Ussuz Ocak 2009 Seyri

Transkript

Ussuz Ocak 2009 Seyri
Teleskopla Bir Gece Daha, Leonard Cohen
Dön bana
acımasız boş oda
İnce Bizans yüzü
bu yeni oruca hükmet
yaralıyım zahmetsiz merhametle
Ne baba olayım
ne de oğul
ama dokunan da benim
önemsiz ebedilikteki bir tezgahta
desenlerinde savaşların ve çayırın
geceyi sonlandırmayan.
Farkındayım yıldızlar
toz gibi vahşidir
ve beklemezler kimsenin öğretisini
ama döndükçe
bir gökyüzünden diğerine işlerler
hayatımızı ışığın iğneleriyle.
Flowers for Hitler’den (1964)
Çeviren: Hasan Ağan
Çıplak Elle Av I, Özgür Temiz
dilimin ucunda
dikenli bir sarmaşık büyüdü
ben ki dilimle getirirdim,
ağır ıslak geceleri,
iki nokta yan yana
hantalsın uyukum! rüya bitti, ne diye sen ..
Aşktan İçin Dedi ki Dedi Bir, İbrahim Azar
kendine uzanır tanrıeller bakışı,
yıldızlar büyüdü kadınım
koynunda her gece göğü´nün
bağdaş bir lacivert koyu, orası:
—köküne dur dilek kipi insan-fiil,
ama ki Sokağı’nda ölücü zaman!
Yürürtaş, Erdoğan Kul
aşk upuzun bir ölüyü gezdiriyordur dışarda
akşam mı değil mi ne önemi var
sabrın o kızıl müziği öter üstünde doğa’nın
alnına bastırılacak bir parmak-uçluk is için
anlarsın nasıl öyle özenle
tutturulmuştur yokluğa ay
akşamdır bazen ve ayakları suda küçük bir kız
duyularından
artık vazgeçiyordur
adamsız bir damar bulmuştur bir ara yolda
sevmiş emzirmeye durmuş ve sanki iyileşmiştir
o sıra yaşamaktan
dönüş sonralarında hep aynı yokluğa bakan adam
düşünedursun bakalım dünyadan akılda son kalan
bu yuvarlak mı
(dönüş sonralarında
her yerde birden oluşum
içimde bir "çıt" sesiyle üstümde bir "git")
yürümek vardıkça taşlaşıyor kalıbıma
bilmiyorum bugünlerde kimin düşünde ölmüşüm
(Yerini bulsun için, ‘yeniden’dir)
Varışsız I…, İbrahim Azar
uzanır, tutarı elleriyle bir kol; "—kapıdan
pembevî ya, düş bir mendil!" için, uzanır
O çarpıntısıyla kalbinin MİNİK, V parmakları
(tutabilme isteği midir güvercinleri melek:
-kokla, öp!) açılıp kapanır sevişler keresi
çekil perdeleriyle tüm-pencerelerine odanın
durarak boyunca geceler boyu yıldızlara ah!
Doğu Kalpli Bir Sencil Çocuk, Kat’î Büyümez Çirkinkent!, İbrahim Azar
"Değil katregil bir deniz düşer şimdi düşmavi:
—Orda’sına kendinin şehirlersiz göklerle var!"
I
Yapay sevinç ve mut, yontma ya ki taşbiley
adam ve kadınlar;
bir insaniyetsiz çağ düşümü! Orada
ve her yerde, her şeyde kalaba canlısı;
kendilerine secde tap, öküz:
Altın ve put!
Şehrâyin, baştan aşağı eğlenti soysuz
denir tür gecesi
çalgıcılar takımı envaî yordam;
pezevenkler ve kotanalar,
tutbilimsel mekân-ı ırz masa oyunları!
II
Zar, anahtarlar, çevrilesi dönerçark kapı;
ve bahsi ortaya olmak açılmış bir kart:
"Deveyi hendekten atlatırım bir tutam ot…
—İyi mi?"
(Pis gülünç olmuş kaç, Maça Papazı
grantuvaletlere çıkartma yapmıştır pekiî!)
III
—Bilinmez ki bilinmez, çok sayıları onlar aklın
Çirkinkent’lere bölünmüş!
Kesafet ve İrtifa, César Vallejo
Yazmak istiyorum ama çıkan sadece köpük,
Çok şey söylemek istiyorum ama saplanıyorum çamura;
nasıl söylenirse söylensin yoktur rakam, bir toplam olmadan,
nasıl yazılırsa yazılsın yoktur piramit, köksüz.
Yazmak istiyorum ama bir puma gibiyim,
defne olmak istiyorum ama benim pembeleşen soğan;
nasıl ses verirse versin yoktur öksürük,
sisin içinde yitmeden,
ne tanrı ne de tanrı’nın oğlu vardır,
tecellisiz.
Gidelim de yiyelim öyleyse çayırları,
hıçkırığın etini, feryadın meyvesini,
kavanozdaki melankolik ruhumuzu.
Gidelim! Gidelim! Yaralıyım.
Gidip zaten içilmişi içelim,
gidelim, kuzgun, dölleyelim eşini.
* Poemas Póstumos’dan.
Çeviren: Hasan Ağan
Geceydi, ateşe verdim…, Leonard Cohen
Geceydi, ateşe verdim sevdiğim evi
Parladı eşsiz bir halka
Gördüm bir anlığına ayrık otlarını, taşları
Ötesi — yokluğu her şeyin.
Geceden ürken kimi gök mahlûkları
Geldiler yine dünyayı görmeye
Ve yitip gittiler ışıkta.
Bense gökyüzü gökyüzü geziniyorum şimdi
Ve karanlık, en kara şarkısını
Kırık kanatlardan çattığım
Sala karşı söylemekte.
Parasites Of Heaven (1966) kitabından.
Çeviren: Hasan Ağan
Tekil Av, Erdoğan Kul
bu orman ötekidir;
kuşlarının gagasını ‘talan yavruları taşımak yuvarlağı’yla besleyen, varlayan, genç kız
şafaklarına sürülmüş yumurta aklarında terkine yollar bulanı ışığın nabzında saklayan,
yoklayan, missa boyunca isa’nın kemik sessizliğidir bu orman;
öteki.
buyur
gebe kalınan şimşek
görünmekten taşsadı insan, yarı.
Solo Piano, İbrahim Azar
"Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum
Yeniden doğmak için çıkardığım yangından."
E.CANSEVER
Ben nasıl tuttuysam seni, kutsalına inanmak gibiydi bu sevginin; sunakları helal
kadındın isterdim -Allah bilir ya, isterim yine doluca- tek, yüreği savurca bir adamsam da
genç… (O’nu, benim kadar tanımadılar; biliyor musun İbrâhim?) Ne varsa iyiden ve güzelden
yana, değil olsun kötü-çirkin sahipsizliğin; kalbimizindir işte bu hepsi değil öte, söylen
kalabilmekse şu da aşk: Evrenyılı kıvanç duyduğumuz, gıpta gözlerinden adam ve kadınların!
…Ve çokbir adamın yapmadığıydı; ben
Tuttum masaya sakınmaları koydum
-Kıskandığımsa, sakladığımdan kendimi;
Edipbilmez, Cemalbilmez -pek
Allah da bilmezdim hâlbuki…
Ben nasıl tuttuysam seni, kutsalına inanmak gibiydi bu sevginin; içimizde kaçdöndü
duygulardı, dururdu. Duranca ilk atışlarını hissettiğimiz, o… Gözlerindi, ellerin, dahi işaret
parmağındı dudakların ve, boynundu öpüşlerle yanarateş; gezmiş-okşamış-koklamışsam,
doyulmaz saçın ve tenindi ölürümler için: Olmuşluğundu bu senin kadın bir ipek tuba!
Uçurumlarımız göğe ağarıncadır,
Ilıman sokuluşları ellerimizin;
Sarı çiçek açmaları papatya! Ya
Olmak dünyamızdan yenidünyalara,
Bir karanfil ölümdü tutuştuğumuz
"Ben nasıl tuttuysam seni,
Kutsalına inanmak gibiydi bu sevginin!"
Ölüm Vaazı, César Vallejo
Ve sonunda girilir artık ölümün hükümranlığına
sahnededir manga, geçmişin parantezi,
paragraf ve ayraç, devasa el ve ayrılışı iki sesli harfin;
- nedendir Asur masası? Nedendir kilise minberi,
gürültüyle sürüklenen vandal möble,
hatta sonlara doğru şiddetlenen inziva?
Son bulmak için mi
yarında, fallik bir teşhirin taslağında,
şeker hastalığında, beyaz bir lazımlıkta,
geometrik bir yüzde, ölü bir adamda
ihtiyaç duyan bir vaaza ve bademlere
ki aslında fazlasıyla patates var
ve akışkan bir hayalet, altın gibi parıldayan
ve karın bedeli sıcakla eriyen?
Bunun için mi böylesine ölmemiz?
Bir kez ölebilmek için
her an ölmeli miyiz?
Ve paragraf mı yazdığım?
Ve ilahi parantez mi tırmandığım?
Ve miğferim mi delinen o mangada?
Ve ayraç mı her şeyi içine alan?
Ve iki sesli harfin ayrılışının retoriği mi, el mi
patatesim mi, etim mi, yatak örtüsü altındaki çelişkim mi?
Deli oluşum, kurt oluşum
koyun oluşum ve tam bir at oluşum!
Yazı masasıdır, evet, bütün hayatım; minberdir
aynıyla bütün ölümüm!
Barbarlık vaazı: bu sayfalar;
git gide şiddetlenen bir inziva: bu deri.
Bu şekilde düşünce yüklü, altınsı ve kucak dolusu
savunacağım avımı sesim ve gırtlağımla
iki durumda,
belirgin bir koku içre dua edişimde
ve hareketsizlik içgüdüsüyle yürüyüşümde
kendimle iftihar edeceğim yaşadığım sürece – söylenmeliydi bu;
ve atsineklerim kabaracak gururla
çünkü hem merkezdeyim hem sağda
ve soldayım da aynı zamanda
* Cesar Vallejo’nun yazdığı son şiir. Poemas Póstumos’dan.
Çeviren: Hasan Ağan
Baykuşî ya da Kuşlar Türküsü, İbrahim Azar
I
Deli ırmak gözlerimse akıtmalardan bir gece
Sevdanızdı büyük ölümlere ıslanırım için
O en genişinde insan göğümüzün
Kuşlar türküsü yüzyıllardır 21.
(Allah bilir ya Cemal Abi de kan atlıydı öyle
yalınel ateş çocuklarındandı Tanrı’nın)
Kuşak senfonisini yürürken bir gülün de!
II
Pek geniş tüneyip kara sevişirlik ay ne güzel!
dedi, bir Baykuşî:
"Gözü yum yarıdır gece oynar saklambaç,
kapakları kesik!"
lirik vadi, Aziz Kemâl Hızıroğlu
hayat bir bağevi küsüp gitme dost
konakla salkım büyüt
aynalarda devinen zamanı örtme
arada bir sil
komşularına terazili söz ver
susku çiçeklerini konuştur
geceye saçını yıkat
sabaha ses yakıştır
bakışın ardındaki bakışa bak
aşkın kanarsa lirik vadiden geç
rütbe dediğimiz kürk dediğimiz
akılmayan yerdir, sen dökül
dipsiz kuyuları dinle
dinleyen duyar
henüz ölmemiş yakarışlar için
göğsünü yeniden biçimlendir
hayat kısa bir dokunuş durma dost
omzumu omzunla gönendir
Kaybolan Öfke, Nalân Karaduman
İçinde soğuk ve sessiz bir öfke büyüyordu. Oturmuş, ellerini dayamışken koltuğun kenarlarına
ve tırnakları avuç içlerini yakarken ve başı boynundan, saçlarından tutulup iyice geriye
çekilmiş gibi dimdik durur ve bakarken…
Esna kendini koltuktan kalkmamaya zorluyordu. Karşısında gördüğü her neyse, bir zamanlar
belki onu çok korkutmuştu. Oysa şimdi; hiç… Öfkeden kararmış gözlerle boşluğa bakıyor, belli
belirsiz dudakları oynuyordu. Dışarıdan bakan biri onun alçak sesle küfrettiğini düşünebilirdi.
Oysa Esna kısık bir sesle, kelimelerin pek de anlamlarını seçemeyerek, unutmamak istermiş
gibi, sürekli kendi adını tekrarlıyordu:
“…Esna, Esna, Esna kanın damarlarda kayışı, güm. atışı, güm, oradan yükselirken, güm, güm,
Esna, Esna, kanın savruluşu, adaleler arasında incecik çizgiler, kasılmak, hiç açılamamak,
tutuluyor her bir kas tek, tek. Esna, dur. Esna kalkma, geçer, geçer. Esna…”
Boşlukta bıraktığı her neyse gelip de gidenin, hava dalgalandı mı biraz olduğu yerde? Esna
gittiğini anladı mı? Tırnak uçları, uçları etin battığı yerde tırnaklarına, kenarları, sonra avuç
içleri; kan oturmuş. Öfkeden kaçmaz, öfkeye bırakmaz kendini Esna. Görünse de o. ‘Öldü, o
öldü.’
Esna böyle diyordu içinden. Evdeki diğer iki kişi, olup bitenden habersizdiler. Esna’nın
yakınları, aynı zamanda şu üç odayı paylaştığı arkadaşları. Bir olağanüstülük var ama, kriz
sanmış olabilirler. İyi.
Boşluğun belirdiği noktada, ardında duvar. Yavaş yavaş, kasılmış parmakları gevşedi Esna’nın;
koltuğun kollarını sıkmayı bıraktı. Başını saçlarıyla birlikte her kimse arkasından çeken; her
kimse, onun ellerinden kurtuldu. Düzeldi, boyun omurları gıcırdadı biraz. Sonra yavaşça öne
sarktı, çenesi hafifçe göğsüne değdi. Her bir adalesinin damar damar olduğu bacakları
gevşedi. Kafasındaki ses gittikçe uzaklaştı… Durdu. Yanaklarından yaşlar süzüldüğünü
hissediyor ancak durduramıyordu. Bir külçe gibi yığılmıştı olduğu yerde.
Kapının aralandığını fark etti kalakaldığı yerden. Zerrin veya Piyale’ydi. Krizin geçip
geçmediğine bakmaya gelmişlerdi. Bağıracak, seslenecek gücü kalmamıştı Esna’nın. Sağ
kolunu hafifçe kaldırarak elini sallayıp, kimse o, ‘kapıyı kapatın’ dedi hâl diliyle. Belki
anlarlardı. Yoksa bir de seslere, insan seslerine dayanamayacak gibi hissediyordu. Kapının
yavaşça kapatıldığını duydu. Fısıltılar, ardından uzaklaşan terlik sesleri. Uzakta konuşsunlar
konuşacaklarsa da. Nasıl olsa engel olmak imkânsızdı. ‘hiç olmazsa duymayayım fısıltılarını’
dedi Esna.
Kolu biraz önce olduğu yere indi. Barabbas korkutmuyordu artık onu. ‘o yeşil gözlü cüce
zıpzıp’ dedi içinden alayla. Kendi kalbini, bütün kemiklerini göğsünün, iç organlarını
parçalayıp çıkalı çok olmuştu Barabbas. Kan revan rüyalar görmüştü, Barabbas çıkarken
vücudundan. Oysa kendini bildiği zamandan beri içindeydi Barabbas, onunla birlikte
büyümüş, onunla gezmişti dünya üzerinde. Çocukken seslenirdi içinden ona. Sonra masallar
anlatırlardı birbirlerine. Birinin anlattığı masalı diğeri tamamlardı. Konuşur gülüşürlerdi içleri
sıra. Bunun; “kendi kendine konuşmanın” hiç de iyi olmadığını söylemişlerdi bazı kişiler. Ama
Barabbas iyiydi. Çağırdığında bazen geliyor bazen gelmiyordu ama onunla söyleşmek, birlikte
oyun oynamak güzeldi.
Bütün bunları koltukta düşünürken, göğsüne sarkmış başı, yavaşça omuzlarının üzerinde
dikildi Esna’nın. ‘Barabbas’ diye mırıldanırken yanında olsalardı, sesinin sevgiyle titrediğini
duyacaklardı Zerrin ve Piyale. ‘…seni yeşil gözlü küçük Barabbas, ah, nerdesin?’ gözlerinden
yaşlar boşandı tekrar. Gerisini düşünmemeye çalıştı. Bedeni ve ruhu tam anlamıyla
güçsüzleşmişti. Yerlerde sürünüyor gibiydi şimdi; ayaklarının dibinde et yığını. Esna o koltukta
otururken, başından, omuzlarından başlayarak erimiş ve yığılmıştı etleriyle, kemikleriyle
ayaklarının olduğu yere. Kimse görmeden odaya taşımalıydı bu yığını, kimse görmeden
yorganların altına saklamalıydı. Sürünerek, yuvarlanarak ilerledi uzun koridorda. Piyale’nin
kapalı kapısının altından ışık sızıyordu. Fısıltılar arasında esnemeler geliyordu kapının
ardından. Demek yine korkmuş, aynı odada yatmaya karar vermişti kızlar. Olsun. İyi.
Esna etlerini çekeledi yer üzerinde, kemiklerini iteledi. Nasıl soluk alabiliyorsa bu yığın, soluk
soluğa kalmıştı odasına geldiğinde. Oh! Işığı yakmamışlardı. Uzanıp kapıya, bir gayretle ve
olabildiğince sessizce kapattı onu. Pencerenin açık olup olmadığını dinledi. Hayır, açık değildi.
Tüm hacimler kapanmıştı şimdi. Debelenerek yatağa tırmandı. Kendini yorganla çarşafın içine
iteledi. Rahatladı. Yorganı örttü.
Onu şeylerden, var olan her şeyden ayıran öfke. Gitmişti. (Dinmek değildi bu; öfkenin bu
çeşidi, gelip giden bir şeydi; hiçbir şey öğrenmemişse bunu öğrenmişti Esna yıllar boyunca)
Barabbas giderken, ( ah giderken, parçalarken bedenini, narin, neredeyse çocuk bedenini)
öfkesini de alıp götürmüştü. Bir yumru halinde taşımıyordu artık onu içinde. Teninin
duvarlarını kapladığını ve onu bir tamlık, olmuşluk duygusunun esrikliğine sürüklediğini
hatırlıyordu geçmişte. Barabbas varken (bazen kaybolurdu ama o), neşe, öfke, dinginlik,
sevgi, nefret, acı, heyecan,… her şey küçülür, neredeyse bedeninin herhangi bir hücresinde
kaybolacakmış gibi olur, sonra binbir rengiyle önce hafifçe görünür, içinde bir yerlerde
kendini hissettirir ve sonra o zaman parçası boyunca ne olmak istiyorsa o olur, bedeninin
içinde küçülür, zıplar, koşar, şarkılar söyler, haykırır, uslu uslu dinler, konuşur, büyür, kendi
boyunda, tam kendi gibi bir insan çocuk olur, hayatı renklere boyardı.
Bazen tam çeperlerine ulaşırdı Barabbas bedeninin . İnsan olmaktı işte bu. Nerede ve ne
şekilde olursa olsun, eskiden, içinde olduğunu bilirdi Barabbas’ın Esna, bilirdi.
Et yığınları, çok çok yavaşça da olsa, yatağın içinde kendi yerlerine doğru çekilmeye
başladılar. Esna inledi. Ağrı şimdi başlıyordu ve gittikçe artacaktı. Ama hiç değilse odadaydı
artık. Karanlıktı, sessizdi. Koca gözlerini açarak, kimseye rastlama sıkıntısı olmadan boşluğa
bakabilirdi Esna. Oh!
Sabaha güneş doğacak, her şey geçmiş olacaktı. Dudak dediği şeyler kenardan sırıttılar buna.
Hiçbir şey geçmezdi. Olmuş olan, ve olacak olan ve hatta olmakta olan her şey şu an
içindeydi. Keşke bunu hiç hissetmeseydi. Keşke bedeni ve kendi dediği bu şeyin, çizilmiş bir
zaman üzerinde, nasıl sıra çizgisiyse artık bu dümdüz, ileriye doğru koşturup durduğunu
zannetseydi hâlâ. Ayaklarını bastığı yerin üzerindeki her yaprağın, o koştukça çizgi üzerinde,
geride kaldığını düşünebilseydi, umabilseydi. Ne olmuştu ona?
Dışarıda hafif ayak sesleri yaklaşıyordu. ‘Duramadılar’ dedi, huysuz huysuz. Kapı hafifçe
tıkladı. Kendi sesini duydu sonra Esna dudaklarından:
- Piyale?,… Zerrin?…
Kapı açıldı. Ama ışığı açmadılar. Koridorun soluk ışığında görebildikleri kadarıyla,
uykusuz ve endişeli gözlerle Esna’ya bakıyorlardı.
- Esna iyi misin?, dedi Zerrin.
- Nasılsın, dedi Piyale, biraz daha iyice misin? Bu arada yatağa yaklaşmış, ucuna
oturmuş, yorganın arasından sarkan kolunu okşuyordu hafifçe.
Hâlâ ‘Esna’ diyorlardı ona, çocukluklarındaki gibi. O zaman, baştaki o soluksuz harfi atıp,
başka herkesten ayrı olarak, ona istedikleri gibi seslenmek ayrıcalığına sahip iki çocuktular
onlar. Başkaları için beş harfli; baştaki soluksuzla birlikte. Ama onlar için dört harfli: ‘Esna’.
Birkaç yaş büyüktü onlardan, ablaydı biraz. Esna’ydı. Renkli ve oyuncaklı Esna.
Nasıl sevdiğini düşündü bu iki kız kardeşi Esna; ki ismini onlar koymuşlardı, kendim dediğinde
aklına gelen ismini.
- Daha iyiyim, dedi; gülümsemeye, dudaklarını germeye çalışarak.
(Öfkesinin ve kırılganlığının onlara dokunmasına izin vermezdi; vermemişti hiç.
Öbürlerine, diğer insanlara bile dokunmasına izin vermedikten sonra.)
- İyiyim biraz daha iyiyim, ağrım var biraz.
Şimdi Zerrin’in elleri ürkek parmaklarıyla alnına dokunuyor, saçlarını
okşuyordu.
- Üzülme hadi, dedi elini güçlükle kaldırıp Zerrin’in eli üzerine koyarak.
Piyale yavaşça yanından kalktı;
- İlacını getireyim, dedi. Almamışsındır sen daha. Gözlerin kararmış.
Bu karanlıkta gözlerinin ve tüm yüzünün karardığını nasıl gördüklerini sormadı
Esna. Arkasından baktı Piyale’nin giderken.
Asıl o, yüzlerinde gölgeler görüyordu sevdiklerinin. Hele bu hâle girince, gözlerini karartınca
dünya, basınca boynuna.
Sevdiklerinin yüzlerinde gölgeler dolaşıyordu. Ne kadar düşkünse onlara, o kadar çok.
Bir kayboluş ânında bekledi. Sonra tekrar yüzeye çıktı. Piyale bu arada ilacı getirmişti.
Bu beyaz hapların hiçbir işe yaramadığını söyleyemezdi onlara. Gerçi etler toplanırken
yaşadığı ağrıyı biraz olsun azaltıyorlardı.
Yeniden gülümsemeye çalıştı. Tenindeki okşayışları duydu. Kapı artlarından
kapandı. Artık baş olmuş başını yastığa koydu Esna. Ağladı. Gözleri ağrıdı, göz olup.
Gece kapandı.
Barabbas korkutucu sessizliklerde çıkıp gitti kâbuslardan. Kim bilir bir daha ne zaman gelmek,
Ve onu neden içinden attığını tekrar sormak üzere…
21 Aralık 2008 – Cerrahpaşa

Benzer belgeler