Nasıl Bir Anayasa? , Tarih Bilinci

Transkript

Nasıl Bir Anayasa? , Tarih Bilinci
Sayı 15 - 16 ÖZEL SAYI
15-16
TARİH BİLİNCİ
Tarih ve Kültür Dergisi
Sayı: 15-16 ÖZEL SAYI
Ekim 2011
üç ayda bir yayınlanır
Tarih Bilincinde Buluşanlar Derneği adına
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hasan KONUK
Yazı İşleri Müdürü
Zekeriya AÇIKGÖZ
Editör
Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
Genel Koordinatör
Recep ŞENAY
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Cahid BALTACI
Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
Prof. Dr. Mehmet CAN
Prof. Dr. Orhan KILIÇ
Prof. Dr. İdris BAL
Prof. Dr. Bedri GENCER
Prof. Dr. Nihat BULUT
Prof. Dr. Yücel OĞURLU
Prof. Dr. Tayyar ARI
Prof. Dr. Mefail HIZLI
Doç. Dr. Mustafa ŞENTOP
Doç. Dr. Mazhar BAĞLI
Doç. Dr. Ensar NİŞANCI
Doç. Dr. Ahmet YILDIZ
Doç. Dr. Senai YALÇINKAYA
Doç. Dr. Ebubekir SOFUOĞLU
Yrd. Doç. Dr. Bedri MERMUTLU
Yrd. Doç. Dr. Şükran YAŞAR
Yrd. Doç. Dr. Nazım ELMAS
Av. Reşat PETEK
Sadık YALSIZUÇANLAR
HAKEM KURULU
1. Prof. Dr. Cahid BALTACI
2. Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
4. Prof. Dr. Yücel OĞURLU
5. Prof. Dr. İdris BAL
6. Doç. Dr. Ahmet YILDIZ
YAYIN İLKELERİMİZ
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Erkan Türe
Prof. Dr. Mustafa SAMASTI
Prof. Dr. Ziya KAZICI
Prof. Dr. Mehmet MAKSUTOĞLU
Veli ŞİRİN
Emin ÜSTÜN
1
Tarih Bilinci Dergisi "hakemli dergi" olup üç ayda bir yayınlanır.
Derginin sahibi "Tarih Bilincinde Buluşanlar Derneği"dir.
2
Dergide tarih ilmi başta olmak üzere sosyal ilimler ve sanatla ilgili
yazılara, hakemlerin kontrolünden geçmiş akademik makalelere yer
verilir.
Düzeltme / Tashih
H. İbrahim ÖZTÜRKÇÜ
3
Grafik Tasarım
A4 Grafik - Recep ŞENAY
[email protected]
Dergimizde yayınlanan yazıların ilmi ve hukuki sorumlulukları
yazarlarına aittir.
4
Derginin yayın dili Türkçe'dir. Türkçe'nin dışında başka dillerdeki
yazılar için Türkçe özet istenir.
5
Dergide yayınlanacak yazılar on sayfayı geçmemelidir.
6
Yazılar elektronik posta ile [email protected] adresine
gönderilmelidir.
Hukuk Danışmanları
Av. Ömer BOZOĞLU
Av. Hüseyin ÖZTÜRK
Baskı / Milsan
İdare Yeri
Ihlamur Sk. Çadırcı İş Merkezi 18/8 Pendik-İstanbul
Tel.: 0216 354 20 56
[email protected]
www.tbbdhaber.com
www.tbbd.org
5
Prof. Dr. Mehmet Çelik
60
Vesayetçilik, Demokrasi
ve Yeni Anayasa
9
Prof. Dr. Ergun Özbudun
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
62
Prof. Dr. Serap Yazıcı
65
Prof. Dr. E. Fuat Keyman
69
Prof. Dr. Mustafa Şentop
72
Doç. Dr. Ahmet Yıldız
75
Ümit Kardaş
77
Prof. Dr. Eser Karakaş
80
Prof. Dr. Mümtaz'er Türköne
82
Prof. Dr. Mehmet Altan
Dr. Mustafa Yiğitoğlu
Fikri Akyüz
Hasan Konuk
Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Recep Bozlağan
93
Yrd. Doç. Dr. Yasin Poyraz
113
Yrd. Doç. Dr. Sabahattin Şen
2
Prof. Dr. Yücel Oğurlu
Prof. Dr. Nihat Bulut
Nasıl Bir Anayasa?
119
Mustafa Atalar
Mirat-ı Kanuni Esasi'nin
Yeri ve Önemi
123
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Altundere
Nasıl Bir Anayasa?
126
Av. Ferhan Tuncel
Yeni Bir Anayasa Üzerine
128
Av. Abdullah Arar
Niçin Yeni Bir Anayasa?
130
Hürrem Aksoy
“Yeni” Anayasada Üniter Devlet ve
Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi
Anayasa Maceramız
96
Prof. Dr. Ejder Okumuş
Türkiye İçin Yeni Bir
Anayasanın Gerekliliği
Pozitif Vatandaşlık
Hukukunun Sorunu Değildir
82 Anayasası'nın
Ruhundan Kurtulmalı
55
109
Onsuz Anayasa Olmaz
'Altın Çağ'ın Anayasası
51
Prof. Dr. Hasan Tunç
Objektif ve Sosyolojik
Bir Anayasanın
Zorunluluğu ve Zorluğu
Yrd. Doç. Dr. Bedri Mermutlu
Niçinler ve Nasıllar?
“Yeni” Anayasa Taslakları
ve Hükümet Sistemleri
Yeni Anayasa İçin Öneriler
45
104
Güvenlik Haklarımız
Yeni Anayasada
Kim Söz Sahibi Olacak
39
Prof. Dr. M. Refik Korkusuz
Nevzat Bayhan
Meşruiyet Ekseninde
Adalete Dayalı Anayasa
Anayasa'daki Gereksiz Maddeler
ve Komik İfadeler
Türkiye İçin
Yeni Bir Anayasa İhtiyacı
36
101
Kendi Öz Hukukumuzu
Oluşturmak
Hukukun İstismarıyla Vesayetten
Hukuk Yoluyla Demokrasiye
33
Doç. Dr. Abdurrahman Eren
Türkiye'de Anayasa
Sorununa Bir Bakış
Demokratikleşme ve
Anayasallık
25
98
Yeni Anayasada Yapılması
Gereken Düzenlemeler
Türkiye'nin Yeni Anayasa İhtiyacı:
Umutlar, Beklentiler ve Gerçekler
20
Doç. Dr. Mazhar Bağlı
Yeni Anayasa Yapımında
Güçlü Ve Zayıf Yönler
Niçin ve Nasıl
Yeni bir Anayasa?
12
Halka Onaylatılan Değil,
Halka Yaptırılan Bir Anayasa
İnsan Onuruna
Saygılı Bir Anayasa
Nasıl Bir Anayasa?
132
Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu
TARİH BİLİNCİ
SAYI 15 - 16
NASIL BİR ANAYASA
TARİH BİLİNCİNDE BULUŞANLAR DERNEĞİ
YÖNETİM KURULU
Utku Erol, Yönetim Kurulu Üyesi,
Hesap İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yrd.
Murat Saraç, Yönetim Kurulu Üyesi,
Dış Gezilerden Sorumlu Başkan Yrd., Başkan Danışmanı
Cahit Yalçın, Yönetim Kurulu Üyesi,
Genel Başkan Danışmanı
İlhami Arslan, Yönetim Kurulu Üyesi,
Eğitimden Sorumlu Başkan Yrd.
Nazım Kartbak, Yönetim Kurulu Üyesi,
Halkla İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yrd.
Av. Erkan Kıraç, Yönetim Kurulu Üyesi,
Hukuk Danışmanı
Av. Servet Bayramoğlu, Yönetim Kurulu Üyesi,
Hukuk Danışmanı
Yrd. Doç.Dr. Senai Yalçınkaya, Yönetim Kurulu Üyesi,
Basın Danışmanı
Hasan Hüseyin Tezcan, Yönetim Kurulu Üyesi,
Genel Başkan Danışmanı
Hasan Konuk, Yönetim Kurulu Başkanı
Prof. Dr. İdris Bal, Yönetim Kurulu Üyesi,
Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yrd.
Sinan Tavukçu, Yönetim Kurulu Üyesi,
Ekonomiden Sor. Genel Başkan Yrd.
Prof. Dr. Mustafa Samastı, Yönetim Kurulu Üyesi,
Kurumsal Koordinasyondan Sor. Gen. Başkan Yrd.
Prof. Dr. Recep Bozlağan, Yönetim Kurulu Üyesi,
İç Eğitimden Sor. Genel Başkan Yrd.
Maruf Çelik, Yönetim Kurulu Üyesi,
Teşkilatlardan Sor. Genel BaşkanYrd.
Recep Şenay, Yönetim Kurulu Üyesi,
Yayınlardan Sorumlu Genel Başkan Yrd.
Zekeriya Açıkgöz, Yönetim Kurulu Üyesi,
Genel Sekreter
Necati Emir, Yönetim Kurulu Üyesi,
Genel Sekreter Yardımcısı
Semih Hazardağlı, Yönetim Kurulu Üyesi,
İletişimden Sor. Genel Başkan Yrd.
Şerife Gül Bostan, Yönetim Kurulu Üyesi,
İletişimden Sor. Genel Başkan Yrd.
Nazır Esirci, Yönetim Kurulu Üyesi,
Genel Başkan Danışmanı
Burhan Hoşhanlı, Yönetim Kurulu Üyesi,
Genel Başkan Danışmanı
Nurgül Yavuz, Yönetim Kurulu Üyesi,
Tarihi ve Turistik Gezilerden Sorumlu Genel Başkan Yrd.
Mehmet Adıgüzel, Yönetim Kurulu Üyesi,
Projelerden Sorumlu Gen. Başkan Yrd.
DENETİM KURULU
Av. Ömer Bozoğlu, Denetleme Kurulu Başkanı
Kerim Yaman, Denetleme Kurulu Üyesi
Cevdet Kaya, Denetleme Kurulu Üyesi
Salih Akar, Denetleme Kurulu Üyesi
Durmuş Çakır, Denetleme Kurulu Üyesi
Emine Saraç, Denetleme Kurulu Üyesi,
Dış Gezilerle İlgili Plan ve Program Müdürü
DANIŞMA KURULU
Prof. Dr. Mehmet Çelik
Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak
Prof. Dr. Cahit Baltacı
Prof. Dr. Mustafa Şentop
Prof. Dr. Yücel Oğurlu
Doç. Dr. Ensar Nişancı
Doç. Dr. Abdülkadir Akıl
Ali Kazgan
Eyüp Dursun Ergür
İbrahim Hayrullah Sun
Nevzat Bayhan
Cafer Sezgin
Lokman Çağrıcı
Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu
Doç. Dr. Ebubekir Sofuoğlu
Emel Şenocak
Prof. Dr. Mümtaz'er Türköne
İbrahim Kapaklıkaya
Vahdettin Özcan
Hürrem Aksoy
Şevket Cinbir
Nuh Mehmet Hamurcu
Prof. Dr. Naci Bostancı
Prof. Dr. Refik Korkusuz
Emin Üstün
Dr. Mehmet Oduncu
Prof. Dr. Recep Bozlağan
Sadık Yalsızuçanlar
Yusuf Yavaşcan
Veli Şirin
3
Reşat Petek
Doç. Dr. Ahmet Yıldız
Murat Büyükçe
Ömer Gedik
Fikri Akyüz
Prof. Dr. Nihat Bulut
Prof. Dr. Sami Şener
Prof. Dr. Suat Cebeci
Prof. Dr. Zekai Şen
İbrahim Kan
Doç. Dr. Mehmet Atalan
Doç. Dr. Veli Atmaca
Doç. Dr. İsmail Erdoğan
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
NASIL BİR ANAYASA?
Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
Tarih Bilinci Dergisi, sıradan Tarih dergilerinden farklı bir dergidir.
Geçmişin olaylarını sıralı kronoloji aktaran veya tarihsel magazin
yapan bir dergi hiç olmadı, olmayacak da!..
EDİTÖRDEN
Çıktığımız günden beri bir hedef belirledik: Maziden ders alarak,
geleceğe ışık tutmak!.. Çıkardığımız 14 sayı incelenirse, hep bu tür
konular işledik.
Şu gerçeği hiçbir zaman göz ardı etmedik: Tarihi, siyasetçiler yapar.
Tarihin hamurunun mayası, siyasettir. Galipler, bu mayayla
o hamuru şekillendirirler. mağlûpların bu konuda söyleyecekleri bir
şeyleri yoktur. Onların ağzına bant vurulmuştur ve toprağın
derinliklerine gömülmüşlerdir. Tarihçi'ye, belgeleri hazırlayıp
bırakan da galiplerdir. Bu nedenle, gerçeğin en büyük perdeleyicisi
belgedir. Bu belgeler, sahnede görülen, daha doğrusu görülmesi
istenenleri önümüze koyar... Hatta gözlerimizin içine sokar!.. Hedef,
perdenin arkasını hatıra getirmemektir.
Tarih Bilinci Dergisi, hep bu perdenin arkasıyla uğraşmıştır.
Okuyucunun ezberini bozmak, galiplerin hazırladığı ve dayattığı
resmi tezleri boşa çıkarmak!.. Dergimizin ulaştığı satış rakamı ve
toplumdan aldığımız tepkiler, doğru yolda olduğumuzu gösteriyor.
Üç ayda bir yayınlanan dergimiz, yoğun toplumsal talepler üzerine,
zaman zaman“özel sayı”lar da çıkartmıştır, çıkartacaktır da... Bu özel
sayılar, toplumun temel meseleleriyle ilgilidir. Örneğin son yıllarda
bir demokratikleşme süreci başlamıştır. Bu konuda toplumsal algı ve
istek, siyasetçilerin çok çok önündedir. Bir zamanlar tabu kabul
edilen konularda, siyasetçilerin attığı küçük adımlar, geniş kitlelerce
çok büyük destek görmüştür. Toplumun heyecanı ve beklentileri,
bizleri demokrasimiz hususunda bir özel sayı çıkarmaya sevk
etmiştir. Bu nedenle “Türk Demokrasisinin Yüz Yıllık Serüveni”
başlığı altında bir özel sayı hazırladık. Bu özel sayı çok büyük ses
getirdi. Siyasetçilerin, aydınların kütüphanelerinde her zaman
müracaat edilebilecek bir kaynak olarak yerini aldı.
Medyada “Arap Baharı” olarak isimlendirilen Ortadoğu ve Kuzey
Afrika'daki gelişmeler, Henüz kıvılcım çakılmadan bizlerin dikkatini
çekti. Bir zamanlar eyaletlerimiz olan bu coğrafya, maalesef
Cumhuriyet nesillerinin yabancı oldukları bir coğrafyaydı.
Toplumun büyük kesimi, bu ülkelerin başkentlerinin isimlerini dahi
bilmiyorlardı.
5
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Halbuki son yıllarda bu coğrafya ile siyasî, kültürel ve
ekonomik işbirliğimiz günden güne gelişiyordu. Tarih
Bilinci Dergisi olarak bu coğrafyayı bütün yönleriyle
okuyucunun önüne koymak, bizim için bir vazifeydi.
Bu nedenle de “Ortadoğu” üzerine bir özel sayı
çıkardık. Bu sayının da çok kısa sürede tükenmesi,
doğru yolda yürüdüğümüz hususunda bizi bir kez
daha teyid ettirdi okuyucularımıza…
SAYI 15 - 16
Maymunun gözü açılmıştı: Bu krallıkların hepsinde
demokrasi vardı. Bu krallıkların hepsinde evrensel
hukuk kuralları yürürlükteydi. Bu krallıkların hepsinde
insan haklarına riayet ediliyordu. Bu krallıkların
hepsinde düşünce, inanç ve fikir özgürlüğü vardı. Bu
krallıkların hepsinde laiklik vardı. Ve bu krallıkların
hepsinde millî irade vardı: Halk istediği zaman özgür
iradesiyle hükümetleri değiştirebiliyor, yasalarını
günün şartlarına göre yeniden düzenleyebiliyordu.
Bunların hiçbirinin anayasalarında “değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez!” gibi çağdışı,
insan onurunu zedeleyen tabular yoktu…
Elinizde yeni bir özel sayı var: Nasıl Bir Anayasa?..
Dünya, son yıllarda çok hızlı bir değişim sürecine girdi.
Özellikle iletişim araçlarının gelişmesi sonucu,
dünyamız gerçekten global bir köy haline geldi.
Dünyanın herhangi bir köşesinde birisi öksürse,
anında tüm dünya haberdar olmaya başladı. Nerede,
ne olup bitiyor, nasıl oluyor, kimler yapıyor, amaç ne?..
Faziletlerini sayamadıkları Cumhuriyetler ise birer
“Garnizon Cumhuriyeti” idi. Anayasaları “Askeri
Talimatnâme ”lerden farksızdı. İnsanların nasıl
inanacakları, nasıl giyinecekleri, nasıl düşünecekleri,
hangi dille konuşacakları, hatta çocuklarına nasıl isimler verecekleri… dahi tüzük ve yönetmeliklerle belirlenmişti. Seçilen, milli iradeyi temsil eden hükümetler,
sadece yol su elektrikle ilgilenebilirlerdi. Anayasal
kuruluşlar adı altında oluşturdukları statükoyu koruma ve kollama kurumları, milli iradeye yön vermek,
onun icra alanını belirlemek, kırmızı çizgileri aştığı
anda canına okuyarak alaşağı etmek üzere konuşlandırılmışlardı. Bu da yetmezmiş gibi, bir de bu kurumlarda oluşturdukları çete birlikleriyle hükümetlere ve
millete komplolar kurarak, bu ülkelerin çocuklarını
birbirine kırdırtmaktan da geri durmadılar!..
Bütün bu sorular anında cevaplanıyor. Artık toplumlar
manipüle edilemiyor, yanlış yönlendirilemiyor.
Türkiye de bunun farkına vardı. 88 yıldır faziletleri
hakkında resmi nutuklar atılan, propaganda yapılan
Cumhuriyetimiz'in aslında bir “Garnizon Cumhuriyeti” olduğu kabak gibi ortaya çıkmıştır. Yere göğe
sığdıramadığımız Anayasamız'ın aslında bir “Polis
Tüzüğü” olduğunun ancak yeni yeni farkına varabildik. Anayasal kuruluşlar perdesi altında oluşturulan
kurumların, halka karşı oluşturulmuş statükonun
bekçileri olduğunu ancak öğrenebildik. Oluşturulan
tabuların halkı terbiye etmek ve sürü psikolojisiyle
yönetmek için birer Demokles kılıcı olarak kullanıldığını ancak fark ettik!..
Nihayet deniz bitti, kara göründü…
Tüm bölgenin sokakları uyandı. Güneşin ilk ışınları
görünmeye başladı. Lafı daha fazla uzatmadan,
bölgeyi bir tarafa bırakarak, kendi ülkemize dönelim
ve “Nasıl Bir Anayasa?” sorusuna; kısa kısa, maddeler
halinde cevap verelim:
Bu olumlu uyanış süreci, halkta özgürlük bilincinin
yerleşmesine sebep oldu. Devletin içinde çöreklenen
çetelerin, milli iradeyi nasıl da hiçe saydığını, yalan
dolan, Vatan Millet Sakarya edebiyatıyla yıllardır işi
nasıl idare ettiğini herkes ancak şimdilerde, bu kadar
tecrübeden sonra idrak edebildi.
1. Yeni Anayasa temel evrensel ilkelerden oluşan, kısa
bir metin olmalıdır (ABD Anayasası 7 maddeden
oluşmaktadır).
Yani kısaca; şapka düştü, kel göründü!
2. Bu metin net ve anlaşılır bir dille kaleme alınmalıdır.
Yoruma, oraya buraya çekmeye, eğip bükmeye
meydan vermemelidir. Örneğin 367 garabeti gibi
yorumlara meydan vermemeli, halen yürürlükteki
anayasada yeralan, laiklik tanımı gibi, her türlü yorumlanabilecek ifadeler olmamalıdır. Kısaca vatandaşa
tuzak kurulabilecek, lastik gibi ifadeler taşımamalıdır.
Sadece biz değil, tüm bölge ülkelerinin halkları yıllarca
cumhuriyet yönetimlerinin fazilet masallarıyla büyütüldüler, eğitildiler. İletişim araçlarının gelişmesi
sonunda, önemli bir gerçeğin farkına vardılar: İngiltere
krallıktı, İspanya krallıktı, Danimarka krallıktı, İsveç
krallıktı, İsviçre krallıktı, Norveç krallıktı, Belçika
krallıktı, Hollanda krallıktı... Ama Türkiye, cumhuriyetti,
Suriye cumhuriyetti, Irak cumhuriyetti, İran cumhuriyetti, Pakistan cumhuriyetti, Mısır cumhuriyetti,
Libya cumhuriyetti, Tunus cumhuriyetti, Cezayir
cumhuriyetti…
3. Yeni Anayasa'nın dibacesinde evrensel hukuk,
evrensel demokrasi ve evrensel insan haklarına atıf
yapılmalı, hiçbir tabuya yer verilmemelidir.
6
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
“süzgeçleri ve filtreleri” irdeler, sonra da 1961
Anayasası'yla demokrasinin önüne nasıl bir set
çekildiğini ortaya koyar.
4. Her yeni nesil, kendi dünyasının şartlarına göre,
kendi anayasasını düzenleme imkânına kavuşmalıdır.
Bizler, geçmiş nesillerin kendi anlayış ve şartlarına
göre düzenledikleri anayasalarla yaşamak zorunda
bırakıldık, yeni nesiller böyle bir cenderenin içine
düşmemelidirler.
Mustafa Erdoğan, “Niçin ve Nasıl Yeni Bir Anayasa”
Sayın Erdoğan yazısında öncelikle, “Niçin Yeni
Anayasa?” sorusuna; ideolojik devlet kuşatması, halksız demokrasi halksız hukuk, alt başlıklarıyla cevap
arar. “Nasıl Yeni Bir Anayasa?” başlığıyla da; katılımcı
yöntemin önemi, Temel Felsefe ve İlkeler (İdeolojik
tarafsızlık, doğal haklar ve özgürlük karinesi, hukuk
devleti, özgürlükçü laiklik, idarî adem-i merkeziyet, silahlı
kuvvetlerin sivil denetimi, özgür eğitim, özgür ve özerk
üniversite, yargının demokratikleşmesi ve tarafsızlığı),
Temel Felsefenin Anayasal İktidar Harita-sıyla İlgili
başlıklarıyla da önemli önerileri içermektedir. Sayın
Erdoğan'ın önerileri ve analiz yeteneği, okuyu-cunun
ufkunu açacaktır.
5. Yeni Anayasa, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasiyi
hedeflemelidir. Adem-i merkeziyet düşüncesini
fiiliyata geçirecek umdelere sahip olmalıdır.
6. Devlet, mutlak suretle, bir kaç alan hariç, hemen
hemen tüm alanlarda küçültülmelidir.
7. Yeni Anayasa'da hiçbir kudsiyete, ideolojiye yer
verilmemelidir.
8. Yurttaşlık tanımı hiçbir etnik aidiyetle sınırlandırılmamalı; eşitlik ve adalet temelinde ifade edilmelidir.
E. Fuat Keyman, “Demokratikleşme ve Anayasallık:
Türkiye'de yeni ve sivil anayasa nasıl olmalı?” başlıklı
makalesinde öncelikle Anayasallık, küreselleşme ve
demokratikleşme konusunu ele alır. Daha sonra
modernleşmeden küreselleşmeye Türkiye'de Anayasallık konusunu 1921 ve 1924: Moderniteye geçiş,
1961: Demokrasiye geçiş, 1982: Neoliberal modernleşmeye geçiş alt başlıklarıyla genişçe izah eder. Bu
önemli analizlerden sonra, “Sivil Anayasa: Demokratik
Modernleşmeye Geçiş” başlığıyla konuyu irdeler ve en
sonunda “Nasıl yeni ve sivil anayasa?” sorusuyla da
konuyu noktalar.
9. Genel Kurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı'na sadece bağlanmakla kalmamalı; O'nun “bir
birimi” yani, muharip gücü haline getirilmelidir. Ordunun eğitim ve doktrin anlayışı, yine bu bakanlığa bağlı
farklı bir birim tarafından oluşturulmalı, koordine
edilmeli ve icrası da denetlenmelidir.
10. Yeni Anayasa'da dikkate alınması gereken en
önemli hususlardan biri de, Anayasa'nın “ruhu”
olmalıdır. Bu ruh, toplumun bütün kesimlerini içine
alan,“sarmalayıcı”bir ruh olmalıdır.
Mustafa Şentop, “Anayasa Değişikliğinin Anlamı“
başlıklı yazısında yürürlükteki anayasadan kaynaklanan sıkıntıları ve anayasa tartışmalarının odağındaki
yargı kurumlarının mevcut yapısından hareketle yeni
yapılacak anayasanın yol haritasını çiziyor.
11. Yeni Anayasa, kutsanmış kişi, din, dil, cinsiyet, ırk,
sınıf, kavram, kurum... içermemelidir.
12. Yeni Anayasa, birey karşısında devleti öne çıkaran
değil, devlet karşısında bireyi öne çıkaran bir anayasa
olmalıdır.
Ahmet Yıldız, “Türkiye İçin Yeni Bir Anayasa Zamanı”
başlıklı yazısında 1876,1921,1924,1961,1982 Anayasalarının hangi şartlar altında ve hangi kriterler esas alınarak hazırlandığını analiz ettikten sonra, bu anayasaların
bugün artık çağdığı olduğunu, değişen dünya şartlarında evrensel hukuk ve demokrasi ilkeleri ile uyumlu
bir anayasa yapmanın zamanının geldiğini vurgular.
13. Yeni Anayasa'da, anayasal kuruluşlar, statükoyu
değil, demokrasi ve hukuku koruyan, vatandaşın hak
ve özgürlüklerini teminat altına alan ve bu uğurda
icraatı kendine hedef edilen kurumlar olarak inşa
edilmelidir.
Bu maddeleri birkaç kat daha arttırmak mümkün.
Ama herhalde ne demek istediğimizi, bu maddelere
bakarak, okuyucu algılayacaktır. Sözü daha fazla
uzatmadan, bu sayımızda yer alan yazılar hakkında
özet bir değerlendirme yaparak, okuyucuyu dergimizle başbaşa bırakalım:
Ümit Kardaş,“Yeni Anayasada Kim Söz Sahibi Olacak?”
başlıklı yazısında, 1960 Askeri darbesinden sonra
yapılan anayasanın(1961), kurucu meclis tarafından,
askerî idarenin sevk ve idaresinde oluşturulduğunu
anlattıktan sonra, Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki
sosyal yapıyı gözönüne alarak, sorunların anayasada
nasıl çözüldüğünü irdeler. Son derece önemli
analizlere dayanan yazı, ufuk açıcıdır.
Ergun Özbudun, “Vesayetçilik, Demokrasi ve Yeni
Anayasa”. Sayın Özbudun, 1921 Anayasası'ndan
başlayarak hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasında,
vesayetçi anlayışın oluşmasında rol oynayan
7
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
anayasada insan haklarının güvence altına alınmasının önemine vurgu yapmaktadır.
Eser Karakaş, “Yeni Anayasa İçin Öneriler”. Sayın
Karakaş yapılacak yeni anayasa için önerilerini şu
başlıklar altında toplamıştır: Yurttaşlık, laiklik, sivil
asker ilişkileri, resmi ideoloji, anayasa ve uluslararası
hukuk, adem-i merkeziyetçilik, anayasa ve iktisadi
büyüme. Oldukça önemli ve dikkate değer öneriler.
H. Tahsin Fendoğlu, “Yeni Anayasa Taslakları ve
Hükümet Sistemleri” başlıklı yazısında, 1876'dan bu
yana bizde yapılan anayasalardaki sistematik üzerinde
durmakta, yer yer de başka ülkelerde bu konudaki
arayışlara atıflarda bulunmaktadır. Yine yazarın “Yeni
Anayasada Üniter Devlet ve Yerel Yönetimlerin
Güçlendirilmesi” başlıklı yazısı da, bu konuda
doyurucu analizlere ve önemli önerilere sahiptir.
Mazhar Bağlı, “İnsan Onuruna Saygılı Bir Anayasa”
başlıklı yazısında, hazırlanacak yeni anayasanın “insan
merkezli”olmasının çok önemli olduğunu vurguladıktan sonra, yeni anayasanın kısa, açık ve muğlak
ifadelerden arınmış olmasının önemine değinir. Eski
anayasalarımızda hareket noktasının devlet için
“haklar”, vatandaş için ise “görevler” ihdas etmek
olduğunu belirtir. Yeni anayasanın ise bunun tam tersi
olması gerektiği üzerinden durur.
Recep Bozlağan, “Yeni Anayasada İdarenin Dayanması Gereken Temel İlkeler” başlıklı yazısında, yapılacak yeni anayasada merkezi idareye ve yerinden
yönetim kuruluşlarına ilişkin yapılması gerekli düzenlemelerin genel niteliklerini açık ve net bir şekilde
maddeler halinde aktarmıştır.
Abdurrahman Eren, “Yeni Anayasa Yapımında Güçlü
ve Zayıf Yönler”başlıklı makalesinde, siyasî uzlaşma ve
toplumsal müzakerenin önemini vurguladıktan sonra,
çağdaş bir anayasanın toplumun birinci derecede
tercihi olduğunu, bu konuda en büyük sıkıntıların ise
Kürtlerin talepleri ile laiklik konusunda yoğunlaşacağına dikkat çeker.
Yasin Poyraz, “Vatandaşlığın Tanımı: Pozitif Vatandaşlık Hukukunun Sorunu Değildir” başlıklı makalesinde,
öncelikle vatandaşlık kavramını ele almakta; birçok
ülke anayasasından örnekler vererek vatandaşlık
kavramı üzerinde analizler yapmakta, Türkiye'deki dinî
ve etnik sıkıntıları da göz önüne alarak, bu konuda
yapılacak düzenlemelerde vatandaşlığın tanımında
ırk ve din olgularına yer verilmemesinin daha doğru,
yararlı ve çağdaş bir anlayış olacağını yazmaktadır.
M. Refik Korkusuz, “Temel Hak ve Özgürlüklerin
Korunmasına Yönelik Yeni Anayasada Yapılması
Gereken Düzenlemeler” başlıklı yazısında, öncelikle
“hak, hukuk, özgürlük, insan hakları” kavramları
üzerinde durur. Daha sonra bu temel kavramların
ülkemizdeki uygulamaları üzerinde durur. En sonunda
da yeni anayasada bu temel kavramların nasıl
yeralması gerektiğini önerir.
Türk İş Hukuk Danışmanı olan Sayın Ferhan Tuncel,
“Nasıl Bir Anayasa?” başlıklı yazısında, ağırlıklı olarak
çalışan kesimler( işçi-memur )in haklarının yeni
anayasada çağdaş kriterler ışığında güvence altına
alınması gerektiğini irdelemektedir.
Mustafa Yiğitoğlu, “Kendi Öz Hukukumuzu Oluşturmak” adlı makalesinde, anayasaların ve hukuk sistemlerinin, her toplumun kültürel dokusuna uygun olması
gerektiğini, bu kültürel doku gözönüne alınmazsa
toplumda meydana gelebilecek sıkıntıların istikrarsızlığa yolaçabileceğini vurgular. Bu nedenle her toplumun kendi öz hukukunu oluşturmasındaki öneme
“Mecelle”örneği üzerinden dikkat çeker.
Sabahattin Şen, “Anayasa Maceramız” adlı çalışmasında, tarihi süreç içerisinde Anayasa maceralarımızı
özetledikten sonra, 1960 Askeri darbesiyle başlayan
özgürlük ve vesayet parantezleri çerçevesinde yapılan
anayasaları irdelemektedir.
Nevzat Bayhan, “Anayasa Kültürü: Halka Onaylatılan
Değil, Halka Yaptırılan Bir Anayasa” başlıklı yazısında,
insan merkezli bir anayasaya büyük ihtiyaç duyulduğunu; yenilikçi, özgün ve “milleti yaşatacak” bir
anayasanın yapılmasının şart olduğunu vurgular.
Hasan Tunç, “Türkiye'de Anayasa Sorununa Bir Bakış”
adlı yazısında, yapılacak yeni anayasanın özgürlükçü
ve evrensel hukuk ilkelerine dayalı bir metin olması
gerektiğini vurguladıktan sonra; keyfi kullanımını
engellemek için iktidarın hukukla sınırlandırılarak
siyasî düzenin kurulmasının, temel hak ve özgürlüklerin de garanti altına alınmasının şart olduğunu
söyler.
Bedri Mermutlu, “Objektif ve Sosyolojik Bir Anayasanın Zorunluluğu ve Zorluğu” başlıklı yazısında,
toplumların sosyolojik yapıları ile uyumlu bir anayasanın, o toplumu mutlu edeceğini, bu gerçek göz
önüne alınmadan yapılan anayasaların topluma sıkıntı
verdiğini vurgulamaktadır.
Hasan Konuk,“Güvenlik Haklarımız”başlıklı yazısında
toplumun sosyolojik bir analizini yapmaktadır. İnsanı
merkeze oturtarak yaptığı analizlerde, yapılacak yeni
Mehmet Çelik
8
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Vesayetçilik,
Demokrasi
ve Yeni Anayasa
Prof. Dr. Ergun Özbudun / Bilkent Üniversitesi
Tarih Bilincinde Buluşanlar Derneği'nden, Tarih Bilinci
Dergisi “Nasıl bir Anayasa” konulu sayı için katkıda bulunma daveti alınca, ilkin, bu başlığın çağrıştırdığı klasik ve
didaktik bir makale yazmayı düşündüm. Yeni Anayasa,
elbette, devleti değil, birey hak ve hürriyetlerini odak noktası olarak alan; kültürel kimliklere kendilerini serbestçe
ifade ve geliştirme imkânını veren; din-devlet ilişkilerini
dayatmacı bir pozitivist laiklik anlayışına göre değil, bütün
gelişmiş Batı demokrasilerinde olduğu gibi bu iki alanın
birbirlerine müdahale etmeden birlikte yaşamalarını sağlayacak şekilde düzenleyen; bir yandan seçilmiş sivil otoriteler üzerindeki bürokratik vesayet yetkilerini, ünlü bir
anayasa hukukçumuzun ifadesiyle “süzgeçleri ve filtreleri,”
ortadan kaldırırken, öte yandan bunun bir çoğunluk
tahakümüne yol açmasını önleyecek güvenceleri kurumsallaştıran bir anayasa olmalıdır. Bunun hukukî yöntemleri
de bir sır değildir. Demokratik ülkeler arasında, devletin
örgütleniş şekli açısından elbette bazı farklar olmakla
beraber, demokratik bir rejimin “olmazsa olmaz” şartları
üzerinde bir fikir ayrılığı yoktur.
Yeni Anayasanın yapımında yerleşik Batı demokrasilerinin
anayasalarından ve milletlerarası insan hakları belgelerinden geniş ölçüde esinlenilmesi suretiyle, Türkiye'de de
bu standartlara uygun bir anayasa yapılması, böylece
Türkiye'nin Hürriyetler Evi (Freedom House) derecelendirmelerine göre halen bulunduğu“kısmen hür”(partially
free) kategorisinden nihayet kurtularak, çok lâyık olduğu
“hür”ülkeler kategorisine yükselmesi, aslında çok zor bir iş
gibi görünmemektedir. Bunun gerektirdiği teknik hukukî
düzenlemeler hakkında gerek ben, gerek pek çok meslekdaşım, yıllardır belki bir kütüphaneyi dolduracak kitaplar,
makaleler yazmış bulunmaktayız. Bu nedenle, burada,
büyük ölçüde bilinenleri tekrarlayacak didaktik bir makale
yazmaktansa, yeni anayasa yapımının önündeki asıl
önemli engel olarak gördüğüm, işin sosyo-psikolojik
boyutu üzerinde durmayı daha yararlı gördüm.
de, sık sık, halk egemenliği, halkın kendisini bizzat
yönetmesi düşünceleri vurgulanmış, bürokratik
tahakkümden şikayet edilmiş ve halkça seçilmiş yerel
yönetimlere Türkiye'nin ne o zamana kadar, ne de ondan sonra gördüğü, hattâ tasavvur ettiği ölçüde geniş
yetkiler tanınmıştır. Belki bu anlayışın en güçlü ve
anlamlı ifadesi, 1921 Anayasasının birinci maddesinde
yer alan “idare usûlü halkın mukadderatını bizzat
ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” cümlesidir.1
Türk siyasal kültüründe, kökleri Osmanlı İmparatorluğu dönemine dayanan, Cumhuriyet döneminde de
devam eden güçlü bir seçkinci (elitist) geleneğin mevcut olduğu herkesin mâlûmudur. Türkiye'nin şu ana
kadar sahip olduğu beş anayasanın (1876, 1921, 1924,
1961 ve 1982) hiçbiri, aşağıda değineceğim 1921 Anayasası istisnası dışında, toplumun değişik kesimlerini
temsil eden, halk tarafından serbestçe seçilmiş kurucu
meclisler veya yasama meclislerince, müzakere ve
uzlaşma yoluyla yapılmış değildir. Aksine, bu anayasaların hepsi, devlet elitlerinin ağırlıklı olduğu, temsilî
nitelik taşımayan organlar tarafından yapılmış, bu nedenle sosyolojik meşrulukları hep tartışmalı olmuştur.
Ne var ki, bu anayasanın kabulünden yalnız üç yıl sonra
yapılan 1924 Anayasasında bu anlayışın terk edildiğini
ve tekrar seçkinci bir devlet anlayışına dönüldüğünü
görüyoruz. Bu Anayasada yukarıda alıntılanan cümleye yer verilmemiş olması anlamlı olduğu gibi, 1921
Anayasasının benimsediği geniş kapsamlı yerinden
yönetim ilkesinden de vazgeçilerek, katı bir merkeziyetçi yönetime geri dönülmüştür.
1921 Anayasası, gerek bu Anayasayı yapan Birinci
Dönem TBMM'nin o günkü Türk toplumunu sosyolojik
anlamda oldukça iyi temsil eden yapısı, gerek o Meclise hâkim olan halkçılık zihniyeti bakımından ilginç bir
istisnadır. Bu Anayasaya ilişkin Meclis görüşmelerin-
9
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Kayıtsız şartsız millî egemenlik ve Meclisin “milletin
yegâne ve hakiki mümessili” olduğu anlayışı
muhafaza edilmekle birlikte, bu Anayasada katılımcı
değil, “temsili” bir demokrasi düşüncesinin açık izleri
görülmektedir. O dönemde yaygın olan millî
egemenlik teorilerinin etkisiyle millet, belli bir anda
belli bir ülkede yaşayan halk topluluğunun tümü
olarak değil, bir tüzel kişi, bir “manevi şahıs” olarak
tasavvur edilmektedir. Dolayısıyla“egemen”millet, bu
hakkını bizzat değil, ancak onun “yegâne ve hakiki
mümessili” olan TBMM aracılığıyla kullanabilecektir.
Aynı anlayışa göre, Meclis “milletin yegâne ve hakiki
mümessili” olduğuna göre, onun yetkileri hiçbir kayıt
ve şarta tabi değildir.
SAYI 15 - 16
sapmadır. Tasarıya göre, Cumhuriyet Senatosu dört tür
üyeden oluşmaktadır: (a) Evvelce Cumhurbaş-kanlığı
veya yedi yıl Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış
olanlar, hayatları boyunca, Cumhuriyet Senatosunun
tabiî üyesidirler; (b) Cumhurbaşkanı, önemli hizmetlerde bulunmuş on kişi ile yüksek dereceli devlet
memurları arasından beş kişiyi bir dönem için üye
tayin eder; (c) Her seçim çevresinden bir üye olmak
üzere her beşyüz bin vatandaş için “Devlet ortaokullarından veya bunlara eşit öğretim müesseselerinden diplomalı…halk” tarafından seçilen üyeler;
(d) Çeşitli kuruluşlarca kendi mensupları arasından
seçilecek toplam 85 üye (hâkimleri, general ve amiraller, üniversite öğretim üyeleri, kamu kurumu mahiyetindeki meslek teşekkülleri ve kamu kurumu mahiyetinde olmayan meslek teşekkülleri temsilcileri) (m. 6975). Görülüyor ki, bu kompozisyonda, seçilmiş olmayan üyeler açık bir çoğunlukta olduğu gibi, seçilmiş
üyeler de ancak toplam nüfusun küçük bir azınlığını
oluşturan ortaokul mezunları tarafından seçilmektedir.
Devlet yönetiminin, halkın menfaatlerini ondan daha
iyi takdir edebilecek, iyi eğitilmiş, Batılı hayat tarzını
benimsemiş ve çok büyük ölçüde bürokratik kökenli
bir elitin ayrıcalığı olduğu düşüncesi, Cumhuriyet
dönemine de hakim olmuştur. 1961 ve 1982 Anayasalarının, halkın temsil edilmediği, bir kanatlarını da
darbeci askerlerin oluşturduğu sözde “kurucu
meclisler” tarafından yapılmış olması da, bu anlayışın
sonucudur. Bu elitçi anlayışın günümüzde de toplumun bazı kesimlerinde devam ettiğine ve bunun, yeni
ve demokratik bir anayasanın yapılmasında en önemli
psikolojik engellerden birini oluşturduğuna aşağıda
değinilecektir. Burada, söz konusu zihniyetin tipik
belgelerinden biri olarak, 27 Mayıs askerî darbesinden
sonra, Millî Birlik Komitesi (MBK) tarafından görevlendirilen Anayasa Komisyonunun hazırladığı taslağa
bakmak ilginç olacaktır.
Söz konusu komisyon, “Yüksek Öğretim Üyelerinden
Kurulu Anayasa Komisyonu” adı aslında, MBK'nin 13
numaralı tebliği ile 27 Mayıs 1960 günü kurulmuştur.
Komisyon, Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar'ın
başkanlığında (alfabetik sıraya göre) şu üyelerden
oluşmuştur: Doç. Dr. Muammer Aksoy, Prof. Dr. İlhan
Arsel, Doç. Dr. Lütfi Duran, Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı,
Prof. Dr. Ragıp Sarıca, Prof. Dr. Bahri Savcı, Prof. Dr. Naci
Şensoy, Ord. Prof. Dr. HıfzıVeldetVelidedeoğlu, Doç. Dr.
Vakur Versan. Komisyon, hazırladığı tasarıyı 15 Ekim
2
1960 tarihinde MBK'ne teslim etmiştir.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, o dönemde Türkiye'nin en ünlü anayasa ve kamu hukukçularından
oluşan bir komisyonun böyle bir öneride bulunmuş
olması, gerçekten ibret vericidir. Buna, Komisyon
üyelerinin pek azı (İlhan Arsel, Lütfi Duran, Ragıp
3
Sarıca) itiraz etmişlerdir.
Komisyon tasarısının başka bir ilginç yönü de, halkça
seçilmiş organlara ve özellikle yürütme organına karşı
duyulan güvensizliğin sonucu olarak, yürütme fonksiyonu içinde görülmesi gereken alanlarda birçok özerk
kurumlar yaratmak suretiyle bu fonksiyonu daraltması
ve sınırlandırmasıdır. Üniversiteler (m. 143) ve TRT (m.
144) gibi, gördükleri fonksiyonun özelliği dolayısıyla
özerk bir statüye bağlanması normal karşılanabilecek
kurumlar dışında, millî müze ve kütüphanelere, Devlet
Konservatuvarlarına, Devlet opera ve tiyatrolarına da
özerk statü tanınmıştır (m. 145).
Tasarı, temel hak ve hürriyetleri anayasal güvencelere
bağlamak ve sosyal haklara geniş ölçüde yer vermek
bakımından ileri bir adım olmakla beraber, yukarıda
değinilen elitist zihniyeti yansıtan birtakım hükümlere
de yer vermiştir. Özellikle, iki meclis sisteminin kabulüyle birlikte yaratılması önerilen Cumhuriyet Senatosunun oluşum şekli, demokrasinin en temel ilkelerinden biri olan genel oy ilkesinden çok radikal bir
10
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Meclisçe kabul edilen nihaî metin, elitçi ve vesayetçi
zihniyette Komisyon kadar ileri gitmemekle beraber,
gene de vesayetçiliğin birtakım unsurlarına yer vermiştir.4
Bugünkü merkez bankası fonksiyonunu görmek
üzere, “idarî ve malî muhariyete sahip” Türkiye Millî
Bankası kurulmuştur. Bu Bankanın Yönetim Kurulu
üyelerinin üçte ikisi Millî İktisat Şûrası, üçte biri
hükûmetçe gösterilecek adaylar arasından Cumhurbaşkanınca seçilecektir (m. 146). Bunun gibi daha
birçok önemli yetkileri olan Millî İktisat Şûrası da,
“iktisadî ve sosyal ilimler alanında tanınmış ve
yüksek öğrenim yapmış kimseler arasından
kendileri tarafından seçilen onbir üyeden
kuruludur” (m. 124). Diğer bir deyimle, bu Şûranın
hiçbir temsilî niteliği ve seçilmiş organlara karşı hesap
verirliği yoktur.
1982 Anayasasında çok daha derin izleri olan5 bu
anlayışın, çok-partili siyasal hayata geçmemizden
60 küsur yıl sonra toplumun bazı kesimlerinde hâlâ
canlılığını koruması, ilginç bir paradokstur. Seçmenlerin bir bölümü, daha ileri standartlarda bir
demokrasinin, İslâmî bir otoritarizme ve/veya bölünmeye yol açacağı endişesiyle, vesayet kurumlarının,
özellikle silâhlı kuvvetlerin, seçilmiş organlar üzerindeki vesayet yetkilerinin kaldırılmasına sıcak bakmamaktadır. 2006 yılında gerçekleştirilen önemli bir
kamuoyu araştırmasına göre, deneklerin yüzde 22.1'i
lâikliğin tehdit altında olduğu kanısındadır. Daha da
endişe verici bir bulgu, deneklerin yüzde 26.8'inin,
Türkiye'nin sorunlarını seçimle gelmiş hükûmetlerin
değil, askerî bir rejimin çözebileceğine, yüzde
58.6'sının da silâhlı kuvvetlerin kimi zaman seçilmiş
hükûmete karşı görüşlerini dile getirmelerinin doğal
olduğuna inanmalarıdır. Deneklerin yüzde 24.8'i,
halkın, ordunun desteği olmadan da lâikliği ayakta
tutabileceği kanısında değildir.6 Bu korkuların gerçek
bir temele dayanıp dayanmadığı çok önemli değildir;
çünkü ünlü bir vecizeye göre, “siyasette algılar,
gerçekler kadar önemlidir.” Bir köşe yazarımızın
isabetle belirttiği gibi, belki de bu tutumun temelinde
gerçek bir şeriat ya da bölünme korkusu değil,
“ideolojik hegemonyanın çöküşü”nün yarattığı
“kimlik kaybı” ve çaresizlik duygusu vardır.7 Her
halükarda bu psikoloji, yukarıda da işaret ettiğimiz
gibi, yeni ve tümüyle demokratik bir anayasanın
yapılmasında, ideolojik farklardan çok daha önemli bir
engel oluşturmaktadır.
Yargı bölümünde de, Anayasa Mahkemesinin oluşumunda TBMM'ne hiçbir rol tanınmamış, onbeş üyeden
sadece ikisinin Cumhurbaşkanınca atanacağı kabul
olunmuştur. Diğer üyeler, yüksek mahkemeler ve üniversiteler tarafından seçilecektir (m.171). Anayasa
Mahkemesine, kanunların ve yasama meclisi içtüzüklerinin anayasaya uygunluğunun denetimi dışında,
“Meclislerce verilen her türlü kararların” denetim
yetkisi de tanınmıştır (m. 173). Bugünkü Hâkimler ve
Savcılar Yüksek Kuruluna denk düşen Yüksek Hâkimlik
Şûrasının onsekiz üyesinden onikisinin yüksek mahkemelerce, üçünün Millet Meclisi, üçünün de Cumhuriyet Senatosunca seçilmeleri hükme bağlanmıştır (m.
169).
Demokrasi ilkelerinden bu derece radikal şekilde
sapan bu tasarı, günün olağanüstü şartları içinde bile
tepkiyle karşılanmış, MBK de, bu tepkiler karşısında
Komisyon tasarısını doğrudan doğruya halkoyuna
sunmak yerine, kabul ettiği 157 ve 158 sayılı kanunlarla
bir Kurucu Meclis kurulmasına ve anayasanın bu
meclis tarafından yapılmasına karar vermiştir. Kurucu
1) Ayrıntılar için, bkz. Ergun Özbudun, 1921 Anayasası (Ankara:
Atatürk Araştırma MerkeziYayını, 1992).
yayınları, 2010), s. 45-46.
2) Komisyon tasarısının metni ve muhalefet şerhleri için, bkz.,
Kâzım Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Cilt I: Temel Metinler
(Ankara:Türkiye İş Bankası KültürYayınları, 1966), s. 23-338.
6) Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak, Değişen Türkiye'de Din, Toplum
ve Siyaset (İstanbul:TESEV, 2006), s. 76-78.
5) A.g.e., s. 69-70.
7) Gürbüz Özaltınlı, “İdeolojik Hegemonyanın Çöküşü ve Kimlik
Kaybı,”Taraf, 30 Ağustos 2011.
3) A.g.e., s. 89-96, 117-119, 143.
4) Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, 11. Baskı (Ankara: Yetkin
11
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Niçin
ve Nasıl
Yeni Bir Anayasa?
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
İstanbul Ticaret Üniversitesi
A. NİÇİN YENİ ANAYASA?
Türkiye'nin rejim sorunlarının neredeyse tamamı bu
“ideolojik anayasa” anlayışından kaynaklanmaktadır.
Son birkaç yılda yaşadıklarımızın da tekraren teyit ettiği
gibi, özgürleşme ve demokratikleşme yönündeki her
açılıma gösterilen direniş en büyük gücünü resmi
ideolojiye yaptığı atıftan almaktadır. Vurgulamak
istediğimiz nokta açısından, “Atatürkçülük” veya
“Kemalizm” olarak ifade edilen bu ideolojiye yapılan
atfın samimi olup olmamasının veya “Atatürkçü
düşünce sistemi”nin doğru anlaşılıp anlaşılmamasının
önemi yoktur. Mesele, devlet ideolojisinin sorgulanamazlığının statükonun değişmezliğini garanti etme
peşinde olanlara dokunulmazlık sağlıyor olmasıdır.
Geçen yılki halk oylamasıyla kabul edilen anayasa
değişikliğinden sonra bazılarımız Türkiye'nin artık yeni
bir anayasaya ihtiyacı kalmadığını düşünüyor olabilir.
Oysa,şimdiye kadar yapılan bütün değişikliklere
rağmen,yürürlükte bulunan Anayasanınçoğulcudemokratik anlayışla uyuşmayan felsefesi halâ yerli
yerinde duruyor. Her şey bir yana, sırf bu nedenle
Türkiye'nin halâ baştanbaşa yeni bir anayasa yapması
gerekiyor. Türkiye'nin liberal-demokratik ilke, kural ve
kurumları somutlaştıracak yeni bir anayasaya gerçekten de ihtiyacı var. Sivil-demokratik yöntemle yapılacak
böyle bir anayasa Türkiye toplumunun devleti yeniden
kurmak üzere kaderini kendi ellerine aldığının bir
göstergesi olacaktır. Bu aynı zamanda toplum üzerindeki devletçi-bürokratik vesayetin reddedilmesi anlamına gelecektir.
Carî rejimin, sözde çoğulculuğun gereğiymiş gibi
takdim edilen ama aslında vesayetçi anlayışın bir
yansıması olan kimi kurumlarının da temel dayanağı
aynı resmi ideolojidir. Nitekim, bu kurumlar demokratik sürece vesayet etme cüretini gösterebildikleri her
durumda bu tutumlarını resmi ideolojiye atıfla meşrulaştırmaktadırlar. Keza, resmi ideolojiyle bütünleşmiş
korporatist felsefe de, kimi örgütlü kesimlerin her türlü
değişim talebine karşı “Devlet” yani, statüko- etrafında
kenetlenmelerini kolaylaştırmaktadır.
Yeni anayasanın başlıca hedefleri ise demokrasi içinde
özgürlük, adalet ve refah olmalıdır. Bunun için
anayasanın insan haklarını ve hukuk devleti güvencelerini tesis etmesi ve serbest piyasa ekonomisinin
normatif temellerini sağlaması gerekir. Adaletin tesisi
için ayrıca devletin ideolojiden arındırılması da şarttır.
Bunlar aynı zamanda yurttaşların, onların demokratik
temsilcilerinin ve sivil örgütlerin kamusal meseleleri
özgürce tartışabilmeleri için de zorunludur.
Yürürlükteki Anayasaya hakim olan felsefenin başlıca
dört ayağı var: devletçilik, milliyetçilik, lâikçilik ve
korporatizm. Devlet merkezli ve “hikmet-i hükümet”çi
bir siyasi birlik tasavvurunun vesayetçi bir devlet sistemine yol açmış olması hiç şaşırtıcı değil. Halihazırdaki
birlik-bütünlükçü ve “çağdaşçı” devlet pratiğinin
arkasında da milliyetçilik ve lâikçiliğin yer aldığı şüphe
götürmez. Nihayet, “kamu kurumu niteliğindeki
meslek teşekkülleri”nden tutunuz da siyasi partilere
reva görülen sıkı düzene kadar, birçok şeyin korporatist
siyasî felsefenin bir yansıması olduğu da açık. Bunların
hiç birinin özgürlükçü ve çoğulcu bir siyasi birlik tasavvuruyla bağdaşmadığını söylemeye bile gerek yok.
1. İdeolojik Devlet Kuşatması
Türkiye'deki carî rejime hakim olan, bir yandan halka
öbür yandan da “hukuk”a dayanan liberal-demokratik
bir meşruluk anlayışı değildir. Bu rejimin ana meşruluk
referansı resmi ideolojidir. Ne var ki, bu Türkiye için de
facto bir durum olmanın ötesinde, aynı zamanda
“anayasal” dayanağı da olan bir durumdur. Onun
içindir ki, siyasi rejimin meşruluğunu sadece halka ve
evrensel hukuka dayandıracak yeni bir anayasa
Türkiye'nin acil bir ihtiyacıdır.
12
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Öte yandan, şimdiye kadar bu Anayasanın temel
haklar rejimine hakim olan çarpık mantığa sahici
anlamda dokunulmadı. Anayasanın devletçi-güvenlikçi felsefesinin doğal bir sonucu olan bu çarpıklık
şudur: Temel haklar rejimine, olması gerektiği gibi, bu
hakları devlet karşısında güvenceye almak değil,
tersine bunların kullanımının ideolojik “devlet
iktidarı”nıaşındırmasını önleme kaygısı hakimdir.
Başka bir ifadeyle, Anayasa koyucu “temel haklar” adı
altında, aslında toplumu disipline etmeyi ve “başıbozukluk” olarak gördüğüözerk sivil inisiyatiflerin alanını
alabildiğine daraltmayı amaçlamıştır.
SAYI 15 - 16
bir demokrasidir, hem de bir hukuk devleti. Resmî-şeklî
anayasaların tanımıyla rejimin gerçek yapısı arasında
her yerde az veya çok bir mesafe bulunmakla beraber,
kendisini “Batılı” olarak gören ülkeler arasında bu
mesafenin en fazla açılmış olduğu yer Türkiye'dir.
Bunun pratik sonucu, Türkiye'nin gerek demokrasi
gerekse hukuk devleti olmak iddialarının ikisinin de
fevkalâde problemli olduğudur.
Önce “demokrasi”den başlayalım. Türkiye'nin
demokrasisi siyaset bilimi literatüründe “seçimsel
demokrasi” veya “yarı-demokrasi” olarak adlandırılan
duruma benziyor. Bu şu demek: Böyle nitelenen
rejimlerde düzenli aralıklarla ve nispeten düzgün bir
şekilde parlamento için yarışmacı seçimler yapılır.
Onun için, sistem dışarıdan bakanlara normal bir
demokrasi görüntüsü verebilir. Ne var ki, bu gibi
rejimlerde seçimlerden çıkan sonuçla ülkenin kaderini
belirleyen irade arasında tam bir örtüşme yoktur.
Aynı siyasi felsefeye uygun olarak bu Anayasanın
öngördüğü“yetki haritası”na da vesayetçi bir yaklaşım
egemendir. Nitekim, yasamanın ve yürütmenin
seçilmemiş ortakları veya vasileri vardır. Yasama için
resmi ideoloji ve Anayasa Mahkemesi, yürütme için ise
MGK, özerk genelkurmay ve YÖK kabaca bu işlevi
görmek üzere tasarlanmışlardır. Cumhurbaşkanlığı
için öngörülen vesayetçi rol ise bu makama gelecek
kişiyi artık halkın seçecek olması nedeniyle neyse ki
geçersizleşmiştir. Ayrıca, kamu idaresi içine de Diyanet
İşleri Başkanlığı, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu gibi ideolojik veya korporatist kurumlar
yerleştirilmiştir.
Bu gibi “halksız demokrasi” rejimlerinde kamu
hayatına ilişkin temel siyasal kararların alınmasında
seçilmiş çoğunlukların ya seçilmemiş ortakları vardır
ya da temsilî-demokratik kurumlar bu ortakların
frenlemesine yahut vetosuna tabidirler. Birçok
durumda sivil veya askerî-bürokratik organlar için
“hukuken” ve/veya fiilen ayrılmış, demokratik
çoğunlukların giremeyeceği “mahfuz alanlar” vardır.
Kısaca, görünüşteki demokratik-temsilî kurumlara
rağmen, aslında “halk”ı pek işe karıştırmaksızın işleyen
bir rejim söz konusudur.
Benzer bir durum, tabiatıyla, yargı için de varittir.
Nitekim, başta Anayasa Mahkemesi ve Danıştay olmak
üzere yüksek yargı rejimin ideolojik gözeticisidir;
Anayasa Mahkemesi TBMM'nin vasisi, resmi ideolojinin bekçisi ve üreticisidir, HSYK alt derece mahkemelere Devlet ve resmi ideoloji adına vesayet eder.
Türkiye'nin carî rejimi bu kalıba tıpatıp uyduğu gibi,
fazlası da var: Türkiye'de “Devlet iktidarı” adıyla maruf
olan bürokratik iradeyi ayakta tutan sadece devletin
“fizikî zor” (cebir) gücünü esas olarak kendisinin
kontrol etmesi değildir. Yukarıda vurgulandığı gibi, bu
durumu meşrulaştıran, ortalama vatandaşın onu
neredeyse “normal” olarak algılamasına yol açan bir
ideolojik referans da vardır. Bu sözde meşruluk
referansı hem “halkiradesi”ndenhem de “hukuk”tan
bağımsız olmasının yanında, aynı zamanda meşruluk
kaynağı olmak bakımından da en üstün konumdadır.
Son olarak siyasi partiler de Devletin vesayeti altındaki
korporatist örgütler olarak tasarlanmışlardır. Partiler
üzerindeki vesayetin temel aracı, onları resmi
ideolojinin sınırları içinde tutmaya çalışan Anayasa
Mahkemesi'dir. Siyasi partilerin halkın devlet
nezdindeki sözcüleri değil de, Devletin toplum
içindeki“beşinci kollar”ı olmaları istenmiştir.
Carî rejimin diğer ayağı olan 'hak'sız hukuka gelirsek,
bununla kastettiğim, carî hukukun hak kavramıyla
ilişkisinin neredeyse tamamen kopmuş olmasıdır. Evet
Türkiye'nin şeklî-resmîbir “anayasa”sı var, hukukunu
esas olarak parlamentosu yapıyor ve onu uygulayan
mahkemeler de bağımsızdır. Ne var ki, bir kere bu
anayasa sahici anlamda bir anayasa değildir; çünkü ne
onu “halk” yapmıştır ne de bu anayasa “Devlet”i insan
hakları ve hukuk devleti güvenceleriyle sınırlar.
2. Halksız Demokrasi, Haksız Hukuk
Türkiye'nin anayasal rejimini tanımlamanın bir yolu,
onu bir yandan “halksız demokrasi”, öbür yandan da
“haksız hukuk” şeklinde nitelemektir. Bunların her
ikisinin de kavramsal birer çelişki oldukları açıktır.
Onun için bunun nasıl olabileceğinin açıklanması
gerekiyor.
Resmî Anayasasına bakılırsa, Türkiye Cumhuriyeti hem
13
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
tesis etme konusunda herhangi bir tereddüt olmaması
gerekir. Açıktır ki, sahiden bir birlik oluşturma iradesi
taşımayan unsurların anayasanın içeriğini belirleyecek
bir “sözleşme” üretmeleri mümkün değildir. Öte yandan, bu yolla yapılacak bir anayasaya bağlı kalmak da
anayasayla ortaya konmuş olan beraber yaşama iradesinin ve bu yönde yapılmış olan taahhüdün gereğidir.
Çünkü, insanlar yapılmasına katıldıkları süreçlerin
sonunda üretilen kararları benimseme ve onlara uyma
konusunda daha büyük bir isteklilik gösterirler.
Halk tarafından yapılmamış olduğu için, bu anayasa
gerçekte “Devlet”i değil de daha çok seçilmiş organ ve
makamları sınırlıyor.
Öte yandan, “hukuk”u parlamento yapıyor ama, bu
işlevini cunta anayasasının ve “12 Eylül hukuku”nun
kuşattığı dar bir alanda kalarak yerine getirmek
zorunda. Kaldı ki, parlamentonun yasama gündemini
de esas olarak bürokrasi belirliyor; ne halkın girişimi,
hatta ne de parlamento…
Nihayet, hukuku uygulama işi kendisine havale edilmiş
olan yargının“bağımsızlığı”da“Devlet iktidarı”na değil
fakat sadece seçilmiş organlara karşı işliyor. Esasen,
yargıkendisini “Devlet” olarak gördüğü için, onun
faaliyetine hakim olan da evrensel anlamda hak-hukuk
nosyonu olmaktan çok resmi ideoloji ve “hükmet-i
hükümet”tir. Bütün bunlara bir de, öncelikle yargının ama kısmen de yasama organının- hukuku “hak”
kavramından kopuk bir şekilde ve esas olarak “düzenkoruyucu”, hatta “otorite-gösterici” bir araç olarak
kavradığı gerçeğini de eklerseniz, neden “haksız
hukuk”tan söz ettiğim sanırım daha da anlaşılır hale
gelecektir.
B. NASIL BİRYENİ ANAYASA?
Bundan çıkan sonuç kısaca şudur: Yeni anayasa
toplumu oluşturan bütün unsurların doğrudan veya
dolaylı olarak katılımı yoluyla yapılmalıdır. Tarihinde
belki de ilk defa olarak, Türkiye toplumunun kendi
iradesiyle kendisini bir “halk” veya siyasi bir heyet olarak kurma şansıyla karşı karşıya bulunduğunu düşünürsek, yeni anayasayı yapma sürecinin katılımcı olmasının ne kadar hayati olduğu anlaşılabilir. Onun içindir
ki, bu süreç parlamentoda temsil edilen bütün siyasi
partilerin olduğu kadar, parlamento dışındaki sivil oluşumların ve bu işe katkı yapmak isteyen tek tek vatandaşların da yeni anayasaya dair görüş ve önerilerini
almayı gerektirmektedir. Özel olarak Kürtlerin siyasi
temsilcilerinin ve diğer sivil seslerinin bu sürece dahil
edilmesi vazgeçilmez bir gereklilik durumundadır.
2. Temel Felsefe ve İlkeler
Anayasaya hakim olması gereken felsefe konusunda
ilk söylenmesi gereken, sanırım her makul insanın
üzerinde mutabık olacağı gibi, onun hür, çoğulcu ve
açık bir toplum anlayışı üzerine kurulması gerektiğidir.
Bu anlayışın somut gereklerinin ne olduğu hiçbir
makul kişinin meçhulü olmasa gerektir. Aslına
bakılırsa, yeni anayasaya yol göstermesi gereken bu
siyasî felsefeyi belirleme konusunda Türkiye toplumu
olarak işimiz pek de zor sayılmaz. Çünkü, bu konuda,
1982 Anayasasının arkasında yatan felsefenin tam
karşıtının bize göstereceği yolu izlememiz yeterli
olacaktır.
1. KatılımcıYöntemin Önemi
Anayasanın bir sözleşme olduğu veya olması gerektiği
genel olarak kabul gören bir fikir ise de, bu tanımın
belirsiz bir yanı da vardır. Yani, anayasa “toplum”la
“devlet” arasında bir sözleşme midir, yoksa toplumun
kendi arasında yaptığı ve devleti kurduğu bir sözleşme
midir? Birinci görüş yaygın olsa da, kanaatimce
yanlıştır. Çünkü,hukuk açısından, devleti kuran zaten
anayasa olduğuna göre veya anayasadan önce bir
devlet var olamayacağına göre- sözleşme olsa olsa
toplumun kendi arasında yaptığı bir sözleşme olabilir.
Sözleşmeyle toplum birlikte yaşamanın şartlarını
belirleyecek ve devleti bu çerçeve içinde kuracaktır.
İnsanî-medenî bir toplumsal var oluş için kategorik
olarak reddetmemiz gereken bu felsefeyi hem 80
küsur yıldır neredeyse her gün tekrarlanan resmi
söylemden, hem de daha önemlisi onun hayatlarımızdaki acı yansımalarından biliyoruz. Son anayasa
değişikliklerinden sonra bile sapasağlam yerinde
duran bu felsefe korporatist faşizme çok benzemekle
beraber, ben onu Türkiye'nin geleneksel “hikmet-i
hükümet” anlayışı ile Kemalizmin karışımından oluşan
bir felsefe olarak tanımlamayı daha uygun buluyorum.
Ama devleti kurmak önce bir insanlar topluluğunun
kendisini siyasi bir varlık olarak tesis etmesini gerektirir.
Onun için, anayasa her şeyden önce, bir topluluğun
kendisini bir “halk” veya “siyasi bir heyet” olarak
kurduğunu simgeleyen bir pakttır. Anayasanın
beraber yaşamanın çerçevesini belirleyen bir
“sözleşme” olması işte bu siyasi birlik iradesinin bir
uzantısı olarak anlaşılmalıdır. Bu demektir ki,
anayasanın içeriği üzerinde uzlaşma sağlayabilmek
için, onu oluşturacak nüfusun içinde ortak bir birlik
14
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Bu tuhaf felsefenin tipik ve derli-toplu bir anlatımını 82
Anayasasının “Başlangıç” kısmında buluyoruz. Bu, bir
yandan devleti takdis eder ve onun bekâsını birincil
politik amaç olarak vaz ederken, öbür yandan da
toplumu varlığını devlete borçlu olan, müttehit ve
genişlemiş bir cemaat (“millet”) olarak tasavvur eden
bir felsefedir. Belirtmek gerekir ki, bu anayasanın
Başlangıcında ve diğer kısımlarında “Millet”i (yerine
göre “Türk Milleti”ni) yüceltici ifadelerin yer alması ve
yer yer “kutsal” din duygularından söz etmesi,
sahicilikten uzak bir“rüşvet-i kelâm”dan ibarettir. Yoksa,
bu -ne genellikle solcuların ve Kemalistlerin iddia ettiği
gibi-“Türk-İslam sentezi”nin anayasanın ideolojisini
oluşturduğunu gösterir, ne de kimi muhafazakârların
sandığı gibi İslami değerlere saygının bir işaretidir. Bu,
“kutsal” devletin bekâsını garanti etmek için dinî
duyguların kullanılması şeklindeki kaba bir
oportünizmden başka bir şey değildir.
SAYI 15 - 16
güvencesi olmaktan çıkarır, mahkemeleri kurulu
düzenin değişmezliğinin bekçileri haline getirir.
Mahkemelerin ideolojik davrandığı yerde ise hakhukuk ve adaletten eser kalmaz; tam aksine, hukuk bir
baskı ve sindirme aracı haline gelir.
Ancak, tarafsızlık anayasanın hiçbir normatif tercihi
içermeyeceği anlamına gelmez. Hür bir toplumun anayasası elbette herkes için hürriyet ve adaleti, herkesin
kamusal meselelerde eşit söz hakkını güvence altına
almak zorundadır. Başka bir ifadeyle, özgürlük, insan
hakları, hukuk devleti, adalet ve barışı anayasayla
güvence altına almak tarafsızlığa aykırı değildir. Çünkü
bunlar, hangi dünya görüşü ve ideolojiye mensup
olursak olalım, hepimizin kendimizi gerçekleştirmek,
hayatı kendi iyi anlayışlarımıza göre yaşamak ve barış
içinde bir arada var olabilmek için ihtiyacımız olan
çerçeve değerlerdir. Tarafsızlığa aykırı olan, böyle genel
ve soyut bir ortak varoluş çerçevesi kurmak değil,
anayasa ve kanunlarla belli bir ideoloji veya hayat
tarzını kayırmak yahut ayrıcalıklı hale getirmektir.
Şu halde, yeni anayasa eğer bu “muzır” fikirlerin tam
tersini ifade eden bir siyasî felsefeye dayanacaksa, o
zaman onun “hikmet-i hükümet”çi ve Kemalist anlayışı
reddetmesi ve bunun yerine çoğulcu, hürriyetçidemokratik tasavvuru benimsemesi gerekecektir.
Böyle bir toplumsal-siyasal felsefe ise, demokratik
karakterinin gerektirdikleri dışında, esas olarak pozitifdüzenleyici değil, fakat negatif-koruyucu anayasa
tercihini gerektirir. Bu tasavvurun ve ona bağlı tercihin
anayasal ilkeler düzeyindeki pratik sonuçlarını şöyle
özetleyebiliriz:
(2) İktidarın Kaynağı Halktır
Yeni anayasa, demokratik devlet anlayışına uygun
olarak, yönetimin meşruluk temelinin halk olduğunu
belirtmeli ancak bunu yaparken “egemenlik” terimine
yer vermekten kaçınmalıdır. Çünkü, egemenlik öznesi
devlet değil de halk olduğunda bile özgürlüklerimiz ve
hukuk güvencelerimiz için tehlikelidir. Esasen, devletin
anayasayla kendisine tanınmış yani sınırlanmışolanlardan başka, “egemenlik” adıyla anılmayı hak
eden herhangi bir yetkisi yoktur. Halkın yetkisinin
yeg3ane sınırı evrensel insan hakları ve hukuk
devletinin gerekleridir.
(1) İdeolojikTarafsızlık
Yeni anayasa her şeyden önce ideolojik bakımdan
tarafsız olmalıdır. İdeolojik tarafsızlık anayasanın felsefiideolojik nitelikli herhangi pozitif projeyi onaylamaktan kaçınmasını olduğu kadar, toplumdaki felsefî, dinî
veya ahlâkî anlayışlara karşı önyargı içermemesini de
gerektirir. Lâiklik bu gereğin doğal sonuçlarından
biridir.
(3) Kültürel ÇeşitliliğinTanınması
Ulus-devletlerin temel ideolojisi olan milliyetçilik
başlangıçta halkların yabancı boyunduruğundan
kurtulmalarını ve kendi kaderlerini tayin etmelerini
teşvik eden siyasi bir dinamik iken, adına hareket ettiği
ulusun devletini bir kere kurup da yerleştirince, bu
sefer “ulus”u tahkim etmek üzere toplumu homojenleştirme amacına yöneldi. Böylece etnik bir-örneklik
ulus-devletlerin karaktersitik vasfı haline geldi. Oysa,
hiçbir yerde toplum homojen değildir; günümüzde her
toplum kendi içinde etnik, kültürel ve dini bakımlardan
farklı grup veya toplulukları barındırır. Bu durum
elbette Türkiye için de böyledir. Yaklaşık bir asırlık resmi
tez bizi aksine inandırmaya çalıştıysa da, bugün
kültürel çeşitliliğin Türkiye toplumunun da tanımlayıcı
bir özelliği olduğu artık saklanamaz hale gelmiştir.
Resmî ideolojinin varlığı özgürlükle de adaletle de
bağdaşmaz, bu ancak totaliter devletlere yakışan bir
durumdur. Bir resmi ideolojinin olduğu yerde kamu
meseleleri özgürce tartışılamaz; toplumun içindeki
farklı dünya görüşü, ideoloji ve hayat tarzlarına sahip
gruplar karşısında devlet tarafsız olamaz. Devlet
ideolojisine yakın duranlar diğerleri karşısında daima
avantajlı olur. Ayrıca, resmi ideoloji kurulu düzeni
demokratik değişim talepleri karşısında tahkim
etmeye yarar; demokrasi karşısında bürokrasiyi hakim
kılar. Resmi ideoloji hukuku yozlaştırır, onu hakların
15
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
kişiler olarak “insan hakları”mız anayasada yazılanlardan ibaret değildir. İkincisi, temel hakların
sınırlanmasında özgürlük karinesinin esas alınmasıdır.
Buna göre, kişiler için özgürlük esas kısıtlama istisnadır.
Bunun pratik anlamı, son derece hayatî veya mübrem
nedenler olmadıkça, temel hakları sınırlamaktan
kaçınmak gerektiğidir. Buna bağlı olarak, kanunî
sınırlama nedenleri hem mümkün olduğunca dar
tutulmalı, hem de bu nedenler yorum yoluyla keyfi
olarak genişletilmemelidir. Bu açıdan bakıldığında,
tipik sınırlama nedeni başkalarının haklarına zarar
verilmesi durumudur. Bunun dışındaki sınırlama
nedenleri mutlaka “barış içinde bir toplumsal varoluş”
amacıyla ilişkili olmak zorundadır. Başka kişi veya
grupları özel olarak yararlandırmak için bazı kişilerin
temel haklarına sınırlama getirmek bu amaca aykırıdır.
Hür bir toplumun anayasası toplumun çoğulculuğunu
tanıyan bir anayasadır. Toplumsal gerçekliğin red ve
inkârına dayanan bir anayasa ve hukuk sistemi
kaçınılmaz olarak özgürlüğü de boğar. Çoğulculuğun
unsurlarının özgür olmadığı yerde toplumsal barış da
mümkün değildir. Kaldı ki, kültürel çeşitliliği tanımak
sadece maddî bir zorunluluk da değildir, bunu
yapmaya ahlâkî olarak da mecburuz. Çünkü, hiçbir
dünya görüşü veya kültür başkalarına üstünlük
iddiasında bulunacak durumda değildir. İnsanlar farklı
kültürlerden birçok şey öğrenebilirler; en başta da,
hayatın kendi aşina olduğumuzdan farklı bir şekilde
anlamlı olarak yaşanabileceğini öğrenebiliriz. Onun
için, özgürlük ve barışı önemseyen bir anayasanın
kültürel farklılıkları tanıması ve saygı göstermesi,
onların kendini geliştirmesinin önündeki keyfi
engelleri kaldırması gerekir.
(5) Hukuk Devleti
Yeni anayasa Türkiye Cumhuriyeti'ni sahici anlamda bir
“hukuk devleti”olarak tanımlamalı ve bu ilkenin gereklerini anayasallaştırmalıdır. Bu da, en başta, devletin
hiçbir suretle hukuku dışına çıkamayacağının kesin bir
dille belirtilmesini ve ayrıca hukukun amacının adalet
ve hakların korunması olduğunun tasrih edilmesini
gerektirir. Bu çerçevede, hukuk önünde eşitlik, yargının
tarafsızlık ve bağımsızlığı, adil yargılama, suçsuzluk
karinesi ve suç ve cezaların kanuniliği başta olmak
üzere, hukuk devleti veya hukukun üstünlüğü ilkesinin
bütün gerekleri anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır.
Kısaca, yeni anayasa devleti etnik-kültürel bir
toplulukla özdeşleştiren veya etnik imaları olan hiçbir
ibare, terim veya ifadeye yer vermemeli; tam aksine
toplumun etnik-kültürel ve dinî çoğulculuğunu açıkça
tanımalıdır. Özellikle yurttaşlığı “Türklük”le tanımlamaktan kaçınmalıdır. Esasen, yurttaşlığı tanımlamak
anayasa tekniği bakımından bir zorunluluk değildir.
(4) Doğal Haklar ve Özgürlük Karinesi
Yeni anayasa hem 1924 Anayasasındakine benzer bir
“özgürlük” tanımına yer vermeli hem de “özgürlük
karinesi”ne resmiyet kazandırmalıdır. Özgürlük
karinesi, ABD Anayasasının yaptığı gibi, kişilerin
haklarının Anayasada sayılanlardan ibaret olmadığını
özellikle belirtmeyi de gerektirir. Bununla tutarlı olarak,
temel hak ve özgürlükler “tabiî hak” anlayışına uygun
olarak düzenlemelidir. Temel hakların sınırlanmasında,
başkalarının haklarının ve sahici bir“ortak yarar”ın ihlâli
dışında, herhangi bir gerekçeye yer verilmemelidir.
(6) Özgürlükçü Lâiklik
Tarihsel olarak lâikliğin doğuş nedeni, devletin
topluma bir din dayatmasını önlemek, böylece
toplumu din temelli devlet baskısından korumaktır.
Başka bir anlatımla, lâiklik toplumu hem devlet
baskısından hem de dinsel baskıdan özgürleştirir.
Lâikliğin esas olarak özgürleştirici bir ilke olmasının
anlamı burada saklıdır.
Yeni anayasanın insan haklarını doğal haklar olarak
tesis etmesi gerekir. Bu, kişilerin bu haklara anayasada
tanındıkları için değil, doğal haklar olarak doğuştan
sahip oldukları anlamına gelir. Başka bir anlatımla,
özgür bir toplumun anayasası insan haklarını
tanımazlık edemez. Ama mesele insan haklarını şeklen
tanımaktan ibaret değildir; önemli olan, anayasanın
öngördüğü insan hakları rejiminin tümüyle doğal
haklar anlayışına uygun olmasıdır. Bunun da bazı
standartları vardır.
Mamafih, “dinsel baskıdan özgürleşme”yi dinden
özgürleşmekle karıştırmamak gerekir. Lâîkliğin amacı
toplumu dine dayalı bir devletten gelecek baskıdan
özgürleştirmektir, dinden özgürleştirmek değil. Özgür
bir toplumda dinden özgürleşme bazı kişi veya
grupların amacı olabilir, ama devletin amacı olamaz.
Çünkü, toplumu dinden “özgürleştirmek” isteyen bir
devletin de, aynen din devleti gibi, baskıcı olması
kaçınılmazdır. Oysa, lâik devlet diğer özgürlükler
yanında din özgürlüğünü de garanti eden devlettir.
Birincisi, anayasanın tanıdığı temel haklar listesinin
insan haklarını tüketmediğinin kabul edilmesidir. Yani,
16
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Öte yandan, özgürleştirici lâiklik aynı zamanda
toplumsal barışın da temelidir. Çünkü, lâik bir devlette
din, mezhep veya din yorumları bakımından var olan
farklılıklar devlet için olduğu kadar kişi ve gruplar için
de zora başvurma nedeni olamaz. Lâiklik dinî ve ahlâkî
meselelerdeki vicdani kanaatler söz konusu olduğunda karar yetkisini ilgili kişi ve gruplara bırakır; bu alana
devletin olduğu gibi başka iradelerin de karışmasına
izin vermez. Böylece, lâiklik bir toplum içindeki
farklılıkların barışçı bir şekilde bir arada var olmasına
hizmet eder.
SAYI 15 - 16
yukarıda işaret ettiğim lâikçi felsefenin izlerini taşıyan
yürürlükteki Anayasanın 24. maddesinin son fıkrası
benzeri bir hükme yeni anayasada yer verilmemesidir.
(7) İdarî Adem-i Merkeziyet
Yeni anayasa devletin örgütlenmesini merkeziyetçiüniter değil, adem-i merkeziyetçi anlayışa dayandırmalıdır. Ancak, bu ilke gerektiğinde özerk idarî-siyasî
birimler kurulmasına imkân verecek şekilde formüle
edilmelidir. Bu gerekliliği “etkin yönetim” anlayışıyla
ilgili “teknik” bir mesele olmaktan çok, sahiden hür ve
demokratik bir toplum olmamızla ilgili bir ilke meselesi
olarak görmeliyiz.
Türkiye'nin resmi lâiklik anlayışı bu esaslarla birçok
bakımdan uyuşmamaktadır. Türkiye'de devlet her ne
kadar doğrudan doğruya belli bir dini topluma empoze etmiyorsa da, bu alanı tamamen inananların yetkisine terk etmiş de değildir. Bir kere, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devlet Sünni İslâmı düzenlemekte
ve yorumlamaktadır. Bu ise hem bu inanca mensup
vatandaşların din özgürlüğüne bir müdahale teşkil
etmekte, hem de bu inançtan olmayan vatandaşlara
karşı bir ayrımcılık oluşturmaktadır. Ayrıca, devlet hiçbir
dinî inancın mensuplarının sivil alanda serbestçe
örgütlemelerine de izin vermemektedir. Başka bir
ifadeyle, devlet hukukunu dinden bağımsız olarak
oluşturmaya devam etmekle beraber, genel olarak
örgütsel anlamda din-devlet ayrılığını reddetmiş,
Sünniliğin ise yorumunu kendi tekeline almış olup onu
denetimi altında tutmaktadır.
Türkiye'nin idarî sistemi son derece merkeziyetçi ve
vesayetçidir. Böyle bir sistemin medenî dünyada hiçbir
benzeri bulunmamaktadır. Yürürlükteki anayasa
mahallî idareleri şeklen tanımış olsa da, bunları hem
idarî anlamda bile özerk olacak şekilde yeterince yetkilendirmemiş, hem de bunların seçilmiş organlarını
merkezî idarenin sıkı vesayeti altına sokmuştur. Oysa,
sahici bir adem-i merkeziyet kolluk, eğitim ve sağlık
gibi hizmetlerin büyük ölçüde mahallî idarelere devrini
ve bunların söz konusu hizmetler için gerekli
kaynaklarla donatılmalarını; ayrıca, İçişleri Bakanlığı ile
valilikler ve kaymakamlıkların bunlar üzerindeki vesayet yetkilerinin büyük ölçüde kaldırılmasını gerektirmektedir. Esasen, yerel düzeydeki yönetimlerde
halihazırda var olan“merkezî idarenin taşra teşkilâtı”ve
“mahallî idare” şeklindeki- ikilik anakronistik bir
durumdur. Sadece demokrasi ilkesi değil, etkin idare
ilkesi de bu ikiliğin kaldırılmasını gerektirmektedir.
Öte yandan, devlet kendi konumunu hukuk sistemini
dinden bağımsız olarak oluşturmakla sınırlamamakta,
fakat başta yargı olmak üzere kimi devlet kurumları
lâikliği devletçe desteklenmesi gereken din-karşıtı bir
felsefe gibi yorumlamaktadırlar. Bu yoruma göre, din
tamamen vicdanî bir mesele olup inananların dünya
işleriyle hiçbir ilgisi olmamak gerekir. Bunun pratik
anlamı, devletin lâiklik adı altında toplumun sekülarizasyonunu hedeflemesidir. Böylece lâiklik, bu ilkenin
sahici anlamına ters bir şekilde, kısmen de olsa
toplumu “dinden özgürleştirme” olarak anlaşılmaktadır. Kısaca, lâiklik siyasî-hukukî bir ilke olmaktan
çıkmakta ve devletin izlemesi gereken bir toplum
projesi haline gelmektedir.
(8) Silâhlı Kuvvetlerin Sivil Denetimi
Silâhlı kuvvetlerin sivil denetimi demokratik bir rejimin
vazgeçilmez esaslarındandır. Silâhlı gücün sivil
denetim altında olmadığı bir yerde, demokrasi şöyle
dursun, esasen medenî bir sistem de kurulamaz.
Türkiye'de bu bakımdan da ciddi sorunlar vardır.
Anayasa her ne kadar genelkurmay başkanı ile
başbakan arasında bir “sorumluluk” ilişkisi kurmuşsa
da, bu sivil-demokratik denetim ilkesinin tam olarak
gerçekleşmesini sağlamaya yetmiyor. Çünkü, her
şeyden önce, idare hukukunun temel örgütlenme
ilişkisi olan hiyerarşiden bilinçli olarak farklılaştırılmış
olan bu “sorumluluk”un anlamı açık değildir. Burada
sanki, anayasa hukukunun siyasi sorumluluk ilkesine
benzer bir durum vardır. Onun için, silâhlı kuvvetler
başbakanlarca da özerk bir kurum gibi algılanmakta,
bu da onları genelkurmay başkanlarının hiyerarşik
amiri gibi davranmaktan alıkoymaktadır. Öte yandan,
bu“sorumluluk”ilişkisi dışında, silâhlı kuvvetler merkezî
İşte yeni anayasanın bütün bu kusurlardan arındırılması ve lâikliği olması gereken işlevine özgürlük ve
barış ilkesi- geri götürmesi gerekiyor. Bunun pratik iki
sonucu var. Birincisi, DİB'in kaldırılması ve her türlü dini
yorumun serbestçe örgütlenmesine izin verilmesidir.
İkincisi ise, dine her türlü referansı kategorik olarak“din
istismarı” veya “hakkın kötüye kullanılması” saymasıyla
17
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
hizmet etmesi gereken asıl amaç da özgür bilimsel
araştırma yapabilmektir. Özerklik savunucuları bu noktayı genellikle göz ardı ettikleri için, özerklik talebi ortalama vatandaş tarafından bilim adamlarının kendileri
için ayrıcalık peşinde koştukları şeklinde anlaşılmaktadır. Aslına bakılırsa, bilimsel faaliyetin özgür olmasını
savunmayıp sadece “üniversite özerkliği” davası
güdenlerin durumu gerçekten de böyledir.
idareden özerk biçimde örgütlenmiştir. Bu yapı içinde
millî savunma bakanı genelkurmay başkanının amiri
değil, kendisine maliye ve personel açısından lojistik
destek sağlayan bir yardımcısı olarak işlev görmektedir.
Yeni anayasanın bu yapıyı kökten değiştirmesi ve silâhlı
kuvvetleri savunma bakanlığının bir alt kurumu haline
getirmesi gerekmektedir.
Öte yandan, Milli Güvenlik Kurulu'nun anayasal bir
kurum olarak varlığı da silâhlı kuvvetlerin siyasî bir
aktör olarak algılanmasını ve buna uygun hareket
etmesini kolaylaştırmaktadır. Onun için bu kuruma
yeni anayasada yer verilmemesi rejimin selâmeti
açısından şart görünmektedir. Böyle bir kuruma
Türkiye'nin gerçekten ihtiyacı varsa, eski Milli Savunma
Yüksek Kurulu örneğinde olduğu gibi, bu konu bir
kanunla düzenlenebilir. Bu arada, yeni anayasada
Yüksek Askeri Şura'nın da adının geçmemesi gerekir.
12 Eylül rejiminin kurduğu YÖK sistemi üniversiteler ve
akademisyenler üzerindeki bir vesayet kurumudur.
Böylesine merkeziyetçi ve akademik işlere de karışan
bir kurumun olduğu yerde üniversitelerin özerk olması
mümkün olmadığı gibi, bu kurumlarda özgür bilimsel
araştırma yapılabilmesi de istisnai bir başarı olmaktan
kurtulamaz. Onun için, özerklik her şeyden önce,
YÖK'ün kaldırılmasını ve ayrıca üniversitelerde de idarî
iş ve görevlerin akademik olanlardan ayrılmasını
gerektirir. Bu arada, vakıf üniversiteleri devlet
vesayetinden kurtarılmalı, gerçekten özel ve sivil
olmalıdırlar. Nihayet, mesleki yüksek öğretim kurumları üniversite sisteminin dışına çıkarılmalıdır.
Aslına bakılırsa, Türkiye'de silâhlı kuvvetlerin sivil denetimiyle ilgili sorunlar sadece mevcut kurumsal düzenlemelerden de kaynaklanmıyor. Silâhlı kuvvetlerin tam
olarak sivil denetim altına alınamaması, bu kurumun
kendi görevini vesayetçi bir anlayışla temellendirmesinden ileri gelmektedir. Türkiye'de silâhlı kuvvetler
“milli savunma” teşkilâtı olmaktan önce, demokratik
siyaset üzerindeki bir vesayet kurumudur. Bu durum da
esas olarak rejimin ve anayasanın ideolojik niteliğinden
kaynaklanmaktadır. Onun için, anayasa ideolojik
bakımdan tarafsızlaştırılmadığı sürece, kurumsal
düzenlemelerde yapılacak iyileştirmeler bu sorunu
çözemez. Silâhlı kuvvetlerin kendisini resmi ideolojinin
bekçisi olarak görmekten vazgeçmesini kolaylaştıracak
bir yol da, profesyonel ordu sistemine geçilmesi
olacaktır.
Asıl mesele olan özgürlüğe gelince, bu her şeyden
önce devletin ideolojiden arındırılmasını ve buna bağlı
olarak da üniversite öğretim müfredatının ve
akademisyenlerin anayasa ve yasayla dayatılan
ideolojik cendereden kurtarılmasını gerektirir. Açıktır
ki, bilim insanlarına resmi ideolojiye sadakati buyuran
ve bundan sapanları meslekten çıkarılma dahil ciddi
yaptırımlarla karşı karşıya bırakan mevcut sistemde
özgür bilimsel araştırma yapılamaz. Ayrıca, akademik
işlerle idarî işlerin ayrılmış olmadığı mevcut sistemde
böyle bir zorunluluk, bugün olduğu gibi, akademisyenleri yozlaştırma ve sistemi liyakat esasından
caydırma istidadı taşır.
(9) Özgür Eğitim, Özgür ve Özerk Üniversite
Yeni anayasa eğitim-öğretim sisteminin devletçimilliyetçi ve “tevhid-i tedrisatçı” yapısını dağıtacak ve
onu hürriyetçi, insaniyetçi ve çoğulcu (yani, ”tefrik-i
tedrisat”çı) anlayışa göre yeniden yapılandıracak kural
veya kurallara yer vermelidir. Bu arada, yeni anayasada
üniversiteleri “okul” ve dolayısıyla “devletin ideolojik
aygıtı”- olarak gören anlayıştan eser olmamalı,
üniversitelerde tam bir ifade özgürlüğü (akademik
özgürlük) garanti edilmelidir.
(10)Yargının Demokratikleşmesi veTarafsızlığı
Nasıl ki, üniversite söz konusu olduğunda özgürlükten
önce özerklik gündeme getirilmektedir, bunun gibi,
yargı söz konusu olduğunda da tarafsızlıktan önce
bağımsızlık vurgulanmaktadır. Yargı elbette yasama ve
yürütmeden bağımsız olmalıdır. Ama eğer yargının
bağımsızlığı onun tarafsızlığına hizmet etmiyorsa çok
fazla anlamlı değildir. Hatta, ülkemizde halihazırda
olduğu gibi, yasama ve yürütmeden bağımsızlığı
yargının devlet ideolojisinin emrine girmesine yarıyorsa, durum gerçekten vahimdir. Çünkü, bu durumda
yargı tarafsız adaletin icracısı ve özgürlüklerin
koruyucusu olmaktan çıkıp, devletin toplum üzerindeki bir vesayet aygıtı haline dönüşür, dönüşmektedir.
Bu arada belirtmeliyiz ki, üniversitelerin özerk olmaları
elbette önemlidir, ama özerk olmadan önce üniversitelerin özgür olmaları gerekir. Üniversite özerkliğinin
18
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
3. Temel Felsefenin Anayasal “İktidar
Haritası”yla İlgisi
SAYI 15 - 16
Diğer mesele, Türkiye'nin geleneksel “çoğunlukçu”
demokrasi anlayışının korunup korunmayacağıyla
ilgilidir. Tipik ifadesini “milli iradenin üstünlüğü”
söyleminde bulan bu anlayışın “sınırlı-anayasal devlet”
idealiyle olduğu kadar, çoğulcu toplum düşüncesiyle
de uyuşmadığı açıktır. Liberal-anayasal devletin
gereklerini, demokratik çoğunluğu “evrensel” insan
hakları ve hukuk devleti mekanizmalarıyla çevrelemek
yoluyla sağlamak mümkünse de,“çoğulcu-konsensüscü”anlayışın anayasallaştırılması daha zor ve problemli
bir konudur. Çünkü, bir kere, Türkiye'de anlaşıldığı
şekliyle “çoğulculuk”, seçilmiş çoğunlukların korporatist ve/veya vesayetçi kurumlar eliyle kısıtlanması
anlamına gelmektedir. Bu anlayışın demokratik sistem
tercihiyle bağdaşmadığına şüphe yoktur. Doğru anlamda çoğulculuk, devletin (bu arada, seçilmiş çoğunlukların) görev alanını anayasal olarak sınırlamak ve
kültürel haklar dahil olmak üzere evrensel insan
haklarını konsolide etmekle güvence altına alınabilir.
Devletin “iktidar (yetki) haritası”na -veya daha bildik
deyimle, “Cumhuriyet'in temel kuruluşu”na- gelince,
bu konu şüphesiz benimsenecek olan temel felsefeyle
doğrudan doğruya ilgilidir. Çünkü, meselâ “demokratik”devlet tercihine bağlı olan bir Cumhuriyetin kimi
gerekleri devlet içinde iktidarın dağılımını da kısmen
belirleyecektir. En başta, temsilî bir meclisin varlığı ve
temsilcilere bazı muafiyetler tanınması demokratik bir
zorunluluktur. Yine “demokratiklik” açısından önemli
olan başka bir konu da toplumun kültürel çeşitliliğinin
devletin örgütlenme tarzına yansıtılmasıdır. Ciddî
boyutlarda etnik-kültürel farklılıklar içeren bir toplumda bütün iktidarı hakim etnik grubun elinde toplayan
bir sistemin sahici anlamda demokratik olduğu elbette
söylenemez. Bunun pratik anlamı, katı bir üniter
yapının belirgin kültürel farklılıkların var olduğu
çoğulcu bir toplumla uyuşmayacağı ve dolayısıylayeni
anayasanın devleti adem-i merkeziyetçi temelde
yeniden yapılandırmasının gerekli olduğudur.
İkincisi, çoğulculuğun “oydaşmacı” veya Türkçe'deki
yaygın terimle- “uzlaşmacı” bir siyasi sistemi gerektirdiği düşüncesi de sorunsuz değildir. Seçilmiş çoğunluğun her konuda azlıkta olan siyasi gruplarla uzlaşmasını dayattığı ölçüde, bu anlayışın demok-ratikliği
kuşkulu hale gelmektedir. Bu anlayışın siyasi çoğunluğu dengelemek veya frenlemek için öngördüğü mekanizmalar pratik olarak azınlıkların çoğunluğu bloke
etmesiyle sonuçlanabilir. Oysa, yukarıda işaret edilen
türden katılımcı yöntemlerle birlikte, hiç kimsenin
temel haklarına tecavüz edemeyecek ve bağımsız yargının güvencesindeki hukuk devleti mekanizmalarıyla çerçevelenmiş bir alanda faaliyet gösterecek olan
bir siyasi çoğunluğun kendi programını uygulamasına imkân verilmesi demokrasiye daha uygundur.
Aksi halde, yani seçilmiş çoğunluğun ancak diğer siyasi
aktörlerle uzlaşarak icra-yı faaliyet etmek zorunda
olması halinde, sistemin yarışmacılığının bir anlamı
kalmaz.
Devletin demokratik niteliğine ilişkin başka önemli bir
mesele, “temsilîlik” ile “doğrudanlık” arasında kurulması gereken anayasal dengeyle ilgilidir. Açıktır ki,
nüfusu on milyonlarla ifade edilen bir sistemin sırf
temsilî kurumlar üzerine oturması onun demokratik
niteliğini zayıflatan bir durum olur. Onun için, daha
“katılımcı” mekanizmaların sisteme dahil edilmesine
ihtiyaç vardır. O zaman da referandum, “halk girişimi”,
“geri çağırma/azil” gibi yöntemlerin ne ölçüde
anayasallaştırılacağı konusunda bir karar vermek
gerekecektir. Yasama organı için söz konusu olması
halinde “geri çağırma” kurumunun bizim anayasa
sistemimize hakim olan “temsilî vekâlet” anlayışının
terk edilmesini gerektirdiği açıktır. Sistemin demokratik niteliğini pekiştirme açısından kimi yerel kamu
yöneticileri ile savcılar için de “görevden alma” veya
yeni seçim için çağrı yapma gibi kurumlar getirilebilir.
19
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Türkiye'nin Yeni Anayasa İhtiyacı:
Umutlar, Beklentiler ve Gerçekler
Prof. Dr. Serap Yazıcı / İstanbul Bilgi Üniversitesi
1982 Anayasasının, askeri yönetimin olağanüstü
koşullarında, demokratik olmayan yöntemlerle hazırlanması ve kabul edilmesi, bu nedenle anayasanın
demokratik ve özgürlükçü bir içerikten yoksun olması,
Türkiye'yi uzun yıllar sürecek anayasa tartışmalarıyla
karşı karşıya bırakmıştır. Anayasanın yürürlüğe girdiği
tarihten itibaren başlayan bu tartışmalar, kimi zaman
daha da ivme kazanarak, çeşitli kuruluşları yeni anayasanın nasıl olması gerektiği konusunda raporlar ve
taslaklar hazırlamaya teşvik etmiştir. Bu nedenle
1990'ların ilk yarısından bu yana, TUSİAD, TOBB ve TBB
gibi Türkiye'nin önde gelen sivil toplum kuruluşlarının
1
girişimi ile çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmaların
hepsi, toplumun farklı kesimlerinin yeni bir anayasa
hazırlanması yönündeki umut ve beklentilerini yansıtmaktadır. 2007 genel seçimlerinde Adalet ve Kalkınma
Partisinin seçim beyannamesinde, sivil ve demokratik
bir anayasa taahhüdünde bulunması ve bu anayasanın temel ilkelerini açıklaması, umutları daha da pekiştirmiştir. AKP'nin 2007 seçim beyannamesinin yeni
anayasa taahhüdüne ilişkin ifadeleri şöyledir: “Cumhuriyetimizin 100. yılına yaklaşırken, ülkemiz sivil bir
uzlaşma anayasasını hak etmektedir. Partimiz, yeni
anayasanın devlet-toplum-birey arasındaki ilişkileri
hak, özgürlük ve sorumluluk temelinde düzenleyen bir
toplumsal sözleşme niteliğinde olmasından yanadır.
Yeni anayasa, Cumhuriyetimizin değiştirilemez temel
nitelikleri olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti
ilkelerini tam olarak hayata geçirmeli, bireylerin haklarını en etkili şekilde korumalı, temel hak ve özgürlükleri
'İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin ve 'Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin getirdiği ilke ve standartlarda güvence altına almalıdır. Hazırlanacak yeni anayasa, kısa, öz ve açık olmalı; yasama, yürütme ve yargı
erkleri arasındaki ilişkiler parlamenter sistem esas
alınarak açık, net ve anlaşılabilir bir şekilde belirlenmeli; bu çerçevede Cumhurbaşkanının konumu ve
yetkileri yeniden tanımlanmalı; temsili demokrasiden
katılımcı demokrasiye geçiş sağlanmalıdır. Yeni
Anayasa, en geniş toplumsal uzlaşmayla hazırlan2
malıdır”. Üstelik AKP, yeni bir anayasa hazırlamak
vaadinde bulunmakla yetinmemiş, bu vaadini gerçek-
leştirmek üzere anayasa ve kamu hukukçularından
oluşan altı akademisyeni, Türkiye için yeni bir anayasa
taslağı hazırlamakla görevlendirmiştir. Öte yandan
2007 seçimlerinde MHP ve DP de seçim beyannamelerinde, daha özgürlükçü ve demokratik bir anayasa düzeni için gereken kısmi anayasa değişikliklerini
gerçekleştirecekleri vaadinde bulunmuştur. % 10 ülke
barajına rağmen, 2007 genel seçimlerinde, seçmenlerin parlamentoda % 85 oranında temsili, bu Meclise,
yeni bir anayasa yapımının gerektirdiği sosyolojik
meşruiyeti de sağlamıştır. Bu nedenle, 2007 genel
seçimlerinin ardından yeni anayasa tartışmaları,
neredeyse gündemin en temel konusu haline gelmiştir. Böyle olmakla beraber, AKP'nin talebi üzerine
hazırlanan ve Sivil Anayasa Taslağı olarak adlandırılan
çalışmanın yoğun eleştirilere konu olması, çoğunluk
partisinin anayasa vaadini gerçekleştirecek sonraki
adımları atmasını güçleştirmiştir. 14.03.2008'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın AKP aleyhine kapatma
istemiyle açtığı dava ise, yeni anayasa projesinin
gündeme alınmasını imkânsız hale getirmiştir.
Anayasanın bazı hükümlerini değiştiren 7.5.2010 tarih
ve 5982 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu'nun, 12 Eylül
2010 halkoylamasında %58 evet oyu ile kabul edilmesi, yeni bir anayasanın hazırlanabileceği yönündeki
umutları canlandırmıştır. 12 Haziran 2011 genel seçimleri öncesinde AKP, CHP, MHP ve Emek, Demokrasi ve
Özgürlük Bloğu'nun seçim beyannamelerinde yeni bir
anayasa vaadinde bulunmaları, kamuoyunun bu
yöndeki beklentilerini daha da derinleştirmiştir. Üstelik
bu partilerin tümü TBMM'de temsil gücü kazanmışlar
ve seçim beyannamelerinde temel haklar, hukuk devleti, yargının bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığının güç3
lendirilmesi gibi benzer hedeflere yer vermişlerdir.
Bu veriler, Türkiye'nin, 2011 genel seçimleri sonrasında, yeni bir anayasa yapma hedefine, geçmişe kıyasla
çok daha yakın olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Ne
var ki bu siyasi partilerin anayasanın hazırlanma yöntemi hakkındaki görüş ayrılıkları dahi, bu sürecin sanıldığı kadar kolay şekillenmeyeceğini göstermektedir.
20
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Partilerin Seçim Beyannameleri:
Yöntem Konusuna Yaklaşımlar
SAYI 15 - 16
kuruluşlarının (STK), kamu kurumu niteliğinde meslek
kuruluşlarının, sendikaların, öğretim üyeleri ile öğrencilerin temsilini sağlamak üzere üniversitelerin
“kurumsal olarak ve güvenceli biçimde” katılımları
sağlanmalıdır. (…) Bu şekilde geniş bir katılımla oluşturulan Anayasa Meclisi'nce kaleme alınan metnin en
sonunda referanduma götürülmesi de düşünülebilir.
(…) Anayasa değişikliği için gerekli karar yeter sayısı,
Anayasa Meclisi için üye tam sayısının 3/4'ü olarak
öngörülebilir. (…) Referandum usulü ile ilgili de bazı
değişiklikler yapılmalıdır. Referandum katılım oranlarının ve kabul oranlarının artırılarak yeniden düzenlen6
mesi gereklidir”. Öneri, Anayasa Meclisinde, sivil
toplum kuruluşları, meslek kuruluşları, sendikalar ve
üniversitelerin temsilcilerinin yer alması gereğine işaret etmek suretiyle, katılımcılık esasına dayanan bir
Kurucu Meclis yapısı öngördüğü izlenimini uyandırmaktadır. Ne var ki, bu temsilcilerin hangi yöntemle
belirleneceği açık değildir. Farklı kuruluşları temsil
edecek bu üyelerin genel oyla belirlenmemesi, kurucu
meclis olarak görev yapacak anayasa meclisinin
demokratik meşruiyetini zayıflatacağından, bu meclisin hazırlayacağı anayasa metnini de tartışmalı hale
getirecektir. Öte yandan, meslek kuruluşları ve sendika
temsilcilerinin yer aldığı, bu nedenle de korporatizm
esasına dayanan bir yapı, sanıldığı gibi, demokrasiyi de
teşvik etmeyecektir. CHP'nin yönteme ilişkin önerisinin eleştiriye açık bir başka yönü ise, Anayasa Meclisi'nin karar yeter sayısı olarak üye tam sayısının 3/4'üne
yer vermesi, metnin halkoyuna sunulması aşamasında
ise artırılmış bir katılım ve kabul oranının gereğine
işaret etmesidir. Bu aslında, ana muhalefet partisinin
yeni bir anayasanın yapımı sürecinde kolaylaştırıcı
değil, aksine, güçleştirici bir rol üstleneceği şeklinde
değerlendirilebilir. Nitekim TBMM Başkanı Cemil
Çiçek'in 19.09.2011'de yeni anayasa çalışmalarını başlatabilmek amacıyla 24 anayasa profesörü ile yaptığı
toplantının ardından, CHP milletvekili Gürsel Tekin'in
23.09.2011'de gazetelerin Ankara bürolarını ziyaret
ederek beyan ettiği ön koşullar, bu yorumu doğrulamaktadır. Gürsel Tekin'in beyan ettiği ön koşullar
şöyledir:“TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek yeni anayasa için kolları sıvadı. İktidar partisi de muhalefete mektup göndereceğini açıkladı. TBMM açılınca yeni anayasa çalışmalarına başlayalım diyorlar. İyi güzel de,
Meclis önce kendi yarasını kapatmalı. Tutuklu milletvekilleri var. Meclis yaralıdır. Bu milletvekillerinin sorununun çözülmesi lazım. Meclis'e gelmeleri ve çalışmalara katılmaları lazım. Bu yara iyileşmeden, her şey
normalmiş gibi çalışmak mümkün değil. Bu konuda bir
protokol yaptık. Bu protokolün gereği yerine getirilmeli. Tutuklu milletvekillerinin Meclis'e gelmelerini ve
tutuksuz yargılanmaları nasıl sağlanacaksa Meclis
önce bunu sağlamalı; ondan sonra anayasa çalışmalarına geçmeli. Bu sorun çözülmeden bize gelin yeni
anayasa çalışmalarına katılın demeleri ve bizden bunu
beklemeleri yanlış bur tutumdur. Bu bizim önkoşulu7
muzdur.”
AKP'nin seçim beyannamesinde, yeni anayasanın
geniş bir tartışma, katılım ve uzlaşma ekseninde hazırlanarak halkoyuna sunulmak suretiyle yürürlüğe girmesi gerektiği ifade edilmiştir. Öte yandan beyannamede, anayasayı hazırlama görevinin TBMM tarafından yerine getirilebileceği de vurgulanmıştır. Beyannameye göre: “Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni bir
anayasa yapma yetkisine sahiptir. Anayasa'nın 175.
maddesinde Anayasa'nın nasıl değiştirileceği açıkça
yazılıdır. Değiştirecek organ da TBMM'dir. Anayasa'yı
değiştirebilen organ yeni bir anayasa da yapabilir.
Dolayısıyla, yeni anayasanın Parlamento tarafından
yapılmasının önünde hiçbir hukuki veya siyasi engel
yoktur. Meclis, bu iradeye ve yeteneğe fazlasıyla sahiptir. Cumhuriyeti kuran TBMM, en zor şartlarda bile,
1924 Anayasası gibi, oldukça demokratik bir anayasa
yapabildiğini göstermiştir. Dolayısıyla, önümüzdeki
genel seçimlerde milletimiz yeni anayasayı hazırlayacak olan parlamentoyu seçecektir. Yeni parlamentonun en önemli görevi de milletten aldığı yetkiyle
4
demokratik bir anayasa yapmak olacaktır.”
MHP beyannamesine göre ise: “(…) yeni anayasa, %
10'luk seçim barajı gibi bir demokrasi ayıbı ile meşruiyeti zarar görmemiş bir meclis tarafından hazırlan5
malıdır.” Öte yandan, MHP beyannamesinde, yeni bir
anayasanın yapımı hedefi yanında, kısmi anayasa
değişikliği ihtimalini de dikkate alan ifadelere yer
verilmektedir. Nitekim beyannamede, anayasal reform
sürecindeki kırmızı çizgilerin “Anayasa değişikliği veya
yeni bir anayasa yapılması kapsamında hiçbir şekilde
tartışmayacağımız hususlar” başlığı altında sıralanması, MHP'nin, 1982 Anayasası üzerinde yapılacak kısmi değişikliklerle de yetinebileceğini göstermektedir.
CHP'nin yönteme ilişkin önerisi ise tamamen farklı
niteliktedir. CHP beyannamesinde, yeni anayasanın
toplumun geniş katılımıyla hazırlanması gerektiği vurgulandıktan sonra, %10 ülke barajının bu hedefi engellediği ifade edilmektedir. CHP'nin yönteme ilişkin asıl
önerisi, 31.05.2011'de "21. Yüzyılın Anayasası, Çağdaş
Bir Anayasaya Doğru" başlığıyla yayınladığı çalışmada
yer almaktadır. Bu belgede anayasanın münhasıran bu
maksatla kurulan bir anayasa meclisi tarafından hazırlanması gerektiği vurgulandıktan sonra, anayasa meclisinin üye kompozisyonu ile çalışma usullerinin ayrıntılarına yer verilmiştir. Buna göre:“Yeni Anayasa, yalnızca Anayasa yapımı ile görevli olacak bir “Anayasa Meclisi” tarafından yapılmalıdır. (…) Anayasa Meclisi'nin
oluşumunda baraj olmamalı, böylece Anayasa yapım
sürecinde siyasi partilerin adil temsili sağlanmalıdır.
(…) Anayasa Meclisi'ne “kadınların eşit temsil ilkesi”ne
göre katılımını sağlayacak zorlayıcı düzenlemeler
benimsenmelidir. (…) Anayasa Meclisi'ne sivil toplum
21
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Oysa aşağıda değinileceği gibi, Silivri'de tutuklu olarak
yargılanan Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal'ın
milletvekili seçilmeleri halinde, Anayasanın 83. maddesi gereğince, dokunulmazlık güvencesi kazanamayacakları, tutukluluk hallerinin kendiliğinden sona
ermeyeceği, seçimler öncesinde CHP yetkilileri tarafından bilinmektedir. Anayasanın 83. maddesinin
gereği olan ve yargının takdirine terk edilen tutukluluk
halinin sona ermesi meselesini, Anayasa yapımı
sürecinin önkoşulu haline getirmek, ana muhalefet
partisinin bu sürecin başlamasını dahi engelleyen bir
tutumunun ifadesidir.
SAYI 15 - 16
Seçimleri İzleyen Dokunulmazlıklar Krizi
12 Haziran genel seçimlerini takiben kurulan Türkiye
Büyük Millet Meclisinin, yeni bir anayasa yapabileceği
konusunda tereddüt uyandıran bir başka faktör ise, bu
meclisin yemin törenini gerçekleştirdiği, 28.06.2011
tarihli ilk toplantısının bir krize sahne olmasıdır. CHP
Milletvekilleri ile Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğundan bağımsız olarak seçilen milletvekilleri, yemin
etmeme kararı alarak bu toplantıyı ve özünde TBMM'yi
protesto etmişlerdir. CHP'nin yemin törenini protesto
etmesi, Silivri'de yargılanan Mustafa Balbay ve
Mehmet Haberal'ın, bu seçimlerde CHP listelerinden
milletvekili seçildikleri halde, tutuklu olmaları nedeniyle parlamento çalışmalarına katılamamalarından
kaynaklanmıştır. Balbay ve Haberal'ın milletvekili
seçilmelerinin, tutukluluk hallerini otomatik olarak
sona erdirmeyeceği, aslında CHP tarafından aday
gösterildikleri tarihte bilinmektedir. Gerçekten, Anayasanın dokunulmazlık güvencesini düzenleyen 83.
maddesinin 2. fıkrası “Seçimden önce veya sonra bir
suç işlediği ileri sürülen milletvekili, Meclisin kararı
olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz” ifadesine yer verdikten sonra
“(S)eçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak
kaydıyla Anayasanın 14. maddesindeki durumların bu
hükmün dışında” olduğunu düzenlemektedir. Bu hüküm tutuklu olarak yargılanmakta olduğu sırada milletvekili seçilen kişilerin dokunulmazlık güvencesini
kazanamayacaklarını, milletvekili seçilmenin tutukluluğun sona ermesi için tek başına yeterli olmadığını
göstermektedir. Anayasanın 14. maddesini ihlal eden
fiillerin hangileri olduğu Türk Ceza Kanunu'nda açık
olarak tanımlanmadığından, bu konudaki takdir yetkisi mahkemelere aittir. Nitekim Haberal ve Balbay'ın
aday gösterilmeleri üzerine konunun hukuki boyutları
ile tartışıldığı günlerde CHP genel başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu milletvekili seçilmenin tutukluluk halini
otomatik olarak sona erdirmeyeceğinin farkında
olduklarını beyan etmiştir. Kılıçdaroğlu'nun ifadeleri
şöyledir: “Tutuklu adaylarımız seçilseler bile serbest
10
bırakılmayabilirler. Bu mahkemelerin takdirine bağlı”.
Bu beyanlara ve Anayasanın 83. maddesinin 2. fıkrasının açık hükmüne rağmen CHP, 28.06.2011'de yapılacak yemin törenine katılmama kararı almıştır.
Bu tutumu kanıtlayan bir başka açıklama ise, CHP
Mersin milletvekili Ali Rıza Öztürk'e aittir. Ali Rıza
Öztürk, anayasa yapımı sürecinin başlayabilmesi için
daha da tuhaf bir önkoşul beyan etmektedir. Öztürk'ün
ifadeleri şöyledir:“CHP ilk iş olarak AKP'ye, geçen yıl 12
Eylül'de yapılan anayasa değişikliklerini geri almasını,
örneğin Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın yapısını eski
hale dönüştürmesini şart koşmalı. AKP bunu kabul
8
ederse görüşmeler devam etmeli.”
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğunun beyannamesinde ise anayasanın yapımı sürecinde izlenecek yöntem konusunda net bir açıklama yer almamaktadır.
Blok, yeni bir anayasa hazırlamayı beyannamesinde
yakın değil, ancak uzun vadede ulaşılabilecek bir
hedef olarak belirlemiştir. Beyannamenin konuya ilişkin ifadeleri şöyledir: “Anayasa yapmayı sadece parlamentoya bırakmak yerine; bir anayasa hareketi şeklinde uzun soluklu bir halk mücadelesi ile hem taleplerimizi görünür kılacağız, hem de anayasayı halkla
9
birlikte inşa edeceğiz”. TBMM'de temsil gücü kazanan
siyasi partilerin yeni anayasanın yapımında izlenecek
yöntem konusunda birbirleriyle çelişen, kimi zaman
da muğlâk olan tercihlerde bulunmaları, bu sürecin
daha ilk aşamada kilitlenebileceği ihtimalini yaratmaktadır. Gerçekten anayasayı hangi organın yapacağı, bu
organın hangi usul kurallarına uyarak anayasa
hükümlerini kabul edeceği konusunda mutabakat
sağlanmadıkça çalışmalara başlanamayacağı açıktır.
Bir an için partilerin yöntem konusunda bir formül
üzerinde anlaşabileceklerini varsaydığımızda ise, bu
kez içeriğe ilişkin farklılıkların yaratacağı ihtilafların
nasıl çözüleceği sorusu karşımıza çıkmaktadır. Örneğin
MHP, anayasal vatandaşlık, anadilde eğitim, yerel
yönetimlerin güçlendirilmesi yönündeki önerilere
karşı çıkarken Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu, bu
yöndeki reformları, yeni anayasanın olmazsa olmaz
unsurları arasında değerlendirmektedir.
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu listesinden
bağımsız olarak seçilen milletvekilleri de TBMM'deki
yemin törenine katılmayı protesto etmişlerdir. Bağımsız
milletvekillerinin TBMM'yi protesto eylemlerinin ise iki
gerekçesi vardır. Bunlardan biri, Diyarbakır'dan milletvekili seçilen Hatip Dicle'nin seçimi işleminin YSK tarafından iptali, diğeri ise, KCK davasında tutuklu olarak
yargılanmaktayken milletvekili seçilen iki bağımsız adayın tıpkı Balbay ve Haberal gibi tutukluluk halleri nedeniyle meclis çalışmalarına katılamayacak olmalarıdır.
22
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Diyarbakır'da 75 bin seçmenin oyunu kazanarak milletvekili seçilen Hatip Dicle'nin seçim işleminin YSK
tarafından iptali, Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin, Dicle hakkında verilen bir yıl sekiz aylık cezayı onayarak kesinleştirmesinden kaynaklanmıştır. Bu karar neticesinde
Hatip Dicle, Anayasanın 76 ve 10.06.1983 tarihli ve
2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanununun 11. maddesinin e bendi gereğince milletvekili seçilme yeterliliğini kaybetmiş, bu nedenle YSK, AKP adayı Oya Eronat'
ın milletvekili seçildiğine karar vermiştir. Bu ise, bağımsız milletvekilleri aracılığı ile parlamentoda temsil edilen BDP'nin sert tepkilerine yol açmıştır. BDP yetkilileriyle, bağımsız milletvekillerinin bir kısmıYSK'nın bu
kararının hukuki değil siyasi olduğunu, hükümetin
etkisiyle alındığını, bu nedenle Oya Eronat'ın milletvekilliğinin çalıntı bir milletvekilliği olduğunu iddia
etmişlerdir. Hatip Dicle'nin milletvekilliği işleminin
iptali kamu vicdanını rahatsız etmekle beraber YSK
kararının hukuki değil siyasi bir nitelik taşıdığı, bu
kararın hükümetin etkisiyle alındığı ve nihayet Eronat'
ın milletvekilliğinin gayri meşru olduğu iddiaları gerçeği yansıtmamaktadır. Hatip Dicle, Diyarbakır seçim
çevresinden bağımsız aday olarak başvuru yaptığı
tarihte, hakkında devam etmekte olan yargılama
nedeniyle tutuklu bulunmakta ve sanık sıfatı taşımaktadır. Sanıklık sıfatı, milletvekili seçilme yeterliliğini
ortadan kaldırmamakta, sanığın masumiyeti karinesi
ise yargılamanın beraat ile de sonuçlanabileceği
ihtimalini yaratmaktadır. Bu tablo karşısındaYSK, Hatip
Dicle'nin adaylık başvurusunu isabetli olarak kesinleştirmiştir. Böylece, Hatip Dicle, 12 Haziran genel seçimlerine bağımsız aday olarak katılmıştır. Ne var ki, Yargıtay 9. Ceza Dairesi, seçim sonuçları resmiyet kazanmadan önce, bir yıl sekiz aylık ceza hükmünü onaylamış;
bu ise, Dicle'nin milletvekili seçilme yeterliliğini ortadan kaldırmıştır. Seçilme yeterliliğinin, seçimlerin resmi sonuçları açıklanmadan önce ortadan kalkması,
YSK'nın Dicle'nin milletvekili seçildiğine dair İl Seçim
Kurulu işlemini iptal etmesine yol açmıştır. Bu nedenle
YSK, Milletvekili Seçimi Kanununun 39. maddesinin
4. fıkrası gereğince Diyarbakır seçim çevresinde,
Dicle'den sonra gelen Oya Eronat'ın seçimi kazandığına hükmederek kendisine mazbatasını sunmuştur.
Kanunun 39. maddesinin 4. fıkrası şöyledir: “Milletvekillerinden bir veya birkaçının tutanaklarının iptaline
karar verildiği takdirde, tutanakları iptal olunan milletvekilleri yerine, 34 ve 35 inci madde esaslarına göre
sıradaki adaya tutanak verilir”. Bu hüküm, YSK kararına
yöneltilen eleştirilerin ne ölçüde dayanaksız olduğunu
göstermektedir.
SAYI 15 - 16
kararı, kendisinin 23 Ekim 2007'de ANKA haber ajan11
sına verdiği bir demeçten kaynaklanmıştır. Dicle'nin
sözleri şöyledir: "(...) bu ateşkes fiilen geçersiz hale
geldi. Ordunun operasyonları durmadığı takdirde onlar da meşru müdafaa haklarını kullanırlar, çatışmalar
bu şekilde bugüne kadar geldi." Dicle'nin sözleri Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Terörle Mücadele Kanununun 7/2. maddesinin ihlali olarak yorumlanmak suretiyle, bir yıl sekiz aylık bir cezaya hükmedilmesine neden olmuş, bu ceza kesinleşmiştir. Anılan
yargı kararının, Anayasanın 90. maddesi karşısında ne
ölçüde hukukî olduğunun sorgulanması gerekir. 90.
maddenin 5. fıkrası şu hükme yer vermektedir: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların
aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır”. Bu hüküm, yargı kuruluşlarının uyuşmazlıkları çözerken, ulusal kanunlar yanında, Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası andlaşmaları da dikkate almakla yükümlü bulunduklarını, bu normlar arasında içerik yönünden çatışma olması halinde ise, kararlarını andlaşmalara üstünlük tanımak suretiyle şekillendirmek zorunda olduklarını göstermektedir. Burada sorgulanması gereken, Hatip Dicle hakkında cezaya
hükmeden mahkeme ile bu cezayı onayan Yargıtay 9.
Ceza Dairesinin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin
ifade hürriyetini düzenleyen 10. maddesi ile Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesinin, bu maddeye ilişkin içtihatlarını dikkate alıp almadığı meselesidir. AİHM'nin
ifade hürriyetinin meşru sınırlarının ne olduğunu tespit ettiği Handyside kararı dikkate alındığında, Dicle
hakkındaki ceza hükmünün, Anayasanın 90. maddesi
göz ardı edilmek suretiyle verildiği anlaşılmaktadır.
AİHM'nin Handyside kararı şöyledir. “İfade hürriyeti,
(demokratik) bir toplumun asli temellerinden birini,
onun ilerlemesinin ve her insanın gelişiminin temel
şartlarından birini oluşturur. 10'uncu maddenin 2'nci
paragrafı doğrultusunda bu, sadece olumlu karşılanan
veya rahatsız edici telakki edilmeyen ya da kayıtsızlıkla
karşılanan 'bilgi' veya 'düşünceler' değil, Devleti veya
toplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden
veya rahatsız edenler bakımından da geçerlidir. Bunlar,
onlarsız bir 'demokratik toplum'un mevcut olmayacağı, çoğulculuk, hoşgörü ve geniş görüşlülüğün
12
gerekleridir”. Üstelik Türkiye 1990'da AİHM kararlarının bağlayıcılığını da kabul etmiştir. Bu nedenle,
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi ile Yargıtay 9. Ceza
Dairesinin Hatip Dicle kararı, sadece Anayasanın 90.
maddesinde yer alan emredici hükme aykırılık oluşturmamakta, aynı zamanda Türkiye'nin uluslararası
taahhütlerinin ihlali anlamına da gelmektedir. Nitekim
Dicle'nin avukatı, söz konusu kararın AİHS hükümlerine aykırılık oluşturduğu gerekçesiyle AİHM'ye
başvuruda bulunduklarını açıklamıştır.
Böyle olmakla birlikte, Dicle hakkında verilen ceza
kararının Anayasanın 90. maddesinde yer alan hükme
uygunluğu ile 76. maddenin düzenlediği milletvekili
seçilme yeterliliğine ilişkin hükmün demokratikliği,
tartışılması gereken hususlardır. Dicle hakkındaki ceza
23
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Burada tartışılması gereken bir başka husus ise, Anayasanın milletvekili seçilme yeterliliğini düzenleyen,
76. maddesindeki koşulların ne ölçüde demokratik
olduğu meselesidir. Bu hüküm, milletvekili seçilebilmek için 25 yaşı tamamlamak, ilkokul mezunu olmak,
T.C. vatandaşı olmak gibi olumlu bir takım koşullar
yanında, bazı olumsuz koşullara da yer vermektedir. Bu
olumsuz koşullardan biri, “taksirli suçlar hariç toplam
bir yıl veya daha fazla hapis ile ağır hapis cezasına
hüküm” giymemiş olmaktır. Oysa 1961 Anayasası,
milletvekili seçilme yeterliliğini düzenleyen 68. Maddesinde, milletvekili seçilme yeterliliğini ortadan kaldıran koşullar arasında beş yıldan fazla hapis cezası ile
hüküm giymemiş olma kuralına yer vermiştir. 1961
Anayasasında beş yıl olarak öngörülen kuralın 1982
Anayasasıyla bir yıla indirilmesi, Milli Güvenlik Konseyinin otoriter tutumuyla açıklanabilir. Nitekim bu
husus, Anayasanın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana,
anayasa hukukçularının eleştirilerine konu olmuştur.
Şu halde, Anayasanın 76. maddesi ile bu madde hükmünü somutlaştıran Milletvekili Seçimi Kanununun
11. maddesinin demokratikleştirilmesi yönünde yapılacak bir değişiklikle, 'bir yıldan fazla ceza ile hüküm
giymiş' ifadesinin, 'beş yıl' olarak düzenlenmesi, gelecekte benzer sorunların ortaya çıkmasını önleyebilecektir. Aslında, 23. dönem TBMM'nin ilk toplantısını
siyasi bir kriz atmosferinde yapmak zorunda kalması
dahi, Türkiye'nin Anayasal reform ihtiyacının aciliyetine işaret etmektedir. Gerek CHP'nin, gerekse bağımsız milletvekillerinin meclisi protesto eylemleri, siyasi
bir görüntü sergilemekle beraber, bu protestonun
temelinde Anayasanın 83 ve 76. maddelerinin demokratik bir içeriğe sahip olmaması gerçeği yer almaktadır.
SAYI 15 - 16
ceği yönündeki umutları zayıflatmaktadır. TBMM'de
temsilcisi bulunan partiler, yeni bir anayasa yapma
yönündeki vaadlerine rağmen, bu vaadin gerektirdiği
çabayı sergilemedikleri takdirde, Türkiye'nin demokratikleşme ihtiyacının nasıl karşılanacağı, cevaplanması gereken en hayati soruyu oluşturmaktadır.
Bu olumsuz ihtimalin gerçekleşmesi halinde, hiç
değilse çoğunluk partisi AKP'nin bir B planına sahip
olması gerekir. Hükümet partisi, yeni bir anayasa
yapmak veya anayasayı değiştirmek için yeterli sandalyeye sahip olmamakla beraber, kanun yapma çoğunluğuna sahiptir. Bu takdirde AKP, Türkiye'nin demokratikleşmesini sağlayacak geniş bir yasal reform
projesini uygulamaya koyabilir. Bu tür bir proje, bir
yandan hükümetin demokratikleşme vaadlerindeki
samimiyeti kanıtlamasına hizmet ederken, diğer
yandan da ülkenin demokratik olmayan atmosferini
önemli ölçüde değiştirerek, psikolojik bir rahatlama
sağlayabilir. Başta Kürt meselesi olmak üzere,
demokratikleşme sürecinin ilerlemesini engelleyen,
pek çok sorunun sadece anayasadan değil aynı
zamanda kanunlardan ve diğer mevzuat hükümlerinden kaynaklandığı dikkate alınırsa, bu tür bir projenin
demokrasi hedefine ulaşmakta ne ölçüde ciddi bir
katkı sağlayacağını tahmin etmek güç değildir. Üstelik
yasal reformlar yoluyla, demokratikleşme süreci hızlanan, demokrasi kültürü zenginleşen ve derinleşen bir
Türkiye'de, yeni anayasa yapmak daha da kolay olacaktır. Bu yüzden, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ'ın 10
Eylül 2011 tarihli açıklaması fevkalade isabetli görünmektedir. Bozdağ'ın açıklaması şöyledir: “Yasalarımızdaki tüm anti demokratik hükümler, insan haklarını
ciddi şekilde ihlal eden hükümler neler? Bunların tespit
edilmesi için bir çalışma başlatılacak ve bu hükümler
yürürlükten kaldırılacak. (…) Yasalarımızdaki anti
demokratik hükümlerin yürürlükten kaldırılması çok
ciddi ve kapsamlı bir çalışma gerektiriyor. Önce bunların ayıklanması, sonra analiz edilmesi, daha sonra da
Meclis'te kurulacak komisyonlarda, çıkartılacak hükümlerin tartışılması gerekecek. Kanunlarda ayıklama
yapıldıktan sonra yönetmeliklerin de (…) ortadan kal13
dırılması gerekecektir. Böyle bir çalışma bir yılı alır''.
Sonuç
TBMM'de temsil edilen siyasi partilerin sandalye
sayıları; bu partilerin birbirleriyle uzlaşması pek mümkün gibi görünmeyen siyasi eğilimlere sahip olmaları;
seçim beyannamelerinde yeni anayasanın içeriği
konusunda müphem ve muğlak ifadelere yer vermeleri, bu beyannamelerde birbiriyle tezat oluşturan
hedeflerin vurgulanması, yeni anayasanın yapılabile1) Yeni Bir Anayasa İçin, TÜSİAD, 1992; Türkiye Cum-huriyeti Anayasası Önerisi
Anayasa 2000, TOBB, 2000; Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi, TBB, 2001;
Türkiye CumhuriyetiAnayasa Önerisi, TBB, 2007.
2) www.yayed.org.tr/resimler/ekler/718499c1c8cef67_ek.doc
3) AKP, CHP, MHP, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu'nun 2011 seçim
beyannamelerinde yer alan yeni anayasa vaadlerine ilişkin karşılaştırmalı bir inceleme
için bakınız: Levent Gönenç, Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Anayasa Konusu:
“Yol Haritası” Değil “Niyet Beyanı”, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı,
Mayıs 2011, http://www.tepav.org.tr/upload/files/ 1306232876-0.Siyasal_
Partilerin_Secim_Bildirgelerinde_Anayasa_Konusu_Yol_Haritasi_Degil__
Niyet_Beyani.pdf
4) http://www.akparti.org.tr/beyanname2011.pdf s. 15-16
5) http://www.mhp.org.tr/kitaplar/MHP_2011_SecimBeyannamesi.pdf s. 6.
6) http://www.t24.com.tr/media/documents/21.%20Y%C3%BCzy%C4%B1l%C4%
B1n%20Anayasas%C4%B1.pdf
7) Fikret Bila, CHP'nin Önkoşulu Milletvekilleri, Milliyet, 24.09.2011.
8) Melih Aşık, Anayasa Testi, Milliyet, 24.09.2011. http://gundem.milliyet.com.tr/
anayasa-testi/gundem/gundemyazardetay/24.09.2011/1442338/default.htm
9) http://www.t24.com.tr/media/documents/blk-secim-bildirgesi.pdf s. 4.
10) İbrahim Kiras, “Kemal Bey'e birkaç soru”, Star, 30.06.2011.
11) Dicle'nin düşüncelerini açıklaması sonrası ajans kaynaklı haberler yapıldığı vurgulandı. Hatip Dicle'nin, açıklamasında yer alan "...bu ateşkes fiilen geçersiz hale geldi
ordunun operasyonları durmadığı takdirde onlarda meşru müdafaa haklarını kullanırlar,
çatışmalar bu şekilde bugüne kadar geldi..." ifadesi üzerine Ankara 11.Ağır Ceza
Mahkemesi'nde yargılandığı ve 1 yıl 8 ay hapis cezası aldığı belirtildi.
http://bianet.org/bianet/siyaset/132071-hatip-dicle-aihme-basvurdu
12) CASE OF HANDYSIDE v. THE UNITED KINGDOM, Application Number:
5493/72, 7.12.1976, para.49
13) Bekir Bozdağ, Taraf, 10.09. 2011.
24
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
DEMOKRATİKLEŞME ve ANAYASALLIK
Türkiye'de yeni ve sivil anayasa nasıl olmalı?
Prof. Dr. E. Fuat Keyman / Koç Üniversitesi
David Held, Modern Devlet ve Siyasal Kuram adlı çalışmasında, devlet-toplum ilişkilerinin geç-modern
zamanlarda geçirdiği değişim ve dönüşümleri çözümlerken, "siyaseti irdelemek, 'tarihin olasılıklarını' ve
'olasılıkların tarihini' eleştirel bir tarzda irdelemektir"
önermesini kendisine yöntemsel başlangıç-noktası
1
olarak alır. Held'in bu önemli önerisi temelinde bugün
Türkiye'de siyaseti irdelediğimiz zaman, tarihin bugün
içerdiği olasılıkların başında, yeni ve sivil bir anayasa
yapma olasılığı gelmektedir. Gerçekten de, Türkiye'de
bugün yeni ve sivil bir anayasaya için ciddi gereksinim
vardır. Hem Türkiye'nin 1980'den, ama özellikle
1990'lardan bugüne, içinden geçtiği küreselleşme,
avrupalılışma ve modernleşme süreçleri sonucu giderek karmaşıklaşan, dış açılan toplumsal yapısı, hem de
son Cumhurbaşkanlığı Seçimi döneminde yaşadığımız“367 tartışmaları”ve“27/Nisan e-muhtırası”temelli
siyasi kaos, hem de son dönemde “Türban/Başörtüsü
sorunu” etrafında yaşanan hukuksal tartışma, bize, en
genel düzeyde de, 12/Eylül askeri darbe rejimini simgeleyen “1982 Anayasası dönemi”nin bittiğini, ve yeni
bir anayasaya ciddi bir gereksinim içinde olduğumuzu
göstermektedir.
basit ve kesin bir dille, Türkiye 12/Eylül askeri rejiminin
yarattığı anayasayı hak etmemektedir, ve Türkiye'nin
bugünkü karmaşık toplumsal ilişkilerinin iyi, adaletli ve
demokratik düzenlenmesi ve yönetimi yeni bir anayasaya gereksinim yaratmaktadır. Bu gereksinimin ortaya çıkmasının sadece Türkiye'ye özgün olmadığını da
biliyoruz. Son yıllarda, anayasa ve anayasallık konusunda dünya ölçeğinde önemli gelişmeler olduğunu
görüyoruz, ve bu bağlamda da, anayasa-demokrasi
ilişkisi üzerine ilginin küreselleştiğini de söyleyebiliriz.
Anayasallık, küreselleşme
ve demokratikleşme
1982 Anayasası'nın askeri rejim altında yapılmış olması
da, bu yeni anayasaya sivil anayasa nitelemesi yapılmasını ortaya çıkartmaktır. Ama önemli olan, bir
taraftan anayasanın “normatif işlevi” dediğimiz, toplumsal beraber yaşama normlarını ortaya koyacak, ve
bu yolla“farklılıklar arası birlik ve beraberlik ortak dilini”
yaratacak, diğer taraftan da anayasanın “düzenleyici
işlevi” dediğimiz “iyi ve adaletli toplum yönetiminin”
hareket tarzını belirleyecek “düzenleyici normları”
yaratacak, yeni bir anayasaya Türkiye'nin gereksinimi
vardır. Farklılıklar arası birlikte yaşama normlarını
“haklar-özgürlükler-sorumluluklar ekseninde” belirleyen, Laiklik ilkesini koruyan, devlet-toplum/birey
ilişkilerini demokrasi ve insan hakları temelinde
düzenleyen, aynı zamanda cumhurbaşkanlığı makamının yetki ve yükümlülüklerinde kurumlar-arası iletişime geniş bir yelpazede iyi ve adaletli toplum yönetiminin kurallarını ortaya koyan yeni bir anayasa, ne
toplumsal dinamiklere ve taleplere karşı bir tedbir, ne
de sadece AB entegrasyon sürecinin bir gerekliliği, ne
de “siyasi rövanş” mantığı içinde değerlendirilmelidir:
25
Anayasa sorusuna karşı ilginin son yıllarda giderek
arttığını, ve "anayasallık ruhu" diye adlandırabileceğimiz olguya karşı gereksinimin ve güvenin küresel bir
nitelik kazandığını görüyoruz. Iki önemli tarihsel oluşum bu sürece katkıda bulundular. 1989'dan beri ve
Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan
Orta ve Doğu Avrupa'daki dramatik değişim ve dönüşümler, anayasa sorusunu siyasal gündemi belirleyen
bir konuma getirdi. Baskıcı sosyalist rejimlerin çökmesiyle başlayan bu "anayasallığa gereksinim ve güven"
eğiliminin Yunanistan, Portekiz ve Ispanya gibi Güney
Avrupa ülkelerine de sıçradığını, ve daha sonra Brezilya
ve Arjantin örneklerinde olduğu gibi Latin Amerika'ya
doğruda yayıldığını gözlemliyoruz. Aynı zamanda,
"küreselleşme" dediğimiz, ve ulus-devlet/ulusalekonomi/ulusal-kimlik ekseninde toplumu anlama ve
yönetme tarzının içine girdiği "yönetebilirlik ve meşruluk krizini" simgeleyen olgunun da, anayasallığa karşı
oluşan dünya düzeyindeki eğilimin ortaya çıkmasına
2
katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Küreselleşme
modernitenin ulusal boyuta verdiği ayrıcalıklı konumu
sarstığı, zaman/mekan ilişkilerinin Küresel-yerel
etkileşim ağında kurulmasına yol açtığı, ve kimlik/fark
taleplerinin kamusal alana taşınmasına uygun bir
zemin hazırladığı sürece, devlet-toplum ilişkilerinin
karmaşıklaşmasına ve çok-boyutlu bir nitelik kazanmasına, ve bu bağlamda da toplumu devlet egemenliği ve tek bir kimlik temelinde yönetme mantığının/felsefesinin bir "meşruluk krizi" ile karşı karşıya
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
kalmasına neden oldu. Küreselleşme süreçleriyle
toplumsal ilişkilerinin çok-kültürlü bir nitelik taşıması
siyasi temsil mekanizmalarının yeniden-kurulması
gereksinimini gündeme getirirken, devlet-toplum
ilişkilerinin düzenlenmesinin temel çerçevesini oluşturan "anayasa" sorusuna karşı ilgiyi ve "anayasallık"
kavramına doğru artan bir eğilimi de ortaya çıkardı.
SAYI 15 - 16
devlet-birey ilişkisini belirleyen normlardan, felsefi
6
ilkelerden ve etik referanslardan da konuşmaktır.
Paine'nin önerisini kabul etmekle birlikte "aşırı felsefi"
bulan Castiglione, anayasayı "toplumsal/tarihsel
bağlama" yerleşik "karmaşık bir siyasal kavram" olarak
tanımlayarak, önemli bir kuramsal açılımı gündeme
getirir.7 Castiglione'ye göre, anayasadan konuşurken
altının çizilmesi gereken nokta şudur: en genel tanımı
içinde anayasa, hem siyasal yapıyı kuran "eylem ve
normları" simgeler, hem de bu temelde kurulmuş
siyasal yapıyı tanımlayan "temel nitelikleri" tanımlar.
Bu tanım, devletin "temel yönetim tarzı" olarak düşündüğümüz anayasanın hem "kurucu" hem de
"düzenleyici" işlevleri içerdiğini bize göstermektedir.
Daha da önemlisi, bu işlevlerin ve bu işlevler arasıilişkilerin tarihsel ve söylemsel kurulmuşluğu, "bireysel
özgürlükler" ile (anayasanın normatif kurucu işlevi)
"toplum düzeni" arasındaki ilişkinin (anayasanın
düzenleyici işlevi) modernite içinde her zaman sancılı
ve gerilimli bir nitelik taşımasını da ortaya çıkartmaktadır. Bu bağlamda da, bireysel özgürlüklerin mi, yoksa
toplum düzeninin mi "devlet-birey ilişkşilerinin düzenlenmesinde önce geleceği" sorusu, bir taraftan anayasalar arasındaki sınıflandırmayı yapmaya olanak verecek temel referans noktası olurken (liberal ve cumhuriyetçi modeller arasındaki farklılaşma), diğer taraftan,
moderniteye ait çok ciddi bir paradoksal noktaya da
işaret etmektedir. Bu paradoks, Hobbes'un devlet
kuramının vurguladığı gibi, modernitenin bireye normatif öncüllük verirken, eş zamanlı olarak bireyin bu
öncüllüğünü egemenlik bağlamında devlete transfer
etmesini de gerekli kılmasından kaynaklanmak-tadır.
Modernite bu nedenle siyasetin kaynağının "devlet
egemenliği" söylemi tarafından çerçevelendiği bir
toplumsal oluşumu simgeler. Devlet, bir ulus-devlet
olarak hem "içeriye" (ulusal ilişkiler) hem de "dışarıya"
(uluslararası ilişkiler) karşı "toplumu kapsayıcı, kurucu
ve düzenliyici bir bağlam" olarak hareket ettiği sürece,
benzer bir tarzda anayasa kavramı da, ister bireysel
haklar isterse toplum düzeni temelinde düşünülsün,
"ulus-devlet+ulusal kimlik" endeksinde hareket
edecektir. Bu bağlamda da, anayasa siyasal bir kavram
par excellence dır.
Küreselleşme ve çok-kültürlülük süreçlerinin "siyasetin
bağlamını" egemen ulus-devletin sınırlarının dışına
taşıması, aynı zamanda "anayasa" sorusunu da fın de
sıecle siyaset üzerine yapılan kuramsal ve felsefi tartış3
maların önemli bir boyutu konumuna getirdi. Bunun
temel nedeni de, modernite içinde anayasallığa anlam
veren iki siyasal modelin (ki bu modelleri "liberal-haklara dayalı anayasa modeli" ve "cumhuriyetçi model" olarak adlandırıyoruz)" küreselleşme ve çok-kültürlülük
süreçleriyle birlikte karşı karşıya kaldıkları "meşruluk"
sorunudur. Aralarındaki farklılıklara rağmen, her iki
modelde kurmuş oldukları anayasallık söylemi içinde
anayasayı, "devlet iktidarının sınırlandırılması" ve
"vatandaşlık hak ve özgürlüklerinin korunması" için
gerekli ve etkili bir "stratejik araç" olarak yorumlarken,
siyasetin bağlamını da "ulus-devlet+ulusal-kimlik"
4
ekseninde tanımlıyorlardı. Castiglione'nin belirttiği
gibi, "modern anayasal devletin bu yorumu bir anlamda doğruydu: gerçekten de, eski-Yunan döneminden
beri, anayasa ile 'iktidarın denetlenmesi' düşüncesi
5
hep bir metinsel-bağlantı içinde olmuşlardı".
Modernite içinde ise, liberal model bu yorumu toplum
ve ekonomi üzerinde devlet müdahalesinin kısıtlanması ve minimize edilmesi anlamına gelen "negatif
özgürlük" ilkesi temelinde yaparken, cumhuriyetçi
model, Türkiye örneğinde olduğu gibi, "kamusal yarar"
ilkesi yoluyla anayasaya devlet-toplum ilişkilerininin
düzenlenmesini sağlayan "siyasal bir kavram" olarak
yaklaşmıştı. Bu nedenle de, modern zamanlar bireysel
hak ve özgürlükleri önplana çıkartan liberal model ile
felsefi temelini Rousseu'nun "genel irade" nosyonunda bulan ve "kamusal yararın gerçekleşmesini" amaçlayan cumhuriyetçi model olarak iki farklı anayasa
modelini içinde taşımaktadır.
Bununla birlikte, her iki model içinde anayasa, hem bir
"metin" hem de bir "simgesel kod" olarak, referans
noktaları farklı olsa bile (bireysel haklar ya da kamusal
yarar), ulus devlet ile ulusal kimlik ararasıdaki ilişkinin
"en temel ve en genel düzeyde düzenlenme tarzını"
nitelemektedir. Bu anlamda anayasa, Thomas Paine'
nin önerdiği gibi, "yalnızca bir "metinsel varlığı olan 'bir
şey' değildir; sürekli referans verilen, yeniden üretilebilen 'bir olgu' dur da". Dolayısıyla anayasadan
konuşmak, yalnızca ontolojik varlığı olan bir metinden
ya da devlet biçimini belirleyen soyut kurallardan/yasalarda konuşmak değildir: aynı zamanda,
Diğer bir deyişle, "bireysel haklar ve toplumsal düzen
arasındaki ilişkide öncüllüğün hangi tarafta olduğu"
sorusu, modernite içindeki farklı anayasalar arasındaki
sınıflandırmanın temel ölçütü olsa bile, anayasanın
ulus-devlet+ulusal kimlik endeksli kurulmuşluk
niteliğini değiştirmemektedir. Bu niteliği görmek, hem
modernite-anayasa ilişkisini anlamamız, hem bu ilişkinin Küreselleşen ve çok-kültürlüleşen dünyada karşı
karşıya kaldığı "meşruluk" krizini çözümlememiz için
önemli bir açılım sağlayacaktır.
26
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Modernite-anayasa ilişkisi bağlamında, ulus-devlete
verilen "toplumsal yaşamı kapsama" öncüllüğünü
anlamamız için, şu noktanın önemli olduğunu düşünüyoruz: anayasadan konuşmak, gerçekte birbirleriyle
metinsel bağlantılı üç olgudan konuşmayı gerekli
kılmaktadır: (i) bir siyasal kavram olarak anayasa; (ii) bir
söylemsel kurgu olarak anayasallık; ve (iii) bir modern
siyasal oluşum olarak anayasal devlet. Bu üç olgu aynı
anlama gelmiyorlar; fakat ilişkisel bir tarihsellik içinde
oluşuyorlar. Modernite içinde bu üç olgu arasındaki
metinsel bağlantının tarihsel ve söylemsel kurulmuşluğu, Weberci anlamda, devletin rasyonel-yasal
otoriteyi yaşama geçirmesini simgelediği ölçüde, anayasa bu oteritenin rasyonel-yasal kurulmuşluğunu ve
düzenlenmesini, anayasallık hukukun üstünlüğü
ilkesinin yaşama geçirilmesini, ve bu anlamda anayasal devletin meşruluk zeminini hazırlıyor.
SAYI 15 - 16
ve sosyo-kültürel toplumsal bağlamdan bağımsız
değillerdir: bu bağlamla tarihsel ve söylemsel bir bağlantı/bağlılık içindedirler. Anayasallık ruhu/kavramı,
bu nedenle, tarihseldir; toplumsal değişim ve
dönüşümlere bağlı olarak yeniden-tanımlanmaya
açıktır; ve en önemlisi, bu değişim ve dönüşümlerden
doğan toplumsal taleplerin tanınmasının ve siyasal
alana taşınmasının demokratik bir platformda gerçekleşmesinin güvencesi ve ön-koşuludur. Küreselleşme
sürecindeki çoğulcu modern toplumlarda anayasallık
ruhu, kültürel (etnik, dinsel, cinsel v.b.) farklılık taleplerinin köktenci siyasal stratejilere dönüşmesini engelleyen, ve bu taleplerin "ortak bir payda, ortak bir kimlik
kodu" üzerinde yaşama geçirilmesini sağlayan etik
koddur. Fakat, anayasallığın bunu gerçekleştirebilmesi
için hem hak ve özgürlükler dilinin hem de farklılık
dilinin anayasal bir güvence altına alınmasını sağla9
ması gerekmektedir.
Bu nedenle de, modernite içinde anayasallık kavramını
(a) siyasi iktidarın güç alanının "sınır"larının belirlenmesini; (b) hukuk devleti ve hukunun üstünlüğü
ilkesinin yaşama geçirilmesini; ve (c) temel hakların
korunmasını simgeler. Bu anlamda, anayasallık hem
devletin hukukun üstünlüğü ilkesi tarafından denetlenmesinin yaşama geçirilmesine, hem de temel hakların anayasal güvence altına alınmasına bağlıdır.
Burada önemli bir noktanın altını çizmemiz gereklidir:
anayasallık anayasanın varlığıyla özdeş değildir.
Aksine, anayasallık bir toplumda devlet iktidarının
meşruluk zemini, devlet-toplum ilişkilerinde devletin
bireysel hak ve özgürlüklere karşı saygı ve sorumluluğunun ifadesidir. Burada temel soru, anayasallığın
anayasal devlete meşruluk kazandırırken dayandığı
temelin ne olduğudur. Bu dayanak, liberal modelde
"hak dilinde" tanımlanmış vatandaş-özneyken,
cumhuriyetçi modelde kamusal yararın taşıyıcısı
olarak tanımlanmış ve ulusal kimlikle özdeşleşmiş
"ahlaki vatandaş"tır. Burada önemli olan, farklılıklarına
rağmen her iki modelinde anayasa temelinde ortak bir
kimlik tanımı sunmaları, ve kültürel farklılıkları ve
farklılık taleplerini ya özel alana iterek ya da ulusal
kimlik içinde eriterek dışlamalarıdır. Her iki modelde,
bu anlamda, anayasayı ulusallıkla sınırlı siyasal bir
kavram, anayasallığı devlet-birey ilişkisini ortak kimlik
üzerinde düşünen söylemsel bir kurgu, anayasal
devleti de bireysel hak ve özgürliklerin korunması
bağlamında hukukun üstünlüğü ilkesini kendisinin
denetlenme mekanizması olarak gören devlet olarak
tanımlamaktadır. Modernite içinde, ulus devlet+ulusal
kimlik eşitliği kendini yeniden-ürettiği sürece, bu iki
modelin de rasyonellik/meşruluk ilişkisini kurabildiğini ve koruyabildiğini söyleyebiliriz.
Diğer bir deyişle, "farklılıkların kimlikleşmesi ve kimliklerin siyasallaşması sürecinin eş-zamanlı oluşmasını"
niteleyen geç-modern zamanlarda, küreselleşme
süreci ulus-devlet+ulusal kimlik eşitliğini bozduğu
sürece, ve çok-kültürlülük taleplerinin bir "tanınma
10
siyasetini" kamusal alana taşıdığı bir durumda, bir
söylemsel kurgu olarak anayasallık kavramının anlamı
da değişmektedir. Anayasallık yalnızca bireysel hak ve
özgürlüklerin korunması ve devlet iktidarının bu
bağlamda sınırlandırılması temelinde hareket edememekte, ve kendisine vatandaş-özneyi "ortak kimlik"
olarak alamamaktadır. Anayasallık kavramının referans
noktası, bu nedenle, yalnızca ortak kimlik değil, farklılık
taleplerini kamusal alana taşıyan özne konumlarıdır
da. Bu bağlamda anayasanın kurucu ve düzenleyici
işlevleri ortak kimlikten farklılığa doğru kaymakta,
anayasal devletin anlamıda hem hukukun üstünlüğü
ilkesi temelinde bireysel haklara saygılı, hem de farklılık taleplerinin demokratik platforma taşınmasını olanaklı kılacak demokratik devlet olarak değişmektedir.
Bu değişim ve dönüşümlere karşı liberal model ve
cumhuriyetçi model kuvvetli ve etkili bir yanıt verememektedir. Her iki modelde, Miller ve Habermas'ın farklı
bağlamlarda belirttiği gibi, belli bir meşruluk kriziyle
11
karşı karşıyadır.
Bu noktada şu soru çok önemli bir konuma gelmektedir: eğer kimliklerin siyasallaşması ipso facto bir olumluluk taşımıyorsa ve etnik/ırksal/dinsel köktenciliğin
"yeniden-canlanması" süreci için uygun bir platform
yaratıyorsa, o zaman anayasalıkla-demokrasi arasındaki içsel-bağlantıyı kuracak "özne konumu" ne olacaktır?
Diğer bir deyişle, eğer küreselleşen dünyada farklılık
talepleri kamusal alana taşınıyorsa, ve bu yadsınmaz
ontolojik bir olguysa,, fakat bu taşınma köktencilikle
eklemlenme olasılığını her zaman içinde taşıyorsa,
8
Fakat, Micheal Rosenfeld'in belirttiği gibi, hem
anayasayı hem de anayasallık kavramını çerçeveliyen
ve oluşturan olgular ve değişimler siyasal-ekonomik
27
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
1921 ve 1924: moderniteye geçiş
dönüştürme amacını güden yapısını sergiliyordu.
Bununla birlikte, Bülent Tanör'ün 1924 Anayasasının
1921 Anayasasıyla ilişkisini irdelerken vurguladığı
gibi, 1924 Anayasası devlet-merkezli bir moderniteye
geçiş döneminin iki temel boyutu olan “develetin
temel kuruluşu” ve “toplumun ve bireyin konumu ve
haklarını” belirleyecek bir metindi; “Fransa 1875 anayasal kanunlarından ve Lehistan (Polonya) 1921 Anayasasından yararalanmıştı; bu bağlamda da “kuvvetli
bir devlet düzeni yaratma” amacını içeriyordu, ama
“bu devletin üstün ve merkezi organı olarak tasarlanan güç, demokratik ve merkezi kimlik taşıyan BMM
(Büyük Millet Meclisi)”ydi, ve bu nedenle de, “milli
egemenlik” kavramı kuvvetli devletin haraket tarzını
belirleyen bir kavram olarak ele anlıyordu.12 1924 Anayasasının milli egemenliğe Nalan Soyarık, Türkiye'de
anayasalar üzerinden vatandaşlık anlayışının gelişimini irdelediği çalışmasında vurguladığı gibi, moderniteye geçiş döneminin temel felsefesini belirleyen
Türkiye'yi azgelişmiş-geleneksel toplum yapısından
çıkartarak hızla “çağdaş medeniyet seviyesine
ulaştırma” istencine, ve bu çağdaşlaşma projesinin
taşıyıcıları olacak “çağdaş-modern” vatandaş-öznesi
yaratmak düşüncesine uygun bir “vatandaşlık
anlayışı” yaratmak, bu anayasalardaki vatandaşlık
tanımını belirliyordu.13 1924 Anayasasının vatandaşlık
anlayışını 88.madde'de görüyoruz: “Türkiye ahalisine
din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk
ıtlak olunur. Bu anlamda, Tanör'e göre, bir taraftan,
anaysa, “dinsel ve ırksal farklılıklar bulunduğunu,
ancak 'Türklük' sıfatının dinsel ve ırksal bir anlam taşımadığını, coğrafi ('Türkiye ahalisi') ve siyasi ('vatandaşlık' bağı) anlamına geldiğini vurgulamaktadır.
Mustafa Kemal de aynı yıllarda, 'Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti” denir'
şeklindeki tanımıyla, aynı yaklaşımı bir başka
düzlemde formüllendirmişti. Dolayısıyla, 'milliyetin
esası ırk değil, siyasal sadakattir'”.14 Diğer taraftan da,
bu vatandaşlık anlayışı, bir kimlik olarak, çağdaş
medeniyet seviyesine hızla ulaşma yolunda, devlete
ve topluma karşı görevleri, kendi özgürlüğüne öncül
görecek bir özne konumuna anlam vermektedir:
düşünceden görüntüre cumhuriyetçi modernleşme
modelinin çağdaşlaşma istencini içselleştirecek ve
taşıyacak aktörleri.
1921 ve 1924 Anayasaları, Türkiye'nin ulus-devlet kurma ve bu temelde modern bir ulus yaratma süreçleri
içinde oluşmuş, bu gereksinimlere yanıt veren
anayasalardır. Bir anlamda iki anayasa da, Türkiye'de
erken cumhuriyet dönemi dediğimiz “moderniteye
geçiş” dönemini, ve bu dönemin devlet-merkezli,
yukarıdan aşağıya ama toplumu modern bir topluma
Yasal statü düzleminde Ccumhuriyet modernleşmesine “siyasal sadakat” tanımlanmış vatandaşlık, kimlik
ve erdem düzleminde, liberal değil cumhuriyeyçi,
dolayısıyla bireysel değil topluma hizmeti bireysel
hak ve özgürlüklerine öncül gören bir toplumsallaşma anlayışını içeriyordu. Bu nokta da, 1924 anayasasının taşıdığı ilginç bir niteliğin altını çizmekte yarar var.
o zaman "farklılıkların beraber yaşamısını" sağlayacak
anaysallık söyleminin "özne konumu" hangi temelde
kurulacaktır? Felsefi düzeyde bu soruları şu şekilde
formüle edebiliriz: bir söylemsel kurgu olarak tanımladığımız anayasallık kavramının rasyonelliği ile
meşruluğu arasındaki metinsel-bağı kuran mekanizma ne olabilir? Bu sorulara verilen en önemli yanıtlardan birisi, "modern toplumlarda vatandaşlık anlayışı"
üzerine yapılan tartışmalar ve bu tartışmalarda ortaya
çıkan "anayasallık vatandaşlık" kavramıdır.
Modernleşmeden küreselleşmeye
Türkiye'de anayasallık
Yukarıda yaptığımız kuramsal ve tematik tartışmanın
ışığında artık Türkiye'de anayasa sorusuna yaklaşabiliriz. Çalışmanın bundan sonraki kısmında, bu kavramsal-tematik çerçeve içinde, “bugün Türkiye'nin
sadece 1982 Anayasasından daha iyi olma niteliği
taşımayan, gerçekte yeni ve sivil nitelikli bir anayasaya
gereksinimi vardır” saptamasını geliştirmek ve açımlamak istiyorum. Bu temelde de, 1921, 1924, 1961 ve
1982 Anayasalarını, tarihsel bağlamları içinde kısaca
değerlendirmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Bu
anayasalara baktığımız zaman görüyoruz ki, her biri
ve hepsi, belli bir tarihsel bağlama içinde, hem ülke içi
hem de dünya ölçeğindeki gelişmelere bağlı olarak
ortaya çıkıyor, ve içerdikleri kurucu ve düzenliyici
ilkler içinde, belli bir devlet-toplum/birey ilişki biçimini ya da tarzsını ortaya çıkartıyorlar. Bu bağlamda,
1921 ve 1924 Anayasalarının “moderniteye geçiş”
tarihsel bağlamında, 1961 Anayasasını “demokrasiye
geçiş” tarihsel bağlamında, 1982 Anayasasını “küreselleşmeye geçiş” tarihsel bağlamında düşünmemiz
ve çözümlememiz gerektiğini söyleyebiliriz. Bu nedenle de, yeni ve sivil anayasanın da, “avrupalılaşma
ve demokratik moderniteye geçiş”tarihsel bağlamı
içinde düşünülmesi, ve bu temelde bir anaysallık
ruhuna (anayasanın giriş paragrafı) ve düzenleyicikurucu ilkelere sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz.
28
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
İlginç bir şekilde, 1924 anayasasının hak ve özgürlükler
anlayışına baktığımız zaman (md.68), doğal hukuk ve
bireyci bir düşünce tarzının kabul edildiğini görüyoruz:
“her Türk hür doğar, hür yaşar. Hürriyet, başkasına
muzır (zararlı) olmayacak her türlü tasarrufta
bulunmaktır. Hukuku tabiyeden (doğal haklardan)
olan hürriyetin herkes için hududu, başkalarının
hududu hürriyetidir. Bu hudut ancak kanun marifetiyle
tespit ve tayin edilir”.15 Bu madde, özgürlüklerin sınırı
olarak, 1961 ve özellikle 1982 Anayasalarında gördüğümüz, kamu yararı, kamu düzeni, milli güvenlik,
devletin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğü,
genel ahlak v.b. yoruma çok açık ilke ve söylemlere
gönderme yapmamaktadır. Bu anlamda da, moderniteye geçiş döneminde, ve şavaş sonrası bir tarihsel
bağlamda hazırlamasına rağmen, 1924 Anayasası,
daha sonraki anayasalardan, özgürlükler ekseninde
daha özgürlükçü ve daha vizyoner bir nitelik taşımaktadır. Tanör, bu niteliği, cumhuriyetin kurucu seçkinlerinin Fransız devrim ilkelerinin etkisinde kalmalarıyla
açıklamakta, ve bu açıklamayı da, 68. maddenin, 1789
tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin 4. maddesinden alınması temelinde desteklemektedir.16 Fakat,
somut düzeyde, bu özgürlük anlayışı, liberal değildir,
dahası kolektif değildir, aksine kamusal-özel ayrımı
içinde, vatandaşların özel yaşam alanlarında kullandık17
ları bireysel özgürlüklere ilgilidir. Vatandaşlık
alanında, kamusal alanda ve uygulama düzeyinde,
haklar ve özgürlükler, yukarıda vurguladığımız gibi,
cumhuriyet modelinin çağdaşlaşma istencine uyumlu
düşünülmektedir: ulus-devlet kurma, uluslaşma,
evrensel değerlere yönelme ve laikleşme ilkeleriyle iç
içe ve bağlantılı hareket etmelidirler.
1920'ler dünya tarihsel bağlamına baktığımız zaman
da, bu dönemin modernite anlayışının da, demokrasi
referansı az olan, ama uluslaşma referansı ağırlıklı olan
bir milliyetçilik anlayışı üzerinde oluştuğunu da görüyoruz. Bu anlamda da, Erken cumhuriyet anayasalarının Türkiye'de, temelde ulus devlet kurma yoluyla
uluslaşmayı amaçlayan, ve (öncül olarak siyasal)
“moderniteye geçiş” dönemini niteleyen içerik ve
yapıları, o dönemin dünya siyaseti ve uluslararası
ilişkileriyle uyumluydu.
1921 ve 1924 Anayasalarda hem moderniteye geçişi
harekete geçecek “düzenleyici ilkeleri” görürüz, hem
de toplumda farklılıklar arası birliği “vatandaşlık
temelinde”kuran“kurucu ilkeleri”görürüz. Düzenleyici
ilkeler, güçlü ulus-devlet anşlayışı içinde, ama millet
egemenliği ilkesi temelinde Büyük Millet Meclisinin
gücünü pekiştirecek bir nitelik içerirken, kurucu ilkelerse, farklılıklar arası ortak dili, ağırlıklı olarak siyasal
sadakat temelinde görülen vatandaşlık anlayışı üzerine inşa etemeye çalışmıştır. Ama, daha önce vurguladığımız gibi, bu anayasalardaki vatandaşlık anlayışı, bir
taraftan siyasi eşitlik ilkesini ön plana çıkartması
bağlamında çok önemli bir atılımı gerçekleştirmişken,
diğer taraftan da vatandaşlığı çağdaşlaşma istenci
içinde hareket eden, ve bu temelde de devlete ve
topluma görevlerini bireysel hak ve özgürlüklerinden
önce gören bir “ahlâki ve erdemli vatandaşlık”
anlayışını içeriyordu. Anayasal vatandaşlık, demokrasi
referansı içermeyen bir modernleşme sürecinin taşıyıcı
öznesiydi. Fakat, 1921 ve 1924 anayasalarının yapıldığı
1961 Anayasası, üç önemli özellik taşıyordu. Birincisi,
kucu ilkeler temelinde, hem Taha Parla'nın, hem de
Bülent Tanör'ün işaret ettikleri gibi, 1924 Anayasası'nın
gerisine giden bir tarzda, özgürlükleri sosyal ve
örgütlenme haklarına doğru genişleten bir nitelik
taşıyordu, ödevleri de “devlete karşı değil, topluma
karşı” ödevler olarak görüyordu. Parla'nın da altını
çizdiği gibi, “1961'de, temel hak ve hürriyetlerin,
Anayasa'nın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak
kanunla sınırlanabileceği; ancak kanunun kamu yararı,
genel ahlak, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli
güvenlik gibi sebeblerle de olsa, hak ve hürriyetlerin
özüne dokunamayacağu gibi çok önemli ve net bir ilke
18
vardır (madde.119)”. İkincisi, 1961 Anayasası, içerdiği
temek hak ve özgürlükler anlayışı ve bu anlayışın anayasal güvence altına alınması temlinde, anayasanın
üstünlüğü ilkesini kurumsal olarak yaşama geçirmiştir,
ki bu gelişme Anayasanın katılığı ilkesi, Yargı erkindeki
kurumsal düzenlemeler ve Anayasa Mahkemesi'nin
19
kurulması ile somutlaşmıştır.
1961: demokrasiye geçiş
1961 Anayasası, her ne kadar 1960 askeri darbesi sonrası yapılsa da, bu yılların“demokrasiye geçiş”niteliğini
yansıtıyordu, ve bu temelde de devlet-toplum/birey
ilişkilerinin düzenlenmesinde “haklar ve özgürlük
dilinin” siyasete girmesini simgeliyordu. Darbe sonrası
olmakla birlikte, 1961 Anayasası, anayasanın temel
kurucu ilkesini, dolayısıyla toplum içinde farklılıklar
arası birliği simgeleyecek toplumsal ortak dili bireysel
haklar ve özgürlükler dili temelinde kurma çabasıyla,
demokrasiye geçiş döneminin kurcu metnini oluşturuyordu. Aynı zamanda vurgulamalıyız ki, 1921 ve
1924 Anayasaları gibi, 1961 Anayasası da, dünya
siyasetinden ve uluslararası ilişkilerinden bağımsız
değildi. Türkiye modernleşme tarihinde çok-partili
demokrasiye geçiş, II. Dünya savaşı sonrası dünya
tarihsel bağlamında oluşan demokrasi ve liberal uluslararası ekonomik düzen söylemleriyle uyumluydu, ve
bu bağlantı 1961 Anayasasının liberal demokratik
değerlerle ilişkisinin kurulmasında önemli rol oynadı.
29
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Üçüncüsü, bu kurumsal gelişmeye paralel olarak, 1961
Anayasası'nda özgürlüklerin sınırı olarak, 1924
Anayasası'ndan farklı olarak, genel ahlak, kamu
düzeni, milli güvenlik gibi içinin doldurulması yoruma
çok açık ilkelerin getirilmesi de, 1982 Anayasısı'nda çok
net ve bugünkü sivil/yeni anayasa tartışmalarında
gördüğümüz gibi, 1961'nin taşıdığı önemli bir ikilemi
yaratmıştır.
SAYI 15 - 16
doğan ve hızla gelişen, sosyal ve refah devlet modeline
karşı serbest pazar ve küçültülmüş devlet anlayışını ön
plana çıkartan, sonradan “neoliberal küreselleşme
dönemi” olarak tanımlanan dünya tarihsel bağlamından da bağımsız değildi. 1982 Anayasası, bu anlamda,
neoliberal modernleşmenin içerdiği, serbest pazartemelli, dışa açık, dolayısıyla küresel ekonomiye uyumu öncül alan, bunu da ihracat dayalı ekonomik kalkınma ile başarmayı amaçlayan köklü sanayi modeli
değişimine uygun siyasal yapılanmayı, bürokratikotoriter düzenleyici ve kurucu ilkeler yoluyla yaşama
geçirmeyi amaçladı. Bu ilkeler, ekonomide liberal serbest pazar değerlerine geçen, ama siyasal ve toplumsal yaşamda bürokratik otoriter denetimi ve depolitizasyon sürecini güçlendiren bir toplum kurgusunu
içeriyordu. Bu bağlamda da, 1982 Anayasası askeri ve
sivil temelde hareket eden bürokratik-otoriter
denetimin, Türkiye'de (a) gerek siyasi yaşamın, gerekse
de haklar-özgürlükler alanının istikrar ve normalleşme
adına kısıtlanmasını, ve (b) devlet-toplum/birey ilişkilerinin “güvenliğe dayalı, ve bu temelde iç ve dış düşmanlara karşı devleti korumayı bireysel hak ve
özgürlüklere öncül gören bir vatandaşlık anlayışı
içinde” düzenlenmesini amaçlayan hareket tarzına
meşruiyet kazandırma işlevini gören bir metindi.
1961 Anayasası, bir taraftan temel hak ve özgürlüklerin
alanını genişletirken, özgürlüklerin, sosyal haklar ve
örgütlenme haklarını da içerecek biçimde çok-boyutlu
yapısını tanırken, ve özgürlüklerin korunması ve
güvence altına alınması için önemli kurumsal ve
söylemsel açılımlar yaratmışken, gerek özgürlüklerin
kısıtlanma kıstasları olarak genel ahlak ve milli
güvenlik gibi yoruma açık kavramları ilk defa anayasa
metni içinde kullanarak, hem de Milli Güvenlik Konseyi
gibi kurumları siyasal yaşama sokarak, hem
özgürlükler hem de demokarsi alanlarının sonraki
dönemlerde kısıtlanmasına yol açacak düzenlemeleri
de içermiştir. Bu ikilem, zaten, kendisinin 1971'den
itibaren, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ve
d e m o k r a t i k l e ş m e s ü re c i n i n d o n d u r u l m a s ı
eksenlerinde budanması ve aşındırılması sürecini ve
girişimlerini başlatacaktır, ki bu girişimler 1980 askeri
darbesiyle kendisinin yok olması ve 1982
Anayasası'nın ortaya çıkmasıyla sonuçlanacaktır.
1982: neoliberal modernleşmeye geçiş
1971 askeri darbesi sonrası yapılan anayasal
değişikliklerde başlayan 1961 Anayasasının, özellikle
liberal demokratik niteliğinde ciddi tahribatlar yapma
işleminin, 1980 askeri darbesiyle sonuçlandığını
görüyoruz. Askeri darbe içinde ve tarafından
hazırlatılan 1982 Anayasasıyla, 1961 Anayasasına son
verildi. 1980 askeri darbesi, Latin Amerika'da, özellikle
Brezilya, Şili ve Arjantin'de yapılan askeri darbelere
benzeyen “bürokratik-otoriter” niteliğini içinde
taşıyordu. Bu niteliğiyle de, Türkiye'de “yeni bir
sanayileşme modeline geçiş” dönemini başlattı, ve
yeni modelinin hukuksal temelini oluşturma amacını
güttü.
1982 Anayasası, her ne kadar 1970'lerin sonundaki
çatışma ortamına ve bu ortamı engelleyemeyen
siyasal partiler arası kutuplaşmaya referans vermekle
birlikte, öz itibariyle, askeri darbe yoluyla Türkiye'nin
küresel ekonomiye hızla ve yapısal bütünleşmesini
amaçlayan “neoliberal modernleşmeye geçiş”
dönemini simgeliyordu. 1982 anayasası, 1980'lerde
30
Bu bağlamda, 1924 ve 1961 Anayasalerından farklı
olarak 1982 Anayasa'sı, Latin Amerika, özellikle'de Şili
ve Arjantin örneklerine paralel bir biçimde, askeri darbe temelinde oluşturulmaya çalışılmış bir “bürokratikotoriter devlet” teminde, devlet-toplum/birey ve
devlet/ekonomi ilişkilerini yeniden-düzenlemeyi
20
amaçlıyordu. 1982 Anayasasında, devlet-toplum/
birey ilişkileri ekseninde, hak ve özgürlükler alanının
son derece kısıtlandığını, ve vatandaşlık ödevlerinin de
topluma karşı değil, “Devlete karşı” olduğunu görü21
22
yoruz. 1982 Anayasası'nda“devlet birinci plandadır”.
Dahası, ekonmik alanda küresel ekonomiye açılma ve
ihracat-temelli sanayi modeline geçis süreçlerini rahatlama için, 1982 Anayasası'nda örgütlenme hakları ve
sosyal haklar temelinde çok ciddi kısıtlamalara
gidildiğini görüyoruz. Yeni sanayileşme modeliyle
temel hak ve özgürlükler alanının, özellikle ekonomik
haklar temelinde kısıtlanması arasındaki ilişki, askeri
darbe ile oluşan yeni devlet biçimine bürokratikotoriter devlet yapısı niteliği kazandırıyor. 1983 yılı
sonunda, o dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in
karşıtlığına rağmen, genel seçimleri kazanan Turgut
Özal ve ANAP iktidarı, küresel ekonomiye adapte olma
ve liberal serbest pazar normaları temelinde ekonomiyi yeniden-yapılama girişimine, 1982 Anayasası ve
bu anayasanın ortaya çıkarttığı bürokratik-devlet
yapısı içinde başlıyorlar.
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Bu nedenle de, 1982 Anayasası devleti topluma ve
bireye karşı güçlendiren bir nitelikteydi, ve bu niteliği
düzenliyici ilkelerde yaptığı kurumsal güç değişimleriyle gerçekleştirdi ve somutlaştırdı. 1982 Anayasası
devletin gücünü, yürütme organın yetkilerini arttırarak; buna karşın denge unsuru olarak Cumhurbaşkanını görerek, bu makamın görevlerini de arttırarak
(104. madde); dahası, 1961 Anayasası'nda “tavsiye
yapan” bir kurum olarak tanımlanan Milli Güvenlik
Kurulu'nu görevlerini güçlendirerek, dolayısıyla bu
kurumu “güvenlik politikasını tayin eden, zorunlu gördüğü önlemler öncelikle dikkate alınan (118. madde)”
23
bir kuruma dönüştürerek gerçekleştirdi. İbrahim
Kaboğlu'nun da doğru olarak vurguladığı gibi, 1982
Anayasası, yürütme erki ve devlet kurumlarını güçlendirirken, “siyasi partiler için sınırlamalar ve yasaklamalar getirmiş”; “siyasi katılım yollarını ileri derecede
zayıflatmış”; ve “demokratik kitle örgütleri aracılığıyla
dolaylı siyaset yollarını da kısıtlamış”; “devlet kamu
tüzel kişiliği dışında yer alan kamu kurumlarının özerk
ve kısmen bağımsız statüsünü merkezi idare lehine
değiştirmek suretiyle, bu kurumlardaki demokratik
düzenekleri ortadan kaldırmış veya işlemez hale
24
getirmiştir”.
1982 anayasası, bu bağlamda, güçlü ve “kutsal” devlet
yapısını öngörüyor, temel hak ve özgürlükleri kısıtlıyor,
örgütlenme, sosyal haklar ve sosyal güvenlik alanında,
sermeya birimi lehine, ileri derecede kısıtlayıcı kurucu
ve düzenleyici maddeler içeriyordu. Bu nedenle de,
1982 Anayasası'na bakarken, sadece temel hak ve
özgürlükleri kısıtlayıcı, devleti topluma göre öncül
gören, vatandaşlık ödevlerini devletle endeksleyen, ve
bu temelde de anti-demokratik kurucu ve düzenleyici
ilkelerden oluşan bürokratik ve otoriter bir metin olarak değil, aynı zamanda, ihracata dayalı sanayileşme ve
serbest pazar normları temelinde oluşturulan yeni
devlet-ekonomi ilişkilerinin hukuksal alt yapısını da
sağlayan bir metin olarak bakmalıyız. Bu nedenle de,
1982-bugün dönemi, bir taraftan liberal pazar normlarının toplumda yaygınlaştığı ve derinleştiği, Türkiye'
nin küreselleşme sürecine açıldığı bir dönem olduğu
gibi, aynı zamanda da, çok ciddi demokrasi eksiklerinin
oluştuğu, hukukun sürekli çiğnendiği, çeteleşmeden
yolsuzluklara hukuk-dışılığın yaygınlaştığı, haklarözgürlükler-sorumluluk eksesinde siyasal liberal
normların gelişmediği, sosyal haklar, sosyal güvenlik
alanlarında ciddi sorunlar yaşandığı, şiddete dayalı
davranışların günlük yaşamdan devlete kadar kullanıldığı bir dönem oldu. 1982 Anayasası, hem kurucu hem
de düzenleyici ilkleri içinde, istikrara ya da normalleşme değil, istikrarsızlık ve çatışma getirdi, toplumsal
ilişkileri şiddet sarmalına soktu, korku ve güvensizliği
toplum içinde yaygınlaştırdı, eşgüdümlü ve iletişim
içinde yürütme yerine, kurumsal kavga yarattı.
31
SAYI 15 - 16
Sivil anayasa: demokratik modernleşmeye geçiş
1982'den bugüne geçen zamanda, özellikle
1990'lardan bugüne, Türkiye ciddi bir değişim ve
dönüşüm sürecinden geçiyor. Hem küreselleşen
dünya içinde, hem de kendi modernleşme sürecinin
değişen yapısı içinde giderek “karmaşık bir topluma
dönüşen” bir Türkiye gerçekliği ile karşı karşıyayız.
1920'lerin, 1960'ların, 1980'lerin Türkiye'sinden farklı
bir Türkiye gerçeği ile karşı karşıyayız. Dahası
Türkiye'nin içinde yer aldığı dünyada bu dönemlerin
tarihsel koşullarından farklı bir dünya. Türkiye,
modernleşme, demokratikleşme, küreselleşme, ve
2000'li yıllardan itibaren derinleşen avrupalılaşma
süreçlerini beraber ve eşzamanlı yaşıyor, bu süreçlerin
yarattığı değişim ve dönüşümler içinde, hem siyasi
yaşamı, hem de ekonomik ve toplumsal yaşamı
karmaşıklaşıyor. Bugün, dışarısıyla içersinin, uluslararası ilişkiler ile ulusal siyasetin, küresel ekonomiyle,
ulusal ekonominin, ve yerel değerlerle küresel kültür
kodlarının birbirleriyle iç içe girdiği bir Türkiye var.
Küresel-bölgesel-ulusal-yerel etkileşim ağı içinde,
özellikle 1990'laradan bugüne, bir taraftan uluslar arası
siyasette önemi artan, diğer taraftan içinde ciddi
adaletsizlik, hukuksuzluk ve güvenlik sorunları yaşan,
bir taraftan sivil toplumu güçlenen diğer taraftan ciddi
kimlik sorunları yaşayan, bir taraftan ekonomisi büyüyen, diğer taraftan ekonomik istikrarsızlık ve riskler
içinde yaşayan, ve iyi, adaletli ve demokratik bir
toplum yönetimine gerek duyan bir Türkiye var. Böyle
bir Türkiye, toplumsal, siyasal ve ekonomik istikrarı için
modernleşmesini ve demokratikleşmesini derinleştirmek durumunda. Diğer bir değişle, toplumsal yaşamında, şiddet ve teröre karşı mücadelesinde, farklılıklar arası birlikte yaşama olasılığını demokratik ve
çok-kültürlü bir anayasal vatandaşlık anlayışı temelinde, dolayısıyla“haklar, özgürlükler ve sorumluluk”dilini
modernleşme ve demokratikleşmenin toplum içinde
derinleşmesinin itici gücü yaparak gerçekleştirmek
durumunda. Siyasi alanda da, kurumlar arası iletişim ve
uyumu, hukukun üstünlüğü, verimlilik ve etkin yönetim ilkeleri içinde yeniden-kurmak durumunda. Bu
toplumsal ve siyasal yeniden yapılanma, 1982 anayasasında değişiklikler yapmakla olmaz, ancak, yeni ve
sivil bir anayasa ile olur. Ve Türkiye'de “demokratik
moderniteye geçiş” diyebileceğimiz dönüşümün
hukuksal altyapısı ve toplumsal ortak dilini oluşturacak
yeni ve sivil anayasa, hem siyasal hem de zamansal
olarak bir gerekliliktir. “Çok-kültürlü ve çoğulcu
toplumlarda anayasa?” sorusunun temel tartışma
alanlarından biri olduğu dünya tarihsel bağlamı içinde
de, Türkiye kendi anayasa tartışmasını ve hazırlığını
yapmak durumundadır.
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Fakat yeni ve sivil anayasa hazırlama çabası, sadece
1982 Anayasasından daha iyi bir anayasa metni
hazırlamakla sınırlı olmamalıdır. Bugün önümüzde
olan, üzerinde tartıştığımız sivil anayasa taslak metni,
1982 Anayasasının gerisini giden, ama Türkiye'nin
bugünkü karmaşık yapısına yanıt verecek nitelikte
değildir. Okuduğum taslak metin, hem kurucu hem de
düzenleyici ilkeler içinde, Türkiye'de demokrasiyi
derinleştirecek, demokratik moderniteye geçişin
altyapısı ve ortak dilini hazırlayacak bir nitelikten
uzaktır. Taslak metin, ne kurucu ilkeler temelinde,
vatandaşlık hakları, özgürlükleri ve sorumlulukları alanında, farklılığa ve özgürlüğe-hassas bir hukuk dilini
içermektedir, ne de düzenleyici ilkeler temelinde iyi ve
adaletli toplum yönetimini sağlayacak kurumsal
ilkeleri içermektedir. 1982 Anayasasının gerisine
giden, ama yeni ve sivil olmada ciddi eksiklikler içeren
bir taslak metinle karşıyayız. Yapmamız gereken,
“bugün yeni bir anayasayı gerekli kılacak koşullar yok”,
ya da “yeni anayasa kurucu meclisi gerekli kılar” gibi
Türkiye sosyolojisinden uzak ve hukukun gereksiz
siyasallaşmasını içeren yorum ve tavırlar yerine,
anayasa tartışmasını, Türkiye'nin bugününü ve
geleceğini istikrarlı, adaletli ve demokratik kılacak yeni
ve sivil anayasa amacı içinde yapmalıyız.
SAYI 15 - 16
“sivil” olması, ve içerdiği “normatif” ve “düzenleyici”
işlevlerinin de demokratik normları yüceltmeyi amaçlaması gerekmektedir. Türkiye modernleşmesinin en
eksik niteliklerinin başında gelen “haklar-özgürlüklersorumluluklar ekseninde hareket eden anayasal
vatandaşlık”anlayışını, ve sosyal adalet ilkesini güçlendirecek sosyal devlet ve anaysal vatandaşlığın bir
boyutu olan sosyal vatandaşlık anlayışını yaşama
geçirmeyi amaçladığı ölçüde de, yeni anayasa sivil ve
kendinden öncekilerden farklı olacaktır. Şüphesiz ki,
içerdiği hukuksal dil olarak, yeni anaysa mümkün
olduğu kadar basit ve anlaşılır yazılmalıdır.
Yeni anaysa Türkiye için, yukarıda kısaca vurguladığım
nedenler temelinde, bir gerekliliktir. Zamansal olarak,
yeni anaysa için geç bile kalınmıştır. Ve hepimiz kabul
etmeliyiz ki, 12/Eylül darbesinin içinden çıkmış 1982
anayasasını Türkiye hak etmemektedir. İnsan hakları
temelinde, demokratikleşme temelinde, iyi ve adaletli
toplum yönetimi temelinde, uluslar arası ilişkilerde
güçlü ve saygın bir Türkiye yaratmak temelinde,
12/Eylül anayasası ne savunulabilir, ne de, bazı maddelerinin değişimi içinde korunabilir bir anayasadır. Bu
nedenle de, “çağ atlama umudu-bölünme korkusu
karşıtlığı”içinde değil, yeni anayayasayı bir gereksinim
olarak düşünmeliyiz. Yeni anaysa metnini tartışmalıyız,
müzakere etmeliyiz. Ama tartışmalarımız içinde
amacımız, Türkiye için, siyasal kutuplaşmalara gitmeden, toplumsal korku ve endişeleri derinleştirmeden,
aksine hem farklılıklarımız arasında birlik beraberliğimizi sağlayacak, hem de toplumsal güveni güçlendirecek bir ortak dili bize verecek bir anayasa metnini
yaratmak olmalıdır. Türkiye'nin yolunun demokratik
modernleşmeye doğru çevrilmesi, demokratik bir anayasa ile olasıdır. Modernleşme-küreselleşme-avrupalılaşma süreçleriyle, demokratik Türkiye özlemi içinde
ilişkiye girmek, anacak demokratik bir anayasa ile olasıdır.Yeni anayasa, devletin kurumsal yeniden-yapılanmasında, devlet-toplum/birey ilişkilerinde ve farklılıklar arası beraber ve birlikte yaşama ilişkilerinde demokrasiyi derinleştirdiği sürece, 1982 Anayasası'ndan daha
iyi bir anayasa değil, yeni bir anayasa olacaktır.
Nasıl yeni ve sivil anayasa?
Yeni anaysa'nın toplumsal tartışma ve müzakereye
açılması, bence, bu anayasayı öncelerinde ayrıştıran
çok önemli bir girişimdir. Şüphesiz ki, anaysa metninin
tartışma ve müzakeresi saydam ve her toplumsal
aktöre açık olmalıdır, ve en önemlisi karar verici aktör
olan AKP bu tartışmaları ve müzakereleri dinleme ve
ciddiye alma siyasi iradesini göstermelidir. Aynı
zamanda, tartışma ve müzakere sürecine giren aktörlerin de kendisinden farklı olana ön yargılı olma ve ötekileştirme v.b. verimli tartışmayı engelleyen davranışta
olmamaları gerekmektedir. Bu “prosedürel” farklılıkların yanı sıra, ve öncesinde, yeni anayasanın, kendinden önceki anayasalardan farklı olarak, gerçekten
DİPNOTLAR
1) Held, D. Modern State and Political Theory, Stanford,
Stanford University Press, 1984.
2) E. F. Keyman, Globalization, State, Identity/Difference,
Humanities Press, New Jersey, 1997.
3) R. Bellamy ve D. Castiglione, "Constitutions and
Politics", Political Studies, 19, 1996.
4) S. Holmes, Passions and Constraint, University of
Chicago Press, Chicago, 1995, ve J. Habermas, Between
Facts and Norms, MIT Press, Cambridge, 1996, bölüm:9.
5) D. Castiglione, "The PoliticalTheory of the Constitution",
Political Studies, 19, 1996.
6) Castiglione (1996) içinde.
7) Ibid.418.
8) M. Rosenfeld, Constitutionalism, Identity and
Difference, University of Chicago Press, Chicago, 1995.
9) J. Habermas, Between Facts and Norms, bölüm:9.
10) C.Taylor, Sources of the Self, Harvard University Press,
Cambridge, 1989.
11) D. Miller. On Nationality, Oxford University Press,
Oxford, 1997, ve J. Habermas, Between Facts and Norms,
bölüm:7.
12) B. Tanör, Osmanlı-Türk Anaysal Gelişmeleri (17891980), İstanbul, Afa, 1996, s.223.
13) N. Soyarık, “Legal and constitutional foundations of
Turkish citizenship”, E. Fuat Keyman ve A. İçduygu (der)
Citizenship in a Global World içinde, Londra, Routledge,
2005, s.127.
14) B. Tanör, Osmanlı-Türk Anaysal Gelişmeleri (17891980), s.237.
15) B. Tanör, Osmanlı-Türk Anaysal Gelişmeleri (17891980), s.236.
16) B. Tanör, Osmanlı-Türk Anaysal Gelişmeleri (17891980), s.236.
17) Örneğin, 1924 Anayasası sosyal hakları içermez,
32
sendika, grev ve toplu sözleşme gibi kolektif haklar
anayasada yer almamaktadır.
18) T. Parla, Türkiye'de Anayasalar, İstanbul, İletişim, 1991,
s.46. B. Tanör, Osmanlı-Türk Anaysal Gelişmeleri (17891980), s.286.
19) B. Tanör, Osmanlı-Türk Anaysal Gelişmeleri (17891980), s.306..
20) Bürokratik-otoriter devlet için, bkz. G. O'Donnell,
Counterpoints: Selected Essays on Authoritarianism and
Democratization, Notre Dame, University of Notre Dame Pres, 1999.
21) T. Parla,Türkiye'de Anayasalar, İst., İletişim, 1991, s.45.
22) T. Parla,Türkiye'de Anayasalar, İst., İletişim, 1991, s.46.
23) Y. Aliefendioğlu, “Türk Anayasa Mahkemesi'nde
Hukuk Devleti Anlayışı”, H. Ökçesiz (der) Hukuk Devleti,
İstanbul, Afa, 1998, ss.147-167.
24) İ. Kaboğlu, “Türkiye'de Hukuk Devletinin Gelişimi”, H.
Ökçesiz (der) Hukuk Devleti, İst., Afa, 1998, ss.112-113.
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliğinin Anlamı:
Hukukun İstismarıyla Vesayetten
Hukuk Yoluyla Demokrasiye
Prof. Dr. Mustafa Şentop
Demokrasiye geçildiği tarihten itibaren Türkiye'de
“resmi ideoloji”yi doğrudan savunan siyasi hareketler
bakımından iktidarı elde etme ihtimali kalmamıştır.
1961 Anayasası zaten bu önkabulden yola çıkarak
hazırlanmıştır: Seçim yoluyla oluşan iktidarı sınırlamak,
seçime muhtaç olmayan başka iktidar alanları açmak
ve bunları tahkim etmek 27 Mayıs darbesinin temel
hedefiydi. Bunda başarılı da olmuşlardır. Özellikle Türk
Silahlı Kuvvetleri ve yüksek yargı seçilmiş iktidarın
tasarruf alanının tamamen dışına çıkartılmıştır.
laşma” 27 Mayıs darbesiyle inşa edilmiş, yeni “resmi
ideoloji”nin koruyuculuğu misyonundan doğmaktadır; çok daha derin ve yapısal sebeplere dayanmaktadır. Bu yüzden HSYK ve yüksek yargı bağlamında
ortaya çıkan söz ve eylemleri kişisel veya bir topluluk
ya da bir gruba ait işler olarak görmemek lâzımdır.
Siyasallaşma 27 Mayıs darbesinin yüksek yargıya
yüklediği misyondur.
Basına nasıl sızdığı ayrı bir tartışma konusu olsa da,
Yargıtay ve HSYK üyelerinin konuşmaları bu konuda
tam bir fikir verecek mahiyettedir. Onlar, yargıyı ve
hukuku, sadece, bir siyasi misyonun aracı olarak
görmektedirler. Hukuk kuralları, yargı, yargılama faaliyeti tamamen bir hedefi gerçekleştirmek için hazırlanmış mizansenlerden ibarettir. Kamuoyunu ilgilendiren
davalar ve olaylar bakımından genel çerçeve böyle
iken, sıradan dava ve olaylarda ise maddi ilişkilerin çok
etkili olduğu görülmektedir. Yargıda rüşvet ve yolsuzluk üzerine yapılan birçok araştırma, hem yargı içinden
hem de vatandaşlardan alınan bilgilerle bu kanaati
doğrulamaktadır.Yargı, yargı olmaktan çıkmıştır.
Seçimle oluşan iktidar, zaman içinde kültürel, ideolojik
bakımdan değişiklikler göstermektedir. Dünyadaki ve
Türkiye'deki değişimin izlerini bir şekilde seçim
sonuçlarında görmek mümkündür. Siyasi partiler,
Meclis kompozisyonu, hükümetler zaman içinde ciddi
değişiklikle geçirmiştir. Seçilmeden iktidar kullananlar
ise, kendi kendini üreten otomatik mekanizmalar
sebebiyle 27 Mayıs'tan bu yana hep aynı kalmıştır.
Özellikle yüksek yargı üyelerinin konuşmalarını takip
ederseniz, hala, lise yıllarında okudukları, üniversite
yıllarında tekrarladıkları felsefe ve bilim anlayışlarından bir adım ileriye gidemediklerini görürsünüz.
Türkiye'nin en acil işi, bir taraftan kayıt dışı siyaset
yapan bu unsurları temizleyerek siyaseti güçlendirmek, diğer taraftan da yargıyı gerçek misyonuyla
irtibatlandırmaktır. Anayasa değişikliğinin böyle bir
yolu açacağı anlaşıldığı için statükoyu korumak
isteyenler çok ciddi bir direnç göstermiştir.
Seçilmiş iktidar dünyada ve Türkiye'de meydana gelen
değişimin yansımasıyla oluşurken, seçilmeden iktidar
kullanan unsurlar elli yıldır aynı paradigmaya bağlı
kalmayı sürdürmektedir. Hal böyle olunca, seçilmişlerle seçilmemiş iktidar arasındaki “dünya görüşü” farklılığında makas açılmaktadır. 1980'li yılların sonundan
itibaren genel anlamda değişim hızlandıkça seçilmemiş iktidar unsurlarının topluma ve iktidara yabancılaşması daha da artmıştır. Makas açıldıkça, seçilmemiş
iktidarın devlet yönetimini etkileme gücü ve imkânları
azalmakta, buna karşılık agresifliği artmaktadır.
“Hukuk Devleti”ni Gerçekleştirmeye
Yönelik Değişiklikler
Anayasa değişikliği ile getirilen hukuk sistemi için
önem arz eden düzenlemelerden biri askeri yargının
görev alanına ilişkindir. Askeri yargının görev alanı
konusu darbe dönemlerinin en önemli tartışmasıdır.
1982 Anayasasında 1961 Anayasasının aynen korunan birkaç maddesinden biri askeri yargının görev
alanıyla ilgili olan maddedir. Bir rütbeli askerin, Türkiye'de, sivil mahkemelerde yargılanmaksızın ömrünü
geçirmesi mümkündür. Askeri mahkemeler rütbeli
askerlerin her türlü davasına bakma imkanına sahipti.
On yıldan fazla bir zamandır sadece yüksek yargı
üzerinden güç kullanabilen seçilmemiş iktidar unsurları, Türkiye'de hukukun büsbütün tahrip edilmesi
pahasına, giderek artan bir dozajla“görev”icra etmeye
çalışmaktadır.“Yargının siyasallaşması”güncel siyasete
bulaşma / karışma anlamında değerlendirilmemelidir;
bu tablonun vahametini azaltır. Türkiye'deki “siyasal-
33
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Askerin siyasete karışması veya darbe yapması
halinde de yargılanacakları yer askeri mahkemelerdir.
Bu sistem yüksek rütbeli askerlerin yargılanmasını
adeta imkansız hale getirmekteydi. Anayasa değişikliği, en azından, anayasal düzeni değiştirmeye
yönelik suçlarda askeri yargının görevini sona erdirmiştir. Siyasete müdahale eden askerler sivil mahkemelerde yargılanacaktır. Ayrıca, çeşitli sebeplerle sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması mümkündü.
Halen askeri mahkemelerde davası olan birçok sivil
kişi bulunmaktadır. Yeni anayasa değişikliği sivillerin
askeri mahkemelerde yargılanması ihtimalini sona
erdirmektedir.
SAYI 15 - 16
izlemek mümkündür.) Siyasi hayatla ilgili olarak iseTürkiye'nin şöhreti Mahkeme sayesinde artmıştır. Ülke
adeta bir siyasi partiler mezarlığına döndürülmüştür.
Anayasa Mahkemesi Türkiye'de siyasi hayatın en aktif
unsurlarından birisi olmayı da başarmıştır. Başta
özelleştirme olmak üzere, kamu personel rejiminden
çeşitli ekonomik enstrümanlarla ilgili siyasi kararlara
kadar hemen her konuda Mahkeme iktidardaki siyasi
partinin politikalarına karşı en etkili muhalefeti
sürdürmüştür. Ak Parti döneminde ise bu muhalefetin
dozajının iyice arttığı görülmektedir. Cumhurbaşkanı
seçiminde, meşhur “367 kararı”yla Mahkeme siyasi
kaosa yol açmıştır. Yine yaklaşık ülke nüfusunun
yarısının oyunu alan ve altı yıldırTürkiye'yi yöneten bir
parti hakkında kapatma kararı tek bir oy farkıyla verilememiştir. Siyasi muhalefetin yetersiz kaldığı her
durumda Mahkeme müdahil olmayı başarmıştır. Türk
Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliklerini bile
sınırsızca denetleyebilecek iktidarı kendinde görmektedir.
Önemli bir başka konu, askeri mahkemelerin yapılanmasıyla ilgilidir. Türkiye'de askeri mahkemeler, sadece
hukukun gereklerine göre değil, askerlik hizmetinin
gereklerine göre de faaliyet göstermek zorundaydı.
“Askerlik hizmetinin gerekleri” ifadesi tamamen
hukuk dışı, keyfîliğe imkân veren, bir mahkemeyi
mahkeme olmaktan çıkartan bir anlam taşımaktadır.
Bu amaçla kurulan ve çalışan bir mahkeme, mahkeme
olamaz. Yeni anayasa değişikliği bütün askeri mahkemelerin sadece hukukun gereklerine göre çalışacağı
hükmünü getirmiştir. Bunun ne kadar önemli bir
düzenleme olduğu zamanla daha iyi anlaşılacaktır.
Böyle bir Anayasa Mahkemesi geleneğinin değişmesi
Türkiye'nin en önemli hedeflerinden biri haline gelmiştir. Yeni anayasa değişikliği, Mahkeme'nin üye
sayısını arttırmakta, yasama organının üye seçmesine
imkan vermekte, üyelik süresini 12 yılla sınırlı hale
getirmektedir. Bu haliyle Türk Anayasa Mahkemesi,
dünyadaki benzerlerinden hala çok geridedir.
Özellikle askeri yargı kökenli üyelerin hala mevcut
olması, TBMM'ye sadece 3 üye belirleme yetkisi tanınması, anayasa değişikliklerini denetleme konusunda
Mahkeme'nin gerçek anlamda sınırlandırılmasına
dair herhangi bir düzenlemenin bulunmaması
önemli eksiklikler olarak ortada durmaktadır.
Anayasa Değişikliğinin Ana Ekseni
Anayasa değişikliğinde tartışmaların odağında yer
alan iki önemli kurumda yapılan değişiklikler yer
almaktaydı. Bunlar Anayasa Mahkemesi ile Hakimler
ve SavcılarYüksek Kurulu'dur.
Anayasa Mahkemesi'ne Ne Oldu?
Anayasa Mahkemesi'nin oluşumuna ve işleyişine
yapılan bu çok küçük müdahalenin bile ne kadar
büyük tartışmalar doğurduğunu dikkate alırsak,
Türkiye'de Mahkeme'nin evrensel standartlara uygun
olarak yapılandırılmasının ne kadar güç bir iş
olduğunu düşünmek gerekir. Bunda, Mahkeme'nin
uzun zamandır seçimle iktidarı kazanma ihtimali
bulunmayan “resmi ideoloji”ye mensup siyasi
partilerin yetersiz gücünü tamamlayan ve seçimle
gelen iktidarlara karşı bir vesayet organı gibi işlev
görüyor olmasının payı büyüktür. Mahkeme askeri /
sivil bürokratik iktidarın en güçlü “kale”si olarak kabul
edilmekteydi.
Anayasa Mahkemelerine, 1982'den beri, yasama
organı tarafından üye seçilmeyen tek ülke Türkiye idi.
1961'den 1982'ye kadar Anayasa Mahkemesi üyelerinin üçte biri Türkiye'de de yasama organı tarafından
seçilmiştir. Yani yasama organının üye seçmesi usulü
yirmi yıl gibi bir süre Türkiye'de de uygulanmıştır.
Avrupa tipi anayasa mahkemelerinin bulunduğu
ülkelerde, üyelerin ya tamamı ya da anlamlı bir kısmı
yasama organı tarafından seçilmektedir. Bu bakımdan Anayasa Mahkemesi ile ilgili değişikliğe yöneltilen itirazları anlamak mümkün değildir.
Türkiye'de Anayasa Mahkemesi bugüne kadar başarılı
bir sınav vermemiştir. Kurulduğu tarihten itibaren,
gerek temel hak ve özgürlükler gerekse siyasi hayat
bakımından Anayasa Mahkemesi'nin devleti koruyan
bir anlayışla hareket ettiğini söyleyebiliriz. Bu sebeple,
Mahkeme, özgürlüklerden yana değil, sürekli kısıtlamalardan yana tutum takınmıştır. Anayasalarda geniş
olarak yer verilen özgürlüklerle ilgili olarak bile, Mahkeme, kendiliğinden kısıtlayıcı kararlar verebilmiştir.
(Düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilgili kararlarda bunu
Hakimler ve SavcılarYüksek Kurulu
Anayasa değişikliğinin en çok tartışılan ikinci düzenleme konusu Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile
ilgili maddelerdir. Bu düzenleme ile HSYK'nın üye
sayısını arttırılmakta, üye kaynakları çeşitlendirilmekte, işleyişiyle ilgili yeni esaslar getirilmektedir.
34
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
1961 Anayasasının yüksek yargıya ve onun oluşumunda
belirleyici rol oynayan Yüksek Hakimler Kurulu'na özel
önem atfettiği bilinmektedir. Hakim ve savcıların atanması, görevden alınması ve diğer özlük işleriyle ilgili yetkinin siyasi iktidardan alınıp bağımsız bir kurula verilmesi
ilk kez 1961'de gerçekleşmiştir. Bu düzenlemeden bir
süre önce, yüksek mahkemeler başta olmak üzere,
hakim ve savcılar arasında ciddi oranda bir tasfiye gerçekleştirildiği de hatırlanmalıdır. 61 Anayasası'ndaki yeni
düzenlemeyi bu tasfiyelerle birleştirerek değerlendirmek gerekir. Önce ideolojik tasfiye hareketine girişilmiş,
daha sonra ise“bağımsız”bir kurul oluşturularak özellikle
yüksek yargının kendi kendini üreten bir sistemle oluşumunun “otomatiğe” bağlanması sağlanmıştır. Bu düzenlemenin amacı yargı bağımsızlığını sağlamak değil,
yargıyı asker/sivil bürokrasinin kontrolüne vermektir.
Yargı bağımsızlığını, sadece, yargının yürütme ve yasama karşısında bağımsızlığı olarak algılayan, yargının
özellikle yüksek yargı karşısındaki bağımsızlığının da çok
önemli bir bağımsızlık unsuru olduğunu unutan bir anlayış bugünlere kadar uzanan hukuk krizinin başlangıç
noktasıdır.
SAYI 15 - 16
Bugünkü sistemde yerel mahkeme kararlarını temyiz
yoluyla inceleyen ve hukukilik denetimi yapan yüksek
mahkemeler, HSYK'daki belirleyici güçleri sayesinde,
yerel mahkemelerdeki hakim ve savcılar üzerinde aşılamaz bir güç ve tesir oluşturmaktadırlar. Yerel mahkemelerde görev yapan hakim ve savcılar yüksek mahkemelerin hukuki denetim sonucu verdikleri kararlara
uymama (direnme) hakkına sahipken, HSYK faktörü ile
bundan çekinmekte, yüksek yargıya bağımlı kararlar
üretmektedirler. Yüksek yargı ile HSYK arasındaki bu
organik ilişki yargı bağımsızlığının önündeki en büyük
engeldir. Hukukilik denetimin üzerinden idari denetim
gölgesi kalkmadıkça gerçek anlamda yargı bağımsızlığı
sağlanamazdı.
Değişiklikten önce, HSYK'nın demokratik meşruiyeti de
önemli bir mesele olarak karşımızdaydı. Millet adına
egemenlik yetkisini kullandığını iddia eden yargının,
gerçekte milletle hiçbir “münasebet”i bulunmamaktadır. Milletle yargı arasında bir münasebet tesis edecek,
millet adına karar verme yetkisini sahici kılacak mekanizmaların kurulması önem taşımaktadır. Bu da en azından
yargıçları atayan kurulun ya doğrudan ya da dolaylı olarak seçim esasıyla ilişkilendirilmesini gerekli kılmaktadır.
En doğru formül yasama organının hakim ve savcıları
atayan kurula üye seçmesidir. Anayasa değişikliğinde
bunu yapmaktan da kaçınılmıştır. Bir çok Avrupa ülkesinde hakim ve savcılar doğrudan veya dolaylı olarak
seçilmiş siyasi iktidarlar tarafından atanmaktadır. Yargı
bağımsızlığı hakimlerin atanmasından çok görevleriyle
ilgili teminatlarla ölçülmektedir; atanma meselesi ikincil
bir meseledir.
Yeni anayasa değişikliğinde HSYK ile ilgili düzenlemede
yüksek yargının itiraz etmiş olduğu noktalar, adalet
bakanı ile bakanlık müsteşarının kurulda bulunması gibi
görünse de bunun gerçeği yansıtmadığı kolayca anlaşılabilir. Zira adalet bakanı ve müsteşar zaten değişiklikten
önce de kurul üyesidir. Değişiklikte, HSYK'nın üye sayısı
arttırılmakta, dolayısıyla adalet bakanının ve müsteşarın
etkisi üçte bir oranında azaltılmakta, adalet bakanının üç
daire halinde çalışması öngörülen kurul toplantılarının
hepsine değil sadece genel kurul toplantılarına katılması
öngörülmekte, müsteşarın sadece dairelerden birinin
üyesi olması sağlanmakta, böylece hem adalet bakanının hem de müsteşarın 82 Anayasasının getirdiği sisteme göre önemli ölçüde etkisizleştirildiği açık bir şekilde
görülmektedir. Adalet bakanlığına bağlı olan müfettişlerin HSYK'ya bağlanması da yıllardır bağımsızlığın önünde en önemli bir engel olarak nitelendirilen durumun
düzeltilmesi anlamına gelmektedir. Sadece bu düzenleme dahi oldukça ileri bir adım olarak kabul edilmelidir.
Yeni anayasa değişikliği, ayrıca, temyiz mahkemelerinde oluşmuş kast sistemini ortadan kaldıracağı için
önem taşımaktadır. Önceki sistemde HSYK, Adalet
Bakanı ve müsteşarı dışında, Yargıtay ve Danış-tay'dan
seçilen üyelerle oluşmakta, Yargıtay ve Danıştay üyeleri
ise HSYK tarafından seçilmekteydi. Bu kısır döngü içinde, temyiz mahkemelerinde tamamen dışarıya kapalı
bir kast sistemi oluşturulmuştu. Yerel mahkemelerden
HSYK'ya üye seçilmesi hem demokratik temsili hem de
çeşitliliği sağlaması bakımından çok önemli bir
adımdır.
Kanaatimizce, yüksek yargı üyelerinin bu konudaki asıl
itirazları, HSYK'ya yerel mahkemelerde görev yapan
hakim ve savcılar arasından önemli sayıda üye seçilecek
olmasıdır. Yerel mahkemelerde görev yapan hakim ve
savcıların HSYK'da temsil edilmesi, toplam üye sayısının
yarıya yakınını oluşturması yüksek yargı mensubu hakimler tarafından ciddi bir hoşnutsuzlukla karşılanmaktadır. Bu durum, uzun yıllardır, yüksek yargı mensubu
hakimler ile yerel mahkemelerde görev yapan hakim ve
savcılar arasında oluşturulan “hiyerarşik” yapının çökmesi anlamına gelmektedir. Değişiklikle, Yargıtay ve
Danıştay üyelerinin belirlenmesinde yerel mahkemelerde görev yapan hakimler ve savcılar etkili olacaktır; bu
durumda, yüksek mahkeme mensupları ile yerelde görev yapan hakim ve savcılar arasında astlık üstlük ilişkisi
değil sadece bir görev ayrımı bulunduğu anlaşılacaktır.
Yargı sadece yürütme ve yasamaya karşı değil, yüksek
yargıya karşı da bağımsız hale gelecektir.
Sonuç
Anayasa değişikliğinin kabul edilmesiyle Türkiye
tarihinin önemli bir dönüm noktasından geçilmiş oldu.
Darbelerle inşa edilmiş hukuk sistemi önemli bir müdahaleye maruz kalmıştır. Siyasetin alanı genişlemiş, yargının siyasete müdahale imkânları azaltılmıştır. Yargının siyasetten uzaklaştırılmasıyla hukuk devleti, siyasetin güçlendirilmesiyle demokrasi geliştirilmiştir. Bütün
bunlarTürkiye'nin hukuk ve demokrasi alanlarında yeni
mesafeler aldığını göstermektedir. Ancak yeterli değildir. Yeni bir anayasa yapılmadıkça Türkiye'nin hukuk ve
demokrasi alanında kalıcı adımlar atması mümkün
değildir. Bu sebeple, referandumla kabul edilmiş olan
anayasa değişikliğinin, yeni bir anayasa yapımının önünü açtığı ölçüde başarılı olacağını unutmamak gerekir.
35
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Türkiye İçin
Yeni Bir Anayasa Zamanı
Doç. Dr. Ahmet Yıldız
Türkiye'de demokrasinin konsolidasyonu açısından
birinci öncelikle mesele, sivil ve siyasi katılıma dayalı,
çoğulcu demokrasinin öncülleri esas alınarak oluşturulmuş, lafzı da ruhu da demokrasi kokan yeni bir
anayasanın yapılmasıdır.
mizin seçimlerle tanımlanan asgari düzeydeki demokrasiyle tanışması, ancak İkinci Dünya Savaşından sonra
mümkün olabilmiştir.
Sivil ve siyasi katılımın sıfırlandığı, Türkiye'nin
1936'daki düzenlemelerle“parti devleti”olmaya yöneldiği, Atatürk'ün karizmatik liderliğinde somutlaşan
kurucu iradenin mutlak egemenliğine dayalı, Serbest
Fırka örneğinde görüldüğü gibi, siyasi muhalefeti bile
tek partili rejimi tahkim etmenin bir vesilesi olarak
kullanan “Devrim atmosferi”nin, demokrasi diye bir
problemi bulunmamaktaydı. Bu yüzden,Tek Parti anlayışını mümkün kılan, kuvvetler ayrılığının embriyonik
mahiyet arz ettiği, zihniyet olarak aşkın devleti ve
Devrimin ideallerine itaati kutsayan bir korporatizm
uygulamasına eşlik eden 1924 Anayasası, içerdiği
demokratik unsurlara rağmen, demokratik meşruiyet
açısından problemli bir anayasadır. Bu yüzden
Cumhuriyet vs Demokrasi tartışmasında Cumhuriyet,
“devlet” merkezli Kemalist devrim uygulamasına
tekabül ettiği için, demokrasiyle bağdaştırılması
mümkün olmayan bir niteliğe sahiptir. Eğer Cumhuriyet demokratikleşecekse, Cumhuriyetin gerçekten
egemenliğin hanedandan halka aktarıldığı bir devlet
biçimi olarak, demokrasiye karşıt değil pekiştirici bir rol
oynaması beklenir. Bir kısım siyaset ve yargı
kesimlerinin dilinde rast geldiğimiz “Cumhuriyetin
kazanımları” söylemi ile dile getirilen hususların çoğunun, demokratik öğreti ile bağdaşmaması elbette bir
rastlantı olarak yorumlanamaz.
Tanzimat Fermanına kadar uzanan, ilk olarak 1876
anayasası ile kendisini“kanun-ı esasi”formatında ortaya koyan Türkiye'deki meşruti-demokratik geleneğin
Cumhuriyet dönemindeki tüm yansımaları, demokratik olmayan süreçlerin ürünüdür. Yeni Anayasa
tartışmasını vazgeçilmez kılan hususlar, hem usul hem
de muhteva açısından caridir. Anayasaları demokratik
kılan nitelik, muhtevaları kadar, kabul edilme süreçlerinin de demokrasinin asgari standartlarına uygunluk
arz etmesidir.
Mecelle'nin“vüsule ermek usul”iledir belirlemesinden
hareketle, süreç açısından demokratik nitelik taşımayan bir anayasanın, muhtevasından bağımsız olarak
demokratik meşruiyeti problemli olan bir anayasa olacağını söyleyebiliriz. Bu yüzden, 1924 Anayasasından
başlayarak Türkiye'deki tüm anayasaların, demokratik
bir nitelik taşımadığını ileri süreceğim. 1924 Anayasası,
Kemalist Devrimin, Zekeriya Sertel'in ifadesiyle, “yıkım
sürecini” başlattığı 1924'te kabul edilmiştir. Bu
Anayasa, egemen iradenin sınır tanımadığı, sınırlı eleştirileri bile yaptırıma bağladığı, çok partili muhalefetin
yok edildiği, nihayet uygulamada Anayasaya uygunluk
denetimi olmadığı için, Anayasanın rahatlıkla devre
dışı bırakılabildiği, Tek Parti yönetiminin kuruluş sürecine giden yolun kilometre taşlarının oluşturulmaya
başlandığı bir dönemde yapılmıştır. Huntington'un
“birinci ters/demokrasi karşıtı dalga” olarak adlandırdığı 1922-1942 döneminde seçimli demokrasilerin
sayısı 33'ten 11'e düşmüştür. Yine Huntington'a göre,
Türkiye, ikinci demokratikleşme dalgasında demokratik bir rejim kurmuş, ikinci ters dalga ile demokratik
rejimi yitirmiş, üçüncü dalga ile tekrar demokrasiye
geçmiş ülkeler arasındadır. Yani bu anayasa, bu yazının
son kısmında temas edeceğimiz gibi, bir kriz döneminde yapılmıştır, ki bu durum anayasaların varlık
esprisiyle bağdaşmayan bir durumdur. Cumhuriyeti-
Türkiye'de modernleşme sürecinin “devletin bekasına”
odaklanmış olması, modernleşme ile demokratikleşme arasında, en azından başlangıç dönemi itibariyle,
zati bir çatışma doğurmuştur. Devlet odaklı modernleşme sürecinin devletin koruyucu sınıfı olarak kurguladığı sivil-askeri bürokrasinin, kendilerine ait olarak
kabul ettikleri “devleti” topluma ve siyasete karşı korumak amacıyla gerçekleştirdikleri askeri darbeler sonrasında hazırlanan 1961 ve 1982 anayasaları, birer darbe
dönemi anayasası oldukları için, “Devrim anayasası”
gibi, demokratik meşruiyetten yoksundur.
36
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
ihtiyaç duymaz/bırakmaz. Oysa Kur'an-ı Kerim bile
bizim/insanın muayyen bir anlama biçimiyle hayata
aktarılmaktadır ve bu anlama biçimi bütünüyle
tarihsel bir nitelik taşır. Bu yüzden, bir anayasanın
demokratik meşruiyete sahip olması, seçmenlerin
onu değiştirebilme imkanının olmasını zorunlu kılar.
Avrupa'nın en eski anayasaları olan 1814 tarihli
Norveç ve Hollanda anayasalarından birincisi 200'den
fazla kez değiştirilirken, ikincisi 1983'te tamamen
yenilenmiştir. Bu bakımdan halen yaşayan en eski
anayasa olarak kabul edilebilecek 1787 tarihli
Amerikan Anayasası da, uğradığı çeşitli değişikliklerin
yanı sıra, ABD Yüksek Mahkemesi'nin içtihatları
sayesinde sürekli güncellenerek demokratik gelişime
ayak uydurmayı ve güncel kalabilmeyi başarmıştır.
Anayasaların değiştirilmelerinin zorlaştırılması-katı
anayasa pratiği-anlaşılabilir ve birçok durumda
gerekli bir anayasa pratiğidir. Bu bakımdan, yeni bir
anayasa yapımı için özel olarak bu işle görevlendirilmiş bir anayasa yapıcı Meclis, zorunlu bir demokratik
gereklilik değildir; Kurucu Meclis pratiği yalnızca bir
yerindelik aracıdır. Dolayısıyla, meşru seçimlerle
oluşturulmuş bir Parlamento her zaman yeni bir
anayasa yapma kabiliyetine sahiptir.
Bu dönemde, anayasa yapımı için oluşturulan sözde
“Kurucu Meclis” ile 12 Eylül dönemi “Danışma
Meclisi”nin demokratik katılıma dayanmaması, usul
boyutu itibariyle bu anayasaları demokratik bir siyasal
toplum için uygunsuz kılmaktadır.
Türkiye anayasa yapma pratiğine hakim olan anlayış
da, sivil-siyasi katılıma dayalı yeni bir anayasayı
Türkiye için zorunlu kılan bir unsurdur. Anayasa
Değişiklikleri Hakkında Venedik Komisyonu
Raporunda belirtildiği gibi, anayasalar siyasi faaliyet
için bir çerçeve olmalı, siyaset için bir araç
olmamalıdır. Oysa, genel olarak Türkiye anayasa
pratiğine hakim olan zihniyet, özel olarak da halen
yürürlükte olan 1982 Anayasası, tam da burada
belirtilen zaafla mualleldir. 1982 Anayasası siyasete
genel bir çerçeve çizmekle kalmamakta, Başlangıç
bölümünden başlayarak Geçici maddelerine kadar,
devlet koruyucularının ve onların çıkarlarını sistemik
hale getiren “devlet ideolojisinin”-ki, bu ideoloji
Anayasada Atatürkçülük olarak tanımlanmaktadır- de
ortaya koyduğu gibi, siyaset için doğrudan bir araç
olarak kurgulanmıştır. Bu sayede asker MGK
vasıtasıyla, yargıçlar Anayasa Mahkemesi ve Danıştay
vasıtasıyla siyasi sisteme vesayet eder ve açıkça siyasi
faaliyette bulunmuştur. Son Resepsiyon krizinde
örneklendiği gibi, din eğitimi, türban ve ulusal kimlik
konularında bu kesimler arasında tam bir örtüşmeyi
yansıtan yaklaşımlar ve Anayasanın buna imkân
veren yapısı, bu Anayasanın siyasetin temel çerçevesini yansıtan asli bir mutabakat metni olmaktan
ziyade, devletçi modernleşmeci seçkinlerin siyaseti
kendi kontrollerinde tutma aracı olduğunu ifşa
etmektedir. Demokratik siyaset imkanını ortadan
kaldıran niteliğiyle 1982 Anayasası, kabul edilemez ve
varlığı tolere edilemez bir anayasadır.
Parlamentonun yeni bir anayasa yapmasının
önündeki en önemli engel, demokratik temsil
açısından zayıf olmasıdır. Seçim sisteminin yüzde
10'luk ülke barajını aşmayı zorunlu kılması, anayasa
yapımı için olmazsa olmaz olan tüm örgütlü kesimlerin temsiline ciddi bir engel olma potansiyeli taşımaktadır. Mevcut parlamento, BDP'nin bağımsız
adaylar yoluyla bu barajın etrafından dolaşarak da
olsa temsil edildiği bir parlamento olduğu için,
anayasa yapma meşruiyetine sahiptir. Bu meşruiyetin
zedelenmemesi için, seçimlerdeki ülke barajının en
azından yüzde 7'ye indirilmesi vazgeçilmez bir zorunluluktur.
Seçmenin anayasayı değiştirme kabiliyeti açısından,
Anayasalarda “değiştirilemez” maddelerin kapsamının son derece dar tutulması da bir zorunluluktur.
Devletin şekli, egemenlik, toprak bütünlüğü ve federalizm gibi hususların çağdaş anayasaların bir kısmında “değişmezliğe” konu edildiği görülmektedir.
Cumhuriyetin nitelikleriyle birlikte, Devletin dilini,
başkentini ve ulusal marşını da “değişmezliğe” konu
yapan 1982 anayasası, bu bakımdan seçmenin
demokratik iradesini önemli ölçüde sınırlamaktadır.
Yeni bir anayasada, sadece devlet şekli değişmezliğe
konu yapılmalıdır. Belli bir olgunluk düzeyine ulaşan
tüm anayasaların, mevcut nesillerin değil, geçmiş
kuşakların mutabakat metinleri oldukları ve günün
demokratik ihtiyaçlarına uyum kabiliyetleri nisbetinde süreklilik arz etmeleri gerektiği unutulmamalıdır.
Yeni bir anayasayı zorunlu kılan sebeplerden biri de,
“tarihsellik”tir. Herkes tarafından kabul edilen ya da
bütün zaman ve mekanları kuşatan külli bir aklın
ürünü olan bir anayasa- böyle bir anayasanın
olmadığı açıktır- değişime açık değildir; çünkü buna
37
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Tam da burada, yeni bir anayasa için neden uygun bir
sürece girdiğimizi temellendiren son bir hususu daha
ifade etmek isterim. Anayasaların değiştirilmesinin
nitelikli çoğunluk, referandum şartı, değişiklik kararı
alan parlamentonun feshedilmesi ve özel görüşme
prosedürleri gibi araçlarla zorlaştırılması, demokratik
toplumların kendilerini “yanlış kararlar almaya”
yönlendiren eğilimler karşısında koruma reflekslerini
yansıtır. Yunan mitolojisindeki Odysse ve Sirenler
metaforu ile ifade edilen bu durum, Odysse'nin
“vatan”ına selametle ulaşabilmesi için, kadın başlı
kuşlar olan Sirenlerin yaşadığı adanın yanından
geçerken, onların çıkardığı “baştan çıkarıcı” sesler
karşısında kendisini kaybedip kayalıklarda hayatına
son vermemesi için, adamlarına kendisini gemi
direğine bağlamaları ve kendisi talep etse bile,
Sirenlerin sesi geçmeden çözmemeleri emrini vermesi, böylece “kriz” pasajını atlatmalarını anlatır. Demokratik toplumlar da, Nazizm benzeri otoriter eğilimlere
demokrasiyi kurban vermemek için, anayasaların
değiştirilmesini basit çoğunluğun insiyatifine bırakmamayı, demokratik temsile dayalı nitelikli bir çoğunluğa bu hakkı vermeyi tercih etmişlerdir. Türkiye artık
Sirenlerin çıkardığı kahredici ve intihara sürükleyici
seslerin etkisini nötralize edebilecek durumdadır.
Toplumun, dinamik bir mutabakata zemin teşkil edecek bir müzakere sürecini yürütmesini mümkün kılacak kurumsal mekanizmalar az-çok oluşmuş haldedir.
Artık ne Devrim Atmosferi, ne de darbeler gibi “kriz”
ortamları içinde değiliz. Sirenlerin sesleri çıksa da, bunların yol açacağı etkileri giderecek “gemi direkleri”
mevcuttur. Darbelerin sivil görünümleri bu müzakere
sürecini temelden etkileyecek bir güce sahip değildir.
2011 seçimlerine yeni anayasa ihtiyacı damgasını
vurmuştur. Seçim kampanyası ve siyasi partilerin kendi
görüşlerini bu süreçte seçmene iletmeleriyle, seçim
sonrasındaki müzakere ve karar verme sürecini olgunlaştırmak mümkündür. Yeni Anayasa ihtiyacı, acelecilik
ve kriz semptomlarından azade bir atmosferde,
seçmenin demokratik tercihlerine saygıyı yansıtacak
ve toplumdaki çoğulculuğu veri alacak bir şekilde,
asgari bir toplumsal mutabakatı yansıtacak bir
müzakere süreci sonucunda karşılığını bulmalıdır.
SAYI 15 - 16
cu yapılar” demokratik seçimlerle oluşturulmamıştır.
İktidar gücü de, seçimlerde çoğunluğa sahip siyasetçilerin emanetinde olmamıştır. Bu anayasalar, demokratik bir süreç içinde oluşmuş ya da onaylanmış değildir. Bu yüzden demokratik meşruiyet yoksunu olan
anayasalardır.
2- Anayasalar, demokratik siyasetin temel kurallarını
belirleyen metinlerdir. Dolayısıyla kurumsal mutabakatın değil, öncelikle toplumsal mutabakatın ürünü
olmak zorundadırlar. Türkiye'deki tüm anayasalar,
toplumsal iradeye karşı sivil-askeri kurumsal iktidarın
çıkarlarını korumak üzere yapılmıştır. Bu anayasaların
dayandığı siyaset felsefesi demokratik değildir. Hukuk
Devletiyle taçlanmış, dolayısıyla azınlığın haklarını
ihlal etmeyen ama mutlaka çoğunluğun tayin edici
olduğu bir anayasal düzen kurulmalıdır.
3- Kelimenin her iki anlamında da sivil bir anayasaya
ihtiyaç vardır: “Resmi/devlete ait olmayan” ve “askeriaskere ait olmayan”. Demokratik anayasalar halka ait
(cumhurî!) anayasalar olmak zorundadır. Türkiye'de
halkın ve onun temsilcilerinin eliyle yapılmış, demokratik siyaset felsefesine dayalı bir anayasa hiç olmadı;
şimdi bu anayasayı yapmanın zamanıdır.
4- 12 Haziran seçimleriyle göreve başlayan 24 üncü
dönem parlamentosu, yüzde 90'lara ulaşan temsil
oranıyla, tüm toplumsal kesimlerin temsilcilerinin
bulunduğu kapsayıcı çeşitliliğiyle, kurucu bir Meclis
vasfına sahiptir. Bu demokratik niteliğini arttıran bir
unsur, siyasi sürecin asker ve yargı eliyle hukuk dışı
olarak biçimlendirilmeye çalışıldığı bir ortamda, halkın
açık bir çoğunlukla bunu onaylamadığını göstermesidir. Bu da, 24 üncü dönem parlamentosunu, yeni ve
sivil bir anayasa hazırlamakla etik açıdan da yükümlü
kılmaktadır.
5- Yeni anayasa, hem yapıcı aktörleriyle, hem dayanacağı siyaset felsefesiyle, hem de içeriğiyle sivil olmak
zorundadır: Sivillik demokratik rejimlerin olmazsa
olmaz niteliğidir. Sivillik, demokrasiyi ayakta tutan en
önemli sosyo-politik unsurdur. Demokratik siyasi
hayat dinamik bir süreçtir. Bu sürecin sürekliliği ancak
sivil dinamiklerin her zaman kendisini hissettirmesiyle
mümkündür.
Bu çerçevede sonuç cümleleri olarak şunlar
söylenebilir:
6- Sivil anayasa, cumhuriyetin demokratikleştirilerek
cumhura emanet edilmesinin, başka bir ifadeyle
demokratik cumhuriyetin olmazsa olmaz şartıdır.
Cumhuriyet gemisinin demokrasi limanında demir
atması ve emniyete kavuşmasının lazımıdır. Şimdi
demokrasiyi derinleştirme zamanıdır. Sivil anayasa bu
işin besmelesidir!
1- Demokratik siyasi düzenin ilk şartı, iktidarın seçimle
belirlenmesi ve çoğunluğun iktidarının sağlanmasıdır.
Çok partili siyasi hayata geçildikten sonra yapılan
hiçbir anayasa sivil değildir. 1961 ve 1982 Anayasaları
askeri darbeler sonrasında ve askeri elit ve bu elitle
işbirliği halinde hareket eden bürokratik elitin önceliklerini yansıtmaktadır. Bu anayasaları hazırlayan “kuru-
38
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Yeni Anayasada
Kim Söz Sahibi Olacak?
Ümit Kardaş
Türkiye'de kimin anayasa yapacağına ilişkin iki ana
görüş ve iki ana pratik bulunmaktadır. Azınlık ta olsa
antidemokratik bir görüş, siyasetçilere güvenilemeyeceğinden siyasetçilerin ortaya koyduğu taslaklardan
hareketle parlamentonun anayasa yapamayacağı,
rejimin sürdürülebilmesi ve korunması bakımından bir
anayasa ihtiyacı bulunduğu takdirde bunun da ancak
rejimin koruyucu ve kollayıcıları olan vesayet kurumları tarafından teknik bir kadroya yaptırılacağı inancındadır. 1961 Anayasası, 1971 Anayasa Değişiklikleri,
1982 Anayasası pratikleri bu anlayışa uygundur. 1961
Anayasası bir askeri darbenin ve bu darbeyi besleyen
koşulların ürünüdür. Bu anayasa bir askeri rejim ortamında hazırlanmış, 37 subaydan oluşan Milli Birlik
Komitesi ve seçkinci bir karakter taşıyan Temsilciler
Meclisi'nden meydana gelen Kurucu Meclis tarafından
yapılmıştır. Türkiye'de bir anayasanın kurucu meclis
tarafından oluşturulması 1961'de yaşanan ilk deneydir.
1961 Anayasası'nın hazırlanması ve kabulünde üç aşama vardır. Ön tasarıların hazırlanması, tasarıların
Kurucu Meclis tarafından tartışılıp kabulü ve halkoylaması. MBK veTSK Başkumandanlığı yeni bir anayasa ön
tasarısı hazırlamaları için İstanbul Hukuk Fakültesi'nden yedi öğretim üyesini görevlendirmişti. Bu bilim
kurulu Ankara Üniversitesi'nden de üç üye alarak ön
tasarıyı hazırlayıp, MBK'ya sundu. Bu konuda hazırlanan ikinci taslak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi'nin hazırladığı ön tasarıdır.
lan parlamentoya darbeyi yapanlar tarafından anayasa
değişiklikleri yaptırılmıştır. Yapılan değişikliklerle MGK
üzerinden TSK'nın yürütme üzerindeki ağırlığı arttırılmış ve daha önemlisi asker kişilerle ilgili idari işlem ve
eylemlerin hukuki denetimi Danıştay'dan alınmış ve ilk
kez oluşturulan Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'ne
verilmiştir. Ayrıca 1961 Anayasası'nda özgürlük kural,
sınırlama istisna olmasına rağmen, yapılan değişiklikle
bu durum tersine çevrilmeye çalışılmıştır.
Hak ve özgürlükleri sınırlama nedenleri çoğaltılarak
“devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”
gibi soyut, muğlak sınırlamalar getirilmiştir. Özellikle
1975'lerden sonra terörle ve ekonomik baskılarla istikrarsızlaştırılan çok partili rejim 12 Eylül 1980' de sert bir
askeri darbeyle karşılaşmıştır. Beş orgeneralden oluşan
Milli Güvenlik Konseyi 29. Haziran. 1981'de çıkardığı
bir kanunla yeni bir anayasa yapmak üzere MGK ve
Danışma Meclisi'nden meydana gelen bir Kurucu
Meclis oluşturmuştur. Danışma Meclisi, kendi üyeleri
arasından anayasa tasarısını hazırlamak üzere 15 kişilik
bir komisyon görevlendirmiştir. Danışma Meclisi'nde
görüşülüp, kabul edilen anayasa daha sonra MGK'da
kabul edilmiş, son sözü MGK söylemiştir. Bu anayasa 7.
Kasım. 1982'de halkoyuna sunulmuştur. Bir darbe
ürünü olan 1982 Anayasası, devleti yücelten, kutsayan,
bireyi korumasız bırakan, tam bir geriye gidişi ifade
eden, devlet otoritesini ve askeri vesayeti pekiştiren,
hak ve özgürlükleri sınırlamalarla kullanılamaz hale
getiren bir anayasa olmuştur. 1982 Anayasası'nı hem
içeriği, hem yapılışı ve oylama biçimi göz önüne
alındığında bir anayasa metni olarak kabul etmek
zordur. 1982 Anayasası askeri vesayetin sınırlarını daha
da genişletmiştir. AB ilerleme raporları doğrultusunda
yapılan değişiklikler anayasanın felsefesinin, ruhunun,
amacının değişmesini sağlayamamıştır.
1961 Anayasası kabul edilirken yaşanan bir başka ilk,
halkoylaması yapılmasıdır. 1961 Anayasası bir yandan
hak ve özgürlükler bakımından Batı standartlarını
getirmiş bir anayasa olmasına rağmen, diğer yandan
bu anayasa ilk kez MGK gibi yarı askeri bir kurulu anayasal organ haline getirerek yürütme erkine ortak
etmiş, ilk kez askeri mahkemeleri ve Askeri Yargıtay'ı
anayasal organ haline getirerek asker kişiler açısından
tabii hakim ilkesine aykırı olarak askeri yargıya geniş
bir görev alanı belirlemiş, sivilleri bazı önemli suçları
nedeniyle askeri yargının görev alanına sokmuş böylece askeri vesayetin ve çift başlı yargının yolunu
açmıştır. 1971 askeri darbesinden sonra ise açık tutu-
Çoğunlukta olan ikinci görüş ise parlamentoların
anayasa yapabilecekleri inancındadır. 1876 Kanun-u
Esasîsi bu yaklaşımın dışındadır. 1876 Kanun-u Esasisi
Padişah tarafından atanan “Cemiyet-i Mahsusa” isimli
bir kurul tarafından hazırlanmıştır.
39
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
yasa inşa sürecinde hangi verilerin referans alınacağı
noktasında görüşler ayrılmaktadır. Bir kısım görüş
sahipleri mevcut rejimin verilerinden hareket edilmesi
gerektiğini bu verilerin göz ardı edilemeyeceğini öne
sürmekte, bir görüş ise AB ilkelerinin yeterli veri
olduğunu, başka bir tartışmaya gerek olmadığını
savunmaktadır. Bütün bu görüşlerde ilginç olan husus,
toplumsal sözleşme sayılan anayasa inşa sürecinde
bireylere, gruplara ve topluma öncelikli rol
verilmemesi dolayısıyla jakoben bir anlayışla
toplumun iyiliği doğrultusunda toplumun geleceğini
merkezden ve dar bir çerçevede tasarlama isteğidir.
Oysa Türkiye'de anayasanın muhatapları olan bireyler
ve gruplar anayasaların inşa süreçlerinde hiçbir zaman
söz sahibi olamamışlardır.
Bu kurulun başkanı Server Paşa olup Kurul'da iki asker,
16 sivil bürokrat (üçü Gayrimüslim) ve ulemadan 10
kişi vardır. Cemiyet-i Mahsusa'nın Mithat Paşa'nın ve
Sait Paşa'nın hazırladığı önceki taslaklardan ve yabancı
anayasalardan (Belçika, Polonya, Prusya) da yararlanarak hazırladığı tasarı Mithat Paşa'nın başkanlığındaki
Heyet-iVükelâdan geçmiş, Padişah tarafından kabul ve
ilân edilmiştir. Görüldüğü gibi Kanun-u Esasî, halkı
temsil eden bir kurucu meclis tarafından hazırlanmamıştır. Yine Kanun-u Esasînin kabulü için bir kurucu
referandum da yapılmamıştır. Kanun-i Esasi gerçek bir
anayasa olarak kabul edilmemekte, millete bağışlanmış bir berat olarak nitelendirilmektedir. (Charte
Constitutionelle ) Meşruti monarşiye geçişi sağlayan
1909 değişiklikleri ise Heyet-i Âyan ve Heyet-i Mebusan'dan oluşan “Meclis-i Umumî-i Millet” tarafından
yapılmıştır. 1921 ve 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunları,
meclis tarafından yapılmıştır.
Devlet daima totaliter eğilimli otoriter karakteriyle
toplumu yukarıdan değiştirmeye kalkmış, toplumun
ne istediğini duymak istememiştir. Resmi ideoloji,
anayasalar, kanunlar ve uygulamalarla topluma dayatılmıştır. Kurmaca bir hukukla adil yargılanma hakkı
çiğnenmiş, devlet bürokrasisi ve elitist çevreler topluma yabancılaşmıştır. Dindarlar, Kürtler, Aleviler,
Gayrimüslimler, Solcular mağdur edilmiştir. Bürokrasi
ve siyaset, demokrasi ve özgürlük talepleri bakımından toplumun gerisinde kalmıştır. Toplum içindeki
gruplar ve bireyler, kendileri dışında kalanların hak ve
özgürlükleri tanınmadan özgür olamayacaklarını
anlamışlardır. Herkes bakımından hak ve özgürlükleri
yeni bir toplumsal sözleşmede güvence altına almak,
devleti bu amacı gerçekleştirecek, her türlü etnik kimliğe, dine ve inanca eşit mesafede duran bir aygıt olarak düzenlemek bakımından bireylerin ve toplumun
anayasa inşa sürecinde fikirlerini belirtmeleri başlangıç noktasıdır. . 8. dalga anayasacılık, Afrika, Asya ve
Latin Amerika ülkelerinde iç savaş koşullarından
çıkmayı ve toplumsal barışı amaçlayan anayasa yapma
süreçlerinde yaşandı. Bu anayasalar, toplum içindeki
farklı kesimlerin barış içinde özgürlüklerden eşit olarak
yararlanabilmelerinin ilkelerini müzakere süreciyle
toplumsal mutabakat sonucu belirledikleri metinler
oldular. İnsanların kendi gelecekleri üzerine alınacak
kararlarda söylediklerinin dikkate alınması, onları hak
ve özgürlükleri kullanmada ve korumada daha istekli
kıldığı görüldü. . Süreç odaklı anayasacılıkta ortak yaklaşım, çoğunlukçu yöntem ve usullere itibar edilmeyişi
aksine mümkün olan en geniş müzakere ve mutabakat
düzlemini oluşturmak üzere gerekli olan katılımı sağlayan süreçleri kurumsallaştırmak olmuştur. Bu yöntemle anayasa inşa eden ülkeler arasında Güney Afrika
önemli bir örnek ve bunu çok zor koşullarda başardı.
Heyecan verici ve bize de ilham verecek olan bu örneği
aşağıda açıklayacağım.
Kurtuluş Savaşı koşullarında oluşan yeni devlet ve
iktidar düzenine ilişkin kuralları gösterecek yeni bir
anayasa ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Böylece meşruluk ve
hukukilik niteliğine sahip çıkılarak, kurtuluş hareketi
yeni bir anayasayla sürdürülmek istenilmiştir. İcra
Vekilleri Heyeti'nin hazırladığı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Layihası adını taşıyan ve Genel Kurul'a sunulan
metin bazı bölümleri göz önüne alındığında bir
hükümet programını andırıyordu. Bu belgenin daha
çok “halkçılık programı” adıyla anılması da bunu
gösteriyordu. 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu, yerel
kongre iktidarlarından ulusal meclise uzanan bir
sürecin ürünü olup sivil unsurlar ön plandadır. Meclisin
demokratik niteliği kurucu meclis görevi yapan bu
meclisi güçlü kılmıştır. TEK iktidarı sınırlamayı değil,
ulusal birliği amaçlamış, egemenliğin kaynağında
köklü bir değişiklik yaparak, milletin temsilcisi olan
meclisi tek ve sınırsız güç olarak öne çıkarmıştır. . 20.
Nisan. 1924Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nu ise ikinci BMM
yapmıştır. Kanun-i Esasi Encümeni, anayasa tasarısı
hazırlanması konusunda bir öneri olmadan, kendiliğinden bir tasarı hazırlayarak BMM Genel Kurulu'na
sunmuştur. BMM kurucu bir meclis olmamasına
rağmen, ulusun tek ve egemenlik hakkını kullanmaya
tam yetkili temsilcisi sayıldığından yeni bir anayasa
yapabileceği konusunda bir tereddüde düşülmemiştir.
Amaç güçlü bir devlet düzeni yaratmaktı. Ancak bu
gücün toplandığı organ yürütme değil, temsili bir
nitelik taşıyan BMM'dir.Yürütme erki de BMM'ye aittir.
Bugün sivil toplumun da katılacağı tartışmalar
üzerinden mümkün olduğunca geniş temsile dayalı
bir parlamentonun ya da kurucu meclisin anayasa
yapabileceği görüşü ağırlık kazanmıştır. Ancak ana-
40
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Güney Afrika tarihi, uyuşmazlık ve gerilimlerle dolu,
her kesimin farklı açıklamalarla okuduğu bir dizi
önemli olaylar zinciri. M. S 100'den önce Afrika'nın
merkezinden göç edenlerden sonra 1488'te Portekizliler, 1652'de Hollandalılar ardından Fransızlar,
Almanlar ve daha sonra Khoikhoi, Avrupalı ve Asyalılardan oluşan apartheid terminolojisine göre
colouredes (renkliler) olarak kategorize edilen 3,2
milyon insan. Yine kökenleri Hollanda'ya uzanan
3 milyon kadar Afrikaan. Afrikaan çiftçilerin göç
etmesi sonucu Zulular ile aralarında başlayan çatışma
birlikte İngilizlere karşı mücadeleye dönüşüyor.
1910'da İngiliz kolonisi olan Güney Afrika'da anayasa
ile politik güç beyazların eline geçiyor, 1948'te ise
Ulusal Parti'nin iktidara gelmesiyle ırkçı apartheid
rejimi resmileşiyor. 1960'ların başında Afrika Uluasal
Kongresi başkanı Mandela ve diğer liderler tutuklanıyor. Yasaklar 1990'ların başında kalkıyor ve Mandela serbest kalıyor.
SAYI 15 - 16
1,7 milyon dilekçe toplanmış, elemeler sonucu
bunlardan 11 bin öneri çıkarılmıştır.
İnsanların anayasa yapım sürecine dair daha az bilgiye
sahip olmalarının muhtemel olduğu kırsal kesime
yönelik olarak hem kurucu meclisin faaliyetleri hakkında bilgilendirme yapmak hem de halkın fikirlerini
almak için kamuoyuna açık sempozyumlar düzenlenmiştir. Hedef kitle süreçle ilgili bilgilendirilirken
aynı zamanda eğitilmesi yönünde planlamalar yapılmış, bunun için “Anayasal eğitim programı” geliştirilmiştir. Sempozyumlar çerçevesinde yerel yönetimler
ve sivil toplum örgütleriyle birlikte atölye çalışmaları
düzenlenmiştir. Burada güdülen amaç, katılanların
belirli bir konu üzerinde tartışmalarını sağlayıp
uzlaştıkları ilkeleri gözlemlemek, bunların anayasada
temsil edilmesini sağlamak ve bu vesileyle halka
uzlaşma kültürünü aşılamak olmuş. Böylelikle sürecin
daha açık ve daha şeffaf algılanması da sağlanmıştır.
Altı aylık sürede dokuz bölgede toplam 26 sempozyum düzenlenmiş ve bu sempozyumlara 200'den
fazla Kurucu Meclis üyesi katılmıştır. Anayasa inşa
süreciyle birlikte, birçok kişi ilk defa siyasi haklarını
kullanma fırsatını elde etmiştir. Partiler arasında,
kültürel ve etnik farklılıklara dayanan, çok derin zıtlaşmalar aşılmış, aynı masada yer alıp ortak bir proje
çerçevesinde görüş alışverişi yapmaları sağlanmıştır.
1-Anayasa İnşa Süreci
a) Anayasa taslağının Kurucu Meclis'çe
kabulünden önceki süreç:
1994 seçimlerini Nelson Mandela'nın başkanlığını
yaptığı ANC, oyların %62'sini toplayarak büyük bir
üstünlükle kazanmış ve Parlamento'ya seçilen 490
üye, görevi iki yıllık bir süre içerisinde anayasayı
hazırlamak ve onaylamak olan bir Kurucu Meclis
(Constitutional Assembly) oluşturmuştur. Müzakere
sürecini kolaylaştırmak ve gerekli olan idari desteği
sağlamak için de bir Kurucu Meclis idaresi kurulmuş,
aynı zamanda Parlamento bünyesinde bu çalışmaları
yürütecek çok partili bir Anayasa Komitesi ve bu
Komite'ye bağlı olarak altı tema üzerinde çalışacak
alt-komite oluşturulmuştur. 1995 Ocak ayında halkın
görüşlerini almak için geniş kapsamlı bir iletişim
kampanyası başlatılmıştır. Kırsal alandaki nüfus
yoğunluğu, “siyah” halkın hiç bir zaman siyasi hak
kullanmamış olması, eğitim eksikliği, ekonomik ve
kültürel farklılıklar gibi engellere rağmen süreçte
amaç halkın bilinçli katılımını sağlamak olarak belirlenmiştir. 10 aylık bir süreçte yoğun bir katılım
sağlanmıştır:
Düzenlenen sempozyumlara paralel olarak, “Ulusal
Sivil Toplum Dinleme Programı” çerçevesinde, her bir
tematik alt-komite kendi alanlarında görüş
belirtmeleri faydalı olacak kişiler ve kurumlara yönelik
toplantılar düzenlemiş toplam 600'yakın kurumdan
görüş alınmıştır. Yabancı uzmanlar da bu faaliyetlere
dahil edilerek daha çok sorun yaratabilecek belirli
konular üzerinde somut fikirler ortaya atılmıştır.
Kamuoyunu sık sık bilgilendirmek için, konuları
detaylı ve eğitici bir şekilde sunan“Anayasal Diyalog”
(Constitutional Talk) başlıklı bir resmi bülten hazırlanmıştır. 15 günde bir yayınlanan sekiz sayfalık bu
bülten yaklaşık, 60 bini abone olmak üzere 160 bin
kişiye dağıtılmış ayrıca bu bültenler taksi ve otobüs
duraklarına yerleştirilmiştir. Süreç içerisinde televizyon programlarına katılan Kurucu Meclis üyelerine
sivil toplum tarafından sorular yöneltilmesine imkân
tanınmış insan hak ve özgürlükleri, güçler ayrılığı gibi
önemli konular üzerinde tartışmalar düzenlenmiştir.
Bu süreçte özellikle radyo etkili bir şekilde kullanılmış,
bu şekilde hem şehirli hem de kırsal kesimine ulaşabilmiştir. Televizyonda 11 dilde anayasa üzerine eğitici sohbet programı yapılmış, bu programlara uzman
kişiler çağrılmış ayrıca kişisel sorulara cevap verecek
bir “anayasal diyalog hattı” oluşturulmuş yayınlanan
programa bu konuda uzman insanlar davet edilmiştir.
Televizyonda, radyoda, ulusal-yerel basında ve
afişlerde yer alan reklam kampanyalarında, “[tarihe]
izinizi bıraktınız, şimdi sıra fikrinizi belirtmekte” ve
“Anayasal haklarınıza karar vermek sizin hakkınız”gibi
insanlara bu fırsatın önemini anlatan sloganlara
başvurulmuştur. Bu kampanyalarda özel reklam ve
iletişim şirketlerinden yararlanılmıştır. 3 aylık süre
içerisinde yetişkin halkın %65'ine ulaşılmıştır. Yaklaşık
41
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Cape Town Üniversitesi'yle işbirliği içinde gerçekleştirilen web sitesinde bütün haberler, taslaklar, bazı
düşünceler ve Kurucu Meclis'in kendi talepleri yayınlanmıştır. İnternete erişimi olan kitle arasında web
sayfası çok başarılı olmuştur.
SAYI 15 - 16
c- Anayasanın yürürlüğe girmesinden
sonraki süreç:
Bu 10 aylık süreç sonunda 22 Kasım 1995'te ilk Anayasa taslağının yayınlanmasından sonra ikinci aşamaya geçilmiştir. İkinci süreçte müzakereler öncelikli
olarak tartışma yaratan ve çok seçenekli ele alınan
maddeler üzerine yoğunlaşmıştır. Taslağın yayınlanmasından sonra medyada yeni bir kampanya başlatılmış ve kamuoyunun yaklaşık 3 ay kadar daha yeniden
katkı yapması öngörülmüştür. Ancak bu sefer taslağın
içindeki tartışmalı belirli noktalar veya maddeler üzerinden gidilmesi ve metne odaklı görüşler verilmesi
istenmiştir.
Halkın katılımını kolaylaştırmak ve taslağın içeriğinin
anlaşılabilir kılmak için “Siz ve Yeni Anayasanın İnşası”
başlıklı bir kitapçık dağıtılmış, eğitici posterler
hazırlanmış, Anayasal diyalog bülteni çoğaltılmış ve
“Anayasalar ve Demokrasi” başlıklı broşürler
dağıtılmıştır. İkinci süreç içerisinde radyo ve televizyon programları ile internetle yapılan bilgilendirme
faaliyetlerine devam edilmiştir. Bu süre içinde yaklaşık
250 bin dilekçe daha alınmıştır. Çözülmesi gereken 68
konu üzerinde çalışmalar devam etmiştir. Sürecin
sonuna doğru ölüm cezası, mülkiyet, resmi diller,
yargıç atamaları, nispî temsil gibi bazı temel maddeler
üzerinde kesin bir karar verilmemiş olmasına rağmen
genel bir uzlaşmaya varılarak yeni Anayasanın metni,
8 Mayıs 1996 tarihinde Kurucu Meclis tarafından
kabul edilmiştir.
Anayasanın 4 Şubat 1997'de yürürlüğe girmesinden
sonra Anayasayı anlatma, benimsetme ve uygulama
süreci başlamıştır. On bir resmi dilde 7 milyon kopya
basılan Anayasanın dört milyonu okullara gönderilmiş, iki milyonu postane bürolarında halka sunulmuş,
beşyüz bini polis teşkilatı ve ordu içinde dağıtılmış,
beşyüz bini ise sivil toplum kurumlarına ulaştırılmıştır.
Okullara ve kütüphanelere insan hakları çizgi-romanı
dağıtılmış, görme engelliler için özel kaset sürümleri
hazırlanmıştır. Ayrıca okullarda öğretmenler öğrencilerini anayasa metni konusunda aydınlatmışlardır.
Yeni Anayasanın ve içinde yer alan hak ve özgürlüklerin bütün halk için referans haline gelmesi amaçlanmıştır. 30 Nisan 1997'de Kurucu Meclis idaresi malî
bilançosunu sunup kendini feshetmesiyle birlikte
anayasa yapım süreci resmen sona ermiştir.
d- Sürecin değerlendirilmesi :
b) Anayasa taslağının Kurucu Meclis'çe
kabulünden sonraki süreç:
Kurucu Meclis başkanı Cyril Ramaphosa katılımın
toplumsal katmanlara doğru genişletilmesini şu
sözlerle açıklamış: “Sürecin sonunda Anayasa taslağı
Kurucu Meclis'in 490 üyesine özgü bir taslak olmamalı. Halkın kendilerinin olarak gördüğü, kendilerine
ait hissettiği bir Anayasa olmalı. Bizim görevimiz tam
anlamıyla meşru bir Anayasa tasarlamak, bunun için
halkımızın içine sinen bir Anayasa hazırlamak
mecburiyetindeyiz”. Halka erişim oranı %73'leri
bulmuştur. Sürece katılan taraflardan her biri en zor
anlarda bile mümkün olduğu kadar müzakereci bir
tutum sergilemiştir. Müzakere, demokrasi ve temel
hak ve özgürlükler dışında kalan konularda katılan
her bir tarafın zaman zaman ödünler vermesi anlamında cereyan etmiştir. Süreçte danışma, katılım,
müzakere, uzlaşma önemli olmuştur.
Anayasa metni, Kurucu Meclis'te onaylandıktan sonra
Anayasa Mahkemesi, temel hak ve özgürlüklerin bazı
noktalarda Anayasa Mahkemesi'nin denetiminden
çıktığı, ombudsmanın yeterince bağımsız olmadığı ve
yerel yönetimlerin yeterli yetkilere ve finansmana
sahip olmadığı gerekçesiyle metni Kurucu Meclis'e
geri göndermiştir. Anayasa Mahkemesi'nin onay
sürecinde dahi, dilekçe sunulmasına imkan verilmiş,
reklamlara “Haklarınızın Güvencesi Anayasa” ve
“Bütün Bir Ulus için Tek bir Yasa: Anayasa” gibi
sloganlarla devam edilmiş, eğitim amaçlı toplantılar
düzenlenmiş Anayasa metni, ikinci kez onaya
sunulduğunda yeni metin Anayasa Mahkemesi'nce
kabul edilmiş ve 10 Aralık'ta Cumhurbaşkanı Mandela
tarafından imzalanmıştır.
Anayasa, toplumsal barışı sağlayacak bir proje olarak
ele alınmıştır. Bu süreci yönetenler intikam duygusundan anayasa ile kurtulduklarını belirtiyorlar.
Güney Afrika Anayasası'nın yapım süreci, halkın katılımının üst seviyede olduğu en önemli yasama süreci
olarak gösterilmektedir. Müzakerelerin sonuçlanması
için kesin bir süre tayin edilmiş olması da kilitlenilen
noktalarda tartışmaların uzamasını engelleyip, uzlaşmayı teşvik etmiştir. İnsanların kendi gelecekleri
üzerine alınacak kararlarda söylediklerinin dikkate
alınması onları hak ve özgürlükleri kullanmada ve
korumada daha istekli kılmıştır. Nelson Mandela'nın
anayasanın kabulünden sonra dediği gibi Güney
Afrika halkı artık“özgür olmakta özgürdür”. Bu bakımdan Güney Afrika'nın anayasa inşa süreci önemli bir
örnektir.
42
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
2- Güney Afrika'da yönetim sistemi
b) Dil, din, kültür alanındaki düzenlemeler:
Yasama organı, 400 üyeden oluşan Ulusal Meclis ve 90
üyeden oluşan Bölgeler (Eyaletler) Ulusal Konseyi
(Senato)'dan oluşur. Başkan Ulusal Meclis'in kendi
üyeleri arasından seçilir. İki dönemden fazla görev
yapamaz. Devlet Başkanı kabinenin diğer üyeleriyle
birlikte yürütme erkini kullanır. % 20'den fazla oy alan
partiye de başkan yardımcılığı verilir ve bu partiden
kabineye bakan seçilir. Yüksek yargı organı olarak Anayasa Mahkemesi ve Temyiz Mahkemesi görev yapmakta ayrıca Hakimler Kurulu bulunmaktadır. Güney
Afrika'nın üç başkenti bulunmaktadır.Yasama başkenti
Cape Town, yürütme başkenti Pretoria, yargı başkenti
Bloemfontein. Güney Afrika'da otonomi kullanan 9
bölgesel (eyalet) yönetim bulunmakta. 1- Batı Cape
2- Doğu Cape 3- Kuzey Cape 4- Kuzeybatı 5- Serbest
Bölge 6- Kwazulu-Natal 7- Gauteng 8- Northern
Province 9- Mpumalanga. Her bölgenin yasama ve
yürütme organı var. Bölgelerin yetkilerinde sürekli
genişlemeler olmakta. Tarım, eğitim,, sağlık, konut,
ulaşım, polis, spor, turizm, çevre, geleneksel liderlerin
rollerinin belirlenmesi bölgelerin yetki alanında
bulunuyor. Bölgelerin belediye kurma yetkileri de
bulunmakta. Güney Afrika polisi taşrada bölgeler
düzeyinde örgütlenmiş durumda. Başkan hem ulusal
düzeyde hem de bölgelerde görev yapacak polis
şeflerini atıyor.
6. (Diller)
(1) Cumhuriyetin resmi dilleri Sepedi, Sesotho,
Setswana, SiSwati, Tshivenda, Xitsonga, Afrikaans,
İngilizce, İsiNdebele, İsixhosa ve İsizulu'dur.
(2) Halkımızın tarihsel olarak gittikçe azalan yerli
dillerin kullanım ve statüsünü tanımak suretiyle
Devlet, bu dillerin kullanımının geliştirilmesi ve
statülerinin korunması için uygulamaya dönük ve
müspet önlemleri alır.
(3)
(a) Merkezi Hükümet ve bölgesel yönetimler bir
bütün olarak, ülke çapında veya bir bölgede kullanım, pratik uygulamalar, ticari uygulamalar, bölgesel özellikler ile halkın ihtiyaç dengesi ve tercihlerini dikkate almak suretiyle yönetimin amaçları
doğrultusunda herhangi bir resmi dili kullanabilir;
fakat merkezi hükümet ve her bir bölgesel yönetim
en az iki resmi dil kullanmak zorundadır.
(b) Belediyeler kendi bölgesindeki vatandaşların
kullandıkları dili ve tercihlerini dikkate almak
zorundadır.
(4) Merkezi Hükümet ve bölgesel yönetimler,
yasama ve diğer yolları kullanarak, kendi resmi
dillerini düzenlemek ve denetlemek zorundadırlar. (2) nolu alt başlığı nazara almak şartıyla,
bütün resmi diller aynı ölçüde değer görür ve
bunlara eşit muamele yapılır.
3- Güney Afrika Anayasası'ndan
örnek düzenlemeler:
a)Başlangıç metni:
Biz, Güney Afrika halkı, Geçmişimizdeki adaletsizliklerin bilincinde olarak; Vatanımızda adalet ve özgürlük
için mücadele edenleri saygıyla anarak; Ülkemizi kuran
ve geliştirmek için çalışanlara saygı göstererek; ve
Güney Afrika'nın orada yaşayan halkına ait olduğuna,
[onun] çeşitlilik içindeki birliğine inandık. Böylelikle
biz, özgürce seçilmiş temsilcilerimiz vasıtasıyla, bu
Anayasayı Cumhuriyetin temel kanunu olarak kabul
etmekle, Geçmişin ayrılıklarını ıslah etmek ve demokratik değerler, sosyal adalet ve temel insan hakları üzerine kurulu bir toplum oluşturduk; Hükümetin halkın
iradesiyle oluştuğu ve her vatandaşın kanun tarafından eşit olarak korunduğu demokratik ve açık bir
toplumun temellerini attık; Tüm vatandaşların yaşam
kalitesini geliştirmek ve her bireyin potansiyelini ortaya çıkarmasını sağladık; ve Milletler ailesi içerisinde
egemen bir devlet olarak hak ettiği yeri alabilmesi için
birleşik ve demokratik bir Güney Afrika kurduk.
Tanrı Güney Afrika'yı korusun.
Bölüm 30 Dil ve kültür
Herkes dilini kullanma ve kendi seçtiği türden
kültürel hayata iştirak etme hakkına sahiptir, fakat
kimse bu hakları İnsan Hakları Beyannamesindeki
herhangi bir hükme aykırı olarak kullanamaz.
Bölüm 31 Kültürel, dini ve dilsel topluluklar
(1) kültürel, dini veya dilsel bir topluluğa mensup
kişilerin, o topluluğun diğer üyeleri ile birlikte;
(a) kültürlerinin gereğini yerine getirme, dinlerini
yaşama ve dillerini kullanma ile
(b) kültürel, dini ve dilsel birliklerle sivil toplumun
diğer organlarını oluşturma, bunlara iştirak etme
ve koruma konularındaki hakları göz ardı edilemez.
(2) (1) nolu bendin alt kısmında yazılan haklar,
İnsan Hakları Beyannamesindeki herhangi bir
hükme aykırı olarak kullanamaz.
43
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
c)Eğitim dili ile ilgili düzenleme:
SAYI 15 - 16
4. Değerlendirme: Anayasanın demokrat bir değere
dayanması ön plana çıkmıştır.
4. İLKE : Demokratik Anayasada, hak ve özgürlüklerin sınırlamasına imkân sağlayan vesayetçi
bürokratik kurumlar yer almaz. (Tartışmalar doğrultusunda değişti )
Bölüm 29 Eğitim
(…)
(2) Herkes resmi dilde veya eğitimin oldukça
uygulanabilir olduğu devletin eğitim kurumlarında
kendi seçecekleri dillerde eğitim alma hakkına
sahiptir. bu hakkın uygun bir biçimde fiiliyata
dönüştürülerek uygulanmasını garanti altına
almak için devlet, mümkün olan bütün eğitim
alternatiflerini, her bir ara kurumu dahil etmek
suretiyle gözetirken şu aşağıdakileri de nazara
almalıdır: (a) eşitliği, (b) uygulanabilirliği ve
(c) geçmişteki ırkçı ve ayrılıkçı kanun ve uygulamaların sonuçlarını düzeltme ihtiyacını.
d) Güney Afrika Anayasası'nda askeri mahkemelere yer verilmemiştir.
e) Güney Afrika Anayasası'nda yüksek askeri
mahkemeye yer verilmemiştir.
f) Güney Afrika Anayasası'nda yüksek öğrenim
kavram ve kurumuna yer verilmemiştir.
5. Değerlendirme: Anayasanın özgürlükçü bir değere
dayanması ön plana çıkmıştır.
5. İLKE : İnsanlar özgür doğarlar ve özgürlüklerini
hiçbir ayrımcılığa tabi tutulmadan serbestçe kullanırlar. İktidarın ve kamu kurumlarının görevi hak
ve özgürlüklerin hukuk güvenliği altında kullanılmasını sağlamaktır. Anayasada, hak ve özgürlükleri kullanılamaz hale getiren istisnalara ve
sınırlamalara yer verilemez. Özgürlüklerin sınırını
ancak şiddete teşvik ve tahrik ve nefret söylemi
belirler. (Tartışmalar sonucu değişti )
6. Değerlendirme: Anayasanın fırsat eşitliğini de
gözeterek birey-toplum ekseninde eşitlikçi ve sosyal
bir değere dayanması ve devletin bunu sağlayacak
şekilde anlamlandırılması ön plana çıkmıştır.
6. İLKE: Devlet, bireyin ve toplumun tüm kesimlerinin hak ve özgürlüklerini kullanmalarını sağlamak, bireyin ve toplumun her kesiminin huzur ve
refahını gerçekleştirmek, yoksulluğu ve yoksunluğu
aşmak ve ayrımcılığı her alanda ortadan kaldırmak
için hukuk içinde hareket etmek üzere oluşturulmuş
bir organizasyondur.
Türkiye Güney Afrika örneğinde olduğu gibi halkı
anayasa inşa sürecine mutlaka katmalıdır. Türkiye'de
buna örnek olabilecek bir çalışmayı faaliyetine katıldığım Anayasa Çalışma Grubu (AÇG) ile birlikte çalışan
Yeni Anayasa Platformu (YAP) gerçekleştirmeye çalışmaktadır. YAP'ın bugüne kadar yaptığı 19 toplantı
sonucu elde edilen ham verilerden ancak 9 toplantının
analizlerinin yapılmasına çalışılmış, henüz bu analizlerden de sonuç raporlar ortaya çıkmamıştır. Buna
rağmen 9 toplantıya ait veri analizlerini içeren tablolardan öne çıkan taleplerin incelenmesi sonucu tarafımdan aşağıdaki değerlendirmeler yapılmış ve bu değerlendirmelerden ilkelere varılmıştır.
7. İLKE: Anayasa, sosyal adaletin gerçekleşmesini,
sosyal, ekonomik ve kültürel hakların kullanılmasını, çevrenin korunmasını ve açık toplumu garanti
altına alır, ayrımcılığı reddeder. (6. Değerlendirmeden iki ilke çıktı. İkinci ilke yeni )
7. Değerlendirme: Anayasanın en yüksek insani
değerlerden biri olan adalet değerine dayanması ön
plana çıkmıştır.
1. Değerlendirme: Anayasanın halkın görüşünün
alındığı bir süreçte katılımcılık yoluyla inşa edilmesi ön
plana çıkmıştır.
1. İLKE: Demokratik, meşru ve kalıcı ilkeleri içeren
bir anayasa ancak katılım, müzakere ve uzlaşma
süreçleri sonucu inşa edilebilir.
8. İLKE: Yargılama birliği ilkesi, , tabii hakim ilkesi
ve hakim bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesi adil
yargılanma hakkının asli unsurlarıdır.
8. Değerlendirme: Anayasanın öngöreceği siyasi
yapının siyasi birliği bozmadan bölgesel ihtiyaçlara
cevap vermesi, merkezin yetkilerinin azaltılarak yerele
devredilmesi, demokrasinin yerelden inşası ve şeffaflığın sağlanmasına yönelik olarak düzenlenmesi ön
plana çıkmıştır.
2. Değerlendirme: Anayasanın öz, kısa ve anlaşılır
olması ön plana çıkmıştır.
2. İLKE: Anayasalar her sorunu çözmez ancak
sorunların çözümünün yollarını açar, bu sorunların
hangi ilkeler çerçevesinde ele alınacağını gösterir.
3. Değerlendirme: Anayasanın ideoloji ve etnik kimlik
barındırmaması anlamında çoğulcu ve kapsayıcı
nitelikte olması ön plana çıkmıştır.
3. İLKE: Anayasa, Türkiye coğrafyasında yaşayan
bireylerin ve toplulukların haklarını, kültürlerini,
geleneklerini ve dillerini korumayı ve geliştirmeyi
hukuk güvenliği altında garanti eder.
9. İLKE: Tek ve bölünmez bir bütün olan ve demokratik bir niteliğe sahip olması gereken Cumhuriyet,
yerel özerklikleri bölgesel ihtiyaçlara göre
demokrasinin güçlendirilmesine yönelik olarak
tanır ve gerçekleştirilmesini kolaylaştırır. Anayasa,
merkezin ve yerelin yetkilerini açıkça gösterir.
44
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Yeni Anayasa için
ÖNERİLER
Prof. Dr. Eser Karakaş / Bahçeşehir Üniversitesi
Kanımca, bu sene ve önümüzdeki sene ülkemizin
temel tartışma konusu yeni Anayasa olacak.
tanımı ve konumu bugünkü gibi kalacak ise başkanlık
ya da yarı başkanlık sistemlerine geçsek ne olur,
geçmesek ne olur.
Bu süreçte herkesin, gazetecilerin, sadece hukukçuların değil tüm öğretim üyelerinin, baroların, sendikaların, tüm sivil toplum kurumlarının, siyasal partilerin
yeni Anayasaya yönelik önerilerini hiç otosansüre uğratmadan toplumla paylaşmalarında büyük fayda var.
İlk bakışta akılma gelen yedi temel konu var; bu
konularda belirli bir mesafe alınabildikten sonra
yönetim biçiminin nasıl olacağı sorusunun anlamlı
olacağını düşünüyorum.
Bendenizin de öncelikle bir yurttaş olarak, daha sonra
da bir öğretim üyesi olarak yeni Anayasa konusunda
bazı SOMUT önerilerim var ve bu somut önerilerimi
ilgilenen herkesle paylaşmak arzusundayım.
1- Yurttaşlık konusu - Madde 66
2- Din-devlet ilişkileri - Madde 136
3- Sivil-asker ilişkileri - Madde 117 ve diğerleri
4- Resmi ideoloji - Dibace ve aşağı yukarı her yer ve
başka temel kanunlar
Bu konuda bir şey söylemek isteyen herkesin
meramını somut anlatmasında, somut öneriler getirmesinde sayısız fayda görüyorum.
5- Anayasa yorumcularını (mesela Anayasa Mahkemesi) anayasa maddelerinin yorumunda temel hak ve
özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların ruhunu
temel almalarının asğlanması.
“Anayasa devleti bireye karşı değil de bireyi devlete
karşı korumalı”demek doğru, anlamlı bir ifade ama bu
doğrunun nasıl yaşama geçeceği konusunda da
SOMUT öneriler lazım.
6- Anayasal iktisat- Bütçe açıklarının milli gelire oranına anayasal tavan getirilmesi.
7- Toprak bütünlüğü ilkesine sadık kalarak (üniter
devlet demek değildir) Anayasanın yedinci maddesinde gerekli değişiklikleri yapmak (TBMM'nin
yasama-vergi salma tekeli) ve yerel seçilmiş meclislere
mesela yerel vergiler konusunda yetki vermek.
Önümüzdeki dönemde Türkiye mutlaka çok radikal bir
anayasal dönüşüm gerçekleştirmek zorunda.
“Gerçekleştiriyormuş” gibi yaparak durumu idare
etmek artık imkansız.
Önümüzdeki anayasa reformuna başkanlık ya da yarı
başkanlık sistemi sorunsalının damgasını vurabilme
ihtimalini de bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum.
Bendeniz bu yedi dönüşümü daha demokratik, daha
etkin, daha adem-i merkeziyetçi bir devlet yapılanması
için olmaz ise olmaz görenlerdenim.
Kimse, bendenizin başkanlık ya da yarı başkanlık
sistemine geçiş meselesine soğuk baktığımı da
zannetmesin.
Bu konuları tek tek detaylı bir biçimde tartışmaya
açmaya gayret edeceğim.
Anayasa yapma sürecinde AB sürecinin, getirdikleri ve
getireceklerinin de temel alınması şart.
ANCAK, şayet anayasada yurttaş-devlet ilişkileri, dindevlet ilişkileri, sivil-asker ilişkileri, resmi ideolojinin
45
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
1- YURTTAŞLIK
Çağdaş devletlerin büyük bir bölümünün anayasasında vatandaşın sıfatı tanımlanmamaktadır, buna da
hiç gerek yoktur; “türk denir”, “türk itlak olunur” gibi
ifadelerin büyük bir anlamı yoktur.
Yurttaşlık kavramının tümüyle hukuksal bir yapıya
kavuşmasının çağdaş bir devlet yapılanması için şart
olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
1982 Anayasası'nın 66. maddesi “Türk vatandaşlığı”
başlığı altında bir düzenleme getiriyor.
ANCAK, mesele burada bitmemelidir.
Söz konusu maddenin (66) ilk paragrafı aynen şöyle:
Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
Türktür.
Bu anayasal düzeltmeyi yaptıktan sonra buram buram
etnisite çağrıştıran başka kelimeleri de yasalardan,
ders müfredatlarından, resmi söylemlerden çıkarmak
gerekmektedir.
Bu ifadede “türk” sıfatının kavramsal düzeyde önemli
sıkıntılar çıkardığı aşikar.
2- LAİKLİK
Kimi hukukçular bu maddenin tümüyle anayasal
vatandaşlık kavramını içerdiğini iddia ediyorlar ama bu
iddiayı çok ciddiye almak kolay değil zira “türk” sıfatı”
nın bir etnik çağrışımı olmadığını söylemek mümkün
değil.
İlkokul yurttaşlık derslerinden beri öğretilen “laikliğin
din-devlet ilişkilerinin ayrışması olduğu” tanımı bu
düzeyde doğru ama uygulamaya bakarsanız büyük bir
yalan.
Devletin laik yapısı öyle herkesin istediği gibi tanımlayacağı bir şey olmamalı.
Bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı ders kitaplarında
binlerce yıllık türk tarihinden söz et ama daha sonra 66.
maddedeki türk sıfatının başka ve hukuki bir anlamı
olduğunu iddia et, doğrusu pek inandırıcı değil.
Benim laiklik konusuna objektif yaklaşmak için önerim
kavramı bütçe üzerinden tanımlamaktır.
Kıbrıs türkleri, Bulgaristan türkleri, Batı Trakya türkleri
gibi bizim yurttaşımız olmayan ama türk soyundan
gelen, en azından anadillleri türkçe olan insanlara türk
de ve hemen sonra da türk kavramının hukuki
vatandaşlık kavramı olduğunu iddia et, açıklanması
kolay olmayan bir çelişkiler yumağının içine girersiniz.
Laik devlet herhangi bir inanca yönelik bütçe kaynaklı
para ayıramaz.
Türk kavramının yurttaşlık sıfatı olarak benimsenmesinin anayasal vatandaşlık açısından tevili kolay değil.
İslam inancı ya da sünni islam inancı yanında başka
inaçlara da eşit ölçüde ya da orantılı olarak bütçe kaynağı ayırmak da yanlıştır zira bu durumda da mutlaka
ama mutlaka kapsam dışında kalan birileri olmaktadır.
Bugün ise Diyanet İşleri Başkanlığı, muazzam bütçesi,
yine muazzam büyük personeli ile devasa bir bürokratik birim olarak karşımızdadır.
Bu sıfatın, türk sıfatının Türkiyeli gibi zorlama bir başka
sıfatla ikame edilmesi de çok anlamlı ve şık durmuyor.
Kanımca yapılması gereken son derece basit.
Kimse kapsam dışında kalmasa bile laik bir devletin
bütçe kaynaklı inanç harcaması yapması laikliğin
alfabesine aykırıdır.
66. madde tümüyle anayasadan çıkarılacak, vatandaşlık konuları kanunla düzenlenecek ve VATANDAŞIN
ANAYASAL BİR SIFATI OLMAYACAKTIR.
Türkiye ve özellikle kemalist gelenek ilginç sonuçlar
üretmiştir; bir milletvekilinin TBMM'de yaptığı bir
konuşmaya “besmele” ile başlaması laikliğe aykırı
görülür ama kamu bütçesinden devasa kaynakların bir
inanç için ayrılmasına ses çıkarılmaz.
Türkiye Devleti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan
herkes yurttaşımız olacaktır (zaten bu bir totoloji) ama
bu yurttaşın anayasal, yasal bir sıfatı olmamalıdır.
Kemalist laiklik yorumunda Diyanet İşleri Başkanlığı
kurumunun bir kontrol kurumu, tehlikeli addedilen
inanç dünyasının gardiyanı olduğu malumdur ama bu
gardiyana muhafazakar kesimlerin de biat etmesini
anlamak gerçekten kolay değildir.
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları kendilerini türk, kürt,
çerkez, arap, ermeni, rum, vs.olarak tanımlayabileceklerdir.
Bu devrimsel dönüşümü gerçekleştirir, yurttaşın sıfatını anayasal, yasal olarak tanımlama yanlışından kurtulur isek hem önemli bir hukuk adımı atmış, hem de
kürt sorununun çözümünde büyük bir mesafe almış
oluruz.
Türkiye günün birinde gerçekten laik bir devlete sahip
olacak ise anayasal düzeyde yapılması gerekenler
bellidir.
46
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Mevcut Anayasa'nın 24. Maddesindeki “din ve ahlâk
eğitimi ve öğretimi devletin denetim ve gözetiminde
yapılır” ibaresi mutlaka kaldırılmalı, din eğitim ve
öğretimi sivil topluma bırakılmalıdır; bu süreçte
evrensel olarak tanımlanmış kamu düzenine aykırı
gelişmeler yaşanırsa devletin kolluk kuvvetleri ve
yargısı da zaten bu işler için vardır.
Eğitim Bakanlığı müsteşarının hangi bakana ve hangi
esaslar dahilinde bağlı olduğunun Anayasada yazması ne kadar abesle iştigal ise, Genelkurmay Başkanı'nın
konumunun da Anayasada yer alması, görev ve
yetkilerinin Anayasada tanımlanması da o ölçüde
yanlıştır, bu konular kanun düzeyinde ve bürokrasinin
bir ölçüde evrensel kuralları tarafından belirlenir.
Bir lâik devlette kamu eğitim kurumlarında din ve
ahlak derslerinin zorunlu olması düşünülemez; ancak
sivil toplumun üreteceği din eğitimi üzerindeki yaş
sınırlamaları da mutlaka kaldırılmalıdır.
Çağdaş bir devlette vatandaşlık sıfatının tayini
anayasal bir iş olmadığı gibi, Genelkurmay'ın nereye
bağlı olduğu ya da kime karşı sorumlu olduğu
meselesi de anayasal bir konu değildir.
1982 Anayasasının 136. Maddesinde ifadesini bulan
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (DİB) mevcut finansman
biçimi muhtemel alternatiflerin en kötüsüdür; DİB ya
tümüyle kaldırılmalı ya da finansmanı gönüllü bir
yapıya kavuşturulmalıdır.
Ve çağdaş bir devlette Silahlı Kuvvetler Savunma
Bakanı'na bağlıdır ve bu konu üzerinde spekülasyon
kaldırmayacak kadar da basit, sıradan bir konudur;
anormal olan bizdeki sıradışı ve yanlış yapılanmadır.
Sivil-asker ilişkilerinde anlamsızlığı ve daha da ötesi
yanlışlığı ve sakıncaları her geçen gün daha da netleşen askeri yargı meselesi de çok basit bir çözüm
beklemektedir.
Bu arada, meselâ benim yazdığım son paragrafın bir
siyasal parti tarafından kullanılmasının parti kapatma
nedeni sayılması (Siyasal Partiler Kanunu, madde 89)
DİB'in, baskıcı devlet anlayışının en has kurumu olduğunun en bariz göstergesidir.
Çağdaş devlet yapılanmalarında çift başlı yargı olmaz,
askeri yargı sadece sıradan disiplin suçlarıyla sınırlıdır,
askeri yargıtay, askeri danıştay (AYİM) gibi kurumlar
tamamen ortadan kaldırılmalı, yargıda tekliğe
gidilmelidir.
DİB'e Kemalistlerin sahip çıkmasını anlıyorum da,
gerçek dindarların bu gardiyan kurumu sahiplenmesini anlamakta çok zorlanıyorum.
SADECE disiplin suçlarıyla ilgilenecek askeri mahkemelerin de anayasal bir tanımlanmaya ihtiyacı olamaz.
3- SİVİL-ASKER İLİŞKİLERİ
Genelkurmay Başkanı, diğer bürokratlar gibi, ilgili
hizmetin gerektirdiği sivil bakana bağlanacak, askeri
yargı kurumları kaldırılacak, Milli Güvenlik Kurulu
anayasal bir yapı olmaktan çıkarılıp hükümetin bir
danışma organı haline gelecektir.
İlk bakışta konu yeni Anayasa için çok çetrefil gibi
gözükebilir ama kanımca NORMAL BİR ÜLKEDE
mesele sanıldığından çok daha basittir.
Yeni Anayasanın temel kaygısı NORMALLEŞME olacak
ise yapılacak iş gerçekten çok standart.
Türkiye'nin normal bir ülke olmasını istiyorsanız yapılacaklar bellidir.
Yok, bugünkü gibi bir ANORMALLİKTE ısrar edilecek
ise, işler o zaman çatallaşıyor ama ben yazımın ve
taleplerimin genel kurgusunu NORMALLEŞME
üzerinden yaptığım için konu bana son derece basit
görünüyor.
Ve bu işten önceTürkiye, ama hemen sonra da askerilik
hizmeti yani ulusal güvenlik karlı çıkacaktır.
Yeni Anayasa yapımı büyük Fransız heykeltraş Rodin'in
heykel tanımına benzemelidir; taşın fazlası atıldığında
karşınıza iyi heykel çıkar.
Çağdaş bir devletin temel prensibi farklı kamu hizmetleri arasında bir önem hiyerarşisi yapmamasıdır.
1982 Anayasasında 66. Madde, 136. Madde, Genelkurmay'ın statüsünü belirleyen 117. Madde, askeri
yargıyı düzenleyen maddeler dönüştürülmemeli,
tümüyle anayasadan çıkarılarak çözüm aranmalıdır.
Bu TEMEL PRENSİPTEN hareket edersek, yeni Anayasa
da kamu hizmetleri arasında bir hiyerarşi tanımlamayacak ve milli savunma kamu hizmetini adaletten,
eğitimden, sağlıktan, bayındırlıktan daha farklı bir
anayasal, yasal konuma oturtmayacaktır.
47
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Ya da yüksek öğretim kanununda yazdığı gibi tüm
üniversitelerde öğretim faaliyetleri bir ideoloji çerçevesinde yürütülemez.
4- RESMİ İDEOLOJİ
Birinci konu: kemalizm kavramını “Atatürk ilke ve
inkılapları”, atatürkçülük, Atatürk milliyetçiliği kavramları ile aynı anlamda kullanıyorum, bu kavramlar
arasında ayırıma gitmek bana çok komik geliyor.
Bu yazdıklarım, muhtemelen tepki de çekebilir,
NORMAL BİR ÜLKEDE siyasetin, anayasalcılığın
alfabesidir.
İkinci konu ise kemalizm, Atatürkçülük gibi özel
isimden türemiş kelime ve sıfatların bizim dilbilgisi
kurallarına göre büyük harfle başlatılması; liberalizm
küçük harfle yazılıyor marksizm ya da kemalizm ise
büyük harfle yazılıyor, bu manasızlık üzerine bir bacağı
dilbilimde bir bacağı tarihte bir genç akademisyen
harika bir doktora tezi yapabilir, görün altından ne
hikmetler çıkacaktır.
2011 yılında terside meşru bir ideolojinin anayasal
ideoloji olmamasını istemek bu kadar zor ise hepimizin oturup uzun uzun düşünmemiz gerekiyor.
5- ANAYASAVE ULUSLARARASI HUKUK
Son üç önerim ise; (1) anayasa maddelerinin tümünün
temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulünce onaylanmış
uluslarararası sözleşmelerin doğrultusunda okunması
mecburiyeti, (2) anayasal iktisat ve (3) adem-i merkeziyetçi bir idari yapıya geçişin ön koşulu olarak yerel
seçilmiş meclislere yerel vergi salabilme hakkının
tanınması.
Kemalizm ya da atatürkçülük önemli bir ideolojidir.
Atatürkçülüğe ideoloji değil diyenler atatürkçülüğün
özüne hakaret etmektedirler, çünkü ideoloji demek iç
tutarlılığı olan sistematik fikirler demektir.
Atatürkçülük ideoloji değil demek atatürkçülüğün
belirli bir sistematikten yoksun olduğunu söylemektir;
atatürkçülüğe ne büyük haksızlık.
Yeni anayasayı yorumlayacakların, en başta da hakimlerin anayasa maddelerini yorumlarken Türkiye'nin
taraf olduğu, TBMM tarafından usulünce onaylanmış
temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmeleri temel
almaları ve anayasanın üzerinde değerlendirmeleri
meselesi esastır
ANCAK, kemalizm de siyaseten ve hukuken başka
ideolojilerle aynı zemini paylaşan rekabetçi, yarışılabilir bir ideolojidir.
Daha doğrusu öyle olmalıdır.
AK Parti 2002 senesinden günümüze yasal sistemimizde çok önemli ve olumlu dönüşümler gerçekleştirdi.
Kemalizmin aksini söyleyen ideolojiler, meselâ
liberalizm, sosyalizm en azından eşit meşruiyeti haiz
ideolojilerdir.
Benim kişisel yani sübjektif kanım bu önemli değişiklikler içerisinde en önemlisinin 2004 senesinde Anayasa'nın 90. maddesinde yapılan değişiklik olduğu.
Rekabetçi kaldığı ölçüde kemalizmin başımızın üzerinde yeri vardır.
2004 senesinde Anayasa'nın 90. maddesinde yapılan
bir değişiklikle TBMM tarafından usulünce onaylanmış
temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmeler kanunlarımızın üzerinde bir değere taşınmış oldu.
YİNE ANCAK kemalizm ya da tersi savunulabilecek
başka bir ideoloji anayasal ideoloji haline gelirse
meşruiyeti de sorgulanır hale gelir.
Tersi de meşru ideolojiler mesela kemalizm anayasal
ideoloji olamazlar.
Aynı konu hem temel hak ve özgürlüklere ilişkin
sözleşmelerde hem de bir kanunumuzda düzenlenmiş
ve yorumunda karışıklık var ise, uluslararası sözleşme
esas alınmak zorunda.
Kemalizm gibi ideolojilere bir siyasi parti sahip
çıkabilir, bizde CHP sahip çıkmaktadır, bu ideoloji
siyasal yarışa katılır, sahiplenen siyasi parti TBMM de
çoğunluğu elde ederse hükümet icraatına temel
oluşturabilir, gün geldiğinde de yerini başka bir siyasi
partinin başka bir ideolojisine bırakır, muhalefete
çekilir.
Anayasa'nın 90. maddesinin son paragrafı bu durumu
çok net bir biçimde düzenliyor.
Ama gelin görün ki, bugüne dek, hakimlerimizin çok
ama çok büyük bir bölümü, özellikle de yüksek yargıçlarımız (?) Anayasa'nın bu temel ve amir hükmünü görmezden geldiler yani açık açık Anayasayı çiğnediler.
Ama asla anayasayı belirleyemez.
48
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Ve bunu da kemalizm, ilericilik, ulusalcılık vs. gibi
nedenlerden yaptılar.
SAYI 15 - 16
Önce bu zihniyet değişecek, değişmek zorunda,
arkasından da merkezi idari yapı daha adem-i merkeziyetçi bir yapıya kavuşacak.
Benim yeni Anayasa için önerim bir adım daha ileri.
Merkeziyetçilik-adem-i merkeziyetçilik tartışması
özünde siyasal bir tartışma değildir.
Yüksek yargıçların Anayasa maddelerini yorumlarken
temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeleri temel almaları ve bu sözleşmeleri iç hukukumuzun anayasa üstü bir normu gibi uygulamaları doğrultusunda.
Merkeziyetçilik-adem-i merkeziyetçilik tartışması
kamu yönetiminin etkinlik tartışmasıdır.
İdari yapılanmamızı bugüne oranla çok daha adem-i
merkeziyetçi bir yapıya kavuşturmadan kamu yönetiminde etkinlik aramak abesle iştigaldir.
Kemalist anayasacılarımız ne yaparlar bilemem ama
Avrupa anayasalarını okumak bu tür önerileri formüle
edebilmek için yeterli.
70 milyonluk böyle bir toplumun tüm kamusal ihtiyaçlarını Ankara'dan çözmeye kalkmak deveye hendek
atlatmaya benziyor.
İspanya Anayasası'nın onuncu maddesi bu durumu
açık açık formüle ediyor ve ispanyol yargıçların anayasalarını yorumlarken İspanya'nın onayladığı temel hak
ve özgürlüklere ilişkin sözleşme maddelerinin ve
hükümlerinin anayasa maddeleri yorumlanırken
temel alınma zorunluluğunu getiriyor.
İşe de anayasanın yedinci maddesinden yani yasama
tekelini (meselâ vergi salma) TBMM'ye veren maddeden başlamakta yarar var.
Yerel vergileri, meselâ emlâk vergisini yerel seçilmiş
meclisler çıkarsa ne olur?
Biz de böyle bir düzenlemeyi yeni Anayasamıza koyabilirsek büyük bir atılım yapmış oluruz diye düşünüyorum.
Emlâk vergisinin matrah ve oranlarını Diyarbakır için
Diyarbakır İl Genel Meclisi saptasa ne olur?
6- ADEM-İ MERKEZİYETÇİLİK
Bu işin öyle sanıldığı gibi federalizmle falan da doğrudan ilgisi yoktur.
Anayasa'nın yedinci maddesi, vergi salma tekelini
TBMM'ye veren madde nasıl yorumlanabilir?
Böyle bir anayasal değişikliğin topluma büyük bir
rahatlama getireceğini de düşünüyorum.
Dünya ve Türkiye büyük bir hızla değişiyor; bu süreçte
eski kavramlarda, hele anayasa hukukuna ilişkin
yerleşik kavramlarda çok tutucu olmanın bir alemi yok.
Keşke anayasa değişiklik paketine 7. maddede yerel
vergilere istisna getiren bir hükmü de ilave etse idik.
Mevcut anayasanın yedinci maddesi her türlü yasama
tekeliniTBMM'ye veriyor.
Merkezi devlet böylece yerele güvenmeye başladığının somut bir adımını atmış olurdu.
Vergi kanunu çıkarma da yasama faaliyetinin özü;
vergilemenin yasallığı ilkesi de (73. madde) anayasa
hukukunun temeli.
Çok önemli başka bir konu da Sezer'in bir kez daha
görüşülmesi için TBMM'ye geri göndermesi sonrası
ortadan kaybolan“Kamu yönetimi temel yasa tasarası”
nın daha da etkinleştirilerek yasalaştırılması.
ANCAK, verginin yasallığı ilkesi illa da TBMM, merkezi
yasama organı anlamına mı gelmeli, esas tartışılması
gereken konu bu.
Bu konuların ne PKK ile, ne kürt meselesiyle hiç alakaları yok.
Türkiye'nin kürt meselesinden de tamamen bağımsız
büyük bir yönetim problemi var.
Tek mesele idari yapılanmayı ve kamu yönetimini dahe
etkin, daha demokratik hale getirmek.
Bu yönetim probleminin temel nedenlerinden biri de
AŞIRI MERKEZİYETÇİ bir yapılanma ve daha da önemlisi bu merkeziyetçilik anlayışı olmaz ise Türkiye'in
yönetilemeyeceğine iman etmiş bir zihniyet.
Emlâk vergisinin yerelleşmesi Türkiye'yi böler diyenlerin genç öğrenci kızlar üniversitelerde türban takarsa
lâiklik elden gider diyenlerden doğrusu pek farkı yok.
49
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
7- ANAYASAVE İKTİSADİ BÜYÜME
Anayasalar özünde temel haklar ve özgürlükler
bildirgesi metinleri.
Ancak, son senelerde, anayasalar ve iktisadi büyüme
ilişkisi üzerine çok şey yazılıp, çiziliyor.
Bu çalışmaları, görüşleri en genel anlamıyla iki grupta
toplamak mümkün.
Birinci grupta en genel çizgileriyle mülkiyet haklarına
ilişkin haklar ve teminatlar var.
İkinci grupta da ekonomik istikrarın ve böylece
büyümenin temel ön koşulu olarak kabul edilen mali
(maliye) istikrar yani bütçe açıklarının milli gelire
oranının anayasal olarak sınırlanması var.
Yapılan çalışmalar, araştırmalar mülkiyet haklarının iyi
tanımlandığı ve çok güçlü güvencelerle korunduğu
ülkelerin orta ve uzun vadede büyüme oranlarının,
mülkiyet hakkının temel bir hak olarak algılanmadığı
ülkelere oranla çok daha yüksek olduğunu ortaya
koyuyor.
Mülkiyet hakkının iyi tanımlanmadığı, çok güçlü ve
köklü güvencelerle korunmadığı ülkelerde insanlar
yatırım yapma, üretim yapma, parasını bağlayacak
işlere girmekten hep çekiniyorlar.
SAYI 15 - 16
reformlar ve AB müzakere
süreci eksikleri bir ölçüde
tamamlıyor ama geçmişin
kalıntılarını silmek kolay
değil.
1942 Varlık Vergisi bu ülkede
salındı, 1994 senesinde
geçmiş senenin bilanço kârları üzerine vergi salındı ve
yargı (!) bu durumu normal (!) gördü, anayasamızda
kamulaştırma maddesi vardı ama özelleştirme daha
yeni anayasal bir hüküm oldu, vs.
Yeni yapılacak anayasada mülkiyet haklarının iyi
tanımlanması ve güçlü koruma altına alınması uzun
vadede daha müreffeh birTürkiye için şart.
İkinci önemli konu da bütçe açıklarının milli gelire
oranına anayasal tavan getirilmesi.
Siyasal iktidarların kısa vadeyi uzun vadeye tercih
etmeleri “normal bir durum” ama bu “normal durum”
kısa vadeli getiriler için bütçe açıklarının patlamasına
neden olursa bu “normal durum” anormal sonuçlar
üretiyor.
Neler oluyor?
Ve bunun sonucunda da daha az yatırım, daha az
iktisadi büyüme ortaya çıkıyor.
Bozulan ekonomik istikrar, artan enflasyon orta vadede büyüme oranlarını aşağıya çekiyor ve bu durumdan
da aşağı-yukarı herkes olumsuz etkileniyor, gelecek
kuşaklar büyük borç yükü altına giriyorlar.
Türkiye, maalesef, son senelerdeki gelişmeleri bir
kenara bırakırsanız, uzun vadede mülkiyet haklarının
iyi korunmadığı bir ülke görünümü veriyor.
Türkiye'nin senelerce çok yüksek enflasyon oranlarıyla
yaşamış olmasının toplam refah maliyetlerini daha
kimse doğru dürüst hesaplayamadı.
Bu nedenden de kişi başına reel gelir artışımız uzun
vadede sanıldığının aksine düşük.
Yeni anayasada mülkiyet haklarını sağlam güvencelere kavuşturursak, siyasal iktidarların bütçe açıkları
üretmesini de anayasal olarak sınırlarsak Türkiye
ekonomisinin büyüme mucizelerine şahit olabiliriz.
2002 ve özellikle 2004 sonrası yapılan hukuksal
50
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
'Altın Çağ'ın Anayasası
Prof. Dr. Mümtaz'er Türköne
Antik Yunan Mitolojisi tarihi bir bozulma süreci olarak
anlatır. Yaşanmış bir 'altın çağ' yerini önce 'gümüş
çağ'a, sonra 'bronz çağ'a ve en sonunda da 'demir
çağ'a bırakacaktır. İnsanın kendi bireysel hayatında
fiziksel olarak hep bir gerilemeyi hissetmesi doğal. Bir
insanın hayatını kapsayan sosyal gerileme, bu fiziki
bozulmanın psikolojimize kötümserlik olarak yansımasıdır. Halbuki bizim tutunacağımız dal ilerleme
konusundaki umutlarımızdır. Şimdi şu soruyu soralım.
Kendi bireysel hayatımızda demokrasi ararken yaşadığımız felaketlere dönüp bakarak, bugün umutlarımızın hayat bulduğunu görmüyor muyuz? Altın çağ
umut dolu bir gelecek olarak önümüzde duruyordu.
Şimdi gerçekleşmiyor mu?
Başbakan Erdoğan 'benim bakanım, benim genelkurmay başkanım…' dediği zaman, içerde ve dışarıda her
şeyin demokratik iradenin kontrolünde olduğunu
gerçekten hissetmiyor musunuz?
Türkiye, demokrasinin 'altın çağı'nı yaşıyor. 12 Haziran
seçimlerinden sonra oluşan Meclis, bu 'altın çağ'ın
somut göstergesi. Soralım: 91 yıl boyunca Meclis, hiç
bugünkü kadar güçlü olabildi mi? Rahmetli Adnan
Menderes'in 'sizin her şeye gücünüz yeter' anlamına
gelen 'isteseniz hilafeti bile getirirsiniz' sözünü ettiği
Meclis bile bugünkü kadar güçlü müydü?
Bu Meclis, kendisini kanıtlamış bir Meclis. Ne isterse
yapar. Devlet içinde onun izni dışında kimse adım
atamaz. Çözüm iradesi bu kadar yüksek olan Meclis'in
verdiği güveni bize kim verebilir? Kredisi sonsuz. Bu
Meclis'in içinden çıkmış ve yine bu Meclis'in denetlediği hükümetin; bu Meclis'ten çıkan hükümetin
atadığı memurun keyfince iş görme, hata yapıp sonra
da üstünü kapama lüksü olur mu? Eğer Devlet, terör
örgütü ile görüşüyorsa, arkada bu Meclis'in kefaleti
durduğu için kimsenin bu ülkenin çıkarlarına aykırı bir
iş yapamayacağından eminiz. Görüşmeye karar vermişse, hepimiz adına barış için bir yol arıyor demektir.
Ancak arkalarında bu kadar güçlü bir irade bulunanlar,
sağın solun kınamasına, yıpratmasına aldırmadan
çözüm bulacak cesur adımları atarlar. Çare bulmak için
bu kadar güçlü bir irade Meclis'te tecelli ediyorsa,
çözüm önümüzdedir.
Demokrasimiz altın çağını yaşıyor. Bu Meclis'in içerde
ve dışarda rakibi yok. Sözünün üstüne söz söyleyecek
birinden kimse bahsedemez. Bu gücün doğal bir
sonucu var: Her şey gözümüzün önünde olacak. Kimse
kapalı kapılar arkasında, bizden gizli-saklı iş göremeyecek. Altında buzağı aranacak öküzlere memleketin
hiçbir yanında rastlanmayacak. Gözümüzün, kulağımızın Meclis'e dönmesi, olup bitenleri bütünüyle
kavramak için yeterli olacak.
Türkiye parlamenter demokrasi ile yönetiliyor. Bu
sistemin kalbi, beyni, bedeni hepsi Mecliste tecessüm
ediyor. Tek tek karşılaştırın. Çok partili hayata
geçildikten sonra gelen cumhurbaşkanları arasında,
sözü tartıya konulduğu zaman en ağır çeken hangisi?
Dün Meclis'te bu ağırlığı hissettiren Abdullah Gül değil
mi? Bu Meclis dinleyici localarında çok omzu kalabalık
gördü. Bugün 'asker ne düşünüyor?' sorusu kimin
merakını çekiyor? Meclis'in karşısında ayrı bir Meclis
gibi demokrasiye sınır çizen, devlete ayar çeken bir
yargıdan bahsedebilir miyiz? Ya dışarısı? 1 Mart
tezkeresinin reddedilmesinden beri, 'ABD Türkiye'ye
her istediğini kabul ettirir' diyenlere inanacak bir
örnekle karşılaştınız mı? Arkasında % 50 oy olan
En önemlisi, bir kurucu meclis iddiası taşıyan ve bu
iddianın de herkes tarafından onaylandığı temsil
kabiliyeti yüksek bir meclis. Yeni Anayasa'nın mümkün
olduğunu işte bu meclis haber veriyor.
51
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
yoluna girdi. Darbeciler yaşlı başlı halleriyle savcı karşısına çıkartıldı. Bugün anayasal bir sorun yüzünden AK
Parti dışındaki bütün partilerin canı yanıyor. Bir ihtimal
değil, düpedüz bir anayasa kazası yaşandı.
Bugün oluşan parlamentonun geçmiştekilerden
büyük farkları var. Katılma oranı ve % 95'lik temsil
yeteneğinin ötesinde, bu parlamento egemenlik
hakkını kimseyle paylaşmayan, gücüne rakip olmayan
bir parlamento. Türkiye, uzun ve inişli çıkışlı demokrasi
tarihinde ilk defa halkın iradesini bu kadar ileri bir
düzeye taşıdı. 2007 seçimlerinde, Cumhurbaşkanlığı
seçimi üzerinden siyaseti tanzim etmeye kalkan askerî
vesayet düzeni tasfiye edildi. 12 Eylül referandumunda
ise yasama üzerine vesayet koyan yüksek yargı
oligarşisinin siyaset üzerindeki gücü tasfiye edildi.
Egemenlik hakkı ilk defa bu seçimlerde tam anlamıyla
bir hukuk düzeni üzerine yerleşti.
Yargı elindeki anayasa hükümlerini uyguluyor. Kararlar
kanunlara uygun mu? Evet. Peki meşru mu? Hayır.
Kanun maddeleri ile demokratik meşruiyet arasındaki
uçurum nasıl kapatılır? Hukuk kurallarını meşru hale
getirerek.
Öyleyse, yeni anayasa şart!
Her şerde bulunan hayır, bu anayasa krizinin yeni bir
anayasanın ateşleyicisi olması. Birilerinin canı yandı.
Sebepleri ortadan kaldırmak lâzım. Ne garip tecelli!
Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasını parti
politikasının ana umdesi ilan eden ve AK Parti'yi hep
buradan sıkıştıran CHP, şimdi tersini savunuyor. Bu
krizde CHP milletvekillerinin dokunulmazlık zırhının
kalınlaştırılmasını savunmuyor mu?
Bu güç sadece AK Parti'nin Meclis'teki çoğunluğundan
ibaret değil. Daha önce gücünü askerlerle ve yargıyla
paylaşan CHP, artık fren mekanizmasını tek başına
kullanıyor. MHP, devleti savunurken devletin üzerinde
bir denetim gücünü temsil ediyor.
Meclis anayasa için kolları sıvamadan peş peşe
karşımıza çıkan kriler, yeni anayasa yapımı için de bir
fırsat. Parlamento bu krizleri alnının akıyla yönetirken,
bütün taraflar demokrasinin asgarî müştereklerine ve
hukuk düzenine dair bir uzlaşma ile bu krizden
çıkarken, yeni anayasa bütün taraflar için kaçınılmaz
bir görev haline geliyor.
Anayasal kurallarla ilgili, farkında olmadan fiilî alışkanlıklar edindik. Anayasa dediğimiz evrensel olarak
bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumak, devlet
iktidarının kötüye kullanılmasını engellemek için
yapılır. 27 Mayıs düzeni anayasayı, halkın egemenlik
hakkını sınırlamak ve devleti halka karşı korumak
olarak anladı ve uyguladı. Dikkat edilirse, tutuklu
milletvekillerinin salıverilmesini engelleyen ve yargıçların müracaat ettiği 84. Madde, devleti korumayı
amaçlıyor. 27 Mayıs'ın temel felsefesinin işlediği bir
anayasa kuralı uygulanıyor. Demek ki bu kriz, anayasanın ruhunu temsil eden çok önemli bir prensibin
tartışılmasına yol açtı. Bu ruhun değişmesi lâzım. Nasıl?
Halkın iradesini ve bireysel özgürlükleri hayata hakim
kılacak bir ruhla.
Yeni parlamentomuz, halkın egemenlik hakkını en ileri
düzeyde ve rakipsiz kullanacak bir parlamento olarak,
aynı zamanda 'kurucu meclis' niteliği taşıyor. Bütün
partiler seçime anayasa vaadi ile girdi. Bu taahhütlerin
toplamı Meclis'i sandıktan bir 'Kurucu Meclis' olarak
çıkartmaya yeterliydi. Bu krizi çözecek olan
parlamentonun sonraki adımı yeni anayasa olacak.
Aslında 12 Haziran seçimlerinin hemen akabinde
yaşadığımız kriz bir anayasal kriz olarak tecelli etti. Bu
anayasal krizin müsebbibi ise, tasfiye etmeye
çalıştığımız 27 Mayıs düzeni. 2007'den beri, özellikle
12 Eylül 2010 referandumu ile bu düzeni yerle yeksan
ettik. Ancak bu düzenin enkazı arasında yol alırken
ayağımız, geçmişin engellerine takılıyor. 27 Mayıs
düzeni, Meclis'in temsil kabiliyetini daraltmak için
sınırlayıcı hükümler getirmişti. CHP'nin, MHP'nin ve
BDP'nin canını yakan işte bu hükümler.
27 Mayıs düzeninin enkazına çarptık. Hasar büyük
değil. Tersinden, bu enkazı elbirliği ile temizlemek için
ikna edici bir vesile. Meclis, tazelediği vekaleti ile
gücünün ve itibarının zirvesinde. Çözülecek sorun
çoğunluğu temsil eden iktidarın değil muhalefetin
sorunu. Muhalefetin yeni anayasa dersini heceleye
heceleye ezberlemeye, enkazı temizlerken de başka
engelleri fark etmeye ihtiyacı var.
Hep birlikte yeni anayasanın neden bu kadar gerekli
olduğunu, yaşayarak ve tecrübe ederek öğreniyoruz.
Demokrasinin geldiği olgunluğu çok gerilerden takip
eden kurallar, hayata ve ihtiyaçlara uygun hale gelecek
ve bu krizler aşılacak.Yeni bir anayasa yaparak.
Canınızın yanması ile canınızın yanma ihtimali farklıdır.
12 Eylül Referandumunda yapılan anayasa değişiklikleri bir 'ihtimal' olarak müzakere edildi. Referandum
kampanyasında 'hayır cephesi'nin savunduğu tezlerin
tamamı bugün çöktü. Ergenekon davası salimen
52
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
törpülemek, seyre çıkanlara oturacak bir yer açmak.
Peki bu anayasanın herkesin derdine deva olması için
nasıl olması lâzım?
İdeolojisi olmayan anayasa, bu piramidi tekrar sivri ucu
üzerinde ters bir şekilde inşa etmeye kalkmaktan
vazgeçmek demek. Basit bir yapı elemanı, anayasanın
bir kısmı değil; anayasayı ayakta tutan, dolayısıyla
siyasî düzene istikrar ve sağlamlık veren temel bir
mimarî tercihten söz ediyoruz.
Sivri ucunun üzerinde ters duran bir piramit tahayyül
edin. Sağdan soldan destekler olmadan bu piramidin
ayakta durması mümkün mü? Devlete, insana,
egemenliğe dair en temel prensiplerden, devletin
işleyişi, egemenliğin kısımlara ayrılarak birbirini
dengelemesi ve denetlemesine ve anayasal kurumlara
doğru uzanan kurallar silsilesi; piramidin tabanından
sivri ucuna doğru yayılan birbirinin üzerine yerleştirilmiş yapı taşlarıdır. En altta toplumun mutabakatı, ve
yine toplumdan kaynaklanan ve bütün bu kuralların
kaynağını oluşturan egemenlik hakkı bulunur. Anayasa bu geniş taban üzerine, sapasağlam bir şekilde
yükselir. Bir ideolojiye dayanan anayasa ise, sivri ucu
üzerinde durmaya çalışan piramide benzer. Çünkü
ideoloji, toplumdan gelen meşruiyetin yerine kendisini koymaya çalışır. Sivri ucunda bir piramitin ayakta
duramayacağı ortada. Bu durumda ne olur? Sürekli
sallanan, dengesini kaybeden, bir türlü denge ve istikrar bulamayan siyasal düzen sürekli sorun üretir. Yandan payandalar devreye girer. Bir köşeyi askerin
süngüsü, diğer ucunu bir elinde terazi duran gözleri
kapalı 'adalet mabudesi'nin elindeki kılıç, diğer köşeyi
devletin ürettiği rantla geçinen sermayenin gazeteleri,
televizyonu, dördüncü köşeyi uluslararası güçlerin
konjonktüre göre değişen destekleri tutar ve piramit
hassas bir dengede durur. Asıl gücünü ise yere temas
eden sivri ucundan alır. İşte bu sivri uç, anayasanın
ideolojisidir.
Peki bu anayasanın çekip çıkartılması gereken
ideolojisi ne? Atatürk milliyetçiliği, Atatürkçülük veya
Atatürk ilke ve inkılapları. Hop oturup hop kalkanlar
hemen şunu söyleyecekler: 'Anayasa'dan Atatürk'ü
çıkartıyorlar.' Anayasa yapım sürecinde karşımıza
çıkacak en demagojik, en müraî şikayet de bu olacak.
Doğrusu şöyle: Anayasa'dan Atatürk değil, Atatürkle
yakından uzaktan alâkası olmayan bir ideoloji
çıkartılacak. Daha doğrusu, anayasal düzenimizi
piramidin sivri ucunda ayakta tutma çabasından
vazgeçmiş olacağız.
Anayasamızdaki Atatürkçülüğün, Atatürk milliyetçiliğinin Atatürkle alâkası yok. Bu ideoloji 27 Mayıs 1960
darbesinden sonra icat edildi ve askeri, anayasal
düzenin vazgeçilmez bir parçası haline getirmek üzere
geliştirildi. Ancak cumhuriyeti, devrimleri bu arada
laikliği korumak gibi siyasî görevler üstlenmiş bir ordu,
siyasetin içinde esas oğlan rolüne soyunabilirdi.
Elindeki silahlar, jetler ve tanklarla siyasî operasyonlar
yürütmek parlamentonun üzerinden uçmak, eline alıp
'bu bir borudur' demek, tankları sokağa çıkartmakancak bu ideolojik rolün replikleri olarak söylenebilir,
arka fona yerleştirilebilirdi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül önümüze ideolojisi
olmayan bir anayasa hedefi koyarken, bu her şeyin
tepetaklık durduğu geçmişe bir atıfta bulunuyor ve
piramidi geniş tabanı üzerine yerleştirmeyi öneriyor.
Atatürkçülük, darbecilerinin icat ettiği, bugün ise
vesayet düzeni ile birlikte ömrünü tamamlamış bir
ideoloji. Türkiye'yi bu ideoloji üzerinde ayakta tutmaya
mahkûm etmek, yani ideolojisiz anayasaya itiraz
etmek Atatürk'ün bize vasiyet ettiği aklın ve bilimin
rehberliğine aykırı.
Benzetmemizi ilerletelim. Bir cismin ayakta sağlam bir
dengede durabilmesi için üç sabit noktaya ihtiyacı
vardır. Bizim anayasal düzenimiz, kendi sivri noktası
olan ideolojisi, askerin süngüsü ve adalet mabudesinin
kılıcı ile ayakta durmayı sürdürüyordu. Rant sermayesi
ile uluslararası aktörler devre dışı kalmıştı. Geçen yıl,
12 Eylül Referandumu diğer iki payandayı da devre dışı
bıraktı. Anayasamız yan yattı, bu haliyle bile olsa
piramidin üçgen yan yüzeylerinden biri üzerinde şimdi
sağlam bir şekilde duruyor. İşe yaraması, piramit olarak
kullanılması için dört köşesi yere gelecek şekilde yerli
yerine oturtulması lâzım. Yeni anayasanın görevi de
bu. Anayasa düzenimizi olması gerektiği şekilde,
halkın egemenliği üzerine, yani en sağlam tabanı
üzerinde yeniden inşa etmek. Ucundaki sivriliği de
Bu problemin somut karşılığı ise anayasanın değiştirilemez maddeleri.
Yeni anayasa yapma sürecinin önündeki en büyük
engel de, elimizdeki anayasanın ilk üç maddesi.
Anayasa'nın dördüncü maddesi, bu üç maddenin
değiştirilemeyeceğini, hatta değiştirilmesinin 'teklif
dahi edilemeyeceğini' söylüyor. Aslında çözüm basit.
Değiştirirsiniz olur biter. Çünkü değiştirilmemesinin
bir müeyyidesi yok. Uzlaşırsanız ve bu engel aşılır.
53
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
soracak: 'Gözünün üstünde niye kaşın var?'. Zira,
anayasada kaşların yasaklandığı şeklinde yorumlanabilecek hükümler var. 'Atatürk'ün gür kaşları' diye söze
başlayan birileri mutlaka çıkabilir.
İdeolojik safralardan kurtulmak içim bu üç maddenin,
özellikle ikinci maddenin mutlaka değişmesi gerekiyor. Çünkü bu üç maddede siyasî görüşleri, ideolojik
tercihleri, cumhuriyetin temel esaslarına dair farklı
anlayışları fersah fersah aşan çok daha derin bir sorun
var: İmkânsızlık. Anayasa'nın ikinci maddesi bizden
imkânsız olan bir şeyi istiyor. Hepimizin farklı tercihlerimizden vazgeçtiğimiz, 'kayıtsız-şartsız bir ortak
paydamız olsun' diye uzlaşmaya kalktığımız zaman
bile ortadan kaldıramayacağımız bir imkânsızlık.
Anayasanız güç sahiplerinin keyfince yorumlayacağı
hükümler içeriyorsa hiçbir hakkınız güvencede olmaz.
Yapacağımız anayasanın bu keyfiliğe fırsat tanımaması; bunun için de ideolojisiz olması lâzım. O zaman
ilk üç maddenin değişmesi ve bu ideolojik safsataların
anayasadan temizlenmesi şart.
Öncelikle, ilk üç maddeyi dokunulmaz kabul etmekle
iş bitmiyor. Çünkü 'değiştirilemez' ikinci madde, Anayasa'nın 'Başlangıç' kısmını referans veriyor. Bu maddeye göre 'başlangıç kısmında belirtilen temel ilkeler' de,
tıpkı bir matruşkanın içinden çıkan yeni bir oyuncak
gibi 'değiştirilemez' hükümlere dahil ediliyor. İlk üç
maddeyi değiştiremezsiniz. O zaman İlk üç maddeden
ikincisinin dayanak aldığı 'Başlangıç' kısmını, hiç
olmazsa burada belirtilen ilkeleri de değiştiremezsiniz.
Millî Eğitim Bakanlığı teşkilat kanununda 'görev'
tanımından 'Atatürk milliyetçiliği' ve 'Atatürk ilke ve
inkılapları'nı çıkartan KHK'yı, CHP muhtemelen
Anayasa Mahkemesi'ne götürecek. Türkiye ideolojik
yüklerinden kurtulup özgürleşiyor. Bu ideolojik zırvaları özgür bir ortamda eleştirmek bile bizi ilerletecek.
Herkes kendi muradınca bir şey tanımlıyor. Körlerin fili
tanımlaması gibi. Ama ortada fil de yok. Dogmatizmin
en ilkel ve çağdışı biçimi, eğitim kurumlarında Atatürk
büstlerinin arkasına saklanarak yapılıyor. Atatürk'ün
manevi hatırasını bu zulümden kurtarmamız lâzım.
Dokunmamak mümkün mü? Sorun da orada çıkıyor.
Anayasa'nın ikinci maddesi de, onun dayanak aldığı
'başlangıç' kısmı da sadece AK Parti'den ve CHP'den
değil, hepimizden imkânsız olan bir şeyi istiyor.
Sıralayalım. 'Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı',
'Türk varlığı', 'Türklüğün tarihî ve manevî değerleri' gibi
ilkelerin değişmezliğini kabul etmek mümkün mü?
Varsayalım kabul ettik. Peki ne olduğunu belirlemek
mümkün mü? İlk üç maddeyi kırmızı çizgi kabul eden
CHP'liler 'Türklüğün manevî değeri' olarak üzerinde
uzlaşacakları bir formül üretebilirler mi? Üretsinler,
kabul edelim. Hadi Kürtleri de ikna edelim. Peki bu
fasılda üç cümle kurulabilir mi? İkinci maddede ki gibi,
eksiksiz 74 milyonun tamamı 'Atatürk milliyetçiliğine
bağlı' olsun? Olsun da neye bağlı olacaklarını bilme
imkânları var mı?
'Atatürk milliyetçiliği' veya 'Atatürk ilke ve inkılapları' ile
Atatürk'ün kendisi ve düşünceleri arasında bir bağlantının olması gerekmez mi? CHP'nin altı okunu saymanın ötesine geçen yok. 18.Yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin en sığ ve basit anlatımını 'akıl ve bilim' lafını
tekrarlayarak Atatürkçülük diye takdim edenlerden,
19. Yüzyılın ikinci yarısına bile terfi edememiş vülger
pozitivizmi 'Atatürkçü düşünce sistemi' diye anlatanların elinde bu ülke ilerleyemez. Atatürk'ten alınacak
en doğru düşünce mirası 'ben geride bir dogma
bırakmadım' sözüdür. Dogmatik kafalar, düşünüp
kavrayamadıkları için bu sözü anlayamazlar.
İdeolojinin geçerli tanımlarından biri 'yanılsama'dır.
Hakim güçler iktidarlarını sürdürmek için gerçeği çarpıtıp, yönetme ayrıcalıklarına halkı ikna etmeye çalışırlar. Bunun için ideolojileri kullanırlar. Atatürkçülük
de, 27 Mayıs darbesinden sonra askerî vesayet
düzeninin ideolojisi olarak imal edildi. Bu ideolojinin
Atatürk'e uzanan bir öncesi yoktur. Şimdi bu iktidar
düzeni çöktüğüne göre bu ideolojinin de bir anlamı ve
değeri kalmadı. Demokratik iktidarlar doğrudan halkın
tercihine dayandıkları, güçlerini halktan aldıkları için
gerçeği çarpıtıp halka yutturma ihtiyacı duymazlar.
Yani ideolojilere müracaat etmezler.
'Atatürk milliyetçiliği' Atatürk'e ait değil. Hatta
Atatürk'ün kendisi de 'ben dogma bırakmadım'
diyerek Atatürkçü olmadığını ilan ediyor. Birinin beni
Atatürk milliyetçisi yapması için, aklımı, izanımı iptal
etmesi lâzım. Atatürk milliyetçiliğinden bahsedenler
kendi ürettikleri formüllerle boş bir kabın içini
dolduruyorlar. Tadı, kokusu ve rengi farklı çorbaları
önümüze koyup içmemizi bekliyorlar. Hepsinin tadı da
berbat. Neyse maraza çıkmasın diyerek önümüze
konana kaşık sallayalım, ama hangisine?
Takıldığımız engel sadece ilk üç madde ve onun
referans aldığı başlangıç kısmı değil. Anayasal kural
haline getirilen ideolojiler belirsizliği sağlamak,
belirsizlik te keyfiliği getirmek için var. Biri çıkacak ve
Yeni anayasa yeni bir ideoloji anlamına gelmiyor. Altın
çağı kurallara bağlayarak kalıcı hale getirmek için
ideolojisi olmayan bir anayasa yapmamız gerekiyor.
54
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
AB ile müzakeredeki Türkiye
82 Anayasası'nın
ruhundan kurtulmalı
Prof. Dr. Mehmet Altan
Beş hafta boyunca, her Cumartesi günü Taraf Gazetesi'nde buluşarak,“Taraf Sivil Anayasa Forumu”na katılıp,
'82 Anayasası'nın ruhundan kurtulma'yı tartışmıştık. Aşağıda, 'Sivil Anayasa Önerisi'nin oluşumuna katkıda
bulunmak üzere tartışılan konularda benim görüşlerimi bulacaksınız.
Taraf: İktidar partisinin 22 Temmuz seçimlerinde ciddi
bir şekilde yeni anayasa vaadi vardı. Bu durumda
mevcut parlamentonun kurucu meclis işlevi de
görmesi mümkün mü?
halinde bile bu Anayasa'nın tümünü değiştirseniz
gene de ruhunu değiştiremezsiniz.
Biz hâlâ 12 Eylül hukuku ile yönetiliyoruz. Sadece Anayasa değil 600 yasa var. Anayasa'ya bağlı olarak dehşet
verici bir tek parti zihniyetinin şahlandığı bir dönemi
yaşıyoruz. Bunun nasıl olması gerektiğine somut bir
örnek üzerinden gidersek, Yunanistan'a bakabiliriz.
1967'de darbeyi yapan albayların bugün ömrü vefa
edenleri hala hapiste. Biz de ise darbenin yasaları
gündelik hayatı dahi etkileyecek şekilde etkili. Bu
nedenle de Yunanistan yaşam kalitesi endeksinde 24.
sıraya yükseldi biz 82. sırada geziniyoruz.
Mehmet Altan: 12 Eylül mantığı demokrasinin
mabedi olan parlamentoyu şube müdürlüğüne indirgemiş. Onun ne yapıp ne edeceğini şekillendirmiş.
Onun için de parlamentodaki çoğunluk aynı zamanda
temel hak ve özgürlüklere saygılı kalmak kaydıyla her
türlü değişikliği yapabilecek bir güç, bir halk egemenliğinin ana unsuru olarak da görülmüyor. Normalde Ak
Parti 2007 seçimlerinden sonra stratejik olarak büyük
bir hata yapmasaydı, herkesin sorularını, dertlerini
özgürlükleri genişleterek çözecek bir anayasa üstünde
dursaydı, böyle bir tartışmaya gerek kalmayacaktı.
Başörtüsü üzerinden çok yanlış bir yere savruldu.
Taraf: Türkiye milletvekilliği değişikliği yapılırsa parlamentonun temsil gücü artar mı?
Mehmet Altan: Siyasi partiler yasası Fransa'da yoktur.
Türkiye'de de bu yasa lağvedilebilir. Dernekler yasası
dahi yeterli olabilir. Anayasa'nın aciliyeti var. Bir an önce bu ikili yapıdan, AB standartlarında bir devlet örgütlenmesine geçilmesi gerekiyor. Bu siyasi partiler yasasıyla zor ancak siyasi partiler yasasından kurtulmak çok
kolay.
Seçilmiş bir hükümetin yeter çoğunluğu oluşturduğu
bir parlamento bal gibi her türlü anayasa değişikliği
yapar. Zaten bunu yapacak başka da bir irade yok.
Peki, neden bu kısmî değişiklikler yetmez? Birincisi,
1982 ile 2009 arasında önemli bir temel değişim oldu.
Bir ulus devlet, bir milli devlet, bir askerî darbe anlayışı
etrafında oluşturulan Türkiye'nin yerini bugün AB ile
müzakere eden bir Türkiye almıştır. Biz ulus-devlet
anlayışından ulus ötesi, ulus üstü devlet anlayışına
geçmeyi daha önce kabul etmiştik. Şimdi fiilen bunun
sürecini başlatmış bulunuyoruz. Bir yakası beş darbeci
generalin elinde, diğer yakası 12 Eylül'den çok uzaklaşmış AB sürecinde olan bir devletin zaten kendi
içinde bütünlüğünü ve hukuksal algısını netleştirmesine olanak yoktur. Onun için de AB süreci söz konusu
ise ve bunda bir toplumsal siyasi irade var ise zaten bu
anayasanın toptan değişmesi gerektiği ortadadır.
Zaten dibacesinin (başlangıç kısmı) aynı kalması
Taraf: Konsensus sağlanması önemli diyoruz. Türkiye'
de ciddi bir bölünme var. Sivil bir anayasa için konsensusa varmak adına bazı kesimlerin korkularını bertaraf
edecek değişmez hükümler konulabilir mi? Dünyada
bu konuda iyi örnekler var mıdır?
Mehmet Altan: İnsanlığın gelişmesiyle birlikte, çok
köklü, yaygın bir anayasa disiplini var. 1215 Magna
Carta'ya kadar dayandırabileceğimiz, bireyi devlete
karşı koruyan, sosyal yapı, toplum değiştikçe buna
göre yenilenen bir anlayış bu.
55
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Taraf: Federalizm yerine çok parçalı üniter devlet terimini kullanmak daha akıllıca o halde.
Değiştirilemez maddelerin olmasının iki problemi var.
Birincisi topumu değişmez kabul ediyorsun. İkincisi bu
anayasayı dünyadaki gelişen literatürden koparıyorsun. İki örnek verebilirim. Burada şahıs ismi geçiyor.
Dünyada bir Humeyni adı İran Anayasası'nda geçer, bir
de Kim il-Sung'un adı Kuzey Kore Anayasası'nda geçer.
Türkiye'nin benzemek istediği ülkeler Kuzey Kore ve
İran mı?
Mehmet Altan: Prens Sabahattin bugün yaşasaydı,
100 yıl önce söylediklerinden dolayı başı belaya
girerdi. Âdem-i merkeziyetçiliğin bir tabu olduğu bu
ortamda partisi kesin kapatılırdı.
Parlamenter Danışmanları Derneği'nin bir söyleşisine
gittim. İmzasız bir soru geldi ve konuşmayı kestim. En
özgür olmasını düşündüğüm yerin en ürküntü duyan
yer olduğunu görüyorsunuz. Bu ürküntünün nedenini
sorduğum bir parlamento çalışanı, bu kurumdaki
memurların devletin ortalamasına göre daha yüksek
maaş aldığını söyledi. Bu kurumlar devletin kurumları.
Bu devlet, klasik olarak toplumun kendi başına yapamayacağı işleri yapması için örgütlenmiş bir yapı değil.
Onun için normal demokrasilerde parlamentolar
toplumun kendini idare etme tarzı olarak şekillenmişken, bizde sarayın devamı olarak şekilleniyor.
Onun için de her ara dönemde parti değiştirmeler,
muazzam kaymalar oluyor. Çünkü her zaman devlet
milletten daha güçlüdür. Askerî müdahalelere, örneğin 27 Nisan, parlamentolar topyekûn karşı çıkmaz.
Askerle iktidarın karşı karşıya gelmesinden, parlamentonun geri kalanı siyasal menfaat düşünürler. Bu zaten
demokrasinin gereği olan bir parlamento olmadığını,
darbelerin, tek parti zihniyetinin kurduğu komutanlık
sistemleri olduğunu görürsün.
Türkiye'nin demokratik kültürünün ne kadar eksik
olduğunu anlatmak açısından yine değişmez maddelerden üçüncüsüne bakalım. Türkiye devleti ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür.
Bu belki bizim kulağımızı tırmalamıyor ama siz
devletle milleti bölünmez bir bütün olmayı normal
algıladığınız vakit o ülkenin demokratik bir rejimle
yönetilmesine imkân kalmıyor. Çünkü devletle
bütünleşmiş millet, temel hak ve özgürlüklerinden
yoksun sayılıyor. Devlet bölünmesin ama millet
demokratik açıdan çok farklı görüşlere, çoğulculuğa,
yaşam biçimine pekala sahip olarak bölünebilir.
Bu değişmez maddeler halk iradesini kaldırıyor ve yerine bu anayasaları yapan silahlı darbecilerin iradesini
koyuyor. Onun için kabul edilemez. Bunu yaparken de
ultra ilerici değil. Çağın her türlü demokratik algısından da anayasa tekniklerinden geri olarak bunu yapıyorlar.
Taraf: 82 Anayasası takdim edilirken, 'bir daha darbe
yapmamıza ihtiyaç duyulmayacak bir anayasa yaptık'
deniyor. Aslında bu Anayasa ile darbe düzeninin
devam ettirildiğini itiraf etmiş oluyor.
Bir Amerikalı gazetecinin söylediği lafı her zaman
tekrarlarım. Diyor ki: Her devletin bir ordusu vardır.
Türkiye'de ise ordunun bir devleti var.
Mehmet Altan: Üniter devlet konusu var. Herkesi
ürkütmüşler, her siyasetçi çıkıyor ve üniter devletten
yanayız diyor. 1997'de Genelkurmay kendine muhalif
gazetecileri Güneydoğu'ya götürmüştü. Sonra bir
dönem bir başbakanın konuşmalarını yazan birine rast
gelmiştim. İkisinde de üniter devlet ile toprak bütünlüğünü eş anlamlı olarak kullandıklarını gördüm. Yani
üniter devleti bir yönetim biçimi olarak federalizmin
alternatifi olarak değil, toprak bütünlüğü algısıyla
kullanıyorlar. Anayasa hukuku tekniğinin geldiği
noktaları bırakın, Başbakan'ın konuşmalarını yazan
şahsın da, Genelkurmay gezisinde yer alan üst düzey
askerlerin de kendi kullandıkları metnin içindeki
kavramı bilmediklerini gördüm. Üniter devletten
yanayım demek toprak bütünlüğünden yanayım
demek olarak algılanıyor. Bir idare biçimi olarak
algılanmıyor. Bir de böyle kavramsal zafiyetler var.
Hâlbuki nasıl bir idari tarza sahip olacağına karar verecek parlamentonun kendisidir. Belki de bir anayasa
terimleri sözlüğü yapmak iyi olabilir.
Biz AB ile müzakere eden bir ülkeyiz. Bu halka başöğretmenlik yapmak gerekir diyen Kemalist bir mantık.
Ankara'daki bürokratik elitin mantığı böyle. Muasır
medeniyete, Batılılaşmaya böyle inanıyorlar. Diğer
unsurlar AB standartlarında bir demokrasi istiyorlarsa,
yani cami ile kışla arasında gizli iktidar kavgası değil de
bu toplumun kendi önünü açabileceği, rahatça koşabileceği bir özgürleşme hedefine sahipse, AB standartları kimsenin üzerinde fazlaca itişmeyeceği bir ortak
noktadır. Nihayetinde bugün CHP Brüksel'de büro açtı.
Cumhurbaşkanı AB'den yana olduğunu her zaman
tekrarlıyor. Hükümet de eskisi kadar reform yapmasa
da lâfzî olarak yineliyor. Demek ki ortak nokta AB.
AB'nin yaptığı bir anayasa var. Onun içinde bir temel
haklar şartı var. Biz çok dağılmadan, işi kavgaya
dönüştürmeden AB üstünden gidersek bunu istismar
etmeye çalışan statükocuların daha fazla güç kaybedeceğini düşünüyorum. Hem de daha çok mesafe
alacağımızı düşünüyorum.
56
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Taraf: 66. Madde'ye özellikle Kürt vatandaşlar itiraz
ediyor.
SAYI 15 - 16
sındadır. Bunu görmek için Ankara Savaşı'na, Fetret
Devri'ne kadar gidebiliriz. Cavit Bey'e yapılan suçlamalar beynelmilelci olması, evrensel olmasıdır. Bu terimler küfür ve aşağılama olarak, 5. kol faaliyeti olarak
kullanılmıştır. TESEV'in araştırmasında görüldüğü gibi
hukuk gibi evrensel bir olgu ne kadar içeriğinden
kopartılıp yerelleştirilebiliyor. Aslında bu İttihat ve
Terakki'nin algısıyla birebir örtüşmektedir ve hukukla
alakası yoktur. İttihat ve Terakki'nin disiplin cezaları
arasında ölüm de vardır. Bu tarihsel süreçten dolayıdır
ki; hukuk bizde yeryüzünden çok kopuktur. Bu nedenle yeni bir anayasanın dibacesinde; bütün bu vatandaşlık, temel hak ve özgürlükler ve din özgürlüğünün
özünü ve ruhunu bu tarihsel durumu göz önünde
bulundurarak kısa ve derin bir şekilde tanımlamak
gerekmektedir.
Mehmet Altan: Anayasa'nın 66. Maddesi'ndeki
'Türk'tür' lafı, özellikle Kürt vatandaşların itirazına
neden oluyor. Türkiye Cumhuriyeti'nde Türk, Müslüman ve Sünni olmayana vatandaş muamelesi yapılmıyor. Bu nedenle de sadece Anayasa'da değil, mevzuatlarda, kanunlarda, bürokrasinin uygulamalarında da
bu algıyı topyekûn değiştirebilecek bir ruh halini yaratmak gerekiyor. Hep söylediğimiz bir örnek var. Ermeniler de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ama ben bu
yaşıma kadar Ermeni bir kaymakam görmedim. Aynı
zamanda bu Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş aşamasında yer alan 36 ayrı etnisiteyi Müslümanlık ortak
paydasında toplamışlar. Oradaki ulus, ümmeti şekillendiriyor. Hâlbuki vatandaşlık hukuksal bir kavram.
Burjuvazinin ortaya çıkmasıyla doğmuş. Devletle birey
arasındaki ilişkilerin hukuksal bir tanımıdır. Vatandaşlık, aynı zamanda bütün diğer özelliklerinden
soyutlayarak insanı insan olarak tanımlayan bir algıdır.
Biz hukuk olarak vatandaşlık doğuran bir iklimde
yaşamıyoruz. Vatandaşlık konusu teknik olarak belki
en basiti ancak bence zihniyet olarak en zoru. Teknik
olarak çok kolay gibi duran düzenlemenin, insana
insan olarak bakmayıp da Türk, Sünni Müslüman
olarak bakan yapıyı nasıl aşabileceğimizin cevabını da
beraberinde getirmesi gerekiyor.
Taraf: Resmi ideoloji olan hikmet-i hükümet anayasaya hâkim oldukça hukuk devleti olmak hayal…
Mehmet Altan: Bir devletin“hukuk devleti”olması için
“hukuku” insanlık âleminin yoğurduğu ve geliştirdiği
şekilde algılayıp uygulaması gerekmekte. Bence bu
ilke“yargı bağımsızlığı”için de geçerli.
Devlet “hukuk devleti” olmak için hem ruhen ve zihniyet olarak evrensel hukuk kurallarına bağlı olacak, hem
de “hukuk devleti”nin gereklerini titizlikle yerine getirecek. Koyduğu kurallara kendisi de tavizsiz uyacak...
Örneğin, sanığı yakalarken suç işlemeyecek, demokratik bir protesto eylemi içindekine kafakol girmeyecek.
Taraf: Bu anlayışın varolduğu bir anayasayla yönetildiğimizi düşünmek insanın kanını donduruyor.
Mehmet Altan: Hukuk formasyonundan gelenler
buradaki zihniyeti 'tık' diye anlıyor. Bu zihniyet, suç
işlemiş birinin haklarında, sövme-saymadan tutun da
hakaret ve işkence dahil olmak üzere, her türlü
sınırlamayı doğal görmektedir. Suç işlemenin karşılığı
cezadır, insan hakkına dokunulması değildir. Suç
işlediğin vakit, insan olmaktan doğan hiçbir hakkın
gadre uğramaz. Ben bu Anayasa'nın belirttiği hiçbir
ödevimi yapmayabilirim. Bu, benim temel insan haklarımın elimden alınmasına neden olamaz. Bizde hem
toplum, hem yasa uygulayıcıları hem de okumuş-yazmışlar insan haklarıyla suç arasında bir ilişki kuruyor.
Suçlu birisinin de kimsenin dokunamayacağı insan
hakları vardır ve sonuna kadar güvence altındadır.
Bunlardan epeyce uzağız çünkü hem toplum olarak
hukuk üretemiyoruz, hem de yeryüzünün ürettiği
hukuku içselleştiremiyoruz. Örneğin, benim bildiğim
kadarıyla, “hukuk devleti” kavramıyla özdeş sayabileceğim “hukukun üstünlüğü” kavramı bize ilk kez 1956
yılında Sıddık Sami Onar'ın ders kitabıyla girmiş. Tabii,
kavram yeryüzünden bunca zaman sonra ve ders
kitabı vasıtasıyla girince, 2009 yılında da “hukuk
devleti”nin en önemli kriterlerinden biri olan “idari
tasarrufların yargı tarafından denetlenmesi”de hayata
geçmeyebiliyor.
Ergun Bey söyledi, Yüksek Askerî Şûra kararları yargı
denetimine kapalıdır. Keza Hâkimler ve SavcılarYüksek
Kurulu'nun kararları yargı denetimine kapalıdır.
Türkiye'de demokratikleşme hedefini samimiyetle
benimsemiş gerçek bir siyasal muhalefet olmadığı için
kimsenin üzerinde durmadığı ama benim hayati
bulduğum bir konu da gerçekten bu olağanüstü hal ve
sıkıyönetim dönemlerinde çıkarılan kanun hükmünde
kararnamelerin de yargı denetimine tâbi olmamasıdır.
Taraf: Anadolu Beylerbeyi ile Rumeli Beylerbeyi
arasındaki kırılma?
Mehmet Altan: Amerikalı bir sosyolog diyor ki:
Türkiye'nin en temel sorunu Anadolu Beylerbeyi ile
Rumeli Beylerbeyi arasındadır. Bu güzel bir tespittir.
Türkiye'nin kırılma noktası yerellerle evrenseller ara-
57
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Taraf: Her suç sivil mahkemede yargılanmalı…
Mehmet Altan: Muhtemelen daha sonra “yargı
bağımsızlığı”nda da konuşacağız ama ben “çift başlı”
yargı olarak nitelediğimiz konuyu, yani bir ülkede hem
doğal, hem de askerî yargının olmasını da “hukuk
devleti” ile asla bağdaşmaz buluyorum. Zaten
bağdaşmaz da...
Düşünün ki, doğal yargıya paralel bir askerî yargı daha
var ama yargıç ve savcıların “sicil amirleri” onların
komutanları. Bir yanda hukuk, bir yanda sicil ve onu
düzenleyecek komutan. Askerî kararlarda genellikle,
ikinci bölümün ağır bastığını görüyoruz. Hatırlayın çok
kısa bir süre önce Genelkurmay Başkanı Taraf'a
hiddetlendi, öğleden sonra Genelkurmay Mahkemesi
harekete geçti. Böyle “hukukun üstünlüğü,” böyle
“yargı bağımsızlığı”gördünüz mü siz?
SAYI 15 - 16
kararlarına ve Anayasa'nın uluslararası anlaşmaları
mevcut yasaların üstünde gören 90. madde uygulamasına literatürü takip eden bir hukukçu kimliği ile
değil, 'milliyetçi' bir militan gibi bakmaktaydı. Bunların
hepsinin temelinde bizim İttihatçı gelenek olduğu
kadar, bunu sistematik hale getiren 1982 Anayasası
var.Yeni bir anayasa hem“hukuk devleti,” hem de“yargı
bağımsızlığını” yok sayan bir anlayışı sistemin içinde
tutmayacak kadar sarih ve katı olmalı.
Taraf: Anayasasız Anayasa Mahkemesi…
Mehmet Altan: Kendini bu ülkenin sahibi gören asker
ve sivil bürokrasi, 1950-60 arasını kendisine karşı bir
başkaldırı, bir isyan olarak algıladı ve 60'ta rövanşı
ihtilâlle aldı. Aynı zamandaTürkiye'deki“aydın,” Batı'daki gibi bir aydın tipi değildir; devlete göre tavır alan bir
aydın tipidir, onun için de bu bürokrasiyle halk iradesi
arasındaki tarihsel kavgada bürokrasinin yanında yer
alır. Darbelerin sonucu oluşturulan kurucu meclis vs.
halk iradesine karşı devlet elitinden yana olan aydınların, nihayetinde o sıralarda dünyadaki geçerli olan
anayasaları tercümesiyle ortaya çıkmış bir husustur
ama özü itibariyle de sisteme, halk iradesini kontrol
etmeye yönelik ek unsur ilâve edilmiştir. Yani anayasa
mahkemesi yeryüzündeki trende uygun olarak bir
evrensel hukukun taraftarı değildir. Halk iradesine
karşı bir bürokratik egemenliğin taraftarı olarak Türkiye'de ortaya çıkmıştır. Bunu çok net bir şekilde ispat
edebilecek somut bir örneğim de var. 12 Eylül anayasayı ilga etmiştir, anayasal düzeni ortadan kaldırmıştır.
Bir askerî darbedir. Başarısız olsa bir anayasal suç işlediği için çok ağır bir cezayla cezalandırılır. Bu darbenin
sonucu anayasa ortadan kalkmıştır ama Anayasa Mahkemesi heyet olarak gidip darbecileri tebrik etmiştir.
Soruyu şöyle de sorabilirim, bana “Askerî Yargıtay'ı ve
Askerî Yüksek İdare Mahkemesi” olan bir “hukuk
devleti” söyleyin. Böyle bir gariplik hiçbir Avrupa
ülkesinde yok, olamaz da. Oralarda ya askerî mahkeme
hiç yok, var ise de sadece ve sadece “askerî disiplin
suçları”na bakmakta...
Hukuk devleti diyoruz. Yargı bağımsızlığı diyoruz.
Bunlarla ilgili durumu en son ve en güzel anlatan
örnekleri de, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden
Prof. Dr. Mithat Sancar ve Yrd. Doç. Dr. Eylem Ümit
Atılgan'ın birlikte hazırladığı ve bir kaç gün önce
TESEV'in Adalet Biraz Es Geçiliyor başlıklı araştırması
sergiliyordu. Çalışma; hâkim ve savcıların zihniyetine,
onların devlet, adalet, hak kavramlarına, yargı
bağımsızlığına, yargının tarafsızlığına bakışının yanı
sıra, demokratikleşme sürecine, Avrupa Birliği'ne ve
reformlara nasıl yaklaştıklarına da ışık tutmaya
çalışıyordu. Dört farklı şehirde, 52 hâkim ve savcı ile
yapılan 190 sayfalık araştırmayı okuyunca, Türk hukuk
sisteminin 'hukuku korumak ve kurtarmak' gibi bir
arzusu olmadığını çok net bir biçimde görüyordunuz.
Taraf: Anayasası olmayan Anayasa Mahkemesi'ne,
cami yıkılmış ama mihrap yerinde diyebiliriz sanırım.
Mehmet Altan: O zaman bunu, anayasa yargısı gibi
evrensel hukukun geliştirdiği, çok anlamlı, değerli ve
önemli olan bir kavramı, Türkiye'de konuşmaya ve
tartışmaya başlayınca,Türkiye örnekleriyle konuşmaya
başlayınca aslında bu kavramlara haksızlık yapıyoruz.
Bu Anayasa Mahkemesi, anayasa yargısı hikâyesi,
bizde bir iktidar kavgasının taraftarı olmaktır ve bu
evrensel hukuk doğrultusunda dinamik bir yorum
yaparak halk iradesini geliştirecek, temel hak ve özgürlükleri savunacak ve yeryüzü hukukuyla eşanlamlı bir
adım atmayı sağlayacak bir yol gösterici değildir. Bir
anlamda, memurun bir amiri var, bizde de hukuk
Halbuki Yargıtay'ın Onursal Başkanı Sami Selçuk'un
vurguladığı gibi, 'yargının işi, yurdu ve ulusu kurtarmak değil, hukuku kurtarmak' olmalıydı. Çünkü yurdu
ve ulusu kurtarmak 'siyasetin ve ordunun işi' idi.
Çalışma, hâkim ve savcıların çoğunun hukuku dinamik
bir bilim dalı olarak içselleştiremediklerini açık bir
şekilde sergiliyordu. Yargıç ve savcılar; Avrupa Birliği
uyum sürecine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
58
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
müfettişi olabilecek bir hale koymalı, bunun iradesini
de yeryüzü hukukuna bağlamalıdır.
anlayışı memurlaştırılmış bir hukuk anlayışıdır, amiri de
devletin gerçek egemeni olan bürokrasinin pozisyonunu korumaktır. Şimdi bu DP gibi beyaz Türklerin,
elitlerin ve sair merkez sağın geliştirdiği bir yapıya karşı
oluşturulmuş bir anlayış Türkiye demokratikleştikçe,
halk egemenliğine, yani halkın oyuna daha fazla
girdiği anlarda daha da sekter, daha da tutucu, daha da
bu bürokrasi egemenliğinin fiilî icraatçısı haline
dönüşmüştür.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 50. Kuruluş yıldönümüydü geçenlerde; hiçbir Anayasa Mahkemesi
üyesi gitmedi. Yani bir de bu açıdan bakmak lazım...
Türk hukuk sistemi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bu kadar mahkûm oluyorsa, evrensel standartlara
göre uygulaması bu kadar yetersiz, eksik ve dinamik
bir hukuk anlayışından yoksun ise, Anayasa Mahkemesi de bundan rahatsız değilse, acaba onun kararları
da bu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi düzeyinde
başka bir denetime gitse ne olur? Ayrıca, bu nasıl bir
tavırdır ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ni protesto
edip, Avrupa'dan adalet bakanlarının katıldığı 50. Yıl
kutlamalarına bizden kimse gitmiyor? Evrensel
hukuktan yana olan, 'insanlık iyi ki böyle bir mahkeme
kurmuş' diye canı gönülden bunu kutlamaya mı gider,
yoksa çok militan bir milliyetçi-devletçi refleksle ne
olduğu belli olmayan bir tepkiyi mi seslendirir, o da bir
başka yüzü bu işin.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde her defasında
mahkûm oluyoruz, sefil oluyoruz. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi çıtası gündeme geldiği vakit Türk yargısı
sürekli sınıfta kalıyor. Türkiye'deki hukuk üretmeyen,
üretilmiş hukuku da içselleştirmeyen bu yapıyı, halk
egemenliği ile bürokrasi kavgasının aracı ve taraftarı
olmaktan çıkarıp, AB gibi bir evrensel sistemle de
eşgüdümlü hale getirecek bir hale getirmenin yolunu
bulmamız lazım. Yani bunu seçimle, iyi niyetle,
şununla, bununla değil; Türkiye'deki egemenlik
kavgasının fevkinde bir denetim unsuruyla başarabiliriz. Nitekim bir Anayasa Mahkemesi 61 Anayasası'yla
söz konusu oluyor. 62'de kuruluyor Anayasa
Mahkemesi, o günden bu güne hep var ama bizim
anayasamız, 61'deki anayasamız 71'de o zamanki
Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın ifadesiyle
“Sosyal gelişme iktisadî gelişmenin önüne geçmiştir.
'61 Anayasası bize bol gelmektedir.” Türkiye'de askerî
yetkili böyle birşey söylediği vakit, buna göre tâdilat
yapıldı. Sonra bu tâdilat yetmedi daha korkunç bir
anayasa geldi. Şimdiki uygulamalar o anayasayı da en
katı, en tutucu, en dinamik olmayan, statik bir anlamda
yorumlamaya yönelik.
Unutmamak lazım ki bizim Türk yargı sisteminin kararları uluslararası hukuka gittiği zaman sınıfta kalıyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde Rusya'dan sonra
ikinciyiz. Bu ne demek? Bizim yargı sistemimiz evrensel
kurallara göre yürüyemiyor demek…
Bütün bu süreci izlediğimiz vakit Anayasa Mahkemesi
yahut ona anayasa yargısı diyeyim -kurumsal bir şeyi
hedef göstermemek için- bir tasavvuru var.Yani bunun
amacı yeryüzü standartlarında bir demokrasi mi,
yeryüzü standartlarında bir temel hak ve özgürlükler
mi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde sınıfta
kalmamak mı, gerçek bir halk iradesi mi? Şimdi bu
yapılan uygulamaları ve gittikçe parlamentonun, halk
egemenliğinin yerine kendi iradesini koyması ile
tahayyül ettiği Türkiye hangisi? Ben ondan 1930'lar
Türkiye'sini anlıyorum. Yani halkın oyuna girmediği bir
Türkiye. Bunun da bir anayasa yargısıyla bir bağlantısı
yok. Bu, Türkiye'deki iktidar kavgasının bir tarafı olma
durumu. Yeni anayasa bunu bir iktidar kavgasının aracı
olmaktan çıkarıp, evrensel hukukun istikametinde
Türkiye'ye yol gösterici ve yeni anayasanın bir şekilde
59
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
İnsan Onuruna Saygılı
Bir Anayasa
Doç. Dr. Mazhar Bağlı
söylenebilir. Kişiler adaletin verdiği yanlış bir karardan
sonra dahi ondan umudunu kesmezler çünkü güvenecekleri bir başka merci yoktur.
Anayasalar esas olarak kişi hak ve özgürlüklerini
güvence altına alan ve aynı zamanda da devleti meşru
bir otorite haline getiren belgelerdir. Devletlerin varlığı
bir anayasa ile mi sağlanır yoksa halkların iradesi mi bir
anayasayı doğurur konusundaki tartışmalar devam
ede dursun bildiğimiz sosyolojik gerçek, kamu
otoritesinin her zaman bir baskı aracına dönüşme
riskini içinde barındırdığıdır. Devlet dediğimiz örgütlenmenin bir baskı aracına dönüşmesinin engellenmesinin bilinen en pratik ve somut biçimi kamu düzeninin işleyişini bir standarda bağlamaktır. Bir başka
ifade ile çifte standartlı tutumları bertaraf etmektir.
Bu açıdan bakıldığında belki de anayasalar sahip olunan toplumsal yapının işleyişini sağlayan değerlerin
bir standart içinde işlevsel kılınmasıdır. Aynı zamanda
kamu otoritesinin bireyler üzerinde bir baskıya dönüşebilme ihtimaline karşı kişinin tüm haklarını koruma
altına alan en önemli referanslardır. Dünyada modern
anlamdaki anayasacılığın başlangıcını oluşturan Amerikan Bağımsızlık Belgesi bunun en çarpıcı örneğidir.
Devleti tesis etmek ve egemen kılmak için değil, kişinin
haklarını güvence altına için tesis edilmiştir ama aynı
zamanda birlikte yaşamanın sınırlarını da belirlemiştir.
Bu durum belki de günümüzde Amerikanın sahip
olduğu gücün sihirli kaynağını da göstermesi
bakımından önemlidir.
Adaletin, güvenilecek ve sığınılacak en kuşatıcı liman
olmasına duyulan ihtiyaç esas olarak salt hukuki bir
durum değildir. Aynı zamanda güven duygusu ile de
ilişkilidir. “Güvenlik” meselesi Kura-ı Kerimde şaşırtıcı
bir biçimde iman etmenin gerekçelerinden birisi
olarak zikredilir. Güvenliği bir koruma kalkanı gibi değil
esasında “emin olma durumu” olarak görmek gerekir.
Kimin nasıl davranacağını bilmektir. Nasıl davranılacağından emin olmaktır. Beklenen davranışların
sergileneceğinden emin olmaktır. Ki bu durum insanın
kendine bir güvenlik duvarı oluşturması için daha fazla
imkân sağlar. Kişinin hem fizikî olarak hem de manevî
olarak kişiliğini ve kimliğini koruması için elzemdir.
Bundan dolayı da insan onuru da tıpkı hayatı gibi adaletin güvencesi altındadır. Bireylerin kamu otoritesinden ve baskı unsurlarından emin olmalarını sağlayacak olan bir anayasanın da temel referans adalet
olmak durumundadır. Anayasanın adaleti sağlayabilmesi için ise her şeyden önce mutlaka açık ve net
hükümler içermek, insan onuruna saygılı olmak ve
halkın dahlinin birinci derecede belirleyici olduğu bir
süreç içinde hazırlanmış-yazılmış olmak durumundadır.
Klasik Amerikan filmlerinde yargıcın gücü, kamunun
potansiyel olarak hata yapmaya her zaman teşne
olması ve hem kutsal hem de güçlü retorik sahibi
savunmanın oluşturduğu kompozisyon da bunu gösterir nitekim. Devlet denilen yönetim organizasyon
yapılanması sanki mahkeme salonlarından elde edilen
temel kararlarla kurulmuş gibidir. Adaletin tecelli
etmesi için ısrarcı olmanın altında yatan asıl neden ona
olan inanç ve güvendir. Bunu sağlayan her bir toplum
için daha onurlu bir yaşam imkânının var olacağı
Türkiye'nin siyasi tarihine kabaca bir göz attığımızda
sahip olduğumuz anayasalar açısından ne yazık ki bu
üç temel unsurdan bir tanesinin dahi dikkate alınmadığını görmekteyiz. Son derece muğlâk ifadeler
içeren bir metin, devleti halktan koruyan korumacı bir
mantık, tepeden inmeci bir sürecin sonunda yürürlüğe
konulmuş bir kanunlar manzumesi. Oysaki hukuki
normları ihtiva etmesi gereken bir metin olarak anayasaya kanunlar üzerinden varılmaz, anayasalardan
kanunlara varılır.
60
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Hazırlandığı günden bu yana tartışmalı olan mevcut
anayasa artık hukuki işleyişi yerine getirmenin aksine
yargısal sorunlara kaynaklık eder hale gelmiştir. Pek
çok maddesi değişmiş olmakla beraber asıl sahip
olduğu vesayetçi ruhu hala barındırmaktadır. Belki de
bundan dolayı neredeyse tüm siyasi çevreler değişmesi konusunda hem fikirdirler. Yeni ve demokratik bir
anayasa olmalı ama aynı zamanda insan onuruna da
saygılı olmalıdır. Tatlı bir heyecanla beklenen yeni
anayasa pek çok konuda yeni bir dinamizmi
beraberinde getirecektir çünkü Türkiye'de belki de ilk
kez halk devletle karşılıklı bir sözleşme yapacak, ilk kez
olumsuz koşulların dayatması ile değil demokrasinin
gelişmesi sonucu bir anayasa hazırlanacaktır.
SAYI 15 - 16
pozisyondur. Böyle bir potansiyelin varlığından bile
yıllarca mahrum kalmış bizim ülkemiz için bu konu son
derece hayatî bir dönüm noktasıdır. Bundan dolayı da
anayasa her bir sorunu ayrı ayrı tanımlayıp nasıl çözüleceğini belirlemek yerine genel çözüm parametrelerini belirlemesi gerekir.
Bir diğer konu da anayasanın kısa ve açık olmasıdır.
Açıklıktan kastım ise net tanımların yapılmış olmasıdır.
Muğlâk ifadeler takdir edilir ki güç sahibi için bir
dayanak olur, zayıf için değil.
Bugüne kadar Türkiye'de anayasal çerçeveden
bakıldığına devlet için“haklar”vatandaş için“görevler”
ihdas edilmişti. Ama yeni anayasa bunun tam tersi
olması gerekir. Vatandaşın haklarını teminat altına
almalı devlet için de görevler belirlemelidir. Devletin
haklarını koruma refleksi ile hazırlanan bir anayasa
metni vatandaşını devlete karşı asla koruyamaz.
Medeni dünyadaki anayasalara da nispeten daha yeni
girmeye başlayan “insan onuru” kavramının yeni
anayasa için de temel bir referans çerçeve olarak
belirlenmiş olması bu toplum için vazgeçilmez bir
ilkedir. Bu kavramsallaştırmanın özellikle de bizim
toplum için çok önemli olduğu söylenebilir. Hatta
bugüne kadar yaşadığımız asıl sorunun da bu
olduğunu söylemek abartılı olmasa gerek. Haysiyeti
için canını vermekten gözünü kırpmayan bir
toplumdaki bireylerin kişiliğini zedeleyen bir metnin
ne meşruiyeti kalır ne de işlevselliği.
Vesayetsiz, insan onuruna saygılı, demokratik işleyişi
kolaylaştıran ve önünü açan ve çok kültürlülüğü bir
zenginlik olarak gören yeni bir anayasa ülkemizin
sosyolojik doğasının gereğidir de. Bu doğaya uygun
değişim dinamiklerini yakalamak toplum sağlığı açısından da önemli bir atmosferin oluşmasına yol açar.
Vatandaşını hiçbir biçimde dikkate almayan bir kamu
otoritesi her şeyden önce kendi vatandaşının haysiyetini tehdit eder. Haysiyet meselesi kimi zaman bir
takım evrensel hukuk ilkeleriyle çelişen olumsuz
örnekler üzerinden somutlaştırılarak yerel unsurlar
üzerinden örneklendirilip dışsallaştırılmasına rağmen
her toplumda önemli bir toplumsal refleks ve değer
olarak vardır.
Bizim gibi doğal farklılıkları çok fazla içinde barındıran
toplumlarda barış ve kardeşlik içinde bir arada
yaşamanın en çarpıcı politikalarından birisidir çok
kültürlülük. Çok kültürlüğün bir politik proje olarak
anayasa da yer etmesi pek çok sorunun çözümü için de
önemli bir tutamak oluşturacaktır.
Bilindiği gibi çok kültürlülük esas olarak toplumun bir
salata kasesi gibi birlikte sunulmasını, kabul edilmesini
öngörür. İstenirse kâsede var olan malzeme hep
birlikte de yenilebilir ayrı ayrı da. Hangisinden tatmak
isterseniz bu mümkündür. Ama mikserden geçirilen
malzemenin sunumunda ağırlıklı olarak konulanın
malzemenin tadını alırsınız, dahası her bir malzemenin
özgün tadı da değişir. Var olan her bir farklılığın kendi
özgün değerlerini koruyarak bir arada yaşamasını
sağlayacak olan çok kültürlülüğü referans olan bir
anayasadan totaliter imalar içeren yorumlara dayalı
kararlar çıkmaz.
Anayasaların hukuki içeriğinden çok siyasi anlamları
ve imaları çok daha önemlidir. Çünkü her bir anayasa
metni içeriğinden çok onu hazırlayanların niyetleri
çerçevesinde cari olur. Bugüne kadar ülkemizdeki pek
çok sorunun temelinde anaysa var ise bu anayasalardaki maddelerin çarpıklığından çok onu hazırlayanların vesayetçi niyetlerindendir. Unutmamak gerekir ki
toplumda görülen her bir sorun için özel bir hukuki
çerçeve oluşturulması beklenmez ama sorunların
çözümü için bir yol haritasının veya alt yapının oluşturulması beklenir. Bugün ülkeyi sosyolojik olarak, ekonomik olarak ve bireysel ilişkiler bağlamında kilitleyen
temel sorun alanlarının çözümü elbette ki kolay
değildir. Dahası bunların çözümü için sihirli bir formül
de yoktur. En pratik ve kalıcı olan projeler sorunlara
çözme yollarını açık tutabilenlerdir. Velev ki anlık
çözümler üretmeseler de çözüm için yolun açık olma
durumunun bizzat kendisi son derece pozitif bir
Son olarak insan onuru kavramının altını bir kez daha
çizmek gerek. Onur kavramının merkeze alınması
diğer başlıkların da bu eksende oluşturulmasını doğal
olarak beraberinde getirecektir. Haysiyetimizi koruyan
bir anayasanın korunması da aynı şekilde bizim için bir
onur meselesi olacaktır.
61
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 14 - 15
Yeni Anayasa Yapımında
Güçlü Ve Zayıf Yönler
Doç. Dr. Abdurrahman Eren / Marmara Üniversitesi
Anayasa yapımının, “süreç” ve “içerik” olmak üzere iki
yönü bulunmaktadır. Yapım sürecine kimlerin
katılacağı, hangi yöntemin izleneceği ve nihai karar
vericilerin kimler olduğu önemlidir. Anayasa yapımı,
“partiler-arası uzlaşma” yolu ile parlamento çatısı
altında ve siyasi partilerin katılımı ile gerçekleştirilebilir. Ancak bu “siyasi uzlaşma” arayışı “toplumsal
müzakereye” dayanmazsa, “demokratik katılım”dan
söz edilemez. Demokratik katılım, ayrı bir “kurucu
meclis”oluşturma ya da“olağan meclis”ile açık diyalog
yoluyla sağlanabilir. Sivil toplumun katımlıyla hazırlanan metin, yasama meclisi tarafından kabul edilebilir
ve nihai olarak halkın onayına sunulabilir. Bu yöntem
demokrasi ve egemenlik teorilerine uygun bir pratiktir.
Böylece halk, yapım sürecine ve karar aşamasına
katılarak “asli kuruculuk” yetkisini hem temsilcileri
aracılığı ile hem de doğrudan kendisi kullanmış olur.
1982 Anayasası'nın yenilenme talepleri, 1983 genel
seçimlerinden hemen sonra gündeme gelmiştir.
Değişim talebinin bu kadar erken gündeme gelmesi,
içerikten bağımsız olarak, yapım sürecine ilişkin
“demokratik katılım” eksikliğindendir. Anayasaya
konulan geçici bir madde ile, Darbe öncesi köklü siyasi
partiler 10 yıllık siyaset yasağına konu edinmiştir.
Dolayısıyla bu partiler Anayasa yapım sürecine katılamadığı gibi ilk genel seçimlere de katılamamıştır. 1987
yılında yapılan bir referandumla, 1982 Anayasası'nda
ilk değişiklik, bu yasakların kaldırılması yönünde
olmuştur. Siyaset yasağının kalkması ile sahneye inen
partilerin ilk talebi “yeni anayasa” olmuştur. 1993 yılında siyasi partiler yeni anayasa önerilerini Meclise sunmuşlardır. Ancak, yeterli toplumsal destek mevcut
olmadığından, partiler arası uzlaşma ile 1995 Anayasa
değişiklikleri gerçekleştirilebilmiştir. 1990'lı yıllarda
Avrupa Birliği sürecinin hızlanması demokrasi
yönünde talepleri güçlendirmiştir. Özellikle Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi kararları ile özgürlükler
alanında ortaya çıkan değişim ihtiyacı 2001 Anayasa
değişiklikleri ile yine kısmi bir çözümle sonuçlanmıştır.
2002 Genel Seçimlerinden sonra güçlü iktidarların
ortaya çıkması 1982 Anayasasının kurduğu “vesayetçi
rejimi”sallamaya başlamıştır. Bürokrasi ile seçilmişlerin
iktidar mücadelesi, 2010 Anayasa değişiklikleri ile
sonuçlanmıştır. Yargı bürokrasisinde yeniden yapılandırılmaya gidilirken, askeri bürokraside değişimin
sinyali verilmiştir. Artık yeni anayasa, sürece ilişkin“sivil
toplumun katılımına” işaret ederken, içeriğe dönük
olarak da, “askeri vesayete” son verilmesi talepleriyle
özdeşleşmiştir.
Anayasanın içeriğinin oluşturulmasında, biçimsel
özellikler, uzlaşılan ve ayrışan yönler, anayasanın
konusu ve beslenilen kaynaklar temel unsurlardır.
Ayrıntılara giren kazuistik anayasa yerine, genel ilkeleri
belirleyen çerçeve bir anayasa, hem üzerinde
uzlaşılması kolay hem de daha uzun ömürlüdür.
Toplumsal uzlaşma ve ayrışma arasındaki makasın
açıklığı, anayasanın içeriğini olumsuz etkiler. Henüz
temel ilkelerde bile derin ayrışmaya sahip bir
toplumda, siyasal uzlaşmanın sağlanması güçtür.
Anayasaların kalbi temel hak ve özgürlüklerdir.
Uluslararası insan hakları hukuku, temel hak ve
özgürlükler bakımından minimum standartları
belirler. Ancak ideal olan, bu standartların altına
inmeden, en geniş güvenceleri sağlamaktır. Devletin
temel organlarının yapılandırılmasında, hukuk
gelenekleri kadar, karşılaştırmalı hukuk en önemli
kaynaktır. Dolayısıyla, anayasanın içeriğinin belirlenmesinde, toplumsal uzlaşma ve hukuk gelenekleri
devletin yapılandırılmasında önem taşırken; insan
hakları hukuku, temel hak ve özgürlüklerin düzenlenmesinde belirleyicidir.
Gelinen noktada, Türkiye'de yeni bir anayasa yapım
sürecine ilişkin güçlü ve zayıf yönler ortaya çıkmaya
başlamıştır. Bu noktaların karşılaştırılması, yeni bir
anayasaya ulaşılabilmesi yönünde bir muhasebe
yapmamıza fırsat verebilir.
62
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 14 - 15
Yeni Anayasa yapımının güçlü yönlerinde biri,
“demokratikleşme” yönünde yaşananlardır. Türk
demokrasisinin temel sorunu olan, seçilmişlerle
atanmışlar arasında yaşanan iktidar mücadelesinde,
“vesayetçi rejimin” kırılması ve “sivil iktidarın” gerçek
anlamda muktedir olma yönünde önemli gelişmelerin
yaşanması, yeni anayasa yapımını kolaylaştırıcı bir
unsurdur. 1990'lı yıllarda Avrupa Birliği sürecinin de
desteği ile, sivil bürokrasinin “oligarşik tutumu” seçilmişlerin kontrolüne girerken, 2000'li yıllardan sonra
güçlü bir toplumsal desteğe sahip siyasal iktidarlar,
askeri bürokrasinin “vesayetçi tutumunu” değiştirmeye başlamıştır. Bu açıdan, askeri darbenin ürünü
olan 1982 Anayasasının anti demokratik yapısının
“sivilleşme” yönünde değişmesi için önemli bir fırsat
doğmuştur.
AnayasaYapımında GüçlüYönler
21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, önemli tarihi olayların
arefesinde, “model bir anayasa” yapma konusunda
tarihi bir fırsat doğmuştur. Hemen yanı başımızda,
Arap yarımadası ve Afrika kıtasında yaşanan rejim
değişiklikleri, tarihi ve kültürel bağlar dolayısıyla,
Türkiye'nin “model” alınmasını gündeme getirmiştir.
Bu çekicilik yalnızca, tarihsel ve kültürel bağlarla sınırlı
değil, sahip olunan devlet ve demokrasi tecrübesi ile
de yakından ilgilidir. Türkiye 135 yıllık bir Anayasal
geleneğe ve zaman zaman sekteye uğramış olmakla
birlikte 65 yıllık bir demokrasi deneyimine sahiptir.
Parlamenter sistemimiz ve bir çok anayasal kuruluşumuz yüzyılı aşkın bir birikime ulaşmıştır. Uluslar arası
toplumla entegrasyonda, konumuna uygun Asya ve
Avrupa arasında önemli bir köprü rolü üstlenmektedir.
Bir yandan Batı örgütlenmesi içinde, başta Birleşmiş
Milletler olmak üzere, Avrupa Konseyi, Avrupa
Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatına üye ve Avrupa Birliği'ne
de aday tek Müslüman ülkedir. Diğer yandan İslam
Teşkilatı Örgütünde aktif bir üye iken, Arap Birliği ve
Afrika Birliği ile yakın ilişkiler içindedir. Türkiye'nin
sahip olduğu bu konum ve içinde bulunulan tarihi
süreç,“yeni bir anayasa”yapımında en güçlü yönlerden
biridir.
Yeni anayasa yapımının güçlü yönlerinden biri de, ilk
kez anayasa yapım sürecine ilişkin “sivil toplumun”
katılımı ve arzusudur. İlk anayasa olan 1876 Kanun-u
Esasiden bu yana yapılan 1921, 1924, 1961 ve 1982
Anayasaları dahil, yapım sürecine ilişkin en önemli
eksiklik, “siyasal katılım”dır. Bu Anayasaların hiç birinin
yapım sürecine sivil toplum örgütlerinin katılımı söz
konusu olmamıştır. Siyasi partilerin ve serbest
seçimlerin olmadığı dönemde kabul edilen ilk üç
Anayasayı bir tarafa bırakırsak, çok partili hayata
geçildikten sonra darbelerin ardından yapılan son iki
anayasanın yapım sürecinde de siyasi partiler aracılığı
ile de tam bir katılım gerçekleşmemiştir. 1961
Anayasasının yapımında, Demokrat Parti dışlanırken,
1982 Anayasasının yapımında mevcut tüm partiler
yasaklanmıştır. Oysa 1982 Anayasası'nın yenilenmesi
yönünde taleplerin gündeme gelmesi ile, hem sivil
toplum örgütleri hem de siyasi partiler aktif olarak bu
sürece katılmaktadır. 1993 yılında dönemin siyasi
partileri ve sivil toplum örgütleri yeni anayasa yapılması yönünde somut öneriler sunmuştur. Aynı şekilde
2000'li yıllardan sonra,Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
(2000), Türkiye Barolar Birliği (2001 ve 2007), TÜSİAD
(1993, 1997, 2011), DİSK (2011) gibi sivil toplum
örgütleri yeni anayasa yapım sürecine aktif bir şekilde
katılmaktadır. Sivil toplumun yeni anayasa yapılması
yönünde var olan ve devam eden bu aktif katılımı,
anayasa yapımında güçlü yönlerdendir.
63
Anayasa yapımında sivil toplumun desteği kadar,
Anayasayı hazırlayacak olan mevcut Parlamento'da
var olan “güçlü temsil” yapım süreci bakımından
önemli bir noktadır. 2011 Genel Seçimleri sonrası,
seçmenlerin yüzde doksenbeşe yakınının temsil
ediliyor olması, Meclisin “kurucu iktidar” niteliğini
güçlendirmektedir. Siyasi yelpazenin her kesiminden
partinin Mecliste temsil imkanı bulması, yeni anayasa
yapımında, farklı toplum kesimlerinin taleplerinin
temsil edilmesine imkan sağlayacaktır. Oluşturulacak
“partiler arası uzlaşma komisyonu”na Parlamento dışı
partilerin de dahil edilmesi ile, “temsil kabiliyeti daha
da güçlenecektir. Partilerarası uzlaşma ile hazırlanacak
bir Anayasa metninde, değiştirilemez maddelerin
değiştirilip değiştirilemeyeceği de gündeme gelmeyecektir. Anayasa Mahkemesinin kendiliğinden
harekete geçme yetkisi bulunmadığından, Mecliste
tam bir uzlaşma ile kabul edilen metin, halkın onayıyla,
yeni anayasa olarak yürürlüğe girecektir.
1982 Anayasasında bu güne kadar yapılmış olan
değişiklikler, “uzlaşma zemini” açısından önemli bir
gelişmedir. 1982 Anayasası, 29 yıllık bir süre zarfında
ilki 1987 yılında, sonuncusu 2010'de olmak üzere 17
kez değiştirilmiş bulunmaktadır. Anayasanın 177
maddesi içinde 83 maddede değişiklik yapılmıştır.
Özellikle 1995 değişiklikleri ile “siyasal katılım”
önündeki engeller kaldırılmış, 2001 değişiklikleri ile
“özgürlükler rejimi” güçlendirilmiş ve 2010 değişiklikleri ile de “yargı reformu” gerçekleştirilmiştir. Anayasa'
da hiç dokunulmayan maddelerin bir çoğu, uygulamada hiç sorun yaratmayan maddelerdir. Değişim
ihtiyacı, daha çok “sivilleşme” yönünde odaklanmaktadır. Anayasanın yeniden yapılmasında, uzlaşılan
konuların temel alınması, uygulamada sorun yaratmayan hükümlerin korunması, yeni anayasa yapımını
kolaylaştıracaktır.
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 14 - 15
AnayasaYapımında ZayıfYönler
Yeni anayasa yapımında en sorunlu alan “kürt
meselesi”dir. Sorunun bir parçası olan terör eylemleri,
sağlıklı çözümlerin tartışılmasını zorlaştırmaktadır.
Normal koşullarda kabul edilebilir görülen bazı
talepler, terör eylemlerinin yol açtığı tırağma
yüzünden, sağlıklı müzakere edilememektedir.
Sorunun bir boyutu “millet” kavramı ve “üniterlik”
kapsamında, Cumhuriyetin niteliklerini ilgilendirirken,
bir diğer boyutunda“vatandaşlık”,“anadilde eğitim”ve
“özerklik” konuları çerçevesinde temel hak ve
özgürlükler alanını ilgilendirmektedir. Cumhuriyetin
niteliklerinde, “şiddet söylemi ve eylemini” bir araç
olarak kullanarak, dile getirilen talepler, geniş toplum
kesimleri üzerinde, temel hak ve özgürlükler alanında
makul görülebilecek taleplere de ön yargıyla
yaklaşılmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla,
önceliğin temel hak ve özgürlüklere verilerek varılacak
bir uzlaşma zemini, diğer konularında sağlıklı ve
özgürce tartışılmasına fırsat verecektir.
Anayasa yapımında bir diğer hassas konuda, laiklik
ilkesi ve bu bağlamda din ve vicdan özgürlüğünün
çerçevesinin belirlenmesidir. Laiklik yönünde bu güne
kadar yapılan yanlış uygulamalar, belirli bir toplum
kesiminde laiklik ilkesine yönelik antipati doğurmuştur. Öte yandan laiklik ilkesini, çoğunluğu oluşturan toplum kesimleri karşısında kendi inançları bakımından bir güvence görenler, laiklik ilkesine sarılırken,
Türkiye'de uygulanan “kendine özgü laiklik”anlayışına
itiraz etmektedir. Bu çerçevede, din kültürü ve ahlak
dersi ile din eğitiminin “zorunlu-seçmeli” olması
yönünde tartışmalar sürmektedir. Önemli bir kesim,
kendi çocuklarına kendi inançları doğrultusunda
devlet okullarında din eğitimi sağlanmasını talep
ederken, Aleviler, din kültüre ve ahlak derslerinin
uygulamada zorunlu bir din dersine dönüştürülerek,
çocuklarına belli bir dini öğretinin verilmesinden
rahatsızlık duymaktadır. Öte yandan Diyanet İşleri
Başkanlığının, çoğulcu yapıda olmaması ve tüm inanç
kesimlerine hizmet verecek şekilde yapılandırılmaması bu yönde yapılan tartışmaların bir parçasını
oluşturmaktadır.
64
Bir diğer önemli konuda, “Atatürk ilke ve inkılapları”
çerçevesinde oluşturulan “resmi ideoloji”den anayasanın arındırılmasıdır. Bu konu aynı zamanda, 1982
Anayasası ile oluşturulan “askeri vesayet” görüntüsünden kurtulmakla da yakından ilgilidir. Bu ilkeler
ışığında kendilerini “Atatürkçü” ya da “Kemalist” olarak
tanımlayanlar, 1982 Anayasasında yer alan bu ilkelerin
“bekçileri”olarak kendilerini görmekte ve gerektiğinde
bu ilkeler uğruna “demokrasiden” vazgeçmeyi göze
alabilmektedir. Öte yandan“demokrasi”ile“resmi ideoloji” bağdaşmaz olarak görenler, devletin “tarafsızlık”
ilkesi gereğince, Anayasada bu tür ilkelerin olamayacağını seslendirmektedir. Bu noktada Anayasanın
başlangıcının yeniden yazılması kadar, Cumhuriyetin
nitelikleri arasında yer alan“Atatürk milliyetçiliği”ilkesinin değişmesi, tartışmaların odağını oluşturmaktadır.
Yeni Anayasa yapımında güçlü ve zayıf yönleri
karşılaştırdığımızda, güçlü yönlerin daha fazla olduğu
söylenebilir. Sürecin doğru yönetilebilmesi, zayıf
noktaların aşılarak, yeni bir anayasaya ulaşmamızı
sağlayabilir. Aksi halde, yeni anayasa yerine kısmı
değişikliklerle, mevcut anayasanın varlığı sürdürülmek
durumunda kalınır. Anayasa yapım sürecine,
toplumda var olan “katılım” arzusu, siyasi partileri çok
istekli görünmeseler de, sürecin içine dahil olmaya
zorlamaktadır. Ancak, gönülsüz olarak yürütülecek bu
süreçte, her an bir bahane ile“sürecin sabote”edilmesi
kolay görünmektedir. Burada, partilerin samimiyeti
açısından, sürece ilişkin farklı bir yöntem önerilebilir.
Anayasa yapım sürecine ilişkin “partiler arası uzlaşma
komisyonu” kurulduktan sonra, Komisyona dahil olan
partilerden bir birinden bağımsız olarak, “bütünsel bir
anayasa önerisi” hazırlanması istenebilir. Böylece, her
parti samimi olarak nasıl bir anayasa istediğini somut
olarak ortaya koymak durumunda olacaktır. Partilerce
hazırlanan öneriler aynı tarihte kamu oyunun
tartışmasına açılacaktır. Böylece kimin hangi konuda
ne istediği, açıkça kamu oyu tarafından bilecektir.
İlerleyen süreçte, partilerin ortaya koyduğu bu talepler
üzerinden bir uzlaşma arayışı yürütülmesi, anayasa
yapımına ilişkin daha açık ve samimi bir sürecin
işletilmesine katkıda bulunacaktır.
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Temel Hak ve Özgürlüklerin
Korunmasına Yönelik Yeni Anayasada
Yapılması Gereken Düzenlemeler
Prof. Dr. M. Refik Korkusuz / İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Birinci teoriye göre; hak, hukuk düzenince tanınan
iradi bir yetkidir. Başka bir deyişle hak bir iradenin,
başka bir irade üzerindeki etkisidir. Teori, hakkı bir
iktidar ya da irade hâkimiyeti olarak nitelemektedir.
Tabii Hukuk ve 19. felsefesinden etkilenen bu teoriye
göre hak, kişilere hukuk düzenince tanınan bir irade
kudreti ya da irade hâkimiyetidir.
I- Genel Olarak İnsan Haklarına Dair Temel
Kavramların Anlamı ve Gelişimi
İnsan haklarına dair temel kavramlar denildiğinde ilk
akla gelen terimler“hak”,“hukuk”,“özgürlük”ve“insan
hakları” mefhumlarıdır. Bu nedenle öncelikle bu
mefhumları genel olarak incelemekte yarar vardır.1
İkinci teoriye göre, hak hukuk tarafından tanınan ve
korunmasını isteme hususunda, ferdin yetkili sayıldığı
menfaattir. Her hak bir hukuk düzenine dayanmaktadır. Hukukun tanımadığı bir yetki, korumadığı bir
menfaat hak olarak nitelenmemektedir. Hakkın
özünü, menfaat oluşturmaktadır. Menfaat, yalnızca
maddi değil manevi anlamda da kullanılmaktadır.
A- HAK KAVRAMI
Hak kavramı konusunda, bütün öğretinin üzerinde
ittifak ettiği tanım bulunmamaktadır. Bir görüş hak
sözcüğünü, doğruluk, tanrı ve hukukun kişilere tanıdığı yetki gibi farklı anlamlarda kullanmaktadır. Diğer
bir görüş “ hak” kavramını hukuksal ilişkinin ilk öğesi
olarak kabul etmektedir. Bu düşünceye göre Hak,
hukuksal ilişkinin çekirdeğini oluşturmaktadır. Ancak
bu tanımların ortak yanı, hakkın hukuken korunmasını istemek yetkisine sahip bulunan çıkar olduğu
gerçeğidir. Başka bir anlatımla, hakkın hukuken
korunan çıkarların gerçekleştirilmesi amacıyla kişiye
hukuk düzeni tarafından sağlanan ve kullanılması
onun iradesine bırakılan bir hukuk kudreti olgusudur.
Yani bu anlamda hak, hukuksal ilişkinin birinci öğesini
oluşturmakta ve bir kişiye izafe edilen bir davranış
olanağını, bir yetkiyi ifade etmektedir. Bu tanım, hakyetki biçiminde formüle edilebilmektedir.
Üçüncü teori ise uzlaştırıcı bir sistem getirmekte,
hakkın niteliğinin açıklanmasında ne yalnız irade ne
de yalnız menfaat yeterli görülmektedir. İkisinin
birleştirilmesi gerekmektedir. Bu görüşün temsilcilerinden olan Jellinek Hakkı, şu şekilde tanımlamaktadır. ”Hak”; insana sahibi bulunduğu menfaati korumak üzere tanınmış olan irade kudretidir. Pratikte ise“
Hak” bir kimsenin isteyebileceği, ileri sürebileceği bir
2
durumu iddia edebilme imkanını ifade etmektedir.
B- HUKUK KAVRAMI
Hukuk ise zorlayabilme iktidarına sahip makamın
meydana getirdiği ve yürüttüğü yegâne kuraldır.
Ferdin serbest iradesi dışında bir kudret alanından
oluşmaktadır. Ferdin iradesi dışındaki bu kudretin
elinde hukuk kuralını saydırmak bakımından ferdin
karşı koyamayacağı imkânlar vardır. Zira hukuk kuralını saydıran kamu kudreti, hem idare organlarını, hem
de yargı mercilerini harekete getirebilir. Hukuk kuralının üç temel niteliği vardır.
Türk Dili ve Hukuku açısından, hak kavramını açıklamak için, batı dillerindeki tamamlamaya ve tanımlamaya ihtiyaç bulunmamaktadır. Zira “hak” sözcüğünün müstakil bir anlamı bulunmaktadır. Türkçedeki
hak sözcüğü ile andığımız yetki ve iktidarlar Batı Avrupa dillerinde “subjektif hak” anlamında Almanca'da
“Subjektivesrecht” Fransızca “DroitSubjectiv” ve
İngilizce de ise “Sunjectiv Right” terimleri ile kullanılmaktadır. Dikkat edildiğinde her üç dilde iki kavramı
ayırt edebilmek için, özellikle hak kavramını belirtmek
için, batı dillerinde sübjektif hak anlamına gelen
tanımlamalara başvurulmaktadır.
1- Hukuk kuralı kamu kudretinin eseridir.
2- Hukuk kuralının müeyyidesini yargı ve idare
sağlamaktadır.
3- Hukuk kuralları kamu kudreti tarafından o an için
yürürlükte olmalıdır.
Batı hukuk sistemlerinde hak kavramına ilişkin 3
değişik teori bulunmaktadır.
65
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Hukuk kavramından bahsedebilmek için ortada
zorlayıcı bir iktidar tarafından bir kuralın tanınmış
olmasının yanı sıra, iktidarın zorlayıcı gücü ile desteklenmesi ve o an için yürürlükte olması gerekir. Bu
hususlardan birinin eksikliği hukuk kuralının niteliğini
ortadan kaldırır.
SAYI 15 - 16
doğal hakları kullanmasının sınırı; toplumun diğer
üyelerini aynı haktan yararlanmayı sağlayan sınırdır. Bu
ancak yasa ile belirtilir. Yasa ise yalnız toplum için zararlı
olan hareketleri yasaklayabilir. (m.4,m.5) Fransız
devriminden bu yana, modern çağdaş devletlerde kişi
özgürlüğü, parlamento tarafından ve yasama yoluyla
tespit edilmiş ve sınırları çizilmiş haller dışında, kişinin
kendi faaliyetini istediği gibi ve istediği yönde kontrol
altında tutabilmesidir.
C- ÖZGÜRLÜK KAVRAMI
Özgürlük kavramı; bir şeyi yapma , ya da yapmama
serbestisi olarak karşımıza çıkar ve devlet ya da başka
bir güç tarafından herhangi bir şekilde zorlanmamayı,
baskı altında tutulmamayı ifade etmektedir. Bazı
yazarlar, hak kavramının özgürlükten daha geniş bir
anlam taşıdığını söylemektedirler. Onlara göre bu
terim, yalnızca serbest olmayı değil, bunun yanı sıra
devletten ve toplumdan bazı taleplerde bulunmayı da
içermektedir. Bununla birlikte günlük konuşmalarda,
hak ve özgürlük terimleri çoğu kez eşanlamlı olarak
kullanılır. Nitekim, dernek kurma hakkı ile dernek
kurma özgürlüğünün birbirlerinin yerine kullanıldığı
uygulamada sık sık gözükmektedir.
D- İNSAN HAKLARI
İnsan hakları, düşünsel tarihi itibarıyla çok eski olmakla
birlikte, bir kavram olarak gündelik kullanıma 2. Dünya
savaşından sonra, hukuk terminolojisine girmiştir.
Özellikle uluslar arası birimler tarafından kabul edilen
ve insanın dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez
nitelikte kişiye sık sıkıya bağlı haklar olup, bütün
insanlığı kuşatan üniversal nitelikteki hakları oluştururlar.
İnsan hakları kavramının normal haklardan farklı yönü,
bu hakların evrensel nitelikte ve uluslararası sözleşmelerde, taslak metinlerde ve insanî değer ve kişilikleri
geliştirmeye yönelik olarak kabul edilen değerlerden
3
oluşmasıdır. Devlet veya başka bir güç bu hakları keyfi
olarak sınırlayamaz ve hiçbir şekilde ortadan kaldıramaz. Aynı şekilde kişiler de bu hakları başkasına devredemez ve onlardan vazgeçemez. İnsan varlığının bir
parçası olan insan hakları olmaksızın onurlu ve insanca
4
bir yaşam sürdürmek mümkün olamamaktadır.
Özgürlük, toplumun bireye ayırdığı serbestliğe ilişkin
bağımsız alandır. Bu kesim, bireyin bir evi gibi özel
mahrumiyet alanıdır. Bu alan toplumsal ve kamusal
alanın sınırıdır. Özgürlük, devletin durduğu yerde
başlarsa da,” başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilme” şeklindeki tanım, aynı zamanda bireyler arasındaki yatan ilişkilerin de anlatımıdır. Kısacası özgürlük
bir haktır. Ancak bütün haklar özgürlük değildir.
Özgürlük, herkese bir insan hakkı olup; herkese karşı
ileri sürülebilen haklara sahip olabilme imkânını da
bahşetmektedir. Mücerret bir kavram olan ve fiili bir
durumu ifade eden özgürlük kavramı, yıllar yılı
felsefenin, düşünceler tarihinin ve siyaset biliminin en
önde gelen meselesi olmuş ve halen de üzerinde en
çok tartışılan konu olma özelliğini korumaktadır.
Montesquieu özgürlük mefhumu için” hiçbir kelime
yoktur ki, özgürlük kelimesi kadar yansımış olsun
değerlendirmesi yapmaktadır.
II- Temel Kavramların
Ülkemizdeki Uygulaması
A- MEVCUT ANAYASADAKİ DÜZENLEME
1982 A.Y 2. maddesi tıpkı 1961 A.Y'sının 2.maddesi gibi
“insan haklarına saygılı” olma ilkesini Cumhuriyetin
nitelikleri arasında saymıştır. Esasen Türkiye Cumhuriyetini“insan haklarına saygılı bir hukuk devleti”olarak
tanıyan A.Y'nın 12.maddesi “Herkesin kişiliğine bağlı,
dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve
özgürlüklere sahip olduğu..”ndan söz etmektedir.
Bu ifadeler Portekiz ve İspanyol Anayasalarında da
5
göze çarpmaktadır.
Kişi özgürlüğü “kişinin fizik yahut beden özgürlüğü ;
diğer bir deyimle kişinin fiziki mekan içinde gidip
gelme yer değiştirme serbestisidir. Kişinin hiçbir baskı
altında kalmaksızın davranabilmesini esas almaktadır
sözlük anlamı itibariyle özgürlük,” herhangi bir
kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünce veya
davranma, herhangi bir koşula bağlı olmama, her türlü
dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine
dayanarak karar vermesini ifade etmektedir. Kişi
özgürlüğü ise; kişinin fiziksel özgürlüğü olup, yasal ve
haklı bir neden olmaksızın yakalanamama, tutuklanamama ve özgürlük kısıtlamasına gidilememesi
demektir.
1789 tarihli “ Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”
ndeki göre” özgürlük, başkasına zarar vermeyen her
şeyi yapabilme gücüdür. Bundan dolayı her insanın
66
Uluslararası düzeyde kabul edilen İnsan Hakları
Bildirilerin çoğunda ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin öngördüğü insan hakları türlerinin bir çoğu
bir çok Batı ülkelerinin Anayasalarında (Almanya
Anayasası m.2.19, İspanya Anayasası m.10-55, Portekiz
Anayasası 1.Kısım) olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası'nda da (m.17-74) yer almaktadır. Ancak sözü
geçen bildirilerde ve sözleşmelerde yer alan ayrıca
anayasalarda da soyut olarak bulunan bu haklar gerçek
değerlerine ve anlamalarına ancak yasaların, yürütme
ve yargı organlarının uygulamasıyla kavuşmaktadır.
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Temel Hakların ve hürriyetlerin belirtilmesindeki
sistem açısından 1961-1982 Anayasaları arasında
farklılıkların varlığı da gözlemlenmiştir.1961 ve 1982
anayasaları arasındaki en önemli fark; yeni Anayasanın
temel hak ve özgürlükleri, ödev ve sorumluluk
kavramlarıyla birlikte ifade etmiş olmasıdır.
SAYI 15 - 16
Hedef, özgürlükçü bir düzen olduğu için yalnızca
olağan zamanlarda temel hak ve özgürlükler, ancak
sınırı ve çerçevesi çok iyi çizilmiş ve iktidarlara avantaj
sağlamayan ve evrensel olarak kabul edilen bazı
kriterlere uygun olarak kanunla sınırlanması, bir istisna
olarak kabul edilebilir. Bu genel ve özel sınırlamalar
demokratik toplum düzenini gereklerine aykırı
olmayacakları gibi öngördükleri amaç dışında da
kullanılmayacak şekilde düzenlemelidir. Olağanüstü
dönemlerde ise hak ve özgürlüklere ilişkin sınırla6
malarda da aynı yöntem takip edilmelidir.
“Herkes ,kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez,
vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Temel
Hak ve Hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer
kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder.”
Temel hak ve hürriyetlerin niteliğini belirleyen
12.maddenin ilk fıkrasında ,bunların bir devlet lütfu
olmadığı ,kişinin dokunulmaz devredilemez, vazgeçilemez temel hak ve hürriyetlerinin olduğu vurgulanmıştır. Şu halde ,Devlet kişiye ayrılan bu alana ilke
olarak hiçbir şekilde müdahalede bulunmamak, bu
özel alanın sınırları içine girmemekle yükümlüdür.
3- Anayasa mahkemesinin yaptığı yorum ile getirilen
sınırlamalar
1982 Anayasası'nın hazırlanmasına önemli rol oynayan temel varsayımın “kamu erkinin güçsüz bırakılması” iddiaları ile uygulamada özgürlüklerin daha da
sınırlandırılması yönünde verilen kararlarla dikkat
çeken yargı; 1982 Anayasasının otorite-hürriyet
dengesini, özgürlükler aleyhine bozarak sivil toplumu
güçsüz bırakmıştır.1982 Anayasası,1961 ve hatta 1924
Anayasaları ile karşılaştırıldığında güçlü devlet ve
otoriter idare konularına daha fazla önem vermiş ve
özellikle yürütmeyi yasama ve yargı karşısında daha da
güçlendirmiştir. Bu tutumuyla, yargı, zaten ihtiyaçtan
çok fazla sınırlaması olan temel kavramlara ilişkin
sınırlamalara ilâveten, kendini her zaman rejimin en
üst düzeyde yetkilisi sıfatıyla değerlendiren bazı
Anayasa Mahkemesi kararları da, bu sınırlamaları daha
da arttırmıştır. Mahkeme; Cumhuriyetin nitelikleri ve
Anayasa'daki sınırları esas alarak özgürlükleri değil,
çoğunlukla, sınırlamaları esas alan nitelemede
bulunmuş, devletin üstün ve çoğu kez de, özgürlük
alanlarına müdahil olabilen gücüne, tanım yerindeyse,
“destek üzerine destek”vermiştir.
1- Anayasanın başlangıç bölümündeki sınırlama
1982 Anayasası 12 Eylül öncesi dönemde tartışılan
konuları göz önünde tutmuş ve temel hak ve özgürlüklerin genel olarak hangi sebep ve sonuçlarla sınırlanacağını belirtmiştir. Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğü, milli egemenliği, cumhuriyetin
milli güvenliğin, kamu düzenini, genel sağlığın korunmasını genel sınırlama nedeni olarak saymaktadır.
Anayasanın başlangıç bölümü, her Türk vatandaşının
Anayasa'daki temel hak ve hürriyetlerden yararlanarak
maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve
yetkisine doğuştan sahip olduğu ifade edilmiştir. Bu
haliyle ilk bakışta doğal haklar doktrinini benimsemiş
olduğu izlenimini uyandırmaktaysa da,1982 Anayasasındaki temel hak ve hürriyetler deyiminde anlatımını bulan pozitivist hak anlayışının tabii hak görüşü
ile bağdaştırılması mümkün değildir.
Sayılan genel ve özel sınırlamaların sebep ve amaçları
temel hak ve özgürlüklerin geneli için geçerli olduğundan, çoğunlukla da, devlet erkine geniş takdir
yetkisi tanıyan sınırlamalar, hak ve özgürlükler konusunda çok ta iyi sınav vermeyen Anayasa Mahkemesi
kararları ile bütünleştiğinde, yoğun yakınmalara
neden olmuştur.
2- Özgürlükleri düzenleyen maddelerdeki sınırlama
1982 Anayasasındaki hürriyet kavramı, başka bir
kavram olan sınırlama kavramı ile sıkı sıkıya bağlı
duruma gelmiştir. Özgürlükler ve haklara ilişkin
hükümler oldukça kısa, sınırlamaya ilişkin olanlar ise
hayli uzun olarak düzenlenmiştir. Başka bir deyimle,
Anayasa hakları ve hürriyetleri güvence altına almak
amacından çok, bunların sınırlanabilmesine olanak
sağlamak amacına yöneldiği izlenimini de vermiştir.
Uygulamada, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının
yalnız zararlı faaliyetleri değil, faydalı faaliyetleri bile,
değişik gerekçelerle (rejim kaygusu, iktidara ortak
etmeme kaygusu veya iktisadi güce ortak etmeme
kaygusu gibi nedenlerle) sınırlandırılmış ve bazı yargı
kararları ile de, vatandaşların bu özgürlükleri ile
haklarını kullanabilme imkânları, çoğu kez, elinden
alınmıştır. Örneği, üniversitelerde uygulanan başörtüsü engeli de bu yöntem ile yasaklanmıştır. Anayasa
Mahkemesi, başörtüsünü, “laiklik” ilkesi ile bağdaşmayan hareket olarak görülmüş, dünyanın hiçbir
yerinde olmayan bu yasak, rejimi koruma ve kamu
alanlarına sistem getirme gibi gerekçelere dayandırılmış ve dışarıya karşı bu şekilde savunma yoluna
1982 Anayasasının sınırlamalara bu kadar açıklık
getirmesinin nedeni, 1961 Anayasası döneminde bu
konuda tartışma ve tereddütler görüldüğü iddiasına
dayanmaktadır. İktidarların hep güçsüzlükten dem
vurduğu 1961 AY uygulamasında, kamunun gücünün
hep zayıfladığı veya zayıflatıldığı iddiaları, bu
dönemde, özgürlüklerin özel ve genel olarak sınırlandırılmasına neden olmuştur.
67
TARİH BİLİNCİ
7
Yargının, önceki dönemlerde olduğu gibi, temel hak ve
özgürlüklere ilişkin sınırlama yoluna gitmemeleri için,
yargı makamlarına, temel hak ve özgürlüklere ilişkin
yorumda mutlaka sınırlama getirilmelidir. Bunu yaparken, temel hak ve özgürlüklere ilişkin mutlaka özel bir
kurul oluşturulmalı ve bu uzman kurulun görüşü
alınmalıdır.
gidilmiştir. 2008 yılında yapılan Anayasa değişikliğini
(yasal olarak Mahkemenin inceleme yetkisi bile bulunmamasına ve başörtüsü ile ilgili olarak ilgili değişik-liklere
ilişkin hiçbir ibare olmamasına rağmen) yasal olarak
iptal yetkisi bulunmamasına rağmen, yine de iptal
8
etmiştir. Üniversitenin içinde “rejim karşıtlığı” gibi
görülen ve laiklik ilkesiyle bağdaşmayan başörtme
sorununun, üniversitenin hemen dışında nasıl olur da,
“laiklik ilkesi” ile bağdaşır bulunduğu hususundaki sorulara hep muğalatalı cevap verilmiş ve sonuçta hem
inancına bağlı hem de laik rejimin eğitimini isteyen
başörtülü kızlar, “rejim düşmanı” ilan edilerek öğretim
hayatları sonlandırılmıştır. Yine tüzüklerinde “kürt
kelimesi”geçen ve şiddeti ve terörü dışlayan partiler de,
sadece bu “kürt kimliği” iddiasının T.C.'nin temel
niteliklerine aykırı olarak “alt kimlik” oluşturma gayreti
içinde olmakla itham edilerek kapatılma yoluna gidilmiş ve ülkedeki fiili durumun hukuk düzeni ile ülke bü9
tünlüğü içinde entegrasyonunun önü kapatılmıştır.
Bütün yeni getirilecek sisteme rağmen, yine de, temel
hak ve özgürlüklerin kısıtlandığını veya aleyhe yorumlandığını iddia eden herkes, hakkın kötüye kullanılması anlamında olmamak üzere, son bir itiraz mercii
düzenlenmelidir.
C- SINIRLAMALARDA ULUSLARARASI HUKUK
SINIRLAMA SİSTEMİ ESAS ALINMALI
Toplumların varlığı ve gelişiminde çok önemli temel
kavramlar olan “hak”, “hukuk” ve “özgürlük” gibi konular; ne iktidarların yorumları ne de yargısal kararlarla
müdahele edilebilecek sınırlamalara tabi olmalıdır.
Özgürlükler ve diğer temel kavramlar esas, sınırlandırmalar da istisna olmalıdır. Eğer, evrensel çapta bir
sınırlama söz konusu ise, en fazla Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi' nin kararlarındaki sınırlayıcı yorumlara atıf
yapılmak suretiyle, özgürlük alanları her zaman geniş
tutulmalıdır. Mevcut Anayasanın 90. Maddesinde var
olan, uluslararası hukukun tanıdığı üstün “özgürlük ve
temel haklar”a ilişkin uluslar arası sözleşme ve protokollerin, yargı kararları ile ülke içinde yürürlüğe girmesinin engellenmesine son verilmelidir.
III- Yeni Anayasada Temel Kavramların
Açık ve Yalın Belirtilme İhtiyacı
A- TEMEL KAVRAMLARA İLİŞKİN
DÜZENLEMELERİN ÇOK AÇIK, YALIN VE
TARTIŞMA DIŞI YER ALMASI
Gerçekte hür olarak yaratılmış tüm insanlığın ve doğal
olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının özgürlüğünün geçerlilik kazanabilmesi için, öncelikle kanun
koyucu tarafından ve sonra da toplum tarafından bu
hususun kabulü zorunludur. Yine, açık ve yalın yazılan,
iktidarlar için de, dokunulmaz alanlar olarak belirtilecek “temel hak ve özgürlük alanları” toplumun geniş
kesimleri tarafından özgürlükçü Anayasa olarak değerlendirilmesine neden olacaktır. Düzenlemelerde, hakkın özü kavramına ilişkin tanımlamalar da net olarak
ortaya konulmalıdır.
Eğer özgürlük kısıtlamasını zorunlu haller söz konusu
ise bu nedenlerin önceden mutlaka ve genişletici bir
yoruma neden olmayacak şekilde netleştirilmelidir. Bu
durum da hukuka uygun bir rejimin yerleşmesini
sağlayacaktır.
IV- SONUÇ
Yeni Anayasa hazırlanacak ve evrensel nitelikte
değişiklik yapılacaksa, bu değişikliklerin ve düzenlemelerin yönü evrensel düzeyde kabul edilen insan haklarının ülkemizde de uygulaması yönünde olmalıdır.
Gerek kanuni veya idari düzenlemelerle, ya da yargısal
içtihatlarla, temel hak ve özgürlüklerin evrensel düzeyde tatbiki yönündeki engellere, mutlaka filtre getirilmelidir.
B- YARGI KARARLARI İLE HUKUKSAL DURUM
YARATILARAK YENİ SINIRLAMA ALANLARI
OLUŞTURULMAMALIDIR
Anayasanın hiçbir hükmü, bir hakkın özüne dokunucu
veya o hakkı ortadan kaldırıcı şekilde yorumlanamayacağı ve bu şekilde değerlendirilemeyeceği, yargı
kararları ile bu kuralın aşılamayacağı hususu özellikle
belirtilmelidir.
1) Geniş bilgi için bkz. BİLGE, Necip, Hukuk Başlangıcı HukukunTemel kavram
ve Kurumlar, Turhan Kitapevi, 12. Bası, Ankara-1997, s.175; GÜRİZ, Adnan,
Hukuk Başlangıcı, 2. Bası, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları,
Ankara-1987, s.44; GÖZÜBÜYÜK, Şeref, Hukuka Giriş ve Hukukun Temel
Kavramları,SYayınları,Ankara-1997,8.Bası,s.4.
5) CANSEL, Erol, Anayasal Normlar Hiyerarşisi ve Temel Hakların Korunmasındaki İşlevi, Genel Rapor VII, Anayasa Mahkemesi konferansı, Ankara 7-10
Mayıs1990,TürkAnayasaMahkemesiYay.No.16,C.I,s.43;GÖREN,Zafer,AnayasaHukuku'naGiriş,BarışYayınları,FakültelerMatbaası,İzmir-1997,s.347.
2) ARMAĞAN, Servet,Temel Haklar ve Ödevler, Fakülteler Matbaası, İstanbul1980,s.1;KAPANİ,Münci,KamuHürriyetleri,yetkinYayınları,7.Bası,Ankara1993,s.14.
7) Başörtüsü ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararı için bkz.Esas Sayısı: 1989/1
veKararSayısı:1989/12,KararGünü:7.3.1989.Başörtüsüyasağı,(kamuveya
özel) ilk ve orta öğretim okullarında [1] ve (kamu veya özel) üniversitelerde
herkes için geçerlidir [2]. Mahkemeler, devlet daireleri ve diğer resmi
kurumlarda öğrenciler, işçiler ve kamu görevlileri için geçerlidir. Ancak ilk ve
orta öğretim okullarında ve bazı üniversitelerde okula ziyaretçi ya da veli
olarakgelenleriçinbilesorunçıkarılmaktadır.
3) KORKUSUZ, M. Refik, Uluslar arası Belgelerde veTürk Anayasası'ndaTemel
Hak ve Özgürlükler, AB Komisyonu DGİHE Projesi İnsan Hakları Eğitimi Ders
Notları,Güncellenmiş2.Bası,İzmir-2005,s.10.
4) UYGUN, Oktay;Türkiye'de Demokrasi ve İnsan Hakları,TODAİE İnsan Hakları
AraştırmaveDesteklemeMerkezi,Ankara-1996,s.84.
SAYI 15 - 16
NASIL BİR ANAYASA
6) KORKUSUZ,s.220.
Kamu kurumlarında ise çalışanlara uygulanan bu yasak hizmet alanlar için
68
geçerli değildir. Benzer şekilde, mahkemelerde, yasak sadece yargıçlar,
avukatlar, hukukçular ve diğer işçileri kapsar. Askeri kurumlarda ise bu yasak
en geniş şekliyle uygulanır ve belli standartları (başörtüsü alttan bağlanmalı
ve üstten biraz saç görünmelidir) sağlamadığı müddetçe ziyaretçi ya da veli
olarak gelen anneler içinde başörtüsü yasaktır. Ancak bu yasağın yasal temeli
hiçbirzamanaçıklanmamıştır.
8)AnayasaMahkemesi'nin2008/116no'lukararı.
9) Bkz. Şerafettin ELÇİ' nin başkanlığında kurulan Demokratik Kitle Partisinin
kapatılma gerekçesi. Konu ile ilgili olarak, AYM başkanı sn. Haşim KILIÇ' ın
karşı oy gerekçesinde belirtilen hukuksal dayanaklar çok önemlidir. AYM,
E.: 1997/2(Siyasî Parti Kapatma), K.1999/1, T.26.2.1999, R.G.Tarih-Sayı:
22.11.2001-24591.
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Türkiye'de Anayasa
Sorununa Bir Bakış
Prof. Dr. Hasan TUNÇ / Gazi Üniversitesi
olması önem taşımaktadır. Ayrıca anayasa yapım sürecinin her aşamasında tüm kesimlerin görüşlerini
özgürce açıklayabilecekleri bir ortam da gereklidir.
Türkiye'deki anayasa tartışmaları ve anayasa arayışlarının tarihi incelendiğinde hep şu soruya odaklanıldığı
görülmektedir: Nasıl bir anayasa yapmalıyız. Bu soru,
anayasayı nasıl yapmalıyız sorusunu gölgede bırakmış,
hatta genelde sorulmasını bile engellemiştir. Aslında
demokratik standartlarda bir anayasaya sahip olmamızın belki de ilk koşulu anayasayı nasıl yapmalıyız?
sorusuna toplumsal mutabakatla verilecek bir cevap
olacaktır.
Anayasayı diğer hukukî düzenlemelerden ayıran
özellik, hiçbir suretle biçimselliği değildir. Anayasa,
sosyo-ekonomik şartlara, siyasal kuvvetlere, siyasal
fikirlere ve teorilere doğrudan doğruya bağlı olduğu
için, öteki hukukî düzenlemelerden ayrılır. Anayasa
yapım süreci, hukuksal yönü yanında, siyasal önemi de
çok büyük olan bir süreçtir. Bu süreç sırasında yapılan
temel anayasal tercihler ve bu tercihlerin yapılış biçimleri, yeni doğan veya yeniden kurulan demokrasinin
yaşayabilirliğini büyük ölçüde etkiler. Anayasallaşma
veya anayasa yapım süreci, yeni doğan siyasal yapının
kamu kurumlarını yaratması süreci olarak tanımla1
nabilir.
Anayasal düzenlemeler çoğunlukla hukukun adalete
bağlı kalmasını sağlayacak koşulları meydana getirme
amacını taşımaktadır. Bir başka deyişle, anayasalar
siyasal yaşamın aktörleri değil, hakemleri olarak tarih
sahnesine çıkmışlardır. Bu ideal tasarım nasıl gerçekleştirilecektir? Çözüm için demokrasi ve demokratik
süreçlere başvurulmuş, yasa yapımı belirli aralıklarla
seçmenlere hesap vermesi gereken seçilmiş (temsili)
organlara bırakılmıştır. Denilebilir ki, modern çağda
temel hak ve hürriyetleri garanti etmek üzere hukuk
devletinin inşasında demokrasi ve demokratik süreçler
vazgeçilmez olarak belirmiştir. Bununla birlikte, hukuk
devleti ile demokrasi arasında bir gerilimin varlığı da
göz ardı edilemez. Bu gerilim, toplum kaynaklı taleplerin hukuku bazen zorlamasından kaynaklanmaktadır. Eğer mutlak (sınırsız) bir demokrasi anlayışı söz
konusu olursa, sonuçta ortada hukuk da, özgürlük de
kalmayacaktır. Bu tehlikeye karşı çözüm, başlangıçta
anayasal devlet, günümüzde ise anayasal demokrasi
anlayışı ile bulunmaya çalışılmıştır. Anayasal demokrasi anlayışının temel formülü ise, hukukla (adaletle)
çerçevelenmiş demokrasidir. Belirtilen anlamıyla
demokrasi, bir yandan azınlığın haklarının korunması
suretiyle çoğunluğun yönetme hakkını tanırken, diğer
yandan da temel siyasal meselelerdeki kararların bir
biçimde halka dayanılarak alınmasını öngörür.
Demokratik bir anayasanın yapımı sürecinde hukukun
üstünlüğü ve anayasalcılık kavramlarının biçimsel
olarak yerleşmesinin yanında özgürlük, eşitlik gibi bir
takım temel demokratik değerlerin de benimsenmesinin sağlanması gereklidir. Biçimsel demokrasi bir
takım prosedürler ve kurumlara ilişkin kurallardır.
Maddi demokrasi ise sürekli devam eden bir süreci
belirtir. Bireylerin, kendi hayat koşullarını ve toplumu
ilgilendiren önemli kararların alınmasında etkisinin
arttırıldığı bir düzen sağlar.2
Demokratik sistemlerde yeni bir anayasa yapımı için
mutlaka bir hukuk boşluğunun doğması gerekmez.
Yeni bir anayasa yapılması için bir darbe veya ihtilal
yapılarak mevcut düzenin ortadan kaldırılmasına
ihtiyaç yoktur. Olağan durumlarda da anayasa yapılabilir. Egemenliğin asli sahibi olağan süreçte de bir
anayasa yapma hak ve yetkisine sahiptir. Bu da
egemenlik anlayışının mahiyetinden kaynaklanmaktadır. Anayasalar ebedi değillerdir. Anayasa yapıcı ne
kadar soyut ve genel kurallar koysa da gelecekte
ortaya çıkabilecek tüm durumları öngöremez.
Dolayısıyla zaman içerisinde yeni bir anayasa yapılması gündeme gelebilir. Bu durumda anayasanın tüm
kesimlerin katılımı sağlanarak konsensüse dayalı
69
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Anayasacılığın anlamı tarihsel süreçte olduğu gibi,
günümüzde de üstün hukuk normlarıyla temel hak ve
özgürlükleri garanti etmek ve keyfi iktidarı sınırlamak
olarak anlaşılmaktadır. Böylece, anayasanın iki esası
belirir: (1) Keyfi kullanımını engellemek için iktidarı
hukukla sınırlayarak siyasi düzeni kurmak, (2) Temel
hak ve özgürlükleri garanti altına almak.
SAYI 15 - 16
Yöntem konusunda önemli olan anayasa yapım sürecini halkın katılım ve katkısına açık tutmaktır.Yöntemin
demokratik meşruluğunun derecesi, bu katılım ve
katkının derecesiyle yakından ilişkilidir. Anayasa yapımının her aşamasında halkın katılımını anayasa yapım
sürecinin demokratik meşruiyetini güçlendirici etki
yaratacaktır. Yapım süreci demokratik olan anayasalar,
genellikle üzerinde toplumsal uzlaşma bulunan anayasalardır. Uzlaşmanın ilk adımı TBMM'de atılmalıdır,
yasama organında sağlanamayan uzlaşmanın toplum
kesimlerince gerçekleştirilebilmesi oldukça zordur.
Anayasa yapımı, yeni baştan bir anayasanın hazırlanması ve kabul edilmesini ifa eder. Yürürlükte bulunan
bir anayasanın değiştirilmesi için revizyon ya da
anayasanın değiştirilmesi kavramları kullanılmaktadır.
Anayasa yapımı hukuksal yönü yanında siyasal önemi
de çok büyük olan bir süreçtir.
Demokratik ve özgürlükçü toplumlarda anayasaların
devletin temel yapısını ve işlevini düzenlemek, devlet
iktidarını hukuk kurallarıyla çerçeveleyerek onun
keyfiliğe kaçmasını önlemek ve iktidar karşısında
bireylerin hak ve özgürlüklerini güvence altına almak
amacıyla yapıldıkları bir gerçektir.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, “meşru sonuçlar
meşru usullerle elde edilir”. Bu söz anayasa yapımı
bağlamında şu şekilde de formüle edilmektedir: “bir
anayasanın daha demokratik özü, daha demokratik
usullerle elde edilir”. Diyebiliriz ki, demokratik usullerle
yapılmayan bir anayasanın demokratik meşruluğa
sahip olması mümkün değildir. Her iki Anayasamız
(1961 ve 1982) döneminde yaşanılan meşruluk krizleri
de bunu ispatlamaktadır. Diğer taraftan, dünyadaki
anayasalar incelendiğinde karşımıza çarpıcı bir tablo
çıkmaktadır. Buna göre, demokratik anayasaların 1961
Anayasasında olduğu gibi demokratik olmayan bir
şekilde dayatıldığı örneklerle karşılaşabilmekteyiz.
Fakat, çok çarpıcı bir biçimde, hiçbir demokratik usul,
otokratik bir anayasanın kabul edilmesine yol açmamıştır. Dolayısıyla, meşruluk temelleri güçlü bir anayasa düzeni oluşturmanın ilk koşulu, demokratik usullerle bir anayasa yapımını gerçekleştirmek olarak belirmektedir. Anayasa yapımı için benimsenen yöntemlerdeki farklılıklarda her ülkenin kendine özgü koşullarının etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Ülkemiz
bağlamında ele alındığında, örneğin siyasal şiddet ve
terörizm ile desteklenen ve hatta büyük ölçüde bu
yolla ifade edilen talepler karşısında, anayasa yapımının sağlıklı bir psikolojik ortamda ne ölçüde gerçekleştirilebileceği hususu son derece dikkat edilmesi
gereken ihtimalleri bünyesinde taşımaktadır.
Ülkemizin yeni bir anayasaya mı ya da mevcut anayasa
üzerinde köklü değişikliklere mi ihtiyacı vardır? Anayasanın sistematik ve bütüncül bir şekilde tartışılmasını ve çağdaş bir anayasa yapımını amaçladığımıza
göre sorunun cevabı yeni bir anayasa olmalıdır. Zira
mevcut anayasa gerek yapılış şekli gerekse içeriği
itibarîyle yürürlüğe girdiğinden bu yana tartışılmakta
ve bir takım değişikliklere maruz kalmaktadır. Ancak
bu değişiklikler dahi tartışmaları sona erdirmemiştir.
Anayasa gerçek anlamda toplumsal sözleşme belgesi
haline gelmeden tartışmalar devam edecektir. Yeni bir
anayasadan anlaşılması gereken kısmî değişiklerden
ziyade tümüyle yeniden yazılacak bir anayasadır. Bu
yenilenme, devleti inşa eden anayasal temel değerleri
muhafaza etmek koşuluyla mümkün kılınmalıdır.
Anayasanın yapılması söz konusu olduğunda aslî
kuruculuk işlevi ortaya çıkmaktadır. Aslî kuruculuk
yetkisi hukuksal anlamda sınırsız bir yetkidir. Ancak, bu
yetki dahi toplumun temel değerleri ile (meşruîyet
anlayışı ile) uyumlu olduğu ölçüde başarılı ve
tartışmalardan uzak bir anayasa yapabilir. Bu nedenle,
asli kurucu iktidarın ülkenin bütünlüğünü ve birliğini
bozacak düzenlemelerden uzak durması gerekir.
Aksine davranış kendi varlığını inkâr anlamına
gelecektir. Bunu Türkiye örneğinde somutlaştıracak
olursak, “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” şeklindeki
hüküm, anayasal sistemin temelini oluşturmaktadır.
Bunun yanı sıra, Cumhuriyetin nitelikleri, üniter devlet
yapısı, bayrak, istiklâl marşı, vatandaşlık anlayışı ve
resmi dil ile ilgili hükümler de bu bağlamdadır. Bunlardan herhangi birinin anayasadan çıkarılması, Türk
Anayasasının ilkeler bütününü ortadan kaldıracağından, devletin sonlanması anlamına gelebilecektir.
Toplumsal hayatın işleyişi ve şekillenmesinde önemli
işlevlere sahip olan anayasaların kimler tarafından ve
nasıl yapıldıkları konusu büyük önem taşımaktadır.
Anayasanın yapımına ilişkin tercih edilen yöntem,
çoğu kez onun içeriğinin nasıl olacağına dair ciddi
ipuçları da verir. Anayasayı kimin yapacağı, aynı
zamanda egemenliğe kimin sahip olduğu sorusuna
sıkı sıkıya bağlıdır. Egemenliğin halka ya da millete ait
olduğu demokratik sistemlerde, anayasa yapma
yetkisi de halka veya millete aittir. Başka bir ifadeyle
demokratik sistemlerde asli kurucu iktidarın kaynağı
toplumdur.
70
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Kazuistik yöntemle hazırlanmış, her konunun anayasada çözülmesine çalışıldığı, uzun ve geniş kapsamlı
bir anayasadan ziyade, çoğu demokratik ülkede olduğu gibi, olabildiğince kısa ve çerçeve anayasa özelliklerinde bir metnin hazırlanması uygun olacaktır. Bizim
genel teamülümüz kazuistik anayasa yönünde olduğu da bir gerçektir. 1924, 1961 ve 1982 anayasalarının
yapım sürecinde bu durum artarak devam ettirilmiştir. Bu gerçekler karşısında, zihni değişim olmadığı
sürece, yeni anayasanın iç dinamiklerimizde köklü
değişikliklere yol açabileceğini pek düşünemiyorum.
Örneğin, siyasi hak ve hürriyetler konusunda “parti içi
demokrasi” sağlanamadığı, daha doğrusu her şeyin
parti liderlerinin şahsi kararlarına bağlı olduğu
gerçeği aşılamadığı sürece, anayasada yazılanların
pek de önemi kalmayacaktır. Yine hukuk devleti anlayışının gerçekleştirilmesi ve yerleşmesi de, kurallardan çok bir anlayış meselesidir. Tabi ki, bu konularda
yapılacak yeniliklerin çağdaş gelişmeler kadar ülke
gerçeklerine de uygun olması gerekmektedir.
SAYI 15 - 16
Siyasal tercihlerin hukuka dönüşmesinin güçlüğü
dikkate alındığında, anayasa, uzlaşma sağlanması zor
bir alandır. Bu uzlaşının sağlanmasında her fikre açık
bir şekilde sabırlı olmak yararlı olacaktır. Dolayısıyla
yeni bir anayasa yapılacaksa bunun hiçbir kısıtlama ve
baskı altında olmaksızın, toplumun bütün kesimlerinin görüşlerini serbestçe açıklayabildiği bir ortamda
yapılması önemlidir.
Ülkemizin önemli sorunlarından biri olan, siyasetin
daha doğrusu iktidarın (hükümetin) menfaatlerin
paylaşım ve dağıtım merkezi olması haline de son
verilmesi gerekmektedir. Bu sorun çözüldüğü an,
hem dokunulmazlık konusu hem de siyasi rant tartışmaları anlamını yitirecektir. Mevcut halde ise, siyaset
ve siyasetçi bu kirliliklerin ana konusu haline gelmektedir.Tabi ki bu sorun anayasal olduğu kadar, kültür ve
anlayış sorunudur. Ülkenin herhangi bir işadamının,
“başbakana yakın olmayanın bu ülkede iş yapamayacağı” benzeri sözlerinin basına yansımış olması da,
bu kirliliğin Ülkemizdeki vahim boyutlarını ortaya
koymaktadır.
Yeni Anayasanın, tercih ettiğimiz hükümet sistemi
olan “parlamenter sistemin” mantığına uygun biçimde hazırlanması gerekmektedir. Bu açıdan, özellikle
Cumhurbaşkanının yetki ve sorumlulukları önem arz
etmektedir. Diğer deyişle, sorumsuz Cumhurbaşkanlığı, olması gereken temsil yetkilerinin ötesinde
bir yetkiyle donatılmamalıdır. Anayasanın 19.-22.
maddelerinde olduğu gibi, tamamen yasalarda yer
alması gereken bazı zorunlu sürelerin (gözaltı süresi
veya yargıç kararına ilişkin süreler gibi) Anayasadan
ayıklanması gerektiği kanaatindeyim. Anayasamızda
var olan 'sivil yargı-askeri yargı' ayrımına son verilmeli,
'adli idari' yargı ayrımı ile yetinilmelidir. Tabi ki, disiplin
mahkemeleri (askeri mahkemeler olarak) genel mantığı içerisinde korunabilinecektir. Yine Anayasada
varolan toplantı ve karar yeter sayıları gibi, siyasi hayatı etkileyen kurallara netlik kazandırılmalı ve anayasanın yazım dili mutlaka gözden geçirilmelidir.
Yeni bir anayasa yapım sürecine girildiği ifade edilen
bu günlerde, olabildiğince geniş katılımlı ve toplumu
tümüyle kucaklayan bir anlayışla yola çıkılması,
meşru ve uygulanabilir Anayasanın müjdecisi olacaktır. 12 Haziran 2011 seçimleri sonrasında TBMM'de
Temsil oranı itibariyle seçmen sayısında yüzde 81,
geçerli oylarda ise yüzde 95'e ulaşılmış olması da bu
konuda önemli bir fırsattır. Aşağıda da görüldüğü
gibi,TBMM'de 1995 yılından bu güne kadar ilk defa bu
oranda bir temsil gerçekleşebilmiştir. Anayasa yapım
süreci açısından iktidar partisinin etkin bir çoğunluğa
sahip olması sakıncası bulunmakla birlikte, uzlaşma
arayışları ile katılımcı bir süreç başlatılabilir. İktidar
çoğunluğunun dayatmacı bir tavır takınması ise tüm
beklentileri boşa çıkaracaktır.
Anayasada bir takım temel değerlerin mutlaka vurgulanması gerekir. Ülkemizin kazanımlarının ve ülke
gerçeklerinin bu anlamda göz önünde tutulması
gerekir. Cumhuriyetin temel değerlerini esas alan,
özgürlük odaklı ve ülkenin ve milletin bölünmez
bütünlüğünü koruyan bir anayasa ülkemiz açısından
son derece önemlidir. Yasama, yürütme ve yargı dengesinin sağlanması, özgürlüklerinin sınırlanmasının
yeniden ele alınması, anayasada katılımcılığın benimsenmesi gerekir. Yeni yapılacak bir Anayasada, temel
hak ve hürriyetlerin uluslararası insan hakları belgelerindeki standartlara getirilmesi ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştirecek düzenlemelerin yapılması
öncelikli hedef olmalıdır. Anayasa insan hakları ve
özgürlüklerine dayalı olmalı ve bu hak ve özgürlükleri
güvence altına almalıdır. Bireyi devlet karşısında
korurken, devletin varlığına yönelecek tehditleri de
bertaraf edecek mekanizmaları öngörebilmelidir.
DİPNOTLAR
1) ÖZBUDUN, Demokrasiye Geçiş Sürecinde AnayasaYapımı, Ankara 1993, s.4951.
2) Mary Kaldor, Ivan Vejvoda, Democratization In Central And East European
Countries: An Overview, Democratization In Central And Eastern Europe, Pinter Pres,
London, 1998, s.45
71
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Kendi Öz Hukukumuzu Oluşturmak
(Mecelle Örneği)
Dr. Mustafa YİĞİTOĞLU
Kanunlar hangi yöntemle konulursa konulsun, hayatın
birden fazla olan ihtiyaçlarını tam anlamı ile karşıla1
maktan yoksundurlar. Bu nedenle devletler, değişik
ölçülerde olmak kaydı ile zamana ve zemine göre, ihtiyaçlara binaen uygun kuralların oluşturulmasını kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görmektedir. Türkler,
İslâm ile şereflenmesi sonrası yüzyıllardır uyguladıkları
örfî hukukun yanında şer-î hukuku da tatbik etmeye
başlamıştır. Gerçi Türklerin uyguladığı hukuk metinleri
devletin öncülüğünde hazırlanmış resmî metinler
değillerdi. Bu durum hukukun diğer alanlarında
olduğu gibi anayasa hukuku alanında da söz konusuydu. Bu nedenle ceza, aile, ticaret gibi anayasa ile
ilgili esaslar da İslam Hukukçuları tarafından kaleme
alınan ve herhangi bir resmi niteliği olmayan fıkıh
2
kitaplarında derlenmişti. Bu, Tanzimat'a kadar devam
etmiştir. Tanzimat'tan önce şer-î hukuk alanında
kanunlaştırmaya gidilmemesi normaldir. Çünkü bu
döneme kadar her şeyden önce bir kanuna gerek
duyulmamıştır. Zira özet şeklinde hazırlanan fıkıh
kitapları ve bunlardaki kaidelerin tatbik edilmesini
gösteren fetva mecmuaları, kanun ihtiyacını karşıla3
mıştır. Ayrıca bu dönemlerde Batı'ya baktığımızda, 19.
yüzyıla kadar, kayda değer kanunlaştırma faaliyetine
rastlanmamaktadır. O dönemlerde Batılı devletlerde,
4
milli örf ve adetler uygulanmaktaydı. Sadece her
millette değil her şehirde hatta her köyde, kendine has
bir hukuk meydana getirilmişti. Merkezde tek bir
hukuk sistemi oluşturacak kuvvetli devlet neredeyse
5
yok gibiydi. Bütün bunlara baktığımızda bizde de
hukuk alanında kanunlaştırmaya gidilmemesi bir terslik veya Osmanlı Devleti'nin zafiyeti olarak görülmemelidir. Batı'da kurulan mutlak monarşilerden önce,
merkezi kuvvetli bir devlet kurmak kaydıyla büyüklüğünü gösteren Osmanlı Devleti, hukuk nizamı,
sadece birlik arz etmesi bakımından bile olsa, Batı'daki
hâkim olan hukuk düzeninden çok ama çok üstündür.
Osmanlı Devleti'nin ihtişamlı bir devlet olarak, hukuki
birliği oluşturmuş olması, onun topraklarının her
yanında aynı hukuki kaideleri uyguladığını düşündür-
memektedir Aksine Osmanlı, millet ve devletin özel
hususiyetlerine göre, değişebilen, kolaylaştırıcı bir
hukuk benimsemiştir. Bu hususiyeti ile Osmanlı Hukuku kendi varlığının ana kaynağını oluşturmaktadır.
Osmanlı Devletinde, batılılaşma fikrini benimseyen
aydın kişilerin çalışmaları, Hıristiyan tebaanın Batı'ya
karşı ilgisi, devletin sosyal, iktisadi, ticari yapısındaki
değişiklikler ve buna paralel yeni mahkemelere, yeni
kanunlara duyulan hukuki düzenleme yapma ihtiyacı,
ayrıca dışarıdan gelen baskılar, ülkede anayasa
faaliyetlerinin düzenlenmesini kaçınılmaz kılmıştır.
1839'da yabancı devlet temsilcileri önünde okunan,
padişahın iradesi ile tebaasına tanımış olduğu bir
takım kaideleri içeren Tanzimat Fermanı, anayasa niteliğini taşımasa da hukuk devletine geçişin bir örneğini
6
oluşturmaktadır. Yine bu dönemde, devlet yetkilileri
hemen hemen her alanda yeni kanunların meydana
getirilmesi için çeşitli girişimlerde bulunmuşlardır. Bu
sebeple Tanzimat'ı hazırlayanlar, her alanda olduğu
gibi hukuk alanında da Batı'yı örnek almayı tercih
etmiş, bundan ötürü ekseriyetle Batılı devletlerin
kanunlarını tercüme ederek Osmanlı'ya mâl etmeye
çalışmışlardır. Bunun ilk örneği, 1840 Fransız Medeni
7
Kanunu'dur.
Tanzimat dönemi, yalnızca siyasi ve sosyal açıdan değil
aynı zamanda Türk hukuk tarihi bakımından da önemli
bir süreçtir. Osmanlı, kuruluşundan bu döneme kadar
İslam Hukuku'nu İslam'ın ilk dönemlerinden gelen
yapısıyla klasik bir usulle uygulaya gelmiştir ve bu
nedenle gerek adli müesseseler gerekse uygulanan
hukuk normları açısından şer-i hukuk köklü bir
değişiklik geçirmemiştir. Aynı zamanda Osmanlı kuruluşundan bu döneme kadar normal sürecini tamamlayan padişah emir ve fermanlarıyla oluşan örfi hukuk
da uygulanış biçimi, uygulayan müesseseler bakımın8
dan herhangi bir değişiklik yaşamamıştır. On dokuzuncu yüzyıl, Batı'da birçok alanda değişikliklerin
cereyan ettiği önemli bir dönemdir.
72
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Bu asırda Osmanlı Devleti'nde de hukuki yapının yanında birçok sahada değişiklikler görülmüştür. Bu dönemdeki hukuki çalışmalar Batılı devletlerin isteği doğrultusunda gerçekleştiği için devletin milli yapısını olumsuz manada etkilemiştir. Tanzimat döneminde hazırlanan Osmanlı hukuku 'kırk yamalı bohça' görünümün9
dedir.
SAYI 15 - 16
larına rağmen bir Batı medeni kanunu oluşturulamamıştır. Fakat Batı'dan kanun alınmasına dair ısrarcı tu16
tum da, Mecelle'nin hazırlanmasında etkili olmuştur.
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere Mecelle'nin hazırlanmasında iktisadi, sosyal, politik gibi birçok etkenler söz
konusuydu. Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda bir medeni kanunun yapılması elzemdi ve bunda herkes hem fikirdi. Lakin medeni kanunun nereden
alınacağına dair endişeler mevcuttu. Bir yandan Batı
medeni kanununun ülkeye uyarlanması düşünülürken;
diğer yandan geleneğe sahip çıkılarak, kendi öz medeni
kanununu oluşturma fikri hâkimdi. Batı medeni kanununu savunan devlet ricaline göre, Osmanlı Devleti
1856'dan itibaren Avrupa devletleri topluluğuna dâhil
edilerek Avrupa Hukuku'ndan yararlanma hakkı elde
17
etmişti. Bu nedenle de Osmanlı, Batı'dan medeni kanunu aynen ya da devşirerek almalıydı. 1856 ve sonrasında cereyan eden bu durum, ülkemizde çok yabancı
olmadığımız İsviçre Medeni Kanunu'nu, yarım asırdır
süregelen Avrupa Birliği sürecini ve ülkemizin bu sürece
dâhil olabilmek için çıkardığı yasaları anımsatmaktadır.
Batı medeni kanununa karşı gelerek kendi milli kanununu savunan devlet ricaline göre ise, Batı medeni
kanununu benimsemek devleti kökünden sarsmak
demekti. Bu düşünceyi destekleyen en önemli şahıs
Sultan Abdülaziz'dir. Kendisi Mecelle'yi hazırlayanlara
övgü dolu sözler sarf ederek Mecelle'nin tam bir şekilde
hazırlanmasına ısrarcı olmuştur.
3 Kasım 1839'da Mustafa Reşit Paşa tarafından okunarak yürürlüğe giren Gülhane Hatt-ı Hûmayunu veya
Tanzimat Fermanı ile Osmanlı Devleti'nin Batılılaşma
10
süreci de başlamış oluyordu. Batı'nın baskısı ile hazırlanan bu fermanla Osmanlı tebaasına can ve mal güvenliği hususunda ve çeşitli konularda sözler verilmişti. Zira
Tanzimat Fermanı ile yürürlüğe konulan kanunların
tamamına yakını Batı'dan uyarlamaydı ve örfi hukuk ile
ilgili kuralları içermekteydi. Fermanın başlatmış olduğu
kanunlaştırma faaliyetleri ve buna bağlı olarak adliye
teşkilatındaki yeni yapılanmalar diğer alanlardaki eksikliği açığa çıkarmıştı, bu durum ise Mecelle'nin hazırlanmasına neden olmuştur. Ferman ve sonrası meydana
gelen değişiklikler hasebiyle Mecelle'nin hazırlanması
bizlere Tanzimat Fermanı'nın doğrudan etkili olduğunu
göstermektedir.
İlerleyen zaman diliminde, 1855 senesinde vuku bulan
Kırım savaşı sonrası Rusya'nın azınlıklar üzerinde hak
iddia etmesinin önüne geçebilmek, Avusturya, İngiltere
ve Fransa'nın devlet üzerindeki baskılarını kaldırmak,
Osmanlı'yı son derece sıkıntıya sokan kapitülasyon11
lardan kurtarmak maksadıyla Islahat Fermanı 1856'da
12
ilan edilmiştir. Bu tarihte hazırlanan Islahat Fermanı'yla, Batı'ya söz verilerek tanınan haklar tasdiklenmiştir. Böylelikle Müslüman ve gayr-i Müslim arasındaki
bazı hususlar düzenlenmiş ve gayr-i Müslim tebaaya
geniş salahiyetler verilmiştir. Osmanlı Devleti'nde Islahat Fermanı'nın yayınlanmasına rağmen ne azınlıklar
ne de Müslümanlar memnun kalmıştır. Din ve mezhep
13
serbestliği, mahkemelerdeki eşitlik, ticaret ve ceza
davalarına bakan mahkemelerin karmalaştırılması gibi
birçok alandaki değişim büyük aksaklıkları beraberinde getirmiştir. Bunların en önemlisi, Osmanlı'nın
ihtişamlı dönemlerine büyük katkı sağlayan kudretli
hukukçuların, son dönemlere doğru ne yazık ki
14
yetiştirilemeyişidir.
Süregelen bu tartışmaların sonuçlanması maksadıyla
her iki kesimin kendi fikirlerini arz edeceği bir üst komisyon kuruldu ve nihayetinde Cevdet Paşa'nın temsilciliğini yaptığı gelenekçilerin fikri benimsendi. Daha sonra Cevdet Paşa Divan-ı Ahkâm-ı Adliye başkanı makamına getirildiğinde bu husus gündeme getirilerek tekrar bir komisyon kurulmuştur. Yapılan çalışmalar neticesinde Cevdet Paşa'nın gayretleriyle Mukaddime ve ilk
kitabı 1869'da, on altı kitap ve 1851 madde olmak üzere,
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye adıyla hazırlanan kanun
18
yürürlüğe girmiştir.
Mecelle, Osmanlı Devleti'nde o zamana kadar geçerli
olan hukuku, eşya, borçlar, yargılama gibi esasları bir
araya getiren milli bir kanundur. Mecelle sadece milli
değil, aynı zamanda uluslararası bir kanundur. Çünkü
Mecelle sadece Arapça ve Rumca'ya değil birçok lisana
19
çevrilmiştir. Ayrıca Mecelle, İslam Hukuk Tarihi'nin ilk
medeni kanunudur ve dünyada da ikinci medeni kanun
20
olarak bilinmektedir.
Islahat Fermanı'nın kâğıt üzerinde kalmaması için çalışmalara başlanmış ve ilk olarak, bir medeni kanunun,
Fransız Medeni Kanunu'nun, uyarlanarak devrin şartlarına göre hazırlanılması düşünülmüş, fakat bu çalışmaya ulema karşı çıkmıştır. Nihayetinde, şer-i hukukun
muamelat kısmını kanunlaştırmak maksadıyla Meclis-i
Âli-i Tanzimat tarafından Rüştü Molla Efendi, Meclis-i
Maarif azası Hüsam Efendi ve Ahmet Cevdet Efendi'nin
iştirakiyle bir komisyon toplanmıştır. Gerçi bu komisyon, tevdi edilen ağır görevi tamamlayamamış ve dağı15
tılmıştır. Tanzimat Fermanı ile Islahat Fermanı medeni
kanun düşüncesini Mecelle' nin hazırlanmasına kadar
gündemde kalmasını sağlamıştır. Batı'nın ve bunlarla
hem fikir olan Osmanlı devlet adamlarının tüm uğraşı-
Dönemi itibari ile değerlendirdiğimizde, Mecelle'nin
dili gayet sadedir ve maddelerin rahatlıkla anlaşılır
olması, bir kısım yanlış anlaşılmalara mahal vermemek
maksadıyla da örnekler verilerek izahat yapılmıştır.
Mecelle sadece hukuk adamlarının mahkemelerde
karar vermesi gayesiyle değil ayrıca insanların kendi
yaşamlarını hukuka uygun bir şekilde sürdürebilmek
için oluşturulmuştur.
73
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Şekil itibariyle Batı kanunlarından etkilenmiş olsa da
içerik bakımından Batı hukukundan yararlanma söz
konusu dahi değildir. Osmanlı ve diğer İslam devletlerinde (Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hicaz, Irak, Suriye,
21
Ürdün, Lübnan, Bulgaristan, Kıbrıs ve Filistin) yapılan
kanunlaştırmalara rehberlik etmiş, asırlardır kendisinden yararlanılan bir kaynak olmuştur. Bu minval üzere,
gerekli çalışmaların kaliteli bir şekilde yapılması, günümüz Türkiye koşullarına yorumlanması kaydı ile bizlerde Mecelle'nin Türkiye Cumhuriyeti'nde değiştirilmesi
zorunluluk arz eden anayasa faaliyetleri ve uyum yasalarına ışık tutacağı kanaatindeyiz. Çünkü Mecelle'nin
araştırılması, Osmanlı Devleti'nde yürürlükte olan
kanunların araştırılması olarak görülmemelidir. Bilakis
yüzyıllardır süregelen bir birikimin incelenmesi, tecrübenin paylaşılmasıdır. Kendi öz hukukumuzun, devletimize ve milletimize kazandırılmasıdır.
SAYI 15 - 16
yararlanılan 1850 tarihli Ticaret Kanunnamesi, Fransız
Ceza Kanunu'ndan iktibas edilen 1858 tarihli Ceza
Kanunnamesi, büyük ölçüde Fransız Kanunu'ndan alıntılanan 1861 tarihli Usûl-i Muhâkem-i Ticaret Nizamnamesi, Fransız ve diğer Avrupa kanunlarından istifade
edilerek hazırlanan 1863 tarihli Ticaret-i Bahriye Kanunnamesi, Fransız kanunlarından alınan 1879 tarihli Usûl-i
Muhakemat-ı Cezaiyye Kanunu, Fransız Hukuk Usulü
Muhakemeleri Kanunu'nu ile Mecelle Cemiyeti'nin
hazırladığı tasarının birleştirilmesiyle oluşturulan 1879
tarihli Usûl-ı Muhakemat-ı Hukukiyye Kanunu24,
uyarlanması yıllarca gündemde kalan Fransız Medeni
Kanunu, hatta genç Türkiye Cumhuriyeti'nde 1926
tarihli İsviçre Borçlar Kanunu ile İsviçre Medeni Kanunu'nun tercümesi sonrası topyekûn kabul edilip yürürlüğe konulması, Tanzimat sonrası dış güçlerin baskısı ile
hukukumuzun neredeyse tamamına yakınını dışarıdan
iktibas ederek hazırladığımızı ve ne yazık ki kendi öz
hukukumuzu inşa edemediğimizi göstermektedir. Yine
aynı zamanda günümüzde Türkiye Cumhuriyeti'nde
oluşturulan darbe anayasaları ile buna bağlı olarak
çıkartılan uyum yasaları, bizlerin dışarıdan bağımsız bir
şekilde hala kendi öz hukukumuzu oluşturamadığımızı
kanıtlamaktadır.
Tanzimat sonrası yapılan faaliyetlerle ilk olarak hukukun, ikinci olarak devletin laikleştirildiği gözlemlenmektedir. Cumhuriyet sonrası ise öncelik devlete verilerek akabinde hukuk laikleştirilmiştir. 1924 yılında hilafet
ile şer-i mahkemelerin kaldırılması, nihayetinde Türk
Medeni Kanunu olarak İsviçre Medeni Kanunu'nun ikti22
bas edilmesi ve Mecelle'nin yürürlükten kaldırılması
hukukun laikleşmesine ilk örneklerdir. Büyük gayretlerle hazırlanan Mecelle'nin, Osmanlı Devleti'nde Türkİslam Hukuku'nun Batı kanunlarından etkilenmeden
yazılan ilk ve en önemli özel hukuku olmasına rağmen
bir kısım Osmanlı Devleti tebaasını ve dış ülkelerini
memnun edememiş olması unutulmaması gereken en
önemli husustur. Zira karşıt görüşte olanlar Mecelle'nin
dini temellere dayandığını ve bundan ötürü Osmanlı
tebaasına uygulanamayacağını iddia etmişler ve bu
görüşlerini içte ve dışta rahatlıkla dillendirmişlerdi.
Hatta bu durum, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin
İsviçre Medeni Kanunu'nu iktibas etmesinde de benzer
şekilde devam etmiştir. Öyle ki İsviçre Medeni Kanunu'nun, Türkiye Cumhuriyeti'nde yürürlüğe girmesiyle
Lozan Anlaşması'nın 42. Maddesi'ne aykırı olduğu iddia
23
edilmiştir.
Darbeler sonrasında Türkiye'de özgürleşmenin ve halkın iradesinin önünü açmada aracı bir unsur olarak
görülen Avrupa Birliği ayrıca önem arz etmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa Birliği süreci kapsamında
birçok uyum yasaları çıkartarak kendi öz hukukunu tam
manasıyla teşkil edemese de öz hukukun oluşturulmasına doğru bir istikamete girmiştir. Özellikle 7 Mayıs
25
2004'te yapılan değişiklikler Türk anayasal sistemi için
tamamen yeni birtakım kurumların teşekkülüne veya
mevcut kurumlarda radikal yenilikler yapılmasına katkı
sağlamıştır. 12 Eylül 2010'da, tüm engellemelere rağmen, halkın önüne referandumla sunulan kısmi anayasa değişikliği talebi belki Tanzimat'tan günümüze gelen
statüko zihniyetine dur demenin ve kendi öz hukukumuzu oluşturabilmenin bir başlangıcı sayılabilir. Ve
nihayetinde 12 Haziran 2011 seçimi sonrası planlanan
yeni anayasa çalışmaları, asırlardır süregelen iç ve dış
güçlerin baskısı nedeniyle kendi öz hukukumuzu oluşturamamanın makûs talihini yenme olarak görülebilir.
Fransız Ticaret Kanunu esas alınarak hazırlanan ve
Hollanda, Sardunya, Prusya kanunlarından da kısmen
Dipnotlar
1) Andreas B. Schwarz, Medeni Hukuka Giriş,
İstanbul, 1942, s.39.
2) M. Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul, 1995,
s. 103.
3) Osman Kaşıkçı, İslâm ve Osmanlı Hukukunda
Mecelle, İstanbul, 1997, s.27.
4) Osman Kaşıkçı, a.g.e., s.27.
5) Andreas B. Schwarz, a.g.e., s.7.
6) Yaşar Gürbüz, Türkiye'de Anayasa ve Yeni
Anayasalar, İstanbul, 1982, s. 3-26.
7) Osman Kaşıkçı, a.g.e., s.28.
8) M. Akif Aydın, a.g.e., s. 419.
9) M. Akif Aydın, a.g.e., s. 424.
10) G. Recai Okandan, Amme Hukuku Bakımından
Tanzimat, I. ve II. Meşrutiyet Devirlerinin Önemi,
İÜHFM, C,13 1949, s.2
11) 1856 Paris Konferansı'nda Osmanlı'yı temsil eden
Ali Paşa Kapitülasyonların kaldırılmasını teklif
ettiğinde 'Sizin kanunlarınız yalnız Müslümanlara
göre düzenlenmiştir. Kanunlarınızı değiştirin biz de
bundan vazgeçelim' yanıtını almıştır. Bkz. E. Ziya
Karal, Osmanlı Tarihi, C.7, Ankara, 1988, s.172.
12) Ufuk Gülsoy, Islahat Fermanı, DİA, XIX, s.188.
13) Bu karar ile farklı statüde olan azınlıklar memnuniyetsizliklerini dile getirmişlerdir. Zira Osmanlı'da
Müslüman Milleti, Hıristiyan Milleti (Rumlar,
Ermeniler) ve Yahudiler olmak üzere bir sınıflandırma vardı. Özellikle, Rumlar 'Devlet bizi Yahudilerle bir etti' diyerek şikâyette bulunmuşlardır. Bkz.
Osman Kaşıkçı, İslâm ve Osmanlı Hukukunda
Mecelle, İstanbul, 1997, s.43.
14) Hüseyin Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi,
İstanbul, 1983, s.133-135.
15) A. Refik Gür, Hukuk Tarihi ve Tefekkürü
Bakımından Mecelle, İstanbul, 1993, s.13-19.
16) Batı'nın etkisi var derken, Batı Mecelle'nin
hazırlanması hususunda baskı yapmamıştır. Aksine
karşı bile çıkmışlardır. Zira Osmanlı'nın sahip olduğu
İslam Hukuku'nu benimsemeleri düşünülemezdi.
17) Osman Kaşıkçı, a.g.e., s.61.
74
18) A. Refik Gür, a.g.e., s.13-19.
19) Mecelle'nin Fransızca çevirisi Vitchen Servicen
tarafından (1872), İngilizce çevirisi ise, Charles
Hooper (1933) tarafından yapılmıştır.
20) Bkz. “Mecelle'yi hazırlayan Cevdet Paşa ilk olarak
Roma Kanunlarının medeni kanun olarak zikretmektedir.” Cevdet Paşa, Tezakir, 1/64.
21) Osman Kaşıkçı, a.g.e., s.33.
22) Resmi Ceride, Kanun No:818, 8 Mayıs 1926.
'Genç Türkiye Cumhuriyeti, Batı medeniyetine ait
İsviçre Medeni Kanunu'nu 1926'da TBMM genel
kurulunda kabul ederek yürürlüğe koymuştu.'
23) Cemil Bilsel, Medeni Kanun ve Lozan Muahedesi,
İstanbul, 1944, s.21.
24) M. Akif Aydın, a.g.e., s. 432-433.
25) 'Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı
Madde-lerinin Değiştirilmesi Hakkında Kaunun'
Kanun No:5170,07.05.2004.
http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5170.html (13 Haziran 2011).
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Anayasa'daki Gereksiz Maddeler
ve Komik İfadeler
Fikri Akyüz / Hukukçu-Yazar
[email protected]
Anayasa “yeni” mi olmalı yoksa “değiştirilmiş” mi
olmalı sorusu sık sık soruluyor. Ama şu soruyu çok az
kişi soruyor. Soru şu: “Yeni” anayasa format itibariyle
“değişik”bir anayasa olsa ne olur?
olacaktır, kral mı olacaktır, başkan mı olacaktır ya
da emir, şeyh, imparator gibi bir sıfat mı olacaktır?”
Bu sorunun cevabı eğer “cumhurbaşkanı sözcüğü
olmalıdır” ise, anayasaya bu cümleyi de yani örneğin
“Devleti cumhurbaşkanı temsil eder” cümlesini
koyarsınız.. Ki, konulmuştur.
Cevap veriyorum: Çok iyi olur.. Herkes anayasaların bir
“kul eseri” olduğunu ve “bireyi” esas alması gerektiğini
zaten söylüyor..
O halde cumhurbaşkanının seçilme esasları, aday
olacak olanların vasıfları gibi “ayrıntıların” anayasada
ne işi vardır?
O halde anayasalar statik bir kalıpla inşa edilmesi
gereken bir metin asla olamaz..
Bir iktidar gelir, der ki: “Bu devletin adı cumhuriyettir,
amenna.. bu devleti temsil makamı cumhurbaşkanlığıdır, amenna.. ama cumhurbaşkanının süresi 5 değil
de 6 olmalıdır. Bir kez seçilebilmelidir..”
İktidarı elinde tutan güç parlamentoda bir kanun
çıkardığında o kanun bazen doğru bir kanun olarak
değerlendirilir bazen de yanlış..
Örneğin bir iktidar gasp suçunun cezasının 10 yıldan
15 yıla çıkarılmasını isteyebilir mi? İsteyebilir..
Muhakkak ki bunun anayasa ile hiçbir ilgisi yoktur..
Bu tür düzenlemeler“yasa”ile yapılsa, bunun sakıncası
nedir?
Buna itiraz edecek olan birisi diyebilir ki:” İyi ama bir
iktidar kalkıp yasada düzenleme yapmak suretiyle
'cumhurbaşkanlığına sadece erkekler aday olabilir'
derse ne olacak?”
Ya da başka bir iktidar gasp suçunun cezasını 10 yıldan
5 yıla indirebilir mi? İndirebilir.. Muhakkak ki bunun da
anayasa ile bir ilgisi yoktur..
Peki bir iktidar erki gasp eylemini bir suç olmaktan
çıkarabilir mi? Bu sorunun cevabı teorik olarak“evet”tir.
Teorik cevap pratik olarak metne yansırsa ne olur? İşte
orada anayasa devreye girer. Dolayısıyla iktidar
anayasa ihlali suçu işlemiş olur.. Anayasa denilen o
“ana”yasanın varlık nedeni de budur zaten..
Bunun cevabı da hazır.. Anayasada “herkes cinsiyet
bakımından eşittir” cümlesini koyarsınız.. Ki, konulmuştur.
Hal böyle olunca anayasada bol miktarda bulunan
“kanunla düzenlenir” ibaresi, anayasamızın zaten ne
kadar gereksiz maddelerle dolu olduğunun bariz bir
kanıtıdır.
Dolayısıyla gasp suçunun ceza miktarı, hafifletici sebepler gibi meseleler hiçbir anayasada yer almaz. Bunlar kanunla düzenlenir ve zaten hep böyle olmuştur.
Buraya kadar olan kısım, anayasanın “kısa” olmasına
dair kanaatimin somut bir iki örnekle izharından
ibarettir.
Peki anayasada ne yer alır? Gasp suçu ile ilgili ancak ve
ancak “dolaylı yoldan” şu minvalde bir cümle yer alır..
Örneğin, “Devlet, vatandaşlarının mal güvenliğini
teminat altına alır”şeklinde bir cümle yeter.
Fakat anayasanın bir de Türkçe, gramer, analitik bakış
gibi bazı zaaflarla sakat olduğunun da altının çizilmesi
gerekiyor.
Bunu cinayet suçu noktasında da değerlendirebiliriz
ve yukarıdaki cümlede yer alan“mal”ın yanına“can”ı da
koymuş oluruz.. Zaten konuluyor.
Bu anlamda anayasamızda o kadar lüzumsuz ve bir o
kadar da analitik zekadan yoksun ifadeler var ki hepsini
burada belirtmek mümkün görünmüyor.
O halde gelelim anayasanın “değişik” bir tarzda
metinleştirilmesi meselesine..
Örneğin, anayasada “devlet, vatandaşlarının can ve
mal güvenliğini korur.. Muhtaç olanlara her türlü nakdi
ve ayni yardımı yapar” cümlesini yazmak yerine kalkıp
da “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzur ve
mutluluğunu..” diye başlayan cümleyi oraya
koymanın“Türk vatandaşlarına”ne faydası vardır?
Bu noktada bir örneklendirme yapalım: Adına Türkiye
denilen devlet Cumhuriyet midir? Evet.. Bunu
anayasada belirttikten sonra şu sorunun cevabı aranır:
“Tamam ama bu Cumhuriyet'in başında bulunan
kişinin sıfatı ya da ünvanı cumhurbaşkanı mı
75
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
“Can ve mal güvenliği” derken, toplumun huzuru
hedeflenmiş olmuyor mu?
“Mutluluk” sözcüğünün anayasada yer alması ise
komediden ibarettir.
Bir devlet istediği kadar can ve mal güvenliğini tesis
etmeye çalışsın, o ülkede mutlak surette “mutsuz”
insanlar olacaktır.. Dolayısıyla anayasada “huzur”u
hedefleyen can ve mal emniyeti tabirine evet ama
“mutluluk” gibi soyut bir kavramın yer almasına hayır
denilmesi gerekiyor.
Dünyada hangi devlet vardır ki, orada yaşayan
insanların tamamı mutlu olsun..
Birinin her türlü emniyeti vardır ama aşktan dolayı
mutsuzdur.. Şimdi devlet bu “aşık”ın mutlu olması
için ona“maşuk”bulmakla mı mükelleftir?!
SAYI 15 - 16
denilmesi, “anayasa önünde eşit olmayabilir”
manasını içermiyor mu? Aslında metin kendi içinde
tutarlı.. Zira örneğin “siyasi düşünceler” anayasa
önünde eşit değil.. Öyle ya, bir vatandaşın siyasi
düşüncesi Atatürk milliyetçiliğine uygun düşmüyorsa
o kişi kanun önünde eşit olabilir ama“anayasa önünde”
eşit sayılmıyor!
BEŞ: “Kişinin yakalandığı veya tutuklandığı,
yakınlarına derhal bildirilir” cümlesinin anayasada yer
almaması halinde anayasa sakatlanmış mı olur? Bu
güvence, sadece ceza muhakemesi kanununda yer
alsa (ki, yer alıyor) yakınları “yakınan” haline mi gelmiş
olur?
ALTI: “Devlet harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimlerini korur” cümlesi de sorunludur. Burada, harp ve
vazife şehidinin erkek olduğu varsayımıyla hareket
edilmiştir. Zira malumdur ki yetim, babası ölene;
öksüz ise annesi ölene denir. Harp ve vazife şehidi
kadınsa çocuğu öksüz olur. Ama anayasaya göre
devlet şehidin öksüz çocuğunu korumakla mükellef
değil!
Şimdi lüzumlu olduğu kadarıyla sırayla şu lüzumsuz
maddelerden bazılarını irdeleyelim:
BİR: Atatürk milliyetçiliği derken anlaşılması gereken
nedir? Ya da milliyetçilik derken anlaşılması gereken
nedir? Örneğin bir hükümetin PKK yöneticileri ile
görüşmesi kimilerine göre milliyetçiliğe aykırıdır
kimilerine göre milliyetçiliğin gereğidir.
“Ama 40 bin insan öldürdüler, bu nasıl milliyetçiliktir”
diyenler olabilir.. Bunun karşısında “Ama 40 bin kişi
daha ölmesin, milliyetçilik bunu gerektirir” diyenler
de..
Dolayısıyla bu milliyetçilik anlayışının yansıma sahası
anayasalar olamaz.. Bunun uygulama alanı tamamen
sandıktır.
İKİ: “Türk milleti, egemenliğini, anayasanın koyduğu
esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır”
cümlesindeki garabet de bu minvaldendir. Yetkili
organ neresidir, yetkililer kimdir? Çay-Kur Genel
Müdürlüğü milli egemenliği uygulayanlardan biri
midir? YÖK Başkanlığı çıkıp “Benim kurumuma
izafeten anayasada açıkça 'sen yetkili organlardan
birisin' denilmediği için ben milli egemenliği kullanma
konusunda yetkili değilim, ben sadece üniversite
konusunda yetkiliyim”derse suç mu işlemiş olur?
ÜÇ: “Yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır” cümlesi de anlamsız bir cümledir.
Yargı elbette yetkisini Türk milleti adına kullanır. Bu
“Türk milleti adına”ibaresinin sadece“yargı”başlığında
kullanılması abes değil midir? Yürütme ve yasama
organları, yetkisini Cibuti Cumhuriyeti adına mı
kullanıyor?
YEDİ: Ayrıca 174. maddede, inkılap kanunları ile ilgili
bölümde çelişkili bir durum var.. “30 Teşrinisani 1341
tarihli kanun..” dan sonra “17 Şubat 1926 sayılı kanun”
deniliyor.. Peşinden tekrar eski ay adı devreye girip “1
Teşrinisani 1928 sayılı kanun” deniliyor. Oysa tarihler
kronolojik olarak sıralanıyor.. 1341'de yani 1925'te
Teşrinisani deniliyorsa 1926'da niye Şubat deniliyor?
1926'ta Şubat deniliyorsa 1928'de niye tekrar
Teşrinisani deniliyor?
SEKİZ: Asıl üzerinde durulması gereken husus ise
şudur: Anayasada hep insan hakları ibaresi yer alıyor.
Oysa malum üç tür canlı vardır.. İnsanlar, hayvanlar ve
bitkiler.. Anayasada insan hakları yer alıyor.. Bitkilerin
ve pek tabii ki ağaçların korunması yer alıyor.. Ama
hayvanlarla ilgili tek bir cümle bile yok..
Esasında anayasalara yazılması gereken ne insan hakkı
kavramıdır ne hayvan hakkı ne de bitki hakkıdır.
Her üç canlıyı da kapsayacak şekilde anayasada
“Devlet tüm canlıların yaşama hakkını teminat altına
alır.” cümlesini yazmak yeterlidir.
Tüm canlılar deyince içine.. 1) Erkek, kadın, eşcinsel 2) Türk, Kürt, Çingene, Ermeni vs. 3) Müslüman,
Budist, Ateist vs.. 4)Yaşlı, genç, çocuk vs. 5) Kedi, at,
yılan, saka vs. 6) Menekşe, çam vs. hepsi girecektir..
Hangi hayvanların avlanılıp hangi hayvanların avlanılamayacağı ya da hangi ağaçların kesilip hangilerinin kesilemeyeceği hususu ise, anayasamızın o pek
sevdiği tabirle söylersek“kanunla düzenlenir”.
DÖRT: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce,
felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”cümlesi de eğer
metin yazıcısı “hinlik” yapmadıysa içinde Türkçe hatası
barındıran bir cümledir.
Yine anayasamızın çok sevdiği o iki tabirle yazıyı
sonlandıralım:
Şöyle ki: Tanımlanan kategorilerin sonunda “kanun
önünde”ibaresi yer alıyor.Yani“kanun önünde eşittir”
76
“Ancak” aksaklıklar bu kadar değil.. Değil “ama”
sayfanın hacmi diğerlerini yazmaya müsait değil..!
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Güvenlik Haklarımız
Hasan Konuk / TBBD Başkanı
“Güvenlik ve haklar arasında yeni bir denge kurulması”
yeni bir dengenin veya söyleminin tek tek kişileri ve
toplumu bir yanılgıya sürüklediğini; bu deyimin bireylere, güvenliği haklarına değil, başka insanların haklarına göre değerlendirmeye sunduğunu anlatıyor…
Oysa bu durum “her bir bireye; başkalarının temel
haklarının ortadan kaldırılması veya sınırlandırılması
olayları karşısında; her tür sorumluluğu ve bilinci bir
kenara bırakarak, her türlü ihlallere seyirci kalması, hatta korkuyla öğretilmiş bir güvenlik kaygısıyla bu
ihlâlleri meşrulaştırma, yeniden üretme davranışı için,
geçerli bir entelektüel gerekçe sunulur. Dworkin'in
deyimiyle; bu durumda cesaret ve onur, güvenliğimizi,
kendi şerefimiz karşısında değerlendirmek, çok daha
önemli sayılmalıdır... Ülkemizde gündemden hiç düşmeyen, güvenlik güçlerinin uyguladıkları şiddetin niteliği, yaygınlığı, faillerin yargılanma süreçlerinde, korunmalarına yönelik tutumlar, toplumumuzun içinde
bulunduğu suskun durum, aynı tehlikenin bizim için
de geçerli olduğunu ortaya koyduğunu görebilmeliyiz
ve ona göre yasaları yapmalıyız. Toplumumuzda
güvenlik algısına yönelen tehlikenin boyutu, insan
haklarına daha fazla kısıtlama yapmayı meşrulaştırıyor.
bakımdan haklarımızı koruma ve kullanmada sürekli
gerilim yaşıyoruz toplumca. Devlet paradoksal şekilde
bu yaşamış olduğumuz gerilimin ana eksenini oluşturuyor. Neden diye sorulacak olursa; devlet, hem haklarımızı, hem de özgürlüklerimizi tanıyacak, hem de ihlal
edebilecek yetkiyi elinde bulunduracak tek öznedir.
Oysa insanların kendi haklarına ilişkin taleplerin büyük
çoğunluğu; devlet erkine karşı korunmaya, onun gücüne sınırlar getirmeye, onun çerçevesini belirlemeye
yöneliktir. Millet, yönelik olan bu olgulara karşı devlet
tarafından usulüne uygun tanınmakla birlikte, devleti
sınırlayan ve devlete yasaklar koyan hukuk kuralları
halinde pozitif hukukta yerlerini alırlar... Bu durumda
devlet, temel hakların hem yükümlüsü hem de garantörü durumundadır. Fakat aynı zamanda bu haklar,
devlete, devletin kendisine yönelik yasakları hayata
geçirme görevini de yükler. Onun için bu durum,
devleti bu hakların ihlalcisi durumuna da getirebilir. Bu
bakımdan, bu hakları etkisizleştirmeye yarayan
***
hukuksal teknikleri bulmaya iter. İnsan haklarına
ilişkin devlet garantisinin en çelişkili ve kırılgan çizgisi
budur herhalde bu çizgisel durumda “devletin kendi
başına bir varlık” algılandığı toplumumuzda, kırılgan
olan bu durum,“herkesi yutabilecek bir fay hattına dönüşüyor olmasını görmekte zorlanıyoruz doğrusu. Zira
“kendi başına bir varlık” şeklinde kavramlaştırmak,
devleti; hukuksal bir insan kurumu olma özelliğinden
soyutlamış olur. Salt siyasal bir birim olarak, dış ilişkilerde olduğu gibi ulusal düzeyde de, güvenliği sağlama
ve güvenlik kaygısını giderme temelinde örgütlenmiş
en üst yapı olarak konumlandırılır. Durum bu olunca,
devlet; yalnız başka devletlere karşı değil, ulusal
düzeyde kendi halkı dahil herkese korunacak bir varlık
olarak kabul edilir. Böyle bir kabul devlete; yükümlüsü
ve garantörü olduğu insan haklarını etkisiz kılmaya
yarayan her türlü hukuki tekniği bulma ve uygulama,
kendi yurttaşı olanları bazı koşullarda birey olmaktan
çıkarma dahil, her türlü davranışı yapma olanağını
veren-ahlaki görünmese de yasal anlamda meşru (!) ve
sorgulanamaz bir gerekçe ortaya konulur…
Glenewinkel'in söylediği şekilde “Yasaklar önlemleri,
önlemler kontrolleri, kontrollerde temel hak ve özgürlüklere müdahaleyi getiriyor. Modern teknolojinin
tehlikelerinden korunması gereken kişinin bireyin
kendisi, bu koruma mekanizmalarının bir fiil kurbanı
**
oluyor. öğretilen bir güvenlik kaygısı, devletin kendisi,
yurttaşlarını yiyen bir dev haline geliyor.” Habermas'ın
saptamasıyla; “devlet her yerde gözü olan bir kurum
haline geliyor. Yalnızca kamusal alanı değil, onun
temeli olan özel alanı da denetimi altına alıyor. İdari
müdahaleler ve sürekli gözetlemeler ile devlet; ailede,
okulda, toplumda, konuşulmakta var olan günlük her
ne ise, tüm ilişkilerin iletişim yapısını parçalıyor”Kamusal alanın tamamını, özel alanı da kamusallık ile ilişkili
kısmıyla birlikte işgal ederek, bireye özel olan tek bir
şey bırakmadan tam kontrolü altına almış oluyor... Bu
77
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
siyasi olarak meşru eden tek ölçüt; insan haklarının
oluşturduğunu; bu sebeple devlet, kamu-fert arasında
ki ilişkilerin, temel kişi haklarının talep ettiği koşullar
çerçevesinde oluşturulması gerektiğini; dolayısıyla
devletin, yurttaş olarak hiç birimizin “ kişi olmaktan
çıkarma ve bu anlamda onurumuzu reddetme” yetkisinin olmadığı, inatla ve daha gür bir şekilde her yere
ulaşabilecek, ulaştırabilecek bir sese, onun için
hepimizin temel haklarını güvence altına alan ve
yaşanılmasını sağlayan bir hukuk ve devlet biçimine
ancak kavuşabiliriz. Bildiklerimizle kötümser olabiliriz
ancak irademizle iyimser olmak hepimizin elindedir.Ve
bu durumu ahirete indirgeyip, sekülerleştirmek yerine
sekülerizmin ortadan kaldırılması da yine bizim
elimizdedir.*
Ortaya çıkarılmış veya oluşturulmuş gerekçeler
sorgulanamaz gerekçelerdir… Oluşturulan bu gerekçelerin temelinde bir hukuk düzeni adı altında somut
bir güvenlik tehlikesinin bertaraf edilmesi yerine, ayrı
ayrı hepimiz olası güvenlik tehlikelerini bertaraf etme
politikalarının objesi kalırız veya gözükmeyen bir düşman olarak, kuşku ve hayatî tehlike altında tutulabiliriz.
Aramızda; kişisel davranışlarımızla yeterli derecede
bilişsel güvenlik bir türlü sağlanamaz. Kime, neye, nasıl
ve hangi ölçüte göre oluşturulan, anla belli olmayan
yöntemler biçimleriyle belirlenmişlerdir; Bu durumda
birey olarak muamele görmeyi bekleyemeyiz. Devlet
de bizlere asla bir insani muamele yapmaz. Bu durumda birey olmaktan çıkarılmışlar; kendi davranışları
içinde bir güvence veremediklerinden! Yurttaş olarak
muamele görmek yerine, birer düşman muamelesine
tabii tutulurlar. Ceza hukukunda normal bir kişinin
taşıyabileceği bütün haklardan yoksun duruma düşürülmüş oluverirler. Suçsuzluk karinesinden de yararlanamaz, sanık bile olamayacak derecede hakları
ellerinden alınır.Yahut kısıtlanır…
“İnsanın insana güvenini yitirdiği bir zaman dilimde,
kilit üstüne kilit vurulu apartmanlarda komşumuzu
tanımaz, kapımızı çalanlardan şüphelenir olduk. Kente
endeksli yaşamımızda bireye değer verdiğimiz yalanıyla yaşıyoruz.” (19 Haziran 2011 Radikal Gündüz Vassaf)**
Şimdi yeni anayasayı konuşurken hep bir-likte,
birbirimize karşı güveni hiç konuşmuyoruz. Birbi-rine
karşı güveni yitiren bir toplumda acaba insanı-mızın
güvenini nasıl bir anayasa sağlayabilir?
Zira bu kişiler, bu hukuk düzenine göre; kişi değil; en az
zararla ve en uygun yöntemlerle bertaraf edilmesi
gereken tehlikelerdir.**** ”kendi başına varlık olan
devletin yetkili organları da, bu tehlikeleri orantılı
orantısız! Her türlü yöntemle bertaraf etme görevini
yürütür. Onfray'ın deyimiyle şiddet liberal makinenin
daha iyi işleyişini sağlayan ve gözeten devlet düzeni
tarafından kullanıldığı zaman yasallaşır.” Peki durumda
kurtulmanın çaresi ne olabilir diye sorduğunuzda,
öncelikle yaşanan bu sessizliği dağıtmaktır. Her birimiz
yasa olan bu şiddeti; kendimiz yahut yakınlarımız bir
fiil kurbanı olmadıkça, arkasına sığındığımız (öğretilmiş güvenlik kaygılarımızla,) sorgusuz bir tevekkül
ile ahlaken de meşrulaştırırız.
“ Her insan kendi bedenini ve adalet kurallarına uygun
olarak, elde ettiği her nesnenin sahibidir. Bu açık ve
aleni gerçekten, her insanın vücut varlığını ve mülkü
olan nesneleri başka insanların saldırı ve tecavüzlerine
karşı koruma hakkına malik olduğu ilkesi çıkar. Genel
olarak nefsi müdafaa hakkı adı verilen şey budur. İnsan
bu temel hakla donanmış olarak dünyaya gelir ve
yaşadığı sürece onu elinde tutar. Hiç kimse, kendisi
dahil, onu bu haktan mahrum edemez. Güvenlik
ihtiyacı da bu gelişmeyle birlikte bir ölçüde nitelik
değiştirir.
Hâlbuki “güvenliğimizi kendi şerefimiz karşısında
değerlendirmek, çok daha önemli görebilmeliyiz.
Yapılması gereken şey seslerimizi yükselterek, bizi
temsil ettikleri iddiasında olanların sessizliğini ve
zorbalığını bozabilmektir. “Dilsiz tevekkülümüz ile
meşrulaştırdığımızı sessizliği dağıtacak ve özsaygımızı
koruyacak ortak bir sesi oluşturmaya şiddetle ihtiyacımız vardır.” Devleti; kendi başına bir varlık değil
hukuksal bir insan kurumu olduğuna göre, kendisini
oluşturan insanlardan ayrı düşünülemeyeceğine;
görevinin de; insanlar arasında ki toplumsal ilişkileri,
adalete dayanan hukuksal ilişkiler çevirmek ve
kamuyu bu ilkeler çerçevesi içinde işletmek olduğunu;
içinde bulunduğumuz tarihsel koşullar içinde kuruluş
amacı ve işleyişi ile devleti ahlâkî, hukukî, felsefî ve
Bunlardan güvenlik bürokrasisi bu amaca hizmet
etmek için oluşturulur. Yani güvenlik görevlilerine
toplumun mensupları tarafından güvenlik hizmeti
üretme görevi verilir ve bunun için gerekli araçlar ve
imkânlar tahsis edilir. Güvenlik bürokrasisi iki ana
gruptan oluşur:
- Polis
- Ordu
Polis, vatandaş insanların başka vatandaşlara zarar
vermesini, ordu ise vatandaş olmayan insanların
vatandaş insanlara zarar vermesini önlemekle yükümlüdür.
78
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Uygar ülkelerde güvenlik bürokrasisinin her iki kolu
da sivil idarenin emir ve denetimi altındadır. Bunun
anlamı şudur: güvenlik bürokrasisi kendisine
toplumun temsilcisi siyasi otorite tarafından verilen
vazifeleri yerine getirir. Kendi kendisine bir görev veya
misyon atfedemez. Başarısızlıkları ve yanlışları için
sivil idareye, suçları için yargıya hesap verir. Uygar
ülkelerde bu, büyük ölçüde gerçekleşir. Bizim
ülkemizde neden yıllardır bunu tartışıyoruz? Çünkü
askerlik sanatı ve mesleğini neredeyse tamamen bir
yana bırakıp siyasi çekişmeler girdiği ve ülkeyi ve
toplumu dizayn etmeye yeltendiği ortaya çıktığı için
yıllardır bunu tartışıyoruz.
SAYI 15 - 16
hesaba çekilemeyecekleri yolunda bir algı var. Bun
onları geçmişte alabildiğine pervasız olmaya itmiş bu
yüzden, şimdi yargılanma durumuna düşünce çok
şaşırıyorlar. Bu bakımdan askeri okullarda ve kurum içi
kültürde muvazzaf askerlere ülkenin gerçek sahibi ve
sivillerin efendisi oldukları duygu ve düşüncesi
aşılanıyor. Meslek kutsallaştırılıyor ve asker kendini
toplumun velinimeti olarak görmeye başlıyor.
Türkiye demokrasisinin başı güvenlik bürokrasisinin
askeri kanadıyla ciddi bir şekilde derttedir. Gerçekten
demokratik bir ülke olacak ve uygar ülkeler liginde yer
alacaksak, orduyu sivil otoritenin emir ve denetimine
sokmak; kim ve ne adına olursa olsun siyasi pozisyon
almaktan uzak tutmak zorundayız.
Gelecekte de tartışır olacağız. Sorunun elbette bir
mevzuat boyutu vardır. Anayasaya, kanunlara ve
yönetmenliklere yerleştirilen askeri egemenlik
dayanakları birçoğumuzun malumu. Meselenin bir de
psikolojik ve zihniyetle ilgili boyutu bulunuyor,
bunları da ele alıp incelemedikçe ve uygun tedbirler
almadıkça askeri güvenlik bürokrasisini demokrasinin
sınırları içine çekmek zor. Asker memurlarda
onyıllardır dokunulmaz oldukları, hiçbir şekilde
Kaynakça
29 ekim 2009 Dr. Neval Doğan BalkızViyana Üniversitesi
19 Haziran 2011 Radikal GündüzVassaf
AtillaYayla 05 Ağustos 2011 Zaman
79
TARİH BİLİNCİ
SAYI 15 - 16
NASIL BİR ANAYASA
“Yeni” Anayasa Taslakları
ve Hükümet Sistemleri
(1)
Prof. Dr. Hasan Tahsin FENDOĞLU / Anayasa Hukukçusu
rejimin İngiliz siyasi hayatının uygulanması ile ortaya
çıkmış, ampirik bir değeri vardır. Ilımlı güçler ayrılığı
yerine güçlerin işbirliği (collaboration des pouvoirs) de
denilebilir. İlişkilerin asgariye indiği sert güçler ayrılığı
rejimlerin aksine, parlamenter rejim, bu ilişkileri artıran
ve kolaylaştıran bir özelliktedir. Bu sistem, organlar
arasındaki eşitliği, bunları bağımsız kılarak değil,
tersine biribirine bağımlı kılarak gerçekleştirmektedir.
Parlamento ile hükümet, ülkeyi birlikte yönetirler.
Birbirini feshetmeleri, eşitlik ve dengeye dayanır.
Yasama ve yürütme arasında, işlevsel açıdan da ve
organik açıdan da işbirliği mümkündür. İşlevsel açıdan,
yasa tasarılarını Bakanlar Kurulu hazırlar, Yasama
organı kabul eder, yürütülmesini yine Bakanlar Kurulu
yerine getirir. Organik açıdan da işbirliği vardır;
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar Kurulu Meclis
tarafından seçilmekte ve güvenoyu almaktadır.
Türkiye'de “yeni” anayasa tartışılırken, bazı birimler
tarafından hazırlanan anayasa taslakları, parlamenter
sistemi savunduklarını iddia ederlerken, başkanlık sisteminin uç yönü olan federalizm, valilerin seçilmesi
ve özerkliği dillendirmeleri tam bir çelişki teşkil
etmektedir.
Türk Anayasalarının 1876 Anayasası ile başlatılması
adetten ise de bundan önce Fatih Sultan Mehmet'in
“Teşkilat Kanunnamesi”ni anmak doğru olur. 1876
tarihli Kanuni Esasisinin Meşruti Monarşi sistemi olduğunu ve 1909 tadili ile parlamenter sisteme doğru bir
gidiş sergilediği belirtilebilir. 23 maddeden oluşan
1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun Meclis
Hükümeti sistemini getirdiği açıktır. 1924 Teşkilat-ı
Esasiye Kanununun parlamenter sisteme yakın olduğu
ama 1961 ve 1982 Anayasalarının parlamenter sistem
olduğunu belirtmek gerekir.
Günümüzde tek tip parlamenter rejim olmadığından parlamenter rejimlerden söz edilebilir. Orijinini
İngiltere'de bulan parlamenter sistemde kısaca üç
özelliğin bulunduğu belirtilebilir. Birincisi, yürütmenin iki başlı oluşudur. Bunlardan biri siyasal açıdan
sorumsuz bir Cumhurbaşkanı, diğeri ise parlamentoya
karşı sorumlu bir Başbakan ve Bakanlar Kurulunun
varlığıdır. İkincisi, Başbakan ve Bakanlar Kurulunun
gerçek yetki ve sorumluluğu üstlenmiş olmasıdır.
Üçüncüsü, yürütme'nin gereğinde parlamentoyu
feshi, parlamentonun da hükümeti düşürebilme
yetkisidir.
“Hükümet Sistemi Arayışları”, sadece Türkiye'de
değil, Fransa, Brezilya ve İsrail gibi ülkelerde de
vardır. Tartışmalar diğer bazı ülkeler gibi Türkiye'de de
sürmektedir. Türkiye'deki tartışmaların nedeni, yürütmenin yasamayı adeta tekeline almış görünmesi,
yasamanın gerçek yasama olmaktan giderek çıkması
gibi nedenlerdir. Sartori'nin yarı başkanlığı salık
vermesi, bazılarının 1982 Anayasası ile gelen sistemin
yarı başkanlık sistemi olduğunu söylemesi gibi
deyişler, sistem tartışmalarını beraberinde getirmiştir.
Parlamentarizm, başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinin hepsi de demokratik sistemlerdir.
Fransa'da uygulanan yarı başkanlık sisteminde
Cumhurbaşkanı daha güçlü, Meclis ve Başbakan ona
göre daha güçsüz bir durumda bulunmaktadır. Yarı
başkanlık sisteminde Cumhurbaşkanını halk seçer,
yönetim parlamentarizmde olduğu gibi iki başlıdır;
Cumhurbaşkanı ve Başbakan. Yarı-başkanlık sistemine
ideal paradigma olarak gösterilen Fransa'da iki meclis
vardır; 491 üyeli Millet Meclisi ve 315 kişilik Senato.
Parlamenter sistem, parlamenter rejim veya parlamenter hükümet, hukuken ve siyaseten sorumsuz devlet
başkanının başkanlığında, yürütme organı ile yasama
organı arasındaki kuvvetler ayrılığının yumuşak
olduğu, organlar arasındaki hukuki ilişkinin eşitlik ve
dengeye dayandığı bir temsili rejimdir. Parlamenter
80
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Başkanlık sistemine gelince bu sistem temsili rejim
türlerinden biridir ve kuvvetler ayrılığı teorisini parlamenter rejimden farklı olarak- sert şekilde
uygular. Başkanlık sisteminin ABD'de mucidi "Kurucu
Babalar" (Founding Fathers) dır. İlk Başkan George
Washington, 30 Nisan 1789'da görevine başlamıştır.
Başkanlık sistemi, “westminster modeli”
demokrasinin XVIII nci yüzyıl sonundaki koşullarına
tepki olarak verilen bağımsızlık savaşı sonucunda
Amerikalılar tarafından üretilmiştir. Başkan ve
Kongrenin ayrı seçildiği, meclisin çift olduğu,
başkanın ikinci seçmenlerce (Electoral College)
seçildiği, Federal yapılı bir devlet sistemidir. Sistem
yasama-yürütme-yargı uzlaşınca işlemekte, aksi
halde kilitlenmektedir (gridlock). ABD'nde Başkan,
Kongreyi feshedemez. Kongre de başkanı istifaya
zorlayamaz. Mali kaynaklar üzerinde Kongre daha
etkilidir. Başkanlık sisteminde, organların yapısı,
fonksiyonu ve ilişkilerinde bağımsızlık vardır; buna
göre, kuvvetler biribirini kontrol eder ama, yürütme
organına üstünlük tanınır.
Başkanlık veya yarı-başkanlık sistemini isteyenlerin
gerekçeleri şunlardır; Ülkenin istikrarlı bir şekilde
yönetilmesi, içerisinde bulunduğumuz teknoloji-iletişim
çağının hızlı yönetilmesinin gerekliliği, iktidarın kendi
projesini uygulamak için zamana ihtiyacının olması,
gerçek yasama, bürokratik vesayeti önleme, hükümeti
gerçekten denetleme, TBMM'nin noter olmadığını
kanıtlama, Cumhurbaşkanı-Başbakan polemiğini
yaşamama, devlet-millet kaynaşmasını sağlama, proaktif dış politika, ileri demokrasinin sağlanması ve
demokrasi açığının kısa sürede giderilmesi.
SAYI 15 - 16
epey bir süredir dile getirilmektedir. Bunun yanında
başkanlık veya yarı-başkanlık sisteminin frenlerinin
neler olacağı üzerinde de durulmaktadır.
Türkiye'de başkanlık ve yarı başkanlık sistemine
doğru evrilmeye karşı bir direnç bulunmakta ve
bunun maliyeti açıkça tartışılmaktadır. Belki bu
nedenle de yeni anayasadan önce güven tesis edici
işlemlerin yapılması gerekliliği açıktır. Bunun için de
ombudsmanlığın kurulması, yeni Seçim Yasası, yeni
Siyasal Partiler Yasası çıkarılmalıdır. Günümüzde
kimlik (etnisite) sorunu, laiklik konusu (laikçi yapı,
Diyanet İşleri Başkanlığının yapılandırılması, Alevilerin
sorunları) ve askeri bürokrasi (Milli Savunma Bakanlığına bağlanmak, MGK, AYİM, AsY ve YAŞ) konularındaki tartışmalar sürmektedir.
Başkanlık sisteminin bulunduğu ABD'de uzlaşma kültürünün pekişmiş olması, STK'larının daha güçlülüğü,
iki parti sistemi, bazı yargıç ve savcıların seçimle
işbaşına gelmeleri, yargının daha oturmuş olması, iki
turlu dar bölgeli seçim sistemi görülmektedir. ABD'de
bize göre uç sayılabilen üç önemli nokta vardır;
federalizm, valilerin seçilmeleri ve özerklik.
Sonuç olarak ülkemizde başkanlık ve yarı başkanlık
sistemine karşı bir önyargının olduğu söylenebilir.
Demokratik sistemlerden olan başkanlık ve yarı başkanlık sistemine halkımızın karar vereceği kuşkusuzdur. Parlamenter sistemin uygulandığı İngiltere'de,
yarı başkanlığın uygulandığı Fransa'da ve başkanlık
sisteminin uygulandığı ABD'de çift meclis varken
Türkiye'de iki Meclisli sistemin daha iyi olacağı konusunda bir tartışma yoktur. Belirtilen bu nedenle de hiçbir ülkenin sisteminin aynen alınamayacağı açıktır.
Bütün bu öz olarak belirtilen gerekçelerin gerçekleşmesi için yeni bir sisteme doğru evrilmenin gereği
81
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Onsuz Anayasa Olmaz
Prof. Dr. Recep BOZLAĞAN / Marmara Üniversitesi
1982 Anayasası'nın yürürlükten bütünüyle kaldırılmasına yönelik çalışmaların hız kazandığı bir dönemde,
Türk anayasalarında belki de en fazla ihmal edilen bir
konuda makale yazmak biraz hüzün verici. Anayasa
tartışmalarına dikkatle bakıldığında “temel haklar ve
hürriyetler” etrafında koparılan fırtınaların sebep
olduğu toz duman içinde, mahallî idareler birilerinin
dikkatini çeker mi acaba!
mahallî idare özelliği taşıyan kurumların 2.500 yılı aşkın
bir süreden bu yana varolduğu görülmektedir.
Modern mahallî idarelerin dayandığı üç temel kriter
“siyasî karar alma kudreti”, “idarî özerklik” ve “malî
özerklik”tir. Siyasî karar alma kudreti “antik site”ye kadar uzanmaktadır. İdarî özerklik Roma“municipe”sinde
ilk somut şeklini almışken, malî özerklik Ortaçağ
Avrupa'sındaki özerk şehir yönetimlerinde tebarüz
etmiştir. Daha çok Batı tarzı mahallî idare anlayışının
dayandığı bu kriterler, günümüz mahallî idarelerinin
de temel çerçevesini oluşturmaktadır.
İnsan-aile-sokak-mahalle-şehir-devlet silsilesinin
“tarih” oluşunun üzerinden neredeyse bir asır
geçmişken, kim çıkıp da insan ile devlet arasındaki
kayıp halkaları yeniden inşa edecek? Kim çıkıp da
mahallî idareyi etraflıca tartışacak?
Orta Doğu ve bir bütün olarak İslâm coğrafyasında
“Batı” tarzı özerk şehir yönetimlerinden ve dolayısıyla
da özerk mahallî idarelerden sözetmek mümkün
değildir. Ancak, bu durum Orta Doğu ve İslâm
kültürlerinde “mahallî idare” veya “yerinden yönetim”
düşüncesinin olmadığı veya gelişmediği anlamında da
yorumlanmamalıdır. Bu coğrafyalarda şehirlerin veya
mahallî idarelerin özerkliğinden daha ziyade yerel hizmetlerin yürütülmesi sürecinin özerkliğinden söz
edilebilir. Diğer bir ifade ile, birçok yerel hizmetin yürütülmesi vakıflar ve loncalar gibi merkezî idare dışı yapılara bırakılmış; mahalle teşkilatı bile kısmî bir serbestlikten yararlandırılmıştır. Osmanlı şehir ve mahalle
düzeni, bu yaklaşımın en özgün örneklerinden biri
olarak birkaç asır boyunca varlığını sürdürmüştür.
Bir buçuk asrı aşan bir süreçte asla “reşit” olamayan
mahallî idare,“vesayet”ten nasıl kurtulacak?
Vasiler anayasa yaparken, çimler ne olacak? Yine mi
ezilecek? Ezilsin, ne olur ki? Nasıl olsa belediye var.
İyi ki belediye var, iyi ki mahallî idare var.
Bu makaleye konu olan mahallî idare.
Tarihî gelişimi iki bin yılı aşan mahallî idare.
İlkelere ve değerlere dayanan mahallî idare.
Anayasalarda kendine yer bulan mahallî idare.
Uğruna özerklik şartı hazırlanan mahallî idare.
Yeniden düzenlenmesi gereken mahallî idare.
Asla vazgeçilmemesi gereken mahallî idare.
Yerel hizmetlerin finansmanının hayırseverlere, hayır
kurumlarına ve loncalar gibi merkezî idare dışındaki
yapılara veya yerel halka büyük ölçüde bırakıldığı bu
sistem, yönetime katılımı etkili kılması, alternatif finans
kaynaklarının verimli bir şekilde kullanılması, bürokrasiye ve kırtasiyeciliğe yol açmaması gibi avantajlara
sahipti. İki asrı aşkın bir süredir devam eden duraklama
ve gerileme döneminin bir bakıma zorlamasıyla on
dokuzuncu asrın ortalarında terk edilen geleneksel
Osmanlı mahallî idare modeli, sahip olduğu avantajlar
dolayısıyla, yirminci asrın son çeyreğinden itibaren
hem alternatif hizmet yöntemlerinin geliştirilmesi ve
uygulanması hem de katılımcı yönetim pratikleri
açısından yeniden tartışılmaya başlanmıştır.
Mahallî İdareyeTarihî Perspektiften Bir Bakış
Mahallî idareler, kamu yönetimi aygıtının, halkın
ihtiyaçlarına, genel talep ve beklentilerine optimum
ölçekte cevap verebilir hâle getirilmesinin temel
araçlarından biridir. Diğer bir ifade ile kamu hizmetlerinin etkili ve verimli bir şekilde yürütülmesi, ekonomik gelişmenin “sürdürülebilir” kılınması ve toplum
refahının artırılması için yerel yönetimlerin varlığı
gereklidir. Bu gereklilik yalnızca modern çağlara özgü
bir ihtiyaç değildir. Mahallî idarelerin tarihî gelişimine
dikkatli bir şekilde bakıldığında,“antik site”den itibaren
82
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Türk tarihinde modern (Batı tarzı) mahallî idarelerin
kuruluş süreci Tanzimat döneminin başlarında oluşturulan Muhassıllık Meclisleri'ne kadar götürülebilirse de
1855 yılında İstanbul'da Şehremaneti teşkilatının kurulması, ülkede modern mahallî idarelerin kurulması
açısından bir başlangıç olarak kabul edilmektedir.
1858 yılında Galata ve Beyoğlu semtlerinde 6. Daire-i
Belediye'nin kurulması, 1868 yılında Dersaadet İdare-i
Belediye Nizamnamesi'nin uygulamaya konulması,
1877 yılında Dersaadet Belediye Kanunu'nun kabul
edilmesi ve 1913 yılında İdare-i Umumiye-i Vilayat
Kanun-u Muvakkati'nin uygulanmaya başlanması
Osmanlı Devleti'nde mahallî idarelerin, özellikle de
belediyelerin gelişimi açısından önemli tarihî aşamalardır. Cumhuriyet döneminde ise 1930 yılında 1580
1
sayılı Belediye Kanunu'nun kabul edilmesi, 1984 yılın2
da 3030 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu'nun
kabul edilerek büyükşehir belediyelerinin kurulması,
1987 yılında 3360 sayılı 3360 sayılı İl Özel İdaresi
3
Kanunu'nun kabulü, 2004 yılında 5216 sayılı Büyük4
şehir Belediyesi Kanunu'nun kabulü, aynı yıl 5302
5
sayılı İl Özel İdaresi Kanunu'nun kabulü, 2005 yılında
6
5355 sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunu'nun ve 5393
7
sayılı Belediye Kanunu'nun kabulü, mahallî idarelerin
gelişmesi sürecinin önemli aşamaları olarak nitelen8
dirilebilir.
SAYI 15 - 16
etmektedir. Bu özerklik, “yerinden yönetim” (adem-i
merkeziyet, desantralizasyon) ilkesi çerçevesinde
algılanmalıdır. Yerinden yönetim ise “siyasî” ve “idarî”
olmak üzere iki farklı şekilde uygulana gelmiştir.
Siyasî yerinden yönetim federatif veya konfederatif
yapıya sahip devletlere özgü bir modeldir. Federatif
yapıya sahip devletlerde, yasama, yürütme ve yargı
erkleri federal devlet (merkezî hükümet) ile federe
devletler (eyaletler) arasında paylaşılmıştır. Federal
anayasa, federal devletin yetkilerini sayarak ona
istisnaî bir konum tanırken, federe devletleri ise diğer
alanlarda genel olarak yetkili kılmaktadır. Diğer bir
ifade ile, federe devletler anayasa ile federal devlete
tanınan yetkilerin dışında kalan yasama, yürütme ve
yargı yetkisini kullanmaktadırlar.
Federatif devletlerde, federal devlet “uluslar arası”
kişiliğe sahipken, federe devletlerin böyle bir niteliği
bulunmamaktadır. Diğer taraftan, federal anayasa
mahallî idarelere ya hiç değinmez ya da mahallî
idarelerle federe devletler arasındaki görev ve yetki
paylaşımının federe devletler tarafından yapılacağını
belirtir. Bu sebeple, bu tür devletlerde mahallî idareler
genel olarak federe devletlerin anayasaları tarafından
düzenlenmiştir.
Federatif devletler çeşitli yollarla kurulabilmektedir.
Başlangıçta bağımsız olan devletlerin kültürel, tarihî,
ekonomik veya güvenlik gibi ihtiyaçlar dolayısıyla bir
araya gelerek bir üst yapı oluşturmaları ve sahip oldukları yetkilerin bir kısmını üst otoriteye aktarmalarıyla
bazı federatif devletler oluşturulmuştur. Almanya bu
konuda akla ilk gelen örnek olurken, oluşumu biraz
farklı olmakla birlikte Amerika Birleşik Devletleri de bu
tür devletlerdendir. Bu tip federasyonlarda aslî unsur federe devletler olup, (Bkz. Şekil 1) federal anayasada belirtilen şartları yerine getirmeleri halinde federal birlikten ayrılmak gibi bir hakka da sahip olabilmektedirler.
Mahallî İdarelerin Dayandığı
Temel Değerler-İlkeler
Modern mahallî idarelerin dayandığı beş temel
evrensel değerden (veya ilkeden) söz edilebilir. Bunlar
9
“denklik”, “özerklik”, “katılım”, “etkililik” ve “refah”
olarak adlandırılabilir. Denklik ilkesi, merkezî idare
kuruluşları ile mahallî idare kuruluşlarının, kamu hizmetlerinin yürütülmesi açısından denkliğini savunmaktadır. Diğer bir ifade ile, yürütülen hizmetler kamu
yararı açısından ve kamunun hukukunun korunması
açısından kural olarak aynı haklardan, yetkilerden ve
imkânlardan yararlanmalıdır. Bu ilkenin uygulamaya
tam olarak geçirilmemesi hâlinde, Türkiye'de uzun
yıllar uygulanmış olduğu gibi, mahallî idare kuruluşlarına ait malların “kamu malı” sayılmaması veya
“devlet malı”ile aynı statüye tâbi tutulmaması, mahallî
idarelere ait mülklerin haczedilmesi, gelirlerine el
konulması, merkezî idarenin memurlarına tanınan
hakların mahallî idarelerin çalışanlarına tanınmaması
gibi sorunlarla karşılaşılabilmektedir. Denklik ilkesinin
“eşitlik”olarak da algılanmamasını gerektiğini de ifade
etmek lazım gelir.
Özerklik ilkesi, mahallî idarelerin yapı ve işleyiş açısından merkezî idareden kısmî özerk olmasını ifade
Şekil 1: Federatif Devletlerde Yetki Paylaşımı
83
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Bazı devletler ise anayasalarında yaptıkları değişiklikler yoluyla federasyona dönüşebilmektedir. Bu tür
devletlerde, çoğunlukla kültürel ve tarihî sebepler
dolayısıyla federe devletler kurulmakta; yasama,
yürütme ve yargı erkleri merkezî idare ile federe
devletler arasında paylaştırılmaktadır. Belçika bu
konuda en güncel örneklerden birini oluşturmaktadır.
SAYI 15 - 16
de gerçekleştirebilmektedir. Fransa ve İtalya bu tür
devletlere örnek olarak verilebilirken; İspanya'da
uygulanan sistem kısmen federasyon özellikleri
göstermektedir.
Mahallî idarelerin dayandığı temel değerlerden
“katılım” ilkesi, halkın yerel hizmetler konusunda hem
karar alma hem de uygulama ve denetleme sürecine
aktif katılımını gerektirmektedir. Yirminci asrın sonlarına doğru geliştirilen “yönetişim” ve “iyi yönetişim” yaklaşımları katılımcı yönetim düşüncesine dayanmaktadır.
Konfederasyon ise bir devletler birliği olup, belirli bir
amaçla çoğu kere ortak savunma amacıyla- bir araya
gelen bağımsız devletlerin oluşturduğu gevşek yapılı
bir birliktir. Konfederasyonlarda, birliği oluşturan
bağımsız devletler üst otoriteye bağlanmazlar; üye
10
devletlerin uluslararası kişiliği devam eder.
“Etkililik”ilkesi yerel hizmetlerin yürütülmesi sürecinde
halkın ihtiyaç, talep ve beklentilerinin gerçekçi bir
şekilde tespit edilmesi ve karşılanmasını ifade etmektedir. Bu amaçla alternatif hizmet yöntemleri ve finansman modelleri geliştirilmiştir. “Refah”ilkesi ise yalnızca
kaynakları verimli kullanan mahallî idare yaklaşımının
terk edilerek, mevcut kaynakları geliştiren, yatırımları
teşvik eden, rekabetçi ve girişimci mahallî idare
yaklaşımını içermektedir.
İdarî yerinden yönetim ise üniter devletler tarafından
uygulanan bir ilkedir. Bu tür yapılarda yasama ve yargı
yetkisi merkezî idarenin uhdesinde kalırken, yürütme
yetkisi kısmen mahallî idarelere aktarılmaktadır. (Bkz.
Şekil 2)Yürütme yetkisinin mahallî idarelerle paylaşıldığı devletler geleneksel olarak “üniter” devlet şeklinde
adlandırılmaktadır.
Üniter devletlerde merkezî idare ile mahallî idareler
arasındaki görev ve yetki paylaşımı anayasada belirtilen genel ilkeler çerçevesinde, mahallî idareleri
düzenleyen kanunlarda belirtilir. Merkezî idare, mahallî idarelere devrettiği yetkilerden bazılarını, gerekli
görmesi halinde tekrar kendi üzerine alabilmektedir.
Şekil 3: Üniter-Bölgeli DevletlerdeYetki Paylaşımı
Türk Anayasalarında Mahallî İdarelere İlişkin
Düzenlemeler
Türk tarihinde beş farklı anayasa uygulanmıştır. Bunlar
1876 tarihli Kanun-u Esasi, 1921 tarihliTeşkilat-ı Esasiye
Kanunu, 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 1961
Anayasası ve 1982 Anayasası'dır. Bu anayasaların mahallî idarelere yaklaşımı birbirlerinden oldukça farklılık
göstermektedir.
Şekil 2: Üniter Devletlerde Yetki Paylaşımı
Bazı üniter devletlerde ise mahallî idareler ile merkezî
idare arasında “bölge” ölçeğinde idarî birimler oluşturulmuştur. “Üniter-bölgeli devlet” veya “bölgeli devlet”
(bölgesel devlet) olarak adlandırılan bu tür yapılarda,
merkezî idare sahip olduğu yürütme yetkisinin bir bölümünü bölge idarelerine, bir bölümünü de mahallî
idarelere aktarmaktadır. Bölge idareleri de bazı
yetkilerini alt kademedeki mahallî idarelere devredebilmektedir. (Bkz. Şekil 3) Merkezî idare, gerekli görmesi
halinde mahallî ve bölgesel idarelere aktardığı yetkileri
geri alabileceği gibi, bunların yapısında değişiklikler
84
1876 Anayasası, ülkede yerinden yönetim düşüncesinin gelişmediği bir ortamda hazırlanmış olmakla
birlikte, “Vilayât” başlığını taşıyan on birinci bölümde
mahallî idarelere ilişkin düzenlemeler yer almaktadır.
Günümüz il genel meclislerinin ilk örneklerinden olan
“meclis-i umumî-i vilayet” 109. maddede, belediyeler
ise 112. maddede düzenlenmiştir. Anayasa, meclis-i
umumî-i vilayeti bir“karar organı”olarak değil, il yönetimi içinde bir tür “danışma” organı olarak kurgulamış
11
olup“tüzel kişilik”veya“özerklik”tanımamıştır.
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
müfettişlere ise mahallî idarelere ait görevleri ve kararları daimi surette denetleme yetkisi verilmiştir (md. 23).
Belediye hizmetlerinin ise başşehir İstanbul'da ve ülkenin diğer şehirlerinde seçimler yolu ile oluşturulacak
belediye meclisleri tarafından yönetilmesi, belediye
yönetimlerinin kurulması, görevleri ve meclis üyelerinin seçilme biçiminin özel bir kanunla belirlenmesi
hükme bağlanmıştır.12
1924 Anayasası, 1921 Anayasası'nın aksine merkeziyetçi bir yaklaşıma sahiptir. Bu sebeple, ülkenin idarî
yapılanmasında merkezî idareye ağırlık verilmiştir. İller,
merkezî idarenin taşradaki uzantıları olarak
kurgulanmış ve dolayısıyla “yetki genişliği” ve “görev
ayrımı” ilkelerine dayandırılmış ve illere “özerklik” verilmemiştir. İllerin ilçelere, ilçelerin de bucaklara bölünmesi hükme bağlanmış; illere, şehir, kasaba ve köylere
tüzel kişilik tanınmıştır. (md. 89-91)
1921 Anayasası, kısa bir metin olmakla birlikte Türk
tarihinde yerinden yönetim düşüncesine en fazla ağırlık verilen anayasadır. Bu durum anayasayı hazırlayan
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin oluşum biçiminden
kaynaklanmıştır. Doğrudan halk tarafından seçilen
meclis üyeleri, mahallî idarelerde veya taşradaki diğer
idarî birimlerde çeşitli görevler üstlenmiş ve dolayısıyla
memleket meselelerini bilen kimselerdi.13
1961 ve 1982 anayasaları mahallî idare türlerini “il”,
“belediye” ve “köy” olarak sıralamıştır. 1961 Anayasası
genel karar organının, 1982 Anayasası ise karar organının seçimle belirlenmesini hükme bağlamıştır. Böylece, 1982 Anayasası, kanunla karar organı niteliği
kazanan organların da seçimle belirlenmesini
mümkün kılmıştır. Ancak, 1961 Anayasası seçimin halk
tarafından yapılmasını öngörürken, 1982 Anayasası
“kanunda gösterilen seçmenler” tarafından yapılmasını hükme bağlamıştır. (1961/116; 1982/127)
1921 Anayasası 1876 Anayasası'ndan farklı olarak illeri
ve bucakları “mahallî idare” olarak düzenlemiş, tüzel
kişilik ve özerklik vermiştir (md. 11-16). İllerin alt birimi
olarak kurgulanan ilçelere ise ne tüzel kişilik ne de
özerklik verilmiştir (md. 15). Anayasada, belediyelere
ve köylere değinilmemiştir. Diğer taraftan illerin ve
bucakların karar organı olan meclislerin doğrudan
halk tarafından seçilmesi hükme bağlanırken, il encümeni niteliğini taşıyan“idare heyeti”ile“il başkanı”nın il
genel meclisi (vilayet şurası) tarafından (md. 13),
“bucak müdürü” ile “bucak idare kurulu”nun (idare
heyeti), bucak meclisi (nahiye şurası) tarafından seçilmesi (md. 19) öngörülmüştür.
1961 Anayasası yerel seçimlerin kanunda gösterilen
zamanlarda yapılmasını kabul ederken, 1982 Anayasası seçimlerin beş yıl arayla yapılmasını kabul
etmiştir. 1961 Anayasası, mahallî idarelerin seçilmiş
organlarının organlık sıfatını kazanma ve kaybetmeleri
konusundaki denetimin ancak yargı yolu ile olabileceği hükmünü getirmişken, 1982 Anayasası buna ilave
olarak “görevleri ile ilgili bir suç sebebiyle haklarında
soruşturma veya kovuşturma açılan mahallî idare
organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı,
geçici bir tedbir olarak kesin hükme kadar uzaklaştırabilir”hükmünü getirmiştir. (1961/116; 1982/127)
1921 Anayasası merkezî idarenin yetkilerini dış ve iç
siyaset, yargı, millî savunma, uluslararası iktisadi ilişkiler ve birden fazla ili ilgilendiren hususlar olarak saymış
ve bunların dışında kalan vakıflar, medreseler, eğitim,
sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin düzenlenmesi ve yönetimini,Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nce çıkarılacak kanunlar çerçevesinde il genel
meclislerinin yetkisine bırakmıştır. Böylece, anayasa
merkezî idareye istisnaî bir konum vermiş, illere ise
yerel hizmetlerin yürütülmesi konusunda genel yetki
tanınmıştır (md. 11). İllerde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin vekili ve temsilcisi olarak bulunan valiye, devletin
genel ve ortak görevlerini gözetme görevi verilirken
(md. 14), bir mahallî idare kuruluşu olan ilin yetkisine
bırakılan yerel hizmetlerin gözetimi ise idare heyetine
ve il başkanına bırakılmıştır.
Her iki anayasa da mahallî idarelerin kuruluşu, kendi
aralarında birlik kurmaları, görevleri, yetkileri, maliye
ve kolluk işleri ve merkezî idare ile karşılıklı bağ ve
ilgilerinin kanunla düzenleneceğini ve bu idarelere
görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanacağını
kabul etmiştir. (1961/116; 1982/127)
1961 Anayasası'ndan farklı olarak 1982 Anayasası'nda
“milletvekili genel veya ara seçiminden önceki veya
sonraki bir yıl içinde yapılması gereken mahallî idareler
organlarına veya bu organların üyelerine ilişkin genel
veya ara seçimlerin birlikte yapılacağı” öngörülmüş ve
büyük yerleşim merkezleri için kanunla özel yönetim
biçimleri getirilebileceğini hükme bağlamıştır.
(1982/127)
Mahallî idarelerin denetlenmesi konusunda valiler ve
bölge ölçeğinde oluşturulması öngörülen genel müfettişler yetkili kılınmıştır. Valiler ancak devletin genel
görevleri ile yerel görevler arasında herhangi bir anlaşmazlık olması halinde müdahil olmakta (md. 14), genel
85
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
mektedir. Diğer bir ifade ile “merkezî bölgesi”ni ifade
etmektedir. 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu
kapsamında İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin ve
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi'nin sınırlarının il sınırlarına kadar genişletilmesi konusunda yaşanan tartışmaların sebeplerinden biri de 1982 Anayasası'nda
kullanılan bu“dil”sorunudur.
1982 Anayasası'nın Mahallî İdareler
Açısından Temel Sorunları
1961 Anayasası ile karşılaştırıldığında, 1982 Anayasası'nın mahallî idarelere daha geniş yer verdiği
görülmektedir. Ancak, bu durum mahallî idarelere
verilen önemin bir yansıması değil, mahallî idareleri
sınırlandıran ve dolayısıyla da zayıflatan bir yaklaşımın sonucu olarak nitelendirilebilir.
İçişleri Bakanı'na tanınan ve yukarıda yerverilen yetkinin yanı sıra, merkezî idareye mahallî idareler üzerinde güçlü bir idarî vesayet yetkisi tanınmış ve bu yetki
geniş bir çerçeveye oturtulmuştur. Buna göre, merkezî idare “mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü
ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması
ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde
idarî vesayet yetkisine sahip”(1982/127) kılınmıştır.
1982 Anayasası, idarenin kuruluş ve görevlerini
“merkezden yönetim” ve “yerinden yönetim” esaslarına dayandırmış, her iki esası da “idarenin bütünlüğü” ilkesi üzerine oturtmuştur. (1982/123). Bu yaklaşım, söz konusu anayasanın yerinden yönetim ilkesi
karşısında merkezden yönetim ilkesini öncelediği
şeklinde yorumlanmıştır. Nitekim, onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 5227 sayılı Kamu
Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması
Hakkında Kanun'u, 5197 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu'nu ve 5215 sayılı Belediye Kanunu'nu bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne iade ve
5302 sayılı kanun ile 5393 sayılı kanunun iptali için
Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvurunun gerek14
çeleri arasında bu yaklaşım görülmektedir.
Bu düzenleme ile bir asrı aşan anayasa yapma geleneği içinde geriye gidiş sayılabilecek bir uygulama
başlatılmıştır. İdarî vesayetin amacı hususunda sıralanan unsurlardan son ikisi, farklı şekilde yorumlanmaya ve kötüye kullanılmaya açık, esnek kriterlerdir. Bunlar “hukuka uygunluk” denetiminin değil, “yerindelik”
20
denetiminin gerekçeleridir.
1982 Anayasası il, belediye ve köy dışında bir mahallî
idare türüne izin vermemektedir. Dolayısıyla ne ma15
hallî idare birlikleri ne mahallî idarelere bağlı ulaşım
16
idareleri ne de su ve kanalizasyon idareleri17 “mahallî
idare” olarak nitelendirilebilmektedir. Bu sebeple,
mevzuatta da ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Sözgelimi
18
5018 sayılı Kamu MalîYönetimi ve Kontrol Kanunu bu
kuruluşları “mahallî idare” olarak kabul ederken, başta
19
5355 sayılı Mahallî İdare Birlikleri Kanunu olmak
üzere birçok kanunda böylesi bir yaklaşım görülmemektedir. İçişleri Bakanlığı da bu tür kuruluşların
“mahallî idare” olmadığı görüşünü birçok mütalaada
belirtmiştir. Anayasa'nın getirdiği bu sınırlama, ülkenin ihtiyacı olan veya olması muhtemel mahallî idare
türlerinin kurulmasını da engellemiştir. Bölge veya ilçe
ölçeğinde mahallî idare birimlerinin kurulamamasının
başlıca sebeplerinden biri de bu olabilir.
1982 Anayasası, mahallî idarelerin kendi aralarında
birlik kurmalarına da sınırlamalar getirmiştir. Buna
göre, mahallî idareler ancak belirli kamu hizmetlerinin
yürütülmesi amacıyla kendi aralarında birlik kurabilirler ve birliklerin kurulması bakanlar kurulunun
onayı ile mümkündür. Ülkenin en ücra yerindeki birkaç belediyenin kendi aralarında birlik kurmalarının
bakanlar kurulunun gündemini meşgul etmesi, söz
konusu anayasanın dayandığı merkeziyetçi zihniyetin
göstergelerinden biri olarak kabul edilebilir.
Anayasa'da mahallî idarelere“görevleri ile orantılı gelir
kaynakları sağlanır”hükmünün yeralması, mahallî idarelerin gelir kaynakları açısından güvenceye kavuşturulması konusunda gerekli bir düzenleme olmakla birlikte yeterli değildir. Bu yetersizlik dolayısıyla, Türkiye'de mahallî idareler çoğu zaman gelir sıkıntısı
yaşamakta veya bulundukları il, şehir veya beldenin
potansiyelini etkili bir şekilde kullanamamaktadır.
Anayasa'nın “Vergi Ödevi” başlıklı 73. maddesi, hiç
şüphe yok ki bu konuda önemli bir engel teşkil etmektedir. Söz konusu maddeye göre “Vergi, resim, harç ve
benzeri malî yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır. Vergi, resim, harç ve benzeri malî
yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle
oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği
yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi
Bakanlar Kurulu'na verilebilir.
Mahallî idarelerin karar organlarının “kanunda gösterilen seçmenler” tarafından seçileceğine dair hüküm,
“demokrasi”ilkesi açısından sorunlu uygulamalara yol
açabilecek niteliktedir. Bu hüküm, seçimlere dair
evrensel ilkelerden olan“genel oy”ilkesini zayıflatacak
bir uygulamanın kanun yolu ile getirilebileceği şeklinde yorumlanabilir.
Anayasa'da yeralan “kanun, büyük yerleşim merkezleri için özel yönetim biçimleri getirebilir” hükmü de
“dil” açısından sorunludur. “Yerleşim merkezi” kavramı
herhangi bir yerleşim biriminin merkezini ifade et-
86
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Bu düzenleme, en basit bir harcın bile oranının belirlenmesi konusunda çok merkeziyetçi bir sistem getirmiştir. Türkiye'de mahallî idarelerin gelir kaynaklarının oranlarının zamanında güncellenememesi, değer
ve önemini büyük ölçüde kaybetmesinin altında
yatan sebeplerden biri de oluşturulan bu yapıdır.
SAYI 15 - 16
b. Yerel yönetimler, kanun tarafından belirlenen sınırlar içerisinde, yetki alanlarının
dışında bırakılmış olmayan veya başka herhangi bir makamın görevlendirilmemiş
olduğu tüm konularda faaliyette bulunmak
açısından tam takdir hakkına sahip olacaklardır. (md. 4/2)
c. Kamu sorumlulukları genellikle ve tercihen
vatandaşa en yakın olan makamlar tarafından kullanılacaktır. Sorumluluğun bir başka
makama verilmesinde, görevin kapsam ve
niteliği ile yetkinlik ve ekonomi gerekleri
göz önünde bulundurulmalıdır. (md. 4/3)
d. Yerel makamlara verilen yetkiler normal
olarak tam ve münhasırdır. Kanunda öngörülen durumların dışında, bu yetkiler öteki
merkezi veya bölgesel makamlar tarafından
zayıflatılamaz veya sınırlandırılamaz. (md. 4/4)
e. Yerel makamların merkezi veya bölgesel bir
makam tarafından yetkilendirildiği durumlarda, bu yetkilerin yerel koşullarla uyumlu
olarak kullanılabilmesine yerel makamlara
olanaklar ölçüsünde takdir hakkı tanınacaktır. (md. 4/5)
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nda
Mahallî İdarelere Dair Temel Kriterler ve
Türkiye'nin Tavrı
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı toplam 18
maddeden ve 45 fıkradan oluşmaktadır. Bu maddelerin 10 tanesi (30 fıkra), Avrupa Konseyi'ne üye
devletlerin onayına tâbidir. Türkiye bu maddelerden 8
tanesini (2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10: Toplamda 20 fıkra)
onaylamış, 1 maddeyi (11. madde) bütünüyle ve top21
lamda 10 fıkrayı onaylamamıştır. Türkiye tarafından
onaylanan maddeler ve fıkralar, Şart'ın Türkçeye
tercüme edilmiş metnindeki lafzıyla şunlardır:
1. Özerk Yerel Yönetimlerin Anayasal ve Hukuki
Dayanağı (md. 2): Özerk yerel yönetimler ilkesi
ulusal mevzuatla ve uygun olduğu durumlarda
anayasa ile tanınacaktır.
4. Yerel Yönetim Sınırlarının Korunması (md. 5):
a) Yerel yönetimlerin sınırlarında, mevzuatın
elverdiği durumlarda ve mümkünse bir referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan değişiklik yapılamaz.
2. ÖzerkYerelYönetim Kavramı (md. 3):
a) Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirtilen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel
nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı anlamını
taşır. (md. 3/1)
b) Bu hak, doğrudan, eşit ve genel oya dayanan
gizli seçim sistemine göre serbestçe seçilmiş
üyelerden oluşan ve kendilerine karşı sorumlu
yürütme organlarına sahip olabilen meclisler
veya kurul toplantıları tarafından kullanılacaktır. Bu hüküm, mevzuatın olanak verdiği
durumlarda, vatandaşlardan oluşan meclislere,
referandumlara veya vatandaşların doğrudan
katılımına olanak veren öteki yöntemlere
başvurulabilmesini hiç bir şekilde etkilemeyecektir. (md. 3/2)
5. Yerel Makamların Görevleri İçin Gereken Uygun
İdari Örgütlenme ve Kaynaklar (md. 6):
a) Yerel yönetimlerde görevlilerin çalışma koşulları liyakat ve yeteneğe göre yüksek nitelikli
eleman istihdamına imkân verecek ölçüde
olmalıdır; bu amaçla yeterli eğitim olanaklıyla
ücret ve mesleki ilerleme olanakları sağlanmalıdır. (md. 6/2)
6. Yerel Düzeydeki Sorumlulukların Kullanılma
Koşulları (md. 7):
a. Yerel düzeyde seçilmiş temsilcilerin görev
koşulları görevlilerin serbestçe yerine getirilmesi olanağı sağlayabilmelidir. (md. 7/1)
b. Görev koşulları söz konusu görevin yürütülmesi sırasında yapılacak masrafların uygun
biçimde mali tazminiyle birlikte, uygunsa,
kazanç kaybının tazminine veya yapılan işin
karşılığında ücra ve buna tekabül eden sosyal
sigorta primlerinin ödenmesine olanak sağlayacaktır. (md. 7/2)
3. ÖzerkYerelYönetimin Kapsamı (md. 4):
a. Yerel yönetimlerin temel yetki ve sorumlulukları anayasa ya da kanun ile belirlenecektir. Bununla beraber, bu hüküm yerel
yönetimlere kanuna uygun olarak belirli
amaçlar için yetki ve sorumluluk verilmesine
engel teşkil etmez. (md. 4/1)
87
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
7. Yerel Makamların Faaliyetlerinin
İdarî Denetimi (md. 8):
a. Yerel makamların her türlü idarî denetimi ancak
kanunlarla veya anayasa ile belirlenmiş durumlarda ve yöntemlerle gerçekleştirilebilir. (md. 8/1)
b) Yerel makamların idarî denetimi normal olarak
sadece kanunla veya anayasal ilkelerle uygunluk sağlamak amacıyla yapılacaktır. Bununla
beraber, üst makamlar yerel makamları yetkili kıldıkları işlerin gereğine göre yapılıp yapılmadığını idarî denetime tabi tutabileceklerdir.(md. 8/2)
SAYI 15 - 16
2. Kanunla düzenlenmiş daha genel hükümlere halel
getirmemek koşuluyla, yerel makamlar kendi iç idarî
örgütlenmelerini, bunları yerel ihtiyaçlarla uyumlu
kılmak ve etkin idare sağlamak amacıyla, kendileri
kararlaştırabileceklerdir. (md. 6/1)
3. Yerel olarak seçilmiş kişilerin görevleriyle bağdaşmayacak işlev veya faaliyetler kanunla veya temel
hukuki ilkelere göre belirlenir (md. 7/3).
4. Yerel makamların idarî denetimi, denetleyen makamın müdahalesinin korunması amaçlanan çıkarların
önemiyle orantılı olarak sınırlandırılmasını sağlayacak
biçimde yapılmalıdır. (md. 8/3)
8. Yerel Makamların Mali Kaynakları (md. 9):
a. Ulusal ekonomik politika çerçevesinde, yerel
makamlara kendi yetkileri dâhilinde serbestçe
kullanabilecekleri mali kaynaklar sağlanacaktır.
(md. 9/1)
b. Yerel makamların mali kaynakları anayasa ve
kanunla belirlenen sorumluluklarla orantılı olacaktır. (md. 9/2)
c. Yerel makamların malî kaynaklarının en azından
bir bölümü oranlarını kendilerinin kanunun
koyduğu sınırlar dâhilinde belirleyebilecekleri
yerel ve vergi ve harçlardan sağlanacaktır.
(md. 9/3)
d. Malî bakımdan daha zayıf olan yerel makamların korunması, potansiyel malî kaynakların ve
karşılanması gereken malî yükün eşitsiz dağılımının etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik malî
eşitleme yöntemlerinin veya buna eş önlemlerin alınmasını gerektirir. Bu yöntemler ve
önlemler yerel makamların kendi sorumluluk
alanlarında kullanabilecekleri takdir hakkını
azaltmayacaktır. (md. 9/5)
e. Yerel makamlar sermaye yatırımlarının finansmanı için kanunla belirlenen sınırlar içerisinde
ulusal sermaye piyasasına girebileceklerdir.
(md. 9/8)
5. Yerel makamlara sağlanan kaynakların dayandığı
malî sistemler, görevin yürütülmesi için gereken harcamalardaki gerçek artışların mümkün olduğunca izlenebilmesine olanak tanımaya yetecek ölçüde çeşitlilik
arz etmeli ve esneklik taşımalıdır. (md. 9/4)
6. Yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda, kendilerine uygun
bir biçimde danışılacaktır. (md. 9/6)
7. Mümkün olduğu ölçüde, yerel makamlara yapılan
hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme
koşulu taşımayacaktır. Hibe verilmesi yerel makamların kendi yetki alanları içinde kendi politikalarına ilişkin
olarak takdir hakkı kullanmadaki temel özgürlüklerine
halel getirmeyecektir. (md. 9/7)
8. Her Devlet, yerel makamların ortak çıkarlarının
korunması ve geliştirilmesi için birliklere üye olma ve
uluslararası yerel makamlar birliklerine katılma hakkını
tanıyacaktır. (md. 10/2)
9. Yerel makamlar, kanunla muhtemelen öngörülen
şartlar dahilinde, başka Devletlerin yerel makamlarıyla
işbirliği yapabilirler. (md. 10/3)
9. Yerel Makamların Birlik Kurma Ve Birliklere Katılma
Hakkı (md. 10): Yerel makamlar yetkilerini kullanırken, ortak ilgi alanlarındaki görevlerini yerine
getirebilmek amacıyla, başka yerel makamlarla
işbirliği yapabilecekler ve kanunlar çerçevesinde
birlikler kurabileceklerdir. (md. 10/1)
10.Özerk Yerel Yönetimlerin Yasal Korunması (md. 11):
Yerel yönetimler kendi yetkilerinin serbestçe kullanımı
ile anayasa veya ulusal mevzuat tarafından belirtilmiş
olan özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması
amacıyla yargı yoluna başvurmak hakkına sahip
olacaklardır.
Türkiye tarafından onaylanmayan (çekince konulan)
maddeler veya fıkralar ise Şart'ın Türkçeye tercüme
edilmiş metnindeki lafzıyla şunlardır:
2004-2005 yıllarında uygulamaya konulan mahallî
idare kanunları, Türkiye'nin Avrupa Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı'na koymuş olduğu çekinceleri önemli
ölçüde anlamsızlaştırmıştır. Bunlar, onaylanmayan
(çekince konular) maddelere göre şöyle sıralanabilir:
1. Yerel makamları doğrudan ilgilendiren tüm konulara ilişkin planlama ve karar alma süreçleri içinde,
kendileriyle olanaklar ölçüsünde zamanında ve uygun
biçimde danışılacaktır (md. 4/6).
88
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
desi ile İçişleri Bakanı'na verilen “görevden uzaklaştırma yetkisi”nin “iki ayda bir gözden geçirilmesi ve
devamında kamu yararı bulunmayan görevden uzaklaştırma kararının kaldırılması”na dair hüküm getirilmiştir (5393/47). Son dönemde mevzuatta yapılan bu
tür değişikliklerle birlikte, Türkiye'nin Şart'a koyduğu
bu çekince de genel olarak anlamsızlaşmıştır.
1. Yerel makamları doğrudan ilgilendiren tüm konulara ilişkin planlama ve karar alma süreçleri içinde,
kendileriyle olanaklar ölçüsünde zamanında ve uygun
biçimde danışılacaktır (md. 4/6): 5355 sayılı Mahalli
İdare Birlikleri Kanunu'nun 20. maddesi ile Türkiye
Belediyeler Birliği'nin “mahallî idarelerin menfaatlerinin korunması … mahallî idarelerle ilgili kanun hazırlıklarında görüş bildirilmesi” konusunda yetkilendirilmesi, bu çerçevede mahallî idareleri ilgilendiren mevzuat taslaklarının görüş alınmak üzere Türkiye Belediyeler Birliği'ne gönderilmesi ve Birlik temsilcilerinin
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ilgili komisyonlarının,
alt komisyonlarının, bakanlıkların ve diğer kamu
kurumlarının toplantılarına katılma hakkını elde etmesi, söz konusu çekinceyi geçersiz kılmıştır.
5. Yerel makamlara sağlanan kaynakların dayandığı
malî sistemler, görevin yürütülmesi için gereken
harcamalardaki gerçek artışların mümkün olduğunca
izlenebilmesine olanak tanımaya yetecek ölçüde
çeşitlilik arz etmeli ve esneklik taşımalıdır (md. 9/4);
Yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda, kendilerine uygun
bir biçimde danışılacaktır (md. 9/6): Mahallî idare
reformları kapsamında gerçekleştirilen mevzuat çalışmalarının belki de en yetersiz veya zayıf kaldığı alan,
bu idarelerin gelir kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve
güçlendirilmesi konusudur. 5779 sayılı İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden
25
Pay Verilmesi Hakkında Kanun'un çıkarılması dışında
reform niteliği taşıyan bir çalışma gerçekleştirilememiştir. Bu kanun ise yalnızca genel bütçe vergi
gelirlerinden dağıtılan payları ve bunların dağıtımına
esas teşkil eden kriterleri büyük ölçüde değiştirmiş
olmakla birlikte, öz gelirler hususunda herhangi bir
hüküm içermemektedir. Avrupa Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı'na Türkiye'nin koyduğu bu çekince,
mahallî idareler konusunda dünyada yaşanan gelişmelerin gerisinde kalmış bir yönetim zihniyetinin tezahürü olarak kabul edilebilir.
2. Kanunla düzenlenmiş daha genel hükümlere halel
getirmemek koşuluyla, yerel makamlar kendi iç idarî
örgütlenmelerini, bunları yerel ihtiyaçlarla uyumlu
kılmak ve etkin idare sağlamak amacıyla, kendileri
kararlaştırabileceklerdir. (md. 6/1): 5393 sayılı Belediye
Kanunu'nun 48., 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi
Kanunu'nun 21., 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu'nun
35. ve 5355 sayılı Mahallî İdare Birlikleri Kanunu'nun 9/j
ve 17. maddeleri iç idarî örgütlenme konusunda ilgili
mahallî idare biriminin meclisini yetkili kılmıştır. Diğer
bir ifade ile, geçmişte İçişleri Bakanlığı'na verilen onama yetkisi kaldırılmıştır. Bu sebeple, AvrupaYerelYönetimler Özerklik Şartı'nın bu maddesine getirilen çekince de anlamını kaybetmiştir.
3. Yerel olarak seçilmiş kişilerin görevleriyle bağdaşmayacak işlev veya faaliyetler kanunla veya temel
hukuki ilkelere göre belirlenir (md. 7/3): 2004 tarihinde
yürürlüğe giren Kamu Görevlileri Etik Kurulu Kurulması
ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında
22
Kanun ile 2005 yılında yürürlüğe giren Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ile Başvuru Usul ve Esasları
23
Hakkında Yönetmelik'te “etik davranış ilkeleri”(md. 522) belirlenmiş ve uygulanmasına yönelik bir takım
mekanizmalar geliştirilmiştir. Dolayısıyla, söz konusu
çekince de anlamını önemli ölçüde kaybetmiştir.
6. Mümkün olduğu ölçüde, yerel makamlara yapılan
hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacaktır. Hibe verilmesi yerel makamların
kendi yetki alanları içinde kendi politikalarına ilişkin
olarak takdir hakkı kullanmadaki temel özgürlüklerine
halel getirmeyecektir. (md. 9/7): Avrupa Konseyi'ne
üye birçok ülke de bu ilkeye çekince koymuştur. Çünkü, bu ilke“hibe”yapmanın mantığı ile bağdaşır görünmemektedir. Hibe yapan, yaptığı hibenin ne amaçla ve
nasıl kullanıldığını bilme ve gerekli denetimleri yapma
hakkına sahiptir. Bu sebeple, Türkiye tarafından konulan çekince, yerinden yönetim teorisi açısından anlamsız değildir.
4. Yerel makamların idarî denetimi, denetleyen makamın müdahalesinin, korunması amaçlanan çıkarların
önemiyle orantılı olarak sınırlandırılmasını sağlayacak
biçimde yapılmalıdır. (md. 8/3): 5393 sayılı Belediye
Kanunu (md. 54-55) ve 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu'nda (md. 37-38), merkezî idarenin mahallî idareler
üzerinde yapacağı denetimin amacı, kapsamı ve türleri
açık bir şekilde sayılmış, İçişleri Bakanlığı'nın denetim
yetkisi “hukuka uygunluk” ve “idarenin bütünlüğü”nü
sağlama amaçları ile sınırlandırılmış, dış malî denetim
Sayıştay'a bırakılmıştır. Ayrıca, 5018 sayılı Kamu Malî
24
Yönetimi ve Kontrol Kanunu ve yeni Sayıştay Kanunu
ile performans odaklı bir denetim sistemi kurulmaya
çalışılmıştır. Diğer taraftan, yine Anayasa'nın 127. mad-
7. Her devlet, yerel makamların ortak çıkarlarının
korunması ve geliştirilmesi için birliklere üye olma ve
uluslararası yerel makamlar birliklerine katılma hakkını
tanıyacaktır (md. 10/2); Yerel makamlar, kanunla muhtemelen öngörülen şartlar dahilinde, başka devletlerin
yerel makamlarıyla işbirliği yapabilirler (md. 10/3):
1982 Anayasası'nın 127. maddesi, mahallî idarelerin
kendi aralarında birlik kurabilmelerini Bakanlar Kurulu'nun onayına tâbi kılmıştır. Belediye Kanunu, uluslararası mahallî idare birlikleriyle veya belediyelerle
89
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
işbirliği yapma konusunda İçişleri Bakanlığı'nın iznini
şart koşmuştur (md. 18/p). Ancak, bu iznin verilmesi,
bürokratik yavaşlık dolayısıyla uzun zaman almakta,
özellikle dış kaynaklı fon destekli projelere müracaatta
çok ciddi dezavantajlar yaşanmaktadır. Bu sebeple, söz
konusu izin yetkisi valiliklere aktarılabilir veya belediye
meclisinde mutlak çoğunluk ile karar alınması şartı
getirilebilir. Günümüz dünyasının dinamikleri dikkate
alındığında, kentler diplomasisi ve mahallî idarelerin
uluslararası işbirliği kanallarının geliştirilmesi konusundaki kapasiteleri büyük avantajlar sağlamaktadır.
Fransa gibi uzun yıllar “merkeziyetçiliğin simgesi” olarak kabul edilen bir ülkede bile, mahallî idarelerin uluslararası işbirliğini geliştirme konusunda büyük reformlar yapılmıştır. Bu sebeple, Avrupa Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı'na getirilen bu çekincenin, uygun
mekanizmalar geliştirilerek kaldırılması gereklidir.
SAYI 15 - 16
a. Mahallî idareler; il, belediye veya köy halkının
müşterek mahallî ihtiyaçlarını karşılamak üzere,
kuruluş esasları kanunla belirlenen, karar
organları seçimle oluşan kamu tüzelkişileridir
(md. 96/1).
b. Mahallî idarelerin kuruluşu, görevleri, yetkileri;
karar organlarının seçim usul ve esasları ile
görev ve yetkileri, yerinden yönetim ilkesine
uygun olarak kanunla düzenlenir. Kanun, büyük
yerleşim merkezleri için özel yönetim biçimleri
getirebilir (md. 96/2).
c. Mahallî idarelerin seçimleri, 36'ncı maddedeki
esaslara göre dört yılda bir yapılır. Ancak, milletvekili genel veya ara seçiminden önceki veya
sonraki bir yıl içinde yapılması gereken mahallî
idareler genel veya ara seçimleri, milletvekili
genel veya ara seçimleriyle birlikte yapılır (md.
96/3).
d. Mahallî idarelerin seçilmiş organlarının organlık
sıfatını kazanma ve kaybetmeleri konusundaki
denetim, ancak yargı yolu ile olur (96/4).
e. Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî
vesayet yetkisine sahiptir (md. 96/5).
f. Mahallî idarelerin belirli kamu hizmetlerinin
görülmesi amacı ile, kendi aralarında Bakanlar
Kurulunun izni ile birlik kurmaları, görevleri,
yetkileri, maliye ve kolluk işleri ve merkezî idare
ile karşılıklı bağ ve ilgileri kanunla düzenlenir
(96/6).
g. Mahallî idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır ve bu amaçla gerekli düzenlemeler yapılır (96/7).
8. Özerk Yerel Yönetimlerin Yasal Korunması: Yerel
yönetimler kendi yetkilerinin serbestçe kullanımı ile
anayasa veya ulusal mevzuat tarafından belirtilmiş
olan özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması
amacıyla yargı yoluna başvurmak hakkına sahip olacaklardır (md. 11). Türkiye'de mahallî idareler bu konuda yargı yolunu aktif bir şekilde kullanmaktadır. Dolayısıyla, bu konuda getirilen çekincenin uygulamayı
yansıtmadığı söylenebilir.
Son Anayasa Taslağında Mahallî İdareleri
İlgilendiren Maddelere Dair Bir Değerlendirme
Prof. Dr. Ergun Özbudun'un başkanlığını yaptığı bir
26
komisyon tarafından hazırlanarak 29 Ağustos 2007
tarihinde tamamlanan anayasa taslağında mahallî
idareleri düzenleyen maddeler şöyle sıralanabilir:
Taslakta 1982 Anayasası'nın ilgili maddelerinden farklı
olarak mahallî idarelere “vergi, resim, harç ve benzeri
malî yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak
yetkisi”nin verilebileceği hükmü yer almaktadır. Bu
yetki, “üniter devlet” ilkesine aykırı değildir ve “malî
federalizm”olarak da değerlendirilmemelidir.
1. Vergi Ödevi:
a. Vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülükler
kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır (md.
41/3).
b. Vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle
oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun
belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik
yapmak yetkisi Bakanlar Kuruluna; mahallî
idareler tarafından tarh, tahakkuk ve tahsil
edilenler için ise ilgili mahallî idarenin seçimle
oluşan karar organına verilebilir (md. 41/4).
İdarenin bütünlüğü konusunda 1982 Anayasası
tarafından benimsenen örtülü merkeziyetçiliğin
taslakta da korunduğu söylenebilir.
Karar organlarının seçimle oluşacağı hükmü getirilerek, mevcut Anayasa'nın ilgili maddesinde yer alan ve
“genel oy” ilkesine aykırı bir şekilde yorumlanabilecek
hüküm ortadan kaldırılmıştır.
2. İdarenin Bütünlüğü ve KamuTüzel Kişiliği:
a. İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve
kanunla düzenlenir (md. 91/1).
b) İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden
yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır
(md. 91/2).
1982 Anayasası'nda geçen “kanun, büyük yerleşim
merkezleri için özel yönetim biçimleri getirebilir”
hükmünün bu taslakta da aynen yer alması, dil açısından eleştirilmesi gereken bir husustur.
3. Mahallî İdareler:
90
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Mahallî idarelerin genel seçimlerinin dört yılda bir
yapılacağı; ancak, milletvekili genel veya ara seçiminden önceki veya sonraki bir yıl içinde yapılması gereken mahallî idareler genel veya ara seçimlerinin, milletvekili genel veya ara seçimleriyle birlikte yapılacağı
hükmü getirilmiştir. Bu düzenleme ile yerel demokrasinin güçlenmesi hedeflenmiş olmakla birlikte, mahallî idarelerde istikrarsızlığa ve verimsizliğe de kapı
aralanmış olmaktadır. Öncelikle mahallî idarelerle
merkezî idareyi karıştırmamak gerektiğini belirtmek
gereklidir. Merkezî idare Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde ihtiyaç duyduğu kanunî düzenlemeleri yapabilme, gerekli politika ve stratejileri geliştirme ve
uygulayabilme yetkisine sahiptir. Bu kapsamda gerekli her türlü ekonomik ve sosyal nitelikli tedbirleri
alabilir. Oysa mahallî idarelerin karar organı olan
meclislere verilen yetkiler, ancak çok sınırlı bir alanda
karar alabilme kudreti sağlamaktadır. Bu sebeple,
merkezî idare için dört yıllık iktidar dönemi önemli
çalışmaların (icraatların) yapılması konusunda yeterli
olabilirken, mahallî idareler için yeterli olmayacaktır.
Bir de bu sürenin milletvekili genel veya ara seçimleri
ile birleştirilerek üç yıla düşmesi halinde, yerel düzeyde önemli çalışmalar (icraatlar) yapmak neredeyse
imkânsız olacaktır.
SAYI 15 - 16
Sonuç: Yeni Anayasada Mahallî İdareleri
Düzenleyen Maddelere Dair Çerçeve Öneriler
Yeni anayasanın hazırlanması sürecinde görev alacak
olan uzmanlara fikir vermesi açısından mahallî
idarelere ilişkin düzenlemelere dair şu tür öneriler de
bulunulabilir:
1. İdarenin örgütlenmesinde 1982 Anayasası'nın 123.
maddesinde kendini gösteren ve“idarenin bütünlüğü”
ilkesi ile kamufle edilen “merkeziyetçi” yaklaşım terk
edilerek, idarenin “merkezden yönetim” ve “yerinden
yönetim” (desantralizasyon) ilkeleri temelinde
örgütlenmesi gerektiği hükme bağlanma-lıdır. Ayrıca,
“merkezden yönetim” ilkesinin, “yerinden yönetim”
ilkesini zayıflatıcı ve yerinden yönetim kuru-luşlarını
güçsüzleştirici bir şekilde yorumlanamaya-cağı
anayasada yer almalıdır. Bu konuda Fransa ve İtal-ya
anayasaları örneklik teşkil edebilir. Fransa anayasasının birinci maddesine göre Fransa “yerinden yöne27
tim” temelinde örgütlenir . İtalya anayasasının beşinci maddesine göre“devlet yerel özerkliği tanır ve geliştirir”, “kamu hizmetlerinde yerinden yönetimi tam
28
olarak uygular ve bunun için gerekli kararları alır” .
2. Mahallî idarelerin tanımlanması hususunda “yerinden yönetim” ilkesine de yerverilmeli; il, belediye ve
köyün dışında da mahallî idare kuruluşlarının oluşturulabilmesine imkân tanınmalıdır. Bu kapsamda şöyle
bir tanımlama yapılabilir: Mahallî idareler; il, belediye,
köy veya kanunla kurulan diğer yönetim türlerinin
sınırları içinde yaşayan halkın müşterek mahallî ihtiyaçlarını karşılamak üzere, yerinden yönetim ilkesine
uygun olarak kanunla kurulan, karar organları yerel
demokratik usullerle seçilen, kamu tüzel kişilerdir.
Mahallî idarelerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanma ve kaybetmeleri konusundaki denetimin, ancak yargı yolu ile olacağı hükmü hem yerel
demokrasi hem de yerinden yönetim ilkesine uygundur. Böylece, 1982 Anayasası'nın sorunlu hükümlerinden biri ortadan kaldırılmış olmaktadır.
Merkezî idareye, mahallî idareler üzerinde “idarî
vesayet” yetkisinin tanınması, yerinden yönetim
ilkesine uygun değildir. Diğer kamu kurum ve kuruluşlarında olduğu gibi mahallî idareler de denetlenmelidir. Ancak bu denetim “hukuka uygunluk”
denetimi niteliğinde olmalıdır. Taslakta geçen “idarî
vesayet” tamlaması, kanun yapma sürecinde yanlış
yorumlanmaya ve 1982 Anayasası dönemindeki gibi
kanunların yapılmasına veya uygulanmasına müsaittir. Çünkü hukuken “reşit” olmayanlar “vesayet”e
tâbidir.
Mahallî idarelerin kendi aralarında birlik kurmalarının
Bakanlar Kurulu'nun onayına tâbi kılınmasının sakıncaları daha önce anlatıldığı için bu makalenin bu
kısmında tekrar ele alınmayacaktır.
3. Mahallî idarelerin yürütme organlarının, doğrudan halk tarafından seçilmesi veya karar organı tarafından seçilmesi hususuna yeni anayasada yerverilmeli; böylece il özel idarelerinde yürütme organının
atama ile belirlenmesi uygulamasına son verilmeli,
diğer mahallî idarelerde ise bu tür bir ihtimalin bulunması engellenmelidir.
4. Mahallî idarelerin kurulması, görevleri, yetkileri,
gelir kaynakları, kolluk işleri ve merkezî idare ile ilişkileri, “yerinden yönetim” ilkesine, hemşehrilerle ilişkilerinin düzenlenmesi ise “yerel demokrasi” ilkesine dayandırılmalıdır. Bu idarelere, görevler ve yetkiler açısından “yerel hizmetler”in yürütülmesi hususunda “genel
yetki”tanınmalıdır.
5. Mahallî idareleri özellikle gelir kaynakları hususunda güvenceye alacak hükümlere yerverilmelidir. Bu
sebeple, Taslak'taki “mahallî idarelere, görevleri ile
orantılı gelir kaynakları sağlanır ve bu amaçla gerekli
düzenlemeler yapılır” hükmüne yeni anayasada da
yerverilmelidir.
Mahallî idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları
sağlanması hususunda gerekli düzenlemelerin yapılmasının hükme bağlanması, bu idarelerin malî yönden güçlenmeleri açısından önemli bir düzenlemedir.
91
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
6. Vergi ödevi konusunda Taslak'ta yeralan, mahallî
idarelere “vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve
aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi”nin
verilebileceği hükmü yeterli değildir. Mahallî nitelik
taşıyan vergilerin salınması ve bunlar üzerinde değişiklik yapılması yetkisi ilgili mahallî idarelere tanınmalıdır. Üniter bir devlet olan İtalya'da anayasanın 115. ve
29
30
119. Maddeleri , İspanya anayasasının 133. maddesi,
31
İsveç anayasası (bölüm 1, md. 7) bu konuda mahallî
idarelere de yetki tanımıştır. Ayrıca, merkezî idare tarafından toplanan bazı verilerin oranlarına ekleme yapma yetkisi de tanınması hususu da tartışılmalıdır.
SAYI 15 - 16
larının en fazla 2 dönem üst üste görev yapabilecekleri
de hükme bağlanmalıdır.
10. “Büyük yerleşim merkezleri” yerine “büyük yerleşim alanları veya kentsel bölgeler” için “özel yönetim
biçimleri”nin getirilebileceği hükme bağlanmalıdır.
11. Yalnızca ülke düzeyinde veya uluslararası nitelikte
yahut da sosyal, ekonomik veya çevresel açıdan
oluşturulması zorunlu olan mahallî idare birliklerinin
kurulması hususunda Bakanlar Kurulu'nun izni şart
koşulmalı, diğer mahallî idare birliklerine izin verilmesi
için nasıl bir kural getirileceği kanunî düzenlemeye
bırakılmalıdır.
7. Merkezî idareye mahallî idareler üzerinde “idarî
vesayet”yetkisi değil,“hukuka uygunluk denetimi yapma”yetkisi tanınmalıdır.
12. Mahallî idare birlikleri ile mahallî idarelere bağlı
kuruluşlar da (şirketler hariç olmak üzere)“mahallî idare”olarak tanımlanmalıdır.
8. Görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahallî idare organları
veya bu organların üyelerinin görevden uzaklaştırılması konusunda İçişleri Bakanı verilen yetki, Danıştay'a tanınmalı ve İçişleri Bakanı'na “Danıştay”a başvurma yetkisi verilmelidir.
13. Kanunla verilen yetkinin ancak kanunla alınabileceği veya kısıtlanabileceği, kanunun dışında hiçbir
idarî karar veya düzenleme ile yetkilerin kaldırılamayacağı veya kısıtlanamayacağı hükme bağlanmalıdır. Bu çerçevede, merkezî idare tarafından hazırlanan
tüzük, yönetmelik, genelge vb. idarî düzenlemelerin,
kanunla verilmiş yetkilerin daha iyi anlaşılmasına ve
uygulamanın daha kolay ve etkili bir şekilde yapılmasına yönelik olarak hazırlanabileceği, bunun dışında
başka hiçbir şekilde yorumlanamayacağı hükme bağlanmalıdır.
9. Mahallî idarelerin seçimleri altı yılda bir yapılmalıdır. Karar organlarının üyeleri de her iki yılda üçte bir
(1/3) oranında yenilenmelidir. Ayrıca, yürütme organ-
2) Bkz. “Büyükşehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında
Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü
Hakkında Kanun”, Kanun No: 3030, Tarih: 27.06.1984,
Resmî Gazete,Tarih: 09.07.1984, Sayı: 18.453.
Geliştirilmesi Programı El Kitapları Dizisi, T.C. Başbakanlık
Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ve IULA-EMME Yayını,
İstanbul.
19) Bkz.“Mahallî İdare Birlikleri Kanunu”, Kanun No: 5355,
Tarih: 26.05.2005, Resmî Gazete, Tarih: 11.06.2005, Sayı:
25.842.
10) Nadaroğlu, Halil (1994), Mahallî İdareler, Teorisi,
Ekonomisi, Uygulaması, Yenilenmiş 5. Baskı, İstanbul:
Beta BasımYayım Dağıtım.
3) Bkz. “İl Özel İdaresi Kanunu”, Kanun No: 3360, Tarih:
16.05.1987, Resmî Gazete,Tarih: 26.05.1987, Sayı: 19.471.
11) Ortaylı, İlber (1974), Tanzimattan Sonra Mahallî
İdareler (1840-1878), Ankara:TODAİEYayını, No: 142.
20) Eryılmaz, Bilal (1995),“Yerel Yönetim Sendromu”, Yeni
Türkiye Dergisi,YönetimdeYenidenYapılanma Özel Sayısı
(4. Sayı), İstanbul, Mayıs-Haziran, ISBN: 1300-4174, ss.
340-346.
4) Bkz. “Büyükşehir Belediyesi Kanunu”, Kanun No: 5216,
Tarih: 10.07.2004, Resmî Gazete, Tarih: 23.07.2004, Sayı:
25.531.
12) Bozlağan, Recep (2004),“1876 Anayasası ve Yerinden
Yönetim İlkesi”, İhale ve İmar, 2 (14), 2004, ss. 43-69.
1) Bkz. “Belediye Kanunu”, Kanun No: 1580, Tarih:
03.04.1930, Resmî Gazete,Tarih: 14.04.1930, Sayı: 1.471.
5) Bkz. “İl Özel İdaresi Kanunu”, Kanun No: 5302, Tarih:
22.02.2005, Resmî Gazete,Tarih: 04.03.2005, Sayı: 25.745.
6) Bkz. “Mahallî İdare Birlikleri Kanunu”, Kanun No: 5355,
Tarih: 26.05.2005, Resmî Gazete, Tarih: 11.06.2005, Sayı:
25.842.
7) Bkz. “Belediye Kanunu”, Kanun No: 5393, Tarih:
03.07.2005, Resmî Gazete,Tarih: 13.07.2005, Sayı: 25.874.
8) Ortaylı, İlber (1974), Tanzimat'tan Sonra Mahalli
İdareler, Ankara: Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi
Enstitüsü Yayını, No: 42.; Ortaylı, İlber (1978),
“İmparatorluk Döneminde Türkiye'de Mahallî İdarelerin
ve Belediye-ciliğin Evrimi”, Türkiye'de Belediyeciliğin
Evrimi, Ergun Türkcan (ed.), Ankara: Türk İdareciler
Derneği Yayını, ss. 1-24.; Eryılmaz, Bilal (1996), “Osmanlı
Yerel Yönetiminde İstanbul Şehremaneti”, İslam
Geleneğinden Günümüze Şehir ve Yerel Yönetimler, Cilt
1, Vecdi Akyüz ve Seyfettin Ünlü (ed.), İstanbul: İlke
Yayınları, ISBN: 975-7105-00-7 (Tk. No), ISBN: 975-710501-5, ss. 331-353.; Eryılmaz, Bilal (2006), Tanzimat ve
Yönetimde Modernleşme, 2. Baskı, İstanbul: İşaret
Yayınları, ISBN: 975-350-012-2.; Ateş, Hamza ve
Muharrem Es (2008), “Süreklilikten Değişime İl Özel
İdareleri”, Türkiye'de Yerel Yönetimler, Recep Bozlağan ve
Yüksel Demirkaya (ed.), Ankara: Nobel Yayın Dağıtım,
ISBN: 978-605-395-082-0, ss. 205-222.
9) Yıldırım bu ilkeleri“eşitlik”,“özgürlük”,“katılım”,“etkinlik”
ve “refah” olarak sıralamıştır. Bkz. Yıldırım, Selahattin
(1994), Yerel Yönetim ve Demokrasi, Yerel Yönetimin
13) Bozlağan, Recep (1998), “Türk Anayasalarında
İdare'ye İlişkin Düzenlemeler”, Türkiye'de Yönetim
Geleneği, Kurumlar, Sorunlar ve Yeniden Yapılanma
Arayışları, Davut Dursun ve Hamza Al (ed.), İstanbul: İlke
Yayıncılık, ISBN: 975-7105-09-0, ss. 167-181.
14) http://yonetimbilimi.politics.ankara.edu.tr/
ziyacokerKYTK3.pdf, erişim: 05.10.2011; Bkz. “Anayasa
Mahkemesi Kararı”, Esas Sayısı: 2005/32, Karar Sayısı
2007/3, Karar Günü 18.01.2007, Resmî Gazete, Tarih:
29.12.2007, Sayı: 26.741; Bkz. “Anayasa Mahkemesi Kararı”, Esas Sayısı: 2005/95, Karar Sayısı 2007/5, Karar Günü
24.01.2007, Resmî Gazete,Tarih: 29.12.2007, Sayı: 26.741.
15) Belediye birlikleri, köylere hizmet götürme birlikleri,
sulama birlikleri, katı atık birlikleri, Vilayetler Hizmet
Birliği.
16) İstanbul Elektrik, Tramvay ve Tünel (İETT) İşletmeleri
Genel Müdürlüğü, Ankara Elektrik, Havagazı ve Otobüs
İşletme Müessesesi (EGO) Genel Müdürlüğü, İzmir
Elektrik, Su, Havagazı, Otobüs ve Troleybüs İşletmeleri
(ESHOT) Genel Müdürlüğü.
17) On altı büyükşehir belediyesine bağlı olarak faaliyet
gösteren su ve kanalizasyon idareleri (Sözgelimi İstanbul
Su ve Kanalizasyon İdaresi-İSKİ, Ankara Su ve
Kanalizasyon İdaresi-ASKİ, Kayseri Su ve Kanalizasyon
İdaresi-KASKİ)
18) Bkz. “Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu”, Kanun
No: 5018, Tarih: 10.12.2003, Resmî Gazete, Tarih:
24.12.2003, Sayı: 25.326.
92
21) Bkz. “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın
Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun”,
Kanun No: 3.723, Tarih: 08.05.1991, Resmî Gazete, Tarih:
21.05.1991, Sayı: 20.877.
22) Bkz. “Kamu Görevlileri Etik Kurulu Kurulması ve Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”, Kanun
No: 5.176, Tarih: 25.05.2004, Resmî Gazete, Tarih:
08.06.2004, Sayı: 25.486.
23) Bkz. “Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ile
Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik”, Resmî
Gazete,Tarih: 13.04.2005, Sayı: 25.785.
24) Bkz. “Sayıştay Kanunu”, Kanun No: 6085, Tarih:
03.12.2010, Resmî Gazete,Tarih: 19.12.2010, Sayı: 27.790.
25) Bkz. “İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe
Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanun”,
Kanun No: 5779, Tarih: 02.07.2008, Resmî Gazete, Tarih:
15.07.2008, Sayı: 26.937.
26) Komisyonun diğer üyeleri şunlardır: Prof. Dr. Zühtü
Arslan, Prof. Dr Yavuz Atar, Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem,
Prof. Dr. Levent Köker, Doç. Dr. SerapYazıcı.
27) Bkz. http://www.servat.unibe.ch/icl/fr00000_.html,
erişim: 07.10.2011.
28) Bkz. http://www.servat.unibe.ch/icl/it00000_.html,
erişim: 07.10.2011.
29) Bkz. http://www.servat.unibe.ch/icl/it00000_.html,
erişim: 07.10.2011.
30) Bkz. http://www.servat.unibe.ch/icl/sp00000_.html,
erişim: 08.10.2011.
31) Bkz. http://www.servat.unibe.ch/icl/sw00000_.html,
erişim: 08.10.2011.
TARİH BİLİNCİ
SAYI 15 - 16
NASIL BİR ANAYASA
Vatandaşlığın Tanımı
Pozitif vatandaşlık
hukukunun sorunu değildir
Yrd. Doç. Dr. Yasin POYRAZ / Kırıkkale Üniversitesi
Protokol çerçevesinde“vatandaşın sınırdışı edilememesi”ve“vatandaşın ülkeye kabul edilmesi”yükümlülüklerinin bir unsuru olarak, dolaylı biçimde vatandaşlığın
4
ele alınmasını gerektiren bazı durumlar mevcuttur.
Temel Bir İnsan Hakkı Olarak Vatandaşlık
Yeni Anayasa tartışmaları bakımından ön plana çıkan
konulardan biri de vatandaşlıktır. Konu özellikle
“anayasal vatandaşlık” başlığı altında ele alınmakta ve
“vatandaşlık tanımı”üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Türk Anayasal Düzenlemelerinde Vatandaşlık
Devlet, belirli bir toprak parçası (ülke) üzerinde yaşayan insan topluluğunun oluşturduğu siyasal bir
örgütlenmedir. Devletin olmazsa olmaz unsurlarından
birini oluşturan “insan topluluğu” ile devlet arasındaki
hukukî bağ, “vatandaşlık” kavramı ile somut bir şekle
bürünmektedir. Vatandaşlık hukuku, bu hukukî bağ
çerçevesinde oluşan ilişkiler bütününü ele alan bir
hukuk disiplinidir. Kişilerin sahip olduğu soy, dil, din vb.
özellikler, kural olarak, devletle vatandaş arasındaki
vatandaşlık (uyrukluk) ilişkisinin belirlenmesine etki
etmediği gibi; vatandaşların farklı özelliklere sahip
bulunması, hukukun düzenleme ve inceleme alanı
içinde de değildir. Aynı şekilde vatandaşların siyasal,
duygusal veya ekonomik açılardan devlete bağlılık
düzeyi, vatandaşlığın belirlenmesinde veya sürdürül1
mesinde baskın unsur oluşturmazlar.
5
İlk Türk Anayasası olan 1876 Kanun-ı Esasisi 'nden başlayarak tüm anayasalarımızda vatandaşlığa ilişkin bir
hüküm bulunmakta ve düzenlemelerin biçimi ve anayasa metni içindeki yeri göz önünde tutulduğunda
vatandaşlığın, “anayasal temel hak” olarak kabul edil6
mesi gerekmektedir.
1924 Anayasası vatandaşlıkla ilgili şu hükme yer vermektedir: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın
vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur [denir]” (m. 88).
1961 Anayasasının 54. maddesinde yapılan vatandaşlık tanımı, 1982 Anayasasının 66. maddesinde aynen
korunmuştur: “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla
bağlı olan herkes Türktür”. 1924 Anayasasındaki tanım
ile 1961 ve 1982 Anayasalarındaki tanımın lafzı birbirinden farklı olsa da Aybay'ın ifadesiyle “vatandaşlık
anlayışı bakımından … hiçbir fark yoktur. Kişi ile
Türkiye Cumhuriyeti arasındaki yurttaşlık ilişkisi; yine
ırk, din, etnik köken gibi kavramlardan bağımsız bir
7
hukuksal bağ olarak düzenlenmiştir”.
Bu sebeple vatandaşlık, “belirli bir devletle kişi
arasındaki karşılıklı hak, görev ve yükümlülük ilişkilerini belirleyen hukuksal bağ” olarak tanımlanmak2
3
tadır. Vatandaşlık Konusunda Avrupa Sözleşmesi de
vatandaşlığın tanımını yaparken “bir kişiyle bir devlet
arasındaki hukuksal bağı ifade eder ve kişinin etnik
kökenini göstermez” (m. 2/a) demek suretiyle genel
kabul gören bu tanımı aynen korumuştur.
Vatandaşlık hukuku alanında temel eser sahibi yazarların tamamı, daha önceki anayasal düzenlemelerde
olduğu gibi, mevcut anayasadaki düzenlemenin de
çağdaş ve ileri düzeyde bir içeriğe sahip olduğu;
vatandaşlığın ırk, dil, din ve etnik kökenden bağımsız
8
olarak ele alındığı konusunda görüş birliğine sahiptir.
Vatandaşlık temel bir hak olarak ilk defa ve açık bir
biçimde, 10 Aralık 1948 tarihinde BM Genel Kurulunda
kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisinde yer almıştır: “1. Herkesin bir vatandaşlığa hakkı vardır, 2. Hiç
kimse keyfi olarak vatandaşlığından veya vatandaşlığını değiştirme hakkından yoksun bırakılamaz”(m. 15).
Anayasa Mahkemesi de vatandaşlığın etnik bir kökene
dayanmadığı görüşünü benimsemiştir: Anayasanın 66.
maddesi 1. fıkrasında yer alan“Bu ilke, evrensel bağlamda vatanı ve ulusuyla bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti'nde bireysel insan hakları yönünden eşitliği sağlamak için getirilmiş, ulusu kuran herhangi bir etnik gruba ayrıcalık tanınmasını önleyen, birleştirici ve bütünleştirici bir temel oluşturmuştur. Burada Türklük, ırka
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, garanti altına aldığı
temel hak ve özgürlükler arasında vatandaşlık hakkına
yer vermemiştir. Bununla birlikte, Sözleşmeye Ek 3 Nolu
93
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
dayalı bir anlam taşımamaktadır. Her kökenden gelen
vatandaşların vatandaşlığı ve ulusal kimliği anlamına
gelmektedir”.9
SAYI 15 - 16
diği de bir gerçektir.
Vatandaşlığın tanımı üzerine yapılan tartışmalar, Bilim
Komisyonunun Anayasa Önerisinde de etkili olmuş ve
ilgili maddenin ilk fıkrası için üç alternatif sunulmuştur:
Buna karşın vatandaşlık tanımının etnik bir kökene
bağlı bulunduğunu bir çırpıda ve çok net ifade eden
görüşler de bulunmaktadır. Örneğin Yeni Anayasa
çalışmalarının birinde şu açıklamalara yer verilmiştir:
“Cumhuriyet döneminin ilk anayasası olan 1924 Anayasası, etnisiteye yer veren ilk anayasadır. Ancak 1924
Anayasası Türklük sıfatını sadece vatandaşlık bakımından kullanmıştır. 1961 ve 1982 Anayasaları ise vatandaşlığı daha katı bir şekilde etnisiteye bağlamışlardır.
… Bu nedenlerle yeni anayasada vatandaşlığın etnik
temele dayanmaksızın tanımlanması, Türkiye'de
demokrasinin pekiştirilmesi, toplumsal dayanışmanın
artırılması ve çoğulcu bir toplumsal yapının oluştu10
rulması için atılması gereken bir adımdır” .Yine bir görüşe göre “… temelde her üç anayasanın da, (1) vatandaşlığın tanımında 'Türk' ve 'Türklük'e özel bir vurgu
ihtiva ettiği ve (2) böylelikle diğer etnisitelere mensubiyeti bulunanları Türklere nispetle ikincil bir pozis11
yona düşürdüğü açıktır”. Vatandaşlığın etnik kökene
dayandığını ileri süren bu ve benzeri görüşler, bazen
12
13
şaşkınlıkla ve hatta kızgınlıkla karşılanmaktadır.
Alternatif 1: “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan
herkesTürkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.”
Alternatif 2: “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı
ile bağlı olan herkese, din ve ırk farkı gözetilmeksizin
Türk denir.”
Alternatif 3: “Vatandaşlık temel bir haktır. Kanunun
öngördüğü esaslara uygun olarak bu statüyü kazanan
herkesTürkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır”.
Anayasal vatandaşlık tartışmaları bakımından sıkça
gönderme yapılan İspanyol Anayasası15nın düzenlemesi ise şu şekildedir: “Madde 11 (Vatandaşlık) 1. İspanyol
uyruğu kanun hükümlerine göre edinilir, korunur ve
kaybedilir. 2. İspanyol kökenli hiçbir kimse vatandaşlıktan çıkarılamaz. …”
Anayasanın ister mevcut düzenlemesi devam etsin,
isterse Anayasa Komisyonunun Önerisinde yer alan üç
alternatiften biri veya diğer anayasa çalışmalarında yer
alan herhangi bir tanım kabul edilmiş olsun vatandaşlık hukuku açısından sonuç değişmeyecektir. Bu
sebeple sorun, teknik anlamda bir maddi hukuk sorunu veya vatandaşlık hukuku sorunu değildir.
Bu karşıt görüş, etnik kökene dayalı vatandaşlık tanımının bazı kişi guruplarının temel hak ve özgürlüklerinden yoksun bırakılmasının sebebini oluşturduğu
varsayımına dayanmaktadır. Eğer varsayım doğru ise,
vatandaşlık tanımının değiştirilmesi ve hatta anayasada vatandaşlık tanımına hiç yer verilmemesi, haklardan yararlanma bakımından mevcut olumsuzlukların
bir çırpıda ortadan kalkması sonucunu doğurmalıdır.
Oysa sadece tanım değişikliği böyle bir sonuç doğurmaya elverişli değildir. Örneğin temsilde adalet ilkesine aykırı olduğu düşünülen ve geniş kabul gören yüzde 10 seçim barajının düşürülmesi, anayasada yapılacak vatandaşlık tanımı ile kendiliğinden hayata geçmeyecektir. Öte yandan özellikle son dönemde birçok
temel hak ve özgürlük bakımından yapılan iyileştirmeler, vatandaşlık tanımında herhangi bir değişiklik
yapılmadan ortaya çıkmıştır.
Vatandaşlığın tanımından yola çıkarak sosyolojik ve
siyaset bilimi açısından yapılan bazı değerlendirme16
ler, pozitif düzenlemenin değiştirilmesini de öngörmektedir. Dolayısıyla burada maddi hukuk kuralının
özüne ilişkin değil; belki onun sebebine veya amacına
yönelik bir değişiklik meydana geldiği tespiti yapılabilir. Böyle bir durumda ulus-devlet inşası amacıyla
vatandaşlık tanımının yapıldığı ve artık ulus-devlet an17
layışının sorgulanması gerektiği, yeni bir tanım ihtiyacının doğduğu; günün şartlarına ve insan hakları alanındaki gelişmelere uygun bir tanım yapılmasının
kaçınılmaz olduğu düşünceleri, hukuk kurallarının
maddi bir kaynağı olarak değerlendirilmelidir. Maddi
kaynak, hukuk kurallarının belirli bir şekle bürünmesine etki eden sosyal, kültürel, felsefi, siyasal, dini vb.
tüm unsurları içine almakta ve bu yönüyle pozitif
hukukun değil; özellikle hukuk sosyolojisinin konusunu teşkil etmektedir. Dolayısıyla değişiklik ihtiyacının
bu sosyal olguların biçimlendirdiği temel bir sebebe
veya amaca bağlı olduğu düşünülebilir. İşte tüm bu
sebeplerle, hukukun maddi kaynağı alanında meydana gelen değişiklik, kuralın anayasada farklı bir şekle
bürünmesi sonucunu doğurmakla birlikte; Türk vatandaşlık hukukuna ilişkin pozitif kuralların özüne yönelik
bir değişikliğe yol açmayacaktır.
Temel hak ve özgürlüklerin kullanılması ve korunması
bakımından olması gereken hukuki kurallar (de lege
feranda) ile vatandaşlığın tanımı arasında bir nedensellik ilişkisi yoktur. Dolayısıyla sorun vatandaşlığın
tanımını yapmak değil; temel hak ve özgürlüklerin her
biri bakımından olması gereken düzeyi yakalayabil14
mektir. Aslında sorunun vatandaşlık tanımına indirgenmesi, temel hak ve özgürlükler bakımından iyileştirme amacını zayıflatan ve bu amaca yönelik sonuçlar
elde edilmesini zorlaştıran bir unsur olarak görülebilir.
Anayasada var olduğu söylenen etnik vurgudan daha
fazlasının bu çerçevede ileri sürülen görüşlere yansıdığı ve bunun da tepkisel duruşu beraberinde getir-
94
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Sonuç ve Öneri
Her devletin kendi iç dinamikleri ve tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan gelenekleri, anayasal kuralların şekillenmesine de etki etmektedir. Bu etkiden bağımsız olarak ele alınamayacak yeni anayasanın bir bütün olarak
veya daha özelde vatandaşlıkla ilgili düzenlemeler boyutunda -mümkün olduğu ölçüde- kısa tutulması isabetli olacaktır.18 Anayasada az şey söylenmesi, şüphesiz
tartışmaların azalmasına da katkı sağlayacaktır.
Vatandaşlık açısından “Türk” nitelendirmesi, aynı zamanda pratik bir amaca hizmet etmektedir. Vatandaşlıkta olduğu gibi bu nitelendirmeye yönelik olumsuz
bakış açısının, aynı gerekçelerle diğer alanlar bakımından da ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu ise dil, duygu ve
düşüncelerin ifadesinde bir boşluk meydana getirecektir. “Türk milli takımı”, “Türk delegasyonu”, “Türk
hukuku”, “Türk Medeni Kanunu”, “Türk toplumsal yapısı”
vb. kavramlarının yerine acaba neyi ikame edeceğiz?
SAYI 15 - 16
renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din,
mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilemeyeceğine ilişkin düzenleme karşısında ayırım
sebeplerinin vatandaşlık bakımından yeniden
sayılması yerine sadece eşitlik vurgusu yapmayı
yeterli görerek,
• vatandaşlığın kazanılma esasına yer veren anayasal düzenleme karşısında bu esasın istisnalarını düzenleyen kanunun, teorik düzeyde anayasaya uygunluk sorunu doğuracağından endişe
ederek,
• vatandaşlıkla ilgili işlemlere karşı yargısal yollara
başvurma hakkının bulunduğunu söylemenin
hukuk devleti anlayışı ve idari yargı uygulamalarının ulaştığı seviye açısından bir fazlalık
olacağını belirterek,
• Türk Vatandaşlığı Kanununda artık “çıkarma”
yoluna yer verilmediğini dikkate alıp; aynı terimi
anayasada kullanmaktan kaçınarak,
son dönemdeki bu tür çalışmalardaki geleneğe uygun
biçimde, aşağıdaki metni bir öneri olarak sunuyoruz:
Anayasal vatandaşlık, demokrat vatandaşlık, çokkültürlülük vb. kavramlar hukukî olmaktan çok sosyolojik
kavramlardır. Sosyolojik olgular, hukukun şekli değil
maddi kaynağını oluştururlar. Vatandaşlık düzenlemelerin Türk vatandaşlık hukuku açısından bir pozitif hukuk sorunu oluşturmadığı vurgusunu yineleyerek ve
anayasal düzenleme bakımından;
• vatandaşlığın tanımını yapmak yerine, olgusal
tespit yapmanın daha doğru olduğunu düşünerek,
• vatandaşlığı temel bir hak olarak görüp; İnsan
Hakları Evrensel Bildirisindeki düzenlemeyi
temel alarak,
• eşitliğe ilişkin maddede ifadesini bulan dil, ırk,
Vatandaşlık
Madde (x) (1) Herkesin bir vatandaşlığa sahip olma
hakkı vardır. Hiç kimse vatandaşlık
hakkından keyfi olarak mahrum bırakılamaz.
(2) Türk vatandaşlığı, kanunun gösterdiği
şartlarda kazanılır ve ancak kanunun
gösterdiği hallerde kaybedilir.
(3) Kanunun öngördüğü esaslara uygun
olarak vatandaşlık statüsünü kazanan
herkes, bu statünün sağladığı haklardan hiçbir ayırım gözetilmeksizin eşit
olarak yararlanır.
DİPNOTLAR
1) Devletin insan topluluğu unsuru ve vatandaşlık ilişkisi hakkında
özellikle bkz. Rona Aybay, “İnsan Hakları Açısından 'Vatandaşlık'
(Uyrukluk)”, içinde: İnsan Hakları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
2000, s. 179-180.
2) Aybay, agm, s. 179.
3) Sözleşme metni için bkz. Rona Aybay, Vatandaşlık Hukuku, 3.
Bası, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2008, s. 447-459.
4) Aybay, agm, s. 185.
5) Osmanlı Döneminde vatandaşlıkla ilgili ilk yasal düzenleme 1869
Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi'dir. Kanunname, din ilkelerine
bağlı olmaksızın vatandaşlığı belirlemekte; “yayımlandığı zamana
göre ileri görüşlü ve oldukça liberal bir kanundur”. Kanunnameden
yedi yıl sonra yürürlüğe konulan 1876 Kanun-ı Esasisi vatandaşlıkla
ilgili şu hükmü içermektedir: “Devleti Osmaniye tabiiyetinde
bulunan efradın cümlesine her hangi bir din ve mezhepten olur ise
olsun bilâ istisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen
muayyen olan ahvale göre istihsal ve izae edilir [kazanılır ve
kaybedilir]” (m. 8). Bkz.Aybay, age, s. 71-72.
6) Aybay, agm, s. 186.
7) Aybay, agm, s. 187.
8) Aybay'a göre, ilgili düzenleme “… kişi ile Türkiye Cumhuriyeti
arasındaki vatandaşlık ilişkisinin, ırk, dil, etnik köken ve din kavramlarından soyutlanmış bir hukuksal bağ olduğu anlayışını yansıtmaktadır”. Bkz. Aybay, age, s. 76; Doğan'a göre, “… Türk hukukunda yer
alan düzenleme kişinin etnik kökenini göz ardı etmiş ve bu düzenlemede kişi ile devlet arasındaki hukuki ve siyasi bağ olduğuna vurgu
yapmıştır”. Bkz. Vahit Doğan, Türk Vatandaşlık Hukuku, 10. Bası,
Yetkin Yayınları, Ankara 2010, s. 24; Nomer'e göre, “… Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası vatandaşlık anlayışını en modern manasıyla
kabul etmiş gözükmektedir. … 'Türk' kelimesiyle, Türk Devletini
kuran milletin adı altında, farklı ırk, din veya kültürden gelmiş olan
kişilerin Türk Devletine aidiyetini belirten vatandaşlık kavramı ifade
edilmektedir. Diğer bir anlatımla, Türk vatandaşlığı kavramında,
kişilerin ırkî, dinî ve kültürel özellikleri yer almamakta, kurucu bir
unsur olarak görülmemektedir. Türk Devletine vatandaşlık bağı ile
bağlı olan kişi, ırkî, dinî ve kültürel kökeni ne olursa olsun, Türk
Devletinin ona vermiş bulunduğu 'Türk vatandaşı' adını taşımaktadır.
'Türk vatandaşı' olmak, sadece kişinin Türkiye Cumhuriyeti Devletinin vatandaşlığına sahip olduğunu ifade eden bir anlama sahiptir.
Vatandaşlığın tarihî gelişimi içerisinde önemli yeri bulunan ırk, din ve
kültür gibi unsurlar nazara alınmaksızın, Anayasada vatandaşlık tam
ve saf bir hukukî müessese olarak kabul edilmiştir” ve yine ilginç bir
tespit olarak “vatandaşlığın tarifinden kaçınılarak vatandaşlık hukukunun tarif vermeme şeklindeki teamülüne de uygun hareket edilmiştir”. Bkz. Ergin Nomer, Türk Vatandaşlık Hukuku, 18. Bası, Filiz
Kitabevi, İstanbul 2010, s. 55-56; Erdem'e göre, öğretinin ortak
olarak kabul ettiği husus “… 'Türklük' kavramının, Türk devleti ile
vatandaşları arasında oluşan hukuki bağı ifade ettiği ve hiçbir surette
dil, din, ırk, mezhep veya kültürel özelliklere veya ayrıma
dayanmadığıdır. Buna göre, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkes Türk'tür. Başka bir deyişle hiç kimse Türk devletinin
vatandaşı olduğu için ırki bakımdan Türk olmaz ya da Türk devletinin
vatandaşı değil diye ırki bakımdan Türk olan hiç kimse de
Türklüğünü kaybetmez”. Bkz. Bahadır Erdem, Türk Vatandaşlık
Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul 2010, s. 42.
9) Anayasa Mahkemesi, E. 1993/1 (siyasi parti kapatma), K. 1993/2,
Karar Tarihi: 23 Kasım 1993.
10) Stratejik Düşünce Enstitüsü, Rapor: Vesayetsiz ve Tam
Demokratik Bir Türkiye İçin İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa,
Haz. Bekir Berat Özipek vd.,Ankara 2011, s. 44.
11) Vahap Coşkun, “Anayasal Vatandaşlık”, Radikal Gazetesi,
Radikal 2, 24 Aralık 2010, www.radikal.com.tr/ek_haber.php;ek=r2haberno=
7406tarih=24/12/2010 (Erişim Tarihi: 15Ağustos 2011).
12) Aybay'ın şu ifadeleri bir şaşkınlık içermektedir: “1961 ve 1982
Anayasalarının 'vatandaşlık' tanımı, bazı çevrelerce, 'yeterince kapsayıcı olmadığı' gerekçesiyle eleştirilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin,
bu tanımı 'herhangi bir etnik gruba ayrıcalık tanınmasını önleyen;
birleştirici ve bütünleştirici bir temel' olarak betimleyen yorumuna
karşın; bunun 'dışlayıcı', giderek 'ırk temelli' bir anlayışı yansıttığı bile
ileri sürülmüştür”. Bkz.Aybay, age, s. 84.
13) … bu ülkede yaşayan herkesin zorunlu vatandaşlıktan çıkartılıp,
gönüllü vatandaş hâline dönüştürülmesi gerekli ve zorunludur. Bunu
sağlamak tabii ki devletin asli görevlerinden birisidir. Ancak, bunun
yolu 'çokkültürlülük' gibi, üniter yapıyı tehdit eden düzenlemeler
değil, hukuk devleti ve insan haklarına bağlı bir anayasal düzenleme
yapmaktır. Vatandaşlar arasında çokkültürlülük, dil, din, ırk ya da
kültürel sebeplerle farklılıkların olduğu esasını kabul eden bir
anayasal düzenleme yapılması demek, Cumhuriyetin en büyük
projelerinden birisi olan 'Millî Devlet' anlayışının da bertaraf edilmesi
demektir ki bu kabul edilemez”. Bkz. Doğan, age, s. 34.
14) Vatandaşlık tanımı yanında temel hak ve özgürlükler konusundaki dönüşüm vurgusunu, Anayasa Önerisindeki tanıma yönelik
95
olarak Mithat Sancar bir söyleşisinde şu şekilde belirtiyor: “… Bunun
başka adımlarla desteklenmesi gerekir. O zaman da bu hüküm
anayasal vatandaşlık tanımına dönüşebilir kolayca. Zihinlerde ve
yasama pratiğinde anayasal vatandaşlık anlamını kazanabilir. Eğer
çok kültürlülüğü ve çok dilliliği güvence altına alacak bir düzenlemeyle desteklenirse bu tanım anayasal vatandaşlık tanımına çok daha
kolay dönüşebilir”. Bkz. “Mithat Sancar ile Söyleşi: Anayasayı Toplumsal Katılım Sivilleştirir”, Gündem, 26 Ağustos 2007,
http://www.birikimdergisi.com (15Ağustos 2011).
15) İspanyol Anayasasının Türkçe çevirisi için bkz. Adalet Bakanlığı
Yayın İşleri Dairesi Başkanlığı, Avrupa Birliği Üyesi Bazı Ülkelerin
Anayasaları,Ankara 2011, s. 539-583.
16) Doğrudan anayasal düzenlemelerle ilişki kurmaksızın, konuyu
sosyolojik boyutuyla ele alan çalışmalar da mevcuttur. Örneğin bkz.
Emre Kongar, “Küreselleşme, Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük,
Anayasal Vatandaşlık”, http://www.kongar.org/makaleler/mak_kum.php (Erişim
Tarihi: 16 Ağustos 2011); E. Fuat Keyman, “Türkiye'de Kimlik
Sorunları ve Demokratikleşme”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, S. 41,
Haziran-Temmuz 2007, s. 217-230. Erdoğan ise, “kültür temelli yeni
bir ulus ve ulusal devlet yaratma kaygısıyla olsa gerek, etnik ve
kültürel türdeşliğe dayalı bir milliyetçiliği (Türklüğü) esas alan bir
devlet geleneği oluşturma” çabasından söz etmekle birlikte, bunu
doğrudan anayasal düzenlemelere bağlamamış, konuyu genel bir
biçimde ele almıştır. Bkz. Mustafa Erdoğan, “Anayasal Vatandaşlık
Yeniden Gündemde-I”, http://stargazete.com/gazete/yazar/mustafaerdogan/-anayasal-vatandaslik-yeniden-gündemde-i-157521.htm
(Erişim Tarihi: 15Ağustos 2011).
17) Vatandaşlık ve ulus-devlet kavramları çerçevesinde konuyu ele
alan bir eser için bkz. Vatandaşlık ve Etnik Çatışma Ulus-Devletin
Sorgulanması, Haz. Haldun Günalp, Metis Yayınları, İstanbul 2007.
18) Anayasal düzenlemelerin sınırlı tutulmasına bir gerekçe olarak
da, çağdaş eğilimleri yansıtan yeni tarihli bir vatandaşlık kanununa
sahip olmamız gösterilebilir. Bkz. 5901 Sayılı Türk Vatandaşlığı
Kanunu, Resmi Gazete, 12 Haziran 2009, S. 27256. Bazı devletlerin
anayasalarında vatandaşlığa ilişkin çok ayrıntılı düzenlemelere rastlanmaktadır. Örneğin Venezuela Anayasası konuyu onbir ayrı maddede düzenlemiştir. Venezuela Anayasasının Türkçe çevirisi için bkz.
Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Büyükelçiliği, Venezuela Bolivar
CumhuriyetiAnayasası, Çev. Berna Talun Üğüten,Ankara 2010.
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Anayasa Maceramız
Yrd. Doç. Dr. Sabahattin Şen / Maltepe Üniversitesi
malar ve yönetime getirilen eleştiriler, II. Abdülhamit'i
rahatsız edince anayasa askıya alınarak meclisin
faaliyetleri süresiz olarak sona erdirildi. Böylece, 1908
yılına kadar mutlakıyet yönetimine geçilmiş oldu...
19. yüzyılın son çeyreğinde 1876 yılında başlayan
anayasa geleneğimize baktığımızda adeta bir anayasa
enflasyonu yaşıyoruz. 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982
anayasaları bizlere bir anayasa enflasyonu yaşadığımızı ifade ederken, bu anayasaların hiçbirisi sivil toplumun ortak iradesi ve amacına dayalı olarak yapılmış
anayasalar değil…
İttihat ve Terakki Partisi ile ordunun zorlaması sonucu
II. Abdülhamit, 23 Temmuz 1908 tarihinde anayasa ve
meclise dayalı II. Meşrutiyet yönetimine geçmeyi
kabul etti. 1909 yılında yaşanan ayaklanma sonrası II.
Abdülhamit iktidarını kaybederken 1911 Trablusgarp
Savaşı ile 1912-1913 Balkan Savaşları, Osmanlı İmparatorluğu'nda esen özgürlükçü rüzgârı sona erdirecek
gelişmelere kapı araladı... Enver Paşa ve adamlarının
23 Ocak 1913 tarihinde gerçekleştirdiği kanlı Bab-ı Ali
Baskını sonucu İttihat ve Terakki'nin otoriter yönetimi
başlamış oluyordu.
Bu topraklarda siviller tarafından sivil yeni bir anayasa
yapılması çok arzu edilmekle birlikte hep başka bir
siyasi bahara erteleniyor bu isteğin gerçekleştirilmesi.
Son zamanlarda yaşadığımız anayasa değişikliği
tartışmaları bugüne özgü değil. Anayasa bağlamında
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan çizgiye baktığımızda sorunlarımızı çözmesini beklediğimiz anayasanın kendisi hep sorun kaynağı olarak görülmüş...
1914-1918 yılları arasında yaşanan ve Osmanlı İmparatorluğu açısından hüsranla sonuçlanan Birinci Paylaşım Savaşı sonrası Anadolu toprakları üzerinde 1919
yılında yeni bir mücadele sayfası açıldı. Kemalist kuvvetlerin, 610 Ocak 1921 tarihleri arasında yaşanan
I. İnönü Savaşı'nı kazanmaları sonucu 20 Ocak 1921
tarihinde 23 maddelik kısa yeni bir anayasa yürürlüğe
girdi. Egemenliği millete veren Türk ve İslam dünyasının bu ilk anayasası, yasama-yürütme ve yargıyı tek
elde toplayan bir anayasaydı. Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından sonra 20 Nisan 1924 tarihinde yürürlüğe
giren yeni anayasa da Kuvvetler Birliği'ne dayalı bir
anayasa özelliğine sahipti... 10 Nisan 1928 tarihinde “
Devletin dini İslam” şeklindeki hüküm anayasadan
çıkarıldı. 5 Şubat 1937 tarihinde Kemalizm'in altı ilkesi
anayasada yerini aldı.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Anayasa Mirasımız
Ulusçuluk çağı olan 19. yüzyılda bir grup Osmanlı
aydını, anayasal yönetime geçildiği takdirde çok uluslu
Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü koruyacağına iyice inanmaya başlamıştı. Mithat Paşa ve arkadaşlarının hazırladığı bir darbe sonucu padişah
Abdülaziz, 30 Mayıs 1876'da iktidarını kaybetti. Yeni
padişah V. Murat'ın sorunlu bir kişiliğe sahip olduğu
anlaşılınca Mithat Paşa ve arkadaşları, II. Abdülhamit'le
siyasi pazarlık yapmaya başladı. Anayasa ve meclise
karşılık olarak II. Abdülhamit'e iktidar vaat ediliyordu.
Önce iktidara gelmeyi, kafasındaki siyasi projeyi ise
sonradan uygulamayı tercih etmiş olan II. Abdülhamit,
anayasa ve meclise dayalı I. Meşrutiyet düzenini kabul
etti. 19. yüzyılın son Osmanlı-Rus savaşı olan 18771878 Savaşı, anayasa ve meclise dayalı olan meşruti
yönetimin sonunu hazırladı. Mecliste yaşanan tartış-
10 Ocak 1945 tarihinde ise Teşkilat-ı Esasiye Kanunu
yerine anayasa sözcüğünün kullanılmasına başlandı…
96
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
1970'li yılların sonlarına doğru giderek artan siyasal
istikrarsızlığa ciddi ekonomik sorunlar da eşlik etmeye
başlamıştı. Dünyanın bir süre önce bıraktığı ithal-ikameci ekonomik model, Türkiye'de de artık işletilemez
bir noktaya geldiği için siyasal istikrarla birlikte yeni bir
ekonomik modele de ihtiyaç duyuluyordu. Başbakan
Süleyman Demirel'in, ihracata dayalı yeni ekonomik
model için 24 Ocak 1980 kararlarını uygulayacak siyasi
cesareti kendinde bulamaması ve artan siyasal şiddet,
demokratik siyasal hayatı tekrar kesintiye uğrattı.
Özgürlük veVesayet Parantezinde Anayasalar
14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimlere katılan Demokrat Parti, Türkiye'de 27 yıllık tek parti devrini sona
erdirdi... Sivil-Asker Bürokrasi ile Demokrat Parti hükümeti arasındaki gerilim ve güç mücadelesi 27 Mayıs
1960 tarihinde yapılan askeri darbeyle sona erdi. Yeni
dönemin en önemli gelişmesi 1961 Anayasası'dır. 1961
Anayasası yasama, yürütme ve yargının ayrı eller-de
olmasına dayalı Kuvvetler Ayrılığı'nı esas almıştı. İlginç
olan nokta, Demokrat Parti gibi değişimci ve demokrat
olduğunu iddia eden bir partinin on yıllık iktidarı süresince 1924 Anayasası'nın bu özelliğini değiştirmemiş
olmasıydı. 1961 Anayasası bu açıdan demokratik olmakla birlikte seçkinci bir anlayışın ürünü olan iki meclisli parlamentonun varlığını kabul etmişti. Halkın temsilcilerinden oluşan Millet Meclisi' nin kararları seçkin
üyelerden oluşan üst meclis Cumhuriyet Senatosu'nun süzgecinden geçeceği için Cumhurbaşkanı'nın
sistem içindeki rolü sembolik bir öneme sahipti.
Cumhuriyet tarihinin 1960 yılındaki ilk darbesinden
sonra her on yılda bir demokrasiyi kesintiye uğratan
yeni darbe Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in liderliğinde 12 Eylül 1980 sabahı gerçekleşti. Parlamento ve
siyasi partileri kapatan bu darbe aynı zamanda 1961
Anayasası'nı da yürürlükten kaldırdı.
Darbenin ürünü olan 1982 Anayasası minimum
demokratik özgürlükler eşliğinde siyasi istikrarı esas
almıştı. Cumhuriyet Senatosu'na son verilerek yeniden
tek meclis modeline dönülmüş olmakla birlikte sistemin kontrolü görevi, yetkileri aşırı derecede artırılmış
olan Cumhurbaşkanı'na verildi…
1961 Anayasası, 1970'lerin başlarında tırpanlanma
tehlikesiyle baş başa kaldı... 1516 Haziran 1970'te
Türkiye tarihinin en büyük işçi eylemleri karşısında
Orgeneral Memduh Tağmaç'ın, “toplumsal uyanış
ekonomik gelişmeyi aştı”sözleri yaklaşan tehlikenin en
somut habercisiydi. Türk Silahlı Kuvvetleri, 12 Mart
1971 tarihinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a bir
muhtıra vererek Demirel Hükümeti'ni iktidardan
uzaklaştırdı. Parlamento açık tutulurken anayasadaki
demokratik haklar, yasa değişiklikleriyle tırpanlandı…
Bugüne kadar anayasalarımız hep olağanüstü dönemlerde yapılmış. Sivil ve demokratik yeni bir anayasaya
toplumun kavuşmasını engellemek için dumanlı
havayı çok seven odaklar, son zamanlarda yeniden
işbaşı yapmış durumda. Tehlikeli bir süreç başlıyor…
Demokratlar, aman dikkat!
97
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Anayasa Kültürü
Halka Onaylatılan Değil,
Halka Yaptırılan Bir Anayasa
Nevzat Bayhan
Yeni oluşan meclisin önünde en önemli konu anayasa
değişikliği. Çünkü ülkemizde “adalet” duygusu, algı ve
düşüncesinin tesis edilip kalplerde mâkes bulmasını
sağlamak için hukuki bir resitatüsyon ve restorasyona
ciddi ihtiyaç var.
getirecektir
Anayasa sadece Türkiye vatandaşlarını değil bütün
insanları temel alarak, geniş coğrafya, küresel bir hedef
gözetilerek ve geniş zaman dilimlerini düşünerek
değiştirilmelidir. Bir yönüyle yeni anayasa ülke ve dünya sakinleri için toplumsal bir sözleşme hüviyetinde
olmalıdır. Bundan dolayı da şahıs için otokontrolü öngören ancak hiçbir ayrıntıyı unutmayan, diğer taraftan kamuyu koruma altına alırken maşeri vicdanı yaralamayan, deruni, vicdanî, insanî bir anayasa, yani adeta
küresel sosyal bir sözleşme görevini üstlenen ve tüm
insanı özgürleştiren bir anayasa olmalıdır.
Türkiye değil yetmiş yıl, on sene önceki hatta bir sene
önceki Türkiye değil, her gün ilerleyen ve her an küresel arenada mevzi kazanan bir Türkiye var. Ülke hukuk
sisteminin büyük oranda tercüme olması kanunların
toplumsal değerlere yabancı kalmasına, ihtiyaçları
karşılayamamasına sebep olmuştur. Hal böyle olunca
on yıllarca önce yapılan anayasa günümüzün dinamik
ve güçlenen Türkiye'sine artık dar gelmekte, kifayetsiz
kalmakta, hatta ayak bağı olmaktadır. Hele bu anayasa
darbe döneminde yapılan bir anayasa ise maddelerinin insanın ortak evrensel değerlerini askıya alan ve
bireyi potansiyel tehlike gören bir yapı arzetmesi kaçınılmaz oluyor. Gerçekleştirilen referandumla yapılan
değişiklik vasıtasıyla gelişen, büyüyen ve itibar gören
ülke adına ciddi adımlar atılmış, halk bir nebze de olsa
istikbal adına ümitvar olmuştur. Ancak ulaşılan bu
nokta, hiçbir zaman her şeyin bittiği ve gerekli adımların atıldığı anlamına gelmiyor. Tam tersine demokrat,
hukukun üstünlüğüne inanmış bir anlayışın saygınlığını ortaya koyması açısından aşılması gereken engeller, alınması gereken önemli mesafeler bulunuyor.
Gelenek Değişmeli Anayasayı HalkYapmalı
Şimdiye kadar yapılan bütün anayasalar, devlet hükümet tarafından yapılmış, hiç de sağlıklı olmayan onaylatmalarla resmileştirilmiştir. Halk çoğu zaman neyi
onayladığını anlayamamış, anayasa maddelerine uygun
yapılan kanunlar ise insanı prangaya vuran, haklarını
gittikçe kısıtlayan şekliyle çıkıyordu. Anayasa maddelerine ters düşmemesi için düzeyleyici, zaruri kanunlar
yapılamamış, anayasa maddelerinin değiştirilmesi nerdeyse her seferinde rejim sorunu haline getirilerek, niyet
edenlerin hareket ve düşüncelerini akim bırakmıştır.
İşe umumiyetle tersten başlandığından sağlıklı, faydalı, başarılı bir sonuç da çıkmamıştır. “Herşey vatan için”
sloganıyla ortaya çıkılmış, “her şey devlet için” yapılmıştır. Oysa insansız ne devlet ne de vatanın bir anlam
ifade edemeyeceği ortadadır. “ insanı yücelt ki devlet
yücelsin”sözü gerçeğin tam ifadesidir.
Son seçimlerle halkımızın neredeyse yarısı bu anayasal
değişikliğinin bir an önce yapılması ve yarım kalmış
yapının tamamlanması, istikrarın sürmesi için oyunu
iktidar partisine vermiştir. Bu hükümete ve bu meclise
düşen; ülke insanının merkeze alındığı, evrensel
değerlerin vazgeçilmez görüldüğü, bağımsız, tarafsız
ve hızlı işleyen yasama-yürütme-yargının, hak ve
özgürlükleri güvence altına alan bir atılımı gerçekleştirilmesi gerekiyor. Çünkü ülkemizde hukuk sisteminde yaşanan sıkıntılardan dolayı adalete olan güven
ciddi yara almıştır. Şayet gerekli iyileştirmelerin yapılamaması veya geciktirilmesi halinde vuku bulacak
güven bunalımı birey ve toplum yapısında onulmaz
travmalara sebebiyet verecektir. Akabinde yitirilecek
olan adalet duygusu, toplumsal kaosu da beraberinde
Devletin, vatanın güçlü kılınması ve itibar sahibi yapılması düşünülüyorsa insanın odak alındığı ve özgür
kılındığı, değerlerinin unutulmadığı bir anayasa hazırlanmalıdır. Bu yapı ve ihtiyacı en iyi bilecek olan
hükümet, meclis yahut hukukçular değil halkın bizzat
kendisidir.
İhtiyaçları halk tespit etmeli, içeriğini hazırlamalı hukukî şeklini hukukçular, yasamayı ise meclis yapmalıdır.
98
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Her ülkenin kendisine göre hassasiyetleri tabii ki
olacaktır. Ancak her ülkede vazgeçilmeyecek tek unsur
insan olmalıdır. İnsanımızın farkı gelenek, görenek,
birikim, değeryargıları ve önceliklerinin farklı olmasıdır. Bu farklılığının anayasaya da yansıtılması unutulmamalıdır. Batının kendine özgü değerleri üzerinde
bina edilmiş bir anayasa halkımızın bünyesine büyük
ölçüde uymayacak, daha sonra yapılacak düzenlemelerle hatalar pansuman edilecek, bu durum hem ülkenin değerli zamanını heba edecek hem de anayasa'yı
yamalı bohçaya döndürecektir.
Değişmez Maddeler Olmalı mı?
UTESAV'daki konuşmasında Prof. Dr. Hüseyin Hatemi,
mevcut Anayasamızda başlangıç bölümünde milli
menfaat kavramının temel alınmasının yanlış olduğunu belirterek, bu kavramın yerine herkese eşit“insanlık
onuru” kavramının kullanılmasının daha doğru olacağını üzerinde durmuş ve; “Türkiye Cumhuriyeti, insan
hakları ve Hukuk Devleti'nin temel ve evrensel ilkelerinden hiçbir dini, siyasi, felsefi görüşe karşı ödün
vermeyen demokratik ve sosyal hukuk devletidir. Anayasa'nın değişmez maddeleri olarak ilk maddelerde şu
ilkeler yer almalıdır: ilk olarak insanlık değeri ilkesi
olmalıdır. Bundan sonra eşitlik adaleti ilkesi, hakkaniyet ilkesi ve dürüstlük ilkelerine yer verilmelidir. Bu
ilkeleri Hukuk Devleti'nin şekli güvenceleri olan Anayasa'nın üstünlüğü ilkesine ve demokratik hukuk devleti
ilkesine yer verilmelidir. Tabii Hukuk'un diğer temel
ilkeleri esasen bu temel ilkelerin alt ilkeleridir. Türkiye'de laiklik kavramının tarihsel arka planı olmadığı
için Anayasa'da yer alması sorunlara neden oluyor.
Başlangıç bölümünde bu kavramı karşılayacak daha
açıklayıcı bir ifade yer alabilir” şeklinde görüş belirtmişti.
Teşhis konmadan reçete yazılamadığı gibi, demografik, etik, sosyopsikolojik yapının çok iyi belirlenmeden, uzun vadeli kesin çözüm olabilecek bir içeriğin
hazırlanması mümkün olamayacaktır. İnsanın sadece
biyolojik bir bedenden ibaret olmayıp vicdan taşıyan,
hak ve sorumluluklara saygı duyan, sevgi besleyen bir
varlıktır. Yasamayla bu mekanizmaların hayatiyet
bulduğu ve adalet içinde huzur bulduğu bir anayasa
hedeflenmelidir.
Vahdet İçinde Kesreti İhmal Etmeyen Bir Anayasa
Ülkemiz yediyüzseksenbin kilometrekarelik bir halının
oluşturduğu bir vahdeti simgeler, ancak bu halının
fertbaşına ilmeği, etnisite başına nakışı, ilbaşına motifi
bulunmaktadır. Yapılacak anayasa da farklılıklarımızın
bir zayıflık yüzeyi olarak algılanmaması tam aksine bu
durumu muhteşem bir hazine olarak görülmelidir.
Bütün renkleri ihtiva eden bir gökkuşağı gibi olan
Türkiye'mizin bu renkliliğine canlılık katacak, farklılıklara yücelterek ülkenin güçlenmesine katkı sağlayacak
şekilde düzenlemeler yapılmalıdır. Dıştan bakıldığında
sadece beyaz olarak görünen rengin tayflarına inildiğinde bütün renklerin dayanışma içinde kendilerinden hiçbir şey kaybetmeden varlığını sürdürdüğü
gerçekliğini göz önünde bulundurarak Türkiye
Cumhuriyet Anayasası da“ Vahdet içinde kesret, kesret
içinde vahdeti” sergileyecek ve simgeleyecek bir
anayasa olmalıdır.
Aslında her hangi bir maddeye“değişmez”denmesi bir
noktada halka güvensizliği, sürekli birilerinin, bir
kesimin potansiyel tehlike olarak görülmesi, rejimi daima yıkılacakmışçasına zayıf kabul edilmesi gibi duyguları çağrıştırıyor. Değişmez denilmesi yerine halkın en
az üçte ikisi veya dörtte üçünün oylarıyla referandumla
değişebilir denilmesi, değiştirilmesinin zorlaştırılması
daha uygun olur kanaatindeyim. Aksi takdirde “bidon
kafa”,“göbeğini kaşıyan”horgörme, yoksayma paranoyası, toplumun geniş kesimlerini dışlayan, ötekileştiren
bir azınlık tahakkümünün yaklaşımı ülke genelinde
sürekli rahatsızlıklara sebep olacak, halkın genelini
huzursuz edecektir…
Anayasada İnsanlık Onuru Baştacı Edilmelidir
Çünkü hepimizin sevdiği renkler olduğu gibi, sevmediği hatta nefret ettiği renk(ler) de olacaktır. Ancak
Gökkuşağın sevmeyen bir tek Allah'ın kulu yoktur.
Oysa o sevmediği renk(ler) o gökkuşağında da bulunmasına rağmen onlarsız bir gökkuşağı eksik olacağından, değerini yitireceğinden tahayyül bile edemez.
Gerek anayasa yapıcıları, gerekse de onaylayıcı ve
uygulayıcılarının toplum katmanlarına bu gözle bakmaları ülkeye baştanbaşa gökkuşağı şehrayini
yaşatacaktır.
Çağımızın ileri ülkelerinde amaç ve araç iyi belirlenmiş,
Amaç kısmına insanlığın refah içinde huzurlu ve onurlu yaşaması yerleştirilirken, laiklik, demokrasi, çağdaşlık bu amaca hizmet eden araçlar olarak benimsenmiştir. Ülkemizde ise durum tersine çevrilmiş, devlet ve rejimi ülke insanlarına karşı korumaya alınmış,
halkın huzuru, onuru olsa da olmasa da olur bir noktaya itilmiştir.
99
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Hiçbir kişi ve köşeyi dışlamadan, ıskalamadan,
haklardan mahrum etmeden, ötekileştirmeden
yapılacak anayasa ile “muasır medeniyetler
seviyesinin” üstüne çıkabilir, baş tacı yapılan birey ile
bütün dünyada uygulama alanı bulabilecek,
övünebileceğimiz örnek bir anayasa oluşturabiliriz.
SAYI 15 - 16
haklarını sonuna kadar kullanırken, başkalarının da
haklarına saygılı olmasına, konunlar önünde rüçhan
hiçbir zümre oluşturmamasına, herkesin eşit hak ve
muameleye tabii tutulmasına zemin hazırlamalıdır.
Sonuç
Yaşayan Bir Anayasa
Tarih boyunca gerek toplumların gerekse de bireylerin
yaşam biçimi, ihtiyaçları, talepleri, beklentileri ve arayışları da bu hayat tarzları birbirinden farklılık arzederken paralelinde ihtiyaçları da gittikçe artan bir hızda
değişmektedir. Bunların göz önünde bulundurulduğu
bir anayasa'ya konulacak maddelerle otomatik bir
revizyona imkân sağlanmalıdır. Bu bağlamda başdöndürücü bir hızla değişen küremizde beş on senede bir
anayasa değişikliği ve bir o kadar da referandum yadırganmamalı tam aksine değişebilen, çağa ayak uydurabilen, yaşayan bir anayasa yapılmalıdır. Bu ihtiyaçlara
cevap vermek kanun değiştirmekle mümkün olamayabilir. Bu yüzden en azından 10 yılda, hatta 5 yılda
toplumun ihtiyaçlarından önde giden bir anayasa
değişikliğinden kaçınmamak gerekiyor.
Tabii ki bu değişim ve dönüşümle; devleti ve ülkeyi
ayakta tutan ana taşıyıcıların zarar görmesine mahal
verilmemeli, zemin oluşturulmamalıdır. Bireyler anayasanın kıskacına alınıp evirilmemeli tam aksine bireyin değerlerini kaybetmeden aydınlanmasına, özgürleşmesine, üretkenleşmesine, özgüven kazanmasına,
Devlet de, hükümet de, Meclis de, anayasa da vatandaşlar içindir, kuvvetler ayrılığı korunmalı, her türlü
güç toplumun emrinde olmalı, milletin iradesi aziz
tutulmalı, adil bir ortam oluşturularak, bireyin huzuru,
refahı, mutluluğu sağlanmalıdır.
Bu anayasayla devlet patronaja soyunmamalı, işveren
gibi davranmamalı, sosyoekonomik ve kültürel konular başta olmak üzere her alanda devlet, vatandaşının
önünü açmalıdır. Yürütme ve yargı erkleri bireyin
özgürlüğünü, özenilir yaşama şartlarını, girişimciliğini,
altyapı, güvenlik, sağlık, eğitim gibi ihtiyaçlarını en
onurlu bir şekilde giderecek sistemi kurmalı, kanun,
yönetmelik, yönergelerde suiistimale sebep olacak hiç
açık bırakmamalıdır.
Hâsılı; odağında insanın olduğu, halk tarafından
hazırlanıp, yasama tarafından biçimlenen ve yürütme
tarafından adilane uygulanan, kendisini yenileyebilen,
yenilikçi yeni, özgün ve “milleti yaşatacak” bir anayasaya ihtiyaç var.
Evet, "Milleti yaşat ki devlet yaşasın”
Bireyi yaşat ki millet yaşasın...
100
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Objektif ve Sosyolojik Bir Anayasanın
Zorunluluğu ve Zorluğu
Yrd. Doç. Dr. Bedri Mermutlu / Uludağ Üniversitesi
Türkiye'nin yeni bir döneme girdiği yeni bir anayasa
arayışından anlaşılmaktadır. Ya da yeni anayasa arayışı
Türkiye'nin yeni bir dönemine işaret etmektedir.
Anayasalar çok kolay değiştirilen metinler olmadığı
gibi, zamanı gelince de değiştirilmemesi toplumsal ve
siyasal sıkıntılara yol açacağı için bu değişim zamanını
atlamamak toplum adına yapılacak en önemli iyilik
sayılmalıdır.
Türkiye'de, 1924'ten beri her önemli evrilişte yeni bir
anayasa hazırlanırken aslında yanlış bir şey yapılmamıştır; çünkü 1923 sonrasında, 1960 sonrasında ve
1980 sonrasında, bu tarihlerden önceki zamandan
farklı bir döneme girilmiştir. Ancak girilen her yeni
dönem yeni bir dizayn dönemi olarak düşünüldüğü
için, yapılan anayasalar toplumun ruhuna göre olmak
yerine anayasayı yapan erkin ideolojisi ya da zihniyeti
doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Tarihe biraz daha
yakından bakılırsa, 1960 ve 1980 dönüşümlerindeki
koşulların bile hazırlanmış koşullar olduğu görülecektir ki bu durum zamanın ruhundan peşinen bir kopuş
demektir. Bu yüzden bu anayasalar dayanıklı anayasalar olmamıştır. Siyasi darbeler toplumun organik gelişmesi içinde bir yer bulamadıkları ve bu gelişmeye bir
müdahale olarak yabancı kaldıkları için, bu müdahalenin ürünü olan anayasalar da toplumun ruhuna yabancı kalmışlardır.
Askeri darbeler, militer niteliklerine uygun olarak anayasayı da olabildiğince buyurgan bir dilde kaleme
aldırmış; sivil inisiyatifi mümkün olduğunca sınırlamak suretiyle darbe dönemi vesayetini, yaptıkları anayasaya yedirerek varlıklarını ya da gölgelerini toplumun üstünden eksik etmemeye çalışmışlardır. Bu durum, bir kısır döngü yaratarak, sivil bir siyaset döneminde bile her an askerin duruma el koyabileceği bir
hukuki ve -daha beteri- kültürel bir zemin ve beklenti
yaratmaya yardımcı olmuştur.
1924'ten beri dünyada ve Türkiye'de çok şey değişti.
Ancak hâlâ sivil bir yeni anayasa yapılamadı. Yirminci
yüzyılın ideolojik karakterli siyasal yapıları ve soğuk
savaş şartları ortadan kalksa bile Türkiye'deki bürokra-
tik akıl bu yönde yeni bir anayasayla pozisyon almaya
yanaşmakta nedense pek istekli olmadı. Bu isteksizliğin, otuz yıla yakındır süregiden kanlı bir çatışmanın
önüne geçilmesi dahil, daha nice kronikleşmiş toplumsal sorunların çözülmesine set çektiği her geçen gün
daha iyi anlaşılmaktadır. Ak Parti hükümeti tarafından
dillendirilen ve öncülüğü yapılan anayasa değişikliğine
direnmenin başta gelen bir nedeni, gerçekleştirilecek
değişikliğin ideolojik bir taviz olarak algılanmasıdır. Başka bir partinin önderliğinde gerçekleştirilecek olsaydı
belki bu denli direnç görmeyecek olan değişiklik, Ak
Parti gibi, hakim ideolojiye rağmen iktidar olan bir parti
için bir anlamda haddi aşmak olarak görülmektedir. Ne
var ki şimdiye kadar hem konjonktürel olarak hem de
sayısal olarak bu öncülüğü yapacak konuma gelmek
ancak Ak Parti iktidarına denk gelmişse bu noktada
denecek şey de kalmamış olmaktadır.
Yeni anayasaya direnmenin ikinci bir nedeni topluma
getirilmeye çalışılan ideolojik dizayn döneminin sona
ereceği endişesidir. Modern devlet yapılanması olarak
elde edilmesine çalışılan bilhassa milliyetçi ve laik
kazanımların geri alınacağı korkusu bu dönemde yeni
anayasanın önünde duran önemli bir bariyerdir.
Modern dönemin geçerli yönteminde dinsel talepler
pek hoş karşılanmazken ve etnik farklılıklar yok sayılırken, modern sonrası toplumda farklılıklara ve yaşantılara müdahalesizlik öne çıkmaktadır. Dirençli muhalefet, bir bakıma, zamanında kendi eleştirdiği, geleneksel yapıdan modern yapıya geçmeye direnenlerin durumuna şimdi kendisi düşmektedir, modern durumu
nihai durum olarak gördüğü ve orada kalmaya ısrar
ettiği için. Adım adım ilerleyen değişim talepleri gerçekte daha derin bir yönelimin parçasıdır. Sorun sadece anayasanın değiştirilmesi değildir, daha büyük bir
eleştiridir: modern zihniyet ve kurumlar eleştiri menziline alınmaktadır. Varlıklarını modern sürece borçlu
olan bürokratik seçkinler ve otoriter siyasetçiler bu
yüzden modern devlet zihniyetini mitleştirmektedirler
ve bundan vazgeçme niyetinde değildirler. Modern
dönemin, uzun geleneksel asırlarla gelecek arasında
açılmış bir parantez olduğunu kabul etmek kolay
olmayacaktır.
101
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Eğer anayasa bir ülkenin rehberi olacaksa, Türkiye
önce çağını, sonra kendi özel durumunu ve gelecek
vizyonunu esas alarak yeni anayasasını düşünmelidir.
Anayasanın, “toplumu yola getiren” bir anlayışla ele
alınmak yerine,“toplumu anlayan”bir anlayıştan hareket etmesi en önemli nokta olacaktır. Diğer bir ifadeyle, toplum, devletin şekillendireceği bir nesne olmaktan çıkarılıp anayasaya yol gösteren özne olmalıdır.
Yol göstericilik, anayasanın asıl tarafları olan siyasi
otoriteden topluma geçmelidir. Aksi takdirde anayasal düzen ile toplumsal düzen arasında gerilimler
eksik olmayacaktır. Devletin biçtiği elbise toplumun
üzerine, uysa da uymasa da giydirilmek yerine, toplumun ölçülerine göre elbise biçilmelidir. Aristoteles'den beri bilinen bu ilke, ne yazık ki en zor anlaşılan
ilkedir de. Buyurgan ve yasal temelde bir anayasa yerine toplumsal temelde oluşan bir anayasa yeni bir anayasa olacaktır. “Herkesin, benim anayasam, diyeceği”
bir anayasanın çıkış noktası budur. Böyle bir anayasa,
ister istemez, ideolojik bir anayasa olmayacak; sosyolojik bir anayasa olacaktır. Türkiye ideolojik anayasaları yeterince denemiş bir ülke olarak yeni bir ideolojik
anayasayla yine zaman kaybetmeye mecbur bırakılmamalıdır.Türkiye vatandaşlarını kültürleriyle, özlemleriyle, ihtiyaçlarıyla, kimlikleriyle, inançlarıyla kabullenip, veri olarak onları almak yeni anayasanın “yeni”
olmasının temel koşuludur. İdeal anayasa, objektif
anayasadır; diğer bir ifadeyle, ideal anayasa, varlığını
hissettirmeyen anayasadır. Bir anayasanın hissedilmemesi, kendini tahakküm aygıtı olarak görmeyen
bir devletin anayasayı yurttaşlar üzerinde bir tahakküm vasıtası yapmamasıyla mümkündür; sürekli
vatandaşın karşısına dikilen ve onunla çatışan ideolojik bir anayasa, varlığını her adımda hissettiren
kusurlu bir anayasadır. Sosyolojik anayasa ise toplumsal durumlarla ve amaçlarla örtüşen anayasa olacak;
ikide bir toslanan engelleyici ve yasaklayıcı bir ağırlık
taşımayacak; hatta varlığını hissettirmeyecektir. Devleti toplumdan ve bireyden koruma gibi çarpık bir
anlayışla devletin toplumdan bağımsızlığı ve amaçlarının toplumun amaçlarından farklılığına dayanan
ayırmacı ve çatışmacı yaklaşımın sonu demek olacaktır böyle bir anayasa.
Anayasanın meclis tarafından ve sivil örgütlerin katılımıyla yapılması sivil bir anayasa için gerekli bir şarttır
ama yeterli değildir. Sivil anayasanın bir anlam ve işlev
ya da anlamlı bir işlev taşıması için sivilleşmenin bir
kültür olarak toplumda kökleşmesi gerekir. Toplumda
otoriter ve militer kültürün sistematik olarak kökleştirildiği temel kurum askeri bürokrasidir. Askerin militer kültürüyle ülke içi meselelerde devreye girmesi
eninde sonunda siyasete müdahale olarak nitelenecektir. Askeri bürokrasinin sivil inisiyatifi içselleştirmesi ancak militer kültürden sivil kültüre geçmesiyle
olacaktır. Bu da askeri bürokratın okul yıllarından itibaren yeni bir vizyonla yetiştirilmesiyle mümkün olacak bir kazanımdır. Askeri kendi otoriter emelleri için
araç olarak gören diğer otoriter siyasi ve bürokratik
odaklar, böylece kendi özgül siyasi ve düşünsel güçleriyle normalleşip toplumdaki rollerini daha anlaşılır
ve net biçimde icra edecek duruma gelecektir.
Devlet, bir amaç olmaktan çıkıp halkın mutluluğunun
aracı olacaksa, kendini halkına rağmen konumlandırmamalıdır. Yirmi birinci yüzyıl Türkiye'si bu olgunluğu
elde etmiş bireylerin ülkesidir. Birey aleyhine yapılanacak bir devlet mekanizmasına Türkiye insanının
siyasal bilinci artık izin vermez. Demokratikleşme daima devletin birey karşısındaki fedakarlıklarıyla gelişir.
Devlet, kendi iktidar alanını halkıyla, giderek daha
büyük oranda paylaşmak durumundadır. Devletin,
düşmana karşı terk edeceği hiçbir mevzii, halkına
karşı terk etmeyeceği hiçbir mevzii olamaz.
Siyasi koşulların şu anda Türkiye'de yeni bir anayasa
yapma olgunluğuna geldiğini söylemek fazla iyimserlik olacaktır. Bu yüzden ancak anayasa değişikliğinden
söz edilmektedir ki gerçekçi olan da budur. Topyekun
bir anayasa değişikliği için ancak savaş, ihtilâl ya da
darbe gibi şartları ileri sürmek her ne kadar tarihsel
şartlanmışlıkların sonucu patolojik bir yaklaşım ise de,
bu sefer demokratik olgunluk seviyesini beklemeyi
tercih ederek topyekun anayasa için yeni bir yaklaşım
ortaya koymak en doğrusudur. Ancak, anayasa deği-
Dünyadaki ve bölgedeki gelişmeler Türkiye'yi yeni
rollere mecbur etmektedir. Siyasetten ekonomiye,
kültürden teknolojiye kadar geniş bir yelpazede ve
geniş bir hinterlantta ortaya çıkan bu durum sanıldığı
ve söylendiği gibi bir “köprü” rolünden ibaret olmayan, tarihin ve geleceğin ülkemize yüklediği, kendimiz ve bölgemiz için olan bir zorunluluktur. Son yıllarda Türkiye'nin görmezden gelinemeyecek prestijinde
bu etkin rolün potansiyellerini görmek mümkündür.
Yeni anayasa yeni yarınlar demekse, Türkiye'nin dünya siyasetinde hiç olmasa orta boy bir aktör olarak
bölgesinde lider ve model bir ülke olduğunu düşünerek anayasasını ayrıca bu vizyonla kaleme alması
gerekmektedir. Anayasa modeli olarak Türkiye'nin
pek çok ülkeye verebileceği şeyler olacaktır; bu beklenti dikta yönetiminden uzaklaşmakta olan birçok
çevre ülkede şimdiden oluşmuştur bile. Bunun kadar
önemli olan bir nokta da bizzat Türkiye'nin bu vesileyle kazanacağı özgüven ve sorumluluktur. Ülkeler
ve toplumlar artık sadece ekonomik dereceleriyle
önemsenmiyor, bunun kadar önemli olarak, insan
haklarına ve özgürlüklerine verdikleri değerle önem
görüyorlar.Yeni anayasaTürkiye'nin önünde bu açılım
fırsatına da vesile olmalıdır.
102
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
şikliklerinin de demokratik ve özgürlükçü bir ray üzerinde yürütülmesi zarureti unutulmamalıdır. Bu zaruret en azından antidemokratik ve özgürlükleri kısıtlayıcı maddeleri bütün izleriyle silmeyi gerektirir. Örneğin anayasanın başlangıç maddelerini kırmızı çizgileri
olarak ileri süren ve bunda ısrar eden bir siyasi kitle,
hiç olmasa bu değişiklikler için “teklif dahi edilemez!”
ısrarından vazgeçerek açık seçik bir dayatmayı ortadan kaldırmaya razı olmalıdır. Bu maddeler, revize
edilerek yerinde kalsalar bile, değiştirilmelerinin
“teklif dahi edilemezliği”yerinde kalmamalıdır.
hizmet otoritesi olarak kabul eden ve baştan sona bu
anlayışla kaleme alınan tutarlı bir anayasa metni geleceği ve ömrü olan bir anayasa olabilir. Farklılıkları tehdit olarak görmeyerek, ondan ortak ve sağlam bir bütünlük üretebilen bir anayasa metni ancak geleceği
olan bir toplumun teminatı olabilir. Geçmiş devlet
hatalarında ısrar etmeden, anayasası yoluyla geçmiş
toplumsal günahlarından temizlenmeye karar veren
bir devlet iradesi belki ancak bu şekilde, mağdur ettiği, kırdığı ya da küstürdüğü kitleler tarafından bağışlanacak ve toplumsal barışın yolu açılacaktır.
Anayasanın “düzenleyici” bir anayasa olmak yerine
“çerçeve” bir anayasa olarak düzenlenmesi hızla gelişen toplumsal değişime cevap vermesi bakımından
önemli bir husustur. Aksi halde belki on-onbeş yıla
kalmadan yeniden bir anayasa yapma ihtiyacı doğabilir. Her yıl karşımızda standartlarını daha yükseltmiş
bir toplum bulacağımızı düşünerek, Türkiye'nin yüksek bir sosyal devinim ve değişim çizgisine girdiğini
kabul etmek zorundayız. Değişen toplumun talepleriyle örtüşmeyen ve onların gerisinde kalan bir anayasa sıkıntı yaratacaktır. Anayasanın ömrünü uzatmak, onu genel hükümler seviyesinde tutmakla
mümkündür. Bu durum aynı zamanda anayasa üzerindeki tartışmaları da asgariye indirecektir. Kurumsal
düzenlemelerin önemli bir kısmını anayasa yoluyla
yapmak yerine kanunlar seviyesinde yapılacak
düzenlemelerle gerçekleştirmek hem daha hızlı hem
daha pratik bir yöntemdir.
Yapılacak anayasa değişikliği halkoyuna sunulduğu
takdirde ne sonuç alınacağını şimdiden kestirmek
zordur. Ancak herhalde 1982 Anayasasının kabul edilme seviyesinde bir niceliğe ulaşmasının mümkün
olmadığı şimdiden söylenebilir. Çünkü bu anayasa
değişikliği teklifi toplumda uzun uzadıya tartışılacaktır; tartışılmalıdır. Serbest müzakereler sonucu yapılacak bir referandumun sonucunu, hiç tartışılmadan
yapılan 1982 referandumu seviyesinde bir kabul oranıyla kıyaslamak elbette doğru değildir. 1982 Anayasa
referandumu, anayasasız kalan bir toplumun bir anayasa istiyoruz oylamasıydı gerçekte; nasıl bir anayasa
istediğinin oylaması değildi. Şimdi yapılacaksa eğer,
oylanacak anayasa, nasıl bir anayasa oylaması olacaktır. Tartışa tartışa, konuşa konuşa... Bu yüzden bu anayasaya verilecek evet oylarının nicelikten ziyade nitelik değeri söz konusudur. Yüzde doksan iki oranında
evet denen 1982 Anayasası halkın anayasası olabilmiş
midir? Müzakereci ve katılımcı bir yöntem sonucunda
ulaşılmış bir kabullenmenin halkın rızasını makul
oranda yansıtması bu anayasanın siyasi meşruiyeti
için yeterli olacaktır. Siyasi iktidarın yapması gereken
en önemli hazırlık, anayasa değişikliğinin tartışılma
kanallarını sonuna kadar açmak olmalıdır. Katılımcı ve
demokratik yollarla alınacak, söz gelimi, yüzde yetmiş
oranında evet oyunun, 1982 yöntemleriyle alınan
yüzde doksan ikilik oydan daha geçerli, daha anlamlı
ve daha değerli olacağı kuşkusuzdur.
Mevcut anayasanın en belirgin karakteri -ve belki de
temel felsefesi- iktidarı birey karşısında tahkim etmektir. İktidarın gücünü sınırlama yerine bireyin ve toplumun gücünü sınırlama yaklaşımıyla kaleme alınmış
olan 1982 Anayasasının birçok maddesi bu yüzden ya
değiştirilmek zorunda kalınmış ya da kadük kalmıştır.
Bu duruma düşmeyecek bir anayasanın öncelemesi
gereken reformda devletin otoriter gücünün sınırlandırılması yaklaşımı samimi olarak yer almalıdır. Bireyi
devletin çağdaş kölesi olarak görmeden, devleti bir
103
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Meşruiyet Ekseninde
Adalete Dayalı Anayasa
Prof. Dr. Ejder OKUMUŞ / Osmangazi Üniversitesi
Türkiye'de uzun süredir yaşanan ve tartışmaların odağında bulunan Anayasa sorununun temelinde, esasen
adâlet konusu, adâlet meselesinin temelinde ise
“adâlet” adına icra edilen şeylerin meşrûluğu hususu
yatmaktadır. 2011 genel seçimlerinin de ana gündem
maddelerinin başında yeni anayasa yapmak vardı.
Bugün için de bu durum hala geçerlidir. Hükümet ve
Ak Parti, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın önderliğinde yeni Anayasa konusunu adeta her şeyin önünde tutmaktadır. Çünkü Türkiye'nin başat sorunlarını,
örneğin Kürt sorununu, Alevilik sorununu ve en genel
anlamda özgürlükler konusunu çözüme kavuşturmanın yolu gerçekte yeni anayasa yapmaktan geçmektedir. Bunu hemen herkes bilmekte ve kabul etmektedir.
Hiç şüphesiz toplumun beyin, irade, bilgi, gönül ve vicdanında tasdiklenecek bir anayasanın, meşrûluğunu
toplumdan alan bir adâlet anlayışına dayalı olarak
yapılması elzemdir. Türkiye'de Anayasa ile ilgili en
temel sorun buradadır. Meşrûluk ekseninde adâlete
dayalı bir anayasadan yoksun olan Türkiye, şimdi
bunun yerine meşrûluk eksenli adalete dayalı bir
“Anayasa”yapmak için ciddi ve kararlı gözükmektedir.
Meşrûiyet ekseninde adâlete dayalı bir Anayasa yapmak, Anayasa'nın gerçekten adalet dağıtılmasında
referans olabilmesinin tek yolu olarak önümüzde
durmaktadır. Anayasanın meşruiyet merkezli adalete
dayanmasında ise toplumun değerleri anahtar
konumda bulunmaktadır. Toplumun değerlerinin hiçe
sayan bir anayasa ve yasa yapma girişimi veya anayasal
ve yasal düzenleme, toplumun üzerinde büyük bir
ağırlık yapmaya, toplumun belki de bütün kesimlerine
zulüm aracı haline gelmeye mahkumdur. Konunun
anlaşılması için meşruiyetten adalete, oradan da
anayasaya doğru bir yol izleyebiliriz.
Meşrûiyet kısaca var olan veya ortaya çıkan bir durumun geçerliliğini, izahını ve haklılığını ifade eden bir
olgu olarak düşünülürse, adaleti meşruiyet ekseninde
ele almanın önemi daha iyi kavranabilir. Sosyolojik
anlamda adaletin adalet olarak kabul edilmesi, verili
bilgi vasıtasıyla geçerli görülmesine, yani meşru olarak
algılanmasına bağlıdır. Bu, sosyal hayatın bütün ilişkilerinde böyledir; siyasal alanda da böyledir, siyaset-dışı
alanda da böyledir. Size karşı geliştirilen bir tutum veya
davranışın, adil olup olmadığına nasıl karar verirsiniz?
Onu meşrû görürseniz adil, meşrû görmezseniz zulüm
veya haksızlık olarak telakki ediyorsunuz demektir.
O halde adaletin adalet olmasında temel bir sosyal
süreç olarak meşrulaştırıma ihtiyaç vardır. Diyebiliriz ki
sosyolojik anlamda adil olmak, meşru olmaktır. Aslında
bunun tersinden söylenişi de doğrudur: Meşru olmak
adil olmaktır.
Haksızlığın (cevr, zulm) zıddı olarak adalet (adl, kıst), bir
şeyi başka bir yere değil, konulması gereken yere
koymak olduğuna göre sosyolojik anlamda toplumun
bütün kesimlerini içerecek şekilde insanların, durmaları gereken yerde durmalarını, herkesin kendisine ait
olanla yetinmesini, başkalarının hak ve hukukuna göz
dikmemesini, haddini bilmesini ve toplumu bir bütün
olarak düşünüp başkalarını yerinden edecek hareketler yapmamasını ifade eder. Bu anlamda adalet, sosyal
hayatın, bir arada yaşamanın olmazsa olmaz şartıdır.
Adalette, sosyal hayatta insanlar arasındaki muamelelerin, keyfi olmaması, genel geçer bir takım prensipler
çerçevesinde yapılması esas olmaktadır. Fakat sosyal
hayatta mutlak veya genel geçer anlamda hangi davranışın veya hareketin adâlete uygun, hangisinin uygun olmadığına son çözümlemede nasıl karar verilecek? Buna kim karar verecek? Bu, adalet konusunda en
önemli problemlerden biridir. Bu problemin aşılmasında toplumun kendi inancı, bilgisi ve düşüncesine göre
yaklaşım biçimi, en belirleyici faktör olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu durumda toplumda asgari bir meşruiyet ortak paydasının bulunduğundan söz edilebilir.
Toplumsal meşrûiyet ortak paydası, insanların adâlet
izah ve beklentilerinin oluşumunda temel bir etkendir.
Toplumun aktörleri, bu ortak paydada birleşerek
kendilerine adil veya gayr-i adil davranıldığına kani
olmaktadırlar. Esasen adaletin kurumsallaşmasında da
söz konusu toplumsal meşrulaştırma süreci temel faktördür. Son çözümlemede denilebilir ki, adaletin
meşruiyet elde etmesinde bir tür kolektif bilinç
devreye girmektedir.
104
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Adâletin Meşrûiyet Kaynakları
Adaletin toplumdan meşruiyet elde etmesinde genel
geçer veya evrensel bir takım referanslar ya da kaynak
etkenler söz konusudur. Burada bu referanslardan din,
ahlâk, gelenek ve pratik yarar üzerinde durarak konuyu biraz daha iyi anlama imkânına kavuşabiliriz.
Din, adalet tesisi ve dağıtılmasında, tarih boyunca ve
bugün en temel referanslardan biri olarak karşımıza
çıkmaktadır. Toplum inanç ve dinî hayatlarına göre
adalet anlayışı geliştirmekte ve onu kurumsallaştırmaktadırlar. Din, sorumluluk kazandırma, kontrol veya
denetim sağlama gibi işlevleri vasıtasıyla toplumun
adalet algısında ve adalet adına ortaya konulanların
kabulünde belirleyici bir rol oynar. Bu nedenle de aslında hukukun en önemli dayanaklarından biri de din
olmuştur. Hukuk, adil bir zeminde gerçekleşebilmek
ve kendini kabul ettirebilmek için bir takım kaynaklara
dayanır ki bunların en önemlilerinden biri din ve dinî
metinlerdir. Toplumsal meşrûluğa dayalı adâletin tesisinde din, belirleyici kaynaklardan olduğu için yöneticiler, liderler, bilim adamları, ulemâ adalete dair görüş
ve uygulamalarında dinî kaynaklara başvurmuşlardır.
Aksi halde ortaya koydukları adâletin adâlet olarak
kabulü mümkün olmazdı.
Adaletin meşrulaştırılmasında etkili olan faktörlerden
biri de hukuktur. Hukuk, toplumsal aktörlerden belirli
ve asgari bazı görevleri yerine getirmesi temelinde
adaletin toplumda yerleşmesini sağlar. Sosyolojik ve
siyasal bilimsel anlamda hukuk olmadan adalet olmaz.
Tespit edilebilir ki, ahlâk, adaletin toplum tarafından
meşrûlaştırılmasında önemli kaynaklardan biridir. Toplum, aktörleri arasındaki ilişkilerde ve siyasal otoritenin
otoritesini kabullenmede adalet olarak ortaya konanları geçerli görürken bir takım ahlâkî ilkelerden hareket
eder. Örneğin başkasına iyilik etmek, başkasının özgürlüğüne saygı duymak ve onu kabullenmek, başkalarının mutluluğuna engel çıkarmamak, hatta istemek bir
ahlakî yaklaşım gerektirir. İnsanlara haklarını vermek,
insanların haklarını gasp etmemek, ahlakî bir yaklaşım
gerektirir. Denilebilir ki, toplumsal ilişkilerde adalet,
toplumun ahlâkıyla kendini gösterir. Denilebilir ki toplum, ahlâk anlayışıyla adaleti meşrulaştırır veya gayr-i
meşrulaştırır. Çünkü ahlâk, topluma, ahlâk ile sıkı ilişkisi
olan adâleti adalet olarak kabullenmede bir bakış açısı,
bir yaklaşım tarzı kazandırır. Denilebilir ki, ahlâk düzleminde adalet, başkalarına iyilik üzerine dayalı insan
davranışı standardı meydana getiren en yüksek faziletlere karşılık gelir. Hukuk temelinde adalet, insandan
belli ve asgarî düzeyde bir takım görevleri ifa etmesini
isterken, ahlâk planında adalet, insandan iyilik ve eşitlik
temelinde mümkün olan en yüksek standardı tutturmasını, en yüksek düzeyde iyilik yapması, hayır işlemesi
ve güzel davranışlar sergilemesidir.
SAYI 15 - 16
Gelenek de adaletin meşrûiyet kaynakları arasında
önemli bir yer tutar. Adaletin meşrûiyet kaynağı olarak
gelenek, meşrûluğun ve ona bağlı olarak adâletin
kurumsallaşmasında önemli bir rol oynar.Toplum, adâletin meşrûluğunu belirlerken gelenekle elde ettiği
birikimlerden hareket eder. Geleneğinden kopan,
başka bir ifadeyle geleneksel bir çizgisi olmayan ve
dolayısıyla sosyal hayatta kurumsal devamlılıktan
yoksun olan bir toplumda, adaletin adalet olarak
belirlenmesi mümkün değildir.
Adâletin bir diğer meşrûiyet kaynağı özgürlük olarak
tespit edilebilir. İnsanlar, sosyal ve siyasal ilişkilerde
özgürlüklerinin sağlanmasını, adaletin meşrûiyet kaynağı olarak görürler. Özgrülük anlayışları toplumdan
topluma, milletten millete değişebilir, ama özgürlüğün, adâletin meşrû olarak görülmesinin temel bir
kaynağı olması durumu değişmez.
Pratik yarar, adaletin toplum katında adalet olarak
kabul görmesinde bir diğer önemli kaynaktır. İnsanlar,
yararlı olmasından hareketle adalet uygulamalarını
veya adalet adına yapılan bir davranışı, meşrû görüp
onaylarlar. Son çözümlemede sosyal uzlaşmayı sağlayan ve insanların birlikte, barış içinde yaşamalarına
vesile olan adalettir. Adalet, bir bütün olarak insanlara
fayda sağlamaktadır. Örneğin adalet, insanlara huzur
ve mutluluk getirmektedir. Bundan dolayı insanlar
adaleti adalet olarak onaylamaktadırlar.
Hukuk ve Adalet
Hukukun adaletten ayrı ele alınması mümkün değildir.
Hukuk, adalet temelinde işlerse yerini bulabilir. Adaletin devre dışı bırakıldığı bir yerde hukuktan bahsedilemez. Başka bir ifadeyle hukuk, adaleti gözettiği
ölçüde hukuktur. Bu nedenle içinde adaletin yer almadığı bir“hukuk tanımı”nın, hukuku tanımlayamayacağı
belirtilmiştir. Hukukun tanımında oluşturucu ve sürdürücü bir unsur olarak yer alan adâlet, hukukun toplumla irtibatını koparmamasında önemli işlevler görür.
Adalet dağıtmak üzere ortaya konulan hukuk kurallarının ve hukukî düzenlemelerin, kendilerinden beklenen adaleti dağıtabilmelerinin yolu sosyal meşruiyetten geçmektedir. Toplumdan meşruluk elde etmeyen
hukukî uygulama ve yasal düzenlemelerin adalete
uygun işleyebilmesi, haklıyı haksızı yerli yerince ayrıt
edebilmesi, herkese hakkını verebilmesi, anlaşmazlıkları çözebilmesi mümkün gözükmemektedir. O halde
adalete dayalı hukukun üstünlüğünün sağlanması da
yine meşruiyetle mümkün olur. Şu da belirtilmelidir ki,
adâletin de sürekli kılınması için hukuka ihtiyacı vardır.
O halde adalet ile hukuku birbirinden ayrı düşünmek
kabil değildir.
105
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Siyaset ve Adâlet
Adâletin tesisinde günümüzde devletin merkezi bir
konumu olduğu düşünülürse, devlet-adalet ilişkisi
konusu önem arz etmektedir. Adaletin dağıtılmasında
son karar mercii olarak devletin çeşitli organları görev
yapmaktadır. Devletin organlarının bu görevi yerine
getirirken dayandıkları anayasa, yasa ve diğer düzenlemelerin toplumdan meşruiyet almaları kaçınılmazdır; aksi takdirde toplumun devletin dağıttığı adaleti geçerli kabul etmesi zordur veya mümkün değildir.
Çok yönlü özellikleri olan meşrûiyet, belki de en çok
siyasî bağlam içerisinde ele alınmaktadır. Siyasal
bağlamda sosyal sistemin, mevcut siyasal mekanizma
ve kurumlarının, topluma en uygun mekanizma veya
kurumlar oldukları kanaatini tesis ve idame ettirme
yeteneğiyle ilgili olan meşrûluk, belli bir siyasal düzenin haklı ve geçerli olduğuna dair olgu olarak kabul
edilebilir. Devlet ile yönetilenler veya vatandaşlar
arasında gönüllü, huzurlu ve mutlu bir itaate dayalı ilişki biçiminin gerçekleşebilmesi için meşruiyet elzemdir.
Devletin toplumda düzeni sağlayabilmek için meşruiyete ihtiyacı vardır. Meşrûiyet, devletten gelen ve
siyasal otoritelerin damgasını taşıyan her şeyin boyun
eğilmeye değer olduğuna güven duymalarını ve itaat
edilmesinin gerekliliğine inanmalarını sağlamayı
amaçlar. O halde bir yönetim, devlet veya hükümetin
varlığını sürdürebilmesi için, o yönetim veya iktidarı
ellerinde tutanların, sahip oldukları otoriteyi hak ettikleri konusunda toplum bireylerini, toplumsal grupları,
toplumsal aktörleri ikna etmeleri, onlara haklı nedenler göstermeleri, güven vermeleri, yani otoritelerini
meşrulaştırmaları gerekir.
Toplum, meşruîyet kazandırdığı, yani meşrû gördüğü
devletin adalet temelinde yönetim sergileyeceğine
inanır. Denilebilir ki, devletle toplum arasında adalete
dayalı bir ilişkinin gerçekleşmesinde, toplumun devletin tavır ve uygulamalarını makul ve geçerli görmesi
şarttır. Fakat yönetimi genel anlamda meşrû gören
toplumun, onun bütün yapıp ettiklerini daima meşrû
göreceğine kimse teminat veremez. O nedenle yöneticilerin otoritelerini korumak için yönetim adına yaptıklarını toplum katında meşrûlaştırmaları sosyolojik
bir zorunluluktur.
Anlaşıldığı kadarıyla devletin veya yönetimin ya da
siyasal iktidarın meşrûluk elde etmesinde, salt bir
takım yargılarla“ben yaptım, oldu”mantığı ve bir takım
organlara dayanarak “yasalar böyle istiyor, onun için
böyle yaptık” siyaseti, yeterli olmamakta; ayrıca ve asıl
SAYI 15 - 16
önemlisi sosyal planda onaylanması gerekmektedir.
Denilebilir ki, siyasal erk için asıl önemlisi, toplumdan
onay almaktır. Kısaca toplumun yöneticiyi onaylamasında da adalêt merkezî öneme sahiptir. Bu şu anlama
da gelmektedir: Devlet, toplumda düzeni sağlamak ve
korumak istiyorsa, adil olmak zorundadır. Esasen toplum da devleti adaletin merkezi olduğunu düşünür. Bu
nedenle olsa gerek bizim siyasal kültürümüzde
“şeriatın kestiği parmak acımaz” sözü, devletin adaletine gönderme yapar. Hülasa devletin toplum katında
desteklenmesi ve meşru olması demek adil olması
demektir. Aksi halde meşruiyet krizi veya kaybı oluşur.
Esasen meşruiyet kaybı arttığı ölçüde meşruiyet krizi
başgösterir. Meşruiyet krizi, siyaseti temsil edenlerin,
yönetenlerin veya devletin yönetim ibresinin
adaletten zulme kaydığının işaretidir.
Toplumsal İlişkilerde Adalet ve İyilik
Sağlıklı bir toplumda adalet toplumun bütününde
yaygın olarak bulunur. Toplumsal ilişkilerde adaletin
esas olduğu toplumda, insanlar, bütün davranışlarında
mutedil ve ölçülü olur; konuşmalarında, tartışmalarında, alışverişlerinde, çalışmalarında, siyasetlerinde vs.
adaleti gözetirler. İslam'ın adâlet anlayışına bakıldığında, toplumsal farklılıkları, farklı insanî pozisyonları,
farklı statü ve rolleri içinde barındıran bir toplum yapısında bir adâlet anlayışına sahip olduğu görülür. Müslüman toplumda adâletin tesisinde, yukarıda belirtilen
toplumsal meşrûluğun belirleyici olduğu gözden
kaçmamaktadır. İslam'ın istediği toplumda, toplumsal
ilişkilerde adâlet esastır. Müslüman toplumda insanlar,
kendilerine emredilen adalet (16(Nahl, 90; 4/Nisa, 58)
esasında hareket eder ve adaleti toplumda yaygınlaştırır. Toplumsal ilişkilerde adaletin esas olduğu bir
toplumsal yapıda insanlar, birbirlerine eşitlik ekseninde bakar ve birbirlerini eşitlik temelinde anlamaya
çalışırlar.
İslam'ın siyaset anlayışında da adâlet esastır. “Adâlet
mülkün temelidir” sözü de bunu ifade etmektedir.
Uygulamada çeşitli problemler olsa da İslam'da yönetim ve yöneticide anahtar şart, adalettir, adil yönetmektir. Bir devlet, yönetim veya yöneticinin meşruluğunun temel şartı adil olmaktır. Tarihte de Müslüman
toplumların yöneticilerini seçerken aradıkları en
önemli şart, adâlettir. O nedenle adâlet düzenini hep
ayakta tutmak üzere“adâlet dâiresi”, hem devlette hem
de toplumda adâlet duygusunun kaybolmaması için
işletilen bir kurum olmuştur.
106
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Adil (muksit: 5/Maide, 42; 49/Hucurat, 9; 60/Mümtehine, 8)
bireylerin oluşturduğu toplumda hak yeme, baskı
yapma, ezme, dengeyi bozma gibi şeyler olmaz. Adil
bireylerin inşa ettiği toplumda adalet ruhu hakim olur;
adil insanlar zalimlerin tersine ölçülülük temelinde
orantı ve denklik yanlısı olur. Adalet ruhunun egemen
olduğu toplumda devlete de adalet hakim olur ve
yöneticiler, yönetilenlere adaletle hükmeder.
Yönetenlerin adaletine yönetilenler de adaletle cevap
verirler. Denilebilir ki İslam Peygamberi'nin risalet
görevi süresince hedefi adalet toplumu inşa etmek
olmuştur. Gerek bir birey olarak ilişkilerinde gerekse
yönetici sıfatıyla hep adaleti esas almış ve İslam
toplumunun da adaletten ayrılmamasını istemiştir.
Adalet duygusu, insanların birbirlerine iyilik yapmasının ardında yatan en güçlü duygudur. Toplumda
adaletin egemen olması, iyiliğin yaygınlaşmasının
temelidir. Zira adil toplumda insanlar bencillikten uzak
durur ve çevresinde ortaya çıkan veya yapılan
kötülüklerin yayılmadan boğulması ve iyiliğin bütün
bir topluma yayılması için mücadele eder (9/Tevbe, 71;
3/Al-i İmran, 104; 22/Hacc, 41; 31/Lokman, 17 vd.).
Adalet ve Özgürlük
Adaletin ilgili olduğu en önemli durumlardan biri
özgürlüktür. Denilebilir ki, adaletle özgürlük arasında
önemli bağlantılar vardır; adaletin en temel yansıması,
toplumun özgür olmasıdır. Adil toplum, özgür toplumdur. Esasen özgürlüğün bütün toplum aktörlerince
paylaşılması; herkesin kendini özgür hissetmesi,
özgürce düşünmesi ve düşündüğünü özgürce ifade
etmesi, özgürce hareket etmesi ve eylemde bulunması, özgürce inanması ve inancını ifade etmesi, inancına göre özgürce yaşaması, adaletle mümkündür.
Toplumsal ilişkilerde adaletin esas olduğu toplumda
insanlar, birbirlerinin özgürlük alanlarına müdahale
etmeyecek bir ilişki biçimi geliştirirler. Bu demektir ki
birbirlerine tahakküm etmezler. İnsanların birbirlerine
tahakküm etmediği, özgür bireylerin meydana getirdiği özgür toplumda devlet de tahakkümle yönetmez,
özgürlük felsefesiyle hareket ederek yönetilenlere
adalatle hükmeder, bütün toplumun özgürleşmesinin
yolunu açar.
Adil toplumun özgür toplum olmasında insanların
ölçülü davranışları belirleyici olur. Ölçülü davranan
insan, kendi dışındaki insanların hakkını teslim eder,
onlara saygı duyar, onlara müdahale etmez, onların
özgürlük alanlarına saldırmaz, onların hür iradeleriyle
hareket etmelerine imkân verir. Diyebiliriz ki, insanların hür iradeleri ve seçimleriyle, birbirlerinin haklarını
SAYI 15 - 16
çiğnemeden, birbirlerine kötülük yapmadan hareket
ettikleri adil toplumda özgürlük hakim olur.
Toplumda adalet temelinde eşitliğin geçerli kılınması,
özgürlüğü besler ve özgürlük de dönerek adaleti
besler. Böylece adalet ve özgürlük, dönüşümlü olarak
toplumda birbirini teyid ederek adalete dayalı özgür
toplumu var eder ve devamlı kılar.
Adâlet, farklı düşünce ve inançlara sahip insanların bir
arada yaşamasını göz ardı etmeyen özgür bir
toplumun oluşmasında temeldir. İnsanların bir arada
yaşadığı toplumda özgürlüğün farklı düşünce ve
inancı olan herkes için anlamlı hale gelmesinde ve
geçerli kılınmasında adalet belirleyicidir.
Özgürlüğün sınırlarının belirlenmesinde de adalet son
derece önemlidir. İnsanlar, toplum içinde diğer
insanların varlığını dikkate almaksızın “ben istedim,
oldu” mantığıyla istediği her şeyi sınırsızca yapamaz.
Toplumsal aktörlerin birbirine saygı duyması temelinde bir özgürlüğün hakim olması, adalet temelinde
ölçülü, dengeli ve hoşgörüye dayalı ilişki biçiminin
geliştirilmesiyle mümkün olabilir. Özgür toplumda
hukukun, anayasa ve yasaların da adalet temelinde
uygulanması esastır. Anayasa ve yasaların sosyolojik
anlamda geçerli olması için toplumdan onay alması,
yani meşruiyet elde etmesi gerekir. Aksi halde toplum,
özgürlük kaybına uğrar.
Sonuç olarak adalet, meşrûiyet temelinde ele alındığında denilebilir ki, adaletin adalet olarak toplum tarafından geçerli kılınmasında bir ortak payda vardır. Bu
toplumsal meşrûiyet ortak paydası, insanların adâlet
izah ve beklentilerinin oluşumunda temel bir etkendir.
Adaletin meşruiyet kazanmasında bir takım kaynaklar
söz konusudur. Bu denemede bu kaynakların en
önemlileri arasında, din, hukuk, ahlâk, gelenek, özgürlük ve pratik yarar olarak tespit edilmiştir. Bu kaynaklarla adalet toplumda meşrulaştırılır.
Toplumsal ilişkilerde adalet hakim olursa toplumda
iyilik yayılır, kötülük azalır. Adaletin hakim olduğu toplumda siyaset kurumu da adalet üzere çalışır ve devlet,
adaletle hükmeder.
Adâletin en önemli boyutlarından biri, özgürlüktür.
Özgür toplumun oluşmasında, toplumda özgür bireylerin yetişmesinde adalet duygusu ve adalet anlayışıyla hareket etmek şarttır. Özgür toplumda bireylerin
özgür iradeleriyle hareket etmeleri adaletle mümkün
olur. Toplumda adaletin hakim olması demek, toplumun özgür olması demektir.
107
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
KAYNAKÇA
Meşrûluk, Adâlet ve Anayasa
• Kur'an-ı Kerim
Bütün bu bilgileri ortaya koyduktan sonra adaletin
gerçekleşmesinde ve kalıcı olmasında meşrûluğun
son derece önemli olduğu anlaşılmaktadır. O halde
Anayasa'nın toplum katında geçerli olabilmesi için
gerekli olan adalet kriterinde ve tabii ki dolayısıyla
anayasanın yapılması ve idamesinde meşruluk birincil
derecede gereklidir. Yoksa Türkiye'de hep tartışılan ve
bir türlü toplumun tamamına yakınından meşruiyet
elde etmeyen, adalete değil, adeta bazen gerçekte
bazen algı düzleminde zulme dayalı, zulüm üreten,
çözüm değil sorunlar getiren bir Anayasa yapılır ve bu
anayasa da her açıdan toplumun ve ülkenin
entelektüel, felsefî, siyasal, ekonomik vs. her türlü
gelişiminin önünde büyük bir engel olarak durur.
• D. Sternberger, “Legitimacy”, İnternational Encyclopedia of the
Social Sciences, Ed. David L. Sills, c. 9, The Macmillan Company,
byy. 1968
• Ebû'l-Hasan el-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, İslam'da
Hilâfet ve Devlet Hukuku, Çev. Ali Şafak, BedirYay., İstanbul 1976
• E. Okumuş, Dinin meşrulaştırma Gücü, Ark Kitapları, İstanbul
2005
• E. Okumuş, “Secularization and Religion”, Euro Agenda/Avrupa
Günlüğü,Yıl: 4, Sayı: 7, 2005
• E. Okumuş,Toplumsal Değişme ve Din, 3. bs., İstanbul 2010
• E. Okumuş, “Osmanlılarda Siyasal Bir Kurum Olarak Adâlet
Dairesi”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi,Yıl: 3, Sayı: 5, 2005
• E. Okumuş, “Meşruiyet Ekseninde Adâlet”, Meşruluğun
Toplumsal Gerçekliği, ÖzgüYayıncılık, İstanbul.
• İbn Haldun, Mukaddimetu İbni Haldûn,Tah. Derviş el-Cüveydî, 2.
bs., el-Mektebetu'l-Asriyye, Beyrut 1996
Bundan sonra ülkemizde gerçekten halkın meşruluğunu almış bir adalet zeminine oturan, toplumdan
geçerlilik elde eden bir anayasanın varlık düzeyine
çıkması, yani toplumun, ülkenin ve devletin bütün
kurum, kaynak ve değerleriyle önünü açan anayasa
yapılmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Bugün ise böyle
bir anayasa için en uygun zemin bulunmaktadır.
Zaman da uygundur. Hatta bu noktada hiç zamanımız
kalmamıştır. Artık“yavaş olalım, biraz daha bekleyelim”
gibi yaklaşımlarla vakit öldürmek, söz konusu
özelliklerde Anayasa yapmayı geciktirmek demektir;
böyle bir Anayasa'yı geciktirmek ise ülkemizin huzur,
mutluluk ve refahından çalmaya devam etmek
demektir.
• M. Hadduri, İslâm'da Adalet Kavramı, Çev. S. Ayaz, Yöneliş Yay.,
İstanbul 1999
• M. Weber, Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, Çev.
Özer Ozankaya, İmgeYay., Ankara 1995
• Peter L. Berger, The Sacred Canopy, Doubleday and Company,
Inc., Garden City, NewYork 1967
• P. Berger-T. Luckmann, “Sociology of Religion and Sociology of
Knowledge”, Sociology of Religion, Ed. Roland Robertson,
Penguin Books, England 1971
• P. Berger-T. Luckmann, Thomas, The Social Construction of
Reality, Allen LaneThe Penguin Press, London 1967
• R. N. Bellah, “Religion and the Legitimation of the American
Republic”, Varieties of Civil Religion, Ed. R. N. Bellah-P. E.
Hammond, Harper-Row, NewYork 1980
• S. Kutup, İslam'da Sosyal Adalet, Çev. M. B. Eryarsoy, Arslan Yay.,
İstanbul 1982
Sonuç olarak yeni Anayasayı yaparken Hükümetimizin
ve görev alan bütün kişilerin, Anayasa yapmada rol
alan ilgili ve yetkili herkesin, resmî ve sivil örgüt veya
grupların, Anayasanın sağlam temellere oturmasının
ve kalıcı olmasının yolunun “meşrûiyet ekseninde
adâlete dayalı Anayasa” sloganı ve bilinciyle hareket
etmeleri, toplumun temel inanç, değer vd. esaslarının,
meşruluk ilke ve kaynaklarının üzerine oturan adalet
merkezli bir anayasanın kaçınılmaz olduğunu asla göz
ardı etmemeleri ve yeni anayasa yapmada vakit kaybetmenin toplum ve devlet olarak aleyhimize olacağını unutmamaları şarttır. Türkiyemizde bu özellik ve
nitelikte bir Anayasa yapılabileceğinin işaretleri ortadadır. Bunun için gerekli olan siyasal irade de mevcuttur.
• S. M. Lipset, Siyasal İnsan, Çev. Mete Tunçay, Teori Yay., Ankara
1986.
108
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Bürokratik İktidardan Halk İktidarına
Demokratik Sivil “Yeni Anayasa”:
Niçinler ve Nasıllar?
Prof. Dr. Yücel OĞURLU / İstanbul Ticaret Üniversitesi
Toplumun, devletin kurulması sırasında ilk kez birbiriyle ve eğer kurulu bir devlet varsa toplum ile devlet
arasındaki âdeta “kavilleşme” olarak düşünülebilecek
anayasalar, aynen örtüşmeseler de kamu hukukunun
bilinen tabiriyle, “sosyal sözleşme”lere benzerler. Bu
metinler bünyeleri itibariyle diğer hukuk metinlerinde
olduğu gibi sık sık değiştirilmeye uygun değildirler.
Bunun için, bir devletin kurulması esnasında veya olağanüstü süreçleri atlatmasından sonra ilk kez ortaya
çıkan veya yenisiyle değiştirilen anayasalar, “günaşırı”
değiştirilememeleri ve diğerlerinden katı olmaları
bakımından ayrılırlar. Türkiye de, askeri darbeler döneminden çıkarak çok partili sistemini her şeye rağmen
kurmayı başaran bir ülke olarak yeni bir yapılanma ve
inşa sürecine girmiş ve âdeta yeniden kurulur gibi yeni
bir anayasa çevresinde toplumuyla “sosyal sözleşmesini” tazeleme eşiğindedir. Bu açıdan son yüz elli yıllık
geçmişini de hatırlayarakTürkiye, 1876 yılında Osmanlı
Devleti'nin artık son dönemece girdiği bir dönemde
başladığı“yazılı anayasalı devlet”olma sürecinden yaklaşık 140 yıl sonra, yeni tasarlananın da kabulü halinde
7nci anayasasıyla yoluna devam etmeye hazırlanıyor.
Bu süreçte, bugüne kadar yukarıdan aşağıya doğru
yapılandırılan bütün anayasaların arasında, ilk kez
sonuncusuyla tabandan tavana oluşturulması imkân
ve fırsatı doğmuştur. Sürecin doğru yönetilmesi halinde, militarist tabanlı vesayetçi anayasa anlayışından,
sivil ve halka dayanan bir anayasanın ihdas edilmesi
gibi tarihi bir şans yakalanmış olacaktır.
Bu girişimlerle halkın birbiriyle ve devletle olan ilişkilerini en üst seviyeden tespit ve tanzim edecek bir
hukukî metnin oluşturulması gibi asla berhevâ edilmemesi gereken bir fırsat yakalanmıştır. Çünkü bu kez de
toplumun ikna olacağı bir anayasa oluşturulamazsa,
muhtemelen bugüne kadar olduğu gibi, bir on yıl
kadar daha yeni “yama”larla alınacak palyatif destek-
lerle, farklı seviyelerden dile getirilen sosyal talepleri
gerçekleştirme imkânı rafa kaldırılarak “soğutma
kabına”alınmış olacaktır. Artık halkta, belki de 100 yıllık
gecikmelere maruz kalan sosyo-ekonomik ve sosyopsikolojik ihtiyaçlar ile toplum hayatının her kademesinden gelecek daha fazla hak ve özgürlük taleplerinin
dikkate alınacağı sivil bir anayasa beklentisi doğmuştur. Sıklıkla dile getirilen “sivil anayasa” vurgusunun ne
derecede anlamlı olduğunu, Türkiye'nin yakın tarihine
kısaca bakarak hatırlamak gerekir:
Anayasalar ve AskeriVesayet
Türkiye'de askeri ve sivil bürokratik vesayet ve onun
temsil ettiği statükonun korunması, resmi ideoloji
adına (hatta onunla bir perdelemede bulunarak) ve kendi konum ve çıkarlarını koruma adına devlet otoritesini millet iradesinin karşısına koyan; milletle devlet
kurumlarını karşı karşıya getirmenin sosyo-politik
maliyetlerini ve kendi itibar ve saygınlıklarını da hiçe
sayarak çelişkili ve tutarsız durumlara düşmekten
çekinmeyen bir zümre tarafından halka yüksek
bedeller ödettirilmek suretiyle sağlanmıştır. Milli iradeye karşı, hatta bunun da ötesinde Stalinist bir çağrışım
ile “halka rağmen, halk için” gerçekleştirildiği ima
edilen, topluma ve siyasetçilere gözdağı vererek
“toplum mühendisliği” adı altında sosyal hayata çekidüzen vermek amacına yönelik ve “ders olsun” saikiyle
yapılan 1960 askeri darbesi, büyük bir çoğunluğun
oyuyla gelen DP iktidarını alaşağı ederken başbakan
ve bakanları da idam sehpasına götürmekten kaçınmamıştır. 1960 Anayasası böyle bir politik zemine dayandığından toplum nezdinde hiçbir zaman meşruiyet kazanamamıştır. Bu eylem, halkın geleneksel olarak itaat ve hürmet edilen “devlet” kavramına aldığı
mesafeyi daha da artırmıştır.
109
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
1982 Anayasası'nın 1960 Anayasası'na göre daha
demokratik olduğu tezi, ziyadesiyle kolektif hakları
daraltıcı yapısından dolayı, öteden beri özellikle DP
çizgisinin yok edilmesini onaylayan devletçi ve militarist kanat tarafından savunulmaktadır. Bu söylem o
kadar güçlü bir şekilde ve özellikle Hukuk Fakülteleri
Anayasa ve Kamu hukukçuları tarafından savunulmuştur ki; darbeye muhalif olması gereken Liberal, İslâmcı,
Demokrat veya Muhafazakâr Milliyetçi görüşleri olanlar bile bu rüzgâra kapılmışlardır. Çok partili, çoğulcu
ve parlamenter bir ortamı bütünüyle yok eden bir
askeri vesayet ve onun destekçisi azınlık bir kitlenin
tasallutunda oluşturulan bu Anayasanın“Üniversitelerin ve meslek odalarının da görüşü alındı.” denilerek
sivil destek ve meşruiyetinin olduğu iddiası kâğıt üzerinde ve cunta/komita mantığının iddiasıdır.
Aynı gerekçelerle 1982 Anayasası da, nereden türetildiği bilinmeyen ve Türkiye gündemini en az 30 yıl ideolojik çatışmalara sahne kılan, 'ortamdan kurtarma'
bahanesiyle oluşturulmuş bir anayasadır. Türkiye'de
Marksistler, İslâmcılar, Kürtler, Aleviler ve Milliyetçiler
tarafından farklı saiklerle yapılan ve kendi zaviyelerinden bakıldığında bir kısmı haklı bulunabilecek
sistem eleştirilerine kulak tıkayarak yapılmış; ayrıca
propaganda araçlarına getirilen yasaklar dolayısıyla
hangi içerikteki bir anayasaya oy verdiğinden habersiz bir halkın halkoylamasına dayandırılmış olduğundan 1982 Anayasası psikolojik destekten mahrum
kalmış bir anayasadır.
Bugün, 12 Eylül 2010 Anayasa değişiklikleri ile ancak
“sıva çatlakları” kapatılan 1982 Anayasasının bütünüyle ortadan kaldırılması ve yeni anayasanın yürürlüğe konulması elzemdir. Çağdaş gelişmelerden
haberdar, mukayeseli kamu hukuku, anayasa hukuku
ve idare hukukunun son dönemlerde kat'ettiği mesafeyi dikkate alan; özgürlükçü, demokratik taleplere
kulak tıkamayan, halkın teşkilâtlanma (örgütlenme)
haklarının önünü açan, milletle ve onun saygı duyduğu ortak değerleriyle ahenkli; kavga temeline oturmuş değil, onun hizmetinde olduğunun farkında olan
bir anlayışla yepyeni bir anayasa hazırlanmalıdır.
Anayasanın Dayanacağı Zemin ve“İdeoloji”
Yeni anayasanın, ne Marksist, ne dini, ne milliyetçi, ne
de pür-liberal referanslarla oluşturulmayacağı açıktır.
Fakat yeni anayasa “insan olma ortak paydası” ve insanın sosyal, maddi ve manevi ihtiyaçlarını dikkate alarak
oluşturulması gereken ve herkesin kendisinden bir
şeyleri bulabileceği; bununla birlikte temel bir yakla-
SAYI 15 - 16
şım olarak bütün maddelerinin de üzerinde daha
büyük bir“öz”e sahip ve“kendini oluşturanlardan daha
fazla bir şey”olmak zorunluluğu içinde bir anayasadır.
Marksistlerin “sınıflı toplum” anlayışının yeni anayasaya temel alınması nasıl mümkün değilse, Liberallerin öngörülerinin de bir süzgeçten geçirilerek dikkate alınması gereklidir. Seçimlerde ortaya çıkan oy dağılımlarının %50 civarındaki payını alan demokrat muhafazakâr ve %15 in üzerinde pay alan tabanı bakımından ilkiyle kesişen muhafazakâr-milliyetçi kitlenin
taleplerinin artık bu sefer ıskalanmaması gerekir.
Plüralist sistemde “azınlığın haklarının daha önemli
olduğu” söylemiyle ülkenin çoğunluğuna sahip kitlelerin, yani çoğunluğun hakları çiğnenmemelidir. Bu
söylem ancak, çoğunluğun gerçekten iktidar olabildiği
ve keyfi idare etme riskinin söz konusu olduğu ortamda dillendirilebilir. Hâlbuki Türkiye için bu ifadeler,
zaten devlet imkânlarını elinde tutan ve “göreceli olarak” azınlıkta kalan bir kitle tarafından, günün birinde
devlet eliyle kullanageldikleri imkânlarının ellerinden
çıkacağı kaygısıyla geliştirdikleri bir savunmadır.
Özetle yeni anayasa, resmi ideolojilerden kurtulurken
bir kolaj çalışması şeklinde ahenksiz bir bütüne dönüşmemeli veya yukarıda sayılan modellerden herhangi
birinin bütün “koyuluğu”yla tek bir renge bürünmemelidir. Ona ortak ruhunu verecek şey, bir yandan yeni
anayasanın ortaya çıkmasına duyulan ihtiyacın gereği
olarak geçmiş dönemlerin maksatlı, hatalı ve ideolojik
uygulamalarına karşı serdedilen duruş ve kararlık olmalıyken, diğer yandan da toplumda talepleri olan
bütün kesimlerin dinlenilmiş ve ülke gerçekleri bakımından makul taleplerinin mutlaka dikkate alınmış
olarak yapılan bir anayasa olma özelliği olmalıdır.
Kopyalama Problemi
Türkiye'de kanunların Osmanlı döneminde Ticaret
Nizamnamesi'nden başlayarak Cumhuriyet döneminde de Batı Avrupa ülkelerinden iktibas yoluyla
(kodifikasyon) aktarıldığı herkesçe malumdur. Aslında
bu ilmi (bilimsel) adlandırma, basitçe bir çeviri ve
kopyalamadan ibarettir. Bizim üniversite yıllarımızda,
yani Medeni Kanun'un kabulünden 60 yıl sonra bile,
“İsviçre Medeni Kanunu'ndaki 've'nin 'veya' olarak
çevrilmediği, bunun hangi hatalara sebep olduğu,
çeviri hatasının halen devam ettiği” gibi tuhaf
tartışmalar doktrin kapsamında ders kitaplarında yer
işgal etmekteydi. Türkiye, eski hukukunun anahtarı
olan kazuistik metodu geliştirememesi ve“içtihat kapısını kapatması”sebebiyle Mecelle ve birkaç küçük
110
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
istisna dışında Batı Avrupa'da üzerinde yüzyılların birikimiyle oluşturulan kanunların alternatifini oluşturamamış ve çaresizce çeviri yapma dışında bir yolu düşünememiştir. Bugün 2000 sonrası Medeni Kanun veya
Yeni Türk Ceza Kanunu kabul edilirken, yine aynı
metod biraz daha yumuşatılarak işletilmiştir. Maalesef, Türkiye'nin hukuk dünyası evrensel formlarda ve
toplumun ihtiyacını karşılayacak şekilde kendi hukukunu üretmede başarısızdır. Bu, Yeni Medeni Kanun'
un veya Türk Ceza Kanunu'nun başarılı olup olmadığından farklı bir konudur. Konu, Türkiye'nin evrensel
düzeyde fakat kendine ait bir anayasa ve kanunları ne
zaman yapabileceği meselesidir. Şu anda yapılan anayasa çalışmalarında evrensel ve yerel buluşturulmaya
çalışılarak, son yüzyılda ilk defa anayasamızın kendine
özgü tarzda ihdası imkânı doğmuştur. Bölgesinde
ciddi bir güç ve aktör olma yolunda önemli adımlar
atan Türkiye'nin kendi hukukunu, yine AB hukukuna
uyum içinde fakat kendisi üretecek bir yola girmesi
elzemdir.Yeni anayasa bunun için iyi bir fırsattır.
AB hukukuna özellikle vurgu yapmamın sebebi;
hemen yanı başımızda yükselen ve yaklaşık 50 yıl boyunca Birlik ve üye devletlerin kendi vatandaşları için
öngördüğü saygın ve koruma düzeyi yüksek hukuk
sisteminin kayda değer ve ileri bir örnek oluşudur. Yüz
binlerce sayfaya ulaşan AB müktesebâtının gözardı
edilmesi ihtimal dışı olmakla birlikte, eski kompleksleri
devam ettirerek bu müktesebâtın bütünüyle kopyalanması da tam bir gaflet olur. Birliğe üye olan hiçbir
devletin AB hukuku ile iç hukuklarını uyumlaştırmaları
(harmonizasyon) sırasında kendi hukuklarında “takdir
marjlarını” korudukları ve milli alan olarak bıraktıkları,
kıskançlıkla korunan alanlar vardır. Türkiye, AB'ye doğru başladığı yürüyüşünden henüz vazgeçmiş değildir.
Bu sebeple, AB müktesebâtıyla çatışmayan, ancak
bölgesinde güçlenen konum ve imajına yakışır bir
şekilde, kompleksiz, çağdaş ve yerli bir“hukuk üretme”
(ihdas) cesareti artık gösterilmelidir. İşte bu noktada,
yeni anayasanın ihdası sürecinde mevcut hukuk uygulama birikimini soyut hukuk kurallarına dönüştürmeyi
başaran, halkının talep ve ihtiyaçlarını karşılayan,
temel hak ve özgürlüklerin korunması konusunda kıskanç, anahtar kavramları muğlâk bırakılarak kötüye
kullanılmasına izin vermeyecek açıklık ve belirginlikte,
artık coğrafyasına rehberlik edecek bir devlete uygun
bir anayasa olabilmesine dikkat etmek gerekir.
Uzlaşma Mümkün Mü?
Türkiye'de anayasaların tarihçesi gözden geçirilirse,
anayasa yapım sürecinde şu ana kadar maalesef hiçbir
SAYI 15 - 16
şekilde “toplumsal uzlaşma” ve müzakere sağlanamamış ve hatta metinler üzerinde tartışılmamıştır bile.
Bugün uzlaşma yaklaşımının tarihi bir fırsat olduğunun ve bunun tarihi “bir açmaz”a dönüştürülmemesi
gerektiğinin farkında olmak zaruridir. Sivil anayasa
hazırlama eşiğindeki Türkiye'nin bu fırsatı iç çekişmelerle ve “pasif direniş”lerle heder edilmemeli; toplumun “iştahı kaçmadan” ciddi bir sosyolojik taban araştırması da yapılarak ve hukuki teknik destek alınarak
özgürlükçü bir anayasa ortaya konulmalıdır.
Anayasa yapım sürecinde Anayasa Komisyonu'nda,
teknik anlamda sadece Anayasa hukukçularının
düşünülmesi bile başlı başına bir hatadır. Dünyada,
temel hak ve özgürlüklerin, yargının, yürütme ve
idarenin hangi noktaya gittiğinin ve içeriğinin yeni
gelişmelere göre ne şekilde doldurulması gerektiğinin
İdare hukukçuları, Kamu hukukçuları, İktisatçılar, Felsefeci ve Sosyologlar gibi diğer sosyal bilim disiplinlerinden insanların bulunması gerekir. Odalardan ve
Sendikalardan da meslek temsilcilerinin mutlaka
Komisyon'da dinlenilmesi gerekir. Toplumda talep ve
iddiaları bulunan ancak “şiddete bulaşmamış” olan
bütün toplum kesimleri bir şekilde dinlenilmelidir.Yeni
anayasanın ihdasına kadar önümüzdeki süreçte, bu
anayasanın “temel rükünleri” kamuoyu ile paylaşılarak
tartışmaya açılırken bu değerli fırsatın işleyişinin
sabote edilmesine izin verilmemelidir. Bu çerçevede
uzlaşmanın muhtemel taraflarının gerçekten samimi
olması gereklidir.
Yeni ihdas edilmesi planlanan anayasanın Marksist
veya Milliyetçi olmayacağı gerçeğinden hareketle,
Liberallerin temel hak ve özgürlükler konusunda geliştirdikleri modelden sonuna kadar yararlanılmasının
faydalı olacağı, bununla birlikte pür-liberal bir anayasanın da Marksist, Solcu, Milliyetçi, İslâmcı, Dindar veya
Muhafazakâr kitleler tarafından kabulünün de mümkün olamayacağı düşüncesindeyim. Yeni anayasa,
Türkiye gerçeği üzerinden “gerçekçi bir sosyal devlet”
modelinin korunması gerekliliğine uygun ve sosyal
taleplerinin muhatap bulabileceği bir içerikte oluşturulmalıdır. Bu anlamda, serbest piyasaya izin veren bir
modele ihtiyaç olmakla birlikte, Liberal düşünceden
ayrı olarak devlet, ekonomik bakımdan zayıf olan
kitlelerin de maddi ve manevi refahını gözeten ek
yükümlülükleri üstlenebilmelidir. Yine çoğunluğun
talepleri ve anlayışları dikkate alınarak, homoseksüellik, kürtaj, cinselliğin yayınlanması vs. gibi birçok
konuda Liberaller ile diğerlerinin aynı fikirde olmadığını ve liberalizmin sadece düşünce özgürlüğü ve serbest piyasadan ibaret olmadığını da hatırlamak gerek.
111
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
İçerik veTemel Hak ve Özgürlükler
Yeni anayasanın, toplum-devlet ilişkileri, devletin
yapılanması ve temel hak ve özgürlükler konusunda
genel esasları belirleyen“çerçeve anayasa”niteliğinde
olması gereklidir. Fakat bu noktada, geçmişte sıkça ve
haklı olarak eleştirilen kamu düzeni, milli güvenlik,
genel ahlâk gibi temel hak ve özgürlüklerin genel
sınırlandırma sebepleri 13. maddeden çıkarılmıştı.
Bunun yerine, “sınırlandırmanın sınırları”nı belirleyen
hakkın özü ve ölçülülük gibi hakların korunmasına
yönelik anahtar kavramlar tercih edildi. Bu değişiklikteki temel endişe, genel sınırlandırma sebeplerinin
içeriğinin kanun koyucu, yürütme ve onun içerisindeki idare tarafından keyfi bir şekilde doldurulabildiği
gerçeği idi. Bu örnekte Türkiye'de onlarca yıl genel
sınırlandırma sebeplerinin anlamlandırılmasında
keyfi yorumlarla militarist ve “lâyüs'el” bir yapı sürdürülmüştür. İşte tam da bu noktada, yeni anayasanın
“çerçeve anayasa” olması gerektiğini tekrarlamakla
birlikte, temel hak ve özgürlükler üzerinde keyfi
yorumlara sebep olacak kavramların içeriğinin muğlâk ve askıda bırakılmaması gerekliliğine dikkat çekmek gerekir. Bu tür kavramlardan belki de en önemlisi
laikliktir. Kavram, dünyadaki farklı uygulama örneklerinden en kötüleri seçilerek Türkiye'de uygulandığından korkunç bir keyfilik ve despotizm ortaya çıkmıştır. 1940'lı yıllar uygulamasında neredeyse
Stalinist bir din karşıtlığıyla açıkça dinle mücadele
edilirken, izleyen yıllarda bir parantez sayılabilecek
ABD modeli (DP uygulamaları) dışında, 2000'li yıllara
gelene kadar neredeyse bütün bir süreç boyunca
Fransız modeli Laiklik uygulanmış, bunun da ötesine
geçilerek çok daha ileri düzeyde katı ve keyfi, kanun
tanımaz şekillerde uygulamalar sergilenmiştir. Örneğin, Fransa'da üniversitelerde başörtüsü hiçbir zaman
yasaklanmamış, hatta gündeme bile getirilmemiştir.
Orada ilk ve orta öğretimde konu tartışılarak bir
sınırlama getirilirken, Türkiye'de güya Fransa örnek
SAYI 15 - 16
alınarak üniversitelerde de başörtüsü yasağı getirilmiş ve Türkiye gündemi 30 yıl boyunca bu haksızlığa sadece birileri Laiklik ilkesini bu şekilde yorumladıkları için, yani haksız bir şekilde meşgul edilmiştir.
Yüz binlerce insan inançlarından dolayı, kanunlarda
dayanağı olmayan yanlış ve keyfi bir yorum ile
Türkiye'de yandaşları toplamı %20'lerde olan marjinal
görüşlerin öncüleri tarafından mağdur edilmiştir.
Hâlbuki laiklik anayasada bulunması gereken bir
unsurdur ve içeriği din ve vicdan özgürlüğü hakkındaki diğer anayasal düzenlemeleri anlamsız kılmayacak şekilde doldurularak inançların mağdur edilmemesi ve korunması bağlamında tanımlanarak
anayasada yerini almalıdır. Aksi halde, yani tek bir
anahtar kavramın içeriğinin küçük bir sınıf eline bırakılması halinde yüksek sosyal ve psikolojik maliyetler
ortaya çıkmaktadır. Benzer durum eski TCK'nın 141,
142 ve 163 ncü madde uygulamalarıyla Türkiye'de
Marksist, Sosyalist, İslâmcı, Milliyetçi ve Solcular,
rejimi koruma adına fikir/düşünce suçu kapsamında
mağdur edilmiştir.
Yine azınlıkların korunması gibi kavramlar, azınlık kavramının içeriği doldurularak belirlenebilir. Lozan'daki
ayrım temel alınarak Türkiye'nin kuruluşunda yer alan
bütün unsurlar asli unsur olarak çoğunluğu oluşturmakta ve diğerleri ise azınlık sınıfında kalmalıdır.
“Türk” kavramına ayrıştırıcı etnik bir sınıflandırma
anlamında değil, kültürel mensubiyet bağlamında
yaklaşılmalı ve vatandaşlık bağı öne çıkarılmalıdır.
Yürütmenin isabetli politikalar izlemesi halinde, Türk
vatandaşlığı şimdikinden de ileri bir seviyede bütün
yakın coğrafyamızın talep ettiği, kazanılması için
“kuyruğa girdiği” bir imkân ve fırsat halinde dönüştürülmelidir.
Sonuç olarak, yeni anayasanın dayanakları, lafzı ve
ruhuyla gerçekten yeni olması gerektiği düşüncesiyle
başlangıç nev'indeki bu yazıma son vermek isterim.
112
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
12 Eylül Darbesinin Mantığı ve
1982 Anayasasının Temel Felsefesi Bağlamında
TÜRKİYE İÇİN YENİ BİR
ANAYASANIN GEREKLİLİĞİ
Prof. Dr. Nihat Bulut / İstanbul Şehir Üniversitesi
1982 Anayasasının benimsediği felsefeyi anlayabilmek için 12 Eylül rejiminin mantığına bakmak gerekir.
Kuşkusuz, kendini ülkenin yeniden yapılandırılmasına
adayan 12 Eylül rejiminin en önemli hedeflerinden biri,
sarsıldığı varsayılan “devlet otoritesini” yeniden güçlü
bir biçimde tesis etmekti.
12 Eylül rejiminin bu yaklaşımı, onun, devleti, birey ve
topluma karşı koruma güdüsü ile hareket etmesi sonucunu doğurmuştur. Kişilere tanınan hak ve özgürlüklerin düzeni bozduğuna inanan ve özgürlükle güvenlik
arasında karşıtlık olduğu anlayışını benimseyen 12
Eylül rejimi, 1982 Anayasası marifetiyle, devleti bu
yüzden bir güvenlik devleti olarak şekillendirme
yoluna gitmiştir.
Bunu yaparken de neredeyse herkesin herkesle
savaştığı, otoritenin olabildiğince silikleştiği ya da
kaybolduğu, kimsenin kimseye güveninin kalmadığı
bir “12 Eylül Öncesi Durum” tasavvurundan yola çıkmıştır. Hakikaten, gerçek ya da kurgu, 12 Eylül öncesi
için öyle bir durum resmi çizilmiş ve belleklere yerleştirilmiştir ki, bu dönemde ne can emniyeti söz konusudur ne de mal emniyeti.
Bu durum bize, tam da Hobbes'un, insanların devleti
kurmadan önce içinde bulunduklarını söylediği “doğa
hali”varsayımını hatırlatmaktadır. Elbette kurgu, korku
ve güvenlik endişesine dayandığında, sonucun da aynı
şekilde güvenliğe odaklanması ve özgürlüklere cephe
alması kaçınılmazdır.
Şimdi kısaca Hobbes'un devlet kuramına bakalım ve
bunun 1982 Anayasasıyla nasıl örtüştüğünü görelim.
Hobbes'a göre insanlar, siyasal bir toplum haline gelmeden önce, her düzeyine çatışma ve şiddetin egemen olduğu bir doğal yaşam sürdürüyorlardı. Yine
Hobbes'a göre, herkesin mutlak anlamda özgür ve eşit
olduğu bu dönem, özü itibariyle bir “savaş dönemi”
1
idi.
Çünkü otoritenin olmadığı yerde eşitlik ve özgürlük
kargaşadan başka bir şey değildir. Sürekli bir savaşın
hüküm sürdüğü bu dönemde hiçbir şeyin önemi yoktur. Söz konusu olan öyle bir savaş ortamıdır ki, burada
neyin adil olup olmadığının tespiti olanaksızdır. Hile ve
güç, en büyük iki erdemdir. Aynı şekilde mülkiyetten,
egemenlikten ve “benim” “senin” ayrımından söz
etmek de mümkün değildir. Hepsinden kötüsü, hep
şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır; insan hayatı,
yoksul, kötü, vahşi ve kısadır.
Elbette hiç kimsenin ne can ne de mal emniyetinin
bulunduğu bu kargaşa manzarasının sonsuza dek sürmesi düşünülemezdi. Nitekim Hobbes, akıl sahibi
insanların bencil tutkularının harap edici etkilerinden
kurtulmak için, özellikle de ölüm korkusuyla, aralarında bir sözleşme yaparak egemen gücü (devleti) kurduklarını ve tüm yetkilerini ona devrederek, artık
çekilmez bir hal alan doğal yaşamdan kurtulduklarını
2
söyler.
İnsanların, kural olarak, doğal yaşama dönemindeki
haklarını karşılıklı olarak devrettikleri egemen bir
Leviathan'dır. O, sözleşmenin tarafı değildir ve büyük
bir yetkiler demetiyle donatılmıştır. Neden? Barış ve
güvenliğimizi sağlasın diye.
Eşsizliği ve sınırsız muktedirliği nedeniyle Hobbes
tarafından Leviathan olarak adlandırılan devlet;
mutlak, ebedi ve bölünmez yetkilerle donatılmıştır.
3
Devlet artık ölümlü de olsa tanrı mesabesindedir.
O, yargılama, anlaşmazlıkları çözme, barışa veya savaşa
karar verme, ödüllendirme veya cezalandırma, şeref
veya paye ihsan etme, insanlara nelerin öğretileceğini
ve onlara nasıl davranılması gerektiğini belirleme gibi
hakların tek sahibidir. Buna karşın uyrukların, yönetim
seklinin değişmesini talep etmeleri, egemene karşı
durmaları, hiçbir surette egemeni eleştirmeleri veya
cezalandırmaları mümkün değildir: Egemenin devasa
gücü karşısında, buyruklara bir tek egemene boyun
4
eğmek kalır.
113
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Tekrar vurgulayalım, halkın bu yeryüzü tanrısı formundaki devlete itaat etmesinin nedeni, devletin, sivil
barışı ve insanların güvenliğini sağlamasıdır.
Tabii Hobbes'un teorisi içinde bulunduğu dönem
başta olmak üzere, çağlar boyu önemini korumuş,
çeşitli yönleriyle tartışılmış bir teoridir. Bu teorinin
bizim 1982 Anayasasıyla örtüşen yanı şu: Asıl olan, toplumsal barış ve güvenliktir. Barış ve güvenlik ancak,
bireylerin hak ve özgürlüklerini sınırlama kabiliyetiyle
donatılmış,“güçlü devlet”yapısıyla mümkündür.
Kuşku yok ki bu anlayış çerçevesinde birey devlet ilişkisinde öncelik devlete verilecektir. Gerçi, Türk siyasal
geleneğinde devletin bireye ve toplumsal gruplara
göre üstün tutulmasının ve bu çerçevede devletin,
toplum üzerinde ve ondan özerk bir varlık olarak algılanmasının, devlete sahip olanların kendilerini ulusal
menfaatlerin tek temsilcileri saymalarının ve giderek
topluma ve onun kurumlarına şüphe ile bakmalarının
5
süregelen bir olgu olduğu söylenebilir. Bunun doğal
sonucu, devletin toplum üzerinde ve ondan özerk bir
varlık olarak algılanması, devlete sahip olanların kendilerini ulusal menfaatlerin tek temsilcileri saymaları ve
giderek sivil topluma ve onun kurumlarına şüphe ile
6
bakmalarıdır. Esasen demokrasiye geçtikten sonra da,
Türk yönetici elitlerinin bu tutumları çok değişmemiştir. Özbudun'un da belirttiği gibi, bürokratik elitler
modern-batıcı eğilimleri gereği demokrasiyi içtenlikle
istemişler, fakat demokrasinin, rakip ya da karşıt çıkarların serbestçe örgütlenebilmeleri ve kuralları önceden belirlenmiş biçimde barış içinde yaşayabilmeleri
yolundaki çağdaş anlayışı tam anlamıyla benimse7
yememişlerdir. Bu eğilimin 1982 Anayasasının yapılışında had safhada olduğu aşikârdır.
O kadar ki, Anayasa daha Başlangıçta, “Hiçbir düşünce
ve mülahaza Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının
Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün
tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke
ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma
göremez” gibi, son derece geniş ve kapsamları belirsiz
kavramları kullanarak, kendine özgü bir meşru siyasal
alan oluşturma ve bunun dışındaki her türlü yorumu
dışlama intibaı yaratmıştır. Böylece, demokrasinin özünü oluşturan, rakip düşünce ve çıkarların serbestçe
örgütlenebilmeleri ve kuralları önceden belirlenmiş
biçimde barış içinde yarışabilmeleri olgusu, daha
baştan zedelenmiştir.
İşte 1982 Anayasasının bireye göre devlete öncelik
vermesinin, büyük ölçüde, böyle bir anlayışın ürünü
olduğu söylenebilir. Oysa dünyadaki anayasa hareketlerine baktığımız zaman, esas olarak, bireyin devlete
SAYI 15 - 16
karşı korunmasının amaçlandığı bir seyir takip
edildiğini görürüz.
Fakat bütün bunları söylerken Türk anayasal tarihine
haksızlık yapmamak gerekir. Anayasal gelişim süreci
açısından bakılırsa, Türkiye'de 1971 değişiklerine
kadar belli başlı anayasal uğrak noktalarının, sözgelimi
1961 Anayasasının özgürlükleri ön plana çıkaran yapısı
bunun kanıtıdır.
1982 Anayasası bu bakımdan bir gerilemeyi ifade
etmekte ve aslında 1961 Anayasasının bireye ve
toplumsal gruplara tanıdığı hakların, devlet otoritesini
sarstığı anlayışına dayanmaktadır. 1982 Anayasasının
siyaset içinde halka biçtiği konum bu bakış açısının bir
ürünüdür. Bu bakış açısıyladır ki, 1982 Anayasası
özgürlük ile otorite arasındaki dengede, otoriteye
8
daha fazla ağırlık verilmiştir. Bu bağlamda anayasa,
temel hak ve özgürlükler alanında, serbestlikten çok,
sınırlandırmacı bir anlayışı benimsenmiştir. Anayasanın sistem içinde, seçimle oluşturulmamış organlara,
ama özellikle de Milli Güvenlik Kuruluna ağırlık
vermesi de aynı anlayışın bir ürünü olarak görülebilir.
Devlet-Birey İlişkisinde
Devlete Tanınan Üstünlük
a- Güvenlik Vurgusunun Doğal Bir Sonucu:
Askeri Bürokrasinin Sistem İçindeki Ağırlığı
aa-1961 Anayasası Dönemi
Gerçekten 1982 Anayasası devleti bireye üstün tutmakla kalmamış, devlet içinde de seçilmiş organların
durumunu zayıflatma yoluna gitmiştir. Esasen bu zayıflatma 1961 Anayasasından miras kalan bir anlayışın
yansımasıdır. Özgürlükler rejimini düzenleyen hükümler açısından önem taşıyan 1961 Anayasası, “esas
teşkilat”ı düzenleyen hükümler bakımından apayrı
özellikler taşımış; yürütme erkine, Bakanlar Kurulunun
yanı sıra, devlet bürokrasisini ve özellikle Milli Güvenlik
Kurulu mekanizması ile de askeri bürokrasiyi ortak et9
miştir. 1982 Anayasası, Kurulun yürütme içindeki etkisini biraz daha artırmış ve sistem içinde daha önemli
bir konuma getirmiştir. Kalaycıoğlu bu gerçekten yola
çıkarak, 1982 Anayasasının, milli egemenliğin yanı sıra
devlet egemenliğini de tescil ettiği sonucuna
10
varmıştır.
1961 Anayasası, “milli güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirmek”le görevli asker ve sivil karışımı, fakat
sivil ağırlıklı bir organ olan Milli Güvenlik Kurulu'nu
oluşturmuştu.
114
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
12 Mart rejimi anayasa değişiklikleri sırasında, kurulun
statüsünde değişiklik yapmış ve sistem içindeki ağırlığı
biraz daha artırılmıştır. Anayasanın ilk şekline göre
Kurula askeri kanattan kuvvet temsilcileri katılıyordu
ve kurul yardımcılık etmek üzere oluşturulmuştu. 1971
değişikliğiyle kurula askeri kanattan katılacak olanlar,
kuvvet komutanları olarak belirlenmiş ve yardım
etmek üzere ibaresi metinden çıkartılarak, tavsiye
11
etmek ibaresi konulmuştur.
bb-1982 Anayasası
1982 Anayasası ise askeri gücü biraz daha artırmıştır.12
Gerçekten Anayasa Milli Güvenlik Kurulundaki sivil üyeaskeri üye oranını askeri üyeler lehine değiştirmiş ve
Cumhurbaşkanını bir yana bırakırsak, sayı eşitliği sağlamıştır. Öte yandan Milli Güvenlik Kurulu yetki ve görev
bakımından daha etkin kılınmıştır. Buna göre, kurulun
alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar
Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınacaktır
(md.118).
13
Ayrıca 1982 Anayasasında, zaten muğlak olan milli
güvenlik kavramı daha da genişletilmiş, savunma ve
güvenlik konularını aşan bir kapsam kazanmıştır.
Tanör, Anayasanın Milli Güvenlik Kurulu ile ilgili maddesinde geçen “toplumun huzur ve güvenliğinin
korunması” ibaresinden hareketle, hak ve özgürlükler
rejiminin her kesimiyle milli güvenlik kavramının
denetimi altına çekildiğini söylemektedir. Tanör'e göre
“toplumun huzur ve güvenliği” terimi, Türk siyaset ve
kamu hukuku literatüründe, olağanüstü rejim dönemleri başta olmak üzere, siyasal ve sosyal çelişki ve
çatışmaların bastırılması anlamında kullanılmaktadır.
Dolayısıyla bu gibi ibareler milli güvenlik kavramının
kapsamını genişletmekte ve askeri kanada, devlet
çarkının ve toplum olaylarının denetlenmesinde daha
14
büyük olanaklar sağlamaktadır.
Demek ki, 1982 Anayasası, ilk şekliyle, hem kapsam
genişliği hem de kararların bağlayıcılığı açısından Milli
Güvenlik Kurulunu daha etkin kılmaktadır. Acaba
buradan yola çıkarak söz konusu kararların Bakanlar
Kurulunu bağladığını söyleyebilir miyiz?
Hemen belirtelim ki, bu konudaki ağırlıklı görüş Milli
Güvenlik Kurulu kararlarının son tahlilde bir öneri niteliğini taşıdığı ve ancak Bakanlar Kurulunca benim15
sendiği ölçüde uygulanacağı şeklindedir. Fakat bu
durum, bu görüşü benimseyenlerin de çoğunlukla
vurguladıkları gibi, söz konusu kararların hiçbir etkisinin bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Milli
Güvenlik Kurulu kararları hukuken tam bir bağlayıcılık
özelliği taşımasa bile, siyasi bağlayıcılık özelliğini haiz
olmuştur. Çünkü kurulun önemli bir bölümü Bakanlar
16
Kurulu üyelerinden oluşmaktadır. Ülkemizde zaman
SAYI 15 - 16
zaman yaşanan siyasal gelişmeler bunun kanıtıdır.
Örneğin, Milli Güvenlik Kurulu 28 Şubat 1997 tarihinde
demokratik-laik düzenin korunması için gerekli gördüğü bir dizi kararlar almış, ancak siyasal iktidar, özellikle
iktidarın büyük ortağı olan RP, bu kararların bağlayıcı
olmadığını ileri sürerek uygulamaya yanaşmamış ve
süreç, söz konusu kararları uygulayacağını vaat eden
bir hükümetin kurulmasıyla tamamlanmıştır. Bu
durum Milli Güvenlik Kurulu kararlarının siyaseten ne
kadar etkili olduğunun bir göstergesidir.
Sonuç olarak, 1982 Anayasasına devlet-birey ilişkileri
ve seçilmişlerin sistem içindeki konumu açısından
bakıldığı zaman, güvenlik amacının ön planda olduğu,
bireye karşı devletin ön plana çıkarıldığı; buna bağlı
olarak, çağdaş demokrasilere oranla, devlet otorite17
sinin güçlendirmesinin amaçlandığı ; devlet içinde
ise, seçimle gelen otoritelerin yanında, devlet bürokrasisine önemli bir yer verildiği görülür. Bütün bunlar,
1982 Anayasasının, devleti bireye tercih özelliğinin
yanı sıra, sınırlı katılımı öngören bir felsefeye dayandığının da göstergeleri sayılabilir.
Çağdaş demokrasilerin bireyi ön planda tuttukları, sivil
toplum kuruluşlarına kuşku ile bakmadıkları ve siyasi
sorumluluğu bulunmayan kurumları önemli yetkilerle
donatmadıkları dikkate alınırsa, 1982 Anayasasının bu
anlayışın gerisine düştüğü görülür.
Fakat bu noktada önemle vurgulamalıyız ki, 1982 Anayasasının çağdaş demokratik anlayışın gerisine düşmesine neden olan etken, tek başına, milli güvenliğin
altını çizmesi ve Milli Güvenlik Kuruluna yer vermesi
değildir. Demokratik açıdan doğal olmayan şey, siyasi
sorumluluk taşımayan Milli Güvenlik Kurulu'nu hükümetin ve parlamentonun üstünde saymak, dahası ikinci bir kabine izlenimi verebilecek bir işleyişe kavuşturmaktır. 1982 Anayasasının çağdaş demokratik ana18
yasalardan ayrıldığı nokta da bu olmuştur.
b- Devlet-Birey İlişkisinde Devlete Tanınan
Üstünlüğün Özgürlük Anlayışına Yansıması
aa-Genel olarak Hak ve Özgürlüklerin
Sınırlandırılması Rejimi
1982 Anayasasının bireye bakışı onun hak ve özgürlük
anlayışına da yansımıştır. Anayasa uluslararası norm19
lara, özellikle de İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine ,
uygun olarak yurttaşlara bir takım hak ve özgürlükler
tanımışsa da, çağdaş anlayışın gereği olan “özgürlük
20
kural sınırlama istisna” ilkesini tersine çevirmiş ve
kutsal21 saydığı devletin otoritesini güçlendirmek için,
1971 ve 1973 değişiklikleri ile belirginleşen temel hak
ve özgürlükleri sınırlama eğiliminin en üst noktasını
22
oluşturmuştur.
115
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Gerçekten 1982 Anayasası özgürlüklerin genel rejimi
açısından katmerli sınırlama sistemi denilebilecek bir
mekanizma getirmiştir. Bir kere, istisnasız bütün hak ve
özgürlükler için devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünün, milli egemenliğin, cumhuriyetin, milli
güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu
yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması
gibi genel sınırlama hükmü konulmuştur(md.13).
İkinci olarak temel hak ve özgürlükler, kendi maddelerinde sayılan sınırlama nedenleriyle de daraltılabileceklerdir. Üçüncü olarak temel hak ve hürriyetlerin
kötüye kullanılmaması başlığını taşıyan 14. maddeyle
genel bir yasaklama ve yaptırım hükmü konulmuş ve
bunların hangi amaçlarla kullanılmayacakları, aksine
23
davrananların cezalandırılacakları kabul edilmiştir.
Başta da vurguladığımız gibi, bütün bunlar, 1982 Anayasasının devlet otoritesini özgürlükler aleyhine güçlendirme ve dolayısıyla bireyi devlet karşısında ikinci
plana atma eğiliminin bir göstergesidir.
otoriteye feda etmemektir. Elbette, ilk bakışta, düzen
ya da otorite ile özgürlük birbiriyle çatışır gibi gözükmektedir. Fakat gerçekte bunların birbirine ait olan iki
şeyin parçası sayılmaları gerekir. Bu bağlamda, düzen
ya da onu sağlamakla yükümlü olan iktidar, özgürlüğün düşmanı değil, şartıdır.
c- Hak Kategorilerinin Genel Durumu
Tek tek hak kategorilerine baktığımız zaman da farklı
bir manzarayla karşılaşmıyoruz. Anayasa, kişinin devlet
tarafından aşılamayacak ve dokunulamayacak özel
alanının sınırlarını çizen ve bireyin maddi ve manevi
varlığını koruyan özgürlükleri ifade eden kişisel haklar
konusunda oldukça tedbirli ve kısıtlayıcı davranmıştır.
Bütün bu tespitler, sınırlama yapılırken uyulması gereken bir başka ilkenin gündeme getirilmesi sonucunu
doğurmaktadır. Bu, “özgürlük kural sınırlama istisna”
ilkesidir. Bu ilke, sınırlamanın ancak istisnai hallerde,
düzenin bozulmasının kuvvetle muhtemel olduğu
durumlarda söz konusu olabileceğini ifade eder. Aksi
bir tutum, yani bu ilkeyi tersine çeviren bir anlayış,
insan haklarının yönelmiş olduğu amaçla bağdaşmaz.
Anayasanın, kişilere çeşitli yollarla yönetimi etkileme
ya da bizzat siyasal faaliyette bulunma hakkı veren
siyasal haklar konusundaki yaklaşımı ise, askeri darbenin amaçları doğrultusunda çok nettir ve basitçe,
“depolitizasyon”sözcüğüyle ifade edilebilir.
Toplumda yaşayan yoksul insanlara asgari bir yaşam
düzeyi sağlamayı ve dolayısıyla, insan onurunu korumayı hedefleyen sosyal haklara gelince, serbest piyasa
ekonomisinin çok revaçta olduğu bir dönemde bunlardan söz etmek bile güçtü.
İlginçtir, diğer bütün hak ve özgürlükler konusunda
oldukça sıkı davranan 1982 Anayasası yapıcıları, ekonomik haklar ve anayasada yer alan ekonomik hükümler bakımından son derece cömert olmuşlardır. Aslında
bunun da Hobbist teoriyle çatışır bir yanı yoktur.
Çünkü siyaset söz konusu olduğuna ejderha kesilen
Hobbes'un devleti, ekonomik alanda minimaldir.
Temel Felsefenin Aşındırılması:
Anayasa Değişiklikleri
Oysa yapılması gereken şuydu: Hak ve özgürlükler belli
koşullarla sınırlanabilir, ancak bu sınırlamada uyulacak
24
ilkeler vardır. Bu ilkelerden en önemlisi, özgürlük
otorite ilişkisinde dengeyi iyi kurmak ve özgürlüğü
Özgürlük otorite ilişkisinde özgürlüğü ön plana
çıkarmak, devlet birey ilişkisinde bireyi ön sıraya almak
demektir. Dolayısıyla, oluşturulacak sınırlama rejiminde bu gerçeği dikkate almak ve devleti bireye yeğlememek gerekir. Çünkü özgürlüğün şartı olan devlet,
başlı başına bir amaç değildir. Amaç, insanın seçmiş
olduğu gaye doğrultusunda kendisini geliştirme
imkânına sahip olmasıdır. Bu durum dikkate alındığında, özgürlüğün ancak toplum düzeninin sürmesini
sağlamak ve herkesin ondan düzen içinde yararlanmasını olanaklı kılmak için sınırlanabileceği yargısına
varılır.
1982 Anayasanın bu doğrultuda değiştirilmesi kaçınılmazdı. Nitekim Anayasa bugüne kadar tam on sekiz
kez değişmiştir. En geniş kapsamlı değişikliler 1995,
2001 ve 2010 yıllarına tekabül edenlerdir. Bu geniş
kapsamlı değişikliklerden ilk ikisi daha ziyade temel
hak ve özgürlükler alanı ile ilgiliydi. 2010 değişiklikleri
ise ağırlıklı olarak yargı ile ilgili konulara odaklanmasına rağmen, temel haklara ilişkin olan ve onlara
güvence sağlayan değişikliklere de yer verilmiştir.
Bunlardan 1995 değişiklikleri, 1982 Anayasası'nın
öngörmüş olduğu depolitizasyon olgusunu aşılması
bağlamında azımsanamayacak bir gelişme sayılabilir.
Gerçekten 1995 değişiklikleriyle, dernekler, sendikalar,
kamu kurumu niteliğindeki Meslek Kuruluşları ile
kooperatiflerin siyasetle ilgilenemeyeceklerine ilişkin
yasaklar kaldırılmış ve baskı grubu olgusunun tanınması sağlanmıştır. Öte yandan kamu görevlilerine sendika kurma hakkı tanınmış, seçmen yaşı on sekize indirilmiş, gençlerin ve öğretim elemanlarının siyasal partilere üye olabilmelerinin yolu açılmış ve siyasal partilerin faaliyetlerine ilişkin olumlu değişiklikler yapılmıştır. Bütün bunlar, siyasal katılım kanallarının açılmasını ve belli bir ölçüde de olsa depolitizasyon olgu25
sunun aşılmış olduğunu göstermektedir.
116
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
2001 yılında 4709 Sayılı Kanunla yapılan anayasa
değişiklikleri ise, her şeyden önce iki açıdan 1982 Anayasasının geleneksel yaklaşımını tersine çevrilmesi
bakımından bir umut olmuştur.
İlki, Milli Güvenlik Kurulunun yapısının değiştirilerek
sivil üyelere ağırlık verilmesi ve kararlarının bağlayıcılık
26
gücünün zayıflatılması olgusudur.
İkincisi ise, temel hak ve özgürlüklerin sınırlama rejimi27
nin değiştirilmesidir. Fakat, birey lehine önemli açılımlar getirmesine karşın, bu değişikliğin beklentileri
karşılayamadığı söylenebilir. Yapılan değişiklikle 13.
maddedeki genel sınırlama nedenlerinin kaldırılmış
olması olumlu bir gelişmedir. Fakat genel sınırlama
nedenlerinin pek çoğunun, bazı hak ve özgürlükler
için özel sınırlama nedeni haline getirilmesi değişikliğin olumlu yanını zayıflatmıştır.
14. maddedeki kötüye kullanma biçimlerinin azaltılması ve devletin de bu hükmü ihlal edebileceğinin
öngörülmüş olması, başka bir olumlu gelişmedir.
Aynı şekilde Başlangıç metninde yapılan değişiklikle,
beşinci fıkranın başında geçen, “Hiçbir düşünce ve
mülâhazanın” ibaresinin, “Hiçbir faaliyetin” şeklini
almasını da, ilk bakışta, olumlu bir değişiklik olarak
değerlendirmek mümkündür. Yapılan değişiklikle, bu
paragrafta vurgulanan ideolojik değerler manzumesi
karşısında, hiç değilse düşünce açıklamalarına koruma
sağlanmak istendiği söylenebilir. Fakat, burada,
“eylemler” yerine “faaliyetler” sözcüğünün tercih edilmesi, Başlangıç'ın orijinal metninin anlamında ciddi bir
değişiklik yapılmadığı intibaını uyandırmaktadır.
Çünkü faaliyet sözcüğü, faal olma halini, çalışmayı,
canlılığı, hareketliliği ifade eder ve doğal olarak, yazma
ve konuşma da dahil, her türlü etkinliği içine alacak bir
şekilde yorumlanabilir.
Bunların dışında, öz kriterinin yeniden Anayasaya
sokulması, ölçülülük ilkesinin açıkça anılması da olumlu değişmeler olarak zikredilebilir. Fakat temel hak ve
özgürlükler ile ilgili maddeler tek tek dikkate alındığında, özel sınırlama nedenlerine gereğince dokunulmamış olması önemli bir eksiklik olarak kalmıştır.
Bu arada daha sonra yapılan değişikliklerle ölüm
cezasının kaldırılması, uluslararası insan hakları belgelerinin kanunlara üstün kılınması, milletvekili yaş sınırının düşürülmesi gibi değişiklikler de önemlidir.
SAYI 15 - 16
Bir önemli değişiklik de kuşkusuz 2010 yılında yapılan
ve halk oylaması sonucu yürürlüğe giren değişikliklerdir. Türkiye'de 12 Eylül 2010 tarihinde referanduma sunulan 17. Anayasa değişiklik paketi, önemli
düzenlemeler getirmektedir. Özellikle hukuk devleti
açısından 1982 Anayasası'nın içinde barındırdığı
birçok aykırılık unsurunun düzeltilmesi bu değişiklik
kapsamında yer almıştır. Bu değişiklik paketi ile
Türkiye'nin kendine özgü hukuk devleti anlayış ve
uygulaması, kısmen de olsa olması gereken hukuk
standartlarına yaklaştırılmak istenmiştir.
2010 Anayasa değişikliği ile birlikte, hem temel hak ve
özgürlüklerin genişletilmesi hem de korunması konusunda önemli bir adım daha atılmıştır. Örneğin, toplumda özel surette korunması gereken kesimler
(engelliler, çocuklar, kadınlar) için fiili eşitliği sağlamaya yönelik pozitif ayrımcılık yapılabileceği hükme
bağlanmıştır. Öte yandan kişisel verilerin korunması ve
vatandaşın yurtdışına çıkma özgürlüğünün genişletilmesi sağlanmıştır. Ayrıca memurlara toplu sözleşme
hakkı tanınmıştır. Diğer taraftan bilgi edinme hakkı
anayasaya girmiş, siyasal partilerin kapatılması daha
da zorlaştırılmıştır. Ayrıca, HSYK ve YAŞ kararları sınırlı
da olsa yargı denetimine açılmış, idarenin işleyişiyle
ilgili şikâyetler için Kamu Denetçiliği Kurumu ihdas
edilmiş, insan hakları ihlallerini gidermeye yönelik
olarak da, anayasa şikâyeti yolu açılmıştır. Öte yandan
askeri yargının görev alanı daraltılmış ve askeri bürokrasinin sistem içindeki yeri biraz daha normalleştirilmiştir.
Sonuç olarak, 1982 Anayasası, başlangıç itibarıyla, 12
Eylül darbesinin gerekçesi ve mantığı bağlamında,
güvenliği esas alan ve devlet teşkilatını buna göre
şekillendirmeyi seçen, özgürlükleri düzeni bozması
muhtemel unsurlar olarak görüp kuşkuyla bakan,
kutsal olarak nitelediği devleti bireye yeğleyen bir
felsefeye sahip olmuştur. “12 Eylül öncesi koşullar”
gerekçesiyle meşrulaştırılmaya çalışılan bu anlayış,
demokratik yaşam olgunlaştıkça etkisini kaybetmeye
başlamış ve 1982 Anayasasında belli aralıklarla önemli
değişiklikler yapılmıştır.
Kuşkusuz bu değişiklikler son derece önemlidir. Ancak,
değişikliklerin boyutu ve önemi ne olursa olsun, 1982
Anayasasının temel felsefesinin bütünüyle aşılabildiği
söylenemez. 1982 Anayasası, darbenin mantığı gereği,
farklılıkları dikkate almayan ve bireyi ikinci plana iten
bir anlayışa sahip olmuş ve bunu hükümlerinin
bütününe yaymıştır.
117
TARİH BİLİNCİ
SAYI 15 - 16
NASIL BİR ANAYASA
Örneğin, başlangıç hükmünde bugünkü haliyle yer
alan, “Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk
varlığının Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının,
Türklüğün tarihi ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği...” ibaresi bunlardan bir
tanesidir. Elbette burada sayılan değerler önemlidir.
Ancak bu değer ya da ilkeler son derece geniş ve
belirsizdir. Unutmamak gerekir ki, 1982 Anayasası başlangıç kısmını anayasaya dahil saymaktadır ve yapılacak bir anayasaya uygunluk denetimine dayanak yapılmaları durumunda, denetimin yerindeliğe kayması
kuvvetle muhtemeldir.29
deki düzenleme nasıl ifade edilebilir? Hem de ölüm
cezası kaldırılmışken.
Yine Anayasanın 17. Maddesinin ilk fıkrasında yer alan,
“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve
geliştirme hakkına sahiptir” ibaresinden sonra, “bir
tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir
ayaklanma veya isyanın bastırılması, sıkıyönetim veya
olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği emirlerin
uygulanması sırasında silah kullanılmasına kanunun
cevaz verdiği zorunlu durumlarda meydana gelen
öldürme fiilleri, birinci fıkra hükmü dışındadır” şeklin-
Bütün bu değerlendirmelerden sonra denilebilir ki,
yapılabilecek en doğru iş, 19. Yüzyılda başlayan ve günümüze kadar gelen Türk anayasacılık deneyimlerinden de yararlanarak, sistem içerisinde seçilmiş kurumları ön plana çıkaran ve özgürlükler konusunda da
bireyi esas alan yeni bir anayasa yapmaktır.
Olağanüstü hal ve sıkıyönetim dönemlerinde çıkarılmış olan kanun hükmünde kararnamelerin yargı
denetimi dışında bırakılması da 1982 Anayasasına
sinmiş olan güvenlik endişesinin bir göstergesidir.
Askeri bürokrasinin sistem içindeki konumuna ilişkin
önemli değişiklikler yapılmış olmasına rağmen, 108.
Maddede yer alan“Silahlı Kuvvetler, Devlet Denetleme
Kurulunun görev alanı dışındadır”hükmünü muhafaza
etmek de aynı doğrultuda değerlendirilebilir.
DİPNOTLAR
1) Hobbes'un doğa durumu varsayımı için bkz. Thomas
Hobbes, Leviathan, Çev: Semih Lim, YKY, İstanbul, 2001,
s.92 vd.
2) Bkz. Hobbes, s.127
3) Hobbes, s.130.
4) Devletin yetkileri için bkz. Hobbes, 131-138.
5) İlter Turan, Siyasal Demokrasi, Siyasal Katılma, Baskı
Grupları ve Sendikalar, Türkiye Denizcilik Sendikası
Eğitim Dizisi-7, Emin Ofset, İstanbul, 1986, s.70.
6) Ergun Özbudun, “Türkiye'de Siyasal Kültür ve
Demokrasi,” Türkiye 'de Demokrasi ve Siyasal Kültürün
Gelişmesi, Yayına Hazırlayan, Hüsnü Erkan, TDV ve
Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi
Enstitüsü Ortak yayını, İzmir, 1990, s.66.
7) Özbudun, Türkiye'de Siyasal Kültür, s.66.
8) Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin y.,
Ankara, 2010, s.62.
9) Cem Eroğul, Anatüzeye Giriş, İmaj y., Ankara, 1996,
s.245; Taha Parla, Türkiye'nin Siyasal Rejimi, 1980-1989,
İletişim y. İstanbul, 1995, s.76.
10) Ersin Kalaycıoğlu, "1960 Sonrası Türk Siyasal
Hayatına Bir Bakış", Türkiye'de Siyaset: Süreklilik ve
Değişim , Derleyenler: E.Kalaycıoğlu-A.Y.Sarıbay, Der y.,
İstanbul, s.485.
11) Milli Güvenlik Kurulunun 1961 Anayasasındaki
konumu için bkz. Tayfun Akgüner, 1961 Anayasasına Göre
Milli Güvenlik Kavramı ve Milli Güvenlik Kurulu, İÜSBF
y. İstanbul, 1983, s.198-200.
12) Özbudun, TürkAnayasa Hukuku, s.69.
13) Milli Güvenlik kavramının muğlaklığı ile ilgili olarak
bkz.Akgüner, s.63 vd.
14) Bülent Tanör, İki Anayasa 1961-1982, Beta y., İstanbul,
1991, s.123.
değişikliklerinde "kutsal" ibaresi yerini "yüce" ibaresine
bırakmış ve nispeten yumuşatılmıştır.
15) Bkz. Şeref Gözübüyük, Anayasa Hukuku, S y., Ankara,
1989, s.240; Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasanın
Anlamı, Gerçek y., Ankara, 1986, s.346; Akgüner, s.235;
Erdoğan, Anayasacılık Parlamentarizm Silahlı Kuvvetler,
Siyasal Kitabevi,Ankara, 1993, s.143.
22) Oktay Uygun, 1982 Anayasası'nda Temel Hak ve
Özgürlüklerin Genel Rejimi, Kazancı Kitap Ticaret A.Ş.,
İstanbul, 1992, s.194
16) Kaldı ki, Milli Güvenlik Kurulunun 118. maddeye göre
almış olduğu kararların bağlayıcı olmadığından hareketle,
Anayasanın sivil bir anlayışı yansıttığını söylemek
mümkün olsa bile, Anayasanın başka maddelerinde (md.
120, 122) olağanüstü hal ve sıkıyönetim kararı almadan
önce Bakanlar Kurulunun, Milli Güvenlik Kurulunun
görüşünü alması zorunluluğu getirilmiş olması karşısında,
böyle bir yargıya varmanın doğru olmadığı söylenebilir.
Bkz. Erdoğan, Anayasacılık Parlamentarizm Silahlı
Kuvvetler, s.144.
17) Karşı görüş için bkz. Kemal Gözler, Türk Anayasa
Hukuku Dersleri, Ekin y., Bursa, 2009, s.133. Gözler, 1982
Anayasasının hürriyet otorite dengesinde hürriyeti feda
ettiğinin söylenemeyeceğini, anayasasının bu ikili arasında
bir hassas denge kurmaya çalıştığını ifade etmektedir.
18) Ergun Balcı, MGK ve Demokrasi, Yöneliş y., İstanbul,
1997, s.241-245
19) 1982 Anayasası ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi
arasındaki ilişki için bkz. Süheyl Batum, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi ve Türk Anayasal Sistemine Etkileri,
İÜHF y., İstanbul, 1993, s.3 vd.
20) Tanör, İkiAnayasa, s.135.
21) 1982 Anayasası Başlangıçta bunu vurguluyor. Bu
temel hak ve özgürlükler ile devlet otoritesinin
güçlendirilmesiyle de alakalı bir durumdur. Fakat 1995
118
23) 1982 Anayasasının temel hak ve özgürlükler rejimi ve
özellikle sınırlama nedenleri için bkz. Uygun, s.115-140;
Tanör, İki Anayasa, s.134-138; Soysal, Anayasanın
Anlamı, s.190-201.
24) Bkz. Nihat Bulut, “4709 Sayılı Kanunla Yapılan
Anayasa Değişikliği Çerçevesinde Hak ve Özgürlüklerin
Sınırlanması Rejiminin Birey Devlet İlişkisi Açısından
Değerlendirilmesi”,AÜEHFD, C:V, S:1-4, 2001, s.40-41.
25) 1995 değişikliğinin siyasal katılım açısından
değerlendirilmesi için bkz. Nihat Bulut, 1982 Anayasası
Çerçevesinde Türkiye'de Siyasal Katılım, (Yayınlanmamış
Doktora Tezi) MÜSBE, İstanbul,1998, s.246 vd.
26) Bkz. Yusuf Şevki Hakyemez, “Demokratik Ülkelerde
Milli Güvenlik Politikasının Belirlenmesi”, AÜEHFD,
C:VII, S:3-4,Aralık 2003, s.304 vd.
27) Bkz. Bulut, 4709 Sayılı Kanunla Yapılan Anayasa
Değişikliği, s.54 vd.
28) Bkz. Yusuf Şevki Hakyemez, “2010 Anayasa
Değişiklikleri ve Demokratik Hukuk Devleti”, Gazi
Üniversitesi Hukuk fakültesi Dergisi, C:XIV, S:2, 2010,
s.387 vd; Cengiz Gül, “Türkiye'de 12 Eylül 2010 Tarihli
Referandumla Kabul Edilen Anayasa Değişikliklerinin
Hukuk Devleti Açısından Analizi, e-Akademi (Hukuk,
Ekonomi ve Siyasal Bilimler Aylık İnternet Dergisi),
S:104, Ekim 2010.
29) Özbudun, TürkAnayasa Hukuku, s.76.
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
NASIL BİR ANAYASA?
Mustafa Atalar / Kültür ve Turizm Bakanlığı
Türk Milleti olarak en hızlı olduğumuz konulardan biri
de anayasa değiştirmek! Aşağı yukarı dünyadaki devletlerin yazılı veya teamüli anayasaları var. Bu anayasaların çoğu ufak tefek değişikliklerle ilk çıktıkları şekilleriyle yürürlükteyken, biz bir asırda tam beş anayasa
eskittik, şimdilerde de altıncısını yapmanın hazırlığı ve
heyecanı içerisindeyiz. Yeni anayasanın nasıl bir anayasa olması gerektiği hususunda aramızda tam bir mutabakat olduğu söylenemezse de herkes öncekiler gibi
mevcut anayasanın da ihtiyaçları karşılamadığı, sorunları çözmediği, aksine bunların sebebi olduğu konusunda aynı fikirleri paylaşıyor. Şimdiye kadar bizim bir
sosyal uzlaşma, sözleşme, mutabakat metni olarak
nitelenebilecek, milletimizin bütün fertlerinin, kesimlerinin, unsurlarının beğenebileceği, en azından içine
sindirebileceği, sorunlarımıza çözüm, dertlerimize
çare olabilecek bir anayasa yapamadığımız ama artık
bunu yapmamız ve başarmamız gerektiği konusunda
da sanırım hiç kimsenin bir itirazı ve çekincesi olmayacaktır. Bakalım bu işi bu sefer olsun, olması gerektiği
gibi başarabilecek miyiz? Bunu zaman gösterecektir.
Ancak bu soruya doğru bir cevap bulabilmemiz ve bu
işi şimdiye kadar niçin başaramadığımızı anlayabilmemiz için, öncelikle anayasanın ve anayasacılığın
ne olduğunu, dünyadaki ve Türkiye'deki geçmişini,
Türk milletinin nasıl bir anayasayı beğenebileceğini,
benimseyebileceğini çok iyi bilmemiz, ortaya koyabilmemiz, yeni anayasamızı da bu görüş ve anlayışlar
doğrultusunda hazırlamamız gerekmektedir. Bu hiç de
kolay bir iş değildir ama artık mutlaka başarılması
bizim için hayati önem taşımaktadır. Bu konuda herkesin üzerine de büyük görevler ve sorumluluklar düşmektedir. Bu görev ve sorumlulukları elimizden gelenin en iyisini yaparak, verebileceğimiz hiçbir katkıyı
esirgemeyerek yerine getirmeye çalışmak hepimizin
boynunun borcudur. Bu düşünceler ışığında bu yazı da
yazılmaya cüret edilmiştir.
ANAYASA NEDİR?
Anayasalar, devletin şeklini, devlet organlarının
kuruluş ve işleyişini belirleyen, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen temel yasalardır... Bundan, bir toplumun siyasi ve hukuki temel
düzeniyle ilgili, yazılı-yazısız ana hukuk kurallarının
bütünü anlaşılır. Dolayısıyla bir ana kuruluştan söz
edebilmek için, bu kuralların belli ve tek bir metinde
toplanmış olması gerekmez. Bu kurallar, değişik yasalarda yer alabilecekleri gibi, yasalar halinde derlenmemiş bile olabilirler; kısmen ya da büyük çapta yazılı
olmayan hukuk kurallarından örf ve adetlerden,
teamüllerden de oluşabilir. Bu durumdaki bir ülkenin
yazılı ve tek metin halinde bir “Anayasa”sı bulunmasa
bile, yazılı ve yazısız hukuk kaynaklarından oluşan bir
ana kuruluşu, geniş anlamıyla bir anayasası vardır. Bu
nedenle anayasalar, teamüli ve yazılı olmak üzere
başlıca iki gruba ayrılırlar. Modern çağlarda anayasacılık hareketleri genellikle yazılı bir anayasanın yapılması şeklinde belirmekte, teamüli anayasa çok ender
ve hemen hemen bir tek ülkeye (İngiltere'ye) özgü bir
olay olarak kalmaktadır.
Günümüzdeki anayasaların çoğu yazılıdır. Ancak bir
anayasanın yazılı olması, başarılı olabilmesi için yeterli
değildir. Çünkü bir anayasanın işleyebilirliği olmasına
bağlıdır. Sözgelimi, ABD Anayasası'nı örnek alan Latin
Amerika ülkelerinde demokratik hak ve özgürlüklerin
sık sık askıya alındığı görülmektedir.
Anayasalar, maddi içerikleri (özleri) bakımından diğer
hukuk kurallarından ayrılırlar. Bunlar, devletin ve organlarının kuruluş ve işleyişi, kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili temel ilke ve kuralları koyarlar. Devletin biçimi (federal ya da basit devlet), nitelikleri (demokratik,
sosyal, sosyalist, laik, dini...), yasama, yürütme, yargı
organlarının kuruluşu, görev ve yetkileri ve birbirleri
karşısındaki durumları, kişilerin hak ve özgürlükleri,
bunların sınırları ve sınırlanma yolları ve usulleri vb gibi
konular anayasaların başlıca ilgi alanlarına giren noktalardır. Bunun dışında kalan ikinci derecedeki konular
ya da yukarıdaki temel ilke ve kurallarla ilgili ayrıntılı
uygulama hükümlerinin getirilmesi ise yasa, tüzük,
kararname, yönetmelik vb gibi hukuk kurallarının
işidir. Çağımızın siyasal, sosyal, idari sorunlarının gittikçe karmaşık hale gelmesi vb gibi etkenler, anayasaların
daha “yüklü” metinler haline gelmesinde rol oynamaktadır. Bu durumda anayasalarda ne gibi hükümlerin yer alması gerektiği konusunda evrensel ve her
zaman geçerli bir ölçü bulmaya olanak yoktur. Sorun
ülkeden ülkeye ve zaman zaman değişen farklı
çözümlere bağlanmaktadır ( Büyük Larousse, Anayasa
Maddesi, MilliyetYayını, Cilt II, sayfa: 587-591).
119
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Ülkeler ve rejimleri arasındaki farklılıklar anayasalarına
da yansır. Örneğin cumhuriyet ya da meşruti krallık,
parlamenter rejim ya da başkanlık rejimlerinin anayasaları birbirinden çok farklıdır. Öte yandan anayasaya
ruh veren ilkeler, milletin değerlerinden bağımsız ve bu
değerlere aykırı olamaz.
yanlar Common Law olarak nitelenen İngiliz ortak
hukukundan çok etkilenmişler ve esinlenmişlerdir.
Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'ni de etkilemişlerdir. ABD Anayasası'nı 1789 Fransız Devrimi'nin ürünü
olan 1791 Fransız Anayasası izlemiş, daha sonra öteki
Avrupa ülkeleri de anayasalı bir düzeni benimsemişlerdir.
DÜNYADA ANAYASACILIK
Batı demokrasilerinde anayasa ve anayasacılık, esas
olarak, devlet iktidarının sınırlandırılması amacıyla
ortaya çıkmış, kişi hak ve hürriyetlerine daha saygılı,
daha özgürlükçü, daha demokratik, daha katılımcı bir
toplum oluşturma yolunda bir gelişim seyri izlemiştir.
18. yüzyıl sonlarına kadar devlet düzenlerinin temelini
oluşturan yazılı hukuk kaynakları yetersiz ve dağınık
durumdaydı. Devletin temel kuruluşu ve işleyişiyle ilgili
yazılı-yazısız kuralları dağınıklıktan kurtarmak, tek
metin halinde kaynaştırmak amacıyla yazılı anayasalar
hazırlanması fikri gelişti ve geniş kabul gördü. Bu
eğilimin kökleri akılcılık (rasyonalizm) akımında
yatmaktadır. İnsanoğlunun akıl yoluyla yeni yasalar ve
üstün yasalar (anayasa) yaparak, hukuka, devlete,
devlet-toplum ilişkilerine yön verebileceği düşünülüyordu. Bu aynı zamanda kişi hak ve özgürlüklerini
sağlama bağlamanın da bir yoluydu. Çünkü dönem,
aynı zamanda siyasal liberalizm ve özgürlük düşüncesinin de yükseldiği bir dönemdi. Bu çağın insanları,
başta filozoflar ve siyaset bilginleri olmak üzere, anayasayı toplumla birey ya da devletle birey arasında yapılan ve karşılıklı hak ve ödevleri belirleyen bir“toplumsal
sözleşme” olarak görmekteydiler. Yasalardan ve kararnamelerden daha üstün bir hukuk belgesi olan anayasa, kamu yetkilerini sınırlayacak, iktidarı hukukla bağlayacak, böylece kişilere de hak ve özgürlük güvenceleri
getirecekti.
Anayasa kavramı Batı kökenli bir kavramdır. Anayasaların temelinde parlamentoculuk hareketleri (demokrasi)
ile hak ve özgürlük istemleri (siyasal liberalizm) yatar.
Dünyada ilk yazılı anayasa, 1787'de yürürlüğe giren
ABD Anayasası'dır. Amerikan Anayasası'nın hazırlanmasında özellikle İngiltere'den göç eden prüten inançlara sahip kurucu babaların çok büyük rolleri ve etkileri
olmuştur. Bu kurucu babalar, Tanrı'nın insanları doğuştan özgür varlıklar olarak yarattığına, doğuştan getirilmiş birtakım hakları olduğuna inanıyorlardı. Kurucu
babalara göre Amerika'da yönetimler ve iktidarlar
sadece yurttaşların hak ve özgürlüklerini koruyan
kurumlardan başka bir şey değildi. Bu anlayış Jefferson
tarafından kaleme alınan 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi'nin başlangıcında şöyle ifade
edilmektedir: "Bütün insanlar eşit yaratılmıştır.Yaradan,
her insana kimsenin elinden alamayacağı birtakım
haklar bağışlamıştır. Yaşamak, özgürlük, mutluluğu
aramak bu haklardandır. Yönetimler bu hakların korunması için insanlarca kurulmuştur." deniyordu. Bu bildirinin dışında, 13 eski İngiliz kolonisinin anayasalarının
başına yerleştirdikleri Haklar Bildirilerinde ve özellikle
1776 tarihli 16 maddelik Virginia Haklar Bildirisi'nde
hak ve özgürlüklerin neler olduğu, bunların nasıl korunacağı açıkça belirtilmiş, bir anayasada bulunması
gereken ilkeler düzenlenmişti. Virginia Haklar Bildirisi'nin 8'inci maddesinde hukuk güvenliği açısından
adil yargılamanın esasları, 12'nci maddesinde basın
özgürlüğü, 13'üncü maddesinde askeri gücün sivil iktidara bağlı ve onun gözetiminde bulunma zorunluluğu,
16'ncı maddesinde din ve vicdan özgürlüğü düzenlenmişti. Amerikan bildirilerinin ideolojik kökü John
Locke'un: "Bütün insanlar doğuştan hür ve bağımsızdır.
İnsanların doğuştan birtakım hakları vardır, topluma
katılmakla bunlardan yoksun kılınamazlar." şeklinde
görüşlerine kadar uzanmaktadır. John Locke'a göre;
kişinin hak ve özgürlükleri iktidarın kurulmasından
önce de vardı. Eşit haklar herkese aitti ve onlara doğa
tarafından verilmişti. Bu nedenle temel hak ve özgürlüklere hiçbir güç engel koyamazdı. Hakların özgürce
kullanılması için gerekirse savaşılmalıydı.
Evrensel nitelikteki insan ve yurttaş hakları konusundaki Amerikan bildirilerini ve ABD Anayasası'nı hazırla-
Özellikle XX. yüzyılın ortalarından başlayarak emekçi
sınıfların verdikleri sosyal ve siyasal mücadeleler, anayasacılık hareketine yeni bir dinamizm ve yön kazandırmıştır. Siyasal alanda, genel oy hakkının kabulüyle
geniş kitlelerin siyasal hayata daha aktif biçimde
katılabilmelerinin önü açılmıştır. Sosyal alanda da
emekçi sınıfların ekonomik, sosyal ve kültürel talepleri
yasa ve anayasalarda dile gelmeye başlamıştır. XX.
yüzyılın başlarından itibaren yeni anayasalar, devlete,
ekonomik ve sosyal hayata daha fazla müdahale edici,
sosyal eşitsizlikleri azaltıcı ödevler yüklemişlerdir
(müdahaleci devlet, sosyal devlet). Sosyal güvenlik,
konut, sağlık, iş edinme, ilköğrenim, eğitim vb. konular,
yasal ve anayasal düzenlemelere konu olmuş, 'sosyal
haklar' tanınmaya başlamıştır.
120
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Batı ülkelerinde başlayan anayasacılık hareketleri ister
istemez, bunların takipçisi ve taklitçisi durumundaki az
gelişmiş ülkeleri de etkilemiştir. Ancak her iki kesimin
anayasacılık hareketlerinde ve anayasalarında önemli
farklar bulunduğu daha ilk bakışta göze çarpar.
Özellikle XX. Yüzyıl Batı anayasacılığı, siyasal liberalizm
ve çoğulculuk, sosyal demokrasi ve sosyal devlet
eksenleri etrafında çeşitli sınıfların uzlaşma aradıkları
bir alan olmuştur. Üçüncü dünya ülkelerinde ise
(özellikle bugünkü Kara Afrika ülkeleri) anayasalar, daha
çok ulusal kimlik ve bağımsızlığın, ayrıca uluslar arası
alanda bağımsız bir devlet olarak tanınmanın, çağdaşlaşmanın, modernleşmenin, demokratikleşmenin
simgesi olarak kabul edilmiştir. Ancak gerçekte bu
anayasaların en önemli işlevi, mevcut otoriter rejimlere, fiili iktidarlara ve egemen iradelere “meşruluk”
sağlama ya da onları “meşrulaştırma” aracı olmaktan
ileri gidememiştir.
Üçüncü dünya ülkeleri anayasaları daha çok belli çıkar
ve menfaat gruplarının çıkarlarını gözeten, kendi
halkını ve milletini potansiyel suçlu ve tehlike olarak
gören, hakkın, hukukun, özgürlüklerin, temel hak ve
hürriyetlerin güvencesi olmak, halkı devlete ve siyasal
iktidarlara karşı korumak yerine, devleti ve siyasal iktidarları vatandaşa karşı korumaya çalışan, özgürlükleri
daraltan, polis nizamnamesi benzeri, yasaklarla dolu
baskıcı, dayatmacı, vesayetçi anayasalardır. Genellikle
askeri cuntaların emir ve talimatlarıyla hazırlatılan,
zorla, baskıyla, millete dayatılan, yüksek oranlı kabul
oylarıyla topluma da onaylattırılan bu anayasaların
millet nazarındaki meşruiyeti ve saygınlığı her zaman
tartışmalı ve sorunlu olmuştur. Bunlar daha ilk yürürlüğe girdikleri andan itibaren eskidikleri için de sürekli
değişiklikler ve yamalarla uygulanabilir hale getirilmeye çalışılırlar.
TÜRKİYE'DE ANAYASACILIK
Ülkemizde ilk yazılı anayasa, dünyadaki ilk örneklerinden yaklaşık bir asır sonra 1876'da yürürlüğe
girmiştir. Osmanlı Devleti'nin ilk anayasal belgesi 1876
tarihli Kanun-i Esasi'dir. Kanun-i Esasi, kişisel haklar ve
hukukî güvenceler bakımından önemli yenilikler
getirmiş ancak temsilî bir organa yer vermemiştir. Bu
yüzden Kanun-i Esasi'nin gerçek bir anayasa olup
olmadığı tartışmalıdır. Münci Kapani'ye göre Kanun-i
Esasi gerçek bir anayasa değil, millete bağışlanmış bir
berattır (Charte Constitutionelle) (Münci Kapani - Kamu
Hürriyetleri). 1876 Kanun-i Esasi'sinde 1909 yılında
yapılan önemli değişikliklerle II. Meşrutiyet'e geçilmiş,
SAYI 15 - 16
monarşi gerçekten sınırlandırılarak, devlet aygıtı yeniden düzenlenmiş ve kişi hakları açısından ilk kez parlamenter anayasal bir monarşi kurulmuştur. Osmanlı
İmparatorluğu'nun sona erişine kadar yürürlükte
kalan ve Kanun-i Esasi adıyla anılan anayasa, Kurtuluş
Savaşı ve sonrasında Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 ve
1924) 1960'tan sonra da anayasa adını almıştır.
Yürürlükte kaldığı kısa süre içerisinde, Kanun-i Esasi'de
7 defa değişiklik yapılmıştır. Kurtuluş Savaşı'nın
olağanüstü şartları altında Birinci Türkiye Büyük Millet
Meclisi tarafından hazırlanan ve 20 Ocak 1921'de kabul
edilerek yürürlüğe giren 23 maddelik İkinci Anayasamızın ise (Teşkilatı Esasiye Kanunu), yürürlükte kaldığı
üç yıl üç aylık süre içerisinde 6 madde değiştirilmiştir.
1921 Anayasasının yürürlükte olduğu dönemde, 1876
Anayasası'nın 1921 Anayasasına aykırı olmayan
hükümleri de yürürlükteydi. O dönemde Türkiye, dünyanın aynı anda iki anayasa'ya birden sahip olan bir
ülkesi durumundaydı.
20 Nisan 1924'te kabul edilen üçüncü anayasamızda
ise, 5 defada 21 madde değişikliği yapılmıştır. Ancak
bu değişiklikler de yeterli olmamış; 1960 Askeri ihtilâlinin ardından, 1961'de dördüncü anayasamız yürürlüğe konmuştur. Bu anayasanın da 7 defada 24 maddesi değiştirilmiştir. Nihayet 1980 Askeri Darbesinden
sonra Beşinci Anayasamız, 177 maddelik 1982 Anayasası yürürlüğe konulmuştur. 1982 Anayasa'sında da 28
yılda 17 defa değişiklik yapılmış, 112 maddesi değiştirilmiştir. Fakat ülkemizde bu anayasayı beğenen
neredeyse hiçbir aklı başında Allah'ın kulu bulunmaması, herkesin koro halinde bu anayasanın değiştirilmesini, hatta sil baştan yeni bir anayasa yapılmasını
istemesinden, bu değişikliklerin de hiç bir işe yaramadığı anlaşılmaktadır.
Geriye dönüp baktığımızdaTürk milleti olarak, bugüne
kadar dört anayasa değiştirdiğimizi, beşincisini de
değiştirme arifesinde olduğumuzu, bu anayasalardan
hiç birisinin maalesef milletimizi tam anlamıyla tatmin
ve mutlu etmediğini, hatta bunların çoğuna milletin
kendi öz anayasası gözüyle bile bakmadığını görüyoruz. Özellikle askeri darbelerin ardından askeri
cuntaların emir ve talimatları doğrultusunda kaleme
alınan anayasalar, toplumumuzda huzur, barış, güven,
mutluluk, adalet, istikrar kaynağı olamamış, dertlerimize çare, sorunlarımıza çözüm üretememiştir. Tam
tersine bu anayasaların en önemli adaletsizlik,
huzursuzluk, dert, sıkıntı, problem kaynağı olduğu da
iddia edilmektedir. Sayın Sami SELÇUK'un tabiriyle
121
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
'polis tüzüğü'ne benzeyen 1982 Anayasası Türk toplumunu tatmin etmediği, mutlu, hoşnut ve razı edemediği için, ancak şimdi millet olarak yeni bir anayasa
hazırlayabilmenin eşiğine gelebilmiş bulunuyoruz. Bu
fırsatın iyi şekilde değerlendirilmesi milletimiz için
hayati önem taşımaktadır.
Her millet gibi, Türk milleti de idbârını ikbale çevirecek,
ona bütün dünyada yeniden itibar kazandıracak bir
anayasa istiyor ve bekliyor. Bu da ancak kalbi selim,
yararlı bilgi, ortak salim akılların ürünü bir anayasa
olabilir. Çünkü hiçbirimiz, hepimiz kadar akıllı değiliz.
Bu yüzden yeni anayasa mümkün olduğu kadar geniş
kesimlerin aktif katılımıyla hazırlanmalıdır.
Anayasaların, devlet ile millet arasında bir mutabakat
metni olması gerektiğine hiç kimsenin bir itirazı yoktur.
Toplumsal sorunların çözümlenmesinde, muhtemel
krizlerin önlemesinde anayasalardan çok şeyler beklenir. Fakat bizim anayasalarımızın bu nitelikleri ne yazık
ki hep eksik ve yetersiz kalmıştır. Bizim anayasalarımız
genellik derman anayasaları değil, ferman anayasaları,
dayanışma anayasaları değil, dayatma anayasaları
olmuşlar, hatta bu anayasalar sorunlarımızın ve krizlerimizin en büyük sebebi ve kaynağı olarak gösterilmişlerdir.
Toplumumuzun her kesiminden bu yeni anayasanın
öteleyici, itici, kakıcı, yasakçı değil, herkesi sevgiyle
sarıp sarmalayan, kuşatan, kucaklayan, dertlere çare,
sorunlara çözüm getiren, milletin üzerine yeni yükler
yüklemek yerine üzerindeki ağır yükleri hafifletip
kaldıran, daha geniş katılımlı, daha geniş kesimler
tarafından gönül rahatlığıyla benimsenebilecek, insan
hak ve hürriyetlerine, evrensel hukukun temel ilkelerine, milli ve manevi değerlerimize daha saygılı, daha
özgürlükçü, daha demokratik, daha uzlaşmacı, daha
çoğulcu, çoklukta birliği sağlayıcı, millet iradesi üzerinde hiçbir irade ve vesayet tanımayan, milletin içine
sinebilecek bir anayasa olması gerektiği yolunda sesler
yükselmektedir. Bu yeni anayasanın daha öncekiler
gibi değişik kesimlerin, güç odaklarının etkisi altındaki
dar komisyonların üyeleri yerine daha geniş bir katılımla ve toplumsal mutabakatla hazırlanması gerektiği
önemle vurgulanıyor. Milletimiz bugün, tarihinde ilk
defa böyle bir yazılı anayasa yapabilmenin büyük
umudu, beklentisi ve heyecanı içine girmiştir. Bakalım
bu beklentileri, bu sefer gerçekleşebilecek mi? Hep
beraber görüp yaşayacağız.
SAYI 15 - 16
Şimdiye kadar yapılan anayasalarımızın hazırlanmasında yabancı anayasalardan çok etkilenilmiş ve yararlanılmıştır. Örneğin, 1876 Kanuni Esasisi'nin hazırlanmasında 1831 Belçika Anayasasından, 1924 Anayasası'nın hazırlanmasında Fransa III. Cumhuriyet ve
Polonya Anayasalarından, 1961 Anayasasının hazırlanmasında da başta 1948 İtalyan ve 1949 Alman Anayasaları olmak üzere bazı yabancı devlet anayasalarından geniş ölçüde yararlanılmış ve esinlenilmiştir.
Anayasa yazım tekniği, evrensel değerler ve ilkeler açısından yeni anayasamızın hazırlanmasında da başka
anayasalardan yararlanılması gerekli ve lüzumlu olabilir. Fakat bu anayasanın bizim anayasamız olması,
bizi ve bizim değerlerimizi yansıtması da kaçınılmazdır.
Aksi takdirde ne kadar büyük oyla kabul edilirse
edilsin, bu anayasayı daha öncekilerde olduğu gibi,
millete bunu toplumsal bir mutabakat sözleşmesi,
kendi öz anayasası olarak kabul ettirmek mümkün
olamayacaktır.
Yeni anayasa hazırlanırken elbette dünyadaki başka
devletlerin özellikle başarılı olmuş anayasalarından
yararlanılacaktır, yararlanılmalıdır da... Fakat asırlardır
yapageldiğimiz ve hiçbir yararını görmediğimiz bir
yanlıştan da artık dönmeliyiz. Yabancılardan ve
yabancı ülkelerden model ve örnek alıp onu aynen
millete dayatmak yerine, aklın, mantığın, insanlığın
ortak ve evrensel değerlerinin gerektirdiği ölçüde
onlardan da yararlanmalı, ama kendi modelimizi mutlaka kendimiz geliştirmeli, kendi anayasamızı kendimiz yapmalıyız. Yabancılardan model ve anayasa arama ve kopyalama ilkelliğinden kurtulmalı, bilgi, özellikle sistemli bilgi arama ve o bilgilerden gerektiği gibi
yararlanabilme, kendi modelini kendisi üretebilme
yetkinliğine ve becerisine artık ulaşabilmeli, bütün
dünyaya model ve örnek olabilecek özgün ve nitelikli
bir anayasa yapabileceğimizi dost düşman herkese
ispat edebilmeliyiz.
Başarılı, milletin içine sinebilecek bir anayasa yapımında en birincil öncelik, Türk Milletini ve onun nasıl
bir anayasa istediğini, nasıl bir anayasayı kabul edebileceğini iyi bilmekten, tanımaktan ve anlamaktan
geçer.
122
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Türk Anayasa Tarihinde
MİR'AT-I KANUN-İ ESASİ'nin
Yeri ve Önemi
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Altundere
Türkiye, yüzyılı aşkın bir süredir kesintisiz sürdürdüğü
anayasalı siyasi yaşamın ardından bugünlerde yeni bir
anayasa hazırlığı telaşı içindedir. Yapılması planlanan
bu anayasa değişikliği ile ihtilal anayasaları dönemine
son verilerek sivil bir anayasa hazırlanmak istenmekte
ve böylece içinde bulunduğumuz asrın uluslararası
siyasetinin gerekliliklerine de dar anlamda ulus devlet
anlayışını değiştirerek daha demokratik bir devlet
yapısı ile cevap vermeyi öngörmektedir.
Geriye dönüp baktığımızda tarihimizde içinde barındırdığı değişim ve dönüşüm sancıları nedeniyle İlber
Ortaylı'nın “imparatorluğun en uzun yüzyılı” olarak
nitelediği 19. asır, bu dönüşümü belgeleyen önemli
yasal ve anayasal metinlerin hazırlandığı bir dönemi
ifade etmektedir. Anayasal nitelikte ilk hukuki belge
diyebileceğimiz Sened-i İttifak (1808)'ın sonrasında
Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) ilan
edilmiş ve ardından Osmanlı İmparatorluğu ilk anayasasını (Kanun-i Esasi) 1876 yılında hazırlayıp uygulamaya koymuştur. Sultan II. Abdülhamid'in tahta çıkmasından hemen sonra hazırlanan bu anayasanın kabulü
ile birlikte tarihimizde I. Meşrutiyet dediğimiz dönem
başlamış oldu.
Bu anayasa gereği oluşturulan Meclis-i Umumi ancak
iki dönem toplanabilmiş ve daha sonra uzun sürecek
bir tatile girmiştir (1878). Bu meclis bir daha padişah
tarafından mevcut siyasi konjonktür neden gösterilerek toplantıya çağrılmadığından bu dönem siyasi bir
tecrübe mahiyetinden öteye geçememiştir.
Türk siyasi hayatında kesintisiz yazılı anayasal dönem
23.Temmuz.1908 tarihinde II. Meşrutiyet'in ilanı ile
birlikte mümkün olabilmiştir. Padişah bu tarihte kendisine gelen baskı ve talepleri de dikkate alarak verdiği
bir kararla anayasanın zaten yürürlükte olduğunu
bildirmiş, meclisi otuz yıl sonra toplantıya çağırmış ve
seçimlerin yapılmasını istemiştir.
Bilindiği gibi II. Abdülhamid, uzun saltanat döneminin
tamamına yakınında bilhassa İngilizlerin Ortadoğu'da
ve Afrika'da Osmanlı topraklarına ilişkin faaliyetlerini
de dikkate alarak siyaseten -halifenin etrafında oluşturulmak istenen- İslam Birliği (Panislamizm) politikaları takip etmiştir. Bu durumun da etkisiyle kendisi
döneminin yasal kuruluşları olan tarikatlarla yakın bir
ilişki kurmuştur. Bu ilginin karşılıksız kalmadığını ve
onlardan da aynı desteği gördüğünü müşahede
ediyoruz. (19.yüzyıl siyasi ortamı ve anayasa çalışmaları
hakkında geniş bilgi için bkz. Ahmet Altundere, Osmanlı
İmparatorluğu'nda Özgürlüklerin Doğuşu, Doktora Tezi,
İstanbul-1992)
1908'lerin siyasi ortamındada taraflar arasında aynı görüş birliğinin devam ettiğini, karşılıklı desteklerin büyük
ölçüde korunduğunu görmekteyiz. Bunun en önemli
belgelerinden biri döneminin büyük bilginlerinden
Ömer Ziyaeddin Dağıstani'nin II. Meşrutiyet'in ilanı
üzerine kaleme aldığı Mir'at-ı Kanun-i Esasi isimli eserdir.
Öncelikle eserin müellifi Ömer Ziyaeddin Efendi'nin
hayatından kısaca bilgiler aktaralım: Kendisi 1849
yılında Dağıstan'da Çerkay'a bağlı Miatlı köyünde dünyaya gelmiştir. Bölgenin tanınmış din âlimlerinden
Abdullah Efendi'nin oğlu olup soyları Avar Türklerinden gelmektedir. Gençlik yıllarında Şeyh Şamil ve oğlunun maiyetinde Ruslara karşı yıllarca savaşmıştır. Daha
sonra İstanbul'a gelerek tahsiline devam ettiğini görüyoruz. Bu esnada devrin meşhur âlimlerinden Nakşibendî tarikatının Halidiyye kolundan Gümüşhanevi
dergâhı kurucusu ve şeyhi Ahmed Ziyaeddin Efendi ile
tanışmış ve talebesi olmuştur. Kendisinden hem hadis
ilminden “icazet” ve hem de manevi eğitimini tamamlayarak “irşad” yetkisi almıştır. Ayrıca Ahmed Ziyaeddin
Gümüşhanevi'nin vefatından sonra üçüncü halifesi
olarak dergâhta görev yaptığını biliyoruz.
Ömer Ziyaeddin Efendi'nin II. Abdülhamid Han'ın
uyguladığı politikalara ve saltanat hukukuna destek
veren yazıları, yapılan seçimler sonrasında iktidara
gelen İttihat ve Terakki yönetimince sakıncalı bulunmuş ve II. Abdülhamid'in tahtan indirilmesiyle sonuçlanan 31 Mart vakasının (1909) ardından olayla ilgili
yargılanarak suçlu bulunmuştur. Sonuçta ceza olarak
Medine'ye sürgüne gönderilmiştir. Bir müddet sonra
Medine'de Mısır Hidivi Abbas Halim Paşa ile tanışmış ve
O'nun daveti ile Mısır'a yerleşmiştir. Orada on yıl kadar
kalmış ve bu arada saray hocalığı görevini yerine
getirmiştir. Kendisi 1912 yılında çıkan genel aftan
yararlanarak tekrar İstanbul'da görev almak ister. O'nun
bu talebi İttihat ve Terakki yönetimince dikkate
alınmaz. Ancak 1919 senesinde I. Dünya Savaşı
sonrasında kendisine müderris olarak görev verilmiştir.
123
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Ömer Ziyaeddin Efendi'nin düşünce yapısı ve çalışmalarına ilişkin Mısır'daki tutuklanma olayı da ilgi çekicidir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Mısır'da işgalci olarak
bulunan İngilizler Osmanlılara karşı savaşmak üzere
asker toplamak isterler. Ömer Ziyaeddin Efendi buradaki gazetelerde makaleler yazmaktadır. O'nun
“Müslüman müslümanı öldüremez, silah atamaz, bu
büyük bir günahtır, İngilizler tarafından kurulacak bu
orduya katılmayın” şeklindeki yazıları toplumda etkisini gösterir. İngilizler orduyu oluşturmakta sıkıntıyla
karşılaşınca Ömer Ziyaeddin Efendi'yi de bundan
sorumlu tutarlar ve kendisini hapse atarlar. Bir müddet
burada hapis yatan Ömer Ziyaeddin Efendi, eski
Hidiv'in İngiltere Kraliçesi nezdindeki girişimleri
sonucu serbest bırakılmıştır.
İlmi kariyerini ve olayları yorumlayış şeklini göstermesi
bakımından Sultan Vahdeddin'le aralarında geçen şu
olayı da not edelim: SultanVahdeddin bizzat kendisine
gelerek şeyhülislamlık teklifinde bulunduğunda Ömer
Ziyaeddin Efendi “işgal altında bulunan bir memlekette fetva makamı işgal edilemez” diyerek bu teklifi
kabul etmemiştir. Kurtuluş savaşında Anadolu'daki
harekete destek vermiştir. Savaşın sonunu ve sonuçlarını göremeden 1921 yılında 72 yaşlarında iken vefat
etmiştir. (Ömer Ziyaeddin Dağıstani'nin hayatı hakkında
geniş bilgi için bk. Yusuf Ziya Binatlı, “Ömer Ziyaeddin
Dağıstani”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.8, İstanbul-1993 /
Süleyman Zeki Bağlan, “Ömer Ziyaeddin Dağıstani üzerine
Yusuf Ziya Binatlı ile yapılmış ropörtaj”, Büyük İslam ve
Tasavvuf Önderleri Ansiklopedisi, İstanbul-1993 / Ö. Ziyaeddin
Dağıstani, Tasavvuf ve Tarikatlarla ilgili Fetvalar, çev. İrfan
Gündüz-Yakup Çiçek, Ankara-1986 / Arif Hakan Demirel, Ömer
Ziyaeddin Dağıstani'nin Hayatı Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı,
Y.Lisans Tezi, Ankara- 2006)
İşte Mir'at-ı Kanun-i Esasi (Mir'at Arapça kökenli bir isim
olup ayna anlamındadır), Ömer Ziyaeddin Efendi
tarafından 1908 yılında II. Abdülhamid Han'a destek
olmak, II. Meşrutiyeti ve yeniden yürürlüğe konulan
anayasayı Abdülhamid'in İslam birliği projesi doğrultusunda değerlendirmek, yorumlamak, meşrulaştırmak ve Osmanlı coğrafyasında kamuoyu oluşturmak amacıyla yazılmış bir eser konumundadır. Kitabın
değerlendirmeye esas aldığımız asıl nüshalarından biri
Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Ömer
Ziyaeddin Efendi'nin yine aynı dönemde aynı amaçlarla “Hadis-i Erbain fi Hukukı's Selâtin” isimli bir kitap
daha yazdığını görüyoruz. Bu eserde de seçilmiş kırk
hadis ile sultanların (yöneticilerin) hukuku ele alınarak
incelenmiş, halife ve padişaha itaatin önemi vurgulanmıştır. Bu eserin aslı da İ.Ü. Merkez Kütüphanesi'nde
Türkçe yazmalar bölümünde bulunmaktadır.
Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunan Mirat-ı Kanun-i
Esasi 95 sayfa olarak basılmıştır. Kitabın içeriğinde ilk
SAYI 15 - 16
defa 1876 yılında hazırlanan ve l908 yılında yeniden
yürürlüğe konulmuş bulunan Kanun-i Esasi'nin 119
maddesi tek tek ele alınmış; her maddenin ve hatta
hemen her fıkranın İslam hukukunun temel prensiplerine uygun olduğu ispatlanmaya çalışılmıştır. Bu husus
kitabın en önemli özelliğidir. Bu nedenle olsa gerektir ki
daha kitabın ön yüzünde ve başlığının hemen altında
bu açıklamaya yer verilmiştir.
Kitabı yazım şekli ve planı bakımından ele alırsak Ömer
Ziyaeddin Efendi'nin önce Kanun-i Esasi'nin ilgili maddesinin metnini aynen yazdığını görmekteyiz. Burada
maddeler anayasadaki sırasına göre ele alınmıştır. Her
maddenin ve ilgili fıkrasının yorumu yapılırken delil
olarak Kur'an-ı Kerim'den ayetlere, hadis-i şeriflere,
geçmiş fıkıh ve fetva kitaplarıyla mecelleye sık sık atıfta
bulunulmuştur. Bu şekilde o maddede getirilen hükmün hukukî dayanakları açıklanmaya çalışılmıştır.
Günümüz açısından da bir anlam taşıması itibarîyle
konumuza örnek olarak Kanun-i Esasi'nin 1. Maddesini
ve bunun kitapta yorumlanış biçimini ele alabiliriz:
Anayasanın bu birinci maddesinin metninde Osmanlı
devletinin toprak bütünlüğünü ele alınmaktadır.
Maddenin hemen altında Ömer Ziyaeddin Efendi'nin
hadisten ve fıkıhtan delil olarak kaynaklarını sıraladığını görmekteyiz. Bundan sonra kendi yorumunu
açıklayarak“her bir köy veya her bir karış toprağın ayrılmasının caiz olmadığını belirtmekte, bu toprakların
korunması için düşmanın saldırması durumunda
müdafaa ve mücahede edilmesinin farz-ı ayn (her
müslümanın yapması zorunlu olan farz) olduğu sonucuna varılmaktadır.
Açıklamanın devamında ise hukuk sosyolojisi bakımından ilginç ipuçları verebilecek şekilde din ve vatan
konusundaki tartışmalara değinilmektedir: “Bazıları
şimdi din kavgası yoktur, toprak kavgasıdır, derler”
diyerek konuyu açan Ömer Ziyaeddin Efendi; “Bu
cahilâne bir sözdür”diyerek bu görüşe karşı çıkar. O'na
göre dinimize ve canımıza kötü niyetle saldıran düşmanlara karşı mücadele etmek nasıl farz ise dünyamıza ve toprağımıza hücum ve taarruz edenlere karşı
mücahede ve müdafaa etmek de öylece farzdır. Zira
diyor, o topraklarda oturanlar devlet-i aliyyenin vatandaşlarıdır. Ahalinin, vatandaşın korunması da hem
devlet ve hem millet üzerine farzdır.
Açıklamalarının sonunda ayrılıkçılarla ilgili olarak
maddi ve manevi yaptırıma ilişkin şu görüşlerini ortaya
koyar: Milletin birliğini bozmaya kalkışanlar, idam
edilip ölümle cezalandırılabilirler. Ayrıca milletin birlik
ve beraberliğinden velev bir karış olsun ayrılanların
“murdar” (cahiliye ölümü) olarak vefat edeceği hükmüne varır.
124
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Eserde Memalik-i Devlet-i Osmaniye, Tebaa-i Devlet-i
Osmaniye'nin Hukuku Umumiyesi, Vükelay-ı Devlet,
Memurin, Meclisi Umumi, Heyet-i Ayan, Heyet-i
Mebusan, Mehakim, Divan-ı Ali, Umur-u Maliye,Vilayat,
Mevadd-ı Şita başlıkları altındaki anayasanın 119
maddesinin tamamı aynı yöntem ve bakış açısıyla
incelenmiştir.
Tamamlayıcı bir bilgi olarak açıklamakta yarar görüyorum. Bu anayasa (Kanun-i Esasi); 1909 tarihinde esaslı
bir değişime uğramış, daha sonra da yapılan bir takım
değişikliklerle birlikte 1921 yılına kadar yalnız başına
yürürlükte kalmıştır. 1921 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu kabul edildikten sonra ise 1924 tarihine kadar
bu kanunda yazılı olmayan hükümleri itibariyle uygulamaya devam edilmiştir. 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle birlikte meriyetini
tamamen yitirmiştir. (Kanun-i Esasi'de yapılan
değişiklikler hakkında geniş bilgi için bk. Ahmet
Altundere, Kanun-i Esasi'nin uğradığı değişiklikler,
Y.LisansTezi, İstanbul-1984)
Bu bilgiler ışığında yaptığımız değerlendirmelerle
yazımızı sonlandıralım:
1- Türkiye'nin iki asrı bulan yazılı anayasal metin hazırlama tecrübesi vardır. İlk yazılı anayasamız ise Sultan II.
Abdülhamid zamanında hazırlanmış (1876) ve ilk
uygulama tecrübeleri kısa dönemler halinde de olsa
O'nun yönetimi sırasında gerçekleşmiştir. II. Abdülhamid'in devlet siyaseti olarak uyguladığı İslam Birliği
politikalarına tarikatların ve ulemanın destek olduğunu söyleyebiliriz.
SAYI 15 - 16
2- Osmanlı yönetiminde öteden beri uygulanmakta
olan kuralların İslami yorum ve kaynaklarla meşrulaştırılması çalışmalarına devletin son dönemlerine denk
düşen anayasa çalışmalarında da rastlamaktayız. Bu
bakımdan Mirat-ı Kanun-i Esasi, II. Meşrutiyet'in ilanı
sonrasında anayasanın ve meşruti rejimin halk nezdinde meşruiyeti ve anayasanın İslam Birliği siyaseti
çerçevesinde yorumlanması bakımından önemli rol
oynamıştır.
3- Türk anayasaları içinde imparatorluk vizyonuyla
hazırlanmış tek anayasa Kanun-i Esasi olmuştur. Cumhuriyet döneminde hazırlanan diğer anayasalarımız
ulus devlet oluşturma idealiyle hazırlanmıştır. Dünyadaki mevcut siyasi gelişmeler de dikkate alınarak
Türkiye'nin bölgesel bir güç ve küresel bir aktör olma
hedefinin ortaya konduğu bir ortamda yeni hazırlanacak olan anayasanın Türkiye'nin önünü açacak bir
vasıfta olması önemlidir. Bunu gerçekleştirmek için
yeni anayasa insanı önceleyen ve azınlık hukukunu
gözeten bir mantıkla hazırlanmalıdır.
4- Bugüne kadar her yirmi otuz yılda değiştirilen anayasalar bize daha kısa, halkın taleplerine uygun ve
özgürlükçü anayasaların hazırlanmasının gerekliliğini
ortaya koymuştur. Anayasa yapımında kendi milli
değerlerimizin de evrensel hukuk ilkeleriyle birlikte
dikkate alınma zorunluluğu vardır. Konuyla ilgili gerçekleştirilecek çalışmalarda olumlu ve olumsuz yönleriyle kendi hukuk tarihimizin tüm birikimleri özenle
incelenmeli ve yeni anayasa yapımında bunlardan
istifade edilmelidir. Anayasanın yapımı ve uygulanması
aşamalarında kamuoyu etraflıca bilgilendirilmeli,
toplumun katkısı ve desteği önemsenmelidir.
125
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Nasıl Bir Anayasa?
Av. H. Ferhan TUNCEL / TÜRK-İŞ Hukuk Danışmanı
1982 Anayasası bugüne kadar defalarca değiştirilmiş
olmasına rağmen 12 Eylül Hukukunun gölgesinden
kurtulamamıştır. Bugüne kadar yapılan değişiklikler
pek çok olumlu yan içerse de ülkemizin sürekli değişen
ve gelişen ihtiyaçları karşısında yetersiz kalmıştır.
Mevcut anayasanın ihtiyaçlara cevap verememesinin
başlıca sebeplerinden biri anayasanın devlet ile birey
arasında, devleti korumak adına devlet lehine bir
seçim yapmasıdır. Bu seçim, bireylerin temel haklarının
gereğinden daha fazla sınırlanıp, yasaklanması sonucunu doğurmuştur.
Konfederasyonumuz, 1982 Anayasası ve 12 Eylül
Hukuku ile işçinin ve vatandaşın elinden alınan hakların hazırlanacak yeni anayasa ile tekrar kullanılabilir
hale geleceğine; ülkemizin ve tüm vatandaşlarımızın
çağdaş dünyada hak ettiği saygın konuma kavuşacağına inanmaktadır.
Bu bağlamda Konfederasyonumuz; cumhuriyetimizin
temel niteliklerini düzenleyen hükümler tartışmaya
açılmadan, çağdaş ve demokratik ilkeleri benimseyen,
bireysel özgürlükleri esas alan, hukukun üstünlüğü
temeline oturan, erkler arasındaki denge ve ahengi
koruyan, uygarlık yolunda değişime ve gelişime açık,
toplumumuzun temel değerleriyle bütünleşmiş,
demokratik, ekonomik ve sosyal hakların özgürce
kullanılmasına imkân sağlayacak bir uzlaşıyı esas alan
anayasa hazırlıklarına katkı vermeye hazırdır.
Devletin asıl varlık nedeni, toplumu oluşturan tüm
bireylerin refah ve huzurudur. Bu nedenle yeni hazırlanacak anayasa toplumun tüm kesimlerinin temel hak
ve hürriyetlerini teminat altına almalıdır. Yeni hazırlanacak anayasa bu yönü ile çağdaş demokrasilerin
temel ilke ve kurumlarının tamamını kapsamalı, özellikle demokratik yapının oluşmasına katkı sağlayan
sivil toplum kuruluşları faaliyetlerinde desteklenmeli,
çeşitli kesimlerinden bireylerin veya grupların söz
söyleme ve siyasi katılım hakları genişletilmelidir.
Bu çerçevede beklentimiz; TBMM tarafından hazırlanacak yeni anayasanın, öncelikle tüm kesimlerin
görüşleri dikkate alınarak, toplumun ilerlemesine ayak
uydurabilecek bir yapıda ve geniş bir tabana inşa
edilmesidir. Hazırlanacak yeni anayasa, detay değil
çerçeve düzenlemeler içermeli, detay unsurlar hukuk
tekniği gereğince kanunlara ve kanunlar hiyerarşisini
takip eden diğer normlara bırakılmalıdır. Kuşkusuz ki,
detayı olmayan anayasayı“az madde içeren”,“kısa”ve
“öz” bir metin olarak algılamak da doğru değildir.
Anayasanın az madde içermesi veya kısa olması, anayasanın içinde bulunmasına gerek olmayan, doğrudan
kanunla düzenlenebilecek hususların anayasa metnine dahil edilmemesi anlamındadır.
Bu bağlamda anayasa içinde yer alacak konular
ülkemizin demokrasi birikimi ve yaşanan deneyimler
göz önünde tutularak; devletimizin organ ve çatısı ile
kişilerin temel hak ve özgürlük alanlarını ve buna bağlı
olarak siyasal, ekonomik ve sosyal haklar gibi alanları
düzenlemeli, ikincil derecedeki konular kanunlara
bırakılmalıdır. Ancak, tüm bu çalışmalar yapılırken
özellikle örgütlü kesimler olmak üzere toplumun tüm
kesimlerinin bu sürece etkin katılımlarının sağlanmasına, şeffaf ve demokratik bir tartışma sürecinin
işletilmesine azami ölçüde özen gösterilmelidir.
1982 anayasasında, işçilerin örgütlü yapıları olan
sendikaların hareket alanları daraltılmıştır. İşçilerin hak
ve özgürlükleri, anayasadan başlayarak, anayasanın
temel mantığını esas alan yasakçı çerçeveye sığdırılan
kanunlarla kısıtlanmıştır. Özellikle grev hakkının
kullanımı 1982 anayasası ile kâğıt üzerinde bırakılmış,
“grev hakkı” kullanılamaz hale getirilmiştir. Bu yaklaşımın sonucu olarak “grev hakkı”; “menfaat grevine”
indirgenmiş, “hak grevi” yasaklanmıştır. Sendikal
hakların kullanımı bir bütün olup, hak grevinin olmadığı bir sistem eksik ve sakattır. Kaldı ki hak grevinin
yasaklanmasıyla çalışma barışı sağlanmış da değildir.
126
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
İşçiler açısından 1982 Anayasasının yarattığı ve önemli
hak daralmalarının yaşandığı diğer bir nokta, düşünce
ve ifade özgürlüğünün birlikte kullanılmasının somut
ifadesi olan toplantı ve gösteriş yürüyüşlerinde karşılaşılan olumsuz tablolardır. İfade özgürlüğünün gerek
bireysel ve gerekse toplu kullanımı demokratik toplum
olmanın en önemli unsurlarından biridir. İfade özgürlüğü ancak yasayla belirlenen istisnai hallerde sınırlanabilir. Bu haller dışında esas olan bu hakkın özgürce
kullanımıdır. İfade özgürlüğünün birlikte kullanımı,
sadece toplumun örgütlü kesimleri için değil, geçici
olarak bir araya gelen ve barışçıl yollarla sesini duyurmaya çalışan örgütsüz kişiler içinde serbest (kullanılabilir) olmalıdır. Demokratik düzenlerin belirleyici
özelliklerinden biri de, temel insan hakkı olan düşünce,
inanç ve kanaatlerin bireysel ve kitlesel olarak açıklanmasında, yayılmasında ve örgütlenmesinde çoğulcu
yapıyı oluşturmaktır. Bu sayede demokratik toplum ve
hukuk düzeni sağlıklı olarak yaşayacak ve gelişecektir.
Sivil toplum örgütleri demokrasilerin vazgeçilmez
kurum ve kuruluşlarıdır. Bunlar, toplumun tamamını
ilgilendiren konularda kamuoyu oluşturmak ve temel
hakların korunup geliştirilmesini sağlamak amacıyla
rahatça faaliyette bulunabilmeli, özellikle toplantı ve
gösterileri haklarını serbestçe kullanabilmedirler. Sivil
toplumun önüne konan engeller, onun işlevini zayıflatarak sonucu itibari ile demokrasiye zarar vermektedir.
haklarına ilişkin maddeler işlerlik kazanmalıdır.
Hazırlanacak yeni anayasa, çalışanlar açısından;
özellikle işçi-işveren arasında kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için uluslararası normların benimsediği
hükümlere dayalı, çalışanların örgütlenme ve toplu
hareket edebilme haklarına imkân veren bir felsefeye
sahip olmalıdır. Uluslararası sözleşmelerle iç hukukun
bir parçası haline gelen sosyal hakların kullanımı eksiksiz bir şekilde anayasal güvence altına alınmalıdır. Bu
bağlamda, 2004 yılında mevcut anayasamızın 90.
maddesinde yapılan bir değişiklik ile usulüne göre
yürürlüğe konulmuş temel hak ve hürriyetlere ilişkin
milletlerarası andlaşmalarla, kanunların çatışması
halinde, milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas
alınacağı ilkesi kabul edilmiştir. Hazırlanacak yeni
anayasada bu hüküm daha da geliştirilmeli ve “temel
insan hak ve özgürlükleri” kavramı içerisinde olduğu
kabul edilen çalışma ve sözleşme hürriyetlerinin de bu
kapsam dâhilinde olduğu açıkça belirtilmelidir. Temel
hak ve hürriyetler geniş kapsamlı düşünülmeli, çalışma
ve sözleşme hürriyetleri de etkili olarak güvence altına
alınmalıdır.
Öte yandan, işçi-memur ayrımı tartışmaları sonlanmalı, “memur” tanımı açık ve kesin ifadelerle hükme
bağlanmalıdır. Bir başka ifade ile kamu hizmetlerinin
gerektirdiği asli ve sürekli devlet işlerini kamu erki
kullanma yetkisinde dayanarak yürütenler “memur”
olarak istihdam edilmeli, bunun dışında kalanlar kamu
hizmeti görseler bile işçi sayılmalıdırlar.
Temel insan hak ve özgürlüklerinin biçimlendirilmesinde Avrupa Sosyal Şartına konulan çekinceler kaldırılmalı; adil ücret, örgütlenme ve toplu sözleşme
Çalışma hakkı, onurlu iş çerçevesinde uygun çalışma
koşullarında insanca yaşamayı sağlayacak sosyal
haklar ile bütünleşmelidir. İnsan onuruna yakışır iş ve
insan onuruna yakışır bir yaşam sağlamak için başta iş
güvencesi, sosyal güvenlik ve sağlık hakkı, iş sağlığı ve
güvenliği hakları gibi özü insanı korumaya yönelik
temel haklar anayasal güvence içersinde geliştirilmelidir.
Her türünden ayrımcılıkla mücadele etme ve eşitliği
sağlamak için fiilen gerçekleştirilebilir önlemler alınmalıdır. Elverişsiz konumda bulunan; yaşlılar, engelliler
ve çocuklar için özel güvenceler sağlanmalı; sosyal
güvenlik ve sağlık hakları piyasa koşulları adı altında
zedelenmemelidir. Sosyal hakların sağlanabilmesinde
kaynakların yetersizliği ölçü olmaktan çıkarılmalı,
“Sosyal Devlet” ilkesi tam olarak hayata geçirilmeli, içi
doldurulmalı ve çalışanların aileleri ile birlikte insan
onuruna yaraşır bir hayata kavuşmalarını sağlayacak
düzenlemeler yapılmalıdır. Tüm bunlar içinde öncelikle vatandaşlık bilinci benimsetilmeli, böylelikle anayasa ile devlete yüklenen ekonomik ve sosyal ödevler,
kişiler tarafından takip ve talep edilebilir hale getirilmelidir. Bu çağdaş demokratik toplum düzeninin
güvencesidir.
Sonuç olarak;
Bugüne kadar yapılan tüm değişikliliklere rağmen 12
Eylül'ün anti-demokratik etkilerinden arındırılamayan
Anayasamızın değiştirilmesi artık kaçınılmazdır. Bu
nedenle yeni Anayasa hazırlıklarını olumlu bir girişim
olarak değerlendiriyoruz. Hazırlanacak yeni Anayasa
evrensel demokrasi ilkelerine, ILO sözleşmeleri ve tavsiye kararlarına, onaylanmış diğer uluslararası sözleşmelere ve tam üyelik için başvurduğumuz Avrupa
Birliği (AB) standartlarına, tüm maddeleri ile Avrupa
Sosyal Şartına uygun olmalıdır. Yeni anayasamızda
sendikal hak ve özgürlükler en güçlü şekilde güvence
altına alınmalı, çoğulcu, özgürlükçü ve parlamenter
demokrasi, tüm kurum ve kurallarıyla hayata geçirilmelidir.
127
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Yeni Bir Anayasa Üzerine
Av. Abdullah Arar
Ülkemiz gündemine seçim sonrası yeniden oturan
anayasa tartışmaları bizi aşağıdaki görüşlerimizi sizinle
paylaşmaya sevketti.
Anayasa Nedir:
Bir ülkede, devletin yapısını, yönetim sistemini, kamu
hizmetlerinin ifası için gerekli kurum ve kuruluşların
statüsünü, millet-devlet münasebetini, kurumlar arası
ilişki ve hiyerarşiyi, devlet erkini millet adına kullanacak kişilerin göreve gelmesine dair usulleri, temel
hak ve özgürlükleri belirleyen üst hukuk normuna
anayasa denir.
Anayasaların ülkedeki vatandaşların kendi aralarında
aktettikleri sosyal sözleşme olduğu kabul edilir.
Böylece meşruiyeti sağlanmış olur. Nitekim ihtilâl
paşalarının çoğunluğu sivil uzmanlara! hazırlattıkları
anayasalar bile sadece “meşru olsun diye” halkoyuna
sunulur. Ayrık örnekler olsa bile, bizim kudretli konseylerimiz bir“bildiri”ile“işte anayasanız”dememişlerdir!
Anayasa Neden Önemlidir:
Teorik tartışmaları bir tarafa bırakarak; ülkemiz örneği
bir anayasanın önemi bakımından iyi bir laboratuardır.
Mesela; sened-i ittifak, tanzimat, meşrutiyet, cumhuriyet döneminde 23 ve 24 anayasaları, tek parti dönemi,
60 ihtilali ve 61 anayasası, 70 muhtırası ve anayasa
tadilleri, 80 ihtilali ve 82 anayasası, 28 şubat modern
darbesi, 27 Nisan e-muhtırası, 367 tartışmaları, AB
macerasına paralel ve İMF direktiflerine ram uyum
paketleri/ Derviş kerametleri!, 2007 seçimleri sonrası
yaşananlar, anayasa mahkemesinin kendisini fiili
senato olarak ihdası, mini paketler, temelli değişiklik ve
yeni, demokrat sivil anayasa istekleri, uzlaşma-uzlaşamama kavramları etrafında doğru analizler anayasanın
ne kadar önemli olduğunu ortaya koyar.
Daha somut olarak; ülkedeki iktidar krizleri, ekonomideki perişanlık, çiftçiyi-köylüyü perişan eden üst
kurullar, eğitimi-yüksek öğretimi hercümerç edenYÖK,
kardeş kavgası, geciken veya hiç tecelli etmeyen adalet, yüksek yargı, devlet içinde hikmeti sorgulan/a/mayan kişi ve kurumlar, çöken bireysel ahlâk,
çatırdayan aile, sivil-asker bürokrasinin ve bir kısım
zadeganın buyrukları,... hepsi devletin yapısı, işleyişi ve
denetimine dair temel norm olan anayasa ile
doğrudan ilgilidir.
Bu arada; salt metin olarak anayasanın değiştirilmesi,
sorunları sihirli bir değnek gibi çözmeye yetmez.
Elbette anayasanın metni önemlidir. Ama yönetenlerin, yorumlayanların insana, devlete, özgürlüklere,
hukuka, adalete, ahlâka, meşru kazanç anlayışına…
dair temel bakış açılarının değişmesi, insanîleşmesi,
yerelleşmesi, millileşmesi, medenîleşmesi gerekir.
Ayrıca; top yekûn insanların bu konuda yüksek bir
bilince kavuşması gerekir.
Anayasa NasılYapılır:
Yine teorik asli kurucu-tali kurucu iktidar tartışmalarını,
tarihsel süreçteki farklı uygulamaları anayasa yapıcıların dikkatlerine havale ederek; mevcut parlamentonun yeniden ve yeni bir anayasa yapması bir yol
olabileceği gibi, görevi sadece anayasa yapmaktan
ibaret bir kurucu meclis seçimi de mümkündür. Bizce
sadece anayasa yapacak bir meclisin millet tarafından
seçilmesi daha elverişli belki de yegâne yoldur. Çünkü;
a- Mevcut iktidar milletin bu alandaki ihtiyacını ve
talebini bihakkın algıla/ya/mamış görünmektedir.
Anamuhalefet “istemezük” anlayışında ısrarlıdır.
Parlamento içindeki siyasi partiler de iktidar ve anamuhalefet partilerinden çok farklı değildir. Parlamento
dışı muhalefetten ciddi hazırlık ve teklifler sunulmuş
olması sevindiricidir.Bu yazının kaleme alındığı tarihte
parlamento içindeki tüm partilerin uzlaşma komisyonuna üye vermiş olmaları sevindirici olmakla birlikte;
en son değişiklikte grupların sergiledikleri yaklaşımların yeniden tezahüründen ciddi endişemiz vardır.
b- 12 Haziran öncesi parlamentonun “anayasa yapma/değiştirme refleksi” ilgili bazı parlamenterlerin ve
siyasi gözlemcilerin, hatta salt hukuk mesleği açısından bakanların tabiri ile “felç olmuş” durumda idi.Bu
parlamentonun aynı akıbete uğramamasını dilemekteyiz. Bunun sorumluluğu da öncelikle parlamenterlere, sonra da siyasi gruplara aittir.
128
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
c- Bu parlamentoya düşen tarihi görev bütün siyasi
gruplarla birlikte “anayasa için kurucu meclis” seçimi,
üye sayısı, seçim usulü, çalışma süresi, referandum
usulüne dair yasa düzenlemektir. Bunun için mevcut
anayasada yapılacak bir madde değişimi yeterlidir.
d- Meclis dışı muhalefete, sivil inisiyatiflere, akademik
çevrelere de, kamuoyu bilgilendirme/oluşturma
mekanizmalarını kullanarak; hem parlamentoya tarihi
görevini hatırlatmak, milletin talep ve ihtiyacını yüksek
sesle ifade etmek hem de süreci desteklemektir.
Kurucu Meclis/Anayasa Meclisi
Seçimine Dair Teklifler:
1- Kurucu Meclis'in verimli çalışması için ve kendi içinde
kuracağı komisyonlar da dikkate alınarak 300-350
üyeden teşekkülü öngörülebilir.
2- Bu Meclis, tüm siyasi partilerin aday göstereceği ve
kampanyasının konusu “sadece nasıl bir anayasa önerildiği” olan ve en az 2 aylık propaganda dönemine
imkân tanıyan bir takvim sonucu yapılacak seçimle oluşmalıdır. Bu propaganda döneminde, kamu ve özel tüm
basın yayın kuruluşları eşitlik ilkesi içinde(iktidar-muhalefet ayrımı olmadan) tüm siyasi partilere en geniş zemini sağlamalıdır. Akademik çevreler ve sivil toplum kuruluşları da bu zeminden azami istifadeyi sağlamalıdır.
3- Seçim çevresi olarak da, mevcut il esaslı seçim çevresi yerine, meclis üyesi/seçmen oranına göre seçim
çevreleri oluşturulmalıdır. Bu seçim çevrelerinden
sadece bir üye seçilmelidir. Yani kurucu meclis meselâ
300 üyeli olacak ise 300 seçim çevresi ihdas edilmelidir.Dar bölge/iki turlu seçim ile göreve gelmelidir.
4- Kurucu Meclis, içtüzüğünü ve komisyonlarını oluşturmalı, ara vermeden çalışmalıdır.
5- Kurucu Meclis'in anayasa yapma ve halkoyuna
sunma süresi azami 1 yıl olmalıdır.
6- Kurucu meclis üyelerinin özlük hakları, yasama
dokunulmazlığı, uzman ve yardımcı personel istihdamı, kamu ve özel basın-yayın kuruluşlarında tartışma
zemini bulmaları, mukayeseli hukuk incelemesi raporları düzenlettirmeleri gibi konularda geniş güvence ve
yetkileri olmalıdır.
Anayasanın İçeriğine Dair:
1- Öncelikle “devlet mi?”- “millet mi?” tartışması, “devletin, millet için(milletin adalet, özgürlük, refah ve
güvenlik içinde maddi-manevi varlığını koruma ve geliştirme amacına hizmet eden şahsı manevi olduğu)
gözetilerek sona erdirilmelidir. Böylece, ferden ferda millet, kendi iradesine ve diğerlerinin iradesine duyduğu
saygının bir tezahürü olarak devletine sahip çıkacaktır.
Yoksa, “bu devlet bana değil, şuna şuna hizmet diyor,
öyleyse bana ne vergiden, bana ne duyarlılıktan tutun,
bu hükümet devrilmeli, bu devlet yıkılmalı”ya varan
tutumlarla karşılaşmamız kaçınılmaz olur.
2- Ferdin ve toplumun gelişmesi ve ihtiyaçları dondurulamayacağına göre, anayasada “değiştirilemez hüküm”
SAYI 15 - 16
fobisi aşılmalıdır. Elbette arzulanan şey, anayasaların,
kısa aralıklarla yamalı bohçaya dönmesi değildir. Bunun
yolu da akılla, hikmetle, bizim ve tüm insanlığın ortak
tecrübesinden azami istifade ile ve geniş bir öngörü ile
anayasa yapmaktır. Burada;
a- Rejimin ana karakterinin millet iradesi esaslı cumhuriyet rejimi olması,
b- Milletin tüm kesimlerinin eşit ve 1. sınıf vatandaş
olması,
c- Hiçbir gerekçeyle negatif ayrımcılık yapılamayacağı,
d- Ülkenin bütünlüğü,
e- Resmi dil, İstiklal marşı, bir zorunluluk olarak ifade
edilebilir.
Buna mukabil tanımsız bir laiklik anlayışının, ülkemizde
ne kadar sanal sebeplerle çıkartılan esaslı sorunlara neden olduğu gözetilerek; hiçbir dini inanç mensubunu
dışlamayacak, devlet etkinliğini de zaafa uğratmayacak
bir tanıma kavuşturulması gerekir. Kaldı ki insanoğlu için
“adalet” kavramından öte yönetim tabusu olamayacağı
için, ille de kodlanmış zihinlerle hareket etmek yerine,
maslahat kuralı mucibince elverişli tanımı bulunamayacak ve şunca farklı uygulaması olan laiklik ilkesinin
vazgeçilmezliği de söz konusu edilmemelidir.
3- Aslolan milletin iktidarını sağlamak ve sürekli kılmak
ise, halkın tüm etnik unsurları ile, tüm inanç ve sosyal
kesimleri ile güven içinde, barış ortamında, her birisinin
eşit ve özgür olarak yaşayabileceği; akıl, mal, can, din ve
nesil dokunulmazlığı çerçevesinde hayatlarını sürdüreceği, yönetime katılacağı, denetleyebileceği mekanizmaları oluşturan; fertlerin kendi aralarında ve devlet
kurumları arasındaki ihtilâfların âdilâne ve süratle çözüme kavuşturulduğu mekanizmaların kurulmasına dayanak bir anayasa oluşturulmalıdır.
4- Anayasada mutlaka, millet denetimine kapalı,
layüsel kurum ve kişilerin oluşmasının önüne geçilmeli,
hikmet-i hükumet gerekçesi ile hukuksuz işlem ve
eylemlere engel olunmalı, kamu yetkilerinin amaç dışı
kullanımının/keyfiliğin önüne geçilmeli, kamu görevlilerinin (yasama meclisi üyeleri, bakanlar yargıçlar,
askerler, belediye başkanları ve tüm sivil-asker
bürokratlar) görev yetki ve alanlarında etkin, verimli ve
adil hizmet görmekten başka ve hukuka, ahlâka uygun
davranmaktan öte imtiyazının ve dokunulmazlığının
olmadığı belirginleşmelidir.
5- Anayasada nihayet; cumhuriyet rejimi çerçevesinde
parlamenter demokrasi veya başkanlık sistemi, yasama
meclisi, yürütme organı, seçimler, siyasi partiler, merkezi
ve yerel yönetimin ana çerçevesi belirlenmelidir. Elbette
anayasalar bir kanun veya tüzük gibi uzun hukuk metinleri değil, işin esas çerçevesini, felsefesini ortaya koyan sade, kısa ve anlaşılır metinler olmak durumundadır.
Artık bu milletin, erken kalkıp ihtilal yapanlarınca veya
Vaşington, Brüksel dayatmaları ile değil, kendi özgür
iradesi ile ve barış içinde anayasa yapabileceğini
görmek nasip olur temennisi ve başka vesileler ile bu
konuya yeniden dönmek umudu ile.
129
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Niçin Yeni Bir Anayasa
Hürrem Aksoy / Arnavutköy Kaymakamı
Milletlerin ve devletlerin yıldızının parladığı zamanlar
vardır. Dünyadaki gelişmeler, devletimize gösterilen
ilgi, toplumların beklentilerine bakıldığında böylesine
bir döneme girdiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ülkemiz de tüm kesimleriyle bu süreci en iyi şekilde
değerlendirme arzusu içerisinde gayretlerini sürdürüyor. Bu çabalar içerisinde mevcut anayasanın ihtiyaçlara cevap veremediği, değişim ihtiyacı olduğu hemen
hemen tüm kesimler tarafından dile getirilmektedir.
Hatta yepyeni bir anayasanın gerekliliği çok geniş
kesimlerde kabul görmektedir. Bu sebeple önümüzdeki dönemde anayasa konusu tüm ülkeyi meşgul
eden en önemli konu haline gelecek gibi görünmektedir. Anayasanın yeni bir anlayışla ele alınması hatta
yeni bir anayasa yapma ihtiyacını doğuran birçok
sebebin yanında küreselleşme denilen dünyadaki hızlı
değişim ve dönüşümü yakalamak bakımından da
önemli bir gereklilik olduğunu gözden ırak tutmamak
gerekir.
Zira dünya eskidünya değil, baş döndürücü bir hızla
değişip dönüşüyor. Ulaşım ve iletişim araçlarının yaygınlaşması ve çoğalması sonucu farklı medeniyete
mensup insanlar arasındaki farklılıklar azaldığından
doğal olarak toplumlar ve devletler arasında da farklılıklar azalmaktadır. Hatta teknoloji ve bilim alanlarında
da farklılıklar giderek ortadan kalkıyor denilebilir.
Küreselleşme denilen bu olgu aslında tarihi süreç
içerisinde kendi dinamikleri ile devam ediyordu. Bunu
insanlık gelişiminin doğal sonucu olarak görmek
gerekir. Öte yandan can ve mal güvenliği, yeni pazar
ihtiyacı diğer büyüme ihtiyacı özellikle de sömürgecilik gibi nedenlerle birçok devletin askeri güce dayalı
dünyaya hakim olma arzuları hep oldu. Atilla'dan
büyük İskender'e, Fatih'den, Napolyona, Kanuni'den
Hitlere her biri farklı niyet ve saikle de olsa dünyaya
hakim olma arzu ve çabaları olmuştur. Bu gayretler
beklide küreselleşmenin nihai hedefini bize göstermektedir. İstanbul'un önemini ve güzelliğini vurgulamak için söylemekten keyf aldığımız “dünya bir devlet
olsaydı bunun başkenti İstanbul olurdu.” sözü
Napolyon tarafından hangi niyetle söylenmiştir? Fatih,
Kanunî ilayı kelimetullah-nizamı alem adına bunu gerçekleştirmeye çalışmaktaydı. Kısaca hepsinin görülen
veya görülmeyen amacı farklı olsa da yaptıkları küresel
bir dünyaya kurmaktı ve hepsinin gayretleri şu veya bu
ölçüde güce dayanmaktaydı. Ancak küresel bir dünyayı barışçıl yolla gerçekleştirme düşüncesi ilk İslamiyetle doğmuştur diyebiliriz. Zira, İslamiyet bir topluluk
veya kesime değil tüm insanlık için gelmiştir. Söylemleri büyük ölçüde tüm insanları hedef almaktadır.
İşte doğal olarak seyreden bu süreç endüstri devrimi
ile farklı bir boyut kazandı ve büyük bir hıza ulaştı.
Özellikle elektroniğin, bilgisayarın kullanımı ile teknolojiler arasındaki fark azalmaya başladı. Teknolojideki
bu gelişme iletişim ve ulaşım alanlarındaki gelişmeye
zemin hazırladı. Tüm bu gelişmeler süreci baş döndürücü hıza ulaştırdı. Kısaca tüm alanlarda benzerlikler
artmaya farklılıklar azalmaya başladı.
Bugün saat üreten teknoloji ile otomobil teknolojisi,
gıda teknolojisi ile tekstil teknolojisi arasında fazla fark
kalmadı. Hepsinde bilgisayar ve bilişim teknolojisi,
yazılım var. Artık herhangi bir şeyi kimin bulduğu
önemli olmaktan çıktı. Mucitleri tanımıyoruz. Bunları
en iyi şekilde günlük kullanıma aktaran firmaları ve
onların ürünlerini tanıyoruz. Bu anlamda ülkelerin
marka üretmeleri gelecekleri açısından çok önemlidir.
Bilim teknolojideki farklılıklar azalırken maddeler arasındaki farklılıklar da nano teknoloji ile âdeta anlamsız
hale geleceğe benziyor. Çünkü değişik maddelerden
alakasız birçok ürün yapmak mümkün olacağı ifade
ediliyor.
130
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
İnsanlar arasındaki farklılıklarda giderek azalıyor.
Değişik milletlere mensup kişiler arasındaki ilişkiler
geliştiği oranda bu farklılıklar daha da azalacaktır. Artık
yabancı kişilerle tanışmak, arkadaşlık, dostluk kurmak
sıradan hale geldi. Şimdi sivil toplum örgütleri vasıtasıyla ilişkiler ortak proje ve ilişkilerle toplumsal beraberlik aşamasına ulaşmıştır. Bu noktada dil ve din milli
kimliğin sürdürülmesi açısından hayati unsur olduğu
görülmektedir. Öte yandan sosyal bünyeyi güçlendirilmesi diğer bir, çok önemli unsur olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Bu sürecin en önemli sonuçlarından birisi de devlet ve
yönetim sistemleri arasındaki farkların da giderek azalmasıdır. Birinci dünya savaşından sonra hızlanan
küreselleşme komünist devrimle hız kesmişti çünkü
liberal ekonomiye alternatif ve aynı zamanda siyasal
sistem iki kutuplu dünyaya yol açmıştı. Sovyet
Rusya'nın yıkılması ile bu ikilik sona ermiş liberal
demokratik sistem üstünlük sağlamıştır. Bunun
sonucu olarak küreselleşme yeniden hız kazanmıştır.
Öte yandan demir çelik alanında işbirliği ile başlayan
Avrupa'da ki ülkelerin ilişkileri bu gün sınırların kaldırılması ortak para birimi den federe bir devlet gibi
yönetilme aşamasın varmıştır. Artık serbest ekonomiye dayanan liberal ekonomi ve bunun siyasal sistemi demokrasi ortak yönetim olarak üstünlüğünü
sağlamıştır. Dünyanın egemen siyasal yapısı budur bu
sisteme uygun olmayan yönetim şekilleri varlıklarını
sürdürememektedir. Çin bu dönüşümü kendi şartları
çerçevesinde gerçekleştirmiş bu gün dünyanı sayılı
gücü haline gelmiştir. Yine Rusya bunu başarmıştır.
Kısaca Uluslararası sistem liberal ekonomi ve
demokrasi ekseninde entegrasyonu arzulamakta
sistem farklılıklarını kabul etmemektedir. Ortadoğu'da
yaşananları, İslam coğrafyasındaki sıkıntıları bir de bu
açıdan değerlendirmek yerinde olur sanırım .
İşte böylesine baş döndürücü hızla değişimin
yaşandığı bir dönemde ülkemiz, bu değişim ve dönüşüme, soğuk savaş döneminde yani küresel gelişimin
engellendiği dönemin anlayışına göre yapılmış bir
anayasa ile ayak uydurmaya çalışıyor. Bu durumda ısrar
etmek bir insanın elini kolunu bağlayarak bir kavgaya
katılması gibi bir şey, buda akıllı bir kişinin harcı olmasa
gerek. Baktığımızda, mevcut anayasanın hazırlandığı
dönemde serbest piyasa ekonomisi henüz benimsenmiş bile değil. Yokluk ve kıtlıkların sonrasında
mecburen yirmi dört ocak karalarıyla kısmen uygulamaya konulmuş. Oysa serbest piyasa küresel dünyanın
SAYI 15 - 16
olmazsa olmaz ilkelerinden birisi. Dönemin en revaçta
söylemlerine baktığımızda biri“batı kulüp doğu kulüp”
bir diğeri “her şey Türk için Türk'e göre Türk tarafından
yapılmalı” idi. Bu gün bu söylemleri ağzına alan bile
yok. Böyle bir anlayışların ağırlıklı olduğu bir dönemde
yine bir askeri darbe sonrası askeri bir yönetim döneminde hazırlanmış bir anayasanın günümüz ihtiyaçlarına cevap vermesini beklemek anlamsızdır.
Anayasamızın böylesine değişen ve dönüşen dünyada
bölgesinde bir güç olan ve dünyada sözü dinlenir bir
ülkeye yakışır nitelikte olması gerekir. Çevresinin
kendisine yüzünü döndüğü beklentinin yüksek
olduğu Türkiye cumhuriyeti çoktan geride kalmış
şartların oluşturduğu yapılarla bu fonksiyonunu yerine
getiremez. Mevcut kazanımları, bilgi birikim ve tarihi
sorumluluğu ile küresel bir oyuncu olmaya aday bir
ülke oyunu kurallarına göre oynamak zorundadır.
Bunun başında dünyanın kabul ettiği evrensel kurallar
gelmektedir. Günümüz dünyasında bu ilkeleri
benimsemeden bir ülkenin gelişimini sağlaması güç
insanını mutlu etmesi imkânsız gibi görünmektedir.
Örnek olması liderlik yapması düşünülemez bile.
Tüm bunlar için kendisine yakışır, küresel değişim ve
dönüşüm sürecinde kendisine biçtiği role uygun, önünü açan, insanının mutluluğunu esas alan, toplumsal
uzlaşısını yenilemeyi başarmanın morali ile ülkemiz
büyük aşama kaydedebilir. Bu noktada başta iktidar
olmak üzere siyasi partiler, sivil toplum örgütleri
üniversiteler, toplum önderleri kurum ve kuruluşlar ile
herkese önemli görev düşmektedir.
Anayasanın nasıl yapılması gerektiği ise diğer önemli
bir husustur. Bu şüphesiz ilgililerin önerileri doğrultusunda belirlenmelidir. Ama mutlaka geniş katılımlı
ve uzlaşma ile ortaya çıkmış bir metni olmalıdır. İçerik
olarak ise tüm toplumun istek ve beklentilerine göre
şekillenmelidir. İnsan haklarına saygılı bireysel gelişmeyi destekleyici sosyal bünyemizi güçlendiren en
önemli değerlerimizden olan dil ve dini koruyup
geliştirici içerikte olmalıdır. Yani büyük ekseriyetin bu
benim diyebileceği ANAYASA olmalıdır.
131
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
“Yeni” Anayasada Üniter Devlet ve
Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu / Anayasa Hukukçusu
Çeşitli gruplar tarafından hazırlanan anayasa taslaklarında/görüşlerinde üniter devlet ve yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi konusunda farklı şeyler söylenmektedir. Biz burada on iki kadar ayrı taslağın/görüşün yerel
yönetimlerin güçlendirilmesi konusundaki düşünceleri üzerinde duracağız. Özbudun, TBB, Mazlum-der,
TÜSİAD, TESEV, SDE, TÖÜ, AÇG (Anayasa Çalışma
Grubu) ile AK Parti, CHP, MHP ve BDP'nin Seçim Beyannamelerindeki yerel yönetimlerin güçlendirilmesi
konusundaki görüşlerini irdelemeye çalışacağız. Anayasal vatandaşlık ve anadille eğitim ise bu yazınının
kapsamı dışında olup ayrı bir araştırma konusudur.
Ergun Özbudun'un Anayasa Önerisinde Yerel
Yönetimlerin Güçlendirilmesi. 1876 anayasasının
birinci maddesine göre devlet ülkesiyle bir bütündür.
1961 anayasası buna “milletiyle de” de ibaresini eklemiştir. Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünü düzenleyen hüküm, Osmanlı
Devletinin son dönemlerinden itibaren yaşanan siyasî
1
gelişmelere doğal bir tepki olarak şekillenmiştir. Devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğünü ifade eden
1876 Anayasasının ilk maddesi, Cumhuriyet döneminde ulus-devletin inşasıyla birlikte milletin bütünlüğünü de içine alacak şekilde genişletilmiştir.
Bölünmez bütünlük ilkesinin anayasal boyut kazanması 1961 Anayasasının "Türkiye Devleti, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür" hükmüne yer
veren 3 üncü maddesiyle başlamıştır.
Bölünmez bütünlük ifadesi başka ülke anayasalarında
da mevcuttur. Örneğin Fransa anayasasının 1nci maddesine göre “Fransa bölünmez, laik, demokratik ve
sosyal cumhuriyettir”. Fransa anayasasının 5nci
maddesine göre Devlet başkanının görevi Fransa'nın
toprak bütünlüğünü korumaktır. İspanya anayasasının 2nci maddesine göre İspanya ülkesi ve milletiyle
bölünmez bir bütündür, devlet, bölgelerin özerklik
hakkını tanır. Bu madde, İspanyolların ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünün anayasanın
temelini teşkil ettiğini vurgulamaktadır. "Anayasa,
İspanyol Milletinin çözülmez birliği, bütün İspanyolların ortak ve bölünmez vatanı üzerine inşa
edilmiştir; onu meydana getiren milliyetlerin ve
bölgelerin özerklik hakkını ve aralarındaki
dayanışmayı tanır ve güvence altına alır."
AİHS'nin 10ncu maddesine göre de toprak bütünlüğü,
ifade özgürlüğünü sınırlayan bir nedendir.
Ancak bu ifadeler farklılıkları dışlamanın veya bastırmanın gerekçesi olamaz. Üniter devlet, bir arada yaşamanın iradesi olarak anlaşılmalıdır. AB anayasal düzeninin temel felsefesi olan“çeşitlilikte birlik”ilkesi kabul
edilebilir. Esasen “siyasi çoğulculuk” ilkesi demokrasinin olmazsa olmaz şartıdır. Bu ilke, şiddet ve baskı
kullanarak üniter devlet ilkesini bozmayı meşru göstermez. Şiddet ve baskı aracı ile üniter yapı bozulamaz.
Bu taslağın 3ncü maddesi şöyledir; ”(1) Türkiye
Cumhuriyeti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür.” Taslağın idarenin kuruluşu ile ilgili 92nci
maddesine göre,“(1) İdare, kuruluş ve görevleriyle bir
bütündür ve kanunla düzenlenir. (2) İdarenin kuruluş
ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim
esaslarına dayanır. (3) Kamu tüzelkişiliği, ancak kanunla veya kanunun açıkça verdiği yetkiye dayanılarak
kurulur.” Bu maddenin gerekçesinde şu söylemler öne
çıkmaktadır; “… (İ)darî teşkilâtlanmadaki bütünlüğün
mutlaka her idarî görevin merkezden yerine getirileceği, diğer bir deyişle bütün devlet fonksiyonlarının merkeziyetçi bir yapı içinde icra edileceği
düşünülmemelidir. Devletin yerine getirmekle
yükümlü olduğu görevlerin nicelik ve nitelik itibarîyle ciddî artışlar gösterdiği günümüz dünyasında, pek çok görevin merkezî idarenin dışındaki
kurum ve kuruluşlarca yerine getirilmesi zorunludur. Bu nedenle, belli bir kamu hizmetinin yerine
getirilmesini ülke çapında gerçekleştirecek özerk
birimler ile belli bir yörenin ihtiyaçlarını doğrudan
o yöredeki insanların katılımı ile karşılayacak idarî
kurum ve kuruluşlara ihtiyaç vardır. Bu bakımdan,
merkezî idare ile onun dışındaki hizmet yerinden
yönetim kuruluşlarını ve mahallî idareleri, kamu tüzel
kişiliği ilkesine uygun olarak, yerinden yönetimi
mümkün kılacak biçimde yapılandırmak gerekmektedir.”
132
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
Bu taslağın merkezi idareden bahseden 95nci maddesine göre; “(1) Türkiye, merkezî idare kuruluşu
bakımından, coğrafya durumuna, ekonomik şartlara
ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre, illere; iller de
diğer kademeli bölümlere ayrılır. (2) İllerin idaresi, yetki
genişliği esasına dayanır. (3) Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden
çok ili içine alan merkezî idare teşkilâtı kurulabilir. Bu
teşkilâtın görev ve yetkileri kanunla düzenlenir.” Bu
maddenin gerekçesinde şöyle denilmektedir;
“Kaynağı çok eskiye uzanan ve Türkiye'nin tarihî birikiminde önemli bir yeri bulunan kamu idaresinde merkeziyet ilkesi, en önemli yönüyle, merkezî idarenin
Başkent ve taşra teşkilâtı arasındaki hiyerarşik ilişkiyi
ifade etmektedir. Bu ilişkinin en önemli dezavantajlarından biri, tüm yetkilerin Başkentte toplanmasından kaynaklanan ve idarenin işleyişini güçleştiren ve
ağırlaştıran usullerin varlığıdır. Bunu aşabilmek için il
idaresinde yetki genişliği ilkesi, eski Anayasalarımızda
olduğu gibi korunmuş ve ayrıca merkezî idarenin
ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara ve kamu hizmetlerinin
görülmesinde, verimlilik ve uyumu hedefleyerek yeni
yönetim birimleri oluşturmasına anayasal dayanak
sağlanmış olmaktadır.”
Bu taslağın yerel idareden bahseden 96nci maddesine göre; “(1) Mahallî idareler; il, belediye veya köy
halkının müşterek mahallî ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kuruluş esasları kanunla belirlenen, karar organları
seçimle oluşan kamu tüzelkişileridir.(…) (5) Merkezî
idare, mahallî idareler üzerinde, kanunda belirtilen
esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine
sahiptir. (6) Mahallî idarelerin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi amacı ile, kendi aralarında Bakanlar
Kurulunun izni ile birlik kurmaları, görevleri, yetkileri,
maliye ve kolluk işleri ve merkezî idare ile karşılıklı bağ
ve ilgileri kanunla düzenlenir. (7) Mahallî idarelere,
görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır ve bu
amaçla gerekli düzenlemeler yapılır.” Bu maddenin
gerekçesinde şöyle denilmektedir; “1876 Kanunu
Esasîsinden beri yerleşmiş olan ve sosyolojik bir varlık
kazanmış bulunan mahallî idarelerin, aynı zamanda
çağdaş kamu idaresinde demokratik geleneğin temellerini de oluşturduğu bilinmektedir. Madde, bu tarihî
ve sosyolojik gerçekliği yeniden düzenlerken eski
anayasalarımızdaki esasları, bazı ifade zayıflıklarını gidermiş olmakla beraber korumuştur. (…)
Son fıkrada mahallî idarelere kendi gelir kaynaklarını
oluşturma imkânı vermeye açık ve dolayısıyla daha
geniş bir ademi merkeziyet alanı sağlamak amaçlanmıştır.”
Netice olarak; Özbudun taslağında yerel yönetimlerin güçlendirilmesi konusunda göze çarpan
noktalar şunlardır;
SAYI 15 - 16
1. Asıl olan merkezden yönetim, istisna olan ise
yerel yönetimlerdir.
2. Bütün devlet fonksiyonlarının merkeziyetçi bir yapı
içinde icra edileceği düşünülmemelidir.
3. Devletin yerine getirmekle yükümlü olduğu pek
çok görevin merkezî idarenin dışındaki kurum ve kuruluşlarca yerine getirilmesi zorunludur. Bu nedenle,
belli bir kamu hizmetinin yerine getirilmesini ülke
çapında gerçekleştirecek özerk birimler ile belli bir
yörenin ihtiyaçlarını doğrudan o yöredeki insanların
katılımı ile karşılayacak idarî kurum ve kuruluşlara
ihtiyaç vardır. Yerel yönetimler de vergi tarh, tahakkuk
ve tahsil edilenler için alt-üst limitler arasında vergide
değişiklik yapabilir (md. 41/4).
4. Yerinden yönetimi yeniden yapılandırmak gerekmektedir.
5. 1876 Kanunu Esasîsinden beri yerleşmiş olan
mahallî idarelerin, aynı zamanda çağdaş kamu idaresinde demokratik geleneğin temellerini de oluşturduğu bilinmektedir. Son fıkrada mahallî idarelere
kendi gelir kaynaklarını oluşturma imkânı vermeye
açık ve dolayısıyla daha geniş bir ademi merkeziyet
alanı sağlamak amaçlanmıştır.
Türkiye Barolar Birliği'nin (TBB) Önerisinde Yerel
Yönetimlerin Güçlendirilmesi. Türkiye Barolar
Birliği'nin (TBB) hazırladığı Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi, Ankara, Kasım 2007, Geliştirilmiş GerekçeliYeni Metin, 4 ncü Baskı,Türkiye Barolar BirliğiYayınları isimli taslağın 138 ve 139 ncu maddelerinde 1982
anayasasının 126 ve ilgili maddelerindeki hükümleri
korumuştur.
TBB'nin merkezden yönetimi düzenleyen 138nci
maddesine göre, “Türkiye, merkezden yönetim kuruluşu bakımından, coğrafya durumuna, ekonomik
koşullara ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre
illere, iller de diğer aşamalı bölümlere ayrılır. İllerin
yönetimi, yetki genişliği esasına dayanır. Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak
amacıyla, birden çok ili içine alan merkezden yönetim
örgütü kurulabilir. Bu örgütün görev ve yetkileri
kanunla düzenlenir.” Bu metinle 1982/ m. 126 metni
anlam itibariyle aynen korunmuştur. TBB'nin yerel
yönetimlerden söz eden 139 ncu maddesine göre,
“Yerel yönetimler; il, belde veya köy halkının ortak yerel gereksinimlerini karşılayan ve genel karar organları
halk tarafından seçilen kamu tüzelkişileridir. Yerel
yönetimler ülke bütünlüğüne, coğrafya durumuna,
ekonomik koşullara ve kamu hizmetlerinin gereklerine
göre kanun ile oluşturulacak birimlerdir. (...).
133
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Merkezden yönetimin, yerel yönetimler üzerinde;
yerel hizmetlerin Anayasaya ve yönetimin bütünlüğü
ilkesine uygun biçimde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, kamu yararının korunması
ve yerel gereksinimlerin gereği gibi karşılanması
amacıyla, kanunla belirtilen ilke ve yöntemlere göre
gözetim yetkisi vardır. Yerel yönetimlere ve birliklerine görevleriyle orantılı gelir kaynakları sağlanır.
Yerel yönetim ve birliklerin her türlü akçalı kaynağının
kullanılmasında saydamlığın sağlanması amacıyla,
gelir ve giderlerinin kullanılmasını denetleyecek
kurum ve denetleme usulleriyle ilgili hususlar kanunla
düzenlenir.” Sonuç itibariyle, TBB Raporunda mevcut
1982 Anayasasının ötesinde fazla bir yerel yönetim
güçlendirmesi görülmemektedir.
leşme ile Bölgesel ve Yerel Diller Şartı onaylanmalıdır” (s. 28). “.. (Y)erel yönetimlerde şeffaflık ve
hesap verebilirlik pozisyonu geliştirilmelidir”. (s. 28).
“Yerel yönetim reformu kapsamında yerel birimler,
nüfusun sosyolojisi ve coğrafi dağılımı göz önünde
bulundurularak birkaç ilin birleşmesinde meydana
gelecek bölgeler şeklinde düzenlenebilir. Kalkınma
ajansları güçlendirilerek bölge idarelerine bağlı olarak
faaliyetlerini sürdürebilir, il valilerinin yetkileri kısılabilir” (s.28). “Bölgelerin gelirleri, … bölgenin vergilendirilmesiyle… karşılanabilir ve birçok hizmet … belirli
ölçülerde bölge idaresine bırakılabilir” (s.28). “…
(O)mbudsmanlık müessesesi içinde de yerel yönetimlerden sorumlu bir birim oluşturularak bu kuruma
etkinlik kazandırılabilir (s. 29).
MAZLUMDER'in önerisinde (Ekim 2010) Yerel
Yönetimlerin Güçlendirilmesi. “Devletin aşırı merkeziyetçi-bürokratik yapısı küçültülmelidir. Atanmışların
seçilmiş yerel idareler üzerindeki vesayetine son
verilmelidir”. Adem-i merkeziyetçi bir yapı oluşmalı,
“yerel yönetimlerin mali ve idari yetkileri artırılmalıdır”
(s. 4) denilmektedir.
TÜSİAD Raporunda öne çıkan noktalar şunlardır;
TÜSİAD'ın Anayasa Önerisinde Yerel Yönetimlerin
Güçlendirilmesi. İlk anayasa taslağını 19 yıl önce
kamuoyu ile paylaşan TÜSİAD Raporuna (Mart-2011)
göre, üniter devlet ilkesi esnetilmeli ve bölgeli devlet
yapısı tartışılmalıdır. Avrupa Konseyinin Yerel Yönetim
Özerklik Şartı'na konulan çekinceler kaldırılmalıdır.
Ulusal Azınlıklara ilişkin Çerçeve Sözleşmesi ve Bölgesel ve Yerel Diller Şartı onaylanmalıdır. Bölgenin
vergilendirilmesiyle bölgenin gelirleri karşılanabilir.
(TÜSİAD, “Yeni Anayasa Yuvarlak Masa Toplantıları
Dizisi: Yeni Anayasanın Beş Temel Boyutu”, İstanbul,
Mart 2011).
Bu Rapora göre, “Demokrasinin yerel düzeyde
güçlendirilmesi gerekmektedir.”“Yerelleşmenin arttırılması koşuluyla üniter yapının güncel ihtiyaçlara cevap
verebilmesi mümkün olsa da üniter devlet ilkesinin
esnetilmesi ile ortaya çıkan bölgeli devlet yapısı da
tartışılabilir”(s. 22).“... (H)arcamaların merkezi hükümet
ve yerel birimler arasındaki paylaşım oranı, valilerin il
özel yönetimlerindeki etkisi, kalkınma ajanslarının
özerkliği gibi konuların anayasal değişiklik olmadan da
gerçekleştirilebileceği belirtilmiştir (s.28). “Yerel yönetimler reformu, Avrupa Konseyi'nin Avrupa Yerel
Yönetim Özerklik Şartı, Ulusal Azınlıklara İlişkin
Çerçeve Sözleşme ve Bölgesel ve Yerel Diller Şartı
temel alınarak gerçekleştirilmelidir. Bu kapsamda Yerel
Yönetim Özerklik Şartına koyulmuş olan çekinceler
kaldırılmalı, Ulusal Azınlıklara İlişkin Çerçeve Söz-
1. Üniter devlet ilkesinin esnetilmesi ile ortaya çıkan
bölgeli devlet yapısının tartışılmasını talep etmiştir.
2. Anayasa değişikliğine gerek olmadan da bazı
konularda yerel yönetim reformu yapılabileceği
belirtilmiştir.
3. Avrupa Konseyi'nin Yerel Yönetim Özerklik
Şartı'na (YYÖŞ) konulan çekinceler kaldırılmalı, Ulusal
Azınlıklara İlişkin Çerçeve Sözleşme (UAİÇS) ve
Bölgesel veYerel Diller Şartı (BYDŞ) onaylanmalıdır.
4. Yerel yönetimler şeffaf ve hesap verebilir olmalıdır.
5. Yerel birimler, nüfusun sosyolojisi ve coğrafi dağılımı
göz önünde bulundurularak birkaç ilin birleşmesinde
meydana gelecek bölgeler şeklinde düzenlenebilir.
6. Bölgelerin gelirleri, bölgenin vergilendirilmesiyle
karşılanabilir ve birçok hizmet belirli ölçülerde bölge
idaresine bırakılabilir.
7. Ombudsmanlık Kurumu içinde de yerel yönetimlerden sorumlu bir birim oluşturularak bu kuruma
etkinlik kazandırılabilir.
Sonuç olarak TÜSİAD Raporu üstü örtülü olarak
bölge sistemini (bölgeli devlet yapısı) savunmakta,
idari ve mali özerkliği öngörmekte, bölgelerin vergi
koymak ve toplamak konusunda yetkili olmasını teklif
etmekte ve bunun yöntemini açıklamaktadır. TÜSİAD
Avrupa Konseyi'nin 2 sözleşmesinin (UAİÇS ve BYDŞ)
imzalanmasını, birine (YYÖŞ) koyulan çekincenin de
kaldırılmasını teklif etmektedir.
134
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
TESEV'in Anayasa Önerisinde Üniter Devlet. Nisan
2011 tarihinde İstanbul'da kamuoyuna açıklanan
TESEV Anayasa Komisyonu'nun “Türkiye'nin Yeni
Anayasasına Doğru”isimli raporuna göre,“Türkiye'de
devletin hali hazırdaki siyasi-idari örgütlenmesi
demokratik dünyada artık örneği bulunmayan, son
derece merkeziyetçi bir özellik taşımaktadır.” (s.8).
“Yerel demokrasi günümüz demokrasi anlayış ve
uygulamasının ayrılmaz bir parçasıdır” (s. 31). “Yerel
yönetim makamlarının yerel düzeydeki ana yönetim
birimleri haline getirilmeleri başta vali ve kaymakam
olmak üzere- merkezi idareyi temsil eden makamların
yetkilerinin azaltılmasını ve bu arada onların yerel
yönetim birimleri üzerindeki “vesayet”yetkilerinin kaldırılmasını gerektirmektedir” (s. 31). “Yerel demokratik
yönetim birimlerinin karar yetkisinin bayındırlık,
tarım ve kısmen kolluk ve eğitim hizmetlerini de
kapsaması gerekir. Tersinden belirtmek gerekirse,
adalet ve savunma hizmetleri ile ulusal nitelikteki
kolluk hizmetlerinin sunumu merkezi idarenin yetkisinde kalmalı, eğitim ise ulusal düzeydeki eğitimi
ikame etmeyecek ancak bölgesel ihtiyaçların gerekliliklerini de gözetecek şekilde esnek bir yapıya kavuşturulmalıdır.” (s. 31-32).
TESEV Raporunda öne çıkan noktalar şunlardır;
1. Yerel demokrasi günümüz demokrasi anlayış ve
uygulamasının ayrılmaz bir parçasıdır.
2. Merkezi idareyi temsil eden makamların yetkileri
azaltılmalı ve yerel yönetim birimleri üzerindeki
“vesayet”yetkileri kaldırılmalıdır.
3. Yerel yönetim birimlerinin karar yetkisi bayındırlık, tarım ve kısmen kolluk ve eğitim hizmetlerini
de kapsaması gerekir.
4. Adalet ve savunma hizmetleri ile ulusal nitelikteki kolluk hizmetleri merkezi idarenin yetkisinde
kalmalıdır.
5. Eğitim konusunda ise, ulusal düzeydeki eğitimi
ikame etmeyecek ancak bölgesel ihtiyaçların gerekliliklerini de gözetecek şekilde esnek bir yapıya kavuşturulmalıdır.
Sonuç olarak TESEV Raporu, TÜSİAD Raporu gibi;
yerel yönetimlerin güçlendirilmesini, merkezi yönetimin yerel yönetim üzerindeki vesayetinin kaldırılmasını, merkezi yönetimin sadece adalet, milli savunma ve kolluk hizmetlerini kapsamasını önermektedir.
SAYI 15 - 16
TESEV Raporu, TÜSİAD Raporu kadar detay vermese
de, benzeri konuları önermektedir. TESEV'in, TÜSİAD'a
göre, merkezi yönetimin yetkisini, yerel yönetimlere
göre daha çok kıstığını rahatlıkla belirtebiliriz.
SDE'nin Anayasa Önerisinde Üniter Devlet. TESEV
Raporundan bir ay sonra Mayıs 2011'de SDE tarafından
hazırlanan “Vesayetsiz ve Tam Demokratik Bir Türkiye
İçin İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa” (Ankara,
Mayıs 2011) isimli rapora göre, “Cumhuriyetin kurucu
kadroları, merkeziyetçi bir devlet anlayışını benimsemişler ve yerel yönetimlerin idari ve mali özerkliğe
sahip olmalarını kabullenememişlerdir” (s.31).
“Türkiye'de devlet örgütlenmesinin halka yakınlık ve
yerellik ilkesine dayanacağına ilişkin bir düzenleme
yeni anayasanın genel ilkeler bölümüne konulmalıdır” (s.32). “(Y)erinden yönetimin esas, merkezi yönetimin istisna olduğu ilkesi anayasada yer almalıdır” (s.
32). “Yerinden yönetim kurum ve kuruluşlarının sahip
oldukları yetkilerini kullanabilmelerine izin verecek
malî olanaklara ve mali özerkliğe kavuşturulmaları
gerekir”(s. 32).“... (M)ali sistemler, sınırlı alanlarda vergi
koyma yetkisi de dâhil olmak üzere çeşitlilik ve esneklik göstermelidir”(s.32).“Yerel yönetimlerin bölgesel ve
uluslararası işbirliği yapma olanakları geliştirilmelidir”(s.33).
SDE Raporunda öne çıkan noktalar şunlardır;
1. İdari özerkliğe teğet geçilmiş ama mali özerklik
ısrarla talep edilmiştir.
2. Sınırlı da olsa halen TBMM'e ait olan (1982/74)
vergi koyma yetkisinin yerel yönetimlere tanınması
talep edilmiştir.
3. Yerel yönetimin asıl, merkezi yönetimin istisna
olduğu belirtilmiş ve bu tür bir düzenlemenin yeni
anayasanın genel ilkeler bölümüne konulması istenmiştir.
Yerel yönetimlerin bölgesel ve uluslararası işbirliği
yapma imkânlarının geliştirilmesi talep edilmiştir.
SDE Raporu, TÜSİAD Raporundan farklı olarak sadece
mali özerklik önermekte, ama merkezi yönetimin
istisna olduğunu belirtmekle de zımnen üniter devlet
yerine bölgesel devlet modelini benimsemektedir. Bu
açıdan TÜSİAD ve TESEV Raporu ile SDE Raporu
arasında üniter devlet anlayışı konusunda bir fark
olduğu söylenemez. Bununla birlikte, üniter devlet
konusunda TÜSİAD ve TESEV raporlarının daha detaylı
olduğu belirtilebilir.
135
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
AÇG önerisine göre, merkezin yetkilerinin öneli bir
bölümü yerel yönetimlere dağıtılmalıdır (s. 21).
Yönetim Özerklik Şartı” konusunda olumlu ifadeler
bulunmaktadır.
TOÜ Anayasa önerisine göre, idarenin yapısı şöyle
olmalıdır; “Devletin federal değil üniter olduğu açıkça
vurgulanmalı ancak idare ülkenin siyasi bütünlüğüne
zarar vermeyecek şekilde yerellik ilkesine göre (…)
yapılandırılmalıdır.” “valilerin siyasi partilerle
ilişkilendirilmeksizin ve çift dereceli seçimle işbaşına
gelmesi sağlanmalıdır”.
Ana Muhalefet Partisi'nin (CHP) 2011 Genel Seçim
Beyannamesi'nde de “Yerel Yönetim Özerklik
Şartı”na konulan çekincelerin kaldırılacağı, üniter
devlet içerisinde yerel yönetim reformu yapılacağı,
gelirlerinin artırılacağı belirtilmektedir.
Siyasal parti seçim beyannamelerinde üniter
devlet ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi.
İktidar Partisi'nin (AK PARTİ) hayata geçirdiği ve “Milli
Birlik ve Kardeşlik” adını verdiği Demokratik Açılım ile
Ana Muhalefet Partisi'nin “Toplumsal Mutabakat ve
Milli Bütünleşme Projesi” dediği projeler arasında
benzerlikler vardır. İktidar Partisi, şiddetin sona
ermesini, terörün tasfiyesini isterken, Ana Muhalefet
ayrılıkçı olanlara karşı, ayrılıkçı olmayan Kürt kökenli
vatandaşların arasını ayırmak ve terörü marjinalize
etmek istemektedir. İktidar Partisi devletin herkese eşit
muamele etmesini her birinin haklarını, kimliklerini ve
kültürlerini geliştirme fırsatı vermeyi öngörürken, Ana
Muhalefet Partisi tüm vatandaşların haklarını
aramalarını ve eşit vatandaş olmalarını öngörmektedir.
Her iki parti de terörün kaynaklarını kurutmayı
hedeflemektedir. Yine her iki parti de AB'e uyumlu
standartlara uygun davranılmasını öngörmektedir.
İktidar Partisinin (AK Parti) 2002 Seçim Beyannamesinde yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve “Yerel
MHP ise bütün bu oluşumların karşısında olacağını
Seçim Beyannamesi'nde belirtmektedir.
BDP ise, ülkenin sosyo-ekonomik durumuna göre, 2025 özerk bölgesel yönetim olacağını bağımsız milletvekilleri aracılığıyla deklere etmektedir.
Sonuç olarak, bu yazıda, 12 anayasa taslağı veya
görüşünde (Özbudun, TBB, Mazlum-Der, TÜSİAD,
TESEV, SDE, TÖÜ, AÇG ile AK Parti, CHP, MHP ve
BDP) yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve üniter
devlet konusunu işlemeye çalıştık. Raporların
görüşlerini yukarıda ifade ettik. TBB ve MHP'nin
Anayasa önerisinin/görüşünün, yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi konusunda, mevcut 1982 Anayasasına
benzer hükümler getirdiği söylenebilir. BDP dışında
kalan tüm taslakların/raporların ise yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi konusunda yukarıda belirtildiği gibibenzeri hükümler getirdikleri belirtilebilir. BDP'nin
görüşleri belirtildiği gibi farklıdır. İktidar Partisi (AK
PARTİ) ve CHP, yerel yönetimlerin güçlendirilmesini
desteklerken, MHP bu duruma soğuk yaklaşmaktadır.
136
TARİH BİLİNCİ
TEMSİLCİLİKLER
SAYI 15 - 16
Mehmet Barış Tel: 0532 611 51 49
Yurt Mah.Kasım Ener Bulvarı Koza 1 Apt. No.18
Kat.3 D.16 Çukurova - Adana
Tarkan Birol Tel:0533 762 87 74
Albaraka Türk, Cumhuriyet Mah. Sakarya Cad. 26130 No: 45/1
Tepebaşı - Eskişehir
Doç. Dr. Mustafa Güler Tel:0543 423 21 72
Afyon Kocatepe Üniv. Fen-Ed. Fak. ANS kampüsü 03030
Afyonkarahisar Afyon
Yrd. Doç. Yunus Emre Tansü Tel:0542 267 31 33
Gaziantep Üniv. Fen-Edebiyat Fak. Tarih Böl.
Şehit Kamil - Gaziantep
Alper Başer Tel: 0506 418 45 64
Afyonkarahisar Üniv. Fen Ed. Fak. Tarih Bölüm ANF Kampüsü
Afyonkarahisar Afyon
Yrd. Doç. Dr. Nazım Elmas Tel:0542 517 55 88
Giresun Üniversitesi, Giresun
Abdullah Cemal Tola Tel:0505 653 72 46
Merkez Ticaret Meslek Lisesi Cumhuriyet Mh.
Müsevvit Cd. No.11 Afyon
Kemal Çekiç Tel:0505 830 93 33
Boyat Halk Eğitim Merkezi Müd. Boyat - Afyon
Yrd. Doç. Dr. İbrahim Özgül Tel:0542 670 07 66
İbrahim Çeçen Üniversitesi Eğitim Fakültesi Ağrı
Mustafa Atalar Tel:0537 22 22 580
Dikmen Akpınar Mah. 827. Sk. Çınar Apt. No11/17
Çankaya - Ankara
Nazif Uslu Tel: 0532 437 58 44
Yeni Mah. Maliye İşhanı Kat:3 No:310 Kumluca Antalya
Nurdoğan Uçak Tel: 0505 206 66 39
Gül Çetin Kaur Lisesi Kumluca Antalya
Ramazan Fahri Güven Tel: 0505 358 07 18
Beykonak Sevim Öner İ.Ö.O Kumluca - Antalya
Musa Arslan Tel: 0533 267 77 63
Bahçelievler Mh. 294.Sk. Özel Apt No.37/3 Balıkesir
Hami Özdemir Tel: 0555 677 80 43
Paşa Alanı Mah. Kipa karşısı İl Özel İdaresi
İmar Md. Kat:2 Balıkesir
Ziya Kaplan Tel: 0505 262 53 43
Sinanbey Mah. Kanal Sk. No: 19/5 İnegöl Bursa
Yrd. Doç. Dr. Bedri Mermutlu Tel:0532 761 56 60
Çekirge Mh. Selvili Cd. Süleyman Sk. Tuğtaş Apt. No.8 D/5 Bursa
Prof. Dr. Tayyar Arı Tel:0532 331 36 18
İktisadi ve İdari Bilimler Fak. Nilüfer - Bursa
Prof. Dr. Mefail Hızlı Tel: 0537 832 63 55
Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Nilüfer - Bursa
Asım Çağrı Şenol Tel: 0505 232 21 92
Fatih Mah. Yıldırım Sk. No. 5/15 Çankırı
Doç. Dr. Vural Küçükoktay Tel:0533 771 41 47
Erenler Mah. 209. Sk. Yılmaz Evler No.12 Servergazi - Denizli
Av. Mehmet Ali Öner Tel:0532 473 74 06
Çayırbaşı Mah. 1583 Sk. No:35/1 Denizli
Zülfü Atik Tel:0533 370 94 11
Türkiye Finans Katılım Bankası Gazi Cad. No.31/C
Darkapı Diyarbakır
Bülent Kaçın Tel:0505 811 83 50
Teknik ve Endistri Meslek lisesi Edirne
Mustafa Tuğ Tel:0532 381 08 89
Yenice S. No:8 Erike Mobilya - Elazığ
Yrd. Doç. Dr. Hasan Oktay Öztürk Tel:0535 721 63 63
M. Kemal Üniv. Tıp Fak. Tıbbi Biokimya Anabilimdalı Merkez Lab.
Antakya - Hatay
Fahri Demirhan Tel:0532 433 47 17
Merkez M. 25. s. No:34 Bağcılar - İstanbul
Mubin Çakmak Tel:0532 253 29 89
Kavacık Mh.Orhan Veli Kanık Cd.Hasan Gedik İş Merkezi
Kavacık, Beykoz İstanbul
Kadri Koca Tel:0533 399 52 00
Çubuklu Cd. Erkan İşhanı 1/1 Beykoz - İstanbul
Osman Keskin Tel:0532 550 45 05
İhlas Marmara Evleri II.Kısım I.Ada A/11 D:12
Beylikdüzü İstanbul
Halis Çetin Tel:0532 232 82 23
Hasan Halife Mh. Okumuş Adam Sk. Uğur Apt. No:3/4
Fatih İstanbul
Abdullah Nalbant Tel: 0542 774 02 24
Hırka-i Şerif Mah. Güldede Sk.Şahin Apt.
Karagümrük, Fatih - İstanbul
Ayhan Yıldırım Tel: 0530 409 54 96
Güngören Belediyesi Köyiçi Kültür Merkezi Güngören - İstanbul
Yrd. Doç. Dr. Senai Yalçınkaya Tel: 0532 472 79 00
Marmara Üniv. Teknik Eğitim Fak. Makine Bölümü
Göztepe - İstanbul
Durmuş Çakır Tel: 0532 517 38 21
Saraylar Cd. No: 45/1 Cevizli, Kartal - İstanbul
Kerim Bozoğlu Tel: 0535 212 97 28
Çamçeşme mah. Bülbül sk. No.59 Üstkaynarca, Pendik - İstanbul
Şerife Gül Bostan Tel: 0555 601 26 34
Bağlarbaşı Mh. Atatürk Cd. Güneş Sk. No:5 D:2 Maltepe İstanbul
İbrahim Öztürkçü Tel: 0536 508 13 31
Mustafa Aktaş İlköğretim Okulu Ferah Mah.
Altıntaş sk. No.1 Üsküdar - İstanbul
Nusret Türker Tel: 0532 450 00 00
Alemdağ Cd. Yıldırım İşhanı No:96 Kat:5 Ümraniye - İstanbul
Abdurrahman Boz Tel: 0532 485 13 12
Valide Atik Mah.Fahri Atabey Cd. No.81
Üsküdar Bld. Zabıta Md. Üsküdar - İstanbul
İlyas Duman Tel: 0505 561 04 29
Bergama İlçe Milli Eğitim Md. Bergama - İzmir
Doç. Dr. Ahsen Özçam Tel:0532 281 62 41
Poyrazcık Belediyesi Kınık - İzmir
Tahsin Demirel Tel: 0533 264 88 37
Cumhuriyet Mh. 10012/1 Sk. No.14 Ulukent, Menemen - İzmir
Gıyasettin Aydın Tel:0505 896 52 87
Nail Bey Mah. Vali Fahri Cad. No:27 Elazığ
137
TARİH BİLİNCİ
TEMSİLCİLİKLER
Erkan Uşaklı Tel:0505 385 69 26
Fevzipaşa İ.Ö.O Bergama - İzmir
Durali Okur Tel:0535 217 00 93
Kocaeli İmam Hatip Lisesi Kocaeli
Nurettin Özbudak Tel:0505 525 42 86
Bergama Cumhuriyet Lisesi Gaziosmanpaşa Mh.
Mete Sk. No:6 Bergama İzmir
Ahmet Çakır Tel:0505 394 01 41
Alp Anadolu Lisesi Karamürsel - Kocaeli
Kamuran Öğcem
Alp Anadolu Lisesi Karamürsel - Kocaeli
Raşit Ürper Tel: 0532 245 95 11
Adnan Menderes Bulvarı No:56 Bergama İzmir
Zafer Duman
Alp Anadolu Lisesi Karamürsel - Kocaeli
Sabahattin Basançelebi
Foça Müftülüğü Foça İzmir
Füsun Çiftçi
Cumhuriyet Mah. Necmettin Kırbaş Sk. Uğur sitesi
D Blok Kat.3 D/6 İzmit - Kocaeli
Mesut Uğur Tel: 0505 764 82 12
Kınık İlçe Milli Eğitim Md. Kınık İzmir
Prof.Dr. Ahmet Eyicil Tel: 0505 394 19 28
KASÜ Fen Edebiyat Fak. Tarih Böl. Başkanı K.Maraş
Abdullah Zeybek Tel: 0533 474 59 17
Yazır Mah. Türkevler sk.21/B No.39 Bahçeşehir
Siteler 3.Etap Selçuklu - Konya
Doç. Dr. İlyas Gökhan Tel: 0535 846 98 68
Sütçü İmam Üniv. Tarih Bım. Avşar Kampüsü K.Maraş
Yücel Öcal Tel: 0505 315 66 55
Yüzüncü yıl Mesleki Eğitim Merkezi
Birinci Organize Sanayii Selçuklu - Konya
Ümit Uçar Tel: 0505 400 12 75
Kuveyt Türk Merkez Şube K.Maraş
Mustafa Önsay Tel: 0532 663 93 05
Alipaşa mah. Karagöz Cad. No.20 Kütahya
Hüseyin Yürürdurmaz Tel: 0532 373 93 45
Sanayi Sitesi Bakırcılar Blok 36. Çarşı No.49 K.Maraş
Yrd. Doç. Mustafa Yiğitoğlu Tel: 0505 447 62 47
Karabük Üniv. İlahiyat Fak. Balıklar Kayası Mevkii 78050 Karabük
Ahmet Balaban Tel: 0530 561 95 01
Boydak İ.Ö.O Acılar Kayseri
Ahmet Tuğ Tel: 0536 244 89 90 Too Profit Astana Duadro
Furmanova 9 Astana Kazakistan
Fikret Özcan Tel: 007(7011)11 64 43
Too Profit Astana Duadro Furmanova 9 Astana Kazakistan
Doç. Dr. Yasin Poyraz Tel: 0533 616 33 55
Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kırıkkale
Emine Aygün Tel:0537 701 47 47
Kadıköy Bağdat Cd. Çimen Sk. No:14 Kocaeli
Yusuf Aygün Tel:0532 661 56 61
İSU Genel Müdürlüğü Kuruçeşme Kocaeli
Mahmut Mollarecep Tel:0544 327 41 41
75.yıl Erkek Öğrenci Yurdu Irak Konutları Mevkii
Yuvacık SHÇEK Başiskele - Kocaeli
Hüseyin Sal Tel: 0532 446 91 97
İnönü Mah.117. Sk. No.12 Çayırova Belediye Kültür Şefliği
Çayırova, Gebze - Kocaeli
Hamza Doğan Tel: 0555 870 47 00
Darıca Belediyesi Bilgi Evleri Koordinatörü Darıca
Erhan Akdeniz Tel: 0555 624 29 49
Yalı Mh. Vatan Cd. Meltem Apt. No:46/10
Değirmendere, Gölcük Kocaeli
SAYI 15 - 16
Faruk Paluluoğlu Tel: 0505 232 82 36
Nasuhi Cd. Büyük Çarşı No.11 Malatya
İbrahim Yıldırım Tel: 0532 240 95 55
Akmescit Mah. 4117.Sk. No:28/3 Manisa
Mustafa Aydın Tel: 0533 322 27 53
İl Sağlık Müdürlüğü, Mardin
Mehmet Akar Tel: 0506 801 18 52
Güvenevler Mah.1911 sk. Öztürk Sitesi
A/Blok 3/6 Yenişehir - Mersin
Salih Uz Tel: 0530 409 54 97
Nevşehir Kız Meslek Lisesi Tarih Öğr. Nevşehir
Çetin Durdu Tel:0505 493 12 36
Atatürk İlköğretim Okulu Müdürlüğü Ürgüp Nevşehir
Ünal Kazdal Tel:0532 723 90 04
Ekrem Orhon Mahallesi Kemalyeri Caddesi No:15 Kat:2 Rize
Mustafa Konuk Tel:0542 405 14 02 Tığcılar Mah.1215 Sk.
Dinçel Apt. No.7-10 Adapazarı - Sakarya
Ahmet Çakan Tel:0505 800 07 51 Başarı Dershanesi
Bahçelievler Mh. İstiklal Cd. No:162 Samsun
Abdülkadir Aşık Tel:0533 568 98 38
İstiklal Mah. Kanice Sk.No.26, 58020 Sivas
Hüseyin Bayol Tel:0532 326 32 60 100.Yıl Mah. Batı Pınar Sk.
Derya apt. No:1/9 Tarım İl Müd. Karşısı Tekirdağ
İbrahim Duraklı Tel:0535 797 95 65
Yeni Mh. Güneş Cd. No:7 Saray Tekirdağ
İsmail Çavdar Tel: 0541 857 80 89
Çınarlı M. Göksu S. No:59 Derince Kocaeli
Metehan Kaçar Tel:0532 450 36 68
Halk Eğitim Müdürlüğü Çemişgezek Tunceli
Aysun Çiftçi
Cumhuriyet Mh. Necmettin Kırbaş Sk.
Uğur Sitesi D/Blok Kat.3 D.6 İzmit - Kocaeli
Doç. Dr. Rahmi Tekin Tel:0505 251 44 64
Van Yüzüncü Yıl Üniv. Edebiyat Fak. Tarih Bölümü - Van
138

Benzer belgeler