kasım-aralık 2015 düşün dergi

Transkript

kasım-aralık 2015 düşün dergi
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 1
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
KARŞIYAKA ŞUBESİ TARAFINDAN
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
KASIM-ARALIK 2015
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
KARŞIYAKA ŞUBESİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ
ŞUBE BAŞKANI
TUNA ARSLAN
GENEL YAYIN YÖNETMENİ VE
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
TUNA ARSLAN
YAYIN KURULU
M. FEVZİ YILMAZ
MEHPARE ÖZKABAN
ÜMRAN KEBABÇIGİL
VOLKAN ACAR
AYÇIN TANUK
ÖMER BAYRAM
ENİS MUSLUOĞLU
DÜZELTİ
MEHPARE ÖZKABAN - ÜMRAN KEBABÇIGİL
GRAFİK TASARIM UYGULAMA
AYÇIN TANUK
YÖNETİM YERİ
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
KARŞIYAKA ŞUBESİ
Bahriye Üçok Mah 1766 Sk. No: 10/3 Yekta Apt.
Karşıyaka / İZMİR
Telefon: 0 (232) 323 40 40
elektronik posta: [email protected]
Yazılarınız için elektronik posta:
[email protected]
web adresimiz:
www.addkarsiyaka.com
Baskı Yeri:
Kanyılmaz Matbaacılık, Kağıt ve Ambalaj Sanayi Tic. Ltd. Şti.
[email protected]
Baskı Tarihi:
Aralık 2015
Başyazı
Merhaba (Tuna Arslan)...................................................................................................................... 2-3
Editörün Köşesi
Bizden Size! (M. Fevzi Yılmaz) ....................................................................................................... 4
Ayın Konusu I
Devrim Yasaları ve Günümüzdeki Durumu (Mehpare Özkaban) ............... 5
Ayın Konusu II
Büyük Erzincan Depremi (İnci Sarıgöl) ............................................................................ 6-8
Ayın Konusu III
İkinci Adam İsmet İnönü (Erdoğan Bakkalbaşı) ........................................................... 9
Ayın Röportajı
Kent A.Ş.’yi Ziyaret Ettik! İrfan Akça’ya Merak Ettiklerimizi Sorduk . 10-11
Konuk Yazar
Cumhuriyet Devrimi’nin Yetiştirdiği Bilimci:
Aziz Sancar (Mustafa Solak) ................................................................................................. 12-13
Konuk Yazar
Teorisiz Pratik; Stratejisiz Taktik Olmaz!
Olursa Savrulursunuz! (Cem Gürdeniz) ...................................................................... 14-15
Konuk Yazar
Demokrasi Şehitlerimiz (Ahmet Gürel) .............................................................................. 16
Konuk Yazar
Kültürümüz ve Batıcılık (Erdoğan Bakkalbaşı) .................................................. 17-18
DÜŞÜN’ce
Ütopya ve Barış ............................................................................................................................... 20-21
Yerel
Karşıyaka Belediyesi Gençlik Eğitim Merkezi
(Kargem)’de Sınıflar Arası Münazara ....................................................................... 22-23
Gençlik
IŞİD / DAEŞ ve
Arada Kalan Gerçek(!) Müslümanlar (Tamer Özşeker) ............................. 24-26
Reklam
Kent A.Ş. ...................................................................................................................................................... 27
Ekonomi
Dünya Eko-politiğine Bakış (Enis Musluoğlu) .............................................................. 28
Atatürk ve Çevre
Ağrı’lı Bir “Öğretmenler Günü” Yazısı (Metin Erdoğan) ................................. 29
Cumhuriyet Tarihi
Menemen Olayı 23 Aralık 1930 (Ömer Bayram) ........................................... 30-31
Edebiyat
10 Kasım’ı Bayram Yapacaklara Armağan (Hidayet Karakuş) ......... 32-33
Kadın Gözüyle
Türk Kadınının Siyasal Özgürleşme Tarihi ve
Seçme/Seçilme Hakkı (Mehpare Özkaban) .......................................................... 34-36
Kitap Köşesi
Öteki Mehmet Akif - Vaiz (Ümran Kebabçıgil) .......................................................... 37
Kültür Sanat
Çağdaş Türk Resim Sanatı (Evrim Gökçelik) ........................................................ 38-39
Türk Dili
Harf Devrimi (Ümran Kebabçıgil) ............................................................................................ 40
1
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 2
MERHABA!..
2015 yılını bitirirken, geriye dönüp baktığımızda
Türkiyemizin ne kadar çok olayı bir yıla sığdırdığına
bakıp şaşırmak mümkün. Elbette dünya üzerindeki her
ülkede toplumu meşgul eden sorunlar vardır ve bunlar gündemi oluştururlar. Ancak, sözünü ettiğimiz;
ülkemizde gündemi oluşturan ve toplumu uğraştıran
sorunların nicelikleri kadar nitelikleri.
Belli bir düzeni olan hangi toplumda bizdeki olaylar
ve gelişmeler normal karşılanabilirdi? 2015 yılına beş
ay arayla iki genel seçim sığdırdık ve ikisinin sonuçları
birbirinden çok farklı. İleride, belki de yakın gelecekte, üzerlerine bilimsel araştırmalar yapılacak, dahası
yüksek lisans ya da doktora tezleri yapılacak türden.
Okuyuculara iddialı gelebilecek olan bu görüşün doğru
olup olmadığını ise zaman gösterecek.
2015 yılında yaşanan gelişmeleri yalnızca çok sayıda önemli olaylar dizisi olarak göremeyiz. Bunlar aynı
zamanda hem ülkemizde hem de içinde bulunduğumuz
coğrafyadaki köklü değişikliklerin habercileridir.
Geçen sayıda, 1 Kasım genel seçimi değerlendirildiği için tekrar ele almaya gerek duymuyoruz, ancak 1
Kasım’dan sonra olanlar üzerinde elbette durulmalıdır.
1 Kasım’ın yarattığı hevesler
AKP’nin, aslında Tayyip Erdoğan demek gerekir, bir
süre sus pus olduğu 7 Haziran seçim sonuçları, açılım
ve yeni anayasa taleplerini rafa kaldırmıştı. 1 Kasım
seçim sonuçları ise bu konuları tekrar gündeme getirdi. Olabilir mi? Bu sorunun yanıtını bu konuda talepleri olanlar değil bunlara direnenler verebilir. 2013 yılında bölünme anayasası girişimlerini çöpe atan Gezi
Direnişi’ydi. Şimdi de açılımı sürdürme, anayasayı
“sivilleştirme” ve Tayyip Erdoğan’ın fiilen uygulamaya
çalıştığı başkanlık sistemini yasallaştırma, daha yalın bir
anlatımla Cumhuriyetimizi ortadan kaldırma çabaları
Gezi ruhuna çarpmaya mahkumdur. Sonucun ne olacağını ise daha önce gördük, biliyoruz. O bakımdan, 1
Kasım’ı herşeyin sonu gibi görüp dövünenlere, umut
vermek için değil ancak gerçeği dile getirmek adına,
durumun yalnızca biraz daha zorlaştığını, mücadelenin
daha çetin geçeceğini söylemekle yetinelim.
Bu durumun en çok farkında olanlar da o bölünme
cephesinde yer alan her türden Amerikancılar aslında.
Ergenekon, Balyoz vb. tertiplerin etkili olduğu, Tayyip
Erdoğan’ın gücünü yanlış hesaplayıp pervasızlaştığı
dönemde bile anayasayı değiştirmeyi “başaramayanların” şimdi o gücün çok uzağındayken hiç şansları yok.
Peki, AKP eski gücünün çok uzağında mı gerçekten? Yanıt, kesinlikle “Evet” tir. Oy oranlarının yanıltıcı ve değişken olduğunu beş aylık arada gördük. Yakın
2
gelecek,
yukarıdaki
yanıtı doğrulayacaktır.
Sağlaması da yakın geçmiştedir.
PKK mı IŞİD mi?
Atatürk’ün önderliTuna ARSLAN - Şube Başkanı
ğinde başlatılan ancak
tamamlanamayan aydınlanma devrimini kaldığı yerden
sürdürmeyi görev edinenlere en çok yöneltilen eleştiri, 1920’ler ile 2015’in koşullarının çok farklı olduğudur. Elbette koşullar değişmiştir, ancak Türk Milleti’nin
bağımsız yaşama iradesi değişmemiştir. Bu irade bugünün koşulları gözetilerek gerçeğe dönüştürülecektir.
Türkiye, 2015 yılının Temmuz ayında, bölücü terör
örgütü ile mücadele etmeye karar verdi ve halen de
bu karar geçerli. Bu nesnel bir durum. Tayyip
Erdoğan’ın seçim kazanma taktiği olduğunu ileri sürenler var. Diyelim ki öyle! PKK’nın üzerine gidilmesi ve
gücünün azaltılması Türkiye için iyi midir, kötü müdür?
Bölücü terör ile mücadeleyi “o yaparsa desteklemeyiz”, “bu yaparsa destekleriz” denilebilir mi? Böyle
dersek, o çok severek ve sıkça yinelediğimiz, “somut
durumun somut tahlili” söylemini nereye koyabiliriz?
Her ülke, kendi somut çıkarları doğrultusunda davranır. Bugün Türkiye’ye yönelen bölünme tehdidinin
aleti PKK’dır ve Türkiye bununla mücadele etmektedir. ABD ve AB ise ısrarla, PKK ile değil, IŞİD ile mücadele edilmesi gerektiğini söylemektedir. Kendileri de
yaklaşık iki yıldır IŞİD’e karşı savaşmaktadırlar, ancak
ne hikmetse IŞİD bu işten ciddi ölçüde bir zarar görmemiştir. Onlarca ülkenin oluşturduğu “koalisyon”
uçaklarının attığı tonlarca bomba IŞİD’e yaramış gibi
görünüyor. Demek ki IŞİD öncelikle yok edilmesi
gereken değil, bir süre daha ABD ve AB’ye Suriye ve
Irak’ta var olma nedeni sağlayan bir olgudur.
Geçen sayımızdaki başyazıda IŞİD’den söz etmediğimiz için eleştiren arkadaşlarımız oldu. Bugün ABD
ve AB ülkemizin bütünlüğünü PKK’yı kullanarak tehdit
ediyorlar. Zaman zaman da IŞİD Reyhanlı’da ya da
Ankara’da olduğu gibi canımızı yakan terör eylemleri
gerçekleştiriyor. Biz, her ikisinin de Batı emperyalizminin güdümünde olduğunu, duruma göre bazen birisine
bazen diğerine görev verildiğini söylüyoruz ve tekrarlıyoruz; bölücü terör örgütü ile mücadele etmek
önceliklidir.
Günümüzde Atatürk gibi davranmak
Madem ki Atatürk’ün yolundan gidiyoruz ve bunu
söylemekle yetinmeyip eyleme dönüştürmek zorundayız, zaman zaman “O ne yapardı?” diye sormamız
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 3
gerekmez mi? 1930 yılı 2015’e yol gösterir mi?
Elbette! Menemen’deki yobaz kalkışma Cumhuriyetin
demir yumruğu ile ezildiğinde, devrimci yönetim dosta
düşmana bir mesaj veriyordu: “Cumhuriyete kastedenler ezilir!” Mustafa Kemal Atatürk ve devrim
hükümeti gericilik ve arkasındaki İngiliz emperyalistleri ile nasıl savaşılması gerektiğini biliyordu ve en küçük
bir duraksama gösterilmedi. Cumhuriyet’e ve ülkenin
bütünlüğüne 1930’da yönelen tehdit nasıl yok edildi
ise, günümüzde de aynı yöntem geçerlidir. O gün, devrimci Cumhuriyet kendisini yıkmaya kalkışanlar ile
“müzakere” etmedi. Bugün o kadrolar işbaşında değil,
ancak bölücülere karşı mücadelenin yöntemi aynıdır.
Kubilay’ın kişiliğinde Cumhuriyetimize kastedenler ve
dayandıkları güç emperyalizmdi. Bugün de fark yoktur.
Atatürk gibi davranmanın gereği bugün bölücülük ile
mücadele etmektir. Bu ister PKK, ister IŞİD isterse de
FETÖ şeklinde ortaya çıksın. Kim ki bu konuyu sulandırmaya kalkar bilin ki Atatürk’ün yolundan gitmemektedir. “Barış, hemen şimdi” gibi İngilizce’den çeviri sloganlara da bu gözle bakabilirsiniz.
Gövdemizin üstündeki kafa
Atatürk gibi düşünmenin örnekleri ile devam edelim. Atatürkçülük, her şeyden önce tam bağımsızlık
demektir, yani her alanda bağımsız olmayı gerektirir.
Halâ büyük ve güçlü bir ülke olduğu kabul edilen
Türkiye, bağımsızlığını yitirdiği için kendi geleceğini de
belirleyememektedir. “Ülkelerin dostları değil çıkarları vardır,” sözünü ülkemizi yönetenler tersine çevirmiş
durumdalar. Üstelik de dostluk uğruna değil, “müttefik” saydıklarımız uğruna. Atatürk gibi davranmak
Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını gerektirir. Aynı şekilde AB tiyatrosuna derhal son vermeyi gerektirir.
Bunları yapmak için de ABD ve AB ile karşı karşıya
gelmeyi göze almak gerekir. Demek istediğimiz, ulusal
çıkarlarımız öyle gerektiriyorsa kafa tutacağımız ülkenin ya da ülkelerin boyu posu, gücü düşünülmez.
Maceraya atılmak için değil ama bağımsızlığımızı korumak için gerekirse “yedi düvele” meydan okunur.
Tahmin ettiğiniz gibi konuyu Rus uçağının düşürülmesine getireceğiz.
Suriye ile olan sınırımız yıllardır her türlü teröriste
açık hale getirilmişken, 17 saniyelik bir sınır ihlali
nedeniyle Rus uçağını düşürmemizin ulusal çıkarlarımız açısından nasıl bir açıklaması olabilir? AKP’nin
ABD ve AB’ye göre biçimlendirilmiş iç ve dış politikaları nedeniyle her gün biraz daha saplandığımız bataklıktan bizi çıkarabilecek tek ülke olan Rusya ile düşmanlık yaratmak ülkemize ne kazandırır?
Bu soruların doğru yanıtlarını bilmek için engin bir
diplomasi deneyimine gerek yok. Ekonomimizin içinde
bulunduğu durum da önemli olmakla birlikte, mesele
yalnızca Rusya ile olan ekonomik ilişkilerimiz de değil.
Bundan çok daha önemli olan, içinde bulunduğumuz
coğrafyada yaşananlar ve değişen güç dengeleri.
Ortadoğu yeniden şekillendirilirken, Irak ve Libya
örneklerinde olduğu gibi, bazı ülkelerin varlıklarını
koruyamadığı ve emperyalist talana uğradıklarını gördük. Öte yandan, Hafız Esad önderliğinde azgın emperyalist saldırıya direnen Suriye’nin egemenlerin masa
başında yaptığı planları sahada bozduğu da bir gerçek.
Bir başka gerçek de bağımsız ve başı dik bir ülke olmanın öz güvenine sahip olan İran’a kimsenin yan gözle
bakamadığıdır. Biz PKK ile açılım masallarına razı edilmeye zorlanırken, emperyalist saldırıları püskürtmüş
olan İran’da PEJAK teslim bayrağını çekmiştir. İşin
kötüsü “molla” diye küçümsemeye kalktığımız İran’ın,
bağımsızlıkçı ve onurlu dış politikası bizim emperyalistlerce güdülen politikalarımız ile çatışmaktadır.
Ulusal çıkarlarımız İran, Irak ve Suriye ile dayanışma ve dostluğu gerektirmesine karşın, bu ülkeler ile
ilişkilerimiz dostluk şöyle dursun, düşmanlığa dönüşmüş durumda. Neden böyle diye düşündüğümüzde,
yukarıdaki ara başlığa dönüyor ve kendi aklımızla davranmadığımızı görüyoruz. Suriye’ye düşmanlık, İran’a
sırtımızı dönmek, Irak’ın toprak bütünlüğünü hiçe saymak bizim değilse kimin ya da kimlerin işine yarar?
Yanıtı biliyoruz. Mesele doğru yanıtı yaşama geçirmekte.
2016…
2015 böyle geçti diyelim de 2016’da bizi neler bekliyor? “İşimiz zordu, biraz daha zorlaştı” demiştik.
Bundan umutsuzluk çıkarmak Atatürkçülere yakışmaz.
Olaylar kendi koşulları içinde sürüp gidecek. Biz olayları nasıl yönlendireceğiz, koşulları nasıl değiştireceğiz?
Bu işi birileri bizim adımıza yapmayacak. Ne yapılacaksa biz kendimiz yapacağız.
O halde, geçmişimizden güç alarak geleceği kuracağız. Geçmişimizde ne var? Tarihin ilk ulusal bağımsızlık
savaşı var. “O günün koşulları” söylemini bir tarafa
bırakalım ve o gün yapılanları bugüne uyarlayalım.
Tarihimize ve çözüm üretme yeteneğimize güvenelim.
Hatırlarsanız AB Komiseri Karen Fogg diye birisi
vardı, “Türklerin tarihinin hakkından gelmek gerekir”
demişti. Gerçi Türkler Karen Fogg’un hakkından gelmiş, görev süresinin bitmesine bir hayli zaman varken
ülkesine dönmek zorunda kalmıştı. Demek ki emperyalistleri korkutan bir tarihimiz var. Değerini bilelim ve
örnek alalım.
2016’da ve sonrasında olacak herşeyi belirleme
gücüne sahip değiliz, ancak bize dayatılacak olanları
tümden kabullenecek de değiliz. Görevlerimizi biliyoruz: Örgütleneceğiz, kendimize güveneceğiz, çalışacağız ve sonunda öğüneceğimiz işler başaracağız.
3
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 4
BİZDEN SİZE!
Elinize ulaşan “DÜŞÜN” dergisi, 2015 Yılı’nın son dergisidir. Derneğimizin (Atatürkçü Düşünce Derneği
Karşıyaka Şubesi) yaklaşık iki yıldır aralıksız yayımlamayı
başardığı dergimiz, karşılığını siz değerli okurlarımızın takdirini ve Basın Yayın ve İlan Kurumundan ilan alma hakkını
kazanarak almıştır. Bu başarıda, Yönetim Kurulumuzun,
derneğimizin geçen dönemden kalan borçlarına karşın
maddi kaynak ayırma çabaları etkili olmuştur. Bunun yanısıra her türlü hava koşullarında kermes düzenleyen, rozet
ve benzeri objeler satan ve bağışlarıyla dernek gelirlerine
katkı veren, dolayısıyla “DÜŞÜN” dergisinin siz değerli
üyelerimize ulaştırılmasında emeği ve katkısı olan herkese
teşekkür ederiz. “DÜŞÜN” ortak ürünümüzdür.
Bizlere yazı, resim, fotoğraf, grafik ve görsel malzeme gönderen, eleştirileriyle bize yol gösteren, yüreklendirici katkılarıyla güç veren üye ve gönüllü arkadaşlara teşekkür
ederiz.
Bizi Zor Günler Bekliyor
Önümüzde çok zor günlerin, ayların hatta yılların olduğunu söylemek zorundayız. İçerde açılım, dışarda Suriye
politikalarıyla başlayan güdümlü yanlış politikalar; PKK’yı
ABD’nin kara gücü, Rusya’yı düşmanımız yaptı. Dost
komşu bırakmadık, kaldırdığımız tüm taşları ayağımıza vurduk. Etrafımızı, kendimizin yarattığı “düşmanlar” sardı.
”Şerefli” yalnızlık, “stratejik” derinliğimiz oldu. Yalnızlığın
getirdiği saldırganlığın, kendini içerde ve dışardaki politikalarda hissettirmeye başlaması kaçınılmazdır. Dış politika iç
politikaların devamı değil mi? İçerde halkına güvenmeyen, dışarda başka güçle yoluna devam etmek zorunda
kalır.
ATATÜRK boşuna mı YURTA BARIŞ DÜNYADA
BARIŞ dedi?
Özellikle Rusya’ya ait savaş uçağının düşürülmesini fırsat bilenler, başta NATO ülkeleri olmak üzere ülkemizin
hava üs ve alanlarını işgal edercesine savaş uçağı ve yabancı askerlerle doldurdular. Siyasi olarak hırpalanmış
Türkiye, ekonomik açmazla da karşı karşıya kalmıştır. Bunu
fırsata çeviren, başta ABD, yeni Anayasa çalışmalarında rol
üstlenmeye hazırlanıyor. ABD Büyükelçisi John Bass ile
İstanbul Başkonsolosu Charles Hunter’ın “Yeni Anayasa”
da PKK’ya yer açmaya çalıştığı, siyasi gündemde yerini
aldı.
Umudumuzu Yitirmedik!
Bütün bunlara karşın gelecekten umutluyuz. Mustafa
Kemal Atatürk öğretisinde umutsuzluğa yer yok. Bu öğreti geleceğe umutla bakan insanların rehberi olmuştur. Bu
düşüncelerle yılın son dergisini beğenilerinize sunuyoruz.
Bu sayıda neler var?
Başyazıda Şube Başkanı Sn. Tuna Arslan’ın yurt içindeki PKK ve yurtdışında da ayrılıkçı terör örgütü ile işbirlikçi gerici terör örgütü IŞİD’in ülkemiz için ne anlam taşıdığı üzerine somut verilere dayanan bir analizini bulacaksınız.
4
Her iki örgütlenme
modelinin de “Büyük
Ortadoğu Projesi” için
üretilmiş alt projeler
olduğu ortaya çıkmaya
başladı. Her iki model de
M. Fevzi YILMAZ - Orm. Yük. Müh.
ülkemizin bağımsızlığı,
laik demokratik hukuk
devletinin geleceği için yaşamsal önemde tehlikelidir.
Öncelik ise somut koşulların tahlili ile daha belirginleşecektir. Ancak AB ve ABD, IŞİD’le mücadeleye öncelik veriyorlarsa biraz düşünmek gerekmez mi?
Ayın konusunda: İnci Sarıgöl 27 Aralık Büyük Erzincan
depremi ve sonrasını anlatıyor.
Metin Erdoğan “Ağrı’lı bir öğretmenler Günü” yazısında 24 Kasım günlerinin öğretmenlerin maddi ve manevi
sorunlarının çözüldüğü, değerlerinin bilindiği ve hak ettikleri saygınlığın gösterilmesi için adımların atıldığı günler
olması dileğini duygu dolu bir ifadeyle dile getiriyor.
Ekonomi sayfasında Enis Musluoğlu, hepimizin endişeyle izlediği dünya ekonomisinin bugünkü durumu ve bu bağlamda ortadoğudaki gelişmelerin ve 21. yüzyıl tarzı bir
dünya savaşına girip girmediğimizin sorgulamasını yapıyor.
Mehpare Özkaban, ayın konusunda Devrim Yasaları ve
günümüzdeki durumu inceliyor. Tekke, zaviyeler ve türbelerin kapatılması yasasının çıkarıldığı 30 Kasım 1925’ten
günümüze değişen bir şey var mı diye soruyor.
Kadın gözüyle köşemizde Mehpare Özkaban,
Kadınlarımızın siyasal haklarından olan seçme ve seçilme
hakkının alınışını anlatıyor.
Düşün’cede, “ütopyalar ve demokrasi”de, ütopya tarihindeki mükemmel toplum idealini demokrasiye bağlama
çabalarını okuyacaksınız.
Konuk Yazar, Cem Gürdeniz’in, ” Teorisiz pratik; stratejisiz taktik olmaz” başlıklı yazısı 24 Kasım’da Rus uçağının düşürülmesi üzerine kaleme alınmış, öğretici içeriğiyle
önem taşıyor.
Unutmadıklarımızdan; Aydınlanma Savaşçısı Prof. Dr.
Server Tanilli; Türkiye için geçişin pusulası “Atatürk’ün
düşünceler’dir” diyen Cavit Orhan Tütengil; Bölücü Terör
Örgütleri, Alman Vakıfları, Gülen Harekâtı ve askeri ihalelerdeki Yolsuzlukları açıkladığı için canına kastedilen yazar,
akademisyen Dr. Necip Hablemitoğlu’nu andık.
Gençlik sayfamızda Tamer Özşeker; IŞİD, DAEŞ ve
arada kalan gerçek (!) Müslümanlar ve 3 Mart 1924’de
çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla başlayan “laikleşme“
mücadelemizin gelgitlerini kronolojik bir sıralamayla anlatıyor.
Zorluklarımız ve umutlarımızla yeni bir yıla daha giriyoruz. Yaşanabilir, barış ve mutluluklarla dolu bir yılda buluşmak dileklerimizle esen kalın.
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 5
DEVRİM YASALARI VE
GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU
Mehpare ÖZKABAN
Atatürk, Türkiye’yi “Çağdaş uygarlık düzeyine
çıkarmak” amacıyla bir dizi devrim yapmıştır. Türk
devrimi “ ulusal egemenlik ”e dayanan Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920’de kurulması ile başlamıştır. Evet, bu olay; yönetim gücü demek
olan egemenliğin binlerce yıl bir kişiden çıkması
geleneğinin yıkılması ve bu gücün kaynağının “Ulus”a
dayandırılmasıdır. Burada söz konusu olan olay
“reform” değil, eskinin yıkılıp yerine yenisinin
konulması olayıdır, kısaca bir “Devrim”dir. Türk
Devrimi, Atatürk’ün koyduğu ilkelerden oluşmaktadır ki tüm bu ilkeler “yasal düzenlemeler” şeklinde
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçerek,
Cumhuriyet’in özünü oluşturan “Devrim Yasaları”
haline gelmiştir.
1 Kasım 1922’de “Saltanatın Kaldırılması”, 29
Ekim 1923’te “Cumhuriyet’in İlanı” gibi...
Kaldı ki, Türk Devrimi sadece ulusal egemenliğe
dayalı Cumhuriyet’in kurulmasından ibaret değildir.
Devrimin yürütücüsü Atatürk, bu büyük adımlardan
sonra devletin teokratik yani dine dayalı yapısını
yıkarak bütün kamu işlerinin laiklik esasına göre
düzenlenmesini sağlamak üzere 3 Mart 1924’te halifeliği kaldırdı. Doğulu bir toplum yapısından kurtulup, batı modeline uygun bir yapıya gitmek kaçınılmazdı ama bunun duyarlılıkla ele alınması gerekliydi;
çünkü bu yöneliş büyük bir kesim tarafından derhal
dindışlılık, tanrı tanımazlık, tapınanlara karşı bir saygısızlık olarak değerlendirilebilirdi. Bu nedenle, batılı bir toplum yapısını oluşturmayı sağlayacak yeni
kurumlara, ilkelere, kavramlara ve bunların içselleştirilmesine gereksinim vardı. Yani yüzlerce yıl devlet
yaşamına yön veren ilkeler bir yana bırakılmalı, salt
“akılcılık” temeli üzerine yeni kurumlar konulmalıydı. Bundan sonra yapılan atılımlar da başlı başına
devrim hareketleridir: Türklerin bin yıl kullandığı
Arap yazısının sökülüp atılması; toplumun dişi ve
erkek bireyleri arasında yüzlerce yıl egemen olan
eşitsizliğin sona erdirilmesi; çağdaş bilim ve tekniğin,
eğitim yöntemlerinin benimsenmesi; evrensel
düşünceye ve sanata açılış, hepsi başlı başına
“eski”nin yerine “yeni”nin konması demek olan
hareketlerdir.
Atatürk, toplumun dış görüntüsünü bile değiştir-
miştir. Aslında temel bir devrim hareketi sayılamayacak olan kılık-kıyafet değişiklikleri bile, toplumun
çağdaşlaştırılması bakımından asıl devrimi tamamlayan atılımlardır. 3 Mart 1924’te “Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi” yasası çıkarıldı. 25 Kasım
1925’te “kılık kıyafette devrim” yapılarak sarık, fes,
şalvar, peçe, potur kaldırıldı; yerine çağdaş batılı
giyim türleri benimsendi.
Laikleşme sürecine hız verilerek 30 Kasım
1925’te “Tekke, zaviye, türbeler kapatılarak tarikatlar yasaklandı”. Ulus kimliği pekiştirildi. Bu
amaçla dil ve tarih çalışmalarına ağırlık verildi. 1
Kasım 1928’de “yeni Türk harfleri” kabul edildi.
Zaman ve ağırlık ölçülerinden dilin sadeleştirilmesine kadar pek çok değişiklik ve yenilik O’nun imzasını taşır.
Bütün bu köklü yenilikler yapılırken Atatürk toplumun ruhuna insancıl nitelikli bir “Milliyet” duygusunu aşılamayı başarmış, böylece Türk toplumuna
tek ulus olmanın kıvancını tattırmıştır ki, bu Osmanlı
toplum düzeninde bilinmeyen bir özellikti. Bundan
dolayı “milliyetçilik/ulusçuluk” duygusunun toplumun itici gücü durumuna getirilmesi de bir “devrim”dir.
Görüldüğü gibi Atatürk, Osmanlılar gibi
“reform” yapmamış; eskiyi, toplumun tüm yaşamından atıp yerine yeniyi koymuştur. Böylece, Türk
tarihinde ilk kez 1920 yılından itibaren bir devrim
başlatıldığını kabul etmek yerinde olacaktır. Her ne
kadar “çağdaşlaşma” için yapılan devrim hareketiyle alınan kurumların hemen hepsi Batı’da yüzyıllarca
önce denenmiş ve uygulanmış olsa da Atatürk,
bütün bu düşünce ve kurumları, onlara hemen
hemen bütünü ile ve kökten yabancı, kendine özgü
fakat artık iflas etmiş yaşam kalıpları olan bir topluma sokmuştur. Doğu toplumlarının hiçbirinde böylesine köklü bir değişme görülmemiştir. Bu bakımdan
doğu toplumları ve gelişmesini henüz tamamlamamış
toplumlar açısından Türk devrimi “özgün”dür ve
“örnek alınası”dır. Oysa bugün, 30 Kasım 2015 tarihinde, Atatürk ve arkadaşlarının “Tekke, Zaviye ve
Türbelerin Kapatılması Yasası’nı çıkardıkları tarihten
tam 90 yıl sonra her yer tekke, zaviye, türbe. Ve tarikatlar yine halkı sömürüyor, devleti yönetiyor…
Yazık… Gerçekten çok yazık!”(1)
(1) Mustafa Mutlu, Aydınlık, s.3.
5
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 6
BÜYÜK ERZİNCAN DEPREMİ
1939 yılının 26 Aralık’ı 27 Aralık’a bağlayan gecesi,
saat 02’de, merkez üssü Erzincan olan 7,9 büyüklüğündeki deprem, Anadolu’yu 52 saniye boyunca sallamıştı.
Deprem Erzincan’dan Amasya’ya, Sivas’tan Karadeniz’e
kadar olan bir bölge içinde büyük bir tahribata yol
açmıştı. Ama en büyük yıkım Erzincan’da yaşanmıştı.
Kerpiç ve ahşap evlerin çoğunlukta olmasına bir de
ağır kış koşullarının getirdiği olumsuzluklar eklenince,
yaşanan felaketin boyutları unutulamayacak bir faciaya
dönüşmüştü. Depremden kendini kurtaranlar gece
yarısı dondurucu soğukta, karlar içinde, göçükler
altında kalan yakınlarını elleriyle çekip çıkarmaya çalışmışlardı. Devrilen sobalardan, mangallardan çıkan yangınlar şehri sarmış, yanan binalara yaklaşmak imkansızlaşmıştı. Şehirde zarar görmeyen bina kalmamıştı. Bir
yandan da depremin artçıları korku ve zarar vermeye
devam ediyordu.
Deprem nedeniyle telefon ve telgraf haberleşmesi
kesildiğinden, gün boyunca felaketin yaşandığı bölgeden
bilgi ulaşmıyordu. Erzincan’ın çevreyle bütün ilişkisi
tamamen kesilmiş, şehir acı kaderiyle baş başa kalmıştı.
Bölgeyle haberleşmede sadece tren istasyonlardaki demiryolu telgraf hatları kullanılabiliyordu. İlk haber,
Erzincan’a 14,7 km uzaklıkta olan Dumanlı
İstasyonundan, saat 06.30 da verilmişti. Ancak haber,
kent merkezindeki felaketin boyutları hakkında bilgiyi
içermemekteydi. Yalnızca Demiryolu hattının, heyelan
ve köprülerdeki çatlaklar yüzünden kapandığı, trenlerin istasyonda bekletildiği ve şehrin acil yardıma ihtiyacı olduğu bilgisi iletilmişti.
Gece saat 22’de Anadolu Ajansı “Geçici bilgilere
göre Erzincan’da yıkım büyüktür. İnsan kaybı yüzleri
geçmektedir. Kesin sayı bilinmemektedir” şeklinde
haber iletmişti.
Erzincan Valisi ‘’İmdat’’ telgrafı çekmiş, bu telgrafı
Sivas’ın Zara ilçesi almış ve ilk yardım Kızılay tarafın-
6
dan oradan yola çıkarılmıştı.
Meclis o gün toplanmış,
ancak depremin yeri ve oluşan feci tablodan henüz
haberdar olamamıştı. Ancak
Meclis’te, Erzincan valiliİnci Sarıgöl - İnş. Yük. Müh.
ğinden gelen ilk telgraf
okunduğunda gerçek tablo ortaya çıkmaya başlamıştı:
“Çok şiddetli bir deprem oldu. Hükümet Konağı,
Ordu Müfettişliği, Orduevi, Postane ve şehrin en sağlam binaları dahil olmak üzere bütün evler ve dükkanlar yıkılmıştır. Şehir baştan başa enkaz halindedir.
Kendilerini kurtarabilenler sokaklara dökülmüştür.
Birçok ölü ve yaralı vardır. Birçok nüfus enkaz altındadır. Az hasara uğrayan piyade ve topçu kışlalarından
gelen askerlerle enkaz altındakilerin kurtarılmasına,
yangınların söndürülmesine çalışılmaktadır. Şehirde
haberleşme imkanı yoktur. Bu bilgi Dumanlı istasyonundan arz edilmektedir. Şehir tamamen yıkıldığından,
ekmek ihtiyacı vardır. Ayrıca ilaç, doktor ve çok sayıda
çadıra ihtiyaç vardır. Köylerde de geniş ölçüde tahribat
ve kayıp olduğu anlaşılmaktadır. Elde edilecek bilgiler
ayrıca arz edilecektir.”
Depremde zarar gören yapılar arasında Erzincan
Hapishanesi de bulunmaktaydı. Hapishanenin duvarları
yıkıldığı için mahkumlar açıkta kalmış, ancak mahkumlardan hiç biri kaçmamıştı. Dönemin Erzincan Savcısı
mahkumları bir araya toplayarak onlara kurtarma çalışmalarında görev almak ve çalışmaların bitiminde tekrar
cezaevine dönmek üzere serbest bırakıldıklarını bildirmişti. Mahkumlar, büyük fedakarlık göstererek, günlerce depremzedeler için çalışıp, yaklaşık 1000 kişiyi kurtarmışlar ve sonra cezaevine geri dönmüşlerdi. Bir tek
mahkum bile firar etmemişti. Kurtarma ve yardım
çalışmalarına katılan bu mahkumlar 1940 yılında çıkarılan özel bir kanunla affedilmişlerdir.
O sırada yurt gezisinde olan Cumhurbaşkanı
İsmet İnönü, Erzincan’a gelmiş ve felaketin gerçek
boyutu, Erzincan ve çevresinin haritadan silinmiş
olduğunu gösteren gerçek manzara devlet tarafından ancak o zaman anlaşılabilmişti.
Yerle bir olan Erzincan’da ve depremin etkilediği diğer illerde, gerek enkaz altında kalarak
gerekse soğuktan donarak toplam 32.962 kişi
ölmüş, yaklaşık 100.000 kişi yaralanmış ve 116.720
bina yıkılmıştı. Deprem öncesi 20 bin olan
Erzincan şehir merkez nüfusu 12 bine düşmüştü.
Diğer kayıplar ilçelerde, köylerde ve komşu illerde
meydana gelmişti.
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 7
Kızılay o günün şartlarında
elindeki bütün imkanları seferber etmiş, vatandaşlar ve
kurumlar yardım için büyük
duyarlılık ve çaba göstermişlerdi. TBMM tarafından bir Milli
Yardım Komitesi kurulmuş, il ve
ilçelere kadar her yerde şubeler
açılmış, yardımlar Kızılay aracılığı ile depremzedelere ulaştırılmıştı. Yurt genelinde yas ilan
edilmişti.
Halk çadırlara ve barakalara
yerleştirilmiş, ağır yaralılar diğer
şehirlere gönderilmiş, hafif
yaralılar Kızılay’ın kurduğu 300
yataklı hastanede tedavi edilmeye başlanmıştı. Ancak
ölülerin hemen defnedilmeleri mümkün olmadığından
şehrin muhtelif yerlerine yığınlar halinde toplanmış, bu
durum ise dağlardan inen kurtlarla mücadeleyi zorunlu kılmıştı. Daha sonra büyük bir çukur kazılarak
bütün ölüler toplu halde defnedilmek zorunda kalınmıştı.
Her ne kadar bu büyük felakete devlet ve millet,
birlikte seferber olsa da yaşanan can kaybının ve tahribatın büyüklüğü, o günün imkansızlıkları ve ikinci dünya
savaşının gerek ülkede gerekse dünyadaki olumsuz
etkileri, yaraların sarılmasını uzun süre geciktirmişti.
Depremden kısa bir süre sonra, evsiz kalan
Erzincanlılar çeşitli illere gönderilmişler, bu zorunlu
ikametgahlarında bir süre yaşamlarını devam ettirmeye
çalışmışlardı. Ancak, ana baba yurdundan, toprağa
gömdüğü canından ayrı kalmak onlara zor gelmiş, 1941
yazından itibaren Erzincan’a dönüş başlamıştı. Oysa
Erzincan’da durum hiç de iç açıcı değildi. Dönenler için
barınma sorunları vardı. Erzincan insanı tarlalar üzerine kurulmuş çadırlarda yaşamak zorundaydı. Binbir
zorluk ve sıkıntı ile karşı karşıyaydı. Ardından
“Muvakkat Şehir” oluştu. Muvakkat Şehir denilen, felaketzede insanların kendi imkanları ile yaptığı barakalardan oluşan iskan alanları idi. Varlığını halen sürdüren
Taksim Mahallesi, Kızılay Mahallesi ile yıllar sonra yeniden yapılan Çarşı Mahallesi muvakkat şehrin ta kendisiydi. İnsanlar, yolu, suyu elektriği olmayan bu semtlerde yıllarca çamurlarla boğuşarak yaşamıştı.
Fay hattı üzerinde bulunan bu muvakkat şehirdeki
barakalarda, yıllarca oturan afetzedelerin sağlam ve
fennî evlere taşınması işi ancak 1963 yılından itibaren
ele alınabilmiş, depremde kaybolan şehrin kuzeyinde,
yeni bir şehir inşaatına başlanarak bugünkü Erzincan
şehri meydana getirilmiştir.
Yirminci yüzyılda Türkiye’nin yaşadığı en büyük
felaket olan Erzincan Depremi, Dünya’nın da yaşadığı
en büyük felaketlerden biridir. Dünya tarihinde meydana gelen depremler can kayıplarına göre sıralandığında Erzincan depremi, 27. sırayı almaktadır. Yirminci
yüzyıl depremleri göz önüne alındığında ise 8. sıradadır. 1939 depremi, halk arasında “Büyük Erzincan
Depremi” diye anılmaktadır.
Erzincan depreminin diğer bir önemli tarafı da
Türkiye’de deprem zararlarının azaltılmasına yönelik
çalışmalara başlanılmasını da berberinde getirmiş
olmasıdır.
Büyük Erzincan depremi ile başlayan ve yakın
zaman aralıklarında başka depremlerin meydana gelmesi ve çok sayıda can ve mal kayıplarına neden olması, devletin o tarihe kadar büyük afetlere karşı herhangi bir tedbir almadığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır. O
günlerin gazete manşetlerine yansıyan ve kamu binalarının depreme ne kadar dayanıksız olduğunu belirten
ifadeler, devleti yönetenleri de harekete geçirmiştir.
İlk kez depreme karşı önlemler tartışılmaya, gazetelerde depremle nasıl yaşanması gerektiği konusunda
yazılar yazılmaya başlanmıştır.
Siyasiler faaliyete geçerek bu konuda yasalar çıkarmışlardır. Bu depremle birlikte ilk defa Türkiye’nin fay
haritası çıkarılması kararı alınmış, ilk Deprem
Bölgeleri Haritası hazırlanmış, içinde onarım ve güçlendirme kurallarını da içeren bir yönetmelik yayınlanmış, halkla ilgili esaslar, depremden önce ve sonra alınacak önlemlerle ilgili yönetmelikler ve kanunlar
yürürlüğe girmiştir.
1939 yılında yaşanan Büyük Erzincan Depremi, o
günlerde pek çok şiire, türkülere, ağıtlara da konu
olmuştur. Nazım Hikmet, eski bir Erzincan türküsünden yola çıkarak yazdığı şiirini “Kesemde verecek
şeyim yok. Yüreğimden verdim.” diyerek bitirmiştir.
7
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 8
KARA HABER
Erzincan’da bir kuş var
Kanadında gümüş yok.
Gitti yarim gelmedi
gayrı bunda bir iş yok.
Oy, dağlar, dağlar, dağlar...
Aldı ellerine kanlı başını
karın ortasında Erzincan ağlar...
O ağlamasın da kimler ağlasın...
Kar yağar lapa lapa
tipidir gelir geçer...
Yan yana sırt üstü yatan ölüler...
akşam olur tandıramaz
ateşini yandıramaz
Gün ağarır, şafak söker
kimsecikler gitmez suya.
Ezilmiş başlarıyla ölüler
vardılar uyanılmaz uykuya.
Ses edip geceye beyaz taşından
kışlanın saati çaldı ikiyi.
Ne çabuk, lahzada bitti yaşamak.
Kimisi altı aylık,
kiminin sakalı ak,
kimi on üç, on dört yaşında;
kimi yola gidecek,
kimisi mektup bekler
yan yana sırtüstü yatan ölüler...
Yayıkta yağ vardı, dövülemedi,
akpeynir torbaya koyulamadı,
hasret gitti ölüler
dünyaya doyulamadı...
Uyanıp kaçamadılar,
kuş olup uçamadılar,
açıldı kuyular kimse inemez.
Erzincan Beygiri rahvandır amma
ölüler ata binemez
yan yana sırtüstü yatan ölüler...
NAZIM HİKMET
8
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 9
İKİNCİ ADAM- İSMET İNÖNÜ
Erdoğan BAKKALBAŞI
Ünlü yazar Şevket Süreyya Aydemir’in Atatürk’ün
yaşamını anlattığı kitabının ismi TEK ADAM’dı. Aynı
yazarın İsmet İnönü’nün yaşamını yazdığı kitabın adı
ise İKİNCİ ADAM’dı. Şevket Süreyya’nın Atatürk’e
tek sıfatını vermiş olması, benzeri olmayan adam niteliğini taşımaktadır. Durum böyle olunca bana göre
İsmet İnönü matematik kurala göre BİRİNCİ olarak
nitelenebilir.
İsmet İnönü Siirt’li ve Kürt kökenli babası Reşit ve
annesi Cevriye’den 1884 yılında İzmir’de dünyaya gelmiştir. İlkokul öğrenimini Sivas’ta tamamlayan İsmet
Bey, İstanbul’a gelerek önce mühendishane okuluna ve
sonra askeri okula kayıt olmuş, 1903 yılında topçu
subayı olarak katıldığı Osmanlı Ordusu’nda bir çok
hizmette bulunmuştur. Yemen, Suriye, Filistin, Kafkas
cephelerinde komutan olarak görev yapmış, 1920
yılında Atatürk’ün çağrısı üzerine Anadolu’ya geçerek,
Kurtuluş Savaşında büyük görevler ve sorumluluklar
almıştır. TBMM’de Edirne milletvekili, genel kurmay
başkanı sıfatıyla hükümete katılmış, Çerkez Ethem ve
yerel ayaklanmaların bastırılmasında rol almıştır.
Birinci ve İkinci İnönü savaşlarında Yunan saldırısını
püskürtmüştür. Kurtuluş Savaşı sonunda Mudanya
Ateşkes Antlaşması’nda ve Lozan Barış Antlaşması’nda, Türkiye’yi temsil eden heyetlerin başkanlıklarında bulunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
ilk başbakanı olarak 13 sene aralıksız görev yapmıştır.
Ulu Önder Atatürk’ün 1938’de ölümü ile cumhurbaşkanlığına seçilmiş, 14 Mayıs 1950 tarihine kadar bu
görevi yürütmüştür. CHP’nin genel başkanı olarak ana
muhalefet görevini 1972 yılına kadar başarıyla sürdüren İnönü’yü, 25 Aralık 1973 tarihinde yitirmiş bulunmaktayız.
Yaşamını özetlediğimiz İsmet İnönü, yeni kurulan
devletin temelini en iyi biçimde atmış, bürokrasinin
kuruluşunda büyük emekleri geçmiştir. CHP’nin genel
başkan vekilliğini yürütmekle birlikte, yeni bir devletin
kurulmasında karşılaşılan zorlukları ulusal iradeye
dayandırarak ülke kalkınmasının ekonomik ve toplumsal temellerini de atmıştır. Siyasal ve ekonomik duruşu; gelişmenin Halkçılık ilkesi temelinde devletin kontrolünde ve planlı bir kalkınma metodu ile gerçekleştirilmesi biçimindedir. Başbakanlık döneminin sonuna
kadar bu ilkesinden ödün vermemiş, ithalata dayalı
ekonominin yerli sermaye ve devlet sermayesi ile birlikte etkin olmasını sağlamıştır. Bunun için Sümerbank,
Etibank ve buna benzer iktisadi devlet teşekküllerini
hayata geçirmiştir. Bu tutumu nedeniyle o dönemde
“afferristler” olarak anılan yerli sermaye ve onu güçlendiren yabancı sermayenin ortaklığı ile kalkınmayı
öneren gruplarla, büyük savaşım vermiştir. 1938’den
1950’ye kadar geçen dönemde İkinci Dünya Savaşı’nın
ateş çemberi içinde kalan Türkiye’yi, büyük bir diplomatik ustalıkla savaş dışında bırakmasını bilmiş ve böylece Türkiye’nin her türlü kalkınmasına engel olacak
bir felaketi önlemiştir. 1946 yılında çok partili hayata
geçme uğraşında inançlı bir demokrasi aşığı olarak,
siyasal gücü çok partili bir toplum yaşamına dönüştürmesinde tarihsel bir başarısı vardır. 1950 yılında yapılan genel seçimlerinde başarı kazanan Demokrat Parti
yetkililerine devleti sorunsuz devretmiş, cumhurbaşkanlığından yaşamını ölünceye kadar sürdürdüğü
Çankaya sırtlarındaki Pembe Köşk’e çekilmiştir. CHP
genel başkanı olarak ana muhalefet görevini başarıyla
sürdürmüş, bu arada 1960 askeri darbesiyle ortaya
çıkan siyasal dönemin başbakanı olarak 1965 yılında
yapılan seçimlerde iktidarı yine sorunsuz biçimde
Adalet Partisi yönetimine bırakmıştır. 1966 yılında
parti içinde filizlenen yenileşme hareketinin liderliğini
üstlenmiş, Ortanın Sonu tanımlanmasıyla CHP’nin
büyük halk kitleleri gözünde yenilendiğini ilan etmiştir.
1972 yılında CHP’nin başkanlığından istifa etmiş ve
siyasi yaşamına Cumhuriyet Senatosu doğal üyesi olarak sürdürürken, 25 Aralık 1973 tarihinde kalp yetmezliğinden hayata gözlerini yummuştur.
Siyasal yaşamımda bu büyük devlet adamıyla tanışmak, onunla birlikte olmak, dertleşmek gibi unutamayacağım bir ayrıcalığa kavuşmuştum. İsmet İnönü son
nefesini verinceye kadar Türk insanının gönenci, mutluluğu ve güvenliği konusunda kafa yormuş az bulunur
kişilerdendi. Atatürk devrimlerinin içtenlikli koruyucusu ve sahibi olarak hepimize örnek oldu. Atatürk’ün
İsmet İnönü’ye olan güveni, sevgisi boş bir duygu
değildi. Bu iki büyük insanın bir araya gelerek ülkeyi
bir çıkmazdan kurtarması ve yeni bir devlet kurarak
bizlere armağan etmesi tarihsel bir kaderin son örneğidir.
İkinci cumhurbaşkanımız, CHP genel başkanı, ülke
aşığı, örnek alınacak insani nitelikleriyle toplumumuzun çok büyük bir kesiminin yüreklerinde yer eden
sayın İsmet İnönü’yü minnetle ve saygıyla anıyoruz.
O’nun tarihe kazınmış bir cümlesini, bir çok kimsenin
ders alması umuduyla, aşağıya alıyorum.
BİR ÜLKEDE NAMUS ERBABI LAAKAL (EN AZINDAN) NAMUSSUZLAR KADAR CESARET SAHİBİ OLMADIKÇA, O ÜLKEDE İŞLER İYİ GİTMEYECEKTİR.
9
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 10
KENT A.Ş.Yİ ZİYARET ETTİK!
İRFAN AKÇA’YA MERAK ETTİKLERİMİZİ
SORDUK
Düşün Dergi’nin bu sayısındaki
“Ayın Röportajı” bölümünü KENT A.Ş
Genel Müdürü Sayın İrfan Akça ile yaptığımız röportaja ayırdık.
KENT A.Ş lokantaları ve çay bahçelerini görüyoruz, zaman zaman oturup
birşeyler yiyip içiyor, vakit geçiriyoruz.
Ancak, Karşıyaka’nın en güzel yerlerinde bulunan bu tesislere ilişkin çok bilgimiz olduğunu söyleyemeyiz. Aslında bilmemiz de gerekmiyor çünkü müşteri
olarak gittiğimiz bu işletmelerde bizi
ilgilendiren temizlik, hizmet kalitesi ve
fiyatlar oluyor.
Atatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka Şubesi olarak biz KENT A.Ş’yi ve
Sayın İrfan Akça’yı her 10 Kasım’da Karşıyaka Belediyesi Kent AŞ.’nin Yönetim Kurulu Başkanı Sayın İrfan Akça’nın (ortada)
makamında şubemizin yönetim kurulu üyesi Volkan Acar (solda) şube başkanımız Tuna
yaptığımız kuru fasulye-pilav ikramı Arslan (sağda) sohbet ederlerken.
nedeniyle yakından tanıma olanağı bulSayın İrfan Akça,
duk. Bu, artık gelenekselleşmiş bir uygulama ve geç•
Bize kendinizi tanıtır mısınız? Kimdir İrfan
miş yıllarda Karşıyaka Dolmuş Durakları’nın yanınAkça?
daki parkta yapılıyormuş. 2014 yılında bu ikramı,
35’i yöneticilikler olan, 54 yıllık çalışma hayatım var.
Cumhuriyet Mahallesinde yapmaya karar verdik.
Ticaret Lisesi ve İktisat Fakültesi’nin akşam bölümleOrada uygun bir alan vardı ve daha da önemlisi
rinde okudum. İzmir Büyükşehir Belediyesinde 23 yıl
Cumhuriyet Mahallesi Muhtarı Sayın Özay Dağhan
konuya çok sıcak yaklaşmıştı.
hizmetim var. 1966 yılında öğrenci iken müstahdem
Yemeklerin KENT A.Ş mutfağında pişirilebilecekadrosuyla başladım. İlerleyen yıllarda çeşitli müdürğini öğrendiğimizde Sayın İrfan Akça’yı ziyaret edip
lüklerde bulundum. En son rahmetli Piriştina’nın belekonuyu aktardık. Olumlu yanıt aldık. 10 Kasım 2014
diye başkanlığında bir yıl genel sekreter olarak görev
günü, pişirilmiş yemeklerin daha önceleri olduğu gibi
yaptım. Tansaş, Birmaş ve Endi (Ankara) perakende
birkaç karavana içinde getirilmesi beklerken,
zincirlerinin kurucu genel müdürlüğü ve birçok ulusal
Karşıyaka Belediyesi’ne ait iki ikram aracı, onlarca
ölçekli şirketin genel müdürlüğü, yönetim kurulu üyemasa, yüzlerce sandalye ve bembeyaz kıyafetleri ile
likleri ve danışmanlığında bulundum. Halen kendime
KENT A.Ş personelini karşımızda görünce açıkçası
ait orta ölçekli bir süt işletmeciliği tesisim var.
şaşırdık. Doğal olarak çok da mutlu olduk. Bu işe
Karşıyaka Belediyesi Kent A.Ş.’nin Yönetim Kurulu
Sayın İrfan Akça’nın eli değmişti. Bu arada yüzlerce
Başkanı’yım. Real isimli ulusal bir hipermarket zincirikişiye yetecek kadar çok kuru fasulye ve pilavı, yiyen
nin yönetim kurulu üyesiyim Karşıyaka ve İzmir
herkesin hemfikir olduğu gibi, çok lezzetli olarak
Büyükşehir
Belediyelerinde meclis üyesiyim.
pişiren KENT A.Ş mutfak sorumlusu Murat Ustamızı
ve ekibini de unutmak haksızlık olur. Aşçılar genelde
fazla ciddi hatta asık suratlı olarak bilinir, ancak
Murat Usta’nın güleryüzü yemeklerine de lezzet
olarak yansımış.
İşte, bu KENT A.Ş’yi ve arkasındaki kişi ve anlayışı okuyucularımıza tanıtmak istedik.
Gözlemlediğimiz bir olgu da Sayın Akça’nın göreve gelmesiyle birlikte gerçekleşen olumlu değişimler.
10
• Kısaca KENT A.Ş hakkında bilgi verir misiniz?
Kuruluş tarihi, ne amaçla kurulduğu, idari
yapısı, işletme ve personel sayısı, ne tür hizmetler verildiği vb.
Belediyeler; park bahçe yatırımlarında kafe restoran gibi sosyal alanlar da yaparlar. Buraların işletilme-
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 11
sinin, çoğunlukla ihaleler sonucu, amacından sapması belediyelerin sıkıntısıdır. Karşıyaka
Belediyesi 25 yıl önce bu gibi restoran ve kafeteryaları işletmek üzere çok haklı nedenlerle
Kent A.Ş.’ni kurmuştur.
• Kuruluş tarihindeki yapılanma ile
günümüzdeki durumu arasında ne gibi
değişimler yaşanmıştır?
Yıllar içinde sosyal tesis ve sosyal hizmet olarak görülen ve belediyece sübvanse edilen bu
hizmetlerde, 3 yıl önce çıkarılan bir yasa ile kamu
şirketlerinin Sayıştay denetimine tabi olması
nedeniyle sübvansiyon olanakları ortadan kalkmıştır. Yüksek maliyetleri ve sosyal görevleri Sayın İrfan Akça’ya şubemize yaptığı katkılarından dolayı şube başkanımız
Tuna Arslan tarafından Teşekkür Belgesi sunuldu. Başkanımız belgeyi sunarken
nedeniyle belediye şirketleri zarar etmektedir.
görülüyor.
• KENT A.Ş işletmelerinde nasıl bir
hizmet anlayışına sahipsiniz?
Sayın belediye başkanımız Hüseyin Mutlu AKPINAR liderliğinde amacımız kendine yeten bir Kent
A.Ş. ‘ni kurumsal özelliklerle oluşturmak ve
Karşıyaka’ya kazandırmaktır.
• KENT A.Ş işletmelerinde nasıl bir sınıflandırma (lokanta, kafe, banket vb.) uyguluyorsunuz?
Bunların dışında belirtmek istediğiniz
hususlar var mı?
Şirketimizin görev sahası iki ana başlıkta ifade edilebilir: Karşıyaka Belediyesi’ne kalifiye personel, araçiş makinaları taşeronluğu ve sosyal tesis işletmeciliği.
Restoranlar, kafeteryalar, çay bahçeleri, büfeler, düğün
salonları, banket ve organizasyonlar olmak üzere 29
noktada Karşıyaka halkına hizmet vermekteyiz.
20 aydır görev yaptığımız yönetimde stratejimizi;
satışlarımızı artırmak ve tasarruf etmek olarak belirledik. Karşıyaka’nın en güzel lokasyonlarında bulunan
tesislerimizin fiziksel özelliklerini estetik ve fonksiyon
olarak iyileştirdik, ürün kalitemizi artırdık, çeşitlendirdik ve eğitime önem vererek hizmet kalitesini artırıyoruz. Bu iyileştirmeler satış grafiğimizi çok yükseltti.
Henüz mükemmele ulaştık diyemeyiz ama gayretlerimiz sürüyor. Tesislerimizde tüm indirimleri kaldırdık,
harcama kalemlerinde azami titizlikte dikkatliyiz, israfı
önlemeyi çok önemsiyor, gereğini yapıyoruz.
Toplantılarımızda ve personelle görüşmelerimizde
“Kent A.Ş. sizlersiniz, şirket sizsiniz. Burada çalışıp
geçiminizi sağlıyorsunuz. Buradan emekli olmak için
şirketinizi sahiplenmelisiniz” sözleriyle emekçilerimize
aidiyet duygusu ve otokontrolü benimsetiyoruz.
• Restoranlarınızda nasıl bir fiyat politikası
uyguluyorsunuz?
Fiyat politikası olarak amacımız sektörümüzde ve
Karşıyaka’da fiyat dengesini sağlamak, piyasada belirleyici olmaktır. Türkiye’nin en mükemmel balık restoranlarına sahibiz. Bu iddialı sözü bilinçli olarak söylüyorum. Bu bağlamda, Karşıyaka İzmir’in balık restoranları arasında fiyat konusunda tüm ilçelerinden daha
ucuzdur. Çay bahçelerimiz ve self servis kafeteryalarımızda çay 1,00 TL’dir. Sandviç ve benzeri aperatifler
çok uygun fiyatlardadır. Düğün salonlarımız, banket ve
organizasyon fiyatlarımız İzmir’in en uygun fiyatlarındadır.
• KENT A.Ş’nin geleceğine ilişkin ne gibi
planlarınız var?
Kent A.Ş. ‘nin geleceği ile ilgili en önemli projelerimiz yönetsel ve denetsel konularda kurumsal bir sistem kurup Kent A.Ş.’e yönetimler değişse de sistemin
değişmediği bir yapı kazandırmaktır. İkinci önemli projemiz ise, bu günlerde çalışmaları hızla devam eden,
Kent A.Ş. değişim projesidir. Ocakbaşı Et Restoran
olarak bilinen alanda kooperatiflerin, ürettikleri sağlıklı gıdaların, uygun fiyatlarla Karşıyaka halkına ulaştırılacağı Kent-Koop Gıda Market’in oluşturulması, aynı
alanda gün boyu kilo ile kahvaltı, akşamları da kilo ile
et başlığıyla inanılmaz lezzetlerin, inanılmaz fiyatlarla
halkımıza sunulması ile gerçekleştirilecek yepyeni iki
hizmet türü. Bu çalışmalarımız 2016 yılının ilk aylarında hizmette olacaktır.
11
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 12
CUMHURİYET DEVRİMİ’NİN
YETİŞTİRDİĞİ BİLİMCİ:
AZİZ SANCAR
“DNA onarımı” konusundaki çalışmasıyla dikkat
çeken Prof. Dr. Aziz Sancar, hücrelerin hasar gören
DNA’ları nasıl onardığını ve genetik bilgisini koruduğunu
haritalandıran araştırmaları sayesinde Nobel ödülü kazandı. Nobel ödülü alan ilk Türk bilim adamı oldu.
Aziz Sancar okuma yazma bilmeyen ancak eğitime
önem veren sekiz çocuklu bir anne-babanın çocuğu olarak doğar. İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirerek yurtdışında
yaptığı çalışmalarla Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi’ne
kabul edilen üç Türk’ten biri olur.
ABD Kuzey Carolina Üniversitesi Biyokimya ve
Biyofizik Bölümü’nde görev yapan Prof. Dr. Aziz Sancar,
300’e yakın bilimsel makale ve bu makalelere yapılan 12
binden fazla atıfla, önemli bir başarıya imza atar. 2005’te
Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi’ne, 2006’da Türkiye
Bilimler Akademisi’ne seçilir.
Prof. Dr. Aziz Sancar, kanser tedavisinde “sirkadiyen
saat (ritmik saat)” buluşuna imza atar. Hatta kendisi kanser mekanizmasının 10 yıl içinde çözüleceğine inanır.
“Beni bu noktaya getiren ülkemde aldığım eğitimdir”
Sancar Nobel ödülü almaktan özellikle Türkiye adına
çok sevindiğini şu sözleriyle belirtir:
“En çok memleketim için sevindim. Çünkü Türkiye
için bence bilim lazım, Türkiye’nin kalkınması için, bu güç
durumdan çıkıp Avrupa düzeyine varması için bilim gerekli. O yönden katkı sunduğum için çok sevinçliyim.”
Sancar, “ödülü ülkemin gençlerine adıyorum.
Hikayem, inanıp da başarılamayacak hiçbir şeyin olmadığıdır. Beni bu noktaya getiren ülkemde aldığım eğitimdir”
diyerek ülkesine vefasını belirtmeyi de eksik etmez.
Prof. Dr. Aziz Sancar bu sözüyle aslında başarılarımızı
en temelde milletimizin bize sunduğu olanaklara borçlu
olduğumuzu vurgular.
“Özellikle kızlarımızı okutmak lazım”
Sancar, özellikle kız çocuklarının okula gönderilmesini
savunur:
“Özellikle kızlarımızı okutmak lazım. Kızlarımızı okutmazsak insan gücümüzün yarısını kaybetmiş oluyoruz.”
“Cumhuriyet devri eğitimine borçluyum”
Sancar, Cumhuriyet Devriminin nitelikli insan yetişme
çabalarının sonucu eğitim alanlardandır. Köydeki çocuğun
bilim adamı olma öyküsünü, eğitimini Cumhuriyet’e borç-
lu olduğunu şu şekilde
Mustafa SOLAK - Araştırmacı,
açıklar:
Yazar
“Annem,
babam
okuma, yazma bilmezdi. Onların çocuklukları
Cumhuriyet’in ilk yıllarıydı. Annem ve babam bizi okutmak için ellerinden geleni yaptı. Çok iyi öğretmenlerimiz
vardı. Bizi çok iyi eğittiler. Benim sınıfımdan sanırım 10
veya 15 kişi Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde profesör
oldular.”(1)
Cumhuriyet’in özellikle ilk 20 yılında eğitime verilen
önemle yetişen anne-babasının etkisiyle “bilim tutkusu” ve
insanlığa hizmet aşkı edinen Sancar’ın, kendisini Nobel’e
götüren sürecin temelinin ABD’de değil, Türkiye’de atıldığını vurgulaması hem bir gerçeğin teslimidir hem de “her
güzel olan şeyin Batı’da olduğu” iddiasına yanıttır:
“Biz genelde memleketimizi tenkit etmeyi severiz.
Fakat bizim memlekette çok güzel bir eğitim var.
Türkiye’de ilkokulumuz, ortaokulumuz, lisemiz, üniversitelerimiz bedavadır. Bana bu imkânlar sağlandı. Türkiye’de
üniversitede okurken, orada gördüğüm eğitim, buradaki
üniversitelerin seviyesindeydi. Türkiye bizlere çok güzel
eğitim sağlıyor. Bunu Amerika’da yapamazsınız. O bakımdan ben bu ödülü memleketime ve Cumhuriyet devrinin
başlattığı eğitime borçluyum. Ben buraya geldim başarılı
oldum ama bana bu temeli veren Türkiye’deki eğitimdi.
Ben buraya 1974’te geldim, o geldiğim dönemde
Türkiye’nin bugünkü imkânları yoktu. Fakat Türkiye beni
hazırlamıştı. Buraya geldiğimde araştırma yapabilecek
düzeydeydim.”(2)
Gençlere önerisi: “Türkiye’ye dönsünler”
Gençlerden “hiç yılmamaları”nı isteyen Sancar, gençlerin dış ülkeleri görmelerini fakat bilimsel çalışmalarını yapmak için Türkiye’ye dönmelerini önerir:
“Ben dönemezdim. Askerliği yaptıktan sonra Dicle
Üniversitesi’nde bir hekimle görüştüm, oradaki imkanlara
baktım, sadece Dicle Üniversitesi’nde değil Hacettepe’de
bile, o dönem istediğim araştırmaları yapamazdım. O
nedenle dönmedim. Ama şimdi Türkiye çok değişti.
Tavsiyem, evet buraya gelin, burayı görün ama sonra
Türkiye’ye dönün.”
“Neden yurtdışına gidiyor ki, Türkiye’de hizmet verseydi” diyenlere de Prof. Dr. Aziz Sancar bu sözleriyle
(1) http://www.songundem.com/haber/17155954/
(2) http://www.ensonhaber.com/aziz-sancar-gencler-benim-yaptigimi-yapmasin-2015-10-09.html
12
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 13
açıklık getirir. Bilim yapmak tutkusu, bilimsel olanakların
yetersizliğinden dolayı Sancar’ı ülkesinden ayırmak durumunda kalmıştı. Bu tutkuyu anlamak, dahası hak vermek
gerekiyor. Sonuçta bu tutku; ülkesine, aile çevresine hasret kalmak pahasına bilimin gelişmesine hizmet ederek
ülkesine ve insanlığa fayda sağlamıştır. Kanser alanındaki
çalışmasıyla milletimizin yeteneğini göstermekte, gençlerimize “bilim yapma” tutkusu vermektedir.
Kimlik siyaseti ayrıştırır, yurttaşlık birleştirir
Mardin Savur ilçesi doğumlu olması sebebiyle BBC
muhabirinin “Arap mısınız?” sorusuna Sancar, sinirlenerek
etnik köken tartışmalarına tepkisini şu cümleleriyle yansıtır:
“Bana ‘Arap mısınız, kısmen mi Türk’sünüz’ diye sorarak saygısızlık yaptılar. BBC’ye söyledim, ‘Arapça konuşmuyorum, Kürtçe konuşmuyorum, ben Türk’üm’ dedim.
Ben Türk’üm, o kadar. Mardin’de doğmuşsam, Cizre’de
de doğmuşsam, Kars’ta da doğmuşsam ben Türk’üm”(3)
BBC muhabiri üzerinden Batı’nın, Sancar’ın ağzından
herhangi bir etnik, dinsel gruba ait olması üzerinden millet ve yurttaşlık anlayışını zedeleyici cümle duyma isteği
başarısız olur.
Etnik, dinsel-mezhepsel, cinsel kimlikler üzerinden
Cumhuriyet yurttaşlarını bölen “kimlikçi siyaset” anlayışında olanlara Sancar esaslı bir ders vermiş. Kendisini
Türk sayması, yurttaşlık ve millet temelinde tarif etmesi
Batı’yı rahatsız ediyor. Kişinin elbette çeşitli aidiyetleri vardır ama bunlar Cumhuriyet’in özgür, eşit, laik yurttaşlığının, millet kavramının önüne konulamaz.(4)
Edebiyatçı Orhan Pamuk gibi “Ermenilere soykırım
yapıldı” demeyen Sancar, Mardin’de Arap ve Kürt kökenli yurttaşlarımızın olması sebebiyle “Kürtler ve Araplar
katliamlara maruz kaldı, okutulmadı, ekonomik olarak geri
bırakıldı” gibi cümleler de sarfetmeyerek Batı’nın milletimizi ayrıştırıcı amacına teşne olmaz.
Her devrim gibi Cumhuriyet Devrimi de kendini
çocuklarının kaderinde ortaya koymuştur. Aziz Sancar
Mardinli bir çoban çocuğuydu. Cumhuriyet Devrimimiz
çobanı okuttu ve bilim adamı yaptı. Devrim sadece Türk
milletinin değil, dünyanın aydınlanmasına katkı sunan bir
insan yetiştirdi.
Devrimimizi yeniden ayağa kaldırma mücadelesinde
yeni Azizler yetiştireceğiz.
(3) http://www.internethaber.com/aziz-sancar-kimdir-kurt-mu-arap-mi-turk-mu-818256h.htm
(4) Kimlik siyasetinin ayrıştırıcılığı ile ilgili şu yazımıza bakılabilir. http://add.org.tr/madimak-katliami-ve-kimlik-siyaseti/
UNUTMADIK...
ERDAL EREN
Erdal Eren ismini yeni kuşaklar pek bilmez. Ancak,
12 Eylül döneminin akıllarda kalan uygulamalarından
daha doğrusu suçlarından birisi olarak orta yaşın
üstündeki nesiller çok iyi anımsarlar.
Erdal Eren, Gümüşhane’den Ankara’ya, ablasının
yanına okumaya gelen ve Yapı Meslek Lisesi öğrencisi
iken, 13 Şubat 1980 tarihinde Ankara’da meydana
gelen ve bir inzibat erinin öldürülmesiyle sonuçlanan
bir olayın suçlusu olarak yakalandı ve yargılanması
sonucu Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından idama mahkum edildi.
Erdal Eren, idam edileli 35 yıl oldu. 13 Aralık 1980
günü saat 2:57 de idam edilen Erdal Eren, resmi kayıtlara göre 25 Eylül 1961 doğumluydu. Ailesi, yaşının
nüfusa büyük yazıldığını ve gerçekte 18 yaşından
küçük olduğunu ileri sürse de ne yargılamayı yapan
sıkıyönetim mahkemesi ne da Askeri Yargıtay
Daireler Kurulu fizyolojik yaşının saptanması için
gerekli olan kemik ölçümü yapılmasını kabul ettiler.
Kenan Evren, “asmayalım da besleyelim mi?” diyordu. Beslemediler, astılar. 12 Eylül adaleti de “bir sağdan, bir soldan” diyordu. Bu iki söylemin gereği Erdal
Eren’in asılmasıydı. Asıldı.
Erdal Eren, annesinin anılarında ve rüyalarında 14-15
yaşlarında kaldı. Hani, Nazım
Hikmet, “büyümez ölü
çocuklar” der ya, O da büyümedi. Biz de onu çocuk yüzü
ve sırtındaki kürklü paltosu
ile gördük. Aklımızda hep öyle kalacak.
Erdal Eren, öldürüldüğünde 18 yaşından küçüktü.
12 Eylül adaletine göre ise “asılabilecek yaştaydı.”
Suçlu muydu? Suçu idamlık mıydı? 35 yıl sonra bu
soruları yanıtlamak neredeyse olanaksız. Kesin olan,
bir genç insanın yaşamına son vermeye karar veren
devletin bu işi hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir
biçimde gerçekleştirmesinin zorunlu olduğudur. Öyle
yapılmadı ve geriye o çocuk yüzü kaldı.
Erdal Eren çocukken asıldı. Kenan Evren 97 yaşında eceliyle öldü. Erdal Eren’i unutmadık, unutmayacağız. Kenan Evren’i de unutmadık ama unutmak istiyoruz!
DÜŞÜN DERGİ
13
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 14
TEORİSİZ PRATİK; STRATEJİSİZ
TAKTİK OLMAZ!
OLURSA SAVRULURSUNUZ!..
1878 yılında Yeşilköy’e kadar gelen Rus ordularının
işgalini önlemek için İngiliz Donanması’nı Marmara’ya
sokarsınız. Karşılığında Kıbrıs ve Mısır’ı verirsiniz.
1913 yılında Balkan Harbinde, 5 yıl önce bağımsızlığını
kazanan Bulgaristan’ın işgal ordusu ile Çatalca’ya
kadar gelmesini seyredersiniz. 29 Ekim 1914’te
Almanya’nın ve Kayzer’in ucuz kanı olarak Goeben ve
Breslau gemilerinin emrivakisi ile Rus limanlarını bombalar ve bir anda kendinizi Birinci Dünya Savaşı’nın
kanlı ve karanlık tünelinde bulursunuz. Sonunda, 3 milyon kilometrekare imparatorluktan, Sevr ile dayatılan
200 bin kilometrekarelik Ege’siz, Marmara’sız ve
Akdeniz’siz bir toprak parçasına sıkışıp kalırsınız. 1962
yılında Türk milletinin haberi olmadan orta menzilli
Amerikan nükleer Jüpiter füzelerini topraklarınıza
yerleştirtir ve nükleer karşı saldırının açık hedefi olursunuz. Aynı yıllarda topraklarınızdan Amerikan stratejik U2 istihbarat uçaklarının kalkmasını bile kontrol
edemez ve Sovyet topraklarında düşürülen uçağın pilotu Türkiye’den kalktığını söyleyince pişkince “Bize
haber verilmedi” dersiniz. Kuzey Irak Kürtlerini koruyacağız diye, 1991 yılında “Provide Comfort” isimli
Çekiç Güç harekatına izin verir ve güneydoğumuzun
anavatandan kopma sürecine su taşırsınız. 4 Temmuz
2003 günü Süleymaniye’de özel kuvvetlerinize çuval
geçirilir, ellerine kelepçe takılır ve namusları olan
silahları alınır; içlerinden bir kişi bile direnmeden teslim olduğunda, “Stratejik ortağımızla bir çatışmayı
önlediler” dersiniz. 1 Haziran 2010 gecesi İsrail deniz
komandoları Mavi Marmara gemisine saldırıp katliam
yaptığında “Gemi, Türk bayrağı taşımıyordu, Kiribati
bandırasına sahipti” dersiniz. Kara sınırlarınız delik
deşik olmuş, giren çıkan teröristlerin sayısı bile bilinmezken, 24 Kasım 2015 günü size açık tehdit teşkil
etmeyen Rus savaş uçağını “Hava sahamızı ihlal etti”
diyerek düşürür ve 21. yüzyılın başında her açıdan
karşılıklı işbirliğine ihtiyacımız olan Rusya ile ilişkileri
dinamitlersiniz.
NATO TARİHİNDE BİR İLK
Bu yaşanan NATO tarihinde bir ilktir. Ne soğuk
savaşın en karanlık günlerinde ne de Balkan krizinde
(NATO’nun 24 Mart 1999 Kosova müdahalesi dahil)
NATO’nun düşürmediği bir Rus uçağını düşüren ülke,
tarihe Türkiye olarak geçmiştir. Türkiye soğuk savaş
14
döneminde Küba füze
Cem GÜRDENİZ - Amiral
krizi gibi en kritik
dönemde bile bırakalım Sovyet jetleri ile it dalaşını,
Karadeniz’de bir kez bile NATO tatbikatına izin vermemişti. Bugün, nükleer bir dünya gücüne ve aynı
zamanda ticaret, enerji (Mavi Akım, Türk Akımı),
turizm ve bilimsel işbirliği (Akkuyu Nükleer Santral)
ortağımıza yapılan bu müdahale, angajman tedbirleri
uygulanıyor gerekçesine sığınılarak izah edilemez.
NATO tabiri ile “Political Position Indicator” (Siyasi
Durum Göstergesi) dikkate alınarak, angajman tedbirleri mevcut hassas duruma göre uyarlanabilirdi. Yani
stratejik ve hatta jeopolitik sonuçları olacak kritik bir
alanda tetiği her önüne gelene çekmeyecek bir mekanizma tesis edilebilirdi.
BENZERİ SOĞUK SAVAŞTA YAŞANMADI
Bu yaşananın bir benzeri ne soğuk savaş döneminde ne de sonrasında yaşanmıştır. 1 Mayıs 1960’ta
Sovyetler üzerinde ve 27 Ekim 1962 günü füze krizi
esnasında Küba üzerinde Amerikan U2 istihbarat
uçaklarının düşürülmesi bile bu olaya benzemez. Eğer
NATO’ya güvenerek bu uçak düşürülmüşse, NATO’da
çalışanların çok iyi bildiği bir gerçeği hatırlatalım. Ne
ABD’li Johny, ne İngiliz Tommy, ne de Fransız Pierre,
Türkiye’nin çıkarları ve savunması için ölür.
GEÇMİŞTEN BİR ANI
Deniz Harp Akademisi öğrencisi iken strateji ve
deniz gücü öğretmenimiz E. Deniz Kurmay Albay
Mert Bayat, 60’lı yıllarda bir kurmay subay olarak
katıldığı NATO Komuta Yeri Tatbikatı’nda (CPX)
yaşadıklarını anlatmıştı. Tatbikat senaryosuna göre;
Sovyet Karadeniz Filosu’nun Bulgar kuvvetlerinin desteği ile İstanbul Boğazı kanatlarını işgal etme girişiminde bulunduğu bir durum yaratılmıştı. Tatbikata katılan
NATO Komutanlığı temsilcisi Amiral, Türk donanmasının yoğun Sovyet Hava Kuvvetleri saldırıları ile imha
edilmiş olması ve Boğazların düşme tehlikesinin belirmesi üzerine İstanbul Boğaz yaklaşma sularındaki ve
amfibi hedef sahasındaki Sovyet donanmasına karşı
uçaklardan atılan taktik nükleer silahların kullanılmasını önerir. Türk tarafı bu duruma şiddetle karşı çıkar.
Zira bu silahların kullanılması, yaratacağı radyasyon ve
Sovyetlerin mukabil nükleer saldırısı ile onbinlerce
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 15
sivil İstanbullunun da ölmesi demektir. Amerikalı
Amiralin cevabı şöyledir: “Boğazların düşmesi daha mı
iyidir?”
TARİH YOL GÖSTERİR, LİYAKAT KAZANDIRIR
Osmanlı İmparatorluğu 2 Ağustos 1914 günü çok
büyük bir gizlilik içinde sadece Enver, Talat, Sait Halim
Paşa ve Büyükelçi Hans von Wangenheim’ın bilgisi ve
iradesi ile Almanya ile ittifak antlaşması imzalamıştı.
Bahriye Nazırı Cemal Paşa bile ittifak anlaşmasından
bir gün sonra haberdar olmuştu. Bu antlaşmadan 3 ay
sonra bu kez Goeben (Yavuz) muharebe kruvazöründe bulunan Alman Amirali Souchon’un Enver Paşa’yı
“Karadeniz’de bir tatbikat yapacağız” aldatmacası ile
kandırıp Rusya ile savaşı başlatan emrivaki saldırısı
gerçekleşmişti. Osmanlı donanmasından da Gayret-i
Vataniye ve Muavenet-i Milliye, Taşoz ve Samsun muhriplerinin de yer aldığı 29 Ekim 1914 gece saldırısında
Odesa, Novorosysky, Sivastopol limanları bombalanmış, 2 Sovyet savaş gemisi batırılmıştı. Bu harekattan
Osmanlı kabinesinin haberi yoktu. Sonuçta bu savaşta
yenildik, milyonlarca gencimizi kaybettik. Savaşı,
sonunda Batı emperyalist devletleri kazandı. Osmanlı
İmparatorluğu, Sevr Antlaşması ile Anadolu’da küçük
bir toprak parçasına mahkum edildi. Bu makus kaderi
strateji ve taktik ile teori ve pratiğe sahip bir eşsiz bir
lider, asker ve devlet adamı bozabildi. Onun liderliği
kadar yanındakilerin sadakat ve en az onun kadar
önemli olan liyakatleri de bu başarıda rol oynadı.
Bugün ihtiyacımız olan da budur. Mustafa Kemal’e
sadakat ve liyakat. Zaman tarihten ders alma zamanıdır. İç ve dış tuzaklara düşmeme zamanıdır.
UNUTMADIK...
AYDINLANMA SAVAŞÇISI PROF. DR. SERVER TANİLLİ
Prof. Dr. Server Tanilli’yi 29 Kasım 2011 günü 80
yaşında kaybettik. İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak “Anayasa
Hukuku” ve “Uygarlık Tarihi” dersleri veren Tanilli 7
Nisan 1978 gecesi İstanbul Kadıköy’deki evine giderken uğradığı saldırı sonucu ağır yaralandı. Acil müdahale sonucu hayatı kurtulan Doç. Dr. Tanilli, belinden
aşağı kısmı felç olarak yaşamını bu şekilde sürdürmek
zorunda kalmıştı.
Saldırıdan sonra Strazburg Üniversitesi’nde
(Fransa) 2000 yılına kadar çalışmıştı, yurda döndükten
sonra Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. 1980 sonrası
düşün ortamını ve özellikle gençliği etkilemiş olan
“Uygarlık Tarihi (1973)”, “Devlet ve Demokrasi:
Anayasa Hukukuna Giriş” gibi 16 kitabın yazarı olan
Tanilli’ye 2006 yılında “Sertel Demokrasi Ödülü” de
verilmiştir.
“Yaratıcı Aklın Sentezi: Felsefeye Giriş” adlı kitabında onun felsefe, din, eleştirel aklın önemi, insanca
bir topluma ulaşma ve benzeri sorunlar üzerindeki
düşünceleri yansıtılırken Prof. Dr. Alpaslan Işıklı,
Tanilli hakkında “…bilimsel, toplumsal ve siyasal açıdan büyük değer taşıyan yapıtlar ortaya koymuş ve
çok önemli, anlamlı ve kalıcı nitelikteki katkılarını
heyecanla ve hummalı bir çalışma temposuyla sürdürmüştür” değerlendirmesini yapmıştı.
Talip Apaydın ise Öğretmenler Dünyası dergisinin
Nisan 1991 sayısında Tanilli
için şunları yazmıştı: “Server
Tanilli’den öğrenecek çok
şeyler var. Kişisel acıların
üstüne çıkabilmek, çalışkan
ve üretici olmak, insana ve
insan aklına inanmak, uygarlıktan yana olmak, hep
aydınlığa doğru yürümek. Tüm zorluklar aşılacak.
Gelecek güzel olacak.”
Fakir Baykurt Yazın dergisi Ocak 1991 sayısında
şöyle yazıyor: “Tanilli üstüne sıkılan kurşunlarla ölüp
gitseydi, ulusça bütün bu güzelliklerden yoksun kalacaktık. Öldürülen onca insanla hangi güzelliklerden
yoksun kaldığımızı siz düşünün.”
. . Prof. Dr. Server Tanilli’nin diğer eserleri de şunlar: Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?,. Yüzyılların Gerçeği
ve Mirası (6 cilt), Candide ya da İyimserlik,
Değişimin Diyalektiği ve Devrim, Dünyayı
Değiştiren On Yıl, Fransız Devriminden Portreler,
Anayasalar ve Siyasal Belgeler, Nasıl Bir Demokrasi
İstiyoruz?, İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?, Din
ve Politika, Voltaire ve Aydınlanma, İnsanlığı Nasıl
Bir Gelecek Bekliyor?, Çağdaşımız Victor Hugo.
DÜŞÜN DERGİ
15
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 16
DEMOKRASİ ŞEHİTLERİMİZ
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından
yaklaşık bir ay sonra, 23 Aralık 1930 günü, İzmir’in
Menemen ilçesinde Cumhuriyet tarihimizin en önemli devrim karşıtı hareketlerinden biri meydana gelmiştir.
Esarete son verip yurdu kurtaran bir ordu mensubuna karşı canavarca işlenen cinayete yöre halkının
seyirci kalışı üzüntü vermiştir. Bu nedenle,
Cumhuriyete ve Atatürk devrimlerine sahip çıkanlar,
her yıl 23 Aralık’ta Kubilay’ın anıtına çıkarak, bu irticai
kalkışmayı nefretle anarlar.
1999 yılından beri, devrim şehitlerini;
“Kubilay’dan-Uğur Mumcu’ya; sonra “Kubilay’danKışlalı’ya” ve son olarak da “Kubilay’dan-Özbilgin’e”
diyerek hazırladığım belgeselle andık. Ucu açık olan bu
belgeseli bitirmek olası değil, devrim her gün yeni
şehitler vermektedir. Tüm “Devrim Şehitlerini” yaklaşan “Kubilay” etkinliği içerisinde sizlere anımsatmak
istiyorum: Genç öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay,
Menemen 43. Piyade Alayı’nda görev yapan bir yedek
subaydır. 23 Aralık 1930 günü, O, cihat çığlıkları atan,
gözlerini kan bürümüş Nakşibendi müritleri ile karşı
karşıyadır. Onları dağıtmak isteyen Kubilay’ın insan
sevgisi ile dolu kocaman yüreği, yobaz sürüsünü ikna
etmeye yetmemiştir. Yeşil bayrağın sopasına geçirilen
kesik başının ve dökülen kanların hesabı onlardan derhal sorulur. Derviş Mehmet ile arkadaşları asılırlar. Bu
olay, Cumhuriyet tarihinin faili meçhul kalmayan tek
irticai olayıdır. Çünkü Mustafa Kemal hayattadır.
Belgeselde yer alan diğer Devrim Şehitleri’nden
bazılarını birlikte analım. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğrenci olan Taylan Özgür, 23 Eylül 1969
günü; Hacettepe Üniversitesinde öğretim üyesi olan
Dr. Necdet Güçlü, 13 Nisan 1970 günü; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi olan Hakan
Yurdakuler, 8 Nisan 1976 günü; Erzurum Atatürk Üniversitesi Öğretim görevlisi Doç. Dr. Orhan Yavuz, 15
Haziran 1977 günü; Savcı Doğan Öz, 24 Mart 1978
günü; Hacettepe Üniversitesi Öğretim görevlisi Doç.
Dr. Bedrettin Cömert ise 11 Temmuz 1978 günü katledilmişlerdir.
İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörlerinden
Ordinaryüs Profesör Dr. Bedri Karafakioğlu, 20 Ekim
1978 günü; Karadeniz Teknik Üniversitesi Elektronik
Bölümü Öğretim üyesi olan Dr. Necdet Bulut ise 8
Aralık 1978 tarihinde katledilmişlerdir. 1 Şubat 1979
günü, Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini amaç haline getirmiş ve hayatını buna adamış bir
gazeteci olan Abdi İpekçi; 7 Mart 1990 günü ise kale16
miyle karanlıkla savaşan yürekli bir gazeteci olan Çetin Emeç’i
şehit ettiler. Yine
aydınlıktan ve aydınlanmadan korkanlar,
Ahmet GÜREL - ADD
Bilim Danışma Kurulu Üyesi
24 Ocak 1993 günü
ise araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu’yu arabasına bomba koyarak katlettiler.
Adana Emniyet Müdürü olan Cevat Yurdakul,
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Ümit Yaşar Doğanay, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Cavit Orhan Tütengil, İstanbul Radyosu’nda halkın
sesi olan Ümit Kaftancıoğlu, laik bir müftü olan, yazar
Turan Dursun, şair, yazar, düşünce adamı Onat Kutlar,
Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, Ankara
Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Necip
Hablemitoğlu ve Danıştay İkinci Daire Üyesi Mustafa
Yücel Özbilgin diğer devrim şehitlerimizdir. 1 Temmuz
1993 günü Sivas olayında 35 “Devrim Şehidi”ni de
yanarak, unutulmazlar arasına gönderdik.
Ankara Barosu eski Başkanı, Siyasal Bilgiler
Fakültesi Hukuk Profesörü, Atatürkçü Düşünce
Derneği’nin Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr.
Muammer Aksoy’u 31 Ocak 1990 tarihinde alçakça
kurşunlayarak katlettiler. Aydın bir ilahiyatçı ve laikliğin korkusuz savaşçısı, Atatürkçü Düşünce
Derneği’nin kurucu üyesi Doç. Dr. Bahriye Üçok’u 6
Ekim 1990 tarihinde; Atatürkçü Düşünce Derneği’nin
Genel Başkan Yardımcısı, Ankara Üniversitesi İletişim
Fakültesi Öğretim Üyesi, Cumhuriyet Gazetesi’nde
köşe yazarı, yürekli, yiğit insan Prof. Dr. Ahmet Taner
Kışlalı’yı 21 Ekim 1999 tarihinde bombalayarak şehit
ettiler.
Kubilay’ın katilleri derhal yakalanıp cezasını görürken, diğer olaylar hala çözülememiş, şehitlerimizin
kanı yerde bırakılmıştır. Burada anamadığım tüm devrim şehitlerinin ışığı yolumuzu aydınlatmakta ve aydınlatmaya devam edecektir. Saygılarımla.
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 17
KÜLTÜRÜMÜZ VE BATICILIK
Yaşadığımız zaman
parçası içinde birey ve
toplum olarak algıladığımız olaylardan bir çok
sonuç çıkarabiliyoruz.
Ulusal devlet yapımıza
Erdoğan BAKKALBAŞI - Hukukçu
kavuştuktan sonra çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak, gerektiğinde onu aşabilmek ülkümüze neler oldu, bu yazımızda irdelemeye
çalışacağız.
Soru şu; 1923 yılında kavuştuğumuz Cumhuriyet
yönetimi bir harabe haline gelmiş olan toplumu çağdaş
uygarlıklar düzeyine çıkarmayı emrettiği halde,
Türkiye olarak 2015 yılında bir çok konuda neden geri
kaldık?
Bu sorunun yanıtı tarihsel bir özeti zorunlu kılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu 1699 Karlofça
Antlaşması(1) sonunda batı ile ya da başka bir deyimle
Hıristiyan alemi ile savaşmak için, batının askerlik yöntemlerini almak, silahlarını kullanmak gereksinimi
duydu. Ancak ağır aksak yürüyen bu yenileşme çabasına rağmen 1774’de savaş yenilgisinden sonra imzalanan Küçük Kaynarca(2) Antlaşmasıyla konunun ne
kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Bu akım ister istemez Avrupa’nın gelişmişlik göstergesi olan modern
yaşam biçimlerinin Osmanlı toplumunu etkilemeye
başlaması sonucunu doğurdu. Ancak bu etki sadece
İstanbul içinde, padişaha yakın elit tabakanın konaklarında kullanılan eşyaların Avrupa modellerini taklit
etmesine ve çok dar bir kesimin Avrupalı gibi davranmasına neden oldu. İmparatorluğun diğer eyaletlerinde ve özellikle Anadolu’da çağdaşlaşmanın ( asrileşmenin ) en ufak bir kırıntısı bile yoktu. Yeniçeri ocaklarını kaldırıp, Nizam-ı Cedit ordusunu kuran ve batıdan
bir çok örnekleri topluma kabul ettirmek için çaba
gösteren 2. Mahmut dönemi ve 1839 Tanzimat, 1856
Islahat fermanlarıyla batılılaşmanın gerekli olduğuna
dair devlet belgeleri ortalığa saçıldı. 1857 yılında
Teşkilat-ı Esasiye yasasının (ilk Anayasa) kabulü ile parlamenter sisteme geçildi. 2. Abdülhamit’in meclisi feshederek 1909 yılına kadar hükümdarlığı içinde bile
batılılaşma ve eğitim, ulaşım konularında, toplumda bir
çaba görülmektedir. İttihat ve Terakki Partisi’nin yüzünün batıya dönük olduğunu biliyoruz. Bu batılılaşma
çabaları 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin itici gücü olarak tarihin tanıklığına sahiptir.
Batılılaşma isteği Tanzimat’tan sonra Jön Türkler’in
çabalarıyla halka mal edilmek istendi. Bu alanda bilinen
iki ismi belirtmek gerekir. Birisi Namık Kemal, diğeri
ise Ziya Paşa’dır. Bu ikisinin önderlik ettiği batılılaşma
akımının özelliği şöyleydi. ‘Batının icatlarını, tekniğini,
makine ve diğer unsurlarını alalım; ancak başta İslam
şeriatı olmak üzere milli örf ve adetlerimizi (geleneklerimizi) koruyalım’ biçimindeydi. Bu akım çok az bir
elit tabakasının aksini düşünmesine karşın kamu oyunda kabul edildi. Bu konu Cumhuriyet’in İlanından
sonra Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı
ve devrim niteliğini taşıyan fikirlerine kadar devam
etti. Atatürk ve arkadaşları batının teknolojisiyle birlikte onun düşünce ve davranışlarını almak, asrileşmek
için gereklidir savını ileri sürüyorlardı. Tek partili, daha
doğrusu 1938’de Ata’nın ölümüne kadar geçen
dönem içinde gerçekleştirilen devrimler, batılılaşmak
için gerekli alt yapıyı hazırlayacaktı. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması yerine milletin kayıtsız şartsız egemen olduğu bir yönetim biçiminin ve Latin harflerinin
kabulü, kadınlara oy hakkının, şeriat hukuku yerine
laik bir hukuk ve eğitim düzeninin sağlanması gibi önde
gelen devrimler, batının asli düşünce unsurlarının birer
parçasıydı. Bazı din çevreleri ve zamanımızda aydınlar
ocağı kalıntılarının öne sürdüğü gibi bu devrimler Türk
toplumunun geleneklerine aykırı değildi. Bunun kanıtı,
toplumun bunlardan hiç birinden şikayetçi olmamasıdır. Bir halk oylaması yapılabilse padişahlık ve hilafet
dönemine geçilmesi, eski Arap harflerinin kabulü,
medeni yaşamda özellikle miras hukukunda şeri kuralların kullanılması, kadınların haklarının( oy hakkı dahil)
ellerinden alınması gibi isteklerin nasıl bir yanıtla karşılanacağını tahmin etmek zor değildir.
Toplum bilim açısından değerlendirmeye gelince;
batılılaşmanın kültürümüze ne ölçüde olumsuz bir etki
yaptığı konusunda, din çevrelerinin ve tutucu aydınların ileri sürdükleri savların doğru olmadığı anlaşılmıştır. Başka bir deyimle İslamiyet’in Türk kültürü, yaşamı
üzerinde öncelikli bir öge olduğu bilimsel olarak kanıtlanmamıştır. Çünkü çağdaş toplum bilimde kültür,
bireylerin birbirleriyle anlaşarak üzerinde karar verdikleri bir yaşam biçimi değildir. Dünyaca tanınan sosyolog Durkheim’e ve onun Türkiye’de takipçisi olan
Ziya Gökalp’e göre, bireylerin anlaşmaları üstünde
maşeri vicdan olarak kabul edilen bir oluşumun etkisi
daha güçlüdür. Vicdanların toplum yararına yönelmesi
(1) 1699 Karlofça Antlaşması padişah II. Mustafa döneminde, Lehistan, Avusturya, Venedik ve Rusya ittifakına karşı yenilgiyle biten savaş sonucu yapılan antlaşma, 2. Viyana kuşatması sonucunda Osmanlı Devleti’nin ilk toprak kaybına uğradığı antlaşma.
(2) 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması padişah 1. Abdülhamit döneminde Rusya ile yapılan savaş sonucunda ve büyük toprak kayıplarına uğradığımız antlaşma.
17
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 18
ve gelişmesi biçiminde tercüme edebileceğimiz maşeri vicdan elle tutulmayan, gözle görülmeyen ama toplumu ayakta tutan davranış ve manevi ögelerdir. Bu
geçerli sava göre, batının Türk kültürüne zarar vereceği ve yozlaştıracağı konusundaki günümüzde bile
savunulan düşünceden kurtulmak gerekir. Batının kültürümüze yapacağı etkilerin kabul veya reddi, kişilerin
düşüncelerine göre değil, maşeri vicdanın kabul ve
reddine göre düzenlenir. Batının Hıristiyan dinine bağlı
geleneklerinin, sahip olduğumuz Türk kültürüne yapacağı etkinin reddi, kültürümüzün bir parçası olan İslam
dininin reddi değildir. Burada asıl olan kültürdür.
Kültürün kabul etmediği bir öge İslam kurallarına
uygun olsa dahi kabul görmez. Türklük tarihi bunun
örnekleriyle doludur. Türk kültürü Çin-Asya, sonradan Hazar denizi kültürü ve en son olarak
Mezopotamya İslam kültürünün etkisinde kalmıştır.
Bütün bu devrelerde kültürümüz zenginleşerek
devam etmiştir. Bu kültürün devamında din ve diğer
unsurlar değil, Türk dilinin ve geleneklerimizin korunması etken olmuştur.
Bu tartışmalar ve tarihsel sonuçları bize, batının
kültürümüze uyan konularında hoşgörü göstermek
korkusunu bir tarafa atmak zamanının geldiğini söylemektedir. Günümüzde; demokratik yaşam içinde, siyasi partilerin iktidarları süresince kabul ettikleri ilkeleri
topluma dayatmak gibi bir alışkanlıklarını yaşamaktayız. Geleceğimiz açısından son derece tehlikeli olacağına inandığım bu akımı siyaset yoluyla önleyebileceğimiz kanısında değilim. Zira, oy alma düşüncesinin
öncelikli olduğu bir parti anlayışının böylesine ciddi ve
önemli bir konuda kesin tavır alabileceğini sanmıyorum. Türk kültürünün yaşaması, gelişmesi ve dünya ile
yarışabilmesi, ancak halka ve onun örgütü olan sivil
toplum kuruluşlarına düşmektedir. Atatürkçü
Düşünce örgütlerinin bu konuda ivedililikle bir tasarım
ile toplumun karşısına çıkmaları öncelikli görevleri
olmalıdır.
Sonuç: Türk kültürü dünya kültürleri arasında özel
yeri olan bir kültürdür. Toplumumuzun yeniliğe, güzelliğe, dayanışmaya dayanan bu zenginliğinin gücüne ilk
önce bizler inanmalıyız. İslam dininin Türk kültürüne
katkılarını inkar etmeden, ancak uluslar arası bir
uygarlık projesi niteliğini de göz ardı etmeden, bu
dinin kültürümüzle bağdaşan kurallarını içselleştirmeye dönük çabalara ışık tutmalıyız. Batının kültürümüzle bağdaşacak ögelerini ve özellikle bilim, insan hakları, kadın hakları, hayvan hakları, çevre ve doğa bilincini geliştirecek etkilerinden yararlanmamız gerektiğini
halkımıza anlatmalıyız. Çünkü Ulu Önder Atatürk
tarih önünde bir kez daha haklı çıkmıştır.
M. LEVENT GEDİZLİOĞLU
19 Mayıs 1952’de Denizli-Babadağ’da doğdu.
İlk, orta, lise öğrenimini Denizli’de tamamladı.
İki yıl sürdürdüğü ODTÜ İnşaat Mühendisliği öğrenimini bırakıp, 1976 Şubat’ta, E.Ü. Güzel Sanatlar
Fakültesi, Mimarlık Bölümü’nü bitiren Gedizlioğlu, evli olup, Deniz adında kızı ve Çınar adında oğlu vardır.
Çeşitli dönemlerde Mimarlar Odası Denizli Temsilciliği ve İzmir Şubesi Yönetim Kurulu üyeliklerinde,
Mimarlık, Ege Mimarlık dergileri yayın kurulu üyeliklerinde ve Mimarlar Odası’nın çeşitli komisyonlarında görev aldı.
İzmir Serbest Mimarlar Derneği Yönetim Kurulu üyeliği ve bir dönem Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini üstlendi.
1998-2003 yılları arasında Bilim ve Ütopya dergisi İzmir temsilciliğini yürüttü. 2003 yılı sonundan itibaren de Bilim ve Gelecek dergisi İzmir temsilciliğini yürütmektedir.
2013 yılına kadar, Karaburun Ütopyalar söyleşilerinin tertipleyenlerinden olmuştur.
1983’den bu yana fotoğraf çalışmalarını da sürdüren Gedizlioğlu, 10’u aşkın kişisel fotoğraf sergisi
ve yirmiye yakın slayt gösterileri gerçekleştirdi.
Mimarlık çalışmaları, Mimarlar Odası İzmir Şubesi tarafından, “Mimarlık Hayatım Retrospektif Sergi
1975-2009” başlığıyla sergilendi.
18
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 19
1981-82 yıllarında, Denizli Mimarlık Mühendislik Akademisi, İnşaat Mühendisliği son sınıf öğrencilerine, üç yarıyıl “Şantiye Tekniği” dersi verdi.
1990-95 yıllarında, İzmir yerel tv kanallarında ve yerel bir radyoda, “Mimarlık ve Plan” kavramına
ilişkin programlar hazırlayıp, sundu.
2010 yılından bu yana, bilgisayar destekli resim çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çalışmalar,
“Geometrinin Dili” başlığıyla bir kez sergilendi ve 6 kez müzikle eşgüdümlü gösteri olarak sunuldu.
Ege Mimarlık, Mimarlık, Bilim ve Ütopya, Bilim ve Gelecek, Cumhuriyet Ege gibi değişik dergi ve
gazetelerde 100’ü aşkın makale ve incelemesi yayınlanan Gedizlioğlu, Mimarlık Vakfı ve ADD Karşıyaka
Şubesi üyesidir.
Bu sayıdan başlayarak, Mimar Levent Gedizlioğlu’nun hazırladığı “Anadolu’dan Evler” başlığı altında, her sayı “Konut Mimarisi”nden örnekler sunulacaktır.
Bu sayıda yer alan yapı, Karşıyaka’da “Konut Mimarisi”nde modernizmin tipik örneğini oluşturmaktadır. Geniş saçaklar, Anadolu Türk Mimarisi’ne bir göndermedir.
19
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 20
ÜTOPYA ve BARIŞ
“Demokrasi insan ırkının ümididir”
M. Kemal Atatürk
Ütopya tarihinin ilk örneklerini oluşturan yapıtların
ortak özelliği mükemmel toplum ideallerini demokrasiye
bağlama çabalarıdır. Olumlu ütopyalar arasındaki bu benzerlikte insanoğlunun ulaşılabilir amaçlarının yanı sıra ütopik amaçlarında da demokratik taleplerinden vazgeçemediğini görürüz. Beyaz elbiseli, gözleri bağlı güzel kadınla
temsil edilen demokrasi, yüzyıllardır bir elindeki terazi ve
diğer elinde kılıcıyla eşitliği, özgürlüğü, adaleti ayakta tutmaya çalışmaktadır.
Demokrasi tartışmalarının sistematiği, yönetenler ve
yönetilenler ekseninde kurulur. Demokratik/iyi dünya
ütopyalarını da bu düalizmle çözümlemek gerekir: İdeal
dünyada devlet-halk ilişkisi nasıl kurgulanmıştır? Olumlu
ütopya geleneğinde “terazi” ve “kılıç” sembollerine yüklenen anlam beklentilerimiz kadar demokratik midir?
DEVLET (MÖ 372), Platon
“Devlet” ütopyası bir demokrasi tartışmasıdır.
Sokrates’in düşüncelerinden dolayı öldürülmesi, genç
Platon’u iyi devletin, iyi yöneticilerin nasıl ve kimler olacağını sorgulamaya itmiştir. Diyaloglar “Devletimizde yönetenler ve yönetilenler kimler olacak?” sorusuyla başlar. İlk
yanıt, yönetenlerin yaşlılar (iyi yaşlılar!), yönetilenlerin
gençler (iyi gençler!) olması gerektiğidir. “İyi” olmanın
anlamı en iyiyi bilen ve “yapılması gereken şey devlet için
en yararlı olan şeydir” ilkesine sadık insanlar olmaktır.
Platon, halkı demokrasinin erdemlerine “bir Finike
masalı” ile inandırmaya çalışır: “Bu bir çeşit rüyadır:
Gerçekte siz toprağın altında yetiştiniz. Toprak sizi büyüttükten sonra yeryüzüne çıkarttı; o sizi emziren büyüten
ananızdır. Sizler birbirinizin kardeşisiniz; bu “hamur birliği”
içinde önder olarak yaratılanlarınızın mayasında altın, yardımcıların mayasında gümüş, çiftçi ve işçilerde ise demir
ve tunç vardır. Doğan çocuklara bu madenlerden hangilerinin katılmış olduğunu araştırmak gerekir. Mayasında tunç
ya da demir olanların önderlik edeceği gün şehrin yok olacağını tanrı buyurmuştur”. Masal, ideal devlette yöneticilerin doğuştan üstün özellikleri olduğunu, demokrasinin
aristokrasiyle mümkün olabileceğini anlatmaktadır.
“Yöneticiler kendilerine benzer yurttaşlar yetiştirdikten
sonra mutluluklar ülkesine göç edecekler ve devlet onlar
için anıtlar dikecek!”.
Bu “Devlet demokrasisi” içindeki “yurttaş”ların durumunu da tanımlamak gerekir. Platon’a göre demokrasi eğitimsiz kitlelerle, oligarşik diktatörlüğe dönüşecektir.
Devletin “iyi devlet” olmasında en önemli değer, en iyilerin belirlediği kuralların öğretildiği eğitimle kazanılır.
Kuralsızlık, demokrasi değildir: “Çiftçilere toprağı ister
20
işleyin ister işlemeyin, çömlekçilere ister çömlek yapın
ister yapmayın mı diyeceğiz?”. Yöneticilerin kural koyması ve cesurca uygulaması önerilir; bunu yapamayan yöneticilere Platon “demogoglar” ya da “halk avcıları” der.
“Halk alkışladı diye kendilerini büyük politikacı sananlar
vardır!”. Halktan söz ederken kadınların ve kölelerin oy
hakkı olmadığını vurgulamak gerekir.
ÜTOPYA (1516), Thomas More
İngiliz hümanizmasının temsilcisi ve ütopya kavramının
sahibi More’un ütopik ülkesi Abraxa adasıdır. Adanın en
yüksek tepesindeki askerlerle dolu kale, ütopya okurunda
“askersiz demokrasi olur mu?”, (olmaz mı?) sorusunu akla
getirir. Ütopya adasının yerleşim planı demokratik-eşitlikçi gibi görünse de aslında sayısal düzende matematikseleşitlikçi bir yapı oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Adada aynı
planlamayla kurulu 54 şehir vardır, şehirlerin arası 24 mildir. Her şehirde altı bin aile yaşar. Şehirler dörde bölünmüştür, her bölgede bir meydan ve iki pazar vardır. Millet
meclisi başkent Amaurote’dedir; her yıl her şehirden üç
temsilci burada toplanır. Başkente giriş çıkışlar denetimlidir. Bu denetim konut düzeninde de sürer; üç katlı evlerin
iki kapısı vardır, kapılarda kilit yoktur!
Aile yaşamı ve çalışma düzeni yine sayılarla uyarlanmıştır: Her çiftçi birliğinde kadın-erkek kırk kişi ve iki köle
vardır. İki yılda bir, yirmi çiftçi ailesi şehirden yirmi aileyle
yer değiştirir. İş ve dinlenme saatleri; günde altı saat çalışmak, iki saat dinlenmek, akşam sekizde yatmak şeklindedir. Kadınların 18, erkeklerin 22 yaşından önce evlenmesi
ve yöneticilerin izni olmadan boşanması yasaktır. Evde
yemek pişirmek kabul edilemez bir saçmalıktır.
Belirlenmiş saatlerde boru sesiyle toplanılır; erkekler
duvar yanında, kadınlar karşılarında oturarak yemek düzeni oluşturulur. Her masaya gelen yemek dört kişiliktir, ayrı
bir yemek saati yoktur.
Ütopyalıların bir örnek ve doğal kumaşlardan giysileri
vardır. Şehri izinsiz terk etmek ve kurultaylar dışında bir
araya gelip memleket işlerini konuşmak ağır cezalık bir
suçtur. Bu kurallar, Ütopya toplumunun antidemokratik
olduğunu düşündürebilir; oysa More, ideal devletin anayasasının yurttaşların düşüncelerini ve yetilerini özgürce
geliştirmek olduğunu belirtir. Ütopyalılar için yasaları çiğnemeden mutlu olmak, dürüst olmak şartıyla hoş bir
hayat sürmek amaçlanmıştır. More’un uğrunda başını verdiği ideallerine haksızlık yapmamak için adadaki yaşamın
demokratik özelliklerini de sıralamak gerekir: “Abraxa’da
isteyen istediğini yapabilir” mottosu, bu kuralcı disiplin
içinde bazı demokratik fırsatlar sağlamaktadır: Çiftçiliği
çok seven bir kişinin tarım nöbeti değişimi kuralının dışında kalma hakkı, çiftçilerin tükettiklerinden fazlasını üret-
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 21
meleri kuralına karşı üretim araçlarını devletten parasız
alabilmeleri, her şehrin ekonomik durumunun izlenip geliri yüksek olan şehirlerden diğerlerine aktarılarak, halkın
refah payının eşitlenmesi gibi.
YENİ ATLANTİS (1624), Francis Bacon
Atlantis, Atlantik Okyanusu’nda (ve başka birkaç
yerde daha) battığına inanılan kayıp kıtadır. Yunan, Mısır,
Arap (ve başka birçok kültürün) sahiplendiği bu efsanenin
gizemli gerçekliğine duyulan merak, ütopyacılar için esin
kaynağı olmuştur.
Yeni Atlantis, Bacon’un bilim temelli ideal toplumudur.
Devleti yönetenler tanrısaldır; baş yönetici olan Kral
Salomon’un bilgeliği ve doğaüstü nitelikleri yüceltilir. Adını
verdiği eğitim merkezinde “Doğaya ilişkin tüm bilgilerin
sahibi olmak ve insanın hakimiyet alanının sınırlarını genişletmek” amacıyla bilimsel çalışmaları denetlediği anlatılır.
Ütopya yorumcuları Salomon Evi’ni günümüzün üniversite yerleşkelerine ya da dünyanın kaderinin belirlendiği
bilim kurgu merkezlerine benzetirler. Bu kural bir kez
bozulur; eserin sonunda Salomon Evi’nin başrahibi bilimsel sırları anlattıktan sonra şöyle der: “ Tanrı sana verdiğim sırları kutsasın! Başka ulusların yararlanması için bu
bilgileri açıklamana izin veriyorum. Çünkü biz dünyanın
tanımadığı bir ulus olarak Tanrı’nın kucağında yaşıyoruz”.
Ben Salem halkı geleneklerine bağlı insanlar olarak
betimlenir; ama öncelikli özellikleri hükümdarlarına olan
derin sadakatleridir. Atlantis ülkesinde, yönetilenlerin devlete bağlılığını sağlamak için halkın eğitim düzeyi de yüksek
tutulur. Aile düzeni de devlete bağlılığı pekiştirici ataerkil
düzendedir. Bu erkin yansıtıldığı “aile şenliği” törenlerini
kendi soyundan en az otuz evladını görecek kadar yaşamış
aile büyükleri, “tirsanus”lar yönetir. Tirsanus bütün
çocuklarıyla birlikte, erkekler önde kızlar arkada olmak
üzere avluya girer. Bütün bu çocukları doğuran anne tahtın sağında üstü örtülü bir kafesin içinde oturur. Tirsanus
onur işareti olarak altından yapılan üzüm salkımını “asma
oğlu” olarak seçilmiş olan oğluna verir. Günlük yaşamda
beyaz giysiler, bu törenlerde siyah pelerin giymeleri
zorunlu olan köleler kutlamalarda hizmet ederler.
Yeni Atlantis, bir bilim toplumu ütopyasıdır; ideal toplumu kurmak için eğitim ve bilimin güçlendirilmesi idealleriyle kurgulanmıştır. Bu nedenle, eserde anti demokratik
unsurlar pragmatik özelliklerinin ardına gizlenmiştir.
Bacon’un “Tanrının aynası” olarak armalaştırdığı Ben
Salem ütopyası yaklaşmakta olan yakın çağın kurgusu olarak da yorumlanabilir.
GÜNEŞ ÜLKESİ (1643), Tomasso Campanella
Sosyalist ütopyacı Campanella “filozofça bir devlet
tasarısı” olarak adlandırdığı eserinde demokrasinin; eşitlik,
özgürlük ve halk egemenliği olduğunu vurgular. Ancak,
eserin başında misyoner Ospitalario’nun “nasıl yönetiliyor
bu kent, anlatıverin lütfen?” sorusunun yanıtı, ütopyada en
bilgili, en yetenekli yurttaşların koşulsuz yönetimini savunan “sofokratik demokrasi”nin kurgulandığını gösterir.
Ülkenin baş yöneticisi olan Hoh, yetkileri mutlak ve kimsenin karşı çıkamadığı bir liderdir. Hoh’un üç yardımcısı
olan “güç” “akıl” ve “sevgi”, bu kararlara sadece uymak
zorundadırlar. Diyaloglar ilerledikçe ütopyadaki demokratik unsurların tek başlı/monark bir sistemin içinde erimekte olduğu görülür.
Başkan Hoh, “insanoğlunun bilme yetisinde olduğu her
şeyi bilen” üst insan olarak betimlenir. Bilgi, baş yöneticiyi
kötü ve zorba olmaktan alıkoyacaktır. Hoh’un yardımcılarının işbölümü kesindir: “Akıl”ın yönettiği işler; gramer,
mantık, fizik, hekimlik, politika, ahlak, iktisat ve sanattır.
“Sevgi” üreme, eğitim, giyim, tarım, hayvan yetiştirme işlerinden, “Güç” ise yargılama, savaş, para, mimarlık ve
askerlikten sorumludur. Erdemli olma özelliklerini kim
daha çok taşıyorsa yöneticilik görevine o seçilir.
Eğitimciler de bu ortak anlayışı öğretmek ve denetlemekle görevlidirler.
Ütopik eğitimde demokrasi, derslerde herkesin
düşüncelerini söylemesi ve tartışılması olarak anlaşılır;
kimin haklı olduğuna öğretmen karar verir. Hayatın diğer
alanlarındaki eğitim, yine yöneticilerin denetiminde verilir.
Yönetici; kitap okuma seanslarında okumayı durdurmak,
sorular sormak ve gelenek görenekleri kontrol etmek
haklarını kullanır. Güneş Kent’lilere göre önce toplumun
sonra insanların yararı gözetilmelidir.
Güneş Devleti’nde toplumcu ideallerin hümanizmadan
uzaklaşması diğer kurumlara da yansımıştır. İnançlar konusunda, Campanella “insanın özgürlüğü Tanrı’ya dil uzatacak kadar ileriye gidebilir” der, ancak, eserin bütününde
Hıristiyanlık ilkelerinin demokrasiden üstte tutulduğu
görülür. Ekonomi yönetimi “Güneş kentliler tembelliği
sevmezler; çalışmak zorunludur” ifadesiyle özetlenmiştir.
İş gruplarını “kral” yani o işin ustası yönetir. Kadınlar ve
erkekler krallarının ardı sıra, düzenli kümeler halinde işlerine giderler. Hukuk düzeninde, suçun oluşma koşullarının
yok edildiğine inanıldığı için Güneş Devleti’nde çok az yasa
vardır. Suç varsa, cezalandırılmasına Hoh karar verir;
uygulanması halka bırakılır!
Sonuç olarak, Campanella’nın uğruna ağır bedeller
ödediği ütopyası, çocuklarına yabancılaşan bir “devlet
ana”ya dönüşmüştür. Eserin sonunda Ospitalario sormaktadır: “Devleti halk mı aristokratlar mı yönetir?”. Uzun
anlatılardan çıkan yanıt şudur: Devleti yöneticiler yönetir!
SONSÖZ Ütopya yazarları umutsuzluklarını ideal
dünya umutlarına dönüştürmeyi tercih etmiş insanlardır.
Ütopyalarını demokratik olmamakla eleştirebiliriz belki,
ama, bu eleştiri “son umudumuz” olan demokrasinin,
Nazım’ın şiirindeki, “yapıyla yapıcılar” gibi bir paradoksu
olduğunu kavrayarak yapılmalıdır: “Yapıcılar türkü söylüyor/
Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama/ Bu iş biraz daha zor”.
21
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 22
KARŞIYAKA BELEDİYESİ
GENÇLİK EĞİTİM MERKEZİ (KARGEM)’DE
SINIFLAR ARASI MÜNAZARA(*)
Derneğimizin geçmiş
yıllardaki etkinlikleri içinde Karşıyaka ilçesinde yer
alan okullar arasında
münazara düzenlenmesi
de vardı. Ne yazık ki bu
güzel etkinlik son birkaç
yıldır
yapılamıyordu.
Şubemiz Eğitim Kolu bu
eksikliği gidermek için
harekete geçti. Ancak Resimaltı.....
geçen sene Karşıyaka İlçe
Milli Eğitim Müdürlüğü
nezdindeki girişimlerimiz sonuçsuz kaldığından biz de
önce Karşıyaka Belediyesi ile iletişim kurduk. Sosyal
Yardım İşleri Müdürü Sn. Zafer Çalışkan her zaman olduğu gibi konuya içtenlikle yaklaştı ve süreci başlattık.
Ardından, Karşıyaka Belediyesi Gençlik Eğitim Merkezi
müdürü Sn. Fevzi Cem Yüksel ile görüştük ve süreç
devam etti.
Çalışmaların gelişimini anlatmayı sürdüreceğiz, ancak
belirtmemiz gereken husus, sözkonusu etkinliğin, başta
yukarıda isimlerini belirttiğimiz yetkililer olmak üzere
konuyla ilgisi olan her düzeyden kişinin canla başla çalışması ile gerçekleştirilebildiğidir. Bu arada, yazının başlığında “sınıflar arası,” yazının içinde de “okullar arası” sözlerini kullandık. Geçmişte, Milli Eğitim Müdürlüğü ile işbirliği
yapabildiğimiz dönemde münazara okullar arasında yapılıyordu. Bu mümkün olmayıp da münazara KARGEM bünyesinde yapılmak zorunda kalınınca, “sınıflar arasında”
oldu. Malum KARGEM, çeşitli okullardan öğrencilerin
oluşturduğu bir eğitim kurumu. Örneğin 9. sınıfta çok
farklı okullardan gelen öğrenciler bir arada bulunuyorlar.
“Atatürk Gençliği Düşünüyor” başlığı altında düzenlenen münazara için Eğitim Kolu üyelerimiz KARGEM yetkilileri ile bir araya gelerek ayrıntılı bir program belirlediler. Yarışmacı ekipleri değerlendirecek jüri oluşturuldu.
Katılımcılara verilecek ödüller ve konular belirlendi ve
başvurular değerlendirilerek yarışmacı ekipler oluşturuldu. Yukarıda belirttiğimiz nedenden ötürü ekipler Lise I.
(9), Lise 2. (10) ve Lise 3. (11) sınıflardan oluştu.
Devam etmeden önce, ödüllerden de söz edelim.
Karşıyaka Belediyesi Sosyal Yardım İşleri Müdürlüğü, katı(*)
22
lımcıları özendirmek için
öğrencilere küçük para
ödülleri belirledi ve kaynak
sağlama işini üstlendi.
Atatürkçü
Düşünce
Derneği Karşıyaka Şubesi
olarak biz de Reşat Nuri
Güntekin’in “Yeşil Gece”
adlı romanını ödül olarak
koyduk, ülkemizin üstüne
yeşil geceler çökmemesini
dileyerek elbette.
9. sınıfların tartışma konusu, “Büyük adamlar büyük
olaylar yaratır / Büyük olaylar büyük adamlar yaratır,” 10.
Sınıfların tartışma konusu, “Cumhuriyetin Türk kadınlarına sağladığı kazanımlar günümüzde uygulanmaktadır /
Cumhuriyetin Türk kadınlarına sağladığı kazanımlar günümüzde uygulanmamaktadır” ve 11. Sınıfların tartışma
konusu da, “Günümüz gençliği Atatürk’ün emanet ettiği
Türkiye ve Cumhuriyet’e sahip çıkmaktadır / Günümüz
gençliği Atatürk’ün emanet ettiği Türkiye ve
Cumhuriyet’e sahip çıkmamaktadır” şeklinde belirlendi.
Burada dikkatimizi çeken bir konu ise, hangi ekibin
hangi tezi savunacağının önceden belirlenmiş olmasıydı.
Aslında alışılmış münazara uygulaması, konuların ekiplere
kura ile dağıtılmasıdır. Çünkü münazaranın ana amacı,
hangi tezin doğru ya da haklı olduğu değil, hangi tezin daha
başarılı olarak savunulduğunun belirlenmesidir. Başka bir
deyişle, münazara söz ustalığına dayanan bir uygulamadır.
Durum böyle olunca, yani hangi ekibin hangi tezi savunacağı önceden belirlenince, yarışmacılar da hazırlıklarını
önceden yapmışlardı. Bazıları önceden hazırladıkları notları okudular. Hatta, teknoloji kullanıp notlarını cep telefonundan okuyan öğrenciler bile oldu.
Yukarıda seçici kuruldan söz etmiştik. Üç kişiden oluşan seçici kurulun iki üyesi KARGEM’de görev yapan
öğretmenler arasından seçilmişti, üçüncüsü ise derneğimiz
üyesi Zehra Özçelik’ti. Değerlendirme ölçütleri 100 puan
üzerinden; “Konuyu anlama, konuya hakim olma” - 20;
“İnandırma yeteneği ve savunma gücü” – 25; “Karşı takımın görüşlerini eleştirme ve çürütme” – 25; “Doğru ve
etkili konuşma (vurgu ve tonlama)” – 20; “Zamanı verimli ve uygun kullanma” – 10 şeklinde belirlendi.
Münazara sözcüğü için “artışma” diye bir Öztürkçe karşılıktan sözediliyor, ancak Türk Dil Kurumu sözlüğünde böyle bir karşılığa yer verilmemiş.
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 23
Üç kişiden oluşan her ekipten birer kişi üç dakikalık
birer konuşma yaptıktan sonra, gurup sözcüleri bir konuşma daha yaptılar. Karşılıklı konuşmalar yapıldıktan sonra
seçici kurul, yukarıda belirttiğimiz esaslara göre değerlendirmelerinin sonuçlarını açıkladı. Kazananlar sevindi, kaybedenler üzüldü. Bazı kaybedenler çok üzüldü, bazı kazananlar ise çok sevindi. Burada “çok” yerine “fazla” da
denebilir.
Münazara kavramı, bir fikri ya da görüşü etkili bir şekilde savunmak ve karşınızdakinin görüşlerine üstünlük sağlayıp dinleyenleri inandırmak anlamının yanısıra, hoşgörü
anlayışının geliştirilmesini de içermelidir. Toplumumuzun,
Cumhuriyet Devrimi’nin kazanımlarını yitirdikçe, bir
başka deyişle uygarlıktan uzaklaştıkça hoşgörü kavramından da uzaklaştığı üzücü bir olgu olarak karşımızda durmakta. Bu münazara, bu durumun yansımalarını görmemizi de sağladı.
Eğitim sistemimizin içinde bulunduğu çöküntüye karşı
uğraş vermek, akıntıya kürek çekmek midir acaba? Öyle
de olsa bizler, Atatürkçüler olarak akıntıları yenmek üzere
yola çıkmış insanlarız. Bu münazara da bu konudaki çabalarımızın bir örneği olarak akıllarda kalacaktır.
UNUTMADIK...
MEHMET AKİF ERSOY (20 ARALIK 1873-27 ARALIK 1936)
“Bana anlat bakayım şimdi; şu biçare ocak,
Zorbalar saltanatından ne zaman kurtulacak?
Hiç bu mantıkla, a divâne, hükümet mi yürür?
Bir cemâ’at ki erenler işi yumrukla görür,
Ya kuzum, zaptiye ruhuyla hükümet sürenin,
Yeri altındadır, üstünde değil kürenin!”
Mehmet Akif ERSOY, Safahat
Şair, gazeteci, öğretmen, milletvekili, veteriner
hekim. Saydığımız mesleklerin hakkını vererek çalışan,
mücadele eden, “vatan şairi” ünvanıyla anılan M. Akif, 27
Aralık 1936’da, İstanbul’da Mısırlı Apartmanı’nda 63
yaşında siroz hastalığından yaşama veda etti...
Ulusal Marş’ımızın, Çanakkale Destanı’nın büyük şairiyle ilgili, ölümünden günümüze yazılanlar, olumlu olumsuz, hiç bitmedi.
Kimdir M. Akif ERSOY? İstanbul’da, Fatih ilçesinde
dünyaya geldi. İlköğrenimine Fatih Emir Buhari mahalle
mektebinde başladı, sonra da Fatih Merkez Rüştiyesi’ne
devam etti. Bu arada babasından Arapça öğrendi.
Rüştiyede okurken Türkçe, Arapça, Farsça ve
Fransızca’da hep birinci oldu. Rüştiye’den sonra Mülkiye
İdadisi’ne yazıldı, yüksek kısmına devam ederken babasını kaybetmesi, ardından Büyük Fatih Yangını’nda evlerinin yanıp kül olması onu bir an önce meslek sahibi olmaya itti. Okulu bıraktı; Ziraat Baytar Mektebi’ne kaydoldu. 1893 yılında okulu birincilikle bitiren M. Akif memuriyetini 1893-1913 yılları arasında sürdürdü.
Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da bulundu. Bu, onun, Osmanlı topraklarında yaşayan halkı daha
yakından tanımasına, anlamasına-anlatmasına, yazmasına
vesile oldu.
1912-1913 Balkan Savaşları, ülkenin içine düştüğü
durum, onu, umutsuzluğa düşmeden halkı nasıl uyandırmak gerektiği üzerine düşündürdü. 2 Şubat 1913-17
Şubat 1913 tarihlerinde Beyazıt ve Süleymaniye camilerinde vaazlar verdi, daha sonra bu vaazların metinlerini
“Sebilürreşad” dergisinde yayımladı.
1914 yılı sonlarında Teşkilat-ı Mahsusa görevlendirmesiyle Berlin’e gitti. Berlin, ona Batı’nın çağdaş, uygar
yüzünü gösterdi. Memuriyet yıllarında gittiği Doğu ile
Batı’yı karşılaştırma fırsatını yakaladı. Bu, onu, bağnaz,
hurafe ve batıl inançlara dayanan; ilerlemenin, bilimin,
fennin önünü tıkayan müslümanlığa karşı durmaya,
onunla mücadele etmeye itti. Safahat’taki şu dizeler yüzlerce yıllık geleneksel İslam anlayışını bozan bir karşı
çıkıştır:
Lafzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’an’ın;
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz manânın:
Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına;
Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak , ne de fal bakmak için.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kendisini Anadolu’ya
bizzat davet etmesi Kurtuluş Savaşı’nın manevi liderlerinden biri olmasında etkili oldu. 1920 Mayıs ayında
Burdur milletvekili oldu. Vaazları Sebilürreşad ve
Hakimiyet-i Milliye’de basılıp elden ele dolaştırılarak halkın bağımsızlık mücadelesine katılmasında etkili oldu.
23 Ocak 1920’de Balıkesir’de Zağanos Paşa
Camisi’ni dolduran halka, Akif şöyle sesleniyordu: “Bu
namert taarruza karşı koymak kadın, erkek, çoluk çocuk,
genç, ihtiyar her fert için farz-ayn olduğu bir an olsun hatırdan çıkarılmamalıdır. Başta din-i namus ve vatan olmak
üzere bütün varlığımız tehlikeye düşmüş, düşman kapılarımıza kadar dayanmıştır. Bu durumda yapılacak şey, ayrılık,
gayrılık gibi küçük meseleleri bir tarafa bırakmak ve el birliğiyle bu namert istilayı bir an önce geri püskürtmektir.”
12 Mart 1921’de yazdığı İstiklal Marşı T.B.M.M.’ce
oybirliğiyle kabul edildi. O günlerde maddi açıdan büyük
sıkıntılar içinde olmasına rağmen ödül olarak verilen 500
Lira’yı bir hayır kurumuna bağışladı...
23
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 24
IŞİD / DAEŞ ve ARADA KALAN
GERÇEK(!) MÜSLÜMANLAR...
Dünya’nın birçok yerinden İŞİD’e katılan var. İnsan
haliyle merak ediyor. Bu katılımlar eğer din adına ise
başka dine inanan, bu din için neden savaşsın? “Yok
canım, aslında dindışı çıkar sağlanıyor, bize din adına diye
yutturuyorlar” diyebilirsiniz. Kendi ülkesinin çıkarıysa,
ülkesinin bundan haberi var mı? Kişisel çıkarı ise, başka
dine inananın boynunu kesmek ne gibi bir çıkarın sonucu olabilir ki? Belki de sosyologlar ya da teologlar
bunun yanıtını biliyordur ve bize söylemiyorlardır. Ben
şimdilik cevap bulamadım. Bu karmaşık sorular içinde
asıl çözemediğim, “gerçek Müslümanlık bu değil” diyen
grup. Bunun için çok yazı okudum ve çok kişi dinledim.
Daha çok aklım karıştı. Bize sunulan görüntülerde 80
yaşında IŞİD’çilerin gözüme hiç çarpmaması beni gençlere yöneltti. Demek ki bu iş, gençlerin işiydi. Genç
denilince aklıma doğal olarak okullar geliyordu. Ben de
oturdum, ülkemiz adına Milli Eğitim’in, din ile kesiştiği
noktaları araştırdım. Öyle ya, okula gitmesi ve en
önemli eğitimi okuldan alması gereken genç, nasıl olur
da IŞİD’i destekler ya da desteklemeyenler de hangi
bilgisine dayanarak “Gerçek Müslümanlık bu değil” derdi.
Sonuç; Turgay GÜNDÜZ’ün Uludağ Üniversitesi,
İlahiyat Fakültesi Sayı: 7, Cilt: 7, 1998 yazısı dikkatimi
çekti. Birkaç ilave de kendim yaptım. Aslında Hasan Ali
Yücel'in, “Cumhuriyet maarifinin inkılap safhası bu prensibin ilanıyla başlamıştır” ifadesi bana başlangıç noktasını
tarif etmekteydi. Bu yüzden sıralamayı Cumhuriyet
dönemi eğitim sisteminin başlangıcı olan, 3 Mart
1924'te çıkarılmış olan Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla
başlatıyorum. Buyurun…
1924: 20 Nisan 1924'te yürürlüğe giren 1924
Anayasası, Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'nu yürürlükten
kaldırmıştır. (1. maddesine göre Türkiye Devleti’nin
hükümet şekli Cumhuriyet’tir. 2. maddeye göre ise
“Devletin dini İslam, resmi dili Türkçe’dir.” 75. maddesine göre: “Hiçbir kimse mensub olduğu felsefi içtihat, din
ve mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumi
muaşeret adabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dini ayinler yapılması serbesttir.”
80. Maddesine göre: “Hükümetin nezaret ve murakabesi altında ve kanun dairesinde her türlü tedrisat serbesttir.”) Aynı yıl, Tevhid-i Tedrisat Kanunu (430 sayılı)
TBMM tarafından kabul edildi, bu kanunun amir
hükmü gereği; Türkiye’deki bütün eğitim-öğretim
kurumları Maarif Vekâlet'ine (Milli Eğitim Bakanlığına)
bağlandı. Yine aynı tarihte, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti
kaldırıldı. Bunlar tarafından yönetilen bütün medrese
24
ve mektepler Maarif
Vekâleti'ne devredildi,
“Dinî hizmetlerin ifasıyTamer ÖZŞEKER - Tiyatro Sanatçısı
la görevli memurları
yetiştirmek üzere ayrı
mektepler (İmam ve Hatip Mektepleri) açılması” ile
“Darülfünun’da bir İlâhiyat Fakültesi açılması” kabul edildi. (İstanbul’da Dârû’l-Fünûn’a bağlı bir İlahiyat
Fakültesi ile 29 yerde ilk İmam ve Hatip Mektepleri
açıldı.)
1925: 1341 tarih ve 677 sayılı “Tekke ve zaviyeler
ile türbelerin kapatılmasına ve türbedarlıklar ile bazı
ünvanların men ve ilgasına dair kanun” kabul edildi.
Bunun ardından Türkiye’de bulunan ve öğrenci yetiştirme görevini de üstlenen(!) bütün tekke ve zaviyeler
kapatıldı.
1926: Yeni “Türk Ceza Kanunu” kabul edildi.
Türkiye’de ilk defa Türkçe hutbe okundu; âyet ve duaların Türkçe mealiyle namaz kıldırıldı. Aynı yıl okullarda Türk Musikisi adıyla dini müziklerin öğretilmesi
yasaklandı.
1927: Köy Muallim Mektepleri ile, Kız Muallim
Mektepleri açıldı. Programlarına, bir sınıfta yalnız bir
saatlik din dersi konuldu. Orta mektep ve lise müfredat programlarına ek yapılarak ortaokul programından din bilgisi dersleri çıkarıldı. Diyanet İşleri Reisliği,
ilk kez bir hutbe dergisi hazırladı ve Türkçe olarak
yayınladı.
1928: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasasının
ikinci maddesinde yer alan “Türkiye devletinin dini, Dini İslâm’dır” ifadesi çıkarıldı. Teşkilat-ı Esasiye’de yer
alan “Ahkam-ı şer’iyye’nin tenfizi (dini hükümlerin uygulanması)”, TBMM’nin görevleri arasından çıkarıldı.
İstanbul Dârû’l-Fünûn’a bağlı İlâhiyat Fakültesi’nden
bir grup hoca tarafından, “İslâmiyeti Islah” veya “İbadet
Reformu” olarak bilinen ve dinde reform teklifleri içeren bir proje hazırlandı. 1353 sayılı yasa ile Arap alfabesi kullanımdan kaldırılarak Latin harfleri kabul edildi.
Bu kanunla Türkçe kitapların eski harflerle basım ve
satışı yasaklandı.
1929: Öğrenci yokluğu nedeniyle Kütahya ve
İstanbul dışındaki tüm İmam Hatipler ile Kur’an
Kursları resmen kapatıldı. İlkokulların programlarındaki din bilgisi dersleri kaldırıldı. (Örgün öğretim
kurumlarında, “Din Bilgisi” dersi 1948 yılına dek, ders
programlarından çıkarıldı ve din eğitimi veren bütün
eğitim kurumları kapatılmış oldu.)
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 25
1930: Kütahya ve İstanbul İmam ve Hatip
Mektepleri de resmen kapatıldı. Bakanlıkça, perşembe
günleri öğleden sonra isteyen 5. sınıf öğrencilerine
Din Bilgisi derslerinin okutulabileceği bildirildi.
Diyanet İşleri Reisliği bilgisi dahilinde, İstanbul
Müftülüğü’nün 10.12.1930 tarihli tamimi ile,
İstanbul’da “12 yaşından küçüklere hiçbir şey öğretilmemek, büyüklere ise sadece Kur’an-ı Kerim ve namaz sure
ve dualarını öğretebilmeleri” için bazı hoca efendilere
izin verildi.
1931: İbtida-i Daru’l-Muallimîn ve İbtida-i Daru’lMuallimatlar’ın programlarındaki din dersleri programdan çıkarıldı.
1932: Tekbir, Ezan ve Kamet Türkçe tercümeleriyle okunmağa başlandı. Ezan, Tekbir ve Salavât-ı
Şerîfeleri bu yeni şekillerine göre okumayanlar için
Türk Ceza kanununun 526. maddesi gereği ceza öngörüldü. Halkevleri açıldı. Kütahya ve İstanbul İmam ve
Hatip Mektepleri son mezunlarını vererek fiilen
kapanmış oldular. Ama aynı tarihte 9 Kur’an Kursu
açıldı.
1933: 2252 sayılı kanunla Dârû’l-Fünûn’a ait
İlâhiyat Fakültesi kapatıldı. Yerine İslâmî Tetkikler
Enstitüsü kuruldu. Maarif Vekâleti, “İstanbul Üniversitesi” adıyla bir müessese kurmakla görevlendirildi.
Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı), “ilkokul müfredat programındaki din derslerinin okutulacağı, ancak
öğrencilerin imtihana tabi tutulmayacakları” şeklinde bir
karar aldı.
1934: İlâhiyat Fakültesi profesörlerinden M.
Şerafettin Yalıtkaya tarafından “Kur’an’ın Türkçe
Tercümesiyle Namazda Okunması” başlıklı bir rapor
hazırlandı ve devlet yetkililerine sunuldu.
1936: İslâm Tetkikleri Enstitüsü öğrenci yokluğu
ileri sürülerek kapatıldı. Bunun yerine Edebiyat
Fakültesi programına İslâm Dini ve Felsefesi adlı okunması mecburi olmayan bir ders konuldu.
1937: Anayasaya “Türk devletinin laik olduğu” cümlesi eklendi. Anayasanın 75. maddesinde tarikat seçme
hakkı, “hiç kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve
felsefi inancından dolayı kınanamaz” diye güvenceye
alınmıştı. 5 Şubat 1937’de yapılan değişiklikle anayasanın bu hükmünden “tarikat” kelimesi çıkarıldı ve tarikatları yasaklayan kanunla anayasa arasındaki çelişki
giderildi.
1939: Köy ilkokullarının programlarından da Din
Bilgisi dersleri çıkarıldı.
1940: 3803 sayılı “Köy Enstitüleri Kanunu” çıkarıldı
ve bu kanuna dayanarak Köy Enstitüleri açılmağa başlandı. Bu okulların programlarında Din Dersleri yer
almadı.
1943: 2. Maarif Şûrâsı toplandı. Bu toplantıda
“Okullarda ahlâk eğitiminin geliştirilmesi” ve “ilkokullarda
bu ilkelerin gerçekleştirilmesini sağlayacak tedbirlerin
düşünülerek programa alınması” konusuna yer verildi.
1948: TBMM, İlkokulların 4. ve 5. sınıflarına program dışı ve isteğe bağlı okutulmak üzere Din Bilgisi
dersleri konulması kararı aldı. Maarif Vekilliği Milli
Talim ve Terbiye Heyeti’nin 247 sayılı kararı ile 10 ilde
10 haftalık İmam ve Hatip Yetiştirme Kursları açıldı.
1949: Öğrenci velilerinin veya anne babaların yazılı müracaatı şartıyla ders saatleri dışında ve sınıf geçmeyi etkilemeyecek şekilde İlkokulların 4. ve 5. sınıflarına konulan haftada 2 saatlik, isteğe bağlı, Din Bilgisi
dersleri okutulmaya başlandı. Ankara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi’nin açılması TBMM’nce kabul edildi.
1950: 5634 sayılı kanun kabul edildi, böylelikle teşkilatın adı “Diyanet İşleri Başkanlığı” şeklinde değiştirildi. Camilerin ve cami görevlilerinin idaresi Diyanet’e
iade edildi. Bütün vaizler maaşlı kadrolara geçirildi.
Türk Ceza Kanunu’nun Arapça ezan, kamet, tekbir ve
salavat-ı şerife okuma yasağı getiren ve okuyanları
cezalandıran 526. maddesi vicdan hürriyetine ve laikliğe aykırı bulunarak değiştirildi. Arapça ezan okuma
yasağını kaldıran 5665 sayılı kanun TBMM’nde kabul
edildi ve devlet radyolarında ilk kez, Kur’an-ı Kerim
yayını yapıldı. TBMM’nde 19 türbenin tekrar açılma
kararı alındı. İlkokul öğretmenlerine Din derslerini
verme mecburiyeti getirildi. İlkokulların 4. ve 5. sınıflarında program dışı okutulan Din Dersleri’nin programa dâhil edilmesi Bakanlar Kurulu’nca kabul edildi.
Din derslerini almak istemeyenlerin, velilerinin veya
anne babalarının yazılı müracaatı ile durumu okula bildirmeleri gerektiği ve bunların imtihanlardan muaf
tutulacağı bildirildi. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet
Hamdi Akseki, İmam-Hatip Okulları’nın açılmasında
önemli rolü olan ve dini hayatta o dönemde yaşanan
sıkıntıları ve çözüm önerilerini içeren, “Din Tedrisatı ve
Dini Müesseseler Hakkında Bir Rapor” başlıklı çalışmasını yayınladı.
1951: Müdürler Komisyonu, “İmam-Hatip Okulları”
açılması kararı aldı. İmam-Hatip Okulları (ilkokul sonrası 4 yıllık olarak) yedi ilimizde (Ankara, Adana,
Isparta, İstanbul, Kayseri, Konya ve Maraş’ta) tekrar
açıldı. 173 sayılı Talim ve Terbiye Kurulu Kararı ile
köylere öğretmen yetiştiren Köy Enstitüleri’nin 3. ve
4. sınıflarına haftada birer saat din dersi konuldu.
1953: 5. Milli Eğitim Şurası toplandı. Bu şurada din
dersi için not takdiri lüzumlu görüldü ve din dersinin
ehil öğretmenler tarafından verilmesi gerektiği ifade
edildi. İlk kez Ankara Radyosunda “Din ve Ahlâk Saati”
programı yapıldı. Öğretmen okullarının 9. ve 10. (Lise
1. ve 2.) sınıflarına haftada 1 saat mecburi Din Dersleri
konuldu.
25
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 26
1954: 4 yıl olarak tasarlanan İmam-Hatip
Okulları’na 3 yıllık lise kısımları ilave edilerek öğretim
süresi 7 yıla çıkarıldı. 6234 sayılı kanunla Köy
Enstitüleri ile Öğretmen okulları “İlköğretmen okulları” adıyla birleştirildi.
1955: İlk defa açılan İmam-Hatip Okulları’nın üç
yıllık ikinci kısımları öğretime başladı.
1956: Ortaokulların 1. ve 2. sınıflarına haftada bir
saat isteğe bağlı Din dersleri konuldu. Diyanet İşleri
Başkanlığı ilk süreli yayın faaliyetine “Reislik Mecmuası”
adlı bir dergi ile başladı.
1958: İmam-Hatip Okulları ilk mezunlarını verdi.
İlk defa açıldıklarında Özel Okullar Müdürlüğü’ne bağlı
olan İmam Hatip Okulları bu yılda Ortaöğretim Genel
Müdürlüğü’ne bağlandılar.
1959: Yüksek İslâm Enstitüsü adıyla yeni bir dinî
yükseköğretim kurumu açılması kararlaştırıldı.
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün açılmasına ilişkin
7344 sayılı kanun kabul edildi ve İstanbul Yüksek İslâm
Enstitüsü açıldı.
1960: Diyanet İşleri Başkanlığı ilk kez bir Kur’an-ı
Kerim basımı gerçekleştirdi. Türk Dil Kongresi ezanın
tekrar Türkçe okunması için karar aldı. Fakat bu karar,
27 Mayıs 1960 ihtilali ile birlikte kurulan Milli Birlik
Komitesi’nce onaylanmadı.
Yukarıda görüldüğü gibi; Tevhid-i Tedrisat Kanunu
ile yeni devletin eğitim sistemi kurgulanması adına
radikal girişimlerde bulunulmuş, fakat buna rağmen,
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile başlayan 1924-1948 yılları arasını kapsayan ilk dönem, birbirinin zıddı iki farklı
din eğitimi anlayışına sahne olmuş görünümündedir.
Başlangıçta, bu kanunun ruhuna uygun bir yaklaşım
gözlenirken, daha sonra bu yaklaşımdan gittikçe uzaklaşma hatta tamamen o anlayışı terk etme eğilimi gözlenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarından itibaren en hassas tartışma konularından birisi ise
“laiklik” ilkesidir ki, siyasi iktidarların laiklik anlayışlarındaki değişimler, din derslerinde yaşanan dönüşümleri doğrudan etkilemiştir. Kısacası, devlet de “gerçek
Müslümanlık” hangisi sorusunu cevaplayamamış
görünümdedir. Ne denir ki?
UNUTMADIK...
TÜTENGİL’E GÖRE TÜRKİYE İÇİN GEÇİŞİN PUSULASI:
ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCELERİ
Cavit Orhan Tütengil 7 Aralık 1979 tarihinde, 12
Eylül 1980 darbesine giden süreçte, evinden üniversiteye giderken silahlı bir saldırı sonucu öldürüldü.
Unutmadık!..
1921 Tarsus doğumlu olan Cavit Orhan Tütengil, ilk
ve orta öğrenimini doğduğu ilde tamamladıktan sonra
lise eğitimini Haydarpaşa Lisesi’nde aldı. 1944 yılında
mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü’nden sonra 1944-53 yılları arasında
Antalya ve Diyarbakır liselerinde Felsefe grubu dersleri
öğretmenliği yaptı. Kepirtepe ve Aksu Köy
Enstitüleri’nde de çalıştı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
incelemelerde bulunmak üzere iki yıllığına İngiltere’ye
gönderildi.
1953 yılında Sosyoloji asistanı olarak İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde başladığı akademik çalışmalarını “Montesquieu’nun Siyasi ve İktisadi Düşünceleri”
konusundaki doktora çalışması ile sürdürdü. 1960 yılında doçent oldu.
Temel ilgi alanı “Gelişme Sosyolojisi” olan Tütengil’e
göre Türkiye bir “geçiş” ülkesidir. Bu geçişte pusula ise
“Atatürk’ün Düşünceleri”dir. Atatürk’ün gençlere öğütleri arasında yer alan: “Benim yapmak istediklerimi
tamamlayınız!” sözü onun yaşamında özel bir yere sahip
olmuştur. 10 yıla varan öğretmenliği sırasında eğitim
26
sorunlarına sadece kuramsal
değil, uygulama düzeyinde de
öneriler getirmiştir.
Uzun yıllar Cumhuriyet
gazetesinde denemeler yazan
Tütengil’in yaklaşık yirmi tane
de
kitabı
yayınlanmıştır.
Kronolojik sıralamayla kitapları
şunlar: Köy Enstitüsü Üzerine
Düşünceler (1948), Ziya Gökalp Bibliyografisi (1949),
Prens Sebahattin (1954), Montesquieu’nun Siyasi ve
İktisadi Fikirleri (1954), Ziya Gökalp Üzerine Notlar
(1956), İçtimai ve İktisadi Bakımdan Türkiye’nin Kara
Yolları (1961), Dr. Rıza Nur Üzerine (1965), Diyarbakır
Basını ve Bölge Gazeteciliğimiz (1966), Azgelişmiş Ülkelerin Toplumsal Yapısı (1966), Köy Sorunu ve Gençlik
(1967), Ağrı Dağındaki Horoz /Denemeler (1968),
İngiltere’de Türk Gazeteciliği (1969), Türkiye’de Köy
Sorunu (1969), Sosyal Bilimlerde Araştırma ve Metot
(1969), Azgelişmenin Sosyolojisi (1970), 100 Soruda
Kırsal Türkiye’nin Yapısı (1975), Temeldeki Çatlak
(1975), Atatürk’ü Anlamak ve Tamamlamak (1975),
Prens Lütfullah Dosyası (Vedat Günyol ile birlikte)
(1977).
DÜŞÜN DERGİ
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 27
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 28
DÜNYA EKO-POLİTİĞİNE
BAKIŞ
Ortadoğu’da devlet ve toplum yapıları erime
noktasına doğru ısınmaya devam ediyor. Üstelik bu
ısınma yalnızca Suriye, Irak gibi savaş yaşayan ülkelere, bu savaşlarla ilişkili İran, Lübnan, Ürdün,
Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki
kısa dönemli istikrarsızlık olasılıklarıyla da sınırlı
değil.
Ortadoğu’nun stratejik önemi esas olarak iki
özelliğinden kaynaklanıyor. Birincisi, burası
Avrasya’nın altındaki bölge. İkincisi de dünyanın
en büyük enerji kaynakları tarihsel olarak burada.
Her iki özelliğinden dolayı da 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana Ortadoğu büyük güçler arası sert
rekabete sahne olmaya devam ediyor.
Enerji kaynakları açısından karşımıza, ABD’nin
bölgedeki enerji güvenliği mimarisinin temel taşları olarak “Körfez ülkeleri” diye bilinen monarşiler
çıkıyor. Bu enerji kaynaklarına sahip ülkeleri, toprak-enerji rantları ve bundan elde ettikleri mali
sermayenin gelirleriyle ayakta tutmaya devam
eden aileler yönetiyor.
Ancak, genel nüfus içindeki oranı artmaya
devam eden, istihdam edilemediği, bir gelecek projesi geliştirecek konumdan yoksun olduğu için
huzursuz ve öfkeli bir genç nüfus söz konusu.
Bu monarşiler genç nüfusun rejime karşı bir
demokratik isyana ya da radikal İslamcı akımlara
yönelmesini önlemek için iki yönteme başvuruyorlar: Devlet bütçelerinden gittikçe artan harcamalarla rızayı satın almaya çalışıyorlar. İkinci ve en
1929 Ekonomik Bunalımının Türkiye’ye yansıdığı günler.
28
basit yöntem olarak
da yoğun bir şiddetle
gelişen fikirler bastıEnis Musluoğlu - Ekonomist
rılmaya çalışılıyor.
Bu rejimleri ayakta tutan mali kaynaklar artık eriyor. Beş yıl önce
toplam 500 milyar dolar bütçe fazlası yaratan bu
monarşilerin bütçe açıklarının gelecek beş yıl içinde 700 milyar dolara ulaşacağı hesaplanıyor.
Bu ülkelerin ekonomik yapılarında bir çeşitlenme gerektiğini söyleyebiliriz. Ama bu monarşilerin
egemenleri, bir çeşitlenmenin getireceği sınıf şekillenmelerinin iktidarlarını tehdit edeceğini çok iyi
biliyorlar. Bu nedenle gelişmelere direniyorlar.
Öyleyse yine bir rejim değişikliği senaryosuna gelmiş oluyoruz. Uzun ve orta dönemde çöküş olasılığı bence çok güçlü.
Suriye ve Irak, Güneyde Yemen, Sina yarımadası üzerinden Mısır, Filistin-İsrail kazanında taşma
noktasına doğru ilerleyen bir kaynama söz konusu.
Kısa dönemli gelişmeler de bu çöküşün olasılığını
güçlendiriyor.
Bölgedeki sıcak noktalara baktığımızda, iki gelişme ekseni görüyoruz. Birincisi, Şii-Sünni çelişkisi
üzerinden vekalet savaşları. İkincisi yine bu zeminde bölgedeki varlıklarını artırma eğilimi sergileyen
büyük güçler.
ABD, Afganistan’dan çıkma sürecini erteledi.
Suriye ve Irak’a özel birlikler, silah, helikopter gönderiyor, hava saldırılarını yoğunlaştırıyor. Rusya’nın
Suriye’de en az dört bin araç, kara ve hava
silahları, elektronik istihbarat sistemleri var.
Bir Rus yolcu uçağının Sina üzerinde düşürülmesinden sonra Rusya’nın Suriye’deki varlığını artıracağı da aşikar.
Önümüzdeki dönemde Ortadoğu’da
sıcaklığın daha da artacağını düşündüren
başka gelişmeler de yaşanabileceğini düşünürsek, 21. yüzyıl tarzı bir dünya savaşı içersine girdiğimizi açık ve net olarak söyleyebiliriz.
Aydınlık bir ay dileklerimle...
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 29
AĞRI’LI BİR “ÖĞRETMENLER
GÜNÜ” YAZISI
Bir öğretmenler gününü daha geride bıraktık.
Kür-sülere çıktık, bolca
Metin Erdoğan - Emekli Ateşe nutuklar attık, mangalda
kül bırakmadık. Bu yöntemle biraz “gaz aldık” ve öğretmenlerin gerçek sorunlarına çözümü yine bir başka bahara erteledik. Aklıma
Orhan Veli’nin o ünlü şiiri geldi: “Neler yapmadık şu
vatan için, kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik.”
Şimdi kısaca öncelikle öğretmenlik mesleğinin önemine değinelim:
Biliyoruz ki; taş, maden, tarım, sanayi devirleri geride kaldı. Şu an bilgi çağındayız. Günümüzde kaliteli yaşamın yolunun bilgiden geçtiğine tanık olmaktayız. Bilgi ise
eğitimden geçer, eğitim süreci de öğretmenin elinde
yoğrulur ve işe yarar hale getirilir. Yani öğretmenler,
her devirde ve özellikle bilgi çağında toplumların olmazsa olmazlarıdır. Durum bu iken, günümüzde eğitime ve
öğretmenlerimize önem verdiğimiz söylenemez.
Geçmişe baktığımızda, sadece Mustafa Kemal
Atatürk’ün söylem ve eylemleri ile öğretmenlere çok
değer verdiğini görüyoruz. Bir meslek grubuna değer
vermenin göstergelerinden biri de sağlanan maddi olanaklardan geçmektedir. Ulu önderin bir sözü var ki,
keşke bunu altın harflerle tüm duvarlara yazabilsek ve
anlamını her düzeyde sıkça tartışabilsek:
“Milletvekillerinin maaşları öğretmenlerden yüksek
olmamalıdır!”
Ne yazık ki, ülkemizde bu maaş durumu
Atatürk’ün işaretinin tam tersi doğrultusunda cereyan
etmektedir. Ülkede iyi para kazanan sanatçıları, sporcuları, popçuları, mühendisleri, milletvekillerini vs.
yetiştiren öğretmenler bugün, en düşük aylığı almakta
ve en kötü koşullarda hizmet vermektedirler. Ailesini
geçindirmek için pazarda limon satan öğretmenlere
bile rastlıyoruz.
Çok acıklı bir somut olaydan hareketle konunun
bir de manevi yönüne bakalım:
Aysun (23) ve Burçin (24) isimli iki idealist
ÖĞRETMEN, Ağrı’nın yoksul bir köyünde görev
yaparlarken, 24 Aralık 2003 günü sınıfta aniden soba
patlar. Çocuklar zarar görmesin diye bu öğretmenler
sobayı kucaklayarak dışarı atarlar ve biri hariç tüm
çocuklar yanmaktan kurtulur. Ancak her iki öğretmen
de feci şekilde yanarak ölür! Bu feci olay nedeniyle
akla gelen sorular: Neden öğrenci veya öğretmenler
soba yakmakla meşgul olmak zorunda bırakılırlar?
Neden medyamız
bu
olaya gereken önemi
vermez ve
kamuoyu bu
feci durumdan habersiz kalır? Toplum veya birey olarak bizler bu
kahramanlar için ne yaptık?
Bir birey olarak kendi adıma neler yaptığımı kısaca
örnek olsun diye yazmak istiyorum:
Tesadüfen de olsa bu olayı duyar duymaz, yurtdışından 2008 yılında T.C. Milli Eğitim Bakanlığı’na çok
sayıda dilekçe gönderdim ve konu hakkında neler
yapıldığını, kahraman öğretmenlerin isimlerinin yaşatılması için okullara verilip verilmediğini sorguladım.
Yıllar sonra, ülkeme döndüğümde ilk işim rahmetli
Aysun öğretmenimin öğretmen emeklisi babası
Abdullah Karalar’ı telefonla aramak oldu. Bu yıl acılı
babayı ‘Öğretmenler Günü’nde Akhisar’da ziyaret
ettim. Bu iki şehidimizi unutmadığımızı ve kendilerini
minnetle ve rahmetle andığımızı söylemeye çalıştım.
Abdullah hocamla uzunca dertleştik, çok şey anlattı
ama yeni öğrendiğim iki konu bir kez daha içimi yaktı:
Aysun öğretmenin Akhisar’dan Ağrı’ya göreve giderken, sınıfta soba yakabilmek için her defasında evden
yanında çam parçaları götürürmüş. Diğer konu ise,
Milli Eğitim Bakanlığı bu kahramanları henüz (tam)
şehit saymamış!
Bu yeni bilgileri sosyal medyada paylaştım.
Yazımdan etkilenen ismi aşağıda kayıtlı bir duyarlı
vatandaşımız, Aysun ve Burçin öğretmenlerin, görev
malülü değil, doğrudan şehit sayılmaları için
change.org’da hemen bir imza kampanyası başlattı.
Kampanya devam ediyor, umarım başarılı bir sonuç
elde edilir ve acılı ailelerin yüreğine bir damla su serpilir?
Özetle diyorum ki; 24 Kasım günleri kürsüye çıkıp
“canım öğretmenim, cici hocam vs.” nutukları atmak
çözüm değildir. Çözüm; konunun önemini kavrayarak,
öğretmenlerin maddi ve manevi sorunlarının çözülmesi, idealist öğretmenlerin kıymetinin bilinmesi ve özellikle tüm şehit öğretmenlerin acılı ailelerine hak ettikleri saygınlığın gösterilmesidir.
Bu vesileyle Aysun ve Burçin öğretmenlerim başta
olmak üzere, tüm şehit öğretmenlerimizi tekrar saygıyla anıyorum.
29
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 30
MENEMEN OLAYI
23 ARALIK 1930
Menemen Belediye Meydanı’nda Derviş Mehmet ve
beş arkadaşının, 23 Aralık 1930 günü sabah namazından
sonra yeşil bayrak açarak, şeriat ilan ve çağrısında
bulunması ve önce yedek subay Kubilay’ı sonra bekçi
Hasan ve bekçi Şevki’yi öldürmeleriyle başlayan, askeri
birlik tarafından dağıtılan hareketleri Cumhuriyet tarihimize “Menemen Olayı” veya “Kubilay Olayı” olarak
geçmiştir.
Bu olay inkılap karşıtlarının dini duyguları bu maksatla kullanmasından kaynaklanmaktadır. Esasında yaşanılan
bu olayın Menemen merkezli olduğu görünse bile ülke
çapında bu gidişatın olduğu, İnkılapları ve Cumhuriyeti
kabullenmeyenlerin edindiği gücün geldiği noktayı ifade
etmektedir. Ancak burada Menemen’in seçilmesi rastlantı değildir, çünkü 1924 yılında ortaya çıkan, avukat
arap Süleyman Sırrı ismine kadar dayanmaktadır. 1925
yılında tutuklanmış ve Ankara İstiklal Mahkemesi’nde
yargılanmıştır. Bu dönemlerde irtica faaliyetlerinin
devam ettiği görülmektedir. Bu olaylar, Menemen olayının halk tarafından kabullenilmesi olayın burada cereyan
etmesine neden olmuştur. Menemen olayında elebaşı
olarak seçilen Mehdi rolündeki Giritli Derviş
Mehmet’in yanına mali durumları perişan dört garip de
katmışlardı. Nalıncı Hasan, kahveci çırağı Mustafa, eskici Ali ve posta sürücüsü İsmail birlikte, dini kurtarmak
üzere yola çıkan düzmece Mehdi ile Manisa’ya gelmiş ve
evvelce Laz İbrahim Hoca’nın sağladığı para, yiyecek ve
silah yardımlarıyla Menemen’e varmışlardır. Laz İbrahim
hoca askeri hastanede imamlık yapmış, oradan ayrıldıktan sonra her türlü irtica zehrini yayan birisidir. Mehdi
Mehmet ve arkadaşları Şamdan Mehmet, Emrullahoğlu
Mehmet Emin, Nalıncı Ali oğlu Hasan, Nalıncı Küçük
Hasan ve Çakıroğlu Ramazan, Keçili Köyü’nden Çırak
Mustafa’nın kahvehanesinde toplanarak zikir yapmışlar,
Çırak Mustafa’nın kahvehanesi hükümet tarafından
kapatılınca da zikirlerine Tatlıcı Hüseyin ve Mutaf
Süleyman’ın evlerinde devam etmişlerdir. Mehmet ve
arkadaşları herkesi dine çağırmanın zamanının geldiğini
söyleyerek yola koyulmuş, 6 Aralık 1930 Cumartesi
akşamı Tatlıcı Hüseyin’in evinde yaptıkları toplantıda
buna karar vermişlerdi. Bu toplantı sırasında ayrıca
Menemen hadisesi hakkında görüşmeler yapılmış, hadisenin nasıl cereyan edeceği ve silahların nasıl tedarik
edileceği de kararlaştırılmıştır. Mehdi Mehmet ve arkadaşları peyderpey geldikleri Paşa Köyü’nden Bozalan’a
gitmişler ve burada bir süre kaldıktan sonra rahat edemedikleri gerekçesiyle dağda köylülere yaptırdıkları bir
30
kulübeye çekilmişler
ve 15 gün kadar orada
zikirlerine
devam
Ömer BAYRAM - Hv. Asb.(E)
etmişlerdir.
Derviş
Mehmet lakaplı Giritli
Mehmet, Bozalan Köyü’nde mehdiliğini ilan ettikten
sonra 23 Aralık 1930’da Menemen’e gitmek için gün
doğarken yola çıkmışlardır.
Menemen Olayı, 23 Aralık 1930 günü saat 6.20’de
Menemen Kazaz Camii önünde başlamış, saat 9.00 sularında sona ermiştir. Sanıkların olay sonrasında gerçekleşen duruşmalarda verdikleri ifadelere göre, örgütlenmenin altı yıl önce tekke ve zaviyelerin kapatılması,
sarık ve cübbe gibi dinsel giysilerin yasaklanması ve
şapka devrimi üzerine başladığı anlaşılmaktadır. Mehmet
ve arkadaşları sabahleyin Menemen’e girerek Kazaz
Camii’ne girerler. Bu sırada halk sabah namazını kılmaktadır. Camide Nalıncı Hasan, caminin kapısında açmış
oldukları sancağı eline alır ve hep birlikte caminin içinde beklerler. Mehmet, camiye gelenlere kendisinin
Mehdi olduğunu söyler. Bunu kanıtlamak için “Kıtmir”
adını verdikleri köpeği halka gösterir. Camide namaz
kılındıktan sonra sahte Mehdi cemaati bayrak altında
toplanmaya çağırır. Kendisine katılan bazı
Menemenlilerle birlikte camiden ayrılarak belediye
meydanına doğru gider. Sahte mehdi ve arkadaşları
belediye meydanında bir süre kaldıktan sonra bayrağı
omuzlayıp hep birlikte tekbir getirerek şehri dolaşmaya
başlarlar. Yolda rastgeldikleri Menemenlilere de: “Müslüman mısınız? İtikadınız var mı?” diye sorup, kendilerinin bayrağın altına girmelerini aksi takdirde kılıçtan
geçirileceklerini; ortada hükümet olmadığını, herkesin
dükkanlarını kapayarak kendilerine katılmalarını, arkalarından 70.000 evliya ve meleğin gelmekte olduğunu; top
tüfek bütün kuvvetlerin bir iş göremeyeceğini bağırarak
söylerler. Kafile Menemenli Hoca Saffet Efendi’nin evinin önüne gelince durmuş ve Mehdi Mehmet de onunla konuşmuşsa da, Hoca Saffet onlara yardım etmemiştir. Mehmet ve arkadaşları bir süre daha Menemen
sokaklarında dolaştıktan sonra tekrar belediye önüne
gelirler. Mehdi ve arkadaşları Kazaz Camii’nden aldıkları bayrağı Menemenli Arabacı Hasan’a kazdırdıkları
çukura dikerler. Bundan sonra 200 kişi tekbirlerle başlayıp, ellerinde silahları olduğu halde sancak etrafında
dolaşırken, bir kısmı da yerden aldığı toprağı etrafa
serpmiştir. Olay yerine ilk önce jandarma yazıcı Ali
Efendi gelmiş ve arkadaşı olan dört jandarmaya silahla-
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 31
rını almalarını tembih etmişse de onları beklemeden
doğruca Giritli Mehmet ve arkadaşlarının yanına giderek ne istediklerini sormuştur. Bunun üzerine Mehmet
de ona, “Git, kumandanına haber ver de o gelsin. Bana
top, kurşun işlemez” demiştir. Ali Efendi geri dönerek,
jandarma bölük kumandanı Fahri Bey’i durumdan
haberdar eder. Asilerin yanına giden Bölük Kumandanı
Fahri Bey, Mehdi Mehmet’e: “-Ne istiyorsunuz?
Buradan derhal dağılın.” deyince, Mehmet de bu soruya “kendisinin Mehdi olduğunu, şeriatı ilan edip dini yaydığını, kimsenin kendisine karşı koyamayacağını söyleyerek “çekil” diye cevap verir. Jandarma bölük komutanı Fahri Bey de tedbir almak üzere olay yerinden uzaklaşır. Hükümet binasına giderek telefonla Alaydan askeri yardım ister. Alay Komutanlığı da asıl mesleği öğretmenlik olan yedek subay Asteğmen Kubilay’ı bir müfreze asker ile olay yerine gönderir.
İhtiyat zabit vekili Kubilay süngü takmış olan askerlerini belediye meydanlığındaki kahvehanenin önünde
bıraktıktan sonra kendisi öne atılarak asilere dağılmalarını söyler. Bununla da kalmaz, Giritli Mehdi Mehmet’i
yakasından tutarak çeker. Mehdi Mehmet de silahını
ateşleyip Kubilay’ı yaralar. Komutanlarının yaralandığını
gören askerler kaçışırlar. Ağır yaralı olan Kubilay camiye sığınmak istemişse de ancak avluya kadar gelebilmiş
ve orada düşmüştür. Ne askerlerden ne de halktan bir
yardım gelmemesinden cesaret alan Giritli Mehmet, Ali
oğlu Hasan’ın torbasından bir bıçak alıp Şamdan
Mehmet ile birlikte yaralı Kubilay’ın yanına giderek daha
ölmemişken, boynunu keser. Daha sonra da Kubilay’ın
kesik başını caminin içindeki bir taşın üstüne koyup
“Gördünüz mü, kafirlerin akıbeti işte budur” diye konuşur. Mehdi Mehmet ve arkadaşları buradan meydana
giderek halktan kesik başı bayrak direğine bağlamak için
ip de istemişlerdir. Bu sırada olay yerine gelen iki kır
bekçisi isyancıların üzerine ateş açarlar. Çatışma sırasında bekçilerden Mustafa şehit olur. Tam bu sırada alaydan diğer bir müfreze gelerek havaya ateş etmeye başlayınca halk kaçışır. Mehmet de “bize kurşun işlemez,
biz dervişiz, biz şeyhiz kaçmayın” diye bağırarak halkın
kaçışmasına engel olmaya çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Bunun üzerine müfreze komutanı da asilerin üzerine ateş etme emrini verir. Asilerden Giritli Mehmet,
Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet vurulup ölürken,
diğer Bekçi Hasan da bu sırada vurulup ölür. Asilerin
geri kalanları hemen orada yakalanmıştır. Ancak Nalıncı
Hasan ve Alioğlu Hasan halk arasından geçerek kaçmışlarsa da, Manisa’da yakalanmışlardır. Olay esnasında ve
sorgulama aşamasında Menemen’de bulunan kişilerle
yapılan mülakatlarda gerek olayın oluş anı gerekse
Menemen’in bu olayların merkezi değil isyanın aşamalarından biri olduğu ortaya çıkar. Olaydan sonra hükümet
bir resmi bildiri yayınlayarak konuyu kamuoyuna duyurur: “Kendine mehdi süsü veren Derviş Mehmet
namında bir mürteci; cahil beş silahlı arkadaşıyla
Manisa’dan çıkmış ve köylerin dışında dağlarda bir çardakta barınarak bu sabah Menemen’e gelmiş; “Şeriat
İsteriz” diye “innafetahneke” yazılı bir bayrak çıkararak
halkı kendilerine iltihaka davet etmişlerse de halk reddetmiştir. Kendilerini ihata eden müfrezelerimizin teslim tekliflerini kabul etmeyerek müfreze üzerine ateş
açan bu melun çete üçü ölü, birisi ağır yaralı olarak
silahlarıyla tutuklanmıştır. Ağır yaralı; arkadaşlarını ihbar
etmiştir. Vilayet makamınca derhal tedbir alınmış, bu
maksatla olay mahalinde görev yapacak bir zabit
kumandasında müfreze, vali muavini, savcı yardımcıları
otomobillerle gönderilmişlerdir. Olay hakkında sadece
İzmir vilaayetince tedbir alınmamış aynı zamanda
Manisa vilayetimizle ortak haraket edilmiştir. Bu çete
içinde olay gününden sonra kaçan iki çete üyesi, takip
sonucu yakalanmıştır. Aynı gün akşamı gazetelere şu bildiri gönderilmiştir: “Bu sabah Menemen’de ifa edilmek
istenen ve Manisa’da tarikat ve tekke hayatını gizlice
yaşayan bazı irtica şakileri tarafından idare edilen irtica
hareketi tepelenmiştir. İdare ve Adliye Makamatı büyük
bir sür’at ve şiddetle tahkikata girişerek geç vakte kadar
bu irtica, şekavet ve gizli tekkelerle alakadar adamları
celp ve isticvap ve tevkif etmiş ve işle alakası görülen
bazı maznumlar Manisa Vilayeti’nden, Menemen’e sevk
edilmişlerdir. Tahkikatın icap ettirdiği her icraat yapılacaktır. İki firari üzerinden vilayetlerin müşterek takibatı
şiddetle devam ediyor. Her tarafta tedbirler alınmıştır
Olayın ardından 25 Aralık 1930 Perşembe günü şehitlerin cenazeleri defnedilmiştir. Tören olarak devlet
merasim töreni düzenlenmiştir. Menemen Olayı’nın ilk
değerlendirilmesi 28 Aralık 1930 günü Cumhurbaşkanı
Mustafa Kemal’in başkanlığında Dolmabahçe Sarayı’nda
oldu. Bu toplantıda Menemen Olayı değerlendirilmiş ve
alınacak tedbirler görüşülmüştür. Bu toplantı sonrasında Umum Erkan-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa Ankara’ya,
Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Bey ise hadisenin tahkiki için
Menemen’e hareket etmiştir. Mustafa Kemal ATATÜRK
ise, Menemen hadisesinden ve Kubilay Bey’in şehadetinden duyduğu üzüntülerini ve taziyelerini orduya,
Umum Erkan-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa vasıtasıyla bir
taziyetname yayınlanmıştır
23.12.1930’da sıkıyönetim ilan edilmiştir. İstiklal
Mahkemesi kurularak 15.01.1931 yılında göreve başlayan mahkeme bu olayı tüm yönleriyle ele almış 105
sanığa değişik cezalar verilmiştir. İnkılap düşmanlarına
karşın 24 Aralık 1934 yılında abide yapılarak devrim
şehitleri anma günü olarak bugüne anlam katılmıştır.
31
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 32
10 KASIM’I BAYRAM
YAPACAKLARA ARMAĞAN
1.
İSMET PAŞA - Efendim biliyorsunuz, asker kaçaklarıyla
ilgili kanun mecliste kabul edildi.
M. KEMAL - Memnun oldum İsmet Bey. Yalnız bu
konuda çok dikkat edilmeli.
İSMET PAŞA - Ne gibi? Neye dikkat edilecek?
Biliyorsunuz savaşta kaçan askerin cezası
bellidir: Kurşuna dizilmek.
M. KEMAL - Savaş mahkemeleri bu mantıkla çalışırsa
ölüm makinesine döner.
İSMET PAŞA - Ne yapmalı efendim? Asker kaçaklarının
önüne nasıl geçeriz?
M. KEMAL - Askerden kaçan Mehmetçik, köyüne
dönünce neyle karşılaşacağını kestiremez
ama köydeki durumu görünce…
İSMET PAŞA - Köydeki durum ne olabilir Mustafa Kemal
Paşa?
M. KEMAL - Köyde kadınlardan, çocuklardan, yaşlılardan başkasını bulamaz. Onlardan utanacaktır.
İSMET PAŞA - Utanması neyi değiştirir?
M. KEMAL - Ben Mehmetçiği tanırım. Utanmak onu
cepheye döndürecektir.
İSMET PAŞA - Sizce ne yapılmalı?
M. KEMAL - Önce kaçaklarla konuşmak, cepheyle
Savaş Mahkemesi arasında bir seçim yaptırmak yerinde olur.
İSMET PAŞA - Köyüne gidemeden yakalananlar da mı
seçim yapacak paşam?
M. KEMAL - Evet onlar da… Kardeşim İsmet Bey,
kımıldayan cana ihtiyacımız var, biliyorsunuz.
İSMET PAŞA - Anladım
paşam.
Bunu,
Savaş
Mahkemelerinde görevlendireceğimiz
arkadaşlarla konuşacağım
2.
VALETTAS - (Üzgün) Generalim haberler kötü.
HACİANESTİ - (Canı sıkkın) Ne kadar kötü General
Valettas? Çok mu kötü?
VALETTAS - (Üzgün) General Franges’in emrindeki
birlikler Uşak’a çekiliyor. Bazı askerlerin
birliklerinden ayrılıp öbekler halinde batıya doğru kaçtıkları bildiriliyor.
HACİANESTİ - Trikupis ne yapıyor?
VALETTAS - (Üzgün) Ondan hiçbir haber yok General
Hacianesti.
HACİANESTİ - İki gündür kararsızdım General
32
Valettas;
Uşak’a
gidip gitHidayet Karakuş - Şair, Yazar
memekte
kararsızdım.
VALETTAS - Artık çok geç generalim, çok geç. Mustafa
Kemal dize getirdi bizi.
HACİANESTİ - Peki İngilizlere yaptığımız öneri ne oldu?
Hani onlar aracılığıyla ateşkes isteyecektik?
3.
L. GEORGE - (Şaşırmış) Ne Yunanlılar ateşkes mi istiyorlar? Hayır, bin kere hayır! Ne yapmak gerekir? Tanrı’m bu benim iflasım
demektir. General Rumbold, bir şeyler
söyleyin.
H. RUMBOLD - Sayın Lloyd George, General
Harington bana, “Sürpriz beklemediğinizi” söylemişti.
HARİNGTON - Öyle ama Türkler bizi gafil avladılar
sayın başbakan.
H. RUMBOLD- Bu adamları durdurmak için bir şey
yapmalıyız. Yoksa Yunanlılarla birlikte
biz de yenilmiş olacağız. Ne önlem aldınız General Harington?
HARİNGTON - Yunanlılara cesaret vermesi için
İzmir’deki subayımıza telgraf gönderdim. Hacianesti, Trakya’dan bir tümen
çekti. Bu tümen yardımıyla Türkleri
Alaşehir hattında durdurabileceklerini
sanıyorum.
H. RUMBOLD - (Umutsuz) Umarım…
4.
BAGORCİ - Filipos, kaç yangın taburu kurduk?
FİLİPOS Sayın Bagorci, merak etmeyin efendim.
Üç bin kişilik bir kuvvet ayırdık bu iş için.
BAGORCİ - Peki planınız nedir? Ne yapacak bu üç bin
kişi?
FİLİPOS Komutanım, Manisa’yı ve halkını yok
etmek için bu üç bin kişinin bini şehri
yakacaktır.
BAGORCİ - Peki öteki iki bin ne yapacak?
FİLİPOS Bin asker şehri kuşatacak; dışarı çıkanlar
imha edilecek. Kalan bin kişi de evleri tek
tek arayıp saklananları bulacak.
BAGORCİ - (Memnun) Güzeeel! Peki yangın müfrezelerini ötekilerden ayırmak için bir şeyler
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 33
FİLİPOS -
M. KEMAL -
TRİPUKİS M. KEMAL TRİPUKİS -
M. KEMAL TRİPUKİS M. KEMAL TRİPUKİS M. KEMAL TRİPUKİS -
yaptınız mı? Bir işaretleri filan var mı
Elbette. Türkleri yanıltmak için yangıncıların hepsi kalpaklı olacak. Anlarsınız ya,
Mustafa Kemal’in kalpağından esinlendik.
Ayrıca yangıncıların göğüslerine kırmızı
şeritler takılacak; onların yangıncı oldukları bilinecek. Bu şehrinizi biz değil, M.
Kemal yaktı, demek olacak.
5.
(Sakin) Hacianesti yerine başkomutanlığa
atandığınızı biliyor musunuz General
Trikupis?
(Gergin) Hayır!
Bildirmek için sizi telsizle arıyorlardı.
(Üzgün) İşte durumumuz bu mareşalim.
Yönetim her zaman olayların gerisinde
kaldı.
Üzülmeyin general; siz görevinizi yaptınız.
Siz cephede neredeydiniz mareşalim?
Süngülerin parladığı yerde.
Savaş uzakta değil içinde kazanılır elbette.
Sizin için bir şey yapabilir miyim general?
(Duygulu) Eşime sağ olduğumun bildirilmesini rica ederim.
M. KEMAL - Gereken yapılacaktır general. Siz artık
bizim konuğumuzsunuz.
………
“29 Ekim’i yas günü, 10 Kasım’ı Bayram yapacağız”
diyen zavallı milletvekili adayına yukarıdaki sahneler de
bir şey anlatmayacaktır biliyorum.
Ataları, Bagorci gibi katillerin eline düştü belki de.
Ancak nankörlüğün sınırı yok. Einstein “İki şey sınırsızdır:
evren ile ahmaklık. Birincisinden yine de kuşkuluyum”
diyor ya bunlara hainliği de ekleyebilirsiniz.
Ucuz kahramanlıklarla, savaş koşullarında bile insancıllığı elden bırakmayan, gerçekçiliği en üst düzeyde olan
Büyük Atatürk’e düşman parti önderlerinin gözüne girmek için ettikleri bu sözler, onların beyince ne denli
küçük, ahlâkça ne düzeyde olduklarını gösteriyor elbette. Kendilerinin yukarıdaki sahnelerde yer alan komutanlardan hangileriyle akraba olduklarını düşünmelerini isteyecektim ama düşünmek bilgi ister. En küçük bir tarih bilgisinden, yurt sevgisinden, insanlık bilincinden yoksun
olanlara ne dense azdır.
Kurtuluş Savaşı’ndan seçtiğim bu beş sahne, onların
nankörlüklerine armağan olsun!
S O N DA K İ K A . . .
AZİZ SANCAR
Dergimizin bu sayısında Sayın Mustafa Solak, 2015
yılının Nobel Kimya ödülünü kazanan Prof. Dr. Aziz
Sancar ile ilgili bir yazı yazdı. Bu yazıyı tekrarlamak
niyetinde değiliz. Aziz Sancar’ın bir bilim dalında Nobel
ödülü kazanması ülkemiz için elbette bir gurur meselesidir. Bunlar çok yazıldı, çizildi. Onları da tekrarlamak
niyetinde değiliz.
“Son dakika” da ele alacağımız Aziz Sancar’ın en
yeni davranışıdır. Aslında, biraz öncesine gidersek, batı
basını özellikle de BBC Aziz Sancar’ın etnik kimliği ile
çok ilgilendi. Onu Kürt ya da Arap olarak tanımlayamayınca, hiç değilse “Türkiyeli” olmaya ikna etmeye çalıştı. Başaramadılar. Aziz Sancar, herşeyi cumhuriyete
borçlu olduğunu belirterek bu çabaları yanıtlamış oldu.
Gelelim “son dakikaya”; Aziz Sancar, Nobel madalyasını ve sertifikasını 19 Mayıs 2016’da Anıtkabir’de
sergilenmek üzere Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’a
teslim etti. Türk Ordusu’nun PKK terör örgütüne
karşı kararlı bir mücadele yürüttüğü bir dönemde bu
davranışı oldukça anlamlı bulundu.
Öte yandan, hemen arkasından eşi ve kızı ile birlikte Cumhurbaşkanı’nı ve Başbakan’ı ziyaret etmesi ve
Cumhurbaşkanı ile yemek yemesi bazı çevrelerin eleştirilerine uğradı.
Biz kendisini hiç sevmeyiz, ancak nesnel bir gerçek
var: Tayyip Erdoğan bu ülkenin cumhurbaşkanı. Nasıl
seçildi bu makama? “Çatı adayı” olarak Ekmeleddin
İhsanoğlu cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmeseydi,
bugün ne Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olarak başımızda olacaktı ne de kaçak saray gibi bir sorunumuz
olacaktı. Yanı bir “kendim ettim kendim buldum”
durumu.
Gelelim başbakana; 2015 genel seçiminde AKP ve
HDP dışındaki partiler, elbette cumhuriyetten yana
olanlar birleşebilselerdi, Tayyip Erdoğan’ın seçim taktiklerini boşa çıkarabilselerdi, bugün Davutoğlu gibi
“kifayetsiz” bir başbakanımız olacak mıydı? Alın size bir
başka “kendim ettim kendim buldum” durumu daha.
Biz, cumhuriyetçiler şekille uğraşacağımıza ortak
paydalarda birleşmeyi öğrendiğimizde hem Aziz
Sancar’larımız çoğalacak hem de onlara haksızlık etmemizi gerektirecek bir durum olmayacak. Çünkü o
zaman ne Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı ne de
DÜŞÜN DERGİ
Davutoğlu başbakan olacak!
33
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 34
TÜRK KADINININ SİYASAL
ÖZGÜRLEŞME TARİHİ VE
SEÇME/SEÇİLME HAKKI
Tarih sırasına göre Kemalist devrimin kadınlara en
son tanıdığı haklar siyasal alanla ilgili olanlardır. Bu haklar hangileri ve kadınlar bunları nasıl kazandılar? Siyasal
yaşam için gösterdikleri ilgi ve katılım hangi ölçülerdeydi? Tüm bunlar Türk kadınının siyasal özgürleşme
uğraşında tek tek incelenmesi gereken önemli konular.
Sayfamızın izin verdiği ölçüde üzerinde düşünmeye
başlayalım!..
Türk kadınları siyasal hakların kullanılmasında
erkeklerle tam bir eşitliğe üç aşamada ulaşmışlardır:
3 Nisan 1930’da Belediyeler Yasası’nın 23.maddesi
18 yaşındaki kadınlara oy hakkı tanırken 24. madde
seçilebilme hakkını getiriyordu. Oysa, milletvekillerine
hükümetin sunduğu ilk tasarıda bu haklardan söz edilmemekteydi.(1) Bu haklar tasarıya Mustafa Kemal’in
isteği üzerine eklenmişti.
Belediyeler Yasası tasarısının kadın haklarıyla ilgili
olarak değiştirilmesini isteyen önerge İçişleri Bakanı
Şükrü Kaya tarafından verildi. Önergeyi sunuş konuşmasında Türk kadınının yaşamın her alanında oynadığı
rolü öven Bakan, kadının seçmen ve yerel temsilci
ödevlerini ciddiyet ve yeterlilikle yerine getireceğine
kesin inancı olduğunu belirtti. Ulusal Kurtuluş Savaşı
sırasında kadının erkek savaşçılarla yan yana ve omuz
omuza çarpıştığını uzun uzun anlatan Şükrü Kaya:
“İstibdat ve cehalet devirlerinden arta kalan kötü
ve sakat zihniyetlerin, geri ve çürük düşüncelerin
Cumhuriyet ve inkılabın temiz ve erdemli muhitinde yeri yoktur. Kadınlarımızın yakın yıllarda yasama
meclislerinde de erdemli yerlerini alacaklarına
şüphe yoktur” dedi. Daha sonra söz alan Kars millet-
vekili Ahmet Ağaoğlu ve Eskişehir milletvekili Emin
Bey de uzun uzun bu görüşleri savundular.(2)
Büyük Millet Meclisi’nin bu kararına koşut olarak o
zamanın tek partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi
kadınlardan da üye kabul etmeye başladı. Partiye ilk
yazılan kadın, Parti Müfettişi Hakkı Şinasi Paşa’nın kızı
Resmiye hanım İstanbul il örgütü üyesi oldu.(3)
Yerel seçimler çerçevesinde kadınların haklarının
parlamentoda oylanması nedeniyle; kurulduğu 1924
(1) İkdam, 25 Kasım 1929.
(2) Afet İnan, Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Kazanılması, s.129-137, İstanbul,
1968.
(3) Milliyet, 7 Nisan 1930.
(4) Milliyet, 12 Nisan 1930.
34
tarihinden itibaren kamuo- Mehpare ÖZKABAN - Eğitimci,
yunun zihnini kadınların
Sosyolog
siyasal hakları lehinde
evrimleştirmeye çalışan Türk Kadın Birliği 11 Nisan
1930’da Sultan Ahmet meydanında bir açık hava toplantısı düzenledi. Toplantının sonunda bir kadın yürüyüş kolu Taksim alanına yürüyerek Atatürk anıtına
çelenk koydu.(4)
Türk Kadın Birliği Başkanı Nezihe Muhittin hanım,
daha 1926’da birkaç yıl içinde yaşamın tüm alanlarında, en alçak gönüllü işlerde olduğu kadar çok büyük
uzmanlık ve beceri gerektiren mesleklerde de yeteneklerini kanıtlamış olan kadınların, özellikle seçme ve
seçilme haklarının elde edilmesiyle siyasal yaşama tam
olarak katılmasının kabul edilmesini istediğini belirtiyordu.(5)
1927 Mart ayında Türk Kadın Birliği İstanbul’da bir
kongre yapmaya karar verdi. Oturumlara başkanlık
eden Nezihe Muhittin hanım çalışmalar sırasında;
kadınlar için oy hakkı ve onların yerel seçimlere katılmalarını istedi. Oysa, 1924’de kurulduğunda Türk
Kadın Birliği, zamanın çok özel koşulları nedeniyle ve
kuruluşuna karşı çıkabilecek engelleri önlemek için,
siyasal nitelikli tüm maddeleri tüzüğünden çıkarmıştı.
Şimdi ise Türk Kadın Birliği yeni bir yön benimsemiş
oluyordu.(6) Bu durumda da derneğin tüzüğünün değiştirilmesi gerekiyordu. İstanbul valisi bu değişikliği yapmayı reddetti. Kadınların görevlerinin esas olarak
çocuk doğurmak ve yetiştirmek olduğunu ileri süren
vali, onların ne siyasal haklara sahip olmalarını, ne de
kamu görevi yapmalarını uygun buluyordu. Kadın Birliği
bu tavır karşısında isyan ederken hükümet, valinin
tutumunu benimsemedi, tüzüğü onaylamasını istedi.(7)
Aynı yıl içinde, yapılması beklenen seçimler Kadın
Birliği’nin istemlerini yoğunlaştırmasına neden oldu.
“Devrimleri doğuran, çabalar ve savaşımdır. Biz de
seçimden seçime her yurttaş gibi haklarımızı alacağımız güne değin savaşmayı sürdüreceğiz. Yasalar,
er geç toplumsal yaşamın gereklerine uymak
zorundadırlar.”(8)
(5)
(6)
(7)
(8)
Cumhuriyet VI, S.19, 1926.
Cumhuriyet, 26 Mart 1927.
Milliyet, 25 Nisan 1927.
T. Taşkıran, Kadın Hakları, s.124, İstanbul, 1965.
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 35
Bu ve benzeri çalışmalarla Türk kadınının siyasal
bırakmaktaydı. Dolayısıyla Anayasa’da yapılan değişikyaşamda yer alışının kazanılmasından sonra ikinci
liklerle uyumlu olarak bu maddelerin de değiştirilmesi
aşama 26 Ekim 1933’de aşıldı. 1924 tarihli Köy
gerekiyordu.
Yasası’nın 20 ve 25. maddeleri değiştirilirken ihtiyar
Tasarıyı sunuş konuşmasında Başvekil İsmet İnönü,
heyeti seçiminde ve “Muhtar”ın belirlenmesinde
kadına siyasal haklarının tümünü tanımakla
kadınlara da seçme ve seçilme hakkı tanındı.(9)
Türkiye’nin, ona eski yetkilerini geri vermekten başka
Anımsatalım ki; köylerde yönetme yetkisi, medeni ve
bir şey yapmadığını söylüyor ve şöyle sürdürüyordu:
siyasal haklara sahip 18 yaşındaki tüm köylülerin üyesi bulunduğu Köy Derneği, Köy
Derneği tarafından seçilen ve nüfusu bin kişiden az köylerde 8, binden çok olan köylerde
ise12 üyeden oluşan İhtiyar Heyeti ve son
olarak da yine Köy Derneği Genel Kurulu
tarafından seçilen “Muhtar” eliyle kullanılırdı.(10)
En önemlisi olan üçüncü aşama ise Türk
kadınlarının siyasal özgürleşmesi yapıtını taçlandırma aşamasıdır. Bu amaçla ilk adım daha
1923 yılında, Nezihe Muhittin hanım önderliğinde ilk kadın partisi olan “Kadınlar Halk
Fırkası”nı kurma isteğiyle atılmıştı. Fakat bu
girişim, 1909 Seçim Yasası gerekçe gösterilerek, Kadınlar Halk Fırkası’nın “Türk Kadın
Birliği” adlı derneğe dönüşmesi ile sonuçlanmıştı.
1924 Anayasası hazırlanırken de kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkına
sahip olması gündeme gelmişti ancak Büyük
Millet Meclisi Genel Kurulu’nda bu hakların
yalnızca erkeklere tanınması fikri ağır basmış
ve kadınlar bu konuda hak sağlayamamışlardı.
Şimdi bu aşama onlara, 4 Aralık 1934’te yasama seçimlerinde genel oy hakkını veriyordu. 3 Nisan 1930 tarihli oturumda TBMM kadınlara belediye seçimlerine katılma,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde o gün, seçme ve seçilme hakkı tanıyan yasayı kabul etti.
8 Şubat 1924’te kurulan Kadınlar Birliği kazanılan hakkı kutlamak için 11 Nisan’da
Anayasa’nın ve genel oyu erkeklerle sınırlaya- Sultanahmet’te büyük bir “Kadınlar Mitingi” düzenledi. Taksim Anıtı’na çelenk koyrak kabul eden seçim yasasının ilgili maddele- maya giden Türk Kadınlar Birliği üyeleri Yeni Cami önünde.
rinin değiştirilmesi lehinde pek çok önemli
konuşmalar yapıldı.
“Türk kadınının hakkı olduğu yerden ayrılıp bir süs
gibi,
memleket işine karışmaz bir varlık gibi bir
191 milletvekilinin imzasını taşıyan tasarı, eski 10
köşeye
konması, Türk töresinin ve Türk anlayışının
ve 11. maddenin yerine aşağıdaki maddeleri öneriyorzıddı
olan
bir usuldür ki onun Türk memleketlerindu:
- “22 yaşını bitiren kadın erkek her Türk, milletvekili seçme hakkına sahiptir.”
- “30 yaşını bitiren kadın erkek her Türk milletvekili seçilebilir.”
de yerleşmesi, asırlarca geçirdiğimiz felaketlerin
başlıcalarından ve esaslılarından birini teşkil eder.”
Tasarı ayrıca seçim yasasının 2. maddesini değiştirerek her 20.000 nüfusa bir milletvekili ilkesi yerine
“her 40.000 nüfusa bir milletvekili” ilkesini getiriyordu. Ayrıca, Seçim Yasası’nın 5, 11, 16, 28 ve 58. maddeleri, tıpkı Anayasa’nın 10 ve 11. maddelerindeki
deyimleri içerdiğinden kadınları siyasal haklar dışında
Şebinkarahisar milletvekili Sadri Maksudi de
Başvekil’i destekliyor ve Türk tarihinin her döneminde kadının siyasal yaşama katıldığı görüşünü doğrulayarak; “Kadının siyasete katılması, tartışmasız olarak, Türklerde bir gelenektir” diyordu.
Türklerin tüm tarihleri boyunca kadının erkeğin
yanında oynadığı siyasal rol nedeniyle olduğu kadar
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda kadınların da kavgalara
(9) Cumhuriyet, 28 Ekim 1933.
(10) E. Ergin, Köy İdaresi, Sivas, 1945.
35
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 36
katılmış olması nedeniyle İsmet İnönü şöyle diyordu:
“Türk kadınına bu hakkı bir lütuf olarak veriyoruz
kanaatinde asla değiliz ve kimse bu kanaatte olamaz. Bizim kanaatimiz, bizim ananemiz, Türk
kadını için böyle vazifelere girmek, esasen hakkı
olduğu ve yanlış olarak, zulüm olarak, çoktan beri
geri bırakıldığı merkezindedir.”
Başvekil için Kemalist Devrim kadını gerçekten
özgürleştirmiştir: “Türk inkılabını tarih anlatırken
bunun bir “Kurtuluş” olduğunu en başta söyleyecektir. Türk inkılabı denildiği vakit bunun “kadının
kurtuluş inkılabı” olduğu beraber söylenecektir.
Şimdi almakta olduğumuz teşebbüs, bu kurtuluş
istikametinin tamamlanması, sonuçlanması ve en
verimli hale getirilmesidir.”
Öteki konuşmacılar gibi İsmet İnönü için de tüm
Türk halkı ve Büyük Millet Meclisi, kadının devlet işlerine katılmasından geniş ölçüde yararlanacaklardır.
“Gelecek Büyük Millet Meclisi’nde kadın saylavlarla
beraber çalışmak, Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşundan beri, bu memlekete getirdiği feyizlerin daha
çok genişlemesini, daha iyi verimlerde bulunmasını
temin edecektir kanaatindeyiz.”
Başvekil İsmet İnönü kadının kurtuluşunun Mustafa
Kemal’in ulusa yaptığı büyük hizmetlerden biri olarak
anılacağını ve şimdiki meclisin en büyük övüncünün de
kadınlara erkeklerin sahip olduğu siyasal hakların aynını tanımış olmaktan geleceğini belirterek sözlerini
tamamladı.
Bu konuşmalardan sonra yapılan oylamada tasarı;
317 milletvekilinden 258’inin olumlu oyu ile kabul edilirken 53 kişi çekimser kalmış, 6 boş oy kullanılmıştı.(11)
1930’da olduğu gibi tüm yurtta gösteriler düzenlendi. Başkent Ankara’da kadınlar “Halk Evi”nde toplandılar. Bir çok kadın konuşmacıyı dinledikten sonra
yürüyüş halinde Büyük Millet Meclisi’ne giderek milletvekillerine ve Gazi’ye minnet ve şükran duygularını
ilettiler.
Böylece Türk kadını, daha 1934’te, yani tüm
Müslüman ülkelerdeki kız kardeşlerinden, hatta batıdaki örneğin Fransız ve İtalyan kadınlarından daha
önce, erkekle aynı siyasal hakları elde etmiş oluyordu.
Ι. Dünya Savaşı’ndan önce yalnızca üç ülke kadınlara
erkeklerle seçim eşitliği hakkını tanımıştı: Yeni Zelanda
(1889), Finlandiya (1906) ve Norveç (1913). İki savaş
arasında benzer reformları tamamlayan ülkeler ise şunlardı: Güney Afrika Birliği (1930), Seylan (1931-1934),
İspanyol Cumhuriyeti (1931), Brezilya (1932), Siyam
(1932), Küba (1934), Uruguay (1934), Birmanya (1935),
Romanya (1935) ve Filipinler (1937). (12)
(11) Afet İnan, a.g.e., s.139-150.
(12) Maurice Duverger, Kadınların Siyasal Yaşama Katılması, s.143-144, Paris
1955.
36
3 Nisan 1930’da kabul edilen Belediyeler Kanunu’nda seçme ve seçilme
hakkı kazanan kadınlar belediye seçiminde oy kullanırken.
Türk kadınları 1935 yılında Büyük Millet
Meclisi’nde sandalye sahibi olacaklar ve siyasal haklarını kullanmada erkeklerle kesin olarak eşitliği elde edeceklerdi. Aynı yılın 18 Nisan’ında İstanbul’da “Kadının
Oy Hakkı ve Medeni Eşitliği Uluslararası Birliği”nin
düzenlediği XII. Uluslararası Kadınlar Kongresi toplandı. Bu kongrede 40 ülke temsil ediliyordu. Türk Kadın
Birliği, kadınlara erkeklerle hak eşitliği amacını gerçekleştirdiklerini ileri sürerek kendi kendini dağıtma kararı aldı.
Kongre’nin açılışında Birlik başkanı Latife Bekir
hanım yaptığı konuşmada, Türk kadınının kurtuluşunun erdeminin Mustafa Kemal’e ait olduğunu vurgulamış ve şöyle demişti: “Türkiye’de kadın, Atatürk
tarafından çarşafı çıkarıp atmaya ve erkeğin yanıbaşında kendisine düşen yeri almaya çağırılmıştır.
Onca fırtınalar arasında, yarısına kadar batmış bir
ulusun yazgısına derin bir inancı korumayı bilmiş ve
o bin bir çeşit çelişkiler ortasında Türk kız kardeşlerinin özlemlerini fark edebilmiş bir dahi olarak O;
biz kadınlar için yalnızca yurdun kurtarıcısı değil,
Türk kadınının da kurtarıcısıdır. Bu nedenledir ki,
XII. Kongre’nin toplanma yeri olarak İstanbul’u
önermekle, bizlere kendiliğinden verilmiş bulunan
ve Türk kadınının haremin parmaklıklarından, parlamento kürsüsüne geçişini bir tek kuşağın görmesine yol açan haklar için, Atatürk’e olan minnet ve
şükranlarımızı dile getirmek istedik.”(13)
Kongre’nin kendisi de Gazi’ye, Türk kadınına sağlanan hak ve özgürlüklerden dolayı teşekkür eden bir
tel çekti.(14) Gerçekten de, o zamana kadar kadının
siyasal hakları üstüne görüşlerini açıklamak istemeyen
Mustafa Kemal’in Türk kadınının siyasal haklarını
kazanmasındaki rolü son derece belirleyici olmuştu.(15)
(13) Milliyet, 19 Nisan 1935.
(14) Milliyet, 19 Nisan 1935.
(15) Afet İnan, a.g.e., s.137-139.
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 37
ÖTEKİ MEHMET AKİF - VAİZ
Ümran KEBABÇIGİL
SİNAN MEYDAN
ÖTEKİ MEHMET AKİF – VAİZ
İNKILÂP YAYINLARI – 2015
Düşün Dergimiz’in bu sayısında
Mehmet Akif’e geniş yer verdik. Kitap
tanıtma köşemizi de O’na ayırdık.
Sinan MEYDAN’ın Öteki Mehmet Akif
– Vaiz eserini tanıtıyoruz.
Bu eseri okurken bir kez daha şunu
gördüm. Belgesel niteliği taşıyan bu tür
eserleri okumadan önce bir ön çalışma
yapmamız gerekiyor. Olayların geçtiği
dönemlerin panoraması çok net çizilmeli,
kitapta adları geçen kişiler iyi tanınmalı. Bu
da ancak farklı görüşlere sahip yazarların,
araştırmacıların kaynaklarını okumak ve sentezlemekle oluyor. Yani kendimiz de ciddi bir çalışmadan
geçiyoruz. Ben Vaiz’i okumadan önce ve okurken
Safahat’ı yanımdan hiç ayırmadım. Şairin dönemlere
göre yazdığı şiirleri inceledim, Kazım KARABEKİR’in
“Günlükler” ve “İstiklal Harbimiz” eserlerini yeniden okudum. Sinan MEYDAN’ın yazdıklarıyla yararlandığı kaynakları karşılaştırdım. Mithat Cemal
KUTAY, Şerif MARDİN, Uğur MUMCU, Dücane
CÜNDİOĞLU, kitapta belirtilen kaynaklardan birkaçı. Onlardan yapılan alıntıları tek tek ayrıca okudum. Şuna inandımki olayları bugünden bakarak
değerlendirmek yanlış, o günün şartlarıyla değerlendirme yapmalıyız, yoksa doğrulara ulaşmakta çok
zorlanırız.
Sinan MEYDAN, Vaiz’i “Mehmet Akif’i övmek
veya yermek için değil, uydurulmuş M. Akif’e karşı
gerçek M. Akif’i göstermek için yazdım.” diyor. Bunu
yaparken bize o günün Osmanlı İmparatorluğu’nu,
bugüne nasıl kavuştuğumuzu tarafsız, yalın, akıcı bir
dille 4 ana başlık altında anlatıyor:
1. Bölüm “ Akif’in medeniyet görüşü ”
2. Bölüm “ Akif’in dine ve düne bakışı ”
3. Bölüm “ Direnişçi Akif “
4. Bölüm “ Akif’i kullanıp Atatürk’e saldırmak “
Kitapta M. Akif’le yapılan son röportaj da ayrıca
yer alıyor. Şair bu röportajda Kurtuluş Savaşı’nı
şöyle anlatıyor: “ Allah’ım ne muazzam zaferdi o ! (
Büyük Taarruz ) Ortalık herc-ü merç oldu. 5-6 saat
içinde bir başka dünya doğdu... Ve biz mest olduk !
Artık benim, ne düşünecek, ne yazacak, hatta ne
yaşayacak takatim kalmıştı... Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu bizzat yazıyordu.”
Karşıyaka A.D.D’nin sevgili üyeleri, sizlerin, aydınlık günlere olan özleminizi biliyorum; çünkü ben de sizler gibi laik, demokratik, Atatürk ilkelerine bağlı bir vatandaş
olarak ülkemin bugun yaşadıklarından çok
büyük endişe duyuyorum. Büyük şair,
Safahat’ın 6. Kitabı “ Asım “’da sanki
bugünün
Türkiye’sini
anlatıyor.
Kitabımızın yazarı Sinan MEYDAN,
sonuç yerine şu dizeleri almış, başka
söze gerek yok diyor:
“ Bana anlat bakayım şimdi; şu biçare ocak,
Zorbalar saltanatından ne zaman
kurtulacak ?
Hiç bu mantıkla, a dîvâne, hükümet mi yürür ?
Bir cema’at ki erenler işi yumrukla görür,
Kafa bitmiş demek artık, çekiver kuyruğunu !
Kuvvetin hakkı mıdır enselemek bulduğunu ?
Bize, Asım, ne şunun yumruğu lazım, ne bunun;
Birinin pençesi ister yalınız: Kanunun.
Ver bütün kudreti kanunaki vahdet yürüsün...
Yoksa millet değil, ancak dağınık bir sürüsün...
Memleket zaten ayol baksana: Allak bullak,
Sen de hissinle yürürsen batırırsın mutlak.
Ya kuzum, zaptiye ruhuyla hükümet sürenin,
Yeri altındadır, üstünde değil kürenin ! “
Bir kitabı okuyanlar kendisine göre sonuçlar çıkarırlar. Beğenirler, beğenmezler ya da bazı bölümleri
diğerlerinden daha önemli bulurlar. Ben de bu hakkımı kullanıp kitabın en önemli bölümünün dördüncüsü, “Akif’i kullanıp Atatürk’e saldırmak” olduğunu düşünüyorum.
Akif, kitapta anlatıldığı üzere İslami dünya görüşüne sahip bir insan. Ancak, “İslamın Halifesi’ne
isyan etmek gerektiği” konusunda Mustafa Kemal
ile aynı görüşte. Çünkü bir vatansever. Ülkenin
bağımsızlığına olan bağlılığı İslama olan bağlılığından
daha az değil. Öte yandan laik bir cumhuriyetçi de
değil. Mehmet Akif Ersoy, Atatürk’ün, “arkadaşlarım, inkilap kendi idraklerinin hududuna geldikçe
beni terk etmeye başladılar,” sözü kapsamındadır.
Belirtilmesi gereken önemli bir nokta da son günlerini yaşamak üzere vatanına dönmüş olmasıdır.
Gelecek sayımızda buluşmak üzere hoşçakalın.
37
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 38
ÇAĞDAŞ TÜRK RESİM
SANATI
Türk ressamları ancak 19. yüzyılda akademik çalışma yapma imkanı bulmuşlardır. Avrupa’da eğitim görerek veya yabancı hocalarla çalışarak Batı sanatıyla ve
kültürüyle birebir tanışabilmişlerdir. Bu modernleşme
hareketi devlet isteğiyle olmuş, askeri okullara resim
sanatı konulmuştur, bu nedenle ilk ressamlar genelde
ünvan sahibi kişilerden çıkmıştır. Bir kısmı da askerî
okul çıkışlı oldukları halde, yurt dışına gitmeden sanatsal yeteneklerini ve tavırlarını yurt içindeki öğretmenlikleri sırasında geliştirmişlerdir. Bu dönemin önemli
isimleri arasında Ferik İbrahim Paşa, Fahri Kaptan,
Halil Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Hoca Ali Rıza, Süleyman
Seyyid ve Osman Hamdi Bey sayılabilir.
1908’de kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin
asker kökenli ressamlarından sivil kuşağa geçiş, 1910
Çallı Grubu olarak bilinen izlenimci ressamlar kuşağıyla gerçekleşmiştir. Türk resminde figür geleneğini başlatan Osman Hamdi’den bu ressamlara geçiş, aynı
zamanda modernleşme sürecinin de başlangıcını oluşturur. Bu gruptaki ressamlar fazla renkçi olmayan
optik bir izlenimciliğe yönelmişlerdir. Başlıca sanatçıları olarak Hüseyin Avni Lifij, Feyhaman Duran, Hikmet
Onat, Nazmi Ziya Güran sayılabilir. İbrahim Çallı ise
bu isimlere göre daha akademik bir yol izlemiştir.
Yeni başkent Ankara'da kurulan ilk millî hükümet,
kültür ve sanat sorunlarına önemle eğilmiştir. Bunu, ilk
hükümetin 9 Mayıs 1920 tarihli programında açıkça
görebiliriz. Onu izleyen hükümet programlarında
sanat konusu, özellikle Atatürk döneminde özel bir
yer tutar, milli yaratıcılık ve sanatın gelişmesi üzerinde
ısrarla durulmuştur. En eski sanat eğitim kurumu olan
Güzel Sanatlar Akademisi köklü değişikliklere gitmiş,
konservatuvar ve tiyatro çalışmalarına girişilmiştir.
Bu amaçla müzik ve resim başta olmak üzere, sanatın çeşitli dallarında öğrenim görüp yurda dönmeleri
için Avrupa'ya öğrenciler gönderildi. Bu öğrenciler
yurda dönüşte, sanat eğitim kurumlarında öğretmenlik ve yöneticilik yaparak deneyimlerini aktarmaya başladılar. Böylece ülkemizde sanatsal devinim hız kazandı.
Cumhuriyetin kurulması ile sanatın; kültürel gelişimin ve aydınlanmanın temel taşlarından biri kabul edilmesi sonucu, modernleşme hareketiyle Osmanlı
İmparatorluğu’nda açılan ilk güzel sanatlar okulu
Sanayii Nefise Mektebi 2 Mart 1928’de Güzel Sanatlar
Akademisi adını almış, bunun ardından 1929 yılında
Bağımsız Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği kurulmuş38
tur. Türk öğretmenlerinin yetiştirdiği bu ilk
kuşak, Türk resim sanaEvrim GÖKÇELİK
tında da yeni bir dönemin
öncüsü olmuştur. Bu
sanatçılar Osmanlı Devleti, Kurtuluş Savaşı,
Atatürk’ün başlattığı yenilikler ve Cumhuriyet’in ilk
yıllarıyla ilgili eserler ortaya koymuşlardır.
Cumhuriyet dönemi ve sonrasındaki temel sanat
hareketlerini çeşitli başlıklar altında inceleyebiliriz.
Müstakil Ressamlar:
Cumhuriyet öncesi başlayan sanatsal gruplar daha
sonra da devam etmiştir. Bu gruplardan Müstakil
Ressamlar Ve Heykeltraşlar Birliği Türkiye’de çağdaş
Türk sanatının “devrimci” diye niteleyebileceğimiz
büyük adımlarından biridir. Bu birlik 1929 yılında
kurulmuş olsa da hareketin fikirsel temeli 1923 yılına
dayanır. Öncülüğünü ve kuruculuğunu Zeki Kocamemi
(1901-1959) ve Ali Çelebi (1904-1993)’nin yaptığı
grup, izlenimcilerin aksine, renkten çok çizgisel kuruluş üzerinde durmuşlar, özellikle de Alman anlatımcı
ve kuruluşçu resminden esinlenmişlerdir. Geleneksel
Galatasaray sergileriyle isimlerini duyuran derneğin
ressamları arasında Refik Epikman, Hamit Görele,
Nurullah Berk, Şeref Akdik, Hale Asaf, Mahmut Cuda,
Cevat Dereli (1900-1989), Ali Avni Çelebi, Muhittin
Seba da vardır. Ayrıca, Ali Çelebi, 1931’de Paris’te açılan “Bağımsızlar Sergisi”ne “Maskeli Balo” (1928) adlı
yapıtı ile katılmış, grubun adı uluslararası platformlarda da duyulmaya başlamıştı.
Müstakiller, Cumhuriyet döneminin ilk sanatçı topluluğudur. Bunun yanı sıra sanatçının ekonomik özgürlüğünü de savunan ilk sanat birliğidir. Resim sanatını
halka sevdirmek için büyük çaba göstermişlerdir. Tüm
zorluklara rağmen sergilerini değişik illerde sergilemişler, sergi salonlarının ücretli olmasına karşı çıkmışlardır. Müstakiller Ressamlar Birliği’nin en çarpıcı tarafı ressamların ortak özelliklerinin yok denecek kadar
az olmasıdır. Hemen hemen hepsi değişik akımların
etkisi altında çalışmışlardır. Bu ressamlarımızın çoğunun renkçi kaygılardan ve optik izlenimlerden çok
resimlerinde, desen sağlamlığına ve çizgiye önem verdiklerini fark edebiliriz. Müstakillerin renkten çok
desene önem vermelerinin sebebi, o dönemde sanatçıları etkisi altında bırakan akımların ortak özelliğinin
de renkten çok desen ve çizgiyi temel almalarıdır.
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 39
D Grubu:
Grubu’nun gözlerinden öperim." sözleriyle D Grubu'nun
1933 yılında bazı ressamlar, Türk resim sanatına
bildirgesini dolaylı yoldan açıklayarak, sanatın yansıtyeni bir çizgi ve boyut getirmek için “D Grubu' nu
macı değil, düşünsel bir alt yapıya gereksinimi olduğukurdular. “D Grubu” nun sanattaki hareket noktası
nu vurgulamıştır (SAFA, 1933a: 2)
empresyonist (izlenimci) eğilimlerin dışında kalmak
Her ne kadar amaçları; resim yaşamını canlandırolmuştur. Bu ressamlar Türk resim sanatının Avrupa
mak, sanat olaylarına bir devinim kazandırmak, yaşasanat akımları doğrultusunda gelişmesi gerektiğini
yan sanatı sergiler, konferanslar yoluyla halka tanıtmak
savunarak “kübist” anlayışın etkisinde kalmışlardır. Bu
olsa da bu, D Grubu'nun, Akademizm ile “1914
grubun en önemli temsilcileri; Nurullah Berk, Abidin
İzlenimcileri” olarak anılan ve çoğunun hocaları olan
Dino, Elif Naci, Cemal Tollu, Zeki Faik İzer ve Zühdü
kendinden önceki kuşağa da bir başkaldırısıydı.
Müridoğlu’dur. 1934 yılında bu gruba
Turgut Zaim ve Bedri Rahmi Eyuboğlu da
katılmıştır. Bu sanatçılardan özellikle
Nurullah Berk, ressamlığının yanı sıra yazar
ve düşünür kimliğiyle de Çağdaş Türk
Sanatı’nda etkin bir rol oynamıştır. Doğu ve
Batı ikilemi içinde bunalan bir sanat ortamında geometrik-figüratif bir anlayışı geleneksel tasvir sanatlarımızdan yola çıkarak
özgün bir temel üzerinde yorumlamayı
başarmıştır.
Sanattaki gelişmeler ya da değişmeler
grup olayları olarak toplumun dikkatini çekmiş; her akım ya da grup, kendi içlerindeki
ayrımlar çok daha büyük olsa da, ister istemez karşı çıktığı, eksik gördüğü durumları
açıklayarak ortak bir tavır oluşturmuştur. D
Grubu'nun 1933'te açtığı ilk sergisi için basİnkilap Yolunda / Zeki Faik İzler - 1933 imzalı.
tırılan broşürde de Peyami Safa;
"D Grubu manga değil.
Ne sağa çark, ne sola.
Yeniler (Liman Ressamları ) Grubu:
Ne de başçavuş
1940’da akademinin yüksek resim bölümünün faaKendi etrafında dönen altı kafa;
liyete geçmesiyle bir grup ressam, toplum yaşamına
Altı çift göz ki maddenin üstüne de, içine de bakıyor ve
ağırlık veren yeni bir topluluk çevresinde birleştiler.
ölüde bile gizlenen canı arıyor gibidir. Yeni resim değil bu;
Bu topluluğun adı “Yeniler” ya da “Liman
Avrupalı, yahut yerli resim de değil-Resim. Ne Delacroix,
Ressamları”grubudur.
ne Cezanne, ne Manet, ne Monet, ne Pisarro, ne Picasso.
Grubun amacı, toplumla ilişkisi zayıflamış olan
Hayır: Abidin, Cemal, Nurullah, Naci, Zeki, Zühtü.
sanatı, toplumsal yaşamdan aldığı konulara ağırlık
Ne ekol, ne akide. Kaideleri bir kelime: Resim.
vererek, insan ve çevre temeli üzerinde geliştirmekti.
Ama, öküz ve fotoğraf aynı şeyi görürler. Hiçbir insan
Nuri İyem başta olmak üzere Ferruh Başağa, Selim
başka bir insanla aynı şeyi görmez.
Turan, Turgut Atalay, Agop Arad, Avni Arbaş, Mümtaz
Nazariye yapmıyorum. Bilinen şeyler, D Grubunun altı
Yener, Fethi Karakaş ve Haşmet Akal’dan oluşan grup,
ayrı bakışı olduğunu bir kez daha söylemek istedim. Bu
kendisinden önceki “D”grubunun sanat tutumuna
Müseddesin dılı'lerini birbirine bağlayan hiçbir şey yok mu?
karşı çıkarak İstanbul limanını ve orada çalışanları, gerOlacak. Yahut bir benzol formülü çıkarabilirsiniz. En tabiileçekçi bir gözlemin ışığı altında inceleyerek tablolarına
rini alalım: Arkadaşlık. Bir çağdan olmak ve ressam olmak.
aktarmışlardır. Kendilerini, içinde yaşadıkları toplumun
Hatta bazı estetik bağlar da bulunabilir.
bir parçası olarak gören bu ressamlar, klasik ve alışılFakat aman.. Söze ve nazariyeye düşmeyelim ve buymış konuların dışına çıkmaya ve toplumla diyalog kurrun sergiyi gezelim.
maya çalışmışlar, sanatımıza toplumsal gerçekçi bir
Eğer orada bizim görüşümüze tıpatıp uyan bir eser
görüşü egemen kılmak istemişlerdir. 1959’da kurulan
varsa kötüdür. Çünkü aynı şeyi görme hassası; aynada,
“Yeni Dal” grubu "Yeniler " grubunun devamı olarak
fotoğrafta ve öküzde vardır. Bizim gibi görmeyen D
kabul edilir.
39
39
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 40
HARF DEVRİMİ
Cumhuriyet tarihimizde 1 Kasım önemlidir. 1 Kasım
1922’de saltanat kaldırılmış, 1 Kasım 1928’de de
T.B.M.M. Yeni Türk Alfabesi’ni kabul etmiştir.
Geçmişten günümüze çeşitli alfabeler kullanan Türkler
(Göktürk, Uygur, Arap, Latin, Kiril) müslümanlığın
kabulüyle birlikte yüzyıllar boyunca Arap harfleri ve
Arap Alfabesi ile Türkçe yazmaya çalıştılar. Oysa Arap
harflerinin söylenişi Türkçe’nin gırtlak yapısına uygun
değildir. Bu nedenle Arap Harfler’i ile Türkçe kolay
yazılıp okunamıyordu. Osmanlı İmparatorluğu; imparatorluk çatısı altında yaşayan, okuma oranı neredeyse %
2,5’larda olan, cahil, sosyo-kültürel ve bilimsel anlamda
geri kalmış insanlardan oluşan bir aşiret görüntüsündeydi. Saray ve çevresi aydın kesimi oluşturuyor, geriye
kalanlar, medeniyetten uzak, hurafelerle, günah korkusuyla hayatları hocalar tarafından tahakküm altına alınarak yaşıyorlardı.
“Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil (bağımsız)
bir milletin evladı kalmalıyım. Bu nedenle milli istiklâl
(ulusal bağımsızlık) bence hayat meselesidir.” Çünkü,
“Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden
mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak
olmak mevkiinden yüksek bir muameleye liyakat kazanamaz” diyen Atatürk’ün kafasında bir toplumun
“cemaat” biçiminden sıyrılıp, batı tipinde uygar ve çağdaş olabilmesi için, o toplumun kesinlikle bağımsızlığını
kazanması gerekmektedir. Bu kazanma ise kendi varlığını bir ulus, bir devlet ve sivil toplum, kısacası uygar ve
çağdaş bir yapı olarak kanıtlamaktır. Kanıtlama ise yeni
bir “Devletin” doğuşu ve onun geleceğidir.
Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni oluştururken, aynı
zamanda bir kültür politikası da uyguladı. Bu kültür politikası Atatürk devrimleri ve kültür kurumlarının; Türk
Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, vb. gerçeklik kazanmasıdır. Kültür devrimleri eskinin yanlış din anlayışını ve
onun kalıntılarını yok etmekle başladı. Çünkü Atatürk,
dinin bir engel oluşturması yerine, tam tersine atılımları gerçekleştiren bir yapıyı yansıtmasını istiyordu.
Kemal Atatürk dinin insana yönelimine karşı değildir.
İnsan bilinci ile din ilişkilerinde aldatıcı olan yabancı ögelere ve dinin yanlış yorumlanış ve kullanılış biçimine
karşı çıkmaktadır. Çünkü Atatürk’e göre, yaşamda gerçek yol gösteren “hurafeler” olmayıp, bilimin kendisidir.
Çağdaş ve uygar bir insanı ve toplumu biçimlendiren ve
yönlendiren de ancak bilim olabilir. Yalnız, halkın öngörülen bilinç düzeyine ulaşabilmesi, onun her şeyden
önce okumasına ve öğrenmesine bağlıdır.
Bütün bunları gözlemleyen, araştıran Büyük
Atatürk, harf devrimine çok önem veriyordu. “Bizim
40
ahenktar, zengin dilimiz
yeni Türk harfleri ile
kendini, gösterecektir.
Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve
Ümran KEBABÇIGİL - Eğitimci
içinde bulundurarak,
anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak mecburiyetindeyiz. Anladığınızın izlerine yakın zamanda bütün kainat şahit olacaktır. Buna katiyetle eminim.”
Devrim sadece okuyup yazmayı kolaylaştırmak için
yapılmamıştı, asıl önemli olan kolaylaşan okuyup yazma
ile Batı medeniyetiyle yakınlaşma sağlanacak ve çağdaşlaşma anlamında çok büyük bir adım atılmış olacaktı. Bu
nedenle Atatürk harf devriminin bir an önce yaşama
geçirilmesini istiyordu. Falih Rıfkı Atay’ın aktardığına
göre: “Bu ya 3 ayda olur ya da hiç olmaz” diyordu. 9
Ağustos 1928’de Sarayburnu’ndaki halk gazinosunda
ulusuna şunları söyledi: “Yeni Türk Harfleri’ni çabuk
öğrenmelidir. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz; Yeni Türk Harfleri’ni her vatandaşa, kadına,
erkeğe; hamala, sandalcıya öğretiniz. Bu vazifeyi yaparken
düşününüz ki bir milletin % 10, % 20’si okuma yazma bilir,
% 80’i bilmezse bu ayıptır. Milletin %80’i okuma yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk’ün karakterini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlardadır. Artık
mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız.
Hataları düzelteceğiz. Hataların düzeltilmesinde bütün
vatandaşların faaliyetini isterim. En nihayet bir sene, iki sene
içinde bütün Türk topluluğu yeni harfleri öğreneceklerdir.
Milletimiz yazısıyla, kafasıyla bütün medeniyet aleminin
yanında olduğunu gösterecektir.”
Ne yazıkki bugün hala harf devriminin; bir gecede 20
milyon insanın cahil kalacağı, binlerce kütüphane ve milyonlarca kitabın birdenbire atıl bir hale gelebileceği
düşünülmeksizin yapılmış tepeden inme devrim diye
yorumlanıp, gerçeklerin çarpıtılması ve buna herkesi
inandırmak için yapılan çalışmalar, cahilliğin büyüklüğünü ve tehlikesini bugün çok net, gözler önüne sermektedir.
Yapılan resmi istatistiklere göre okuma yazma oranı
1923’te % 2,5, 1927’de % 10,5, 1935’te % 20,4 grafiğini göstermesine rağmen, haksızlığı görmemek vatana
ihanettir. Turgut ÖZAKMAN, bu oranın kadınlarda %
0,7’ye kadar düştüğünü söylüyor.
O günlerin zihniyeti, bugün de devrimlere, cumhuriyete karşı gelmeyi aralıksız sürdürmekte. Ancak devrimler ve cumhuriyet oturduğu sağlam temeller üzerinde daima ayakta kalacaktır.

Benzer belgeler