konuk yazar

Transkript

konuk yazar
+
Uğur Dağlı
-> Sayfa 3
Eski Eserler ve Müzeler Dairesi
Deniz Kapısı’nı Gözden Çıkardı Mı?
Kaç Kent Konutunu Daha Müze Ya
Da Galeri Yapabiliriz Ki?
Hera-C
Naciye Doratlı
-> Sayfa 4
GELENEKTEN EVRENSELE
ENDÜSTRİ ÜRÜNLERİ TASARIMI
İÇMİMARLIK
KONUT VE YAŞAM
BİR MİMAR - BİR BİNA
Mimari Birer Değer Olan
Camilerimiz…
GEÇMİŞİN SESSİZ TANIKLARI
KENT
MİMARLIK
ve TASARIM
GAZETESİ
15 GÜNDE BİR YAYINLANIR
01 AĞUSTOS 2010/ SAYI 12
Kağan Güner- Özlem Olgaç Türker
-> Sayfa 5
Osmanlı ve İngiliz Dönemleri
Etkisinde Kıbrıs Kapıları
Kağan Günçe
konuk yazar:
Nazife Özay
-> Sayfa 6
Yola Çıktım Mardin’e
KENTİN TADI TUZU
Şebnem Hoşkara
konuk yazar:
Neşe Yıldıran
-> Sayfa 11
AL GÖZÜM SEYREYLE
Türkan Ulusu Uraz
konuk yazar:
Ceren Boğaç
-> Sayfa 12
DaVinci Şifresi ve “Louvre Müzesi”
Beril Özmen Mayer
Boğaç
ARABA TASARIMININ ARDINDAKİ GERÇEKLER... Tasarım dünyasının önde
gelen çalışma alanlarından birisi olan, otomobiller çağdaş yaşamımızın ayrılmaz bir
parçası haline geldiler. Bu ayrılmazlık kendi içinde birçok çelişkileri de barındırıyor.
Bu çelişkileri birbirine bağlayarak düşünmeye çalışalım. -> S 7-8
GÜNCEL HABERLER - YORUMSUZ FOTOĞRAFLAR
S 15 <-.......................................................................KARİKATÜRLER
Kutsal Öztürk
Begüm Mozaikçi
+
Nil P. Şahin
-> Sayfa 13
Kent ve Mimarlık: Kamusal Binalar
2010 MİLANO ULUSLARARASI MOBİLYA FUARI’NIN ARDINDAN... “ ’Yalınkarmaşıklık’ (Simplexity), veya sanatsal beceri, karmaşık işlevlere sahip bir objeye
yalın bir görüntü verebilmektir...” diyor ünlü tasarımcı Ora Ito -> S 9-10
konuk yazar:
PROVO-ETKİNLİK
kapak resmi: Ceren
Ercan Hoşkara
SORULAR-CEVAPLAR
ENDÜSTRİ ÜRÜNLERİ TASARIMI- İÇMİMARLIK
Vikingler’in Kuzeydeki Masal Kenti
CMYK
-> Sayfa 14
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
02 EDİTÖR
Naciye Doratlı
Doğu Akdeniz Üniversitesi
SAYFA
“Uluslararası Kariyer İçin”
[email protected]
EDİTÖR’DEN...
Tatil Günlerinden Herkese Merhaba,
MekanPerest’in yayın süresi boyunca
sizlerle yapılaşmış çevre ile ilgili olarak
çok sevindirici bir durumu ya da bir
saptamayı paylaşabilecek miyim acaba
diye düşünüyorum hep. Çünkü sizlerle
birlikte olduğumuz on iki sayı boyunca
çoğunlukla yanlışları, kurumlar tarafından
yapılmakta olan yanlışları paylaşmak,
ya da bu yanlışlara dikkatinizi çekmek
durumunda kaldım. Bu durumdan üzüntü
duyuyorum. Belediyelerin kabul edilemez
tutum veya icraatları ise bu üzüntümü
öfkeye dönüştürüyor.
Lefkoşa Terminal Alanına
Külliye Yapılması
Sözü uzatmadan konuya girsem iyi
olacak galiba. Geçen günkü gazetelerde
Lefkoşa Terminal alanına bir cami ve
külliye haberini okuyunca hayrete düştüm.
Bu konu birçok açıdan tartışılabilir.
‘Toplumsal açıdan böyle bir gereksinim
var mı?’ diye sorulabilir; ‘Ekonomik
sorunlarla boğuşulduğu bir dönemde
öncelik bu olamaz.’ denilebilir. Bu konular
da çok önemli ama benim esas üzerinde
durmak istediğim konu, hem kendi meslek
alanımla doğrudan ilişkili olduğu, hem
de Devlet Kurumlarının bir çeşit kanun/
kural tanımazlığının her konudan daha
önemli olduğuna inandığım için, İmar
Planı’na aykırı bir durumla karşı karşıya
bulunmamızdır.
Lefkoşa Terminal Alanına
Külliye yapılması İmar
Planı’na Aykırı
Burada İmar Yasası’nın bazı maddelerine
‘özetleyerek’ atıfta bulunmak istiyorum:
-
Yasa’nın 7. maddesine göre
İmar Planlarını Planlama Makamı (Şehir
Planlama Dairesi) yapar.
-
12.(2): İmar planları, beş
yıldan fazla olmayacak aralıklarla, ....
araştırma sonuçlarındaki değişmeler
doğrultusunda değişiklikler yapmak
için, sürekli gözden geçirilir. Bu gözden
geçirme yapılırken, plan alanı içinde
yaşayanların plana ilişkin şikâyetleri
ile Belediye veya belediyelerin veya
yoksa Muhtarlıkların
uygulamadaki
zorlukları ile programlarına ilişkin
Değişikliklerin belirlenebilmesi için, bu
Yasanın 7 ‘nci maddesinin (3)’üncü fıkrası
kuralları uygulanır.
-
12. (3): Meydana gelen
değişmeler doğrultusunda, planda
yapılması tasarlanan değişiklikler bir
rapor halinde düzenlenecek, haritalar
ve çizelgelerde gösterilerek, değişiklik
önerisi Birleşik Kurulun onayına sunulur.
-
13. (1): Bu yasanın 12 ‘nci
maddesinde belirtilen süre içerisinde
daha kısa aralıklarla planın yapıldığı
alanındaki belediye veya belediyeler
veya Bakanın istemde bulunması,
Planlama Makamının uygun ve
gerekli göçme ve Birleşik Kurulunun
onaylanması halinde zaman zaman imar
planında değişiklikler yapılabilir.
İmar Planı olan tek kentimiz Lefkoşa
ve bu plana göre Külliye yapılması
öngörülen alan, terminal alanı
olarak belirlenmiştir ve bu şekilde
kullanılmaktadır. Bu alanın külliye ya da
başka bir biçimde kullanılması yönünde,
İmar Yasası’na uygun bir biçimde İmar
Planı’nda bir değişiklik yapıldığını hiç
duymadık. Öyle anlaşılıyor ki herhangi
bir değişiklik yapılmadan, birileri o
alanın uygun olduğunu düşünmüş ve
böyle bir açıklama yapılmış. İster Sayın
Cemal Bulutoğulları’nın şahsi tercihi,
isterse diğer ‘resmi’ kurumlarla birlikte
Başkan’ın ortak görüşü ya da tercihi
olarak ortaya atılmış bir görüş/karar
olsun her halükarda böyle bir kararın
devlet ciddiyeti ile bağdaşmadığını
düşünmekteyim. Eğer kurumlar yasalara
aykırı kararlar üretirlerse, sade vatandaşın
yasalara saygılı olmasını, yasalara uygun
davranmasını nasıl bekleyebiliriz ki...
Beğenilsin ya da beğenilmesin, Lefkoşa
İmar Planı 55/89 İmar Yasası’na uygun
bir biçimde hazırlanmıştır ve yürürlüktedir.
İmar Yasası’nda günün koşullarına
göre değişiklikler yapılması gerekebilir.
Lefkoşa İmar Planı’nın uygulanmasında
sorunlar olabilir, günün koşullarına göre
revize edilmesi gerekebilir. Bu sorunlar
giderilmeden veya gerekli görülen revizyon
yürürlükteki mevzuat çerçevesinde
yapılmadan, yasaya aykırı kararlar
üretmenin veya uygulamalar yapmanın
savunulacak bir tarafı asla olamaz.
Yasa’da bu kadar açık kurallar varken,
Kurumlarımızın nasıl bu kadar ‘Yasa
tanımaz’ bir tavırla kararlar aldığını,
açıklamalar yapabildiklerini benim kafam
almıyor. Siz anlayabiliyor musunuz?
Gerçi geriye dönüp baktığımız zaman,
bugün Külliye konusu ile ilgili karar ve
söylem, Lefkoşa İmar Planı’na aykırı
olarak resmi kurumlar tarafından yapılan
veya göz yumulan bir ilk değil ne yazık ki.
Sonuncusu da olmayacak galiba.
Külliye konusuna gelince, bir daha
vurgulamakta yarar görüyorum. Benim
ciddi bir sorun olarak ortaya koymaya
çalıştığım temel konu, yasalara aykırı
bir durumun söz konusu olması. Buraya
mevzuata uygun olmadığı sürece, okul
yapılacağı kararına da aynı tepkiyi
göstereceğimden şüpheniz olmasın.
Çünkü Devlet olma ciddiyetinin yasalara
uygun hareket etmekle başladığına
inanırım.
Yirmi birinci Yüzyılda Külliye
Yasaya aykırılık yanında mesleğim gereği
olarak bir de Mimari ve Şehircilik açısından
bir ekleme yapmam gerek. Külliye tanımını
bir hatırlayalım önce. Ansiklopedilere
göre ‘Külliye, İslam tarihinde yapılmış
olan, dini-sosyal kompleks. Külliye,
cami ile birlikte medrese, imaret, türbe,
kütüphane, hamam gibi binalardan oluşan
yapılar topluluğudur’. Bizler kent tarihi
okuturken, Türk ve İslam kentlerinin önemli
öğelerinden biri olarak anlatırız külliyeyi.
Külliyeler geçmişin sosyo-ekonomik ve
toplumsal yapının gereği olarak inşa
edilmişlerdir tüm kentlerde. Bugünün
toplum yapısı böyle bir komplekse
gerektiriyor mu?
Mimari açıdan bakacak olursak, İslamabad
- Pakistan’da 1970’lerde inşa edilmiş
olan, Vedat Dalokay’ın Kral Faysal Camii,
onaltıncı yüzyılda inşa edilmiş Mimar
Sinan’ın Selimiye Camiine hiç benzemez.
Benzetme kaygısı olmadan tasarlanmış
modern caminin de dört minaresi var ama
son derecede modern çizgiler taşır. Bu ve
benzer örneklerden hareketle, Lefkoşa’da
da yeni bir camii inşa edilecekse, yeri
neresi olursa olsun, geçmişin muhteşem
eserlerinin kopyası olmak zorunda değil.
Son Olarak
Geçen sayımızda Güney Lefkoşa’dan
stadyum alanında yapılacak yenileme
öncesinde Belediye tarafından
gerçekleştirilen mini referandumdan
söz etmiştim. Belediye karar vermeden
önce batılı ve çağdaş bir tavırla halkın
ne istediğini sorguladı. Bizdeki kurumlar
acaba ne zaman ‘halk için’ yapılması
gereken uygulamaları ‘halka rağmen’
yapmaktan vazgeçecek?
Her şeye rağmen ‘Elbet bir gün’
dileğiyle...
Mekanperest Gazete Ekibi / Soldan sağa (üst): Ceren Boğaç, Şebnem Hoşkara, Kağan Günçe.
Soldan sağa (alt): Ercan Hoşkara,Begüm Mozaikci, Hıfsiye Pulhan,Naciye Doratlı, Kutsal Öztürk, Uğur Dağlı,
Türkan Ulusu Uraz.
Naciye Doratlı
MEKANPEREST- HAVADİS GAZETESİ EKİ
Proje Koordinatörü / Editör Naciye Doratlı. Proje Koordinatör Yardımcıları Ceren Boğaç, Uğur Dağlı, Şebnem Hoşkara.
Grafik Tasarım ve Sayfa Düzeni Ceren Boğaç. Yazı İşleri Ekibi (Alfabetik) Nesil Baytin, Uğur Dağlı, Kağan Günçe, Ercan Hoşkara, Şebnem Hoşkara, Beril Özmen Mayer,
Begüm Mozaikci, Kutsal Öztürk, Hıfsiye Pulhan, Türkan Ulusu Uraz. Proje Resmi Sahibi Doğu Akdeniz Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Gazimağusa.
Tel: 630 1346, [email protected] Yayıncı Kuruluş Havadis Gazetesi, Lefkoşa.
+
CMYK
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
BİR BİNA- BİR MİMAR
Doğu Akdeniz Üniversitesi
SAYFA
03
Uğur Dağlı
“Uluslararası Kariyer İçin”
[email protected]
MİMARİ BİRER DEĞER OLAN CAMİLERİMİZ…
20 Temmuz etkinlikleri çerçevesinde
yeterlidir. Günümüzde ezan duyurulması
için daha çağdaş teknolojik araçlar varken
hala 2-3 şerefeli minareler yapmak
komiklikten öteye bir şey değildir” diye
vurgulamaktadır. (2)
İşte bu bağlamda camilerin, gerek
tasarım gerekse sosyal olgu açısından
bakıldığında anlamsızlığının karmaşası
yanında içinde taşıdığı ciddi problemler de
sözkonusudur.
basına Lefkoşa Terminal bölgesine
yapılacak Cami ve Külliye haberi bomba
gibi oturmuştu. Aslında daha önce de
Lefkoşa’da cami yapımı konusundaki
duyumlar gündeme gelmişti. Bilimsel
görüşlere inanmayan bir topluma zorla
da birşeyler aktarmanın zorunluluğunu
bir görev olarak görerek o dönemde de
bu konuyla bağlantılı bir yazı yazmıştım
ve şimdi yeniden bu habere bağlı mimari
değerlendirme yapmak; bu bağlamda bu
hafta sayfamı bir bina değil, Kıbrıs’taki
camilere ve olmayan mimarlarına(!)
ayırmak istedim…
Camilerdeki Teknik
Problemler
KENT MEKANLARI
KENTLİLER İÇİNDİR
Demokrasi ve halkın katılımı içiçe
girmiş kavramlardır. Yerel halkın kent
yönetimi kararlarında etkin olarak rol
alması içinde bulunduğumuz yüzyılın
kaçınılmazlarındadır.. Halkın katılımı.
Katılımcı demokrasi. Kent ve demokrasi…
Üzücüdür ki toplumumuza bu kavramlar
çok uzak kalmakta ve buna bağlı kent
mekanlarının kentliler için olduğu
unutulmaktadır.
Kent yönetimlerinde, kente yapılacak her
kamusal binanın aslında orada yaşayanın
yani kentlilerin görüşü doğrultusunda
şekillenmesi gerektiğini nedense hiç
aklımıza getiremiyoruz. Nasıl ki aile
biraraya gelip bu ev bize yeterli değil;
kendimize daha büyük bir ev yapalım diye
ortak karar alıyorsa; (yani ailenin reisi
(!) ben yeni ev yapmaya karar verdim,
veya aile reisinin babası ben size bir ev
yapıyorum sözü kabullenemeyecek bir
yaklaşımsa) kent için yapılacak projeler
de, kentliler ile birlikte belirlenmelidir. “Kent
nasıl olmalıdır diye?” çalışma grupları
oluşturulup kentin hem bilimsel anlamda
kurgusu, hemde yaşayanlarının ihtiyaçları
belirlenerek bir kent yaratılmalıdır.
Cami… Kentin tüm yapısını değiştirecek
bir bina, sadece siyasilerin oturup karar
verip yerini tespit edecekleri kadar basit bir
olgu değildir. Kentin silüet ve fonksiyonun
nasıl olacağının bilimsel yaklaşımlarla
sunan kent plancıları, kentsel tasarım
uzmanları, çağdaş mimariye adını
yazdırmış mimarların, kente gönül vermiş
kent-daşların beraber karar vereceği bir
kurgudur.
Mahalle Camilerimi Yoksa
Kent Camisimi?
Şu anda etrafımızı saran cami çokluğuna
bakıldığında aslında bunların Osmanlı
kentlerinden kalma birer mahalle camisi
düşüncesi ile yapıldığı vurgulanabilir.
Mahalle olgusu üzerine düzenlenmiş; üç
boyutlu, dinamik, bütünlüklü bir organizma
olan; insanları, açık ve kapalı mekanları
ile birlikte sosyal bir topluluk olan Osmanlı
kentleri ve mahalleleri, tek bir aileymiş gibi
birbirine kenetlenmiş; evleri ve sokakları
birbirine mahremiyete girmeksizin
komşuluk ilişkilerinin kolayca yürütülmesini
sağlayacak şekilde yerleştirilmişti. İşte
böyle kent kurgusunu oluşturan ve bir
dönem yaşamın önemli bir parçası
olan mahalleler, genellikle bir caminin
etrafında şekillenmekteydi. Yani mahalle
Fazıl Osman Paşa Cami
TBMM Cami Genel Görünümü- Geçmişin modern anlamda yorumlanmasına bir
örnek (Mimar-Behruz Çinici)
Nasıl bir mimari?
camilerinin kent kurgusu içinde, tanımı
kolayca yapılabilecek anlamları vardı.
İçinde taşıdıkları anlamların, siyasi değil
sosyal yanı vardı. O, mahalleliyi biraraya
toplayacak bir yapı idi.
Mahalle camilerinin, mahalleyi tamamlayan
mütevazi bir görünüşü vardı. Örnek olarak,
Arabahmet Cami verilebilir. O dönemde
genel tasarımı içinde evlerin mahremiyeti
gözönünde bulundurularak minarenin
yüksekliği, evlerin kurgusunu oluşturan iç
avluya görsel müdahalede bulunmayacak
şekilde ayarlanırdı. Mahalle camileri,
tarihsel süreç içinde hiçbirzaman siyasi bir
amaç için kullanılmamışlardı.
Şu anda mahalle kavramının yok
olmaya başladığı kentlerimizde mahalle
camilerininiz fonksiyonel olarak artık
bir anlam taşımadığı gözlemlenmekle
beraber yapılanların kent camileri
olduğu düşünülebilir. Tüm KKTC’de
toplam kent sayısının çok üzerinde
yapılan cami verilerine bağlı olarak da
bu yaklaşım çürütülmekte ve sonuçta
karşımıza tanımsız camiler çıkmaktadır.
Sonuç olarak şu anda yapılan camilere,
yok olan mahalleyi ve mahalleliyi
de bir araya toplama gibi bir misyon
yüklenemeyeceğine göre bir güç unsuru
olarak her taraftan(!) algılanacak şekilde
bir röper noktası yaratma ve anlamı
yüklenmeye çalışılmaktadır.
Olaya bir başka açıdan bakıldığında,
eğer fonksiyonu değil de kentin gücünü
simgeleyecek bir yapı yapmak isteniyorsa
1500 yıllarından kalmış binaların kötü
mimari taklitleri yapılmasının rasyonel
olmayacağı da vurgulanabilir. Yeni
çağdaş malzeme ile 2010 yılını vurgulayan
bugünü hatta yarını ifadelendiren mimari
yaklaşımları ile her taraftan algılanacak bir
güç yaratmak da mümkündür.
Şu anda Kuzey Kıbrıs’ta yapılan camilerde
Osmanlı döneminde yapılan cami mimari
forum geleneğinin kötü bir taklitçilikle
sürdürüldüğünü yani, malzeme, teknik
gelişim ve değişime inat bir kemikleşme ile
varolan formun dışına taşmayı saygısızlık
olarak belleyen bir sosyolojik boyut
olduğunu ve neredeyse her tarafta mimari
değeri olmayan camikonduların yapıldığını
gözlemlemekteyiz. (1)
+
Birçok araştırmacı yazar ve mimar,
minarelerin ve kubbelerin çağdaş cami
mimarisi için gerekli olmadığını vurguluyor.
Ünlü Mimar Behruz Çinici ise, camilerin
hala kubbeli ve minareli yapılmasının
çağdaş mimariye ve islama da uygun
olmadığını söylemektedir. “Minare
İslamın değil, Suriyeli Hıristiyanların
çan kulelerinden bize geçen bir mimari
elemandır. Ezan için yüksekçe bir yer
CMYK
Yasalarımıza göre, KTMMOB’den
vizelenmemiş hiçbir proje, (sadece devlet
yapıları dışında) Kuzey Kıbrıs sınırları
içinde inşa edilemez. Camiler, Vakıflara
bağlı yapılar olduğuna göre izinsiz
yapılması mümkün değil iken camilerin
izinsiz belli bir aşamaya kadar yaptırılması
oldukca düşündürücü ve üzücüdür. Yani
Türkiye’den projesi hazır getirilen yapı
(-ki bu hiçbir mimari yaklaşıma uymayan
bir tutumdur), yer analizi yapılmadan,
statik ve dinamik hesaplarının Kıbrıs’a
göre kontrolü yapılmadan, tüm deprem
yönetmeliklerini altüst edecek şekilde
inşa edilmesi çevre açısından tehlikeli
bir boyutu ortaya koymaktadır. Hele de
Türkiye’de sürekli rüzgarlarla birlikte
yıkılan onlarca minare ve 17 ağustos
depreminde birçok kişinin bu yüzden
öldüğü (eşimin doktor arkadaşı Abdülkerim
de minarinin evin üzerine yıkılmasından
ölmüştü!) gözönünde bulundurulursa ve
minaresi(!) belli yerlerden algılansın diye
hiçbir mühendislik kontrolu yapılmadan
yükseltilen camilerimizde tehlike bir o
kadar daha artmaktadır.
Bir anıt yapısı olarak Anıtlar Yüksek
Kurulundan, ayrıca çevreye katkısı
değerlendirilmesi için Çevre Dairesinden
görüşü alınması gereken bu yapıların
sahibi konumundaki Vakıflar İdaresi’nin
birçok yönetmelik ve yasayı çiğnemiş
olması kenti olumsuz yönde etkilemekte ve
etkileyecektir.
Son Söz
Zaman içinde sosyal yaşantının
doğal değişim ile bina ihtiyaçlarındaki
istemler de değişmişti ve hala daha
değişmektedir. Sosyal yapısı gözönünde
bulundurulmadan, kent kullanıcılarının
ihtiyaçları gerçekci bir yaklaşımla
belirlenmeden kent için yapılan her
yapının aslında kente bir katkısı olacağı
yerde yaşayan organizmaya gereksiz
ve tanımsız bir ekleme yapmak olacağı
gerçeği sözkonusudur. Kısacası bugün
içinde bulunduğumuz yüzyılda malzeme,
teknoloji, bilimsel birikim ve küresel –
bölgesel mimari felsefe ve fonksiyona ait
anlamsal konsept ile bütünleştirilmeden
yapılan ve mimari değeri olmayan
camilerin, bölge insanları için mi inşa
edildiği yoksa bölge insanlarına rağmen
belli bir siyasetin sonucu olarak mı inşa
edildiği? sorusunun kuşkusuz cevabı açık
ve nettir.
Uğur Dağlı
Kaynaklar
(1) (vandal mimar, 07.06.2008 12:29 ~
27.03.2009 04:46) http://www.itusozluk.com/
goster.php/modern+cami
(2) http://www.yapi.com.tr/Haberler/haber_
Detay_45971.html
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
04 GEÇMİŞİN SESSİZ TANIKLARI
Naciye Doratlı
Doğu Akdeniz Üniversitesi
SAYFA
“Uluslararası Kariyer İçin”
[email protected]
ESKİ ESERLER VE MÜZELER DAİRESİ DENİZ KAPISI’NI GÖZDEN
ÇIKARDI MI?
Kilkenny – İrlanda: Kentin bizim surlu
şehirlerimize göre küçük ölçekli kalesinde
burçlardan birisi çok hoş bir toplantı
salonuna dönüştürülmüş. Toplantılarımızın
yapıldığı Piskopos Sarayı’nda restorasyon
çalışmalarında ortaya çıkan bulgular
binanın kullanımını engellememiş, aksine
bulundukları mekana sergilenmeleri ile
zenginlik katmış.
Deniz Kapısı ve Mağusa Aslanının Önündeki Tek İşaret ‘Otobüs Durağı’
Venedikliler tarafından 15 – 16.
yüzyıllarda inşa edilen Mağusa surlarının
orijinal iki kapısından biri olan Deniz
Kapısı (Porta del Mare) 1990’lı yıllarda
başlayan restorasyon çalışmalarının
ardından kaderine terk edildi. 1996-97’de
Gazimağusa Belediyesi ve o yıllarda
görev yapmakta olduğum Şehir Planlama
Dairesi’nin de katkıları ile uygulanan
Namık Kemal Meydanı Yayalaştırma
Projesi’nin koordinatörlüğünü yapmıştım.
Biz projenin uygulaması ile uğraşırken,
Deniz Kapısı restorasyonu başlamış
ve ağır aksak devam etmekteydi.
Hiç unutmuyorum, restorasyonun
Meydan projesi ile birlikte tamamlanma
olasılığından söz ediliyordu ve Meydan ve
Petek Pastanesi arasındaki Liman Yolu
Sokak henüz parke döşenmemiş olmasına
rağmen, yayalaştırma ve Deniz Kapısı
restorasyonunun aynı zamanda biteceği
düşüncesi hoşumuza gidiyordu.
Aradan 13 yıl geçti ve yıllardır Kapı’da
restorasyona ilişkin hiç bir şey yapılmadı.
Sonunda, geçen sayımızda değindiğim
Deniz Kapısı ve Aslanın da içinde
bulunduğu alanı içeren, Sur-içi Modern
Heykel Güzergâh ve Parkı projesi
tamamlanmasının ardından, ayıbımızı
örter gibi Kapı’nın Sur-içine bakan girişi
branda ile kapatıldı. Bu durumdan
sadece kültür varlıklarının korunması
üzerine kafa yoran bizlerin değil, duyarlı
olan herkesin ve de özellikle Eski Eserler
Dairesi’nin rahatsızlık duyması gerektiğini
düşünüyorum. Özellikle Eski Eserler
Dairesi sorumluluk taşıyan kurum olarak
bir an önce gereğini yerine getirmeli.
Askeri mimarinin en önemli örneklerinden
biri olarak Surların bazı kısımları
tasarımlarındaki incelik ve olağanüstü
özellikleri ile öne çıkıyor. İşte bu
kısımlardan birisi de Deniz Kapısı’dır.
Kıbrıs’ın anıtsal yapılarına ilişkin bir kitap
yazan İngiliz mimar Jeffery, kitabında bu
kapının en zarif, mükemmel ve önemli
mimari öğesi olduğunu ifade eder. Bu gün
limana bakan taraftaki girişte (kapıda)
büyük olasılıkla Salamis’ten getirilmiş olan
mermer parçaları ile oluşturulmuş bir levha
üzerinde Venedik Aslanı rölyefi, Deniz
Kapısı’nın mimari Nicolo Prioli’nin ismi
ve nişanları ve inşa edildiği tarih (1496)
bulunur.
Güzelim kapının bugünkü haline bakınca,
ister istemez aklıma Lefkoşa’daki
Kumarcılar Hanı’nın hali geldi. Kendi
halinde ayakta duran Hanı restore etmek
için yıkılmaya terk ettik. Deniz Kapısı da
benzer durumda ama neyse ki üstü açık
olmadığı için han kadar şanssız değil.
Doğa koşullarından kötü bir biçimde
etkilenmeyecek belki ama bizler çok
büyük zarar veriyoruz. Örnek olarak,
Osmanlılar tarafından eklenen ahşap
kapı, restorasyon başladığında bilinçsizce
sökülmüş ve bu kapının ne olduğu, nerede
olduğu bilinmiyor. Bazen düşünüyorum
da, eğer beceremiyorsak hiç ellemesek
koruma adına daha iyi bir iş yapmış
olacağız galiba.
Restorasyon Niye
Tamamlanamadı?
Restorasyon çalışmaları esnasında,
zeminde yapılan kazılarda daha önceki
dönemlere (muhtemelen Lüzinyan
dönemine) tarihlenen çakıl taşlarından
yapılmış bir döşeme bulunmuş. Bildiğim
kadarı ile çalışmalar ilk başladığı zaman,
buranın konser ve konferanslar için
kullanılacak bir salona dönüştürülmesi
Kapının Liman’dan Görünüşü
planlanmıştı. Haliyle zemin döşemesi için
buna uygun bir malzeme kullanılması
öngörülmüş. Çakıllı döşeme bulununca
Eski Eserler Dairesi uzmanları nasıl bir
düzenleme yapılabileceğine bir türlü karar
verememişler. Şu anda bu konuya ilişkin
bir karar üretildi mi bilmiyorum ama belki
de onlar karar verene kadar kaynak ve
uzman sorunu da ortaya çıkmış olabilir.
Avrupa’da Anıtsal Yapılara
Nasıl Müdahale Ediyorlar?
Üyesi olduğum Europa Nostra Bilim
Komitesi toplantıları için gittiğim yerlerde
anıtsal yapılara yapılan eklemeler veya
bu yapılar restore edilirken ortaya çıkan
bulguları da dikkate alarak getirilen
çözümler o kadar çok ki. Başka kentlerdeki
anıtsal yapılar da en az bizimkiler kadar
kıymetli ve önemli. Oralarda çözümler
üretilebiliyorsa ve bu yapılar günümüz
koşullarına göre hayat buluyorlarsa, bizde
neden olamasın?
Örnek olarak sayabileceğim birçok
uygulamadan birkaçını sizinle paylaşmak
isterim.
Hanya – Girit: Fakülte Dekanlığını
temsilen katıldığım, Fakültemizin üyesi
olduğu ENHSA (Avrupa Mimarlık Okulları
Başkanları Birliği) toplantıları her yıl Eylül
ayının ilk haftası Girit’in Hanya kentinde,
Venedik döneminden günümüze gelmiş
Tophane binasında gerçekleştirilir. Bu
binanın nasıl bir harabeden mükemmel bir
yapıya dönüştürülmüş olduğunu, binada
sergilenmekte olan hikâyesinden öğrenme
imkânım oldu. Akdeniz Araştırmaları
Merkezi olarak kullanılmakta olan yapıda
yaratılmış olan iç mekânlar gerçekten çok
güzel.
Restorasyon’da iki artı iki dört etmiyor
tabii. Venedik Tüzüğü ile çizilen temel
çerçeve içinde farklı yaklaşımlar olabilir.
Ama önemli olan korunan anıtsal yapının
hayat bulması, ömrünün uzaması değil
mi?
Her türlü bilgiye kolayca ulaşabildiğimiz
günümüzde, her konuda olduğu gibi
restorasyon alanında da doğru bilgiye
kolaylıkla ulaşma olanağımız var. Bunun
yanı sıra ülkemizde üniversitelerde bu
konuda deneyim sahibi değerli öğretim
üyesi arkadaşlarımız var. Bu nedenle
koruma ve restorasyon alanında doğru
karar vermek eğer nereye başvurulacağı
bilinirse hiç zor değil.
Tabii bizim doğru bilgi kadar kaynak
sorunumuz da var. Her türlü soruna
rağmen, geçmişten gelen zenginliklerin
gelecek nesillere ulaşabilmesini sağlamak
zorundayız. Mazeret üretmek yerine artık
çözüm bulma zamanı...
Naciye Doratlı
Kilkenny – İrlanda
Hanya Girit- Tophane
+
CMYK
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
KONUT VE YAŞAM
Doğu Akdeniz Üniversitesi
“Uluslararası Kariyer İçin”
05
Hera-C
SAYFA
[email protected]
GELENEKSEL KIBRIS KONUTU’NDA MEKAN, ZAMAN VE YAŞAM
giriş buradan sağlanırken, uzayan
sündürmenin diğer kısımlarında komşular
ağırlanır, aile bireyleri ile buluşulur,
hep birlikte günlük işler yapılırdı. Bu
nedenlerle, sündürme sadece odaları
birbirine bağlayan dar bir dolaşım alanı
değil, odalar önünde yarı açık mekan veya
odalar arasında iç mekan konumundaydı.
Geleneksel
konut mekanları, günün,
yılın, ve hatta insan ömrünün farklı
zamanlarında yaşanır, kullanılır ve
bunun için biçimlenir. Ve ‘Anlam’:
Mekan, Zaman ve Yaşam arasındaki
bu tutarlı ilişkideortaya çıkar. Hıfsiye
Pulhan’ın bu yazısı Geleneksel Kıbrıs
Kent Konutu’nun anlamı üzerine
güçlü bir anlama ve hatırlama ortamı
oluşturuyor. Geri planındaki yoğun
bilimsel birikime rağmen kullanılan
gündelik ve şiirsel dilin de yardımıyla,
en güzel ev hikayelerinin yaşandığı
çocukluk günlerinize dönmek işten
değil...
Türkan Ulusu Uraz
Bugün, Geleneksel Kıbrıs Kent konutu
olarak tanımladığımız eskilerin tabiri
ile “konak”lardaki yaşamdan ve bu
yaşamın şekillendirdiği mekanlardan
bahsedeceğiz. O konaklar ki, Akdeniz
coğrafyasının tesiri altında kalmış, Latin
kalıntıları üzerine inşa edilmiş, Osmanlı
Türk yaşama biçimi ile şekillenmiş ve
ada halkı tarafından ortak kabul görmüş.
Bir sentez olarak yorumlanabilecek bu
konut tipi, yüzyıllarboyu uygulanmış, kırsal
kesime etki etmiş ve etkilenmiş, İngiliz
Koloni Dönemi’nin şehircilik yaklaşımları
ile değişmiş ve en sonunda yerini ‘modern
konuta’ bırakıp evrimini tamamlarken,
toplumsal yapının, yaşama biçiminin ve
kültürel etkileşimin bir göstergesi olarak da
günümüze gelebilmiştir.
16. Yüzyılın son çeyreğinde, yeni bir
idare biçiminin yanısıra, yeni bir yaşama
kültürü ve de bina yapım geleneği ile
ada tanışmıştı. Öyle bir yapım geleneği
ki, asırlarboyu adada gerek Rum, gerek
Ermeni, gerekse Türk yapıcı ustaları
tarafından Türkçe isimleri ile bilinip
uygulanacaktı. Yüzyıllar boyunca devam
eden etkileşimin bir parçası olacak
bu durum aslında, birarada yaşamayı
başarmış toplumların ortak yaşama
biçimleri, değer yargıları ve tercihlerinin
de somut bir göstergesiydi. İmtiyazlı
Rum Dragomanı, zengin Yahudi tüccarı,
varlıklı Ermeni kuyumcusu da, yüksek
rütbeli Türk Paşası gibi Osmanlı gelenek
Geleneksel Kent Konutu, Lefkoşa
ve göreneklerinden etkilenen bir yaşam
sürmüş ve bu yaşamın şekillendirdiği kent
konutunda yaşamıştı.
çalışabilecek nitelikte organize edilmişti;
o nedenle olsa gerek, bugün hala daha,
odalara “ev” diyen yaşlılarımızı görmek
mümkündür. Gusulhane (banyo) ve
sedirin yanısıra, yüklük (duvar dolabı) ve
raf gibi sabit elemanlar depolama, kimi
zaman da sergilemeye yarıyordu. Sedirin
odanın çeperlerinde duvar boyunca yer
alması ve orta kısmın boş bırakılıp sabit
elemanlarla doldurulmayışı ile, yatma,
oturma, yemek yeme, vbg. aktiviteler
günün farklı zamanlarında aynı mekanda
yapılabiliyordu. Genellikle iki katlı olan
kent evinde, bu şekilde organize edilmiş
odalar üst katta yeralırken, gündelik
işlerin yapıldığı yer, iklimin de gerektirdiği
şekilde, havlı ve havlı ile direk ilişkili olan
sündürme idi.
Geniş aile yapısında, ayni çatı altında,
anne, baba ve çocukların yanısıra
büyükanne, büyükbaba ve genellikle
yakın aile fertleri ile birlikte yaşanılırken,
kuşaklar arasında dayanışma başarılmıştı.
Hayata yeni atılan gence, her türlü destek
sağlanırken, yetişmiş evlat da ilerleyen
yıllarda yaşlı ebeveyinlerinin yanında,
onlara bakmıştı. Küçük çocuklar ise,
büyüklere karşı saygılı olmayı ve bu
dayanışma ortamında, kendi kişiliklerini
bulmayı deneyimlemişlerdi. Genellikle ayni
mahallede ve ayni evde doğup büyüyen
ve hatta yaşamını ayni evde noktalayan
bir kişi için ev, babadan devralınıp, evlada
devredilecek bir aile yadigarı, nesiller
arasında bir köprü idi. Öte yandan, adada,
çok eşlilik ender görüldüğünden, harem
ve selamlık gibi ayrım pek gerekmemiş;
devrin yaşama biçiminde, ihtiyaç duyulan
yabancı/evhalkı ayrımı daha ziyade
başodanın varlığı ile sağlanıp ayrı bir
selamlık kısmı ortaya çıkmamıştı.
Odaların yanında, geleneksel Kıbrıs
Kent konutunda, sündürme ve havlı
(bahçe) diğer önemli iki mekan birimidir.
Odaların herbiri, tek başına birer ev gibi
Sündürme, odalar önünde yeralan bir
sokak gibiydi. Üst katta, tüm bina boyunca
uzayan geniş ve ferah havlıya bakan
bir veranda, giriş katında ise havlıya
bağlantıyı sağlayan bir geçiş mekanı idi.
Sündürme sayesinde, sokak tarafında
‘kapalı ve içe dönük’ kent konutu, havlıya
bakan tarafında ‘boşluklu ve dışa dönük’
bir karakter kazanmıştı. Kalabalık,
gürültülü, loş, kamusal sokaktan sakin,
huzur veren, aydınlık mahrem havlıya ve
odalara sündürme ile ulaşılırdı. Konuta
Gerek iklim şartları, gerekse içe dönük aile
yaşantısı, her kent konutunda küçük ya
da büyük bir havlıyı gerektirmişti. Yüksek
duvarlarla sarılmış havlı, günlük işlerin
yapıldığı, çocukların oynadığı, komşuluk
ilişkilerinin sürdürüldüğü, düğünlerin
yapıldığı sosyal bir mekandı. Burada,
yasemin gibi kokulu bitkiler, portokal,
hurma gibi meyve ağaclarının yanında,
havuz, şadırvan, fıskiye ve kuyu gibi
değişik su elemanları bulunurdu. Akdeniz
güneşinin kavurduğu sıcak sokaktan,
püfür püfür esen bir boğaz gibi içeri
çeken sündürme aracılığı ile yeşillikler
içerisindeki gölgeli, serin havlıya ulaşmak
insana ‘cennete gelmiş’ hissi verir çoğu
zaman. Dar ve kıvrımlı sokaklardan sonra,
böylesi bir mekana girmek inanılmaz bir
süprizdir!
Şimdi, ne olur kalkın ve bir kent
konutumuzu ziyaret edin. Kültürel
değerinin yanında, bizlere sunulan
iklimsel konforun, görsel şölenin ve ruhsal
huzurun bu ortamlarda tadına varın.
Malesef bizim olan birçok şeyin kıymetini
bilemediğimiz gibi, bu değerlerimizi de gün
geçtikçe yitiriyor yahut da başkalarının
bu keyfi sürmesine gıpta ile bakıyoruz!
Neden, Karaman (Karmi) Köyü’ndeki
konutlar birçoğumuz için cazip de
kentte, herşeye yakın, çağdaş kullanıma
kolaylıkla uyarlanabilecek bir kent konutu
değil? Sonuçta, bu konutların korunup
yaşatılmasını da sağlayacak böylesi
bir ‘sahiplenme’, bizlere de sunulmuş
sosyolojik, psikolojik ve de ekonomik bir
nimettir. İçinde sürekli yaşayan, kültürel
değerini bilen, sunduğu imkanların
farkında ve onları geleceğe taşıyabilecek
zihniyette aileler ile bu konutların
gerçekten korunacağına inanmaktayız.
Aksi taktirde, kaç geleneksel kent
konutumuzu daha sırf yaşatabilmek için
müze, galeri veyahut da dernek binası
yapabiliriz ki?
Hıfsiye Pulhan
(HERA-C Yönetim Kurulu Üyesi)
20. Yüzyıl başında, Geleneksel Kıbrıs Kent
Konutlarından oluşan bir sokak manzarası,
Lefkoşa. (Photograf: Theodoulos N.
Toufexis, (Stavros G. Lazarides (Ed),
Theodoulos N. Toufexis: The AwardWinning Photographer of Cyprus, Ephesus
Publishing, Nicosia, 2004, p.123).
Fig 2. 20. Yüzyıl başında, Geleneksel Kıbrıs Kent Konutlarından oluşan bir sokak
manzarası, Lefkoşa.
Photograf: Theodoulos N. Toufexis, (Stavros G. Lazarides (Ed), Theodoulos N. Toufexis:
The Award-Winning Photographer of Cyprus, Ephesus Publishing, Nicosia, 2004, p.5).
+
CMYK
Kaynaklar:
•
H. PULHAN. “An Enclosed Court:
A Conceptual Analysis of the Traditional
Courtyard House in Cyprus”, 4th ISVSInternatıonal Seminar On Vernacular
Settlements, 14-17 Şubat, 2008, Ahmedabad.
•
H. PULHAN, I. NUMAN. “The
Traditional Urban House in Cyprus as Material
Expression of Cultural Transformation”, Journal
of Design History, Vol.19, No.2, 2006, s.no.
105-119.
•
H. PULHAN, I. NUMAN. “The
Transitional Space in the Traditional Urban
Settlement of Cyprus”, Journal of Architectural
and Planning Research, Vol.22, No.2, s.no.160178, 2005.
•
H. PULHAN, I. NUMAN. “Living
Patterns and Spatial organization of the
Traditional Cyprus Turkish House”, Open
House International, Vol. 26, No.1, Mart, 2001,
s.no.34-41.
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
06 GELENEKTEN EVRENSELE MİMARİ
Kağan GünÇe konuk yazar: Nazife Özay
SAYFA
Doğu Akdeniz Üniversitesi
“Uluslararası Kariyer İçin”
[email protected] [email protected]
OSMANLI VE İNGİLİZ DÖNEMLERİ ETKİSİNDE KIBRIS KAPILARI
kapıları da yüksek ve genellikle çift kanatlı
olarak düzenlenmiştir. Endüstri Devrimi
öncesine denk gelen dönemde el işçiliği
de ön plana çıkmaktadır. Giriş kapılarının
başlıca malzemeleri taş, ahşap ve
metaldir. Çift kanatlı aynalı ahşap kapıları,
taş çerçeve çevrelemekteydi. Girişler
düz lentolu veya kemerli olabilmektedir.
Kemerler de yarım veya basık kemer
olarak çeşitlilik göstermektedir. Kapı
başlıkları, düz ya da kemerli olsalar da
demir işçiliğinin en güzel örneklerini
Utarit İzgi ve Belde Batum Aysel, Kapılar
ve Hafif Bölmeler adlı kitaplarında,
mimarlıkta kapı sözcüğünü, “yaygın
olarak mekanı sınırlayan düşey
yüzeylerde (duvar) bırakılan boşluk
ve o boşluğu denetlemek üzere
görevlendirilen hareketli öğe (doğrama)”
olarak tanımlamaktadırlar. Tarihe tanıklık
etmiş geleneksel yapı örneklerinde
de görüldüğü gibi dış kapılar, gerek
sirkülasyonu sağlama, gerekse kontrollü
ve denetimli fiziksel bariyer oluşturma
işlevi açısından önemli oldukları kadar
simgesel anlamlar taşımaları ile de özel
bir öneme sahiptirler.
‘Gelenekten Evrensele Mimari’ isimli
sayfanın bu sayısında değerli arkadaşım
Nazife Özay’ı misafir ediyorum. Kıbrıs’ta,
Osmanlı ve İngiliz Dönemlerinde
inşa edilen ve geleneksel olarak
nitelendirilebilecek yapılara ait kapıların
serüvenini Nazife’nin kaleminden
okumaya çalışacağız.
Figür 1 – Osmanlı Dönemi, konut
mimarisi örneği / Derviş Paşa Konağı
Kağan Günçe
Bina elemanları, mimari yapıya
anlam kazandıran en önemli faktörler
arasındadır. Yapıda kullanılan, teknoloji,
teknikler, detaylar, malzemeler, renkler ve
süslemeler kullanıldıkları dönem, kültürel
yapı, coğrafik ve ekonomik koşullar gibi
konularda bizleri bilgilendirmektedirler.
Bina elemanlarından en göz önünde
bulunanlarından biri de kapılardır.
Özel hayatın sınırlarını çizerken aynı
zamanda bizi dış dünyaya bağlayan
kapılar, bina elemanları arasında belkide
en önemlilerindendir. Kapılar arkasında
kendimizi güven ve huzur içinde
hissederiz. Fiziksel geçiş, mekanlar arası
bağlantı, ışık, havalandırma ve görsel ilişki
kurma gibi işlevleri olan kapıların, aynı
zamanda sembolik anlamları da vardır.
Bina hakkındaki ilk intiba giriş kapısı ile
başlamaktadır. Kullanılan süslemenin
barındırdığı anlam, gösterişli ya da
gösterişten uzak olması, renk, malzeme,
doku, biçim gibi özellikleri bina sahibinin
ekonomik durumu, beğenileri ve ait olduğu
kültüre dair değerleri yansıtmaktadır.
Roma, Bizans, Luzinyan, Venedik,
Osmanlı ve İngiliz Dönemleri, Kıbrıs’ın
kültürel ve mimari mozaiğinin oluşmasında
önemli roller oynamışlardır. Mimari
zenginliğimizin önemli bir yansıması
olan “Geleneksel Kıbrıs Kapıları”
geçmişten bügüne uzanan serüvenleri
ile mimarimizde büyük anlamlar
taşımaktadırlar. Günümüze kadar gelen
sayısız örnekleri ile Osmanlı ve İngiliz
Dönemlerine ait kapılar, varlıkları ile
bizlere o dönmeleri hissettirmektedirler.
Özellikle bu iki dönemde, konut mimari
yapılarına ait kapı örnekleri, kültürel,
çevresel, teknolojik ve ekonomik gibi
birçok özelliğin izlerini taşımaktadırlar.
Kapılara ait özellikleri daha iyi anlamak için
sözkonusu dönem mimarilerine genel bir
bakış yapmak yerinde olacaktır.
Osmanlı Dönemi (1571-1878)
Türk’lerin Orta Asya göçebe yaşam
tarzından, Anadolu’daki yerleşik düzene
geçmesi ile başlayan konut tipi, genel
olarak “Geleneksel Türk Evi” olarak bilinir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun büyümesi
ile bu konut anlayışı da büyük alanlara
Figür 2 (a,b) – I. İngiliz Dönemi, konutuna ait kemerli giriş kapıları
Figür 3 – II. İngiliz Dönemi, konutuna ait giriş kapısı
yayılmıştır. Kıbrıs’ın 1571 yılında Osmanlı
İmparatorluğu’nun egemenliği altına
girmesi ile konut kültürünün etkisi Ada’da
da görülmeye başlar. Kıbrıs’daki Osmanlı
Dönemi konutları, genellikle Türk – İslam
yaşam şeklini yansıtan, Geleneksel
Türk Evi izlenimi versede, Lüzinyan ve
Venedik gibi geçmiş kültürlerin etkisi,
çevresel faktörler ve malzeme farklılığı
ile kendine has mimarisini oluşturmuştur
(Figür-1). Bu konut tipinin en önemli
özelliği mahremiyete verilen önemdir.
Çoğunlukla, yüksek avlu duvarları ile dış
yaşamdan izole edilen evin alt kattaki
pencereleri de mümkün olduğunca içeriyi
göstermeyecek şekilde düzenlenmiştir.
Tek katlı ve iki katlı konak niteliğinde olan
konutlar, yüksek tavanlı iç hacimleri ile
dikkat çekmektedirler. Bu orana uygun
olarak düzenlenen cephelerde, giriş
sergilemektedirler. Bazı kapı başlıklarında
yapım tarihi de bulunmaktadır. Bunlara
ilaveten, kilit, tokmak ve çiviler Osmanlı
Dönemi kapılarının diğer aksesuarlarını
oluşturmaktadırlar.
İngiliz Dönemi (1878-1960)
Yaklaşık dörtyüz yıl gibi uzun bir süre
Osmanlı idaresi altında kalan Ada,
İngiliz Dönemi ile birlikte Batı kültürü
ve teknolojileri ile tanışmaya başlar.
Bu dönemi, mimariye yaptığı etkiler ve
getirdiği yeniliklere bağlı olarak iki bölümde
incelemek mümkündür.
+
I. İngiliz Dönemi (1878-1930): İngiliz
Dönemi’nin bu ilk yarısında, genellikle
konut anlayışı Osmanlı Dönemi’nin bir
CMYK
nevi devamı olarak, küçük değişikliklerle
devam etmiştir. Bu devamlılığın en önemli
etkenleri, yıllar süren Osmanlı egemenliği
süresince halk tarafından kabul gören
yaşam tarzı, din ve kültür birliğidir. Yine
tek katlı ve iki katlı, çoğu konak niteliğinde
olan yüksek tavanlı konutlar bu dönemde
de inşa edilir. Dönemin dışa açık yaşama
biçimi ve iç mekan organizasyonunun
bir parçası olarak, özellikle pencere
oranlarında farklılıklar meydana gelmiştir.
Bununla beraber, Osmanlı Dönemi’nin en
karakteristik mimari mekanlarından biri
olan cumba ise yerini balkona bırakmıştır.
Bu dönemde, yine Osmanlı Dönemi’nde
uygulanan giriş kapılarının benzeri türde,
çift kanatlı ve camlı kapılar kullanılmıştır
(Figür-2). Demir işçiliği hem başlıklarda,
hem de kanatların üst tarafında bulunan
pencerelerde önemli bir yer tutmaktadır.
Osmanlı Dönemi’nden farklı olarak giriş
kapıları bu dönemde doğrudan yol ile
ilişkilendirilmektedir.
II. İngiliz Dönemi (1930-1960): İngiliz
Dönemi’nin ikinci yarısında, hem kültürel
hem de mimari açıdan farrklılıklar
gözlemlenmeye başlar. Endüstrileşme ile
birlikte gelen yeni teknoloji ve malzeme,
tasarımdaki yansımalarını gösterir.
Betonarmenin kullanılmaya başlanması
ile farklı form ve mekan yaratma olanağı
doğmuştur. Birinci dönemde gözlemlenen
dar ve uzun pencereler yerini yeni bina
teknolojilerinin bir yansıması olan geniş
pencerelere bırakmıştır. Kapılarda da
durum farklı değildir. Değişim sadece
oranlarla sınırlı kalmaz. Geniş taş
çerçevenin yerini, bu dönemin ahşap ve
metal yalın çerçeveleri almaya başlar.
Demir işçiliği devam ederken, diğer
dönemlerden farklı olarak kapılarda
şeffaflık ve cam kullanımı ön plana çıkar.
Çoğunlukla, giriş kapıları yarı açık bir geçiş
alanına (sundurma, teras) açılmaktadır
(Fig.3).
Kıbrıs Yerel Mimarisi de sözkonusu dönem
ve koşullarına paralel olarak benzer
özellikler göstermektedir. Köylerdeki giriş
kapıları ekonomik durumla da alakalı
olarak çoğunlukla daha yalındır. Bununla
birlikte, kabara çivi kullanımı, çakma tipi
çift kanatlı kapılar ve kapı tokmakları ön
plana çıkmaktadır.
Yukarıda da değinildiği üzere, hergün
önünden yürüp geçtiğimiz, zaman zaman
tokmağına vurduğumuz yada anahtarıyla
açıp içeri girip, örttüğümüz bu kapılar,
bize geçmiş dönemlerin hikayesini
anlatır. Değişen dünya koşullarına ayak
uydururken, bu denli önem taşıyan,
kültürümüzü, yani bizi oluşturan sözkonusu
değerlerimizi anlamalı, öneminin bilincine
vararak sahip çıkımalı ve yaşatmak için
çaba göstermeliyiz.
Kaynakça:
Naziye Özay
•
Özay, N. Geçmişten Günümüze Kıbrıs
Konut Mimarisi İç Mekan Tasarımı. Kıbrıs
Sokaklarında Mimariye, Yaşama ve Çevreye
Dair (by: Dr. Uğur Ulaş Dağlı), Işık Kitabevi
Yayınları, Lefkoşa, 1999.
•
Özay, N. and Abbasoglu, S.
Typological Analysis of the Doors in the British
Period (1878-1960); The Case of Kyrenia,
Cyprus. Livenarch 2007, 3rd International
Congress, KTU, Trabzon, Türkiye, Temmuz
2007.
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
ENDÜSTRİ ÜRÜNLERİ TASARIMI
Doğu Akdeniz Üniversitesi
SAYFA
07
Kağan Güner
“Uluslararası Kariyer İçin”
[email protected]
ARABA TASARIMININ ARDINDAKİ GERÇEKLER
Tasarım dünyasının önde gelen çalışma
alanlarından birisi olan, otomobiller çağdaş
yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline
geldiler. Bu ayrılmazlık kendi içinde birçok
çelişkileri de barındırıyor. Bu çelişkileri
birbirine bağlayarak düşünmeye çalışalım.
İngiltere’de yapılan bir istatistik araştırma,
1840’lı yıllarda yanı ulaşımın atlar ve
faytonlarla yapıldığı yıllarda Londra
içindeki ulaşımın ortalama hızının saatte
12 mil olduğunu, günümüzde ise bunun
satte 8 mile düştüğünü gösteriyor.
Teknolojik gelişimle zıt bir şekilde,
araçlarımızdaki 240, 280’leri gösteren hız
ibrelerinin, kilitlenmiş kent trafiği yüzünden
hiç bir işe yaranmadığı bir gerçeklik
yaşıyoruz.
Hız ibreleri deyince; arabaların 200’lü
ve hatta 300’lü km’leri gösteren motor
teknolojileri de elimizin altında duran,
fakat hiç bir zaman kullanmadığımız,
kullanmaya yeltendiğimiz zaman da,
kendimizin ve başkalarının hayatını riske
attığımız, her gün haberlerde izlediğimiz
trafik kazası felaketlerine neden olmakta.
Trafik kazaları deyince; trafik kazalarının
sadece Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs’ta
bu kadar yüksek seviyede olduğunu
ve bunun da ‘gelişmemişliğimize’ bağlı
olduğu yolunda genel bir kanı var. Sadece
İngiltere’de her gün onlarca insanın,
Batı Avrupa’da yüzlerce insanın trafik
kazalarında hayatalrını kaybettiğini biliyor
musunuz? Hayır. Çünkü haberlerde
yer almıyor. Haberler de yer almıyor.
Çünkü araba firmalarının reklam gelirleri
medyanın elini kolunu bağlıyor ve
satışlar etkilenmesin diye, trafik kazaları
haberlerde yer almıyor. Ya da ‘medya etiği’
diye açıklanarak, bu haberlerin izleyiciler
ve özellikle de çocuklar üzerinde olumsuz
etki yaptığı gerekçesiyle, trafik kazası
haberlerinin güncel medyada yer almadığı
açıklanıyor. Fakat soru ortada duruyor.
Örneğin İngiltere’de bir gazete alın ya da
TV’de haberleri seyredin. Bir tane bile
trafik kazası haberine rastlanmamasının
nedenini siz düşünmeye devamm edin.
Medya deyince; Amerikan Otomotiv
Endüstrisi’nin kalbi olan Detroit’in iflas
etmesini, Amerikan medyasının dev
isimleri olan bir dizi gazetenin krizi izledi.
Nedeni gayet basitti. Medyanın en büyük
reklam geliri otomotiv endüstrisinden
geliyordu.
Otomotiv Endüstrisi deyince, bu sektör,
makro ekonomik krizden ilk etkilenen ve
etkilendiği zaman da krizi domino etkisi
yaratan bir karaktere dönüştü. Üretilen
milyonlarca araba satılmak zorunda.
Sadece Detroit krizi, Amerika’da 2 milyon
işçinin işsiz kalmasına neden oldu. Bu
kriz hemen mortgage sektöründeki krizi
tetikleyen en önemli etken oldu. Evlerimiz
ve arabalarımız ayrılmaz bir bütün
oluşturuyorlar.
Evlerimiz deyince, Batı Avrupa’da evinizin
önündeki arabanızı parketmek için, her
sene belediyeye yüklü bir park yeri parası
ödemek zorundasınız. Sokağınızdan
çıktığınız anda da, kent içinde arabanızı
parketmek neredeyse imkansız hale
geldi. Londra, Paris gibi Batı metropolleri
arabalarını kullanamayan insanların
bisikletlere yöneldiği bir geçiş sürecini
yaşıyor.
Bisikletler deyince, 80’li yıllarda Londra’da,
Pekin sokaklarındaki bisiklet trafiği ile
dalga geçen siyasetçileri hatırlıyorum.
Çin’in teknolojik geriliğini “ispatlamak” için
binlerce bisikletlinin görüntüleri üzerinden
konuşurlardı. Şimdi ise İngiltere’de ehliyet
sınavında “ Havadaki karbondioksit
emüsyonlarını azaltmak için ne yapmak
gerekir?” sorusunu “Bisiklet kullanırım.”
Diye yanıtlamak zorundasınız.
Havadaki karbondioksit emüsyonları
deyince, İstanbul’da havadaki
karbondioksit emüsyonunun %18’i içten
yanmalı motorlu arabalar tarafından
üretiliyor. Sokağa adım attığınız anda,
hatta hava almak için camınızı açtığınız
anda soluduğunuz hava karbondioksit
emüsyonları oluyor. İngiltere’de doğan
her dört çocuktan biri astımlı doğuyor.
Çünkü bebekelr anne akrnından itibaren
karbondiyoksit emüsyonalrını alıyorlar.
İçten yanmalı motorlar deyince; teknolojik
gelişim uzun yıllardır, elektrikli arabaları
üretecek seviyeyi yakaladı. Fakat 100
yıllık kurulu teknolojilerin değiştirilmesi
yatırımının altına kimse girmiyor. Dünya
siyasetinin enerji politikaları üzerinden
gittiği, petrol savaşalrının yaşandığı
çağımızın reel politik nedenleri de buna
eklendiğinde, elektrikli araba projeleri
raflarda durmaya devam ediyordu. Ta
ki, geçtiğimiz yıl Çin, 2020 yılı itibariyle
Çin’deki tüm arabaların elektrikli motorlara
geçmesine resmi olarak karar verinceye
kadar.
Anadol Böcek
Çin deyince; dünyanın en büyük nüfusuna
sahip ve 2020 yılında dünya ekonomisinin
liderliğini ABD’den alacağı öngörülen
Çin’deki kullanıcı potansiyeli, tüm araba
üreticilerini elektrikli motorlara yöneltti.
OTOMOTİV SEKTÖRÜNDE
TEKNOLOJİ DEĞİŞİRKEN
Buraya kadar sıraladığımız birbiriyle
bağlantılı bu nedenler zincirinin son
halkasında, büyük bir teknolojik
dönüşümün eşiğindeyiz. İçten yanmalı
motorların yerini elektrikli motorlar alıyor.
Teknoloji her ne kadar değişse de, bir
teknoloji devriminin gerçekleşebilmesi,
altyapıdaki değişime bağlı bir olgu. Şöyle
tarif edelim; sizin gelişen teknolojiniz ile
arabalar 300’lü km.’lerde hız yapabilme
kabiliyetinde iken, halen daha yolalrda bu
kadar insan trafik kazalrında ölüyorsa, alt
yapı halen daha değişmemiş demektir.
150 yıldır asfalt ile yol yapıyorsanız, orada
değişmeyen bir alt yapı vardır. Dolayısla
ürün tasarımının tek başına yeterli
olmadığı bir krizin içerisindeyiz. Bunu bu
yazının konusu içinde düşündüğümüzde,
arabaları üretiyoruz, bir şakilde
promosyonlar, indirimler, taksitli satışlar,
araba fuarlarındaki bikinili mankenler
ile satıyoruz. Ama kullanamıyoruz.
Park edemiyoruz. Park etsek, her sene
ödediğimiz park cezaları ciddi maddi
külfetler oluşturuyor. Hırsızlık artmış
durumda. Araba sigorta şirketleri sektörün
yan kolu olarak hiç bir üretim yapmadan
para kazanıyorlar. Araba kullanımı içinden
çıkılmaz bir duruma dönüşmüş durumda.
Ama araba reklamları, bize hergün bir
yaşam biçimini sunmaya devam ediyorlar.
Araba reklamları bize arabaları;erkek
sürücüler için güzel bir kadın, kadın
sürücüler için de yakışıklı ve çekici bir
erkek imajı olarak,bazen de huzurlu ve
Taksi Örneği
güvenli çocuğumuz olarak sunuyorlar. Bu
reklam imajları da artık bir sona erdi ve
araba firmaları araba tasarımının kullanım
sürecinden gelen gerçek sorunları ile
uğraşmaya başladılar.
TÜRKİYE ELEKTRİKLİ
ARABALARA
HAZIRLANIYOR
+
Elektrikli arabaların alt yapısının
hazırlanması bu sürecin ilk adımı
olarak gerçekleştiriliyor. İstanbul’da
yılbaşından sonra elektrikli arabaların
şarj istasyonları, otoparklarda, AVM’lerde
açılıyor. 220 voltluk 16 Amperlik elektrik
enerjisiyle bir arabanın bir şarj dolumu
2, 2.5 saatte gerçekleşiyor. 36 amperlik
bir dolum ise 20-25 dakika sürüyor.
Dolayısıyla şarj istasyonları ilk etapta
36 amperlik sistemle devreye girecek.
Kuşkusuz bu, petrol istasyonlarından
farklı bir mekansal tasarımı gündemimize
getirecek. Otoparklar ve AVM’ler dışındaki
şarj istasyonları, petrol istasyonalrından
CMYK
farklı olarak, cafe konsepti ile birleşecek.
Arabanızla istasyona geleceksiniz.
Kahvenizi, çayınızı içebileceğiniz,
internete girebileceğiniz ve 20 dakika
geçirebileceğiniz bir mekan konsepti,
mimar, iç mimar ve tasarımcıların önüne
şu anda konmuş durumda. Avrupa’nın
2020 yılı için elektrikli araba üretiminde
önüne koyduğu hedef, %10’luk bir kullanım
dilimi. Türkiye bu dilimi şu anda %20’lere
yükseltmiş durumda.
Bu üretimsel değişim, kuşkusuz bugüne
kadar araba üretimini,n periferisinde
kalmış ya da montaj sektörüne kilitlenmiş
Türkiye gibi ülkelere, dünya üretiminde
yer almaları için büyük bir fırsat da
yaratıyor. Hindistan bu fırsatı ilk yakalayan
ülkelerden birisi. Geçtiğimiz yıl 1250
Dolara satışa sunulan TATA-Nano ile iö
pazarını tekeline alan Hindistan, bu yıl
elektrikli TATA’yı da piyasaya sürüyor.
>> DEVAMI SAYFA 8’DE
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
SAYFA
08 ENDÜSTRİ ÜRÜNLERİ TASARIMI
Doğu Akdeniz Üniversitesi
Kağan Güner
“Uluslararası Kariyer İçin”
[email protected]
ARABA TASARIMININ ARDINDAKİ GERÇEKLER
>> SAYFA 7’DEN DEVAM
aynı zamanda ofisi olarak kullanıyordu.
Dolayısıyla küçük ticari araçların kokpit
tasarımlarına ofis faktörü eklendi.
CARGO’nun uzun şaşisi, eskiden Anadolu
esnafı için tasarlanmış KARTAL’lar da
olduğu gibi geniş kapasiteli bir yük taşıma
kapasitesi sunarken kokpit sürücünün
ofis ihtiyaçlarını da karşılayabilecek bir
konsepte sokuldu.
TÜRK OTOMOTİVİ YERLİ
ÜRETİMLE MARKALAŞIYOR
Türkiye ise bir atılımın eşiğinde, 1960
ihtilali’nden sonra sadece iki adet
üretilebilen %100 yerli Türk arabası
DEVRİM’den sonra bu yıl Türkiye ilk
defa %100 yerli araba üretimine giriyor.
OTOSAN tarafından New York’taki taksi
ihalesi için gerçekleştirilen KARSAN
adlı Taksi Modeli, NY ihalesini alsa da
almasa da piyasaya çıkmaya hazırlanıyor.
Tasarımı Jan ve Claude Naum kardeşler
tarafından gerçekleştirilen araba,
Türkiye’nin önünde yeni bir sayfa açıyor
denebilir. 24 Temmuz tarihli Hürriyet ve
SABAH gazetelerinde Jan Nahum üretim
hedeflerini şöyle açıklıyor:
“Yapılan hesaplamalara göre 2010’da
1.5 milyon üretim yapan Türk Otomotiv
sektörünün 2025’te 5 milyon araç üretime
çıkması planlanıyor. Yani Avrupa’daki 4
araçtan biri Türkiye’de üretilecek. Buna
bu şartlarda Avrupa ve dünya izin verir
mi? Tabii ki hayır. O yüzden bizim kendi
markalarımızla bu hedefe ulaşmamız
gerekiyor. “
Türk tasarımının ulusal Pazar da
yakaladığı kullanıcı merkezli bu tasarım
başarısı, global ihtiyaçlar bazında da
yakalanmak üzere. Ticari araçlar da
DOBLO tasarımını gerçekleştiren Naum
kardeşler, NY için geliştirilen taksi modeli
için, global ölçekte üretim yapabilecek bir
üretim platformu geliştirmiş durumdalar.
Bu platform üzerindearacın üst kabuğu
değiştirilerek her türlü araç üretilebilecek.
Dubai, İstanbul için ayrı modeller aynı
platformda üretilebilecek. Dolayısıyla,
aracın ürün tasarımında yer alan üretim
bandı tasarımının, tasarım sürecine
eklenmesi, ihtiyaca göre değişebilecek,
modüler üretim bandının geliştirilmesi, Türk
Otomotiv sektörünün markalaşmasında
önemli bir adım olacaktır.
Araba Örneği
Sonuç olarak baktığımızda, Türk Otomotiv
tasarımı bir eşikte yer almakta. Bu eşikten
kendi markalaşmasını yaratarak çıktıktan
sonra, altenatif enerjili araba üretimlerinin
de alt yapısının hazır olduğunu biliyoruz.
Geçtiğimiz yıl Cenevre Fuarı’nda
sergilenen Murat Günalı ile Aphan
Manas’ın tasarladıkları yerli elektrikli
araba MİA bu örneklerin içinde sadece bir
tanesi.10bin Euro’ya satılması öngörülen
MİA tek dolumluk bir şarjla 250 km. Mesafe
gidebiliyor. MİA’nın üretimi için Türkiye’de
görüşmler OTOKAR bünyesinde devam
ediyor.
Türk sermayesini otomotiv sektöründe
kendi markasını yaratmaya iteleyen
gelişmeler aslında 2009’un son aylarında
yaşandı. DEVRİM arabasının Türkiye’de
ürettirmeyen uluslararası sermaye,
Türkiye’yi 50 yıldır montaj sektörüne
mahkum etti. Montajda Türk tasarımı kendi
geliştirdiği segmentlerle önemli adımalr attı
ve deneyim kazandı. Fakat üretimdeki ve
pazarlamadaki ulusal karar mekanizmaları
hep engellendi. Bunda KOÇ Grubu’nun
bugüne kadar oynadığı olumsuz rol bugün
Türk sermayesi ve en başta KOÇ Grubu
tarafından ele alınıyor sanıyorum. 1976
yılında KOÇ Otomotiv Grubu’nda Naum
Kardeşlerin tasarlayıp ürettiği ÇAĞDAŞ’ın
üretimine KOÇ izin vermedi. Bu modeli
daha sonra CITROEN satın aldı. BX adıyla
12 yıl üretti ve en çok sattığı modeli oldu.
ANADOL’un üretimi aynı şekilde patent
ile üretildiği için, patentin alındığıı FORD,
Anadol’un tam da tasarımını geliştirdiği
dönemde kendi pazarını tehlikede
görerek patenti iptal etti. Kartal, Doğan,
Serçe modelleri ile bilinen Kuş Serisi,
başarılı arabalardı ve Türk mühendisliği,
tasarımının eseriydi. Aynı şekilde üretime
devam edemedi.
Dolayısıyla herşey sektörün ulusal
karar alma mekanizmalarını harekete
geçirebilmesine bağlı. Türkiye’deki tasarım
eğitiminin de, uzun yıllardır oluşturduğu
sağlam eğitim temeli, bu ulusal karar
mekanizmalarına eklendiğinde , Türk
Otomotiv Sektörü 21nci yy’da önemli
başarılara imza atacaktır.
Elektrikli Araba
TÜRK OTOMOTİVİNİ
MARKALAŞMAYA İTEN
SİYASİ GERÇEKLER
Taksi Örneği
Tüm bu tarihsel sürece tüy diken
gelişmeler, geçtiğimiz yıl RENAULTMais’in Türk Tasarımcılarının katkısıyla
geliştirdiği modelleriyle, Kuzey Afrika
pazarına açılmak istemesiyle başladı.
Bizzat Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy
devreye girerek, Kuzey Afrika pazarına
Fransa’dan başka bir ülkede üretim yapan
RENAULT işletmelerinin giremeyeceğini
karara bağladı. Aynı şekilde Berlusconi’nin
Türkiye Hükümeti ile bu kadar içli
dışlı olmasının tek sebebi de, FIAT’ın
Türkiye’deki Pazar payını ve üretimini
elinde tutabilmek için.
TÜRK OTOMOTİV
SEKTÖRÜNÜN GELECEĞİ
+
Bir diğer nokta ise Türk Otomotiv Sektörü,
Türkiye’nin toplumsal dinamiklerini tespit
ederek tasarıma yansıtmaya başladı.
Bunun en önde gelen örneği, Renault’nun
MASTER ve CARGO modelleri ile iç
piyasada yakaladığı Pazar. KOBİ’lerle
beraber küçük üreticilerin ekonomideki
paylarının yükselmesi ile beraber,
ticari araçların kokpit tasarımına Türk
tasarımının eli değdi. Tespit edilen kullanıcı
ihtiyacı şuydu; Küçük üretici Anadolu’da
uzun iş seyahatlerine çıktığında, aracını
CMYK
Kuzey Kıbrıs, sözünü ettiğimiz bu süreçte,
kendi içinde çok önemli adımlar atabilir.
Kamusal ulaşımın çok sınırlı olduğu,
herkese neredeyse bir araba düştüğü
Ada’da, Kuzey Kıbrıs ilk aşamada,
elektrikli şarj istasyonlarının alt yapısını
hazırlayarak Akdeniz’de yeşil yaşamın ilk
örneğini verebilir. Çevre dostu arabalar
ve bu arabaların alt yapısı ile Yeşil
Kıbrıs’ın yaratılmasını sağlayabilir. Belki
de hatırlanması gereken ilk şey, Kuzey
Kıbrıs’ta sağlam bir tasarım eğitiminin
verilmekte oluşudur.
Kağan Güner
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
İÇİMARLIK
Doğu Akdeniz Üniversitesi
SAYFA
09
Özlem Olgaç Türker
“Uluslararası Kariyer İçin”
[email protected]
2010 MİLANO ULUSLARARASI MOBİLYA FUARI’NIN ARDINDAN
Hacettepe Üniversitesi İç Mimarlık
ve Çevre Tasarımı Bölümü ile DAÜ İç
Mimarlık Bölümü ve Endüstri Ürünleri
Tasarımı Bölümleri’nden öğretim üyeleri
ile öğrencilerin oluşturduğu bir grup,
Milano’da 14-18 Nisan tarihleri arasında
gerçekleşen Milano Uluslararası Mobilya
Fuarı’ndaydık (Salone Internazionale
del Mobile). Fuar, tüm ihtişamıyla bizi
karşılayan 150,453 m2lik fuar alanı “RHO
Fiera Milano”da yer aldı. Geniş, net bir aks
üzerinde konumlanan, ve her biri bağımsız
bir uydu gibi çalışan fuar birimlerinden
oluşan fuar alanı Mimar Massimiliano
Fuksas’ın tasarımı.
Fuarda firmaların standları konularına
göre farklı mekanlarda sergilenmekteydi.
Çağdaş tasarımların sergilendiği Modern
Salon (Salone Moderni); Tasarım
ürünlerinin sergiendiği Dizayn Salonu
(Design); Klasik mobilyaların sergilendiği
Klasik Salon; Tasarım okullarının
öğrencilerinin yaratıcı tasarımlarının
sergilendiği Uydu Salon (Salon Satellite);
Mutfakların sergilendiği Mutfak Salonu
(Eurocucina); Banyoların sergilendiği
Uluslararası Banyo Salonu (International
Bathroom Exhibition); Aksesuarların
sergilendiği Uluslararası Aksesuar Salonu
(International Furnishing Accessories
Exhibition); Ofis Mobilyalarının sergilendiği
Büro Salonu (SaloneUfficio) gibi ayırımlar
mekansallaşarak, iki katlı doğrusal dolaşım
aksına takılan prizmatik kütlelerde hacim
kazanmaktaydı. Bu kadar büyük bir
sektöre hizmet eden restoran-kafeler ise
yine aynı aksa takılan eliptik mekanlarda
servis vermekteydi.
Salon Satellite bölümü, tasarım okullarının
öğrenci çalışmalarını sergiledikleri,
yaratıcılığın en yüksek olduğu bölümdü.
Japonya’dan katılan öğrenciler, gözlük
olarak takılabilen bir tasarımla, elinizle
çerçevelediğiniz karenin fotoğrafını çeken
“Gözlük –Kamera” ile odak noktasıydılar.
Birçok köklü Italyan Tasarım firması
yanında dünyanın birçok yerinden
temsiliyet vardı. Sade-minimalist tarzları
ve ahşabı plastik kökenli bir malzeme gibi
heykelsi kullanan Kuzey Avrupa ülkeleri
ile teknolojiyi tasarımla bütünleştiren
Japonya, son yıllarda, İtalya’nın tasarım
ününü elinden almaya başlamış bile...
Fuarda sergilenen ürünler kadar, stand
tasarımları; firmanın fuarda tutuğu alan;
ve konum firmanın prestiji hakkında
fikir vermektedir. Ünlü tasarımcıların
imzasını taşıyan birçok ürün özel biçimde
sergilenmişti. Örneğin Philip Starck imzalı
sandalyelere dokunulmaması için birkaç
sandalyelin durduğu her standın başına
bir koruma görevlendirilmiş durumdaydı.
Fotoğraf çekimi, fuarın bir tek o noktasında
yasaktı. Bu VIP (!) uygulama ile ürüne olan
talebin artması hedefleniyor sanırım.
Dizayn Salonu (Design), 2010. Fuarın son gününde, birçok firmada iş anlaşmaları
yapılmakta
Yaratıcılık mı; moda mı? Modanın ve
akımların tasarıma etkisi tartışılmaz.
Ürün tasarımlarında, hem yakın zamanda
yükselen trendleri takip eden stiller hakim
olmuş; hem de son dönemde her alana
damgasını vurmuş olan yeşil kavramı
(green design) tasarımlara da yön vermiş
bulunuyor. Çevre dostu yaklaşımların ve
geri dönüşümlü malzemelerin mobilyadan,
tekstil tasarımına her alanda tasarımcılara
yön veren bir önceliğe dönüşmesini çok
anlamlı bulduk.
Günümzde ıslak hacimler artık statü
sembolüne dönüştü. Ünlü tasarımcıların
imzasını taşıyan ürünler birçok standda
ön plandaydı. Birçok marka, Karim Rashid
veya Philip Starck gibi ünlü tasarımcıların
imzasını taşıyan bir-iki ürün sergileyerek
dikkat çekmeye çalışıyordu.
Uydu Salon (Salon Satellite), 2010; Aydınlatma Elemanı Tasarımı
Dekonstrüktif hatlara sahip mutfak tasarımı
Yeniden amaçlandırılmış ve geri dönüştürülmüş tekstil örnekleri
+
CMYK
>> DEVAMI SAYFA 10’DA
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
SAYFA
10 İÇMİMARLIK
Doğu Akdeniz Üniversitesi
Özlem Olgaç Türker
“Uluslararası Kariyer İçin”
[email protected]
2010 MİLANO ULUSLARARASI MOBİLYA FUARI’NIN ARDINDAN
Tortona Bölgesi’ndeki etkinliklerden
görüntüler, Milano, 2010: Bir grup
tasarımcının konumlandığı bir mekanda
endüstri ürünleri tasarımı sergisi
Hem dairesel hatlar kullanarak trendi
yakalamış; hem de teknolojiyi kulanarak
yükselip alçalabilen raf tasarımıyla
esneklik sunan bir mutfak tasarımı
Uluslararası Banyo Salonu (International
Bathroom Exhibition), 2010. Işık
kullanımıyla mekan tanımı yapılan bir
banyo standı
Tortona Bölgesi’ndeki etkinliklerden görüntüler, Milano, 2010: Bir grup tasarımcının
konumlandığı bir mekanda moda tasarımı sergisi
>> SAYFA 9’DAN DEVAM
tasarımlarına yakışır detay çözümleri; özel
sistemler yaratmada etkili olmaktadır.
Teknolojideki gelişmeler de tasarımları
doğrudan etkilemekte. Firmalar, rekabet
gücünü teknoloji kullanımıyla artırmakta;
mobilya ve özellikle mutfak sektörüne
kir tutmaz; çizilmez; yanmaz özellikleri
sayesinde farklı yeni malzemeler girmektedir. Rekabet amaçlı olarak ön plana
çıkan bu özellikler gündemde olmaya
devam ederken, artık endüstrinin teknolojik olanaklarından yararlanılarak yuvarlak
hatlı veya dekonstriktif köşelere sahip
tasarımlar birçok farklı firmada karşımıza
çıkmaktadır.
Son zamanlarda, banyolar artık sadece
banyo olarak değil; terapi alanları ve yine
statü sembolü mekanlar olarak görülmektedir. Banyolarda, vitrifiye elemanları;
armatürler;ve seramikler kadar, aksesuarlar da birer tasarım ürününe dönüşmüş;
endüstri ürünleri tasarımcılarının odak
noktalarından biri haline gelmiştir.
Eğik, eğimli hatlara sahip mutfaklarda
teknoloji yardımıyla yükselip alçalan
raflar vb. çözümlerle esneklik ve çok
amaçlı kullanımlar da elde edilebilmektedir. Teknoloji kullanımıyla geleceğin
Tortona Bölgesi’ndeki etkinliklerden görüntüler, Milano, 2010: Bir seramik firmasının eğimli
seramiklerle oluşturduğu spiral formlu standda, beyaz seramikler üzerinde tasarımcının
skeçleri yer almaktaydı
binlerce ilgili kişi ile fuar kadar kentin diğer
mekanlarını yaşamak da bizim için çok
olumlu bir deneyimdi.
Özellikle bireysel veya kolektif aktivitelerin; firma tanıtımları veya tasasrımcı
çalışmalarının sunularının sürprizli bir
biçimde sokaklara; sokak aralarına;
veya iç avlulara yayıldığı Tortona Bölgesi (Zona Tortona) , en az fuar kadar
çekiciydi. Fuar alanı kadar dikkat çeken
ve en az o yoğunlukta izleyici bulan bu
tasarım merkezindebireysel veya kollektif
tasarımcılar ve tasarım firmaları iç mekan tasarımı, endüstri ürünleri tasarımı,
mobilya tasarımı, moda tasarımı, tekstil
tasarımı, takı tasarımı gibi birçok tasarım
alanında sergi veya enstalasyonlar
sunmaktaydı.
Fuar aracılığıyla ülke içi veya uluslararası
anlaşmalar yapılıyor. Bayilikler veriliyor;
tasarım telif hakları satılıyor, ... Genelde
fuarın son gününde birçok standda yapılan
iş anlaşmalarını gözlemlemek mümkün.
Çeşitli konferansların, randevuların ve
partilerin de patlak verdiği bir dizi program
eşliğinde hayat bulan Uluslararası Mobilya
ve Aksesuarları Fuarı’na paralel olarak tüm
kentte yer alan etkinlikler kente akın eden
RHO Fiera Milano, 2010. Restoran veya
kafeler için tasarlanan kütleler eliptik
formlarıyla fuar salonlarından ayrı bir dil
oluşturmuş.
Fuarda farklı motivasyonlarla bulunan birçok izleyici vardı. Fuara birlikt katıldığımız
+
CMYK
Ankara’lı İç Mimar arkadaşlarım, fuarda
detay - malzeme - yenilik çerçevesinde
daha fazla uygulamaya yönelik gözlemler yaparken; öğretim üyesi diğer
arkadaşlarım gibi ben de eğitime girdi
oluşturabilecek veriler toplamaya çalıştık.
Endüstri Ürünleri Tasarımcısı arkadaşım
Guita Farivarsadri ile topladığımız
broşürlerin yarısını elediğimiz halde,
kilolarca broşürü öğrenclerimizin yararlanabilmesi için valizimizde taşıyarak
DAÜ Mimarlık Fakültesi’nin malzeme
laboratuvarına ekledik. Tasarımla içiçe
geçen yoğun bir zaman diliminden sonra
İzlanda’da patlayan kül trafiğine takılıp
Ada’ya gününde dönememek stresli anılar
eklediyse de, Milano’dan yeni kurulan
dostluklar ve olumlu anılarla döndük.
Özlem Olgaç Türker
Nisan 2010
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
KENTİN TADI TUZU
Doğu Akdeniz Üniversitesi
Şebnem HoŞKARA-
“Uluslararası Kariyer İçin”
konuk yazar:
SAYFA
11
Neşe Yıldıran
[email protected] - [email protected]
YOLA ÇIKTIM MARDİN’E
Bu hafta farklı bir kurgu ile karşınızda
olacak bu sayfamız. Türkiye’nin çok
özel bir kentinin–Mardin ve içinde
bulunduğu özel bölgesinin tamamına
bir “mekan” olarak yaklaşan bu yazıyı,
İstanbul Yeditepe Üniversitesi’nden
Neşe Yıldıran arkadaşımız kaleme
aldı. Biraz da “gezi yazısı” havasında
yazılmış olduğundan, Al Gözüm Seyreyle sayfamızın ve sorumlusu Türkan
Ulusu’nun affına sığınarak sizlerle
paylaşıyoruz bu yazıyı.
Şebnem Hoşkara
1
Yeri göğü temiz memleketim
Yıldızlar ona şarkı söylüyorlar
Tek isteğim onu bir daha görmek
Davul ve zurna ile Şehhaneyi oynuyorlar
Şehhane Süryani Folklorundan Anonim Türkü
Haziran ortasıydı Mardin-Midyat-
Hasankeyf’i kapsayacak kısa bir geziye
karar verdiğimde. Üniversitede öğrenci
olduğum yıllardan tanıdığım ve bir
tesadüf eseri kendisini yine bulduğum,
artık yurtdışında yaşayan Midyatlı bir
Asuri/ Süryani arkadaşım o kadar çok
sayıklıyordu ki anavatanını, oraları gidip
görmek bir görev olmuştu. Asuriler için bu
bölgenin Turabdin olarak isimlendirildiğini
biliyorum artık. Bu Mezopotamya
ovasına bakan yüksek platonun Arami
dilindeki adı. Asuriler/Süryaniler ise
kadim bir halkın torunları, bölgeyi İ.Ö
1800lerden başlayarak denetim altında
tutan Asurlardan geliyorlar. Roma’nın bu
kıymetli doğu eyaletlerinin 4. yüzyılda
Bizans adını vereceğimiz Doğu Roma’nın
elinde kaldığını ve tüm Doğu Akdenizle
birlikte süratle hıristiyanlaştığını biliyoruz.
Kilisenin yaygın taşra örgütlenmesinden
ve Talebanımsı vahşilikteki papazlarından
yararlanmak, otokratik ve totaliter
Bizans için bir gereklilik biçiminde ortaya
çıkmaktaydı, ayrıca geçmiş dönemlerin
pagan kültürlerinin tasfiyesi için de çok
işe yarıyordu. Günümüzdeki Süryani
kiliselerinin, bölgedeki ulus-devletlerin
tek tipleştirici asimilasyon politikalarına
karşı, Asuri halkların dil ve kültürlerini
sürdürebildikleri yegane kurum olması ise
hayatın bir cilvesi olsa gerek.
Mardin gezimin ilk durağı oldu.
Diyarbakır’a kadar uçakla gelmeyi ve
Mardin’e minibüsle gitmeyi tercih etmiştim,
Mezopotamya’ya yolculuk heyecanını
adım adım yaşayabilmek için. Doğru bir
karar, başka bir coğrafya ile karşı karşıya
olduğunuzu hemen anlayıveriyorsunuz.
Turabdin göz alabildiğine uzanıyor. Bu
uçsuz bucaksız düzlükte Mardin, dağ
üzerine kurulmuş bir şehir olarak daha
ilk bakışta dikkati çekiyor. Yapıların
Bergama Akropolünü anımsatırcasına
kademeli teraslar üzerine yerleştirildiklerini
görüyorsunuz, bu kademelenme yapıların
tümüne benzersiz bir Mezopotamya
manzarası sunuyor gündüzleri. Geceleri
ise Mezopotamya sanki bir deniz,
göz alabildiğine bir umman duygusu
yaşatıyor. Üstelik bu durum, şehrin
bomboş plato dururken neden bir dağ
üzerine kurulduğu yönündeki soruların
tümüne de şık bir cevap sunuyor: çünkü
mükemmel bir esintisi var geceleri bu
ummanın dağa çarpan. Hem evlere,
hem de avlularına nefes aldıran harika
bir esinti bu.Mardin, Venedik ve Kudüs
gibi sit alanı ilan edilmiş bir şehir. Şehri
görünce bu kararın doğruluğunu teslim
ediyor insan. Şehir çok kültürlülüğüyle
biricik bir konumda gerçekten, Asurilerin,
Şafi Kürtlerin, Arapların bir arada yaşadığı
bir yer burası, Süryani kiliselerinin çan
2
kuleleriyle Artuklu cami ve medreselerinin
minareleri yan yana duruyorlar. Çarşıda
biraz dolaşmak, insana bin yılı aşkın
geçmişi olan gerçek bir ticaret merkezinde
3 olduğunu hissettiriveriyor hemen. Boşuna
“Mardin kapı şen olur” dememişler.
Esnafın arasında gezerken sadece benim
gibi turistlerin Türkçe konuştuklarına şahit
olduğumu da belirtmem gerek. Mardin
yapıları, Kıbrıs’ın sarı taşını anımsatan
bir taştan yapılmış. Üzerindeki yontu
bezemeler, telkari işleri çağrıştıran bir
ustalık ve özende. Taşın bu ustalıkta
kullanılması, muhteşem bazalt kabartmalar
ortaya çıkarmış olan Asurları akla getiriyor
ister istemez. Nitekim özellikle Süryani
konut ve manastır bezemelerindeki bordür,
sarmal ve çiçeksi motiflerde bu ilişki açık
seçik izleniyor. Öte yandan aynı yerde
4 yer alan cami ve medreselerde Büyük
Selçukluların bezeme programını taş
üzerine taşıyan Artukluları da, tüm Anadolu
Selçukluları gibi bu izlek üzerinden
düşünebiliriz. Mardin yapıları bu anlamda
Kıbrıs yapılarını çağrıştırdı benim için,
insana taşı sevdiriyorlar. Mezopotamya
ise denizin yerini alıveriyor birden.
Kademeli yerleştirilmiş yapıların, tüm
bölgede izlenebilecek biçimde mutlaka iç
avluları bulunuyor. Bu iç avlular geniş ve
yayvan açıklıklarla ilerleyen sivri kemerli
5 revaklarla çevrelenmişler. Kemer açıklığı
ve oranı, iç avlularda çarpıcı espasların
sergilenmesine yol açıyor, çok geniş ve
ferah iç avlular bunlar. Deyrulzafaran
manastırının avlusu, bu tür avluların
en çarpıcı örneklerinden. Meryem
Ana kilisesinden dönüştürülen Mardin
Müzesi binası ise kademelenmenin en
iyi izlenebildiği yapılardan biri. Mardin
yapılarında avlu ve merdivenlerin ışıkgölge dengesine katkıda bulunan taş
korkulukları, ayrıca dikkate değer.
Müzenin önündeki alan, eski şehrin
merkezi işlevi görüyor. Çarşı meydanın
önünden doğu- batı aksında uzanıyor,
6 dükkanlar iki yana dizilmiş bulunuyorlar.
Kalenin eteklerindeki eski şehir, artık
CMYK
+
ovaya inmiş olan şehrin hala kalbini
oluşturuyor. Mardin’in çok özel bir mutfağı
var. Elbette tarihsel önem taşıyan Süryani
şarabını da denedim. Tıpkı II.Selim’in
gerçekte Kıbrıs adasını alma nedeninin
Kıbrıs rakısı olduğunun ileri sürülmesi gibi,
II. Asurnasirpal’in Turabdin’ i topraklarına
katmasında bu şarabın rolü olduğu öne
süren bir şehir efsanesi var. Şarabın çok
özel bir örneğini de Midyat’ta tattım. Midyat
Turabdin’in kalbinde kurulmuş bir şehir
ve özellikle eski şehir hala bir Asur şehri
havasını koruyor. Midyat evleri enine geniş
teras çatıları olan harika taş evler, teraslar
7 özellikle geceleri iç avlu görevi görüyor,
çünkü damlara konmuş yüksek tahta
kerevetler üzerine serilen ve cibinlikle
çepeçevre sarmalanan yataklarda yatılıyor.
Telkari işçiliğinin merkezi olan Midyat
evlerinin taş bezemeleri de çok etkileyici.
Günümüzde devlet konukevi haline
dönüştürülmüş olan İbrahim ve İshak
Saboğlu Konağı harika, yüzlerce yıl önceki
konaklama merkezi havasını hala koruyan
Gelüşke Han ise favori mekanlarımdan
biri oldu. Midyat’ta bulunan Mor Gabriel
manastırını çok dikkat çekici buldum.
Ancak kimi bölümlerin restorasyonunun
başarılı olduğunu söylemek güç. Özellikle
manastır içinde yer alan ve 7. yüzyıla
tarihlendiği belirtilen Meryem Ana
kilisesindeki müdahaleler korkunç. Orijinal
çapraz tonoz neredeyse yok olmuş. Bu tür
tüm insanlığın ortak mirası durumundaki
yapıları açıkça bozmak, kimsenin haddi
olmamalı. Devlet- cemaatler/ azınlıklar
arasındaki ilişkinin sağlıksızlığı, ne yazık ki
böyle geri dönülemez sonuçlar yaratıyor.
8 Öte yandan Midyat içinde yer alan ve
yine tarihsel önemi bulunan gölün, kirlilik
bahane edilerek, ıslah edilmek yerine
kurutularak otogara çevrilmesi, asla
affedilemeyecek bir suç.Geri dönüşü
olmayan yanlışlara bir diğer aday örnek
Turabdin’deki son ziyaret alanım olan
Hasankeyf oldu. Hasankeyf bölgedeki
tüm tarihsel ve kültürel zenginliklerin
izlenebildiği bir merkez olmasının yanı
sıra, kaya oyuklarına yerleşmiş mağara
evleriyle bir doğa harikası. En az
Petra kadar ilginç, üstelik yaşamın tüm
canlılığıyla sürdüğü bir yer. Yirmi beş
yılı bulan süreçte tüm uzman ve aydın
çevrelerin yoğun itirazına rağmen devam
eden baraj konusunun yaratacağı sonuçlar
görmezden gelinebilir gibi değil. Böyle
bir alanın suyla dolması, tarihe karşı
işlenmiş bir cinayet. Midyat gölünü ortadan
kaldıran zihniyet fukaralığı, Hasankeyf
vadisini suyla dolduruyor. Bunun
gerçekten anlaşılabilir bir yanı yok. Üstelik
bölge insanının asimilasyon kaygılarını
körüklüyor bu durum, bölge tarihinin
bilinçli biçimde yok edilmesi girişimi
olarak değerlendiriliyor ister istemez.
Çözüm? Olmadığına ikna edilmem çok
zor. Su seviyesini yükseltmeyecek ek
kanallar ve rezervuarlar açılabileceğini
düşünenlerdenim. Yüksek maliyet diyenler
için de yanıtım hazır: tersi durumdaki
maliyet hesap bile edilemez. Bu konuda
hepimize görev düşüyor, çünkü yürütme
erki her zaman doğruyu bulamıyor. O
doğrunun çok yüksek sesle ve devamlı dile
getirilmesi gerekiyor.
Bu beni değiştiren bir gezi oldu. Buralara
pek çok kez geleceğim. Ubi bene, ibi
patria.
Neşe Yıldıran
Fotoğraf Listesi
1. Mardin Genel Görünüm-2.Mardin
Deyrulzafaran Manastırı Avlusu- 3.Midyat
Genel Görünüm 4.Mardin Müzesi- - 5.Midyat
Gölü- 6.Midyat Gölünün Doldurulması7.Hasankeyf Mağara Evler- 8.Hasankeyf Vadisi
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
12 AL GÖZÜM SEYREYLE
Türkan Ulusu Uraz konuk yazar: Ceren Boğaç
Doğu Akdeniz Üniversitesi
SAYFA
“Uluslararası Kariyer İçin”
[email protected] [email protected]
VİKİNGLER’İN KUZEYDEKİ MASAL KENTİ: BERGEN
eden Hansa Mahallesi’nin ahşap evleri
ise UNESCO’nun Dünya Kültürel Mirası
listesinde yer alıyor. Bryggen bölgesi
olarak alandırılan bu mahallede yer alan
yapılar, Ortaçağ’dan itibaren bütün Bergen
sivil mimarlığını biçimlendirmiş. Mahalleye
adını veren geçmişin Hansa tüccarları,
müşterileri birbirine çok benzeyen evler
arasında kendilerinkini kolaylıkla bulabilsin
diye yapılarda renk, isim ve köşelerde
heykel gibi simgeler kullanmışlar. Liman
yoluna bakan bu evler, bugün hatıralık
eşya satan dükkânlara dönüştürülmüş.
Araç tarfiğine kapalı bu alanda, kültürel
gezi, eğlence, sanat etkinlikleri gibi, size
kent tarihini ve kültürünü anlatan bir çok tat
bulabiliyorsunuz! Bergen kültür ve sanat
açısından oldukça gelişmiş, 2000 yılında
Avrupa Kültür Başkent’liği yapmış bir şehir.
Yeni yerler, yeni ülkeler
ve yeni kentler
görmek deyince, neden hep büyük
metropolleri, dev gökdelenleri, şaşalı
alışveriş merkezlerini, pahalı otelleri,
lokantaları hatırlarız ve neden ille de
kalabalıklar bizi çeker. Halbuki, doğallık,
küçüklük, özgünlük, tenhalık ama
herşeye rağmen, herşeyi ile bir ‘tasarım’
ürünü olmak nasıl bir şey? İşte tam da
bunun için, sayfamızın en üretken konuk
yazarlarından Ceren Boğaç’la, en
uzak kuzeye, Norveç’in, Bergen’inde,
Mayıs’ı yaşamaya ne dersiniz?
Turkan Ulusu Uraz
Bazı yerler vardır, yıllarca oralara gitme
hayalleri kurarsınız, planlar yaparsınız, o
yer hakkında her şeyi önceden araştırıröğrenir, veya her şey süpriz olsun diye
hiç bir şey yapmadan öylece durur ve
bir gün oraya gidersiniz. Bazı yerler de
vardır ki, siz aklınızdan bile geçirmezken,
hayat sizi alır ve oralara götürür... Bundan
4 yıl önce, o zamanki ofis arkadaşım
sevgili Ali Tanrıkul bir gün çıktısını aldığı
bir elektronik postayla heycanla ofise
geldiğinde, hayatın bizi o güne kadar
hiç bilmediğimiz Vikignler’in Kuzey’deki
masal kentine götürmek istediğini henüz
bilmiyorduk. Ali’nin elinde, isminin anlamı
‘Kuzey Yolu’ olan ülke- Norveç’de, 12
gün sürecek ‘Ahşaptan Strüktür İnşaa
Etme’ yarışmasının duyurusu vardı. Fazla
düşünmeden, çalışma arkadaşlarımızdan
Ahmet Murat Saymanlıer’i de aramıza alıp,
1 hafta sonraki yarışma için neredeyse
ışık hızında hazırlanıp, hakkında hiç bir
şey bilmediğimiz bir diyara doğru yola
koyulduk...
Motel Montana ve Finiküler
Bergen’e Yolculuk
Dünya’nın benim gittiğim en uzak
Kuzey’i: Norveç. Hepimiz 8. ile 11. yüzyıl
arasında Norveç’te Vikingler olarak bilinen
savaşçı bir kavimin hüküm sürdüğünü ve
onların barbarlık dolu hikayelerini az çok
biliriz. Oysa bugün Norveç, Avrupa’nın
başka ülkelerine asla benzemeyen,
refahın ve insani değerlerin her şeyin
üzerinde tutulduğu bir barış ülkesi. Bizim
yolculuğumuzsa, Kuzey Avrupa’nın en
kuzey kısmını oluşturan İskandinav
Yarımadası’nın en kuzey ülkesi Norveç’in,
güneybatı kıyısına doğruydu: Bergen!
Bergen, yaşamın doğanın üzerine
egemenlik kurmaya değil, onunla bir bütün
olmaya çalıştığı bir masal diyarı ve ülkenin
en büyük ikinci şehri. Kalabalıktan ve
kaostan çok uzak, ilk bakışta sonsuz bir
dinginliğin adresi gibi görünen, yakından
baktıkça orada yaşayanların yağmurla ve
rüzgarla içiçe geçmiş yaşamlarını sonsuz
bir devinim ve neşe içinde sürdürmelerine
hayran kalacağınız; fakat kesinlikle adım
attığınız ilk andan itibaren sizi kendine aşık
eden bir yer! Bizim orada bulunduğumuz
zamansa, sessiz rüzgarın hayata
sürtünmediği değişik bir mevsim: Mayıs.
Bryggen Rıhtımı ve Kent
Merkezi
Bergen’de gördüğümüz ilk yer, limana
indiğiniz zaman yosun kokusunun
soluduğunuz havaya yayıldığı Bryggen
Rıhtımı’ydı. Ancak bu koku insanı bayıltan,
Sevgili Ali ve Ahmet’e...
üst: Bergen Kıyı Şeridi- orta: Bryggen Evleri- alt: Şehir Merkezinden Manzara
rahatsız eden değil- kenti sarmalamış bir
tütsü kokusu gibiydi adeta... Kentte her
şey limanın etrafında toplanmış ve yürüme
mesafesinde: çiçek ve balık pazarı ile yan
yana mağazalar ardı ardına sıralanıyor.
Bergen’de trafik diye bir sorun yok!
Şehrin merkezini çepeçevre sarmış
ücretsiz otoparklar, tek tük arabalara
bekçilik ederken (Bergen dünyanın nüfus
oranına göre en az motorlu kara taşıtının
bulunduğu şehir.), ziyaretçiler kısa
aralıklarla koşullanmış ve petrol yerine
doğal üretilen elektirik enerjisiyle çalışan
otobüslerle günlük işlerini tamamlıyor.
Kent içinde çakıltaşıyla örülmüş yollar,
siz isteseniz bile şehir içinde araba
kullanmanızı tarifsiz bir işkenceye
çeviriyor. Gitmek istediğiniz tüm adreslere
ustaca hazırlanmış tabelalar yardımıyla
kimsey yol sormadan ulaşabiliyorsunuz.
Bergen’in öteki Avrupa kentlerinden bir
diğer farkı da, insanları bir araya toplayan
kamusal mekanlarında, sadece göze değil
birçok duyuya hitap eden sanat eserlerinin
olması. Kanalizasyon kapaklarını bile
Avrupa’nın tanınmış sanatçılarının
tasarladığı bu kentte, karşınıza bir anda
ünlü bir seramik sanatçısının imzasını
taşıyan dev bir vazo çıkabiliyor. Şaşırtıcı
olan vazonun estetik tasrımı ve göz alıcı
renkleri değil, zaman zaman bu eserin
içinden bir anda etrafa yayılan tütsü
kokusu ile siz ona yaklaştıkça, meditasyon
ritmiyle başınızı döndüren bir müzik sesi
duymanız!
+
Yedi dağın arasına sığınmış Bergen’e
Liman’dan, yani aşağıdan yukarıya
doğru baktığınız zaman, kendinizi masal
diyarında sanıyorsunuz. Yeşile boğulmuş
yamaçlar boyunca sıralanmış ahşap
evler, çocukken hepimizin kağıtlara
çizdiği dik çatılı, bacası tütenlerden.
Üstlik biz görememiş olsak da, bu evlerin
bahçelerinde koşuşan geyikler var!
Ancak ne yazık ki tarihi boyunca dört kez
yangın geçiren Bergen kent merkezinde,
1855 yılından sonra ahşap ev yapımı
yasaklanmış ve sonrakilerin tümü taştan
inşa edilmiş. Limanda her adımınıza eşlik
CMYK
Bergen’de gece ve gündüz kavramı
bizimkinden çok farklı; çünkü yazın güneş
gece yarısı 23:00-24:00 gibi batıyor ve
yorgun bir günün ardından, 23:00’da
bardan çıkıp kalacağımız yere gün
ışığında ilerlerken, sanki hiç bitmeyen bir
gündüzü yaşıyorsunuz! İnsan ister istemez
kendini Dostoyevski’nin uzun gecelerin
aşk öyküsünü anlattığı ‘Beyaz Geceler’inin
Bergen uyarlaması olan bir anı yaşarken
buluyor...Bergen insanı öylesine sakin ki,
bu şehirde aşkın şiddetinden başka kavga
yaşanamayacağını, orda tek bir gün bile
geçirseniz yine de anlıyorsunuz.
Kaldığımız motel Montana’dan; dağlarla
çevrili ve adeta onların arasına saklanmış
olan Bergen’in tepelerden manzarası
inanılmaz görünüyor! Neresi kara, neresi
kanal ve neresi deniz belli değil. Eğer
maki bitki örtüsüyle bezeli kurak bir adada
büyümüşseniz, yeşil’in bu kadar çok tonu
olabileceğine şaşkınlık dolu bir hayranlıkla
saatlerce bakakalıyorsunuz!
Bergen’i daha iyi keşfedebilmek için
otelden ayrılıp, kaybolmak için yola
çıkıyoruz: Bergen evleri, pencerelerindeki
rengarenk çiçekleri, saksıları ve dik
çatıları ile birbirlerine yaslanmış, insanı
yaşadığı çağa çok uzak başka bir zamana
açılan bir yolculuğa çıkarıyor. Evler dağ
yamaçlarında olduğu için, biz merdivenli
dar sokaklardan aşağıya doğru inerken,
‘finikü’lerle (seyahat etmek için trenleasansör arası bir ulaşım aracı-bir tür
teleferik) yanımızdan turistler geçiyor.
Bergen’den ayrılırken
Bergen’i gördükten sonra, insan
‘medeniyet’ sözcüğünün ütopyanın
ötesinde yaşam’a aktarılmış en insanca
kavram olduğunu anlıyor. Norveç’te değerli
olan kişisel zenginlik değil, toplumsal
yaşama aktarılmış zenginlikler. Eğer
hayatınız boyunca resim yapmak isteyip
elinize fırça almadıysanız, bir şiirin
bütün dizlerini kalbinizde duyduğunuz
halde bir türlü kağıda aktaramadıysanız,
ruhunuzda çalan şarkının melodisini
mırıldanamadıysanız, Bergen’e mutlaka
gitmelisiniz! Çünkü bu kentin sessiz
büyüsünde insan gerçekten kendi sesini
duyup, hayatı kaynağından yaşayabiliyor!
Vahşi Vikingler’in Kuzeydeki masal diyar’ı,
bugün sonsuz bir dinginliğin kıyısında
doğanın bir parçası olmayı başarmış
insanları ağırlıyor...
Ceren Boğaç
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
PROVO- KİTAP
Doğu Akdeniz Üniversitesi
SAYFA
13
Beril Özmen Mayer konuk yazar:NİL PAŞAOĞLULARI ŞAHİN
“Uluslararası Kariyer İçin”
[email protected] [email protected]
DAVİNCİ ŞİFRESİ VE “LOUVRE MÜZESİ”
bir aydınlığın sizleri karşıladığı büyüleyici
bir mekan... çok etkileyici... Zaten bir
solukta okuduğumuz o gerilimli hikayenin
sonunda da tüm olaylar bu mekana ve La
Pyramide Inversee’e bağlanıyor... Mekan
ile ilgili kitaptaki son cümleler de ne kadar
etkileyici olduğunun bir kanıtı:
Provo-Kitap sayfamızın konuk
yazarı temel tasarım eğitimi, tasarım
‘lkeleri ve mekan kalitesi konularında
çalışmaları olan arkadaşımız DAÜ
Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü
öğretim üyesi Dr. Nil Paşaoğluları Şahin
öğrencilerimizle Paris’te yaptığı bir yaz
araştırma gezisinden aktarıyor.
“Tünelin sonunda geniş bir odaya
ulaşılmıştı. Tavandan sarkan ters
piramid tam önünde duruyordu...
nefes kesici bir V şeklindeki cam.
Langdon gözleriyle aşağıya doğru
daralan formu takip ederek, yerden
iki metre yukarıda duran ucuna baktı.
İşte onun tam altında, o minik yapı
duruyordu. Minyatür bir piramit. Bu
devasa tesiste, küçük boyutlarda inşa
edilmiş tek yapı oydu. Minyatür yapı,
sanki bir buzdağının tepesiymiş gibi,
yerden yukarı doğru çıkıntı yapar...
aşağıya gizli bir oda gibi saklanmış,
piramit şeklindeki devasa bir mahzenin
zirvesi...”
Beril Özmen Mayer
Son dönemlerin en ilgi gören
yazarlarından birisidir kuşkusuz Dan
Brown. Özellikle Da Vinci Şifresi ve
Melekler ve Şeytanlar isimli eserleri ile
farklı bir anlatım ve kurgu ile kendini
sevdirmiş ve edebiyat alanında önemli bir
yer edinmiştir. Örneğin DaVinici Şifresi
isimli eserinin kapağında onunla ve eseri
ile ilgili yer alan övgü dolu sözler ve
tanımlar şöyledir:
Louvre ve cam piramid
“....ülkedeki birkaç usta yazardan biri...”
Nelson DeMille
“...kelime oyunları, gizemler ve
bulmacalarla örülmüş akıllara durgunluk
veren bir öykü...” Clive Cussler
Farklı bir pencereden Da Vinci Şifresi ve
hikayenin başkahramanlarından biri olan
Louvre’u hep birlikte hatırladık bugün...
Başka bir hikaye ve mekan ile buluşmak
üzere....
Benim Dan Brown ile tanışmam Melekler
ve Şeytanlar isimli kitabı ile olmuştur. Bir
solukta okuduğum, okurken sunduğu
detaylara hayran kaldığım, sürprizlerle
dolu müthiş bir hikayeydi. Hikayenin
gücü ve mükemmelliğinin yanısıra
kent, mimari ve mekan ile ilgili sunduğu
ayrıntılar da ayrıca cezbedici idi. Aynı
keyfi Da Vinci Şifresi’ni okurken de tattım.
Bugün bu sayfada sizlere Dan Brown’un
Da Vinci Şifresi kitabından hareketle
Paris’in sembollerinden biri olan Louvre
müzesinden bahsetmek istiyorum... Yakın
zamanda Paris’e yapmış olduğum ziyaret
sonrası DaVinci’deki Louvre Müzesi ile ilgili
vurguları ve benim o mekanları yaşarken
hissettiklerimin bir sentezini bulacaksınız.
Kitabın konusunu şöyle bir hatırlayacak
olursak... Olaylar kitabın başkahramanı,
Hardvard Üniversitesi Simgebilim
Profesörü Robert Langdon’ın Paris’te iş
gezisindeyken bir geceyarısı gizemli bir
telefon ile Louvre’un yaşlı müdürünün
müzede ölü bulunduğunun haberini alması
ile başlar...
Hikaye’nin başlangıcı Louvre Müzesidir ve
müze ile ilgili çok hoş tasvirlerin bulunduğu
kitabın ilk bölümü heyacan vericidir.
Birçoğunuz Da Vinci Şifresi’ni mutlaka
okumuşsunuzdur.... Fakat hikayeyi takip
ederken Louvre ile ilgili yapılan tanımlara
belki de çok da dikkat etmemişsinizdir.
Şimdi Da Vinci Şifresinde mekan ile ilgili
yer alan tanımları hep birlikte hatırlayalım
ve benim arşivimden görsellerle
destekleyerek bu mekanları birlikte
yaşayalım isterseniz...
Dan Brown kitabının başında Robert
Langdon’ın müzeye yol alışını Paris’in
birçok simgesine de değinerek
şekillendiriyor. Hikayenin başkahramanı
ile birlikte; Opera Binası, Vendome
Meydanı, Eiffel Kulesi, ...Claude
Monet’nin biçim ve renkle oynadığı ve
gerçek anlamda Empresyonist akımın
doğuşuna ilham veren bahçeler... diye
tanımladığı Tuileries Bahçeleri, Musee
Nil Paşaoğluları Şahin
KİTAP KÜNYESİ: Da Vinci Şifresi,
Dan Brown, (2003, Orijinal), çev.
Petek Demir, 2004; Altın Kitaplar
Yayınevi, Istanbul, ISBN 975-21-04037.
Fuayeye inen spiral merdivenler
d’Orsay, Arc du Carrousel ve Pompidou
Center gibi simgeleri hatırlayarak müzeye
ulaşıyorsunuz ve ardından Louvre ile ilgili
ilk sözler:
yapıyla modern yöntemler arasında
göz kamaştırıcı bir sinerji yarattığını
söylerek yüceltiyorlardı.”
Cam piramidin onsekiz metre aşağısında
inşa edilmiş altı bin beş yüz metrekarelik
lobisinin uçsuz bucaksız bir mağarayı
andırdığından bahsediyor Dan Brown
kitabında. Meydandan cam piramit’e
doğru yürümek, ana girişe ulaşmak ve
spiral şeklindeki merdivenler ile lobiye
ulaşmak tanımlaması güç bir keyif veriyor
doğrusu. Cam piramid ile ilgili yapılan
tüm tartışmalara rağmen ben Louvre’un
geleneksel dokusuna tamamen zıt
bir tasarım yaklaşımı ile tasarlanmış
cam piramidi çok başarılı bulduğumu
belirtmeliyim...
“Louvre’un görkemli cephesi, insanı
hayrete düşürecek kadar geniş
meydanın karşısında, Paris semalarına
yükselen kale gibi duruyordu...” ‘Louvre
Müzesi’nin Avrupa’daki en uzun cepheli
bina olduğu ve ortasındaki meydanın
doksan üç bin metrekarelik bir alana
sahip olduğundan bahsediliyor.
Müze’nin yeni ana girişi olan üçgen
Piramid’in çok tartışmalara sebep
olduğu söyleniyor. Kitap’ta bu konu
üzerine şöyle bir açıklama mevcut:
“Amerikalı mimar I. M. Pei tarafından
tasarlanan tartışmalı, modern cam
piramid, Rönesans avlunun asaletini
bozduğunu düşünen gelenekçiler
tarafından hor görülmektedir.....Bununla
birlikte Pei hayranları, yirmi metre
altmış santimetre yüksekliğindeki şeffaf
piramidin, Louvre’un gelecek bin yıla
taşınmasına yardımcı olduğunu, eski
+
Kitapta Robert Langdon ve Yüzbaşı Fache
ana girişten olayın geçtiği Büyük Galeriye
doğru ilerlerlerken, Louvre’un daha az
bilinen –La Pyramide Inversee- tavandan
aşağı sarkıt gibi ters sarkan dev çatıya
da göz attığından bahseder. Müzenin
bu bölümü karanlık tünellerden geçerek
ulaşılan ve karanlığın ardında gözalıcı
CMYK
Dan Brown
Dan Brown, Amherst Koleji ve Phillips
Exeter Akademisi mezunu olan yazar, İlim
ve Din gibi iki paradoks içinde büyümesi,
gizli hükümet kuruluşlarına ve şifre çözmeye olan merakı yüzünden, bunları eserlerinde kullandı. İlk romanı ‘’ Dijital Kale’’
yayınlandığı zaman, kitap listelerinde ilk
sırayı aldı. Eserlerinde politik ahlak, güvenlik, gizli teknoloji, bilim ve din odaklarınıda
kullanarak, gerilim romanları yazdı. Kendini tamamen roman yazmaya adayan
Brown, sanat tarihçisi ve ressam olan eşiyle
araştırmalarına devam etmektedir.
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
14 SORULAR- CEVAPLAR/ YANLIŞLAR- DOĞRULAR
Ercan HoŞKARA
SAYFA
Doğu Akdeniz Üniversitesi
“Uluslararası Kariyer İçin”
[email protected]
KENT VE MİMARLIK: KAMUSAL BİNALAR
Kentler sokakları ve meydanlarıyla yaşar.
Bu sokakları ve meydanları tanımlayan
en önemli elemanlar ise binalardır. Bu
bağlamda bir kent önemli sokakları,
caddeleri, meydanları ve/veya binalarıyla
tanınır. Kamusal binalar ise, genelde kent
imajına imza atan önemli prestij binaları
olur. Dolayısıyla, bu tür binaların niteliği,
kent dokusuna uyumu ve tasarımlarındaki
başarı çok önemli olmaktadır. Bu tür
binaların, kent imajına ve kent yaşamına
katkı koyacak önemli mimari değerler
taşıması beklenir. Böylesi binaların, hem
fiziksel, hem toplumsal, hem ekonomik
hem de siyasi amaçlara hizmet etmesi
mümkündür.
Bu yazıda, örneklere de değinerek,
kamusal binaların kenti ve kent yaşamını
nasıl etkileyebileceği ile ilgili konuyu
aydınlatmak için bazı önemli sorulara
cevap aranacaktır.
Kamusal Bina nedir?
Halkın gereksinim ve isteklerini karşılamak
için halkın kullanımına yönelik yapılan
binalardır. Bu tür binalara örnek olarak,
Bakanlıklar, Belediye binaları, eğitim ve
sağlık binaları, kültür ve kongre merkezleri,
müzeler, alış-veriş merkezleri, stadyumlar,
ibadet yerleri v.s... gösterilebilir. (Bakanlık
binaları, aynı zamanda kamu binaları
olarak da anılır.)
Kamusal Binalar Kenti nasıl
etkiler?
Kamusal binalar kentte yaşayan insanların
büyük bir bölümü tarafından yoğunlukla
kullanılan binalardır ve kent yaşamındaki
kaliteyi etkileyen özelliğe sahiptir. Genelde
büyük olçekli projeler oldukları için kentin fiziksel yapısında önemli yer tutarlar.
Başarılı örnekler, bulundukları kentlerin
sembolleri haline dönüşürler. (Örneğin:
Sidney’de Opera House, Bilbao’da
Guggenheim Museum, Barcelona’da
Sagrada Familia...) Bu tür örneklerin kente
çok sayıda turist çektiği ve toplumsal ve
ekonomik yaşantıyı da etkilediği görülmektedir. Dolayısıyla, kamusal binaların kentin
toplumsal yaşamına, ekonomisine ve tabi
ki fiziksel niteliğine yönelik ciddi etkileri
vardır.
Sagrada Familia, Barcelona, Ispanya. Mimar: Antoni Gaudi
Kamusal Binaların Başarılı
olmaları için taşıması
gereken önemli mimari
değerler nelerdir?
Londra Belediye Binası (London City Hall). Mimar: Norman Foster
(fotoğraf: Mustafa Riza)
başarılı olabilmeleri için; dünyaca tanınmış
önemli mimarlar davet edilerek,veya
ulusal / uluslararası mimari proje
yarışmaları düzenleyerek, önerilen projeler
arasından, bir juri tarafından belirlenen
kriterlere uygun olarak en iyi proje
seçilerek elde edilir.
Toplumsal ve çevresel değerlere en
yüksek düzeyde uyum; bu bağlamda
çağdaş teknolojilerin, yapı sistemlerinin ve
malzemelerinin en verimli şekilde kullanımı
ve mimari anlamda farklılık ve yenilik
getirme, bu tür binaların başarılı olabilmesi
için önemlidir.
Sonuç Olarak;
Konumuzla ilgili ve son haftanın güncel
haberi olan “Lefkoşa’da mimarisi
Türkiye’deki Selimiye Camii’ni andıracak
cami içerecek külliye inşaatı” için
Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasında
imzalanan protokol konusuna yukardaki
çerçevede değinmek isterim.
Kamusal Binaların Mimari
projeleri nasıl elde edilir?
Halkın geniş kesimleri tarafından yaygın
olarak kullanılan bu tür binaların
toplumun geneli tarafından kabul
görebilmesi ve yukarıda belirtilen şekilde
Böyle bir projeyi yapma ve Kıbrıs
coğrafyasında bir iz bırakma isteği siyasi
bir karar olabilir, bu kararın siyasi
Guggenheim web sayfası (http://www.guggenheim.org/bilbao)
Guggenheim Müzesi, Bilbao, İspanya. Mimar: Frank Gehry
boyutuna, bu çerçevede diyecek birşeyim
yok. Fakat bilinmelidir ki bu projenin
nereye ve nasıl yapılacağı yalnızca siyasi
bir karara dayanamaz, dayanmamalıdır.
Böylesi bir proje yukarıda da belirtildiği
gibi kentin fiziksel, toplumsal, kültürel
ve ekonomik yapısında önemli bir yer
tutacaktır, dolayısıyla eğer böyle bir proje
yapılacaksa mutlak sürette yukarıda
belirtilen mimari değerlere sahip olmalı ve
bunun için gerekli yöntem kullanılmalıdır.
Ilgili kamu dairelerinin ve meslek
odalarının görüşleri alınmalıdır, aksi
takdirde başarılı bir mimari eser
ortaya koymak mümkün olmayacaktır.
Halihazırda, bu tür başarısız örneklere
yeter sayıda sahibiz bunların sayısını
artırmak bizi yüceltmeyecektir.
Ercan Hoşkara
Londra Belediye Binası (London City Hall). Mimar: Norman Foster (fotoğraf: Mustafa Riza)
+
CMYK
+
HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010.
GÜNCEL HABERLER
Doğu Akdeniz Üniversitesi
[email protected] - [email protected]
MÜZİKHOLLER VE OPERALAR
göre yurt dışında gösteri
sanatları seyirci oranı o şehrin
nüfusunun %38’i iken Kıbrıs`ta
henüz müzikhol veya opera
başlığı altında hiçbir bina veya
tasarım yapılmamıştır.
Bunun yanı sıra yurt
dışındaki kültürel
faaliyetleri aratmayacak
bir potansiyele sahip olan
birçok sanatçımız var iken
nüfusumuzun neredeyse %
100’ü opera ve diğer sahne
sanatlarıyla tanışma fırsatını
bulamamaktadır. Dolayısıyla
Kıbrıs’ta opera geride değil,
seyirci operanın gerisindedir.
Çünkü büyük şehirlerde son
derece donanımlı sahnelerde
(özellikle Sydney Opera Binası
gibi) dünyaca ünlü oyunlar
sergileniyor ve bu oditoryum
yapıları, en az içlerinde yapılan
müzik kadar etkileyici ve
mükemmeller. Bizler de son
günlerde yapılması planlanan
müzikhol ve opera yapılarını
sizler için derledik.
15
Kutsal ÖztÜRK- Begüm MozaİKCİ
“Uluslararası Kariyer İçin”
İstatiksel araştırmalara
SAYFA
Norveç’te yeni bir opera
Space Group ve CF Møller
ile birlikte çalışan Brisac
Gonzalez, Norveç Kenti
Kristiansund’da inşa edilecek
opera ve kültür merkezi için
açılan uluslararası tasarım
yarışmasının birincisi oldular.
37 firmanın katıldığı yarışmada
ekip, aralarında Snøhetta
ve Gert Wingårdh’ın da
bulunduğu 5 finalisti geçerek
birinci seçildi.Halihazırda
Norveç’in en eski operası olan
1914 tarihli art-nouveau binaya
evsahipliği yapan kentteki bu
15 bin metrekarelik projede,
600 kişilik bir oditoryum,
Arap Geceleri için Sahne Hazır
kütüphane, prova salonu, bale
merkezi, restoranlar, gençlik
merkezi ve eğitim merkezi yer
alıyor.
Brisac Gonzalez’ten Edgar
Gonzalez, katılan diğer projeler
tek bir kütle olduğu halde kendi
projeleri cam bir köprü ve bir
tünelle birleşen ek bir yapı
içerdiğinden öne geçtiklerini
belirtiyor. Gonzalez yeni
binanın cephesini parlayan
ve sürekli değişen, uçuşan
payetlerle kaplı bir elbise
olarak tanımlıyor.
Yazı ve Görseller: BD Online
Çeviri: Mimdap
+
Çöl kumlarıyla çevrelenmiş ve
bir doğa rezervinin ortasında
kendine ait bir adaya yerleşen
Arap Performans Salonu,
kapsamına ve kullanımına
oldukça bağlı şekilde
tasarlanmış. Özel araç ve
tren için köprülerle bağlanan,
botlarla erişilebilen tüm girişler
araziyi keserek su doldurulmuş
oyuklara açılıyor. İçlerinde
yine su bulunan duvarlar,
Kompleksin fuayesi ile müze
ve sergi merkezinin ana girişini
oluşturuyor.
Çeşitli etkinliklerle doldurulmuş
olan merkezde performans
salonunun yapısı bir inci
gibi yerleşiyor. Oditoryum,
performansa salonunun
üzerinde bulunan otelin ana
lobisine açılıyor. Kendi hızlı
asansörleri ile erişilen otel
lobisi, yanlardan, köprülerle
erişilen 4 figürle çevreleniyor.
Bu figürlerde 300 otel odası
ve hizmet alanı yer alıyor.
Arkadaki figürde ise
CMYK
performans salonunun
destek birimleri bulunuyor.
Tüm figürlerin en uzunu 284
metreye ulaşıyor.
Yazı ve Görseller: World
Architecture News
Çeviri: Mimdap
+
+
REKLAM
CMYK

Benzer belgeler