Yansımalar

Transkript

Yansımalar
20 NİSAN 2007 CUMA
S
anatın çevreyle, ekonomik, toplumsal ve siyasal gelişmelerle bağının bulunmaması
düşünülebilir mi? Bir sanatçı, dünyadaki
gelişmelere duyarsız kalabilir mi? Bu soruların yanıtının koskocaman bir “Hayır” olduğunu geçtiğimiz hafta, hem plastik sanatlar hem
de müzik alanındaki gözlemlerimizle bir kez daha
gördük.
Önce plastik sanatlardan başlayalım. ÇAĞSAV’ın düzenlediği ANKART - 2007 etkinliğinde,
Transparan Sanat Galerisi’nde tam göbekte yer alan
üç tablo, özellikle kadın sanatseverler tarafından en
fazla izlenen, sanatçısı kutlanan yapıtlar oldu.
Ressam Gür Dalkıran, akademili bir mimar ressamdır. Ama yıllardır herkes onu öncelikle ressam
olarak tanır. Gözlerini Anadolu’nun binlerce yıllık
tarihine dikmiş, figüratif resmin açık anlatım olanaklarını kullanarak eski uygarlıklarla günümüz arasında anlamlı köprüleri tuval üzerinde yağlıboya tekniğiyle kurar.
TRUVA ATI VE TANRIÇALARIN KÂBUSU
Geçmişteki tablolarında eski kent, yapıt ve tanrıçalarla Erbakan’ı, Demirel’i, Erdal İnönü’yü
anımsıyorum. Bu kez yüzü tanınabilen kimse yoktu
ama “kavramsal” ve “simgesel” yaklaşımla sanki
yaşananlar anlatılıyordu. Devasa tablo Truva Atı konusunu işliyordu. Hediye paketi gibi sarılmış Tuva
Atı, önde tarikatçı, aymaz demokrat, “sözde” vaadlere inanmış işçi - köylünün de yer aldığı bir topluluk
tarafından üzerinde Türk Bayrağı dalgalanan Ankara
Kalesi’ne doğru çekiliyordu. Truva Atı’nın göbeğindeki dümende silindir şapkalı bir politikacı oturmuştu. Geriden de gene siyahlar içinde bir politikacı kitlesi uygun adım yürüyordu. Truva Atı’nın pencerelerinden kimlerin göründüğünü tahmin edebilirsiniz!
Gür Dalkıran’ın “Kibele’nin Kâbusu” ve “Artemis’in Kâbusu” adlarını taşıyan iki tablosu ise hem
Anadolu toprakları üzerinde yaşanan çelişkiyi hem
de geleceğe dönük olarak yaşanan korkuyu yansıtıyordu. Kibele ve Artemis’in ardından başlarını çıkarıp bakanlar, “kara çarşaflı” kadınlardı! Çok açık biçimde tuvale aktarılmış saptama müthiş ilgi gördü ve
sergiye hiç gelmeyecek kişiler bile “tavsiye üzerine”,
bu tabloları görmek için geldiler. Özellikle kimilerinin ısrarla görmezden gelmeye çalıştığı, tarihe geçecek 14 Nisan Mitingi sonrası, çok sayıda sanatsever
gruplar halinde ANKART - 2007’deki bu tabloları izledi.
Aynı galeride yapıtları sergilenen Gültekin Serbest ile Serpil Akyıl da Anadolu toprakları üzerindeki kültürel birikimle günümüz arasında bağlantı kuran tarzda çalışan iki ressam. Gültekin Serbest’in
özellikle İstanbul’daki çarpık kentleşmeyi de eleştirel
bir bakışla tuvale taşıdığı tabloları ilgiyle izlendi. Bu
üç ressamın günümüzden Anadolu tarihine yeniden
bakıp ilişkileri kurma ortak paydasında buluşarak
Esra Pehlivanlı - Marko Kassl
26
Gür Dalkıran
Truva Atı
tablosu ile...
Gelişmelere
Duyarlı
Sanat ve
Sanatçılara
Selam...
Yansımalar
Şefik KAHRAMANKAPTAN
[email protected]
“Grup Yeniden Bakış” adı altında birliktelik oluşturduklarını öğrendim. Gür Dalkıran Hititler’e, Frigler’e
kadar giderken, Serbest ile Akyıl Selçuklu - Osmanlı
dönemleriyle günümüz sorgulamasını daha çok yapıyorlar.
ELEŞTİRİ, YENİ VE ESKİ: DOĞRU, PEHLİVANLI VE KASSL
Ve şimdi de gelelim müziğe... 24. Uluslararası
Ankara Müzik Festivali’nde, Hollanda’da yaşayan
genç bir Türk bestecisi olan Selim Doğru’nun, bu
festivalde viyolacı Esra Pehlivanlı ve akordeoncu
Marko Kassl tarafından seslendirilmek üzere özel
olarak bestelediği Elegy (Viyola, Akordeon ve Tape
icin yeni eser-2007) adlı yapıtının “dünya prömiyeri”
yapıldı.
Çağdaş yaklaşımıyla beslendiği Anadolu kültürünün izlerini yeni müzik yazısının içine başarıyla yediren Selim Doğru, Hollanda’da çeşitli gruplardan sipariş alan, sahne müzikleri de
yazan bir besteci. Ses cihazından gelen elektronik müzikle, viyola ve
akerdeonun uyumlu birlikteliği,
dünyada yaşananlar için yazılmış bir “ağıt”ı vurguluyor.
Ağıt denilince, bunun bir yas
müziği olduğunu düşünmeyin ama insanı düşüncelere
daldıran, bazen mistik, bazen irkiltici etki yapan, dinlenebilir niteliklere sahip bir
müzik. Bestecisi, parçasını
“Hem doğanın, hem insanların sıradan maddi çikarlar
uğruna acımasızca katledildiği, katliamların taçlandırıldığı ve geleceğe dair umutların tehdit altına girdiği bir dönemde yaşıyor olmanın getirdiği ruh hâlinin duyulduğu bir müzik” biçiminde nitelendiriyor.
Soyut olmakla birlikte elle tutulur bir anlatımcılığa da sahip olan parça, yalın, doğal, ses kümeleri arasında git - gellere dayalı bir yapıdaydı. Elektronikle
birliktelikte, akustik müziğin özellikleri dikkatle korunmuştu. Buna seslendirmecilerin özenli icrasının
da büyük katkısı oldu. Doğru, bu parçasıyla sadece
Türkiye’de değil, tüm dünyadaki olumsuz gelişmelere karşı tavrını ortaya koyarken, müziği bir ağıtta olması gerektiği gibi karamsar değil, aksine her şeye
rağmen iyilerin kazanabileceğine inancın güzel renklerini de taşıyordu.
PEHLİVANLI’NIN VİZYONU
Viyolacı Esra Pehlivanlı, akordiyonla bir ikili oluşturmakla ne
denli yerinde ve önemli bir
seçim yaptığını kanıtlamış
oldu. Avrupa’da çok sayıda viyola - piyano
ikilisi var ama bu bir
ilk...
İki enstrümanın
ses renklerinin ne
denli birbirine yakıştığını,
usta
akordiyoncu Avusturyalı
Sanatçı
Marko Kassl’ın
yer yer enstrümanını küçük bir orga dönüştürüşünü,
Esra
Pehlivanlı’nın özellikle
eski dönem bestecilerinden
yapılan uyarlamalarda
Artemisin Kâbusu
ne denli duru sesler elde ettiğini hayranlıkla izledik. Esra
Pehlivanlı, keman ailesinin bu orta
boy üyesinden, adeta yay tellere sürtünmüyormuşcasına temiz ses çıkaran, gelişkin tekniğe ve duyarlı yoruma sahip bir viyolacı. Zaten öyle olmasa,
Avrupa’da tutunabilir miydi?
Umuyorum, Türkiye’deki orkestralar da repertuvarında hayli konçerto bulunan Pehlivanlı’yı önümüzdeki sezon için programlarına alarak Türk dinleyici ile daha çok buluşmasına olanak sağlar. Bu arada Türk bestecilerinin de viyola - akordiyon ikilisi
için yazacakları 8 - 10 dakikalık parçaların kısa sürede seslendirilme olasılığının yüksek olduğunu belirtelim. Çünkü ikili giderek daha çok davet alıyor. Yazacak o denli çok konu, değinilecek o denli çok sanatçımız var ki... Ama bu hafta, fotoğraflara da yer
kalabilmesi açısından burada kesiyorum.