardeşler veya kuzenler arasındaki rekabet • Veliahdın kabul edilmemesi • Bir sonraki kuşağa devir planlamasının iyi yapılmaması • Ehil olmayan kişilerin yönetimde söz sahibi olması • Aile ‘liderinin’ işi zamanında terk edememesi • Yetenekli profesyonelleri aile şirketine çekmekte karşılaşılan zorluklar • Ailenin kültürü ile profesyonel yönetim kültürü arasındaki çatışma • Doğru ve işler bir ‘yönetsel’ yapı kurulamaması • Aile şirketlerinin kurumsallaşmakta geç kalması 245 Ülkemizde Dağılan Aile Şirketleri Uzan 2.kuşak Has 2.kuşak Cıngıllıoğlu 2.kuşak Mermerci (Akfil Tekstil) 1-2.kuşak Sultanahmet Köftecisi 2.kuşak Komili 3.kuşak Özgörkeyler 2.kuşak Hattat 1-2.kuşak Tatari 2.kuşak Karaca 2.kuşak Bezmen 3.kuşak Sipahiler 2.kuşak Vefa 4.kuşak Simavi 2.kuşak Üstünkaya 1-2.kuşak Karacan 2.kuşak Elginkan 2.kuşak Çiftçiler 1-2.kuşak Köllük (Boğaziçi İplik) 1-2.kuşak Peki Uzmanlar Ne Öneriyor? • Aile fertlerinin de diğer çalışanlar kadar çalışmaları gerekir. • Küçük şirketler hariç bütün aile şirketlerinde bazı kilit noktalarda aileden olmayan profesyonellerin istihdam edilmesinde yarar var. 246 • Sorunlar çok kötü hale gelmeden, yönetimdeki sorun ya aileden birine ya da profesyonel birine emanet edilmelidir • Profesyonel desteğin ikinci veya üçüncü kuşakta alınması şart. İş fazla büyümeden kurumsallaşmanın temelleri atılmalıdır. • İş ve görev tanımları yapılmalı ve yazılı kurallar haline dönüştürülmeli. • İşletme içi personel, satın alma, görev yetki vb. yönetmelikleri oluşturulmalı. • Yetki ve sorumlulukları dağıtarak profesyonel bir yönetim oluşturulmalı. • Aile bireylerini, yaştan itibaren mülkiyet ve gelecek kuşakların sorumluluğu konusunda yetiştirilmelidir. • Çalışanlarına adalet ve sadakat duygusu ile yaklaşılmalıdır. • Gücün kimde olduğu herkes tarafından görülebildiği için, kararlar hızlı verilmelidir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 562, 28 Mart 2011) YÖNETİMDE ÜÇ FİLTE TESTİNİ UYGULAMAK Yönetim, insanlara ilişkin bir şeydir. Görevi, insanları ortak performansı başarabilir duruma getirmek, onların güçlü yanlarını etkili kılmak; zayıflıklarını da önemli olmaktan çıkarmaktır. Peter Drucker Yönetim ve yöneticilik, insan yönetme bilimi ve sanatıdır. Ancak, yöneticilik % 60 sanatsal, % 40 bilimseldir. İşi yönetmek bilim, insanı yönetmek ise sanattır. Liderlik ise yönetimin sanatsal yönünü ifade ediyor. Ülkemizde maalesef yöneticiler çalışanlarına liderlik edemiyor. Bunun en önemli etkeni yöneticilerin palyatif tedbirlerle günü geçiştirmesi ve geleceğe dair vizyonlarının olmamasıdır. Machiavelli şöyle söylüyor: “Liderin kalitesini anlamak için çevresine bakın.” Yani liderlik edebilmek için yanı başınızdaki yardımcılarınızın iyi seçilmesi gerekiyor. Burada da maalesef yöneticiler eleman seçiminde pazardan karpuz seçerken gösterdiği özeni göstermiyor. Ülkemizde yetenek yönetimi yok anlayacağınız. Bunun yanında 247 çalışanları yönetirken sağdan soldan tek taraflı doldurmalarla onları yönetmeye kalkarsanız çuvallarsınız. Albert Einstein “Önyargıları yok etmek, atomu bile parçalamaktan zordur.” diyordu. Oysa günümüzde atom parçalanırken önyargılar giderilmiyor. Her insan farklı bir dünyadır. Ve bu insanların da bin kapısı vardır. Liderler bu bin kapıdan girmeye çalışırlar. Fakat bin kapıyı bırakın bir kapıyı kullanmadan çalışanınız hakkında peşin hüküm veriyorsanız, asla çalışanların gönlünü kazanamayan bir yönetici olup çıkarsınız. Eğitim, karizma, vizyon… liderlik için bunların hepsi şüphesiz önemli fakat ya adalet… Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav) “adalet iyidir, yönetici de olursa daha iyidir.” derken adaletin yöneticiler için en önemli ilke olduğunu söylüyordu. Söylentilere göre değil, sağdan soldan duyumlara göre değil yüreğinizdeki insan sevgisiyle insanı yönetin. Örneğin ABD'li işadamı Sam Chapman, sahip olduğu halkla ilişkiler şirketinde dedikoduyu yasakladı. Dedikodunun verimliliği düşürdüğünü belirten Chapman, uyarıya kulak vermeyen üç çalışanının işine bu nedenle son verdi. Chapman çalışanlarına "Eğer birinizi dedikodu yaparken yakalarsam sizi dedikodusunu yaptığınız kişiyle yüzleştiririm" uyarısında bulundu. Ya gül bahçenizde ki otlar… Ya da başka bir ifadeyle ne sütü, ne eti olan, yolu tıkayan kutsal inekler… Ayrık otlarını temizleyin… Gülleri çapalayıp bakımı ihmal etmeyin. Kutsal inekleri de kurban etmek için kurban bayramını beklemeyin. Kurumlarda değişimi yakalamak zordur. Bu sebeple değişime hız verin. Bir milat belirleyip lafla değil, yaptıkları icraatları yönetin. Çünkü “muhalefet söylem, iktidar eylemdir.” Eyleme geçin! Sokrates, saygıdeğer bir düşünür olarak Eski Yunan'da hatırı sayılır bir ün yapmıştı. Bir gün tanıdık biri, Sokrates’e rastladı ve dedi ki: “Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?” “Bir dakika bekle.” diye cevap verdi Sokrates: “Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna üçlü Filtre Testi deniyor.” “Üçlü Filtre mi?” “Doğru” diye devam etti Sokrates; “Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup; 248 söyleyeceğini gözden geçirmek iyi bir fikir olabilir. Bu, ona üç filtre testi dememin sebebi. Birinci filtre Gerçek Filtresi. Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?” “Hayır” dedi adam, “Aslında bunu sadece duydum ve...” “Tamam” dedi Sokrates; “Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, İyilik Filtresi'ni. Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?” “Hayır, tam tersi” dedi adam. “Öyleyse” diye devam etti Sokrates; “Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı: Yararlılık Filtresi. Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?” “Hayır gerçekten yaramaz.” dedi adam. “İyi” diye tamamladı Sokrates. “Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar bir şey değilse bana niye söylüyorsun ki?” İnsanları yönetirken değil hayatınızın her alanında bu üç filtre testi’ni kullanmanız, çok yararınıza olacaktır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 648, 19 Kasım 2012) HATALAR • Eğer bir berber bir hata yaparsa, bu yeni bir tarzdır... • Eğer bir şoför bir hata yaparsa, bu bir kazadır... • Eğer bir doktor bir hata yaparsa, bu bir müdahaledir... • Eğer bir mühendis bir hata yaparsa, bu yeni bir atılımdır... • Eğer ebeveynler bir hata yaparsa, bu yeni bir kuşaktır... • Eğer bir politikacı bir hata yaparsa, bu yeni bir hukuk kuralıdır... • Eğer bir bilim adamı bir hata yaparsa, bu yeni bir keşiftir... • Eğer bir terzi bir hata yaparsa, bu yeni bir modadır... • Eğer bir öğretmen bir hata yaparsa, bu yeni bir teoridir... • Eğer bir patron bir hata yaparsa, bu bizim hatamızdır... • Eğer bir personel bir hata yaparsa, bu bir "HATA" dır 249 9 PAZARLAMA 250 İŞ DÜNYASINDA BAŞARININ ANAHTARI, MÜŞTERİ MEMNUNİYETİNDEN GEÇER Güler yüzlü olmayan dükkan açmamalı. Çin Atasözü Son yıllardaki ekonomik durgunluk ve tüm dünyada azalan müşteri talepleri, girişimcilere çok önemli bir ders verdi. Müşteriler bir işletmenin sahip olabileceği en önemli varlığıdır. Unutulmaması gereken bir konu müşterilerin alışveriş yaparken duygusal bir ilişki kurmasıdır. Bu sebeple müşteriler; sevmedikleri, kendilerini iyi hissetmedikleri işletmeler yerine, önemsendikleri ve mutlu oldukları işletmelerde tüketim yapmayı tercih ederler. Görüldüğü gibi iş dünyasının en önemli kavramı müşteri memnuniyetidir. Çünkü müşteri olmazsa gelir olmaz, gelir olmayınca da işletme olmaz. Dadidav ve Uttal’a göre “Olumsuz söz, büyük lanettir. Memnun olmayan müşterinin sesi, memnun olandan daha gür çıkar.” Araştırma sonuçlarına göre memnun müşteri memnuniyetini beş kişiye söylerken, memnun olmayan müşteri memnuniyetsizliğini yirmi bir kişiye söylemektedir. Rafarel Agua’ya göre, “Gerçek kar sadık müşterilerden elde edilir. Sadece memnun olmuş müşterilerden değil.” Günümüzde tüm girişimciler müşterinin önemini fark etmek zorundadırlar. Girişimciler, müşteriyi memnun müşteriye, memnun müşteriyi sadık müşteriye, sadık müşteriyi taraftar müşteriye, taraftar müşteriyi fanatik müşteriye, dönüştürmek zorundadırlar. Bunun temelinde şu felsefeyi yakalamış olmalıdırlar. Müşteri daima haklıdır. İkinci kural, müşterinin haksız olduğu durumlarda birinci kural geçerlidir. Girişimciler için tek bir kişi bile önemlidir. Bugün bir müşteri kaybedilirse yerine birden yenisi gelmez. Chang Labovitz ve Rasonsky’e göre “Dünya çapındaki kuruluşlar müşterilerini sevindirmek için var olurlar.” Çünkü iş dünyasında memnun olmayan müşteri geri dönmez. Amerika’da yapılan bir araştırmada “müşteriler bir işletmeyi neden terk ederler?” konusu araştırılır. Araştırmada, “şirket çalışan ya da temsilcilerinin ilgisizlikleri yüzünden müşteriler şirketleri terk eder” sonucu % 68’le birinci sırayı 251 almıştır. Wolkswagen eski üst düzey yöneticisi Jose Lopez, müşteri memnuniyeti ile ilgili şunları söyler: “Kafayı mutlu olmaya takmışsanız ona hiçbir zaman erişemezsiniz. Ama başkalarına hizmet etme hususunda yoğunlaşırsanız mutluluk derhal gelecektir. Ayın şey endüstri için de geçerlidir. Kar aramaya takmışsanız karları asla bulamayacaksınız. Ama müşterileri tatmin etme üzerine odaklaşırsanız her şeyi kazanacaksınız.” Uluslararası Yönetim ve Teknoloji Danışmanlığı Şirketi Accentura, dünyanın önde gelen araştırma kuruluşlarından Wirth’in Worldwide ile Fortune 1000 şirketlerinin 150 üst düzey yöneticisini kapsayan görüşmeler yoluyla 2002 yılında yapılan araştırma sonuçlarına göre: Müşteri İlişkileri Yönetimi (CRM) ve müşteri sadakatine odaklanmanın en büyük hedef olduğunu belirten yöneticilerin oranı % 91 ile birinci sırada olmuştur Türk ticaret hayatında yetmiş yıl gibi bir süre hizmet vermiş olan Vehbi Koç, her bayi toplantısında söylediği, “İtibar otuz yılda kazanılır, bir günde kaybedilir” sözleri bugün hala izlerini sürdürmektedir. John Guaspari der ki; “Müşteri, “bu o değil” diyorsa, o zaman gerçekten, bu o değildir.” “kurumsal yaşamın gelgiti içinde, çok temel bir gerçeği kolaylıkla unutabiliriz: kuruluşunuz müşterilerinize değer sağlamak amacıyla vardır.” “Müşterilerin beklentilerini karşılamaktan daha öncelikli beklentileriniz varsa, kefareti ödenmeyecek kadar büyük bir günahın içerisindesiniz” demektir. General Motors’un araştırma birimi, 1993 yılında bir araştırma yaptı. General Motors bu araştırmayla, müşterilerinin, şirketin ürünlerini seçme nedenlerini saptamaya çalıştı. Araştırma sonuçları ilginç nedenler ortaya çıkardı. Müşterilerin Genaral Motors ürünlerini seçmelerinin birinci nedeni, telefona yanıt veren bayan personelin konuşma biçimi; ikinci nedeni, müşteri ilişkileri müdürünün davranışları; üçüncü nedeni ise ödeme çeklerini bıraktıkları muhasebe birimindeki personelin davranışlarıydı. Beklenenin tersine, seçme nedeni olabilecek hiçbir ürün özelliği, ön sıralarda yer almadı. Bu çarpıcı sonuçlar, General Motors yöneticileri kadar, araştırmanın sonuçları ile ilgilenen diğer yöneticileri de şaşırtırken, bir gerçeği de ortaya 252 koyuyordu. Yoğun rekabet ortamı, küreselleşme, bilgi teknolojisinin gelişimi, yoğun ileri teknoloji kullanımı, çeşitli kuruluşların ürettikleri aynı tür ürünler arasında pek farklılık bırakmamıştı. Ürün özellikleri, ürün kalitesi, ürün fiyatları bir birine yakındı. Farklılığı ortaya çıkaran ürünün pazarlamasında sunulan hizmetin kalitesiydi. Farklılığı ortaya çıkaran müşteri ilişkileriydi. Girişimciler için çok önemli olan müşteri memnuniyetinin safhaları vardır. Girişimcinin nihai amacı müşterilerini fanatik müşteri haline getirebilmektir. Fanatik müşteriye en iyi örnek Harley Davidson firmasıdır. Harley Davidson sadece motosiklet değil bir yaşam tarzıdır. Vazgeçilemez bir anlayıştır. Müşterilerinin Harley Davidson dövmesi yaptırması ise en ilginç örnektir. Girişimciler şunu çok iyi bilmelidir ki bir ürün ya da hizmet bir müşteriye satılınca amaca ulaşılmamıştır. Alışveriş, müşteriyle, firma arasında oluşan sonsuz bir ilişki halidir. 1930’larda Henry Ford’un T modeli siyah Edsel marka otomobili üretirken başlangıçtaki tek ve de iyi niyetli amacı, tek model otomobili üretip, hisse senetlerini de mükemmelleştirmek, maliyetlerini düşürmek ve otomobilin herkes tarafından alınabilirliğini sağlamaktı. “Daha çok sat, karlı sat” temel felsefesiydi. Hatta bunun için Ford’un herkesçe kullanıldığı “sunacağınız otomobil hangi renk olursa olsun, yeter ki siyah olsun” sözü özdeyiş haline gelmişti. Ford tüm otomobiller ucuz olsun diye siyah renkle yapıyordu. Fiyat bakımından da farklılaştırılmamış pazarlama uygulanıyordu. Fakat sonradan ünlü Amerikan General Motors (GM) firması “zevkler ve renkler tartışılmaz” sözüne uygun olarak, değişik pazar dilimlerinin değişik renk isteklerine cevap veren otomobiller yapınca Ford firması rekabette geri plana düşmüştür. Çünkü Ford firması tüketici yönlü olması gerekirken üretim yönlü kalmıştır. Aynı örneği cep telefonları için de verebiliriz. Cep telefonları da ilk çıktığı zaman tüm firmalar tarafından siyah olarak üretiliyordu. 1995 yılına gelindiğinde bazı firmalar cep telefonlarının çeşitli renk ve desenlerde çıkararak tüketicilere birçok alternatifler sunarak tüketici odaklı 253 olmuştur. Robert Bosch’un “İnsanların güvenini kaybetmektense, para kaybetmeyi tercih ederim” sözü iş dünyasında müşterilerin güvenini kaybetmemenin ne kadar önemli olduğunun en güzel ifadesidir. Temel değerlerin ve müşterinin güvenini kaybetmeme fikrinin şirket kararlarını nasıl etkilediğini 1982 yılındaki Johnson and Johnson firmasının Tylenol örneği ile daha iyi açıklayabiliriz. 1982 yılında Tylenol ürününü kullanan kişilerin öldüğü raporları ortaya çıkınca, Johnson and Johnson firması ürününü piyasadan çekip, 31 milyon kapsülü imha etmiştir. Böyle bir karar inanılmaz bir maliyeti ortaya çıkarmıştır. Fakat firmanın itibarını korumasının başka bir çaresi de yoktu. Çünkü bu firmanın içinde 40 yıl önce yerleştirilmiş bir karardı. Johnson and Johnson’da kurum kültürü, birbiri ile bağlantılı dört parçadan oluşmaktadır. Bunlar: 1.Müşteriye hizmet ilk sırada yer alır. 2.Çalışanlara ve yöneticilere hizmet ikinci sırada yer alır. 3.Topluma hizmet üçüncü sırada yer alır. 4.Hissedarlara hizmet ise son sırada yer alır. Böyle bir kurum kültürünü dikkate aldığımızda, inanılmaz maliyet boyutuna karşın, müşteriler tarafından güvenilen kurum imajı değişmemiştir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 514, 26 Nisan 2010) BOLVADİNLİ ÜRETİR AMA PAZARLAYAMAZ! Pazarlama sadece pazarlamacılara bırakılmayacak kadar önemli bir iştir. David Packard Bolvadin’de bir hastalığa yakalanmışız. Hastalığın adı Üretmek. Üretmek, bir hastalık olabilir mi? Evet eğer sadece üretip bunu satamıyorsanız, bu ciddi bir hastalıktır. Bolvadin’de iş dünyası üretiyor ama pazarlayamıyor. Yapılan işlerde nedense işin pazarlama ayağı hep eksik kalıyor. Oysa günümüzde şirketler satabilecekse, üretmek peşinde. Satamayacağı ürünü günümüzde pek çok işletme üretmiyor. Hatta üretim işini bugün çoğu işletme Çin, Hindistan ve bu gibi 254 emeğin, enerjinin ve vergilerin düşük maliyetli olduğu ülkelere kaydırdı. Bugün iş dünyasında üretim dönemi bitti. Artık pazarlama dönemini yaşıyoruz. Bu sebeple pazarlamaya ağırlık vermek gerekiyor. Bolvadin’de yapılan tavuk çiftlikleri, yapılan ama çalışmayan un fabrikası, mantar gibi çoğalan öğrenci yurtları bunun hazin örneğidir. Tüm bunlar Bolvadin’in işin üretim derdinde olduğunu ama pazarlamayı hep ihmal ettiğini gösteriyor. Hele Bolvadin’de bir markete gidip aldığım yumurtanın Bolvadin’den değil de başka bir yerden geldiğini öğrenince canım çok sıkılıyor. Lütfen söyler misiniz, kendi pazarına hâkim olmayan başka pazarlara nasıl hâkim olabilir? Hiçbir mazeret bu durumu açıklayamaz. Bolvadin’de olup kırtasiyecilik yapan pek çok kişi “Bolvadin’de kitap satılmaz.” dese de işi bilen satıyor. Bu yaz bir ay açık kalan kitap fuarı bunun bekli de en güzel örneği. Demek ki Bolvadin’de kitap da satılır ama Bolvadinli satamaz. Zaten bu işi yapanlar da ya Afyon’dan ya da Konya’dan geliyorlar. Yazımı memleketimizde gerçekleşmiş bir hikâye ile bitiriyorum. Bir şirket vakti zamanın da Bolvadin’de imal ettiği ürünleri çevre il ve ilçelere satıyormuş. İşler istenilen seviyede değilmiş. Ne zaman şirkete bir pazarlama müdürü almışlar, işler beklenenin de üzerine çıkmış. Yalnız bir problem varmış. Şehirlerdeki bağlantıları gerçekleştiren bu müdür çok yüksek bir maaşla çalışıyormuş. Bu şirketin sahibinin gözüne batsa da işler iyi gittiği için seslenemiyormuş. Artık öyle bir zaman gelmiş ki: şirketin sahibi: “Biz bu müdür olmadan da işleri götürürüz. Nasıl olsa artık her yerde bağlantımız var.” diye düşünmüş. Nihayet yüksek maaşıyla sürekli gözüne batan pazarlama müdürünü gerekçesiz şirketinden kovmuş. Onun yerine hem Bolvadinli hem de bu işi daha düşük maaşa yapacağına inandığı birini getirmiş. İşler ilk zamanlar iyi gitse de sonraları siparişler birer birer azalmış. Şirketin sahibi hata ettiğini anlasa da artık iş işten geçmiş. Sonra ne mi olmuş? Şirket sırf ürünlerini üretip satamadığından batmış. Evet, Bolvadinli üretir ama pazarlayamaz. Çünkü pazarlama ciddi bir iştir. Pazarlama, sistematik ve karmaşık bir kavramdır. Nasıl ev ödevini 255 yapmadığınız dersin hocasından fırça yerseniz, piyasada pazarlamada ev ödevini yapmayan firmayı en büyük cezaya çarptırır. Hangi işi yaparsanız yapın işin pazarlama yanını unutmayın. Unutmayın ki “Nasıl olsa satarız” günleri artık mazide kaldı. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 538, 11 Ekim 2010) TARİHİ BOLVADİN EVLERİ’Nİ PAZARLAYAMADIK Gazete ve dergilerin arşivlerinde geleneksel Türk evlerinden dönüştürülen otel, pansiyon ve kafelerle ilgili haberleri okuyorum. Örneğin bir haber aynen şu şekilde: “Tarihi konaklarıyla ünlü Karabük'ün Safranbolu ilçesi ile doğal güzellikleriyle tanınan Bartın'ın Amasra ilçesine, dört günlük tatilde turistler yoğun ilgi gösterdi. Soğuk ve yağışlı havaya rağmen tarihi sokakların günübirlik 22 bin 500 ziyaretçiyle dolduğunu belirten Safranbolu Belediye Başkanı, şöyle konuştu: ''Geleneksel Türk evlerinden dönüştürülen otel ve pansiyonlarda kalanların yanı sıra günübirlik gezide bulunanlar, esnafın da yüzünü güldürdü. Gelen turistler arasında 800 civarında da yabancı turist var. Turistlerimize belediye bünyemizin yanı sıra acente ve özel çalışan 50 civarında rehber hizmet verdi.'' Bunun yanında 2005 yılında başlatılan “Eskişehir Odunpazarı Evleri Yaşatma Projesinin” tamamlanmasıyla birlikte Eskişehir’in yılda üç yüz bin ziyaretçiyi ağırlayacağını öğreniyorum. Biliyorsunuz Kütahya ve Afyon gibi çoğu şehirler, yöresel evlerini restore ederek bunları ekonomiye kazandırdılar. İlçemizde de bazı tarihi evlerin restorasyonu yapıldı. Maalesef bu evleri dış restorasyonlarının yapıldığı halde ekonomiye kazandıramadık. Bu bence çok ciddi bir problemdir. Ülkemizde tarihi evleri restore edip ekonomiye kazandırma trendinden maalesef Bolvadin olarak biz nasibimizi alamadık. Oysaki bu evlerin iç restorasyonu da yapılıp ve ekonomiye kazandırılsaydı Bolvadin’i daha iyi tanıtabilirdik. Günümüzde eski evler butik otel, restoran ve kafe tarzında iş yapıyorlar. Bizde ise çoğu tarihi evin restorasyonu bile yapılmadığında dökülüyor. Bolvadin’i bir Safranbolu yapalım demiyorum. Ama bu ilçeye gelip de tarihi 256 Bolvadin evlerini görmek isteyen çok kişinin olacağını düşünüyorum. Örneğin bize çok sıradan gelen pek çok şey ilçemizdeki üniversite öğrencilerinin ilgisini çekebiliyor. Atarabaları, patpatlar ve bence en önemlisi tarihi Bolvadin evleri… Umarım tarih bizi, Bolvadin’in eski evlerini pazarlayamadığımız için yargılamaz. Sürekli yazılarımda pazarlamanın ne kadar önemli olduğundan bahsediyorum. Yukarıdaki resim eski aktör Sir Henry Irving’in Londra’da kaldığı evin üzerinde yer alıyor. Düşünsenize yönetmen Yücel Çakmaklı’nın kaldığı evde böyle bir tabela var. Güzel olmaz mı? Bir tabela deyip geçmemek gerekiyor. Bakış açısı pazarlamada her zaman büyük önem taşıyor. Bolvadin olarak değerlerimizi, kültürümüzü ve zenginliklerimizi dünyaya bu şekilde sunmalıyız. 257 BİR FIKRA Papaz ve maliyeci, aynı gün ölmüşler. Maliyeci cennete, papaz da cehenneme gitmiş. Papaz, bu duruma itiraz edip, ilgili melekle görüşmeye gitmiş; “Ben bu uygulamanızı adil bulmuyorum. Dünyada tam 55 yıl süre ile kilisede kendimi insanlara ve onları doğru yola yönlendirmeye adadım. Herkese iyilik ettim. Siz de tuttunuz beni cehenneme, çok kişinin canını yakan maliyeciyi de cennete gönderdiniz. Bu nasıl olur?” Melek tebessüm ederek; “Haklısın, bu dediklerini ve yaptıklarını biliyoruz. Ancak sen ne zaman kilisede vaaz vermeye başlasan, insanlar seni dinlerken hep uyukladılar. Maliyeci ise ne zaman bir işyerine vergi incelemesine gitse, oradakiler bildikleri tüm duaları okudular.” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 536, 27 Eylül 2010) İŞ DÜNYASINDA NİŞ PAZARLAR MODA İş arayan birinin “Ne iş olsa yaparım, ağabey…” demesi bizde klişeleşmiş bir problemdir. Her işi yapıyor olmak ya da uzmanlaşmamak ülkemizde sadece iş arayanların bir problemi değildir. Maalesef girişimcilerimiz de “Ne iş olsa yaparız.” anlayışına sahiptir. Bir dönem Alarko-Carrier’in reklâmında girişimcinin söylediği gibi: “Un fabrikam, benzin istasyonum, market, yağ fabrikam var, bunun yanında yarın yeni bir işyerimin de açılışını yapıyoruz.” Ardından reklâm sloganı giriyor. “Alarko sadece uzman olduğu işi yapar deyip,” izleyiciye mesajı veriyordu. Her işe bir şekilde yatırım yapmak geçmişin önemli rekabet stratejisiydi. Oysa günümüzde özellikle küreselleşmeyle birlikte artan rekabetle işletmeler sadece uzman oldukları işleri yapmak zorundadırlar. “Ya herkesin yaptığı bir işi hiç kimsenin yapmadığı kadar iyi yapın ya da hiç kimsenin akıl edemediği işleri bulup yapın.”diyen Rahmi Koç günümüzde rakiplerden farklı işler yapmanın bir zorunluluk olduğunu vurguluyor. Niş pazara girmek de burada karşımıza çıkıyor. Herkesin yaptığı bir işi yaparsanız herkesin kazandığı paraya razı olursunuz. Ama hiç kimsenin yapmadığı işi yaparsanız fiyatı siz 258 belirlersiniz. Çünkü rakibiniz yoktur. Niş pazarlar daha önce hiçbir girişimcinin fark etmediği ya da fark etse bile girmeye değer bulmadığı pazarlar olduğu için başlangıçta rekabet yoktur. Girişimciler niş pazarların ihtiyaçlarını son derece iyi analiz etmeliler. Böylece memnun müşteriler, yüksek fiyatları ödemeye razı olacaklardır. Örneğin: Ferrari son derece yüksek fiyatlı bir otomobildir. Çünkü onun sadık müşterileri hiçbir otomobilde ürün, hizmet ve üyelik gibi faydaları bulamayacağına inanırlar. Günümüzde hangi sektörde olursa olsun, yaptığı işte yeni bir çığır açan, yapılmayanı yapan ve bunu uygulayan girişimcilerin gelecekte rekabet şansı büyüktür. Niş pazarlarda farklı ürünler ya da hizmetler geliştiren girişimciler söz konusu rekabette büyük rekabet avantajı elde edeceklerdir. Çok güzel bir Hint atasözü vardır: “Bir şeyin yapılmaz olduğunu düşünerek uyuyakalma; böyle yaparsan bir başkasının bu yapılmazı yaparken çıkardığı gürültüyle uyanırsın.” İş dünyası yapılmaz denen şeylerin bir anda yapıldığına şahitlik etmiştir. Tarih sayfaları yapılmaz denen işleri başaran girişimcilerle doludur. Peki Bolvadin’in niş pazarları var mıdır? Girişimcilerimizin girmeye cesaret edemediği ya da fark edemediği niş pazarlar nelerdir? 1.Tarihi Bolvadin evlerini restore ederek gerçek bir Bolvadin Evi yapmak ve burada yöresel lezzetleri halkın hizmetine sunmak. (İlçemizde bazı tarihi evlerin zaten dış restorasyonu gerçekleştirildi.) 2.İngilizce ve bilgisayar kursu verebilecek eğitim kurumu. 3.Yemek fabrikası. Çay’da var. Bolvadin’de olmaması için sebep ne olabilir? 4.Organizasyon şirketi. 5.Pazarlama şirketi. Ulusal bazda Bolvadin’e mahsus ürünleri (et, yumurta, süt ürünlerini pazarlayacak) 5.Fidancılık işletmesi. 6.Hobi bahçesi. (Emekliler ve toprakla meşgul olmak isteyenleri hedef alan bir pazar seçilmeli) 7.Outdoor reklâmcılık. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 504, 15 Şubat 2010) 259 BOLVADİN’İ KONUMLANDIRAMADIK Konumlandırma, ürüne ne yaptığınız değildir. Konumlandırma müşterinin aklına girmek için aptıklarınızdır. Yani ürün ile müşterinin zihninde oluşturduğunuz şeydir. Kendinizi burada nasıl farklılaştırdığınızdır. Al Ries ve Jack Trout Konumlandırma pazardaki müşterilerin zihninde oluşan algıdır. Başka bir ifade ile konumlandırma; pazarlamacıların kendi ürün, marka veya şirketi için hedef pazarındaki müşterilerin zihinlerde bir imaj veya kimlik oluşturma çabasıdır. Bolvadin’i konumlandırmak ise bireylerin zihninde oluşan Bolvadin algısıdır. Günümüzde her ülke kendini ve şehrini farklı bir şekilde konumlandırmış durumdadır. Örneğin Helsinki, Stokholm, Kopenhag ve Chicago şehir pazarlama departmanları kurarak, konumlandırma stratejisi geliştirerek, projeler üreterek şehirlerinin gelirlerini artırmıştır. Ülkemizde de Antep baklavasıyla, Kayseri sucuk ve pastırmasıyla, Safranbolu evleri ile kendini konumlandırmaktadır. Afyon’daki ilçelerimizden Bayat kökboyalı kilimlerle, İsçehisar mermerle, Sandıklı leblebi ve termal turizmle kedini konumlandırmışlardır. Peki ya Bolvadin kendini nasıl konumlandırıyor? Bence Bolvadin’in ciddi bir konumlandırma sıkıntısı var. Lütfen söyler misiniz, Bolvadin’de Heybeli Termal Tesisleri ile ilgili bir reklâm ilan var mı? Bırakın başka ilçeleri Bolvadin’de Bolvadinliye Heybeli Termal Tesislerini tanıtabiliyor muyuz? Heybeliyi tanıtan billboardlar, ilan panolarını şehrin belirli yerlerine yerleştirmek çok mu masraflı? Örneğin Aksel otobüsleri üzerindeki resimlerle Akşehir’in konumlandırmasına olumlu yönde katkıda bulunuyor. Bizde de Haskaymak otobüslerinin üzeri Bolvadin’i ve Heybeli’yi anlatan resimlerle süslenebilir. Bu otobüsler gittikleri her yerde Bolvadin’i anlatmış olur. Peki bunları düşünmek için NASA’da mı çalışmak gerekli? Başka tesisler bırakın kendi şehirlerini şehirlerarası yollarda bile kendi reklâm panolarını yerleştirmişler. (Kütahya Tütav, Oruçoğlu gibi) Bunu yapmak için özel sektör mü olmak gerekiyor? Dünya’da ilk toplu iş sözleşmesinin 1766 yılında Kütahya`da imzalanmış. Kütahyalılar bunu şehrin en görünebilir 260 yerine dev bir panoya yazmışlar. “Dünya’da ilk toplu iş sözleşmesinin Kütahya`da imzalandığını biliyor musunuz?” diye. Amaç şehri konumlandırabilmektir. Bu bağlamda Bolvadin’in de bir şeyler yapması gerekiyor. Çünkü bir ilçe için insanların zihinlerinde olumlu yer edinmek oldukça önemlidir. Bolvadin’de birkaç yıl kalmış kişilerin beyninde acaba Bolvadin nasıl bir yer ediniyor? Ben açıkçası Bolvadin imajının olumsuz olduğunu düşünüyorum. Fakat iyi bir konumlandırma stratejisi geliştirilirse bunun rahatlıkla pozitif yönde değişeceğini düşünüyorum. Yıllar önce yüksek okulumuzda bazı öğrencilerinin “Hocam ‘Kim 500 Milyar İster’ yarışmasında Türkiye’nin en geri kalmış ilçesinin Bolvadin olduğu söylendi. Doğru mu?” Sorusuyla çok karşılaştım. Oldukça da üzülmüştüm. Böyle bir sorunun sorulmuş olmasının mümkün olamayacağını, ifade etsem de ne kadar inandırıcı olabildiğimi bilmiyorum. Siz ilçenizi bir şekilde konumlan-dıramazsanız başkaları kötü bir söylemle konumlandırır. Unutmayın ki iyi sunulmayan güzel çirkinden farksızdır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 550, 3 Ocak 2011) Aksel gittiği her yerde Akşehir’in konumlandırmasına katkıda bulunuyor. 261 ŞEHİRLER, SEMBOLLER VE BOLVADİN Semboller, insanlara özel bir anlam ifade eden objelerdir. Şirket logoları, bayrakları ve ticari unvanlar, kolayca hatırlanıp akılda kalabilecek sembollerdir. Örneğin Mercedes’in üç köşeli yıldız logosu, kaliteyle eş anlamlı bir semboldür ve akılda kalan bir şeydir. Aynı şekilde McDonalds’ın sarı yay şeklindeki işareti en küçük çocuğa bile McDonald’s’ın nerede olduğunu işaret edebilir. US Air Force 1 çağrı adlı uçak ABD başkanını sembolize eder. Her marka bir semboldür ve bunların anlamları vardır. Markalar için sembol nasıl önemli ise marka bir şehir olmak için de sembollere sahip olmak çok önemlidir. ABD denilince Özgürlük Anıtı, Fransa denilince Eyfel, İngiltere denilince Big Ben, Almanya denilince Brandenburg Kapısı, Hindistan denilince Tac Mahal ilk akla gelir. Peki İstanbul denilince aklınıza ilk ne gelir? Muhtemelen Kız Kulesi ilk sıradadır. Örnekleri sıralayabiliriz. İzmir denilince akla ilk Saat Kulesi gelir. Çanakkale denilince akla ilk Şehitlik Abidesi gelir. Konya denilince akla ilk Mevlana türbesi gelir. Ankara denilince akla ilk Anıtkabir gelir. Trabzon denilince akla ilk Sümela Manastırı gelir. Bursa denilince akla ilk Ulu Camii gelir. Kütahya denilince akla ilk çiniden yapılmış dev vazo gelir. Peki Bolvadin denilince akla ilk ne gelir? Ya da akıllara ne gelmesi gerekir? Bu durumda iki seçenek var. Ya popüler ve farklı yapılara sahip olmalısınız. (Ki bunu Türkiye’de en iyi Safranbolu yapıyor. Eskişehir hatta Afyon’da bu trendi takip ediyor.) İkinci seçenek ise şehri iyi ifade eden sembollere sahip olacaksınız. Maalsef Bolvadin hiçbir şeyden çekmedi sembollerden çektiği kadar. Eskiden şehir merkezinde tabakta kaymak figürünü işleyen bir havuzumuz vardı. Daha sonra kaymağın memleketi olduğunu düşündüğümüz ilçemizde Çınar Altı‘nda boğa heykeli yerleştirildi. Bu ilçemizde çok tartışıldı. Yine Dudayev Parkına saat kulesi yapıldı ama saatin dijital olması tartışıldı. Büyük haşhaş figürü eski hastane yoluna yapıldı ama o da uzun süre kalıcı olmadı. Kısacası Bolvadin’de bu saydığım sembollerden hiçbiri kalıcı olmadı. Günümüzde bu tür semboller şehirlerin pazarlanabilirliliğinde çok önemli. Ama 262 bu konuda Bolvadin çok bahtsız. Örneğin Çay ilçesindeki dörtyolda bulundan kiraz sembolü oldukça güzel işlenilmiş. Çay’ı çok iyi ifade ediyor. Yine Afyon’da haşhaş kapsülü içinde Karahisar kalesini anlatan sembol oldukça profesyonel duruyor. Bolvadin’in de vakit kaybetmeden kamu oyununda desteğini alarak sembolünü seçmesi gerekiyor. Bunun yanında şehir merkezinde yer alan tarihi evlere tekrardan bakmamız gerekiyor. Geçenlerde öğrencimin gönderdiği çalışma beni çok etkiledi. Galiba Bolvadin’e bir de üniversite öğrencilerinin gözünden bakmak gerekiyor. Resimleri sizlerle paylaşırken bu çalışmayı yapan değerli öğrencim Aytaç Ersoy’a da teşekkür ediyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 568, 9 Mayıs 2011) 263 Çay‘da bulundan sembol, Çay’ı çok iyi ifade ediyor. 264 ŞEKER HOCA ANLADI AMA SEN ANLAYAMADIN Gelişen teknoloji ile birlikte tüketicilerin ihtiyaç ve talepleri gün geçtikçe artmaktadır. Birçok üreticinin olduğu bu ticari pazarda müşteri ihtiyaçlarına karşılık verebilmek için farklı olmak gerekir. Ama farklı olmak da yeterli olmayabilir. Çünkü bu farkı hedef kitlenize hissettiremez ya da açıklayamazsanız sizde diğerlerinden farksız olursunuz. Sizin ürünlerinizdeki farkı hedef kitlenize sunmanın ya da anlatmanın en iyi yolu reklamdır. Bu sebepledir ki reklâm müşterilere ulaşmanın ve farkınızı hissettirmenin en pratik yoludur. Tüketiciler, internet, televizyon, radyo, cep telefonu ve gazete gibi reklâm araçlarıyla reklâm bombardımanına tutuluyorlar. Böyle olunca da günümüzde teneffüs ettiğimiz hava; azot, oksijen ve reklâmlardan oluşuyor. ABD eski başkanı Franklin D. Rosvelt “Dünyaya bir daha gelecek olsam, reklâmcılık yapmak isterim.” diyerek reklâmın ve reklâmcılığın önemini anlatmak istemiştir. Buna rağmen günümüzde pek çok girişimcimiz reklâmın önemini kavrayamamıştır. Malatya Şeker Camii'nin “Şeker Hocası” nın ilginç öyküleri sadece Malatyalıları değil tüm ülkede dilden dile dolaşıyor. İsterseniz onu kendi dilinden dinleyelim: “Bir zaman cami yeni yapıldığı zamanlarda dört avize gerekiyordu. Halde çalışan birine; “Sen camiye avizeleri getir, ben senin reklamını yapayım!” dedim. Cami doluyken cemaate; “Namazın farzı kaç diye sorsam aranızda bilen olur, bilmeyen olur. Haydi ondan da vazgeçtim. Abdestin farzını sorsam onu da bilen olur, bilmeyen olur.. Ama kaliteli, ucuz sebze ve meyvenin hal binası No: 47 Şahin Topaloğlu’nda satıldığını bilip oraya gidersiniz!” dedim. On beş gün sonra avizeleri getirdi. “Hocam, gelen giden benim dükkânı soruyor, caminin başka ihtiyacı var mı?” diye sordu.” Şeker Hoca caminin problemini kendi usulüyle yaklaşıp çözmüş. Evet cami hocası bile reklamın önemini kavradığı günümüzde maalesef girişimcilerimiz reklamın önemini kavrayamamıştır. Oysaki iyi bir reklâm stratejisi olsa ciddi satışlar da arkasından gelecektir. Milyarları elinde oynattığı halde reklama para verirken eli titreyen ya da ne gereği var kardeşim diye düşünen esnaflar hep kaybediyor. Gelecekte de kaybedecekler. İş 265 dünyasında reklâmın sermaye kadar önemli olduğu anlatan bir hikâye ile yazımı bitiriyorum. Yahudi, son nefesini verirken iki oğlunu yanı başına çağırarak vasiyetini açıklamış: “Size yüz altın miras bırakıyorum. Bu yüz altının seksenini reklâma harcayın kalanını da sermaye yapın” Şimdi soruyorum: Horan Parkındaki su deposu Heybeli Kaplıcalarının reklamı için düzenlenemez mi? Bolvadin’in içinde Heybeli Kaplıcalarının Bolvadin’e ait olduğunu anlatan bir reklam var mı? (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 473, 13 Temmuz 2009) NİŞ PAZARDAKİ BOŞLUĞU DOLDURUN! Büyük girişimciler boşlukları doldurmak ve yeni bir şey ortaya koymak için çalışırlar. Charles Handy Bu haftaki yazımın temel amacı, iş yaptığınız ya da yapmak istediğiniz sektörde halen yeni bir şeylerin yapılabilecek ve para kazanılabilecek olmasıdır. Gerçekten de “Artık, yeni bir ürün ya da pazarlama tekniği geliştirilemez; çünkü artık o işte yapılması gereken her şey yapıldı.” denildiğinde dahi, gerekli araştırmalarınızı gerektiği şekilde yapabilirseniz, mutlaka pazarda yer edinebileceğiniz yeni bir şeyler vardır. Yeter ki görmesini bilin! Aslında, doymuş gibi görünen birçok alanda halen yapabileceğiniz bir şeylerin var olduğunu görebilmelisiniz. Mesela, yüzlerce firma yoğurt üretip pazarlıyor, diye düşünseydi, meyveli yoğurtlar hiçbir zaman piyasaya sürülmezdi! Demek ki yoğurt pazarı bile doymuş olarak görülmemiş birileri tarafından... İçinizdeki yatırım ruhunu canlı tuttuğunuz takdirde, yeni şeyler keşfetmeniz hiç de zor olmayacaktır. İsterseniz bunu “doymuş pazar” olarak değil, “benzer ürün ve hizmetlerle aşırı düzeyde doldurulmuş sektörler” şeklinde değerlendirelim. İyi bir girişimci, ürününün yeniliğinden çok, sektördeki uygulamalarını rakiplerinden farklı olarak gerçekleştirme çabasındadır. Bunu iki maddede verebiliriz: “farklılık” ve “yenilikçilik”. Bunları dikkatle ve zamanında uygulamanız halinde, “doymuş pazar” diye bir şey olmadığını görürsünüz. Ünlü strateji gurusu Gary Hamel, bakın 266 bu durumu nasıl açıklıyor: “Doymuş pazar olarak nitelendirilen sektörlerde dahi -‘farklı’, ve ‘yenilikçi’ bir anlayışla bakabilirseniz mutlaka yeni bir ürün ya da pazarlama tekniği bulabilirsiniz. ‘Doymuş sektör’ yoktur. Olsa olsa, sektöründe başkalarının tanımını düşünmeden ve tek doğru olarak kabul eden ‘doymuş yöneticiler’ vardır!.. Sakın onlardan olmayın! Siz siz olun! Hiçbir sektörü el atılması gereken ya da gerekmeyen, şekilde düşünmeyin. Çünkü böyle bir ön kabul sizi yenilikçi düşüncelerden çok uzağa götürür. Sıradanlaştırır... Bir de elbette şu var: “Ben bu pazarda olmalıyım.” mantığıyla hareket etmeniz ne derece ciddi bir hata ise, rakiplerinizin kavramlarına ve fikirlerine sahiplenmeye çalışmanız da o derece büyük bir hata olacaktır. Sonuç olarak bazen herkesin rekabet ettiği bir pazar ortamında mücadele etmek yerine, dikkat çekmemiş ya da o güne kadar fark edilmemiş bir hedef kitle için ürün veya hizmet üreterek kazanabilirsiniz! Ya da herkes, en karmaşık, en lüks, en iddialı ürünle piyasaya çıkarken, siz çok basit bir ihtiyacı karşılayan temel bir ürünle bir anda büyük bir atılım yapabilirsiniz. London Business School’un yönetim profesörü Prof. Dr. Patrick Barwise; “Basit olun, karmaşık ürünler geliştirmeyin, tüketicilerin en önemli isteklerini gerçekleştirmeye çalışın yeter.” Derken, Toyota’nın lüks otomobil pazarındaki başarısını bu stratejiye bağlıyor. Ailesi ile birlikte BMW almaya gittiğinde küçük oğlu, önce otomobile hayran kalmış. Daha sonra arka koltuklara oturup zıplamaya başladığında babasına birden bire şu soruyu yöneltmiş: “Peki ben içeceğimi nereye koyacağım baba?” İşte Toyota bu fikri geliştirerek niş pazarı çok önceden fark etmiş. Siz de gözünüzü dört açıp “Bolvadin’de fark edilmeyen pazar var mı? Sorusuna odaklanın ve cesaretli olun.” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 524, 5 Temmuz 2010) 267 SÜRÜDEN AYRILIN, KURT KAPMAZ! Ya herkesin yaptığı bir işi hiç kimsenin yapmadığı kadar iyi yapın ya da hiç kimsenin akıl edemediği işleri bulup yapın. Rahmi Koç Bizler bir işi başarabileceğimize kendimizi nasıl inandırırız? Örnekleri izleyerek! Bir tanıdığımız bir işi başarmışsa biz de o işi başarabileceğimize inanırız. “O da benim gibi biriydi, o yapabildi, o zaman ben de yapabilirim.” diye düşünürüz. Tanıdık biri yaptığında kendimize daha da güveniriz ve o işi gözümüze kestiririz. Bir Türk bir işi başardıysa, onu tanıyan tüm Türkler kendilerinin de o işi başarabileceklerini düşünürler. İstanbul’a gelen ilk Karadenizli işadamlarından biri müteahhitlik yapıp başarılı olunca, tüm Karadenizliler müteahhitlik yapmaya başlamıştır. Birbirleriyle akraba veya komşu olan üç bin Erzincanlı İstanbul'da balıkçılık yapıyor. Minibüsçüler Siirt'ten, inşaatçılar Çorum'dan, halıcılar Uşak'tan, pazarcılar Kars'tan, simitçiler Tokat'tan, fırıncılar Erzurumİspir'den ve müteahhitler çoğunlukla Trabzon'dan çıkıyor. Evrensel başarı kültüründe, “Ölçebildiğin, tanımlayabildiğin ve planlayabildiğin bir işi başarabilirsin.” inancı yaygındır. Bu nedenle Amerikalılar, başarı öykülerini anlatan kitaplar okur, neyin mümkün olabildiğini anlatan seminerlere katılırlar. “Türk usulü olabilirlik inancı” ise, yakın görüş alanı ile sınırlıdır. Kısaca “O yaptı oldu; ben de yapabilirim.” cümlesi ile özetlenebilir. Bu ifadedeki “o” kelimesi Türk toplumunda arkadaş ve tanıdık çevresi ile sınırlıdır. Çevredeki birinin bir işi yapması ve ihya olması halinde, hemen onu tanıyanlar da aynı işe girmektedir. İşin fizibilitesini yaparak girmek yerine “O yaptı oldu; ben de yapabilirim” inancı tercih edilmektedir. Naim Süleymanoğlu’nun gelmesinden sonra Türkiye, dört tane daha dünya halter şampiyonu çıkartmıştır! Ticarette de durum daha ileri seviyededir. Bazı iş adamlarının tekstilden iyi gelir sağladığını gören birçok kişi, tekstil alanına girmiş ve Türkiye bugün dünyanın sayılı tekstil üretimi yapan ülkeler arasına 268 girmiştir. Örneğin İstikbal Firmasının mobilya sektöründeki başarısı Kayseri’de 350 kanepe firmasının kurulmasına neden olmuştur. Konya’da Kombassan kuruldu. Bu firmanın başarılı olduğunu gören diğer Konyalılar, hemen ardından 80 holding kurdu. Bir işi bir Türk yapabiliyorsa; onu tanıyan bütün Türkler de o işi yapabileceğine inanır. (İlçemizdeki tavuk çiftlikleri, öğrenci yurtları, internet kafeler, cep telefonu işleri de bizden örnekler.) Farklı işleri yapmak bir yana dursun, ürünlere ve markalara farklı isim verebilme cesaretimiz bile maalesef yok. Örneğin ülkemizdeki tavuk sektöründeki markaların neredeyse hepsinin adında piliç ifadesi geçiyor. Google’da piliç arayın, Şeker Piliç, Er Piliç, Şen Piliç, Bey Piliç, Beyza Piliç, Ak Piliç, Emre Piliç, Ömür Piliç diye alıp başını gidiyor. Yine “Sürü Psikolojisi Sendromu” PVC kapı ve pencere sektöründe de hâkim. Ne var? Hepsi pen... Kimi şupen, kimi bupen! Bu pen enflasyonu sonunda Pimapen markası sürüden ayrılmak için Dr.Pimapen diye markasını yeniden konumlandırdı. Yine Banvit ve Winsa, sürüden ayrılma stratejisiyle kendilerini farklı konumlandırmada başarılı markalar oldular. Peki, ne yapmak lazım? Samsonite Üst Yöneticisi (CEO) Marcello Bottoli “Bir girişimci kararlarını ekonomik gelişmelere göre, rasyonel olarak alır.” diyerek girişimcilerin kararının rasyonaliteye dayanmasını ifade etmiştir. Bu sebeple günümüzün acımasız rekabet ortamında firmaların ayakta kalması için tek şans farklılaşma yapmak. Ürün farklılaştırma pazarlamanın önemli silahlarındandır. Ürün farklılaştırması son yirmi beş yılda tüketime ve perakendeciliğe damgasını tam anlamı ile vurdu. 1980 öncesinde pazardaki bisküvi türlerinin sayısı onu geçmezdi. Farklılaştırma süreci sonunda bisküvi çeşitlerinin sayısı 170'i buldu. Ayakkabıcılıktan dergiciliğe kadar her alandaki farklılaşma, ortaya çıkan yeni talepleri karşıladı, bazen de kendi talebini ortaya çıkardı. Farklılaştırma karmaşık bir süreç ama aşağıdaki pratik yöntemler fikir edinmeniz için yararlı olabilir: -Bir üründen, zararlı olduğu düşünülen bir bileşeni çıkar. Örnek: Kafeinsiz kahve, laktozsuz süt, şekersiz kola 269 -Bir ürüne yeni bir unsur ekle: Örnek: Meyveli maden suyu ve soğuk çay. -Farklı işlevler bir cihazda topla. Örnek: Fotoğraf çeken cep telefonu. -Ürünün aslına dön: Örnek: Kepekli ekmek, hormonsuz sebze. -Farklı iş türlerinin çaprazlama. Örnek: Geleneksel simitçi fırınları ile McDonalds'taki restoran konseptini birleştiren simit sarayları... Bu örneklerden yola çıkarak, ilçemizde bir sürü pideci varken pideci dükkanı açmak yerine çiğ köfteci ya da balık restoran açmanın daha mantıklı olduğunu düşünüyorum. Ama hala bu memlekette simit sarayı, kumpirci ve pizzacı yok. (4000’e yakın yüksek okul öğrencisi olmasına rağmen!) Bu sebeple sürüden ayrılın, kurt kapmaz! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 523, 28 Haziran 2010) 270 KAYMAK ŞENLİKLERİNİ YERELLİKTEN KURTARMAK GEREK İlimizde çoğu ilçe kendi çapında festivaller düzenliyor. Kızılören İlçesi Yaz Şenlikleri, Çay ilçesi Vişne Festivali düzenliyor. İscehisar ilçesinde geleneksel hale gelen Mermer, Mozaik, El Sanatları, Makine, Araç ve Ekipmanları Festivali (MERFES'07) düzenliyor. İlçemizde yıllardır Kaymak Şenlikleri düzenleniyor. Fakat değil ilçelerimizin, ülkemizdeki illerin bile düzenledikleri festivallerin toplam etkisi İspanyolların San Fermin festivali ya da domates festivali kadar ses getirmiyor. İfade ettiğim bu durum bizim pazarlama kavramını ne kadar bilmediğimizin en ilginç örnekleri olarak kalıyor. 4. Pazarlama Zirvesi için İstanbul’a gelen konuşmacı Prof. Dr. Don Thomson’un açıklaması dikkat çekicidir. Don Thomson “Türkiye, dünyanın en kötü pazarlanan ülkesidir. Türkiye gerçeğe dönüşmeyi ve var olmayı bekleyen bir fırsattır.” demiştir. Bu açıklamaların ışığında ülkemiz pazarlama stratejisini gözden geçirmeli ve yeni pazarlama stratejileri hayata geçirmelidir. İspanyolların yaptıklarını görünce insan ister istemez üzülüyor. Bizler domates para etmeyince yollara saçarken onlar işe yaramayan domatesleri domates festivalinde birbirlerine atarak kutluyorlar. Bizler Kurban Bayramı’nda başımıza gelebilecek en kötü işin kurbanlık boğanın kaçması olarak düşünürken yine İspanyollar San Fermin festivalinde sokaklara boğaları serbest bırakıp önlerinde de insanların kaçmalarını bekliyorlar. İnanır mısınız her iki festivali görmek için binlerce turist İspanya’ya geliyor. Bizde hiçbir ilçenin hatta ilin yapamadığını İspanyanın ilçeleri yapabiliyor. Bizim bilmediğimiz yerelin pazarlanmasını onlar dünya ölçeğinde yapabiliyor. Peki bunu nasıl yapıyor İspanyollar: 1- Medyayı iyi kullanıyorlar. 2- Yereli pazarlarken statükocu düşünmüyorlar. 3- İşi eğlenceli hale getiriyorlar. 4- En kötü durumda bile para kazanmasını biliyorlar. 5- Kolay yolu değil, zor olanı tercih ediyorlar. 271 6- Dünyada kimsenin yapmadığını yapıyorlar. 7- Pazarlamayı memleket meselesi olarak görüyorlar. 8- Kesinlikle sıradışı düşünüyorlar. 9- Pazarlamada eğlenceyi ve heyecanı iyi kullanıyorlar. Peki bu bilgiler ışında ne söylene bilir ? Kaymak Şenlikleri’ni artık yerellikten kurtarmak gerekiyor. Anlık ve statükocu düşünmemeliyiz. Örneğin bu yıl Alanya ve Gazipaşa ilçelerinde, para etmediği gerekçesiyle 300 ton domates çöpe döküldü. Alanya'da 50 ton, Gazipaşa'da ise 250 ton domatesi satılmadığı gerekçesiyle çöpe atan üreticiler maliyeti bile kurtaramadıkları için ne yapacaklarını bilemiyorlar. Dere ve çay kenarları adeta domates çöplüğüne dönüşürken, seralarda bulunan domatesler ise alıcı olmadığı için çürümeye terk ediliyor. Böyle bir durumda sıradan bir İspanyol’un yapacağı son iş domatesleri çöpe dökmektir. İspanyol domatesi festivalde kullanıyor ve sırf bunu görmek için insanlar o şehre akın ediyorlar. Sonuç olarak yerelin pazarlamasını bir memleket meselesi olarak görmeli ve bol bol beyin fırtınası yapmalıyız. Çünkü sıradışı düşünceler ancak beyin fırtınasının sonunda çıkar. Şenlikler, beyin fırtınası ile belirlenen pazarlama stratejisi ile ancak yerellikten kurtulabilir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 491, 16 Kasım 2009) 272 İspanya ve Türkiye’den Görüntüler 273 BİR TÜRKÜ OLSUN, İÇİNDE BOLVADİN OLSUN Eskiler derlerdi ki: "Türkü bilmeyen Türk'ü bilmez!" Ne kadar doğru bir söz. Ben bu aralar türkü sözlerine takıldım. Bazen türkünün sözlerinde geçen bir yer ismi popüler oluyor. İnsanlar o şehre gitmeseler de o şehrin ismini bir şekilde biliyorlar. Çok ilginç ki bazen insanlar türkülerle dilimize pelesenk olan bu yeri sırf görmek için gidiyorlar. Bu bilinçli mi oluyor? Orası da ayrı bir tartışma konusu. Ama tartışılmaz bir gerçek var ki o da bu yerlerin türkülerle bedavaya kendini popüler yaptığı. Örneğin Maçka yollarının taşlı olduğunu bilmeyen var mı? Muğla’nın Yatağan’ın Gevenes Köyünde bulunan Belen kahvesini “Ormancı Türküsü” ile duymayan var mı? Ya da Gesi Bağları türküsünü duymayan var mı? 2009 yılında yürürlüğe giren yasal düzenlemeyle Gesi belde niteliğini kaybederek, “Kayseri Büyükşehir Hinterlandı” kapsamında metropol ilçe Melikgazi’ ye bağlı mahalleye dönüştürüldü. Türküde uzak bir yerden Gesi’ye gelin gelen kızın Annesine karşı duyduğu hasret dile gelir. Haberleşmenin ve ulaşımın çok güç olduğu devirlerde evlenip Gesiye giden gelin uzun bir müddet Annesinden haber alamaz. Ve koca evi bu, zaten ulaşım da kısıtlı ki kalksın annesine gitsin. Kimselere de soramaz. Neticede anne hasreti ile kavrulup durur. Üstelik kocası da çalışmaya gurbete gitmiştir. Kocasının ailesinin de kötü davranması karşısında iyice bunalan gelin duygularını dizelere vurmuştur. Gesi Bağlarının hikâyesi budur. İşte tüm bunları türküler bizlere öğretir. Bolvadin’de müzikle ilişkili olan pek çok kişi var. Bence Sivil Toplum Kuruluşları ile birlikte Kaymak Şenliklerinde “Bolvadin Türküleri” adı altında yarışma yapmalıyız. Söz, beste, gibi çeşitli kategorilerde… Ve bu yarışmada da birinci olan türküyü iyi bir halkla ilişkiler çalışması yaparak ülkeye sunmalıyız. Memleketimizi bu şekilde türkülerle de tanıtabiliriz. Bir türkü olsun istiyorum. İçinde Bolvadin, için de Horan ve Kırkgöz geçen bir türkü… Ve memleketimi anlatan türkülerin dillerde dolaşmasını istiyorum. Sizce çok şey mi istiyorum? (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 548, 20 Aralık 2010) 274 YETENEĞİNİ PAZARLA! Dünyadaki yedi milyar insan içinde en az altı milyarı hayatı boyunca kayda değer iş yapmadan, bir baltaya sap olamadan göçüp gidiyor. Böyle insanlar hiç yaşamamış olsa insanlık bir şey kaybetmez. Ali Erkan Kavaklı Hewlet Packard şirketinin kurucularından David Packard, “Pazarlama, pazarlamacılara bırakılmayacak kadar önemlidir.” diyerek pazarlamanın firma açısından hayati öneme sahip olduğunu yıllar önce ifade etmiştir. Günümüzde ise yaşadığımız hayatın her alanında pazarlamanın izlerini görmekteyiz. Bir kaldırımı nasıl pazarlayabilirsiniz? Sıradan bir kaldırımı nasıl popüler ve değerli hale getirebilirsiniz? İşte pazarlama burada imdadımıza yetişiyor. Pazarlama sayesinde sıradan bir kaldırımı, Ünlüler Kaldırımı haline getirebilirsiniz. Türkiye’de boş gezen işsizler için “kaldırım mühendisi” ifadesi kullanılırken, Hollywood'da “Ünlüler Kaldırımı”nda başarılı sanatçıların isimlerini kaldırımın üstüne yazılıyor. Pek çok sanatçı için kaldırımda isminin yazılı olması büyük bir onur. Örneğin: Bridget Jones filmleriyle üne kavuşan oyuncu Renee Zellweger, Ünlüler Kaldırımı’nda yıldız sahibi olmanın kendisini çok heyecanlandırdığını ve “Bugünü ve bu efsanenin bir parçası olmaya davet edileceğimi asla hayal etmezdim.” diyerek isminin kaldırımın üstünde yazılı olmasının ne kadar önemli olduğunu ifade etti. Öğrencilerin neden pazarlama eğitimi alması gerektiğini Philip Kotler şu şekilde açıklıyor: “Her öğrencinin pazarlama dersi alması gerekir, çünkü dünyayı döndüren güç odur. Yalnızca şirketler değil, herkes pazarlama 275 yapar. Siz de iş ararken, borç bulmaya çalışırken, kiralık daire tutarken hep pazarlama yaparsınız. Pazarlama herhangi bir piyasayı inceleme, dilimleri saptama, ihtiyaçlarını anlama ve uygun üstün nitelikli şeyler sunarak onu kendinize bağlama becerilerinden oluşan bir dizi içerir. Pazarlama daha çok zorluklarla boğuşmaktan hoşlanan, sayılar yerine insanlarla uğraşmayı tercih eden, birçok konuya birden el atmayı seven, yenilik ve yaratıcılıktan keyif alan kişilere hitap eder.” İş dünyası için çok önemli olan pazarlama kavramını iş arayan ya da işini değiştirmek isteyen bireylerin uygulaması günümüz rekabet ortamının bir zorunluluğudur. Ürünlerin çeşitliliğinin her geçen gün arttığı, farklılaşmanın önem kazandığı bu acımasız rekabet ortamında yetenek pazarlamasını bilmeyenler her zaman beklentilerinin de altına razı olmak zorundadırlar. Çok önemli bir yeteneğe sahip olduğunuz halde bu yeteneği ticarileştiremiyorsanız sıradan bir hayat yaşamaya mahkûmsunuz demektir. Çok iyi bir eğitim aldığı halde, iyi referansları olduğu halde iş aramaya basit bir işlem gözüyle bakanlar yenilgiyi her zaman kabul etmek zorunda kalacaklardır. Yeteneğini pazarlamasını bilenler ise rakiplerine tur bindirebileceklerdir. Bu kadar önemli ve derin olan bu konu iyi özümsenip uygulanabilmelidir. Dünyanın bekli de en zor işi müşteriye bir şeyler satabilmektir. Çünkü müşteriler bir ürününün ya da hizmetin satılmasını istemezler, satın almak isterler. Firmalar da aynı müşteriler gibidir. Firmalarda çalışanın alınmasını değil, çalışanı işe almak ister. Yetenek pazarlama anlayışının hareket noktası her hangi bir şirkete iş müracaatında bulunarak kapak atmak değil, işgücü alımına firmaların bakış açılarıyla bakabilmek ve firmaların ihtiyaçlarını görebilmektir. Yetenek pazarlaması sıradan bir iş arama anlayışından farklı olarak hedefteki firmanın istek ve ihtiyaçlarını baz alır. Unutmayın ki; sıradan bir iş aramada çalışanın istek ve arzuları vardır. Yetenek pazarlamasında ise firmanın istek ve ihtiyaçları söz konusudur. Yönetmen Peter Jackson, “Yüzüklerin Efendisi” filminin çekimi için ülkesi Yeni Zelanda’da platoyu kurup ve film hazırlıklarına başlar. Film son dönemlerin en etkileyici, en yüksek bütçeli 276 filmidir. Başrolde oynamak her aktörün hayallerini süslemektedir. Başkarakter Frado rolü için tam 200 aday vardır. Ve haftalarca bu rolün oyuncusu için tartışıyorlardır. Elijah Wood diye bir oyuncu bu 200 adayın arasında yoktur ve bu rolü çok istemektedir. Hedefi rolü almak olan Elijah çok ilginç bir şey yapar: Önce kitapları okur, sonra role uygun kıyafetler bulup ve bir kameraman kiralar. Ormanda rolünden sahneler oynar. Hazırladığı kasetleri Yeni Zelanda’ya, Peter Jackson’a yollar. Yönetmen Peter Jackson, kasetleri son üç aday arasında karar vermek üzereyken izler. Ve yönetmen o güne değin dişe dokunur hiçbir filmde oynamamış Elijah Wood’u seçer. Mühendisler arasında eski bir söz vardır: “ODTÜ’lü mühendisler her gün denizin dibine milyonlarca yumurta bıraktığı halde hiç sesi çıkmayan balıklara benzer. Oysa Boğaziçili mühendisler tavuklar gibi bir iş yapar beş kez yaptıklarını duyururlar.” Maalesef bu ülkede yetenekli ve başarılı olduğu halde başarısını satamayıp silik bir hayat yaşayan binlerce çalışan vardır. Yetenek pazarlaması iş başarmayı ve bu başarıyı satmayı sağlar. İş dünyasında başarı, doğru üniversitede doğru bölümü bitirmek, doğru rol modelleri bulmakla, doğru arkadaşlarla birlikte olmak, doğru sertifikaları almakla ilişkilidir. Bütün bunlar kariyer yaşamınızda size yardımcı olur, ancak sizi zirveye çıkarmaz. Yetenek Pazarlamasında başarı tamamen doğru bir stratejiye sahip olmakla ilişkilidir. Çünkü bu strateji kariyerinizde yönünüzü belirler, kariyer planınızı zorunlu kılar, şirketlerle nasıl iletişim kurulması gerektiğini söyler, yine size hangi yeteneklerinizin üzerine odaklanmanızın gerektiğini söyler. İşte bu stratejiyi ne kadar iyi anlarsanız, başarı için gereken doğru hamleleri gerektiği gibi uygularsınız. Gerçek şu ki; eğer başarılı olmak istiyorsanız bu rekabet ortamında düzgün bir pazarlama stratejisi içermeyen bir iş müracaatı ne kadar başarılı yapılırsa yapılsın başarısız olur. Unutmayın sizi farklı yapan tek şey personel arayan firmanın beklentilerine ve düşüncelerine farklılığınızı anlatacak en iyi şeydir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 506, 1 Mart 2010) 277 10 İNOVASYON 278 ŞARK KÖŞESİNİ İNTERNETE TAŞIMALIYIZ Günümüzde E-Dünya, E-Ekonomi, E-İş, E-İşletme, ETicaret, E-Devlet, E-Türkiye ve E-Avrupa gibi “Elektronik” kelimesinin ilk harfi olan “E” yi her kelimenin önünde görmeyi artık kanıksıyoruz. Hızla gelişen bilgisayar, internet ve iletişim teknolojileri, ekonomik hayat başta olmak üzere, sosyal ve politik hayattan sağlık ve eğitim hayatına kadar bütün kurumların ve insanların yaşamını etkiliyor. İnternetin etkisi, iş hayatına, elektronik ticaret olarak, eğitime, ağlar üzerinden uzaktan eğitim olarak, tıbba, uzaktan yapılabilen operasyonlar olarak yansıyor. Bu etki sanal değil gerçek bir etkidir. Bilgisayarlar, internet ve iletişim teknolojilerindeki, baş döndürücü ilerlemeler sonucu, piyasaya, her geçen gün bir birinden farklı yeni ürünler, hizmetler ve her kesime çok farklı dünyalar sunuluyor. Kim olursanız olun tüm bu yenilik ve ilerlemelerden bugün ya da yakın gelecekte etkilenmemek mümkün görünmüyor. Yeniliklere uyum sağlamak ve bunun için eski işine, eski ve demode olmuş iş yapış biçimine, rakiplerin zorlamasından önce son vermek çoğu zaman daha akılcı bir yöntemdir. Günümüzde önemi gittikçe artan ve yaygınlaşan internet kullanımı etkilerini birçok alanda göstermeye başlamıştır. Bu etkilerden en önemlisi ticaretin elektronik ortama taşınması olmuştur. Bilişim teknolojilerindeki gelişmelerin ticaret alanına 279 taşınması hem tüketicilere hem de işletmelere önemli avantajlar sağlamıştır. Elektronik ortamda yapılan ticaret günümüzde elektronik ticaret ya da e-ticaret adını almıştır. Birkaç yıl önce dünya ekonomisinin anahtar sözcükleri olarak dünya gündemine giren elektronik ticaret giderek son yılların üzerinde en çok konuşulan konularından biri olmuştur. Tüm ülkeler ve kuruluşlar bu yeni ve çekici sınırsız ticaret dünyasından daha çok pay alabilmek için çeşitli teknolojik altyapılar geliştirmektedir. Çünkü günümüzde artık elektronik ticaret şirketler için olmazsa olmazlar arasında yer almaktadır. Bunun bilincinde olan ülkeler uluslararası rekabet şansını yakalayabilmek için bilimsel araştırmalardan elde ettikleri sonuçları ekonomiye kazandırmaya çalışmakta bilgi ve iletişim teknolojilerini en yoğun biçimde kullanmayı amaçlamaktadır. Bolvadin’de şark köşesi ya da diğer bir ifadeyle şark odası imalatı ve ticaretiyle uğraşan pek çok girişimcimiz var. Ama maalesef işini internete taşıyıp bir şekilde Türkiye’ye seslenen hatta yurt dışına seslenen girişimcilerimiz yok. İnternetten bir web sayfası açmak çok maliyetli bir iş değil ama hiç tahmin etmediğiniz yerlerden sipariş almak ya da bayiler bulmak müthiş bir şey… Bunu başkaları nasıl yapıyorsa biz de kesinlikle yapmalıyız. Bunu ilk yapan girişimcimiz rakipleriyle arayı açacaktır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 541, 1 Kasım 2010) 280 HER İŞİN BİR SONU VAR MI? Ürünler gibi meslekler de doğar, büyür ve belirli bir dönem sonunda ölür. Nasıl ürünler belirli bir dönem sonra yok oluyorsa meslekler de belirli bir süre sonra önemini kaybeder. Her meslek yaşanılan döneme göre farklılık gösterir. Bilgi teknolojileri, modern hayat, talebin ortadan kalkması, bazı durumlarda da mesleğin inceliklerini öğretecek insanların yok olması nedeniyle artık bazı meslekler eski meslekler olarak anılmaktadır. Yıllarca en gözde meslekler arasında yer alan birçok iş kolu, gelişen teknoloji yüzünden bir bir tarih oluyor. Bazı mesleklerin isimleri dahi unutulurken, kimi meslek yaşlı ustalarının ellerinde son nefesini veriyor, kimi nostaljik amaçlı üretim yaparak ayakta kalmaya çalışıyor. Günümüzde; semercilik, keçecilik, kaşıkçılık, nalbantlık, çıracılık, değirmencilik, demircilik, basmacılık, urgancılık, çömlekçilik, bıçakçılık, süpürgecilik, hallaçcılık, bastonculuk, kalaycılık, sedefçilik, lehimcilik, bakırcılık, sepetçilik, yoğurtçuluk, bileyicilik, mescilik ve taş ustalığı yok olmaya yüz tutan meslekler arasında yer alıyor. Modası geçen, devrini tamamlayan meslekler piyasadan sessiz sedasız çekilirken, bazı meslek ve el sanatları kaybolmamak için direniyor. En şanslı olanlar da, kültürel ve turistik değer taşıyan meslek sahipleri. Tarihi konakların kafe ve restoran olarak işletildiği günümüzde, sedefçilik, ahşap oymacılığı, bakırcılık gibi el sanatları turistik amaçlı üretim yapıyor. Eskiden her evde bulunan semerler arabaların yaygınlaşmasıyla unutulmaya yüz tuttu. Yüzyıllardır gözde meslekler arasında olmasına karşın kalaycılık birkaç ustanın çabasıyla yok olmaya karşı direniyor. Bakır tencerede yapılan yemeklerin lezzetini bilenler halen bunları kullanmayı tercih etse de, yeni nesil bakır tencerelere rağbet göstermiyor. Günümüzde ağırlıklı olarak bakır eşyalar, şark köşesinde dekoratif unsur olarak kullanılıyor. 2005 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunduğum süre içinde beni en çok etkileyen konu iş yerlerinde yoğun teknolojinin kullanımı olmuştur. Uçsuz bucaksız tarım arazilerinde çalışan birinin görünmemesine rağmen çoğu iş, ileri teknolojiler sayesinde yapılmaktadır. Wal Mart’ın bazı mağazalarında kasalar tamamen teknolojiktir ve bu kasalarda 281 kasiyer çalışmamaktadır. (Bu teknolojiyi ülkemizde Migros 2009’da pilot olarak uygulamaya başladı.) Çoğu akaryakıt istasyonunda çalışan bir benzin pompacısının olmaması ise en ilgi çekici örneklerdendir. Akaryakıt istasyonuna gelen bir müşteri benzini kendi doldurup, ödemeyi yine kredi kartıyla kendi yapmaktadır. Bunun gibi her sektörde de ileri teknoloji kullanılmaktadır. Ülkemizde yaklaşık on iki bin akaryakıt istasyonu var. Sadece bu teknolojinin ülkemize gelmesi aile bireyleri ile beraber iki yüz bine yakın kişinin hayatını derinden etkileyecektir. Teknolojinin insanları işsiz bırakması yaşadığımız çağın bir gerçeğidir. Fakat bir diğer gerçek de teknolojinin yeni istihdam alanları açtığıdır. Bazı meslekler bittiği gibi yeni meslekler de ortaya çıkıyor. Unutmayın: her işin bir sonu var ve hiçbir başarı sonsuza kadar sürmez. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 529, 9 Ağustos 2010) BOLVADİN’DE İLK YAPAN SEN OL! Bir sektörde ya birinci olacaksın ya da ikinci olacaksın. Değilse o sektörden çekileceksin. Jack Welch İlkler hiçbir zaman unutulmaz. Her müşteri için ilkler özel bir anlam taşımaktadır. İlk alınan ev, ilk alınan araba, ilk kullanılan herhangi bir marka gibi… Çünkü müşteri tarafından, daha sonra karşılaşılan benzer durumda, o ilk deneyimler göz önüne alınarak tepki verilir. Sektörde ilk olmak, yeni doğmuş hayvanları damgalamak gibidir. Hiçbir zaman çıkmaz ve unutulmaz. İnsanların en iyi bildikleri kişiler, ürünler, markalar, adlar hep alanlarında ilk olanlardır. Atlantik’i hiç durmadan ilk uçan kişinin ya da Ay’a ilk ayak basan kişinin ismini herkes bilir. Ancak, ikincileri pek çok kişi hatırlamaz. Birçok sektörde de herkesçe kabul görmüş bir lider firma bulunur. Bu lider firmanın piyasa payı en yüksektir. Fiyat, ürün değişiklikleri dağıtım ve tutundurma konularında diğer firmalar lider firmayı 282 takip ederler. Lider firmanın egemenliği sevilse de, sevilmese de kabul edilir. Kodak fotoğrafçılık alanında, Coca Cola kolalı içeceklerde, General Electric elektrikli ev aletlerinde, Microsoft işletim sistemlerinde, McDonald’s ve Caterpiller’de kendi sektörlerinde ilk ve lider marka olmuşlardır. Ülkemizde de pazara ilk giren markalar, ürün kategorisine ismini verir. Tüp gazda Aygaz, deterjanda Omo, plastik pencerede Pimapen kâğıt mendilde Selpak ve margarin’de Sana ürün kategorilerine ismini vermiştir. Yine ATM yerine Bankamatik diyoruz. Oysaki bu İş Bankası’nın ATM’ye verdiği kendi markasının adıdır. Bu özellikleri kabul ettiren markalar sonradan çıkan rakip markalara karşı da başlangıçta rekabet avantajı sağlamış olur. Fakat bu avantajın devam etmesi yine markanın performansına bağlıdır. Bolvadin’de ilk kez yapılan işlerde başarılı olmak girişimciler için oldukça önemlidir. Çoğu zaman önyargıyla yaklaşılan bu işlerin başarılı olması, ilçemizde diğer girişimcilerin de ufkunu açmıştır. İlçemizde ilk yapılan girişimleri listelersek ilçemizin gelişim sürecini daha iyi kavramış oluruz. İlk Sürücü Kursu: Eber İlk Dershane: Kocatepe İlk Özel Okul: Anafen İlk Eğlence Merkezi: Oskar İlk Alışveriş Merkezi: Doğruer AVM İlk Halı Saha: Birdane Spor Tesisleri İlk franchising restoran: Pizza Tomato İlk Simit Sarayı: Yok! İlk Yemek Fabrikası: Yok! İlk şehir dışında dev alışveriş merkezi: Yok! Yukarıda saydığım ve ilçemize ilk kez yapılan yatırımlara kolay karar verildiğini sanmıyorum. Ama bu yatırımlar ilçemiz için ilk yapılan yatırımlardı ve alanlarında her biri başarılı da oldu. Eğer bir iş yapmak istiyorsan unutma: İLK YAPAN SEN OL! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 469, 15 Haziran 2009) 283 BİR TEDAVİSİ OLMALI! Tıp teknolojisinin bu kadar gelişmesine karşın biyolojik kısırlığın tespitinin yapılıp fikirsel kısırlığın tespitinin yapılamaması ne kadar üzücü bir durum değil mi? İnsanoğlunun fikirsel kısırlığa dikkat etmemesi bundan daha da üzücü olanıdır. Toplum olarak fikirsel kısırlık hastalığına yakalandığımızı ve bununda kronik halde olduğunu düşüyorum. Bu hastalığın da bulaşıcı bir hastalık olduğundan eminim. Ne hikmetse yenilikçi fikirler üretemiyoruz. Yenilikçiliği savunan fikirler hep dirençle karşılaşıyor. Eski köye yeni adet getirmenin ne âlemi var Allah aşkına… Semt ve Mahalle isimlerinin bile Karşıya, Bahçelievler ve Atakent olduğu farklı isim bulamama hastalığımız bence bunun en hazin örneğidir. Ülkemizdeki tavuk sektöründeki markaların neredeyse hepsinin adında piliç ifadesi geçiyor. Google’da piliç arayın, başlıyor Şeker Piliç, Er Piliç, Şen Piliç, Bey Piliç, Beyza Piliç, Ak Piliç, Emre Piliç, Ömür Piliç diye alıp başını gidiyor. Markalara farklı isim koyma cesareti bile gösteremiyoruz. Düşünebiliyor musunuz? Biz markalara ya da mahallelere farklı isim koyma cesareti bile gösteremezken, zekice politikalarıyla daima gündemde kalmayı başaran Dubai’de mimar ve mühendislerin projesi ne kadar uçuk kaçık da olsa muhatap buluyor. `Çölün ortasına kayak tesisi`, ya da `deniz altında ev` yapalım diyorsunuz sizi kimse alaya almıyor. Özellikle denizi doldurarak yapılan suni adacıklar çok revaçta. Su kanallarıyla köprülerin hoş bir armoni oluşturduğu siteler kırk tane malikânesi olanları bile cezbediyor. Düşünün, kapınızın önüne tekne de yanaşabiliyor, araba da park edebiliyor. Nitekim denizi doldurarak yapılan palmiye adalarından birincisi bitti, ikincisi satıldı bile, üçüncüsü ise geldi geliyor. Şimdi deniz ortasına bir dünya haritası yapmaya başlamışlar. 300 suni adacıkla şekillenecek olan dünya projesi bugüne kadar duyup işittiğimiz lüks ölçülerini bile zorlayacak. Dubai’nin 5 km açığına inşaa edilen adacık 60 milyon metre kareyi buluyor. İddialara göre pek çok ünlü yerlerini ayırmış bile. Florida`daki Disneyland`ı ikiye katlayan Dubailand için 18 milyar dolar harcandı. Şimdi de sırada dünyanın turistik sembollerini taklit etmek var. Büyük bir hızla Eyfel, Pizza 284 Kulesi, Taç Mahal ve Giza Piramidi yapıyorlar. Daireleri Venedik`i andıran kanallara bakacak olan Burj el Dubai de dünyanın en yüksek gökdelen oldu. Dubai adeta bilgisayarda kurulan bir hayal dünyası gibi alışveriş merkezleri, parklar, limanlar yapılıyor, yollar açılıyor. Bizim fevkalade dediğimiz binaları yıkıyor yerine yenisini yapıyorlar. İstanbul Levent`te yapılması planlanan Burgu kuleleri üzerine çok şey söylendi çok şey yazıldı. Tabiri caizse bir bardak suda fırtına koparıldı. Dedim ya fikirsel kısırlığın bir tedavisi olmalı…(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 509, 22 Mart 2010) BİLGİ ÇAĞINDA E- MEZARLIK “Bilgisayara hakim olan, dünyayı yönetir.” Bir ABD doktrini Globalleşme ile birlikte yaşadığımız çağa adını veren bilgi; kullanılmadıkça değerini en çabuk yitiren, kullanıldığı zaman güç haline dönüşen ve paylaşıldıkça çoğalan ender kavramlardan birisidir. Bilgi toplumu, bilgi ekonomisi, bilgi yönetimi ile birlikte e-ticaret, e-devlet ve e-vatandaş kavramlarının ortaya çıktığı bu çağda bilgiyi üreten ve verimli olarak kullanan ülkeler söz sahibi olurken, bunu yapamayan ülkeler geri kalacaklardır. E-Devlet; devletin vatandaşlara karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu görev ve hizmetler ile vatandaşın buna karşılık devlete 285 karşı olan görev ve hizmetlerin karşılıklı olarak elektronik iletişim ve işlem ortamlarında kesintisiz ve güvenli olarak yürütülmesi biçiminde tanımlanmaktadır. Bu aralar e-devleti bütünleyen “e-mezarlık” projeleri konuşuluyor. Belediyeler, Mezarlık Bilgi Sistemi (e-mezarlık) projesinde mezar yeri aranan kişilerin tüm kişisel bilgileri veri bankasına aktarılıyor. Ardından kişinin mezar yeri ile ilgili sorgulama isim, soyadı ve doğum tarihi gibi verilerden birine göre yapılabiliyor. Sorgulama sonrasında bilgisayar sistemi aranan kişinin detaylı adres (krokisi) bilgilerini içeren bir rapor halinde hazırlıyor. Ziyaretçi isterse raporu alarak arayıpda bir türlü bulamadığı mezar yerini gelişen teknoloji sayesinde anında bulunabiliyor. Projenin temeli veri bankasına tüm verilerin girilmesi ve mezarlığın bölümlere ayrılıp isimlendirilmesine dayanıyor. Projeyi geçtiğimiz yıllarda Ankara Belediyesi Karşıyaka Mezarlığı’nda hayata geçirdi. Bir toplumun yaşayan vatandaşları kadar ölen vatandaşlarına gösterdiği saygı ve verdiği önem bir gelişmişlik göstergesidir. Mezarlık Bilgi Sistemi (e-mezarlık), özellikle arife günlerinde yapılan mezarlık ziyaretinde bulunamayıp da ziyaret edilemeyen mezarlıklara çözüm sunuyor. Bolvadin gibi dışarıda yaşayan hemşehrilerimizin çok olduğu bir ilçede bu projenin hayata geçirilmesi çok faydalı olur. Fazla maliyet gerektirmeyen hatta üniversite belediye işbirliği ile yapılıp diğer il ve ilçelere satılabilecek projenin önü açıktır. Tabi her işi yaptık sıra ölenleri bulmaya mı geldi diyenler olabilir. Fakat dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeleri takip etmek hakkımız değil mi? İlçeleri bırakın, köylerin bile internet sayfasına sahip olduğu bu çağda teknolojik gelişmelere duyarsız kalmamak gerekiyor. (Bolvadin Yenises Gazetesi, Sayı: 528, 12 Haziran 2003) 286 KADİM KENTE YENİLİK GETİRMEK BOYNUMUZUN BORCUDUR Düşünmek kolay, yapmak zordur. Dünyanın en zor işi düşünüleni yapmaktır. Johann Wolfgang von Goethe Bilgi ve teknolojik gelişmelerin hiçbir engel tanımadığı günümüzde dünya hızlı bir şekilde değişiyor. Böyle bir dünyada hemen hemen hiçbir şey aynı kalmıyor. Bolvadin, Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden birisi ve yaklaşık 10.000 yıllık geçmişi var. Bolvadinliler olarak şunu sorgulamalıyız. “Böyle değişen bir dünyada aynı mı kalmaya devam edeceğiz yoksa diğer ilçeler gibi gelişecek miyiz?” Ben Bolvadin’de hiçbir kimsenin bu soruya olumsuz cevap vereceğini düşünmüyorum. Gelişmenin yolu, farklı fikirleri tartışmakla oluyor. Bugünün gelişmiş ülkeleri sadece kişi başına düşen milli gelirin yüksek olmasından değil, farklı fikirlere açık ve bu fikirleri tartışabildikleri için bu durumdalar. 24 Eylül Gazetesinde uzun zamandır çeşitli konularla ilgili yazılar yazmaktayım. Yazılarımı ana konular açısından girişimcilik, yönetim, kişisel gelişim, eğitim ve memleket meseleleri yazıları diye gruplandırabiliriz. Genel olarak “Bu memlekette yeni olarak neler yapabiliriz?” Sorusuna odaklanmış durumdayım. Peki bu kadim kente yenilik getirmek kimlerin görevidir? Kadim kente yenilik getirmek sadece Bolvadin’i yönetenlerin değil, hepimizin görevidir. İşte bu sebeple de hepimizin kadim kente yenilik getirmek boynumuzun borcu diye düşünüyorum. Bir düşünsenize 1 Haziran 1914 yılında, Bolvadinliler Osmanlı Döneminin ilk özel bankalarından olan "Bolvadin İktisadi Osmani Bankası"nı kurmuşlar. Demek ki bu kadim kentte zamanında ciddi yenilikler de olmuş. Önemli olan bugün Bolvadin’e yakışan yenilikleri getirebilmektir. Örneğin bu kadim kentte bir simitçi, simit sarayı kurmayı düşünmeli. Bunu o simitçi yapamıyorsa başka bir iş adamımız simit sarayını yapabilmelidir. Bir market bir alışveriş merkezinin kurulmasını düşünülmeli bunu o yapamıyorsa kadim kentin bir yiğidi çıkıp bunu yapmalıdır. Bunun yanında Bolvadinli eğitimcilerin de eli 287 kaleme varmalı ve bu eğitimciler düşüncelerini yazmalıdır. Bu memleket ancak bu şekilde gelişebilir. Çünkü kadim kente yenilik katabilmenin bir yolu da yeni fikirler üretip bunu korkusuzca ve kimseyi kırmadan yazmaktan geçiyor. Maalesef ilçemizde çoğu sohbette çok güzel fikirlere sahip insanlarla tanışıp memleket meseleleri hakkında konuşuyorum. Onlardan güzel bir fikir duyduğumda “Bu fikirleri neden yazmıyorsun? Bu harika bir fikir.” diyorum. Fakat genelde cesaret edemediklerini üzülerek görüyorum. Ben Bolvadin’in konuşarak değil yazarak gelişeceğini düşünüyorum. Siz de bilirsiniz ki “Söz uçar, yazı kalır.” Hatta çok sevdiğim bir söz var: “Yeryüzünde söylenmeyen söz kalmadı bunlardan kaçı anlaşıldı?” Bolvadin’le ilgili düşünceleri yazmak büyük önem taşıyor. İnsanların düşündüğü fikirleri yazmaya cesaret edemiyor olmalarını bir Bolvadinliye yakıştıramıyorum. Sonuç olarak; kadim kente yenilik katmalıyız. Bu her alanda olabilir. Sporda da, ticarette de, eğitimde de ve hatta siyasette de yenilik katmalıyız. Fakat asıl yeniliği yepyeni fikirler üreterek yapmalıyız. Tek şartla birbirimizi üzmeden, birbirimizi kırmadan fikirlerimize saygı göstererek. Kadim kentimizin yeniliğe ihtiyacı çok. Çünkü dünyada başka bir Bolvadin yok. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 542, 8 Kasım 2010) 288 STATÜKO VE DEĞİŞİM NEDİR? Yaşadığımız yüz yılı bu kadar enteresan hale getiren tek gerçek “değişim” kavramıdır. Değişim bu yüzyıla damgasını vuran tek değişmezdir. Bu gerçeklere rağmen, genellikle doğu toplumlarında değişim geç algılanır ve geç gerçekleşir. Değişime liderlik edememek ve değişime hep seyirci kalmak doğu toplumlarının kaderidir. Bunun tek istisnası ise Japonya’dır. Japonlar doğulu olmalarına rağmen değişimi anlamışlardır. Bunun yanında dünyanın en kötü coğrafyasına sahip olmalarına rağmen değişime liderlik etmişlerdir. Peki nedir statüko? Nedir değişim? Statüko, bir alışkanlık halidir. Statüko, bir hastalıktır. Hem de tedavisinin değişim olduğu; zamanında müdahale edilemez ise sonucun ölüm olacağı hastalıktır. Statüko, kolaya kaçmaktır. Statüko, körü körüne bağlılık halidir. Statüko, teslimiyetçilik halidir. Statüko, başkalarını takip etmektir. Statüko, boyun eğmektir. Statüko, doksanıncı dakikada gol yemektir. Statüko, fazlalıktır. 289 Statüko, problemdir. Statüko, yolara taş koymaktır. Statüko, taşları eteğine toplamaktır. Statükocular, dinozorların kendisidir. Fakat nesillerinin tükendiğine hala inanmazlar. Değişim, eski alışkanlıkları terk etme halidir. Değişim, bir başkaldırıştır. Değişim, sancılıdır. Değişim, acılıdır. Değişim, zor olanı seçmek ve bu yolda gitmektir. Değişim, gerekliliktir. Değişim, zorunluluktur. Değişim, taşın altına elini sokmaktır. Değişim, doksanıncı dakikada gol atmaktır. Değişim, çözümdür. Değişim, yapmasını ve yakmasını bilmektir. Bazen, çölde Hz. Nuh gibi gemi yapmak; bazen, Tarık Bin Ziyad gibi denizde gemileri yakmaktır. Değişimciler, statükocuların baş belasıdır. Çünkü yaptıkları ya da yapacakları işin, yanlış olduğunu düşünürler. Statükocuların dayanak noktası ya da güvenceleri ise geçmiş ya da bugündür. Statükocuların bir şekilde başarılı olması, zaten problemin ne kadar çetrefilli olduğunu göstermektedir. Fakat altı çizilmesi gereken nokta ise, gelecekte statükocu düşünce ile başarı yakalanamayacaktır. Başarı için hatta daha radikal bir tabirle hayatta kalmak için, değişim şarttır. Siz statükoculukta ısrar edin, çünkü mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla dolup taşmıştır! Buna rağmen çevrede pek çok statükocu kişiler vardır. Onlar gemileri yapılması yerde de yakarlar, yakılması gereken yerde ağlarlar. Onlar dünün doğrularıyla yarını bulmaya çalışırlar. Taşın altına ellerini de sokmazlar. İşte statüko budur ve onlara göre hayatın özünde de bu vardır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 485, 5 Ekim 2009) 290 2023’E DOĞRU BOLVADİN’DE GELECEĞİN İŞLERİ Gelecekte bir gün gelecek. Üretim yönetiminde ürün yaşam eğrisi konusu vardır. Tıpkı insanlar gibi ürün ve hizmetler hatta işletmeler doğar, büyür ve nihayet ölür. Müşteri ihtiyaçlarının yerini zamanla başka ihtiyaçlar alır. Ürün yaşam eğrisi kavramı, ürünün satış tarihçesini grafik olarak gösteren bir kavramdır. Aşağıdaki şekilde gösterildiği gibi ürün yaşam eğrisi temel olarak dört aşamadan oluşur: Bunlar giriş (sunuş-tanıtma) dönemi, gelişme dönemi, olgunluk dönemi ve gerileme dönemidir. Bu eğri üzerinde ürün hareket ettiğinde, rekabet, dağıtım, fiyatlandırma, tutundurma ve pazar bilgisiyle ilgili stratejilerin periyodik olarak değerlendirilmesi ve muhtemelen değiştirilmesi gereklidir. Ürün yaşam eğrisini kullanmakla girişimciler, kârlı olabilecek ürünleri daha iyi hale getirerek ürünün varlığını sürdürmesini sağlayabilir, kârsız ürünleri ise piyasadan çekebilirler. Peki bu bilgiler ışığında Bolvadin için neler söyleyebiliriz? Gıda sektöründe işlerini adam akıllı yapanlar iyi yol kat edecekler. Yine bu alanda bilinen markalar Bolvadin’e gelecek. Gıda sektöründe müthiş potansiyel var. Bugün bu paranın % 80’i Bolvadin’de kalıyorsa gelecekte bu mümkün olmayacak. Başka bir ifadeyle gelecekte Bolvadin’de BİM gibi ama perakende yerine restoran işi yapan firmalar artacak. İlk dalga çiğköfte işini yapanları sayabiliriz. (Adıyaman, Cesa, Komagene ve yakında beşincisi geliyor.) Bakkallar bir bir kapanıp piyasada ulusal marketler şubelerini daha da fazla artıracaklar. Bugünkü gıda perakendecilerinin yerini pazarda (Migros, BİM, DiaSA, A101) alıyor. Bu yüzden yerli perakendeciler ya büyüme yolunu ya da pazardan çekilme kararını alacaklar. Hırdavatçıların yerini pazarda Tekzen, Koçtaş, Pratiker ve Bauhaus gibi perakendeciler alacak. Bunların Afyon’da açılması Bolvadin’i de derinden etkileyecek. Bilgisayar sarf malzemeleri satanların yerini teknolojik ürünler satan firmaların şubeleri açılacak. Sarrafların yanında pazarda sadece marka ürünler satan Favori, Goldaş ve Atasay gibi firmaların şubeleri açılacak. 291 Franchising tarzında girişimler artacak. (Çünkü bu işlerde işin batma ihtimali % 5 iken, kendi kurduğunuz işlerde batma ihtimali ilk yıl %50) İnternet kafelerin önemi azalacak. Bunlar önce duraklama ardından çöküşü yaşayacaklar. Çünkü internet her yerde olacak. Örneğin müşteriler cep telefonunda ya da evinden internete uygun fiyata girebilecek. Bunu zaten yaşıyoruz. Reklam işini iyi gören iyi para kazanacak. Bilbord reklam işini kurumsal anlamda yapana iyi para bırakacak. Kahvehanelerin yerini konsept kafeler alacak.(Kahve Dünyası ve Starbucks gibi firmalar gittikçe yayılıyor.) Bu trend şimdi illeri etkiliyor dolaylı olarak ilçemizi de etkileyecek. Canlı müzik yapan kafeyi ilk açan iyi para kazanacak. Lokumun anavatanı diye bildiğimiz ilçemizde bu alanda yatırım yapanlar da kazanacaklar. İlk yüzme havuzunu yapan bu alanda başarılı olacak. Emirdağ’ında bu işi yapanların sayısı ikiye yükselmiş. İlk A sınıfı düğün salonunu açan kişiler ilerde çok iyi para kazanacaklar. Ve tabii ki e-ticarette niş bir alanı yakalayanlar da bu alanda kendisinden sıkça söz ettirecekler. Sonuç olarak müşteri ihtiyaçlarını ilk görenler ve risk alanlar köşeyi dönecek. Unutmayın riske girmeden gelecek şekillendirilemez. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 640, 24 Eylül 2012) 292 11 RÖPORTAJLAR 293 Bu röportaj yayınlanmıştır. www.bolvadinliler.com’da 2006 yılında Ali Başpınar: Sayın Çakırer, bildiğimiz kadarıyla Bolvadin Sağlık Meslek Lisesi mezunusunuz. Buna rağmen -çoğu meslek liselinin yaptığı gibi geri çekilmeyip- eğitiminizi en üst seviyeye çıkarma gayretini gösterdiniz. Meslek Liseli olmak eğitim hayatında zor oldu mu? Evet 1994 yılında Bolvadin Sağlık Meslek Lisesinden mezun oldum. 1995 yılında Kütahya’da hem sağlık memurluğu yaptım hem de yüksek öğrenimimi tamamladım. O tarihte meslek liseliler katsayı problemi yaşamıyordu. Fakat bir çok görmediğimiz temel dersler vardı. Tabi ki bunun sıkıntısını yaşadım. Fakat hem çalışıp hem okumak beni hayata daha iyi hazırladı. Hayatın zorluklarını insan görünce daha da hayatın özünü kavraya biliyor. Bir Bolvadinli içinde hayat minareyi kaybedince başlıyor. Ali Başpınar: Bu kitap herkese hitap ediyor mu? Evet bu kitap ülkemizdeki her kesime hitap ediyor. Teorik çalışmadan ziyade yaşadığımız hayattaki gelişmeleri ve hayatı nasıl algıladığımızı ifade ediyor. Gerek hayatta gerekse iş dünyasında pek çok kişi başarıyı ister fakat başarıya pek çok kişi ulaşamaz bu sebeple her kesimin okumasında fayda görüyorum. Maalesef anne ve babalar bizi girişimciliğe değilde memuriyet 294 mesleğine şartlandırıyor. Ülkemizdeki pek çok ilköğretim öğrencisine gelecekte hangi mesleği yapacaksın diye sorduğumuzda cevap polislik, doktorluk, askerlik, öğretmenlik cevabının dışına maalesef çıkamıyor. Bence başarıyı merak eden ve yakalamak isteyen her kişi okumalı. Ali Başpınar: Peki Bolvadindeki girişimcilik faaliyetlerini nasıl buluyorsunuz? Küreselleşme dünyayı küçük bir köy haline getirdi. Dünyanın her hangi bir bölgesindeki gelişme her yeri etkileyebiliyor. Bolvadin’de küreselleşmenin etkisi altında kalıyor. Bu etki başka şehirlere göre az olsada Bolvadin’deki işletmeleri derinden etkiliyor. Fakat girişimcilerin bunun farkında olduüunu sanmıyorum. BİM marketlerinin Bolvadin’e yatırımı marketler tarafından kendilerini etkilemiyeceklerini düşündü. Fakat üzülerek söylemeliyim ki derinden etkiledi. Yine üzülerek söylemeliyim ki Bolvadin’deki işletmeler babadan öğrenilen yöntemlerle yönetiliyor. Bence bundan daha büyük bir yanlışlık olamaz. Yine girişimciler bir yatırım yaparken yeterli araştırma yapmadan yatırım yapıyorlar. Yapımı tamamlandıktan sonra satılan un fabrikası buna örnektir. Bence Bolvadin çok önemli bir pazar. Fakat bunu yerli girişimciler fark etmiş durumda değil. Ne zaman yabancı yatırımcı girecek o zaman gerçekler anlaşılacaktır. Migros veya başka bir perakendecinin yatırımı piyasayı derinden etkiler. Şimdiki işletme sahiplerinin de çocukları buralarda ancak işçi olabilir. Ali Başpınar: Bu kadar rağbet göreceğinizi bekliyormuydunuz? Türkiye’de kitap maalesef az okunuyor. Kitap okuma oranı bir ülkenin gelişmesiyle doğru orantılıdır. Japon’ya da yılda yirmialtı kitap okunurken ülkemizde ise altı vatandaşımız ancak bir kitap okuyor. Kitabımın iyi bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Ilerleyen yıllarda yani baskılarının geleceğini düşünüyorum. Zaten kısa sürede ikinci baskısı gerçekleşti. Çok yakında da üçüncü baskı gerçekleşecek. Anlatımın akıcı olması ve çekici örnekler kitabı bir 295 anda okunmasını sağlıyor. Bu yönde okuyucularımdan olumlu eleştiriler alıyorum. Ali Başpınar: Gençlerin en büyük korkusu işsizlik.Girişimcilik biraz da sermayeye bakmıyor mu? Asgari ücretli işe razı olan gençler nasıl girişimci olacaklar? İşsizlik kesinlikle ülkemizin en önemli problemidir. Girişimcilik ise bu problemi önleyecek tek seçenektir. Girişimcilik için sermaye tabiki gerekiyor fakat bir girişimci yoksa değişen hiçbir şey olmaz. Japonya dağlık, deprem bölgesi ve doğal kaynakları olmadığı halde dünyanın ikici büyük ekonomiye sahip olması bence girişimciliğin en güzel örneğidir. Sorunuza gelecek olursak zaten girişimciler asla asgari ücrete razı olmazlar. Asgari ücrete razı olanlar da girişimci olamaz. Girişimciler zor, çetin ama gidilmesi gereken yolu tercih ederler. Bu yolda garantili kazaç yoktur, hesaplabilen riskler vardır. Kaldı ki hem ülkemizde hem de ilçemizde sermayesi olup girişimciliğin olmadığı bir çok örnek vardır. 200 milyara dükkan alıp üç aydır iyi bir iş fikri olmadığı için boş bekleten biri bence girişimci olamaz. Ali Başpınar: Ben üniversiteden mezun olduğumda bir anda boşlukta hissettim kendimi. Ben onlarca kişiyi şu anda benzer şekilde görüyorum. Bu kadar kalifiye insan bir potansiyeldir ülkemiz için değil mi? Bu kitap bu durumdakilere de bir motivasyon kitabı anladığım kadarıyla. Hayatın özünde hatalar ve zorluklar var. Bunlar olmazsa zaten başarılarda gelmez. Bu zorlukları hepimiz yaşadık sanıyorum. Tabi en büyük sıkıntıda bizleri iyi birer yönlendiren ufkumuzu açan kişiler olmadı. Hayatı belli bir dönem piyango tadında yaşadık. Lisede çok zeki olup ÖSYS’da Türkiye derecesi beklediğimiz fakat sıradan hayat yaşayan pek çok arkaşadışım var. Demek ki iyi yönlendirmeye ve bizi bu yönde motive edecek kişilere ihtiyacımız var. Kitabımın okuyucularıma motivasyon yönünde de faydalı olacaşını düşünüyorum. 296 Ali Başpınar: Sitemizi takip ediyormusunuz? Bence siteniz güzel bir alana hitap ediyor.Böyle bir işi başardığınız için ne kadar teşekkür edersek azdır. Memleketinden uzak olupta sayenizde bilgi ve iletişim sağlsyan nice hemşehrilerimiz var. Fakat bence artık sanal alemdeki oluşumlar gün yüzüne çıkmalıdır. Nitekim bunun başarılı örneklerinide görüyoruz. Bence her Bolvadinlinin memlekete bir şeyler vermesi gerekir. Sadece Ramazan ayında aç insanların karnını doyurursak onbir ay bu kişiler yine aç gezer. Bu sebeple insanlara balık tutmayı öğretmek gerekiyor. Sonuç olarak sitenize projeler üretmede büyük bir iş düşüyor. Bence Bolvadinlikerin en büyük ihtiyacı dev bir vakıf kütüphanesi. Eğer böyle bir olşum yapılırsa ilçemizde eğitimde devrim yapılır. Böyle bir proje başlatıla bilinir. Ali Başpınar: Sayın Çakırer, vaktinizi bize ayırdığınız için çok teşekkür ederim. İlginiz için ben teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. 297 YETENEĞİNİ PAZARLAYAMAZSAN HİÇBİR ZAMAN İŞ BULAMAZSIN Doğru bir pazarlama stratejisi uygularsanız dilediğiniz şirkette çalışma imkanına kavuşabilirsiniz. Selin Güler, www.yeniasir.com.tr, (09 Aralık 2009) Lider Gişimcinin Yol Haritası', 'CEO Olmaya Götüren Sözler', 'Lider Öğretmen' ve 'Yetenek Pazarlama ve İş Bulma Sanatı' kitaplarının yazarı olan ve çeşitli üniversitelerde yetenek pazarlama ve lider girişimcilik konularında eğitimler veren Mehmet Akif Çakırer'le yeteneklerimizi pazarlama ve iş bulma konularında konuştuk. Üniversiteden her yıl binlerce öğrencinin mezun olduğunu ancak bu öğrencilerin kendilerini iş dünyası için yeterince hazırlayamadıklarını belirten Çakırer; "Mezun öğrencilerim beni en çok iş müracaatlarında neler yapmaları gerektiği konularında arıyor. Kitap yazmamın en önemli nedeni de öğrencilerin iş ararken ciddi bir rehbere ihtiyacı olduğudur" dedi. Kapak atmak Yetenek pazarlamayı; 'kişinin yatkınlığına bağlı olarak bir işi başarma ve amaca uygun olarak sonuçlandırma becerisini şirketlere sunabilmesi' olarak tanımlayan Çakırer, "Yani bir kişinin becerilerini ticari ya da faydalı hale getirebilmesidir. Birey sahip 298 olduğu beceriyi ticari hale getiremezse iş dünyasında istediği yere gelemez. Yetenek pazarlama anlayışının hareket noktası bir şirkete kapak atmak değil, işgücü alımına firmaların bakış açılarıyla bakabilmek ve ihtiyaçlarını görebilmektir" dedi. Yetenek pazarlamada kendini tanımanın önemine değinen Çakırer, "Kendini yeterince tanıyamayan biri yeteneklerini bilemez. Yunus Emre de "İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır" diyordu. Bireyin kariyerinde de kendini bilmesi önemlidir. Bu sebeple iş arayanlar kişisel SWOT analizini yapmalıdır" diye konuştu. Şirketi tanımanın da iş arayanlara yarar sağlayacağına değinen Çakırer şeyle konuştu: "Pek çok kişi iş görüşmelerine şirket hakkında bilgi edinmeden gider. Oysa günümüzde hiç bir işletme sadece özgeçmiş gönderen, maaşı düşünen, katma değeri olmayan çalışana sahip olmak istemez. İşletmeler, şirketi iyi gözlemleyen, şirket için projeleri olan çalışan hayal eder. Bu sebeple özgeçmiş yazmakla uğraşmak yerine çalışmayı düşündüğünüz şirketlerin bir listesini yapın. Listelediğiniz şirketlerin rakiplerini analiz edin. Bu şirketlerin SWOT analizini, ürünlerini rakiplerini, rakiplerin ürünlerinin listesini çıkartın." Kazanma savaşı Günümüzde başarılı kişilerin kendilerini şirketlere kabullendirmek için pazarlamadan yararlandıklarını anlatan Çakırer; "Pazarlamanın sadece işletmelerin yaptığı bir uygulama olduğunu düşünmek çok ciddi bir yanılgıdır. Pazarlama yapan kişiler rakiplerine göre oldukça avantajlı konuma geliyor. Günümüzde pazarlamacıların iddiası şudur: 'İyi sunulmayan güzel; çirkinden farksızdır.' Bu nedenle iş ararken, pazarlamanın temel bileşenlerinden biri olan etkileyici sunumda görsellik ve imaj büyük önem taşır. Eğer doğru bir pazarlama stratejisi uygularsanız dilediğiniz şirkette çalışma imkanına kavuşabilirsiniz" diye konuştu. "Pazarlama müşterilerin beyinlerini kazanma savaşıdır" diyen Çakırer, yetenek pazarlamanın, firmaların beyinlerini kazanma savaşı olduğunu söyledi ve ekledi: "Bu sebeple her firma için onlara özgü özgeçmiş ya da projeler geliştirmek doğru pazarlama stratejisini oluşturur. Günümüzde bazı firmalar iş 299 ilanlarında 'şirketimizle ilgili projelerinizi gönderin' diye ilan veriyor. İş müracaatlarını firmalara göre, sektörlere göre ve iş ilanına göre farklılaştırmak gerekiyor. Bundan binlerce yıl önce Çin'de yaşayan bilge Sun Tzu şöyle söylüyordu: 'Düşmanı ve kendini tanı, yüz savaşta tehlike yaşamazsın. Düşmanı tanımaz, kendini tanırsan kazanma ve kaybetme şansların eşittir. Eğer hem düşmanı, hem de kendini tanımazsan, her savaşta kesinlikle tehlikedesin demektir.' Eğer Sun Tzu bugün yaşasaydı iş arayanlara aynen şunları söylerdi: 'Şirketi ve kendini tanı, hiç bir iş müracaatında kötü sürpriz yaşamazsın. Şirketi tanımaz, fakat kendini tanırsan işi riske edersin. Eğer hem şirketi, hem de kendini tanımazsan, iş aramaya devam edersin.' İş arayan gençlerimiz kendilerini mümkün olduğunca farklılaştırabilmelidir. Şirketler ne diploma ne de sertifika peşinde, şirketler yetenek peşinde." İş dünyasında başarının doğru üniversitede doğru bölümü bitirmek, doğru arkadaşlarla birlikte olmak ve doğru sertifikaları almakla ilişkili olduğunu belirten Çakırer; "Bunlar kariyer yaşamınızda size yardımcı olur, ancak sizi zirveye çıkarmaz. Yetenek pazarlamasında başarı tamamen doğru bir stratejiye sahip olmakla ilişkilidir. Çünkü bu strateji kariyerinizde yönünüzü belirler, kariyer planınızı zorunlu kılar, şirketlerle nasıl iletişim kurulması gerektiğini söyler, yine size hangi yeteneklerinizin üzerine odaklanmanızın gerektiğini söyler. Bu stratejiyi ne kadar iyi anlarsanız, başarı için gereken doğru hamleleri gerektiği gibi uygularsınız. Gerçek şu ki; eğer başarılı olmak istiyorsanız bu rekabet ortamında düzgün bir pazarlama stratejisi içermeyen bir iş müracaatı ne kadar başarılı yapılırsa yapılsın başarısız olur" dedi. Hayalleriniz olsun Yetenekleri değerlendirebilmek için ticari hale getirilmesi gerektiğini anlatan Çakırer; iş dünyasında hiçbir işletmenin işine yaramayacak yeteneğin para etmeyeceğini anlattı ve ekledi: "Ülkemizde maalesef çoğu kişi yeteneğine göre iş bulamıyor. Böyle bir iş bulamadığı için de hayatta ciddi sıkıntılar yaşıyor. Herkes yeteneğine göre iş bulamaz, ancak yeteneğini pazarlayabilenler istediği işe sahip olur. "Kişi çok yetenekli de olsa 300 bu yeteneğini gösteremiyorsa iş bulamaz" diyen Çakırer, "Maalesef ülkemizde olağanüstü yeteneklere sahip olduğu halde sıradan hayat yaşayan pek çok kişi var. En büyük sıkıntıları yeteneklerini pazarlayamamalarıdır" dedi. Gençlere de önerilerde bulunan Çakırer, "İşsizlik rakamlarına rağmen gençlerimizin pozitif düşünmelerini istiyorum. Kendilerini sürekli geliştirenler çok iyi yerlere gelecektir. Ülkemizde yetişmiş eleman sıkıntısı var. Bunların yanında gençlerimiz kısa yolan köşeyi dönme düşüncelerini bir kenara bırakmalılar. Gelecekleriyle ilgili hayallere sahip olmalılar" diye konuştu. Şirketler kadın gibi düşünür "Şirketler kadınlar gibi düşünür" diyen Çakırer, "Aslında pek çok yönden her işletme kadınlara benzer" dedi ve ekledi: "İşletmeler kadınların düşünce yapısına sahip. Nasıl kadınlar evlenmek için çocuğuna en iyi baba olabilecek erkeği seçerse, şirketler de kurumu amacına ulaştırabilecek en iyi adayı seçer. Nasıl bir kızı bin kişi ister bir kişiye nasip olursa bugün de bir işletmeye binlerce iş müracaatı oluyor ve işe girmeyi başaran ancak bir kaç kişi oluyor. İşsizliğin temelinde şirketlerle, iş arayanların farklı düşünmeleri neden olmaktadır. Bugün pek çok üniversite mezunu işsizlikten, buna karşın pek çok şirket de aradığı kalifiye elemanı bulamamaktan şikayetçi." 301 Mehmet Akif Çakırer, İnsan Kaynakları Yönetimi sitesi www.hemenisara.com’un ekim ayı röportaj konuğuydu. Bu röportajı sizlerle paylaşmak istiyoruz. (5 Mayıs 2011) Afyon Kocatepe Üniversitesi, Bolvadin Meslek Yüksek Okulu öğretim görevlisi Mehmet Akif Çakırer ile insan kaynakları üzerine konuştuk. 1-Mehmet Bey öncelikle okuyucularımıza kısaca tanıtır mısınız? kendinizi Afyon Kocatepe Üniversitesi, Bolvadin Meslek Yüksek Okulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaktayım. Ayrıca Lider Girişimcinin Yol Haritası, İşletme Yönetimi, Yetenek Pazarlama ve İş Bulma Sanatı, Lider Öğretmen, ve CEO Olmaya Götüren Sözler kitabının yazarıyım. 2-Çalışma alanı olarak neden İnsan Kaynaklarını seçtiniz? Sizi 302 bu alana yönelten faktörler nelerdir? Gelişmiş ülkelerde İK’nın yerini Yetenek Yönetimi aldı. Gelecekte ülkemizde Yetenek Yönetiminin öneminin anlaşılacağını düşünüyorum. Birde ülkemizde en büyük sıkıntılardan birinin yetenekleri keşfedememe sorunu olduğunu ve bunun yanında bir şekilde ortaya çıkan yeteneklere sahip çıkamadığımızı düşünüyorum. En önemli faktörler bunlardı. 3-Günümüzde insan kaynaklarının bulunduğu nokta ve şirketler açısından taşıdığı önem üzerine görüşleriniz nelerdir? İnsan kaynakları şirketler için hayati derece önemli bir departman fakat istisnaların dışında ülke olarak insan kaynaklarının öneminin farkında değiliz. Gelişmiş ülkeler İK’dan Yetenek Yönetimine geçtiler. İşletmeler yetenekleri kadar başarılı, yetenekleri kadar rekabet avantajına sahipler. Günümüzde iş hayatında rekabeti yetenekler belirliyor. Aynı durum ülkelerin rekabeti için de geçerli… ABD bugün beyin göçü ile yetenekleri toplayabiliyorsa yetenek yönetiminin önemini fark etmiş olmasından kaynaklanıyor. Bakın Bill Gates diyor ki: “Bizim en iyi 20 insanımızı alıp götürün, elimizde hiçbir şey kalmaz.” Ülkemizdeki işadamları ya da yöneticiler ise “bana bir şey olursa bu şirket mahvolur.” diye düşünüyor. Yani yetenek yönetimini bırakın “One Man Show” dediğimiz tek adamlılık durumu… Kısacası Yeteneği yönetemeyen şirketler bunun bedelini çok ağır ödeyecekler. 4-İş yaşamını bütün olarak ele aldığımızda bir ürün veya hizmetin pazarlanması dışında iş yaşamının aktörleri olan çalışanların kendileri ile ilgili tecrübe ve yeteneklerini pazarlaması da öne çıkmaktadır. Bu bağlamda “Yetenek Pazarlama ve İş Bulma Sanatı” adlı kitabınızda, çalışanların kendi yeteneklerinin farkına varması ve kariyerlerine etki etmesi için bu yeteneklerini nasıl yönlendirebilecekleri hakkında neler söyleyebilirsiniz? Yetenek Pazarlamadan bahsedebilmemiz için bireyin kendini tanıması gerekir. Kendini tanımayan ve kendinin farkında olmayan 303 biri nasıl kendini ifade edebilir. İşte bu sebeple yeteneğini pazarlamak isteyen kişi kendine SWOT analizi yapmalıdır. SWOT analizi ile birlikte birey kendini daha iyi ifade edebilecektir. Zaten iş görüşmesinde İK uzmanın size soracağı sorular sizin SWOT analiziniz çerçevesinde gelişecektir. Bunun yanında uygun network oluşturmakta oldukça önemli bir konuyu ifade ediyor. Güçlü ilişkiler geliştirmede yetenek pazarlamanın başka bir boyutudur. Bir de benim ifade etmek istediğim bir durum var. İş arayanlar mülakatlarda çok tutarsız davranıyor. Örneğin şirketi, ürünü, departmanını araştırmalı kısacası iş müracaatı yaptığı firmanın ciddi bir SWOT analizini çıkartmalı. Şirkete, ürüne ya da sektör ilgisi olmayan sırf müracaat etmek için form doldurmuş birine nasıl güvenip işi emanet edebilirsiniz. Bence ülkemizdeki iş arayanların kaçırdığı en büyük fırsat şirketlere proje göndermek yerine CV göndermeleridir. Şirketlere proje oluşturan adaylar ciddi bir rekabet avantajı elde ediyorlar. İlgili bir aday tüm bu ince noktalara dikkat etmelidir. Bir de bu kitabı iş arayanlara şiddetle tavsiye ediyorum. Kısacası eski yöntemlerle işe giremezsiniz. Şirketler yeteneğini pazarlayabilen kişileri arıyor. 5-“Nasıl Daha İyi Staj Yapabilirim?” başlıklı yazınızda kurumsallaşmış şirketlerde hakkını vererek yapılan stajların üniversite öğrencilerine ciddi katkı sağladığından bahsetmiştiniz. Peki, bu durum üniversite öğrencilerine ne gibi katkılar sağlamaktadır? Öğrencilerimiz üniversitede hangi bölüm okurlarsa okusunlar en büyük sıkıntıları gerçek hayattaki uygulamaların için de olmamalarıdır. İşte bu nedenle öğrencilerimizin teorik bilgilerinin yanına pratik bilgileri de koyabilmeleri için şiddetle onların staj yapmalarına ihtiyacı vardır. Staj eğer hakkı ile yapılırsa ciddi bir tecrübede kazanılmış olur. Bunun yanında stajda iyi performans gösteren pek çok öğrenci iş teklifi alabiliyor. Başka bir ifadeyle şirketlerde eline iyi kumaş geçince bunu değerlendirmek istiyor. Fakat çoğu gencimiz stajı bir zorunluluk olarak gördüğünden stajlar amacına ulaşamıyor. Stajyer öğrencinin isteği ve azmi bir 304 şekilde firma yetkilileri tarafından fark ediliyor. 6-Sizce iş arayan gençlerin dikkat etmesi gereken konular nelerdir? Onlara ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? Öncelikle iş arayan gençlerin ülkemizde en büyük problemi onların tecrübesiz olmasıdır. Bu sebeple iş arayan gençler ilk kez işe gireceği durumda ücret konusunda çok katı tutum sergilememeli. Özellikle ilk iş deneyimini bir öğrenme süreci olarak görmelidir. Çünkü iş deneyimi olmayan gençler iş bulma sürecini uzatıyor. Bu da gereksiz stres ve kariyer kaygısına neden oluyor. Bu sebeple deneyim kazanmaya öncelik vermeliler. Bunun yanında iş hayatın da gençlerimizin en büyük beklentisi işin masa başı olması. Gençlerin masa başı iş yerine sahada olması ve bu yaşlarda sahada mücadele etmesi gerekir. Zaten ilerleyen yaşlarda yöneticilik pozisyonu gibi yerlere gelmesi kuvvetle muhtemeldir. 7-Birçok insan günümüzde oldukça popüler olan sosyal paylaşım sitelerine iş bulabilmek için üye oluyor. İş arayan kişiler sosyal paylaşım platformlarının iş bulma konusunda yardımcı olduğu kanısında. Bu konuda siz neler düşünüyorsunuz? Gelişen teknoloji her alanda olduğu gibi iş bulma konusunda da geçerli. Günümüzdeki iş alanlarının yarısının son otuz yılda olduğunu düşünürsek gelecekte her alanda teknolojinin payı daha da artacak. Ben bu trendin daha da artacağını düşünüyorum. Bunun yanında iş arayan elemanın sosyal medyadaki durumu da önemli. Düşünsenize kendi isim ve soyadından oluşmayan tuhaf bir mail adresi kullanan kişi nasıl bir firmanın güvenini sağlayabilir. Sosyal medyada insanlar gerçek hayatlarındaki gibi olmalılar. Dijital ortamda veriler bir şekilde saklandığından ve gizli kalmadığından kötü bir sürprizle karşılaşabilirler. Patronu ya da kurumu hakkında sosyal medyaya negatif yazılar yazan birinin müracaat ettiği şirket hakkında da kötü şeyler yazabileceği düşünülür. İş arayanlara önerim: sosyal medyada kendiniz olun bunun yanında ifadelerinize dikkat edin. Kısacası sosyal medyada itibarınızı iyi yönetin tıpkı 305 gerçek hayatta olduğu gibi. Dünya büyük olabilir ama iş dünyası küçüktür. Ve iş dünyasındaki çalışanlar bir şekilde karşılaşırlar. Bunu asla unutmayın. 8-Sizce işletmelerde işe alım süreci nasıl olmalı? Adayların niteliklerini belirlemek için ne tür stratejiler takip edilmelidir? Ülkemizde işe alımların çoğu hala tanıdık vasıtasıyla oluyor. Bu sebeple ben açıkçası yeteneğin hep merkezde olması gerektiğini düşünüyorum. İşe alım sürecinde bireyin yeteneği çok önemli bir konu. Çok iyi bir üniversiteden mezun olan bir kişinin PR departmanında başarılı olacağını kimse garanti edemez. Bunun yanında işe alınan eleman çok iyi bir oryantasyondan geçmeli. Birde İK uzmanları “biz sizi ararız.” İfadesinin yerine “düşündüğümüz aday siz değilsiniz” diyebilme açık yürekliliğini göstermelidir. Çok başarısız olan bir adaya ümit verilmemeli bunun yanında eksik yönleri varsa söylenebilmeli. Biz sizi ararız deyip aramamak İK departmanına bunun yanında kuruma olan güveni sarstığını düşünüyorum. Kısacası daha şeffaf bir İK yönetimini arzu ediyorum. Bazı şirketlerin eleman alımını bile kamuoyuna duyurmadan yapması nasıl bir şeffaflık olabilir ki? 9-Tüm iş arayanların yarıya yakını, internet kullanıcılarının ise 1/4'ü interneti iş arama amacıyla kullanıyor ve bu oran her yıl artmaya devam ediyor. Buradan hareketle İK sitelerinin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz? Bu oranın gelecekte artacağını düşünüyorum. Gelecekte iş mülakatlarının bile e-mülakat şeklinde olabileceğini düşünüyorum. Çünkü iş aramadan ziyada mülakatlar hem şirketler için hem de adaylar için çok vakit alabiliyor. Gelecekte iş ve sektör değiştirmenin daha da artacağını da hesaba katarsak gelecekte dijital ortamda yapılacak olan mülakatlara hazır olmak gerekiyor. Bu alanda ki İK firmaları da gelecek hakkında öngörü sahibi olmalılar. 10-Son olarak sektörün yeni İK portalı olan hemenisara.com’ ailesine, bizlere bu alanda daha farklı hizmetler sunabilmemiz 306 için neler önerirsiniz? Günümüzde en önemli konu gerek firmaların gerekse bireylerin rakiplerinden farklı olmalarıdır. Hemenisara.com rakiplerinden ismi gibi uygulamada da farklılık göstermeli. Bu çekirdek yeteneğinden ayrılmamalı. Yani klasik iş arama sitesinden ziyade hemen iş bulması gereken kişilere ve hemen eleman bulması gereken kurumlara birinci derece öncelik vermelidir. Ancak rakiplerinden bu yönde farklı olarak ayrışa bilir. Hatta şöyle bir slogan olabilir: “24 saatte işiniz hazır.” Ben bu röportaj için teşekkür ederim. Çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim. 307 NİŞ PAZAR GİRİŞİMCİLİĞİ, KANAL 3’ÜN PROGRAM KONUSU OLDU Gazetemiz yazarlarından öğretim görevlisi Mehmet Akif Çakırer Kanal 3 programında yayınlanan ve sunuculuğunu Lütfi Öztaylan’ın yaptığı Genç Vizyon'da program konuğuydu. Bolvadin Meslek Yüksek okulunda yapılan çekimlerde yazarın yayınlanan altı kitabı ve en son çıkan kitabı Niş Pazar Girişimciliği konu oldu. Mehmet Akif Çakırer Genç Vizyon izleyicileri için Kitaplarını İmzaladı. Niş Pazar Girişimciliği ve Lider Girişimcinin Yol Haritası kitapları program sonrası Genç Vizyon programının facebook sayfasından takipçilerine hediye edildi. Programın kayıtlarına www.kanal3.web.tr/kategori/genc-vizyon adresinden ulaşılabilinir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 656, 14 Ocak 2013) 308 12 OKUYUCU MEKTUPLARI 309 BOLVADİN DE YAPILANLAR Geçtiğimiz aylarda yazmış olduğum “Bolvadin’de Statüko 1-0 öndedir”yazısına değerli hemşerimiz Doç. Dr. Nadir Ünal’dan bir yazı gelmişti. Aynen yayınlamak istiyorum. “Bolvadin’e hizmet etmiş olan hemşerilerimizin çalışmalarını şükranla anmak isterim “Bolvadin’de Statüko” yazısındaki konuları zamanındaki şartlara göre incelemekte yarar görmekteyim. Yazıda değinilen konulardan bir kısmını, yakinen bilen ve hayatta olan hemşerilerimiz bulunmaktadır. Öncelikle tren hattı konusunu, zamanın şartlarına göre incelemek gerekir. Bu hat Osmanlı İmparatorluğu zamanında Hicaz hattı olarak Fransız ve Almanlar tarafından yapılmıştır. Zamanın teknolojisine göre insan emeği ile yapılan bu hat için sağlam zeminli güzergâh belirlenmiş, Bilecik’te olduğu gibi bazı İl merkezlerine de uğramamıştır. Bolvadin Çay arasında mevcut olan Akarçay ile arazinin bataklık olması şimdiki hattın belirlenmesine büyük ölçüde etkili olması ihtimali vardır. Rahmetli Adnan Menderes dönemindeki Ağır Ceza olayı, Bolvadin’e bağlı iken İlçe olarak ayrılan Çay ve Sultandağı nedeniyle Bolvadin’e bağımlı kılmak için Ağır Ceza Mahkemesi ile lise açılmasına karar verilmişti. Bildiğim kadarıyla askeri birlik verilmesi söz konusu değildi. Kağıt Fabrikası yapılması sırasında Sayın Demirel'in yaşlı bir köylü ile olan konuşmasını bilmiyorum, ancak o tarihlerde Afyonda görevli olduğumdan Kağıt Fabrikasının teknik nedenlerle Karamık Gölüne yakın olacak şekilde yapıldığını biliyorum. Bu Fabrika için başta Afyon olmak üzere çeşitli iller ve ilçeler istekliydi. Kağıt Fabrikası kuruluşunda güçlü su kaynağı gerekli olduğu gibi daha önemlisi üretim sonucunda kalan kimyasal madde içerikli suyun tahliyesi olmaktadır. Fabrikanın kurulduğu yerde Karamık Gölünün su kaynakları kullanılmış ve kirli suyun tahliyesi için Sultan dağları altındaki düdenlerden yararlanılmıştır. Bunun gibi Şeker fabrikası kuruluşunda da benzer teknik şartların dikkate alındığı o zaman açıklanmıştır. Diğer yönden Bolvadin'e yapılan Alkaloit fabrikası Türkiye’de ilk ve Dünyada dördüncüdür. Bu fabrikanın Bolvadin’de yapılması uzun bir macera olmuştur. Bunu gerektiğinde detaylı olarak öğrenmekte fayda görürüm, sevgilerimle.” Doç.Dr.Nadir Ünal 310 Hocam merhaba. Bolvadin’den Utku Isıtma’dan Ali Utku. Söz konusu Bolvadin ağır bedel ödüyor diye bahsettiğiniz satırlardaki Bolvadin’e gurbetçilerden yatırım yapılmıyor demişsiniz. Gayet doğru yanlız şunu bilin ki bir o kadar da yurtlarına yatırım yapmak, paralarının değerini kaybetmemesi için yatırım düşünen insanlar var. Fakat ülke ve Bolvadin ekonomisine yararlı olacak sektörleri tahmin edemiyor, tahmin edenlere de güvenemiyor. Benim şahsıma teklif edilen sektörümle ilgili üretim (fabrika) kuralım türünden birkaç teklif aldım ama beni tek yıldıran Bolvadin’de kalifiyeli personel ve iş bilinci olan insanlar bulmak ve çalıştırmak güç olduğundan geri planda kaldım. Benim düşüncem öncelikle siz gibi tecrübeli kişilerin seminerler düzenleyip, davetlilerinde küçük- büyük esnaf olmasına dikkat etmeden, onların çıkarlarına bir çalışma yapılacağını lanse edip ve seminer sonuna bir formla kendilerini hangi alanda, neyi yaparken, kendilerini mutlu hissetiklerini örneğin satış-pazarlamainsan ilişkileri ve el sanatı gibi bilgileri elde ettikten sonra bu formlar ve insanlar üzerinde çalışma yapılıp daha sonra farklı bir seminerle gurbetçi hemşerilerimiz odaklı bir seminer düzenlenerek onların yatırım düşünceleri ve yapılacak ürünlerin Avrupada bulundukları yerlerde onlar için akılcı bir yatırım olarak gördüğü sektör ve ürünleri ele alınıp, gurbetçi ortaklarında aynı zamanda bulunduğu ülke ve bölgelerde üretilen mamulun satış, tanıtım amaçlı ne kadar gayret göstereceklerini ögrenip iyi bir organize ile esnaf - gurbetçiler ortaklığıyla bir yatırım yapılabilir. Ve bu yatırım ortalam dört yılda Afyon’da parmak ısırtan 10-15 yıl sonrada Türkiye ve Avrupa’da saygınlığını kazanacağını tahmin ediyorum. Çünkü başarılı olamamaları için bir sebep yok. Herkes bir nevi kendi işini yapıyor. Saygılarımla. Ali Utku (7 Nisan 2008) Mehmet Akif Bey, O kadar güzel şeyler yazmışsınız ki size bu yazdıklarınızdan ötürü bir tebrik mesajı yazmayı inanın kendime bir borç bildim. Sizi tebrik ediyorum. Bolvadin'i çok guzel irdelemişsiniz. Maalesef ilçemizde icinde bulundugu bu kötü ve köhneleşmiş zihniyet pek çok insanımıza ve gencimize zarar veriyor. Her ilçeye gelişimde ya 311 da değişik düğülerde daha önce hiç duymadiğim, görmediğim yeni bir adetle karşılaşıyorum. Bu düğün alışverişlerinde de böyle. Kesinlikle yeni bir girişim yok. Anca birisi bir iş yapar bunda da başarılı olursa hiç araştırmadan incelemeden pazar kapasitesine aldırış etmeden bilinçsizce açılan aynı işletmelerin sonu hep hüsran oluyor. Sizinde verdiğiniz herkesin bildigi tavuk ciftlikleri v.s. bunun en guzel örnekleri. Bizde şu anlayış var; önce binayı dikelim sonra burada ne yapacagimiza karar veririz anlayışı. Diktiğin bina senin sonradan karar verdigin isle uyum saglarmi saglamazmi bu kesinlikle düşünülmüyor. Ben gençlerimizi hep bir bitkinlik, usanmişlik ve umutsuzluk içerisinde görüyorum. Bazen tanıdığım gençlerle konuşuyorum. “Ne yapayım? Nasıl yaparım? İş yok” gibi karamsarlık içerisinde buluyorum. Pek çoğuna komik geliyor söylediklerim. Diyorum ki "Hayal kurun". O nasıl olacak diyorlar. Bir işi başarmanın ya da başarılı olmanın ilk yolunun ben hayal kurmaktan geçtiğini düşünüyorum. İnsan ilk once hayal kurmalı, umut etmeli, sonra bu hayallerinin peşinden koşmali, araştırmalı. Pek çok kişi hayal kurar ama hayal kurmak ayrı şey hayallerinin peşinden koşmak başka şeydir. Ama ilk basamak hayal kurmaktır. Sonrası insanın kendi istek ve başarma hırsına kalmıştır. Maalesef gençlerimizde ben bunu görmüyorum. Hep başkalarının hayallerini konuşuyorlar. Eğitim, ögrenim devam eden bir şey. Her şeyin bir şeyini, bir şeyin herşeyini bilmek gerekiyor artık. Benim gençlere tavsiyem. (Rahmetli Sakıp Sabancı'ya aittir.) Ne istiyorsunuz? Önce ona karar verin. Boşluğu yakalayın. Farkliliklari ve hedeflerinizi belirleyin, Ayran gönüllü olmayın. Güçlük ile başarısızlığı birbirinden ayırmayı bilin. Ustanin yanında çıraklık deneyimi yaşayin. Bugün Dünya’da en bol şey paradır, Önemli olan proje üretmektir. Saygılarımla...(19 Mayıs 2008) Mustafa Karyağdı New Jersey, USA 312 Aslen Emirdağlıyız 25 senedir Bolvadinde yasıyoruz. Bolvadinli sayilirim. Bolvadin’de evimiz var. Babam uzun seneler hem kredi yurtlar kurumunda hem de Bolvadin ve Çay MYO’da yüksek okul sekreterliği yaptı. Halen Çay’da devam ediyor. Çocuklugumdan hatırlarım Bolvadin; çevresindeki Çay Afyon, Emirdağ, Bayat, Yunak, Akşehir gibi il ve ilçelerden ileri, gelişmiş bir pozisyonu vardı. Bizim Eskisehir’deki akrabalar bir düğün olcaksa Bolvadin’den gelir cuval cuval et götürürlerdi. Yine kaymak şenlikleri daha coşkuluydu neredeyse şehir havası vardı. Yalnız seneler gecti bizler büyüdük ilkokul ortaokul lise universte derken herkes biryere dagıldı ortaokulda Bolvadin Anadolu Lisesine Çay’dan Akşehirden ve komşu ilçelerden iki adet 302 dolusu öğrenci gelirdi. Sosyal kültürel anlamda benim gözümde bir merkezdi. Bu süreçte Bolvadin’in bu ekonomik sosyo kültürel anlamda kan kaybedişi karşısında bu durumları yerel gazetelerden siyasi eleştri olarak okuyorduk. Siz akademik anlamda yaptıgınız için tek diye düşünüyorum. Çünkü siz bu cesarete sahipsiniz ve insanlarin onünü açmak onların deryalar okyanuslar aşmasını dilediğiniz için ilksiniz. Biri tavuk ciftligi yapar arkasından altı ay sonra bakmışsın on tane olmuş ve altı ay sonra hepsi batmiş... Niye ortaklaşa bir iş yapmayı düşünmezler ki? Bugün Metro’nun ve Buzlu’nun girdigi bir garajda Haskaymak sadece Denizli Afyon Eskisehir’e gidiyor? Nerede ankara nerede istanbul izmir... Biri öğrenci yurdu açar arkasından on tane daha açılır. Ve bir bakmışsın yine hüsran ...... Oto yıkamada da böyle.... Hiç kimse başka bir sektöre gireyim demiyor. Hep denenmişi deniyoruz. Güya zarar etmiyecez ya ondan sonra daha fazla zarara giriyoruz. Ben kendi dalımda girişim yapacaktım. Fakat Bolvadin’in nüfusunun göç vermesi, çiftcinin kendi kendine anca yetiyor olması bu kan kaybeden kadim kentten ayrılmam gerektigini düsündüm. Çünkü şartlar öyle gerektiriyordu. Şimdi ise İstanbul’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalışıyorum. Zaman zaman sizin yazılarınızı okuyarak moral buluyorum. İstiyorum ki her Bolvadin’den yetişen hemşerimiz gözleri çakmak çakmak ne istediğini bilen tuttuğunu koparan memlektine milletine faydalı 313 bireyler olsun. Özetle; bu milletin sizin gibi moral veren, yönlendiren, yol gösteren güzel insanlara ve rehberlere ihtiyacı var. 14 Aralık 2009 Ramazan Koçak Harita Muhendisi İBB İsfalt A.S 314 SONSÖZ YERİNE: CENNET BOLVADİN’İN YA ALTINDA YA DA ÜSTÜNDE Havasına suyuna taşına toprağına Bin can feda bir tek dostuma Her köşesi cennetim ezilir yanar içim Bir başkadır benim memleketim Sevgili dostlar şimdiye kadar her hafta yazılarımla sizlerle beraber oldum. Çoğu zaman ilçemizdeki işletme yönetimimizin ve pazarlama yeteneğimizin çok zayıf olduğunu, kısacası Bolvadin’deki işletmelerin yönetim modellerini kısa sürede değiştirmezlerse piyasayı küreselleşmenin etkisiyle büyük ölçekteki firmaların işgal edeceğini ifade ettim. (Bu konuda perakende sektörünün ciddi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Özellikle piyasadaki sıcak parayı BİM, A101 gibi ulusal firmalar çekiyor. Dün yerli sermayenin hâkim olduğu sektörde bugün hâkimiyet ulusal firmaların lehine gelişiyor.) Bu eleştiriler ve gözlemler daha iyi, daha kaliteli bir yaşam standardı olan Bolvadin içindi. Dün bu eleştirileri algılamayan iş adamlarının durumu bugün ortada… Eğer bugün bazıları bir şeyler yapmazlarsa yarın bu kimseler için çok geç olacak. Unutmayın işletmeler mezarlığı vazgeçilmez işletmelerin mezarıyla dolu… Konunuz Bolvadin ve ticaret gibi bir alansa, siyasete hiç girmeyecekseniz her hafta Bolvadin’de yerel gazetede yazı yazmak gerçekten zor bir iş. Bu sebeple sizlere veda ediyorum. Biliyorum memleket sevgisi yine beni yazdırmaya devam edecek. Ama en azından her hafta yazamayacağım. Çünkü yeni şeyler söylemek için yeni bilgiler okuyup özümsemek ve bunu da siz değerli okuyuculara sunmak gerekiyor. Sizleri seviyorum çünkü benimle aynı havayı teneffüs ediyorsunuz. Bu yazıları okuduğunuza göre memleket meselelerine ilgilisiniz. Ülkemizde insanlar zaten okumuyor ama buna rağmen siz Bolvadin’de yerel gazete okuyorsanız işte buna saygı duyulur. Şimdiye kadar yerel gazetelerde Bolvadin ile ilgili yazdığım yazıları topladım. Yaklaşık yüz yazıyı bulan bu çalışmayı son olarak kitaplaştırmayı düşünüyorum. Umarım gelecekte Bolvadin’i 315 ekonomik ve sosyal gelişimine katkıda bulunur. Biliyorsunuz ki: “Söz uçar, yazı kalır.” Karıncaya sormuşlar nereye gidiyorsun diye. Oda “Kâbe’ye gidiyorum” demiş. Daha sonra yine sormuşlar; “bu adımlarla mı?” karıncada; “gidemesem bile o yolda ölmüş olurum” demiş. İşte benimkisi de bir nevi karıncalık hikâyesiydi… Amacım daha güzel işleyen, daha iyi yönetilen, hem çalışanları hem de işverenlerinin memnun olduğu işletmelere sahip bir Bolvadin’di. Yürekten isterim ki Hakkâri’den, Edirne’den bir vatandaşımızın aldığı ürünün üzerinde üretim yeri Bolvadin yazsın. Hatta bu da yetmez yurtdışından da müşterilerimiz olsun. İnsanlar Heybeli’yi görmek için değil yurt içinden yurtdışından kafilelerle gelsin. Bunlar belki bir rüya bazıları için ama ben bunların basit ve etkin pazarlama teknikleri ile bir gün gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Benim Bolvadin ile ilgili böyle bir rüyam var. İşte bu hayalle yazdım bütün bu yazıları. Güzel haberlerinizi hep bekleyeceğim. E-Mail adresim: [email protected] (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 579, 25 Temmuz 2011) 316 YAZAR HAKKINDA Mehmet Akif Çakırer; 4 Mart 1977 tarihinde dünyaya geldi. İlk, Orta ve Lise eğitimini Bolvadin’de tamamladı. Üniversite öğrenimini, Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat bölümünde 1999 yılında tamamladı. 1999 Yılının temmuz ayında Dış Ticaret Müsteşarlığı, Serbest Bölgeler Genel Müdürlüğü’nde, 1999 yılı Ağustos ve Eylül ayında İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Eğitim Müdürlüğü’nde staj yaptı. 2002 yılında Dumlupınar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İşletme Anabilim Dalı, Yönetim ve Organizasyon bölümünde yüksek lisans yaptı. Askerlik hizmetini, kısa dönem olarak Tatvan’da 16 Ekim 2004 tarihinde tamamladı. 2003 yılından itibaren Afyon Kocatepe Üniversitesi, Bolvadin Meslek Yüksek Okulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Yazarın yayınlanmış diğer kitapları; Lider Girişimcinin Yol Haritası (5. Baskı, Ekin Yayınevi), İşletme Yönetimi (3. Baskı, Ekin Yayınevi), Yetenek Pazarlama ve İş Bulma Sanatı (2. Baskı, Ekin Yayınevi), Lider Öğretmen (Crea Yayıncılık) ve CEO Olmaya Götüren Sözler’dir (Crea Yayıncılık), Marka Yönetimi ve Marka Stratejisi (Ekin Yayınevi) ve Elektronik Ticaret’tir. (Ekin Yayınevi). Ayrıca Türkiye’nin ilk ve tek doğrudan satış dergisi Network Marketing dergisinde yazıları yayınlanmıştır. Makaleleri317 ne kendisine ait www.lidergirisimci.com isimli web sitesinden ulaşılabilir. Evli ve iki çocuk babası olan yazarın bireysel ve kurumsal vermiş olduğu eğitimler aşağıdaki gibidir: BİREYSEL EĞİTİMLER Kariyer Yönetimi Yetenek Pazarlama ve İş Bulma Sanatı Lider Yöneticilik Lider Girişimcilik Eğiticilerin Eğitimi ve Lider Öğretmenlik İş Görüşmeleri ve Etkili Mülakat Teknikleri KURUMSAL EĞİTİMLER Müşteri İlişkileri Yönetimi ve Müşteri Memnuyeti Pazarlama ve Satış Teknikleri Çalışanları Motive Etme Teknikleri Yöneticilikten Liderliğe Geçiş Aile İşletmelerinde Kurumsallaşma Değişim Yönetimi ve Rekabet Stratejileri Niş Pazarlama Stratejisi Marka Yönetimi ve Marka Olmanın Yol Haritası Girişimcilik ve KOBİ Yönetimi Alaturka Girişimcilik 3İ (İletişim, İnsan Kaynakları, İnovasyon) Eğitimi İLETİŞİM [email protected] www.lidergirisimci.com 318 KAYNAKÇA ARAT Melih, www.google.com BAYAR, Muharrem, (2004) Bolvadin Tarihi, Cilt: 2, Bilge Yayıncılık, İstanbul. ÇAKIRER Mehmet Akif, (2008) Elektronik Ticaret, Lisans yayınları, İstanbul. ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2006) Lider Girişimcinin Yol Haritası, Beyaz Yayınları, İstanbul. ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2009) İşletme Yönetimi, Bolvadin. ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2009) Yetenek Pazarlama ve İş Bulma Sanatı, Crea Yayınları, İstanbul. ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2009) CEO Olmaya Götüren Sözler, Crea Yayınları, İstanbul. ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2009) Lider Öğretmen, Crea Yayınları, İstanbul. ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2012) Niş Pazar Girişimciliği, Crea Yayınları, İstanbul DÜNDAR Can, Keşke Demek İçin… www.milliyet.com.tr GÖKER, Osman, (1997), Bolvadin’e Dair Düşünceler, Ankara. KARAKAŞ Mehmet, KONUK Osman, ÇAĞAN Kenan, “Bolvadin’de Toplumsal Yapı ve Değişim”, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi / Cilt: IX, Sayı: 2, Aralık 2007. MAHRUKİ Nasuh, Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir, www.nasuhmahruki.com, (11.4.2011) ÖZTÜRK Hüseyin “Afyon’un Bereketli İlçesi Bolvadin” Vakit Gazetesi (7 Temmuz 2004) ÖZYURT, Ahmet. (2001), Afyon 2001 Yıllığı, Mina Ajans, Ankara. TÜRKOĞLU Faruk, Değişim Kültürü, İstanbul 1999 www.lidergirisimci.com 319