ikinci yeni şiir akımında karşıtlıklar

Transkript

ikinci yeni şiir akımında karşıtlıklar
T.C.
SAKARYA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
İKİNCİ YENİ ŞİİR AKIMINDA KARŞITLIKLAR
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Gültekin LÜLECİ
Enstitü Anabilim Dalı
Enstitü Bilim Dalı
:
:
Türk Dili Ve Edebiyatı
Yeni Türk Edebiyatı
Tez Danışmanı
:
Doç. Dr. Yılmaz DAŞÇIOĞLU
Eylül 2009
T.C.
SAKARYA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
İKİNCİ YENİ ŞİİR AKIMINDA KARŞITLIKLAR
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Gültekin LÜLECİ
Enstitü Anabilim Dalı
Enstitü Bilim Dalı
:
:
Türk Dili ve Edebiyatı
Yeni Türk Edebiyatı
Bu tez 17/ 09 /2009 tarihinde aşağıdaki jüri tarafından Oybirliği ile kabul edilmiştir.
Prof. Dr. Hasan AKAY
Jüri Başkanı
Doç. Dr. Yılmaz DAŞÇIOĞLU
Jüri Üyesi
Yard. Doç. Dr. Mehmet ÖZDEMİR
Jüri Üyesi
Kabul
Red
Kabul
Red
Kabul
Red
Düzeltme
Düzeltme
Düzeltme
İÇİNDEKİLER
TABLO LİSTESİ…………………………………………………………….
ii
ÖZET................................................................................................................
iii
SUMMARY......................................................................................................
iv
GİRİŞ................................................................................................................
1
BÖLÜM 1:TÜRK ŞİİRİNİN GELİŞİMİ VE İNCELENMESİ…………..
2
1.1 Türk Şiirinde Yenileşme Hareketlerine Genel Bir Bakış………………...
2
1.2. İkili Karşıtlık Düşüncesi ve Edebiyat İncelemesine Uygulanması……….
10
BÖLÜM 2: İKİNCİ YENİ ŞİİRİNİN OLUŞUMU VE BELLİ BAŞLI
EDEBÎ ÖZELLİKLERİ……………………………………………………..
22
2.1.İkinci Yeni Akımının Ortaya Çıkışı ve Belli Başlı Temsilcileri…………..
22
2.2. Şiirde Anlam Sorunu...................................................................................
36
2.3. Dil Kullanımı..............................................................................................
48
BÖLÜM 3: İKİNCİ YENİ ŞİİRİNDE KARŞITLIKLAR……………….
54
3.1. İlhan Berk’in Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar………………………………..
54
3.2. Turgut Uyar’ın Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar……………………………...
96
3.3. Edip Cansever’in Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar……………………….......
113
3.4. Cemal Süreya’nın Şiirlerinde İkilil Karşıtlıklar……………………........
126
3.5. Ece Ayhan’ın Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar………………………………..
142
SONUÇLAR VE ÖNERİLER………………………………………………
159
KAYNAKLAR……………………………………………………………….
161
EKLER……………………………………………………………………….
164
ÖZGEÇMİŞ……………………………………………….………………….
318
i
TABLO LİSTESİ
Tablo 1: İlhan Berk’in Şiirlerindeki Karşıtlıklar………………………………………92
Tablo 2: Turgut Uyar’ın Şiirlerindeki Karşıtlıklar…………………………………...110
Tablo 3: Edip Cansever’in Şiirlerindeki Karşıtlıklar…………………………………124
Tablo 4: Cemal Süreya’nın Şiirlerindeki Karşılıklar……………………...………….139
Tablo 5: Ece Ayhan’ın Şiirlerindeki Karşıtlıklar…………………….……………….155
ii
SAÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yüksek Lisans Tez Özeti
Tez Başlığı: İkinci Yeni Şiir Akımında Karşıtlıklar
Tezin Yazarı: Gültekin Lüleci
Danışman: Doç. Dr. Yılmaz DAŞÇIOĞLU
Kabul Tarihi: 17 Eylül 2009
Sayfa Sayısı: IV (ön kısım) + 163 (tez)+ 155
(ekler)
Anabilim dalı: Türk Dili ve Edebiyatı Bilim dalı: Yeni Türk Edebiyatı
İkinci Yeni akımı modern Türk edebiyatının çıkış noktası olarak önemli bir yere
sahiptir. Geleneksel şiir anlayışının sarsıldığı hatta yıkıldığı bu döneme ait şiirler ilk
anda anlaşılamamış ve bu nedenle de yadsınmıştır. Şiir dilinde alışılmamış
bağdaştırmaların ve kullanımların yer alması, şiirlerin anlam yapısına da etki etmiş ve
okurlar ve eleştirmenlerce anlamsız olarak görülmesine neden olmuştur.
İkinci Yeni akımı çerçevesinde yayımlanan şiirlerin anlamsız olup olmadığı, eğer
anlam var ise bunun hangi kavram alanına dâhil olan karşıtlıklardan kurulduğu
çalışmanın temelini oluşturmaktadır. Bu bağlamda 1954 – 1964 yılları arasında İkinci
Yeni akının önde gelen şairleri olarak gösterilen İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip
Cansever, Cemal Süreya ve Ece Ayhan’ın şiirleri incelenmiştir. A. Julien Greimas’ın
ikili karşıtlık düşüncesinden yola çıkılarak ölüm/yaşam, doğa/kültür, ben/öteki
karşıtlıkları kapsamında irdelenen şiirlerin derin yapıda anlamları bulunduğu
saptanmıştır. Bu yönüyle bakıldığında İkinci Yeni akımına dâhil olan şiirlerin anlamsız
olmadığı, imge ve metafor gibi söz sanatlarıyla gizlenen anlamın belirli karşıtlıklarla
dayandığı da söylenebilir.
Anahtar Kelimeler: İkinci Yeni şiiri, İkili Karşıtlık Düşüncesi, Şiirde Anlam Yapısı
iii
Sakarya Universtiy Insitute of Social Sciences
Abstract of Master’s
Title of the Thesis: The poetry of “İkinci Yeni” Thought of Binary Contrariety
Author: Gültekin Lüleci
Date: 17 Eylül 2009
Supervisor: Assoc. Prof. Dr. Yılmaz DAŞÇIOĞLU
Nu. Of Pages: IV (pre text) + 163 (main body)+
155(appendices)
Department: Turkish Language and Literatur
Subfield: Modern Turkish Literatur
Echolé of “ İkinci Yeni” has great importance as commencing point of contemporary Turkish
literature.The poems belong to this period within the understanding of tridational poetry that
was shaken and even broken down, couldn’t have been understood at the first glance,so they re
denied. Comprising unusual context and usages affected the meaning form of poetry and were
perceived as meaningless by readers and critics
The possibility of meaningless or meaningfulness of the poems that were pressed in the context
of echolé of “İkinci Yeni” and the question that if they re meaningful,they belong to which
field of concept including binary contrariety, are the base of this study.Therefore,between the
years of 1954 and 1964, prominent poets of echolé of “İkinci Yeni”, who re İlhan Berk, Turgut
Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya and Ece Ayhan, and their poems re examined. By using
A.Julien Greimas’ thought of binary contrariety, in the light of the concepts of death/life,
nature/culture, me/the other contrarierties, the poems re investigated and understood that all
poems which re examined have deep meaning. According to this, it can be said that the poems
belong to echolé of “İkinci Yeni” re not meaningless, contraversely, the meaning,which is
hidden by the art of literature such as symbol and metaphor , depend on well-known
contrarieties.
Key Words: The poetry of “İkinci Yeni”, The thought of binary contrariety, Meaning
construction in the poetry
iv
GİRİŞ
Türk şiiri, İkinci Yeni Akımı ile birlikte geleneksel şiir anlayışından tamamıyla
uzaklaşmıştır. 1950’li yılların ortalarına doğru İlhan BERK (1918-2008), Turgut UYAR
(1927-1985), Edip CANSEVER (1928-1986), Cemal SÜREYA (1931-1990), Ece
AYHAN (1931-2002) gibi İkinci Yeni şiirinin önde gelen şairleri tarafından çeşitli
dergilerde
alışılagelmiş
anlam
ve
dil
yapısından
tamamıyla
farklı
şiirler
yayımlamışlardır. İkinci Yeni Akımı’nın hemen öncesinde Orhan VELİ (1914-1950) ve
arkadaşlarının günlük konuşma diliyle yazdıkları ve kolay anlaşılabilen şiirlerine alışık
olan okuyucu ve eleştirmenler için bu şiirler kapalı ve anlaşılamaz bulunmuş, bu
nedenle de saçmalıkla suçlanmıştır. Oysaki modern şiirin en önemli atılımı olarak
gösterilen İkinci Yeni Akım’ında, şiirde anlamdan yola çıkmak ya da şiirin bir şey
anlatmasını beklemek asıl saçmalık olarak görülüyordu. Çünkü modern şiirin dilden ve
kendin başka bir amacı bulunmamaktadır. Anlamsız bir şiirin olamayacağı görüşünü de
dile getiren İkinci Yeni şairlerine göre şiirde anlam vardır ancak bu anlam şiirin yüzey
yapısından ziyade derin yapısında yer almaktadır. Nitekim şiir artık anlatmaktan ziyade
duyurmak görevini üstlenmiştir. Böylelikle şiirde anlam, gösteren düzeyinden derin
yapıya taşınarak örtük olarak verilmiştir diyebiliriz.
Tezin konusu: İkinci Yeni Akımı’nın öncüleri olarak gösterilen İlhan BERK, Turgut
UYAR, Edip CANSEVER, Cemal SÜREYA ve Ece AYHAN’ın 1954–1959 yılları
arasında yayımlanan şiirlerinin incelenmesi.
Tezin Önemi: Türk şiirinin modernleşme sürecindeki en büyük adımı olan İkinci Yeni
Akımı’nın önde gelen şairlerinin ilk dönemde yayımladıkları şiirlerinin incelenmesi
modern Türk şiirini anlama yolunda önemli olduğu düşünülmüştür.
Tezin Yöntemi: A. Julien Greimas’ın ikili karşıtlık düşüncesi.
Tezin Amacı: Genellikle anlamsız ve saçma olarak görülen İkinci Yeni şairlerin ilk
dönemde yayımlanan şiirlerinin farklı yaklaşım ve yöntemlerle çözümlenebileceğini
göstererek, şiirlerindeki anlam yapılarını A. Julien Greimas’ın ikili karşıtlık düşüncesine
göre incelemek ve modern şiir incelemelerine bir örnek olmak.
1
BÖLÜM 1: TÜRK ŞİİRİNİN GELİŞİMİ VE İNCELENMESİ
1.1. Türk Şiirinde Yenileşme Hareketlerine Genel Bir Bakış
Bir göstergeler düzeni olan anlam, şairin nazım formu içinde şiirin konusu, kelimeleri,
imgeleri, mısra düzeni, imlâ anlayışı, ses yapısı gibi gerekli unsurları kanalıyla
okuyucuya iletmek, duyurmak istediği iletidir. Şairin şiirinde ifade ettiği olay, olgu,
varlık, zaman, hayat, mekân, insan, toplum ile ilgili kanaatlerine, düşünce, duygu, hayal
ve heyecanlarına genel olarak şiirin içeriği ya da anlamı diyoruz (Çetin, 2001:247).
Türk şiirinde anlam ve buna bağlı olarak dil ve biçim konusu her dönemde çeşitli
tarifler ve poetikalar ekseninde ele alınmış, bazen şiirin olmazsa olmaz unsuru olarak
görülmüş, bazen de şiirden tamamıyla uzaklaştırılmaya çalışılmıştır.
Bugünden baktığımızda elde mevcut İslâm öncesi bazı Türk şiiri metinlerinin
anlaşılmama gibi bir sorunu yoktur. Bu damardan beslenerek günümüze kadar gelen
genellikle köylü kasabalı halk şairlerinin yalın Türkçe ile kaleme aldıkları halk şiiri
verimlerinin de anlaşılmazlık sorunu bulunmamaktadır (Çetin, 2001:251). Yalın bir
dille yazılan, içinde halk söylemlerinin yer aldığı şiirin, o dönem için doğaldır ki açık ve
anlaşılır nitelikte olması en önemli özelliğidir. Şiirin, halk için diğer bir deyişle okur
için yazılması da bu bağlamda göz önünde bulundurulması gereken bir niteliktir.
Mercimek Ahmed’in Farsçadan dilimize çevirdiği Kâbusname’deki şu sözler şiirimizin
o dönemki anlam-dil özelliğini yansıtmaktadır:
‘‘ Ey oğul, eğer şair olup da şiir söylemeğe niyetlenirsen, şiirde sözün
Rûşen olmasına yani açık olmasına çalış, sakın gâmız söylemeyesin, yani
örtülü söylemeyesin. Meselâ bir şiirde bir sözün anlamını yalnız sen
biliyorsan başkası bilmiyorsa böyle sözü söyleme, çünkü şiiri halk için
söylerler, kendi kendileri için söylemezler. Öyleyse şiirin anlamı açık
gerektir ki açıklığından ötürü herkes beğensin.’’ (İlyasoğlu: 73)
Divan şiirimizde ise şair, duygu ve hayallerini doğrudan değil, bilakis dolaylı olarak
belirli bir kalıp çerçevesinde beytin içinde gizleyerek aktarmaktaydı. Böyle bir şiir
anlayışında kalıbın (veznin) şiiri üzerindeki hâkimiyeti tartışmasızdır. Neticede şair
şiirinde kullanacağı kelimeleri ya da terkipleri vezne uygun olarak titizlikle
seçmekteydi. Veznin, şairin duygu ve hayallerini aktarmada getirdiği bu titizlik diğer bir
ifadeyle kısıtlayıcılık ayrı bir tartışma konusudur. Duygu ve hayallerini aktarmada
2
mükemmeliyeti yakalamaya çalışan şairin, anlatmak istediklerini doğrudan değil de
belirli kelime ve kelime gruplarıyla dolaylı olarak anlatma girişimi divan şiirimizdeki
mazmunlar sistemini ortaya çıkarmıştır. İnce bir zekânın ürünü olan mazmunlar, şaire
şiirdeki anlamı gizleme olanağı vermiş, ancak divan şiirinin de kapalı ve zor anlaşılır bir
şiir olarak görülmesine neden olmuştur. Bu bağlamda divan şiirimizin ilk etapta kapalı
ve zor anlaşılır oluşunun temelini mazmunlar oluşturmaktadır diyebiliriz. Zamanla
mazmunların fazla değişkenlik göstermeden kullanılması, diğer bir ifadeyle
kalıplaşması, buna bağlı olarak da mazmunların şifrelerinin çözülmeye başlanması,
divan şiirimizdeki anlam perdesinin aralamıştır.
Klasik Türk şiirinin anlaşılmasıyla ilgili başka bir unsur da sebk-i Hindî denilen
üslûptur. Bu dönemde yazılan şiirlerde biçimsel niteliklerden ziyade anlamsal düzen
dikkati çekmektedir. Şairlerin hayal güçlerini derinleştirerek, girift bir temsil sistemine
dayalı olarak, uzun karmaşık tamlamalarla daha önce kimsenin kullanmadığı yepyeni,
ince, derin anlam ve mazmunlar bularak, ya da var olan mazmunları bambaşka açılardan
ele alarak şiirler yazması, şiirin zaman içerisinde anlaşılması zor, kompleks bir
muamma olması sonucunu doğurmuştur (Çetin, 2001:253).
Türk edebiyatının modernleşme sürecinin başladığı Tanzimat döneminde şairler bir
yandan Divan şiirinin anlayışını devam ettirirken diğer yandan da Batı’nın etkisi altında
modern edebiyat anlayışına uygun şiirler ortaya koymuşlardır. Tanzimat şairleri, Divan
şiirinin toplumsal yaşamdan uzak, söz sanatları ve oyunları nedeniyle de anlaşılmaz
oluşunu sürekli eleştirmişleridir. Nitekim bu dönemde yenilik genellikle içerikte
görülmüş; biçimsel olarak – az çok değiştirilmiş olmakla beraber – Divan şiirinin
kalıpları kullanılmaya devam edilmiştir. Kendilerini halkın sözcüsü olarak gören şairler
şiirlerinde sosyal ve politik düşüncelere yer vermişler, bu düşünceleri aktarmada da
herkesin anlayacağı, söz sanatlarından ve oyunlarından uzak, dolaysız, sade bir dil
kullanmışlardır.
Yeni Türk şiirinin fikir babası Şinasi, divan şiirinin aksine şiirde konuşma dilinin
doğallığını yakalama adına yalın bir dille eserler vermiştir. Namık Kemal, o dönem için
yeni sayılabilecek demokrasi, hürriyet, eşitlik, vatan gibi toplumsal kavramları
şiirlerinde konu ederken ‘‘ Edebiyatın manaya müteallik ne kadar sanatı isim
3
bulabildiyse onların haricinde olup da ismi muayyen olmayan fikirlere itikadımca sade
denilmek lâzım gelir’’(Yetiş, 1996: 328) diyerek şiirde mananın ve açık anlamın
önemini vurgular. 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ise Recaizade Mahmut
Ekrem, şiirin toplumsal ve fikrî muhtevasına ‘his’ ve ‘hayal’ dünyasını da ekleyerek
‘güzel olan her şeyin’ şiire konu olabileceğini savunmuş, buna bağlı olarak da şiir
lisansının günlük konuşma dilinden ayrı ve şaire özgü olması gerektiğine inanmıştır. Bu
dönemde Abdülhak Hâmid divan şiirinden gelen biçim (kalıp) anlayışını yıkmaya
çalışmış, şiiri de tamamıyla ferdî duyguların dışa vurumu olarak görmüştür. Makber
mukaddemsinde şiiri tarif eden şair, onun anlamının belirgin olmadığına, tanımlanıp,
açıklanamayacağına işaret ederek, kapalılığın sinyallerini de vermektedir:
‘‘ En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakikat-ı müdhişenin tazyiki altında hiçbir
şey söyleyememektir. İnsan, bazı kere hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar
güzeldir. Zihninde uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinden doğan
hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile bir feryat koparır yahut pek karanlık bir
şey söyler, yahut hiçbir şey söyleyemez de kalemini ayağının altına alıp ezer.
Bunlar şiirdir.’’ (Tarhan, 1982: 38)
Servet-i Fünûn şiiri, hem biçim hem de anlam bakımından değişimi bünyesinden
barından bir dönemin ürünü olarak karşımıza çıkar. İlk dönemlerinde eski nazım
biçimlerini kullanan şairler, bir edebi ekol olarak ortak hareket etmeye başladıkları
andan itibaren Türk şiirine sone, terzarima, serbest müstezat gibi biçimler de
kazandırmışlardır. Ayrıca vezin ve konu arasındaki uyumu dikkate alan Cenab
Şahabettin ve Tevfik Fikret’in veznin müzikal değerinden de yararlanarak şiirler
yazması, bu dönemin en önemli yeniliklerinden biri olarak görülebilir. Bu dönemde
Türk şiiri ve şairleri modernleşme sürecindeki acemilik dönemini geride bırakmışlar,
‘sanat için edebiyat’ ilkesinden yola çıkan şairler ferdi his, aşk, yalnızlık ve tabiat gibi
konuları ihtiva eden şiirler ortaya koymuşlardır. Şiirde bireyselliğin öne çıkması, şiiri
günlük konuşma dilinin dışına çıkarmış, buna yeni terkip ve imaj denemeleri de
eklenince şiir, kapalı ve zor anlaşılabilen bir nitelik kazandırmıştır.
Servet-i Fünûn şairlerinin şiiri tablolaştırmaya çalışarak doğayı/tabiatı olduğu gibi şiire
aktarmaya çalışmalarına karşın Ahmet Haşim ‘Sanat, şahsî ve muhteremdir’’ fikriyle
şiire şiirdeki gerçekliği yeni boyutlar kazandırmıştır. Şairin algısını doğadaki nesnelerin
ve eşyanın sert gerçekliğinden kurtararak özgürleştiren ve bu gerçekliği çeşitli
semboller yoluyla yumuşatarak şiire aktarılmasını öngören sembolizmin etkisiyle şiir,
4
nesnelerin/doğanın ve eşyanın olduğu gibi dizelere döküldüğü bir sanat olmaktan
çıkmış; şairin muhayyilesinde o nesnelerin uyandırdığı ‘çağrışımların’ ve ‘izlenimlerin’
aktarıldığı semboller dünyası olmuştur. Böyle bir düşünce ekseninde ortaya çıkan
Ahmet Haşim’in şiirleri müphem, anlaşılmaz ve manasız olarak görülmüş ve çok
eleştirilmiştir. Ahmet Haşim’in ilk önce Dergâh dergisinde ‘‘ Şiirde Mana ve Vuzuh’’
başlığıyla daha sonra da Piyale kitabının önsözü olarak
‘‘ Şiir Hakkında Bazı
Mülahazalar’’ başlığıyla yayımlanan yazısı hem bir cevap niteliği taşımaktadır hem de
yeni şiirin özelliklerini yansıtmaktadır. Ahmet Haşim yazıda özetle şu görüşlere yer
verir: Şair, bir hakikat habercisi, belagatli bir insan ve kanun koyucu değildir. Şairin dili
nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere oluşturulmuş musiki ile söz
arasında sözden ziyade musikiye yakın ara yerde orta bir dildir. Nesirde üslubun
oluşması için gerekli olan unsurların hiçbiri şiir için söz konusu değildir. Bu bakımdan
şiir ile nesir ayrıdır. Dolayısıyla da nesre ait olan akıl ve mantığın şiirde yeri yoktur. Bu
bağlamda mana araştırmak için şiir deşmeyi, bir kuşu eti için öldürmekten farksız olarak
gören şair, şiirde kelimenin manasının değil, onun cümledeki söyleniş değerinin önemli
olduğunu savunmaktadır. Neticede de mana, ahengin telkini olarak değer kazanır.
Büyük şairlerin kapıları tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır
diyen Ahmet Haşim, herkesin anlayabileceği şiiri de, aşağı seviyede şairlerin işi olarak
görmektedir. Nitekim şiirde anlam ikinci plana itilmiş, ilk anda anlaşılması zor ve
kapalı bir özelliğe sahip olmuştur.
Yahya Kemal de aynı doğrultuda, şiirde mananın değil ‘söz(cük)’ün önemli olduğunu
ve şiirin de bu sözcüklerin ahenkli bir şekilde terkibinden ibaret olduğunu savunmuştur.
Böylelikle şiirde parça güzelliğinden ziyade bütün(birleşim) güzelliğiyle birlikte ‘deruni
ahenk’ ön plana çıkmıştır. Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati şiiriyle paralellik gösteren bu
anlayışın en büyük farkı Türk şiirinin herkesin konuştuğu dille yazılması gerektiğiydi.
‘Ok’ şiiri dışında bütün şiirlerini Aruz vezniyle yazan şair şiirde veznin –ister Hece
olsun ister Aruz- çok da önemli olmadığını, neticede veznin şiiri kurmada sadece bir
vasıta olduğunu, asıl önemli olanın şiiri oluşturan sözcüklerin kendi aralarında ahenk
oluşturarak ‘bir musiki intibaı uyandırması’ olduğunu savunmuştur.
Şiirde hece – aruz, kapalılık - açıklık, mana – ses gibi tartışmalar devam ederken belki
de dönemin en sert çıkışı İstiklal Marşı şairimiz M. Akif Ersoy’dan gelmiştir. ‘Sözüm
5
odun gibi olsun hakikat olsun tek’ biliciyle şiirler yazan şair, şiirde estetikten ziyade
düşünceye önem vermiştir. Şiir Akif’in elinde ‘sanat, sanat içindir’ fikrinden
uzaklaşarak ‘sanat, hayat içindir’ düşüncesine sahip olmuştur.
Bu dönemde paralel olarak hece ile yazan şairlerin şiirlerinde hem vezinden hem de
milliyetçililik akınından kaynaklanan bir duyuş tarzı ortaya çıkmıştır. Mehmet Emin
Yurdakul ve Ziya Gökalp gibi şairlerin ardından Cumhuriyet’in ilanından sonra ortaya
çıkan Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri
Ozansoy, Orhan Seyfi Orhon gibi şairler milli edebiyat akımının etkisiyle şiirlerinde
folkloru temel kaynak olarak benimsemişler, şiirlerinde memleket manzaralarına ve
tasvirlerine yer vermeye başlamışlardır. Asıl kaynak folklor olunca halk edebiyatı şiir
şekilleri, hece vezni ve buna bağlı olarak sade dil, şiiri oluşturan temel faktörler
olmuştur. Bu anlayış çerçevesindeki şairlerin anlaşılmamazlık ya da anlamı ikinci plana
itme gibi bir girişimleri yoktur. Şairler anlatmak istediklerini açık ve net bir şekilde dile
getirmiş, şiirlerinde kapalı ve müphem bir üslubu benimsememişlerdir.
Veznin her geçen gün tekrara düşmesi ve ilk çıktığı andaki zevki ve heyecanı okuyanda
uyandırmaması, hece şiirinin etkisinin yavaş yavaş toplumda azalmasına neden
olmuştur. İlkelerini, içtenlik, canlılık ve devamlı yenilik olarak belirleyen ‘ Yedi
Meşaleciler’ de hececilerin devamı niteliğinde bir yol izlemişler ve Türk şiir tarihinde
istedikleri etkiyi bırakamamışlardır.
1930’lu yıllara gelindiğinde özellikle hece vezninin kısırlığı ve şiirde aranan ahengi
sağlayamamış olması, bu şiirin monoton ve basmakalıp bir hale gelmesine neden
olmuştur. Biçim elbette ki sadece şiirin vezni değildir. Şiiri bir yapı olarak ele
aldığımızda bu yapıyı oluşturan harf, kelime, sözce, mısra ve bunların şiirde
kullanımları biçimi oluşturan öğelerdir. 1930’lu yıllarda hece ölçüsü kullanılsa da asıl
ölçü sözcüklerin ‘üstün’ nizamında aranmıştır. Şiirinde iç-ben’in med cezirlerini ‘üstün
nizam’ ile dile getiren Necip Fazıl’ın şiirin yapısı için öngördüğü şu sözler aslına bize o
dönemin poetikasını vermektedir: ‘‘ Şiirde dış şekle bağlı bir de iç şekil mevcut.(…)
Serbest şiirin gayesi, dış şekli yıkıp bu iç şekli billurlaştırmaksa da, mekânsız zaman
gibi dış perde gergefini kurmadan iç manaya nakışlandırmak muhal.’’ ( Kabaklı,
2004:608) Böylelikle şiirde en önemli unsur ‘iç şekil’i yakalayabilmektir. Tabiî ki bu da
6
iç şekli kuracak ‘dış şekil’in yani kalıbın/veznin kullanımını mecbur kılıyor. Necip Fazıl
hece vezninin basmakalıplılıkla suçlanmasına da şiddetle karşı çıkarak ‘‘ Üstün
sanatkâr, sabit kalıp ve şekil bağlılığı içinde her an, her mısra ve kelimede eski şekli ve
kalıbı yenileyebilir.’’ (Kabaklı, 2004:608) düşüncesiyle şiirde kalıbın mutlak olduğunu
ancak ‘üstün’ sanatkârı diğerlerinden ayıran en büyük özelliğin ‘iç ahengi ‘
yakalamasında olduğunu savunur.
Aruz vezninin ahengini hecede yakalamaya çalışan Tanpınar da; Y.Kemal ve
Valery’nin etkisi ile bütün duygu ve düşüncelerini ‘ses’e dönüştürmeyi amaçlamıştır.
Sembolizm ve empresyonizmin tesiri altında kalan şairler dış dünyanın, nesnelerin
tasvirini yapmak yerine ‘iç-ben’in kapılarını dış dünyaya açarlar. Şiirde vezin kadar
önemli olan iç ahengi yakalanmaya çalışılması ve hecenin tekdüzeliğine böylelikle bir
renk katma fikri şairler arasında rağbet görmeye başlamıştır. Bu anlayışla şiirlerinde
varlıkları masallaştıran A. Muhip Dıranas; ‘Neredesin’ şiirinde de dile getirdiği gibi
artık uykularını bölen ve yıllarca aradığı ‘ses’in peşinden koşan A. Kutsi Tecer gibi
şairler şiirin anlamsal düzeyde seyrini değiştirmişler ve Hece şiirini zirveye taşıyan
şairler olarak edebiyat tarihindeki yerlerini almışlardır.
1930’lu yılların sonlarına doğru Fazıl Hüsnü Dağlarca gerçeküstücülüğe bağlı olarak
serbest çağrışım metodunu şiirlerinde uygulamaya çalışmıştır. Bilhassa şuuraltının
müdahalesiyle şiir dili yer yer kapalılığa düşmüş, zaman geçtikçe de biçim kuralları
kırılmaya çalışılmıştır. Ancak bu kırılma ‘dış şekil’ dediğimiz hece vezninde görülmüş,
iç ahenk şiirin en önemli unsuru olarak yerini korumuştur.
Asaf Halet Çelebi de şiirlerinde soyutluğa yönelmiştir diyebiliriz. Semboller ve anlamı
bilinmeyen kelimeler kullanarak esrarlı bir şiir kurma çabasına giren şair, kapalılığa
önem vererek şiirde ahengi/sesi öncelemesiyle A. Haşim’in paralelinde bir yol takip
etmiştir. Yılmaz Taşçıoğlu konuyu özetle şöyle yorumlamıştır:
‘‘…Çelebi, Türk edebiyatının en orijinal mistik şairi olarak tanınmıştır.
Uzak yakın birçok kültürden, İslam tasavvufundan, dinler tarihinden, doğu
medeniyet ve masallarından ilham alan ve bilinçaltına bağlı, soyut şiirler
yazan şair hem kitapları ilk yayımlandığı dönemde dikkatleri çekmiş, hem
de daha sonraki kuşaklara etki etmiştir.’’ ( Taşçıoğlu, 2006a: 23)
7
Şiirde vezne karşı çıkış ilk olarak 1921 yılında karşımıza çıkmaktadır. Bu yılda Nazım
Hikmet ilk vezinsiz şiirini yayımlamıştır. 835 Satır’daki bu şiirler hem teknik hem de öz
açısından egemen şiir anlayışından çok farklı özelliktedir. Kitaptaki bu şiirler A.
Hamit’ten sonra şiirde kalıbın ya da veznin bertaraf edilmesi adına en önemli atılım
olmuştur. Bu girişim ile şiirde vezinsizlik dönemi yeni bir merhale almış ve Nazım
Hikmet’in şiirleri kendinden sonra gelen İlhami Bekir Tez, İsmail Suphi, Suphi Taşan,
Hasan İzzettin Dinamo gibi şairleri etkisi altına almıştır. Nazım Hikmet biçimsel
yeniliğin yanında içerik kapsamında şiirlerinde soyut düşünceyi ve duygusallığı bir
kenara bırakmış yerine aklın, maddenin ve somutun hâkimiyetini kurmaya çalışmıştır.
Y. Kemal ve A. Haşim’in şiirde öncelediği iç-ses, Nazım Hikmet ile birlikte
dışsallaşmış ve ‘makinenin ses’ine dönüşmüştür. Buna bağlı olarak da şiir ideolojinin
aracı olmuş, toplumsal konular ve sorunlar şiirde kendine yer bulmuştur.
1941’de yayımlanan Garip önsözü Türk şiirindeki en önemli değişimlerden birinin
habercisidir. Üç arkadaş; Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat Horozcu şiir
geleneğini köklü bir şekilde değiştirmek için geleneği ve eskiye dair her şeyi reddederek
işe başladırlar. Alaattin Karaca’nın saptamasıyla: ‘‘Bu poetika, esas itibariyle dile,
biçime ve söyleme ilişkin içerdiği görüşlerle geleneksek şiir anlayışına ve
Cumhuriyet’ten önceki kültüre kökten bir tepkidir.’’ (Karaca, 2005: 75) Şiirde aruzhece tartışmaları süregelirken Orhan Veli şiirde ne hece ne de aruzu kabul ediyor, şiirde
vezni geleneğe ait olarak gösterdikten sonra, veznin şiiri sınırladığı gerekçesiyle vezni
topyekûn ortadan kaldırma girişiminde bulunuyor.
Orhan Veli’nin şiirde vezin ve kafiyenin vasıtasıyla ‘ahenk’i amaçlayan A. Haşim ve
Y.Kemal’in bu fikrine de itirazı vardır. Vezinle kafiyenin ‘ahenk’i sağladığına karşı
çıkarak, şiirde bir ahenk aranacaksa bunun zaten şiirin ‘eda’sında var olduğunu belirtir.
Bu bağlamda Servet-i Fünuncuların şiiri tablolaştırma çabalarına, Haşim’in şiiri musiki
ile söz arasında hatta musikiye daha yakın olarak tarif etmesine ve Yahya Kemal’in
şiirde musikiyi yakalama arzusuna itiraz ederek sanatta iç içeliği kabul etmez. Çünkü
Orhan Veli için şiir şiirdir, müzik müziktir, resim de resimdir.
Garip şairleri için söz sanatları artık bir yenilik taşımamaktadır, bir de buna vezin ve
kafiye eklenince şiir dilinin kısıtlandığı görüşündedirler. Bu yüzden ‘şairanelik’ en çok
8
hücum ettikleri konu olur. Artık şiirin belli bir zümre zevkinden çıkarılarak, alelade ve
günlük olayların şiire konu edilmesi ve bunun da konuşma dili ile okuyucuya sunulması
gerekmektedir.
Şiiri geleneksel yapının, diğer bir deyişe çemberin içinden çıkarılmasında
gerçeküstücülüğün etkisi inkâr edilemez. Bu noktada Garip şiiri birçok yönüyle
Gerçeküstücülüğe bağlanmaktadır. Ruhi otomatizmin gerçekleştirilebilmesi için ilk
önce aklın/bilicin devreden çıkarılması gerekmektedir. Vezin, kafiye ve söz sanatları;
bunların her biri birer akıl ve bilinç işidir. Şairaneliğin göstergesi olan bu unsurların
şiirden kaldırılması için ilk önce bilinç çemberinin yok edilmesi gerekiyordu. Orhan
Veli şuurlu olarak şuuraltını harekete geçirmeye çalışmış ve sonucunda da sürrealizmin
bir nevi taklidini uygulamıştır diyebiliriz.
1940 şiir kuşağının diğer kanadında ise Nazım Hikmet’in poetik arkında ‘Toplumcu
Gerçekçi Şiir’ anlayışı belirir. Şiirin güzellikten çok düşünceyi iletilmesine ve toplumsal
sorunların konu edinmesini benimsemişlerdir. Hasan İzzettin Dinamo, Rifat Ilgaz, Cahit
Saffet Irgat, Ömer Faruk Toprak, Arif Damar, Enver Gökçe, Şükran Kurdakul, Atilla
İlhan gibi şairlerden oluşan ‘Toplumsal Gerçekçi Kuşak’ın şiirlerinde hâkim olan
ideoloji ise sosyalizmdir.
Şiirde güzelliğin ve estetiğin yavaş yavaş ortadan kalkmasına ve şiirin bir hitabet sanatı
olarak sadece ideolojik mesaj taşımasına karşı çıkan Attila İlhan, Toplumsal Gerçekçi
Şairleri ‘Aktif Realist’ şairler olarak eleştirmiş ve kendi fikir anlayışında bir grup
gençle Mavi Hareketini başlatmıştır. Şiirlerinde toplumsal sorunlara, ideolojik
anlayışına - Marksizm- yer veren A. İlhan’ı dönemin şairlerinden ayıran özelliği ise
fikirlerini ‘estetik’ bir ifade ile örerek okuyucularına sunmasıdır. Geleneği yadsımayan
ve fikirlerinin kaynağını ‘tarih’e dayandıran şair, dönemi içinde bu özgün yapısıyla
kendine yer edinmiştir.
1940 dönemi – ve sonrası- şairleri arasında Türk şiirine getirdiği yenilikler bakımından
en ayrıcalıklı yere sahip olan şairlerden biri de B. Necatigil’dir.
Şiirlerinin ilk
evrelerinde halk edebiyatı geleneği çerçevesinde olması, divan edebiyatının da çeşitli
özelliklerinden yararlanarak bunları dönemin modern şiir yapısının ve tekniğinin
potasında eritmesi, Necatigil’in isminin günümüze kadar gelmesinde büyük rol
9
oynamıştır. Klasik söz dizimi ile oynaması, şiir dilinde sapmalara yönelmesi ve
böylelikle şiirlerini bol çağrışıma dayalı soyut bir ifade ile kaleme alması şair kimliğini
oluşturan asıl öğelerdir. Şiirlerinde dış dünyanın gerçekliğini, kendi benliğine ve iç
dünyasına yansıyan şekliyle ele almıştır. Şiiri içselleştirmesi ve dış dünyayı iç-beninden
yansıtması şairi şiirlerinde kapalılığa da götürmüştür. Denilebilir ki; O’nun şiirlerinde
manayı bulmak isteyen okuyucunun ilk önce şiirlerin içindeki ipuçlarını yakalaması ve
çözümlemesi gerekir. Necatigil şiire getirdiği bu yeniliklerle hem modern şiirin hem de
1950’li yıllarda ortaya çıkan İkinci Yeni şiirinin öncüsü konumundadır. Necatigil’in
Türk şiirinin modernizme ulaşma aşamasındaki yerini Yılmaz Taşçıoğlu şöyle
belirlemektedir:
‘‘ Yeni şiir tarihimiz çerçevesinde baktığımızda ise 1930’ların ortalarından itibaren
yaygınlaşmaya başlayan serbest şiir anlayışının, soyut ve kapalı şiir yapısına
yöneldiği ve 1950’lerin ortalarından itibaren edebiyat ortamına egemen olduğu göz
önünde tutulursa onun bu geçiş süreci içerisinde bir öncü rolü de oynadığı
söylenebilir. Kısacası Garip şiir anlayışından İkinci Yeni’ye geçişte Behçet
Necatigil şiirinin doğrudan ve dolaylı olarak bir geçiş görevi gördüğü söylenebilir.
O kapalı, soyut şiire İkince Yeni şairlerinden daha önce verdiği örneklerle
yönelmiş bulunmaktaydı. Bu bakımdan Behçet Necatigil’i yeni Türk şiirinin öncü
şairlerinden birisi saymamak için hiçbir sebep yoktur.’’ (Taşçıoğlu, 2006: 378)
Bu dönemde Garip şiirinin bütün şairanelik anlayışlarına karşı çıkarak, şiirde alelade
konuşma diline yer vermesiyle somut ve herkes tarafından anlaşılabilen bir şiir ortaya
koymalarına karşılık Behçet Necatigil’in soyut şiire yönelerek, dil ve anlam bağlamında
Türk şiirine getirdiği yenilikler 1950’liyıllarda ortaya çıkacak olan İkinci Yeni şiirinin
ipuçlarını taşımaktadır diyebiliriz.
1.2. İkili Karşıtlık Düşüncesi ve Edebiyat İncelemesine Uygulanması
Her sözcüğün ya da ‘şey’in bir zıddıyla anıldığı dünyamızda ilk önceleri, özellikle
klasik edebiyatta ‘karşıtlık (tezad)’ fikri bir söz/anlam sanatı olarak kullanılırken,
günümüzde modern edebiyat incelemelerinde ve çözümlemelerinde bir yöntem olarak
kullanılmaya başlanmıştır. A. Julien Greimas (1917–1992) bir metnin anlambilimsel
yapısından söz edebilmemiz için aralarında karşıtlık ilişkisi bulunan anlam birimsel
öğelerden hareket etmemiz gerektiğini söyler. Yapısalcılık ve sonrası metin çözümleme
yöntemleri de özellikle örtük metinlere ikili karşıtlıklar yoluyla yaklaşmayı ön plana
çıkarmışlardır (Taşçıoğlu, 2008: 123). Böylelikle şiirin yapı alanına dâhil olan kelime
10
ve imgelerin aralarındaki karşıtlık ilişkileri, bize anlamsız gibi görünen metinlerin derin
yapısındaki anlamı aydınlığa çıkarmada yardımcı olacaktır. Tabiî ki böyle bir
incelemede karşıtlık fikrinin felsefi kökeninden, söz sanatı olarak edebî metinlerde yer
alışını ve daha sonra da şiir çözümlemelerindeki yöntemini burada göstermenin faydalı
olacağı düşüncesindeyiz.
İkili karşıtlık fikrinin kökeni Herakleitos’a kadar uzanmaktadır:
‘‘Herakleitos felsefesi dış-nesnel-gerçeklik’e baktığında, bu dış-nesnel- gerçeklik’i
çözümlerken, onun yapısındaki karşıt olguları ve bu nedenle çelişkileri genel
anlatım biçimiyle ve hiçbir çözümlemeye gitmeksizin ortaya koymaktadır.
Böylece, bu anlatım biçimi sonucu, dış – nesnel- gerçeklik’in, yani içinde
bulunduğumuz bu dünyanın, doğanın, evrenin ya da birey ve toplumun gerçek
yapısını ve onların oluşturmuş oldukları gerçekliğin özelliklerini çözümlemeksizin,
oldukça basit bir biçimde dile getirmektedir. Bu özellikler ve nitelikler birer karşıt
olgular olarak kendilerini ele vermektedir. Örneğin, sıcak-soğuk, savaş-barış, kurunemli vb. gibi. Bununla birlikte, bu karşıt olguların, birbirlerinden kesinlikle salt
bir ayrımla ayrılmadıklarını saptayabiliyoruz. Bu yeni durumun sonucunda da
‘Birlik’ içinde karşıt olguların var olmalarını ve bunların birbirlerinden ayrı,
ayrımlı ve karşıt olarak bulunmalarına karşın, yine de birbirleriyle doğal ilişkilerde
bulunduklarını ve bu ilişkiler sonucu birbirlerine dönüşerek, karşıt olgulardan
birbirlerine geçişleri görüyoruz. Örneğin, bir insan varlığındaki açlık ve tokluk
durumuyla, bir toplumun savaş ve barışı aynı yapıda ve aynı koşulda barındırması
gibi….Bu olguların birbirlerine dönüşümü sonucu, varlıkta da evrensel nitelikte ve
güçte
bir
değişim
ve
devinim
ortaya
çıkmaktadır.
(http://www.felsefeekibi.com/forum/forum_posts.asp?TID039436&PN=1
10/08/2008)
Burada karşıtlıkların iki özelliği vurgulanmıştır. Birincisi karşıt durumların ve
sözcüklerin temelinde ‘birlik’ anlayışının yatmakta olduğu, diğeri ise bu ‘birlik’e
ulaşma adına zıt kavramların birbirlerine dönüşümü sırasında bir değişim ve devinim
içinde bulunarak dinamizm taşıdıkları olgusudur.
İçinde bulunduğumuz evrende var olan her nesnenin, kullanılan her sözcüğün bir
zıddıyla zihnimizde yer aldığını, her kullanımda aslında karşıtını da içinde barındırdığı
yadsınamaz bir gerçektir. Güzel denildiği zaman çirkinin, iyi denildiği zaman kötünün,
yaşam denildiği zaman ölümün anlağımızda belirmektedir. Karşılıkların zihinde
yarattığı bu anlam dinamizmi şairlerin de zamanla dikkatini çekmiş ve ‘tezad,
karşıtlama, zıtlık’’ gibi isimlerle söz sanatını olarak şiirdeki yerini almıştır.
Cem Dilçin söz ve anlam sanatı olarak ‘tezad’ı şöyle tarif etmiştir:
11
‘‘ İki düşünce, duygu ve hayal arasında birbirine karşıt olan nitelikleri ve
benzerlikleri bir arada söylemektir. Bir şeyin birbirine karşıt görünen özelliklerini
bulup çıkarmak da tezad sanatına girer. Yoksa soğuk-sıcak, kuru-yaş, uzun-kısa,
büyük-küçük, gece-gündüz gibi dilbilgisi bakımından karşıt olan sözcükleri arka
arkaya sıralamak tezad değildir. Örneğin aşağıdaki beyitte ‘âb’ ve ‘ateş’ karşıt
sözcüklerdir. Fakat bu iki şeyin âşıkın gözünde birleşmiş gibi gösterilmesi tezaddır.
Çeşm-i âşkta imtizâc etmiş
Âb u âteş olup beraber dost
Tezad sanatı, divan edebiyatında tıbak, mutâbakat, tatbik, tekâfu adlarıyla da
anılır.’’ (Dilçin, 2006: 449)
Ali Püsküllüoğlu ise aynı bağlamda ‘karşıtlama’ sanatını şöyle açıklar: ‘‘ Birbirine
karşıt olan iki düşünce ya da iki imgeyi, aralarında bir ilgi kurarak, aynı dize ya da
cümle içinde kullanmaya dayanan bir anlam sanatı.’’ (Püsküllüoğlu, 1996: 80)
Doğan Aksan ise Türkçedeki tersanlamlılık ilişkilerini 5 başlık altında toplayarak onları
sınıflandırma yoluna gitmiştir. Bu sınıflandırmaları şöyle özetleyebiliriz:
1. İkili Karşıtlıklar (Kutupsal Tersanlamlılık) : erkek/dişi, somut/soyut,
gündüz/gece, canlı/ölü, alçalmak/ yükselmek, gitmek/ gelmek…
2. Biçimsel İlişkili Karşıtlıklar: Türkçede aynı ya da aynı kökten türemiş
sözcüklerin değişik ekler alarak oluşturdukları tersanlamlılardır.
Sorumlu/sorumsuz, gerekli/gereksiz, eşitlik/eşitsizlik…
3. İlişkisel Karşıtlıklar: Bu öbekte yer alan örnekler birbirleriyle ilgili kavramlar
arasındaki karşıtlığı göstermekte, aynı konuyla ilgili, ancak ters anlamlı olan
sözcüklerden oluşmaktadır. Satılık/kiralık, oyuncu/seyirci, almak/satmak…
4. Dereceli Karşıtlıklar: Bu türe daha çok ikili ters anlamlıların arasına giren kimi
ögelerle oluşturulan tersanlamlılar girmektedir. Sıcak/soğuk ilişkisinin
derecelenmesi sıcak/ılık/soğuk ya da kapalı/aralık/açık örneği verilebilir.
5. Yön Gösteren Karşıtlıklar: sağ/sol, ön/arka, ileri/geri, yukarı/aşağı…
(Aksan,1999:129-131)
Bir sözcüğün tek başına karşıt anlamı bulunabileceği gibi cümle içindeki görevine bağlı
olarak yeni karşıt anlamlar kazanması da mümkündür. Örneğin ‘bozuk’ sözcüğünün tek
başına kullanımında karşıtı ‘sağlam’ iken; ‘bozuk para’
söyleminde ‘bozuk’
sözcüğünün karşıtı ‘bütün ya da kâğıt’ olarak yeni zıt anlamları karşılamaktadır.
12
Şiir dilinde de durum bundan farklı değildir. Şiirin malzemesi dil olduğuna göre;
dil de bulunan sözcükler yan yana getirilerek dizeleri, dizeler de şiiri oluşturmaktadır.
Modern şiir incelemelerinde örtük gibi görünen ‘anlam’ı belirgin kılan en önemli öğe
ise ‘bağlam’dır. Tek başına sözcükler ya da nesneler bize anlamı vermez ve buna bağlı
olarak da şiirde ‘anlam’ dediğimiz mefhum mutlaka bir bağıntıyı gerekli kılar. Bu
noktadan yola çıkarak sözcüklerin anlamlarından ziyade kullanımlarının önem
kazandığı, bu kullanımlar neticesinde sözcüklerin bir bağıntı içersinde değer taşıdığı ve
bu değerin de günümüzde kuram kadar etkili olan kavramlar aracılığıyla ortaya
çıkarılabileceğini söyleyebiliriz. Doğan Aksan’ın şu açıklamaları bu bağlamda dikkate
değerdir:
‘‘Dilbilimdeki kavram alanı ya da dil alanı (Alm. Sprachfeld) kuramına göre,
kavramlar insan zihninde tek tek değil, ilişkili, bağıntılı oldukları öteki kavramlarla
bir arada bulunmaktadır. Göstergelerin gerçek değerleri de ancak böyle belirlenir.
Örneğin darılmak, küsmek, kırılmak, incinmek, alınmak, bozulmak gibi Türkçede
aynı kavram alanındaki öğelerin gerçek değerleri de bunlar bir araya getirildikleri,
bir arada düşünüldükleri zaman kendilerini belli eder..’’ (Aksan, 1999: 114)
Karşıtlık ya da tezad sanatının kullanılmasının Türk şiirindeki/dilindeki önemini ve
etkisini yine Doğan Aksan şu şekilde açıklamaktadır:
‘‘ Gerek günlük dilde, gerekse şiir dilinde karşıt kavramların ve anlamca birbirine
karşıt olan önermelerin bir arada kullanılmasının ve okuyan/dinleyenin zihninde bir
metin çözümlenirken bu kavram ve önermelerin ortaya çıkan karşıtlıkla, daha
belirgin bir biçimde canlanmalarına olanak sağladığı görülmekte, böylece, zihinde
bir hareketlilik doğurduğuna tanık olunmaktadır. Bir başka deyişle, bir önermenin
yanına, ona zıt olan, beklenmeyen bir başkasının getirilmesi, metin çözücü için
şaşırtıcı olmakta, metnin etkisi artmaktadır.’’ (Aksan, 1999: 114)
Aksan burada ‘karşıtlık’ların şiiri okurken ya da çözümlerken okuyucunun zihninde
yaptığı ektiye değinmiş ve buna bağlı olarak şiir dilinin çözümlenmesinde zıtlıkların
yardımı ve etkisi üzerinde durmuştur. Zıtlıkların okuyucu ve çözümleyici üzerindeki
etkisini ve şiirin anlam düzeyindeki rolünü Doğan Aksan’ın açıklamalarına paralel
olarak Ünsal Özünlü şöyle değinir:
‘‘İkilem ya da zıtlık (paradoks) zıt iki düşünce ya da olayın birbiriyle çelişkili
olarak kullanılmasıyla yapılır. Herhangi bir öge öncelenmiş gibi görünürken,
ortaya tam anlamıyla zıt ikinci bir öge çıkar ve dinleyici ya da okuyucuyu şoka
uğratır, ilk ögeyi geride bırakarak kendisi öncelenir. Sonuçta ilk öge ile getirilen
anlam, zıt ikinci öge tarafından silinir gider.’’ (Özünlü, 2001: 53)
13
Bu bağlamda Şiirde ‘anlamsızlık’ı savunan ve bunu şiirlerinde uygulamaya çalışan
İkinci Yeni şairleri için zıt kavramların bir arada kullanılması, bu zıtlıkların yardımıyla
bir önceki anlamın silinmesi, şiirde anlamın örtülmesi adına yapılan bir hamle olarak
görülebilir. Özünlü ve Aksan bu işlemi özellikle karşıtlıkların şok edici özelliğini
vurgulayarak paradoksa dayandırırlar.
.İkinci Yeni şiirindeki ikili karşıtlıkları incelerken ve buna bağlı olarak şiirleri
çözümlerken başvuracağımız kuramlar ise Yapısalcılık ve Yapısalcılıktan kaynağını
alan Göstergebilim olacaktır. Genel Dilbilim Dersleri’nin yazarı İsviçreli Ferdinand de
Saussure’un ( 1857–1913 ) temelini oluşturduğu Yapısalcılık’ın bir eseri oluşturan
öğeleri/sözcükleri kendi arasındaki bağıntılarından oluşan bir dizge içinde görerek
tutarlı bir çözümleme yöntemi olması bizim incelememiz için de temel kaynak
oluşturmaktadır. Öncelikle şiirin ve şiir dilinin kavranabilmesi için biçimi oluşturan
öğeler arasındaki özdeşliklerin ya da karşıtlıkların bulunarak dökümlenmesi
gerekmektedir. Tabiî ki bu karşıtlıkların tespiti yeterli değildir. Bu karşıtlıkların
dökümlenmesinden sonra özellikle Göstergebilim’in ‘anlama’ ve ‘anlamlama’ ilkesine
bağlı olarak çözümlenmesi gerekmektedir. Böylelikle ‘anlamsız’ olarak nitelendirilen
metinlerin derin yüzeyindeki anlamın gün yüzüne çıkarılması da mümkün olacaktır.
Anlama ya da anlamlandırma örtük ya da kapalı olarak görülen metinlerde sözcükler ya
da nesneler arasındaki ilişkilerle gerçekleştirilebilir. Edebi dil, çoğu zaman günlük
konuşma dilinde olduğu gibi kendini açık seçik ve anlaşılabilir şekilde ele vermez.
İletişim dili olarak da adlandırılan konuşma dilinde, dil bir ‘araç’ iken edebi metinlerde
dil ‘amaç’ olarak görülür. Hal böyleyken ‘anlamsız’ olarak eleştirilen edebi metinlerde
‘anlamsızlık’ sadece anlatım düzeyindedir diyebiliriz. Bu tür metinlerin incelenmesinde
esas alınan yöntem anlatım düzeyinden yola çıkarak içerik düzeyine yani
‘anlamsızlığın’, ‘kapalılığın’ ardındaki anlama ve açıklığa ulaşmaktır.
Yapısalcılığın şiiri ya da dizgeyi oluşturan öğeler arasındaki ilişkilere ve bağıntılara
bağlı olarak ele alan bir çözümleme yöntemi olduğunu söylemiştik. Bu bağıntılar
özdeşlik ya da karşıtlık ilkesi içinde kendini açığa çıkarmaktadır. Bu yönüyle
yapısalcılık ikili karşıtlığa ayrı bir önem verir. Şiir, temelde bir biçim/içerik
karşıtlığından başlayarak özne/nesne düalizmine (ikiliğine) kadar birçok bağıntıyı
14
içermektedir. Çünkü ister anlatım düzeyinde olsun ister içerik düzeyinde olsun ikili
karşıtlık ilkesi her zaman ‘öteki’ni gerekli kılar.
Yapısalcılık, klasik anlamda yansıtmacı ve temsilci edebi metin/dil anlayışını bir kenara
bırakarak hatta bunu reddederek bunun yerine ‘dizgesel’ diğer bir deyişle ‘biçimsel’ dil
anlayışını benimsemiştir. Çünkü şair için şiir, dünyayı yansıtan bir metin olmak yerine
dünyanın ve nesnelerin tekrar yapılandırıldığı/adlandırıldığı sonsuz bir metin ya da
yapıdır. Bu anlayışta bir yapının çözümlenmesi için Tahsin Yücel’in Greimas’tan alıntı
yaptığı ve yorumladığı şu açıklamaları dikkate değerdir:
‘‘ Greimas’a göre, evrenin bize göre bir biçim, bir anlam kazanabilmesi
için onda birtakım farklılıklar algılamamız gerekir. Farklılıkları
algılamaksa,
1) en azından iki nesne-terimi bir arada ve var olan nesneler olarak
kavramak,
2) terimler (ya da nesneler) arasındaki bağıntıyı kavramaksa, bunları şu
yada bu biçimde birbirine bağlamak demektir.
Yapı kavramının ilk tanımı böylece çıkar ortaya: iki terimin ve bu iki
terim arasında bir bağıntının varlığı. Bunun dolaysız sonucu olarak,
1) bir nesne-terimin tek başına bir anlam taşımadığını,
2) anlamın her zaman bir bağıntıyı varsaydığını, dolayısıyla anlamın
zorunlu koşulunun terimler arasında bir bağıntı bulunması olduğunu
kesinleyebiliriz.
Bu saptamalar bizi şu gözlemlere getirir:
1) iki nesne-terimin birlikte kavranabilmesi için bir ortak yanları, yani
bir benzerlikleri ya da özdeşlikleri bulunması,
2) iki nesne-terimin birbirinden ayrılabilmesi için de şu ya da bu
biçimde, şu ya da bu yönden birbirinden farklı olmaları gerekir.
Kısacası, ayırıp seçebilmenin temel koşulu nesneler arasında bir karşıtlık
ya da özdeşlik bağıntısı bulunmasıdır. Bu bağıntılar iki düzlemde
eklemlenir: gösteren ve gösterilen düzlemlerinde. Göstereni, anlamın
algılama düzeyinde belirmesini sağlayan öğeler ya da öğe toplulukları
oluşturur; gösterileniyse, gösterenin kapsadığı ve ortaya çıkmalarını
sağladığı anlam ya da anlamlar.’’ (Yücel, 2005: 130-131)’’
15
Gösteren ve gösterilen düzeyini ikiye ayırdığımızda bu alanlardaki karşıtlık modeli de
iki farklı biçimde karşımıza çıkar. Bu düşünceyi Pierre Guiraud şöyle açıklar:
‘‘Gerçekten, bir gösterilen bütünü, karşıtlaştırılabilir bir (ayırıcı) yanlar dizgesi
oluşturan kavramsal öğelere ayrışabilir. Örneğin at erillik / dişilik yanıyla kısrakla
karşıtlaşır.
Buradaki karşıtlık, gösterenlere yansımış değildir. Ama şu örneklerde yansıyabilir:
chien/chienne (erkek/dişi köpek), lioen/lionne (erkek/dişi aslan), caht/chatte
(erkek/dişi kedi), vb.’’ ( Guiraud, 1994: 50)
Gösteren düzeyinde ikili karşıtlıkların ortaya çıkarılması bir metnin sadece anlatım
düzemlinin saptanmasına yardımcı olmaktadır. Bu nedenle gösteren düzeyinde ikili
karşıtlıkların belirlenmesi ‘yapı’ olarak düşünülen bir metnin tam anlamıyla
çözümlenmesine yeterli olmaz. Bu sebepten dolayı gösterilenlerin de incelenerek
‘gösterge’lerin kavram ve anlam alanlarında bulunan ikili karşıtlıkların tespit edilerek
yorumlanması gerekmektedir.
Yukarıda anlamı oluşturan öğe olarak sözcük yerine ‘nesne’ kelimesi kullanılmış ve
anlamın nesnelerin bağıntısıyla bulunacağı öne sürülmüştür. Nesneyi biz burada
gösterge sözcüğüyle karşılayabiliriz. Nesneler sözcükler aracılığıyla dil alanına girer,
herhangi bir ‘şey’in göstergeleridir ve diğer bir deyişle sözcük nesneden ziyade
nesnenin imgesini bizim zihnimize ulaştırır. Şiirde alışılmamış bağlamda bulunan
nesnelerin yan yana dizilmesi o metnin anlam dışı olduğunu göstermez. Burada sadece
okuyucunun
ya
da
araştırıcının
anlam
araştırmasına
zorlanması
görülür.
Nesneler/sözcükler arasındaki bağıntıyı kurmanın en temel yöntemi ise sınıflandırma
işlemidir. En basit düzeyde biz çevremizde var olan hemen her şeyi benzerlikleri ya da
farklılıklarına göre sınıflandırmaya çalışırız. Bunun kökeninde ise dünyayı ve nesneleri
anlamlandırmaya çalışma eylemi yer almaktadır.
Göstergebilimde sözcüklerin anlamlandırılmasında 3 farklı düzlemde eklemlenmesi
gerekir:
‘‘
Derin düzey: sesbirimcikler
Anlatım düzlemi
Yüzeysel düzey: sesbirimler
16
Belirim düzlemi
sözlükbirimler
Yüzeysel düzey: göstergebirimler
İçerik düzlemi
Derin düzey:
göstergebirimcikler
Göstergebirimcik en küçük anlam öğesi olarak tanımlanır ve işlevini başka
öğelerden farklı olmasıyla gerçekleştirir; bir başka deyişle, özerk bir öğe değildir,
varlığını ancak başka öğelerle kurduğu bağıntılardan alır. Bu nedenle, başka
öğelere göre, en azından bir ortak, bir de ayrı özelliği bulunması gerekir. Örneğin,
‘kız’ ve ‘oğlan’
Sözlükbirimlerini karşılaştıracak olursak, ‘insanlık’ ve ‘küçüklük’ gibi iki ortak
gösterge birimcikle ‘dişilik ve ‘erkeklik’ gibi birbirine karşıt iki göstergebirimcik
içerdiklerini görürüz.’’ (Yücel, 2005: 131–132)
Doğaldır ki şair, şiiri bir iletişim aracı olarak kullanmaz. Şairin tek amacı şiirdir, şiirini
de bir ‘şey’i iletmekten ziyade okuyucu etkilemek, estetik bir haz oluşturmak ve deyim
yerindeyse okuyucuyu beklenmedik şaşırtma ve şoklarla şaşkına çevirmektir. Okuyucu
üzerine etki ya da tepki uyandırmanın en büyük silahı okuyucuyu anlamı aramayabulamaya- zorlayacak şiir dili inşa etmektir. Bu noktandan hareketle anlatım
düzleminde ‘anlam’ın kendisini ortaya çıkarması ya da ortaya çıkaran şiir metinlerinin
estetik değer taşıyarak kalıcılığını koruması biraz zor gözükmektedir. Şair, şiirine son
noktayı koyduğu andan itibaren şiir artık okuyucusunun ekseninde değer(ler) kazanır ve
her okuyanın/yorumlayanın kültürel ve düşünsel genişliği boyutunda yeni yeni
anlamlara bürünür.
Şiirsel metinlerin anlatım düzlemi ve belirim düzlemi bize tek başlarına örtük metinleri
anlamlandırma ya da yorumlama imkânı vermez. Hiçbir modern şiir anlayışı sözcükleri
oluşturan seslerin ya da sözcüklerin sözlük anlamlarının şiiri tek başına inceleme ve onu
değerlendirme olanağı sunduğunu kabul etmez. Böyle bir inceleme yapılacaksa da bu
anlambilimsel değil dilbilimsel bir araştırma olarak kabul edilebilir. Bu doğrultuda R.
Barthes’in ‘‘ Çağrışımsal bir alan ya da dizideki öğelerin iç düzeni genellikle – hiç
değilse dilbilimde, özellikle de sesbilimde – bir karşıtlık olarak adlandırılır.’’ (Barthes,
17
2005:73) tanımı iki karşıtlık ilkesinin dilbilim ya da sesbilim düzlemini işaret eder. Bu
düzlem yukarıda gösterdiğimiz anlatım düzlemine karşılık gelmektedir ve bizim
araştırmamızın dışında kalır. Bu noktada Mehmet Rifat’ın aşağıdaki açıklaması son
derece önemlidir:
‘‘ herhangi bir metni, bir söylemi, bir dizgeyi göstergeler bütünü olarak kabul
edecek olursak, bir yapısal çözümleme (buna bağlı olarak da yazınsal çözümleme)
önce anlatım düzlemi ( sözcükler, tümceler, dilbilgisel ya da biçimsel özellikler) ile
içerik düzlemi (metindeki anlamlar) arasındaki ilişkiyle (göstergenin oluşumu:
semiosis) ilgilenir ve içerik düzlemini kavramanın yolunun anlatım düzleminden
geçtiğini söyler. Ama bizim burada sözünü ettiğimiz ve edeceğimiz anlamlama
göstergebilimi öncelikle gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkiyle, bağıntıyla
ilgilenmez. Anlamlama göstergebilimi, anlatım düzlemi (gösterenler) ile içerik
düzleminden (gösterilenler) her birinin kendine özgü eklemlenmiş biçimi olduğunu
ileri sürer: Bu nedenle, göstergebilim, anlatımın tözü ile anlatımın biçimi ve
içeriğin tözü ile içeriğin biçimi ayrımını yapar; kendine ilgi alanı, inceleme konusu
olarak da içeriğin biçimi’ni alır. Bu nedenle, burada ele aldığımız göstergebilim
sözgelimi bir yazınsal metinde anlamın düzenlenişiyle, eklemlenişiyle ilgilenir, bu
anlamın, salt anlatım düzlemindeki dilbilgisel ve biçemsel düzeniyle değil.’’ (Rifat,
1996: 21)
Anlamlama içerik düzleminin yüzeysel yapısından başlar ve çeşitli yorumlarla ile derin
yapıda sonsuzluğa yol alır. Bir edebi metin ya da şiir sonludur ancak onu oluşturan
öğeler/dizgilerin birbirleriyle olan ilişkileri ve bunların tekrar tekrar yorumlanması,
sonlu bir metnin sonsuz yorumlar/ilişkiler toplamı olduğunu gösterir.
İkili karşıtlık ilkesi doğrultusunda bir metni incelerken, metinde yer alan sözcüklerin
belirim düzlemindeki sözlükbirimlerini yani sözlükteki anlamlarını belirleyerek onları
sınıflandırmak yapılacak ilk iştir. Bu işlemden sonra içerik düzleminde bu sözcüklerden
yeni anlamlar üretilerek göstergebirimlerde ve hatta göstergebirimciklerde - metnin
içindeki bağıntıları ve bağlamı da hesaba katılarak - neye, nelere, hangi anlamlara
tekabül ettiğini tespit ederek yorumlamak, böyle bir inceleme neticesinde o metne yeni
anlamlar yüklemek gerekmektedir. Böyle bir incelemede, sözcüklerin mecazi anlam
taşıyıp taşımadıkları ya da eğretileme olarak kullanılıp kullanılmadıkları da göz ardı
edilmemelidir.
A. J. Greimas özellikle ikili karşıtlıkların incelenmesinde ve çözümlenmesinde
oluşturulacak
bir
göstergebilimsel
dörtgenden
bahseder.
Tahsin
Yücel’den
alıntılayacağımız bu çözümleme modeli bizim tezimizin de kaynak noktasıdır.
18
‘‘ Anlamlamanın temel yapısı olarak da niteleyebileceğimiz temel örgenlenim
mantıksal-anlambilimsel kökenli üç tür bağıntıyla temellendirilen bir örnekçe
oluşturur: göstergebilimsel dörtgen. Göstergebilimcilerin sık sık tartışma konusu
ettikleri bu örnekçenin eklemlenimini Greimas’a dayanarak şöyle açıklayabiliriz:
herhangi bir göstergebilimsel dizge olarak niteleyeceğimiz A anlamı bir
anlambilimsel eksen (yani iki terim arasında kurulan, ama mantıksal özelliği
belirsiz kalan bir bağıntı) olarak ele alınırsa, bu terim kesin bir biçimde anlam
yokluğu olarak nitelenen A teriminin karşıtı olarak belirir; öte yandan, içeriğin tözü
de diyebileceğimiz bu A anlam ekseninin içeriğin biçimi düzeyinde,
a1 <…………………………………> a2
biçiminde iki karşıt göstergebirimcik olarak eklemlendiği benimsenirse, bu iki
göstergebirimcik de kendileriyle çelişkin durumda olan iki terimin varlığını
belirler:
__
__
a1 <………………………………….> a2
Bu durumda A teriminin ayrışım ve bağdaşım bağıntıları olarak
niteleyebileceğimiz çiftil bir bağıntıya a1 ve a2 terimlerini bir araya getiren
karmaşık bir göstergebirimcik olduğu göz önüne alınırsa, Anlamlamanın temel
yapısı şöyle bir çizgeyle gösterilebilir:
A
a1 < ---------------------------------------- > a2
a2 < ---------------------------------------- > a1
A
Burada,
< --------------------- > : karşıtlık
<_______________> : çelişkinlik
19
< - - - - - - - - - - - - > : içerim ya da bütünleyim
bağıntısını göstermektedir. Bu bağıntılar konusunda kısaca bilgi vermek gerekirse,
karşıtlık bağıntısı yaşam/ölüm, erkek/dişi, bulmak/yitirmek, vb. gibi aynı
anlambilimsel eksen üzerinde yer alan ve zorunlu olarak birbirini varsayan iki
karşıt terim arasında; çelişkinlik bağıntısı yaşama/yaşamama, yitirme/yitirmeme,
vb. gibi uzlaşmaz terimler arasında; içerim ya da bütünleyicilik bağıntısı da
olasılık/belirsizlik, av/savaş, vb. gibi aynı düzlem üzerinde yer alan terimler
arasında kurulur. Böylece, örneğin
yaşam
ölüm
a1 ---------------------------------- a2
a2 ---------------------------------- a1
gençlik
yaşlılık
biçiminde bir göstergebilimsel dörtgen oluşturulacak olursak, burada
a1 – a2 karşıtlıklar ekseni
a2 – a1 altkarşıtlıklar ekseni
a1 – a1 ile a2 – a2 ile çelişkinler ekseni
a1 – a2 ile a2 – a1 ile bütünleyiciler ekseni
olarak tanımlanabilir.’’ (Yücel, 2005: 136–138)
Yukarıdaki
tanımlama
karşıtlıklarının
ve
belirlenmesi
sınıflamalardan
da
sadece
çıkarılmasına
şablon
anlaşılacağı
gibi
yarar.
sözcüklerin
Karşıtlıkların,
altkarşıtlıklarının da belirlenmesi ve hata göstergebilimsel dörtgenin önerdiği gibi
çelişenlerin ve bütünleyici olarak adlandırılan ‘bağdaşanların’ da bulunup çıkarılması
gerekir. Bu düşünceye ek olarak Tahsin Yücel’in şu fikirlerini de alabilirz:
‘‘…bir anlam evreni tek bir göstergebilimsel dörtgenle değil, birbirinden türeyen
ve birbirini bütünleyen bir dizi göstergebilimsel dörtgenle çözümlenir genellikle,
20
bu da karmaşık anlam evrenlerinin hiçbir şey anlatmayacak ölçüde genel ve soyut
birkaç terime indirgendiği savını kesinlikle çürütür.
Gerçekten de, göstergebilimsel dörtgenin dört teriminin herhangi birinden yola
çıkarak (terimin karşıtı ve çelişiği belirlenerek) öbür iç terim kolaylıkla elde
edilebileceği gibi, her terim bir anlamsal eksen biçiminde ele alınarak başka
anlamsal yapılara varılabilir. Bunun sonucu olarak, göstergebilimsel anlam
çözümlemesi, özelden genele, genelden özele, bütünden parçaya, parçadan bütüne
doğru, sürekli bir açılım biçiminde eklemlenir.’’ (Yücel, 2005: 139)
Yapılan inceleme bir döneme ait şiir incelemesi ya da bir şairin bütün şiirleri üzerinde
olacaksa, sadece bir metnin böyle bir incelemeye tutulmasının yeterli olmayacağı
kanısındayız. Yapılması gereken metinlerdeki karşıtlıkların, şair(lerin) diğer şiirlerinde
nasıl kullanıldığı, yerdeşlerinin neler olduğu ve bunların temelinin nelere dayandığını da
araştırmak gerekir. Biz de işlediğimiz şairlerin şiirlerinde yüzeysel yapıda tekrarlanan
öğelerden başlayarak kavram alanlarındaki temel karşıtlıklara ulaşmaya çalıştık. Böyle
bir çalışmada şair ya da şairlerin, şiirlerini oluşturan temel karşıtlıklarının neler
olduğunu ve bunların şairin dünyayı, olayları algılama ve yansıtma düşüncesinde ne
denli önemli olduğunu gösterebiliriz.
Bu çıkarım işleminden sonra sınıflandırarak yorumlamak ve anlamlandırmak aslına
bakılırsa öznel bir değerlendirmeye girmektedir. Okuyucunun/araştırıcının şahsi
belirlemeleri ve izlenimleri ön plana çıkarak ve bu izlenimleri kendi kültür/bilgi
birikimiyle
çözümlemeye
çalışması
gerçekleştirilebilecektir.
21
neticesinde
‘anlamlandırma’
BÖLÜM 2: İKİNCİ YENİ ŞİİRİNİN OLUŞUMU VE BELLİ BAŞLI
EDEBÎ ÖZELLİKLERİ
2.1. İkinci Yeni Akımının Ortaya Çıkışı ve Belli Başlı Temsilcileri
1950’li yılların ortalarına doğru Türk şiiri, çeşitli tartışmalara sahne olacak yeni bir
poetik arkın etkisinde büyük bir değişime uğramıştır. Hece şiirinin beklentileri
karşılayamaması, Toplumcu/Gerçekçi şiirin belirli bir ideolojiye hizmet etmesi ve
ortaya çıkışında büyük yankılar uyandıran Garip (1. Yeni) şiirinin etkisini yitirmeye
başlamasıyla; şiirde yeni bir soluk arayan, birbirlerinden habersiz olarak münferit
dergilerde, o dönem için dil-anlam bağlamında alışılmışın dışında şiirlerle boy
göstermeye başlayan belli başlı şairler, İkinci Yeni şiirinin temelini oluşturmaktaydılar.
İkinci Yeni şiir ve şairlerinin ortaya çıkışı ile ilgili Alâattin Karaca şu tespitlerde
bulunmuştur:
‘‘ İkinci Yeni, Fecr-i Âti, Yedi Meşaleciler, Garipçiler ya da Hisarcılar gibi, ortak
bır bildirgesi olan veya belli bir dergide toplanan şairlerce, önceden anlaşarak
kurulmuş bir topluluk ya da hareket değildir. İlhan Berk, Edip Cansever, Cemal
Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan gibi öncüler, birbirlerinden
habersizce, 1950’li yılların ilk yarısından itibaren, Yenilik, Yeditepe, Şiir Sanatı,
İstanbul, A ve Pazar Postası gibi dergilerde, dil, biçim, içerik ve söylem
bakımından var olan şiirden tümüyle ‘başka’ şiirler yayımlamaya başlarlar.’’(
Karaca, 2005:90)
İkinci Yeni şiirinin plan ve program yapılmadan, aslında bir tür rastlantı sonucu ortaya
çıkmış olduğu Cemal Süreya’nın ‘‘ ІІ.Yeni bir akım olarak doğmadı. Bir programı,
ortak bir bildirisi olmadı. Şairlerin çoğu birbirlerini tanımıyordu bile. Yazışmıyorlardı
da.’’ (Süreya, 2002:99) sözlerinden anlaşılmaktadır.
Ece Ayhan ise İkinci Yeni şiir akımının ortaya çıkışını şöyle tarif etmektedir:
‘‘…’İkinci Yeni’ (ben, ‘Sıkı Şiir’ diyorum şimdi buna; o başka, ya da ‘ Sivil Şiir’)
1950’lerden sonra, Türkçede, taşradan gelmiş ve çok genç parasız yatılıların
oluşturdukları hiç beklenmedik, garip bir biçimde özgün, çağdaş, çağcıl ve önemli
bir şiir ve bir düşünce ‘sıçrama’sıdır; yani 13/15 bir akım. Çok özgül bir anlamda
belki de bir Mülkiye hareketi, hiç değilse ilginç bir şiir olayı.’’ (Ayhan, 2007:14)
İkinci Yeni şiir akımı 1954 yılında kendini, özellikle Pazar Postası’nda göstermeye
başlamış ve o döneme kadar gelen hâkim şiir anlayışından tümüyle ‘başka’ şiirler
yayımlanmaya başlanmıştır. Muzaffer Erdost şiirdeki bu başkalaşıma, 1956 yaz
22
aylarının başında ‘İkinci Yeni’ adını yine Pazar Postası’nda koymuştu ( Ayhan,
2007:16).
Şiirde bu başkalaşma diğer bir deyişle o döneme kadar gelen şiir anlayışından kopma
çabası, bu şiir akımının İkinci Yeni olarak adlandırılmasında da etken rol oynamıştır
diyebiliriz. Türk şiir tarihinde birçok değişim ve yenileşme hareketi görülmesine
rağmen bu şiir akımına neden İkinci Yeni olarak adlandırılıyor sorusunu, Asım Bezirci
‘‘…İkinci Yeni bir yönüyle Garip akımına (Birinci Yeni’ye) tepki olarak doğduğu ve
sık sık tekrarlandığı için bu ad yerleşir.’’ (Bezirci, 2005:15) sözleriyle cevaplamaya
çalışmıştır.
İkinci Yeni şiiri, ortak bir görüşle Türk şiirinde modernizm adına atılmış en önemli
adımdır. Nitekim Hasan Bülent Kahraman’ın da belirttiği gibi, modernizm daha çok
yerleşik iki temel olgunun, tarihselcilik ve gelenekselciliğin kırılması ve aşılmasıyla
ilgilenmiş, bu doğrultuda üç büyük alanda, görsel, sessel ve sözel alanlarda iç
atılımlarını başlatarak bu süreçte kendinden önceki poetik arklara karşı çıkışı gerekli
kılmıştır (Kahraman, 2004:155).
İkinci Yeni şiirinin ortaya çıkışının temelinde her ne kadar Birinci Yeni’ye karşı bir
tepki bulunsa da; Orhan Veli ve arkadaşlarının Türk şiirine getirdiği halis şiiri yakalama
çabasını tamamlama hatta daha da ileriye götürme gayesi de bulunduğunu İlhan Berk’in
‘‘ Orhan Veli bu konuda ilk kaba ayıklamayı yaptı. Katıksız şiiri vermeden de göçtü.
İkinci Yeni’nin ilk sorunu burada işte: Halis şiir.’’(Berk, 2005:7) sözlerinden
anlayabiliriz. Cemal Süreya’nın da İlhan Berk ile aynı fikirde olduğunu şu sözleri ortaya
koymaktadır: ‘‘ Orhan Veli kuşağı Türkçenin en görünür olanaklarını denemişti, yeni
şiir dilin daha derin, daha gizli olanaklarını bulup ortaya çıkarma yolunda… Yazılanlar
ise daha çok yeni şiirin şimdiye kadar ortaya çıkmış niteliklerini tespit etmekten ileri
geçmiyor. Geçmiyor ama geçecek. Yapılmadı ama yapılacak elbet.’’(Süreya, 2006:225)
O halde Türk şiirinde, her edebî akımın, bir öncekine tepki olarak doğduğu; bununla
birlikte her yeni şiir akımının, içinde, bir önceki şiir akımına ait unsurları da taşıdığı
savını burada da dile getirebiliriz.
23
Ayrıntılarını ileriki bölümlerde aktaracağımız İkinci Yeni şiirinin genel özelliklerini
Asım Bezirci ‘ Birinci Yeni’ye Karşı ve Birinci Yeni’ye Yakın’ olmak üzere şu şekilde
tasnif etmektedir:
‘‘BİRİNCİ YENİ’YE KARŞI
-
İmgeye kapıları yeninden ve sonuna kadar açmak.
-
Edebi sanatlara özgürlük tanımak.
-
‘‘ Basitlik, alelâdelik ve sadelik’’ten ayrılmak.
-
Konuşma diline, ortak dile sırt çevirmek.
-
Halkın yaşamından ve kültüründen uzaklaşmak, ‘‘ folkloru şiire düşman’’
bellemek.
-
Şehirli ‘‘ küçük adam’’a, tip çizmeye boş vermek.
-
Nükte, şaşırtma ve tekerlemeden kaçmak.
-
Şiiri ustan ve anlamdan kaydırmak.
-
Duyguya ve çağrışıma yaslanmak.
-
Konuyu, hikâyeyi, olayı atmak.
-
‘‘Yoksul çoğunluğa’’ değil, ‘‘aydın azınlığa’’ seslenmek vb…
BİRİNCİ YENİ’YE YAKIN
-
Garip akımı gibi İkinci Yeni de Türk şiir geleneğiyle bağını koparır. Biliyoruz:
Garipçiler ‘‘vezniyle, kafiyesiyle, kitaplardan öğrenilmiş çeşitli sanatlarıyla bütün
bir geleneğe’’ savaş açmışlardır. Gerçi, İkinci Yeniciler böyle bir savaşa
kalkışmazlar, ama gelenekle bir ilişki de kurmazlar.
-
Garip akımı gibi İkinci Yeni de Gerçeküstücülükten azbuçuk etkilenir (ayrıca,
İkinci Yeni Dadacılıktan da ufak bazı etkiler alır).
-
Garip akımı gibi İkinci Yeni de ‘‘ dizeci (mısracı) şiir’’e karşı çıkar.
-
Garip akımı gibi İkinci Yeni de gözlerini çokluk Batı’ya çevirir; modern şairlere
(özellikle de Gerçeküstücülere) ilgi gösterir.
-
Garip akımı gibi İkinci Yeni de ideolojik ‘‘bağlanma’’ ya yanaşmaz. Ulus sorunları
ve yurt gerçekleriyle ilgilenmez. ‘‘Salt şiire, arı şiire’’ varmaya çalışır. Bu yüzden
de Nâzım Hikmet’in başlattığı ve öbür ülkücülerin sürdürdüğü
Toplumsal/Toplumcu Gerçekçi akıma uzak durur.
24
-
Garip akımı gibi İkinci Yeni de biçime öncelik tanır, içeriği gereğince önemsemez.
Bundan dolayı, çoğun biçimciliğe kayar.
-
Garip akımı gibi İkinci Yeni de toplumsallık, sınıfsallık ve tarihsellik bilincini
taşımaz.
-
Garip akımı gibi İkinci Yeni de ‘‘Siyaset dışı’’ kalır.’’ (Bezirci, 2005:16-18)
İkinci Yeni şiiri, bir öncekine tepki olarak doğan kolektif bir şiir hareketi gibi
görünmesine rağmen; burada göz ardı edilmemesi gereken en önemli noktalardan biri
de, herhangi bir hazırlık devresi olmadan ya da ortak bir poetika bildiri yayımlamadan,
şairlerin şiirlerindeki benzerlikler – ki bu benzerlik o döneme hâkim olan şiirden başka
tarzda şiirler olmasıdır – nedeniyle edebî akım olarak nitelendirilmiştir. Bu şiire İkinci
Yeni adı verildikten ve bir edebî akım olarak nitelendirilmeye başlandıktan sonra bile;
şairlerin ortak bir bildirisi niteliğinde peotik metin yayımlanmamıştır. Şairler çeşitli
dergilerde önce şiirlerini ve hemen ardından da şiir ve edebiyat üzerine görüşlerini, birer
poetik metin niteliğinde, birbirlerinden bağımsız olarak yayımlamışlardır diyebiliriz. Bu
noktadan ele aldığımızda İlhan Berk’in ‘‘Aslında ‘kuram’ bir ozanın yazdığı, şiirlerinin
koyduğu kurumda aranmalıdır. Ondan çıkarılmalıdır… ‘Ne kadar kuram varsa, o kadar
ozan vardır’ sözü de bu yüzden doğrudur.’’(Berk, 2005a:40) cümleleri de İkinci Yeni
şairlerinin birçok noktada birbirlerinden bağımsız olarak hareket ettiği düşüncesini
doğrular biçimdedir. Attilâ İlhan’ın ‘Anlamsızlıklar Sirki ya da Şiirimizi Götürenler’’
(İlhan, 2004:46) başlıklı yazsında, İkinci Yeni şiirini kimliksiz, sınırları belirlenememiş
ve de rasgele olarak nitelemesi üzerine Cemal Süreya’nın Attilâ İlhan’ın yazısına cevap
olarak yayımladığı ‘Sirk’ başlıklı makalesinden aşağıya alıntıladığımız şu cümleleri
ayrıca İkinci Yeni şiirinin ortaya çıkışını da özetler niteliktedir:
‘‘ Yeni şiir davranışı öyle üç kişinin kafa kafaya verip saptadığı, sınırlandırdığı bir
davranış değil. Örneğine bol bol rastladığımız gibi masa başında aceleler, edebiyat
dışı sebeplerle ya da kulis uğraşlarıyla kurulmamıştır. O davranışın içindeki
şairlerin çoğu birbirleriyle tanışmamışlardır bile. Yeni şiir davranışı şiirimizin
dildeki geçici, frictionnel bir kısım tıkanıklıkları, bunalımları arasında kendine
bulduğu bir yoldur, çıkış kapısıdır, penceredir. Hız kazanmış bir evrim. Genç
kuşağın getirdiği. Masa başı ya da pastane akımlarının büyük savlarına olduğu
kadar, yapmacıklarına da uzaktır.(…) Yazılanların ayrı ayrı olması biraz her şairin
kendi şiirini açıklamış bulunmasından, biraz da yeni şiirin çok yönlü bir şiir
durumu göstermesindendir. Sözü edilen ayrılıklar karşısında yine de bileşik
nitelikli bir şiir var mı, bu bileşik nitelik o ayrılıklara göre daha baskın mı, mesele
bu işte.’’ (Süreya, 2006:224–225)
25
İkinci Yeni şiirini birbirinden habersiz ve bağımsız şairlerin, ortak bir hazırlığı ve
sistemli bir bildirisi olmadan, ortaya çıkan şiir akımı olması yönüyle, bu akım içinde
gösterilen şairleri de, yaşam ve yayın hayatlarının ayrı ayrı ele alınarak incelenmesi
gerektiği düşüncesindeyiz. Ancak burada belirtmemiz gereken bir nokta var. Bilindiği
gibi İkinci Yeni şiir akımı, 1954’te boy göstermeye başlayan ve etkileri günümüze
kadar gelen, Türk şiirinin modernleşme sürecindeki en etkili atılımıdır. Fakat İkinci
Yeni şiirinin bir akım niteliğinde en etkili ve önemli dönemi olarak 1954 -1965 yılları
arasında yayımlanan şiirler gösterilmektedir. Tabii ki İkinci Yeni şiiri ve şairleri 1965
yılından sonra da Türk şiir tarihinde etkili bir şekilde boy göstermeye devam etmiştir.
Ancak şairlerin zamanla ortak şiir algısı ve anlayışında belli başlı değişmeler ortaya
çıkmaya başlamıştır. Bu nedenle biz tezimizde bir tür kısıtlamaya giderek İkinci Yeni
şiir akımına mensup öncü şairlerin özellikle ortak algı süreci içinde, diğer bir deyişle
1954 – 1964 arasında yayımlanan şiirlerini inceleyeceğiz.
İkinci Yeni şairleri içinde en yaşlısı ve buna bağlı olarak da şiirleri en eskiye dayanan
şair İlhan Berk’tir (1918–2008). İlhan Berk henüz 17 yaşındayken ilk kitabı olan Güneşi
Yakanların Selamı (1935) adlı şiir kitabını yayımlar. İlhan Berk’in daha sonra sırasıyla
İstanbul (1947), Günaydın Yeryüzü (1952), Türkiye Şarkısı (1953) ve Köroğlu (1955)
adlı şiir kitapları yayımlanır. Şairin bu beş kitabı daha çok söze dayalı, anlamın ön plana
alındığı ve toplumsal meseleler üzerine belirli iletiler taşıyan, ayrıca Aragon, Eluard ve
Nazım Hikmet gibi şairlerin izlerini de barındıran Toplumcu Gerçekçi poetikanın
çizgisindedir. Şairin, şimdi tabii laf bir yana o üç kitap da Marksist kitaptır, doğrusunu
söylemek lazım (Berk 2005a:95) sözleri de bu fikri doğrular niteliktedir. Bu dönemdeki
şiirlerini şair şöyle açıklamaktadır:
‘‘ Ve bu dönem, işte bildiğiniz gibi günaydın Yeryüzü, Türkiye Şarkısı, ve Köroğlu
dönemi.(…) Bunlar 55’e kadar sürüyor. Bu kitapların yazılması sırasında, doğrusu,
Marksist ideolojinin bendeki etkisi arttığı için o tip şairleri merak ettim ve ilk
ağızda Eluard’ı çok sevdim. Daha sonra Aragon.(…)Ayrıca Nâzım’ın sözsel (söze,
anlatıya dayanan) etkisi de vardır bu üç kitapta.(…) Bu 55’e kadar gelen evrede
Nâzım’ın Türkiye’deki etkisi gerçekten önemliydi ve her şair az çok onun etkisinde
yazıyordu.(…) Diyeceğim bu üç kitapta da Nâzım, Eluard ve Aragon’la başlayan
bir borç olarak da düşünülebilir.’’ (Berk, 2005a:89–90)
İlhan Berk’in İkinci Yeni şiir çerçevesinde anılan şiirlerine geçmeden önce belirtmekte
fayda vardır ki; Ahmet Haşim’in de İlhan Berk şiiri üzerinde önemli etkileri vardır.
26
Ortaokul sıralarında tanıdığı Ahmet Haşim’in şiirlerinin kapalılığı ve anlaşılmaz oluşu
İlhan Berk’te ayrı bir merak ve heyecan uyandırmıştır. Ayrıcı İlhan Berk’in de, Ahmet
Haşim gibi içine kapanık, hassas ve her konuda çok duyarlı bir çocukluk dönemi
yaşamış olması, şairi Ahmet Haşim’e yaklaştıran diğer bir öğe olmuştur. İlhan Berk’in
şu sözleri bize bunu açıkça dile getirmektedir:
‘‘ Ortaokulda, kendime en yakın şair olarak Ahmet Haşim’i bulmuştum. Ahmet
Haşim’in dilinin anlaşılmasındaki güçlüğe karşın bana yakın gelmiştir o şiir. Bu
yakınlığı, yaşamını öğrenince daha da fark ettim. Ahmet Haşim son derece içine
kapanık, en küçük şeyden nem kapan, korkunç duyarlı bir şair olarak var o
zamanki kafamda. Şiirlerinde bunu fark ettim ve bu özellik beni ilk anda Ahmet
Haşim’e yaklaştıran öğe oldu. Bu bakımdan işte, ilk borcumun Ahmet Haşim’e
olduğunu anlıyorum.’’ (Berk, 2005a:88)
İlhan Berk, özelikle söze/anlatmaya dayalı şiirden duyurmaya dayalı şiire geçtiği İkinci
Yeni evresindeki şiirleri için ve hatta diğer İkinci Yeni şairlerinin şiirlerini de buna
katarak, bu şiirin köksüz, geleneksiz olmadığını ileri sürer ve İkinci Yeni şiirinin
Ağababası olarak da Ahmet Haşim’i işaret eder (Berk, 2005b:92).
İlhan Berk’in İkinci Yeni evresine ilk adımı ‘‘ Saint Antoine’ın Güvercinleri’’ adlı şiiri
ile olmuştur. 1954 yılının Şubat ayında Yenilik dergisinde yayımlanan bu şiir ile şair, o
döneme kadar içinde bulunduğu poetik arkı geride bırakmıştır. İlhan Berk bu yeni şiir
anlayışına geçişini şöyle ifade eder:
‘‘ Benim İkinci Yeni şiirim St. Antoine’ın Güvercinleridir. 1953’te yazıldı. Yenilik
dergisinde çıktı. Bu şiirler söze dayalı şiiri (Günaydın Yeryüzü, Türkiye Şarksı,
Köroğlu ki 1954’te noktalanır bunlar) sürdürürken, gerimdeki köprüleri birden
yıkıp, yeni bir dille ilişki kurmuş oldum.(…) yazılagelen şiire bir kaşı çıkıştı
benimkisi.(…) Benim için şiirin yapısında böyle bir cephe değiştirmenin gerekçesi,
Birinci Yeni’nin artık işlevini bitirdiği, Nâzım’la gelen şiirin de (ki ikisi de söze
dayalı şiirdir) ömrünü tamamladığı düşüncesidir, diyebilirim.(…) Boğazıma kadar
söze dayanan şiirle gidip geldiğim bu evrede, Saint Antoine’ın Güvercinleri benim
kurtuluşum oldu.(…) Hemen arkasından yine uzun bir şiir olan Sait Faik’i
yayımladım. Pablo Picasso, İvi Stangili, Arma Viriumque Cano da onları izledi.
Bütün bu şiirler sonradan Galile Denizi’nde toplandı’’ (Ayhan, 1996:130)
Başka bir yazısında ise şair aynı konuyu şöyle anlatır:
‘‘55’te ise birdenbire Galile Denizi, Çivi Yazısı, Otağ ve Mısırkalyoniğne’ye
gelişim var. Ben bu evreye kadar şiirde sözsel bir yolculuk yaptığım
kanısındayımdır. Sözsel yolculukla anlatmak istediğim şu: Şiiri birdenbire sözden
çok imge olarak tanımlamaya başladığım evre söz konusu. Bu 55’e kadar gelen
evrede Nâzım’ın Türkiye’deki etkisi gerçekten çok önemliydi ve her şair az çok
27
onun etkisinde yazıyordu. Ben bu evrede şiirin tıkandığı kanısına vardım. O
zamana kadar söylediklerim hep sözsel, söze dayanan şiirlermiş duygusuna
kapıldım. Bu duygunun kanıtı olarak da 1954’te yazdığım ‘‘Saint Antoine’ın
Güvercinleri’’ şiirimi düşündüm; orda elden geldiğince silmeye çalıştım sözü.’’
(Berk, 2005a:90)
Böylelikle İlhan Berk şiiri çeşitli düşüncelerin ve kavramların aracı olmaktan çıkarmış
ve buna bağlı olarak da şiirde sözün/anlamın, onu oluşturan temel faktörler olduğu
fikrini de geride bırakmıştır. İlhan Berk’in
‘‘Eskiden şiiri, erdemlerin, kısaca düşüncelerin yaptığını sanırdım, nitekim 1940
kuşağı da böyle anladı.(…) birtakım düşünceleri, kavramları, her şeyden önce de
özgürlük, toplumsallık gibi kavramları şiire koymakla ya da bu kavramların ozanı
olmakla (toplumcu ozan) olunacağına inanıyordum. Bu bütün Cumhuriyet çağının
bir düşüncesiydi, ben de bunun dışına çıkamadım’’(Berk, 2001:126)
sözleri neden şiir anlayışını değiştirdiğini içermekle birlikte, o dönemde var olan şiir
algısının da bir tür eleştirisi niteliğindedir
Bu noktadan sonra diyebiliriz ki; şair artık bir şey söyleyen, anlamı açıkça belli olan,
akla ve düşünceye uygun gelen ve sade bir dille yazılan şiiri geride bırakmak istemiştir.
İlhan Berk için şiirin ne söylediği ne anlattığı artık önemli değildir. Şiirin tek amacı yine
şiirdir ve buna bağlı olarak dil de şiiri oluşturan bir araç değil şiirin içinde oluştuğu bir
ortamdır. Şairin bu şiir anlayışı doğrultusunda ya da diğer bir ifadeyle İkinci Yeni şiiri
evresindeki şiir kitapları ise sırasıyla; Galile Denizi (1958), Çivi Yazısı (1960), Otağ
(1961), Mısırkalyoniğne (1962)’dır. İlhan Berk bu şiir kitaplarındaki şiir algısını şu
sözlerle dile getirir:
‘‘Benim savaş alanlarımdan biri de anlamdır. Anlamın Kullanılışıdır. Galile
Denizi, Çivi Yazısı, Otağ, Mısırkalyoniğne dille, anlamla ölüm kalım savaşımdır.
Bu evreye gelene değin sanki ben anlamın şiirde her şey olmadığını
bilmiyormuşum; şiirin tarihinin, dilin tarihi olduğundan da haberim yokmuş
gibidir. Dahası, şiirde dil kendi biçiminin dışına çıktığında, yaratıcı eylemin yerine
bir taşıyıcı görevi yüklendiğinden de habersizmişim gibidir. O kitaplarla dil şiirde
her şeydir. Asıl da, ne söyleyeceğimden çok nasıl söyleyeceğim, artık başköşeye
geçmiştir. Söz’ün üstü çizilmiştir. Şiir, yalnız o iktidardır.’’(Berk, 2005a:82)
Kendisinin de ifade ettiği gibi şair artık şiirde yeni bir noktaya gelmiştir. Bu noktayı da
açımlarsak; şiirde anlatan ya da söyleyen yönünü bir kenara bırakarak ve bununla
birlikte şiirde hâkim olan aklın egemenliğine de karşı çıkarak, anlam ve söylem
bakımından alışılmışın dışında, hatta usa aykırı denecek şekilde şiirler yayımlamaya
28
başlamıştır. İlhan Berk şiirlerindeki bu başkalığı ‘‘ Şiiri arayışımda bir başkalık var.
Çokboyutlu, çokanlamlı, çağrışımlı, bu yüzden de (değil mi ki sözü geri plana atıyorum)
kapalı bir şiir peşindeyim artık.’’ (Berk, 2005a:105) sözleriyle özetlemektedir Böylece
kendinden önceki bütün şiir anlayışlarına –ki bunlar Toplumcu Gerçekçiler ile Garip
şiirleridir – karşı çıkmıştır. Tabii ki şiirde aklın ve düşüncenin bir kenara
bırakılmasında, anlamın şiirden dışlanmasında Gerçeküstücü şairlerin de etkisi vardır.
Bunu şairin ‘‘…benim açıldığım ve yakından etkilenmeye başladığım şairler
gerçeküstücüler oldu. Ve böylece kurtuldum.’’ (Berk, 2005a:90) sözlerinden de
anlıyoruz. İkinci Yeni şiirinde anlam ve dil kısmında daha detaylı bir şekilde bu konuya
yer vereceğimiz için burada sadece ana hatlarıyla ele aldık. İlhan Berk’in çalışmamız
dışında kalacak olan şiir kitapları ise sırasıyla, Âşıkane (1968), Şenlikname (1972),
Taşbaskısı (1975), Atlas (1976), Kül (1978), İstanbul Kitabı 1947-80 (1980), Deniz
Eskisi (Şiirin Gizli Tarihi’ni de içererek, 1982), Delta ve Çocuk (1984), Galata (1985),
Güzel Irmak (Şairin Kanı’nı da içererek, 1988), Pera (1990), Dün Dağlarda Dolaştım
Evde Yoktum (1993), Avluya Düşen Gölge (1996), Ev (1997), Çok Yaşasın Sayılar
(1998), Şeyler Kitabı (2002), Kuşların Doğum Gününde Olacağım (2005)’dır.
İkinci Yeni’nin öncü şairlerinden biri de Turgut Uyar (1927 – 1985)’dır. Şairin ilk iki
kitabı olan Arz-ı Hal (1949) ve Türkiyem (1952)’deki şiirleri kendinden önceki poetik
arkın izlerini taşımaktadır. Ortak bir kanı olarak denilebilir ki şairin bu iki kitabındaki
şiirler, İkinci Yeni öncesinde ulusçu/halkçı şiir anlayışında kaleme alınmıştır. Ahmet
Oktay, Turgut Uyar’ın bu dönemdeki şiirleri için şu tespitte bulunur:
‘‘Turgut Uyar’ın ilk kitabı Arz-ı Hal, 1949 tarihini taşıyor. Çok partili yaşama
geçiş yıllarının ürünüdür; ama ne yazık ki bu geçiş sürecine özgü bir duyarlığı
yansıtmadığı gibi imgesel düzeyde de değişik bir yan taşımaz. Egemen şiir
ideolojisinin içinde üretilmiş şiirlerdir bunlar ve yeni sorunları anlamaya
çalışmaktan çok, oyunu kurallarına göre oynamayı, yani güzel olmayı isterler. 1952
tarihli Türkiyem için de aynı şey söylenebilir.’’ (Oktay, 2001:213–214 )
Turgut Uyar’ın bu iki kitabı içindeki şiirlerin, dönemin hâkim şiir anlayışı çerçevesinde
yazıldığını ve o dönem için bir başkalık taşımadığını Alâattin Karaca şöyle
değerlendirmektedir:
‘‘Uyar, bu ilk iki kitabındaki çoğu şiirinde, ulusçu/halkçı düşünceye koşut biçimde,
ağırlıklı olarak memleket sevgisini, Anadolu’yu, Anadolu’nun yoksul, yalnız, terk
edilmiş insanlarını işler. Bu şiirlerde her ne denli Anadolu’nun terk edilmişliği,
29
Anadolu insanının yoksulluğu, yalnızlığı ve çaresizliği dile getirilse de, bunlar
sistemi sorgulama ve egemen politikayı eleştirme amacı taşımaz; ancak kentsoylu
küçük bir memurun Anadolu’ya ilişkin duygusal izlenimlerini yansıtır. Çünkü her
iki kitaptaki şiirler, şairin Kars’ın Posof ve Samsun’un Terme ilçelerinde subay
olarak görev yaptığı yılların ürünüdür. Dolayısıyla Turgut Uyar’ın ilk şiirlerinin
çoğunda tematik açıdan Ulusçu/hececi şiirin etkisi ağırlıktadır.’’ (Karaca,
2005:101)
Buradan da anlaşılacağı gibi Turgut Uyar’ın da İkinci Yeni öncesindeki şiirleri İlhan
Berk’te olduğu gibi döneme egemen olan şiir anlayışı etkisinde kaleme alınmıştır.
Nitekim iki şair arasındaki en önemli fark ise İlhan Berk Toplumcu şiir etkisinde daha
çok ideoloji örgüsü içinde ve eleştirel nitelikte şiirler yayımlarken, Turgut Uyar
herhangi bir eleştiri amacı gütmeksizin, Anadolu halkının içinde bulunduğu durumu,
kendi duygularını da katarak şiirlerine konu eder. Şairin kendisi de bu durumu şu
cümlelerle açıklar:
‘‘…yeni şiirimiz her şeyden evvel, memleketin ve Anadolu’nun şiiri olmak
kaygısındadır. Benim gibi düşünen her şair, sanatkâr, bu memleketin
kalkınmasında kendi omuzlarında da ufak bir yük taşımanın sorumluluğunu
duymakta ve bundan zevk almaktadır. Köyümüz ve köylümüz böyle hiç
azımsanmayacak sefalet ve cehalet içindeyken, hâlâ, Boğaz’ın gümüş suları
üzerinde ve sedef mehtap altında hırsızlama zamparalığa çıkmış, bahtiyar fanîlerin
mısralarını, mecralarını okumak, yazmak ve bunların sanat, şiir namına ve iyi
niyetle de olsa müdafaasını yapmak ya çok iyimserliğe veya (affedersiniz bence)
geniş bir lakaydî ve vurdumduymazlığa delâlet eder.’’(Uyar, 1950: 361)
Hal böyle olunca Turgut Uyar’ın ilk iki kitabındaki şiirleri sadece içerik bakımından
değil, biçim bakımında da hececi şiir poetikası ekseninde daha çok söze dayalı, diğer bir
ifadeyle kolay anlaşılan, buna bağlı olarak da sade bir dille yazılan ve kendinden önceki
şiir arkında yazılmış şiirleridir diyebiliriz. Fethi Naci de ‘‘Türkiyem’de Turgut Uyar
hazır bir dili, hazır bir biçimi sürdürüyordu.’’ (Naci, 1985:17) cümlesiyle bu fikri
doğrulamaktadır.
Turgut Uyar’ın İkinci Yeni şiirine geçişi Dünyanı En Güzel Arabistanı (1959) adlı şiir
kitabıyla olmuştur. Şairin bu yapıtındaki şiirler hem içerik hem de biçim bakımından
önceki kitaplarından ayrılmaktadır. Alâattin Karaca Turgut Uyar’ın İkinci Yeni şiirine
geçişi şöyle değerlendirmektedir:
‘‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’ndaki şiirler, her şeyden önce tematik bakımdan
farklıdır. Bu yapıttaki şiirlerde, ilk iki yapıttakilerin tersine taşranın yerini büyük
kentler, doğanın yerini teknolojiyle bozulan ruhsuz ve biçimsiz soğuk evler,
30
‘kankentler’, kirli sokaklar, dingin, sade, yoksul, ama kanaatkâr taşra insanının
yerini ise, her yönden kuşatılmış, bunalmış kentli bireyler ve kalabalıklar almıştır.
Bu şiirlere, büyük kentin karmaşası, yapay, kirli ilişkileri ve bunaltıcı havası içinde
şoka uğramış, şaşırmış, sıkılmış, bunalmış bir bireyin ‘yaralı bilinci’ egemendir.
Gurbet yalnızlığı yerini ‘kent yalnızlığı’na, ruhsal dinginlik ise yerini bunaltıya
bırakmıştır.(…) Turgut Uyar artık, Ulusçu/hececi poetikanın ve Garip şiirinin
alışılagelmiş klişe temalarını işlemeyi bırakmış, büyük kentlerde bedeni ve ruhu
ablukaya alınmış bireyin trajedisini yazmaya koyulmuştur.(…) Şairin şiiri bu
dönemden itibaren öz bakımından olduğu gibi dil ve biçim bakımından da değişir.
Artık Uyar, halk şiirinin biçim ve diline öykünmemektedir, kendi doğal dilini
bulmuştur; üstelik ilk şiirlerinde açık, yalın, bir şey söylemeyi amaçlayan,
ulusçu/halkçı şiire veya Garip poetikasına uygun dil, yerini kısmen kapalı ve zor
anlaşılan, öykülemeye ağırlık veren, düzyazıya yakın, kutsal kitaplardan esinlenen
bir dile bırakmıştır. Kısacası Turgut Uyar da, diğer İkinci Yeni şairleri gibi,
başlangıçta kendinden önceki egemen şiir arklarını izlemiş; ancak Dünyanın En
Güzel Arabistanı’yla ‘başka bir poetik ark’ta filizlenen, öz, biçim, dil ve söylemce
yeni şiirler yazmaya koyulmuştur.’’ (Karaca: 2005:103-104)
Bu doğrultuda diyebiliriz ki; Turgut Uyar’ın şiirindeki değişikliğin en önemli
nedenlerinden biri de yaşadığı toplumsal çevrenin değişmesidir. Anadolu’dan, taşradan
kalıp büyük şehre gelmesi, şairin hem ruhunda ve yaşamında hem de şiirinde büyük
değişikliklere yol açmıştır. Şairin kendisi, yaşamındaki ve şiirlerindeki bu değişimi ‘‘
Beni yazdığım şiiri yazmaya iten neden, çevremin değiştiğini görmemdi. Birdenbire
kentleşen dünya, birdenbire karşılaştığım neon lâmbaları, büyük oteller, birtakım yeni
gelişmeleri haber veren durumlar beni artık Orhan Veli şiiri yazmakla kurtarmıyordu.’’
(Naci,1985: 107) sözleriyle açıklamaktadır. Nitekim bu değişim ve gelişim neticesinde
Turgut Uyar da İkinci Yeni şiiri içinde anılmaya başlanmış ve İlhan Berk kadar olmasa
da şiirde, Hece şiirinin biçimsel kalıplarını da geride bırakarak, anlatmadan duyurmaya
ve bu doğrultuda anlamı ikinci plana iterek kapalılığı, zor anlaşılırlığı şiirinin önemli
özellikleri haline getirmiştir. Böylelikle dilde ve duyarlılıkta yeni olanakları deneyen
şiir arkına yönelmiştir.
Turgut Uyar’ın Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959) şiir kitabının ardından, Tütünler
Islak (1962), Her Pazartesi (1968), Divan (1970), Toplandılar (1974), Kayayı Delen
İncir (1982), Dün Yok Mu (Büyük Saat içinde,1984) adlı şiir kitapları yayımlanmıştır.
Divan (1968) adlı şiir kitabında daha çok geleneksel şiir kalıplarına yer verdiği,
Toplandılar (1974), Kayayı Delen İncir (1982) adlı şiir kitaplarında ise genellikle içinde
bulunulan dönemin sınıfsal mücadelelerini yansıttığı gerekçesiyle biz tezimizde şairin
Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959), adlı şiir kitabındaki şiirleri inceleyeceğiz.
31
İkinci Yeni şiirinin bir başka öncü şairi ise Edip Cansever (1928–1986)’dir. Edip
Cansever de İlhan Berk ve Turgut Uyar gibi, şiire kendinden önceki poetikayı izleyerek
başlar. İlk iki şiir kitabı, İkindi Üstü (1947) ve Dirlik Düzenlik (1954) şairin acemilik
döneminde ve İkinci Yeni öncesinde kaleme aldığı şiirlerden oluşmaktadır. Alâattin
Karaca’nın saptamasına göre, bunlardan İkindi Üstü’nde, varlıklı, avare bir delikanlının,
bir kentin caddeleri, meyhaneleri, parklarına ilişkin gözlemleri ve küçük özlemleri geniş
yer tutar. (Karaca, 2005:105) İkinci şiir kitabı olan Dirlik Düzenlik ise daha çok Garip
şiirini andıran nitelikteki şiirlerden meydana gelmiştir diyebiliriz. Nitekim şiirlerde
sıradan ve halktan kişilerin hayatlarının yer alması, toplumsal aksaklıklara karşı alaycı
ve yergici bir söyleyişin seçilmesi ve şiirlerin konuşma edasıyla yazılması, bu şiirleri
Garip şiirine yaklaştıran özellikler arasındadır. Şairin kendisi Dirlik Düzenlik’teki bu
şiirleri için, ‘‘ …acemilik yıllarının ilk ürünlerini kapsıyor. O dönemin şiir ortamını
aşamadığı gibi, mizacımı belirlemekten de uzak şiirler.’’ (Cansever, 2000: 96)
ifadelerini kullanır. Dirlik Düzenlik şiir kitabı içindeki ‘‘Masa Da Masaymış Ha’’ ve
‘‘Şekerli Gerçek’’ gibi şiirleri her ne kadar İkinci Yeni şiirinin ipuçlarını verse de genel
olarak şairin bu ilk iki kitaptaki şiirleri o dönem içinde hâkim olan şiir anlayışından pek
de ayrılmaz. Alâattin Karaca bu noktada şunları söylemektedir:
‘‘Sonuç olarak Cansever, bir kent delikanlısının yalnızlıklarını, özlemlerini, günlük
yaşamdaki sıkıntılarını anlattığı İkindi Üstü ile sıradan insanların, yoksul kişilerin
sıkıntılarını kimi kez alaycı bir söyleyişle dile getiren, toplumcu yönü daha ağır
basan Dirlik Düzenlik’te, çoğunlukla Garip şiirine öykünür, yer yer halk şiirinin
biçimlerinden yararlanmak ister. Alışılmış dilden ve özden kopamayan, dönemin
egemen şiir anlayışlarına – daha çok da Garip’e- bağlı şiirlerdir bunlar.’’ (Karaca:
2005: 106 – 107)
Edip Cansever’in ‘‘Masa Da Masaymış Ha’’ ve ‘‘ Şekerli Gerçek’’ gibi şiirinde
ipuçlarını verdiği yeni şiir anlayışını ve oluşturmaya çabaladığı şairlik mizacını
Yerçekimli Karanfil (1957) ile yakalamıştır diyebiliriz. Bu şiir kitabında yer alan
şiirlerle, şair artık İkinci Yeni’ye de adım atmaktadır. İlk şiirlerindeki konuşma edası,
açık ve anlaşılır dil yerini deformasyona uğramış, söz dizimi bozulmuş ve anlamca
karmaşık bir şiir yapısına bırakmıştır. Buna bağlı olarak, şiirlerindeki somut ve açık
gerçeklik ortadan kaldırılarak yerine soyut, değiştirilmiş ve hatta çarpıtılmış bir
gerçeklik yer almıştır. Neticede anlamsal bütünlük bozularak, okuyucu bir tür
şaşırtmacaya uğratılmış, tek anlamlı ya da tek boyutlu şiirden vazgeçilerek, şiirde
çağrışımsal/çoklu anlama öncelik verilmiştir.
32
Ayrıca Yerçekimli Karanfil (1957), bireyin yaşadığı umutsuzluğun ve yalnızlık
duygusunun meydana getirdiği sonsuzu arzulama ve arama çabasında olan Edip
Cansever’in de şiirinin ana temasını oluşturur. Şairin Umutsuzlar Parkı (1958), Petrol
(1959), Nerde Antigone (1961) ve Tragedyalar (1964) adlı kitapları hemen hemen aynı
algı süreci içinde ve İkinci Yeni şiiri poetik arkında yazdığı şiirlerden oluşmaktadır.
Şairin özellikle Çağrılmayan Yakup (1969), Kirli Ağustos, (1970) ve Sonrası Kalır
(1974) adlı şiir kitapları daha çok dışa -sosyal konulara- açıldığı, dönemin ‘sol’ görüş
ağırlıklı siyasi eylemleri duygusal ve düşünsel anlamda ele aldığı şiirlerden
oluşmaktadır diyebiliriz. Daha sonra Ben Ruhi Bey Nasılım (1976), Sevda ile Sevgi
(1977), Şairin Seyir Defteri (1980), Bezik Oynayan Kadınlar (1982), İlkyaz Şikayetçileri
(1984) ve Oteller Kenti (1985) adlı kitapları, Edip Cansever’in yeniden bireysel
konuları ele alarak bir nevi şairin içi kapanışını ve bu nedenle de evrende yaşadığı
yalnızlık duygusunu işlediği şiirleri içermektedir. Son olarak Gül Dönüyor Avucumda
(1987) adlı şiir kitabında ise şairin yayımlanmamış şiirleri toplanmıştır.
İkinci Yeni şiirinin bir başka öncü şairi ise Cemal Süreya (1931-1990)’dır. İlhan Berk,
Turgut Uyar ve Edip Cansever’in şiire kendinden önceki hazır poetika içinde
başlamalarına ve daha sonra İkinci Yeni’ye dâhil olmalarına karşın Cemal Süreya ilk
şiirlerinden itibaren döneme hâkim olan şiire uzak durmuştur diyebiliriz İlk şiirleri ve
acemilik dönemi şiirleri de dâhil, şairin şiirlerinde Garip şiirine ya da Toplumcu
Gerçekçi şiire açıkça bir öykünme görülmemektedir. Bu bağlamda Cemal Süreya, ilk
şiirinden itibaren İkinci Yeni şiiri çerçevesinde anılmaya başlanmıştır. Bu durumu şairin
kendisi ‘‘ Şiirde bir acemilik dönemim olmadı benim. Geç yayımladım şiirlerimi.’’
(Perinçek ve Duruel, 2005:146) sözleriyle değerlendirir.
Cemal Süreya ilk şiiri olan ‘‘Şarkısı-beyaz’’ı 1953 yılının Ocak ayında Mülkiye
dergisinde yayımlar. Buradan da anlaşılacağı üzere şair, şiirlerini İkinci Yeni şiirinin ilk
filizlenmeye başladığı dönemde yayımlamaya başlamıştır. Cemal Süreya’nın daha çok
Pazar Postası ve Yeditepe gibi İkinci Yeni şiirinin bir tür yayın organı olan bu
dergilerde yayımlanan ‘‘Gül’’(1954), ‘‘Şiir’’(1954), ‘‘Aşk’’(1954), ‘‘Cigarayı Attım
Denize’’(1954), ‘‘Kanto’’(1956), ‘‘Üvercinka’’(1956), ‘‘San’’(1956) ve ‘‘Aslan
Heykelleri’’(1957) başlıklı şiirleri şairin bu akıma özgü belli başlı şiirleridir diyebiliriz.
Daha sonra Cemal Süreya’nın bu şiirlerinin de içinde yer aldığı ilk kitabı Üvercinka
33
1958’de yayımlanır. İlk şiirlerinden itibaren diğer İkinci Yeni şairleri kadar olmasa da
dil ve anlam bakımından yeniliği dikkat çekmektedir diyebiliriz. Bilhassa ironi ile
lirizmi aynı şiir potasında eritmesi, alışılmış söz dizimlerinin dışına çıkışı, dil ve anlatım
bakımından kapalı ve okuyucuyu şaşırtan bir yol tutuşu, Cemal Süreya’nın ikinci Yeni
şiirinin öncüleri arasında anılmasında etkin rol oynamaktadır. Cemal Süreya, şiirde, bu
tarzda bir açılımı ve yeniliği tercih etmesini, İkinci Yeni akımının diğer şairlerini de bu
bağlama dâhil ederek şöyle açıklamaktadır:
‘‘Şiirde de azalan verimler kanunu var. Dil bir açıdan işlendikçe o olanda elde
edilen verimler bir noktandan sonra azalmaya başlıyor. Bu, bir bunalıma yol
açıyor. Bunalımlar da yeni şiir alanları, yeni açılar bulunmasıyla sona erer hep.
Şiirimizde şimdi yeni bir eğilim başladı. Bir iki yıldır dilin daha iç, daha derin
imkânlarıyla baş başayız. Genç şairler yalnız folklor gibi kesin klişelere değil, daha
hafif kalıplara bile sırtlarını çevirdiler. İlhan Berk’te, Turgut Uyar’da, Edip
Cansever’de bunun ilk güzel örneklerini gördük. Kelimeler bizde de yontuluyor
artık. Kelimeler bizde yerlerinden yarı yarıya koparılıyor, anlamlarından ufak tefek
saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor kelimelere. Böylece bir kavramın değişik
görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, yeni mısralara varılmak
isteniyor. Genç şairler hep bunu istiyoruz. Folklor ve klişelerin karşısında öbür
kutbu meydana getiren bu durum şiirimizde bir evrimdir. Her evrim gibi haklı ve
zorunlu.’’(Süreya, 2006:194)
Cemal Süreya’nın bu düşüncede yazdığı ve yayımladığı şiir kitapları ise sırasıyla
şunlardır: Göçebe (1965), Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973), Sevda Sözleri (Uçurumda
Açan ile birlikte toplu şiirleri:1984), Sıcak Nal ve Güz Bittiği (1988), daha sonra Sevda
Sözleri (1990) başlığı altında bütün şiirleri yayımlanmıştır.
Cemal Süreya bahsinde son olarak diyebiliriz ki; şair, İlhan Berk’ten sonra, İkinci Yeni
şiir akımı içinde, şiir üzerine en çok düşünen ve düşüncelerini dile getiren, bu
özellikleriyle de İkinci Yeni şiirinin kuramcılarından biri olarak gösterilir. Onun,
özellikle Pazar Postası’nda yayımlanan yazıları ve makaleleri, İkinci Yeni şiirinin
poetikasının oluşumuna büyük katkı sağlamıştır.
İkinci Yeni şiirinin, tıpkı Cemal Süreya gibi, kendinden önceki poetik ark ile
ilgilenmeyen, ilk şiirinden itibaren İkinci Yeni şiiri içinde adı zikredilen diğer bir öncü
şairi ise Ece Ayhan (1931-2002)’dır. Ece Ayhan’ın ilk şiiri ‘‘Damlalar! Damlalar!’’
Şubat 1954’te Türk Dili dergisinde yayımlanmıştır. Şairin birçok şiirini çeşitli dergilere
yollamasına rağmen şiirleri bir türlü yayımlanmıyordur. Daha sonra 1956 yılının
Temmuz ayında, tatil için gittiği Ankara’da ‘‘İbraniceden Çizmek’’ adlı şiirini Pazar
34
Postası’na yollar ve şiiri burada hemen yayımlanır. Şiirleri daha sonra ardı ardına Pazar
Postası’nda yayımlanmaya devam eder: “Akdeniz Pencereleri”(2.9.1956), “Çocukların
Ölüm Sarkıları” (9.9.1956), “Kambiyo” (14.10.1956),“Okarina” (11.11.1956), “Bir
Elisi Tanrısı _çin Agıt” (18.11.1956), “Babilden Bir Piçin Propagandası” (25.11.1956),
“Deniz Kızı Eftalya” (16.12.1956), “Kanto Agacı” (24.2.1957), “Ecegiller” (31.3.1957),
“Ölü Bütün” (14.4.1957), “Gül Gibi Kanto” (22.9.1957), “Çapalı Karsı” (29.12.1957).
Daha sonra bu şiirlerinin de yer aldığı ilk şiir kitabı olan Kınar Hanımın Denizleri
(1959) ile şair İkinci Yeni şiirine içinde anılmaya başlar. Hasan Bülent Kahraman’ında
belirttiği gibi, Ece Ayhan’da bir ‘acemilik’, bir ‘çıraklık’ döneminin hemen hemen hiç
olmadığı görülür. Genç sayılabilecek bir yaşın veriminde bile, Ayhan, çok yetkin bir
şiirsel bilinci ve edimi kuşanmıştır (Kahraman, 2004:315). Ece Ayhan’ın herhangi bir
öncül poetika içinde yer almandan, kendine İkinci Yeni şiiri içinde yer bulmasını ve
şiire getirdiği yenilikleri Alâattin Karaca şöyle değerlendirir:
‘‘Şair, daha ilk yapıtındaki şiirleriyle, diğer İkinci Yeni şairlerinde olduğu gibi,
alışılmış dil ve söylemin dışına çıkar. Kınar Hanımın Denizleri’ndeki şiirler, hem
tarihe, coğrafyaya, ekonomiye ve yakın tarihimizdeki olaylara ve kişilere
göndermeleriyle, asıl önemlisi ‘verili dil’e ve ‘verili düşünce’ye karşı çıkmasıyla
İkinci Yeni Hareketini oluşturan ‘başka’lık arkında buluşurlar.’’(Karaca, 2005:114)
Aslına bakılırsa Ece Ayhan şiiri için anahtar kelime ‘başkaldırı’dır. Şair, şiirleriyle bir
şekilde, verili dile, şiirde ‘anlam’a ve ‘us’a, otoriteye, geleneğe karşı çıkararak
başkaldırır. Yeni şiirdeki tutumunu Ece Ayhan’ın kendisi şu cümlelerle anlatır:
‘‘Tutumuma, ne yapmak istediğime gelince: İkinci Cephe’yi açmak, us dışında da
bir anlam olduğunu savunmak, şiir kuralları konusunda anarşist davranmak,
anlamsızlığın anlamına doğru gitmek, bu gerçeklikleri dil kurallarıyla
sınırlayamadığım için dili aşmak, tilcikleri özdeğinden kurtararak, yeni özün
zorunlu sonu olan yeni biçim, yeni biçimin de sonucu olan yeni özü getirmek diye
özetleyebilirim.’’ (Ayhan, 2007:11–12)
Böylece diyebiliriz ki; Ece Ayhan ilk şiirlerinden itibaren, hem şiirleriyle hem de şiir
anlayışıyla İkinci Yeni şiiri içinde kendine yer bulmuş ve hatta bu şiirin öncüleri
arasında gösterilmiştir. Ece Ayhan’ın 1965’te yayımladığı Bakışsız Bir Kedi Kara ve
yine 1968’de yayımladığı Ortodoksluklar başlıklı şiir kitaplarında bulunan şiirleri İkinci
Yeni şiirinin ve bu çerçevedeki şiir dilinin en dikkat çekici örneklerini içermektedir.
Şairin, daha sonra Devlet ve Tabiat (1973), Yort Savul (1977), Zambaklı Padişah
(1981), Çok Eski Adıyladır (1982), son olarak da 1982’den sonraki şiirlerinin, kimi
35
yazılarının ve konuşmalarının yer aldığı Çanakkaleli Melâhat’a İki El Mektup (1991)
adlı kitabı yayımlanmıştır.
2.2.Şiirde Anlam Sorunu
Şiirde anlam sorunu buna bağlı olarak şiirde açıklık-kapalılık gibi konular her dönemde
en çok tartışılan konulardan birisidir. 2. Yeni şairlerinin de şiirlerinde yeni ve
alışılmamış bağdaştırmalara başvurması, kalıplaşmış bağdaştırmaların dışına çıkması,
özgün ve şaşırtıcı bağdaştırmalara, çağrışımlara yönelerek Türk şiirinin alışılagelmiş
semantik yapısını yıkarak onu genişletmeye çalışması; bu şiirin ortaya çıkışından sonra,
şiirde anlam, açıklık-kapalılık gibi konuları en çok üzerinde durulan ve konuşulan
konular haline getirmiştir.
Ulusçu/Toplumcu Gerçekçilerin ve Garipçilerin bir şey anlatmayı, söylemeyi
amaçlayan ve bu nedenle de kolay anlaşılan şiir görüşüne karşı çıkan İkinci Yeni
şairleri, şiirde kalıplaşmış ifadelere, anlama – en azından ilk anda ortaya çıkan anlamaşiddetle karşı çıkarak, şiirlerinde anlamı geri plana itmeye hatta ortadan kaldırmaya
çalışmışlardır. Bu sebeple kelimeler, kavramlar alışılmış kullanımlarından çıkarılmış,
anlamlarından saptırılmış, bu sayede yeni ifadelere ulaşılmaya çalışılmıştır. Şiirde
anlatmaktan çok duyurmaya, sezdirmeye yönelmesi ve bu amaçla da dönemi içinde yeni
sayılabilecek ifade yollarına başvurması, İkinci Yeni şiirinin anlamsızlık, belirsizlik,
saçmalık ve hatta hiçbir şey anlatmayan şiir gibi nitelendirmelerle eleştirilmesine neden
olmuştur. Okurun ve eleştirmenlerin şiiri ve şiirde yer alan sözcükleri alışılagelmiş
kullanımlarında ve bağlamlarında algılamaya çalışması, İkinci Yeni şiirinin
anlamsızlıkla suçlanmasındaki en büyük etkendir.
İkinci Yeni şairleri içinde anlam konusunu en çok ele alan şair İlhan Berk’tir diyebiliriz.
İlhan Berk’e göre şiir, anlatıya gelmeyen yani anlatılmaz olandır. Bu nedenle de anlam
şiirin işi değildir (Berk, 2005a:142). Şiirde anlam konusu İlhan Berk’in poetikasının
temelini oluşturur. İkinci Yeni şairleri içinde anlama karşı en büyük savaşı İlhan Berk
açmıştır diyebiliriz. Şairin ‘‘Anlama gelince: Doğrusu asıl savaşım onun üzerine
toplanmıştır benim. Nedendir bilmiyorum, ben anlamı şiire pek yatkın bulamam. Kimi
kitaplarımda onu düşman bile bilmişimdir. Anlam, sanki benim üvey evladımdır.’’
36
(Berk, 2005a: 73) sözleri bu durumu açıkça göstermektedir. İlhan Berk, anlamın nesirde
aranması gereken bir özellik olduğunu vurgulayarak, onu şiirden ayırır:
‘‘İyi bir şiir anlamla yola çıkmaya her zaman engeldir. Her şeyden önce şiirden
düzyazıdan anladığımız anlamda bir anlam beklemek, ona öyle yaklaşmak şiirin
doğasına aykırıdır. İyi bir şiir bir şey anlatmak şöyle dursun, ona uzaktan yakından
yanaşmaz, arkasını döner. Anlatılmaz olandır onun çabası, savaşımı.’’ (Berk,
2005b: 59)
İlhan Berk şiiri diğer sanatlardan da ayırarak onun anlatılan bir sanat olmadığını,
bilakis, sezilen, duyulan bir sanat olduğunu vurgular. Şiiri bir söz sanatı olmasına
karşın, sözün en çok üstünün çizildiği, anlatının sıfıra indirildiği ve daha çok
anlatılmazlığın ele alındığı bir sanat olarak niteler (Berk, 2005a:25). Tabiî ki bu tarif ve
açıklamalar Ahmet Haşim’in şiir ile nesir arasındaki ayrımına ve hatta Ahmet Haşim’in
şiir anlayışına eşdeğer özellikler taşımaktadır. Ahmet Haşim de şiir ile nesri birbirinden
ayırdıktan sonra şiirin bir anlatma, bildirme değil, duyurma ve sezdirme sanatı olduğunu
savunmuştur.
İlhan Berk’e göre tek anlamlı sözcüklerin esini ve sezdirme olanağı yoktur. Açıklamak
göstermek isterler. Bu yüzden anlamı da etkisiz hale getirirler ve yalnızca görüneni
görürler (Berk, 2005b:109). Tüm bu sebeplerden dolayı şair, şiirde tek-anlamlı ve tek
boyutlu sözcükler yerine onların çokanlamlılık özelliğini ön plana alır. Hal böyle olunca
da şiir, tek okumada anlaşılabilecek bir anlatı olma vasfını geri iterek, çeşitli okumalar
sonucunda sezilebilecek ya da duyumsanabilecek bir nitelik kazanır. İlhan Berk bu
durumu şöyle açıklar:
‘‘İyi bir şiir, direticiliğe, buyrukçuluğa, tek anlama her zaman kapalıdır. İyi bir
yalvaç sözü gibi çok boyutlu ve bütün yorumlara açıktır. Bu yüzden çokanlamlılık
her iyi şiirin kodudur. Kendini oradan gösterir. Çok sesli, çok renkli bir yerden
geliyordur. Tüketime, harcanmaya gelmez, kapar kendini. Anlam yalnız sezilir,
duyulur ancak. Bir kez değil birçok kez okumaya açıktır. Görülmesini de
istemeyiz.’’(Berk, 2005b:60–61)
İlhan Berk’in, şiirlerinde çokanlamlı sözcüklere yer vermesi ve sözcüklerin sözlük
anlamlarının üçüncü, dördüncü hatta sonuncu anlamlarını ele alarak şiirlerinde
kullanması onun şiirinin kapalı, belirsiz ve karanlık olarak eleştirilmesine sebep
olmuştur. Çünkü bir şiirde anlam ne kadar derinleşir ve genişlerse, şiir o derecede
belirsizleşir ve kapanır. Garipçilerin ve Ulusçu/Toplumcu Gerçekçi şairlerin tek
37
okumada kolaylıkla anlaşılan, daha çok açıklığı ve anlatımı ön plana alan şiirlerine
alışık olan okur ve eleştirmen, bunun tam karşısında yer alan İkinci Yeni şiirini doğal
olarak anlamsızlıkla suçlamıştır. Böyle bir suçlama karşısında İlhan Berk kendisini
şöyle savunmuştur:
‘‘Şiirde anlam diretici, tekelci, bağlayıcı olmadığı ölçüde anlamdır. Kapalılık,
karanlılık ve özellikle de belirsizlik( ki bütün büyük şiirlerde derinlemesine
görünen de budur; dahası adeta bir yazgıdır bu) nasıl anlamsızlık değilse, bir şiirin
birçok anlama gelmesi de belirsizlik, karanlılık, anlamsızlık değildir.’’(Berk,
2005b:60)
Burada önemli bir ayrıntıyı ele almakta yarar var. İkinci Yeni şairleri içinde anlama en
büyük savaşı açan İlhan Berk olmasına rağmen, şairin asıl savunduğu şey şiirde
anlamsızlık değildir. İlhan Berk’in karşı olduğu, ilk ve tek okumada kolayca anlaşılan,
tek anlamlılığı nedeniyle ikinci defa okumaya teşvik etmeyen ve böylelikle de kolayca
tükenen bir şiir anlayışıdır. Şairin beklentisi bir şiirin birçok kere okunmasıdır; oysa tek
anlama yaslanan bir şiire tekrar dönmek anlamsızdır. Çünkü o şiir bellidir, açıktır ve
açıklıkta birçok şey yitebilir (Berk, 2005a:102).
O halde diyebiliriz ki İlhan Berk şiirde anlama değil anlamla yola çıkmaya karşıdır.
Şiirde anlam olacaktır ama bu anlam tek boyutlu değil, çok boyutlu olarak şiirde yer
alacak ve böylelikle her okumada/okuyanda yeni yeni değeler kazanacaktır. Nitekim
böyle bir durumda okuyucu, şiiri anlama ve anlamlandırma sürecinde aktif bir hale
getirilir. Şair bu durumu şu sözlerle açıklar:
‘‘Şiire yaklaşımımızda anlam her şey değildir. Şiirin nice ilkesi gibi – ne eksik ne
fazla – onlardan biridir. Bir şiire: Ne anlatıyor? diye bir soruyla yaklaşamayız.
Esinleme, aşılama(telkin), sezgi, duygu yoluyla da eğilebiliriz. Anlamı bir ayraç
içine alıp yeniden bakabiliriz. Hem bu anlamın yeni boyutları üzerinde durma
olanağı yatar; okuyanı da şiiri tüketmemeye, harcatmamaya iter; onu yaratının
içine sokar, şiirin okuyandan da bir beklediği olduğunu anlatır. Kısaca, anlamı her
anlamda bir çağrı yapmak. Şiirin anlamını ( değimli ki bir anlam aranıyor) açık
havaya çıkartmaya çağırmak, her okunuşunda da yorumun düşünsel, imgesel
katlarını üslenmesini sağlamak… Kafka’nın, Joyce’un yapıtları ''tükenmez'' diye
yorumlanagelmiştir. Bunun nedeni de açık bir anlamları olmamasıdır elbet. Aslında
anlam doğası gereği söyleyeceğini söyleyip hemen kapanmak ister. Belirsizlikten
korkar. Yitip gideceğini sanır. Belirsizlik, anlam yoksunluğu değildir. Tam tersine
''çokanlamlılıktır'', sınırsızlıktır. Şiir orada boy göstermek ister. Orda kendine gelir.
Bu yüzden yerlerinden oynarlar sözcükler. Şimdiye değinki sınır bekçiliğini
unuturlar. Yaratı alanındadırlar. Bir başlarınadırlar. Bunun için de bütün alanları
altüst etmek, orada tebdil gezmek, özgür olmak isterler. Tek anlamdan sıkılırlar.
Onun ötesine çıkmak isterler. Bilinmezliğe düşerler. Onu merak ederler. Artık
38
düğümü atmanın sırasıdır: Şiir bir şey anlatmaz demek, anlamı yoktur, anlamsızdır
demek değildir. Anlamla yola çıkılmaz demektir.’’ (Berk, 2005b:65)
Buna bağlı olarak İlhan Berk şiiri her türlü yoruma elveren bir ''açık yapıt'' olarak görür
ve sözcüklerin çağrışım, sezdirme gücü güçleri sayesinde de çokanlamlılığı savunur.
Şiirin etkisi anlattığı değil sezdirdiği ve duyurduğu ölçüde etkilidir. Açık bir anlamı
olmadığı, her türlü yoruma ve anıştırmaya açık olduğu için İlhan Berk şiiri ''açık bir
yapıt'' olarak görür. Bunun temelinde de şiirde ''tükenmezliği'' ve dolayısıyla da
''sonsuzluk''u yakalama çabasıdır vardır diyebiliriz. İlhan Berk şiirdeki tükenmezlik ve
sonsuzluk isteğini şu sözlerle ifade eder:
‘‘Horatius’u hatırlıyorum, dizeleri bittiği halde, sonuçlanmadığı ve dolayısıyla
bağlantısız olduğundan, benim için şairlerin en gizemlisi olmayı sürdüren
Horatius’u.(Borges)
Kimi dizeler, şiirler vardır, karanlık imgeler, uzak çağrışımlarla yürür. Bir yerlere
oturtamaz, sonuçlandıramazsınız, ama etkisinden de kurtulamazsınız. Ne zaman
böyle dizeler, şiirlerle karşılaşsam, Borges’in yukarıdaki sözünü anımsar, soluk
alırım.’’(Berk, 2005b:86)
Sözcüklerin çokanlamlılığı ve çağrışımsal gücü, şaire şiirde sınırsız hareket etme
olanağı sağlar. Böyle bir olanağı elinde bulunduran şair, tek anlamlılığın sınırlayıcılığını
aşarak şiirde aklın ve mantığın üstüne çıkmak, okuyucunun sezgilerine, muhayyilesine
oradan seslenmek ister. Böyle bir tutum karşısında şiire akıl-mantık ekseninde yaklaşan
ve bu doğrultuda şiir anlamaya çalışan okur, o şiirden bir şey anlayamayacak ve şiiri
anlamsızlıkla nitelendirecektir. Bu konuyu İlhan Berk bir yazısında şöyle açıklar:
‘‘Usla yaklaşmak şiiri bütün bütün çıkmaza sokar. Ne denli üstüne gidilirse gidilsin
boş bir duvara çarpacaktır. Us çünkü bir şiiri anlamaya yetmez. Kendi dışında
hiçbir şey görmez us. Burnunun dikine gider. Her yerde kendi ayak izlerini arar.
Bütün dizgilerini elinde tutmak ister şiirin. Bunun için rotasını baştan çizecek,
gideceği yeri de gene ta baştan görecek, bilecektir.(…) İlle de bilmek, anlamak
ister.’’(Berk, 2005b:59)
Oysaki şiir, şairin de belirttiği gibi bir tür bilinmeze ve sonsuza bir yolculuktur. Bu
nedenle de bir şey bildirmez, anlatmaz. Çünkü şiir nerede duracağını ya da nereye
varacağını kendi bilmez. Akıl ve mantığın düşünceyi sabitleyerek sınırlandırması, her
şeyi bilmeye ve anlamaya çabalaması, onun şiirinde dışında tutulmasında en önemli
sebeplerdir. Çünkü bu özellikler şiire değil nesre ait özelliklerdir. Nitekim İkinci Yeni
şairlerine göre şiir, aklın denetiminde yazılan ya da anlaşılan bir sanat değildir. Bu
39
nedenle şiirde ''us''a ve mantığa karşı çıkmışlardır. Bu karşı çıkışı İlhan Berk şöyle ifade
eder:
‘‘İkinci Yeni dediğimiz şiiri yeni yapan ilkelerin başında anlamın şiirden çok nesre
vergi olduğudur. Anlama gelince, şimdiye değin anlamın yalnız bir yönü
biliniyordu bizde: Usa bağlı anlam. Oysa şiirin en yüce öğesi usu allak bullak
etmesi, onu yıkmasıdır. Bugün şiir bunu deniyor.’’ Berk, 2005a:8)
Bu sözler neticesinde diyebiliriz ki İlhan Berk’in şiirde anlama, diğer bir ifadeyle aklın
ve mantığın denetimindeki anlama karşı çıkmasının kaynağında Gerçeküstücülük
bulunmaktadır. Gerçeküstücüler de şiirde aklın ve bilincin sınırlarından kurtulmak
istemişlerdir. Buna bağlı olarak da şiirin, akıl ve aklın çalışma düzeni yani anlatma ve
açıklama ile aynı düzlemde bulunamayacağını savunmuşlardır.
Şiirde anlam-us bağıntısının ya da bağıntısızlığının temelinde şairlerin gerçek
karşısındaki tavrı oldukça önemlidir. Sanat ve özellikle şiir İkinci Yeni bağlamında dış
gerçekliği taklit eden ya da yansıtan bir faaliyet değildir artık. Bu nedenle de şairin işi
dış gerçekliği şiirde yansıtmak olmamalıdır. İkinci Yeni için şiirdeki asıl gerçek kendi
gerçeğidir. Nitekim bu gerçeklik algısının anlamla bağıntısını İlhan Berk şöyle açıklar:
‘‘Öte yandan, anlam sorunu bizi bir şiire, bir metne nasıl bakacağımızdan önce, asıl
da yaratının doğrudan doğasına, oluş serüvenine, o bilinmeze götürecektir. Buraya
girmeyeceğiz. Yalnız bir şiirin kendi gerçeğinden başka bir gerçeği olmadığını,
çoğunda bunun gerçekten daha gerçek olduğunu söylemekle yetinelim.’’(Berk,
2005b:60)
Şiirde yer alan gerçekliğin, şiirin asıl ve tek gerçeği olduğuna göre; şiirdeki gerçek ile
doğadaki gerçeğin karşılaştırılarak ve bu karşılaştırma neticesinde onun doğadaki
gerçeğe uymadığını fark eden okurun ya da ozanın onu değersiz ve anlamsız olarak
nitelemesi de yanlış olacaktır. İlhan Berk şiirin böyle bir düşünce ile değer verilmesine
şiddetle karşı çıkarak şöyle der:‘‘ Ozan, bir şiirin iyi ya da kötü bir şiir olduğunu
doğayla karşılaştırarak, onunla benzerlik ölçüleri kurarak, yaşadığına, yaşanana bakarak
ölçüler kuramaz.’’(Berk, 1992: s.13)
Şiirin görevi doğanın ya da dış gerçekliğin yansıtılması değildir. Doğa ve dış gerçeklik
elbette ki şairin ve şiirin en önemli esin kaynağıdır; ancak şair gerçeği değiştirerek ve
bozarak şiire taşımaktadır. Yıldız Ecevit bu algı değişiminin, modern şiirin bir atılımı ve
özelliği olduğunu ‘‘Gerçeği birebir yansıtmadan 'yabancılaştırarak', bölerek, grotesk
40
düzeleme taşıyarak anlatma, yüzyılın ilk yarısındaki avangardist estetiğin, yani
modernizmin en önemli özelliğidir.’’(Ecevit, 2001:36) cümlesiyle belirtir. Nitekim şair
de dış gerçekliği yansıtma yerine, onu kendi algılayış biçimine göre değiştirecek hatta
biraz daha ileri gidersek dış gerçekliği yani dünyayı yeninden üretecektir. Bu bağlamda
İlhan Berk sanat yapıtının nasıl olması gerektiğini şöyle tarif eder:
‘‘ Doğanın yararı dolaylıdır. Sanat yapıtının koyduğu gerçekle bir olmaz. Sanatçı
elbette doğadan yararlanacaktır, onu bir yana atmayacaktır, ama işin o olmadığını,
ona karşı kendi doğasını koymak olduğunu, onu yıkmak, onu değiştirmek olduğunu
bilecektir. Elindeki araçlar, yani sözcükler, boyalar, notalar bunun içindir.’’( Berk,
1992:14)
Şairin gerçeklik karşısındaki en önemli aracı sözcükler ve sözcüklerin de ‘dil’in bir
ürünü olduğu düşünülürse, ayrıntılarını sonraki bölümde vereceğimiz ‘dil’ bahsi ile
ilgili burada da birkaç söz söylemek yerinde olacaktır. Şiirde yansıtmanın kırılmasından
sonra gerçeği oluşturmada şairin elindeki en büyük silah ‘dil’ olmuştur. Dil aracılığıyla
şair kendi gerçeğini şiirde yaratmış bu vesileyle de ‘dil’i mutlak otorite olarak
görmüştür. Böyle bir iktidarı elinde bulunduran şair için şiirin konusu dilin konusu
haline gelmiştir diyebiliriz.
İkini Yeni şairleri ‘dil’in sağladığı bu güç ile kendi gerçeğini yansıtma noktasında şiirde
tek anlamlı sözcüklerden kaçınmış, alışılagelmiş sözcük bağdaştırmalarını bir kenara
bırakmış, sözcüklerin çokanlamlılık ve çağrışımsal yönünden yararlanarak onlara yeni
anlamlar yüklemek istemişlerdir. Bu bilineni ve görüneni değiştirme isteğidir ve İlhan
Berk bu durumu ‘‘Şairler dünyayı, değiştirmeyi, hiç değilse görüneni, bilineni
değiştirmeyi sözcüklerle, sözcüklere verdikleri yeni anlamlarla yaparlar.’’ (Berk,
2005b:81) cümlesiyle açıklar.
Şiirin, anlam-dil bağlamında böyle bir düzleme geçişini Hasan Bülent Kahraman
modern şiirin gerekleri arasında gösterir. ‘‘ Böylelikle şiirin bir ‘bilgi nesnesi’ olması,
şiirin dışsal gerçeklikle ve onunla tümleşik bir dille kurulması süreci sona
erdirilmektedir. Bu bağlam, Modernist şiirin, Rimbeaud-Mallermé çizgisinde başlayan
ikinci büyük atılımına da temel oluşturmaktadır.’’(Kahraman, 2004:131–132)
Yansıtmanın
ortadan
kalktığı
Modernist
şiirde,
imge,
metafor
(eğretileme),
düzdeğişmece anlam oluşturma yönleriyle şairlerin en çok başvurduğu söz oyunları
41
olmuştur. Sözcüğün yerleşik kullanım ve
bağdaştırmalarından saptırılmasıyla
oluşturulan metaforun, anlam oluşturucu yönü çok fazladır. Nitekim metaforda
sözcüklerin alışılmış kullanımları ya da ‘verili dil’ mantığı bir kenara bırakılır.
Böylelikle metafor aracılığıyla şair kendi gerçeğini şiire yansıtır ve bunun neticesinde
ondaki gerçek dış dünyadaki gerçekle de örtüşmemiş olur. Diyebiliriz ki yaratıcılık
bakımından çağdaş şiirin en önemli olanaklarından biri de metafordur. İlhan Berk de
sözden yani anlamdan kaçmanın yegâne yolu olarak söz sanatlarını gösterir. ‘‘ Bu şiir,
imgelere, eğretilemelere ve başka söz sanatlarına bağlı bir şiirdir, sözden kaçan bir
şiirdir. Anlamı dolaylı olarak, çağrışımlar, kokular, renklerle vermeyi amaç eder
kendine.’’(Berk, 2005a:103) İlhan Berk bir başka yazsısında ise söz sanatlarının şaire
kattığı güce değinerek, şairin bu söz sanatları ile neler yapabileceğini şöyle anlatır:
‘‘İmge, benzetme, benzetişim(simulation), eğretileme, simge vb terimleri Latin
antikitesinin bir düşünü diye görür Abraham Moles. Daha çok benzetme üstünde
durur. Varolanı yeninden üretme, canlandırma diyebiliriz benzetmeye. Gerçeği bir
çeşit yenileme, gizleme. ‘‘Daha az’’ bir gerçek. Benzetme, şairlerin elinde her
seferinde böyle yeni bir boyut, yeni bir anlam kazanır. Giderek gerçeği de aşarak,
gerçeğin kendisinden daha gerçek olur. Pessoa, daha da ileri giderek şöyle
diyecektir: ‘Şair o kadar yetkin bir benzetişimcidir ki, gerçekte duyduğu acıyı bile
yeninden canlandırabilir.’ Şairler kuşkusuz, bütün söz sanatlarını gerçeğe yeni bir
gözle bakmak, yeni biçimlere sokmak, üretmek; yeniden yapmak için kullanırlar.’’
(Berk, 2005b:90)
İlhan Berk ve diğer İkinci Yeni şairleri şiirde en çok imgeye yönelmiş ve şiiri bir imge
işi olarak değerlendirmişleridir. Modern şiirsel söylemde imge, anlamın kendisi olarak
şiirde yer almıştır. Doğan Aksan imgeyi sanatçının çeşitli duyularıyla algıladığı özel,
özgün görüntünün dile aktarılışı olarak tarif ettikten sonra, imgenin bir betimleme değil
yorum işi olduğunu belirtir (Aksan, 1999:32). Nurullah Çetin’e göre ise ‘‘İmaj, dış
dünyadan alınan malzemelerden yola çıkarak, onların çağrıştırdığı izlenimler ve
algılarla iç dünyada, zihinde yani süjede oluşturulan görüntünün adıdır.’’ (Çetin,
1992:1) O halde diyebiliriz ki imge, insan bilincinden bağımsız olarak var olan
nesnelerin, nesnel gerçeklerin bir şekilde zihnimize yansımasıdır. Bu nedenle imgenin
şiirde nesnel bir karşılığı yer almaz. Bu yansıma ancak çağrışımlar ağı yoluyla
algılanabilir. İlhan Berk, dilin olağan dilden farklı olarak kullanılması, anlamı
gizleyerek ya da belirsizleştirerek, onu çağrışımsal bir güce kavuşturması nedeniyle
imgeyi şiirin başköşesine yerleştirmiştir. İmge vasıtasıyla sözcük, sözlükteki
kullanımından uzaklaşır, sözcüğün anlamı çoğalır, derinleşir ve belirsizleşir. İlhan Berk’
42
göre ‘‘ İmgenin (‘‘varlığın gölgesi’’) gücü belirsizliğindedir. Belirsizliği kışkırtarak,
çoğaltarak bir başka belirsiz belirlik önermesindendir. Bu her seferinde de yinelenir.
Bitimsiz bir gidip gelme, koşuşma, devim. Kendi söylemini sürekli silmek. Farklılıkları
yaşamak. İmgenin yaşamıdır bu.’’ (Berk, 2005b:78)
Modern şiir sözcüğün imge kurucu olanaklarını genişleterek,
şairlere, sözcüklere
sözlükteki karşılığından bağımsız şiirde yeni anlamlar yükleme imkânı vermiştir. Bu
imkân doğrultusunda şairler de güçlü bir imge oluşturmak için sözcükler arasındaki
mesafeyi olabildiğince uzak tutmuştur. Böylelikle ilk anda anlaşılabilecek ya da
kavranabilecek ‘anlam’ın şiirde üstü çizilmiştir. İlhan Berk de şiirde asıl etkiyi böyle bir
belirsizliğin sağladığını savunur. ‘‘ Kimi dizeler, şiirler vardır, karanlık imgeler, uzak
çağrışımlarla yürür. Bir yerlere oturtamaz, sonuçlandıramaz, ama etkisinden de
kurtulamazsınız.’’(Berk, 2005b:86)
İkinci Yeni şiirinin öncü şairlerinden Turgut Uyar ise İlhan Berk gibi şiirde anlamı
şiddetle ve ona karşı çıkacak biçimde yadsımamıştır. Hatta ‘‘…şiirlerim de şiir üzerine
yazdıklarım da, anlamsızlıktan yana olmadığımı göstermektedir. Kendi şiirimi de iyi
bellediğim şiiri de her zaman anlama bağladım.’’ (Uyar, 1958a:103) sözleriyle anlama
karşı olmadığını da belirtir. Ancak Turgut uyar bir şiirin kapalı ya da belirsiz olması ile
anlamsız olması arasındaki ayrımı da yapar. Bu bağlam da Turgut Uyar da İlhan Berk
gibi şiirde ‘anlam’ın açık olarak verilmesini tasvip etmez. Turgut Uyar’ın ‘‘ Haşim,
şiirde anlamın; sanıyorum kelime ilişkilerinden, görüntü tazeliği ve kişiliğinden,
böylece sağlam kurulmuş bir biçimden ortada kalan 'hava' olduğunu biliyordu.’’
Uyar,1958b) sözlerinden yola çıkarak diyebiliriz ki; anlamın, sözcüklerin birbirleriyle
ilişkilerinden, görüntülerden ve biçimden doğan hava olduğunu, bu anlamın da açıkça
değil sezgi yoluyla iletilmesi gerektiğini savunmaktadır. Özellikle yazıda geçen
‘görüntü tazeliği’ düşüncesinin de modern şiirin anlam oluşturmada gerekleri arasında
yer alan imge ile alakası vardır. Turgut Uyar’ın da böylelikle şiirde imgelerle anlam
oluşturmayı önemli saydığını ve asıl önemlisi ise imgenin yeni ve ‘taze’
bağdaştırmalarla kurulması gerektiğini ön görmektedir. Turgut Uyar yine aynı yazısında
bu düşünceye bağlı olarak şiirde anlamın, düzyazıdaki akla ve mantığa dayanan ve bir
şeyler anlatmayı, iletmeyi amaç bilen anlam ile aynı olamayacağını düşünür. Bu
43
düşünce yapısı Turgut Uyar’ın anlam konusunda Ahmet Haşim ve İlhan Berk ile
düzlemde olduğunu göstermektedir.
Şiirde kapalılık ve anlam konusunda, başka bir yazısında Turgut Uyar şöyle der: ‘‘ Çok
karanlık, çok anlamsız gibi görünen her öykünün, her şiirin anlaşılmaya elverişli bir
‘işaret’, bir ‘ipucu’ vardır.(…) Ozanı, yazarı güç anlaşılır eden bu ipucunun yeniliği,
güçlüğüdür daha çok.’’ (Uyar, 1958d) Şair öncelikle yeni şiirin farklılıkları dolayısıyla
anlamsız gelebileceğini savunduktan sonra, okuru şiirdeki ‘işaret’ ve ‘ipuçları’nı bulma
adına şiiri anlamlandırma ve yorumlama sürecinde dâhil etmek niyetindedir
düşüncesindeyiz. Böylelikle okur da şiirin oluşum serüvenine dâhil olarak şiirdeki
işaretlere kendi yorumlarını da katacak ve her defasında farklı farklı yorumlayacak
böylelikle de şiire yeni anlamlar katacaktır. Bu düşüncemizi Turgut Uyar’ın şu sözleri
ile bağlayabiliriz:
‘‘İlkin anlamsız görünen şiirlerin sonunda bir takım kalıplara, bir [takım] değerlere
ulaşmak yolu ile anlaşılabileceğini, hatta sevilebileceğini. Bu yüzden bir yeni şiiri
‘anlamadık’ diye horlamanın, geri çevirmenin, doğru olmayacağını, her iyi ozanın
kişileri bazı yeni ‘anlamlara’ götürdüğünü söylemiştim. (Uyar,1958a:103)
Turgut Uyar şiirde anlamın şairin kişiliği ile doğrudan bağıntısı olduğunu ve iyi bir
şairin şiirdeki anlamı gizlemesi, bir tür muamma olarak şiirde vermesiyle sanatkar
kişiliğini ortaya koyduğunu söyler. Buna dayanarak ‘‘… her şiirde ozanın kişiliğinden,
kişisel yaşamasından gelen bir ‘muamma’ daha doğrusu, bir anlam güçlüğü…’(Uyar,
1958c:103) olduğunu savunur. Bu görüşün temelinde şairin algısı ve gerçeklik anlayışı
da önem kazanmaktadır. Ozanın kişiliğinin ve kişisel yaşamının, onun izlenim ve
duygularıyla dikkate değer bağlantısı vardır. Şair, dış gerçekliği diğer bir deyişle doğayı
şahsi duygu ve izlenimlerine göre yorumlar ve şiirinde bu izlenimlere yer verir. Bunun
neticesinde şairin gerçekliği ile nesnel gerçeklik arasında önemli bir fark oluşmaktadır.
Böylelikle şiir, nesnel gerçekliği onda arayan okur için, anlaşılmaz ve kapalı bir hale
gelir.
Özetle Turgut Uyar, şiirdeki anlam ile düzyazıdaki anlamın aynı olamayacağını
savunduktan sonra şiirde yer alan gerçekliğin, şairin şahsi izlenim ve algısından
geçtikten sonra imge, eğretileme gibi söz sanatlarının da yardımıyla değiştirildiğini,
44
bunun da anlaşılabilir değil ancak duyumsanabilir ya da sezilebilir olduğunu dile
getirmektedir.
İkinci Yeni şairlerinden Edip Cansever ise İkinci Yeni şiirinin anlamsızlıkla
suçlanmasını kabul etmemektedir. Şair, bu şiirin anlama değil bilakis bir şey anlatmaya
ya da söylemeye karşı olan bir şiir olduğunu şu sözlerle vurgular:
‘‘Ne var ki onları anlamsız şiirin çemberi içinde düşünmek yanlış bir yol.(…) Ama
gene de bir şeyler söylemek gerekiyorsa beni inandıran şiirin, anlamı olan, kişinin
şiir gereksinimini karşılayabilen bir şiir olduğunu biliyorum. S. Birsel’in dediği
gibi anlaşılmayana özel bir saygı beslemiyorum ben. Kelimeciliği, ‘şiirin amacı bir
şey söylemek değildir’ fikrine karşıt olarak ele alıyorum.’’(Cansever,1957:5)
Edip Cansever temelde anlamsız şiirin olabileceğini kabul etmez. Şiirin düzeninin dış
düzenin gerçekliğinden farklı olduğunu, kendine has bir varlık olduğunu önemle
vurguladıktan sonra şiirin bir dilsel olgular düzeni olduğu görüşünü savunur. Nitekim
tüm bu olgular dışarıda bırakılarak, şiirin anlaşılması ya da açıklanması, şiirin varlığının
dış dünyada aranmaya çalışılması sonucunda şiirin okura anlamsız geldiğini dile
getirmektedir:
‘‘…şiirin düzeni önce dildir; dil’in şiirsel bir yapıya uygulanması,
geliştirilmesidir.(…) Demek oluyor ki biz, düzenli, ama anlamsız bir şiiri
anlayabiliyoruz.(…) Burada düzen dediğimiz şiirin gerçek varlığı (reel varlık)dır.
Anlamak için bu gerçek varlık önemlidir. Biz anacak şiirin bu gerçek varlığın
yardımıyla, anlamsızın şiirin gerçek dışı, gerçek ötesi ya da ne bileyim kelimelersiz
güzelliğine atlar, onu kavrayıp anlamak edimini gerçekleştirebiliriz.’’(Cansever,
1959a:17)
Bu sözler bize ayrıca şairin gerçeklik karşısındaki tutumunu da göstermektedir. Edip
Cansever dış gerçeklik ile şiirin gerçekliğinin farklı olduğu ve şiirde var olan
gerçekliğin, dış gerçeklikte aranmaması gerektiği görüşündedir. Dış gerçekliğin
algılanması ve şiirde yeninden kurgulanarak adeta şiirin ve şairin gerçekliğine
dönüşmesinde şüphesiz şairin kişiliği öne çıkmaktadır. Bu bağlamda Edip Cansever,
tıpkı Turgut Uyar gibi ‘‘…şiirin anlamı, şairin kişiliğine sıkı sıkıya bağlıdır.’’(Cansever,
1959b:4) görüşünü savunmaktadır.
İkinci Yeni şiirinin ortaklaşa duygu ve düşüncenin ötesinden bir şiir olduğunu ve bu
nedenle anlamsız olarak gösterildiğini belirten Edip Cansever bu konu şu sözleri dile
getirir:
45
‘‘… toplumsal bilinci aşmış, ortaklaşa duygu ve düşüncelerin ötesine geçmiş
şiirlerin, belli bir zaman için ‘kapalı şiir’ olarak nitelendirilmesi olağandır. Nice
şiirlerin zaman geçtikçe daha iyi anlaşılması, daha doğrusu kapalılıktan kurtulması
da başka türlü açıklanamaz zaten.’’(Cansever, 1975:262)
Cemal Süreya ise şiirde anlam konusuna yazılarında pek yer vermemiştir ancak anlam
konusunda İlhan Berk’le az çok aynı görüşleri savunmaktadır diyebiliriz. Anlamın
düzyazıya ait olduğunu ‘‘ Anlam, biçim, yapı bakımından düzyazının hemen sınırında
yürür, bol bol da düzyazıya girer.’’(Süreya, 2006:237) sözleriyle dile getirir. Şaire göre
en büyük hata ise düzyazıdan beklenen anlamın şiirden beklenmesidir. Türk şiirinde
anlamın düzyazıya ait olduğu fikrini ilk olarak Ahmet Haşim dile getirmiş ve bu görüş
doğrultusunda İlhan Berk de kendi poetikasını oluşturmuştur. Edip Cansever de bu
bağlamda ‘‘ Hem nedir şiirdeki anlam? Şiirden, düzyazıdan beklenen gibi bir anlam mı
bekleniyor?’’(Süreya,
2006:73)
sözleriyle
aynı
şiir
anlayışında
olduğunu
göstermektedir.
Alışılagelmiş kelime oyunları ve anlam kurguları neticesinde şiirin kısır bir yolda
olduğunu vurgulayan Cemal Süreya, İkinci Yeni şiirinin şiire getirdiğini yeniliği ve bu
yeniliğin nasıl sağlandığını şu sözlerle açıklar:
‘‘Kelimeler bizde de yontuluyor artık. Kelimeler bizde de yerlerinden yarı yarıya
koparılıyor, anlamlarından ufak tefek saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor
kelimelere. Böylece bir kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek
yeni imajlara, yeni mısralara varılmak isteniyor.’’(Süreya, 2006:194)
Cemal Süreya da İlhan Berk gibi sözcükleri alışılmış bağdaştırmalarının dışında
kullanarak, onların çok anlamlılığı yardımıyla da şiirde yeniliğe varma düşüncesindedir.
Tabi ki böyle bir yenilik düşüncesinde en önemli unsur imge olmaktadır. Modern şiirin
anlamı oluşturmada en önemli aracı olan imge, Cemal Süreya için de vazgeçilemez bir
konumdadır:
‘‘İmge ne acaba? İmge bir şeyin daha iyisi, daha kötüsü, daha gerçeği, daha gerçek
dışı durumu, daha temizi, daha kirlisi, daha hafifi, daha ağırı, daha… nasıl
söyleyeyim, daha kendisi… Yani daha kendisini bulmaktır imge.’’ (Süreya,
2002:192)
46
Cemal Süreya için, şiirde önemli olanın anlatmak değil duyurmak olduğunu ‘‘Şairin,
şiirinde geliştirdiği özün, okurda bir ruh hali yaratabilmesi için, bu özün duyulabilir bir
nitelikte olması şarttır.’’(Süreya,2006:311) cümlesinden anlıyoruz. Şiirin anlamının
gizlenmesinde
ve
çeşitli
çağrışımlarla
duyumsanabilir
olmasında
sözcüklerin
çokanlamlılığı ve imgenin yardımı yadsınamaz bir gerçektir diyebiliriz.
Ece Ayhan, yazılarında anlam konusundan pek söz etmese de, hatta anlamsızlığı diğer
şairler kadar benimsemese de İkinci Yeni şairleri içinde en zor anlaşılan ve çözülebilen
şairdir diyebiliriz. Şiirlerinin zor anlaşılması ya da anlaşılmaması sebebiyle toplumcu
şairler ve eleştirmenler tarafından ‘faydasız şiir’ olarak görülmesine karşı çıkmaktadır:
‘‘Bir şiirin 'doğrudan' halka hitap etmemesi, 'doğrudan' halkı gıdıklamaması,
kullandığı kendine özgü yöntemler yüzünden kolay kolay anlaşılmaması, kendini
kolay kolay vermemesi, işe toplumsal açıdan bakanların bile 'faydasız şiir'
yargısına varabilmesi için bir ölçü olamaz.’’ (Ayhan, 2007a:10)
Ece Ayhan’ın bu cümlelerinden şiirde anlam ile ilgili önemli yargılar çıkarabiliriz. Şair
özellikle şiiri kendine özgü yöntemleri bakımından diğer sanatlarından ayırmaktadır.
Şiirin kendine özgü yöntemlerini dil-imge-anlam bağlamında ele alırsak, Ece Ayhan’ın
şiirde doğrudan verilecek anlama karşı olduğunu, imge ve diğer söz sanatlarının da
yardımıyla şiirde anlamın gizlenmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Ece Ayhan’ın şiirini
‘sıkı şiir’ olarak adlandırmasının nedenini, onun anlaşılmasının ve çözülmesinin
zorluğuna bağlayabiliriz. Ece Ayhan ise kendi şiirini şöyle tarif eder: ‘‘ İlk elde kendini
ele vermeyen şiir! Hem bakın artık o ahmak eleştiriciler gibi ‘anlaşılmayan’ şiir de
demiyorum. Zaten hiç dememişimdir de. ‘Sıkı’ sözcüğü, vallahi tallahi, çok daha
iyidir!’’(Ayhan, 1993:235)
Alâattin Karaca ise Ece Ayhan şiirinin zor anlaşılmasını, şairin dil karşısındaki
tutumuna bağlamaktadır:‘‘ Gerçekten de Ayhan’ın şiiri okurca zor çözülebilen, kendini
oldukça zor ele veren bir şiirdir. Bunda kuşkusuz alışılmış şiir dilinden uzaklaşması ve
dil kurallarını alt-üst etmesi önemli rol oynar…’’(Karaca, 2005:345) Ece Ayhan’ın
şiirinde yer alan anlamın alışılmışın dışında özellikler taşıması ayrıca şiir diline karşı
başkaldırması ve onu deformasyona uğratması nedeniyle şiirlerinde anlam da ‘anlamsız’
olarak görülmektedir.
47
Bu noktadan sonra diyebiliriz ki; şiirde anlam konusunun temelini şiirin ‘dil’i
oluşturmaktadır. İkinci Yeni şairleri de şiirde anlamı gizleme ya da şiirden silme adına
en büyük savaşı ‘dil’ ile ve ‘dil’e karşı vermiştir diyebiliriz. Gündelik sözel dilin anlam
çerçevesinin kırılması, dilin basit bir semantikten kurtarılması, dilin buyrultusal
yapısının geriletilmesi, sözcüğün ‘anlam’dan çok ‘yan anlam’a dayanması hemen her
özgül sanatsal üretim alanındaki gizli dil sorununu gündeme getirmiştir.(Kahraman,
s.155) Şiirde anlam sorununun ‘dil’ ile ilişkisi göz önüne alındığında, bu sorunu şairin
dil karşısındaki tavrına ve dili nasıl ele aldığına bağlayabiliriz.
2.3. Dil Sorunu
Sonsuz anlatım olanaklarını içinde barındıran şiirin en önemli malzemesi dildir. Şairin
duygu ve düşüncelerini dışa vurum aracı olan dil bu yönüyle algılama biçimini yansıtan
bir ayna gibidir. Algılama biçiminin her dönemde farklılık göstermesi, ilk önce dilde
kendini göstermiştir. Duyusal organlara bağlı olarak çalışan algılama, nesnel gerçeklik
tanımına uygun bir dil doğurur. Bu dil, doğaya ve nesneye doğrudan bağlı, oları
yansıtma işlevi gören akıl ve mantığın dilidir. 20. yüzyılın başlarından itibaren ise
görecelik (relatiivite) kavramıyla beraber gerçeklik anlayış sarsılır, neticede de aklın ve
onun doğurduğu dilin egemenliği de yıkılır.( Karaca: 2005:200)
İkinci Yeni akımın şiire getirdiği en önemli yenilik de geleneksel algılama biçimini
yıkarak şiiri yansıtma işlevinden çıkarmasıdır. Hasan Bülent Kahraman da ‘‘ 2.
Yeni’nin dil bağlamında getirdiği en önemli çıkışlardan biri, mimesisin kırılmasıdır.
Dilin doğanın içinden görülmesinden uzaklaşılarak doğanın dilin içinden görülmesi bu
gelişmede en önemli etkendir.’’(Kahraman, 2004:121) sözleriyle bunu vurgular.
Yansıtmanın kırılması ile dilin yalnızca dış gerçekliği yansıtan bir araç olmaktan çıkıp
doğayı yeninden yaratan bir araç konumuna geldiğini söyleyebiliriz. Böylelikle şiir dili
gerçekliği yeninden üreten özne durumuna gelmiştir. Bu durumda şiirde nesnel
gerçeklik bozularak, dilsel bir gerçekliğe dönüşmüştür. Kullanılan bu yeni şiir dili,
doğanın gerçekleriyle eşleşmemekte, neticede de okur tarafından kavranamayıp
anlaşılamamaktadır.(Karaca: 2005: 298)
İlhan Berk’in ‘‘ Şiir dilin alışılmadık bir biçim kullanılışında baş verir. Bu dil
bulunmadıkça yoktur. Şiir bu dilin kullanılışıdır da diyebiliriz.’’ (Berk, 2005b:89)
48
sözlerinden İkinci Yeni’nin öncelikle alışılagelmiş dil anlayışına karşı olduğunu
söyleyebiliriz. İlhan Berk pek çok yazısında şiirde en önemli unsurun dil olduğunu
vurgular. ‘‘Benim için neredeyse şiirin kendisidir dil’’(Berk, 2004:111) diyerek dil
poetikasını başköşesine oturtur. İkinci Yeni öncelikle Garip akımın Akımı’nın şiirdeki
alelade diline karşı çıkmaktadır. İlhan Berk bir konuşmasında bunu‘‘ İkinci Yeni bu
şiire karşıdır dediğim zaman, konuşma diline karşı bir şiir olduğunu söylemek
istiyorum’’ (Berk, 1960:33) sözleriyle açıklığa kavuşturur. Garip şiiri, herkesin
anlayabileceği, akıl ve mantığın idaresi altındaki verili dille yazılmış, somut bir şiirdir.
Böyle bir şiirde anlam kolaylıkla ortaya çıkmaktadır. İlhan Berk’in ise şu sözlerinden
nasıl bir şiir dili istediğini anlayabiliriz:‘‘Soyut bir şiir dili bulmak istiyorum.
Düzyazıya çevrilemeyen bir dil bu, ya da düzyazıda anlamı olmayan.(…) Konusuz,
öyküsüz olması gereken bu şiirin; konu, öykü bu soyut dili kurmaya büyük engel.’’
(Berk, 2001: 31)
İlhan Berk’in hiçbir şey anlatmayan, düzyazıda dahi bir anlamı olmayan soyut dil
üzerine aşağıda alıntılayacağımız yazısı, bize şairin dil algısını göstermektedir.
‘‘Dil, anlatma aracı olduğu değin tersini de içerir. Kendi dışında hiçbir şey
anlatmayabilir. Şöyle de söyleyebiliriz bunu: Anlamın olmadığı yerde de işlevini
sürdürür. Şiirde bu daha belirgindir. Özneyi dışlar, başına buyruk sürdürür edimini.
Susabilir, susmayı yeğleyebilir. Sessizlikle ilerleyebilir. Sözsüz sese de bürünebilir.
Konuşmaz. Sözün üstünü çize çize yürüyebilir. Seçebilir bunu. Dahası, kimi
durumlarda salt ses olarak da var olabilir. Yetinir onunla. Yetinir çünkü kimi yerde
ses öznenin yerini alır, onu yüklenebilir. Bu kendi olma erkini, uzamda, zamanda
da gerçekleştirebilir. Değil mi ki başına buyruktur, uzanabilir oraya da. (…) Doğası
gereği bütün bunlara açıktır dil.(…) Daha nice nice kılıklara girer. Özellikle de
dağolıp parçalanarak görsel yapılar, biçimler edinir. Bu zaman dil kendi yapısının
da dışına çıkarak, başı dönmüş gibi kendini ordan oraya vurur, ereksiz, amaçsız
dolaşır.(…) düşün, usdışının, cinnetin sınırlarına gelip dayanır.(…) Şimdiye değin
sürdürdüğü sınır bekçiliğini (dil dünyamızı sınırlar) bırakılmıştır. Kendi bile
değildir.(…) Bu dilin her şeyi bir yana bırakıp kendi olduğu, öznenin yerine
geçtiği, oradan seslendiği(susma da bir seslenmedir) bir durumdur.’’ (Berk
2005b:13–14)
İlhan Berk bu denli soyut dile ulaşmak için dilde değiştirimlere gitmiş, bunun için de
konuşma diline, ortak dile sırt çevirmiştir. Neticede İlhan Berk’e göre şiir dili alışılmış
dilden farklıdır; ortak dilden bir sapmadır. Aslına bakılırsa İlhan Berk alışılmış dile
savaş açmıştır da diyebiliriz. (Karaca:2005:304) Çünkü şair günlük konuşma dilini ya
da nesir dilini tüketim aracı olarak görmekte ve böyle bir dil anlayışının, şiirde yerinin
49
olmadığını şu sözlerle dile getirmektedir: ‘‘ …dilin tüketim aracı olmaktan çıktığı,
kendine geldiği an belki de yalnız şiirdir. Varlığını neredeyse yalnız onda doğrular.
Yalnız şiirde kendi dilini arar, tüketici, verili dili yadsır.’’ (Berk, 2005b: 75) Ayrıca şiir
dili bir araç olmaktan da çıkmıştır. Şiir dilinin bu türde algılanması, şairin bireysel bir
dil yaratma çabası olarak da değerlendirilebilir. Şiirde ortak dili yadsıma ve anlamı yok
etme girişimi neticesinde, şiir dilinde alışılmış bağdaştırmalardan sapma ve kopmalar
görülmüş buna bağlı olarak da İlhan Berk’in şiirleri anlaşılamayan ya da zor anlaşılan
bir dil özelliği taşımaya başlamıştır.
İkinci Yeni şiirinin diğer bir önce şairi Turgut Uyar için de dil şiirin en önemli
öğelerinden biridir. Ancak Turgut Uyar gündelik konuşma diline İlhan Berk gibi sırtını
çevirmez. ‘‘ … konuşma dilinden, özel adlardan hiç vazgeçmem.’’(Uyar, 1985:111)
diyen şaire göre ortak dilden uzaklaşılmaması gerekmektedir. Hatta Turgut Uyar
gündelik dili şiirin kaynağı olarak görmekte ve gündelik konuşma dilinin şiirin hayatla
bağlantısını pekiştirdiğine inanır (Uyar, 1985:103) bu bağlamda Turgut uyar yaşamdan
kopuk, ortak dille bağıntısı olmayan bir şiir dilini kabul etmez. Bu bakımdan İlhan Berk
ile Turgut Uyar’ın dil anlayışında farklılıkların olduğunu söyleyebiliriz. Turgut Uyar
için şiir dili bir araç olma özelliğini taşırken, İlhan Berk için şiir dili bir amaç
niteliğindedir.
İkinci Yeni’nin dil bağlamında getirdiği diğer bir yenilik ise, şiirde sözcüğe
alışılagelenden aşırı bir şekilde önem vermesidir. Roland Barthes şiirin bu özelliğini
şöyle açıklamaktadır. ‘‘Klasik dilde, sözcükleri bağıntılar yönlendirir, bağıntılar her
zaman tasarlanmış bir anlama doğru götürür hemen; çağdaş şiirde bağıntılar yalnızca
sözcüğün bir yayılmasıdır; konut olan Sözcük’tür.’’ (Barthes, 2006: 44) Bu bağlamda
İlhan Berk için de sözcük her şeydir. Şairler dünyayı değiştirmeyi, hiç değilse görüneni,
bilineni değiştirmeyi sözcüklerle, sözcüklere verdikleri yeni anlamlarla yaparlar. (Berk,
2005b:81) Cemal Süreya’nın ‘‘Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı’’ (Süreya, 2006:192)
ifadesi de bu bağlamda değerlendirilebilir. İkinci Yeni şiiri ile birlikte sözcüklerin
bağlamlarından koparılması, sözcüğün şiirde başlı başına bir değer olarak görülmesine
yol açmıştır. Sözcüklere yüklenen yeni anlamlar, ya da yeni görüntülerle (imgeler)
şiirde alışıla gelmiş sözcük kullanımının önüne geçilmiş, böylelikle de anlam kapalılığı
sağlanmıştır. Turgut Uyar ise şiirde sözcüğe bu denli önem ve yük verilmesine karşı
50
çıkmaktadır. Bu düşüncesini bir yazısında şöyle dile getirir: ‘‘ Kelimeler, sadece
kelimeler, şiirin yükünü taşıyamazlar yahut şiirin bütün değeri kelimelere, kelimelerin
uyuşmasına yüklenmemelidir.’’ (Uyar, 1956: 8)
Turgut Uyar şiir dilini yaşamdan ve insandan koparmamakta, şiirlerinde konuşma
dilinden yararlanmaya çalışmaktadır. Bu noktadan ele aldığımızda Turgut Uyar, İlhan
Berk ile şiir dili konusunda ayır görüşlere sahiptir ve bu iki şairin şiir dillerinde de
ayrılıklar görülmektedir.
Edip Cansever de şiir dili bahsinde az çok Turgut Uyar ile aynı görüşlere sahiptir
diyebiliriz. Şair, ortak dilden bağımsız, şairden başka kimsenin anlayamayacağı şiir
diline karşıdır:
‘‘Ozanlar, halkın konuştuğu dille, onun gelecekte konuşacağı dil arasında yapıcı bir
iletken durumundadırlar; yani halka; gene halkın kullandığı dilin tadını, gizlerini,
inceliklerini ulaştırmakla görevlidirler. Ben ‘şiir dili’ deyiminden bunu anlıyorum
sadece. Öyle ki şiirden şiire değil de, şiirden topluma akan, toplumla bağdaşan
akıcı, yayılgan bir varlıktır diyorum ‘şiir dili’. Ozansa dilin vardığı en son durağın
temsilcisidir. Yoksa şiir dili yalnızca ozanların anlayacağı, toplumdan bağımsız bir
dil yoktur.’’ (Cansever, 2000: 81-82)
Bu yazıda da görüldüğü gibi Edip Cansever, ortak dilden kopma düşüncesini
onaylamamaktadır. Şair elbette ki şiirinde yeni anlamlar yakalamak için şiir dilinde
değişikliklere gidecektir. Ancak bu tür bir değişiklik ortak dilden kopma olarak
görülmemelidir. Şairin buradaki göre ortak dili işleyerek, zenginleştirerek, seçkin bir
şiir dili ortaya çıkarmaktır. Özetle İlhan Berk ortak dile karşı çıkarken Edip Cansever
kaynağını ortak dilden alan bir şiir dilini savunmaktadır diyebiliriz.
Cemal Süreya ise İkinci Yeni şairleri arasında İlhan Berk’ten sonra dil üzerinde en çok
duran şairlerden biridir. Cemal Süreya şiir dili için şu sözleri dile getirmektedir.
‘‘ Şiirde dil, düzyazıda olduğundan biraz daha başkadır. Düzyazı için, sözgelimi bir
romancı için, dil bir araçtır. Bir düşünceyi, bir durumu anlatmak için bir araçtır.
Şiirde dil, hem araçtır, hem ortamdır. Şiirin, bir yerde gövdesi gibidir. Kuşun
kanatlarıyla uçması gibidir. Bir motor gibi değildir. Bunun için, şiirde dilin ayrı bir
işlevi ortaya çıkıyor. Şiir dilin kendisi oluyor bir yerde. Dilde çıkan bir yangın
oluyor sözgelimi.’’ (Süreya, 2006: 352)
51
Şair şiiri bir dil işi olarak görmekte ve buna bağlı olarak şiir dilinin ortak dilden farklı
bir dil olduğunu savununmuş ancak ‘‘Şiir konuşma dilinden uzaklaşmamalı’’ (Süreya,
2002:46), ‘‘ Konuşma dilinin çevresinde dönmeli, alacağı şeyleri oradan almalıdır.’’
(Süreya, 2006:353) gibi ifadelerle de şiirin kaynağının konuşma dili olduğunu
belirtmiştir. O halde şairin kaynağı ortak dil olacak, ancak bu dil işlenerek, en güzel ve
en etkili biçimde şiirdeki yerini alacak dersek yanılmamış oluruz.
Yine başka bir yazısında aynı düşünceye paralel olarak Cemal Süreya şunları
söylemektedir: ‘‘Şair yaşadığı kelimelerle kurar şiirini. Yaşadığı yani günlük
konuşmasına, oturmasına, kalkmasına, şuradan şuraya gitmesine iyice bağladığı
kelimelerdir ki, şairle dış evren arasında sağlam ilgi kurulabilir.’’(Süreya, 2006:268)
İlhan Berk şiir dilinin ortak dil ve konuşma dilinden ayrı olması gerektiğini savunarak
‘kişisel dil’ anlayışını benimsemiştir. Bu düşünce ekseninde de şiir dilinde sapmalara,
aşırı sayılabilecek sözcük bağdaştırmalarına gitmiştir. Cemal Süreya ise böyle bir
anlayışı eleştirerek, bu tür bir şiir dilini ‘kuşdili’ne benzetmiştir:
‘‘Gerçekten çok kez ortak dilin dışında birtakım kişisel diller yaratmaya çalışmıştı
bazı arkadaşlar. Bu arada, hiçbir nesnel karşılık hazırlamadan, şiiri o kişisel dillerle
anadilinden koparmaya çalışanlar da oldu. Yanlıştı bu.(…) Çünkü şiir dil içinde
ikinci bir dildir, ama kuşdili de değildir.’’(Süreya, 2006: 316)
Cemal
Süreya’nın
şiir
dilinde
yaptığı
yeniliği
Alâattin
Karaca
şöyle
değerlendirmektedir:
‘‘… Süreya, şiirin bir üst dil olduğunu, ancak bu dilin konuşma dilinden çıkması ve
şiirin konuşma dilinden kopmaması gerektiğini düşünür. Ona göre şiirde dilin
bütün olanakları zorlanmalı, sözcükler dahi yerinden oynatılmalıdır. Çağdaş şiir,
sözcükleri yerinden sarsmaktır. Şiir dili zorlanmalıdır; ancak bu dili tanımakla olur.
Süreya, şiirin kendine özgü bir dil olduğunu savunmakla beraber, yapay anlaşılmaz
bir dilin yaratılmasına da şiddetle karşı çıkar. Şiirlerine bakıldığında da, şairin dil
konusunda kimi İkinci Yeni şairleri denli uçta olmadığı; yeniliği ortak dilden
çıkardığı, dil devrimi uğruna şiirini feda etmediği, semantik yapıyı alt-üst etmediği
ve en önemlisi yapay, zorlamış hissi veren bir dil kullanmadığı görülür. Aslında o,
şiirinde dili bozar; ancak bozarken yapar. Zaten amacı bozmak değil ‘bozarak
yapmak’tır; yaptığı ise, konuşma dilinden kopuk değildir. Bu bakımdan İlhan
Berk’in epeyce uzağında kalmayı tercih etmiş, Ece Ayhan denli dil anarşisti
olmaya cesaret edememiştir.’’ (Karaca, 2005: 313–314)
Sözcüklerin olağan kullanımlarından saptırılmasında, şiir dilinin değiştirilerek
deformasyona uğratılmasında İkinci Yeni’nin en önde gelen şairi ise Ece Ayhan’dır.
52
Şairin verili dile başkaldırarak onu yıkmaya çalışmasının temelinde gerçeklik algısı
yatmaktadır. Ece Ayhan dış gerçekliği olduğu gibi kabul etmemekte ve dilin olanakları
sayesinde bu gerçekliği yıkmaya çalışarak kendi gerçekliğini kurmak istemiştir. Ece
Ayhan’ın ‘‘dil konusundaki bu ‘yıkıcı’ tavrının temelinde otoriteye, alışılmış algılama
ve düşünme biçimine başkaldırı yatar.’’( Karaca: 2005:314)
Ece Ayhan bir yazısında şiir dilinin özelliklerini şöyle tarif etmektedir: ‘‘Benim
kurmaya çalıştığım dile, gerçekliği kurcalamak isteyen Gerçekötesi bir dil denebilir
belki, tabi denebilirse.’’ (Ayhan, 2001:33)
Şiirlerinde gerçekliği kurcalayan ve ona yeni boyutlar kazandırmaya çalışan şairin dille
bu denli uğraşmasının sebebi, kullanılagelen dilin yetersizliğindendir. Şair bu durumu ‘‘
Gündelik konuşma dili çok dar bir sözlüğe dayanıyor. Bolluklu sınıflar bile sınırlı
sayıda sözcük kullanır.(…) Ben bu genel geçer olgunun sıkıntısını yaşıyorum.’’ (Ayhan,
1996:49) sözleriyle anlatır. Ece Ayhan şiir dilinin yetersizliği karşısında onu bozguna
uğratarak yeni bir dil yaratmak istemiştir diyebiliriz.
Sonuç olarak klasik şiir ile modern şiir arasındaki en önemli ayrım şairlerin dil
karşısındaki tutumda ortaya çıkmaktadır diyebiliriz. Klasik şairler sözü güzelleştirmek
amacıyla, dili anlamı iletmenin bir aracı olarak görürken, modern şairlerde dil, tıpkı
müzisyenin sesi, ressamın boyayı kullandığı gibi bir malzeme özelliğine sahip olur.
Böylelikle şiir bir yansıtma değil, doğanın ve nesnel gerçekliğin yeniden kurulduğu bir
ortam olmaktadır. Hasan Bülent Kahraman’ın belirttiği gibi dil artık doğanın içinden
görülmemekte, bilakis doğa dilin içinden görülerek, dilin bu gücü sayesinde yeni
anlamlar ve görünümler kazanmaktadır.
53
BÖLÜM 3: II. YENİ ŞİİRİNDEKİ KARŞITLIKLAR
3.1. İlhan Berk’in Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar1
İlhan Berk’in İkinci Yeni şiir akımı çerçevesinde yayımladığı ilk şiir ‘‘ Saint-Antoine’ın
Güvercinleri’’dir. Biz de bu bölümde şairin 1954–1959 yılları arasında çeşitli dergilerde
yayımlanan ve daha sonra Galile Deniz’i şiir kitabında toplanan şiirlerindeki anlam
yapılarını ikili karşıtlık yaklaşımıyla çıkarak yorumlamaya çalışacağız. İlhan Berk’in
İkinci Yeni akımı çerçevesinde yazdığı ilk şiirleri kapsayan Galile Denizi 1958 yılında
Varlık Yayınları tarafından yayımlanmıştır. ‘‘ Saint-Antoine’in Güvercinleri’’, ‘‘ Arma
Viriumque Cano’’, ‘‘ Bel Conto’’ ve ‘‘Galata Kulesi’’ olmak üzere dört ayrı başlıktan
oluşan Galile Denizi’nde toplam 41 şiir bulunmaktadır.
Kitabın ilk şiiri olan ‘‘Eleni’nin Elleri’’ (Berk, 2007:197) aşk teması çerçevesinde
kurulmuş olmakla birlikte aşkın ve sevgilinin bireyin dünyasını ve dünyayı algılayışını
ne denli değiştirdiğini de yansıtmaktadır. Metnin ilk bendinde bulunan ve her şeyi
değiştirme gücüne sahip olan ‘‘Eleni’nin elleri’’ ifadesi sihirli el, peri eli gibi
çağrışımlar uyandırmaktadır.
‘‘Bir gün Eleni’nin elleri geliyor
Her şey değişiyor
İlk İstanbul şiirden çıkıp yerini alıyor
Bir çocuk ilk gülüyor
Bir ağaç çiçek açıyor.’’
Sevgilinin göstereni olan ‘Eleni’nin gelişi ile İstanbul’un kültürden çıkarak yani
yapaylıktan çıkarak doğal özelliğine kavuşması, çocuğun ilk gülmesi ve ağacın çiçek
açması; aşk ≈ doğal + mutluluk + yaşam eşdeğerliklerini de ortaya çıkarmaktadır.
1
Tezimizin bu kısmında kimi işaretlere başvuracağız: / karşıtlığı, → gelişmeyi, ilerlemeyi, dönüşümü, ≈
eşdeğerliği ifade ediyor.
54
Metnin ikinci bendinde ise geçmiş/şimdi karşıtlığında aşkın özellikle olumsuz yönleri
yer almaktadır
‘‘Eleni’den önce
Daha ben çocuktum daha tütüne daha kahveye alışmamıştım
Sabahları, akşamları bilmiyordum daha
Bir gün bakıyorum akşam ellerimde gözlerimde
Bir gün sabah her yanım.’’
Dizelerinde aşk, olgunluk gibi olumlu bir değer kazanmakta ancak tütün, kahve gibi
zararlı alışkanlıkları da beraberinde getirmektedir. Bu olumsuz özelliklere karşın şikâyet
ya da ondan uzaklaşma isteğini gösteren herhangi bir işaret metinde bulunmamaktadır.
Şiirin son bendinde bulunan
‘‘Eleni geliyor
Dünyaya bakıyorum
Dünya sanıldığı kadar küçük değil
Sanıldığı kadar üzgün değiliz dünyada’’
dizeleri geçmiş/şimdiki zaman karşıtlığında aşkın şimdiki zamana getirdiği mutluluğu
göstermektedir. Ayrıca sevgili ile birlikte gökyüzünün gelmesi ve sokaktan ilk defa
denizin görülmesi ifadelerinde yer alan gökyüzü ve deniz göstergeleri İlhan Berk’in
şiirlerinde sıkça görülmektedir. Daha sonraki şiirlerinde kullanımları da göz önüne
alındığında gökyüzü ve deniz imgeleri mutlu bir doğal yaşamı simgelemektedir.
Eleni’den yani sevgiliden önceki zaman ile onun gelişinden sonraki zaman arasında
görülen yaşamsal ve çevresel farklılıklar metinde öncelikle geçmiş zaman/ şimdiki
zaman karşıtlığını ortaya çıkarmaktadır. Buna bağlı olarak da doğaya ait göstergelerin
aşk ve sevgili çerçevesinde olumlu değerler taşıması geçmiş/şimdi karşıtlığının
temelinde kültür/doğa karşıtlığı bulunduğunu göstermektedir. Neticede geçmiş ≈
55
mutsuz + üzgün + doğal yaşamdan uzak + çocukluk gibi olumsuz özellikler taşırken,
aşkın ve sevgilinin etkisiyle şimdiki zaman ≈ mutluluk + umut dolu doğal yaşam +
olgunluk gibi olumlu değerler taşımaktadır. Aşk temini işleyen ‘‘Eleni’nin Elleri’’
şiirinin yüzey yapısında şimdi/geçmiş zaman karşıtlığı ve derin yapısında ise
kültür/doğa karşıtlığının bulunduğunu söyleyebiliriz.
‘‘Gençlik’’ (Berk, 2007:198 -199) başlıklı şiir metninde değişim ‘‘Eleni’nin Elleri’’
şiirinin aksine dış dünyada değil bireyin iç dünyasında gerçekleşmektedir.
‘‘Ruhum,
İlhan Berk köprüden geçiyor duyuyor musun?
Bir serçe yavaş yavaş uçuyor
Bir balık başını suyun yüzüne çıkarmış bakıyor
Düştü düşecek dalından bir yaprak.’’
Dizelerindeki köprü imgesi değişim sürecini göstererek gençlikten yaşlılığa geçişi
çağrıştırmaktadır. Bendin son dizesindeki yaprak imgesi ise şiirin daha sonraki
bendinde ‘gençliği bir yaprak düştü düşecek’ ifadesine de bağlı olarak gençliği
sembolize etmektedir diyebiliriz. Nitekim yaprağın düşmesi ibaresi ile de mutlu
geçmişin ve gençliğin geride bırakıldığı anlaşılmaktadır.‘‘ Sonra oturup gençliğini
düşündü’’ dizesi ile biten ikinci bentten sonra üçüncü ve dördüncü bent mutlu geçmiş
ve birtakım hatıralar üzerine kurulmuştur. Ancak geçmiş zaman ne kadar güzel ve
mutluluk verici olsa da sadece geçici bir sığınma konumundan öteye gidemez. Şiirin
beşinci bendi bu gerçekliği açıkça ifade etmekte ve şimdiki zamanın birey üzerinde
yarattığı sıkıntının özellikle dışa dönerek aşılmaya çalışıldığını göstermektedir.
‘‘Evet,
Lambodis’in gençliği bir yaprak düştü düşecek
Pencereye oturmuş gelip geçenlere bakıyor
56
Sen de bak diyor bana
Bak insanlar geçiyor
Ben sıkıldım mı insanlara bakarım
Hiçbir şeyim kalmaz
Hiçbir şeyimiz kalmıyor.’’
Şiirin son bendi ise içinde bulunulan zamanın ve çevrenin sıkıntılı olarak algılanmasına
rağmen geleceğe dair umudun yitirilmediğini göstermektedir. Ayrıca metinde yer alan ‘‘
Ben sıkıldım mı insanlara bakarım/ Hiçbir şeyim kalmaz’’ ifadesi ben/öteki karşıtlığı
bağlamında yorumlanabilir. Ötekinin (ben dışında kalan diğer insanlar) bireyin
sıkıntısını aşma aşamasında ona yardımcı olması nedeniyle de olumlu bir değer
taşıdığını söyleyebiliriz. Şiirin bu bendinde ben ≈ sıkıntı / öteki (diğer insanlar) ≈ umut
karşıtlıkları bulunmaktadır.
‘‘Bunlar hep olacak ruhum
Bir gün bakacağız İstanbul güzel
Ondan sonra her gün İstanbul güzel
Eskiden çok eskiden bu dünya daha bir güzelmiş mesela
Bu bulutlar bu gökyüzü uzanınca dokunacağımız bir yerdeymiş
Şimdi şiirdeymiş bunlar
Her şey bu hesap ruhum.’’
Bu noktadan sonra öznenin zaman algısı; geçmiş ≈ mutluluk, şimdi ≈ sıkıntılı ve
gelecek ≈ umut eşdeğerlikleri kazanmaktadır. Doğal ve mutlu yaşamın imgeleri olarak
kullanılan bulut ve gökyüzü imgelerinin, içinde bulunulan zamanda, gerçeklikten
uzaklaşarak şiirde yani yapay bir ortamda yer alması geçmiş/şimdi karşıtlığının
57
temelinde doğa/kültür karşıtlığı olduğunu göstermektedir. Diğer bir yandan ise bütün bu
olumlu kavramların, yaşama sevinci veren anlamların ‘‘ şimdi şiirde’’ olması kültürün
içine doğanın, şimdinin içine geçmişin girmiş olduğunu gösterir. Bir yerde kaybedilenin
şiirde bulunması şiirin ve dolayısıyla kültürün olumlu değerler yüklenmesi anlamına
gelir. Bu da şiirdeki geçmiş/şimdi ve doğa/kültür karşıtlıklarının paradoksal bir yapıda
bulunduğuna işaret etmektedir.
‘‘Saint Antoine’in Sevişme Vakti’’ (Berk, 2007:200–201) başlıklı şiirde ise kültürel
yaşamın baskısı altında mutsuz olan öznenin aşk ve cinsellik yoluyla mutluluğu
yakalama çabası ön plana çıkmaktadır. Şiirin ilk kısmında doğa ait imgeler önemli bir
yoğunluğa sahiptir. Şiirin ilk kısmında doğa ≈ cinsellik ≈ özgürlük eşdeğerliğinin
verdiği mutluluğun göstergeleri yer alırken kültürel yaşamın baskısı ve yarattığı korku
metindeki gerilimin odak noktası olmaktadır.
‘‘Hiç korkmamalı artık Lambodis
Eleni hiç korkmamalı
Bütün güvercinler havalandı kimse korku nedir bilmeyecek
Her şeyin uyandığı bir saatte
Aşk başlayacak
Her şey duracak’’
Dizelerinde toplum yaşamının cinsellik üzerindeki baskıcı ve korkutucu yaklaşımı
karşısında güvercin imgesi özgürlüğü ve doğallığı çağrıştırmakta ve özneyi
rahatlatmaktadır. Şiirde ayrıca din ve kültür kavram alanına dahil olan ‘sanduka, evliya
resimleri, İsa’’ gibi göstergeler özne üzerindeki diğer bir baskı faktörü olarak değer
kazanmaktadır. Ancak bu dini öğelerden sonra gelen ‘‘ Her şey yerini aşka bırakacak
dizesi’’ mutluluğa ulaşma çabasında olan öznenin kültür kavram alanına dahil olan her
şeyi dışta bırakma isteğini göstermektedir. Böylelikle şiirin derin yapısını oluşturan
doğa/kültür karşıtlığında doğa ≈ aşk(cinsellik) + özgürlük + mutluluk eşdeğerlikleri ile
58
olumlanırken kültür ≈ mutsuzluk + korku (baskı) + din gösterenleri ile
olumsuzlanmaktadır.
‘‘Fenerdeki Çocukluk’’ (Berk, 2007:202) başlıklı şiirde ise dini öğeler metnin anlam
yapısını oluşturmaktadır.
Daha yeni kiliseye gidiyor
İlk gördüğü resim İsa’nın limon gibi yüzü
İncecik bacakları.
Bir bulut pencereye takılmış
Kendisinden biraz büyük bir çocuk dua ediyor
Birden bütün evliyalar gözünün önüne geliyor
Mum elinden düşüyor.’’
Dizelerinde din kavram alanına ait olan göstergelerin ağırlık kazandığı görülmektedir.
Ancak dizelerde yer alan İsa tasviri olumsuz bir hava yansıtırken, şiirin son dizesi bu
olumsuz hava ile birlikte korku hissini de ortaya çıkarmaktadır.
‘‘Bir gün aya Dikolas’ın sandukası önüne gidip duruyor
Kim bilir ne kadar özlemiştir denizi diye düşünüyor
Pencereyi açıyor
Denize bakıyorlar’’
Dizelerindeki doğanın göstereni olarak kullanılan deniz imgesi, kilisesin kasvetli ve
boğucu baskısından kurtularak doğaya kavuşma isteği ve özlemine işaret etmektedir.
Netice olarak doğa /kültür karşıtlığı şiirde özgürlük/din karşıtlığı biçiminde
görülmektedir.
59
‘‘Sabah’’ (Berk, 2007:203) başlıklı şiirde ise dini baskılardan kurtulmuş ve doğanın
sağladığı özgürlüğe kavuşmuş olan şiir öznesinin bu özgürlük bağlamında dünyayı
farklı algılamaya ve tanımlamaya başladığı görülmektedir.
‘‘Bir sabah ilk tutup caddeye çıkmış
Vitrinlere, gökyüzüne, sinema afişlerine bakıyor
Yeni bir sabahlayım diyor dünyada ilk kendi kendine
Karşı karşıyayım suyla ilk
Şiirle ilk.’’
Metindeki sabah imgesi ışık/karanlık karşıtlığında ışığı simgelemekle birlikte, yeni bir
başlangıcın da göstergesi niteliğindedir.
Ayrıca dizelerde sıkça tekrarlanan ‘ilk’
sözcüğü de algılama ve tanımlama sürecindeki bu başlangıcı pekiştirir nitelikte
kullanılmıştır. Daha sonraki dizelerde yer alan
‘‘çocukları içeri alıp olmayacak şeyler anlatıyor
Allah yok diyor mesela
Sonra hep beraber tutup köprüye iniyorlar
Merhaba diyor ilk denize’’
İfadeleri kültür kavramı içinde yer alan dinin yok sayılarak onun yerine denizi yani
doğanın seçildiğini göstermektedir. Buna bağlı olarak metinde bulunan Evliyaların
günlük işler yapması, yüzlerini yıkaması, onların dini özelliklerinden arındırılarak
normal bireylermiş gibi ele alınması, dini olgular karşısındaki tutumu da
yansıtmaktadır. Dini baskıdan kurtularak ve Allah’ı yok sayarak doğal yaşama ulaşan
şiir öznesinin algısı son bentte şu şekilde verilmiş:
‘‘ O gün hiç akşam olmuyor
60
Sabah hiç bitmiyor’’
Bu son bentte sabah/akşam karşıtlığı ışık/karanlık karşıtlığının alt birimi olarak
kullanılmıştır. Sabahın yeniden başlangıç olarak değer kazandığı şiirde şöyle bir anlam
dörtgeni karşımıza çıkmaktadır.
Sabah (ışık)
Akşam (karanlık)
Doğa
Kültür (din)
Bu karşıtlık dörtgeninden sonra diyebiliriz ki; doğa ≈ aydınlık anlam değeri taşırken,
kültür ≈ karanlık eşdeğerliği kazanmaktadır. Diğer yandan ise Kültür(din)/Doğa +
Aydınlık karşıtlığı şiirin anlam yapısını oluşturmaktadır diyebiliriz.
‘‘Eleni Işığı’’ (Berk, 2007:204) başlıklı şiirde ise doğa/ kültür karşıtlığı bağlamında
cinsellik/din çatışması metnin anlam yapısını oluşturmaktadır. Şiirde efendi ve evliya
sıfatları ile dini bir kimlik taşıyan bireyin Zürafa Sokağı’nda yani İstanbul’un
genelevlerinin yer aldığı bir yerde bulunması din/yasak aşk çatışmasına sebep
olmaktadır.
‘‘Fotini Evliya Saint-Antoine efendimiz geldi diyor
Bütün Zürafa Sokağı’nın pencerelerine kahve ısmarlıyor
Bir telaş kızlarda elleriyle memelerini kapıyorlar’’
Dinin birey üzerindeki etkisinin azalması, cinselliğin ve yasak aşkın zamanla
meşrulaşmasını mümkün kılmaktadır. Dinin bireyi çeşitli konularda kısıtlamasına karşın
doğanın sağladığı özgürlük dünyaya bakışı da olumlu olarak etkilemektedir.
‘‘Saint-Antoine dünyaya bakıyor, ‘‘dünya hiç kötü değil, Fotini Nermeroğlu hiç kötü
değil,’’ diyor kendi kendine’’
61
Dizelerinde hayat kadının göstergesi olan ‘‘Fotini’’ de iyi olarak görülmektedir.
Din/yasak aşk karşıtlığında yasak aşkın meşrulaşarak olumlanmasının ardından şiirde
dinin kavram alanına ait olan ‘kutsal kitap’ İncil imgesi şiirin son bendindeki anlam
düzeyine hakim olan gösterge niteliğindedir.
‘‘Bir İncil istiyor,
Bir İncil veriyorlar.
Alıyor birçok yerlerini çiziyor, yeniden yazıyor.
Bir buluttan Teo Fano, Maneli, Avi antimus, Kalina geliyor
Diz çöküyor Salomi
Yok diyor Antoine ilk, böyle şey yok artık, diyor
Salomi’yi tutup kaldırıyor
Yeni İncil’i uzatıyor Kalina’ya
Bundan sonra İncil bu diyor.’’
İncil’in tekrar yazılma düşüncesi tarihi bir eleştiri niteliğini de taşımaktadır. İncil’in ilk
halinin zamanla değiştirildiği fikrine bir gönderme yapıldığını, buna bağlı olarak da
‘Kutsal Kitap’ kavramının yıpratılmak istendiğini söyleyebiliriz. Dini buyruk ve
emirlerin yer aldığı kutsal kitabın birçok yerinin çizilerek onu yeniden yazma isteği,
dinin getirdiği kısıtlamaların değiştirilerek ya da ortadan kaldırılarak özgürlüğe ulaşma
arzusunu yansıtmaktadır diyebiliriz. Ayrıca İncil’in yeninden yazılma imgesi bireyin
din karşısındaki güvensizliğini de sezdirmektedir. Metnin son bendi ise din baskısını
üzerinden atan bireyin dünyayı nasıl algıladığını göstermektedir.
‘‘Eleni’nin o yerleri ışıyor birden
Birden pırıl pırıl evren.’’
62
Cinselliği çağrıştıran imge yapısına da sahip olan bu son iki dizede, evrenin pırıl prıl
görülmesi ışık/ karanlık karşıtlığını da ortaya çıkarmaktadır. Neticede yasak aşk
(cinsellik) + özgürlük ≈ ışık / din + baskı ≈ karanlık karşıtlığı şiirin derin yapısındaki
anlam düzenini oluşturmaktadır.
‘‘Gökyüzü’’ (Berk, 2007:205) şiirinde doğa ve din kavramları yukarıda ele aldığımız
‘‘Sabah’’ şiirindeki kullanılışlarıyla paradoks oluşturacak biçimde yer almaktadır. Şiirin
ilk iki dizesinde ‘bulut’ imgesi bir haberci niteliğinde kullanılmaktır. Özellikle ‘bulut’
imgesini niteleyen sıfatların sırasıyla ‘beyaz,sarı ve siyah’ olarak verilmesi içinde
bulunulan durum ya da mekanın yavaş yavaş olumsuz bir hal aldığını hissettirmektedir.
‘‘Bir bulut İstanbul’un üstünde
Beyaz bulut sarı bulut siyah bulut’’
Şiirin daha sonraki mısralarında bu durumun sebebi gökyüzünün çalınması olarak
görülmektedir. İlhan Berk’in birçok şiirinde gökyüzü imgesi mutlu ve doğal bir yaşamı
çağrıştırmaktadır. Ancak ‘‘Sabah’’ şiirinde din ve doğa unsurları birbirlerine karşıt
olarak kullanılmasına karşın bu şiirde iki unsur birbirlerine neden-sonuç ilişkisiyle
bağlanmış gibi görünmektedir.
‘‘Ne diyor bu kalabalık
Üç gündür dua edemiyoruz
Gökyüzü yok.’’
Bu dizelerden sonra gökyüzü ≈ din eşdeğerliği ortaya çıkmaktadır. Gökyüzünün daha
sonra tekrar yerini alması mutluluğa yol açmaktadır. Ayrıca şiirin ‘‘Sabah’’ şiirine
paralel olarak şu dizelerle bittiği görülmektedir:
‘‘O gün akşam hiç olmuyor
Sabah hiç bitmiyor.’’
63
Akşamın olmaması ve sabahın hiç bitmemesi, mutluluk hissi ile beraber aydınlık (ışık)
düşüncesini de yansıtmaktadır. O halde şiirdeki anlam yapısını şöyle formüle edebiliriz:
Gökyüzü + Din ≈ mutluluk + ışık
Gökyüzünün olmaması ≈ dua edememek + mutsuzluk + karanlık
Doğa/kültür karşıtlığının anlam yapısını oluşturduğu diğer bir şiir ise ‘‘Sait Faik’’
(Berk, 2007:206 -208) başlıklı metindir. Sait Faik’in anlatıldığı bu şiir, İlhan berk’in
Sait Faik’e bakış açısını göstermektedir. Ayrıca şiir, Sait Faik’in eserlerinin anlam
yapısına bir paralel bir yapıda kurulmuştur diyebiliriz. Üç ayrı metinden oluşan şiirin ilk
bölümü ‘‘Yitik Ufuk’’(s.206) başlığını taşımakta ve özellikle şehir hayatının birey
üzerinde yarattığı sıkıntıyı yansıtmaktadır. Ufuk ve gökyüzü imgelerinin İlhan Berk’in
şiirlerinde mutlu ve doğal yaşamın göstergeleri olarak değer kazandığını söylemiştik.
Şiirin başlığının ‘yitik ufuk’ olarak seçilmesi de kent yaşamı karşısında bunalan öznenin
içinde bulunduğu ruhsal yapıyı az çok belli ettiğini söyleyebiliriz. Daha sonra şiiri ilk
dizesinde sıkıntı sözcüğünün binlerce top kumaş ibaresi ile nitelendirilmesi özne
üzerindeki şehir baskısının derecesini yansıtmaktadır.
‘‘Binlerce top kumaşa yazdım sıkıntımı
Şimdi bir dünyada giden gemide ellerim
Pis bir denizde
Bir demiryolu bir çayır bir gökyüzü hava almaya çıkmış görüyorum’’
Kent yaşamı karşısında alternatif bir kaçış yolu olarak görülen deniz imgesinin ‘pis’
sıfatı ile nitelendirilmesi ve çayır, gökyüzü gibi doğanın kavram alanına giren nesnelerin
dahi hava almaya çıkması diğer bir deyişle olumsuzlanması, kent sıkıntısının yanı sıra
varoluş sorunsalını aşamayan öznenin çaresizliğini de göstermektedir. Bu nedenle özne
kendini sürekli bir bunaltı ve sıkıntının içinde görmekte, böyle bir ruhsal durumda
olduğu için dünyayı da problemli bir şekilde algılamaktadır. Ayrıca şiirdeki ‘‘İşte
yeniden dünyadayız, dünyada bayağılıklarla pisliklerle yan yana dünyadayız’’ dizesi dış
dünyaya eleştirel bir gözle bakıldığını da yansıtmaktadır.
64
‘‘Cezayir mahalleleri Sicilyalı gökyüzleri yok anlıyorum
Gemiler geçiyor uzaklardan kimse inip bineyim demiyor,
Kimse görünmüyor, kimse görmüyorum
Yitik bir ufukta
Bağırıyorum bağırıyorum’’
Dizelerinden oluşan şiirin son bendinde gökyüzlerinin olmaması öznenin duyduğu
mutsuzluğa işaret etmektedir. Ayrıca kimsenin görünmemesi, sesine kulak vermemesi
yalnızlık hissine sebep olmakta ve bireyin sıkıntısını daha da arttırmaktadır. Nitekim
şehir yaşamının bireyde yarattığı huzursuzluk sonucunda kaçış ve sığınma yeri olan
doğa burada bilhassa öznenin içinde bulunduğu ruhsal durumdan kaynaklanan
umutsuzluk ile negatif çağrışımlar taşımaktadır.
Aynı şiirin ikinci kısmı olan ‘‘ Kalem’’ (s.207) başlıklı şiirde ise doğa ait unsurlar
pozitif bir şekilde yer almaktadır.
‘‘Hikayelerimde ne diyorum ben
Şunu şunu şunu değil mi
Bir bulut geçiyor
Diyorum yaşasın böcekler çiçekler balıklar insanoğulları Barba Antimus
Bir sabah geliyor Matisse yeşili
Alıyorum uykularınıza kitaplarınıza evlerinizin önüne koyuyorum
Ne zaman bir yeşil görseniz artık her işinizi bırakıp bakacaksınız
Mesela bilmiyorum ama bir şiirde bir kadının ayakları suya değdi değecek’’
65
‘‘Yitik Ufuk’’ şiirinin aksine bu şiirde mutluluk ve yaşam sevinci dizelere yansımıştır.
Bu mutluluğun birincil derecedeki sebebi ise çiçek, böcek, balık ve yeşil imgelerinin
çağrıştırdığı doğaya kavuşmuş olmanın verdiği huzurdur. Bendin son dizesindeki ‘‘bir
kadının ayakları suya değdi değecek’’ ifadesindeki imge yapısı su sözcüğü ile
karşılanan deniz ve doğaya ulaşma isteği olarak değerlendirilebilir. Ayrıca şiirin ‘‘ Sait
Faik’’ başlığını taşımasının yanı sıra metinde Sait Faik Abasıyanık’ın hikâyesindeki
dülgerbalığına gönderme yapıldığı görülmektedir. Bilindiği gibi Sait Faik’in
hikâyelerinde doğal yaşam ve deniz hayatı kent yaşamı karşısında mühim bir yere
sahiptir. Hatta yaşam kadar yazmanın da kaynağını doğa olduğunu söyleyebiliriz.
‘‘Hep böyle diyorum ben
Bir dülgerbalığını alıyorum gözleri güzeldir diyorum
Bir bulut çıkıyor bir bulut çıktı diyorum
Sarılıyorum kaleme.’’
Şiirin üçüncü ve son parçası olan ‘‘Ağıt’’(s.208) başlıklı metin ise yitirilen doğa
karşısında duyulan mutsuzluğu anlatmaktadır.
‘‘Baktık bir evin bahçesi ilk defa bir evin bahçesi başını almış gidiyor
Bir çocuk Grenoble’da İtalyan Mahallesi’nde bir çocuk görüyor ilk
Deniz kıyısındaki o her akşamki kahve birdenbire tutup batıyor
Ne varsa umutlu umutsuz sıkıntılı sıkıntısız o cumartesi akşamları frengili ağaçlar çekip
gidiyor
Yeşil zeytin, limon gibi bir İstanbul sarısı kalıyor geriye
Bir evin bahçesi ilk defa gülmüyor ilk defa büyümek istemiyor’’
Doğa/kültür karşıtlığının kavram alanında yer alan deniz(doğa)/kent karşıtlığı ilk bende
hâkim olan anlam yapısını oluşturmaktadır. Bahçenin başını alıp gitmesi, deniz
66
kıyısındaki kahvenin batması ve ağaçların frengili olarak görülmesi doğal yaşamın
yitirildiğini ve bunun özne üzerinde huzursuzluk yarattığını çağrıştırmaktadır. Kent
hayatının içinde bir parçada olsa özneye doğal yaşamı çağrıştıran bu değerlerin
yitirilmesinin ardından şehir yeşil zeytin ve limon gibi sarı nitelemeleriyle olumsuz
değerlerle tanımlanmaktadır. Şiirin son bendinde bu durum alt düzeyde ışık/karanlık
karşıtlığını da yaratmaktadır.
‘‘Gece her taraf gece Katina’nın elleri gece en sevdiğimiz yerleri gece, gece hiç
bitmiyor
Bağırmak sabahlara, akşamüstlerine bir pencereden bir denizden bağırmak bağırmak
Uyandık Eftalikus uyandık İstiklal Caddesi yok Beyoğlu’ndaki
Güneş yok
Gökyüzü yok’’
Doğal yaşamın yitirilmesi ve kent yaşamının olumsuz değerlerle tanımlanması
ışık/karanlık karşıtlığında karanlık kavramını ortaya çıkarmıştır. Gece sözcüğünün
tekrarlanması ve gecenin hiç bitmemesi öznenin karamsarlığını göstermektedir. Ayrıca
güneş yok, gökyüzü yok ifadeleri umutsuzluk ile ölüm duygusunu da çağrıştırmaktadır.
Netice olarak İlhan Berk’in gözünde Sait Faik’in sanatının formülasyonu şu şekilde
ortaya çıkmaktadır.
Doğa ≈ mutluluk + ışık + yaşam / kent ≈ huzursuzluk + karanlık + ölüm
Kent sıkıntısının bireyde yarattığı baskı neticesinde doğaya duyulan özlemin ifadesi
olan diğer bir şiir ise ‘‘Pablo Picasso’’ (Berk, 2007:209)dur. Doğaya ait unsurların kent
yaşamı içinde yavaş yavaş yok olmaya yüz tutması ve gitmesi şiirin ilk bendindeki
anlam alanını oluşturmaktadır.
‘‘Dünyada yapayalnız bir bulut yapayalnız bir dal bir aydınlık
Bir gök bir çiçek, suyun sonrasızlık, suyun aşk, özlem
67
Mutluluk duygusu
Biraz umut biraz ışık biraz ilerideki sabah
Hepsi ayrı ayrı, ayrı ayrı güzel, ayrı ayrı yalnız, ayrı ayrı kardeş
Gidiyordu faydasız’’
Yalnızlık hissinin özne üzerinde yarattığı olumsuz hava ve doğaya ait unsurların da
şehir yaşamı içinde teker teker gitmesi özneyi umutsuz bırakmaktadır. Özellikle son
dizede yer alan gidiyordu faydasız ibaresi bu durum karşısında yapılabilecek bir şeyin
de olmadığını gösterir niteliktedir. Ancak iki bent arasında geçişi sağlayan ‘‘Picasso
fırçaya sarıldı’’ dizesi resim sanatını doğal hayatı canlandırma ve tekrar yakalama adına
kurtarıcı bir hamle olarak tanımlanmasına olanak verir.
‘’Ne maviler ne karalar bilin ki bir daha böyle durmayız diyorlar
Binde bir bu dünyada beklediğimiz o binde bir söylediği şairlerin bu işte
Böyle duracağız diyor eller
Bizi hiç kimse bir daha yerimizden oynatayım demeyecek
Saçlar böyle kalacağız diyorlar
İlk bu mutluluk her şeyi ilk görüyoruz diyorlar’’
İlk bentte sonrasızlık düşüncesini aşmaya ve doğal hayatı yakalamaya çalışan bireyin
bunu özellikle resim sanatı ile başarmaya çalıştığını ikinci bendin bu dizelerinden sonra
söyleyebiliriz. Resmin ya da şiirin, daha geniş bir ifadeyle sanatın sonrasızlığa ulaşma,
hatta ölümü aşma adına bireye verdiği kudret bilinen bir gerçektir. Sanatçı ölümlü olanı,
ya da gelip geçici olanı eserlerinde ölümsüzlüğe taşımaktadır. Böylelikle de ölüm
duygusu sanat vasıtasıyla aşılmaktadır. İkinci bentte ressamın tuvaline yansıyan
nesneler de ‘Bizi hiç kimse bir daha yerimizden oynatayım demeyecek’ dizesi ile bu
sonsuzluğu yakalamanın verdiği mutluluk içinde gösterilmiştir. Fakat şiirin son
bendindeki ‘‘Nature-morte’’ (ölü doğa) dizesi bir çelişki ve çatışmayı da ortaya
68
çıkarmaktadır. Sanat eserindeki doğanın ölü olarak nitelendirilmesi bir tür olumsuzlama
olarak anlamlandırılabilir. Doğa/kültür karşıtlığında kültürün kavram alanına giren sanat
bir yandan ölümsüzlüğü çağrıştırmakta bir yandan da doğayı ölü olarak yansıtmaktadır.
Şiirin anlam alanını oluşturan bu karşıtlığı ve çelişkiyi şöyle formüle edebiliriz:
Doğa ≈ Canlı + sonlu (ölümlü) / Kültür(sanat) ≈ Cansız + Sonsuz (ölümsüz)
Kültürün(sanatın) içinde doğanın yer alması ya da diğer bir deyişle ölümsüzün içinde
ölümlü olanın bulunması şiirin anlam yapısındaki paradoksu da yansıtmaktadır.
‘‘İvi Stangili’’ (Berk, 2007:211) başlık şiir de ‘‘Pablo Picasso’’ başlıklı şiirdeki anlam
yapısına paralel bir anlam örgüsüne sahiptir. Şiirin ilk bendindeki ‘‘ havrada
sabahlama’’ imgesi öznenin huzursuz ve mutsuz olduğu dış dünyadan kültür kavramı
içinde bulunan dine yönelişini göstermektedir. Şiirin ikinci bendindeki şu dizeler
aslında dine yönelişin açıkça sebebini yansıtmaktadır:
‘‘Her şeyimiz alınmış bir dünyadaydık
Umutsuzduk, yitiktik.’’
Diğer şiirlerde umutsuz ve mutsuz olan özne için doğa sığınma alanı görülürken bu
şiirde din öznenin tek umudu olarak değer kazanmaktadır. Ancak üçüncü bentte bu
umudun da boşa çıktığı anlaşılmaktadır.
‘‘İsa’nın o on iki balıkçısı bir daha denize dönmeyeceklerdi yazık
Bir daha dünyadan haber almayacaktık.
Baksak nereden
Ufuk yıkık, ütüktü.’’
Böylelikle yaşam konusundaki açmaz din olgusu ile de çözümlenememektedir. Metnin
beşinci ve altıncı bendinde çözüme yine sanat vasıtasıyla ulaşılabileceği görülmektedir.
‘‘Birden İvi Stangali’nin resimleri çıktı geldi
69
Yalnız değildik artık
Gittik ağaçlarla sularla namuslu bir yerde durduk
İlk kez mutlu.’’
Resim ve sanat neticede yalnızlık duygusunun aşıldığı bir ortam olarak değer
kazanmaktadır. Yaşam karşısında bir tür yapay olan sanatın mutluluğu getirmesi
sonucunda şiirde din ≈ mutsuzluk + yitiklik + yalnızlık eşdeğerliklerini alırken sanat ≈
mutluluk + huzur değerlerini taşımaktadır. Aslına bakılırsa bireyi yaşamda neden bu
kadar mutsuz olduğu son bette hissedilmektedir.
‘‘Bir hovarda çağda
Paris’te aya yaklaşıyoruz’’
Gelip geçiciliğin göstergesi olan ‘hovarda’ sözcüğü her değerin çok çabuk eskidiğini de
yansıtmaktadır. Bilim ve teknoloji adına 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra büyük
gelişmelerin yaşanması, alışılmış değerlerin yıkılması, bireyin kendisini değersiz
hissetmesine ve zamanla mutsuzluğa düşmesine de yol açmıştır. Sarsılan dini değeri de
yansıtan bu şiir metninde sanat, mutluluğun odak noktası konumundadır diyebiliriz.
Şiirde geçmiş/şimdi karşıtlığı ilk an anda ön plana çıkmaktadır. Ancak geçmiş ve şimdi
arasında karşıtlığın kaynağı, kültür kavramı içinde yer alan din/sanat karşıtlığına
dayanmaktadır diyebiliriz.
‘‘Paul Klee’de Uyanmak’’ (Berk, 2007:212) başlıklı şiir metninde ben/öteki karşıtlığı
harf simgesi ile belirsizleştirilmektedir.
‘‘Uyandım çiçek gibi dayanılmaz güzel kızlar
Ad Marginem’den asma köprüler kurmuşlar İstanbul’a
Nehirler, aylar çevirmişler o Ayla’lar, Münibe’ler
Tümü bir uzak denizde A’lar, V’ler ve U’larla
70
Gece sarı bir evde bir iki yaprak evlerinin önünde
Açtı açacaklar dünyamızı açtı açacaklar.’’
Şiirin ilk bendinde İstanbul bireyi mutlu eden doğal özelliklerine kavuşmuş bir şekilde
tasvir edilirken, A, V, U harfleriyle simgelenen ve belirsiz bir hal kazandırılan nesne ya
da kişiler mutluluğu getiren asıl kişiler ya da nesnelerdir. Harf simgelerinin bir
soyutlama, soyutlamanın da doğadan uzaklaşarak kültürleşme olduğunu söyleyebiliriz.
Ayrıca Paul Klee’nin bu harf simgeleri ile aynı bağlamda yer almasının, onun
gerçeküstücülüğüne bir gönderme olarak yorumlanabilir. Diğer yanda ise İlhan Berk
Türk kadın isimlerini zikrederek şiire kendisini de yansıtmaktadır. Böylelikle metnin ilk
bölümünde gerçek(somut) isimlerin ve kişilerin yer aldığı benin kavram alanı ile harf
simgelerinin diğer bir deyişle soyutun yer aldığı ötekinin kavram alanı arasında
ben/öteki karşıtlığı ortaya çıkmaktadır.
‘‘Bu denizi Ayla ayaklarını soksun diye getirdim
Bu dünyaları onun için açtım bu balıkları tuttum
Bir sabah çıkmak güneşler, aylar bir sabah çıkmak
Bir ağacı bu evleri sarı ters bir kuşu düzeltmek
Edibe bu sokağı al götür görmek istemiyorum
Edibe bu evleri Edibe bu göğü bu güneşleri Edibe
A’lar V’ler U’larla olmak Paul Klee’de uyanmak’’
Son bentte deniz, balık, güneş gibi olumlu değerler taşıyan imgelerden sonra, dış
dünyanın, ağacın, evlerin ters ve kötü görülmesi şiirde bir çelişki yaratmaktadır.
Mutluluğun göstergesi olan göğün ve güneşin istenmemesi, A, V ve U harfiyle
simgeleştirilen nesnelerin bunlardan daha değerli olduğunu hissettirmektedir. Böylelikle
benin karşısında yer alan öteki kavramı metinde ikiye bölünmektedir. İlk bentte
olumlanarak verilen Ayla ve Edibe zamanla değersizleşmekte, onun yerine A,V U harf
71
simgeleri benin ilgi alanına girmektedir. Buna bağlı olarak da doğal nesneler ya da
kişiler yerine temsili değer taşıyan harf simgeleri soyut bir özellik taşıyarak, benin
huzurunu ve mutluluğunu sağlamaktadır. Neticede soyut/somut karşıtlığı şiirde anlam
alanını oluştururken, gerçekler ve dış dünyanın verdiği mutsuzluk nedeniyle özne
somuttan uzaklaşarak soyut olana ulaşmak istemektedir. Böyle bir anlam sisteminde
soyut ≈ yaşam + mutluluk eşdeğerliği kazanırken, somut ≈ mutsuzluk +ölüm değerlerini
taşımaktadır diyebiliriz. Nitekim şiirde soyut/somut karşıtlığının bulunduğunu bunun
temelinde ise ölüm/yaşam karşıtlığının yer aldığını ifade edebiliriz.
‘‘Cumartesi Karanlığı’’ (Berk, 2007:213) şiirinde din/yasak aşk karşıtlığı bir alt
karşıtlık düzeyi olan ışık/karanlık karşıtlığını da ortaya çıkarmaktadır.
‘‘Bin yıl yürüyeceğiz
Bir sokağa çıkacağız ilk
Bir Cenevizli seni bana haber verecek
Seni soyunuk bekleyeceğim’’
Hareket imgesi ile başlayan şiirin ilk kısmında cinsellik ön plana çıkmaktadır. Şiirin
ikinci kısmında Ayasofya Camii ile birlikte kilise ibaresinin kullanılması din kavram
alanına bir gönderme olmakla birlikte cinsellik/din çatışmasını da doğurmaktadır.
‘‘Bizi Ayasofya’dan görüyorlar
Bizi görmeyen yok
Cumartesi karanlığı
Lehliler Kilisesi’ne bakıyor’’
Dizeleri birey üzerindeki baskıyı da hissettirmektedir. Ayrıca aynin günü olarak bilinen
cumartesinin karanlık ibaresi ile nitelendirilmesi olumsuz çağrışım yaratmaktadır.
Müslümanlık/Hıristiyanlık ya da Doğu/Batı karşıtlığı bu iki dizede görülse de metnin
genel çerçevesinde sadece alt düzeyde bir değer oluşturmaktadır. Ancak ortak olan dinin
72
yasak aşkı kabul etmemesi ve ona karşı çıkmasıdır. ‘‘Bin yıl durduk/ Bir şiirde ilk
beraberiz’’ ifadesi dilediği cinselliği gerçek hayatta yaşamayan bireyin sanatta(şiirde)
bu özgürlüğü elde etmesini yansıtmaktadır. Şiirin son kısmında ise din ile birlikte kanun
ve devletin göstergesi olan sultan imgesine bağlı olarak yasak aşk üzerindeki devlet
baskısı dikkat çekicidir.
‘‘Geceye bırakıp esvaplarını
Bizi koşup Sultan Mehmet’e haber verecekler
Seni göreyim diyemem bir daha
Bir daha göremeyiz birbirimizi’’
Din + devlet ≈ yasak + kanun + karanlık / sanat(şiir) ≈ cinsellik + özgürlük + aydınlık
eşdeğerlikleri şiirin anlam yapısını oluşturmaktadır diyebiliriz.
‘‘Sur’’ (Berk, 2007:214) başlıklı şiirde ben ve öteki arasındaki ayrım, sosyal bir konu ve
de eleştiri bağlamında ortaya çıkmaktadır. Metnin ilk bendinde sosyal tabaka farkından
kaynaklanan ben/öteki (sen) karşıtlığı ilk an da göz çarpmaktadır.
‘‘Sen krallar kuşağından geliyorsun
Ben hiç bilmem imparatorlukları.
Bir gün bakacağız çarşılardayız
Çarşılarda Konstantin VI, Evliya Leo’nun eli, İsa’nın ayakkabıları o şey yüzü çarşılarda
Evlerin önünde Got’ların dikili taşı, Balıklı Manastırı’nın güneşleri evlerin önünde
Daha İstanbul düşmemişti be güzel bir balık kızartıyorlardı
İstanbul bir türlü düşmüyor.’’
73
Ben/öteki karşıtlığında ötekine ait değeler ‘‘Konstantin VI., Evliya Leon, İsa, Balıklı
Manastırı,’’ olarak tanımlanırken, bu değerlerin Batı’ya(Hıristiyanlık) ait değeler oluşu
nedeniyle ben/öteki karşıtlığı Doğu/Batı karşıtlığı olarak da yorumlanabilir. Bu
karşıtlığın yanı sıra İstanbul imgesi ortak bir yaşamın göstergesi olarak da
yorumlanabilir fakat ötekinin ‘‘İstanbul düşüren’’ yani ele geçirmeye çalışan bir obje
olarak gösterilmesi öteki ≈ düşman eşdeğerliğini de imlemektedir. Şiirin son bendinde
bu durum daha da netlik kazanmakta, ben ve öteki arasındaki karşıtlık kesinleşmektedir.
‘‘Bize sur lazım değil hiç kimseye lazım böyle bir şey lazım değil
Bakın bu doğru sahiden kimseye böyle bir şey lazım değil
Senin soyun az surlar yaptırmadı
Az kalmadık mutsuz.’’
Şiirin son bendindeki göstergeleri de düşündüğümüzde derin yapıda şu karşıtlık
formülüne ulaşabiliriz:
Ben
Doğu
Özgürlük
Demokrasi
Barış
Sen (öteki)
Batı
Hıristiyanlık
Krallık
Savaş (mutsuzluk)
Aynı karşıtlık örgüsü ile kurulmuş ‘‘Az’’ (Berk, 2007:214) başlıklı şiirin ikinci
bendinde ‘‘Sur’’ şiirinden farklı olarak Ben/öteki karşıtlığında yorumlanabilecek
kral/halk ve zenginlik/fakirlik karşıtlıkları da görülmektedir.
‘‘Hiç sevmem kralları
Tut ki dediğin oldu tut ki çıktın sokaklarımızdan ilk
Ne mangal, ne balık kızartıyorlar
74
Bir sokaktasın
Yeşil marullar ayvalar o fukara sıcaklığı yok, yok dediğim şeyler
Bir yığın şey gitmeyen insana gitmeyecek bir günde
Böyle bir yerdesin hadi’’
Zenginliğin ve kraliyetin olumsuz değerler kazandığı dizelerde, saray/sokak
karşıtlığında öznenin saray yerine toplum içinde yaşamı tercih etmektedir. Şiirin son iki
dizesinde değiştirilmek istenen yaşamın savaş ya da mutlak iktidarı ele geçirmek ile
olamayacağı, asıl değişimin demokratik düzenin yakalanmasıyla gerçekleşebileceği dile
getirilmektedir.
‘‘Bütün surları sana vermiş Konstantin VI.
Değiştirmek değil bu evreni
Bu o değil’’
Netice olarak şiirde ben/öteki karşıtlığı ile birlikte alt düzeyde Doğu/Batı,
Krallık/Demokrasi
ve
Saray/Sokak(Halk)
gibi
karşıtlıklar
anlam
yapısını
oluşturmaktadır.
Kısa bir metinden oluşan ‘‘Gökyüzü Haritası’’ (Berk, 2007:215) şiirinde aşk teması
çerçevesinde ışık/karanlık karşıtlığı yer almaktadır. Genellikle mutlu bir yaşamın
simgesi olarak kullanılan gökyüzünün kara olarak nitelendirilmesi ve gece imgesi şiirde
yalnızlıktan kaynaklanan bir mutsuzluk duygusunu çağrıştırmaktadır.
‘‘Bir gece gökyüzü karasındayız
Gece tüm gökyüzüne bakıyoruz
Saint-Poul don gömlek dolaşıyor
Konstantin’in aklı fikri dünyada
75
Burada daha bir yalnız Leon II.’’
Yalnızlık duygusunun aşılmasında yardımcı olan sevgili imajı şiirin son bendinde biraz
da çelişki oluşturacak biçimde yer almaktadır.
‘‘Bir Kadırga yavaş yavaş geçiyor
Sular takım takım sular duruk
Gökyüzünde hiçbir şey yok
Yazık bir yığın insan sıkılıyor.
Bir gün bunları görüyoruz seninle
Bir gün yoksun sen o gün hiçbir şey yok.’’
Durağan bir yapıya sahip olan bu son bentte, bireyin yaşadığı sıkıntının sebebi son
dizede kafa karıştırıcı şekilde verilmektedir. Genellikle yalnızlık karşısında bir sığınak
olarak görülen sevgilinin, bu mutsuzluğu yaşatması ve sevgilinin gidişiyle bütün
olumsuz
havanın ortadan kalkarak eski düzene dönecek olması
bir
tezat
oluşturmaktadır. Netice olarak şiirin derin yapısında mutsuzluğun da kaynağı olan öteki
kavramı ortaya çıkmakta ve ben/öteki karşıtlığı şiirin anlam yapısında görülmektedir.
‘‘I. Ahmet Kapısı’’ (Berk, 2007:216) isimli şiir, toplumsal eleştiri olarak da
yorumlanabilecek, doğa/kültür karşıtlığı kavram alanına dâhil olan aşk(sevgi)/savaş
karşıtlığını yansıtmaktadır.
‘‘Hepsi ulam ulam yangınlar, kırımlar, ölümler, kıyınçlar hepsi
Sesleniyorsun böyle bir gecenin içinden bana
Yetsin diyorsun bu yakıp yıkma bu düşmanlıklar I. Ahmet
Kapısı’nda dursun, sıçramasın artık hiç
Hiç bilmeyelim öldürmeyi
76
Bir adım atsan meydanlık önümüz, önümüz bir daha biteyim küçüleyim demeyecek
Hiçbir şey çözmüyor yangınlar, kıyımlar hiçbir şeyi düzeltmiyor’’
Dizeleri savaşın eleştirisi olmakla birlikte, ona karşı duruşun da ifadesidir. Savaş ≈
kıyım + yangın + ölüm + insanların birbirinden uzaklaşması + çözümsüzlük gibi
anlamlar kazanmaktadır. Metinde yer alan ‘‘ Bir adım atmak’’ imgesi barışın ve
karşındakine sevgi ile yaklaşmanın göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bireyi
mutsuzluluğa da sürükleyen içinde bulunduğu dünya savaş ve kırımlar nedeniyle
çözümsüzlüğü de içinde bulundurmaktadır. Çözümün tek yolu olarak ise ‘sevgi’
gösterilmektedir. Sevgi ≈ birlik + çözüm eşdeğerliğinden sonra şiirin genelinde
savaş/sevgi karşıtlığı karşımıza çıkmaktadır.
‘‘Çağrı’’ (Berk, 2007:216) başlıklı iki dizelik şiirde ise özne yaşanan savaşları,
yangınları gönüllü olarak çözme çabası içindedir.
‘‘Bağırma bana seni görüyorum
Yangınları söndürüp geleceğim’’
İçinde bulunulan mekândan huzursuzluklar nedeniyle ayrılmayı da gösteren bu dizeler,
ayrıca bireyin bu durum karşısındaki sorumluluk duygusunu da hissettirmektedir.
‘‘Bel Canto’’ başlıklı şiiri birbirinden bağımsız beş ayrı metinden oluşmaktadır. Şiirin
ilk bölümü olan ‘‘Öndeyiş’’ başlıklı metinde herhangi bir karşıtlık görülmemektedir.
‘‘Fakir Kolyozlar Korosu’’(Berk, 2007:218) şiirinde birey için ölüm anlaşılamayan bir
olgu durumundadır. Böylelikle ölüm bir bilinmezlik içermektedir.
‘‘Bu dünyayı bırakıp nereye gidiyor bu gökyüzleri, yağcı Boris Nihas, Bileyci Niko
Margarit
Bir evin sokağa bakan penceresi, eski bir balkon, yeni dikilmiş bir sabahlık
Ayia Efemiya, alabalıklar, Boao İmparatoru, Lehliler Havrası, Katini?’’
77
Şiirin ilk bendini oluşturan dizeler, eski ve yeni sıfatları ile nitelenen nesnelerin yanı
sıra bütün herkesin bir gün bu dünyayı bırakıp gittiğini yansıtmaktadır. Ayrıca şiirin ilk
dizesindeki ‘‘ Bu dünyayı bırakıp nereye gidiyor’’ ifadesi bir yandan soru değeri gibi
görünse de yaşamın ve dünyanın bırakılmak istenmediğini de hissettirmektedir.
‘‘Güneşi ve gökyüzünü yüklenip gitsin’’ ibaresi ile yanan ‘‘mum’’ imgesini de bu
bağlamda düşündüğümüzde yaşam aydınlık değeri kazanmaktadır.
‘‘Ayios İanios mumları söndürsün,
bizim gibi giyinsin, iki kızla göğe çıkıp
kaybolsunlar?
Hiçbir şey anlaşılmıyor kim ne derse desin.’’
Son bentte geçen ‘‘göğe’’ çıkma ifadesi ölüm olarak yorumlanabilir. Ancak bireyin
bütün bu olanlar karşısında özelikle de ölüm karşısında kafası karışık v tedirgin
olduğunu söyleyebiliriz. Şiirin genel anlam yapısında şöyle bir karşıtlık düzeyi ortaya
çıkmaktadır:
Yaşam ≈ güneş + mum (aydınlık)
/
Ölüm ≈ anlaşılamayan + karanlık
‘‘Horozbinalar Sinaritler Korosu’’ (Berk, 2007:218-219) başlıklı şiirde karşıtlık
düşüncesi sadece şiirin ilk bendinde karşımıza çıkmaktadır.
‘‘Hişt, Saint-Michel, Dame de Sion, Robert College
Bizim kimsenin toprağında gözümüz yok.
Biz sinaritler, horozbinalar, fakir kolyozlar
Sıkılıp çıkmışız bir pazar denizden’’
Ben/öteki karşıtlığında yorumlanabilecek bu ilk bentte benin denizden yani doğadan
gelme özelliği ortaya çıkmaktadır. Şiirin ikinci bendinde yer alan Galatasaray, Küçük
Duvarcı Sokak ve İstiklal Caddesi ifadeleri ile Saint-Michel, Dame de Sion, Robert
College ibareleri ben/öteki karşıtlığına işaret etmektedir. Şiirde ben ≈ doğa + İstanbul +
78
fakirlik eşdeğerliği oluşurken öteki ≈ Batı + zenginlik anlambirimleri bulunmaktadır
diyebiliriz.
‘‘Bileyci Niko Margarit’’ (Berk, 2007:219) şiirinde ‘‘bileyci’ olarak tanımlanan öznenin
yaşamın olumsuzlukları karşısındaki tutumu öne çıkmaktadır. Özellikle ‘‘ bıçak
bilemektedir benim işim’’ dizesi keskin ve zor olarak algılanan yaşama karşı
mücadeleyi yansıtmaktadır.
‘‘Her canım bulutsuz cumartesi akşamı
Yağcı Boris Nihas, karidesçi İsmail
Bir fena çocuk bir aşağı bir yukarı Beyoğlunda
Bir cam kıracak olsa bulutlar
Ben görürüm, herkeslerden önce’’
Bulut imgesi İlhan Berk’in şiirlerinde genellikle mutlu yaşamın bazen de yaşamdaki
sorunların ve sıkıntının göstergesi olarak kullanılmaktadır. Ancak burada cumartesi
akşamının bulutsuz olarak yansıtılması, yaz akşamını çağrıştırmakla birlikte temiz bir
gökyüzü ve mutluluk olarak yorumlanabilir. Şiirin son dizesi mutsuzluğa karşı verilen
mücadeleyi daha açık bir şekilde hissettirmektedir.
‘‘Bıçak bilemektir benim işim
Her Allah’ın günü gökyüzüne karşı’’
Daha önce de dile getirdiğimiz gibi gökyüzü imgesi İlhan Berk’in şiirlerinin odak
noktası konumundadır. Çoğunlukla mutluluğun ve mutlu yaşamın göstergesi olarak
değer kazanan gökyüzü imgesi bu şiirde de yine aynı kullanımda karşımıza çıkmaktadır.
Gökyüzüne karşı bıçak bileme imge yapısı ise mutluluğu yakalama adına verilen savaşı
da göstermektedir.
Aşk teması çerçevesinde yer alan ‘‘Aldı Çiçekçi Kadın’’(Berk, 2007:220) başlıklı şiirde
aşk ve yalnızlık hissi ön plana çıkmaktadır.
79
‘‘Ne oldu bu İstanbul’a
Ne Sevim ne Yanula biri yok.
Anlamıyorum doğrusu
Karidesçi bu dünyayı koyup gitsin.’’
Metnin ilk dizelerinde yalnızlık düşüncesi ve ‘bu dünyayı koyup gitme’ ifadeleri ölüm
fikrini çağrıştırmakla birlikte, Sevim ve Yanula isimleri Türk ve yabancı isimleri
bakımından ele alındığında ben/öteki karşıtlığı olarak yorumlanabilir. Şiirin ikinci bendi
bu karşıtlığı biraz daha belirginleştirmektedir
‘‘Sevim’in penceresi pencerelerin şahı
Gel dayan bu haline.
Denize bakmak bence
Para etmez nafile Sevim’siz’’
Bu dizelerden sonra diyebiliriz ki Sevim ben/öteki karşıtlığı içinde benin ilgi alanında
yer almakta ve ötekinden (Yanula) üstün özellikler taşımaktadır. Ayrıca aşk düşüncesi
metinde mutluluk verici bir durum niteliğindedir. Şiirde böylelikle ben/öteki
karşıtlığının yanı sıra (aşk)mutluluk/hüzün (yalnızlık) karşıtlığı da yer almaktadır. Şiirin
son dizesinde yalnızlık hissi ağır basmakta ve karamsarlığa yol açmaktadır.
‘‘Diyorum yetiyordu bana çünkü
Deniz, bir sokağın gülüşü.
Ben kime satayım bu çiçekleri şimdi
Güneşi, ayı alıp gitmişler.’’
Güneşin ve ayın gitmesi, karanlığı da beraberinde getirmektedir. Böyle bir durumda aşk
≈ ışık / yalnızlık ≈ karanlık eşdeğerliği meydana çıkmaktadır. Şiirin geneli
80
düşünüldüğünde ise aşk ≈ mutluluk + yaşam sevinci / yalnızlık ≈ hüzün + ölüm
eşdeğerlikleri anlam yapısında yer almaktadır diyebiliriz.
‘‘İlya Avgiri’nin Karısının Acı Türküsü’’ (Berk, 2007:221) şiirinde mutlu geçmiş ve
şimdiki zaman anlam birimleri karşıtlık oluşturacak şekilde kullanılmıştır. Şimdiki
zamanın yarattığı mutsuzluk, öznede mutlu geçmişe dönme isteği uyandırmaktadır.
‘‘Benim günlerim Soğanağa’da geçti
Bir pencere, avuç kadar gök
Sevim Matilda Hayrünnise Eleni
Her Allah’ın günü daha bir sevmek
Daha bir cumhuriyeti, İlya Avgiri’yi’’
Şiirin ilk parçasında geçmiş zaman ‘sevgi’ bağlamında anılmaktadır. Daha sonraki
dizelerde gençliğin güzel, deniz,
rüzgâr gibi imgelerle anılması geçmişin şimdi
karşısında daha doğal oluşu ile birlikte daha huzurlu olduğunu imlemektedir.
‘‘Benim gençliğimde kimse ama kimse
Ayla, güneşle, cumhuriyetle uğraşamazdı
Gökyüzü, deniz dünyayı koyup gitmedi
İlk çıkıyor balıklar denizden
Bunların biri olmazdı benim zamanımda’’
Doğaya ait göstergelerin yanında siyasi hayatın imgesi olarak kullanılan Cumhuriyet
ifadesi şiirde doğal yaşama / siyası yaşam çatışmasını doğurmaktadır. Cumhuriyet’in
ilanında sonra değişen siyası yaşam, sosyal yaşamı da etkilemiş ve yaşanan kargaşa
ortamı bireyi de mutsuz kılmıştır. Neticede mutsuz olan özne için mutlu geçmiş
81
sığınılan yer durumundadır. Tabi ki bunda doğal yaşamın zamanla kaybolmaya
başlaması da etken rol oynamaktadır. Şiirde şöyle bir anlam yapısı ortaya çıkmaktadır.
Geçmiş ≈ mutlu + doğal / şimdi ≈ mutsuz + kültürel (siyasi)
‘‘İvi Sabahı’’ (Berk, 2007:222) başlıklı kısa şiirde karşıtlık düşüncesi yer almamaktadır.
‘‘İlhan Berk Galata Kulesi’nin Düşlerini Anlatıyor’’ (Berk, 2007:223) şiirinde aşk ve
cinsellik fikri ön plana çıkmaktadır. Özellikle ağız imgesi, dünyevi birçok şeyin yerini
alabilen, mutluluğun ve yaşama sevincinin temelini oluşturan cinselliği ve aşkı
çağrıştırmaktadır.
‘‘Gördüm dünyalara değişilmezdi ağzı. Ağzı nehirleri, dükkânları, güneşleri, trenleri,
yolları, çarşıları hatırlattı durdu bana. Kolları sıcak nehirleri tutuşturdu bütün gece,
bütün gece dünyada değilmişiz gibiydik.’’
Yukarıdaki dizelerden yola çıkarak diyebiliriz ki; cinsellik ≈ dünyadan kurtuluş +
yaşam sevinci eşdeğerliğinde görülmektedir. Ancak bu düşünce geçmiş/şimdi
karşıtlığında bir anı olarak geçmişin içinde değer kazanmakta, şimdiki zamanda ise
mutluluğun ve yaşam sevincinin nasıl yakalanacağı konusu daha sonraki dizelerde bir
paradoks oluşturacak şekilde yer almaktadır.
‘‘Belki de İvi’nin daha eli değmediği sabahlardaydık
Ben böyle diyordum.’’
Bu noktadan sonra bir çelişki ortaya çıkmaktadır. ‘‘İvi Stangali’’ şiirindeki anlam yapısı
düşünüldüğünde, ona paralel olarak geçmişte cinsellik yoluyla yakalanan yaşam
sevincine şimdiki zamanda sanat vasıtasıyla ulaşılmaya çalışılmakta, bu da birbirine
karşıt durumda bulunan doğa (cinsellik) ile kültür (sanat) arasında bir tür paradoks
yaratmaktadır. Tabi ki bu çatışma geçmiş ve şimdiki zaman arasında görülmekte,
geçmiş ≈ doğa (cinsellik) / şimdi ≈ kültür (sanat) karşıtlıkları şiirde görülmektedir.
Şiirdeki diğer karşıtlık ise yine geçmiş/şimdi zaman arasında görülmekte ve geçmişte
yaşam sevinci, cinsellikte diğer bir deyişle somut olanda aranırken, şimdiki zaman da
82
bu sanatta (resimde) yani soyut düzeyde yakalanmaya çalışılmaktadır. Neticede de
geçmiş ≈ somut (cinsellik) / şimdi ≈ soyut (resim) eşdeğerliği şiirdeki diğer bir karşıtlığı
oluşturmaktadır.
‘‘Şair Leylâ Hanım’ın Göğü’’ ve ‘‘Sevdalar Hep Sevdalar’’ (Berk, 2007:224) şiirlerinde
aşk teması çerçevesinde tarihi kimliklere göndermeler yapılarak, divan şiirindeki âşıksevgili-rakip anlayışındaki ben/öteki karşıtlığını yapısında bulundurmaktadır. Ancak bu
şiirlerde rakibin öldürülerek ortadan kaldırılması, klasik âşık-sevgili-rakip geleneğinden
uzaklaşıldığını göstermektedir. İlk şiirde şair öznenin karşısında rakip ‘‘ III. Selim’’dir.
III. Selim’in ‘‘Şair Leylâ Hanım’ın göğünü’’ anlaması, ‘‘kadına dokunması’’ ve ‘‘
Yazdığı şiirlerde bir Leylâ Hanım’ı’’ düşünmesi kıskançlık duygusuna kapılan şair
öznenin rakibini ‘‘ boğarak’’ öldürmesi ile şiir son bulmaktadır. İkinci şiirde ise
aldatılmışlık duygusu ben/öteki karşıtlığında bulunan ötekinin ≈ düşman eşdeğerliğinde
görülmesine ve düşmanın öldürülmesine sebep olmaktadır. Metinlerde ben bırakılan,
aldatılan, sevilmeyen, kaybeden olarak görülürken öteki (rakip) sevilen, tercih edilen ve
kazanan olarak görülmektedir.
‘‘İlk Gökyüzü Çekip Gitti’’ (Berk, 2007:225) başlıklı şiirde genel anlamda karşıtlık
oluşturacak anlambirimler bulunmamaktadır. Ancak şiirin son kısmında birçok şiirde
karşımıza çıkan gökyüzü imgensin hem ‘ak’ hem de ‘katil’ nitelemeleriyle kullanılması
bir çatışmayı yaratmakta ve yaşam / yaşam karşıtlığını çağrıştırmaktadır.
‘‘Hani ak
Hani katil olan İşte o gökyüzü
Galata Kulesi’nin üstünden kalktı
Denizle gitti’’
Yaşamın çeşitli yönleri ile göstergesi olan gökyüzünün gitmesi, özne için kaybedilen bir
değer olarak yorumlanabilir. Özellikle şehir hayatının insanı çevrelemesi ve dar bir
alana hapsetmesine karşılık gökyüzü ve deniz imgeleri rahat nefes alınan bir ortamın
83
temsilcisidir diyebiliriz. Neticede yaşam/ölüm karşıtlığına paralel olarak doğa/kültür
karşıtlığı belirmektedir.
‘‘Gökyüzünün Ardı’’ (Berk, 2007:226) başlıklı şiirde herhangi bir karşıtlık düşüncesi
bulunamamıştır.
‘‘Kalan Kovanın Eski Zaman Yalnızlık Baladı’’ (Berk, 2007:227) şiirinde başlıktan da
anlaşılacağı üzere yalnızlık hissi ve bu yalnızlığın birey üzerinde yarattığı sıkıntı
görülmektedir. Şiir öznesinin kova olarak verilmesi, hem dar bir alana sıkışılmış
düşüncesini çağrıştırmakta hem de içte yaşanan boşluk hissini imlemektedir diyebiliriz.
‘‘Şimdi cumaları Allah Baba sıkılmadan nasıl yapar bilmem
Ben patlıyorum cumaları bir buçuklara doğru.’’
Dizelerinde de görüldüğü gibi bu yalnızlık ve sıkıntı halinin giderilmesinde dine
sığınma gibi bir durum söz konusu olmadığı gibi dinin bu sıkıntıya aşmak yerinde bireyi
patlayacak seviyeye getirmesi, bireyin din algısını da yansıtmaktadır.
‘‘Ben I. Ahmet’in oğulları, şair Leylâ Hanım’ın göğü, Serefnaz Hanım’ın memeleri beni
bırakmayın.
Ben çıplak Ahmet’in ölümünü gördüm ama inanmadım
Gökyüzünü boğduklarını gördüm ama inanmadım
Allah Baba’nın sıkıldığını, kimi evlere kimi sokaklara indiğini yalnız ben mi biliyorum?
Recai Bey bu akşam evleniyor beni bırakıp gitmeyin.’’
Yalnızlık duygusunun ve sıkıntısının aşılmasında din yetersiz kalırken, öteki kavram
alanında yer alan diğer insanlar ve hatta cinsellik bir tür çözüm olarak görülmektedir.
‘Beni bırakmayın’ istek cümlesini de göz önüne aldığımızda, diğer insanlar ile iletişim
de içinde kalınarak yalnızlık ve ölüm duygusunun da aşılmak istendiği anlaşılmaktadır.
Nitekim şiirde ölüm/yaşam karşıtlığı çerçevesinde ölüm ≈ yalnızlık + inanılmayan bir
durum anlam değerini taşırken, yaşam ≈ iletişim + öteki eşdeğerliğinde görülmektedir.
84
Yalnızlık teması çerçevesinde ölüm/yaşam karşıtlığının yer aldığı diğer bir şiir ise ‘‘İvi
Işığı’’dır(Berk, 2007:228) Şiirde Galata Kulesi ile insan arasında benzerlikler kurulmuş
ve bu benzerliğin temelini yalnızlık duygusu oluşturmuştur.
‘‘Baktı kule kanlı kule ağrılı kule küsüktü
Kule bütün ömründe kule bütün ömründe bin kez Allahsız
Gökyüzüsüz, penceresiz
Kule beş bin kez küçük sokaklarsız, dükkanlarsız, evlersiz, sarı
eriklersiz, yaşamsız’’
Dizelerinde özellikle ‘sız/siz’ olumsuzluk ekleri ile kulenin içinde bulunduğu yalnızlık
vurgulanmak istenmiştir. Böylelikle yalnızlık ≈ yaşamsızlık ≈ ölüm eşdeğerliği ortaya
çıkmaktadır diyebiliriz.
‘‘Gördü yalnızlık/nereye konursa neresinden tutulursa nereye götürülürse
Bir sokağa çıkarılsın bir pencereye konsun denize çıkarılsın ister
Gidecek şey değildi insana’’
ifadeleri yalnızlığın insan ve yaşam ile bağdaşmadığını işaret etmektedir. Metnin son
dizelerinde bulunan ‘‘ Kule denize bir baktı/ İki baktı/ Üç baktı/ Kendini içine attı’’
dizeleri
yalnızlığın
yarattığı
olumsuz
hisler
neticesinde
intiharın
seçildiğini
sezdirmektedir. Bu olguyu şöyle formüle edebiliriz:
Çevre + insan ≈ Yaşam
Yalnızlık ≈ (intihar) Ölüm
‘‘Kötü Evlere İnen Balad’’ (Berk, 2007:229) şiirinde yalnızlık duygusu aşk ve cinsellik
yoluyla aşılmaktadır. Aşkın sağladığı yaşam sevinci ile de ölüm duygu geri plana
itilerek sonsuzluk yakalanmaya çalışılmaktadır.
85
‘‘Aldım otuz beş yaşımı, o canım ağzını, sana geldim
Bir pencerede bir kadın yavaş yavaş soyunuyordu, bakamadım
Dünyalar değişti gerimde, grimde güneşler, çocuk gözleri
Bir pazar alıp kırlara çıkardım yalnızlığım.’’
Cinsellik öğelerinin ağırlık kazandığı şiirde, cinsellik her ne kadar ‘Kirli bir ses’’ olarak
tanımlansa da, yalnızlığı ve ölüm duygusunu bastıran tek yol olarak görülmektedir.
Özellikle şiirin son iki dizesi bu durumu daha da açıklığa kavuşturmaktadır.
‘‘Böyle hep yangınlar, açlıklardı alan göğümüzü
Anladık aşkımızdı daha bin yıl yaşayacak başka değil.’’
Netice olarak şiirde cinsellik hem sonsuzluğu çağrıştırmakta hem de yaşamın en önemli
göstergesi olmaktadır. Buna karşılık ise yalnızlık ise ölümle eşdeğer görülmektedir.
Şiirdeki anlam yapısını şöyle formüle edebiliriz:
Cinsellik +aşk ≈ yaşam + sonsuzluk / yalnızlık ≈ ölüm + umutsuzluk
Kitabın en kısa şiirleri arasında yer alan ‘‘Aşk’’ (Berk, 2007:229) şiiri isminden de
anlaşılacağı üzere ‘aşk’ temasını işlemektedir. Aşk ≈ iyilik + mutluluk + ışık +umut +
esenlik denkliği metinde yüzey yapıda yer almaktadır. Aşk /aşksızlık(yalnızlık)
karşıtlığının çıkarılabileceği şiirde mutsuzluk, kara(n)lık, kötülük, hastalık gibi ifadeler
yalnızlığın ve aşksız yaşamın belirtenleri olarak değerlendirilebilir. ‘‘Sensiz
esenliğimizin üstünü çizmişler’’ imgesi yalnızlık ≈ hastalık ≈ ölüm eşdeğerliğinin, buna
bağlı olarak da aşk ≈ yaşam / yalnızlık ≈ ölüm karşıtlığının göstereni olarak
yorumlanmaya imkân vermektedir.
‘‘Te Deum’’ (Berk, 2007:230) şiirinde ise günden güne kötüleşen ve kirlenen dünya
karşısında çaresiz kalan şair öznenin intihara teşebbüsü ve bu arada yaşadığı ölüm ve
yaşam arasındaki ikilemi konu edilmektedir. Şiirin ilk kısmında yer alan eski/şimdiki
zaman karşıtlığı özellikle eskiden var olan güzelliklerin şimdi bulunmadığını belirten
86
‘yok’ sözcüğünün beş kere tekrarlanmasıyla vurgulanmak istenmiştir. Ayrıca metnin ilk
kısmında yer alan ‘bakacak, arayacak, bulamayacak, üzülecek’ gibi ifadeler yitirilen
eski güzellikler karşısındaki şair öznenin duyduğu çaresizliğin ve umutsuzluğun
göstergeleri olarak değer kazanır.
Şiirin ikinci kısmında ise şair umudunu çocuklara bağlamaktadır.
‘‘Sizinle gelirdi bakın çocuklar, taze marullar sizinle gelirdi
Gelmeyen güzel bir şey yoktu sizinle
Sizi bekliyorlarmış gibi mısralar, yoncalar bir anda büyürdü
Bir şey sizinle mi geliyor sizinle mi dünya kötü tutar düzeltirdik’’
Dizeleri yitirilen güzelliklerin yeniden yakalanmasında en büyük umudun çocuklar
olduğunu işaret etmektedir. Bu doğrultuda ‘çocuk’ göstereni umut ve geleceğin sembolü
olarak anlam kazanmaktadır.
‘‘Yanıt’’ başlığı altında yer alan şiirin son kısmında ise şairin, yeryüzündeki bütün
kötülükleri, düşmanlıkları bertaraf etmek ve çocuklara iyi bir dünya bırakmak için
kendini feda etmeye hazırlanması ve intihara kalkışması anlatılmaktadır. Şiirde yaşam ≈
üzüntü + sıkıntı + düşmanlık gibi olumsuz değerlerden oluşurken, ölüm(intihar) ≈
protesto + fedakârlık + özgürlük gibi olumlu değerler taşımaktadır.
Toplumsal bir meseleyi açık bir şekilde ele alan ‘‘Guernica’’ (Berk, 2007:232) şiiri
ben/öteki, doğa/ kültür ve ölüm yaşam gibi birden fazla karşıtlığı yapısında
barındırmaktadır. Şiirde bulunan ‘yeşil, mavi, gökyüzü, deniz, kuş, ağaç’ gibi ifadeler
yaşamın, doğanın ve huzurun göstergeleri olarak değer kazanırken, ‘fırtına, yangın’ bir
savaşın ve dolayısıyla da ölümün göstergeleri konumundadır. Ayrıca şiirde bulunan
‘uskumru, domates, biber, rakı, su’’ sözcükleri eğlenceleri, mutluluğu ve keyifli anları
işaretlemektedir. Buna karşılık ise savaş ‘kırmızı (kan) ve karanlık’’ sıfatları ile ölümün
kavram alanına dâhil olmaktadır. Bu kavram alanlarını şöyle formüle edebiliriz:
87
Ölüm
Savaş
Kırmızı, Karanlık
Yangın, Fırtına
Yaşam
Barış
Yeşil, Mavi
Gökyüzü, Deniz
Konumuzla bağlantılı olarak belirtmekte fayda vardır ki; İlhan Berk’in şiirlerinde
‘gökyüzü’ ve ‘deniz’ imgesi huzuru, mutluluğu içinde taşıyan günlük yaşamı imlemekte
ve birçok şiirinde bu imgelerin sık sık tekrarlandığı görülmektedir.
Ayrıca şiirde yer yer eleştiri oklarına hedef olan Amerika öteki kavramı içinde
görülmektedir. ‘‘Akşam Amerika/ Baktım bir siyah’’, ‘‘Savaş oldukça/ İşin iş kırmızı/
İşin iş pencere/ Amerika işin iş’’, dizelerinden sonra yaşamın göstergesi olan
Guernica’nın ‘‘Amerika’da karanlık/ Dünyada değil’’ imgelerinden yola çıkarak
Amerika ≈ savaş + ölüm + karanlık eşdeğerliğinde görülmektedir. Buna bağlı olarak da
ben/öteki karşıtlığı şiirin anlam yapısında bulunan diğer bir karşıtlık olarak değer
kazanmaktadır. Ben ≈ mutlu bir dünya /öteki ≈ karanlık Amerika
‘‘Sakarya Sokağı Baladı’’ (Berk, 2007:235) şiirinde gece ve karanlık imgeleri şiirde
karamsar bir hava oluşturmaktadır. Şiirin ilk parçasında bu durumun sebebi açık bir
şekilde sezilmese de, şiirin ‘Sunu’ başlıklı kısmında açıklığa kavuşmaktadır.
‘‘Nereye diyor burçlar, İkizler Burcu, Koç, Oğlak burçları nereye diyor
Hiç diyorum hiç on beş yıl öteye, on beş yıl ötede bir çocuk beni bekliyor
Gidiyoruz dünya güzeli bir ormanda bir kocaman bir sarı ay düşüyor
Gözleri gözleri çıkıp çıkıp geliyor, gözlerinin içini bilmezler nasıl bilirim
Gözlerinin içini bir bilseler kimse savaşın adını ağzına almaz’’
Metnin bu son kısmında şimdiki andan, geçmiş ana dönüş isteği görülmektedir. Geçmiş
zamanda bulunan çocuk imgesi umudu çağrıştırmakla birlikte geçmişin dünya güzeli bir
orman olarak tabir edilmesi, ondaki huzuru ve doğallığı da imlemektedir. Şiirin anlam
yapısında görülen şimdi/geçmiş karşıtlığının temelinde şimdinin savaş ve huzursuzluk
88
olarak algılanması yatmaktadır. Netice olarak şiirde şimdi ≈ savaş + mutsuzluk / geçmiş
≈ barış + umut karşılıkları şiirde görülmektedir.
‘‘Uzun Karanlık’’ (Berk, 2007:238) şiiri aşk temasını konu alan ve yalnızlılığın karanlık
olarak tanımlandığı bir metindir. Şiirin ilk parçasında sevgili, mutluluğun ve ışığın
kaynağı olarak gösterilmektedir. Buna bağlı olarak aşk acunsuzluk ve sonsuz mutluluk
değeri kazanmaktadır. Ancak daha sonraki dizelerde yer alan
‘‘Sonra birden bire sen yoksun işte birdenbire yoksun
Bakıyorum Amerikan bir gök sıkılıyorum kalkıyorum
Sen yoksun ya seninle binlerce yerim yok’’
İfadeleri yalnızlığın ve sevgilinden ayrı oluşun hissettirdiği mutsuzluğu yansıtmaktadır.
Şiirlerde genel olarak mutluluğun etkenleri arasında gösterilen göğün ‘amerikan’ olarak
nitelendirilmesi, göğün dahi yalnızlık hissiyle bir yabancı olarak görüldüğünü
çağrıştırmaktadır. Ayrıca birçok şiirde göğün doğanın kavrama alanında kullanıldığı
düşünülürse, bu şiirde ‘amerikan’ sıfatıyla yer alması, onun doğal özelliklerinden
yoksunlaşarak, kültürel diğer bir deyişle negatif bir değer olarak algılandığını
söyleyebiliriz. Böylelikle yalanız fikri ilk anda doğa/kültür karşıtlığını ortaya
çıkarmaktadır
diyebiliriz.
Ayrıca
sevgilinin
olmayışı,
benin
kendi
varlığını
tanımlayamamasına da neden olmaktadır. Buna bağlı olarak ben/öteki karşıtlık
düşüncesinde sevgili öteki kavramında görülmekte ve benin kendi varlığını tanımlama
sürecinde vazgeçilemez bir öğe konumunda bulunmaktadır.
Şiirin ikinci parçasında ise yalnızlık ve mutsuzluk öğeleri ağırlık kazanmakta ve ayrılık
uzun karanlık olarak ifade edilmektedir. Şiirin ilk bendinde sevgili ile birlikte oluşun
güneş imgesi ile ifade edilmesinden sonra şiirde diğer bir karşıtlık olarak ışık/karanlık
karşıtlığı ortaya çıkmaktadır.
‘‘Sokak’’ (Berk, 2007:239) şiirinde ise yalnızlık duygusu ilk önce cinsellik ile aşılmaya
çalışılmakta, ancak yetersiz ve sıkıcı olmaktadır. Daha sonra her ne kadar karanlık
89
sıfatıyla verilse de yazma eylemi, bu sıkıntının aşılmasında diğer bir alternatif olarak
görülmektedir.
‘‘Çok oldu, bir akşam beni sıkıverdi etin türküsü
Ön kapıdan bir adım attım doğru o karanlık
O kalemler, defterler, yalnızlıklar Edibe’nin koyduğu
Bir karanlık iyi günler diyor iyi günler durup baktık’’
Son dizede de görüldüğü gibi şimdiki zamanın yalnızlık taşıması, mutlu geçmişe dönme
isteğini uyandırmakta ve geçmişte yaşanan mutluluk, yazma eylemi sayesinde tekrar
yakalanmaya çalışılmaktadır. Geçmiş/şimdi karşıtlığının görüldüğü şiirde şimdiki
zamanda bu mutluluğu yakalamak ve yalnızlığı aşmak için sevgiliden aldığı ışık ile
kalem sarılan şiir öznesinin bu isteği gerçekleştirmediği son dizede açıklığa
çıkmaktadır.
‘‘Hani bir ışıkla başlar ya şiirler artık hep öyle başlıyorum
A’dan Z’ye bir karanlığı büyütüyorum’’
Nitekim diğer şiirlerde olduğu gibi bu şiirde de yalnızlık ve ayrılık karanlık eşdeğeri
kazanmaktadır. Metnin anlam yapısında bulunun geçmiş/şimdi karşıtlığı da ışık/karanlık
karşıtlığı ile paralel olarak bulunmaktadır diyebiliriz.
‘‘Balad ’’ (Berk, 2007:240) şiirinde de kent yaşamının birey üzerinde oluşturduğu
yalnızlık hissi dile getirilmektedir. Sevgilinin deniz imgesiyle ifade edildiği şiirde
yalnızlık ve kent yaşamı, karanlık imgesi ile anlatılmaktadır. Kent yaşamının bireyi bir
sur gibi çevrelemiş olması, ona olumsuz değerler yüklendiğini göstermekte ve şiirde
kent/deniz karşıtlığını oluşturmaktadır. Deniz, güneş gibi doğa unsurlarının karşıt
kavramı alanında yer alan kent ve sokaklar mutsuzluk yaratmakta, doğaya(denize)
ulaşma isteğini uyandırmaktadır. Ayrıca şiirde İstanbul pis sıfatıyla verilmektedir.
‘‘Biriniz beni görmediniz ne kadar bağırdımsa
90
Denizler baktığın tüm o denizler gösterdi bana
Bir yalnızlık yeryüzündeki kapılar bir o gördüm’’
‘‘Uzun Karanlık’’ ve ‘‘Sokak’’ şiirlerinde olduğu gibi bu şiirde de yalnızlık duygusu ön
plana çıkmakta ve ışık/karanlık karşıtlığı metnin anlam yapısını oluşturmaktadır. Ancak
ışık/karanlık karşıtlığı burada daha çok deniz ve kent imgelerinin göstergelerinin
kavram alanlarında görülmektedir. Bu nedenle diyebiliriz ki ışık/karanlık karşıtlığı
doğa/kültür karşıtlığının işaretleyeni görevindedir.
‘‘F’’ (Berk, 2007:241) ve ‘‘Virgül’’ (Berk, 2007:242) başlıklı şiirlerde ikili karşıtlık
düşüncesi görülmemektedir.
‘‘Galile Denizi’’(Berk, 2007:243) şiirinde ben/öteki karşıtlığında ‘kadın, sevgili’ öteki
kavram alanı içinde yer almaktadır. ‘‘O kadın Yunanlıydı’’ dizesiyle başlayan metinde
ilk anda ben/öteki karşıtlığı var gibi görünse de aşk kavramı ekseninden ben ve ötekinin
birliği yani ‘biz’ kavramını nasıl oluşturduğu derin yapıda karşımıza çıkmaktadır. İlk
etapta sevgilinin Yunanlı oluşu, ‘‘Sanisiata Anuziata Kilisesi’’ imgesiyle farklı bir
dinden oluşunu vurgulanması, hatta ‘‘Deri tüyü giyer çekirge yaban balı yerdi’’
ibaresiyle ben/öteki(sevgili) arasındaki farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Daha sonra
‘‘Gördüm o da benim gibi Elam’dan geliyordu’’ ifadesi karşıtlığı yavaş yavaş
birliğe/birleşmeye dönüşeceğinin ipucunu vermektedir. Bu dizeye kadar ‘ben’ ve ‘o’
zamirleri farkı vurgularken, bu dizeden sonra ‘‘ baktık, sevdik, oturduk, güldük’’ gibi
eylemlerin çekimlenmesi bize farkın ortadan kalkarak birleşime(biz) dönüştüğünü
imlemektedir.
Şiirde farklı dinlere ait imgelerin iç içe kullanılmış olması, bireyin din karşısındaki
yaşadığı karmaşıklığı ve çelişkiyi ortaya koyması açısından da dikkat çekicidir. İsa’nın
Müslümanlığı çağrıştıran Beytelhem’de, Medice’de bulunması, Petrus, Andreas gibi
Batılı isimlerin Sevgi, Leyla gibi Doğu kavram alanına ait isimlerle bir arada
kullanılması Doğu/Batı, Müslüman/Hıristiyan karşıtlıklarının göstergeleri olarak
yorumlanabilir.
91
Tablo 1: İlhan Berk’in Şiirlerindeki Karşıtlıklar
ŞİİRLER
KARŞITLIKLAR
Eleni’nin Elleri
Geçmiş/Şimdi
Doğa/Kültür
Gençlik
Geçmiş/Şimdi
Doğa/Kültür
Saint-Antoine’ın Sevişme
Vakti
Doğa/Kültür
Fenerdeki Çocukluk
Doğa/Kültür
Sabah
Işık/Karanlık
Doğa/Kültür
Eleni Işığı
Işık/Karanlık
Doğa/Kültür
Gökyüzü
Işık/Karanlık
Sait Faik
Işık/Karanlık
Pablo Picasso
Doğa/Kültür
Geçmiş/Şimdi
Ölüm/Yaşam
Doğa/Kültür
Kültür/Kültür
Ölüm/Yaşam
İvi Stangali
(Sanat/Din)
Paul Klee’de Uyanmak
Ben/Öteki
Soyut/Somut
92
Ölüm/Yaşam
Tablo 1: Devamı
Cumartesi Karanlığı
Işık/Karanlık
Doğa/Kültür
Sur
Ben/Öteki
Doğu/Batı
Az
Ben/Öteki
Doğu/Batı
Gökyüzü Haritası
Ben/Öteki
I. Ahmet Kapısı
Ölüm/Yaşam
Öndeyiş
⎯
Fakir Kolyozlar Korosu
Yaşam/Ölüm
Işık/Karanlık
Horozbinalar Sinaritler
Ben/Öteki
Doğu/Batı
Doğa/Kültür
Yaşam/Ölüm
Barış/Savaş
Savaş/Barış
Korosu
Bileyci Niko Margarit
Ölüm/Yaşam
Aldı Çiçekçi Çingene Kadın
Ben/Öteki
Işık/Karanlık
İlya Avgiri’nin Karısının Acı
Geçmiş/Şimdi
Doğa/Kültür
Türküsü
İvi Sabahı
⎯
93
Tablo 1: Devamı
İlhan Berk Galata Kulesi’nin
Geçmiş/Şimdi
Doğa/Kültür
Somut/Soyut
Düşlerini Anlatıyor
Şair Leylâ Hanım’ın Göğü
Ben/Öteki
Sevdalar Hep Sevdalar
Ben/Öteki
İlk Gökyüzü Çekip Gitti
Yaşam/Ölüm
Gökyüzünün Ardı
⎯
Kalan Kovanın Eski Zaman
Yaşam/Ölüm
Doğa/Kültür
Yalnızlık Baladı
İvi Işığı
Yaşam/Ölüm
Kötü Evlere İnen Balad
Yaşam/Ölüm
Aşk
Yaşam/Ölüm
Te Deum
Geçmiş/Şimdi
Yaşam/Ölüm
Guernica
Ben/Öteki
Doğa/Kültür
Sakarya Sokağı Baladı
Geçmiş/Şimdi
94
Yaşam/Ölüm
Tablo 1: Devamı
Uzun Karanlık
Işık/Karanlık
Ben/Öteki
Sokak
Geçmiş/Şimdi
Işık/Karanlık
Balad
Işık/Karanlık
Doğa/Kültür
F
⎯
Vigül
⎯
Galile Denizi
Ben/Öteki
Doğa/Kültür
Doğu/Batı
Şimdiye kadar incelediğimiz şiirlerde İlhan Berk’in şiirlerindeki anlam yapısını
oluşturan karşıtlıkları dökümlemeye ve yorumlaya çalıştık. Bu noktadan sonra şiirlerde
birçok karşıtlığın doğa kültür karşıtlığından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kültürel
hayatın çok hızlı bir şekilde değişerek ilerlemesi, birçok şeyin doğallığını yitirerek
yapay bir hal alması, mutlu geçmiş/mutsuz şimdi karşıtlıklarının temelinin
oluşturmaktadır. Şimdiki zamanın doğallığını yitirmiş olması yönüyle bireyin üzerinde
olumsuz etkiler uyandırdığı görülürken, geçmiş bu mutsuzluktan kurtularak sığınılan bir
obje olarak metinlerde değer kazanmaktadır. Ayrıca doğaya ait deniz, gökyüzü, dağ gibi
unsurlar mutluluğun ve huzurun göstergesi konumundayken, bunların karşısında
bulunan şehir imgesi bireyin mutsuzluğunun asıl nedeni gibi görünmektedir. Bu nedenle
doğa şiirlerde genellikle ışık kavramı içinde yer alırken, kültür karanlık kavram alanına
dâhil edilmektedir. Kent yaşamından kurtulmanın, doğaya ulaşmanın mümkün olmadığı
durumlarda sanat, özellikle de resim sanatı geçici de olsa bir sığınma öğesi olarak
görülmektedir. İnsanı mutsuz eden bütün dış unsurların, şiirlerde, özellikle soyutlama ve
sanat vasıtasıyla değiştirilmek istendiğini söyleyebiliriz. Kültür kavramına dâhil
ettiğimiz din, birçok şiir metninde ya deforme edilmekte ya da onun yerine cinsellik,
95
yasak aşk gibi ona karşıtlık oluşturacak gelip geçici değerler tercih edilmektedir. Yine
buna bağlı olarak dinin yerine doğanın ve doğaya ait unsurların yer aldığı şiirler de
bulunmaktadır. Bunun sebebi ise kültür kavramı içinde yer alan dinin, beraberinde
getirdiği yasak ya da kısıtlamalar bireyin üzerinde baskı yarattığını söyleyebiliriz. Buna
karşılık ise özgürlük ile eşdeğer bir anlam kazanan doğa bireye rahat hareket edebilme
olanağı sağlamaktadır.
Kültüre ait öğelerin bireyi kısıtlaması ve mutsuzluğa sevk etmesi bazı şiirlerde
kültür≈karanlık+ölüm
eşdeğerliklerini
ortaya
çıkarmaktadır.
Doğanın,
yaşamın
göstergesi olarak yer alması doğa/kültür karşıtlığını yaşam/ölüm karşıtlığına paralel
olarak yorumlamamıza imkân vermektedir. Ayrıca bazı şiirlerde ölüm duygusunun
aşılması ve sonsuzluğun yakalanması sanat vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Ancak
sanatın da kültürün bir öğesi olduğunu düşünürsek, genellik kültür yadsınır ve olumsuz
değerlendirmelere maruz kalırken, resmin ya da şiirin bu denli önemli özellikler
taşıması, kültür algısında bir tür paradoksa düşüldüğünü göstermektedir. Bu da kültürel
öğelerin arasında bir karşıtlık düşüncesinin olduğunu yansıtmaktadır.
İlhan Berk’in şiirlerinde ben/öteki karşıtlığında yer alan öteki kavramı genellikle
yabancı isimlerden, devletlerden ya da unsurlardan oluşmaktadır. Buna karşılık ben
çoğunlukla bizim kültürümüzün izlerini taşımaktadır. Bu doğrultuda ben,
barış,
mutluluk gibi değerleri yansıtırken, öteki mutsuzluk, savaş gibi olumsuz değerlerin
temsilcisi konumundadır.
3.2. Turgut Uyar’ın Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar
Turgut Uyar’ın İkinci Yeni şiirine geçişi 1959 yılında yayımladığı Dünyanın En Güzel
Arabistanı kitabıyla olmuştur. Biz de tezimizin bu bölümünde, şairin 1954–1959 yılları
arasında yazılan ve ikili karşıtlıkları bünyesinde barındıran şiirleri inceleyeceğiz. Şairin
hemen hemen aynı algı süreci içinde yazdığı şiirler daha sonra Dünyanın En Güzel
Arabistanı adlı şiir kitabında toplanmıştır. 1959 yılında Açık Oturum yayınları
tarafından yayımlanan Dünyanın En Güzel Arabistanı başlıklı şiir kitabında 31 şiir
bulunmaktadır.
96
Kitabın ilk şiiri olan ‘‘Geyikli Gece’’ (Uyar, 2007:111–113) şiiri doğa/kültür
karşıtlığının alt birimine dâhil edebileceğimiz tabiat/kent karşıtlıkları kavram alanını
yapısında bulundurmaktadır. Şiirin ilk bendinde kent yaşamı ‘naylondan’ imgesi ile
anlatılmaktadır. Kent yaşamının suniliği karşısında bireyin çocuk gibi korku taşıması
şiire gerilim katmaktadır. ‘‘Geyikli gece’’ imgesi şiirin başından sonuna kadar kent
yaşamından kaçılan bir yer değeri taşımakla birlikte, şiirin kavram alanını imleyen ana
imge olarak değer kazanmaktadır. Geyikli gecenin yeşil, yabani ormanlarda, arkası
ağaç, dağlarda ayağının suya deydiği yerde bir gökyüzü gibi imgelerle betimlenmesi,
doğanın çağrışım alanlarına gönderme olarak yorumlanabilir.
‘‘Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden’’
Dizeleri geyikli gece imgesini biraz daha açıklamakta ve onun, büyük şehirlerin birey
üzerindeki baskısını yok etmek için kaçtığı doğa olarak yorumlamamıza olanak
sağlamaktadır. Metinde ‘‘Biliyorum gemiler götüremez / Neonlar, teoriler ışıtamaz
yanını yöresini’’ mısraları Geyikli gecenin genişliğini(sonuszluğunu) ve ağırlığını
yansıtmaktadır. Şiirde ‘‘Kesme avize, çıplak kadın omuzları, büyük oteller çaresizlik,
hüzün’’ gibi olumsuz imgelerle tanımlanan kent ve kent yaşamından kaçışı ‘‘Gider
geyikli gecede uyurduk’’ ibaresi net bir şekilde dile getirmektedir. Şiirin daha sonraki
dizelerindeki imge yapıları da düşünülerek şöyle bir tablo çıkarılabilir.
Kültür
Kent
Yapay, Naylon
Doğa
Dağ, Orman
İlkel, Doğal
97
Hüzünlü,
Yabancı
Karanlık
kalabalık
Pırıl pırıl, Mavi
Aşk, Umut
Tabloda da görülüğü gibi şiir belirli karşıt imgeler etrafında örülmüştür. Kent, Yapaylık,
hüzünlü karanlık, yabancı kalabalık gibi ibareler kültür kavram alanında yer almakta
iken dağ, orman, doğallık, umut gibi ifadeler doğanın içinde görülmektedir. Nitekim
metnin temel karşıtlığının da kültür/doğa karşıtlığı olduğunu söyleyebiliriz.
‘‘Öteyi Beriyi Omuzluyorum’’ (Uyar, 2007:117) şiirinde ise tabiata kavuşmanın ve
şehir yaşamından kurtulmanın mutluluğu hemen her mısranın sonunda tekrarlanan
‘‘tralalla’’ nidası dile getirilmektedir. ‘‘Karanlık’’ ve ‘‘Çarpa çarpa büyüyen’’ şehir
olumsuzlanırken, ‘‘Ağaçlar sol yanımda’’, ‘‘Deniz yüz mil ötede’’, ‘‘Bir beyaz iki beyaz
elli iki beyaz/ Bir iyi bir güzeldi gökyüzünde’’ ifadeleri doğaya kavuşmanın sağladığı
mutluluğu imlemektedir. Ayrıca beyaz sözcüklerinin ışık, parlaklık imgesi vermesi
dikkate alındığında doğa≈ışık/şehir≈karanlık karşıtlıklarını doğurmaktadır.
Bu iki şiirdeki karşıtlık yapısını şöyle gösterebiliriz:
Kent (İstanbul)
Doğa
Karanlık
Aydınlık
‘‘Tel Cambazının Kendi Başına Söylediği Şiirdir’’ (Uyar, 2007:118) başlıklı şiirde
karşıtlık bulunmamaktadır.
‘‘Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir’’ (Uyar, 2007:119) başlıklı
şiir metninde şair öznenin(ben) toplum(öteki) karşısındaki durumu görülmektedir. Her
anlamda benin algısının, yaşantısının ötekinden ayrı olduğu düşüncesi metnin anlam
yapısını oluşturmaktadır.
‘‘Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Ben tam dünyaya göre
98
Ben tam kendime göre’’
Dizeleri öznelliğin vurgusu olarak değer kazanmaktadır. Diğer dizeleri de ele
aldığımızda metinde dünya≈kendim alternatifliği ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan
benlik dünyaya eşit sayılmakta, dünyada her şeyin bu benliğin etrafında dönüştüğü ve
gerçekleştiği düşüncesi ağırlık kazanmaktadır. Her bent sonunda tekrarlanan ‘‘Benim
dengemi bozmayınız’’ çağrısı, ötekine bir uyarı niteliği taşımaktadır. Şiirin temel
yapısında ben/ öteki arasındaki iletişimsizlik yer almaktadır. Ancak bu iletişimsizlik
benin isteyerek kendini toplumdan soyutlama çabasına dönüşmektedir. Şiirin son
bendinde bulunan ‘‘Siz ne derseniz deyiniz / Benim bir gizli bildiğim var’’ ifadesi benin
ötekinden uzaklaşarak içe dönüşünün ve varlığını orada bulma isteğinin göstergesidir.
‘‘Kesiksiz Övgü’’ (Uyar, 2007:120) başlıklı kısa şiirde ise özne ölümle eşdeğer olarak
tanımladığı şehir yaşamını ve yalnızlık hissini aşk duygusu ile aşma isteğindedir.
‘‘Karanlıkta dünyayı bir bir hatırlamak
Ben yeter dedikçe şehirlerin güzelleşmesi
Bir anda kendi kendime bulduğum mutlu gerçek
Bir kadın var beni onun iki eli iki gözü kurtarır yaşamamaktan’’
Diğer şiirlerinde şehrin olumsuz imgelerle nitelendirilmesine karşın bu şiirde aşkın
verdiği umut ve mutluluk duygusu, dış dünyayı özellikle şehir yaşamını güzel olarak
algılamasını sağlamaktadır diyebiliriz. Aşksız yaşamın yaşamamak olarak değer
kazandığı şiirde, aşk ve sevgili mutlu gerçek ibaresi ile tanımlanmaktadır.
‘‘Kan Uyku’’(Uyar, 2007:121) şiirinde ise yalnız kalmaktan korkan benin sevgili ile bu
yalnızlık duygusundan kurtulma isteği yer almaktadır. Metinde ben/öteki karşıtlığı,
sevgili ve şiir öznesinin biz kavramı etrafında yer alarak başkalarını dışarıda
bırakmasıyla biz/öteki karşıtlığı şeklinde bulunmaktadır.
‘‘Bir biz ikimiz varız güzel öbürleri hep çirkin’’ düşüncesi metne hâkim olmaktadır. Bu
bağlamda Biz ≈ güzel / onlar ≈ çirkin karşıtlığına ulaşabiliriz.
99
Ayrıca şiirde, ben yalnızlık duygusunu ve bu duygunun yarattığı karamsarlığı aşk ile de
aşamamaktadır. Bu noktadan sonra metinde bu duygunun aşılması olarak tek düşünce
ağırlık kazanmaktadır: Cinsellik.
‘‘Bir korkuyorum yalnız kalmaktan bir korkuyorum
Gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum’’
ibaresinden sonra yer alan ‘‘Sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları/ Kısrakları
birden yavrulamış/ Havaları birden güneşli’’ dizeleri yalnızlık duygusunun cinsellikle
aşıldığını göstermektedir.
‘‘Yılgın ‘’ (Uyar, 2007:122) başlıklı şiir metninin ilk bendinde doğaya ait unsurlar
ağırlıklı olarak yer almakta ve şehir hayatının tedirgin ve huzursuz ettiği birey doğa
yaşamında mutluluğu yakalamaktadır.
‘‘Bir sargın umut yakaladım onu kuşandım
Serin mavi bir gökyüzü buldum onu kuşandım
Denize doğru sokaklar gördüm onları da kuşandım
Üstlerine üstlük seni kuşandım
Tedirgindim namussuzdum deli deliydim
Uslandım’’
Dizelerde doğanın yanı sıra sevgili göstergesi de mutluluğun kaynağı olarak
görülmektedir. Ancak şiirin ikinci bendinde acun göstereni ile ifade edilen dünya
olumsuz değerleri bünyesinde barındırmakta ve ilk bentteki anlam yapısına bağlı olarak
yaşamdan duyulan mutsuzluk dile getirilmektedir.
‘‘Bir de acun var ben içindeyim
Ben içindeyim tüm itlikler sahanda yumurtalar onun içinde
100
Orospular içinde Hurşit Bey içinde sen içindesin’’
Şiirin ilk bendinde mavi, gökyüzü, umut, deniz gibi değerler doğanın kavram alanına
girerken, içinde türlü olumsuzluklar bulunan İstanbul kültür kavram alanına dâhil olarak
şiirde doğa/kültür karşıtlığı anlam yapısı ortaya çıkmaktadır. Bu karşıtlığa paralel olarak
doğa≈yaşam/kültür(kent)≈ölüm
eşdeğerlikleri
metnin
temel
karşıtlıkları
olarak
gösterilebilir.
‘‘Kaçak Yaşam Yergisi’’ (Uyar, 2007:123-124) başlıklı şiir ben/öteki karşıtlığı içinde
yer alan toplum/birey karşıtlığında değerlendirilebilir.
‘‘Akşamları eve hep arka sokaklardan dönüyorum
Pencerelere bakmıyorum dükkânların mostralarına bakmıyorum’’
‘‘ Ben kaçmaya çabalıyorum hoşnut muyum
Siz kaçtığınız yerde hoşnut musunuz’’
Dizeleri bireyin toplumdan ve varlıktan kaçışını ve kendini soyutlamaya çalışmasını
yansıtmaktadır diyebiliriz. Toplumla barışık olmayan ya da olamayan birey için
yalnızlık kaçınılmaz olmaktadır. Ancak toplumun yalancı, düzenbaz, alaycı olarak
nitelenmesi bireyin toplumdan uzaklaşmasının sebebi olarak görülmektedir.
‘‘Yorgun kalabalık iyi kalabalık alaycı düzenbaz kalabalık
Bir karışsam içlerine bir uysam biraz gülmesem
Ertesi gün kimbilir nasıl yaşarım.’’
Metinde bireyin kendisi haricinde her şeyi dışlaması, öteki kavramı içinde görmesi,
şiirin anlam yapısını da oluşturmakta ve netice olarak şiirde ben/ öteki, birey/toplum
karşıtlıkları belirmektedir.
‘‘Meymenet Sokağına Vardım’’(Uyar, 2007:125) ve ‘‘Üçyüzbin’’ (Uyar, 2007:127)
başlıklı şiirler ikili karşıtlık düşüncesi görülmemektedir.
101
‘‘Denize Gidip Dönen Mavilerin Bire İndirgenen Üçlüğü’’ (Uyar, 2007:129) şiiri de
‘‘Kan Uyku’’ şiiriyle aynı anlam yapısına sahiptir. Şiirde yalnızlıkla vurgulanan ben
‘yitik, kara, karışık’ göstergeleriyle olumsuz değerler taşımaktadır. ‘‘Ben sebepliyim
kavgalara umutsuzluğa’’ ifadesi bende saplantı haline gelen yalnızlık duygusuyla
oluşan karamsarlığı imlemektedir. Metnin ikinci bendinde öteki (kadın) ve cinsellik
imgeleri bu karamsarlığı dağıtmak için anahtar kavramlar olarak değer kazanır.
Cinsellikle ‘kırgın karanlık’ ışımaktadır. Şiirde cinsellik umut ile eşdeğer bir anlamda
kullanılmıştır. ‘‘Yeniden şehirler kuralım, baştan başlayalım’’ ibareleri cinselliğin var
olanı (mutsuzluğu) yıkma ve mutlu bir dünya kurmadaki isteğini de göstermektedir.
‘‘Güneşi Kötü O Evler’’(Uyar, 2007:130) şiirinde umutsuzluk ve yalnızlık karşısında
şair öznenin aldığı tavır yaşam/ölüm temaları ekseninde aktarılmaktadır. Genelde ışığın,
mutluluğun simgesi olarak şiirlerde yer alan Güneş göstergesi, bu şiirde gücünü
kaybetmiş hatta ‘Soğuk’ sıfatı ile olumsuz bir imge niteliği kazanmıştır. Toplum içinde
bireyin kendini yalnız ve değersiz hissetmesi onu karanlığa sürüklemiş, böylelikle
dünyayı algılayışı da negatif bir biçime dönüşmüştür. Böyle bir ortamda bulunan şair
öznenin diğerlerinden ayrı olarak kendine güven duyması ‘‘adam ederim o soluk
güneşleri’’ ibaresinde olduğu gibi yaşamı güzelleştirmeye çalışması dikkat çekicidir.
Kendini yalnız ve değersiz hisseden bireyin aklına ilk gelen duygu doğaldır ki ölümdür.
Şair öznenin adeta bir psikolog görevi üstlenerek çevresine yardım etme isteği
‘‘Alırım karşıma bir bir belletirim dalların yeşermesini kuzuları mutluluğu ölmemeyi
Ölüme karşı durmayı en çok onu yenmeyi
O karanlıklarda kalmış yaşamak yerlerini bulurum çıkartır gösteririm’’
dizelerinde açıkça görülmektedir. Bu, bir türlü var oluş sıkıntısının aşılabileceğini de
imlemektedir. Bu durumda şiirde ölüm/yaşam karşıtlığından ziyade karanlık olarak
tanımlanan hayatın, mutlu ve ak pak bir güneşe dönüşümü yüzey yapıda bulunmaktadır
diyebiliriz.
‘‘Eski Kırık Bardaklar’’ (Uyar, 2007:132) başlıklı şiirde, şiir öznesinin yaşadığı sıkıntı
ve huzursuzluk aşk vasıtasıyla da aşılamamaktadır. Yalnızlık duygusundan kaynaklanan
102
bu huzursuzluk hali, yaşam sevincinin de kaybolmasına da neden olmakta ancak ne
olursa olsun ölüm bir kurtuluş olarak görülmemektedir.
‘‘Bir ahşap ev taşlıkta yaz günler bilmesem
Bir testiden soğuk sular sızdığını bilmesem
Güç dayanırım’’
Dizelerinde ahşap ev, yaz günleri ve testi ibarelerinin köy yaşamını çağrıştırdığını
söyleyebiliriz. Bu durumda yalnızlığın ve huzursuzluğun sebebi kent yaşamı olarak
ortaya çıkmaktadır. Nitekim şiirin ikinci parçasındaki ‘sokan yılan’ imgesi bu
huzursuzluğun verdiği acıyı ve sıkıntıyı da göstermektedir. Ancak az önce de dediğimiz
yaşam sevinci ve umudu her ne kadar kaybedilmiş de olsa ölüm bir kaçış olarak tercih
edilmemektedir.
‘‘Göğe Bakma Durağı’’ (Uyar, 2007:133) şiiri de biz/öteki karşıtlığı kavram alanında
değerlendirilebilir. Metinde ben ve sevgili göstergeleri bizi oluşturmakta ve diğer bütün
insanlar öteki göstergesiyle karşılanmaktadır. ‘‘Herkes yokken biz biz oluruz’’
düşüncesi toplumun biz üzerindeki baskısına gönderme yapmaktadır. Bu durumda biz,
dışa dünyaya açılmayı simgeleyen ‘pencereleri’ de kapamakta ve kendini toplumdan
uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Şiirde yer alan ‘gök’ imgesi pencere imgesine karşıt bir
kullanımda toplum yaşamından uzakta bulunan yaşamın ve mutluluğun göstergesi
olarak anlam kazanmaktadır.
Yasak aşk temasının işlendiği uzun bir şiir metni olan ‘‘Akçaburgazlı Yekta’nın
Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur’’(Uyar, 2007:134) şiirinde ikili
karşıtlık düşüncesi bulunmamaktadır. Yine Aynı şekilde ‘‘İki Dalga Katı Arasında
Yapacağını Şaşıran Akçaburgazlı Yekta’nın Söylediği Mezmurdur’’(Uyar, 2007:141)
ve ‘‘(Bir Kantar Memuru İçin) İncil’’(Uyar, 2007:143) şiirlerinde ikili karşıtlık
bulunmamaktadır.
‘‘Büyük Kavrulmuş’’(Uyar, 2007:152) şiirinde kent yaşamından dolayı bireyin
tükenmekte olan umudu doğa olarak belirmektedir. ‘‘Büyük, kavrulmuş soy kırlar gelir
103
aklıma hep, hep tükenince insan dayanıklığım’’ dizesi büyük şehir yaşamından bıkan ve
sıkılan bireyin doğaya duyduğu özlemin ifadesidir. Şiirde şehir yaşamı ‘‘dengesiz
savaş’’, ‘‘bakır kalkanlar ve demir kargılarla dövüşülen yer’’, ‘‘körlük ve kötülüğün
kaynağı’’, imgeleri ile gösterilirken, kentin karşıtında bulunan doğa ‘‘ Eskimeden,
küçülmeden; mutluluktan kuşakları birbirine düğümleyen’’ yer olarak tarif edilmektedir.
Nesir şeklinde kaleme alınmış ‘‘Toprak Çömlek Hikayesi’’(Uyar, 2007:153-166)
başlıklı şiirde karşıtlık düşüncesi yer almamaktadır.
‘‘Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur’’ (Uyar, 2007:166–169) başlıklı uzun
şiirde yer yer kent yaşamının şair özne üzerinde yarattığı sıkıntı ve geçmiş(köy) özlemi
bulunmaktadır.
‘‘Akçaburgaz bir küçük kentti
Küçük evleri olan bir kentti
Yalnızdım inceydim kendi kendimeydim
Kalktım büyük kente geldim’’
dizeleri büyük kente gelmenin pişmanlığını göstermektedir. ‘‘Yalnızlığım sığmadı kente/
çünkü dağlara alışıktı’’ , ‘‘Birden evlere sokaklara çarptı/ Büzüldü çirkinleşti kıvrıldı/
Çünkü kentlerin yalnızlığı korkaktır’’ dizeleri şiirdeki büyük kent/küçük kent(köy)
karşıtlığını göstermekle birlikte birey üzerinde oluşturduğu baskısı bakımından
‘‘Geyikli Gece’’ ve ‘‘Tel Cambazının Rüzgârsız Aşklara Vardığını Anlatır Şiirdir’’ adlı
metinlerle aynı kavram alanı içinde yer almaktadır. Ancak bu şiirde anın mutsuzluğu ve
geçmişe(doğaya) dönüşün imkânsızlığı bireyde başka bir umut kapısı olarak aşka
sığınma isteğini ön plana çıkarmaktadır.
‘‘Adile’yi buldum sevdim
Yalnızlığım onun şehrine ısındı
Yapılar önüme durmuyordu artık
104
Sokaklar aldatamıyordu’’
dizelerinden sonra şöyle bir değer tablosuna ulaşabiliriz:
Kent ≈ boğucu + aldatıcı + soluk güneşli / aşk ≈ huzur verici + güvenli + avutucu
Aynı algı sürecini kapsayan ‘‘Akça Burgazlı Yekta’nın Yalnızlığına Kara Taştan
Tapınak Kurduğunda Söylediği Mezmurdur’’ (Uyar, 2007:170–171) şiir metninde
büyük kentte ‘‘Biz küçük adamlarız’’ imgesi ise şair öznenin ‘‘ Büyük kent’’
karşısındaki
durumunu
nitelendirmektedir.‘‘Bu
gidişe
ben,
tek
başıma
ayak
uyduramadım’’ ibaresi yalnızlığın vurgusu olarak değer kazanırken
‘‘ Pencerelerde bir elleri öbür kulaklarında kıvıl kıvıl böcek kurtları yavruları
Karanlık bir yelkenden hızla boşalan kıllı tükenmez rüzgâr’’
olarak imgelenen şehir bireydeki mutsuzluk ve umutsuzluğu arttırmaktadır. Şehir
hayatında ‘‘Tarihlerle, Bilimlerle, Kalabalıkla savaşan’’ ve bu savaşta yaralanan
bireyin kaçış noktası başlıkta da görüldüğü gibi ‘‘ Kara taştan kendi yaptığı tapınak’’tır.
Kara Tapınak imgesi şairin kendi içinde kurduğu bir sığınma yeri, bir içe dönüş olarak
yorumlanabilir. Böylelikle kent kavramının karşıtı olarak bu şiirde bireyin iç dünyası
yer almaktadır.
‘‘Atlıkarınca’’(Uyar, 2007:172-173) şiirinde şehir; sarı, utanmaz, geçkin, tozlu caddeler
gibi imgelerle anlatılmaktadır. Kaygı ve sıkıntılarından arınmak için şiir öznesi aşka ve
cinselliğe sığınmak istemektedir.
‘‘Etleri var beyaz gergin sıcaklığı var öp öp ısın
Karanlık sokakları kötü lokantaları ısınmış rakıları
Düşündüm göğsümden iki düğme çözdüm’’
Dizelerinde cinselliğin kent yaşamından bir kaçış olarak görüldüğü hissedilmektedir.
Ayrıca cinselliğin orman, deniz gibi doğayı çağrıştıran imgelerle anlatılması, şiirde bir
tür kent(kültür)/cinsellik(doğa) karşıtlıklarını doğurmaktadır diyebiliriz.
105
‘‘Yeşil Badanada Kurtulmak’’(Uyar, 2007:174-176) şiirinin ilk parçasında köy
yaşamına ve doğa ait unsurlar büyük bir özlemle aktraılmaktadır. Köy ve doğa
yaşamından uzak olan şiir öznesi için şehir, namussuz, anasının gözü, karanlık resim,
tutkusuz, isteksiz ve zifir olarak görülmektedir. Metinde şehir hayatı ışık/karanlık
karşıtlığında karanlık bir izlenim uyandırmakta, doğa ise ışık eşdeğerliğinde
yorumlanmaktadır.. Ancak doğaya ulaşmanın ya da şehirden ayrılmanın mümkün
olmadığı anlaşılınca, tek çare içinde bulunulan mekânı değiştirmek olarak
görülmektedir.
‘‘Durmuyoruz günaşırı duvarlarımızı yeşille maviyle badana ediyoruz.
Durmuyoruz dünyayı yeniliyoruz’’
Dizelerde görüldüğü gibi yaşanılan mutsuzluk karşısında pes edilmemekte ve doğaya
ulaşma adına mücadele verilmektedir. Boya ya da diğer bir ifadeyle resim sanatı
yapaylığı içinde barındırsa da bireyin kendini avutmasında tek yol olarak
gözükmektedir. Böylelikle şiirde kurtuluş olarak görülen doğa ile kültür(şehir) karşıtlığı
karşımıza çıkmaktadır.
‘‘Telefonda İyi Loş Oda’’(Uyar, 2007:183) şiirinde ben/öteki karşıtlığı baştan sonra
şiire hakim olan karşıtlıktır diyebiliriz. Diğer şiirlerin aksine bu metinde öteki
kavramında yer alan siz, şiir öznesinin mutlu olmasında en büyük destekçi olarak
görülmektedir. Sizi andım ışıdım, sizi andım sevindim gibi ifadeler siz kavramının
değerini yansıtmaktadır. Metinde ben≈mutsuz ve yaşam sevincini kaybetmiş
anlamlarını taşımaktadır. ‘‘Beni elimden tutun taş yollardan geçirin evinize götürün su
verin bana’’ dizesinde görüldüğü gibi siz≈umut ve yaşam değerlerini çağrıştırmaktadır.
Şiirin son parçasında yer alan ‘‘Sizi andım kurtuldum’’ ibaresinden sonra şiirdeki
karşıtlığı şöyle formüle edebiliriz:
ben ≈ mutsuzluk+ölüm /siz≈umut+kurtuluş+yaşam
‘‘Büyük Ev Ablukada’’ (Uyar, 2007:186) şiir metni başlığından anlaşılacağı üzere,
şehir yaşamı içinde kendini sıkışmış ve dört bir yanı sarılmış olan bireyin yaşadığı
mutsuzluk dile getirilmektedir.Şehir yaşamının doğal yaşamdan uzaklaşarak taş
106
yığınına, insanı mutsuz hale getiren yapıya dönüşmesinde bireylerin suçlu olduğu şiirde
vurgulanarak, insanlar bu konuda eleştirilmektedir.
‘‘Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan
Bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi
Bu yapıları oniki kat yapmak bizim aklımızdı
Biz kurduk istersek umursamayız ya’’
Dizelerinde şehir yaşamının verdiği olumsuz etkilere her ne kadar umursamamak
bireyin elindeymiş gibi gösterilse de bu gerçekleşememekte, hatta bu mutsuzluk
karşısında sürekli olarak doğaya ulaşma isteği bireyde uyanmaktadır. Netice itibariyle
Turgut Uyar’ın birçok şiirinde olduğu gibi bu şiirde de kent/doğa karşıtlığı diğer bir
ifadeyle kültür/doğa karşıtlığı yer almaktadır.
‘‘Kanlı Oyun’’(Uyar, 2007:185) şiiri ölüm/yaşam teması çerçevesinde şehir hayatı
içinde yaşanan zihin bulanıklığını ve intiharı konu edinmektedir. Metinde ‘kuzu, kuş,
türkü, toprak, hayvan yemleri, otlar’ gibi sözcüklerle köy yaşamını nitelendiren şair için
şehir hayatı sıkıntılı ve çekilmez olmaktadır. Şehirde kendini ‘iğreti’ olarak gören şair
için, köy hayatına kaçışın da imkânı bulunmamaktadır. ‘‘ Sarsmayın iğretiyim daha iyi/
Sonunda belki bulamam/ belki istemem’’ dizeleri de iki yaşam tarzı arasında duyulan
çelişkiyi göstermektedir. Köy yaşamına dönüşün mümkün olmadığı, şehir hayatına da
alışılmadığı bir durumda şair özne, yaşam karşısında çaresi olmayan bir belirsizlik ve
çelişki içindedir. ‘‘Sonunda o en diri anlamına varırım/ Sonunda ölümün yaşamanın
gelip geçmenin’’ ibareleri ânın karamsarlığı ve geçmişe dönüş yolunun bulunmaması
nedeniyle arada kalan şair içine düştüğü boşluk karşısında çaresizdir. Bu boşluk şairi ‘‘
sonunda kanlı oyun’’ dediği intihar yani ölüm ile son bulacaktır.
‘‘Yorgundum Yoktum…’’(Uyar, 2007:188) şiir metni de ‘‘Kanlı Oyun’’ şiiri ile aynı
kavram alanında değerlendirilebilir. Şiir, hayat karşısında yenilginin dile getirildiği
trajik bir örgüye sahiptir. ‘‘Güçsüzdüm isteksizdim kötülüklerle ölümle adamlarla
savaşmaya’’ dizesi yaşam sevincinin yitirildiğini imlemektedir. ‘‘Güneşi Kötü O
107
Evler’’ şiirinde hayatın karanlıkları ve ölüm karşısında savaşmayı çevresindekilere
öğretmeye çalışan şair özne bu şiirde o gücü kendisinde bulamamaktadır. ‘‘O kırallara
benzerdim ki uyruğu dağılmış utancında acısında yenilmenin’’ dizesi ölüm karşısındaki
savaşın kaybedildiğini haber vermektedir. Sanatı, özellikle de şiiri, bireyin ölümü aşma
ve arkada bir iz bırakma isteği olarak tanımlarsak, şiirde, şairin ölüm karşısındaki
yenilgisinin yanı sıra, şiir vasıtasıyla ölümü aşma isteği bulunmaktadır:
‘‘Bir gün bu güzel sizden bu benden ateş kalamayınca ayak sesi kalmayınca
Size yazdığım şiirlerde duyacaklar gözlerinizi kapayıp gülümsediğinizi’’
Böyle bir tanımlama bizi şiir ≈ ölümsüzlük eşdeğerliğine götürecektir.
‘‘Kankentleri’’ (Uyar, 2007:189) şiirinde ise kent/deniz karşıtlığında kent kavramı
ölümü çağrıştıran imgelerle aynı bağlamda gösterilmektedir.
‘‘Kan akıyor penceresi karanlık evlerden
Ölü kadınları üstüne tuğlaların üstüne
Denizse aydınlık ve incili ve mavi taşrada’’
Şiirde yer alan kavram alanlarını şöyle formüle edebiliriz:
Kent ≈ kan + karanlık + sıkıntılı + yer ve gökyüzü karışık(üst üste)/ Deniz ≈ aydınlık +
incili + mavi
‘‘O Zaman Av Bitti’’(Uyar, 2007:190) şiirinde ben/öteki karşıtlığı erkek/kadın karşıtlığı
şeklinde yer almaktadır. Şiirde erkekler ‘‘ eksikli, penceresiz, su içinde, tükenik’’
imgeleriyle olumsuz değerler taşırken; kadınlar ise ‘‘ bütün güçlerin vardığı, bütün
güneşleri getiren, besleyici, kendine yeten’’ nitelikleriyle övülmektedir. Kadın ve erkek
imgeleri metinde karşıtlık oluşturmasına karşın bu karşıtlık duygusu cinsellik
kavramında birliğe dönüşmektedir. Şiirde erkek (güçsüz) + kadın (güç) ≈ cinsellik
eşdeğerliğini oluşturmakta ve hayatın olumsuz yanları bu mutlu birlikteliğin sağladığı
güçle aşılmaktadır.
108
‘‘Kanada Menekşeli İyi Uzun Balkon’’(Uyar, 2007:194-195) şiirinde karşıtlık
düşüncesi görülmemektedir.
‘‘Sigma’’ (Uyar, 2007:196) şiirinde ise kent yaşamının olumsuz etkileri bu sefer da aşka
sığınılarak geride bırakılmak istenmektedir. Kankentleri olarak tabir edilen şehir ölüm
ve sıkıntı ile nitelendirilirken, bunun karşısında aşk yaşatan ve güç veren özellikleri ile
anlatılmaktadır.
‘‘Bütün kurtuluş başlardı ondan
Bütün kurtuluşu ondan yani aşkî karanlıktan’’
Dizelerinde aşkî karanlık olarak imgelenen şehirden kaçış yine bir aşka ancak bu sefer
aydınlık ve ışık imgeleriyle verilen sevgilinin aşkına doğru gerçekleşmektedir. Neticede
şiirde
kent(kültür)≈karanlık+sıkıntı+ölüm
eşdeğerlikleri
ile
sevgili(aşk)≈ışık+mutluluk+yaşam anlamlarını taşımaktadır diyebiliriz.
109
yer
alırken,
Tablo 2: Turgut Uyar’ın Şiirlerindeki Karşıtlıklar
ŞİİRLER
KARŞITLIKLAR
Geyikli Gece
Kültür/Doğa
Öteyi Beriyi Omuzluyorum
Kültür/Doğa
Tel Cambazının Kendi Başına
Söylediği Şiirdir
Tel Cambazının Tel Üstündeki
Durumunu Anlatır Şiirdir
Karanlık/Işık
⎯
Ben/Öteki
Kesiksiz Övgü
Yaşam/Ölüm
Kan Uyku
Biz/Öteki
Yılgın
Doğa/Kültür
Kaçak Yaşama Yergisi
Ben/Öteki
Meymenet Sokağına Vardım
⎯
Üçyüzbin
⎯
110
Yaşam/Ölüm
Tablo2: Devamı
Denize Gidip Dönen Mavilerin
Bire İndirgenen Üçlüğü
Ben/Öteki
Güneşi Kötü O Evler
Yaşam/Ölüm
Işık/Karanlık
Eski Kırık Bardaklar
Yaşam/Ölüm
Köy/Kent
Göğe Bakma Durağı
Biz/Öteki
Akçaburgazlı Yekta’nın
Mahkeme Kararını….
İki Dalga Katı Arasında
Yapacağını Şaşıran…
⎯
⎯
(Bir Kantar Memuru İçin) İncil
⎯
Büyük Kavrulmuş
Kültür/Doğa
Toprak Çömlek Hikâyesi
⎯
Sular Karardığında Yekta’nın
Mezmurudur
Akçaburgazlı Yekta’nın
Yalnızlığına…
Doğa/Kültür
Toplum/Birey
111
Şimdi/Geçmiş
Tablo 2: Devamı
Atlıkarınca
Doğa/Kültür
Yeşil Badanada Kurtulmak
Doğa/Kültür
Telefonda İyi Loş Oda
Ben/Öteki
Kanlı Oyun
Ölüm/Yaşam
Büyük Ev Ablukada
Doğa/Kültür
Yorgundum Yoktum
Ölüm/Yaşam
Kankentleri
Kent/Deniz
O Zaman Av Bitti
Ben/Öteki
Kanada Menekşeli İyi Uzun
Balkon
Sigma
Öüm/Yaşam
Kültür/Doğa
⎯
Kent/Aşk
Karanlık/Işık
Ölüm/Yaşam
Yukarıdaki tabloda da görüldüğü gibi Turgut Uyar’ın şiirlerinin hemen hepsinde kültür
kavramı içinde gösterdiğimiz şehir hayatı ve onun birey üzerindeki etkileri özellikle
olumsuz yönde yer almaktadır. Kentte kendini yalnız ve açmazda hisseden birey için
çoğunlukla doğa bir tür kaçış olarak görülmekte, bunun gerçekleşmediği anlarda ise aşk
ve sevgili imgeleri kurtuluşun diğer yönünü tayin etmektedir diyebiliriz. Şiirlerin anlam
yapısında görülen doğa/kültür karşıtlıkları da bu düşünce ve algı sisteminden
112
kaynaklanmaktadır. Kent yaşamının bireyi yalnızlığa itmesinin asıl sebebi ben ve öteki
ayrımında diğer bir deyişle birey/toplum karşıtlığında görülmektedir. Modernleşme ve
şehirleşmenin
de
beraberinde
getirdiği
iletişimsizlik
kavramı
ben
ile
ötekinin(başkalarının) bağlarını zayıflatmakta ve bireyi iç yalnızlığına sürüklemektedir
diyebiliriz. Buna karşın bazı şiirlerde benin, öteki kavramında gösterilen sevgili ya da
diğer insanlar sayesinde mutluluğu ve hayatı yakalamaya çalıştığını söyleyebiliriz.
Şiirlerde tespit ettiğimiz kültür kavramına ait öğelerin bireyi mutsuz etmesinin yanında
yer yer ölüme eşdeğer özellikler taşıması bu bağlamda dikkat çekicidir. Özellikle kent
yaşamı ve bundan kaynaklanan yalnızlık hissi, karanlık imgesini de eklediğimizde ölüm
duygusunu çağrıştırmaktadır. Bu ölüm duygusunun bertaraf edilmesine yardımcı olan
iki unsur birçok şiirde ortaktır: Doğa ve Sevgili(aşk). Şiirlerde doğaya ait unsurlar ışık
imgesi etrafında verilmekte ve yaşam sevincinin kaynağı olarak gösterilmektedir.
Doğaya ulaşılmanın zor ya da imkânsız olduğu durumlarda ise aşk ve sevgili yaşama
tutunacak bir dal olarak görülmektedir diyebiliriz. Netice olarak Turgut Uyar’ın
şiirlerindeki karşıtlık anlambirimleri şu şekilde gruplandırılabilir:
Ben ≈ Birey / Öteki ≈ Toplum
Doğa ≈ Dağ + Deniz + Mutluluk + Aydınlık / Kültür ≈ Kent + Sıkıntı + Karanlık +
Yalnızlık
Ölüm ≈ Yalnızlık + Aydınlık + Şehir / Yaşam ≈ Doğa + Aşk(Sevgili)
3.3. Edip Cansever’in Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar
İkinci Yeni şiirinin öncüleri arasında gösterilen Edip Cansever 1957 yılında yayımladığı
Yerçekimli Karanfil şiir kitabı ile İkinci Yeni şiir akımında yer almıştır. Kitap 1954–
1957 yılları arasında yazılan şiirden oluşmaktadır. Biz bu bölümde ayrıca 1958 yılında
yayımlanan ‘‘Umutsuzlar Parkı’’ında yer alan şiirleri de ele alarak toplam 22 şiir
inceleyeceğiz.
Kitabın ilk şiiri olan ‘‘Ey’’ (Cansever, 2007:93–94) başlıklı metin ben/öteki karşıtlığını
yapısında bulundurmaktadır. Ben/öteki karşıtlığında ötekinin anlambirimi olan sevgili,
113
bireyin yalnızlık hissini hafifletmeye çalışan kişi konumundadır. Dış dünyaya ait
nesnelerin siz zamiri ile tanımlanmasına ve dışta bırakılmak istenmesine karşın sen
olarak hitap edilen sevgili, karanlık ve sessizlik olarak nitelendirilen yalnızlığın
aşılmasındaki en önemli öğedir diyebiliriz. Dize sonlarında tekrarlanan ‘‘sen dur ey!’’,
‘‘sen kal ey’’ nidaları yardım isteğinin göstergesi olarak yorumlanabilir.
‘‘Şu sen de olmasan insan çıldıracak mı?
Hiç yoktan bir yerlere mi gidecek belki?
Olsun neresi olursa, git karanlık ama git
Gecemizde duranı sen kal ey!’’
Gidilecek yerin de, içinde bulunulan yerin de karanlık ve gece imgeleriyle verilmesi, bir
açmazı yansıtmaktadır. Gece göstergesiyle verilen yeri aydınlatabilecek tek kişi sen
olarak görülmektedir. Edip Cansever’in Yerçekimli Karanfil kitabındaki birçok şiirde
bireyin yalnızlığının ve şehir yaşamı karşısındaki yabancılık hissinin görüldüğünü
söyleyebiliriz. Bu şiirde yalnızlık duygusunun aşılmasındaki tek çare aşk ve sevgi
olduğu ortaya çıkmaktadır. Netice olarak şiirde ben/öteki karşıtlık fikri değil ben ve
ötekinin (sevgilinin) oluşturduğu bir birliktelik düşüncesi bulunmaktadır. Asıl karşıtlık
ise ben/öteki dışında kalan ve siz zamiriyle karşılanan her şeyin ve herkesin arasındadır
diyebiliriz. Bu durumda ben, bize dönüşürken, öteki ise size dönüşmektedir.
‘‘Kesin’’ (Cansever, 2007:95) başlıklı kısa şiirde karşıtlık bulunmamaktadır.
‘‘Aaaa’’ (Cansever, 2007:96) başlıklı şiir soyut/somut karşıtlığını ve bireyin soyut
karşısındaki tavrını yansıtmaktadır.
‘‘ O nasıl şey, bu adam soyut mu ne?
Baksan bir ilgisi var elleriyle
Uzamış, uzamış, uzamış doğrusu elleri’’
114
Beş duyu organıyla algılanan nesnelere ve eşyaya alışık olan birey için soyut, son
derece şaşırtıcı gelmektedir. ‘‘El’’ somut nesneleri tanımlamanın ve algılamanın bir
aracıdır. Ancak somut olan insanın metinde soyut olarak verilmesi bir tür karşıtlık da
oluşturmaktadır.
‘‘ Konuştum konuşmuyor
Dürttüm dürtülmüyor’’
Dizelerinden sonra somut olan insan soyut olarak tanımlanmaktadır diyebiliriz.
Karşısındaki insan ile soyut olduğu için iletişim kuramayan özne böylelikle kendi
varlığından da şüphe etmekte ve kendi varlığını doğrulayamamaktadır diyebiliriz.
‘‘ Şaşırdım, yokladım kendimi iyice’’
Nitekim şiirde ben/öteki karşıtlığı ortaya çıkmakta ve öteki, öznenin varlığını
tanımlamasına yardımcı olan birey olarak değer kazanmaktadır. Şiirde soyut somut
karşıtlığı ile birlikte ben/öteki karşıtlığı da anlam yapısında bulunmaktadır diyebiliriz.
Aşk temasıyla örülmüş olan ‘‘Aşkın Radyoaktivitesi’’ (Cansever, 2007:97) başlıklı
şiirde, aşkın birey üzerindeki etkileri dile getirilmekte ancak herhangi bir karşıtlık
unsuru şiirde bulunmamaktadır.
Yaşama sevinci ile ölüm korkusu arasındaki çelişkinin yüzey yapıda değer kazandığı ilk
şiir ‘‘Yangın’’dır (Cansever, 2007:98) ‘‘dikkat!’’ ünlemleriyle okuyucunun dikkatini
yaşamın çeşitli halleri üzerine çeken şair özne şiirin son bendinde ‘‘Bir gün ölümü
beğenmiyecekseniz dikkat’’ uyarısı ile ölümün aslında beğenilen ve beklenen olma
özelliğini vurgulamaktadır. Yaşamın olumsuz yönleri ve yaşam sevinci son bende kadar
şiirde iç içe verilmiştir. Ancak ölüm konusundaki ‘‘ ölmeyin kolayla’’ uyarısı ile
yaşamın ve yaşam sevincinin bütün olumsuzluklara rağmen bireyde bulunmasına
gönderme yapılmıştır.
‘‘Var Var’’ (Cansever, 2007:101) başlıklı şiirde varlık/yokluk çelişkisi ilk anda dikkati
çekmektedir. Var ve yok sözcüklerinin çelişkili kullanılmasının ardında metinde yer
alan ‘el’ imgesi dokunma duyusuyla birlikte bireyin kendini ve kendi varlığını
115
tanımlamada bu duyuya ihtiyacı olduğunu göstermektedir. Böylelikle ben/öteki
karşıtlığında yer alan öteki kavramı, benin varlığını tanımlayana ve tamamlayan bir
kavram
durumundadır
diyebiliriz.
Bu
bağlamda
varlık/yokluk
çelişkisinin
çözümlenmesi için ben/öteki karşıtlığında bulunan ötekin var olması gerekmektedir.
‘‘Yerçekimli Karanfil’’ (Cansever, 2007:103) şiiri aşk teması etrafında ben/öteki
karşıtlığını anlam yapısında bulundurmaktadır diyebiliriz. şiirde öteki kavramında
görülen ‘sen’, bireyin mutluluğunun sebebi olan sevgili konumundadır.
‘‘Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce’’
Dizelerde ben ve öteki kavramlarının bir birliktelik oluşturduğu anlaşılmaktadır.
Ben/öteki karşıtlığının bir birliğe dönüşmesini sağlayan unsur ise beyaz imgesiyle ifade
edilen aşktır. Netice olarak şiirde ben/öteki karşıtlığa bize dönüşmektedir diyebiliriz.
‘‘Tüfekkk’’ (Cansever, 2007:105) şiirinde herhangi bir karşıtlık yer almamaktadır.
‘‘Güzel Atomların Yaptığı Ayak’’(Cansever, 2007:107) şiirinde ‘el’ imgesi
çerçevesinde
soyut/somut
karşıtlığı
oluşmaktadır.
‘‘Bir
menekşe
duyuyorum
ellerimsiz’’ dizesi soyut algılama fikrini taşımakta ve zihinde düşünce yoluyla beliren
her şeyin gerçekten daha mutluluk verici olduğu görülmektedir.
‘‘O kadar güzel ki, Amerika bile güzel
Sen bile güzelsin bensizce
Atomlar bile güzel
Moleküller bile’’
116
Dizelerinde
soyut
olan
nesnelerin
gerçeğinden
daha
güzel
olduğu
hissini
uyandırmaktadır. Ancak dokunma duyusuyla algılanan nesnelerin bireyde korku
yarattığı görülmektedir. Doğal olarak dokunma duyusu da ben dışında kalan nesnelerin
tanımlanmasını ve iletişimi simgelediği için ben/öteki karşıtlığından da söz edebiliriz
‘‘Bir menekşe duyuyorum ellerimle
Molekül duyuyorum
Bir atom
Korkunç’’
Şiirin bu iki bendi arasında soyut somut çatışması yer almaktadır. Nitekim şiirin anlam
yapısını da soyut/somut ve gerçek / hayal karşıtlığına dayandırabiliriz.
‘‘Alüminyum Dükkân’’ (Cansever, 2007:111) başlık metinde öteki kavram alanına ait
olan
nesneler
benin
kendini
tanımasına
ve
tanımlamasına
kaynak
olarak
gösterilmektedir. Metinde öteki kavram alanında yer alan bütün olgular, olaylar ve
nesneler ‘bu’ işaret sıfatıyla gösterilerek bireyin bunlara aşina olduğu vurgulanmak
istenmiştir. Bütün bu imgeler insanın kendi varlığını tanımlamasında etkin rol
oynamaktadır. Ancak benin kendini tanımasında asıl önemli olan kanun imgesiyle
gösterilen akıl ve sezgidir. Nitekim kendini tanımlama adına birey doğa karşısında
etken bir durumda yer bulunmaktadır. Bireyin de varlığını tanımlama adına yaptığı her
türlü müdahale doğayı ve yaşamı değiştirmektedir. Buna bağlı olarak dönüşümlü bir
etkileşim ortaya çıkmakta, birey kendini tanımlarken yavaş yavaş da değişmeye
başlamaktadır. Şiirin son dizesinde yer alan ‘işte bu yeninin yenisi insan’ ibaresi bunun
göstergesidir. Yeni insanın
‘Dizilmiş kutu, Bükülmüş teneke, Alüminyum dükkân’
imgeleriyle verilmesi onun doğallıktan yapaylığa yönelerek olumsuz bir konuma
geçtiğini imlemektedir. Neticede metinde ben/öteki karşıtlığı ile birlikte doğa/kültür
karşıtlığı da derin yapıda karşımıza çıkmaktadır.
‘‘Horozla Merdiven’’, ‘‘Buz gibi’’ ve ‘‘Kaybola’’ şiirlerinde ikili karşıtlık öğesi
bulunamamıştır.
117
‘‘Gözleri’’(Cansever, 2007:122) şiiri de ‘‘Yerçekimli Karanfil’’ şiiri ile aynı anlam
yapısındadır diyebiliriz. Aşk unsuru etrafında ben ve öteki(sevgili) birlik oluşturma
isteğindedir. Şiirde göz ve el imgeleri hem sevgili ile kurulan iletişimi çağrıştırmakta
hem de sevgili karşısında benin kendi varlığını tanımlamasında yardımcı olmaktadır
diyebiliriz.
‘‘Bakmalar Denizi’’, ‘‘Uyanınca Çocuk Olmak’’ve ‘‘Borozan’’ şiirinde karşıtlık
düşüncesi bulunmamaktadır.
‘‘Amerikan Bilardosuyla Penguen I’’ (Cansever, 2007:137) isimli şiirde ölüm ‘‘Elleri el
gibi kocaman/Beyaz bir noktada gibi kocaman’’, ‘‘ Biriyle kendini artırıyor
durmadan’’, ‘‘ Günümüzden sesler alıyor’’, ‘‘Ölü bir korkunçluğu taşıyor’’ ifadeleri ile
nitelendiriliyor. Bu benzetmeler ve tanımlamalar şair öznenin ölüm karşısındaki
korkusunun ve sıkıntısının göstergeleridir. Ölmenin ve öldürülmenin ‘‘duvarlar gibi’’
yıkılamaz bir gerçek olduğu şiirin son kısmında çaresizlikle kabulleniliyor. Şiirde ölüm
≈ katil + korkunç + tam-tam anlambirimleri ile yüzey yapıda belirmektedir. Bunların
yanı sıra ölüm, sonsuza geçen bir yolculuk ve ‘‘ kendisiyle bırakılması insanın’’ gibi
özellikler de taşımaktadır. Bu durumda ölüm ≈ sonsuzluk + yalnızlık / yaşam ≈ sonlu
karşıtlığı derin yapıda anlam kazanmaktadır. Şiirin son iki dizesindeki ‘‘Doğrusu
elinizden ne gelir ki/Siz dolgun yaşamaya bakın günleri’’ ifadeleri ölüm karşısındaki
çaresizliği ve yaşam sevincini anlatmaktadır.
10 ayrı metinden oluşan ‘‘Çember’’ (Cansever, 2007:145–155) şiirinin ilk iki
parçasında dünya ve yaşam çember imgesi ile aktarılmaktadır. Göğün ve dünyanın buna
bağlı olarak da yaşamın bir doğrunun ilk başladığı yere dönüş olarak tanımlanması bir
kısır döngü içine sıkışmış bireyin hayatı algılama biçimini göstermektedir.
‘‘Evet, bakalım insan nereye gidecek
Ben omuzlarımı alıp sıkıntıya giderim
Bir asker kışlaya döner
Sonra çok olağan bir şeymiş gibi
118
Yerine yer koyarak biraz
Bir şehir kendine ilerler
Böylece ama böylece
Gittikçe daraltır bizi o siyah
O büyük milyonerli çember.’’
Dizelerinde hissedilen dünyada sıkışıp kalmışlık duygusu, yaşamın bir siyah çember
olarak tarif edilmesiyle sonuçlanır. Yaşamın ≈ sıkıntılı ve siyah bir çember olarak değer
kazanmasına karşılık metinde ölümün bir kurtuluş, bir kaçış olarak görüldüğüne dair en
ufak belirti yoktur. Ancak metnin ilk parçasında insanın dünyanın orta yerinde kaldığını
ifade eden şair ‘‘ Ben/ Yani çok değişik bir sokağı yakalamış bulunan/ Kullanmak için
yaşayıp ölmeye’’ dizesiyle kendini diğerlerinden ayırmakta, böylelikle de şairin
ben/öteki karşıtlık algısı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca ‘değişik bir sokak’ olarak gördüğü
kendi dünyasını ise sadece yaşanıp ölünen bir yer olarak basitleştirmektedir.
‘‘Umutsuzlar Parkı’’ (Cansever, 2007:159–185) şiiri 14 ayrı metinden oluşmakta ve
birden fazla karşıtlığı yapısında bulundurmaktadır. Şiirin ilk parçasında (s.159)
doğa/kültür karşıtlığı kent/park karşıtlığı olarak değerlendirilebilir. Metinde park imgesi
belli bir zaman için bile olsa kent yaşamının yaratmış olduğu sıkıntıdan kurtuluşun
göstergesi konumundadır. ‘‘ Dağınık Mavisiyle gözlerinin/ Sevgi vermez kadın
uçlarıyla/ Korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak/ Eskimiş, kurtlanmış ikonlarıyla
kiliselerinin/ Yalvaran bakışlarıyla – Nasıl da sevimsiz!/ En kötüsü belki de en kötüsü/
Bir duygu açlığıyla soluyarak’’ dizeleriyle tanımlanan insan bu sıkıntıdan kurtulmak
için ‘‘parklara yerleşiyorlar – parkın onları çağıran köşelerine’’. Metinde birkaç defa
tekrarlanan ‘sıkıntı’ ibaresi toplum ve şehir hayatının şair özne üzerinde oluşturduğu
baskıyı göstermektedir diyebiliriz. Ancak bu sıkıntının en büyük sebeplerinden biri
toplum ve kent yaşamın yarattığı iletişimsizlik ve sonucunda ortaya çıkan yalnızlık
duygusudur. İnsanın ‘duygu açlığı’ ile parka sığınmasının nedeni de aslında budur. Park
imgesinin metinde doğa kavramına bir gönderme olarak yer almasının yanı sıra,
dinlenme ve gezme amacıyla gelen insanları bir arada toplayan hatta bir tür iletişimin
119
sağlandığı yer olarak da yorumlanabilir. Metinde, kent ≈ yalnızlık + iletişimsizlik / park
(doğa) ≈ aynı amaçla gelen insanların toplandığı yer, karşıtlığı bulunmaktadır
diyebiliriz.
‘‘Umutsuzlar Parkı’’ şiirinin ikinci parçasında (Cansever, 2007:160–161) ben/öteki
karşıtlığında değerlendirilebilecek birey/toplum karşıtlığı yer almaktadır. Metnin ilk
bendinde yer alan ‘‘ İş edinmişim kimsesizliği/ kendimi saymazsam’’ ibaresi toplum
karşısındaki bireyin yalnızlığını ifade etmektedir. Fakat bu yalnızlık bireyin kendi
seçimidir. Şair özne ‘herkese bağlı’ olduğu gerekçesiyle ‘kendini’ dahi kabul
etmemekte ve kendini toplumdan soyutlamaya çalışmaktadır. Şiirde bulunan ‘pencere
ve cam’ imgesi dış dünyaya açılma özelliği bakımından topluma hayatına bir gönderme
olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda yer alan ‘‘ Açınca camları – diyelim camları açtık
ya sonra? / Sonrası şu: ben bir camı, bir perdeyi açmış adam değilim / Biilrim ama çok
bilirim kapadığımı / Öyle iş olsun diye mi, hayır! / Bilirim içeride kendimi bulacağımı’’
dizeleri şairin bilinçli olarak kendini toplumdan soyutlamaya çalıştığını göstermektedir.
Tabii ki bunun asıl sebebi kendisini herkesten bağımsız olarak tanıma ve bulma
çabasıdır.
Böylelikle
metnin
temelinde
ben/öteki
karşıtlığında
benin(birey)
ötekinden(toplum) bağımsız olarak hatta ben/ben karşıtlığına dayanarak varlığını
tanımlama girişimi görülmektedir diyebiliriz.
‘Umutsuzlar Parkı’ şiirinin üçüncü parçası da (Cansever, 2007:162) aynı anlam yapısına
sahiptir. ‘‘Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan/ Ve geçilmiyor ki benim/
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan’’ dizelerindeki imge yapısı benin
kendini bir türlü aşamadığını ve dışarıdaki nesnelerden farksız olarak algıladığını
göstermektedir. Bu nedenle de şair ‘onlar’ diye tabir ettiği toplumdan yapayalnız olan
kendini ayırmaktadır.
Şiirin daha sonraki parçalarının temelini ‘kuşku’ kavramı oluşturmaktadır. ‘‘Sanki biz
olmayan insanlarız biraz da kuşkuluyuz/ Ya da çok kuşkuluyuz’’ dizeleri bireyin kendi
varlığından bile duyduğu kuşkuyu göstermektedir. Metnin devamında hayatın iyi ve
kötü yanları iç içe anlatılmakta ve hemen her bendin sonunda ‘‘bitmedi şaşkınlığımız’’
ibaresi bulunmaktadır. Bu durum şiirde, kendi kendiyle kalamadığı için kendini
tanımayan ve hayatın getirdikleri karşısında şaşkın bir duruma düşen bireyin yaşadığı
120
sorun olarak görülmektedir. Bunun diğer bir sebebi ise ‘‘alıştık sadece bir türlü
bakıyoruz’’ ifadesinde olduğu gibi var olanı kabul etmek ve ona farklı açılardan
yaklaşamamaktır.
‘‘Çoğullama’’ (Cansever, 2007:186–188) başlıklarıyla kitapta yer alan üç ayrı şiirde ise
boşluğa düşmüş bireyin yaşamı bir tür ıstırap olarak görmesi ve yavaş yavaş tükenmeye
başlaması trajik bir şekilde aktarılmıştır. Metnin ilk bendinde dile getirilen, hayata
tutunma adına yapılan her tülü hamlenin ‘‘ Ama biliyorsunuz ki gene de/ Hepimiz, işte
hepimiz/ Bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde’’ dizelerinde görüldüğü gibi hayatı
harcama ve tüketme olarak görülmesi, hayatı algılama ve anlamlandırma konusundaki
umutsuzluğun göstergeleridir.
‘‘ Gözler mi? Tavana dikili; hayır; pencereye
Yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde
Çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kapkacak ağızları
Mağaralar, denizler, gökyüzleri değil de
Bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o
Orman, dağ, kısacası evrenle.’’ (s.186)
Yaşam ≈ yangın + sürgün + yağma gibi olumsuz değerler kazandığı bu dizelerde,
doğaya dair hiçbir öğenin de bu boşluluğu dolduramayışı; yaşamın ölümle eşdeğer
görüldüğü bir algının dışa vurumudur diyebiliriz. Ölüme eşdeğer olarak görülen hayatın
bu denli boş görülmesinin sebebi yine ‘‘Çoğullama’’ (Cansever, 2007:187) başlığını
taşıyan ikinci şiirde az çok aydınlığa kavuşmaktadır.
‘‘ Biz bu lavanta kokularını bilmeden yaşıyoruz
Biz bu tavanı bilmeden eski rengine boyuyoruz
Bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor – acaba?
121
Evet, çok değil onları bilmeden hoşa gideriyoruz
Sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı
Bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin
Kim bilir, belki de biz
Tanrısıyız en olunmaz şeylerin.’’
Dizelerinde sürekli olarak tekrarlanan ‘bilmeden’ ibaresinden de anlaşılacağı üzere;
yaşamın ölümden farksız bir hal almasının en büyük nedeni; onu farkında olmadan ya
da diğer bir deyişle alışkanlıklara bağlı olarak yaşamamızdandır. İnsanı cansız
varlıklardan ayıran en önemli özellik ise ‘‘ farkındalık’’ kavramına bağlı olarak çevreyi,
hayatı neden ve niçinler ile sorgulayarak kendi varlığını tanımlamaya çalışmasıdır.
Ayrıca bu durum varoluşcu absürd duygusuna yani hayatın, varlığın saçmalığı,
kendiliğindenliği düşüncesine dâhil edilebilir. Böyle bir çaba içinde olmayan bireyin
yaşadığını varsıllaştırması zor gözükmekle birlikte o birey için yaşamın ölümden farksız
olduğu düşüncesi ‘‘ Cansız/ Ve gidip geliyoruz dikkatle’’ dizesinde istihzalı bir şekilde
aktarılmıştır. Bunu şöyle formüle edebiliriz:
Yaşam ≈ bilmek + farkında olmak + dikkat / ölüm ≈ bilmemek + alışkanlık +
dikkatsizlik
Diğer bir uzun şiiri olan ‘‘ Sığınak’’ın birinci parçasında (s.191) ben/öteki karşıtlığı
belirgin bir şekilde yer almaktadır.
‘‘Hepiniz, ama hepiniz kendi karanlığını savunacak
Bütün hep kendi karanlığını
Duygular, duygularınız
Gözyaşı, gözyaşlarınız
Kendiniz için olacak’’
122
Dizelerinde görüldüğü gibi her anlamda ben ötekinden kendini ayırmaktadır. Metinde
ben karanlık içinde bulunmakta ve sığınakçı imgesiyle gösterilmektedir. Öteki
kavramında yer alan diğer insanlar ise ‘gün ışığı’ ve ‘umut’ sözcükleriyle
nitelendirilmektedir. Böylelikle ben ≈ umutsuz
+ karamsar + hayattan kaçan
eşdeğerliklerini kazanırken öteki (insanlar) ≈ umutlu + hayatla mücadele eden
anlambirimlerini taşımaktadır.
Umutsuzluğun ve hayat karşısındaki hayal kırıklıklarının dile getirildiği ‘‘Sığınak’’
başlıklı uzun şiirin VI. parçasında (Cansever, 2007:196–197) ise ölüm anlayışı;
Ben/öteki karşıtlığında ötekinin ölüm anlayışını eleştirel bir yaklaşımla ele alınmıştır.
Yaşamda karşılaşılan hayal kırıklıkları ve bunların neticesinde duyulan korku,
tedirginlik gibi duyguların bireyde ölüm fikri uyandırması, hatta ‘‘ akıldan geçen bir
tramvay’’ın dahi insanlarda ölüm düşüncesini harekete geçirmesine şair özne karşı
çıkmaktadır. Metinde asıl karşı çıkılan ölüm değil; ölümün yaşamın olumsuzlukları
karşısında bir kaçış yolu olarak düşünülmesidir. Ölüm, sadece yaşama sevincinin
yitirildiği, yalnızlıkların ve mutsuzlukların başladığı yerlerde değil ‘‘Güzelin en güzel
olduğu yerde/ Hızlının en hızlı olduğu yerde’’ bile bulunmaktadır. Nitekim ölüm iyi ve
kötünün olduğu, güzel ve çirkinin yaşandığı her yerde kaçınılmaz bir mutlak değer
anlamı kazanmaktadır. Metnin son bendinde bulunan
‘‘Hücum öyleyse
Yeniden başlayan şeylere
Hücum!
Daha doğmamış çocuklara
Hücum dallardan önce köklere’’
dizeleri ölüm karşısında yaşam sevincinin ve yaşama tutunma çabalarının nidaları
olarak yorumlanabilir. ‘‘Yeniden başlayan şey’’, ‘‘doğmamış çocuk’’, ‘‘ kök’’
göstergeleri yaşam ≈ umut eşdeğerliği olarak değer kazanırken umutsuzluğun → ölüme
123
dönüşmesi fikrine karşı çıkılmaktadır. Metinde ölüm ≈ mutlak ≈ mutlulukta ve
(u)mutsuzlukta, güzel ve kötü anlarda eşdeğerliği vardır diyebiliriz.
Tablo 3: Edip Cansever’in Şiirlerindeki Karşıtlıklar
ŞİİRLER
KARŞITLIKLAR
Ey
Ben/Öteki
Kesin
⎯
Aaaa
Ben/Öteki
Aşkın Radyoaktivitesi
⎯
Yangın
Yaşam/Ölüm
Var Var
Var/Yok
Yerçekimli Karanfil
Ben/Öteki
Tüfekkk
⎯
Güzel Atomların Yaptığına Bak
Soyut/Somut
Hayal/Gerçek
Alüminyum Dükkân
Ben/Öteki
Doğa/Kültür
124
Soyut/Somut
Ben/Öteki
Ben/Öteki
Tablo 3: Devamı
Horozla Merdiven
⎯
Buz Gibi
⎯
Kaybola
⎯
Gözleri
Ben/öteki
Bakmalar Denizi
⎯
Uyanınca Çocuk Olmak
⎯
Borozan
⎯
Amerikan Bilardosuyla Penguen
Ölüm/Yaşam
Çember
Ben/Öteki
Umutsuzlar Parkı
Kent/Doğa
Çoğullama
Yaşam/Ölüm
Sığınak
Ben/Öteki
125
Birey/Toplum
Yaşam/Ölüm
İncelediğimiz şiirlerden yola çıkarak diyebiliriz ki Edip Cansever’in şiirlerinin anlam
yapısında topluma yabancılaşması nedeniyle, bireyin duyduğu yalnızlık hissi ön plana
çıkmaktadır. Ben/öteki karşıtlığının bir uzantısı olan birey/toplum karşıtlığında
özne(birey) toplum içinde kendini yalnız hissetmekte ve bu duygu çoğu zaman ölüme
eşdeğer görülmektedir. Ayrıca Ben/öteki karşıtlığının yer aldığı şiirlerde öteki
genellikle benin kendi varlığını tanımlamasına yardımcı olan öğe konumundadır. Bu
bağlamda yer alan ölüm/yaşam karşıtlığının temelini de yalnızlık duygusunun
oluşturduğunu söyleyebiliriz. Toplum hayatı içinde kendini değersiz ve yalnız olarak
gören özne çoğu zaman yaşam sevincini kaybetmekte, neticede de yaşam ölümle
eşdeğer özellikler taşımaktadır. Özellikle şehir yaşamının birey üzerindeki olumsuz
etkileri şiirlerde sıkça yer almaktadır. Şehir yaşamının çember göstergesi ile
tanımlanması da bu sıkışmışlığın işaretidir. Bu duyguya bağlı olarak şiirlerde kent/doğa
karşıtlık yapısı karşımıza çıkmaktadır. Doğa böylelikle bireyin boğucu şehir
yaşamından kaçarak rahat bir nefes aldığı yer olarak görülmektedir. Netice olarak Edip
Cansever’in şiirlerinde ben/öteki (toplum/birey) karşıtlığı temel karşıtlık olarak
yorumlanabilir.
3.4. Cemal Süreya’nın Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar
Yayımladığı ilk şiirden itibaren İkinci Yeni şiir akımında gösterilen Cemal Süreya’nın
bu bölümde 1954–1959 yılları arasında çeşitli dergilerde yayımlanan şiirlerini
inceleyeceğiz. Cemal Süreya’nın ilk dönem şiirleri olarak gösterilen bu dönem şiirleri
1958 yılında yayımlanan Üvercinka isimli kitabında yer almaktadır. Hemen hemen aynı
algı sürecinde yazılan şiirler genellikle aşk ve cinsellik teması çerçevesindedir.
‘‘San’’ (Süreya, 2007:11) başlıklı şiir metni aşk ve cinsellik temalarını işlemektedir.
‘‘At’’ ve ‘‘ kuş’’ göstergeleriyle nitelendirilen ‘‘soluk’’, ‘‘kırmızı’’ sıfatı ile bir arada
kullanılmakta ve cinselliği çağrıştırmaktadır diyebiliriz.
‘‘Kırmızı bir at oluyor soluğum
Yüzümün yanmasından anlıyorum
Yoksuluz gecelerimiz çok kısa
126
Dörtnala sevişmek lazım.’’
Ayrıca kuş ve at imgeleri özgürlüğü ifade etmektedir. Buna bağlı olarak şiirde cinsellik
≈ özgürlük anlam yapısı ortaya çıkmaktadır. Nitekim yaşam sevincinin ve mutluluğun
kaynağı olarak cinsellik görülmektedir. Yaşam/ölüm karşıtlığında ölüm kavram alanına
giren göstergeler ise belirtilmemiştir.
‘‘Gül’’ (Süreya, 2007:12) başlıklı şiir metninde ben/öteki karşıtlığında sevgili öteki
kavram alanında yer almakta ancak karşıtlık değil bir birlikteliği imlemektedir.
‘‘Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin’’
Dizeleri şairin yalnızlık karşısındaki korku ve sıkıntısını ifade etmektedir. Daha sonraki
dizelerde sevgili ile değişen şairin algısı ‘‘Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum/
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz’’ dizelerinde görülmektedir. Yalnızlık≈
karanlık/sevgilinin eller≈beyaz olarak yorumlanabilir. Ayrıca ‘sevgilinin elleri’ imgesi
dış dünyanın baskısını hisseden birey için sığınılan bir yer anlamı kazanmaktadır.
Böylelikle Ben ≈ mutsuz + yalnız / Öteki (sevgili) ≈ mutluluk + güven eşdeğerliklerine
gidilebilir.
‘‘Önceleyin’’ (Süreya, 2007:13) şiirini de aynı kavram alanında yorumlayabiliriz. Ben
ve benin yalnızlığını alan, ona korkusuzluk duygusunu kazandıran öteki (kadın)
arasındaki erkek/kadın karşıtlığı burada cinsellik bağlamında birliğe dönüşmektedir. Bu
noktada karşıtlıkların birliği ve birbirini tamamlaması fikri cinsellik kavramında ortaya
çıkmaktadır.
127
‘‘Şiir’’ (Süreya, 2007:14) başlıklı metinde doğa/kültür karşıtlığında kültür kavramına
dâhil olan ahlak ve utanç algısı ile doğa kavramında yorumlanabilecek özgürlük
karşıtlıklarında ortaya çıkmaktadır. ‘‘Boş şehir’’ imgesi birey üzerinde şehir yaşamının
baskısını azaltmakta;
‘‘ Allahtan beni kimse görmüyor
Canımın istediğini yapıyorum
Çırılçıplak sularda yıkanıyorum’’
dizelerinde görüldüğü gibi onu rahatlığa ve özgürlüğe kavuşturmaktadır. Şiirdeki anlam
yapısını şöyle gösterebiliriz:
Doğa ≈ özgürlük + rahatlık / kültür ≈ahlak + utanç duygusu
‘‘Adam’’ (Süreya, 2007:15) başlık şiir şimdiki zamandan geçmişe dönüşü simgeleyen
‘‘hatırlama’’lardan oluşmaktadır.
‘‘Adam ne yapıp yapıp hatırladı
Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar
Bir kadın kim bilir kimin karısı
Adam ne yapıp yapıp hatırladı.’’
Geçmiş zaman/şimdiki zaman karşıtlığında geçmiş ikinci bentte ışık ve yıldız
kavramıyla belirmektedir. Şiirin ilk bendindeki beyaz sıfatını da eklediğimizde şimdiki
zaman ≈ karanlık / geçmiş zaman ≈ yıldızlık + ışık karşıtlığı ortaya çıkmaktadır.
Böylelikle şiirde geçmiş/şimdiki karşıtlığına paralel olarak ışık/karanlık karşıtlığı
görülmektedir.
Aşk ve cinsellik temasını konu edinen diğer şiir ise ‘‘ Güzelleme’’ (Süreya,
2007:16)dir. Metinin ilk parçasında sevgili ile birlikte geçirilen gece dile getirilirken,
128
sevgilinin ‘‘Çocuk’’ göstereni ile karşılanması ise ona duyulan bir sempati olarak
yorumlanabilir.
‘‘Bak bu sensin çocuğum enine boyuna
Bu da yatak olduğuna göre altımızdaki
Sabahlara kadar koynumda yatmışsın’’
‘‘Bak çocuğum kolların işte çıplak işte’’
Netice olarak şiirde cinsellik, ‘‘San’’ şiirinde de görüldüğü gibi yaşam sevincine
dönüşmektedir. Sevgilinin el, göz ve dudakları ise yaşam sevincinin asıl kaynakları
olarak görülmekte, onların olmadığı bir dünya ise mutsuzlukla ifade edilmektedir.
Sonuç olarak cinsellik bağlamında şiirin anlam yapısındaki karşıtlık ölüm/yaşam
karşıtlığı olarak gösterilebilir.
‘‘Aşk’’ (Süreya, 2007:17) şiirinde aşk ve ayrılık temaları geçmiş/şimdi karşıtlığı altında
işlenmektedir. Ayrılık ve kavuşma gibi iki zıt unsuru bir arada bulunduran aşk kavramı
çerçevesinde şiirin ilk parçası ayrılık ve gidişi konu edinmektedir.
‘‘Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.’’
Şiirde ayrılığı içeren ilk dizelerden sonra özne geçmişe dönmekte ve mutlu anıları
düşünerek üzüntüsünü aşmaya çalışmaktadır.
‘‘Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı.
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü’’
129
Şiirde aşk kavramı içindeki ayrılık/kavuşma karşıtlığı ile birlikte metnin genel yapısına
hâkim olan karşıtlık ise ayrılık neticesiyle mutsuz olarak değer kazanan şimdiki zaman
ve mutlu olarak tanımlanan geçmiş zaman arasındadır
‘‘Dalga’’ (Süreya, 2007:18) başlıklı şiirin anlam yapısında karşıtlık oluşturabilecek
kavram alanları bulunmamaktadır.
‘‘Kanto’’(Süreya, 2007:19) şiirinde ben/öteki karşıtlığında öteki kavramında sevgili
göstereni yer almaktadır.
‘‘Ben nereye gittimse bütün zulumlardı
Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm
Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu
Namussuz bir çağ bu biliyorsun’’
‘‘Sen belki de bir resimsin ne haber
Kırmızı bir Beykoz’un yanında duruyorsun
Yapan bir de ağaç yapmış yanına
Dallarına konsun diye kelimelerin’’
Şiirde ben kavramında ‘‘zulum, açlık, kavga, kötülük’’ yer alırken sen ile başlayan
dizede huzuru çağrıştıran öğeler hâkimdir. Ayrıca sen ≈ resim eşdeğerliği bizi ayrı bir
kavram alanına götürmekte ve gerçek/sanat karşıtlığını ortaya çıkarmaktadır. Netice
olarak şiirde ben ≈ gerçek + zulüm + açlık + kavga / sen ≈ resim(sanat) + doğa +
mutluluk karşıtlığı şiirin anlam yapısında yer almaktadır.
‘‘İngiliz’’ (Süreya, 2007:20) başlıklı şiir metninde ilk bentte ‘‘İngiliz’’ göstergesi
ben/öteki karşıtlığını çağrıştırmaktadır. ‘İngiliz’ olarak tanımlanan ötekinin zulmü
karşısında ben bu durumu aşk sayesinde aşmaya çalışmakta, buna bağlı olarak da şiirde
aşk/zulüm(savaş) karşıtlığı belirmektedir.
130
‘‘ Karanlık bastırmış üstümüzü külliyetli miktarda
Alçak sesle konuşuyoruz korkudan değil
Çünkü ne zaman ağzından öpecek olsam
Hele bu ağız onun kendi ağzıysa
Kocaman bir gül yer alıyor arkamızda
Zulma karşı’’
Şiirdeki karşıtlığı şöyle formüle edebiliriz:
Ben + Sevgili (biz) ≈ mutluluk + aşk / Öteki ≈ İngiliz + zulüm
‘‘Cigarayı Attım Denize’’ (Süreya, 2007:21) şiirinde ise aşk teması her türlü sıkıntının
aşılmasındaki en büyük etken olarak görülmektedir. ‘‘ kızgınlık’’, ‘‘huysuzluk’’ gibi
insanı mutsuz edecek davranışlar aşk ile aşılmak istenmektedir. Şiirde aşk günışığı ve
hürlük ve barış gibi değerler kazanmaktadır. Ayrıca şiirin ilk dizesindeki ‘‘ bir
güvercinin uçuşunu bölüşüyoruz’’ ifadesi de sevginin bir tür özgürlük ve paylaşım
olarak algılandığını göstermektedir. Buna bağlı olarak aşk≈güvercin eşdeğerliği de
ortaya çıkmaktadır.
‘‘Şiir ’’(Süreya, 2007:23) başlığı taşıyan şiir metninde ölüm/ yaşam karşıtlığı sevgi ve
karanlık imge alanlarında ortaya çıkmaktadır. ‘‘Umutsuzlukla dolu soyunuk uzakta/
Düştürler karanlıkta aralık aralık/ Düşüp ölenler oldu düştü öldüler’’ dizeleri
umutsuzluk, karanlık gibi sözcüklerin ölüme dönüşmesi ve ölümle sonuçlanmasını
göstermektedir. ‘‘Bir mavi bir gökyüzü aldı çevrelerini/ Sevdiler sonsuz bir maviyle
alıngan/ Sevip yaşayanlar oldu sevdi yaşadılar’’ dizeleri ise ‘‘mavi, gökyüzü’’ imgeleri
eşliğinde sevginin yaşama, yaşamın sevgiyle devamlılığına bir gönderme olarak
yorumlanabilir. Şiirin temelinde hayata bakış açısının ve yaşam algısının önemi de
vurgulanmaktadır. Umutsuzluk + karanlık + mücadele etmeme ≈ ölüme davetiye
çıkarırken; umut (mavi, gökyüzü) + sevgi ≈ yaşamın değerleri olarak anlam kazanır.
131
‘‘Türkü’’ (Süreya, 2007:24) başlıklı şiirde aşk, cinsellik ve para imgeleri birbirleriyle iç
içe kullanılarak aşk ve para diğer bir deyişle doğa/kültür karşıtlığını oluşturmaktadır.
Şiirin ilk parçasındaki karşıtlık sen(sevgili)/öteki kadınlar arasında görülmektedir.
‘‘Bir sürü çiçek ama saydırmaya kalkma
Ayrı ayrı kadınlardan koparılmış’’
‘‘Ben ne kadar öbür çiçekleri denesem
Seninki gül oluyor aralarında’’
Sevgilinin, diğerlerinden gül imgesi ile ayrılmak istenmesi, onun diğer kadınlara karşı
üstün olduğunun da göstergesidir diyebiliriz. Şiirin ikinci parçasında ise sevgili bu kez
güvercin imgesi ile ifade edilmekte ve onun uçsuz bucaksız bakışı, aşk≈sonsuzluk
eşdeğerliği şeklinde yorumlanmaya imkân vermektedir.
Şiirin son parçasında ise para ve maddi hayatın ifadeleri yer alması, maddi/manevi
karşıtlığına yol açmaktadır. Aşk, sevgi gibi manevi hayatın kavram alanında yer alan
ifadelerden sonra maddi hayatın göstergesi olan para imgesi soyut/somut karşıtlığı
olarak da görülebilir. Neticede şiirde maddi/manevi karşıtlıkları bizi bir üst karşıtlık
olan somut/soyut karşıtlığına götürmektedir.
‘‘Elma’’ (Süreya, 2007:25) şiirinde de cinsellik içeren unsurlar şiirin anlam yapısını
oluşturmaktadır. Şiirin ilk kısmında ‘kırmızı elma, kuş, gökyüzü’ imgeler cinselliği
çağrıştıran bağlamlarda kullanılmaktadır. Bu şekilde kullanılmış olması cinselliğin,
sonsuzluk, mutluluk ve özgürlük gibi anlamlar ifade ettiğini düşünebiliriz. Ancak daha
sonra cinsellik, sevgilerin sebil edilmesi olarak tanımlanmaktadır. Böylelikle cinsellik
ile sevgi arasında bir tür çatışma olduğu ortaya çıkmaktadır. Şiirin ikinci parçasında ise
‘‘Hatırlanacak olursa seninle beraber soyunmuştum
Bir kilisenin üstünde
Bir yandan çan çalıyorum büyük yaşamaklara
132
Bir yandan yoldan insanlar geçiyor çoğul olarak’’
Din ve cinselliğin aynı bağlamda kullanılması karşıtlık oluşturmaktadır. Şiirde baştan
sonra kadar hâkim olan ‘elma’ imgesi Hz. Âdem’in yasaklı olan meyveyi yemesi
olayını da çağrıştırmaktadır. Din, cinsellik ve yasak meyve imgeleri böylelikle şiirde
karşıtlık oluşturacak biçimde kullanılmıştır diyebiliriz. Aşk doğanın kavram alanında
yer alırken, buna karşılık gelen din ise kültür kavramı içinde bulunmaktadır. Neticede
şiirde doğa(aşk)/kültür(din) karşıtlığına ulaşabiliriz.
‘‘Sizin Hiç Babanız Ödlümü?’’ (Süreya, 2007:26) şiirinde ölüm ve karanlık imgeleri
karşımıza çıkmaktadır. Ölüm duygusunun ağırlık kazandığı şiirde, bu duygu körlük ve
karanlık gibi değerler kazanmaktadır. Ayrıca ‘‘hamam’’ ibaresi temizliği ve ölünü
yıkanışını çağrıştırmakta, bu durum gökyüzü, pırıl pırıl ve mavi gibi sıfatlarla
nitelendirilmektedir.
Şiirde yaşam sevinci karşısında ölüm özellikle sarsılan dini inancın da neticesinde
öznede korku, üzüntü ve tedirginlik yaratmaktadır.
‘‘Hamza’’ (Süreya, 2007:27) başlıklı şiirde ise ölümün unutulma olarak görüldüğü ön
plana çıkmaktadır.
‘‘Şehir kan kıyametti ayaklarımızda
Gökyüzünü katlayıp bir köşeye koymuştuk
Yıldızlar kaldırımlara dökülmüştü’’
Dizelerindeki ifadeler ölümü çağrıştırmakla birlikte ölüm/yaşam kavram alanının
ipuçlarını vermektedir. Bu şiirde bulunan ve daha sonraki şiirlerde karşımıza çıkacak
olan ‘‘ Gökyüzü, Yıldız’’ imgeleri yaşamın göstergeleri olarak yorumlanabilir. Metinde
ölüm fikri üzerine fazla bir gösterge bulunmasa da ‘‘ Büyük bir ihtimalle ölmüştük/
Yaşayanlar unutmuştu bizi/ Biz öldüğümüzle kalmıştık’’ dizeleri ölümü açıkça dile
getirmektedir.
133
‘‘Hamza Süiti’’ (Süreya, 2007:28) şiirinde karşıtlık oluşturacak herhangi bir unsur yer
almamaktadır.
‘‘Şu Da Var’’ (Süreya, 2007:29) şiir metninin ilk kısmında cinsellik ile birlikte ahlaki
değerler de yer almaktadır.
‘‘Bir de sen var koynumda yatıyorsun
Güzelsin güzelliğin mutlak amenna
Kızlığın masanın üstünde
Kocana saklıyorsun’’
Dizelerde görüldüğü gibi cinsellik, yasak aşk bağlamında bulunmakta, yasak aşkın ya
da sevişmenin doğal karşılandığı ve ‘kızlık’ ibaresi ile de ahlaki değerin sadece buna
bağlı olduğu düşüncesi ağırlık kazanmaktadır.
Şiirin ikinci kısmında da yasak aşk düşüncesi ön plana çıkmakta ve cinsellik deniz
imgesiyle ifade edilmektedir. Yasak aşkın ahlak ve kültür kavram alanına girdiğini
söyleyebiliriz, keza cinsellik de doğa kavram alanına ait olan deniz imgesiyle
yansıtılmaktadır. Neticede ise şiirdeki karşıtlığı şöyle formüle edebiliriz:
Yasak aşk ≈ (ahlak) kültür/cinsellik (deniz) doğa
‘‘Süveyş’’ (Süreya, 2007:30) şiirinde ise cinsellik hayat kadını bağlamında konu
edilmekte, ancak herhangi bir karşıtlık fikri metnin anlam yapısında görülmemektedir.
‘‘Aslan Heykelleri’’ (Süreya, 2007:31) başlıklı uzun şiirin ilk bendinde aşk, aslan
heykeli imgesi ile ifade edilmektedir. Böyle bir düşünce aşk≈güç+sanat(sonsuzluk)
eşdeğerlikleri ile yorumlanabilir. Ayrıca, aşk bir yandan hüzünlü olarak görülürken
diğer yandan şahne sözcüğü ile dile getirilmektedir.
Şiirin ikinci bendinde ise aşk, (şiir)yazma eyleminde, yazarken yeni ifadeler üretmekte
en önemli kaynak olarak gösterilmektedir. Hatta aşk ve yazma eylemi ‘‘olduran, yıkan,
yeniden yapan’’ özellikleriyle eşdeğer görülmektedir. Nitekim sanatın bir tür yeninden
134
üretme, yaratma olduğu fikri burada da aşk bağlamında karşımıza çıkmaktadır. Bu
düşünceye daha sonraki dizelerde cinsellik fikri de eklenerek mutluluk ve yaşam sevinci
yakalanmaya çalışılmaktadır.
Şiirin son bendinde ise aşk≈aslan heykelleri eşdeğerliği ile yüceltilirken, yasak
aşk(cinsellik)≈köpek eşdeğerliğini kazanmakta ve bozulmuş burjuva ahlakı olarak tabir
edilmektedir. Böylelikle ahlak ve kültür kavramı içinde yer alan yasak aşk(cinsellik)
imgesi ile doğanın için var olan aşk arasında bir karşıtlık oluşmaktadır. Neticede
şiirdeki asıl karşıtlığın doğa/kültür karşıtlığı olduğunu söyleyebiliriz.
‘‘Hür Hamamlar Denizi’’ (Süreya, 2007:32) şiirinde cinsellik fikri şiirin son dizesine
kadar hâkim olurken şiirin son dizesinde Enflasyon ve para ibareleri cinsellik düşüncesi
ile çatışma yaratmaktadır. Duyusal ve duygusal bir haz olarak tanımlanabilecek
cinsellik ile maddi hayatın göstergesi olan para, enflasyon imgeleri şiirde karşıtlık
oluşturmaktadır diyebiliriz. Paranın, kültüre ait bir öğe olduğunu düşünürsek, şiirdeki
karşıtlık doğa/kültür karşıtlığı olarak yorumlanabilir.
‘‘Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm’’ (Süreya, 2007:33) şiirinde ise ben/öteki
karşıtlığı Kent kadını/ Anadolu kadını karşıtlığına dönüşmektedir. Şehirde yaşayan
kadınlarla karşılaştırılan Anadolu’da yaşayan kadınlar, olumlu ve olumsuz yönleri ile
şiirde bulunmaktadır. ‘‘Umutsuz sevdalar tutulan’’, ‘‘Ödevleri yenilmek olan hep/
Bıçakla kemik arasında/ Susmakla ağlamak arasında/ Yenilmek’’ imgeleri ile Anadolu
kadınlarının olumsuz gibi algılanan özellikleri, şairin bu kadınlar üzerindeki acıma
duygusunu da göstermektedir. Şehir kadınlarının yapmacık sevgilerine karşı onlar
(Anadolu kadınları) ‘‘Verdi mi adama her şeylerini verirler/ ben gördüm ne gördümse’’
dizeleri ile yüceltilmektedir. Böylelikle Anadolu kadını ≈ çilekeş + sadık/ Kent
Kadınları ≈ dertsiz(rahat) + sevdaları gelip geçici karşıtlıkları derin yapıda değer
kazanmaktadır.
Kısa
bir
şiir
olan
‘‘Afrika’’
(Süreya,
2007:34)
başlıklı
metinde
karşıtlık
bulunmamaktadır.
‘‘Onların Yani Sizin’’ (Süreya, 2007:35) isimli şiirde ben/ öteki karşıtlığı ben/siz(onlar)
şeklinde yer almaktadır. Şiirin ilk bendindeki siz(onlar) kavram alanının simgesi olarak
135
kullanılan ‘‘şarkı’’ imgesi dikkat çekicidir. Şarkı imgesi barış, gökyüzü, dost, sevgili,
yaşamak olarak tanımlansa da bendin sonunda yanılgıya dönüşmektedir. Şarkı imgesini
şiirin karşıtı olarak düşündüğümüzde onun şiire oranla yapay/gelip geçici özellikleri
karşımıza çıkmaktadır. Böylelikle siz(onlar) şarkı ≈ gelip geçici + yapay yanılgı / ben ≈
şiir karşıtlıkları şiirin ilk bendindeki anlam yapısını oluşturur.
Şiirin ikinci bendinde ise ‘‘Sizin, yani onların hayatlarına/ Allahlar girmiş, Allahlardan
kurtulamıyorlar’’ dizesinde görüldüğü gibi Sizin(onların) din kavram alanında
gösterilmesi,
bir
inanca
sahip
olmaları,
ben
ile
aralarındaki
karşıtlığı
temellendirmektedir. Ben ≈ inançsız + dinsiz /Siz(onlar) inançlı + bir dine mensup
karşıtlığı şiirin ikinci ve son bendindeki anlam yapısını oluşturmaktadır. Şiirin geneline
bakıldığında Sizin(onların) din ve şarkı gibi birbiriyle çelişen bir kavram alanında
gösterilmesi, metnin yapısındaki çatışmanın da gösterenleri olarak yorumlanabilir.
‘‘TK’’ (Süreya, 2007:36) şiirinin ilk parçasında genelde zamanın ve mekânın
aşılmasının göstergesi olan ‘at’ imgesi aşkın ve sevginin evrenselliği ile birlikte sonsuza
olan yolculuğunu çağrıştırmaktadır.
‘‘Atlarla. Uzun bacaklı evrensel atlar
Bunlarla gelişiyor sevdamız anlatılamaz
Çocuklarla, kuşlarla, ağaçlarla.
Büyüyen, uçan, dal budak salan.
Yalnız aşkta rastlanan o seçkin nokta.
Aşk sonsuzluğu çağrıştırmakla birlikte kuş, ağaç gibi doğaya ait unsurları da
simgelemektedir. Diğer bir yandan ise metinde doğa aşkı beslemekte ve onu
geliştirmektedir. Hayatın olumsuzlukları karşısında aşk, öznenin kendini bulduğu ve
mutlu olduğu tek nokta konumundadır diyebiliriz. Kadın/erkek karşıtlığının şiirin son
dizesinde cinsellik bağlamında bir tür birliğe dönüştüğünü de söyleyebiliriz. Sonsuzluk,
güzellik ve yaşam sevinci aşk ile sağlanmakta, aşkın ve cinselliğin olmadığı noktada
136
hiçbir şeyin gerçekleşmediği görülmektedir. Neticede aşk teması çerçevesinde şiirdeki
karşıtlık yaşam/ölüm karşıtlığı olarak yorumlanabilir.
‘‘Bun’’ (Süreya, 2007:37) şiirinde aşk ve mutluluk düşünceleri ilk iki bentte ağrılıklı
olarak yer almakta ve huzurun sebebi olarak aşk ve sevgili gösterilmektedir.
‘‘Ablasını o saat meryemsiyorum
Çünkü her kadını meryemsiyorum
Gözleri göz değil gözistan
O müthiş korku saatlerinde
Başını omzuma koymasam olmazdı’’
Daha sonra şiirde aşk ve mutluluk düşüncesine karşıtlık oluşturacak siyasi ve sosyal bir
mesele dile getirilmektedir.
‘‘Renklerinden dolayı okulsuz bırakılan
Zenciler zenciler iki okka zencefil
İntihar süsü verilerek
Güneşin linç edildiği bir akşam’’
Sosyal ve siyasi meselelerin, kültür kavram alanında yer aldığını düşündüğümüzde,
bunların aşk konusu ile aynı bağlamda kullanılması, bu kavramları doğa/kültür karşıtlığı
olarak yorumlamamıza imkân vermektedir.
‘‘Üvercinka’’ (Süreya, 2007:38–39) başlıklı şiir metninin birçok karşıtlığı bünyesinde
barındırdığını söyleyebiliriz. Şiirin ilk kısmında cinsellik mutluluğun temelini
oluşturmaktadır. İkinci kısmında cinselliğin dini açıdan meşru görülmesi, din/cinsellik
karşıtlığını doğurmaktadır.
‘‘Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
137
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa yatmak günah, daha neler’’
Daha önce de dile getirdiğimiz gibi cinsellik doğanın kavram alanında yer alırken, din
kültür kavramının içinde yer almaktadır. Bu açıdan düşündüğümüzde şiirin ilk iki
parçasında doğa(cinsellik)/kültür(din) karşıtlıkları bulunmaktadır diyebiliriz.
Şiirin üçüncü parçasında ise aşk ve buna bağlı olarak cinsellik yaşam sevincinin
kaynağını oluşturan iki öğe olarak belirmektedir.
‘‘Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan’’
Bu dizelerden sonra şiirde aşk≈(mutlu)yaşam eşdeğerliğinin görüldüğünü söyleyebiliriz.
Şiirin dördüncü parçasında ise karşıtlık biz ile ötekiler arasında oluşmaktadır.
‘‘İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar’’
Kurşuna dizilmenin ya da öldürülmenin gerekçesinin verilmediği şiirde, sevgili ve şiir
öznesi dışında kalanlar öteki kavramında yer almaktadır diyebiliriz. Böylelikle biz/öteki
karşıtlığı şiirdeki diğer bir karşıtlık olarak belirmektedir diyebiliriz.
138
‘‘Balazmin’’ (Süreya, 2007:40) ve ‘‘Yazmam Daha Aşk Şiiri’’(Süreya, 2007:43) şiirleri
aşk
teması
çerçevesinde
örülmekle
birlikte,
yapılarında
bulundurmamaktadır.
Tablo 4: Cemal Süreya’nın Şiirlerindeki Karşıtlıklar
ŞİİRLER
KARŞITLIKLAR
San
Yaşam/Ölüm
Gül
Ben/Öteki
Önceleyin
Ben/Öteki
Şiir
Doğa/Kültür
Adam
Geçmiş/Şimdi
Güzelleme
Yaşam/Ölüm
Aşk
Geçmiş/Şimdi
Dalga
⎯
Kanto
Ben/Öteki
İngiliz
Ben/Öteki
139
Işık/Karanlık
ikili
karşıtlık
Tablo 4: Devamı
Cigarayı Attım Denize
Yaşam/Ölüm
Üçgenler
⎯
Şiir
Işık/Karanlık
Türkü
Soyut/Somut
Elma
Doğa/Kültür
Sizin Hiç Babanız Öldü mü?
Ölüm/Yaşam
Hamza
Ölüm/Yaşam
Hamza Suiti
⎯
Şu da Var
Doğa/Kültür
Süveyş
⎯
Aslan Heykelleri
Doğa/Kültür
Hür Hamamlar Denizi
Doğa/Kültür
140
Yaşam/Ölüm
Karanlık/Işık
Tablo 4: Devamı
Nehirler Boyunca Kadınlar
Gördüm
Ben/öteki
Afrika
⎯
Onların Yani Sizin
Ben/Öteki
TK
Yaşam/Ölüm
Bun
Doğa/Kültür
Üvercinka
Doğa/Kültür
Balzamin
⎯
Yazmam Daha Aşk Şiiri
⎯
Yaşam/Ölüm
Ben/Öteki
Cemal Süreya’nın şiirlerinde hâkim olan duygunun aşk ve cinsellik olduğu
görülmektedir. Şiirlerde görülen aşk, çoğu zaman mutsuz hayattan bir kaçış noktası
olarak belirmektedir. Şiirlerinde yer alan karşıtlıkların çoğu aşk ve cinsellik
çerçevesinde görülmektedir diyebiliriz. Ben/öteki karşıtlığında öteki ya sevgili
konumunda beni mutlu eden öğe olarak değer kazanmakta ya da ben ve
sevgilinin(bizin) dışında kalan herkes olarak görülmektedir. Aşkın çoğunlukla doğaya
ait göstergeleri de taşıması doğa/kültür karşıtlığında onun yer aldığı kavram alanını
göstermektedir. Cemal Süreya’nın şiirlerinde ölüm duygusu ya da bu duyguyu
çağrıştıracak karanlık imgelere pek rastlamak mümkün değildir. Ancak şiirlerinde
141
yalnızlık ve aşksızlık ölümle eşdeğer görülmekte, sevgili ve aşk ise yaşam sevincini
sebebi olarak yer almaktadır.
3.5. Ece Ayhan’ın Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar
Ece Ayhan şiirlerini yayımlamaya başladığı 1954 yılından itibaren İkinci Yeni şiiri
içinde anılmış ve öncüler arasında görülmüştür. Diğer İkinci Yeni şairlerine nazaran dil
ve anlam konusunda en uçta bulunan şairdir diyebiliriz. Biz bu bölümde 1954-1959
yılları arasında hemen hemen aynı algı süreci içinde kaleme alınan şiirlerinden ikili
karşıtlıkları anlam yapısında bulunduranları incelemeye çalışacağız. Bu şiirler daha
sonra ‘‘İlk Şiirler’’ ve ‘‘Kınar Hanım’ın Denizleri’’ başlığıyla ‘‘Bütün Yort Savul’lar!’’
kitabında toplanmıştır.
‘‘Bel Kanto’’ (Ayhan, 2007b:11) şiirinde ilk karşıtlık çocuk ve kadınlar arasında
görülmektedir. Çocuklar gül gibi olarak nitelendirilirken kadınlar külüstür sıfatı ile
verilmektedir. Ece Ayhan’in şiirlerinde çocuk genellikle umudun ve geleceğin
göstergesi konumundadır. Şiirdeki diğer karşıtlık ise din ve siyaset kavramlarının bir
arada kullanılmasından doğmaktadır. Din kavram alanına giren Üç Aylar ibaresi
meşrutiyet ile aynı bağlamda kullanılmakta ve din siyaset çatışması ortaya çıkmaktadır.
Dinin ve siyasetin kültür kavramına dâhil olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan şiirdeki
karşıtlık kültür/kültür karşıtlığı olarak yorumlanabilir.
‘‘Beyaz Rus Kadın’’ (Ayhan, 2007b:12) şiirinde din ve cinselliğin aynı bağlamda
kullanılması, bir çatışma yaratmaktadır. Metinde dini öğeleri sarsılmış özne karşımıza
çıkmaktadır.
‘‘ Üç masa ötede Bafra içen bir tanrı
Bacak bacak üstüne atmış
Penceresinde bir şehir şehirde bir sokak’’
Şiirin ilk bendinde Tanrı bafra içen, bacak bacak üstüne atan, daha sonraki bentlerde
ise elişinden ve bozdurup bozdurup kullanılan sıfatlarıyla nitelendirilmektedir. Bu tür
tanımlamalar öznenin sarsılmış olan dini inancının da göstergesi olarak yorumlanabilir.
142
Metinde Beyaz Rus kadın göstergesi hayat kadınını çağrıştırmaktadır. Tanrı’nın onun
peşinde koşması din ile yasak aşk çatışmasını hissettirmektedir. Netice olarak dine karşı
duyulan güvensizlik ve tereddüt, din yerine cinselliğin öne çıkması metinde din/ yasak
aşk karşıtlığına neden olmaktadır. Din, kültür kavram alanında yer alırken, yasak aşk ve
cinsellik ise doğa kavram alanına bulunmaktadır diyebiliriz. Neticede şiirdeki temel
karşıtlık da kültür/doğa karşıtlığı olarak yorumlanabilir.
‘‘Vedha’lardan Birinde’’ (Ayhan, 2007b:13) şiiri de dini değerleri sarsılmış olan ve dini
inançtan yoksun olan öznenin algısı şiirin anlam yapısında görülmektedir.
‘‘ Vedha’lardan birinde Musa kumar oynuyor
Peygamberlik bir meslek oldu’’
Vedha’lardan birinde bir küçük tanrı
Küçük işler için’’
Peygamberliğin meslek olması, Tanrı’nın küçük işlerle uğraşması gibi ifadeler dinin
reddedildiğini de yansıtmaktadır. Şiirde dine karşı bir eleştiri bulunmakla birlikte
siyaset ve rejim de eleştiri oklarının hedefindedir.
‘‘Hangi rejim için
(O kadar çabuk değişiyorlar ki)
Birinci katları dinamitlenmiş evlere benzer yıkılıveririz’’
Hem din hem de siyaset karşısında inançsız olan özne zor durumda ve hatta yıkılmak
üzere olduğunu ifade eder. Böylelikle de öznenin bir tür boşlukta olduğunu
söyleyebiliriz. Şiirdeki anlam yapısında şu eşdeğerlikler belirmektedir:
Din + Siyaset ≈ Güvensizlik
143
Kültür çerçevesinde yer alan din ve siyaset kavramlarının istenilen güveni
sağlayamaması sonucunda doğa, güvenli ve sığınılan yer olarak görülebilir. Ancak
şiirde doğaya ait unsurların yer almaması, böyle bir yoruma pek imkân vermemektedir.
‘‘Sentez’’ (Ayhan, 2007b:19) şiirinde, başlığında bir birlik ve karışım düşüncesini
çağrıştırsa da, şiirin temelinde biz/başkaları arasında karşıtlık olduğu görülmektedir.
Başkasını istek ve düşüncelerini yansıtan, Taşbasması olarak nitelendirilen ‘‘İşkence
Usülleri’’ kitabı, benin üzerinde baskı ve huzursuzluk yaratmaktadır. Şiirdeki işkence ve
sözcüğü, başkasının ben üzerindeki olumsuz etkilerini de yansıtmaktadır.
‘‘Ama biz bu değiliz ki
Daha ilk sayfalarda
Karşımıza çıkıveriyor
Başkasının gözleri
Başkasının ağızları dudakları
Babil’de basılmış
Birer birer açılan
Hayatımıza.’’
Dizelerinde görüldüğü gibi başkası bizin dünyasına ve hayatına yabancı olarak
tanımlanmaktadır. Buna bağlı olarak da şiirdeki karşıtlığın biz/başkası arasında
bulunduğunu söyleyebiliriz. bu yorum da bizi temel karşıtlık olan ben/öteki karşıtlığına
götürmektedir.
‘‘Anahtarlar’’ (Ayhan, 2007b:20) başlıklı şiirde ise birey içinde bulunduğu durumdan
kendini kurtaracak anahtarı aramaktadır.
‘‘Çünkü kapıları
144
Götürüyorlar (öyle yanlış ki)
Cam kırıkları üzerinde’’
Dışa açılmanın simgesi olan kapının götürülmesi, özneyi içe hapsetmektedir diyebiliriz.
Şiirin ikinci bölümünde içeridekiler ve dışarıdakiler kavramlarıyla birey ve toplum
anlambirimleri karşıtlık oluşturacak biçimde kullanılmıştır.
‘‘ İçerdekiler içerde
Dışarıdakiler dışarılarda kalmışlar’’
Böyle bir ayrım bizi ben/öteki temel karşıtlığına götürmekte ve içerde kalan birey
topluma karışmamakta, dışa açılacak anahtarı da bulamamaktadır.
‘‘İskambil’’ (Ayhan, 2007b:21) şiirinde geçmiş/ şimdi karşıtlığı bağlamında hayat bir
kumar olarak görülmektedir diyebiliriz.
‘‘Senin yıldızın
Toprağın altında kalmış
Yirmi yaşında basamakları alfabe gibi sayıyorsun’’
Dizeleri geride bırakılan mutlu geçmişi çağrıştırmaktadır. Yıldız imgesi şans ve bahtın
göstergesi olarak değer kazanmakta ve bu durumun geçmişte kalması şimdiki zamanın
olumsuz olarak yorumlanmasına da yol açmaktadır. Ancak şiirin ikinci kısmında bir
tezat ortaya çıkmakta ve geçmiş zaman da ölü bir hayat olarak görülmektedir.
‘‘Senin geride bıraktığın
Ölünmüş bir hayat’’
Şiirin son bendinde hayat bir iskambil oyununa benzetilmektedir. Yaşamın bir tür
kumar değeri taşımasının yanı sıra din olgusu da özneye aradığı huzuru vermemekte ve
yalnızlığını gidermemektedir.
145
Metinin anlam yapısında yaşam ≈ kumar oyunu eşdeğerliği ortaya çıkarken, ölünmüş
hayat ibaresi yaşam/ölüm paradoksunu, hayatın içinde ölümün bulunduğu düşüncesini
ifade eder. Neticede olarak da metinde bu konuda bir açmaz ortaya çıktığını
söyleyebiliriz.
‘‘Kurtulamayan’’ (Ayhan, 2007b:22) şiirinde ise yaşam/ ölüm karşıtlığında ölüm bir
kurtuluş olarak değer kazanmaktadır.
‘‘Sen kader ağacı değilsin – nedeni bu
Tutkularına bırak kendini
Bir soluk var yaşıyor uzak
Bu daha ölmemişsin demektir.’’
Şiirin ilk parçasında yaşama dair tutkular önem kazanırken, kadere karşı bir savaş da
verilmektedir. Bireyin tutkuları yaşamın bir tür amacı konumundadır. Ancak tutkularına
ulaşamayan özne için intihar ve ölümden başka yol gösterilmemektedir.
‘‘ – hiçbiri açmıyor mu seniVe git bu gelmediğin yere
Kurtulamayan – nedeni bu.’’
Metinin anlam yapısını şöyle formüle edebiliriz:
Yaşam ≈ tutku + soluk almak / ölüm ≈ umutsuzluk neticesi seçilen yol
‘‘Üç Gencin Kalbi’’ (Ayhan, 2007b:23) başlıklı şiirde karşıtlık ben(şair)/öteki arasında
görülmektedir. Metinde öteki kavramında yer alan iki kişi birini sevmeleri ya da birine
âşık olmaları yönü ile şanslı sayılmaktayken, şair öznenin kalbini dilediğine
verememesinden dolayı içler acısı olarak gösterilmektedir. Nitekim ben(şiir öznesi) ≈
mutsuz + acılı eşdeğerliğini kazanırken öteki≈şanslı + mutlu anlam değerini
taşımaktadır.
146
Yalnızlık duygusunu konu edinen ‘‘Islak’’ (Ayhan, 2007b:24) başlıklı şiirde herhangi
bir karşıtlık bulunmamaktadır.
‘‘Fayton’’ (Ayhan, 2007b:37) şiiri ölüm ve intihar temasını işlemektedir. Yalnızlığın
yarattığı melankoli ve esriklik hali, yaşam sevincinin kaybedilmesinin ve intihar
isteğinin asıl nedenidir. ‘‘Gramofon’’ ve ‘‘Fayton’’ imgeleri geçmişin kültürel
yaşantısına bir gönderme olarak şiirde yer almaktadır. Ancak ‘‘intihar karası fayton’’un
ölüm caddelerinde yol alması onu olumsuz bir çağrışım alanında göstermektedir. Şiirin
ikinci bendinde ‘‘çiçek, bahçe, Cezayir menekşesi’’ gibi göstergeler yaşamı imlerken ‘‘
tabanca’’ imgesi intiharı ve ölümü çağrıştırmaktadır. Şiirin son bendinde bulunun
‘‘intihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte’’ dizesindeki imge yapısı dikkat
çekicidir. ‘At’ imgesi zaman ve mekânı aşmanın göstergesi olarak değer kazanırken,
intihar karası faytonun göğe ağması yani yükselmesi, yaşamdan ölüme doğru giden bir
yolculuk olarak değerlendirilebilir.
‘‘Kınar Hanım’ın Denizleri’’(Ayhan, 2007b:38) şiir metninin ilk bendinde gülümseyişin
çakıl taşlarına benzetilmesi ve dipsiz kuyulara su olma imgesi, mutsuzluğun göstergesi
olarak yorumlanabilir. Deniz imgesi ile su imgesi şiirde karşılaştırılmaktadır. Denizin
insanı mutlu etmesine karşın, dipsiz kuyularda su olarak yer alan özne için yaşam da
olumsuz değerler kazanmaktadır. Üzüncün sökün etmesi neticesinde yaşam bir kuyu
olarak algılanmaktadır. Şiirde kuyu olarak görülen yaşam ile sonsuzluğun ifadesi olan
deniz karşıtlık oluşturmaktadır diyebiliriz. Nitekim yaşamının ölüm gibi algılanması
şiirde bir tür ölüm/yaşam paradoksuna da sebep olmaktadır.
‘‘Kudüs Fareleri’’ (Ayhan, 2007b:39) şiirinde ise vebalı gecelerden kurtuluşun çaresi
olarak ölüm görülmektedir. Yaşamın ve yalnızlığın günahkâr olarak görülen insan
üzerinde yarattığı olumsuz etki ‘‘uyluk kemiğiyle acı çekecek saraylarında’’ dizesi ile
yansıtılmaktadır.
‘‘arsenik götüren bir uşak
Vebalı gecelerden
(makasla kesilmiş sarı bir ay)
147
Kurtulacaklarına
İnanırlardı’’
Dizeleri intiharı çağrıştırmaktadır. Saray imgesi insanlardan kopukluğu ve uzak oluşu
imgelemekle birlikte yalnızlığında göstergesi olarak da değer kazanır. Şiirde yaşam ≈
vebalı + mutsuz / ölüm (intihar) ≈ kurtuluş karşıtlıkları yer almaktadır.
‘‘Ecegiller’’ (Ayhan, 2007b:40) başlıklı kısa şiirde ise şimdiki zamandan mutsuz olan
öznenin geçmişe duyduğu özlem dile getirilmektedir
‘‘Sam yeli de dalgınlıklarla bir çocukmuş
Eğilip barışlıklar çizermiş evler üzerine
Nasıl bir ağaçdıysak çocukken
Tümleçleri özneleri nasıl unuttuysak denizde
Turunç olmak istiyoruz yine turunçuz da.’’
Metinde çocukluk ağaç imgesiyle verilmektedir. Tümleç ve özne dilbilgisi kuralarını
çağrıştırmakta, deniz ise kuralsızlığın ve özgürlüğün temsilcisi olarak yer almaktadır.
Metinde özellikle turunç olma isteği görülmektedir ki, turuncun kışın dahi yaprağını
dökmeyen bir ağaç olduğu düşünülürse, her zaman canlı ve mutlu kalma isteğini
imlemektedir diyebiliriz. Ayrıca şiirin ilk dizesinde çocuk ≈ barış eşdeğerliği de
bulunmaktadır. Bütün bu unsurlar düşünüldüğünde şiirde şimdi ile geçmiş zaman
(çocukluk) arasında bir tür karşıtlık oluştuğunu söyleyebiliriz.
‘‘Kötü İlgilerin Gidişi’’ (Ayhan, 2007b:41) şiirinde şimdiki zamanda yaşanan
olumsuzlukların ve kötülüklerin, geçmişte yaşanan mutlu anıları da gölgede bıraktığı
hatta yok ettiği anlaşılmaktadır.
‘‘Buruk bir ezgi seziliyordu içlerinde
Kinleri gibi renk renk
148
Ölmüş atlarını bırakıp
Tahta pabuçlarıyla gittiler
Gözlerinde frank krallarının eski hüznü’’
Metnin ilk bendinde hissedilen mutsuzluk buruk bir ezgi ve kin ibareleri ile
verilmektedir. Tahta pabuç imgesi gidilen yolun zorluğunu göstermekle birlikte ‘at’ın
yerini alması bir tür yapaylığı da çağrıştırmaktadır diyebiliriz. Nitekim geçmiş ile şimdi
arasındaki karşıtlık da buradan doğmaktadır. Metinde şimdi kavramı doğal olandan
uzaklaşmanın ve yapay(kültürel) bir hale dönüşmenin göstereni olarak değer
kazanmaktadır. Şiirin son bendi şimdiki zamanın bu yönünün geçmişe ait izleri de
sildiğini ifade etmektedir.
‘‘ anıların ayrıntısı
Ve burada bir sürü şarkı kaldı
Kumsalda kocaman izlerini siliyor deniz’’
Netice
olarak
geçmiş/şimdi
karşıtlığı
doğallık/yapaylık(kültürel)
karşıtlığından
kaynaklanmaktadır yorumunu getirebiliriz.
‘‘İbraniceden Çizmek’’ (Ayhan, 2007b:42) şiirinde doğa/kültür karşıtlığı kent/doğa
karşıtlığı şeklinde belirmektedir. Şiirin ilk bendinde yer alan ‘‘Bacaklarım uzun/ nereye
gitsem uzun/ nereye gitsem gelip beni buluyor’’ dizelerinde şair öznenin kendi
vücuduna ait unsurlardan kurtulmak isteyişi, kendi varlığından duyduğu sıkıntıyı
göstermektedir. ‘‘Bu kente bir güvercin çizmek/ Güvercinin gözlerini çizmek/ bir
güvercin’’ dizelerinde ‘güvercin’ imgesinin, Ece Ayhan’ın diğer şiirlerindeki bağlamı
da düşünüldüğünde, doğanın ve mutlu yaşamın göstergesi olarak yorumlanabilmektedir.
Daha sonraki bentte yer alan ‘‘ Bir duvar boyunca ağaç serinlik/ bir ses çiziyorum’’
dizeleri de göz önüne alındığında birey, var oluş sıkıntısı ile birlikte kentin üzerinde
yarattığı baskıyı aşmak için doğaya ulaşma çabasındadır. Ancak ‘çizmek’ eylemi bizde
149
resim sanatının çağrışımlarını da uyandırmaktadır. Resim, bir tür yansıtma olduğu için
gerçekten bir adım uzak ve yapay olarak düşünülebilir. Böylelikle şiirin derin yapısında
doğal/yapay karşıtlığı ile birlikte bu çizimin ötekinin kavram alanında bulunan
‘İbraniceden’ olması bent/öteki karşıtlığını da karşımıza çıkarmaktadır.
‘‘Cambazlar Çadırı’’ (Ayhan, 2007b:43) başlıklı şiirde karşıtlık düşüncesi yer
almamaktadır.
‘‘Akdeniz Pencereleri’’(Ayhan, 2007b:44) şiirinin ilk dizesi ‘‘Açın pencereleri açın/
akdeniz’de sabah oluyor’’ dizeleri kent yaşamından doğaya, denize açılmanın ifadesi
gibidir. ‘‘Kıvanç duyuyorum bu akçalı güneşten’’ ibaresi şair öznedeki mutluluğu
gösterirken ‘‘çürümüş bankalar borsalar/ birazdan açılacak yeryüzüne’’ imgeleri kent
yaşamının şair özne üzerindeki olumsuz intibasını yansıtmaktadır. Neticede şiirde
doğa/kültür karşıtlığının temelini madde/mana kavramları oluşturmaktadır diyebiliriz.
Banka, borsa gibi imgeler maddi hayatın gösterenleri olarak değer kazanırken, bunların
doğada yer almayışı, maddi yaşamdan sıkılan bireyde doğaya kaçma arzusu
uyandırmaktadır.
‘‘Çocukların Ölüm Şarkıları –I-’’ (Ayhan, 2007b:45) şiiri başlığından anlaşıldığı gibi
ölüm ve karamsarlık temasını taşımaktadır. Dış dünyadaki unsurların ‘ölümcül, çivitsi,
üzünç yüklenmiş’ gibi ibarelerle tanımlanması, bakış açısındaki karamsarlığın
göstergeleridir diyebiliriz. Şiirin son parçasında evin ‘külrengi’ imgesiyle ifade
edilmesi, ‘ölüm şarkılarının’ sona ermesi, içinde bulunulan durumu yansıtmakla birlikte
yaşam sevincinin de yavaş yavaş kaybedildiğini sezdirmektedir. Nitekim şiirin anlam
yapısı da ölüm/yaşam karşıtlığını barındırmaktadır diyebiliriz.
Şairin ‘‘Kambiyo’’ (Ayhan, 2007b:46) başlıklı şiir de aynı kavram alanına sahiptir. İlk
bentte bulunan ‘‘sterlin, dolar, lira’’ gibi imgeler maddi hayatın göstergeleridir. Bu
maddi hayat karşısında şair ‘‘geceleri kapkara düşünceli’’dir. İkinci bentteki ‘‘öznel
pencereler bir de kent dikkat ettinse/ neden böyle çırılçıplak olduğumuzu/ şimdi daha iyi
anlıyorsun değil mi/ neden dövülmüş kadın’’ dizeleri kent yaşamının yarattığı etkiyi
şiddet imgesi ile daha da arttırmaktadır. ‘‘gölgesiz, bomboş, yenilmiş, pabuçlarımı
sürüyerek’’ gibi ibareler dışarısının (sokak/kent) şair özne üzerindeki izlerini
yansıtmaktadır. Bu bağlamda metinde bulunan ‘ev’ imgesi de dışarıdan(sokak) içe (eve)
150
kaçışın göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ancak son dizedeki ‘ bin yıldır şapkasız
eve pencerelere dönemiyorum/ istemiyorum biliyorsun’ ifadesi iç(ev) /dış(sokak, kent)
karşısında ‘eşikte’ kalmış bireyin yaşadığı çelişkiyi de göstermektedir.
‘‘Okarina’’ (Ayhan, 2007b:47) şiirinde yaşamın birçok yönü çeşitli karşıtlıklarla ele
alınmıştır. Şiirin ilk parçasında çoğunlukla geleceğin ve umudun simgesi olan ‘çocuk’
imgesinin katran ağaçlarının altında ve penceresiz olarak nitelendirilmesi, avuçlarında
yosun balıklı bir göl olması, negatif çağrışımlar uyandırmaktadır. Şiirin daha sonraki
dizelerinde yer alan ‘kalde geceleri gibi karanlık’, ‘diri diri toprağa gömüyorlar’,
‘sessizce
bitiveriyor’,
‘icra-iflas
duası’
gibi
ibarelerin
ölümü
çağrıştırdığını
söyleyebiliriz.
İtalyan halk şarkısı olarak tanımlanan okarina, şiirde hayat kavramıyla eşdeğer bir
anlam taşımaktadır. Şiirin sonunda okarinanın limonsu sıfatıyla nitelendirilmesi, ayrıca
gülmeyi ve ağlamayı içinde barındırması, hayatın içinde güzellikler ile birlikte
kötülüklerin, yaşam ile birlikte ölümün de var olduğuna bir gönderme olarak
yorumlanabilir. Sonuçta şiirde ağırlıklı olarak ölüm ve yaşam duyguları ön plana
çıkmakta, bu da metinin yapısında ölüm/yaşam karşıtlığının bulunduğunu bize
göstermektedir.
‘‘Bir Elişi Tanrısı İçin Ağıt’’ (Ayhan, 2007b:48) şiirinde de geçmiş(çocukluk) /şimdiki
zaman çatışması yaşanmaktadır. İçinde bulunan zamanın birey üzerinde yarattığı
olumsuz hava, onu ‘‘ölüme düşkün’’ bir hale getirmektedir. Bu mutsuzluk ve
huzursuzluk neticesinde geçmişe ve çocukluğa dönme arzusu ortaya çıkmaktadır.
‘‘Ama yok ne olur ağlama böyle ama yok
Şunun şurasında tramvaysız, çocuk olmak turunç olmak’’
Netice olarak metnin anlam yapısında şimdi ≈ mutsuzluk, üzüntü / geçmiş (çocukluk) ≈
özlem + mutluluk karşıtlıkları bulunmaktadır.
‘‘ Bâbil’den Bir Piçin Propagandası’’ (Ayhan, 2007b:49) şiirinde karşıtlık öğesi
bulunmamaktadır.
151
‘‘Denizkızı Eftalya’’ (Ayhan, 2007b:50) şiir metninde kültür kavram alanında yer alan
dini ve siyasi göstergeler bir arada kullanılmaktadır.
‘‘Neden üç aylar girerken kurşun harflerle salılara
hiç soyutlanmamış ırmaklarda boğuluyor İbrahim
İsmail soda içen kalabalıklara doğru cumhuriyet olmuş’’
Dizelerinde dini değerlerin siyasi kavramlarla birlikte anılması, Hz.İsmail’in dini
vasfından çıkarılarak, siyasi bir kavram olarak gösterilmesi, din karşısındaki tavrı
yansıtmakla birlikte, dinin reddedilerek yerine siyasi kavramın getirilmek istendiğini
çağrıştırmaktadır diyebiliriz. Şiirin ilk kısmında böylece kültür kavramına ait olan iki
unsurun din ve siyasetin bir karşıtlık oluşturduğunu söyleyebiliriz. Şiirin daha sonraki
kısmında ‘üç aylar’ ibaresi cinsellik ifade eden imgelerle bir arada kullanılmıştır. Buna
bağlı olarak da din(kültür)/cinsellik(doğa) karşıtlıkları diğer bir karşıtlık olarak şiirde
belirmektedir.
‘‘Kanlı Nigar’’ (Ayhan, 2007b:51) şiirinde güzelliği ve gençlere düşkünlüğü ile
zamanında İstanbul’da ün yapmış olan bir bayan duyulan aşk dile getirilmektedir. Kanlı
Nigar’ın en önemli özelliği ise seviştikten sonra sevgililerini öldürtmesiymiş. Bu bilgi
ışığında cinselliğin göstergesi durumunda bulunan ‘Kanlı Nigar’ imgesi ile ölüm fikri
arasında bir karşıtlık görülmektedir. Cinsellik, ayrıca yaşamın da kavram alanına
girmektedir. Cinselliğin istendiği ve yaşama tekabül ettiği düşünüldüğünde, şiirdeki
ölme isteği ile yaşam fikri arasında bir karşıtlık doğmaktadır diyebiliriz.
‘‘Ölü Bütün’’ (Ayhan, 2007b:52) başlıklı kısa şiir yaşam karşısında ölümün bir oyun
gibi görünmesi bakımından dikkat çekicidir.
‘‘ölü bütünü çizerler ölümcülükler oynarlarmış
ve çarşambaları gidip ırmaklarda boğulurlarmış’’
Dizelerindeki imge yapısında ölüm oynanan bir oyun olarak anlam kazanmaktadır.
Böyle bir düşünce bize yaşam karşısında ölümün hafife alındığını da göstermektedir.
152
Ölüm ne kadar hafife de alınsa özne içinde bulunduğu yaşamdan kopmak
istememektedir ve ölümü düşünmemektedir.
‘‘Kanto Ağacı’’ (Ayhan, 2007b:53) başlıklı şiir metininde ben/öteki karşıtlığında
değerlendirilebilecek Doğu/Batı karşıtlığı kavram alanına ait imgeler bulunmaktadır.
Şiirde ben (doğu) kavram alanında yer alan ‘Türkçe, Yusuf, İstanbul, halk matineleri’’
imgelerinin karşısında ‘‘ Maria Pilar, kanto, Léon Blum, alkazar sineması’’ gibi imgeler
yer almaktadır. Şiirde ‘sen’ diye hitap edilen öteki ‘‘sen sahiden Türkçe değilsin,
kantocusun’’ ifadesi iki kavram alanı arasındaki ayrımı imlemektedir. Ancak metinde
bütün öğelerin iç içe bulunması karşıtlıktan ziyade bir karmaşayı ve çelişkiyi
doğurmaktadır.
‘‘Gül Gibi Kanto’’ (Ayhan, 2007b:54) başlıklı kısa şiirde karşıtlık düşüncesi yer
almamaktadır.
‘‘Ut’’ (Ayhan, 2007b:55) şiirinde yaşam ve ölüme ait öğeler iç içe kullanılmaktadır.
Şiirin ilk parçasında ‘ölüm, zulüm, yalnızlık’ gibi olumsuz değerler, ‘rakı, çiçek,
kahkahalar’ gibi yaşam sevincinin göstergeleri ile aynı bağlamda bulunmaktadır. Şiirde
ölüm ve yaşama ait göstergelerin bir arada kullanılması anlam karmaşasına da yol
açmaktadır. Ancak bu öğelerin iç içe kullanılması, hayatın içinde ölüm ve yaşamın,
mutluluk ve mutsuzluğun aynı oranda bulunduğu fikrini de çağrıştırmaktadır diyebiliriz.
Şiirde ‘cumhuriyet, enflasyon, vergi’ gibi sosyal meseleler de olumsuzlanarak yer
almaktadır.
‘‘Apaş Paşa Şapa Oturdu’’ (Ayhan, 2007b:56) şiiri umut ve yaşam/ölüm temaları
etrafında örülmüştür. Şiirin ilk parçasında ‘ölü teyze’ imgesi olumsuz çağrışımlar taşısa
da ‘çocuk’ ibaresi şiirlerin eşiği ve umudun göstergesi durumundadır. Şiirin ikinci
parçasında ‘mum tacirlerinin kızlarının’ temiz bir porselene benzetilmesi, yüz çiçek, yüz
ay gibi imgelerle anlatılması, onların değerini yansıtmaktadır. Ayrıca ‘yüzük’ imgesi
evliliğin bir işareti olarak yorumlanabilir. Şiirin son parçasında dile getirilen yalnızlık
hissi de böylelikle sevgi ve evlilik yoluyla aşılmaya çalışılmaktadır diyebiliriz.
Ölüm/yaşam karşıtlığında ölüm≈yalnızlık, yaşam≈umut + evlilik değerleri taşımaktadır.
153
‘‘Çocukların Ölüm Şarkıları –II-’’, ‘‘Put, Zanzalak Ağacı, Saffet Nezihi Şener, Zincifre,
Ölüm’’ ve ‘‘A.Petro’’(Ayhan, 2007b:57–59) başlıklı şiirlerde karşıtlık düşüncesi
bulunmamaktadır.
‘‘Uzak Hala’’ (Ayhan, 2007b:60) şiirinin ilk parçasında kültür/doğa karşıtlığı iki yönde
gelişmektedir. Doğanın göstergesi olan deniz, kent yaşamı karşısında, gidilmek istenen
yer olarak değer kazansa da, arsenik şişesi ibaresi ölümü ve intiharı çağrıştırmaktadır.
Tabiî ki bu düşüncenin temelinde kültür kavramında yer alan kent yaşamının olumsuz
etkileri bulunmaktadır. Şiirin ikinci parçasında cumhuriyet kavramına da olumsuz
eleştiriler yöneltilmektedir. Bu bağlamda kültür≈ kent + siyaset gibi anlamlar
kazanmakta ve olumsuzlanmaktadır diyebiliriz.
‘‘Neyyire Hanım’’ (Ayhan, 2007b:61) başlıklı metinde karşıtlık bulunmamaktadır.
‘‘Çapalı Karşı’’ (Ayhan, 2007b:62) şiirinde varlık/yokluk(hiçlik) karşıtlığı öne
çıkmaktadır. Metinde dünyaya ve yaşama ait öğeler sayıldıktan sonra her bendin
sonunda ‘‘ne güzel bir hiç’’ ifadesi tekrarlanmaktadır. Şiirin başlığı ‘‘kapalı çarşı’’
ibaresinin deformasyona uğratılmış şekli olarak yazılmıştır. Yaşam ve dünyan bir kapalı
çarşı olarak görülmektedir. Çarşı ibaresi kalabalığı çağrıştırmasına karşın hiçlik
düşüncesinin temeli son bentte dile getirilen yalnızlık hissinden ortaya çıkmaktadır.
‘‘ Dağlar gibi yalnızlık ne güzel bir hiç’’
Şiirde varlık (yaşam)≈ toplum / hiçlik(ölüm) ≈ yalnızlık + birey karşıtlığı derin yapıda
bulunmaktadır.
154
Tablo 5: Ece Ayhan’ın Şiirlerindeki Karşıtlıklar
ŞİİRLER
Bel Kanto
KARŞITLIKLAR
Kültür(din)/Kültür
(siyaset)
Beyaz Rus Kadın
Din/Cinsellik
Vedhalar’dan Birinde
Doğa/Kültür
Sentez
Ben/Öteki
Anahtarlar
Ben/Öteki
Birey/Toplum
İskambil
Geçmiş/Şimdi
Yaşam/Ölüm
Kurtulamayan
Yaşam/Ölüm
Üç Gencin Kalbi
Ben/Öteki
Islak
⎯
Fayton
Yaşam/Ölüm
Kınar Hanım’ın Denizleri
Yaşam/Ölüm
155
Kültür/Doğa
Tablo 5: Devamı
Kudüs Fareleri
Yaşam/Ölüm
Ecegiller
Geçmiş/Şimdi
Kötü İlgilerin Gidişi
Geçmiş/Şimdi
Doğa/Kültür
İbraniceden Çizmek
Doğa/Kültür
Ben/Öteki
Cambazlar Çadırı
⎯
Akdeniz Pencereleri
Doğa/Kültür
Çocukların Ölüm Şarkıları - I -
Ölüm/Yaşam
Kambiyo
Doğa/Kültür
Okarina
Ölüm/Yaşam
Bir Elişi Tanrısı İçin Ağıt
Şimdi/Geçmiş
Bâbil’den Bir Piçin
⎯
Propagandası
Denizkızı Eftalya
Kültür/Kültür
156
Doğa/Kültür
Tablo 5: Devamı
Kanlı Nigar
Yaşam/Ölüm
Ölü Bütün
Yaşam/Ölüm
Kanto Ağacı
Ben/Öteki
Gül Gibi Kanto
⎯
Ut
Yaşam/Ölüm
Apaş Paşa Şapa Oturdu
Yaşam/Ölüm
Çocukların Ölüm Şarkısı - II -
⎯
Put, Zanzalak Ağacı, Saffet
⎯
Nezihi Şener, Zincifre, Ölüm
A. Petro
⎯
Uzak Hala
Doğa/Kültür
Neyyire Hanım
⎯
Çapalı Karşı
Yaşam/Ölüm
157
Toplum/Birey
Şiir incelemelerinde ve tabloda görüldüğü gibi Ece Ayhan birçok şiirinin anlam
yapısında ölüm/yaşam karşıtlığı karşımıza çıkmaktadır. İntihar imgelerinin de çok sık
kullanıldığı bu şiirlerde, yaşam sevincinin kaybedilmesinin nedeni diğer bir karşıtlık
olan geçmiş/şimdi karşıtlığına bağlanabilir. Şimdiki zamanın birey üzerindeki olumsuz
etkisi, onu mutsuz etmekte ve sürekli mutlu geçmişe dönme isteğini uyandırmaktadır.
Şimdiki zamanın vermiş olduğu mutsuzluk ve geçmişe dönme umudunun olmaması, bu
durumdan çoğu zaman tek kurtuluş olarak ölümü işaret etmektedir. Buna rağmen şairin
şiirlerinin temel imgesi konumunda olan ‘çocuk’ sözcüğü umudun göstergesi olmakla
birlikte gelecek için ümidin hala yitirilmediğini de yansıtmaktadır. Şimdiki zamanın
bireyi mutsuz etmesinin sebepleri hakkında doğa/kültür karşıtlığını anlam yapısında
barındıran metinlerde bize az da olsa ipuçları vermektedir. Diğer şairlerde de görüldüğü
gibi büyük kentlerin birey üzerindeki olumsuz etkileri, onları yalnızlığa sürüklemeleri,
tabiata duyulan özlemi arttırmaktadır. Tabii ki kültür kavramı sadece kent değil, siyaset,
din gibi sosyal meseleleri de kapsamaktadır. Özellikle Ece Aayhan’ın şiir anlayışının da
temelini oluşturan, toplumdan ve anlaşılmaktan uzaklaşma isteği şiirlerde ben/öteki ya
da toplum/birey karşıtlıkları bağlamında yer almaktadır. Bu bağlamda birey ya da ben,
toplum ve ötekilerle iletişimi en aza indirgemekte ve kendi yalnızlığına çekilmektedir.
Tabiî ki bu durum az önce sözünü ettiğimiz ölüm/yaşam karşıtlıklarını doğurmaktadır
diyebiliriz.
Yabancı terimlerin sık sık kullanılması, Batıya ait öğelerin yer alması ben/öteki
karşıtlığının yanı sıra Doğu/Batı karşıtlığını da oluşturmaktadır. Ayrıca Şairin birçok
şiirinde ise din karşısında duyulan güvensizlik ve inanç yoksunluğu görülmektedir. Dini
değerlerin de deformasyona uğratıldığı şiirlerde cinsellik odak noktası haline gelmekte
ve şiirlerin anlam yapısında Din/Cinsellik çatışması belirmektedir. Bu noktada din,
kültür kavramı içinde görülmekte ve birçok açıdan dini değerler şiirlerde yadırganmakta
ya da reddedilmekte, dinin yerine ise doğa kavramı içinde gösterdiğimiz cinsellik ön
plana çıkmaktadır. Sonuç olarak diyebiliriz ki Ece Ayhan’ın şiirlerinin anlam yapısını
oluşturan birçok karşıtlığın temeli doğa/kültür karşıtlığına dayanmaktadır.
158
SONUÇ VE ÖNERİLER
Yapılan araştırmada İkinci Yeni akımının ilk dönem ürünü olan şiirlerde yaşam/ölüm,
doğa/kültür, ben/öteki gibi temel karşıtlıkların bazı şiirlerin anlam yapısını oluşturduğu,
bazı şiirlerin de anlam yapısında çeşitli değerler kazandıkları tespit edilmiştir.
Böylelikle İkinci Yeni akımının anlamsız olarak nitelendirilen şiirlerinde anlamın var
olduğu, ancak bunun iletişim dilinde olduğu gibi yüzey yapıda değil, aksine derin
yapıda bulunduğu görülmüştür. Metinlerin anlam yapısını oluşturan kavram alanlarında
benzerlikler görülmekle birlikte bunların bütün şairlerde ve şiirlerde aynı olmadığı da
ortaya çıkmıştır.
Şairlerin şiirlerinde bulunan ölüm/ yaşam karşıtlığı birçok noktada eşdeğer özellikler
taşımaktadır. İlhan Berk, Cemal Süreya ve Ece Ayhan’ın şiirlerinde ölüm soyut bir
yorumlama olarak bulunurken, Turgut Uyar ve Edip Cansever’in şiirlerinde daha çok
ruhsal bir algı olarak yer almaktadır. Bazı şiirlerde ortak olarak yaşam ve ölüm arasında
geçişler de görülmekte ve ölüm kavramı bir son olma özelliğinden ziyade yaşamın bir
tür devamı olarak değer kazanmaktadır. Fakat hayatı algılama ve anlamlandırma
konusundaki mutsuzluk ve umutsuzluk, şairlerin yaşam sevincini tedirginliğe ve
korkuya çevirmekte bazen de ölümün tercih edilmesine neden olmaktadır. Ben/öteki
karşıtlığında bireyin öteki ile iletişimsizliğinden kaynaklanan yalnızlık hissi, birçok
noktada ölüm duygusu ile kesişmekte ve bu his yaşam yerine ölümün tercih edilmesi ile
yok edilmeye çalışılmaktadır. Birçok şiirde ölüm duygusunu aşma çabası olarak sevgi
ve sevgili imgelerinin de yer aldığı görülmüştür. Bu, aşkın ölüm karşısında sonsuz bir
özelliği taşıdığını göstermektedir. Böylelikle metinlerde aşk ve yaşam aynı kavram
alanında yer alırken ayrılık da ölümle eşdeğer bir anlama sahip olmaktadır. Şiirlerde
ölüm duygusu karşısında dini inanca ait hemen hiçbir belirtinin yer almaması dikkat
çekici bir özelliktir. Zira dini imgelerin kullanıldığı şiirlerde de bireyin yaşadığı çelişki
ve çatışma ön plana çıkmaktadır.
Metinlerde anlam yapısını oluşturan en büyük ortak özellik doğa/kültür karşıtlığında
görülmektedir. Turgut Uyar ve Edip Cansever’in şiirlerinde şehir yaşamının her yönden
kuşattığı ve bunalttığı bireyin sıkıntısı şiirlerdeki anlam düzeyini oluşturmaktadır..
Diğer şairlerde de ortak olarak doğallıktan uzaklaşarak değişen şehir hayatının yarattığı
159
sıkışmışlık duygusu ve baskı bireyde doğaya sığınma isteğini uyandırmaktadır. Kültürel
yaşam, bozulduğu ve sunileştiği gerekçesiyle sürekli olarak olumsuzlanmaktadır. Bu
noktada bazı şiirlerde şimdiki zaman/ geçmiş zaman karşıtlığı çerçevesinde geçmişe ve
geçmişteki doğal yaşama dönme arzusu metnin anlam yapısını oluşturmaktadır. Ancak
geçmişe dönüş yolunun bulunamaması, öznede daha çok tedirginlik ve umutsuzluk
yaratmaktadır.
Şiirlerdeki ben/öteki karşıtlığın iki temel yapı üzerinde kurulduğunu söyleyebiliriz.
Bunlardan birincisi iletişimsizlikten kaynaklanan bir algı ile benin kendini ötekinden
ayrı olarak görmesidir. Bunun neticesinde ben ve öteki arasında yabancılık kavramı
ortaya çıkmaktadır. Tabiî ki bu modern çağın getirdiği en olumsuz özelliklerden biridir.
Kısacası toplum bilincinin kaybolarak, bireysel yaşam biçiminin ağırlık kazanması
insanı ötekinden ayırmakta ve yalnızlığa sevk etmektedir. İkinci yapı ise ben/öteki
karşıtlığının, birinci nedene bağlı olarak ben/iç ben şekline dönmesidir. Özellikle
varoluşçuluk akımından sonra birey kendini işe yaramaz olarak hissetmiş ve bir boşluğa
düşmüştür. Bu nedenle birey varlığını tanımlama adına bir iç hesaplaşamaya
girişmektedir. Buna bağlı olarak da ben/ben karşıtlığı bir çatışma durumuna
dönüşmektedir. İncelediğimiz şiirlerdeki ben/iç ben karşıtlığının anlam yapısında da bu
iki temel olgu karşımıza çıkmaktadır.
Netice İkinci Yeni şiirinin anlamsız gibi görünen metinlerinde anlam, belirtme
düzeyinde değil, imge ve metafor gibi çağdaş şiirin anlam oluşturma yöntemleri
sayesinde derin yapıda karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda diyebiliriz ki şiir ve sanat
anlatan değil, duyuran, çağrışımların izinden gitmeyi ön gören bir özellik kazanmıştır.
Bu çalışmada da temel karşıtlıkların izinden gidilerek İkinci Yeni şiirindeki anlam
yapısı az çok meydana çıkarılmaya çalışılmıştır. Bütün bunlar örtük bir yapıya sahip
olan çağdaş şiir metinlerinin çeşitli inceleme yöntemleri ile şiirlerin derin yapısında yer
alan anlamların gün yüzüne çıkarılabileceğini göstermektedir.
160
KAYNAKÇA
AKSAN, Doğan, (1999a), Anlambilim, Engin Yay., Ankara.
AKSAN, Doğan, (1999b), Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Engin Yay., Ankara.
AYHAN, Ece, (1993), Başı Bozuk Günceler, Yapı Kredi Yay., İstanbul.
AYHAN, Ece, (1996), Dipyazılar, Yapı Kredi Yay., İstanbul.
AYHAN, Ece, (2007a), Bir Şiirin Bakır Çağı, Yapı Kredi Yay., İstanbul.
AYHAN, Ece, (2007b), Bütün Yort Savul’lar 1954-1997 Toplu Şiirler, Yapı Kredi
Yay., İstanbul.
BARTHES, Roland, (2006), Yazının Sıfır Derecesi, Metis Yay., İstanbul.
BERK, İlhan, (1960), ‘‘ İkinci Yeni ve Çivi Yazısı Üzerine İlhan Berk’le Bir
Konuşma’’, Dost, Haziran 1960, s.33
BERK, İlhan, (1992), Şairin Toprağı, Simav Yay., İstanbul.
BERK, İlhan, (2001), Kült Kitap, Yapı Kredi Yay., İstanbul.
BERK, İlhan, (2004), Kendi Seçtikleriyle İlhan Berk Kitabı, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yay., Ankara.
BERK, İlhan, (2005a), Kanatlı At, Yapı Kredi Yay., İstanbul.
BERK, İlhan, (2005b), Poetika/Logos Şiirin Doğası Üzerine, Dünya Kitapları, İstanbul.
BERK, İlhan, (2007), Eşik 1947-1975 Toplu Şiirleri I, Yapı Kredi Yay., İstanbul.
BEZİRCİ, Asım, (2005), İkinci Yeni Olayı, Evrensel Basım Yay., İstanbul.
CANSEVER, Edip, (1957), ‘‘ İkinci Yeni İçin Ozanlar Ne Diyor? Edip Cansever’in
Cevabı’’, Pazar Postası, 27 Ocak 1957, s.5.
CANSEVER, Edip, (1959a), ‘‘ Anlamsızı Anlamak’’, A Dergisi, s.17.
CANSEVER, Edip, (1959b), ‘‘ Şiiri Açıklamak’’, Yeditepe, 16–31 Mayıs 1959, s. 4.
161
CANSEVER, Edip, (1975), ‘‘ Soyut, Anlamsız, Kapalı’’ Yeni Ufuklar, Temmuz 1975,
s.262.
CANSEVER, Edip, (2000), Gül Dönüyor Avucumda, Adam Yay., İstanbul.
CANSEVER, Edip, (2007), Sonrası Kalır I Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yay., İstanbul.
ÇETİN, Nurullah, (2001), ‘‘ Türk Şiirinde Anlam Sorunu’’, Hece, Yıl 5, Sayı 53/54/55,
s.247 – 262.
DİLÇİN, Cem, (2000), ‘‘Tezad’’, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Türk Dil Kurumu Yay.,
Ankara.
ECEVİT, Yıldız, (2001), “Yirminci Yüzyılın Tüm Avangard / Deneysel Metinlerini
Heyecan Verici Buluyorum”, Varlık, Sayı: 1126, Temmuz: 36–39.
FELSEFE EKİBİ, (2008), ‘‘ Herakleitos’’,
GUIRAUD, Pierre, (1994), Göstergebilim, Çev. Mehmet Yalçın, İmge Kitabevi,
Ankara
http://www.felsefeekibi.com/forum/forum_posts.asp?TID039436&PN=1, 10.08.2008
İLHAN, Attilâ, (2004), İkinci Yeni Savaşı, Kültür Yay., İstanbul.
KABAKLI, Ahmet, (2004), ‘‘ Necip Fazıl Kısakürek’’, Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt 3,
Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul.
KAHRAMAN, Hasan Bülent, (2004), Türk Şiiri Modernizm Şiir, Agora Kitaplığı,
İstanbul.
KARACA, Alâattin, (2005), İkinci Yeni Poetikası, Hece Yay., Ankara.
NACİ, Fethi, (1985), ‘‘ O Korkak Geyik Yavrusu Bayram Arifesi’’, Sonsuz ve Öbürü,
Broy Yay., İstanbul.
OKTAY, Ahmet, (2001), Şairin Kanı, Yazınsal Eleştiriler I, Yapı Kredi Yay., İstanbul.
ÖZÜNLÜ, Ünsal, (2001), Edebiyatta Dil Kullanımları, Multilingual Yay., İstanbul.
PERİNÇEK, Feyza ve Nursel Duruel, (1995), Cemal Süreya, Kaynak Yay., İstanbul.
162
PÜSKÜLLÜOĞLU, Ali, (1996), Edebiyat Sözlüğü, Özgür Yay., İstanbul.
RİFAT, Mehmet, (1996), Homo Semioticus, ,Yapı Kredi Yay., İstanbul.
SÜREYA, Cemal, (2002), Güvercin Curnatası, Yapı Kredi Yay., İstanbul.
SÜREYA, Cemal, (2006), Şapkam Dolu Çiçekle, Yapı Kredi Yay., İstanbul
SÜREYA, Cemal, (2007), Sevda Sözleri, Yapı Kredi Yay., İstanbul.
TARHAN, (1982), Abdülhak Hamit, Bütün Şiirleri 2, Dergah yay., İstanbul.
TAŞÇIOĞLU, Yılmaz, (2006), Dar Vakitlerde Geniş Zamanlar Behçet Necatigil’in
Şiiri, 3F Yay., İstanbul.
TAŞÇIOĞLU, Yılmaz, (2008), Kader Hep Erken Zaman Hep Geç Cahit Zarifoğlu’nun
Şiiri, 3F Yay., İstanbul.
UYAR, Turgut, (1950), ‘‘ Şiir Üzerine Mektup’’, Varlık, Ağustos, s. 361.
UYAR, Turgut, (1956), ‘‘ Turgut Uyar ile Konuştum’’, A Gazetesi, Aralık 1956, s.8.
UYAR, Turgut, (1958a), ‘‘ Anlam mı?’’, Forum, Temmuz 1958, s.103
UYAR, Turgut, (1958b), ‘‘ Anlam Sancısı’’, Pazar Postası, 20 Temmuz 1958.
UYAR, Turgut, (1958c), ‘‘ Muammaya Saygı’’, Pazar Postası, 7 Eylül 1958.
UYAR, Turgut, (1958d), ‘‘ Ölü Mevsim Biterken’’, Pazar Postası, 14 Eylül 1958.
UYAR, Turgut, (1985), Sonsuz ve Öbürü, Broy Yay., İstanbul.
UYAR, Turgut, (2007), Büyük Saat Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yay., İstanbul.
YÜCEL, Tahsin, (2005), Yapısalcılık, Can Yay., İstanbul.
163
EKLER
EK 1: İHAN BERK’İN ŞİİRLERİ
SAINT-ANTOINE'IN GÜVERCİNLERİ
I. ELENİ'NİN ELLERİ
Bir gün Eleni'nin elleri geliyor
Her şey değişiyor.
İlk İstanbul şiirden çıkıp yerini alıyor
Bir çocuk ilk gülüyor
Bir ağaç çiçek açıyor.
Eleni'den önce
Daha ben çocuktum daha tütüne daha kahveye alışmamıştım
Sabahları, akşamları bilmiyordum daha
Bir gün bakıyorum akşam ellerimde gözlerimde
Bir gün sabah her yanım.
Eleni geliyor
Dünyaya bakıyorum
Dünya sanıldığı kadar küçük değil o gün anlıyorum
Sanıldığı kadar üzgün değiliz dünyada
O gün bütün şiirleri yakmalı yeniden yazmalı diyorum
Brise Marine'i yeniden
Yeniden Annabel Lee'yi.
Eleni ile anlıyoruz
Bu gökyüzü niçin kalkıp gelmiş
Deniz niçin başını alıp gitmiş onunla anlıyoruz.
Bir gün Eleni'nin elleri geliyor
164
Bir sokaktan ilk defa deniz görünüyor.
II. GENÇLİK
Ruhum,
İlhan Berk köprüden geçiyor duyuyor musun?
Bir serçe yavaş yavaş uçuyor
Bir balık başını suyun yüzüne çıkarmış bakıyor
Düştü düşecek dalından bir yaprak
Lambodis raftan bir şişe aldı açtı
Bir bulut durdu pencerede
Lambodis işine devam etti
Ellerini sildi, hıyar, domates doğradı
Sonra oturup gençliğini düşündü.
Bir evdeydi
Eleni, on sekizinde, İlyadis yirmi üç
Eleni'nin şarkıları vardı
İnsan akıl erdiremezdi
İstanbul'un her tarafı kahve
Kapalı kahve açık kahve
Şarkılar ne kadar güzel olursa olsun
Eleni'yi anlamazdı.
O günler Lambodis'in ağzında bir cigara bir aşağı bir yukarı
İstanbul'da
Eleni'nin en güzel yerleri elleri sarmısak kokan ağzı
Daha Lambodis meyhaneci değil
Daha Lambodis hiçbir şey değil
O günler her pazar Saint-Antoine'a gidiyorlar
Eleni'nin göğsü soyulmuş badem
165
Güvercin gibi elleri
Daha o zamandan Lambodis'in düşmanı çok
Bütün İstanbul Eleni'nin arkasında.
Evet
Lambodis'in gençliği bir yaprak düştü düşecek
Pencereye oturmuş gelip geçenlere bakıyor
Sen de bak diyor bana
Bak insanlar geçiyor
Ben sıkıldım mı insanlara bakarım
Hiçbir şeyim kalmaz
Hiçbir şeyimiz kalmıyor.
Her iş bunun gibi ruhum
Bir kadın bir adam aynı şeyi yapıyor
Ben birazdan kalkıp Sirkeci'ye gideceğim
Sevgilim trene binip gidecek
Bir zaman bir güneş doğmayacak sabah olmayacak, bir zaman
dünyada değilmişiz gibi korkacağız.
Bunlar hep olacak ruhum
Bir gün bakacağız İstanbul güzel
Ondan sonra her gün İstanbul güzel.
Eskiden çok eskiden bu dünya daha bir güzelmiş mesela
Bu bulutlar bu gökyüzü uzanınca dokunacağımız bir
yerdeymiş
Şimdi şiirdeymiş bunlar
Her şey bu hesap ruhum.
Bu dünya güzel
Gülhane ağaçlık.
166
III. SAINT-ANTOINE'IN SEVİŞME VAKTİ
Bu gökyüzü
Her gün böyle değildir Saint-Antoine'ın üstünde
Belli sevişme vakti
İşte pencereler ilk kollarını açtı
Karıncalar yuvalarından çıktı
Yosunlar uyandı
Gerildikçe gerildi gökyüzü
Dikiş diken kız penceresinde ilk kez mutlu
Denize bakan evler kahveler ilk kez mutlu
Hiç korkmamalı artık Lambodis
Eleni hiç korkmamalı
Bütün güvercinlar havalandı kimse korku nedir bilmeyecek
Her şeyin uyandığı bir saatte
Aşk başlayacak
Her şey duracak
Bir kızın elleri elbisesine uzanmışken duracak
Saint-Antoine ilk sandukasından çıkıp deniz kıyısı bir yere
gidecek
Onunla tüm sandukalar, evliya resimleri, İsa'nın kendisi
arkasından gelecek
Her şey yerini aşka bırakacak
Sandalye aşka
Pencere aşka
Saint-Antoine'ın tavanı bir başka tavana doğru yürüyecek
Kapı bir başka kapıya doğru
Hiçbir şey küçüleyim demeyecek
Daha bir büyüdüğünü göreceğiz gökyüzünün
Daha bir mavi denizi
Gözlerden gözlere bir esmerlik halinde o aşk gidecek
167
En güzel şarkılarla şimdi İstanbul'a gelen o
Şimdi herhangi bir yerde bir kızın elleri ağzı onun için büyüyor
Bir çocuk annesinin memesini onun için bırakmıyor
Saint-Antoine'ın güvercinleri
Onun için havada
Şiirde bu düzen kaygusu onun için
Bu gökyüzünün başka anlamı olamaz.
IV. FENERDEKİ ÇOCUKLUK
Saint-Antoine'ın çocukluğu
Fener'de geçti
Daha yeni kiliseye gidiyor
İlk gördüğü İsa'nın limon gibi yüzü
İncecik bacakları.
Bir bulut pencereye takılmış
Kendisinden biraz büyük bir çocuk dua ediyor
Birden bütün evliyalar gözünün önüne geliyor
Mum elinden düşüyor.
Antoine'ın babası o günler Karaköy'de kunduracı
Çekici örsü gibi Allah'ını seviyor
O günler her gün yağmur yağıyor İstanbul'a
Bir gün Aya Dikolas'ın sandukası önüne gidip duruyor
Kim bilir ne kadar özlemiştir denizi diye düşünüyor
Pencereyi açıyor
Denize bakıyorlar
Sonra eve gidip
Her şeyi anlatıyor.
Fener'deki çocukluk
168
Denizle ilk temas.
V. SABAH
Bir sabah hatırlıyor Saint-Antoine
İlyadis'in şarkılarıyla gelen sabahlara benziyor.
Bir sabah ilk tutup caddeye çıkmış
Vitrinlere, gökyüzüne, sinema afişlerine bakıyor
Yeni bir sabahlayım diyor dünyada ilk kendi kendine
Karşı karşıyayım suyla ilk
Şiirle ilk.
O gün bütün gün caddeyi seyrediyor.
Çocukları içeri alıp olmayacak şeyler anlatıyor
Allah yok diyor mesela
Sonra hep beraber tutup köprüye iniyorlar
Merhaba diyor ilk denize.
Sonra tekrar yerine dönüyor
Bakıyor bütün evliyalar uyanmış yüzlerini yıkıyor
Belli bir iş var
Evliyalar hepimiz gibi çalışıyor
Cam siliyor kimi
Kimi su çekiyor.
O gün hiç akşam olmuyor
Sabah hiç bitmiyor.
VI. ELENİ IŞIĞI
İaos Yokios'a gidiyor bir sabah Saint-Antoine
Yolda gece oluyor.
Birden Fotini Nermeroğlu aklına geliyor,
Fotini Nermeroğlu'nun evine iniyor.
169
Fotini Evliya Saint-Antoine efendimiz geldi diyor
Bütün Zürefa Sokağı'nın pencerelerine kahve ısmarlıyor
Bir telaş kızlarda elleriyle memelerini kapıyorlar
Elpiniki gökyüzüne bakıyor gökyüzünde her şey yerli yerinde.
Fotini'nin evine sırayla Marvido Apiyos sırayla Eftelaya,
Aya Feya sırayla Aya Dikolas
Galata kulesi, koca Yüksekkaldırım, Eleni'nin o dünya kadar
güzel ağzı
Sırayla hepsi geliyor.
Saint-Antoine dünyaya bakıyor,"Dünya hiç kötü değil, Fotini
Nermeroğlu hiç kötü değil," diyor kendi kendine.
Bir İncil istiyor,
Bir İncil veriyolar.
Alıyor birçok yerlerini çiziyor, yeniden yazıyor.
Bir buluttan Teo Fano, Maneli, Avi Antimos, Kalina geliyor
Diz çöküyor Salomi
Yok diyor Antoine ilk, böyle şey yok artık, diyor
Salomi'yi tutup kaldırıyor
Yeni İncil'i uzatıyor Kalina'ya
Bundan sonra İncil bu diyor.
Eleni'nin o yerleri ışıyor birden
Birden pırıl pırıl evren.
VII. GÖKYÜZÜ
Bir bulut İstanbul'un üstünde
Beyaz bulut sarı bulut siyah bulut
Sabah'ın 5'i
Saint-Antoine'da tıs yok
Biri ne yapmış bu adam diyor
170
Sonra gene kendi cevap veriyor
Hepimizin uyuduğu saatte
Gökyüzünü çalmış.
Biz ne yapıyoruz
Asıyoruz.
Ha ha
Ha ha
Ne diyor bu kalabalık
Üç gündür dua edemiyoruz
Gökyüzü yok.
Ruhum ipini kopardı
Gökyüzü düştü düşecek.
Ne tuhaf şey şu gökyüzü
Bir mendil gibi
Cebe sığacağını bilmezdik.
Bir kımıldama kalabalıkta
İpi kim çekecek?
Şey diyor biri
Ulan şey
Şey yok.
O gün hiç akşam olmuyor
Sabah hiç bitmiyor.
171
SAİT FAİK
Yitik Ufuk
Binlerce top kumaşa yazdım sıkıntımı
Şimdi bir dünyada giden gemide ellerim
Pis bir denizde
Bir demiryolu bir çayır bir gökyüzü hava almaya çıkmış
görüyorum
Ben geçerken bir evin penceresinde bir dal çiçekleniyor
Bir kadın soyunuyor göğsünü tüylerini en olmadık yerlerini
Görüyorum
Görüyorum bir çocuğun gözlerinin içinde denizler inip
kalkıyor
İşte yeniden dünyadayız, dünyada bayağlıklarla pisliklerle
yan yana dünyadayız
Bir sudaki balıklara bakıyor balıklara gözlerimizi çıkarıp
veriyoruz
Bizim verilmeyecek hiçbir şeyimiz yok
Aynı yerden bir kadını öpüyor aynı yerden bir denizi
seyrediyoruz
Bir daha seninleyim seninle yaşanmayacak sıkıntılar sevgiler
Cezayir mahalleleri Sicilyalı gökyüzleri yok anlıyorum
Gemiler geçiyor uzaklardan kimse inip bineyim demiyor,
kimse görünmüyor, kimse görmüyorum
Yitik bir ufukta
Bağırıyorum bağırıyorum.
Kalem
Hikayelerimde ne diyorum ben
172
Şunu şunu şunu değil mi
Bir bulut geçiyor
Diyorum yaşasın çiçekler böcekler balıklar insanoğulları Barba
Antimos
Bir sabah geliyor Matisse yeşili
Alıyorum uykularınıza kitaplarınıza evlerinizin önüne
koyuyorum
Ne zaman bir yeşil görseniz artık her işinizi bırakıp
bakacaksınız
Mesela bilmiyorum ama bir şiirde bir kadının ayakları suya
değdi değecek şimdi
Hem mutlaka hiç kimse geçmeyecek biraz sonra bu sokaktan
İşte bir kuş uçuyor bir yere konacak sağlama ben yazacağım
Bir gökyüzü peşinde gidiyor bu çocuk
Bu adamı bu kadını bu masada tutan başka başka şeyler
Hep böyle diyorum ben
Bir dülgerbalığını alıyorum gözleri güzeldir diyorum
Bir bulut çıkıyor bir bulut çıktı diyorum
Sarılıyorum kaleme.
Ağıt
Baktık bir evin bahçesi ilk defa bir evin bahçesi başını almış
gidiyor
Bir çocuk Grenoble'da İtalyan Mahallesi'nde bir çocuk
görüyor ilk
Deniz kıyısındaki o her akşamki kahve birdenbire tutup
batıyor
Ne varsa umutlu umutsuz sıkıntılı sıkıntısız o cumartesi
akşamları frengili ağaçlar çekip gidiyor
Yeşil zeytin, limon gibi bir İstanbul sarısı kalıyor geriye
173
Bir evin bahçesi ilk defa gülmüyor ilk defa büyümek istemiyor
Gece her taraf gece Katina'nın elleri gece en sevdiğimiz yerleri
gece, gece hiç bitmiyor
Bağırmak sabahlara, akşamüstlerine bir pencereden bir denizden
bağırmak bağırmak
Uyandık Eftalikus uyandık İstiklal Caddesi yok Beyoğlu'ndaki
güneş yok
Gökyüzü yok
PABLO PICASSO
L'Homme au mouton
Dünyada yapaylnız bir bulut yapayalnız bir dal bir aydınlık
Bir gök bir çiçek, suyun sonrasızlık, suyun aşk, özlem,
mutluluk duyusu
Biraz umut biraz ışık biraz ilerdeki sabah
Hepsi ayrı ayrı, ayrı ayrı güzel, ayrı ayrı yalnız, ayrı ayrı kardeş
Gidiyordu faydasız
Picasso fırçaya sarıldı.
Nu au fauteuil noir
Bir ağaç gördüğü pencerenin
Çiçeğe durdu duracak
Koltuğunki eller saçlar gözler
Eller saçlar gözler bir başına
Kadın bir gökyüzüne bakıyor
Kadın hiç kımıldamıyor hiç konuşmuyor bakıyor
Bakıyor bakmakla bitecek gibi değil gökyüzü diyor
174
Pencere bir daha böyle durmam diyor
Ne maviler ne karalar bilin ki bir daha böyle durmayız diyorlar
Binde bir bu dünyada beklediğimiz o binde bir söylediği
şairlerin bu işte
Böyle duracağız diyor eller
Bizi hiç kimse bir daha yerimizden oynatayım demeyecek
Saçlar böyle kalacağız diyor
İlk bu mutluluk her şeyi ilk görüyoruz diyorlar
Odada ne varsa soba, ayna ve daha ne varsa bunun gibi bunun
gibi bir kıyıda duran
Bunu diyor.
Hepsi bir şey söylüyor
Hepsi bir şeye bakıyor
Picasso Yalnız onlara.
Nature-morte
Uyandı Picasso
Elleri esmer.
İVİ STANGALİ
Evrende bir cumartesi, İda'nın görmediğim yerlerine benziyor
Daha bir çocuktu İda ağzıyla bir havrada sabahladık.
Her şeyimiz alınmış bir dünyadaydık
umutsuzduk, yitiktik.
İsa'nın o oniki balıkçısı bir daha denize dönmeyeceklerdi yazık
Bir daha dünyadan haber alamayacaktık.
175
Baksak nereden
Ufuk yıkık, ütüktü.
Birden İvi Stangili'nin resimleri çıktı geldi
Yalnız değildik artık.
Gittik ağaçlarla sularla namuslu bir yerde durduk
İlk kez mutlu.
Bir hovarda çağda
Paris'te aya yaklaşıyoruz.
PAUL KLEE'DE UYANMAK
Uyandım çiçek gibi dayanılmaz güzel kızlar
Ad Marginem 'dem asma köprüler kurmuşlar İstanbul'a
Nehirler, aylar çevirmişler o ayla'lar, Münibe'ler
Tümü bir uzak denizde A'lar, V'ler,U'larla
Gece sarı bir evde bir iki yaprak evlerinin önünde
Açtı açacaklar dünyamızı açtı açacaklar
Bu denizi Ayla ayaklarını soksun diye getirdim
Bu dünyaları onun için açtım bu balıkları tuttum
Bir sabah çıkmak güneşler, aylar bir sabah çıkmak
Bir ağacı bu evleri sarı ters bir kuşu düzeltmek
Edibe bu sokağı al götür görmek istemiyorum
Edibe bu evleri Edibe bu göğü bu güneşleri Edibe
A'lar V'ler U'larla olmak Paul Klee'de uyanmak
176
ARMA VIRIUMQUE
(Vergilius)
I. CUMARTESİ KARANLIĞI
Bin yıl yürüyeceğiz
Bir sokağa çıkacağız ilk
Bir Cenevizli seni bana haber verecek
Seni soyunuk bekleyeceğim
Bizi Ayasofya'dan görüyorlar
Bizi görmeyen yok
Cumartesi karanlığı
Lehliler Kilisesi'ne bakıyor
Bin yıl durduk
Bir şiirde ilk beraberiz
Geceye bırakıp esvaplarını
Bizi koşup Sultan Mehmet'e haber verecekler
Seni göreyim diyemem bir daha
Bir daha göremeyiz birbirimizi.
II. SUR
Sen krallar kuşağından geliyorsun
Ben hiç bilmem imparatorlukları.
Bir gün bakacağız çarşılardayız
Çarşılarda Konstantin VI, Evliya Leon'un eli, İsa'nın
177
ayakkabıları o şey yüzü çarşılarda
Evlerin önünde Got'ların dikili taşı, Balıklı Manastırı'nın
güneşleri evlerin önünde
Daha İstanbul düşmemişti ne güzel bir balık kızartıyorlardı
İstanbul bir türli düşmüyor.
Adımıza bastırdığımız bütün paraları kaldırıyoruz bir daha
para bastırmıyoruz
Ne Beato Majano ne Paolo Belini'nin madalyonlarını alıyoruz,
tümünü geri çeviriyoruz
Bize sur hiç lazım değil hiç kimseye böyle bir şey lazım değil
Bakın bu doğru sahiden kimseye böyle bir şey lazım değil
Senin soyun az surlar yaptırmadı
Az kalmadık mutsuz.
Beni bir daha İstanbul görmeyecek.
III. AZ
Bir sabah uyandık tüm kapıları kapalı bulduk tüm sokakları
tutulmuş
Kolay kolay kendime gelemem
Sanırım bir daha o sokaklar böyle bir yere gidip durmazlar
artık sensiz
Sensiz bir pencere açılmaz bir deniz kolay kolay durayım
demezevinizin önünde
Durup dururken aklına gelmez yağmak yağmurun
Gitsen nereye gidebilirsin hala bilmem
Bizans'ta olmak belki iyi belki fena belki bunu da diyemem
Ben küçük dükkanlarsız, kahvelersiz sokakları sevmem, odaları
duvarları sevmem
178
Hiç sevmem kralları
Tut ki dediğin oldu tut ki çıktın sokaklarımızdan ilk
Ne mangal, ne balık kızartıyorlar
Bir sokaktasın
Yeşil marullar ayvalar o fukara sıcaklığı yok, yok dediğim şeyler
Bir yığın şey gitmeyen insana gitmeyecek bir günde
Böyle bir yerdesin hadi
Bütün suları sana vermiş Konstantin VI.
Değiştirmek değil bu evreni
Bu o değil.
IV.GÖKYÜZÜ HARİTASI
Bir gece gökyüzü karasındayız
Gece tüm gökyüzüne bakıyoruz
Saint-Paul don gömlek dolaşıyor
Konstantin'in aklı fikri dünyada
Burada daha bir yalnız Leon II.
Bir kadırga yavaş yavaş geçiyor
Sular takım takım sular duruk
Gökyüzünde hiçbir şey yok
Yazık bir yığın insan sıkılıyor.
Bir gün bunları görüyoruz seninle
Bir gün yoksun sen o gün hiçbir şey yok.
V. I.AHMET KAPISI
Hepsi ulam ulam yangınlar, kırımlar, ölümler, kıyınçlar hepsi
Sesleniyorsun böyle bir gecenin içinden bana
Yetsin diyorsun bu yakıp yıkma bu düşmanlıklar I. Ahmet
Kapısı'nda dursun, sıçramasın artık hiç
179
Hiç bilmeyelim öldürmeyi
Bir adım atsan meydanlık önümüz, önümüz bir daha biteyim
küçüleyim demeyecek
Hiçbir şey çözmüyor yangınlar, kıyımlar hiçbir şeyi
düzeltmiyor
Bak ne kadar uzaktayım senden bir şey değişmiyor
Bir sabah uyanmamız hiçbir şeyi bozmaz yoluna koymaz
Bir sevgiler koparıp alır beni yerimden, beni bilmediğim
yerlere onlar götürür bir
Gittik gittik işte durduk.
II. Ahmet Kapısı'nda
Yeryüzü bir daha alındı.
VI. ÇAĞRI
Bağırma bana seni görüyorum
Yangınları söndürüp geleceğim.
BEL CANTO
ÖNDEYİŞ
Uyandı sokaklar, tuhaf deyip uyandılar. Uykudaydı midyeler,
bir çocuğun ağzı uykudaydı. Uyanıktı çinekop, lapina, izmarit,
horozbina. Pisi, mercan uykudaydı. Baktı İlya Avgiri'nin kedisi
Hiristaki Pasajı'nı balık basmış, bir tabak, bir çatal uyuyor,
Koço'nun İsa'ya benzeyen yüzü uyuyor.
Ne yaptı İlya Avgiri'nin kedisi
Pencereyi açtı
180
Bütün Beyoğlu uyandı.
Bir kız elleriyle memelerini tutup kalktı
Bir çocuk güldü.
Avgiri bütün kepenkleri kaldırdı
Baktı Avgiri balık önü ardı
Karaköy'e dolaşmaya çıktı.
İlya Avgiri'nin kedisi baktı sabah
Baktı olmayacak
İstiklal Caddesi'ne çıktı
Esnedi esnedi esnedi.
I.
FAKİR KOLYOZLAR KOROSU
Bu dünyayı bırakıp nereye gidiyor bu gökyüzleri, yağcı Boris
Nihas, bileyci Niko Margarit
Bir evin sokağa bakan penceresi, eski bir balkon, yeni dikilmiş
bir sabahlık
Ayia Efemiya, alabalıklar, Boao imparatoru, Lehliler Havrası,
Katini?
Ya Küçük Duvarcı Sokağı'na ne denir
Güneşi gökyüzünü yüklenip gitsin
Ayios İanios mumları söndürsün, bizim gibi giyinsin, iki kızla
göğe çıkıp kaybolsunlar?
Hiçbir şey anlaşılmıyor kim ne derse desin.
181
II.
HOROZBİNALAR SİNARİTLER KOROSU
Hişt, Saint-Michel, Dame de Sion, Robert College
Bizim kimsenin toprağında gözümüz yok.
Biz sinaritler, horozbinalar, fakir kolyozlar
Sıkılıp çıkmışız bir pazar denizden
Bir su bir pencere önü bir bulut
Bir çiçeğin bir kadının yanı sıra yürümek
evler sokaklar caddeler ağaçlar
Galatasaray, Küçük Duvarcı Sokak, İstiklal Caddesi
Biz fakir sinaritler kolyozlar horozbinalar.
Baktı Avgiri karagözler orkinozlar baktı bütün balıklar,
sardalyalar, mercanlar
Baktı basıyor, Beyoğlu'nu.
Avgiri çıktı Kızkulesi'ne
Bağırdı bağırdı bağırdı.
(İlya Avgiri'nin bağırmasını bir bileyci Niko Margarit bir
Terzi Toridis bir çiçekçi çingene kadın anladı.)
III.
BİLEYCİ NİKO MARGARİT
Ben kimim mi diyorsunuz siz
Tuhaf, bileyci Niko Margarit
Bıçak bilemektir benim işim
Her canım bulutsuz cumartesi akşamı
Yağcı Boris Nihas, Karidesçi İsmail
Bir fena çocuk bir aşağı bir yukarı Beyoğlu'nda.
182
Bir cam kıracak olsa bulutlar
Ben görürüm, herkeslerden önce.
Bir şiirde bir kadın soyunsa
Önüne gider dururum.
Bıçak bilemektir benim işim
Her Allah'ın günü gökyüzüne karşı.
IV.
ALDI ÇİÇEKÇİ ÇİNGENE KADIN
N'oldu bu İstanbul'a
Ne Sevim Ne Yanula biri yok.
Anlamıyorum doğrusu
Karidesçi bu dünyayı koyup gitsin.
Sevim'in penceresi pencerelerin şahı
Gel dayan bu haline.
Denize bakmak bence
Para etmez nafile Sevim'siz.
Diyorum yetiyordu bana çünkü
Deniz, bir sokağın gülüşü.
Ben kime satayım bu çiçekleri şimdi
Güneşi, ayı alıp gitmişler.
(Işıdı ortalık. Baktı kedi her şey yerli yerinde, yerinde
gökyüzleri, sinaritler, karidesler, Taksim yerinde.
(Tuttu Avgiri karısını uyandırdı, olup bitenleri anlattı,
Avgiri'nin karısı kendisi yok diye üzüldü.
Gidip pencereyi açtı:)
183
V.
İLYA AVGİRİ'NİN KARISININ ACI TÜRKÜSÜ
Benim günlerim Soğanağa'da geçti
Bir pencere, avuç kadar bir gök
Sevim Matilda Hayrünnisa Eleni
Her Allah'ın günü daha bir sevmek
Daha bir cumhuriyeti, İlya Avgiri'yi
Benim gençliğim güzeldir bakın
Her gün elele denizle rüzgarla
Her şiirde seçme mısra güzelliğim
Her evde yatakların andığı ben
Mis gibi her gün hikayem ağızlarda
Ne cumhuriyet ne İlya Avgiri umrumda
Ben eskiden hayvan gibi yaşardım
Bir karanfil iki memem arasında
Gökyüzünü ayna yerine kordum da
Geçer ayıp yerlerime bakardım
Benim gençliğimde kimse ama kimse
Ayla, güneşle, cumhuriyetle uğraşmazdı
Gökyüzü, deniz dünyayı koyup gitmezdi
İlk çıkıyor balıklar daha denizden
Bunların biri olmazdı benim zamanımda
184
GALATA KULESİ
I. İVİ SABAHI
İvi uyandı
Bıçak pencere onunla uyandı
İlk gökyüzü geçti önünden İvi güldü.
Çingene kızları denizi dört ucundan tutup getirdiler
Dürüp bıraktılar.
Sarı erikler geldi odayı sarıya boyadı
İvi gökyüzünü alıp İstanbul'a indi
Bir sevinç İvi'yi gören İstanbul'da
Baktığı herşey beni çiz diyor İvi'ye
Bir yüz para çiz diyor
Bir rüzgar Galata Kulesi'ne çarpıp geçiyor
İvi ışıyor.
II. İLHAN BERK GALATA KULESİ'NİN
DÜŞLERİNİ ANLATIYOR
Bir kuleyim ben İstanbul'da. Bir sabah İstanbul'u yaktım.
İlk oturduğu sokağı yaktım. Hala anımda bir çocuk, yarı soyunuk bir kadın, bir akşamüstü anımda. Kuşları, ağaçları yaktım.
Kuşları, ağaçları yanmaz diye biliriz biz değil mi? Yaktım. Gördüm dünyalara değişilmezdi ağzı. Ağzı nehirleri, dükkanları,
güneşleri, trenleri, yolları, çarşıları hatırlattı durdu bana. Kolları sıcak nehirleri tutuşturdu bütün gece, bütün gece dünyada
değilmişiz gibiydik.
Belki de İvi'nin daha eli değmediği sabahlardaydık
Ben böyle diyordum.
185
Diksek çiçekleri dedim
Yeter dürülü durduğu denizin
Denizi açtım.
( II. Ahmet'in oğullarını aldım, şair Leyla Hanım'ın göğünü görmeye gittik.)
III. ŞAİR LEYLA HANIM'IN GÖĞÜ
III. Selim'in elleri eşittir şair Leyla Hanım'ın göğü.
Şair Leyla Hanım'ın göğünü bir III. Selim anladı
I. Ahmet'in oğullarını o gösterdi.
III. Selim'in elleri göğe değdi kadına dokundu çiçek kopardı
Yazdığı şiirlerde bir Leyla Hanımı düşündü
III. Selimi boğdum.
IV. SEVDALAR HEP SEVDALAR
Bir gece ellerimi kollarımı İstiklal Caddesi'nde unuttum
Bir gece ben yoktum, o gece Venedikli ay, o gece kimseler yoktu baktım
Baktım sevgilim uyuyor, adam uyuyor, bir gece uyandığım çocuk, yarı açık ağzı,
cumartesiler uyuyor
Adamı öldürdüm.
II. Ahmet'in yalnızlığını aldım
Yerime durdum.
186
V. İLK GÖKYÜZÜ ÇEKİP GİTTİ
İlk gökyüzü çekip gitti
Gökyüzünün önünde Hiristaki Pasajı, Amerikan Haberler Bürosu Saint - Antoine'daki
Lambodis'in meyhanesi gökyüzünün önünde
Sonra hiç düşünmediğimiz saraylar, Çırağan, Yıldız, Teodora'nın kahve fincanları,
güneşler, sokaklar
Bir akşam önünde oturduğumuz bahçe, her sabah III. Selim'in bakıp bakıp ne güzel
dediği kırlar gökyüzünün önünde
Gökyüzü de hani İlhan Berk'in her şiirinde çarşılara, evlere indirdiği hani mahpuslara
oya gibi işleyip ellerine verdiği
Hani bir sabah doğan çocuğun önüne koyduğu, bu ne diye annesine sorduğu
Hani yüz paraya hani hiç paraya baktığımız hani kadınların, çocukların gözlerinde daha
bir sevdiğimiz
Günaydın Yeryüzü'nde Berrin Taşan'ın sözünü ettiği vapurlardan, trenlerden inip
baktığı
Hani kimseler yokken evlerde uyuyup kalan, hani soyunan dökünen hani meme uçlarını
kaldıran
Hani yüz sayfa hani bin sayfa tutacak kadar çok hani sabahları hani akşamları alıp
çıktığımız, döndüğümüz
Hani öldürecek kadar güzel, haşhaş çiçeklerine, kızlara, çocuklara benzeyen
Üzerlerini açan
Hani çarşaf gibi
Hani ak
Hani katil olan
İşte o gökyüzü
Galata Kulesi'nin üstünde kalktı
Denizlere gitti.
187
VI. GÖKYÜZÜNÜN ARDI
Gökyüzünün ardından türlü şeyler yürüdü türlü evler türlü çarşılar türlü pencereler gitti.
İlk önce de Sultan Mehmet'in 726 kişilik mutfağı, 63 kantar bal, 544 tavuk, 28 mut
pirinç
Sonra 61 kaz, 19 kıyye safran, 116 istiridye, 78 karides, 400 balık, 10 kıyye biber
Eflak tuzu, 51 şişe boza, 61 baş, 649 yumurta yürüdü.
Sonra II. Murat'ın 1.117 kişilik mutfağı, 30.000 tavuk, 255.000 kuzu, aşağı hint biberi,
zencefil
Sonra şeker, francala, fodla
Sonra Valde Sultan'ın günlük tayınları, 3 kıyye şeker, 12 kilo sade yağ, 5 kilo pirinç
Güzelim kırmızı, siyah üzüm, has un, nişasta
Sonra düzgün, rastık, İtalyan allığı, Bağdat kınası
Sonra Vezir mutfakları, mesela Damat İbrahim Paşa mutfağı, Sokullu, Yedi Sekiz
Hasan Paşa mutfağı
Sonra II. Ahmet'in dünya kadar yalnızlığı,
II. Valde Sultan'ın erkeksizliği
Sırayla hep yürüdü.
Yani Kanlı Nigar Hanım'ın sabahları, Süreyya Bey'in gençliği, Çıplak Ahmet'in akşam
üstleri,
Yani hepsi yani Büyük Konstantin'in önünde durup denize baktığı pencere
Yani, kan, yani frengi, kanser dünyada adı anılmayacak,
Yani çağrışımsız, yaşantısız
Yani namussuz
Yani iyi ne varsa
Yani kötü
Gitti.
188
VII. KALAN KOVANIN ESKİ ZAMAN YALNIZLIK BALADI
Simdi hepsini unuttum, bu kaçan göğü, bu denizi unuttum diyordu kova.
Şair Vasıf'ın tarih düşürdüğü yangınları unuttum.
Şimdi cumaları Allah Baba sıkılmadan nasıl yapar bilmem
Ben patlıyorum cumaları bir buçuklara doğru.
Ben I. Ahmet'in oğulları, şair Leyla Hanım'ın göğü, Serefnaz Hanım'ın memeleri beni
bırakmayıp
Ben çıplak Ahmet'in ölümünü gördüm ama inanmadım
Gökyüzünü boğduklarını gördüm ama inanmadım
Allah Baba'nın sıkıldığını, kimi evlere kimi sokaklara indiğini yalnız ben mi biliyorum
Recai Bey bu akşam evleniyor beni bırakıp gitmeyin.
VIII. İVİ IŞIĞI
İvi tüm bu denenleri duydu
Baktı kule kanlı kule ağrılı kule küsüktü
Kule ömründe kule bütün ömründe bin kez Allahsız, gökyüzüsüz, penceresiz
Kule beş bin kez küçük sokaklarsız, dükkanlarsız, evlersiz, sarı eriklersiz, yaşamsız
Kule etmişti.
Bunları biliyordu İvi
İvi insanları biliyordu
Denize inmişler balıklarla, yosunlarla, midyelerle konuşmuşlar, balıklara, midyelere,
yosunlara neler dememişlerdi.
İvi bütün yaptığı resimleri düşündü
Karaları aklara çevirdiği resimleri düşündü
Bir başına bir karayı bir akı nereye getirip koyduysa
Para etmiyordu.
Gördü yalnızlık
Nereye konursa neresinden tutulursa nereye götürülürse
Bir sokağa çıkarılsın bir pencereye konsun denize çıkarılsın ister
Gidecek şey değildi insana.
189
Kuleyi anladı İvi
Denizi tutup ayağına getirdi.
Kule denize bir baktı
İki baktı
Üç baktı
Kendini içine attı.
İvi insanları anladı
Yaşamaya çalışmaya yolladı.
KÖTÜ EVLERE İNEN BALAD
Aldım otuzbeş yaşımı, o canim ağzını, sana geldim,
Bir pencerede bir kadın yavaş yavaş soyunuyordu,bakmadım
Dünyalar değişti gerimde, gerimde güneşler, çocuk gözleri
Bir pazar alıp kırlara çıkardığım yalnızlığım.
Kalktık aşağı odalara indik, göğe yakın oturduk
Bir yer evrende ille düşecekti duyacaktık
O gün o gece o sabah öyle hep bekledik durduk.
Ellerin aklıma geldi de kalktım sana geldim
Bütün gece öptüğüm yerlerin bin yıllık yalnızlığımdı
Bir doldu bir boşaldı yukarı odalar, yörede çocuklar uyandı
Kirli bir ses bir su aktı durdu gecede duyduk
Bir adam ne kadar sıkıldı ki uzun uzun kahve ısmarladı.
Böyle hep yangınlar açlıklardı alan göğümüzü
Anladık aşkımızdı daha bin yıl yaşayacak başka değil.
190
Sunu
Aldım her gün biraz biraz umutsuzlukları sildim
Karalara akları çıkardım bu şiiri yazdım.
AŞK
Sen varken kötü bir şey bilmiyordum
Mutsuzluklar, bu karalar yaşamda yoktu
Sensiz karanlığın çizgisine koymuşlar umudu
Sensiz esenliğimizin üstünü çizmişler
Nicedir bir pencereden deniz güzel değil
Nicedir ışımayan insanlığımız sensizliğimizden.
Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar.
TE DEUM
Ne güzel uyuyordunuz hepiniz, bir kez daha ne güzel uyuyordu bir kadın bir çocuk
Daha bu deniz gelip durmamış daha pencereler dünya yüzü nedir bilmiyorlardı
Böyle binlerce şey bir bahçeye bir sokğa bakmak nedir bunu bilmiyordu
Benim bildiğim bir de uyanıp bakacaktınız yok uyuyup uyandığınız sabahlar,
öpüştüğünüz odalar yok
Yok ağaçlar sular şiir yazdığınız masa, her gün size doğru gelen deniz yok
Manav yani dükkanını arayacaktı bulamayacaktı
Rum fırıncı karakola koşacak böyle böyle böyle diyecek kimse inanmayacak
Bakacaksınız biri namussuzluklarının ardından ağlayacak herkesler soracak
Siz gelecektiniz sonra en sonra siz gelecektiniz pencerelere bakacaktınız,
bulamayacaktınız
Asıl eskici Abdullah şaşacak, Abdullah çekicini örsünü arayacak, yok.
Asıl o çekicine örsüne ağlayacak hepiniz üzüleceksiniz.
191
Sizinle gelirdi bakın çocuklar, taze marullar sizinle gelirdi
Yani kapısının önüne oturdu mu hepimiz bilirdik artık iş gökyüzündedir
(Gökyüzü bir kez daha şiirime giriyor demektir.)
Bakarsınız birden anlayıveririz Abdullah'ın bir sabah mutluluk dediği şeyi
Birden daha bir güzel gelmesi pazartesilerinin onunladır artık
Onunla gelen bir sabah erkenden gelecektir bir daha hiç gitmeyecektir
Gelmeyen güzel birşey yoktu sizinle, bir deniz sizinle yüz kere görünürdü
Durup dururken bir yere bir yıldız düşse siz geçiyorsunuz derdik
Sizi bekliyorlarmış gibi mısırlar, yoncalar bir anda büyürdü
Siz dedikten sonra resimler başaklar sarıdır
Bir şey sizinle mi geliyor sizinle mi dünya kötü tutar düzeltirdik
Tüm iş sizinle gelen denizdeydi bir işi bitirmek başlamak bir işe o denizleydi
Yanıt
Benim bildiğim elimde bir ölüm özgürlüğüm vardı, alamazlardı
(Bunca şeyi bunun için anlattım örneğin ne güzel uyuyordunuz dedim)
Bir sabah salt daha iyiye böyle giderdi dünya
Diyordum tüm düşmanlıklar böyle biter dünyada başka değil
O şehri aç bırakan adamı göremezdiniz bir daha bir daha açlık nedir bilmezdiniz
Bir düşünün bakacaktınız o düşmanlıklar açlıklar bir sabah bir sabah hiçbiri yok
Ben onu bunu bilmem bakacaktınız bir sabah her şey güzel
Bıraksalardı en başta bunlar olacaktı.
Bu sefer olmadı.
GUERNICA
Önce eli gördüm
Benimle beraber tabaktaki uskumru domatesle boyun boyuna biber rakı gördü
100 mumluk lmab bir yandı bir söndü
192
Öldü dirildi
Guernica
Dünyada mıyız değil miyiz diye
Bir adam kendi kendine sordu
Bir kere eli gördüm ya
Arkasından yeşil bir göz gelip durdu önümde
Yeşil göz herkese denizi hatırlatıyordu
Bana hiçbir şey hatırlatmadı
Yeşil göz
Yeşil bir gökyüzüne bakıyordu
El
Bir ağaç gibi parmaklarını açtı
Göz kırptılar gökyüzüyle
Yeşil bir alemdi
Picasso bir mavi çekti
Gökyüzü kendine geldi
Daha sabah
Ağaç kararmamıştı
Boğayı gördüm
Boğayla beraber yüzlerce adamı gördüm ilk defa
Guernica ana baba günüydü
Su gerisin geriye akıyor
Kuş gerisin geriye uçuyor
Ağaç gerisin geriye
Bir fırtına bir yangın
Öyle bir şey
Göz gözü görmüyor göz tabaktaki uskumruyu boyun boyuna biberi domatesi görmüyor
Belli savaş
Belli ölüm
193
Üç adam kim yaptı bunu diyor
Ha diyor herifin biri
Picasso siz diyor
Ha
Daha sabah
Hep sabah Picasso
Akşam Amerika
Baktım bir siyah
Guernica'dan çıktı
Gökyüzünün bir kıyısına gidip durdu
Bu gökyüzü daracıktı eskiden
Picasso geldi
İş değişti
Yerde bir adam yatıyor, öldü ölecek
Daha sabah
Ananın uykusu var
Elinde bir lamba dolaşıyor habire dolaşıyor
Kırmızılar sarılar siyahlar konuşuyor
savaş oldukça
İşin iş kırmızı
İşin iş pencere
Amerika işin iş
Bir kadın girdi odaya ana belki kız belki
Rakı şişesi yere yuvarlandı
Döşemedeki suyla buluştular
194
Su kollarını açtı
Rakı her yanını
Sarmaş dolaş oldular
Bu dünyada ölüm
Belli onlara göre değil
Belli dünya Guernica'da iyi değil
Belli Picasso üzülüyor
Bir su üşüdü
Guernica'da herkes gördü
Guernica Amerika'da karanlık
Dünyada değil.
SAKARYA SOKAĞI BALADI
Baktım yöremiz burçlar, yöremiz Kova Burcu, Yengeç, Başak, Boğa Burcu yöremiz
Bir kız Oğlak Burcu'nun üstünde, Sevinç belki, soyunuk oralarıyla oynuyor
Ben seni, öbür burçları alıyorum sokaklara, denizlere çevirip bakıyorum
İlkin Sakarya Sokağı, Akdeniz'in kırık dökük bir kolu ilkin gelip çarpıyor
Sonra dünyalar güzei yinin çizgileri, yorgun, mutlu alaz alaz hani
Hani beni yerden yere vuran o Salamis'li Denizciler Korosu boynun
O yanından ayırmadığın gök, acımsı koşuk olmayan nesir halinde hani
Aşağılarda maystro aşağılarda bakıyoruz beybaba, frikik, sifos bakıyoruz
O gök o alasız çizgileri yinin o dudağına tam arasal inen çizgin
Birer birer gelip vuruyor.
Tuttum hey dedim aldım sokakları, Bayındır, Devrim, Adakale Sokağı'nı hey dedim
aldım
Her birini nasıl hele birilerinin çizgilerini nasıl seviyorum, karıştırıyorum nasıl
Baktım Sakarya Sokağı Karanfil Sokağı'na bakıyor, Karanfil sokağı yattı yatacak
baktım
195
İlkin çiçek kokan üstlüğünü o korkunç yeşil üstlüğünü çıkarıp attı geceye
Gecede bir kıpırdama oldu bir yeri ağırdı bir yeri korkunç koptu duyduk
Sonra şöyle çırılçıplak şöyle kuştüyü o canım kollarını açtı şöyle mavi
Yürüdü vakit deyip Sakarya Sokak elleri kolları her yanı vakit deyip yürüdü
Bir yer belki bin belki daha da eski çağlar daha eski yıkılar,
şatolar düşüverdi
Bir dürüldü bir açıldı hiç açılmayacakmışleyinbir dürüldü bir açıldı gece
Çiroz, Adakale sokak bir de fakir bitli bir sokak, Çırağan Sokağı çıngırağı çekti
Bütün sokaklar bütün öbür sokaklar yerlerine döndüler, dönüp işlerine başladılar
Belki bin belki daha eski taş tunç çağları geçtigeçti belki de, biter gibi değildi gece
Önce bir çocuk bir okullu çocuk bağırdı hey dedi hey cumartesiler, salılar, pazarlar
Hey 2'ler, 3'ler, kalemler, defterler, dili dılı geçmişler bütün geçmişler, üçgenler hey
Çavuşağa hey, Balıkçı Necati, Florya, Bizim misuri, karikatürist Halim hey dediler
Hey bu kadar yeter diye bağırdılar Sakarya Sokağı'na bu kadar yeter diye bağırdılar
Birbiri ardına dizildi sabahlar, sabahlar öbür sokaklar öbür denizler
Birden doğruldu Sakarya Sokak aklına balıkçı necati geldi birden, Necati dükkanını
açmalı diye düşündü
Baktı çırılçıplak uyuyordu Karanfil Sokak bir yeri bin yeri uyuyordu baktı
Açsa üstünü
Sabah
Herkesin istediğiydi
Üstünü açtı
Sunu
Nereye diyor burçlar, İkizler Burcu, Koç, Oğlak burçları nereye diyor
Hiç diyorum hiç on beş yıl öteye, on beş yıl ötede bir çocuk beni bekliyor
Gidiyoruz dünya güzeli bir ormanda bir kocaman bir sarı ay düşüyor
Gözleri gözleri çıkıp çıkıp geliyor, gözlerinin içini bilmezler nasıl bilirim
196
Gözlerinin içini bir bilseler kimse savaşın adını ağzına almaz
Bilseler bir sabah sonrasız, bin satır on bin satır bir sabah bilseler
Böyle alıyorum Akrep, Boğa, Öküz Burcu'nu tüm kötücül burçları böyle alıyorum
Ulan diyorum
Çekip gidin artık
Çekip gidiyorlar
UZUN KARANLIK
Neydi o güneş o sular güneşi çıkı çıkıveriyoruz
Ben seni alıyorum seni cumartesi çocuğu soyuyorum
Birden bir yerlere gidiyoruzbir yerlerden geliyoruz
Bungun, karası, bak diyorum bak acunsuzluk önün diyorum
Hiç yokken böyle diyorum böyle güzel diye diyorum
Sonra birden bire sen yoksun işte birdenbire yoksun
Bakıyorum Amerikan bir gök sıkılıyorum kalkıyorum
Sen yoksun ya seninle binlerce yerim yok.
Bir sabah uyandım bütün dörtleri beş yaptım.
Çıktım bir bir camları, caddeleri indirdim ses yok.
İnsan böyle n'aparbilmem seni hele bak hiç bilmem
Gidip ağaçları tutuyorum, çocukları çocukları öpüyorum
Durdum bir yerden göğü, sokakları hep sokakları dinledim
Evlerini deniz yıkayan bir kıyıdan bağırıyorsun bana
Bir soluksuzluk bir duvarlarbir duvarlar duyamıyorum
Böyle bir uzun karanlıktan bağırıyorum bağırıyorum.
197
SOKAK
Çok oldu, bir akşam beni sıkıverdi etin türküsü
Ön kapıdan bir adım attım doğru o karanlık
O kalemler, defterler, yalnızlıklar Edibe'nin koyduğu
Bir karanlık iyi günler diyor iyi günler durup baktık
Bütün o şehirler biraz önce yangından çıkmıştı sanki
O uyumalarını uyanmalarını ben güzel yaptım
Şimdi kimse dünyada senleyin güzel uyumaz uyanmaz senleyin
Aman o baktığın denizler anlatılır gibi değil
Sen bir şeye bakıyor musun o anlatılmaz artık
Böyle bir yaprağı bir suyu bir yolu yanın sıra geçiyorum
Bir sokaktan bin sokaktan rüzgarlar koyveriyorum
Bütün gün seni düşünüyorum da bir başkasıyla yatıyorum
Bir şiirde bunları diyorum demediklerime geçiyorum
Ne güzel giyimlerini balıkları yolları alıp boyuyorsun
Yalnızlıkları, bir yapraksız ağacı, yukarki karanlığı çiziyorsun
O ala sevin senin şimdi hızlanan çoğalan o şehirlerde
Nice soğuk, kımıltısız gecelerimizden trenler geçiyor
Bu karanlığı ben indirdim bilmem biliyor musun
Sanki bir yaşamlar görmüştik, fukara soluğumuzu yitirmiştik
En çok insan bir yerimiz kopup gitmişti duyuyor musun
Yeniden o sokağa o ulu sıkıntımızın sokağına indik
Hani bir ışıkla başlar ya şiirler artık hep öyle başlıyorum
A'dan Z'ye bir karanlığı büyütüyorum
Şu kadınlar var ya şu kadınlar şu kadınlar yok
198
BALAD
Ben böyle deniz görmedim ne kadar seni düşündüm
Gittim ne kadar bilemezsiniz ne türlü karanlık
Baktım biri yok o kentlerin hiç olmamışlar gördüm
S bir kadın balkonunda baksam ne zaman olurdu
E sesinde yüzlerce trenler yürürdü Galile'de
Sizi bilmem ben galiba olmadım o dünyalarda
Salt bir it karanlık akşamüstü denizlere doğru
Durmuş nasıl bu gökle bu yalnızlıklar yaşamada
Ne yaşanmışsa görmemişiz yaşanmış o kentlerde
Gittik gittik bizi bu surlar tuttu böyle kaldık
Böyle güneşlere bayılıyorum çok güneşlere
Hafif otlar yürüyor evlere pis İstanbullara
Şey ile şeysiz geçiyorum o kapanık güneşlerde
Siz bir durma benim Karanlığımı yadsıyorsunuz
Sokağa çıkmayın diyorum çıkmayın duymuyorsunuz
Benimle gelen o büyük sıkıntıdan gelenlerdi
Ta Galile içlerinden yürüyerek gelmişlerdi
Biriniz beni görmediniz ne kadar bağırdımsa
Denizler baktığın tüm o denizler gösterdi bana
Bir yalnızlık yeryüzündeki kapılar bir o gördüm
Sunu
Ben bütün çizgilerde oldum bütün o çizgilerde
Her sefer böyle geldi vurdu yaşamama bir deniz
Aldı bir yaşamadan bir yaşamaya kodu nasıl
Al bir çocuk vardı o korkularda o gecelerde
Büyük ulu sular yudu beni çokum artık nasıl
Bir deniz size de gelir vurur elbet anlarsınız
199
F
Siz o gökleri görmediniz Asur'da
Kral yazıtı sularla Herodotos vakti, milat soğuna durur nasıl, nasıl Met Kralı Urikos'a
ırmak ötesi valiler getirir gösterirler, kim bilir ne güzel gösterirler, durur sonra nasıl
güzel Asur'larda özel evlerde Akadca, kim bilir. İngiliz nesrinde kim bilir ne
güzelsinizdir, oyma put dökme put gibilerde o küçük harf haliniz Het Dağları'na dedi.
nasıl korkun
ben burda kalıp çay dağıtacağım yazıcı Ezra'ya siz ne yapacaksınız ey falan
Siz o gökleri görmediniz, milat göklerini
Nasıl İstanbul defterde nerden bileceksiniz.
Bu karanlık böyle yalnız kalmalıyım.
Ur alfabesine vuran yüzünüz Mısır'da en çok Mısır'da bizim en çok olduğumuz
sabah şeydiniz öyle güzeldiniz.
Duyduk Got Denizi'nden geliyormuşsunuz, Mısır'da parasız yediğimiz balığı,
hıyarları, karpuzları kralın önünde, tarihler kitabına yazdık çünkü Met, Fars kralları
çünkü başkaları güzeldi
Siz benim konsüllüğümde geldiniz sabahtan şimdiye değin kaldınız, birtakım
küçük denizleri taşladık birtakım denizlere aktık
Bu sokaklar ne güzel böyle bu sokaklara çıktık.
GALİLE DENİZİ
O kadın yunanlıydı ama Fenike soyundandı o gece ilk geliyordu ilk görüyorduk daha
Geçmiş ne korkunç yollardan bir onalrı anlattı durdu bütün gece bütün sabahlara
"Beato Angellico'yu siz hiç görmediniz, Sanisiata Anuziata Kilisesi'ni hele hiç
Beato'nun bir yedi ekmeği birkaç küçük balığı hep bir on yirmi balıkları vardı.
Benimleyken bu gördüğünüz resimleri bütün bu resimleri ışıtacağını bilirdi er geç
Deri tüyü giyer çekirge yaban balı yerdi bir bu ikisini yerdi işte hep nedense
200
Gördüm o da benim gibi Elam'dan geliyordu İzmir'e benim gibi onunla saat altıydı
Onu ben kapıda bıraktım bakın onaltılar yirmiler ne zamandır bakın kapıda artık
Bakın denizin üstüne bu 16'ları 26'ları bu göğü o getirdi kodu düz rakı şimdi hepsi
Siz onun Allah'ın sağına oturduğunu duydunuz bütün bildiğiniz duyduğunuzda bu işte"
Böyle bütün gece konuştu bütün gece f bütün gece bindi on bindi yüz bindi baktık
Sanki çok suların sanki Yunanlı değil sanki Asur Truva İzmir'di sanki sesi
Bunları dedi çıkıp gitti neden gelmişti neden çıkıp gitmişti sonra belli değildi
Birçok soğuklara koyverdi ama bizi o birçok soğukları bilmem niye sevdik
Pencereleri açıp otururduk biz pencereleri tutup kapattı tutup her şeyi bir şey etti.
Yeniden Beato'nun resimlerini açtı o en çok çiçekleri gösterdi en çok güldü
Beytelhem ya da Erden Irmağı'ydı ya da hiçbiri değildi biz bile değildik akıyordu
Petrus denilen Simon, herhalde Petrus denilen Simon denize ağ atıyordu çünkü
balıkçıydı
İsa türlü hastalığı iyi ederek Beytelhem'de yahut Medice'de galiba türlü dolaşıyordu
Sonra büyük bir T çizdi ne güzel çizdi büyük bir T büyük kuşlar geçiyordu
Malta'nın vergi topladığı kentlerde belli dolaşmış belli bizi sevmemişti
Abtcde hgklmop nbşjklmnb csw neryZ
Bir sıkıntı mıydı bunlar onun yazdığı o geceye kadar hani hiçbirimizin bilmediği
Daha çok o Kudüs'lerden geç vakit getirdiği bir sıkıntı aşağı yukarı sonu Z
O gece birdenbire bir güneş bir güneş tam sabaha kıl kalalarda tam oralarda
Bir çocuğun bir çocuğun Efsos'tan o gece Sebt gününe Yeruşalim'e yakın sesi
Tabriye gölü o gece ta uzakta kaldı Lübnan'dan da Keferhum'dan da ta o kadar uzakta
Bin yıl gelecek diye beklediğimiz biraz sonra gelecek saat altılar 366'lar gelmedi
Bin yıl öteden üçüncü S'den buralara bu sabahları Kudüslü hanımlar 300 getirmişler
Hep Beytsa'da da İzmir'de hep o en güzel incirleri denize hep üçüncü saatlere satarlar
Hep bu saatte Petrus'ta Andreas'ta İsa çağırsa da çağırmasa da sağlama balığa gidecekler
Ne yapsak bütün gemileri çocuklar İsatnbul' çekecekler doğruysa sonra bırakacaklar
Ne yapsak üçüncü saat üçüncü gün çabuk geliyor işte hep yere yakın sevgi'lere
O gece bütün saatler beşi vurdu, bütün saatler bir iki üç dört beş Leyla'larda
O gece hep işte bütün bunlar bitiyorkötü nesir zeytinlik kötü T. bap 3 işte
O gece birdenbire bir güneş bir güneş tam sabaha kıl kalalarda tam oralarda
201
Sunu
Ne zaman dinlediğinizde bir ses duyarsanız elam gecelerinden benşimdi oyum
Hiç duymayacağınız bir sesle yanınızdan kim bilir yavaş yavaş geçiyorumdur
Bilmediğiniz Sümer'de ya da Gudea'da bir beş bin yıldır bir o kadardır kalıyorum
Şimdi Truva gecelerinizde ondan söz açıldıkça sizin gibi en aşağı susuyoruMdur
202
EK 2: TURGUT UYAR’IN ŞİİRLERİ
GEYİKLİ GECE
Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.
Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak
Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık
Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden
“Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
203
Çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı”
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli
Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir andan üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.
Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ışıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır’da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bi kadın bir erkek
Öpüşlerimiz git gide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında
Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı
Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu karalarda
204
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk
“Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ayışığında
Bir yanımda üstüste üstüste kayalar
Öbür yanımda ben”
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyoruz
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
“Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum”
Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
205
ÖTEYİ BERİYİ OMUZLUYORUM
Ağaçlar sol yanımdaydı, tralalla
Deniz yüz mil ötede, tralalla
Şehirler çarpa çarpa büyüyordu.
Eskiden hiç bişe bilmezdim, tralalla
Bir kadın iki kadın elli iki kadın
Bir iyi bir güzeldi gökyüzünde
Gökyüzünde tralalla
Duramaz oldum durduğum yerde
Bir kaşıntı bir kaşıntı tralalla
Karanlığımı yitirdim.
TEL CAMBAZININ TEL ÜSTÜNDEKİ DURUMUNU ANLATIR ŞİİRDİR
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Tanrınız büyük amenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanıda caba
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Bütün ağaçlarla uyumuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama ağaçlar şöyleymiş
Ama sokaklar böleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Aşkım da değişebilir gerçeklerimde
206
Pırılpırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim dizboyu sulara
Hepinize iyi niyetli gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyin
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
KESİKSİZ ÖVGÜ
-Bu Yezdan için*
Esmer güzeli Necla’nın baktıkça “bayıldım” dediği
gökyüzü
İşte ben bunu mutlak yazmalıyım dedim
Karanlıkta dünyayı bir bir hatırlamak
Ben yeter dedikçe şehirlerin güzelleşmesi
Bir anda kendi kendime bulduğum mutlu gerçek
Bir kadın var beni onun iki eli iki gözü kurtarır
yaşamamaktan
Öyle hoşlanırım ki onunla yatmaktan utanırım artık
Sabahları acıkmayı ondan öğrendim
207
KAN UYKU
Bir biz ikimiz varız güzel öbürleri hep çirkin
Bir de bu terli karanlık
Sonra bir şey daha var mutlak ama adını bilmiyorum
Nereden başlasam sonunda o ışıkla karşılaşıyorum
Yarı çıplak utanmaz bir kadın resmini aydınlatıyor
Akşam oluyor ya bir türlü inanamıyorum
Oturmuşlar iri yapılı adamlar esrar çekiyorlar
Daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su
Sarı topraktan testileri güneşte pişiriyorlar
Bir korkuyorum yalnız kalmaktan bir korkuyorum
Gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla
yatıyorum
Sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları
Kısrakları birden yavrulamış
Havaları birden güneşli
Kadınlarla yattığım yetse ya
Birde kadınlarla yattığıma inanmam gerekiyor
Hoşlanmıyorum
YILGIN
Bir sargın umut yakaladım onu kuşandım
Serin mavi bir gökyüzü buldum onu kuşandım
Denize doğru sokaklar gördüm onları da kuşandım
Üstlerine üstlük seni kuşandım
Tedirgindim namussuzdum deli deliydim
Uslandım
208
Üç dilim kavun kestim birini ben yedim
Kavundan üç dilim kestim birini ben yedim
Birini sana ayırdım kadın al birini sen ye
Sabah olsun sabah olsun ilk işim bu
Öbürünü götürüp civcivlere vereceğim
Senin bir yönün var orada durur yaşarım
Birde acun var ben içindeyim
Ben içindeyim tüm itlikler sahanda yumurtalar onun
içinde
Orospular içinde Hurşit Bey içinde sen içindesin
Üç dilim kavun kestim birini sen ye
Kabuğunu at Hurşit Bey’i at itlikleri at
Durup durup sana sesleniyorum
KAÇAK YAŞAMA YERGİSİ
Günlerden o gün alıp başımı evin yolunu şaşıracağım
Taze ekmeğim eski kanlarım benim ellerim şaşıracak
Ya da tek başına acıkacaksın sen tek başına gözlerin
Hiç umurumda değil ya şundan şundan şundan korkuyorum
Kim uydurdu bu haziranı bu temmuzları bu yaşamaları gizli
kapaklı
Bu yufkaları oğlakları bardakları bu bütün puştlukları bu
Şarkıları
Hiç umurumda değil yoksa yalnızlıklar, bozuk paralar, uzun
boylu ayışıkları, gelip giden sarhoşluklar, sabahleyin
yalnız yatakta az az üşümek, hani insanın kendi kendini
bulamadığı, hatırlayamadığı saatler olur ya, işte onlar.Bir
keresinde böle saatlerin birisinde bir şarkı duymuştum da
209
işimi gücümü koyup sokak sokak bir kadın aramaya
çıkmıştım.sonra bulamamıştım.bir iğrenmiştim nedense,
gidip bir köşede kusmuştum.
Akşamları eve hep arka sokaklardan dönüyorum
Pencerelere bakmıyorum dükkanların mostralarına
bakmıyorum
Kadınların eteklerine bakmıyorum hiç
Sağıma soluma bir baksam biliyorum sapıtmak içten değil
Bir baksam ertesi gün nerelerde olurum
Uzak şarkıları dinliyorum sıkı sıkı aşık oluyorum
İyi niyetle merhaba ağaçlar evler bildik bulutlar
Öğrenciler memur kişiler bana benzeyenler
Ben kaçmaya çabalıyorum hoşnut muyum
Siz kaçtığınız yerde hoşnut musunuz
Konuşup gülüşüyoruz umumhaneye nasıl
gittiklerimizi anlatıyoruz
Hiç yanıma yöreme bakmıyorum
İlle şeytan minarelerini düşünüyorum büyük pullu deniz gibi
balıklarını
Kadınlar adamlar şehri uğultularla dolduran namussuz
Kalabalık
Yorgun kalabalık iyi kalabalık alaycı düzenbaz kalabalık
Bir karışsam içlerine bir uyusam biraz gülmesem
Ertesi gün kim bilir nasıl yaşarım.
Bir çalıştığım oda var üç pencereli, bir arka yol, bir gök yüzü,
göre göre önceleri sevdiğim sonra alıştığım, sonra ezberlediğim, artık kurtulduğum ağır aksak gözkyüzü, her gün her
sabah bir şu kadar kuşun, adamın, uçağın, yağmurun yunup arındığı gök yüzü, bir de geceye karışmaya başlayan
tek tük ışıklı,ama nasıl sıcak ışıklı tanıdık yerler, Zekeriya
Bey in evi, süheyla Doğrusöz’ün evi,Ali Özaçar’ın bakkal
210
Dükkanı, Temiziş kolacısı kocası Süleyman, sonra kendi evim, yaTağım, yorganım,çorbalar
Gidiyorum geliyorum dünyayı bu kadarcık belliyorum
Halbuki ben ne hinoğlu hinim aslında,iyice biliyorum açlıklar,
İnadına kanlar, çıngıraklar, döğüşken horozlar var, ormanlarda zaman zaman unuttuğumuz haydutlar, enginar tarlaları, pamuk tarlaları,ırgatlar, sekiz yüz kadem derinliğinde kömür arayanlar, zorlu aşklar, buğdaylar buğdaylar,
ilaçlar ilaçlar
halbuki biliyorum biliyorum ama ne ben yokum ne onlar eksik
Akşamları hep arak aksaklardan dönüyorum
Biraz bıkkın bir parça kırık korkunç umutsuz ve sakin
Eve geliyorum seni buluyorum bir seviniyorum bir kızıyorum
Sonra biliyorsun
DENİZE GİDİP DÖNEN MAVİLERİN BİRE İNDİRGENEN ÜÇLÜĞÜ
Yalanlı dolanlı alçak doğruca yaşanmamış bir
Bir gözsüz kulaksız elsiz ayaksız güdük bir gün
Bütün yitiklerim karalarım üst üste üst üste bütün karışıklığım
Gelip geçtiğim macera şu kadar binler yıllık
Şu kadar biner yıllık karaların karışıklığım üst üste
Usul usul insan insan ölüm ölüm üst üste
Şu kadar güneş şu kadar su yılanı şu kadar düzen
Ben sebepliyim denizlere aylara kavgalara umutsuzluğa
Bir maviyi durup dururken birine benzetiyorum
Bir balığın ağzını anıyorum durup dururken
Seviniyorum
Ben üç yer tasarlamıştım üçüde sana bana uygun
Biri güne bakanlardan biri otuz yaşta birini sorma
211
Birini sorma gün gelir ben söylerim
Daha usta olurum daha yiğit o zaman söylerim
Bu kırgın karanlığı bir ışıtalım ilkin
Yeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyen
Baştan başlayalım susamlı ekmeklere
denizaşırılarına sevmelere
Gidip dönelim
Belki bir yerde bir tohumda bir durumda belki
Belki o ses o yudum o yumuşak döşekler yeşil yeşiller
Ben taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerim
Bakarsın göneniriz gidip dönelim
Ben yılmam taş çekerim çamur kararım ben
Seninle gürül gürül saçların var nasıl olsa
GÜNEŞİ KÖTÜ O EVLER
O benim bildiğim sevdiğim bellediğim güneş diye beklediğim
güneş değildi odadaki
Mor tozlu halılarda iplik döküntülerinde oymalı cıgara
masalarında o değildi
Perdenin arkalarındaki oydu bir çıksam karşılaşacaktım oydu
vurulurdum çıksam
O benim bildiğim sevdiğim güneş diye bellediğim güneş
değildi odanın içindeki
Bu güneşi değiştiren evlerde terzilik yapılır giyimler prova
edilir
Acılı gülümser kızlar ağır ayak gebeler kumaş iğneler teyel atar
Hiç içilmeyen likörler saklanır büyük canlı dolaplarda
Aldım kendimi oralara götürdüm ben bu evlerde döner kebap
yiyemem
Çocukları sevmek gelmez içimden gül suyu koklayamam durur
saçlarımı tatarım belki
Eski zaman adamlarını eski zaman kadınlarını eski zamanları
212
düşünürüm
Ağır kumaşlardan sultani elbiseler içinde kim bilir nasıl bu
soğuk güneşler gibi soğuk sevişirlerdi
Nasıl kalkıp kalkıp çiçek sularlardı geceler karanlıklarında
Kim bilir serinlemek için
Elbet serinlerlerdi
Ben bu evlerde döner kebap yiyemem ölürüm
Tıraş olurum en güzel giyimlerimi giyerim oturur beklerim
Yıkarım temizlerim adam ederim ya da
İplikleri toplarım kızları öper öper uyandırırım
Sabahlara akşamüstlerine kıvırcık marullara hazırlarım onları
beslerim
Alırım karşıma bir bir belletirim dalların yeşermesini
kuzuları mutluluğu ölmemeyi
Ölüme karşı durmayı en çok onu yenmeyi
O karanlıklarda kalmış yaşamak yerlerini bulurum çıkartır
gösteririm
Elbet bellerlerdi
Ben o evlerde döner kebap yiyemem yiyemem
Ben prova yapamam iplik dökemem acılı acılı gülemem
gülersem
Durur kuruntularımı beslerim mutsuzluğumu süsler
büyütürüm
Bir o güne beslerim o ak pak güneşe
O her şeyin birden serpilip ortaya döküldüğü gelişeceği gizlide
kalmış uçların bir bir belireceği günlere
Sular gibi dururum.
ESKİ KIRIK BARDAKLAR
İşte bu ellerimle yalnızım bu inanmazsan bak
Bu saçlarımla bu iyi giyimlerimle paralarımla
213
Sen varsın ya sen çoğu kez yetmiyorsun
Uzakta mısın sen misin söyleyemiyorsun
Bakışın mı eksik dudakların mı anlamıyorum
O adamlar geliyor aklıma karanlık iri yarı
O gemiler ipleri yelkenleri dümenleri dökük
Unuttuğum kırlangıç kuşları kırık bardaklar
Bir ahşap evde taşlık beyaz günleri bilmezsem
Bir testiden soğuk soğuk sular sızdığını bilmesem
güç dayanırım
bu durum tek başıma beni suçlandırıyor
işte gör sabah akşam baş ucumdayım
bakın bu ikide birde bozulan güneş
bu durup dururken sokan yılan
bu kırık bardaklar çöplüklerde
aşkın şiirin ölümün en kolayına gitmek
caddeleri sevmediğim kadınlarda yitiremedim
biliyorum sebebini bir bir biliyorum
öle kolay kendisi kurtulması söylemesi öle kolay
kolaylığından sıkılıyorum
kurtulmak elimden gelmiyor
GÖĞE BAKMA DURAĞI
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlardan
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlardan
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu arınıp duran korkan ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
214
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durar ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya
Herkes uyusun iyi olur hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zan gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Suların ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız pencere vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü geç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
BÜYÜK KAVRULUŞ
Büyük, kavruluş soy kırlar gelir aklıma hep,kep
Tükenince insan dayanıklığım
Ağır bakır kalkanlarımızla, demir kargılarımızla döğüşüp
düğüşüp geri çekilince
Yorgun kollarımın en genç bir yerlerinde bir kan şeritleri
215
akmaya ince ince
Başlar yeni sulara kadar, hızla zamana, körlüğe, kötülüğe kutsal tutsaklığım
Nedir senden başka kurtardığımız bu dengesiz savaştan, bu
Yağmadan nedir
Senden gayrı, ey, bir içimi genç ormanları yüzyıllığa büyüten
Diri su, senden
Eskimeden küçülmeden;mutluluktan, özgürlükten, kuşakları
Birbirine düğümleyen
Bir kadını, bir seni, bir sesi, bir suçu,bir şeyi en çok o şey yapan güç
Yalnız sendedir
Seni arayan sular, seni kışlar, seni adamlar, seni sonunda
bozulmuş ordularım
Sanki ay dökülür diri balıklara, sanki gümüş şeyleri güneşler
güneşler ışıtır
Yorgun kuşamlarımla, kanlarımla,gelirim, uzanır senin sabahlı
gecene yatarım
Bu donattığım savaş gemileri sana, dokuttuğum bu vurucu
ipekliler seni anlatır
Bu senin içindir, sabah ormanlarına, dağlara, balıklı göllere
açılan balkonlarım
Sen olmasan, yeryüzünde bu ağaçları, suları, bu büyük
kayaları bekletecek ne vardır
Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur
Benim bir suyum vardı akıyordu
Bir toprağı yeşertip akıyordu
Bir yerlerde birikmeden akıyordu
216
Öyle sakin öyle ince öyle güvende ama akıyordu
Ben çevirmedim gene akıp duruyordu
-O anlatılmaz çömleği bir dere çamurundan karıp yapmışlar kıyılarındaki evliya keçesi otlarının kokusu sinmiş sanki
uzağa götürüyor insanı götürüyor bir çorak sarılığın düzüne yazısına bırakıyor değinmeleri insanları hele daha çok
sevişmeleri özletecek bir yazıya, büyü sanki
Sevdiğimden değil sevindiğimden
Uzun geceleri durup bölüyorum
Uyanık sesleri geliyor utanıyorum
Herkeslerin kaçıştıgı bu yağmur
Beni arı duru yıkıyor ıslanmıyorum
Hep bir hikayeye girmek insan yönümüz mü
Islanıyorum
Bu yanım ıslanıyor daha çok
Akçaburgaz bir küçük kentti
küçük evleri olan bir kentti
yalnızdım inceydim kendi kendimeydim
kalktım bu büyük kente geldim
-şimdi kimi acıyor kimi kınıyor beni hangileri haklı
hangileri iyi ama iyiyi haklıyı aramak her zaman gerekli mi,
ya benim yaşamam
kalktım bu büyük kente geldim
tozlarla böceklerle katlım geldim
Yalınız sedef kabuklarla geldim
Bu kenttir toprak çanaklardan ayrıldım
Büyük yapraklardan sular beni sevindirsin
Gemilerin limandan çıkışları beni sevindirsin
Yalnızlığım sığmadı kente
Çünkü dağları alışıktı bana alışıktı
Birden evlere sokaklara çarptı
Büzüldü çirkinleşti kıvrıldı
217
Çünkü kentlerin yalnızlığı korkaktır
Akçaburgaz’da mutluydum onunla
Hoşnuttum ondan
Sığlarda balık yavruları gibi kuşkusuz
Bir oraya bir buraya bir ormana
Bunaldıkça bozgunsuz avuntularım vardı
Eski haydutları bilirim
Bir zamanlar akça burgazdan dolaylarını denize doğru
Kasıp kavururlardı
Yalnızlıklarını orman ateşlerinde yakarlardı
Korkularla yakarlardı
Kara sargılı atları dağlara göreydi
Şehir uzaktan sevdikleriydi
Bıyıklarından sevinirlerdi
Ne efsanelere girip çıkmışlardı kan içinde
Kayalara gizlenip düzene karşı koyarlardı
Bir korkunç sevmeleri vardı en çok onu bilirdim
Sonu mutlak bir ölüme varırdı
Bir dağ ölümüne sanki
Sonra o bencil aşk o ölüm yıllarca tüter dururdu çatılarda
Sularda bulanırdı düğünlere karışırdı
Ona özenen aşklar türerdi küçük odalarda
Ama bunları neye anıyorum ben Yaylabölüklü müyüm
Sonra ben kalktım bu büyük kente geldim
Çünkü kişi büyük kentlerde de gelmeli
Kendi güzel yalnızlığı için gelmeli
Kalktım bu büyük kente geldim
Akçaburgaz yalnızlığımı da getirdim
Dövündü kısırlaştı garipledi
Anladım yalnız avutamazdım onu
-o deniz mavisinden neden kaçıyorlar sanki oysa onun
avutması büyütmesi ince yaşamaya durgun isteklere karış
218
ması
Adile’yi buldum sevindim
Yalnızlığım onun şehrine ısındı
Yapılar önüme durmuyor artık
Sokaklar aldatamıyordu
Belki ısınmadım ama katlanıyordum
En çok geceleri sevmeden anlıyordum bunu
Sonra adile uzaklaşmadı
Ama ikiye bölündü
Benden aldığı güveni onda harcıyordu belki, ondan aldığı serin
Huzurla bana dönüyordu gene, benden ona ondan bana
İlettikleri yahut ilettiğini sandıkları onu mutlu ediyordu
Denizin gereği yoktu sevişmesinde ben vardım çünkü,
İlençsiz, yakınmasız, hatta kinsiz, genç Erhan’ı kıvandıran
Çeken eti vardı, onun kendisinde mutlu olduğunu görmek
Bilmek bir çeşit aşk gibi sarıyordu onu-oysa banada geRekliydi- o bilgi böylece sardıkça onu, kendi etinin tadı geçmeye yüz tutmuşluğu
yalım
yalım gecelerine gidiyordu
Onu arıyor hep böylece
Benim bir suyum vardı akıyordu
Bir toprağı yeşertip akıyordu
Bir yerde birikmeden akıyordu
Öyle sakin öyle ince öyle güvende akıyordu
Yine akıyor ama yanıldım
Yine akıyor ama otlar cılız
Güneşler soluk günlerde aksak gibi
Bir avuntu buldum avunuyorum
Katlandıkça arınıyorum
Katlanmanın tadında acısında arıyorum
Bir yerlerim temize çıkıyor sanki öyle güzel
Kara kara geceler abandıkça üstüme
Arapkanlı duygular abandıkça
219
Öksüzoğlan balıkları gibi kuytulara kaçıyorum
Akçaburgaz yalnızlığıma sarınıyorum
AKÇA BURGAZLI YEKTA’NIN YANLIZLIĞINA KARA TAŞTAN TAPINAK
KURDUGUNDA SÖYLEDİĞİ MEZMURDUR
Karşımızsa binler mumluk bir lamba yanıyor
N’apalım akşamdır.Uydurulmuştur yıldızların çöreklendiği
Elini elime alıp Davut’la mızıka dinlediğimiz
Benim kenarından bir ucunu kaldırıp baktığımSonra ürküp birden indirdiğim
Biz küçük adamlarız.Davut’la ben.Şiirler okuruz.
Aşık olmuşluğumuz vardır.Sapıtmışlara
Peygamber olduğumuza
Yoklukların sonuna vardığımız kapkara masmavi gözlerle
Bilmişliğimiz yoktur.bağışlayıp inandılar.Hamd ederiz
Gelip dikilen bu uçsuz akşamla yeni bir hüzne
başlıyoruz.
Ama Davut yok.Yalan söyledim.Davut ölmüş.
Kaldırıp gömmüşler mi?Bilemiyorum.
Yakıp savurmuşlar mı?Bilemiyorum.
O kalabalıkların tıptan günahkar olduğu yahut
bağışlandığı
Akımsı kalın kumaşların kanlanıp kumlara belendiği
O kıvırcık sakallar ve kargılar döneminde
O bakırlar döneminde
O hep birlikte sayılmanın erinci döneminde
Parçalayıp dağıtmışlar mı?Bilemiyorum.
Davut yok.Yalan söyledim.Onun sürekli ölmesi var yanımda.
Yeni bir hüzne başlıyorum.
220
Bu gidişe ben, tek başıma ayak uyduramadım
Pencerelerde bir elleri öbür kulaklarında kıvıl
kıvıl böcek kurtları yavruları
Karanlık bir yelkenden hızla boşalan kıllı tükenmez rüzğar
Şehirler.Yolları boyunca dükkanlar açtık,
mostralar düzdük
Bilimleri sürdük getirdik çılgın ateş yalnızlığımızdan
O bizi dövüp sövemiyen acemi, haydi yufka
yürekli Tanrılar katına
Kaldım.Durmadan Davut’u büyütüp öldürdüm.
Başka üç kişi daha öldürdüm
Sonunda durdum sana başladım.
Sana bağladığım.Akşam mıydı?
Gelip gelip gidiyordu havuzların balıklı boşluğu
Heykellerin ayıpsız çıplaklığı
Davutsuzduk.Umutsuzduk.Umutsuz kalmak iyiydi.
İyiydi, Dinleniyordu.Dönendiriyordu.
Kara kara kuyulara kapandık.Korktuk.Çıkmadık.
Bu benim gerçeğim.Durmayıp şarkı söylemek.
Durmayıp yalnız kalıyorum.Ufacık,yeşilli adalarda
Yalnız kalmaya savaşıyorum.Kadınlarla.Erkeklerle.
Çocuklarla.
Tarihlerle, bilimlerle, kalabalıkla savaşıyorum.
Büyük tapınaklar kuruyorum.kara taştan.Kalın
arabalar koşuyorum
kendim girip tek başıma tapınıyorum.Yaralarımı sarıyorum.
Birden bir yerden o ışık.Bir yerden o ses.
Artık sana attığım temeller tutmuyor.
Çünkü sen hiç yoksun.Hiç olmadın.
ATLI KARINCA
221
Tel cambazı istiyordu ki dünya istediği gibi
olsun.Bile bile aldanmaya vardırıyordu
işi.Ama olmuyordu kendisi vardı.
Önceleri terliydi avuçlarımdan kayıyordu
Sonra sonra hem alıştım hem sevdim
Dedim ki ne iyi bu kadındır gecenin yarısında
Etleri var beyaz gergin sıcaklığı var öp öp ısın
Karanlık sokakları kötü lokantaları ısınmış rakıları
Düşündüm göğsümden iki düğme çözdüm
Gittim bir ormanı dört ucundan tutuşturdum geldim
Burada bana göre bir şeyler vardı
Oturdum
Bu ellerimi nereye koysam yakışmıyor
Dedim ki en iyisi kucağında dursun
Şu kravatımı çiviye as gel
Sigaramı yak birlikte at arabalarını düşünelim
Sarı pirinçten pırıltılı koşumlarını düşünelim
Bir zamanlar bilerek unuttuğu ‘Küçük Deniz Sokağı’nı
Denizi odun depolarını demli çaylarını
Ben iyiyim bunlarda iyi şeyler sen nasılsın
Kolların çıplak değildi ama hiç te zararı yoktu
Bir gülünce tanıyordum sen değildin ne yapsam
elimden gelmiyordu
Tanıyordum elimden gelmiyordu
Yoksa ne güzel aldanacaktım
Yabancılığın daha alımlıydı belki
Ama seni bir ormanda yakalasaydım
İlk günlerin ilk çiçeklerin tadında
Kandırdılar 23 lira 10 kuruşumu aldılar iki kadehe
222
90 kuruşu da ben tutup garsona verdim
Sonunda şehre vardım gökyüzüne fişekler atıyorlardı
Bir kalabalık vardı sarıydı utanmazdı geçkindi
Bölesi daha yakışıyor bildiklerime
Gün doğsun bir arınayım istiyorum
Güneş tozlu caddeler kaygılarım beni bir arıtsın istiyorum
İşte tam böyle istiyorum
YEŞİL BADANADA KURTULMAK
Bozgun
Sanki döşenmiş odalarda akşam güneşleri
Öyle soğuk öyle kış günü
Yalancı inciden gerdanlıkları öyle kırık
Öyle sulardan çayırlardan uzak öyle darmadağın
Öyle namussuz öyle anasının gözü,
Öyle bellediğim öyle kovduğum kırıp dökemediğim
Vaktimin ortasına giren bu karanlık resim
Dağda bozulup kalmış köhne otobüslere benzeyen
Öyle tutkusuz öyle isteksiz öyle zifir şaşılır.
Duramıyorum hemen sokağa çıkıyorum
Ağaçlara kuşlara kağıt helvacılara çıkıyorum,
Çakıl taşları renkli cam kırıkları kilit parçaları,
Kuzuların sevip sevip yediği otlardan topluyorum
Kuzulara vereceğimden değil, yok değil,
Böyle çocukların sevdiği işler yapmak pek hoşuma gidiyor
Yada evde kalıp kocaman kalçalı kadın resimleri yapıyorum
O da hoşuma gidiyor
223
Terliksiz Kadınlar Korosu
Bizim çıplak topuklarımız mozayıkların üstünde ya
Durmuyoruz günaşırı duvarlarımızı yeşille maviyle
badana ediyoruz.
Durmuyoruz dünyayı yeniliyoruz,
Bir koltuğu oradan alıp öteye yerleştiriyoruz.
Pencerenin yerini değiştiriyoruz
Halıları temizliyoruz, yemekler pişiriyoruz
Soğuk sularla yıkıyoruz ayaklarımızı kollarlımız boynumuzu
İşimiz bitiyor, oturup sevilmeyi bekliyoruz
Onlarda o zaman geliyor.
TELEFONDA İYİ LOŞ ODA
Sizin loş evlerinize bayılıyorum akşam gibi loş şeyler bekler
gibi öyle loş
Sarımsak demetlerinden artakalmış güneşler gelip durur
kapınıza eşinir kişner döner öyle
Ağlar mısınız şarkı mı söylersiniz şimdilerde hay sizin andım
ışıdım
Telefon çalar bir gelin alayını haber verirler Carmen'den bir
aryaya durusunuz
Hay siz andım sevindim
Oysa ne resim sergisi umrumdaydı ne bizleri kapıdan üfüren
şu şehir
Herkesin gözü benim sevdiğimde oysa benim sevdiğim
ayrılığı yok oysa ben hem sevmeyi hem
susmayı biliyorum
Siz olmasaydınız ben ne yapardım oysa bu loş günde bu
yardımsız avuntusuz bungun
Ya sizi anmalıydım ya bir yangına hortum tutmalıydım
224
alevlerle eteşlere küllere
Siz kimsiniz bu orman bozgunu yeşil perdeleri nasıl
uydurdunuz Allah aşkına
Baktıkça bir yeşil oluyor ne elden ne koldan ne mermerden
Beni elimden tutun taş yollardan geçirin evinize götürün su
verin bana
Bu ne yeşil piyano çalarsanız sesiniz güzeldir loştur aralıktır
ben duyarım bir bir
Bütün duygularımın başı darda perdeleri daha sıkı örterseniz
kurtulurlar
Hay sizi andım kuruldum
Yoksa hiç yeri yokken şimdi karlı dağları düşünmeye
koyulacağım
Sizin o loş odalarınız var ya yatak odanız yemek odanız haspa
balkonlarınız
Akarap kadınların çamaşır serip ütülediği loş avluları andırır
Sizin o loş odalarınız var ya kurtuldum
Artık uçakları hoş gördüm.
KANLI OYUN
Sonunda o en en diri anlamında varırım
Sonunda ölümün yaşamanın gelip geçmenin
Sonunda yaban denizlerin sürek avlarının
Sonunda
Kuzuların o doğar doğmaz arayıp yediği
En güzel kuşların tüylendirilip uçuran
Bir yere geliyorum boş tenekeler
Kirli sular bulanık sular temiz sular
Bir yere geliyorum karşı geçe bozdum
Üç çağın kocaman kocaman yatan gölgesini
Akşamüstleri ellerim boş değil
225
Topraklar taşlar altın tozları benden uzaklar
Bir türkü beriden bana benden ötelere
Üçe kadar sayıyorum bu gecedeyim
Korkmuyorum kaçak değilim iğretiyim
.............
Bu türküye kimseyi katmıyorum
Sonunda böylesi daha iyi
Kısrak sağrılarını düşünmek daha iyi
Hayvan yemlerini otları düşünmek daha iyi
Sonunda belki bulamam
Belki isterim
.............
Sonunda kanlı oyun
BÜYÜK EV ABLUKA
(Ekmek vardı tereyağı vardı utanılacak bir şey yoktu
bir şey daha yoktu ama kayıramıyordum)
İşte böyle olmak en iyisidir olmakların
Bir küçük çocuğu tuttum otobüsten indirdim
(İndirmiştim
Yok olan önemli bir şeydi Allah kahretsin)
Tüm kavgasız tüm duruk tüm başıboş
Üç sayı kötü bir sayı iyi şiir dinledim
Çıkıp okudular durup dinledim kötü mötü
Saat kaç diye sordular birisi beş yani dedi
(ha kavgada ha aşkta
bu gök bomboş ha kavgada ha aşkta)
Göğe baktım yerli yerinde
226
Haydutlar dalaverecilere yerli yerinde
Vurguncular hayinler vurdumduymazlar öyle
İyi dedim içim rahatladı
Düzen bozulmamış dedim sevindim
Tenhaca bir bölgelerinden şehre girdim
(ben herkese varım
Başka türlü olmuyor inanmayın)
Bakın bu şehri be kurdum ben büyüttüm ama sevemedim
(Ekmek vardı tereyağı vardı söylemiştim bu önemlidir
Utanılacak bir şey yoktu kime anlatmalıyım
Ben sevemezsem sevmek kimselerin elinden gelemez
Bizi tutkulara çağırdı otobüse sosise buzdolabına
Telefona sinemalara radyolara bir sürü kancık sevdalara
Yalan dolana itliklere keten elbiselere
(Sonra karısı o çocuğun
Yalnızdı güçsüzdü herkesler gibiydi
Kirlendi kötülendi sarhoşladı pis karılara dadandı
Anladık onu ölenden başkası kurtaramaz
Ölen de kurtarmamıştı)
Bak ben seni nereden kurtaracağım şaşacaksın
Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan
Bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi
Bu yapıları oniki kat yapmak bizim aklımızdı
Biz kurduk istersek umursamayız ya
(Abluka burda başlıyordu çünkü)
Ekmek yiyelim tereyağı yiyelim çocuk büyütelim
Sen beraber yatacağımız yatakları hazırla
Sen bir onu yap yeter bak göreceksin.
227
YORGUNDUM YOKTUM...
Yorgundum yoktum inip çıkardım denizlerde sabahlara göre
değil siz geleneğin
Güçsüzdüm isteksizdim kötülüklerle ölümle adamlarla
güçsüzdüm savaşmaya
O kırıllara benzerdim ki uyruğu dağılmış utancında acısında
yenilmenin
Ülkesi basılmış atları öldürülmüş kadınları büyük özlemli
çocuk yapmaya
Siz osunuz ki siz ancak cayılmaz en yerinde sözler biçimler
anlatır
İlk çağların bakır kuşakları gibi sağlam savaşlar gibi önünde
durulmaz delici
Ozanların kadınlarına bulup söyledikleri o katıksız özdenlik
yüzyıllardır
Tükenmiş tahtlara denizleri üfleyen ipekten aşk ölümünden
kandan inci
Yıldızım benim,kaybolmuş gecelerimi sizin usta elleriniz
buluyor
Kırlardan büyüyen çimenlerden çocuklardan bir gülden ayrı
düşünemiyorum sizi
Dünyada bir sizin baktığınız taylar büyüyor bir sizin
uyuduğunuzda sabah oluyor
Kızışmış kayalarda ısırganlarda eskitiyor çağları güneş ışıtıp
ışıtıp eski denizi
Bir gün bu güzel sizden bu benden ateş kalmayınca ayak sesi
kalmayınca
Size yazdığım şiirlerde duyacaklar gözlerinizi kapayıp
gülümsediğiniz
228
KANKENTLERİ
Kan akıyor penceresi karanlık evlerden
Ölü kadınların üstüne tuğlaların üstüne
Denizse aydınlık ve incili ve mavi taşrada
Kana doğru ürkek en güzel yaban balıklar
Bu kandır akıttığımız sıkıntılı pazarlarda
Üstü üste yergökyüzüne içki şişelerine
Kan içinde elleri ve o obur parmakları
Boşnak değil çocuklarda dondurmacılarda
Mezarlı Eyüplerde ve deniz kenarlarında
Sarışın kafaları ama analı babalı
Kan akıyor ahşap yapılardan sokaklara sokaklara
Mavi ülkeleri tasız kısa pantolonlar da
Kan akıyor oluklardan öyle kan
Boyanır batmış gemiler perşembesi
Bir tesbih bir zımba bir yazı makinesi
Çektikçe böyle katil kuralları
Sargıları tuzlu kara koşumlu atlar
Uyandıkça kan uyandıkça ölü kadınlar sevmesi
Ağaçlarda, gemiler sularında, lokantalarda
Kentlerin kan üstüne kan yaması
Ölü kadınların öpölü çocuklar doğurması
Kuşsuz ve balıksız konsollu odalarda
Çöl olmasa, en dişi kavunlar olmasa
O güneş o eski çocuklar güneşi
Malta danlarında ötede, oralarda.
229
O ZAMAN AV BİTTİ
Öyle çalıştılar ki bir kadını hak ettiler şuralarda buralarda
Sıcağıyla bir kadını, elleri ayakları doğurganlığıyla tenha
Kadınlar bütün güçlerin vardığı, yediden bir baktığımız
dünyaya
Bütün arabaları iten bütün güneşleri getiren ahşap konaklara
Durduğu yerde besleyici, kendine yeten, Hayri dedirten hep
adamlara
Merdivenler güzel oldu, masalar pek uygun, sevgiyle baktılar,
parlayan ışıklara
Nasıl köprüden sabunlarımıza nasıl yerli yerinde aynalara
Eksikli penceresiz su içinde adamlar
Tükenik adamlar gecede kente başladılar
Güç güç dayanırdı erkekler, kadınların kendisi olmasa
Yürekler, dayanmalar, küçük küçük yumurtalar dökülürse
sokakların
Ama ona akşam mı demeli öyle, karasız dağsız hele eşkıyalar
inmemişse yollara
Hani dağdan inmiş herifler biri bıyıklı öbürü daha daha
Korkudan bir türlü doğal anlama katan tıkalı yaşamlar
Göğüslere kulak memelerine lavanta çiçeği kokutmakta
Akşam mı denir ara sokaklarda pis lokantalara
Bir otçuk olmayınca çayırdan bir göz seyretmeyince balıktan
Akşam mı denir yükselen küflü kentli buğuya kalabalıktan
230
Ama bardaklar yıkanır daha
Gazeteler birden eski yorgun sebzeler sulanır tablolarda
Adamın biri dalar lokantaya şarap der öbürü girer o daha
Akşam derler kadınlar erkekler doluşurlar yataklara
Yorgunlar tükenmezkalemleri tüketirler kaygılarında
Susarlar yazmazlar kırk odalı evlerde artık akşama
saygılarından
Bunlar kimi kovaladığı sürüler böyle kaçmasız dünyalardan
Dalyanlar dolup dolup boşaldıkça dip sularıyla
Ormanları boşaltan önüne durulmaz telaşla
En güzel şeye en yakın, birden o kadar uzak dağınık sayfalarda
Kolalı yakalarda dimdik, yağlarda kaygan bütün gün
kuytularda
Alıp gittikleri sabun bulup döndükleri köpük ne fayda
Düzen içinde ölü, huysuz alıngan düzen dışında
Onlar yalın onlar birörnek onlar yalnız satır başlarında
Kadınlar olmasa güç dayanırlar tuğlalara kağıtlara
deniz-gök uymuna
Kadınları düşünmeyin, durmadan alışverişte onlar
dayanıklı tanrılarla
Karasız dağsız hiç kimsenin aklına Filistin milistin
düşmeden daha
Akşam derler kadınlar erkekler doluşurlar yataklara
Su tükenir güneş bilinir el sevinir
Kaçılır yüzyıllık avcılardan evlere girilir
Akşam dediler gökyüzü diyenleri doğruladı
Büyük kapılı evlere koşuştuk
O yorgun o tükenmez merdivenler saatinde
231
Neyimiz varsa balıktan değil neyimiz varsa tütünden
Kalabalığı silkeledik üstümüzden geceye buyurduk
O zaman sis bastı, suları durdurduk, kurtulduk.
susamlı bitkileri, pencereleri düşündük umutlandık.İyi ki
gece vardı.Alıp başını gelmiş yılkıları kuytulara sürdük.
bütün balıklar ürktüler.
Bir yabanlık vardı tüfeklerimizde.kadınlar atlarının üstünde
şapkalarının alımlı tüylerini ellediler.
Dizlerimiz sulardan akıyordu.Ama ne atlardı.Doru donlarına
cam kesmesi yeleler aynı at üstünde hem kaçıyor hem kovalıyorduk kendimizi.Vurulan bir karacanın hayvansı sesi
duyurdu kendini herkese irkilmez miydik?
O zaman kadınlar gizliden göğüslerini ellediler.Güçlerinden
Gönendiler.Bu yetti onlara.Ağ sallandı, balık vurdu.Tavşanların ot kesen ön dişleri durdu.Kuşlar açıldı.Torbalar
kana belendi.Ormanı bozduk.
Sağır kadınlar denize karşı konuştular.
Köşebaşların da bakışlar kaldı.Adamlar kaçıştı her yerlerden.
Av bitti.Ormanı boşalttılar.Gelip dinlendiler.
Uzun parklarda tükenmemiş geyik yoktu bugünlük.
Adamların bakmasıyla birden dirildi, güzelleşti, güçlendi kadınların saçları.Kadın kadın ısındılar, güvendiler,yörelerine bakıp gülümsediler hatta.Kimi “ha evet” dediler.gerektiklerini bilmektendi onların güçleri.
Sonradan en güzel unuttukları olacak anları dolduruyorlardı.
Sözlerin sözlerin dayanılmaz kösnüsü idi artık bizi buraya
232
Çekip getiren, konuşmak konuşmak…
Avdan ve ateşten…
Ve her şeyden…
SİGMA
Yaşatan gücünü seven ellerini ayırd etmiş durmadan
Parklarda boşalan fabrikalardan ve lokantalardan
Her şeye uygun ve habersiz kesin bando mızıka kalabalığından
Ev adamları Latince sulara başladığı zaman
Aydınlıkta üç kişi yan yana geçince beyaz sokaklardan
Karpuz marpuz gibi yemişleri düşünüp rahatlayan
Dışarlıklı sularla Ceneviz korkusundan
Mutluluğuma surlar çekmiş en sahi byzantion
O kan kentlerinde her orman sonu
Korkup kapandıkça kana koşan adamlardan
Sıkıntılı bira şişelerine bıkkın dadanan
Elleri boşalınca kalemden tornadan kağıt ve demir paradan
Duyguları aşk tan dı çok aşktan
Bozayık göklerinde yabancı akşam kuşları falan filan
Bakır kapıları örtünce su başıları son avcının ardından
İznikli teslisçilerden ve Adalarlı hekimlerden daha avutkan
Bütün kurtuluşu başlardı ondan
Bütün kurtuluşu ondan yani aşkı karanlıktan
233
EK 3: EDİP CANSEVER’İN ŞİİRLERİ
AMERİKAN BİLARDOSUYLA PENGUEN
Elleri el gibi kocaman
Beyazda bir nokta gibi kocaman
Kocaman boşluğun küçü1ttüğü her şey gibi
Biriyle kendini artırıyor durmadan
Biriyle koyunlar gibi güdüyor ötekini
Ayaklarını gizliyor bir köpekle
Evine dönerken sonsuza geçen
Göğü kullanıyorken maviye
En kesin fırınlar gibi kızararak
Günümüzden sesler alıyor - sesleri
Devamlı, gülünç, acısız
Acımaktan kurtulmuş yerlerine
Sonra duvardan duvara çizilerek
Ölü bir korkunçluğu taşıyor
Sen, hey, duvarlar dibi öldürülmek!
En yeni tam-tamları dünyamızın
Ya da kendiyle bırakılması insanın
Sizi
Sizleri selamlıyor işte
Doğrusu elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri
II
Çıkacaksanız çıkın daha karar vermediniz mi?
Baktıkça bakıyorsunuz kendinize
Yetişir! Bu da hiç konuşmayan adam yapıyor sizi
Körükler, dev kapılar, balık solungaçları gibi
Emiyor sizi yalnızlık
234
Kurtarıp rahata geçirin ellerinizi
İşte bir kadın kadına geçiyor yürürken
Sizi alıyor, sizi ölçüyor, sizi yapıyor kendinize
Açığa koyuyor sizi
Bilip de söyleyemediklerinizi
Eve dönmeyi, yemek yemeyi, uykuya dalmaları
Bana sorarsanız ters çevirin uykuları
Alın şu adını "ben" koyduğunuz geceyi
Bakınca göreceksiniz, daha bakınca bir ötekini
Geceler, işte geceler
Gündüzler, işte gündüzler
Beyaza siyah penguen sürüleri gibi
Ama elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri
III
Bu gözler onunla az mı yaşadınız gözleri
Bu dudaklar onunla az mı seviştiniz Bana kalırsa gözleri saklamalı
Eliniz yok mu, bastonla iş görmeli
Ya da boşluğa takılmış bir eldiven Asılın, kurtarın hemen
Az şey mi kurtarıp rahat etmek
Ellerle gözleri.
Bir penguen
Nişanla pengueni,
Siz kırmızı yerler, kırmızı saçlar severdiniz
O penguen
Bir anahtar, bir pencere, bir horoz tüyü
O penguen
Çay masaları, öğle yemekleri, gezintiler
O penguen
Ölmek mi diyoruz, susturun ölümleri
235
O penguen
Penguen penguen
Hiçlikle kesilen tahin helvaları gibi
Güneşi eriten çocuk başları gibi
Bir tramvay gibi; günümüzde köşe başları yapan
Serüvenler, hafta tatilleri
Portakal suları gibi içmeyle erkekleşen Penguen
Vur düşür pengueni
Ama elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri.
IV
Her evde bir çekirdek gibi insan ağaçları
İnsan elleri
O penguen
Penguen penguen
Soğuk su tadında kadın yüzleri
Bir eski havada belirsizliğe giden
Dörtnala atlar gibi bitmezlik içinde
Örülmeden kazağınız
Dokunmadan çorabınız işte
Hayata yerleşen peşin iplikler gibi
Sevinme iplikleri
Kıskançlık iplikleri
Beni biliyorsunuz ya, öyle sakin
İplikleri
Penguen penguen
Vur düşür pengueni
Ama nasıl, daha karar vermediniz ki
236
Doğrusu elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın g,ünleri.
V
Siz değil, o kadar ayrı gidiyor ki sizden
O ne mi, yaşadıklarınız belki
Bir umut oluyorlar sizden önce
Bir aşk, kahveye vurmuş asker ağızları gibi
Siz sabahları şehirlere bakarsınız
Siz sabahları dünyaya bakarsınız şehirlerden
Bir deniz, bir itfaiye eri
Bir pencere sokağa girdi girecek
Damları çiziyor istemenin elleri
Bir çocuk kiremitlerle karışıyor
Cam kırıklarıyla bir kedi
Bir vapur girintiler yapıyor anılarda
Yaşamanın hızları gibi
Eski bir gündüzü açıyor bacaklarınız
Ve elleriniz
Sevişenleri avlıyor bir bitmeyende
Ölüler gülüyor ölüler
Kırın şu sürahileri!
Soğukta durdurulmuş boyunlar gibi
Ve işte
.
Sizi gösteriyor sizi
Bu yoksulluk odası
Bu kupkuru tahta
Tahtaya geçiyor düşünme sürüleri
Bir yağmur bir yağmur
237
Ama elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri.
ÇEMBER
I
Vardır ya, hepimiz bir yerde olmak '
Ben işte onu ..
Tutulmuş gözlerinden ağaç altlarıyla
Bir kırmızı bahçeye yürüyorken ustaca
Bir karınca küçümenliğe yerleşiyorken
Siyah olarak
Bir şemsiye göğe öykünüyorken arada bir
Dönüyorken ve
Bir doğru ilk başladığı yere
İşte pek fazla kurcalamazsak dünyanın orta yerindeyiz
Ben
Yani çok değişik bir sokağı yakalamış bulunan
Kullanmak için yaşayıp ölmeye.
II
Bir kadın evine girer ellerimden
Bir adam tıraşı uzar ellerimden
Şöyle bir dururum, bunu hepiniz yaparsınız
Daha çok görünmek için yaparsınız bunu
Ve biliyorsunuz ki bu yüzden
Bir köpek bulanıklığa uğradı
Karanlığa yazıldı bir dülger
Biriyse "hişt" diyerek yanındakine
Kolunu dürter
Evet, bakalım insan nereye gidecek
Ben omuzlarımı alıp sıkıntıya giderim
238
Bir asker kışlaya döner
Sonra çok olağan bir şeymiş gibi
Yerine yer koyarak biraz
Bir şehir kendine ilerler
Böylece
Ama böylece
Gittikçe daraltır bizi o siyah
O büyük milyonerli çember.
III
Penguen ağızları vardı
Geceleri penguen elbiseleri
Bir aşk boyunca - nedir ki demiyorum aşkları
Çünkü her sevgide biraz da cinayet bulunur
Sevmeleri.
Her soyunmada bulutlar böyle nereye gidiyor
Her lokanta bir buz dağı olarak titreşir
Bir buz dağı olarak bekler
Kimiyse kimi
Masalar buz
Aynalar buz
Bir usta virtüoz kemanıyla
Her kasılışta
Buz
Işıklar erimez buzlar olarak sallandırılır
Çiçek kokular alıp veriyorken burunlara
Buz olarak
Buz, buz
On adet çarktan çıkma milyoner
Yanlarında kadından gezintilerle
Omuzlarında sadece rahata isyan
Çiçeğin mor kalmasına değil
Ve soralım niye elleri renginde
239
Kalbleri renginde niye
Bu karanfil
Garson garson ve garson
Nedir ki bir milyonerde
Taşınmış, kâğıtlanmış, boşaltılmış
Serüven artıkları gibi
Ya da en küçük harflerle
Vesaire vesaire ..
IV
Şunu şuraya koymalı Bill
—Ne kötü bir İngilizceYa da ben
Gene mi yenildim Bill?
Odada, adamın içindeki odada
Radyoyu açıyor Bill
Radyoda kalın harflerle Amerika
Ne kötü bir hava
Ne kötü bir yaşantı
Kadehimi doldur Bill
"Seni seviyorum" de uşak olarak
Pencere korkunç kapa Bill
Radyoyu kapa
- Bill kalbini tutar elbette çünkü BillKapa, ama kapasana Bill
Çünkü nasıl anlamalı dünya dönüyor
Hep aynı yerde mi dönüyor Bill
Hangi yıldız biraz mavi
Hangisi biraz yeşil
Hiç paran oldumu Bill
Bozdurup harcamak kadar
Bana bir sevme yarat Bill
240
Bana bir sevme yarat
Ya da ben
Gene mi yenildim Bill Ağlama
Ama ağlama Bill Bill!
Hey!
Bill!
V
Ben, aslına bakarsanız gücenmeyin
Bir melon şapkayı durdurdum diye
Çok belli bir masa üzerinde .
Düzeni kurtarmak için.
Çünkü ben hiç mi hiç etkisi olmayan bir adamım
Mesela hiç unutmam bir pazartesiye
Yüzümün birazıyla benim
Elimle, elimi parklardan sayarak
Bir ayrılık öncesini getirdim
Bunu ben yaptım o pazartesiyi hiç unutamam
Çünkü ben sizin bütün alışkanlıklarınızda varım
Bir duvar bakıra çalar akşama doğru
Olanca kırmızılarımla koşarım
Martısı olurum en kadınlı çığlıklarınızın
Kumaşlara girerim bir çizgiler uyumunda
Bitmeyen şekeri çocuklarınızın
Sabahlarınızda çay içme önceleri
Sizi alma, sizi götürme havası duraklarınızda
Ne zaman bir sevgili bekliyorsunuz - çünkü bu olabilir
En önce ben koşarım
Bunalıp sıkıldınızdı bir toplulukta
Açık havada, evde, baloda
Benimdir bir sıcaklık; serin
241
Bekleyen yatağınızda
Çünkü biliyor musunuz?
Ben her şeyim.
VI.
Ben işte, neye yormalı beni
Size kürdanla diş karıştırr gibi
Size uykular arası yarış atları gibi
Jandarmalı avlular gibi size
Müzeler gibi; çıkış kapılarında bir adam
Dünyayı ikiye bölmekle ödevli.
Müzeler, size anlatamam müzeleri
İşte en belirli noktası halkların
Diyorum ki zümrüt
Diyoruz ki altın
Sonra el üzerinde, ne tuhaf, akıl üzerinde yükselttikleri
Bir kıral
Bir kıral daha
Üretilmiş Napolyon altınları gibi
Ve kadına eğilimli ağızlarıyla
Çok bakılmaktan eskimiş yüzleri.
İnsan günün her parçasında yaşamıyor Bu çok doğru
Evet bu çok doğru.
VII
İsterim her şeyi "ben" koymalı dünyaya
O kadar-güzel ki
Üstelik kımıldatma
Kımıldatmıyorum
Belki de avuçlarımdan anlıyorum
Kıvrılan dudaklarımdan
Bir sevince gelmiş olmalıyım: istasyon
242
Çuvalları üzerinde gül yapılan
Bir çocuktan giriyorum, sarışın mı ne
Yoksa ben sarışın mıyım
Ve Siirtli iki göz dünyaya alışmak için yoruluyor
Bu yüzden horozlarım dövüyor
Bu yüzden tırnaklarım yiyor - olabilir
Bu yüzden çizmeleri akıl almayacak kadar boyalı
Bu yüzden elinde her gün bir tüfek
Bir kırbaç
Üç buçuk kafası karanlık adamın
İsa' dan beri getirdikleri
Sokulmuş geleceğe bile
Fikirleri yüzünden
Siirtli iki göz ...
Ve bir nehir o kadar nehir ki
Durmadan akar
Sonra en büyük denizler olur
İşte o en büyük denizler sonra
Denizin bittiği yerde başlar
Bu yol insana çıkar.
VIII
Bugün de başlamayı unutuyoruz
Herkes birbirine bakıyor
Bulan bulana kendini
Üç ayaklı bir kedi geçiyor hızlanarak
Sanki yüzümün bir kenarı dünya
Bir kenarı
Duvarda akşam yemeği gibi hindiler olmalı
Bir ibik, az kırmızı, giderek tamıyı kurmalı
Belki de
Bir avuç kanamak üzere
243
Yüz kiloluk bir çiçek büyüyor aramızda
Belki de aynı zamanda iki kişi
Aynı bir sözü kullanıyor.
Ben seni bir avluya bakarak
Ama ne tuhaf!
Bir çocuk bulutu mendil sanıyor
Yüzünü biçimliyor ona göre
Her bakış bir serüven sayılıyor belki
Belki de
Salt başlamayı tekrarlıyoruz işte
Bir güzellik eri de kuşanarak
Kımılda diyor çarşıya
Bize değerler ver
Dengeyi sağla
Çocuğa çocuğa
Düdüğü öttürme olanakları
Bir güneşlik eri de gölgeyle anlaşıyor
Kirazla votka içiriyor
Bir milyoner ağzına
Güneş de bir parlıyor ki
Adam da öyle bakıyor ki garsona
Garson
Güneşle kurutmak bakımından anlaşıyorlar.
IX
Kim ne derse desin en iyisi
Gözleri durduramıyoruz
İşte bu kadar!
Üstelik ne de çok şey istiyor onlar
Üç aşağı beş yukarı biri
Bir uzaklığı istiyor
244
Oysa tam istediğimiz gibi uzaklar
Bir şey sonsuz mu, elbette istediğimiz gibi
Çünkü istediğimiz gibi aşk
Çünkü biz sadece
Maviler çalıyoruz doğadan
Elimiz değdi mi bir nehir kıyısını
Bir yüzük taşının parlamasını çalıyoruz
Evlilik resimlerinden hüzünler çalıyoruz biraz
Antepli bir ayaktan nakışlar
Balolar, gökler, süvari boyunları
Kadından ağız ıslağı, saçlar
Kıllı göğüsleri erkeklerden
Daha dün gibi bir martının süzülmesini
Çalıyoruz.
Ama hiçbiri istediğimiz gibi değil
Eve dönünceye kadar bitiriyoruz
Çaldığımız her şeyi.
İşte bunun içindir ki bir yere gitme isteği içimizde
O sonsuz
Ve her zaman bir sokak yaratıyor karşısı
Rahata büyütülmüş bir oda
Yeni açmış akasyalanyla
Bir bahçe bir bahçe
Genişe gülmek gibi
Avunuyoruz onlarla
O kadar avunuyoruz ki avunmak bile değil
Anlaşıyoruz çaresiz
— Bizi karşıya geçirin bay polis!
Onları gördüm, bir çocuk bağırıyordu onları
Farkklı, beyaz yakalı, simsiyah yüzleriyle
Milyoner yüzleri
245
Milyoner ağızları
Çocuk penguen diyordu, vallahi penguen
Baba haritalara çömelmiş
Kutupları gösteriyordu
Anası bulaşık yıkıyordu - nasılsınız?
Sabunu bırakarak ellerinden
Açarak ağzını
Demek öyle!
Çocuk koşuyordu, nereye?
Adam gülüyordu, nereye?
Kadın anlamıyordu, nereye?
Milyoner milyoner
Bize ne
Gök bir mavilik gösteriyordu, bize ne
Pespembe solucanlar kayıyordu, bize ne
Taşlar, kumlar, denizler parlıyordu, bize ne
Bir ağaç vuruyordu gündüze
Ne bize
Çocuk susuyor
Adam yatıyor
Kadınsa bulaşığa gene.
Burası
Bir gündüz ortası.
UMUTSUZLAR PARKI
I
Biliyorsunuz parkların
Sizi çağıran tarafları
İnsanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı
Orada saklanıyor onlar
Çünkü her türlü saklanıyorlar orada
Bir yağmur öncesinin loş sokaklarıyla
246
Mantolarıyla, en belirgin kırmızıları taşıyan
Dağınık mavisiyle gözlerinin
Sevgi vermez kadın uçlarıyla
Korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak
Eskimiş, kurtlanmış ikonlarıyla kiliselerinin
Yalvaran bakışlarıyla - nasıl da sevimsiz!
En kötüsü, belki de en kötüsü
Bir duygu açlığıyla soluyarak
Parklara yerleşiyorlar - parkların
Onları çağıran köşelerine
Bir karıncayı selamlıyorlar; besili, siyah
Bacak aralarından
Çömelmiş, öyle sakin
Selamlıyorlar
"Günaydın" diyorlar atılmış bir kâğıt parçasına
Kuleler yapıyorlar ayak parmaklarından
Birinci katta bir kibrit çöpü oturuyor
Acılar alıp veriyor dünyadan
Mora kaykılmış diz kapaklarına
Dillerini gösteriyorlar
Bir sıkıntı şiiri gibi
Sıkıntı
İşte
Tam orada duruyorlar.
II
Bu kimin duruşu, bu sizin en gülmediğiniz saatlerde
Her cümlede iki tek göz, bu kimin
Ya da kim korkuttu bu kadar sizi
Bu nasıl sevişmek, üstelik bu kadar hızlı
Ya da tam tersine
Boş vermek öperken, severken boş vermek sevmelere
Sulardan ürpermek gibi dokununca
247
Ya da ben kimi sarmışım böyle kollarımla
Kime söz vermişim, biraz da unutmak gibi
Denir mi, ama hiç denir mi iş edinmişim ben
İş edinmişim öyle kimsesizliği
Kendimi saymazsam -hem niye sayacakmışım kendimi
Çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi
Konuşmak? konuşuyorum; alışmak? evet alışıyorum da
Süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi.
Ne çıkar sanki sardıysam sizi kollarımla
Unutmak, belki de unutmak olsun diye mi
Onu da tatmak gibi
Oysa ne bir evim oldu, ne de bir yerim var şimdi gidecek,
Ama gitmenin saati geldi
Kirli bir gömleği çıkarıp asmak
Yıkayıp kurutmak ister ellerimi
Su içmek, saati kurmak ve sebepsiz dolaşmak biraz da
Açınca camları - diyelim camları açtık ya sonra?
Sonrası şu: ben bir camı, bir perdeyi açmış adam değilim
Bilirim ama çok bilirim kapadığımı
Öyle iş olsun diye mi, hayır!
Bilirim içerde kendimi bulacağımı
Dışarda görüldüysem inattan başka değil
Evet, çünkü bu karanlık işime en geleni
Kendimi saklıyorum ya, öyle bir yığın ölüden gelen kendimi
Oramı buramı dürtüyorum, bunu sahiden yapıyorum
Ve açıyorum bütün muslukları
Diyorum sular mı böyle, sular mı olmalı
Ne geldiği, ne de gittiği yer belli
Olmuyor, gene kendimi düşünüyorum
Alıştım istemiyorum.
248
III
Binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum
Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz
İnsan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü
Kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
Öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
Evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
Değişmek
.
Biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını
Bana kızıyorlar sonra, ansızın bana
Kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma
Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.
Bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz
Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan
Ya da bir başkaca şey: ben kendimi ayırıyorum
O yapayalnız olmakta ki kendimi
Böyleyken akıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi
Sanki ben upuzun bir hikaye
En okunmadık yerlerimle
Yok artık sıkılıyorum.
IV
Biliyorsunuz, size geldim sadece
Kapınızdan aldım, ballı çöreklerinizden Peki bu sevinmek niye?
Girdim ki içeriye yıllardır soyunuyordunuz
Ve işte giyiniyordunuz yıllarca
Bir Mısır, bir Roma, belki de bir Yunan elleriyle
Eski bir insandınız merdiven gıcırdıyordu
249
Her eski daha bir eskiyi uyarıyordu
Otlar ve geyikler duruyordu tanımsız sadelikler içinde
Sesler mi? acı sesler geliyordu erkeksiz, yanık
Bir türlü bakıyor, gene bir türlü soluyordunuz işte
Düşündüm, ama merdiven gıcırdıyordu
Olmazdı sanki gıcırdamasın, ürpermesindi bir yerimiz
Biliyorsunuz olmazdı
Ağzımız koksun, ama koksun, biz iğrençliğe de varız
Yatalım, leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu
Bir kumru bir kumruyu tamamlasın
Bir yılan, bir fare bir deliği kapasın bu
Sadece bu.
Bak göreceksin nasıl da ayrılmak istiyoruz sonra
Nasıl da kaçmak istiyoruz birbirimizden
Yeniden yeniden yeniden
Yeniden hazırlanıyoruz
Sanki bir güzelliği ödüyoruz
Belki bir güzelliği ödüyoruz.
V
.Biz olmayan insanlarız, ya da çok kuşkuluyuz - böyle
Nereden geldiniz, tam sizi soracaktım - böyle
Biraz da soğuk almışım, biraz da içki, biraz da bahçe
Yukarı çıkalım, hadi çıkalım, annem çay pişirir size
Çünkü o bizim yukarda her zaman bir mavi olur
Güneşler girer çıkar ellerinize
Biriyle konuşursunuz; olmayan biriyle, hadi sevinin!
Kimbilir, belki de buluşursunuz
Söz verip sizi bekletenlerle
Sonra da çıkarız - niye olmasın - bahçeye çıkarız birlikte
Otlara basarız, dallara değeriz, bunları hep yaparız
250
Biraz da susmalıyız, insan bir şeyler aramalı kendinde
Dedim ya, annem de var, ama çay pişirmez size
Durur da durur işte yıllanmış heykeller gibi
Bilmem ki, bilmiyorum da; belki de benim annem yok
Belki de öyle beyaz ki, alışmış görünmezliğe
Nereye gidiyorsunuz ama nereye
Sanki biz olmayan insanlarız biraz da kuşkuluyuz
Ya da çok kuşkuluyuz - böyle.
VI
Yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz?
Elimi suya uzatıyorum, siz misiniz?
Siz misiniz, belki de hiç konuşmuyorum
Belki de kim diye sorsalar beni
Güneşe, çarşıya, kadehe uzatacağım ellerimi
Belki de alıp başımı gideceğim
Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
Nereye, ama nereye olursa gitmenin
Hüzünle karışık bir ağrısı.
İşte bir denizdeyim, dalgalar ortasında
Kim olsa denizci der, denizden anlayan der bana
Adımı bilmeden der, adımı bilmeden
Şafaklar kadar güzel adımı
O zaman bir kıvrılandır, bir kuruyandır dudaklarım
Ve gittikçe sıkılmaktır ülkesi sıkıntının
Sanki bir yokluğa, bir çaresizliğe bakar gibi
Nice yüzler görürüm, nice değişik kıyılar
İnsanı, o kayalar gibi sert insanı
Bekledikleri kadar.
Bi r ağız, bir tütün, bir mızıka gerçeği gibi
251
Varınca kıyıya birden
Değilsin artık gemici.
VIl
Bana bir şeyler söylediniz, anlamadım
Bir cümle, bir iyi söz, gene anlamadım
Doğrusu hiç anlamadım, siz ne demiştiniz?
Ben ne demiştim, ve çekip gitmiştim sonra
Öyle ya, niye hiç değişmedi bakışlarınız?
BİTMEDİ DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLĞIMIZ.
O gün bugündür işte - ben mesela
Çok usta bir avcının gözleri karşısında
Bir çocuk olarak taptaze oyuncakların
Ve çok ölçülü saatlerinde ev kadınlarının
Ki birdenbire açılan kucaklarında
BİTMEDİ AMA BİTMEDİ ŞAŞKINLĞIMIZ.
Bitmedi anlaşıp soyunduğumuz gün - o beyaz
Bir taşı kaldırdığımda o akıl almayacak yaşayış
Tanrıyı sorduğumda, olur ya, günün birinde tanrıyı
Odama kapanıp saydığımda ayak parmaklarımı
Kapımı çaldıklarında - bunu size söylüyorum anladınız
Kaykılmış, büyümüş gözleriyle onların
Kim der ki yalan, ve yalandır orda konuştuklarımız
BİTMEDİ, DAHA BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.
Üstelik bitecek gibi değil
Biri kopmuş ayağından, biri kopmuş kimsesizliğinden
Sımsıkı tuttuğu dönerken köşe yi
Elinde bir pıçakla
Ye öldürmek isterken - kimiyse kimi
Gülünç, sebepsiz, bilinçaltı
252
Ama tutalım, koyvermiyelim
Tutalım koyvermiyelim bırakın kibarlığı
Yanılmak kolay, üstelik çok belli işte yanıldığımız
BITMEDI, DIYORUM BITMEDI ŞAŞKINLIĞIMIZ
Paralar bozduruyoruz, gereksiz eşyalar alıyoruz bu yüzden
İçtikçe içiyoruz o çocukluk günlerinin yüzüyle
Biri mi öldüydü ne; selviler, mezar taşları, kalabalık
Ya da bir masal mı söyleniyordu, hiç mi hiç bitmeyecek bir masal
Kim bilir n' olduydu gene
İşte bir sevgilinin bırakıp gitmesi üzerine
Apışıp kaldığımız, yatıverdiğimiz yemekten sonra
Saatin kaç olduğu - üstelik sorulmaz ki
Sabaha kadar sabaha
Uyuyup uyandığımız
BİTMEDİ, DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.
Evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücut1arımız
Ve konuşmalarımız, öyle büyüdüler ki peşi sıra
Hani hep bir olup da eve taşıdıklarımız
Kahveden, meydandan, sokak içlerinden
Bulup, da çıkardığımız
Konuşmalar:
"- Biri geliyor sözü değiştirelim - Yürüsek açılırdık
- Bu ne uzun bakmak kendinize
- Ağzım mı kokuyor ne, yaa! .. çok kötü bir günümdeyim
- Akşama bezik, evet siz ne içerdiniz?
- Annem mi, çok sevinecek.
- Belki de sinemaya gideriz.
- BiJirsin erken kalkmalı, yarın ... (gülüşler) yok canım!
- Siz yarın deyince aklıma ölmek geliyor, katıla katıla ölmek
- Bana kalırsa ...
- Evet size kalırsa?
253
- Bana kalırsa şimdiden eğlenelim
-Sus!
- Biri geliyor
- Biri geliyormuş sözü değiştirelim
Yengemin başı ağrıyor, tek sebebi büyümek
Masalar, tabaklar, hani şu kirazlar koyduğumuz
Kalmadı adım atacak yer bu yüzden
Oğuz' a söylemeli, bir daha çiçek getirmesin
Lale de saçlarını kestirmeli
Sonra gereksiz eşyalar var, bir gün oturup konuşalım
Örneğin şu hasır koltuk neye yarıyor
Bana kalırsa babamın mineli saati
Tek başına bütün bir odayı dolduruyor
Hele annemin güneş gözlükleri
Yarından tezi yok; çakımı, kol saatimi, eldivenlerimi
Aaaa! kitaplarınız
BİTMEDİ, DAHA BİTMEDİ ŞAŞKINLIGIMIZ.
Üstelik bitecek gibi değil
Çok yaşlı bir kadın yün eğiriyor - düpedüz ilgisizlik
Bisiklet yarışıarı, akşam gezintileri, insan ne güzel eğleniyor
Sularda aynalar oluyor, otlarda yeşillik
Bir hırsız giriyor ellerinize, polisler hırsızı kovalıyor
Daha akşama çok var - olsun –
biri sizi öpmeye hazırlanıyor
Bense berbere uğrayacağım, şu saçlarıma bakın!
Üstelik bilmiyorum bu şarapları nasıl içiyoruz
Balıkları nereden geliyor soframızın hele
Yıllardır, ama yıllardır neyi koysalar önümüze
Alıştık, sadece bir türlü bakıyoruz.
İşte biz böyle yapıyoruz.
VIII
insan doğduğu günleri iyi bilmeli
254
Sizee çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, iyi bilmeli
Korkunç bir yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye
Bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek
Oooo! demek bütün insanlar çay içecek
Bilmem! çok uzakta biri sevindi
Sonra ben sevindim; acı mı, sevinç mi, ama bilmeden
Belki de ilk olarak vardım ayakta durmanın tadına
Sıktım ki sıktım bir ara dişlerimi
Bir bakış, bir korku, ya da gereksiz bir eşya
Yani ne varsa atılması gereken sırtımda
Önce yavaş yavaş, sonra hızlı hızlı
Ve bir ortodoks kabalığınca içten
Soyundum, yıkandım, ki görülmemiştir böylesi
Aklıma geldi derken; acı mı, sevinç mi, gene aklıma
Ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
Hir ölüyü ve ölünün bütül1 inceliklerini
Size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, biraz da bunun için
Gözlerim görüyordu, öyle ki, benden ayrı görüyordu gözlerim
Dişlerim ağrıyordu, denir ki ayrıca ağrıyordu benden
Bilmem, çok uzaklarda biri sevindi
Sonra ben sevindim, kadınlar sarışındı
Ben biraz esmerdim, o kadar
İşlerim kötü gitti
Bileydim katılırdım savaşlar oldu ötemde Yaşayanlar güzeldi
İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli.
Geçen yıl korkulu bir çağda uyandım
Sur dışlarına çıktım, sıcak havaları severdim
Mezarlar gördüm, müzeler daha güzeldi
Annem sevinmek için boncuklar alıyordu çarşıdan
Ben boncuğu sevmem, hele kırmızıyı hiç sevmem
Demek çok uzaklarda biri sevindi·
Sonra ben sevindim, o ben ki işte bütün gün
255
Bir ölüyü bekledim ve ölünün bütün inceliklerini
Biri bir cinayetten dönüyordu, şan getiren bir cinayetten
Biriyse bir köleydi; kâğıtlar, kalemler içinde
Akşamlara dek bir masa katılığınca gülen
Ama o gün bugündür ayrılmadım ben
Ayrılmadım işte o
Beklediğim ölüden.
Pek yakınım olacak; karım, ya da kızkardeşim
Belki hiçbiri değil, sadece bir kız
Öyle ki; biralar, yaz günleri onunla biraz güzeldir
Ama çok iyi bir günde çıldırıverdi
Yalnızlıktan
İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli.
Sonra temizce bir yemek yemiştim, hatırlıyorum
Dövülmüş kısraklar gibi uyumuştum
Bir şeyler ummuştum, umudu kesmek gibi
Sonra da gürültüler yapmak için dışarı çıktım
Kocaman bir adamdı dışardakiler
Bilmem, böylece kaça çıktı beklediğim ölüler
İşte her bakımdan kendini arıyordu biri
Şaşırmış arıyordu - ben miydim neydi m?
Yıkılmış, bunalmış, sürgün içinde
Kendini arıyordu; aynı renk, aynı biçimdeki kendini
İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli.
Koşup duruyorken önce aşkların peşi sıra
İyi günler, serin evler, baygın kokulardan gelen aşkların
Bu sanki en azından tanrıyla işbirliği
Ya da buluşmak gibi özüyle insanların
Oysa bir sığıntıydım çok uzaktan bir gülmeye
Yalvaran gözleriyle - açılmış açıldıkları kadar
Ya da bir tilki avında kim bilir kimin inceliği.
- Gözleri, ufukta bir yerdi işte gözleri...-
256
Belki de yer alıyordum korkuyla avuntu karşısında
Belki de yitirilmiş, yok bakacak bir yeri
Ya da bir ölüydük işte ve ölünün bütün incelikleri
Size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, iyi bilmeli
Korkunç bir yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye
Bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek
Oooo! demek bütün insanlar çay içecek
Hayır! çok uzakta biri sevindi.
IX
Artık ne uyanmak için bu sabahlar
Ne de bekliyoruz, beklemek için değil
Üstelik ne de bir karanlıkla anlatıyoruz bu düşünceyi
Ne açıp da ağzımızı tek kelime
Yok, hayır, kaskatı durmuş uz sadece
Durmuşuz; ölümü, acıyı, daha neleri durdurmak için
Evet bir de cins tuzaklar kurmuşuz gözlerimize
Tuzaklar, ve sanırım herkesin işi bizi anlamak
Biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım
Artık tadını sürdüremiyoruz gizli kalmanın
İçkiler içiyoruz, en çok da kötü içkiler - Hıh sığınmak!
Bilmem ki ne demeli, böylesi içinden geliyor insanın
Belki de alışıyoruz, soylu bir düşüncedir alışmak
Diyoruz, belki de
En önce İsa alışmıştır kendi söylevlerine
Sonra da biz; ya durmak, ya da bir zincirle oynamak bütün gün
Ya da pek olağan şey, katılmak bir döğüşe
Korkmak, o kadar korkmak ki sonuca varmak için
Sinmek, kalakalmak dört duvar arası bir yerde
Bakınca duvarlara - üstelik böyle de bakmak kendimize
Biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım
257
Diyoruz - ve gülünçtür bu - herkesin işi bizi anlamak Artık tadını sürdüremiyoruz gizli
kalmanın
Karımı soruyordunuz, her zamanki gibi çok geveze
Bir gün onu yaşarken görmüştüm - görmüştünüz
Çiçek mi koparıyordu ne, elini tutmuştum – tutmuştunuz
Yani ben ne yaptıysam, o sizin de yaptığınızdı biraz
Ben ki neyi yapmıyordum, o sizin de yapmadığınızdı.
Karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım
Sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte
O kadar kolay ölmüştür ki, belki de anlatırım
Ne süs, ne çiçek, ne de bir şölen
Üstelik ne de bir şey eksiltti gülümsemesinden
Konuşup duruyordu gene akşamlara dek
Kumarsa kumar, içkiyse içki
Yani bir kedi gelirdi arada bir
Bir köpek siyaha koşardı ellerinden
Bense o günlerde bir kürk tacirinin evinde
Tırnakları kirli bir oğlanla
Bir gemici durmadan sıkıntıyı anlatır
Şişeleri devirirdi elinin tersiyle.
Karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım
Sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte
O kadar kolay ölmüştür ki elbette anlatırım
Bana gelince, günlerce kendimi yokladım ben
Elimi kanattım, yüzümü kestim, kafamı vurdum bir yerlere
Uyudum uyudum uyudum öylesine
Ve şaşırdım böylece yemek saatlerini
Ve sabahlara karşı yattım, aklıma çocukluğum geldi
Sevdim ki sevdim o her zaman sevmediğim şeyleri
Koynuma bir pıçak yerleştirdim, düşmeyecek gibi eğilirken
Geceleri kapkalın adamlarla döğüştüm, ama döğüştüm
258
Birinde yaralandım, üç dikiş vurdular göğsüme
Bir gün de peşi sıra gittim bir adamın
Siyah elbiseli, siyah şapkalı, eldivenli
Adamsa ummadığım şey, bir bankaya girdi
İsteğim kirli işlere karışmaktı, olmadı
Bir gün de bir lokantaya gittim, yanımda biri vardı
İğrendim, ama susmayı seçtim sadece
Böyleyken garsonun biri elini kesti
Çıkardı mendilini, bir düğüm attı üstüne
Masaya geldi derken, usullacık masaya
Geldi: ne içersiniz? sahi biz ne içermişiz?
Şarap mı, konyak mı, ve ne dermişiz viskiye
Çıkalım dedim o yanımdaki kız gibi he rife
Başını salladı, kim olsa böyle yapardı, çıktık
Karanlık, uzakta surlar, ve kadınlar konuyordu üstümüze
Bense şaşırmış gibi çıkalım diyordum durmadan
Adamsa bakıyordu, şaşırmış bakıyordu kendimize
Hep böyle diyordum işte; çıkalım çıkalım çıkalım
Çıkalım diyordum, çıkalım diyorduk, hadi çıkalım! Nereye, ama nereye?
Belki de biliyoruz, doğrusu bilmiyorum, biliyor musunuz?
Ben askerdim, yağmur mu yağıyordu, bir yere geldim
Üçüncü sınıf bir otele indim, tırnaklarım kirliydi biraz
Bir o kadar da kirliydi ayaklarım
Burnum mu kanadıydı ne; ispirto, pamuk, sırtüstü yatmak
Yattım öğleye kadar, otelci karısını dövdü aşağıda
Üç çocuğu vardı otelcinin, bir horozun başındaydılar
Sabah bir karışık şeydi; sanırım peynirler, salamlar kesiyordu adamlar
En ayıp yerlerini tıraş ediyordu biri
Alıştım gitti.
Sonra yıkandım, tıraş oldum ben de, görmeliydiniz
Sonra da bir bara gittim - neee! bara mı gittiniz?
Doğrusu müzeleri gezecektim, biriyle buluşacaktım - sonra da
259
Tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla ...
Öldüyse, hayır ölmemiştir, nereden çıkardınız?
Neyse ben bara gittim, çıkarken anladım gittiğimi
Başım da ağrıyordu, üstelik alnımın üstünde koca bir yara
Ya duvara çarptımdı, diyorum, ya da kestimdi bir bardakla
Ya da kim bilir, bana sorarsanız tanrısal bir şey
Elbette, kim ne der, inanmışım ben
Bir keder, bir susuş, ve bütün bunların yüze vurmuşluğuna
Otele döndüm sonra, oteller gidiyordu biraz
Girmeler, çıkmalar, uzanıp yatmalar büyüyordu odalarda
Otelci duruyordu, karısı duruyordu, çocuklar durmuştular
Birden aklıma geldi, dilimi çıkardım onlara
Dilimi çıkardım; sipsivri, kıpkızıl, ucunu oynatarak
Onlar ki biraz şaşkın, acıyorlar gibi biraz da
Sonra pek tuhaf oldu, ne yapsam, yalıyor gibi yaptım elimi
Öyle ya, elimi kestimdi ben - ne yani, deli değilim ya!
Yukarı çıktım, bilseniz, çığlıklar içindeydi odam
Yataklar bir şeyleri kaydırıyordu soluk soluğa
Bardaklar büyümüş - o gün bugündür anlatamam büyümeyi
Çoraplar, gömlekler, gravatlar taşıyordu sokağa
Bir kedi esniyordu - ben gördüm - üstünde şehirlerin
Bir böcek - yetişir be - evreni yokluyordu bacaklarıyla
Yığılmış kalmışım öyle, sonradan anlattılar
İyi ki anlattılar, otelci karısını dövdü gene aşağıda
Biliriz, üç çocuğu vardı işte otelcinin,
Ama bilmiyoruz, biz neydik ve ne olmaya?
Kalktım bir bara gittim - neee! bara mı gittiniz?
Doğrusu müzeleri gezecektim, biriyle buluşacaktım - sonra da
Tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla
Kadın mı dediniz, dedim ya, ne olacak?
Hiiiç!
260
Alışmak, sadece alışmak.
Ben o kadınla yattım mı, kör olayım bilmiyorum
İnanın yattımsa
Ama bilmiyorum.
''Ya ne yapmalı" diyor annem bu geçkin çizgileri
"Yıllardır aynı evdeyiz" bunu ne yapmalı
Baban: ve ne yapmalı diyor bu bir yığın geleneği
İşte bir sahnedeyiz: ev, gelenek, duygulu kadın
Bende ufacık taşlar üzerinde bir ufacık şey olmanın
Bir pencere beyaz, bir karanlık mayhoş, ne iyi
Sürüyle odalar, sürüyle gülüşler, sürüyle konuşmalar
Ne yazık! vakit de yok kurtarmak için geleceği
Düşünsek bile şimdiden - düşünemiyoruz ya
Üstelik ne çıkar bundan, ve ne katardı yaşamamıza
Hiçbir şey! çünkü ne varsa içimizde gelecek için
Sanki bir öyküsü bu, hayatı süslemenin
Soframız, yatak odamız, tavuk kümeslerimiz gibi
Annemin tarih kitapları, babamın güneş gözlükleri
Kuyular gibi işte; şişeler sarkıttığımız yaz akşamları
Tavan arasındaki boşluk, gölgesi karşı duvarın
Kırlangıç yuvaları, yüzümüzden cins kanatların geçtiği
Kovunlar karpuzlar yardığımız, o yemekten ayrı
düşündüklerimiz, o
Bir şey mi kaybettik öyle, kim bilir bize neler eklediği
Sonra bir pıçak gibi durduğu sarısı içe çökmüş lambaların
Babamın kaşları çatık, annemse düşünceli
Kim bilir n'olduydu gene, diyelim bir yoksulluk önceliği
Belki de hiçbiri değil, canımız sıkılmak istemiş o kadar
Annem: ve ne yapmalı diyor bu geçkin çizgileri
Böylece bir sahne daha: güneşler, alışmak ve biz
Sanki bir tramvaya bindik, az sonra ineceğiz
261
Aksilik bu ya, diyelim ansızın bozuldu tramvay
İndik, ve yeniden beklemeye koyulduk hepimiz
İşte bir sahne daha: bir sigara yaktıydı babam
Annem saçlarını düzeltti, bir şeyler gösterdiydi eliyle
Bizse kısa bir oyun tutturduk, sevince yetmek için
Öyle bir sahne ki bu: anladık, sevdik, ve unuttuk her şeyi
Sonra bir tramvay daha geldi
XI
Size baktığım yol uzamakta
Kendime baktığım yol uzamakta
Yoruldum, bunaldım, canım sıkılıyor
Eve dönmeliyim, iyi bir yemek, uyumak istiyorum sonra
Yok, eğer uzayıp gidecekse bu iş
Derim ki vakit erken, hava da güzel nasıl olsa
Çocuklar görürüm, uzağa bakarım, saçlarımı tararım hiç değil
Belki de biri seslenir; güneşler güneşler tutan uyruğunda
Bir resim görürüm ya da - ortalık inceydi biraz
Ya da bir resim gördüm; köşede, antikacıda
Ve düşündüm diyelim yanında bizim şamdanların Bir uyuşma olacak annemin
saçlarıyla
Ne zaman? elbette sabahları.
Sabaha baktığım yol uzamakta
Bilirim, her şey tamam, yemek de yendi kurtuldum
Uykuya baktığım yol uzamakta
Uyumak, nasıl uyumak, daha bilmiyorum
İki perde arası soğuk bir limonata
Belki de çıkınca evden taşıtlar beklediğimiz
Ve taşıtlar beklediğimiz durakta
Birini gördüğümüz ya da; geveze, kaypak, sıkıcı
Bitmesi bir olayın - ölüm mü geliyor aklınıza?
Kim bilir, belki de ölüm
262
Ama korkmayın, bütün iş korkusuzlukta
Öyle ya, ha dibinde ölmek gümüş şamdanların
Ha bir cellat elinde, gözleriniz kapalı
Belki de yürüyorken, iki taşıt arasında
Belki de bir intihar; güzdü, çiçekler vardı
Şişman bir adam kulaklarını tutuyordu dünyada
Dünyaya baktığım yol uzamakta
Ve biraz düşünsek mi, alıştık nasıl olsa
Kim bilir neyi istiyorduk, neyi anmıştık az önce
Dönsek mi dersiniz, gene dönsek mi oraya
Oraya baktığım yol uzamakta
Ya da bir bahçedeyiz - üstelik kadınlar vardı
Ağzınız, çatallar, tarçınlı pasta
Ya da bir toplulukta - iyi yaptınız!
Bu çok hoştur! - size söylüyorum - yaramaz çocuk!
Beni ne sandınız! - evde mi? - hayır! limonlukta
Ve hemen kalktınız, bir yangın yeriydi orası
Ya da aklınız olacak sizi bir yangın yerine bağladı
Kızgın güneşte bir şişe ispirtoyu devirdiniz
Kutsal bir iş yaptınız ve yerleşti sizde bu kanı
Belki de bir din devirdiniz; anneniz, annenizin saçları
Gümüş şamdanlar, sabah ışığı, ve saire
Ve sanki her olay, her davranış ölümün bitişiğinde
İşte evdesiniz, iyi bir yemek; uyumak istiyorsunuz sonra
İstemek, neyi istemek, daha bilmiyorsunuz
Açtınız radyoyu, ılıyan bir ses kanınızda:
A I U, İ A O, AĞ UĞ, AĞ
Ve kahkahalar arasında kahkahalar
Orada, aşağıda
Tek umut, tek varış, tek kurtuluş gibi
Ve kaskatı kesilmiş, beyaz
Sallanıyorsunuz boşlukta
263
XII
Bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnedi - tak
Bir yüzü vardı kocaman düşüverdi avuçlarına Bilmem ki gelir miydi? - saat üç buçuk üstelik hava.
Sonra şu yağmur bulutu, boşandı boşanacak
Bir kedi ürperdi, ve adam yeniden esnedi - tak Acaba?
Yazıldı saatin üç buçuk olduğu havaya
Boşandı taptaze üçler halinde bir yağmur
Kim bilir, bu saatte, onu anlıyorum'
Belki de unutmuştur.
İşte düğmeler, iğneler, ibrişimler satılan bir dükkanda Herkesin akşamı onu buluyordu
Bir adam sakallarını yokluyordu kastlarak
Sizi bekliyorum - beni bekliyormuş - niye olmasın?
Bir bakış, bir gülüş, ve yüzünü yüzüne tutuyordu ustaca
Adamsa şunu yapıyordu: hiçbir şey, ama hiçbir şey
Ne tuhaf! - ben olsam! - ne çıkar ben olsam da
Gelmedi, gelmeyecek ve otuz yıl önce yazlıkta
Oturmuş bir köstebek yavrusunu bekliyor
Çıkmadı, ama çıkacak - babası sesleniyor
Bir sofra duruyor, gerilmiş çilek kokularıyla
Tam çileğe geldi sıra, uzattı çatalı batıracak
Hayır! bir tuhaftır bu, insan gecikmek ister biraz da
Gecikmek: sanırız bizi bir şeyler bekliyor olağanüstü
İşte ansızın biri çıkacaktır karşınıza
Hiç yoktan biri çağıracaktır sizi
Ya da bir kadın bayılacak, bir memur çıldıracaktır önünüzde
Bir kurşun, bir kurşun daha
Yere serecektir bir serseriyi
Gecikmek: bana kalırsa eve dönmeli en iyisi
Bir küfür, bir patırd ıve babası çıkışıyor
Annesi, annesi biliyor başına geleceği
Bahçede bir kız çocuğu erik
264
Diyelim her olayda böylece bir şeyler bulunur
Kalsın, daha çok zaman kalsın diye hatırda
Bir gün, bir benzin deposu havaya uçmuştu biliyorum.
Bir alev, bir duman, usulca sokulmuştum
Yanmış bir cep saatini aklımda tutmuştum yıllarca
Gelmedi ama gelece, nedense alıştık zamansızlığa
Bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnedi bak
Demek siz! – koca ihtiyar- ıslandım işte!
Saat üç buçuk, vallahi saat üç buçuktu gene
Her Tanrım! Neye yaradı sanki unutulmak,
Kadın saçlarını tarıyor, ve usulca sokuluyordu adama
Adamsa ayağa kalkıyor, ve işte ayağa kalkıyordu ustaca
Dışarı çıkıyor, içeri giriyor; üç aşağı beş yukarı
Kadınsa domates doğruyor, yok mu ya bu yaz yağmurları
Evet, sahiden, niye?
Soruyor kadın:
Bu yaz yağmurları…
XIII
Şimdi her yerden bakıyorlar - demek uykusuzum
Kral birini çağırıyor, uykusu bitmiş olarak
İşte salı, akşama doğruyuz, Bay Kemik Taciri kestiriyor
Vahalam' da, bilmem ki neresidir Vahalam
Babamın, ak saçlı babamın açtığı yara
Bir tarla konusu
Oy bre! dolduran doldurana boşluğu
Babamın akıttığı kan
Bilmem ki neresiydi, neresidir Vahalam
Babamı tanıyorum; çorabı, tütünü, acılarıyla o adam
Eksiği yok küfürden yana
Onu buğdaylar öldürecek, sapsarı öldürecekler onu
Belki de bir gelenek bu
Ak kılçıklarıyla, ve hep birden - tamam!
265
Bilmem ki neresiydi, neresidir Yahalam.
Kral birini çağırıyor, basarak parmağını kağıda
Bay Kemik Taciri çamurdan yüzünü üstümde tutarak
Hırçın ve kadınsal bir sesle çıkışıyor
Anlamak, sadece anlamak istiyor korktuğumu
Bir adam sokağın alt yanını doldurdu
Kırmızı elleriyle
Masa camında bir çınar yaprağı derinleşiyor
Evet, sizi anlıyorum
Yani kendimi
Saat beş, bu üçüncü çay, kalkınan bir yerimi öldürüyorum
Ve işte bilmiyorum kaatil kim
Bir burgu, gene bir burguyu oyuyor
Ye karım otuzunu dolduruyor bu akşam
Saat beş, diyorum erken dönmeli eve
Kral birini çağırdı, ve işte birini kovmak üzere
Gene bir yanlışlık olacak, hadi kazandı Bay Kemik Taciri
Beni bu kemikler öldürecek; yağlı, pis hayvan kemikleri
Olanca aklığıyla, ve hep birden - tamam!
Bilmem ki neresiydim, neresiydi Vahalam
Kral tacını çıkarıyor, başı ağrımış olacak
Onu selamlıyorum, ben kapıyorum kapıyı ardından
Saat beş, bakınca camdan onu görüyorum
Camlarda iri bir gölge derinleşiyor, o
Kralsa tavana bakıyor, bir kristal avize haklıyabilir onu
Bay Kemik Taciri karşıya geçiyor başarıyla
Ben sadece paltomu giyiyorum.
Akşam
Kral birini çağırdı; biraz et, biraz da şarap
Oturmuş masaya Bay Kemik Taciri Karısı ve dört çocuğuyla
Duvarda bir tüfek asılı, durmadan ona bakıyor
266
Tavşanlar, keklikler, turnalar oluyor tüfeğin ucunda
Başkaca bir şey olmuyor
Ben kötü bir meyhaneye dalıyorum, ortalık küf kokuyor.
Duvara alıştırıyorum gözlerimi - siz nesiniz duvarlar?
Hiiiç! sadece duvarız biz
Öyleyse bir yarım saat, karım da bekliyebilir
Adamlar önce beyaz değil, sonra beyaz
Bir şapka gene bir şapkaya asılı
Bir palto gene bir paltoya
Bir adam kendiyle döğüşüyor bir adamda
Evet onu anlıyorum
- Yani kendimi Bir kadın bir sürahide biriyle sevişiyor
Bir burgu, gene bir burguyu oyuyor ayrıca
Bir adam dikilmiş ve dikilmiş içiyor durmadan
Hey tanrım! omuzlu, güçlü, kuvvetli
Kocaman bir çocuk yüzü taşıyor yalnızlıktan.
Gece; saat on, karım otuzunda olmalı diyorum
Bir gidip bir geliyorum karanlıklarda
Çiçekler alıyorum, bitmeyen çiçeklerini gecikmelerin
Ye dalıyorum içeri ışıksız bir kapıdan
Aranmak, yenilmek, ve hayır! utanmaktı Vahalam.
Kral utandı, karım iç çekiyor durmadan
Bir sabah ışığı kendini yerden yere vuruyor
Kızım uyuyor, ve uyuyan biri gibi konuşuyor karım
Bir duvar resmi gibi konuşuyor
Kral?
Kral uyandı.
Saat dokuzu on beş geçiyor, üşüyorum
Güneşler mi vuruyor sırtıma ne, üşüyorum
Ölgün ve değişmez adımlar atıyorum, üşüyorum
Karanlık, pis adamlar çıkıyorlar mağaralardan
267
Ne umut, ne hiçbir şey, sadece çıkıyorlar
Bir gece, bir sabah, ve benim bakışlarımı taşıyorlar
Karım ağlıyor, kızım uyuyor, karımsa gene ağlıyor
Diyorum
kim bilir
belki de tamam!
Orasıydı Vahalam.
\IV
İşte bu boşluk; durmadan bizi çağırıyor
Kremler, pudralar, iç bulantıcı kokular gibi
Bir lor bekçisi köpeğini sevdi
Bir çocuk delinmiş bir kovayı sürüdü -nereye?
Birr kadın bağırdı bağırdı bağırdı
Tam on yıl öncesine yarayacak bir sesle.
ÇOĞULLAMA
Biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri
Seviyoruz, bir sevilme içgüdüsüyle
Bu bizim yüzümüzde ufacık çizgiler oluyor - acaba!
Evet, çok değil, konuşurken düzeltiyoruz
Orayı burayı topluyoruz, yeriyse çocuklarımızı öpüyoruz
Ama biliyorsunuz ki gene de
Hepimiz, işte hepimiz
Bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde.
Gözler mi? tavana dikili; hayır; pencereye
Yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde
Çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kapkacak ağızları
Mağralar, denizler, gökyüzleri değil de
Bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o
Orman, dağ, kısacası evrenle.
268
ÇOĞULLAMA
Biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz
Biz bu tavanı bilmeden eski rengine boyuyoruz
Bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor - acaba?
Evet, çok değil onları bilmeden hoşa gideriyoruz
Sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı
Bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin
Kim bilir, belki de biz
Tanrısıyız en olunmaz şeylerin.
Bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak
Asılıp kalmışız sokak fenerlerine
Asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor
Görenler bizi görüyor, ve gidip geliyoruz dikkatle
Doğrusu, niye saklıyalım, hepimiz bunu yapıyoruz
Ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece
Cansız
Ve gidip geliyoruz dikkatle.
SIĞINAK
Bizi deniyorlar ilk olarak
Tartışıllmaz bir üstünlüğü deniyorlar
Birazını oyuyorlar toprağın
- Neresi
- İşte burası
Sığınak .
Hepiniz, ama hepiniz kendi karanlığını savunacak
Bütün hep kendi karanlığını
Duygular, duygularınız
Gözyaşı, gözyaşlarınız
Kendiniz için olacak.
Size yalvarırım beni karıştırmayın
Ben sadece bir sığınakçı
269
Alt yapan toprağın altını
Herkes kendi çaresine bakacak
Üstelik hadi durmayın
Çünkü kurtulmak gibi
Silkinip çıkmak gibi gün ışığına
Çok belli umutlarınız olacak
Ben sadece bir sığınakçı
Beni sakalı kırmızı diye düşünün
Bir meyhanede boynu bükük diye düşünün
Bir canavar gibi düşünün isterseniz
Herkes kendi düşündüğüyle kalacak.
VI
Biri bir gemici kasketi bulur
Bu arada akıldan geçen bir tramvay
Nedense ölümü düşündürür
Bize ne
Elbette bize ne
Çünkü çok başka ölümler de var günümüzde
Güzelin en güzel olduğu yerde
Hızlının en hızlı olduğu yerde
Diyelim bir acılar ülkesinde
Ölüm.
Yok mu ya şaka gibi gelir size
Biraz da değişmek gibi gelir
Sıkılmak çok sıkılmak gibi gelir işte
Oysa akıldan geçen tramvay
Belli bir titreşim bırakır hepinizde.
Hücum öyleyse
Yeniden başlayan şeylere Hücum!
270
Daha doğmamış çocuklara Hücum!
Dallardan önce köklere
Ve hücum!
Yaşamaktaki ölmeye.
271
EK 4: CEMAL SÜREYA’NIN ŞİİRLERİ
SAN
Kırmızı bir kuştur soluğum
Kumral göklerinde saçlarının
Seni kucağıma alıyorum
Tarifsiz uzuyor bacakların
Kırmızı bir at oluyor soluğum
Yüzümün yanmasından anlıyorum
Yoksuluz gecelerimiz çok kısa
Dörtnala sevişmek lazım.
(1957)
GÜL
Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin
Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
İstasyonda tiren oluyor biraz
Ben bazen istasyonu bulamayan bir adamım
Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
272
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın önünde yepyeni bir çingene
(1954)
ÖNCELEYİN
Önce bir ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda
Sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar
Sonra yüzün onun ardından gözlerin dudakların
Sonra herşey çıkıp geldi
Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde
Sen çıkardın utancını duvara astın
Ben masanın üstüne kodum kuralları
Herşey işte böyle oldu önce
(1954)
ADAM
Adam şapkasına rastladı sokakta
Kimbilir kimin şapkası
Adam ne yapıp yapıp hatırladı
Bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz
Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar
Bir kadın kimbilir kimin karısı
Adam ne yapıp yapıp hatırladı.
273
Yıldızlar kıyamet gibiydi kaldırımlarda
Çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı
Adam bulut gibiydi, hatırladı
Adamın ayaklarının altında
Yıldızların yıldız olduğu vardı
Adam yıldızlara basa basa yürüdü
Çünkü biraz önce yağmur yağmıştı.
(1953)
GÜZELLEME
Bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların
Bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur
Bunlar da saçların işte akşamdan çözülü
Bak bu sensin çocuğum enine boyuna
Bu da yatak olduğuna göre altımızdaki
Sabahlara kadar koynumda yatmışsın
Bak bende yalan yok vallahi billahi
Sen o kadar güzelsin ki artık o kadar olur
İşe bak sen gözlerin de burda
Gözlerinin ucu da burda yaşamaya alışık
İyi ki burda yoksa be ne yapardım
Bak çocuğum kolların işte çıplak işte
Bak gizlisi saklısı kalmadı günümüzün
Gözlerin sabahın sekizinde bana açık
Ne günah işlediysek yarı yarıya
Sen asıl bunlara bak bunlar dudakların
Bunların konuşması olur öpülmesi olur
Seni usulcu öpmüştüm ilk öptüğümde
Vapurdaydık vapur kıyıdan gidiyordu
274
Üç kulaç öteden İstanbul gidiyordu
Uzanmış seni usulca öpmüştüm
Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu
(1954)
AŞK
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeyd ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı.
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı
Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik
Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.
275
DALGA
Bulutu kestiler bulut üç parça
Kanım yere aktı bulut üç parça
İki gemiciynen Van Gogh' dan aşırılmış
bir kadının yüzü ha ha ha.
Bir kadının yüzü avucum kadar
İki gözümle gördüm vallahi billahi
Yıldızlar vardı kafayı çekmiştim
Bu kimin meyhanesi ha ha ha.
Bu Ali' nin meyhanesi bu da masa
Bu ipi kimse için gezdirmiyorum
Bir kere asılmıştım çocukluğumda
Direkler gemideydi ha ha ha.
İki gemiciynen Van Gogh' dan aşırılmış
Bir kadının yüzü kaçıyordu yetişemedim
Ben ömrümde aşk nedir bilmedim
Süheyla' yı saymazsak ha ha ha.
(1955)
KANTO
Ben nerde bir çift göz gördümse
Tuttum onu güzelce sana tamamladım
Sen binlerce yaşayasın diye yaptım bunu
Bir bunun için yaptım
_____ Garson bira getir
Garsonun adı Barba
276
Ben nereye gittimse bütün zulumlardı
Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm
Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu
Namussuz bir çağ bu biliyorsun
______ Garson rakı getir
Garsonun adı Hakkı
Sen belki de bir resimsizn ne haber
Kırmızı bir Beykoz' un yanında duruyorsun
Yapan bir de ağaç yapmış yanına
Dallların konsun diye kelimelerin
______ Garson şarap getir
Garsonun hali harap
İNGİLİZ
İngilizde bol gelirli bir bay şarkı söylüyor
Elbet söyleyecek yok bir de söylemesin mi
Gözleri yüzünün tenha bir köşesine çekilmiş
Üstelik şarkının hakkını iyi veriyor
Ben soluğu Meryem' in sokağında alıyorum
Meryem' in diyorsam, Kolay Meryem' in, usullacık Meryem' in
Karanlık bastırmış üstümüzü külliyetli miktarda
Alçak sesle konuşuyoruz korkudan değil
Çünkü ne zaman ağzından öpecek olsam
Hele bu ağız onun kendi ağzıysa
Kocaman bir gül yer alıyor arkamızda
Zulma karşı
277
Ayakta duran kadınlar olur ya
Meryem bunlardan
Üç türlü ayakta duruşu var
Birini yalnız bana kullanıyor
_____ Güzel mi bari
_____ Hem de nasıl
(1956)
CIGARAYI ATTIM DENİZE
Şimdi bir güvercinin uçuşunu bölüşüyoruz
Gökyüzünün o meşhur maviliğinde
Uzun saçlı iri memeli kadınlarıyla
Bir Akdeniz şehri çıkabilir içinden
Alıp yaracak olsak yüreğini
Şimdi bir güvercinin
Şimdi sen tam çağındasın yanına varılacak
Önünde durulacak tam elinden tutulacak
Hangi bir elinden güzelim hangi bir
Bir elinde kızlığın duruyor garip huysuz
Öbür elinde yetişkin bir gün ışığı
Daha öbür elinde de kilometrelerce hürlük
Çalışan insanlar için akşamlara kadar
Toz duman içinde
Bir elinle de boyuna ekmek kesiyorsun
Biz eskiden de en aşağı böyleydik senlen
Bir bulut geçiyorsa onu görürdük
Bir minarenin keyfine diyecek yoksa onu
Bir adam boyuna yoksulluk ediyorsa onu
Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına
278
Bir cıgara atmışsak denize
Sabaha kadar yandı durdu
(1954)
ÜÇGENLER
Ali' nin üçgenidir bu çizdiğim
Nerde Öklid' in bu üçgenleri bu nerde
Na şunlar üç açısı üçüde yoksul
Biri sıfırın altında sekiz derece
Birine atan atmış tekmeyi işi yaş
Biri sizden bir sigara istiyor
Sadece bir sigara ne sandınız
Ne şu
Ne bu
Sadece bir sigara istiyor tüttürsün
Nerde Öklid' in bu üçgenleri bu nerde
Bu da süheyla' nınki işte aynı
Her yerde görülen her hengi bir üçgen
Bir kenarını yamuk çizmişler Üsküdar' a gidiyor
Bir kenarına istesek her akşam rastlayabiliriz
Bir kenarı da bir terzinin makasına komsu Allah versin
Kendi lafına bakarsanız bunu üşümemek için yapıyor
Sadece üşümemek için ne sandınız
Ne şundan
Ne bundan
Sadece üşümemek için bu kışta kıyamette
Kendi kendine yetmeyen zavallı bir üçgen
İşte bu da kimbilir kiminki
Bir de dik açısı var ama ne dik açı
279
En ufak tepeleri o yaratmış sanırsınız
Çalgıcının biridir belki de macun satan
O şarkı senin bu şarkı benim İsatanbul' da
Elinde bir keman var sadece bir keman
Ve alaturka
Eski
Üçgenler var üçgenlerde ortak noktalar
Üçgeninizi çiziyorum var mı kendine güvenen
Bayanlar baylar
(1955)
ŞİİR
Kadın kendini gösterdi usulcana
Çekingenlikle koşulu beyaz usulcana
Gittiler gözleri aşka yaşamaya yangın
Gidip gelenler oldu gitti geldiler.
Kadın saçlarını getirmedi uzakta tuttu
Umutsuzlukla dolu soyunuk uzakta
Düştüler karanlıkta aralık aralık
Düşüp ölenler oldu düştü öldüler.
Kadın gözlerini koydu ortaya
Bir mavi bir gökyüzü aldı çevrelerini
Sevdiler sonsuz bir maviyle alıngan
Sevip yaşayanlar oldu sevdi yaşadılar.
(1953)
280
TÜRKÜ
Bir sürü çiçek ama saydırmaya kalkma
Ayrı ayrı kadınlardan koparılmış
Kadınlardan ya hem de bilsen nerelerinden
Kahin-klin kahin-klin
Ben ne kadar öbür çiçekleri denesem
Seninki gül oluyor aralarında
Bir sürü güvercin havalan. Saçların
Bunlar tıpkı senin sevilmedeki saçların
Kanatlarımdan bellidir yeni açılmış sokaklarda
Gülüm-mera gülüm-mera
Bir güvercin akıntısında kesin güvercinler
Uçsuz bucaksız bana bakıyorsun
Bir sürü Süleyman Vagon-Blö' de
İçlerinden biri Vagon-Blö' de
En fazla kibarı en fazla penceresi olan
Çal-para çal-para
Açlığa saygısından olacak
Beni görünce şapkasını çıkarıyor.
(1956)
ELMA
Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun
Elma da elma ha allahlık
Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı
Kuşlar uçuşuyor üstünde
Gökyüzü var üstünde
Hatırlanacak olursa tam üç gün önce soyunmuştum
281
Bir duvarın üstünde
Bir yandan elma yiyorsun kırmızı
Bir yandan sevgilerini sebil ediyorsun sıcak
İstanbul'da bir duvar
Ben de çıplağım ama elma yemiyorum
Benim öyle elmalara karnım tok
Ben öyle elmaları çok gördüm ohooo
Kuşlar uçuyor üstümde bunlar senin elmanın kuşları
Gökyüzü var üstümde bu senin elmandaki gökyüzü
Hatırlanacak olursa seninle beraber soyunmuştum
Bir kilisenin üstünde
Bir yandan çan çalıyorum büyük yaşamaklara
Bir yandan yoldan insanlar geçiyor çoğul olarak
Duvarda bir kilise
İstanbul'da bir duvar duvarda bir kilise
Sen çırılçıplak elma yiyorsun
Denizin ortasına kadar elma yiyorsun
Yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun
Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz
Bir yanda Sirkeci'nin tiren dolu kadınları
Adettir sadece ağızlarını öptürürler
Ayaküstü işlerini görmek yerine
Adımın bir harfini atıyorum
(1956)
282
SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ?
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
(1953)
HAMZA
Büyük bir ihtimalle ölmüştük
Şehir kan kıyametti ayaklarımızda
Gökyüzünü katlayıp bir köşeye koymuştuk
Yıldızlar kaldırımlara dökülmüştü bütün
Hamza bütün parmaklarını ortaya dökmüştü
Yirmi yıldır cebinde biriktirdiği parmaklarını
Hamza son şarkıyı kırka bölmüştü
Doğrusu iyi idare etmiştik
doğrusu iyi halletmiştik
Yaşayanlar unutmuştu bizi
Biz öldüğümüzle kalmıştık
283
HAMZA SÜİTİ
Sürahinin en yamru yumru yerinde
Hamza'nın karısı bir, Hamza iki.
Sürahi, basbayağı sürahi, masanın üstünde
Sıfırıncı katta Cihangir'deki
Şehrin altında, şarkıların altında, ayranların.
Yarım kafiyenin hatırı için
Akşam akşam yarım somun sahibi
Hamza'nın karısı bir, Hamza iki.
Leyla'nın kaşları geldi oturdu karşıma
Hamza'nın karısı Leyla, Hamza Leyla.
Başladı Afrikası uzun bir gece
-Afrika dediğin bir garip kıtaGeceler yukarda telcek-bulutcak
Böyle gecelerde yatan yatana
Sıfırıncı katta Cihangir'deki
Hamza'nın karısı Leyla, Hamza Leyla...
(1953)
ŞU DA VAR
Bir de var sen koynumda yatıyorsun
Güzelsin güzelliğin mutlak amenna
Kızlığın masanın üstünde
Kocana saklıyorsun
Oysa koca da ne benim kollarım var
Soy bir portakal yedir bana dilim dilim
Ben Uzunminareliyimdir doğma büyüme
Ne yapıp yapıp denizi görmek isterim
284
SÜVEYŞ
Dengesini uzun bıyıklarına borçlu yürürken
Son derece ince bir kadın yüzünden sallantılı
Sevişken bir orospu en mayhoş tenlisi Ortadoğu'nun
Çeşmeden su içer gibi kolay rahat
Avucunu çenesine dayayıp öptüğü
Ama sadece öpmek mi
O da ayrı mesele
Saçındaki çiçeği yükleyip merhabasına
Yoluna dikildiği ilk gündenberi onun
Geceyi tutup getirmek birinci işi
Sonra belirtmek geceyi en yavuz laflarla
Meryem kadifeden bir çingenedir
Ama çay içmenin kadifesi mi olur
O da ayrı mesele
Gibi bir Erzurumlu yanından geçen minarelerin
Daracık ıslığına buyur etmiş bütün mavilikleri
Meryem Meryem benimle bir daha öyle konuşma Meryem
Ay sessiz sedasız bir çingenedir
İna ol başımı alır giderim
Ama nereye gidebilir
O da ayrı mesele
Biz seviştik Süveyş kanalı kapanmıştı
Ellerimizin bütün balıkları kanllarda
(1957)
285
ASLAN HEYKELLERİ
Çoğaltan ellerini seviyorum kaç kişi
Dokundukça dokundukça aslanlara
Parklarda yakışıklı aslan heykelleri
Birdenbire önümüze çıkıyorlar buysa çok güzel
Bizim bu aşkımızın aslan heykelleri
Şahane değişik hüzün heykelleri yani
Ben bütün hüzünleri denemişim kendimde
Bir bir denemişim bütün kelimeleri
Yeni sözler buldum bir nice seni görmeyeli
Daha geniş bir gökyüzünde soluk aldıracak şiire
Hadi bir de bunlarla çağır gelsin aslan heykelleri
Oldurmanın yıkmanın yeniden yapmanın aslan heykelleri
Olduran yıkan yeniden yapan gözlerini seviyorum kaç kişi
Bir senin gözlerin var zaten daha yok
Ya bu başını alıp gidiş boynundaki
Modigliani oğlu modigliani
Az şey değil seninle olmak düşünüyorum da
İçimde bir sevinç dallanıyor kaç kişi
Bir geyik kendini çiziyor karanlığa sonra kayboluyor
Karanlık maranlık ama iyi seçiliyor
Yorgan toplanmış bacakların seçiliyor
Bir uçtan bir uca bacaklarının aslan heykelleri
Onları ne denli sevdiğimin aslan heykelleri
Ayık gecemizi dolduruyorlar bir uçtan bir uca
En olmayacak günde geldin tazeledin ortalığı
Alıp kaldırdın bu kutsal ekmeği düştüğü yerden
Bunlar hep iyi şeyler ya öte yanda
286
Olsa yüreğim yanmayacak aslan heykelleri
Ama yok aslan heykelleri var köpek
Delikanlı bir köpeği var onunla yatıyor
Adalet Hanım iki kişilik karyolasında
Bozulmuş burjuva ahlakına örnek
(1957)
HÜR HAMAMLAR DENİZİ
Kadınlar hamamında Güzin
Bacağının birini suya uzattı
Erkekler hamamında Süleyman
Uzandı bu bacağı bir güzel öptü
Öpsün bakalım
Kadın kısmı n'apar Güzin onu yapacak
Bacağını azıcık yukarı çekti
Süleyman yutar mı kaçın kurrası
Bu sefer biraz aşağıdan öptü
Hadi bakalım
Az daha biraz daha derken sonunda
O güzelim bacak sudan çıkacak
Bacakla beraber bir mesele önemli
Acep şimdi Süleyman nerden öpecek
Dur bakalım
Erkekler hamamında Süleyman
Az namussuz adam değilmiş hani
Kalkıp dosdoğru Eskişehir'e gitti
Geçirdiği gibi başına şapkasını
Enflasyon parasıyla otuz lira
287
NEHİRLER BOYUNCA KADINLAR GÖRDÜM
Porsuk nehrinin geçtiği kadınlar
Hepsine yüzer kere rastladım en azdan
Umutsuz sevdalara tutulmak onlarda
Bozkıra doğru seyrele seyrele yaşamak onlarda
Verdi mi adama her şeylerini verirler
Ben gördüm ne gördümse kadınlarda
Porsuk nehrinin geçtiği
Kızılırmak parça parça olasın
Bir parça ekmek siyah, on kuruşluk kına kırmızı
Taş toprak arasında türküler arasında
Karanlıkta bir yanları örtük bir yanları üryan
Kocaman gözleriyle oy anam bu kadar dokunaklı
Kimler ürkütmüş acaba bu kadar kadını
Dicle kıyılarına tiren varınca
Büyük bir gökyüzü git allahım git
Genel olarak önce kaşları görünür
Sonra bütünsüz uykuları kaşla göz arasında
Yanaklarında çıban izi taşıyan kadınlar
Gül kurusu
Bir gün sizin de yolunuz düşer memlekete
Siz de görürsdünüz bunları kadınlarda
Ödevleri yenilmek olan hep
Bıçakla kemik arasında
Susmakla ağlamak arasında
Yenilmek
Kadınlar
(1955)
288
AFRİKA
Afrika dediğin bir garip kıta
El bilir alem bilir
Ki şekli bozulmasın diye Akdeniz'in
Hala eskisi gibi çizilir
Haritalarda
(1954)
ONLARIN YANİ SİZİN
Onların, yani sizin hayatınıza
Şarkılar girmiş, şarkısız edemiyorsunuz
Şarkılar, yani barış, yani gökyüzü
Yani bazan burun buruna geldiğiniz köşebaşlarında
Sonra usul usul, yavaş yavaş kaybettiğiniz
Yani dost geldi gelecek, sevgili sevdi sevecek
Yani yaşamak adına güzel düştüğü olan
Şarkılar, yani yanıldığınız...
Sizin, yani onların hayatlarına
Allahlar girmiş, Allahlardan kurtulamıyorlar
Allahlar, yani çarşıda, pazarda, yani evde
Yani arabalarına taş koydukları caddelerde
Bir dilim jandarma ekmeği kürekte, kürek denizde
Yani sızlayageldiği şey öbür taraflarının
Yani gölgesinden ölümü görmüş gibi korkulan
Allahlar, yani yien yanıldıkları...
289
TK
Atlarla. Uzun bacaklı evrensel atlar
bunlarla gelişiyor sevdamız anlatılmaz
Çocuklarla, kuşlarla, ağaçlarla.
Büyüyen, uçan, dal budak salan.
Yalnız aşkta rastlanan o seçkin nokta.
sen kadınsın ya büsbütün soyunuyorsun
Sana vergi, atılacak herşeyi kolayca çıkarıp atmak
Öptüğün gibi dünyanın bütün adamlarını bu arada beni
Uzanıp öpüyorsun ya atları çırılçıplak
Ne oluyorsa işte o zaman oluyor.
Sen ağzını ilave edince atlara
Birdenbire oluyor bu, şaşırıyoruz
Korkunç bir güzellik halkların havasında
Birden ötesine geçiyoruz varmak istediğimizin
Ayır ayırabilirsen, hangimiz kadın hangimiz erkek
(1956)
BUN
Elim geçiyor aptaldan
Kapital
Elim mi çiçek mi bilmiyorum
Bir elim bir çiçek mi açılan
Çekingen mahzun açılan bunu bilmiyorum
Ama üst üste yenildiğime göre
İskambil oynuyorum garanti
Max Jacob papazı ablasından
290
Ablasını o saat meryemsiyorum
Çünkü her kadını meryemsiyorum
Gözleri göz değil gözistan
O müthiş korku saatlerinde
Başını omzuma koymasa olmazdı
Başını omzuma koyunca da
Kurtarmasa olmazdı beni olmaktan
İçtiği şaraba ait bir adam
Gözleri göz değil gözistan
Bir odadan bir odaya geçiyor
Kapının birini açıp birini kapıyor
Adı Meryem değil sadece Dorothy Lucy
Renklerinden dolayı okulsuz bırakılan
Zenciler zenciler iki okka zencefil
İntihar süsü verilerek
Güneşin linç edildiği bir akşam
(1957)
ÜVERCİNKA
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl olur sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
291
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki herşey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
292
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşam üstleri
Asıl yksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil
(1956)
BALZAMİN
Sen el kadar bir kadınsındır
Sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
Bazı ağaçlara kapı komşu
Bazı çiçeklerin andırdığı
İş bu kadarla bitse iyi
Bir insan edinmişsindir kendine
Bir şarkı edinmişsindir, bir umut
Güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
Saçlarınla beraber penceredeyken
Besbelli arandığından haberli
Gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
Sevgili
(1955)
YAZMAM DAHA AŞK ŞİİRİ
Oydu bir bakışta tanıdım onu
Kuşlar bakımından uçarı
Çocuk tutumuyla beklenmedik
Uzatmış ay aydın karanlığıma
Nerden uzatmışsa tenha boynunu
293
Dünyanın en güzel kadını bu oydu
Saçlarını tarasa baştan başa rumeli
Otursa ama hiç oturmazdı ki
Kan kadını rüzgardı atların
Hep andım ne yaşanır olduğunu
En çok neresi mi ağzıydı elbet
Bütün duyarlıklara ayarlı
Öpüşlerin türlüsünden elhamra
Sınırsız denizinde çarşafların
Bir gider bir gelirdi işlek ağzı
Ah şimdi benim gözlerim
Bir ağlamaktır tutturmuş gidiyor
Bir kadın gömleği üstümde
Günün maviliği ondan
Gecenin horozu ondan
(1957)
294
EK 5: ECE AYHAN’IN ŞİİRLERİ
BEL KANTO
Gül gibi çocukları
Gelmemiş sabahtan okula
Bütün o külüstür karıları
Çamaşır sermemiş bahçelere
İlk tramvay işçileri grevi kalıpçıda
Üç recep salılarda bir ikinci meşrutiyet
Böğürtlen lekeli bir güvercin
Uçururlarken görürseniz
Galata’dan
Leğen denizlere doğru.
BEYAZ RUS KADIN
Üç masa ötede bafra içen bir tanrı
Bacak bacak üstüne atmış
Penceresinde bir şehir şehirde bir sokak
Sokakta bir beyaz rus kadın
İskemleler arasında koşar
Beyaz rus kadın kaçar
Bir tiren şimdiler
Bankadaki işini bitirmiş pantolonunu giymekte
Sen bir devsin ne diye bu evde oturursun
Ne diyeee
Bozdurup bozdurup kullanırsın
295
Ne diye elişinden bir tanrıyı
Sigara içen parmaklarıyla
Seninki hâlâ penceresinde
Beyaz rus kadın kaçar.
VEDHA’LARDAN BİRİNDE
I- Kumarcı Musa
Vedha’lardan birinde Musa kumar oynuyor
Peygamberlik bir meslek oldu
Bozuk radyo ne demişti ağustosta
(Ben karımın fotoğrafını isterim sizden)
Dördüncü duvarda ben bulunuyordum
Vedha'lardan birinde bir küçük tanrı
Küçük işler için
(Ben görmemiş olayım)
Nasılsa tanımadığım bir toprakta öleceğim
Burada sakal uzatıp
Taranmış saçlarıyla
(Siz kendinizin kaçıncı peygamber olduğunu sanıyorsunuz)
Hangi rejim için
(O kadar çabuk değişiyorlar ki)
Birinci katları dinamitlenmiş evlere benzer yıkılıveririz
Sokak başlarında görür ve fotoğraflarını çekeriz
( Vedha sana ne dedi)
(Dedi ki)
296
SENTEZ
Şu taşbasması
İşkence Usülleri kitabı
Nerede basma iş
Babil’de
Babil’de bir çocuk demek
Bizi kullanıp duruyormuş
Ama biz bu değiliz ki
Daha ilk sayfalarda
Karşımıza çıkıveriyor
Başkasının gözleri
Başkasının ağızları dudakları
Babil’de basılmış
Birer birer açılan
Hayatımıza.
ANAHTARLAR
Çünkü kapıları
Götürüyorlar (öyle yanlış ki)
Cam kırıkları üzerinde
Üzerinde mi üzerinde üzerinde
Gülüyor ve
Gülen artık çingene değildir
Değil mi değil değil
Bilmem şu uzakta odaların
Pancurlarını açmışlar
Açmışlar mı açmışlar açmışlar
Denize karşı
(deniz yoktur ya)
İçerdekiler içerlerde
297
Dışardakiler dışarlarda kalmışlar
Kalmışlar mı kalmışlar kalmışlar
Anahtarları çalan bir çingenedir
Bir çingene mi bir çingene bir çingene.
İSKAMBİL
Senin yıldızın
toprağın altında kalmış
yirmi yaşında basamakları
alfabe gibi sayıyorsun
Senin geride bıraktığın
Ölünmüş bir hayat
Kuzey ormanlarında
Vebalı bir kadın gömdük
( Hiçbir şey bu kadar üşütemem ben!)
Senin için dua ettiğini
unuttuğun gibi sonradan
bir peygamber de yalnız kalmaktan korkuyor
üçlü bir iskambil oyununda mesele
ama şimdi
adam öldü.
KURTULAMAYAN
Sen kader ağacı değilsin - nedeni bu
Tutkularına bırak kendini
Bir soluk var yaşıyor uzak uzak
298
Bu daha ölmemişsin demektir
Önce bitir bu şarkıyı
Bir bardak doldur mavi
- hiçbiri açmıyor mu seniVe git bu gelmediğin yere
Kurtulamayan - nedeni bu.
Üç GENCİN KALBİ
Bir gemici tanırım
Kalbini bir limanda bırakmış
Ya kaybolursa?
Ağlar çocukluğundaki gibi
Kalbini almaya gidecek hala
Bir oğlan tanırım
Derin yeşil gözlü
Gönlü güney denizlerinin dibi
Kalbi ise yerinde
Birine vermeye gidecek
Bir gemi arar durur
Bulutlardan.
Bir şair tanırım
Onunki içler acısı
Kalbini asla vermemiş
Çalmışlar
Kalbi eski bir efsanede saklı.
ISLAK
Sokaklar ıslak ıslak
299
Ağır basar rüzgar
Duvar boyunca ilanlardan
Renkler şehre dağılmış
Kapılar kapalı kapılar
Pancurlar pencerelere
Bulutlar düşer denize
Gölgeler ıslak ıslak
Boş meydanlarda soğuk
Üşümek üşümek
Bakmayınız genç adama
Gözleri var
Elleri var
Avuç içleri ıslak ıslak.
FAYTON
Erol Gülercan'a
O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey
incecik melankolisiymiş yalnızlığının
intihar karası bir faytona binmiş geçerken ablam
caddelerinden ölümler aşkı pera'nın
Esrikmiş herhal bahçe bahçe çiçekleri olan ablam
çiçeksiz bir çiçekçi dükkanının önünde durmuş
tüllere sarılı mor bir karadağ tabancasıyla
zakkum fotoğrafları varmış cezayir menekşeleri camekanda
Ben ki son üç gecedir intihar etmedim hiç, bilemem
intihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte
cezayir menekşelerini seçip satın alışından olabilir mi ablamın.
300
KINAR HANIMIN DENİZLERİ
Bir çakıl taşları gülümseyişi ağlarmış karafaki rakısıyla
şimdi dipsiz kuyulara su olan kınar hanım'dan
düz saçlarıyla ne yapsın şehzadebaşı tiyatrolarında şapkalarını
tüketemezmiş hiç
İşte kel hasan bu kel hasan karanlığı süpürürmüş
ters yakılmış güldürmemek için serkldoryan sigaralarıyla
işte masallara da girermiş bir polis o zamanlardan beri sürme
kirpiklerini aralayarak insanları çocukların
Ve içinde birikmiş ut çalan kadın elleri olurmuş hep
gibi bir üzünç sökün edermiş akşamları ağlarken kuyulara
kınar hanım'ın denizlerinden
1957
KUDÜS FARELERİ
Dördüncü konuşmamızda
(ben nerdeyim?)
isa'dan önce bu kentte
bir karınca taciri
Günahkar bir hayalet için
(biraz ölüm)
uyluk kemiğiyle acı çekecek
saraylarında
Beşinci konuşmamızda
301
(anlatmak diye bir şey yoktur burada)
arsenik götüren bir uşak
efendisine
Vebalı gecelerden
(makasla kesilmiş sarı bir ay)
kurtulacaklarına
inanırlardı
Biz vaktinde ölmüş olduğumuz için
(satranç taşları gibi)
kireçlerden korkmuyorduk
bir de kudüs fareleri
bir de kudüs fareleri
Bir öyle fareler
bir öyle fareler
1955
BİR ÖLÜ MACAR CAMBAZ
Sonra korkunç gülümsemeler bitti
sonra hiç kimseyi göremedim
herkes beni arıyordu
bir ölü macar cambaz buldu beni buldu beni
sam yeli esiyordu denizden.
1956
302
ECEGİLLER
Sam yeli de dalgınlıklarla bir çocukmuş
eğilip barışlıklar çizermiş evler üzerine
nasıl bir ağaçdıysak çocukken
tümleçleri özneleri nasıl unuttuysak denizde
turunç olmak istiyoruz yine turunçuz da.
1957
KÖTÜ İLGİLERİN GİDİŞİ
Buruk bir ezgi seziliyordu içlerinde
kinleri gibi renk renk
ölmüş atlarını bırakıp
tahta pabuçlarıyla gittiler
gözlerinde frank krallarının eski hüznü
Bir şarap gibi gönüllerimizi alıp
çocuk dudaklarında götürdüler
anılarının ayrıntısı
ve burada bir sürü şarkıları kaldı
kumsalda kocaman izlerini siliyor deniz
1956
İBRANİCEDEN ÇİZMEK
Bacaklarım uzun
nereye gitsem uzun
nereye gitsem gelip beni buluyor
303
çıkmaz bir sokakta ablam
Bu kente bir güvercin çizmek
güvercinin gözlerini çizmek
bir güvercin
orta çağda bir güvercin tebeşirle
Bir duvar boyunca ağaç serinlik
bir ses çiziyorum
herkeste olsun herkeste bir ses olsun istiyorum
güvercinde bir ses ablamda orta çağda bir ses
Nereye gitsem uzun
bacaklarımdan buluyorlar hep
çizerken başka bir sesi
ve bayraklar dolusu bir bayramı kente
ibraniceden
1956
CAMBAZLAR ÇADIRI
Sazların arasında bir asya
sukuşu iniltili aysız
ilk sekiz yılın çin'de
bir istiridyenin içinde geçirmiş
Onu çirkin bir şekilde
gelir gelmez avuçlarımla içtim
kula atları gibi bacaklarından
cambazlar çadırında bir gece
304
Yüzümde bir pazar gününden kalma
koca hansı bir çarpı işareti
zaman zaman dudaklarımı öğretiyordum
kuzeye doğru titreyerek
İlgisizdim artık denizle menizle
kalelerin önünde eski bir çağdan
ateş yakmışlardır moğollar yine
devce bitiyor gece çadırda birdenbire
Hesaba katmam gerekirdi papirüsleri
ve barut yanığı daha bir kalın adamla
sukuşunun birdenbire bitecegini usulca hesaba.
1956
AKDENİZ PENCERELERİ
Açın pencereleri açın
akdeniz'de sabah oluyor
küçük harfli musa
hep böyle gökyüzünde
Kıvanç duyuyorum bu akçalı güneşten
çürümüş bankalar borsalar
birazdan açılacak yeryüzüne
ayaklarımızın altında kezlerce deniz çayımızı içerken
On beş kuruş uzattı seninki
on beş kuruş bir gazete
305
aydınlık yüzlü bir kadın bize sesleniyor
birdenbire
Akdeniz akdeniz'de çay içerken yaratılıyor
şu bizim dev dudaklı
ve küçük harfli musa için
açın pencereleri açın.
1956
ÇOCUKLARIN ÖLÜM ŞARKILARI - I Sokaklarda
ölümcül portakallar
ve
çivitsi bulutlar
saat
kaç olursa olsun
üzünç yüklenmiş bir gemi
akdeniz'de
ölümcül
çivitsi
portakallar bulutlar
Keten entarisi
tertemiz
sabun kokar
iyi durulanmamış
aynı verimli kız
tütün içiyor boğularak
beş renk bir çıkartma devin kollarında
306
Saat
kaç olursa olsun
çocukların ölüm şarkıları
saat
kaç olursa olsun
çocukların
bitiyor açık pencereden
bitiyor külrengi evde.
1956
KAMBİYO
İstemiyorum biliyorsun
geceleri kapkara düşünceli şapkasız
birdenbire sokaklar arasında raslanmış bir kambiyo
sterlinle dolarla lirayla biliyorsun istemiyorum
Sabahlara değin dövülmüş bir kadın
öznel pencereler bir de kent dikkat ettinse
neden böyle çırılçıplak olduğumuzu
şimdi daha iyi anlıyorsun değil mi
neden dövülmüş bir kadın
Belki bir gün belki eve dönmekten
utanıyorum gölgesiz bomboş yenilmiş bir takım gibi
belki bir gün belki
küstahça şapkasız ters çevrilmiş eldivenlerle
pabuçlarımı sürüyerek ıslık çalarak kapıda
307
Bu gece de sen döv beni
kambiyo öylesine çoktan kapanmış ki
neredeyse açılacak
belediye saati koşu koşuyor cebimde
Bu gece de sen döv beni gizemsel bir caddede
oruçluyum dövülmeden olmaz limon gibi ay
bin yıldır şapkasız eve pencerelere dönemiyorum
istemiyorum biliyorsun.
1956
OKARİNA
Bin yılları katran ağaçları altında
akdeniz dudaklı penceresiz sancılı bir çocuk
babasını bir göl olarak hatırlıyor
avuçlarında kuzeyden yosun balıklı bir göl
Estamp bir belediye alanında
soğuk tirşe renkli salı günleri arkamızdan koşardı
hoffmann horozlu belalı bir saat kulesi
Çay çuvalları üzerine oturmuş dul bir çingene kadın
pulsu yüzünü çevirerek görmezlikten gelirdi beni
avuçlarında kalde geceleri gibi bir karanlık
Gün doğuyorken ırmakta
bir karınca tacirini diri diri gömüyorlar toprağa
zavallı şapkası karısı ve kızkardeşiyle birlikte
sessizce bitiveriyor ilk güneşte icra-iflas duası
308
Bin yılları katran ağaçları altında penceresiz
salı günleri sancılı bir sürü akdeniz dudaklı çocuk
açık açık el işaretleri yapıyor
metrelerle halis ipek dolu o hiç batmayan kayığa doğru
Ve limonsu okarina çalıyor kendi deniz lehçeleriyle
gülerek ağlayarak bağırarak limonsu okarina okarina.
1956
BİR ELİŞİ TANRISI İÇİN AĞIT
Peki nasıl oldu da hatırladı denizde boğulduğunu
nasıl oldu da peki anlatamıyorum biliyorsun
Öyle ölüme düşkündü ki biyoloji sıfır
bir şarkı yiyor şimdi şapkalarını orospular eksiliyor
Ama yok ne olur ağlama böyle ama yok
şunun şurasında tramvaysız, çocuk olmak turunç olmak
Kantocu peruz sahiden yaşadı mı patron?
1956
BABİL'DEN BİR PİÇİN PROPAGANDASI
Daha çizilmemiş bahçeleri içinde hiç yaşamamış
bir ölümsüz bir kırmızısı kiremitleriyle akdeniz'in
309
akdeniz'e uzanmış bir kadını gibi iri puntolarla
hep türkçe konuşan adamlar sokağında sabahlar olmuş
hemencecik bir bando tınlıyor afişleriyle propagandalarıyla
bir de ödünç alınmış bir kömür gibi art tatum'dan parmakları
Toplumsal caz parçaları yarına yarın evlerde
36 sularının bir babil'den bir piçi miyop bir oğlanı
bir en çok ablasız bulutları geliyor aklıma hep
bir en çok türkçe sigaralar tüttüren bacalarla-larla
ve bir en çok abi artık istesek de ölemeyiz diyen
sonraları romalılara karşı yürüyerek yorulan bir piçi
ödünç alınmış bir kömür gibi art tatum'un parmaklarıyla
gün ağartısı dediklerinde leon blum'u yapıştırıyor leon blum'a .
1956
DENİZKIZI EFTALYA
Neden üç aylar girerken kurşun harflerle salılara
hiç soyutlanmamış ırmaklarda boğuluyor ibrahim
ismail soda içen kalabalıklara doğru cumhuriyet olmuş
anlamıyorum şey yani ishak bakır kapılarda bakır tokmak
denizkızı eftalya cumhuriyette ağaçlara benzer öldü diye
Yahu istanbul bu yahu neden birdenbire istanbul bu
istanbullu ölümcülere takılıp kalıvermiş bir salaş tiyatrosu göğünde
yalnız üç aylarda salı günleri otuz birle rumba da rumba
bizim laternada dokuduğumuz deli çocuklar gibi bir gök budalası
en eski ipek saçlarıyla uzamış topuklarına kesilmiş göz kapakları
kuyularda yarısı harita deniz yarısı hatırlanmamış eftalya
310
Ve kuyulara eğilip ölümcülere selam verirken eftalya
neden ibrahim'in ismail'in ishak'ın anaları gibi
halklar olmak istemişti cumhuriyette üç aylar salılara.
1956
KANLI NİGAR
Düşünmek istemek pera'da
goygoycularla düşünmek istemek
gücüme giden kanlı nigar'ı
Uzamış masallardan güzleri
bir halı sermek taşlığa ablamın
biraz konuşmak istemek sonra çekip gitmek
Hiç ölmüyor mu kanlı nigar
Bir ay girerken yüreğine geceleri rastıkları kaşlı hiç.
1956
ÖLÜ BÜTÜN
Harmonie'lere çekilmiş orospular gibi kantoları
o kantoları soyutlanmış ırmaklarda kantocu peruz'un
ölü bütünü çizerler ölümcülükler oynarlarmış
ve çarşambaları gidip ırmaklarda boğulurlarmış
Ben hiç ölü bütünü kucaklamış atonal kantolar düşünmediğim için
harmonie'lerde çivit fabrikalarının durduğu yere kantocu peruz'u düşünüyorum.
311
KANTO AĞACI
Bir pandomima olarak düşünüyorum korkunç bir pandomima
türkçe cumartesilerle gelen türkçe cumartesileri
halklar dediğimiz kendine benzer yusuf'larla kasketli bir yusuf
Gelip bu kanto diye bağırıyorlar cihannümaların altında bu kantoları
tutumbilimsel kıçları üzerine maria pilar'ların işte bu kör karıların
En cumartesili bir istanbul düşünerek bu kantoları düşünüyorsun
istanbul orospuları sendikasının böğründe meşrutiyetten saklı
Yahu sen sahiden hiç türkçe değilsin galiba hatırlamıyorum
hiç türkçe değilsin neden kantocusun bu kanto diye bağrıyorsun
maria pilar'ların galiba barut yanığı kıçları üzerine halk matinelerinde
O tüm bilip bilmediğimiz biraz leon blum'lu pandomimalarda
alkazar sinemasının çocuklarına duhuliyenin borusu ötmez
Sen karanlığa giderayak bir kanto ağacı çizmiştin yusuf'lardan önce
gelip kanto ağacını kesmişler kantolarını delik deşik etmişler
Hadi seni yine pandomima sahnelerinde düşünelim ağlamadan kanto ağacı
hadi sen de düşün bizi bakalım çocukları alkazar'ı ağlamadan kanto ağacı.
1957
GÜL GİBİ KANTO
Dipsiz kuyularda analarının kahrı
azalmış galata'da iki deli çocuk
312
bacakları uzanmış rıhtımda
Enlemlerle boylamların denizleri geçişi
iki deli çocuğun uyuduğu saatlere rastladığı için
onları hiç görmeyecekler işte.
1957
UT
Üner Birkan'a
Rakı içilir mi hiç çiçeksiz
çiçeksiz ölürüm dükkanları
hem kim olsa ölür ispatinin ebesi
zulmü ilan edilmiş sokağa çıkar
yalnızlığının ut sesi bir fonograf
tanzimat fermanında unutulmuş hacivat
gelip kahkahalar tarafından iğne ister
Yalnız belki çocuklar için atlı
gülen tramvayı ölümün cumhuriyete
enflasyonu sekiz memeli bir zenne
o çirkinim tasviri efkar bir zindan
vakitlere açıktır kepengi aşkı memnu
ölü teyzesine yazlığa giden kim çocuk
pire kasketini deve kimler giyer acaba
zehir dükkanları çiçek çiçekçi pera'da
Benim ut teyzem de ölü galiba hacivat
şimdi şu rakıdan ne diye vergi alırlar sanki.
313
APAŞ PAŞA ŞAPA OTURDU
Merhaba diyoruz ölü teyzelerimize çocuklar
merhaba diyorlar o şiirlerimizin eşikleri
Mum tacirlerinin kızları ne temiz porselen
yüz çiçeğe yüz ay çıkarırmış bu tabaklar
Yüzüklerinde altın parmaklar takılıymış ve
çarşılar grevsiz deli olurmuş yalnızlık işte.
1957
ÇOCUKLARIN ÖLÜM ŞARKILARI - II Lağım yollarından girdi metropollere
uyandırdı türkçeledi barok bilincini
alkazar nedir bilmemiş alışılmamış parmaklı kötü
Uyandı türkçelendi fikret mualla bir deli
ve cumhuriyetin her ilanında üç
bitmek üzere siyah bira içen eski babam
Metropoller ortası fikret mualla digan
kovalar şiirsizler düşmanlarım ayağa kalksınlar.
1958
314
PUT
ZANZALAK AĞACI
SAFFET NEZİHİ ŞENER
ZİNCİFRE
ÖLÜM
Benim hiç çin'de bir ablam olmamış korkunç hu
gecelerin ilerlemiş saatlerinde tramvaya binen
bir bach konsertosunun dudakları gibi çilek korkunç hu.
1958
A. PETRO
Bir gülüşün var ayakta kötü elbet
burcuvalıklarında bir dudak gül gibi
Bütün ellerinin sokakları aşktır senin a. petro.
1958
UZAK HALA
Kalkıp pencereyi açıyorsun operet
denizlere çıkan uzak hala
arsenik şişesine eylül doluyor
315
tramvay paraları atlı kırmızı
Leblebici horhor'a alkış tutan
dikran çuhacıyan'a çiçek atan
sen uzak hala neyyire hanım yoksa
cumhuriyette de uyuyamıyor musun?
1958
NEYYİRE HANIM
Taşınmış şemsiyeleri belki de küsmüştür
bir yazlığa gitmiştir ki neyyire hanım
kül pancurları elgin, fareleri örtük
ağaçları serin darülbedayi'nin en güzeli sağlama tuba
Boş bir sokak fotoğrafçısı denli çirkin kaçar
bir farenin bile yanında şimdi
biz çocuk merdivenli bir üzünç.
ÇAPALI KARŞI
Kollarında eski balık dövmeleri
teodor kasap perhiz ahali içmez
ay türkçe rakı çıkmıştır kapalı
ve geniş muhlis sabahattin'den
ayşe opereti ne güzel bir hiç
Üç yıllar var ki minyatürlere mahkum
teodor'un o eski balık dövmeleri
316
ay osmanlılaşmış abi tüfekçi olmuş
ve korkunç taş gülmekler muhlis'te
gibi merdivenli bir sokaklar uzatmış
çiçek bahçelerine kaçabilsin ayşe
atlı tramvaylarla ne güzel bir hiç
İşte o biçim gecelerde kucaklamış
getirir enflasyon arkadaşlarını
kova abdülhamit akşam gazeteleri
dağlar gibi yalnızlık ne güzel bir hiç.
317
ÖZGEÇMİŞ
Gültekin LÜLECİ, 06.10.1982 tarihinde Adapazarı’nda doğdu. İlk, orta ve lise
öğrenimini Sakarya’da tamamladı. 2002 yılında burslu olarak Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nde bulunan Yakın Doğu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü
kazandı. Bu bölümü 2006 senesinde başarıyla tamamladı. Aynı yıl Sakarya Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı ana bilim dalı Yeni Türk Edebiyatı bilim dalında yüksek lisans
yapmaya hak kazandı. 2006–2008 yılları arasında özel bir eğitim kurumda Türk Dili ve
Edebiyatı Öğretmenliği yaptı. Şuan Almanya’nın Hessen Eyaleti’nde bulunan ‘‘İnstitüt
Für Sprachen’’da Almanca öğrenimi görmektedir.
318