2014 • 12(1) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi
Transkript
2014 • 12(1) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi
2014 • 12(1) 2014 12(1) Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi iletiim : arat›rmalar› Dergisi Center for Communication Research Ankara University communication : research Journal iletiim : arat›rmalar› Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi taraf›ndan ç›kar›lan hakemli bir dergidir. Derginin amac› iletişim alan›n›n disiplinleraras› yap›s› içinde düşünce üreten araşt›rmac›lar için uluslararas› bir forum oluşturmak; teorik analiz ve tart›şmalar kadar ampirik araşt›rmalar› yay›nlayarak iletişim alan›nda bilgi/veri üretiminin sa¤lanmas›na katk›da bulunmak; kitap ve araşt›rma raporlar› ile ulusal ve uluslararas› konferans ve kongrelerin de¤erlendirilmesini yapmakt›r. Bu amaçlar› gerçekleştirmek için derginin kendini konumlad›¤› s›n›r bilimsellik, akla uygun olmak ve eleştirelliktir. iletiim : arat›rmalar› y›lda iki kez, Nisan ve Kas›m aylar›nda yay›nlan›r. Dergi Türkçe, ‹ngilizce, Almanca ve Frans›zca dillerinde yaz›lm›ş yaz›lara yer verir. Hakemli bir derginin gere¤i olarak gönderilen yaz›lar, yazar›n kimli¤ini bilmeyen uzman hakemler taraf›ndan de¤erlendirmeye al›n›r. communication : research is a refereed academic journal published by the Center for Communication Research Ankara University. The journal seeks to establish an international forum for communication researchers within the interdisciplinary field of communication studies; to contribute to the production of knowledge and data by publishing theoretical analyses as well as empirical research; and to assess national and international meetings in addition to publishing book and research report reviews. In order to attain these goals, the journal identifies its extent as the limits marked by scientificity, accountability, and critical thinking. communication : research is published twice a year in April and October. Journal’s languages of publication are Turkish, English, French and German. Submissions are sent out to anonymous referees for blind review. Sahibi Publisher Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi (İLAUM) ad›na Prof. Dr. Nuran Yıldız, Müdür Yay›n Dan›ma Kurulu Advisory Board Nilgün Abisel Yakın Do¤u Üniversitesi Korkmaz Alemdar Lefke Avrupa Üniversitesi Aysel Aziz İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi Seçil Büker Gazi Üniversitesi Stuart Ewen The City University of New York (Hunter Collage) Raşit Kaya Orta Do¤u Teknik Üniversitesi Metin Kazanc› Ankara Üniversitesi Levent K›l›ç Anadolu Üniversitesi Mehmet Küçükkurt Gazi Üniversitesi Alois Moosmüller Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi (Almanya) Vincent Mosco Queen’s University (Ottawa, Kanada) Filiz B. Pelteko¤lu Marmara Üniversitesi Dan Schiller Illinois Universitesi, ABD Oya Tokgöz Ankara Üniversitesi Ahmet Tolungüç Başkent Üniversitesi Ayd›n U¤ur Bilgi Üniversitesi Dilruba Çatalbaş Ürper Galatasaray Üniversitesi Konca Yumlu Ege Üniversitesi Editörler Kurulu Editorial Board Editör Editor Engin Sarı Editör Yardımcıları Beris Artan Editor Assistants Kevser Akyol Tasar›m Design m. Sobac› ‹letiim Adresi Contact Address Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi Center for Communication Research Ankara University Cebeci, 06590, Ankara • Turkey Tel Phone (+90.312) 319 77 14 Faks Fax (+90.312) 362 27 17 E-Mail [email protected] http:// ilefdergi.ilef.net ISSN 1303-7900 iletiim : arat›rmalar› dergisi Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi taraf›ndan yay›nlanmaktad›r. © 2014 iletiim : arat›rmalar›. Tüm haklar› sakl›d›r. communication : research journal is published by Center for Communication Research Ankara University. © 2014 communication : research. All rights reserved. Baskı: Ankara Üniversitesi Basımevi İncitaşı Sokak No: 10 Beşevler 06510 Ankara Tel: (0.312) 213 66 55 Basım tarihi: İ ç in d e k iler 5 Gül Karagöz Kızılca Editörden Makaleler 11 Çağla Kubilay Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları 45 Korkmaz Alemdar Demokrat Parti Yönetiminde İletişimin Denetimine Yeni Bir Örnek: Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması 75 Ayşe Elif Emre Kaya Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili 125 1957 Seçim Sonuçlarının Radyo Aracılığıyla Erken Yayınlanması Etkinlik Değerlendirmesi 159 Ayşe Asker Hülya Eraslan DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: “İmparatorluk, Ulus ve Toplumsal Cinsiyet Dünya Tarihinden Perspektifler” Konferansı Üzerine Bir Değerlendirme iletiim : arat›rmalar› • © 2014 • 12(1) 4 • iletişim : araşt›rmalar› Kitap Eleştirisi 165 Tirşe Erbaysal Filibeli Sesleri: Televizyon ve İçimizdeki Şiddet Sahanın 171 Bu Sayıdaki Yazarlar 5 Editörden Gül Karagöz Kızılca Elinizdeki sayı, Demokrat Parti (DP)'nin 1954-1957 arasında iletişim alanındaki uygulamalarına odaklanmaktadır. 22 Mayıs 1950’de daha fazla demokrasi şiarıyla siyasal iktidara gelen DP, 1954 seçimlerinin hemen sonrasında ve seçimden zaferle çıkmasına karşın Celal Bayar’ın ağzından “ince demokrasiye” son verdiğini açıklamıştır1. Bu sayıda, 1957 seçimlerine kadar geçen sürede “ince demokrasi”den vazgeçilmesinin iletişim alanındaki yansımaları, hem toplumdaki bireylerin hem de alanda faaliyet gösteren profesyonellerin karşılaştıkları üzerinden ele alınmaktadır. Aslında DP, iktidara geldiği andan itibaren, basın ile ilişkilerini baskıcı yönü ağır basan ve sansürü denetim aracı olarak kullanmaktan çekinmeyen bir politika çerçevesinde düzenlemiştir. Bu durum, daha DP yönetiminin ilk günlerinden itibaren, belki kendisini destekleyenlerce görmezden gelinip önemsenmeyen ama aslında politikasının niteliğini ortaya koyan uygulamalarla kendini göstermiştir. DP, iktidar mücadelesi içerisinde basının kazanılması gereken bir aktör olduğunun bilincindeydi. Tam da bu nedenle seçimleri kazanana kadar basın ile ilişkilerini iyi tutan ve özgürlük vaat eden Adnan Menderes, başbakan olduktan sonra verdiği sözleri unutmuş gözükür. Kendisine Basın Kanunu’nun çıkarılması talebiyle gelen gazetecilere, Samet Ağaoğlu aracılığıyla, hemen bir Basın Kanunu çıkarmanın gerekliliğini düşünmediğini iletmiştir2. Her ne kadar Menderes’in isteksizliği karşısında iletiim : arat›rmalar› • © 2014 • 12(1): 5-10 6 • iletiim : aratırmaları hayal kırıklığına uğrayan gazetecilerin yılmayıp, özellikle Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile görüşmesi ve taleplerini ısrarla dile getirmeleri karşısında Basın Kanunu çıkartıldıysa da bunun uzun süre uygulanmadığını biliyoruz. DP yönetimi altında basının yüz yüze kalacağı politikaların niteliği hakkındaki önemli ipuçlarından biri, hükümetin iktidara gelişinin henüz ikinci ayında kendini açığa çıkarmıştır. Menderes iktidarı 25 Temmuz 1950’de, Anayasa’ya aykırı bir biçimde, Kore’ye asker gönderilmesi (savaş) kararını mecliste değil kabine toplantısında alır. Ancak Behice Boran başkanlığındaki Türkiye Barışsever Derneği, bu kararı kınayan bir bildiri yayınlar ve bildiriyi çeşitli gazetelere gönderir. DP’nin bu bildirinin gazetelerde yayınlanması karşısındaki tavrı İstanbul, Ankara ve İzmir’de Kore Savaşı kararı aleyhine yazı yayınladıkları gerekçesiyle on yedi gazetenin sorumlarının savcılıklara çağrılmasıdır3. Bununla birlikte, DP hükümetinin yönetimde kaldığı süre içinde basın ile ilişkilerini değerlendirirken, iktidarın meşruiyetini sağlamak ve pekiştirmek amacıyla basından nasıl yararlandığını da anmak gerekmektedir. DP’nin hükümetinin dönemin önemli siyasal, ekonomik ve toplumsal olayları konusunda basın yoluyla kamuoyunu manipüle etmek için besleme basın yarattığı bazı çalışmalarla ortaya konulmuş bulunmaktadır4. Bu çalışmalarda, DP hükümetinin çeşitli hukuka aykırı uygulamalarla, ki, bunlar arasında resmi ve özel ilanların hükümete yakın gazetelere dağıtılması, kamu arazilerinin DP güdümünde gazete çıkarmak için kurulacak matbaaya tahsisi, gazete ve gazetecilere örtülü ödenekten para aktarılması, radyonun kamu çıkarına aykırı biçimde kullanılması gibi çeşitli konular bulunmaktadır. Elinizdeki sayı ise, 1954-1957 yıllarını kapsayan dönemde toplumun basın yoluyla denetimi ve dahası haberleşme özgürlüğünün kullanılmasında benzer hukuka aykırı uygulamaları ayrıntılı bir biçimde ele almaktadır. İspat hakkı üzerine odaklanan ilk yazı, Çağla Kubilay'a ait. DP, 2 Mayıs 1954 tarihinde yapılan genel seçimlerden iki ay önce, 9 Mart Karagöz Kızılca • Editör’den • 7 1954’te çıkardığı “Neşir Yoliyle veya Radyo İle İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun” ile düşünce ve ifade özgürlüklerinde ciddi kısıtlamalara yol açan çok önemli bir düzenleme ile gazetecilerin ispat hakları ellerinden alınmıştır. Çağla Kubilay söz konusu Yasa’nın, kendini milli iradenin temsilcisi olarak gören DP’nin, “tüm muhalif unsurlara yönelik tavrının” uzantısı olduğunu iddia etmektedir. Çalışmada, dönemin gazetelerinden Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Yeni Ulus ve Zafer’de yayımlanan haber ve köşe yazılarına odaklanılarak ispat hakkının kaldırılması tartışmaları analiz edilmektedir. Çalışmaya göre, söz konusu gazetelerin Yasa konusundaki tavrı hükümet ile yakınlığına göre belirlenmiş ve tartışmalarda üç ana eğilim öne çıkmıştır: “özgürlük mücadelesi”, “devri sabık yaratmak” ve “seçim hazırlığı yapmak.” Kanımca yazı, basın özgürlüğüne ciddi kısıtlamalar getiren DP iktidarı döneminde, tam da basın özgürlüğü tartışması üzerinden, gazetelerin ideolojik konumlarının belirlenmesinde önemli bir boşluğu doldurmaktadır. İkinci makale, Cumhuriyet Arşivi’nde yer alan ancak daha önce kullanılmamış arşiv belgelerini gün ışığına çıkaran Korkmaz Alemdar’a ait. Demokrat Parti döneminde özel mektupların açılmasına odaklanan yazı, DP’nin iktidarını kaybetme korkusunu sardığı günlerde muhaliflerinin takibi için nasıl özel hayatın gizliliği ve haberleşme özgürlüğünü hiçe saydığını gösteriyor. Alemdar’ın incelemesine konu olan ve 27 Mayıs’tan sonra başbakan, müsteşar ve özel kalem odalarındaki dolap ve kasalarda yapılan aramalarda bulunan belgeler, 1955’te CHP’li Satvet Lütfi Tozan ile İsmet İnönü’nün damadı gazeteci Metin Toker’in özel mektuplarının 1957’de açılıp okunduğunu, kopyalarının çıkartılarak saklandığını göstermektedir. Her ne kadar mektupların kopyalarının çıkartılmış olması haberleşme özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirilmiş ve bu nedenle 27 Mayıs sonrası inceleme konusu yapılmışsa da, makalede tartışıldığı üzere, sorumluların belirlenmesi ve cezalandırılması konusunda herhangi bir sonuç alınamamıştır. Korkmaz Alemdar, yine arşiv kayıtlarına dayanarak telefon görüşmelerinin dinlendiğini de ortaya koymaktadır. Görünen o ki siyasal iktidarı kaybetme korkusuyla hareket eden DP, Celal Bayar’ın ağzından “İnce demokrasiye paydos” mesajını açıkça duyurduktan 8 • iletiim : aratırmaları hemen sonra dediğini bireylerin haberleşme özgürlüğünü ihlal edilerek uygulamaya sokmakta gecikmemiştir. Çalışma, DP döneminde haberleşme özgürlüğü ihlalinin daha önce tartışılmamış farklı bir boyutunu arşiv belgelerine dayanarak tartışmaya açması açısından önem taşımaktadır. Üçüncü yazı, “Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 6- 7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili” başlığını taşıyor. Ayşe Elif Emre Kaya’nın makalesi, 6-7 Eylül Olaylarını iki farklı kutupta yer alan Ulus ve Zafer gazetelerinin yaklaşımlarını kıyaslayarak inceliyor. Makaleye göre DP iktidarı, siyasal ve ekonomik olarak sıkıştığı bir dönemde toplumsal muhalefetin odağını kaydırmak için sokağa inilmesini görmezden gelmiştir. Olayların “ülkenin itibarını mahvetmek” peşinde olan komünistlerin üzerine yıkılması ve daha sonra gelen bir komünist tasfiyesinde bulunulması konusunda ustaca kullanıldığını tartışan çalışma, komünistlerin olayları çıkardığına ilişkin iddiaların Zafer tarafından egemen söylem haline getirilmeye çalışıldığını göstermektedir. Yazıda belki daha da ilgi çekici olan, muhalefet cephesinde yer alan Ulus’un da çok farklı olmayan bir söylemi haberlerinde kullanmasıdır. Makalede, olayların pek tartışılmayan sınıf temeli üzerinde durulması, kanımca, yeni araştırmalar yapılmasını teşvik eder bir nitelik taşımaktadır. “DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: 1957 Seçim Sonuçlarının Radyo Yoluyla Erken Duyurulması” başlıklı son çalışmada Ayşe Asker DP’nin devlet radyosunu hükümetin bir propaganda organıymışçasına kullanmasını ve bunu söylemleriyle meşrulaştırışını ayrıntılı bir yazı ile ele almaktadır. Üzerine odaklanılan örnek ise, 27 Mayıs sonrası kurulan Yassıada yargı davalarından biri olan “Radyo Davası”nda da ele alınan seçim sonuçlarının, henüz oylama işlemi devam ederken, saat 14:00’te ilan edilmeye başlanarak, kamuoyunun manipüle edildiği 1957 seçimleridir. Muhalefette iken radyoyu kullanma olanağına sahip olan DP, iktidara geldikten sonra radyo kullanımını muhalefete tedricen kapatmıştır. Yazıda, radyonun DP hükümetince hukuka aykırı bir biçimde kullanılması ve devlet radyosunun hükümetin neredeyse kurumsal bir uzvu haline gelişi tarihsel gelişimi içerisinde ele alın- Karagöz Kızılca • Editör’den • 9 maktadır. Hukukun ve iletişim özgürlüğünün hiçe sayılarak, radyonun seçim sürecini de kapsayacak şekilde tamamen muhalefete kapatılması 1957 seçim süreci sırasında yaşanmıştır. Ancak, Ayşe Asker’in hükümet üyelerinin konu hakkındaki açıklamalarıyla zenginleştirilmiş çalışmasının ortaya koyduğu üzere, toplumun oy verme davranışının ve muhalefetin denetim altında tutulması amacıyla hukukun yok sayılmasının doruk noktası 1957 seçim sonuçlarının erken yayımlanmasıdır. Bu sayıya Hülya Eraslan ve Tirşe Erbaysal Filibeli, sırasıyla toplantı ve kitap değerlendirmeleriyle katkıda bulundular. Hülya Eraslan Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İLEV’in katkılarıyla düzenlenen birinci uluslararası Empire, Nation and Gender: Perspectives From World History toplantısını ayrıntılı ve dikkatli gözlemleriyle ele alıyor. Tirşe Erbaysal Filibeli ise Nilgün Tutal Cheviron’un ödül alan kitabı Televizyon ve İçimizdeki Şiddet’i eleştirel bir bakış açısıyla irdeliyor. İletişim Araştırmaları dergisinin 1954-1957 yıllarında Demokrat Parti’nin iletişim politikalarına adanan bu sayısına, raporlarıyla ve çalışmalarıyla katkıda bulunan değerli hakemler ve yazarlara, sayı editörlüğü teklifini getiren İLAUM Müdürü Nuran Yıldız’a ve derginin tasarımını yapan Mehmet Sobacı’ya teşekkür ediyorum. Sayının, Türkiye demokrasi tarihinin biçimlenişi çok farklı açılardan etkilemesine rağmen Demokrat Parti’nin iletişim politikalarına odaklanan akademik çalışmaların anlaşılmaz eksikliği konusunda, daha sonraki çalışmalar için bir adım olması dileğiyle. 10 • iletiim : aratırmaları Sonnotlar 1 Toker, Metin (1991). DP Yokuş Aşağı 1954-1957. Ankara: Bilgi Yayınevi. 11. 2 Faik, Bedii (2002). Matbuat Basın Derkeen…. Medya, İstanbul: Doğan Kitap, Cilt 2, 117. 3 Gevgilili, A. (1981). Yükseliş ve Düşüş. Altın Kitaplar Yayınevi. 75. 4 Asker, A. (2013). Askeri Darbeye Doğru, Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi. Ankara: İmge. İrvan, S. (2000). “Demokrat Parti Döneminde Türkiye’de Basın Özgürlüğü.” İletişim 7: 29-52. Alemdar, K. (2001). “Demokrat Parti Döneminde Resmi ve Özel İlanlar” İletişim ve Tarih, Ankara: Ümit Yayıncılık, 208-212. Alemdar, K. (2001).“Güneş Matbaacılık T.A.Ş: Demokrat İktidarın Bir Uzvu ve Gaye Bakımından Vasıtası” İletişim ve Tarih, Ankara: Ümit Yayıncılık, , 213-218. Alemdar, K. (2001). “Neşriyat Türk Anonim Ortaklığı” İletişim ve Tarih, Ankara: Ümit Yayıncılık, 219-231. 11 Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları Çağla Kubilay Özet Demokrat Parti’nin 1954 yılında çıkardığı 6334 sayılı “Neşir Yoliyle veya Radyo İle İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun”, ispat hakkı tartışmasını başlatması açısından oldukça önemlidir. Yasa ile gündeme gelen ispat hakkı tartışması, DP içindeki muhalefeti billurlaştırarak partiden kopmaya yol açmış, aynı zamanda 1954 sonrasında parti dışı muhalefet için de ortak bir temaya dönüşmüştür. Bu çalışmada, Türk siyasal hayatında oldukça önemli bir yere sahip olan ve DP’nin basına yönelik baskıcı uygulamalarından biri olarak değerlendirilen yasanın basında tartışılma biçimi ispat hakkı tartışmasına odaklanarak incelenmektedir. Bu inceleme için dönemin yaygın gazetelerinden beşi -Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Yeni Ulus ve Zafer- seçilmiştir. 16 Şubat-15 Mart 1954 günleri arasındaki bir aylık dönemde seçilen gazetelerde yayımlanan haberler ve köşe yazıları çalışmanın örneklemini oluşturmaktadır. Çalışmada ispat hakkına ilişkin tartışmalar, “özgürlük mücadelesi”, “devri sabık yaratmak” ve “seçim hazırlığı yapmak” olmak üzere üç tema etrafında ele alınmıştır. Anahtar sözcükler: Demokrat Parti, basın, ispat hakkı, basın özgürlüğü. Discussions on Right to Prove in Turkish Press during the Democrat Party Period Abstract “Law on Crimes Committed by Publishing or Radio”, adopted by Democrat Party in 1954, is significant because of the fact that triggering off discussions on right to prove. Discussions on right to prove crystallized the intraparty opposition groups and thus led a division from DP, and also became a common theme for non-party opposition groups after 1954. This study aims to analyse discussions in Turkish press about the law, which has an important place in Turkish political life and also has been considered as one of the repressive practices of the DP for the press. Five dailies, Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Yeni Ulus and Zafer, are chosen from the national press for analysis. The study evaluates the news texts and columns for one month period, from 16 February 1954 to 15 March 1954. In the study, “freedom struggle”, “revenge of the past” and “preparation for election” are designated as the themes for evaluation. Key words: Democrat Party, press, right to prove, freedom of press. iletiim : arat›rmalar› • © 2014 • 12(1): 11-43 12 • iletiim : arat›rmalar› Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları Demokrat Parti (DP), 2 Mayıs 1954 tarihinde yapılan genel seçimlerden yaklaşık iki ay önce, 9 Mart 1954’te “Neşir Yoliyle veya Radyo İle İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun”1 ile politik ortam üzerinde denetimini yoğunlaştırma isteğini ortaya koymuştur. Basın özgürlüğünü sınırlandıran yasanın önemli yanlarından biri, doğrudan ispat hakkıyla ilgili bir belirlemeye gitmese de gazetecilerin ispat hakkına ilişkin tartışmaları başlatmış olmasıdır2. (Koloş, 2014: 632; Kabacalı, 1994: 237). Gazetecilerin ispat haklarının tanınmaması, DP içerisinde 1950’lerin başından beri var olan muhalif kanadın daha da belirginleşmesine yol açmış; 1955 yılında bu hakkın tanınması yolunda bir önerge veren DP’li muhalif milletvekilleri partiden ihraç edilmiş ve 19’lar olarak tanınan muhalifler Hürriyet Partisi’ni kurmuştur (Özçetin ve Demirci, 2005: 543-544). Ancak ispat hakkı tartışmasının önemi, yalnızca DP içerisindeki muhalefeti bir araya getirmesi ve DP içerisinde bölünme yaratmış olmasından kaynaklanmaz. Çavdar’ın (t.y.: 2069) da ifade ettiği gibi, “İspat hakkına yönelik tartışmalar, ekonomik sorunların üst düzeye çıktığı 1954 sonrasında muhalefetin adeta simgesi haline gelmiştir.” Daha açık bir ifadeyle, bu tartışma “1950’lerin ortasında Demokrat Parti yönetimine karşı duyulan tepkinin bir ifadesi olmuş ve DP’nin özellikle 1954 seçimleri sonrasındaki anti-demokratik icraatlarına karşı tüm siyasal ve toplumsal muhalefetin ana konu başlıklarından biri haline gelmiştir” (Toker’den akt. Özçetin ve Demirci, 2005: 543). Basın tarihi çalışmaları ile DP dönemini inceleyen çeşitli çalışmalarda, DP’nin artan otoriterliğine koşut olarak basın rejimini sertleştir- Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 13 diği belirtilmekte ve bu çerçevede ispat hakkı meselesine değinilmektedir (Kabacalı, 1990, 1994; Topuz, 1996; Alemdar, 1996; Eroğul, 1998; Gevgilili, t.y.; İrvan, 2000; Emre-Kaya, 2010b). Ancak bu konu ayrıntılı bir biçimde ele alınmamıştır. Bu çalışmanın amacı ise, ispat hakkı tartışmasını başlatan yasal düzenlemenin doğrudan hedefi olan basının meseleyi ele alış biçimini incelemektir. Çalışmada, söz konusu yasanın, tasarı olarak basında yer bulmasından başlanarak Meclis’te kabul edilmesinin ardından gelen bir haftayı da kapsamak üzere, toplamda bir aylık dönemde (16 Şubat-15 Mart 1954), gazetelerde yayımlanan haberler ve köşe yazıları incelenmiştir. Tarihsel belgelerin incelenmesine dayalı olarak yapılan çalışmada ilgili haber ve köşe yazılarına ilişkin değerlendirme, dönemin yaygın gazetelerinden Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Yeni Ulus ve Zafer üzerinden gerçekleştirilmiştir. Gazetelerin seçimindeki temel ölçüt, gazetelerin incelenen dönemdeki etkililiklerinin yanı sıra hükümetle ilişkilerinin niteliğidir. Zafer ve Yeni Ulus’un örnekleme dâhil edilmesinin gerisinde, her iki gazetenin siyasal partilerle organik bağlarının olması yatmaktadır. Bilindiği üzere Zafer gazetesi DP’nin3, Yeni Ulus ise dönemin ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yayın organıdır4. Sedat Simavi’nin 1948 yılında kurduğu Hürriyet ise daha çıktığı ilk gün, bir sütununda İsmet İnönü’nün, diğer sütunda ise Celal Bayar’ın yazılarına yer vererek CHP-DP rekabetinde tarafsız olacağı sinyalini vermiştir (Topuz, 1996: 103). Hürriyet kendisini partiler üstü olarak sunsa da ilk yıllarda, basının önemli bir bölümü gibi, DP’yi desteklemiştir5. Hürriyet’in bir fikir gazetesi değil de bir kitle gazetesi olması (Gevgilili, t.y.: 220) da 14 • iletiim : arat›rmalar› çalışmanın örneklemine dâhil edilmesinde etkili olmuştur. Topuz’un “Hürriyet’ten farklı olarak, değişik konularda her gün bol yazı, haber ve zengin bir özle aydın ve yarı aydın kitleleri kazanmaya yönelmiş bir gazete” (1996: 104) olarak tanımladığı Milliyet de doğrudan bir partiye bağlı olmayan bir yayın organı olarak dikkat çeker. Ancak gazetenin kurucusu Ali Naci Karacan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında “demokratik gelişmelerin savunucusu olarak Demokrat Parti’yi” desteklemiştir (Alemdar, 1996: 55). Dahası, Milliyet’in yayın hayatına başlamasında Karacan’ın Menderes’le olan dostluğu etkili olmuş; gazetenin kuruluş aşamasında Karacan, Menderes’e basın dünyasında iktidarı koruma, DP’yi ve onun şahsında Menderes’i destekleme sözü vermiştir. Karşılığında ise Menderes kuruluş sürecinde gazeteyi maddi olarak desteklemiştir (Sarol’dan akt. Yıldız, 1997: 490)6. Dönemin önemli bir diğer gazetesi Cumhuriyet’in de siyasal bir partiyle organik bağı yoktur. Ancak Yunus Nadi’nin ölümünün ardından gazetenin başına geçen Nadir Nadi, 1954 seçimlerine dek partiler arasında dengeli bir tutum izlemeye çalışmış olmakla birlikte, seçimlerin hemen öncesinde DP’ye yönelik desteğini açıktan belli etmiştir (EmreKaya, 2010a: 78, 79). Bu noktada, gazetenin başyazarı Nadir Nadi’nin 1950-1954 döneminde Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildiği de not edilmelidir. Çalışmada öncelikli olarak, DP’nin iktidara gelişinden yasanın çıkarıldığı 9 Mart 1954’e kadar olan dönemde basınla ilişkilerine dair kısa bir tarihsel arka plan bilgisi sunulmakta ve böylece partinin basına yönelik yaklaşımı belirginleştirilmektedir. Ardından ise ispat hakkı tartışmasını tetikleyen yasanın basında tartışılma biçimi incelenmektedir. Bu doğrultuda konuyla ilgili haber ve köşe yazılarının ortaklaştığı noktalar tespit edilerek bunlar temalara dönüştürülmüştür. Çalışmada belirlenen temalar şunlardır: “özgürlük mücadelesi olarak ispat hakkı”, “devri sabık yaratmanın aracı olarak ispat hakkı” ve “seçim hazırlığı olarak ispat hakkı.” İspat hakkı ekseninde ortaya çıkan ilk tema olan “özgürlük mücadelesi”, daha çok yasanın içeriğine ilişkin bir tartışma olarak belirginleşmektedir. Diğer iki tema ise doğrudan içerikle ilgili olmayıp, tartışma çerçevesinde ortaya çıkan tarafların kendi argümanını güçlendirme ve karşı tarafın argümanını zayıflatma Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 15 amaçları doğrultusunda kullanılmıştır. Bu nedenle, bu bölümde ilk tema tek başına, diğer iki tema –“devri sabık yaratmak” ve “seçim hazırlığı yapmak”- ise bir arada değerlendirilmiştir. 1950-1954 Döneminde DP’nin Basınla İlişkileri 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçimler Türk siyasal hayatında önemli bir dönemece işaret eder. Bu seçimlerle CHP’nin 27 yıllık iktidarı sona ermiş; ekonomik ve siyasal liberalleşme vaatlerinde bulunan DP iktidara geçmiştir. CHP iktidarı boyunca baskıcı koşullarla karşı karşıya kalan basının önemli bir bölümü muhalefette olduğu dönemde basın özgürlüğü vurgusunu öne çıkaran DP’yi desteklemiştir. Kuruluş ve muhalefet yıllarında (1946-1950) muhalif basının desteğini kazanması, “kamuoyunun oluşturulmasında, halkın Demokrat Parti ekseninde örgütlenmesinde ve meşruiyetin kazanılmasında” (Kaya Özçelik, 2010: 172) etkili olmuştur. DP ise bu desteğin karşılığında hükümeti kurar kurmaz özgürlükçü sayılabilecek bir Basın Yasası yapmıştır. 22 Temmuz 1950’de kabul edilen 5680 sayılı Basın Yasası ile 1931 tarihli Matbuat Kanunu ile tüm ekleri yürürlükten kaldırılmıştır. Yeni yasayla CHP iktidarı döneminde gazetelerin bir telefonla kapatılabilmesine olanak sağlayan 50. madde kaldırılmış, gazete çıkarmak için izin alma şartı yerine bildirim sistemi getirilmiş, suç sayılan bir yazı dolayısıyla gazete sahipleri cezai sorumluluktan kurtulmuş, “kötü ünlü” kişilerin gazetecilik yapmalarını yasaklayan madde kaldırılmış, basın suçlarının yargılanması özel yetkili mahkemelere verilmiştir (Topuz, 1996: 106; Gevgilili, t.y: 221). Önceki yasayla karşılaştırıldığında oldukça özgürlükçü olan Basın Yasası’nın yürürlüğe girmesi, basın ve siyasal iktidar arasında olumlu ilişkiler için gerekli ortamı yaratmıştır (Topuz, 1996: 106; Alemdar, 1996: 128). DP iktidarının ilk yılında çıkarılan genel afla mahkûm bütün gazeteciler serbest bırakılmıştır (Oral, t.y.: 158). Başbakan Adnan Menderes’in gazetecilerle hemen hemen her ay düzenlediği toplantılar da basınla hükümet arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini sağlamıştır. 1952 yılında kabul edilen “Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi 16 • iletiim : arat›rmalar› Hakkında Kanun” basın emekçilerinin ilk kez sosyal güvenlik kapsamına alınması bakımından DP’nin basına yönelik olumlu düzenlemeleri arasında yer alır (Topuz, 1996: 106). Ancak DP iktidarının daha ilk yıllarındaki bazı baskıcı tedbirleri bu olumlu ortamın uzun sürmeyeceğinin işaretlerini vermiştir. Bu baskıcı tedbirler arasında öncelikli olarak basının ekonomik kaynaklarının denetiminden söz etmek gerekir. Resmi ve özel ilanların dağıtımının hükümet denetimine alınması7 ve gazete kâğıdı ile posta ücretlerine yapılan zamlar bu çerçevede değerlendirilebilir (Alemdar, 1996: 133-135; Emre-Kaya, 2010b: 98-99). Hükümetin kendisine yönelik eleştirileri önleme ve basın karşısındaki konumunu güçlendirme gayreti bakımından tek tedbiri ekonomik kaynakların denetimi olmamış, Öymen’in de (455) işaret ettiği üzere hükümet, ceza uygulamalarına da yönelmiştir. Özellikle Türk Ceza Kanunu’nun 159. ve 161. maddelerine dayanılarak hükümeti eleştiren çok sayıda yazar ve gazete sorumlu müdürüne karşı dava açılmıştır. Hükümet ile basın arasında “balayı döneminin” (Topuz, 1996: 106) yaşandığı günlerde basına karşı alınan mali ve cezai tedbirler, hükümetin basına yaklaşımının ilk işaretleri niteliğini taşımıştır. Gazeteler dışında dönemin önemli kitle iletişim araçlarından biri olan radyonun kullanımında da DP baskıcı bir politika izlemiştir. Muhalefette olduğu dönemde DP, radyonun yalnızca hükümet tarafından kullanımını eleştirmiş ve radyodan muhalefet partilerinin de yararlanmaları yönünde talepte bulunmuştu. Ancak DP, iktidarının ilk yıllarından itibaren eleştirdiği politikanın bizzat uygulayıcısı olmuştur (Tunçay, t.y.: 179)8. Kocabaşoğlu’nun belirttiği gibi, “ (…) DP iktidarı radyoyu etkili bir ‘telkin ve propaganda’ aracı olarak değerlendirmiş ve bu araçtan kendisi dışında kimsenin yararlanmasını kabul etmemiştir” (346). Bütün bir DP iktidarı boyunca radyonun muhalefete kapatılarak yalnızca iktidar tarafından kullanımı yoğun biçimde eleştirilmiştir. Hükümetin basına yönelik bu yaklaşımı, esasen tüm muhalif unsurlara yönelik tavrının bir uzantısıdır. Böyle bir tavrın gerisinde ise Demokrat Partililerin “milli irade” kavramını algılayış tarzı yatmaktadır. Bilindiği gibi, 1950 genel seçimlerinden sonra 3 Eylül 1950’de yapılan yerel seçimlerde de DP büyük bir başarı kazanmıştır. Seçimlerden sonra Başbakan Menderes, “Türk milleti Halk Partisi’ni 14 Mayıs’ta Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 17 iktidardan tasfiye etmişti, 3 Eylül’de de muhalefetten tasfiye etti” demiştir (Eroğul, 1998: 103). Menderes’in bu ifadesi, DP’nin muhalefete ilişkin yaklaşımını özetler niteliktedir. DP’nin üst üste gelen seçim başarıları muhalefete ilişkin bu tavrın pekişmesine neden olmuştur. Bu noktada Türkiye’de, Osmanlı Devleti’nden beri süregelen muhalefet partilerine karşı olumsuz tutuma değinmek gerekir. Şerif Mardin (179-181), Türkiye’deki muhalif hareketler üzerine yaptığı değerlendirmede, muhalif hareketlerin/partilerin tamamına yakınının, İttihat ve Terakki Fırkası’ndan bu yana, vatana ihanet ve bölücülük suçlamasıyla karşı karşıya kaldığını belirtir. Muhalefetin maruz kaldığı bu suçlama, yalnızca Osmanlı dönemi ile sınırlı kalmamış, Cumhuriyet döneminde de kendisini göstermiş; tek parti döneminde kurulan muhalefet partileri aynı gerekçelerle kapatılmıştır. Ahmad’a göre (1996: 49), her türden muhalefetin düşmanlıkla eşit hale getirilmiş olmasının gerisinde iktidar partilerinin muhalefetten hükümetin işlem ve eylemlerini, halk adına denetlemelerini ve eleştirmelerini değil, bir tür emniyet supabı ve siyasal hayat içerisinde istikrar öğesi vazifesi görmelerini beklemeleri yatmaktadır. Bu doğrultuda çok partili yaşama geçişle birlikte CHP’nin DP’den benzer bir beklenti içinde olduğu hatırlanmalıdır. DP de iktidara geldiğinde, muhalefetten beklentisi bakımından farklı bir tutum sergilememiş; başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere basın dâhil tüm muhalif unsurlardan kendi iktidarına yönelik eleştirel bir tavır değil, bir tür küçük ortak olmasını istemiştir. Ancak DP’nin CHP’den farklılaştığı nokta, kendisinin milli iradenin temsilcisi olduğu fikridir. DP’nin seçmenlerin çoğunluğunun desteğini almış olması, her tür işlem ve eylemi için bir meşruiyet kaynağı olarak görülmüştür (Zürcher, 1998: 323; Ahmad, 1996: 49-50). Sunar’ın (t.y.: 2084) ifade ettiği gibi, “Rousseau’dan mülhem ‘milli iradeye ortaklar getirilemez’ savı altında Demokrat Parti, siyasal gücü plüralist bir kurumlaşma içinde paylaşmaktan sakınmış” ve giderek milli iradeyi tek başına temsil ettiğine inanmaya başlamıştır. Çoğunluğun temsilcisi olduğu fikriyle hareket eden DP, bu çerçevede muhalefetin yaşam alanını daraltmaya dönük pek çok tedbire başvurmuştur. Bu tedbirler arasında, kuşkusuz en tartışmalı olanlardan biri CHP’nin mal varlığının hazineye devridir. DP iktidarının ilk günlerin- 18 • iletiim : arat›rmalar› den beri gündemde olan bu yasa, 1953 yılının Aralık ayında kabul edilmiştir (Zürcher, 1998: 324). Bunun yanı sıra, Millet Partisi’nin dördüncü kongresinde yapılan açıklamalar, Atatürk inkılâplarına bir tehdit olarak nitelendirilmiş; parti, dini siyasi amaçlar için istismar etmekle suçlanmış ve açılan dava sonucunda kapatılmıştır (Ahmad, 1996: 59). DP’nin muhalefete yönelik baskıcı uygulamaları bunlarla sınırlı kalmamıştır. 23 Temmuz 1953’te Üniversiteler Kanunu’nda yapılan değişlikle üniversite öğretim üyelerinin siyasetle uğraşması yasaklanmıştır. Yine aynı yıl Ceza Kanunu değiştirilmiş, sıfat ve hizmetlerinden dolayı bakanlara yapılan hakaretin takibi ilgili bakanın şikâyetine bağlı olmaktan çıkarılmış ve böylece savcılığın, bakanın onayını alarak kendiliğinden kovuşturma açabilmesine olanak tanınmıştır (Eroğul, 1998: 136). Basında İspat Hakkı Tartışmaları Daha önce ifade edildiği gibi DP, 1954 genel seçimlerinden önce ülkedeki politik ortam üzerindeki denetimini yoğunlaştırmaya yönelmiş; bu çerçevedeki uygulamalarından biri de 9 Mart 1954’te kabul edilen “Neşir Yoliyle veya Radyo İle İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun” olmuştur. Tasarı, Şubat ayında Adalet Komisyonu’nda görüşülmeye başlanmış ve komisyon görüşmelerinin en tartışmalı konusu, tasarının gazetecilere ispat hakkı tanımaması olmuştur. Muhaliflerin eleştirileri doğrultusunda komisyonda gazetecilere ispat hakkı tanınması yönünde bir karar çıkmış olsa da görüşmelerin bitiminde, Adalet Bakanı’nın müdahalesiyle ispat hakkı yeniden ilgili maddeden çıkarılmıştır. Yasanın birinci maddesine göre, “Matbuat vasıtasiyle her ne suretle olursa olsun: 1. Namus, şeref veya haysiyete tecavüz edilmesi veya hakarette bulunulması; 2. İtibar kıracak veya şöhret veya servete zarar verebilecek bir hususun isnad edilmesi; 3. Rıza hilâfına hususi veya ailevi ahvalin teşhir olunması; 4. Yukarıdaki hal ve suretlerle tecavüz, hakaret, isnat veya teşhire mâruz bırakılacağından bahisle tehditte bulunulması” yasaktır (Resmi Gazete, 17.03.1954). Böylece bir gazetecinin iddiasının doğruluğunu ortaya koyacak kanıtlara sahip Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 19 olsa da iddiasını dile getirmesi engellenmiştir. Yasanın dikkat çeken ve tartışma yaratan bir başka maddesi de bu suçların takibinin şikâyete bağlı olmaktan çıkarılmasıdır (2. madde). Yasayla Cumhuriyet savcısının, kovuşturmaya başlamadan önce mağdurun yazılı iznini alarak soruşturma yapabilmesine olanak tanınmıştır. Yasa, yalnızca yazılı basını değil aynı zamanda radyoyu da kapsamış; belirtilen suçların radyoyla işlenmesi ya da nakledilmesi halinde aynı cezaların uygulanması hükme bağlanmıştır (Resmi Gazete, 17.03.1954). Bu yasayla tanımlanan suçlar, başka yasalarla düzenlenmiş olmasına rağmen, yeni yasa ile hem cezalar artırılmış, hem de suçların tanımı belirsiz hale getirilmiştir9. “Vatandaşların şeref ve haysiyetlerinin korunması” ve “yalan haber nedeniyle devletin yüksek menfaatlerinin ihlâlinin önlenmesi” gibi gerekçelerle çıkarılan yasa, Meclis’te olduğu gibi basında da önemli tartışmalara konu olmuştur. 16 Şubat 1954-15 Mart 1954 tarihleri arasında, çalışmanın örneklemine dâhil edilen beş gazetede yasaya ilişkin olarak toplam 79 haber ve köşe yazısı yer almıştır. Bunların gazetelere göre dağılımı şöyledir: Cumhuriyet 13, Hürriyet 13, Milliyet 8, Yeni Ulus 30 ve Zafer 15 (Tablo 1). Tablo 1. Haber ve Köşe Yazılarının Gazetelere Göre Dağılımı Gazetenin adı Köşe yazısı Haber Toplam Cumhuriyet 5 8 13 Hürriyet - 13 13 Milliyet - 8 8 Yeni Ulus 10 20 30 Zafer 6 9 15 Toplam 21 58 79 Ayrıntılı bir değerlendirmeye girmeden gazetelerin konuya ilişkin tutumlarına genel olarak bakıldığında, tartışmanın esas itibariyle, DP ve CHP arasındaki mücadeleye koşut olarak, Zafer ve Yeni Ulus gazeteleri arasında bir kutuplaşma biçiminde yaşandığı söylenebilir. Milliyet, yalnızca 8 haber yaparak konuya en az yer ayıran gazete olmuştur. 20 • iletiim : arat›rmalar› Milliyet’in konuya ilişkin haberleri, ilk bakışta doğrudan düzenlemenin savunusunu yapmıyor görünse de, haberlerin hükümet yetkililerinin açıklamaları etrafında çerçevelenmesi bu gazeteyi Zafer’in konumuna yaklaştırmaktadır. Tıpkı Milliyet gibi herhangi bir partiyle organik bağı olmayan Hürriyet ise, yasaya yönelik eleştirel sayılabilecek bir tavır benimsemiştir ve bu nedenle Yeni Ulus’a yakın durmaktadır. Cumhuriyet’in ise temel olarak Zafer ve Yeni Ulus gazeteleri arasında ortaya çıkan bu iki hat arasında konumlandığı belirtilebilir. Düzenlemeye ilişkin olarak basındaki tartışmalar içerisinde üç tema ayırt edilmektedir. Bunlardan ilki, özgürlük mücadelesi temasıdır. Bu tema çerçevesinde, özgürlük kavramı birbiriyle rekabet halindeki iki siyasal perspektifin farklı vurgularına konu olmaktadır. Kavrama ilişkin ilk vurgu basın özgürlüğü, ikincisi ise vatandaşların özgürlüğüdür. İkinci tema, devri sabık yaratmaktır. Bu tema ile basının var oluş koşullarına ilişkin bir düzenlemenin geçmişle hesaplaşmanın aracı haline getirildiğini söylemek mümkündür. Bu tema, yasaya yönelik eleştirileri bertaraf etmek üzere Zafer gazetesi tarafından kullanılmıştır. Üçüncü tema ise seçim hazırlığıdır. Yasaya karşı olan gazeteler Yeni Ulus ve Hürriyet, yasanın, seçimlere iki ay kala ve Meclis’in kendisini feshetmesinden birkaç gün önce çıkarılmış olmasını vurgulayarak iktidarın kendisine yönelik eleştirileri önlemek ve böylece seçimlere daha güçlü girebilmek üzere yasayı çıkardığını ileri sürmüştür. İspat Hakkı Tartışmasını “Özgürlük Mücadelesi” Olarak Okumak: Kimin Özgürlüğü? Gazetecilerin kanıtlara sahip olsalar bile “itibar kıracak, şöhret ve servete zarar verecek” iddiaları yazmalarına engel olmayı sürdüren yasa tasarısı, basında ağırlıklı bir biçimde özgürlüklerin kısıtlanıp kısıtlanmadığı sorusu bağlamında değerlendirilmiştir. Bu türden bir değerlendirme, temel olarak Yeni Ulus ve Zafer gazeteleri arasındaki tartışma içerisinden şekillenmiş; bu iki gazetede özgürlük kavramı farklı vurgulara konu olmuştur. Yeni Ulus özgürlük kavramını daha çok “basın özgürlüğü” ile çerçevelemiş, Zafer ise basın özgürlüğünden çok tasarının gerekçesinde yer alan ve DP’lilerin Meclis görüşmelerin- Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 21 de vurguladıkları10 “vatandaşların hak ve özgürlükleri”ni odağa almıştır. Zafer’in başyazarı Mümtaz Faik Fenik’ten yapılan aşağıdaki alıntı bu yaklaşımı örneklemektedir: (…) İşte son kanun Büyük Millet Meclisine bu maksatla getirilmiştir. Davanın esası, basın hürriyeti ile beraber, herkese endişesiz, korkusuz, baskısız bir hayat temin etmektir ki, asıl vatandaş hak ve hürriyetlerinin başında bu gelir. Böyle bir mevzuun su götürür tarafı yoktur. Bir tarafta bir muharrir basın hürriyetini alet ederek istediğine istediği gibi küfür edecek, türlü cinaslar, çirkin iymalar yapacak, bir şahsın hususi hayatını, hatta aile mahremiyetlerini politika piyasasına sürecek öbür tarafta o vatandaş böyle korkunç bir baskı altında ne yapacağını şaşıracak; sesini çıkaramıyacak, çünkü hadisenin büsbütün dallanıp budaklanmasından endişe edecek! Zira, gazetecinin elinde kalem vardır. Her gün on binlerce karie hitabetmektedir. Halbuki haysiyetine ve şerefine iymalı bir tarzda tecavüz edilen vatandaşın elinde ne vardır? Hiçbir şey! Bu olur iş midir? (“Evvela vatandaş şeref ve haysiyeti korunacaktır”, Zafer, 9 Mart 1954). Fenik’in bu sözleri, Zafer’in konuya ilişkin yaklaşımını özetler niteliktedir. Fenik’e göre, gerçek anlamda bir özgürlük için öncelikli olarak vatandaş hak ve özgürlükleri sağlanmalıdır ve yasa, tam da bu nedenle çıkarılmaktadır. Fenik iddiasını temellendirirken, “güçlü basın-güçsüz vatandaş” karşıtlığından hareket etmektedir. Yazarın “(g)azetecinin elinde kalem vardır. Her gün on binlerce karie hitabetmektedir. Halbuki haysiyetine ve şerefine iymalı bir tarzda tecavüz edilen vatandaşın elinde ne vardır? Hiçbir şey!” derken altını çizdiği basının elindeki gücü vatandaşların aleyhine kullandığıdır. Yazarın bu iddiası, Zafer’in diğer yazarlarında da karşımıza çıkmaktadır. Söz gelimi Burhan Belge, yasanın kabul edilmesinin ardından kaleme aldığı bir yazıda, “Bir meseleyi garazkârca ortaya koymak; en sefil cinsinden şahsiyata tenezzül ederek, ortalığı ikide birde bir mahalle kavgası sahnesine çevirmek; insanların hususiyetlerine ve mahremiyetlerine karışarak yüz kızartıcı telmih ve isnatlarda bulunmak, bizde, son derece fena bir gelenek halini almıştır” demektedir11. Fenik’e benzer biçimde Belge de yasanın kabul edilmesiyle birlikte vatandaşların şeref ve haysiyetlerinin korunacağını belirtmektedir. Ahmet Hidayet Reel ise yasa- 22 • iletiim : arat›rmalar› nın hazırlanmasında “(k)ayıtsız şartsız bir ‘hürriyet’in onu fena yolda kullanmaya yeltenenlerin elinde nasıl bir anarşi ve bozgunculuk silahı olacağı gözönünde bulundurul”duğunu ifade ederek basın özgürlüğünün kötüye kullanıldığına dikkat çekmektedir12. Zafer’in konuyla ilgili haber metinlerinde de benzer bir vurgu söz konusudur. Örneğin, yasanın kabul edilmesinden bir gün önce gazetenin manşeti, “Vatandaşın korkusuz yaşamasını istemek hakların esasıdır” şeklindedir13. Manşetteki “korkusuz” sözcüğüyle, yukarıda yapılan alıntılarla bütünleşen bir şekilde basının gücünü olumsuz biçimde kullanmasına gönderme yapılmakta; mevcut durumun vatandaşların yaşantısını, hak ve özgürlüklerini tehdit edici nitelikte olduğu ima edilmektedir. Gazetenin yasa tasarısına ilişkin haberinin girişinde de benzer bir tema işlenmektedir. Haber girişinde yasanın “demokratik rejimin temel şartı olan neşir ve matbuat hürriyetinin suistimalini önlemek” ve “hürriyetleri korumak ve tarsin etmek maksadiyle” çıkarıldığının ifade edilmesi14 mevcut durumda bunların olmadığının işareti olarak sunulmaktadır. Zafer gazetesinde “yasadan yana olmak” vatandaşın şeref ve haysiyetini korumayı istemekle ve gazetecilik mesleğinin icra edilmesinde ahlâklı davranmakla özdeşleştirilmekteyken, “yasaya karşı olmak” ise vatandaşın şeref ve haysiyetini hiçe saymakla ve ilkesiz bir basın anlayışı ile eşdeğer tutulmaktadır. Bu doğrultuda Zafer’de yasayı savunanlar, “matbuat hürriyetinin suiistimalini önlemek, hürriyetleri korumak”15, “vatandaş şeref ve haysiyetini korumak”16 şeklindeki ifadelerle, yasaya karşı olanlar ise “basın hürriyetini alet etmek, küfür etmek, çirkin iymalar yapmak, gazeteciliği bir nevi macera ve şantaj vasıtası telakki edenler”17, bir meseleyi garazkârca ortaya koymak, şeref ve haysiyetleri katletmek, Meclis kürsüsünden hakaretler ve isnatlar savurmak”18, “hürriyeti fena yolda kullanmaya yeltenenler, teşrii meclis mensuplarını küçük düşürmek, akıllarına gelen her hezeyanı savurmak”19 gibi olumsuz ifadelerle sunulmaktadır. Bu sunum biçimleriyle yasanın çıkarılması, basın özgürlüğünü kötüye kullananların eylemlerine dayandırılmaktadır. Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 23 Yeni Ulus’ta ise özgürlük kavramı Zafer’den farklı olarak basın özgürlüğü ile çerçevelenmeye çalışılmakta ve basının gücü değil, devletin daha doğrusu hükümetin gücü vurgulanmaktadır. Bu bağlamda, Yeni Ulus’un yasaya karşı çıkarken ortaya koyduğu temel argümanların “güçlü hükümet-güçsüz basın” karşıtlığı etrafında şekillendiği ve bu karşıtlığın daha çok güçlü hükümet tarafına odaklandığı söylenebilir. Yeni Ulus, Zafer’in basının gücünü kötüye kullandığı iddiasına karşılık, hükümetin gücünü kötüye kullandığı görüşünden hareket etmiştir. “Gazeteler üzerinde tethiş vasıtası olarak kullanılmak istenen tasarı”20, “gazetecilere yeni bir gözdağı vermek”21, “zaten zincirlenmiş olan basın hürriyeti”22, “zincirli basın”23, “Basına ağır hükümler tahmil eden yeni kanun tasarısı”24, “hür basını susturacak tasarı”25 şeklindeki ifadeler bu savın örnekleri olarak ortaya çıkmaktadır. Bütün bu olumsuz ifadelerin faili ise DP hükümetidir. Yeni Ulus, hükümetin gücünü kötüye kullandığının altını çizerken yapılan bu düzenleme ile basının görevini yerine getirmesine engel olunacağını savunmaktadır. Bir başka ifadeyle, Yeni Ulus’a göre, hükümetin gücü basının gücünü azaltmakta, basını işlemez hale getirmektedir. Yasaya ilişkin bu yorum, gazetenin başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın’ın aşağıdaki cümlelerinde net bir biçimde dile getirilmektedir: Demokrat iktidar bütün vatandaşların ağzına ve bilhassa Türk basınına sağlam bir kilit hazırladı. Artık haddiniz varsa büyük efendilerin canını sıkacak bir söz söyleyiniz. Bundan sonra hepsinin ömür ve devletlerine dualar okumaktan başka bir şey söylemeğe kimsenin hakkı kalmıyacaktır (Yalçın, “Ağızlara kilit”, Yeni Ulus, 25 Şubat 1954). Yalçın, “ağızlara kilit” ifadesiyle hükümetin kendisine yöneltilen eleştirileri ortadan kaldırmak, hem vatandaşları hem de muhalif basını susturmak üzere bu yasayı çıkardığına işaret etmekte ve yasanın gerekçesi olarak sunulan vatandaşların şeref ve haysiyetlerini koruma ve yalan haberi önleme savlarını geçersiz hale getirmeye çalışmaktadır. Yasaya ilişkin bu sunum, Yeni Ulus’un diğer köşe yazıları ve haberlerinde de ortak bir yaklaşımdır. Kemal Zeki Gencosman, yasanın alelacele çıkarıldığına vurgu yaptığı yazısında yasa tasarısını “ana hürriyeti kısan ve kalemi eline alan yazı adamını ‘acaba ne yazsam suç 24 • iletiim : arat›rmalar› olmaz’ baskısı altına alan (…) basın kanunu tasarısı”26 olarak nitelendirmiştir. Nihat Erim de yasa tasarısının kanunlaşması halinde Türkiye’de basın özgürlüğünün kalmayacağını belirtmiş ve “gazetecilerin murakaba vazifesini yapabilmeleri imkânı tamamen ortadan kalkar”27 diyerek tasarının gazetecileri ve gazetecilik mesleğini sınırlandırdığına dikkat çekmiştir. Konuyla ilgili olarak kaleme aldığı yazıların çoğunda söz konusu yasal düzenlemenin basın özgürlüğünü ve basının denetim görevini tehdit ettiğine işaret eden28 Erim, ispat hakkının tanınması gerektiğini açıkça ifade etmektedir: İtibar kıracak veya şöhret veya servete zarar verebilecek bir hususun isnad edilmesi” yasak ediliyor. Bunun, yerinde bir tedbir sayılabilmesi için, gazeteciye yazdığını ispat hakkı tanınmalıdır. Bir kimse hakkında mahkeme hükmü yoksa, ona dair yazılan haber isnattır diye, gazete mahkum mu edilecektir? Yoksa, verdiği haberin doğruluğunu ispat hakkı gazeteciye tanınacak mıdır? (“Zincirli basın: Yeni tasarı”, Yeni Ulus, 21 Şubat 1954). Erim, yazısının devamında DP’nin sayısal çoğunluğuna dayanarak Meclis’in demokratik bir biçimde işleyişini, daha açık biçimde ifade edilirse muhalefetin denetim görevini yapmasını engellediğini belirtmektedir. Erim’e göre, ispat hakkının tanınmaması halinde iktidarın denetimi tamamen imkânsız hale gelecektir: “Yeni Basın Kanunu tasarısındaki 1’inci maddenin 2'nci fıkrası Meclise geldiği şekilde çıkarsa, Türkiye’de politikacılarla iş adamlarının birlikte girişecekleri kötülükler murakabeden büsbütün uzak kalacaktır” diyen yazar, bu düzenlemenin bir tür “aldatıcı zırh bürünerek rahat kalmak istiyenler” tarafından yapıldığını ileri sürmüştür. Haber metinleri, bilindiği gibi, kapalı metinlerdir. Haber metinlerinin kapalı olması, haberde egemen söylemlerin temsil edildiği ve haberin egemen söylemler etrafında çerçevelendiği anlamına gelir. Bunun nedeni, haber üretim sürecinde gazetecilerin birincil tanımlayıcıların durum tanımlarına bağlı kalmasıdır. Daha açık bir deyişle, haber yapma pratiği akredite kaynakların görüşlerinin halkın diline dönüştürülmesine dayalıdır. Ancak bu durum, egemen söylemin dışında kalan alternatif söylemlerin, haber metinlerinden tümüyle dışlan- Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 25 dıkları anlamına gelmez. Alternatif söylemler ya da karşıt açıklamalar, haber metinlerinde kendilerine yer bulabilirler, ancak haberin anlatısı içerisinde genellikle olayları çerçeveleyebilecek, inanılır bir konuma yerleştirilmezler. Bunun yerine egemen söylemlerin içinde eritilirler (İnal, 1996: 99-100). Yeni Ulus ve Zafer gazeteleri partilerin yayın organları olmaları nedeniyle CHP ve DP’nin yetkili isimlerinin açıklamaları/ görüşleri çerçevesinde haberlerini yapılandırmıştır. Dolayısıyla, yukarıdaki açıklamalar bağlamında esas üzerinde durulması gereken Hürriyet, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde yayımlanan haberlerin çerçevelenme biçimidir. Hürriyet’in haberlerine bu açıdan bakıldığında, konunun daha çok alternatif söylemler, yani hükümet karşıtı açıklamalar etrafında çerçevelendiği görülmektedir. İlgili haberlerde yasayı destekleyenlerin görüşlerinden çok yasaya karşı olanların görüşleri yer almaktadır. Gazetenin haber başlıklarından ve metinlerinden alınan şu ifadeler dikkat çekicidir: “Muhalefetin tasarı hakkındaki fikri menfi” 29, “Matbuat kanununda tadilât yapılması manasız görülüyor”30, “Matbuat kanununun tasarısı fikir hürriyetini tehdit edici görünüyor”31, “DP'li mebuslar da bu tasarının reddini istiyor”32, “Adliye Encümeninde görüşülen lâyiha, yazı hürriyetini tahdit ettiği için dün de tenkit edildi.”33 Bu örnekler çerçevesinde, Hürriyet’te yasaya muhalefet edenlerin görüşlerinin öne çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Gazetenin yasaya ilişkin olumsuz tutumu, sözcük seçimlerinde de kendini göstermektedir. Haber başlıkları, üst başlıklar ve spotlarda yer alan “menfi”, “müphem”, “manasız”, “tehdit edici” gibi sözcükler, Hürriyet’in düzenlemeye karşı olduğunun işaretleri olarak değerlendirilebilir. Hürriyet’in Yeni Ulus’a yaklaşan tavrı, Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde ise görülmemektedir. Ancak yine de Cumhuriyet ile Milliyet’in tamamen benzer bir tutuma sahip olmadıklarını vurgulamak gerekir. Milliyet’in “Yeni Basın Kanununun birkaç güne kadar Meclise sevkedilmesi bekleniyor”34, “Komisyon memurlara yapılan isnatlarda ispat hakkı tanıdı”35, “Savcıların re’sen tahkikata başlaması mağdurun muvafakatine bağlı bulunacak”36, “Adalet Komisyonu tadil tasarısını isbat hakkını kaldırarak kabul etti”37, “Meclis dün yeni Basın Kanununu 26 • iletiim : arat›rmalar› kabul etti”38 başlıklarıyla yayımlanan haberlerin hiçbirinde karşıt açıklamalara yer verilmemiştir. “Basın Kanununun müzakeresi başladı” başlıklı haberde muhaliflerin ispat hakkı tanınması üzerinde ısrarla durduğu spotta verilmiş olsa da yine spotta “Başvekil, iki defa söz alarak muhalefete cevap verdi ve matbuat hürriyetinin kısılmadığını söyledi” denilmiştir39. “Basın Kanununun beş maddesi kabul edildi”40 başlığıyla verilen haberde ise “Başvekil muhalefetin iddialarına karşı yeni kanunda isbat hakkı kaldırılmadığına bilhassa işaret etti” cümlesine yer verilmiştir. Bu son iki örnekte muhalefetin sözü spotlar ve metinler içinde kendine yer bulabilmiş olsa da inanılır bir konuma yerleştirilmemiş; başbakanın muhalefetin eleştirilerine verdiği yanıtlar inanılır bir konuma yerleştirilerek muhalif görüşler bunun içinde eritilmiştir. Özetle, Milliyet, söz konusu haberlerini yasayı savunanların sözleriyle çerçevelemiş, muhaliflerin sözüne çok az yer ayırmış, yasanın basın özgürlüğünü sınırlandırıcı boyutuna dair herhangi bir imada dahi bulunmamıştır. Cumhuriyet gazetesinde de “Basın kanununu tadil eden tasarı Mecliste”41, “Matbuat kanununu tadil eden tasarı”42, “Basın kanunu tadilatı”43, “Neşir Yolu ile işlenecek suçlar kanunu çıktı”44 başlıklarıyla yayımlanan haberlerde yasaya karşı olanların görüşlerine rastlanmamaktadır. Bu bağlamda tıpkı Milliyet’te olduğu gibi haberlerin egemen söylem etrafında kapandığı söylenebilir. Sözcük seçimleri açısından bakıldığında da yasaya ilişkin herhangi bir olumsuz ifadeyle karşılaşılmamıştır. Bu durum, Cumhuriyet’i Hürriyet’ten daha az eleştirel bir konuma yerleştirmekle birlikte, Milliyet’le de tamamen ortak bir tavır içine sokmaz. Cumhuriyet’in haberlerinin çoğu egemen söylem etrafında kapanmakla birlikte Milliyet’ten farklı olarak Cumhuriyet’te düzenlemenin hukuki boyutuna dikkat çekilerek bu eksende ispat hakkının tanınması görüşü savunulmuştur. Örneğin Nurullah Kunter’in yasayı ele aldığı üç köşe yazısı bu çerçevede değerlendirilebilir. Kunter, düzenleme henüz tasarı aşamasındayken kaleme aldığı bir yazıda, ispat hakkının tanınmasının demokratik bir anlayışın gereği olduğunu söylemektedir. Bununla birlikte yazarın hükümete yönelik eleştirileri, hakaret suçlarına ilişkin olarak ayrı bir yasaya gerek olmadığı görüşüyle sınırlı kalmaktadır45. Gazetede “Komisyondaki hukukçular ispat Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 27 hakkının tanınmasını istiyorlar”46 başlığıyla yapılan haber ise yine benzer bir biçimde ispat hakkının tanınmasının gerekliliğine ilişkindir. Haberde yasanın tümüne ilişkin bir reddiye ya da yasanın özgürlükleri sınırlandırdığına dair herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Yalnızca ispat hakkını savunan komisyon üyelerinin görüşleri verilmiştir. Diğer haber metinleri içerisinde de yasanın basın özgürlüğünü sınırlandırdığına işaret eden bir ifadeye rastlanmamıştır. Bu noktada gazetenin başyazarı Nadir Nadi’nin tutumunun etkili olduğu söylenebilir. DP listesinden bağımsız milletvekili olan Nadi, yasanın çok tartışılan birinci maddesinin “cezaları ağırlaştırmaktan gayri, basın hayatına yeni bir kayıdlama getirmediğini” hem Meclis görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmada hem de 13 Mart 1954 tarihli yazısında ifade etmiştir. Nadi’ye göre, “Hürriyeti insanlar için vazgeçilmez bir hak olarak tanıyan bütün medeni devletler, namusa, şerefe ve haysiyete karşı yapılacak tecavüzleri ceza müeyyideleri altına almışlardır.”47 Nadi, bu doğrultuda, yasanın yazı hürriyeti açısından ilave bir sınırlandırma getirmediğini ileri sürmekle birlikte ispat hakkının gazetecilere tanınması gerektiğini de savunmuştur. Bu savunusunu, yazı işleri müdürlerini “baldırıçıplaklar” olarak niteleyen Halil Özyörük’e verdiği yanıtta şöyle ifade etmiştir: “Bir bakan hakkında gördüğü vazifeden ötürü isnadda bulunan bir gazeteciyi, ispata cevaz vermeksizin ceffelkalem hapse tıkan bir zihniyet, nefsini korumak için adam öldüren bir zavallıyı muhakemesiz sehpaya götüren zihniyetten farksızdır.”48 İspat hakkının gazeteciler için vazgeçilmez olduğunu ifade eden Nadi, ispat hakkının tanınması yolunda bir önerge vermiş ancak kabul edilmemiştir. Nadir Nadi’nin ispat hakkının tanınmasını istemekle birlikte hükümetin yaptığı düzenlemeyi basın özgürlüğüne yönelik bir tehdit olarak yorumlamamasının, Cumhuriyet’in haberlerinin de bu doğrultuda yapılanmasına neden olduğu söylenebilir. İspat Hakkı Tartışmasını Araçsallaştırmak: “Devri Sabık Yaratmak” ya da “Seçim Hazırlığı Yapmak” Vatandaşların şeref ve haysiyetlerine tecavüz edildiği, yalan haber yoluyla toplumun huzurunun, devletin menfaatlerinin ihlal edildiği gerekçesiyle çıkarılan yasa, önceki başlıkta sunulduğu üzere 28 • iletiim : arat›rmalar› özgürlük teması ekseninde yoğun tartışmalara konu olmuştur. Bu temanın yanı sıra, yasanın savunucuları ve karşıtları arasındaki tartışmada iki tema daha belirginleşmektedir. Bunlardan biri hükümetin yayın organı Zafer tarafından kullanılan “devri sabık yaratmak”, diğeri ise Yeni Ulus ve Hürriyet tarafından kullanılan “seçim hazırlığı yapmak” temasıdır. İlk tema olan “özgürlük mücadelesi”, daha çok düzenlemenin içeriğine ilişkin bir tartışma olarak ortaya çıkarken, diğer iki tema yaşanan tartışmada araçsal olarak kullanılmıştır. Daha açık bir ifadeyle yasanın savunucuları ve karşıtları, “devri sabık yaratmak” ve “seçim hazırlığı yapmak” temaları yoluyla yasanın içeriğine ilişkin argüman geliştirmekten ziyade, mevcut argümanlarını güçlendirme ya da karşı tarafın argümanını zayıflatma yoluna gitmişlerdir. DP yetkilileri, 1950 seçimlerinden önce “devri sabık yaratmayacağız” diyerek iktidara gelmeleri halinde eski rejim sorununu gündeme getirmeyeceklerinin sözünü vermiştir. Devlet aygıtının tarafsızlığını sağlamak ve böylece bürokrasinin güvenini kazanmak üzere verilen bu söz, DP’nin ilk kabinesinde de kendisini göstermiş; parti örgütüyle bağlantısı olmayan, eski bürokratlar kabineye dâhil edilmiştir (Ahmad, 1996: 45, 86). Ancak deyim yerindeyse, “eski defterleri açmama” sözü uzun vadeli olmamış; DP, kendi pozisyonunu güçlendirdikçe ve kendisine yöneltilen eleştiriler arttıkça CHP’nin geçmişiyle hesaplaşmaya dönük uygulamalara gitmiştir. Dolayısıyla “devri sabık yaratmama” yolunda verilen söz, iktidarın muhalefete tahammülsüzlüğüne koşut olarak geçerliliğini yitirmiştir. Eroğul’a (122) göre, aslında iktidarda olduğu 1950-1960 yılları arasında DP’nin hiç değişmeyen özelliklerinden biri, CHP’nin geçmişini gündeme getirmektir. Kendisine yöneltilen eleştiriler karşısında tek parti döneminin uygulamalarını hatırlatma, bir diğer deyişle “maziyi sürekli canlı tutma stratejisi” (Kaya Özçelik, 2010: 172), DP tarafından sıklıkla kullanılmıştır. Bu strateji, muhalefet partilerinin yasa tasarısına yönelik eleştirileri bağlamında da uygulanmıştır. Zira tasarının basın özgürlüğünü sınırlandırdığı ve DP’nin iktidara gelmeden önceki ve iktidarının ilk yıllarındaki basın özgürlüğü anlayışı ile çeliştiği muhalefet partileri tarafından dile getirilmiştir49. Örneğin, tasarının Meclis’te görüşülme- Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 29 si sırasında Türkiye Köylü Partisi (TKP) adına konuşan Cezmi Türk, DP iktidarının ilk aylarında Basın Kanunu tasarısının müzakere edilirken ortaya çıkan demokratik anlayışın bugün artık olmadığını, dört senede bu anlayışın geriye doğru gittiğini ve ispat hakkının tanınmamasının hükümetin programıyla tezat oluşturduğunu ifade etmiştir (TBMM Zabıt Ceridesi, 7 Mart 1954: 395-398). CHP Grubu adına konuşan Ahmet Faik Barutçu ise DP’nin seçime girerken özgürlükleri sınırlandıran hükümleri kaldırma vaadinde bulunduğunu ve milletten bu şekilde vekâlet aldığını, dolayısıyla seçim arifesinde basın özgürlüğünü sınırlandıracak bir girişimde bulunmanın yasal olsa bile demokratik olmadığını belirtmiştir (390-391)50. Muhalefet partilerinin tasarıya yönelik eleştirilerine yanıt veren Başbakan Menderes ise tasarının basın özgürlüğünü hiçbir şekilde sınırlamadığını vurgulamış51 ve konuşmasının önemli bir bölümünü CHP iktidarının basına yönelik baskıcı politikalarına ayırmıştır (412-414). Menderes, CHP’nin baskıcı uygulamalarını hatırlatarak, bir diğer deyişle “maziyi canlı kılarak” DP’nin antidemokratik uygulamalarını haklılaştırmaya çalışmıştır. CHP’nin antidemokratik uygulamalarını emsal göstererek düzenlemeyi haklılaştırma stratejisi, Zafer’de de karşımıza çıkmaktadır. Aşağıdaki alıntı bu yaklaşımın örneklerinden biridir: Halk Partisinin ikiyüzlülüğü mü?.. Size bundan yığınla misal verebiliriz: İşte İnönü. 1945 senesi Meclisi açış nutkunda Basın Kanununun hükümete gazete kapamak hakkını veren maddesi üzerinde konuşurken aynen şöyle demişti: “… Bu maddenin hükûmet aleyhinde en insafsız ve ölçüsüz sözlerin söylenmesine fiiliyatta mani olmadığı göz önüne alınırsa, meselenin ilk bakışta göründüğü kadar sade olmadığı bir incelemeğe lüzum olduğu kabul edilmek lazımdır!” Gazeteler hakkında o zaman böyle düşünen, böyle konuşan İnönü’nün partisi, bugün matbuatın en büyük hürriyete kavuştuğu bir devirde gazetelerin hürriyetsizliğinden dem vurmaktadır! Bu ikiyüzlülük değil de nedir? (“İnönü’ye göre basın hürriyeti”, Zafer, 4 Mart 1954). İmzasız olarak kaleme alınan yukarıdaki yazıda, İsmet İnönü’nün 1945 yılında yaptığı bir konuşmadan hareketle, basın özgürlüğüne karşı olanın esasen İnönü ve dolayısıyla CHP olduğu vurgulanmakta ve bu yolla muhalefetin eleştirileri geçersizleştirilmek istenmektedir. 30 • iletiim : arat›rmalar› Benzer bir vurguya gazetenin yazarlarından Adviye Fenik’te de rastlanmaktadır. Fenik, Yeni Ulus’un başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın’ın basın özgürlüğünün Abdülhamit zamanında bile bu kadar kısıtlanmadığını ileri sürdüğü yazısına yanıt olarak şöyle demektedir: “Evet, Abdülhamit devrinde bile Türk basınının şeref ve namusuna bu kadar tecavüz edilmedi de, İsmet İnönü devrinde mi Türk basınının şeref ve namusu vikaye edildi!.. Ankara’da Ulus’tan başka gazete çıkartmak yasaktı! İstanbul’da bir emirle gazeteler kapatılırdı.”52 Yazısının devamında 1946 yılında yapılan seçimlerdeki yolsuzluklara dikkat çeken Fenik, Hüseyin Cahit Yalçın özelinde aslında tek parti iktidarının basın rejimini eleştirmekte ve böylece DP hükümetine yönelik eleştirileri bertaraf etme yoluna gitmektedir. Gazetenin bir diğer önemli ismi Orhan Seyfi Orhon da “Basın Hürriyeti” başlıklı yazısında CHP iktidarı döneminde Çınaraltı dergisinde yazdığı ve suç teşkil etmeyen bir yazıdan dolayı yaşadıklarını aktarmış ve şöyle devam etmiştir: O zaman, şu basın hürriyeti âşığı Halk Partili milletvekillerinden hiç biri yok muydu? Büyük bir çoğunlukla bunlar yine vardı! O zaman basın hürriyeti fikri yok muydu? Hayır, o da vardı! Bugünkü Anayasa, harfi harfine o günkü Anayasaydı! Peki, neye ben, öyle kapı kapı dolaşırken kimsenin yüreği basın hürriyeti aşkiyle çarpmadı? Bir kahraman çıkıp da beni korumadı? Orhon bu sözlerle CHP’nin yasaya ilişkin olarak yaptığı tüm suçlamaların samimiyetten uzak olduğunu ifade etmektedir. Yazar “Sakın bu yumruklar, basın hürriyeti aleyhtarlarına değil de, onların eski yerlerinde oturanlara olmasın!”53 diyerek CHP’lilerin yasaya yönelik eleştirilerini iktidarı kaybetmiş olmalarına bağlamıştır. Burhan Belge de “Vatandaş Namusu ve Devlet itibarı artık tecavüzden masun kalacaktır” başlıklı yazısında, İnönü’nün 1945 yılında yaptığı bir konuşmada vatandaşların şeref ve haysiyetlerini korumak üzere önlemler alınması gerekliliğine ilişkin sözlerini hatırlatmıştır54. Zafer gazetesinin yasaya yönelik eleştirileri bertaraf etme amacı doğrultusunda “devri sabık yaratma” stratejisini kullanmasına karşılık, Yeni Ulus ve Hürriyet gazeteleri yasanın seçimlerden hemen önce çıkarılışına ilişkin ortak bir tavır sergilemişlerdir. Her iki gazetede de Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 31 yasa “seçim hazırlığı” olarak nitelendirilmiştir.55 Yasanın seçim hazırlığı olarak değerlendirilmesi Meclis görüşmeleri sırasında dile getirilmiş; CHP’li Ahmet Faik Barutçu yasanın Meclis’in kapanmasına kısa bir süre kala ve seçimlerden hemen önce çıkarılmasına dikkat çekmiştir (TBMM Zabıt Ceridesi, 7 Mart 1954: 390). Yeni Ulus yasa tasarısının Meclis’e sevk edilmesini haberleştirirken, meseleyi bu çerçevede değerlendirmiş ve haberini “DP’nin seçim hazırlığı”56 başlığıyla vermiştir. Tasarının Meclis’te görüşüldüğü gün ise gazete bu temayı, manşetten “Seçimler arifesinde DP'lilerin son icraatı! Muhalif basını baskıya alacak kanun bugün çıkıyor”57 şeklinde ifade etmiştir. Gazetenin tasarıya ve yasaya ilişkin bu sunumunun temel amacı yasanın meşruiyetini sarsmaktır. Hürriyet’in konuyla ilgili haberlerinin başlık ve spotlarında yer alan “İktidar seçim arifesinde basına ispat hakkı vermek istemiyor”58, “Yapılan tadilat seçimlerle alâkalı görülüyor”59 ifadeleri de bu gazetenin Yeni Ulus ile benzer bir konumu paylaştığının işareti olarak okunmalıdır. Bir başka haber metninden yapılan aşağıdaki alıntı ise Hürriyet’in tavrını netleştirecek bir nitelik taşımaktadır: Meclis mehalifinde hâkim olan kanaat, kaleme alınmış olan bu maddelerin muğlak, türlü manaya gelebilecek bir mahiyet taşıdığı ve bilhassa seçim arefesinde matbuatı ağır bir baskı altında bulundurmak için bu lâyihanın çıkarılmasına çalışıldığı merkezindedir (“Yeni matbuat kanunu Meclis gündeminde”, Hürriyet, 6 Mart 1954). Haberlerin yanı sıra köşe yazılarında da yasa tasarısı seçim hazırlığı olarak nitelendirilmiştir. Yeni Ulus’un yazarlarından Nihat Erim yasa tasarısına ilişkin olarak kaleme aldığı köşe yazılarında tasarının baskıcı niteliğine dikkat çekmiş, ayrıca “Seçimlerden önce böyle bir kanun çıkarma arzusunun neyin hazırlığı olduğu, sağduyulu ve henüz sinmemiş yahut satılmamış gözlerden kaçmıyacaktır”60 diyerek tasarının seçimlere yönelik bir hazırlık olduğuna işaret etmiştir. Hüseyin Cahit Yalçın ise “Maşaallah, genel seçimler büyük bir huzur ve serbestlik içinde yapılacak!” şeklinde ironi yapmış ve devamında “İşin ahlak bakımından en çirkin tarafı seçimler arefesinde bu müthiş baskı hareketinin güya basın hürriyetini ve memleket menfaatini 32 • iletiim : arat›rmalar› müdafaa hesabına yapılmış gibi gösterilmesidir” diyerek hükümetin seçimlerden önce kendisine yöneltilebilecek eleştirileri bertaraf etmek üzere bu yasayı çıkartmak istediğini belirtmiştir61. Gazetenin bir diğer yazarı Kemal Zeki Gencosman da, Erim ve Yalçın’ın meseleyi seçimlerle bitiştirerek ele almasına benzer şekilde tasarıyı yorumlamıştır. Gencosman, “Görülüyor ki ortada sel önünden yonga kaçırır gibi ve sadece önümüzdeki iki ay içinde basın mürakabesini baltalamak kasdinden başka bir şey yoktur”62 diyerek tasarının zamanlamasına dikkat çekmiş ve tasarıyı, hükümetin seçim öncesi aldığı baskıcı bir tedbir olarak değerlendirmiştir. Değerlendirme DP iktidarının 9 Mart 1954 tarihinde çıkardığı “Neşir Yoliyle veya Radyo İle İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun” her ne kadar ispat hakkına dair doğrudan bir belirleme içermese de gazetecilerin iddialarını mahkemede kanıtlama haklarını tanımayarak basın özgürlüğünün ayrılmaz parçaları olan düşünce ve ifade özgürlüklerini sınırlandırmıştır. Yasanın gerekçesinde yer alan “yalan haber nedeniyle devletin yüksek menfaatlerinin ihlalinin önlenmesi” şeklindeki ifadenin belirsizliği ve “itibar kıracak veya şöhret veya servete zarar verebilecek herhangi bir hususun isnad edilmesinin” yasaklanması, her türden gazetecilik faaliyetini kapsayacak bir nitelik taşımıştır. Basının görevini kötüye kullandığı iddiasıyla çıkarılan yasa, hem içeriğinin muğlâklığı, hem zamanlaması, hem de diğer yasalarda mevcut suçlara verilen cezaları artırması nedeniyle, Toker’in deyişiyle (275) bir tür “kendi kendini koruma yasası” olarak değerlendirilebilir. Muhalefet partileri tarafından şiddetle karşı çıkılan, gerek komisyon gerekse Meclis görüşmelerinde yoğun tartışmalara neden olan yasanın doğrudan muhatabı olan basının konuya yaklaşımının ele alındığı bu çalışmada, dönemin önemli gazetelerinden Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Yeni Ulus ve Zafer incelenmiştir. Yasaya ilişkin tartışma, partilerin yayın organı olmaları nedeniyle büyük ölçüde Zafer ve Yeni Ulus gazeteleri arasında bir kutuplaşma biçiminde gerçekleşmiştir. Bu kutuplaşma içerisinde Hürriyet, Yeni Ulus’a; Milliyet, Zafer’e Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 33 yakın bir konum benimsemiştir. Cumhuriyet ise bu iki kutup arasında konumlanmıştır. Basındaki tartışmalarda üç tema öne çıkmıştır: “özgürlük mücadelesi”, “devri sabık yaratmak” ve “seçim hazırlığı yapmak.” Zafer, “özgürlük mücadelesi” teması çerçevesinde yasanın basın özgürlüğünü sınırlandırmak gibi bir amacı olmadığını, aksine vatandaşların hak ve özgürlüklerini korumak maksadıyla çıkarıldığına işaret etmiştir. Zafer basının elindeki gücü kötüye kullandığından hareket ederek iddiasına meşruiyet kazandırmaya çalışırken, Yeni Ulus basının değil hükümetin elindeki gücü kötüye kullandığını, vatandaşların hak ve özgürlüklerini koruma kisvesi altında basını susturmayı amaçladığını ileri sürmüştür. Hürriyet, yaptığı haberlerde söz konusu yasal düzenlemenin basın özgürlüğünü sınırlandırdığına vurgu yaparak, Yeni Ulus’a yakın bir konum benimsemiştir. Milliyet ve Cumhuriyet’in konuya ilişkin haberleri ise “nesnel” bir dil kullanımına dayalı habercilik örnekleri gibi görünmekle beraber aslında çoğunlukla egemen söylemler etrafında kapanmaktadır. Ancak Milliyet, hükümet yetkililerinin açıklamaları etrafında yapılandırdığı haberleriyle meseleyi bir sorun olarak görmekten dahi kaçınırken, Cumhuriyet, Nadir Nadi’nin yaklaşımına koşut biçimde gazetecilere ispat hakkının tanınması talep etmekle beraber yasanın basın özgürlüğüne yönelik yeni bir sınırlandırma olmadığı yönünde bir argümana yaslanmıştır. Zafer gazetesinde, yasanın basın özgürlüğünü sınırlandırdığı şeklindeki eleştiriler “devri sabık yaratmak” olarak adlandırdığımız bir stratejiyle yanıtlanmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi başta Menderes olmak üzere DP’li yetkililer, hükümete yönelik eleştiriler karşısında CHP’nin geçmişiyle hesaplaşma yoluna gitmiştir. Bu yasaya yöneltilen eleştirilere yanıt verirken de CHP iktidarının basına yönelik politikaları, özellikle de İnönü’nün basın özgürlüğünü sınırlandırma niyetini ortaya koyan beyanatları hatırlatılmış ve bu hatırlatmalar, bir başka ifadeyle “maziyi canlı tutma stratejisi” yoluyla yeni yasaya yönelik eleştirilerin meşruiyeti sarsılmaya çalışılmıştır. Zafer’in bu stratejisi karşısında Yeni Ulus ve Hürriyet ise bu yasanın seçimlerden önce hükümetin kendisine yönelik eleştirileri önlemek üzere aldığı bir baskıcı 34 • iletiim : arat›rmalar› tedbir olduğu savını ortaya koymuş, bu düzenlemeyi bir seçim yatırımı olarak değerlendirmiştir. 1956 yılında yapılan değişikliklerle adı kısmen değiştirilen ve hükümleri daha da ağırlaştırılarak 27 Mayıs Darbesi’ne kadar yürürlükte kalan yasa, hükümete yönelik eleştirilerin önünün kesilmesini ve böylece hükümetin basın karşısındaki konumunu güçlendirmesini sağlamıştır. Bu süre içerisinde pek çok gazeteci hakkında dava açılmış ve çok sayıda gazeteci hapse mahkûm edilmiştir. Yasanın uygulandığı ilk isim, Hüseyin Cahit Yalçın’dır63. Yalçın, sıfat ve hizmetlerinden dolayı Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün kişiliklerine hakaret ettiği gerekçesiyle hapis ve para cezasına çarptırılmıştır. Dünya gazetesi yazarı Bedii Faik ve Yeni Sabah gazetesi sahibi Safa Kılıçoğlu’nun da aralarında bulunduğu pek çok gazeteci, 1954 sonrası dönemde da aynı yasa sebebiyle mahkûm olmuştur (İrvan, 2000: 33; Öymen, 2014: 484). Menderes’in, partisinin iktidara geldiği günden itibaren basın özgürlüğü yolunda önemli adımlar attığı halde, basını memnun edememekten şikâyetçi olduğu bilinmektedir (Demir, 2010: 517)64. Başta Menderes olmak üzere DP’li yetkililer basına tanınan bu özgürlükler karşısında basından hükümetin işlem ve eylemlerini eleştirmesini değil, bir tür küçük ortak gibi hareket etmesini ve hükümetin icraatlarını takdir etmesini beklemiştir. Ancak bu beklentinin aksine, basının bir bölümü DP’nin siyasal liberalleşme vaatlerine sırt çevirmesi nedeniyle DP’ye olan desteğini yavaş yavaş çekmeye başlamıştır. Partiye verilen desteğin azalması ve ekonomik bunalıma koşut olarak basında eleştirilerin artması, DP’nin basın özgürlüğünü sınırlandırma yönündeki girişimlerini hızlandırmıştır. Ancak bu noktada, özelde çalışma kapsamında incelediğimiz yasanın ve genel olarak DP’nin tüm diğer baskıcı politikalarının DP’ye özgü olmadığını, Türkiye’de iktidarların muhalefeti kavrayış tarzının bir uzantısı olduğunu hatırlatmak gerekir. Günümüzde, Türkiye’de basın ve iletişim özgürlüğünün hâlâ çok ciddi bir tehlike altında olması, sermayeden kaynaklanan baskıların yanı sıra muhalefete ilişkin bu kavrayışın devam etmesinin sonucudur. Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 35 Kaynakça Ahmad, Feroz (1999). Modern Türkiye’nin Oluşumu. Çev., Yavuz Alogan. İstanbul: Sarmal. Ahmad, Feroz (1996). Demokrasi Sürecinde Türkiye. Çev., Ahmet Fethi. İstanbul: Hil. Aksoy, Muammer (1960). Partizan Radyo ve D.P. Ankara: Forum. Albayrak, Mustafa (2004). Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960). Ankara: Phoenix. Alemdar, Korkmaz (1996). İletişim ve Tarih. Ankara: İmge. Asker, Ayşe (2013). Askeri Darbeye Doğru, Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi. Ankara: İmge. Bora, Tanıl (2005). “Adnan Menderes.” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Liberalizm. (der.) Murat Yılmaz. İstanbul: İletişim. 482-507. Çavdar, Tevfik (t.y.). “Demokrat Parti.” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. Cilt 8. İstanbul: İletişim. 2060-2075. Demir, Şerif (2010). Türk Siyasi Tarihinde Adnan Menderes. İstanbul: Paraf. Dönmezer, Sulhi (1954). “Matbuat Suçlarında İsbat Hakkı.” İzmir Barosu Dergisi 45(1): 21-34. Emre-Kaya, Ayşe Elif (2010a). “Cumhuriyet Gazetesi’nin Kuruluşundan Günümüze Kısa Tarihi.” İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi 39: 75-91. Emre-Kaya, Ayşe Elif (2010b). “Demokrat Parti Döneminde Basın-İktidar İlişkileri.” İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi 39: 93-118. Eroğul, Cem (1998). Demokrat Parti. Ankara: İmge. Gevgilili, Ali (t.y.). “Türkiye Basını.” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. Cilt 1, İstanbul: İletişim. 202-222. İnal, Ayşe (1996). Haberi Okumak. İstanbul: Temuçin. İrvan, Süleyman (2000). “Demokrat Parti Döneminde Türkiye’de Basın Özgürlüğü.” İletişim 7: 29-52. Kabacalı Alpay (1994). Türk Basınında Demokrasi. Ankara: Kültür Bakanlığı Milli Kütüphane Basımevi. 36 • iletiim : arat›rmalar› Kabacalı, Alpay (1990). Türkiye’de Basın Sansürü. İstanbul: Gazeteciler Cemiyeti Yayınları. Kaya Özçelik, Pınar (2010). “Demokrat Parti’nin Demokrasi Söylemi.” SBF Dergisi 65(3): 163-187. Keyder, Çağlar (2007). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar. İstanbul: İletişim. Kocabaşoğlu, Uygur (1980). Şirket Telsizinden Devlet Radyosuna. Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Yayınları. Koloş, Umut (2014). “Türk Hukukunda İsnadın İspatı Hakkının Çok Boyutlu Hukuk Kavrayışı Bakımından Analizi.” İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası: LXXII (1): 627-672. Konyar, Hürriyet (1999). Ulus Gazetesi, CHP ve Kemalist İlkeler. İstanbul: Bağlam. Mardin, Şerif (2001). “Türkiye’de Muhalefet ve Kontrol.” Türk Modernleşmesi. Çev., Mehmet Özden. İstanbul: İletişim. 177-184. Oral, Fuat Süreyya (t.y.). Türk Basın Tarihi, 1919-1965. Doğuş Matbaacılık. Özçetin, Burak ve Demirci, Sibel (2005). “Hürriyet Partisi.” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Liberalizm. (der.) Murat Yılmaz. İstanbul: İletişim. 541547. Öymen, Altan (2014). Öfkeli Yıllar. İstanbul: Doğan Kitap. Öztürk, Onur (2007). Demokrat Parti Dönemi Basın Rejimi ve Zafer Gazetesi (1957-1960), Ulus Gazetesi ile Karşılaştırmalı Bir İnceleme. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Resmi Gazete (17.03.1954). “Neşir Yoliyle veya Radyo İle İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun.” Sunar, İlkay (t.y.). “Demokrat Parti ve Popülizm.” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. Cilt 8. İstanbul: İletişim. 2076-2087. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: IX, Cilt: 29, İçtima:4, 7 Mart 1954. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: IX, Cilt: 29, İçtima:4, 8 Mart 1954. Toker, Metin (1991). Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları: DP’nin Altın Yılları, 1950-1957. İstanbul: Bilgi. Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 37 Topuz, Hıfzı (1996). 100 Soruda Türk Basın Tarihi. İstanbul: Gerçek. Tunçay, Mete (t.y.). “Siyasi Tarih (1950-1960).” Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908-1980. (der.) Sina Akşin. İstanbul: Cem. 177-187. Yetim, Fahri (2006). Ulus ve Zafer Gazetelerinin Karşılaştırmalı İncelemesi (1957-1960). Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi. Ankara. Yıldız, Nuran (1997). “Demokrat Parti İktidarı (1950-1960) ve Basın.” SBF Dergisi 51: 481-505. Zürcher, Erik Jan (1998). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İstanbul: İletişim. 38 • iletiim : arat›rmalar› Sonnotlar 1 2 Bu çalışmada, tırnak içinde verilen tüm ifadelerde özgün yazım/söyleyiş biçimine sadık kalınmıştır. Eski Türk Ceza Kanunu’nun hakaret ve sövme suçlarıyla ilgili 481. maddesi bu suçlarla ilgili olarak ispat hakkının geçerli olduğu durumları belirlemektedir. Bu maddede isnat olunan fiilin bir memur ya da kamu hizmeti gören kişinin göreviyle ilgili olması halinde ispat hakkını kullanmanın mümkün olduğu belirtilmektedir (http://www.ceza-bb.adalet.gov.tr/mevzuat/765.htm). Daha açık bir deyişle, bu maddeyle memurlarla ilgili bir suçlama olması halinde iddianın ispatı mümkün kılınmıştır. İspat hakkını tartışmalı hâle getiren ise 1949 yılında Yargıtay’ın verdiği bir içtihadı birleştirme kararı olmuştur. Bu kararda, bakanlar ve emsali hakkında ispat iddiasının aynı mahkemede kabul ve tetkik edilip edilemeyeceği konusunda bir belirleme yapılmış; bakanlar ve emsallerince kendilerine yöneltilen isnat sebebiyle açılmış hakaret davalarında sanık olanların, isnat ettikleri hakareti içeren fiil ve hareketleri ispat iddiasının aynı muhakemede kabul edilip incelenmesine imkân olmadığı hükmüne varılmıştır (Koloş, 2014: 631). Dönmezer, bu kararla “kanunun kurduğu sistemin esaslı surette halelder edildiğini”(30) belirtmektedir. Zira kararla birlikte bakanlar ve emsalleri, memur ya da kamu görevlisi kapsamı dışına çıkarılarak haklarındaki iddiaların ispatlanmasının önüne geçilmiştir. 3 DP, kuruluşundan itibaren faaliyetlerinin halka ulaştırılmasını sağlayacak olan bası- nın desteğine ihtiyaç duymuştur. Her ne kadar DP, kuruluş yıllarında basının önemli bir bölümünün desteğini kazanmış olsa da, Parti yönetimi, 1949 yılında yapılan İkinci Büyük Kongre öncesinde kendi yayın organını oluşturmaya yönelmiştir. Bu doğrultuda Zafer gazetesi, 30 Nisan 1949 tarihinde Ankara’da yayın hayatına başlamıştır (Öztürk, 2007: 71). Yayın hayatı boyunca DP’yi destekleme misyonunu sürdüren gazetenin kurucuları İhsan Tütüncü ve Zeki Rıza Sporel, imtiyaz sahibi ve başyazarı ise Mümtaz Faik Fenik’tir. Gazete, 27 Mayıs Darbesi ile birlikte kapatılmış; 1962 yılında yeniden yayımlanmış ve Adalet Partisi’ni desteklemiştir (Yetim, 2006: 37-39). 4 CHP’nin yayın organı Ulus’un tarihi, Kurtuluş Savaşı yıllarına uzanmaktadır. 14 Eylül 1919’da yayımlanmaya başlanan İrade-i Milliye gazetesi, Kurtuluş Savaşı’nın önemini, mevcut durumu halka anlatma misyonu nedeniyle Ulus’un ilk biçimlenişi olarak görülmektedir. Bu gazetenin farklı bir çizgiye kaymasının ardından kurulan ve tamamen Mustafa Kemal’in kontrolünde olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, Cumhuriyet döneminde de yayınını sürdürmüş; 1934 yılında ise Ulus adını almıştır. Tek parti dönemi politikalarının yansıtıcısı olan gazete, 1953 yılında CHP’nin mallarının hazineye devredilmesiyle kapatılmış ve ardından Yeni Ulus adıyla yayımlanmıştır. Gazete, 1954 yılında Halkçı sözcüğünün eklenmesiyle Halkçı Yeni Ulus olarak yayımlanmış, daha sonra Ratip Tahir Budak’ın yönetimine geçmiş ve 10 Haziran Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 39 1955’ten itibaren yeniden Ulus adıyla yayımlanmaya başlanmıştır. Ulus’un son sayı- sıysa 28 Temmuz 1971 günü yayımlanmıştır. Ulus’un devamı niteliğinde olan Barış gazetesi, 29 Temmuz 1971 günü Ulus’un sayılarını devam ettirerek yayınına başla- mış ve 1975’e kadar yayınını sürdürmüştür. Bu tarihte adı tekrar değişerek Yeni Ulus olmuş, ancak bir sene dolmadan yayın hayatını bitirmek durumunda kalmıştır (Konyar, 1999: 12-17; Oral, t.y.: 183). 5 Hürriyet gazetesi, muhalefet yıllarında ve iktidara geldiği dönemde DP’yi desteklemiştir. Ancak gazetenin sahibi Sedat Simavi, DP’nin tek parti döneminin uygulamalarına yöneldiği gerekçesiyle DP iktidarının muhalifi haline gelmiştir (Asker, 2013: 34-35). 6 Milliyet, Ali Naci Karacan’ın ölümü ve Abdi İpekçi’nin gazete yönetimine gelmesiy- 7 DP döneminde resmi ve özel ilanların dağıtımı konusunda bakınız Alemdar, 1996. 8 le muhalefete geçmiştir (Yıldız, 1997: 390). Daha 1951 yılında TBMM’de radyoya ilişkin eleştirileri yanıtlayan Menderes’in şu sözleri tüm bir DP iktidarı boyunca radyonun nasıl kullanılacağının adeta habercisi gibidir: “Devlet malı ve vasıtalarını devlet ve memleket menfaatine olarak Hükümet kullanır. Devlet radyosunun orta malı olduğunu iddia etmek hiç kimsenin hakkı değildir” (akt. Kocabaşoğlu, 1980: 346). DP’nin muhalefet ve iktidar dönemlerinde radyoya ilişkin yaklaşımı için ayrıca bakınız Aksoy, 1960. 9 Özellikle “devletin siyasi veya mali itibarını sarsmak”, “ammenin heyecanını mucip olacak mahiyette yalan haber veya havadisleri neşretmek”, “itibar kıracak veya şöhret veya servete zarar verebilecek bir hususun isnad edilmesi” gibi ifadeler suç tarifini genelleştirip belirsizleştirmektedir. Yasanın bu boyutuna ilişkin olarak bakınız Öymen, 2014: 468-470. 10 Dönemin Adalet Bakanı Osman Şevki Çiçekdağ, Meclis görüşmeleri sırasında basının kanun dairesinde serbest olduğunu ve bu hükmün Anayasal güvence altında bulunduğunu; ancak hürriyetlerin kullanılmasında başkalarının hak ve hürriyetle- rine tecavüz edilmemesi ilkesinin, demokratik bir hayatın değişmez esaslarından biri olduğunu belirtmiştir (TBMM Zabıt Ceridesi, 7 Mart 1954: 386). Çiçekdağ, DP Meclis grubunda yaptığı konuşmada ise yasa tasarısının gerekçesini şöyle açıklamıştır: (…) Muhtelif şekil ve tarzlarda şeref ve haysiyetlere, itibar ve vakârlara tecavüz edildiği, ailelerin mahremiyetine girilerek hayatı hususiyenin teşhir edildi- ği, şahısların bir nevi şantaja maruz bırakıldığı, yalan haber veya havadis neşri suretiyle ammenin huzur ve sükûnunun bozulduğu, Devletin yüksek menfaatlerine dokunularak emniyet ve bekâsının tehlikeye düşürüldüğü teessürle müşahede edilmektedir (akt. Albayrak, 2004: 395). 11 Burhan Belge, “Vatandaş Namusu ve Devlet itibarı artık tecavüzden masun kalacaktır”, Zafer, 10 Mart 1954. 40 • iletiim : arat›rmalar› 12 Ahmet Hidayet Reel, “Hürriyet düşmanı olan hürriyet kahramanları”, Zafer, 9 Mart 1954. 13 Zafer, 8 Mart 1954. 14 “Matbuat kanunu ve 161. madde Mecliste”, Zafer, 16 Şubat 1954. 15 “Matbuat kanunu ve 161. madde Mecliste”, Zafer, 16 Şubat 1954. 16 “Neşir yolu ile işlenen suçlar”, Zafer, 8 Mart 1954. 17 Mümtaz Faik Fenik, “Evvela vatandaş şeref ve haysiyeti korunacaktır”, Zafer, 9 Mart 1954. 18 Burhan Belge, “Vatandaş Namusu ve Devlet itibarı artık tecavüzden masun kalacaktır”, Zafer, 10 Mart 1954. 19 Ahmet Hidayet Reel, “Hürriyet düşmanı olan hürriyet kahramanları”, Zafer, 9 Mart 1954. 20 “D.P.’nin seçim hazırlığı”, Yeni Ulus, 16 Şubat 1954. 21 “Basın kanunu tadilatı”, Yeni Ulus, 17 Şubat 1954. 22 Nihat Erim, “Zincirli Basın: Yeni Tasarı”, Yeni Ulus, 21 Şubat 1954. 23 Nihat Erim, “Zincirli Basın: Yalan Haber”, Yeni Ulus, 22 Şubat 1954. 24 “Basına vurulmak istenen zincir” , Yeni Ulus, 27 Şubat 1954. 25 “Seçimler arifesinde D.P.lilerin son icraatı!”, Yeni Ulus, 9 Mart 1954. 26 Kemal Zeki Gencosman, “Aceleniz ne?”, Yeni Ulus, 17 Şubat 1954. 27 Nihat Erim, “Basın hürriyetine yeni zincirler”, Yeni Ulus, 20 Şubat 1954. 28 Konuyla ilgili yazılarının başlıkları Erim’in bu vurgusunu somutlaştırmaktadır: “Basın hürriyetine yeni zincirler”, 20 Şubat 1954; “Zincirli basın: Yeni tasarı”, 21 Şubat 1954; “Zincirli Basın: Yalan haber”, 22 Şubat 1954. 29 “Basın Kanunu tâdil tasarısı”, Hürriyet, 17 Şubat 1954. 30 Hürriyet, 24 Şubat 1954. 31 Hürriyet, 9 Mart 1954. 32 “Basın Kanununda yapılacak tâdilat”, Hürriyet, 23 Şubat 1954. 33 Hürriyet, 24 Şubat 1954. 34 Milliyet, 16 Şubat 1954. 35 Milliyet, 26 Şubat 1954. Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 41 36 Milliyet, 2 Mart 1954. 37 Milliyet, 4 Mart 1954. 38 Milliyet, 10 Mart 1954. 39 Spotta yer alan ifade tam olarak şöyledir: “Muhalefete mensup hatipler kanunda ispat hakkının tanınması üzerinde ısrarla durdular. Müzakerelere bugün devam edilecek”, Milliyet, 8 Mart 1954. 40 9 Mart 1954. 41 Cumhuriyet, 16 Şubat 1954. 42 Cumhuriyet, 22 Şubat 1954. 43 Cumhuriyet, 4 Mart 1954. 44 Cumhuriyet, 10 Mart 1954. 45 Nurullah Kunter, “Hakaret davalarında ispat hakkı”, Cumhuriyet, 2 Mart 1954. 46 Cumhuriyet, 24 Şubat 1954. 47 Nadir Nadi, “Benden ne ister?”, Cumhuriyet, 13 Mart 1954. 48 Nadir Nadi, “Baldırıçıplak”, Cumhuriyet, 11 Mart 1954. 49 Bora’nın (486) da belirttiği gibi, Menderes’in siyasal söyleminin üzerinde durulan önemli özelliklerinden biri muhalefet yıllarındaki liberal-demokratik tutumu ile iktidar dönemi arasındaki tutarsızlıktır. Bu tutarsızlık, DP’nin basınla ilişkilerinde kendisini göstermektedir. DP liderleri, muhalefet yıllarında yaptıkları konuşmalarda basın özgürlüğünün önemine dikkat çekmiş, iktidara gelmeleri halinde basını baskı altında tutan yasalardan kurtaracaklarını vaat etmişlerdir. Söz gelimi Celal Bayar, “Bugünkü basın kanunu hür basını sağlamaktan uzaktır. Hür basın kanununu biz Demokratlar yapacağız” diyerek (Topuz, 1996: 100) basının desteğini sağlamaya çalışmıştır. Adnan Menderes de 1946 yılında Basın Kanunu’nun 50. maddesinin değiştirilmesi hakkındaki kanun tasarısı görüşülürken “Cemiyet içinde iyiye, ileriye ve açıklığa doğru bütün hamleler hızını matbuat hürriyetinden alırlar. Matbuat hürriyetinin mevcut olmadığı yerlerde ise vatandaşın diğer hak ve hürriyetleri tehlikeye düşeceği gibi, topluluk hayatı gizliliğin ve kapalılığın kiri ve pası altında çürümeğe mahkûmdur” diyerek basın özgürlüğüne ilişkin tavrını açıklamıştır (akt. Yetim, 2006: 30). 50 Cumhuriyetçi Millet Partisi’nin (CMP) kurucularından Osman Bölükbaşı da yasa hakkında yaptığı konuşmanın önemli bir bölümünü Menderes’in muhalefet yılla- rında basın özgürlüğü ile ilgili konuşmalarına ayırmıştır. Ayrıntı için bakınız TBMM Zabıt Ceridesi, 8 Mart 1954: 476-486. 42 • iletiim : arat›rmalar› 51 Menderes’in sözleri şöyledir: “(…) evvelâ sarih olarak şurasını ifade etmek lâzımgelir ki, getirdiğimiz tasarı hiçbir surette matbuat hürriyetini kayıtlamak maksadına mâtuf olarak sevk edilmiş değildir. Burada şerefler ve haysiyetler ve namus- lar bahis mevzuudur. Bir taraftan matbuat hürriyetini, matbuatın tenkid vazifesinin serbest olmasını, matbuatın murakabe vazifesinin tamamiyle yerinde işlemesini temin ederken, diğer taraftan da bütün vatandaşlarımızın namus, şeref ve haysiyetlerinden de emin olarak korkusuz yaşama hakkına sahip olmalarını temin etmek icabeder” (TBMM Zabıt Ceridesi, 7 Mart 1954: 410). 52 Adviye Fenik, “Besa, Cahid Bey”, Zafer, 8 Mart 1954. 53 Zafer, 9 Mart 1954. 54 Zafer, 10 Mart 1954. 55 Aslında DP hükümetinin 1950-1954 yılları arasındaki pek çok uygulaması, seçmen- lerin desteğini kazanmasında ve sürdürmesinde etkili olmuştur. Bunların başında ekonomi alanındaki başarılar gelmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında tahıl ihracatının artması, tarımsal üretimin hava koşullarının etkisiyle artması, Kore Savaşı’nın yarattığı olumlu fiyat konjonktürünün yanında hükümetin Marshall Planı gibi dış yardımla borçlanma olanaklarının genişlemesinden yararlanması bu dönemdeki ekonomik büyümenin temel nedenleri arasındadır. Ekonomik anlamda halkın refahının artması, halkın DP’ye bağlanmasını beraberinde getirmiştir (Key- der, 2007: 165; Ahmad, 1999: 141; Çavdar, t.y.: 2068). Ekonomik refahın artmasının yanı sıra DP hükümetinin seçime yönelik bazı hazırlıklarından da söz etmek gerekir. Bu hazırlıkların bir bölümü, doğrudan seçmenlerin desteğini kazanmaya dönüktür. Örneğin, 1953 yılında çıkarılan ve memurlara fazladan üç maaş verilmesini öngören yasa bu tür uygulamalar arasındadır (Eroğul, 1998: 135-136). Daha önce sözü edilen, CHP’nin mallarının hazineye devri, Millet Partisi’nin kapatılmasını ve 1953 yılında Ceza Kanunu’nda yapılan değişikliği de seçimlerden önce hükümetin muhalefetin gücünü kırmaya dönük uygulamaları arasında saymak gerekir. Hükümet, basının muhalefetini engellemek üzere de çeşitli tedbirler almıştır. 12 Kasım 1953 tarihli kararnameyle resmi ilan ve reklamların verilmesinde yeni ilkeler belirlenerek basın kontrol altına alınmıştır (Asker, 2013: 67). 56 Yeni Ulus, 16 Şubat 1954. 57 Yeni Ulus, 9 Mart 1954. 58 Hürriyet, 4 Mart 1954. 59 Hürriyet, 10 Mart 1954. 60 Nihat Erim, “Basın hürriyetine yeni zincirler”, Yeni Ulus, 20 Şubat 1954. 61 Hüseyin Cahit Yalçın, “Ağızlara kilit”, Yeni Ulus, 25 Şubat 1954. Kubilay • Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları • 43 62 Kemal Zeki Gencosman, “Aceleniz ne?”, Yeni Ulus, 17 Şubat 1954. 63 Mümtaz Faik Fenik ise yasanın ilk olarak İnönü’ye hakaret ettiği gerekçesiyle Öz Demokrat gazetesine uygulandığını belirtmiştir (akt. Emre Kaya, 2010b: 100). 64 Örneğin Menderes, 1953 yılı sonlarında DP meclis grubunda yaptığı konuşmada şöyle demektedir: “Bu memlekette basın hürriyetinin bu derece ileri olarak temin edilmiş olmasına rağmen, gazetelerimiz maalesef mevzuatın ne olduğunun farkında değildirler. Türkiye’de basının baskı altında bulunduğundan mütemadiyen bahsederler. Bir tek gazete çıkıp da 1950 senesinde yaptığımız tadillerin mahiyetini ortaya koymuş değildir.” (akt. Demir, 2010: 517). 44 • iletiim : arat›rmalar› 45 Demokrat Parti Yönetiminde İletişimin Denetimine Yeni Bir Örnek: Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması Korkmaz Alemdar Özet Demokrat Parti (DP) on yıllık iktidarının ilk döneminde özgür iletişim politikalarından yana bir tavır sergilemişse de bu yaklaşımı uzun soluklu olmamıştır. DP yönetimi neredeyse tüm iktidarı boyunca, kamu kaynaklarının paylaştırılmasında basını belirleyici güç haline getirip kendine bağımlı bir basın yaratma çabasına girişmiştir. Dahası, devlet radyosunu partinin propaganda aracı haline getirmiştir. Arşivden çıkan son belgelerde DP’nin toplum üzerinde denetim kurma isteğinin sadece basın ve radyo ile sınırlı olmadığı, dönemin bazı önemli kişilerinin özel mektuplarının, yasalara aykırı bir biçimde, hükümet yetkilileri tarafından açıldığı, kopyalarının çıkartıldığı anlaşılmaktadır. Bu çalışmada bu mektupların açılması eylemi, doğrudan özel haberleşmenin ihlali olarak kabul görecek ve belgelerle ilgili ilk değerlendirmeler yapılacaktır. Anahtar sözcükler: DP, iletişim, özel haberleşmenin ihlali A New Example of Democrat Party's Restrictive Communication Policies: Illegal Opening and Copying of Private Letters Abstract Even though, in the first couple of years of its governance, the Democrat Party (DP) of Turkey implemented free communication policies, these policies did not remain in place for long time. Throughout its entire rule, the DP attempted to form a dependent press through which public resources could be controlled and redistributed. Similarly, public radio became a propaganda vehicle for the DP government. Recent documents founded in both the Turkish state archive as well as a private archive reveal the DP’s intentions to control the Turkish public through restrictive press policies. However, DP’s restrictive press policies were not limited to control of neither the newspaper press nor the public radio. In particular, the documents reveal how members of the government infringed upon the Turkish constitution by opening and copying the letters of many important people, including journalists. In this article, I analyze the act of opening private letters as an infringement upon freedom of communication. Key words: Democrat Party, communication, infringing the freedom of communication iletiim : arat›rmalar› • © 2014 • 12(1): 45-74 46 • iletiim : arat›rmalar› Demokrat Parti Yönetiminde İletişimin Denetimine Yeni Bir Örnek: Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması Bu yazının konusu, Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde, muhalif ya da muhalefetle bağlantılı olduğu düşünülen bazı kişilerin mektuplarının açılması, okunması, kopyalarının çıkartılarak saklanmasının değerlendirilmesidir. Olay 27 Mayıs 1960 Devrimi’nden sonra başbakan, müsteşar ve özel kalem odalarındaki dolap ve kasalarda yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır (Belge-1). Mektupların kopyaları Cumhuriyet Arşivi’ndedir. Elimizdeki örnekler Satvet Lütfi Tozan’ın1 1955 yılında CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’i2 yurt dışındaki tanıdıklarına takdim etmek için yazdığı mektuplar ile Metin Toker’in3 1957 yılında Ankara’da bir yıllık hapis cezasını çektiği sırada eşi Özden Toker ve bazı yakınları ile yazışmalarıdır. Bu mektupların kopyalarının çıkartılmış olması haberleşme özgürlüğünün ihlali4 olarak değerlendirildiği için 27 Mayıs sonrası inceleme konusu yapılmış ancak sorumluların belirlenmesi ve cezalandırılması konusunda herhangi bir sonuç alınamamıştır.5 Mektupların açılması, okunması ve kopyalarının çıkartılmasının dışında telefon görüşmelerinin dinlendiğine ilişkin de bilgi vardır (Belge-2 ve Belge-3). Ancak bu konuya ilişkin incelemelerin de sonuçsuz kaldığı anlaşılmaktadır. DP yönetiminde basının kamu kaynakları (kâğıt, resmi ve özel ilanlar) kullanılarak denetim altında tutulmaya çalışıldığını (Alemdar, 2001: 201-231; Sarol, 1983: 199-200; Erim, 2005: 590,592,598,640; Faik, 2003: 4.C), devlet radyosunun iktidar partisinin propaganda aygıtı haline getirildiğini biliyoruz (Aksoy, 1960; Faik, 2003: 2.C:143). Ama kişilere ait mektupların da kontrol edildiği henüz bilinen bir konu Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 47 değildir. Cumhuriyet Arşivi’ndeki belgeler konuya bir ölçüde ışık tutmakla birlikte denetimin boyutlarını tam olarak anlamaya yardım ettiği söylenemez. Başka kanıtların, belgelerin ortaya çıkması, tanıklıkların artması bu denetimin boyutlarını anlamamızı sağlayacaktır. Mektuplara İlişkin Değerlendirme Arşiv belgeleri 1955 yılında Satvet Lütfi Tozan’ın ve 1957 yılında Metin Toker’in yazışmalarının izlendiğini, kopyalarının çıkartıldığını göstermektedir. İncelemeler sonucu tutulan tutanaklar 65 belgenin (bazıları birden çok belge içeriyor) kaydını göstermektedir (Belge-5, Belge-6, Belge-7). Satvet Lütfi Tozan’a ait mektupların bir istihbarat elemanı tarafından kendisinden temin edildiğine ilişkin bilgi vardır (Belge-8). Tozan’ın, mektuplardan haberdar olduğu anlaşılan istihbarat birimlerinin isteği üzerine kopyalarını teslim ettiği anlaşılmaktadır. Böyle bile olsa yazdıkları bütün mektuplarla bunlara gelen yanıtları bir kerede teslim ettiğine inanmak zordur. Elden alınan mektuplara ek olarak Tozan’ın yazışmalarının izlendiği ve kopyalarının çıkartıldığı anlaşılmaktadır. Satvet Lütfi Tozan’ın Mektupları Satvet Lütfi Tozan, mektuplarda, İngiltere ve ABD’de tanıdığı önde gelen kişilere CHP Genel Sekreterini takdim etmekte, ülkelerini ziyareti sırasında kendisiyle ilgilenmelerini rica etmektedir. Tozan’ın başvurduğu kişilerle yakın ilişkisi olduğu mektupların içeriğinden ve gelen yanıtlardan anlaşılmaktadır (Belge-9, Belge-10, Belge-11). Kasım 48 • iletiim : arat›rmalar› Gülek gibi eğitimini farklı dönemlerde Fransa, Almanya ve ABD’de yapan, Batı dünyasını yakından tanıyan ve muhtemelen geniş çevresi olan birisi için Tozan’ın ayrıca girişimde bulunması, belgelerden izlenebileceği üzere, DP yönetiminin ilgisini çekmişe benzemektedir. Hükümetin CHP Genel Sekreteri’nin temaslarını yakından izlediğini gösteren başka kanıtlar da vardır. Bunlardan birini hatırlatmakta yarar olabilir. 1957 yılında Kasım Gülek Ankara’da bulunan Amerikalı Vatandaşlar Müşavir Heyeti başkanı ile görüşür. DP Balıkesir milletvekili Mekki Sait Esen, Meclis Bütçe Komisyonunda hükümetin görüşme ile bilgisi olup olmadığını sorar. Adnan Menderes’in konuya verdiği önem ve değerlendirmeleri dikkat çekicidir: İster muhalefet, ister iktidara mensup olsun herhangi bir vatandaşın, Hükümetin dışında, adeta başka bir hükümetmiş gibi, beynelmilel münasebetlere taalluk eden işlerde temaslara ve müzakerelere girişmesi ve hususiyle bunu gizli tutması hiçbir kitapta yazılı değildir, ama elbette iyi ve makbul bir hareket sayılmaz. Sual mevzuunu teşkil eden hadiseyi ben de gazetelerde okudum. Ulus gazetesinin tavzihini de gördüm. Bu tavzih (açıklama), Halk Partisi Genel Sekreterinin kendisine vaki davet üzerine Amerikan Büyükelçiliğine giderek Heyet Başkanı ile görüştüğünü kaydetmektedir. Hadisenin böyle cereyan ettiği yani davetin Amerikalılardan geldiği bir an için kabul edilse dahi bir temasın hariciyemizin ıttılaına isal (bilgisine sunulmuş olması) edilmiş olması icap ederdi. Halbuki davet muhterem Amerikalı dostlarımızdan gelmiş değildir. Sonra da sanki Türkiye’de iki hükümet varmış gibi hareket edilmiş, ayrı temas aranmış ve bunlar gizli tutulmuştur. Bu görüşme hakkında çıkan ilk haberler, Genel Sekreterin Büyükelçilikten dönüşte Partiye giderek orada toplantı halinde bulunanlara ve ezcümle Parti Genel Başkanına izahat verdiği yazılıdır… Muhalefet, muhtelif memleket meseleleri hakkında neler düşündüğünü Türk efkârı umumiyesine, (kamuoyuna) her gün her fırsattan istifade ederek söylemektedir. Büyük Millet Meclisinde de bu hususta müzakereler, münakaşalar cereyan etmektedir. Binaenaleyh, muhalefetin fikirleri herkesçe malumdur, ecnebi elçilikler de bunları günü gününe kendi Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 49 hükümetlerine bildirirler. Bu bakımdan Amerikan heyeti reisi ile vaki olan temas muhalefetin mütalâasını (görüşünü) onlara bildirmek gibi bir noktai nazara da istinat ettirilemez (dayandırılamaz). O halde Amerikan yardımının devam edip etmemesi, arttırılması veya eksiltilmesi hususlarında Amerika Reisicumhurunu tenvir (aydınlatmak) için buraya gelmiş olan böyle bir heyetle temasa geçmekte gösterilen bu ısrarın saiki (nedeni) acaba ne olabilir? Hatıra gelen ihtimallerden (olasılıklardan) birincisi şudur: Heyet reisi, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterinin şahsi dostudur. Belki de bir ahbaplık ve ziyareti bahis mevzuudur. Halk Partisi Genel Sekreteri kendisiyle havadan sudan konuşmuştur. Eğer böyle ise, bunun açıklanması lazım gelir. İkinci ihtimal, Halk Partisi Genel Sekreterinin siyasi ve bu heyetin vazifesi doğrudan doğruya alakalandıran mevzularda konuşmuş olabileceğidir. Bu takdirde de iki ihtimal akla gelir, ya müspet (olumlu) şekilde yahut da menfi (olumsuz) şekilde konuşmuştur. Müspet konuşmuşsa bu bütün Türk milleti bundan memnun olacağı için, neler konuştuğunun neşir ve ilanını Halk Partisi Genel Sekreterinin fahr (övünçle) ve gururla yapması, gizlenecek bir tarafı olmadığı kanaati ile hareket etmesi lazım gelirdi. Eğer, Amerikan yardımının devamı ve sureti istimali (kullanımı) hakkında menfi mütalâalar serdetmişse (bildirmişse) böyle bir ihtimal, bize son derece teessür (üzüntü) vermekle kalmaz, milletin hak ve menfaatlerini sarih surette hiçe sayanlardan bu hak ve menfaatlerin hesabı da sorulmak iktiza eder (gerekir). Şahsı namına da olsa bir heyet namına da olsa böyle bir harekete tevessül etmek, demokrasi ve hürriyet anlayışına uygun mudur değil midir? Bunlar bir tarafa, fakat milli menfaatleri zarardide edeceği (zarar vereceği) için her şeyden evvel tereddütsüzce mezmum addolunmak (ayıp sayılmak) lazımdır… Amerikalılar Türkiye’ye yardım etmektedir. Bu yardımları, memnuniyetle kabul ediyoruz. Çünkü bu yardım, mütekabil (karşılıklı) yardım adı verilen bir sistem dairesinde yapılmakta ve yalnız Türkiye değil daha birçok memleketler bundan faydalanmaktadır. Yardım miktarının memleketimizin sulh davasında oynadığı rolün ehemmiyeti ile mütenasip (orantılı) olarak artmasından ancak memnuniyet duymak icap eder. Ama gelen heyetin, bir müfettiş gibi hareket ederek, vaziyeti bir de muhalefetten sorduğu veya muhalefetin bu maksatla görüşmeğe davet edildiği zannını efkârı umumiyeye yaymak, hükümete tam bir itimat beslenmediği kanaati yaratabilir. 50 • iletiim : arat›rmalar› Bunun içindir ki, vaziyeti Amerikan Büyükelçiliğinden sorduk ve davetin Amerikan Heyeti Reisinden gelmediğini öğrendik. Hadiseyi şayanı teessüf (üzüntü verici) görürüm. Hele bu mülakat, partinin resmi organlarında müzakereye mevzu olmuş (görüşme konusu yapılmış) ise hadise, daha da vahamet kesbeder kanaatindeyim” (Kılçık, 1992: 154-157). Başbakan Menderes’in bu ayrıntılı değerlendirmesi, CHP yetkililerinin yabancı ülke temsilcileri ile doğrudan görüşme yapmasından hoşlanmadığını göstermektedir. Ancak eldeki bilgiler Satvet Lütfi Tozan’ın yazışmalarının, onun kişiliğinden mi yoksa CHP Genel Sekreteri’ne verdiği destek yüzünden mi izlendiğinin açıklanmasına olanak vermemektedir. Metin Toker ve Özden Toker’in Mektupları Metin Toker’in, Ulucanlar Cezaevi’nin “Ankara Hilton” olarak adlandırılan 9. ve 10. koğuşlarında kaldığı günlerde esas olarak eşiyle, kayınpederi İsmet İnönü ile yaptığı yazışmalar açılıp, okunmuş ve kopyaları alınmıştır. Bu mektupların içeriklerinin değerlendirilmesi bu yazının konusu dışındadır. Ancak eşler için, özellikle ikinci çocuklarının doğumu öncesinde başlayan hapishane günleri zor, üzüntülü günlerdir6. Ziyaretler dışında sık yapılan yazışmalar moral kaynağıdır. Özden Toker, mektuplarında eşinin sıkıntılarını bir ölçüde azaltacak günlük yaşam bilgileri aktarır. Bazen aile sofrasında konuşulanları, tanıdıkları kişilerin yaşamlarında meydana gelen değişiklikleri yazar. Konutlarının taşınma işlerini, bebeğin bakımını ayrıntılı olarak paylaşır. Metin Toker de hapishane günleri ve sağlık durumu hakkında bilgi verir. Siyasal gelişmelere ilişkin yorumlar yapar, duruşmalarda olan biteni aktarır. Af tartışmalarının yapıldığı dönemlerde kendisi için özel bir affa neden karşı olduğunu yazar. Bütün bunlar meraklı göz ve kulaklar için önemli bir bilgi kaynağı olmuş olabilir. Mektup örneklerindeki bazı satırların altlarının çizilmiş olması bunun göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ancak bu bilgilerin herhangi bir amaca yönelik olarak kullanılıp kullanılmadığını söylemek zordur. Başbakanın o günlerdeki söylem ve eylemleriyle ilişkilendirilmesi gerekir. Daha ayrıntılı değerlendirmeler asılları İnönü Vakfı arşivinde bulunan mektupların tasnifinin tamamlanması ve kullanıma açılması ile mümkün olabilecektir. Vakıf yöneticilerinin izniyle bir tanesini görmek ve örne- Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 51 ğini almak Cumhuriyet Arşivi’ndeki kopyaları ile karşılaştırılmasına olanak vermesi açısından önemli olduğu gibi, bu mektupların kopyalarının çıkartıldığını anlamaya da yardım etmiştir (Belge-12, Belge-13, Belge-14, Belge-15, Belge-16, Belge-17). Başbakanının Denetim Merakının Kaynağı Yöneticiler, tarih boyunca, iktidarlarını sürdürebilmek için yönettikleri insanların ne düşündükleri bilmek istemişlerdir. Kişiler arasındaki sohbet, dedikodu, mektup, telgraf, telefon, haber, elektronik posta haberleşmesi gibi her türlü iletişimin bütün yöntemler kullanılarak izlenmesi ve denetlenmesinin nedeni budur. Francis Dvornik’in (1974), iletişimin tarihi olarak devlet istihbaratının tarihini yazması da bu yüzdendir. Ama kapitalizmin gelişimi, burjuvazinin krala karşı verdiği basın özgürlüğü mücadelesi insan hakları evrensel bildirgelerine özgürlüklerin genişletilmesi olarak yansımıştır. Elde edilen kazanımlar 20. yüzyılda sadece basın özgürlüğünün değil, kişinin haberleşme özgürlüğünün de vazgeçilmez bir hak olarak uluslararası metinlere yazılmasını sağlamıştır7. DP iktidara geldiğinde Türkiye bu uluslararası kuralları kabul etmişti ama çok partili yaşamın ilk başbakanı, pek çok başka örnekte görüldüğü gibi, kişisel iktidarını güçlendirme çabasına girdi. Kendisini buna toplumsal koşulların zorladığını düşündüğünün tanıkları vardır: Biz 1950’de işbaşına gelir gelmez basın kanununu ele aldık. Basın suçlarında tevkifi kaldırdık. CHP zamanında gazetecilere kelepçe vuruluyordu. Biz bunu kaldırdık. Adeta basın suçu bırakmadık. Sonra ne oldu? Ortalığı bir küfür, irtica ve komünizm edebiyatı kapladı. Mecbur olduk, önleyici tedbirler aldık. Ticaniler, komünistler ve küfür önlendi. Şahsa hakareti hâkimler anlamak istemedi. En ağır küfürler ya beraat etti veya 3-5 güne mahkûm edilip tecil olundu. Hâkimler teminatı mesuliyetsizlik şeklinde kullandılar. Bu böyle devam edebilir miydi? Bizim aldığımız tedbirler bunlara karşıdır… (Erim, 2005: 615). Adnan Menderes konusunda bilinenler onun partisine ve Meclis grubuna egemen olduğunu, çevresindeki insanları yönetme becerisi- 52 • iletiim : arat›rmalar› nin giderek geliştiğini düşündürmektedir. Yönetmek için bilgi sahibi olmanın öneminin farkındadır ve gereğini yapmayı ihmal etmeyecektir. DP’nin kuruluş yıllarında, gençliğin fikir tartışması yapmaya alıştırılması için Çankaya örgütünde yapılan çalışmaları gençlerin komünizmle mücadele etmelerini önlemek için girişim olarak niteleyen Menderes’e bu yanlış bilgileri nereden aldığı sorulduğunda, isim verirse haber kaynağını kaybedeceğini söylemesi önemlidir (Cerrahoğlu, 1996: 27-28). O yıllarda DP kurucularının yakın çalışma arkadaşı Bigat Piraye Cerrahoğlu’nun ulaştığı sonuç da ilginçtir: Demokrat Parti ile tanıdığımız Menderes kendine çok güvenen, gerekli kişileri avucunda tutsak edecek kadar entrika bilen, ama çiftlik idaresi dışında ne hukuk ne de ekonomik bilgisi olan veya bu bilgileri sevmediği için kullanmayan bir liderdi. Yüz yüze konuşurken çok tatlı dilli, arkadan konuşurken ise zehir dilliydi. Tanrının kendisini lider olarak yarattığına inanırdı. Bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti’nin gelmiş geçmiş bütün liderlerinden üstün olarak tanınmak tutkusundaydı. Bütün yeteneğini de bu yolda kullandı, ama imkânsızı başaramadı (7-8). Adnan Menderes’in kişiliği üzerine pek çok tanıklık ve değerlendirme vardır. Eleştirel olanlar kadar savunanlar da vardır. Londra uçak kazasından sonra Dr. Cevdet Aykan’ın yazdığı İngiliz doktorun teşhisi bir uzman görüşüdür ama Menderes için hiç de iç açıcı değildir (436). Bakan arkadaşları Samet Ağaoğlu, Dr. Mükerrem Sarol önemli ayrıntılar aktarırlar ama onlar Menderes’in yakınındaki dostlarıdır. Ercüment Yavuzalp 27 Mayıs’ı önceleyen on beş ay özel kaleminde çalışmış bir diplomattır8. Bu tanıklıkların hepsinin haklı ya da doğru yanları vardır ama Şevket Süreyya Aydemir’in Menderes’in Dramı başlıklı çalışmasından bu yana Menderes’le ilgili kapsamlı değerlendirme girişimi bulmak zordur. Farklı tanıklıkları amaca uygun olarak kullanmanın ötesinde ayrıntılı değerlendirmelere ihtiyaç olduğu kesindir. Aslında DP dönemine ilişkin yayınların sayısı ile öğrendiklerimiz aynı oranda artmamaktadır. Cüneyt Akalın’ın Askerler ve Dış Güçler Amerikan Belgeleriyle 27 Mayıs Olayı; Ayşe Asker’in Askeri Darbeye Doğru Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi dışında genel değerlendirmeler söz konusudur: Şevket Çizmeli’nin Menderes Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 53 Demokrasi Yıldızı? M. Serhat Yücel’in Demokrat Parti’si, Hüseyin Seyhanlıoğlu’nun Türk Siyasal Muhafazakârlığının Kurumsallaşması ve Demokrat Parti ve H. Emre Oktay’ın Türk Tarihinin Kayıp Yılları bunlar arasında sayılabilir. Birincil kaynaklara dayalı çalışmalarımız çok yavaş gelişmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası koşullarının iktidara getirdiği DP’yi anlamak için batılı arşivlerin yeterince değerlendirildiğini de söylemek zordur. Bu yazının konusu oluşturan özel mektupların açılıp okunması ve kopyalarının çıkartılması, tek başına DP’nin iletişim politikalarını açıklamaya yetecek bir örnek olmasa da dönemi ve Adnan Menderes’in yönetim anlayışını anlamaya yardım edecek bir ayrıntıdır. Bir başbakanın özel kaleminde bulunan mektup örneklerinin onun bilgisi dışında orada bulunabileceğini düşünmek zordur. Bunun anayasayı ihlal suçu oluşturduğuna kuşku yoktur. Ancak bu suçu kimin işlediği tam olarak ortaya çıkartılmamıştır. Büyük olasılıkla istihbarat örgütünün işin içinde olması, 27 Mayıs sonrasında başlatılan soruşturmanın sürdürülmesini engellemiştir. Demokratik toplumlarda yasaların egemen kılınması, basının özgür olması ve yargının bağımsızlığı yaşama egemen olan temel ilkelerdendir. Demokrat Parti gibi daha dün Türk siyasal yaşamında belirleyici olan bir partinin kişilerin mektuplarını açıp okuduğunu öğrenmekte bu kadar geç kalmamalıydık. Ama öğrendikten sonra da araştırmaları geliştirme sorumluluğunu göz ardı etmemek gerektiğini akılda tutmalıyız. Aksi takdirde günümüzde yaşandığını yine tesadüfen öğrendiğimiz telefonların dinlenmesi olaylarının sorumlularını bulmak mümkün olmayacaktır. 54 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakça Ağaoğlu, Samet (2011). Arkadaşım Menderes. İpin Gölgesindeki Günler. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Akalın, Cüneyt (2000). Askerler ve Dış Güçler Amerikan Belgeleriyle 27 Mayıs Olayı. İstanbul: Cumhuriyet Kitap. Aksoy, Muammer (1960). Partizan Radyo ve DP. Ankara: Ayyıldız Matbaası. Alemdar, Korkmaz (2001). “DP ve Basın.” İletişim ve Tarih. Ankara: Ümit Yayıncılık. Asker, Ayşe (2013). Askeri Darbeye Doğru Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi. Ankara: İmge. Aydemir, Şevket Süreyya (1969). Menderes’in Dramı. İstanbul: Remzi Yayınevi. Aykan, Cevdet (2003). Demokratik Süreç ve Anılar. Ankara: Grafiker Yayınları. Cerrahoğlu, Bigat Piraye (1996). Demokrat Parti Masalı. İstanbul: Milliyet Yayını. Çizmeli, Şevket (2010). Menderes Demokrasi Yıldızı? Ankara: Arkadaş. Dilipak, Abdurrahman (1990). Menderes Dönemi. İstanbul: Beyan Yayınları, 5. Baskı. Dvornik, Francis (1974). Origins of Intelligence Services. The Ancient Near East, Persia, Greece, Rome, Byzantium, The Arab Muslim Empires, The Mongol Empire, China, Muscovy. New Brunswick: Rutgers University Press. Erim, Nihat (2005). Günlükler 1925-1979. 2. Cilt. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Faik, Bedii (2003). Matbuat Basın Derken Medya. 2. ve 4.Cilt. İstanbul: Doğan Kitap. İnönü, İsmet (2001). Defterler (1919-1973). 2. Cilt. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Kılçık, Haluk (1992). Adnan Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri, Makaleleri. C. VIII. Ankara: Demokratlar Kulübü Yayını. Oktay, Emre H. (2013). Türk Tarihinin Kayıp Yılları. 27 Mayıs: Bu Bir İhtilal Değil Darbedir. İstanbul: Akis Kitap. Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 55 Sarol, Mükerrem (1983). Bilinmeyen Menderes. 1. Cilt. İstanbul: Kervan Yayınları. Seyhanlıoğlu, Hüseyin (2011). Türk Siyasal Muhafazakârlığının Kurumsallaşması ve Demokrat Parti. Ankara: Kadim Yayınları. Toker, Metin (1991). Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları 1944-1973. Demokrasiden Darbeye 1957-1960. Ankara: Bilgi. Yavuzalp, Ercüment (1991). Menderes’le Anılar. Ankara: Bilgi Yayınevi. Yücel, M. Serhat (2001). Demokrat Parti. İstanbul: Ülke Kitapları. 56 • iletiim : arat›rmalar› Sonnotlar 1 Tozan hakkında bilgilerimiz çok sınırlıdır. Darüşşafaka Cemiyeti’nin en önemli vasiyet bağışçılarından biri olduğundan yayın organında (Darüşşafaka, Ekim 2010, 5, 21) yer alan kısa bilgiler şöyledir: “Satvet Lütfi Tozan, Bosna Hersek’in Trebine şehrinde köklü Resulbegoviç-Resulbeyzade sülâlesinin çocuğu olarak 1889’da doğdu. Bosna Hersek’in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından işgal edil- mesinden sonra binlerce Bosnalı gibi ailesiyle İstanbul’a göç etti. İstanbul Askeri Rüştiyesi, Mercan İdadisi ve Hukuk Mektebi’nde okudu. 1904’te Mercan İdadisi’de okurken, Sultan II. Abülhamit yönetimine karşı Cemiyet-i İnkılabiye adıyla muhalif bir hareketin kurulmasına öncülük etti. II. Abdülhamit’in kız kardeşi Seniha Sultan’ın oğlu Prens Sabahattin’in 'teşebbüs-ü şahsi ve adem-i merkeziyet' fikirlerin- den çok etkilendi. Yazdığı eserleri inceleyen Satvet Lütfi, Prens Sabahattin’in özel kâtibi oldu. Dostlukları Prens Sabahattin’in vefat ettiği 1948 yılına kadar sürdü. Sultan II. Abdülhamit’e muhalif olan Satvet Lütfi, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra da İttihat ve Terakki Partisi’nin karşısında yer aldı ve İttihat ve Terakki muhalifi Halaskâran-ı Zabitan Grubu’na üye oldu. Grup, Balkan Harbi sırasında hükümeti devirmek için harekete geçti ancak başarılı olamayınca Satvet Lütfi, 16 Mart 1913’te tutuklandı. Prens Sabahattin ile yakınlığı sayesinde mahkûmiyetten kurtulan Satvet Lütfi, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte siyaset sahnesinden çekilerek ticarete atıldı. İngiltere yararına İkinci Dünya Savaşı sırasında gösterdiği fedakârlık ve başarılardan dolayı İngiltere Kralı VI. George tarafından Honorary Officer of British Empire nişanıyla ödüllendirildi. 11 Aralık 1971’de vefat etti.” (Bu kaynaktan haberdar olmamı sağlayan Darüşşafaka Cemiyeti Müzesi yetkilisi Canan Cürgen’e teşekkür borçluyum). Chronicle dergisini kaynak gösteren bir internet sitesi (http://www.on5yirmi5.com/biyografi/kultur-sanat/tarih/128000/satvet-lutfitozan-kimdir.html) doğrulanmaya ihtiyaç duyan bilgiler aktarmaktadır. Satvet Lütfi Tozan 1940-1942 yılları arasında Finlandiya’nın İstanbul Fahri Başkonsolosluk görevini yürütmüştür. 2 Kasım Gülek (1905-1996), CHP Genel Sekreteri (1950-1959). 3 Metin Toker (1924-2002), gazeteci, İsmet İnönü’nün damadı. 4 Anayasanın 81. maddesi postalara verilen kâğıtların, mektupların ve her türlü ema- netlerin yetkili sorgu yargıcı veya yetkili mahkeme kararı olmadıkça açılamayacağını ve telgraf ve telefonla haberleşmenin gizliliğinin bozulamayacağını öngörmektedir. 5 Cumhuriyet Savcılığı’nın yaptığı soruşturmada ifadelerine başvurulan infaz memurları mektupların kopyalarının hapishanede alınmadığını söylemişlerdir. Mehmet Ünsal fotokopilerin postahanede emniyet tarafından alınmış olabileceğini beyan etmiştir. Kemal Günal da şehir içinden ve ekspres olarak postalanmasına rağmen mektupların 2-3 gün sonra ulaştığını, gecikmenin postanede fotokopi alın- Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 57 ması yüzünden olmuş olabileceğini söylemiştir (Cumhuriyet Arşivi, 28/7/1960 010/09/122). Konu Yassıada duruşmaları sırasında gündeme geldiğinde, Başbakan Adnan Menderes’e sorulmuş; o mektuplardan haberi olmadığını söylemiştir (Toker, 1991: 187). Toker, Menderes’in konuya ilişkin şu yanıtı verdiğini aktarır: “Metin Toker’le hanımı Özden Toker arasında teati edilen mektupların bir kelimesini okumadım ve bunların büromdan çıktığını ilk defa sizden işitiyorum. Belki Metin Toker’in cezaevinde bulunduğu sırada bu mektupların örnekleri alınmış ve Dahiliye Vekaletince hususi kalem müdürlüğüne verilmiş olabilir. Fakat benim böyle bir şey- den katiyen malumatım yoktur.” Savcılık mektupların cezaevinde değil, postanede açıldığını düşünmektedir. Kanıt olarak da idareye geç teslim edilmelerini göstermektedir (Belge 4). 6 Samet Ağaoğlu Adnan Menderes’in gazetecilerle ilişkisinden söz ederken kavgaları, küskünlükleri çabuk unuttuğunu, açılmış hakaret davaları sonunda mahkûm edilenlerle ilgilendiğini, af veya ceza yerini hapishaneden hastaneye çevirmek yolunu aradığını yazıyor. “Rahmetli Hüseyin Cahit böyle affedildi. Metin Toker cezasının büyük kısmını Ankara Gülhane Hastanesi’nin lüks bir odasında böyle geçirdi. 1964’te Ankara Hapishanesi’nde, Menderes’in Metin Toker’i, hatta sağlık kurulunun raporu alınmadan hastaneye göndermesi için müdüre doğrudan doğruya kendisinin telefon ettiğini anlatmışlardı. Müdür, Başbakanlık Özel Kalemi’nin Başbakan’ın ken- disiyle görüşeceğini söylediği zaman heyecanla dolu bir şaşkınlık geçiriyor. Adnan Bey Metin Toker’in hemen hastaneye sevkini istemekte. Müdür buna yetkisi olmadığını, savcıdan emir gelmedikçe yapamayacağını söylüyor. Menderes, 'Emir gelecek, siz yapın' diye dayatıyor. Talimat da bir saat sonra yetişiyor. Kim bilir, Adnan Bey bu telefonu yaparken belki yanında bu iş için ricaya gelmiş İnönü vardır.” (2011: 103104). 7 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950) herkesin görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırlarını söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir (madde 10). 8 “Birlikte çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra edindiğim ve sonradan da aynen muhafaza ettiğim izlenim, Menderes’in Türkiye’yi kalkındırmak gibi bir misyona sahip olduğuna yürekten inanmış olduğudur. Davasına olan inancında içtenliği ve bunu gerçekleştirmek için gösterdiği azim ve heyecanı bence kuşku götürmez. İkinci inancı da, bu davasının gerçekleştirilmesine, muhalif basını da dahil, amansız muhalefetin engel olduğudur. Benim çalıştığım dönemde bu inanç tehlikeli bir saplantı halini almıştı. Hatta diyebilirim ki, muhalefetle mücadele, bu dönemde her şeyin üstünde bir öncelik kazanmıştı… O zaman, radyoda her akşam radyo gazetesi diye bir program vardı. Son aylarda bu programdaki konuşmaların hemen hemen tümünü Başbakan yazıyordu. Tabii konuşmaların ana teması, muhalefete hücum idi…” (1991: 101). 58 • iletiim : arat›rmalar› Ekler Belge-1 Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 59 Belge-2 60 • iletiim : arat›rmalar› Belge-3 Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 61 Belge-4 62 • iletiim : arat›rmalar› Belge-5 Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 63 Belge-6 64 • iletiim : arat›rmalar› Belge-7 Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 65 Belge-8 66 • iletiim : arat›rmalar› Belge-9 Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 67 Belge-10 68 • iletiim : arat›rmalar› Belge-11 Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 69 Belge-12 70 • iletiim : arat›rmalar› Belge-13 Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 71 Belge-14 72 • iletiim : arat›rmalar› Belge-15 Alemdar • ... : Özel Mektupların Açılması ve Kopyalanması • 73 Belge-16 74 • iletiim : arat›rmalar› Belge-17 75 Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili Ayşe Elif Emre Kaya Özet Londra Konferansı sırasında, 6 Eylül günü Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı yönünde gelen bir haber üzerine İstanbul, İzmir ve Ankara’da olayı protesto için toplanan gruplar, başta Rumlar olmak üzere diğer azınlıklara ve Türklere ait ev ve iş yerlerine yönelik olarak, 7 Eylül gününün erken saatlerine kadar, büyük bir kontrolsüzlük içinde, her türlü şiddet, tedhiş ve yağma hareketlerini uygulamışlardır. Çalışmada olayların ortaya çıkış süreci, sonrasında yaşanan gelişmeler ve olaya ilişkin gerçekliğin Ulus ve Zafer gazetelerinde nasıl sunulduğu konu edilmiştir. Çalışmanın amacı ise, siyasal iktidarla farklı ilişkiler içinde olan iki yayın organın yaşanan şiddet olayını, nasıl sunduklarını incelemektir. Bu amaç doğrultusunda, gazetelerde konuyla ilgili yer alan haber ve köşe yazıları nitel analiz ile irdelenmiştir. Burada araştırmaya yön veren görüş ise, DP’nin yayın organı olan Zafer’in olayın sunumunda hükümetin tanımlama/izah/açıklama veya çerçeveleme biçimlerinden yararlandığı, olayı hükümetin perspektifinden tartıştığı, o sınırlar içinde tutmaya çalıştığı; ana muhalefet partisi CHP’nin yayın organı olan Ulus’un ise olaya farklı tanımlama biçimlerinden yaklaştığı, hükümetin ortaya koyduğu tanımlama ve çerçeveleme biçimlerini sorgulayıp, farklı yönleriyle tartıştığıdır. Anahtar Kelimeler: Different Views on the Power and the Opposition about a Tragedy: Ulus and Zafer’s Representations of the Incidents of September 6-7 Abstract During the Conference of London, on the 6th of September, upon a news that the Greeks bombed the house where Atatürk was born in Thessaloniki, groups of people gathering for protests in İstanbul, İzmir and Ankara started inflicting violence, terrorize and plunder beyond control towards the houses and workplaces of minorities, especially those of the Greeks and Turks, until the early hours of 7th September. It is of importance that such a terror happened for the first time towards minorities during post-republican era. In this study, it was discussed about how the process of emergence of the 6th – 7th September events, developments after the reality concerning the events on Ulus and Zafer newspapers had been presented. The aim of this study is to examine how Ulus and Zafer newspapaers have different relationship with the Turkish government, submitted the violence event. For the purpose, the news and columns related the subject were analyzed by qualitative analysis technique. The view directing the present study was that Zafer newspaper used the style of the government in defining/interpreting/ explaining or framing the events and discussed the issue from the perspective of the government or at least tried to keep it within the said limits while Ulus newspaper approached the said events through a totally different definition, questioned the definition and framing of the government and discussed different aspects of the issue. Key words: iletiim : arat›rmalar› • © 2015 • 12(1): 75-123 Başlığın ve özetlerin kısaltılması gerek 76 • iletiim : arat›rmalar› Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili 1955 yılının Eylül ayında Kıbrıs konusunu görüşmek üzere toplanmış olan Londra Konferansı sırasında, 6 Eylül günü Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı yönünde gelen haber üzerine İstanbul, İzmir ve Ankara’da olayı protesto için toplanan gruplar, başta Rumlar olmak üzere diğer azınlıklara ve Türklere ait ev ve iş yerlerine yönelik olarak, 7 Eylül gününün erken saatlerine kadar, büyük bir kontrolsüzlük içinde, her türlü şiddet, tedhiş ve yağma hareketlerini uygulamışlardır. Çalışmada öncelikle 6-7 Eylül olaylarının çıkışına zemin hazırlayan süreç ele alınmış ardından da, 6-7 Eylül olaylarına ve yaşanan gelişmelere ilişkin bilgiler karşılaştırmalı olarak verilerek genel bir çerçeve çizilmiştir. Çalışmanın bu kısmında, yaşananların bir şiddet olayı olarak çerçevelendirilmesinin sınırlı bir yaklaşım olduğu, “sınıfsal bir tepki”yi içinde barındırdığı görüşünün de görünür kılınması gerekliliği vurgulanmıştır. Çalışmanın analiz kısmında ise, olayın oluş tarihinden, ay sonuna kadar geçen süre zarfında, Ulus ve Zafer gazetelerinde yer alan haber ve köşe yazıları nitel analiz yöntemi ile incelenmiştir. Medya-gerçeklik ilişkisi, kuramsal yaklaşımlarda farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Liberal yaklaşım açısından medya gerçekliğin kavranmasında ve aktarılmasında bilimsel metotları kendine kılavuz edinmiştir. Nasıl ki pozitivist bilim anlayışının araştırmacıdan beklentisi değer yargılarından arınarak, bilim anlayışının araştırmacıdan, değer yargılarından arınarak gözlenebilen gerçekliğin bilgisine ulaşmak idiyse, gazeteciden de beklenen siyasal yanlılığından arınıp olay- Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 77 ları habere dönüştürmesidir (İnal, 1996: 16). Daha açık bir deyişle, liberal yaklaşım içinde medyanın gerçeği bozmadan, değiştirmeden, çarpıtmadan verebileceğine dair bir anlayış ortaya konulmaktadır. Buna karşılık Marksist yaklaşım içinde haberin sağladığı imajların ve tanımların siyasal ve ekonomik yönetici gruplarca biçimlendirilmesi nedeniyle ön yargı taşıdığını bu nedenle de nesnel bir gerçekliğin bozulmuş ve yanlış yorumlarının görüldüğü belirtilmektedir (aktaran Curran ve diğerleri, 1991: 243). Bu görüşe göre ise haber metinlerinde gerçek, kapitalist sınıf çıkarına uygun biçimde çarpıtılmaktadır. Eleştirel yaklaşıma göre ise, medya toplumsal bilgiyi inşa ederken, belirli anlam ve yorumları tercih etmekte, bunlara dayalı sınıflandırmalar ve düzenlemeler ile belirli gerçekleri içerirken, diğerlerini dışarıda bırakmakta, böylelikle medyanın paylaşılan bir toplumsal fenomeni tanımlamasıyla birlikte, aynı zamanda onun oluşturulmasına da yol açmaktadır (Dursun, 2013: 40). Bir başka deyişle, haber gerçeği temsil eden bir metindir. Bir gazetecinin haber üretim sürecini kimliği yani kendi değer yargıları, çalıştığı medya organının yayın politikası ile sahiplik ilişkisi belirler. Bu belirlenimler çerçevesinde gazeteci gerçeğe ilişkin bazı parçaları seçer, haber metnine dâhil eder ve bazı parçaları dışarıda bırakır ( Binark ve Bek, 2010: 173). Bu çalışmada, haber ve gazetecilik pratikleri eleştirel yaklaşım görüşünden hareketle ele alınmaktadır. Bu görüş doğrultusunda çalışmada, siyasal iktidar ile farklı ilişkiler içinde olan dönemin iki yayın organın, haber yazı ve yorumların nasıl bir çerçeve içinden sundukları, olaya ilişkin “gerçeği” nasıl inşa ettikleri, gerçekliği tanımlarken 78 • iletiim : arat›rmalar› hangi anlam ve yorumları seçtikleri, neyi ön plana çıkarıp, neyi görünmez kıldıklarını ve iktidar ile olan mesafelerinin bu gerçekliği inşa etmede nasıl bir etki ettiği incelenmiştir. Bu incelemeyi yaparken yazınsal açıdan farklı biçimde oluşturulan metinler olmalarına karşın, değer yargılarını içinde barındırma konusunda birbirlerinden çok da farklı metinler olmadıkları düşüncesinden hareketle, haber ve köşe yazıları bir arada incelenmiş, böylelikle haberlerle hâkim kılınmaya çalışılan anlamların /anlamlandırmaların, köşe yazıları ile nasıl desteklediği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Araştırmaya yön veren görüş ise, DP’nin yayın organı olan Zafer’in olayın sunumunda hükümetin tanımlama/izah/açıklama veya çerçeveleme biçimlerinden yararlandığı, olayı siyasal iktidarın gerçeklik tanımları ile yorumladığı, tartışmaları da bu sınırlar içinde tutmaya çalıştığıdır. Benzer biçimde, ana muhalefet partisi CHP’nin yayın organı olan Ulus’un ise olaya ilişkin farklı tanımlama biçimlerini tercih ettiği ve siyasal iktidarın ortaya koyduğu tanımlama ve çerçeveleme biçimlerini sorgulayıp, gerçekliği farklı yönleriyle sunduğudur. Kıbrıs Sorununun Ortaya Çıkışı ve Gelişimi Kıbrıs’ın ülkeler arasında bir soruna dönüşme nedenini anlayabilmek için adanın geçirdiği tarihsel sürece bakmakta fayda vardır. Kıbrıs’a ilişkin ilk bilgiler adanın; Roma İmparatorluğu, Roma ve Bizans halinde ikiye ayrıldığı zaman, Bizans İmparatorluğu’nun içinde Yunanistan ülkesinden ayrı bir birim olarak örgütlendiğine ilişkindir (aktaran Gevgilili, 1987: 126)1. Kıbrıs, 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmesine kadar geçen sürede, farklı egemenliklerin etkisinde kalmış, fetih sonrasında ise, dinsel açıdan Ortodoks2 ve İslam, etnik bakımdan da Rum ve Türk kesimlerine3 ayrılmıştır. Osmanlı’nın çöküşüne doğru, İngiltere vekâleten ve geçici olarak adaya girmiş, daha sonra da Lozan Antlaşması’nda Kıbrıs’ın kendilerine katıldığını Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Hükümeti’ne onaylattırmıştır4 (Gevgilili, 1987: 127- 131). Bir müddet sonra ise, İngiltere’nin 1925 yılında sömürge ilan ettiği Kıbrıs’ta yaşayan Rumlar, adanın Yunanistan’a katılmasını savunmaya başlamışlar ve bu amaçlarına ulaşabilmek için de örgütlenmişlerdir. Bu durum, Kıbrıs Türk Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 79 toplumu tarafından tepkiyle karşılanmıştır. İki ülkenin üniversite öğrencileri çeşitli mitinglerle karşılıklı protestolarda bulunsalar da, Kıbrıs konusu, gerek Türkiye ve gerekse Yunanistan tarafından resmi bir sorun olarak siyasal platforma taşınmamıştır (Albayrak, 2000)5. Hem 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’nin (DP) hükümeti, hem de selefi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) hükümetleri, adadaki statükonun devamından yana oldukları için Kıbrıs’ı bir sorun olarak görme eğilimi içinde olmamışlardır. Fakat şu nokta gözden kaçırılmamalıdır ki, DP’nin muhalefet yıllarında konuya yaklaşımı farklıdır. DP sözcüleri, CHP’yi Kıbrıs konusuyla yeterince ilgilenememekle ve önlemlerin yetersizliği nedeniyle ırktaşlarını güvenden yoksun bırakmakla suçlamalarına karşın, 1950’de iktidara geldikten sonra, “Kıbrıs meselesinde tutumlarının ne olacağı” yönündeki bir soruya, Kıbrıs diye bir problem olmadığını söyleyerek, Kıbrıs konusundaki görüşlerinden vazgeçmişlerdir (Bağlum,1991:61). DP’nin tutum değişikliğinin gerekçesi olarak Sovyet tehlikesine karşı işbirliği için Yunanistan’la iyi ilişkilere devam edilmesi gerektiği düşüncesi gösterilmiştir (Bağcı, 1990:101). Adnan Menderes’in Londra Konferansı öncesi yaptığı konuşmada, “hür milletler birliği”nin Yunanistan tarafından zayıflatıldığına işaret eden konuşması, bu düşüncede haklılık payı olduğunu gösterir niteliktedir. Yunan hükümetinin Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak davasını, Birleşmiş Milletlere (BM) taşıması sonucunda ise, Türkiye’nin Kıbrıs politikasını değiştirdiği söylenmiştir6 (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 289). Yunanistan başvurusunda, BM Beyannamesi’ndeki halkların eşitliği ve kendi kaderlerini kendileri tayin etme prensibinin uygulanması ve 1950 yılında Kıbrıs’ta resmi olmayarak yapılan referandum sonuçları, Kıbrıs’ın eski Yunanlıların yerleşim alanı olduğu ve Yunanistan’ın kültürel etki alanı içerisinde kalmasını, gerekçe olarak göstermiştir. Yunanistan ayrıca, Güney Akdeniz Bölgesi’ndeki siyasi istikrarın İngiltere’nin gösterdiği yumuşamazlıktan dolayı da tehlikede olduğu vurgusunda bulunmuştur. Yunanistan’ın bu tezine İngiliz, Türk ve BM delegelerinin sert muhalefetlerine rağmen, konu BM’de tartışılmıştır. Bu görüşmeler sırasında Türk delegesi 80 • iletiim : arat›rmalar› Selim Sarper bir konuşma yaparak, Yunan görüşüne karşı çıkmış ve adanın Yunanistan’a verilemeyeceğini savunmuştur (Ceylan, 1996: 21; Eroğul, 1998: 172). Bunun sonucunda, BM konunun görüşülmesini geriye bırakmış, bu durum ise iki hükümet arasında gerginliği artırmıştır (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 289). Yunanistan’dan gelen haberlerin artması ile birlikte de, Türk kamuoyunun da bölgeye dikkati yoğunlaşmış, Rum ve Yunanlılara yönelik olarak bir hassasiyet oluşmaya başlamıştır (Ayın Tarihi, 1-17 Temmuz 1955)7. 1955 yılının Temmuz ayına gelindiğinde ise, Başbakan Adnan Menderes, kabinesi içinde bir değişiklik yaparak, Fuat Köprülü’yü Dışişleri Bakanlığı görevinden almış ve yerine Fatin Rüştü Zorlu’yu getirmiştir. Selefinin, Yunanistan’ın ve Kıbrıslı Rumların yönelttiği tehditler, baskılar ve yer yer başlayan saldırılar karşısındaki klasik hariciyeci yaklaşımı ve sözlü uyarılarla karmaşık demeçlerle karşılayan bir stratejinin devamından yana olan temkinli tavrına karşın, Zorlu Londra ve Zürih Antlaşmaları’nın temel taşlarının döşenmesi için çalışmalar başlatıp, adada bir Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulması için adımlar atarak adaya ilişkin aktif bir politika belirlemiştir (Birgit, 2012: 192,193)8. Kıbrıs konusuna DP iktidarının başlangıçtaki temkinli yaklaşımı, Türk basını tarafından da benimsenmiş, uzunca bir süre - Hürriyet hariç - gazeteler konuya ilgi göstermemiştir9. Hürriyet ise Çavdar’ın deyişiyle, her gün Kıbrıs’ta EOKA’ya bağlı militanların yaptıklarına ve Türklerin nasıl kötü muamele gördüklerine ilişkin haberleri vermiş ve böylelikle Türkiye Makarios, Grivas isimleri ve Enosis sözcükleri gündeme yerleştirmiştir (2000: 53). Hürriyet’in süreçteki tutumu, 6/7 Eylül olayları sonrası yürütülen soruşturmada tutanaklara ise şu şekilde yansıtılmıştır: Hürriyet sahibi ve baş yazarı ölü Sedat Simavi’nin 12 ada Garbi Trakya hakkında açtığı malum kampanya vardır. Bu kampanya, Türk-Yunan dostluğu aleyhine yönetildiği gibi ayrıca Rum vatandaşlar hakkında da Türk efkarına nahoş tesirler yaratıyordu. Kampanya nihayet. Hariciye teşkilatımız ve Hariciye Vekili sayın Fuat Köprülü aleyhine kadar dayanmış ve Sedat Simavi aleyhine dava bile açılmıştır. Hürriyet’in açtığı bu Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 81 kampanya devam ederken ortada henüz bir Kıbrıs meselesi yoktu (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 289)10. Kıbrıs konusu siyasi gündemde önemli bir noktaya taşınınca, Hürriyet’in peşi sıra diğer basın organları da konuyu ele almaya başlamışlar ve hatta konuyu gündeme taşımanın ötesine geçip, yönlendirici bir yayın politikası izlemeye başlamışlar, hükümetin de aktif bir siyaset gütmesi gerektiği fikrini sürekli canlı tutmuşlardır (Cumhuriyet, “Kıbrıs Meselesi”, Ayın Tarihi,1 Temmuz 1955: 105; Ulus, “Kıbrıs işi doğru yolda”, Ayın Tarihi, 7 Temmuz 1955 : 106; Tercüman “Yılan Hikayesi”, Ayın Tarihi, 19 Temmuz 1955: 109). Kıbrıs konusu İngiliz basınında da yer almıştır. İngiliz basının Türk tezini destekleyici bir yayın oluşturmasının dışında daha dikkat çekici olan nokta, Kıbrıslı Rumların “komünistler” tarafından yönlendirildiği vurgusudur (Ayın Tarihi, 3 Temmuz 1955:100; 9 Temmuz 1955: 100; 12 Temmuz 1955: 101; 21 Temmuz 1955: 102; 22 Temmuz 1955:102). Bu durum, kapitalist Batı toplumlarının mevcut “komünist” algısını ortaya sermesi nedeniyle önemlidir. Dönemin yaygın politik unsurlarından biri olarak tanımlanan “anti komünizm” şu şekilde açıklanmaktadır: Bu dönemde anti komünizm artık bir devlet politikası olarak uygulanmaya ve uygulamaya ilişkin araçlar geliştirilmeye başlanmıştır. Bu dönemde, herhangi bir biçimde komünizme yol açabileceği düşünülen eylem ve düşüncelerin hepsi sistemli bir biçimde kontrol edilmiş, yasaklanmış ve yalnızca devletin değil, bütün bireylerin de bu yönde davranmasını sağlamak üzere bir baskı ortamı oluşturulmuştur (Yıldırmaz, 2012: 48). Bu noktada anti komünist politikaların oluştuğu merkez olarak tanımlanan ABD’yi ve özellikle de senatör McCarthy dönemini hatırlamakta da yarar vardır. Etkileri ABD ile sınırlı kalmayan bu anlayış şu sözlerle tanımlanmıştır: 1940’lı yılların ortalarından 1950’lerin sonuna kadar süren “cadı avı” ile hem devletin kurumlarının aktif bir biçimde örgütlenmesi sağlanmış, hem de bizatihi toplum komünizme karşı uyanık olması gerektiği yönün- 82 • iletiim : arat›rmalar› de çeşitli araçlar yoluyla mobilize edilmiştir. ABD’deki adı Mc Carthysizm olarak adlandırılan bu yöntem benzer şekillerde diğer ülkelerde de işlemiş ve hem söylemsel, hem de politik olarak aynı dili kullanmıştır (Yıldırmaz, 2012: 48- 49). İngiliz basınının olayların “komünist” yönlendirmesi ile ortaya çıktığı yönündeki yayını, antikomünist yaklaşımla bağdaştırılarak değerlendirilmelidir. Gösteri ve kanlı olayların hızlanması üzerine, adadaki Yunan halkını ezen sömürgeci devlet konumunda rahatsız olan İngiltere, bu durumundan kurtulmak için Türkiye ve Yunanistan’ı bir konferansa çağırmıştır. Türk hükümeti bu daveti hemen kabul etmiş ve davada kararlığını göstermek için kısa süre sonra da Yunanistan’a sert bir nota vererek, Kıbrıs konusundaki kışkırtmalara son vermesini ihtar etmiştir (Eroğul, 1998: 173). Böylelikle, 1955 yazında Türkiye siyasetinin gündemine, Londra Konferansı’na davet edilmiş olmanın sevinci hakim olmuştur. Kıbrıs konusunun bu kadar yoğun ele alınmasını, DP’nin iç politikadaki yetersizliklerini örtme isteğine bağlayan Ahmad, bu taktiğin işe de yaradığını, çünkü CHP’nin dahi bu dönem içinde muhalefet görevini yürütmediğini, hatta Londra Konferansı’ndan üç gün önce hükümetle dayanışmanın bir işareti olarak iç politika tartışmalarını tek yanlı olarak bir tarafa bıraktıklarını ilan ettiklerini belirtmiştir (1996: 66)11. 24 Ağustos 1955 tarihinde Başbakan Adnan Menderes Kıbrıs’a ilişkin açıklamalarda bulunmuştur12. Menderes konuşmasında, Türkiye’nin Türk- Yunan dostluğuna önem atfettiğini, bu nedenle Yunanistan’ın Kıbrıs politikasına suskun kalındığını ifade etmiştir. Yunanistan’ı “hatasından döndürme” amacıyla bu açıklamayı yaptığını belirten Menderes, Yunanlıların “durup dururken türettikleri” bu sorun ile sadece Türkiye ve Yunanistan’ın değil, tüm dünyanın başına dert açtıklarını, hür milletler camiasını zaafa uğrattıklarını ifade etmiştir. 28 Ağustos’ta Kıbrıslı Türklerin katledileceğine ilişkin haberlere de değinen Menderes, İngiliz hükümetinin sorumluluğunu yerine getirmemesi halinde, “masum, hareketsiz ve silahsız” kalan Kıbrıslı Türklerin savunmasız bırakılmayacağını söylemiştir. Kendi kaderini kendi Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 83 tayin etme konusunu da değinen Başbakan, nüfus çoğunluğuna göre herhangi bir bölgenin kaderinin tayin edilmesi prensibinin uygulanmasının mümkün olmadığını, ülkelerin sınırlarının sadece ırka dayanarak çizilemeyip, coğrafi, siyasi, iktisadi ve askeri gibi çeşitli etkenlerin tesirinde ve tarihi hadiselerin gösterdiği yönde çizilmesi gerektiği üzerinde durmuştur. Bir nüfus topluluğunun bir ülkeye ilhak etmediği zaman mutsuz olacağı yönündeki görüşleri doğru bulmadığını belirten Menderes, Türkiye’de yaşayan Rum vatandaşların mutluluğunu örnek göstermiştir. Başbakan, Yunanlıların Türkiye’yi işgalini hatırlatarak, Yunanistan’ı “irredantizm” ile suçlamıştır. Konuşmasında adanın Türkiye için jeopolitik önemine değinen Menderes, adanın mevcut durumunda bir değişiklik olması halinde, “etnik” esaslara değil, daha mühim ve esaslı olan hakikat ve dayanaklara göre tartışılması ve Türkiye’nin durumunun göz önüne alınması gerekliliğini vurgulamış ve sözlerini “bu memleketin Kıbrıs statükosunda bugün ve hatta yarın için memleket aleyhine olabilecek bir değişikliğe katiyen tahammülü yoktur” ifadesiyle tamamlamıştır (Ayın Tarihi, 261; Ceylan, 1996: 80-88). Başbakanın konuşmasının Londra Konferansı’na katılacak olan Türk heyetinin pozisyonunu sağlamlaştırmayı amacı taşıdığı ve konuşmanın “en provoke edici” haberleri arayan gazetecilerin önünde gerçekleştirilmesinin de, Menderes’in konuyu iç politikada kullanmak isteği ve destekçi toplama stratejisi olduğu, böylelikle gazeteleri okuyanlara da ya da bir başka kaynaktan konuşmayı dinleyenlere “Yunanlılar çok ileri gitti ve onları durdurmak için bir şeyler yapmak lazım” mesajını verdiği belirtilmiştir (Ceylan, 1996: 28-29). Buna karşılık, Menderes Yassıada mahkemesindeki savunmasında, o günlerde katliam söylentilerinin yer aldığını ve böyle bir şeyin olması halinde her şeyin çok kötü hale geleceğini, bu sebeple Yunanistan’ı ikaz etmek ve Londra’ya gidecek olan heyeti de desteklemek gerektiğini düşündüğünü, nutku tahrik maksadı ile değil, aksine çıkabilecek mühim hadiseleri önlemek için söylediğini ifade etmiştir (aktaran Dosdoğru, 1993: 115- 116). Muhalefet partileri Başbakanın konuşmasına destek vermişlerdir. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ve CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı, dış politikadaki bu önemli gelişme karşısında, iç politikada da 84 • iletiim : arat›rmalar› birlik ve beraberlik gösterileceğini vurgulayan mesajlar verirlerken, Kıbrıs Türktür Cemiyeti Genel Başkanı da, hem Başbakanın verdiği nutuktan, hem de muhalefetle iktidarın tutum birliğinden duyduğu hoşnutluğu belirtmiştir (Armaoğlu, 1963: 134- 137)13. Dönemin basını da Başbakan’ın konuşmasına destek vermiştir. Basında, Başbakanın konuşması ile Türk tezinin haklılığına bir kez daha temkinli ve samimi bir biçimde işaret ettiği ve Yunanistan’a da sorumluluk ve görevleri hatırlattığı görüşleri ağırlık kazanmıştır (Yeni İstanbul, M. Mermi, Ayın Tarihi, 26 Ağustos 1955: 181; Hürriyet, Şükrü Kaya “Samimi bir hasbıhal ve ciddi bir ihtar”, Ayın Tarihi, 26 Ağustos 1955: 182; Ulus, A.Ş.Esmer, Ayın Tarihi, 28 Ağustos 1955: 187; Cumhuriyet, Ömer Sami Coşar, “İşte biz işte onlar”, Ayın Tarihi, 28 Ağustos 1955:186). Londra Konferansı Türk Heyeti konferanstan önce İngiltere Dışişleri Bakanıyla bir ön görüşmede bulunmuş ve burada Yunanlılara verilebilecek olası hiçbir tavize onay vermeyeceklerini kararlılıkla vurgulamışlardır. Bunun ardından Fatin Rüştü Zorlu, görüşme ve Londra’daki hava hakkında durumu Menderes’e detaylı olarak şifreli bir telgrafla bildirmiştir (Demir, 2007: 40). Bu şifreli telgrafta, Türk tezinde direnileceğini taraflara kabul ettirmek için Başbakanın ilgililere emir verilmesinin faydalı olacağı belirtilmiştir (aktaran Demir, 2007: 41). Bu telgraf üzerine, DP hükümetinin İngiltere’deki konferansta, tarafları “kamuoyunun büyük baskısı altında olduklarına ikna etmek ve böylelikle ellerini güçlendirmek için bir protesto mitingi düzenledikleri iddia edilmiştir (Demirel, 2011: 258; Eroğul, 2003: 126)14. Londra Konferansı’nda ülkeler adanın hukuki statüsü bakımından değişik teklifler öne sürmüşlerdir. İngiltere, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki stratejik çıkarları nedeniyle ada üzerindeki egemenliğini sürdürmekten vazgeçmemiş, fakat Kıbrıs’a muhtariyet vermeyi kabul etmiştir. Yunanistan ise, adanın kendilerine katılmasını sağlayabilmek için ada halkına kendi kaderlerini tayini hakkının tanınmasını istemiştir. Türkiye ise, adada statükonun sürdürülmesini ancak bunda bir değişiklik söz konusu olacaksa, adanın Türkiye’ye iade edilmesi görü- Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 85 şünü savunmuştur (Ayın Tarihi, 5 Eylül 1955: 158; Bağcı, 1990: 108, Birgit, 2012: 193; Çelik, 1969: 190). Londra Konferansı, Türk basını tarafından yakın bir şekilde takip edilmiş, görüşmelerde yaşanan gelişmeler ve ortaya sürülen fikirler gazetelerde ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır. Yunanlıların “haksızlığı”, Türklerin “haklılığı” üzerinde yoğunlaşan yazılarda, İngiltere’nin Türkiye’nin yanında yer aldığı ifadeleri ile Rumların gerçekleştirdiği terör olaylarının ardında komünistlerin bulunduğu vurgusu öne çıkmıştır. Bunun dışında bazı gazetelerde Türkiye’ye yönelik girişilecek her türlü kötü plana Türklerin cevap vereceği sözleri yer almıştır (Cumhuriyet, Ömer Sami Coşar “Yunan Manevrası”, Ayın Tarihi, 1 Eylül 1955:176; Yeni İstanbul, M. Mermi, “Kıbrıs Konferansı”, Ayın Tarihi, 5 Eylül 1955: 184; Hürriyet, Şükrü Kaya, “Türkiye’nin Davası”, Ayın Tarihi, 3 Eylül 1955: 178; Milliyet, “Türk tezi şaheserdir”, Ayın Tarihi, 3 Eylül 1955: 176; Ulus, A. Ş. Esmer, “Londra Konferansında”, Ayın Tarihi, 3 Eylül 1955: 179). Londra Konferansı’na dış basında da ilgi görmüştür. Dış basında genel eğilim, yaşanan terör hareketlerinin Yunanistan’ı haksız konuma düşürdüğü, ısrarcı tutumlarının müzakereleri zorlaştırdığı, buna karşın Türk siyasetçilerinin daha mantıklı ve makul bir yol izlediği yönünde olmuştur (Daily Mail, Manchester Guardian, Times ; Ayın Tarihi, 2 Eylül 1955, 154; Daily Mail, Time and Tide, Ayın Tarihi, 3 Eylül 1955: 155). Konferans bu tartışmalar etrafında sürerken, Selanik’ten gelen Atatürk’ün evine bomba atıldığına ilişkin bir haber gelmiştir. Dönemin Dışişleri Genel Sekreter Yardımcısı Melih Esenbel, toplantının yarıda bırakılmasına neden olan telefon görüşmesini şu şekilde anlatmıştır: Evvela ben konuştum Fatin Bey’le. Diyor ki, “Bu yürümüyor. Yunanlılar mukavemet ediyorlar. Hiç değilse moratoryum15 yapalım. Ne biz, ne Yunanistan bunu milletlerarası foruma getirsin. Beş sene uyutalım. Teklif bu. Moratoryum teklifi”. Menderes aldı telefonu. Ona tekrarladı. Zorlu, birdenbire kızdı. Çok kızdı. “Fatin Bey, ne söylüyorsunuz. Bu artık milletin sorunu olmuştur. İstanbul yanıyor, ben ne moratoryum kabul ederim, ne de başka bir şey kabul ederim. Terk edin gelin konferansı” dedi (Bağcı, 1990: 109, Birand vd.,1999: 110). 86 • iletiim : arat›rmalar› Bu görüşmenin sonrasında, konferans bir sonuca varmadan dağılmıştır. Yaşanan bu gelişme; Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde sesini duyurmak için yakalamış olduğu fırsatı değerlendirmek için avantajlı olduğu bir anda, çıkan olaylar nedeniyle Türkiye’nin imajının sarsılması olarak yorumlanmıştır (Irkıçatal, 2012:197). 6-7 Eylül Olaylarının Ortaya Çıkışı ve Gelişimi 6-7 Eylül 1955 tarihinde yaşananlar, araştırmacılar tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Olayları ayrıntılı bir biçimde ele almadan evvel, bazı değerlendirmelere göz atmak faydalı olacaktır. Tevfik Çavdar, 6-7 Eylül olaylarının sonuç itibarıyla başta Rumlar olmak üzere azınlıkların göç etmesi sebebiyle İstanbul’un yüzyıllardır sürüpgiden çok kültürlü mozaiğini sona erdirdiğini ifade ederken (2000: 57)16; benzer bir diğer görüş ise, olayın Kıbrıs sorunu ile ilişkilendirilmesi gayretlerine karşın, esasında bu olayların 20’li yıllardan bu yana gayri Müslimleri kovmak üzere girişilen çabaların sürdürülmesi için bir fırsat oluşturduğu ve Trakya Yahudileri olayında olduğu gibi, gayrimüslimlerin taşınabilir ve taşınmaz mallarına zarar verilmesi suretiyle ülkeyi terk etmeye zorlanmaları olduğu belirtilmiştir (aktaran Güven, 2005: 140). Hüseyin Bağcı, 6-7 Eylül 1955 olaylarının o zamana kadar başarılı bir yönetim gösteren DP için ilk büyük şok olduğunu ve bu olaylar sonrası ülkenin sevilen Başbakanının popülerliğini yitirmeye başlayıp, aydınların ve subayların Menderes Hükümeti’nin politikasına karşı olumsuz tepkilerinin artmaya başladığını belirtmektedir (1990:110). Sina Akşin ise, 6/7 Eylül olaylarını Tan olayı gibi fakat çok daha geniş çapta ülkemizde devletin hukuk dışına çıkmasının üzücü bir başka örneği olarak tanımlamıştır (1998: 234). Ahmad ise, 6/7 Eylül İstanbul olaylarını, Türk kentlerindeki bastırılmış gerilimlerin açığa çıkması olarak nitelemektedir (1996:66). 6/7 Eylül günü yaşananları kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür.1955 yılının Eylül ayında Kıbrıs konusunu görüşmek üzere toplanmış olan Londra Konferansı sırasında, 6 Eylül günü Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı yönünde gelen haber üzerine İstanbul, İzmir17 ve Ankara’da18 olayı protesto Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 87 için toplanan grupların, Rum azınlıklar başta olmak üzere diğer azınlıklara ve Türklere karşı 7 Eylül gününün erken saatlerine kadar gösterdikleri türlü şiddet hareketleridir. Olayların gelişimine ilişkin olarak kaynaklarda şu bilgiler yer almıştır. Olayın başlangıç noktası, Anadolu Ajansı haberi radyoya vermesi ardından İstanbul ve Ankara radyolarının öğlen bültenlerinde Atatürk’ün evinin bombalandığı haberini duyurmasıdır (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 337; Birgit, 2012: 195)19. İstanbul Radyosu Dış Haberler servisinin ikinci bülteninde olay şu sözlerle duyurulmuştur: “ Selanik’te menfur bir tedhiş hadisesi”, “Selanik’te Aziz Atatürk’ün doğduğu ev ile Türk Konsolosluğu binası arasındaki bahçede saat gece yarısını dört geçe bir bomba patlamış ve bu infilak neticesinde Aziz Atatürk’ün doğduğu evin pencereleriyle Konsoloshanenin camları hasara uğramıştır. İnfilak esnasında da insanca zayiat olmamıştır. Yunan polisi tahkikata başlamış ve daha sıkı emniyet tedbirleri almıştır. 5 şüpheli şahsın tevkif edildiği bildirilmektedir. Yunan Hükümeti Dahiliye Vekili basına verdiği beyanatta “bu işi hakiki bir Yunanlının yaptığını zannetmiyorum demiştir” (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 256)20. İlerleyen saatlerde ise, DP milletvekili Mithat Perin’in sahip olduğu İstanbul Ekspres ikinci bir baskı yapıp, olayı bütün İstanbul’a duyurmuştur (aktaran Ceylan, 1996,43-44)21. İstanbul Ekspres’in baskısına dair bazı soru işaretleri vardır. Radyo, haberi 13:00’de geçmiş, İstanbul Ekspres ise 13:30’da baskıya hazırlanmıştır. Mithat Perin’in 16:30’da bütün kopyaların dağıtılmış olduğu yönündeki ifadesi (Aktaran Ceylan, 1996,43-44) ile dönemin teknolojik koşulları göz önüne alındığında baskının daha evvelce hazırlanmış olma ihtimali akla gelmektedir. Benzer düşünce, Yılmaz Karakoyunlu’nun, Güz Sancısı romanında da, “İstanbul Ekspres gazetesi öğle baskısında son haberi vermek için bekletilmiş; sonra gelen habere göre önceden hazırlanmış kalıplar baskıya verilmişti” sözleriyle de ima edilmiştir (1992:154). Aynı kuşku Orhan Birgit’in anılarında da yer almaktadır: Dışarıdan gazete satıcısı çocukları “yazıyor, Atatürk’ün evinin bombalandığını yazıyor” diye bağırarak İstanbul Ekspres adlı akşam gazetesini sat- 88 • iletiim : arat›rmalar› tıklarını duyuyorduk. Haber gazetenin ikinci baskısıyla verilmişti. Gazetecilikte şimşir olarak adlandırılan ve o dönemin tekniği içinde sayfalara ancak çok olağanüstü durumlarda konulan başlıklar hazırlanmıştı. Öyle bir hazırlığın arkasında nelerin gelebileceğini bilmek zordu”(2012: 195). Haberin duyulması üzerine Kıbrıs Türktür Cemiyeti22 bir beyanname yayınlamıştır. Cemiyet olayı, “bardağı taşıran son hadise” olarak görmüş ve “bugüne kadar gösterilen sabrın artık gösterilmeyeceği”ni duyurmuştur. Ayrıca, Yunan Hükümeti ve basınının, bu olayı destekleyenlerin, “akıllarını başlarına almadıkları” takdirde, 1922 yılını gölgede bırakacak şekilde Türkleri karşılarında bulacağı, Kıbrıs’ın her zaman Türk kalacağı bunun aksini düşünenin bunu çok pahalıya ödeyeceği tehdidi yöneltilmiştir (Armaoğlu, 1963: 159)23. Cemiyetle ilgili olarak dikkat çeken diğer nokta ise, Kıbrıs’taki Türk Cemiyetinin başkanı olan Dr. Fazıl Küçük’ün İstanbul’daki Kıbrıs Türktür Cemiyeti başkanı Hikmet Bil’e gönderildiği söylenen mektuptur. Bil’in de inkâr etmediği söylenen mektupta, “Türkiye’de Rumlar aleyhine bir hareketin yapılmasının Kıbrıs’taki Türklerin durumunu korumak bakımından faydalı olacağının” belirtildiği ve bu bilginin ‘çok gizli kaydıyle’ şubelerine gönderildiğinin yazdığı ifade edilmiştir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 290). Buna ek olarak olayların yaşandığı gün, Kıbrıs Türktür Cemiyeti başkanı Hikmet Bil ile Başbakan Adnan Menderesin olayların öncesinde kısa da olsa görüştükleri iddiası da söz konusudur (Birgit, 2012: 194). Yapılan açıklamalar sonrası, üniversite gençliği Selanik’te gerçekleşen bombalama olayını protesto için sokaklarda toplanmış ve daha sonra halkın da katılımıyla bir kınama toplantısı düzenlenmiştir (Akşin, 1998: 234; Birand vd., 1999: 109; Ceylan, 1996: 47-48, Güzel, 1997: 163)24. Fakat protesto amaçlı bu “masum” toplantı yerini, profesyonel bir eylem sonucu, yakma ve yağmalama hareketlerine bırakmıştır (Demir, 2007: 59-60)25. Protestonun yıkıma dönüşme hali kaynaklarda şu şekilde anlatılmaktadır: Kışkırtıcılar, çoğunlukla Türk bayrakları ile Atatürk ve Celal Bayar’ın büst ve fotoğraflarından oluşan donatılara sahipti. KTC’nin rozetlerini dağıtıyor ve halkı kendi dükkânlarına, evlerine ve arabalarına Türk bay- Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 89 rağı ile işaret koymaya çağırıyorlardı26. Göstericiler halkı tahrik için ya Kıbrıs sorununu kullanıyor ya da halk arasında mevcut olan gayrimüslim antipatisini körüklüyordu. Bunun yanında kahvehanelerde oturan erkeklerin doğrudan saldırılara katılması talep ediliyordu (Güven, 2005: 14-15). Olaylara ilişkin soruşturma raporunda ise, ilerleyen saatlerde, ellerinde kırıcı, kesici, yıkıcı alet ve araçlar bulunan “işçi kitlelerinin” kamyonlarla geldiği ve menkul ve gayrimenkul mallara zarar vermeye başladıkları bilgisi düşülmüştür (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 292). Olaysız başlayan mitingi, provoke ettiği ileri sürülen grubun kimliğine ilişkin bilgiler çelişse de, bu kişilerin işlerinin bir şekilde kolaylaştırıldığı nettir27. Özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur ve hatta askeri araçlardan oluşan bir ulaşım ağı sayesinde, faillerin aletlerinin kent içinde ulaşımı garanti altına alındığı, bu şekilde kolaylıkla hedefleri bulduğu ve bütün kente saldırılarını başarılı bir biçimde gerçekleştirildiği belirtilmiştir (aktaran Güven, 2005: 18). Emniyet güçlerinin bir müddet olaylara müdahale etmedikleri yönündeki görüşler de (aktaran Güven, 2005: 20; Bağcı, 1990: 11; Dinamo, 1971: 35)28 yine bu yönde değerlendirilmelidir. Ayrıntılara baktığımızda, daha olaylar yaşanmadan evvel, emniyet güçlerinin azınlıklıklara yönelik bir saldırı olacağının istihbaratı içinde olduğunu ve hatta buna karşı tedbirler alınmaya çalışıldığı görülmektedir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 252, 290). Valiliğin “olası” olayları önlemek adına aynı gün Birinci Ordu Müfettişliğine bir yazı gönderildiği de bilinmektedir. Yazıda, olay Atatürk’ün evinde bir bomba patladığı ve konsolosluğa da saldırılar olduğu, bundan dolayı da “Rum işyerlerine herhangi bir saldırı olmasının çok kuvvetli olduğundan”, Beyoğlu, Şişli, Beşiktaş’ta meydana gelecek olayları önlemek üzere hiçbir makamdan izin veya emir almaya gerek olmadan her an harekete hazır taburların hazır olmasını ve bu taburların komutanlarına ulaşılabilecek numaraların bildirilmesi istenmiştir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 255, 301). Bunun dışında, Beyoğlu Emniyet Amiri’nin daha saat 15.00 dolaylarında bazı topluluklar ve hareketler görüldüğüne dair Vali’ye 90 • iletiim : arat›rmalar› bilgi verdiği, bunun üzerine, emniyet müdürünün bizzat bahsi geçen yeri denetlediği “önemli bir şey olmadığı gereken tedbirlerin alındığı ve emirlerin verildiği” bilgisini ulaştırdıkları, Beyoğlu Emniyet Amirinin bunun üzerine bir kez aynı uyarıyı yaptığı bilgisi karşımıza çıkmaktadır (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 292). Emniyet güçlerinin olayların büyümesini engellemedeki yetersizliklerinin “olayların bir anda olması” ya da “istihbarat zafiyeti” ile açıklanamayacağı, 800 yaka sayılı komiser yardımcısının, Londra Konferansı’ndan hemen sonra karakollarda sürekli nöbet döneminin başladığını, yani valiliğin elinde günün her saati için yeterli güvenlik gücü olduğu yönündeki ifadesi29 ile daha net hale gelmektedir. Benzer bir biçimde, 1008 yaka sayılı polis memurunun olay gecesi amirlerinin “yağmacılığı önleyin başka bir şeye karışmayın” yönündeki sözlerini (Birgit, 2012: 216) ifadesinde dile getirmesi o gece olayların “çığırından” çıkmasına emniyet güçlerinin göz yummalarının bir başka göstergesidir. Vali’nin bu denli “çaresiz” bir kaldığı anda, o sırada İstanbul’da bulunan Cumhurbaşkanı ve Başbakanın Ankara’ya gitmek üzere hareket etmeleri de ilginç bir karar olarak karşımıza çıkmaktadır30. Mükerrem Sarol’dan gelen telgraf sonrası, İstanbul’a geri dönmeye karar veren hükümet yetkilileri, dönüş yolunda sıkıyönetimin ilan edileceğini bildirmişlerdir (Birand ve diğerleri, 1999: 110-111). 6 Eylül 1955 günü hükümetin ilan ettiği örfi idare tebliği şu şekildedir: Başvekaletten tebliğ edilmiştir. Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve ve konsolosluğumuza tecavüzü vesile ittihaz, vatandaşları birbirine karşı tahrik ve memleketin yüksek menfaatlerine aykırı olarak hükümet kuvvetlerinin tebliğine karşı koymak gibi toplu hareketlerde bulunmak, yağmaya ve yangın çıkarmaya teşebbüs etmek suretiyle girişilen hareket muvacehesinde, Teşkilat-ı Esasiye Kanununun 86. maddesine tevfikan(uyularak) İstanbul’da ve İzmir’de Örfi İdare ilan edilmiştir. Keyfiyet ehemmiyetle tebliğ ve ilan olunur...(Ayın Tarihi, 6 Eylül 1955: 11; Aydemir, 2000: 187)31. Sıkıyönetimin ilanının ardından yaşananlara ilişkin tablo açıklandığında, olayın vahameti de ortaya çıkmıştır. Olaylarda kiliseler, azın- Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 91 lıklara ait okul, mağaza, ev vb. yerler tahrip edilmiş; Rumca yayınlanan gazetelerin bürolarına saldırılmış ve özellikle Beyoğlu’ndaki azınlıklara ait dükkânlar yağmalanmıştır. Olaylarda çok sayıda gayrımüslim yurttaş yaralanırken, hayatını kaybedenlerin de olduğu söylenmiştir. Yine İzmir’deki olaylarda da fuardaki Yunan pavyonu, Yunan kilisesi ve konsolosluğu yakılmış, limanda demirli iki Yunan motoru batırılmıştır32 (aktaran Ceylan, 1996: 101; Dosdoğru, 1993: 100; Güzel: 997: 163)33. Olayların siyasiler ve dönemin basını tarafından nasıl tanımlandığına geçmeden evvel 6-7 Eylül olaylarının fazla dillendirilmeyen diğer yönü de ele alınmalıdır. Buna göre, gecenin ilerleyen satlerinde olaylar Kıbrıs meselesi ve Rum düşmanlığından çıkmış ve tepki, etnik kökeni fark etmeksizin “zenginlik ve refah” içinde yaşayan herkese ve herkesin malına dönüşmüştür. Bu durum, olay sonrası yürütülen soruşturmada da gündeme gelmiş, soruşturma tutanağına şu sözler geçirilmiştir: “… bazı hususi otomobiller, sahibinin Türk veya Rum olduğu tetkik ve tespit edilmeden ( biz açız, sizler hala binlerce liralık otomobillerinizle geziyorsunuz) sözleriyle yakılmış ve tahrip edilmiştir” (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 292). Olaydan kısa bir süre sonra kaleme aldığı başyazıda, Hüseyin Cahit Yalçın da sınıfsal bir tepkinin yaşandığına işaret etmiştir. Yalçın, olaylarda evlere ve mallara saldıranların içlerindeki varlık, zenginlik ve refah kinlerini dışa vurduklarını, bu kitlenin bombalama hadisesinden dolayı Yunanlılara değil, zengin olan ve refah içinde yaşayan bütün kesimlere saldırdıklarını yazmıştır. Bu nedenle sorun siyasi değil, toplumsaldır ve “darlığın ve mahrumiyetin, varlığa ve bolluğa karşı köpürmesidir (“En Tehlikeli Cephe”, Ayın Tarihi, 14 Eylül 1955: 98)34. Bir başka görüşe göre de o gece yaşananların tepkisi “zenginliğe”dir: Katılan kalabalık gruplarının sosyo-ekonomik bakımdan oldukça alt tabakalara mensup insanlardan teşkil olmalarından ileri gelen bir servet düşmanlığıyla, olayların başlamasından kısa süre sonra, sadece Rumlara değil aynı zamanda Türk ve diğer azınlıklara ait olan taşınmazlara da 92 • iletiim : arat›rmalar› saldırdıkları görülmüştür. DP hükümetinin izlediği liberal ekonomi politikaları sonucunda kendisine vaat edilen refah ve mutluluğa kavuşamayan geniş insan kalabalıklarının zengin kesimlere karşı içlerinde besledikleri sevgisizlik ve düşmanlık, bu olaylarda açığa çıkma fırsatı bulmuştur. Yine Türk mülklerine verilen zararların zenginlikle doğru orantılı olduğu görülmektedir (Babaoğlu, 2012: 63). Erik Jan Zürcher’in deyişiyle de, olayların “gecekondu ahalisinin servete genel bir saldırısına dönüşmesi” (2000:336) ya da daha açık bir deyişle, DP iktidarının ekonomi politikalarının artık kendini iyice hissettiren olumsuzluklarına karşı halkın tepkisidir ki bu durum artık DP milletvekilleri tarafından dahi dillendirilir hale gelmiştir. 1955 Kasım’ında Menderes yurt dışındayken DP Meclis Grubu’nda ilk kez dört saat süren alışılmamış bir gizli oturumda DP’li Emrullah Nutku şunları söyleyebilmişti: “Bu memlekette herkes aynı fedakârlığı yaparsa bir kalkınma olabilir. Fakat bir taraftan halktan fedakârlık istenirken, diğer taraftan her gün beş on milyonerin doğuşu halka ızdırap vermektedir” (aktaran Gevgilili, 1987: 108). Nutku’nun konuşmasında işaret etmiş olduğu toplumdaki adaletsizlik ve eşitsizlikten doğan acı, iki ay öncesinde sokakta atılan sloganlarını açıklar niteliktedir. Ali Gevgili de DP’nin ekonomi politika anlayışının sonuçlarına dikkat çekmiştir. Yazara göre, Batı’nın eliyle ithal edilen ekonomik yapı ve tüketim alışkanlıkları, alt yapı açısından hazır olmayan bir ülkeyi bunalıma sürüklemesi kaçınılmazdır ve bu durum kentlerin eski ve yeni sahipleri arasında bir gerilim oluşturmuştur (1987:108109). Modern burjuvazi ile işçi sınıfının çatışması görüşünü benimseyen Feroz Ahmad da olayların İstanbul lümpen proletaryasının kentin göreli olarak lüks ve zenginleri arasında zar zor geçinen köy kökenli ayakkabı boyacıları, hamallar, apartman kapıcıları ve dilencilerin isyanına dönüştüğünü ve ayaklanan bu kalabalığın, “zenginlere acımasız bir düşmanlık” histerisiyle hem Rumların, hem de Türklerin mağazalarını yağmaladığını ifade etmiş, olayların bu görüntüsüyle DP’ye karşı ilk kitlesel tepki olarak da okunabileceğine işaret etmiştir (1996:67)35. Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 93 Olayların başlangıç anı itibariyle olmasa bile daha sonra “toplumsal eşitsizlik” isyanına dönüştüğü ortadadır. Pek çok görüş de bunu doğrulamaktadır. Olaya ilişkin Tanel Demirel’in “6/7 Eylül olaylarını Müslüman olmayan azınlığı ülkeden uzaklaştırmak saikiyle hükümet tarafından planlanmış bir harekât görmek abartılı olur. Ufak çaplı bir protesto gösterisi düşünülürken kontrol kaybedilmiş, popüler milliyetçi tahayyülde içimizdeki “öteki” olarak resmedilen gayri Müslimler ekonomi sıkıntıları derinden hisseden yeni kentli alt tabakanın hedefi olmuştur. Hükümetin sorumluluğu, olayları öngörmemesi ve emniyet tedbirleri yoluyla önleyememesinde aranmalıdır” (2011: 259) yönündeki değerlendirmesi ise çalışmanın yaklaşımını özetler niteliktedir. Fakat şunun da belirtilmesinde yarar vardır. Olayın sınıfsal eşitsizlikler boyutunda ele alınmasındaki ortaklık, olayların komünizm ile bağı kurulduğunda bozulmaktadır. Daha açık bir deyişle, 6-7 Eylül protestolarını, DP’nin ekonomi politikalarının sınıflar arasında eşitsizlikten doğan bilinçli bir eylem olarak görülmesi ile yaşanan ekonomik bunalımın “komünizme” fırsat yaratması nedeni ile eleştirilmesi aynı anlamlandırma biçimlerinin ürünleri değildir. Net bir biçiminde şunu ifade etmek mümkündür ki, bazı muhalif görüşlerce DP, komünist görüşe göz açtırmadığı için değil, komünizmin oluşmasına olanak verdiği için eleştirilmektedir. ABD başta olmak üzere Batılı kapitalist ülkelerde hâkim olan “komünizm” algısı Türkiye tarafından da benimsenmiştir. Türkiye’de o dönem hâkim olan “antikomünizm”in bir toplumsal kontrol mekanizması olarak oluşturulduğu, toplumsal alanın her aşamasını belirleyecek bir söylemsel yaygınlığa kavuştuğu ve korkulması gereken unsurlar olarak tanımlandığı söylenmiştir (Yıldırmaz, 2012: 48). Tanıl Bora ise, komünizm “mülkiyeti tanımayan, dini inkâr eden, insanları köleleştiren, zalim bir rejim, hem de 93 Harbi’nden beri Osmanlı’nın yok olma kaygısının müsebbibi sayılan ezeli düşman Rusya’nın (Moskof!) Türkiye’ye yönelik tehdidinin maskesi olarak gerçekten azametli bir tehlikeyi temsil eder (Bora, 2012: 14) sözleriyle bahsedilen korkunun hangi unsurlara dayandığını ortaya koymuştur. Oluşturulan bu korku ve tehlike ile ne amaçlandığı, konumuzla ilgili ciddi ipuçları taşıyan şu sözlerle ifade edilmiştir: 94 • iletiim : arat›rmalar› Antikomünizm toplumun geneline yaygınlaştırılıp “korku” üzerinden beslenen bir genel kabul haline gelmesi için öncelikle vatandaşların “tehlikeli bir dönem” içerisinde yaşadığı kanıtlanmalıdır. “Tehlike” ispatlanmalıdır ki, tehlikeye karşı alınacak önlemlere karşı kitleler bir kısım özgürlüklerinden feragat etmeye gönüllü olsunlar. İnsanların bütününü ilgilendiren bir tehdit ancak onların “yaşam tarzına” karşı yürütüldüğü zaman gerçek olabilir. Anti-komünist söylemlerinin hepsinde her nasıl tanımlanırsa tanımlansın toplumun yaşam tarzına bir saldırı olduğu ispatlanmak istenmiştir. Refah, statü ve güç ilişkileri ekseninde tanımlanabilecek olan mevcut sosyal ve politik düzenin temellerine yönelik bir saldırı hiyerarşinin neresinde olduğuna bakmadan bütün herkeste huzursuzluk ve güvensiz bir gelecek endişesi yaratacaktır (aktaran Yıldırmaz, 2011: 50). Türkiye’nin de “Rus korkusu” ve “komünizm tehlikesi”ni içselleştirerek, sol görüşlü kişileri cezalandırmaya gitmesi, ABD ve diğer müttefiklerinin nazarında ivedilikle yardım edilmesi gereken ülke konumuna girmek (Öztan, 2012:87)36 isteği ile açıklanmıştır. Fakat bu noktada, Sovyetler Birliği’nin Mart 1945’te Ankara’ya verdikleri nota ile 17 Aralık 1925 antlaşmasını Boğazlar’da Montreux rejiminin değiştirilmesi ve Doğu sınırlarının kendi lehlerine yeniden gözden geçirilmemesi halinde uzatmayacaklarını bildirmelerinin de (Eroğul, 1998: 21) Türkiye’nin Batı’ya özellikle de ABD’ye yakınlaşmasını hızlandırdığının gözden kaçırılmaması gerektiği düşünülmektedir. 1950’lerden önceki dönemde de var olan, fakat DP iktidarı ile daha da artan hatta Cem Eroğul’un deyişiyle ideolojik mücadele de “bir isteri derecesine vardırılan” (1998: 106) antikomünizm, 6/7 Eylül olaylarının anlamlandırılmasında başat düşünce kılınmıştır. DP hükümeti, 7 Eylül günü sıkıyönetim ilan ederek, gece saat 23: 00-05.00 arası sokağa çıkma yasağı koymuş (Ulus, Zafer, 7, 8 Eylül 1955) ardından da bir soruşturma başlatmıştır (Albayrak, 2004: 434). Olayların sonrasında hükümet yaptığı açıklamada olayların failleri olarak “komünistler” işaret etmiştir. Bunun üzerine 45 kişi tutuklanmış ve olayları provoke etmekten yargılanmışlardır. Tutuklanan kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Hasan İzzettin Dinamo, Asım Bezirci, Hulusi Dosdoğru ve Müeyyet Boratav, Can Boratav gibi isimler de yer almıştır. Araştır- Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 95 macılar ve olayların bizzat tanıkları olan isimler, çalışmalarında, yapılan tutuklamaların herhangi bir kanıta dayanmadan yapıldığını ve siyasi polis kayıtlarından gerekli titizlik gösterilmeden alelacele çıkarılıp uygulamaya konulan bu hareketin gayri ciddiliğinin listede yer alan isimlerin bazılarının ölmüş, bazılarının ise o sırada izinli ya da kaçak durumda olmayan askerler olmasından anlaşılacağını ifade etmişlerdir (Akşin, 1998: 234, Albayrak, 2004: 434; Ceylan, 1996: 66; Dinamo, 1971: 10; Dosdoğru, 1993:41; Eroğul, 1998: 174). 6-7 Eylül olaylarının ardından hükümetin yaptığı açıklama sonrasında kendilerini bir anda hapiste bulan bu isimler, orada bulunma gerekçeleri olarak “hükümetin kendi suçunu başkalarına yükleme komplosu” olarak değerlendirmişlerdir (Dinamo, 1971: 43; Dosdoğru, 1993: 35). Bu noktada, komplo kavramından hareket ederek, bir başka bağ kurmalı ve anti komünizmin işleyiş biçimlerinden en önemlisinin belirli bir komplonun varlığı üzerinden geliştirilen fikir ve politikalara dayandığı görüşü hatırlanmalıdır. Komploculuk özünde iyi olduğu varsayılan bir yapının, “kötü”ye gitmesinin ardındaki nedenin bu “iyi”nin gerçekleşmesini istemeyen güçler tarafından yürütülen bir kötülük olduğu varsayımına dayanmaktadır. Buna göre, özellikle dış politika söylemlerinde öne çıkan komploculukla beslenmiş bir antikomünizm dışarıdan desteklenen veya doğrudan “dış güçler”den emir alan bir grubun ülke çıkarları dışında faaliyet göstererek devletin zayıflamasına yol açmaktadır (Yıldırmaz, 2011: 52). 6/ 7 Eylül olaylarının faillerinin, “komünist”ler olarak işaretlenmesi ve o gece orada “haklı” tepkilerini ortaya koymak isteyen kişilerin “bu güçler” tarafından provoke edildiğine ilişkin açıklamalar bu çerçevede değerlendirilmelidir. Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmaya başlayanların, dışarıdan gelen haberler ve gazetelerde yazılan yazılar nedeniyle giderek moralleri bozulmuş ve umutsuzluğa kapılmışlardır37. O dönem bu kişilerin olaylarla ilgisi soruşturma raporlarına şu şekilde yansımıştır: İstanbul Emniyet Baş Müfettişliğinin 21 Kasım 1955 gün ve 51437 sayılı yazılarına ekli rapor suretinde; bugüne kadar muhtelif ajanlarımızdan alınan bilgileri ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü ile yapılan müşterek 96 • iletiim : arat›rmalar› tahkikata nazaran vak’a gecesi nümayiş ve tahribata katılan komünistler mevcuttur. Bunların sayısı 19’dur ve hepsi de tevkif edilmişlerdir. Ancak bu şahısların hadiselerin tertipleyicisi oldukları veya muayyen bir kitleyi harekete geçirdikleri, ısrarlı sorgulara rağmen tespit ve tevsik edilememiştir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 302). Mahkemeler yaklaşık on ay sürmüştür ve iktidarın “suçlu” ilan ettiği isimler görülen mahkeme soncunda “suçsuz” bulunmuşlardır. Burada merak edilen iktidarın ilk başlardaki ısrarlı tutumunu devam ettirmeyişinin nedeni olmuştur. Konunun iki muhatabı durumu şöyle açıklamışlardır. Dosdoğru, “idamı beklerken, beraat gelmesini”, iktidardakilerin üzerine bir takım baskıların oluşması ile açıklayarak bu yöndeki görüşünü şu sözlerle ortaya koymuştur: Yöneticilerin 6/7 Eylül’de Rum kiliselerine, mezarlıklarına ayazmalarına, din adamlarına yapılan çirkin saldırıların Hıristiyan Batı Blokunu derinden etkilediğini, Haçlı seferlerinden kalma düşmanlıkları körüklediğini geç kavradılar. Kolluk güçlerinin ellerini kollarını bağlayıp olaylara seyirci kalmalarını kimsenin aklı almıyordu. Bütün bu olayları daha önceleri köklerini kazıdık diye uluslararası anti-komünist örgütlerinden paralar aldıkları bir avuç fişli komünistin tertipleyip yaptırdığına, Batılıların inanmaları beklememeliydi . Olaylar hemen hemen dünyanın gözleri önünde olmuştu ve Batı tertipçiler hakkındaki hükmünü vermişti” (1993: 37). Dinamo ise, İnönü’ye bir mektup gönderildiği ve bunun üzerine İnönü’nün Mecliste bu kişilerin salıverilmesi talebini ileri sürmesi ile Milli Emniyetin delile dayanmadan ilk adımda attığı hareketi artık devam ettiremeyeceğini anlamış olması ihtimali birleşince, kendisini ve arkadaşlarını savuran 6-7 Eylül kasırgasının böylece dindiğini ifade etmiştir (1971: 65). On ay süren hapislikleri döneminde, tutukluların dışarı ile bağlantılarından biri olan gazetelerin çoğu olayları “komünistlerin” tertibi olarak sunmuşlardır. Fakat bu durumu izah ederken gözden kaçırılmaması gereken, Sıkıyönetimin, “6 Eylül olaylarını komünistlerden başkalarının yaptığı yolunda yazı ve yorumlar yasaktır” yönündeki tebliğidir (aktaran Dosdoğru, 1993: 54; Topuz, 1996: 110)38. Türk basınında Sıkıyönetim tebliğinin ve diğer baskıların etkisiyle39, bu yönde haber- Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 97 ler çıkması şaşırtıcı değildir. Ancak Kıbrıs’ta yayınlanmakta olan Hür Söz adlı bir Türk gazetesi de, 27 Aralık 1955 günlü sayısında, Atina’da yayınlanmakta olan Vradini adlı gazeteye atfen hem son senelerde Kıbrıs’a yönelik hareketlerin ardında hem de İstanbul’daki 6/7 Eylül olaylarının ardında, Yunanistan’da meydana çıkarılan K.K.E adlı gizli bir komünist şebekesinin bulunduğunu yazmıştır (Armaoğlu,1963: 155-156)40. Bu, durumun yalnızca tebliğin belirleyiciliği ya da baskılarla açıklanmasının yetersizliğini gözler önüne sermektedir. Bu haber, dönemin “popüler faili” olarak komünistlerin benimsenmesinin ya da bu görüşün egemen kılınmaya çalışılmasının ve bunun siyasi tarafgirliklerden bile aşkın bir hal aldığı merkezinde ele alınmalıdır. Benzer bir biçimde CMP’nin de, 7 Eylül’de yayınladığı bir bildiride, hareketleri kanunsuz olarak nitelendirdiğini ve kınadığını, olayları “bir komünist tertibi” olarak gören 7 Eylül günlü hükümet bildirisindeki görüşü aynen paylaştığını belirtmiş olması da (aktaran Armaoğlu, 1963: 164) bu düşüncemizi destekler niteliktedir.41 Sıkıyönetim süresinin belirlenmesi için toplanılan 12 ve 13 Eylül 1955 tarihli Meclis oturumlarında, 6-7 Eylül olaylarının “karanlık yönleri” aydınlatılmaya çalışılsa da, hükümetin yaptığı çelişkili açıklamalar ve Meclis oturumunun bir an önce bitirilmesi yönündeki çabalar kafalardaki soru işaretlerinin daha da artmasına yol açmıştır. Dışişleri eski Bakanı Fuat Köprülü, Mecliste yaptığı konuşmada, gençlerin Kıbrıs nedeniyle hassas olduklarını ve bunda basının kışkırtıcı yayınlarının ve muhaliflerin tahrik etmesinin rolü olduğunu belirtmiş; ardından gençlerin haklı bir hareketi gibi görünen protesto hadisesinin, aylardan beri tertiplenen hadise olarak her tarafta birden bire ortaya çıktığını ifade etmiştir (Bağcı, 1990: 111- 112, Ulus 13 Eylül 1955). Menderes de cevaben olayların bir gençlik hareketi şeklinde başladığını, daha sonra bir tertibin oyununa gelindiğini ifade etmiş, emniyet güçlerinin olay çıkacağından haberdar olduğunu fakat olayların bir anda patlak vermesi ve polisin bir tereddüt yaşaması nedeniyle olaylara müdahale etmediği açıklamasını getirmiştir. Menderes’in konuşması Şevket Süreyya Aydemir tarafından çaresizlik içinde olaylara mesul arayan bir “mesul” olarak yorumlanmıştır (2000: 189). 98 • iletiim : arat›rmalar› CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ise, olayları “tertipli ve teçhizatlı” olarak nitelemiş fakat tertipleyene dair bir yorumda bulunmamıştır. İnönü, bu kadar planlı bir olayın uzun sürede serbestçe hazırlanma imkânı nasıl bulunduğunun, hükümetin olaylardan haberli olmasının ne anlama geldiğinin ortaya konması gerektiğini, tahkikattan haberdar olunabilmesi için Meclisin çalışmasına devam etmesi gerektiğini ve Ankara’da örfi idare gerektirecek bir durum olmadığı için bu hükmün kaldırılmasını talep ettiğini bildirmiştir. CMP adına konuşan Kırşehir milletvekili Ahmet Bilgin de olayları bir facia olarak vasıflandırmıştır. Yapılan tahriplere rağmen sistemli bir yağmacılık hareketinin meydana gelmemesi üzerinde durarak, bunun, “evvelden hazırlandıkları his ve kanaatini verecek” bir tarzda tertip eseri olduğunu söylemiş ve hükümetin sorumluluğu üzerinde durmuştur(Ulus, 13 Eylül 1955) Kırşehir bağımsız milletvekili Osman Alişiroğlu ise, oturumun en sert konuşmasını yapmış, yetkilileri istifaya çağırmıştır: Basireti bağlanmış bir hükümetle ne yapacağız. İş işten geçtikten sonra tahrik ve fesat tohumları meyvelerini verdikten sonra hükümetin safra kabilinden İçişleri Bakanını istifa ettirmesi, 3 generale işten el çektirmesi bir kıymet ifade etmez. Hükümetin çekilmesi iktiza eder. Size ademi - itimat beyan ediyoruz ve başbakanı da istifaya davet ediyorum (Armaoğlu, 1963:169; Aydemir, 2000: 190; Dosdoğru, 1993: 90). Meclis görüşmelerinde de, basında da fazlaca adı geçmeyen fakat 6-7 Eylül olayları nedeniyle hükümet tarafından haklarında soruşturma başlatılan diğer grup ise Kıbrıs Türktür Derneği mensuplarıdır. Aslında, Adnan Menderes hükümetinin Türklere yönelik EOKA terörü baş gösterince, derneğin kurulmasına destek olduğu ve teşvik ettiği söylenmiştir (Ceylan, 1996: 19, Dinamo, 1971: 35). Buna karşın olayların hemen sonrasında, “vatandaşların taşkınca hareketlerine sebebiyet vermekten” Kıbrıs Türktür Cemiyeti sorumlu gösterilmiş, dernek faaliyetten men edilmiş ve 9 Eylül 1955 tarihli yazı ile dernek kurucularından dört kişi hakkında soruşturma açılmıştır (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 257, 259). Dernek üyelerinden Birgit, olayların ardından derneğin kapatılması ve kurucularının da tutuklanmasının, hükümetin ortaya atmış olduğu olayları Beyrut’ta bir örgütün Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 99 düzenlediği, Kıbrıs Türktür Derneği’nin de buna alet olduğu haberine bağlamıştır (2012: 201). 6-7 Eylül olayları sonrasında ise hükümetin solcularla birlikte dernek üyelerini de tutuklattırması her ne kadar Hasan İzzettin Dinamo’nun deyişiyle, “kendi kafalarını kurtarmak için kendi kurdukları derneği ateşe atıyorlar” şeklinde yorumlansa da (1971:35), olayın göstermelik olduğu dernek üyelerinin hapis koşullarının “solcularınki gibi olmayıp giriş çıkış dahi yapabildikleri” yönündeki Dosdoğru’nun sözleri (1993: 57) göz önüne alındığında, derneğin o an için suçlanmasının sadece politik bir manevra olduğu düşüncesini oluşturmaktadır42. 6-7 Eylül olaylarının sunumunda, basının aslında “mağdur” konumunda olan azınlıklara yönelik olarak saldırgan bir dil kullandığı ve gerçekliği tamamen azınlıkların aleyhine inşa ettiği belirtilmiştir. Buna göre, basın azınlıkları “sadakatsiz ve hain vatandaşlar” olarak göstermiş ve sıkıyönetimin sansür uygulaması gelene kadar geçen süreçte, yaşanan olayların sorumlusu olarak azınlıklar işaret edilmiştir. Ayrıca, belirtildiği oranda şiddet olayının yaşanmadığı, var olan sınırlı olayın da azınlıkların saldırılarına karşı yapılmış intikam eylemleri olduğu hatta şiddet olaylarının bazılarının failinin bizzat azınlıklar olduğu görüşünü yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Sansürden sonra da basının genelinin hükümetin resmi söylemini içselleştirdiği ve çok sınırlı biçimde farklı söylemin dolaşıma girdiğine dikkat çekilmiştir (aktaran Güven, 2005: 137-138)43. 6-7 Eylül olaylarından sorumlu tutulan İçişleri Bakanı Namık Gedik istifa etmiş yerine Ethem Menderes getirilmiştir. Ayrıca İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay hakkında da soruşturma açılmış, Ankara, İzmir Valileri ile Emniyet Müdürleri değiştirilmiş ve bu yetkililerin haklarında da soruşturma başlatılmıştır. Bütün bunların yanı sıra, Şişli Kaymakamı ve 18 komiser mahkemeye verilmiştir (aktaran Albayrak, 2004: 434)44. Bunun dışında, hükümet olaylarda zarar görenler için bir yardım kampanyası başlatmış ve bu yardıma ilk olarak Başbakanlık 50.000, Başbakan Adnan Menderes 5000, Kızılay 100.000, TBMM Başkanı Refik Koraltan 1000, İstanbul Belediyesi 500.000, Etibank ve Emlak Kredi Bankaları da 200.000’er Lira para yardımında bulunmuş- 100 • iletiim : arat›rmalar› lardır (aktaran Albayrak, 2004: 434). Fakat bu girişimler, gayrimüslimlerin ülkeden göç etmelerini engelleyememiştir (aktaran Güven, 2005: 142-143). Bununla birlikte, ülkede kalan gayrimüslimlerin 1957 seçimlerinde DP’ye destek verdikleri bilgisi (Demirel, 2011: 259) önemlidir. DP’nin yaşanan bu trajedi ile birebir sorumluluğunun olmadığı düşüncesi mi yoksa DP’nin alternatiflerine göre gayrimüslimlerin çıkarlarını temsilde halen güçlü bir seçenek olmamasının mı buna neden olduğu bir başka çalışmanın sorunsalını oluşturmalıdır. 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer’de Temsili Gazetelerin, 6-7 Eylül olaylarının nasıl temsil edildiğini incelemeden evvel, gazetelere ilişkin bilgi vermek faydalı olacaktır. Zafer, 19491960 yılları arasında günlük bir gazete olarak çıkmıştır. 30 Nisan 1949 tarihinde Ankara’da DP sempatizanı iş adamlarının desteği ile DP yayın organı olarak kurulan gazete, “Zafer demokrasinindir” sloganı ile yurtta büyük bir ilgi görmüş ve okuyucuları etrafında toplamıştır. Zafer, 27 Mayıs ihtilalinin hemen ertesinde ise kapatılmıştır (Oral, 1967,155; Topuz, 1996: 102). Ulus ise 10 Ocak 1920’de Atatürk tarafından kurulmuştur. Dil Devrimine kadar, Hâkimiyeti Milliye adıyla yayımlanmıştır. 1934’te Ulus adını alan gazete, çok partili döneme kadar hükümet organı niteliğindeyken, 1945’ten sonra CHP’nin resmi organı olmuştur (Oral,1967,184) 6-7 Eylül Olaylarının Zafer’de Temsili 7 Eylül 1955 tarihli Zafer’in ilk sayfasının tamamı olaylara ayrılmıştır. Manşette, İstanbul ve İzmir’de sıkıyönetimin ilanı duyurulmuştur. Altta yer alan haber metninde ise, olayın çerçevesi şu sözlerle çizilmiştir: “Selanik’teki tecavüz hadisesi yüzünden, İstanbul ve İzmir’de dün çok müessif kargaşalıklar oldu. Akşam saat 19’da Taksim Meydanı’nda başlayan bir nümayiş aniden büyüyerek şehrin her tarafına sirayet etti. Yer yer yangınlar çıkarıldı. Mağaza vitrinleri tahrip edildi. Yaralananlar var”. Gazetenin olay tanımlamaları, siyasal iktidar ile aynı olup, Selanik’te patlayan bomba, olayların çıkış nedeni olarak gösterilmiştir. “Selanikte Menfur Bir Tedhiş Hadisesi” başlıklı diğer haberde ise; Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 101 İstanbul Ekspres’ten farklı olarak, bombanın Atatürk’ün doğduğu evde değil, evin yanındaki bahçede patladığı ve sadece binaların camlarının hasar gördüğü belirtilmiştir. Haberde, Yunan hükümetinin tedbir alacağı ve zararları ödeyeceği belirtilmiştir. Ayrıca, yetkililerin olayın hiçbir Yunanlının işi olamayacağı yönündeki açıklamaları verilerek, olayın Yunanistan ile ya da Yunanlılarla bir bağı olmadığı görüşü yerleştirilmeye ve böylelikle Yunanlılara yönelik bir tepki oluşumu engellenmeye çalışılmıştır. Başbakan Menderes’in 6-7 Eylül olayları ardından Yunanistan’a dostluk mesajları verdiği dikkate alındığında, Zafer’in söyleminin hükümet sözcülerininki ile benzerliği daha netleşmektedir. Öte yandan haberin devamında, İstanbul’un dağınık ve büyük bir şehir olması ve olayların her tarafa bir anda yayılması, müdahalede geç kalınmasının “mazereti” olarak gösterilmiş ve ardından ordunun harekete geçirildiği ifade edilerek, hükümetin söylenenin aksine “gerekeni yaptığı” inancı yerleştirilmeye çalışılmıştır45. “Gizli ve Kirli Ellerin Tertibi” başlıklı haberde ise, olaylar “kızıl ajanlarla kara taassubun” işbirliği olarak açıklanmaktadır. Haberde, milli heyecan ile oluşan ortamda, gizli ve kirli ellerin ve yabancı çıkarların rahatlıkla hareket imkânı elde ettiği, coşkuya kapılan halkın olayların içine sürüklendikleri vurgulanmaktadır (7 Eylül 1955). Zafer olayı ve olayın faillerini sunarken siyasal iktidar ile aynı söylemi tercih etmiştir. Gazete, yasal iktidarın aldığı kararları (örn. Sıkıyönetimin ilanı gibi) da doğru ve yerinde göstererek, olumlu bir çerçevede vermenin ötesinde, kamuoyunun siyasal iktidarı desteklediği fikrini de yerleştirmeye, yaygınlaştırılmaya çalışmıştır46. Köşe yazılarında farklı bir yaklaşım söz konusu olmamakla birlikte, bazı yorumların içinde az da olda farklı bilgilere rastlanmıştır. Örneğin, “Hükümetin Tedbirleri” başlıklı başyazıda, hükümetin açıklamalarından yola çıkılarak, olayların “komünist tahriki” sonucu olduğu, yaşananların “mal ve mülk düşmanlığı” şeklinde gelişmesinin komünist amaç ve tekniklere uyduğunu belirtilmiştir (8 Eylül 1955). Yazı, yazarın farklı niyetle de olsa olayların sınıf temelli bir tepkiyi içinde barındırdığını ortaya koyması bakımından önemlidir. Göstericilerin toplumsal bölüşümdeki dengesizlikleri işaret etmiş 102 • iletiim : arat›rmalar› olmaları onların kendi bilinçlilikleri ile değil de insanları provoke etmeye çalışan komplocu komünist unsurların varlığının göstermesi ile açıklanması dönem politikaları ile uyumludur. Bu ve diğer yazılarda görüldüğü gibi hâkim olan görüş, iktidarın söylemiyle de uyumlu bir biçimde olan, mevcut “komünist” algısının harekete geçirilmesi ve pekiştirilmesidir. 9 Eylül 1955 tarihli, Zafer imzalı “Zararın Bilançosu” ve 10 Eylül 1955 tarihli Orhan Seyfi Orhon imzalı “Bir Bakıma Tahrikçilik” başlıklı yazılarda da, “komünistlerin ülkenin itibarını kırmak ve iktisadi hayatını mahvetmek” amacında olduklarını, buna da ulaştıkları ifade edilmiştir. Yine, 12 Eylül günü 43 “kızılın” yakalandığı bildirmiştir. Olayların tahrikçileri olarak gösterilen bu kimselerden bir kısmının bir müddet önce meydana çıkarılan gizli “komünist” partisine mensup kimseler olduğu ve olay gecesi Beyoğlu’nda bulundukları vurgulanmıştır. Ayrıca gözaltına alınan “komünistlerden” yedi tanesinin çeşitli sol hareketlere katılımına, sanık olarak pek çok kez cezaevine girip çıktıkları bilgisi de eklenerek bu kişilerin suçlu oldukları düşüncesi güçlendirilmiştir. 13 Eylül 1955 tarihli Zafer’de, Meclisin hükümetin aldığı tedbirleri onayladığı47 ve sıkıyönetimi altı ay olarak belirleyen Meclisin tekrar tatile girdiği bilgisi vardır. Haberde, ilk olarak Menderes’in yaptığı konuşmaya yer verilmiş, Başbakanın konuşması “samimi ve tatminkâr” olarak nitelenmiştir. Haberde ayrıca Menderes’in olayları “haklı bir coşkunun içine tahrikçi unsurların karışması” olarak açıkladığı, sorumluların ortaya çıkarılacağı ve zararların telafi edileceği güvencesini verdiği ve olayların Türk eseri olmadığının bütün dünyaya ispat edileceği yönündeki açıklamalarına yer verilerek; siyasal iktidarın kaybettiği güveni tazelemesine destek olunmuştur. Bunun dışında, Meclis görüşmelerinden aktarılan diğer konuşmalar ise, yalnızca söz alan bütün milletvekillerinin 6 Eylül hadiseleri dolayısıyla duydukları üzüntüyü belirterek, hükümetin kararını övdükleri yönünde olup, hükümete ve ona bağlı güvenlik güçlerine ilişkin eleştirileri dışarıda bırakmışlardır. 16 Eylül 1955 tarihli Zafer’de Sıkıyönetim Mahkemelerinde duruşmaların başladığı haber verilmiş, ardından sonuçlanan davalarda Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 103 Ankara’da bir kişinin bir aya, bir kişinin de 15 gün hapse mahkûm olduğu; İzmir’de sıkıyönetim kararlarına aykırı yayında bulunan bir gazetenin kapatıldığı bildirilmiştir. Haberde kapatılan Sabah Postası gazetesine ilişkin bir zaman sınırlaması verilmediği, gazetenin yeni bir isimle yayına devam etmek için başvuru yapması üzerine ise, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın bir tebliğ daha yayınlayarak, kapatılan gazetelerin süresi ne olursa olsun yeni bir isimle çıkmalarını yasakladığı belirtilmiştir. Gazete, basına yönelik cezai yaptırımları sorgulamanın ötesinde, mevcut ya da meşru kabul edilen tanımlamaların dışında anlamlandırmaya girişecek diğer gazeteler için de, Sabah Postası ve yaşadıklarının örnek olarak görülüp, yayınlarına “çekidüzen” vermelerini sağlamaya çalışmıştır. 21 Eylül 1955 tarihli Zafer, Başbakan Menderes’in Amerika Dışişleri Bakanı Dulles’ın gönderdiği mesajı yayınlanmıştır. Mesajda; Türkiye’nin Yunanistan’a “müşterek emniyet mevzuu” nedeniyle elini uzattığı, dünyanın içinde bulunduğu durum nedeniyle Türk-Yunan dostluğuna barış ve emniyet bakımından ihtiyaç olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Kıbrıs Meselesi nedeniyle Türk halkının gerildiğini, fırsat kollayan “komünist” teşkilatın da bundan yararlandığını, olayların bu şekilde oluştuğu ifade edilmiştir. Türk milletinin duyduğu üzüntünün vurgulandığı yazıda, zararların telafisi ve suçluların bulunması için gereken her şeyin yapıldığının altı çizilmiştir. 28 Eylül 1955 tarihli Zafer’de yayınlanan “Millet İtimadından Şaşmamıştır” başlıklı yazıda, İl Genel Meclisi seçimlerine hazırlanıldığı günlerde, bireylerin kafalarında 6-7 Eylül olaylarının yer aldığı, olayların olumsuz bir etki yapmasının beklenebileceği bu durumda dahi halkın hükümete duyduğu güvenin görüldüğünün altı çizilmiştir. Zafer’e göre bunun nedeni, iç politikada uyandırılan seri fırtınaların Türk kamuoyunu etkileyememesidir. 6-7 Eylül Olaylarının Ulus’ta Temsili 7 Eylül 1955 tarihli Ulus’un manşeti, “İstanbul ve İzmir’de Örfi İdare”dir. Ulus, ilk olarak Selanik’te yaşanan bomba atılması eylemine 104 • iletiim : arat›rmalar› yoğunlaşmıştır. Haberde, Kıbrıs Konferansı’nın devamı sırasında Yunanlıların Atatürk’ün evine bomba attığı, bahçeye atılan iki bombadan birisinin patladığı, evin 17, konsoloshanenin 40 camının parçalandığı ve olay üzerine başlayan aramalar sonucunda polisin altı kişiyi tutukladığı bilgisi paylaşılmıştır. Zafer’den farklı olarak bombanın Atatürk’ün evine ve Yunanlılar tarafından atılmış olduğu ifade edilmiştir48. “Selanik Hadisesinin Tepkileri” başlıklı haberde ise, İstanbul ve İzmir’de yaşanan olayların bombalama ile bağı kurulmuş, buna karşın İstanbul ve İzmir’de meydana gelen zarara ilişkin olarak temkinli ifadeler kullanmıştır. Ulus’ta dikkat çeken ise, kamuoyunun hassas olduğu o günlerde, halen ‘Kıbrıs Türktür’ mesajlı haberleri yayınlamaya devam etmesi olmuştur. Ulus olaya ilişkin yayınladığı ilk haberlerde, yalnızca İstanbul ve İzmir’den bahsetmiş, daha sonra ‘son dakika’ olarak Ankara’da da olaylar olduğunu eklemiştir. Bir haberde, gazete baskıya verileceği sırada Ankara’da da gösterilerin başladığı, Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakülteleri öğrencilerinden bir grubun Cebeci’de toplanarak, Yunanistan aleyhinde gösteriler yapıp, Yenişehir’e yürümek istedikleri, fakat emniyet güçlerince önlendikleri bilgisi verilmiştir49. 8 Eylül 1955 tarihli Ulus’ta ise, İsmet İnönü’nün olaylara ilişkin açıklamasına yer verilmiştir. İnönü’nün halka sakinlik tavsiye ettiği ve her vatandaşın asayişin sağlanabilmesi için hükümete ve sıkıyönetime yardım etmesi gerektiğini vurguladığı bilgisi paylaşılmıştır. Ulus, olaya ilişkin olarak muhalefet lideri İsmet İnönü’nün tanımlamalarına ağırlık vermiştir. Bununla beraber, muhalefetin de olaya ilişkin farklı bir anlatıyı dolaşıma sokma yönünde mücadelesi yoktur. Muhalefet partisi de, Ulus’ta da sıkıyönetime ya da onun yaptırımlarına ilişkin sorgulayıcı bir yaklaşım yoktur. Gazetede yer alan, Cumhurbaşkanın Meclisi topladığı ve bir tebliğ ile Ankara, İstanbul ve İzmir’de sıkıyönetim ilan edildiği ve kamu huzuru için sıkıyönetim kapsamına Ankara’nın da dâhil edildiği bildirilmesi ile Londra Konferansı’nın ertelenmesi ve İngiliz tekliflerinin reddine ilişkin haberler de bu yöndedir. 9 Eylül 1955 tarihli Ulus’ta sıkıyönetim tebliğlerine yer verilmiş ve tebliğ üzerine, CHP’nin yıldönümü toplantılarının ertelendiği veya Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 105 iptal edildiği haberi duyurulmuştur. Üçüncü sayfada ise; gösteriler hakkında üç ilde geniş bir araştırmaya girişildiği ve buna bağlı olarak tutuklananların sayısının gittikçe arttığı bilgisi vardır. Kısa kısa verilen haberlerde, İstanbul piyasasının durgun olduğu, kimliği meçhul cesetler bulunduğu - olaylar sonucunda üç kişinin öldüğü açıklanmıştır. Fakat bu haber ile resmi sonuçlarda belirtilenden daha fazla ölü olduğu ima edilmiştir ve son olarak da İzmir’de iki “komünistin” yakalandığı ifade edilmektedir. Ulus, ilk kez bu haberde, olaylarla komünistler arasında bir bağ kurmuştur. Daha sonra 10 Eylül 1955 tarihinde Ulus’ta çıkan bir başka haberde, açılan tahkikatta üç generalin işine son verildiği, içlerinde siyasi polisin sabıkalı saydığı 33 komünistin olduğu, 2200 kişinin de tutuklandığı belirtilmiştir. Hüseyin Cahit Yalçın, “Son Olaylar” başlıklı yazısında, yaşanan olayları “milli bir felaket” olarak tanımlamış, olayların Türklere yararı olmayıp, aksine ülke saygınlığına zararlı olduğunu, Türkiye’nin itibarını tekrar kazanabilmek ve özellikle Yunan kiliselerinin yaydığı olumsuz propagandayı silmek için soğukkanlı olunması ve milli birlik ve dayanışma gösterilmesi gerektiğini ifade etmiştir (12 Eylül 1955). Yalçın’ın yorumu İsmet İnönü’nün değerlendirmeleri ile aynı çerçevededir. Aynı gün Bülent Ecevit’in “6 Eylül Neden Oldu?” başlıklı yazısında, olay aynı şekilde “felaket günü” olarak tanımlanmıştır. Ecevit, gösterilerin farklı yerlerde aynı anda çıkışını, olayların kasıtlı ve tertipli olmasına bağlamıştır. Ecevit de yazısında, siyasal iktidar ile paralel biçimde, olayların sorumlusu olarak ‘komünist”leri işaret etmiş ve yazar bunun halkın sorumlu olmaması anlamına geldiği için ‘sevindirici’ olduğunun da altını çizmiştir. Ecevit, olayların emniyet teşkilatının zayıflığını ve “komünistlerin” memlekette geniş bir yeraltı faaliyeti imkânına sahip olduğunu ortaya çıkardığını belirtmiştir. Hak ve özgürlüklerin yerleşmemiş olmasının “komünizme” zemin teşkil ettiğine dikkat çeken yazar, emniyet üyelerinin fedakârlığından ve görev bilincinden şüphe edilmediğini, fakat zaman zaman da eksiklikleri gidermenin iyi olacağını hatta sıkıyönetimin böyle düzenlemelerin yapılabilmesi için uygun bir dönem olduğunu ifade etmiştir. Ecevit’in yazısı, daha önce belirtmiş olduğumuz komünizme meydan vermeme anlayışının bir örneğini temsil etmektedir. 106 • iletiim : arat›rmalar› “Tahrikçilerden 8’i dün yakalandı” başlıklı haberde, olay gecesi yapılan gösterilerin kötü sonuçlara ulaşmasında ‘komünistler’in rolleri olduğunun anlaşıldığı ve komünistlikle itham olunanların yakalandığı bildirilmiş, ardından olayın ‘elebaşılarının’ isimleri açıklanmıştır50. Haberde ayrıca, bu isimlerin ‘meşhur 167’ler’ arasında bulundukları ve askeri mahkeme tarafından haklarında verilen cezaları tamamladıktan sonra, tahliye olundukları ifade edilerek, kamuoyu gözünde bu kimselerin suçlulukları pekiştirilmiştir (12 Eylül 1955). 13 Eylül 1955 tarihli Ulus, İnönü’nün Meclis konuşmasında, ulusal bir felakete uğrandığını ve bunda emniyet kuvvetlerinin devreye girmemesinin payı olduğunu, tahkikat sonunda hakikatlerin meydana çıkmasını yetkililerden milletçe beklediklerini ifade ettiği ve Meclisin toplantılarına devam etmesini ve eğer bilinmeyen sebepler yoksa sıkıyönetimin Ankara’dan kaldırılmasını istediği bilgisi verilmiştir. Konuşmada önemli olan kısım, olaylarda anlık hiddetlerde, dış ilişkilerdeki gerginliklerin etkisi olduğu kadar, toplumsal dertlerin de etkisi olduğunun vurgusudur. İnönü bu ifadesi ile olayın toplumsal yanını da göz önüne alınması gerektiğine işaret ederek, olayın DP’nin ürettiği politikalara bir tepki olabileceğine dikkatleri çekmeye çalışmıştır. Hüseyin Cahit Yalçın’ın, “Başlayan Tahkikat” başlıklı yazısı İnönü’nün görüşleriyle uyum içindedir. Yalçın’ın yazısı oldukça ilginçtir. Yazar, olaylarda emniyet güçlerinin ihmaline vurgu yapmış, hatta olayı “hafif” göstermeleri nedeniyle yetkililerin Ankara’ya hareket ettiklerini ifade ederek, DP hükümetine yöneltilen eleştirilerin “haksız”lığına işaret etmiş, ilginç bir şekilde siyasal iktidara destek vermiştir. Yalçın yazısının devamında, ayaklanmanın planlı olduğunu, yapılanların “Türkün şerefini ve hakkını korumak” ve “saldırıyı protesto etmek” çerçevesini çoktan aştığını ve aydın Türk vatandaşının bu gibi hareketlere girişmeyeceğini, Atatürk sevgisinin Türkü coşkuya sevk etse dahi, yıkıcılığa ve yağmacılığa yöneltmeyeceğini vurgulamıştır. Son olarak Yalçın, bu hareketin sadece Rumlara yönelik alınamayacağını, görünüşte Kıbrıs davası olsa da, bunun bir bahane olup, bütün azınlıklara saldırı olduğunun göz önüne alınması gerektiğini belirtmiştir (13 Eylül 1955). Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 107 Ulus’ta ayrıca Meclisteki oturumlarda yapılan konuşmalara yer verilmiştir. Bir haberde Fuat Köprülü’nün konuşmasında; muhalefet adına konuşan kişilerin hükümeti töhmet altında gösterdiklerini, bu sözlerin söylenmemesi gerektiğini ifade ettiği belirtilmiştir. Menderes ve Köprülü’nün konuşmalarından olayların takip edildiğini ve 150 çapulcunun yakalandığı ve hükümetin olaylardan önceden haberi olmasına ve gereken tedbiri almasına karşın, saati belli olmadığı için olayların bu şekli aldığı yönündeki açıklamalarına yer verilmiştir. Meclisten aktarılan diğer konuşmalar ise, sıkıyönetimin devamının sakıncalı olduğunu belirten CMP milletvekili Ahmet Bilgin’inki ve olaylardaki tavrını lakayt bulması nedeniyle hükümeti istifaya davet eden Kırşehir Milletvekili Osman Alişiroğlu’nunkidir. Ulus haberlerinde “temkinli” tavrını sürdürse de Zafer’den farklı olarak Meclis konuşmalarında yer alan eleştirileri sınırlı da olsa vermiştir. “O haber daha başka gazetelerde de vardı” başlıklı haberinde ise, TBMM’nin olağanüstü toplantısında İstanbul milletvekillerinden Aleksandros Hacopulos’un basının vatandaşı tahrik ettiğini ifade edip, Ulus’un bir haberini örnek gösterdiğini, oysa bu haberin başka gazetelerde de olduğu belirtilmiş, milletvekilinin belki muhalefet gazetesi olmasından ötürü Ulus’tan bahsetmiş olabileceğini, fakat aynı haberin ‘kendi’ yayın organları Zafer’de de yer aldığına işaret edilmiştir (13 Eylül 1955). Bu tarihten itibaren, yazılarda iktidarla ilişkilerde sürdürülmeye gayret edilen “sulh” havasının değiştiği ve bu nedenle de yorumlarda eleştirilerden sakınılmadığı görülmüştür. 15 Eylül 1955 tarihinde Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazdığı “Meclis Grubunun Kararı İle” başlıklı yazısında, Cumhuriyet’te çıkan haberde Meclis toplantısından önce DP Meclis Grubuna sıkıyönetimin süresinin altı ay olması üzerinde anlaşıldığı yazılmıştır. Grup kararının, “kararın katileşmesi” anlamına geldiğini belirten Yalçın, Meclise sadece onaylamanın kaldığını, bu nedenle de Anayasanın vazifelendirdiği Meclisin bu görevinin grup kararı alma yoluyla engellendiğinin altını çizmiştir. DP içinde grup kararı alınmaması halinde oylamanın sonucunun değişebileceğine işaret eden Yalçın, farklı sonuçların alınmasının bu yolla engellendiğini belirtmiştir. 108 • iletiim : arat›rmalar› Hüseyin Cahit Yalçın, “Parti Faaliyetleri” başlıklı yazısında ise, sıkıyönetim ilanını değerlendirmiştir. Konuya ilişkin yaklaşım farklılığının hissedildiği bu yazıda yazar, üç büyük ilde sıkıyönetim ilanının olduğunu, bunun dışında kalan bölgelerde de, memleketin ortak sorunlarıyla ilgilenen gazetelerin bulunmadığını, bu nedenle siyasi hayata ve fikir faaliyetlerine son verilmiş olduğunu, zaten kısıtlı olarak imkân tanınan siyasi toplantıların sıkıyönetim ilanı ile tamamen daraldığını belirtmiş, demokratik faaliyetlerin önüne set çekilmiş olduğunu vurgulamıştır. Anayasada bir ay olarak önerilen sıkıyönetimin altı ay olarak ilanını DP’nin muhalif yıllarındaki ‘haklı’ tepkilerini unutmasına bağlayan Yalçın, sıkıyönetim ilanını gerektiren olayların her zaman olmayacağının, bu nedenle bu halin devamının gereksizliğine işaret etmiştir. 19 Eylül günü Ulus’ta “Çetin İmtihan” başlığı ile yayınlanan yazıda Meclis toplantısının hükümetin sorumluluğu konusunda yeteri kadar tartışmalara imkân vermediği, hükümetin yeteri kadar hesap vermeden ve özellikle güvenoyu olmadan Meclis ile bağlantısını kestiğini belirterek şunlar söylenmiştir: Bir defa toplantının konusu ilan olunan Örfi İdarenin tasdikidir. Bu dar çerçeve içinde karar verme ameliyesi mesuliyete muhatap olanların hareketlerini muhakeme etmek hududuna genişletilmemiştir. Böyle bir genişletme itimat meselesini ortaya koyma ve tabii açık oya başvurma, hulasa ilk önce hükümet durumunu aydınlatma keyfiyeti olurdu. Böyle bir mesele ortaya gelmedi: çünkü herkesten evvel iktidar grubu böyle bir duruma hazırlanmamıştı. Bu sebeple Örfi İdare kabulünün itimat meselesi ile münasebeti yoktur. Metin Toker, bu yazının Mecliste konuşma fırsatı verilmeyen İnönü’nün sesini duyurmak istemesi üzerine ortaya çıktığını belirtmiştir (1991: 149). Yazının yayınlanmasının ardından gazete Sıkıyönetim kararı ile süresiz olarak kapatılmıştır ( Topuz, 2003: 199). Ulus ve Zafer’in olaya ilişkin gerçeklik tanımlarının benzerlikler taşımaktadır. Bu durum bize gazetelerin olayı ele alış biçiminin basit bir partizanlıkla açıklanamayacağını, farklı görüşlere sahip gazetelerin Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 109 döneme hakim olan anlamlandırma çerçevelerini tercih etmelerinin gazetelerdeki yapısal yanlılık sorununu ortaya koyduğunu göstermektedir. Sonuç ve Değerlendirme 6-7 Eylül olayları ülke tarihine bir trajedi olarak geçmiştir. Başlangıcı her ne kadar Kıbrıs sorununa bağlansa da olayın gelişimi ve sonuçları bu durumu aşmıştır. Olaya ilişkin bugün halen net bir çerçeve çizilmesi mümkün hale gelememiş olup, bazı soru işaretleri önemini korumaktadır. Olayın baş aktörlerinin çoğu taşıdıkları sırlarla aramızdan ayrılmışlardır. Kalan diğer görgü tanıkları ise, dönemin yetkili ağızlarından çok farklı şeyler anlatmaktadırlar. Olayın bir kriz anına yönelik üretilmiş politik bir manevra olduğu ve devletin üst düzey yetkilileri, istihbarat birimleri ve güvenlik güçleri işbirliği ile girişilen maksadını aşmış bir girişim olduğu konusunda bir anlaşma var gibi durmaktadır. Ayrıca planın hesaplanamayan ve bu yönüyle yetkilileri de şaşkınlık ve akabinde çaresizliğe sürükleyen bir yönü olduğu konusunda da fikir birliği vardır. Fakat dönemin yetkililerinin olayı tanımlama, suçluyu tayin etme konusunun o gün de, günümüzde de gerçeği temsil ettiği düşüncesi oldukça zayıftır. DP iktidarı politikalarının oluşturduğu Batılı kapitalist ülkelere özellikle de ABD’ye olan ekonomik bağımlılık, düşünsel bir bağımlılığı da beraberinde getirmiştir. Bu nedenle de, Batı ile girişilen bir müzakere sürecinde ortaya çıkan/ çıkartılan bu olayda, iktidar tarafından “müttefikleri”nin izinden giderek, demokratik rejimlerin ve liberal ekonominin en büyük düşmanı olduğu algısının içine yerleştirilen, dönemin popüler suçluları komünistlerin olayın faili olarak işaret edilmesi şaşırtıcı değildir. Aynı şekilde bu partinin resmi sözcülüğünü yapan gazetenin de olay ve durum tanımlamalarını aynen benimseyip, kullanması da bu yönüyle bir tutarlılığa da sahiptir. Fakat ülkede var olan muhalefetin özellikle de ana muhalefetin ve ona bağlı gazetenin DP yöneticileri ile söylemlerinin birliği dikkat çekicidir. Analiz sonucunda görülmüştür ki, iki gazetede olay tanımlarında ortaklıklar, anlatım biçimlerinde benzerlikler söz konusu olup, olayın 110 • iletiim : arat›rmalar› suçlusu ve suçluların temsiline ilişkin çerçevelendirmeler dönemin hâkim görüşleri etrafında biçimlenmiştir. Her iki gazetede de olay, bombalama hadisesine gösterilen tepkinin “komünist” tahriki ile çığırdan çıkması olarak tanımlanmış, olayın toplumsal yapıdaki eşitsizliklere tepkiye dönüştüğü nokta göz ardı edilmiştir. Olayın sınıfsal bir tepkiyi içinde barındırdığını dillendiren örneklerde de, komünizme zemin teşkil eden nedenlerin ortadan kaldırılması gerekliliği üzerinde durularak, “komünizm ve komünist kötüdür” algısı pekiştirilmiştir. Bu durum, gazetelerin siyasal partizanlıktan öte, gazetecilik pratiğinin işleyişi biçimden oluşan, daha açık bir deyişle haber kaynakları ile kurulan ilişkinin haber yazma biçimlerini şekillendirdiği ve haber kaynaklarının görüşlerinin aynen aktarılmasının, haber kaynaklarının durum tanımlarının sürekli üretilmesinden kaynaklanan yapısal bir yanlılık sorununa işaret etmektedir. Bu noktada, İnal’ın “haberde egemen söylemlerin temsil edildiği ve metnin egemen söylemlerin etrafında kapandığına” (1996: 99) ilişkin değerlendirmesi hatırlandığında; incelenen bu iki gazetenin birbirleriyle örtüşen içeriklerle olaya yaklaşmaları daha anlamlı bir çerçeveye oturmaktadır. Çevre ülke durumunda olan Türkiye’nin kendine özgü bir politika geliştirmekten ziyade, merkez ülkelerin özellikle de ABD’nin politikalarına uyumlu ve sadık bir tutum takınmasının, bir parti programına özgü mesele olmaktan öte bir halde olduğu açıktır. İktidara muhalefet etmenin aslında toplumsal yapının iyileştirilmesi olmadığının, farklı toplumsal yapıların tasarımlanması ve bu yönde mücadele edilmesi gerekliliği de ortaya çıkmaktadır. Toplumsal yapıdan ayrı düşünülmesi imkânsız olan basının da, bu yapıya tamamen angaje olduğu ve yapının devamının sürmesi için gerekli ideolojik desteği sağladığı, yer yer muhalefet partisinin yayın organın eleştirilerin ise, toplumsal yapıya içkin eleştiriler olmayıp, sistemi rahatsız etmeyecek ölçüde, daha ziyade “tadilat”lar ayarında önerileri olduğu görülmüştür. Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 111 Kaynakça Ahmad, Feroz (1996). Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980). 2. Basım. Çeviren: Ahmet Fethi. İstanbul: Hil Yayınları. Akşin, Sina (1998). Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi. 3. Basım. Ankara: İmaj Yayınevi. Albayrak, Mustafa (2000). “Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları, (1950-1960)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 46, Cilt: XVI, Internet Adresi: http: www. atam. gov.tr / dergi/.../turkiyenin-kibrispolitikalari-1950-1960. Erişim Tarihi: 8.01.2015. Albayrak, Mustafa (2004).Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960). Ankara, Phoenix Yayınevi. Altay Şakir ve Veli Keskin (1969). Hukuki ve Sosyal Terimler Sözlüğü. Ankara: Bilgi Yayınevi, 1969. 6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler, Fahri Çoker Arşivi (2005), 2. Baskı. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 6-7 Eylül 1955 Olayları. Tanıklar – Hatıralar (2010). Der: Rıfat N. Bali, İstanbul: Libra Kitap, 2010. Armaoğlu, Fahir (1963). Kıbrıs Meselesi. 1954-59. Türk Hükümeti ve Kamu Oyunun Davranışları. Ankara: Sevinç Matbaası. Aydemir, Şevket Süreyya (2000). İkinci Adam (1950-1964). 3. Cilt. 6. baskı. İstanbul: Remzi Kitabevi. Ayın Tarihi, No:260, Temmuz 1955. Ayın Tarihi, No:261, Ağustos 1955 Ayın Tarihi, No:262, Eylül 1955. Babaoğlu, Resul (2012). 6/7 Eylül 1955 Olaylarının Türkiye Rumları Üzerindeki Etkileri (1955-1959), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı, Diyarbakır. Bağcı, Hüseyin (1990). Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası. Birinci Basım. Ankara: İmge Kitabevi. 112 • iletiim : arat›rmalar› Bağlum, Kemal (1991). Anıpolitik (1945-1960). Birinci Basım. Ankara:Bilgi Yayınları. Binark Mutlu ve Mine Gencel Bek( 2010). Eleştirel Medya Okuryazarlığı. Kuramsal Yaklaşımlar ve Uygulamalar. 2. baskı. İstanbul: Kalkedon Yayıncılık. Birand, Mehmet Ali, Can Dündar ve Bülent Çaplı (1999). Demirkırat. Bir Demokrasinin Doğuşu. 8. Baskı. İstanbul: Doğan Yayıncılık. Birgit, Orhan ( 2012). Evvel Zaman İçinde. 4. Baskı. İstanbul: Doğan Kitap. Bora, Tanıl (2012). “Türk Sağı: Siyasal Düşünce Tarihi Açısından Bir Çerçeve Denemesi”. Türk Sağı. Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri, Der: İnci Özkan Kerestecioğlu, Güven Gürkan Öztan. İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 9-28. Ceylan, Faruk Erhan (1996). The Incidents of September 6-7, 1955. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Boğaziçi Üniversitesi. Curran, J., M. Gurevitch ve J. Woollacott (1991). “İletişim Araçları Üzerine Çalışma: Kuramsal Yaklaşımlar”. Çev: Meral Özbek. Ankara Üniversitesi Basın- Yayın Yüksekokulu, Yıllık, Nermin Abadan –Unat’a Armağan, 1989/1990, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, ss. 229253. Çavdar, Tevfik (2000). Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1950 -1995 ). İkinci Basım. Ankara: İmge Yayınları. Çelik, Edip (1969). 100 Soruda Türkiye’nin Dış Politika Tarihi - İstanbul: Gerçek Yayınevi. Demir, Şerif (2007). “Adnan Menderes ve 6-7 Eylül Olayları”. Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, sayı 12, ss. 37-63. Demirel, Tanel (2011). Türkiye’nin Uzun On Yılı Demokrat Parti İktidarı ve 27Mayıs Darbesi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Dinamo, Hasan İzzettin (1971). 6-7 Eylül Kasırgası. May Yayınları. Dosdoğru, M.Hulusi (1993). 6/7 Eylül Olayları. I.Basım. İstanbul: Bağlam Yayınları. Dursun, Çiler ( 2013). İletişim Kuram ve Kritik. 1. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi. Eroğul,Cem (1998). Demokrat Parti. 3. Basım. Ankara: İmge Yayınevi. Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 113 Eroğul, Cem (2003). “Çok Partili Düzenin Kuruluşu: 1945-71”, Geçiş Sürecinde Türkiye, Der: Irvin C. Schick ve E. Ahmet Tonak, Dördüncü Baskı, İstanbul: Belge Yayınları. Gevgilili, Ali (1987). Yükseliş ve Düşüş. 2. Basım. İstanbul: Bağlam Yayınları. Güven, Dilek (2005). Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005. Güzel, Şehmus (1997). Türk Usulü Demokrasi. Ankara: Doruk Yayınevi. Irkıçatal, Eftal (2012). “İngiliz Belgelerine Göre Kıbrıs Meselesinde ‘Taksim’ Fikrinin Ortaya Çıkması ve İngiltere’nin ‘Çifte Self Determinasyon Teklifi’, History Studies, Prof. Dr. Enver Konukçu Armağanı, ss. 195213. İnal, M. Ayşe (1996). Haberi Okumak. İstanbul: Temuçin Yayınları. Karaveli, Orhan (2006). Görgü Tanığı. Bir Gazetecinin ‘Sıra Dışı’ Anıları. 3. Baskı. İstanbul: Pergamon Yayınevi. Karakoyunlu, Yılmaz (1992). Güz Sancısı. İstanbul: Simavi Yayınları. Oral, Fuat Süreyya (1967). Türk Basın Tarihi. Ankara:Yeni Adım Matbaası. Öztan, Güven Gürkan (2012), “‘Ezeli Düşman’ ile Hesaplaşmak: Türk Sağında ‘Moskof’ İmgesi. Türk Sağı. Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri, Der: İnci Özkan Kerestecioğlu, Güven Gürkan Öztan. İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 75-104. Toker, Metin (1991). Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944- 1973 - DP Yokuş Aşağı 1954-1957. Üçüncü Basım. Ankara: Bilgi Yayınevi. Topuz, Hıfzı (1996). 100 Soruda Başlangıçtan Bugüne Türk Basın Tarihi. İkinci Baskı. İstanbul: Gerçek Yayınevi. Topuz, Hıfzı (2003). II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi. 2. Basım. İstanbul: Remzi Kitabevi. Yalman, Ahmet Emin (1997). Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim (19221971), 2. Cilt. İstanbul: Pera Yayınları. Yıldırmaz, Sinan ( 2012), “Nefretin ve Korkunun Rengi: “Kızıl””, Türk Sağı. Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri, Der: İnci Özkan Kerestecioğlu, Güven Gürkan Öztan. İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 47-73. 114 • iletiim : arat›rmalar› Zürcher, Erik Jan (2000). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. 7. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları Gazeteler Ulus’un 6 Eylül 1955- 17 Eylül 1955 tarihleri arasındaki tüm kopyaları; Zafer’in 6 Eylül 1955- 30 Eylül 1955 tarihleri arasındaki tüm kopyaları Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi arşivinden yararlanılarak taranmıştır. Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 115 Sonnotlar 1 Bu bilgi, ileride Yunanistan’ın adaya ilişkin sahiplik iddiaları ile beraber düşünüldüğünde önemlidir. 2 Bu durumun Kıbrıs’ın Ortodoks halkına Yunan’dan gelme oldukları inancını veren asıl etken olduğu belirtilmektedir (Gevgilili, 1987:127-131). 3 Adanın nüfus yapısına ilişkin kaynaklarda şu bilgilere rastlanmaktadır “… çok sayıda Türk’ün Anadolu’ya göç etmesi nedeniyle adadaki Türk nüfusun sayısı, Rumca konuşanlara göre, bir hayli azalmıştı. Bu durumu dikkate alan Yunanlılar ile Adada yaşayan Rum kökenliler, Ada’nın Yunanistan’a bağlanmasını öngören ENOSİS düşüncesini savunmaya başlamışlardır. Rumlar ENOSİS’e batılı dindaşlarının da katkılarını sağlamak için buradaki Ortodoks papazlarına bayrak açtırmışlardır ki, bunlar arasında en önemlisi Başpiskopos Makarios’tur. Bu konuda 1948’den başlayarak hızlandırılan çalışmalara Yunanistan da büyük destek vermişti” (Albayrak, 2004: 424-425). 4 Lozan’da Türkiye açısından adaya ilişkin sağlanabilen tek güvence, ileride ortaya çıkabilecek her türlü ilhak, bağımsızlık ya da başka yönetim biçimleri üzerinde Ankara’nın söz hakkını saklı tutulması olmuştur (Gevgilili, 1987: 127- 131). 5 Yunanistan’ın Kıbrıs’ı resmi bir sorun olarak nasıl kabul ettiği 6/7 Eylül olayları soruşturma raporunda da konu edilmiştir. Buna göre, Kıbrıs konusu evvela Kıbrıs’taki komünist partisi (Akel Partisi) tarafından ele alınmış olup, adaya muhtar bir idare verilmek propagandasına başlamışlardır. Bu propagandanın Moskova tarafından da desteklendiği, hatta daha sonra Kıbrıs Milliyetçi Rumların E.N.O.S teşkilatı ismile bu muhtar idare için komünistlerle işbirliğine gittiği ifade edilmiştir. Öte yandan kiliselerde dini tören sırasında bu davanın propagandasına başlanmış, bunun üzerine muhtariyet faaliyeti, Adanın Yunanistan’a ilhakı şeklinde ortaya çıkmış ve bu faaliyete hız verilmiştir. Fakat bir süre daha Yunan hükümeti davayı benimsemiş bir durum göstermemiştir. Bunun üzerine Baş Papaz Makarios Atina’ya gitmiş ve Başbakan ile görüşerek, düşüncelerini Yunan hükümetine kabul ettirmiştir. Bundan sonra Kıbrıs’ın ilhakı davası, Yunan Hükümetinin ve Yunan Milletinin davası halini almıştır (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler, 2005: 289) 6 Zürcher yalnızca Kıbrıslı Türklerle olan dayanışmadan dolayı değil, stratejik nedenlerden ötürü, DP hükümetinin Yunan isteklerinin kabul edilir olmadığı yönünde bir çıkış yaptığını belirtir (2000: 345). 7 Temmuz aynın ilk günlerinde Kıbrıs’ta çok sayıda el bombası ve infilak maddelerinin ele geçirildiği haberi verilmekte (Ayın Tarihi, 1 Temmuz 1955: 99) bir iki gün sonra da İngiliz askerleri ile ailelerinin yaşadığı Magusa kasabasından bir bomba infilakı haberi gelmekte idi (Ayın Tarihi, 3 Temmuz 1955:100). Yine Temmuz ayının ortalarında ise Kıbrıs Rumlarının nümayişler yaptığı bildirilmekte idi (Ayın Tarihi, 17 Temmuz 1955: 101). 116 • iletiim : arat›rmalar› 8 Fatin Rüştü Zorlu, Türkiye’nin Kıbrıs hakkında resmi düşüncesini ve Menderes Hükümeti’nin Kıbrıs hakkındaki stratejisini ve taktiğini geliştirmek amacıyla Kıbrıs komisyonu kurmuş ve dünya kamuoyuna dokümanlar aracılığıyla Türkiye’nin de aynı Yunanistan gibi Kıbrıs’ta hukuksal haklara sahip olduğunu kanıtlamak ve Kıbrıs sorununun kesin olarak çözümüne kadar Kıbrıslı Türklerin Yunanistan’ın baskılarına karşı koyabilmek için desteklenmelerini sağlamaya çalışmıştır (Bağcı, 1990:106). Bu stratejiler doğrultusunda, İngilizce ve Fransızca’ya çevrilerek Türkiye’nin dış temsilciliklerine gönderilen, içinde Kıbrıs adasının Türkiye için olan öneminin tarihsel, coğrafi, etnolojik, kültürel ve askeri politika açısından incelendiği bir de beyaz kitap hazırlanmıştır (Bağcı, 1990:106). 9 Milliyet’in yazarlarından Orhan Karaveli, kendi gazetesinin Kıbrıs haberlerine olan ilgisinin ilerleyen zamanlarda Hürriyet’i geçtiğini ve kamuoyunun Milliyet’ten haberleri takip ettiğini şu sözlerle anlatmaktadır: “Abdi’nin Kıbrıs’ı sık sık manşetten vermesi Ada’daki Türkler için gözle görülür bir moral kaynağı oluyordu. Milliyet burada Hürriyet dâhil tüm gazeteleri sollamıştı. Benim de kurucularından olduğum, Türkiye’nin ilk ciddi gazete dağıtım örgütü “Basın Bayiliği’nin uçakla Lefkoşa’ya gönderdiği Milliyet’ler anında tükeniyordu” (2006: 79). 10 Hürriyet’in liberal eğilimli bir gazete olarak tanımlanmasına karşın 1950’lerdeki bu tutumu ve “Türkiye Türklerindir” logosu gazetenin daha ayrıntılı bir gözle incelenmesi gerekliliğine işaret etmektedir. 11 Kıbrıs’ta şiddet olaylarının devam ettiğine ilişkin haberler devam etmiştir (Ayın Tarihi, 2 Ağustos 1955 :162 ; 12 Ağustos 1955: 162). Üniversite gençliği, bu yayınlar sonrası Yunanistan’a ve özellikle de kiliseye sert uyarılarda bulunmuşlardır (Aktaran Armaoğlu, 1963: 125). Örneğin, Ağustos ayı ortalarında Yunanlıların Türkiye sınırları içinde bulunan Talebe Birliği 17 Ağustos’ta yayınladığı beyannamede şu açıklamada bulunmuşlardır: “Ya sussunlar, ya acele etsinler. Türkler yeni bir 30 Ağustos yaratmaya her an hazırdır. Tesadüfen elinizde kalan topraklarla iktifa ediniz. Aksi halde bu cür’etinizin neticesi size pahalıya mal olur. Bir gün Akropol’de Türk bayrağı görmeyi arzu etmiyorsanız, sesinizi kesiniz” (aktaran Armaoğlu, 1963: 128). Basında çıkan haberlerin, gençlerin olaya ilgisini canlı tutma ve daha da önemlisi düşüncelerini biçimlendirme açısından önemli bir işlev gördüklerini ifade etmek mümkündür. 12 Bu konuşma, Kıbrıs konusu hakkında ilk derli toplu ve gerekçeli açıklama olması açısından önem taşımaktadır. 13 Metin Toker’in anıları ise iktidar ve muhalefet arasındaki çekişmenin ertelenmesinin söz konusu olmadığına işaret etmektedir. Liman Lokantası’nda düzenlenen basın toplantısına partizanlık anlayışından kendisini kurtaramayan DP’nin toplantıya muhalif gazeteleri özellikle de Ulus’u çağırmamıştır. Zafer, Ulus’un toplantıya çağrılamamış olması nedeniyle konuşma metnini yayınlayamayacağını düşündüğünden, Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 117 gazeteyi ve partiyi suçlamaya hazırlanırken, Ulus’a bir haber uçurulmuş, böylelikle Zafer’in muhalefete ilişkin olumsuz neşriyatını manşetlere taşıdığı gün, Ulus’ta hem Menderes’in metninin tamamını, hem de İnönü ve Bölükbaşı’nın konuya ilişkin demeçlerinin yayınlanmış ve böylece Zafer’in planı suya düşmüştür (1991: 143). 14 Demirel, düzenlenen mitinge ve bomba olayına ilişkin şu ayrıntıları paylaşmıştır: “…– muhtemelen Başbakan ve bazı Bakanların bilgisiyle- Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından katkısıyla planlanmış ve Atatürk’ün Selanik’teki evine Yunanlılar tarafından bomba atıldığı haberi ( bombayı atan kişinin de istihbarat teşkilatına mensup olduğu konusunda şüpheler vardır) yayılmıştır( 2011: 258). 15 Moratoryum ekonomi kökenli bir kelime olup, bir borcun ödenmesinin bir zaman için geri bırakılması anlamına gelmektedir (Altay ve Keskin, 1969: 224). Burada da konunun görüşülmesinin bir zaman dilimi için ertelenmesi olarak kullanıldığı belirtilebilir. 16 Gayrimüslimlerin duydukları güven nedeniyle 1950 ve 1954 seçimlerinde DP’yi destekledikleri (aktaran Güven, 2005: 128-129), buna karşın Kıbrıs’la ilgili tartışmaların şiddetlenmesi sonrasında ise, DP’nin gayri Müslim azınlıklara karşı başlangıçta gösterdiği toleransı tamamen yok ettiği ifade edilmektedir (Güven, 2005: 133). 17 İzmir’de yaşananlar şöyle anlatılmaktadır: “Atatürk’ün doğduğu eve saldırıda bulunulduğu haberi İzmir’de de yerel bir gazete tarafından yayıldı. Gece Postası 06. 09.1955 günkü baskısında şu manşetle çıktı: “Madem Yunanlılar Türk Konsolosluğu’nu bombaladı, öyleyse onların bayrağı da artık Konak Meydanı’nda dalgalanmamalı”. Gerçekten de aynı akşam uluslararası fuar nedeniyle Konak Meydanı’na çekilmiş olan Yunan bayrağı bir saldırının hedefi oldu” (Güven, 2005: 26). Toplam olarak İzmir’de 14 ev, 6 işyeri, 1 pansiyon, bir kilise, Yunan fuar pavyonu, Yunan konsolosluğu binası ve İngiliz Kültür Enstitüsünü barındıran bina saldırıya uğramıştır. 7 kişi ağır, 50 kişi ise hafif şekilde yaralanmıştır ( aktaran Güven, 2005: 28). 18 Ankara’da yaşananlara ilişkin şu değerlendirme yapılmıştır: Ankara’da ağırlıklı olarak yalnızca öğrenci protestoları gerçekleşmiş, ancak şiddet olayları meydana gelmemiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Ankara’daki gayrimüslim nüfus oranının çok düşük olmasıdır. Ayrıca, Ankara Valisi Kemal Aygün’ün Ankara genelindeki tüm toplantıları yasaklayan acil tedbiri de etkili olmuştur (aktaran Güven, 2005: 29). 19 Bazı kaynaklarda bu haberin doğruluğu tartışılır olduğuna dair imalar bulunmaktadır (Birand vd., 1999:109). Habere daha ayrıntılı bakıldığında şu göze çarpmaktadır ki haberin ilk verildiği gün, olay “Atatürk’ün evine bomba atılması” olarak tanımlanırken, ilerleyen günlerde bombanın Atatürk’ün eviyle hemen yakınındaki 118 • iletiim : arat›rmalar› Türk konsolosluğu arasındaki bahçeye iki bomba bırakıldığı, bombalardan birisinin patladığı ve bu nedenle de evin ve konsoloshanenin camların kırıldığı bilgisi paylaşılmıştır (Güzel:1997: 162, Karakoyunlu,1992: 154). 20 Gazeteci - yazar Orhan Karaveli’nin anılarında dikkat çekici bazı ifadeler yer almaktadır. Karaveli, Kıbrıs’ta olayların şiddetlendiği günlerde “Türk Mukavemet Teşkilatı”ndan iki gençle tanıştırıldığını ve kendisinin onlara “ … Hep Rumların haberini geçmekten yoruldum. Sizler niye bir şeyler yapmıyorsunuz Milliyet’te haber olacak?... Örneğin bir “bomba” patlatın da gazetede manşet olsun diye üstelediğini ve üzerinden çok geçmeden bu gençlerin General Motors Otomobil acentasına bir bomba yerleştirdiklerinden bahsetmektedir, Karaveli her ne kadar kendisinin haber bombası olduğunda ısrar etse de ortamın hassas olduğu dönemde bunu masumane bir gazetecilik hırsı ile sınırlı görmek güçtür. Bu olay Selanik’teki bombalama hadisesindeki mantığı izah etme bakımından da bazı ipuçlarını sunmaktadır ( 2006: 80-81). 21 Nathalie Stoyanof diğer kaynaklardan farklı olarak hem İstanbul Ekspres’in hem de Hürriyet’in ikinci baskı yaptığından söz eder (6-7 Eylül 1955 Olayları. Tanıklar – Hatıralar, 2010: 268). Bunun dışında İstanbul Ekspres’in sahibi ve yazı işleri müdürü o güne ilişkin şu bilgileri vermektedirler. İstanbul Ekspres Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu: “… haberleri ya radyodan ya da Anadolu Ajansı’ndan alıyorduk. Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin hasara uğradığına ilişkin haber her iki kaynaktan da geldi. O dönemde akşam gazeteleri önemli olayları ikinci baskı ile duyururlardı. Ben de gazetenin sahibi Mithat Perin’e sormadan ikinci baskı yapmamıza karar verdim. Saat 14: 30 sularında aradığımız Atina elçiliğimizdeki bir ataşeden de olayı doğrulattık. Haberi sekiz sütunun üzerinden “Atatürk’ün evi bomba ile hasara uğradı” diye verdim. Hakkımda üretilen asılsız haberde güya “Atatürk’ün evi bombalandı” diye manşet attığım yazılıyor hala. Attığımız manşetin altında Yunan hükümetinin, “Bizim bu olaylarla hiçbir ilgimiz yok” resmi tebliğini de koymuştum. Normalde 8-9 bin arası baskı yapıyorduk ama bu olağanüstü durum karşısında tüm teknik şartları da zorlayarak eski Tan matbaasının rotatiflerini 16.30 gibi döndürmeye başladık ve saat 20.00’ye kadar 20 bin gazete bastık. O saatte müvezzilere teslim edebildik. Bu olay da ne yazık ki çarpıtılmıştır günümüzde ve bizim 300 bin gazeteye basıp dağıttığımız yazılıyor hala. Bu rakamın yanına yaklaşabilecek bir baskıyı kimse yapamazdı o günlerde. Bugün bile o kadar kısa sürede bu rakama ulaşabilecek teknolojiye sahip değildir çoğu yer. Bu hesabın tutmadığını gören bazı kötü niyetliler de, “iki gün önceden basmaya başladılar gazetesini” palavrasını attılar. O dönemde gazetemizi basacağımız kâğıdı peşin para yatırarak alabiliyordunuz. Biz dediğim sayıda bastığımız gazetenin kâğıdının parasını güç bela denkleştirmiştik (6-7 Eylül 1955 Olayları. Tanıklar – Hatıralar, 2010: 282-283). Mithat Perin: “… Gökşin Sipahioğlu, bana telefon açtı. Böyle böyle bir haber var dedi. İkinci baskı yapalım dedi. Yapmayalım dedim. Hava da kötü, Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 119 elde kalıyor dedim. Peki dedim. Biraz sonra bayii telefon açtı. Gazetelerin parasını peşin vereceğim dedi… Matbaaya girdiğimde 180 bin basılmıştı bile. Haberim yok. Kâğıt nereden buldunuz dedim. Bulduk dediler. Kâğıdımız çok kısıtlıydı. Anormal bir şey olduğunu anladım. Gittim prototipte kâğıdı kestim. Ne yapıyorsunuz dediler. Kâğıdı kestim ama kalıpları kesmek aklıma gelmedi. Bundan sonra basmayın dedim. Peki dediler. Ben oradan çıktıktan sonra yine bağlamışlar kâğıdı (6-7 Eylül 1955 Olayları. Tanıklar – Hatıralar, 2010: 316). 22 5 Eylül’de toplanan Kıbrıs Türktür Derneği Yönetim Kurulu’nda ortaya konan bilgilere göre, derneğin Türkiye’de kırk beş şubesi bulunuyordu. O günkü toplantıda alınan ilginç karar ise Kıbrıs Türktür sloganını bir marş haline getirilmesinin görüşülüp benimsenmiştir (Birgit, 2012: 194). 23 Birgit, beyannamenin nasıl oluşturulduğunu şu sözlerle anlatır: “…Türkiye Milli Talebe Federasyonu Başkanı Hüsamettin Öztürk telefon etti ve Kıbrıs Türktür Derneği olarak bir bildiri hazırlamamız için federasyonda toplanılacağını söyledi. Bildiriyi ben kaleme aldım. Olayı anlatan, çirkinliğini öne çıkartan bildiride vatandaşlardan sakin olmaları, tahrike kapılmamaları ama saflarını da sıklaştırmaları isteniliyordu. Akşam saatlerinde kentin çeşitli yerlerinden küçük gösteri gruplarının “Kıbrıs Türktür” sloganlarını söyleyerek ellerinde Türk bayraklarıyla toplandıkları haberleri gelmeye başladı (2012: 195-196). 24 Bir kaynakta Menderes’in başlangıçta Kıbrıs için bir dizi protesto eylemleri düzenlenmesine sıcak baktığı hatta Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ni bu amaçla himaye ettiği söylenmektedir (Demir, 2007: 59-60). 25 Olayın zamanlamasının manidar olduğuna ilişkin şu bilgi yer almaktadır: “….Olayların gerçekleşme zamanı dikkat çekicidir. Bir yanda Londra’da Kıbrıs görüşmeleri devam ederken, diğer tarafta dünya medyası İstanbul’dadır. Dünyanın ve Cumhurbaşkanı Bayar, Başvekil Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik ile Emniyet Genel Müdürü Ethem Yetkiner’in İstanbul’da bulunduğu bir anda olaylar meydana geldi” (Demir, 2007: 59-60). 26 Olaylardan bir süre önce gayri Müslimlere ait ev ve işyerlerinin fişlendikleri ileri sürülmüştür. Buna göre olayların başlamasından birkaç hafta önce ilgili mahallelerin muhtarlarından ev ve işyerlerinin adresleri istenmişti. Fransız Konsolosluğu’nun bir raporuna göre, daha 2. Dünya Savaşı sırasında, özel bir birlik tarafından herhangi bir çatışma durumunda daha kolay “nötralize” edilmelerini sağlamak amacıyla gayrimüslim azınlıkların adresleri kaydedilmişti. Raporda ayaklanmalar sırasında bu bilgilerin kullanılmış olması olasılığına da yer veriliyordu. Ayaklanmalardan kısa bir süre önce gece bekçileri bazı sakinlerden duvarlardaki ev ve işyeri numaralarını belirginleştirmelerini istedi. Yine gayrimüslimlere ait bazı ev ve işyerleri ise, bir haç figürü, GMR ( Gayri Müslim Rum) gibi kısaltmalar ya da “Türk değil”, “Türk” gibi tanımlamalarla işaretlendi (aktaran Güven, 2005: 16). 120 • iletiim : arat›rmalar› 27 Türklerin olaylar esnasında azınlıkları korumaya çalıştığı vakalar olduğu kadar, komşu veya tanıdıkları gayrimüslimlerin oturdukları yerleri göstererek saldırganların işini kolaylaştırdıkları da olmuştur (aktaran Güven, 2005: 24). 28 Emniyetin pasif tutumuna karşın ordu sayesinde de daha kötü hadiselerin yaşanmasının önüne geçildiği ifade edilmiştir (Aydemir, 2000: 184-185; Bağcı, 1990: 11). 29 Benzer yöndeki bilgi bir başka kaynakta şu şekilde ortaya konmaktadır: “Emniyet memurları iki haftadan beri herhangi bir hadiseyi önlemek tedbiri aldıkları halde hadise vukuunda nasıl hareket edeceklerini neler yapabileceklerine silah kullanıp kullanmayacaklarına dair emir almadıklarından şaşırıp kaldıklarını anlatıyorlarmış. Hatta bir kısım emniyet mensupları da müzaheret gösterir durum almışlar ve “şunu yapın bunu yapmayın” gibi konuşmalar yapmışlar. Halka adeta yardımcı olmuşlardır” (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar- Belgeler Arşivi, 2005: 292). 30 Olaylara duyarsız kalma olarak nitelenen bu hareket, olayların kendi tertibi olmaları ile izah edilmiştir (Dinamo, 1971: 35). 31 Görüldüğü gibi Ankara ilk tebliğde yer almamaktadır. 32 Olaylardaki zarara ilişkin olarak farklı rakamlar telaffuz edilmesi nedeniyle burada yanıltıcı olmamak için özellikle rakam verilmemiştir. Konuya ilişkin zarar tabloları görmek için bkn: Demirer’den aktaran Ceylan, 1996: 101; Dosdoğru, 1993: 100; Güzel: 997: 163). 33 O gece yaşanan trajediye ilişkin kişisel hikâyeler için bkn 6-7 Eylül 1955 Olayları. Tanıklar – Hatıralar, 2010. 34 Yalçın yazısının devamında ise, böylesi bir ortamda komünistliğin rahatlıkla gelişebileceğine işaret etmiş ve bu kitlenin patlamaya hazır bomba gibi durdukça komünistlerin elinde de daima koz olacağını vurgulamış, bu sorunun reçetesi olarak da zenginliğe karşı olan şikâyetleri hafifletmek (anormal gelişme ve servet birikimi) olduğunu belirtmiştir (“En Tehlikeli Cephe”, Ayın Tarihi, 14 Eylül 1955: 98). Bu noktada şunu ifade etmek gerekir Yalçın’da da döneme hâkim olan “komünist” algısı ziyadesiyle içselleştirilmiştir. Yazar, DP’nin yürüttüğü “başarısız” ekonomik politikaların “istenmeyen unsurların” yani komünizmin destek bulmasına yol açması endişesiyle yazısını kaleme almıştır. 35 Bu noktada şu da ilginç bir ayrıntıdır. Toker anılarında hükümetin emniyet güçlerini müdahale etme hususunda olayın ilk zamanlarında harekete geçirmediği bilgisini yineler ve göstericilerin tepkisinin “DP politikalarının eleştirisine” döndüğünde tedbir alınması yoluna gidildiğini ileri sürer (1991: 144-145). Bu yorum yukarıda da sözünü ettiğimiz emniyet güçlerinin hareketlerine ilişkin soru işaretlerine bir cevap olabilmesi açısından önem taşımaktadır. 36 DP döneminde başlatılan komünist toplamaları için bkn Eroğul, 1998: 106. Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 121 37 Hasan İzzettin Dinamo, Kemal Tahir’in eşi Semiha’nın DP organı olan Son Havadis’te fıkra yazarlığı yapan Vala Nurettin’den getirdiği sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz’un Harbiye’de tutuklu bulunan elli iki kişiye ne yapacakları yönündeki soruya “ İstanbul’u yıktıran o heriflerdir. Hepsine müstahak oldukları cezayı verdireceğim. On onbeşini sallandıracağım geri kalanını da yirmişer, otuzar yılla zindanda çürüteceğim” cevabını verdiği haberinin, Harbiye zindanlarında buz gibi estiğini ifade etmektedir (1971: 38). Hulusi Dosdoğru da o dönemlerde morallerini çok bozan ve hapisten kurtulamayacakları düşüncesine yol açan olayların başında dışarıdan gelen yakalanan çapulculara kendilerini kışkırtanın komünistler olduğu yönünde Nurettin Aknoz Paşanın baskı yaptığı ve olayların “esas” kışkırtıcılarının kahvelerde, meyhanelerde, çarşılarda, pazarlarda bu işlerin komünistlerin başının altından çıktığı yalanına çevrelerini inandırmaya çalıştıkları haberlerinin geldiğini anlatmaktadır (1993: 49-50). 38 8 Eylül 1955 tarihli Cumhuriyet’te, “Kıbrıs İçin” başlıklı yazıda; hükümetin Kıbrıs davasında başarılı olmak üzere olduğu bir anda çıkan hadiselerde komünist parmağı olduğu belirtilmekte, bu tahrikçi grupların halkın hislerini istismar ederek, gösterileri başka yollara sürükledikleri ifade edilmektedir. Tahrikçileri yabancı menfaatlere hizmet eden kimseler olarak niteleyen yazar, bu kimselerin amaçlarını da Türk milli menfaatlerine kastetmek, Türkiye’yi dış ülkeler önünde zor durumda ve yalnız bırakmak olarak işaret etmektedir (Ayın Tarihi, 187). “Efendiliğimize Yakışmayan Hareketler” başlıklı, 9 Eylül 1955 tarihli Tercüman’da, gençliğin gösterileri bardağı taşıran son damla olarak haklı bir infiali şeklinde ele alınmakta, gelişen diğer olayları ise, haklı bir infialin içine vatanperverlik hislerini istismar eden ve bir kısım halk tabakasının bilgisizliğinden ve şuursuzluğundan istifade edilerek evvelden hazırlanmış ve milli menfaatlerine kasteden gizli bir tertibin karışması olarak görmektedir (Ayın Tarihi, 84-85). 11 Eylül 1955 tarihli Milliyet’te çıkan “Türk Milletinin 6 Eylül Vakasıyla Alakası Yoktur” başlıklı yazıda, olaylar “haklı bir protestonun kızılla” tarafından istismarı olarak ele alınmaktadır (Ayın Tarihi, 87). Aynı gün Milliyet’te çıkan bir başka yazıda da olaylar aynı şekillerde tanımlanmakta, komünizmin bu olayda parmağı olduğunun ispatı olarak ferdi mülkiyete, sermayeye ve mabetlere olan hınçlar ispat gösterilmektedir. Yazıda ayrıca hükümete ilham olacak şekilde solculuk “habis”inden kurtulmanın yolu olarak bir “ava” girişilmesi önerilmektedir(Milliyet, “Bugün değilse, hiçbir gün”, Ayın Tarihi, 11 Eylül 1955 : 89). Zafer’de yayınlanan 13 Eylül 1955 tarihli “Dünkü Tarihi Celse” başlıklı yazıda, Başbakanın olayları komünist tahriki olarak nitelediğine ve “usta” düşmanların bu kadar başarılı olmasını ise zeminin tahrike uygun olması olarak izah ettiğine dikkat çekilmektedir (Zafer, 13 Eylül 1955). Hüseyin Cahit Yalçın da aynı gün Ulus’ta, “Başlayan Tahkikat” başlık yazısında olaylar hükümetin açıklamasıyla ve diğer gazetelerle örtüşür biçimde verilmekte, hükümet açıklamalarından biraz daha keskin biçimde emniyet güçlerinin azimli davranmamalarının olayları bu raddeye getirdiğini ifade etmektedir. Kafasında soru işareti bırakan durumu ise “istenen” durum- 122 • iletiim : arat›rmalar› larda müdahalelerinde başarılı olduğunun deneyimlerle sabit olduğunu belirten Yalçın, bu olaylarda etkisiz kalmasının mutlaka açıklanması gerektiğini ifade etmektedir(Ulus, 13 Eylül 1955). Yalçın’ın sorularına cevap, Yeni İstanbul’un 14 Eylül 1955 tarihinde yayınladığı “Fevkalade Toplantıdaki Konuşmalar” başlıklı yazı ile gelmiştir. Yazıda Başbakan Menderes’in emniyet güçlerinin karşısındaki kitlenin mahiyeti hakkında (haklı bir hareket mi karşısındayız) tereddüde düştüğünü bu nedenle hareketsiz kaldıklarını ifade ettiği aktarılmaktadır (Ayın Tarihi, 95-96). Aynı gün Hürriyet’te Şükrü Kaya tarafından kaleme alınan “Türk Polis ve Zabıtası “ başlıklı yazısında da Başvekilin zabıta ve emniyet güçleri ellerinden geleni yaptılar ifadesinin yüreklere su serptiği yorumu yapılmaktadır (Ayın Tarihi, 96) 29 Eylül 1955 tarihli Cumhuriyet’te yayınlanan Doğan Nadi imzalı “Türk umumi efkârı uyanık olmalıdır” başlıklı yazıda da, yerinde ve haklı bir mitingin maksatlı unsurların fırsat bulmaları ile gölgelendiğini ve asıl gayenin dışına çıkıldığını ifade edilmektedir. Bu olayda saf vatandaşların kötü yollara sürüklendiğini ifade eden Nadi, ekalliyet düşmanlığı yaratmanın bu memlekete yapılacak en kötü şey olduğunu vurgulamakta, bu tarz düşünenlere karşı halkın uyanık olması gerektiğini ifade etmektedir. Asrın temposuna ayak uydurmuş, Türkiye’nin önüne geçmek isteyenlere bunda menfaati olanlara karşı Türk gençliğinin yayılma ve yaşama hakkı tanımaması gerektiğini ifade etmektedir(Ayın Tarihi, 105). 39 Sıkıyönetimin basına ilişkin aldığı diğer tedbirler şunlardır: Basın “ağırbaşlı” olduğu müddetçe sansür ya da kapatma gibi sınırlamalara gidilmeyecekti. Gazeteler günde bir defa çıkacak, ilave baskı ve ilanlar yapmayacaklardı. Nato devletleri ve sıkıyönetim ile ilgili yayın yasaktı. Basınca dağıtımına imkân bulunmayan “işitme, tahayyül etme, hissetmeye” dayanan yayınların sıkıyönetimin yayınlarına temas ettiği takdirde sorumluların o günün şartlarına göre kanuni işleme tabi tutulacaklardı (Ayın Tarihi, No: 262: 15- 29). Kararları daha ayrıntılı görmek için bkn, Topuz, 1996: 110112). 40 Dış basında yer alan hükümetin açıklaması ile aynı eksenli olması - örfi idare faktörünün de olmadığı düşünülürse- hayli ilginçtir. 41 CHP Genel Başkanı İsmet İnönü olaylara ilişkin temkinli bir açıklama yapmıştır. İnönü, 7 Eylül günü İstanbul’da basına verdiği demeçte üzüntüsünü belirtmiş ve gerçeğin ortaya çıkarılması için hükümete yardım edilmesini istemiştir. İnönü konuşmasında olayları “milli bir felaket” olarak yorumlamıştır (Ulus, 8 Eylül 1955). CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek de İzmir’de verdiği bir demeçte, yapılan hareketleri kanunsuz olarak nitelendirmiş ve “bu mahiyetteki taşkın hareketler tarih boyunca edindiğimiz ve hele büyük inkılâplarda kazandığımız yapıcı medeni vasıflarımızla kabili telif değildir” demiştir (Ulus, 9 Eylül 1955). 42 Kıbrıs Türktür Derneği üyelerinden olan gazeteci Ahmet Emin Yalman ise, “asırlardır benzeri görülmemiş saldırılar” şeklinde tanımladığı 6-7 Eylül olaylarını hükümet Emre Kaya • ... : 6-7 Eylül Olaylarının Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili • 123 ile solcuların ortak yapımı görmüş ve olayların bir Kıbrıslı Rumlara bir gözdağı olarak sağ ve sol cereyanlarını ateşleyerek halkı kudurtmak şeklinde kurgulandığını ve derneğin bütün mensuplarının hatta Anadolu’da bulunan ve merkezin kararları ve hareketleri ile hiçbir ilişiği olmayan temsilci ve muhabirlerin toplatılıp, Harbiye Okulu’nun soğuk bir koğuşunda en kötü şartlar içinde tutuklandığını ve ağır hakaretlere uğratıldığını ifade etmiştir (1997: 1648). 43 Cumhuriyet, “olaylar ile Kıbrıs meselesini birbirinden ayrı tutma” eğilimi göstermiş basında bu tutum hızla kabul görmüştür (aktaran Güven, 2005: 137-138). 44 Yassıada duruşmalarında ve pek çok kaynakta olayın sorumlusu olarak DP iktidarı gösterilmektedir. Hükümetin bu tertibe girişmesinin sebebi olarak da, Türk halkının enosise, Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleştirilmesine ne kadar karşı olduğunu göstermek istenmesi gösterilmiştir (Ahmad, 1996: 67; Bağcı, 1990: 110; Dinamo, 1971: 8-9; Eroğul, 1998, 174-175; Zürcher, 2000: 336). Farklı olarak, Şevket Süreyya Aydemir ise (2000:181), “memleketin üstünde fevkalade ve artık sert müdahaleler gerektirdiği havasını uyandıracak bir rüzgâr estirmek istemiş olabilirler” açıklamasını yapmıştır 45 Hükümetin olaylar sonrasında halka yaptığı yardımlar sürekli gündemde tutulma yoluyla hükümetin sorumlu davranışlarına dikkat çekilerek, kamuoyu gözünde puan kazandırılmaya çalışılmaktadır. Örneğin 11 Eylül 1955 tarihli Zafer’de, olaylarda zarar görenlere banka ticaret ve sanayi odalarının 600 bin liraya yakın yardım yaptığı ve Başbakanlığın 50 bin, Menderes’in şahsen 5 bin, Kızılay’ın da 100 bin liralık yardım yaptığı belirtiliyordu. 46 Örneğin Cumhurbaşkanı ve Başbakana gönderilen teşekkür telgraflara yer verilmekte idi (11 Eylül 1955). 47 Zafer haberde, hükümete yönelik eleştirileri göz ardı etmekte, olaylara ilişkin muhalefetin görüşlerine yer vermeyerek, hükümetin tam destek aldığı görüşünü yerleştirmeye çabalamaktadır 48 Zafer’in temkinliliğinin Ulus’ta olmadığını gösteren benzer ifadeler, Şinasi N.Berker’in “Dolmuş” adlı köşesinde de yer almaktadır. 49 Bu haber, bize dönemin teknolojik koşulların göstermesi ve özellikle de İstanbul Ekspres’in kısa zamanda ikinci baskıyı nasıl yapabildiğinin sorgulanmasının önünü açması bakımından örnek teşkil etmektedir. 50 Haberde belirtilen isimler şunlardır: Faik Muzaffer Amaç, Mustafa Börküce, Asım Bezircioğlu, Veli Dolu, İlhan Berktay, Sami Büyük, Suavi ve Ali Akça. 124 • iletiim : arat›rmalar› 125 DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: 1957 Seçim Sonuçlarının Radyo Aracılığıyla Erken Yayınlanması Ayşe Asker Özet Bu çalışmada, Türkiye’de çok partili yaşama geçildiği halde iktidar partisi olan Demokrat Parti (DP)’nin, radyoyu “devlet radyosu” anlayışı içinde, hükümet aracılığıyla, iktidar aracı olarak kullanması; DP için kritik seçimlerden biri olan 1957 seçim sonuçlarının radyodan erken yayınlatılması olayı ile somutlaştırılarak gösterilmeye çalışıldı. Bu konuda DP’nin bakış açısı ve neler yaptığının izleri, yazılı literatür içinde, özellikle TBMM Tutanak Dergileri’nde sürülerek, tarihsel bir perspektif içinde ele alındı. Çalışmanın önemi, dönemin siyasal iktidarı tarafından radyonun “tek taraflı” olarak kullanılmasının “teamül” gibi algılanıp, hukukun göz ardı edilmesinin tarihsel boyutunu ortaya koyması olabilir. Anahtar Sözcükler: Demokrat Parti, 1957 seçim sonuçları, Devlet Radyosu, “tek taraflı”, “teamül”. Democrat Party’s Usage of Radio as an Instrument of Its Power: Early Broadcasting of 1957 Election Results Abstract The aim of this research is to show the usage of the radio by the government as its instrument of power with the example of early broadcasting of 1957 election results which was very important for the ruling Democrat Party (DP). The DP’s policies, and the traces of what they do is found in the Turkish Parliament’s Records Journal. Literature review method is used in order to conduct this research. The importance of this subject is to reveal the attitude of the ruling party that disregards the law by using radio as its own instrument. Key Words: Democrat Party, 1957 election results, State-Owned Radio, “unilateral”, “precedent”. iletiim : arat›rmalar› • © 2014 • 12(1): 125-156 126 • iletiim : arat›rmalar› DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: 1957 Seçim Sonuçlarının Radyo Aracılığıyla Erken Yayınlanması Siyasal iktidarlar ile kitle iletişim araçları arasındaki ilişki ülkelerin ekonomik, toplumsal, siyasal yapılarına hatta coğrafi ve özel konumlarına bağlı olarak farklılıklar göstermektedir. Tarihsel gelişimi içinde bu ilişkileri sınıflandıran yaklaşımlar vardır. Bunlar; “otoriter, liberal, toplumsal sorumluluk, sosyalist, gelişmeci ve katılmacı yaklaşım” olarak adlandırılmaktadır. Bunlardan otoriter ve sosyalist yaklaşım, liberal dünyanın dışında ve özgürlükleri içermezken, ötekiler liberal ekonomilerde sözkonusu olan özgürlükçü/çoğulcu yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlarda özgürlüğün sınırları yasalar çerçevesinde belirlenmiştir (Kaya, 1985: 39-61). Kapitalist/liberal/modern devlet de, bir yandan “zor” kullanarak toplumu bir arada tutmaya çalışırken, diğer yandan da yönetilenlerin “rıza”sını almaya ve/veya oluşturmaya yönelik girişimlerde bulunmaktadır. Devlet zor kullanma tekeline sahiptir ve bu yönüyle bunu yeri ve zamanı geldiğinde kullanabileceğinin bilinmesiyle ya da bildirilmesiyle iktidarını sürdürür. Diğer taraftan ise yönetilenlerin zor tehdidi dışında kalan yöntemlerle rızasının/onayının sağlanması, siyasal iktidarın meşruiyetinin ve buna bağlı olarak sürekliliğinin sağlanması açısından olmazsa olmaz koşullardır. Bunun hangisinin daha öncelikli olduğunu ise tarihsel koşullara bağlı olarak toplumsal özellikler belirlemektedir. Bu yönden kapitalist toplumu feodal toplumlardan ayırt ederek hegemonya ile egemenlik ve rıza ile zor kavramları kullanan Gramsci’nin izinden giden Althusser de, devletin baskı araçlarıyla ideolojik aygıtları olduğunu ve kapitalist toplumda hegemonyanın sürdürülmesinde toplumsal denetim aracı olarak işlev gören Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 127 ideolojik aygıtların çok önemli bir yere sahip olduğunu belirtmektedir. (Uzun ve Hasdemir 2010: 78-79). Bu açıdan bakıldığında, 1920’lerde yayına başlayan radyo, çok daha geniş kesimlere hitap etme ve etkileyebilme özelliğiyle siyasal iktidarlar için sadece kendi toplumlarını değil başka toplumları da etkileyebilecek olan bir araç olarak karşımıza çıkar. Özellikle radyo I. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği ve II. Dünya Savaşı sırasında da Nazi Almanya’sınca yürütülen propaganda için önemli bir araç haline gelmiştir. Buna karşı geliştirilen propagandalarda da radyo yerini almış ve II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist ABD’nin başı çektiği Batı Bloğu ile komünist Sovyetlerin başı çektiği Doğu Bloku arasında dünyanın iki ayrı kampa bölündüğü “Soğuk Savaş” sürecinde de radyo etkin rol oynamıştır (Kuruoğlu, 2006: 7-10). Tarihsel gelişimi içinde de radyo yayınları başlangıçta özel kesim elinde başlamış fakat zamanla radyonun geniş kesimler üzerinde etkili olacağı düşüncesi ve gerektirdiği pahalı ve kısıtlı olan alt yapı, siyasal iktidarları radyoyu kendi denetimleri ve yönetimleri altına almaya sevketmiştir. Bunun sonucunda uygulamada bariz olarak iki sınıflama ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri, sosyalist ülkeler ile Asya ve Afrika ülkelerinde rastlanan ve radyo yönetiminin/yayınların doğrudan hükümetin/siyasal erkin yönetiminde ve denetiminde olduğu “tekelci sistem”dir. Diğeri ise liberal/kapitalist batı Avrupa ülkelerinde görülen radyonun özerk ya da yarı özerk olarak kamu kuruluşu biçiminde örgütlendiği “rekabetçi sistem”dir (Kaya, 1985: 76-77). Bu konuda bir başka sınıflama ise radyo kuruluşlarının siyasal yönetim ile ilişkisine 128 • iletiim : arat›rmalar› ve gelir kaynaklarına göre yapılmaktadır. Buna göre; “ulusal sistemİngiltere, ulusal/ticari sistem- Fransa, ticari/özel girişimci sistemABD ve hükümet sistemi- Sovyetler Birliği gibi1 (Vural, 1986: 20-27). Tüm bu sınıflamalar için vurgulanması gereken nokta, radyo ile siyasal iktidar arasındaki ilişkinin özgürlük temelinde yasalarla belirlendiği, bu özgürlüğün sınırlarının çizilmesinde de ülkenin siyasi yapısı kadar toplumsal ve ekonomik yapısının da belirleyici rol oynadığıdır. Türkiye’de radyo yayıncılığının 1950’lere kadarki tarihi, İngiltere ve ABD gibi “liberal” toplumlarda radyonun ilk yıllarıyla benzerlik taşır. Bu dönemde radyoya, nüfusu demokrasi içinde yönetmeye uygun modern tekniklerden biri olarak bakılmıştır. Radyo özellikle 1940’lara kadar yeni kurulan cumhuriyetin oluşturulmaya çalışılan milli kültürünün yayılmasında önemli bir rol oynamıştır (Ahiska, 2005: 104). Türkiye’de de radyo önce özel kesim elinde başlamış fakat daha sonra kitleler üzerindeki etkisi anlaşılınca devlet kontrolüne geçmiştir. Ancak çok partili hayata geçildikten sonra, 1950’de iktidara gelen DP’nin radyoyu kullanım biçimi çoğulculuğa uymadığı için, özellikle muhalefet tarafından, radyonun “partizan” olarak nitelendirilmesine neden olmuştur. 1950 seçimleri ile iktidara gelen DP, bir yandan popülist bir iç politikayla, İslam’ın yeniden canlandırılmasına yol açarken, bir yandan da Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte ABD ile yakın ilişkilere dayanan dış politika yürütmüştür. Bu durum radyonun da milletle özdeşleştirilen konumunu etkilemiştir (Ahiska, 2005: 47-48). Türkiye’de dönemin tek partisi olan CHP tarafından iç ve dış gelişmelerin etkisiyle başlatılan daha da liberalleşme siyaseti içinde seçim yasası ve basın yasasının değiştirilmesi yanında radyonun da muhalefete açılması yer almıştır. Bu izlenen siyaset sonucunda iktidara gelen DP, ekonomide işler iyi gitmediğinde ve iktidarını sarsacak ya da yıkacak gelişmeler karşısında liberal politikalardan vazgeçme yoluna gitmiştir. Özellikle siyasal ve toplumsal alanda bu yaklaşımın dışına çıkmıştır. Bunun sonucu olarak otoriter bir yaklaşımla muhalif basını susturmaya ve radyoyu “tek taraflı” olarak kullanmaya çalış- Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 129 mıştır. Özellikle 1957’den sonra yasaları da karşısına alan tutumu sonucu muhalefet radyoyu “partizan” sıfatıyla nitelemeye başlamıştır. DP, muhalefette iken “tarafsız” radyo fikrinde olmadığı gibi iktidarının daha ilk yıllarında da radyo yayınlarına ilişkin olarak şu ilkeleri benimsemiştir: 1. Devlet radyolarında iktidar ve muhalefet partilerinin propagandası yapılmaz; 2. Devlet icraatına ait haberler verilir; 3. Mesul devlet adamları radyoda konuşurlar. Görüldüğü gibi DP iktidarı, radyoyu etkili bir “telkin ve propaganda” aracı olarak değerlendirmiş ve bu araçtan kendisi dışında hiç kimsenin yararlanmasını kabul etmemiştir. Meclis’te 1951 yılında radyoya ilişkin eleştirileri cevaplandıran Başbakan Adnan Menderes, “Devlet malı ve vasıtalarını devlet ve memleket menfaatine olarak Hükümet kullanır. Devlet radyosunun orta malı olduğunu iddia etmek hiç kimsenin hakkı değildir.” demektedir. Bu anlayışla radyo, siyasi iktidar muhaliflerine karşı özellikle ekonomik ve beraberindeki siyasi buhran günlerinde “meşru müdafaa” aracı olarak kullanılmıştır (Kocabaşoğlu 2010, s.407). Yöntem Çalışma, toplumsal değişimin ve tarihsel dönüşümün incelenmesini önplanda tutan; geniş anlamda iktidar ilişkilerinin incelenmesi olan ekonomi-politik yaklaşıma (Barret, 2006: 2) dayanılarak gerçekleştirilmiştir. Buna bağlı olarak çalışmadaki tarih anlayışı da tarihsel maddeciliği yani tarihin maddeci görüşle (Erdoğan ve Alemdar, 2002: 63) ele alınmasıdır. Bu çerçevede olmak üzere tarihsel dönem olarak Türkiye’de kapitalistleşmeye bağlı olarak gelişen özgürlüğü/çoğulculuğu gösteren çok partili dönem ele alınmıştır. Bu dönem içinde de iktidar partisi olan DP’nin yukarıda genel hatlarını belirlediğimiz ve özgür/çoğulcu anlayışa ters düşen bir anlayışla radyoyu kullanması, özellikle iktidarın kritik seçimlerinden biri olan 1957 seçimlerinde, 130 • iletiim : arat›rmalar› radyodan seçim sonuçlarının seçimler sona ermeden erken yayınlatılması olayında ele alınmıştır. Çalışma, konuyla ilgili yazılı literatürden özellikle 1957 seçimlerinde DP iktidarının radyoyu nasıl kullandığı konusu, bu konunun TBMM (Meclis) Tutanakları’na yansıyan konuşmalardan yararlanılmasıyla ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bunun nedeni, radyo yayınları üzerinde tek kaynak olan Uygur Kocabaşoğlu’nun Şirket Telsizinden Devlet Radyosu’na başlıklı kitabı ve Ayşe Asker’in daha çok Meclis Tutanak Dergileri’ne ve iktidarın bu konuda yargılandığı Yüksek Adalet Divanı Tutanakları’na başvurarak konuya yer verdiği Askeri Darbeye Doğru: Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Kurma Girişimi başlıklı kitabı dışında konuyla ilgili yazılı kaynak bulunmamasıdır. Bu yön çalışmanın sınırlılığını göstermekle birlikte, özellikle Meclis Tutanakları’nın birinci elden kaynaklar olması çalışmanın güvenilirliğini artıracağı ve bu konuda başka çalışmalara yol açacağı düşünülebilir. Çalışmada önce muhalefetteki DP’nin radyo hakkındaki görüşleri belirlenip daha sonra bunu iktidarda iken nasıl sürdürdüğü konu kapsamında ele alınmıştır. Çalışmanın amacı, DP’nin çok partili siyasal yaşamda tek parti gibi hareket etmesi ve iktidarda kalmak için radyoyu “aracı” olarak kullanarak hukuku “hiçe” saymasını göstermektir. Çalışmanın önemi, dönemin siyasal iktidarı tarafından radyonun “tek taraflı” olarak kullanılmasının “teamül” gibi algılanıp hukukun göz ardı edilmesinin tarihsel boyutunu ortaya koyması olacaktır. Muhalefetteki DP ve Radyo Türkiye’de de radyo yayınları, batı/liberal Avrupa’da olduğu gibi önce özel kesim elinde başlamış daha sonra devlet bu işi üstlenmiştir. Bunda II. Dünya Savaşı’nın olağanüstü koşulları da etkili olmuş ve siyasi iktidar, 31 Mayıs 1940 tarihli 3837 sayılı Matbuat Umum Müdürlüğü Kanunu ve 16 Temmuz 1943 tarihli 4475 sayılı Basın Yayın Umum Müdürlüğü Kanunu ile radyo yönetimini ve yayınlarını kontrolü altına almıştır (Kocabaşoğlu, 2010: 229-242). Bununla birlikte 1946 yılında çok partili yaşama geçilmesiyle birlikte siyasal yaşamda yer alan diğer partilere de radyoyu açma fikri gelişmeye başlamış ve bu süreçte muhalefet partisi olan DP’nin liderleri her fırsatta radyodan muhalefetin de yararlanmasını dile getirmişlerdir.2 Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 131 Bu konuda ilk düzenleme radyo ile ilgili değişikliği de içeren 5392 sayılı Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü Kanunu’nun, 24 Mayıs 1949’da, TBMM’de kabul edilmesiyle yapılmıştır. Kanunda en önemli değişiklik seçim zamanlarında radyonun muhalefet partilerine açılmasıdır.3 Kanun görüşmelerinde muhalefet sözcüleri özellikle konuşma haklarının sadece genel seçimlerle sınırlandırılması; konuşma metinlerinin Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü ve savcı denetiminden geçirilmesi ve konuşma sürelerinin yetersizliği gibi noktalarda eleştirel konuşmalar yapmışlardır. İktidar sözcüleri ise, bu tür düzenlemelerin Batı’da da olduğunu öne sürerek, savcılığa gitmelerinin nedeninin “sansür” algısı olduğunu açıklamışlardır.4 Bu yaklaşım siyasi iktidarın uygulamalarını hukuka dayandırma kaygısını göstermesi açısından önemlidir. Oysa muhalefet adına konuşan sözcüler siyasi iktidarın radyoyu “tek taraflı” kullanmasını onaylayan ve ilerde kendilerinin de bunu yapacağının işaretini veren konuşmalara da5 yer vermişlerdir. (TBMM Tutanak Dergisi, 1949: 654-664). Siyasal partilerin seçim zamanlarında radyo konuşması yapmaları ayrıca 16 Şubat 1950 tarih ve 5545 sayılı Milletvekili Kanunu’nda da düzenlenmiştir. Siyasi iktidar 1950 seçimleri öncesinde Seçim Kanunu’nu da değiştirmiş ve 5545 sayılı Milletvekilleri Seçim Kanunu’nda siyasal partilerin radyodan yararlanmalarını da 45-47. maddelerde düzenlemiştir. Buna göre radyoda konuşma yapmak isteyen siyasi partiler seçimden 21 gün önce Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü’ne başvurmak zorundadırlar. Siyasi partilerin radyoda seçim konuşmaları seçimden 10 gün önce başlayıp seçime 3 gün kala sona erecektir. Siyasi partilerin radyoda konuşma sırası ise kura ile belirlenecektir (Resmi Gazete, 21 Şubat 1950). Kanun görüşmelerinde, iktidar sözcüleri radyoda muhalefete yer vermek için başlatılan bir uygulamaya da değinmiştir. Buna göre, Ocak ayından beri parti başkanlarının konuşmalarına radyoda yer verilmektedir (TBMM Tutanak Dergisi, 1950: 300-301). Bütün bu gelişmeler göstermektedir ki, muhalefet partisi DP, radyodan yararlanmak istemiştir ama zaten iktidar da çok geçmeden demokratik ülkelerde olduğu gibi muhalefete radyoyu açmıştır. 132 • iletiim : arat›rmalar› DP ve Radyo 1950 seçim sonuçlarıyla iktidar partisi olan DP, seçim süresince mevcut kanunlara göre radyodan yararlanabilmiştir. Ancak radyo konusu iktidar partisi olan DP ile muhalefete düşen CHP arasında, DP iktidarının ilk yıllarından itibaren sorun olmaya başlamıştır. Bu sorunu yeni kurulan Cumhuriyetin demokratik yapısında aramak kadar yeni kitle iletişim aracı olan radyonun önemine de vurgu yapmak gerekir. Radyo dönemin en etkili kitle iletişim aracıdır ve yazılı basının da desteğini alarak iktidara gelen DP, zamanla bu desteği yitirecektir. Bu durumda iktidar olanaklarıyla en iyi kullanabileceği radyo önplana çıkar. Bu soruna tarihsel açıdan baktığımızda, Türkiye’de 1936 yılında radyonun devlet yönetimine geçmesinden sonra Türk siyasal yaşamında “devlet radyosu” kavramı da yerini almıştır. Çok partili hayata geçilmesiyle “devlet radyosu” sorun olmaya başlamış ve dönemin tek partisi olan CHP, muhalefet tarafından radyonun “tek taraflı” kullanılması eleştirilerine devlet ve hükümeti bir tutarak savuşturmaya çalışmıştır. Bu yönde bir örnek Başbakan Yardımcısı Nihat Erim’in 1949 yılında muhalefetin eleştirisini cevaplarken, “Ancak hükümeti ne iktidar ne de muhalefet partisi ile karıştırmamak lazımdır… hükümet memleket idaresi kendisine mevdu bir mekanizma olarak, bir heyet olarak vatandaşı kendi icraatı, kendi kararları karşısında elindeki bütün vasıtalarla en geniş ölçüde tenvir etmeyi bir vazife bilir.” demesi gösterilebilir. Ancak aynı anlayışı iktidara geldiğinde DP’de de görmek mümkündür ve 1952’lerde Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu; “Devlet radyosu vatandaşı tenvir eden bir radyo olmak itibariyle vatandaşlara devletin icraatı hakkında malumat vermekle mükelleftir. Binaenaleyh devlet radyosunda mesul devlet adamları konuşacaklardır.” demektedir (Kocabaşoğlu, 2010: 407). Öte yandan Menderes, 1952’de DP’nin Antalya İl Kongresi’nde de muhalefetin radyonun “tek taraflı” olarak kullanılma eleştirilerine şu sözlerle cevap vermektedir: “radyo, bir devlet vasıtasıdır. Bunu kullanan da hükümettir. Hükümet beyanatını, mes’ul adamların demeçlerini vermek radyonun vazifesidir. Radyo, orta malı değildir. Radyoyu onlarla paylaşacak değiliz...” (Asker, 2013: 40). Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 133 Bununla birlikte CHP, yukarıda ayrıntılarını verdiğimiz gibi 1950 seçimi öncesinde muhalefete seçim zamanlarında radyoyu açmıştır. Ayrıca daha önce radyodan sorumlu bakanın konuşmalarında da yer verdiğimiz gibi CHP, uygulamada da DP sözcülerine yer verme girişimlerinde bulunmuştur. İktidara gelen DP’nin de bu konuda daha ileri adımlar atması Türkiye’de demokrasinin gelişmesi açısından beklenebilirdi. Oysa DP’nin radyoya ilişkin tutumu hiçbir zaman “özgürlük” çerçevesinde olmamıştır. Daha önce değindiğimiz Refik Koraltan’ın konuşmasına göre, “siyasi iktidarın bunu tek yanlı kullanması fiili bir durum olarak zaten ortaya çıkacaktır ama muhalefete de yeter ki belli bir süre konuşma hakkı tanınabilsin” zihniyeti, DP’nin daha muhalefette iken taşıdıkları zihniyettir. Nitekim bu tür uygulamayı benimseyen DP, iktidar olduğunda da bunu daha önceki iktidarın uygulamalarına da dayanarak “teamül” olarak görecek ve hatta daha ileri giderek muhaliflerine seçim zamanı bile konuşma olanağı vermeyecektir. Böylece daha muhalefetteyken “tarafsız” radyo fikrinde olmayan DP, iktidardayken de, genel olarak devlet, özel olarak da çeşitli devlet aygıtlarıyla kendisini özleştiren bir tutumu benimseyerek, çoğulculuğun dışına çıkmıştır. Bu tutumunu söylemleriyle de ortaya koymuştur.6 Bu dönemde de siyasi iktidar, radyoyu istediği gibi kullanabilmek için nasıl “devlet radyosu” kavramından hareket etmişse, muhalefet de iktidara yönelik eleştirilerini aynı kavram üzerine oturtmuştur. Bu konuda, DP iktidarının dönemlerine ve bunun içindeki uygulamalarına göre muhalefetin eleştirileri değişmiştir. DP iktidarının ilk dönemi olan 1950-1954 arasında muhalefetin isteği (özellikle CHP’nin), radyoda muhalefete de söz hakkı “hiç değilse cevap hakkı” verilmesi şeklinde olmuştur. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, iktidardan haftada bir 15 dakikalık radyo konuşması yapma olanağı isterken, “böylece biz de sesimizi ve görüşümüzü memlekette duyurmak imkanını bulacağız” demektedir. Bununla birlikte Gülek’in BBC Radyosu’nda yaptığı bir konuşmada; “kendi radyoları iktidara bağımlı olduğu için” yabancı bir radyodan vatandaşlarına seslenmenin üzüntüsünü yaşadığını ifade etmesinin iktidar tarafından algılanışı ise bu yakınmanın dünya kamuoyu önünde yapılmış olmasının eleştirilmesi şeklinde olmuştur (TBMM Tutanak Dergisi, 1952: 79-95). 134 • iletiim : arat›rmalar› 1954-1957 döneminde ise muhalefetin eleştirileri başlıca radyo ile DP’nin “tek taraflı” propaganda yaptığı ve radyo aracılığıyla muhalefete haksız olarak saldırdığı şeklindedir. DP’nin seçim kanununda yaptığı değişiklikle muhalefetin seçim konuşmalarını engellemesi ve özellikle 1957’den başlayarak radyoyu kişilere ve kurumlara karşı bir saldırı silahı olarak kullanması konusunda muhalefet, radyo ile suç işlediği, suçluların cezalandırılması gerektiği görüşünü savunmuş ve radyoyu da “partizan” sıfatıyla nitelemeye başlamıştır. Muhalefete göre, belli başlı rejim sorunlarından birisi de “radyo meselesi”dir. Çünkü onlara göre “devlet radyosu”nun iktidar tarafından kullanım biçimi “özgür rejim” anlayışına ters düşmektedir.7 DP iktidarının son dönemi olan 1950-1960 yılları arasında ise radyo, başta Adnan Menderes olmak üzere DP önderlerince gerek CHP’ye, gerekse DP içindeki muhalefete karşı bir polemik aracı olarak kullanılmıştır. DP iktidarı, radyonun haberler ve siyasal niteliği ağır basan yayınlarında, muhalefete hiçbir hak tanımayan bir politika izlemiştir. Aslında bu tutum DP iktidara gelir gelmez başlamış ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, 1952 yılında yaptığı konuşmalarda sıkça bu konuya değinmiştir. DP, iktidara geldiğinin daha birinci yılında bütçe görüşmelerinde yalnızca kendi sözcülerinin konuşmalarını TBMM Saat’inde yansıtmıştır. Bu konuda uygulamada verilecek örnekler olarak; ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla yayınladığı mesajda, İnönü’yü övücü bir cümlenin metinden çıkarılarak radyodan yayınlanması; radyonun CHP grubunun toplantı çağrılarını ücreti karşılığında ve ilan biçiminde bile yayınlanmaması gösterilebilir (Kocabaşoğlu, 2010: 409-416). İktidarın bu yöndeki uygulamalarına sadece CHP’den değil öteki muhalefet partilerinden de eleştiriler, DP iktidarının ilk yıllarında gelmeye başlamıştır. Örneğin MP milletvekili Cezmi Türk de, özellikle Meclis görüşmelerinin radyoda “tek taraflı” olarak verildiğini, bir soru önergesiyle 14 Mayıs 1952 günü Meclis gündemine taşımıştır. Soruyu cevaplayan Başbakan Menderes, böyle bir uygulamanın olmadığı savunusunu yaparken, iktidarın muhalefet tarafından eleştirilen her uygulamasında olduğu gibi geçmiş iktidarı örnek göstererek savunusunu pekiştirmiştir.8 Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 135 Seçimlerde DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Olarak Kullanması Bu yönde ilk uygulamayı 1954 seçimlerinde görmek mümkündür. DP, radyoda partilere ayrılan saatler dışında Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanların konuşmalarını tekrar yayınlatmıştır. Bunun üzerine CHP, Yüksek Seçim Kurulu’na başvurmak zorunda kalmış ve Kurul bu tür yayınları yasaklamıştır.9 Ancak DP buna da çözüm bulmuş ve Yüksek Seçim Kurulu’nun teminatını ortadan kaldıran 6422 sayılı kanunu çıkarmak suretiyle, bu kurulun serbestçe karar vermesini önlemiştir. Bu kanunla, Kurul üyelerinin bir kısmının görevine son verilmiştir (Aksoy, 1960: 117). Bu konuda bir başka uygulama ise konumuzu oluşturan 1957 seçimleri sırasında olmuştur. DP iktidarının, muhalefeti seçim propagandalarına ayrılan süre içinde bile radyodan uzak tutma eğilimi gerek 1954 seçimleri sırasındaki uygulamalardan, gerekse seçimden sonra 5545 sayılı Milletvekili Seçim Kanunu’nda yapılan değişikliklerle açığa çıkmıştır. Söz konusu değişikliklerle siyasal partilerin radyodan seçim propagandası yapması yasaklanırken, bu olanak hükümete açık bırakılmıştır.10 Kanunun görüşmelerinde muhalefet seçim zamanı radyonun kendilerine kapatılmasını ve hükümetin kendisini dışarıda bırakmasını eleştirmişlerdir. Cumhuriyetçi Millet Partisi adına konuşan Kırşehir milletvekili Osman Alişiroğlu, DP’nin sırf hükümet üyelerine hakaret ediliyor gerekçesiyle radyoyu muhalefete kapatmasını eleştirmiş ve eğer durum böyle ise yargı yoluna başvurulmasını önermiştir. Öte yandan hükümet aracılığıyla radyonun iktidara açık bırakılmasını da eleştirmiştir (TBMM Tutanak Dergisi, 1954: 303-304). CHP Grubu adına konuşan Malatya milletvekili Nüvit Yetkin ise; “Bizde radyo bütün sene yalnız Hükümetin propaganda vasıtası ve arzu ettiği her vakit cevap ve müdafaa hakkı tanımayarak muhalefete karşı itham aletidir. Seçim zamanı radyo hükümleri bir dereceye kadar eşitlik imkanı veriyordu…” diyerek eleştirilerini sürdürmüştür (TBMM Tutanak Dergisi, 1954: 306). 136 • iletiim : arat›rmalar› Muhalefet eleştirilerine Başbakan Adnan Menderes, radyo olmadan önce de propaganda yapılabildiğini, CHP iktidarı döneminde radyonun “tek yanlı” kullanmasından rahatsız oldukları için kendilerine de bu hakkın verilmesini istediklerini belirterek, getirdikleri uygulamayı şu sözlerle savunmuştur (TBMM Tutanak Dergisi, 1954: 319-320); Şimdi bu radyodan kaldırdığımız konuşma hakkı nasıl bir haktır? Dört senede bir kullanılacak bir hak; çıkacak orada bir iki laf söyleyecek de, bilhassa burada olduğu gibi tahrifat yaparak konuşacak, bu kaleminden kan damlıyan arkadaşımız bu şekilde 10 dakika konuşacak ve Demokrat Partinin 4 senelik idaresinin bütün köylere kadar nüfuz eden çalışmaları ortadan silinecek ve Devlet çapında da uzak şubelere kadar yayılmış o işler millet tarafından görülmeyecek, takdir olunmayacak, sadece radyodan on dakika konuşmakla bütün işler olup bitecek, buna imkan yoktur. İşte muhalefetin elinden alınan böyle bir silahtır… Yeni mevzuata göre radyoda Demokrat Parti konuşmayacak, başka partiler de Halk Partisi de konuşmayacaktır. Menderes, iktidarın içinden çıkan hükümetin ayrı bir organ olarak bu haktan yararlanabileceğini belirtir.11 Bu konuşmadan da anlaşılıyor ki, iktidar sadece kendisi radyoyu kullanmak istemektedir ve iktidarda oldukları için de bunu hakları olarak görmektedir. CHP milletvekili Nüvit Yetkin’in bu konuşmaya verdiği cevapta, iktidarın bu konudaki görüşünü özetler gibidir. Yetkin şunları söylemiştir“ (TBMM Tutanak Dergisi, 1954: 325); Radyodan istifade edemeyişimiz keyfiyetini izah etmeye çalışırken, Başvekilin verdiği izahat tarzı gariptir. Diyor ki, "vaktiyle biz radyodan seçim sırasında saat istedik. Çünkü o zaman iktidar radyoda mütemadiyen konuşmaktaydı. Bizim konuşmak hakkımız yoktu." Şimdi bu hakkı kaldırdıklarına göre, "İktidar ve Hükümet olarak o zaman siz nasıl yaptınızsa, biz de radyoyu kendi inhisarımızda ve tek taraflı olarak kullanacağız" demek istiyorlar… Bu, kanaatimizce rejimi ileriye değil, geriye götürür.12 DP’nin 1957 seçimlerinde muhalefetin radyoda konuşma hakkını kaldırmasına rağmen, 1957 seçimleri CHP’nin parlamentoda daha da güçlenmesiyle sonuçlanmıştır.13 Bununla birlikte, seçim günü radyo- Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 137 nun seçim sonuçlarını 14.30’dan itibaren yayınlaması, muhalefetin tepkisine neden olmuş ve bu konuyu CHP çeşitli vesilelerle birkaç kez Meclis gündemine taşımıştır. Öncelikle CHP seçim sonrasında yayınladığı bir bildiriyle “seçim suçlusu” ilan ettiği radyoyu gerek seçimler sırasında gerekse sonrasında “partizanlıkla” suçlamıştır. Daha sonra Meclis’te bu konuyu çeşitli vesilelerle gündeme getirmiştir. Bunlardan ilki yeni kurulan hükümetin Meclis’te programı okunurken olmuştur. DP için hüsran olan seçim sonuçları hükümetin oluşturulma sürecine de yansımış ve hükümet kurmakla görevlendirilen Menderes uzun uğraşlardan sonra nerdeyse bir aylık sürenin sonunda hükümeti kurabilmiştir. Seçim sürecinde yaşanan gerginlik yeni kurulan Hükümet’in, Program görüşmelerine de yansımıştır. Son derece gergin geçen görüşmelerde özellikle CHP’nin seçim sürecini değerlendirmesi ve radyonun bu süreçte “partizanca” kullanmasından yakınması ortamı daha da gerginleştirmiştir. Burada CHP lideri İsmet İnönü’nün yaptığı konuşmadan, seçim günü olan 27 Ekim’de, bu konuda daha önce duyum almış olan İnönü’nün ikazına rağmen radyodan sorumlu devlet bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun, radyodan oy verme işlevi devam ederken seçim sonuçlarını yayınlattığı ve radyonun seçim yayınalarının da iktidar lehine olarak olduğu anlaşılmaktadır.14 Bu suçlamalar karşısında söz alan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ise Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bu konuda verdiği “takipsizlik” kararını okumuştur.15 Zorlu, konuşmasının devamında, bu kararda ayrıca Yüksek Seçim Kurulu’nun bazı yerlerde radyonun bu tür yayınlarının seçmenin kararını etkilediği gerekçesiyle seçimlerin ertelenmesi istemini de reddettiği ve bu durumun Seçim Kanunu’na aykırı olmadığı görüşüne yer verdiğini belirtmiştir. Burada belirtilmesi gereken nokta; Zorlu bir yandan yaptıklarının hukusuzluk olmadığını savunurken, bir yandan da CHP’nin geçmiş dönem uygulamalarını “teamül” gibi göstererek dayanak aramaya çalışmasıdır. Zorlu’ya göre CHP de 1950 seçimlerinde benzer bir uygulama yapmıştır.16 138 • iletiim : arat›rmalar› CHP milletvekili Turan Feyzioğlu ise konuşmasında daha çok bu yayının hukuksuzluğu üzerinde durarak, iktidarın yayını durdurma konusunda mahkeme kararlarına uymadığını ispat etmeye çalışmıştır. Fevzioğlu, Yüksek Seçim Kurulu Başkanı’nın telgraf başvurularına verdiği cevaba yer vermiştir. Buna göre; “Sandık tasnif neticelerinin saat 17’ye kadar radyo ile yayınlanmaması hususunun Anadolu Ajansı ve Basın Yayın Umum Müdürlüğüne telefonla ve telgrafla tebliğine kurulumuzca karar verilmiştir” denmektedir. Feyzioğlu konuşmasının devamında da, CHP’nin İl Seçim Kurulu’na yaptığı başvurunun da, Zorlu’nun iddia ettiği gibi reddedilmediğini, Kurul’un radyodan seçim sonuçlarının saat 17.00’den önce duyurulmasını Seçim Kanunu’nun 134. maddesine aykırı bulduğunu ancak bu tür bir yayının tüm Türkiye’yi ilgilendireceği gerekçesiyle “yetkisizlik” kararı vererek konuyu Yüksek Seçim Kurulu’na intikal ettirdiğini söylemiştir. Zorlu’nun, Ankara Savcısı’nın kararı içinde Yüksek Seçim Kurulu’nun kararının da yer aldığını belirtmesi üzerine de Feyzioğlu; Adli bir makam olan fakat müstakil bir mahkeme sıfatıyla kazai karar veremeyen ve Adliye Vekaletine doğrudan doğruya bağlı olan Ankara Savcısının kararını her şeyi halleden bir vesika diye okuyan Fatin Rüştü Zorlu şimdi Yüksek Seçim Kurulunun, yani Temyiz Mahkemesi ve Devlet Şurası azalarından, bu memleketin en yüksek hakimlerinden müteşekkil bir mahkemenin verdiği kararı hiçe saymak, vesika değildir demek istiyor... ifadelerine yer vererek Yüksek Seçim Kurulu’nun bu konudaki kararını okumuştur.17 1960’da muhalefetin verdiği önergeler toplu olarak ele alınırken de, 16 Şubat 1960 tarihinde, 1957 seçimlerindeki, “yolsuzlukların sorumluları hakkında Meclis Araştırması” istenmiştir. Bu araştırma önergesinde de seçimlerin radyodan erken verilmesine yer verilmiştir.18 Bu tür yayınlardan sorumlu olarak hakkında Meclis soruşturulması istenen dönemin radyodan sorumlu bakanı olan Fatin Rüştü Zorlu’nun açıklamaları, kendisi gelmediği için, Genel Kurul’da yazılı olarak okunmuştur. Zorlu, yazılı metninde, gerekli açıklamaları, daha Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 139 önce değindiğimiz, hükümet görüşmelerinde yaptığını ve burada aynı şeyleri tekrarlayacağını belirterek konuyu savuşturmaya çalışmıştır. Bu metinde burada değinmeye değer noktalara yer vermek konuyu biraz daha aydınlatacaktır. Zorlu, seçim sonuçlarının radyodan erken verilmesinin hukuksuz bir yanı olmadığı ve seçmen davranışlarını ve seçim sonuçlarını etkilemediği savunusunu tekrarlamaktadır.19 Bu metinde belirtilmesi gereken bir başka nokta da, bu konuda sadece CHP’nin değil Hürriyet Partisi’nin de Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunduğu ve Savcılığın takipsizlik kararı verdiğidir.20 Burada belirtilmesi gereken bir başka husus da, İnönü’nün “seçim sonuçlarını erken yayınlamayın” uyarısı üzerine hükümet olarak yayınla ilgilenmeye başladıklarını belirtmesi olmuştur.21 Zorlu, haberlerin İçişleri Bakanlığı’ndan verildiğine dair önerge sahiplerini iddiasını da yalanlamaktadır22 ve bu konuda yine “teamüle” sığınarak23 CHP’yi haksız çıkarmaya çalışmaktadır (TBMM Tutanak Dergisi, 1960: 925). Önerge sahiplerinden olan CHP Malatya milletvekili Nüvit Yetkin iddialarını vurgulayarak bunları destekleyecek şu açıklamalarda bulunmuştur (TBMM Tutanak Dergisi, 1960: 942-943); Radyo iki türlü suç işlemiştir. Birisi seçim kampanyası sırasında Devlet Radyosunun hak olması lâzımgelen tarafsız ve objektif vasfı bir tarafa bırakıp, vatandaş haysiyet ve şereflerine karşı suç işlemeye kadar varan siyahi propagandaya alet edilmesi suretiyle; ikincisi, propagandanın memnu olduğu sürede ve oy verme gününde de vatandaşın maneviyatı ve kanaatine tesir etmek suretiyle. Yetkin, seçim günü İnönü’nün Zorlu’ya telefonun etmesinin nedeni ve yayının hukuksuzluğu üzerinde de durmuştur.24 DP Ağrı milletvekili Celal Yardımcı da, radyonun seçim sonuçlarını erken vermesini “…bir seçim neticesinin ilânı propaganda değildir.” diyerek yapılanları savunmaya çalışmış ve CHP iktidarındaki uygulamaları örnek göstererek yayını “teamül” gibi göstermeye çalışmıştır.25 140 • iletiim : arat›rmalar› CHP Ankara milletvekili Hıfzı Oğuz Bekata ise radyonun bir propaganda aracı olduğunu vurgulayarak, seçimler sona ermeden yapılan yayının hukuksuzluğunu ve sorumluların bu konudaki kusurunu ortaya koyan açıklamalar26 yapmıştır (TBMM Tutanak Dergisi, 1960: 952-953). Bu konu 27 Mayıs sonrası kurulan Yassıada Yüksek Adalet Divanı’nda iktidar yargılanırken, yargı davalarından biri olan “Radyo Davası”nda da ele alınmış ve bu konuyla ilgili Bakan olan Fatin Rüştü Zorlu yargılanmıştır. Zorlu savunmasını daha önce de yer verdiğimiz gibi yine geçmiş dönemlerden gelme “teamül” ve yapılan işin de “hukuka uygun” olduğu noktasında yapmıştır. Ancak burada Zorlu’nun savunmasında dikkat çeken nokta seçimler sona ermeden radyoda yapılan yayının “haber” olarak27 sunulmasıdır (Asker, 2013: 144-145). Kararname’deki iddiaya göre; 1957 seçim sonuçlarının öğleden sonra saat 14.30’dan itibaren radyodan verilmesi hakkındaki toplantıda dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Meclis Başkanı Refik Koraltan’da vardır. Mahkeme Başkanı'nın bunu sorması üzerine Zorlu bunu hatırlamadığını bildirir (Asker, 2013: 146). Bununla birlikte davada şahit olarak dinlenen dönemin Radyo Haberler Dairesi Müdürü Münir Müeyyet Berkman’ın sorgulamasında hükümetin bununla ilgili daha önce hazırlık yaptığı ortaya çıkar. 28 Şahitliğine başvurulan Devlet Bakanlığı Özel Kalem Müdürü Nazif Babaoğlu da, seçimlerin erken verilmesi konusunda alınan kararın Zorlu tarafından yetkililere bildirildiğini ve bu sırada Yüksek Seçim Kurulu’ndan gelen “neşriyatın durdurulması” yazısının da “mühürsüz olduğu bahane edilerek” geri çevrildiğini söylemiştir.29 Babaoğlu, konuşmasının devamında da şu açıklamaları yapmıştır (Asker, 2013: 147); Antetli kağıda yazılmıştı ve altında Yüksek Seçim Kurulu Başkanının imzası vardı, yalnız mühürsüzdü. Mahiyeti itibariyle neşriyatın durdurulması hakkında idi. Kendilerine daha evvelce muhalefet partisi başkan- Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 141 ları sayın İsmet İnönü ve Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu birer yıldırım telgrafı çekmişlerdi. Bu hususta daha evvel telefon konuşmaları olmuştu, menfi cevap almaları üzerine yıldırım telgrafla müracaat ettiler. Telgrafları alıp Başvekilin odasına gittim. O sırada Hey’eti Vekilenin bir kısmı Başvekilin odasında bulunuyorlardı. Kendileri cevap yazdılar ve postaneye gönderdiler. Saat beşi beş geçe de neşriyat yapıldı… Demokrat Partinin listesi başta, muhalefet partisinin listesi de sonda okunuyordu… Telefona Demokrat Partinin kazandığı yerler listenin başında verilsin diye işaretleniyordu… Babaoğlu, “Benim malumatıma göre Yüksek Seçim Kurulundan gelen bir yazının mühürsüz olduğu için geri çevrilmesi, zaman kazanmak bakımından, lazımdı.” bilgisini de vermiştir (akt. Asker, 2013: 147). Sonuç Kitle iletişim araçlarının gelişim çizgisine baktığımızda, kapitalist/özgürlükçü/çoğulcu ülkelerde bu araçların siyasal baskılardan uzak ve kamu yararına haber verme işlevini yerine getirecek yapıda olma anlayışı içinde ele alındıkları görülür. Bu araçların “kamu yararına/toplum yararına” hizmet edebilmeleri için de “iletişim özgürlüğü”nden sözedilir. Genellikle bu araçlar, özel ya da tüzel kişi elinde olsun, devlet bu alanda yalnızca “kamu yararı” için düzenlemeler yapmakla yükümlü olarak değerlendirilir. Bu anlayış açısından otoriter ülkelerde bu araçlar, otoriteyi elinde bulunduran siyasal yapının elindedir. Yayın politikaları da, toplum yararına değil, siyasal iktidarlara dönüktür. Türkiye’de de kitle iletişim araçlarının tarihsel gelişimine baktığımızda model aldığı kapitalist/özgürlükçü/çoğulcu ülkelerdeki gibi yazılı basın özel kesim elinde gelişirken, radyo (ve televizyon) yayınları devlet kontrolünde, denetiminde olarak gelişme göstermiştir. Fakat Türkiye’de kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak kurumsallaşmanın yeterince gelişmemesi beraberinde her alanda olduğu gibi bu alanda da özgürlükçü/çoğulcu anlayıştan farklı anlayışları ve uygulamaları beraberinde getirmiştir. Çalışmada da değindiğimiz gibi, radyo 142 • iletiim : arat›rmalar› yayınları önce özel kesim elinde başlamış fakat radyo yayınlarının önemi fark edilince devlet yayınları üstlenmiştir. CHP’nin iktidar olduğu dönem içinde muhalefetin olmamasından ötürü katı bir “hükümet sistemi”nden sözedilmese de radyo yayınlarının siyasal iktidar yanlısı olduğunu söylemek mümkündür. Radyo yayınlarının siyasal iktidar yanlısı olarak eleştiri konusu edilmesi, 1946 yılında çok partili siyasal yaşam ile başlamıştır. Bu seçimle muhalefet partisi olan DP her fırsatta radyonun kendilerine açılmasını dile getirmiş, siyasi iktidar olan CHP’de 1950 seçimleri öncesinde radyoyu seçim döneminde muhalefet partisi DP’ye açmıştır. Hatta CHP, seçim öncesinde radyoda muhalefet liderlerinin konuşmalarına da yer vermiştir. Radyo yayınları için getirmiş olduğu “Radyo Yayınları Danışma Kurulu” bu alanda demokratik bir yapılanma girişimidir. Türkiye’de demokrasinin gelişimi açısından iktidara gelen DP’nin de daha ileri adımlar atması beklenirdi fakat gelişmeler bunun tam aksi yönde olmuştur. 1950 seçimlerinde radyo yayınları oldukça önemli yer tutmuştur. Seçim zamanı muhalefet olarak radyoyu kullanan DP, seçim sonrasında iktidar partisi olarak Türkiye’de siyasal yaşamda 10 yıl sürecek olan yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu dönemde CHP, uzun tek parti yönetiminin ardından artık muhalefet partisi olarak Meclis’te yerini almıştır. DP’nin radyoyu, sanki muhalefet yokmuş gibi hükümet icraatlarını kamuya duyurma bahanesiyle “tek taraflı” kullanması, DP iktidarının ilk yıllarından itibaren muhalefet tarafından eleştiri konusu olmaya başlamıştır. Muhalefet “devlet radyosu”nun hukuka uygun olarak kullanılmasını istemektedir; iktidar ise, radyoyu sadece kendisi kullanmak istemekte hatta çoğu zaman bu tür kullanımlarına gerekçe olarak geçmiş uygulamaları “teamül” olarak göstermeye çalışmaktadır. 1954 seçimlerinde radyoyu “tek taraflı” olarak kullanan DP, seçim sonuçlarının lehine sonuçlanmasıyla iktidarını pekiştirir. Ancak DP, çok geçmeden ekonominin de bozulmasıyla birlikte iktidarına karşı güçlenmeye başlayan muhalefet karşısında birtakım yasal tedbirler alarak 1957 yılında seçime gidecektir. DP’nin aldığı tedbirler içinde radyonun muhalefete seçim zamanlarında bile kapatılması, muhalefe- Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 143 tin eleştirilerine neden olacaktır. Bununla birlikte özellikle seçim günü, seçim sonuçlarının seçim sona ermeden radyodan erken yayınlatılması muhalefet partisinin gerekli merciilere başvurarak, bu yayınları durdurmasıyla sona ermiştir. Bu konuda geçmiş uygulamaları örnek alarak kasıtlı olarak bunu yayınlatan iktidar, Yüksek Seçim Kurulu’nun yayın durdurma kararını da gecikmeli olarak uygulamıştır. Bu tür hukuksuzluklar karşısında CHP radyoyu “partizan” olarak nitelendirmiş ve bu hukuksuzluğu çeşitli vesilelerle Meclis’te sözkonusu ederek sorumluların hesap vermesini istemiştir. DP’nin bu konuda savunusu ise, CHP’nin geçmiş uygulamalarının “teamül” gibi gösterilmesi, Cumhuriyet Savcılığı’nın verdiği “takipsizlik” karararının öne sürülmesi ya da mevcut kanunların sandıkta sonuçların açıklanmasına izin vermesini radyo için de geçerli karar gibi gösterme şeklinde “savuşturma” olarak açıklanabilir. DP, 1957 sonrasında zaten hukuksuzluğu radyo konusunda da seçerek yoluna devam edecek ve muhaliflerine karşı radyoyu adeta bir “silah” olarak kullanacaktır. Sonuçta, demokratik rejimin gereklerinden olan ve “iletişim özgürlüğü” bağlamında değerlendirilecek olan radyonun özgür olması, çok partili döneme geçtiğimiz ve DP’nin iktidar olduğu dönemde iktidarın radyoyu iktidar aracı yaparak “kısıtlı” hale getirmesiyle mümkün olamayacaktır. Muhalefetin, özgürlükler bağlamında “rejim sorunu” olarak ortaya attığı “radyo sorunu” DP iktidarının sonunu getiren 1960 askeri darbesi sonrasında kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda da iktidarın yargılandığı ana davalardan biri olacaktır. Ama en önemlisi, Türk siyasal yaşamında çok partili yaşama geçtiğimiz dönemde, bu konuda “otoriter” bir anlayışın egemen olması ve geçmişten geleceğe taşınmasıdır. 144 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakça Aksoy, M. (1960). Partizan radyo ve D.P. Ankara: Ayyıldız Matbaası. Ahıska, M. (2005). Radyonun sihirli kapısı: garbiyatçılık ve politik öznellik İstanbul: Metis Yayınları. Asker, A. (2013). Askeri darbeye doğru: Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu kurma girişimi. Ankara: İmge Yayınları. Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki Kuram. Ankara: Erk. Güngör, N. (2010). "Cumhuriyet döneminde iletişim/kurumlar, politikalar." Genç Türkiye’nin üst yapı kurumları: Matbuat Umum Müdürlüğü, Anadolu Ajansı ve Radyo. (der.) Uzun, R. ve Hasdemir, T. A. Ankara: Siyasal Kitabevi Yayınları. 77-99. Kaya, R. (1985). Kitle iletişim sistemleri. Ankara: Teori Yayınları. Kocabaşoğlu, U. (2010). Şirket telsizinden devlet radyosuna. İstanbul: İletişim Yayınları. Kuruoğlu, H. ( 2006). Propaganda ve özgürlük aracı olarak radyo. Ankara: Nobel Yayınları. Resmi Gazete, 21 Şubat 1950. TBMM Tutanak Dergisi, 24 Mayıs 1949; 9 Şubat 1950; 11 Ocak 1952; 14 Ocak 1952; 30 Haziran 1954; 16 Şubat 1960. Yaylagül, L. (2006). "Kitle iletişiminin ekonomi politiği." Ekonomi politik yaklaşım. (der.) Barret, O. B. Ankara: Dalbaz Yayıncılık. Vural, S. (1986). Radyo-televizyon kurumlarında yönetim ve Türkiye’deki uygulama. Eskişehir: A.Ü. Açıköğretim Fakültesi Yayınları. Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 145 Sonnotlar 1 Günümüzde ise radyo örgütlenmeleri de kamu, ticari ve kamu hizmeti modeli içinde yer almaktadır. Bakınız, Vedat Demir, Türkiye’de Medya Siyaset İlişkisi, Beta Yayınları, İstanbul 2007, s.65-72. 2 Örneğin Celal Bayar, Sivas'ta yaptığı bir konuşmada; "...Radyo halkın parasıyla kurulmuştur. Tek taraflı kullanılmaması icap eder..." demektedir. Adnan Menderes ise radyoyu iktidarın "tek taraflı"kullanmasından şu sözlerle yakınır; "Seneler senesi CHP, iktidarın en alelade icraatını bile gürütülü propagandalara vesile yapmıştr. Millet parası ile çalışan radyolarda, bir taraflı olarak mütemadiyen kendilerini methettirmek yolunda, türlü gürültüler ve gösteriler yapagelmişlerdir." DP'nin 12 Temmuz Beyannamesi'nde de muhalefetin radyodan yararlanması şu sözlerle ifade edilmiştir; "...Partiler arasında gözetilmesi icap eden eşitlik hakları gereğince... radyodan muhalefetin de iktidar gibi faydalanması..." Muammer Aksoy, Partizan Radyo ve DP, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1960, s.16-19. 3 Kanunun 23. maddesi siyasal partilerin seçim zamanları yapacakları radyo konuşmalarını düzenlemiştir. Buna göre, en az on il merkezinde örgütünü kurmuş ya da TBMM’de en az üç kişilik grubu ve en az üç il merkezinde örgütü bulunan her siyasal parti bu olanaktan yararlanabilecektir. Bu nitelikleri taşıyan partiler seçim tarihine 15 gün kala başlayıp seçimden iki gün öncesine kadar olan süre içinde ancak 15’er dakikalık dört konuşma yapabileceklerdir. Konuşmalar saat 18.00-20.00 arasında başvuru sırasına göre yayınlanacaktır. Konuşma metinleri 2 gün önceden Genel Müdürlüğe verilip 24 saat içinde savcılık denetiminden geçirilecektir. Bkz, Uygur Kocabaşoğlu, Şirket Telsizinden Devlet Radyosuna, İletişim Yayınları, İstanbul 2010, s.310—311. 4 Bu konuda açıklama yapan Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Nihat Erim şöyle demiştir; “…Savcılığa gitmemizin sebebi, bize kötü niyet atfederler, Basın Yayın Bürosu keyfi olarak muhalefetin konuşmalarını sansür ediyor, yazıları çıkarıyor derler endişesidir…” TBMM Tutanak Dergisi, 24 Mayıs 1949, s.660. 5 Bu konuda DP milletvekili Refik Koraltan şunları söylemiştir; “…İktidar bugün Halk Partisinin elindedir. Yarın her hangi bir siyasi partinin mesuliyeti altına verilebilir. Bu nihayet milletin bileceği bir iştir; İktidara gelen her hangi bir kuvvet Hükümet mesuliyetini üzerine alan her hangi bir parti kendi prensiplerini, kendi düşüncelerini tabiatıyle vekilleriyle ve teşkilatının başında bulunan elemanları vasıtasıyla yayınlamaktadır. Bugünkü fiili hal de bundan ibarettir… Nitekim Hükümet teşkilatı içerisinde bulunan unsurlar kendi noktai nazarlarına göre ticari sahada; iktisadi sahada, ilmi sahada kendi noktai nazarlarına göre yani programlarının esaslarına göre istediği şekilde, istediği saatte, istediği kadar radyo ile neşriyat yapmaktadır. Zaten siyasi partiler denince; iktidarda bulunan siyasi parti kendi maksadını, kendi düşüncesini, kendi programını istediği şekilde yaymakta berdevamdır. Hal ve fiil bundan ibarettir…” TBMM Tutanak Dergisi, 24 Mayıs 1949, s.654. 146 • iletiim : arat›rmalar› 6 Bu söyleme iyi bir örnek olarak Menderes’in şu sözleri gösterilebilir; “Hakikat şudur ki, radyo devlet malıdır, devlet bir mücerret mefhumdur. Devlet muhtelif müesseseleriyle mevcuttur, fakat aslolarak devlet hükümette temsil olunur ve devletin icra vasıtası hükümettir. Bu haysiyet ve selahiyetiyle hükümet, diğer çeşitli vazifeleri meyanında devletin silahlı, silahsız kuvayı umumiyesine vazıülyed olduğu gibi, devlete ait ve onu alakadar eden bilcümle hususlardan mesul yenge teşekküldür.” Uygur Kocabaşoğlu, Şirket Telsizinden Devlet Radyosuna, İletişim Yayınları, İstanbul 2010, s.408. 7 Radyo yayınlarında “özgürlükçü” anlayışın çok partili hayata geçilmesiyle birlikte gelişmeye başladığı öne sürülebilir. Bunun en iyi örneklerinden biri de daha önce değindiğimiz CHP döneminde çıkarılan ve muhalefete seçim zamanlarında radyodan yararlanma olanağı sunan 5392 sayılı Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü Kanunu olmuştur ama bu kanunun önemli bir değişikliği de, radyo yayınlarını düzenlemek amacıyla Radyo Yayınları Danışma Kurulu oluşturması olmuştur. Ancak bu kurul 1949’da ve 1950’de bir kez toplanabilmiştir. Kurul DP’nin iktidara gelmesinin hemen ardından daha 1951 yılından itibaren toplanmamaya başlamış ve İstanbul Gazeteciler Cemiyeti temsilcisi Bedii Faik’in Danışma Kurulu’ndan Genel Müdürlükçe çıkarılması üzerine, olayı kınayan Üniversitelerarası Kurul Temsilcisi Sıddık Sami Onar görevinden ayrılmış ve bu olaylardan sonra Danışma Kurulu fiilen dağılmıştır. Bakınız, Uygur Kocabaşoğlu, Şirket Telsizinden Devlet Radyosuna, İletişim Yayınları, İstanbul 2010, s.310. 8 Menderes şunları söylemiştir: “eğer neşriyat ile hakikatlerin başka türlü olduğuna milletimizi inandırmak mümkün olsaydı Halk Partisi’nin 20 senedir mütemadiyen yaptığı dağlar gibi neşriyatın yekûnu bu milletin ruhunda tesirler yaratır ve Halk Partisi bu memleketin başından uzaklaştırılmazdı.” TBMM Tutanak Dergisi, 14 Ocak 1952, s.120. 9 Yüksek Seçim Kurulu’nun bu konuda kararı şöyledir; “CHP Ankara İl İdare Kurulu Başkanlığından gönderilen 30.4.1954 tarih ve 100 sayılı yazıda “radyoda partilere ayrılan konuşma saatleri dışında DP adayı olan Cumhur Başkanı, Başbakan ve diğer bakanların nutuklarının plaklarla tekrar edilmesi, propaganda mahiyetinde bulunduğundan men olunması hususunda Başkanlıkları tarafından yapılan müracaat üzerine, propaganda mahiyetinde bulunmadığına mütedair Ankara İl Seçim Kurulundan verilen 29.4.1954 tarihli kararın, itirazen tetkiki talep edildiği anlaşılmakla mahalinden celp edilen dosya tetkik olunarak gereği konuşuldu: 4545 sayılı kanunun 45 nci ve müteakip maddeleri radyo ile seçim propagandasının usul ve şartlarını açıkça göstermektedir. Bu şartlara göre her siyasi parti, ancak muayyen zamanlarda ve muayyen müddetlerde radyodan faydalanmak bakımından eşit haklara sahiptirler. Böyle olunca açıkça seçim propagandası kastını gösteren nutukların plaklara alınarak vakit ve müddet şartlarına uymıyacak şekilde radyoda yayınlanması caiz görülemez. Bu sebeple Ankara İl Seçim Kurulu kararının bozulmasına 1.5.1954 tarihinde ittifakla karar verildi.” Muammer Aksoy, Partizan Radyo ve DP, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1960, s.116-117. Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 147 10 Bu kanunun Komisyon Raporu’nda bu değişikliğin gerekçesi şu ifadelerle açıklanmaktadır; “Seçim Kanununda müşahede edilen mahzurların en mühimlerden birisini de, radyo ile propaganda mevzuu teşkil etmektedir. Amme hizmetine tahsis edilen ve Devlet sesini aksettirmesi icabeden Devlet Radyosundan seçim propagandası vesilesiyle, Devlet otorite ve emniyetini za’fa uğratacak ve siyasi ahlakı bozacak mahiyette konuşmalara müsaade edilmesinin memleket menfaatlerine aykırı olduğu, son seçim münasebetiyle yapılan radyo konuşmaları açıkça göstermiş bulunmaktadır. Parti mümessillerinin kendilerine ayrılan saatler içinde yaptıkları konuşmalarla, büyük bir ekseriyetin seçerek iş başına getirdiği Devlet ve Hükümet Mümessilleri (rozetli asılzadeler, horoz sınıfı, kıravatlı eşkiyalar, aldatıcılar, kaatiller, hainler, hırsızlar, partizanlar, vurguncular, hovarda, mesuliyet ve ciddiyet duygusundan uzak, ahlak kaidelerini reddeden, çılgın, ağızdan çıkanı kulağı işitmez, hezeyan savurucu, en akılsız mugalatacı) insanlar olarak gösterilmiş ve ordu ile Hükümetin arasını açıcı şekilde, tertipler ilave edilmiştir. Vatandaşlarda teessür ve ıstırap tevlideden bu şekilde konuşmaların seçim propagandası ile ve ahlak kaideleriyle hiçbir alakası bulunmadığı izahtan varestedir. Devlet radyosunun bu şekildeki bir propagandaya alet edilmesine hiçbir vicdan sahibi razı olamaz. Radyo konuşmalarının evvelden kontrolü bir sansür mahiyetini arzedeceği için tatbiki doğru görülmediği gibi konuşanları bundan menedecek bir sistemin tatbiki de mümkün olamamaktadır. Her ne kadar neşir yoliyle veya radyo ile işlenecek bazı cürümler hakkındaki 6334 sayılı Kanun hükümlerine istinaden suç mahiyetini taşıyacak bu gibi konuşmaların failleri hakkında cezai takibatta bulunmak hatıra gelebilirse de, konuşanların cezalandırılması bu konuşmaların efkarı umumiye üzerinde husule getirdiği kötü tesirleri silmeye, bilhassa seçim zamanları gibi heyecanın kesif olduğu ve ani tesiri itibariyle tashihi imkanlarının hemen hemen mevcut olmadığı bir zamanda, kafi bir vasıta olmaktan uzaktır. Esasen açık ve kapalı toplantılarında konuşmalar, afişler, matbualar ve sair vasıtalarla kafi miktarda seçim propagandası yapılabildiğine göre Devlet hizmetine ayrılan radyonun ayrıca bir seçim propaganda vasıtası olarak kullanılmasında hiçbir zaruret görülmemektedir. Bu sebeple, Seçim Kanununun radyo ile propagandaya imkan veren 45-48 nci maddeleri kaldırılmıştır. İfa edilen amme hizmetinin her vesile ile umumi efkara arz edilmesi zarureti ve vazife sahipleri için de bunun bir mecburiyet teşkil etmesi, demokratik rejimlerin ana prensiplerindendir. Devamlı şekilde ifa edilen bu hizmet neticelerinin Türk Milletine duyurulmasının seçimler münasebeti ile dahi geciktirilmesini haklı gösterecek makul bir sebep bulunamaz. Bu vazifenin yerine getirilmesi, Devlet ve Hükümet sıfatının tabii bir icabıdır. Bu itibarla kanunun yeni 46 ncı maddesi, buna imkan verecek şekilde hazırlanmıştır.“ Bu anlayışla hazırlanan 46. Madde de; “Devlet ve Hükümet işlerinde vazife alanların, bu işler etrafında yapacakları konuşmalarla, alakalı daire ve müesseselerin kendi faaliyetlerini gösterir şekilde yayınlayacakları her türlü matbua seçim propagandası mahiyetinde sayılmaz.” hükmünü içermektedir. Bakınız, TBMM Tutanak Dergisi, S. Sayısı 23, 30 Haziran 1954, s.3-4 ve Resmi Gazete, 7 Temmuz 1954. 148 • iletiim : arat›rmalar› 11 Menderes konuşmasını, muhalefetin radyoda ve meydanlarda konuşma yapmasını bilmediğini, vurguladığı şu sözlerle tamamlamıştır; “radyoda konuşmanın meydanlarda konuşmanın adabını öğrenelim, ondan sonra hak isteyelim. Bugün muhalefet partileri işte bu sebepten Devlet radyosunu kullanmaktan mahrumdurlar. Eğer delillerini isterlerse, konuşmalarını gözden geçirmek kafidir.” Bakınız, TBMM Tutanak Dergisi, 30 haziran 1954, s.320. 12 Radyonun “partizanca” kullanılması konusunda CHP milletvekili Sırrı Atalay ve (4) arkadaşı tarafından verilen radyo ile ilgili bir araştırma önergesi görüşülürken de, radyodan sorumlu devlet bakanının açıklamaları, iktidarın muhalefete neden yer vermediğini göstermesi yanında iktidarın radyoya bakış açısını ortaya koyması açısından da bir başka örnek olarak burada değinmeye değerdir. Bu görüşmelerde, Çalışma Bakanı ve Basın Yayın ve Turizm Bakanı Vekili Haluk Şaman CHP’nin iktidara gelmek için hem “dışarda” hem içerde bir kısım basını da yanına alarak Türkiye’yi kötü göstermeye çalıştığını ileri sürerek bu noktada da kanuna dayanarak radyoyu nasıl kullandıklarını şu sözlerle ifade etmiştir; “...devlet radyolarına düşen vazife, büyüktür. Esasen Basın-Yayın ve Turizm Umum Müdürlüğünün Teşkilat Kanunu da gayet sarihtir. Bu kanun, bu Umum Müdürlüğü basın-yayın ve diğer vasıtalarla Türkiye’yi dışarda tanıtmak ve içerde Cumhuriyet esaslarını ve Türk demokrasisinin gelişmelerini yaymak vazifesini yüklenmiştir. Sarih ve kati olan bu hükümler karşısında Devlet radyosu, dışarda Türkiye’yi tanıtmak yolunda her tedbiri almıştır. Bu tedbirlerden biri de muhalefetin, iktidarı kötüleyici, yabancıya karşı, küçük düşürücü, vatanperverlik mefhumlarıyla kabili telif olmayan hareketlerinin ne kadar hakikatlerden uzak olduğunu anlatmaktan ibarettir. Muhalefetin ve muhalefetin emel ve gayelerine alet olan bir kısım matbuatımızın hariçte de memleketimiz aleyhine faaliyetleri, hepinizce malum bulunmaktadır. Binaenaleyh Devlet radyolarımız için bu muzır faaliyeti de önlemek ve memleketimizi hakiki çehresiyle yabancıya tanıtmak esas vazifelerindendir. Diğer taraftan, radyolarımızın, içerde umumi efkarı tenvir etmesi, onu her çeşit hadiselerden haberdar eylemesi, muzır telkinlere, hasda dayanan hareket ve fiillere karşı uyanık bulundurması kadar tabii ve zaruri bir şey olamaz. Teşkilat Kanunu, Devlet radyolarına bu hakkı da tanımış ve bu vazifeyi de tevdi etmiş bulunmaktadır... radyoların neşriyatından şikâyet edenler, emellerine nail olamamanın korku ve endişeleri ile kendi işlemekte oldukları suçları başkalarına maletmek isteyenlerdir. Memleket huzurunu, memleket nizamını, memleket asayişini bozmaya, ihlal etmeye teşebbüs edenlerdir. Hakikatlerin öğrenilmesinden memnun kalmıyanlardır. İşlenen günahların millet tarafından duyulmasından hoşlanmayanlardır. Bundan titreyenlerdir. Böyle bir hastalıkla malul olanlara, kati olarak söylemek isteriz ki, millet ve memleket saadetiyle, demokratik rejimin bekasıyla alakalı her menfi hareket karşısında, Devlet radyoları kendisine kanunla verilen vazifeleri ifa temekte biran tereddüt etmeyecektir. Binaenaleyh hakikatin sesini duyuran ve duyuracak olan Devlet radyolarının neşriyatında suç aramak gafletine kapılmış olanların bu iddialarını şiddetle reddederim.” TBMM Tutanak Dergisi, 16 Şubat 1960, s.963-964. Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 149 13 DP iktidarı, 1958 yılında yapılması gereken seçimleri uygun ortam bulup 27 Ekim 1957 tarihinde yapmıştır. CHP’nin seçim kampanyasında vurgusu daha çok demokratik özgürlükler olurken, DP daha çok ekonomik refahı vurgulamıştır. Kampanya sırasında en çok tartışılan konulardan biri de din ve laiklik konusu olmuştur. Kampanyada sona yaklaştıkça birbirlerine karşı suçlamaların dozu artmış fakat iftira düzeyine ulaşmamıştır. Kampanya sırasında, güçlü hoparlörler, afişler vb kullanılmıştır. CHP, bu seçimde iktidarın baskı uyguladığını ve devlet radyosunu partizanca kullandığını öne sürmüştür. Seçime katılım oranı düşük olmuş, DP 424, CHP ise 178 milletvekili çıkarmıştır. CHP seçimler açıklandığında iktidarı; seçmen kütüklerinde yolsuzluk yapmakla, kendi yandaşlarına birden fazla oy kullandırmakla, “oy satın almakla” suçlayarak altmış ilde seçim sonuçlarının iptali için Yüksek Seçim Kurulu’na itiraz etmiştir. Kurul, “seçim kurallarına aykırı bazı önemsiz olayların kesin sonucu etkilemeyeceği varsayımıyla” bu yöndeki tüm başvuruları reddetmiştir. Hatta bunun içinde “geçersizlik kararına dayanak olabilecek güçlü kanıtların olduğu” illerin de olduğu öne sürülür. Seçim sonuçlarının ardından DP ve CHP arasında kavgalar yaşanmıştır. CHP seçim sonuçlarına itirazını hem her fırsatta söz konusu yaparak hem de önerge olarak TBMM’ye de taşımıştır. Bu konuda daha geniş bilgi için bakınız, Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev.: Yasemin Saner Gönen, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, 337-338; Kemal Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi 1876-1980, Çev.: Esin Soğancılar, İmge Kitabevi, Ankara 2007, s.s111-144 ve Ayşe Asker, Askeri Darbeye Doğru: Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi, İmge Kitabevi, Ankara 2013, s.140-147, 243-245. 14 İsmet İnönü bu konuda şunları söylemiştir; “...27 Ekim seçim günü, radyonun faaliyeti, kanunsuzluğu ve seçim emniyetine tecavüzün ayrı bir misalidir. Biz öğle üzeri, Devlet Bakanı Bay Fatin Rüştü Zorlu’ya müracaat ettik. 1954’te yapıldığı gibi oy verme devam ederken, radyonun neşriyatı seçmen üzerinde tesir ettiğini tecrübe etmiş olduğumuzu bildirerek, bu sefer yapılmamasını istida ettik. Seçim Kanununun 134ncü maddesini zikrettik. Bu müracaatı müteakip etraftan haber aldık. Radyo saat 14ten itibaren seçim neticesini vermeye başlayacağını zaten bildirmiş. Menedilmesi için teşebbüs isteniyordu. Bu esnada Devlet Bakanı müracaatıma cevap veriyor ve radyonun, şikayet edilen neşriyata devam edeceğini bildiriyordu. Radyo devam etti. İstanbul’da sandık yakınlarına alıcı makine koydular. Vilayetlerde radyoyu hoparlörlere bağlıyarak şehirlere ve sandıklara verdiler. Yüksek Seçim Kurulu, Ankara merkezinin müracaatlarına cevap olarak, radyo idaresine yayımın menolunduğunu bildiriyordu... Vilayetlerin devam eden şikayetlerine Yüksek Seçim Kurulu telgrafla cevap vererek, radyo idaresine yayımı durdurmak için telefon ve telgrafla tebliğ yapıldığını yazıyordu... Ancak radyo idaresi tarafından seçimin ifsadı suçu hiçbir kanun ve en yüksek mahkeme hükmü tanınmaksızın, sonuna kadar devam etmiştir...28 Ekimin ilk saatlerinden itibaren, Başbakan emrindeki Yüksek Seçim Encümeni bir hummalı faaliyet içine girmiştir. Pek çok vilayetlerde, seçim, iktidar için kaybolmuş görünüyordu. Başbakan, Dahiliye Vekili, Dahiliye Müsteşarı, valilerle canhavli temasında idiler. Bir yandan da radyo, mütemadiyen seçimleri muhalefetin 150 • iletiim : arat›rmalar› kaybetmiş olduğunu yayıyordu. Benim ağzımdan, içeriye ve dışarıya seçimi kaybettiğimiz, ancak 120 mebus kazanmayı ümit ettiğimiz yayılıyordu. Radyonun kaybettiğimizi söylediği her yerden derhal haber alıyorduk: Başabaş gidiyoruz, açılmamış yeni sandıklar var, ümitliyiz. Bir ara radyo, İstanbul için rakamlar söyleyerek kesin netice ilan etti. Bu esnada İstanbul, daha tasnifi alınmamış ilçeler olduğunu söyledi. Bu usulsüzlükler boğuşması içinde radyo, mebusları ilan etti. Seçim olayları ise, hiçbir zaman resmen ilan edilmedi...” Bakınız, Ayşe Asker, Askeri Darbeye Doğru: Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi, İmge Kitabevi, Ankara 2013, s.141142. 15 Buna göre, CHP tarafından yapılan şikayetleri değerlendiren başsavcılık radyonun yayınlarını şöyle değerlendirmiştir; “…radyo idaresince... mezkur gün yapılan mebus seçimleri sırasında umumi efkara günün en mühim memleket mevzuunda bilgi ve haber vermek maksadıyla saat 14.30’dan itibaren her yarım saatte bir yapılan neşriyatla, tasnifleri biten ve neticeleri zapta bağlanıp aleniyete dökülen mahdut sandık neticelerinin hakikate tevafuk eder şekilde Ankara, İstanbul ve İzmir radyolarından yayın yapılmış olduğunun anlaşıldığı…” Ayşe Asker, Askeri Darbeye Doğru: Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi, İmge Kitabevi, Ankara 2013, s.142143. 16 Zorlu, bu konuda şunları söylemiştir giderek şöylemiştir; “Sayın İsmet İnönü bana telefon etti, bu radyo neşriyatını yapmayınız dedi. Paşa, hangi kanunun hangi maddesine göre dedim. Yanındakilere döndü, hangi maddesine göre sordu. 1950’de saat 11’de radyo neşriyatına başladılar. Aynı kanun meriyettedir. Kendileri Devlet Reisidir, ona mani olmuyorlar, ne zaman mani oluyorlar. Seçimi kaybettiklerini gördükleri anda. O zaman üç gün Türk efkarı umumiyesi seçim neticelerini İngiliz Radyosundan öğreniyor. Bunu mu istiyorsunuz?...bizim radyo ile bildirdiğimiz 11 yerdeki neticelerdir ve bu 11 yerin 9 tanesinde halk Partisi ilerdedir. İşte bizim neşriyatımız. İşte onların neşriyatı...” Ayşe Asker, Askeri Darbeye Doğru: Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi, İmge Kitabevi, Ankara 2013, s.143. 17 Buna göre; “Radyo saat 14’ten itibaren seçim neticelerini yayınlamaya başlayacağını öğle ajansı yayınında bildirmiştir. Seçim neticelerinin, resmen malum olmadan, hususi bilgilerle ilan edilmesi Milletvekili Seçimi Kanununun 134ncü maddesine aykırıdır. Seçim saat 17 de hitam bulup, neticeler seçim kurullarınca tespit edilmeden radyo tarafından yapılacak neşriyat, oyunu kullanmayan milyonlarca vatandaşın reyini tam bir serbestlikle kullanmasına tesir edebileceği gibi, vatandaşlar arasında bir telaş yaratmak suretiyle seçimin düzenini de bozabilecek mahiyettedir. Resmi olmayan seçim neticesinin bütün radyolarda neşredilmemesi hususunun çok acele karara bağlanmasını arz ederiz, diye yazılı bulunduğu ve 514 sayılı yazıda da, bu husustaki il seçim kuruluna müracaatlarının yetkisizlik sebebiyle reddedildiğinden bu karara itiraz edildiği ve resmi olmayan seçim neticelerinin radyolardan neşredilmemesi hususuna acele karar verilmesi istenildiği anlaşılmakla gereği düşünüldü: Milletvekilleri Seçimi Kanununun 94ncü maddesi sarahatine göre oy verme müdde- Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 151 ti saat 17’de biteceğine ve sandıkların tasnif neticesinin ancak sandık başında ilan etmeleri mümkün olup radyo ile yapılacak ilanın seçmenin kararı üzerinde müessir olabileceği memur ve bu itibarla Seçim Kanununun aradığı hüküm sükuneti ve karar serbestisine müessir olabileceğine göre, itiraz hakkında karar verilmesi lazım iken vazifeleri dahilinde bulunmadığından bahisle müracaatın reddine karar verilmesi yolsuz ve itiraz varit bulunduğundan Ankara İl Seçim Kurulu kararının bozulmasına... ittifakla karar verildi...” ifadeleri yer almaktadır. Ayşe Asker, Askeri Darbeye Doğru: Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi, İmge Kitabevi, Ankara 2013, s.143-144. 18 Araştırma önergesinde; “1. Devlet Radyosu seçim kampanyası müddetince seçim ve ceza kanunları ile diğer mevzuata aykırı olarak partizan bir gaye ile Demokrat partinin propagandası için kullanılmıştır. 2. Milletvekilleri Seçimi Kanununun 134 ncü maddesinin koyduğu sarih yasağa ve cezai müeyyidelere rağmen seçim günü oy verme devam ederken seçim neticeleri namı altındaki bir takım kanuni olmıyan haberleri peyderpey radyo ile yayınlamak suretiyle seçmenin tam serbestlikle oy verme prensibi ihlal edilmiştir. Seçim günü Devlet Radyosu ile yapılan bu yayınların seçmeni manevi baskı altında bırakmak için kanunen yasak edilen propagandadan ibaret olduğu Yüksek Seçim Kurulu Kararı ile de teyidedilmiştir. Seçmenin oy verme serbestisini ihlal eden bu partizan neşriyat için Dahiliye Bakanlığının Seçim Kanununda yazılı olmıyan yollardan topladığı haberler malzeme olarak kullanılmıştır.” denilmektedir. TBMM Tutanak Dergisi, 16 Şubat 1960, s.920. 19 Zorlu bu konuda şunları tekrarlamaktadır; “seçim sabahın 8'inde başlıyor ve akşamüstü saat 5 de bitiyor. Yani 9 saat devam ediyor. Radyo ise neşriyatına saat 14,30 da başlıyor, yani seçimin 6,5 saati cereyan ettikten ve ancak iki buçuk saat kaldıktan sonra... Neden? Çünkü radyonun Hükümetin idaresinde olan her müessesenin olduğu gibi dürüst ve ciddî çalışmayı itiyadettiğinden... Radyonun maksadı halkı zamanında seçimin hakiki gidişinden haberdar etmekten, başka bir şey değildir… Radyo 14.30 ile men kararının alındığı 16.40 arasında sadece yarımşar saat fasıla ile beş yayın yapmıştır. Bu beş yayın esnasında ancak 23.000 oyluk bir netice vermiştir. Ve ilânlar yapılırken de Cumhuriyet Müddeiumumisinin kararında da belirtildiği gibi daima kazanan partiler önce söylenmiştir.” TBMM Tutanak Dergisi, 16 Şubat 1960, s. 925. 20 Buna göre Cumhuriyet Başsavcılığı’nın takipsizlik kararı şöyledir; “İhbar, telgraf ve dilekçelerinde 27.X.1957 Pazar günü yapılan milletvekilleri seçimlerinde, oy kullanma müddeti saat 17 ye kadar olup, henüz bu müddet sona ermeden bâzı mahal serim sandıklarına ait neticelerin radyo ile ilân edildiği cihetle vâki neşriyatın propaganda mahiyetinde bulunup suç teşkil eylediğinden bahsilen neşriyatın önlenmesi ve alâkalılar hakkında takibata tevessül olunması ihbar ve iddia edilmiştir. Radyo idaresince ise mezkûr gün yapılan mebus seçimleri sırasında umumi efkâra günün en mühim bir memleket mevzuunda bilgi ve haber vermek maksadiyle saat 14.30'dan itibaren her yarım saatte bir yapılan Neşriyatta, tasnifleri biten ve netice- 152 • iletiim : arat›rmalar› leri zapta bağlanıp aleniyete dökülen mahdut sandık neticelerinin hakikata tevafuk eder şekilde Ankara, İstanbul ve İzmir radyolarından yayın yapılmış olduğu anlaşılmıştır. Aynı yoldaki müracaatlerin bidayeten Ankara il Seçim Kuruluna da yapılmış olması sebebiyle mezkûr kurulca Türkiye radyosunun neşriyatının tatiline dair karar ittihazına kurullarının yetkisi olmadığından vâki talebin reddi hakkındaki kararına vâki itiraz üzerine Yüksek Seçim Kurulunca, ancak seçim emniyet ve düzeni bakımından ve önleyici bir tedbir alınması noktasından işin tetkik ve teemül olunarak Ankara il Seçim Kurulunun yetkisizlik kararının bozulması keyfiyeti fiilin bir suç teşkil edip etmiyeceği hususunu takdir edecek memuriyetimizi takyideyliyecek mahiyette görülmemiştir. Nitekim Yüksek Seçim Kuruluna bâzı mahal seçimlerinin iptaline mütadair yapılmış itirazların tetkiki münasebetiyle ittihaz olunan kararlarda da, radyonun oy verme saatleri içinde bâzı mahallere ait seçim neticelerini bildirmiş olması keyfiyetinin seçmenin irâde ve kararına müessir olup olmadığı ve bu sebeplerin seçim neticelerine tesir icra edip etmediği gayrimalûm bulunup bu kabîl iddiaların müşahhas vakıalar halinde tesbit edilmediği gibi muterizlerin bu yolda herhangi delil de ibraz edemedikleri cihetle mezkûr hususa matuf itirazlar varit görülmiyerek reddedilmiş bulunmaktadır. Ayrıca Milletvekilleri Seçimi Kanununun 94,102, 113/2 ve 113/10 ncu maddelerinin hükümlerine göre, oy verme işi biten sandıkların oy verme müddetinin sonu olan saat 17 den önce açılamıyacağı hakkında bir hüküm, bulunmadığı ve sandık kurullarının bu neticeleri yüksek sesle ilân etmeleri mecburiyetine ve hattâ bu hususların tutanağa dercine dair âmir hükümler vaz’edip, oy verme müddeti sona ermeden sandıkların açılamıyacağına ve hele tasnifi yapılmış, neticeleri zapta bağlanıp aleniyete intikal etmiş bulunan sandıklardan zuhur eden oy miktarının haber nev’inden radyo ile umumi efkâra arz edilmesine de kanuni bir mâni bulunmadığı ve diğer taraftan pek mahdut miktardaki sandık neticelerinin ilânında ve bilhassa her partinin aldığı oy sayısının aynen bildirilmesinde ve bu arada iddia ve ihbar edildiği veçhile mücerret iktidar partisi lehine olan neticeler verilmeyip fazla rey alan partilerin isimleri önce okunmak suretiyle ve ezcümle celbolunan neşriyat bültenlerinde görüldüğü üzere Çanakkale vilâyetine bağlı Ezine kazasının Bozalan köyüne ait tasnif neticesinde C.H.P. nin D.P. nin 24. rey aldığı, yine Ağrı vilâyetinin Taşlıçay kazasına ait üç sandığında C.H.P. nin 82 ve D.P. nin 23 oy kazandıkları, keza Çanakkale vilâyetinin Yenice kazasının Ahiller köyüne ait sandık neticesinin de C.H.P. nin 66 ve D.P. nin 26 rey almış oldukları ve yine bu cümleden olmak üzere Ağrı vilâyetinin Doğu Beyazıt kazasına ait altı sandık neticesinin C.H.P. nin 201 ve D.P. nin 88 oy kazandıkları ve buna mümasil olarak diğer başka mahallere ait rakamlar da verilmek suretiyle hakikata tevafuk eder şekilde mahdut miktardaki neticeleri alınan sandıklar hakkında efkârı umumiyeye malûmat verilmiş bulunduğu ve bu yayının her yarım saatte bir olmak üzere saat 14,30 dan itibaren yapılmış bulunmasına göre de oy verme müddetinin hitamına yakın saatlere kadar büyük bir vatandaş kütlesinin esasen reylerini kullanmış olup günlerce ve muhtelif vasıtalarla yapılan propagandalar karşısında pek cüzi miktardaki katı neticeleri alınmış ve partiler bakımından leh ve aleyhte tecelli eden Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 153 neticeleri muhtevi küçük rakamların vatandaşların tahassul etmiş irade ve kanaatlerinin tebeddülüne müessir olabileceği iddiası da vâhı ve gayrivârit bulunmuş ve nitekim radyonun mahdut miktarda verdiği neticelere ait rakamların umumi tasnifi sonunda ve katî seçim neticelerine göre, fiilen tezahür eden duruma tevafuk etmediği de bu görüşü müeyyet bulunmuş olmakla sözü edilen neşriyatın seçmen üzerinde tesir yapma gaye ve maksadına makrun olmayıp ancak neticeleri büyük bir merakla bekliyen umumi efkâra, hakikate uygun ve partilerin leh ve aleyhlerinde tecelli eden malûmatı ve haberleri vermekten ibaret bir keyfiyet bulunup fiilde propaganda kasıt ve gayesi olduğunu gösterir hiçbir delil ve emare de bulunmadığından binnetice kavli mücerrette kalan iddia ve ihbar sebebiyle ortada suç teşkil eden bir cihet görülemediğinden vâki iddia ve ihbarlardan ötürü takibat ifa ve âmme dâvasının açılmasına mahal olmadığına C.M.U.K'nın 163ncü maddesi uyarınca karar verildi. 18.XI.1957 Cumhuriyet Müddeiumumisi“ TBMM Tutanak Dergisi, 16 Şubat 1960, s.921-922. 21 Zorlu bu konuda şunları söylemiştir; “hükümet olarak biz radyoda seçimlerin ilânı ile ancak sayın İnönü’nün saat 13 raddelerinde bana vâki bir telefonu ile ilgilenmeye başladık, o saatte İnönü bana telefon ederek seçim neticelerini, radyoda bütün neticeleri alınıncaya kadar ilân edilmemesini talebetti. Ben kendilerine derhal şu suali sordum: Radyoda neşriyat yapılacağını nereden biliyorsunuz?... o zaman, henüz radyo neşriyata başlıyacağını dahi ilân etmiş değildi. Bildiğiniz gibi bu ilân saat 13.15'te yapılmıştır. Binaenaleyh benim bu sualim gayet yerinde idi. Cumhuriyet Halk Partisi Başkanı buna cevaben bunu yapabileceğimizi düşündüklerini ve yapmamamızı rica ettiklerini söyledi ve kanuna muhaliftir dedi. Bunun üzerine kendilerine sordum, hangi maddesine dedim. Bir an durdular, yanlarında olması lâzımgelen zevata hangi maddesi diye sorduklarını duydum. Kâğıt karışıklıkları oldu, başka bir zat telefona geldi, 134 ncü maddesi dedi, Sayın Cumhuriyet Halk Partisi Başkanı tekrar telefonu aldılar, ben kendilerine 134 ncü maddenin böyle bir memnuiyeti vaz’etmediğini söyledim. Kendileri bunu yapmayınız rica ederim dedi. Ben kendilerine niçin istemiyorsunuz diye sordum. Fena netice veriyor, bittecrübe biliyorum diye cevap verdi. Müşarünileyhe hangi tecrübeniz dedim. Doğrudan doğruya cevap vermediler, tekrar fena oluyor deyince «öyle ise paşam seçim kuruluna müracaat ediniz» dedim. Çünkü görüşlerimiz ayrıdır. Ve radyonun seçimleri ilânına dair bir teamül olduğuna göre bunu değiştirmeye bir lüzum ve mâna görmüyorum dedim” TBMM Tutanak Dergisi, 16 Şubat 1960, s.923. 22 Zorlu bu konuda şu açıklamayı yapmaktadır; “Dahiliye Vekâletinin radyoya kanuni yollardan gayri yollarla haber verdiği söyleniyor. Bu da tamamen hilafı hakikattir. Radyomuz seçim günü sadece tasnifleri bitip zabıtları tutularak usulü dairesinde aleniyete intikal eden neticeleri vermiştir. Bunda kanunsuz hiçbir şey yoktur.” TBMM Tutanak Dergisi, 16 Şubat 1960, s.925. 23 Zorlu şunları söylemektedir; “Ama bildiğiniz gibi yukarda naklettiği muhavereden anlaşılacağı veçhile Cumhuriyet Halk Partisinin maksadı iki saatlik bir neşriyata 154 • iletiim : arat›rmalar› mâni olmak değil halk efkârını uzun müddet seçim neticelerini bilmeden bir teşevvüş halinde bırakmak idi. Elbetteki, bu emelinde muvaffak olamadı… gördüğünüz gibi kanunlarımıza göre ve 1950 den beri teessüs etmiş teamüle göre de radyo ancak vazifesini yapmıştır. Bunda başka bir şey görmeye ve suçluluk bulmaya imkân yoktur.” TBMM Tutanak Dergisi, 16 Şubat 1960, s.925. 24 Yetkin bu konuda şunları söylemiştir; “Zorlu müdafaasında İnönü yayın başlamadan bana (Radyoda neticeleri sandıklar açılmadan yaymayın dedi. Kanuna aykırıdır dedi) neticenin aleyhinde olacağını nereden biliyordu diyor. İnönü, neticelerin hangi siyasi partinin lehine veya aleyhine çıkacağını bilerek konuşmamış, ama böyle bir propagandanın vatandaş vicdanında tesir yapacağını bildiği için, fena oluyor, bunu yapmayın demiştir. Saat 13 de, hiçbir sandık açılmamış, neticesi henüz belli değil, böyle olmasına rağmen, bizim lehimize de olsa yapmayın? Çünkü bu propaganda mahiyetini taşır, vatandaşın oy verme serbestîsine tesir eder demiştir. Vaziyet böyle olmasına rağmen Fatin Rüştü Zorlu’nun kendisini müdafaa için ileri sürdüğü noktaya hayret ediyorum. Sandık neticesi, sandık başında yüksek sesle okunduğu gibi, sandık neticesi radyoda okunabilir diye bir müddeiumuminin mütalâasını müdafaasına medar olacak bir misal diye getirmiştir. Tasavvur buyurunuz ki, bir müddeiumumi ademi takip kararından kendisine netice çıkarmak istiyor. Müddeiumumi radyo mesulleri ve memurları hakkında ademi takip kararı verebilir. Ama bir Devlet Vekili hakkında Cumhuriyet müddeiumumisinin karar verme salâhiyeti var mıdır? İstirham ederim. Yüksek Meclis tarafından divanı âliye sevk edilmeden hangi vekil hakkında müddeiumumi ademitakip kararı verebilir.” TBMM Tutanak Dergisi, 16 Şubat 1960, s.943. 25 Yardımcı konuşmasının şöyle tamamlamıştır; "Memleketin sathında cereyan eden, Türk milleti kadınıyla, erkeğiyle genci ve çocukları ile, takibettiği bir memleket mukadderatı meselesidir. Bunu bilmek ister… 1950 senesinde saat 11 de radyo neşriyata başladı. Hem nereden başladı bilir misiniz? Aydın’da Halk Partisi reylerinin Demokrat Partililerden binlerce fazla olduğunu kaydetmek suretiyle başladı. Manisa’da da aynı şekilde hareket edildi. Ondan sonra bu iş saat 1, 5 a kadar devam etti. Fakat baktılar ki, Demokrat Partinin reyleri çığ gibi geliyor. Altında ezilmemek kabil değil. Haber vermek de işlerine gelmez. Radyo sustu. Saat 11 de başlıyan seçim neticeleri 1950 seçimlerinin neticesini değiştirip Halk Partisinin yine iktidara gelmesini sağlaması iktiza ederdi, öyle oldu mu? Olmadı. 1950 de radyoda verilen haberler Halk Partisinin geleceği fikrini yayma gayreti içinde idi. Şu Demokrat Parti gelse gelse, 150 mebus ile gelir, o da bizim sayemizde, diyorlardı, işte Halk Partisinin 1950 de ilk ilân ettiği neticeleri bir tedhiş propagandası ile birlikte alırsanız Türk millet bu 150 mebusa da rey vermemesi lâzımdı beyefendiler Ama Türk milleti şuurunun hükmü altında kemali şiddetle bu propagandaya karşı koydu ve arkadaşlarımıza uğurlar olsun dedi. Bize de işbaşına... Bundan daha güzel ispat ve delil istiyor musunuz?... Bu radyo haberi ile vatandaşın oy değiştirmesi, fikir değiştirmesi, kanaat değiştirmesi mümkün değildir. Şu halde rica ederim: eğer mutlaka kendi lehleri- Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 155 ne bir şey düşünmek istiyorlarsa hiç değilse Türk milletinin izanına artık itibar etsinler…” TBMM Tutanak Dergisi, 16 Şubat 1960:943. 26 Bekata, bu konuda şunları söylemiştir; “Hakikat şudur ki; radyo bilhassa seçimlerde halk efkârının şekil almasına, fert ve kütle psikolojisine ve seçmen iradesine en başta ve en büyük tesiri icra eden umumi bir propaganda vasıtasıdır. Üstelik bizim radyo aynı zamanda Devlet rodyasudur… radyo seçimlerde suç işlemiş midir? Bunu da size ispat ettiğim takdirde, bir tahkikat zaruretiyle karşı karşıya kalacağız. Radyo, seçim günü saat 14 ten itibaren seçim neticelerini neşre başlamıştır. Buna bütün Türkiye şahit, sizler de şahitsiniz ve Sayın Fatin Rüştü Zorlu’nun yazılı cevabında da bu husus itiraf edilmiştir. Bunun bir merkezden idare edildiği anlaşılan maksatlı bir sistemle tertipli yapıldığı, birçok yerlerde belediye hoparlörlerinin de radyoya bağlanarak harekete geçirildiği, birçok mütereddit insanlara, ‘Radyodan dinleyiniz, Demokrat Partinin kazandığını öğreniniz ve ondan sonra rey veriniz.’ gibi tesirli propagandalar da yapıldığı bütün memlekette tesbit olunmuştur. Bu mevzuda, yine Fatin Rüştü Zorlu'nun itiraf ettiği gibi, Genel Merkezden bizzat Genel Başkanımız vasıtasiyle ve bütün Türkiye'deki teşkilâtımızın telgrafları ile Devlet radyosunun, Anadolu Ajansının ve diğer alâkalı mercilerin nazarı dikkati celbedilmiş, ‘Bu suçtur yapmayınız’ denilmiştir. Buna rağmen seçim günü radyo, daha saat 12 den itibaren seçim neticelerini, 14 te yaymıya başlayacağını ilân etmiştir. Hakikaten seçim neticeleri, maksatlı bir şekilde, saat 14 ten itibaren memleket ölçüsünde propaganda mevzuu yapılmıştır. Bu suretle seçmenin iradesine tesir edilmiştir. Radyo, bir partinin lehine ve diğerlerinin aleyhine kullanılarak, seçim serbestliği de açıkça ihlâl edilmiştir. Hukuki durumu da gözden geçirelim: Seçim Kanununun 94 ve 113 ncü maddelerinin sarih hükümlerine göre ‘Saat 8 den 17 ye kadar geçecek zaman oy verme müddetidir.’ Bu müddet içinde de asla propaganda yapılamaz. Diğer taraftan, yine Seçim Kanununun sarih hükümlerine göre seçimi bitmiş sandıkların tasnif neticeleri yalnız sandık başlarında ilân edilir. Bu husus Yüksek Seçim Kurulunun da kararına bağlanmıştır. Şimdi arkadaşlarım, radyo, kanun dışı neşriyatına böyle devam ederken, bizim bu husustaki noktai nazarımızı aksettiren müracaatlarimiz, ve bütün vilâyetlerden gelen şikâyetler karşısında cereyan eden olayları vesikaları ile aynen naklediyorum: Yüksek Seçim Kurulu bu hâdiseyi ittifakla ve şöyle karara bağlamıştır: ‘Milletvekilleri Seçimi Kanununun 94 ncü maddesine göre oy verme müddeti saat 17 de biteceğine ve seçim işlerini tamamlamış olan sandıkların tasnif neticesini ancak sandık başında ilân etmeleri mümkün olup, radyo ile yapılacak ilânın, seçmenin kararı üzerine müessir olabileceği memul ve bu itibarla Seçim Kanununun aradığı hüküm sükûneti ve karar serbestîsine müessir olabileceğine» göre bu neşriyatın durdurulmasına ittifakla karar verilmiştir.’ Şimdi bir incelik kalıyor arkadaşlar. Bu karar derhal Radyo Müdürlüğüne tebliğ edilmiştir ve radyo neşriyatı kanuna aykırıdır durdurunuz, emri de bu kararla beraber bildirilmiştir. Karar numarası 178/173, tarihi 27 Ekim 1957. Yüksek Seçim Kurulunun katî kararı karşısında Radyo Müdürü, ‘Ben muhatap olamam Fatin Rüştü Zorlu'dan emir aldım, oraya müracaat edin tarzında cevap vermiş ve radyo neşriyatına devam etmiştir. Bunun üzerine radyonun 156 • iletiim : arat›rmalar› mesul Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun telefon numarası olan 28970 e derhal telefon ve karar tebliğ olunmuştur. Bakınız ondan sonraki hâdiseye: Fatin Rüştü Zorlu bu karan resmen tebellüğ ettikten sonra bize şu cevapları veriyor: ‘Radyo neşriyatı kanuna aykırı değildir, suç değildir. Radyo, neşriyatına devam edilecektir. Başka türlü bir hareket tarzının ihtiyarı için her hangi bir sebep görülmemektedir.’ Ve şayanı dikkattir ki, Yüksek Seçim Kurulunun kararını bilmesine rağmen şöyle diyor; ‘Başka türlü mütalâada bulunulduğu takdirde Yüksek Seçim Kuruluna müracaat ediniz.’ Fakat eldeki malûmatı ve vesikaları kıymetlendirince görüyoruz ki, Yüksek Seçim Kurulu kararı; kendisine seçim günü saat on altıda tebliğ edilmiştir. Fatin Rüştü Zorlu imzalı olup genel merkeze gönderilen bahsettiğim telgraf ise Bakanlıklar Postanesine saat on altıyı onbeş geçe verilmiştir. Radyo Bakanı, sureti hususiyede ve sureti resmiyede radyonun suç işlediğini bilmesine rağmen, bundan habersiz görünerek radyoyu faaliyetine devam ettirmiştir. Radyo, suç işlediği kararı tebliğ edildikten sonra dahi, devam ettirmiştir. Eğer bu neşriyatın seçim neticelerine müessir olacağı, seçmen reyinin serbestisini ihlâl edeceği kanaati hâkim olmasa idi radyoya bu kadar ehemmiyet verilmiyeceği tabiî idi… Şimdi arkadaşlar, acaba radyo doğru haber mi vermiştir?... Hayır. Çünkü düşünelim bir defa; filân köydeki filân sandığın veyan filân kasabadaki filân sandığın D.P. lehine tezahür ettiğinin bildirilmesinden elbet beklenen bir şey vardı? Bu neticeler ne bir vilâyetin ne de Türkiye çapında bir neticenin ilânı olmadığına göre, bundan elbet beklenilen bir şey vardı; işte ondan faydalanılmıştır. Elimdeki şu telgraflar bize gelen binlerce yıldırım telgrafından birkaçıdır. Bunlar bağırıyor; ‘Radyo hakikati söylemiyor, durdurunuz, radyoyu susturunuz, radyo kasitli neticeler ilânivle milletin reyine müessir oluyor, seçim mualleldir.’ Demek ki radyo kanun dışı bir tesir yapmış, ilmî mânada yapmış, Beynelmilel anketlerle sabit olduğu gibi, yapmış; tatbikatta görüldüğü şekilde yapmış... Radyonun verdiği haberlerin doğruluk nispetini de tesbit için huzurunuzda iki misal vereceğim. İstanbul seçimlerinin daha katî neticesi alınmadan. Radyo İstanbul seçimlerini ilân ediyor ve tam liste halinde Demokrat Partinin kazandığını ve rey sayısını bildiriyor. Katî neticeler belli olduktan sonra anlaşılıyor ki, netice radyonun ilân ettiği rakam değildir. Radyo Muş vilâyetinde tam liste olarak Demokrat Parti kazandı diye ilân etmiştir. Halbuki Muş’ta kazanan Zeki Dede arkadaşımız işte C.H.P. Grupu safları arasında, aramızda oturmaktadır…” TBMM Tutanak Dergisi, 16 Şubat 1960, s.952-953. 27 Zorlu bu konuda şunları söylemiştir; “Radyonun vazifelerinden birisi de memleket dahilinde olan olayları efkarı umumiyeye bildirmektir. 1950 den beri radyonun seçim zamanlarında aynı şekilde neşriyat yaptığı malumdur, biz de 27 Ekim saat 2,5 dan sonra bu neticelerin neşrine başlanmasına hükümet olarak karar verdik. Fakat bundan evvel şunu arz edeyim ki; saat bir raddelerinde memleketin her tarafında muhtelif muhalefet partilerinin bazı gazeteleri seçim neticelerini ilan etmekte olduklarını öğrenmiştik. Bunun üzerine şahitlerin ifadesinde de görüleceği gibi; kendilerine radyonun neşriyata başlayacağını biz ancak saat 13 den sonra haber vermiş bulunuyorduk. Bu arada iki hadise oldu. Bunlardan birisi muhtelif membalardan Asker • DP’nin Radyoyu İktidar Aracı Yapması: ... • 157 bütün memleket sathında seçimin yapıldığını haber aldıktan sonra kanunları tetkik ediyorduk. Bu ara telefon çaldı ve beni Sayın İnönü’nün aradığını söylediler… Kendisile telefonla konuşmadan evvel bizim haber aldığımız bir husus ki… 26 Ekim günü Halk Partisinin müracaatına rağmen Ankara Seçim Kurulunun Radyo neşriyatının durdurulması hususundaki talebi reddetmiş bulunduğudur. İnönü telefonda bana seçim neşriyatının yapılmaması hususunda talepte bulundu. Kendilerine kanunun hangi maddesi mucibince diye sordum. Yanındaki bir zata danışmış olacaklar ki, telefonda hangi maddesine diye sorduğunu duydum. Başka bir zat geldi dedi ki; Seçim Kanununun umumi hükümlerindendir, dedi. Ben de kendisine bildiğimize göre radyo daima bu neşriyatı yapmıştır. Binaenaleyh yapmasında bir mahzur yoktur, biz neşriyata zaten 2,30 dan sonra başlayacağız. Binaenaleyh 9 saatlik bir seçim devresi içinde 6,5 saat geçtikten sonra seçim neticelerinin bildirilmesi kanuna muhalif değildir. Hatta kanunun icabatındadır. Kanunun 34 ncü maddesi sandıklarda seçim bittikten sonra seçimin duvara asılmak suretiyle bildirileceğini de amirdir.” Ayşe Asker, Askeri Darbeye Doğru: Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi, İmge Kitabevi, Ankara 2013, s.144. 28 Berkman bu konuda şunları söylemiştir; “Seçim günü telefon çaldı… Vekil bey karşıma çıktı… Vekalete kadar geliniz dedi. Hazırlandım, gitmek üzere iken bir telefon daha çaldı, Radyo Müdürü yahut da Program Müdürü telefon ediyordu. Bir emir aldık Emin Kalafat beyden; seçimler 14 den itibaren ilan edilecek şimdiden anons yapınız diyor, dedi. Haberim yok dedim. Esasen beni çağırdılar şimdi geliyorum dedim. Vekalete gittim Fatin Rüştü bey yoktu, Kalafat beyin odasında imiş… biraz sonra geldi, ilk suali şu oldu: 1954 seçimlerini radyodan hangi saatte verdiniz? 17 de dedim, 5 den itibaren dedim. Hayır yanılıyorsunuz, dedi. Yanılmıyorum dedim… çünkü o zaman ben Radyonun müdürü idim, dedim. Hem veremezdik gayri kanuni idi, seçim kanununa uymazdı. Mes’uliyet size ait olduktan sonra buyurun dedim işte Radyo. Nihayet 14 de ilan edilirken, 14,30 a kaldı. Bunun niçin kaldığını bilmiyorum.” Ayşe Asker, Askeri Darbeye Doğru: Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi, İmge Kitabevi, Ankara 2013, s.146. 29 Babaoğlu bu konuda şunları söylemiştir; “...Seçim günü öğle üzeri acele olarak Vekalete çağrıldım… O zamanın Devlet Vekili Fatin Rüştü bey seçim neticelerinin radyodan ilan edileceğinin, radyodan neşredileceğinin kararlaştırıldığını bildirdi… O sırada Münir Müeyyet Berkman ve Fethi Kardeş’de vardı. Fatih Beyle Münir Müeyyet arasında neşredilmesinin uygun olup olmadığı hakkında bir münakaşa oldu… 14.30'dan itibaren biz neşrine devam ettik. Ben Vekaletteki telefonda ve Radyoevindeki telefonda da Fethi Kardeş bulunuyordu. Aldığımız neticeleri her yarım saatte bir veriyorduk. Saat 15.30 sıralarında Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığından neşriyatın durdurulması hakkında bir yazı geldi. Fakat o yazının mühürsüz olduğu bahane edilerek geri çevrildi ve neşriyata devam edildi…” Ayşe Asker, Askeri Darbeye Doğru: Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu Girişimi, İmge Kitabevi, Ankara 2013, s.147. 158 • iletiim : arat›rmalar› 159 Etkinlik Değerlendirmesi Hülya Eraslan “İmparatorluk, Ulus ve Toplumsal Cinsiyet Dünya Tarihinden Perspektifler” Konferansı Üzerine İnsana yönelik, özellikle de kadına yönelik şiddet olaylarının son dönemlerde niteliksel ve niceliksel olarak ciddi boyutlara ulaştığı Türkiye’de, tarihsel bir perspektifle “toplumsal cinsiyet” kavramı üzerine düşünmek akademik bir zorunluluk halini aldı. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin gündelik hayat pratiklerinde sürekli olarak yeniden üretimi ve siyasi iktidarın koruyuculuğunu üstlenen medya profesyonellerince bu eşitsizliğin biyolojik bir gerçeklik olarak yeniden inşa edilmesi karşısında yapılacak eylemlerden biri de akademik düzeyde “toplumsal cinsiyet” odaklı çalışmaların sayısını ve çeşitliliğini arttırmak. Bu çerçevede 26 Kasım 2014 tarihinde Ankara Üniversitesi Rektörlüğü 100. Yıl Salonu’nda yapılan “İmparatorluk, Ulus ve Toplumsal Cinsiyet Dünya Tarihinden Perspektifler” temalı uluslararası konferans akademik olarak ayrıcalıklı bir öneme sahip. Ankara Üniversitesi’nden Gül Karagöz Kızılca ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Nalan Turna tarafınca düzenlenen, yurtiçi ve yurtdışından 20’ye yakın akademisyenin katkılarıyla geçekleşen etkinlikte izleyicilere açılış konuşmasının ardından üç bölümde 10 sunum yapıldı. İngilizce ve Türkçe sunumların yapıldığı iki dilli etkinlikte ağırlıklı dil İngilizceydi. Konuşmacılar, tarihsel bir bakış açısıyla imparatorlukiletiim : arat›rmalar› • © 2014 • 12(1): 159-164 160 • iletiim : arat›rmalar› lar çağından günümüze kadar geniş bir yelpazede “toplumsal cinsiyet” kavramına içkin, ağırlıklı olarak kadın ve kadınlığa ait sorunların ön planda tutulduğu çalışmalarını katılımcılarla paylaştılar. Zamansal, uzamsal ve sınıfsal boyutlarda kadın ve erkeğe ilişkin pek çok konuda karşılaştırmalı okuma ve analiz yapabilme fırsatı veren çalışmalar bu konulara ilgi duyan genç araştırmacılar için farklı bakış açıları yakalamaya ve yeni sorular sordurmaya yardımcı oldu. Konferans, Bighamton Üniversitesi “Tarih ve Kadın, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik Çalışmaları” bölümü öğretim üyesi ve aynı zamanda The Journal of Women’s History dergisinin yardımcı editörü olan Elisa Camiscioli’nin açılış konuşması ile başladı. Toplumsal cinsiyetin, iktidarla olan ilişkimizin belirlenmesinde en önde gelen olgulardan biri olduğuna dikkat çeken Camiscioli, imparatorlukların, ulusların ve post kolonyal ulus-devletlerin varlığının güçlü bir toplumsal cinsiyet inşasından geçtiğini vurgulayarak imparatorluk, ulus ve toplumsal cinsiyet kategorileri üzerine ayrıntılı saptamalarda bulundu. Konuşmasında “toplumsal cinsiyet” tarih yazıcılığı üzerine bir çerçeve çizen Camiscioli, ulus ötesi ve karşılaştırmalı tarih yazılığının önemine değinerek, daha fazla sayıda karşılaştırmalı Osmanlı İmparatorluğu tarih analizlerine ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Camiscioli, biyolojik farklılık dışında kadın ve erkek arasında herhangi bir farklılık ve eşitsizlik olmadığı, toplumsal cinsiyetin sosyal bir inşa olduğu, eşitsizliklerin toplumsal ve kültürel olarak üretildiğini vurguladı. Üç bildirinin sunulduğu ilk oturumdaki çalışmaların ortak noktası, Osmanlı İmparatorluğu üzerinden toplumsal cinsiyet konusunun işlenmiş olmasıydı. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sultan monografilerinin ağırlıkta olduğu oturumda, İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim görevlisi Başak Tuğ, “Sexual Violence, Adultery and Gender Order in the Ottoman Legal Culture” (Osmanlı Hukuk Kültüründe Cinsel Şiddet, Zina ve Toplumsal Cinsiyet Düzeni) adlı bildirisinde erkenmodern dönemden 1839 Tanzimat’a kadar geçen süreçte Osmanlı yasal söylem ve pratiğindeki namus kavramının nasıl ele alındığı üzerinde durdu. Tuğ, 18. yüzyılda merkezi hükümet ile Osmanlı tebaasının arasındaki yazışmalarda namus kavramına sürekli vurgu yapılma- Eraslan • Etkinlik Değerlendirmesi • 161 sından yola çıkarak devlet ve onun özneleri arasındaki ahlaki konularda yeni parametrelerin geliştirildiğini ileri sürdü. Tanzimat Fermanı’nın «yaşam, namus ve mülkiyet” sloganına değinen Tuğ, bu sloganın namus söyleminin meşrulaştırıcı bir mekanizması olduğuna dikkat çekti. Bununla birlikte Tuğ, 19. yüzyıl Ceza Kanunu’ndaki namusa ilişkin yasal düzenlemeleri inceleyerek, bu kanunun toplumsal cinsiyete dayanan “vatandaşlık” imgesi ile erkek öznelere ve ataerkil devlete dayalı bir evlilik ilişkisini yansıttığının vurgusunu yaptı. Marmara Üniversitesi öğretim görevlisi Betül İşpirli Argıt, "A Slave Concubine’s Rise to Power: Rabia Gülnuş Emetullah Valide Sultan (1640-1715 CE)" (Bir Köle Cariye’nin İktidara Yükselişi: Rabia Gülnuş Emetullah Valide Sultan (1640-1715) isimli çalışmasında 22 yıl valide sultan olarak tahta kalan Gülnuş Sultan’ın başarılı hayat biyografisini izleyenlere aktardı. Argıt, Padişah II. Mustafa ve III. Ahmet’in annesi olan ve “kadınlar saltanatı” olarak nitelendirilen dönemin devamında iktidara gelen Gülnuş Valide Sultanın, çok çeşitli taktiklerle –hediyeleşme, kamusal törenlere katılım, mahkemelerde karar alma sürecinde oynadığı rol, siyasi, kültürel ve toplumsal gücü uzun yıllar nasıl elinde tuttuğunun öyküsünü anlattı. Argıt, Osmanlı üst düzey kadınları üzerine değerlendirme yaparken, dönemin sosyo-ekonomik koşullarını ve kadınların kişilikleri hakkındaki bilgilerin de göz ardı edilmemesi gerektiği uyarısında bulundu. Birinci bölümün son konuşmacısı, İstanbul Üniversitesi tarih bölümü doktora öğrencisi Burçak Ersöz ise “Osmanlı Hanedanından Bir Kadın: Beyhan Sultan (17661824)” başlıklı sunumuyla bir diğer üst-düzey Osmanlı kadın portresini çizdi. 18. yüzyılın son döneminde üç padişah döneminde padişah kızı, yeğeni ve kız kardeşi olarak karşımıza çıkan sultanın hayatını anlatan Ersöz, sultana ait iki defterdeki sekiz vakfiyesinden yola çıkarak, onun toplumla olan ilişkisini, halkına yaptığı hizmetleri bildirisinde ayrıntılı olarak aktardı. İkinci oturum, Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Daniel Johnson’ın “For the ‘Publick Utility’ of Empire: Gender, Transportation and Print Culture in 18th-Century British America” (18. yüzyıl Britanya Amerikası’nda İmparatorluğun Kamu Hizmetleri: Toplumsal Cinsiyet, 162 • iletiim : arat›rmalar› Ulaşım ve Basım Kültürü) adlı bildirisi ile başladı. Johnson, sunumunda 18. yüzyıl Britanya Amerikası’ ndaki kolonyal yaşama ilişkin – Pennsylvania, Maryland, Virginia- ayrıntılar vererek, Atlantik basım kültürünün oluşumu ve bu kültürün suçun temsili ile ilişkisi –özellikle suç ve kadının temsili ilişkisi- üzerinde durdu. Johnson, toplumsal cinsiyet hakkında değişen fikirlerin ulus aşırı basım kültürünün yaratılmasıyla da yakından ilişkili olduğuna dikkat çekti. Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Nalan Turna “Son Dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda Seyahat ve Kadın” başlıklı bir sunum yaptı. Arşiv belgelerindeki kadınların izlerini takip eden Turna, 18, 19 ve 20. yüzyıldan verdiği örnek olaylarla seyahat eden kadının profilini çizmeye çalıştı. Turna, seyahat belgesi olarak adlandırabileceğimiz mürûr tezkeresi –iç pasaport- uygulamasına ilişkin gelişmeleri kadın merkezli örneklerle aktararak, kadının imparatorluk topraklarında özne olabilme sorunsalını değerlendirdi. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kadınların hayatına ilişkin bir başka ilginç bildiri de Okan Üniversitesi öğretim görevlisi Gülhan Balsoy tarafından sunuldu. “Poor, Single, and Lonely: Some Thoughts on the Experiences of Women in the Margins in Late Nineteenth Century” (Yoksul, Bekar ve Yalnız: 19. yüzyıl’da Kadınların Deneyimi Üzerine Bazı Düşünceler) başlıklı bildirisinde Balsoy, Osmanlı toplumundaki kadınları koruması altına alan Haseki Kadın Hastanesi’nin tarihi hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra – uzunca bir süre hastane, barınak, dullar evi, yetimhane, ve kadın hapishanesi- hastanenin sağlık işlevinden ziyade kadınlar için toplumdan tecrit etme, onları disipline etme ve hapis etme merkezleri olarak işlev gördüğü gerçekliğini ön plana çıkardı. Balsoy, şehir ve kadının, şehirdeki kadının bize ne ifade ettiğinin sorgulamasını yaptırarak “yalnız, fakir ve hayat kadınlarının” kamusal alanı ile arasındaki imtihanı üzerine kafa yormamız gerektiği uyarısını dile getirdi. İkinci oturumun son konuşması doğrudan iletişim tarihi içerisinde kadını ele alan monografik bir çalışmaya ayrılmıştı. Binghamton Üniversitesi Tarih bölümü doktora öğrencisi Ayşe Zeren Enis, “Entertainment for Ottoman Muslim Women During the Hamidian Period: Hanımlara Mahsûs Gazete (1895-1908)” (Abdülhamit Döneminde Osmanlı Müslüman Kadınların Eğlencesi: Hanılara Mahsûs Gazete (1895-1908)) Eraslan • Etkinlik Değerlendirmesi • 163 başlıklı konuşmasını yaptı. Sansür koşullarının çok yoğun olarak yaşandığı bir dönemde -Abdülhamit dönemi (1876-1908)- orta ve üst tabakadaki Müslüman kadınlara seslenen Hanımlara Mahsûs Gazete adlı yayın organının kadınların boş vakitlerini nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerindeki tavsiyelerini bizlere aktardı. Gazetedeki makalelerden örneklerle dönemin eğlence faaliyetleri1 hakkında bilgi veren Enis, gazetede ideal Müslüman Osmanlı kadını olmanın yolunun zararlı alışkanlıklardan uzak durup, mükemmel anne, eş ve ev hanımı olmak olarak tanımlandığını söyledi. Osmanlı tarihi çalışmalarının ağırlıkta olduğu konferansın son oturumu Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Elif Ekin Akşit Vural’ın “Girls in Ottoman Bildungsroman” (Osmanlı Oluşum Romanında Kızlar) başlıklı sunumuyla başladı. Akşit, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki oluşum romanlarındaki kız imgesini anlattı. Geneseo Üniversitesi’nden gelen öğretim görevlisi Todd Goehle, Osmanlı ve kadın temasından farklı olarak Almanya’daki medya şirketi ve erkeklik imgesi üzerine bir bildiri sundu. Constructing Corporate Masculinity: Media, Market Research, and the Image of Axel Springer, 1965-1968 (Kurumsal Erkeklik Oluşturma: Medya, Pazar Araştırmaları ve Axel Springer’in İmajı 1965-1968) isimli sunumunda Goehle, Almanya ve Avrupa’nın en büyük medya kuruluşlarından birisi olan Axel Springer’ın 1965-68 yılları arasında kurtarmak istenilen imajı için ne tür önlemler alındığını açıkladı. Medya aktörlerinin modern piyasa araştırmalarının sonuçlarından yola çıkarak şirket sahibi Axel Springer’in maskülen kimliğini kurumun kimliği ile nasıl birleştirdiklerini anlatan Geohle, şirket imajının nasıl kurtarıldığı öyküsünü bizlerle paylaştı. Etkinliğin son bildirisi olan “The Political Presence of Woman in Turkey Strained by Nationalism” (Milliyetçilik Tarafından Zorlanmış Türkiye’de Kadının Politik Durumu) başlığıyla Galatasaray Üniversitesi’nden gelen öğretim görevlisi Nilgün Tutal Cheviron ve Merve Kurt’a aitti. Bu bildiride kadınların Türk siyasal hayatındaki katılımları üzerine tarihsel ve eleştirel bir değerlendirme yapılarak, Türk parlamenter sistemindeki mevcut kadın milletvekillerinin sosyo- 164 • iletiim : arat›rmalar› demografik özellikleri ve sosyo-ekonomik durumları ile parti içindeki pozisyonları arasında ne tür bir ilişki biçiminin olduğu ortaya konmaya çalışıldı. Kemalist rejimin kadınla olan ilişkisindeki problematik yanlara –ilk feminist hareketin (Kadınlar Halk Fırkası 1923) bastırılmasında oynadığı rol, milliyetçi ve ataerkil yapısının olumsuz etkileridikkat çekilen sunumda kadınların, Kemalist rejimin modernleşme projesinin vitrini ve sembolleri haline dönüştürüldüğü ifade edildi. Sunumda, 1980’lerde ortaya çıkan İslami hareketin kadın figürünün siyaset yapma pratiği ile Kemalist, modernist, cumhuriyetçi, milliyetçi kadının politika yapma pratiğinin benzer olduğu açıklaması yapılarak, kadının siyasetteki görünürlüğünün meclisten ziyade arka planda olduğu söylendi. Parlamento’daki güçlü üç siyasi partinin –AKP, CHP, MHP- kadına ilişkin politikalarında geçmişten beri var olan ataerkil düzenin sürekliliğinin sağlanması noktasında ortak bir dile sahip olduklarının belirtildiği konuşmada, BDP’nin kadın sorununu çözmeye ilişkin söyleminin diğer partilere göre daha radikal ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmaya yönelik olduğu dile getirildi. Sonnotlar 1 Konferansın İngilizce adı: "1st International Conference on Empire, Nation and Gender: Perspectives From World History". 2 Dönemin eğlence faaliyetleri bulmaca çözmek, bisiklete binmek, roman okumak, tiyatroya gitmek, sigara içmek, alkol kullanmak, deniz banyosu yapmak, ev eğlencelerine katılmak, müzik ile ilgilenmek şeklinde kategorileştirildi. 165 Kitap Eleştirisi Tirşe Erbaysal Filibeli Televizyon ve İçimizdeki Şiddet1 Nilgün Tutal Cheviron Kırmızı Yayınları, İstanbul 2013. 251 sayfa Susan Sontag Başkalarının Acısına Bakmak kitabında artık savaşların hepimizin oturma odalarında sükûnet içinde seyredilip dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş olduğunu ifade etmektedir. Modern insanın gündelik hayatının oldukça önemli bir parçası haline gelmiş olan iletişim araçları, bizleri çoğunlukla farkında olmadan savaşın, çatışmanın, soykırımın, tecavüzün, felaketlerin, ölümün ve şiddetin görüntü ve seslerine maruz bırakmaktadır. Böylece şiddet sıradanlaşmakta ve içselleştirilmektedir. Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Nilgün Tutal Cheviron, Televizyon ve İçimizdeki Şiddet kitabında televizyonu sosyolojik, politik ve ekonomik mantıkların çakıştığı teorik bir perspektif ile yeniden düşünerek, seyirsel şiddetin düşünsel yoksulluğa neden olduğunu dile getirmektedir. Gelişen teknolojilere ve yeni iletişim araçlarına rağmen, önemini yitirmeyen ve hala çağımızın en yaygın kitle iletişim aracı olarak kullanılan televizyon aracılığıyla, kamusal alan ilk kez modern insanın özel alanına taşınmıştır. Tutal’ın deyimiyle televizyon evlerimize girdiği anda dünya sahnesi herkesin ulaşabileceği bir sahne olmuştur; çünkü kendisinden önce kimsenin göremediği gerçekliği görünür kılmıştır. Nitekim bu gerçeklik yeniden üretilen bir gerçeklikiletiim : arat›rmalar› • © 2014 • 12(1): 165-169 166 • iletiim : arat›rmalar› tir. Şiddet ise yeniden üretilen gerçekliğin içerisinde en çok satan unsurdur. Kitle iletişim araçlarının her yerdeliği ve şiddeti bir tüketim aracı olarak kullanan medyanın bundan kazanç sağlaması, şiddetin tüketilmemesini olanaksız bir hale getirmektedir. Haber medyasından, sinemaya, sinemadan gazetelere iletişimin her alanında şiddet yeniden ve yeniden üretilmekte ve satılmaktadır. Günümüzde yeni iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve dünyayı saran ağlar aracılığıyla şiddet hiç olmadığı kadar hızlı tüketilirken; bizler yeni iletişim araçlarının teknolojik aparatlarımıza dönüşmesine izin vermekte ve daha fazla gördüğümüzü, duyduğumuzu ve bildiğimizi düşünerek, medya, sermaye ve ideoloji üçgeni arasında sıkışmışlığımızın farkına varamamaktayız. Nitekim Tutal’ın ifade ettiği üzere daha az görmekte, daha az duymakta, neredeyse hiç dokunmamakta ve düşünememekteyiz. Yeni iletişim araçları aracılığıyla üretilen gerçekliği izleyerek yaşamlarımızı sürdürmekteyiz. Bahsi geçen gerçekliğin en mühim unsurlarından birisini her gün yeniden üretilen şiddet görüntüleri oluşturmaktadır. Bu görüntüler modern insanın savaşı, ölümü, aile içi şiddeti, felaketleri ve cinayeti olağan algılamasına sebebiyet vermektedir. Şiddet gündelik hayatımızın bir parçası haline gelirken tüm bu kötü olaylara karşı verilen tepki bir tepkisizliğe dönüşmektedir. Nihayetinde, yaşam alanımızı ve ilişkilerimizi kuşatan ekranlar bütün farklılıkları türdeşleştirerek, başkalarının felaketlerini sıradanlaştırmakta ve televizyondaki ölüm temsilleri öteki insanlar ile empati kurmamızı engellemektedir. Yazar, kitabının ilk iki bölümünde çocukluğumuzdan itibaren hayatımızın bir parçası olan televizyonun etkilerini kapsamlı teorik bir bakış açısıyla tartışmıştır. İlk bölümde piyasa odaklı egemen iletişim düzeninin artık değişmesi gerektiği fikrini ve bu iletişim düzenine nasıl direnileceğini ele alan yazar, ikinci bölümde televizyonun toplumsal bağ kurma işlevini eleştirel bir bakış açısıyla ele almıştır. Tutal ikinci bölümde çocukların televizyon izleme alışkanlıkları ve şiddet ilişkisine de detaylı bir şekilde değinmiştir. Kitabın merkezini oluştu- Erbaysal Filibeli • Kitap Eleştirisi • 167 ran, üçüncü ve son bölümünde ise ilk iki bölümde yapılan teorik tartışmalar ışığında, Tutal’ın medya, gerçeklik ve şiddet gibi konuları tartışmış olduğu İletişim Araştırmaları dersine katılan öğrenciler üzerinde yapmış olduğu alımlama çalışması oluşturmaktadır. Tutal, araştırmaya konu olan öğrencilere Michael Haneke’nin 1992 yılında çekmiş olduğu Benny’nin Videosu filmini izletmiştir ve ardından öğrencilerin film üzerine düşüncelerini yazdıkları metinleri çözümleyerek televizyonun toplum ve şiddet ile olan ilişkisini incelemiştir. Benny’nin Videosu insanların şiddet karşısındaki tepkisizliğini serimlememizi sağlayan ve izleyiciyi iletişim araçları ile olan ilişkisini düşünmeye yönlendiren bir eserdir. Tutal, bu çalışmayı yaparken Haneke’nin çalışmaya konu olan filminin genel olarak medyanın ve özel olarak da televizyonun imha edici gücünü kavratacak bir eser olması savından yola çıkmıştır. Film, evinin bulunduğu sokağa dahi odasında bulunan ekranlar aracılığıyla bakan, annesi ile savaş ve çatışma haberleri izlerken babasının “televizyonda ne var?” sorusuna “hiçbir şey…” diye yanıt veren, filmlerde kan için ketçap kullanıldığını söyleyen ve aksiyon ve korku filmleri kiralayan 14 yaşında bir çocuğun hikâyesini anlatmaktadır. Ailesine ait olan çiftlikte bir domuzun öldürülme anını gösteren bir video çeken Benny, videoyu odasında sürekli başa sararak izlemektedir. Akan görüntüyü geri sardığında domuz dirilmektedir ve tekrar izlediğinde domuz ölmektedir. Benny her gün televizyon ekranından akan savaş, çatışma, ölüm, bir başka deyişler şiddet görüntülerini ve tabii ki kendi çekmiş olduğu domuz videosunu izleyerek hayatına devam etmektedir. Orta-üst sınıf Avrupalı bir ailenin çocuğu olan Benny, bir gün video kiralarken orada tanıştığı kızı evine getirir ve çekmiş olduğu domuz videosunu kıza izletir. Çiftlikten domuzu öldürmek için kullanılan silahı çaldığını kıza söyleyen Benny, ona silahı gösterir. Silahı eline alan kız, merakına yenik düşen Benny’nin aynı silah ile onu öldüreceğini tahmin edemez. Tutal’ın ifadesiyle şiddetin seyri gerçek yaşamda taklit yoluyla şiddete yol açmıştır. 168 • iletiim : arat›rmalar› Benny’nin odasında yaşanan bu olay o sırada kayıtta olan kameraya dolaylı olarak kaydedilir. Ailesi eve döndüğünde Benny bu görüntüleri onlara izletir ve ebeveynleri Benny’nin yaptığını örtbas etmek için çocuk yaştaki kızın cesedini ortadan kaldırma planları yapmaya başlar. Haneke küçük kızın cinayeti anında ve sonrasında gerçekleşen şiddeti doğrudan göstermeyi tercih etmemiştir. Dolayısıyla film gösterilmeyen ama var olduğu bilinen şiddet unsurları ile devam etmiştir. Tutal’ın yapmış olduğu çalışmada yer alan öğrencilerin bir bölümü filmi izlediklerinde Türkiye’nin gündemini oldukça uzun bir süre meşgul eden Münevver Karabulut Cinayeti’ni anımsamıştır. Bu durum, gerçek hayatta gerçekleşmiş olan bir olaya dair şiddet unsurlarının hem yazılı hem de görsel olarak medyada fazlaca yer almasından ve filmde bize gösterilmemesine rağmen var olduğunu bildiğimiz şiddet unsurları ile olan benzerliğinden kaynaklanmaktadır. Bunun yanı sıra katılımcıların bir bölümü Benny’nin yaşantısını kendi yaşantısına benzetirken, bir bölümü yan komşularının dahi benzer olaylar yaşayabileceği tezini ortaya atmıştır. Bu farkında olmadan tükettiğimiz şiddetin içimizde olduğunun bir göstergesidir. Nitekim Tutal’ın yapmış olduğu çalışmadan da anlaşılacağı üzere Haneke filmi çekerken elde etmek istediğini başarmıştır ve filmi izleyenleri ekrandaki ölüm ve savaş gibi şiddet içeren görüntüleri geri alarak şiddetin yok edilemeyeceği gerçeği ile yüz yüze getirmiştir. Kitabında tüm iletişim araçlarının ama özellikle televizyonun zihinlerimizi nasıl köleleştirdiğini ve gerçeklik algımızı nasıl yitirdiğimizi ele alan Tutal, iletişim araçlarının bizleri maruz bıraktığı düşünsel ve duygusal köleliğe karşı çıkma zamanının çoktan geldiğini ifade etmektedir. Michel Tournier’in Altın Damla kitabına bir gönderme yapan Tutal, imgenin köleliğinden kurtulmak için imgeyi okumak, okumayı bilmek gerekir demiştir. Bu eksende Haneke’nin filmini izleyen katılımcı öğrencilerin imgeyi okumayı öğrenerek duygusal ve düşünsel köleliklerinden kurtulmuş olduğu söylenebilir. Erbaysal Filibeli • Kitap Eleştirisi • 169 Nilgün Tutal Cheviron, Televizyon ve İçimizdeki Şiddet kitabıyla, televizyona atılmış çürük bir domates görselinin kullanıldığı kapak tasarımından itibaren okuyucuyu başta televizyon olmak üzere, tüm iletişim araçları ile olan ilişkisi üzerine düşünmeye çağırmaktadır. Savaşların, çatışmaların, ölümün ve şiddetin çok olduğu, terör örgütlerinin ellerindeki rehineleri öldürdüğü görüntüleri ağlar aracılığıyla paylaştığı ve haber sitelerinin görüntüleri seyirsel bir şekilde bizlere sunduğu bir dünyada iletişim araçlarıyla bizlere iletilen imgeleri okumayı öğrenmek, başkalarının acılarına karşı hissizleşmemizi ve şiddetin içselleştirilmesini önlemek adına bir gereklilik oluşturmaktadır. Televizyon ve İçimizdeki Şiddet okuyucuya imgeyi okumasını öğrenmesi açsından eşsiz bir katkı sağlamaktadır. Sonnot 1 Michael Haneke’nin 1992 yılında çektiği Benny’s Video filmine dair spoiler içermektedir. 170 • iletiim : arat›rmalar› 171 Bu Sayıdaki Yazarlar Ayşe Asker Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı’ndan 1997 yılında doktora derecesi aldı. Kastamonu Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Türk Basınında Kadın Gazeteciler, Türkiye’nin Teledemokrasisi: TBMM TV’nin İncelenmesi, Askeri Darbeye Doğru isimli kitapları ile çeşitli akademik dergilerde yayımlanmış makaleleri bulunmaktadır. Ayşe Elif Emre Kaya 1998 yılında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu. Aynı sene Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı yüksek lisans programına başladı. 1999 senesi Eylül ayında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünün açmış olduğu araştırma görevlisi sınavını kazanan Emre Kaya, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne görevlendirilerek çalışmalarına orada devam etti. 2001 yılında Demokrat Parti ve Basın Rejimi başlıklı yüksek lisansını teslim etti. Aynı sene Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü doktora programına başladı. 2009 yılında tamamladığı "Demokrat Parti Politikalarının Cumhuriyet Gazetesinde Ele Alınış Biçimleri- 1950- 1960” çalışması ile doktora derecesini aldı. Cumhuriyet dönemi basın tarihi, siyasal iletişim, iletişim etiği konularında makaleleri bulunan yazarın, Prof. Dr. Zakir Avşar ile birlikte kaleme aldığı Medyanın İffeti başlıklı bir de kitabı bulunmaktadır. iletiim : arat›rmalar› • © 2014 • 12(1): 171-173 172 • iletiim : arat›rmalar› Çağla Kubilay Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı'ndan 2003 yılında yüksek lisans, 2009 yılında ise doktora derecesi aldı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü'nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. İslamcı Söylemde Kamusal Alan ve Türban Tartışmaları: Karşıtlıklar, Kırılmalar ve Uzlaşmalar adlı bir kitabı ile çeşitli akademik dergilerde yayımlanmış makaleleri ile kongre ve sempozyumlarda sunulan bildirileri bulunmaktadır. Hülya Eraslan 2002 yılında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünden mezun oldu. 2007 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim dalında yüksek lisansını tamamladı. "Agos (1996-2005) Türkçe-Ermenice Bir Gazetenin Tarihi" isimli yüksek lisans tez çalışması aynı yıl kitap haline getirildi. Bu çalışma 2009 Genç Sosyal Bilimciler Yarışması ödülüne layık görüldü. 2011-2012 yılları arasında YÖK doktora sırası araştırma bursu ile Georgetown Üniversitesi’ne araştırmacı –öğrenci olarak gitti. Halen Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim dalı doktora öğrencisidir. Korkmaz Alemdar Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nu bitirdi (1969). Doktorasını Fransa’da yaptı (1975). Gazi Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi İletişim Fakültelerinde çalıştı. UNESCO Türkiye Milli Komisyonu (2004-2010) ve Radyo Televizyon Üst Kurulu üyeliği (2010-2011) yaptı. İletişimin tarihi ve sosyolojisi ile ilgileniyor. Halen Lefke Avrupa Üniversitesi, DTCF ve Atılım Üniversitesi’nde lisans ve doktora dersleri veriyor. Son yayınları: Türkiye’de Kitle İletişimi Dün Bugün Yarın (Ed.), Gazeteciler Cemiyeti Yayını, Ankara, 2010; Herkes İçin Gazetecilik (Ruhdan Uzun ile birlikte), Tanyeri Kitap, Ankara, 2013; “Tan Olayı ve Sertellerin ABD’ye İltica Girişimi”, Hıfzı Topuz’a Armağan, İLAD-Hiperlink Yayını, İstanbul, 2014, s.19-52. Yazı Teslim Kuralları • 173 Tirşe Erbaysal Filibeli Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans eğitimini tamamladıktan sonra, Galatasaray Üniversitesi Medya ve İletişim Çalışmaları Yüksek Lisans Programı’nda “Photojournalism during war and conflict: reflections of press photographers about agencies, contests and journalism ethics” başlıklı yüksek lisans tezini yazarak eğitimini tamamlamıştır. Yüksek lisansın ardından yine aynı üniversitede Medya ve İletişim Çalışmaları Doktora Programı’nda eğitime başlamıştır. Şu anda “Yeni Toplumsal Hareketler ve Barış Gazeteciliği: Yazılı ve Görsel Basında Gezi Parkı Süreci” başlıklı doktora tezini yazmakta ve nefret söylemi, barış söylemi, barış gazeteciliği, gazetecilerin yeni medya okuryazarlığı, yeni toplumsal hareketler gibi konularda akademik araştırma ve çalışmalarını yürütmektedir. 174 • iletiim : arat›rmalar› 173 Yazı Teslim Kuralları 1. Dergiye gönderilecek yazılar MS Word programında yazılmış olmalıdır. 2. Times New Roman karakteriyle 12 punto olarak, iki aralık yazılan ve A4 sayfanın tek yüzüne basılan yazılar 2 adet kopya ile teslim tarihine kadar yayın kuruluna ulaştırılmalıdır. 3. Yazılar 100-150 kelimelik bir İngilizce ve Türkçe özetle birlikte gönderilmelidir. Yazıların ve özetlerin üzerinde yalnızca yazının başlığı bulunmalıdır. Ayrı bir kapak sayfasında yazarın ismi, açık adresleri, telefon ve faks numaraları ile varsa elektronik-posta adresleri yer almalıdır. 4. Yazıda başlık ve alt başlıklar açık, anlaşılır ve kısa olmalıdır. Yazıda paragraflar girintili olmalıdır. 5. Yazıların başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayın için değerlendirme aşamasında bulunmaması gerekir. 6. Dergiye ulaşan yazılar en kısa sürede hakemlere gönderilecektir. Hakeme gönderilen yazı yazarın kimlik bilgilerini içermeyecektir. Hakem değerlendirmesi sonucunda yazılar yayınlanabilecektir. Hakem değerlendirmesi sonucu yazarlardan yazılarını geliştirmeleri ya da gözden geçirmeleri istenebilir. Yayın konusundaki son karar Yayın Kurulu'na aittir. Yayın Kurulu’nun yazı hakkındaki değerlendirmesi, hakem raporu ile birlikte yazarlara gönderilir. Yaz›lar›n Gönderilece¤i Adres Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi İLAUM (İletişim Araştırmaları Dergisi) Cebeci 06590 Ankara [email protected] Tel: (+90.312) 319 77 14 ‘ 254 / 249 / 248 iletiim : arat›rmalar› • © 2014 • 12(1): 175-177 174 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakçaların Düzenlenmesi Metin içinde kaynak gösterme 1. Metin içindeki tüm referanslar metin içinde uygun yerlerde ve parantez içinde belirtilir. Aynı kaynaklara metinde tekrar gönderme yapılırsa yine aynı yöntem uygulanır. Örnek: (Morley, 1997: 1-5). 2. “vs.”, “vb.”, “a.g.e”, “bkz.” gibi kısaltmalar metin içerisinde ve dipnotlarda kullanılmaz. 3. Alıntılanan yazarın adı metinde geçiyorsa ve yazarın kaynakçada sadece bir eseri varsa parantez içinde yazarının adını ve eser yılını tekrar etmeye gerek yoktur. Yalnızca sayfa numarası yeterlidir. Örnek: Randall, kendi hikayelerimizi anlatarak… (12-19). Ancak metinde adı geçen yazarın kaynakçada birden fazla eserine atıfta bulunuluyorsa yıl ve sayfa numarası yer almalıdır. Örnek: (1980: 29). 4. Alıntılanan kaynak iki yazarlı ise, her iki yazarın da soyadları kullanılmalıdır. Örnek: (Morin ve Kern, 2001). 5. Yazarlar ikiden fazlaysa ilk yazarın soyadından sonra “vd.” ibaresi kullanılmalıdır. Örnek: (Bennet vd., 1986). 6. Gönderme yapılan kaynaklar birden fazlaysa, göndermeler noktalı virgülle ayrılmalıdır. Örnek: (Morin, 1998: 12; Williams, 1987: 25). 7. Notlar ve referanslar ayrılmalıdır. Notlar metin içinde numalarandırılmalı ve metnin sonunda numara sırasına göre ve referanslardan önce yerleştirilmelidir. 8. Kaynakçada yalnızca yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve yazar soyadına göre alfabetik sıra izlemelidir. 9. Bir yazarın birden çok çalışması aynı kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine göre yeniden eskiye göre sıralanmalı, aynı yılda yapılan çalışmalar için “a,b,c…” ibareleri kullanılmalıdır. 10. Metin içindeki alıntılar için çift tırnak, alıntının içindeki alıntılar için tek tırnak işareti kullanılmalıdır. 40 kelime ya da 5 satırdan uzun alıntılar, tırnak kullanılmadan, bir küçük punto ile (“10”) girintili paragrafla verilmelidir. Yazı Teslim Kuralları • 175 Kitap Mutlu, Erol (1995). İletişim Sözlüğü. Ankara: Ark Yayınları. Çeviri Kitap Fiske, John (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev., Süleyman İrvan. Ankara: Ark Yayınları. Derleme Kitap Holmes, David (der.) (1997). Virtual Politics. London: Sage. Derleme Kitapta Makale Hutchby, Ian (1991). “The Organization of Talk on Talk Radio.” Broadcast Talk. (der.) Paddy Schannel. London: Sage. 154-178. Dergide Makale Çaplı, Bülent (2001). “Media Policies in Turkey Since 1990.” Kültür ve İletişim 4(2): 45-55. Bildiri Kejanlıoğlu, D. Beybin (2000). “Kitle İletişim Tarihyazımları Üzerine.” I. Ulusal İletişim Sempozyumu 3-5 Mayıs 2000. Ankara. ‹nternette Yaz› Kellner, Douglas (2003). “Critical Theory and the Crisis of Social Theory.” http:// www.uta.edu/huma/illuminations/kell5.htm. Erişim tarihi: 01.04.2003. 176 • iletiim : arat›rmalar›