mayıs/haziran 2013/02 fiyatı 2 tl ıssn 1302

Transkript

mayıs/haziran 2013/02 fiyatı 2 tl ıssn 1302
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
MAYIS/HAZİRAN 2013/02 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X163
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu;
Yeni bir sayı ile birlikteyiz.
Başyazımızı Kürt ulusal hareketi ile devlet,
hükümet arasında yapılan anlaşmaya bağlı
olarak ilerleyen “barış süreci”, “çözüm süreci”ne
ayırdık. 29 yıldır süren savaşın -eğer kesintiye
uğramazsa- sonlanacak olması, işçiler, emekçiler,
Kürt ulusu ve sınıf mücadelesi açısından olumlu
etkileri olacaktır. Bu etkilerin neler olduğunu,
bir bütün olarak süreci nasıl okumak gerektiğini
başyazımızda okuyabilirsiniz.
Roboski katliamı üzerinden bir yıl geçtikten
sonra, TBMM İnsan Haklarını İnceleme
Araştırma Komisyonu’nun bünyesinde oluşturulan
“Uludere Alt Komisyonu”nun raporu kamuoyuna
açıklandı. Raporda katliamda bir “kasıt” olmadığı
açıklanarak, devletin yaptığı bir katliamdan daha
aklanması sağlandı.
Bu sayımızda unutulan bir sorun olan Batı Sahra
üzerine geniş bir yazıyı yayınlıyoruz. Almanya’da
yayınlanan ML dergi Herşeye Rağmen dergiisnden
çevirdiğimiz yazıyı ilgi ile okuyacağınızı
umuyoruz.
“Arap baharı” üzerine tartışma dergimizde
sürüyor. Bir grup okurumuzun eleştiri yazısını
cevabı ile birlikte yayınlıyoruz.
HDK hakkında takındığımız tavrı eleştiren
bir okurumuzun yazısını, cevabı ile birlikte
yayınlıyoruz.
Bu yıl komünist önder İbrahim Kaypakkaya
yoldaşın katledilmesinin 40. Yılı. Kaypakkaya
yoldaşın geride bıraktığı mirası nasıl
değerlendirmek gerektiği ile ilgili Bolşeviklerin
yaptığı genel değerlendirmeyi yayınlıyoruz.
Kavganın doğrusu/Doğrunun kavgası sayfamızda,
TKİP’in IV. Kongresinde alınan kararları
değerlendiren/eleştiren bir yazıya yer veriyoruz.
Panorama sayfalarımızda, Venezüella’da
Chavez’siz yapılan başkanlık seçimini
değerlendiren yazıyı, BM’ler Genel Kurulu’nun
aldığı “silah ticareti anlaşmasını” değerlendiren
yazıları okuyabilirsiniz.
Berlin’de yapılan bir konferansı değerlendiren yazı,
bir okurumuzun Kuzey/Güney Kürdistan’dan gezi
izlenimleri okunması gereken diğer yazılarımız.
Yeni bir sayıda buluşmak üzere….
YDİ Çağrı
Nisan 2013
YDİ Çağrı
Mayıs 2013 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
BARIŞ HEMEN ŞİMDİ!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“KASIT” YOKMUŞ!!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
GÜNCEL
Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Ölümsüzdür!. . . . . . . . . . . . 12
SAHRA HALKI DİRENİŞTE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16
PANORAMA
Chavez’siz başkanlık seçimi! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32
“Silah ticareti anlaşması” kararı.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 36
2
OKUR MEKTUBU
Kuzey/Güney Kürdistan Gezisinden İzlenimler . . . . . . . . . . . . . . . . 39
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
TKİP IV. Kongresi Üzerine Notlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 49
“Halkların Demokratik Kongresi Üzerine” başlıklı yazı üzerine. . . 58
Halkların Demokratik Kongresi üzerine bir kez daha . . . . . . . . . . . 60
“Arap Baharı” Tartışması Üzerine Görüşlerimiz. . . . . . . . . . . . . . . . 64
“ “Arap Baharı” başlıklı yazıya yanıt. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66
Uluslararası Bir Konferans’tan İzlenimler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 72
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 163 · Mayıs/Haziran 2013 • ISSN 1301692X163 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11
12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · [email protected]
gündem
BARIŞ HEMEN ŞİMDİ!
Savaş, siyasetin silahla ve savaş yöntemleriyle sürdürülmesidir. Ve her savaşın,
savaşan tarafların şu veya bu şekilde anlaşması ile gelen bir sonu vardır. Bir
savaş konusunda tavır takınılırken cevap verilmesi gereken temel soru şudur:
Yürüyen savaşta savaş taraflarının bu savaşla sürdürdükleri siyaset nedir? İşçi
sınıfının ve ezilen halkların çıkarları açısından bu savaşın yararı/zararı nedir?
Ü
lkelerimizde uzun süredir yürüyen bir savaş var.
Egemen sınıflar yürüyen savaşa savaş demekten
kaçınsa da bu gerçek değişmiyor. Savaşta iki savaş tarafı var: Bir yanda TC devleti; diğer yanda PKK. Bu
Türk egemen sınıfları PKK’ni savaşan taraf olarak
görmeyi resmen red etse de, olgu, çıplak gerçek. Gelinen yerde bu savaşta, savaşın sonlanmasına doğru
gelişme ihtimali oldukça büyük olan yeni bir sürece girildi. PKK tek taraflı olarak, PKK’nin devletin
elinde esir olan
başkanı Abdullah
Öcalan’ın
çağrısına uyarak
ateşkes ilan etti.
Şimdi TC devleti
sınırları içindeki, Kuzey Kürdistan’daki PKK
ge r i l l a l a r ı n ı n
TC sınırlarını
terk etmesi için,
bunun
nasılı
üzerine, pazarlıklar yürüyor.
Sürecin sonunda
PKK’nin TC sınırları içinde TC
devletine karşı savaş yürüten bir güç olmaktan bütünüyle çık(arıl)ması var. Bu sürecin ne kadar süreceği,
kesintilere uğrayıp uğramayacağı belli değil. Sürecin
değerlendirilmesi konusunda bir dizi tartışma yürüyor.
Bu bağlamda biz işçi sınıfı ve ezilen halkların çıkarlarının yürüyen savaşın en kısa zamanda sonlandırılmasında olduğunu düşünüyor.
BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! diyoruz. Neden?
İşçi sınıfı ve ezilen halklar açısından savaş bir bütün
olarak ret edilen bir şey değildir. İşçi sınıfı ve emekçiler sömürünün hüküm sürdüğü bir dünyada savaşların kaçınılmaz olduğunu, sömürü sistemi bütün
dünyadan devrimlerle silinmedikçe, savaşların var
olacağını, kaçınılmaz olduğunu bilir. Savaşları bir
bütün olarak “antika eserler müzesi”ne gömmenin,
insanlık tarihinin geçmişindeki bir kötülük haline
getirmenin biricik yolu, devrimci savaşlarla,
sömürü sistemini yok etmek;
komünizme
doğru kesintisiz
devrimler içinde ilerleyen bir
dünya kurmaktır.
İşçi sınıfı savaşları haklı ve
haksız savaşlar
olarak iki kategoriye ayırır.
Gerici, emperyalist emeller
uğruna yürütülen karşı devrimci, haksız savaşları
ret eder, bunlara karşı çıkar. Buna karşı ezilenlerin,
halkların haklı taleplerini elde etmek için yürüttükleri ilerici, devrimci, haklı savaşlardan yana tavır takınır, bunlarda savaşın haklı yanını destekler, kendisi
bu savaşları yürütür.
Savaş, siyasetin silahla ve savaş yöntemleriyle sürdürülmesidir. Ve her savaşın, savaşan tarafların şu
3
gündem
4
veya bu şekilde anlaşması ile gelen bir sonu vardır.
Bir savaş konusunda tavır takınılırken cevap verilmesi gereken temel soru şudur: Yürüyen savaşta savaş
taraflarının bu savaşla sürdürdükleri siyaset nedir?
İşçi sınıfının ve ezilen halkların çıkarları açısından
bu savaşın yararı/zararı nedir?
Gelinen yerde ülkelerimizde yürüyen, Ocak ayından bu yana yeni bir sürece giren savaşla sürdürülen
siyaset nedir?
Savaşan taraflardan PKK açısından savaş başlangıcından bu yana demokratik bir öze sahip haklı bir
yana sahip: Ezilen bir ulus adına ulusal kimi haklar
talep ediliyor, savaş bu hakları elde etmek için yürütülüyor; savaş dışında bir yolla bu hakların elde
edilmesi mümkün değildi, değil. Savaşan taraflardan
biri olan PKK açısından savaşın amaçları, hedefleri
bu savaş sürecinde değişikliklere uğradı. Çıkış noktasında PKK açısından
savaşın hedefi “Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan” dı. Savaş
“Kürt ulusunun ayrılıp,
ayrı devlet kurma” sı,
Kürdistan’ın bütün parçalarının bir Kürt ulusal
devlet içinde birleştirilmesi hedefiyle yürütülüyordu. 1993’de bu hedef
değişti. T.C. devletinden ayrılıp, ayrı devlet
kurma hedefi bırakıldı;
T.C. devletinin toprak
bütünlüğü içinde “demokratik özerklik” hedef olarak
ilan edildi; Kendi içinde “Kürt Sorunu”nu çözmüş bir
T.C.’nin Ortadoğu’da Kürtlerle birlikte büyümesi de
Türk egemen sınıflarına çözüm olarak önerildi. Fakat
Türk hâkim sınıfları böyle bir çözüme, bizzat büyük
burjuvazi içinde bu yönden bir çözümden yana kesimler olmasına rağmen hazır değildi. Abdullah Öcalan 1999’da Kenya’da uluslar arası bir işbirliği sonucu yakalanıp T.C. ye teslim edildikten sonra, İmralı’
da yargılanması sırasında savunmasında “ Kürtlerin
TC. nin gücüne eklemlenmesi” siyasetini daha da geliştirdi. Çözüm T.C.’nin; PKK’nin gücünü kendi gücüne katarak, Ortadoğu’da başat güç olmasında idi.
Kürtler için talep edilen ulusal haklar, adı bölgesel
özerklik olması bile gerekmeyen, AB şartnamesinde
öngörülen düzeyde bir yerel yönetim güçlendirilmesi, anadilde eğitim, silah bırakan PKK savaşçılarının
sivil siyasete katılma imkânlarının yaratılması ve Abdullah Öcalan’ın tutukluluk şartlarının düzeltilmesi
gibi oldukça geri düzeyde demokratik taleplerle sınırlı hale getirildi. Bu talepler gelinen yerde artık, Ocak
ayında İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşen Ahmet
Türk’ün deyimiyle “İçinde devleti rahatsız edecek
hiçbir şey olmayan” taleplerdir. PKK açısından bu talepler için savaşmanın bir anlamı kalmamıştır. Tersine siyasetin bu taleplerle sınırlı olduğu yerde, savaşın
sürdürülmesi, bu taleplerin elde edilmesini geciktirici bir rol oynayabilir.
Savaşın diğer ve baskın tarafı olan T.C. başından
itibaren haksız, gerici, sömürgeci bir savaş yürüten
konumdadır. T.C. Türk ulusu dışındaki ulusların ve
milliyetlerin varlığının inkârı üzerine kurulu çok
uluslu, çok milliyetli bir devlettir. Savaş T.C. açısından başlangıçta bu durumun korunması için yürütüldü. Bu gerici amaç
uğruna binlerce Kürt
hunharca
katledildi.
Binlerce Kürt köyü boşaltıldı. Bu savaşta Türk
ordusu saflarında asker
elbisesi giymek zorunda kalan on binlerce
Türk, Kürt, diğer milliyetlerden gençler kendi
savaşları olmayan haksız bir savaşın cephesine sürüldüler. Binlerce
asker öldü, yaralandı.
PKK’nin savaşını Türk
devleti önce “üç beş çapulcunun devlete karşı isyanı”
olarak nitelendirip, kısa sürede askeri olarak bastıracağını hesapladı. Süreç içinde fakat PKK’nin savaşına
Kürt ulusunun önemli bir bölümünün sahip çıkması
ile T.C.’nin “üç beş çapulcunun isyanı” küçümsemesi gerçeğin duvarına çarparak paramparça oldu. T.C.
tarihinin bu son Kürt isyanı, inkârcılık duvarında kendinden önceki bütün isyanlardan daha fazla,
daha büyük gedikler açtı. Egemen Türk burjuvazisinin giderek büyüyen bir bölümü, savaşın sürmesinin
“bölünmeyi engelleme” ve “TC.-devletinin toprak
bütünlüğünü koruma” temel hedefleri açısından, ters
etki yapmaya başladığını, sorunun salt “askeri çözümü” nün olmadığını görmeye ve savunmaya başladı. Bu arada T.C. devletinin egemen güçleri arasında da iç iktidar dalaşında önemli değişiklikler oldu.
İnkârcı çizgiyi hiç değiştirmeksizin sürdürme yanlısı
lesi açısından olumlu olacaktır.
*Savaşın sürmesi demek, en başta Kuzey
Kürdistan’da savaş mantığının, ordunun, savaştan
nemalananların iktidarının sürmesi demektir. Savaş
alanlarında, Kuzey Kürdistan’da ilan edilmemiş olağanüstü halin sürmesi demektir. KCK tutuklamalarının sürmesi demektir. Türkiye’nin bütününde “PKK
terörüne karşı mücadele “ adına her türlü demokratik
hakkın ayaklar altına alınması, evet, faşizmin sürdürülmesi demektir. Savaşın sonlanması faşizmin gerekçelerinden birini ortadan kaldırır.
*Savaşın sonlanması ile, “Şehitler Ölmez” - “Şehit
Namırın” larla karşılıklı olarak bir yanda ırkçı Türk
şovenizminin, öbür yanda ezilen ulus milliyetçiliği
olan Kürt milliyetçiliğinin güçlenmesinin imkânları
azalacaktır.
*Bu karşılıklı milliyetçiliklerin gelişmesiyle birlikte, emekçiler arasındaki sınıfsal birliğin önünün tıkanma tehlikesi azalacaktır.
Türk ırkçıları tarafından, hem de “bölünmeyi önleme” gerekçesiyle kışkırtılan Türk/Kürt düşmanlığı
ve yaratılan bu düşmanlık temelinde çatışma tehlikesi azalacaktır.
*Savaş sürdükçe hep sınıf sorununun önünde giden
“ulusal” çelişmeler savaşın sonlanması ile yumuşayacaktır. Bu, sınıf sorunlarının ön plana çıkmasının
şartlarını daha uygun hale getirecektir.
Bu yüzden sınıf bilinçli proletarya bugün en önde
ve hiç tereddütsüz BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! demelidir.
gündem
olanlar, bu çizgide belirli reformlar yapma gereğini
savunanlar karşısında mevzi kaybettiler. Abdullah
Öcalan’ın İmralı’da formüle ettiği çözüm çizgisi,
Türkiye’de egemen burjuvazinin giderek büyüyen bir
bölümünün, PKK’nin silahlı mücadelesi sonucunda
da kabullenmek zorunda kaldığı “Kürt sorununun
demokratikleşme programı içinde çözümü” çizgisi
ile örtüştü. Bir dizi gel/git, tek taraflı ateşkesler, çatışmasızlık dönemleri, savaşın yeniden yükselmesi ertesinde gelinen noktada gerçekte Öcalan ile TC
devletinin andaki siyasi iktidarı “ortak bir çözüm”
noktasında birleşmiş görünmektedir. T.C. devletinin
toprak bütünlüğü içinde Kürt sorunu, adı bölgesel
özerklik olmayan yerel yönetimlerin güçlendirilmesi,
Türk ulusu dışındaki ulus ve milliyetlerin yok sayılmasından vazgeçilmesi, ana dilde eğitim, silah bırakmış PKK’lıların sivil siyasete katılma imkanlarının
yaratılması vs. ile çözülecek; Kürt sorununu çözmüş
olan TC. Kürtlerin gücünü de kendine katarak daha
da büyüyecektir! Yürüyen savaşın sürdürülmesi bu
siyaset açısından olumlu bir rol oynamaz. Tersine bu
siyasetin uygulamaya konmasını geciktirici bir rol
oynayabilir.
O halde her iki tarafının anda savundukları siyaset
açısından yürüyen savaşın sürdürülmesinin, kurulan
pazarlık masasında elini güçlendirmek dışında, mantığı kalmamıştır.
Ve bu savaşın sonlanması başta Kuzey Kürdistan’da
yaşayan halklar, en başta savaşın ağır yükünü taşıyan
Kürt emekçi halkı, Kürt ulusu açısından olumlu ve
gereklidir. T.C. devleti ile PKK’nin çözüm konusunda özde farklılıklarının kalmadığı noktada bu savaş
için Kürt gençlerinin ölmesi, Kürt ulusunun olağanüstü hal, savaş şartlarında yaşaması anlamsızdır.
PKK’nin savaşı evet Türk burjuvazisini geri adım atmak zorunda bırakmış, hem Kürt sorununda, hem de
Türkiye’de genel demokratikleşme konusunda etkin
bir rol oynamıştır. Fakat gelinen yerde artık bu savaşın oynayacağı olumlu bir rol yoktur.
Türk emekçileri açısından en başından itibaren
“kendi burjuvazisinin haksız savaşı” olan bu savaşın
bir an önce son bulması zaten gereklidir. Bu haksız
savaşta Türk emekçileri aslında kendi burjuvazilerinin kuyruğunda kendi çıkarlarına karşı savaşmışlar, savaştırılmışlardır. Türk şovenizmi zehri onları
kendi burjuvazilerinin kuyruğuna takmış, haksız bir
savaşta, bir ulusun en tabii ulusal haklarının çiğnenmesi savaşında araç olarak kullanılmışlardır.
Savaşın sonlanması, bir bütün olarak sınıf mücade-
NASIL BİR ÇÖZÜM?
Yukarıda T.C. devleti ile Abdullah Öcalan –PKK’si
arasında yapılan anlaşma temelindeki çözümün ne
olduğunu kabaca ortaya koyduk. Kürt ulusuna egemen Türk burjuvazisinin savaş sonucu vermek zorunda kaldığı gayet sınırlı ulusal haklarla gerçekleşen
bir “çözüm”dür bu. Bu Kürt ulusal sorununun çözümü açısından ele alındığında kuşkusuz gerçek ve
kalıcı bir çözüm değil. Gerçek ve kalıcı çözüm bütün ulusların ayrılma hakkına sahip olduğu, bütün
milliyetler arasında tam hak eşitliğinin olduğu,
eşitler arasındaki çeşitli biçimlerdeki gönüllü birlikteliklerdedir. Ayrılma hakkının olmadığı yerdeki
birlikler eşitler arası birlikler değildir, bu birliklerin
temeli koftur. Gerçek çözüm emperyalizm çağında
kural olarak ancak işçi sınıfının önderliğindeki devrimlerle, burjuvazinin iktidarının devrildiği şartlarda
mümkündür. Diğer yandan şu da bir olgudur: Şimdi-
5
gündem
ki çözüm evet, gerçek bir çözüm değildir, fakat Kürt
ulusunun kimi ulusal hakları konusunda gelinen yer
“Kart Kurt” inkârcılığından, Kürtlerin varlığının
kabulüne ve Kürt ulusunun belirli ulusal haklarının
verildiği (daha doğrusu PKK’nin silahlı mücadelesi
sonucu verilmek zorunda kalındığı) bir yere gelinmiş
olunan noktadır. Bu hiç de küçümsenecek bir gelişme
değildir. Andaki “Çözüm” Türk burjuvazisi ile Kürt
burjuvazisinin çıkarlarını ortaklaştırmayı hedefleyen
geçici bir çözümdür. Bugünkü uluslar arası konjonktürde somut olarak PKK mücadelesiyle elde edebileceğinin maksimumunu elde etmiştir. PKK’ne yönelik
“onun teslim olduğu” “ihanet ettiği” vb. yönündeki
eleştiriler, yakınmalar gerçekte bir yandan onun gerçek niteliğini, onun köylü ve burjuva hareketi olduğu
gerçeğini kavramayan, ondan onun yapamayacağı
şeyleri bekleyen eleştirilerdir. Diğer yandan bu yöndeki eleştiri ve yakınmalar, T.C. devletinin uluslar
arası arenadaki rolünü kavramamanın da işaretidir.
Aslında şimdi süren savaşın sonlanması, sınıf mücadelesinin, Türk ve Kürt ve diğer bütün milliyetlerden işçilerin sınıf mücadelesinde birleşmesinin
şartlarını daha uygun hale getireceğinden, ulusal sorunun gerçek çözümünde de ileriye gitmenin yolunu
açacaktır.
Görev şimdi gerçek çözümün ne olduğunu Kürt işçilerine emekçilerine de anlatacak olan sınıf bilinçli
proleterlerdedir. Uzun vadede gerçek çözüm proletarya önderliğinde devrimdedir.
SÜREÇTEN RAHATSIZ OLANLAR!
6
Şimdi ucunda yürüyen savaşın, PKK’nin T.C. devletine karşı silahları bırakması olduğu görünen bir
sürece girilmiş durumda. Daha önce de yaşanan tek
taraflı ateşkes, çatışmasızlık, görüşme, anlaşma süreçlerinden farklı olarak bu süreç hem AKP hükümeti tarafından, hem de Öcalan/PKK/BDP tarafından
açıkça sahip çıkılarak, görece olarak açık yürüyor.
Her iki taraf ta, “barış” konusunda kararlı olduklarını ifade ediyorlar. Her iki taraf ta kendi tabanlarını
ikna etmeye yönelik “teslim olmadıkları”nı, “pazarlık
yapmadıklarını” vs. ifade eden açıklamalar dışında,
süreci kesmek için kullanılabilecek sert söylemlerden
kaçınıyor, “dile dikkat” ediyorlar.
Her iki tarafta da, bu savaşın gerçekten sonlanmasından rahatsız olanlar var. Bu güçlerin başında tabii
her iki tarafta da bu savaştan doğrudan nemalananlar
geliyor. Silah tüccarları, savaş alanında rahatça cirit
atan cürüm çeteleri, uyuşturucu tüccarları, insan ta-
cirleri vb. bu savaşın sürmesinden yanadır. Savaş sürdüğü sürece ve ölçüde Kuzey Kürdistan’da astığı astık kestiği kestik iktidar sahibi konumunda olan ordu
ve “güvenlik” güçlerinin ‘Ergenekoncu’ kesimleri bu
savaşın sürmesinden yanadır. Ergenekon, Balyoz vb.
davalarla önemli ölçüde yaralanmış ama henüz bitmemiş Ergenekoncu takım, yani AKP iktidarınca
tasfiye edilmesi yönünde önemli mesafe kat edilmiş
olunan eski “derin devlet” savaşın sonlanmasına karşıdır.
Siyaset arenasında bu savaşın sonlanmasının
AKP’ne büyük avantaj sağlayacağını haklı olarak hesaplayan MHP bu savaşın sürmesinden açıkça yana,
sürece açıkça karşı konumdadır. Bu sürecin Türk tarafındaki mimarı Erdoğan başta olmak üzere AKP’ni
hain ilan etmiştir, Yüce divanla tehdit etmektedir.
CHP lafta açıkça barışa karşı çıkamasa bile, İP’in
ideolojik önderliğinde, Aydınlık ve Sözcü gibi Ergenekoncu ajitasyon basınının yol göstericiliğinde barış
sürecinin başarılı olmaması için elinden geleni yapmaktadır. Kendini yıkılmak istenen Atatürk cumhuriyetinin savunucusu olarak görüp gösteren, bir “ulusalcı anti barış cephesi” oluşmuş durumdadır.
PKK cephesinde de ancak yürüyen savaş sayesinde
belli bir güç haline gelmiş olan, savaşın bitmesi ile iktidarlarını kaybedeceklerini hesaplayan, bu yüzden
de savaşın sürmesinden yana olanlar vardır.
Fakat görünen odur ki, hem TC, hem PKK tarafında savaşın sürmesinden yana olanların halk arasında
desteği güçlü değildir. Ve bu sürecin bütün arızalara
rağmen silahların gerçekten susması ile tamamlanması için esas umut da buradadır.
Emperyalistler açısından da süreç bir yanı ile T.C.
nin daha fazla güçlenmesi anlamına geleceğinden
fazla istenen bir şey değildir.
Diğer yandan fakat batılı emperyalistler açısından
T.C. kaos içindeki Ortadoğu’da, batıyla ilişkileri işbirlikçilik bazında gayet iyi olan,“Müslüman demokratik”, görece istikrarlı bir siyasi iktidara sahip konumuyla kerhen desteklenmek durumundadır.
Savaşın sonlanmasından rahatsız olan veya statükonun sürmesinden yana olan bütün güçler bu süreci
kesintiye uğratmak için ellerinden geleni yapıyorlar
ve yapacaklar. Bu bağlamda örneğin Paris’te, PKK’li
üç kadın devrimcinin öldürülmesi; BDP heyeti ile
Öcalan’ın yaptığı görüşmenin ham tutanaklarının
basına servis edilmesi, bir BDP heyetinin planlanan
Karadeniz gezisi başında uğradığı linç saldırısı gibi
olaylar objektif olarak açıkça süreci sabote etmeye,
gündem
durdurmaya yönelik eylemlerdi. İlginç ve yeni olan diden Kürt halkının büyük çoğunluğunun bu sürece
sürecin iki tarafındaki doğrudan güçlerin, başta Er- sahip çıktığını, barış bayrağına sarıldığını gösteriyor.
doğan AKP hükümetinin ve Abdullah Öcalan’ın bu Bu anlaşılır bir şeydir de. Çünkü bugün yürüyen saolayları aynı şekilde “provokasyon” olarak değer- vaşın bütün kötülüklerini en fazla yaşayan halk Kürt
lendirip, mahkum etmesi idi. Kamuoyunun büyük halkıdır.
bölümü de bu olayları mahkum ederek, sürecin sürdürülmesinden yana tavır takındı. Önümüzdeki dö- PAZARLIKLAR VE GELİNEN YER!
nemde benzer girişimler, belki daha büyükleri olabi- Gelinen yerde, tek taraflı ateşkes, çatışmasızlık ortalir. MHP’nin mitinglerde “Vur de Vuralım!” “Öl de mı sağlanmış durumda.
ölelim!” çığlıkları atan itleri ırkçı kışkırtma ile sokağa
Şimdi Kuzey Kürdistan’daki gerillaların TC sınırsalması; büyük suikastlar vb. gündeme gelebilir. De- ları dışına çıkması var sırada.
rin devlet güçleri, PKK ile devlet arasındaki güvenBununla üç aşamalı bir sürecin ilk aşaması başlasizlikten yararlanarak PKK’ne mal edilecek
mış olacak.
büyük saldırı eylemleri gerçekleştiBu bağlamda AKP hükümeti sözSiyaset
arenasında
rebilir vs; gelişmeden rahatsız
cüleri, başta Erdoğan, bu çıkıyabancı istihbarat örgütleşın “silahların bırakılarak”
bu savaşın sonlanmasının
ri –bugün örneğin AKP
çıkış olması konusunda
AKP’ne büyük avantaj sağlayacağını
hükümetinin neredeyısrar ediyor. Verecekhaklı olarak hesaplayan MHP bu savase açıkça savaş ilan
leri “taviz”in sınırışın sürmesinden açıkça yana, sürece açıkça
ettiği Esat rejiminin
nı, silahsız olarak
karşı
konumdadır.
Bu
sürecin
Türk
tarafındaki
“Muhaberat”ı- yine
çıkanlara güvenlik
PKK’ne mal edimimarı Erdoğan başta olmak üzere AKP’ni hain güçlerinden bir
lebilecek
sabotaj ilan etmiştir, Yüce divanla tehdit etmektedir. CHP saldırı gelmeyeceği
eylemleri düzenlesözü ile çiziyorlar.
lafta açıkça barışa karşı çıkamasa bile, İP’in
yebilir vs. Türkiye/
Buna
karideolojik önderliğinde, Aydınlık ve Sözcü gibi şı Öcalan’ın ve
Kuzey Kürdistan’da
Ergenekoncu ajitasyon basınının yol gösegemen sınıflar araPKK’nin tavrı “Çıkısında yaşanan iktidar
şa Meclis Güvencesi”
tericiliğinde barış sürecinin başarılı
dalaşında, AKP’nin geverilmesi idi. Yani saldırı
olmaması için elinden geleni
riletilmesi ve devrilmesini
olmayacağı konusunda yasal
yapmaktadır.
ölüm-kalım meselesi olarak kavgüvence isteniyordu. Bu tabii ki
rayan kendisini “solcu” “yurtsever” vs.
PKK açısından haklı bir istek. Çünkü
olarak tanıtan ulusalcı Kemalist kesim açısından da daha önceki çıkışta ordu, jandarma, polis güçlerinin
sürecin kesilmesi elzemdir. Çünkü bu sürecin başa- silahlı saldırılarında 500’ün üstünde PKK gerillası
rıyla tamamlanması, AKP’nin, Erdoğan’ın Türkiye/ hayatını yitirmişti.
Kuzey Kürdistan’da “Kürt sorununda barışı sağBu bağlamda AKP’nin parlamentodaki gücü her
layan” olarak tanınması, AKP’nin seçimlerle ikti- türlü yasayı tek başına çıkarabilecek bir güç. BDP ile
dardan götürülmesi küçücük umutlarını da tama- birlikte referanduma gitmek kaydıyla Anayasal değimıyla tüketecektir. Ayrıca bunların gözünde, aynen şiklikler de yapabilecek güçte. Fakat PKK’nin resmen
MHP’nin gözünde olduğu gibi, bu sürecin sonunda ve yasa ile “savaşan güç” olarak kabul edileceği, ona
“Atatürk Cumhuriyetinin yıkılması, TC. nin parça- TC. ile eşit düzlemde bir uluslar arası statü kazandılanması” vardır. Bu yüzden bunların bir sözcüsünün racak bir düzenleme Türk burjuvazisi açısından kailan ettiği gibi “Artık saldırı zamanı”dır!
bul edilebilecek bir şey değildir. Bu yüzden AKP açıYani evet, süreç bir raya girmiştir. Ancak bu rayda sından bu anlama gelecek bir düzenleme olmayacak
yürümesinin önüne dikilecek engeller çoktur. Süreç iştir. Sonuçta her iki tarafın da kendi tabanına “bakın
kesintiye uğrayabilir, kırılgan, zor bir süreçtir. Be- dediğimizi yaptık” diyebileceği bir “çözüm” gereklilirleyici olacak olan, Türkiye Kuzey Kürdistan halk- dir. Bu “çözüm” ü AKP, “Barış sürecini izleme Meclarının çoğunluğunun provokasyonlara rağmen bu lis komisyonu” önerisi ile bulmuştur. Gerçekte böyle
sürece sahip çıkıp çıkmayacağıdır. Newroz daha şim- bir komisyonun bir tek gerçek fonksiyonu olacaktır:
7
gündem
8
Meclisin de çözüm süreci içinde olduğunu göstermek.
Göstermelik bir komisyon yani. Böyle bir komisyon,
Öcalan ve PKK’nin “Meclis Güvencesi” talebinin gerçek karşılığı olmasa da, yine de işte “Dostlar alışverişte görsün” “Meclis Komisyonu” olacaktır. AKP 9
Nisan’da böyle bir komisyonun kendi taleplerine
tam bir cevap olmadığı yönlü BDP eleştirisi karşısında, kendi komisyon önerisini CHP’nin daha önce verdiği “Toplumsal Barışı bozan olayları Araştırma ve
Çözüm yolları Bulma” Meclis komisyonu önerisi ile
birleştirerek, daha doğrusu CHP’nin önerisini kendi
önerisi haline getirerek cevapladı. Şimdi Öcalan’ın bu
konuda, bu arada BDP eliyle Kandil’den gönderilen
mektup konusunda takınacağı tavır bekleniyor. Gelecek cevap da üç aşağı beş yukarı bellidir: Süreç böyle
ufak tefek pürüzler nedeniyle bozulmaması gereken
derece önemli tarihsel bir süreçtir. Çekilme işi başlamalıdır vs.
Önünde 2014 yılında yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2015’de parlamento genel seçimleri olan AKP iktidarı açısından bu seçimlere Kuzey
Kürdistan’da silahlı çatışmasız bir ortamda girmek
belirleyici önemdedir. AKP bunun için çatışmasızlık
ortamını yaratma ve sürdürmede kararlı görünüyor.
Bu bağlamda Öcalan ile AKP arasında bir birliktelik
oluşmuş görünüyor.
Görünen bu
“T.C. sınırları içindeki PKK
güçleri”nin sınır dışına çekilmesi konusunda var olan
ayrılıkların AKP hükümetinin çizdiği sınırlar içinde
fakat PKK’nin de talepleri şu veya bu biçimde karşılanıyormuş havası verilebilecek şekilde aşılmaya çalışıldığıdır.
Bu sınır dışına çekilme işi, görünen odur ki, çok
uzun sürdürülmeyecek ve her iki yanın da “rencide”
edilmeyeceği, her iki tarafın da kendi tabanına “teslimiyet” ve “ pazarlık” yok, “bizim dediğimiz oluyor”
mesajını verebileceği bir biçimde gerçekleştirilecektir.
Sonrası üçüncü aşamada PKK’nin TC devleti açısından, kendisine karşı savaşan silahlı güç olmaktan
çıkarılması; T.C. ye silahı bırakmış PKK güçlerinin
TC devletinin resmi siyasetine entegre edilmeleri vb.
dir. Fakat bu daha uzun bir süreçtir ve daha uzun ve
sıkı pazarlıklar gündeme gelecektir.
Bu bağlamda bu sürecin ne kadar süreceği, T.C.
açısından yapılması gündemde olan ve sürecin ikinci
aşaması olan, yeni Anayasa sürecine de bağlıdır. Türk
milletinin, diğer millet ve milliyetlere üstünlüğünün
tespit edildiği bir Anayasa ile Kürt sorunu çözülemez,
bugünkü çatışmasızlık ortamı yeniden çatışma ortamına dönüşebilir. Bu yüzden sorunun burjuvazinin
iktidarı şartlarında barışçı çözümü için yeni bir Anayasa zorunludur. PKK’nin T.C. ye karşı silahları bütünüyle bırakmasının da ön şartı budur.
Bu bağlamda da sonuç halk oylaması ile belirlenecektir. AKP yeni Anayasa’yı 2014 Cumhurbaşkanlığı
öncesine yetiştirmek istemektedir. Fakat bu oldukça
zor görünüyor. Bir yandan PKK’yı T.C. ne karşı silahsızlanma anlamına gelecek adımları attıracak, fakat
diğer yandan Türk halkı içinde egemen olan Türk
milliyetçiliğinin duyarlılığını hesaba katacak bir çözüm o kadar kolay değildir.
Sınıf bilinçli proletarya aslında şu an kendinden
bağımsız olarak yürüyen bu gelişmeleri, bugün esas
görevi olan işçi sınıfının sınıf partisini yaratma görevinden bir an sapmadan, dikkatle izlemeli, çözümlemeli ve kendi mücadelesi ve örgütlenmesi açısından
kullanmaya çalışmalıdır.
DEVRİM VE REFORM
Biz burjuvazinin iktidarı şartlarında halklar arasında
gerçek bir eşitlik, gerçek ve kalıcı bir barış olamayacağının, gerçek barışın ancak devrimlerle kazanılabileceğinin bilincindeyiz! Buna rağmen ve bunu hiç
unutmadan ve unutturtmadan bugün Türkiye/ Kuzey Kürdistan’da süren savaşın bir an önce sonlanmasının işçilerin, emekçilerin çıkarları açısından gerekli ve doğru olduğunu söylüyor, bu barışı, bu savaşa
tercih ediyoruz!
Biz burjuvazinin iktidarı şartlarında, çok uluslu
devletlerde gerçek bir eşitlik olamayacağının, “ulusal” sorunların gerçek çözümünün de proletarya önderliklerinde devrimlere bağlı olduğunun bilincindeyiz. Bu gerçeği hiç unutmadan ve unutturmadan, biz
bugün TC de Türk milleti lehindeki imtiyazların silinmesini, yeni TC Anayasasının eskisine göre burjuva anlamda daha demokratik olmasını, işçi sınıfının
ve emekçilerin lehine, onların mücadele şartlarını da
iyileştirecek bir adım olarak görüyoruz. 1982 faşist
Anayasasının tümden iptalini talep ediyoruz!
Gerçek çözüm için çalışmak, burjuvazinin iktidarını devirmek için çalışmak, devrim için çalışmak,
örgütlemek, örgütlenmek burjuvazinin iktidarı şartlarında da işçilerin ve emekçilerin yaşam ve mücadele şartlarının iyileştirilmesi için de çalışmanın engeli
değildir. Tersine birincisi merkeze konmak şartıyla,
ikincisi birincinin tamamlayıcısıdır.
10.04.2013 ✓
“KASIT” YOKMUŞ!!
✌
halkların kardeşliği için
ULUDERE RAPORU AÇIKLANDI
Katliam önce kamuoyundan gizlendi. Bir gün boyunca burjuva medya
sessizliğini korudu. Olayın duyulması ile birlikte başta Başbakan Erdoğan
olmak üzere devlet yetkilileri; “üzgünüz bir kaza olmuş tazminat verip
olayı kapatalım” tavrını takınarak katliamın üzerini örtmeye çalıştılar.
28
Aralık 2011’de, Roboski köyünde çoğu çocuk olan 34 köylü F 16 savaş uçaklarıyla
bombalanarak katledildi. Bu bölgedeki köylüler yıllardır Güney Kürdistan’dan katırları ile getirdikleri
mazot ve diğer ticari eşyaları satarak yaşıyorlardı. Bu
durum o bölgedeki devlet yetkililerinin de bilgisi dahilinde idi. Köylüler
27 Aralık’ta tekrar
Güney Kürdistan’a
gidip döndüklerinde savaş uçaklarının
saldırısı ile karşılaştı. Bu saldırıda
34 köylü hunharca
katledilmişti. Köylüler; “Biz bu işi yeni
yapmıyoruz yıllardır
yapıyoruz. Tüm bunlar karakolun bilgisi
dahilinde ve sürekli
gözetliyorlar” diyerek
katliamın kasıtlı yapıldığını söylediler.
Katliam önce kamuoyundan gizlendi. Bir gün boyunca burjuva medya sessizliğini korudu. Olayın duyulması ile birlikte başta Başbakan
Erdoğan olmak üzere devlet yetkilileri; “üzgünüz bir
kaza olmuş tazminat verip olayı kapatalım” tavrını
takınarak katliamın üzerini örtmeye çalıştılar. Başta
BDP olmak üzere, Roboski’den katledilenlerin ailele-
ri bu katliamın sorumlularının mutlaka açıklanmasını ve devletin özür dilemesini istediler. Başbakan
Erdoğan Uludere’ye gidemezken, olaydan yaklaşık
bir ay sonra Emine Erdoğan gidip katledilen çocukların Anneleri ile buluşarak timsah göz yaşı döktü.
Tüm bu çabalar katledilenlerin ailelerini ikna etmeye
yetmedi.
Bu aşamadan sonra devlet olayı basit
bir ihmal gibi göstermek için harekete geçti. Dönemim
İçişleri Bakanı İdris
Naim Şahin 34 çocuk ve gencin katledilmesi olayını basına şöyle açıklıyordu;
“Sağ
yakalansalar
kaçakçılıktan yargılanacaklardı. O bölge
KCK’nın kontrolünde. Bölücü terör örgütünün sıktığı kurşun,
giydiği giysi, ayakkabı parayla alınıyor.
Bu gençler figüranlardır. O insanlara kaçak malı veren
PKK terör örgütüdür. Kaçakçılığın rantını elde eden
KCK terör örgütüdür. Filmin bütününe bakılınca özür
dilenecek bir şey yoktur. Ol yakınlarını tek tek ifadeye
ayı suçluluk psikolojisiyle görmüyoruz. O gençlerimiz
orada olmamalıydı.” Aslında olayın devlet açısından
9
✌
halkların kardeşliği için
10
nasıl kapanacağını açıklıyordu İdris Naim.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Hata da olabilir.
Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık. Tazminatı da
açıkladık. Ama birileri istismar ediyor. Allah aşkına
tazminatsa tazminat... Bizim resmi tazminatımız ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün istediğini mi söyleyeceğiz. Kusura bakmasınlar.”
“Biz açıkladık. Bu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK)
birinci derecede görevidir. Biz güvenlik güçlerimize askerimize veririz, polisimize yetkiyi veririz. Onlar da
yetkileri dairesinde kullanır. Biz yetkiyi vermişiz, TSK
bunu kullanmış. Eğer biz TSK’mıza, polisimize güvenmiyorsak, terörle mücadeleyi kimle yapacağız?” diyerek aslında olayı o zaman bitirmişti.
Roboski’de katledilenlerin aileleri adına, Şırnak’ın
Uludere ilçesi Belediye Başkanı Fehmi Yaman,
bianet’e yaptığı açıklamada, “Roboski katliamının
ardından ailelerin tek talebi olduğunu, sorumluların
yargı önüne çıkmasını istediklerini“ açıkladı. Roboskili aileler bu taleplerini bugünde sürdürüyorlar. Başbakanın bu açıklamaları aslında olayın seyrinin nasıl
olacağını gösteriyordu. Bu zaman içerisinde Roboski
katliamı yakınları, Uludere Kaymakamına saldırıyı
gerekçe göstererek ölenlerin yakınlarına baskı yapmaya başladı. Kimi yakınları ise “ölüme teşebbüs”
gerekçesi ile tutukladı.
Kamuoyunda olayı örtbas edemeyen AKP, TBMM
İnsan Haklarını İnceleme Araştırma Komisyonu’nun
bünyesinde oluşturulan “Uludere Alt Komisyonu”
oluşturmaya karar verdi. Komisyonda iktidar partisi
AKP’de 5 üye CHP, MHP ve BDP’den birer üye vardı.
Komisyon üyeleri yaptıkları ‘inceleme’ sonucu AKP’li
üyelerin oyları ile kabul edilen raporu açıkladı. Rapor
Komisyon üyelerine dahi verilmedi.
Uludere Raporu:
Uludere Alt Komisyonu’nun raporu 7 Mart’ta Meclis Başkanlığı tarafından açıklandı. 34 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan kararı kimin verdiği konusunda sorumlulara değinilmeyen raporda, sivil ve
askeri yetkililer arasında koordinasyonsuzluk yaşandığı, ancak olayda “kasıt olmadığı” vurgulandı.
Raporda, İlk görüntülerle bombalama arasındaki
3,5 saate dikkat çekilerek “Grubun
ne olduğunun belirlenmesi için,
daha geniş, sağlıklı ve daha derin analiz yapılabilirdi” tespitine
yer verilen rapora, K.A. adlı itirafçı
PKK’lının, “34 kaçakçının arasında
2 terörist vardı” ifadesi de konuldu.
Raporda “Valililerin operasyon yetkisinin artırılması, yeni sınır kapılarının açılması, sınırda tel örgü
ve elektronik kamera gibi tedbirlerin alınması” önerileri yer aldı. Böylece Eski İçişleri Bakanı İdris Naim
Şahin ve Başbakan Erdoğan’ın olayın
başında yaptıkları açıklama temelinde bir rapor ortaya çıktı. Komisyonda, MHP’li Atilla Kaya’nın, “devletin
bilerek sivilleri bombalamayacağına,
olayda herhangi bir kasıt olamayacağı, ancak ihmalin vurgulanabileceğine” yönelik sözleri üzerine Ak Partili
üyeler “olayda kasıt yoktur” ifadesinin rapora girmesi
yönünde önerge verdi. Böylece rapora “kasıt yok” ifadesi eklendi.
Muhalefetten Farklı Eleştiriler
MHP’li üye Atilla Kaya raporu, “ fiyasko” olarak nitelendirirken CHP’li üye Levent Gök ise, “Yaşananlar adi bir vaka olarak kayıtlara girdi. Rapor ayıplı,
komisyon ve insan hakları tarihine kara bir leke olarak geçecek. Bu raporun altından kalkamayacaksınız” dedi.
BDP’li TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Üyesi Ertuğrul Kürkçü, TBMM İnsan Haklarını
✌
halkların kardeşliği için
İnceleme Komisyonu’nun “Hakikatleri Araştırma ğunun kendi ağzından itirafı olup başka bir açıklama
Komisyonu”na dönüştürülmesi ve alt komisyon ra- gerektirmiyor. Zaten mantıken, hukuken ve siyaseten
porunu reddetmesini istediği muhalefet şerhinde şu başka türlü olmasına imkan olmadığı için Komisyon,
saptama ve önerilere yer verdi:
Genelkurmay Başkanı’nın bu sorumluluğunun gereği
“Uçaklar
öldürdü:
Komisyon
çoğunluğu, olarak yargılanmayı hak ettiğini tespit etmekle yüGenelkurmay’ı ve hükümeti inceleme dışına çıkaracak kümlüdür. Ancak, Genelkurmay’ın bu kadar ağır bir
bir yoldan gitmeyi benimsemiş ve sonunda öznesi ol- siyasi sorumluluk gerektiren bir kararı Başbakanlıkla
mayan bir katliam raporu kaleme almayı başarmıştır. paylaşmaksızın alması ve uygulaması düşünüleme“34 Roboskili (Uludere) köylüyü kim öldürdü” sorusu- yeceğinden Komisyon Başbakan’ın da bu sorumluluna, çoğunluğun verdiği yanıt şundan ibarettir: “Uçak- ğunun gereği olarak yargılanmayı hak ettiğini tespit
lar”. İmha kastıyla: Raporun alt komisyonda görüşül- etmekle yükümlüdür.
mesi sırasında 34 yurttaşımızın katledilmesinde “bir
Özür dilenmeli: Her ne şekilde olursa olsun yürütkasıt olmadığı”na ilişkin olarak eklenen hüküm Genel- menin başında olanlar çatışmanın büründüğü bokurmay açıklamalarına bile aykırı olduğu gibi akıl ve yutlardan ve bu süreçte gerçekleşen sivil kayıplardan
mantıkla izah edilmesi de mümkün olmabirinci dereceden sorumludurlar. Tek çıkış
yan bir boş sözden ibarettir. Türk
yolu saydam bir soruşturma ve adil
Hava Kuvvetlerine bağlı uçakbir yargılamanın kapısını açUludere Alt
lar bu kafileyi yok etme
mak, ama asıl önemlisi bu
kastıyla hedeflemişler;
katliamdan ötürü halkKomisyonu’nun raporu 7
bir saate yakın bir
tan özür dilemekten
Mart’ta
Meclis
Başkanlığı
tarafınsüre içinde kafileyi
geçiyor.”
dan açıklandı. 34 kişinin hayatını kaydört kez vurmuşlar
E r t u ğ r u l
ve 34 suçsuz insaKürkçü’nün
bu
betmesine yol açan kararı kimin verdiği
nı yok etmişlerdir.
açıklamasına
konusunda sorumlulara değinilmeyen
Hava harekatında
şunu eklemek is“imha kastı” olmatiyoruz.
Bu devraporda, sivil ve askeri yetkililer arasınsa, bu görüntüleri
let Mavi Marmara
da koordinasyonsuzluk yaşandığı, anharekat merkezleringemisinde İsrail tacak olayda “kasıt olmadığı” vurde izleyenlerin hiç derafından öldürülen 8
ğilse ilk vuruş sonrasında
Türk
için İsrail’in özür
gulandı.
durup yeniden bir değerlendilemesi için diretti. Ve İsdirme yapmaları gerekmez miydi?
rail ABD’nin de baskısı sonucu
Fehman obsesyonu: Elbette bu hava
özür diledi. Bu özür Ortadoğu’daharekâtını düzenleyenlerin bir kastı vardı. Ancak kasıt ki ABD ve diğer emperyalist güçlerin çıkarları için
sahipleri vuracakları anonim hedefte yer alanlardan gerekli idi. Söz konusu özür, Türk devletinin başta
hiç değilse birinin Irak toprağında üslendiğini ve aske- Ermeni soykırımı olmak üzere, Dersim, Zilan Koçri faaliyete komuta ettiğini düşündükleri PKK askeri giri… katliamı, 6/7 Eylül 1955 olayları,1 Mayıs 77 İsliderlerinden Dr. Bahoz Erdal kod adlı Fehman Hüse- tanbul Taksim, Maraş, Sivas, Çorum, 12 Mart 1995
yin olacağına ilişkin bir obsesyonla maluldüler.
Gazi katliamı … ve en son Uludere Roboski’den katMüzakereye katkı: Roboski’nin hesabının Meclis’te ledilen 34 suçsuz insan için verilmesi gerekmektedir.
ve siyaseten sorulması, herkes emin olabilir ki, “müza- Bugüne kadar Türk devleti yaptığı hiçbir katliamın
kere” sürecinin sahici bir çözüme doğru ilerleyebilece- ne hesabını verdi, ne de özür diledi. AKP, bugün söğine dair memleketin en yüksek kürsüsünden verilmiş züm ona bol bol insan haklarından, hukuk ve adaletsomut ve açık bir işaret olarak okunacaktır.
ten bahsetse de uygulamaları ile kendisinden önceki
Sorumlular yargılanmalı: 29 Aralık 2011 tarihli Ge- iktidarlardan bir farkının olmadığını en son Uludere
nelkurmay Başkanlığı bildirisi, eldeki belge ve bilgiler- Roboski katliamındaki tavrıyla göstermiştir.
den en yüksek askeri sorumluluğun kimde olduğunu
Katliamların hesabı devrimle sorulacaktır!
hem de yetki aşımına yönelerek açıklamaktadır. Bu beyan Genelkurmay Başkanlığı’nın süreçteki sorumlulu17.04.2013 ✓
11
güncel
B
12
Komünist Önder
İbrahim Kaypakkaya
Ölümsüzdür!
undan 40 yıl önce Kuzey Kürdistan/Türkiye/ değiştirmiyor.
Antakya (Arabistan) proletaryası en büyük önİbrahim KAYPAKKAYA’nın temel özelliği, onu döderlerinden birini, İbrahim KAYPAKKAYA’yı yitir- nemin bütün devrimcilerinden ayıran özelliği, onun
di. 1973 yılının Ocak ayı sonunda, 24 yaşında olan komünist niteliğidir. İbrahim KAYPAKKAYA, yalgenç komünist önderi bir ihbar üzerine Dersim’de nızca “ser verip, sır vermeme” tavrı öne çıkarılarak da
tutsak alan faşist devlet güçleri, 4 ay süren hunhar ve bu onun en belirleyici özelliği imiş gibi gösterilerek
işkencelerde ağzından örgüte ait tek sır
de savunulamaz. Benzer tavırları takınan
alamadıkları İbo’dan hınçlarını
bir dizi başka devrimci de vardır.
onu kurşunlayıp, katlederek
Fakat bu onların komünist
*O, ulusal sorunda Marksistçıkardılar. olmasına yetmiyor.
Leninist teoriyi özümsemiş ve bu teoriyi Onlar İbrahim’in
Kuzey Kürdistan/
Kuzey Kürdistan -Türkiye’nin somutuyla
vücudunu
genç
Türkiye komünist
ustaca birleştirmeyi başarmıştır. O büyük Türk
yaşında aramızpartisinin
yenişovenisti düşüncelerin, devrimcilik ve evet kodan söküp aldıden inşasında ilk
münistlik adına pervasızca savunulduğu ve hemen
lar. Fakat onun
adımı atan, yolu
hemen hiçbir ezilen ulus hareketinin olmadığı bir
dü ş ü n c e l e r i n i
açan komünist
dönemde, Kuzey Kürdistan -Türkiye’de ulusal
ve davasını yok
önder İbrahim
sorunu Marksist-Leninist tarzda ele alıp, Kürt
edemediler, onun
ulusunun varlığını ve ayrılma hakkını açık
mücadelesini yok
seçik savunan, çözüm yollarını, uygulanaedemediler. O buKAYPAKKAYA’nın
cak temel politikaları ortaya koyan
gün de yaşıyor ve proeseri ve mücadelesi,
komünist önderdir.
letaryanın ve ezilenlerin
bugün Bolşevik mücadele
mücadelesinde, “büyük inve örgütlenmede sürüyor.
sanlığın” Yeni Dünya mücadeleİbrahim’i savunmak Bolşevizmi,
sinde her zaman yaşayacak. Onu katledenler
Bolşevik örgütlenmeyi savunmak demektir!
ise daha sağlıklarında ölü olan, batan, çöken, kokuÜlkelerimizin
Bolşeviklerinin
İbrahim
şan bir davanın onursuz savunucuları olan “yaşayan KAYPAKKAYA’nın bıraktığı Marksist Leninist miölülerdir”. Ve onlar eğer tarihte anılacaklarsa, ancak rası değerlendirmelerini yayınlıyoruz:
İbo’nun katilleri olarak lanetlenerek anılacaklardır.
İbrahim Kaypakkaya yoldaşın siyasi görüşleri için- “İbrahim KAYPAKKAYA’nın Bıraktığı
de, her türlü revizyonist, oportünist görüşlere karşı Marksist-Leninist Miras:
savunduğu, geliştirdiği; bugün de komünistlerin *TKP/ML’in kurulduğu 1972 şartlarında uluslararası
elinde fener olan ulusal sorun ve Kemalizm konusun- plânda revizyonizm/oportünizm ile Marksizm-Ledaki görüşleri 40 yıllık mücadelenin pratiği tarafın- ninizm arasındaki güncel mücadelede, Marksizmdan doğrulanmıştır. O’nun yaptığı kimi hatalar siyasi Leninizmin devrimci özüne sahip çıkan çizgi, tüm
görüşlerinin esasının ML görüşler olduğu gerçeğini hata ve sapmalarına rağmen başını ÇKP ve AEP’nin
tik devrimde milli burjuvazinin ikili niteliğini de çok
net olarak görmüş ve burjuvaziye —onunla ittifak
kurulduğu şartlarda da— güvenilmemesi gerektiğini
vurgulamıştır.
*O, ulusal sorunda Marksist-Leninist teoriyi özümsemiş ve bu teoriyi Kuzey Kürdistan -Türkiye’nin
somutuyla ustaca birleştirmeyi başarmıştır. O büyük
Türk şovenisti düşüncelerin, devrimcilik ve evet komünistlik adına pervasızca savunulduğu ve hemen
hemen hiçbir ezilen ulus hareketinin olmadığı bir dönemde, Kuzey Kürdistan -Türkiye’de ulusal sorunu
Marksist-Leninist tarzda ele alıp, Kürt ulusunun varlığını ve ayrılma hakkını açık seçik savunan, çözüm
yollarını, uygulanacak temel politikaları ortaya koyan komünist önderdir. 1972’de İbrahim KAYPAKKAYA TKP/ML adına ulusal sorunda Şafak revizyonizminin şoven milliyetçi yüzünü teşhir ederken
PKK henüz ortada yoktu! İbrahim KAYPAKKAYA
“Kürt ulusunun ayrılma hakkı”nı kayıtsız koşulsuz
savunurken, Kuzey Kürdistan –Türkiye solu henüz
“Doğu Anadolu, Güney Doğu Anadolu sorunu”nu
tartışma aşamasında idi! İbrahim bölünme hakkını
savunurken, Şafak revizyonistleri “bölücü”lerin hakim sınıflar olduğunu ispat çabası içinde idi, vs. O bu
noktada Türkiye Sol’unda hakim olan şovenizm aysbergine ilk darbeyi vuran komünisttir.
* O, mevcut TC devletinin faşist niteliğini Kemalist
diktatörlük şahsında dosta düşmana gösteren tek komünist önderdir. “Kemalizm küçük-burjuvazinin en
sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında antiemperyalist bir tavır alışıdır” (Mahir Çayan), “Kemalizm ile sosyalizm arasında Çin Seddi yoktur” (Mihri
Belli) gibi görüşlerin hakim olduğu, Kemalizmin ilericilik, anti-emperyalistlik ve evet devrimcilik görüldüğü bir ortamda, İbrahim KAYPAKKAYA, Kemalizmin faşizm demek olduğunu cesaretle savunan, bu
alanda da buzu kıran komünist önderdir.
*O, faşizme karşı mücadelenin devrim mücadelesi
olarak yürütülmesi gerektiği doğru Marksist-Leninist düşüncesini, anti-faşist mücadeleyi düzen çerçevesi içinde hakim sınıfların bir kesiminin peşine
takılmak olarak kavrayan reformist, kuyrukçu görüşlere karşı tutarlı bir biçimde savunan tek komünist önderdir.
* O, her renkten revizyonizmin Marksizm-Leninizm adına kitlelerin bilincini reformizmle kararttığı
bir dönemde, özellikle PDA/Şafak revizyonistleri ile
polemik içinde, devrimci düşünce ve tavrın ne olması
gerektiğini, reformlar için mücadelenin nasıl devri-
güncel
çektiği çizgi idi. Yer yer “Mao Zedung Düşüncesi”
adı altında da anılan bu çizgi, Sovyetler Birliği’nde
iktidarı ele geçiren modern revizyonistlerin 20. Parti
Kongresi’nde hakim kıldıkları çizgiye karşı mücadele içinde ortaya çıkmıştı. Kendisi çok ağır revizyonist hata ve sapmalar taşımasına rağmen, bu çizgi,
Marksizm-Leninizmin devrimci özüne sahip çıkıyor,
emperyalizmle uzlaşmayı değil, onu yıkmayı bayrağına yazıyor; proletarya diktatörlüğünün “burjuvazi
üzerinde topyekûn diktatörlük” demek olduğunu,
proletarya diktatörlüğü şartlarında da devrimin sürdürülmesi gerektiğini savunuyor, proletarya ve halkları proleter dünya devrimine çağırıyordu. Bu çizgi
1972’de Marksizm-Leninizmin devrimci özünü temsil eden çizgi idi. İbrahim KAYPAKKAYA 1972’de
Dünya Komünist Hareketi içinde süren iki çizgi
mücadelesinde Marksist-Leninist safta yer tutup, Kuzey Kürdistan -Türkiye’de modern revizyonizme
karşı mücadeleye önderlik eden, bu noktada hiçbir
ikircime düşmeyen tek komünist önderdir. İbrahim
KAYPAKKAYA bu tavrı takındığı sırada, Türkiye’de
kendi dışında Mao Zedung Düşüncesini savunduğu
iddiasında olan tek akım, içinden geldiği Şafak revizyonizmidir. Şafak revizyonizminin Mao Zedung
Düşüncesi savunusu ise gerçekte, Kemalist-milliyetçi-reformist-legalist bir çizginin “Halk Savaşı” palavraları ile süslenerek savunulmasından başka bir şey
değildir. Sosyalizm adına konuşanların geri kalan kesimi, ya doğrudan Rus sosyal-emperyalizminin ve revizyonizmin yanında saf tutmaktadır, ya da THKO/
THKP-C gibi “orta yolcu”luk yapmakta, Sovyetler
Birliği’ni de sosyalist olarak savuna gelmektedir.
*İbrahim KAYPAKKAYA, proletarya diktatörlüğünün sınıfsal niteliği; sosyalizm için mutlak gerekliliği; görevleri konusunda esas olarak Marksist-Leninist
görüşleri savunmuştur. Marksizm-Leninizmi revizyonizmden ve her türden oportünizmden ayıran bu
belirleyici konuda o Kuzey Kürdistan -Türkiye’de
sosyalizm adına hareket edenler içinde yine tek önderdir. THKO ve THKP-C, revizyonistler ve Şafak
revizyonistleri Kemalizmin etkisinden kurtulamadıkları için, proletarya diktatörlüğünü teorik düzeyde bile savunacak durumda değillerdir.
*O, proletarya önderliğindeki devrimin ancak işçiköylü temel ittifakı üzerinde yükselen bir örgütlenme
ile söz konusu olabileceği şeklindeki Marksist-Leninist ilkeyi kendine rehber edinip, her türden burjuva
kuyrukçusu revizyonist görüşü mahkûm eden tek komünist önderdir. İbrahim KAYPAKKAYA, demokra-
13
güncel
14
me tabi olarak ele alınması gerektiğini ortaya koyan
komünist önderdir.
* İbrahim KAYPAKKAYA, devrimde proletaryanın
önderliği ve devrimin durmaksızın sürdürülmesi için
proletaryanın öncü müfrezesi Komünist Partisinin
mutlak gerekliliğini, söz konusu partinin işçi sınıfının partisi olması gerektiğini 1972’de en açık şekilde
anlayan ve bu yönde de adım atan örnek önderdir.
* O, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının faşist
devletini devrimci şiddetle yıkıp, yerine demokratik
halk diktatörlüğünü kurmak ve devrimi durmaksızın sürdürmek, proletarya diktatörlüğünü kurmak,
proletarya diktatörlüğü şartlarında sosyalizmin inşasına atılmak ve komünizm hedefiyle
hareket edebilmek
için öncelikle illegal bir Komünist
Partisi
çekirdeğinin yaratılması
zorunluluğu
ve
gerekliliğini kavrayıp, buna göre
hareket eden komünist önderdir.
* O, Şafak rev izyonizminin
legalist, laçka örgütlenme plânı ve
uygulaması karşısına, merkezinde
meslekten devrimcilerin bulunduğu sağlam illegal örgüt Leninist plânı
ile çıkan komünist önderdir.
* O, örgüt içi ideolojik mücadelenin Leninist ifadesi
olan, ilkeli açık ideolojik mücadeleyi kavrayıp buna
uygun davranan ve PDA/Şafak revizyonistlerinin
kapalı kapılar ardında tezgâhladıkları komplolara
rağmen ilkeli mücadeleden şaşmayan, bu alanda da
örnek olan bir komünist önderdir. Burada yalnızca temel noktalarda özetlediğimiz
Marksist-Leninist görüş ve davranışları şahsında toparlamış olan İbrahim KAYPAKKAYA, bu görüşleri
ve ideolojik kararlılığının bir ifadesi olarak, düşman
eline tutsak düştüğünde de görüşlerini tavizsiz savunup, düşmanla savaşı işkence altında da sürdürmeyi
bilmiştir. O siyasi görüşlerini hiç tavizsiz savunurken,
örgütsel konuda tek bir bilgi vermemiş, daha önce
başkalarınca verilmiş tek bir bilgiyi onaylamamış,
komünist tavrın nasıl olması gerektiğini kendi tavrı
ile örneklemiştir. O, “ser verip, sır vermeyen” önder
olma tavrıyla tüm devrimci saflarda bayraklaşmıştır.
İbrahim KAYPAKKAYA’nın temel hataları:
İbrahim KAYPAKKAYA hunharca katledildiğinde,
henüz 24 yaşında olan genç bir komünist önderdi. Kuzey Kürdistan –Türkiye açısından ele alındığında, ona geçmiş deneyimlerinden yola çıkarak doğru
Marksist-Leninist çizgiyi devreden bir yaşlı kuşak
komünist yoktu.
T”K”P uzun on yıllardır sınıf uzlaşmacısı, revizyonist bir yörüngeye oturmuş; yozlaşmış SB”K”P’nin
“hık
deyicinin
tokmakçısı” haline gelmiş, Rus
sosyal-emperyalizminin
savunuculuğunu yapan işbirlikçi bir
mülteci
örgütü
durumunda idi. Kuzey Kürdistan
-Türkiye’deki eski
T”K”P kadroları
ya mücadeleyi bırakmış, ya karşıdevrimci mülteci
kulübünün Türkiye şubesi olmaya
soyunmuş, ya da
Mihri Belli veya
Hikmet Kıvılcımlı gibi Kemalist askeri darbeciliği
savunma konumuna girmişti.
Uluslararası plânda ise, her ne kadar modern-revizyonizme karşı mücadele içinde ÇKP-AEP etrafında
Marksizm-Leninizmin devrimci özüne sahip çıkan
bir kümelenme varsa da, bu akımın çizgisi de içinde
çok önemli hata ve sapmaları taşımakta idi. Bu akım
içinde bulunan partilerden hiçbiri “Mao Zedung
Düşüncesi”nin yanlışlarına karşı, doğru Maksist-Leninist temelde bir mücadele yürütmüyordu. Tersine,
Mao Zedung Düşüncesi’nin Marksizm-Leninizmden
sapma anlamına gelen yanlışları, Marksizm-Leninizme katkı olarak savunuluyordu.
Kuzey Kürdistan -Türkiye’de devrimci kadrolar
“sol”, “sosyalist” literatürle daha yeni yeni tanışıyordu. Dünya Marksist-Leninist harketinin temel eserlerinin birçoğu henüz tanınmıyordu. Dünya Marksist-
* İbrahim KAYPAKKAYA’nın temel yanlışlarından bir diğeri, Çin somutunda uygulanan Halk Savaşı stratejisinin hiç ayrımsız tüm yarı-sömürgelerde
mutlak geçerliliği savıyla olduğu gibi devralınıp, uygulanmak istenmesidir. Bu yapılırken de ÇKP tarihi
ve Çin toplumu yeterince incelenmemiş, KK Kuzey
Kürdistan –Türkiye ile Çin arasındaki büyük farklılıklar gözardı edilmiş, subjektif sonuçlar çıkarılmış; Kuzey Kürdistan –Türkiye devrimi adeta Çin devriminin bir kopyası olarak görülmüştür. Çin devrimi
ve ÇKP deneyiminin yetersiz incelenmesi sonucu
yapılan kimi yanlış değerlendirmelerin mekanik bir
biçimde Kuzey Kürdistan –Türkiye’ye aktarılması
sonucu olarak da Komünist Partisinin öncelikle sanayi proletaryası içinde örgütlenmesinin mutlak zorunluluğu gözden kaçırılarak, öncelikle yoksul köylülüğün içinde yoğunlaşılıp, Komünist Partisinin ilk
çekirdekleri buralarda yaratılmaya çalışılmıştır.
*İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, doğrudan Leninizmi, Lenin ve Stalin’in eserlerini temel aldığı her
konuda (örneğin ulusal sorun; örneğin reform-devrim ilişkisi sorunu; örneğin partinin sınıfsal niteliği sorunu vb.) Marksist-Leninist bir çizginin temel
taşlarını döşerken, Kültür Devrimi sırasında savunulduğu biçimi ile Mao Zedung Düşüncesi’nin sapma teşkil eden görüşlerinden etkilendiği, bunları
savunup uygulamaya çalıştığı yerlerde de yanlış içine girmiştir. TKP/ML’nin aldığı ilk yenilginin —hemen tüm yönetici kademenin hakim sınıflara tutsak
düşmesi— ağırlığında, “Mao Zedung Düşüncesi”nin
yanlışlarının savunulmasına bağlı olarak da yapılan
yanlış durum değerlendirmesi sonucu izlenen yanlış
taktik çizgi önemli bir rol oynamıştır.
Yanlışları ne kadar ciddi olursa olsun, İbrahim
KAYPAKKAYA bir bütün olarak değerlendirildiğinde Marksist-Leninist bir önderdir. Onun çizgisi üzerinde, onun çizgisindeki yanlışları özeleştiri ile aşarak
ilerleyenler Bolşevizme varmıştır. Bu nedenlerledir
ki, Kuzey Kürdistan -Türkiye’li Bolşevikler İbrahim
KAYPAKKAYA’yı bir bağıntıda Lenin yoldaşın Rosa
Luxemburg’u değerlendirdiği gibi değerlendirmekte,
onu Dünya Komünist Hareketinin ölümsüz kartallarından biri; Kuzey Kürdistan -Türkiye’de Komünist
Partisinin yeniden kurulması ve inşasının gerçek önderi olarak nitelendirmektedir.”
(Bkz: Kazanımları ve Hataları İle İbrahim Kaypakkaya, (Genel değerlendirme), Yeni Dünya İçin Çağrı
yayınları, Sayfa 29-35)
Mayıs 2013 ✓
güncel
Leninist Hareketi’nin geçmiş deneyimleri hakkında
bilgi olağanüstü eksik ve sığ idi. Revizyonizmin kullandığı bir dizi eğitim malzemesi, “sosyalist” eser
olarak tanınıyor; ortayolcu akımın görüşleri, Troçkist görüşler ve modern revizyonistlerin görüşleri,
Marks-Engels-Lenin-Stalin’inkiler gibi “sosyalist”
literatür olarak kabul görüyordu.
İşte İbrahim KAYPAKKAYA yukarıda çok temel
konularda özetlediğimiz Marksist-Leninist görüşleri
bu ortamda savundu; bu ortamda doğrunun ne olduğunu bulup çıkardı. İbrahim’in hataları değerlendirilirken bu gerçek bir an bile unutulmamalıdır.
İbrahim KAYPAKKAYA kuşkusuz genç bir komünist önder olarak hatasız değildi. Bütünlük içinde
değerlendirildiğinde esası doğru, devrimci, Marksist,
komünist olan düşüncelerinin yanında, kimi önemli yanlış düşünceleri de vardı. Onun yanlışları siyasi
tespitlerinden örgütsel çalışmaya kadar çeşitli alanlarda ifadesini buldu ve TKP/ML’nin aldığı ilk yenilginin ağırlığında rol oynadı.
* İbrahim KAYPAKKAYA 1972’de TKP/ML’yi kurduğunda, Kültür Devrimi sırasında savunulduğu biçimi ile Mao Zedung Düşüncesi’ni Marksizm-Leninizmin bir üst aşaması olarak kabul etmiş, Mao Zedung
Düşüncesi denen teorinin yalnızca modern revizyonizme karşı mücadele içinde mutlaka sahiplenilmesi gereken Marksist-Leninist devrimci özünü değil,
onun bir dizi sapmasını da kendine temel almıştır.
Bütün dünyada yeni yeni oluşan tüm genç MarksistLeninist partiler gibi, İbrahim KAYPAKKAYA’nın
kurduğu TKP/ML de kuruluşunda Mao Zedung
Düşüncesi’nin bir dizi sapmasını “Marksizm-Leninizme katkı”, “Marksizm-Leninizmin yeni bir
aşamaya yükseltilmesi” olarak savunmuştur.
Böylece bir dizi Marksist-Leninist olmayan görüş de TKP/ML’nin kuruluşuna temel olmuştur.
Bunlardan biri, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın
Leninist çağ tespiti yerine Lin Biaocu çağ tespitini alması, buna bağlı olarak düşmanı taktik olarak
küçümsemesi, Leninist devrimci durum öğretisinin
ruhuna aykırı tespitler yapması, somut durumu da
yanlış değerlendirmesidir. (Bu noktada 1978’de yapılan TKP/ML 1. Kongresi’nde Bolşeviklerin ideolojik
etkilemesi sonucu esasta doğru bir özeleştiri yapılmıştır. Bu özeleştirinin ilgili bölümü için bkz. “TKP/
ML Özeleştirisi ve Tüzüğü — AMLP-TKP/ML Ortak
Açıklaması”, Le-Ya Yayınevi, Belgesel Yayınlar No:5,
Ocak 1979, İstanbul, s. 25-30; ayrıca bkz. elinizdeki
“Özel Sayı”, s. 106)
15
güncel
UNUTULAN BATI SAHRA: SONA ERMEK BİLMEYEN İŞGAL!
SAHRA HALKI
DİRENİŞTE!
B
16
irleşmiş Milletler’de adı Batı Sahra olan “Saguia el Hamra y Rio de Oro”, Afrika kıtasındaki
sömürgesel işgal altındaki son ülke olarak kabul edilmektedir. �
Bugünkü işgalci güç Fas, 1975/76’da önceki sömürgeci güç İspanya’nın ‘yerine geçti’. Sahra halkı ve onun
kurtuluş örgütü Frente Polisario � ‘nun yanıtı 1976
yılında ulusların kendi kaderini tayin hakkını kullanarak “Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti”nin
(DARS) kurulduğunu ilan etmek oldu. Fas monarşisi o zamandan beri şovenist bir “Büyük Fas” hedefi
için, Sahra ulusuna karşı gaddarca bir imha savaşı
yürütüyor. Fas enternasyonal olarak da BM-kararları
tarafından mahkûm edilen işgali illegal olarak sürdürüyor.
Bu konu egemenlerin uluslararası gündeminden
mümkün olduğunca siliniyor, olgular hakkında suskunluk egemen. Sahra halkı ve onun uluslararası
alanda tanınmış hakları bilinçli olarak görmezden
geliniyor. Onun bu çekilmez durumu unutturulmak
isteniyor. Gizlemek, unutmak, kaybetmek, imha etmek… 2013 yılında durum işte budur.
Batı Sahra ile ilgili birçok bilgiler ve sayısal veriler
kısmen ya çok farklı ve kısmen de çok çelişkilidir.
Burjuva medya istisnai olarak Batı Sahra hakkında
haber verdiğinde, bu haberleri her şeyden önce işgalci
Fas’ın bakış açısından vermektedir. Batı Sahra hakkında bilgilendiren sol ve devrimci medyada da çoğu
kez birbirleriyle çelişen veya yetersiz bilgiler verilmektedir. Bunun nedeni, Fas diktatörlüğü tarafından
işgal altındaki Batı Sahra’da durumun karmaşıklığı
ve dış dünya ile bağlantıların Fas diktatörlüğü tarafından bütünüyle kesilmesidir. Bu nedenle biz bilgileri aldığımız tüm kaynakları mümkün olduğunca
açıklayacağız. Böylece okuyucularımız kendi başlarına bir tablo çıkarabilirler. Polisario’nun Federal Al-
manya’daki temsilcisi Cemal Zakari, Berlin’de Aralık
2012 deki “Sahra?” adlı bir toplantıda çeşitli, tartışmalı veya açık olmayan olgular ve değerlendirmeler
hakkında Polisario’nun pozisyonunu anlattı. Verdiği
bu bilgiler bize çok yardımcı oldu ve bunlar bu makalenin içine de taşındı.
Bugün, 2013’de “Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti” alanının yaklaşık % 80-85’i Fas işgali altında
bulunmaktadır. Zengin balık avlama alanları, petrol
kaynakları, yeraltı servetleri ve de Bou-Craa’daki fosfat madenleri ile verimli toprakların büyük bölümü
bu bölgenin zenginliklerini oluşturmaktadır. Onun
1.000 kilometre uzunluğundaki kıyı sahili de devasa
stratejik-askeri öneme ve rüzgâr enerjisi kazanmak
için büyük bir potansiyele sahiptir. Güneş ısısı ile çalışan termik santraller için de, alt yapıya yeterli derecede bağlantısı bulunan büyük bir çöl alanı vardır.
Batı Sahra’nın yaklaşık % 15-20’sini bulan kurtarılmış bölgeler DARS ve Polisario tarafından
yönetilmektedir. Bu, ekonomik olarak büyük oranda
önemsiz ve yerleşimin neredeyse mümkün olmadığı
çöl ve bozkır bölgesi, Cezayir ve Moritanya ile doğu
sınırı boyunca uzanmaktadır.
Batı Sahra’daki bu her iki bölge yaklaşık 2000 kilometre uzunluğunda, ülkeyi bir uçtan bir uca boydan
boya kapsayan bir duvar ile ayrılmaktadır. Fas, bu
duvar inşaatına Sahra halkının kurtuluş mücadelesine karşı savaş sırasında 1980’de başladı. Bu duvar
bugün 1991 Ateşkes Hattı boyunca sürüp gitmektedir. (Bu konuya biraz sonra değineceğiz. Bkz.: Harita) Bu duvar Filistin’deki duvardan üç misli daha
uzundur! İşgalciler bu duvara “Fas içi korunma duvarı” demektedir. Bu duvarın Sahra halkı içinde adı
“utanç duvarı”dır. Söz konusu duvar geniş alanları
kapsayan nöbetçi kuleleri, hendekler, tel örgüler ve
mayın tarlaları ile donanmış kumdan ve kısmen taş-
1. Nüfus ile ilgili tüm sayılar veriler Almanya’daki Frente
Polisario’nun sözcüsünden
önünde bir çadır kenti kurdu. Birkaç gün içinde çekilmez yaşam koşullarına ve işgale karşı bu protestoya on binlerce Sahralı katıldı. 8 Kasım 2010 günü
bu kamp gaddar-faşist Fas polis ve askeri güçleri tarafından basıldı ve ateşe verildi. Sıkıyönetim ilan
edildi. Fas’ın Batı Sahra karşısındaki sömürgeci siyaseti bir an için kamuoyu sahnesine çıktı. Batı Sahra
birdenbire medyada yankı buldu. Ne var ki Tunus ve
Cezayir’de patlayan Arap Baharı ayaklanmasının fırtınası Batı Sahra’yı yine çok çabukça arka plana itti.
Almanya’da bazı sol, devrimci, otonom gençlik
örgütleri veya gruplar yaratıcı eylemlerle Sahra halkının trajedisine dikkat çekiyorlar. Biz de bu makale
ile Batı Sahra’ya ilişkin “sessiz kalma karteli”ni kırmaya katkı sağlamak istiyoruz. Batı Sahra’nın işgali
ve anti-sömürgeci kurtuluş mücadelesi unutulmaya
terk edilmemelidir. Bizler, Sahra halkının ümitsizce
halinin sürüp gitmesi için elinden geleni ardına koymayan FAC-emperyalizminin entrikalarını mahkûm
etmek istiyoruz.
güncel
tan oluşan beş metre yükseklikte bir duvardır. “Hassas kesimler”e ek olarak elektronik güvenlik tesisleri
yerleştirilmiştir. Bu kuşatma duvarı yaklaşık 150.000
Faslı asker tarafından korunmaktadır.
İşgal altındaki Batı Sahra, Filistin Gazze’dekine
benzer bir şekilde, Sahra halkı için kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı bir “açık hava zindanı”dır.
Sahralılar Bedeviler olup göçebe bir halktır ve
Arapça bir dil olmayan Sahraca konuşmaktadırlar.
Kendilerine özgü bir kültüre ve ulusal kimliğe sahiptirler. Sahralılar bir ulustur.
Nüfusu yaklaşık olarak 500.000 civarındadır. Fas
işgal bölgesinde yaklaşık 200.000 Sahralı yaşamaktadır. Batı Sahra’da toplam olarak yaklaşık 1 milyon
Faslı yerleşimci ve 1 milyon polis ve ordu mensupları
vardır. (Bu durumda işgal bölgesinde Her Sahralı başına 10 Fas vatandaşı düşmektedir. Fas işgalci sayısına
ilişkin Frente’nin verdiği bu rakamlar, işgal bölgesinde en fazla 400.000 Faslıdan bahseden tüm diğer kaynakların verilerinden çok daha yüksektir.)
Sahralılar işgal altındaki bölgede yoksulluk içinde
ve gelecek perspektifinden yoksun bir şekilde yasal
haklardan mahrum olarak yaşıyorlar. İşgalcilerin
yaptıkları ağır insan hakları ihlalleri gündemdedir.
“DARS”ın kurtardığı bölgede, yaşamaya uygun
temeller bulunmadığından neredeyse hiçbir kalıcı
yerleşim yoktur. DARS-bölgesinde her şeyden önce
F. Polisario’nun askeri birlikleri konuşlanmıştır. Bu
birlikler ateş kes hattına uyulmasını denetlemekte ve
Fas’ın işgalini genişletmesini ve çok daha fazla toprağı zapt etmesini engellemektedirler.
Cezayir’de Tindouf kentinin doğusundaki dört
büyük mülteci kampı (Bunlara Batı Sahra’daki şu şehirlerin adları verilmiştir: El Aaiun, Smara, Ausserd,
Dakhia) Frente Polisario tarafından yönetilmektedir.
Bu kamplarda şimdi yaklaşık 175.000 Sahralı insan
yaşamaktadır. UNHCR’e (BM’lerin mülteci ve göçmenlere yardım kuruluşu – ÇN) göre Moritanya’da
26.000 mülteci daha vardır. Tüm ilticacıların hayatta
kalabilmeleri World Food (Dünya Gıda - ÇN) programlarına ve BM-mültecilere yardım kurumunun sadakalarına bağlıdır. Diğer yaklaşık 100.000 Sahralı,
ağırlıklı olarak İspanya olmak üzere diğer devletlerde
yaşıyorlar.1
“Arap Baharı”nın ilk rüzgârları Ekim 2010’un başında işgal altındaki Batı Sahra’da esti. 10-20 Sahralı
genç Batı Sahra’nın işgal altındaki başkenti El Aaiun
Tarihsel Geri Bakış
1882 yılında İspanya Burbon kralı XII. Alfonso adına yüzbaşı Bonelli Rio de Oro bölgesini işgal etti.
Berlin’de 15 Kasım 1884 – 26 Şubat 1885 tarihleri
arasında toplanan “Kongo –Konferans”ında Avrupalı
güçler Afrika’nın emperyalistler tarafından paylaşılmasını gerçekleştirdiler. Batı Sahra’nın güneyi anlamına gelen Rio de Oro genel valilik olarak İspanya’ya
düştü. Bu sömürgesel paylaşımın son işlemi olarak 27
Haziran 1904 tarihinde “İspanya’nın hakları”, Batı
Sahra’nın kuzeyine (Saguiat El Hamra) üzere genişletildi. Sömürgeciler kendilerini, önce ülke içlerine
girmeksizin kıyı şeridinde kurdukları askeri üslerle
sınırladılar. “1939’da İspanya’daki iç savaşın bitmesi
Franco-rejiminin en gaddarca ve en az bilinen kesitlerinden birinin başlangıcı anlamına geldi: Sahra’nın
sömürgeleştirilmesi.”2
Boyunduruk altındaki Sahra halkı, 1957-1958 yıllarındaki örnekte olduğu gibi en başından itibaren
ayaklanma ve başkaldırışlarla sömürgesel işgale karşı
direndi.
14 Aralık 1960 tarihinde BM, 1514 (XV) No’lu
kararla “sömürge ülkeler ve halklara bağımsızlık verilmesi” deklarasyonunu çıkardı. Bu deklarasyonda
sömürgelikten çıkarma siyasetinin yönergeleri tespit
2. )APEP (Agencia de Prensa Espana Popular), Sahra
Demokratik Arap Cumhuriyeti –Özgürlüğü Tüfekle
fethedeceğiz, Report 1, hangi yıl olduğu belirtilmemiş,
ihtimalen 1976, sf: 10
17
güncel
18
edildi. (Report No: 1, sf: 36) Batı Sahra 1963’den beri
sömürgelikten çıkarılması karara bağlanmış ülkeler
listesinde bulunmaktadır.3
BM Genel Kurulu Sahralıların kendi kaderlerini tayin antlaşmasını onayladı ve 1966’da ‘ilgili
komşu ülkelerle görüşülüp danışıldıktan’ sonra ‘bir
referandum’un tavsiye edildiği 2229 (XXl) sayılı kararı
çıkardı. Bu referandum için 1971 yılı öngörüldü.” (Report No: 1, sf: 36)
BM-Genel Kurulu bunu izleyen yıllarda referandumun yapılmasını İspanya’dan defalarca talep etti.
İspanya ise halk oylamasını hep yeniden erteledi.
Sahra kurtuluş hareketinin artan yürüyüşleri ve mücadeleleri ve çökmekte olan Franco-Rejimi nedeniyle
(Franco 1975’de öldü) İspanya 1974’de, 1975 yılında
referandumu yapacağını açıkladı.
Öngörülen “sömürgelikten çıkarılma” kararından
bu yana Batı Sahra toprakları üzerinde haklar talep eden Fas ve Moritanya’nın girişimi üzerine BMGenel Kurulu Aralık 1974’de Uluslararası Yüksek
Mahkeme’den (UYM) Batı Sahra’nın konumu ile ilgili bir bilirkişi raporu almayı kararlaştırdı. Buna paralel olarak Şubat 1975’de Batı Sahra-Sorunu için bir
BM-Delegasyonu belirlendi. Bu heyet Mayıs 1975’de
İspanya’ya geldi ve bir ay boyunca ilgili ülkeleri, 12.
-20. Haziran arasında da Batı Sahra’yı ziyaret etti. Bu
delegasyon raporunda Sahralıların kendi kaderlerini
tayin hakkını onayladı. Frente Polisario Sahra halkının resmi temsilcisi olarak kabul edildi. Bir referandumun gerçekleştirilmesi yeniden talep edildi.
Uluslararası Yüksek Mahkeme 16 Ekim 1975’de sonuçları açıkladı. Özü şudur: “Batı Sahra bölgesi ile Fas
Krallığı ve Moritanya arasında hiçbir toprak bütünlüğü ilişkisi” yoktur. Batı Sahra toprakları hakkında
“halkların iradesinin özgür ve çarpıtılmamış ifadesiyle
kendi kaderini belirleme ilkesi”nin altı çizilir.�
Fas kralı aynı gün “yeşil barış yürüyüşü” adını verdiği bir saldırı- işgal hareketi başlattı. Daha 6 Kasım
günü hanedanlığın toprak talebini desteklemek amacıyla 350.000 Fas vatandaşı Fas ordusunun eşliğinde
Batı Sahra’nın kuzeyine girdi.
Sahra halkının ilk kaçış dalgası başladı. On binlerce
kişi Cezayir’e kaçtı. İspanya gizli görüşmeleri kabul
3 .The Court examines: resolutions adopted by the General
Assembly on the subject, from resolution 1514 (XV)
of 14 December 1960, the Declaration on the Granting
of Independence to Colonial Countries and Peoples, to
resolution 3292 (XXJX) on Western Sahara, international
court of justice http://www.icj-cij.org/docket/index.
php?p1=3&p2=4&k=69&case=61&code =sa&p3=5)
ettiğinden 9 Kasım’da saldırı durduruldu. 14 Kasım
1975’de İspanya Fas ve Moritanya, Batı Sahra’nın “Üç
taraflı Madrid Antlaşması” adı altında, iki Kuzey Afrika ülkesi arasında paylaşılması hakkında anlaştılar.
Bu antlaşmada Sahra ulusunun kendi kaderini tayin
hakkı bütünüyle hiçe sayıldı. (Bkz: Sf:6)
27 Kasım’da Fas ve Moritanya askeri birlikleri savaşı başlattılar ve kuzey ve güneyden gelerek Batı
Sahra’ya girdiler. Toprakların üçte ikisini Fas ve üçte
birini Moritanya ilhak etti.
Frente Polisario işgalci askeri birliklere karşı gerilla savaşını hemen başlattı. FP, 27 Şubat 1976’da
Bir Lahlou’da başkenti El Aaiun (Faslı işgalciler ona
Laayoune diyorlar) olan “Sahra Demokratik Arap
Cumhuriyeti”nin (DARS) kurulduğunu ilan etti.
160.000 Sahralı işgalcilerin katliamlarından kurtulmak için çöle kaçtı. Yaşamlarını kurtarmak için
palas pandıras her şeylerini yerli yerinde bırakıp kaçmak zorunda kaldılar. Çöl, hiçbir korunma olanağının bulunmadığı açık arazidir. Kaçanlar Fas hava
kuvvetleri tarafından takip edildi ve üzerlerine fosfor
ve napalm bombaları yağdırıldı. Frente Polisario’ya
göre, toplam olarak ne kadar insanın katledildiğini
tam olarak söylemek mümkün değildir. Ama on binlerin katledildiği kesindir. 1976 ortasında Frente Polisario Fas ve Moritanya’ya karşı askeri saldırıya geçti.
Temmuz 1978’deki bir askeri darbe Moritanya’nın
istikrarını bozdu ve Frente de askeri saldırılarıyla
Moritanya’yı zor duruma soktu. 1979’da Moritanya
bir barış anlaşması yapmayı kabul etti ve geri çekildi.
Bunun üzerine Fas Batı Sahra’yı bütünüyle işgal etti.
Sahra’da İspanyol sömürgeciliği böylece hegemonya haklarını Fas sömürgeciliğine devrederek sonlandı. Batılı büyük güçler, her şeyden önce faşist Fas
krallığının efendisi olan Fransa ve ABD, Fas’ın işgali
altındaki bir Batı Sahra’yı, Frente Polisario önderliğindeki bağımsız bir Sahra Demokratik Cumhuriyetine memnuniyetle tercih ettiler. Cezayir, Cezayir’in
belirli bölgelerini de Fas’ın malı diye talep eden Fas’ın
yayılmacı isteğine karşı Frente’nin yanında yer aldı.
Cezayir bu dönemde “Bloksuzlar”ın� ve o zamanlar
Rus sosyal emperyalizmine veya Çin’e sempati duyan
Afrika, Asya ve Latin Amerika’da bağımsızlığını kazanmış olan bir çok devletin oluşturduğu “3. Dünya
Hareketi”nin parçasıydı.
Nüfuz alanlarının batı ile doğu bloku arasında paylaşımı deyim yerindeyse Batı Sahra’dan geçiyordu.
Fas ile Cezayir devlet bağımsızlıklarına kavuştuklarından bu yana, Kuzey Afrika’da egemen olmak için
“Özgürlük namluların ucundadır…”
Altmışlı yılların başında kurulan üç kurtuluş örgütü 1968’de Frente Polisario içinde birleştiler. Kurtuluş hareketi 1970’de Batı Sahra’nın bağımsızlığı için
güçlü bir yürüyüş örgütledi. Bu yürüyüş İspanyol
sömürgeci efendilerin sivil halka uyguladıkları bir
katliamı ile son buldu; yüzlercesi tutuklandı ve birçokları “kayboldu”.
Polisario 10 Mayıs 1973’de kuruluş kongresini topladı. Kongrenin “Özgürlük namluların ucundadır”
çağrısı “emperyalizme ve faşist İspanya’ya karşı” başlayan mücadelenin işareti oldu. Polisario çok kısa bir
süre içinde güçlendi ve kuruluş kongresinden daha
iki yıl sonra İspanya tarafından işgal edilmiş Batı
Sahra’nın geniş kesimlerini denetimi altına aldı. 1974
yılında Polisario’nun İkinci Kongresi’nde açık bir
şekilde formüle edilen “halk oylaması için on koşul”
şimdi Faslı işgalcilere karşı bugünkü durum için de
ilkesel olarak geçerlidir.
Polisario Mart 1976’daki 4. Kongresi’nde ulusal
programında şu merkezi önlemleri kararlaştırdı:
“Kitlelerin yönetime katılımı; kadroların eğitilmesi;
kültürel siyasi bilincin yaratılması; kadınların okumayazma öğrenmesinin teşvik edilmesi ve eğitimi. Batı
Sahra’nın kurtarılmasından sonra şu hedefler gerçekleştirilmelidir: Demokratik ve birlikçi bir sistemin
yaratılması; sosyalizmin gerçekleştirilmesi; ulusal kaynakların adilce dağılması; eşitsizlik ve sömürünün ortadan kaldırılması; kadınların siyasi ve sosyal haklarının gerçekleştirilmesi; tedrisatın Arapçalaştırılması;
tarım sektörünün dengeli geliştirilmesi; deniz kaynaklarının sanayileştirilmesi ve korunması.”4 (8) DARS’in
Anayasası her dört yılda bir yeniden tartışılmakta,
kısmen güncelleştirilmekte ve karar altına alınmaktadır. DARS-Parlamentosunda bir kota düzenlemesi
olmaksızın milletvekillerin % 34’ü kadındır. Bedevi
aşiretlerin kadınları göçebesel yaşam koşulları nedeniyle de geleneksel olarak örneğin Arap devletlerindekine benzer bir ezilen bir konuma sahip değildirler.
Frente Polisario, Batı Sahra’nın bağımsızlığı ve
demokratik bir devlet için mücadele eden bir kurtuluş hareketidir. Frente kendisini Sahra halkı için4. Peter Hunziker, Eski İspanyol Sömürgesi Batı Sahra
uğruna Çatışma, 1976’da ortaya çıkışından onun
enternasyonalleştiği 1986 yılına kadar, 2004’den alıntı,
sf:32, www.peterhunziker.ch/lizenziat.pdf
deki tüm siyasi akımların bir platformu olarak
görmektedir. Polisario’nun sözcüsü Cemal Zakari
bunu “siyasi aileler” diye adlandırıyor. Doğal olarak
kendilerine özgü siyasi gelecek vizyonları olan farklı
yönelimler vardır. Örneğin 1970’li ve 1980’li yıllarda
sosyalist yönelimlerin belirleyici bir nüfuzu vardı.
Oysa bugün, Polisario sözcüsünün latife ederek eklediği üzere, çöldeki mülteci kamplarında yeşillik yetişmemesine karşın yeşil yönelimli (çevreci) bir “siyasi
aile” bile vardır.
Polisario-kongrelerinde geniş bir tartışma yürütülmekte ve kararlar çoğunlukla alınmaktadır. Sahra
halkının referandum yoluyla haklarının gerçekleşmesi bütün eğilimlerin üzerinde birleştiği belirleyici
ve bağlayıcı temel ortak noktadır.
Sahra halkının ve Frente’nin işgale karşı tüm araçlarla ayaklanıp mücadele etmesi haklıdır. Frente,
kendilerinin ifade ettiklerine göre kendi özgül
yolunda dünya çapındaki kurtuluş hareketleriyle
dayanışma içinde yürümeye her zaman çaba göstermiştir. Frente, Cezayir veya ABD-Batılı veya SBDoğu Bloğu veya bloksuzlar hareketi-Çin gibi diğer
devletlerin Frenteyi sahiplenmelerine karşı direndi.
Polisario kendisinin siyasi ve örgütsel bağımsızlığını bedel ödeme pahasına mücadele ederek kazandı.
Örneğin Libya 1984’de DARS’a desteğini tamamıyla
kesti. Frente Kaddafi rejimi hakkındaki değerlendirmesi, onun demokratik olmaktan çok uzak olduğu
biçimindeydi.
Polisario, İspanya’nın geri çekilmesinden sonra Fas işgaline karşı, 1979’a kadar da aynı zamanda
Moritanya’ya karşı da, mücadele etmek zorunda kaldı. Polisario bu gerilla savaşında askeri, siyasi ve insancıl olarak (mülteci kampları) Cezayir tarafından
desteklendi. 1981’de Frente neredeyse tüm ülkeyi
denetliyordu. Faslı işgalciler sadece ABD ve Fransız
askeri donanım yardımları ve duvarı inşası sayesinde egemenliğini sürdürebildi. Süreç içinde Fas, Polisario-savaşçılarını giderek artan ölçüde ülkenin içlerine doğru çekilmeye zorladı. Buna paralel olarak
Polisario-gerillalarının Fas tarafından kontrol edilen
bölgeye sızmasını engellemek için bir toprak tabyalar sistemi kuruldu. Bu duvar sistemi yeni fethedilen
alanları “korumak için” Fas’ın her önemli alan kazanmasından sonra genişletildi.
Polisario Kurtuluş Ordusu zaman zaman 20.000
gerillaya kadar varan bir güce sahip oldu. Polisario
1989 yılına dek Fas işgalcilerine karşı silahlı mücadele yürüttü. Daha sonra Fas ile DARS arasında - BM-
güncel
birbirleriyle rekabet halindeydiler. Batı Sahra ihtilafı
nedeniyle Cezayir ve Fas arasındaki sınır on yıllarca
kapalı kaldı.
19
güncel
önderliğinde – bir referandumun da öngörüldüğü bir
ateşkes anlaşması ve barış planı yapıldı.
Bu anlaşma 1991’de yürürlüğe girdi. Fas’ın da kabul etmesiyle Şubat 1992’de referandum yapılacaktı.
Anlaşma gereği “Batı Sahra’da Referandum için Birleşmiş Milletler Misyonu” “MINORSU” kuruldu. Bu
misyonun görevi ateşkes anlaşmasına uyulmasını ve
referandumun yapılmasını denetlemekti.
Ufukta Referandum Yok
20
Oysa bugüne kadar bir şey olmadı. BM’lerin Batı
Sahra Barış Misyonu, Filistin ve Kıbrıs “Barış Misyonları” ile birlikte BM’lerin üçüncü en eski başarısız misyonudur. BM’lerin aldığı Sahra halkının
kendi kaderini belirlemesi hakkını onaylayan toplam
196 karar, tavsiye, ve araştırma komisyonlarının raporlarından oluşan dağlar kadar kâğıt birikti. Kağıt
üzerinde evet haklar tanındı, fakat … gaddarca, canice sömürgesel işgal sürüp gidiyor.
Fas yüzlerce entrika ve oyalama taktikleri ile bugüne kadar referandumu engellemeyi başardı. Ve
oldu-bittileri gerçekleştirmeyi sürdürüyor: Faslı yerleşimcilerin Batı Sahra’ya yerleştirilmeleri ve onlara “toprak verilmesi” teşvik ediliyor. Örneğin Fas bu
yerleşimleri düşük vergi oranları, yüksek ücretler ve
bir dizi ayrıcalıklarla özendiriyor. Fas’dakinden farklı olarak işgal altındaki Batı Sahra’da şu işkollarında
iş güçleri gereksinimi vardır: Madencilik, balıkçılık,
alt yapının inşası, turizm ve Desertec-Projesinde
(bkz: sf: 19’daki söyleşi) olduğu gibi güneş enerjisi
santralleri inşası.
DARS de, Şubat 1982’de Afrika Birliği Örgütü’ne
(OAU, Organisation of African Unity, bugünkü Afrika Birliği, AU) alındı. Bunun üzerine Fas AU’dan
çıktı. DARS 2013 itibariyle enternasyonal olarak 84
devlet tarafından tanınmıştır (Frente’nin verdiği
bilgi) ve bu ülkelerde diplomatik temsilcilikler bulundurmaktadır. Oysa DARS hala BM üyesi değildir.
Çünkü üyelik Batı Sahra’nın konumu hakkında yapılacak bir referandumun sonucuna bağlanmıştır. Polisario BM tarafından sadece görüşme tarafı ve Sahra
halkının meşru temsilcisi olarak tanınmaktadır.
Referandum sorununda iki soru merkezi konumdadır: Batı Sahra’da hangi hukuksal statü üzerine
oylama yapılacaktır ve bu oylamaya kimler katılacaktır?
Fas, Sahralıların kendi devletlerini kurmaları hakkı üzerine bir referandumu daha en başından reddetmiştir. İşgalin incir yaprağı olarak Fas devletinin
sınırları dâhilinde sınırlı bir özerklik varyasyonunu
hep yineleyerek gündeme getirmiştir. Bu özerklik-çözümü batılı büyük güçler Fransa, ABD, FAC, AB tarafından da favorize edilmektedir. Fas ne zaman bir uzlaşmaya hazır göründü ise, örneğin 1991’den 1997’ye
kadar süren müzakerelerde veya BM-özel görevlisi
Baker’in çeşitli planlarında olduğu gibi, sonunda bizzat kendisi yine tüm çözümleri torpilledi. 5
Oylama hakkı sorununda Polisario’nun pozisyonu şöyledir: İspanyol işgali sırasında Batı Sahra’da
yaşayanların tümü ve onların ardılları bir referanduma katılma hakkına sahiptir. Bu, doğal olarak tüm
mültecileri de kapsıyor demektir. İşgalciler ve onların
ardılları dışlanmıştır. BM de, kendi kararlarında bu
pozisyonu savunmaktadır.
İşgal gücü Fas Batı Sahra’daki tüm sakinlerin, aynı
zamanda Faslı yerleşimcilerin de oylamaya katılmasını istemektedir. Böyle olduğunda doğal olarak güçler
dengesi ve bununla birlikte referandumun sonucu değişecektir. On yıllardır süren Faslıların Batı Sahra’ya
bilinçli göçü, yerleşmesi sonucu Sahralılar bugün kendi
memleketlerinde azınlık haline gelmiştir.”6 (10)
Frente 2003 yılında işgal altındaki Batı Sahra’nın
Fas sınırları içinde genişletilmiş bir özerklik çözümünü (Baker Planı II) ve özerklik statüsünden sonraki
ilk 5 yıl içinde referandumun yapılmasını bile kabul
etti. Frente 2004’de bağımsız bir Batı Sahra’da Fas’ın
ekonomik çıkarlarına dikkat edeceğinin güvencesini
yazılı olarak verdi. Ne var ki Fas tüm bu tavizleri de
boykot ediyor.
Fas her türlü çözümü şimdiye kadar böyle engelliyor. Fas bu konuda öncelikle BM-Güvenlik
Konseyi’nde vetosuyla Fas’a karşı yaptırımlar vs. önlemleri gibi her kararı engelleyen Fransa tarafından
hâlâ destekleniyor.
BM’nin Sömürgelerin bağımsızlığı kararından
sonra geçen 40 yıldan fazla bir süredir Batı Sahra
eskiden olduğu gibi hâlâ sömürgedir. BM-Güvenlik
Konseyi her yıl,- güncel olarak Nisan 2012 sonundan Nisan 2013’e kadar- MINURSO’yu bir yıl süreyle uzatmaktadır. Batı Sahra sorunu düzensiz aralıklarla BM gündemine alınmaktadır. BM, aslında
5. FAC Haziran 1993’den Haziran 1996’ya kadar küçük
bir polis kontenjanı (her keresinde Federal Sınır Koruma
Teşkilatı mensubu 5 polis memuru) ile MINURSO’ya
katıldı. Federal merkezi devlet/eyaletler Çalışma Grubu
Uluslararası Polis Misyonu, Alman Polisinin yurt dışında
görevlendirilmesi, www.bundes-polizei.de/cl.
6.
www.ag-friedensforschung.de/regionen/Westsahara/
un-nieth-html
Direniş ve bitmek bilmeyen baskılar
Frente Polisario 1991’de yürürlüğe giren ateşkese rağmen silahlarını hiçbir zaman teslim etmedi. Onun
Kurtuluş Ordusu bugün hâlâ yaklaşık 6 – 7.000 kadın-erkek savaşçıyı kapsamaktadır. Buna ek olarak
Cezayir’deki mülteci kamplarının sakinleri de askeri
talimlere katılmakta ve böylece bir tür büyük “yedek
ordu”yu oluşturmaktadır. Her ne kadar silahlı mücadele Batı Sahra’nın işgal altındaki bölgesinde bitmişse
de, Sahra halkı hep yeniden militanca direniş eylemleriyle de ayaklanmaktadır.
Mayıs 2005’de yoğun yürüyüşler ve protestolar
yeniden alevlendi. Bunlar son 6 yılın en şiddetli eylemleri idiler. Gençlik Örgütü UJSARİO bunu “Sahra
İntifada”sı olarak adlandırıyor. Eylemler Fas’a sıçrayacak şekilde de yayıldı. Polisario’nun 32. Kuruluş
Yıldönümü kutlamalarında (10 Mayıs 2005) Muhammed Abdülaziz � “Sahra halkı sonuna kadar eli-kolu
bağlı, eylemsiz kalamaz. Ulusal hakları için, silahlı
mücadeleyi de içermek üzere tüm meşru araçlarla mücadele edecektir.”7 açıklamasını yaptı.
Fas rejimi tüm bu protestoları gaddarca zor ile bastırdı. Yüzlerce militan tutuklandı ve işkenceye uğradı. Birçoğu mahkûm oldu ve bazıları “kayboldu” 8 (13)
7. Alfred Hackenberger, Batı Sahra Uğruna Mücadele –
Fas tarafından ilhak edilen ülke üzerine 30 yıldır varlığını
sürdüren çatışma yeniden alevleniyor, 10. 06. 2005, www.
heise.de
8. Amnesty International’in (Uluslararası Af Örgütü -
Bir sonraki güçlü protesto dalgası 2010’da başladı. Bu, Arap baharının habercisi idi. Fas ile Polisario
arasında BM denetimi altında Newyork’ta yürüyen
görüşmeler çıkmaza girdiği ve bu görüşmelerin yeniden başlayıp başlamayacağının berrak olmadığı bir
anda, 10 Ekim 2010’da kendiliğinden protesto eylemleri patlak verdi. Bu, her şeyden önce Sahralı gençlerin işten atılmalara, konut rezaletine, dışlanmaya,
yoksulluğa, işsizliğe ve sefalete karşı bir protestosu
idi. Bu, toplumsal, siyasi ve sosyal baskıya karşı bir
haykırış idi. Protestonun bu biçimi yeniydi ve içerikleri çok geniş tutulmuştu. “Şimdiye kadarki alışılagelmiş protestolardan farklı olarak başka yerlerde de
kurulan kamplarda başlangıçta bağımsızlık sorunu
ön planda bulunmadı. Burada bilakis mücadelenin
‘yeni’ bir ‘biçimi’, sosyal dışlanmaya karşı yürümek söz
konusuydu”.9
Çölde Çadır Kentler kuruldu. Başkent El Aaiun’dan
10 km’den fazla uzaklıkta bulunan en büyük kamp
“Gdeim İzik”, “Onur Kampı” bunlardan biri idi.
Başlarda sadece birkaç yüz insan kampın inşasına
katıldı. Ama sonra her yaş grubundan binlerce Sahralı, işgal altındaki kentlerden erkekler, kadınlar ve
çocuklar protestoya katılmak için çöle akın ettiler.
Bu akın nedeniyle kolluk kuvvetleri kampları kordon altına aldılar. “Onur Kampı” kısa bir süre içinde 20.000 insanın üzerinde bir sayıya ulaştı. Faslı
egemenler direnişin yayılmasını engellemek için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Kampa giren
çıkanlar ordu tarafından kontrol edildi. Gazeteciler,
Avrupa Solunun milletvekillerinin ve diplomatların
çadır kentine girmesine izin verilmedi. 24 Ekim’deki bir kontrol sırasında 14 yaşındaki Elgarhi Nayem
katledildiğinde Sahra halkının öfkesi patladı. Halk
doğrudan Fas Ordusuna karşı mücadele etmeye başladı. Ordu 8 Kasım’da sabahın köründe çadır kentin
üstüne hortumlarla kaynar su fışkırttı. Daha sonra
kampa gaddarca şiddetle saldırıldı, boşaltıldı ve ateşe
verildi. Bu saldırı sırasında Polisario’nun verdiği bilgiye göre en azından on üç kişi öldü ve yedi yüz kişi
yaralandı. Kayıpların sayısının 150’den fazla olduğu
bildirildi. Bunun üzerine başkentte ve tüm diğer büyükçe kentlerde ordu ve polis ile şiddetli çatışmalar
gerçekleşti. İşgalciler ev ev aramalar yaptılar. Gizli
ÇN) son on yıldan bugüne kadarki her yıllık raporunda
Fas devletinin Sahralı aktifistlere karşı uyguladığı yasadışı
tutuklamalar, işkenceler, kaybetmeler, bütünüyle haktan
yoksunluk sayılmaktadır.
9. Ralf Steck, İşgal altındaki Batı Sahra’da olağanüstü hal,
Telepolis, 10. 11. 2010, www.heise.de
güncel
ortada olmayan bir “barış sürecini gözlem altında
bulundurma”ktadır. Çünkü gerçekte Sahra halkı için
çekilmez olan ve BM’nin tüm kararlarıyla çelişen statüko korunmaktadır. İşgal altındaki Batı Sahra’nın
Fas tarafından maruz bırakıldığı korkunç baskılar
nedeniyle MINURSO-mandasının “İnsan hakları
durumunun izlenmesi” için genişletilmesi önergesi
bile Güvenlik Konsey’indeki Fransız vetosuyla reddedildi.
Alman diplomatı Wolfgang Weisbrod-Weber, Haziran 2012’de özel görevli olarak MINURSO-Misyonunun yöneticiliğine atandı. Böylece FAC de büyük güç
olarak “en ön cephe”de işe burnunu sokmaktadır.
BM-Genel Sekreteri’nin Özel Temsilcisi Christopher
Ross 2009’dan beri yeniden Fas ile Frente arasındaki
birkaç gayri-resmi görüşme yapılmasına girişti; ama
Fas Hükümeti Frente ile her türlü işbirliğini şu anda
reddetmektedir. Bu hükümet bu özel temsilcinin görevden alınmasını talep etmektedir. Bu da bir diğer
taktik manevradır.
21
güncel
Servisler insanlara eziyet ettiler, tutukladılar ve işkenceden geçirdiler. Buna rağmen bağımsızlığın sesini bastıramadılar.
Fas hükümeti, “Onur Kampı”nın boşaltılmasını bilinçli olarak “Polisario ile Fas arasındaki BMarabuluculuk görüşmeleri”nin Newyork’ta yeniden
başlayacağı günde gerçekleştirdi. Polisario Faslı işgalcilerin gaddarlığına rağmen görüşmeleri yürüttü.
“BM’de Polisario’nun temsilcisi Ahmed Boukhari, her
ne kadar endişe duyulsa da, Rabat’ın (Fas’ın başkenti
–ÇN) ‘müzakereleri sabote etmek istediği’ni belirterek
‘bu tuzağa düşülmek istenmediği’ni açıkladı”. (11) ????
Fas’ın gaddarca işgali ile yıpratıcı oyalama taktiği ve bütünüyle etkisiz BM-siyaseti, Frente Polisario ve Sahralı halk kitleleri içerisinde doğru taktik
üzerine tartışmayı yeniden gündeme getirdi. Silahlı
mücadeleye yeniden başlanılması hakkında lehte
ve aleyhte görüşlerin tartışılması çok kapışmalı ve sert bir şekilde yürütüldü. Gerek 2007’deki 12.
Polisario-Kongresi’nde gerekse “yalnızca bağımsız
bir Sahra devleti çözümdür” şiarı altında 2011 yılında
Tifariti’de yapılan son, 13. Kongre’de bu sorun tartışmaların merkezinde bulundu. (Bkz: Söyleşi, sf:19)
Fakat sabrın da bir sınırı vardır, her şeyden önce
bütünüyle perspektifsiz gençlik hemen bugün radikal bir değişiklik istiyor. Frente Polisario, bugünkü
şartlarda silahlı mücadeleye yeniden başlanılmasının
Fas’ın Batı Sahra’dan askeri olarak defedilmesi hedefine sahip olamayacağını savunmaktadır. Bunun için
askeri güç dengeleri çok eşitsizdir. Silahlı mücadele
ancak uluslar arası düzeyde bir çözüm için daha fazla
baskı uygulanmasının bir aracı olabilir. Oysa işgal altındaki Sahra halkının ödemek zorunda kalabileceği
çok ağır kan bedeli, onun Fas diktatörlüğü tarafından
bütünüyle imha edilmesine kadar götürebilir.
Sahra halkının çektiği acılar
22
Sahra halkının büyük kesimi 40 yıldan beri BM’nin
sadakasına muhtaç olduğu mülteci kamplarında ve
sürgünde yaşamaktadır. Fas’ın işgali altındaki bölümde Sahralılar haklardan yoksun, tasavvur edilemeyecek sefalet içinde ve gelecek perspektifleri olmaksızın
yaşıyorlar. Onlar kendi memleketlerinde ikinci sınıf
insandırlar. Ayrımcılık hukuki, yasal, ekonomik ve
siyasi tüm alanlarda uygulanmaktadır. Sahra halkı
bütünüyle işgalci gücün keyfiyetine teslim edilmiştir.
Birçok Sahralı tutukludur. Aynı zamanda işgalci güç
Araplaştırma uygulayarak Sahralıların kültürel ve
ulusal kimliğini imha etmeyi planlamaktadır. Sahralı
dilinin dersi yoktur. Birçok Sahralı çocuk ilkokuldan
sonra “Araplaştırma”nın hızla uygulandığı Fas’daki
okullara yollanmaktadır. Onların biricik “eğitim fırsatı” budur.
Batı Sahra’nın kurtarılmış bölgesinde insanlar
duvar ile birbirlerinden koparılmış bir şekilde yaşamaktadırlar. Faslı işgalciler sınırları kontrol etmektedirler. Savaştan önce kaçmış mülteci kamplarındaki
insanlar geriye dönemezler. Aileler kuşaklar boyunca
duvar vasıtasıyla birbirlerinden ayrıdırlar.
Cezayir kamplarındaki ilticacılar hiçbir şey yetişmeyen taşlı bir çölde ve hiçbir yaşam perspektifi olmaksızın sürünmektedir. Uluslararası yardım sürekli
olarak gerilemektedir. “Norveç Kilisesi’ Yardım Kurumu ve Medicos del Mundo’nun 2008 yılında yaptığı
araştırmalar kamplardaki çocukların yüzde 10’unun
yetersiz beslendiklerini göstermektedir. BM-verilerine
göre yetersiz beslenmiş çocukların yüzde 15’i hakkında
olağanüstü endişe verici durumdan söz edilmektedir.�
Avrupa Sol Partisi’nin delegasyonu Kasım 2012’deki
gezisi ertesinde raporunda şöyle yazıyor: “Delegasyon, kamplardaki insanların bütünüyle bağımlı/muhtaç oldukları uluslararası yardım teslimatlarının %
60 civarında azaldığı, 2008 dünya ekonomik krizinin
patlak vermesiyle durumun yoğun bir şekilde kötüleştiği konusunda bilgilendi.”10 Kurtarılmış bölgeler ve
mülteci kamplarındaki öz yönetim ile halk ve Polisario bu adeta çaresiz duruma karşı koymaya çalışmaktadırlar. İnsanlar doğal olarak bu gaddar durumdan
kaçarak ve göç ederek kurtulmak istiyorlar. Ama bu
ise, Polisario’nun Genel Sekreteri Abdülaziz’in söylediği gibi “halkımızın varlığı konusunda ciddi etkilere
sahip olabilir.”11
Birçok emperyalist güç - farklı çıkarlar
Fas’ın Batı Sahra’nın işgalinden stratejik, siyasi, askeri, ekonomik çıkarları vardır. Sadece bir örnek: Fas
salt 2008 yılında işgal altında bulundurduğu Batı Sahra bölgesinden illegal olarak ihraç ettiği fosfattan yaklaşık 1,5 milyar dolar elde etti.”12
10. Florian Wilde, Batı Sahra’daki Kurtuluş Mücadelesi ile
Dayanışma, Avrupa Sol Partisi’nin Güney Cezayir ve Batı
Sahra’daki kurtarılmış bölgelerdeki Batı Sahra mülteci
kamplarına giden Dayanışma Delegesyonunun Raporu, 28
Ekim’den 1 Kasım 2012’ye kadar, 06. 11. 2012, www.dielinke.de
11. Gerd Schumann, Ateş ve Su – Kendi Kaderini
Belirlemenin Zorlu Yolu veya: Silahlı Mücadele – evet mi
hayır mı? Polisario’yu ziyaret, 22. 12. 2007, junge Welt
12. Karşılaştırmak için: Sahralı mültecilerinin yararına
WFP, ECHO ve UNHCR’in uluslararası yardımı 2007
Bu nedenle ABD (ve Fransa da) Güvenlik Konseyi’nde
özerklik planını ileri sürüyorlar. 2012’de “US Geological Survey of World Energy” raporunda açıkça sahil alanındaki (“Saharan Coast”) devasa petrol ve gaz
kaynaklarının varlığından söz edilmektedir. �
BM…
… Eski sömürgeci güç olarak onun da Fas ile çok iyi
ilişkileri vardır: Fransız tekeli Total S.A. Fas hükümeti ile yeniden bir petrol anlaşması yaptı.
“WSRW’nın araştırmasına göre Total daha 6 Aralık
2011’de yoğun bir Offshore-Bloğu imzaladı. WSRW 29
Kasım 2012’de Total’in Batı Sahra’nın bu bölgelerini
işgal altında tutan Fas hükümetinin talebi üzerine
Batı Sahra’ya geri döndüğünü ortaya çıkardı. Burada her halükârda sözü geçen işletmenin bu bölge için
zaten 2001-2004 arasındaki sürede yaptığı anlaşmaya benzer bir arama anlaşması söz konusudur. Bu
anlaşmanın süresinin şimdilik 12 ay olacağından söz
edilmekteydi. Bu ise, bu anlaşmanın şimdi yani 6 Aralık 2012’de süresinin sona erdiği anlamına gelir. Bu
nedenle Total, Sahra Denizi dâhilindeki aramaları –
aynı daha 2004’de olduğu gibi –durdurmak veya Batı
Sahra’nın işgalci gücü ile yeni bir anlaşma yapıp yapmayacağını açıklamak zorundadır.”13
Polisario bu anlaşmayı geçersiz olarak değerlendirmektedir. Burada Fransız emperyalistlerinin çıkarları ile Sahralıların kendi kaderlerini belirleme hakkı
karşı karşıya durmaktadır. Bu nedenle onlar (Fransız
emperyalistleri –ÇN) BM’de kendi tekel çıkarlarını
siyasi olarak savunmaktadırlar. Stockholm International Peace Research Institute’nin (SIPRI) (Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü – ÇN) verilerine
göre Fransa’nın ihraç ettiği askeri donanım dışsatımlarının % 8’i Fas’a gitmektedir. Fransa Fas’ın ticaret
ortağı olarak gerek ithalatta (% 14 ile), gerekse ihracatta ‘% 21 ile) birinci sırada bulunmaktadır.
… aslında kendisini ve Faslı kral-kliğini finanse
etmektedir. “gelişmekte olan”-ülkelere bir para ve
teknoloji akışı vasıtasıyla ‘ekolojik, kalıcı ekonomik’
bir ‘gelişmeyi’ mümkün kılmak için Kyoto-Protokolü
çerçevesinde BM nezdinde “çevreye uyumlu gelişme
için mekanizma” (CDM) kuruldu. Şimdi Fas’ın güneyinde (yani Batı Sahra’da!) Foum El Oued Rüzgâr
Gücü –Tesisleri-Projesi için CDM’e bir finansman
başvurusu incelenmektedir. Rüzgâr-Park’ının sahibi
ve işletmecisi Fas Kralı’nın ailesi tarafından yönetilen
NAREVA Holdingi’dir.
BM/Genel Kurulu bir yandan aldığı kararlarla Sahra halkının haklarını tanıdığını ilan ederken, diğer
yandan BM-örgütü, işgal gücü ile pratikte ortak politika yapıyor ve onu destekliyor. Çünkü ne de olsa
BM’de sonunda büyük güçlerin borusu ötüyor.
BM-Barış Planı’nda her iki taraftan savaş tutsaklarının serbest bırakılması üzerine anlaşma sağlanmıştı. Frente Polisario Ağustos 2005’de son 400 Faslı savaş tutsağını serbest bıraktı. Fas ise tutsakları serbest
bırakmadı ve fakat buna rağmen yaptırımlarla baskı
altına da alınmadı.
ABD…
… ABD 1980’li yılların başında Fas’ın emperyalist
“baş efendisi” olan eski sömürgeci güç Fransa’nın
yerine geçti. Faslı hükümdar 1982’de ABD ile geniş
kapsamlı stratejik öneme sahip bir askeri işbirliği anlaşması imzaladı. ABD güncel olarak Fas hükümetine F-16 bombardıman uçaklarını teslim etmektedir.
2011’de ABD- Demokratları, Fas’ı Kuzey Afrika’daki
“en sağlam dostu” ilan etmiştir. ABD Batı Sahra sorununda bütünüyle kendi çıkarlarının peşini kovalamaktadır. 2001 başında ABD-işletmesi Kerr-McGee
Faslı sömürgeci güç ile Batı Sahra’nın sahil sularında
petrol ve gaz kaynakları arama ve değerlendirme anlaşmaları imzalamıştır. Bu ABD-holdingi anlaşmasını – her zaman BM’in Batı Sahra mandası ile ince
ayar senkronize ederek – yıldan yıla uzatmaktadır.
yılında yaklaşık 30 milyon dolar tuttu, İlticacılar, 16. 06.
2010, www.wsrw.org
güncel
Ne var ki bunun yanında işgalden çıkarı bulunan ve
birçok bakımdan bundan kârlı çıkan – farklı çıkarları olan – başka güçler ve Fas hanedanlığının “efendileri” de vardır. Bizzat BM, ABD, Fransa, İspanya, AB
ve her zaman olduğu gibi en ön cephede işin içinde
– FAC!
Fransa emperyalizmi…
AB…
… Yılda 200 milyon Avro ile Fas’daki en büyük (!)
yatırımcıdır.14
Batı Sahra yer altı kaynakları bakımından zengindir: Elmas, altın, uranyum, bakır, nikel, çinko, kurşun, kobalt ve dünyanın en büyük fosfat kaynaklarından biri burada bulunmaktadır. Sahilleri Afrika’nın
balık varlıklarının en zenginlerinden birine sahiptir.
Fas Batı Sahra’nın zenginliklerini kârlı bir şekilde
13. 04. 12. 2012, www.wsrw.org
14. Fischer Weltalmanach 2013, sf: 306
23
güncel
24
AB’ye satmaktadır.
İşgal altındaki bölgelerden yapılan illegal fosfat dışsatımları ile 2008 yılında yaklaşık 48 milyon ABDdoları kazanılmıştır.
AB (bunlar arasında en ön safta İspanya) 2007’de
Fas ile bir balık avlama anlaşması yapmıştır. İspanya
doğal olarak bunu kendi çıkarları için kullanmaktadır. İspanya daha 1975’deki üç taraflı antlaşma ile çok
kapsamlı balık avlama haklarını, Batı Sahra’nın yer
altı kaynakları ve zenginliklerinin kesimlerini güvence altına aldı. Fas, Avrupalı balıkçılık filolarına
verdiği balık avlama ruhsatlarından yılda 36 milyon
Avro kazanmaktadır. (AB-Parlamentosu AB ile Fas
arasındaki balıkçılık anlaşmasının uzatılmasını küçük bir çoğunlukla reddetti.)
Ne var ki AB, AB-gemilerinin işgal altındaki bölge
sularında yeniden balık avlamalarına izin verilmesi
için Fas hükümetine her yıl milyonlarca Avro ödemeyi planlamaktadır. AB, Batı Sahra sahillerinde illegal balık avı için Fas ile yeni görüşme turunu tam da
kendisinin Oslo’da Nobel Barış Ödülünü aldığı gün
başlattı.
“Batı Sahra Kurtuluş Cephesi Frente Polisario, 26
Kasım 2012’de bir mektup ile Güvenlik Konseyi’ne
başvurdu. … Bu mektupta diğerlerinin yanında şunlar denmektedir: ‘Frente Polisario Batı Sahra’nın doğal kaynaklarının sürüp giden illegal araştırılması
ve sömürülmesine de dikkat çekmek istiyor. Avrupa
Birliği ile Fas’ın Batı Sahra kara sularını kapsayan,
daha 2005’de yapılan bir balıkçılık-ortaklık antlaşması (FPA) üzerine görüşmelerin yeniden başlatılması
planları ile ilgili olarak derin kaygılarımızı ifade etmek
istiyoruz. Bu antlaşmaya ilişkin protokol, bu anlaşma
‘Sahra halkının çıkarları ve isteklerini hiçe sayarak‘
(S/2002/ 161 sayılı BM-Belgesi) gerçekleştiğinden 14
Aralık 2011 tarihinde Avrupa Parlamentosu tarafından oylamayla reddedilmiştir. Bu parlamento bununla Birleşmiş Milletler’in 2002 yılı hukuksal desteğinin
hükümlerine göre bağımsız olarak yöneltilmeyen bir
bölgenin doğal kaynaklarının uluslararası hukuka
uygun bir şekilde kullanımı koşullarının yerine getirilmediğini kabul etti. Batı Sahra kaynaklarının hukuka
aykırı bir şekilde sömürülmesinin durdurulmasını ve
Sahra halkının kendi doğal kaynakları üzerindeki tam
egemenliğini zedeleyebilecek anlaşmalar yapmaktan
kaçınılmasını Fas ve tüm yabancı tüzel kişilerden talep ediyoruz. “15
15. F. Polisario AB-balıkçılık siyaseti hakkında
kaygılanıyor, 29. 11. 2012, http://www.wsrw.org/a180x2423
Daha Şubat 2012’de AB ile Fas arasında yeni bir
tarım-anlaşması yapılmıştı. Bu anlaşma da Batı
Sahra’nın uluslararası yasal durumunu ihlal etmektedir. İşgal altındaki Batı Sahra’dan Avrupa pazarına
çok daha büyük miktarlarda balık ürünleri gelecektir.
Ve diğer taraftan Fas’daki enklavları Melilla ve
Ceuta [Bkz: (1) No.lu dipnot – ÇN] İspanyol çıkarları
için büyük öneme sahiptir. İspanya bunlar vasıtasıyla
AB’ye iltica etmek isteyen insanları bu hapishanelerde tutarak ve işkence yaparak AB’den milyonlarca
Avro’yu kasasına doldurmaktadır.
FAC…
Yaklaşık 130 milyon tutarındaki “kalkınma
yardımı”nın yanında FAC Fas devletinin asker ve polisini eğitmektedir. Yani kendi ülkesindeki protestoların gaddarca bastırılması ve Sahralılar direnişinin
Fas tarafından bastırılması Alman “Know How”u ile
gerçekleşmektedir.
Dahası bunun malzemesini de doğal olarak “biz”
teslim ediyoruz. FAC son yıllarda neredeyse 70 milyon
tutarındaki askeri donanım mallarını Fas’a ihraç etti.
Dünya çapında üçüncü büyük silah ihracatçısı olarak
Almanya doğal olarak “vazifesinin bilincinde”dir.
“Fas medyası 30 Ekim 2012’de Krallığın Thyssen
Krupp Marine Systems şirketinden 209/1100 serisi
bir denizaltı almak istediği haberini verdi. ... Bu denizaltı Fas tarafından Batı Sahra veya Cezayir’in bir
deniz blokajı için kullanılabilir.” Fas’ın en zorlu rakibi
Cezayir de aynı zamanda Alman silahlarıyla mutlu
edilmektedir. “Haber dergisi ‘Spiegel’in verdiği bilgilere göre Cezayir de Almanya’dan 54 adet ‘Fuchs’ [‘tilki’
–ÇN ] –nakliyat tanklarını satın almak ve böylesi zincirli motorlu araçlardan 1200 adet de ruhsat ile kendisi üretmek istemektedir. “16
Alman denge siyaseti işte budur ve sürüm pazarlarını güvence altına alır!
AB, birinci planda da FAC, “Çöl Elektrik VizyonuEnerji-Projesi”, Desertec’in Afrikalı “ortak” devletlerle birlikte geliştirilmesini Kuzey canla başla desteklemektedir. Bu çerçevede ilk olarak Avrupa’ya “yeşil”
enerji ihraç etmek amacıyla Fas’da 600 milyon Avroya mal olacak bir güneş enerjisi santrali kurulacaktır.
2050 yılına kadarki toplam yatırım hacmi, bir kaç
yüz milyar Avro tutacaktır.
Avrupa elektrik gereksiniminin % 15’ini 2050’ye
16. Fas Almanya’da denizaltı satın almak istiyor – Cezayir
tank ve fırkateyn satın alıyor, Almanya Kuzey Afrika’da
silahlanma yarışını körüklüyor, 13. 11. 2012, www.gfbv.
de/pressemit
lerde rüzgâr enerjisi elde etme konusunda mükemmel
bir potansiyele sahip birçok alanı elinde bulundurduğunu onaylamaktadırlar.” Dakhla ve Laayoune Batı
Sahra’dadır!
Sol Partinin federal mecliste yönelttiği bir soru
önergesine verdiği cevapta federal hükümet bu bilgileri onayladı ve somut olarak anlaşılmaz, muğlak
yanıtlar verdi.
AB ile Fas arasındaki balık avlama anlaşması ile ilgili olarak “küçük soru üzerine verilen” “cevapta” bu
anlaşmanın “ Fas ve Fas’ın hukuki denetimi altındaki bölgeler” 17 için geçerli olduğu savunuldu.
Her şey apaçık! Batı Sahra işgal edilmiş ülke olarak
Fas’ın hukuki denetimi altındadır ve bu nedenle ‘biz’
bu ülkede işler ve projeler yapıyoruz. Bu bizim her
zaman kafa sallayıp, onayladığımız BM-kararlarıyla
bütünüyle çelişiyor.Ama olsun. 18
Dışişleri bakanı Westerwelle Kasım 2010’da Fas’a
yaptığı ziyarette şunu vurguladı: “Desertec-girişimi
enerji işbirliğinin bir kilometre taşı olabilir.” O, Güneş enerjisinin genişletilmesi için yatırımlara FACtarafından 40 milyon Avro’nun güvencesini verdi.
“Fas’a güneş enerji planı için üç milyon Avro” daha
verilmesi tartışılıyor. Westerwelle’nin bu ziyareti Batı
Sahra’daki “Onur Kampı” çadır kentinin zor kullanılarak tahrip edilmesinden sadece birkaç gün sonra
gerçekleşti. Oysa bu Alman emperyalistlerinin hızla
gelişmekte olan yatırım faaliyetlerini hiçbir şekilde
kesintiye uğratmadı. Tersine. Westerwelle yaptığı görüşmelerde şunun altını çizdi: “Almanya ve Fas mükemmel bir ortaklık ilişkisi içindedirler. “ (27)
Federal hükümetin Fas kralı ile tüm alanlarda en
sıkı bir şekilde işbirliği yapması kimseyi şaşırtmamalıdır. İnsan hakları Alman dış siyasetini, yalnızca onun Alman sermayesine yararlı olduğu yerlerde,
yani kendilerinin işine gelmeyen rejimleri (gerekirse)
askeri (olarak da) devre dışı bırakmak için bir işleve
sahip olursa, ancak o zaman ilgilendirir.
güncel
kadar çöl elektriği ile karşılamak hedeftir. Bu santrallerin ikisinin işgal altındaki Batı Sahra bölgesinde
yapılması planlanmaktadır.
Uluslararası hukuka aykırı olarak işgal edilmiş Batı
Sahra’dan yeraltı zenginlerinin illegal olarak götürülmesi çeşitli ülkelerdeki Sahra halkının davasının
kadın/ erkek destekleyicileri tarafından hırsızlık
olarak teşhir edilmektedir. Bu nakliyata katılan gemilerin adları, İMO(gemi)-numaraları ve bağlı bulundukları armatörlükler yayınlanmaktadır. Bunlar
arasında 2009’da “işgal altındaki Batı Sahra’dan fosfatın Kolombiya’ya etik olmayan bir şekilde nakil edilmesine katılan” Alman armatörlük şirketi Doehle de
bulunmaktadır. (wsrw.org)
Alman tekel holdingi BASF daha 2008’de kendisinin Belçikalı bir şubesi üzerinden Bou-Craa-maden
ocağından illegal olarak fosfat ithal etmiştir. Bu konu
sorulduğunda bunun üzüntü verici münferit bir durum olduğu güvencesi verildi.
Siemens, Ocak 2012 sonunda Fas’dan rüzgâr tesisleri için büyük bir sipariş hakkında bilgi verdi. Burada yatırım yapılacak yerler Haouma ve Foum El Qued
söz konusudur. Enerji santrallerinden birisi Fas’ın
güneyinde – yani Batı Sahra’da bulunmaktadır! Ve
unutulmasın: Buranın sahibi ve işletmecisi Fas krallık ailesinin NAREVA Holding’idir.
Güya kendi kaderini belirleme için referandumun
gerçekleştirilmesi hedefine sahip MİNURSO-misyonu BM-Genel Kurulu tarafından Fransa ve ABD ile
birlikte FAC’nin oylarıyla da uzatılmasına karşın, bu
devletler pratikte bunu boşa çıkarmaktadırlar. Alman
federal hükümeti hiç oralı olmazcasına Batı Sahra’nın
statüsünün uluslararası hukuka göre “açıklığa kavuşmamış ve “tartışmalı” olduğunu savunmaktadır.�
Oysa federal hükümet pratikte - örneğin yenilenebilir enerjiler konularında Fas’ın – Batı Sahra’nın
Fas’ın bütünlüklü parçası olduğu şeklindeki görüşüne düzenli bir şekilde içeriksel olarak katılmaktadır.
Teknik İşbirliği için Alman Kurumu (GtZ, bugünkü
adı Uluslararası İşbirliği için Kurum, GiZ), “Gelişmekte olan-ve eşik ülkelerdeki rüzgâr gücü –projelerinin geliştirilmesi ve planlanmasında ortak olarak”
TERNA-Projesi çerçevesinde “desteklemesi” gerekli
olan araştırmaları Fas’da yürütmektedir.
Bununla ilgili olarak 2007 ülkeler araştırmasında
şunlar söylenmektedir: 1991’den beri (yani ateşkes
antlaşmasından hemen sonra) toplanan veriler, Fas’ın,
özellikle Tangier, Ksar, Sghir ve Tétouan ve de Dakhla,
Laayoune, Tarfaya ve Essaouira çevrelerindeki bölge-
TÜM KUTULAR:
[Tüm Kutular orijinalde çerçeve içinde ve gri renkte sütun(lar) halindedir – ÇN ]
İspanya, Fas ve Moritanya arasındaki “Madrid Antlaşması”
17. Alman Federal Parlamentosu, Yayınları17/1521, Federal
Hükümetin Yanıtı, sf:4, 26. 04. 2010, www.bundestag.de
18. Christoph Marischka, ‘kendi hükümetine sahip
olmayan bölgeler’de ortak pazarlar kazanmak?, 20. 02.
2012, www.heise.de/tp/artikel36
25
güncel
O zamanlar geniş kapsamlı anlaşmaların sadece
kısa bir özeti yayınlandı, geri kalanlar önce gizli kaldı. Bu antlaşmanın merkezi noktaları şunlardır: ‘Bölgedeki İspanyol varlığı 28 Şubat 1976’dan önce sona
erecektir’ ve ‘İspanya bölgede Fas ve Moritanya’nın
katılımı ile birlikte geçici bir yönetimi derhal (yaratacak)tır’. “İspanyol basını, İspanya’nın Sahralılara
ihaneti ve tüm BM-kararlarının ihlal edilmesi için
Fas’ın hangi bedeli önerdiğini ancak 1978’de ifşa
etti. Bu antlaşmanın gizli ek tutanaklarında 800 İspanyol teknesine Kuzeybatı Afrika sahillerinde 12
yıl boyunca balık avlama hakları verilmekte ve Batı
Sahra’daki yer altı zenginliklerinin çıkarılmasında
yüzde 35 oranındaki hisselerin İspanya’ya verilmesi
vaat edilmektedir. Buna uygun olarak İspanya, bu
anlaşma ile yüzde 65’i Fas şirketi Office Cherifien de
Phosphat’a devredilen Bou-Craa Fosfat Maden Ocağı
hisselerinin yüzde 35’ini de almaktadır. Ayrıca Fas,
Hueva’daki gübre fabrikasına tonu 15 dolar gibi çok
ucuz bir fiyata 300 milyon ABD-doları değerinde
fosfatı teslim edecektir. Ve (Fas kralı – TA) Hasan,
Büyük Britanya’nın Cebelitarık’ı İspanya’ya verene
kadar Akdeniz sahilindeki İspanyol Enklavları Ceuta ve Melilla üzerindeki taleplerini geri çekeceğine
söz verdi. Son olarak Fas İspanya’ya Batı Sahra’daki
askeri üslerin kullanılması ve Kanarya adalarındaki
ayrılıkçı hareket MPAİAC’ye karşı mücadelede onun
(İspanya’nın –ÇN) desteklenmesinin güvencesini
verdi.” El Ouali, Frente Polisario’nun genel sekreteri
Cezayir kentinde 15 Kasım 1975’de şunu açıkladı: “Şu
anda Faslı işgalcilerin karşısında duran halkımız İspanya, Fas ve Moritanya arasında Madrid’de yapılan
antlaşmanın geçersiz olduğunu açıklar. Bu antlaşma
saldırı ve yağmacılığın bir edimidir.”
“Madrid Antlaşması”, Avusturya-Sahra Cemiyeti,
oesg.ws/?pid=16&id=28
Fas’ın Barbarlığı
26
Abdati Salama (70 yaşında): … Sadece ben değil, bilakis bir çok Sahralı o zamanlar çöle, Frente Polisario
tarafından kontrol edilip yönetilen bölgelere kaçtı.
Fakat Faslılar bizi uçaklarla takip ettiler. Asla unutamayacağım bir gün var. O zamanlar Batı Sahra’nın
Kuzey sahilinde küçük bir semt olan Oum Dreiga’da
çadır kurmuştuk. Burada 25.000’den fazla mülteci bir
araya gelmişti. Çoğunluğu çocuklar, kadınlar ve yaşlı
insanlardı, çünkü genç erkekler Polisario’ya katılmıştı. Birden ufukta uçaklar göründü. Kampımız etrafında dolandılar ve sonra kayboldular. Bunlar istih-
barat uçaklarıydı ve içimizden bazıları bunların açlık
çeken insanlar için gıda maddeleri getirdiğini düşündü. Üç gün sonra Fas Hava Kuvvetleri bombardıman
uçaklarıyla geldi. Napalm-, fosfor ve parça tesirli
bombalar aniden kampın üzerine atıldığında neredeyse tüm insanlar çadırlarındaydı. Yüzlerce, binlerce çocuk, kadın ve yaşlılar bu sabah vakti katledildi
ve yaralandı. Sonrasında bizim için şu açık idi: Kendi
memleketimizde artık güvence altında değildik ve sınırı geçerek Güney Cezayir’e kaçmak zorunda kaldık.
Sahralıların, Aralık 1975’de Moritanyalı askeri birliklerin güneyden girmesinden sonraki Fas’ın
gaddarca istilası üzerine görgü tanıklarının verdiği
bilgiler tarafsız gözlemciler tarafından onaylanmıştır. Hem Kızıl Haç’ın Uluslararası Komitesi, hem de
İsviçreli bir hekimler ekibi 1976 başında Fas Ordusunun napalm bombaları attığına tanıktırlar. Denis
Payot, İnsan Hakları Ligi Genel Sekreteri, savaş başladıktan hemen sonra BM-Mülteciler Örgütü adına
bölgeyi birçok kez ziyaret etti. Kendisi “en vahşi barbarlığın ifadesi olan dehşet eylemleri”nden söz etti ve
Sahralıları “tehdit eden” bir “soykırım” uyarısı yaptı.
Savaş yürüten ülkelerin uluslararası hukukun yerdiği
silahları kullandıklarını onayladı: ‘Biz, gaz bombaların kör ettiği, napalm bombasının yaktığı çocuklar
gördük.’ (Karl Rössel, “Rüzgâr, Kum ve (Mercedes)
Yıldızı, Özgürlük İçin Unutulan Savaş”, Horlemann
Yayınevi, 1991).
“Sürgüne Kaçış”, Avusturya-Sahra Cemiyeti, oesg.
ws
Frente Polisario 1974
Bir Referandum için
On Koşul
1. Bu sorunda sadece iki taraf vardır: Bir yanda
haklı talepleriyle Saguiat ve Rio halkı ve diğer yanda
faşist düşman İspanya.
2. Tüm İspanyol askeri birliklerin geri çekilmesi ve
onların yerine F. Polisario gerillalarının geçmesi.
3. İspanyol İdaresinin geri çekilmesi ve onun yerine
ulusal makamların geçmesi.
4. Yerli Sahralı mültecilerin memleketlerine geri
dönmesi.
5. Yabancıların iç işlere karışmasına hayır.
6. Tüm yabancı sömürgecilerin nihai olarak geri
çekilmesi.
7. Sahra sınırlarında konuşlanmış yabancı askeri
birliklerin geri çekilmesi.
Fas ve Arap Baharı
Fas’da aşırı derecede yüksek bir gençlik işsizliği hüküm sürmektedir, bu özellikle üniversite-yüksek okul
mezunlarında neredeyse % 40 civarındadır. Bu oran,
geçmiş yıllarda sürekli bir ekonomik büyüme olmasına karşın, Tunus (% 30) ve Mısır (% 25)’dekinden çok
daha yüksektir. Gini-endeksi (adil dağılım) % 39,5
civarındadır. Bu değer, Tunus’dakinin (diktatör Bin
Ali egemenliği sırasındaki) aynısı olup, ama Mübarek
döneminin Mısır’ının gerisindedir ( % 34,4). Okumayazma bilmeyenlerin oranı neredeyse % 50’dir. Arap
ülkelerindeki okuma-yazma bilmeyenlerin oranı ortalama % 30 civarındadır. (Friedrich-Ebert Vakfı: library.fes.de/pdf-files/iez/08459.pdf. Eylül 2011)
20 Şubat 2011 tarihinde, “Onur Günü” olarak adlandırılan günde, binlerce kadın-erkek Faslı siyasi
reformlar ve daha fazla demokrasi için, yolsuzluk ve
işkenceye karşı ve gençliğin perspektifsizliğine karşı
yürüdüler. “Arap Baharı” süreci içinde Fas kralı, halkın hiddetinin önüne set çekmek için gıda maddeleri,
tüketim ürünleri ve gazın devlet tarafından destekleneceği sözünü verdi.
Kral, 17 Haziran 2011’de ilan edilen Anayasa reformunun ayrıntılarını açıkladı: Berber dili Tamazight
için hak eşitliği (en büyük nüfus grubunun sakinleştirilmesi için), gelecekte parlamento ve hükümet
seçilebilir, kuvvetler ayrımı ve yargı bağımsızlığı,
siyasette şeffaflık ve hesap verme, insan haklarının
anayasal hak haline getirilmesi, bir gençlik konseyinin kurulması, anayasada kadınlara hak eşitliği, hemen hemen 200 siyasi tutuklunun af edilmesi, 4.000
işsiz yüksekokul mezununun devlet hizmetinde işe
alınması, medya sansürünün hafifletilmesi. (Friedrich-Ebert Vakfı: library.fes.de/pdf-files/iez/08459.pdf)
Oysa tüm bunlar sadece “görünürdeki” kâğıt üzerindeki reformlardır. Kral VI. Muhammed’in gücü, devletin başı ve ordunun başkomutanı olarak kesintisiz
sürmektedir. Gizli zindanlardaki faşist terör vahşice
devam etmektedir. Sözde “hakikat komisyonu” özünde bir maskaralıktır.
Bütünüyle 2012 yılı giderek yinelenerek alevlenen
emekçilerin protestolarıyla sarsılmıştır. Korkunç
zamlar ve dramatik derecede yüksek işsizler sayısı,
siyasi baskı ve sosyal dışlanma, insanları, her şeyden
önce gençleri sokağa dökmektedir. Rejimin yanıtı hep
aynıdır: Gaddarca bastırma.
Fas AB-dil jargonunda “istikrarlı devlet” ve “bazı
zaafları ile birlikte güvenilir ekonomik ortak” olarak
adlandırılmaktadır. Sözü edilen “bazı zaaflar” ise ,
diğer Arap devletlerindeki “dramatik” durum nedeniyle bizzat kendilerini “insan hakları peygamberleri”
olarak adlandıran AB için ihmal edilebilir şeylerdir.
güncel
8. Referandumun sonucu tam bağımsızlık olmalıdır.
9. Referandum BM ve Arap Ligi’nin denetimi altında yürütülmelidir.
10. Ulusal yer altı kaynaklarımızın sömürülmesi
durdurulmalıdır.
İşgalci Hukuku
Fas’ın Sahralılar için verdiği kimlikler, sahibini güvenlik güçleri tarafından hemen tanınır kılan üzerlerinde bulunan bir “S” ile işaretlenmiştir… Bu bürokratik ayrımcılık işgal altındaki Batı Sahra nüfusunun
kontrol edilmesine ve onların seyahat özgürlüğünün
katı bir şekilde sınırlandırılmasına hizmet etmektedir. Batı Sahra sakinleri bir yasa sayesinde işgal altındaki bölgeleri terk edemezler. Birçokları, bu bağlamda işkence olaylarının, tutuklama ve hapishaneye
atılma haberlerinin de geldiği Cezayir’e (diğerlerinin
yanında Oujda bölgesine) kaçmaya çalışıyorlar. İşgal
edilmiş bölgeler dışındaki kimlik kontrollerinde Batı
Sahra’nın her sakini kendisinin kayıtlı bulunduğu
bölgenin dışında neden bulunduğunu açıklamak zorundadır. Yetersiz bir açıklama halinde söz konusu
kişi derhal keyfi tutuklanmaya ve kötü davranışa maruz kalır. Faslı resmi makamlar Batı Sahra nüfusuna
çok az pasaport vermektedir; burada da onlar baskı
ve tehditlerle karşı karşıyadır. Aile fertleri birlikte
seyahat edemezler; bir çocuk veya ana-babadan biri
adeta rehine olarak, geriye dönme garantisinin bir
türü olarak evde kalmak zorundadır.
Margot Keßler, Batı Sahra: İnsan hakları neden
uluslararası hukuktan ayrılamazdır, 2001,
www.oesgw.ws/medienarchiv
Batı Sahra dOCUMENTA 2012 Kassel’de
Robin Kahn ve La Cooperativa Unidad Nacional
Mujeres Saharauis (Batı Sahra Kadınlarının Ulusal
Birliği Kooperatifi)
The Art of Sahrawi Cooking (2012) [Sahraca Yemek Pişirme Sanatı - ÇN], İspanya’nın 1976’da bölgeyi terk ettikten sonra Fas tarafından ilhak edilen
kendi memleketlerinde hapis olan eski İspanyol sömürgesi Batı Sahra’lı kadınların diktiği törensel kutlamalar için boş duran bir çöl çadırıdır. Bu çalışma
kelimenin tam anlamıyla düş tasviri olarak ortaya
27
güncel
28
çıktı: Bu canlandırma ünlü şair ve tarihçi Peter Lamborn Wilson tarafından 2009’da bir ay boyunca Batı
Sahra’daki kadınların yanında yaşayan ve bundan bir
yıl sonra Dining in Refugee Camps: The Art of Sahrawi
Cookung (Mülteci kamplarında yemek yemek: Sahra
Mutfak Sanatı) kitabını yayımlayan Newyork’lu kadın sanatçı Robin Kahn ile işbirliği içinde düşünüldü. Wilson bir akşam Kahn’ın kitabını okuduktan
sonra içinde Batı Sahralı kadınların lezzetli kuskus
hazırladıkları ve bunu da documenta ziyaretçilerine
sundukları bir çadırı düşledi. Bunu Kahn’a ve documenta-düzenleyicilerine anlattı ve artık şimdi onların büyük vizyonları meyve verdi ve görünmeyeni
görülür hale getiriyor.
Kayıplara karışma, tarihin kaybedenlerinin kaderidir.
Fas hükümetinin kendilerini zorladığı gaddarca
koşullar altında hayatta kalan Batı Sahra’nın eskiden
beri yerleşik (kadim) halklarının insanlığın dünya haritasından kaybolduğu söylenebilir: devletsiz,
dünyanın arta kalanı tarafından tanınmayan, çöl
kumunda kaybolmuş, yaklaşık üç milyon kara mayını arasında yaşayan yaklaşık 200.000 insandan oluşan bir kitle. Kaybedilmek, görülmez hale getirmek
ve kökünü kurutmak modern dünyanın her yerinde
karşılaşılan taktiklerdir; ama normal olarak son otuz
yıl içinde Latin Amerika’da her şeyden önce Arjantin,
Kolombiya ve Guatemala’da tek tek kişilere karşı uygulanmaktadır.
Oysa Batı Sahra somutunda kaybetme cürümü tüm
bir halka karşı işlenmektedir. Onlar insancıl subjeler
olarak varlıklarını sürdürüyorlar, ama devletsizler
olarak ve bu nedenle mevcut olmayan ulus olarak
onlar imha edilmiştirler. Onlar geleneksel olarak
kendi memleketleri olan ve balık, petrol ve fosfat bakımından zengin, kuzey-güney yönünde neredeyse
3000 kilometre uzunluğunda sürüp giden Faslı askerlerin koruduğu ve kara mayınlarıyla güvence altına
alınmış bir duvarın ikiye ayırdığı bir ülkede, yardım
örgütlerinin gıda maddesi ve su vermesi sayesinde hayatta kalıyorlar.
Avrupa 20. Yüzyılda bizzat kendisinin tarihindeki
devletsiz insanların rolünü unuttu; Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra bürokratlar sınırları tekrar ve yineleyerek yeniden çizerek sayısız insanları haritadan
sildiler.
Alman yazarı B. Traven bu durumu belleklere kazınır bir şekilde 1926 yılının “Ölü Gemisi” adlı romanında yazdı; Walter Benjamin de kökünü kazımanın
bu durumunu eserinin merkezine koydu.
dOCUMENTA (13) vesilesiyle Batı Sahra’nın çadır
sakinleri kamuoyunu kuskus yedikleri ve sadece onların acil durumu hakkında bilgilenmekle kalmayıp,
aynı zamanda onların yaratıcı çalışmasını, hayran
kaldıkları ve yeni ve daha iyice bir dünyanın inşasında sanatın rolünü tanıyabilecekleri kendi dünyalarının kalbine davet ediyorlar.
dOCUMENTA (13), „Rehber Kitabı“, Katalog 3/3,
Sf. 268
Röportaj
Frente Polisario’un 13. Kongresi
Aralık 2011 başı
Bu kongreye katılan antiemperyalist bir dost olan
Frank ile bir röportaj yaptık.
1.
Sen Frente Polisario‘nun Batı Sahra’da Aralık 2011’de yapılan 13. Kongresi’ndeydin. Oraya nasıl gittin?
Bir kadın yoldaş, bana bu kongreyi Avrupa Sol
Partisi için izleyecek bir delegasyona katılacağını anlattı. Ben Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti’nin
(DARS) Almanya’da kabul edilmiş elçisini tanımıyorum; onunla bağlantıya geçtim ve sonra özel kişi
olarak delegasyona katıldım. Bu delegasyon sonra
Madrid’den Cezayir kenti üzerinden Batı Cezayir’deki Tindouf’a uçtu. Orada diğer izleyiciler ve destekleyiciler ile buluştuk ve daha sonra büyük bir konvoy
halinde çölden geçerek kongrenin yapıldığı “kurtarılmış bölgelere” gidildi.
2.
SOL Partisi üzerinden Frente ile nasıl bir
bağlantı var?
Bu konuda az şeyler söyleyebilirim. Yukarıda söylendiği üzere Avrupa Sol Partisi Alman bir delege yolladı ve federal meclis milletvekili Sevim Dağdelen’in
bu konuda faal olduğunu, Frente doğrultusunda soru
önergeleri ve başvurular yaptığını ve bir kez de oraya
gitmek istediğini, sonra onun Fas’dan yurtdışı edildiğini biliyorum. Daha fazla kurumsal bağlantılar olup
olmadığını bilmiyorum. Ama Frente’nin CDU’nun
(Hristiyan Demokrat Birliği – ÇN) ve Avrupa Parlamentosu’ndaki muhafazakârların diğer partilerinin
3.
Antiemperyalistlerin Frente ile dayanışmalarını şu veya bu şekilde durdurmalarının nedenleri neydi?
İspanya’da bana antiemperyalist görünen kadın/
erkek destekleyici grupların çok sıkı bir ağı vardır;
Avrupa ülkelerinin çoğunda bunun gibi daha küçükçe ağlar ve gruplar bulunmaktadır. Almanya’da da
bana diğer siyasi gruplar, hedefler ve tartışmalardan
oysa tuhaf bir şekilde kopuk görünenler vardır. Bir
zamanlar Almanya’da da iyi örgütlenmiş sol, antiemperyalist Frente ile bir dayanışma vardı; ama bu daha
sonra şu veya bu şekilde dağıldı. Kanımca bu dağılmanın Polisario’ya karşı yönelen işkence ithamları
ile ilgiliydi ve Polisario bu ithamlar hakkında tavır
takınmadı ve tartışmalar şu türdeki eleştirisel dayanışma hakkında ortaya çıktı: Bu konudaki eleştiri nereye kadar kabul edilebilirdir veya aslında hâlâ neyi
destekleyebiliriz.
4.
Kongrede hangi kararlar alındı?
Silahlı mücadeleye yeniden başlanılması sorunu benim için en belirleyici olandı veya şöyle söyleyeyim,
en ilginç olanıydı. Bunun yanında gençliğin, yüksek
öğrenim görenlerin ve diğer birçok konunun yanında kadınların rolü de çok yoğun bir şekilde tartışıldı.
Sonunda hükümet onaylandı, ama bunun için askeri
hazırlıklarını yoğunlaştırmak sözünü vermek zorunda kaldı. Yeniden savaşabilecek duruma gelene dek üç
aya gereksinim duyulduğundan ve yine de diplomatik alanda hatırı sayılır ilerlemelerin olup olmadığının biraz daha beklenmek istendiği hakkında çokça
konuşuldu. Oysa Libya-savaşı nedeniyle bölgenin istikrarsızlaştırılması, Azawad’ın (Azawad: Tuareg’in
yerleştiği Kuzey Mali’de bir bölge, 06 Nisan 2012’de
bağımsızlık, TA) bağımsızlığını ilan etmesi ve bölgenin tümündeki ayaklanmanın bastırılmasının artan
yoğunlaştırılması dolayısıyla bana göre askeri opsiyon şimdilik gündemden kalktı.
5.
Orada delege olarak ve gözlemci olarak kimler vardı?
Gözlemci olarak Avrupa’dan medya mensupları ve
dayanışma gruplarından insanlar, Latin Amerika,
Afrika ve Asya’dan daha küçük gruplar gibi birçokları olmak üzere yaklaşık 200 kişi vardı diyebilirim.
D.y.(diğerlerinin yanında) selamlama mesajları okuyan uluslararası delegeler Afrika’dan ve Latin Amerika’daki sol hükümetlerden epeyi yüksek kademedeki
hükümet temsilcileri ve İspanya’dan birçok insan, yerel parlamentolardan parti temsilcileri veya insanlar
vs. hazır bulundular.
güncel
milletvekilleri ile bağlantı içinde olduklarını biliyorum.
6.
“Latin Amerika’daki sol hükümetler”in Batı
Sahra’da hangi çıkarları var?
Onların bunu kendilerinin uluslararası dayanışmasının parçası olarak veya aynı Chavez’in anladığı
gibi jeopolitiğin parçası olarak, yani sol hükümetleri,
“kurtuluş hareketlerini” birlikte hareket edecek konuma getirmek ve enternasyonal ittifaklar ile ilgili
olarak seçenekler sunmak projesi olduğunu sanıyorum. Polisario açısından devletler tarafından da tanınmak ve desteklenme doğal olarak iyidir. Bu delegelerin konuşmaları en siyasi olanlardı; ben bunu çok
canlı ve cesaretlendirici buldum. Afrikalı delegelerin
çoğu her ne kadar şu veya bu şekilde sömürgeciliğe
atıfta bulunsalar da sol veya antiemperyalist içerikleri
neredeyse hiç savunmadılar. Lakin sadece bağımsızlıktan söz edildiğinde, Fas eleştirildiğinde veya Cezayir övüldüğünde işte o zaman daha fazla alkış vardı.
7.
Şöyle bir şey okudum: “Nijerya büyük elçisi
herkes içinde en açık bir şekilde savaşsal bir çözümden yana tavır takındı ve ülkesinin bunun için silah
vereceğini ima etti”. Nijerya bununla neyi kastediyor?
Bu benim için sürpriz oldu. Nijerya kendisini aslında bir bütün olarak bölgede bir yerel güç olarak görmektedir. Onlar şu anda Mali’ye müdahaleye hazır
olmalarını Nijeryalı güya veya gerçek İslami grupların Mali’de geri çekilebilecekleri yerlere sahip olduklarıyla da gerekçelendirmektedirler. Oysa bu bölgede
Cezayir de epeyi nüfuza sahiptir ve Frente ile çok iyi
bağlantıları vardır; bu nedenle onların [Nijerya’nın
–Ç N] çatışmayı çok ciddiye aldıklarını ve burada
kenarda durmak, alanı Cezayir’e terk etmek istemediklerini sanıyorum. Belki de burada huzursuzluk
çıkartmak, sonradan yine düzen gücü olarak ortaya
çıkmayı olanak olarak da gördüler. Bilindiği üzere
bölgede ECOWAS (Batı Afrikalı Devletlerin Ekonomik Ortaklığı, bu örgüt ECOMOG adlı bir askeri mü-
29
güncel
dahale birliğine sahiptir – TA) çok faaldir ve burada
Nijerya hemen hemen NATO’da ABD’nin oynadığı
rolü oynamaktadır.
8.
Batı Sahra’daki yaşam koşulları hakkında
bir şeyler anlatabilir misin?
Sahilde “işgal edilmiş bölgeler” diye adlandırılan
yerlerde Sahralılar yoğun bir şekilde ayrımcılığa uğramakta, neredeyse hiçbir şekilde ekonomik faaliyet
gösterememekte ve birçokları çok kötü koşullarda ve
belirsiz bir süre boyunca zindanlarda yatmakta, bazıları da kaybolmaktadır. “Kurtarılmış bölgeler”de askerlerin dışında kıt-kanaat göçebe hayvancılıktan geçimini sağlayan çok az insan yaşadığını sanıyorum.
Mülteci kamplarında insanlar neredeyse tamamıyla –
Polisario tarafından dağıtılan – insani yardımla veya
bizzat Frente için çalışarak yaşıyorlar. Zaten bunlar
kerpiçten barakalardır; elektrik vardır, ama buralarda kentsel alt yapı ve zanaatkârlık –küçük sanayi gibi
kalıcı çözüm olabilecek her şeyden de kaçınılmaktadır. Yani insani olarak bu durum çok kötü değildir;
ama işte çok perspektifsizdir ve bu perspektifsizlik
belirli bir oranda siyasi olarak da istenen bir şeydir.
9.
30
Birkaç Arap ülkesindeki kitlesel ayaklanmaların (Arap Baharı ) Batı Sahra veya Frente Polisario üzerinde hangi etkileri vardır?
Ben bu konuda sadece kendi izlenimlerimi yansı-
tabilirim. Hatta bazıları bu arada Arap
Baharı’nın aslında Kasım 2010’da işgal
edilmiş bölgelerde Sahralıların protesto
kampları ile başladığı ve bunu batıda Occupy (işgal et!)-hareketinin izlediği görüşünü belirttiler. Bu arada oralardaki her
şey biraz daha endişe verici görülüyor.
Her ne kadar Gaddafi Polisario’nun destekleyicisi olarak kabul edilse de, onun
devrilmesinden üzüntü duyduğunu bize
hiç kimse söylemedi. Tersine özellikle
gençlik nezdinde eski rejime karşı çıkan
hafif silahlı isyancıların resimlerinin
daha ziyade cesaretlendirici etki yaptığı
görülüyor. Belki de batının Libya’da görünürde ezilenlerin yanında yer aldığında, bunun geride bıraktığı izlenim biraz
küçümsenmektedir. Bu beni zaten şaşırtmıştı, ama böyle görünüyordu. Belki de
bu resmi çizginin tekrarlanması idi; bazı noktalarda
uluslararası gözlemcilerle açık konuşulmadığı, herkesin yekpare bir görüşü savunduklarının göründüğü
izlenimi vardı.
10.
BM, MİNURSO-mandası ile Batı Sahra’dadır. Onlar nerededirler, görevleri nelerdir?
BM-Mandasının genişletilmesinde söz konusu olan
nedir? Genişletme söz konusu olduğunda Fransa
BM-Güvenlik Konseyi’nde neden veto etti?
Aslında ateşkesin denetlenmesi ve bir referandumun hazırlanması (Misyon adındaki R harfi bunun
içindir) MİNURSO’nun göreviydi. Oysa Fas referandumu bloke etti ve bu, ilgili devletler tarafından
Genel Kurul’un kararlarına rağmen hoş görülmekte
veya desteklenmektedir. Bu nedenle onlar zaten her
iki tarafın da uyduğu bir ateşkesi denetlemektedirler.
Bunlar küçük üslerde yaşayan ve işgal edilmiş bölgelerde Faslı güvenlik güçleriyle sıkı ve iyi ve “kurtarılmış bölgeler”de Frente Polisario ile sıkı ve iyi işbirliği
yapan küçük uluslararası gözlemci grupçuklarıdır.
Frente, bunun için daha fazla dikkat çekmek için kendisinin işgal altındaki bölgelerdeki mandasının insan
hakları durumunu da kapsamasını yıllardır islemektedir. Fas bunu istemiyor ve Fransa bu sorunlarda kesinlikle Fas çıkarları doğrultusunda hareket ediyor.
11.
Almanya bağıntısında: Almanya’nın Batı
12.
Sen Frente Polisario’yu biraz tanıdın. O
nasıl örgütlüdür, kendisini nasıl finanse ediyor?
İçinde kaç kadın çalışıyor? Hangi eleştirilerin var?
Atmosfer çok hoş ve dostçaydı ve çok da heyecanlıydı. Çöldeki basit koşullarda yaşayan bu insanların
çoğu yurtdışında öğrenim görmüşler ve çok çeşitli diller konuşuyorlar. Erkekler ve kadınlar ağırlıklı
olarak ayrı gruplarda hareket ediyorlar ve kadın delegelerin oranı her halükârda düşüktü; diğer tarafta
burada ataerkil düzenin kendisini gösterdiği gibi veya
İslam’a sıkça atfedildiği üzere ayrımcılığın biçimlerini veya baskıyı, örneğin konuşma davranışlarında göremedim. Frente kendisini devletlerden aldığı destek
ve insani yardımın idaresi üzerinden finanse ediyor.
Bu doğal olarak rüşvetçilik tehlikesini içinde barındırıyor. Birçok insan profesyonel diplomatlar veya siyasetçiler gibi davranıyor; ama bu davranış çok apolitik. Siyasi söylemler neredeyse hiç yok; sadece Fas’a
karşı reddediş, kendisinin bağımsız bir devleti olması
dileği ve bana göre tehlikeli derecede abartılan geniş
kapsamlı, “halka” ait ve kullanılmasında öz yönetim
istenen hammaddelere atıfta bulunma. Refahın dağıtılmasının nasıl örgütleneceği sorum üzerine yüksek
öğrenimdekilerin örgütünün resmi bir sözcüsü, orada öyle ya herkes zengin olduğundan, yeterli derecede
hammaddeler bulunduğundan, şu yanıtı verdi: “Kör-
fez devletlerinde olduğu gibi”. Tam da daha gençlerde bunların kendilerinin bir devletinde bizzat elit
olmak istedikleri ve siyasi ikna olmuşluğun da zaten
burada sona erdiği duygusuna sık sık kapıldım. Daha
Sudan’da SPLA (Sudan Halk Kurtuluş Ordusu) gibi
başka hareketlerde siyasi hedefleri olan bir hareketin
nasıl saf bir iç savaş partisi haline gelebildiğini kendime sorduğumdan bunu çok ilginç buldum.
güncel
Sahra’da hangi çıkarları var. FAC bağımsızlık üzerine referandum ile ilgili olarak nasıl davranıyor
Desertec’e kimler katılıyor ve Almanya ile Batı Sahra / veya Fas arasında hangi anlaşmalar var?
Almanya, AB ve NATO, Fas bölgede en iyi ve en
istikrarlı müttefik olduğundan, göç ve güvenlik politikası sorunlarında Fas ile iyi bir işbirliğine sahiptir. Bunun yanında Alman ve Avrupalı firmalar Batı
Sahra’daki fosfat kaynaklarının sömürülmesindeki
çok uygun koşullardan ve Batı Sahra sahillerindeki
balık avlanma alanlarından kârlı çıkıyorlar. Dahası
bir de Alman sermayesi, Münchner Rück, Siemens,
Deutsche Bank, RWE tarafından domine edilen Kuzey Afrika’da rüzgâr ve güneş enerjisi elde edilerek
Avrupa’ya satılması tasarlanan sanayi projesi Desertec vardır. GİZ (Uluslararası İşbirliği İçin Alman
Cemiyeti, eskiden GtZ) – işgal edilmiş bölgelerde de
– daha şimdiden ön çalışmayı yaptı ve Fas ile İspanya
arasında zaten bir hat mevcuttur. Bu nedenle d.y. bu
projenin Batı Sahra’da başlayacağından yola çıkılmalıdır.
13.
Frente dışındaki insanlar/ gruplar/ örgütlerle bağlantınız oldu mu? Sosyal kurtuluş için hareketler var mı? Varsa, nüfuzları var mı?
Hayır. Ziyaretimizden kısa bir süre önce insani
yardım örgütlerinin mensupları kaçırıldı. Bu, Frente
için devasa bir sorundur. Diğer taraftan bu nedenden dolayı alınan güvenlik önlemleriyle Frente içinde örgütlü olmayan nüfus ile her türlü bağ kurmayı
engellemesi de onlar (Frente –ÇN) için mümkün idi
ve karşımızda konuşanlara belirli bir konuşma kurallarının verilmiş olduğu da fark edildi. Mülteci kamplarında adeta marjinal olan ve Polisario’nun verdiği
bilgiye göre, ki bu bana bayağı inandırıcı geliyor, çünkü Fas Polisario’yu zayıflatmak için elinden gelen her
şeyi yapıyor, Fas’ın ele geçirdiği veya maşası haline
getirdiği örgütler de vardır.
Söyleşi için teşekkürler!
Bizim çıkardığımız sonuç:
Sahra halkının Fas tarafından işgaline karşı ayaklanması ve bu işgali tüm araçlarla destekleyen emperyalist güçlere karşı mücadele etmesi meşrudur. Mayıs
2013’de Frente kuruluşunun 40. Yıldönümünü kutlayacaktır. Onun kurtuluş için mücadelesinin dayanışmamıza ihtiyacı vardır!
Sahra halkının kaderi unutturulmak ve ölüm sessizliğinden kurtarılmalıdır. Sahra ulusunun bizzat
BM tarafından tanınmış hakları Faslı askerlerin
postalları altında günbegün kuma gömülmektedir.
Oysa yüzsüzce demokrasiden söz eden “bizim” egemenlerimiz pratikte emperyalizmi uygulamakta, Fas
ordusunu silahla donatmakta ve eğitmekte ve de Batı
Sahra’nın zenginliklerini talan etmektedir. Bütün
bunları teşhir etmek görevdir.
Tüm gücümüzle enternasyonal dayanışmayı güçlendirmeye, karşı kamuoyu yaratmaya ve Sahra
halkını desteklemeye çalışalım!
[Trotz Alledem! (Herşeye Rağmen!) Sayı 62, Ocak
2013, sf: 3 - 20, Almancadan çevrilmiştir.] ✓
31
panorama
PA NOR A M A
- VENEZUELA -
Chavez’in ölümüne Chavezcilerin tepkisi
kuşkusuz ki üzülmek, ağlamaktı vb.
vb. Venezuela halkının büyük kesimi,
Latin Amerika ülkeleri halklarının bir
bölümü ve dünya çapında Chavez’i
“antiemperyalist”, “sosyalist” vb.
değerlendiren kesimler ve uluslararası
siyasette Chavez – Venezuela ile müttefik
olan güçler üzülenlerdi.
enezuela’da son başkanlık seçimleri 7 Ekim 2012
tarihinde yapılmış ve seçimi kullanılan ve geçerli
oyların %55,25’ini alan Chavez kazanmıştı. Bununla
ilgili dergimizin 160. sayısında, sayfa 26-29’da tavır
takınmıştık. Sözkonusu yazımızda diğer şeylerin yanısıra şuna da dikkat çektik:
“Chavez’in sağlığı elverirse 2019 yılı başına kadar
başkanlık yapacak. Sağlık durumundan dolayı Chavez cephesinde gündeme gelen tartışmalardan biri de
Chavez’in yerine geçebilecek bir liderin ya da liderlerin
olup olmadığı meselesidir. Öyle ya da böyle bir dahaki
başkanlık seçimlerinde muhalefetin seçimi kazanma
olasılığı vardır. Chavez cephesinde destek alma, güçlenme bağlamında belli bir durgunluk yaşanmaktadır.
Bunun gerileme durumuna dönüşüp dönüşmemesi ise
Chavez yönetiminin önümüzdeki altı yıllık süreçte yürüteceği siyasete, atacağı adımlara bağlıdır.” (sayfa 28)
Chavez’in sağlığı 10 Ocak 2013 tarihinde yeni Başkanlık dönemi görevini devralmak için yemin törenine katılmaya bile izin vermedi. 8 Aralık 2012 tarihinde kamuoyuna yaptığı konuşmada yeni bir ameliyat,
tedavi için Küba’ya gideceğini ve kendisinin yeniden
görevinin başına dönememesi durumunda, kendi
yerine Başkan Yardımcısı Nicolas Maduro’nun seçilmesini talep etti. Bu talep Chavez yanlıları için bir
vasiyet olarak kabul edildi. Bu arada Chavez kimi
yetkilerini de Maduro’ya devretti. 2011 yılında kanser
olduğu tespit edilen Chavez, 11 Aralık 2012 tarihin-
de dördüncü kez ameliyat olmak için Küba’ya gitti.
Chavez’in bu seferki ameliyatının ardından durumu,
akciğer enfeksiyonuna bağlı komplikasyonlar nedeniyle kötüleşti. Bu dönemde muhalefet Chavez’in
durumunu kendi propagandası ve olası yeni seçimler
için kullanmaya başladı.
Chavez’in sağlık durumu konusunda muhalefetle uğraşma durumunda kalan yönetim, muhalefetin
yaygınlaştırmaya çalıştığı “Chavez yanlılarının kendi
aralarında koltuk kavgası başladı”, “Chavez öldü” vb.
propagandalar karşısında, kendi içinde birlik olunduğu, Chavez’in isteğine uygun davranıldığı resmini
sergiledi. Bu arada muhalefetin kışkırtıcı tavırlarına
karşı da halka oyuna gelinmemesi yönlü çağrılarda
bulunuldu.
10 Ocak 2013 tarihinde Chavez’in sağlık nedeniyle başkanlık yemini törenine katılamaması durumu
muhalefetin tavrını daha da sertleştirmesinin bir
aracı oldu. Muhalefet, Chavez’in artık başkan sayılmayacağını savunarak Anayasa’ya göre hemen yeni
seçimlerin yapılması gerektiğini talep ederek eylemlerini yoğunlaştırmaya çalışırken, aynı zamanda bunun yapılmamasını Anayasa’yı çiğneme olarak lanse etti. 7 Ekim 2012 başkanlık seçimleri öncesinde
Anayasa’yı kabul bile etmeyen muhalefet, seçimlerde
taktiğini değiştirmiş, Chavez’in “iyi işler yaptığını”
kabul etmiş ama “yeterli olamadığını, kendilerinin
daha iyi işler yapacağı” yönlü propagandaya başvur-
Chavez’siz
başkanlık seçimi!
V
32
kaos ortamı yaratmak amacıyla Başkan Yardımcısı
Maduro ve Parlamento Başkanı Diosdado Cabello’ya
karşı saldırı eylemleri planlarını ve yurtdışındaki
destekçilerini ortaya çıkardığı açıklamasında bulundu. Bu arada fazla şiddetli olmayan kimi çatışamalar yaşanmaya başladı. 3 Mart’ta İndigen kökenli bir
aktivistin öldürülmesi, yönetim yanlıları tarafınca
muhalefetin karşı kampanyasının bir parçası olarak
yorumlandı.
Muhalefet ile Chavezciler arasında bu gelişmeler
yaşanırken, 18 Ocak’ta Chavez’in Venezuela’ya döndüğü ve tedavisinin Caracas’taki askeri hastahanede
sürdürüleceği açıklandı. Şubat ayı sonlarına gelindiğinde Chavez’in sağlığının endişe verici olduğu res-
panorama
muştu. Şimdi de Anayasa’ya sahip çıkma taktiğini
uyguluyorlardı. Bu temelde de orduyu, görevini yerine getirmeyen hükümete karşı Anayasayı korumak
için müdahale etmeye çağırmaları, gündeme “darbe
tehlikesi” tartışmalarını getirdi.
Parlamento ise, Chavez’in Maduro aracılığıyla parlamentoya gönderdiği bir mektupta yemin töreninin
ertelenmesi isteğini gözönüne alarak başkanlık yemini törenini Anayasa’nın 231. maddesine dayanarak
çoğunluk oyuyla iptal etti ve Chavez’in herhangi bir
tarihte Yüksek Mahkeme önünde yemin edebileceğine karar verdi. Bu süreçte de Chavez’i yardımcısı Maduro temsil edecekti. Bu tartışmalarda Anayasa’nın
nasıl yorumlanacağı konusunda da taraflar arasında çelişki yaşandı, herkes bu
maddeyi kendisine göre yorumlama durumundaydı. Fakat Anayasa’nın 231. maddesi
gerçekten de, seçilen kişinin
herhangi bir nedenle 10 Ocak’ta
Parlamento’da yemin edemediği durumda, bunun Yüksek
Mahkeme önünde gerçekleşeceğini öngörmektedir. Bu bağlamda muhalefetin tavrı işi kızıştırma, Chavezciler cephesini
zayıflatma çabası olarak değerlendirilebilir. Bu çabaya başta
ABD olmak üzere AB de değişik
biçimlerde destek verdi. Bir nevi
Chavez sonrası Venezuela’yı yeniden kendi nüfuz alanı yapmak
için propaganda yürütüldü.
Chavezciler cephesi ise muhalefetin bu tavırlarına karşı, Chavez yemin törenine katılamasa da yüzbinlerin katıldığı yürüyüşle
Caracas’ta gövde gösterisi yaptı. Bu gösteriye, Latin
Amerika’nın 33 devletinden 27 devletin ve kimi başka
devletlerin başkanı veya üst düzey temsilcisi de katılarak desteğini sundu.
23 Ocak 1958’de Marcos Perez Jimenez askeri diktatörlüğünün yıkılmasının yıldönümünde muhalefet
protesto eylemine, yürüyüşe çağrı yaptı. Chavezciler
de meydanı muhalefete bırakmamak için eylemler
planladı. Bunun üzerine muhalefet “Chavezci saldırı
gruplarının kendi taraftarlarına yönelik saldırılara
meydan vermemek için, eylemi iptal” ettiklerini açıkladılar. Bu arada İçişleri Bakanı Nestor Reverol, Venezuela gizli haber alma örgütünün aşırı sağcıların,
mi açıklamalarda da dile getirildi. 5 Mart’ta Maduro,
medya üzerinden kamuoyuna Chavez’in öldüğünü
açıkladı. Sonradan yapılan açıklamaya göre Chavez
kalp krizi sonucu yaşamını yitirmişti. Maduro bu
açıklamada aynı zamanda ülkede sükunetin korunması için ordunun ve ulusal tugayların alarmda ve
hazır olduğunu söylerken halkı da birliğe, saygıya ve
barışa davet etti.
CHAVEZ’İN ÖLÜMÜNE KİMİ TEPKİLER...
Chavez’in ölümüne Chavezcilerin tepkisi kuşkusuz
ki üzülmek, ağlamaktı vb. vb. Venezuela halkının
büyük kesimi, Latin Amerika ülkeleri halklarının bir
bölümü ve dünya çapında Chavez’i “antiemperyalist”,
“sosyalist” vb. değerlendiren kesimler ve uluslararası
33
panorama
34
siyasette Chavez – Venezuela ile müttefik olan güçler yi” Başkanı Tibisay Lucena, seçimlerin 14 Nisan 2013
üzülenlerdi.
tarihinde yapılacağını kamuoyuna açıkladı.
Medyaya yansıyan haberlere göre Chavez’in ölümü
Buna bağlı olarak gerek aday olmak için gerekse de
nedeniyle 16 devlet resmi yas günü ilan etti. Bunlar seçim propagandasının zamanı belirlendi. Resmi searasında Latin Amerika ülkeleri dışında örneğin Be- çim propagandası için 2 ile 11 Nisan tarihleri arası
larus, Çin, İran ve Nijerya da vardı. Chavez’in ölü- dönem öngörüldü. Adaylar 10 gün mitingler yapma
müne karşı tavır takınan devletlerin, ya da temsilcile- vb. etkinliklerle propagandalarını sürdürdüler. Başrinin tavırları, aynı zamanda uluslararası düzeydeki kanlık için altı adayın ismi geçse de, seçim yarışının
ilişkilerin de bir nevi yansımasıydı. Chavez’in cena- esasta Maduro ile muhalefetin başını çeken ve 7 Ekim
ze törenine 55 devletin temsilcileri katıldı, bunların 2012 seçimlerinde Chavez’e de rakip olan Henrique
33’nün başkan ya da başbakan düzeyindeki temsiliyet Capriles Radonski arasında yürüyeceği biliniyordu.
olduğu açıklandı.
Seçimlerde yeni seçmen kaydı ya da kütüğü olmaChavez’in ölümüne sevinenler en başta muhalefetti. dığından ve de bunun için gerekli olan zaman olmaMuhalefetin tepkisinden biri “yaşasın kanser” sloga- dığından, çıkış noktası 7 Ekim 2012 seçimlerinde
nının atılmasıydı. Fakat “ölü seviciler” sadece bunlar- geçerli olan seçmen kaydı, kütüğü idi. Buna göre yakla sınırlı değildi. ABD ve AB’nin kimi
laşık 19 milyon seçmen vardı.
temsilcileri, medyası Chavez’in
Seçim
propagandasının
ölümüne sevindiğini açıkça
esas içeriği, Maduro için
Seçimlere katılım oranı %78,5
da ilan etti. Örneğin ABD
Chavez’in kitleler üzeile geçen seçimlerden biraz düşük bir
Meclisi’nin Dış Siyaset
rindeki etkisini kulorandı.
Maduro
kullanılan
ve
geçerli
oylaKomisyonu
Başkalanmak,
Chavez’in
rın %50,78’ini alarak seçimi kazandı. Capriles
nı Edward Royce,
yolunda
gitmek
Chavez’in bir tiran
ve bu temelde de
ise oyların %48,95’ini aldı. Bu oran farklı hesapolduğunu, VenezuChavez’in 7 Ekim
lamalarla değişmektedir. Fakat muhalefetle aradaki
ela halkını korku
farkın epeyce azaldığı ortadadır. Yazımızın girişinde, 2012 seçimleriniçinde yaşamaya dergimizin 160. sayısından yaptığımız alıntıda sözkode öne sürdüğü
zorladığını
ifade
programın uygunusu edilen “bir dahaki seçimler” esasta 2018 yılınederek “Allah’a şülayıcısı olmak genel
da yapılması gereken seçimlerdi. Fakat muhalefet
kür ki diktatörden
çerçevesinde yapı7 Ekim 2012 seçimlerinden 14 Nisan 2013’e
kurtulduk” diye tavır
lan propaganda idi.
kadarki dönemde de aradaki farkı katakındı.
Capriles önderliğindeki
patmada ilerlemiştir.
Chavez’in hak etmediği
muhalefet için ise genel
payenin –devrimin önderi,
konu çerçevesi 7 Ekim 2012
sosyalist vb. gösterilmesine- verilseçimlerindeki propaganda olmamesine karşıyız. Fakat bu “ölü sevicilesına rağmen, bu sefer daha çok “sol” söyrinin” demokrasi savunucusu görünmelerinin, halk lemler, Bolivar ya da Chavezcilerin söylemlerini kuladına konuşmalarının büyük bir sahtekarlık olduğu landığı, hatta Capriles’in “Sosyalizm biri ya da öbürü
açıktır. Chavez’i ve siyasetini değerlendirmemizden arasında ayrım yapmaz, çünkü hepimiz bu güzel ülbağımsız olarak bu “ölü sevici” tavrı kökten redde- kede aynı haklarla ve daha iyi yaşam için doğmuşuz.”
diyoruz.
ya da “devrimimizin düşünce kaynağı Bolivar’dı” diReddettiğimiz bir diğer tavır da Venezuela yöne- yerek “sosyalizmden” “devrimden” bile dem vurdutiminin Chavez’i kutsallaştırma, Chavez’i savunma ğu bir seçim propagandası sözkonusu idi. Muhalefet
adına kişiye tapmayı teşvik eden tavır ve yaklaşım- söylemlerde Chavezcilerin kimi yönlerini kullansalar
lardır.
da ortamı kızıştırmada ellerinden geleni ardına koymadılar. Seçimlerden önce olası bir yenilgiyi kabulBAŞKANLIK SEÇİMLERİ...
lenmeyeceklerinin açık işaretlerini verdiler. SöylemChavez’in ölmesine bağlı olarak Anayasa’ya göre 30 ler dışında seçim propagandasında muhalefet halka
gün içinde başkanlık seçimlerinin yapılması gereki- hizmet açısından yeni bir şey söylemedi. Buna karşın
yordu. 10 Mart 2013 tarihinde “Ulusal Seçim Konse- Maduro Chavez’in seçim programını kimi noktalar-
karıştırıldığını, Maduro’nun kimi yerlerde oyları satın aldığını açıklayarak seçim sonuçlarını kabul etmediğini ilan etti ve oyların yeniden sayılmasını talep
etti. Muhalefet bu itirazı esasında havayı kızıştırmak,
yenilgiyi kabul etmemek için kullandı. Chavezcilerin
Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi (VBSP) bürolarına ve Kübalı doktorların çalıştığı sağlık merkezlerine
saldırılarda bulunuldu. 25 Nisan’a gelindiğinde bu
saldırılar sonucu yaşamını yitirenlerin sayısı 10 olarak verildi, onlarca kişi de yaralandı. Maddi zarar ise
belli değil. Bu saldırılar karşısında yönetim yeniden
darbe tehlikesi uyarılarını yaptı, gerektiğinde sert
davranılabileceği tehditini de ekleyerek muhalefete
uyarılarda bulunuldu.
Muhalefetin seçim sonuçlarını kabul etmeme tavrına ise tepkiler esasta atmosferi kızıştırmama yönlü
tepkilerdi. Maduro “seçim sistemimize güveniyoruz”
diyerek oyların yeniden sayılmasından yana tavır takındı. Ulusal Seçim Konseyi Başkanı ise muhalefetin
resmi başvuru yapmadığını, böylesi bir başvuru yapıldığında konuyu görüşebileceklerini açıkladı. Bunun sonucunda Capriles resmen başvuruda bulundu
ve tüm oyların sayılması kararlaştırıldı. Oyların yeniden sayılması ama Maduro’nun başkanlık yemini
edip görevi devralmasına engel değildi. Maduro’nun
seçim kampanyası sorumlusu Rodriguez partilerinin, VBSP’nin 38.000 seçim sandığının protokollerini herkes tarafından kontrol edilebilmesi için internete yüklediğini açıkladı. Yönetimin bu şeffaf tavrı
muhalefetin kullanmaya çalıştığı bu silahı ellerinden
almaya hizmet etti ve şimdilik durum yeniden sakinleşmiş görünüyor.
Maduro Bolivar ve Chavez’in düşüncelerine sadık
kalacağı konusunda twitter üzerinden yemin etti. 19
Nisan’da da 50’den fazla yabancı ülke delegasyonunun katılımıyla gerçekleşen resmi yemin töreninde
de benzeri şeyler söyledi. Yemin ederek görevi devraldı. 21 Nisan’da da 31 bakanlı hükümeti kamuoyuna tanıttı. Hükümette kadınların oranı yaklaşık üçte
birdir.
Herşey normal giderse, muhalefet çatışmadan çok
seçimle Chavezcileri yenilgiye uğratma yolunu seçerse, Maduro 2019 yılı Ocak ayına kadar başkanlık
görevini sürdürecektir. Yaptığı yemine sadık kalsa da
bir dahaki seçimleri kazanmanın garantisi yoktur.
Gelişmelerin hangi yönde olacağını birlikte göreceğiz.
25 Nisan 2013 ✓
panorama
da somutlaştırarak neler yapmak istediğini anlatmaya
çalıştı. Bunların içinde çalışanlar için en önemli vaat
üç aşamalı ücret artışıydı. Buna göre önce 1 Mayıs’ta
%20, Eylül’de %10 ve Kasım’da da %5 ile %12 arası bir
oranda ücretler artırılacak ve çalışanlar enflasyona
kurban edilmeyecekti...
Seçim propagandası olarak görülmeyen ama yönetimin, içişleri bakanlığı ya da dışişleri bakanlığı tarafından muhalefetin terör ve sabotaj eylemleri yapabileceği yönlü uyarılar, ya da kimi paramiliter güçlerin
tutuklandığı yönlü açıklamalar gölgesinde seçimler
14 Nisan’da gerçekleşti. 14 Nisan aynı zamanda 2002
yılında Chavez’e yönelik darbenin kitlelerin protestosu ve bir kesim askerin müdahalesi sonucu Chavez’in
yeniden yönetime dönmesinin günü olarak da Chavezciler için ayrı bir önem taşıyordu. Maduro ve takımının Chavez’in yolunda yürüyüp yürümeyeceği,
ya da istese de bunu yapabilip yapamayacağı anda net
değil, ama seçimleri kazanabilmek için Chavez’in kitleler üzerindeki etkisinin kullanılması kaçınılmazdı.
Kullandılar da.
Seçimlere katılım oranı %78,5 ile geçen seçimlerden
biraz düşük bir orandı. Maduro kullanılan ve geçerli
oyların %50,78’ini alarak seçimi kazandı. Capriles ise
oyların %48,95’ini aldı. Bu oran farklı hesaplamalarla değişmektedir. Fakat muhalefetle aradaki farkın
epeyce azaldığı ortadadır. Yazımızın girişinde, dergimizin 160. sayısından yaptığımız alıntıda sözkonusu
edilen “bir dahaki seçimler” esasta 2018 yılında yapılması gereken seçimlerdi. Fakat muhalefet 7 Ekim
2012 seçimlerinden 14 Nisan 2013’e kadarki dönemde
de aradaki farkı kapatmada ilerlemiştir. 7 Ekim 2012
seçimlerindeki seçmen sayısı baz alındığında Chavezcilerin oy oranı %43’ten %39’a düşmüştür. Aradaki
fark ise %1,4 ile 1,83 arasındadır. Oran olarak değil de
kesin rakamlarla sonuca bakıldığında, Chavezcilerin
oyları 1998 seçimlerinden bu yana ilk kez bir önceki seçimde alınan oylara göre azalma göstermiştir. 7
Ekim 2012’deki seçimde Chavez 8.136.964 oy almıştı,
Maduro’nun aldığı oylar 7.575.704 olarak açıklandı.
Buna göre 561.260 oy azalmıştır. Sonuçta küçük bir
farkla da olsa Maduro şahsında Chavezciler bu seçimi
de kazandılar. Seçim sonuçlarının açıklanmasından
sonra yaptığı konuşmada Maduro Venezuela’da “demokratik, bolivarcı ve hristiyan sosyalizminin” inşasının sürdürüleceğini ve geçmişteki kimi eksikliklerin,
yanlışların ortadan kaldırılması için halkgücünün
daha fazla güçlendirilmeye çalışılacağını açıkladı.
Capriles önderliğindeki muhalefet ise seçime hile
35
panorama
“Silah ticareti anlaşması”
kararı...
- NEW YORK/ BM -
Kuşkusuz ki askeri giderler, silah ticareti, ithalat ya da ihracat hesapları detaylı
biçimde yapıldığında güçler dengesi daha çok açığa çıkmaktadır. Fakat tüm bu
alanlarda emperyalist büyük güçlerin duruma hakim olduğu açıktır. Hangisinin
kaçıncı sırada olduğu bu bağlamda önemli değil. ABD 85 devlete, Almanya 35
devlete silah satarken kendilerini bununla sınırlamadıkları açıktır. Silahlanmakta
olan devletler de kimden alırsa alsın, silah satın almakta, militarizmi daha çok
geliştirmektedir.
B
36
urjuvazinin çanak yalayıcılarının propagandasına göre BM Genel Kurulu 2 Nisan 2013 tarihinde “tarihi bir zafer”e imza atmıştı. Ya da BM Genelsekreteri Ban Ki Moon’a göre “Dünyadaki insanlar
için bir zafer” elde edilmişti vb. vb.
Olan nedir? Kelimenin gerçek anlamında “silah ticareti anlaşması” kararı alınmıştır. Bu ticaret anlaşması, silahların üretimini durdurma, satışını yasaklama ya da eldeki silahların kullanımını yasaklama
anlaşması değildir. Hayır, böyle bir şey tartışmaların
konusu da değildir, olmamıştır. Olan, uluslararası
düzeyde gerçekleşen silah ticaretinin belli bir kontrol mekanizmasına kavuşturulması için atılan bir
adımdır. Bu, gerçekte en büyük silah satıcılarının, ihracatçılarının bu pazara hakim olabilmesinin de bir
adımıdır. Esas yanı da hangi kesimden olursa olsun
kendilerine karşı olanların –onların terörist olarak
damgaladığı kesimlerin- eline silah geçmesini önleyebilmektir.
Güya satın alınan silahlarla insan haklarını çiğneme durumu, ya da soykırım ve cürüm olasılığı görülen devletlere silah satımının yasaklanması ise büyük
bir sahtekarlıktır. Gerçek hedeflerinin üzerini örtmeye yarayan bir örtüdür.
Bir an sahtekarlıklarını kenara bırakıp olanlara
bakarsak durum özetle şöyledir. Evet BM genel Kurulu 2 Nisan 2013 tarihinde, uluslararsı düzeyde silah ticaretini düzenlemek için bir anlaşmayı kabul
etmiştir. Bu anlaşmanın hikayesi 1995 yılında kimi
Nobel ödülü sahiplerinin bu konuda görüş belirtmelerine dayanırken, BM somutunda 6 Aralık 2006 tarihinde BM tarafından alınan 61/89 sayılı karara dayanmaktadır. Sözkonusu karar 153 evet, 24 çekimser
ve bir karşı oy (ABD) ile alınmıştı. Buna göre silah
ticaretinde, ithalat ve ihracatta uluslararası normlar
oluşturulması isteniyordu. O günden beri değişik biçimlerde görüşmeler, pazarlıklar sürdürüldü, 2008
yılından itibaren dört hazırlık konferansı tarafından
konuda tahminlere gerek yok, ne zamana kadar süreceğini göreceğiz. Esas mesele hemen yürürlüğe girse
bile ne olacağı sorusuna cevap aramaktır. Şu anki haliyle özde bir şey değişmeyeceğini söylemek kahenette bulunma anlamına gelmiyor.
Medyaya yansıdığı kadarıyla BM genel Kurulu tarafından onaylanan bu karar hem AB’nin hem de
Rusya’nın silah ticareti konusundaki kurallarının çok
gerisinde bir karar olduğu, ve bu haliyle örneğin AB
ülkelerinin silah ticaretini hiç etkilemeyeceği, burjuva yorumcular tarafından bile dile getirilmektedir.
Ayrıca sözkonusu anlaşmaya göre devletler kendileri
rapor verecek, ama anlaşmaya uygun davranılmadığı
durumda da herhangi bir yaptırım, ceza falan yoktur. Herhangi bir devlet, örneğin Almanya, Katar’a ya
da Suudi-Arabistan’a yüzlerce tank sattı. Bu tanklar
savaş cürmü işlemede kullanıldı. Mantıki olan şey,
bir silahın ancak
satıldıktan sonra
k u l la n ı lac a ğ ıd ı r.
Peki Almanya “ben
bu tankları sattığımda Katar ya da
Suudi-Arabistan’ın
bunları halka karşı kullanabileceği
değerlendirmemiz
yoktu” derse ne olacak? Anlaşmanın
yasağını çiğnemiş
olacak mı? Yoksa
her devlet kendi çıkarına göre bir değerlendirme yapıp
ona uygun olarak
da silah ticareti mi
yapacak? Ya da her ikisi mi? Bu ve benzeri sorular
sormak bile, sözkonusu anlaşmanın savaş cürmünü,
halkın katledilmesini engellemekten çok uzak olduğunu, böylesi bir hedefin aslında hiç de olmadığını
ortaya çıkarmaya yetmektedir.
Bunun da ötesinde burada vurgulanması gereken
gerçekliklerden biri, silahların üretilmesinin de satılmasının da ülke ya da insanların kendilerini savunmayla, insan haklarının savunulmasıyla herhangi bir
ilişkisinin olmadığıdır. Her üretilen silah “düşman”
ilan edilenin ya da edilenlerin öldürülmesinde kullanılma durumundadır. Burada esas mesele düşmanın
kim, hangi sınıf olduğudur. Haklı bir dava uğruna ve-
panorama
hazırlanan ilk taslak üzerine de görüşmeler yapıldı.
Plana göre 2012 yılında yapılacak BM Konferansı’nda
bu anlaşma sonuçlandırılacaktı.
2 –27 Temmuz 2012 tarihlerinde sözkonusu BM
Konferansı New York’ta toplandı. Bu kadar uzun
süren konferans kimi devletlerin itirazları sonucu
oybirliği sağlanamadığından sonuçsuz kaldı. Yani
anlaşma onaylanamadı. ABD sonuç anlaşmasını
gözden geçirmek için zamana ihtiyaçları olduğunu
açıklayarak karşı çıkma tavrından vazgeçmiş ama
onaylamaktan da kaçınmıştı. Suriye ve İran gibi kimi
devletler de anlaşmanın kimi devletlerin çıkarlarını
öne çıkardığı,dayatmada bulunulduğu vb. açıklamalarıyla karşı çıktıklarını ilan ettiler. Böylece plan tutmamıştı.
Bu sefer planlar 18-28 Mart 2013 tarihlerinde yapılması planlanan BM Konferansı’na yönelik yapıldı. Bu konferansta
da oybirliği çıkmadı. İran, Suriye
ve Kuzey Kore’nin
karşı
çıkmasıyla
bu BM Konferansı
da sonuçsuz bitti.
Oybirliğiyle kararlaştırılamayacağı
ortaya çıktığında
bir başka yola başvuruldu. Salt çoğunluk oyuyla karar almak! Bunun
için de sözkonusu
anlaşmanın taslağı,
onaylanması için,
konferanstan hemen sonra toplanan
BM Genel Kurulu’na sunuldu. 2 Nisan 2013 tarihinde
yapılan oylamada 154 devlet evet, 23 devlet çekimser
ve 3 devlet de –İran, Suriye Kuzey Kore- karşı oy kullandılar. Böylece sözkonusu “silah ticareti anlaşması”
BM tarafından onaylanmış oldu. Çekimser oy kullanan devletlerin başında Rusya ve Çin gelmektedir.
Ayrıca Latin Amerika ülkelerinde ALBA içinde yer
alanlar da çekimser kalanlardan.
Sözkonusu anlaşmanın yürürlüğe girmesi için en az
50 devlet tarafından onaylanması gerekiyor. 50 devletin onaylamasından 90 gün sonra yürürlüğe girecektir. Medyaya yansıdığı kadarıyla kimileri bu sürecin
uzun süreceği tahminlerinde bulunmaktadırlar. Bu
37
panorama
rilen mücadelede de silah öldürme aracıdır. Kuşkusuz
ki haklı davanın mücadelesi verilmek zorundadır.
Haksızlığın kökünün kurutulması için savaşmak da
gerekli ve zorunlu olmaktadır. Ama silahların kontrollü satışını kitlelere insan haklarını savunma adına
sunmak, ya da bu anlaşma ile uluslararası güvenliğin
güçleneceğini savunmak büyük bir sahtekarlıktır. Bu
bağlamda silahların çoğalmasıyla güvenliğin sağlanamayacağı, tersine ne kadar çok silah varsa o kadar
güvensizliğin sözkonusu olduğu gerçeği de bilinçlere
çıkarılması gerekmektedir.
Vurgulanması gereken bir başka gerçeklik de militarizmin güçlendirilmesinin içinde yaşadığımız
emperyalist sistemin ürünü olduğu, militarizmin de
silahlanmanın daha da yoğunlaşması anlamına geldiğidir. Militaristleşmenin doğrudan sonucu ise savaş, savaşlardır. Evet dünyayı yeniden paylaşmanın
savaşları! BM de esasta emperyalist büyük güçlerin
savaş araçlarından biri olma konumundadır.
SİLAH İHRACATI VE İTHALATINDAN
BİRKAÇ GÖRÜNTÜ...
38
SIPRI, 2012 yılı hakkındaki raporunu 18 Mart 2013 tarihinde kamuoyuna açıkladı. Yani BM Konferansı’nın
katılımcıları, konferansın ilk gününde bu verilerle
karşılaştılar. Öyle ya düzenlemeye çalıştıkları silah
ticaretinin durumunu da bilmeleri gerekiyordu!
SIPRI Raporu’na göre 2012 yılında 1753 Milyar Dolar, başka deyimle 1,753 Billion Dolar silahlanmaya
harcanmıştır. 2011 yılıyla karşılaştırıldığında %0,5
gerileme/ azalma yaşandığı açıklandı. Bu azalmanın
perde arkası ise esasta ekonomik ve mali kriz nedeniyle kimi devletlerin askeri giderleri kısaltmasıdır. Örneğin ABD emperyalizmi askeri bütçesini %6 azaltmıştır. Ya da AB ülkelerinde birçoğu askeri giderleri
düşürmüştür. Sadece %0,5’lik bir oranda gerilemesi
ise, özellikle Asya ülkelerinden Çin ve Hindistan’ın
ama Rusya’nın da askeri giderleri yükseltmesidir. Yavaş da olsa dengeler kaymaktadır!
SIPRI’nin genelde beş yıllık periyotlar bağlamında
yaptığı hesaplara göre ise, 2003-2007 periyoduna göre
2008-2012 periyodunda silah ticareti %17 oranında
artmıştır. %0,5’lik gerilemeye rağmen silahlanmaya
yatırılan miktar “soğuk savaş” döneminin çok çok
üzerindedir.
Silah ihracatında başı %30 oranla ABD emperyalizmi çekiyor. %26 ile Rusya ikinci sırada. Verilen bilgilere göre %7 oranla Çin, 2012 yılında üçüncü sıraya
yükseldi. Devamında Ukrayna ve Almanya gelmek-
tedir.
Silahlanmaya ayrılan bütçe ya da giderlerde de ABD
emperyalizmi açık farkla başı çekiyor. Askeri bütçeyi
%6 oranında azaltmasına rağmen ABD emperyalizmi
silahlanmaya 682 Milyar Dolar harcamaktadır. ABD
kendinden sonra gelen 10 askeri güçten fazla harcama yapmaktadır. Çin 166 Milyar ile ikinci, Rusya ise
90,7 Milyar ile üçüncü sırada yer alıyor. Dünya çapında ortalama olarak Brüt İç Ürün’ün %2,5’i silahlanmaya harcanmaktadır. Ki bu rakamlar da süslenmiş rakamlardır. Örneğin Çin’de bu oran %2 olarak
gösterilirken ABD’de %4’tür. Hatırlanırsa, bundan
birkaç sene önce Stern-Raporu diye bir rapor yayınlandı. Buna göre iklim değişikliğine karşı önlem alabilmek için dünya çapında Brüt İç Ürün’ün %1’inin
yeterli olacağı açılandı. İklim değişikliğine karşı bu
miktar çok görülürken, birkaç katı silahlanmaya harcanmaktadır.
Kuşkusuz ki askeri giderler, silah ticareti, ithalat ya
da ihracat hesapları detaylı biçimde yapıldığında güçler dengesi daha çok açığa çıkmaktadır. Fakat tüm bu
alanlarda emperyalist büyük güçlerin duruma hakim
olduğu açıktır. Hangisinin kaçıncı sırada olduğu bu
bağlamda önemli değil. ABD 85 devlete, Almanya 35
devlete silah satarken kendilerini bununla sınırlamadıkları açıktır. Silahlanmakta olan devletler de kimden alırsa alsın, silah satın almakta, militarizmi daha
çok geliştirmektedir.
SIPRI’nin raporu detaylı olarak silahlanmada güçler dengesini ortaya koyarken, dünyamızın barbarlığa
doğru nasıl yol aldığını da aslında göstermektedir. Bu
temelde de BM’nin “silah ticareti anlaşması”na baktığımızda, emperyalistler arası çıkar dalaşının, dünyayı yeniden paylaşmada daha çok silahlanmaya yol açtığını, açacağını; bunun da kontrollü mü kontrolsüz
mü olacağının esas mesele olmadığının altını çizmek
gerekiyor.
Emperyalist sistem varlığını koruduğu sürece silahlanmanın da savaşların da son bulmayacağının
bilincindeyiz. Bu nedenle de savaşlara da son verecek
olan, emperyalist sistemin ortadan kaldırılmasıdır.
Bunun için de proletaryanın ve ezilen halkların devrim için silahlanması gerekiyor! Evet, Lenin’in deyimiyle hayatın çelişkisi olan, ama savaşların tümüyle
sonlandırılması için zorunlu olan devrimci savaşa
gereksinim var.
Savaşsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya yaratmak
için mücadele etmekten başka alternativ yoktur!
26 Nisan 2013 ✓
✒
okur mektubu
Kuzey/Güney Kürdistan
Gezisinden İzlenimler
Y
urtdışından Kuzey Kürdistan’a giden bir de- terapi merkezlerine başvuruyor. Terapi merkezlerini
legasyon içerisinde yer aldım. Bu delegasyon Berlin’de bulunan İşkence Kurbanları Terapi Merkezi
her yıl yaptığı geziyi Mart ayına denk getirmekte ve Finanse ediyor. Terapi merkezleri dışında mobil timözellikle Kuzey Kürdistan’da, kimi kurumlerimiz var. Bize gelemeyecek olanlara mobil
larla görüşmeler yapmakta ve gezi
timlerimiz gidiyor. Bugün polis merkezizlenimlerini bir rapor haline gelerinde işkence olmadığını iddia
Terapi Merkeztirerek kamuoyuna sunmaketmiyoruz. Ama bize başvuru
lerinin
açılması
hantadır. Bu yılki geziyi farklı
yapan yok. Fakat Saddam
gi ihtiyaçtan kaynaklanıyor?
kılan gezi programına
döneminde işkence acımaGüney Kürdistan’ın da
sız ve sistematik olarak
Irak’ta yaşanan savaşın toplum
alınmasıydı.
Güney
uygulanıyordu. Terapiye
üzerinde
bıraktığı
izler
var.
Bu
savaşKürdistan’da,
Kürgelenlerin kronik hasta ölen, köyleri yakılan ve faili meçhul talıkları varsa, uzman
distan Parlamentosu
başkanvekili ve kimi cinayetlere kurban edilen binlerce insan doktorlara yönlendirikurumlarla görüşmevar. Bu insanların yaşayan yakınları yoruz. Hastalara ihtiyaler planlanmıştı. Amaç,
cı ya da ihtiyaç duyduğu
var. Kimyasal silah kurbanları var. kadar yardım ediliyor.
otonomi bölgesi hakkınGüney Kürdistan toplumunun
da, siyasal-ekonomik bilTerapi merkezimizde, aile
giler edinmekti.
terapisi
de yapılıyor. 2005’ten
büyük bölümü esasında
bu yana 12 bin hasta muayene
travma yaşıyor.
edildi ve gerekli yardımlar yapılGüney Kürdistan’dan
dı. Savaş esnasında doktorlar ülkeyi
İzlenimler
terketti. Bu yüzden bu terapi merkezlerini
kurduk. Şimdi ülkeyi terkeden doktorlar tekrar geri
İşkence Kurbanları Terapi Merkezleri
geliyor. Diğer doktorlara yönlendirilen hastaların muGüney Kürdistan’da ilk ziyaret ettiğimiz şehir ayeneleri bedava yapılıyor. Şimdiye kadar Kürt bölgeDohuk’tu. Dohuk Kürtçe kelime anlamı küçük köy sel yönetiminin açtığı rehabilitasyon merkezi yok. İlk
anlamına geliyor. Dohuk, Kuzey Kürdistan’ın Şırnak, terapi merkezi İran-Irak savaşından sonra İsveçliler
Hakkâri ve Batı Kürdistan’ın Haseki ili ile komşudur. tarafından açılmıştı. Daha sonra bu rehabilitasyon
Dohuk’ta işkence kurbanlarını tedavi eden bir merkez merkezi kapandı. Burada bulunan Suriye’li sığınmacıvar. İlk görüşmemizi Terapi Merkezi ile yaptık. İşken- lara henüz yardım edemiyoruz. Ama en kısa sürede bu
ce Kurbanları Terap Merkezi’nde bizi, Bay Youshia, sorunu da çözmek istiyoruz. Mobil elemanlarımız var.
Bay Bait, Bayan Ramzi ve Bayan Osman karşıladı. Hafta da dört gün Mobil timlerimizi sığınmacı kampıTerapi merkezi hakkında şu bilgiler verildi:
na göndermeyi planlıyoruz.”
“Biz dört arkadaş buranın çalışanlarıyız. Bu teraGüney Kürdistan’da toplam altı şehirde işkence
pi merkezi 2012’de kuruldu. Birinci terapi merkezi kurbanlarını tedavi eden merkezler var. İlk Terapi
2005’te Kerkük’te kuruldu. Altı tane terapi merkezi Merkezi, 2005’te Kerkük’te kuruldu. Daha sonra Ervar. Terapi merkezlerinin olduğu merkezler, Kerkük, bil, Chamchamal, Süleymaniye, Halepçe ve Dohuk’ta
Süleymaniye, Chamchamal, Halepçe, Erbil ve Do- Terapi Merkezleri açıldı. Terapi merkezlerinin yanı
huk. İşkenceye maruz kalanlar ve stres yaşıyanlar sıra mobil timler var. Edindiğimiz bilgiye göre, işken-
39
✒
okur mektubu
ce ve kötü muamele Güney Kürdistan’da var. Fakat
Terapi Merkezlerine, işkence ve kötü muamele vakaları ile ilgili başvuru yok. Sadece 2005’te Kerkük Terapi Merkezi’ne, Bağdat’ta işkence gördüğünü söyleyen bir kadının başvurusu var. Tecavüz dışında diğer
işkence metotlarına maruz kalan kadın iki ay sonra
terapiyi bırakıyor.
Terapi Merkezlerinin açılması hangi ihtiyaçtan kaynaklanıyor? Irak’ta yaşanan savaşın toplum üzerinde
bıraktığı izler var. Bu savaşta ölen, köyleri yakılan ve
faili meçhul cinayetlere kurban edilen binlerce insan
var. Bu insanların yaşayan yakınları var. Kimyasal
silah kurbanları var. Güney Kürdistan toplumunun
büyük bölümü esasında travma yaşıyor. Savaşın acıları canlılığını koruyor. Tabii bir de gelecek kaygısı
var. Andaki durumda Otonomi bölgesi güvenli bir
bölge ama bu durumun ne kadar süreceği belirsizliğini koruyor. Bağdat Maliki yönetimi ile sorunlar
devam ediyor. Kerkük’ün statüsü henüz belli değil.
Otonomi bölgesinda yaşayanlar, geçmişte yaşadıkları
acıların tekrar geri gelebileceği hissine kapılıyor. Bu
anlamda Terapi Merkezleri’ne ihtiyaç var.
Terapi Merkezleri, sponsorların katkıları ile çalışmalarını sürdürüyor. Berlin İşkence Kurbanları Terapi Merkezi (BZFO), Güney Kürdistan’da ki Terapi
Merkezleri’ni finanse ediyor. Avrupa Komisyonu, Alman Dışişleri Bakanlığı, Heinrich Böll Vakfı, Uluslararası Af Örgütü’de katkı sunuyor. Almanya’nın
Irak’ta yaşanan acılardan önemli oranda sorumluluğu var. Saddam’ın Kürtlere karşı kullandığı gazlar
Alman firmaları tarafında üretilmişti. Irak’ın işgal
edilmesi ve savaşın sürdürülmesinde Alman askerleri
doğrudan yer almamıştı ama silahları ile oradaydılar.
Savaşın ve kimyasal silah kullanımının sorumlularının, savaşın ve kimyasal silah mağdurlarının tedavi
edilmesine katkı sunmaları ilginçtir.
Domiz Mülteci Kampı
40
Domiz kampı, Dohuk’un güneyinde Suriyeliler için
kurulan bir çadır kent. Kampa vardığımızda peşmergeler karşılıyor bizi. Fotoğraf çekimi ve çadır kenti
dolaşmak yasak. Mültecilerin yanımıza yaklaşmalarına izin verilmiyor. Peşmergelerden kamp hakında
bilgi almaya çalışıyoruz. Kampta seksen bin Suriyeli
mülteci olduğu söyleniyor. Kampın büyük çoğunluğunu Batı Kürdistan’dan gelen Kürtler oluşturuyor. Çadır kentin nüfusu günlük olarak değişiyor.
Peşmergelerin verdiği bilgiye göre, kamp sakinleri
Irak’ın diğer bölgelerine de gidebiliyor. Kampta kal-
manın bir zorunluluğu olmadığı söyleniyor. Kampta
günlük ihtiyaçların karşılandığı ve iş bulanların ise
çalıştığı söylendi. Kampta Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği(UNHCR)‘nin de bürosu
var. Domiz mülteci kampı, Suriyeliler için ayrılmış
en büyük mülteci yerleşim birimi ve burası bir çadır
şehir haline gelmiş durumda. Kampa her gün ortalama 700-800 kişi geliyor. Gelenler Domiz kampında
mülteci olarak kalabilmek için önce kayıt yaptırıyor.
Kampın çoğu çadırlardan oluşuyor. Tek bir çadırda
kalan nufus kimi zaman 8-9 kişiye yaklaşıyor.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği
(UNHCR), 6 Mart 2013’te Cenevre’de yaptığı açıklamaya göre, mülteci Suriyeli sayısının 1 milyona
ulaştığını duyurdu. Tabii ki bu rakam günlük olarak
değişiyor. Bir milyon kişinin ülke dışında sürgünde
olduğu, daha fazlasının ülke içinde zorla yerinden
edildiği ve binlerce kişinin ise her gün sınırı geçmeye devam ettiği bilgileri yansıyor basına. Suriye’de
krizin boyutları felakete doğru sürükleniyor. Maddi
herhangi bir gücü olmayan ve aile üyelerini kaybederek ülkeyi terk eden mültecilerde gerek fiziksel gerek
ruhsal sarsıntı izleri oldukça belirginleşiyor. Genellikle Lübnan, Ürdün, Türkiye, Irak ve Mısır’a kaçan
mültecilerin yarıya yakını çocuk ve büyük bir kısmı
on bir yaşın altında. Mülteciler, insanlığın unutulduğu ve sefaletin kol gezdiği çadır kentlerde yaşamak
zorunda kalıyor.
Kürdistan Parlamentosunu Başkanvekili
Hassan Sora ile yapılan görüşme
Kürdistan Parlamentosu Başkan Vekili Dr. Hassan
Sora, makam odasının kapısında karşıladı bizi. Hassan Sora şu bilgileri aktardı.
“Kürdistan Parlamentosu’na hoş geldiniz. Ben Parlamento başkan vekiliyim. Sizin bizi ziyaret etme isteğinizi memnuniyetle karşıladık. Umarım Kürdistan’da
iyi vakit geçirirsiniz. 1991’e kadar Saddam rejiminin baskısı ve bombardımanı altında yaşadık. 1991’e
kadar Saddam rejiminin 200 binden fazla askeri
Kürdistan’da konumlanmıştı. Bombalama ve kimyasal silahlar kullanıldı. İnsanlık suçları işlendi. Kürtler
öldürüldü ve sürgün edildi. Binlerce insan kaybedildi.
Kürt çoğrafyası talan edildi. Sadece insanlar kaybedilmedi, doğamızda talan edildi. Barzani aşiretinden
binlerce insan kaybedildi. Irak kurulduğunda diktatörlükle yönetilmeye başlandı. Burada çeşitli halklar
yaşıyordu. Irak kurulurken bu halkların durumu gözönünde bulundurulmadı.1920’lerde Kürtlerin devlet
okur mektubu
madı. Kerkük, Kürtlerin kalbidir. Bir insan kalpsiz
yaşayamaz. Kürtler de Kerkük’süz yaşayamaz.
Kürdistan Parlamentosu’nun 111 üyesi var. Kürdistan Demokratik Yurtsever İttifakı 59 milletvekili ile
temsil ediliyor. (KDP ve YNK ittifakı. BN) En büyük
muhalefet Partisi Gorran (değişim) partisi’nin 25 milletvekili var. Hizmet ve Reform Listesi 13, Kürdistan
İslam Hareketi 2, Özgürlük ve Toplumsal Adalet Listesi 1, Rafidayin Listesi 2, Keldani-Suryani-Asuri İttifakı 3, Kürdistan Demokrat Türkmen Hareketi 3, Erbil
Türkmen Listesi 1 ve bağımsız bir milletvekili var. 33
kadın milletvekili var.
Daha önce sosyalist Arap sistemi vardı. Bu sistem
herşeyi kontrolü altında tutuyordu. Şimdiki sistem
eskisi gibi değil. Devletten bağımsız olarak özel sektör
gelişiyor. Toplum, eğitim, elektrik ve sağlık sisteminden
yararlanıyor. Toplum, rejimin güvencesi altındadır.
Petrol çıkarmada özel sektör önemli bir rol oynuyor.
Şimdiye kadar uygulanan sistemi bir gecede değiştirme
durumunda değiliz.
Maliki’nin yeni değişime ayak uydurması gerekiyor.
Basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğünün olması gerekir. 26 ülkenin Erbil’de büyükelçiliği var. Yüz yabancı firma Kürdistan’da faaliyet gösteriyor. Daha önce
Kürtler sığınmacı idi. Şimdi biz sığınmacıları kabul
ediyoruz. Araplar sığınmacı olarak Kürdistan’a geliyor.
İran-Irak savaşı sırasında kimyasal silahlar kullanıldı. Bunun sonucu olarak kanser vakaları arttı. Doğa
bozuldu. Bu kimyasal silahların, Alman firmaları tarafından üretildiğini biliyoruz. Biz kendimizi savunmak için silah alıyoruz. Başkalarına saldırmak için
silah almıyoruz. İnsan haklarını dikkate alıyoruz. Parolamız demokratik bir Irak’tır. Irak’ta demokratik bir
sistemin kurulması gerekiyor. Bunun için ama zaman
gerekiyor.”
Güney Kürdistan’da günlük yayın yapan onu aşkın gazete, onu aşkın da ulusal televizyon kanalı var.
Ayrıca birçok haber ajansı ile haftalık ve aylık gazete
ve dergi de yayın hayatındaki yerini almış bulunuyor. KDP ve YNK’nin 111 milletvekili var. En büyük
muhalefet ise Gorran (değişim) partisi. Muhalif olan
KNN ve NRT televizyonları var ama bunlar da Goran hareketine yakın televizyon kanalları.
✒
kurma statüsü tanınmadı. Kürtlerin devlet kurması
engellendi. Kürtler de kendi devletlerini kurmak için
mücadele etmeye başladılar. 1991’de 200 bin Irak askeri esir alındı. Suç işleyenler dışındaki askerler serbest bırakıldı. Halepçe’de uygulanan vahşeti unutmak
mümkün değil. 2003’te aktif olarak Saddam rejimine
karşı savaştık. 2003’ten sonra yeni Irak’ın şekillenmesinde önemli rol üstlendik. Irak federal bir yapıya sahip olmalı ve özgür olmalıdır. Irak anayasasının kabul
edilmesinde aktif rol oynadık ve anayasa da federal
yapı benimsendi. Irak’ın barış içerisinde yaşamasını
arzuluyoruz. Şimdiki statünün korunması için çok
dikkatli davranıyoruz. Saddam rejimi, Kürtleri ve Şiileri baskı altında tutuyordu. Saddam’ın rolünü şimdi
Maliki üstlenmiş görünüyor. Maliki’de Sunni ve Kürtleri baskı altında tutmaya çalışıyor. Yeni Irak rejimi
diktatörlük uyguluyor. Bağdat, Kürdistan’a ekonomik
ve askeri baskı uyguluyor. Irak rejimi, Irak toplumunun geleceğini tehlikeye atıyor. Tabii ki biz bu oyunları
boşa çıkarmaya çalışıyoruz. Irak’ta ırkçı ve şövenist
uygulamalar devam ediyor. Irak’ta yaşayan üç grup
(Kürt, Sunni, Şii) arasında sağlam ilişki yok. Maliki, Bağdat’ta ki Kürt diplomatlarını henüz geri göndermedi. Biz burada bir azınlık değil, halkız. Bugün
Anayasa sürekli ihlal ediliyor. Diğer gruplara baskı
yapılıyor. Böyle devam ederse, federal bir yapıya geçmek için çalışacağız. Şimdi tek obsiyonumuz diyalog.
Düşüncelerimizi bütün partilere gönderdik ve çözüm
önerilerimizi ilettik. Irak’ta söz sahibi veya aktif rol
üstlenenlerin düşünceleri önemli. Kısa bir süre önce
AB’den bir delegasyon burada idi. Onlarda eğer böyle
devam ederse, değişimin gerekli olduğunu söylediler.
Irak rejimi, daha önce köylerimize ve su kaynaklarımıza zarar verdi. Evlerini kaybedenler savaşa katıldı.
Kürdistan hükümeti, talan edilen coğrafyayı yeniden
inşa etmeye başladı. Tüm coğrafyayı yeniden inşa etmeye gücümüz yok. Irak hükümeti de yardım etmiyor.
Bir köy evinin yeniden yapılması ve ev sahibinin köye
dönmesi için yirmi bin avroya ihtiyaç var. Biz tabii ki
yeniden inşa için elimizden geleni yapıyoruz.
Büyük petrol firmaları Kürdistan’da faaliyet yürütüyor. Türkiye üzerinden Avrupa’ya petrol akışı sağlanıyor. Petrolden %70 kazanıyoruz. Kürdistan’daki
tüm firmaları denetliyoruz. Günde 200 bin varil petrol
akışı yapılıyor. 2015’te günlük bir milyon varil petrol
çıkarmayı hedefliyoruz.
Kerkük’ün statüsü daha belli değil. Kerkük’ün statüsünün belirlenmesi gerekiyor. Kerkük’te bir referandum yapılması planlanıyordu ama bu henüz yapıl-
Güney Kürdistan’da Sağlık Sistemi
Sağlık sistemi hakkında en doğru bilgiyi uzmanların
vermesi gerekiyordu. Bu yüzden Erbil’deki en büyük
hastaneyi ziyaret ettik. Hastane başhekimi Dr. Jihad
K. Lak şu bilgileri verdi:
41
✒
okur mektubu
“Bu hastane Erbil’in en büyük hastanesi. Bu hastane de bütün tedaviler yapılıyor. Hastane altı katlı bir
bina. Bu hastane de organ nakli de yapılıyor. 15 ameliyathane var. Eczane var. Ambulans hizmeti veriliyor.
120 doktor ve 300 hasta bakıcı çalışıyor. Tıp Fakültesi
öğrencileri burada staj görüyor. Çalışanların ücretleri Sağlık Bakanlığı tarafından ödeniyor. Her bölümün
şef doktorları var. Hafta da bir defa tüm bölüm şefleri
yan yana gelip, hastanenin sorunları üzerine konuşuyor. 30 sene önce bu hastane yapıldı. İki defa tamirattan geçirildi. Hergün 1500 hasta bakımı yapılıyor.
1500’den fazla memur çalışıyor. Erbil’de aile doktorları çok az. Bu yüzden hastalar buraya geliyor. Sağlık
merkezlerine hastalar gidiyor ama buraya yönlendiri-
var. Politik çalışan doktorlar yok. Daha çok mesleki
örgütler var. Sağlık çalışanları için sağlık sendikası var.
Hastanenin döner sermayesi yok. Hastane için alınacak araç-gereç için sağlık bakanlığına başvuruyoruz.
Bürokrasi ile uğraşıyoruz.”
Başhekimin belirttiği gibi hastanelerin döner sermayesi ve sağlık sigortası yok. Hastane yönetimi, hastane için yapılacak masraflar için Kürdistan Sağlık
Bakanlığı’na başvurup onay almak zorunda. Kürdistan Bölgesi Sağlık Bakanlığının verilerine göre, 20112012 yılı içerisinde sağlık için hazırlanan 28 projeye
379 milyon dolar aktarılmış. Erbil, sağlık turizmine
ev sahipliği yapıyor. Parası olan en iyi hastanelerde,
özel kliniklerde tedavi oluyor. Başhekimin verdiği
bilgiye göre, hastalar sembolik bir ücret
ödüyor. Diğer tüm masraflar Sağlık Bakanlığı tarafından karşılanıyor.
İlk Kimyasal Gazların Hedefi
Balisan
42
liyor. Ama buraya yönlendirme sisteminde yanlışlıklar
var. Bir hastanın bir günlük oda masrafı 10-15 dolar.
Acil servise gelenler para ödemiyor. Burada sağlık sigorta sistemi yok. Hastalar sembolik ücret ödüyor.
Hastaların tüm masrafları devlet tarafından ödeniyor. Bir doktor günde 60-70 hastayı muayene ediyor.
Erbil’de özel klinikler var. Sadece Erbil’de 80 tane özel
hastane var. Parası olanlar özel hastanelere gidiyor.
Irak’ın diğer şehirlerinden de buraya tedavi için geliniyor. Çünkü burası güvenli bölge. Burada yabancılar
var. Yabancılar da burada ki insanlar gibi sağlık sisteminden yararlanıyor. Kimyasal silah kurbanları var.
Bunları tedavi edecek devletin resmi merkezleri yok.
Bir uzman doktor 2500 dolar aylık alıyor. Ama uzman
olmak için on yıl eğitim alması gerekiyor. Burada ki
ameliyathaneler, özel kliniklerden daha iyi düzenlenmiş durumda. Burada değişik doktor örgütlenmeleri
Balisan, Erbil’e iki saat mesafe de yer
alan küçük bir kasaba. Baas Rejimi,
Kürtlere karşı kimyasal silahı ilk olarak
16 Nisan 1987 günü Balîsan Vadisi’nde
kullandı. Balîsan Vadisi, Irak hükümetinin yiyecek ve erzak girişine izin
vermediği yasak bölgeydi. Balisan Vadisi’ndeki ilk kimyasal saldırıda ne kadar
insanın yaşamını yitirdiği tam olarak
bilinmiyor. Ama sayıya ilişkin olarak
64 ila 142 arası değişen tahminler yapılıyor. Sayının hala tam olarak bilinememesi, belki de hiçbir zaman da bilinemeyecek olmasının nedeni saldırıdan hemen sonra, Baas Rejimi’nin
yüzlerce insanı tutuklayıp götürmesi ve bu insanlardan bir daha haber alınamamasıdır.
Balisan’da kimyasal silahlar sonucu yaşamını yitirmiş olanlar için bir anıt yapılmış. Peşmergeler,
Balisan vadisinin arkasında yer alan dağın arkasında
konumlanmışlar. Yirmi köy kimyasal silahların hedefi oluyor. Balisan vadisi kurtarılmış bir alanmış.
Bu yüzden Saddam güçleri bu bölgeyi hedef seçiyor.
2009’da Bağdat’ta Saddam’ın yargılaması sırasında,
Balisan’da kullanılan kimyasal silahlar da delil olarak
gösteriliyor. Şimdiye kadar kimyasal silah mağdurlarının zararları karşılanmamış. Balisan’da kimyasal
silah kullanıldığı belgelendiği halde, köylülere maddi
ve manevi tazminat ödenmemiş. Maliki hükümeti de
tazminat ödemeye yanaşmıyormuş. Balisan’ı ziyaret
Barış ve Demokrasi Partisi’nin Erbil’de temsilciliği
var. BDP Erbil temsilciliğinde beş görevli var. Büro
sorumlusu eski BDP Diyarbakır il başkanı Mehmet
Ali Aydın. Büro da beş kişi çalışıyor. Büroda çalışanların ortak özelliği Türkiye girişlerinin yasaklı olması. Çünkü Türkiye’de haklarında kesinleşmiş hapis
cezaları var. Güney Kürdistan’da, Türkiye’de ceza almış 500 BDP’li yaşıyor. Çoğunun aileleri Türkiye’de.
Güney Kürdistan’a gidenler, legal yollardan gitmedikleri için pasaportları yok. Zor koşullarda yaşıyorlar. Oturma müsaadesi almakta zorlukları var.
Süleymaniye Amna Suraka Müzesi
Müze 1991’de Peşmergelerin Saddam güçlerinden
ele geçirdiği ve Saddam döneminde işkence merkezi
ve hapishane olarak kullanılan bir bina. Müzeyi gezerken, müze hakkında bilgi veren rehber binanın
çok sağlam yapıldığını anlattı. Binanın dış yüzünde, kurşun, top ve roketatar izleri var. Müze de, alçıdan yapılmış falaka sahnesi, gerçek boyutta Filistin
askısına asılmış adam modeli, işkenceler sırasında
elektrik vermek için kullanılan alet, binlerce köylünün bir anda kimyasal silahlarla yok oluverdiği ‘Enfal’ kampanyasından fotoğraflar. İşkence aletleri ve
mahkûmların kaldığı hücreleri görünce etkileniyor
insan. Binanın başka bir bölümünde ise bir müze
daha var. Bu müzede; Kürt kültür mirasına ait eserler,
el yapımı geleneksel Kürt elbiseleri, halılar ve diğer
eserler sergileniyor.
16 Mart 2013 Halepçe
Halepçe katliamının 25. yıldönümünde, Halepçe’de
anma törenleri yapıldı. 16 Mart 1988’de İran-Irak
savaşı sürüyordu. Irak Kürtleri, İran ile birlikte
Saddam’a karşı savaşıyordu. 16 Mart 1988’de Celal Talabani Peşmergeleri ve İran Ordusu Halepçe’ye girer.
16 Mart sabahının ilerleyen saatlerinde Irak ordusu
karşı saldırıya geçer. Saldırı havadan ve Halepçe’nin
kuzeyindeki Seid Sadık kasabasından yapılan topçu
bombardımanıyla başlar. Halepçe’ye uçaklarla hardal
ve fosfordan oluşan kimyasal gazlar atılır. 17 Mart’a
kadar sürdürülen bombardımanda 5 bin insan yaşamını yitirir. 9 bin civarında insan da yaralanır.
okur mektubu
BDP Erbil Temsilciliği
Halepçe katliamını anma törenlerine, Saddam’ı
Saddam yapan, Saddam’a zehirli gazlar satan ülkelerin büyükelçilikleri de davet edilmişti. Halepçe
girişinden anıta kadar bir yürüyüş yapıldı. Anıtın
önünde büyük bir çadır kurulmuştu. Çadırın kurulduğu alanın girişinde aramalar yapılıyordu. İnsanlar içeri girebilmek için adeta birbirinin üzerine
çıkıyordu. Organize çok kötü planlanmıştı. Çadıra protokol kapısından girdik. Bize ayrılan yerlere
oturduk. Önümüzdeki protokol sıralarında, büyükelçiler, tanınmış şahsiyetler ve otonomi yönetiminin başbakanı Neçirvan Barzani oturuyordu. 13-16
Mart’ta Süleymaniye’de Mezopotamya 5. Tıp Kongresi toplanmıştı. Tıp kongresine katılanların hepsi
Halepçe’ye gelmişti. Halepçe’ye gelenlerin büyük bir
bölümünü yabancılar oluşturuyordu. En önde büyükelçiler ve Neçirvan Barzani oturduğu için korumalar
etten duvar örmüşlerdi. Korumalar yan taraflarda değil, korumakla yükümlü oldukları şahsiyetleri çembere almışlardı. Bu yüzden sahneyi görmek mümkün
değildi.
Toplantı saygı duruşu ile açıldı. Bir hafızın Kuran
okumasından sonra, Halepçe kaymakamı konuştu.
Kaymakam’ın konuşmasından sonra Kürt Ulusal
Marşı çalındı. Daha sonra sahneye Neçirvan Barzani çıktı. Konuşmalar hep Soranice yapıldığı için neler söylediğini anlayamadık. Barzani, konuşmasını
bitirip yerine dönmek için kürsüden ayrıldığı sırada,
hemen arkamızda oturmuş olan gençler ayağa kalkıp
slogan attılar. Gençlerin bu tepkisi üzerine, Barzani
tekrar kürsüye döndü. Gençler İngilizce hazırladıkları dovizler ile protokol sıralarına geldiler ve slogan
atmaya devam ettiler. Gençlerin Halepçe statüsünün
büyük şehir düzeyine yükseltilmesini istediğini, Neçirvan Barzani’nin de bunun mümkün olmadığını
anlattığını öğrendik. Barzani’nin konuşmasından
sonra kutlamaları organize eden komitenin başkanı,
Fransa’dan Daniele Mitterand Vakfı’ndan bir kişi ve
Hamburg’dan bir doktor konuştu. Konuşmaların ardından sahne alan müzikal bir grubun gösterisinden
sonra kutlamalar sona erdi.
✒
ettiğimiz sırada, kimyasal silah mağdurları ile konuşma imkânımız da oldu. Kimyasal silah mağdurları
için bir anıt yapılmış. Anıtın girişinde uçaklardan
atılan silahlar sergileniyor.
Kimi gözlemler:
Güney Kürdistan, erkek egemen bir toplum. Sokaklarda görülen kadınların sayısı çok az. Sokakta olan
kadınlar da kapalı. Kaldığımız otellerde bile, oda temizliğini yapan erkeklerdi. İslamcı gericiliğin sarmalında yaşayan Güney Kürdistan’lı kadınların geleceği
belirsizliklerle dolu. Erkeğin mutlak egemen olduğu,
43
✒
okur mektubu
44
kadına ve çocuklara şiddetin cezalandırılmadığı bir
bölgedir Otonomi bölgesi. Kadınlar ve çocuklar üzerinde şiddetin oldukça yaygın olduğu söyleniyor. İntihar süsü verilmiş kadın ölümleri yaşanıyor.
WADI isimli Almanya merkezli bir Sivil Toplum
Örgütü Güney Kürdistan’da, özellikle Kerkük yöresinde kadın sünnetinin yaygın olduğunu iddia ediyor. Kadın sünneti klitorisin kesilmesi yöntemidir.
Amaç, kadında cinsel zevk organı olan klitorisi tahrip ederek, kadının cinselliğini ve cinsel duygularını
engellemektir. Kadın sünneti dünyada en çok Kuzey
ve Orta Afrika, Pakistan’ın bazı bölgelerinde görülüyor. Bu uygulamanın Güney Kürdistan’daki varlığı ve yaygınlığı konusunda doğrudan bilgilenmek
mümkün olmadı.
Güney Kürdistan’da adım başı kontroller var. Her
alanda asker, polis kontrol uygulamaları var. Irak’ta
hergün bombalar patlıyor. Güney Kürdistan’ın güvenli bölge olduğu söyleniyor. Güney Kürdistan,
güvenlik önlemleri bakımından Kuzey Kürdistan’ı
solluyor. Konuştuğumuz insanlar da, bu askeri önlemlerden oldukça memnun görünüyorlar. “Çünkü”
diyorlar, “bu güvenlik önlemleri olmazsa, buralarda
da her gün bomba patlayabilir.” Nerdeyse her binanın
önünde asker, polis var.
Amerikan hayranlığı zirve yapmış. Amerika sayesinde otonomi bölgesinin kurulduğu anlatılıyor.
Amerikan askerleri yok deniliyor. Sadece askeri danışmanların olduğu söyleniyor. Güney Kürdistan,
serbest pazar bölgesi. Tüketici bir toplum, üretim
yok. Tüm mallar dışardan geliyor. Türkiye ve İran’ın
ağırlığı göze çarpıyor. Türkiye’nin en işlek kapısı
Habur sınır kapısı. Otonomi bölgesine giden TIRlar dolu gidiyor, boş dönüyor. Şehirler inşa ediliyor,
yollar yapılıyor. Her yer şantiyeyi andırıyor. Erbil
ve Süleymaniye’nin batılı kentlerden farkı yok. Petrolden çok para kazanılıyor. Kazanılan zenginlik
toplumun küçük bir bölümünün palazlanmasına
yol açıyor.
Lübnan, Türkiye, Mısır, İran, İngiltere, ABD, Yeni
Zelanda, Birleşik Arap Emirlikleri, Almanya, İsveç,
Fransa, Japonya, Çin ve Rusya gibi 20 ülkeye ait çok
sayıda uluslararası şirketin Güney Kürdistan’da yatırımları bulunuyor. Enerji sektöründe özellikle Amerika, İngiltere, Fransa ve son zamanlarda Rusya ve
Çin’in yönelimleri söz konusu. Rusya silah satışları
ve enerji konularında ilişkilerini geliştirirken, Çin
ise hem enerji hem de küresel mal ihracatını ön plana çıkartmaktadır. Mağazalarda bulunan televizyon,
bilgisayar, telefon, fotoğraf makinesi gibi elektronik
araçların çok önemli bir kesimi Çin mallarıdır. Otomobil sektörünü Toyota, Nissan gibi Japon kökenli
tekellerin elinde bulunuyor.
Güney Kürdistan ekonomisinde Türkiye’nin çok
belirgin bir ağırlığı göze çarpıyor. Gıda, tekstil, inşaat, enerji, tarım, hizmet sektörü gibi hemen her
alanda Türk ekonomisinin çok önemli bir ağırlığı
göze çarpıyor. Güney Kürdistan bölgesinde yatırım
yapan Türkiye kökenli büyük şirketlerin çok önemli bir kısmı, hükümet veya Gülen Cemaati’ne yakın
olanlardan oluşuyor. Özellikle Kuzey’den Güney’e
yönelik bavul ticareti denen ekonomik ticari ilişkiler oldukça yoğun olarak yapılmaktadır. Diyarbakır,
Muş, Van başta olmak üzere Kuzeyin Kürt illerinden
her gün yaklaşık 25 otobüs Duhok’a, Süleymaniye’ye
ve Hewler’e gidiyor. Bunların önemli bir kısmı küçük
ticari ilişikler üzerine şekilleniyor. Ayrıca İstanbulHewler arasında günde 3 uçak seferi yapılıyor.
Toplum üretmiyor ama çılgınca tüketiyor. Toplu
taşıma araçları yok. Ama Taksi bolluğu var. Çok
araba var yollarda. Arabaların çoğu lüks. Mallar
dışardan geliyor ama ucuz. Bunun nedeni de az
vergi ödenmesi. Güney Kürdistan’da küçümsenmeyecek oranda yabancılar yaşıyor. Yabancılarla birlikte nüfus beş milyonun üzerinde. Süleymaniye’de
kaldığımız otelde çalışan tek kadın Filipinli idi.
Kerkük sorunu, politik denklemde önemli bir
rol oynuyor. Kerkük’ün bir Kürt kenti olduğu ve
Kürdistan’ın sınırları içerisinde olması gerektiği aslında bilinen bir durum. Ancak bugünkü durum açısında ele alındığında Kerkük’ü önemli kılan sadece
Kürdistan’ın bir parçası olması değil, enerji yatakları bakımından çok stratejik bir konuma gelmesidir.
Kürdistan’a ait olan Kerkük ve Musul bölgesinin
önemli bir kesimini tartışmalı ve çatışmalı bir duruma getiren nokta, enerji yatakları bakımından muazzam bir değere sahip olmasıdır. Erbil ile Bağdat
arasında silahlı çatışma noktasına gelen rekabetin
bir yönü de bölgedeki enerji kaynaklarını kimin nasıl
kullanacağı ve bu kaynaklardan kimin nasıl yararlanacağı sorunudur. Kerkük ve Musul, Güney Kürdistan sınırları içerisinde yer alan iki şehir. Kürt yöneticilerinin Kerkük’süz bir Kürdistan düşünmedikleri
çok açık. Bağdat merkezli Maliki yönetimi de aynı
şekilde, Kerkük ve Musul bölgesini kendi denetimine
almak için özellikle bu iki bölgeye ait “Dicle Operasyon Gücü” adı atlında yeni bir askeri birlik oluşturdu.
2012’nin yaz aylarında, Kerkük bölgesinde Peşmerge
Ezidi Köyü
Ezidilik Ortadoğu kökenli bir dindir. Ezidilerin
çoğunluğu Kürt olup, ağırlıklı olarak Musul, Suriye,
Kuzey Kürdistan, İran, Gürcistan ve Ermenistan’da
yaşamaktadır. Toplam nüfusu bir milyon civarında
olduğu tahmin edilmektedir. Batman yakınlarında
bir Ezidi köyünü ziyaret ettik. Heyette yer alan bir
kadın arkadaş, 26 yıldır görmediği, doğduğu, büyüdüğü köyünü görmek istiyordu. Heyet üyelerinin bir
bölümü de, bu arkadaşa eşlik etmek, onun duygularını gözlemlemek ve Ezidi köyünü görmek istiyordu.
Etrafı müslüman köylerle çevrili olan köye vardığımızda, köyün harap hali dikkat çekiyordu. Kadın
arkadaş köyde dolanıp durdu. Köyün hemen arka
tarafında tepenin üstüne konumlanmış Türk askeri
var. Karşı yamaçta dağın yamacına bir Türk bayrağı
çizilmiş ve üstünde “önce vatan” yazısı var.
Köyün nüfusu 35-40 kişi. Köyde yaşayanlar tarım
ve hayvancılıkla geçiniyor. Köyde yaşayanlar, nasıl
olsa birgün buralardan gideriz düşüncesinde olduk-
Kuzey Kürdistan’da Suriyeli Mülteciler
okur mektubu
Kuzey Kürdistan’dan kimi izlenimler
ları için köye yatırım yapmıyorlar. Köyde okul yok.
Okula giden çocuklar, başka köydeki okula gidiyor.
Başka Ezidi köyleri var. Batman’daki tüm Ezidi köylerinin nüfusu 150-200 kişiyi geçmiyor.
✒
güçleriyle Bağdat güçleri karşı karşıya geldiler. Savaşmaları an meselesiydi. Uluslararası petrol tekellerinin yatırımlarının önemli bir kısmı Kerkük ve Musul
hattı üzerinde bulunuyor. Kerkük ve Musul’a egemen
olmak isteyen aktörlerin mücadelesi artarak süreceğe
benziyor. Ama Güney Kürdistan yönetimi de Kerkük/Musul için gerektiğinde savaşmayı göze almış
gibi görünüyor.
Nusaybin’in karşı tarafında Kamışlı var. Kamışlı’nın
daha önce nüfusu 65 bindi. Şimdi ise bir milyon nüfusu var. Salgın hastalıklar tehlike saçıyor. En büyük
sorun çöp sorunu. Sağlık hizmetleri ve ilaç yetersiz.
Nusaybin’e Suriye’den gelen 200 bin mülteci var. Bu
mülteciler akrabalarının yanında veya kimi ailelerin evlerinde kalıyor. Nusaybin ile Kamışlı arasında
bulunan sınır kapalı. Sivil Toplum Örgütlerinin topladığı yardımların karşıya geçirilmesine hafta da bir defa izin
veriliyor. Onun dışında sınır kapalı ve
karşıya geçiş yasak.
Türkiye Özgür Suriye Ordusu’na her
türlü desteği veriyor. Ambulanslarla
silah taşındığı yöredekiler tarafından
anlatılıyor. Ceylanpınar’ın 35 bin nüfusu var. Sekiz bin Suriye’li mülteci var.
Sınır illerinde bulunan BDP’li belediyeler, Suriyeli mültecilere gereken desteği
sağlıyor. Örneğin Ceylanpınar Belediyesi günlük bin kişiye yemek veriyor.
Ceylanpınar’a 12 km mesafede 12 bin
kişilik mülteci kampı var. Bu kampta
kalanların çoğunluğu Arap. Kürtlerin
mülteci olarak kabul edilmesinde sorunlar yaşanıyor. Burada yaşayan Araplarla, Kürtler arasında bir sorun yok. Türkiye, mültecilerin alınmasında çifte standarçı bir çizgi izliyor.
Kürt mültecilerin alınmasında zorluklar çıkarılıyor.
Ceylanpınar’ın karşısında Ra’s al-Ayn kasabası var.
Orada çatışmalar yaşandı. Özgür Suriye Ordusu’nun
yaralıları, bu tarafa getirilip tedavi edildi. Yaralı olan
Kürtlerin sınırın bu tarafına getirilmesine izin verilmedi.
İnsan Hakları İhlalleri Devam Ediyor
Kuzey Kürdistan’ın değişik şehirlerinde, belediye
başkanları, İnsan Hakları Derneği, Kadın Dernekleri
ve kimi sendikalar ile görüşmeler yaptık. Bu görüşmelerin ortak paydası, insan hakları ihlallerinin devam ettiği yönündeydi.
KKT’de insan hakları ihlalleri kapsamında en büyük sorunların yaşandığı yerlerin başında cezaevleri
45
✒
okur mektubu
46
geliyor. İşkence ve kötü muamelenin yanı sıra, sevk ve
sürgünlere kadar birçok hak gaspının yaşandığı cezaevlerinde yaşanan en büyük sorun da hasta mahpusların içinde bulunduğu durum ve AKP hükümetinin
duyarsızlığıdır. İHD uzun süredir hasta mahpuslara
ilişkin kapsamlı bir çalışma yapıyor. Diyarbakır Tabip Odası, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ve
Diyarbakır Barosu’nun da destekleriyle birçok cezaevi gezilmiş, çok sayıda hasta mahpusa ulaşılmış ve
durumları hakkında başvurular alınmıştır. Hasta
mahkûmların listesi ve hangi hastalıklara yakalandıkları ayrıntılı olarak yazılmıştır. Hapishane koşullarında yaşayan 313 hasta mahkûmun sağlıkları giderek kötüleşmektedir. İHD sadece hasta mahkûmların
tespitleri ile yetinmiyor, hasta mahkûmların serbest
bırakılması için girişimlerde de bulunuyor.
KK’da yürüyen savaşın en fazla mağduru çocuklardır.1988 yılından bu yana 569 çocuk yaşamını yitirmiştir. Çatışmalı süreç, çocuklar üzerinde psikolojik
ve fiziksel olarak büyük tahribatlar yaratmıştır. Çocukların özellikle toplumsal gösterilerde, gözaltında
ve gözaltı yerleri dışında uğradıkları şiddetin haddi
hesabı yoktur. Çatışmalı ortamın yarattığı psikolojik etki ve polis şiddetinde sınır tanımayan saldırgan
ruh hali, çocukların olağan yaşamını etkilemektedir.
Toplumsal gösterilere katıldıkları için çocukların tutuklanmaları başlı başına bir sorundur. Çocukların
yargılanma süreçleri, cezaevlerinde tutuldukları koşullar ve gördükleri muamele ise bu ülkede faşizmin
baskısının bir biçimidir. Çocukların işkence gördüğü, sokak ortasında öldürüldüğü, panzer altında
ezildiği bir ülkedir Kuzey Kürdistan. Daha kapsamlı
bilgi için İHD raporlarına bakılabilinir.
Farklı düşünen öğrenciler üzerinde polis ve idare
baskısı var. Devlet öğrencilere burs veriyor ama öteki
olanlara burs vermiyor. Barınma sorunları var. Muhalif öğrencilerin bursları kesiliyor ve yurttan atılıyorlar.
Dernekler üzerinde de baskılar var. Devletle uyumlu çalışan dernekler korunuyor. Devlete muhalif olan
dernekler üzerinde baskı mekanizması kuruluyor.
Muhalif derneklere, KCK operasyonları adı altında
operasyonlar yapılıyor.
Sağlık Emekçileri Sendikası’ından kimi arkadaşların verdiği bilgiye göre: Dinsel öğeler önplanda.
Egemen toplumun dinsel öğretisi ön plana çıkıyor.
Menzil, Gülen hareketi oldukça egemen durumdadır.
Cemaat sağlık sisteminde egemen. Türkiye genelinde cemaatlere üye olanlar yükseliyor. Süleymancılar
İçişleri Bakanlığı’nda, Menzil ve Gülen grubu polis
içerisinde egemen bir konumdadır.
Belli bir süredir bölgede olumlu bir hava var. Ama
halk temkinli yaklaşıyor. Daha önce de “barış” beklentileri oluşmuştu. Ama sonrasında operasyonlar ve
tutuklamalar devam etti. Tutuklamalar ve hukuksuzluklar devam ediyor. Hâkimler katı tutumlarını sürdürmeye devam ediyor. Kamuoyunda yeni yasaların
çıkacağı beklentisi yaratılıyor. Ama çıkan yasalarda,
siyasi mahkûmların yararlanmaması için özel hükümler konuluyor. Hâlâ insanlar gösterilere katıldığı
için ceza almaya devam ediyor. PKK gerillalarının
yurtdışına çıkacağı beklentisi var. Diğer yandan savaş uçakları bomba yağdırıyor. Kürtler, haklarının
verilmesi konusunda beklentileri var. Taraftarların
beklentileri birbirinden farklı. “Barış” umutlarının
yeşermesi bölgede bir rahatlık yaratıyor. Zor ve sıkıntılı bir süreç olduğu görülüyor. Her iki taraf açısından
çözümün istenildiği ortaya çıkıyor.
Anadilde savunma öteden beri bir sorundu. Anadilde savunma yasası çıkarıldı. Anadilde savunma
yapılıyor ama tercüman parasını ailelerin ödemesi gerekiyor. Yeni yasa, Türkçe konuşmayan veya
kendi meramını başka bir dilde ifade etmek isteyen
mahkûmlara, parasını ödemek koşulu ile isteyeceği
dilde savunma yapma hakkı tanındı. İnsanlar içerde tutuluyor, tercüman parasını ödeme imkânları
yok. Anadilde savunma yanlış algılanıyor. Anadilde
savunma, iddianamenin okunmasında ve son sözlerinin sorulmasında uygulanıyor. Yargılamanın diğer
aşamalarında ana dilde savunma yapılmıyor. Mahkemelere ana dilde yazılı savunma verilemiyor. Mahkemelerin temel aldığı sanıkların ilk verdiği ifadelerdir.
Bu ilk ifadelerde sanıkların anladıkları ve kendilerini
daha iyi ifade ettikleri bir dilde ifade vermeleri gerekiyor.
Gözaltında kayıplar ve kamu görevlilerinin karıştığı olayların soruşturmaları çok yavaş ilerliyor. İkinci bir sorun, şiddete bulaşmayan ve kimi eylemlere
katıldıkları için insanlara örgüt üyesiymiş gibi ceza
veriliyor. Aşırı cezalar veriliyor. Adil olmayan yargılamalar yapılıyor. Özellikle devlete karşı işlendiği
iddia edilen suçlarda, dosyaya gizlilik kararı konuluyor. Avukatlar, dosyaya gizlilik kararı konulduğu için
müvekkillerini savunamıyor. Adli kontrol sistemi 3.
Yargı paketi ile getirildi. Adli kontrol sistemi tüm
suçları kapsıyor. Her hafta polise gidip imza verilebilinir. Yurtdışı çıkış yasağı konulabilinir. Ama bu yasanın siyasi mahkûmlara uygulanmasında hâkimler
2012‘de Türk devleti, 21 Mart dışında kutlanması
planlanan Newroz gösterilerini yasaklamış ve Newroz kutlamalarına saldırarak, orantısız güç kullanmıştı. 2013’de ise, İmralı ile yürütülen görüşmeler
sonrasında BDP Newroz programını açıklayarak, Diyarbakır dışında Newroz kutlamalarının 21 Mart’tan
önce yapılmasını karara bağlamıştı. Türk devleti, bu
yıl 21 Mart öncesi kutlanan Newroz gösterilerine
müdahale etmedi. Newroz kutlamaları barışçıl bir
ortamda kutlandı. Öcalan’ın yapacağı „tarihi çağrı“
dikkate alınarak, tüm gözler Diyarbakır’da kutlanacak Newroz kutlamalarına çevrilmişti.
21 Mart günü Diyarbakır’ın yanı sıra Kuzey
Kürdistan’ın diğer illerinden gelen binlerce kişi sabahın erken saatlerinden itibaren alanı doldurmaya
başladı. Bağlar semtindeki Newroz alanı günler öncesinden kutlama için hazırlanmıştı. Kürtçe şarkı ve
türkülerin çalındığı alan saatler ilerledikçe dolmaya
başladı. Alanda tam bir şenlik havası esiyordu. Yurtdışından küçümsenmeyecek oranda delegasyonlar
gelmişti. „Özel“ olarak davet edilen, gazeteciler, uluslararası delagasyonlar ve tanınmış kişiler için protokol tribünü hazırlanmıştı.
Diyarbakır’dan, çevre il ve ilçelerden gelenler
Newroz alanına akın ediyordu. Diyarbakır Emniyet
Müdürlüğü, kutlamaların yapılacağı alana çıkan tüm
yolları üç kilometre kala araç trafiğine kapatmıştı.
Araçlarla belli noktalara kadar gidenler, araçlardan
indikten sonra yürüyerek alana varıyordu. Belediye
otobüsleri de Newroz alanına gidenleri ücretsiz olarak taşıyordu. Polis helikopterleri, Newroz alanını
havadan kontrol ediyordu. Savaş uçakları, Newroz
alanında toplananlara gözdağı verircesine peş peşe
havalanıyordu. Ama Newroz alanının girişinde polis
kontrolü yoktu. Üniformalı polis ve asker ortalıkta
görünmüyordu.
Newroz alanına her yönden insanlar akıyordu. Barışa duyulan özlem insanların yüz ifadelerinde yankısını buluyordu. Kürtler on binlerce evladını kaybetti, milyonlarcası yerinden yurdundan edildi. Akıl
almaz işkencelere maruz kaldı. Kürt halkının onuru
ve gururu ile oynandı, ihanetler gördü, zalimin zulmünü iliklerinde hissetti. Ama dik durdu, zulme boyun eğmedi, onurunu, haysiyetini korudu. Evlatlarının cenazelerine sahip çıktı. İnkâr politikasını çöpe
atıp, varlığını dosta düşmana kanıtladı. Kürt halkını
okur mektubu
21 Mart Diyarbakır Newroz’u
yok sayan, asimilasyon ve çeşitli fiziki yöntemlerle
ortadan kaldırmaya çalışan politikası iflas etti. Devlet
zorbalaştıkça kendi karşıtını da yarattı. Egemen sınıflar, Diyarbakır zindanlarında uygulanan vahşetin
PKK’yi yarattığını kabul etme noktasına geldiler. Bu
nedenle Kürt halkı, devlete karşı örgüt, devletin ordusuna karşı gerilla, polisine karşı taş atan çocuklar
üretti. 2013’te yeşeren barış umutları, artık cenazelerin değil dağdakilerin sağ geleceğine dair umutları
artırdı. Diyarbakır Newroz’una katılan yüz binlerin
barışı haykırması ve hiçbir engelle karşılaşmadan
bayramlarını şenlik havasında kutlaması, geleceğe
dair umutların yeşermesine yol açıyordu.
Abdulah Öcalan’ın mesajının Kürtçesini Pervin
Buldan, Türkçesini ise Sırrı Süreyya Önder okudu.
Pervin Buldan, Öcalan’ın açıklamasını okurken alanda coşku yoktu. Buldan’ın Kürtçesinin kötü olduğu
yorumları yapıldı. Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın
mesajını okuduğu sırada, alandaki coşku zirve yaptı. Öcalan mesajında, „Sömürü rejimleri, baskıcı ve
inkarcı anlayışlar artık miadını doldur“duğunu, „Ortadoğu ve Orta Asya halklarının artık uyan“dığını,
aslına döndüğünü ve birbirlerine karşı kışkırtıcı ve
köreltici savaşlara ve çatışmalara dur“ dediğini açıklıyordu. Öcalan’ın açıklamasının en önemli vurgusu,
“Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset
sürecine kapı açılıyor” demesi idi. Öcalan’a göre;
„Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor“du. “Artık silahlar
sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun!” noktasına
gelindiğini belirten Öcalan „Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelin“diğini
açıklıyordu. Öcalan, açıklamasının devamında „Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite“
modelinin esas alınması gerektiğini, „Demokratik
Modernite Sistemi’nde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağır“dığını belirtiyordu. Devamla,
„Herkesin özgürce ve kardeşçe bir arada yaşayacağı
yeni bir model arayışı, ekmek ve su kadar nesnel bir
ihtiyaç haline gel“diğini söylüyordu Öcalan. „Misak-i
Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye
ve Irak Arap Cumhuriyeti’nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkûm edilen Kürtleri,
Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir “Milli Dayanışma ve Barış Konferansı” temelinde kendi
gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağır“dığını belirten Öcalan, „Hz. Musa, Hz.
İsa ve Hz. Muhammed’in mesajlarındaki hakikat-
✒
eski alışkanlıklarını sürdürüyor.
47
✒
okur mektubu
48
ler, bugün yeni müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu
kaybettiklerini geri kazanmaya çalışıyor“ diyordu.
Onlarca televizyonun canlı yayınla verdiği mesajın
okunmasının ardından DTK Eş Başkanları Ahmet
Türk, Aysel Tuğluk, BDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak ve Halkların Demokratik Kongresi adına BDP Mersin Milletvekilli
Ertuğrul Kürkçü’nün yaptığı konuşmaların ardından
miting Koma Çiya’nın sahne alması ile devam etti.
Mesajların okunmasının ardından sanatçı Çopi sahne
aldı. Daha sonra Federal Kürdistan Bölgesi’nden gelen şair Mehmed Emin Pençêwî sahneye çıkarak şiirlerini okudu. Ardından yabancı sanatçılar ve Silbus û
Tari’nin sahne almasıyla beraber kitle halaya durdu.
Newroz kutlaması çekilen halayların ardından sona
ererken, kitle alandan Abdullah Öcalan lehine attığı
sloganlar eşliğinde uzun kortejler halinde yürüyüşe
geçerek ayrıldı.
Ö c a l a n’ı n
Diyarbakır’da
okunan çağrısını, AKP
hükümeti
olumlu olarak karşıladı.
Türk başbakanı Erdoğan,
Newroz kutla m a la r ı nd a
Türk bayrağının olmamasını eleştirdi.
Ardından
bayrak
tartışması
yür ütülmeye
başlandı. Şimdi PKK gerillalarının Kuzey Kürdistan’ı ne zaman
terkedeceği ve çekilmenin nasıl olabileceği üzerine
tartışılıyor. Deyim yerinde ise her kafadan bir ses
çıkıyor. BDP, geri çekilmenin yasal güvenceye kavuşturulması için Türk meclisinin yasalar çıkarmasını istiyor. AKP hükümeti, hükümetin teminatlarının yeterli olduğunu açıklıyor. Kimilerine göre geri
çekilme, 2013 sonuna kadar, kimilerine göre ise de
Ağustos ayına kadar geri çekilmenin tamamlanacağı
söylüyor. Bu arada PKK, Öcalan’ın açıklamalarının
ertesinde ateşkes/eylemsizlik ilan etti. AKP, TBMM
Başkanlığı’na çözüm sürecine dair Meclis Araştırma
Komisyonu kurulması için başvuru yaptı. CHP ve
MHP, önerilen Araştırma Komisyonuna üye vermeyeceklerini açıkladılar. Barış sürecini anlatmak için
Akil İnsanlar Heyeti oluşturuldu.
Düşünceme göre Öcalan, yaptığı çağrıda gerçekleşmesi mümkün olmayan ve gerçekleşecekmiş gibi algılanabilecek açıklamalar yapıyor. Sömürünün egemen
olduğu bir dünyada yaşıyoruz. “Sömürücü rejimler”
varlıklarını sürdürmeye devam ediyor. Yeni bir dönemin başladığı iddia ediliyor. Kapitalist moderniteye
karşı, demokratik modernite kimi söylemlerle hayata
geçemiyor. “Herkesin özgürce ve kardeşçe bir arada
yaşayacağı yeni bir model”den bahsediliyor. Bu istek
kulağa hoş gelen ve doğru olan bir taleptir. Ama ne
yazık ki, sömürü sistemin egemenliğini sürdürdüğü
bir ortamda bu talebin gerçekleşmesi zor görünüyor.
Savaşın sonlanması, Kürt sorununun gerçek anlamda çözüldüğü anlamına gelmiyor. Bu geçici bir
ç ö z ü m d ü r.
Silahlar ın
susması,
yürüyen savaşın
sonlandırılması
ol u m l u d u r.
Barış, Kürt
halkının yüreğinde hissettiği derin
bir özlemdir.
Bu savaşın
sonlandırılması sadece
Kürtlerin
değil, ülkelerimizde yaşayan bütün
halkların, işçilerin, emekçilerin lehinedir. Kürt halkının öncü güçlerinin reformizm uğruna mücadele
için ille de silahlı mücadeleye başvurmaları gerekli
değildir. Reformlar uğruna mücadele, barışçıl yöntemlerle de sürdürülebilinir. Bu anlamda silahların
susması, halklar arasındaki düşmanlıkları geriletir.
Ülkelerimizdeki demokrasi alanı daha da genişler.
İşte bu yüzden savaşın sonlandırılmasının desteklenmesi gerekiyor.
14.04.2013
Bir YDİ Çağrı okuru ✓
TKİP her alanda devrime mi hazırlanıyor?
TKİP, IV. Kongre bildirisi “Her alanda devrime hazırlanıyoruz!” başlığını taşıyor. TKİP son yıllarda yeni bir “tarihsel döneme” girildiğini yazıp, çiziyor. Kongre belgelerinde
de bu “yeni tarihsel dönem” tespiti belirleyici bir rol oynuyor. TKİP’in bu konudaki görüşlerini bütünsellik içinde
aktarmak istiyoruz. Şöyle yazıyorlar:
“Eğer siz dünyada olayların akışını belli bir biçimde görüyorsanız, yani bunalımlardan, savaşlardan,
giderek de bunların kaçınılmaz bir biçimde zorlayacağı, olgunlaştıracağı devrimlerden sözediyorsanız,
dahası şimdiden zaten proleter kitle hareketlerinin ve
halk isyanlarının yeni bir döneminin başladığını da
söylüyorsanız, tüm öteki sorunları buna göre ele alır,
hazırlığınızı da buna göre yaparsınız. Örneğin bu
durumda Türkiye toplumuna hiç de AKP’nin güncel
oy oranı üzerinden bakmazsınız. Dünyada olayların
genel seyri bir yere doğru akıyorken, Türkiye’nin bu
genel gelişmenin dışında kalamayacağını bilirsiniz.
Hele de Türkiye dünya olaylarının kritik bir düğüm
noktasını oluşturan Ortadoğu’da bir ülkeyse ve kurulu düzen bu bölgede emperyalizmin baş taşeronu
olarak iş görüyorsa. Kritik bir bölgedeki kritik bir
ülkenin iç siyasal durumu da bu genel gelişmelerin
sarsıntısı dışında kalamaz, siz bunu bilir, bunu gözetirsiniz. Ekonomik durumun ani bir ağırlaşmasının ya da örneğin emperyalizmin hizmetinde bölge
ülkelerinden biriyle gerici bir savaşın, bir anda Türkiye’deki bütün dengeleri temelden sarsacağını, kısa
sürede herşeyin bütün bir çehresinin değişeceğini,
ortaya bambaşka bir yeni durum çıkacağını düşünür,
bunu gözetirsiniz.” (Ekim, sayı 282, sf. 6)
“İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve
savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran
yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir...” (Ekim, sayı 260, Kasım 2009, sf.
1, TKİP III. Kongresi Bildirisi).
“Yeni tarihsel dönem işin özünde bugünün dünyasında olayların genel akışının tahlili ve ifadelendirilmesidir. Dikkat ediniz, yeni bir tarihsel dönemi biz,
tüm dünyayı saran ekonomik krizle, ya da Tunus, Mısır, Yunanistan, ABD, İspanya vb. ülkelerdeki sosyal
mücadelelerle, ya da emperyalist dünyada kızışan nüfuz mücadeleleriyle, bunun açığa çıkadığı hegemonya kriziyle, emperyalist saldırganlık ve savaşlardaki
hissedilir artışla, tüm bu meselelerle bağlantılı olarak
ele alıyoruz. Bunlarsa bugünün dünyasında olayların
genel akışının somut görünümlerinden, sistemin temel çelişkilerinin somut seyrinden başka bir anlama
gelmiyorlar. Yeni tarihsel dönem tahlili ve tanımı,
bütün bir süreci genellemesi anlamında soyut, ama
akmakta olan sürecin canlı verilerine dayanması anlamında da aynı ölçüde güncel ve somuttur.“ (Ekim,
sayı, 284 sf. 5-6)
„Yeni tarihsel dönem değerlendirmesinden çıkan
en temel sonuç, devrimler döneminin yakınlaşmakta
olduğudur. Devrimci parti için bundan çıkan en temel görevse, yakınlaşmakta olan devrimler dönemine sıkı bir hazırlıktır. „ (Ekim, sayı, 284 sf. 5-6)
Söylenenler net: „Yeni bir tarihi dönem“ söz konusu. „Yeni bir devrimler dönemi“ yaklaşıyor. Görev
tam da bu yüzden „Yakınlaşmakta olan devrimler
dönemine sıkı bir hazırlık“.
İşte küçük burjuvazinin sınıf tavrının sözcülüğünü
yapan bütün devrimci oportunistlerin devrime hazırlık konusuna yaklaşımının tipik bir örneği : Bütün
devrimci oportunistler açısından devrimci faaliyetin,
devrime hazırlanmanın gerekçesi, devrimin bugünyarın kapıda olmasıdır. Kimi bunu Leninist Devrimci
Durum öğretisini çarpıtıp, „sürekli devrimci durum“
yaratarak yapar ; kimi gerçeklere gözlerini kapayıp,
her reform mücadeesini, her ekonomik mücadeleyi
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
E
kim 2012’de yapılan bir açıklama ile TKİP’in IV.
Kongresi’nin yapıldığı kamuoyuna duyuruldu.
Üç hafta sürdüğü açıklanan Kongre’de, “partinin
gündemindeki tüm temel ideolojik, politik ve örgütsel” sorunların ele alındığı bilgisi verilmektedir. (
Ekim, sayı 283 sf.1) TKİP’in tüzüğüne göre, olağan
Kongre iki yılda bir toplanmaktadır. Ancak MK’nın
Kongre’yi bir yıl erteleme yetkisi vardır. III. Kongre 2009’da yapılmış olduğuna göre IV. Kongre için
TKİP MK’sının yetkisini kullanarak Kongre’yi bir yıl
ertelediği anlaşılmaktadır. Bu yazımızda TKİP IV.
Kongresi’nin kimi değerlendirmelerine eleştirel notlar düşmek istiyoruz.
✒
TKİP IV. Kongresi Üzerine Notlar
49
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
50
„devrimin habercisi“ , devrimci eylem, ayaklanma vs.
ilan ederek yapar, mücadelelerin durumunu olağanüstü abartır ; kimi kendi küçük örgütünün eylemini ajitasyon adına abartarak „halkın eylemi“ yerine
geçirir. Böylece kendi kendine, kadrolara gaz verilir!
Niyet iyidir: Devrimci faaliyet, devrime hazırlık, devrimci mücadele. Fakat yaklaşım devrimci faaliyetin
devrimci durumun varlığı/yokluğuna bağlı olarak
ele alınmasının yanlışlığını kavramayan, devrimci
durum olsun, olmasın devrimci faaliyetin,- TKİP in
sözleriyle konuşursak „Devrime hazırlığın“-sürekli
bir faaliyet olduğunu kavramayan bir yaklaşımdır.
Bu yaklaşımla kazanılıp,devrimci mücadeleye katılanlar, bir süre sonra –kapıda olduğu söylenen devrim gelmediğinde- yorulur,yolda kalırlar. Devrimin
gelmediğini görenler, ya açık reformist kulvara girip,
„liberal ‚yorgun’demokratlara evrilir. “ Ya da bir türlü
devrimi yapmayan halka devrimin onun adına nasıl
yapılacağını göstermek için „fedai eylemleri“ dedikleri eylemlere girişirler vb. halksız, halk adına devrim
girişimleri önce trajedi sonra komedi haline dönüşür!
TKİP bu „yeni dönem“i gerekçelendirirken, KK/T
‚in bu şablona pek uymadığını da görüyor. Ama
devrime hazırlık, devrimci faaliyet „devrimler dönemi“ ni gerektirdiği temel yaklaşımına sahip olduğu
için, andaki somut durum onu fazla ilgilendirmiyor.
Eğer gerçek teorinize uymuyorsa, o zaman o gerçeği
dikkate almasanız da olur. Ne de olsa yarın ne olacağı belli değildir. Örneğin Türkiye savaşa girebilir.
O zaman dengeler altüst olabilir filan ! TKİP böyle
gerekçelendiriyor „devrime hazırlık“ görevini. Aslında devrimci faaliyet için, Komünizm adına konuşan
devrimci bir örgüt için böyle „teorik!“ atraksiyonlara
hiç gerek yoktur. Çünkü Devrime hazırlık için „devrim dönemi“ gerekli değildir.
Bugün KK/T de gerçek durum nedir? Bugün işçi
sınıfının öncü kesimini bağrında toplamış, sınıfa
gerçek anlamda önderlik edecek güçte bir komünist
partisi yoktur. Var olan gerçek komünist Örgütün de.
Komünizm adına işçi sınıfı içinde çalışan oportunist
örgütlerin de işçi hareketi içindeki gücü gayet sınırlıdır. Bugünün işçi sınıfı hareketi ile, komünist hareket ne yazık ki ayrı kulvarlarda yürümektedir. İşçi
sınıfının büyük çoğunluğu sağcı, tutucu görüşlerin
etkisi altındadır. İşçi sınıfının örgütlenme seviyesi ve
siyasi bilinci oldukça geridir. İşçi sınıfı hareketinin
bugünkü temel talepleri ekonomik taleplerdir. Bugünkü işçi hareketi kural olarak, „ücret köleliği sistemini“ sorgulamayan bir hareket konumundadır. Dü-
zen içi ve reformcu niteliktedir. Sistemin temellerine
yönelmeyen, işçi hareketinin boyutları ne kadar büyük olursa olsun düzen açısından bir tehlike oluşturmamaktadır. İşçi sınıfına sosyalist bilincin taşınması
komünistlerin görevidir. Komünistler bugün işletme
hücreleri temelinde sınıf partisini inşa ve komünist
örgütü yaratma görevine sahiptirler.
Komünistler çalışmalarının her evresinde devrim
için yapılması gereken çalışma ne ise ona ağırlık verirler. İşçi sınıfı kazanılmadan, gerçek anlamda işletme hücreleri temelinde komünist bir örgüt yaratılmadan, işçi sınıfı önderliğinde bir devrim hayaldir.
Diyelim ki, TKİP’in öngörüsü gerçek haline geldi!
Türkiye, komşularından biriyle savaşa girdi! Bu savaş ertesinde, ülkede dengeler sarsıldı ve bozuldu!
Eğer siz işçi sınıfı içerisinde komünist bir örgüt yaratamamışsanız, işçi sınıfının önemli bir bölümünü
kazanamamışsanız, dengeler değişse bile kazanan siz
olamazsınız. Devrimler döneminin yakınlaşmakta
olduğuna ilişkin verilen örnekler aslında tam da temel eksikliğin ne olduğunu ortaya koyuyor. Komünist örgütlenme ve önderliğin yokluğu. Komünist
hareketin olağanüstü güçsüzlüğü sonucu, emperyalistler ve onların işbirlikçileri, halkların kendiliğinden ayaklandığı, mevcut rejimlere artık yeter dediği
devrim hareketleri içinde büyük manevra alanlarına
sahipler. Diktatörler devriliyor ama yerine yenileri
geliyor.
TKİP Marksist kriz teorisini savunmuyor:
Nedir Marksist kriz teorisi? Marksist Kriz Teorisi, ka-
pitalist üretimin devrevi ve anarşik karakteri sonucu
olarak, kapitalist ülkelerde belirli aralıklarla ortaya
çıkan (devrevi) ekonomik krizlerin varlığını tespit
eder. Kapitalist ekonominin gelişme yasalarını ortaya
çıkaran marksist teori, krizlerin kapitalist sistemin
bir kazası vb. olmayıp sistemin ayrılmaz yol arkadaşları olduğunu ortaya koyar. Marksist Kriz Teorisi
krizden oncelikle devrevi krizleri anlar. Devrevi krizler esas olarak aşırı üretim krizleridir.
Ekonomik kriz kapitalizmin ayrılmaz yol arkadaşıdır. Kapitalizm krizsiz olmaz. Krizin kapitalizmin
yol arkadaşı olması, onun bütün ülkelerde eşzamanlı
olması veya sürekli kriz içinde bulunduğu anlamına
gelmez.
Tekelci evresinde kapitalizm, tekel öncesi dönemdeki ilerici/devrimci rolünü bütünüyle kaybetti. Bütün
çizgi boyunca gericilik haline geldi. Kapitalist üretim
sistemi dünya çapında üretici güçlerin gelişmesinin
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Avrupa’da bir dizsi Halk demokrasisi devletinin kurulması ile emperyalist dünya pazarı daraldı. İki ayrı
dünya çıktı ortaya. Bu anlamda birinci ve ikinci genel buhran döneminden söz etmenin maddi temeli ve
gerekçesi vardı. Peki üçüncü, dördüncü vs. ci “genel
bunalım” dan söz etmenin maddi temeli ne? İstekten
gayrı? Bugün ne yazık ki emperyalizm için sosyalist/
demokratik iktidarlar yok, bu anlamda “bölünmemiş” bir dünya pazarı var emperyalistler için. Bölünmüşlük, öncelikle emperyalist büyük güçler arasında
yürüyen “dünya hegemonyası dalaşı” sayesinde, emperyalistler arasındaki bölünmüşlük. Birinci dünya
savaşı öncesine benzer bir durum. Önemli bir fark
var : Sosyalizm/komünizm işçi sınıfı ve emekçi yığınlar arasında o dönemdeki çekiciliğe sahip değil. Revizyonizmin sosyalizm adına yaptıkları sosyalizme/
komünizme ağır darbe vurdu.
✒
gaz pedalı olmaktan çıkıp, freni haline geldi. Üretici
güçlerin frensiz gelişmesinin yolunu açacak tek şey
kapitalizmin egemenliğine son verecek olan proleter
dünya devrimidir; işçi sınıfı önderliğinde devrimlerdir. Bu anlamda, yalnızca bu anlamda “emperyalizm,
genel buhran içindeki kapitalizm”dir. Yani kapitalizmin genel buhranı’ndan ancak, emperyalizmin çürüyen, asalak, can çekişen kapitalizm olması, üretici
güçlerin engellenmeksizin gelişmesinin tek yolunun
emperyalizmin proleter dünya devrimiyle parçalanması gerektiği anlamında söz edilebilinir.
Marksist kriz teorisi bunun dışında bir de dünyanın iki kampa bölünmüş olması, emperyalist dünya
pazarının, sosyalist ve halk demokrasisi devletlerin
ortaya çıkması ile daralmış olması anlamında „genel buhran“ dan söz eder. Bugün dünyanın iki kampa ayrılmış olması anlamında bir genel buhran söz
konusu değildir. Bütün oportunist akımlar için ama
tipik olan, ekonomik kriz bağlamında somut andaki devrevi kriz durumunu konuşmak yerine „genel
buhran“ın bilmem kaçıncı evresinden söz etmek, gerçeği yanlış teoriye uydurmaya çalışmaktır. Bu sürekli
„genel buhran“ da tabii yine „devrime hazırlık“ ın gerekçelendirilmesinde kullanılıyor. Yine niyet iyi, ama
sonuç hem gerçeklerin hem de gerçeklerin ML çözümlenmesine dayanan ML biliminin çarpıtılması.
TKİP şöyle yazıyor: “İnsanlık yeni bir bunalımlar,
savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı
sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler
döneminin de dolaysız bir habercisidir.“ (TKİP III.
Kongre bildirisi, Ekim, sayı 260)
Ne oluyor? Emperyalizmin içinde yeni tarihsel bir
dönem mi var? Emperyalizmin temel özellikleri mi
değişti?
TKİP teorisyeni H. Fırat dünya ölçüsünde, bunalımları belli dönemlere ayırıyor. Birinci dönem
1890’lardan 1920’lere uzanan yaklaşık otuz yıllık dönem. İkinci dönem, 1920-1945 arası dönem. Üçüncü
dönem 1945-1975. Ve dördüncü dönem 1975’ten günümüze kadar olan dönem. (bkz. Ekim, sayı 282 Haziran 2012, sf. 3)
Birinci Bunalım Dönemi, İkinci Bunalım Dönemi,
Üçüncü Bunalım Dönemi, Dördüncü Bunalım Dönemi vb. teoriler, Marksist kriz teorisini kavramayan
yanlış teorilerdir. Aslında birinci ve ikinci dünya savaşı döneminden sonra, birincisinden sonra SB nin
kuruluşu ile, ikincisinden sonra ise ÇinHC’in, Doğu
Emperyalizmde öze ait değişiklikler mi
var?
Sorunları yalnızca görüntüler düzeyinde ele alanlar
için gerçekten de emperyalizm evet özsel olarak da
değişmiştir! Görüntülerin altına bakıldığında ortaya
çıkan gerçek, emperyalizmdeki değişikliklerin öze ait
olmadığıdır. Bugün ileri kapitalist ülkelerde finans
kapitalin ve finans kapitale sahip küçük bir azınlık
olan finans oligarşisinin “mutlak egemenliği”nin sürdüğü tartışma götürmez bir gerçektir. Fakat bu bugüne ait “yeni” bir özellik değil! Emperyalizm en başından itibaren “finans kapital” egemenliği idi.
Kapitalizm dün olduğu gibi bugün de sıçramalı,
dengesiz gelişme yasası temelinde hükmünü sürdürüyor. Emperyalizm var olduğu sürece, emperyalist
savaşların kaçınılmaz olduğu olgusunun derin ekonomik nedeni budur. Emperyalizmi emperyalizm
yapan ve onu “proleter devrimin arifesi” haline getiren öz, emperyalizm var olduğu sürece değişmeden
kalacaktır.
Emperyalizm ezilen ulusların kendi kaderini tayin
(ayrılma) hakkını bir yandan ayaklar altında çiğnemekte; diğer yandan fakat işine yaradığını düşündüğü kimi durumlarda da “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı savunma adına şovenizmi kışkırtmakta,
ulusları birbirine karşı kışkırtmaktadır. “Demokrasi” “İnsan hakları” “Özgürlük” vs. savunusu adına
emperyalist müdaheleler, dün olduğu gibi bugün de
gündemdedir.
Emperyalizm, kapitalizmin bütün iç çelişmelerini
en uç noktasına kadar yoğunlaştırıyor. Emperyalist
51
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
52
kapitalist ülkelerde işçi sınıfı ile burjuvazi / emekle
sermaye arasındaki çelişme, sömürünün yoğunlaştırılması, işçilerin emekçilerin kazanılmış haklarının
birer birer ellerinden alınması ile sertleşiyor. Bu çelişme aslında sosyalist devrimlerle çözülmeyi bekleyen
bir çelişme.
Emperyalizm ile ezilen halklar/ uluslar arasındaki çelişmeler yoğunlaşıyor ve bu kendini halkların
emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı gelişen
antiemperyalist hareketinde gösteriyor. Bugün emperyalizme bağımlı ülkelerde mücadeleler, emperyalist metropollerdeki mücadelelere göre daha yoğun ve
kitlesel. Bu çelişme işçi sınıfı önderliğinde sosyalist
devrimlerin yolunu açacak antiemperyalist, demokratik devrimlerle çözülmeyi bekliyor.
Bunun yanında emperyalistlerin dünya hegemonyası için yürüttükleri dalaşta, emperyalist devlet ve
tekellerin kendi aralarındaki çelişmeler var. Bütün
barış yalanlarına rağmen, bu çelişmeler de güç dengelerinin değişmesine paralel olarak keskinleşiyor. Bu
çelişmeler yürüyen bir dizi gerici emperyalist savaşın
kaynağı ve dünyayı yeni bir dünya savaşına taşıma
tehlikesini içinde barındırıyor.
Aslında bütün bu çelişmelerin yoğunlaşması, keskinleşmesi bütün dünya emekçilerine, işçilerine
ayaklanma ve devrim çağrısı. İşçi sınıfı önderliğinde
devrimler için objektif temel her zamankinden daha
olgun. Aynı şekilde işçi sınıfı önderlmiğinde devrimler ertesinde kurulacak sosyalist iktidarlar altında
sosyalizmi inşa için işçi sınıfı önderliğinde halk demokratik diktatörlükleri altında sosyalizme gidecek
yolu temizlemek için objektif şartlar her zamankinden daha uygun. Fakat objektif şartların varlığı ve
uygunluğu ne yazık ki, işçi sınıfı önderliğinde devrim
için yetmiyor! Halklar en son “Arap Baharı” adı verilen süreçte, bıçağın kemiğe dayandığı yerde kendiliğinden ayaklanıyor. Var olan diktatörlükleri yıkıyor.
Devrim yapıyor. Fakat bu devrimler yarım kalıyor.
İşçi sınfının önderliğinin yokluğu şartlarında, siyasi
devrimler burjuvazinin bir kesiminin iktidarı yerine
bir başka kesiminin iktidarı ile sonuçlanıyor. Sorun
da burada: Objektif şartların çok uygun olmasına
rağmen, komünist hareket en zayıf dönemlerinden
birini yaşıyor. Devrimlere önderlik edemiyor. Görev
komünistler açısından bu eksikliği tespit etmek ve
bunu ortadan kaldırmaya yönelmektir.
Tunus ve Mısır’da yaşanan gelişmeler„devrimler
döneminin yakınlaşmakta olduğu”nu mu gösteriyor?
TKİP “yeni tarihsel dönem”e örnek olarak, Tu-
nus ve Mısır’da gelişen halk ayaklanmalarını örnek
olarak veriyor. Tunus ve Mısır’da gelişen halk ayaklanmalarının, emperyalistleri ve onların uşaklarını
şaşkınlığa uğrattığı bir olgudur. Tunus ve Mısır’da
halklar ayaklandı, 40 yıllık diktatörler devrildi. Ama
işçiler ve emekçiler kendi iktidarlarını kuramadılar.
Sorun emekçi kitlelerin örgütsüz olması ve devrimci
komünist bir önderliğin olmamasıdır. Evet devrim
işçi sınıfının, emekçilerin yapacağı iştir, başkasından
beklenilmemelidir. Devrim bir öncü örgütün işi değil, kitlelerin işidir. Fakat devrimin başarısı, burjuvazinin bir kesiminin yerine bir başka kesiminin iktidarının kaldıracı olmaması için, öncünün faaliyeti
belirleyici önemdedir.
“Arap Baharı” bütün dünyada emekçiler, halklar
açısından cesaret ve umut verici bir rol oynadı. Bir
dizi ülkede kitle hareketleri Arap Baharına atıflarda
bulundu. Örneğin İspanya’da krizin yükünün emekçilerin sırtına yüklenmesine karşı başkentin en büyük meydanını günlerce işgal eden eylemciler, meydana “Tahrir Meydanı” ismini verdiler. Emperyalist
ülkelerde, kamusal alan işgallerine atıfta bulunan bir
“işgal et” hareketi gelişti. Hareket önce ABD’de New
York Borsasının bulunduğu cadde olan “Wall Streeti
İşgal Et!” şiarı ile başladı. Bu hareket emperyalist ülkelerde de sessizliği bozan, toplumda bir tartışma ve
hareketlenmeyi körükleyen bir hareket olarak olumlu
rol oynadı.
Yukarda sıralamaya çalıştığımız olgular aslında bir
gerçeğin altını çiziyor. Sosyalizm ile işçi-emekçi hareketi ayrı kulvarda yürüyor. Sonuç: Gelişen kimi hareketler kapitalizmin temellerine yönelmeyen savunma
eylemleridir. Kitlesel işçi hareketi kural olarak, hem
emperyalist metropollerde hem de ezilen ülkelerde
reformizmin ve sarı sendikaların kontrolü altında.
Burjuvazi kural olarak, bu mücadelelerin gerçek sınıf mücadelesine, yani sınıfa karşı sınıf mücadelesine
gelişmesini engellemeyi başarmaktadır. İşçilerin mücadeleleri, kimi burjuva partileri tarafından iktidar
mücadelesinin bir aracı olarak kullanılmaktadır.
TKİP ile ayrılığımız bu gerçeklerin tespitinde başlıyor? TKİP, subjektif tahliler yapıyor, kendi isteklerini, düşüncelerini kitlelerin de isteği ve düşüncesiymiş
gibi gösteriyor! Örnek olarak gösterilen olaylar ve eylemlerden yola çıkılarak „yeni bir devrimler dönemi“
yaratılıyor. Aslında ortada yeni bir devrimler dönemi
yok. Bir zamanlar sosyalist ve halk demokrasisi ülkelerinde Revizyonizmin egemen hale gelmesinden
bu yana emperyalizmin egemenliğinin pekişmesi söz
TKİP devrimci durumun varlığından açıkça sözetmiyor. Ama propaganda ve ajitasyonunda devrimci durumu varsayıyor. Parti olarak işçi sınıfı ile bağ
kurmanın ne kadar gerekli olduğunu anlatıyorlar ve
şöyle diyorlar:
“TKİP’nin 2000’li ilk yıllarla birlikte netleşen yeni
tarihsel dönem değerlendirmesi, onun her alanda ve
her bakımdan kendini gerçek bir devrim örgütü olarak geliştirme çabasına yeni bir düzeye çıkardı, ona
yeni bir güç ve ivme kazandırdı. Buna yönelik görevler daha somut, daha canlı ve daha coşkulu bir anlam kazandı. Bundan böyle TKİP için sorun, devrime
genel bir hazırlık olmaktan çıktı, gelmekte olan yeni
devrimler dönemine tüm cephelerde bilinçli bir somut hazırlık halini aldı. “ (Ekim, sayı 283, sf. 12-13)
“Ve bütün bunlara anlam kazandıran, bütün bunlara maddi-toplumsal bir zemin sağlayacak olan işçi
sınıfı ile devrimci bütünleşme ihtiyacı... Sınıfla bağ,
sınıfın bugünden geleceğin devrimci süreçlerine hazırlanması, sıraladığım koşullar temelinde, asıl tayin
edici sorundur. Devrimci durum ile devrim durumu,
yani devrimin kendisi arasında temel önemde bir fark
vardır. Bir toplumda devrimci duruma ilişkin koşullar oluştuğunda, eğer toplumda nesnel konumuyla
devrimi temsil eden sınıf iyi-kötü bir hareketlilik ve
girişkenlik içerisinde değilse, devrimci durum devrime dönüşemez.” (Ekim, sayı 284, sf.6, IV. Kongre
açılış konuşması)
TKİP için artık sorun, gelmekte olan yeni devrimlere somut hazırlanmakmış!!! Nazım Hikmet vakfının yaptığı “Devrimden Sonra” isimli bir sinema
filmi var. Kitleler bir sabah uyandığında, devrimin
olduğunu görüyorlar. Galiba TKİP’te bir sabah uyandığımızda devrimin olduğu müjdesini bize verecek!!!
Yukarda yaptığımız alıntılarda doğrularla yanlışlar
içiçe duruyor. Tabi ki, sınıfla bağ kurma gerekliliği
konusunda söylenenler doğru. Doğru da, bu “yeni
devrimci dönem” olmasa da doğru. Ya da “her dev-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
TKİP ve devrimci durum
rimci durumun devrime yol açmayacağı bağlamında söylenenler doğru görüşler. Orada da problem şu:
Devrim işçi sınıfı önderliği olmadan da olur, olur da
o yarı yolda kalır! Arap Baharında olduğu gibi.
Lenin devrimci durumu şöyle açıklar:
“Marksistlere göre, devrimci bir durum olmaksızın
bir devrim olanaksızdır: ama her devrimci durum
da devrime götürmez. Genel konuşulduğunda, bir
devrimci durumun belirtileri nelerdir? Şu üç ana belirtiyi ileri sürersek, kanımca kesinlikle yanılmış olmayız: 1) Egemen sınıflar için, egemenliklerini biçim
değiştirmeden sürdürmek imkânsız olduğunda; “üst
katmanlar”ın şu ya da bu bunalımı, egemen sınıfın siyasetinin bir bunalımı, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk
ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir
gedik açtığında. Bir devrim olması için, kural olarak,
“alt katmanlar”ın eski biçimde “yaşamak istememeleri” yetmez, “üst katmanların” eski biçimde “yaşamamaları” gerekir. 2) Ezilen sınıfların sıkıntıları ve
sefaleti alışılmış ölçütten daha da şiddetlendiğinde.
3) Yukarıdaki nedenlerin sonucu olarak, “barışçıl”
dönemlerde soyulmalarına hiç seslerini çıkarmadan
katlanan, ama fırtınalı zamanlarda hem tüm bunalım durumu ve hem de bizzat “üst katmanlar” tarafından bağımsız tarihsel eyleme itilen kitlelerin eylemliliği oldukça arttığında.
Yalnızca tek tek grupların ve partilerin değil, tek
tek sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel
değişiklikler olmaksızın, bir devrim -kural olarakolanaksızdır. Bu nesnel değişikliklerin hepsine birden devrimci durum denir. Böyle bir durum 1905’te
Rusya’da ve Batı’daki bütün devrimci dönemlerde
vardı; gerçi aynı durum 1860’larda Almanya’da,
1859-61 ve 1879-80’de Rusya’da varolduğu halde, bu
durumlarda devrim olmadı. Niçin? Çünkü her devrimci durumdan devrim çıkmaz; bir devrim, ancak,
yukarıda sayılan nesnel değişikliklerin yanısıra, öznel
bir değişiklik de olursa meydana gelir, yani: devrimci sınıfın, bunalımlı dönemlerde bile, “devrilmediği”
takdirde “devrilmeyen” eski hükümeti devirmek (ya
da sarsmak) için yeterince güçlü kitle eylemleri yapma yeteneği.” (Lenin. II. Enternasyonal’in Çöküşü,
aktaran Leninizm Defterleri, 2. Defter, Proleter Devrimin Teorisi, s.125,126, İnter yayınları)
✒
konusu. Subjektif öge objektif imkânların çok gerisinde. Evet isyan için, devrim için milyonlarca gerekçe ve sebep var. Ve halklar da yer yer ayaklanıyor.
Siyasi devrimler gündeme geliyor. Fakat bu yeni bir
durum değil. Yeni denilecek tek şey bizim. Revizyonhizmin tahribatı ile ortaya çıkan zayıflığımız. „Yeni
dönem“ ler ilan edip, kendi kendimize gaz verecek
yerde, gerçekleri olduğu gibi kavrayıp, onu değiştirmek için gerçek görevlere sarılmak doğru olandır.
Lenin’in devrimci durum hakkında
yazdıkları bağlamında KK/T de durum
nedir?
Birincisi: Ülkelerimizde hâkim sınıflar aralarındaki
53
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
çelişmelere, dalaşlara rağmen, kendi belirledikleri
yöntemlerle yönetebilecek durumdadır.
İkincisi: Ezilen, sömürülen sınıflar ekonomik durumdan yakınmalarına, ekonominin gidişatından
hoşnutsuz olmalarına rağmen, düzene karşı ‘bağımsız tarihsel eylemler”i sözkonusu değildir.
Üçüncüsü: Kitlelerin bağımsız tarihi eyleminde
gözle görülür bir artış yok.
Var olan esas olarak hâkim sınıfların saldırı ve
baskılarına karşı, kazanılmış kimi hakları geri alma
girişimlerine karşı savunma mücadeleleri. Bu mücadeleler genelde düzen içidir ve birçok halde egemen
sınıfların kendi aralarındaki iktidar dalaşında, onların bir kesiminin mücadelesinin kuyruğuna takılabilmektedir.
Yani kısacası KKT açısından somut konuştuğumuzda devrimci durum yoktur. “Yaklaşan yeni
devrimler dönemi” yaratılması ve bunun “devrime
somut hazırlık” siyasetine gerekçe yapılmaya kalkılması yanlıştır. TKİP, kendi subjektif isteğini gerçeğin
yerine koymakta, kendi örgütlü mücadelesini halkın
mücadelesi yerine koymaktadır. TKİP, ülkelerimizde
yürüyen kimi mücadeleleri olduğundan fazla abartmakta ve “gelmekte olan devrimlere” her alanda hazırlandığını iddia etmektedir! Adeta devrim kapıda
bekliyormuş gibi siyaset geliştirenler, kitlelere yanlış
bilinç vermektedir.
TKİP’in referansı Deniz Gezmiş çizgisidir
54
TKİP, referans aldığı Deniz Gezmiş çizgisi bağlamında şöyle diyor:
“Deniz Gezmişler ‘71 Devrimci Hareketi’ni simgelemekte, ‘71 Devrimci Hareketi ise reformizden kopuşu ve devrim bayrağının yükseltilmesini temsil etmektedir. TKİP, bugünün Türkiye’sinde, Denizler’in
açtığı devrim bayrağını tüm cephelerde tutarlılık ve
kararlılıkla taşıyan, bunu devrim tarihimizin tüm
kazanımlarını kucaklama ve yeni bir düzeyde yaşatma tutumu ve pratiği ile birleştiren tek gerçek devrimci partidir.“ (Ekim, sayı 283, sf. 2)
Deniz ve arkadaşları devrimci idi. Yaşamlarını savundukları dava uğruna feda ettiler. Korkusuz, militan ve baş eğmez tutumları ile devrimci saflarda haklı
bir üne kavuştular. Gençliğin hareketine militan bir
karakter aşılayarak örnek devrimciler oldular. Denizler, o dönem TİP’in reformist görüşlerine karşı,
devrimin parlamenter yoldan olamayacağını vurgulamış, kitlelerin devrimci, militan bir aygıta sahip
olması gerektiğini belirtmişlerdir. Burjuva reformiz-
minden kopuşun, düzene karşı militan ve ödünsüz bir
başkaldırının temsilcisiydi onlar. Denizlerin tavizsiz
devrimci tavırlarından öğrenme, geleceğe taşıma komünistlerin görevidir. Denizlere sahip çıkılırken aynı
zamanda onların yanılgılarını ortaya koyma ve yanlış düşüncelerini eleştirme görevimiz var. Denizlere
ancak böyle sahip çıkılır.
Denizler devrimciydi ama komünist değildi. Fırtınalı yıllarda kavgada en öndeydi. Her komünist olan,
devrimcidir aynı zamanda. Fakat her devrimci olan
kimse komünist değildir. Bir devrimcinin komünizme sempati duyması veya komünizmi savunduğunu
söylemesi ve hatta bu uğurda kendi hayatını ortaya
koyması yetmez. Komünist olmak; bilimsel sosyalizmi özümsemek ve onu pratikte uygulamaktır. Her
türden revizyonist-oportünist odaklara karşı Marksizmi-Leninizmi savunmaktır. Kendini, MarksizmLeninizme özünde düşman olan ideolojilerden ayırmasını bilmektir.
Deniz ve arkadaşları Kemalizm savunuculuğu
yapıyorlardı. O dönemde “sol” içinde egemen olan
Kemalizm hayranlığı idi. Kemalizm, o günkü hareket içinde egemen olan düşünceye göre “antiemperyalizm”di, devrimcilikti! Bütün kötülükler Kemalizmden uzaklaşıldığı için ortaya çıkmıştı. Deniz
Gezmiş mahkeme savunmasında “Bu memlekette
Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar
da bizleriz. ...onun istiklali tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz.” derken, aynı dönemin
komünist devrimcisi İbrahim yoldaş ise; “Kemalist
diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist
bir diktatörlüktür.” tespitini yapıyordu.
71 hareketinin tek simgesi Deniz ve arkadaşları değildir. 71 Hareketi denilince akla Mahir, Deniz ve İbrahim gelmektedir. TKİP, Denizlerin mirasına sahip
çıktığını söylerken, Denizlerin yanlışları hakkında
bir değerlendirme yapmamaktadır. (Bkz. Ekim, sayı
247, sf. 17) Yukarıda her devrimci olanın komünist
olamayacağını belirttik. Deniz ve arkadaşları da küçük burjuva devrimcileri idi. TKİP’in referans aldığı
küçük burjuva devrimcileridir. Oysa TKİP, “komünist” olduğunu ve yaklaşmakta olan devrimlere önderlik etmek için hazırlandığını iddia ediyor! TKİP
de komünizm adına konuşmasına, “Tek gerçek devrimci parti” olma burnu büyük övürmelerine rağmen
KK/T deki küçük burjuva devrimci örgütlerden biridir yalnızca. Denizlerin mirasına sahip çıktığını söylemesi bu anlamda doğrudur.
Suriye’deki savaş gerici mi?
TKİP Suriye’de ki iç savaşı bir bütün olarak değerlendirdiğinde “gerici bir iç savaş” olarak nitelendirmektedir.
„AKP iktidarının emperyalizmin dümen suyunda
İran’a cephe alması, Suriye’deki gerici iç savaşta aktif
taraf olması...”) (Ekim, sayı 283, sf. 7)
“ABD ile Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi zorba
güçlerin güdümünde hareket eden gerici Suriye muhalefeti, emperyalist saldırı için çağrılar yapmaktadır. Bu güçlerin amacı, Baas yönetimini yıkıp Şam’da
amerikancı bir dinci-gerici rejim kurmaktır. Dolayısıyla bunlar “özgürlük savaşçıları” değil, emperyalizmin ve gericiliğin soysuz tetikçileridir.” (3 Ağustos
2012 tarihli TKİP bildirisi. Bkz. http://www.tkip.org)
Görüldüğü gibi Suriye’deki bütün muhalefet güçleri aynı çuvala konuyor ve gerici oldukları değerlendirmesi yapılıyor! Herşeyden önce faşist Baas rejimine
karşı ayaklanma haklı bir ayaklanmadır. Bugünkü iç
savaş çıkış noktasında halkın önemli bir bölümünün
faşist diktatörlüğe karşı –silahhsız-ayaklanmasıdır.
Bu gerçeğin atlanması, Baas rejimi ile ayaklanmanın
aynı kefeye konması, ayaklanmanın haklı olduğunun
gözlerden gizlenmesi yanlıştır. Bu birincisi...
İkincisi: Suriyeli “muhalif güçler” homojen bir yapıya sahip değildir. Bütün muhalefetin ortak paydası
Esad karşıtı olmaktır. Bu muhalefet içinde çok çeşitli güçler var. Sünni İslamcılar, radikal şeriatçı Sünni
İslamcılar, liberal demokratlar, kendine sosyalist ve
komünist diyen bir dizi küçük gruplar var. Muhalefet
hareketi içinde bir bütün olarak Sünni İslamcılar taban ve örgütlenme olarak en güçlü kesim. Şimdi bütün güçlerin “ABD ile Türkiye, Arabistan, katar gibi
zorba güçlerin güdümünde hareket eden gerici Suriye
muhalefeti” genellemesi içinde bir çuvala doldurulması, bu hareket içinde savaşan ve dış müdaheleye
karşı çıkan güçleri yok sayan, bu anlamda gerçekleri
çarpıtan bir tavırdır.
Bunun dışında bu genelleme ile örneğin Suriyeli
Kürtlerin mücadele içindeki özel konumu da atlanmaktadır PYD, Batı Kürdistan’da kitle tabanı açısından en güçlü Kürt örgütlenmesi olarak görünüyor.
Uzun süre Esad güçleri ile çatışmaya karışmayan bu
güçler, şimdi Esat güçlerinin saldırı hedefi haline geldiler ve çatışıyorlar.
Kısacası Suriye’de savaşan muhalifler çok parçalı
bir hareket. Esad rejimine karşı savaşın haklı bir yanı
vardır. Esad rejimine karşı mücadele cephesinde haklı, devrimci bir savaş yürütenler de vardır. Bu güçler,
muhalefet içinde egemen görünen İslamcı güçlere
göre zayıf da olsalar, varlar. Savaşıyorlar. Devrimciler,
demokratlar, sosyalistler, komünistler bu güçlere destek verme yükümlülüğüne sahiptir. Tüm muhalefet
güçlerinin gerici ilan edilmesi ve Suriye’de yürüyen iç
savaşta haklı bir yanın görülmemesi, “yakınlaşmakta
olan devrime önderlik” etmek için kolları sıvayanlara
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
TKİP, T.C’nin emperyalizmin taşeronu olduğunu ve
Ortadoğu’da emperyalistlerin hizmetinde vurucu bir
güç olduğunu söylüyor. Şöyle yazıyorlar:
“Türk burjuvazisi ve devleti, tarihsel davranış çizgisini sürdürerek, halen bu bölgede emperyalizmin
taşeronu ve vurucu gücü olarak hareket etmektedir.“
(Ekim, sayı 283, sf. 5)
„Türkiye hali hazırda kendisini çevreleyen bütün
bir bölgede, fakat özellikle de Ortadoğu’da, emperyalizmin taşeronu ve vurucu gücü konumundadır.“
(Ekim, sayı 283, sf. 6)
Türkiye emperyalizme bağımlı orta düzeyde gelişmiş kapitalist bir ülkedir. TKİP’de, Türkiye’nin konumunu böyle açıklıyor. Türkiye’nin emperyalizme
bağımlı olması, Türk hâkim sınıflarının kendi özel
çıkarları ve siyasetleri olmadığı; Türk hâkim sınıflarının hiçbir “bağımsız”hareket alanı olmayan emir
erleri olduğu anlamına gelmiyor. Türk hâkim sınıflarının “bağımsız” hareket alanı bugün küçümsenmeyecek derecede geniştir. Türkiye’nin bağımlı olması,
emperyalist emellerinin olmadığı, kendi içinde ve yakın çevresinde haydutluk yapmayacağı, ezen konumda durmayacağı anlamına gelmiyor.
Türk devleti, Türk olmayan ulus ve milliyetlere karşı en başından itibaren ırkçı bir siyaset temelinde ezen
konumdadır. Kuzey Kürdistan, T.C’nin iç sömürgesidir. T.C. devleti yalnızca işte değil, dışta da sömürgeci
ezen konumundadır. Kuzey Kıbrıs 1974’ten bu yana
T.C’nin işgali altındadır. Emperyalistlerin saldırı örgütü olan NATO içinde, Türk ordusu en büyük ordulardan biri olarak bir dizi ülkede asker bulundurmaktadır. Bosna’da, Afganistan’da, Güney Kürdistan’da
Türk ordusu yalnızca emperyalist ülkelerin değil,
aynı zamanda ve öncelikle Türk hâkim sınıflarının
da çıkarlarını savunmak için oradadır. Buralarda
Türkiye emperyalist saldırı ve işgalin ortağıdır.
Türk devletinin emperyalizmin “taşeronu” olduğu
ve emperyalistlerin verdiği görevleri yerine getirdiği
söylemleri, Türk devletinin bugünkü konumunu ve
Türkiye gerçekliğini kavramayan söylemlerdir.
✒
T.C Emperyalizmin taşeronu mu?
55
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
56
yakışmıyor!
Bir başka gariplik de tabii, “yaklaşmakta olan…
yeni devrimler dönemi” ni, diğer abartıların yanında
“Mısır ve Tunus’taki mücadeleler” ile gerekçelendiren
TKİP’in aslında açıkça bu mücadelelerin bir devamı
olarak ortaya çıkan Suriye’deki iç savaşı bir bütün
olarak gerici ilan etmesidir.
sf. 5)
Yaptığımız alıntıların uzun olduğunun farkındayız. Fakat böbürlenen, kendisini olduğundan büyük
gösteren TKİP’in söylemlerinin bütünlük içerisinde
bilinmesi gerekir. TKİP, kendi dışındakilere ateş yağdırıp, en keskin „komünist“ havası atarken, devrimci
grupları bir kalem darbesi ile yok etmektedir! Somut
konuşmak yerine genel tespitler yaparak, bizim dışıÜlkelerimizde TKİP’den başka kimse
mızdakiler bittiler, tükendiler söylemleri boş laftır.
kalmadı mı?
Biz tüm devrimci yapılar adına konuşma hakkına saTKİP ‚sol‘ hareket hakkında genel değerlendirmeler hip değiliz ama ülkelerimizde onlarca devrimci gruyapıyor. Bu genel değerlendirmelere bakıldığında, ül- bun olduğunu biliyoruz. Bir şey yok ilan edilmekle
kelerimizde TKİP’den başka devrimci grupların kal- yok olmuyor! TKİP tüm sol grupların “bir stratejiden
madığı, hepsinin tükendiği, stratejilerinin olmadığı yoksun” olduğunu iddia ediyor! TKİP, bütün devrimanlaşılıyor. Arenada sadece TKİP kalmış ve TKİP’te ci örgütleri, bizi ve savunduğumuz çizgiyi inceledi
ülkelerimizde gelmekte olan devrime hami? Nerede belgeleri? Devrimci örgütlezırlanıyormuş! Şöyle yazıyorlar:
rin “açık bir strateji”leri yok diyor„Geleneksel sol dediğimiz bu
sanız, öncelikle araştırma yaAKP KK/T önceen değişik türden partiler ve
pacaksınız. Yazıp çizmeden
likli olarak işbirlikçi bügruplar tablosuna toplu olaönce araştırmanızı en başa
yük
burjuvazinin
çıkarlarını
rak baktığımızda, önemli
koyup konuşacaksınız.
savunan bir parti konumundadır.
bir bölümünün devrimci
Bunu yapmadığınız koAKP,
emperyalist
devlet,
kurum
ve
tekimlik yönünden artık
şullarda konuştuklarıtükendiğini, geriye kanızın bir değeri yoktur.
kellerle ilişkilerde, işbirlikçi siyasete uylanların ise halen bügun bir politika izliyor. Türkiye kapitaliz- Örgütüne iman etmiş,
yük bir erozyon içinonun her dediğini kaminin
temel
özelliği
emperyalizme
bağımlı
de olduğunu, tasfiyeci
bul hazır olanlar dışınolmasıdır. Buraya kadar TKİP ile aramızda da bu lafların bir değısürüklenmeler içinde
farklılık yok. Ayrılık noktası Türkiye’de
aynı akibete doğru yol
eri yoktur.
aldığını
görüyoruz.“
Devam edelim. 1970’li
ki iç dinamiklarin küçümsenmesi, iş(Ekim, sayı 286 sf. 2)
yıllarda bir dizi program
birlikçi burjuvazinin konumunun
„Sol hareketin hemen tüm
ve platform ortaya konulkomprodor burjuvazi konugrupları bugün açık bir stratemuş! Bunlardan bugüne hiçmuna sokulmasıdır.
jiden yoksundurlar ama pekala
bir şey kalmamış! 1970’lerde
bir stratejileri de olabilirdi.“(Ekim,
komünizmin kızıl bayrağını yesayı 286 sf. 6)
niden yükselten İbrahim Kaypakkaya
“Her mesele üzerine kalem oynatabilen, iri iri
idi. İbrahim Kaypakkaya,1972 koşullarında tabulaflar edebilen bir sürü insan var bugünün Türki- ları yıkan, buzu kıran komünist bir atılım yapmıştı.
ye’sinde. Ama yazık ki bunlar içinde çok az devrimci İbrahim’in 1972 koşullarında ortaya koyduğu görüşvar, neredeyse yok denecek kadar az.“ (Ekim, sayı 286 ler esası itibarıyla ML görüşlerdi. ML görüşlerinin
sf. 4)
yanında kimi hataları da vardı. TKK’li Bolşevikler
“70‘li yıllarda bir dizi program ya da platform or- İbrahim’in doğru görüşlerini temel alarak daha da
taya konuldu, bunlardan bugüne ne kaldı? İçlerinden ileriye taşıdılar. Kendilerini İbrahim’in Yanlışlarınbazılarının onlarca sayıyı bulan teorik dergileri vardı dan ise arındırdılar. İbrahim’in attığı temel üzerinde
ve sayfalarında hemen her sorun tartışılıyordu, bun- bir program ortaya koydular. Bunu TKİP’ten farklı
lardan bugüne kalan bir şey var mı? Yoksa eğer neden olarak, araştırıp, inceleyerek yaptılar. TKİP’e öneripeki? Çünkü tüm bu tartışmalar bilimsel temelden miz yüksek perdeden atma yerine, somut konuşmalayoksundu, çoğu durumda safsataya dayanıyordu, rı ve bugün kaybolup giden platformların hangi platböyle olduğu içindir ki çoktan unutulup gittiler.“ (284 formlar olduğunu ortaya koymalarıdır.
Ülkelerimizde “sol” yelpaze içerisinde şöyle bir anlayış var: Türkiye burjuvazisi ve hâkim sınıfları birer
kukladır. Türk devleti, emperyalistlerin ileri karakol
görevini üzerlenmekte ve emperyalist merkezlerde
hazırlanan planları devreye sokmaktadır. TKİP’te
buna benzer bir görüşü savunuyor ve şöyle diyor:
„Bugünkü koşullarda cisimleşmiş ifadesini AKP
şahsında bulan “Türk-islam sentezi” devletin resmi
ideolojisi haline getirildi ve tüm topluma dayatıldı.
Aynı politika ‘90’lı yıllarda oluşan yeni dünya koşulları içinde bu kez “ılımlı islam” projesi halini aldı,
yine emperyalist merkezlerde planlanarak.„(Ekim,
sayı 283, sf.9)
AKP KK/T öncelikli olarak işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkarlarını savunan bir parti konumundadır. AKP, emperyalist devlet, kurum ve tekellerle
ilişkilerde, işbirlikçi siyasete uygun bir politika izliyor. Türkiye kapitalizminin temel özelliği emperyalizme bağımlı olmasıdır. Buraya kadar TKİP ile
aramızda farklılık yok. Ayrılık noktası Türkiye’de ki
iç dinamiklarin küçümsenmesi, işbirlikçi burjuvazinin konumunun komprodor burjuvazi konumuna
sokulmasıdır. Bilindiği gibi komprador burjuvazi
emperyalizme göbekten bağımlı esasta “acenta” konumumda, emperyalist tekellerin temsilcisi konumundaki burjuvazidir, “bağımsız” hareket alanı olağanüstü sınırlıdır. KK T de egemen olan işbirlikçi,
tekelci büyük burjuvazi bu konumu çoktan aşmıştır.
Küçümsenmeyecek bir öz sermaye birikimine sahiptir. Komprador konumunda olanlara göre çok daha
geniş bir “bağımsız” hareket alanına sahiptir. Türk
ekonomisi anda ki durumda dünyanın 17. büyük
ekonomisi konumundadır. Burjuvazi 10 yıl içinde ilk
TKİP kendisini nasıl tanımlıyor? Gerçekte
nedir?
TKİP, ülkelerimizde yaklaşmakta olan devrimlere önderlik edeceğini iddia ediyor! Diğer yandan ise kendi durumunu şöyle açıklıyor:
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Her şey emperyalist merkezlerde mi
planlanıyor?
ona girmeyi önüne hedef olarak koymuştur. İşbirlikçi burjuvazi, çıkarlarına uygun görmediği siyasetler
bağlamında, emperyalistlerle çelişme içerisine de girebilmektedir. Yani her şeyin emperyalist merkezlerle
planlanıp Türkiye’de uygulandığı söylemleri, bu mutlaklıkta Türkiye gerçeğini kavramayan söylemlerdir.
✒
Ülkelerimizde çok kalem oynatan bir sürü insan
varmış! “Ama yazık ki bunlar içinde çok az devrimci var, neredeyse yok denecek kadar az!“ TKİP böyle yazıyor. Arena’da bir tek TKİP var! TKİP dışında
çok az devrimci kalmış! TKİP, doğruları ve olumlu
gelişmeleri kendisiyle başlatmaktadır. Her şeyi benle
başlatıp, benle bitirme tavrı inkârcılıktır. TKİP merakımızı giderseydi ve son kalan(!) bir kaç devrimciyi
de açıklasaydı faydalı bir iş yapmış olurdu! Aydınlanırdık!
Mao’nun çok güzel bir lafı vardır : „Kibirdir yorulup yolda kalan!“ der! Komünist olan böbürlenmez!
Kibir ve böbürlenme tipik bir küçük burjuva tavrıdır.
“... henüz işin başındayız ve dolayısıyla buradan
bakıldığında henüz gerçek manada bir parti değiliz.“
(Ekim sayı 285, sf 3)
Evet, biz sosyalizmle sınıf hareketinin devrimci örgütlü birliği manasında, henüz gerçek bir sınıf partisi
değiliz. (Ekim, sayı 285, sf. 3)
„Henüz kitlelerle sağlamca bağlar kurmakta, kitle
mücadelelerine önderlik etmekte anlamlı bir başarının sahibi değiliz.“ (sf 3)
„Bugünün Türkiye’sinde, siyasal mücadelede hiçbir
gerçek işlevi kalmamış kırk türlü marjinal grubun
buna rağmen şu veya bu şekilde varolabilmesinin gerisinde, henüz konumunun ve misyonunun hakkını
verebilen gerçek manada devrimci bir sınıf partisi
olamamamız gerçeği var.“ (sf. 4)
TKİP’in kendisi bağlamında yaptığı bu tespitler
doğrudur.
Doğrudur da, daha önce aktardığımız “tek devrimci” vs,. olma böbürlenmelerini nereye koyacağız?
Biz TKİP‘ten proletarya adına doğru bir tutum,
doğru çözümler getirmesini zaten beklemiyoruz.
Ülkelerimizde, revizyonizme, küçük burjuva oportünizmine, anarşizme ve Troçkizme karşı ideolojik
mücadele yürütülmeden, etkisi kırılmadan proleter devrimci bir gelişme istenilen ölçüde gelişemez.
Oportonizm ve revizyonizm derin köklere sahiptir.
Komünistler, oportonizme karşı mücadele edilmeden, emperyalizme, faşizme karşı mücadele edilemeyeceğinin bilincindedirler. Sovyet devriminde Menşeviklerin, Sosyal devrimcilerin proletaryayı nasıl
arkadan hançerlediği unutulmamalıdır.
Nes­nel ko­şul­la­rı abartma, düş­ma­nı tak­tik alan­da
kü­çüm­se­me, kit­le­le­rin ruh ha­li­ni he­sap­la­ma­ma, işçiçi kuyrukçuluk yapmanın adıdır TKİP.
Nisan 2013 ✓
57
✒
“Halkların Demokratik
Kongresi Üzerine”
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
başlıklı yazı üzerine
Bizim önemli ölçüde doğruların savunulduğu bir çatı partisinde yer almamız için
mutlaka çatı partisinin devrimci bir platforma sahip olması beklenmemelidir. Bu
en ideal olanıdır, biz böyle bir çatı partisinin içine girip bu programın devrimci bir
platforma dönüşmesi için mücadele etmeliyiz. Gerisi “hariçten gazel okumaktır”.
D
58
ergimiz Yeni Dünya İçin ÇAĞRI’nın 161. Sayısında “Halkların Demokratik Kongresi Üzerine” (HDK) bir yazı yayınlandı. Yazıyı okuduğumda
gördüğüm bazı sorunlar üzerine tavır takınma gereği
duydum.
HDK, 17 siyasi parti ve örgütün yer aldığı bir çatı
parti oluşumu. HDK’nın kuruluş amacı yazının başında olumlu olarak özetlendikten sonra, bizim çatı
partisine yaklaşımımız ve HDK’ya eleştirimize geçiliyor.
HDK veya HDP’nin nasıl bir oluşum olması gerektiğini sorup şu cevabı veriyoruz: “Buraya kadar kısaca
HDK’nın gelişim sürecini ve yaptıkları kongreler hakkında bilgi verdik. HDK’ya eleştirel notlar yöneltmeden önce, HDK’nin nasıl bir işleve sahip olması gerektiği hakkında ki düşüncemizi anlatmak istiyoruz. Biz
bir çatı partisi düşüncesini ve bu yönde atılan adımları olumlu buluyoruz. Olumluluktan anladığımız,
HDK’nın bir çatı partisi olması, ülkelerimizdeki faşist
sisteme karşı asgari müşterek ilkelerde birleşilmesi ve
ajitasyon propaganda serbestliğinin olmasıdır. Olumluluktan anladığımız, devrim talepleri ile reform taleplerinin birbirinden ayrılması ve reform taleplerinin
devrimci taleplerle birleştirilmesidir. Olumluluktan
anladığımız, çatı partisinin işlevinin doğru anlatılması ve yığınlara yanlış bilinç verilmemesidir.” Burada genel anlamda bakıldığında bir sorun yok. Yazının sonuna kadarda eleştiri bu hedef doğrultusunda
yürüyor. Yazıda getirilen eleştirilerde önemli ölçüde
doğru. Eleştirdiğim nokta şudur: önce biz bütün bu
eleştirilerimize rağmen böyle bir çatı partisi içerisinde yer alacak mıyız? Almayacak mıyız? Yazıda bu konuda bir tavır yok. “Biz bir çatı partisi düşüncesini
ve bu yönde atılan adımları olumlu buluyoruz.”deyip,
nasıl olması gerektiğini belirtip orda duruyoruz.
Önce HDK’nın “bir renk cümbüşü” olarak eleştirilmesi doğru değil. Bizde bu oluşuma katıldığımızda
bu renk cümbüşü içerisinde olacağız. Önemli olan
burada savunulan içeriktir. Yazıda HDK’nın programı değerlendirilirken “HDK programında, Genel
Kurul kararlarında ve sonuç bildirgelerinde ileri sürülen taleplerin büyük çoğunluğu doğru taleplerdir.
Yanlış olan öne sürülen kimi taleplerin mevcut sistem
içerisinde gerçekleşmeyeceğidir.”tespiti yapılmaktadır.
Zaten bu çatı partisini oluşturan parti ve örgütlerin
büyük çoğunluğu devrimci değil reformist örgütler.
Biz ülkelerimizde burjuva anlamda da olsa demokrasinin olmadığını, bu ülkede faşizmin olduğunu savunuyoruz. Demokratik devrim programı geniş bir
ittifakı gerektiren bir programdır. Eğer böyle bir çatı
partisinde kendimizi ifade etme özgürlüğümüz varsa,
yani propaganda ve ajitasyon özgürlüğü varsa, böyle
bir çatı partisinde yer almalıyız. HDK tüzüğünün 4.
Maddesinde bu açıkça belirtilmektedir. Tüzüğün ilgili 4. Maddesinin ç ve f maddeleri açıkça ifade ve düşünce özgürlüğünü güvence altına almıştır. Bizim bu
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
gazel okumaktır”.
Dergimizin 18. Sayfasında HDK programının 21.
Maddesindeki demokratik özerklik konusunda HDK
içerisinde kendini komünist olduğunu iddia edenlere
getirilen eleştiri de yanlıştır. HDK programının 21.
Maddesi şöyledir:
“Kürt sorunu; barış ve demokratik çözüm...
21. Kongremiz, tüm kimliklerin farklılıklarıyla varlığını korumasını savunur; eşit ve özgür yurttaşlık hukuku
içerisinde yaşama hakkına sahip olduklarını, temel bir
ilke olarak kabul
eder. Kürt halkının
temel hak ve özgürlüklerine bu ilkesel
tutum çerçevesinde
yaklaşan Kongremiz, Cumhuriyet’in
kuruluşundan bu
yana çözümsüzlüğe mahkûm edilen
Kürt sorununun,
barışçıl demokratik ve eşit haklara
dayalı çözümünü
savunur,
bunun
için mücadele eder.
Yakılarak, yıkılan
boşaltılan köylerden zorla göç ettirilen yurttaşlarımızın geri dönüş hakkının sağlanmasını savunur. Kongremiz, Kürt halkının Demokratik Özerklik kararını,
Kürt sorununun çözümünde önemli bir girişim olarak
değerlendirir. Demokratik Özerkliğin, aynı zamanda
Türkiye’nin demokratikleşmesinde, halkların özgür ve
gönüllü birliğinde önemli bir rol oynayacağını savunur.”
Görüldüğü gibi HDK programında Kürt sorununun gerçek çözümü diye bir görüş savunulmamaktadır. Eleştirimiz, bu örgütlerin Kürt sorununda gerçek
çözümün devrimle olacağını neden propaganda etmedikleri üzerine olsa anlaşılırdı.
Sonuç olarak, bu yazıda önemli ölçüde getirilen
eleştirilere katılıyorum. Ben yazıdaki böyle bir çatı
partisine katılacak mıyız, katılmayacak mıyız temelindeki muğlaklığa dikkat çekmek istedim. Biz böyle
bir çatı partisine propaganda, ajitasyon temelinde katılabiliriz ve HDK’nın tüzüğünde de, bu düşünce açık
bir biçimde var.
YDİ Çağrı okuru
25.02.2013 ✓
✒
düşünceyi olumlu bulup eksiktir diye eleştirmemiz
doğru değildir. Tüzüğün bu hükmü kongre bileşenlerinin de birbirlerini eleştirme haklarını tanıdığını
ifade etmektedir.
Tüzüğün ilgili maddesi şöyledir:
“Madde
4:
Kongrenin
İlkeleri a)
Kongre,
tüm
demokratik
muhalefet
güçlerinin
özgül
mücadele
alanlarını ortak mücadele alanı olarak kabul eder; b) Devletten, sermayeden, hükümetlerden ve onların
kurumlarından
bağımsızdır; c) Halkların kendi
gelecekleri ile ilgili
her konuda demokratik temelli hak
taleplerini ve kararlarını esas alır; ç) Demokratik muhalefet güçlerinin
irade ve inisiyatifinden
hareketle
bileşenlerin,
ifade, düşünce ve
inanç
özgürlüğünü tanır; demokratik, katılımcı ve
şeffaf
bir
işleyişi
benimser; d) Kongre bileşenleri, kongreye kurumsal ve bireysel
kimliklerini
koruyarak
katılabilir;
e) Delegelerin insanlığa, halka, doğaya ve mensubu olduğu tüm kongre kurullarına karşı sorumluluğunu esas alır; f)
Tüm
karar
alma
süreçlerinde
azınlık
görüşlerin
ifade
haklarını
korur; g)
Tüm
karar
alma
mekanizmalarında cinsiyet eşitliğini esas alır ve uygular; h)
Tüm
karar
alma
mekanizmalarında gençlerin temsiliyetini esas alır ve uygular. ı) Tüm karar alma mekanizmalarında bireylerin temsiliyetini güvence altına alır ve uygular.
i) Aday olduğu takdirde engellilerin karar alma mekanizmalarında temsiliyetini güvence altına alır.”
Kaynak:internet HDK sitesi
Bizim önemli ölçüde doğruların savunulduğu bir
çatı partisinde yer almamız için mutlaka çatı partisinin devrimci bir platforma sahip olması beklenmemelidir. Bu en ideal olanıdır, biz böyle bir çatı partisinin içine girip bu programın devrimci bir platforma
dönüşmesi için mücadele etmeliyiz. Gerisi “hariçten
59
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
60
Halkların Demokratik
Kongresi üzerine bir kez daha
D
ergimizin 161. sayısında „Halkların Demokratik Kongresi“ni irdeleyen bir yazı yayınlandı.
Bir okurumuz, 25.02.2013 tarihli bir yazı ile yanlış
olduğunu düşündüğü konular hakkında tavır takındı.
Okurumuzun getirdiği eleştiriler bağlamında
tavrımız şöyledir:
„HDK” diyor okurumuz “17 siyasi parti ve örgütün yer aldığı bir çatı parti oluşumu”dur.
Bu konuda gerçek durum şöyle: 12
Haziran 2011 seçimleri arifesinde, 17 siyasi parti ve
örgütün içerisinde yer
aldığı “Emek, Demokrasi ve Özgürlük
Bloğu” oluşturulmuştu. Halkların
Demokratik Kongresi, 15-16 Ekim
2011’de Ankara’da
yapılan ve iki gün
süren kongrede kuruldu. HDK içerisinde, 20’yi aşkın siyasi
parti ve hareket ile onlarca
kitle örgütü var. HDK, sadece
‘sol-sosyalist’ güçler ve Kürt hareketiyle sınırlı değil. Emek ve meslek
örgütleri, bağımsız bireyler, ekoloji mücadelesindeki
oluşumlar, LGBT bireyler, feminist çevreler, farklı inanç grupları, birçok halklardan temsiliyetlerin
yer aldığı bir oluşumdur HDK. Okurumuz, “Emek,
Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” bileşenlerinin HDK
içerisinde olduğu gibi yer aldığını sanıyor. Ama yanılıyor. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” içerisinde yer almayan kimi parti ve kitle örgütleri de HDK
oluşumu içerisinde yer aldı. Örneğin, ESP “Emek,
Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” içerisinde yoktu. Bağımsız adaylarla 2011 Haziran seçimlerine katıldılar.
Daha sonra HDK’nin oluşumunda yer aldılar. Bu anlamda okurumuzun, HDK içinde “17 siyasi parti ve
örgüt” var tespitleri gerçeği tam olarak yansıtmıyor.
Yazımızda, HDK’nin nasıl bir oluşum olması gerektiğini ve çatı partisinden ne anladığımızı, hangi
şartlarda bir çatı partisi içinde yer almanın doğru
olacağını ortaya koyduk. Yazının geneline bakıldığında, bugünkü yapısı ve pratiği ile HDK içerisinde
yer almayacağımız sonucu ortaya çıkıyor. Ama okurumuzun eleştirisinde haklı bir yön var.
Biz bugün HDK içinde, onun bir
bileşeni olarak neden yer almayacağımızı bir cümle
ile daha açık yazabilirdik. Okurumuzun bu
bağlamda getirdiği
eleştiri haklı bir
eleştiridir.
“HDK adeta bir
renk
cümbüşüdür” tespitimizi
doğru bulmuyor
okurumuz. HDK
yazısında bu bağlamda yaptığımız tespitler
şöyledir:
“HDK adeta bir renk cümbüşüdür. Kendilerine komünist,
Marksist, devrimci etiketi yapıştıranlar
da bu oluşum içerisinde yer almaktadır. Hangi amaçlar uğruna birlik? Kiminle birlik? sorularına doğru
yanıt verilmesi gerekir. HDK içinde kendilerine komünist, Marksist, devrimci ismini veren grup ve parti
bulunmaktadır. Bunların hepsinin aynı zamanda komünist isme layık olmaları mümkün değildir. Gerçek
komünistlerin işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bilimsel
sosyalizmi taşıma ve ML temelde eğitme görevi var.
Ajitasyon-propaganda özgürlüğünü savunmak komünistlerin görevidir. Komünistler, ML olmadığını düşündüğü örgütlerin sahte komünistliğini teşhir etme,
devrimci kitlelerin eylem içinde de, gerçek komünistler
ile sahteleri arasında bir seçim yapabilme imkânını
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Okurumuz, HDK ile ilgili yazdığımız yazıdan şu
alıntıyı yapıyor: “HDK programında, Genel Kurul kararlarında ve sonuç bildirgelerinde ileri sürülen taleplerin büyük çoğunluğu doğru taleplerdir. Yanlış olan
öne sürülen kimi taleplerin mevcut sistem içerisinde
gerçekleşmeyeceğidir.” Alıntının ardından okurumuzun yorumu ise şöyle: “Zaten bu çatı partisini oluşturan parti ve örgütlerin büyük çoğunluğu devrimci değil
reformist örgütler. Biz ülkelerimizde burjuva anlamda
da olsa demokrasinin olmadığını, bu ülkede faşizmin
olduğunu savunuyoruz. Demokratik devrim programı
geniş bir ittifakı gerektiren bir programdır. Eğer böyle
bir çatı partisinde kendimizi ifade etme özgürlüğümüz
varsa, yani propaganda ve ajitasyon özgürlüğü varsa,
böyle bir çatı partisinde yer almalıyız.”
Burada okurumuz ajitasyon propaganda serbestli-
ğini, HDK gibi bir örgüte katılma veya katılmamanın
tek belirleyici kıstası yapıyor. Bu bizce yanlış bir yaklaşım. HDK bir eylem birliğinden çok öte bir şey, bir
çatı partisi, bir cephe örgütüdür. Bir somut eylem için
evet, yalnızca ajitasyon/propaganda serbestliği o eyleme katılıp katılmama için belirleyici kıstas haline getirilebilir. Fakat önüne Türkiye/Kuzey Kürdistan’nın
“demokratikleştirilmesi” ni koyduğunu söyleyen bir
örgüt için bu yeterli bir kıstas değildir.
Biz HDK programı hakkında şunları da yazdık: “HDP’nin programı reformist bir programdır.
BDP’nin reformist çizgisi HDP’yi şekillendirmiştir.
HDP dışındaki grup ve partiler BDP’nin kuyruğuna
takılmıştır.”(sf. 19) HDK’nın ileri sürdüğü taleplerin
büyük çoğunluğu reform talepleridir. Tabii ki bu reform talepleri doğru taleplerdir. Biz komünistler reform talepleri için de mücadele ederiz, etmeliyiz. Bizi
reformistlerden ayıran nokta, reform mücadelelerini
devrime hizmet edecek biçimde yürütmektir. Yazımızda ortaya koymaya çalıştığımız gibi, HDK’nin
programında reform talepleri ile bu sistem yıkılmadan gerçekleşmesi mümkün olmayan kimi talepler
birbirine karıştırılarak, bir ayrım yapılmadan yan
yana, arka arkaya konmuştur. HDK bu sistem içerisinde, seçimlere katılarak iktidara gelmeyi ve iktidara
geldiğinde ise programını uygulamayı hedeflemektedir. HDK’nın devrim taleplerinin bu sistem içerisinde gerçekleşecekmiş gibi sunması kitlelerin kandırılmasıdır.
Okurumuz, “bir çatı partisinde yer almamız için
mutlaka çatı partisinin devrimci bir platforma sahip
olması beklenmemelidir” derken yanılıyor. Geçici,
yapılan bir eylemle sınırlı bir eylem birliği ya da bizim somut bir eyleme gidip katılmamızla (bunun için
eylemin ille de devrimci bir platforma sahip olması
gerekmez) HDK gibi bir örgütün ayrı şeyler olduğunu görmüyor. Devamla, çatı partisinde “devrimci bir platforma dönüşmesi için mücadele etmeliyiz”
tavrını takınıyor. Biz tabii ki Türkiye’de demokrasi
mücadelesi yürüttüğü iddiasında olan ve en azından
lafta bütün devrimci güçleri kendisine katılmaya çağıran bir örgütlenme içinde o örgütün yanlış olan
çizgisini, doğru hale getirmeye çalışma görevine de
sahibiz. Getirdiğimiz eleştiriler de bu amaca hizmet
ediyor. Ve biz tabii ki bu mücadeleyi doğrudan “içten” de vermek isteriz. Bunun için ama ön şart, HDK
içinde, HDK belgelerinde vaat edilen demokrasinin
HDK içinde işlemesidir. Karşılıklı eleştiri imkânının
olmasıdır. Vs. Biz çok istediğimiz için “hariçten ga-
✒
elde etmeleri için çalışma görevleri var. Komünist olduğunu iddia eden her örgütün yapması gereken işlerden biri budur. Devrimci örgütler arasındaki görüş ayrılıklarının üstünü örtmek; sanki aralarında bir görüş
birliği varmış bilincini vermek; sağlam bir birlik varmış gibi göstermek bilinçlerin karartılmasıdır. Görüş
ayrılıklarının üzerinin örtülmesi, gerçek komünistlerle, sahte komünistler arasındaki farklılığın görülmemesi anlamına gelmektedir. İşte bu yüzden komünistler, asgari müşterek birliklerde ajitasyon-propaganda
özgürlüğünün vazgeçilmez savunucuları olmak zorundadır.” (YDİ Çağrı, sayı 161 sf. 14-15)
HDK içerisinde, devrimciler, reformistler, Troçkistler, Yeşiller ve dinciler var. “Anti-kapitalist Müslüman
Gençler” de HDK içerisinde yerlerini aldılar. HDK,
10-11 Kasım 2012’de Ankara’da yaptığı kongre de,
“Müslüman Gençler” adına Muhammed Cihad Ebrari de bir konuşma yaparak pozisyonlarını açıkladı.
HDK’nın bir renk cümbüşü olduğu tespiti gerçeğin
açıklanmasıdır. Bizi rahatsız eden bu değildir. Tersine, bir cephe örgütünün – ki çatı partisi aslında bir
cephe örgütüdür- bir renk cümbüşü olması normaldir ve istenen bir şeydir. Böyle bir çatı partisinde yer
almak için iki nokta bizim için ilkesel bir sorundur.
Bizim içinde yer alacağımız bir çatı partisinin platformu egemen sömürücü sisteme karşı devrimci bir
nitelikte olmalıdır ve ikincisi bu çatı partisine katılan
siyasi partiler/gruplar kendi siyasi yapılarını, bağımsızlıklarını koruyabilmeli, ajitasyon propaganda serbestliğine sahip olmalıdır. Bu iki şartın olduğu yerde
çatı partisine katılmamak - onun içinde reformistler
vs. olduğu gerekçesiyle - çocukluk olur.
61
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
62
zel” okumuyoruz. Bizim bu bağlamda, HDK’nin
kimi yerel ayaklarında yaşadığımız deneyim, teoride
savunulan “demokrasi” nin HDK içinde işlemediğidir. Eleştiri özsel noktalara yöneldiğinde “eleştiri özgürlüğü” lafta kalmaktadır. HDK içinde, kamuoyu
önünde açık ideolojik mücadeleye izin verilmiyorsa,
reformist platformun nasıl devrimci platforma dönüştürüleceğinin cevabını okurumuz vermelidir.
Biz ideolojik- siyasi- ve genel örgütsel görüş ayrılıkları üzerine kamuoyu önünde açık mücadeleden, doğru –yanlışın
mücadelesinin açık yürütülmesinden yanayız.
Görüş ayrılıkları vardır,
kaçınılmazdır, hep olacaktır. Bunlar üzerine
açık tartışmaktan korkulmamalı, bunun önüne çeşitli bahanelerle setler çekilmemelidir. Toplumun
gerçek öncü insanlarının
doğruyla yanlışı, bunların
kamuoyu önünde açıkça tartışılması temelinde
kendilerinin ayırabilmesi
imkânının yaratılması,
kitlelerin doğruya kazanılması için farklılıkların
açıkça ortaya konması
gerekmektedir. Ajitasyon
ve propaganda özgürlüğü
demek, HDK somutunda sadece HDK bileşenlerinin kendi örgütsel
yapılarını korumak ve
kendi propagandalarını yapması özgürlüğü değildir.
Ajitasyon ve propaganda özgürlüğü demek, azınlık
görüşlerinin kendini ifade edebilmesi de değildir.
Ajitasyon ve propaganda özgürlüğü demek, aynı zamanda örneğin HDK bileşenlerinin birbirlerini kamuoyu önünde açıkça eleştirme hakkının da olması
demektir. Sorulacak soru şudur: HDK bileşenleri bir
platform etrafında birleşirken, birbirlerini kamuoyu
(kapalı kapılar arkasında değil) önünde eleştiriyorlar
mı? HDK’nın tüzüğünde ve temel metinlerinde bununla ilgili bir açıklama var mı? Yok. Çünkü, kamuoyu önünde eleştiri getirmenin, HDK’ya zarar verdiği algısı var. Kamuoyu önünde eleştiri getirmek, bir
saldırı olarak algılanıyor. HDK ile ilgili yazdığımız
yazıda, ajitasyon ve propaganda özgürlüğünün olmadığını anlattık.
Okurumuz diyor ki, hayır, ajitasyon ve propaganda özgürlüğü var. Okurumuz HDK tüzüğünün dördüncü maddesine atıfta bulunuyor ve tüzüğün ç) ve
f) fıkralarının, “açıkça ifade ve düşünce özgürlüğünü
güvence altına” aldığını iddia ediyor. HDK ile ilgili yazımızda, tüzüğün 4. maddesi hakkında şunları
yazdık:
“Tüzüğün 4. maddesinde kongrenin ilkeleri anlatılmaktadır. İlkelerin ç)
şıkkında;
“bileşenlerin,
ifade, düşünce ve inanç
özgürlüğünü”n tanınacağı söylenmektedir. Yani
kongre bileşenlerinin düşüncelerini ifade etme ve
arzu edilen dine inanma
özgürlüğü vardır. Tabii ki
burada söylenenler yanlış
değil ama eksiktir. Kongre bileşenleri, birbirlerini
eleştirebilmeli ve kamuoyu
önünde açık ilkeli ideolojik
mücadele hakkına sahip
olmalıdır. Kongre bileşenlerinin arasındaki görüş
ayrılıklarının
üzerinin
örtülmesi, sanki aralarında bir görüş birliği varmış havasının verilmesi,
sağlam bir birlik varmış
gibi gösterilmesi bilinçlerin karartılması ve kitlelerin aldatılmasıdır. HDK
oluşumunda yer alanlar öncelikle ayrılık noktalarını
yok saymamalı ve bu ayrılıkların neler olduğunu da
açıklamalıdır.” (sf. 15) Burada yazdıklarımız açık ve
net. HDK içinde, her grup ve parti kendi düşüncesini savunuyor ve propagandasını yapabiliyor. Ama bu
durum ajitasyon ve propaganda özgürlüğü açısından
yeterli değil. Sorunun can alıcı noktası, kamuoyu
önünde açık ilkeli eleştirilere tahammül edilip, edilmeyeceği sorunudur.
Okurumuz, HDK programının 21. maddesine yönelttiğimiz eleştirimizin de yanlış olduğunu söylüyor. Ne yazmıştık? HDK programının 21. maddesi
demokratik özerklik konusundaki tavrını açıklıyor
ve şöyle diyor: “Kongremiz, Kürt halkının Demokratik
10.04.2013 ✓
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
nın Türkiye kamuoyunun gündemine gerçekçi, uygulanabilir ve alternatif bir tartışma olarak sunulması
gerekiyor. (Dikkat, tartışılan “gerçek demokrasiye sahip olup olmama sorunudur.! -BN)
“HDK, Türkiye’de demokrasinin kazanılmasının bir
parçası olan yerel yönetimlerin merkezin vesayetinden
kurtulması ve demokratik özerklik hedefinin yaygınlaştırılması amacıyla yerellerde ve merkezde (adem-i
merkeziyetçi yerel yönetim anlayışı, merkezden yerele
yetki devri, yerel özerklik ve statü, yerinden yönetim
ilkelerinin geliştirilmesi, demokratik özerklik ve Türkiye, özerk bölge yönetimlerinin ve meclislerin oluşması
vb. konularda) sempozyumlar, toplantılar ve etkinlikler düzenler.“ İşte HDK’ne göre “gerçek demokrasi”ye
gidişin yolu ve yöntemi bu! Gerçek demokrasi için
çare: Demokratik özerklik. “Demokratik Özerklik”
aslında yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve kültürel kimi hakların elde edilmesidir. “Demokratik
Özerklik“ sistem içerisinde getirilen ve zoraki birliğin temellerine yönelmeyen bir modeldir. Talep edilen özerklik gerici burjuva demokratik ülkelerdeki
eyalet sisteminin bir versiyonudur. Özerk bölgeler
veya eyaletler kültürel işlerle meşgul olurken, merkezi
otorite tüm gücünü sermayenin emrine vermektedir.
Türkiye’de „Demokratik Özerklik“ talebi demokratik bir taleptir. „Demokratik özerklik“ düne göre ileri bir adım olmasına rağmen, ne genelde demokrasi
ne de özelde ulusal sorunun gerçek anlamda çözümü
değildir. Bu talep zoraki birliğin bir miktar yumuşatılması talebidir.
Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Emperyalizm
ve proleter devrimleri çağında ulusal sorun proleter
devrimin bir parçasıdır. Ulusal sorunun Türkiye’deki gerçek çözümü proletarya önderliğinde gerçekleşecek demokratik devrimle mümkündür. Çözüm
bu ise hâkim sınıflarla yapılacak pazarlıklar sonucu
Kürt sorunu çözülemez. Eğer Kürt sorununun çözümünden kendi kimlikleri ile tanınması, Kürtlerin
varlığının kabul edilmesi ve hâkim sınıfların makul
göreceği kimi hakların verilmesi anlaşılıyorsa, o zaman devletin sorunun çözümüne el atmasını istemek
ve beklemek anlaşılır bir durum olur. Ama bunun adı
Kürt sorununun gerçek çözümü değildir. Devletin
Kürt sorununu gerçek anlamda çözme gibi bir işlevi
ve derdi yoktur. Kürt sorununun gerçek çözümü devrim işidir. Gerçek çözümden yana olan, devrimden
yana olmak zorundadır.
✒
Özerklik kararını, Kürt sorununun çözümünde önemli
bir girişim olarak değerlendirir. Demokratik Özerkliğin, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinde,
halkların özgür ve gönüllü birliğinde önemli bir rol
oynayacağını savunur.” 13-14 Mayıs 2012’de yapılan
birinci Genel Kurul’un aldığı kararlarda da aynı savunu tekrarlanmaktadır. Demokratik Özerkliğin Kürt
ulusunun gerçek kurtuluşu olarak sunulması, Abdullah Öcalan, PKK ve BDP’nin savunduğu bir modeldir.
Bu modelin Kürt öncü güçlerinin savunduğunu ve reformist bir konumda olduklarını biliyoruz. Ama ilginç
olan HDK içerisinde yer alan ve komünist olduğunu
iddia edenlerin, Kürt ulusunun gerçek kurtuluşu olarak sunulan demokratik özerklik modeline tek eleştiri
yöneltmemeleridir.” (sf. 18) Bu tespitlere okurumuz
karşı çıkıyor ve şöyle diyor: “Görüldüğü gibi HDK
programında Kürt sorununun gerçek çözümü diye bir
görüş savunulmamaktadır. Eleştirimiz, bu örgütlerin
Kürt sorununda gerçek çözümün devrimle olacağını
neden propaganda etmedikleri üzerine olsa anlaşılırdı.”
Doğru, HDK Programında “Demokratik Özerkliğin gerçek kurtuluş” olduğu şeklinde bir ifade yok.
Ne diyor HDK? “Demokratik Özerklik” modeli
“Türkiye’nin demokratikleşmesinde, halkların özgür ve gönüllü birliğinde önemli bir rol” oynar diyor.
Hem Kürt sorununun çözümü hem de Türkiye’nin
demokratikleştirilmesinin devrim sorunu olduğu
ise hiçbir yerde yok. Öyle olduğu zaman da ortaya
çıkan sonuç, demokratik özerkliğin gerçek çözüm olduğudur. Demokratik Özerklik” modeli ile Türkiye
gerçek anlamda demokratikleşemez. Ulusal sorunun
çözülmesi ancak ülkelerimizin demokratik bir ortama kavuşması ile çözülebilir. Ulusların kendi özgür
iradeleri ile karar verebilecekleri şartların yaratılması
gerekir. Ülkenin demokratikleştirilmesi, Demokrat
Halk Devriminin tam zaferine bağlıdır. Halkların
kendi özgür iradeleri ile karar vermesi ve gönüllü olarak birlikte yaşaması bu sistemde mümkün değildir.
HDK’nın 13-14 Mayıs 2012’de Ankara’da yapılan
Genel Kurulunda, alınan kararların beşincisi şöyledir:
“DEMOKRATİK TÜRKİYE İÇİN ADEM-İ MERKEZİYETÇİ YAPI ve YEREL ÖZERKLİK
Türkiye’nin esas problemi gerçek bir demokrasiye
sahip olamamasıdır. 2013 sonuna çekilmesi planlanan
yerel seçimlere ilişkin sistem tartışmasına bağlı olarak,
demokratik özerklik ve yerinden yönetimin güçlendirilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi konuları-
63
✒
“Arap Baharı” Tartışması Üzerine
Görüşlerimiz
okur mektubu
İ
64
lk olarak “Arabız, isyancıyız, kavgada kararlıyız.”
sloganının gösterilerde bizim kortej tarafından atılması üzerine yapılan tartışma üzerine görüşlerimizi
belirtelim. Bizlerin dünya görüşü diyalektik materyalizmdir. Toplumsal olayları da incelerken de tarihi
materyalizm görüşüyle anlatmaya çalışırız. Dünya
tarihi sınıf mücadelesi tarihidir. Burjuva düşünürlerinin dediği gibi ulusların kendi aralarında yaptığı
savaşların tarihi değildir. Bundan dolayı Araplarla
ilgili kullandığımız slogan tamamen yanlıştır. Bizim
bütün felsefemize zıttır. Bu düşünceyi doğru bulursak, aynı sloganı Çerkezler, Kürtler, Abazalar, Lazlar
da atabilir. Hatta en başta Türkler atabilirler. Bu gibi
sloganların hiçbir sınıfsal anlamı yoktur.
Gelelim diğer eleştirilerimize ve bunlara verilen cevaplara...
Başta devrim sözcüğünün anlamını anlatmaya çalışalım. Devrim kelimesinin sözlük anlamı
şudur.”Genel olarak, yerleşik toplum düzenini, devlet ve toplum yapısını tümüyle değiştiren, köklü, hızlı
ve kapsamlı dönüşümdür.” Marksist literatürde ise;
üretim aletlerine sahip olan sınıf toplumun ilerlemesinde bir engel teşkil ettiğinde ve bunun sonucu
olarak halkın rejimden hoşnutsuz olması ve yığınlar
halinde iktidara karşı devrimci sınıf önderliğinde baş
kaldırması sonucu iktidardaki sınıfı baş aşağıya etmesine devrim denir. Emperyalizm çağında devrime
önderlik edecek tek sınıf proletaryadır. Yani çağımız
proleter devrimler çağıdır. Şimdi “Arap baharı”ında
gelişen olayları devrim olarak niteleyen anlayışa yaptığımız eleştirilere, yayın organlarında verilen cevaplara değineceğiz.
Bizim “Arap Baharı” denen olaylarla ilgili yaptığımız eleştiriler kısaca şöyleydi. “Arap Baharında olan
olaylar hakim sınıfların kendi arasındaki çelişkilerden
kaynaklanan olaylardır. Evet halk yığınlarında iktidardakilere karşı bir hoşnutsuzluk var. Ancak ayaklanmanın başını çekenler gerici yobaz kesimdi. Bunun
sonucu olarak da gerici yobaz kesimler iktidara geçti.
Devlet yönetiminde sınıfsal bir değişim olmadı. Bunun
için bu olaylara devrim diyemeyiz”
Bu eleştirilerimize karşı takınılan tavırlara cevap
vermeye çalışacağız.
“Bu hareketlerin sonucu bir anlamda devrimdir.
Ne anlamda? Şimdiye kadarki yöneticilerin devrilmesi ile sonuçlanma anlamında siyasi devrimler söz
konusudur. Fakat gidenlerin yerine gelen emekçilerin,
halkların iktidarları değildir. Burjuvazinin iktidarlarının şimdiye kadarki temsilcileri olan kimi diktatörler devrilmiştir, yerine yine burjuvazinin temsilcisi
olan başka siyasi güçler işbaşına gelmiştir. Henüz bu
devrilenlerin yerine gelenler istikrarlı yeni bir yönetim
oluşturamamışlardır. Bir çok ülkede mücadeleler sürmektedir.”
“ ‘Bu eylemler toplumsal tarihi ilerleten eylemler
değildir.’ tespitiniz de yanlıştır. Bu hareketler halkın
gücünü göstermiştir. Halkın kendiliğinden hareketi
devrimci/komünist öncünün iradesi dışında, gerekli koşullar oluştuğunda, bıçağın kemiğe dayanması,
‘böyle yaşamaktansa ölmek yeğdir’ noktasında ayaklanması ile başlar. Bu harekete önderlik edebilecek,
onlar içinde örgütlenmiş bir komünist öncü varsa, bu
hareket, ayaklanma devrim ile sonuçlanabilir. Nitekim
sübjektif öğe olmadığı, zayıf olduğu için bu ülkelerde
halk hareketleri sonucu halk iktidara gelmedi. Bu ülkelerde gelişme yönüne bakıldığında, henüz iktidar
mücadelesi sonuçlanmamış olsa da, faşist diktatörlükler yerine, ılımlı İslamcı da olsa, emperyalizme bağımlı, gerici burjuva demokrasisi yönünde ilerlemenin toplumsal tarihi ilerleten eylemler olduğu tespit edilmek
zorundadır.”
“Her devrimin temel sorunu siyasi iktidar sorunudur. Siyasi devrim var olan siyasi bir iktidarın, hükümetin halk ayaklanması sonucu, zor ile yıkılmasıdır.
Siyasi devrim bir bütün devrim süreci açısından esasta devrimin başlangıcı olarak kavranmak zorundadır.
Siyasi devrimin bu içeriği ile gelişmeleri değerlendirdiğimizde; hem Tunus’ta ve hem de Mısır’da yaşanan
gelişmelerin devrim olarak tanımlanması doğrudur.”
“Arap Bahar’ına bir anlamda devrim denir” görüşüne yaptığımız eleştiriler karşılığında bize verilen
cevapları yukarıda alıntı olarak verdik. Başta şunu
söylemek istiyoruz. Verilen cevaplar karşısında şok
olduk. Biz eleştirilerimizi yaparken yukarıda yazdığımız ML devrim anlayışına göre yapacağız. Yoldaşların anlayışına göre eski yönetimin devrilip yeni
okur mektubu
iktidardan indirdi. Afganistan Demokratik Cumhuriyet’ini kurdu.
(27 Nisan 1978) Yeni yönetimin programında kadınlara eşit haklar, toprak reformu ve klasik ml doğrultuda yönetsel önlemler yer alıyordu. Ancak Mollalar bu programa karşı büyük direnç göstermeye
başlamışlardı. Bu durum üzerine 5 Aralık 1978’de
Sovyetler Birliği (SB) ile Afganistan arasında yapılan Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Anlaşmasına
dayanarak SB 27 Aralık 1979 tarihinde Afganistan’a
girdi. SB işgal ettiği tarihte kadınların % 98’i okuma
yazma bilmiyordu. SB Afganistan’ı 15 Şubat 1989’da
terk ettiğinde; Kadınlar ülkedeki doktorların % 40’ını
oluşturuyorlardı. Kabil Üniversitesi’ndeki öğrencilerin % 65’ini kadın öğrenciler oluşturuyordu. Bazı aile
mahkemelerinde kadın hakimler başkanlık yapıyorlardı. Çalışan kadınların sayısı 50 kat artmıştı. 1987
itibariyle, inşaat, matbaa, gıda işleme, radyo ve TV
haberciliğinde büyük oranda kadınlar çalışmaya başlamıştı. SB geri çekildikten sonra, Taliban’ın yobaz
rejimi iktidara geldi. Her iki olayda da iktidardakiler
değişmiştir. Acaba bu değişimler siyasi devrimler midir? Hayır, her ikisi de siyasi devrim değildir. Her ikisinde de iktidardakiler sınıfsal olarak değişmemiştir.
SB’nin iktidarda olduğu dönemlerde kadın haklarına
reformlar yapmasına rağmen siyasi devrim değildir.
Türk devrimi durumu ile ilgili olarak Lenin’in söylediği görüşler doğrudur. Çünkü Jöntürk devrimi
eğer başarılı olabilseydi, Saltanatı yıkıp yerine burjuva devrimini gerçekleştirecekti. Tam da bu noktada
tespit yapmaktadır. “Yukarıda bahsedilen Arap Baharı, Arap Devrimi”nde iktidar kanadında, devletin
yönetim şeklinde bir değişim olmamıştır. Tam tersi
kadınların haklarında, azınlık haklarında daha da
geriye gidiş vardır.
Yeniden “Türk Devrimi”ne gelirsek Lenin buna kısaca Türk Devrimi demiştir. Hemen hemen kendiliğinden bir halk ayaklanması da yoktur, buna rağmen
Türk Devrimi demiştir.
Konunun özüne dönecek olur isek, Arap Baharı
noktasında ezilen yoksul Arap halklarına kitlelerin
gücünün önünde, örgütlü olduğunda hiçbir gücün
duramayacağını göstermiştir. Biz komünistler açısından ise çıkartılması gereken ders kendiliğindenci
hareketlerin hangi koşullarda ve ne zaman yükseleceğini beklemeden her an duruma hazır olmamız gerektiğini bilince çıkartmıştır.
Bir grup YDİ Çağrı okuru
19.01.2013 ✓
✒
yönetimin iktidara gelmesi bir siyasi devrimdir. Yoldaşlar için kimlerin başa geldiği hiç önemli değildir.
Yoldaşlar için burjuvazinin diğer kesiminin başa
gelmesi siyasi devrim olması için yeterlidir. Emperyalizm çağında olduğumuz için milli burjuvazinin
önderliğindeki devrimler dönemi de kapanmıştır.
Bırakın milli burjuvaziyi Mısır ve Tunus’da başa gelenler dinci şeriat isteyenlerdir. Mısır’da başa gelenler Müslüman Kardeşlerin temsilcisi Mursi’dir. İlk iş
olarak kadınların kara çarşafa girmesini sağlamış,
devlet televizyonunda spikerlerin kara çarşafla haber
okumasını sağlamıştır. 15 Aralık’ta yapılan anayasa
oylamasıyla, şeriat kanunlarının anayasaya girmesini sağlamıştır. Seçimlerden sonra Mursi Erdoğan
tarafından tebrik edilmiştir. Temsilcisi olduğu Müslüman Kardeşler bütün İslam aleminin İslam felsefesi lideridir. Kahire’de İslam dini üzerine çok büyük
Üniversiteleri vardır. Dünyanın çeşitli yerlerinden
gelen Müslümanları burada eğitmektedir.
“Arap Baharını” başlatan Tunus’a gelince; Raşid
kendi kendisine AKP’yi örnek aldığını söylemektedir. Bir telefon görüşmesinde Selefiler’e (Toplumun
en gerici kesimi şeriatçı) sabır etmelerini en yakın
zamanda kendilerine hükümette yer vereceğini söylemiştir. Bu konuşma ortaya çıkınca halktan büyük
tepki görmüştür. Ekim ayında yeni anayasayı kabul
etmiştir. Anayasada şeriat kanunları vardır. Raşid’e
karşı tepkiler artmıştır. 28 Kasım’da büyük protestolar oldu. Polis çok sert bir şekilde müdahale etti.
Diğer yandan da İslamcı Ennahda ve Selefiler gösterilerini çoğaltmaktadır. Bu arada ABD Tunus’a 500
milyon Dolar yardımda bulunmuştur. YDİ Çağrı’nın
yazdığının aksine emperyalistler bu ülkelere yardım
etmektedirler.
YDİ Çağrı’nın yukarıdaki devrim anlayışına göre
birçok ülkelerde olan olaylara devrim dememiz gerekmektedir.
Yoldaşlar, geçmişte bu gibi olaylara takındığımız
tavırlar, bugünkü YDİ Çağrı’nın takındığı tavırla
aynı değildir.
Afganistan işgalini bizler sosyal faşistlerin işgali
olarak tanımladık. Afganistan’da faşist diktatörlük
kurduğunu tespit etmiştik.
Bir o günkü günlere gidelim.
1973 yılında Davud Han liderliğinde Cumhuriyet
ilan edildi. 1977 yılında anayasa kabul edildi. Davud
Han devrik Kraliyet ailesinin üyelerinden Davud
Han’a karşı birleşti. Halk kanadının lideri Hafızullah
Amin düzenlediği darbe ile Davud Han ve etrafını
65
✒
okur mektubu
“ ‘Arap Baharı’ Tartışması
Üzerine Görüşlerimiz” başlıklı
yazıya yanıt
“Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!”
sloganı hakkında
66
“Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganının,
çeşitli eylemlerde bizim tarafımızdan atılması ile ilgi
olarak sözlü ve yazılı bir tartışma yürüdü, yürüyor.
Bu tartışmada kimi okurlar, yoldaşlar, bu sloganın
milliyetçi bir slogan olduğu, atılmasının yanlış olduğu görüşünü savundu,
savunuyor. Dergimiz
üzerinde, 156. ve 161.
sayılarımızda bu konudaki
tartışmayı
devrimci
kamuoyu
önünde de yürüttük,
yürütüyoruz.
Bir sloganı doğru ya
da yanlış bulmayı doğal buluyoruz ve yanlış bulunan bir konu
üzerine tartışmayı da
olumlu
buluyoruz.
Her okur ve de yoldaş
yanlış bulduğu konuda
mümkün olduğunca
yazılı tavır takınırsa,
sözkonusu tartışmalar
hepimizi ilerletir. Bu
açıdan genel olarak
tartışmayı gerekli de görüyoruz.
Fakat sloganı doğru ya da yanlış bulmaktan bağımsız olarak yoldaşların takındığı tavır, keskin laflara
boğulan, ne bizi ne de eleştiriyi okuyacak okurlarımızı iknaya yönelik gerekçelendirmeye yönelik bir
tavırdır. Bu konudaki tavrımızı ortaya koymadan
önce bu tespitimizi dayandırdığımız bir-iki noktaya
dikkat çekmek istiyoruz.
Yoldaşlar “Dünya tarihi sınıf mücadelesi tarihidir.”
diyorlar ve de bunu diyelektik-materyalizm adına ya-
zıyorlar. En basitinde dünya tarihi ile insanlık tarihi
birbirine karıştırılıyor. Sınıf mücadelelerini yürüten
insanlar varolmadan çok önce dünya varolmuştur...
Bu arada tabii ki insan toplumunda sınıfların henüz
oluşmadığı ilkel komünal toplumu da sınıflı toplumlar arasına katmaktadırlar.
Ya da sloganı neden yanlış bulduklarını açıklayacaklarına, “Dünya
tarihi sınıf mücadelesi tarihidir.” tespitine
dayanarak: “Bundan
dolayı Araplarla ilgili
kullandığımız slogan
tamamen yanlıştır. Bizim bütün felsefemize
zıttır.” diyorlar. “Dünya
tarihi sınıf mücadelesi
tarihidir.” tespiti, bir
sloganın doğruluğunun da, yanlışlığının
da açıklaması olamaz.
Diyalektik ve tarihi
materyalist yaklaşım
bu “keskin” laflar yerine, her somut slogana, somut olarak ve de
içeriğine bakarak tavır
takınmayı gerektirir.
Yoldaşlarımızın yaklaşımı somut olarak diyalektik
ve materyalist bir yaklaşım değildir. Bu tavır kendisini: “Bu gibi sloganların hiçbir sınıfsal anlamı yoktur.”
tespitinde de göstermektedir. Sözkonusu sloganın
sınıfsal anlamı vardır. Mesele sloganın değerlendirilmesindedir. Yoldaşlar sınıf dediklerinde sadece proletaryayı anlıyorlarsa o da yanlıştır. Toplum sadece
bir sınıftan oluşmuyor!
Bu noktaya dikkat çektikten sonra slogan hakkındaki eleştiriye bakalım. “ “Arap Baharı” Tartışması
Tunus ve Mısır’daki gelişmelere, halk isyanları sonucu Bin Ali ve Mübarek rejimlerinin yıkılmasına
devrim denip denmeyeceği konusunda da sözlü ve
okur mektubu
Devrim nedir tartışması...
yazılı tartışma yürüdü, yürüyor. Dergimizin 160. sayısında bir eleştiri yazısı ile cevabımızı yayınladık. Bu
bağlamda dergimizin tavrı devrimci kamuoyuna da
sunulmuş durumdadır. Buna rağmen eleştirilere yanıt verilirken doğal olarak kimi tekrarlar kaçınılmaz
oluyor.
Devrim tanımının nasıl kullanılacağı konusuna
geçmeden önce, yoldaşların “Arap Baharı” konusunda yaptıkları değerlendirmeye bakalım. Yoldaşlar:
“Arap Baharında olan olaylar hakim sınıfların kendi
arasındaki çelişkilerden kaynaklanan olaylardır. Evet
halk yığınlarında iktidardakilere karşı bir hoşnutsuzluk var. Ancak ayaklanmanın başını çekenler gerici yobaz kesimdi.” diyorlar. Peki, bu tespitlerin olgularla,
somut durumla uzaktan yakından bir ilgisi var mı?
Tek kelimeyle yok! Dergimizin sayfalarında gerek
Tunus, gerekse de Mısır’daki gelişmeler hakkında
olgular ortaya kondu. Sözkonusu olgular bizim ürettiğimiz şeyler değil, tüm medyaya yansıyan verilere
dayanan tespitlerdir. Buna göre gelişmelerin hakim
sınıfların kendi arasındaki çelişkilerden kaynaklandığını ve de ayaklanmanın başını gerici yobazların
çektiğini tespit etmek, gerçekleri tersyüz etmektir.
Yoldaşlar sonuçtan yola çıkarak, kendi düşüncelerini
olguların yerine koymakta, deyim yerinde ise ikamecilik yapmaktadırlar.
Ayaklanmalar, halkın “ekmek ve özgürlük” talepleri temelinde gerçekleşen ve ezilenlerin ezenlere karşı
gerçekleştirdiği ayaklanmalar olmuştur. Gelişmeler
ezilen sınıflarla ezen sınıflar arasındaki çelişkilerden
kaynaklanmıştır. Ateşin fitilini yakan olayın bir seyyar satıcının kendini yakması olayı olduğu, Bin Ali’yi
ve Mübarek’i koltuğundan edenlerin emekçi kitleler
olduğu olgusu, yoldaşların yanlış değerlendirmesine
rağmen ortadan kalkmamaktadır.
Ayaklanmaya önderlik meselesi ise kısaca şöyledir: Biz sözkonusu ayaklanmaların kendiliğinden
bir hareketin sonucu olduğunu tespit ettik, olgu da
böyledir. Aynı zamanda ayaklanmaların en büyük ya
da önemli eksikliğinin işçilere, emekçilere doğru bir
önderlik yapabilecek komünist bir örgütün olmaması
olduğunu vurguladık. Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da da
Mübarek koltuğundan edilirken harekete önderlik
eden somut bir güç yoktu, tersine kendiliğinden gelişen ayaklanmanın içinde sayısız grup ve örgütler
vardı. Biraz “sol” geçinen hatta kendisine “komünist”
bile diyen kesimler kendi aralarında belli bir cephe
kurmaya çalışsalar da, harekete önderlik edebilecek
güçte değillerdi. “Müslüman Kardeşler”, “Ennahda”
✒
Üzerine Görüşlerimiz” başlıklı yazıda, yoldaşlar diyalektik ve tarihi materyalizm dünya görüşünden
yola çıkarak, bu sloganın atılmasının tamamen yanlış
olduğunu, bizim felsefemize zıt olduğunu savunup,
“Bu düşünceyi doğru bulursak, aynı sloganı Çerkezler,
Kürtler, Abazalar, Lazlar da atabilir. Hatta en başta
Türkler atabilirler. Bu gibi sloganların hiçbir sınıfsal
anlamı yoktur.” sonucunu çıkarıyorlar.
Diyalektik ve tarihi materyalizm bize; doğa ve toplumsal olaylara yaklaşımın, inceleme yönteminin, ele
alış biçiminin, yorumlayış ve değiştirme biçiminin
ne olması gerektiğini öğretir. Bu yöntem bize gelişen
olayları somut ele almayı, somut incelemeyi öğretir.
“Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganını
atmak, diyalektik ve tarihi materyalizm dünya görüşüne ters değildir. Tam tersine diyalektik ve tarihi
materyalizm dünya görüşünün somuta uygulanmasının doğal sonucudur.
Yoldaşlarımız “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganındaki Arap kelimesini birebir okuyorlar.
Birebir okudukları için de sloganın atılmasına karşı
çıkıyorlar. “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!”
sloganındaki Arap kelimesi birebir Arap olmaya atıf
değil, mücadeleye, isyana, mücadelede kararlılığa
gönderme yapan bir atıftır. Nasıl ki “hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant’ız!” sloganındaki Ermeni, Hrant
kelimesi birebir Ermeni, Hrant olmaya atıf değilse,
soykırıma, zulme, katliama, cinayete atıf ise, “Arabız,
isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganı da böyle bir
slogandır.
“Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganında
Arap kelimesini birebir okuyan yoldaşlarımız, slogan içinde sınıfsal anlam arıyor, slogan içinde Arap
kelimesini birebir okudukları için de bulamıyorlar.
Slogan içindeki Arap kelimesi mücadeleye, isyana,
mücadelede kararlılığa çağıran bir atıf olarak görülebilinirse, “sınıfsal anlam” itirazı da ortadan kalkacaktır.
“Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganı
içindeki Arap olma, bir ulusa atıf değil, devrimci
bir ayaklanmaya atıftır. “Arabız, isyancıyız, kavgada
ısrarlıyız!” sloganını bu bakış açısı ile diyalektik ve
tarihi materyalizm dünya görüşü ile baktığımız, ele
aldığımız için doğru buluyoruz.
67
✒
okur mektubu
68
vb. kesimler ilk başta protestolarda bile yoktu. Süreç
içinde protestolara katılmaya başladılar ve toplum
içindeki nüfuzlarını kullanarak da –aynı zamanda
Katar, Suudi-Arabistan vd. destekleriyle de- ön plana
çıktılar. İslamcıların ön plana çıkması aynı zamanda
kendiliğnden hareketin de ayrışmasını beraberinde
getirdi. Bu durumda da harekete önderlik edenlerin
gerici yobazlar olduğunu tespit etmek doğru değildir.
Seçimlerde islamcıların çoğunluğu kazanması, ayaklanmalara bunların önderlik ettiği sonucunu, tespitini haklı çıkaramaz.
Yoldaşlar hem ayaklanmalara önderlik konusunda
hem de yaşananlara devrim denip denemeyeceği konusunda temelde bir yanlış yapmaktadırlar: Sonuca
bakarak olayları değerlendirmek! Bu tavır da diyalektik materyalist yaklaşıma terstir. Sonuçtan yola
çıkarak, ayaklanmanın ilk döneminde de böyleymiş
gibi tespit yapıyorlar. Ayaklananlar işçiler, emekçiler,
yoksullardı. Kitleler içinde örgütlü devrimci bir öncü
olmadığı için, ayaklanmanın sonunda dinci kesim
iktidara geldi.
Devrim nedir tartışmasına gelince, yoldaşlar, devrim tanımının içeriğini tek bir tanım ile doldurduğu
ve devrimden de sadece işçi sınıfı önderliğinde bir
devrimi anladığı için Tunus’ta, Mısır’da olanın devrim olarak tanımlanmasını yanlış buluyorlar.
Devrim tanımının sözlük anlamını alıntıyla aktarıyorlar. Alıntının kaynağı yok ama sözlüklerde bu
tanımında kullanıldığı olgudur. Fakat kullanılan tek
tanım bu değildir. Sorun bu tanımın kendisinde ya
da aktarılmasında değil, yoldaşların: “Marksist literatürde ise; üretim aletlerine sahip olan sınıf toplumun
ilerlemesinde bir engel teşkil ettiğinde ve bunun sonucu olarak halkın rejimden hoşnutsuz olması ve yığınlar halinde iktidara karşı devrimci sınıf önderliğinde
baş kaldırması sonucu iktidardaki sınıfı baş aşağıya
etmesine devrim denir. Emperyalizm çağında devrime
önderlik edecek tek sınıf proletaryadır. Yani çağımız
proleter devrimler çağıdır” tespitindedir.
Yoldaşlar yine hangi Marksist literatürde bu tanımın kaynağını vermemektedirler, bu tavırları aktardıkları diğer alıntılarda da sürüyor ve bu yanlış bir
yöntemdir.
Yöntemi bir kenara bırakıp içeriğe bakarsak, yoldaşlar, her somut toplumda “devrimci sınıfın” değişebileceği, devrimci olmanın genel olarak sadece işçi
sınıfına ait bir özellik olmadığı gerçeğini bir kenara
atmaktadırlar. Devrimci sınıf dendiğinde otomatikmen işçi sınıfını anlıyorlar. Marksizm-Leninizm
bize, işçi sınıfının tek devrimci sınıf olmadığını, ama
sonuna dek, yani kapitalizme- emperyalizme karşı
mücadelede, sömürü sistemini ortadan kaldırmada
sonuna dek tek devrimci sınıf olduğunu öğretiyor.
Buna rağmen ama Marksizm-Leninizm emperyalizm
çağında da işçi sınıfı dışındaki kimi sınıf ve katmanların devrimci olabileceğini öngörür. Örneğin köylülüğü ve özellikle de emperyalizme bağımlı ülkelerde
köylülüğün yanısıra milli burjuvazinin de devrimci
bir konum alabileceğini öngörür. Yoldaşlar çağımız
proleter devrimler çağıdır derken, bu tespitin birinci
kısmını atlamaktadırlar. Doğrusu, çağımız emperyalizm ve proleter devrimleri çağıdır. Bu tespit aynı
zamanda bağımlı ülkelerde devrimin burjuvazinin –
hangi burjuvazi olduğundan bağımsız- önderliğinde
de olabileceğini içerir. Yani, Leninizmin sosyalizme
gitmenin yolunu açmada proletaryanın demokratik devrime önderlik etmesini savunması, burjuvazi
önderliğinde devrimlerin artık hiç olamayacağı anlamına gelmez. Yoldaşların devrim tanımının sadece
proletaryanın iktidara geldiği bir durum için kullanılacağı yaklaşımı Marksizm-Leninizm bilimine terstir. Bu yaklaşıma göre de Tunus ve Mısır’da işçi sınıfı
iktidara gelmemiştir, o zaman yaşananlara devrim
demek yanlıştır. Öyle ya da böyle, yoldaşlar sorunlara
dar bir bakış açısını sergilemektedirler.
Sonuçta devrim nedir tartışmasında temel sorun
şudur: Devrim tanımını sadece bir içerikle mi kullanacağız, yoksa Marksizm-Leninizm’in öğrettiği ve
Komintern’in de yaptığı gibi değişik durumlar için
de kullanıp kullanmayacağımız sorunudur. Devrim
tanımının dar ve geniş anlamı yayın organlarımızda
ortaya konulmuştur. Kısaca özetleyelim:
Devrim tanımının dar anlamı: Siyasi devrim, siyasi bir iktidarın, hükümetin halk ayaklanması sonucu, zor ile yıkılmasıdır. Siyasi anlamı ile devrim tanımının içeriği budur. Bu tanım içinde yıkılanın yerine,
ondan daha ilericisinin gelmesi şartı yoktur. Örneğin
1979’da İran’da Şah iktidarı, bir halk ayaklanması ile
devrildi, yerine faşist Molla rejimi kuruldu. Devrimin
dar anlamı ile siyasi anlamı ile değerlendirdiğimizde
1979’da İran’da gerçekleşen devrimdir. Şah rejimine
göre Molla rejimi daha geri bir rejim olmasına rağmen bu böyledir.
Lenin, Stalin, Komünist Enternasyonal; burjuvazinin şu ya da bu temsilcilerinin, kesimlerinin önderliğinde, siyasi iktidar değişikliklerini devrim olarak
adlandırmışlardır. Devrimin nasıl bir devrim oldu-
okur mektubu
söylemek istiyoruz. Verilen cevaplar karşısında şok olduk. Biz eleştirişlerimizi yaparken yukarıda yazdığımız ML devrim anlayışına göre yapacağız. Yoldaşların
anlayışına göre eski yönetimin devrilip yeni yönetimin
iktidara gelmesi bir siyasi devrimdir. Yoldaşlar için
kimlerin başa geldiği hiç önemli değildir. Yoldaşlar için
burjuvazinin diğer kesiminin başa gelmesi siyasi devrim olması için yeterlidir. Emperyalizm çağında olduğumuz için milli burjuvazinin önderliğindeki devrimler dönemi de kapanmıştır. Bırakın milli burjuvaziyi
Mısır ve Tunus’ta başa gelenler dinci şeriat isteyenlerdir.” tespitlerini yapıyorlar. Yoldaşların siyasi olarak
yanlış yaklaşımlarının en açık aynası buradadır.
Yoldaşlar “ML devrim anlayışına göre” eleştirilerini yapacaklarını yazsalar da, bu tavırları ML’yi tersyüz eden bir tavırdır. Devrim tanımı konusundaki
tartışmayı yukarıda yürüttük. Yoldaşlar devrim denmesi için iktidara kimin geldiğine bakmak gerektiğini, işçi sınıfı iktidara gelmişse devrim, yoksa devrim
değildir düşüncesini savunuyorlar. Buna bağlı olarak
bize şunlar mal edilmektedir: “Yoldaşlar için kimlerin başa geldiği hiç önemli değildir. Yoldaşlar için burjuvazinin diğer kesiminin başa gelmesi siyasi devrim
olması için yeterlidir.” Bizim için iktidara kimin geldiği önemlidir. Mesele toplumsal bir olaya, somutta
da Tunus ve Mısr bağlamındaki gelişmelere devrim
denip denmeyeceğidir. Bu bağıntıda, yaşanan gelişmelere devrim denip denmemesi için, iktidara kimin
geldiği belirleyici değildir. Biz iktidara burjuvazinin
başka kesimlerinin iktidara gelmesine dayanarak değil, Bin Ali ve Mübarek rejiminin kitlelerin kendiliğinden hareketi tarafından, zorla yıkılmasına devrim
dedik. Bu konuda farklı düşünülebilir ama eleştiri
söylediklerimize dayanarak yapılmalı, savunmadığımız şeyler bize maledilmemelidir. Yoldaşlar devrim
tanımına sahip çıkmaya çalışırken, gerçekte Tunus
ve Mısır’da yaşananları, genelde “Arap Baharı” denen
gelişmeleri küçümseme konumundadırlar. Yoldaşlarımıza, Tunus ve Mısır’daki gelişmelerden çıkarılması gereken dersler konusunda dergimizdeki yazılara
yeniden bakmalarını tavsiye ederiz.
Alıntıda Marksizm-Leninizm’i açıkça tersyüz eden
tespit ise: “Emperyalizm çağında olduğumuz için milli
burjuvazinin önderliğindeki devrimler dönemi de kapanmıştır.” biçimindeki tespittir. Buna belki yoldaşlarımızın üzerine fazla düşünmeden yaptığı bir tespit
diyebiliriz. Ama somut tartışmada savundukları görüşler bu tespitle uyumludur. Savundukları görüşlerle
uyumlu olsa da, bu tespit kökten yanlıştır. Milli bur-
✒
ğunu, hangi anlamda devrim olduğunu somut olarak
tespit etmişlerdir. Biz de Tunus ve Mısır’daki gelişmeleri somut olarak değerlendirdik ve bu ülkelerde
nasıl bir devrim söz konusu olduğunu ortaya koyduk.
Örneğin yarıda kalan bir devrim olduğunu da yazdık,
ama yoldaşlar somuta bakmıyorlar. Örneğin devrim
tanımını kullandığımız yerlerde bile “Tunus’ta Zeynel Abidin’i deviren devrim” (YDİ Çağrı sayı150,
sayfa 30) derken, durumu somut değerlendirdiğimiz
gerçeğini görmüyorlar.
Devrim tanımının geniş anlamı: Toplumsal devrim, eski toplumsal sistemin yıkılması, yerine ondan
daha ileri bir toplumsal sistemin kurulmasıdır. Var
olan toplumsal yapı çözülecek, yerine ondan daha
ileri bir toplumsal yapı konulacak. Devrimin öznesi
olan kitlelerin harekete geçmesi, ayaklanması, şiddeti gündeme getirmesi ve kullanması sonucu alt üst
oluşun gerçekleşmesi, siyasi iktidarın ele geçirilmesi,
yıkılanın yerine, ondan daha ileri bir toplumsal sistemin kurulmasıdır toplumsal devrim. Genelde kullandığımız, ML devrim kavramının içeriği budur.
Burada bile devrim tanımının değişik biçimde kullanılması vardır. Yıkılan burjuva toplumu, sistemi yerine sosyalist, komünist bir toplumun, sistemin yerleştirilmesi, ya da inşaası uzun bir süreci kapsayan bir
durumdur ve bu durum Marksizm-Leninizm’e göre
“sürekli devrim” sürecini oluşturur. Yani iktidar ele
geçirildiğinde hemen eski toplumun, sistemin yerine,
yenisi yerleştirilemez. Buna rağmen Komünist Parti
önderliğinde işçi sınıfı iktidarı ele geçirmişse yaşananın devrim olduğu tespit edilmektedir. “Sürekli devrim” bağlamında iktidarın ele geçirilmesi gerçekte
bir başlangıçtır, ama bunun da devrim olarak adlandırılması doğrudur.
Devrimin bu içeriği ile baktığımızda, Tunus ve
Mısır’da olan toplumsal devrim değildir. Biz de böyle
bir tespit ya da değerlendirme yapmadık.
Devrim nedir konusundaki tavrımızı özetledikten
sonra yeniden yoldaşların bu konudaki eleştirilerine
dönelim.
Yoldaşlar “YDİ Çağrı’nın bu eleştirilere karşı takındığı tavırlara cevap vermeye çalışacağız.” diyorlar ve
bir alıntı aktarıyorlar. Alıntını kaynağı verilmiyor.
Alıntının üçüncü paragrafı dergimizin 160. sayısının
57. sayfasından alınmış. Diğer bölümü ise yoldaşların
eleştirileri hakkında onlarla yürüttüğümüz bir tartışmadan aktarılmıştır. İçerik olarak alıntıdaki düşünceleri doğru buluyoruz, savunuyoruz.
Alıntıyı aktardıktan sonra yoldaşlar: “Başta şunu
69
✒
okur mektubu
70
juvazinin önderliğindeki devrimler tam da emperyalizm çağında gündeme gelmiştir. Emperyalizm çağı,
aynı zamanda bağımlı, sömürge ve yarısömürge ülkelerin varlığını içerir. Emperyalizme bağımlı ülkelerin
varlığı sürdükçe, şu ya da bu emperyalist güce, devlete karşı bağımsızlık mücadelesi de olacaktır. Bu mücadelede milli burjuvazinin devrimci bir rol ve evet
önder rol oynama olasılığı da vardır. Bu bağıntıdaki
tartışmalar, özellikle Komünist Enternasyonal’in tartışmalarının önemli bir bölümünü oluşturmaktadır.
Lenin Komintern’in II. Kongresine, “Ulusal ve Sömürgesel Soruna İlişkin Tezlerin İlk Taslağı”nı sunar.
Kongrede yapılan tartışmalar sonucu tezler karar altına alınır. Tezlerin “en önemli temel düşüncesi, ezen
uluslar ile ezilen uluslar ayrımı” yapmasıdır. Ezen ülkelerde başka halkları ezen burjuvazi, devrimin bütün aşamalarında karşıdevrimci bir rol oynar. Ezen
ülkelerde kurtuluşun momenti olarak ulusal moment
yoktur. Bu nedenle bu ülkelerde burjuvazi ile bu noktada bir ittifakın da temeli yoktur.
Buna karşı emperyalizme bağımlı, sömürge, yarı
sömürge “ezilen ülke”lerde ulusal sorun devrimin bir
momenti olarak gündeme gelir. Emperyalizm, milli
burjuvaziyi (orta burjuvazi) de baskı altında tutar ve
bu durum milli burjuvazinin bir bölümünün belirli
bir dönem, belirli koşullar altında emperyalizme karşı mücadelenin içine girebilmesinin koşullarını yaratır.
“Kemalist devrim” emperyalizm çağında ve milli burjuvazinin önderliğinde gerçekleşmiş ve Sovyet
Sosyalist Rusya’nın desteğini almıştır. “Kemalist devrim, bir üst tabaka devrimidir; milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir. Bu devrim, (...) aslında köylülere ve işçilere karşı, evet bir tarım devrimi imkanına
karşı yönelen, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir.”
(Stalin, Cilt 9, sayfa 204, İnter Yayınları) Güdük antiemperyalist devrime önderlik eden sınıf Türk milli
burjuvazisidir.
Emperyalizm çağında birçok bağımlı, sömürge,
yarı sömürge ülkelerde milli burjuvazinin önderliğinde devrimler yaşanmıştır. Kimi ülkelerde de milli
burjuvazi, emperyalizme karşı verilen mücadelede
işçi sınıfının müttefiki olarak yer almıştır. Çin Devrimi, II. Dünya Savaşı’nda Hitler faşistlerinin işgaline
karşı verilen mücadelede olduğu gibi. Emperyalizm
döneminde milli burjuvazi önderliğinde devrimler
olmuştur ve bu dönem kapanmış bir dönem değildir.
“Milli burjuvazinin önderliğindeki devrimler dönemi de kapanmıştır” tespitinden sonra Mısır ve
Tunus’ta durum değerlendirmesi yapılmaktadır. Bu
durum değerlendirmesi, yoldaşlar açısından iktidara
gelenlerin gerici, dinci şeriat isteyenler olmasına dayanarak, yaşananlara devrim denemeyeceği düşüncesi
temelinde yapılmaktadır. Düşünce sistemi kendi içinde uyumlu halde sürdürülmektedir, fakat, yanlışları
ortadan kalkmamaktadır. Ayrıca milli burjuvaziyi,
milli burjuvazi yapan onların siyasi tavrı değil, ekonomik konumudur. “Dinci şeriat isteyenler” de milli
burjuva olabilir. Bu yüzden yoldaşların “Bırakın milli
burjuvaziyi Mısır ve Tunus’ta başa gelenler dinci şeriat
isteyenlerdir” tespiti, yanlış bir yaklaşımı ortaya koymaktadır.
Durum değerlendirmesi bağlamında da vurgulanması gereken esas şey, Tunus’ta, Mısır’da yıkılanın,
gidenlerin yerine, halk ayaklanmasına önderlik eden
devrimci/komünist bir örgüt olmadığı için –sübjektif
öğe olmadığı ya da zayıf olduğu için- burjuvazinin bir
başka temsilcisinin, siyasi güçlerin iktidara geldiği; bu
ülkelerde yeni gelenler tarafından istikrarlı bir yönetimin de henüz oluşturulamadığı ve iktidar mücadelesinin sürdüğüdür. Diğer noktalarda ise somut duruma
bakılmalıdır. Örneğin Mısır’da yeni Anayasa ile eskisinin karşılaştırılması gerekir ki, yeninin ne kadar ilerlemeyi ya da gerilemeyi temsil ettiği söylenebilsin. Medyaya yansıyan tek tek maddelerin değerlendirilmesiyle
genel bir değerlendirme mümkün değildir.
Durum değerlendirmesi yapılırken “YDİ Çağrı’nın
yazdığının aksine emperyalistler bu ülkelere yardım
etmektedir.” tespitiyle YDİ Çağrı’nın savunmadığı bir
düşünce YDİ Çağrı’ya mal edilmektedir. Her şeyden
önce bu konudaki düşüncelerimiz dergimiz üzerinden
kamuoyuna sunulmuştur. Emperyalistlerin bu ülkelere yardım etmediği düşüncesini, yoldaşlarla yürüttüğümüz tartışmada da savunan olmamıştır. Tersine
hem sözlü hem de yazılı tartışmalarımızda, emperyalist güçlerin ilk anda şaşkınlıkla karşıladıkları, kendilerinden bağımsız gelişmeleri gördüklerinde, derhal
ellerindeki tüm imkanlarla bu hareketlerin gerçek bir
devrime doğru gelişmesinin önünü kesmek, hareketi
kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için harekete geçtiklerini vurguladık. Ayrıca emperyalistlerin
sözkonusu hareketi boğmaya çalışması ile Tunus ya da
Mısır’a –ülkeye değil, ülkedeki egemen sınıflara- destek
vermesi bir ve aynı şey değildir.
Afganistan
“Yoldaşlar, geçmişte bu gibi olaylara takındığımız tavırlar bugünkü YDİ Çağrı’nın takındığı tavırla aynı
Lenin, 1908 yılında İttihat ve Terakki’nin iktidara
gelmesini, sultan ile iktidarı paylaşmasını, mutlak
monarşi ile meşruti monarşi arasındaki değişiklik,
sistemde temel bir değişiklik olmamasına rağmen,
yönetim biçimindeki bu değişikliği devrim olarak
adlandırıyor. Lenin’in değerlendirmesi şöyledir:
“Türkiye’de Jöntürklerin yönettiği, ordunun devrimci hareketi zafere ulaştı. Ne var ki, Türkiye’nin II.
Nikola’sı, ünlü Türk anayasasını yeniden tesis etme
sözüyle şimdilik paçasını kurtardığı için, bu zafer sadece yarım bir zaferdir ya da sadece bir zafer kırıntısıdır.
Ancak devrimlerde bu tür yarım zaferler, eski rejimden böyle zorla alınmış, acele tavizler, iç savaşın çok
daha tayin edici, çok daha şiddetli, büyük halk kitlelerini kapsayan yeni etapları için en emin garantidir.”
(Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine,
Sayfa 43, İnter yayınları)
okur mektubu
Jön Türk devrimi
Yoldaşlarımız ise Lenin’in tavrını şöyle yorumluyor:
“Türk devrimi durumu ile ilgili olarak Lenin’in söylediği görüşler doğrudur. Çünkü Jöntürk devrimi eğer
başarılı olabilseydi, Saltanatı yıkıp yerine burjuva
devrimini gerçekleştirecekti. Tam da bu noktada tespit yapmaktadır. Yukarıda bahsedilen “Arap Baharı,
Arap Devrimi”nde iktidar kanadında, devletin yönetim şeklinde bir değişim olmamıştır. Tam tersi kadınların haklarında, azınlık haklarında daha da geriye
gidiş vardır.” (abç)
Lenin’in Jöntürk devrimi değerlendirmesini doğru
buluyor yoldaşlar. Fakat ardından ekliyorlar: “Çünkü
Jöntürk devrimi eğer başarılı olabilseydi, Saltanatı yıkıp yerine burjuva devrimini gerçekleştirecekti. Tam
da bu noktada tespit yapmaktadır.”
Bu tavrın adına Lenin’i düzeltme denir. Lenin’i
kendi yanlışına ortak etme denir. Lenin gelecekte
olabilecek olana göre değil, olana göre tespit yapmaktadır. Yani yoldaşların deyimiyle Lenin, “başarılı olmayan”, “burjuva devrimini gerçekleştir”emeyen bir
gelişmeyi “devrim” diye adlandırıyor. Yoldaşlar kendi mantıklarına uygun davransalar, burada Lenin’i
de eleştirmeleri gerekiyor. Lenin’in “Türk devrimi”
konusunda söylediklerini doğru görüyorlarsa –ki,
böyle yazıyorlar- o zaman da kendi tavırlarını, işçi
sınıfı iktidara gelmemişse o zaman devrim değildir
vb. tavrını gözden geçirmeleri gerekir. Yapmıyorlar!
Lenin’i kendilerine uydurarak işin içinden çıkmaya
çalışıyorlar. Lenin’in tavrı açık ve net bir tavırdır!
Lenin yoldaşlarımız gibi soruna dar bakmadığı,
devrim tanımını dar ve geniş anlamıyla kullandığı
için ordunun yarattığı değişikliği devrim olarak tanımlıyor.
Jöntürk devriminin temelinde halk hareketi yok.
Halk ayaklanması yok. Ordu içinde örgütlenme, hareket var. Bu hareketin yarattığı değişikliğe Lenin
devrim diyor. Yoldaşlarımız devrimden sadece toplumsal devrimi anladıkları için Lenin’i doğru yorumlayamıyorlar.
***
Çok iddialı eleştiriler getiren yoldaşlarımıza önerimiz: Böyle çok iddialı eleştiriler basitçe getirilmemelidir. Araştırma yaparken dikkatli olunmalıdır.
Olmayan şeyler, olmuş gibi gösterilmemelidir. Genel
tespitler yapmaktan ziyade somuta uygun tespitler
yapılmalıdır.
YDİ Çağrı
31.01.2012 ✓
✒
değildir.” iddiasını ileri sürüp Afganistan örneğini
veriyorlar. Bu örneği verirlerken de iki ayrı durumu,
1973-1979 arası dönemde yaşananlarla, Rus sosyalemperyalizminin (SSCB) Afganistan’ı işgal etmesi,
1979-1989 döneminde yaşananları bir ve aynı şeymiş gibi, ya da bir tek süreç gibi ele almaktadırlar.
Biz somut olarak bu iki dönemin birbirinden ayrı
ele alınması gerektiğini, Rus sosyalemperyalizminin
Afganistan’dan çekilmesinden sonra Taliban’ın iktidara gelmesinin de ayrıca ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Buna rağmen devrim denip denmeyeceği
bağlamında, özel olarak o dönemin somutunun araştırılması temelinde tavır takınılması gerektiğini de
savunuyoruz. Somutu araştırmadan, belli kalıplara
dayanarak devrimdir ya da değildir demenin bilimsel yaklaşıma ters olduğunu düşünüyoruz. Bu konuda
dergimizin özel bir araştırması olmadı.
Yoldaşlarımız “Acaba bu değişimler siyasi devrimler midir?“ sorusunu sorup “Hayır, her ikisi de siyasi
devrim değildir. Her ikisinde de iktidardakiler sınıfsal
olarak değişmemiştir.” yanıtını vermektedirler. Siyasi
devrim olmadığı konusunda yoldaşlar haklı olabilir.
Ama bu tespitlerini, yaşanan olgulara değil, iktidardakilerin sınıfsal olarak değişmediği tespitlerine dayandırmaktadırlar. Bu yaklaşım yanlıştır. Örneğin
geri düzeyde bir burjuva demokrasisinden Taliban
önderliğinde dinci faşist bir rejime geçiş sözkonusuysa, neden bir “karşıdevrim” sözkonusu olmasın? sorusu gündeme gelebilir. Kalıplarla yaşamın gerçekliği
ortaya konamaz!
71
✒
okur mektubu
17
72
Uluslararası Bir
Konferans’tan İzlenimler
Nisan
2013’te
Berlin
Eyalet
Parlamentosu’nda Uluslararası bir konferans yapıldı. Konferansın konusu „Geleceğin Suriye’sinde Kürt sorununun çözümü için, diyaloga, demokrasiye ve barışa bir katkı“ idi.. Konferans, Kürt
Halkla İlişkiler Merkezi Civaka Azad, Eyalet Parlamentosu Sosyal Demokrat Parti milletvekili Robert
Schaddach ve Dialog-Kreis (Türkiye’deki savaşın
sonladırılması için taraflar arasında diyaloga aracı
olmayı önüne hedef olarak koyan bir STÖ/ Diyalog
Çevresi) tarafından düzenlenmişti. Ayrıca birçok
STÖ ve kurum da konferansın düzenlenmesine katkı
sunmuştu.
Konferansın açılışını, Berlin Eyalet Parlamentosu
Sosyal Demokrat Parti üyesi Robert Schaddach yaptı.
Robert Schaddach, Eyalet Parlamentosu’nda konferansın yapılmasının fikrinin nasıl oluştuğunu anlattı.
Giyasettin Sayan (eski Sol Parti milletvekili) ve Kürt
Halkla İlişkiler Merkezi’nden Gökay Akbulut’un konuşmalarının ardından „Ortadoğu uzmanı“ Michael
Lüders, “Suriye’deki iç savaş ve Batılı güçlerin etkisi“ konulu bir konuşma yaptı. Suriye’de Mart 2011’de
önce taşrada geleceklerinden umut kesen genç insanların reform talepleri ile sokağa dökülmesiyle silahsız
gösterilerle başlayan sürecin gelinen yerde esasta bir
temsilci savaşına dönüştüğü tespiti ile başladığı konuşmasında „Suriye krizinin çözülmesi için öncelikli
olarak ABD ve Rusya’nın anlaşması gerektiğini“ belirten Michael Lüders „Türk hükümetinin Öcalan ve
PKK ile yaptığı müzakerelerin Suriye’nin geleceğini“
etkilediğini, Suriye’nin geleceğinin belirsiz olduğunu
ve Yugoslavya gibi parçalanma tehlikesi olduğunu
anlattı. Esad rejiminin Batının hesabından dayanıklı çıktığını söyleyen Lüders, Batılı güçlerin Suriye‘ye
müdahale konusunda henüz anlaşamadığını, Rusya,
Çin ve İran’ın Esat rejimi yanında yer aldığını, bu
birlikteliğin jeo-stratejik bir birliktelik olduğunu söyledi. Türkiye’nin Öcalan ve PKK ile müzakereye başlamasının arkasında Suriye’deki gelişmelerin de yattığını belirten Lüders Türkiye’deki çözüm sürecinin
Suriye’yi de etkileyeceğini belirtti. Devamla Michael
Lüders, “Bir yandan Türkiye ve İran var. Kürtlerin
mücadelesi Suriye’nin geleceğinde belirleyici olacak.
Kürtler, Suriye’de çok zorlu yıllar yaşadı. Fakat unutmayalım ki Kürt sorununu da Kürtler çözecek. Pasta
büyük olursa, paylaşımı da kolay olacak. Bunun için
de ekonomi gelişmeli, kalkınma olmalı. Bölgedeki
azınlıklar, batılı güçlerin kurbanı oluyor. Kürtlerin
ortak bir amacı olmalı, fakat bölgeye baktığımızda Irak’taki Kürtlerin çıkarları farklı. Aynı şekilde
Suriye’ye ilgi duyan ABD, Türkiye, Suudi Arabistan
ve Katar’ın da çıkarları farklı. Lüders Esad sonrası Suriye için birden fazla alternatif olduğunu söyleyerek
bu alternatifleri şöyle ifade etti:
1. Radikal Sünni bir İslamcı rejim kurulabilir. Bu
durumda Suriye/İran ittifakı çöker. Bu, bir yanı ile
Batının işine gelir, fakat bir yanı ile batının istediği
bir şey de değildir. Radikal Sünni İslamcı bir rejim
intikamcılığa yönelebilir, kontrolden çıkabilir.
2. Suriye’deki devlet birliği çöker; üç veya daha fazla devlet çıkar ortaya.
Lüders, bugün Esad’a karşı silahlı mücadele içinde
Al Nusra adlı „radikal Sünni İslamcı“ların en güçlü
olduğunu, muhalif güçlere verilen ve verilecek silahların bunları daha da güçlendireceği değerlendirmesini yaptı. Al Nusra savaşanlarının çoğunluğunun da
Suriyeli olmadığını, dıştan gelen „Cihatçılar“ olduğunu anlattı.
Herhalde gelişmenin nasıl olacağı konusunda kesin
bir şey söylemenin mümkün olmadığı değerlendirmesini yaptı.
İkinci oturumda konuşan tarihçi Dr. Xaled İsa Suriye’deki etnik grupların yaklaşımlarını anlattı. Yakın
bir zamana kadar Kürtlerin ikinci bir sınıf olarak görüldüğünü belirten İsa Rojava ( Batı Kürdistan) devrimine kadar Kürtlerin haklarının verilmediğini, Rojava’daki bütün Kürtlerin bu devrime katıldıklarını,
bu devriminTürkiye’yi de korkuttuğunu, Suriye’deki
muhaliflerin birlik oluşturmadığını ve aralarında birçok görüş farklılığı olduğunu anlattı.
Xaled İsa Suriye’de bir yandan bir „radikal Sünni İslamcı“ gelişme olasılığına dikkat çekerken, diğer yanda
aslında bu güçlerin serbest bir seçimde en fazla % 20 oy
alabileceklerini, bunların çoğunun Suriyeli olmadığı-
okur mektubu
sadece bir Kürt ve Arap Baharı yaşanmadığını, aynı
zamanda bir Kadın Baharının da söz konusu olduğunu belirtti. Rojava’da kadınların siyasete katılmasının birçok Batı ülkesinden oran olarak çok daha fazla
olduğunu anlattı. Verdiği bilgilere göre Rojava halk
meclislerinde kadınların oranı % 40 imiş.
Öğle yemeği için verilen arada, Demokratik Birlik
Partisi (PYD) Eşbaşkanı Salih Müslüm ve BDP Eşbakanı Selahattin Demirtaş basın toplantısı düzenledi.
Salih Müslim, basın toplantısında özetle şunları anlattı:
„Suriye’deki Kürtler arasında bir çatışma yok. Kardeş kavgası olmayacak. Kuzey Kürdistan’daki gelişmeler Batı Kürdistanı da etkiler. Türk rejimi, Suriye’deki
muhaliflere, Kürtleri kabul etmeyin yönünde baskı
yapıyor. Türk rejimi, silah ve para yardımı yapıyor. Suriyeli muhaliflere para ve silah yardımı yapılırken, şart
olarak Kürtleri tanımamaları gerektiği baskısı yapılıyor. Kuzeydeki barış sürecine bağlı olarak Türk rejiminin bu baskıları kalkarsa, bizimle Suriyeli diğer muhalifler arasında bir yakınlaşma olabilir. Kuzeydeki
anlaşmanın bu yönde faydası olabilir. Batı güçleri ile
ilişki geliştirmeye çalışıyoruz. Ama nereye gitsek; hakkımızdaki anti-propaganda bizden önce gidiyor. Türk
rejimi bizim PKK olduğumuzun propagandasını yapıyor. Biz nereye gitsek, kendimizi ve toplumumuzun
demokratik olduğunu anlatıyoruz. Saldırılar, Esad
rejiminin vahşiliğini gösteriyor. Şimdiki kavga iktidar
kavgasıdır. Gitmek istemeyen bir rejim var. Batı Kürdistan’daki Kürtlerin hareketlenmesi, Suriye rejimi
ile ilgilidir. Kuzeydeki gelişmelerle ilgisi yok. Biz kendimizi savunuyoruz. Türk devleti ile bir ilişkimiz yok.
Davutoğlu bazen medya yoluyla mesaj gönderiyor, biz
de buna yine medya üzerinden yanıt veriyoruz. Arap
muhalefeti Kürtlerin haklarının anayasada yer almasından yana değiller. Demokrasinin savunulması
gerekiyor. Biz bunun için halkı örgütlüyoruz. Halkın
savunma güçlerini de örgütlüyoruz. Demokrasiyi savunacak kimse yoksa o zaman demokrasiyi daha tohumken yok edecek birçok güç ortaya çıkar. Bunu koruyacak olanlar da halktır. Bunun için de bütün halkı
örgütlemişiz. Silahlarımız da halkımızdandır. Biz istesek de kimse silah vermiyor.”
Salih Müslim’den sonra BDP Eşgenel başkanı sorulan sorulara cevap verdi. Demirtaş özetle şunları
söyledi:
„Üç aşamalı sürecin ilk aşamasının hazırlık aşamasındayız. İlk aşama başlasın diye hazırlık yapıyoruz.
Bu hazırlık yeterli düzeyde organize edilirse, Öcalan’ın
✒
nı, muhalefet içinde güçlü olmalarının Türkiye/Suudi
Arabistan/Katar desteği olduğunu anlattı.
Üçüncü oturumda Batı Kürdistan’da en güçlü Kürt
siyasi partisi konumunda olan PYD Eşgenel Başkanı Salih Müslim ve Hollanda’dan gelen Kürt kadın
gazeteci Dilşah Osman konuştu. Üçüncü orurumun
konuşmacılarından Suriye Kürt Yüksek Konseyi üyesi Ahmad Suleiman, sunumunu yazılı olarak
göndermişti. Salih Muslim, diğer halklarla kardeşçe
yaşamak istediklerini, Ezidiler ve Süryaniler olmak
üzere diğer etnik gruplarla hiç bir fark gözetmeksizin
binlerce yıldır birlikte yaşadıklarını, cami ve kilise
arasına hiç bir fark koymadıklarını, Suriye’nin diğer
bölgelerinden gelip Kürdistan’a yerleşenler olduğunu,
çünkü Rojava’da barış ortamı olduğunu, Esad rejimiyle işbirliği içinde olduklarının iddia edildiğini ve
fakat bunun öyle olmadığının görüldüğünü anlattı.
Yazılı olarak sunulan konuşmada Batı’nın demokratik güçlerine, Suriye’de demokrasinin temsilcisi olan
Kürt Hareketine destek verme çağrısı yapılıyordu.
„Enternasyonal Topluluk zamanında müdahale etmezse, Suriye’yi felaket bekliyor“ değerlendirmesi yer
alıyordu Süleyman’ın konuşmasında.
Salih Müslim konuşmasında, Batı Kürdistan’da
devrimin (Rojava devrimi) aslında 2004’de başladığını; Rojava’da Kürt halkının 2004’de onun yok sayılmasına karşı isyan ettiğini, bu aşamada ve daha sonra da Türkiye ile Esad rejimi 2011 Mart’ında başlayan
ayaklanmalar ertesinde karşı karşıya gelene kadar
Esad rejimi ile çok iyi ilişkiler içinde olduğunu anlattı. Kürt ulusal hareketi hakkında „Biz son döneme
kadar hep başkalarının askeri konumunda idik. Artık bu konuma bir son verdik. Esad’a karşı isyan başladığında, biz ne Esad’a, ne de ona karşı savaşanlara
karşı savaştık. Kendi bölgemizde egemenlik kurup,
bize kim saldırırsa ona karşı kendimizi koruduk.“ değerlendirmesini yaptı. Kendi bölgelerinde bütün milliyetler ve dinlerden insanlarla barış içinde bir arada
yaşadıkları bir düzen kurduklarını anlattı.
Salih Müslim kendilerinin demokratik, çok renkli,
bütün milliyetler ve dinlerden insanların bir arada
yaşayacakları bir Suriye istediklerini anlattı.
Böyle bir Suriye içinde Batı Kürdistan’ın Almanya
gibi federal bir yapı, veya konfederal bir yapı içinde
yer alabileceğini anlattı.
Dilşah Osman “Rojava Devriminde kadın rolü” konulu bir sunum yaptı. Kürt halkının özgürlüğünün
kadının özgürlüğünden geçtiğinin Rojava devrimiyle
bir kez daha ispatladığını belirten Osman, bölgede
73
✒
okur mektubu
74
geri çekilme için çağrı yapmasını bekliyoruz. Bu sürecin sekteye uğramaması için alınması gereken önlemleri konuşuyoruz. Güven problemi var. Esas sorun bu.
Güvensizlikleri aşmak kolay olmuyor. İlerleme dışında
başka bir çözüm yolu yok. Almanya’nın gerçekçi bir
Kürt politikasını oluşturması gerekir. Ortadoğu’da bir
Kürt gerçeği var. Büyük devletlerin Kürtlerle nasıl ilişki kuracaklarını belirlemesi gerekiyor. Üç aşama; geri
çekilme, anayasa ve bazı yasaların çıkarılması ve son
aşama ise tamamen silahların susturulacağı aşamayı kapsıyor. Bu üç aşama gerçekleşirse, Kürt sorunu
tümden çözülemez ama demokratik mücadele devam
eder. Onurlu bir barışı gerçekleştirmek istiyoruz. Barış
arayışında, hiçbir taraf karşı tarafa değil kendisine güvenir. Biz halkımıza güveniyoruz. Barış sürecinin hızlı
ilerlemesini istiyoruz. Meyveler olgunlaştığında toplanması gerekiyor. Zamanında toplanamayan meyve
daha sonra bir işe yaramaz. Süreç ilerliyor ve herhangi
bir tehlike görünmüyor.“
Dördüncü oturumda, KNK Dış İlişkiler Komitesi
Başkanı Songül Karabulut bir sunum yaptı. Karabulut, Türkiye’nin Ortadoğu stratejisi, Rojava ve Güney
Kürdistan’a yönelik politikaları, Ankara’nın tarihsel
politikasını ve Kürt eksenli dengeleri anlattı. Bölümün moderatörlüğünü yapan gazeteci Nils Metzger
sunum sonunda Karabulut’a, Erdoğan ve Öcalan’ın
günün birinde Nobel Barış Ödülü alıp alamayacağını
sordu. Karabulut, bu sürecin gerçekten barışla bitmesini çok arzuladıklarını, umutlu olduklarını, eğer bu
olursa Nobel Barış Ödülünün Öcalan’a verilmesini
arzuladığını belirtti.
Beşinci oturuma, Edgar Auth’un moderatörlüğünde Uluslararası Hukuk uzmanı Prof. Dr. Norman
Paech, Alman Bilim ve Siyaset Vakfı’dan (SWP) Dr.
Günter Seufert ve BDP Eş Genel Başkanı Selahattin
Demirtaş’ın konuşmacı olarak yer aldı. Oturumun
konusu ‘’Türkiye’de Kürt sorununun çözümünün
Suriye ve Rojava üzerindeki etkileri’’ idi.
Dr. Günter Seufert, Türkiye’nin rolüne dikkat çekerek, Davutoğlu’nun Türkiye’yi bölgede merkezi bir
güç yapmak için çalıştığını, Davutoğlu’nun Dışişleri
Bakanı olduğu süre içerisinde Suriye’ye 13 kez gittiğini ve fakat isyanın başlaması ve bunun Esad rejimi tarafından kanla bastırılması ile Türkiye’nin Suriye’de
radikal bir strateji değişikliğine gittiğini anlattı. Şimdi Türkiyenin hedefte bir sapma olmaksızın, stratejisini Esad rejiminin devrilmesi üzerine kurduğunu
anlattı.
Öcalan ile yapılan görüşmelerle yeni bir süre-
cin başladığını belirten Prof. Dr. Norman Paech,
Öcalan’ın tutumunun dışında Erdoğan’ın politikasına dikkat çekmek istediğini, Türkiye’de AKP iktidarının gazeteci ve sendikalara yönelik baskılarının
unutulmaması gerektiğini, PKK‘nin en az 10 kez
barış ve ateşkes girişiminde bulunduğunu söyledi.
Devamla Paech, Kürt sorunun çözümünün AB üyeliği için can alıcı olduğunu, AB üyeliği için Türkiye
politikasını değiştirmişse o zaman daha çok umutlu
olduğunu, Kürtlerin haklarına kavuşması ve otonomi
elde etmesi bölgede hüküm süren bir iktidarın yıkılmasıyla gerçekleştiğini, Irak’ta öyle olduğunu, şimdi
sıranın Suriye’de olduğu ve Alman hükümetinin de
Kürt hareketini “terörist” olarak görmekten vazgeçmesi gerektiğini anlattı.
Oturumun son bölümünde söz alan BDP Eşbaşkanı
Selahattin Demirtaş, Türkiye ve Kürdistan’ın Kuzey
ile Batı parçaları arasındaki ilişkilere değindi. Geçen
yüzyılın Kürtlerin kendisini bir halk olarak ispatlama mücadelesiyle geçtiğini belirten Demirtaş, şimdi
artık geçen yüzyılda yaratılan değerlerin sonuçlarını
görmek istediklerini, artık hiç kimsenin Kürt halkını
inkâr edemeyeceğini ve kendi içlerinde parçalanmanın yok olmakla eş değer olduğunu belirtti. Devamla
Demirtaş, Rojava’daki gelişmeleri övdü, Rojava devriminin bölgede yaşayan halkların kan dökmeden
barış içinde yaşamasının mümkün olduğunu gösterdiğini, Rojava devriminin aynı zamanda Öcalan’ın
da fikir devrimi olduğunu, orada halkların birlikte
demokratik haklar çerçevesinde yaşadığını, bu modelin diğer ülkeler Türkiye ve İran için de geçerli
olduğunu ve ulus devlet modeli aşılmadığı sürece
krizler ve çatışmalar süreceğini söyledi. Suriye’deki iç
savaşın başladığı Mart 2011’den bir ay sonra, Nisan
2011’de bile Ankara’nın Şam yönetimiyle anlaşmalar
yaptığını belirten Demirtaş, Türkiye’nin Esad’ın gitme ihtimalini gördüğü nokta da politikasını da değiştirdiğini belirtti.
Moderatörlüğünü
IPPNW’den
Dr.
Gisela
Penteker’in yaptığı altıncı oturumun konusu “Almanya ve Avrupa Birliği’nin Suriye’deki barışın inşasına ve insani yardıma katkıları” üzerineydi. Bu
oturumda, Dr. Jan van Aken, Carsten Stork, Federal
Barış Kurulu sözcüsü Dr. Peter Strutynski, Medico
İnternational‘den Martin Glasenapp ve Dialog-Çevresi adına Memo Şahin, Suriye’deki barışın inşası ve
insani yardım üzerine görüşlerini ifade açıkladılar.
Konferansın son oturumu “Geleceğin Suriye’sinde
Kürt sorununun çözümü için halklararası barış pers-
okur mektubu
bileceklerini gösteren bir örnek; yepyeni bir model
olarak sunulan Rojava devrimi modeli, aslında ulus
devletlerin varlığı şartlarında, alttan örgütlenmeyle
demokrasinin yaşanıp inşa edilebileceği düşüncelerini savunan sivil toplumcu teorilerin çok özel şartlarda (iç savaş sonucu ortaya çıkan iktidar boşluğu)
ki geçici bir uygulaması. Bu şartlar değiştiğinde Rojava’daki bu deneyimin şimdiki biçimiyle sürdürülmesi mümkün değil. Bunu görmeyen bir konumda
savunuluyor görüşler.
* Suriye’deki iç savaş bağlamında Rojava, her iki
tarafa de eşit mesafede durma pozisyonunu değiştirmek zorunda kalacaktır. Bu bağlamda „üçüncü
yol“ çok özel şartlarda bir süre gidilebilecek doğru
bir yol olarak ortaya çıkmıştır. Ve PYD bu bağlamda
gayet doğru bir siyaset izleyerek, iktidar boşluğunu
doldurmuştur. Fakat bu „iki tarafa da eşit mesafede
durmak“ siyasetinin sürdürülebilirliği yoktur. Tabii
ki DYD nin kendi tarafı, Kürt tarafı kendi siyasetini
güdecektir. Fakat eninde sonunda bu iç savaş bizim
dışımızda bir savaş tavrı iki taraftan biriyle birlikte
harekete dönüşecektir. Son dönemde Esad güçlerinin
Kürt hareketine saldırılarını arttırması bu sürecin ne
yönde gelişeceğinin işareti; PYD’nin Batılı güçlerden
yardım talebi de bu gelişmenin olası gelişme yönünün
habercisi; Kuzeydeki barış süreci de bu gelişmenin ne
yönde olabileceğinin habercisi. Konuşmalarda andaki durum sürdürebilir bir durummuş gibi gösterildi.
* Yine Suriye’deki iç savaş bağlamında verilen bilgiler ve yapılan değerlendirmeler kendi içinde çelişmeli. Bir yandan savaşan güçler içinde „radikal Sünni İslamcı“ ların „Suriye dışından gelen“ Cihatçılar
olduğu, Suriye halkları içinde fazla tabanlarının olmadığı anlatılıyor; fakat diğer yandan bunların iktidara gelmeleri en büyük olasılık olarak gösterilip, bu
öcüye karşı Batının demokrasi güçlerini – en başta
tabii Kürt hareketini desteklemesi isteniyor. Burada
Batının – en başta ABD’nin - „ılımlı İslamcı bir rejim“ kurma isteğini gerçekleştirme olasılığının küçümsenmesi söz konusu.
* Demokrasi bağlamında bir yandan ulus devlet
modelinde demokrasiyi gerçekleştirmenin mümkün olmadığı savunulurken ve Öcalan’ın „demokratik konfederalizm „ dediği yeni tipte bir demokrasi
alternatif olarak ileri sürülürken, diğer yandan Batı
demokrasisi övülüyor, onun örnek alındığı söyleniyor
vs. Burada tam bir kafa karışıklığı söz konusu.
Berlin’den bir YDİ Çağrı Okuru
18. 04. 2013 ✓
✒
pektifi“ üzerineydi. Bu oturumun konuşmacıları,
PYD Eşbaşkanı Salih Muslim, BDP Eş Genel Başkanı
Selahattin Demirtaş ve Prof. Dr. Andreas Buro idi.
1920’den beri Kürt sorununun var olduğu ve çözülmediğini, Kürt sorununun çözülmesi, haklarının verilmesi gerektiğini belirten Salih Müslim, Rojava’daki kimi Kürtlerin kimliklerinin olmadığını,
bunların hareket edemediğini, 3,5 milyon Kürdün
kendi dilinde eğitim yapamadığını, diyalog için karşılıklı konuşmak gerektiğini anlattı. Devamla Salih,
Suriye’de Esad’a karşı savaşanların %90’nının Salefistler olduğunu, bunların dışardan geldiğini anlattı.
Rojava’nın ve Kürtlerin Suriye’de demokrasi isteyen
bütün güçler için desteklenmeleri gereken alternatif
olduğunu anlattı. Kendilerinin Avrupa kapısı aradıklarını, örnek aldıkları Avrupa demokrasisinin
kendilerine yardımcı olabileceğini ve demokratik bir
hareket olduklarını, bu hareketin Avrupa tarafından
desteklenmesi gerektiğini belirtti. Avrupa’nın kendileri yerine, islamcı güçlere destek vermelerini eleştirdi.
İkinci konuşmayı yapan Demirtaş özetle şunları
anlattı: „Rojava’da hayata geçen model, Ortadoğu’da
hayata geçirilmesi gereken modeldir. Tekçiliğe dayanan ulus devlet modelinin barış getirmesi mümkün
değildir. T.C 90 yıldır ulus devlet modelinde ısrar
ediyor. Bu modelden sadece Türkler dışında olanlar
değil, Türklerin kendisi de zarar gördü. Rojava modeli, halkların birbirine üstünlük kurmadığı, beraber
kardeşçe yaşadığı bir modeldir. T.C Ortadoğu’da rol
almak istiyorsa, tekçi modelden vazgeçmesi gerekir.
Rojava’da bütün kimlikler, inançlar, elele verip bir
model bir devrim yapıyorlar. Bırakın AKP’yi, kendisine sol diyenler Rojava’daki devrimi „mahkûm“ etmeye çalışıyorlar. T.C kendi içindeki Kürtleri inkâr
ediyor. Rojava’daki Kürtleri nasıl tanıyacak? Türkiyeli devrimciler ve Kürt özgürlük hareketi ile birlikte
tekçi ulus anlayışını değiştirmek istiyoruz. Başkalarının egemenliğine dayanmayan modeller üretmek
istiyoruz.“ Demirtaş Rojava devriminin ulus devlet
modeli dışında yepyeni bir model olduğunun kavranması gerektiğinin altını çizdi.
Bir bütün olarak ele alındığında bu Konferansta savunulan görüşlerde sorun olarak gördüğüm önemli
noktalar şunlar:
* En başta Rojava devriminin gücünü ve önemini abartan tespitler göze batıyor. Demirtaş’ın ve
Müslim’in konuşmalarında Ortadoğu’daki ve bütün
dünyadaki halkların bir arada barış içinde yaşaya-
75

Benzer belgeler